Perspektif ! Selamların en güzeli ile ANADİLİ ÜZERİNE Hemen hepimizin bildiği ve sıklıkla kullandığı bir atasözünde eskiler, “bir lisan bir insan”dır der. Kanaatimizce, insanı insan yapan başlıca değerin dil (dolayısıyla düşünce) olduğu daha veciz bir şekilde ifade edilemez. Peki, dili (anadilini) bu denli önemli kılan başat özelliği nedir? Cevabı Konfüçyus versin: “Bir milletin bütün yönetimi bana bırakılsaydı, ilkin dilini düzeltirdim. Çünkü, dil düzgün olmayınca ifade edilmek istenenler gereği gibi ifade edilemez, söylenen de anlaşılmaz ve yapılması gerekenler yapılmadan kalır, böyle olunca töreler ve sanat geriler, adalet yoldan çıkar, halk çaresizlik içinde kalır. İşte bundan dolayı söylenmesi gereken başıboş bırakılamaz. Ve bu her şeyden önemlidir.” Dilbilimciler, dilin sadece düşünceyi ifade etme aracı olmadığı, düşünce üzerindeki belirleyici etkisi, ve dahi düşünceyi şekillendirici gücü konusunda ünlü Alman dilbilimci Wilhelm von Humboldt’ten bu yana büyük ölçüde mutabakat halindedirler. Ve dilin kişilik ve kimlik üzerindeki etkileri, dildeki değişimin kişilik, kimlik ve dünya görüşünü (Weltanschauung) de değiştireceği ve dönüştüreceği gerçeği, sanıyoruz izahtan varestedir. Özellikle de “din dili”nin anadilimize bu denli sirayet ettiği, sindiği bir dilin sahibi olan bizler için... Anadilinin değerinin yanı sıra sorunları, azınlık olarak yaşanılan toplumlarda ise şüphesiz çok daha büyüktür. Ve Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde üç nesildir yaşamakta olan Türkiyeli göçmenler olarak, anadilimiz Türkçenin her geçen gün daha az kullanıldığı, kullanılan dilin kalitesinin her geçen gün daha da düştüğü bir dönemde, dilin, Türkçemizin önemi konusu üzerinde ne kadar durulsa yeridir. Bu kaygı ve hissiyatla, koordinatörlüğünü sayın Yılmaz Bulut’un yaptığı, Avrupa çapındaki Türkiye kökenli göçmenlerin kurduğu hemen hemen bütün sivil toplum örgütlerinin katıldığı ve desteklediği “Türkçem, Anadilim, Geleceğim” çalıştayı da çok geç olmadan alınması gereken tedbirler ve bundan sonra yapılması gerekenler adına önemli bir “ilk adım” idi. Bizler de bu sayımızda, anadiline verilmesi gereken önemin altını bir kez daha çizmek adına konuyu farklı yönleriyle ele aldık. Uzun yıllardır konu üzerinde düşünen ve çeşitli araştırmalar yapan Prof. Dr. Cemal Yıldız ile anadilinin önemi ve mevcut sorunlar üzerine yaptığımız söyleşinin zihin açıcı ve özellikle Avrupa’da yaşayan Türkiyeli ebeveynler için yol gösterici nitelikte olduğunu/olacağını düşünüyoruz. Kapak konumuzun yanı sıra, Solingen katliamının Mayıs ayına tekabül ediyor olması dolayısıyla ve gelecekte bazı şeylerin herkes için daha iyi olması isteniyorsa, bu acı hatıraların unutulmaması gerektiği düşüncesiyle Solingen’den bu yana Avrupa’daki “yabancılara” bakışın aslında pek de değişmediğini, yazarlarımızdan Zekiye Topatan’ın kaleminden gündemimize aldık. Aziz İstanbul’un fethinin yine Mayıs ayında gerçekleşmiş olması da, faklılıkları zenginlik olarak gören Fatih’in geniş vizyonunun hatırlanması için önemli bir vesileydi. Bizden farklı düşünen, farklı olan herkesin ve her şeyin tehlikeli olduğuna her geçen gün daha çok ikna olan/edilen bizler ve ülke yöneticileri için asırlara şamil İstanbul kozmopolitliğinin yeniden hatırlanması, farklılık ve çeşitlilikleri toplumlar için değeri telafi edilemez bir zenginlik kaynağı olarak görmek ve öyle kabul etmek adına önemliydi. Gelecek sayımızda buluşmak üzere, kalbî selamlarımla. • Mustafa YENEROĞLU i çi n d ekil er dosya Dilin Önemi ve Anadili Olarak Avrupa’da Türkçe ................ Anadilim, Türkçem, Geleceğim .................................................................... 6 10 Almanya’da Çok Dilliliğin ve Anadilde Eğitimin Hukukî Çerçevesi .................................................... Söyleşi: Prof. Dr. Cemal Yıldız ile Anadilin Önemine Dair...... Ulus-Devletin Kıskacında Anadili ............................................................ Arapça: Müslümanların “Anadili” ............................................................. 14 16 20 22 10 ANADİLİM, TÜRKÇEM, GELECEĞİΜ gündem Toulouse Olayları ve Muhammed Merah’ı Tanı(mla)yabilmek! ........................................ 24 Solingen Katliamı ile Su Yüzüne Çıkan “Hatıralar” ........................................................................... 26 Bir Cahiliye Adeti: Hindistan ve Çin’in “Kayıp” Kız Çocukları ..................................... 28 16 kültür İstanbul, Fatih Tarafından Şerhedilen Şehir ................................ Ecdadın Kabe Toprağı Saydığı Üsküdar’da Günbatımı ............. PROF. DR. CEMAL YILDIZ İLE ANADİLİN ÖNEMİNE DAİR 30 32 dünya Global Sistemin Yeni Devleti: Belucistan ......................................... Kış ile Yaz Arasında Arap Baharı ................................................................ 34 36 28 HİNDİSTAN VE ÇİN’İN “KAYIP” KIZ ÇOCUKLARI Perspektif • IGMG Aylık Yayın Organı MAI / MAYIS 2012 • Yıl/Jg.: 18, Sayı/Nr.: 209 Boschstr. 61-65, D- 50171 Kerpen, Deutshcland Tel.: 02237/ 656-0 • Fax: 02237/ 656 555 www.igmg.de • E-Mail: dergi@igmg.de Yayımlanan yazıların sorumlulukları yazarlarına aittir. • Die in der Zeitschrift veröffentlichten Meinungen binden die Autoren, nicht die IGMG. YAYINCI HERAUSGEBER: IGMG-Islamische Gemeinschaft Millî Görüş e.V. Amtsgericht Köln, VR 17018 adına Kurumsal İletişim Başkanlığı Vertreten durch den Vorstand: Kemal Ergün, Vorsitzender; Oğuz Üçüncü, Generalsekretär; Hakkı Çiftçi, stellv. Vorsitzender ABONE SERVİSİ · ABONNEMENT: IGMG-Islamische Gemeinschaft Millî Görüş Mitgliederbetreung: Boschstr. 61-65, D- 50171 Kerpen Tel.: 02237/ 656-0 • Fax: 02237/ 656 555 • E-Mail: mitglied@igmg.de Genel Yayın Yönetmeni / Chefredakteur: Mustafa Yeneroğlu (V.i.S.d.P) Editör: İlhan Bilgü İLAN SERVİSİ · ANZEIGENSERVICE: Tel.: 02237/ 656-201 Fax: 02237/ 656 555 • E-Mail: tanitma@igmg.de Yıllık abone ücreti: Jahresabonnement: 59,-EURO • IGMG Genel Merkez Üyelerine ücretsizdir. Der Bezugspreis ist für Vereinsmitglieder im Mitgliedsbeitrag enthalten. HESAP NO · BANKVERBINDUNG: BANK AUSTRIA: IBAN: AT 23 12 000 515 74 66 56 01 SWIFT: BKAUATWW G Ü ND E M D EN K ISA K ISA... “İSLAM ALMANYA’YA AİT DEĞİLDİR’’ FRANSA’DAKİ MÜSLÜMANLAR ENDİŞELİ Hristiyan Demokrat Partisinin parlamentodaki grup başkanı Volker Kauder, İslam’ın Almanya’da yeri olmadığını söyledi. Kauder yaptığı açıklamada; ‘’İslam, Alman gelenek ve kimliğinde yoktur, Almanya’ya ait değildir ifadesinde bulundu. Kauder, buna rağmen Müslümanların Almanya’ya ait olduğunu, vatandaş olarak bütün haklardan yararlandıklarını, ekledi. Eski Almanya Cumhurbaşkanı Christian Wulff, görev yaptığı dönemde, İslam‘ın Almanya’ya ait olduğu açıklamasında bulunmuş ve Wulff’un bu cümlesi ülkede tartışmalara yol açmıştı. 26 Mart’ta da başkent Paris yakınındaki Juvisy sur Orge bölgesinde 18 yaşında başörtülü bir kız, İş Bulma Kurumu’ndan çıkarken saldırıya uğradı. Bıçaklı bir adamın, başörtüsünü çıkarmaya çalıştığını belirten genç kız, saldırganın kendisine hakaret ettiğini söyledi. Saldırganın, DNA testiyle saptanabileceği ancak savcılığın, ‘pahalı olacağı’ gerekçesiyle buna izin vermediği belirtildi. Korsika’da ise İslam’ı seçen 4 çocuk annesi Sylvie Malabre çocuğunu okuldan almak isteyince diğer veliler tarafından engellenmeye calışıldı. Annenin “laikliğe aykırı giyindiği ve diğer çocukların psikolojilerini etkilemeye çalıştığını” öne süren velilerin başvurusu, okul yönetimince reddedildi. BELÇİKA’DA İSLAM KARŞITI PROGRAM Belçika’da Fransızca yayın yapan devlet televizyonunun ülkede yaşayan Müslümanları hedef alması tepki çekti. İslam hakkında olumsuz örnekler veren, “Günün başlıca sorunları” adlı programda Belçika’da yaşayan Müslümanları hedef alan RTBF’nin yayınını ırkçı bulduğunu söyleyen Valon Sosyalist Partisi Başkan Yardımcısı Philippe Moureaux, devlet televizyonunda “Irkçı ve İslamofobik” söylemin kabul edilemez olduğunu söyledi. Moureaux, “Müslümanlar hakkında olumlu tek bir görüntü bile kullanmıyorlar.Yasağa rağmen peçe takan birkaç kadın bulup İslamcılığın yükselişte olduğunu söylemek manipülasyondan başka bir şey değildir. Bazılarının bugün Müslümanlara saldırdığı gibi,(Nazi Almanyası’nın Propaganda Bakanı) Goebbels de Yahudilere saldırmıştı” tespitinde bulundu. Brüksel Bölge Milletvekili Mahinur Özdemir de söz konusu programda korku müzikleri eşliğinde Belçikalı Müslümanların genelini yansıtmayan örneklerin ekrana taşınmasının tarafsızlıkla bağdaşmadığını söyledi. ALMANYA’DAKİ DİN GÖREVLİLERİ DİYALOGA AÇIK Almanya Federal Göç ve Mülteci Dairesi İslam din görevlilerini, Türkiye ve Uyum Araştırmalar Merkezi (ZfTI) ise Almanya’daki İslamî Cemiyet Hayatı’nı konu edinen birer araştırma yaptı. Araştırma verileri 835 cami ve cem evinde görev yapan 821 din görevlisi ile yapılan bilimsel söyleşi neticesinde elde edilirken, İçişleri Bakanı Friedrich, “Araştırmanın ortaya koyduğu kapsamlı neticelerle elimizde ilk defa siyaset ve toplumun çalışmalarını temellendirebileceği veriler” olarak değerlendirdi. DOMUZ ETİ SKANDALINA CEZA Danimarka Eşit Muamele Kurulu, 2010’da Müslüman öğrencileri domuz yemeyi reddettiği için okuldan atan meslek lisesine 75 bin kron (10 bin Euro) tazminat cezası verdi. Danimarka Eşit Muamele Kurulu, Müslüman öğrencilerin domuz yemeye zorlanması ‘ayrımcılık’ olarak değerlendirdi. “Yanlış bir şey yapmadık” diyen okul yönetimi ise cezayı eleştirdi. Kurul sekreteri Erling Brandstrup, ilk kez alınan bu kararın bundan sonraki olaylar için de emsal teşkil edebileceğini ifade etti. FRANSA’DA CUMHURBAŞKANLIĞI SEÇİMLERİ VE YÜKSELEN AŞIRI SAĞ Fransa Cumhurbaşkanlığı seçiminin ilk turu sonunda açıklanan sonuçlara göre, sosyalist aday François Hollande oyların yüzde 29’unu alırken, mevcut Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy’nin oy oranı yüzde 27 civarında kaldı. Aşırı sağcı Marine Le Pen’in oyları ise beklenilenin üzerine çıkarak yüzde 18’e ulaştı. Fransa'da siyasi gözlemciler, Le Pen'in özellikle 1824 yaş arası genç seçmenlerin oylarının yüzde 26’sını almasını “büyük başarı” olarak değerlendiriyor. Nitekim, 2002 seçimlerinde Marine Le Pen'in babası Jean-Marie Le Pen yüzde 16 oy almıştı. İslâm ve yabancı düşmanlığının baş savunucusu haline gelen Marine Le Pen'in bu başarısı Fransa'da yabancı düşmanlığının genç nesiller arasında da tırmandığını gösteriyor. M AY I S 2 0 1 2 • s ay f a 5 dosya Dilin Önemi ve Anadili Olarak Avrupa’da Türkçe ve toplumsallaşır. Ayrıca, anadili aracılığıyla ilk toplumsal kuralları kavrar, çevresi ile ilişki kurar. Bu noktada anadiline ve anadili eğitimini verecek kişilere büyük bir görev düşer. Zira çocuğun tüm gelişimi dil gelişimiyle doğrudan bağlantılıdır.3 Bütün bunların yanı sıra geçmiş kuşaklar gündelik hayatın yeniden üretiminde yaşam deneyimlerini yeni kuşaklara dil aracılığıyla aktarır. Dil bir Dil kültürün aynasıdır ve toplumun sürekliliği ile kültoplumun değer yargılarını, duyarlılıklarını, öncelikletürün yeniden üretimini sağlamada en temel kurumlardan rini ve farklılıklarını özünde taşır... biridir. Dil yoksa bir kavramlar sistemi ve düşünce de Anadili, insanın içinde doğup büyüdüğü aile ve yoktur. Düşüncenin belirleyicisi dil, dilin belirleyicisi toplum çevresinde, doğumundan 6 yaşına gelinceye kaise toplumdur. İnsan gerçekliğe dili kullanmaksızın adapdar öğrendiği, kendini ifade edebildiği, duygu ve düte olamaz. Reel dünya büyük ölçüde bilinçsiz bir biçimde şüncelerini aktarabildiği dildir: Anadili eğitimi çocuk dil alışkanlıkları üzerine inşa edilir. 1 Bir çocuk için dil, 6 yaşına gelene kadar büyük ölçüde tamamlanmaktaçocuğu egosundan uzaklaştırıp, onun sosyal bir kişi oldır ve bu yaştan sonra, öğrenilen bu dilin gelişmesi ile masını sağlayan, kendisini kontrol ve takip ettirebilen, ilgilenilmektedir.4 Yurtdışında çok dilli ortamlarda yedüşüncelerini, duygularını ve davranışlarını ifade etmesini tişen bir çocuğun kimliğini koruyabilmesi, sağlıklı düadım adım geliştiren ve kendini güvende hissetmesine şünme, doğru anlama, toplum içinde karşı karşıya gelyardımcı olan bir davranış türüdür.2 Dil çocuğun kendiği çeşitli durumlara uyum sağlayabilme yetenekleridisini anlatabilmesini sağlar ve ona birey olma yolunnin gelişmesi için ana dili ayrı bir anlam ve önem taşıdaki ilk adımını attırır. Dünyaya geldiğinde hiçbir şey maktadır.5 bilmeyen çocuk anadiliyle kimlik kazanır, kültür edinir Son yıllarda yapılan araştırmalar da ortaya koymaktadır ki; ana dili çocuğun kimlik ve zihin gelişiminde önemli bir rol oynar ve ilk Ülke Toplam Türkiye Türkiye AB AB önce öğrenilen ana dili, ikinci dilin ediVatandaşı Vatandaşı Vatandaşı Vatandaşı Oranı nilmesine de belirleyici bir zemin, bir alt AB Ülkelerindeki Türkiyeli Göçmenler yapı oluşturur. Bu bakımdan ikinci dil Belçika 130.000 40.000 90.000 %69,2 olarak öğrenilen dilin yanında çocuğun biDanimarka 56.000 29.000 27.000 %48,2 rinci dilinin de desteklenmesi gerekir. Bu Almanya 2.900.000 1.950.000 950.000 %35,1 görüş beyin üzerinde yapılan araştırmalarla Fransa 450.000 270.000 180.000 %47,4 da desteklenmektedir. Araştırmalarda elHollanda 470.000 140.000 330.000 %72,8 de edilen bulgulara göre, birinci dilin ediİsveç 63.000 12.000 51.000 %80,9 nilmesinde beyindeki nöronlar (sinir hücBüyük Britanya 150.000 70.000 80.000 %62,5 Diğer AB Ülkeleri 130.000 120.000 10.000 %7,7 releri) arasında bir takım ilişki ağları kuTOPLAM 4.217.000 2.440.000 1.777.000 %42,1 rulduğu ve bunların daha sonra artık deTÜRK AZINLIKLAR ğişmediği, diğer tüm öğrenme süreçlerinin Yunanistan 150.000 150.000 bu ağlar üzerinden gerçekleştiği (yani Bulgaristan 750.000 750.000 ikinci dil ve diğer öğrenme süreçleri) ve bunRomanya 70.000 70.000 lar üzerine kurulduğu belirtilmektedir. TOPLAM 970.000 970.000 Durum böyle olunca, birinci dildeki geliAB’deki Türkiyeli Göçmen ve Azınlıklar şim süreçlerinin ihmal edilmek hatta basAB TOPLAM 5.187.000 2.440.000 2.747.000 %53 tırılmak suretiyle tehlikeye atılmamasıKaynak: TAVAK 2011 Ömer Öksüz • oemerr@web.de sayfa 6 • Perspektif nın gerektiği savunulmaktadır.6 T. C. Dışişleri Bakanlığı Verilerine Göre Çocuğun dilsel ve zihinsel gelişimi ve 5 Temmuz 2011 İtibariyle Yurtdışında Bulunan başarısı için öneminin yanı sıra, Avrupa’daki Türkiye kökenli insanların toplumsal Türkiye’den gönderilen öğretmen sayısı 1.479 yapısının analiz edilmesinin en önemli Türkiye’den gönderilen din görevlisi sayısı 1.293 araçlarından biri de konuşulan dildir. Ve bugün itibariyle, Türkçe Batı Avrupa’da Türkiye’den gönderilen okutman sayısı 99 birçok ülkede 5 milyonu aşkın insan taTürkiye kökenli üniversite öğrencisi sayısı 130.000 rafından konuşulan en büyük azınlık dilidir. Aynı şekilde, batı Avrupa vatandaşları İlköğretim-ortaöğretim öğrencisi sayısı 838.000 arasında en çok kullanılan ortak dil İngilizceden sonra Türkçedir, ancak bununla Türkiyelilerin derneklerinin sayısı 3.900 birlikte anadile (Türkçeye) olan hakimiyetin birinci kuşaktan üçüncü kuşağa sını ve sonrasında tüm eğitim hayatını etkileyecek gelinceye kadarki süreçte kaybolmaya başlaması (ki, ilk olumsuz sonuçların habercisi olarak değerlendirilkuşakta Almanca bilenlerin sayısı çok az iken, üçüncü mektedir (nitekim, çocukların ergen oldukça ebekuşakta Türkçe bilenler gittikçe azalmaktadır), Türkiveynleri ve kendi yaşıtı diğer çocuklar ile arasındaki dilyeli göçmenlerin kültürel kimliğinin yaşatılması ve yesel boşluk, duygusal bir boşluğa dönüşür ve çocuklar ebeniden üretilmesi için bir tehdit unsuru olmaktadır. Ziveynlerine ve okula çok hızlı bir biçimde yabancılaşara dildeki dönüşüm, aslında toplumun kültürel yapısı7 bilirler). nın dönüşümüdür. Doğuştan itibaren aile çevresinde öğrendiği anadiAvrupa ülkelerinde yaşayan vatandaşlarımızın analinde değil de sadece ikinci dilde desteklenen öğrencidili olarak kullandığı Türkçe, vatandaşlarımızın çoğunlukla lerin büyük bölümü okul derslerinin kendileri için tüm kırsal kesimden göç etmiş olmaları ve Türkiye’de kookul hayatı boyunca çok ağır olduğunu bildirmektedirler. nuşulan Türkçenin geçirdiği gelişimi izleyememeleri giModern dönemde, eğitim sürecinde öğrencilerde “kenbi nedenlerden dolayı standart bir dil olmayıp; her bir dine güven” ve “kendinden emin” olma duygularının gevatandaşımızın geldiği yörenin genel karakteristik ya8 liştirilmesi hedeflenmektedir. Uygulanan metotlar sopısını yansıtır. Ve bunun yanı sıra, sosyal ve kültürel nucunda, göçmen öğrencilerde ise bunun yerine “aşaaçıdan fakir, nispeten kapalı bir çevrede, tekdüze yaşağılık” duygusu gelişmekte, bu da onların genel olarak ma bağlı olarak Türkçenin iletişim dili olarak yeterinöğrenmelerini güçleştirmektedir. 10 ce ve etkin olarak kullanılamaması yeni kuşakların kuBatı Avrupa’da yaşanılan ülkenin dili ve anadili olarallara uygun bir Türkçe öğrenebilmesini engellemekrak Türkçe öğrenimi ise çok karmaşık bir meseledir. Her tedir. Ayrıca, Avrupa’da yetişen Türkiyeli göçmen çoşeyden önce yıllar boyunca anadili öğretimi yasaları sücuklarının büyük bir kısmının aile içinde sağlıklı dilsel rekli olarak değişmiştir. İkinci olarak da anadili öğretietkileşim olanağı bulamaması konunun üzerinde durulması mi konusunda Avrupa Birliği ülkeleri arasında bir uyuşgereken bir başka boyutudur. Çocuklar ev dışında, ma söz konusu değildir. Belirsizlik ve tutarsızlık anadili içinde bulundukları toplumun dilini konuşmakta, anaeğitimiyle ilgili politikaları tanımlamaktadır. Bununla dillerini ise sadece ev içinde, ebeveyn (ve akrabaları) birlikte, kaba hatlarıyla özetlendiğinde Batı Avrupa’da ile temel iletişim gereksinimleri çerçevesinde, son deTürkçe, ya yabancı dil olarak ya da anadili olarak öğrece asgari bir seviyede kullanmaktadırlar. Ve çocuklarla retilmektedir. 