editör’den Selam ile… Mübarek bir mevsimin iliklerimize kadar rahmeti rahmanı estirdiği, gönüllerden sokaklara taşan ilahi iklimin sevgi meltemleriyle yeniden hayata bakış, yenileniş sürecini yaşamaktayız. Yüreklerin derinine ulaşan bir yolculuk… Kimliğimizi, nerden gelip nereye ulaşmak istediğimizi sorgulayan bir yolculuk… Hayatın anlamsızca maddîleştirildiği, ruhların maddenin esaretine terk edildiği modern zaman dilimin nefes alış ayıdır ramazan. Ramazan bize bizliğimizi, dinimizi, kültürümüzü olmazsa olmazlarımızı ve onunda ötesinde vahyin bize sunduğu “sünnet bir hayat”ı yaşama arzumuzu öğretiyor ve canlı tutuyor. Ramazanla canlanıyor mescitlerimiz, ramazanla sofralarımıza tat geliyor, ramazanla birlikte hayatımıza lezzet geliyor. Koşuşturmalar sadece iftar sofralarına değil gönüllere de oluyor. Bir yenilenme yaşıyor adeta her şey. Hayata bakışlar sorgulanıyor, muhasebeler tutuluyor, aslî yolculuğun güzergâhı gözden geçiriliyor. Ertelediğimiz bir hayat ister istemez bize uğruyor. Bir kardeşimizin dediği gibi “ İyi ki geliyorsun ramazan bizde kendimize geliyoruz.” Her şeyiyle bir rahmet ayı ramazan... Lütfen bu rahmet ayında fakir fukarayı unutmayalım. Az çok demeden yardımlarına koşalım. Dertleriyle dertlenmeye çalışalım. Zulüm altında inleyen Filistinli Keşmirli, Çeçenistanlı ve dünyanın her neresinde olursa olsun mümin kardeşlerimizi unutmayalım. Onların dertlerini ve sıkıntılarını kendi derdimiz bilelim. Hiç olmazsa yanık yüreklerle, gözyaşlarıyla sahur vakitlerinde, iftar vakitlerinde, beş vakit namazda bu kardeşlerimiz için dualar edelim. HACI ŞABAN EFENDİ HAZRETLERİNİ ANMA PROGRAMI Hacı Şaban Efendi Hazretlerini Anma programımıza hepiniz davetlisiniz. Özellikle hatim okuyabilen kardeşlerimizde Hacı Şaban Efendi Hazretleri’nin ruhu için hatim ve hatimler bekliyoruz. Bu konuda dergimizi arayarak kaç hatim okuyacağınızı bize iletebilirsiniz. Programla ilgili detaylı bilgileri dergimizin sayfalarında bulacaksınız. Mübarek Kadir Gecenizi ve Ramazan Bayramınızı en içten dileklerimle tebrik eder, tüm İslam âleminin uyanışına ve dirilişine vesile olmasını Rabbimizden dilerim. Allah’a emanet olunuz. içindekiler AYLIK İLİM KÜLTÜR DERGİSİ Yıl: 4 Sayı: 48 Eylül 2009 4 DEVAMLI VERİRDİ; VERDİKÇE MALI 52 PEPGAMBERLER MUCİZELER… 6 EKSİLMEZ, ÇOĞALIRDI SAHİBİ Osman KARABULUTOĞLU Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN Burhan Basın Yayın Eğitim ve Tur. Ltd. Şti. SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ Serdar TAŞAR 10 BAYRAM GECELERİ!.. 54 Yunus Ve Mevlana’ya Atılan “Dinler Mehmet TALU üstü” İftirası YAYIN DANIŞMANLARI Aydın BAŞAR Prof. Dr. İbrahim BAYRAKTAR Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN Yard. Doç. H. Murat KUMBASAR 13 "KIYASLAMA" VE ÇOCUKLAR Hicret OSTA YAYIN KURULU 56 Hazreti pîr’in Abbâsî Halîfesi el- Yusuf ELİBOL Ramazan ÇAKIR Aydın BAŞAR Mustafa ÖZKAYA Umut BULUT GRAFİK TASARIM 17 İŞLERİMİZDE DOĞRUYU Müstencidbillah’a Nasihatleri BULABİLMEK Kamil ABDULLAHOĞLU Burhan Ajans 58 Muhabbet Bahçesi DAĞITIM ORGANİZASYONU Yusuf ELİBOL Asim AYDOĞDU 0538 233 5000 20 İslam’ın 4. Şehrine Yolculuk Fiyatı Nihat MORGÜL Tek Sayı: 6 TL 1 Yıllık (12 Sayı) Abone: 72 TL 6 Aylık Abone: 36 TL 60 YILLARDIR SÜREN SESSİZ AZAP, DOĞU TÜRKİSTAN Yurtdışı 1 Yıllık Abone: 75 Euro 30 İNSAN ve AHİRET Abonelik İçin Hesap Numaraları Prof. Dr. Veysel GÜLLÜCE Sosyolog İsmail ÖZ Posta Çeki No: 5091167 Türkiye Finans Sultanbeyli Şubesi Hesap No: 291928-1 Ziraat Bankası Sultanbeyli Şubesi Hesap No: 1673–44165588 YAYIN VE İLETİŞİM ADRESİ Mehmet Akif Mah. Kuran Kursu Cad.No: 87 34 İslam’ın Korunmuşluğu 62 KUTLU RAMAZANLAR Ayşe BAĞCİVAN Bağlamında Cerh-Ta’dîl Usûlüne Umumî Bir Bakış Talha Hakan ALP Sultanbeyli / İST. 64 Az Gülsün Çok Ağlasınlar Tel: +9 (0216) 498 94 00 Sezgin ÇAKIR Faks: +9 (0216) 498 94 00 İNTERNET ADRESİ burhandergisi@hotmail.com burhandergisi@mynet.com 42 İmam Muhammed Zâhid elKevserî (K.S.) Ahmet HALİLOĞLU 66 Okur Köşesi Milsan A.Ş. 0212 697 1000 46 Allah’a Güvenmek YAYIN TÜRÜ 68 BURHAN ÇOCUK Seyyid Ahmed er Rufai Hazretleri’nden burhandergisi@gmail.com www.burhandergisi.com BASKI Aylık Süreli Yayın Gönderilen yazılarda editör ve yayın kurulu değişiklik yapabilir. Gönderilen yazılar iade edilmez. Yazılardan kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir. Yayınlanan reklamlardaki ürün ve hizmetlerin sorumluluğu reklam verene aittir. 48 BİR İSTİKAMET VE GÖNÜL İNSANI HACI ŞABAN EFENDİ HAZRETLERİ Mustafa AKCAN Musa KARACA 70 ORYANTALİZM Hasan BAŞAR Devamlı verirdi; Verdikçe malı eksilmez, Çoğalırdı 4 Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN Bayram Geceleri!... 10 Mehmet TALU İslamın 4. Şehrine Yolculuk... 20 Nihat MORGÜL İmam Muhammed Zâhid el-Kevserî 42 Ahmet HALİLOĞLU 48 Bir İstikamet ve Gönül İnsanı Hacı Şaban Efendi (k.s) Hazretleri Mustafa AKCAN Yıllardır süren sessiz Azap, DOĞU TÜRKİSTAN Sosyolog İsmail ÖZ 70 60 Oryantalizm Hasan BAŞAR Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN mustafaagirman@gmail.com DEVAMLI VERİRDİ; VERDİKÇE MALI EKSİLMEZ, ÇOĞALIRDI. Hz. Osman (r.a.), devamlı verirdi. O verdikçe malı eksilmez, çoğalırdı. Kendisi ticâretle meşgul olur, yaptığı ticâretten iyi kazanır, kazandığından da bol bol dağıtırdı. Savaşa katılan mücâhidlere verir, yoksullara verir, ihtiyaç sahiplerine verir, Yüce Allah da ona verdiğinden daha fazlasını verirdi. Hz. Osman, Kureyş kabîlesinin Ümeyyeoğulları kolundandır. Babasının adı Affân, annesinin adı Ervâ’dır. Ervâ’nın annesi Beyzâ da Hz. Peygamber’in halasıdır. Babası Affân, ticâretle meşgul olurdu. Ticâret için çıktığı bir seyahat sırasında Şam’da öldü. Babasından kendisine büyük bir zenginlik kalan Osman, baba mesleği olan ticâreti devam ettirdi ve Mekke’nin sayılı zenginlerinin arasına girdi. Müslüman olduktan sonra Hz. Peygamber’in kızı Rukıyye ile evlendi. Eşi ile birlikte Eylül 2009 4 Mekke’den Habeşistan’a hicret etti. Bir müddet orada kaldıktan sonra bir grup Müslümanla birlikte Mekke’ye döndü. Sonra da Mekke’den Medîne’ye hicret etti. Hz. Peygamber, ordusu ile birlikte Bedir’e giderken Hz. Osman, hasta olan eşi Rukıyye’nin bakımı için Medîne’de kaldı. Hz. Zeyd b. Hârise, İslâm ordusunun Bedir’de kazandığı zaferin sevinç haberini Medîne’ye getirdiğinde O, vefat eden eşinin defni ile meşguldü. Bu sırada yolda olan Hz. Peygamber, kızının cenazesine katılamadı. Hz. Peygamber, bu savaşta izinli saydığı Hz. Osman’a, savaşa katılmış gibi ganimetten pay verdi. Bir müddet sonra Hz. Peygamber’in diğer kızı Ümmü Gülsüm ile evlenen Hz. Osman, bu evliliklerinden dolayı iki nûr sahibi mânâsına gelen “zünnûreyn” lakabını aldı. Bedir savaşının dışındaki bütün savaşlara katılan Hz. Osman, BAŞYAZI hayatı boyunca Hz. Peygamber’e, İslâm’a ve bütün Müslümanlara yardımcı oldu. Hudeybiye barış görüşmesi için Hz. Peygamber’i temsîlen Mekke’ye gitti. Hz. Peygamber’in vefatından sonra birinci halife olan Hz. Ebû Bekir’in özel kalem müdürlüğünü yaptı. İkinci halife Hz. Ömer’e yardımcı oldu; O’nun zamanında ikinci adamdı. İnsanlar, Hz. Ömer’den bir şey istemeyi düşündükleri zaman önce Hz. Osman’a başvururlardı. Hz. Ömer, sabah namazını kıldırırken bir sûikasda uğrayıp yaralandığında, kendinden sonraki halifeyi seçmek için tâyin ettiği şûraya Hz. Osman’ı da dâhil etti. Hz. Ömer, üç gün sonra şehid olunca şûra üyeleri Hz. Osman’ı halife seçtiler. On iki yıl Müslümanlara halifelik yapan Hz. Osman, 35/656 yılında, 82 yaşında şehid edildi. Mekke Arap yarımadasının ticâret merkeziydi. Mekkeliler, ticâreti iyi bilirlerdi; iyi de ticâret yaparlardı. İyi yaptıkları ticâret sebebiyle de çok zengindiler. Hz. Muhammed Aleyhisselâm’ın peygamber olarak gönderildiği sırada, Arap yarımadasının Hicâz bölgesinin Mekke, Tâif ve Medîne’den ibâret üç büyük şehri vardı. Bölgenin liman şehri olan Cidde sonradan kurulmuştur. Bu şehirlerden Mekke’nin ziraata elverişli toprakları yoktu, Kâbe ve zemzem kuyusunun çevresi taşlık ve kayalık bir araziydi, yakındaki dağlar da böyleydi. Mekke’ye uzak yerlerde otlaklar vardı, Mekkelilerin hayvanları oralarda otlardı. Mekke ve çevresinde ağaç, tarla, bağ bahçe yoktu; o zaman da yoktu şimdi de yok. Hicâz bölgesinin ikinci şehri olan Tâif, Mekke’ye 80 km. uzaklıktadır. Mekke’nin rakımı, 360 metre Tâif’in rakımı ise 1700 metredir. Görüldüğü gibi Tâif, yüksek bir yayladır. Arazi bakımından Mekke’ye hiç benzemez; tarlaları, çayırları, bağ ve bahçeleri vardır. Tâif, hayvancılık ve ziraatın merkezidir. o zamanki Mekkelilerin her birinin özellikle zenginlerin Tâif’te yazlıkları ve üzüm bağları vardı. Mekkeliler, yazı orada geçirirlerdi. Hicâz bölgesinin üçüncü şehri olan Medîne de Tâif gibi hayvancılık ve ziraat merkezidir, özellikle de hurma ambarıdır. Mekke’ye 450 km. uzaklıkta olan Medîne’nin rakımı 619 metredir. Medîne, hurma bahçelerinin alabildiğine geniş olduğu, 40– 50 metre derinlikten bol ve temiz suların çıktığı bir şehirdir. Havası hoş, suyu boldur. Bu üç şehrin sâkinleri de şöyledir: Mekke’de Kureyş kabîlesi, Tâif’te Sakîf kabîlesi, Medîne’de de Arap kabîlelerinden Evs ve Hazrec, Yahûdî kabîlelerinden de Kaynukaoğulları, Nadîroğulları ve Kurayzaoğulları oturmaktadır. Her biri birer Arap kabîlesi olan Kureyş, Sakîf, Evs ve Hazrec müşrikti. Yahûdî kabileleri de Mûsevî idiler. Bu üç şehirden Mekke ticâret merkezi, Tâif ile Medîne de hayvancılık ve ziraat merkeziydi. Mekkeliler hayvancılık ve ziraata elverişli arazilerden mahrum olma durumlarını, kafalarını çalıştırarak 5 Eylül 2009 avantaja çevirmiş ve ticârete başlamışlardı. Mekke’deki ticâret hayatı, şehrin kuruluşu ile yaşıttır. Mekkelilerin her biri iyi bir tüccardır. Kur’ân-ı Kerîm’in Kureyş sûresinden öğrendiğimize göre ticâret için kışın Yemen’e, yazın da Sûriye’ye giderlerdi. Yemen’den aldıklarını Hicâz ve Sûriye’de satarlar, Sûriye’den aldıklarını da Hicâz ve Yemen’de satarlardı, yani ithâlât ve ihrâcât işiyle uğraşırlardı. Bu yüzden de zengindiler, her birisi para sahibiydi. Zengin olan Mekkelilerin her birinin ticâret işinde çalıştırdıkları işçileri (köleler) ve hizmetçi kadınları (câriyeler) vardı. Bu yüzden Mekke’de karışık ve mozaik bir insan yapısı vardı. Dînî ve ticârî bir merkez olan Mekke’ye her yerden insan akını vardı. Arap yarımadasının değişik bölgelerinden, hemen hemen her kabileden, Habeşistan’dan, Sûriye’den, Fars ve Bizans’tan insanlar vardı. Ama Tâif ve Medîne böyle değildi; oralarda yerli halk yaşardı. Eylül 2009 Mekke’de herkes ticâret yapardı, ama bazı âileler ve bazı kişiler bu işi daha güzel yaparlardı. Hz. Osman’ın babası Affân da ticâreti güzel yapanlardan biriydi. Kureyş kabilesinin Ümeyyeoğulları koluna mensup olan Affân, ticâretle uğraşan zengin bir kimseydi. Ticâret için çıktığı bir seyahat esnasında Şam’da öldü, ondan oğlu Osman’a büyük bir servet, büyük bir zenginlik kaldı. Osman’da baba mesleği olan ticâreti devam ettirdi, iyi para kazandı ve elindeki imkânlarla daima halkına yardım ve iyiliklerde bulundu. Bu sebepten dolayı halkı onu sever ve kendisine saygı gösterirdi. Müslüman olduktan sonra da ticâretini devam ettirdi. Müslümanlar, Mekke’den Medîne’ye hicret ettiklerinde Medîne’nin ticâreti Yahûdîler’in elindeydi, Medîne’ye yerleşen Mekkeli muhâcirler kısa zamanda Medîne’nin ticâret hayatına hâkim oldular. Medîne’nin ticâretini ellerine geçiren Müslüman muhâcirler, kısa zamanda Medîne’nin de en zenginleri ol6 dular. Hz. Ebû Bekir, Hz. Osman ve Hz. Abdurrahman gibi zengin muhâcirler kazançlarını İslâm uğruna ve Müslümanların lehine harcadılar. Hz. Osman, Müslüman olduktan sonra iki özelliği ile ön plana çıktı. Bu iki özellikten biri O’nun çok hayâlı ve edepli olması, diğeri de yardımsever olmasıydı. Hz. Osman’ın, bütün iyiliklerinin yanında ön plana çıkan iki büyük fazileti vardı. Bu faziletlerinden birisi, derin bir utanma hissine (hayâ) sahip olmasıydı. Onun üstün bir şeref ve haysiyet anlayışı vardı. Bundan dolayı herkes ondan utanır, çekinir ve hürmet ederdi. Herkes ona saygı duyar, herkes onu kabul ederdi. Öyle ki, Hz. Peygamber bile ona bu meziyetinden dolayı derin bir saygı duyar ve bu saygının sebebini soranlara şöyle derdi: “Meleklerin bile kendisinden hayâ edip çekindikleri bir kimseden, ben hayâ etmeyeyim mi?” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 74) Hz. Osman’ın, hicretten sonra Medîne’deki Rûme kuyusunu satın alıp Müslümanlara bağışlaması Hz. Peygamber efendimizi çok memnûn etti. Hz. Osman’ın diğer meziyeti, cömertliği idi. O, eli açık bir zât idi. Öyle ki, devrinde ondan daha cömert biri yoktu. Bu özelliklerinden dolayı o, dünyada iken cennetle müjdelenmiş sahâbîlerden biri oldu. Hz. Osman, Medîne’ye hicret ettikten sonra Rûme kuyusunu satın alıp Müslümanların hizmetine sundu. Hicretten sonra, Müslümanlar suyu içilebilecek Rûme kuyusundan para ile su satın alıyorlardı. Medîne’de hurma bahçelerini sulayacak kuyu suyu çok, suyu tatlı ve içilebilecek olan kuyu azdı. Suyu tatlı olan kuyulardan biri de Rûme kuyusuydu. Akîk vâdisinde bulunan bu kuyu bir yahûdiye âitti. Yahûdi, bu kuyunun suyunu satar, kimseye parasız bir yudum su içirmezdi. Hz. Peygamber efendimiz, bu drumu görünce şöyle buyurdu: “Rûme kuyusunu kim satın alır ve Müslümanlara bağışlarsa, Cennet’te ona aynısı vardır.” Hz. Peygamber efendimizin bu sözünden sonra Hz. Osman yahûdiye gidip kuyuyu kendisine satmasını istedi. Yahûdi, tamamını satmaya yanaşmadı. Hz. Osman, oniki bin dirhem verip kuyunun yarısını aldı. Artık kuyuyu bir gün Hz. Osman, bir gün de yahûdi işletiyordu. Hz. Osman, kendi sırasında suyu parasız verince; yahûdi, kendi üzerinde kalan yarım hisseyi de satmak mecbûriyetinde kaldı. Hz. Osman da bu hisseye sekiz bin dirhem verdi ve kuyuyu tamâme almış oldu. Hz. Peygamber, kuyunun tamamının Hz. Osman tarafından alındığını ve Müslümanlara bağışlandığını duyunca şöyle buyurdu: “Allah’ım! Osman’ı Cennet’e koy!” (İbn S’ad, Tabakât, I, 506; Semhûdî, Vefâ, I, 138-139) Hz. Osman, Bizans İmparatorluğu üzerine gönderilmek için hazırlanan İslâm ordusuna çok büyük destekler verdi ve Hz. Peygamber’in takdîrini kazandı. 9/630 senesinde yapılan Tebük Seferi, bir kıtlık senesine rastladığından orduyu hazırlamak çok güç olmuştu. Hz. Osman, bu seferde çok maddî fedakârlıklar göstermiş, ordunun üçte birini yalnız başına teçhîz etmişti. Bu sefere 30 bin İslâm mücâhidi katıldığına göre Hz. Osman yalnız başına 10 bin gâziyi hazırlamış oluyordu. Ayrıca bu seferin hazırlıklarında kullanılmak üzere Hz. Peygamber’e bin altın vermişti. Bu sefer, o zamanın en büyük süper gücü olan Bizans İmparatorluğu’na karşı yapılmıştı. Hz. Peygamber Efendimiz’in katıldığı son gazâ da bu olmuştu. Düşman bu ordunun karşısına çıkma cesâreti gösterememiş ve İslâm ordusu sâlimen Medîne’ye dönmüştü. Güç şartlar altında hazırlandığından bu orduya; ceyşü’l-usre (zorluk ordusu) denilmişti. Bu ordunun hazırlanmasında gösterdiği maddî fedakârlıklardan dolayı Hz. Peygamber, onun hakkında şöyle buyurmuştur: “Osman’a bundan sonra işledikleri zarar vermez.” (Ahmed bin Hanbel, Müsned, IV,75) İslâm tarihi kaynakları bu yardım işini şöyle anlatırlar: “Tebük Seferi’nin hazırlıklarının yapıldığı sırada Hz. Osman, Şam’a gidecek bir ticâret kervanını hazırlıyordu. Kendisi de bu kervanın başında Şam’a kadar gitmek istiyordu. İşte bu günlerden birinde Hazreti Peygamber, Medîne mescidinde minbere çıktı ve Müslümanları zorluk ordusuna bağışta bulunmaya dâvet etti. Bu dâvet üzerine Hz. Osman, ayağa kalkarak: “Ey Allah’ın elçisi! Sırt çulları ve semerleri ile birlikte yüz deve ver7 Eylül 2009 meyi üzerime aldım.” dedi. Bundan sonra Hz. Peygamber, tekrar zorluk ordusuna bağışta bulunmaya teşvik etti. Hz. Osman tekrar ayağa kalkarak: “Ey Allah’ın elçisi! Ben, Allah yolunda sırt çulları ve semerleri ile birlikte yüz deve daha vermeyi üzerime aldım.” dedi. Hz. Osman’ın bu vaadinden sonra Hz. Peygamber minberden indi. Minberden inerken hayranlıkla elini sallayarak “Bundan sonra, yapacağı şeyden dolayı Osman’a sorumluluk yoktur.” diye buyuruyordu. Hz. Peygamber, minberden indikten sonra da Müslümanları zorluk ordusuna bağışta bulunmaya dâvet etti. Hz. Osman tekrar ayağa kalkarak: “Ey Allah’ın elçisi! Ben, Allah rızası için sırt çulları ve semerleri ile birlikte yüz deve daha vermeyi üzerime aldım.” dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber: “Zorluk ordusunu donatan kişiye cennet vardır.” diye buyurdu. Hz. Peygamber’in, “Zorluk ordusunu donatan kişiyi Allah affedecektir.” diye buyurduğunda Hz. Osman elbisesinin eteklerine doldurup getirdiği bin altını Hz. Peygamber’in kucağına döktü. Hazreti Peygamber, altınları eliyle evirip çevirirken şöyle buyuruyordu: “Bu günden sonra, Affan’ın oğlunun yapacağı şey kendisine zarar vermeyecektir.” (Vâkıdi, Meğâzî, III,391; Hâkim, Müstedrek, III, 120) Hz. Peygamber, bu ifadesini bir kaç kez tekrarladıktan sonra da şöyle buyurdu: “Ey Allah’ım! Ben Osman’dan razıyım, Sen de ondan razı ol!” Ayrıca ona şöyle duâ etti: “Ey Osman! Allah, senin kıyâmet gününe kadar yapacağın, gizlediğin, açıkladığın bütün kusurlarını bağışlasın.” (Muhibbuttaberi, II, 121) Rivayetlere göre Hz. Osman, ordunun üçte birini veya bundan fazlasını, hatta yarısını ve İslâm askerlerinin yiyeceğinin büyük bir kısmını sağladı. Su içtikleri deriden yapılmış su kaplarının ağız bağlarına ve askı iplerine varıncaya kadar sağlamadık bir ihtiyaç bırakmadı. Hz. Osman, Yoksullara da yardım ederdi. Yaptığı yardımları en dar zamanda ve gerçek ihtiyaç sahiplerine yapardı. Eylül 2009 8 Hz. Osman’ın dillere destan bir davranışı da şudur: Hz. Ebû Bekir’in hilâfeti zamanında bir kıtlık yaşanmıştı, insanlar halifeye başvurarak: “Ey Allah’ın elçisinin halifesi! Ne yağmur yağıyor, ne toprak yeşeriyor, insanlar açlıktan ölme korkusu içindedirler. Bu konuda ne düşünüyorsun?” demişlerdi. Halife Hz. Ebû Bekir de, “Gidin, biraz bekleyin, ümit ediyorum ki Allah Teâla, size bir kapı açacaktır.” diyerek bir yandan vatandaşlarını teselli etmeye çalışmış, diğer yandan da hummalı bir arayış içine girmişti. O gün akşama doğru Hz. Osman’a âit bir ticâret kervanının Şam’dan gelmekte olduğu ve ertesi sabah kervanın Medîne’ye ulaşacağı haberi geldi. İnsanlar sevinç içindeydi. Kervan şehre yaklaşınca herkes seyre çıktı. dedi ve diretti. Bu durumu hayretle karşılayan esnaf: “Ey Osman! Medîne’de bizden başka esnaf yok. Bizden önce de buraya başka birileri gelmediğine göre sana bundan daha fazla kâr veren kim olabilir?” diyerek hayretlerini ifade ettiler. Bunun üzerine Hz. Osman: “Yüce Allah her dirheme karşılık bana on mislini vaad etmiştir. Siz bu kadarını verebilir misiniz?” diye sorunca: “Elbette hayır.” dediler. Dünyada iken cennetle müjdelenmiş on kişiden biri olan Hz. Osman, içinden müthiş bir karar vermişti. İşte şimdi bu kararını açıklıyordu. Medîne’nin toptancı esnafına şöyle hitap etti: Hz. Osman’ın Medîne’ye yaklaşan ticâret kervanı bin yüklü deveden oluşuyordu. Develerin yükleri buğday, zeytinyağı ve kuru üzümdü. Develer Hz. Osman’a âit alana alınıp yükleri indirilince şehir esnafı gelip karşısına toplandılar, Hz. Osman onlara “Evet, ne istiyorsunuz?“ diye sorunca esnaf: “Bakınız, Yüce Allah şâhidimdir. Bu kervanın yükünün tamamını sırf Allah rızası için perîşan durumdaki insanlara ve Müslümanların yoksullarına sadaka olarak dağıtmaya niyet etmiş bulunuyorum.” Niyetini gerçekleştirdi ve dediğini yaptı. (Mahmûd Şâkir, II, 495-497) “Ne için geldiğimizi biliyorsun, şu malını çabucak bize sat da gidelim. Bak halkımız aç ve perişan, bu malı bekliyorlar.” dediler. Bunun üzerine Hz. Osman: İçinde yaşadığımız dünyada Hz. Osman gibi zengin Müslümanlara ne kadar da çok ihtiyacımız var, değil mi? Dünyanın değişik yerlerindeki zor durumda olan Müslümanlara, bu mübârek Ramazan ayında yardım elini uzatacak olan Hz. Osman gibi Müslümanları arıyor gözlerimiz. Filistin’de, Gazze’de, Çeçenistan’da, Bosna’da, Afganistan’da, Afrika’da ve Asya’daki yoksul, mazlûm, mağdûr ve mustaz’af Müslümanlara yardım edecek zengin Müslümanlara ne de çok ihtiyacı var bu ümmetin. Afrika’daki Müslümanlara su kuyusu açacak, dünyanın değişik yerlerinde cihâd eden mücâhidlere yadım elini uzatacak, yoksulları doyuracak çağımızın Osmanlarına ne de çok ihtiyacımız var. “Peki, hay hay, ama söyleyin bakayım, bana ne kadar kâr bırakacaksınız.” diye sorunca: “Ölçek başına bir veya iki dirhem veririz.” dediler Hz. Osman: “Bundan daha fazlasını veren oldu.” diye itiraz edince; “Peki, dört dirhem verelim.” diyerek pazarlığa devam ettiler. Fakat Hz. Osman, bu kez de yine: “Bundan daha fazlasını verdiler.” dedi. Esnaf, bu sıkı pazarlık karşısında: “Peki, beş dirhem verelim, yetmez mi?” deyince Hz. Osman: “Hayır, daha fazlasını verdiler.” Ya Rab! Bu mübârek Ramazan ayı hürmetine, mücâhidlerimize zafer, yoksullarımıza sabır, zenginlerimize de anlayış lütfeyle. Bizleri de İslâm’ı eksiksiz yaşama şerefi ile şereflendir, yâ Rabbi! (Âmin, Âmin, Âmin…) 9 Eylül 2009 Mehmet TALU BAYRAM GECELERİ!.. Bilindiği gibi Ramazan ayının son gününü bayrama, yani Şevval ayının birinci gününe bağlayan gece ile Arefe, yani Zilhicce ayının dokuzuncu gününü Kurban bayramına, Zilhicce ayının onuncu gününe bağlayan gece, bayram geceleridir. Bu geceleri dua ve ibadetle geçirmek, kaza namazı kılmak, Kur'an okumak ve ALLAH Teâlâ'dan af ve mağfiret dilemekle ihya etmenin büyük mükâfatı vardır. Çünkü duaların makbul olduğu gecelerden birisi de bayram geceleridir. Ebû Ümame (R.A.)den rivayete göre Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz şöyle buyurdu: “Beş gece vardır ki onlarda yapılan dualar geri çevrilmez, muhakkak kabul olunur. Bunlar: Receb ayının ilk gecesi, Şaban ayının on beşinci gecesi, yani Berat gecesi, cuma gecesi, Ramazan bayramı gecesi ve Kurban bayramı geceleridir.”1 Eylül 2009 10 Duaların makbul olacağı geceler arasında bayram gecelerinin, bu-lunması, bu gecelerin ihyasına bir işaret sayılmış ve ümmet tarafından bu gecelerin daha fazla ibadetle geçirilmesi iyi karşılanmıştır. Muaz b. Cebel (R.A.)den rivayete göre Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz şöyle buyurdu: "Kim dört geceyi ibadetle geçirir, ihya ederse Cennet’e girmeyi hak etmiş, cennet ona vacib olmuş olur: 1- Terviye, yani Zilhicce ayının sekizinci gecesi. 2- Arefe, yani Zilhicce ayının dokuzuncu gecesi. 3- Kurban bayram gecesi. 4- Ramazan Bayram gecesi."2 Hz. Aişe (R.Anha) validemizden rivayete göre Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz şöyle buyurmuştur: ALLAH Teâlâ, hayrı şu dört gecede yazdırır: 1- Receb ayının ilk gecesi.. O gece namaz kılmalı, ibadet etmeli, gündüzünde oruç tutmalı. 1- Kurban Bayramı gecesi, 2- Ramazan Bayramı gecesi, 3- Şaban ayının yarısı gecesi yani Berat gecesi. Bu gece, ALLAH Teâlâ, ecelleri ve rızkı yazar. Hacca gidecekler de bu gece yazılır. 