İÇİNDEKİLER KÜLTÜR, MEDENİYET, MEDENİYETLER İLE İSLAM MEDENİYETİ VE DOĞDUĞU ORTAM • Kültür ve Medeniyet • Kültür • Medeniyet • Kültür-Medeniyet İlişkisi • Medeniyetlerin Doğuşu • İslam Medeniyeti • Tanım • Doğduğu Ortam • Tarihî Çevre • Coğrafî Çevre İSLAM KURUMLARI ve MEDENİYETİ HEDEFLER TARİHİ • Bu üniteyi çalıştıktan sonra; • Kültür ve Medeniyet kavramını tanımlayıp, açıklayabilecek, • Kültür ve Medeniyet arasındaki ilişkiyi kavrayabilecek, • Medeniyetlerin tezahürleri ve oluşumları için gerekli şartları bilecek, • İslam medeniyetinin doğduğu tarihî ve coğrafî çevreyi öğrenebilecek, • İslam medeniyetinin önemini kavrayarak, medeniyetler tarihindeki konumunu değerlendirebileceksiniz. ÜNİTE 1 Kültür, Medeniyetler, İslam medeniyeti ve Doğduğu Ortam GİRİŞ Dinler, sadece bireysel inanç, düşünce veya eylemi ortaya koyma, benimsetme veya uygulatma gayesinde olmamışlardır. Tam tersine dinlerin, her zaman hayata ve topluma dönük bir yönleri vardır. İslamiyet de salt iman etme ve buna bağlı olarak yapılması istenilen birtakım ibadetlerden ibaret değildir; aynı zamanda, yönetim, hukuk, düşünce ve sanat sistemini oluşturan, şekillendiren, bunlara ayrı bir kimlik kazandıran boyutu da vardır. Dinlerin şekillendirdiği toplumlar, sahip oldukları değerlerden hareketle kültür ve medeniyetlerini oluşturmuşlardır. Bu açıdan dinler, medeniyetlerin oluşmasında bir bakıma dinamo rolü üstlenmişlerdir. Dinlere atıfla yapılan medeniyet isimlendirmelerinde (Yahudi, Hıristiyan, İslam gibi) herhangi bir coğrafya veya ırk ekseninde olmaksızın dinin yerleştirdiği veya şekillendirdiği medeniyetler kastedilmektedir. Dolayısıyla bu medeniyetler, Grek (Eski Yunan), Hint, Mısır, Çin gibi millet ve coğrafyalara atıfla yapılan medeniyetlerden içerik ve nitelik bakımından ayrılmaktadırlar. İslam medeniyeti, kendine has kurumları, bilim, sanat ve mimarî eserleri, sosyal hayatı, düşünce yapısı ile dünya tarihinin yaklaşık on iki asrına damgasını vurmuş, gerilemesine rağmen bugün hala etkisini sürdürmekte olan büyük medeniyetlerden biridir. Din olarak İslam’ın insanlığa katkısının boyutlarını anlayabilmek için, prensipleri doğrultusunda şekillenen medeniyetini de çok iyi etüt etmek gerektiği muhakkaktır. Özellikle de günümüzde İslam’ın medeniyet boyutunun inkâra kalkışıldığı bir ortamda bu gereklilik ayrı bir önem kazanmıştır. KÜLTÜR VE MEDENİYET Kültür Latince asıllı “kültür (cultur)” kelimesi, “ziraatçılık, ekim” anlamlarına gelmektedir. Bu bağlamda Arapçada “Hars” kelimesi de,“ziraat için toprağı sürmek, mal, sermaye, iyi amel” gibi anlamlara gelmektedir. Bugünkü Arapçada kültür karşılığı olarak “sekâfe” kelimesi de kullanılmaktadır. Kültür, kelime olarak ilk kullanılmaya başlanmasından itibaren farklı manalarda kullanılmıştır. Bunlar arasında;“insanın farklı yollarla kendisini geliştirmesi, insanlar arasındaki gelişmişliği, sanat dalları, inançlar, kurumlar, toplumların kendine özgü özellikleri” gibi anlamlarını sayabiliriz. Bu kelime aynı zamanda Tıp, Biyoloji gibi bilimlerde farklı içerik kullanımlarına da sahiptir. Kültürün kavramsal karşılığı konusunda ise değişik ilimler tarafından onlarca tarif yapılmıştır. Yapılan bu tariflere şunları örnek olarak verebiliriz: “Bir toplumun sahip olduğu, tarih boyunca meydana getirdiği fikir, sanat, duyuş ve değerlerin tümü”, “Toplumların yaşadığı ve paylaştığı ortak değerler”, “Bir toplumda varlığını Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 2 Kültür, Medeniyetler, İslam medeniyeti ve Doğduğu Ortam sürdüren ve gelenek halinde devam eden her türlü duygu, düşünce, dil, sanat, yaşayış unsurların tamamı”, “Sosyal hayatın dil, düşünce, gelenek, görenek, kurumlar, yasalar, sanat