11 yetişkinler arasındaki iletişim, buyurgan ve daha çok teDaha önce de ifade edildiği gibi, Avrupa genelinde, mel gereksinimleri karşılamaya yönelik bir özellik gösanadili eğitimi ile ilgili çok farklı uygulamalar bulunmaktadır. termektedir. Örneğin İsveç, 1976 yılında Ev Dili Reformu’nu gerDolayısıyla, kapalı bir çevrede, kısır bir döngü içinçekleştirmiştir. Bu reform göçmen çocukların ikinci dil de sürdürülen tekdüze yaşama bağlı olarak, Türkçenin olarak İsveç eğitimine katılmalarını zorunlu kılmakla birde iletişim dili olarak yeterli oranda kullanılmaması nelikte, isterlerse kendi dillerinde eğitim hakkına sahip oldeniyle yeni yetişen kuşakların yeterli kalitede Türkçe duklarını yasal olarak kabul etmiştir. Bu bakımdan İsöğrenmesi engellenmektedir. Ve bunun sonucunda veç, kültür politikası ve iki dilli eğitim açısından kıta Avyarı dillilik gibi bir tehlike ile karşı karşıya kalınmaktarupa’sından farklı bir yapı göstermektedir. İsveç eğitim dır. Yarı dillilik ise ancak dilsizlik olarak tanımlanabi9 sistemi, evde konuşulan dili eğitimde de geçerli dil olalir. Ve yarı dillilik veya dilsizlik bireyin ruhsal dünyaM AY I S 2 0 1 2 • s ay f a 7 dosya rak kabul etmekte ve en az 5 kişilik bir grup oluştuğunda anadili eğitimi vermeyi belediyelere bir yükümlülük olarak şart koşmaktadır. Ve son yıllara ait verilere göre İsveç’te, Türkçe anadili eğitimine katılan çocukların sayısı toplam Türkiyeli göçmen çocukların nüfusunun %60’ını oluşturmaktadır. Göçmenlerin yoğunlukta olduğu bir başka ülke olan Fransa, kültürel alanda göçmen örgütlerin sosyal ve kültürel etkinliklerini desteklemenin yanında mütevazi oranda anadili eğitimine de müsaade etmektedir. Bununla birlikte, Fransa Anayasasının 2. maddesine göre Fransızca 1992 yılından bu yana tek resmi dildir. Fransa, anayasal nedenlerle, çeşitli kültürlere ve farklı anadillere sahip olan vatandaşlarını azınlık olarak tanımamaktadır, ki bu Fransa’nın azınlıklarla ilgili değişmeyen politikasıdır. Bunlar bölge kültürleri ve dilleri çerçevesinde değerlendirilmek suretiyle anayasal engellelerin aşılması amaçlanmaktadır. Ancak kendi iç mevzuatında yerel kültürlerin korunması için düzenlemeye gitmiş ve bölgesel dil olarak kabul ettiği (Korsika, Bask dili gibi) bir takım dilleri okulların müfredatına konulmasını benimsemiştir.12 İsveç’ten farklı olarak Fransa’da anadili eğitimi göçmen grupların kendi ülkelerinin konsoloslukları tarafından organize edilmektedir. Ve son verilere göre, 400 binin üzerinde Türkiyeli göçmenin yaşadığı Fransa’da, ilk ve orta öğretim düzeyinde 20 bini aşkın Türkiyeli öğrenci kendi konsolosluklarının düzenlediği bu eğitime katılmaktadır. Göçmenlerin anadili konusunda belirsizlik ve karmaşanın sürdüğü bir diğer batı Avrupa ülkesi olan Hollanda’da anadili eğitimiyle ilgili 70’li yıllardan bu yana zikzaklı bir politika izlenmiştir. Hollanda, başlangıçta anadili eğitimi konusunda en az İsveç kadar istekli ve olumlu bir tavır sergilerken, sonraki yıllarda bu eğiti- Telefonda %5,0 mi “kırparak” neticede tümden kaldırma yoluna gitmiştir: 2004 yılında Yaşayan Yabancı Diller Eğitimi olarak adlandırılan anadili eğitimi tümüyle yürürlükten kaldırılmıştır. Bu eğitimin kaldırılmasına gerekçe olarak söz konusu eğitimin ve öğretmenlerin kalitesizliği yanında bütünleşme önünde bir engel olduğu belirtilmiştir. Ancak hükümetin bu eğitimi tasarruf politikaları çerçevesinde kaldırmış olması manidardır.Bu eğitimin kaldırılmasıyla binlerce yabancı kökenli çocuk anadillerini öğrenmekten mahrum bırakılırken, yüzlerce öğretmen de işsiz kalmıştır.13 Özetle, Hollanda’da son durum, konunun uzmanlarından Guus Extra ve Ludo Verhoeven’in belirttiği gibi14: “Hollanda’daki yaygın kanı etnik azınlıkların anadillerini öğrenmeyerek sadece Hollandaca konuşmaları yönündedir; ve göçmen çocukları anadillerini öğrenmek yerine tüm zaman ve enerjilerini Hollandaca öğrenmeye vakfetmelidir. Bu anlayışta çok dillilik bir zenginlik/kaynak olarak değil, bir problem olarak görülmektedir.” Yaklaşık 700 bin Türkiye kökenli öğrencinin bulunduğu Almanya’da ise genel olarak dışlayıcı bir etno-kültürel ulusçuluk hakim durumdadır. Bu hakim görüş, aynı zamanda devlet politikasıdır ve göçmenlerin dil ve dinleri başta olmak üzere kültürel değerlerini “tehdit” olarak görmektedir. Bu nedenle Almanya, uyum ve entegrasyon için göçmenlerin ana dillerini sistemli ve düzenli olarak konuşmalarını ve öğrenmelerini desteklememekte, zaman içinde azalarak ortadan kalkmasını umarak, buna zemin hazırlamaktadır.15 2005’te yürürlüğe giren Göç Yasası’nı çıkarıncaya kadar göç ülkesi olduğunu kabul etmeyen Almanya, yaklaşık 50 yıldır birlikte yaşadığı göçmenleri “yabancı statüsüne tabi tutmuştur/tutmaktadır. Türkler ve diğer yabancılar “Alman ulusunun birliğini bozar” inancıyla dışlanmaktadır.16 Çok kültürlülüğe hala mesafeli duran Almanya, yıllardır aynı topraklarda birlikte yaşadığı Türkiye kökenlilerin ana Çocuğunuz Günlük Yaşamında Türkçeyi Nerelerde Kullanıyor? dillerini resmi okullarda öğrenme ve geliştirmelerinin önünü dolaylı olarak Türkiye'de Camide Okulda kesmektedir. Almanya Türk Toplu%10,9 %7,1 %10,5 mu Başkanı Kenan Kolat’ın ifadesiyle, “Alman okul sistemi diğer dilleri ve kültürleri temelden reddetmekte ve küçümsemektedir. Asıl sorun saygı eksiklği, yok sayma, kabul etmemedir.17 Evde %84,9 rıyla a l ş Bu genel devlet politikasının yanı sıda Arka ,3 6 4 , 2 ra göçmenlerin anadili eğitimine olum2 % %1 e lu/ılımlı (yerel) yaklaşımlar da yok d er ry değildir. Örneğin; Kuzey-Ren Veste H falya Eyaletinde “misafir işçi” çocuklarının anadili eğitimine yönelik ilk düzenlemeler 60’lı yılllarda yapılmıştır. O yıl- sayfa 8 • Perspektif larda çocukların ülkelerine döndüklerinde uyum Çocuklar Evde Genellikle Hangi Dili Konuşuyorlar? sorunu yaşamamaları düşüncesiyle açılan Bulunulan Ülkenin Dili anadili ve kültür dersleri, zaman içersinde ye%7,6 ni amaçlara hizmet edecek biçimde yeniden Cevapsız yapılandırılmıştır. Bugün Kuzey-Ren Vest%1,9 falya’da aralarında Türkçenin de bulunduğu Türkçe 18 ayrı dilde anadili dersi verilmektedir. %27,2 Türkçe orta dereceli okulların ilk kademesinde ikinci yabancı dil olarak seçilebilmekKarma te, ikinci kademesinde lise bitirme sınavla%63,3 rında seçilebilecek dersler arasında yer almaktadır. Özetle, her ne kadar haftada iki saatle sınırlı tutulsa da, Kuzey-Ren-Vestfalya Eyaletinde genel tutumdan farklı olarak ılımlı bir dil politikası izlenmekte, Almanya’daki diğer eyaletlere örnek olabilecek nitelikte uyöğretmenler anadilleri hakkında temel dilbilimsel bilgulamalara yer verilmektedir. gilere sahip olmalıdır. Anadilinin Türkçe olması veya Türkçe’ye Almanya’da (ve Avrupa genelinde) hak sadece Türk dili ve edebiyatı bölümünden mezun olettiği değerin verilmesi Türkçe’nin kurumsallaşmasınmak Türkçe’yi öğretmeye yetmez. Bir diğer önemli kodan geçmektedir. Bunun için ise Türkçe için uzun vanu da; Türkçe’yi ikinci dil ortamında öğretecek öğretdeli planlar yapan kurumlar oluşturulmalıdır.18 Almenlerin anadili edinimi ve ikinci dil edinimi konusunda manya özelinde, Türkçe’nin kurumsallaşmasına katkı yüksek lisans düzeyinde programlarını takip etmesi gesağlayacak bir örnek olarak Duisburg-Essen Üniversirekliliğidir. En önemlisi de; bu öğretmenlerin tercihen tesi Turkistik Bölümü gösterilebilir. Bu bölümde 1995 çalıştıkları ülkenin dilinde iletişimsel yeterliliğe sahip yılından bu yana Almanya için Türkçe öğretmenleri yetiştirilmekte, mezunlar kendi ana dillerini Almanya’da, olmaları gerekmektedir.19 “ana dili” dersi olarak öğretmektedir. Almanya’da en fazla konuşulan ikinci dil olan Türkçe’nin anaokulundan 1 üniversiteye kadar, eğitim müfredatının her aşamasınHüseyin Arslan, Epistemik Cemaat, Paradigma Yayınları 2 Yavuzer 1987, s. 46 da ana dili olarak yer alması, Avrupa’da yaşayan Tür3 Hilal Polat, Okul Döneminde Anadilin Önemi (http://www.atib.org) kiyelilerin fiziksel varlıkları kadar dillerini de kalıcı kı4 Erkan Türkoğlu, Türkçe’nin Geleceği Paneli, DİTİB. lacaktır. Türkçe’nin Batı Avrupa dilleri arasında kural5 Prof. Dr. Mustafa Çakır, Sosyal Bilimler Dergisi 2002-2003 6 lı, düzgün ve canlı bir biçimde varlığını sürdürebilmeProf. Dr. Cemal Yıldız. Kaynak: http://dobam.eu/downloads/cytuerkcev2.pdf si için, Almanya ve Türkiye devletlerinin etkili bir 7 Yusuf Adıgüzel, Almanya Türkleri’nde Dil Din Kimlik, Şehir Yaprogram uygulaması, sivil toplum kuruluşları, aileler ve yınları genç kuşakların da ana dillerine gereken hassasiyeti gös8 Prof. Dr. Mustafa Çakır, Sosyal Bilimler Dergisi 2002-2003 9 termeleri önem taşımaktadır. Prof. Dr. Mustafa Çakır, Almanya’daki Çok Kültürlü Ortamlarda Özetle, farklı Avrupa ülkelerinde farklı anadili eğiTürkçenin Ana dili olarak Kullanımı. 10 Prof. Dr. Cemal Yıldız. Kaynak: http://dobam.eu/downlotimi uygulamaları vardır. İngiltere gibi ülkelerde anaads/cytuerkcev2.pdf dili eğitimi, ilgili toplumla yerel yönetim arasında çö11 Kutlay Yağmur, Batı Avrupa’da Türkçe Öğretiminin Sorunları ve zülmesi gereken bir konu iken, İsveç, Hollanda ve DaÇözüm Önerileri 12 nimarka gibi ülkelerde sorumluluk eğitimle ilgili merSüleyman Terzioğlu, Uluslararası Hukukta Azınlıklar ve Anadilde Eğitim Hakkı. 2007 cilere aittir. Almanya (bazı eyaletleri hariç), Fransa ve 13 Yard. Doç. Dr. Kadir Canatan, Türkoloji Araştırmaları Belçika gibi ülkelerde ise anadili eğitimi sorumluluğu 14 Extra & Verhoeven, 1993: 22-23. göçmelerin geldiği ülkeye aittir. Bununla birlikte, bü15 Yusuf Adıgüzel, age. 16 tün bu ülkelerde, yani Avrupa genelinde anadili eğitiTalip Küçükcan, Almanya’da Türkler, Kimlik Arayışları ve İslam... mi derslerinin kalitesi genellikle düşük olduğu için her Orion Kitabevi 17 Tolga Korkut, Almanya’da Ana Dili Eğitimi Erdoğan’ın bildiği gigeçen gün anadili derslerine talep azalmaktadır. bi değil, tebliği. Takdir edileceği üzere, Türkçe’nin öğretimi özel bir 18 Türkoğlu, Türkçe’nin Geleceği Paneli uzmanlık alanıdır. Türkçe öğretmenleri de tıpkı Almanca, 19 Kutlay Yağmur, Batı Avrupa’da Türkçe Öğretiminin Sorunları ve Fransızca ve İngilizce öğretmenleri gibi yabancı dil öğÇözüm Önerileri retmeni olarak yetiştirilmelidirler. Her şeyden önce bu M AY I S 2 0 1 2 • s ay f a 9 dosya Anadilim, Türkçem, Geleceğim Fatih İnan • fatihinannrw@googlemail.com Avrupalı Türk Demokratlar Birliği (UETD), İşleri Türk İslam Birliği (DİTİB), Avrupa Türk İslam Birliği (ATİB), İslam Toplumu Milli Görüş (IGMG), İslam Kültür Merkezleri Birliği (VIKZ), Almanya Türk Öğrenci Veli Dernekleri Federasyonu (FÖTED), Almanya Türk Öğretmen Dernekleri Federasyonu (ATÖF), Türk Federasyon ve Zaman Avrupa olmak üzere dokuz çatı kuruluşunun katıldığı, Anadilim, Türkçem, Geleceğim çalıştayına UETD adına Dr. Yılmaz Bulut’un yaptığı takdim ve teşekkür konuşması ile başlandı. Bu denli geniş bir katılımın ilk defa sağlandığı çalıştayı destekleyen ve emeği bulunan herkese ayrı ayrı teşekkür eden Bulut, çalıştayın saha çalışmalarına dönüşmesi ve kurumsallaşması için özellikle irade gösterileceğini ifade etti ve anadilin içinde yaşanılan topluma uyumu sağlama ve entegrasyonu desteklemede son derece önemli olduğunun altını çizdi. IGMG adına bir selamlama konuşması yapan Genel Sekreter Oğuz Üçüncü, kendi öğrencilik yıllarından ve kişisel tecrübelerinden de hareketle, Türkçe konusunda bugün itibariyle henüz arzu edilen ilerlemenin kaydedilemediğini ancak bu tarz girişimlerin gelecek için ümitvar olmak adına sevindirici olduğunu belirtti. Doğu Almanya’da yaşayan ve nüfusları yaklaşık 60 bin olan Sorbların dahi Sorbçayı korumak adına devletten ciddi katkı ve ödenek aldıklarını hatırlatan Üçüncü, 3 milyonun üzerinde nüfuslarıyla Türkiyeli göçmenlerin, Türkiye ve Almanya Devletleri ile işbirliği içinde anadilimizin daha fazla deformasyona uğramaması ve yok olmaması için yapabilecekleri ve yapmak zorunda oldukları birçok şeyin olduğunu ifade etti. Essen Başkonsolosu Şule Özkaya ve Türk Dil Kurumu Başkanı Prof. Dr. Mustafa Sinan Kaçalin’in selamlama konuşmalarının ardından, kimlik, dil ve din ilişkisi konulu bir konuşma yapan Yard. Doç. Dr. Necdet Subaşı ise özetle şunları kaydetti: Dil ile dinin ne diye bir arada bulunduğu konusu garipsenebilir. Dili anladık ama din nereden çıktı denilebilir. Çünkü din dilden biraz farklıdır. İnsan bir dilin içinde doğuyor ve o dil havuzu içerisinde yaşamını gerçekleştiriyor. Ama din bir tercihe dayanıyor. Bir kültür içinde bir dine dahil olsanız bile sonuçta belli bir yaştan sonra yaşam felsefenizi o din ile iliş- sayfa 10 • Perspektif kilendiriyorsunuz, gözden geçiriyorsunuz, sahipleniyor ya da reddediyorsunuz. Yani bir tercih, irade ile alakalı bir şey. Ama dil öğle bir şey değil. Dil kendinizi içinde hazır bulduğunuz bir şey. Ne etnik gömleğinizi, ne de dil gömleğinizi değiştirebilirsiniz. Bunlar sizin üzerinize yapışmış şeylerdir. Mesela diaspora toplumlarını değerlendirdiğiniz zaman, diasporada varlıklarını sürdürmeye çalışan bu toplulukların iki önemli özellikleri vardır. Bunlardan birisi dilleri, diğeri dinleridir. Bu iki nokta önemli ölçüde bu toplulukların reflekslerini de belirler. Buralara dokunduğunuz zaman, buralara ilişkin bir acıtma hissedildiği zaman o toplum akıl dışı yönelimlere de savrulabilir. Zaten refleks dediğimiz şey akılcı bir yönelime sahip değildir. Refleksler kontrol edilemeyen davranışlardır. Bu bağlamda ben kendi konuşmamı kimliğin kadim bileşenleri dil ve din diye koyma gereği duydum. Çünkü kimlik nelerden ibaretdir sorusuna bir cevap aramaya çalıştığımızda, öncelikle karşınıza gelecek şey dil ve dindir. Bir dil içinde yaşarsınız ve bir din içinde hayatı tanzim edersiniz, hayata bakış açısı geliştirirsiniz, epistemolijinizi ve ontolojinizi onun üzerine kurarsınız, dünya o dinin bakış tarzının, hayat felsefesinin sunduğu bir çerçevede şekillenir ve öyle görülmeye başlanır… Bugün Avrupa’da, bütün örgütlerle, siyasi gruplarla bir araya geldiğimizde hepsinin ortaklaşa ama birbirinden bağımsız bir şekilde vurguladıkları temel kaygıları dil konusundaki kayıplardır. Çünkü dil o kadar hassas bir gerilim edebiyatına fırsat veriyor ki, vurguladığınız her an asimilasyon kavramını hatırlatıyor. Dile vurgu yaptığınız her seferinde, entegrasyon acaba bir uyum politikası mı, yoksa sinsi bir asimilasyon aracı mı gibi tartışmalarda çok farklı seçenekleri önümüze getiriyorlar… Bizler kimliğimizi ancak dil ve dini bir repertuvar üzerinden canlı tutabiliriz. Eğer dili IGMG Genel Sekreteri ihmal edersek o zaOğuz Üçüncü man kendi kimliği- mize ilişkin çok ciddi kayıplarla karşı karşıya kalırız. Türkçe sadece bir dil midir, Fransızca sadece bir dil midir sorusunu yetkin bir şekilde sorduğunuz zaman bunların sadece bir fonetikle, bir lingusitikle alakalı olmadığını, onun içinde olağanüstü bir şekilde içkin, ona dahil olmuş bir kültürü taşıdığını da açıkça ifade etmek gerekir. Siz birisine “merhaba” dediğiniz zaman o merhaba çok derinlerde, çok farklı kodları açığa çıkarmaya başlar. Merhabanız sizin kimliğinizin en içli, en derin kodlarını açığa çıkarır. Bugün tabii ki bu kodlarda ciddi bir hasar var. Özellikle yeni kuşak gençlerimiz bizim de ihmalkarlıklarımızın bir sonucu olarak yarım yamalak Almanca ve yarım yamalak Türkçe ile, kendi entellektüel zihnini herhangi bir dil dünyası içinde ifade edememe kusurundan dolayı ortaya çıkan tahribatın ürettiği bir yaşam karşısında zayıflık, tedirginlik hissediyorlar. Bunu ben de hissediyorum, mesela havaalanında bir güvenlik görevlisi pasaportumla ilgili birkaç soru sorduğunda dil bilmememden dolayı huzursuzluk hissediyorum. Ne olacak türünden garip güvenlik sorunları yaşıyorum. Zihnimde oluşmuş bir sürü önyargıyı da harekete geçirerek, sadece bir dile dahil olmamanın getirdiği korkuları ben bile yaşadığıma göre, burada yaşayan, kendi dillerinin zerafetini ortaya koyamamış, karşı dili yeteri kadar öğrenemiş insanların da, aynı sorunlarla, aynı güvenlik endileleriyle yaşadığını tahmin etmek zor olmaz. Bu nedenle dilin bir kimlik siyaseti olarak yeniden gözden geçirilmesinin önemi büyüktür. Diplomatik kanalları da çok daha yetkin bir şekilde öne çıkararak dil konusunda gerçek bir siyasi tavır geliştirmemiz gerekir… Bir dilin içinde sızmış, o kadar şey vardır ki (hüzün, sevinç, türküler, hikayeler), eğer siz o dil dünyasından ciddi anlamda uzaklaşırsanız, buna bir başarı değil kayıp denilir. O zaman sizin kendi köklerinize ilişkin ciddi bir sorunuz olacak demektir. Bugün din de aynı sorunu yaşıyor. Bu noktada özellikle Avrupa’daki pek çok organizasyonun dini hassasiyetlerini biliyoruz. İslam konusundaki vurgunun çok yüceltildiğini biliyoruz. Dil ile din arasındaki farkın da ortadan kalktığını, dile ilişkin her konuşmanın dine ilişkin bir konuşmaya, dine ilişkin her konuşmanın da dile ilişkin bir konuşmaya döndüğünü, dolayısıyla dilin İslamlaştığı, İslam’ın Türkçeleştiği hepimizin kabulüdür. Dil ile din arasında inanılmaz ortaklıkların olduğu bir yerde, her ikisi içinde ciddi anlamda operasyon yapmaya, her ikisini korumaya yönelik bir yapı, bir heyecan üretmeye ihtiyaç vardır. Son olarak; din dediğimiz şey, sadece insanın herhangi bir dine inanması ve o inanç üzerinden yaşamını formüle etmesi değildir. Din bir perspektiftir. Siz bir dinin dünya görüşüne dahil olursunuz ve onun size kazandırdığı bakış açısı içerisinde hayatı anlamlandırırsınız, hayata bir yorum katarsınız. Bu tür bakış açılarının bile, dilin kendi zenginliği ile alakalı olduğunu ifade etmek isterim. Din hasar görmeye başladıkça, artık dil de hasar görmenin ürünü olarak dini sekülerleştirir, dini yavaşlatır. Dinin sizi belirleyen, besleyen o kimlik donanımı önemli ölçüde çökmeye başlar ve siz bu süreç içerisinde kamusal alanda kendi varlığınızı geri çekmeye başlarsınız… Verilen aranın ardından ise Prof. Dr. Cemal Yıldız, 2011 yılında yaptığı bir araştırmanın sonuçlarını katılımcılar ile paylaştı, Yıldız özetle şunları kaydetti: Öz kültür son derece önemlidir ve dil öz kültürle yakından alakalıdır. Dil kültür aktarıcılığı görevini üstlenir, dil kültür aktarıcılığı görevini üstlendiği için dil eğitimine devlet ve sivil kitle örgütleri önem vermek durumdalar. Bugün burada, ilk defa birçok kitle örgütünün bir çatı altında ortak değerleri olan anadili ve öz kültürü konusunda biraraya gelmesi son derece önemli bir başlangıçtır. Bilim adamlarının sordukları sorulardan birisi şudur; insan bildiği bir şeyi neden tekrar öğrenme ihtiyacı hisseder. Çünkü anadilimizi doğduktan sonra, yeni teorilere göre ana karnında öğrenmeye başlıyoruz. Bebeğin o sesleri duyarak öğrenmeye başladığını söylüyorlar. Çevresinde hangi sesleri duymuşsa o seslere, o dile karşı bir aşinalık oluştuğunu söylüyorlar. 6 yaşına geldikleri zaman çocuklar zaten ana dillerini öğrenmiş olarak okula geliyorlar. Peki kişilik gelişiminde anadiTürk Dil Kurumu Başkanı linin önemi nedir? Prof. Dr. Mustafa Sinan Kaçalin Anadili çocuğun M AY I S 2 0 1 2 • s ay f a 1 1 dosya bilinçsel yetilerinin gelişmesi ve olgunlaşması açısından son derece önemlidir. Düşünmeyi yeniden yapılandıran anadilidir. Yani dil, düşünceyi yanlızca taşıyan bir unsur değil, ileten bir araç değil, Jean Piaget’nin de dediği gibi düşünceyi üreten de dildir. Dolayısıyla eğer biz sağlıklı düşünmek istiyorsak o zaman dilimizi geliştirmemiz gerekiyor. Kişinin bilinçsel yetileri, dikkat, algılama, bellek, düşünme, öğrenme, yargılama ve gerçeği değerlendirme gibi yetileri bir toplumda anadilinin zenginliği ve kullanılması oranında gelişiyor. Dil, kimliğin ayrılmaz bir parçası olduğu gibi kişiliğin de vazgeçilmez bir parçasıdır. Almanya’daki Türk çocuklarının eğitimi ile ilgilenen bir akademisyen olarak, geçen sene Milli Eğitim Bakanlığı ve Deutsche Akademische Austauschdienst’in desteği ile Almanya’da bir araştırma gerçekleştirdim, 3 aylık bir araştırma yaptım. Bu araştırmanın ilk sonuçlarını sizinle paylaşmak istiyorum: Araştırmada dört ayrı anket yaptım. Hepsi başlı başına bir araştırma olarak dizayn edilebilirdi ama ben toplu olarak genel resim nasıldı onu görmeye çalıştım. 