4- Sabah namazı vaktine kadar Arefe gecesi...” Diğer bir rivayete göre: Onlar beş gece olup biri de: Cuma gecesidir.3 Ebû Ümâme (R.A.)den rivayet edildiğine göre Hz.Peygamber (S.A.V.) Efendimiz: "Kim sevabını ALLAH'tan umarak ve sırf O'nun rızası için Ramazan ve Kurban bayramı gecelerini ibâdetle ihya ederse, kalblerin öldüğü gün onun kalbi ölmeyecektir."4 buyurdu. Hadis-i şerife göre iki bayram gecesinin tamamını ibâdetle geçirenler, mezkûr mükâfata kavuşurlar. Bu iki gecenin tamamını değil de bir kısmını teheccüdle, yâni gece ibadetiyle geçirenlerin de bu mükâfata kavuşmaları umulur. Hattâ İbn-i Abbâs (R.A.)den rivayet edildiğine göre, bu gecelerin yatsı ve sabah namazlarını cemaatla kılanlar da bu mükâfatı kazanırlar, demiştir. Kalbler, çok günah işlemekle ölürler. Bayram gecelerini ihya eden-lerin kalbleri ise ölmez. Hadisi şerif bu geceleri ibadetle ihya edenlerin kıyamet günü kurtuluşa erenlerden olacaklarını, kalblerin helâk olacağı kıyamet günü bu geceleri ihya edenlerin kalbleri helâk olmayacağını, bunların imanla öleceklerini müjdelemektedir. Ömer b. Abdülaziz (R.A.) şöyle demiştir: Sene içinde, dört geceye dikkat edeceksin. Çünkü ALLAH Teâlâ, o gecelerde bol bol rahmet indirir. O geceler: a- Receb ayının ilk gecesi. b- Şaban ayının orta gecesi, yani Berat gecesi. c- Ramazan ayının yirmi yedinci, yani Kadir gecesi. d- Ramazan bayramı gecesi.. Halid b. Ma’dan (R.A.) şöyle demiştir: Sene içinde beş gece vardır. Bir kimse, iman ederek ve sevabını ALLAH Teâlâ’dan bekleyerek, o geceleri ibadetle geçirmeye devam ederse, ALLAH Teâlâ, onu cennetine girdirir. O geceler: 2-3- Ramazan ve Kurban bayramı geceleri.. Onların gecelerinde namaz kılmalı, ibadet etmeli, gündüzlerini de oruçsuz geçirmelidir. 4- Şaban ayının ortası, yani Berat gecesi. O gece namazla, ibadetle geçirmeli; gündüzünde de oruç tutmalıdır. 5- Aşura gecesi, yani Muharrem ayının onuncu gecesi. Bu gece namaz kılmalı, ibadet etmeli, gündüz oruçlu bulunmalıdır. Muhterem okuyucu! ALLAH’a kullukta gece ile gündüzün farkı yoktur, amma bazı gecelerin diğerlerine göre üstünlüğü inkâr edilemez. Yukardaki Hadis-i şe-rifler bize bunu göstermektedir. Geceler sadece uyuyup istirahat etmek için yaratılmamıştır. Onları, birer ölü vakit gibi kabul etmememiz ve onları ihya etmemiz isteniyor. Özellikle kalple alaka kuruluyor ki, kalbin çalışması dirilişe, durması ölüme sebebiyettir. Kâfirler ölü kalbe sahip olurken, mü’min-i kâmiller diri kalbe sahip olurlar. Kalplerin devası beştir denilmiştir: 1- Kur’an-ı Kerim’i, manasını düşünerek okumak. 2- Açlığa riayet etmek. 3- ALLAH’ı çok zikretmek. 4- Seher vaktinde ALLAH’a tazarru ve niyazda bulunmak, gece ibadet etmek. 5- Salihlerle oturmak. Bunlara riayet eden, kalp hastalığına düçar olmaz. Alt yapısı hazır olmadan ve sağlam temel üstüne oturtulmadan yapılan bir binanın boya ve süslerinin güzelliği ne işe yarar. Ufak bir sarsıntıda yerle bir olur. Onun içindir ki hazırlık çok önemlidir ve itina gösterilmesi gerekir. Bayrama ve gecesine hazırlık da tam ve yeterli olmalıdır. Ev ve iş yerlerinde bayram hazırlıkları yapılırken gönüllerde de yapılmalıdır. Kirli-paslı, kırık-dökük, tertipsiz ve düzensiz yerler, bayrama hazır ve dost ağırlamaya uygun olamazlar. Gerçek Dost’u ağırlamaya ehil ve layık olmak için Şemsettin Sivasi (K.S.)’ya kulak verelim: “Vâsıl olmaz kimse Hakk’a, cümleden dûr olmadan Kenz açılmaz ol gönüle tâ ki pürnûr olmadan Sür çıkar ağyar dilden tâ tecelli ede Hakk Padişah konmaz saraya hâne mamur olmadan” 11 Eylül 2009 Ramazan orucu ve diğer tüm ibadet ve taatlerimiz bizi bayrama mânen hazırlarken, zâhiren de gerekli hazırlıklar yapmamız fıkıh kitaplarımızda detaylı olarak anlatılmaktadır. İçimiz de, dışımız da temiz ve düzgün olmalıdır. Yüzümüz dostlarımıza gülerken, kalbimiz gerçek Dost’la olmalıdır. Bunun tadını tadanların dilinden bunu dinleyelim: “Bayramım imdi bayramım imdi Yâr ile bayram ederler şimdi Hamd ü senâ, hamd ü senâlar Yâr ile bayram kıldı bu gönlüm” Sulh isteyenin savaşa hazır olması gibi, Rabbisine vuslat isteyenin de mücadele, mücahede ve riyazatla Dâru’s-Selâm’a hazırlanması gerekir. Beden, mal, hem beden ve hem de malla yapılan ibadetler bize bu hazırlığı yaptırırlar. Yazın sıcak günlerinde oruç tutmayı sevenler, bunun için severler. Kendileri muhtaç iken elindekini-avucundakini infak edenler işte bunun için sarfederler. Hac için yollara düşenler, bunun için her türlü zorluklara severek ve sevinerek göğüs gererler. Zira Zeyd b. Sabit (R.A.)den rivayete göre Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz şöyle buyurdu: “İbadetlerin en faziletlisi, en zahmetli olanıdır.”5 Binaenaleyh biz de, bu gecede yapacağımız dua ve ibadetlerimizin muhakkak kabul olunacağına ve ALLAH Teâlâ’nın biz kullarına olan lutfu, ikram ve izzetinin bol olacağına inanarak bu geceyi ihya etmeye gayret gösterelim. Bu fırsat bir daha insanın eline ya geçer, ya geçmez. Hani dedelerimiz, ninelerimiz! Hani annemiz, babamız! Hani dostlarımız kardeşlerimiz! Hani geçen sene aramızda bulunan dost ve ahbablarımız! Nereye gittiler? Niçin aramızda yoklar? Unutmayalım ki, onları sinelerine çeken kara toprak yakında bizi de çekecek... Binaenaleyh bu mübarek bayram gecesini toparlanmamıza vesile kılmalıyız. ........................................................................... 1 Deylemi, Firdevs, 2/196, No: 2975 2 Deylemi, Firdevs, 3/620, No:5937 3 Deylemî, Firdevs, 5/274, No:8165, Suyutî, Ed-Durru’l-Mensûr, 7/402 4 İbn-i Mace, Sıyam: 68; Beyhaki Şuabu'l-İman, No: 3711, 3/341 5 El-Beyan ve’t-Ta’rif, 1/121 Eylül 2009 12 Hicret OSTA "KIYASLAMA" VE ÇOCUKLAR Kıyaslama davranışı psikolojide genelde olumsuz etkileriyle anılır. Özellikle çocuk psikolojisinde, kişiye geri dönüşü mümkün olmayan zararlar vermesinden dolayı asla tasvip edilmez. Kıyaslama konusu bebeklik çağında boy, kilo gibi fiziksel özellikler iken ilerleyen dönemlerde çocuğun sergilediği sosyal davranışlar (arkadaşlarıyla geçimi, büyüklerini ne derece dinlediği vb.) ve ağırlıklı olarak okul başarısıdır. Anne - babanın çocuklarını kıyasladıkları kişiler ise çocukla yaşıt komşu, akraba ve arkadaşlardır. Kıyaslama, çocuğun olumsuz davranışına odaklanarak, tercih edilen davranışı bir kişi üzerinden örneklendirmek suretiyle yapılır. Bu ise çocukta görülmesi arzu edilen davranışa ulaşmaktan ziyade, odaklanılan olumsuz davranışı pekiştirir. Ders masasını 13 toplamasını istediğimiz bir çocuğa “Ayşe’nin masası ne kadar düzenli, bir de kendi masana bak.” demek, asla bizi istenilen noktaya götürmeyecek, aksine kıyaslandığını hisseden çocuk masasını dağınık bırakmaya devam edecektir. Anne - baba çocuğunu neden kıyaslar? Anne - baba kıyaslama yaparken aslında tamamen iyi niyetlidirler. Amaçları çocuklarındaki aksayan yönleri düzeltip, zihinlerinde taşıdıkları ideal çocuğa kavuşmaktır. Özellikle ders çalışma hususunda anne - babanın kıyaslamaya daha sık başvurduğu gözlemlenmektedir. Çocuklarını ders çalışmaya teşvik etmek akabinde de onların okul başarı seviyelerini yükseltmek, ebeveynlerin temel düşünceleri arasında yer alır. Bu amaçla sarf Eylül 2009 edilen kıyaslama cümlelerine örnek verecek olursak “Ahmet’in yazısı ne güzel, keşke sende onun gibi yazabilsen.” , “Ayşe seni yazılıda geçti mi?” gibi. Kıyaslamanın çocuk üzerindeki etkileri Kıyaslamalar çocuğun, kendisini yetersiz hissetmesine ve özgüveninin sarsılmasına yol açar. Yetersizlik duygusu ise çocuğa öfke, kıskançlık, mutsuzluk, hırçınlık, küskünlük yaşatır. Bu olumsuz yaşantılar neticesinde çocukta içe kapanma, çekingenlik ya da tam tersi saldırganlık, uyumsuzluk gibi sosyal davranışları ketleyen birçok yeni durum ortaya çıkar. Özellikle de çocukta oluşan “Beni anlamıyorlar!” düşüncesi, onu yalnızlığa iter ve anne - babasından uzaklaşmasına sebebiyet verir. Kıyaslamanın okul başarısına yönelik olarak çocukta ne gibi etkiler oluşturabileceğine bakacak olursak, genelde iki tür tepkiyle karşılaşırız. İlki; bazı çocuklar kıyaslandıkları kişileri geçmek için gerçekten çalışırlar ki bu ilk anda olumlu bir gelişme gibi görünür. Ama sürekli birilerini geçme çabası çocukta hırs meydana getirir. Hırs ise kişilik özelliği haline gelirse çocuğu (ileride genci ve yetişkini) yalan başta olmak üzere birçok hataya düşürür. Hâlbuki çocuk kimi geçerse geçsin sürekli kendisinden daha başarılı kimselerin var olacağı gerçeğini fark eder. Buna bağlı olarak ebeveynleri tarafından sürekli kıyaslanacağını düşünür. Bu durum onu içinden çıkamayacağı bir bıkkınlığa sürükler. İkinci ise devamlı kıyaslanmaya maruz kalan çocuk, yaşadığı mutsuzluğun etkisiyle anne –babasını cezalandırmak ister. Hassas bir nokta olarak niteleyebileceğimiz okul başarısına yönelik olarak öç almayı uygun bulur ve genelde derslerini tamamen boşlar. Neticede kötüleşen ders notları, çocukta “Ben ne yaparsam yapayım falancayı geçemem” gibi olumsuz fikirler ortaya çıkarır . Bu da sadece çocuğun okul başarı seviyesinde değil genel manada bir kötüye gidiş sergilemesine sebep olur. Kıyaslama sonucu çocukta oluşan bu iki tepkinin ortak yanlarını incelersek; öncelikle çocuk kıyaslandığı kişilere karşı sevgi duyamaz, hatta Eylül 2009 onlara kıskançlık, nefret gibi asla tasvip etmediğimiz duygularla yaklaşır. Devamlı kıyaslanmaya maruz kalan çocuk, bizzat yaşayarak kıyaslama davranışını edinmiş olur. Kendisi de pekâlâ anne – babasını kıyaslar. “Ahmet’in babası daha çok para kazanıyor!” , “Ayşe’nin annesi kızına hiç kızmıyor.” gibi. Haliyle bu durum anne – babanın burukluk yaşamasına sebep olur. Tüm bunların yanında çocuk, çevresindeki kişilere mesafe koymaya başlar ki bu da onun çevresinden soyutlanmasına yol açabilir. Kıyaslamanın çocukta bıraktığı en derin iz olarak da ömür boyu içinden atamayacağı ve her durumda karşısına çıkabilecek olan özgüven eksikliğini ve yetersizlik duygusunu söyleyebiliriz. Doğru kıyaslama nasıl yapılır? İnsanın kişilik yapısı doğum şartlarından tutun da kültür, yaşanılan çevrenin koşulları, miras alınan genler, idrak seviyesi, anne – babanın şahsiyeti gibi daha pek çok sayamadığımız etkenler vesilesiyle inşa edilir. Bu nedenle her çocuğun (genelde her insanın) biricikliğini, tekliğini kabul etmek zorundayız. Bu da kardeş bile olsa, şartları birbirinden çok farklı olan çocukları kıyaslamanın ne büyük bir hata olduğunu bize göstermektedir. Kıyaslama esasında bir ölçü aracıdır. Doğru kullanıldığı takdirde bize, çocuğun gelişimine ve değişimine dair pek çok ipucu sunar. Hatta çocukta görmek istediğimiz birçok olumlu özelliğin oluşmasına dahi yardımcı olur. Peki nasıl? “Bir çocuk ancak ve ancak kendisiyle kıyaslanabilir.” Çocuğunu kendi uzantısı olarak görmeyen ve onu nevi şahsına münhasır bir varlık olarak kabullenen anne – baba, çocuğunun yetersizlik duygusunu yaşamadan elinden gelenin en iyisini yapmasına fırsat verir. Böylece çocuk mutluluğu da üzüntüyü de kendi yapabilecekleri ekseninde yaşar. Doğru kıyaslamanın nasıl yapılabileceğine dair bir örnek: Bir önceki sınavdan daha yüksek puan almış olan bir çocuk, kendisini geçen arkadaşlarıyla kıyaslanıp üzülmeyi değil, kendi notunda yükseliş yakalamasından ötürü tebrik edilmeyi hak etmiştir. Yani kıyaslanılan yine kendisidir. Kendi, kendisinin notunu geçmiştir. Bu onun çalıştığına 14 dalalettir ki sonuçtan ziyade, gösterdiği emek takdir edilmiş olur. Bunun bilincinde olan anne – baba, çocuğunun başarısını görür, mutluluğunu paylaşır. Bu da derse teşvik anlamında başkalarıyla kıyaslamadan daha etkili bir yöntemdir. Bir de diğer sınavdan daha düşük not almış çocuğun vaziyetini inceleyelim. Anne- babasının ona, kendisinin aslında daha iyi bir not alabildiği gerçeğini hatırlatması, çocuktaki özgüveni pekiştirir. Artık çocuğun ders çalışması, başkalarını geçmek adına değil, kendisinin çalıştığı zaman daha iyi not aldığına inanmasından ötürüdür. Sonuç Ebeveynlerin, çocuklarının olumlu yönlerini geliştirmek adına çoğu kez hatalı bir şekilde kıyaslamaya başvurduklarını görüyoruz. Netice de değişime direnen, yetersizlik duygusundan dolayı yalnızlığa mahkûm, okulda uyumsuz çocuklar yetişiveriyor. Anne- baba ise (kendince) her imkânı sağladığı halde, neden çocuğunun bu duruma gel- diğine anlam veremiyor. Özellikle de çocuk yaşadığı bu duyguları sözlü olarak ifade edemiyorsa anne – babaya duyulan bir öfke birikiminden dahi söz etmek mümkün. Bu durumun dayandığı nokta ise genelde aile içi çatışma ve iletişim kopukluğudur. Tüm bu istenmeyen durumlara mahal vermemek için öncelikle, çocuğumuzun artılarıyla, eksileriyle herkesten farklı bir birey olduğunu kabul etmeliyiz. Onun olumsuz özelliklerine yoğunlaşarak başkalarıyla kıyaslamaktan çok, olumlu özelliklerine odaklanarak kendisiyle kıyaslamayı tercih etmeliyiz. Çocuğumuzda var olmasını istediğimiz davranışı kişiler üzerinden değil, davranışın bizatihi kendisi ve getirileri üzerinden çocuğa aktarmalıyız. Kendisinin değerinin başkaları üzerinden biçilmediğini, kendisinin kendisi olduğu için önem arz ettiğini bilen çocuk elbette ki özgüveni gelişmiş, sosyal davranışları uyumlu, akademik başarısı yeterli bir birey olarak yetişecektir. Bu da hem anne – baba hem de çocuk açısından birçok mutluluğu ve başarıyı beraberinde getirecektir. 15 Eylül 2009 Kamil ABDULLAHOĞLU İŞLERİMİZDE DOĞRUYU BULABİLMEK Bereketi bol bir ayda bulunuyoruz. Biz Müslümanlar için Ramazan ayı, mübarek gece ve günler birer fırsat olmalı. Bu vesilelerle dağarcığımızı biraz daha doldurmalıyız. “(Ey müminler Ahiret için) Azık edinin. Bilin ki azığın en hayırlısı takvadır.” (Bakara, 197) ayeti, bizlerin çıkacağımız uzun yolculukta azığa muhtaç olduğumuzu ve bu azığında mahiyetini bildirmektedir. Yakında çıkacağımız yolculuk öyle bir yolculuk ki dönüşü yok. Yanımızda yardımcılarımız ve bize paramız bittiği noktada finans sağlayacak birileri de yok. Kainatın efendisi (s.a.v) akrabalarını safa tepesine çağırarak onlara şöyle konuştu: “Ey Kureyş topluluğu, kendinizi Allah’tan satın alın (Allah’ın azabından koruyun) yoksa ben Allah’ın azabından hiçbir şeyi sizden men edemem. Ey Abdü’lMenaf oğulları, Allah’ın azabından Eylül 2009 16 hiçbir şeyi sizden uzaklaştıramam. Ey Abdulmuttalip oğlu Abbas, Senden de Allah’ın azabından hiçbir şeyi men edemem. Ey Peygamberin halası safiye, ben, Allah’ın azabından kurtarmak için sana hiçbir yararım olmaz. Ey Muhammed (s.a.v)’in kızı Fatıma, malımdan ne dilersen iste, vereyim fakat Allah’ın azabından hiçbir şeyi senden men edemem.” (Buhari, Vesaya, 11). Kimsenin kimseye faydasının dokunamayacağı o büyük gün gelmeden aile, komşuluk, ticaret, sosyal vs. tüm ilişkilerimizi ilahi emre olan uygunluğunu gözden geçirelim. İnsan yaşadığı hayat içerisinde sayısız olayla karşılaşır ve kalbine de pek çok düşünce gelir. Bunların doğru olup olmadığını nasıl tespit edecek. Âlimlerimiz bu hususta bizlere ışık tu- tacak usuller göstermişlerdir. Bu usulleri şöyle sıralaya biliriz: “Ey iman edenler! Şeytanın adımlarını takip etmeyin. Kim şeytanın adımlarını takip ederse, muhakkak ki o, edepsizliği (yüz kızartıcı suçları) ve kötülüğü emreder. Eğer üstünüzde Allah'ın lütuf ve merhameti olmasaydı, içinizden hiçbir kimse asla temize çıkamazdı. Fakat Allah dilediğini arındırır. Allah işitir ve bilir.” (Nur, 21) 1- Yaptığımız iş veya düşüncemizin doğru olup olmadığı “şeriata arz” edilir. Şeriatın hükümlerine uygunsa o işte hayır vardır. Uygun değilse o işte hayır yoktur. Dini hükümlerin kaynağı Kur’an ve sünnettir. Fiillerimiz ya da düşüncelerimiz Kur’an ve sahih sünnetin zahirine uygunluğu tespit edilebiliyorsa, o fiilin ifası konusunda tereddüt etmemek gerekir. 2- Fiil ya da düşünce “muttaki alim yada varsa bir mürşidi kamile” sorulması gerekir. Âlimler peygamberlerin varisleridir. Peygamberler ilim mirası bırakmışlardır. Dini ilimlerde “rusuh” (yüksek paye) sahibi kimseler Kur’an tarafından (Al-i İmran, 7) bizlere örnek olarak gösterilir. Ayrıca adaletle emreden âlimleri Rabbimiz kendi yüceliğine şahit tutmaktadır (Al-i İmran, 18). Fiillerimizin doğruluğu onlar tarafından tasdiklenirse, şeriata uygunluğu da tasdiklenmiş olur. 3- Yapılacak fiil “Salihlerin yaşantıları ile değerlendirilmeli.” Kur’an bizlere sürekli iman ve Salih ameli telkin etmekte ve onlara uymayı öğütlemektedir. “Bir ayette: (İslâm dinine girme hususunda) öne geçen ilk muhacirler ve ensar ile onlara güzellikle tabi olanlar var ya, işte Allah onlardan razı olmuştur, onlar da Allah'tan razı olmuşlardır. Allah onlara, içinde ebedî kalacakları, zemininden ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte bu büyük kurtuluştur.” (Tevbe, 100) Yine Kur’an peygamberlerin Salihlerden olduğunu ve dualarında Salihlerden olarak ölme taleplerinin varlığından bizlere bahseder. Ayrıca Allah Teala Salihlerin dostu olduğunu beyanla: “Muhakkak ki benim dostum, kitabı indirmiş olan Allah'tır. Ve O, Salihleri dost edinir.” (A’raf, 196) Salihler güzel amelleri ile Allah’a yakınlık kesbettikleri için onların fiillerine uygun davranışlar Allah’ın maksadına da uygun olacağı anlaşılmaktadır. 4- Fiil ve düşüncelerimizi “nefis, istek ve hevamıza” sunmalıyız. Eğer düşünce ya da fiillerimiz nefis ve hevamızın hoşuna gidiyor ve işlememizi bize telkin ediyorsa bunun şer olduğuna, eğer 17 Eylül 2009 ondan nefret ediyorsa onun hayır ve güzel olduğuna hükmederiz. Zira nefis ve hevamız bize hiçbir zaman hakka uygun olanı emretmez ve yapmamızı istemez. Konuyla alakalı Yusuf (a.s)ın ifadesini Kur’an bize naklederken “Ben nefsimi temize çıkarmam; çünkü nefs, Rabbimin merhameti olmadıkça, kötülüğü emreder. Doğrusu Rabbim bağışlayandır, merhamet edendir.” (Yusuf, 53). Hevaya uymanın sapıklık olduğunu beyan eden ayette ise Yüce Rabbimiz şöyle buyurmaktadır: “Eğer sana cevap veremezlerse, bil ki onlar, sırf heveslerine uymaktadırlar. Allah'tan bir yol gösterici olmaksızın kendi hevesine uyandan daha sapık kim olabilir! Elbette Allah zalim kavmi doğru yola iletmez.” (Kasas, 50). Konuyla alakalı başka ölçülerden de bahsedilebilir. Ancak bu ölçüler genel anlamda kendimizi denetleme hususunda ilk olarak başvurmamız gerek miyarlardır. “Andolsun ki Allah, birçok yerde (savaş alanlarında) ve Huneyn savaşında size yardım etmişti. Hani çokluğunuz size kendinizi beğendirmiş, fakat sizi hezimete uğramaktan kurtaramamıştı. Yeryüzü bütün genişliğine rağmen size dar gelmişti, sonunda (bozularak) gerisin geri dönmüştünüz.” Yüce rabbimiz kâinatta her şeyi bir denge içerisinde yaratmış. Bu dengelerden biri de, insanın hayır ve şer ekseninde orta yerde durması ve tercih hakkının kendine verilmesidir. Orta noktada bulunan insan üzerinde hegemonya kurmak isteyen şeytan ve nefis, diğer taraftan insana iyilikleri ilham eden ruh ve melektir. Bu çekişme ortasında insan düşünce ve fiillerinin hangilerinin şeytan ve nefis tarafından üflendiğini, hangisinin de melek tarafından olduğunu tespit edemeyebilir. Şeytan ve nefsin bizlere nasıl yaklaştığını tespit sadedinde birkaçını şöyle sıralayabiliriz; 1- Şeytan güzel olan bir işi ilk önce yapmamayı emreder. Bu hususta tüm gayretini sergiler ve içki, kumar, fuhuş vs. gibi ara vasıtalar kullanır. Bir ayette: “Ey iman edenler! Şeytanın adımlarını takip etmeyin. Kim şeytanın adımlarını takip ederse, muhakkak ki o, edepsizliği (yüz kızartıcı suçları) ve kötülüğü emreder. Eğer üstünüzde Allah'ın lütuf ve merhameti olmasaydı, içinizden hiçbir kimse asla temize çıkamazdı. Fakat Allah dilediğini arındırır. Allah işitir ve bilir.” (Nur, 21) 2- Bir ameli terk ettirme hususunda başarılı olamazsa o işi erteletmek ister; Namazı sonra kılarsın, zekatı hemen vermen gerekmez daha sonra daha sonra gibi vesveseler ilka eder. Kula düşen emri hemen yerine getirerek şeytana ve nefise pirim vermemektir. 3- Bazı işlerde acele ettirir; Şeytan dünya işlerimiz hususunda bizlere acele davranmamızı sürekli telkin eder. Acele eden kişi sağlıklı karar veremez. Yapması gerekenleri unutur. Nitekim ibadetlerimizi ihmal etmemizin arka planlarından biri de dünya işlerimizde acele etmemizdir. Şu işimi bitireyim de yaparım, kılarım gibi vesveselerle bizleri amellerimizden uzaklaştıracak işler karşımıza çıkarır ve onların aciliyetini bizlere telkin eder. 4- Yapmakta olduğumuz amellerimize riya sokar; Terk ettiremeyeceği bir amel hususunda başka planları devreye sokar. Bunların en tehlikeli olanlarından biri de riyadır. Hadislerde riya gizli şirk olarak nitelendirilir. Allah Teala hiçbir hususta ken- Eylül 2009 18 dine eş ve ortak koşulmasını kabul etmez. Amellerdeki ihlâstan maksatta riyadan uzak yapılan ameldir. 5- Şeytan kişiye yaptığı amellerle kendini beğendirir (ucub); Allah Resulü (s.a.v)in ordusu Mekke’nin fethinden sonra Huneyn’e yürümüştü. Ordunun çokluğu ordu içerisinde bazılarına aşırı güven vermişti. Bu güvenlerinin onlara bir fayda sağlamadığını Kur’an şöyle anlatır: “Andolsun ki Allah, birçok yerde (savaş alanlarında) ve Huneyn savaşında size yardım etmişti. Hani çokluğunuz size kendinizi beğendirmiş, fakat sizi hezimete uğramaktan kurtaramamıştı. Yeryüzü bütün genişliğine rağmen size dar gelmişti, sonunda (bozularak) gerisin geri dönmüştünüz.” (Tevbe, 25) Kul kendinden bir şey görmemeli ve kendisini beğenme belasına düşmemelidir. 6- Bazen de şeytan insana “sen yapman gerekenleri gizli yap sonra Allah onu ortaya çıkarır ve sen insanlar arasında şerefli ve üstün olursun” şek- linde telkinde bulunur. Allah kulunu korursa, kul şöyle der; Ben Alla’ın kuluyum O benim efendimdir. Dilerse amellerimi izhar eder dilerse gizler, dilerse beni hakir dilerse aziz eder diyerek işini Allah Tealaya havale eder. 7- Sonuç olarak şeytan insana; “Bu amelelri işlemeye senin ihtiyacın yoktur. Zira sen saidlerdensen ameli terk etmen sana zarar vermez. Şayet şakilerdensen yaptığın amel sana fayda vermez” diyerek rahatına bak der. Ramazan ayında nefis muhasebesi yaparken, şeytan tarafından karşımıza konulacak pek çok planlara karşı ilim marifet ve Salihlerden yardım alarak ve sürekli Rabbimizin yardımını talep ederek korunmaya çalışmaz gerekir. Allah (cc) şeytanın ve nefislerimizin şerrinde hepimizi muhafaza eylesin. Âmin. Not: Bu yazı İmam Birgivi’nin “Tarikat-ı Muhammediye” adlı eserinden istifade edilerek yazılmıştır. Baskı, (Daru’l kalem, Suriye, Halep) 19 Eylül 2009 Nihat MORGÜL nihatmorgul@gmail.com İslam’ın 4. Şehrine Yolculuk Hama Nevair Eylül 2009 20 İslam ile özdeşlenmiş şehirleri saysak Mekke-i mükerreme, Medine-i münevvere, Kudüs-i mübareke’den sonra her halde Şam-ı şerif gelir. Şereful mekan bi’l mekin (bir yerin şerefi oradakilerin şerefine göredir) kaidesince gerçekten Şam, şerif (şerefli) unvanını hak ediyor. Çünkü Şam, Hazreti İbrahim’in hicret mekânıdır. Hazreti Yahya’nın kabri, Hazreti Hud’un makamı oradadır. Bunun dışında birçok sahabe, tabiin efendilerimizin kabirleri Şam’dadır. Âlimlerden, Salihlerden birçokları orada medfundur. 