yapıtları gibi her türlü maddî ve manevî ürünlerin toplamı” gibi tanımlamaları zikredebiliriz. Yapılan bu tanımların ortak noktasından hareketle kültürü, “Toplumların tarihî süreç içerisinde elde ettikleri maddî ve manevî değerleri, yaşam tarzları, övünçleri, davranışları, bunları elde etme ve aktarma yolları, kendilerine özgü inanç ve âdetler bütünü” şeklinde tanımlamak mümkündür. Toplumlar, bir taraftan geçmişten gelen değerlerini benimseyip, koruyup, aktarırken diğer taraftan da yaşadıkları zamanın şartlarına göre kültürüne yeni unsurlar ekler veya mevcudun üzerinde değişiklikler yaparlar. Böylece her nesil miras aldığı kültüre maddî ve manevî katkıda bulunur ve bir sonraki nesle aktarır. Bütün bu işlem sürecinde tek tek bireylerin değil, toplumun genelinin kabulünün geçerli olduğu da unutulmamalıdır. Medeniyet “Medeniyet” kelimesinin Batı dillerindeki karşılığı Latince “şehirli” anlamına gelen “civil” kökünden türetilmiş olan “civilisation”dur ve “şehirleşme” demektir. Arapçada “yerleşik, göçebe olmayan” anlamındaki “el-Hadara”kelimesi de aynı kavramı ifade için kullanılmaktadır. Türkçede ise “medeniyet” kelimesi kullanıldığı gibi “uygarlık” kelimesi de kullanılır ve kelime olarak “şehirli, şehirde oturan” anlamına gelir. Kültürde olduğu gibi “medeniyet”in kavramsal tanımı konusunda da farklı görüşler ileri sürülmüştür. Yapılan tanımlar, kavramı ele alan ilimlerin veya ilim adamlarının bakış açılarına göre farklılıklar göstermektedir. Bununla beraber en çok dile getirilen anlamları olarak; “Bir toplumun sahip olduğu maddî ve manevî değerlerin tümü”, “Farklı milletlerin birlikte yaşayarak veya katkı sağlayarak oluşturdukları değerler”, “Maddî-manevî bütün yansımaları ile yaşam tarzı” şeklindeki tanımlamaları sayabiliriz. Yapılan bu tanımların kültürle benzer bir içeriğe sahip olduğu görülmektedir. Kültürle arasındaki farkı vurgulama açısından medeniyeti, “Evrensel düzeye ulaşmış bir kültür veya benzer kültürlerin oluşturdukları anlama, yaşama, bilgi, teknoloji ve maddî-manevî kurumların bütünü” şeklinde tarif etmek mümkündür. Bu tanıma göre medeniyetlerin maddî ve manevî olmak üzere iki ana tezahürü vardır: Maddî Tezahürleri: Sosyal hayat, Bilim, Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 3 Kültür, Medeniyetler, İslam medeniyeti ve Doğduğu Ortam Kurumlar, Mimarî, Sanat (Resim, Müzik, Heykel, Hat vs.), Teknoloji. Manevî Tezahürleri: Din-Ahlak, Düşünce, Hukuk, Yaşam algısı. Medeniyetlerin bu tezahürleri, hem ilgili medeniyetlerin ulaştığı gücü, hem de diğer medeniyetlerle arasındaki farklılıkları ortaya koyan özelliklerdir. Bir medeniyet üzerinde araştırma yapılması bu hususların incelenmesi demektir. Medeniyet üzerinde yapılacak bilimsel çalışmalarda dikkat edilmesi gereken en önemli husus ise; bu tezahürleri birbirinden bağımsız olarak değil, bir bütünün parçaları olarak değerlendirmek gerekliliğidir. Hiçbir medeniyetin örneğin hukuku veya sanatı, ilgili medeniyetin benimsediği dininden, kurumlarından veya düşünce yapısından, yaşam biçimden bağımsız olarak gelişmiş değildir. Kültür-Medeniyet İlişkisi Kültürle medeniyetin aynı mı yoksa farklı mı olduğu tartışılmış ve halen tartışılmaya devam etmektedir. Kültürle medeniyet arasındaki ilişki konusunda yaşanan bu tartışmanın ilgili kavramlara yüklenen anlam farklılıklarından doğduğu anlaşılmaktadır. Başka bir ifade ile sorun; tanım problemidir. Bu anlam yüklemelerine paralel olarak da medeniyetle kültürün aynı olduğunu savunanlar çıkmıştır. Ancak genel kabul; ikisi arasında farklılıklar olduğu yönündedir. Kültür, insanın gelişimi ile alakalı bir kavram olduğu için her insan topluluğunun mutlaka kültürü vardır. Kültürle medeniyetin ayrıştığı esas nokta işte burasıdır. Zira her insan topluluğunun kültürü olduğu halde bir medeniyeti olmayabilir. Medeniyetler, birçok ulusun ortak malıdır. Medeniyetleri farklı milletler birlikte üretmişler, kendi renklerini bağlı oldukları medeniyete yansıtmışlar, medeniyetlerinin zenginliğine katkıda bulunmuşlardır. Bu yüzden de medeniyetler evrenseldir. Ancak bu evrensel özelliğe sahip medeniyetlerin, her millette görünümü farklılık gösterir ki, bu da kültürdür. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 4 Kültür, Medeniyetler, İslam medeniyeti ve Doğduğu Ortam Şekil-1: Medeniyet-Kültür İlişkisi Netice itibariyle kültürle medeniyet arasındaki farklılıklar olarak şunları sıralayabiliriz: Medeniyet evrenseldir, kültür millîdir. Medeniyetler farklı uluslar tarafından benimsenebilir, kültür sadece ait olduğu millet tarafından benimsenir. Milletler medeniyetlerini değiştirebilir, kültürleri ise değişikliğe uğrayabilir. Medeniyetleri, iktisadî, dinî, ahlakî, hukukî gibi düşünceler (kurumlar); kültürü ise, din, ahlak ve sanat duyguları şekillendirir (Gökalp: 1995, 9). Kültürler de medeniyetler gibi gelişim ve değişime uğrayabilirler. Hiç şüphesiz İslam öncesi Mekke’deki insanların kendilerine ait bir kültürleri vardı. İslam’dan sonra bu kültür büyük ölçüde değişime uğramış, önceki kültürün birçok unsuru ortadan kaldırılmıştır. Dinin kültür üzerindeki bu etkisinde olduğu gibi, yaşam alanlarının değişmesi, bilim ve teknolojik ilerlemeler, ekonomik yapıdaki farklılaşmalar da aynı şekilde kültürel değişimleri etkilemektedirler. Medeniyetlerin ortaya çıkmaları, gelişimleri ve yok olmaları konularında farklı teoriler ileri sürülmüştür. Kimi düşünür, her medeniyetin teolojik, metafizik ve en sonunda da mantıkî dönemlerden geçtiğini savunurken, Marksist tarihçiler medeniyetlerin, ilkel, feodal, kapitalist ve sosyalist aşamalardan geçtiğini iddia etmişlerdir. İbn Haldûn gibi bazı Müslüman teorisyenler ise, tekâmülcü tezi kabul ederek, her medeniyetin organik yapılar gibi doğup, gelişip ve en nihayetinde öleceğini ileri sürmüşlerdir. Medeniyetlerin Doğuşu Kurulmaları, gelişmeleri ve kalıcı bir hale gelebilmeleri için medeniyetlerin birtakım şartlara ihtiyaçları vardır. Her medeniyetin doğuşuna ayrı ayrı etki eden faktörler olmakla beraber, genel olarak medeniyetlerin ortaya çıkmalarında, Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 5 Kültür, Medeniyetler, İslam medeniyeti ve Doğduğu Ortam gelişmelerinde etkili olan ortak bazı unsurlar vardır. Bu unsurlar ana hatları ile şunlardır: Coğrafya: İnsanların normal yaşamlarını sürdürmeleri, fikrî, siyasî, mimarî, sanat eserleri vermeleri için uygun coğrafî ve iklim özelliklerine sahip bölgelerde yaşamaları kaçınılmazdır. Adalardan veya buzullardan oluşan bir coğrafyada insanların medeniyet kurmaları son derece güçtür. Aynı şekilde coğrafya, o bölgede kurulan medeniyetin diğer medeniyetlerle etkileşimini, iletişimini sağlaması, kendi değerlerini yaygınlaştırması açısından da önemlidir. Toplum: Medeniyetler, toplumlar tarafından inşâ edilir. Bu toplumun belli bir seviye kat etmiş, belli hedefler etrafında toplanabilmiş olması gerektiği de açıktır. Burada kastedilen; ortak hedefte bir araya gelme becerisini gösterebilmiş insan topluluklarıdır. Birbirleri ile çatışma halinde olan veya ortak bir ideali paylaşmayan insanların medeniyet kurmaları mümkün değildir. Burada yeri gelmişken medeniyetlerin kurulmasında ırkın hiçbir zaman belirleyici bir şart ve gereklilik olmadığını kaydetmeliyiz. Medeniyetlerin ırk şartı yoktur. Din, Ahlak, Kültür gibi Manevî Değerler: İnsanların birbirleri ile ilişkilerini düzene koyan kurallar