580 öğrenciye bir anket uyguladık. Eyaletlerde farklı uygulamalar olduğu için bütün eyaletlere ulaşmaya çalıştım. Öğrencilerin yaşları 6-10 yaş arası 176, 11-15 yaş arası 367, 16 üstü 42 olmak üzere toplam 580’di. İlk soru şuydu: Evde genellikle hangi dili konuşuyorsunuz? Cevaplar; Almanca konuşan öğrenci sayısı %8, Türkçe konuşan %27, karma ise %63 idi. Bu noktaya dikkatinizi çekmek istiyorum. Evde %63 karma ve %8 oranında da Almanca konuşuluyor. Yani çocuklarımız yüzde 70 oranında artık Türkçe konuşmuyorlar. Türk arkadaşlarla hangi dili konuşuyorsunuz sorusununun sonucu ise şöyle: Almanca %25. Türkçe konuşma oranında dikkat ederseniz bir düşme var. Ailede bu %27 idi. Bu, ailelerin evde bir çaba sarfettiği anlamına gelir. Çocuğunuz günlük yaşamda Türkçeyi nerelerde kullanıyor, sorusuna aldığımız cevaplar şöyle: Evde %84,9. Her yerde cevabı ise %12. Arkadaşları ile konuşurken şeklindeki cevap %24 ve camide %7. Burada, şuna dikkatinizi çek- sayfa 12 • Perspektif mek istiyorum. Camide Türkçe konuşma! Biraz önce Necdet Subaşı Hocam dil-din ilişkisinden bahsetti. Kültür aktarımında din ve dilin ne kadar önemli olduğuna değindi. Camiler Avrupa’da çok farklı bir işlev görüyor: Camiler bir külliye olarak, yaşam alanı fonksiyonu icra ediyor. Yani cami gidip namaz kılınıp oradan ayrılınan bir yer değildir. Geleneksel Türk kültürüne baktığınız zaman da cami, hayatın birebir yaşandığı bir yerdir. Ancak çocuklar camilerde çok düşük oranda Türkçe konuştuklarını beyan ediyorlar. Bu veri bizim için önemli ve düşündürü mahiyettedir. Diğer bir sorumuz da çocuğunuzla hangi dilde konuşuyorsunuz idi. Genellikle Almanca konuşanlar %8,4, genellikle Türkçe %40, sadece Türkçe %17, karma konuşanların oranı ise %32. Bakın, aile de artık çocukla yavaş yavaş karma bir dil konuşmaya başladı. Ve şu anda 3-4. nesilden bahsediyoruz. Çocuklarınız kendi aralarında hangi dili konuşuyor sorusu da son derece önemli bir soru idi. Genellikle Almanca %33, sadece Almanca %3; karma %36, toplam %72. Görülüyor ki kardeşler de kendi aralarında artık Türkçe konuşmuyorlar. Çocuklarınızın Türkçeyi öğrenirken karşılaştığı zorluklar nelerdir sorusuna ise değişik cevaplar verildi. Sorun yok diyenler kadar, bu zorluklardan haberi olmayanlar da vardı. Verilen cevaplar arasında şunlar bulunuyor; Türk alfabesine hakim değil, kelime hazinesi eksik, eğitimi yetersiz, telaffuz sorunu var, Türkçe yazma ve anlama, dilbilgisi konusundaki yetersizlikleri var, velilerin ilgisizliği, özgüven eksikliği, Türkçe’nin önemsiz bulunması ve pratik yapma olanakları az… Alman öğretmenlerin Türkçe öğretimine bakışı nasıl? Eskiden çocukların Türkçe konuşması tavsiye edilmiyordu. Türkçe konuşan çocukların Almancası zayıflıyor ve bu da okul başarısına etki ediyor diyenler vardı, bakınız araştırmamızda Alman öğretmenler %33,9 oranında Türkçe öğretimine olumlu bakıyor bugün ve anadili eğitimi şart diyenler var. Olumsuz bakanlar da var; %22 oranında Almanca daha önemli diyenler var. Kısa- ca, bazıları olumlu, bazıları olumsuz diyorlar. Çocukların asimile olmalarını isteyenler de var; %1.3… Bir diğer soru: Çocuğunuzun Türkçe dersine devam etmesini istemenizdeki amacınız nedir? %88.7 oranında aileler kendi anadilini, kültürünü ve tarihini tanıması için Türkçe derslerine gönderiyorum diyor. Yani bir istek var. Çocuğunuzun Türkçeyi daha iyi öğrenmesi için okul dışında neler yapıyorsunuz sorusuna; hiçbir şey diyenler %5 (bunların böyle bir kaygısı yok). Kitap-gazete okunmasını sağlamak %47. Evde Türkçe konuşmak %51. Ayrıca Türk Tv’si izlemek, okul dışında çocukla Türkçe konuşmak, kitap gazete okumak vs.’yi bir dil eğitimi için önemli görüyor aile. Aralarında özel ders verdirenler var, sosyal faaliyetlere katılmasını sağlayanlar var. Camiye/derneğe gönderenler ve Türkiye’deki akrabaları ile iletişim kurmak, Türkçe oyunlar oynatmak ve tatilde Türkiye’ye gitmeye çalışanlar var. Bir de öğretmenlere bakalım: 92 öğretmenle bir araştırma yapmış bulunuyoruz. Türkçe dersi yeterli mi diye sorduk bu öğretmenlere. AB’ye üye ülkeler kendi ülkelerindeki azınlıklara, dillerini öğretmek için haftada 25 saat ders vermekle yükümlüler, yani bunun için yer bulmak zorundalar. Ancak burada velinin talebi önemli; bu zorunlu değil. Ne seçmeli olarak, ne de anadili dersi olarak zorunlu. Aile talep edecek. 10 kişi olduğu zaman bir sınıf açmak durumundalar. Öğretmenlere sorduğumuzda, %78,3 oranında, haftada iki saat Türkçe yetersiz diyorlar. Haftada iki saat ders bilimsel araştırmalara göre de yetersizdir. Tabii burada öğretmen kalitesini de sorgulamak lazım. Haftada iki saat hem Türkçe anadili dersi, hem de orada öğrenilen sosyal bilgiler, coğrafya, tarih, din kültürü vb. bunlar haftada iki saat ile verilir mi? Ve bu dersler %64 oranında birleştirilmiş sınıflarda veriliyor. Ben bir eğitim bilimci olarak, birleştirilmiş sınıflarda eğitimin çok az faydası olduğunu biliyorum. Burada, 1., 2., 3. ve 4. sınıf öğrencileri biraraya getiriliyor, öğretmen onlarla haftada iki saat uğraşıyor. Bu dersten verim beklenebilir mi? Eğitimde son derece önemli 3 unsur vardır. Bir tanesi müfredat, ikincisi müfredata göre materyal hazırlığı, üçüncüsü ise öğretIGMG Genel Başkan Yardımcısı Mustafa Yeneroğlu men, yani uygu- lama. Üç unsurdan bir tanesi eksik olursa o başarısız olur, başarısızlığa mahkumdur bu eğitim. Dolayısıyla bu derslerin organizasyon biçimi ile bu dersler daha baştan başarısız olmaya mahkum. Öyleyse ne yapmak lazım? Yardımcı Doç. Dr. Necdet Subaşı Her şeyden önce bu derslerin yasal bir güvence altına alınması gerekir. Bunun için de sivil kitle örgütlerine görevler düşüyor. İkincisi seviyelere göre ders materyallerinin hazırlanması lazım: Birleştirilmiş sınıflarda ders yapmaktan vaz geçmek lazım. Öğretmenlere Türk öğretimindeki genel sorunlar nelerdir diye sorduğumuzda: Dilbilgisi eksik, ders saati çok az, ders saati öğleden sonra, ailelelerin Türkçeye önem vermiyor vs. diyorlar. Diğer taraftan, veliler (%88 oranında) diyorlar ki, çocuğum Türk kültürünü öğrensin, Türkçe ile irtibatını kopartmasın diye okula gönderiyorum. Yani burada bir tezat var. Okul yönetiminin ilgisizliği, materyal eksikliği, iki dilliliğin faydalarının bilinmemesi, devamsızlık sorunu vs. Birleştirilmiş sınıflar, iletişimsizlik, ders notunun karneye geçmemesi, bunlar önemli; iki saat birleştirilmiş sınıflarda ders yapıyorsunuz, bu ders notu da sınıf geçmeye etki etmeyince sonuç olarak öğrenciler derse önem vermiyor. Yani siz daha baştan uygulama şeklinizle çocuklarınızın bu derse önem göstermemesini bütün gücünüzle istiyorsunuz adeta, hem okula git, hem de buna önem gösterme diyorsunuz. Peki iki dilliliğin okul başarısına etkisi nedir? Bizde tabî olarak iki dillilik var. Anadili olarak öğretmeye çalışıyoruz ve ondan sonra biraz önce bahsettiğimiz gibi bütün gayretimizle çocuk başarısız olsun diye uğraşıyoruz. Halbuki iki dillilik önemli bir avantajdır. Çocuklarına bir yabancı dil öğretmek için insanlar binlerce dolar para veriyor, yurtdışına gönderiyorlar. Burada ise tabii bir ortam olduğu halde onu olumluya çeviremiyoruz. Sonuç: Çocuklarımız için Avrupa’da iki dilli anaokullarının, iki dilli eğitim kurumlarının açılmasını sağlamamız lazım. Tek çare bu. IGMG Genel Başkan Yardımcısı Mustafa Yeneroğlu’nun da, Almanya’da Çok Dilliliğin ve Ana Dilde Eğitimin Hukuki Çerçevesi başlıklı bir sunum yaptığı çalıştay daha olumlu gelişmeler ve çalışmalar için başlangıç olması temennisi ile son buldu. M AY I S 2 0 1 2 • s ay f a 1 3 dosya Almanya’da Çok Dilliliğin ve Anadilde Eğitimin Hukukî Çerçevesi Mustafa Yeneroğu • myeneroglu@igmg.de Dil hakkı her şeyden önce, aynı dili konuşan, en azından anlayan insanlar arasındaki iletişimi korur. Ancak dil sadece anlık yatay iletişimi mümkün kılmaz, aynı zamanda tarihi sürecin kültür taşıyıcısıdır. Milletlerin tarih ve kültürleri kullandıkları dilde kayda alınmıştır, yani dil bir yönüyle hafızadır. İnsan dünyayı anadilinin penceresinden görür, ana dilinin kavramlarıyla evreni biçimlendirir. Dolayısıyla insanın benliğini, bireysel bilincini, kimliğini ve kişiliğini belirleyen temel bir unsurdur anadili. Bu nedenle kişinin anadiliyle ilgili ayrımcılığa maruz kalması, sadece benliğinin özünü vurmamakta, aynı zamanda kültürü, kökeni ve ortak dil toplumuyla irtibatını da koparmaktadır. Bu açıdan dil hakkı insanın onurunu, kimliğini, kişinin manevi varlığını ve onunla birlikte mensup olduğu dil toplumunu da korumaktadır. Dil hakkı aynı zamanda iletişim haklarının kullanımının da temel şartıdır. Düşünceyi ifade özgürlüğü, basın özgürlüğü, sanat özgürlüğü ve din özgürlüğü gibi temel hakların ortak gayesi, bireyin kişiliğini serbestçe geliştirmesi ve bu doğrultuda toplumla iletişim kurabilmesidir. Bununla birlikte Almanya Anayasası’nda dil haklarına ilişkin bir düzenleme yer almamıştır. Anayasal dogma’ya göre dil hakkı insan onurunun ve kişisel gelişim özgürlüğünün gereği olarak koruma altındadır (Art. 2 I iVm Art. 1 I GG). Bu özgürlük hakkının öneminin altı, ayırım yasağıyla da çizilmiştir. Anayasanın 3. maddesine göre hiç kimse cinsiyeti, soyu, ırkı, dili, yurdu ve kökeni, inancı, dini veya siyasi görüşleri do- sayfa 14 • Perspektif layısıyla mağdur edilemez ve hiç kimseye imtiyaz tanınamaz (Art. 3 III 1 GG). Anayasadaki dil tabiriyle tabii ki anadili kastedilmektedir. Anayasadaki temel haklar sübjektif bireysel haklardır. Her ne kadar anayasa azınlıkların korunmasıyla ilgili bir ilke ihtiva etmese de, bireyin korunmuş olması, etnik azınlığın kimliğine saygıyı da içerir. Alman Anayasa metninde resmi dilin Almanca olduğuna dair herhangi bir ibare bulunmamaktadır. Zira Almanya’nın dilsel bütünlüğü ve tekliği itibariyle pozitif bir tanıma ihtiyaç duyulmamıştır. Buna mukabil Almancanın resmi dil olarak kamu makamları arasında ve idari makamlarla vatandaşlar arasındaki iletişim dili olduğu mülkilik prensibi gereği kabul edilmiş anayasa hukukudur. Almanca devlet ve toplum dili olarak, bireyin Almanya’nın Hukuk ve Kültür Birliğine uyum sağlamasının aracı olarak teşvik edilmektedir. Anayasa mahkemesinin içtihadına göre toplum dilinin muhafazası ve kullanımının teşviki bir anayasal kültür görevidir. Buna mukabil diğer dillere mensup kişilerin kendi dillerini muhafaza etmesi ilkesinin, bireysel özgürlük hakları (Art. 2 I; 5 I, 6, 3 III GG) bağlamında yeterince korunmuş olduğu kabul edilmektedir. Genel kanaate göre, dil birliği, başka anadile mensup kişileri tercih ettikleri yaşam merkezinin bir parçası olarak Almanca dilini öğrenmelerini gerekli kılar. Kişisel gelişim hakkı devlet tarafından belirlenmiş dil standardına imkan tanımamakla birlikte, Alman ulusunun genel menfaati ve Almanca dilinin korunması gerekçesiyle yabancıların uyum sağlaması gerektiği belirtilmektedir. Bu açıdan yerli olmayan, yani göçle Almanya’ya yerleşen yabancıların topluma eklemlenme (Anpassungs-Assimilations-pflicht) zorunlulukları olduğu görüşü hakimdir. Dolayısıyla alokton azınlıkların dilleri özel koruma ve teşvike tabi değildir. Bunun asıl sebebi azınlıkların dillerinin uluslararası hukukun azınlık tanımı kapsamında değerlendirilmemelerinde yatmaktadır. Uluslararası belgelerde ise anadilden bahsedilmekle birlikte anadilin tanımı yapılmamakta, anadili neyin oluşturduğu açıklanmamaktadır. Devletler azınlık dili politikasını oluştururlarken uluslararası normları dikkate alsalar dahi, kullanılan dilin ağız, şive, lehçe, bölge dili, azınlık dili veya ulusal dil olup olmadığına dair üzerinde mutabakat sağlanan ölçütlerle tanımlama yapılmadığından kendilerine ayrım konusunda geniş bir takdir yetkisi alanı bırakılmıştır. Sadece bölgesel dil ve azınlık dili kavramları, resmi dil ve bir dilin lehçesinin ne olduğuna ilişkin tanımlama yapılmaksızın, Bölgesel veya Azınlık Dilleri Avrupa Şartında tanımlanmıştır. Şartın 1. maddesine göre, bölgesel diller veya azınlık dilleri, bir devletin toprakları içinde bu devletin çoğunluk nüfusundan sayıca daha az bir grup oluşturan vatandaşları tarafından geleneksel olarak kullanılan ve devletin resmi dil(ler)inden farklı olan diller olup, devletin resmi dilinin lehçeleri ve göçmen dillerinin lehçeleri kapsam dışındadır. Bu doğrultuda Bölgesel ve Azınlık Dilleri Avrupa Şartı ve Ulusal Azınlıkların Korunmasına İlişkin Çerçeve Sözleşme’ye taraf bir ülke olarak Almanya yaptığı bildirimlerde ülkede yaşayan birtakım azınlıkların bulunduğunu ve taraf olduğu sözleşmeleri bu gruplara uygulayacağını bildirmiştir. Almanya, Bölgesel veya Azınlık Dilleri Avrupa Şartı’nın onaylamış ve onaya ek olarak yaptığı 16 Eylül 1998 tarihli bildirimde şu hususları belirtmiştir: “Federal Almanya Cumhuriyeti Bölgesel veya Azınlık Dilleri Avrupa Şartı’nın anlamı çerçevesinde Danca, Yukarı Sorbca (Upper Sorbian), Aşağı Sorbca (Lower Sorbian), Kuzey Frizonca (North Frisian) ve Sater Friesce (Sater Frisian) dilleri ile Roman dilini azınlık dilleri olarak; Aşağı Alman dilini (Low Germen language) bölgesel dil olarak kabul eder.” Ulusal Azınlıkların Korunmasına İlişkin Çerçeve Sözleşme’yi onaylayan Almanya, yaptığı 10 Eylül 1997 tarihli bildirimde ise şu hususları belirtmiştir: “Çerçeve Sözleşme ulusal azınlıklar kavramının tanımını içermemektedir. Bu nedenle, Sözleşme hükümlerinin onaydan sonra uygulanacağı grupları belirlemek Sözleşmeye taraf devletlerin kendilerine kalmıştır. Federal Almanya Cumhuriyeti’ndeki ulusal azınlıklar Alman vatandaşı Danlar ve Alman vatandaşı Sorb halkının üyeleridir. Çerçeve Sözleşme, geleneksel olarak Almanya’da oturan etnik grup üyeleri olan Alman vatandaşı Friesler ve Alman vatandaşı Romanlara da uygulanacaktır.” Adı geçen azınlık gruplardan Danlar 50.000, Kuzey Friesler 50.000, Doğu Friesler 100.000, bunlardan Frizonca’yı konuşan 1.500, Sorblar 70.000 kişidir. Yerli azınlılardan Danların 53 okulu ve 63 kreşi bulunmaktadır. Frieslerin okullarında Frizonca ders verilmektedir. Bu azınlıkların tamamı eyalet anayasalarında özel olarak zikredilip, milli kültürlerinin, dillerinin ve dini inançlarının korunup teşvik edilmesini devletin sorumluluğuna vermektedir. Almanya bu ‘yerli azınlıkları’ kendi ‘ulusal’ kimliği veya hakim kültürü için hiçbir zaman tehdit olarak görmediği için gayet hoşgörülü davranıp, varlıklarını ve kültürel kimliklerini koruyup teşvik etmektedir. Bireysel ve grup hakları ihtiva eden azınlık statüsü devlet tarafından olası asimilasyon politikasına karşı en önemli korumadır. Diğer tarafta, ülkeye sonradan göç etmiş azınlıkları uluslararası hukuka göre koruyucu azınlık statüsü kapsamı dışında tutup, kalıcı göçmenin üzerinde asimilasyon baskısının sürdürülmesi gerektiği belirtilip, aksi takdirde çok kültürlü bir toplum tasavvuruyla Almanya’nın ‘ulusal devlet’ niteliğinin zedeleneceği sıkca belirtilip bu şekilde anayasanın içinin boşaltılmasının yasak olduğu vurgulanmaktadır. 1974 tarihli aktif iki dillilikle ilgili Avrupa Topluluğu Üyeleri anlaşması, 1977 tarihli ve 3. ülkelerden gelip çalışanların çocuklarının okul eğitimi ile ilgili Avrupa Konseyi talimatnamesi, 1992 tarihinde Almanya’da da yürürlülüğe giren Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesi‘ne rağmen, Almanya Kültür Bakanları Konferansı 70’li yıllardaki kararları doğrultusunda göçmen çocuklarının misafir olarak görülmesi ve ülkelerine döndüklerinde uyum zorluğu çekmemeleri için anadili eğitimi verilmesi kararı zamanla ve nihai olarak 25 Mayıs 2000 kararıyla kaldırılıp 24 Mayıs 2002 kararıyla yeni bir düzenlemeyle değiştirilmiştir. Ve neticede, artık geri dönüş söz konusu olmadığı için Almanya’da almancadan sonra en fazla konuşulan türkce anadili eğitiminin de artık gereksiz olduğu savı doğrultusunda politika belirlenip, uyumu engeller gerekçesiyle korunmamaktadır. M AY I S 2 0 1 2 • s ay f a 1 5 söyleşi Prof. Dr. Cemal Yıldız ile Anadilin Önemine Dair İlhan Bilgü • ibilgu@igmg.de Anadilim, Türkçem, Geleceğim çalıştayında görüşme fırsatı bulduğumuz Prof. Dr. Cemal Yıldız* ile anadilin önemini ve mevcut sorunları konuştuk. - Hocam, çocuklar ya da insanlar belli bir dili nasıl öğrenir? Doğuştan gelen faktörler (fizyolojik faktörler) nelerdir? Çevresel faktörler nelerdir? Ve bilingual (iki dilli) olan ailelerde ve çocuklarda durum nasıldır? - Her şeyden önce, iki dillilikle anadili öğrenimini ayrı ayrı ele almak lazım. Bilindiği gibi, insanların doğuştan getirdiği bir dil yetisi vardır; ancak bu yetinin çocuğun içinde bulunduğu ortam tarafından (bir dil ile) aktive edilmesi gerekir; çocukla konuşulmalı ki, çocuk dili edinebilsin. Dil ediniminin bazı aşamaları vardır. Çocuk ilk sözcüklerini 9-10 aydan itibaren söylemeye başlar, daha sonra sırasıyla çift sözcük dönemi ve çok sözcük döneminden geçerek, aşağı yukarı 6 yaşına kadar anadilinin temellerini atmış olur; ancak dil edinimi 6 yaşında sona eren bir süreç değil, insanın bütün hayatı boyunca devam eden bir süreçtir. Bugün biliyoruz ki, ergenlik dönemine kadar insanın yoğun bir dil algılama kapasitesi vardır, ergenlik çağından sonra bu kapasite yavaş yavaş azalmaya başlasa da, öğrenme hayat boyu devam eder. İlk 6 yıl dendiğinde ise akla, sorunuzun ikinci kısmı geliyor: İki dillilik. İki dilliğin en açık tanımı; çocuğun doğuştan itibaren iki dilli bir ortamda büyümesi olarak ifade edilebilir. Ailede konuşulan dil ile çevrede konuşulan dil farklı olduğunda biz buna iki dillilik diyoruz. Bazen anne baba farklı diller konuşabilir; bazen anne baba aynı dili konuşurken, çocuk dışarıda sosyal çevresinde, okulda ikinci bir dille karşılaşabilir. Bu gibi durumlarda biz iki dillilikten bahsediyoruz. Özellikle Avrupa’daki Türk çocukları böyle bir ortamda büyüyorlar. İki dillilik konusu çok hassas ve önemli bir konu, zira biz biliyoruz ki, bugün dil bilimciler iki dilliliği iki başlı bir buz dağına benzetirler; buz dağı görünen bir kısımdan ve bunun altındaki çok daha büyük ve ortak bir kökten oluşmaktadır. İki dillilikte de durum budur, yani aynı kökten beslenen iki ayrı dil vardır. Dolayısıyla ilk 6 yıl birincil dilin oluştuğu süreçtir ki, bu süreçte çocuk henüz anadilini edinmeden, ikinci bir dille karşılaştığı zaman ikinci dili de, birinci dil gibi, yani aynı yöntem ve stratejilerle öğrenir. Bu nedenle mümkün ol- sayfa 16 • Perspektif duğu kadar çocukları, özellikle de Avrupa’daki çocukları iki dilli yetiştirmek gerekir. Fakat iki dillilik statik bir durum da değildir. Ailelerin de, okulların da, çevrenin de bunu desteklemesi gerekir, eğer desteklemezse çift yarım dillilik dediğimiz bir zemin oluşur ki, bu çocuğun her iki dilde de kendini geliştiremediği anlamına gelir. Bunun sonucunda ise çocuk ileride çok ciddi sorunlarla karşılaşabilir. Dolayısıyla her iki dilin de desteklenmesi, programlı bir şekilde geliştirilmesi gerekir. - Her iyi bilenin, iyi öğretemeyeceğini söylüyorsunuz. Ebeveynler öğretmeyi