21 Eylül 2009 Bunun dışında ayetlerde ve hadislerde de Şam’a işaretler vardır. Örneğin İsra Suresi ilk ayette ‘çevresini mübarek kıldığımız Mescidi Aksa (Kudüs)’ ifadesinde kastedilen çevrenin Şam olduğu belirtilmiştir. Çünkü Şam, o gün ve şimdi Kudüs çevresindeki en önemli şehirdir. Diğer yandan Kureyş suresi 2. Ayette yaz yolculuğundan kastedilen yer Şam’dır. Yine sahih hadis kitaplarıEylül 2009 mızda Şam’ın faziletiyle ilgili sahih hadisler bulmak da mümkündür. Otuz gün sürecek ve benim de katıldığım ‘Uluslar Arası İmamlar Hatipler Davetçiler Ve Öğretmenler Buluşmasını’ da fırsat bilerek çoktan beri arzuladığım şeyi Şam-ı şerifi ziyaret etmeyi iste22 Suriye neresi?! Suriye daha çok siyasi sebeplerle bizim gündemimize gelir. Önceleri terör sorunu, su sorunu ve Hatay problemi dolayısıyla ismini sık sık duyardık. Son dönemlerde Türkiye Suriye arasındaki problemler yerini dostluğa bırakınca hem siyasi hem kültürel ilişkilerimiz gelişti. Komşumuzu tanıdık. Türkiye’nin en uzun sınırı Suriye ile. 20 milyonluk bir ülke. Soğul savaş döneminde Rusya ile iyi ilişkileri ve yakınlığı vardı. Suriye, kadim Hıristiyanlığın mekânı. Başkenti Şam, dört halife sonrası İslam’ın başkentliğini yapmış yıllarca. İslam’ın gelişip serpildiği yer. Buradan çıkan İslam orduları Kuzey Afrika’yı fethettikten sonra Cebel-i Tarık’ı geçip şimdiki İspanya’da Endülüs Emevi devletini kurmuşlar. Kuzeye ilerleyen ordular Bizans’ın başkenti Kostantınıyye’yi muhasara etmişler. culuk İstanbul’dan Şam’a ortalama 24 saat sürüyor. Suriye girişlerde her tür pasaporta vize istiyor. Sınırda da vize alınabiliyor. Vize ücreti 48$. Yeşil pasaportu olanlar konsolosluktan vize alırlarsa ücret ödemiyorlar. Ekonomik hayat 1 TL 30 SL (Suriye Lirası) ediyor. Suriye iki sene öncesine kadar ekonomik bir ülkeydi. Ancak son senelerde fiyatlar Türkiye ile hemen hemen eşit hale geldi. Yine de bazı şeyler buradan ucuz. En başta ulaşım. Örneğin 25 SL’ye Humus otogarında bir fincan çay içip 30 SL’ye (1 TL) Hama’ya otobüs bileti aldık. Hatay’dan Şam’a otobüs bileti 500 SL. (15 TL) Suriye’nin dışa borcu yok. Petrolü kendisine yetiyor. Buna karşın halk genel olarak fakir. Özellikle devlet memurları ikinci üçüncü iş yapmak zorunda kalıyor. Buna bağlı olarak maalesef rüşvet, adam kayırma ve yolsuzluk yaygın. Ulaşım Mevlana Halid-i Bağdadî türbesi dim. Bu ziyarette temel amacım İslam şehirlerinin en önemlilerinden birini ziyaret edip İslam kültürü daha yakından tanımak, oradaki âlimlerden ve ilim halkalarından azami istifade etmek, Şam’a giden ve gitmek isteyenler için uygun ilmi ortamları araştırmaktı. Suriye’ye hava yoluyla, otobüsle veya trenle gitmek mümkün. Parası önemli değil diyenler hava yolunu tercih edebilirler. Otobüsle etrafı görerek gitmek isteyenler İstanbul’dan 65 TL’ye direk Şam’a bilet alabilirler. Tren en uygunu fiyat olarak, fakat biraz vakit alıyor. Ben yolculuğumda otobüsü tercih ettim. Otobüsle yol23 Suriye’de özellikle tarım yapılıyor. Başta Zeytin, Fıstık, domates, karpuz olmak üzere birçok sebze meyve yetiştiriliyor. Siyaset ve yönetim Suriye’de eski hava kuvvetleri komutanı Hafız Esed’in devriminden sonra yönetim %5 nüfusa sahip alevilerin kontroEylül 2009 vehbe zuhayli, nurettin ıtır ve sudanlı şeyh doktora tezi savunmasında lüne geçmiş. Hafız Esed diktatörlükle ülkeyi yönetmiş yıllarca. Her yerde baba ve oğlun (Hafız Esed ve Beşşar Esed) resimleri var. Bu durum siyasi olarak yeni bir tarih oluşturma gayreti olarak görüyorum. Ülkenin siyasi tarihini kendi devrimiyle başlatıyorlar. daha fazlasının bana yaptılar. O kadar işkence gördüm ki artık hapisten korkmuyorum. Ben hürriyet arıyorum. Halk burada âlimlere boyun eğmiş, onlar da merkezi hükümetin dediğinden dışarı çıkmıyorlar. Burada kimse konuşamıyor. Yerin altı hapishanelerle dolu. Halkın yönetime katılması değil övgü dışında siyaseti konuşması bile yasaklanmış. Her ne kadar diş doktoru oğul Beşşar döneminde bir açılım olduysa da hala o baskı devam ediyor. Suriye’deyken dostlarımızın bize ilk tavsiyesi ‘sakın burada siyaset konuşma, ağzını kapat’ oldu. Önceleri bunu garipsedim. Sonra bunun sebeplerini öğrenince hak verdim. Yönetimin kendisi zenginlik içinde yaşarken kendilerine itaat etsin diye halkı aç bırakıyorlar. Burada eğer partiye yakın olursan ve zenginsen her yol sana açıktır. Halk genel olarak dindardır. Muhalefet edenler ‘gayril madubi aleyhim velad daallin’ (Fatiha’daki ‘kendilerine gazap edilenler ve sapkınlar’ mealindeki ayet) kabul ediliyorlar.” (Bununla Hama direnişi ve ardından olanları istihza ile ima ediyor.) Yine burada tanıştığımız önemli bir meslek erbabı bize şunları aktardı: “Burada hukuka hiç değer verilmiyor. Hukuk var ama zengine her yol açık. Beni hapse attılar. Ebu Gureyb hapishanesinde olan işkenceden Eylül 2009 Bunları bize anlatmaya cesaret edenler ‘anlattıklarım aramızda sır olarak kalsın’ diye de tembih etmeyi ihmal etmiyorlar. Zaten bu konuşmalar esnasında insanların daima sağı solu kontrol etmelerinden o tedirginliği anlıyorsunuz. Halk böyle 24 korkutulmuş, sindirilmiş. Bu bile siyasi yönetimin zulmü ve halkın durumu hakkında epey bilgi veriyor. problemli meselelerin halledilmesi, yerini bu dostluğa bıraktı. Bu, gelecek adına iyi bir gelişme. Suriye’de nereleri gezelim? Halkın anlattıkları, hissettikleri siyasi ve sosyal sistemi tanıma açısından çok önemli. Yer altında hapishaneler olmasından daha korkuncu insanların bu görmedikleri ama daima duydukları dehşetli mekânların varlığını hep düşünmeleri ve bu korku ile yaşamaları. Gidip de dönmeyenlerin hikâyeleri, dönenlerin hali pür melali insanları bu hale getirmiş. ‘yer altına götürüyorlar, dünya ile bağlantını kesiyorlar, tek başına ve çaresiz kalıyorsun, hukuk ve adalet yok, oradaki canavarların insafına terk ediliyorsun, ailen bile seni soramıyor. Sorsa da ulaşamıyor’ diye bilmek, böyle bir ortamda yaşamak Cehennem hayatı gibi bir şey. Halk içinden bu sisteme ateş köpürüyor ama başına bir şey gelir diye durumu idare etmeyi de öğrenmiş. Hayatta kalmanın başka yolu yok. Siz bulaşmasanız da bazen size bulaşıyorlar. Biri sizi şikâyet etti mi sizin için zor günler başlıyor. Hama Katliamı örnek olarak hep önlerinde ve hafızalarında duruyor. 1982’de Hama’nın dindar halkı yapılan zulümlere isyan ediyorlar. Bunun üzerine Hafız Esed’in kardeşi General Rıfat Esed bir gece Hama’yı kuşatıyor. Tüm şehrin dünya ile bütün irtibatını kesiyor. Havadan ve karadan şehre operasyon düzenliyor. Bu operasyonlar neticesinde 20 bin’i aşkın insan çoluk çocuk, suçlu suçsuz ayırt etmeden katlediliyor. Çevre ülkelere sığınanlar geri isteniyor. İade edilenler sınırı geçer geçmez kurşuna diziliyorlar. Bu anlatılanlar film değil, gerçek. Şimdilerde Türkiye ile Suriye’nin arası gayet iyi. En son Tayyip Erdoğan’a Halep Üniversitesi fahri doktora unvanı verdi. Bu toplantıda Tayyip Erdoğan salona girerken ‘En büyük Türkiye’ sloganlarıyla ayakta alkışlandı. Daha düne kadar PKK, Su ve Hatay meselesi yüzünden iki devlet birbirini düşman biliyorken, Apo’nun Şam’da ikameti ve Suriye sınırından geçip bizde operasyon yapan teröristler yüzünden neredeyse savaşın eşiğine gelmişken İster turistik amaçlı olsun ister İslam kültürünü tanıma anlamında kültürel amaçlı olsun Suriye mutlaka gezilip görülmesi gereken bir yer. Halep: Halep, bizden bir yer. ‘Halep oradaysa arşın burada’ gibi atasözlerimizde yaşayan bir şehir. Son nüfus sayımına göre beş milyonu aşkın nüfusuyla Şam’ı geride bırakan Suriye’nin en kalabalık şehri. Halep, kalesi, Emeviye Camii -ki içinde Hazreti Zekeriya’nın makamı var- tarihi çarşısı, fıstığı ve taş binalarıyla meşhur bir yer. Türkiye’den oraya göçenler sebebiyle Türk nüfusunun da yoğunlukla yaşadığı bir şehir. Burada ki Mevlevihane’yi özellikle ziyaret etmenizi tavsiye ederim. Halep’teki Mevlevihane Konya’dakinden sonra dünyada ikinci sırada geliyormuş. Mekân, metre kare olarak Konya’dakinden büyükmüş. Devlet arazisine el koyduğu için tekke şuan küçük bir araziye sıkışmış. İçinde camisi var. Minare, girişteki avlu kapısının üstünde. Kubbe ve minarenin üstünde ki Mevlevi külahı dikkat çekiyor. Bu camide haftada iki gün zikir meclisi oluyormuş. Bir cuma namazını burada kılmak nasip oldu. Tüm camilerden yayılan Kur’an ve kaside sesleri şehrin içinde yankılanıyor. Kuran tilavetinin ardından cami müezzininin kasideleri duyuldu minareden. Cuma kıldıran imamın kıraatine bayıldım doğrusu. Hama: Hama katliamından bahsetmiştim. Hama denince yüreği yanmayan Müslüman yoktur herhalde. Bizde Hama’nın böyle bir acı hatırası var. Burada Asi nehri üzerine kurulmuş Nevair denen tarihi su dolapları en çok ziyaret edilen yerlerden. Bu gezide bana en çok bu su dolaplarını ziyaret değil, eski Hama sokaklarında dolaşmak, gece Halep Kalesine çıkıp orada piknik yapan ailelerin arasında açık havada üç kişilik cemaatle kıldığımız akşam namazı zevk verdi doğrusu. 25 Eylül 2009 ramazan el-buti emeyiye camii dersinde Humus: Bir sanayi şehri. Diğer şehirlere göre düzenli yapısı var. Burada kendi ismiyle yapılan camisinde medfun İslam orduları genel komutanı, büyük askeri deha, Resulullah’ın ‘Allahın çekilmiş kılıcı’ dediği Halid b. Velid’in kabri var. Ölmeden önceki son sözleri cami dışında bir anıtla ziyaretçilere sunuluyor; ‘Savaşta en şiddetli çarpışmalara atıldım. Çetin anlar yaşadım. Vücudumda kılıç, ok, mızrak yara izi olmayan bir karış yer yok. Buna rağmen gelin görün ki yatağımda ölüyorum. Korkakların gözüne uyku girmesin!’ Yine cami içinde oğlu Abdurrahman’ın ve Hazreti Ömer’in oğlu Ubeyde’nin kabirleri de mevcut. Busra: Ben küçük bir kasaba bekliyordum. Tarihi kalıntıları görünce buranın hazreti Peygamberden önce Bizans döneminde ve onun zamanında önemli ve büyük bir yerleşim birimi olduğunu anladım. Bu yol, kuzey güney hattında tüccarların ve İslam sonrası hacıların güzergâhı. Busra da bu yolcuların ve tüccarların önemli bir dinlenme yeri. Eylül 2009 Busra asıl önemini Hazreti Peygamberimizin burayı iki kez ziyaret etmesinden alıyor. İlki amcasıyla Şam’a ticaret için giderken burada mola vermişler. Mola yerine yakın Rahip Bahira’nın manastırı varmış. Gelenlerdeki bazı işaretler Rahib’in dikkatini çekmiş. Onlara bir ziyafet verip Resulullah ile konuşmuş. Onun beklenen peygamber olduğunu anlayarak Ebu Talib’e bu çocuğu Şam’a götürmemesini, eğer Yahudiler bu çocuğu ve ondaki işaretleri fark ederse ona zarar verebileceklerini tembihlemiş. Bunun üzerine Amcası malları Busra çarşısında satarak geri dönmüş. Bir keresinde de Peygamberimiz Hz. Hatice’nin mallarını burada satmak üzere kafile sorumlusu olarak 21 yaşındayken Busra’ya gelip ticaret yapımış. Şimdi bu çarşının kalıntıları, Rahip Bahira’nın manastırı, Ömer camii, Bizans’tan kalan hamamlar ve diğer tarihi eserlerin kalıntıları insanı alıp o zamana götürüyor. Yermük: Busra, Şam’a 130 km. güneyde. 26 Ama mutlaka ziyaret edilmeli. Oraya gitmişken Dera’da Yermük Savaşı’nın yapıldığı yer de ziyaret edilebilir. O noktadan şimdi bakınca önünüzde Yermük Vadisi bulunuyor. Bu vadi Suriye ile Ürdün’ün doğal sınırı. Sol yanımızda Ürdün’e ait tepeler, sağ yanımızda Suriye’ye ait araziler ve önümüzde de işgal edilmiş Filistin toprakları duruyor. Filistin topraklarına böyle uzaktan bakmak hakikaten insana hüzün veriyor. İşte uzaktan seyrettiğimiz şu Filistin toprağı uyduruk devlet İsrail kurulmadan önce, sadece 61 sene evvel Filistinlilerin ve biz Müslümanlarındı! Bursa’ya, Erzurum’a, Urfa’ya, Diyarbekir’e gider gibi gidiyorduk Kudüs’e. Şimdi bir adım ötede duran mübarek beldeye giremiyoruz, sadece seyrediyoruz ve Filistin’in özgürlüğüne dua ediyoruz. Heyhat ne acı. Hemen söyleyelim gitmişken dönüş yolu üzerinde Neva Köyü mezarlığında, Şam ulemasından, El Ezkar, Sahih-i Müslim şerhi ve Riyazu’s Salihin müellifi meşhur hadis âlimi İmam Nevevi ziyaretçilerini bekliyor mütevazı kabrinde. 44 yıllık ömrüne bu kadar ilmi sığdırmış bu âlimin kabrini ziyaret edip hayatından ve ilme olan düşkünlüğünden ibret almak onu ziyaret için yeterli bir kazanç oldu benim için. Suriye’nin sahil şehri Lazkiye’yi ben Türkiye’nin İzmir’ine benzetiyorum. İsteyen görmek için gidebilir. Bunun dışında Suriye’de antik Bizans kenti Tedmur (Palmira) ve Hazreti İsa’nın konuştuğu dil olan Aramice’nin hala konuşulduğu Hıristiyan kasaba olan Ma’lule de ziyaret edilebilir. Şam-ı Şerif, ziyaret yerleri ve ilmi hayat Şam ve ilmi hayat’ı beraber anlatmalıyım. Evet, Hazreti Muaviye’den beri Şam, siyasettir. Ama bana göre daha çok Şam demek ilim demek. Yolu Şam’a uğramayan âlim yok gibi. Şam-ı Şerif düz bir ovadan ibaret. Kuzeyinde Kasyun dağı var. O bölgeye Salihler yurdu deniyor. Muhyiddin İbn-i Arabî’nin kabri bu dağın eteğinde. Sultan selim Şam’a girince kabrini bulduruyor ve oraya bir türbe ile cami inşa ediyor. Burada Cumartesi günleri ikindiden sonra zikir meclisi kuruluyor. Hemen yakınında İmam Nablusi’nin kabrinin bulunduğu ve kendi ismiyle anılan camisi var. Burada onun oğlu ve meşhur alim Üstad Ratip Nablusi her Cuma hutbe okuyor ve akşamında tefsir dersi yapıyor. Biraz daha ilerde Şeyh Ahmed Keftaru Kompleksi var. Ebun Nur diye biliniyor. Burası da ilim merkezlerinden biri. Hemen yanında Üstad Muhammed Ramazan el Buti’nin Camisi var. Kendi evi de o mahallede. Bu camide her sabah bizzat kendisi namaz kıldırıyor. Belli vakitlerde dersler yapıyor. Az daha ilerisinde Şeyh Halid denen yerde tasavvufta önemli bir yeri olan Mevlana Halid Bağdadi Nakşibendî’nin türbesi var. Burası biraz daha yukarıda ve tepede olduğundan oradan Şam’ı seyretmek özellikle geceleri gerçekten hoş oluyor. Konya Büyükşehir Belediyesi orayı restore etmiş. Gayet güzel olmuş Kendilerine buradan teşekkür ediyoruz. Oranın türbedarı ve aslen Vanlı olan amca gelenleri karşılıyor, hizmet ediyor. Ailesi yüz yıldır kendisi de kırk yıldır buranın türbedarlığını yapıyormuş. Kasyun dağında erbain (kırklar meclisi) denen yere merdivenlerle çıkılabiliyor. Ayrıca Şam’da Sultan Selim’in babası adına yaptırdığı Süleymaniye Külliyesi, onun bahçesindeki başta Sultan Vahdettin olmak üzere diğer Osmanlı ailelerinin kabirlerini ziyaret etmek bizim o şanlı mazimiz ile onu yaşatan ailenin hazin sonunu, coşkuyu ve hüznü beraber yaşamamıza sebep oluyor. Emeviye Camii: Emeviye Cami tarihin ve ilmin buluştuğu yer. Daha önce tapınak iken Bizans’la beraber Kiliseye, Müslümanların Şam’ı fethiyle cami’ye dönüşüyor. Üç minaresi var. Biri Gazalinin iki sene uzlete çekilip İhya’yı yazdığı minare, diğeri kıyamette Hazreti İsa’nın ineceğine inanılan minare ve üçüncüsü bu camiye bağışta 27 Eylül 2009 bulunan Fatıma isimli bir bayanın yaptırdığı minare. yerde. Hemen karşısında Ebu Süfyan’ın evi var. Oradaki türbe Selahaddin Eyyubi’ye ait. Yanlarında ilk Türk hava şehitlerinin kabirleri var. Avlusunun bir köşesinde Hazreti Hüseyin’in kesik başının sergilendiği bir bölüm var. Makamı Re’si Hüseyn’ deniliyor. Sol kapıdan girişte içeride kıble duvarında Hz.Hud’un makamı var. İçeride ortada Hz. Yahya’nın kabri bulunuyor. Camide dört mezhebi temsilen dört mihrap var. Camide tüm ezanları 6-7 müezzin koro halinde beraber okuyorlar. Cuma namazlarını Üstad Ramazan el Buti kıldırıyor ve hutbeler Dımaşk Radyosundan canlı Seyyide Zeynep Hz. Alinin kızı ve Kerbela Olayı’nı yaşayan bir hanım. Onun kabri de ismiyle anılan mahallede. Daha çok Şiiler tarafından ziyaret ediliyor. Biz oradayken 12. İmam Muhammed Mehdi’nin (kayıp imam, beklenen mehdi) doğum günü etkinlikleri vardı ve bahçe Irak’tan, İran’dan, Lübnan’dan gelen kadın erkek ziyaretçilerle doluydu. Bir kişi ilahi okuyor çevresindekiler alkışlarla ona tempo tutuyorlardı. yayınlanıyor. Cami dışında kıblenin ters istikametindeki avlu kapısına bitişik olan ve şimdi şeri ilimler okulu olarak kullanılan bina 5.Halife Ömer b.Abdülaziz’in evi. Kabri İdlib’e bağlı Maarratün Numan denen Eylül 2009 Şam’da bunun dışında tarihi Hamidiye Çarşısı, Hicaz demiryolu Şam istasyonu binası, sahabeden Ebu’d Derda’nın Şam Kalesi içindeki kabri, Bilal-i Habeşi’nin, Muaviye’nin, kabirleri ziyaret edilebilir. 28 Şam’da İlim meclisleri Halkın ilme ve alimlere büyük saygı gösterdiğini en başta söylemeliyim. Özellikle camiler çok fonksiyonlu olarak kullanılıyor. İbadet mekânı, sohbet ve konferans yeri, yardım kuruluşu vs. Başta Emeviye Camii olmak üzere tüm merkezi camilerde âlimler bir program dâhilinde Usul ve Furu dersleri veriyorlar. Halk ve öğrenciler bu derslere yoğun ilgi gösteriyorlar. Bu dersler de ayrı bir üniversite gibi. Birçok dinleyicinin elinde defter olduğunu veya kayıt cihazlarına dersi kaydettiğini görmek mümkün. Ayrıca tüm konuşmalar CD’ye çekiliyor ve isteyen de bunları alıp evinde dinleyebiliyor. Âlimlerle halk arasında mesafe yok. Hepsi cemaat içindeler. Muhammed Ramazan El Buti, Vehbe Zuhayli, Ratip Nablusi, Şeyh Naim Araksusi, Nurettin Itır, Şeyh Veliyyuddin Farfur, Abdülfettah Baz, Şeyh Abdurrahman Halebi, Muhammed Bağğa, Ahmed er Rıfai soyundan kendisi de büyük bir âlim ve şeyh olan Usame er Rıfai bunlardan bir kaçı. Suriye’deki diğer ilim müesseselerini şöyle özetlemek mümkün. 1. Ebun Nur: Asıl ismi Mucamma’ Ahmed Keftaru. Burası Maddi imkânları geniş bir cemaata ait. Ebun Nur’un eğitim faaliyetleri de var. Kompleksin ortasında büyük bir cami var. Burası çok amaçlı kullanılıyor. Caminin her iki yanında çok katlı binalarda eğitim yapılıyor. Eğitim faaliyetleri şu şekilde; Fakülteler: Üç fakülte var. Külliye tu İmam Evza’i, Külliyyetu Usulu’d Din ve Külliyyetu’d Dave. İmamlar ve Hatipler: Bu kısmın faaliyet alanı şöyle; Her yıl farklı ülkelerden Arapçayı iyi konuşan imamlar, hatipler, öğretmenler ve davetçiler buraya davet ediliyor. Dört ya da altı hafta boyunca çeşitli seminerler veriliyor. Hafta sonları Suriye’nin tarihi, dini ve kültürel mirasını tanıtıcı geziler yapılıyor ve konferanslarla meşhur simaların yakından tanınması sağlanıyor. Dil bölümü: Arapça öğrenmek isteyenlere burada kurs veriliyor. Öğretilen Arapça daha çok dini terminolojiye ve gramer bilgisine dayanıyor. 2. Ecanip: Daha çok yabancılara Arapça öğretmek için ticari amaçlarla kurulmuş bir kurs. 3. Dımaşk Üniversitesi: Devletin resmi üniversitesi bünyesinde de entelektüel düzeyde Arapça kursu modern metotlara veriliyor Fakat pahalı. Pek başarılı bulunmuyor. 4. Fethul İslam: Türkler de dâhil yabancı öğrencilerin yoğun olarak bulundukları özel bir üniversite. 5. Ma’had ed Düveli: Daha çok orta öğretim (Lise) seviyesinde olanlar için. Sıkı bir dini eğitim veriliyor. Devlete ait bir eğitim kurumu. Yatılısı var ve ücretsiz. 6. Ayrıca Hacibiye gibi hafızlığa yoğunlaşmış ve kısa sürede hafızlık yaptıran kurumlar var. Yine ağırlıklı olarak özel dersler almakta mümkün. Türkiye’den Şam’a ilim için giden öğrenciler bir program ve amaç belirlemezlerse iyi bir sonuç elde edemeyebilirler. Nitekim orada özellikle yazın okumaya gelmiş birçok Türk öğrenci gördük. Fakat kaçı istifade ediyor bilemiyorum. Sonuç olarak; Şam halkı özellikle Filistin ve Gazze olaylarındaki tavrı dolayısıyla Türkiye’yi takip ediyor ve seviyor. Türk dizileri Muhanned ve Nur (Gümüş) ve Kurtlar Vadisi en çok izlenen dizilerden. Bu dizilerin olumsuz tesirleri yok değil. Ayrıca bazı türk şarkıcılarda dinleniyor. Dımaşk Üniversitesi bahçesinde üniversiteli genç’i Tarkan dinlerken veya Felafil satan (Suriye’de meşhur kızartılmış nohut ezmesinden yapılan dürüm) genç’i İbrahim Tatlıses dinlerken görmek mümkün. Komşumuzla ilişkilerimizin ileride daha da artacağına inanıyorum. ‘Ne Şam’ın şekeri, ne Arab’ın yüzü’ diyenlere sözüm yok. İlme, kültüre, tarihe önem verenlere Suriye ve Şam ziyaretini mutlaka tavsiye ediyorum. 29 Eylül 2009 Prof. Dr. Veysel GÜLLÜCE İNSAN ve AHİRET İnsan, bu kâinatta Cenab-ı Hakk'ın ahsen-i takvîm üzere yarattığı (Tîn, 4), maddî ve manevî azâ ve cihazatını tesviye ve ta'dîl ettiği (İnfitâr, 7), ihtiyaç duyduğu her şeyi kendisine bahşettiği (İbrahîm, 34), yer yüzünde bir halîfe olarak tayin ettiği (Bakara, 30), mükerrem (İsrâ, 70) bir varlıktır. İnsanın büyüklüğünü anlamak için sadece insan beynine bakmak kâfidir. Şöyle ki, kâinâtta yaklaşık 2³°° adet atom bulunduğu hesaplanmıştır. İnsan beyninde ise, ortalama 10 milyar adet sinir hücresi mevcûttur. Her sinir hücresi birbirinden farklı iki cevaba muktedir olduğundan 10 milyar sinir hücresi, 2¹°•°°°•°°°•°°° kabiliyet taşımaktadır. 