olmaksızın sağlıklı bir siyasî, sosyal, ekonomik sistem oluşturulamaz. Belli bir yönetim ve yaşam düzenine sahip olmayan kaos ve karmaşanın hâkim olduğu milletlerin bir medeniyet kurmaları da haliyle mümkün değildir. Din, ahlak, kültür, örf ve gelenekler, toplumları şekillendiren değerlerdir. Aynı zamanda bunlar medeniyetlere kendi renklerini katıp, oluşum ve gelişim aşamalarındaki süreci yönlendirirler. Netice itibariyle sosyal çevre, din, inanç, düşünce özgürlüğü, adalet, bilimsellik gibi manevî değerlerden yoksun ise herhangi bir medeniyet oluşturması son derece güçtür. Siyaset, Ekonomi, Eğitim, İmar gibi Maddî Değerler: Medeniyetlerin oluşumunda bu tür maddî değerler onların sağlam bir zeminde yükselmelerine katkıda bulunurlar. Ekonomik açıdan yeterli seviyeye ulaşamamış, siyasî açıdan istikrarı yakalayamamış, adaletsizliklerin yaşandığı, ciddi ve yeterli eğitimden mahrum insan topluluklarının evrensel bir medeniyet kurup, bunu insanlık tarihinde kalıcı hale getirmeleri mümkün değildir. Uluslar, ekonomik zenginliklerine bağlı olarak kurumlarını, sanatlarını, mimarîlerini geliştirebilir, farklı milletlerle iletişim kurabilir, sosyal şartlarını geliştirebilirler. Bütün bunlar bir medeniyetin inşası için gerekli olan ilk şartlardır. Ancak bunlar tek başlarına bir medeniyet oluşturamazlar. Bunları bir araya getirecek, Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 6 Kültür, Medeniyetler, İslam medeniyeti ve Doğduğu Ortam üretime (sosyal, siyasal, ekonomik, sanat vb.) geçirecek olan ortak bir amacın da benimsenmesi gerekmektedir ki, bunu da daha çok din, ahlak, ortak ülkü gibi manevî değerler sağlar. Asırlardır Araplar aynı coğrafyada, aynı dili konuşarak yaşamalarına rağmen bir medeniyet kurabilmiş değillerdi. Arapları harekete geçiren, parlak bir medeniyet kurduran; dinî ve toplumsal yapılarını değiştirmiş olan İslam’dır. Farklı coğrafyalar ve farklı insan toplulukları tarafından kurulmuş olan medeniyetlerin ortak özellikleri de vardır. Bu ortak özellikleri de şu şekilde sıralamamız mümkündür: Evrensel Olmaları: Hiçbir medeniyet sınırlarını dışa kapatmış değildir. Bilakis coğrafya ve tarihle sınırlı olmaksızın, farklı tarih dönemlerinde farklı coğrafyalarda izlerini, etkilerini sürdürmüşler, kendisinden sonraki medeniyetleri etkilemişlerdir. Öyle ki bugün tamamen izleri silinmiş gibi görünen birçok medeniyetin mutlak anlamda ortadan yok olduklarını söylemek zordur. Çünkü tarih ve antropoloji çalışmaları, yeni bulgularla beraber medeniyetlerin birbirleriyle olan bağlantılarını ortaya çıkarmaya devam etmektedirler. Dolayısı ile salt bilgi yetersizliği yüzünden bir medeniyetin tamamen tasfiye olduğundan bahsetmek, bilimsel bir yaklaşım olmayacağı gibi, ilgili medeniyetin insanlık mirasına muhtemel katkısına da ciddi haksızlık olacaktır. Etkileşim İçerisinde Olmaları: Her medeniyet bir öncekinden faydalandığı gibi bir sonrakini de etkileme gibi bir fonksiyonu icra etmiştir. Bu durum söz konusu medeniyeti taklitçi yapmadığı, orijinalitesini ortadan kaldırmadığı gibi bir öncekine de eksiklik getirmez. Çünkü medeniyetler, insanlığın gelişim sürecinin birbirinden ayrılmaz halkaları konumundadırlar. Her medeniyet, kendisinden önce insanlığın ulaştığı medenî seviye üzerine kurulmuş, onların ürünlerinden faydalanmıştır. Doğal olarak bilgi-tecrübe transferinde bulunan bir medeniyet, aldıklarını kendi değerler sistemi içerisinde eriterek, kendi öz parametrelerini ekleyerek yeniden dizayn eder, üretir ve sonraki döneme aktarır. İslam medeniyeti, felsefe, tıp, astronomi, matematik, mimarî gibi alanlarda Eski Yunan, Mısır, Hint ve Çin medeniyetlerinden faydalanırken, aldıklarını olduğu