öğrenmeye nereden/nasıl başlamalı ve çocuklarına düzgün bir Türkçeyi nasıl öğretmeliler? - Bizde bilen öğretir anlayışı vardır; ancak her bilen öğretemez. Bir şeyi çok iyi bilen, aynı zamanda çok iyi bir öğretmen değildir. Örneğin yurtdışındaki bir Türk’ün Türkçesinin çok iyi olduğunu düşünelim, bir Alman gelip ondan kendisine Türkçe öğretmesini istese, bunu iyi bir şekilde yapabilir mi? Hayır! Dolayısıyla bu işin bir eğitim yönü vardır. Eğitimcinin farklı bir formasyondan geçmesi gerekir, burada da öğretmen ve eğitim metotları işin içerisine giriyor. Özellikle okullarda yapılan eğitimlerde, gerek anaokullarında gerekse diğer okul türü ve kademelerinde iyi yetişmiş, dil eğitiminde uzman öğretmenlerden dil eğitimi almak gerekiyor. Ailenin ise böyle bir eğitim/öğretmenlik formasyonu yok, bu durumda ailelere şunu tavsiye edebiliriz; iyi ve ilgili birer anne baba olmak, daha iyi bildikleri dili çocuklarına öğretmek ve o dille çocuklarıyla konuşmak. “Çocuğuma Almanca öğreteceğim” düşüncesiyle, yarım yamalak bildikleri Almancayla bu işe hiç kalkışmamaları gerekir, zira çocuk onu zaman içinde öğrenecektir. Çocuğu bu konuda kendi haline bırakmak lazım. Ebeveynlere, çocuklarıyla birlikte konuşmaya yönelik oyunlar oynamaları, onlara sürekli hikaye kitapları okumaları vs. önerilebilir. Zira dilin kültür aktarımı işlevi de olduğu için, kendi kültürümüzün kahramanlarını, tarihsel figürlerini anlatmak, onların hayatlarını okumak, masallar/hikayeler okumak son derece önemlidir; fakat bununla birlikte çocuklarla bunlar üzerine çalışmak da gerekir. Sadece okuyup bırakmamak, sorular sorarak ya da onun duygusal dünyasına girerek çocuğun anladığını, çocukla paylaşmak gerekiyor. Dolayısıyla öğretmenlik eğitimi almamış olan ailelere hitap ettiğimizde yapmamız gereken tavsiye; iyi bir anne baba modeli olsunlar çocuklarına, onlarla düzgün bir Türkçe ko- nuşmaya gayret etsinler. Bu noktada anne baba kendi üzerine düşen görevi yaptığında iş okula kalıyor. Okullar da uygun tekniklerle pedagoji biliminin bize göstermiş olduğu yöntemlerle, iyi materyallerle ve sabırla, çocukların dünyasına hitap ederek, onların algılayabilecekleri şekilde bir yöntem kullanarak öğretmek ile başarılı bir sonuç elde edilebilir. - Bir dil öğrenmek, diğer bir dilin altyapısını destekler diyorsunuz. Ancak, bugün ebeveyn olan ya da olacak olan nesil çoğunlukla Almanya’da doğmuş büyümüş, şu anda 20’li yaşlarda olan bir nesil ve Türkçeleri çok iyi sayılmaz. Ve genelde kendi aralarında olduğu gibi, yeni doğan çocukları ile de Almanca konuşuyorlar. Hal böyleyken ne yapılabilir? Nereden başlanabilir? Çocukluk çağını çoktan geride bırakmış olan yeni anne babalar için anadilin geliştirilmesi için yapılacak bir şey var mı? Ya da sadece durumun daha kötüye gitmesini mi engelleyebiliriz ve bunun için alınması gerekli önlemler nelerdir? - Almanya’da tabii sıkıntılı bir durum söz konusu, söylemiş olduğunuz konu da çok önemli ve meselenin özünü yansıtan da bir durum. Az önce söylediğimiz gibi, çocuklara iyi bir dil eğitimi verebilmek için iyi rol model olmak gerekiyor. Yani çocuğa şunu şöyle yap demek yetmez, çocuğa davranışlarla da örnek olmak gerekir. Anne ve baba düzgün konuşursa çocuk da düzgün konuşmayı öğrenir. Peki bahsettiğiniz, Avrupa’daki 20’li yaşlardaki kuşak, çocuklarına nasıl iyi örnek olabilecekler? Bu çok sıkıntılı bir durum. Yapılabilecek olan husus şu; mümkün olduğu kadar, daha en baştan insanları eğitimsiz bırakmamak. İnsan ticaret yapar, zarar eder. Onun zararını bir süre görür, sonra bu zararı telafi edebilir ama bir insanı eğitimsiz bırakırsanız, onun zararını hayatı boyunca görür ve bunun telafisi olmaz. Sizin bahsetmiş olduğunuz kuşak, 20’li yaşlardaki ebeveynler henüz hayatın başında sayılır. Dolayısıyla onların kendilerinin de çaba göstermesi gerekir. Özellikle, insan kendisi anne baba olduktan sonra çocuğunu iyi yetiştirmek için yolları kendisi de bulabilir. Kendisini teşvik etmesi, kendisine emek vermesi gerekiyor. Kendisinin okumasını, öğrenmesini, araştırmasını ve kendi Türkçesini geliştirerek çocuğuna iyi örnek olmasını önerebiliriz ama bunu yapamıyorsa, o zaman çocuğunun iyi ortamlarda bulunması- nı sağlamalı. Zira bunu yapan kurumlar var; kültür merkezleri, okullar, anaokulları, hem Türkçenin, hem Almancanın geliştirildiği iki dilli anaokulları vs. gibi akranlarının da onlara iyi örnek teşkil edebileceği eğitim kurumlarına çocuklarını göndererek bu sorunu giderebilirler. Hiçbir şey yapamıyorlarsa, en azından bu söylediklerimizi yapabilirler. - Entegrasyon ya da asimilasyon politikalarıyla belli başlı Avrupa ülkelerinin anadili öğrenimini dolaylı da olsa engellemeye/zorlaştırmaya çalıştığını biliyoruz. Bu politikalara karşı ne yapılabilir, göçmenler bu kıskaçtan nasıl kurtulabilir? - Ben bir bilim adamı olarak konuşuyorum tabii ki, Avrupa’daki entegrasyon ya da asimilasyon politikalarının bilimsel altyapısını bilmiyorum. Basından bildiğim kadarıyla söyleyebilirim ki, entegrasyon diyerek aslında bazı ülkelerin asimilasyonu hedefledikleri açıkça görülüyor. Zira, eğer çocuklara anadili eğitimi imkanı sağlanmıyorsa, hatta çocuklara okulda, okul bahçesinde dahi anadillerini konuşmaları yasaklanıyorsa bu çok açık bir şeyin göstergesidir; bu o çocukları asimile etmek istiyorsunuz demektir. Bu yaklaşımı zaman zaman görüyoruz biz... Ancak bir tarafta asimile etmek isteyen bir toplum varsa, diğer tarafta asimile olmak istemeyen, asimilasyona direnen bir toplum olmak zorundadır. Sonuçta siz isterseniz asimile olursunuz, istemezseniz kimse sizi asimile edemez. Bunun için en önemli unsurlardan biri, kendi kültürel değerlerini de öğrenmektir. Bakın, burada içinde yaşanılan toplumun normlarına ayak uydurmamaktan, dilini öğrenmemekten, okullarında başarılı olmamaktan vs. bahsetmiyorum. Bunlar çok önemli, bir toplumda yaşıyorsanız, o topluma bir şekilde ayak uyduracaksınız. Uyum farklı, asimilasyon daha farklıdır. Uyum, şayet ben toplumun kurallarını çiğnemiyorsam, iyi bir vatandaşsam, vergimi veriyorsam, konuşulan dili öğrenmişsem, çevreyle de problemim yoksa, ben uyum sağladım demektir. Asimilasyon ise farklı bir olgudur. Asimilasyon insan haklarına aykırı bir durumdur, kişinin öz kültürüne sahip çıkma hakkını elinden alır. Dolayısıyla bir devlet bunu resmi bir politika olarak ileri süremez ama örtük olarak bunu hedefleyebilir. O zaman asimile olmak istemeyen toplumun da kendi argümanlarını, kendi davranış biçimlerini geliştirmesi gerekir. Dolayısıyla siz bilinçli olduktan sonra sizi kimse asimile edemez, ancak şunu da maalesef görüyoruz ki, özellikle Avrupa ülkelerinde yaşayan vatandaşlarımız bu konuda kendilerinde eksik olan bilinçten doM AY I S 2 0 1 2 • s ay f a 1 7 söyleşi layı birçok olumsuz durumla karşı karşıya kalmaktadır. - Türkçenin birkaç nesil sonra şöyle ya da böyle yok olacağını düşünenler/savunanlar var. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz? Bu durum kaçınılmaz değil ise, yapılması gerekenler nelerdir? - Şimdi, tarih boyunca bu durumun pek çok örneği var. Kendi ülkelerinden gelmiş ya da getirilmiş topluluklar, bir süre sonra kendi kültüründen uzaklaşmış, nereli oldukları ancak soy isimlerinden anlaşılır hale gelmiştir. Ancak ben bu kanaatte değilim. Benim bizzat yaptığım araştırma sonuçlarına göre, özellikle çocukların kendi anadillerini kullanma oranında bir azalma görülüyor. Dil çok önemlidir; dili kaybederseniz, birçok şeyi kaybedersiniz; dil kültürün taşıyıcı unsurudur. Bunun yanında yan unsurlar da var tabii. Kendi kanaatimi söylüyorum; dili meydana getiren önemli bir unsur da dindir. Dolayısıyla din eğitimi üzerinden de dil ile, kültür ile bir bağlantı sağlanıyor. Benim kanaatime göre, mümkünse, yapılabiliyorsa ve yasalara uygunsa din eğitiminin de Türkçe yapılması gerekiyor. Bizim millet olarak İslam dinine katmış olduğumuz çok önemli unsurlar var, biz dini dil üzerinden yaşıyoruz. Şimdi, dilinizi değiştirdiğiniz zaman, dini konuşma biçiminiz de değişir ve din de değişime uğrayabilir. Dolayısıyla iş dönüp dolaşıp dilde düğümlenir. Yani dili kaybedince kültürün hangi unsuru kalıyor? Din kalıyor. Din de zamanla değişince ne kalıyor? Kısaca, ben bu sürecin bizde biraz daha farklı gelişeceğini düşünüyorum. Özellikle Avrupa’daki sivil toplum örgütlerinin, göçmen hukukundan kaynaklanan bir takım hakları var, bireysel özgürlükleri var. Avrupa çok dilliliği bir yandan öneriyor ve teşvik ediyor. Avrupa birliğinin temelinde bu var zaten. Avrupa, bir yandan Avrupa Birliği’nin de temelini oluşturan çok dilliliği ve çok kültürlülüğü destekliyor ve teşvik edi- sayfa 18 • Perspektif yor, diğer yandan ise Almanya’daki 3 milyon Türk dil kaybı üzerinden asimile edilmeye çalışılıyor. Bu aslında Avrupa Birliği politikalarına da ters bir durum. Dolayısıyla, burada yaşayan insanlarımızın, sivil kitle örgütleri olarak, hukuki zeminde var olan hakları için biraz çaba sarf etmeleri gerekiyor. Siz çaba gösterirseniz, sonuç elde edebilirsiniz. Ama siz pasif kalırsanız, siyaset üzerinizde her türlü oyunu oynayabilir. Dolayısıyla, bir şeyin kaçınılmaz olması için, o konuda hiçbir şey yapmamamız gerekir. Siz bir şeyler yaparsanız kaçınılmaz diye bir şey olamaz. En azında şunu söyleyebiliriz, bu çabalar olursa, belki bir nesil sonra kaybolacak dil, üç nesil sonra kaybolacaktır. Daha sonra ne olacağını kestiremiyoruz tabii ki. Ancak Türkçe öyle kolay kolay kaybolacak, silinecek bir dil değildir. Ayrıca durum eskisi gibi de değildir, 40 sene önce neredeyse hiçbir iletişim aracı yoktu. Gazeteler dahi yoktu, ya da Almancaydı. Bugün ise, her gün internetten, televizyon kanallarından, yayınevlerinden birçok materyalle, basılı malzemeyle insanların kendi kendilerini geliştirebilmeleri mümkün. Bütün bu kanalları bu doğrultuda kullanmak gerekiyor. Çaba sarf etmek, bunu kendine misyon edinmek gerekiyor. Türkçe kaybolacak diye yakınmanın bir anlamı yoktur, bir şeyler yapmak lazım. O çaba gösterilirse, ben başarılı olunacağına inanıyorum. 3 milyon nüfus az değildir ve artık burada iki dilli entelektüeller oluşuyor. İki dillilik çok büyük bir zenginliktir esasen, ben yakinen biliyorum ki, Türkiye’de çocukları iki dilli büyüsün diye ebeveynler bir sürü para harcıyorlar. Zira çok dilliliğin, çok kültürlülüğün insana yeni bir ufuk kazandırdığını, insanın hayat boyu başarısını arttırdığını biliyorlar... - Avrupa’daki göçmenlerin kendi okullarını açmaları (lise gibi), özellikle okul öncesi döneme yönelik (Kindergarten tarzı) eğitim kurumları açmaları, içinde yaşadıkları topluma olan uyumlarını olumsuz etkiler mi? Bu tür okulların çoğalmasının avantajları ve olası dezavantajları nelerdir? - Bence uyumu kesinlikle olumsuz etkilemez. Bilakis, göçmenlerin kendi okullarını açmaları uyumu destekler. Zira ana dili kaynak dildir, referans dildir, anadili üzerinden dünya bilimi kavranır, anadilini iyi bilen insanlar matematiği dahi daha iyi kavrar. Anadili olmazsa olmaz, çok önemli bir kaynaktır. Şimdi, siz iki dilli okullar açarsanız, orada çocuklar hem kendi dillerini hem içinde bulundukları toplumun dilini öğrenecekler. Bu tarz okullara velilerin çocuklarını ısrarla göndermesi gerekir ki, bu okulların prestiji yükselsin. Ancak bunu iyi öğretmenlerle yapmak gerekir. Başarılı sonuçlar alırsanız teşvik edilirsiniz. Dolayısıyla her şeyden önemli olan, kaliteli eğitim verebilmektir. Bu okullar iyi eğitim verirlerse tercih edilen okullar olurlar. Ben bu zamana kadar neden bu tarz modeller denenmedi diye soruyorum bazen, zira bu model dünyada uygulanmış iyi bir modeldir, buna “immersiyon modeli” deniliyor. Bu tarz iki dilli eğitimden geçen öğrencilerin, tek dilli eğitimlerden geçenlerden daha başarılı olduklarını biz biliyoruz. Amerika ve özellikle Kanada’da bu tarz okullardan çok vardır (Fransızca-İngilizce olarak). Ancak Türkçe sosyal açıdan prestijli olmayan bir dil, onu prestijli hale getirmek bizim elimizde... - Peki, anadilinin korunması için, yazılı ve görsel medyaya ne gibi görevler düşmektedir. Medyanın olumsuz tesirlerini bertaraf edip, dil gelişiminde olumlu bir etkisi olması için ebeveynler neler yapmalı, nelere dikkat etmelidir? - Yazılı ve görsel medya her konuda olduğu gibi, bu konuda da aracı olma görevi üstlenebilir. Aslında medyadaki dil kirliliği başlı başına başka bir sorun olmasına rağmen, medya Türkçenin gelişmesine katkı sağlamaktadır. Orijinal kaynaklara ulaşım açısından önemli bir katkı sağlıyor. Medya, hem dil gelişimi açısından, hem de Türkiye’deki eğilimleri takip etme açısından faydalı olabilir Bu şekilde siyasetten edebiyata, modaya kadar ülkelerindeki eğilimleri takip edebilirler. Böylece ortak gündem oluşuyor. Medyanın bunun gibi katkıları olabilir; ancak şunu da belirtmek gerekiyor. Yurtdışındaki çocukların Türkçesini geliştirmek için özel programların yapılmasının faydalı olacağını düşünüyorum. Çünkü çocukların Türkçelerini geliştirelim derken onların psikolojik dengesini bozacak programlara da maruz bırakmamak gerekir. Bununla birlikte ben şahsen, en iyi televizyon programı olsa da, çocukların televizyondan mümkün olduğunca uzak tutulması gerektiğini savunuyorum. Zira çocuklar ekran karşısında pasif algılayıcı konumunda oluyorlar, orada onlara her şeyi yükleyebilirsiniz ve bu başlı başına bir problemdir zaten; ancak hem Türkçe, hem Almanca eğitim programlarından faydalanılabilir. Bütün olarak baktığımız da ise, en iyi eğitim programı bile, iki çocuğun bir arada bulunup konuşmasından daha faydalı değildir. - Son olarak, Türkçenin unutulmaması ve muhafaza edilmesi için Türkiye Cumhuriyeti Devletine ve Avrupa’daki sivil toplum kuruluşlarına hangi görevler düşüyor? - Türkiye Cumhuriyetinin yapabileceği çok şey var bence, birincisi yurtdışındaki Türklerin eğitim ve kültür problemleriyle biraz daha yakından ilgilenmesi gerekir. Eğitim alanında müfredat, ders kitabı ve öğretmen sorunlarına yo- ğunlaşabilir. Yurt dışına kaliteli öğretmenlerin gönderilmesi gerekiyor. İyi ders kitaplarıyla uygun bir müfredat hazırlanmalı ; ancak bu sadece Türkiye’den gönderilecek öğretmenlerle halledilebilecek bir şey değil, Alman makamları ile de işbirliği yapmak gerekiyor. Çünkü siz en iyi eğitimi yapsanız bile, ders saatini okul en sona koyduğunda bunun hiçbir değeri kalmaz, başarılı olamazsınız. Çocuğun ders programında ekstra bir şişme olmamalıdır. Ayrıca kültür merkezleri aracılığıyla, bölgelerde çekim merkezleri oluşturulabilir. Sivil toplum kuruluşları da velileri bilinçlendirerek, makul ve haklı taleplerini yönlendirmeleri gerekir. Velileri okullara yönlendirerek, çocuklarına anadilleri için ders konulması sağlanabilir. Bununla da kalmamalı, bunları takip etmeliler, dersler nasıl veriliyor, çocukların başarısı ve katılımı nasıl vs. gibi... Ayrıca hukuki altyapının oluşturulması için, sivil toplum kuruluşları sadece bu konuda uzmanlar çalıştırarak çocukların genel başarı durumunu izleyebilmelidir. Veliler bu işten anlamayabilir, sonuçta onlar uzman değiller, ama velilerin ihtiyaç duyduklarında başvurabilecekleri, yardım alabilecekleri merkezler olmalı. Bunu ataşelikler de yapabilir, sivil toplum kuruluşları da... Ben o zaman başarının artacağına inanıyorum... * Prof. Dr. Cemal YILDIZ, Marmara Üniversitesi Atatürk Eğitim Fakültesi Dekan Yardımcısı ve Yabancı Diller Eğitimi Bölümü Başkanıdır. Başlıca araştırma alanları dilbilim, dil edinimi, yabancı dil ve ana dili öğretimidir. Yayımlanmış birçok ulusal ve uluslararası kitabı ve makalesi mevcuttur. cemalyildiz@marmara.edu.tr M AY I S 2 0 1 2 • s ay f a 1 9 dosya Ulus-Devletin Kıskacında Anadili Veysel Kurt • kurtveysel@yahoo.com Küreselleşme süreci ile birlikte etkin olarak kullanılmaya başlanan kitle iletişim araçları, kitlelerin mobilize olmasında önemli bir rol oynamakla birlikte, özellikle aynı aidiyet duygusunu paylaşan insanların bir araya gelmesinde ve her türlü taleplerini dile getirme ve bu konuda kamuoyu oluşturma noktasında çok işlevsel bir özelliğe sahip olmuştur. Son yirmi yılı aşkın bir süredir politik eksende yürüyen –ve kimi zaman silahlı mücadeleye ya da iç savaşa yol açan kimlik talepleri- kimliğe ilişkin tartışmaların en somut ve en kilit noktası anadili olmuştur. Anadilinin hem eğitim hem de toplumsal düzeyde serbestçe kullanılmasına ilişkin tartışmalara girişmeden önce, anadilinin kullanımını ulusdevlet mantığı bağlamına ve ulus-devletin aşındığı sürece göz atmak gerekir. Ulus-devlet literatürünü tartışmak bu çalışma bağlamında mümkün olmasa da ana hatlarıyla ortaya koymak mümkündür. Avrupa’da XV. ve XIX. yüzyıllar arasında, geleneksel toplum yapısının nihayetlenmesiyle sonuçlanan bir süreç yaşanmıştır. Bu süreçte -bilhassa sanayi devriminin etkisiyle- sosyal hayatta homojenlikten uzak sınıf esaslı “topluluk” görünümünden, güçlü milli bütünlüğe doğru bir değişim gerçekleşmiştir. Niteliksel değişimlerin yaşandığı bu süreç “modernleşme” olarak ifade edilmiştir. Bu süreç içe- sayfa 20 • Perspektif risinde ulus, modern Batı dünyasının akılcılaşması ve bürokratikleşmesi süreçlerinden ve daha genel olarak toplumsallaşması sürecinden doğmuş tarihsel bir oluşumdur. Ulus-devlet ise çıkar çatışmalarını ve etnik tutkuları denetim altında tutan siyasi bir entitedir. Ulus-devlet kavramının içeriği aslında basitçe ulusunu yaratmış bir devlettir. Modern devlet bir yandan toplumun (yurttaşların) katılım taleplerine kanal açarak yurttaşlarını tanımlamaya çalışırken, öte yandan topluma nüfuz ederek onları kontrol altına almaya çalışır. Resmi milliyetçilik bu durumun her iki yüzünde de işlevsel bir role sahiptir. Resmi milliyetçiliğin ulus-devlet açısından taşıdığı önem, yurttaşların sahip olduğu farklı kültürel, etnik ve dinsel unsurlarının devletin öngördüğü şekilde aynı pota içinde eritilmesi olarak özetlenebilir. Farklı tarih ve kültürden beslenmiş de olsa farklı topluluklar, bu tarih ve kültür kullanılarak milliyetçiliğin birleştirici ideolojik karakteri sayesinde yeniden inşa edilen ulus, böylece ulus-devletin en önemli figürü olmuştur. Sağlam bir devlet geleneğinin şekillendirmesi sonucu, modern milletlerin kuruluşunda önemli birer etken olan ortak paydaların bir süreklilik taşıması gerekmez, hatta; süreklilikmiş gibi gözüken tarihsel süreç çoğu zaman yapay varsayımlar ve zayıf kanıtlara dayanır. Sonuç olarak devlet ile milletin, resmi milliyetçilik yoluyla bütünleşmesinin yolu da açılmış olmaktadır. Dolayısıyla ulus-devlet ile resmi milliyetçilik birbirini besleyen iki olgu olarak anılır. Son dönemlerde ise ulus-devleti aşındıran kimlik talepleri yüksek sesle dile getirilmeye başlanmıştır. Kimliğe ilişkin siyasal hak taleplerinin teorik tartışmanın merkezine yerleşmesinin temeli, günümüz çoğulcu toplumlarında kültürel açıdan homojen bir ulus-devlet modelinden gittikçe uzaklaşan güncel gerçeklerle iç içe yaşıyor olmamızdır. Hükümetlerin, etnik