2³°° ile, 2¹°•°°°•°°°•°°° hesaplanırsa, bir insan beyninin kaç kâinat demek olduğu açıkça görülecektir1. Işık hayret verici bir hızla saniEylül 2009 30 yede 300.000 km. hızla gitse de, insan düşünce ve hayal yoluyla ışıktan daha hızlı bir şekilde güneşe ve yıldızlara ulaşmakta, düşünceleriyle âdetâ kâinâtı kucaklamaktadır2. İnsanın diğer maddî organları da böyledir. Her bir organda adeta yüzlerce fabrika çalışmaktadır. Hatta bir tek hücrede dahi, kilometrelerce yer işgâl eden büyük fabrikalarda yapılamayan işler gerçekleştirilmektedir. İnsanın maddî yapısı böyle olunca, acaba manevî yapısı, rûh âlemi nasıldır? Rûh maddeden ne derece üstün ve yüce ise, şüphesiz insanın rûhî hayatı, istidât ve kabiliyetleri de öylesine hayret verici, akılların idrak edemeyeceği bir durumdadır. İnsan rûhunda nihayetsiz ihtiyaçlar, nihayetsiz elemlere ve lezzetlere kâbil istidât ve kabiliyetler vardır. İnsan bu yönüyle henüz tam olarak çözülmemiş bir muamma gibidir. Hz. Ali'ye nisbet edilen şu beyt, insanın kâinattaki yerini ve önemini özet bir şekilde ifâde etmektedir: Tez'umu enneke cirmun sağîrun Ve fîke intavâ el-âlemu'l-ekber Sen kendini küçük bir cisim zannediyorsun, Halbuki, koca âlem sende dürülmüştür.3 Tarihte her melik hükmettiği insanlardan başkalarına da hükmetmek istemiş, her zengin sahip olduğu maldan daha fazlasına arzulamıştır. İnsanın gözünü ancak toprak doyurur. Acaba bu arzular, istekler bizde boş yere mi yaratılmıştır. Hayır! Hayır! Bu ancak ölümden sonra ve kıyamet günü ortaya çıkacak bir sırdan dolayıdır. Dolayısıyla, böyle bir yaratılışa sahip insanoğlu başı boş bırakılamaz, ona gösterilen bu büyük ihtimam kısa bir hayat yaşadıktan sonra bir daha kalkmamak üzere mezara girmesi için olamaz. Bilâkis insan, bu dünya hayatının ötesinde başka bir hayat için yaratılmıştır. Bütün varlığı buna şehâdet etmektedir. Artık insanın benim ne önemim var ki, benim için kâinât yıkılsın, kıyamet kopsun ve yeni bir âlem inşâ edilsin? Ben bu küçük halimle inkâr etsem, günah işlesem ne olur?.. diyemez. Nursî, "O, yeryüzündeki her şeyi sizin için yarattı" âyetinin tefsîrinde bu sadedde şöyle diyor: "Bu âyette meâdın tahkîkine ve bu mevzudaki şüphenin izâlesine dâir bir işâret vardır. Sanki o inkârcılar şöyle diyor: İnsanın ne kıymeti ve ehemmiyeti ve Allah katında ne makamı var ki, onun için kıyamet kopsun!? Böyle bir şüpheye cevâben Kur'ân, bu âyetin işârâtıyla diyor ki, Semâvat ve arzın onun istifâdesi için teshîr olunmasından anlaşılıyor ki, insanın yüksek bir kıymeti vardır. Ve yine, Allah'ın insanı mahlukât için değil, mahlukâtı insan için yaratmasından anlaşılıyor ki, insanın büyük bir ehemmiyeti vardır. Yine, Allah'ın kâinatı kendi zâtı için değil de, insan için yaratması, insanı da kendine ibadet etmek için yaratması gösteriyor ki, insanın Allah katında bir makamı vardır. Bütün bunlar gösteriyor ki, insan bu kâinatta müstesnâ ve mümtaz bir varlıktır, diğer hayvanlar gibi değildir. Dolayısıyla, "sonra ona döndürüleceksiniz" (Bakara, 28) âyetinin cevherine mazhar olmaya lâyıktır4. İnsanın yaratılışına, istidât ve kabiliyetlerine dikkat eden, onun ebedî bir âlem için yaratıldığını derhal anlayacaktır. Nasıl ki, balina gibi büyük bir balığı küçük bir havuzda çırpınır vaziyette gören bir insan, o balığın o havuza âit olmadığını, büyük 31 Eylül 2009 denizlere okyanuslara âit olduğunu hemen anlarsa, işte, insanoğlunun fıtratı da öyledir. İnsan fıtratı, istidât ve kabiliyetleri başka bir âlem için yaratıldığına şehâdet ve delâlet etmektedir. İnsandaki sayısız istidât ve kabiliyetlerin bu dünya hayatı için verildiği düşünülemez. Çünkü burada onların çoğuna ihtiyaç yoktur. Hatta pek çok istidât ve kabiliyet, hissiyât ve latîfeler, yaratıldıkları gayeye yöneltilmedikleri takdirde, çok defa insanın dünyasını karartmakta, başına belâ olmaktadırlar. Meselâ, insanın geçmiş lezzetlerini düşünmesi, geleceğinden endişe etmesi, dünyaya karşı aşırı hırs ve bağlılığı, buna mukabil tatmin olmaması; onun dünyasını karartmakta, hayatının tadını kaçırmaktadır. Demek ki, bu duygular ve latîfeler insana dünya hayatı için verilmemiştir. Bilâkis ebedî bir hayatı kazanmak için verilmiştir. Çünkü asıl endişe-i istikbâl (geleceği düşünüp tasalanmak), kabrin ötesi için gereklidir. Asıl hırs, âhiret azığı kazanmak içindir. Asıl muhabbet de, âhiret ve devamlı dostlar için verilmiştir... Bu duygu ve laEylül 2009 tîfelerin asıl mecrâları bunlardır. Aksi halde fayda değil, zarar getirirler. Dolayısıyla âhiretin olmadığı farzolunursa, insan derece ve şeref bakımından bütün hayvanlardan daha aşağı ve bedbaht bir duruma düşer5. Çünkü, insanın bu dünya hayatında çektiği çile, karşılaştığı belâ ve musîbetler hayvanlarınkinden daha çoktur. Zira insan, beklemesi ve düşünmesinden dolayı, elem ve musîbetleri vukuundan önce ve sonra da yaşar. Hayvan ise böyle değildir, elemi sadece olduğu anda yaşar. Bu yüzden rahattır. Geçmiş ve geleceği düşünerek rahatsız değildir. Yine insanın dünyevî lezzetleri kemiyet ve keyfiyet açısından hayvanlarınkinden daha azdır. Meselâ, kemiyet açısından öküz daha çok yer, serçe daha çok çiftleşir. Keyfiyete gelince, dünya hayatı belâ ve musîbetlerle, mihnet ve meşakketlerle doludur, lezzetler ise, denizden bir katre misâli azdır. Dolayısıyla, insanın elemlerden, hüzünlerden kurtulacağı, sâfî lezzet ve nimetlere kavuşacağı başka bir âlem, âhiret hayatı olmazsa, insan bütün hayvanlardan daha bayağı ve bedbaht 32 duruma düşer. Lezzet ve nimet bakımından hayvanlar ondan daha çok nasip elde etmiş olurlar. Cevherî, "Kıyamet gününe yemîn ederim. Kendini kınayan nefse yemin ederim" (Kıyame, 1-2) âyetinin tefsîri sadedinde bu mevzuyla alakalı olarak şöyle diyor: "Cenab-ı Hak, dirilmemiz hakkında, kıyamet ve nefs-i levvâme'ye yemin ediyor. Yani, mutlaka diriltileceksiniz diyor. Cenab-ı Hak, kıyametin azametine ve yücelere yönelen, terakkîyi arzu eden nefse yemin ediyor. Bu nefs öyle bir nefsdir ki, hiç bir mertebe ile iktifâ etmeyip, mutlaka başkasını ister. Hiç bir haletle yetinmeyip, peşinden geleni arzular, daha üsttekini ister. Dolayısıyla bu yemin, kıyamete dâir bir istidlâl gibidir. Cenab-ı Hak sanki şöyle buyuruyor: Nefislerinizdeki terakkî sevgisi ve bu dünya hayatında mahdût bir sınırda durmama arzusu, insanın rağbet ettiği şeylere kavuşacağı başka bir hayatın varlığına delâlet eder. İnsanın tabiatı, kıyamete delâlet eder. İnsanların yüce makamlara olan arzuları, susuzlukları, hırsları, mal ve ilimde daimâ daha fazlasını istemeleri, bir hal üzere karar kılıp yetinmemeleri başka bir hayat olduğunun delîlidir. İnsan nefsi, araştırmaya, yeni şeyler bulmaya çok arzuludur. Fıtratında galip gelme ve başkalarından üstün olma arzusu vardır... Tarihte her melik hükmettiği insanlardan başkalarına da hükmetmek istemiş, her zengin sahip olduğu maldan daha fazlasına arzulamıştır. İnsanın gözünü ancak toprak doyurur. Acaba bu arzular, istekler bizde boş yere mi yaratılmıştır. Hayır! Hayır! Bu ancak ölümden sonra ve kıyamet günü ortaya çıkacak bir sırdan dolayıdır. İnsanın ebedî hayat gibi bir gâyesi olmasa, o zaman hayat boş bir şey olur. Yer yüzündeki nizâmın sonu apaçık bir hüsran olur. Halbuki, canlılardaki her bir kuvvenin mutlaka bir gâyesi vardır. Bu tamahkârlıklar, savaşlar, ilimlerde fâni olmalar, temellük, kahr, gemiler inşâ etme, silahlar icâd etme... bütün bu gayretler, arzular nedendir? Bütün bunlar bu yorgunluklara değmeyen bu dünya hayatı için midir? Kur'ân bu soruya şöyle cevap veriyor: Hiç bir sınırda durmayan, yüce makamlar peşinde koşan nefs-i levvâme'ye yemin ediyorum. Bu yeminin manâsı şudur: Bu kuvve rûhlarınıza, başka bir âlemde her şeyi elde etmek ve hiç bir şeyden mahzûn olmamak için konulmuştur"6. İnsanoğluna Karûn'un mülkü, Lokman'ın hikmeti, Süleyman'ın saltanatı verilse, hatta yer yü- İnsandaki sayısız istidât ve kabiliyetlerin bu dünya hayatı için verildiği düşünülemez. Çünkü burada onların çoğuna ihtiyaç yoktur. Hatta pek çok istidât ve kabiliyet, hissiyât ve latîfeler, yaratıldıkları gayeye yöneltilmedikleri takdirde, çok defa insanın dünyasını karartmakta, başına belâ olmaktadırlar. Meselâ, insanın geçmiş lezzetlerini düşünmesi, geleceğinden endişe etmesi, dünyaya karşı aşırı hırs ve bağlılığı, buna mukabil tatmin olmaması; onun dünyasını karartmakta, hayatının tadını kaçırmaktadır. zünü ve içindekileri, semâyı ve ihtivâ ettiklerini elde etse, daha var mı? der. Sanki, ilâhî kalemin rûhuna nakşettiği manâları ifâde ederek şöyle der: Böyle (arzu ettiğim gibi) bir mülk ancak bu âlemden daha yüksek başka bir âlemde ve iştiyakıma münasip, arzularımı tatmîn edecek başka bir diyarda olabilir7. Nitekim, "Dünya hayatına razı oldular ve onunla mutmain oldular..." (Yûnus, 7) âyeti de, hakikatte insanoğlunun bu dünya hayatıyla itminân duymayarak başka bir âlemin arayışı ve özlemi içinde olması gerektiğine işâret ediyor ve dünya hayatıyla mutmain olanları kınıyor.. ........................................................................................ *. Atatürk Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi, Tefsir Anabilim Dalı Öğretim Üyesi. Not: Bu makale, Kur’an’da Ahiret İnancının Temelleri adlı eserimizden istifadeyle bazı ilave ve düzenlemeler yapılarak hazırlanmıştır. 1. Ayhan Songar. Enerji ve Hayat, Yeni Asya yay. İst. 1979, 8. bsk. s.1., 2. Georges Lakhovsky, L'Eternitœ La Vie et La Mort, Bibliotheque Charpentier, Paris, s. 202., 3. Ali b. Ebî Tâlib, Divânu Emîri'l-Mü'minîn, cem ve tertib: A. el-Kerem, Beyrut, 1998, s. 45, 4. Nursî, İşâratu'l-İ'câz, s. 281., 5. Bkz. Râğıb, Tafsîlu'n-Neş'eteyn ve Tahsîlu's-Seadeteyn, s. 178 6. Cevherî, XII, 2.cüz, s. 308. 7. Cevherî, V,1.cüz, s.110. 33 Eylül 2009 Talha Hakan ALP İslam’ın Korunmuşluğu Bağlamında Cerh-Ta’dîl Usûlüne Umumî Bir Bakış Hadis ilimleri İslamî ilimler içindeki seçkin mevkiinin yanında İslam’ın diğer dinlere karşı medar-ı iftiharı olması bakımından da hayli mühimdir. İslam öncesi semavî dinlerin esasını oluşturan rivayetlerin günümüze gelişi güvenilir bir sistem dâhilinde olmamıştır. Daha ilk yüzyıllardan itibaren bu dinlerin orijinal ilahî kitapları ortadan kaybolmuş, yerlerine Tevrat ve İncil yazarlarının anlatım ve yorumlarını muhtevi yazılar Kutsal kitap kabul edilmiştir. Böylelikle Cenab-ı Allah katından inen gerçek tevhîd dini tahrif edilerek yerine tarihî, beşerî ve kültürel dinler ikame edilmiştir. İslam dini için böyle bir tahriften söz etmek mümkün değildir. İlk olarak Hz. Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) şahsında örneklenen ve sahabe ve tabiinin öncülüğünde şekillenen sıkı zapt sistemi tahrif tehlikesinin önündeki en büyük manidir. Henüz Hz. Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) hayattayken inen ayetler bir yandan ezberlenir, diğer yandan vahiy kâtipleri tarafından kayda geçirilirdi. Ayrıca Hz. Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) her sene Ramazan Eylül 2009 34 ayında o vakte kadar inen ayetleri Hz. Cebrail’e len salât, savm, zekat, ribâ, nikah, talak, şirk, nifak, okur, böylece hıfzındaki ayetleri tekrar tekrar küfür, birr, sadaka, takva, cihad vb. kavramlar Allah Cenab-ı Allah’a tescil ettirirdi. Bu okuma faaliyeti Resûlü’nün (sallallahü aleyhi ve sellem) gözeti- son sene hemen bütün Kuran-ı kerim ayetlerini minde ilk muhatap nesil/sahabe tarafından nasıl içine alacak şekilde iki defa yapılmıştır. Hz. Pey- doğru telakki edildiyse bugüne kadar ulaşan sahih gamberin (sallallahü aleyhi ve sellem) vefatından İslamî kaynaklarda da aynı şekliyle muhafaza edil- sonra aynı hassasiyet sahabe tarafından da göze- miştir. tilmiştir. Hz. Ebubekir’in (radıyallahü anh) hilafeti döneminde Kuran-ı kerim titiz bir çalışmayla Mus- İşte burada şu mühim soruyu sorabiliriz. haf haline getirilmiş, Hz. Osman (radıyallahü anh) Kuran-ı kerim’in mana ve mefhum olarak korun- döneminde de çoğaltılarak başlıca İslam memle- muşluğunu temin eden şey nedir? İlk bakışta böyle ketlerine dağıtılmıştır. O günden bugüne nâzil ol- bir soru garip karşılanabilir. Ama Kuran-ı kerim duğu gibi muhafaza edildiğinden, Kutsal Kitap’ta ayetlerinin icmalî ve umûmî anlatımı ve çoğunluk olduğu gibi Kuran-ı Kerim’in yer yer birbirleriyle çelişen farklı ifadelerinden ya da birbirlerine alternatif muhtelif nüshalarından söz etmek tarihin hiçbir döneminde mümkün olmamıştır. konunun ayrıntılarına girmeyen genel ifadeleri göz önünde bulundurulursa bunun gayet yerinde bir soru olduğu anlaşılacaktır. Çünkü Kuran-ı kerim lafızlarına hiç dokunulmadığı halde, sadece umumî ifadelerin keyfekeder tahsis edilmesi, icmalî anlatımlara yerli yersiz detaylar eklenmesi ve mutlak Kuran-ı kerim hükümlerinin konjonktüre göre orijinal halinden çıkartılıp saptırılması pekâlâ mümkündür. Nitekim tesettür tartışmaları bağlamında günümüzde bunun trajikomik örneklerini sıklıkla müşahede etmekteyiz. Şu halde Kuran-ı kerim lafızlarına dokunmadan Kuran-ı kerim’in anlamı üzerinde zamanla gerçekleşmesi muhtemel olan bu Kuran-ı Kerim’in lafız itibarıyla tahrif edilmeden günümüze kadar ulaştırılması kadar mühim bir diğer husus da Kuran-ı kerim’in mana ve mefhum itibarıyla da orijinal haliyle muhafaza edilmiş olmasıdır. Gerçekten Kuran-ı kerim’in lafzı değişmediği gibi, manası, mefhumu ve ifade ettiği dinî hükümler de değişmemiştir. Bunlar ilk gün ne ise bugün de odur. Kuran-ı kerim ayetlerinde açıkça ifade edi- 35 Eylül 2009 Hz. Ebubekir’in (radıyallahü anh) hilafeti döneminde Kuran-ı kerim titiz bir çalışmayla Mushaf haline getirilmiş, Hz. Osman (radıyallahü anh) döneminde de çoğaltılarak başlıca İslam memleketlerine dağıtılmıştır. O günden bugüne nâzil olduğu gibi muhafaza edildiğinden, Kutsal Kitap’ta olduğu gibi Kuran-ı Kerim’in yer yer birbirleriyle çelişen farklı ifadelerinden ya da birbirlerine alternatif muhtelif nüshalarından söz etmek tarihin hiçbir döneminde mümkün olmamıştır. tahrifin önündeki mani nedir? Şüphesiz bu soruya verilecek cevap sünnet olacaktır. Zira ayetler Allah Resülü (sallallahü aleyhi ve sellem) tarafından ilk defa müşahhas bir anlatıma kavuşmuş; onun söz ve uygulamalarıyla mücmel ayetler mufassal, mutlak ayetler mukayyet, umumî ayetler gerçek hususî anlamına ulaşmışlardır. Hz. Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) yine söz ve uygulamaları sayesinde yukarıda misallerine yer verdiğimiz İslamî kavramlar somut bir yapıya kavuşmuş, artık herhangi bir kurum veya kişinin bunları yeniden anlamlandırarak Kuran-ı kerim’in manasına müdahale edebilme imkanı kalmamıştır. Kuran-ı Kerim’in korunmuşluğu bağlamında burada ikinci mühim soruyu sorabiliriz. Kuran-ı kerim’in korunmuşluğunun teminatı olan sünnet ne kadar korunmuştur? Bugün muteber hadis kitaplarında yazılı bulunan sünnet birikimi gerçekten Hz. Peygamber efendimize mi (sallallahü aleyhi ve selEylül 2009 lem) aittir? Tarihte hadis uydurma faaliyetleri olduğunu biliyoruz. Buna rağmen önümüzdeki bir hadis metninin Hz. Peygamber efendimize (sallallahü aleyhi ve sellem) aidiyetine ne kadar güvenebiliriz? Bu sorular çoğaltılıp bütün bir hadis müktesebatının gerçekliğine dair kuşkular gündeme getirilebilir. Sonuç olarak bu sorulara verilecek muknî cevap hadis ilimlerinin gövdesini oluşturan sened sisteminde gizlidir. Evet, muteber hadis kitaplarında tashih edilen hadisler Hz. Peygamberimize (sallallahü aleyhi ve sellem) aittir, uydurma değildir. Çünkü bu hadisler mezkûr kaynaklara kaydedildiği döneme kadar mutemed bir râvi silsilesi/sened eşliğinde nakledilmiştir. Bu râvilerin yalan söylemiş olmaları ihtimali, doğru söylemiş olmaları ihtimali karşısında çok zayıftır. Böyle bir ihtimal, dini doğru anlama ve gereğince yaşama hedefinin çok uzağında, sadece kafa karıştırma amacına matuf ucuz bir spekülasyon malzemesi olabilir. Şimdi konumuzu ilgilendiren üçüncü mühim soruyu sorabiliriz. Kuran-ı kerim’in manaca korunmuşluğu sünnete, sünnetin korunmuşluğu râvilerin güvenilirliğine bağlandı. Peki, hadis senetlerinde yer alan râvilerin güvenilirliği neye göre tespit edilmiştir, onların güvenilir kimseler olduğunu bize temin eden şey nedir? İşte bu sorunun cevabı doğrudan konumuzla alakalıdır. Senet sistemi nasıl hadis metinlerinin teminatı ise bu sistemin önemli bir parçası olan cerh ve ta’dil sistemi de senet sisteminin teminatıdır. Tarih boyu muhaddis ve fakihlerden oluşan cerh ve ta’dil ulemasının kahir ekseriyetinin bu alanda ortaya koyduğu çaba ve dirayet tashih edilen senetlere güvenmemiz için yeterli delili teşkil etmektedir. Yazının bu kısmından itibaren ilgili âlimlerin cerh ve ta’dil alanında tesis ettikleri sistemi ana başlıklar halinde ele alacağız. Ancak konuya girmeden önce cerh ve ta’dil kelimelerinin ne anlama geldiğini görelim. a-) Birer Istılâh/Kavram Olarak Cerh Ve Ta’dîl Cerh kelimesi sözlükte yaralamak anlamında kullanılır. Ancak buradaki yaralamak fizikî olabileceği gibi manevî de olabilir. Nitekim kelime silahla bir kimseyi yaralamak anlamında kullanıldığı gibi, bir kişiye sövmek ve hakaret etmek suretiyle man36 evî anlamda yaralama için de kullanılabilir. Bu kelimenin Arap dilinde “ceraha şâhiden” (Şahidin adaletini düşürdü) cümlesinde olduğu gibi bir kimsenin güvenilir biri olmadığını ispatlamak için de kullanıldığı vakidir[1] . Bu son kullanım manevi anlamda yaralamayla irtibatlandırılabilir. Kuran-ı Kerim’in lafız Cerh kelimesi bir kavram olarak, ispat edildiğinde, râvî veya şahidin sözlerine itibar edilmeyip gereğince hareket edilmemesini sağlayan bir vasıf anlamına gelir. Bunun gibi cerh kelimesinin, bir raviyi, adalet veya zaptını ihlal edecek biçimde kötülemek, aleyhinde konuşmak anlamına geldiği de belirtilmiştir. itibarıyla tahrif edilmeden günümüze kadar ulaştırılması kadar mühim bir diğer husus da Kuran-ı kerim’in mana ve mefhum itibarıyla da orijinal Ta’dil kelimesi sözlükte zulmün karşıtı olarak adl kökünden gelmektedir. Bu bakımdan kelime “addele fülanen” cümlesinde olduğu gibi bir kimsenin doğru ve salih biri olduğunu söylemek, onu tezkiye etmek anlamına gelir. “Addele’l-mîzane” cümlesinde olduğu gibi düzeltmek anlamında kullanıldığı da vakidir[2] . Ta’dil kelimesi bir kavram olarak, ispat edildiğinde râvi veya şahidin sözlerine itibar edilip gereğince hareket edilmesini sağlayan bir vasıftır. Bunun gibi, bir râvinin doğru ve zapt ehli bir kimse olduğunu söyleyerek onu tezkiye etmek anlamına geldiği de söylenebilir.[3] Sonuç olarak cerh ve tadil; râvi ve şahitlerin, özellikle rivayet ve şahitliklerini ilgilendiren konular itibarıyla hallerini ortaya koymak, onların bu işe liyakatleri olup olmadığını açıklamak anlamına gelir. Konunun şahitlerle alakalı olan kısmı munhasıran fakihlerin ilgi alanına girerken, râvilerle alakalı olan kısmı ise müştereken muhaddisleri ve fakihleri ilgilendirmektedir. Zira bir fakih, karşılaştığı bir hadis rivayetinin dinde delil olmaya elverişli olup olmadığını tespit edebilmek için senedinde yer alan râvilerin güvenilir olup olmadıklarını bilmek zorundadır. Nitekim ilk devir fakihlerinin/müçtehitlerin özellikle ahkâm alanıyla ilgili hadis rivayetlerinin râvileri hakkında görüş belirttikleri bilinen bir husustur. Biz konunun hadis rivayetleriyle alakalı boyutunu incelediğimiz için konunun şahitleri ilgilendiren kısmı mevzunun dışında tutulacaktır. haliyle muhafaza edilmiş olmasıdır. b-) Cerh Ve Tadil Hangi Ölçülere Göre Yapılır? Cerh ve tadil işi sonuçta râvinin rivayet ettiği hadisi gerçekten naklettiği gibi işitip işitmediğini tespit etmek için yapılır. Bunu şu iki soruyla biraz açabiliriz. Birincisi, râvi, rivayet ettiği şeyi gerçekten sözünü ettiği kimseden/merviyyün anhtan işitmiş midir? İkincisi, gerçekten işitmiş olsa bile işittiği şeyi doğru anlamış ve doğru nakletmiş midir? Birinci sorunun cevabı râvinin ahlakı ve diyanetiyle ilgilidir. Burada söz konusu râvinin doğru sözlü, dürüst bir kimse olduğunu tespit etmek gerekiyor. Ayrıca konu, dinin temelini oluşturan hadis rivayetiyle ilgili olduğundan râvinin dinî durumu da göz önünde bulundurulmalıdır. Zira gayr-i Müslim bir kimsenin sırf İslam’ı tahrif amacıyla duymadığı bir şeyi rivayet etmesi mümkündür. Râvinin ahlakı ve diyanetiyle alakalı olan bu araştırmayı genel olarak konunun uzmanları “adalet” başlığı altında ele almışlardır. İkinci sorunun cevabı râvinin hafızası 37 Eylül 2009 Kuran-ı Kerim’in korunmuşluğu bağlamında burada ikinci mühim soruyu sorabiliriz. Kuran-ı kerim’in korunmuşluğunun teminatı olan sünnet ne kadar korunmuştur? Bugün muteber hadis kitaplarında yazılı bulunan sünnet birikimi gerçekten Hz. Peygamber efendimize mi (sallallahü aleyhi ve sellem) aittir? Tarihte hadis uydurma faaliyetleri olduğunu biliyoruz. Buna rağmen önümüzdeki bir hadis metninin Hz. Peygamber efendimize (sallallahü aleyhi ve sellem) aidiyetine ne kadar güvenebiliriz? ve muhakemesiyle ilgilidir. Duyduğu bir sözü doğru anlamak, belki yıllar sonra onu aynen duyduğu gibi aktarmak belli bir hafıza gücüne sahip olmayı gerekli kılar. Hafızası zayıf, anlayışı kıt, muhakemesi yetersiz olan bir kimsenin özelikle ahkâma taalluk eden hadisleri yanlış anlaması, hadisin belki bir harfinde gizlenen inceliği fark edememesi pekala mümkündür. Bu bakımdan hadislerin Allah resülünden sadır olduğu gibi muhafazası râvilerin bu yönlerden de incelenmesini gerektirmektedir. Konunun ilgilisi âlimler bu yönde yapılan râvi tahkikatını da başlıca “zapt” başlığı altında icra etmişlerdir. Şu halde cerh ve ta’dil işinin başlıca adalet ve zapt alanlarında yapıldığını söyleyebiliriz. Cerh ve ta’dil âlimlerinin bu iki alanda yaptıkları tahkikat yine bu alanlara ilişkin belli kriterler üzerinden yürütülmüştür. Bu kriterlerin adaletle ilgili olanları bulunduğu gibi zaptla ilgili olanları da vardır. Adaletle ilgili cerh ve ta’dil kriterleri başlıca şu beş şeydir: Müslüman olmak, buluğa ermiş olmak, akıllı olmak, fâsık olmamak ve mürüvvete muhalif hallerden uzak olmak. Eylül 2009 Zaptla ilgili cerh ve tadil kritlerleri de başlıca şu beş şeydir: Sika râvilere muhalif olmamak, hafızası zayıf olmamak, aşırı derecede yanılmamak, çok unutan biri olmamak, fazlaca vehme düşen biri olmamak .[4] Buna göre bir râvî yukarıda belirtilen şartlardan birine uygun vasıflarda olmadığı takdirde cerh ve ta’dil ehli tarafından cerh edilir. Artık söz konusu râvinin rivayetlerine ihtiyatla yaklaşılır. Yukarıda adalet ve zapt açısından râvilerde bulunması gereken şartları gördük. Şimdi bir râvinin bu şartları haiz olup olmadığının yani adalet ve zapt vasfının nasıl tespit edildiği konusuna geçebiliriz. c-) Bir Râvinin Adalet Ve Zapt Sahibi Olduğu Nasıl Tespit Edilir? Hadis rivayet eden bir kimsenin adalet sahibi olduğunu tespit için iki yol vardır. Birinci yola göre, muteber hadis imamlarının en azından birinin o kimse hakkında tezkiye/ta’dilde bulunmuş olması gerekir. Aksine bir beyan/cerh olmadıkça hakkında âdil/salih olduğuna dair velev bir âlimin de olsa beyanı bulunan râvi âdil kabul edilir. İkinci yola göre bir râvi ümmet içinde adaletle şöhret bulduysa artık bu kimsenin âdil olduğuna hükmedilir .[5] Rivayetlerine şüpheyle yaklaşmak doğru olmadığı gibi onun hakkında âlimlerin hususi bir tezkiyesi de aranmaz. Dört mezhep imamı ve büyük hadis imamlarının adaleti bu ikinci yolla sabittir. Bir râvinin zaptı güçlü bir kimse olup olmadığının tespiti ise onun rivayetlerinin durumuna bağlıdır. Çoğunluk rivayetleri sika râvilerin rivayetlerine uygun ise bu râvinin zâbıt/zaptı güçlü olduğuna hükmedilir. Aksine sika râvilere muhalefeti çok olduğunda bu râvinin zabtında bir halel bulunduğu anlaşılır ve rivayetlerine ihtiyatla yaklaşılır. Bir râvinin âdil olduğuna dair beyanın müfesser/gerekçeli olması gerekmez. Fakat cerh bundan farklıdır. Râvi hakkında yapılan cerhin mutlaka gerekçesiyle birlikte zikredilmiş olması gerekir. Bir râvinin adalet sahibi olmasının göstergesi olarak 38 sayılması gereken vasıflar çoktur. Muaddilden[6] bunların hepsini saymasını beklemek doğru olmaz. Ancak cerh için bir vasıf da bulunsa kâfidir. Bu sebeple cârihten[7] , râvinin cerhine medar olan hususu açıklamasını beklemek yanlış olmaz. Ayrıca cerh sebepleri yerine göre izafilik arz edebilir. Kimine göre cerh sebebi olan husus, diğerlerine göre cerh sebebi olmayabilir. Bu bakımdan da mutlaka râvide cerhi gerektiren hususun belirtilmesi gerekir. Bir kimsenin âdil veya mecrûh kabul edilebilmesi için hakkında cerh veya ta’dilde bulunan kimselerde sayı şartı aranmamaktadır. Ta’diline itibar edilen kimse olduktan sonra bir kişinin ta’diliyle bir râvî âdil sayıldığı gibi, -sahih kabul edilen görüşe göre- cerhine itibar edilen kimse olduktan sonra bir kişinin cerhiyle de bir râvi mecrûh olabilir. Bir râvi hakkında hem ta’dil hem de cerh beyanı bulunduğunda cerhin durumuna bakılır. Eğer cerh müfesser ise ta’dile tercih edilir. Aksi takdirde ta’dil muteberdir. Yukarıda da belirtildiği gibi fısk bir râvinin adaletine mani bir vasıftır. Ancak fâsık olduktan sonra bir râvi samimiyetle tevbe ederse bu kimsenin rivayetleri kabul edilir. Ancak hadiste yalan söylemiş olmak bundan müstesnadır. Hadiste bir defa yalan söylediği tespit edilen kimse tevbe etmiş bile olsa onun hadislerine itibar edilmez. d-) Kimlerin Cerh-Ta’dîline İtibar Edilir? Hadis rivayeti dinî hükümlere temel teşkil ettiğinden güvenilir olmayan râvilerin tespiti dinî bir sorumluluk olduğu gibi, haksız yere bir râvinin güvenilir olmadığına hükmetmek de hem bir sorumluluk hem de onun kanalıyla gelecek rivayetler açısından bakıldığında bir mahrumiyettir. Bu bakımdan râvilerde bir kısım şartlar arandığı gibi râviler hakkında konuşan kimselerde de bir kısım şartlar aranır. Ancak bu şartları haiz olan bir kimsenin râvilerle ilgili sözleri itibara alınır. Bu şartların başlıcalarını aşağıdaki gibi sıralayabiliriz: Cârih ve muaddilin cerh ve tadil sebeplerini bilmesi gerekir. Cârih ve muaddilin âdil ve bu konuda dikkatli ve titiz davranan bir kimse olması gerekir. Taassuptan uzak olması gerekir. Arap dilini incelikleriyle bilmesi gerekir. Bu şartları haiz olmayan kimsenin çok defa haksız yere ve haddi aşan beyanatlarda bulunması mümkündür. Nitekim cerh ve tadil geleneğinde zaman zaman haksız yere ve ölçüsüz cerhlerin yapıldığını muhakkık âlimler tespit etmiştir. Bunun gibi zaman zaman şahsi geçimsizlikler ya da kıskançlık vesilesiyle bazı râvilerin cerh edildiğine de şahit olunmuştur. Bu sebeple muhakkık hadis âlimleri genelde akranların birbirleri hakkındaki cerhlerine ihtiyatla yaklaşmışlardır. Cârih ve muaddilde aranan şartlar içinden taassuptan uzak olma şartı pek anlamlıdır. Nitekim büyük imamların bile sırf meşrep ve anlayış taassubuna bağlı olarak ta’n edildiğini yine muhakkık hadis âlimleri tespit etmiş, bu konuda orta yolu belirlemişlerdir. e-) Cerh Ve Ta’dîl İlminde Sıkça Kullanılan Tabirler Ve Cerh Ve Ta’dîl Mertebeleri Cerh ve ta’dil edebiyatında zamanla râvilerin hallerini farklı yönlerden ve muhtelif dozlarda anlatan deyimler oluşmuştur. Bu deyimlerin bir kısmı cerh için kullanılırken bir kısmı ta’dil ve tevsîk için kullanılmıştır. Hatta râvilerin rivayet konusundaki mevsûkiyeti, haklarında kullanılan bu deyimlerin durumuna göre farklı mertebelere tekabül etmektedir. Büyük cerh ve ta’dil imamı İbn-i Ebî Hatim, “el-Cerhu ve’t-ta’dil” adlı eserinde cerh ve tadil mertebelerinin her biri için dört mertebe tayin etmiştir. Daha sonra gelen âlimler her ikisine de ikişer mertebe ekleyerek her biri altı mertebe olmak üzere cerh ve tadil mertebelerini toplam on iki mertebeye çıkarmışlardır. Bu mertebeler aşağıda anlatıldığı gibidir: Tevsik konusunda mübalağa bildiren bir cümleyle veya ism-i tafdil kalıbı kullanılarak yapılan ta’diller. Mesela “fülanün ileyhi’l-münteha fi’t-tesebbüt”, “fülanün esbetünnasi” gibi ta’dil ifadeleri böyledir. 