gibi benimsememiş, doğrudan nakletmemiş tam tersine bunları geliştirmiş, tashih etmiş,kendi tespitlerini eklemiş, kendi değerleri çerçevesinde kendi kimliğini katarak içselleştirmiştir. Aynı şekilde bütün inkâra rağmen bugünkü Batı medeniyetinin oluşmasında da İslam medeniyetinin ürünleri olan bilim ve değerlerin ciddi rolü olduğu açıktır. Bu yüzden taassupla hareket eden bazı Batılı araştırmacıların İslam medeniyetini görmezden gelerek medeniyetlerini Eski Yunan medeniyetine bağlama çabalarının, tarihî ve bilimsel bir zemine sahip olmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Kendine Münhasır Olmaları: Her medeniyet, farklı medeniyetlerden beslenmesine, teşekkülüne farklı milletlerin katkı sağlamasına karşın kendine has Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 7 Kültür, Medeniyetler, İslam medeniyeti ve Doğduğu Ortam özellikleri de bünyelerinde taşımaktadır. Medeniyetleri birbirinden ayıran da kendilerine has olan bu özellikleridir. Bu özellikleri belirleyen unsurların başında da din gelmektedir. Nitekim Arap, Türk, İran gibi farklı milletler tarafından oluşturulmasına, Yunan, Hint, Mısır gibi eski medeniyetlerden faydalanmasına rağmen İslam medeniyetinde İslam dininin tesirini, mimarîden felsefeye, hukuktan siyasete birçok alanda görmek mümkündür. Bir edebiyat metni veya sanat eseri, üretildiği medeniyetin özelliklerini barındırır. Medeniyetlere mensup insanların maddî-manevî sahip oldukları genel ve ortak değerler, o medeniyetin kendine has özelliklerini oluşturmaktadır. Dolayısıyla medeniyetleri birbirinden sadece maddî ürünleri ile ayırmak sağlıklı değildir. Medeniyetlerin ayrıldıkları noktalar daha çok hayata bakışları, inançları, düşünceleri gibi, o maddî ürünlere bir nevi ruh katan manevî değerleridir. Bugünkü Batı medeniyetine mensup bazı teorisyenler biraz da mensubu bulundukları medeniyetin uygulamalarından ve bu uygulamaya gösterilen tepkilerden etkilendiklerinden “medeniyetler çatışmasından” söz etmektedirler. Ancak medeniyetler, çatışarak, savaşarak, birbirlerini yok ederek veya yok sayarak değil bilakis birbirlerinin tecrübelerinden, bilgi birikimlerinden, her türlü ürünlerinden faydalanarak gelişmişler, büyümüşlerdir. Binaenaleyh ülkelerin veya ulusların birbiri ile çatışmalarını, medeniyetlerin çatışması olarak görmemek gerekir. Medeniyetler birbirleriyle çatışarak değil, iletişim kurarak, birbirlerinin ürünlerinden faydalanarak gelişirler. Yeryüzünde farklı coğrafyalarda farklı insan grupları tarafından büyük medeniyetler kurulmuştur. Bütün bu medeniyetleri tespit imkânına doğal olarak sahip değiliz. Araştırmacılar ilmî, siyasî, ideolojik, dinî kabul veya birikimlerine göre yeryüzünde kurulmuş medeniyetlere dair isim listeleri hazırlamışlardır. Bunlardan bazıları şunlardır: Sümer medeniyeti, Bâbil medeniyeti, Yunan (Grek) medeniyeti, Mısır medeniyeti, İran medeniyeti, Çin medeniyeti, Hint medeniyeti, Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 8 Kültür, Medeniyetler, İslam medeniyeti ve Doğduğu Ortam İslam medeniyeti. Bu büyük medeniyetlere ek olarak coğrafya ve zaman açısından etkileri daha sınırlı olan başka medeniyetler de vardır. Bunları üç ana grupta toplamak mümkündür: Eski Anadolu medeniyetleri (Eti, Hitit, Fenike gibi), Eski Amerika medeniyetleri (Aztek, İnka, Maya gibi), Eski Türk medeniyetleri (Göktürk, Uygur, Hun gibi). İSLAM MEDENİYETİ Tanım İslam medeniyeti, miladî VIII. asırda ortaya çıkan ve Endülüs’ten Çin’e kadar uzanan geniş bölgede hüküm sürmüş, temelinde İslam dininin prensiplerinin olduğu, bugünkü Batı medeniyeti karşısında gerilemekle beraber varlığını hâlâ devam ettiren, farklı etnik unsurlardan oluşan Müslümanların