grupların, mezheplerin ve çeşitli kültürel grupların siyasal hak taleplerinden kaçınması imkansızdır. Ulus-devletlerin siyaset sahnesinin temel figürü olmasıyla birlikte oluşan azınlıklarla birlikte diğer kimlik biçimlerinin siyasal hak talebinde bulunması Fuat Keyman’ın deyişiyle, “sistem- kurucu ve sistem-dönüştürücü bir toplumsal gerçeklik” olarak değerlendirilmelidir. Peki bu dönüşen sistem neydi ve nereye doğru dönüşmektedir. Dönüşen sistem, şüphesiz ki katı ulus-devlet mantığına dayalı, ulusal ve uluslararası düzeyde işleyen ulus-devlet sistemidir. Buna karşın kimlik taleplerinin bu derecede önemli bir konum elde etmesinin arka planındaki gelişmeler üç temel başlık altında değerlendirilebilir. İlk olarak dengesiz değişimlerin sonucu olarak ülkeler arası çok yoğun biçimde gerçekleşen göç sonucunda aynı kültürel temelleri paylaşan bireylerin birer topluluk oluşturmasına neden oldu. İkincisi ise, Modernliğin insanlara vaat ettiği rahatlık ve güven duygusunun reel olarak gerçekleşmemesinin bir sonucu olarak hak ve özgürlüklerin gerek bireysel gerekse topluluk bazında yüksek sesle dillendirilmesidir. Üçüncüsü; “Devletlerin kontrol gücü ve kabiliyetini yitirmesi, karar mekanizmalarında meydana gelen meşruiyet eksikliği ve devletin meşruiyet temin edici idari düzenlemelerdeki yetersizliği” ile açıklanan, yeni kimlik ve yurttaşlık taleplerinin gündeme gelmesi ile yakından bağlantılıdır. Kuruluşlarından bu yana, ulus-devletin benimsediği biçimsel eşitlik ve kültürel homojenliğin ifadesi olan yurttaşlığın aynı zamanda derin bir çeşitlilik duygusunu içerdiği görmezden gelindi. Devletin farklılıkları önemsiz kılmaya eğilimli olduğu ve biçimsel eşitlik mantığının daima aynılaştırma mantığına dönüşme potansiyeli taşıdığı bir gerçektir. Bu bağlamda, aynı ulusa ait bireylerin aynı dili (resmi dili) konuşması, bu aynılaştırma projesinin en önemli enstrümanı olmuştur. Oysa günümüzde bireyler ve topluluklar bu aynılaştırma projesinden rahatsız olmuş ve kendi anadillerini konuşma özgürlüğüne sahip olmak için siyasal bir mücadelenin içine girmişlerdir. Gerek azınlık olarak görülmeyen fakat farklı bir anadile sahip topluluklar (mesela Türkiye’deki Kürtler) gerekse bir ülke içindeki azınlıklar kendi ana dillerini hem eğitim hem de sosyolojik düzlemde engel olmaksızın kullanmak için haklı taleplerde bulunmaktadırlar. Bunun yanında hukuki statüleri bu iki örneğe uymayan ve ne azınlık ne de kurucu unsur olarak kabul edilen ve hala “geçici işçi” gibi müphem isimlendirmelerle anılan topluluklar (mesela Almanya’daki Türkler), bu noktada en zor koşullara sahip ve en acil çözüm gerektiren bir konumdadırlar. Anadilinin serbestçe kullanımına ilişkin talepler aynılaştırma (tektipleştirme) projesine karşı ulus-devlete bir meydan okuma olarak belirmektedir. Ancak ulus-devleti oluşturan tarihsel, siyasi, ekonomik ve sosyolojik düzlemdeki tüm koşulların değişmiş olduğu gerçeğini göz önünde tutmak gerekir. Dolayısıyla, hangi hukuki statüye ve hangi aidiyeti taşıyor olursa olsun, hükümetlerin anadilinin (Tür- kiye özelinde en başta Kürtçe’nin) kullanımına ilişkin talepleri meşru birer talep olarak karşılaması gerekmektedir. Bu taleplerin on yıllardır yapıldığı gibi, ayrıştırıcı, bölücü projelerin bir parçası olarak algılamak, bu meselenin çözümünü daha da zorlaştırmakta ve farklı kültürel toplulukları marjinalleştirmektedir. Halbuki anadilini kullanan insanlar, meşru bir talepleri karşılanmış olmanın psikolojik rahatlığıyla bir yandan kendi kültürel zenginliklerini yaşatırken, öte yandan içinde yaşadıkları topluma daha kolay entegre olmaya başlarlar. Siyasal, sosyal ve kültürel hakların karşılandığı toplumlarda belli bir sayısal bir ağırlığa sahip bireyler aynı zamanda siyasal bir ağırlığa da sahiptirler. Meşru talepleri karşılanan bireyler, elde ettikleri hakların devamı için, siyasal ağırlıklarını yönetildikleri hükümetlere karşı muhalefet için değil destek olmak için kullanmak durumunda kalırlar. Görüldüğü gibi bu durum hem bireyler hem de hükümetler için çift taraflı bir kazanca dönüşmektedir. Bununla birlikte farklı dilleri konuşan bireyler, ekonomik, siyasi ve sosyal düzlemdeki rekabet koşulları içinde varolabilmek için, kendi anadillerini konuşurken, içinde yaşadıkları toplumun resmi dili de öğrenmek ve kullanmak zorundadırlar. Sonuç olarak kapıdan kovulan değerlerin bacadan girmek için şartları zorladığı (özellikle Türkiye’deki) günümüz koşullarında hükümetlerin, kendi toplumlarının güvenliğini elden bırakmaksızın, daha kapsayıcı ve daha özgürlükçü entegrasyon modellerini benimsemesi gerekmektedir. İnsanların güvenliğini ve varoluş koşullarını tehdit etmeyen her türlü farklılık gibi anadilin kullanımı da bir tehlike değil bir zenginliktir. Özellikle de, yüz yıllardır aynı topraklarda yaşadığımız, aynı dertlerle dertlenip, aynı sevinçleri paylaştığımız milliyetleri ve dilleri farklı kardeş ya da komşularımızın kendi anadillerini kullanmak için mücadele etmek zorunda olmaları herkes için utanılacak bir durumdur. Azınlık ya da asli unsur, nasıl tanımlanırsa tanımlansın, her topluluğun/milletin en tabii hakkı olan anadilini konuşma/kullanma hakkı engellenemez/engellenmemelidir. M AY I S 2 0 1 2 • s ay f a 2 1 dosya Arapça: Müslümanların “Anadili” Mustafa Duman • kevseri@hotmail.com Arapça, doğu ve batı diye iki kısma ayrılan Sami diller ailesinin batı kolunun en büyük dilidir ve İslamiyet öncesi Arap yarımadasının muhtelif bölge ve kabilelerinde, birçok lehçelerle konuşuluyordu. Ancak Arapça’nın esası olarak kabul edilen Kureyş lehçesi, lehçelerin en fasihi ve edebisi olarak kabul gördü. “Araplar eski Cahilliye çağlarından beri dilleriyle çok öğünür ve gurur duyarlardı. Bir kıta şiirle övülen bir kabile yücelir, yerilen de alçalırdı. Edebi ürünlere son derece önem veren Araplar, dillerinin büyüleyici etkisi ve ses ahenginin güzelliğine kendileri de hayranlık duyarlardı. Bu ise; Arapçada kaidelerin matematiksel bağlantı, mantıklı düzen ve belagatının duyguları kendisine bağlayan ve başka bir dilde olmayan güzelliğinden doğuyordu.”1 Arapçanın başlı başına bir mucize olduğunu söylemek mübalağa sayılmamalıdır. Kur’an-ı Kerim’in insan duyularına yansımasında görev yapan tek araç olarak Arapça gerçekten de mucizevidir. Bunu Arap olmayan yabancılar, özellikle oryantalistler de teslim etmiştir. Zira Batılı oryantalistler kendi ifadeleriyle, Arapçaya karşı duydukları hayranlık ve merakı başka hiçbir dile ve kültüre karşı duymamışlardır. Hatta denebilir ki onlar, başlangıçta İslam’ı çok merak etmiş olsalar bile, hedefleri doğrultusunda yola çıktıktan sonra İslam’ı ve Arapçayı araştırma konusunda zaman zaman bir gel-git yaşamış, ama yolculuklarının ileri bir durağında İslam’dan çok Arapça üzerinde yoğunlaşmışlardır.” 2 sayfa 22 • Perspektif Cahiliye döneminde önem kazanan Arap edebiyatı İslamiyetle birlikte zirveye ulaşmıştır. Kur’an-ı Kerim’in inzali ile yüksek belağatı ve icazı, cahiliye döneminin dil edebiyatçılarını hayrete düşürmüş, şairlerini aciz bırakmıştır. Ve ayetlerin edebi mükemmeliyeti tartışmasız kabul görmüştür. İslamiyet ile birlikte günümüze kadar fasih Arapçanın esaslarını ve edebiyatını oluşturan en mükemmel metin münakaşasız Kur’an-ı Kerim olmuştur. Kur’an’ın ezberlenerek ve yazılarak muhafazasına paralel olarak anlaşılmasının da muhafazası gerekince, Arapçanın bütün özellikleri günümüze kadar korunmuştur. İslam’ın evrensel bir din ve Peygamberimizin (sav) bütün insanlığa gönderilmiş son peygamber oluşu, kısa zamanda İslam’ın birçok kavimin dini olmasına vesile olmuştur. Arap olmayan diğer milletlerden yeni Müslüman olanların, İslam’ın ana kaynaklarını anlamak için gayret sarfetmeleri Arapçanın bütün özelliklerinin yazılı hale gelmesini sağlamıştır. Ve Arapça çok geçmeden, başka dillerin konuşulduğu ülkelere hızla yayılmıştır. Böylece İslamiyet’in Arapça üzerinde büyük tesiri olmuş ve onu zenginliğinin zirvesine ulaştırmıştır. İslam’ın yayılmasıyla Kur’an-ı Kerim’i doğru anlama eksenli ihtiyaçların başını da Arapça öğrenimi çekmiştir. İlk mühim gramer çalışması, Ebu’l Esved ed Duvelî’nin Kur’an’ın kelime sonlarının harekelenmesi ile olmuştur. Hedef Kur’an’ın her türlü bozulma tehlikesine karşı korunmasıdır. İslam ile başlayan bu süreç içerisinde Arap edebiyatının filoloji çalışmaları çok erken bir devirde başlamış ve neticesinde birçok ilim dalı meydana gelmiştir. Akabinde klasik Arapçanın zengin kelime hazinesini derleme faaliyetleri devam etmiş ve meşhur Arapça sözlük olan “Lisan’ül Arab”da geçen kelime adedi 4 milyon 493 bin 934’e ulaşmıştır. Bununla beraber kısa zamanda Arapçanın öğretimi sistemleşmiş ve her bir ilim dalında birçok ekoller oluşmuştur, böylece Arapça kemale eren ilk ilim dalı olmuştur. Tabii ki, İslam’ın ana kaynaklarını anlama çerçevesindeki ihtiyaçlar Arapçayla sınırlı kalmamıştır; İslam’ın tefsir, hadis, siyer, fıkıh, kelâm gibi kendine özgü ilim dallarını doğurmuştur. Bütün bu ilimler aynı çerçevede dallanıp budaklanarak yüzlerce dal olgunlaşmış, gelişmiştir. Ve tabiî ki, genel itibari ile İslamî ilimlerin, özel itibari ile de dil bilimlerinin doğuşu ve gelişimin asıl etkeni, Kur’an-ı Kerim ve Hadis-i şeriflere hizmettir. Böylece Arapça, İslamî ilimlerin tahsili için öğrenilmesi gereken zorunlu alet ilimlerinin başında yer almıştır.İmam Şatibî, İslamî ilimlerdederinleşmek isteyenlerin seviyesini, Arapçayı anlayış derecesine göre şöyle sıralar: “Arapçayı anlamakta mübtedi olan kimse, şeriati anlamakta da mübtedir. Arapçayı anlamakta mutevassıt (orta) olan kimse, şeriati anlamakta da mutevassıttır ki, bu, son dereceye ulaşmamıştır. Arapçada son dereceye ulaşan kimse, şeriati anlamakta da son dereceye ulaşır...”3 İslam dininin, bilim ve sanatın gelişmesini teşvik etmesi Müslümanlara has ilim dallarının yanında; matematik, astronomi, haritacılık, coğrafya, fizik, kimya, tıp, jeoloji, mimari, sosyologi,veterinerlik, biyoloji, tercüme faaliyetleri, devletlerarası hukuk gibi birçok ilim ve sanat dallarında gelişimi de sağlamış ve Müslümanlar bu alanlarda ya ilk mucitler olmuşlar ya da onlara yenilik katmışlardır. Ve farklı milletlere mensup alimler, kaleme aldıkları ilmi eserlerinin nerdeyse tamamını Arapça yazmışlardır. Tarih boyunca milyonlarca elyazması ve kaynak eserlerin Arap asıllı olmayan binlerce alim tarafından Arapça olarak kaleme alınmış olması, Arapçayı Müslümanların ortak ilim dili haline getirmiştir. İslam coğrafyasının aslen Arap kökenli olmayan en ünlü medreselerini tarih serüveni içerisinde incelediğimizde, Arapçanın hem yabancı dil, hem de öğretim dili olarak kullanıldığını görmekteyiz. Şu an dünya kütüphanelerinin en kıymetli eserleri konumunda olan Arapça elyazmalarının ancak cüzi bir kısmı yayımlanmıştır. Vahiy merkezli bir medeniyet inşa eden Müslümanlar, kıyamete kadar bâki tek mucize olan Kur’an’-ı Kerim’in dili, Peygamber (s.a.v.)’imizin dili ve ibadet dili olan Arapçayı geçmişin, günümüzün ve geleceğinin tek ortak din ve medeniyet dili yapmışlardır. 14 asırlık raflarda tozlanan ilim ve bilim müktesebatımızın ve medeniyyetimizin dili olması dolayısıyla bu dile şiddetli bir şekilde muhtaç olduğumuzu beyan etmek malûmu ilâm etmektir. Tarihte birçok medeniyet yok olduğu gibi, medeniyet dilleri de yok olmuştur. Örneğin Batı medeniyetinin ortaçağda bilim dili Latince idi ve dolayısıyla ilmi eserler Latince olarak yazıyorlardı. Ancak günümüzde Latince ölü diller kategorisinde yer almaktadır. Arapça da diğer medeniyet dilleri gibi yok olabilir ya da pasif hale gelebilirdi veya temel özelliklerini kaybebilirdi, ancak Arapça hayatiyetini İslam sayesinde devam ettirebilmiştir. Ve Arapçanın tüm zenginliği ile tarih boyunca korunmuş olduğu gibi, gelecekte de korunacağının garantisi kuşkusuz din dili olmasından dolayıdır. İslam medeniyetinin ve ümmetinin zenginliğinde, üretken olmasında ve devamlılığında farklı milletler tarafından ortak bir ilim dili olarak kullanımı en önemli etken olmuştur. Ortak bir ilim dili kullanımı, çeşitli kültürler ve yerel dillere sahip olan alimlerin bilgi alış verişini kolaylaştırmıştır. Onlar, yüzlerce yıllık ilmi mirasdan faydalandıkları gibi ay- nı asırda yaşayan farklı ülkelerin alimlerinin bakış açıları, eleştirileri ve katkılarından da istifade etmişlerdir. Bugün itibariyle Arap dili pek çok Müslüman halkın dillerini etkisi altına almıştır ve birçok kelime ve dini kavramlar bu dillere karışmış durumdadır: “Yapılan araştırmalarda da Arapça’nın Doğu Asya dillerine çok önemli etkisinin olduğu ortaya çıkmıştır. Yakın zamanda yapılan bir araştırmaya göre, Arapçadan doğu dilleri olan Farsça’ya (%60,67), Türkçe’ye (%65,30), Urduca’ya (%41,95), Tacikçe’ye (%46,39), Afganca’ya (%56,99) oranında (Arapça kökenli) kelimenin girdiği belirlenmiştir.4 Arapça, birçok dil gibi bizim dilimizin de (hala) önemli bir bileşeni olduğundan ve yüzyıllar içinde şekillenmiş İslam medeniyetini sağlıklı bir şekilde anlamak ancak sağlıklı bir Arapça bilgisi ile mümkün olduğundan, ayrıca gelecekte iddia sahibi olmak ancak geçmişi anlamakla mümkün olacağından Arapçanın sadece ilmi/entellektüel ilgi sahibi insanlar tarafından değil, yediden yetmişe her Müslümanın öğrenmesi gereken bir ilim, kültür ve medeniyet dili ve dahi “Müslümanların anadili” olduğu hatırlanmalıdır. Merhum Muhammed Hamidullah Hoca, Arapçanın sadece mecazi olarak değil, hakikat olarak da Müslümanların anadili olduğunu şu şekilde ifade eder: “Arapça Hz. Peygamber (s.a.v.)’in zevceleri Müslümanların anneleri olduğundan Arap dili de her Müslümanın anadilidir. Arapça her Müslümanın anadili olduğundan, onu öğrenmesi, hiç olmazsa alfabesini öğrenmesi bir vazifedir. Bu suretle Müslümanlar en azından Kur’an’ı asıl metninden okumak kabiliyetini elde etmiş olurlar.”5 1 el-Lugatu’l-‘Arabiyye ve‘l-‘Alamu’l-Cemahiri-,Zeki el-Cabir,Tunus 1990, s. 305. 2 Arapça’nın Önemi ve Türkiye’de Karşılaştığı Sorunlar, AYDIN Ferit ,İst., 2003. 3 el-Muvafakat, Şatibi ,Kahire c. 4. s. 114. 4 Alemiyyetu’l – Luğati’l Arabiyye, El- Hac Muhammed, 1990, Tunus, s. 263 5 İslama Giris, Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, Nur Yay., Ank., s.280 M AY I S 2 0 1 2 • s ay f a 2 3 islam ve hayat Toulouse Olayları ve Muhammed Merah’ı Tanı(mla)yabilmek! Mahmut Aydınel • aydinel.mahmut@gmail.com Cezayir medyasının “bir Fransız vatandaşı”, Fransız medyasının ise “Cezayir asıllı radikal bir Müslüman” tanımlaması yaptığı Muhammed Merah’ın kim olduğunu anlamak gerçekten de zor. 3 askeri, 3 çocuğu ve bir hahamı soğuk kanlılıkla öldüren Muhammed Merah’ın kimliği henüz su yüzüne çıkmadığı dönemde kendisi “antisemitist bir katil” iken, olayların faili olduğunun anlaşılmasının akabinde, Cezayir kökenli bir Müslüman olması sebebiyle birden “İslamcı terörist” haline dönüştü. 10 Ekim 1988 tarihinde Toulouse’da doğan Muhammed Merah’ı tanıyabilmek ya da tanımlayabilmek için kendisine verilen isimler/sıfatlar bu kadarla sınırlı değil kuşkusuz. Meselâ Muhammed Merah’ı Muhammed Merah yapan etkenlerin ne olduğunu ortaya koymak için sorulan; “Ayırımcılığın, yoksulluğun ve adaletsizliğin ektiği tohumlar mı?”1, yoksa “Terörizmin nefret tohumlarını ektiği aşırı dinci bir zihniyet mi?”2 soruları, cevaplanmaya çalışılan, olayı anlamaya yönelik çaba sarfeden uzmanların ortaya attığı sorular. Bu soruların hemen hiçbirinin, cevapları üzerinde ittifak edilmesi mümkün olmayan sorular olması bir yana, olaya kimin, hangi amaçla, nereden baktığını gözlemlemek adına zikretmeye değer görünüyor. Ve farkedileceği üzere, soruların ilk bölümü İslamî hassasiyet sahibi olanların sorularını, ikinci bölümü ise İslam ile “problemi” olanların ya da İslam’ı bir problem olarak görenlerin sorularını özetliyor. Almanya, İngiltere, Hollanda derken şimdi de Fransa, ülkenin temel sosyal sorunlarının faturasını ülkedeki (Müslüman) göçmenlere ve onların kültürlerine kesip, problemi çözmeye çalışıyorlar. Öyle ki, süregelen sosyal bunalımların çok kültürlülükten kaynaklandığı iddiası, “çok kültürlü- sayfa 24 • Perspektif lük artık ölmüştür” denilerek resmî söyleme dönüştürülmek isteniyor. Müslümanların eşit haklara sahip olması bir tarafa, en temel insani hakları dahi yasal düzenlemelerle kısıtlanıyor. Artık her şeçim kampanyasının temel konusunu neredeyse, “Müslümanların haklarını nasıl daha çok kısarız?” sorusuna cevap bulma yarışı oluşturuyor. Türkiye’nin önde gelen sosyologlarından olan ve şu anda Paris’te öğretim görevlisi olarak bulunan Prof. Dr. Nilüfer Göle bu gelişmeleri, “Avrupa’nın bir İslam meselesi var, iki taraf da birbirinin tolerans eşiğini sınıyor. Müslümanlar o eşiği aslında pek sınamadı, daha çok boyun eğdi”3 şeklinde yorumluyor. Müslümanlar bu ve benzer durumlar sonrası takınılan tavırdan, çeşitli bahanelerle ayrımcılığa ve adaletsizliğe uğradıkları sonucunu çıkarırken, meseleyi temelde “İslam’ın bir din olarak kendi hastalığı” olarak görenler de sadece önlem aldıklarını ileri sürüyor. Nitekim, Muhammed Merah’ın saldırılarının sonrasında Fransa Cumhurbaşkanı Nikolas Sarkozy’nin bizzat kendi talimatı ile, önlem olarak Yusuf el Kardavi, Kudüs Müftüsü İkrime Sabri, meşhur kârilerden Abdullah Basfar gibi Müslüman alimlerin “Fransa’da yeri olmadığı” gerekçesi ile ülkeye girişlerinin yasaklanması, Avrupa’nın genç nesil Müslüman düşünürlerinden, Mısır kökenli ancak İsviçre’de doğup eğitim gören Prof. Tarık Ramazan’ın, “gelmese daha iyi olur” denilerek Paris’teki bir toplantıya katılmasının engellenmeye çalışılması ve nihayet tam da seçim öncesinde “radikal İslamcıların” evlerine baskınlar yapılarak göz altına alınmaları, probleme bu tarz ‘‘önlemler’’ ile çözüm bulunacağı inancını taşıyan “resmî” görüşü yansıtıyor. Ve her ne kadar, olur olmaz ve bazen profesyonelce organize edilen her olay sonrasında büyük baskıya maruz kalan Müslümanlar, “İslam terör ile bağdaşmaz” diyerek, bu tarz kişilerin “İslamcı terörist” sıfatını almalarını kabullenmese de, bu Müslümanların üzerindeki sosyal ve siyasal baskının şiddetini değiştirmiyor. Toulouse olayının ayrıntılarına dönecek olursak; hikaye o ki, 23 yaşındaki Muhammed Merah, son yıllarını çeşitli suçlardan dolayı hapiste geçirmiştir. Fransa ordusuna asker olarak girmek ister, fakat, sicilinde “kabarık bir suç zinciri” olduğu için orduya alınmaz. Birçok iş başvurusu sonuçsuz kalır. Ve Merah en sonunda, uzun süre işsiz kalması sebebiyle parasız olmasına (?) rağmen hayatını değiştirecek bir yolculuğa başlar. Türkiye, Suriye, Mısır, Ürdün, Tacikistan, Afganistan, biri “terörist eğitimi” almak için olmak üzere iki kere Pakistan ve ardından nihayet İsrail’e gider. 