39 Eylül 2009 Sonuç olarak bu sorulara verilecek muknî cevap hadis ilimlerinin gövdesini oluşturan sened sisteminde gizlidir. Evet, muteber hadis kitaplarında tashih edilen hadisler Hz. Peygamberimize (sallallahü aleyhi ve sellem) aittir, uydurma değildir. Çünkü bu hadisler mezkûr kaynaklara kaydedildiği döneme kadar mutemed bir râvi silsilesi/sened eşliğinde nakledilmiştir. Tevsik sıfatlarından bir veya iki tanesi zikredilerek te’kitli yapılan ta’diller. Mesela “sikatün sikatün”, “sikatün sebtün” gibi deyimler bu mertebeye işaret eder. Herhangi bir te’kit olmaksızın doğrudan râvinin mevsukiyetine delalet eden kelimelerle yapılan ta’diller. Mesela “fülanün sikatün”, “fülanün huccetün” gibi ifadelerle yapılan ta’diller gibi. Râvinin zaptına temas edilmeden sadece adaletine delalet eden lafızlarla yapılan ta’diller. Mesela “fülanün sadûkun”, “fülanün mahallühü’ssıdku”, “fülanün la be’se bihi” gibi ta’diller bu kabildendir. Ancak sonuncu ta’dil tabirini Yahya bin Maîn, râvinin sika olduğunu bildirmek için kullanmıştır. Râvinin tevsik veya tecrihine delalet etmeyen mutlak ifadelerle yapılan ta’diller. Mesela “fülanün şeyhun”, “fülanün ravâ anhü’n-nâsü” gibi ta’diller böyledir. Eylül 2009 Tecrih ima eden ta’diller. Mesela “fülanün sâlihu’l-hadis”, “fülanün yüktebü hadisühü” gibi ta’diller bu kabildendir. Bu mertebelerden ilk üçüne giren râvilerin rivayetleri, aralarında kuvvetçe fark olmakla beraber delil kabul edilir. Dördüncü ve beşinci mertebelere giren râvilerin rivayetleri delil kabul edilmez. Fakat bunların hadisleri yazılır ve rivayetleri takip edilir. Eğer rivayetleri sikaların rivayetlerine uygun çıkarsa hadisleri delil kabul edilir. Aksi takdirde kabul edilmez. Altıncı mertebeye giren râvilerin rivayetleri delil kabul edilmez.[8] Onların rivayetleri ancak itibar[9] amacıyla yazılır. Cerh mertebeleri: Telyîne delalet eden cerhler. Mesela “fülanün leyyinü’l-hadis”, “fülanün fîhi makâl” gibi ifadeler yapılan cerhler böyledir. Rivayetiyle ihticac olunamayacağı gibi anlamlara gelen sözlerle yapılan cerhler. Mesela “fülanün la yuhteccü bi hadisihi”, “fülanün zaîfün”, “fülanün lehû menâkîru” gibi cümlelerle yapılan ta’nlar böyledir. Hadisinin yazılamayacağı gibi ifadelerle yapılan cerhler. Mesela “fülanün lâ yüktebü hadisühü”, “fülanün la tehıllü’r-rivayetü anhü”, “fülanün zaîfün cidden” gibi cümlelerle yapılan cerhler böyledir. Yalancılık ve benzeri vasıflarla itham edildiğini bildiren tabirlerle yapılan cerhler. Mesela “fülanün müttehemün bi’l-kezibi”, “fülanün müttehemün bi’l-vad’i”, “fülanün yesriku’l-hadise”, “fülanün sâkıtun”, “fülanün metrûkun”, “fülanün leyse bi sikatin” gibi tabirlerle yapılan cerhler bu kabildir. Doğrudan yalancılık ve benzeri şeylerle vasıflayan ifadelerle yapılan cerhler. Mesela “fülanün kezzâbün”, “fülanün deccâlün”, “fülanün vaddâun”, “fülanün yekzibü” ve “fülanün yedau” gibi cümlelerle yapılan cerhler bu türdendir. 40 Yalancılıkta mübalağa bildiren lafızlarla yapılan cerhler. Mesela “fülanün ekzebünnasi”, “fülanün ileyhi’l-müntehâ fi’l-kezibi”, “fülanün ruknü’l-kezibi” gibi deyimlerle yapılan cerhler bu kısma girer. Tehzîbü’t-tehzîb Eser İbn-i Hacer el-Askalânî’ye (v. 852h.) aittir. Yukarıda ismi geçen el-Kemâl fî esmâi’r-ricâl üzerine Hafız el-Mizzî tarafından yapılan Tehzîbü’l-Kemâl isimli kitaba yapılan bir tehzîb[11] çalışmasıdır Cerh mertebelerinden ilk iki mertebeye giren râvilerin rivayetleri delil kabul edilmez. Lakin bunların hadisleri i'tibâr maksadıyla yazılır. Geriye kalan mertebelere giren râvilerin hadisleri ne delil olarak alınır ne de itibar için yazılır. Bunların hadisleri hiçbir surette dikkate alınmaz .[10] Sonuç olarak cerh-ta’dîl usulü İslamî ilimlere kaynaklık teşkil eden bilumum rivayetlerin güvenilirliğinin en büyük teminatıdır. Bu sadece hadis ilimleri için değil, nakle dayalı bütün siyer-tarih vb. ilimler için de mevzu bahistir. f-) Başlıca cerh ve ta’dîl kitapları Cerh ve ta’dil konusu hadislerin tashih ve taz’îfinde önemli bir yer işgal ettiğinden ilk devirlerden itibaren muhakkık âlimler bu alanda eserler vermiş, konuyla ilgili müktesebatı muhafaza etmişlerdir. Nitekim senet incelemeleri genelde bu kitaplarda kaydedilen raporlara göre yapılmıştır. Bu alanda kaleme alınan başlıca eserlerin listesi aşağıda verilmiştir: et-Târîhu’l-kebîr Bu kitap sika ve zayıf râvileri konu almaktadır ve İmam Buharî (v. 256h.) tarafından kaleme alınmıştır. Buraya kadarki anlatılanlar da gösteriyor ki cerh-ta’dîl usûlü kendi içinde son derece tarafsız, tutarlı ve gerçekçi kıstaslar üzerine oturmaktadır. Bu kıstaslar ve üzerine ibtinâ eden cerh-ta’dîl müktesebâtı mevcut hadis rivayetlerinin sahih olanlarını zayıf olanlarından ayırt etmek için muhaddislerin en sık başvurduğu bilgi kaynaklarındandır. Şurası bir gerçek ki, tarih içinde bazı râvîler haksız ya da abartılı tenkitlere maruz kalmıştır. Ama muhakkık hadis âlimleri bu kıstaslardan hareketle bu gibi arızaları tespit etmiş ve mezkûr râvîlerin itibarlarını iade etmiştir. Şu halde hadis tarihindeki bir iki uç misali gözde büyüterek top yekûn cerh-ta’dîl müktesebâtını gölgelemeye kalkışmak adalet ve insaf ölçülerine sığmaz. ........................................................................................... el-Cerhu ve’t-ta’dîl Bu kitap da hem sika hem zayıf râvileri ele almaktadır. İbn-i Ebî Hatim (v. 327h.) tarafından yazılmıştır. Dipnotlar: 1. el-Kâmûsü’l-muhît, c. 1, s. 328. 2. el-Kâmûsü’l-muhît, c. 2, s. 1321. es-Sikât Sadece sika râvileri konu edinir. İbni Hibbân (v. 354h.) tarafından kaleme alınmıştır. 3. Dr. Nurettin el-Itr, Usulü’l-cerhi ve’t-ta’dîl, s. 7. 4. Tahhân, Usûlü’t-tahrîc ve dirâsetü’l-esânîd, s. 141. 5. A.g.e., s. 141. el-Kâmil fi’d-duafâ İbn-i Adiyy (v. 365h.) tarafından kaleme alınmıştır ve sadece zayıf râvileri içerir. 6. Bir râvînin âdil olduğunu beyan eden kimse. 7. Bir râvînin âdil ya da zâbıt olmadığını beyan eden kimse. 8. Allame Mahmut et-Tahhân, hakkında “sadûk” denen ravilerle ilgili olarak İbn-i Hacer’in kendine has bir değerlendirmesinin olduğunu bildirir. el-Kemâl fî esmâi’r-ricâl Abdulganî el-Makdisî (v. 600 h.) tarafından yazılmış olup hem sika hem de zayıf râvileri içerir. Ancak içerdiği râviler kütübi sitte râvileriyle sınırlıdır. 9. İtibar, tek bir râvi tarafından rivayet edilen bir hadisin farklı tariklerini arayarak bu rivayette ona müşareket eden birinin olup olmadığını tespit etmeye çalışmaktır. 10. Tahhân, Usûlü’t-tahrîc ve dirâsetü’l-esânîd, s. 144-146.Tehzîb, önceden yazıl- mış bir kitaba, ihtisar, düzenleme ve gerek görüldüğünde tashih ve ziyadeler yapmak suretiyle kitabın fâidesini itmama yönelik bir nevi telif çalışmasıdır. Mîzânü’l-itidâl Kabul edilsin ya da edilmesin, geçmişte hakkında cerh bulunan râvileri konu edinmektedir. Eser Hafız Zehebî’ye (v. 748h.) aittir.. 11.Tehzîb, önceden yazılmış bir kitaba, ihtisar, düzenleme ve gerek görüldüğünde tashih ve ziyadeler yapmak suretiyle kitabın fâidesini itmama yönelik bir nevi telif çalışmasıdır. 41 Eylül 2009 Ahmet HALİLOĞLU İmam Muhammed Zâhid el-Kevserî (K.S.) Osmanlı’nın son asrında başlayan ve belki de günümüze kadar uzanan “ Osmanlı’nın (genel anlamda da İslam Aleminin) geri kalmasındaki en önemli pay ictihad kapısının İmam-ı Gazali ile kapanmasıdır” tartışması günümüzde de devam ediyor. Fıkıh başta olmak üzere tüm İslami ilim dallarında yenilikler yapılmasının isteyen bu anlayışın önünde aşılmaz bir kale olarak İmam Zahidül Kevseri duruyor ve durmaya da biiznillah devam edecek. Zahid Efendi merhum Kafkas muhaciri bir aileye mensuptur. Babası Hacı Hasan Hilmi Efendi alim ve fazıl bir kişidir. Ahmed Ziyaüddin Gümüşhanevi Hazretlerinin hulefasındandır.Kendi ismini taşıyan köyde talebe yetiştirmek ve irşad vazifesi ile hemhal olmuştur. Zahidül Kevseri merhum işte Eylül 2009 42 böyle bir ilim ehli ailede 1879/1296’da dünyaya teşrif buyururlar. İmam Zahidül Kevseri gözünü dünyaya ilim meclisinde açtığı için ilk eğitimini de babasından aldıktan sonra Düzce’de muhtelif hocalar da ilim tahsil eder. Zahid Efendi merhum 15 yaşındayken İstanbul’a gelir. Sene 1894’tür. İstanbul en keşmekeş devresini yaşamaktadır. Ermenilerin desteklediği ve Batı’dan esen Sultan Abdulhamid Han karşıtı modernist rüzgarların yanında İstanbul’da bir de Afgani rüzgarı esmektedir. Pek çok insanı etkileyen Afgani meselesine ileride değineceğiz. Zahidül Kevseri İstanbul’da pek çok alimin derslerine devam etmesinin yanı sıra Gümüşhanevi Tekkesinin o dönemdeki postnişini olan Kastamonulu Hasan Hilmi Efendi’ye intisap eder. Hasan Hilmi Efendi hem babasının dostu hem de Kevseri’nin hayatında derin izler bırakmış olan hocası Alasonyalı Ali Zeynel Abidin Efendi’nin de üstadıdır. Kevseri merhum İstanbul’da ilk olarak Eğinli İbrahim Hakkı Efendi’de okumuş, O’nun vefatı ile yine hocasının tavsiyesi ile Alasonyalı Ali Zeynel Abidin Efendi’ye devam etmiştir. Zahid Efendi merhum 26 yaşında iken Hocasından İslami ilimleri bitirerek icazet alır. 28 yaşında ruus imtihanına girerek alim unvanını alır ve Fatih Medreselerine dersiam olur. Bir yandan talebe okutmaktayken diğer yandan medreselerin ıslahı için kurulan bir komisyona seçilir. Ancak burada karşısına İttihad ve Terakki çıkar. Ne hazindir ki bu ülkeyi kurtarmak adına yola çıkan İttihad’çılar zaman içinde muhtelif mahfillerce avlanırlar ve memleketin insanına yabancı bir hale gelirler. Milletin değerleri onlar için bir şey ifade etmez. Onlar Jön Türkler döneminde Avrupa’da sürgünde kaldıkları dönemde bu milletin değerlerine yabancı bir hale gelirler. Bu komisyonda Zahidül Kevseri merhum İttihadçı’ların tepkisini çeker. Çünkü İttihadçı’lar medreselerin ıslahını değil imhasını istemektedirler. Medrese eğitimi için gerekli olan süre düşürülmekle kalmıyor, araya modern bilimlere ait dersler de konulmaya çalışılmaktadır. Zahid Efendi merhum bunun sakıncalarını ispat edince İttihad ve Terakki’nin kara listesine girer. O devirde hangi alimler kara listeye girmemiştir ki! Mesela Fatih Çarşamba’da İsmet Garibullah Tekkesi Postişini Bandırmalı Ali Rıza Bezzaz Efendi vefat edince yerine normalde halifesi Ahıskalı Ali Haydar Efendi’nin geçmesi gerekmektedir. Ancak Ali Haydar Efendi cennetmekan Sultan Abdulhamid-i Sani’den taraf olması, İttihad ve Terakki’ye muhalefet etmesi nedeniyle kara listede olduğundan; tekke’ye bir başkası şeyh olarak atanmıştır. Ali Haydar Efendi kendi hakkı olan tekkeye 1914’ten 1919’a kadar girememiştir. 1919’da İttihad ve Terakki iktidardan düşünce hakkına kavuşabilmiştir. Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi’ye İttihadçı’ların yaptığı zulmü daha önce anlatmıştık. Zahid Efendi merhum bu esnada Darü’l Fünun’da Fıkıh hocalığı için yapılan imtihanı birinci olarak kazanır. Ancak İttihadçı’ların devreye girmesi ile beraber hakkı gasbedilir ve Hocaefendi bu göreve getirilmez. Darü’l Fünun bugün İstanbul Üniversitesine dönüşmüştür. Bunun üzerine Hocaefendi Kastamonu’da yeni açılan medreseyi faaliyete geçirmekle görevlendirilir. Üç yıl Kastamonu’da kalan Hocaefendi İstanbul’a döndükten bir süre sonra da Süleymaniye Medreselerine dersiam olarak atanır. Hemen akabinde ise Şeyhülislam’ın ders vekili olur. Bir süre sonra hükümetle anlaşamaması nedeniyle bu görevinden azledilir. Zahid Efendi merhum hayatı boyunca Ehl-i Sünneti müdafaa etmiştir. Hayatı boyunca inandığı doğruları ölümü pahasına savunmuştur. 1922 senesinde tutuklanması veya suikaste kurban gitmesi söz konusu olmuş, bir ahbabı kendisine kurulan tertibi bildirince ailesine bile haber vermeden doğruca İskenderiye’ye giden bir gemiye binmiş ve memleketini terk etmiştir. Ancak işin doğrusu bu bir sevk-i ilahidir. Çünkü Türkiye’de bir süre sonra ilim meclisleri dağıtılacaktır. Mısır ve El-Ezher’de Afgani ve Abduh’un açtığı çığır büyüyecek, devasa bir kar topu çığa dönüşecektir. Modernist çığın İslam Aleminin üzerine kar topu gibi düşmesi an meselesidir. Dinin sahibi olan Allah-ü Teala; Zahid Efendi merhumu bir hicret-i rabbani ile Mısır’a sevk etmiş ve bugün bile tartışılan konular da Zahid Efendi merhumun devasa eserler vermesini sağlamıştır. Zahid Efendinin Mısır yılları ilim açısından velut olmasına rağmen maddi sıkıntılar ile geçmiştir. Ailesini hicretinden sekiz sene sonra Mısır’a getirebilmiş, maddi imkansızlıklar yakasını bırakmamıştır. Şam-ı Şerif’e yaptığı bir seyahatte parasız kalmış, açlığını su içerek ve ecdad yadigarı el yazması eserleri tetkik ile gidermiştir. 35 yaşlarında evlenen Kevseri merhum bir oğlu ve bir kızını İstanbul’da iken kaybetmiş, diğer kızı Seniha Hanım Mısır’a gittikten sonra tifodan hayatını kaybetmiştir. Hayatta kalan diğer kızı Meliha Hanım ise kardeşinden on dört sene sonra şeker hastalığı neticesinde gözlerini yummuştur. Hicret sıkıntılarının üzerine bir de evlat acısı yaşayan Zahid Efendi ilmi faaliyetlerinden geri durmamıştır. 43 Eylül 2009 yardım tekliflerini reddetmiş, kendisine maddi getiri sağlayacak iş tekliflerini de hakkını eda edemeyeceği gerekçesiyle reddetmiştir. Hey gidi Osmanlı he! Ne alimler yetiştirmiş. Bugün parasız bırakın kitabı makale bile yazmayanlara en güzel ibret İmam Zahidül Kevseri’dir. 11 Ağustos 1952’de ebedi aleme irtihal etmiştir. Mevla Teala; Efendimiz ile beraber vahyi noktalamıştır. Ancak Ümmetin istikametinin muhafazası, itikadi ve ameli bidatlerin toplumu ifsad ederek Kuranı ve Sünneti örtmelerinin önüne geçmek üzere her asırda mücedditler göndermiştir. Bu asrın müceddidi ise hiç kuşkusuz İmam Zahidül Kevseridir. Zahidül Kevseri ve Talebesi Abdulfettah ebu Gudde İmam Zahidül Kevseri’nin hayatında bendenizi etkileyen en önemli meselelerden birisi Hocaefendi’nin ilme olan tutkunluğudur. Hocaefendi ; 65 evet atmış beş yaşındayken Mısır’da Şeyh Yusuf ed-Dicvi’nin önüne diz çökmüş,O’ndan İmam Malik’in Muvatta’sını okumuş ve icazet almıştır. Bugün icazete gerek yoktur diyenlerin kulakları çınlasın. İlmin yaşı ve emekliliği olmaz sözünün en güzel ispatıdır. Mısır’da gayret-i diniye sahibi bazı yayınevi sahipleri ile irtibata geçerek el yazması eslafın eserlerini bastırmakla kalmamış, reformist akımlara cevap mahiyetinde eserler kaleme almıştır. Bu çok tepki çekmiş, Mısır’dan sınır dışı edilmesi için sayısız defalar girişimde bulunulmuştur. Ama Allahu Zulcelal O’nu Mısır’da tutmuştur. Zahid Efendi merhum ömrünün son senesinde önce gözünden rahatsızlanmış, ardından prostat hastalığına düçar olmuştur. İlaç almak için kitaplarını satmaya başlamıştır. Kendisine gelen Eylül 2009 İmam Zahidül Kevseri Türkiye’deyken 23, Mısır’da iken 31 adet eser kaleme almıştır. 40 tane esere tahkik ve talik yazarak neşrettirmiş, 3 tane eseri de Türkçe’den Arapça’ya tercüme etmiştir. Kevseri merhumun Türkiye’de kaleme aldığı eserlerin hemen hemen hepsi neşredilmemiş ve akıbetleri de meçhuldür. Kevseri Külliyatının baş eseri Te’nibü’l Hatib’dir. Hatib el Bağdadi’nin Tarihul Bağdad isimli eserinde İmam-ı Azam hakkında naklettiği rivayetleri tek tek ele almış, senet, metin ve sıhhat bakımından incelemiş, hatalı kısımları çürütmüştür. İmam-ı Azam müdafaası yapan eserler içinde Kevseri’nin bu eseri şaheser niteliktedir. Kevseri merhumun ilmi dirayetini bugün ülkemizde pekte bilinmeyen cerh ve tadil ilmindeki maharetini gözler önüne sermektedir. Bu eser İslam Aleminde Kevseri merhumun ilmi otoritesini pekiştirmiştir. Hatta Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi merhum “ Dostum Zahid Efendinin sahili olmayan iki deryada hadis ve fıkıh ilminde emsalsiz olduğunu itiraf ediyorum. En-Nüketü’t Tarife isimli eserinde ise Zahidül Kevseri İbni Ebi Şeybe’ye reddiye mahiyetindedir. İbni Ebi Şeybe 125 mesele de İmam-ı Azam’ın hadislere muhalefet ettiğini ileri sürmüştür. İmam Zahidül Kevseri bu meseleleri tek tek ele almış ve İmam-ı Azam’ın büyüklüğünü, ilmi kemalatını ispat etmiştir. İmam el-Kevseri; 125 meselenin yarısında 44 Zahidül Kevseri’nin Mısırdaki Kabri İmam-ı Azam’ın farklı hadisler ile amel ettiğini, geri kalan kısmın beşte birinde İmam-ı Azam’ın ayetler ile hareket ettiğini, ikinci beşte birlik kısımda İmamı Azam’ın meşhur haberler ile amel ettiğini, üçüncü beşte birlik kısımda İbni Ebi Şeybe’nin meseleyi yanlış anladığını, dördüncü beşte birlik meselede İmam-ı Azam’ın anlayışının inceliğini sergilediğini söyler ve İmam-ı Azam’ın bir sevap aldığı mesele sayısının İbn-i Ebi Şeybe’nin iddia ettiği gibi 125 değil ancak on civarında olduğunu ispat etmiştir. İmam-ı Azam’ın seksen üç bin meseleyi vuzuha kavuşturduğu düşünülürse İmam-ı Azam’ın büyüklüğü gözler önüne serilecektir. Bugün modernistler tarafından sık sık gündeme getirilen İsa as’ın nüzulüne dair telif ettiği Nazratün Abirah isimli eserinde İmam Kevseri; bu meselenin Kuran, Sünnet ve icma ile sabit olduğu ispat etmiştir. Bu eserinde nüzul-u İsa as ile ilgili hadislerin manevi mütevatir olduğunu ve icmanın ise kati olduğunu bildirerek Ehl-i Sünnetin bu mesele ile ilgili görüşünü ortaya koymuştur. İbni Teymiyye ve İbni Kayyım başta olmak üzere Ehl-i Sünnetten ayrılan her kesim İmam Zahidül Kevserinin feyizli ve berrak kaleminden nasibini almıştır. Zahidül Kevseri Hazretleri ; bir yandan da alim yetiştirmiştir : Abdulfettah Ebu Gudde, Muhammed Avvame, Ahmet Hayri, Emin Saraç, Ali Ulvi Kurucu, Ali Yakup Cenkçiler gibi mümtaz şahsiyetler rahle-i tedrisinden geçmiştir. Talebelerinden Suriyeli Abdulfettah Ebu Gudde asrımızın muhaddisi olarak telakki edilmektedir. Ebu Gudde hocasına büyük bir bağlılıkla ile tutkundur. Türkiye’ye geldiklerinde Fatih Camii’nde hocasının ders okuduğunu/okuttuğunu öğrenince hıçkıra hıçkıra ağlamış; Düzce’de hocasının annesi ve babasının kabirlerini arayıp bulmuştur. Talebeleri dağıldıkları ülkeler de Ehl-i Sünnet itikadının müdafileri olarak hizmetlerini sürdürmüşlerdir Muhammed Yusuf el-Bennûrî, Yusuf edDicvî, Selâme el-Azzâmî, Abdülvehhâb Abdüllatîf, Abdurrahman Halîfe, Ahmed Hayrî, Abdülfettâh Ebû Gudde, Emin Saraç gibi pek çok alim İmam Zahidül Kevseri’nin asrın müceddidi olduğunda müttefiktirler. Allah şefaatlerine nail eylesin. 45 Eylül 2009 Seyyid Ahmed er Rufai Hazretleri’nden Alla h’a Güve nm e k İbn-i Ömer (r.a), Rasûlullah (s.a.v) Efendimizin şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: “Sizden biri Cuma gününe yetişirse, (namaza gitmeden önce) gusül abdesti alsın.” Bu hadis-i şerif, ilahî münacatın büyüklüğünden bahsetmektedir. Kul, namaz kılarken – bilhassa Cuma gününde ve Cuma namazında- Rabbiyle gizlice konuşur. İnsan o günde, Hakk’ın huzurunu ziyadesiyle müşahede eder. Hadiste bahsi geçen guslün manası, kalbi maddi ve manevi bütün kirlerden yıkamaktır. Fıkhî yönden böyle bir temizlik şart olmamakla birlikte bu sır, guslün sırlarından bir tanesidir. Gusülde, ancak ehli olanın anlayabileceği akıllara durgunluk veren batini sırlar mevcuttur. Ey oğul! Allah’ın nizamının güzelliğine, işlerinin inceliğine ve her şeyin üzerindeki hâkimiyetinin büyüklüğüne bakan kimse, Allah’ın, yaptıklarından ötürü hesaba çekeceğini bilmesi gerekir. Kulların perçemleri, O’nun elindedir ve kullarını istediği gibi evirir çevirir. Onların mutluluğu ve mutsuzluğu, O’nun hikmetinin içine gizlenmiştir. Hiç kimse O’nun kararına karşı çıkamaz ve hükmünü eleştiremez. Kul, zikredilen bu manaları kendi zatında gerçekleştirdiğinde Allah’a sarılır, O’na teslim olur ve her şeyini O’na havale eder. O’nun manevi huzurunda muzdarip bir hâlde durur. Artık O’nda ne güç, ne kuvvet, ne tercih, ne bağ, ne tedbir ne de soru kalır. İki cihanın huzuru ve neşesi, Allah’a sımsıkı sarılmakla elde edilir. İki cihanın kederi ve sıkıntısı da, Allah’tan başkasına bel bağlamakta, kendinde bir güç, bir kuvvet olduğunu zannetmektedir. Allah Teâlâ’nın, Rasûlullah (s.a.v) Efendimize hitaben buyurduğu “De ki: Ben Allah’ın dilediğinden başka kendime herhangi bir fayda veya zarar verecek güce sahip değilim…” ayetine ve Allah ile Musa (a.s)’ın çöldeki buluşmalarında Musa (a.s), “Ben kendimden ve kardeşimden başkasına hâkim olamıyorum…” sözüne karşılık gösterdiği muameleye bakmaz mısın? Ârifler, “Hemen pabuçlarını çıkar!” ayetinin manasını, ‘kalbinden eşini, çocuğunu ve Allah’tan gayrı ne varsa her şeyi çıkar’ şeklinde yorumlamışlardır. Sonra Allah Teâlâ Musa (as)’a sordu: “Şu sağ elindeki nedir ya Musa?” o da şu cevabı verdi: “O benim asamdır.” Bu sözü ile asaya güvendiğini ima etti. Allah Teâlâ’nın, onunla ne yaparsın sorusuna “Ona dayanırım.” cevabını verdi. Bunun üzerine şu emri Eylül 2009 46 aldı: “Yere at onu ey Musa. Onu hemen yere attı. Bir de ne görsün, hızla sürünen bir yılan değil mi!” Allah Teâlâ ona şöyle dedi: “Ey Musa! Kalbinin benden başkasına güvenmesinden dolayı, kendisine dayandığını söylediğin bu şey, sana düşman kesildi.” Allah Teâlâ, Musa (as)’ın, hatasını anlayarak kalbine yöneldiğini görünce: “Onu al! Korkma! Dedi.” Rasûllulah (s.a.v) Efendimize de şu emir geldi: “De ki: Allah’ın bizim için yazdığından başkası, bize asla erişemez…” Bir kutsî hadiste şöyle buyruldu: “Başına bir belâ gelen kul, beni bir kenara atıp yarattıklarıma bel bağlarsa, ona katımdan gönderdiğim yardımı keser, onu kendi kendisiyle baş başa bırakırım! Başına bir belâ gelip yarattıklarım yerine bana sarılan kuluma daha istemeden muradını verir ve dua etmeden önce duasını kabul ederim”. Rivayet edildiğine göre Cenâb-ı Hak, Dâvud (a.s)’a şöyle vahyetti: “İzzetim, celâlim, azametim ve yarattıklarıma olan üstünlüğüm hakkı için, kullarımdan biri insanları bırakıp bana güvenirse, bu hâli sebebi ile yedi kat gökte ve yedi kat yerde bulunanlar, kendisine düşman olsalar dahi onun için bir kurtuluş yolu açarım. İzzetim, celâlim, azametim ve yarattıklarıma olan üstünlüğüm hakkı için kullarımdan birinin kalbinde, beni bırakıp insanlara güvendiğine dair bir his olduğunu sezersem, kurtuluş yollarını keser, ne yanda helâk olduğunu umursamam. Kalbini oyalayıcı işler, hırs ve asla ulaşamayacağı arzularla doldururum!” Bir başka rivayet ise, şöyledir: “Bir kimse Allah’a sığınır, ondan yardım dilerse Allah, bütün insanları bu kuluna muhtaç eder. Onu, hikmetiyle konuşturur ve iki cihanın şahı yapar. Bir kimse de Allah’ı bırakıp mahlûkata dayanırsa Allah onu kendi haline bırakır, ona sıkıntı verir, dünya ve ahretin hayır yollarını kapar!” Büyükler bu hususta şunları söylemişlerdir: “Elinizden geldiği kadar, dünyalık işlerden uzak durun. Kalbinizle Allah’a dönün. Cümle işlerinizde, O’na güvenin ve O’na sarılın. Çünkü bir kul, kalbini Allah’a bağlarsa, Allah Teâlâ da kulların kalplerini ona bağlar. Bir kimse, Allah’a dayanırsa, her ihtiyacı için Allah ona yeter.” 