kurdukları medeniyetin adıdır. İslam medeniyetini kendi içerisinde alt başlıklara ayırmamız mümkündür: Arab-İslam medeniyeti, Türk-İslam medeniyeti, İran-İslam medeniyeti, Endülüs-İslam medeniyeti. Başlangıçta Müslüman Arapların siyasî himayelerinde gelişen İslam medeniyeti; Arap, Türk, İran, Mısır ve diğer farklı milletlerin katkı ve destekleri ile oluşturulmuş bir medeniyettir. Şekilsel çerçevesini ve içeriğini her zaman İslamiyet belirlemiş, açık bir şekilde her alanda tesirini göstermiştir. İslâm Medeniyeti diğer medeniyetlerin kavram ve ürünlerini kendi değer ve prensipleri ile karşılaştırmış, kendi inanç ve kabullerine uygun olanları benimsemiş, ters düşenleri ise ya uygun hale getirmiş ya da reddetmiştir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 9 Kültür, Medeniyetler, İslam medeniyeti ve Doğduğu Ortam Şekil–2: İslam medeniyetinin Temelleri İslam medeniyeti bir din medeniyetidir. Başka bir deyişle bu medeniyetin ortaya çıkmasında, gelişmesinde İslam dini başat rol oynamıştır. Bu yüzden de bu medeniyeti din faktörü göz ardı edilerek belli bir ırka atıfla Arap Medeniyeti şeklinde değerlendirmek veya yorumlamak tarihî zeminde herhangi bir geçerliliğe sahip olmayacaktır. İslam’ın, öğrenmeyi, araştırmayı, çalışmayı, üretmeyi, düşünmeyi şiddetle tavsiye etmesi, mensuplarını bu konuda teşvik etmiş, sadece maddî planda değil olayın manevî boyutta da ele alınmasını sağlamıştır. Bu durum Müslümanların yeni bir medeniyet inşasında yoğun bir faaliyet içerisine girmelerine neden olmuştur. İslam medeniyeti, bugünkü Batı Medeniyeti ile Eski Yunan, İran, Hint, Çin ve hatta Mısır medeniyetleri arasında köprü vazifesi görmüştür. Ancak yanlış anlamaların önüne geçme adına şunun altını çizmemiz gerekir ki, İslam medeniyeti bir nakil veya taklit medeniyeti değildir. Yani geçmişi olduğu gibi aktaran taklitçi veya hiçbir orijinalliği olmayan ara bir medeniyet değil, bilakis kendi inancını, düşüncesini, bakışını, keşiflerini, tespitlerini bu birikime eklemiş, farklı medeniyetleri kendi kültür potasında eriterek yeni bir kimlik kazandırmış, kendi kökenlerine sahip orijinal bir medeniyettir. İşte bu yüzdendir ki, Kindî, Fârâbî, İbn Sînâ, İbn Rüşd, Birûnî, Tûsî, İbn Haldûn, Ali Kuşçu gibi onlarca âlim bugüne gelebilmiş, çağdaş Batı Medeniyetinin temellerini atmışlardır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 10 Kültür, Medeniyetler, İslam medeniyeti ve Doğduğu Ortam Doğduğu Ortam Medeniyetleri doğru konumlandırabilmek için tarihî ve coğrafî çerçevelerinin iyi çizilmesi şarttır. İslam medeniyeti, VIII. yüzyıldan XX. yüzyıla kadar yaklaşık on iki asır boyunca hâkimiyetini sürdürmüş, birçok alanda medeniyet tarihine eşsiz eserler kazandırmıştır. Dolayısı ile İslam medeniyetinin doğduğu ortam üzerinde kısaca durmamız, onun hangi tarihî ve coğrafî temel üzerinde teşekkül ettiğini anlamak için gereklidir. Tarihî Çevre Hz. Muhammed’in vefatından sonraki kısa bir süre içerisinde Müslümanlar batıda Fransa’ya, doğuda Çin Seddi’ne kadar uzanan büyük bir coğrafyayı hâkimiyetleri altına almıştır. Müslümanlar, fethedilen bu coğrafyadaki halka müsamaha göstermişler, onların dinlerine, inançlarına, ibadet yerlerine karışmamışlar, hatta bunları kendi korumaları altına almışlardır. Müslümanlar elde ettikleri bu siyasî, askerî, iktisadî ve ictimaî güçle beraber onlarca ilimde, sanatta, mimarîde söz sahibi olmuşlar, kendi değerleri ile yoğurdukları büyük bir medeniyet kurmuşlardır. Hz. Muhammed’in 610 yılında tebliğe başladığı İslamiyet, başlangıçta ciddi bir tepki ile karşılaşmakla beraber zamanla Araplar tarafından kabul edilmiştir. Bu kabullenme ile beraber Kur’ân ve Hz. Muhammed’in