4 Bu uzun ve sır dolu yolculuğun ardından, dönüşünü müteakip, 3 Kasım’da Toulouse’da hepatit hastalığına yakalandığı için bir hastanede tedavi görür. Tedavisinin ardından, silah ve motosiklet temin ettikten sonra da, önce 3 askeri, arkasından 3’ü çocuk, birisi de haham olmak üzere bir Yahudi okulu çıkışında 4 kişiyi öldürür. Üstelik eylemlerini de kameraya alır. “Önümde diz çöktüreceğim” dediği Fransa’nın güvenlik güçleri tarafından öldürülen Merah’ın bu filmi, daha sonra Al Jazeera televizyonunun Paris bürosuna gönderilir (gönderilen görüntüler, Sarkozy’nin özel ricası ile yayınlanmamış olsa da). Merah’ın elini kolunu sallayarak gezdiği, istihbarat birimleri ile telefon konuşması yaptığı ülkelerin “güvenlik histerisi” içerisinde hareket ederek, uçan kuştan bile şüphelendikleri göz önünde bulundurulduğunda, hele hele Pakistan Talibanı’nın “evet onu biz eğittik” itirafında bulunması dikkate alındığında, Merah’in gerçekten de gereğinden fazla “şanslı” olduğu ortaya çıkıyor. Gezdiği o o kadar ülkeden sonra, İsrail’e giriş hikayesindeki o problemsizliği bir tarafa, Taliban kamplarında ismini dahi değiştirmeden eğitim yapması bile, olayların göründüğü kadar açık olmadığını ortaya koymaya yetecek cinsten. Bölgeyi iyi bilenler, Merah’ın, herhangi bir şüpheyi üzerine çekmeden, bu gencecik ve “Arap görünümlü” haliyle daha önce 13 Kasım 2010’da Kabil’e, oradan da 22 Kasım’da Kandahar’a nasıl ulaştığını merak etmekten kendini alamıyor.5 Uluslararası yardım kuruluşlarını dahi, binbir sorgulamadan geçirmeden bölgeye girmelerine izin vermeyen Pakistan istihbaratı, nasıl oluyor da Merah’ın cebinde pasaportu ve elinde uluslararası telefonu ile geçişine ve “terörist eğitimi” almasına müsaade ediyor? Buna benzer sorular uzayıp gidiyor. Ve özel eğitimli polislerin nedense kafasından vurarak etkisiz hale getirmeyi tercih ettiği, yaklaşık bir yıldır telefonu polis tarafından dinlendiği iddia edilen, Fransız istihbaratının eski başkanının “polis ajanı” olduğunu söylediği ve nedense sadece olay günü polis tarafından takip edilmeyen Merah’ın işlediği iddia edilen cinayetlerin ardından zaten ayakta olan Fransız sağı elbette şaha kalkmış bulunuyor. Peçesinden minaresine kadar yasaklarla görünmez kılınmaya çalışılan, “helal et” gibi suni tartışmalarla sindirilen Müslümanlar, şimdilerde Merah olayının ardından bir kez daha hedef tahtasına konmuş durumda.6 Kanaatimizce, asıl üzerinde durulması gereken konu da bu: Farz edelim ki fark edilen ve zikredilen bütün o ayrıntılardaki tutarsızlıklar/çelişkiler/şüpheler spekülatif, sivri zekalı bir takım zevatın komplo teorilerinden ibaret, ve yine farz edelim ki, bu saldırıları tüm profesyonelliği ve bireysel çabaları ile Muhammed Merah planladı ve yaptı, bu durumda bütün Müslümanların ve İslam’ın sanık sandalyesine oturtulmasının anlamı nedir? Münferit bir olay nedeniyle bütün bir dinin mensuplarının ve Fransa’daki Müslüman göçmenlerin töhmet altında bırakılması (en çok) kimin işine yarar? Anlaşılan o ki, soğuk savaş sonrasında yeni öteki/düşman ilan edilen, 11 Eylül saldırıları sonrasında bu düşmanlığın alenen ifade edilmeye başlandığı oyunun son perdesi Toulouse’da sergileniyor. Ve İslam dininin sürekli suretle terör ve terörist vb. kelime ve sıfatlarıyla anılma çabası konusundaki ısrar uzunca bir süre daha devam edeceğe benziyor. Dolayısıyla yapılması gereken, -akl-ı selim ve soğukkanlılıkla gelişmeleri izleyip-, bu algının oluşmasına razı olamayacak Müslümanlar tarafından da aynı ısrarın gösterilmesi. 1 http://yenisafak.com.tr/Yazarlar/?t=24.03.2012&y=AyseBohurler http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalYazar&ArticleID=1083008&Yazar=EZGI-BASARAN&CategoryID=97 3 http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalYazar&ArticleID=1082906&Yazar=EZGI-BASARAN&CategoryID=97 4 http://www.jpost.com/Defense/Article.aspx?id=263485 5 http://tempsreel.nouvelobs.com/monde/20120328.OBS4777/mohamed-merah-s-est-il-forme-lors-de-ses-voyages-a-l-etranger.html 6 http://yenisafak.com.tr/Yazarlar/?t=09.04.2012&y=HilalKaplan 2 M AY I S 2 0 1 2 • s ay f a 2 5 gündem Solingen Katliamı ile Su Yüzüne Çıkan “Hatıralar” Zekiye Topatan • zekiye.topatan@web.de Almanya gündeminin en popüler ve dolayısıyla en çok istismar edilen konularından birisi ırkçılık kavramı kuşkusuz. Tarihi zulüm kokan kimi gelişmeleri barındıran ve halkının bunun sonuç ve faturalarını ağır ödemiş olduğu bir devlette bu konunun hala güncel ve tartışılır olması şaşırtıcı olduğu kadar üzücü de. Fakat birçok araştırmanın tespit ettiği üzere, Avrupa genelinde olduğu gibi Almanya’da da ırkçılık her geçen yıl ile birlikte biraz daha artan ve genç nesiller arasında gittikçe daha az ürkütücü bulunan bir kavram. Özellikle ikinci dünya savaşından sonra hızla apolitikleşen ve idealsiz yaşayan bir Almanyalı/Avrupalı nesilden sonra, çığ gibi büyüyen bir tehlike bizi, belki de çocuklarımızı beklemekte. (!) Kuşkusuz bu kuşkuya ve hatta korkuya kapılmamıza neden olan önemli faktörlerden birisi son dönemlerde ortaya çıkan ve devlet içi kimi kişi ya da kurumlar tarafından da desteklenmiş olduğu anlaşılan göçmen cinayetleri. Fakat ırkçılık ve göçmen cinayetleri -şu an basında da yer aldığı gibi- sadece son birkaç yılı kapsamamakta kuşkusuz… Unutulmamalıdır ki, 29 Mayıs 1993 tarihinde Almanya’nın Solingen şehrinde 18 ile 24 yaş arası dört neonazi genç tarafından göçmen bir Türk ailesine karşı kundaklama girişiminde bulunulmuş ve bu ırkçı gençler eylemlerinde başarılı da olmuşlardı. Bu katliamı planlayıp ugulayan aşırı sağcı dört Alman genci, Genç ailesinin evini kundaklamakla kalmayıp evde bulunan Gülsün İnce (28), Hatice Genç (18), Gülistan Öztürk (12), Hülya Genç (9) ve Saime sayfa 26 • Perspektif Genç’in (5) feci şekilde yanarak can vermelerine sebep olmuşlardı. Aynı ailenin o dönem 15 yaşında olan oğulları Bekir Genç ve üç yaşındaki torunları Güldane İnci ise ağır yaralı olarak kurtarılabilmişti. Vücudunun üçte birinden fazlası yanan ve bugüne kadar 30’dan fazla nakil ameliyatı geçirmek zorunda kalan Bekir Genç hala sağlığına tam olarak kavusabilmiş değil. O günkü korkunç yangında iki kızlarını, iki torunlarını ve bir yeğenlerini kaybeden Mevlüde ve Durmuş Genç çifti ise, pencereden atlayarak yangından kurtulabilmişlerdi. Bugün itibariyle bedenen ciddi sağlık problemi çekmeyen çift (!), o günden bu yana psikolojik tedavi ile ayakta durmaya çalışmaktalar. Bu faciaya sebebiyet veren dört Alman gencin ise, olaydan kısa süre sonra yakandıklarında, aşırı sağcı gruplarla irtibatta oldukları anlaşılmıştı ve 24 yaşındaki Markus G.’ye 15 yıl olmak üzere, diğer üç suçlu Felix K. (18), Christian R. (19) ve Christian B. (22) onar yıl hapse mahkum edilmişti. Ayrıca -olaydan sonra hala sağlığına kavuşamayanBekir Genç’e 250.000 Mark ödemek üzere tüm mahkumlar para cezasına çarptırıldı. Fakat bu ödeme -katliamdan 19 yıl geçmiş olmasına rağmen- mahkumların paraları olmadığı gerekçesiyle tabii ki gerçekleştirilemedi. Ürkütücü olan, Solingen katliamının 19. yılının anılacağı şu günlerde, mahkumların dördünün de serbest bir şekilde Solingen şehrinde yaşamaya devam etmekte olmaları. Üstelik mahkumlardan ikisi cezaları bitmeden ‘‘iyi halden‘‘ serbest bırakıldılar. Bu feci saldırıdan sonra her sene, 29 Mayıs’da kundaklamanın gerçekleştigi Wernerstraße’de kundaklanan evin önünde bu katliamı unutmamak adına kurbanları anma törenleri düzenleniyor. Mevlüde ve Durmuş Genç çifti Solingen şehrinde yaşayan Almanlar ve aynı şehirde yaşayan Türkiyeli göçmenler için bir köprü görevi gördüğünden birçok Alman ve Türk sivil toplum kuruluşu ile birlikte ırkçılığa karşı düzenlenen seminer ve sempozyumlarda yer alıp, bir nebze de olsa acılarını dindirmeye çalışıyorlar. Ayrıca, Solingen Belediyesi ve birçok sivil toplum kuruluşunun ortak çalışmalarıyla bu ırkçı katliamda ölenlerin unutulmaması adına Solingen şehrinde anıtlar ve FrankfurtBockenheim’ın bir alanına -kundaklamada çoçuk yaşta hayatını kayıp eden- Hülya Genç’in ismi verilerek „HülyaPlatz“ yapıldı. O günden bugüne kısa bir ufuk turu yapıldığında 19 yıl içerisinde aslında Almanya’daki göçmen tasavvurununun pek de değişmediğini ve o dönem tartışılıp gündemden düşmeyen konuların bugün için de aktuel olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Günümüzde sosyal hayatta sıkça yaşanan dışlanmalar ve ayrımcılıklar dışında son günlerde patlak verip, ‘‘kazara‘‘ ortaya çıkan Neonazi cinayetleri, Alman medyası tarafından verilen ismiyle „döner cinayetleri“ -ki bu verilen isim bile göçmenlere karşı uygulanan önyargının bir sembolüdür- ırkçılığın hala çok canlı olduğunu ve hatta geçmiş senelere oranla artışta olduğunu göstermektedir. 2009 yılında Dresden kentinde mahkeme salonunda bir neonazi tarafından ve herkesin gözü önünde 18 yerinden bıçaklanarak şehit edilen üç aylık hamile Merve El Şerbini cinayetini gözlerimizin önüne getirdiğimizde de, ırkçılık kavramının tarihte kalmayı beceremeyen ve günümüzde hala kötü sonuçlar doğuran bir konu ve kavram olduğunu herhalde görmezlikten gelemeyiz. Peki bizler bu olumsuz gidişatın seyircileri olarak kalmakla mı yetinmeliyiz? Bazı göçmen kökenli kişilerin de ifade ettikleri gi- bi; kendimizi savunmaya geçmek, korumak ve aynı şekilde cevap vermek en tabiî hakkımız değil midir? Bu soruları kendimize sormadan önce gidişatımıza adeta ışık tutacak ve ırkcılığın hayatımızdaki yerinin ne olması gerektiğini bize gösterecek olan Allah Rasülü’nun (s.a.v.) Veda Hutbesi’nde bahsetmiş olduğu evrensel ve herkesi kuşatıcı sözlerini hatırlamakta ve hatırlatmakta yarar olacak: ‘‘Arab’ın Aceme, Acemin Arab’a, hiçbir beyazın siyaha, hiçbir siyahın da beyaza üstünlüğü yoktur. Allâh-u Teâlâ katında üstünlük ancak takva iledir.“ Efendimizin (s.a.v.) bu sözlerinden de anlaşılacağı üzere hiçbir ırk ya da millet, diğer bir ırktan sadece isimleri, mensubiyetleri, derilerinin renkleri farklı olduğu için daha üstün değildir. Üstünlüğün sadece takva da olması ve aranması gerekliliği hasebiyle bizler, insanları ve sosyal çevremizi şekillendirirken ırkçılığa asla yer vermemeye özellikle özen göstermeliyiz. Bize yapılan haksızlıklara, aynı şekilde adaletsiz biçimde cevap vermek, rasyonel bir hareket olmayacağı gibi, bir dinin, kültürün, dünya tasavvurunun taşıyıcıları ve temsilcileri olarak bizlere yakışmayacaktır da. Solingen katliamının 19. yılı dolayısıyla Alman-Türk ilişkilerinde bize düşen görevleri tekrar gözden geçirip elimizden geleni yapmaya özen göstermeliyiz. Bununla birlikte, bizlere yapılan haksızlıklara –başka insanların hakkını çiğnemeden- karşı durmalıyız ki, yapılan saldırıların önüne geçilsin ve teşvik edilmesin. Yükselen aşırı sağcı ve dahi ırkçı tutum ve davranışlara karşı soğuk kanlılığımızı yitirmeden, akl-ı selim ile hareket etmek yapılması gereken en başat vazifemiz olmalıdır. Solingen’lerin ya da ‘‘Döner Cinayetleri‘‘nin tekrar edilmemesinin en önemli şartı, yeni nesillere çok kültürlülüğün bir tehlike değil, bir zenginlik olduğunun öğretilmesinden geçmektedir. M AY I S 2 0 1 2 • s ay f a 2 7 gündem Bir Cahiliye Adeti: Hindistan ve Çin’in “Kayıp” Kız Çocukları Fatma Çamur • fatmacamur@gmail.com “Onlardan birine Rahman olan Allah’a isnat ettikleri bir kız evlâd müjdelense içi öfkeyle dolarak yüzü simsiyah kesilirdi.” (Zuhruf Sûresi, [43:17]), “Diri diri toprağa gömülen kız çocuğunun hangi suçla öldürüldüğü sorulduğu zaman.” (Tekvir Sûresi, [81:8-9]), “Ortak koştukları şeyler, müşriklerden çoğuna çocuklarını öldürmeyi süslü gösterirdi.” (En’âm Sûresi, [6:137]) Yukardaki ayetler cahiliye devrindeki Araplar için inmişti. Kız çocuklarını diri diri toprağa gömen Araplar bu şekilde uyarılmıştı. Aradan 1400 yıl geçmiş olmasına rağmen kız çocuklarına yönelik olan o dehşet verici yaklaşım ve davranış şu anda bizden binlerce kilometre uzakta da olsa hala güncelliğini koruyor. Bir cahiliye geleneği olan kız çocuklarının öldürülmesi, yazılım ve teknoloji devi Hindistan’da ve hızlı bir ekonomik gelişme yaşayan Çin’de hala ve tüm şiddetiyle devam ediyor. Milyonlarca kız çocuğu diri diri toprağa, kuyulara gömülüyor veya kürtajla öldürülüyor. Aile planlama kanunlarına göre birden fazla çocuk sahibi olmanın 1997 yılından beri yasak olduğu Çin’de bebek kıyımları cinsiyet farkı gözetilmeden yapılmasına rağmen, kız çocukları daha sık feda ediliyor. Hindistan’da doğumdan önce bebeğin cinsiyetinin öğrenilmesi yasak. Nitekim Times Of India Gazetesinde yayımlanan bir habere göre, “bebeklerin cinsiyetinin önceden tespit edilebilmesi, erkek sayfa 28 • Perspektif çocuğunun özellikle tercih edildiği Hindistan’da milyonlarca kız bebeğinin gün ışığı görmeden öldürülmesine yol açıyor.” Bu vahşetin en ürkütücü örneği, 71 ceninin içine atıldığı bir kuyunun 12 Ağustos 2006 günü Hindistanın kuzeyindeki Puncab eyaletinde bir hastanenin yakınında bulunması olmuştu. Hastanede görevli doktorların yasa dışı kürtaj yaptığı düşünülüyordu. Ve Times of India Gazetesinin haberine göre daha önce o bölgede başka bir kuyu daha bulunmuştu. Esasen Hindistan’da konu ile alakalı çok sıkı kanunlar var: Kürtaj sadece sağlık problemleri olduğunda veya tecavüz durumunda mümkün. 20. haftadan sonra ise kürtaj yasak. Cinsiyet sebebiyle kürtaj yaptıranlar 5 yıl hapis cezasına çarptırılıyor. Çin’de kürtaja karşı açık bir kanun yok, ama cinsiyet sebebiyle yapılan kürtaj Hindistan’da olduğu gibi orada da yasak. Bilindiği gibi, ultrason cihazlarının 1985 yılında kullanıma girmesinden bu yana aileler doğacak çocuklarının cinsiyetini öğrenebiliyorlar. Ve tabii, bu teknolojik gelişme birçok sorunu da beraberinde getirdi. Çocuklarının cinsiyetini öğrenen ailelerin istemezlerse kürtaj yapmaları artık mümkün. Hindistan ve Çin’deki doktorlar için kanunen yasaklanmış olmasına rağmen, ultrasonla ailelere çocuklarının cinsiyetlerini bildirmek büyük bir para kaynağı.Ve tahmin edileceği üzere, iki ülkeye de her yıl binlerce ultrason cihazları satılıyor. Hintli aktivist Ranjana Kumari’ye göre ise zengin ve akademik ailelerde kürtaj daha yaygın, çünkü maddi durumları buna el veriyor. Ultrasonla bebeğin cinsiyetini anlamanın mümkün olmadığı zamanlarda da kız çocuklarının ayrımcılığa uğramadan rahat büyüdüklerini söylemek tabii ki çok zor. “Doğma şansına sahip olabilmiş” kız çocuklarını “bakımsızlıktan” hastalanıp öldüğü acı bir gerçek. Bununla birlikte, son yıllarda sıkça rastlanılan ceni kuyuları artık hem Hindistan’da hem de tüm dünyada sayıları az da olsa vicdan sahibi bir avuç insanı harekete geçirmiş görünüyor. Hükümetin kız çocuğu cinayetlerine karşı kampanyalar sürdürüyor olmasına ve birçok kadının kürtaj yaptırmak istememesine rağmen, bu hamile kadınlar ailelerinin ve özellikle kocalarının kararlarına karşı gelemiyorlar. Bu vahşi tutum ve anlayışa karşı çıkan ve bütün gücüyle bu durumu değiştirmek isteyen kadınlardan biri Meethu Khurana. Meethu doktor ve ikiz çocuk annesi, 7 yıl önce kendi- si de doktor olan eşiyle evlendiğinde ve çocuk sahip olacaklarını öğrendiğinde eşinin zengin ve okumuş ailesi bebeğin cinsiyetini öğrenmek istemiş. Hem kanunen yasak olmasından hemde başına gelecekleri sezdiğinden dolayı Meethu bunu istememiş. Ama torunlarının erkek olmasını dileyen ailesi Meethu’nun yemeğine yumurta katmış ve yumurtaya karşı alerjisi olan Meethu’yu böylelikle doktora götürebilmişler. Doktorda ikiz çocukların kız olacağını öğrenen aile hamile kadını odaya kilitlemiş, yemek vermemiş ve düşük yapması için merdivenden atmış. O da kız çocuklarını öldürmek isteyen kocasına dava açmış. Yıllardır bu dava ile uğraşan Meethu hala bir sonuca varabilmiş değil, buna rağmen başlatmış olduğu cesur başkaldırış Hindistanlı kadınlar için ilham kaynağı. Meethu kadar cesur olamayan veya hiçbir eğitim görmemiş olduğundan dolayı eli kolu bağlı olan kadınların bir başka problemi ise, kız çocuklarının ve genel olarak kadınların fazlalık olarak görüldüğü bir toplumda yaşamanın beraberinde getirdiği psikolojik travmalar. Buna ilaveten kürtajın bir anne üzerindeki ruhsal tahribat da üstesinden gelinmesi zorunlu problemlerden biri olarak kendisini gösteriyor. Kendi bebeklerini canlı canlı öldürmüş olmanın oluşturduğu ruhsal bozukluklar kadınları intihara kadar sürükleyebiliyor. Ve en fazla kadın intiharı Dünya Sağlık Örgütü’ne göre Çin’de yaşanıyor. 15-34 yaşları arasında kırsal kesimde yaşayan kadınlar genellikle ucuz olan tarım ilaçlarından içip hayatlarına veda ediyorlar. Peki bu tutum ne zamandan beri mevcut ve nereden kaynaklanıyor? Kız çocuklarına karşı bu yaklaşım çok eski geleneklere dayansa da, modern hayatın zorlukları ve modern toplumun beklentileride bu tutumun giderek yaygınlaşmasına yol açıyor. Bunun dışında ilerleyen teknoloji sayesinde kürtaj her geçen gün daha da kolaylaştırılıyor. Aileler, herhangi bir ticari avantaj sağlamayan ve ceyiz masrafları çok fazla olan kızlara karşı, güzel düğünler yapalabilecek erkekler tercih ediyorlar ve erkek çocuk sahibi olmak toplumda daha itibarlı olarak görülüyor. Zira ailenin soyunu erkek çocuğun devam ettirdiği düşünülüyor ve erkek çocuğu olmayan babanın soyunun kesileceği inancı birçok babayı tedirgin ediyor. Yani sadece ataerkil düşünceler ve cahillik değil, Asya’nın gelişen ekonomisi ve insanların yaşam tarzı da sebep oluyor bu cinayetlere. Hindistan da Çin gibi “Batı”yı örnek aldığı için, gelişmiş ülkelerde olduğu gibi yavaş ilerleyen nufüsu gelişmişlik göstergesi olarak görüyor ve bu yüzden Çin’de olduğu gibi kanunlar çıkartıyor. Tüm bunların sonucu ise çok büyük facialara yol açacak düzeyde: Hindistan ve Çin’de her yıl toplam 85 milyon kız çocuğu dünyaya gelmiyor/getirilmiyor. Ve bu kızların yokluğu farklı birçok sorun ortaya çıkarıyor: Nüfuslardakı erkek ve kız oranında dengesizlik ortaya çıkıyor. Bu iki ülkenin dünya nüfusunun %40’ını oluşturduğu göz önün- de bulundurulsa, bu dengesizliğin bütün dünya için ne kadar büyük bir önem taşıdığı ortada. Normal şartlarda ancak savaş gibi olağanüstü hallerde değişen nüfustaki cinsiyet oranları günümüzde toplumların kendi eliyle değiştiriliyor. Ayrıca, kadın nufüsünun düşük olduğu bölgelerde organize suçlar, fuhuş, kriminel gruplar ve insan ticareti artıyor. Bunun dışında bekar erkek nüfusu hızla ilerliyor. Evlenecek kadın bulamayan erkekler ailelerine fakir bölge ve ülkelerden para karşılığı gelin getiriyorlar. Vietnam’da fakir insanlar kızlarını zenginlere satmayı çoktan bir geçim kaynağı haline getirmiş durumda. Bu nedenle Vietnam’da özellikle fakir bölgelerde erkek nüfusu kadın nüfusunun bir kaç katı. Hindistan da yapılan araştırmalara göre en fazla cinayet oranı fakir insanların yaşadığı bölgelerde değil, kadın nufüsun az olduğu bölgelerde gerçekleşiyor. Ve daha da ürkütücü olanı, toplumda itibar sahibi olabilmek için zengin aileler sadece kürtaja başvurmuyor; Hindistan’ın Indore şehrinde 300 kıza cinsiyet değiştirme operasyonu yaptığı söyleniyor. Ülkedeki kadın ve çocuk hakları dernekleri ise kişi başı yaklaşık 3000 Dolara mal olan bu operasyonlarının artık “sosyal bir çılgınlık” haline geldiğini öne sürüyor. Bütün bu “cahilliğe” bir de batıl inançlar eklenince ortaya kelimenin tam anlamıyla dehşet verici sonuçlar da çıkabiliyor. Örneğin, Ocak ayında 7 yaşındaki bir kız çocuğunun Hindistan’da bol hasat için kurban edilmesi ve karaciğerinin tanrılara sunulması bu sonuçlardan biri. Cinayet, küçük bir kız kurban etmenin daha çok mahsul getireceği hurafesine inanan orman kabilesinin iki üyesi tarafından işlenmiş... Kısaca, Hindistan ve Çin de yaşanan bu olayların bize gösterdiği şu: Cahiliye devrinin birçok özelliğini her çağda olduğu gibi bugün de, hemen her toplumda bulmak mümkün. Ve sorun biraz da, bu insanların “modern” cahiliye içinde yaşamalarının rahasız/huzursuz etmediği, kendini bu durumdan sorumlu hissetmeyen bizlerde... M AY I S 2 0 1 2 • s ay f a 2 9 kültür İstanbul, Fatih Tarafından Şerhedilen Şehir İlhan Bilgü • ibilgu@igmg.de İstanbul’un fethinin kutlanması artık hem Türkiye’de hem de Türkiye dışında yaşayan Türkiyeliler arasında neredeyse bir gelenek haline geldi. Mayıs ayının son haftalarında düzenlenen programlarda fetih çeşitli yönleri ile anılır oldu. Şimdilerde Türkiye ve Türkiye dışında tartışmalara maruz kalan ‘‘Fetih 1453’’ filmi ile de konu çok daha güncel bir hale geldi. Bununla birlikte, İstanbul’un 1453 yılında fethedilmesine rağmen bu fethin ancak 1910 yılında ilk kez kutlanmaya başlanması gerçekten de ilginç ve zikredilmeye değerdir. 