47 Eylül 2009 Mustafa AKCAN Vefatının 17. yılı münasebetiyle BİR İSTİKAMET VE GÖNÜL İNSANI HACI ŞABAN EFENDİ HAZRETLERİ Bayburt ilinin yetiştirdiği çok kıymetli şahsiyetlerden birisi olan Hacı Şaban Efendi,1901 Yılında Bayburt Merkez Veysel Efendi Mahallesi’nde dünyaya gelmiştir.1992 yılında Bayburt’ta çok sevdiği Rabbi’ne kavuşmuştur. Kabri, Bayburt’un Kaleardı Mahallesi’nde mürşidi Ahmet Baba Hazretleri’nin kabrinin yanındadır. Hacı Şaban Efendi, savaş ve seferberlik yıllarının acılarını yaşamış, küçük yaşta babasını kaybetmiştir.Annesine itaatte kusur etmemiş,onun hayır dualarına mahzar olmuştur. Gençliğinde ticaretle meşgul olan Hacı Şaban Efendi, bir defasında eve geç gelmiş, annesini uyandırmamak için sabah namazına kadar kapıda beklemiş. Bu durumdan etkilenen annesi şöyle demiş: Eylül 2009 48 - Oğlum Allah’ım seni efendimize komşu etsin.Hacı Şaban Efendi olasın. Herkes senin kapına gelsin.Darlık ve yoksulluk görmeyesin. İndi ilahide makbul olan bu dua aynen tahakkuk etmiştir.Hacı Şaban Efendi,fırsat buldukça ilim ve gönül ehlinin sohbetlerine katılır ve onlardan azami derecede istifadeye çalışırdı. 1938 yılında Rüfai Tarikatı halifesi Kaleardılı Ahmet Baba ile tanışmış, ona bağlanarak seyir ve sülukunu tamamlayıp ihlas ve samimiyetinin mükafatını almıştır. Ahmet Baba hayattayken onu, halife olarak tayin etmiştir. Bu duruma itiraz edenlere Ahmet Baba şu önemli cevabı vermiştir: - Bu iş eğer bizim elimizde olsaydı bu görevi oğlum Yakup’a verirdim. Şöhretten ve gösterişten çok kaçınır, sık sık “Şöhret afettir.” derdi. Hacı Efendi aldığı bu ulvi görevin sorumluluk ve ağırlığını derinden hissetmiş, son nefesine kadar en güzel şekilde taşımıştır. Anne baba hakkına dikkat çeker, şöyle derdi: Hacı Şaban Efendi, uzun boylu, yiğit ve heybetli bir görünüşe sahipti. Başlarına siyah sarık sarar, gözlerine sürme çekerlerdi. Yaz kış uzun palto giyer, hızlıca yürür ve elinde asa taşırdı. Onu gören kendine çeki düzen verir, Cenab-ı Hakk’ı hatırlardı. Az yer, az uyur ve lüzumsuz konuşmazdı. Kahkaha ile gülmez tebessüm ederdi. Kendisinde “Celal” sıfat tecellisi hakimdi. Museviyyül meşrepti. Allah’tan başka hiç kimseden korkmazdı. Misafirlerine ve talebelerine kardeşim manasına gelen yöresel “gardaş” ifadesini kullanırdı. Alimlere büyük değer verir , “İlmin önüne geçilmez.” diyerek alimlerin önünden yürümezdi. Ziyaretine gelen ilim ehline şunları söylerdi: - Biz zor zamanlarda yetiştik,yeterince ilim tahsil edemedik. Eğer bir hatamızı ve eksiğimizi görürseniz ,Allah için ikaz edip düzeltiniz. Bağlılarına sık sık şunu söylerdi: - İlmihalinizi öğreniniz. Zira kadın erkek her Müslüman’a ilmihalini öğrenmek farzdır İlmihalin önemi üzerinde durur, “Amelde noksan olanı imam ediniriz de,itikatta noksanı imam edinemeyiz.” derdi. İbadetlere, bilhassa namaza çok değer verir, cemaate devam eder, sabah namazını ekseri Ulu Cami’de kılardı. Nafile ibadetlere dikkat eder, geceleri uyanık geçirir, çok Kuran okurdu. Pazartesi ve perşembe günlerini devamlı oruçlu geçirir, perşembe günleri hanelerinde iftar yemeği verirdi. O, Hazreti Peygamberi örnek almış,O’nun ahlakını hayatının her alanına taşımaya çalışmıştır. Çok cömertti. yoksulları, yetimleri, sakat ve hastaları özellikle gözetirdi. Sağ elinin verdiğini sol eli görmezdi. - Ana babaya itaat eden Allah’a itaat etmiş olur. Evliler için ana baba dörttür. Kişi kendi ana babasına gösterdiği hürmeti kayınpeder ve kayınvalidesine de göstermek zorundadır. Aile kurumuna önem verir, anne babanın güzel ahlakla çocuklarına örnek olmalarını ister, “Ahlak evde belli olur.” derdi. Çocuk terbiyesinin önemine dikkat çeker, anne babanın çocuklarına dini ve peygamberi tanıtıp sevdirilmesini isterdi. İnsanların ayıplarını yüze vurmazdı. Gördüğü hata ve eksikleri genel olarak açıklardı. Özel istişare ve görüşme taleplerini kabul eder yol gösterirdi. Komşuluk hukukuna dikkat çeker komşulukla ilgili hadisleri okurdu. Helal lokmanın önemi üzerinde durur, faizin yaygınlığının aile ve toplum ahlakını bozduğunu belirterek , “Ribasız lokma kalmadı.” derdi. Yirminci asırda yaşayan bir sahabe gibiydi. İstikamet insanıydı. Doğruluğun Müslüman’ın en önemli özelliği olduğunu vurgular, doğrulukla ilgili hadisleri okurdu. “Bizi aldatan bizden değildir.” hadisi şerifini tekrarlardı. Tam bir teslimiyet ve rıza insanıydı. Büyük oğlu Recep Efendi’yi kalp krizinden kaybedince söylediği şu sözler O’nun bu yönünü çok daha iyi ifade etmektedir: - Ölüm sıra ile olsaydı sıra bizdeydi. Takdiri ilahi böyleymiş. Allah’ın takdirinden razı olmayandan Allah da razı olmaz. Biz Rabbimizden razıyız. Her pazartesi ve cuma sabah namazından sonra Ulu Cami’de yaptırdığı cehri zikir ibadetini o sabah da aksatmayarak yaptırmıştır. Tarikat anlayışı kitap ve sünnet üzere idi. Kitap ve sünnete uymayan her söz ve davranışı reddederdi. Sık sık şu dörtlüğü okurdu. 49 Eylül 2009 Şeriattır cümle işlerin başı, Şeriatsız tarikat şeytan işi. Tarikat ehlinde yoksa şeriat, Onun şeyhi şeytandır mutlak. Keramet izhar etmekten çok kaçınırdı. Bir insanın havada uçtuğunu, denizde yürüdüğünü görseniz, eğer sünnete muhalif bir hareketi varsa iltifat etmeyiniz. - “Kitap ve sünnete uymayan her şey batıldır.” derdi. Bağlısından dinlediğim şu olay O‘nun bu yönünü çok güzel vurgulamaktadır. - Yeni bağlanmıştım.Nefsim bana durmadan şunu telkin ediyordu. Sen okumuşsun, makam sahibisin, zenginsin, asilsin gittin ümmi birine bağlandın, bir kerametini bile görmedin. Bu hal bende bir hafta devam etti. Bir sabah namazı çıkışı ortanca oğlu yanıma yaklaşarak bütün dünyamı değiştiren şu sözleri söyledi. - Babamın selamı var. Diyor ki :-Nedir bir haftadır keramet talep ediyor ? –Kerameti nefis ister. Eylül 2009 Allah-ü Azümüşşan ise istikamet ister. Beğenmiyorsa dersimizi iade edebilir. O, bir istikamet insanıydı. Bağlılarını da öyle yetiştiriyordu. Müminin tevazu sahibi olmasını isterdi. Gurur, kibir ve riyadan nefret eder: - “Azameti Kibriya Hakka yarar, Kul olanda o sıfatlar ne arar.” buyururdu. Cehaletin insanın en büyük düşmanı olduğunu şu sözlerle dile getirirdi: - Rahmetli Ahmet Baba buyururdu ki: - “At gübresi işe yararda cehalet işe yaramaz.” Nefsin zaaflarına karşı dikkat çekerek bilhassa erkeklere hitaben: - “Müslümanlık beyaz baldırla sarı altında belli olur.” derdi. Alçak gönüllü ve mütevazıı idi, dünyaya pek değer vermezdi. 50 Kendini kimseden üstün görmez, şu beyti okurdu. - “Eller yahşi biz yaman (Başkaları iyi, biz kötü) Eller buğday biz saman(Başkaları değerli, biz değersiz.)” Adalet ve hak kavramları onu en çok etkileyen kavramlardı. Allah’ın hukukunu yerine getirmemenin ezikliğini iliklerine kadar hisseder gözleri dolarak şu dörtlüğü okurdu. - “Nebilem nede kaldı, Gemim deryada kaldı. Esmedi badı saba, İşim feryada kaldı. Son nefeste imanla gitmenin önemine değinir: - “Gardaş, İslam üzere yaşar, iman ile ölürsek bundan büyük devlet yoktur.” derdi. Ölümü sık sık hatırlatır: - “Mümin önünü görür, önü kabirdir.” derdi. şu dörtlüğü okurdu: Bir ölüm var bizim için her zaman, Bilmeyiz ki geleceği ne zaman, Elde fırsat, dilde ruhsat, Kıl tedarik her zaman. Engin bir merhamet sahibiydi. Şu peygamberi davranış onun bu yönünü en güzel şekilde ifade etmektedir. Rahmetli Ahmet Yağmur ‘dan dinlemiştim. - “Yeni bağlanmıştım. İkindi namazından çıktık, koluna girdim eve gidiyorduk. Yolda yaşlı ve sakat biri limon satıyordu. Bana dönerek: - “Bu gardaştan limon alalım.” dedi. ve limon sandığına eğildi. Ben de eğilerek limonların iri ve sulu olanlarını seçmeye başladım. Kolunu bana dokundurarak onları bırak dedi. Birde ne göreyim! Sandıkta ne kadar çürük limon varsa onları toplamış. Aldığından çok para verdi. Giderken bana; - “Gardaş bu insan sakat. Ailesi kalabalık. Çürüklerini biz alalım ki sağlamlarını başkalarına satarak geçimini temin etsin.” O bir edep insanıydı. Edebe önem verir, “Hayası olmayanın imanı olmaz.” Diyerek “Haya imandandır.” Hadisine dikkat çekerdi. Beraber hacca giden bir talebesinden şunları dinledim. - “Beraber hacca gittiğimiz için çok sevinçliydim. En çokta Resulullah (S.A.V) Efendimizin ziyaretinin nasıl olacağını merak ediyordum. Ravza-i Mutahhara’ya girdiğimizde ilk gün Hacı efendi, Cibril kapısının hemen eşiğinin yanına oturdu. İkinci gün biraz daha ileriye oturdu. Üçüncü gün Huzuru Risalet’e vardı. Gözlerinden yağmur gibi yaş akıyordu. Bir görevli ikaz için yaklaştı. Ancak O’ndaki samimiyeti ve vakarı görünce vazgeçti. Biz de Resulullah’a saygı ve edebin nasıl olması gerektiğini anlamış olduk. Bizler o güzel insanları ne kadar anlatırsak anlatalım yine de hakkıyla anlatmış olamayız. Çünkü onları en güzel şekilde şu Ayeti Kerimelerle Halik-ı Zülcelal Hazretleri anlatıyor. Onlar: “Rabbimiz, biz iman ettik, günahlarımızı affet ve bizi ateşin azabından koru.” diyenlerdir Onlar, sabredenler, doğru olanlar, itaat edenler, infak edenler, seherlerde istiğfar edenlerdir. (Al-i İmran suresi 16-17. ayetler) Bağlıları ona “Sultan” derlerdi. O, gerçekten gönüller sultanıydı. O’nu şimdi daha çok anlıyoruz. O, nefsin ve şeytanın fırtınalarından korunmak için sığınılacak huzur limanıydı. O’nun yokluğunu Bayburt olarak şimdi daha derinden hissediyoruz. Yerleri doldurulamayan bu büyük insanları Cenab-ı Hakk bu topraklardan eksik etmesin. Bu gönül ve istikamet insanını rahmet ve şükranla anarken yolunu izleyenlerin ondan aldıkları ışığı gelecek kuşaklara taşımalarını en kalbi dualarla Yüce Rabbimden niyaz ediyorum. 51 Eylül 2009 Osman KARABULUTOĞLU PEPGAMBERLER MUCİZELER… (6) Evet bir önceki yazımızın hitamında: ‘…Tecrübî ilme güvenen ve onu aklî ilmin üstünde tutanların iddialarının batıl olduğuna tembihte bulunduk. Öyle ki bu düşünce inkârcı asrın esasıdır’ demiş, bunun öncesinde de bir takım nakiller yapmıştık. Hume gibi mülhit filozoflardan, inandığı halde mucizeyi muhal görenlere karşı, böyle düşünenlerin düşüncelerini ret sadedinde nakiller yaptığımdan dolayı ayıplanamam. ki, onlar çağdaş ilmin dayanağı olan tecrübî ilimlere güvendiklerini, aklî ilme güvenmezler, berikiler ise (nakil yapılanlar) Allah’a (cc) Nebiye ve mucizelere asla ve kata inanmazlar. Zira ben sözü söyleyene değil, söze bakıyor o söz ve düşüncelerden hangisi daha güçlü ise onu takip ediyorum. O düşünceyi ser dedenin akidesi benim akidemdenmiş veya karşıtı imiş orası beni alakadar etmiyor; bilakis beni, hasmın cümleleri arasında teyit eden cümleler ilgilendiriyor. Eylül 2009 52 Evet tabiat kanunlarına aykırılık iddiasıyla onu delil göstererek mucizeyi inkar edenlere karşı, malum felsefecilerden tabii kanunların kıymeti ile dan naklettiğin sözler kadar, diğer filozoflardan naklettiğim ve bu kitapta şahit olduğum düşünceler beni mesrur etmedi. alakalı düşünceler serdedip konuşuyorsa hem de bu söz ondan mucizeyi benim söylediğim gibi ispat için söylenmiyorsa? Ki Hume’nin tabii kanunlara karşı itirazı bir haktır; hem de Hume, peygamber- Zira ben, Lobun’un sözlerinde, birinci babın 4. faslının sonunda geçtiği gibi Cenabı Hakkın varlığına en beliğ ve sarih şahadeti buldum. lere, onların mucizelerine, müminlere iltifattan da çok uzaktır. Böyle bir itham ona yapılamaz. Hume diyor ki: ‘İnsanlar, ağır cisimlerin yere düşüşü, nebatatın gelişimi, türlerin gelişimi, gıdaların bünyeyi geliştirmesi gibi tabii hadiselerde bir müşkül görmezler. Bu neticeyi doğran kuvvetin (ilahi güç) olduğuna kanaat ederler, onlara göre bu neticelerde bir hata payı da yoktur. Hakikat de ise onlar, hadiseler öyle cereyan ettiği için tecrübî açıdan gördükleri illete muvafık malulün varlığına hükmediyorlar. Artık onları o illetin malulünün varlığından başka bir malule inandırmak çok zordur. Lakin yine onlar, bir zelzele vukuunda veya olağanüstü bir hadisede, bir musibet karşısında, görülmeyen bir kuvvete inanırlar, bununla beraber Hume’nin sözlerinde ise mucizelerin muhal olduğunu iddia eden ve o mucizeleri inkar edenlere karşı en güçlü reddi müşahede ettim. Bu Hume’ki Allah’ın varlığını inkar ettiği için mucizeyi açıkça ret ve inkar eder. Çünkü Allah’ın varlığını kabul ettikten sonra mucizeyi inkar etmenin bir anlamı yoktur. Hasılı mucizeyi, Allah’ın varlığını inkar edenden başkası inkar etmez. Gariptir filozof ve düşünce erbabının cumhuru, alemin nizamının kendinden olduğuna tutunuyor ve inanıyorlar da diyorlar ki: ‘Alemin nizamı eşyanın tabiatındandır, yani kendindendir, mucize ile onun yırtılması mümkün değildir.’ Aslında bunlar Allah’ın varlığını inkar ettiklerinde alemin nizamlayıcı olduğunu da inkar etmiş oluyorlar. akıl ve irade sahibidirler ve onlar yani insanların çoğunluğu, izahı mümkün olmayan bu hadiseleri o üstün kuvvetin yaptığına hükmederler. Bu arada şunu da belirtiyim ki, derin düşünce sahibi kişiler ve filozoflar, her gün meydana gelen bu mutat hadiselerin, mutat olmayan hadiselerde olduğu gibi izahı gayri kabil olduğunu bilirler, bun- Halbuki bu kitapta geçtiği üzere okuyucu biliyor ki; İnkarcıların önderi, hamisi avukatı Bohner: Alemin nizamının karmaşa ve tesadüften ibaret olduğunu söylüyor, öyle ise o, nasıl mucize konusunda mucizenin alemin nizamına muhalif olduğunu iddia edebilir? Zira o mucizenin inkarından önce alemin nizamını inkar ediyor! dan dolayı da bütün hadiseleri, mutat olmayan hadiseleri yapan kuvvete atfederler. Bunlara göre her malulün gerçek illeti fıtrî kuvvettir; bundan da öte bu, en yüksek varlığın iradesidir.’ işte bu sözler, onların (mucizeyi inkar edenler), bütün güçlerin teke indirgenmesini ve her şeyin en yüce varlığın iradesine reddi gerektiğine hükmettiklerini ve bunu tasvip ettiklerini içerir. Ki, felsefecilerin mülhitlerinden ve mucizenin inkarcılarından olamasın rağmen Hume’ den sadır olması calibi dikkattir. Hume ve yine mülhit filozof (Costaf Lobun) Amma bir takın insanların nezdinde Allah varlığına inanılıyorsa, buna böyle inandıkları halde sonra semavat ve arzı yaratmaya güç yetiren ve nizamlayan Allah’ın, o nizamın parçalarından en küçüğünü değiştirerek mucize yaratmasını inkar etmeleri, inkarcıların ahmaklığından daha farklı bir ahmaklıktır; ondan daha büyük değilse de daha açık bir ahmaklıktır. Eb-el-‘alai-nin sözü ne de güzel: İnsan, Allah’a inandığında zeki ve itaatkar olsun İmanına küfrü karıştırmasın 53 Eylül 2009 Aydın BAŞAR aydin_basar@hotmail.com Yunus Ve Mevlana’ya Atılan “Dinler üstü” İftirası Çağımızda İslâm’a dil uzatmayı marifet sanan bir kısım sözde aydınlar “Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu” deyimini doğrularcasına Mevlâna ve Yunus’u benimsemiş göründükleri halde onların savunduğu din olan İslâm’ın öğretilerine laf atabiliyorlar. Bu büyük bir çelişki değil midir? Bunlar ya İslam’ı bilmiyor; ya da Mevlana’yı ve Yunus’u tanımıyor olmalılar. Veya her ikisi de birden söz konusu… Oysa Profesör Dr. Hüsrev Hatemi’nin de dediği gibi; “Mevlâna’nın hayatı karanlıkta kalmamıştır. Fakat Mevlâna için uzun süreden beri mikrofon edebiyatından başka ne yapıyoruz?” (Türk Aydını Dünü- Bugünü, İstanbul, 1991, s. 89) Aynı tavır kuşkusuz Yunus Emre ve diğer büyük zatlar için de geçerlidir. Onların bu sevimsiz tavırlarının bir uzantısı da Mevlâna’yı ve Yunus’u sanki “dinler üstü” kimselermiş gibi gösterme çabası olmuştur. Açıkçası onlar bu tutumlarıyla bu büyük isimleri kendi batıl ideolojilerine alet etmeye çalışıyorlar. Bu zatları insanlara Eylül 2009 54 olduklarından farklı tanıtarak bundan bir şekilde nemalanıyorlar. Yok hümanistmiş, yok insancılmış, yok demokratikmiş… Hatta onları evrimci yapanlar bile var. “Canım tenimde oldukça Kuran’ın kölesiyim ben, Allah’nın seçkin peygamberi Hz. Muhammed’in yolunun toprağıyım. Her kim benden bunun dışında bir söz naklederse hem o sözden şikayetçi olurum, hem nakledenden.” Bu zatları anlama konusunda nasipsiz olan kimselerin, yerli yersiz bir takım yorumlar yapmaları bir çeşit kültür kirlenmesine de sebebiyet vermiştir. Bu durumu Hüsrev Hatemi şöyle değerlendirir: “Mevlâna, Yunus Emre, Mehmed Âkif ve daha birçoklarının etrafında onların savunucusu olduklarını iddia eden aslında bu kişiliklerin yanlış tanınmasına yol açmaktan başka işe yaramayan, çeyrek aydın tabakası olmuştur. Mesnevi’yi kendimiz okuyarak, Yunus Emre’yi ve Sâfâhat’ı kendimiz okuyup düşünerek kültür kirlenmesinden korunmak mümkündür.” (A.g.e., s. 89, 90) Mevlâna hiçbir zaman İslâm’ın dışında kalan uydurulmuş bir dini veyahut bazı batıl ideolojileri benimsemiş değildir. Allah katında tek din olan İslam dininin göstermiş olduğu dosdoğru çizgiden zerre kadar sapmamıştır. Diğer dinlere karşı ise son derece seviyeli bir yaklaşım içerisinde olmuştur. “Gerçekte Mevlâna bütün dinlere saygı göstermiştir. Ama bütün dinleri eşit gördüğü için değildir. Netice de Mevlâna dinler üstü bir inancın taraftarı değil, İslamiyet’in özüne vakıf bir Müslüman’dır.” (Emine, Mevlana Celâleddin Rûmî, Ankara, 1997, s. 112) Mevlana eşsiz öğütleriyle âdeta yetmiş iki milletin derdine devâ, ruhî hastalıklarına bir şifa gibidir. Bu bakımdan ona İslam dışı inançlara inanan kimselerin de ilgi göstermesi son derece normaldir. Ona olan bu büyük ilgi yeni bir durum da değildir. Nitekim onun cenaze töreni bu tespiti doğrular mahiyettedir. Cenazesinde Hıristiyan ve Yahudiler “Biz dinimizi ondan öğrendik” diyerek Müslümanlarla birlikte yürümüşlerdir. (Bkz. Yeniterzi, a.g.e., s.112) Abdulbaki Gölpınarlı cenaze törenindeki bu manzarayı şöyle anlatır: “Bilginler, sufiler, ahiler, futüvvet erleri, rintler, hükümet ricali ve... ve Hıristiyanlar, Hıristiyan papazları, Yahudiler ve Hahamlar, bütün insanlık, Mevlâna’yı baş üstünde taşıyordu. Papazlar dini ayinlerini yapıyor, Hahamlar Tevrat okuyordu. Bir ara hamervahlardan biri Hıristiyanlarla, Yahudileri bu törene karışmaktan menetmek istedi. Feryat ettiler; o bizim Mesih’imizdi, o bizim İsa’mızdı. Musa’nın İsa’nın sırrını biz onda gördük. Güneşti o, güneş bir yeri değil bütün dünyayı ay- dınlatır. Bir papaz, gözyaşlarını yeniyle sildi de hıçkırıklarla bağırdı; Mevlâna ekmeğe benzer, ekmekten kaçan var mıdır ki?” (Gölpınarlı, a.g.e, s. 21) İslam dışı dinlere inanan kimselerin Yunus ve Mevlana’ya olan ilgilerinden yola çıkarak onlar için “dinler üstü kimselerdir” yorumunu yapmak isabetli değildir. Çünkü onların yaydığı öğretiler apaçık İslam’ın öğretileri iken, bu gerçeği es geçerek bir değerlendirme yapmak bizi yanlış bir yere götürür. Neticede Sezai Karakoç’un da dediği gibi;“Mevlâna bir İslâm ereni, bir İslâm önderi, bir İslâm düşünürü, bir İslâm şairidir. Bu en basit gerçeği bile saptırmak için nice yıl ne diller dökmediler.” (Karakoç, Mevlâna, İstanbul, 1999, s. 77) Zaten Mevlana’nın hepimizin bildiği şu tek sözü bile bu konudaki hakikati ortaya koymaya yetmektedir: “Canım tenimde oldukça Kuran’ın kölesiyim ben, Allah’nın seçkin peygamberi Hz. Muhammed’in yolunun toprağıyım. Her kim benden bunun dışında bir söz naklederse hem o sözden şikayetçi olurum, hem nakledenden.” (Rubailer, Rubai 1052) 55 Eylül 2009 HAZRETİ PÎR’İN ABBÂSÎ HALÎFESİ EL-MÜSTENCİDBİLLAH’A NASİHATLERİ Salat ve selam mahlukatın efendisi Allah’ın kulu ve sevgilisi Muhammed Mustafa’ya (s.a.v) olsun. Bu risale, fakir Ahmed b.Ali Ebi’l-Hasen’den mü’minlerin emiri Halife Ebu Ahmed el-Müstencidbillah el-Abbasi el-Haşimi’ye yazılmıştır ki, Allah Salih kullarına ettiği yardımla O’na da yardım etsin, amin. Nasihat isteyen ve “din nasihattır, din nasihattır, din nasihattır” hadis-i şerifinin yazılı bulunduğu mektubunuz bize ulaştı. Eğer bu hadis-i şerif olmasaydı sana nasihat etmeyi kabul etmezdim. Çünkü Allah, sizin gibi birine nasihatı ancak iki şartla mübarek kılar. Bu şartlardan birincisi nasihat edenin ihlaslı olması, ikincisi ise nasihat isteyen kimsenin, kardeşinin yapacağı nasihatlere uyup onunla amel etmeyi kabul etmesidir. Allah size tevfikiyle yardım etsin. Ey mü’minlerin emiri! Şayet sen, Allah’ın kitabının hükümlerini tatbik edersen, o zaman senin kitaplarının hükümleri de, Allah’ın mülkünde tatbik edilir. Resulullah’ın (s.a.v) emirlerine ittiba ve önem vermek suretiyle Allah Teala’nın emirlerini yüceltirsen, insanlar da senin işlerini yüceltirler. Senden önceki emirlerin valileri de, senin uygulamalarına riayet ederler. Ey mü-minlerin emiri! Sen, bütün bu anlattıklarımdan uzak kalan ve bunları uygulamayan kuvvet sahibi Mecusi meliklere ve Rum kayserlerine benzemeye çalışma. Çünkü Allah Teala, Hakk’ı tanımadıkları için onları kendinden uzaklaştırmış, dünyayı onlara, onları da dünyaya yaklaştırmış, dilediği bir yaratığını da başlarına musallat etmiştir. Bu yeni idareciler yönetim işini, vicdanlarının sesine kulak verip fıtratlarına uygun bir şekilde icra ederlerse, dünya sahnesinde ömür boyu hükümranlıkları devam edecektir. Aksine rıfk ve höşgörüyü elden bırakıp halk üzerindeki hükümranlıkları çekilmez duruma gelirse, işte o zaman, dünya hakimiyeti onlardan alınır ve başkalarına verilir. Cehennem kafirlerin yuvasıdır. Ey mü-minlerin emiri! Sen, eksiği ve gediği gözet, canı ve malları koruyan kimse ol. Şimdiye kadar İslam askerleri bunca kılıç salladı. Zaferden zafere koştular. Bütün bunlar, bir müddet sonra Eylül 2009 senin gibi birinin gelip keyfine göre hüküm vermesi için yapılmadı. Şüphesiz bu, Allah ve Resulullah (s.a.v) için yapılmıştır. Bütün işlerinde Allah’a sığın. O’ndan yardım dile. Her işinde Resulullah’ın (s.a.v) emirlerine karşı ta’zimkar ol. İşte o zaman sen, Allah’ın emanında olur, Nebi’sinin korumasında sözü geçen, hükümranlığı devam eden, Allah’ın ordusu ve yardımıyla desteklenen biri olursun. Allah’ın kanununda asla değişiklik olmaz. Ey mü-minlerin emiri! Sonra bu dünyada yediğin, içtiğin, giydiğin ve gölgelendiğin şeylerden nefsine ulaşan her şeyi ölç. Dünyaya olan düşkünlüğün ihtiyaç kadar olsun. Kullara zulmetmekten sakın. Şeytan seni rahatsız edip zulme teşvik etmek istediğinde nefsine söyle sor: “Ey nefis! Şayet sen mahbus, mazlum, makhur veya yalanlanmış olursan, kendin için arzuladığın şeyi başkaları için de iste. Çünkü sen böyle yaparsan, adaletin ve insanlığın gereğini yerine getirmiş olursun. Bilmiş ol ki, üzerinde bulunduğun mülk ve devlet, Allah’ın mülkünden küçük bir parçadır. Sen de ondan çok küçük bir cüzsün. Lehine olan bir şeye ulaştığında Allah’ı unutursan ve O’nun mülkünde ortaklık iddia edenler gibi Allah’ın hakkını ihmal edip mahlukatına zulmedersen, Allah senin üzerinden yardımını kaldırır. Sana gereken şey, helak olan kimselerden çok iyi ibret almaktır. Ey