uygulamaları (Sünnet) Müslümanların rehberleri olmuş, bunların emirleri ve tavsiyeleri ile Müslümanlar, yeni hayatlarına uyum sağlamaya, karşılaştıkları sorunları Kur’ân ve Sünnet çerçevesinde çözmeye çalışmışlardır. İnananlar topluluğu İslâm’ın prensipleri doğrultusunda kendi yönetim, düşünce, bilim, sanat ve hukuklarını oluşturmuşlardır. Hz. Muhammed vefat ettiği sırada Arap yarımadasının önemli bir kısmı İslamiyet’i kabul etmiş durumdaydı. Hz. Muhammed’den sonra devletin başına geçen Hz. Ebu Bekir döneminde hem Arap yarımadasındaki ayrılıkçı hareketler bastırılmış, hem de kuzey yönünde Suriye, Filistin, Irak taraflarına ilk fetih hareketleri başlatılmıştır. Hz. Ömer döneminde ise fetih hareketi devam ettiği gibi, fetihlerin getirdiği ihtiyaçlara binaen kurumsallaşmaya da yönelinmiştir. Hz. Ömer döneminde, Sâsânî ve Bizans İmparatorluklarına karşı elde edilen askerî ve siyasî başarılar neticesinde; Irak, İran, el-Cezîre, Suriye, Filistin ve Mısır toprakları Müslümanların eline geçmiş bulunuyordu. Arap yarımadası dışında birbirini takip eden bu fetihler esnasında ve sonrasında, İslam Devleti hâkimiyeti altına giren değişik milletlerin, dinî, siyasî, iktisadî ve medenî statülerinin tespit edilmesi gerekliliği kendisini hissettirmişti. Devletin gerek Müslümanlarla, gerek gayr-ı müslimlerle alakalı olmak üzere ortaya çıkan sorun ve ihtiyaçlarını gören Hz. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 11 Kültür, Medeniyetler, İslam medeniyeti ve Doğduğu Ortam Ömer, bunların çözülmesi yolunda çeşitli düzenlemelere girişmiş ve birçok yeni müessesenin kuruluşunu gerçekleştirmeye çalışmıştır. Hz. Ömer, fethedilen ülkelerdeki Sâsânî ve Bizans İmparatorluklarının iktisadî ve idarî tecrübelerinden istifade etmiş, teşkilatlanmada bunlardan da faydalanmıştır. Bu dönemde birtakım idarî ve malî kurumlar oluşturulduğu gibi, fetih organizasyonun sağlıklı bir şekilde yürütülmesi ve Müslüman yerleşiminin sağlanması için Kûfe, Basra gibi ilk şehirler de kurulmuştur. Fetihler, dinî, fikrî, içtimaî, mâlî, iktisadî, idarî, siyasî olmak üzere hayatın her alanında değişimi beraberinde getirmişti. Hz. Ömer bu değişim rüzgarından faydalanma yoluna gitmiş, devletin değişen şartlara göre yeniden yapılandırılması sürecinde, elzem olan siyasî ve iktisadî hamleleri zamanında yapmıştır. Hz. Ömer’den sonra devlet başkanlığına geçen Hz. Osman döneminde de fetihler devam etmekle beraber, İslam toplumunda ilk ayrılıklar görülmeye başlanmıştır. Hz. Ali dönemi, bu ayrılıkların savaş meydanına taşındığı dönemdir. Onun öldürülmesi ile de Râşid Halifeler dönemi son bulmuştur. Emevi Devletinin kurucusu olan Muâviye’nin döneminde İslam toplumu tekrar siyasî istikrarı yakalamıştır. Emeviler zamanında yönetim, dışa kapalı Arap ağırlıklı bir yapı görünümündeydi. Emevi idarecilerinin birtakım uygulamaları nedeniyle fethedilen bölgelerdeki yerli halkın İslam toplumuyla bütünleşmeleri gecikmiştir. Bununla beraber Müslüman Araplar, hâkimiyet sağladıkları coğrafyada Hıristiyan, Yahudi, Mecusi gibi farklı dinî gruplar, Fars, Süryani, Rum, Kıbtî, Berberî gibi farklı ırklarla bir arada yaşamaya başlamışlardı. Bu dönemde fethedilen İspanya (Endülüs) bir arada yaşama tecrübesi konusunda son derece önemli bir örnek oluşturuyordu. Çünkü buradaki Müslüman, Hıristiyan ve Yahudiler dinî grupları, Berberîler, Araplar ve dini tercih açısından kendi aralarında bölünmüş olan yerli halk da etnik unsurları oluşturmaktaydı. Emeviler dönemini siyaseten içe dönük olmasına rağmen Müslümanların dış kültür ve medeniyetlerle tanışma dönemi olarak tanımlamak mümkündür. Bu dönemde Müslümanlar, farklı medeniyetlere mensup insanlarla muhatap olmaya, onların