457 sene sonra ilk defa gündeme gelen fetih kutlamalarının, sosyal, siyasal, askeri ve ekonomik bunalımlara sahne olan bir ülkede, yeni bir “millî” heyecan ve kimlik oluşturma çabası olup olmadığı elbette ki sosyologların ve tarihçilerin incelemesi ve analiz etmesi gereken önemli ve hala güncel bir tarihsel gelişmedir. Ancak bu kutlamaların bugün de sürüyor olması, malum sosyal ve siyasal bunalımların bir yönüyle hala devam ediyor olduğunu göstermektedir (!). İstanbul’un fethi, “onu fetheden kumandan ve ordunun” şahsiyeti, kimliği, hedef ve ufku ile ilgili ipuçları da verir kuşkusuz. Her şeyden önce, fâtihine, “ya ben onu alı- sayfa 30 • Perspektif rım, ya da o beni alır” ifadesini kullandıran bir kent ya da ülkenin, kuşkusuz “düşmanını” cezbeden bir yer olması gerekir. Sadece, jeopolitik konumu bir beldenin fethedilme isteğini açıklayamayacağı gibi, “Bizans’ın kokuşmuşluğu ve entrikaları” da bu ülkenin fethedilebilme sebebinin açıklayıcısı olmaktan uzaktır. Napolyon’un asırlar sonra İstanbul için söylediği, ‘‘si le monde était un seul pays, puis Istanbul serait sa capitale’’ (dünya tek bir ülke olsaydı, o ülkenin başkenti İstanbul olurdu), cümlesi, İstanbul’un neredeyse bir şehir olarak kuruluşundan bu yana küresel ve kültürel bir merkez olduğunun ispatlarından biridir. Nitekim şehrin kendini teslimiyetinin hemen arkasından “Ebu’l Feth: Fethin Babası” olacak olan II. Mehmet daha sonra “Fâtih” olarak karşımıza çıkacak ve bu şehri, yok etmekten ziyade ve fethedip ‘‘yoluna devam etmekten’’ çok öte, onu gerektiği/hak ettiği gibi okuyacak, şerh edecek, ihya edecek, canlandıracaktır ve pek çok yönüyle sadece dünyanın değil, ‘‘alem’’in merkezi kılacaktır. Öyle ki, bu dillere destan, hadislere konu olan şehrin resmî adı uzun zaman konulamayacak, Fatih tarafından dahiyane ve daha sonra neredeyse tüm Osmanlı sultan ve yöneticilerince ilmek ilmek işlenecek ve yorumlanacak olan şehirde Müslümanı, Rumu, Ermenisi, Yahudisi, kim olursa olsun herkes kendi İstanbul’unu uzun süre arayacak ve sonunda da bulacaktır. Bu anlamda Fâtih, pek çok yeri fethetmesine ve devletlere galib gelmesine rağmen fâtihliğini İstanbul ile kazanacaktır ve Fâtih, farklı, zaman zaman birbirine zıt şahsiyetler olarak karşımıza çıkacaktır. Fethi “ölüm-kalım” mücadelesi olarak görürken, muhteşem gemileri ile “şahiyane” toplarına güvenip “maddî” olarak kendinden emin olmasına rağmen, uzayıp giden savaş esnasında “Ak Hoca”dan, fethin ne zaman müyesser olacağına dair, “manevî’ bir işaret aldıktan sonra net bir vakit bildirmesini isteyecektir. Fâtih’in bu tutumu onun çok yönlü kişiliğini ortaya koyar: “Maddî ve manevî” dünyası hep yan yanadır, birbirinden ayrılmaz. Şehre ve zenginliklerine verdiği önem dolayısıyla askerlerine verdiği üç günlük yağmanın süresini kısar, yağmalamalara kısıtlama getirir; fethi, savaşın en büyük acısını çeken, her şeyini kaybeden yerli halk ile birlikte kutlarken, bu insanlara yeniden canlanma ufku açar: Artık herkes eski haline, işine dönecektir. Mağluplar aşağılanmayacak, savaş öncesinde şehri terkedenler de dahil, Rumu, Ermenisi, Yahudisi ile yeni bir İstanbul kurulacaktır ve Venedikliler, Cenevizliler ile çev- redeki “Bizans kalıntıları” dahi bu yeni dünyada yerini alacaktır. Gelenler, daha önce kendi mülkleri ise hemen bu mülklere tekrar sahip olacakları gibi, diğerleri Rum, Ermeni, Yahudi de olsalar, eğer bu şehre yerleşmek istiyorlarsa, boş olan yerleri ücretsiz olarak mülk edineceklerdir. Bir zamanların adaleti ile ünlü hakimi Yorgo Skolaris (Georgios Kourtesios Scholarios) II. Gennadius olarak Patrikliğini kuracak, kendisi yeni İstanbul’da “Vezir” makamında itibar sahibi olacak, şehrin fâtihi ile Hristiyanlık tartışmaları yapacak ve bunları bir kitap haline getirecektir. Akabinde, Bursa Metropolit Pisikoposu Hovakim, Ermeni Patrikliğini kuracak, Edirne’den Moşe Kapsali de İstanbul’da Havrasını kurarak Başhaham olarak görevine başlayacaktır. Nitekim Fatih, farklılıkların ancak zenginlik olduğunu ve olacağını yeterince erken keşfetmiş, farklılıkların çoğalması için saltanatı boyunca çaba sarfetmiştir. (Ve bu tavrıyla, bugünün kısır ve dar siyasi anlayışlarına söyleyecek çok şeyi vardır.) Fethedilen İstanbul, Bizans’tan uzaklaşır uzaklaşmasına ancak, bu sefer Bizanslık İstanbul’da fâtihinin şahsiyet ve karakterine uygun şekilde yeniden dirilir: Fâtih, Kayzeri Rum olur, Bizans devlet geleneği, yeni bir kanunname ile, idarî işleyişinden tutun da, maliye ve adalet teşkilatından sosyal güvenliğe kadar yep yeni bir şekle ve karaktere bürünür; böylece kesin ve açık kurallara göre işleyebilen bir müsseseye dönüştürülür. Konstantipol’ün ilim ve irfanı, mimarisi bu ruhla yeniden dirilir. Ayia Sofia (Kutsal Hikmet), Aya Sofya olarak kalır, ama “onu fetheden kumandan ve onu fetheden asker”e göre yeniden şekillenir. Muhteşem Bizans sarayları yok olur ve bir daha dirilmez, ancak Aya Sofya yeniden dirilir; hattâ, “Mekteb-i Becce”leri (çocuk okulları) daha sonra, “Mekteb-i Sibyan” (anaokulu/ilkokul) da dahil olmak üze Sahn-ı Seman (8 kısımlık) adıyla bir ilim, irfan ve hikmet yuvası olan bir külliyeye dönüşür. İmarethane (aşevi), darüşşifa (hastane), hamam, kervansaray gibi birimleri barındıran bu külliye, şehrin fâtihinin sadece ahaliye bir hediyesi değil, bu ahaliye yep yeni ufuklar açacak bir merkez haline gelir. Bu şehrin fâtihi, fiziksel olarak yıktığı, ortadan kaldırdığı Bizans’ın tarihî köklerini, eski Yunan’ı, eski Roma’yı tarihi ile, felsefesi ile, ressamlık gibi sanatlarıyla talim edecek, Arabça ve Farsçanın yanı sıra, Yunanca, Latince, İbranice, Keldanice ve Slavca öğrenecek, bu alanda uzmanlaşacak ve kendi dilinde de Avnî olarak edebiyatını ortaya koyabilecektir. Ünlü matematikçi ve astronomi bilgini Ali Kuşçu’yu bu beldeye özel çabalarla getirttiği gibi, daha sonra oğlu Bayezid’in tepkilerine maruz kalacak olan İtalyan ressam Gentile Bellini’yi de yanına alacaktır. Molla Hüsrev, Molla Gürani, Molla Yegân, Hocazade Muslihiddin gibi devrinin büyük alimlerinin yanı sıra Akşemseddin, Şeyh Vefa ve Emir Buharî gibi, hem maddî hem de manevî ilimlerde önder olan tasavvuf erbabını da dünyanın bu yeni merkezinde toplayacaktır. Peygamber Efendimizin (s.a.v.) mihmandarı ve yoldaşı Hz. Eyyûb el Ensarî’nin kabrinin yerini, bizzat kendi rüyasından hareketle tesbit ettirecek ve tesbit edilen yere bir türbe ve caminin de içinde yer aldığı bir külliye yaptırarak vefakârlık örneği gösterecektir. Ömrünün sonuna doğru “kendi alnunun teri’’ ile kazandıkalarını da bu şehre vakfadecek ve şöyle buyuracaktır, şehrin fâtihi: “İş bu gayr-i menkulatumdan gelecek gelirlerden İstanbul’un her sokağına ikişer kişi tayin eyledum. Bunlar, ellerine bir kap içerisinde kireç tozu ve kömür külü karışımı olduğu halde günün müteaddit saatlerunde sokakları gezeler. Tükrüklerin üzerine bu tozu dökeler ki, yirmişer akçe alalar… Ayrıyeten, on cerrah, on tabip ve üç de yara sarıcı tayin eyledum. Bunlar dahi, ayın belli günlerinde İstanbul’a çıkalar, istisnasız her kapuyu vuralar ve hastaları şifası mümkin ise tedavi edeler; değilse kendulerunden hiçbir karşıluk beklemeksizin darülacezeye kaldırarak orada iyileştireler.” Ve o Fâtih, 29 Mayıs 1453 günü, aşılmaz surları aşan bir savaşcı olduğu için Fâtih olmamış; şehri ve geleceğini gerektiği gibi okuduğu/şerhettiği için, şehrin kültürel hayatını ve insanlarını yeniden canlandırıp şekillendirdiği için Fâtih olabilmiştir. M AY I S 2 0 1 2 • s ay f a 3 1 kültür Ecdadın Kabe Toprağı Saydığı Üsküdar’da Günbatımı Emine Medik • emine_medik@hotmail.de Bilinmeyeni anlatmak ve sevdirmek belki de daha kolaydır, dillere düşmüş güzelliğin sırlarını açıklamaktansa… Binlerce şiire mısra, daha fazla gönle nida ve bilen her kalbe bir sevda olan İstanbul, meğer ne kadar da zormuş esşizliğini kağıda dökmek... Binbir masal anlatır her sokağını ve binbir rüyaya dalar her hisseden kalb tepelerinin arasında dolaştıkça… Peki ne kadar hatırlanır, seni sen yapanların sana adım adım işlediği izler? Hava serin, güneş batmak üzere, önümde nazenin bir çiçek gibi sırrını vermeyen nazlı Kız Kulesi… Dinlesek ne anlatır acaba; mavinin ortasına konmuş beyaz bir inci gibi duran güzelliğine hayran olan aşıklarına. Üsküdar’ı anlatır mı ki, Üsküdar’ın İstanbul’u ecdadla birlikte neredeyse yüzyıl bekleyişini? İnsanlar günbatımının ihtişamını seyretmek için Üsküdar’a gelirken, onun surları hasretle gözleyişini anlatır mı bize, Üsküdar’daki Bizans’ın son hatırası olan ezelden Istanbullu güzel; Kız Kulesi. Ve gün geldiğinde, o kutlu ferman gerçekleştiğinde, sadece bir şehirden öte olan İstanbul’un Üsküdar’a kattığı değeri paylaşır mı bizlerle… Üsküdar’daki Harem’e neden harem denmiştir sizce? Şair İzzet Efendi’nin, “Tevbe it varma Harem iskelesi canibine, Saklasun herkesi na-mahrem olandan Tevvab.” (Tevbe et varma Harem iskelesi tarafına, Korusun herkesi haram olandan Tevvab)* diye uyardığı Harem iskelesinin sadece birbirinden güzel, fakat bir o kadar da helalinden başkasına gizli ve haram olan Osmanlı kızları- sayfa 32 • Perspektif nın geçtikleri yol olmasından ibaret mi Harem’in sırrı? Yoksa yalnız eski bir kalenin adının dile yatkın hale getirilmesinden ibaret mi? Usulca kıyıya vuran dalgalar mı hatırlatsa yoksa, bizim unutup da tarihin unutmadığı kıymeti bizlere… Yankılanmasıyla hala uyanık gönülleri irkilten ezanlar mı sırdaş yoksa, şimdiki zamana küs Üsküdar’ın, kıymetinin bilindiği devirleri. Şimdi düşünün bize yabancı, fakat özümüze has olan o günleri. Hani o kutlu Fatih ayrı zannedileni tekrar bir etmiş ve uzak sanılanı yakın etmişti. Hani İstanbul’un iki yakasını bir araya getirirken sadece Peygamber’in izinden gitmişti ya; o günleri ve sonrasını… Hani izinin yoluna yüz sürmekteydi şanlı dava ve O (s.a.v.) dediği için bu fetih mübarekti… Seyredin şimdi gönlünüzde: Hızla yürüyen delikanlının aceleyle düşen al fesini kaldırışını izleyin. Karacaahmet mezarlığının ortasından geçişini, onca kalabalığın arasında… Sahi ölümün bu kadar hayat d/olması varmıydı İslam’dan başkasında? Yemyeşil ağaçların ortasından yürürken, selamlıyor sanki onu mezar taşları. Dimdik ayakta, biz de varız, bizden de selam götür o kutlu diyarlara dercesine... Tatlı bir tebessüm beliriyor dudaklarında delikanlının, ortalıkta bir bayram havası. Adım adım ilerliyor Hareme doğru. Sahi nereye gidiyor böyle, elinde çanta? Yavaş yavaş devasa bir kalabalığa yaklaşıyor, yabancı dillerde kelimeler geliyor kulağına, kardeşlerine kavuşmanın sevincini yaşıyor tekrar, gülümsüyor ışıldarcasına. Kervana yetiştiği için yavaşlıyor. “Edep” diyor kendi kendine, “Harem’e geldin.” Sahi bu topluluk nereye gidiyor? Padişah ve Paşazadeler de oradalar, defler çalınıyor bir yanda, diğer yandan mehterin gürüldercesine sesleri geliyor. Sanki Osmanlı- nın Avrupa kısmından ve İstanbul yakınlarından herkes gelmiş bu kutlu kervana katılmaya... Kız kulesi bir başka ışık saçıyor, uğurlarcasına gidenleri, “Yine gelin!” diyor sahile çarpan dalgalar, ezelden Osmanlı Üsküdar gururla yolcu ediyor hacılarını… Evet, Hac yolculuğu Harem’de başlıyor. Dokuz ay sürecek bu zorlu ve bir o kadar da kıymetli yolculuğu uğurluyor tüm saray hanedanı . Saçının teline nice canların pay biçildiği Peygamberin ümmeti bir oluyor İstanbul’da, Hac Harem’de başlıyor, edep Harem’de, saygı Harem’de, vuslata ilk adım Harem’de başlıyor çünkü. Üsküdar Kabe toprağı oluyor bir nebze, Beytullah’a varacak o mübarek kervanın yolu burada başlıyor çünkü. Birbirinden değerli hediyeler yolluyor padişah. Osmanlı karşılık beklemiyor bu hizmetten, hesap biçilmez ki bir olan için yapılana. Dil, ırk ayrımı kalkıyor bu yolculukta. Ben demenin son bulduğu, fakirlerin ihtiyaçlarının en öne konduğu mübarek kervanda Fahr-i Kainatin (s.a.v.) bir mucizesi daha gözler önüne seriliyor. Aklın sadece bir nebze tatmin edebildiği “benlik” susuzluğunu O (s.a.v.) ümmet bilinci ile dindiriyor. Bir bütünün bir parçası olarak belki de her halden daha değerli olduğunu, kainat narının milyarlarca yakutundan biri olmayı öğretiyor. Uhuvvet pınarından müminlere kana kana içirten iki cihan serveri (s.a.v.), benlik pınarını her sene yeniden „biz/rlik okyanusuna akıtıyor El-Vedudun tesiriyle. Ağır ağır yol almaya başlıyor binlerce kişilik kervan. Seyyar satıcıların rengarenk sesleri ayrı bir neşe katıyor havaya. Genç delikanlı hiç tanımadığı bir dedenin koluna giriyor yardım etmek için. Gerçi Padişah sırf fakirler için yüzlerce deve katıyor kervana, ama aksakalıyla dimdik bir asilzade gibi duran dede istemiyor Rabbin evini ziyarete giderken yolculuğa deve üzerinde başlamayı, “yürüyeceğim” diyor. Delikanlı acaba hangimizin yüreği daha genç diye düşünmeden edemiyor koyulaşan sohbete dalmadan. Muhteşem bir dönüşle karşılanacak kervan, yine bayram havasında bekleyecek İstanbul onları, bunu hepsi biliyorlar. Yine de ıslak birkaç mendil sallanıyor arkalarından. Ne yazık ki ayrılık olmadan vuslat olmuyor. Mırıldanan dualarla inliyor dudaklar. Gidip de dönemek, karınca misali bu yolda ölmek de var; kimse söze dökmüyor, vedalaşıyorlar. Damla damla bir yağmur başlıyor günümüz İstanbul’unda, eski anılarını hatırlayıp hüzünlenen Kız Kulesi’nin gözyaşlarını ifade edercesine. Söylenecek onca şeyi varken susan veli misali, suskunluğa gömülüyor sahil, martılar uçuşuyor semada ve güneş batıyor İstanbul’un üzerinden yıllar öncesinde olduğu gibi... Ve gün batımı hala en güzel Üsküdar’dan izleniyor. Ecdanın Kabe toprağı saydığı, mübarek Üsküdar’dan. M AY I S 2 0 1 2 • s ay f a 3 3 dünya Global Sistemin Yeni Devleti: Belucistan Hakkı Yazar • yazar.hakki@gmail.com Dona Rohrabacher başkanlığındaki 4 Amerikan Kongre üyesi, 9 Ocak 2012 tarihinde Berlin’de, Afganistan’lı “muhalif”lerle bir araya geldiğinde bu toplantının aslında Pakistan ve İran için tehlike içerebilecek gelişmelere gebe bir toplantı olacağı tahmin edilmiyordu. Zira, toplantının asıl amacı, Pakistan veya İran’ı doğrudan ilgilendirmiyordu. Aksine, Afganistan’ın muhtariyet kazanmış çeşitli eyaletlere bölünerek idare edilmesi tartışılıyordu bu toplantıda. Fakat toplantının Pakistan ve İran’ın önemli bir bölümünü de içine alan yeni bir “devletçik” kurulması yolundaki ilk adımlardan birisi olduğu, Kongre Dışililişkiler Alt Komitesi’nde, İran ve Pakistan’da resmen bir eyalet, Afganistan’da ise etnik kabilelerin yaşadığı bir bölge olan “Belucistan”1 için “bağımsızlık” anlamına gelecek bir tavsiye kararının çıkması ile kesinlik kazandı. Etnik karmaşıklıklarla tarihî problemlerin konuyu çetrefilli hale getirdiği bölgede, gelişmeler öylesine karmaşık ki, olacakları önceden tahmin etmek imkansız. Ancak konuya daha iyi anlamak için ilkin Afganistan’a bakmak gerekiyor: Ocak ayı başında Amerikan Temsilciler Meclisi Üyesi Dona Rohrbacher, Berlin’de, Afganistan Cephe-i Millî üyeleri ile bir araya geliyor ve Afgan heyetinin başkanlığını, Sovyet işgaline karşı ülkede bir efsane haline gelen Ahmed Şah Mesud’un kardeşi Ahmed Ziya Mesud ile birlikte, Afganistan’da sadece bir kısım Özbekler arasında “itibar” sahibi olan ve zâlimliği ile tanınan Reşid Dostum yapıyordu. Ahmed Ziya Mesud daha birkaç sene öncesine kadar ise Cumhurbaşkanı Hamid Karzaî’nin yardımcısıydı. Ziya Mesud’un yakın dostu ve Karzaî’nin en ciddî muha- Öldürülen Belucî lider Akbar Bugtî’nin kardeşi basın toplantısında sayfa 34 • Perspektif liflerinden eski Dışişleri Bakanı, İtilaf-ı Millî Başkanı Dr. Abdullah Abdullah ise Ziya Meud’un öncülük ettiği, ülkenin özerk bölgelere bölünme senaryolarına şiddetle karşı çıkıyor. Tacikleri temsil ettiği söylense de Ahmet Ziya Mesud’a Tacikler arasında da güçlü bir muhalefet oluşmuş durumda. Öte yandan, Berlin görüşmelerinde, Afganistan etnik ve muhtar eyaletlere ayrılırken “Belucistan” kısmının büyük ihtimalle Peştulara bırakılması sözkonusu oldu. Fakat bu durumda, 1993 yılında son bulan Durand Hattı2 sözleşmesinin kaldırılması da gündeme gelecek ve işte o zaman, kurulacak olan “Belucistan” ile, Afganistan ve Pakistan’ın Hayber-Pahtunva eyaleti arasında bir çatışma çıkması kaçınılmaz görünüyor. Çünkü Pakistan’da, Belucistan’ın şimdiki başkenti Kuetta olmak üzere özellikle kuzey/kuzey doğu bölgelerinde Peştular da hak iddia etmekte. Bundan dolayı pek çok silahlı çatışma da yaşandı. Hatta, Amerikan işgali sonrasında (büyük oranda Peştulardan oluşan) Taliban hareketi, “Kuetta Şurası” adı altında Pakistan Belucistanı’nın başkenti Kuetta’dan yönetildi. Pakistan Belucistanı’nda isyan çıkaran aşiretler ise Afganistan’ın Kandahar çevresinde kamplar kurdu. Bununla birlikte, Amerikan işgal kuvvetleri için dezavantaja dönüşme ihtimaline karşı, Afganistan açısından Belucistan meselesinin “şimdilik” buz dolabına kaldırılması da söz konusu. O zaman geriye sadece Pakistan ve İran Belucistanlarının birleştirilerek bağımsız bir devlet kurulması planı kalıyor. Nitekim, 8 Şubat 2012 tarihinde başlayan Belucistan soruşturması, Temsiciler Meclisi Üyesi Dona Rohrabacher tarafından 17 Şubat’ta Kongre’ye “Belucistan’ın bağımsızlığının tanınması” şeklinde bir tavsiye kararına dönüştü. Belucistan’dan gelen çeşitli “özgürlük liderleri”nin dinlendiği soruşturma sonrasında, karar olarak kongreye sunulan tasarı ise, Obama tarafından tanınmıyor. Fakat, artık Pakistan ve İran bakımından okun yaydan çıktığından da kimse şüphe etmiyor. Pakistan-Beluc Problemi Bugün, İslamabad’daki merkezî yönetimin tüm muhalif partileri de bir araya getirerek çözüm bulmak istediği Belucistan sorunu General Perviz Muşerref zamanında içinden çıkılmaz hale