mü-minlerin emiri! Dünya meşgalesi sebebiyle, seni yakın dostlarından ayıran kimselere iltifat etme. Nitekim kendisiyle münazaa edilen bazı sahabi, dünyevi bağları bir kenara bırakmışlardı. Sen de, işte onların yoluna uy. Çünkü onlar, dünyanın faydasız şeylerine önem vermeyen, fakat buna rağmen insanların kendilerini idareci yaptıkları kimselerdir. Herkes yaptığından sorumludur. Rabbin hiç kimseye zulmetmez. Ey mü-minlerin emiri! Gölgen, seni gölgelendiren şeydir. Ridan seni örten, yemeğin ise seni doyuran şeydir. Malından da sana ait hiçbir şey yoktur. İşte bu, senin elinde olan bir şey değildir. Şüphesiz Rabbim dilediğini yapmaya kadirdir. Evet 56 sen suretlerin boş levhalarını mühürleyen, kader mühürlerinden bir mühürsün. Öyle ki, Allah Teala seni bu mühürle yüceltir ve alçaltır. Bununla vuslata erdirir ve vuslatın yolunu keser.eğer sen, şeriatın emrettiği gerçeğe riayet etmek suretiyle edebe sımsıkı sarılırsan, Allah’ın karşılıksız olarak bahsettiği nimetlerin ekseni, sana ve senden sonra da ailene döner. Böylece bir çok nimetlere kavuşursun. Şayet O’nun emrine önem vermez, O’nun mahlukatını örten örtüyü çekip yırtarsan, zalimler grubuna dahil olursun. Zalimler için ise, hiçbir yardımcı yoktur. Ey mü-minlerin emiri! Zevk-i selim sahibi, Salih ve akıllı kimselerin himmetleri, hak olan şey üzere toplanır. Onlar, adalet ve ihsanla muamele hususunda dikkatlidirler. Onların büyükleriyle küçükleri, amirleriyle memurları, hürleriyle köleleri dinde eşittir. Onlardan her biri için, bilinen makamlar vardır. Onların içinde tefrika ateşi tutuşmaz. Sultan, tahakküm ederek onların arasında kötü ahlakı yerleştiremez. Onlar, Allah’ın indirdikleriyle hükmederler ve daima Allah’ın emanı altındadırlar. Şayet hükümde hile yaparak ona zahirde bir mana verip batıla kılıf bulurlarsa, adil hüküm onlara şöyle der: “Kim Allah’ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar fasıkların ta kendileridir.” Batılı ortaya çıkardıkları ve hükme şer’i bir yol buldukları zaman, hüküm koymadıki güç ve kuvvetleri hükme karışır. İşte bu sefer Hakk Teala hazretleri onlara: “Kim, Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar, zalimlerin ta kendileridir.” buyurur. Onlar, batıl olduğu apaçık ortadayken kendi görüşlerini yüce tutup şeriatın hikmetini küçümsemediklerinde ve reylerini güzel gösterip bununla hükmettiklerinde, ceberut sahibi ve intikam alıcı olan yüce Allah, onlara: “Kim Allah’ın indirdiğiyle hükmetmezse işte onlar kafirlerin ta kendileridir.” buyurur. Ey mü-minlerin emiri! Amel revakları hayal elleriyle tamir edilemez. Hiçbir canlı, kalplerin bir kısmını diğerine yapıştıran, tefrika ve nizayı ortadan kaldıran toplayıcı madde olmadan korunamaz. Allah’a yemin olsun ki, işte o toplayıcı madde, ancak adil şeriat ve sahik olan sünnet-i Muhammediyyedir. Bütün bunlar, Allah Teala’nın mühürlediği emri, kendisine hoş gelen ve bununla zayıf kişinin, kuvvetli olan hasmından hakkını aldığı ilimdir. Ey mü-minlerin emiri! Şüphesiz sen çok iyi biliyorsun ki Müslümanların imamı Hz.Ali (ra), mahlukatın efendisi Hz. Peygamber’in (s.a.v) şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: “Zayıfın hakkı kuvvetliden kolayca alınmadığı müddetçe bir ümmet asla yücelemez.” Ey müminlerin emiri! Ömer'ül-Faruk (r.a) hazretlerinin siretine baktığında çok iyi görürsün ki o, İran’ı, Rum’u, Mağribi, Çin’i, Hindi ve Berberi’leri, atlas ipekler yaymak, kıymetli taşlar toplamak, salma atlar, görkemli evler, altından yapılmış yaylar elde etmek için korkutmadı. Onları sadece adaletle korkuttu. İdarecilerin kibrini onlar, ancak hâkimlerin nebisi, akılların delili, enbiyanın imamı, nebin Hz. Muhammed’in (s.a.v) şeriatı olan apaçık hikmet sayesinde söndürmüşlerdir. Çok iyi biliyorsun ki sen, mübarek ilham ve Tevfik bulutlarının yağmurunu senin kalbine boşaltan Allah Teâlâ’dır. İşlerini, hikmet ve Necdet ehli olan Salih yardımcılarla yürüt. Şüphesiz hak, insanı hidayete ulaştıran havas ile dalalete düşüren avamın eğe kemiği altında gizlenmiştir. Çoğu kere hizmetçin, kalbiyle tasdik etmediği halde senin kuvvetine boyun eğerek eliyle ve diliyle senin batılda olmana yardımcı olur. Sana karşı olan kinini kalbinde gizler. Öyle ki sen, onu hürriyetine kavuşturup yüksek makamlara getirsen, hatta vezir bile yapsan, ismin anıldığında o seni tezkiye etmez. Bu Allah’ın gizli bir sırrıdır. Bilmiş ol ki, sultanların askerleri adalet, muhafızları da yaptığı işlerdir. Amel defteri ise, çalıştırdığı kimseler ve arkadaşlarıdır. İşte bu defterler halkın ellerindedir. Öyleyse sen, defterini düzgün tut. Muhafızlarını sağlam kişilerden seç. Ordunu kuvvetlendir. Akıllı ve dindar kimselerle beraber olmanı, kalpleri katı, hilekar ve dalalet ehli kişilerden uzak durmanı tavsiye ederim. Çünkü onlar, senin düşmanlarındır. İşlerini, kadınların elinde oyuncak olmaktan, bid’atçı ve ahmaklardan koru. Çünkü bunlar, seni izmihlal ve çöküşe götürür. Herhangi birini sevdiğinde ona karşı muamelende insaflı davran ki, haksız kişi haklının önünde yer almasın. Eğer birinden nefret edersen, Allah’ı hatırlayarak o kişiye gadretmekten kalbini muhafaza et. Bulunduğun makam, emniyet ve güvenli olmayı gerektirir. Bu makamda bulunan, aldatan değil, adil biri olmalıdır. Kızdığın zaman af kanatlarını ger. Eğer hata edersen, af da hata etmen, cezada hata etmenden daha iyidir. İhsan ve iltifatını, İslam için hikmet ve gayret sahibi dindar kişilere bezlet. Onlardan en asil ve şerefli, en akıllı ve ileri görüşlü, hitabeti kuvvetli, delilleri sağlam, Allah ve Resulü’nü en iyi bileni tercih et. İster iyi veya kötü, isterse mümin veya kâfir olsun, adalet bakımından insanların hepsini eşit gör. Dinin ve ona inananların şerefini koru. Rabbine kavuştuğunda akıbetini güzelleştirecek ameller işle. Tevfik Allah’tandır. O’ndan geldik, O’na döneceğiz. Allah’ın selam ve bereketi üzerine olsun. 57 Eylül 2009 Muhabbet Bahçesi Yusuf ELİBOL CENNET AĞAÇLARI GENCİN TÖVBESİ Bir gün Resulullah (s.a.v) şöyle buyurdular: Kim “Subhanallah” derse, Allah Teala bu zikre karşılık kıyamet günü ona cennette bir ağaç diker. Yine kim “La ilahe illâllah” derse, Allah Teala bu zikir karşılığında cennette ona bir ağaç diker. Yine kim “Allah-u Ekber” derse Allah Teala bu zikre karşılık cennette ona bir ağaç diker. Allahü Teâlâ, peygamberi Musa aleyhisselâma hitap edip "Ey Musa! Filân mahallede, bizim dostlarımızdan biri vefât etti. Git onun işini gör. Sen gitmezsen, bizim rahmetimiz onun işini görür buyurdu. Bu sırada Kureyşli olan bir adam şöyle Oradakilere: Bu gece, burada, Allahü teâlânın dostlarından biri vefât etti mi? diye sorunca: Hazret-i Musa, emir olunduğu mahalleye gitti. dedi: Ya Resulellah! Bu durumda bizim cennette pek çok ağaçlarımız olacaktır. Çünkü biz sürekli olarak bu zikirleri söylüyoruz. - Ey Allahın peygamberi! Allahü teâlânın dostlarından hiç kimse vefât etmedi. Ama, filân evde zamanını kötülüklerle geçiren fâsık bir genç öldü. Fıskının çokluğundan, hiç kimse onu defnetmeye yanaşmıyor, dediler. Resulullah (s.a.v) cevaben şöyle buyurdular: Evet doğrudur. Ama onları günah ateşiyle yakmaktan sakının. Zira Allah-u Teala söyle buyuruyor: “Ey iman edenler! Allah ve resulüne itaat edin ve amellerinizi geçersiz kılmayın.” Musa aleyhisselâm: - Ben onu arıyorum, buyurdu. Gösterdiler. Hazret-i Musa, o eve girdi. Rahmet meleklerini gördü.Ayakta durup, ellerinde rahmet tabakları olup, Allahü teâlânın rahmet ve lütfunu saçıyorlardı.Hazret-i Musa, yalvararak münacaat etti: YEHUDİNİN SELAMI Resuli-Ekrem (s.a.v)’in eşi Aişe (r.anha), Resul-i Ekrem (s.a.v)’ın huzurunda oturmuştu ki, Yahudi bir adam içeri girdi. Girdiği anda Selam un aleykum yerine - Ey Rabbim! sen buyurdun ki, o "Benim dostumdur." İnsanlar ise fâsık olduğuna şahitlik ediyorlar. Hikmeti nedir? Allahü teâlâ: Ey Musa! İnsanların onun için fâsık demeleri doğrudur. Ama, günahından haberleri var, tövbesinden haberleri yok. Benim bu kulum, seher vakti, toprağa yuvarlandı ve tövbe etti. Bizim huzurumuza sığındı. Ben ki, Allah’ım! Onun sözünü ve tövbesini kabul ettim. Ona rahmet ettim ki, bu dergâhın ümitsizlik kapısı olmadığı anlaşılsın! buyurdu. - Essamu aleykum" yani "ölüm üzerinize olsun"dedi. Uzun sürmedi, başka biri daha geldi. O da selam yerine - Ölüm üzerinize olsun, dedi. Bunun tesadüf olmadığı malumdu. Resul-i Ekrem (s.a.v)’i dille incitmek için yapılan bir plandı. Ayşe (r.anha) çok öfkelendi, ve “Ölüm sizin üzerinize olsun..." diye bağırdı. Resul-i Ekrem (s.a.v) buyurdu: - Ey Ayşe küfür etme, küfür şekillenirse en kötü ve çirkin bir biçimde mücessem olur. Yumuşaklık ve sabırlı olmak, her neyin üzerine konursa, onu güzelleştirir, süsler ve her şeyin üzerinden kaldırılırsa güzelliğini azaltır. Niçin sinirlenip öfkelendin? Ayşe (r.anha): TEVAZU Ahmed Rufai Hazretleri, bir gün talebelerine: “İçinizde kim bende bir ayıp görüyorsa bildirsin” dedi. Müritlerinden biri: Efendim, sizde büyük bir ayıp var, diye cevap verdi. Ayıbını talebesine soracak kadar kendini aşmış bu mütavazi insan hiç kızmadı, talebesi böyle söylüyor diye üzülmedi, belki sadece ayıbından kurtulabilmek ümidiyle sordu: - Söyle dedi, kardeşim, o ayıbım nedir? Talebe gözleri dolu dolu: Bizim gibilerin size talebe olması, dedi. Bu söz gönüllere çok tesir etmiş, sohbette bulunan herkes ağlamaya başlamıştı. Ahmed Rufai Hazretleri de ağlıyordu. Bir ara sadece; - “Ben sizin hizmetçinizim, ben hepinizden aşağıyım” diyebildi - Görmüyor musun ya Resulallah, bunlar küstahlık ederek, utanmadan selam yerine ne diyorlar? - Evet, görüyorum onun için bende, "Aleykum" yani "sizin üzerinize olsun" diye cevap verdim, bu kadarı kafiydi." Eylül 2009 58 ÜÇ MESELE ÜÇ SORU İmam-ı Azam Ebu Hanife Hazretleri ra., hac için yola çıkıp Medine’ye ulaştığında karşılaştığı Seyyid Muhammed Bâkır Hazretleriyle arasında şöyle bir konuşma geçer. Seyyid Muhammed Bâkır: Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’ye felsefecilerden bir grup geldi. Suâl sormak istediklerini bildirdiler. Mevlânâ hazretleri bunları Şems-i Tebrîzî’ye havâle etti. Bunun üzerine onun yanına gittiler. Şems-i Tebrîzî hazretleri mescidde, talebelere bir kerpiçle teyemmüm nasıl yapılacağını gösteriyordu. Gelen felsefeciler üç suâl sormak istediklerini belirttiler, Şems-iTebrîzî; "Sorun!" buyurdu. İçlerinden birini başkan seçtiler. Hepsinin adına o soracaktı.Sormaya başladı: - Sen kendi aklınca kıyas yaparak, Peygamber dedemin dinini ve hadislerini değiştiriyorsun, der. - Böyle bir şey yapmaktan Allah’a sığınırım efendim. Lütfen oturunuz. Rasulullah’a olduğu gibi benim size de hürmetim var, der İmam-ı Azam. Seyyid Muhammed Bâkır’a yer gösterir. Her ikisi de yerini aldıktan sonra Ebu Hanife Hazretleri söze başlar: "Allah var dersiniz, ama görünmez, göster de inanalım." Şems-i Tebrîzî hazretleri; "Öbür sorunu da sor!" buyurdu. O; "Şeytanın ateşten yaratıldığını söylersiniz, sonra da ateşle ona azâb edilecek dersiniz hiç ateş ateşe azâb eder mi?" dedi. Şems-i Tebrîzî; "Peki öbürünü de sor!" buyurdu. O; "Âhirette herkes hakkını alacak, yaptıklarının cezâsını çekecek diyorsunuz. Bırakın insanları canları ne istiyorsa yapsınlar, karışmayın!" dedi. Bunun üzerine Şems-i Tebrîzî, elindeki kuru kerpici adamın başına vurdu. Soru sormaya gelen felsefeci, derhâl zamânın kâdısına gidip, dâvâcı oldu. Ve; "Ben, soru sordum, o başıma kerpiç vurdu." dedi. Şems-i Tebrîzî; "Ben de sâdece cevap verdim." buyurdu. Kâdı bu işin açıklamasını istedi. Şems-i Tebrîzî şöyle anlattı: "Efendim, bana Allah’ü teâlâyı göster de inanayım, dedi. Şimdi bu felsefeci, başının ağrısını göstersin de görelim." O kimse şaşırarak; "Ağrıyor ama gösteremem." dedi. Şems-i Tebrîzî; "İşte Allahü teâlâ da vardır, fakat görünmez. Yine bana, şeytana ateşle nasıl azâb edileceğini sordu. Ben buna toprakla vurdum. Toprak onun başını acıttı. Hâlbuki kendi bedeni de topraktan yaratıldı. Yine bana; "Bırakın herkesin canı ne isterse onu yapsın. Bundan dolayı bir hak olmaz." dedi. Benim canım onun başına kerpici vurmak istedi ve vurdum. Niçin hakkını arıyor? Aramasa ya! Bu dünyâda küçük bir mesele için hak aranırsa, o sonsuz olan âhiret hayâtında niçin hak aranmasın?" buyurdu. Felsefeci, bu güzel cevaplar karşısında mahcûb olup, söz söyleyemez hâle düştü. - Üç mesele soracağım. Birincisi şu: Erkek mi daha güçsüz kadın mı? - Kadın erkekten güçsüzdür. - Mirasta adamın payı kaç, kadının kaçtır? - Erkeğin mirastaki payı iki, kadının birdir. - İşte bu ceddin Peygamber s.a.v.’in sözüdür. Eğer onun dinini değiştirmiş olsam, benim akıl ve kıyas yoluyla, kadın daha zayıf olduğu için ona iki pay, erkeğe bir pay düşer derdim. Ebu Hanife Hazretleri tekrar sorar: - Namaz mı daha üstün, oruç mu? - Namaz oruçtan üstündür. - İşte bu da deden Rasulullah’ın sözüdür. Eğer ceddinin dinini akıl ve kıyasla değiştirmiş olsaydım, âdet halindeki kadının kılamadığı namazları kaza et mesini, orucu kaza etmemesini emrederdim. Ebu Hanife Hazretleri üçüncü soruyu sorar: - Sidik mi daha pis, meni mi? - Sidik meniden pistir. - Eğer deden Peygamber s.a.v.’in dinini kıyasla değiştirmiş olsaydım, sidikten dolayı gusletmek gerektiğini ve meniden dolayı da sadece abdest almak gerektiğini söylerdim. Fakat akıl ve kıyasla bu dini değiştirmekten Allah’a sığınırım. Seyyid Muhammed Bâkır Hazretleri yerinden kalkar ve Ebu Hanife’yi kucaklar. Tebrik edip ona ikramda bulunur. 59 Eylül 2009 Sosyolog İsmail ÖZ sosyologioz@hotmail.com YILLARDIR SÜREN SESSİZ AZAP, DOĞU TÜRKİSTAN Çin’de 26 Haziran 2009 da bir oyuncak fabrikasında zorla çalıştırılan Uygur Türklerinin gece yarısı baskınıyla Çinliler tarafında öldürülmesi ve Uygur Kızlarına yönelik tacizlerle başlayan olaylar elbette dünyanın artık gözlerini bu noktaya çevirmesini zorunlu hale getirmiştir. Yıllardır dünyanın sessiz kaldığı bu bölge Çinlilerin tahakkümünde yıllardır acı ve gözyaşına sahne olmaktadır. Bu konu ile ilgili birçok yazı yazılmış ve araştırma yapılmıştır. Yapılan işkence ve katliamlarla ilgili birçok internet sitesinde resim ve belgeler mevcuttur. Eğer bu belgeler gerçek ise tem bir vahşet demektir. Bu vahşetin dünü de çok ağırdı demek istiyorum. Yaşayan nüfusun orantısı bölgeye yerleştirilen Çinlilerle bozulmuş ve Uygurlar kendi topraklarında azınlık konumuna sokulmuştur; Faşist Çin Yönetimi eliyle. Şimdi ben de sizlere bu konuya ait yaptığım araştırmalardan notlar aktarmak istiyorum. Bunlar her birerimizin insani görevidir sanıyorum. Eylül 2009 60 Doğu Türkistan hapishanelerindeki Trajedi:Doğu Türkistan: 1 milyon 828 bin 418 Km kare yüz ölçümüyle 35 milyon müslümanın yaşadığı bir Türk yurdudur. Doğu Türkistan’ın halkını Uygur, Kazak, Kırgız, Özbek ve Tatar Türkleri oluşturmaktadır. Bu topraklar 1949 Yılı Aralık ayından itibaren, Çin komünist saldırılarının altında, zulüm çekmektedir ve soykırıma uğramaktadırlar. “Çinliler, tutuklayıp hapishanelere doldurdukları Uygurlardan, geleneklerine bağlı iyi eğitim ve terbiye almış olanlarının, canlı iken el ve ayaklarını keserek donduruculara koyarlar ve canları istediğinde de çıkarıp yemek yaparak yerler. Yemedikleri kısımları ise şehir dışındaki çukurlara gömerler. Çin hükümeti bu soykırımlara göz yummaktadır. Ara sıra bazı kişiler göstermelik olarak cezalandırılsa da, değişik kademelerde ki Çinli yetkililerin de, insan etine olan düşkünlüğü bilinmektedir.” Hamile Uygur kadınları zorla hastaneye götürülmekte ve ameliyatla çocukları alınmaktadır. Soykırım suçlamalarından çekinen Çin Hükümeti, formülü doğum kontrol uygulamasında bulmuştur. 1949’dan buyana yaklaşık 500 bin Uygur’u katleden Çinliler, doğum kontrolü uygulamasıyla da yaklaşık 9 milyon bebeği anne karnında iken katletmişlerdir. Cenin yemeyi veya insan eti yemeyi bir güç ve saygı kazanma arzusuyla yapan Çinliler bu alışkanlıklarına ve terörist tutumlarına günümüzde de devam etmektedirler.” Uygurca’dan çeviren: Mehmet Emin Batur Okuması Kadar Yazması da Zor; ilk defa okuduğum bu yazılar, inanın tüylerimi diken diken etti. Hangi insan evladı bu türden işkenceleri hak eder ki. Okuduklarımın sadece küçücük bir bölümünü, yazarın kaleminden aktardım. Fotoğraflarla belgelenmiş yazıları okumaya ve resimlere bakmaya her insanın yüreği yetmez. Dünya ticaretinde önemli bir pazar payına sahip bu ülkenin, insanlık dışı tutumlarına kim dur diyecek. Yoksa bu zulüm yaşanmaya devam mı edecek? Çeşitli bölgelerde ki savaşlara şöyle veya böyle tepki gösteren insanlık âlemi bu soykırımı neden hiç gündeme getirmiyor. Çinlilerin, fesat tavırlarla Türk devletlerini doğu-batı, güney-kuzey diye ikiye böldüğünü, saraylarımıza kız verip içişlerimizi karıştırdıklarını biliyorduk fakat insan yemek gibi tamamen, yamyamlara ait ilkel bir tutumun, Çinlilere ait olduğunu ilk defa bu denli örneklerle öğrendim. Konuya, geniş yer veren, Elazığ yerel dergisi “ Milli Uyanış” yetkililerine şükranlarımı sunuyorum; hiçbir zaman gerekli yankıyı bulamamış, dünyanın uzaklarında sesiz sedasız(!) işlenen bu vahşeti gündeme getirdikleri için. Bu ve buna benzer her türlü vahşet, dünya insanlığından gerekli cevabı almalıdır. Yaşadığımız çağın neresine konacağını bilemediğim bu türden hadiseler, utançlığın dahi karşılayamayacağı kadar ağır suçlardır. Hem de insan etinin yenmediği diğer suçları gölgede bırakacak kadar, ağır. Her insan, önce insan olduğu için kutsaldır; diğer her insanda bu kutsallığa saygı duymak zorundadır, kendi saygınlığının garantisi için. Tüm insanlık şimdi de Doğu Türkistan için bir şeyler yapmalı. Maganda bir devlet insanlığın gücü karşısında yenilgiye uğramalı. 61 Eylül 2009 Ayşe BAĞCİVAN KUTLU RAMAZANLAR Ramazan ayına girdiğimiz bu günlerde biz kadınlara yine çok iş düşüyor. Belki birçoğunuz için yeni evlenmiş olduğunuzdan eşinizle geçireceğiniz ilk Ramazan ayı. Birçoğunuz içinde sayısını unutacak kadar çok. Gelin bu Ramazan ayını geçen diğer Ramazan aylarından farklı kılacak şekilde yaşayalım. Hiç unutamayacağımız bir “Ramazan ayı” olsun. Şöyle bir düşündüğümüzde aslında evlerimizin her anlamda havasını değiştiren biz kadınlarız. Yani bu gerek evin iç ahengi olsun gerek manevi dünyası olsun bunu biz kadınlar değiştiriyoruz. Öyle ise gelin bu Ramazan ayında sevenlerimize ve sevdiklerimize hiç unutamayacakları bir ay yaşatalım. Öyle ki evimize girenler Ramazan ayının tüm Eylül 2009 62 maneviyatını duysun içinde. Hani bazı yerler vardır; kapısından daha içeri girer girmez içinizi bir huzur kaplar başka dünyalara gider gelir ruhunuz, hafiften bir gül kokusu alırsınız. Sanki sıradan bir ev değilde Resulullahıın ziyaret ettiği bir ev… Öyle bir ev olsun Âlemler sultanının ziyaretiyle şereflendiği gelenlerin huzur bulduğu Efendimizin gül kokusunu hissettiği bir ev… Hak kelamının tamamlandığı bu kutlu ayda; gelen misafirler arasında bizim nasibimizede neden Resulullah düşmesin ki… Hem “davete icap gerekir” diyen o değilmiki? Biz gönülden davet ettikten sonra neden gelmesin neden mahzun gönüllerimize dokunmasın ki? Bizlerki daha âlemler sultanının doğar doğmaz diline aldığı ümmetleri. Bizlerki geçirdiğimiz her anı her saniyeyi o mübarek sevgiliyle geçiren, her an onu selamlayan, ismini biran olsun dillerimizden düşürmeyen ümmetleriyiz… Gelin bu ramazan ayında iftar sofralarımızı O kutlu misafirle şereflendirelim. Sofralarımıza birer servis fazladan açalım. Ve sanki hasretiyle yanıp tutuştuğumuz O Sevgili soframızda bizle beraber orucunu açıyormuş gibi, bizim soframızda oturuyormuş gibi Onun kokusunu hissederek yapalım iftar duamızı. Orucumuzu açmak için elimize aldığımız hurmayı ağzımıza götürürken kim bilir Belkide O sevgili siler yanaklarımızdan dökülen gözyaşlarımızı. Günahlarımızdan tövbe dilemek için ellerimizi semaya kaldırıp yaptığımız dualarımıza Belkide o âlemler sultanı “âmin” der… Belkide eşlerimizin gözlerine sevgi dolu muhabbetle baktığımızı görünce tebessüm ederek duada bulunur. Eşimizin seccadesinin yanına bir tanede fazladan seccade serelim. Kim bilir belkide Gönüller sultanıdır namazı kıldıracak olan. Arkasında namaza durduğumuz âlemlere rahmet olarak gönderilmiş Efendimizdir belki. Toplarken yerden seccadeyi Efendimiz için serdiğimiz seccadenin gül kokusunu içimize çekerken suratımıza çarpan; bizi izleyen efendimizin nefesidir belkide… Hiç şikâyet etmeden aksine sevinçle sahur soframızı hazırlamak için kalkarken yatağımızdan, odaya yansıyan Onun nurudur belkide… Eşimizi kaldırırken hoş sözlerle yatağından, içimize düşen sevinç Efendimizin razılığıdır belkide. Henüz buluğa bile ermemiş çocuğumuzun gece kalkıp, sahurda bize katılması; belkide âlemler sultanının başını öpüp okşamasındandır. Kulağına “haydi sende sağanak sağanak yağan nurdan istifade et bu mübarek gecede” demesindendir. Mukabelede yüreğimizin göğüs kafesimize baskısı Efendimizin nur cemalini görüşümüzdendir belkide. Okurken ayetleri tek tek, hece hece birden susup kendimizden geçmemizin sebebi; âlemler Efendisini görüp cemalini hayranlıkla, tüm susamışlığımızla izlememizdendir belkide. Gözlerimizi sımsıkı kapamamızın sebebi; O nur cemalin gözlerimizin önünden gitmesini hiç istemeyişimizdir belkide... İftar için evimize gelenlerin gözlerimizin içinde gördükleri ışık, Ramazan ayı boyunca Efendimizi evimizde ağırlamamızdandır belkide. Eşimize olan sevgimizin daha da artması: Misafirimiz olan Efendimizin hoşnutluğudur belkide… İstemezmisiniz her gününüz böyle kutlu geçsin? Ramazan ayı boyunca Nebiler sultanı evlerimizi şereflendirsin. O halde haydi! Sanki Efendimiz evimizdeymiş gibi yaşayalım bu Ramazan ayını... Bir aylığına da olsa askıya alalım dünyevi isteklerimizi. Sonsuz huzur alsın o isteklerin yerini. Ramazan ayını dolu dolu yaşayalım Efendimizin önderliğinde. En kutlu misafirin güllerin efendisinin evinizi şereflendirmesi dileğiyle kutlu ramazanlar… 63 Eylül 2009 Sezgin ÇAKIR sezginckr@hotmail.com Az Gülsün Çok Ağlasınlar Enes İbni Malik (r.a) şöyle dedi: Resulullah (s.a.v), bir benzerini daha önce asla duymadığım pek etkili bir hitabede bulundu ve şöyle dedi: “Eğer siz benim bildiklerimi bilseydiniz, mutlaka az güler, çok ağlardınız.” Hz. Enes, bunun üzerine Resulullah (s.a.v)’in ashabı, yüzlerini kapatıp hıçkıra hıçkıra ağladılar, demiştir. (Buhari, Küsuf 2; Müslim, Salat 112) Müslim’deki rivayette, Efendimiz aleyhisselam namazda önünü gördüğü gibi arkasını da gördüğünü açıklamış, sonra da “Siz benim gördüklerimi görseydiniz, gerçekten az güler çok ağlardınız” buyurmuştur. Ne gördüğü sorulduğunda da “cennet ve cehennem gözlerimin önüne serilip bana gösteEylül 2009 rildi. Hayır ve şer açısından bugün gibisini görmedim. Eğer sizler benim bildiklerimi bilseydiniz, az güler çok ağlardınız” buyurmuştur. Resulullah’ın ashabına bundan daha ağır gelen bir gün olmamıştı. Başlarını örterek hıçkıra hıçkıra ağladılar. (Müslim, Fezail 134) “Şüphesiz kıyamet gününde cehennemliklerin azabı en hafif olanı, ayaklarının altına iki kor konulup da bu sebeple beyni kaynayan kişidir. Oysa o, hiç kimsenin kendisinden daha şiddetli azab gördüğünü zannetmez. Hâlbuki kendisi, cehennemliklerin azabı en hafif olanıdır.” (Buhari, Enbiya1; Müslim, İman 362) Ağlamak… Hıçkıra hıçkıra ağlamak… Feryad