gelmişti. Ordunun yaptığı pek çok operasyon, isyan hareketlerini artırırken, ordu ile istihbarat tarafından kaçırıldığı sanılan kayıp insanların sayısı şimdilerde binleri buluyor. Bir operasyon sonrasında, 26 Ağus- tos 2006’da Navab Ekber Han Bugtî gibi eyalette valilik ve başbakanlık da yapan önde gelen siyasetçilerin öldürülmesi gibi pek çok olay, eyaletin bağımsızlık istekleri karşısında Pakistan’ı çaresiz bırakıyor. Aslında gelişmelerin temelinde, Pencab hariç Pakistan’da eyaletler ile federal hükümet arasında tartışmalara neden olan “Pencabî” hakimiyeti yatıyor. Zira Pakistan ordusu neredeyse Penjabî generaller tarafından idare ediliyor. Tarihî süreçte Pakistan ile Belucistan arasındaki problem, ülkenin 14 Ağustos 1948’de bağımsızlık kazandığı günlerde başlıyor. Nitekim o dönemde, Kalat Han’ı (Belucistan bu isim ile anılıyordu) Mir Ahmed Yar Khan’ın Pakistan ordusunun baskısı ile Hanlığını Pakistan ile birleştirmesi karşısında kardeşi Veliaht Abdulkerim Han isyan etmişti. Daha sonraları, 1958 yılında Navab Nevruz Han’ın aşiret mensuplarının devlet dairelerinde, sadece aşiretlerinden dolayı görevlendirilmelerine getirilen kısıtlamalar sonrasında isyan etmesi ile devam eden problem, nihayet 2004 yılındaki son isyana kadar çeşitli aralıklarla devam etti. Ve Navab Ekber Han Bugtî’nin 2006 yılında öldürülmesi ile mevcut durum daha da karmaşıklaştı. Navab Ekber Han Bugtî, 1980 yılında Generel Ziya ul Hak’ın özel affı ile hapisten kurtulan liderler arasında yer alıyordu. İşin ilginç tarafı zaman zaman silaha sarılsa da Navab Ekber Han Bugtî’nin bağımsızlık hareketlerine yakın durmamasıydı. Hatta son isyana kalkışmadan önce hükümete, şimdiki hükümetin dört elle sarıldığı çözüm önerilerini o sunmuştu. Şimdi oğlu Navabzade Talal Ekber Bugtî ve torunu Navabzade Şahzeyn Bugtî tüm baskılara rağmen soğukkanlılıkla hareket ederek olayları yatıştırmaya çalışıyorlar. Ne var ki, eski Kalat hanlarının soyundan gelen Mir Davud Süleyman Han Ahmedzayî, 12 Ağustos 2009 tarihinde kendisini Belucistan hakimi ve Kalat Han’ı 3 olarak ilan ederek “Sürgün Hükümeti” kurdu. Süleyman Han’ın isminden de anlaşılacağı gibi, kendisi sadece Belucî değil, aynı zamanda Peştu kökene de sahip. Tabîi bu durum, çoğunluğu Peştulardan oluşan Afganisan ile Pakistan’ın HayberPahtunva eyaletini rahatsız ediyor. Bir başka ilginç yön de, bugünkü Pakistan Cumhurbaşkanı Asaf Ali Zerdarî’nin aşireti olan Zerdarîlerin de bir Beluc aşireti olması. Gerçi Zerdarîler daha çok Sind eyaletine yerleşmiş durumdalar, fakat Ali Zerdarî’nin, Belucistan ile en çok çatışan lider olan Zulfikar Ali Butto’ya damat olması Belucîler arasında umut olmaktan öte güvensizliği arttırıyor. Yine de mevcut Pakistan yönetiminin, en azından Zerdarî’nin kökeni sebebiyle soruna makul yaklaşma çabaları söz konusu. İran-Belucistan Problemi Bilindiği üzere, Belucistan’ın bir kısmı da İran’da bulunuyor. “Sistan u Belucistan” eyaleti olarak bilinen eyalette Belucîler çoğunlukta bulunuyor. “Cundullah” isimli bir örgüt, çeşitli terör eylemleri ile İran Belucistan’ının Pakistan ve Afganistan Cumhurbaşkanları Zerdarî ile Karzaî bağımsızlığı için mücadele verdiğini iddia ediyor. Nihayet 2010 yılında örgüt lideri Abdulmelik Rigî’nin idam edilmesi, konuyu uluslararası kamuoyunun gündemine taşımıştı. Ve Fedayiin-i İslam adını da kullanan bu örgütün Pakistan tarafından desteklendiğine dair işaretler de var. Cundullah, sadece Belucîleri değil, aynı zamanda İran Şiîliğine karşı Sünnîliği de koruduğunu iddia ediyor. İşin bir başka ilginç yanı da, hem İran hem de Pakistan’daki Belucî isyan hareketlerinin, 1970’lerde Suriye ve Irak tarafından da destekleniyor olmasıydı. Bu destek Saddam tarafından da sürdürülmüştü. Hatta Şah Rıza Pehlevî, isyanları bastırmak üzere Pakistan ordusuna savaş uçakları dahi göndermişti. Pakistan ve İran için Belucistan problemi aslında, merkezî hükümetlerin pek çok dışlayıcı, baskıcı, tabiî kaynakları bölgeden alıp merkezin istifadesine sunması, eğitim ve sağlık hizmetlerinin eksikliği gibi temel meselelerden kaynaklanıyor. Öte yandan, bölgede geçerli ve adına Serdârlık denilen aşiret sistemi bu problemlerin daha da yaygınlaşmasına sebep oluyor. Devlet, bir iş yapacağı zaman mutlaka, ya aşiret liderlerinin isteklerini yerine getiriyor ya da orduyu bölgeye göndererek çözeceğini sanıyor. Pakistan tarafında, General Perviz Müşerref döneminden sonra buna bir de adam kaçırma ve sokakta infaz gibi eylemler karışınca, bağımsızlık isteklerinin, ABD Kongresi gibi dış mihraklar tarafından desteklenmesi gündeme gelmiş bulunuyor. Bu da gösteriyor ki, global sistem, her dönem uğraşacak yeni problemlerin oluşmasından geri durmayacağı gibi, bu şartlarda Afganistan, Pakistan ve İran’da olduğu gibi, zaten asırlardır süregelen etnik problemlerden faydalanmaktan ve bu problemleri kendi çıkarları mecrasına çekmekten uzak kalmayacaktır. 1 Aslında Beluçistan olması gerekirse de Türkçe’de Belucistan diye telaffuz edilmektedir. Belucîler, Suriye-Irak kökenli ve Kürtlerle en azından dil bakımından çok yakın bir etnik gruptur. Bu yüzen Beluc dili, Kürtçe’nin yanı sıra Farsça, Darîce ve Pestuca dilleri ile benzerlikler taşır. 2 Zamanın Afgan Kralı Emir Abdurrahman ile İngiliz sömergesindeki Hindistan’ın Dışişleri Bakanı Henry Mortimer Durand arasında 1893 yılında imzalanan anlaşma ile çizilen Afganistan-Pakistan sınırı. 3 Kalat Hanları, 1700’lerin ortalarından itibaren Hanlar Hanı anlamında ama Türkçe’deki anlamından farklı olarak Beylerbeyi sıfatını da kullanıyorlar. M AY I S 2 0 1 2 • s ay f a 3 5 dünya Kış ile Yaz Arasında Arap Baharı Mustafa Özcan • mustafaahmetozcan@gmail.com İslamî hareketler bir gün hilafeti geri getireceklerini ummuş veya düşünmüş olabilirler. Lakin Arap dünyasında, tektonik bir biçimde, yani yer sarsıntısı şeklinde gelişen bir halk hareketi dalgasını kim umuyordu acaba? Belki de Hizbu’t Tahrir gibi, bir yerde pekalâ bir ‘hilafet devleti kurulur ve iltihaklar veya ilhaklar şeklinde genişler ve yoluna devam eder’ şeklinde mütalaa yürütenler çıkabilir. Lakin, domino taşları gibi rejimlerin bir bir yerinden oynadığını ve devrildiğini tasavvur etmek, hayali bile aşan bir gelişme olmalı. Esasen İslamî hareketler “Şeyhûhet”, yani ihtiyarlama hali yaşıyordu. Türkiye’de en yeni kurulan İslamî hareketler veya yapılar bile kırkını devirmişti. Kemâl yaşından zevâl yaşına doğru gidiyor, hattâ akıyordu. Aynı şekilde, Müslüman Kardeşler 1928 yılında kurulmuş, bu hareket içinde yer alan ve sadece başkalaşarak yoluna devam eden Sudan’lı Hasan Turabî, 1989 yılında “İnkaz: Uyarış” darbesini veya devrimini gerçekleştirmeyi başarmışsa da, başarılı bir model olmaktan uzak kalmış ve İslamî hareket mensuplarının umutları neredeyse solmuştu. 1990’lı yıllarda Türkiye, Mısır ve Cezayir başta olmak üzere belli başlı İslam ülkelerindeki İslamî hareketlerin tamamı darbe üzerine darbe almışlardı. 2000’li yıllar ise Türkiye’de 11 Eylül’ün yaşandığı ve İslamî ha- sayfa 36 • Perspektif reketlerin sindiği yıllardı. Birden Tunus’la birlikte beklenmeyen bir şey oldu ve sanki İslamî hareketlere bugüne kadar engel olan yapılar birer ikişer yıkılmaya ve tarumar olmaya başladı. Bir sel gelmişcesine, önündeki bütün bentleri ve setleri yıkmıştı. Hareketin ilki Tunus’ta başladı ve Ahmet Taner Kışlalı’nın ifadesiyle Tunus, Türkiye’ye en fazla benzeyen ülkeydi. Hattâ ikiz kardeşiydi. Ve Burgiba ile Bin Ali de ilhamlarını Kemalizm’den alıyorlardı. Tacikistan gibi sakallı gençlerin takip edildiği ve cami ve ibadet yerlerinin sıkı denetim altına alındığı garip bir yerdi. Başörtüsü yasağı da cabası! Devrimin ilk kıvılcımı burada çakıldı ve Tunus “Yasemin Devrimi” Arap Baharı’nın tetikleyicisi, merkezi oldu. Bazı yerlerde belki de İslamî kesimlere karşı baskı Tunus’tan kötüydü. Ne var ki, Tunus’un farkı şuydu: İslamî sembollerin görünür olmasına izin verilmiyor ve başörtüsü ve cemaatle namaz gibi şeâir-i İslamîye tabir edilen İslam’ın görünür yüzüne set çekiliyordu. Bundan dolayı neden devrim kıvılcımı Tunus’da yakıldı sorusuna cevap verenlerden bir kısmı bunu dile getiriyor. Tunus’ta başlayan devrim en hızlı bri şekilde yine Tunus’ta toparlandı. İslamî kesimler yüzde 50’ye yakın oy aldılar. Nahda Hareketi ise bu oyların yaklaşık yüzde 40’ını alarak bir yıllık geçici ve anayasayı hazırlamakla mükellef hükümetin büyük kurucu ortağı oldu. Muhammed Haşimî Hamidî’nin Nahda’dan kopma “Halk Dilekçesi” adlı partisi ise yüzde 10 düzeyinde bir oy potansiyeline ulaştı. Lakin Nahda Partisi, millhi mutabakat veya ulusal bir hükümet kurmak istedi ve özellikle de Cumhuriyet Kongresi Partisi ile koalisyona gitmeyi seçti. Ilımlı bir solcu olan Muncef Marzukî’yi de uzlaşma ile cumhurbaşkanı seçtiler. Nahda hareketinin lideri Raşid Gannuşî hem feragat örneği göstererek ve hem de yaşının ilerlemiş olmasını ileri sürerek başbakanlık ve cumhurbaşkanlığı koltuğuna başka isimleri teklif ve tevdi etti. Başbakanlık da altıncı hilafetten bahsettiği için epey gürültü koparan cemaatin kıdemli üyelerinden Hammadî Cibalî’nin uhdesine verildi. Böylece Tunuslular özledikleri reşid bir idareye kavuşmuş veya en azından yaklaşmış oldu. Elbette önlerinde yığılı sorunlar var. Ve bunlarla boğuşuyorlar. Bunların en temellilerinden birisi istihdam sorunu. Zira, Tunus’ta işsizlik oranı had safhada ve Avrupa’daki durgunluktan çok etkileniyor. Tunus’ta hükümetin ku- rulması aşamasında İslamî kesimler ile bikini veya içki meselesi arasında kriz çıkarmak istedilerse de, İslamî hareket ikna yöntemini ve tedriciliği seçerek ve esas alarak kışkırtmalara prim vermedi. Elbette ikinci kademede en önemli meselelerden birisi de anayasanın hazırlanması. Otantizm ile çağdaşlık arasında bir denge ve köprü kurulması gerekiyor. Lakin sorunlar ne kadar büyük olursa olsun Tunus’un bazı avantajları da var. Bunlardan birisi siyasî erk arasında çekişmeden ziyade uyum olmasıdır. Bu uyum, sol kökenli Cumhurbaşkanı Marzukî ile Hammadî Cibalî arasında da görülüyor. Sözgelimi, Marzukî İslamî bir çizgiden gelmemesine karşılık “çözüm İslam”dadır diyebiliyor. Tunus’un ikinci avantajı, halkının okumuş olması ve İslamî referansa karşı çıkmamasıdır. Bundan dolayı Libya gibi Tunus da yasamanın kaynakları arasında İslam hukukunun olduğunu deklare etmiştir. Bu, Arap dünyasında laikliğin kalesi olan Tunus açısından önemli bir gelişmedir. Mısır’a gelince: İslamî hareketlerin mensupları beklentilerin üzerinde tulum bir sonuç almışlardır. Ancak, burada sürpriz olan Selefî kanadın İhvan-ı Muslimin’in (Müslüman Kardeşler) ardından hemen ikinci gelmesidir. Bu durum herkesi şaşırtmış ve Mısır’ın gizli gücünün sanildıği gibi İhvan olmayıp, daha ziyade Selefîlerin olduğunu göstermiştir. Mısır, Arap dünyasının en modern ülkesi olmasına rağmen Selefîlerin bu kadar tabana sahip olması şaşırtıcıdır. Bunun temel nedenlerinden birisi İhvan’a yönelik baskıdır. İhvan’ın hapiste olduğu yıllarda Selefîler, dindarlar olarak toplumla ilişki kurabilme imkanına sahip olup büyümüşlerdir. Geçmişte, apolitik, neredeyse politika karşıtı tutumlarından dolayı da rejimle çatışmamışlar, bu da toplum arasında gelişmelerine müsait bir ortamı sağlamıştır. Bununla birlikte İhvan, 2005 yılında girmiş olduğu seçimlerin ilk turunda yüzde 20 kadar oy almıştı. Seçimlerin birinci turu usûlüne uygun geçmiş, lakin İhvan’ın ikinci turla birlikte yüzde 40 civarında oy alacağını anlayan ve hesaplayan Mübarek yönetimi ile Ulusal Demokratik Parti’nin ileri gelenleri seçimlerin ikinci turunu fixlemişlerdi. Fakat, devrimden sonra ise Müslüman Kardeşler ilk serbest seçime damgasını vurmuş ve seçimlerden Mısır’ın en büyük partisi olarak çıkmıştır. İslamî kesimlerin dışındaki bütün klasik partiler yerlerinde saymış ve bir varlık gösterememişlerdir. Mübarek döneminde dekor olmasından dolayı müsaade edilen bazı sol partiler de bir varlık gösteremedi. İhvan’ın bu kadar varlık göstermesinin arkasında parlak geçmişi ve tarihi ile ayrıca sıkı örgütlenmesi yatmaktadır. Mısır’da demokrasi geleneği olmadığından dolayı, demokratik sürecin kırılgan bir yapısı var. Hâlâ ordunun bir şekilde Hüsnü Mübarek’e vekalet ettiği söylenebilir. Münir Şefik’e göre ise ABD, yeni aktörler üzerinden eski sistemi yeniden üretmeye çalışmaktadır. İhvan ise, sütten ağzı yandığından dolayı yoğurdu üfleyerek yemektedir. Doğrudan çatışma ortamlarından kaçınmaktadır. Bundan dolayı yeni cumhurbaşkanının uzlaşma ile seçilmesini de arzu etmektedir. Fakat, son sıralarda uzlaşma adayının İslamî referansa ve evsafa uygun olmasını da talep etmeye başlamıştır. Genç kuşaktan Abdulmünim Ebu’l Futuh cumhurbaşkanlığına kendi insiyatifiyle adaylığını koyduğunda İhvan’ın ak saçlıları buna itiraz etti. Önüne engel koysalar ve cemaatle ilişkisini kesseler de zamanla Ebu’l Futuh’a karşı yumuşamışlardır. Elbette İhvan arasında da zaman zaman genç kuşakla yaşlılar arasında anlayış farkı çıkabiliyor. Bundan dolayı kimi zaman İhvan’ın ak saçlıları gerontokratlar olarak anılıyorlar. Arap Baharı’ndan önce ise eski yöntemin faydasızlığına veya bazı yanlışlarına dair genç kuşakla yaşlı kuşak arasında bakış açısında farklılıklar oluşmuş ve Abdussettar Milicî gibi kimi genç kuşak temsilcileri cemaatin siyasetten davete dönüş yapması gerektiğini savunmuşlardı. Zaman zaman ihtiyatlı tutumundan dolayı devrim gençliğiyle ters düştükleri vaki olsa da İhvan, ordunun pozisyonunu ve ABD ile ilişkilerini de sorgulamakta ve bu ilişkilere balans ayarı yapmaktadır. Türkiye’de bazı kesimler devrimden sonra İhvan’ı Amerikan ajandasının parçası olmakla suçlamışlardır. Ulusalcı kesimler arasında böyle düşünenler olsa da İhvan, halkın yanında duruyor ve gücünü ne ordudan ne de ABD’den alıyor. Mısır’da en önemli ikinci grubu Selefîler temsil ediyor. Selefîler geçmişe siyasetten uzak olmalarına rağmen son dönemlerde siyasî sürece katılmışlardır. Samir al Arakî adlı Al Misruyyun yazarı, bu nedenle İslamî kesimlerin veya bahusus Selefîlerin yeni dönemde pragmatik hale geldiklerini savunmuştur. 1 Arap Baharı setleri ve taM AY I S 2 0 1 2 • s ay f a 3 7 dünya buları yıktı. Fas’daki Adalet ve Kalkınma Partisi de uzun yıllar siyasî katılımı tartışma konusu yapmış ve ilk dönemlerinde sadece pilot bölgelerde seçimlere katılmıştı. Lakin Arap Baharı tufanıyla birlikte o da kendisini bir şekilde iktidarda buldu. Fas’ta bahar olmadan bahar gelmişti. El Adlu ve’l İhsan cemaati başta Adalet Ve Kalkınma Partisinin iktidara gelmesine gösterilerle karşılık verse de sonrasında muhalefetinin keskinliğini ve hiddetini düşürmüştür. Fas’ta yıllarca siyasî katılım tartışılmış ve sonuçta, maslahatın mefsedete ağır bastığı görüşü rüçhaniyeti ağırlık kazanmıştır.. Bununla birlikte siyasî tecrübeden yoksun ve mahrum olan İslamî kesimler zaman zaman yalpalama emareleri gösterebiliyorlar. Sözgelimi Mısırlı Selefîler meclis çatısı altında ve bazı uygunsuz davranışlar sergileyebilmişlerdir. Mısır’da Selefîler ile ötekiler arasında ezan ve şehitlik tartışması yaşandı ve yeni döneme damgasını vurdu. Şöyle ki: Selefî Nur Partisi milletvekili Memduh İsmail, ikindi namazı vaktinin geldiğini söyledi ve ezan okumaya başladı. Memduh İsmail’e uyarı, Meclis Başkanı Muhammed Saad Katatnî‘den geldi. Müslüman Kardeşlerin kurduğu Hürriyet ve Adalet Partisi üyesi olan Katatnî, “Burada ezana karşı olan birinin olduğunu düşünmüyorum. Ezan, zaten camide okunuyor. İbadet yerimiz var, lütfen ezan okumayı bırakın. Burası sadece tartışmalar içindir. Sen ne bizden daha dindar, ne de namaz konusunda daha ihtiyatlısın” diyerek Selefî vekile uyarıda bulundu. Bu uyarıya Memduh İsmail’in tepki göstermesi üzerine, Meclis Başkanı arasında tartışma yaşandı. Katatnî bu kez de “Medyaya mı çıkmak istiyorsun? Sen saygın bir avukatsın, reklama ihtiyacın mı var? Konuşmana izin vermiyorum. Otur yerine” diyerek sert bir uyarıda daha bulundu. Selefî vekilin tepkisi devam edince mikrofonu kısıldı. Memduh İsmail’in tepkisi, oturum sonunda da sürdü. İsmail, “Burası Vatikan değil. Müslüman bir ülke. Zamanında ezana ihtiyaç var. Birçok milletvekili namazı kaçırıyor. Başkan’a defalarca söyledim, ‘şu oturumları namaza göre ayarla’ diye ama yapmadı” diye konuştu. Abdulmanim Şahat isimli bir başka Selefî milletvekili de stadta ölenlerin şehit olmadıklarını söyleyerek gereksiz başka bir tartışmaya kapı aralamıştır. Bundan dolayı gelecekte Mısır’da kurulacak koalisyon hükümeti, İhvan ile Selefîler arasında değil, Vefd gibi diğer partiler arasında olabilir. Hüsnü Mübarek’in iktidardan indirilmesinden sonra sayfa 38 • Perspektif Mısır’da yapılan ilk özgür seçimlerde 508 sandalyeli Meclis’te, Müslüman Kardeşler’in Hürriyet ve Adalet Partisi 235, Selefî Nur Partisi de 123 sandalye kazanmıştı. Bu süreçte zaman zaman İslamî kesimler de zaaflarına yenilebiliyorlar. Bunlardan birisi yine Mısır’da Selefî Nur Partisi’nin milletvekili Enver el-Belkimî’nin kamuoyuna yansıyan ameliyatıdır. Enver el-Belkimî, gizlice burun estetiği ameliyatı yaptırdığı ortaya çıkınca istifa etmek zorunda kaldı. İstifasını sunan Belkimî’nin istifası partisi tarafından kabul edildi. Milletvekili el-Belkimî’nin, estetik ameliyatını gizlemek amacıyla, kimliği belirlenemeyen kişilerce dövüldüğünü ve parasının gasp edildiğini ileri sürmesi üzerine savcılık tarafından yapılan incelemede, milletvekilinin saldırıya uğramadığı, yüzündeki bandajların da geçirdiği burun ameliyatını gizleme amacıyla takıldığı belirlenmişti. Bu durum ülkede bir skandala dönüşmüştü. El-Belkimî’nin mensub olduğu Selefîlerin Nur Partisi estetik operasyonlara dinî gerekçelerle karşı çıkıyor. Arap Baharı’na kimileri, İslam İşbirliği Teşkilatı Genel Sekreteri Ekmeleddin İhsanoğlu örneğinde olduğu gibi, diktatörlerin sonbaharı diyor, kimileri de Suriye ve Libya ve Yemen’de yaşananlar dolayısıyla kış diyor. Arap baharı elbette zorlu bir süreci temsil ediyor. Bununla birlikte, 2011 yılı için İhvan yılı denmiştir. Kimileri de gün olur yüzyıl olur ifadesinden yola çıkarak 21’inci yüzyılın en azından Arap ülkeleri açısından İhvan yüzyılı olacağını düşünüyor. Coğrafî olarak da ‘Şiî ekseni’ deyiminin hilafına şimdi bir İhvan yayından veya ekseninden bahsediyorlar. Bununla birlikte, Yemen’de Ebyey gibi şehirlerin Kaide’nin kucağına düştüğü de söyleniyor. Bu eski rejimin abartması mı, yoksa Amerikan imalatı mı pek bilinmiyor. Suriye’de ise Rusya ve ABD, el- Kaide edebiyatının üzerine benzinle gidiyor. Onun ötesinde Rusya, Suudî Arabistan’ı Suriye’de el- Kaide hareketine destek vermekle suçluyor. Dolayısıyla Arap Baharı uluslararası bir çekişme alanına da dönmüş bulunuyor. Suriye’de rejim ile muhalifler arasında mücadele daha kanlı bir safhaya girdi ve buradaki kriz derinleşerek yoluna devam ediyor. Arap Baharının istikametini ve akıbetini Suriye tayin edecek gibi görünüyor. 1 http://www.egyig.com/Public/articles/recent_issues/14/27221010.shtml