figanla ağlamak… Ağlamaya vakit varken ağlamak… Ağlayamadığı için 64 ağlamak… Günah yükünün ağırlığından rüzgâr önündeki ağaç gibi dalını yaprağını silkeleyerek ağlamak… Samimiyeti dudaklarında değil ruhunun derinliklerinde hissederek dününe, bu gününe, yarınına ağlamadan ağlamak… Ağlamak içtenliktir. Ağlamak bir devlettir, saadettir. Herkes ağlayabilir mi? İç lazım, yanık bir yürek lazım, sağlam bir iman, yüce bir irfan lazım ağlayabilmek için. Endişe, dert, sevda, aşk lazım… Abdullah İbni Şıhhîr (r.a) şöyle demiştir: “Bir keresinde Resulullah (s.a.v)’in yanına gitmiştim. Namaz kılıyor ve ağlamaktan dolayı göğsünden kaynayan kazan sesi gibi sesler geliyordu.” (Ebu Davud, Salat 158; Nesai, Sehv 18) Efendimiz aleyhisselatü vesselamın namaz kılarken ağlama- sından dolayı göğsünden kaynayan tencerenin sesi gibi ses çıkarmış. Ben neden, niçin ağlayamıyorum? Neyi veya neleri kaybettim ki göz pınarlarım, en katı kayalardan bile su fışkırırken kupkuru duruyor? Rabbimiz şöyle buyuruyor: "Ne var ki bunlardan sonra yine kalpleriniz katılaştı. İşte onlar (yani kalpleriniz) şimdi katılıkta taş gibi yahut daha da ileri. Çünkü taşlardan öylesi var ki içinden ırmaklar fışkırır. Öylesi de var ki, çatlarda ondan su kaynar. Taşlardan bir kısmı da Allah korkusuyla yukarıdan aşağı düşer. Allah yapmakta olduklarınızdan asla gafil değildir. " (Bakara, 74) Merhamet rüzgârları esmezse şefkat bulutları yağmur döker mi? Gönül, endişe ve derde bürünmezse çalacak kapı aranır mı? Ah etmek var. Tefekkürün derinliğinde Hakkın tevhid ve murakabesinin eziciliğinde yarını düşünüp, Hak kapısını yârinden ayrılmış dünyası başına yıkılmış bağrı yanık bir âşık gibi beklemek ve ısrarla çalmak var. Nasıl? Ağlaya ağlaya… Çalınan kapı Rabb-u'l âleminin kapısı ise eğer o kapı açılmaz mı? Ama çalacak yürek çalacak gönül lazım. Sabahlara kadar alnı yerde gönlü arşda kapı çalan bir Peygamberin ümmeti olarak O'nun taşıdığı endişe ve kaygıları ben neden taşıyamıyorum? Ah keşke bir çöp olsaydım diyen Hz. Ebu Bekir'in endişesini. Efendimizin sır kâtibine gidip "bak bende o üç yüz münafığın içinde var mıyım" diyen Hz. Ömer'in endişesini. Kabrin yanından geçerken "Buralar ahiretin kapısıdır. Burada selamette olan mahşerde rahat olur" deyip sakalları ıslanana kadar gözyaşı döken Hz. Osman'ın endişesini. Azıcık manevi halinde bir değişiklik olunca eyvah helak oldum diye feryatlara düşen diğer sahabe efendilerimizin endişesini. Son nefes korkusundan sararan ağaç yapraklarına dönen Allah dostlarının endişesini neden üzerimde taşıyamıyorum? Hz. Seyyid Ahmed er Rufai hazretleri buyuruyor ki: "Şaşarım o kimseye ki gündüz ibadette gece ibadette ama gözyaşı kurumaz sürekli ağlar. Yine şaşarım o kimseye ki gecesi isyan gündüzü isyan ama güler eğlenir." Ne oldu bize? Nasıl unuttuk asıl gideceğimiz yeri? Bu dünyaya verdiğimiz değerin yarısı kadar ahrete değer verebiliyor muyuz? Eğer ahrete değer versek camilerimiz böyle boynu bükük kalır mıydı? Hayatımızı gideceğimiz yere göre şekillendirmez miydik? Sanki bu dünyada sürekli kalacak gibi evlerimizin konforunu el âleme rezil olmamak ayıplanmamak için öyle yükseltiyoruz ki bu tarafı mamur ettikçe öbür tarafı tarumar ediyoruz. Gün be gün kendimizi tanıyamayacak hale geliyoruz. Günler geçiyor. Saat yaklaşıyor. Biz uzaklaşıyoruz. Uzaklaştıkça unutuyoruz. Unuttukça ehli dünya oluyoruz. Bu gidişe son vermenin yolu bir nefis muhasebesinden geçiyor. Ama nedense hep arzuladığımız bu nefis muhasebesini yapamıyoruz. Erteleme hastalığı yakamızı bir türlü bırakmıyor. Hep bir şeyler bekler dururuz başlayabilmek için. Yanı başımızda beraber yaşadıklarımız bir bir aramızdan ayrılıp gitmesine rağmen. Ağlamak asıl bu halimize olmalı. Ağla derviş Yunus ağla Sen gönlünü hakka bağla Ağlar isen haline ağla Elden vefa yoğa benzer. Ebu Hureyre radıyallahu anh'den rivayetle Resulullah sallallahu aleyhi ve selem şöyle buyurdu: " Allah korkusuyla gözyaşı 65 döken kişi, sağılmış süt memeye dönmedikçe cehenneme girmez. Cihad tozu ile cehennem dumanı asla bir araya gelmez." (Tirmizi, Fezailü-l Cihad 8; Nesai, Cihad 8) Allah korkusundan dolayı ağlamak kişiyi cehennemden kurtarıyor. Öyle ki sağılan sütün memeye tekrar dönmesinin imkânsızlığı gibi ağlayanda cehenneme gitmeyecek demek. Ağlayabilmek… Asıl mesele o…Yine Efendimiz aleyhisselatü vesselam şöyle buyuruyor: " Allah katında hiçbir şey, iki damla ve iki izden daha sevimli değildir: Allah korkusuyla akıtılan gözyaşı damlası ve Allah yolunda dökülen kandamlası. İki iz ise, Allah yolunda çarpışırken alınan yara izi ve Allah'ın emrettiği farzlardan birini yerine getirmekten kalan kulluk izidir." (Tirmizi, Fezilü-l Cihad 26) Üzerimizde bu izlerden var mı? Veya yarın huzura sunabileceğimiz iki damla gözyaşımız var mı? Gecesi karanlık olanın gündüzü bir türlü aydınlanmıyor. Sahabe efendilerimiz geceleri ibadet ve gözyaşlarıyla gündüzden daha iyi aydınlatmışlardı. Biz ise gündüzlerimizi bile geceden daha karanlık hale getirdik. Ukbe b. Amir! den (r.a): "Ya Resulallah! Kurtuluş ne iledir? Diye sordum. Buyurdu ki: "Diline sahip ol, evin seni sıkmasın ( lüzumsuz yere evinden çıkma) ve günahların için ağla." (Tirmizi, Ahmed) Bir hadis-i şerifte de şöyle buyuruluyor: Arşın gölgesinde gölgelenecek yedi sınıftan biriside tenhada Allah’ı anıp gözyaşı döken kişidir. (Buhari, Ezan 36; Müslim, Zekat 91) Değerli okuyucu, bir gün bir tenha yere çekilir titrek eller, yanık bir yürekle Allah'ın huzurunda gözyaşı dökersen bir damlası da bu satırları yazan günahkâr için olsun. Ya Rabbi ağlayan göz, senden korkan kalp, zikreden bir dil nasip eyle bizlere. Allah'a emanet olun. Eylül 2009 Okur Köşesi burhanokursesi@hotmail.com Cevdet MUTLU: Şenel KAYA Merhabalar, sevgili burhan dergisi. Dergimizi ilk çıktığı tarihten beri takip ediyorum.Her ay evlerimize giren bir ışıksınız.Bu ışığın tüm evlere girmesi ve aydınlatması dileğiyle… Derginizi okudukça hayat çizgimiz değişiyor. Derginiz her konuda benim ve aile bireylerinin hayatını derinden etkiliyor. Derginin hazırlanmasında emeği geçen tüm herkesten Allah razı olsun. Samim FIRATOĞLU Öncelikle Allah’ın selamıyla tüm dergi ailesini selamlıyorum. Dergimizin ağustos sayısındaki Ramazan ayı ile ilgili yazılmış yazı sayesinde inaşaallah bu yıl ramazanımız çok daha güzel geçecek.Dergimizde bulunan tüm herkesin ramazan ayı hayırlı olsun.Başarılarınızın devamı dileğiyle... Esin CANKAN : Derginizi eşimle beraber severek okuyoruz. Özellikle bu ağustos ayındaki Mustafa Ağırman hocamızın biz genç evliler için verdiği tavsiyeleri oldukça güzeldi. Allah hepinizden razı olsun. Yolunuz her daim açık olsun. Ayrıca bu güzel dergi umarım tüm evlere girer… Nazile YILMAZ: İnsanın ufkunu açan mükemmel bir dergi. Dergimizin çıkmasına vesile olanlardan Allah binlerce kez razı olsun.Her sayısını iple çektiğim mükemmel bir dergi.Allah başarılarınızın devamını getirsin. Eylül 2009 Vahdet KALIN: Burhan’ı okumak hayatı okumaktır…..Allah başarılarınızın devamını getirsin.. 66 İrem SOLMAZGİLLER Dursun YAZGI: Dergimizi severek ve beğenerek okuyorum. Yazılan yazılarda yazarlarınızın tüm içtenliği okadar açık ki. Okumaya başladığımda elimden bırakmak istemiyorum. Yıllardır namaz kılmama rağmen inanın namazdaki hareketlerin taşıdıkları manayı yeni öğrendim. GÖZÜMÜZÜN NURU NAMAZ artık erteleyerek kıldığım namaz değilde ezan vaktini sabırsızlıkla beklediğim “GÖNLÜMÜN NURU ”namaz oldu… Allah razı olsun sizden ve dergimizi hazırlayan tüm ekibinizden… Her ay severek okuduğum dergimde emeği geçen tüm herkese teşekkürler. Yazarlarından,basımını gerçekleştirenlere,kapımıza kadar getiren dağıtımcılarına kadar herkese gönül dolusu selamlar .Allah hepinizden razı olsun. Mevlüt HAKİM Rasim KAYA : Peygamberimizin şafaati dergimizi her ay hazırlayan ve yazan siz burhan dergisi çalışanları üzerinde olsun. Dergimizin her sayısı okunmaya değer yazılarla dolu. İyiki varsınız… Allah başarılarınızın devamını nasip etsin… Dergim kapımın önüne bırakılmadan sessiz sessiz kendimle hesaplaşmaktaydım. Öyle ümitsiz ve umarsız bir anımda imdadıma yetiştiki dergimiz .Kafamı dağıtmak için hemen dergimi açıp sayfalarını çevirmeye başladım.Ve o yazı “FIRSATLAR KAÇTI DİYE,SENİ KURTARAN RABBİNDEN ÜMİDİNİ KESME!”….Rabbim hepinizden razı olsun .Yazılarınızla öyle çok mahzun ,kırgın kalplere dokunuyorsunuz ki Allah başarılarınızın devamını getirsin Allah tüm evlere ulaşmanızı nasip etsin.Bu eşsiz derginin güzelliklerinden eşsiz maneviyatından tüm kalplerin yararlanması dileğiyle… Yaren SUSKUN Dergimizin tüm yazılarını ve çıkan her sayısını severek okuyorum. Dergimizden öğrendiğim okadar çok şey var ki. En güzeli hiçbir zaman bir insanın ümidini asla yitirmemesi gerektiği ve her zaman Allaha sığınması gerektiğini öğretmesi oldu. Sayenizde ümitvarım……İyiki varsın Burhan 67 Eylül 2009 BURHAN ÇOCUK Musa KARACA mkaraca_rehber@hotmail.com HOŞ GELDİN RAHMET AYI RAMAZAN! Size bir hediye geliyor. Çok uzaktaki, en sevdiğin arkadaşın gönderiyor. İçerisinde neler mi var? Sevdiğin herşey. Arkadaşın önceden haber veriyor. Beklemeye başlıyorsun. Büyük bir heyecanla günlerce gelmesini bekliyorsun. Düşünüyorsun içinde olanları, hayaller kuruyorsun hazırlık yapıyorsun ve sonunda geliyor. Hediyene kavuşunca neler hissedersin? İşte bu kutlu ayıda Allah (c.c) müjdeliyor; Rahmet, mağfiret ve bereket ayı. Ayların sultanı. İçinde o kadar büyük hediyeleri var ki Peygamber efendimiz (s.a.v) bile ona ulaşmak için “Allah’ım! Recep ve Şaban aylarını hakkımızda hayırlı ve mübarek kıl, bizi Ramazan'a ulaştır.” diye Allah’a (c.c) dua etmiş. Müminlerin on bir aydır büyük bir heyecanla beklediği bu özel aya ulaşmış bulunuyoruz. Be sebeple Rabbimize çok çok şükretmeliyiz. Peygamber efendimiz (s.av): “Eğer insanlar, Ramazanı Şerîf’in ne olduğunu lâyıkıyla bilselerdi, senenin tamamının Ramazan olmasını arzu ederlerdi.” Buyurmaktadır. Biz ramazanın ne olduğunu lâyıkıyla biliyoruz ve onun için çok sevinçliyiz. Peygamber efendimiz ( s.a.v) bu ayda müminleri şöyle müjdeliyor; “Ramazan ayı girdiği zaman cennetin kapıları açılır, cehennemin kapıları kapanır ve şeytanlar da zincire vurulur. Cennette Reyyân denilen bir kapı vardır. Oradan sadece oruçlular girer. Oruçlular girdiler mi artık kapanır, kimse oradan giremez." buyurmaktadır. Ramazan ayını ibadetle değerlendiren müminleri Allah’u Teâlâ böyle ödüllendirerek özel kapıdan cennete alıyor. Sizde ödül almak ister misiniz? Öyleyse ramazan ayını iyi değerlendirmeyi öğrenebilmek için sayfamızı okumaya devam edin lütfen. BİLGİN VE GEMİCİNİN HİKÂYESİ Bir gramer (dil bilgisi) âlimi gemi ile yolculuğa çıkmıştı. Kendini pek beğenen âlim, Gemiciye; - Söyle bakalım gemici, gramer bilir misin, diye sordu. Gemici; - Hayır, bilmem efendim, deyince, âlim; - Gitti ömrünün yarısı, diyerek gemiciyi aşağıladı. Gemici hiçbir cevap vermeden sustu. Ama bilgine çok kızmıştı. Aradan biraz zaman geçti. Denizde bir fırtına koptu. Tam bu sırada gemici âlime dönerek; - Ey yüce âlim, söyle bakalım. Yüzme bilir misin? diye sordu. Fırtınadan çok korkmuş olan âlim; - Hayır, yüzme bilmem, dedi. Bu cevabı duyan gemici gülerek bağırdı: - Yazık! Desene ömrünün tamamı boşa gitti. Çünkü birazdan gemi batacak. Mesneviden KISSADAN HİSSE Allah Rasûlü (s.a.v): "Kalbinde zerre kadar kibir, büyüklenme bulunan kimse cennete giremez!" buyurmaktadır. Eylül 2009 68 RAMAZAN AYINDA NELER YAPMALIYIZ? Kur'an okumalıyız: Kur’ân-ı Kerîm ramazan ayı içerisinde inmiştir. Dolayısıyla ramazan ayı aynı zamanda kur’an ayıdır. Bu ayı çokça kur’an okuyarak değerlendirmeliyiz. Kur'an okumak ve okunan Kur'an'ı dinlemek sevabı çok olan bir ibadettir. Peygamber Efendimiz:"Kim ALLAH'ın kitabı Kur'an'dan bir harf okursa onun için bir sevap vardır. Her sevabın karşılığı da on kat verilecektir" buyurarak Kur'an okuyanlara verilecek sevabın miktarını belirtmiştir. Sahura kalkmalı: Allah Resulü (s.a.v), bir lokma dahi olsa sahura kalkıp yemek yemeyi tavsiye etmiş. Sahurda bereketin olduğunu ve sahura kalkanlara meleklerin duada bulunacağını bildirmiştir Meleklerin duasını almayı ihmal etmeyin. Oruç tutmalı: Büyüklerimizden eski ramazanları dinlerken tekne orucunu hep duymuşuzdur. Hani küçükken sahura kalkıpta orucunu tamamlayamadan açtıkları orucun adı. Sizde deneyin çok zevkli oluyor. Acıkınca hurmalar, çeşit çeşit tatlılar gözünüzün önüne geliyor. Ya yemek kokusu burnunuza mis gibi geliyor. Dayanabilip akşam iftara kadar beklerseniz tebrik ediyorum kazandınız işte. Dayanamazda erken yiyip tekne orucu yaparsanız da üzülmeyin, tuttuğunuz kadar sevap alacaksınız. Bunlar büyüyünce tutacaklarımıza alışmak içindi. Nasıl olursa olsun oruç tutmak bence çok zevkli size de öneririm arkadaşlar. Teravih Namazı kılmalı: Teravih namazı, Ramazan gecelerini manalandırıp nurlandıran tatlı bir ibadettir. Müminler kalp ve gönüllerini bu manevî havayla temizlerler. Teravih namazı 20 rekât, yatsı namazı da 13 rekât toplam 33 rekât namaz hiç biter mi? düşünüp camiye gitmemeyi düşünüyordum. Ama camiye gidince bütün düşüncelerim değişti. Namazın nasıl bittiğini bile anlayamadım. Hele beraber getirdiğimiz salâvatlar o kadar hoşuma gitti ki anlatamam. Eve dönerken babamın süprizini sizinle paylaşmak istemem. Ramazan bereketini orada bile gördüm. Çokça Dua edelim: Dua bizim en önemli sığınağımızdır. Rabb’imiz “Dua edin kabul edeyim.” buyurarak bizleri duaya teşvik ederken, “Duanız olmasa ne ehemmiyetiniz var” buyurarak, duanın bizim için ne kadar önemli olduğunu bildirmektedir. Allah (c.c), kapısına gelip kulluğunu ilan eden ve kendisine el açıp yalvaranları huzurundan boş çevirmeyeceğini bildirmektedir. Öyleyse ne duruyoruz önce sağlık ve afiyet dileyelim sonra başarı ve mutluluk. Tabii dondurma ve oyuncak bulamayan kardeşlerimizi de unutmayalım. İftar: Oruçlunun iki sevinci vardır; Biri iftar ettiği vakit, diğeri de Allah'a kavuştuğu zamandır diye buyuran Hz. Peygamber efendimiz, iftarın önemini ortaya koymaktadır. Oruçlunun iftar vaktinde yaptığı dua katiyyen reddolunmaz." Bu sebeple iftarda kendimize, ailemize ve bütün Müslümanlara dua etmeyi unutmayalım. Ses Deneme Temel köyde imamlık yapıyormuş. İftar saati yaklaşmış. Bütün köylü de oturmuş iftar açmak için ezanı bekliyormuş. Temel çıkmış minareye: - Allahuekber Allahuekber Köylü Temelin sesini duyunca bismillah deyip oruçlarını açmışlar. Biraz sonra minareden Temelin sesi gelmiş - Allahuekber Allahuekber ses deneme 1-2-3 ses deneme !!!!! 69 Eylül 2009 Hasan BAŞAR ORYANTALİZM Tarih devletlerin mücadelesi sonucu oluşmuştur. Bu mücadelede daha çok menfaatler ön plandadır. Bunun yanında bir de medeniyetler arası çatışma vardır ki burada sadece menfaatler değil aynı zamanda ideolojiler ve dinler de çatışırlar. Asırlara dayanan Doğu (İslamiyet) ile Batı (Hıristiyan) dünyası arasındaki çatışma dünya tarihinde önemli bir yer tutmaktadır. Gerçi burada tam anlamıyla da bir çatışmadan bahis edilemez. Çünkü İslamiyet ilkeleri icabı daha yapıcı ve olgun olduğundan kendisine yapılan saldırılara pek kulak asmamıştır. Doğu başkalarının ne yaptığı ile değil daha çok kendisiyle ilgilenmiştir. Kendisini hiçbir zaman başkalarında üstün görmemiştir. İnsana insan olduğu için saygı duymuştur. Oysa batıda durum böyle değildir. Onlar için insanlık kendileri ve diğerleri olmak üzere ikiye ayrılmıştır. Kendileri dışındakileri küçümsemişlerdir. Eylül 2009 70 Oysa küçümsedikleri Doğu kültürü kendi kültürleri ortada yokken vardı ve bütün Avrupa tarihinden daha eskidir. Batıda küstahlık ve kendini beğenmişlik duygusu o kadar güçlüdür ki kendilerini âdete bütün insanların üzerinde görmektedir. Avrupa’nın kafasında yatan beyaz adamın üstünlüğüdür. Avrupalıların kendilerini üstün görme fikri eski Yunan kültüründen günümüz Avrupa’sına miras kalmıştır. Aslında buradaki sorun ırki olmasıdır. Avrupalı kendisini üstün bir ırk olarak görmektedir. Doğulu ise üstün ırk değildir. Batılı için beyaz yani kendisi ve beyaz dışındaki insanlar vardır. Onlara göre Batılılar ve Doğulular vardır. Batılılar hüküm eder, Doğular ise yönetilirdi. Batılılar güçlüdür, Doğulular güçsüzdür. Batılılar bu dünyanın öznesi iken, diğer insanlar nesnedir. Yani birisi dünyayı değiştirme gücünü kendinde görürken diğerleri sadece kaderini bekleyen objedir. Bu fikrin doğal bir neticesi olarak hiçbir Doğulu özgür olup kendi kendisini yönetmesine izin verilmemelidir. Avrupa’nın kafasındaki Doğu muhayyeldir. Gerçeklere dayanmamaktadır. Kendi kafalarında çizdikleri Doğuya inanmış ve inandırmışlardır. Olayları, kişileri, durumları hep kendi bakış açısına göre yorumlamışlardır. Oryantalizmde Doğunun değerlendirilmesi Doğulu gözüyle yapılmaz. Değerlendirmeler Batılılar tarafından yapılır. Batılıda Doğuyu değerlendirirken olduğu gibi değil, görmek istediği görür. Onu anlamaya ve olduğu gibi kabul etmek yerine değiştirmeye çalışır. Doğu üzerine yapılan bütün araştırmaların amacı tahakküm üzerine kurulmuştur. Bu açıdan bakılınca Doğu ile ilgili yorumlar, yalan, yanlış ve tahrik üzerine kurulmuştur. Batılıya göre Doğulu mantıksızdır, azgındır, dinsizdir, çocuk ruhludur, sapkındır. Böylece Batılı makuldür, fazıldır, olgun ve normaldir. Onların gözünde Doğulu pasiftir, ağzı var; dili yoktur. Doğulu tembeldir, ne vatan, ne tarih bilinci vardır. Doğulunun olduğu bir yerde mutlaka cinsellikten bahsedilir. Böylece Doğulu şehvet düşkünü birisi olarak gösterilir. Bu ve buna benzer kötü ve aşağılık tanımlamalarla çizilen Doğulu portresi bütün Batının zihnine kazınmıştır. Aynı çirkin oyun hala devam ediyor. Gözlerinizi bir an kapatıp Batılıların filmlerinde izlediğiniz Doğulu tiplerin özelliklerini gözlerinizin önüne getirin ne demek istediğimi daha iyi anlayacaksınız. Oryantalizmin oluşmasının temelinde İslamiyet vardır. İslamiyet Hıristiyanlığın sınırlarını her anlamda zorlamaya başlayınca Batılılar endişeye ve korkuya kapıldılar. Avrupalıların gözünde şark sadece coğrafi bir terim değil, İslamiyet’in ta kendisidir. Avrupalılar İslamiyet’in hızla yayılması kar- şısında korkuya kapıldılar. İslamiyet’in kendi sınırlarına kadar dayanması, bu korkuyu bir kat daha artırmıştır. Çünkü karşılarında hızla yayılan bir din ve bu dinin etrafında oluşan bir medeniyet var ve kendileri bu medeniyet karşısında acizler. Bu dönemde Doğu üzerine yapılan bütün yorumlar korku psikolojisine dayanır. Onlar da İslamiyet’le kendilerine göre mücadele etmenin yöntemi olarak İslamiyet’i inkâr ve ona inanan Doğuluları vahşi yaratıklar olarak göstermekte buldular. Onlara göre İslam “şiddet, yıkım, bela ve nefret verici barbar sürüleri”dir. Avrupalılar İslamiyet’in ilmi ve kültürel yönüyle pek ilgilenme71 Eylül 2009 diler, çünkü onlarda bu kabiliyet bulunmuyordu. Ortaçağın skolâstik düşüncesi gözlerini kör etmiştir. Şunu ifade edebilirim ki Batının kafasındaki Doğu imajı oryantalistler tarafından oluşturulan Doğudur. Ve bu durum günümüzde de hala devam etmektedir. Günümüz Avrupa’sının kafasındaki Doğu imajı yılların birikiminin ürünüdür. Yani oryantalizm nesilden nesile aktarılan bilgiler birikimidir. Danimarka’da yaşanan karikatür krizi aynı zihniyetin halen günümüzde de devam ettiğinin en basit örneğidir. Mesela d’Herbelati Peygamberimiz(s.a.v) için şunları söyleme cüretinde bulunmuştur: Hâşâ “Muhammed, meşhur düzenbaz, din adını da alan bizim Muhammedilik dediğimiz bir bid’atın düşünürü ve kurucusu.” Napolyon Mısır’ı işgal etmeden önce Mısır ve Doğu üzerine teferruatlı bir araştırma yaptırmıştır. Bu araştırma oryantalizmin seyrini değiştirmiştir. O oryantalist bilgiyi kendi emrine almıştır. O işgali kolaylaştırmanın ve işgal ettiği yerlerde kalıcı olmanın hesabı içine girmiştir. Mısır’ı işgal ettiğinde yanında bir oryantalist âlimler zümresi bulunmaktaydı. Artık oryantalizm dönüşümün, başkalaştırmanın adı olmuştur. Bu dönüşüm Doğunun Batıya dönüştürülmesi olayıdır. Tabiri caizse Batı korkularından sıyrılmış bir halde Doğuya doğru her anlamda taarruza geçmiştir. Büyük bir heyecanla ve arzuyla Doğuyu kendilerine uydurmaya çalışmaya başlamışlardır. İşte bildiğimiz anlamda tehlikeli olan oryantalizm bu zamanda ortaya çıkmıştır. Ortaçağ Avrupa’sında Doğu korku duyulan bir yer iken daha sonraki yıllarda bu korku azalmış ve yerini tahakküm etme fikri almıştır. Doğu üzerine yapılan inceleme ve araştırmalar artmış ama bu araştırmalar Doğuyu anlamak için değildir. Oryantalizmin kendisi politik güçlerin ve faaliyetlerin sonucu oluşmuştur. Oryantalizm: “Doğu Batıdan daha zayıf olduğu için Doğuya tahakkümü öngören Doğunun farkını onun zayıflığından ibaret bulan siyasi bir doktrindir.” (Edward Saıd). Oryantalizm ile emperyalizm adeta anlamdaş idiler. Batılılar Doğuluları yönetecekler yani sömürecekler, yerli halk buna karşı koymaya başladığında, direnç gösterdiğinde kendilerini yönetmeyi Batılılar kadar bilmedikleri söylenecektir. Oryantalizmin en baştaki amacı sömürgeciliktir. OryantaEylül 2009 lizmi de asıl kullanmalarının amacı bunu nasıl olurda daha kolay yapabiliriz olmuştur. Hüküm etmek için ne gerekiyorsa yapılır. İşgal ise işgal, ülkelerin içişlerine karışmak ise karışmak, kültürel ve sosyal yozlaşmayı sağlamak bu ve buna benzer aklınıza daha ne kadar müdahale geliyorsa uygulanabilir. Bunu başarabilmek için sömürücüye yani Batılıya sürekli güçlü olduğu fikri empoze edilmiş, sömürülenlere yani Doğululara da zayıf oldukları vurgusu yapılmıştır. Üstelik acı olan bu durumu Doğuluya yani bizlere de kabul ettirmişlerdir. İlerlemenin, kalkınmanın sağlanabilmesi Batılı gibi olunmasından geçmektedir fikri bizlerin bilinçaltına yerleştirilmiştir. Böyle düşünmeye başlayınca da Batılıların her türlü müdahalesine açık oluyoruz ve onların daha rahat hareket etmesine yardımcı oluyoruz. Ne acıdır değil mi bizlere yardım için gelenler arkalarında milyonlarca ölü, harap olmuş şehirler, parçalanmış topraklar ve birbirine düşürülmüş, aralarına nifak tohumu atılmış milletler bırakıp gidiyorlar. İşte en son örnek Irak. Amerika niye geldi Irak’a. Demokrasi ve insan hakları getirecek. Sonuç ortada. İslam dünyasının içinde bulunduğu durum biraz akıl ve insaf sahibi kimseler tarafından değerlendirildiğinde hoş olmadığımız görülecektir. Bir Müslüman olarak bu durumu kabullenemiyorum. Böyle yüksek bir medeniyetin evlatları Batılıların oyuncağı olmamalı. Vicdan sahibi herkes bu duruma dur demelidir. Bu durumdan çıkış yolu bulabilmemiz için başlangıcına dönmeliyiz. Avcılığın tarihini insanlar yazdığı müddetçe aslanlar kaybetmeye mahkûmdur. Galiba kendi medeniyetimizi kendimiz yazmadığımız müddetçe kaybetmeye mahkûmuz. Kendimizi Batının gözüyle sorgulamaktan kurtulamadığımız müddetçe aşağılık kompleksinden de kurtulamayız. Avrupalı kendini beğenmiş, ukala edası ile Doğuyu değiştirmek, dönüştürmek için Doğuya yöneldiğinde bizde çözülmelerin başladığı bir dönemdir. Bununda en önemli sebeplerinden bir tanesi de Sabatey Sevi ve onun arkasından gelen Sabateyistlerindir. Bizde çöküşün başlangıcı ve İslami anlayışımızdaki gericiliğin başlangıcı Sabatey Sevi devriyle başlaması tesadüf değildir sanırım. Bu başlı başına araştırılması gereken bir konudur. 72