özellikle de ilmî tecrübelerinden istifade etmeye başlamışlardır. Ancak çok geçmeden Müslümanlar bu birikimi içselleştirmeyi başarmışlardır. Nitekim ekonomik bağımsızlık anlamında para politikasının belirlenip dinar ve dirhemlerin bastırılması, resmî dilin Arapça olarak kabulü bu döneme rastlamaktadır. Emeviler dönemi sadece siyasî veya malî anlamda değil aynı zamanda bilimsel anlamda da Müslümanların profesyonelleşmeye başladıkları süreci ifade etmektedir. Siyer, Hadis, Tefsir, Fıkıh gibi İslamî ilimlere dair ilk risâleler bu dönemde yaygınlaşmış, ilimlerin metodolojilerine dair prensipler yerleştirilmeye başlanmıştır. 661 yılında kurulan Emevi Devleti 750 yılında Abbasi ihtilali ile yıkılmıştır. Abbasiler dönemi, İslam tarihinin (749-1258) 524 yıllık önemli dönemlerinden Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 12 Kültür, Medeniyetler, İslam medeniyeti ve Doğduğu Ortam biridir. Her ne kadar Abbasi hanedanı 1517 yılında kadar Mısır’da varlıklığını devam ettirmişse de bu dönemde ne siyasî ne de askerî bir etkinliği kalmamıştı. Abbasi halîfeleri, Cengiz Han’ın torunu Hulagu Han’ın gelişine kadar yani 1258 yılına kadar saltanatlarını devam ettirmişlerdir. 524 yıllık bu dönemde toplam 37 halife iktidara gelmiştir. İslam medeniyetinin tarih sahnesinde ortaya çıkma zamanı/etkili olmaya başladığı Abbasiler dönemidir. Nitekim Halife Mehdî ve Hârûn Reşîd dönemi sadece askerî zaferlerin, malî zenginliğin arttığı dönem değil, aynı zamanda kültür ve medeniyette yükselişin dönemidir. Siyer, Tefsir, Hadis, Fıkıh, Kelam gibi İslam’ın kendi bünyesinden doğmuş olan dinî ilimleri hariç tutacak olursak başlangıçta Müslüman Arapların özellikle de fen bilimlerinde sistematik bir ilmî geleneğe sahip olduklarını söylemek zordur. Ancak Müslümanlar diğer ilimlerde de İslam’ın öğretileri doğrultusunda son derece araştırma ve öğrenme arzusuna sahiptiler. Bu nedenle hem fethettikleri bölgelerde yaşayanların bilgi ve tecrübelerinden istifade ile hem de geçmiş veya çağdaş medeniyetlerin ürünleri olan kitapların Arapçaya çevrilmesi ile kısa süre içerisinde kendi özgün bilimsel anlayışlarını ortaya koymuşlar, kendilerine ulaşan ilim, fikir ve sanat gibi birçok alanda çağlarını aşan bir ilerleme kaydetmişlerdir. Abbasi hilâfeti döneminde merkezde değişik iktidar dönemleri yaşandığı gibi, diğer bölgelerde de birçok devlet kurulmuştur. Hiç şüphesiz İslam medeniyeti açısından bunlar içerisinde en önemlisi Endülüs’tür. Emeviler döneminde fethedilen ve Emevi ailesine mensup I. Abdurrahman’a kadar valiler tarafından yönetilen Endülüs, İslam medeniyetinin Batı’ya açılan kapısı konumundaydı. Abbasilerin Emevileri yıkmasından sonra İslam dünyasının doğusuna Abbasiler hâkim olurken, batısında yer alan Endülüs Emevileri onlardan ayrılmışlar, bağımsız olarak hâkimiyetlerini sürdürmüşlerdir. Endülüs Emevileri bölgede seksen yıl devlet olarak varlıklarını devam ettirmişlerdir. Endülüs Müslümanları, Emevilerinden sonra da Tavâif-i Mulûk, Murabıtlar ve Muvahhider gibi devletlerle XVI. yüzyıla kadar siyasî varlıklarını; XVIII. yüzyıla kadar da dinî ve sosyal varlıklarını birçok zorluklarla beraber sürdürmeyi başarmışlardır. Endülüs, siyasî, ilmî ve sanat çevreleri, çeviriler, kurumlar, sanat eserleri, mimarî ve birçok ilim dalında ortaya koydukları onlarca eserle İslam medeniyetine büyük katkı sağlamıştır. Doğuda Abbasi idaresi altında gelişen İslam medeniyeti, neredeyse eş zamanlı olarak Endülüs aracılığı ile de Batı’ya aktarılmıştır. Müslüman ilim adamları bu dönemde yapılan çevirilerle geçmiş medeniyetlerin birikimlerini öğrenmişler, eksik gördüklerini tamamlamışlar, hatalarını düzeltmişler, kendi buluş ve görüşlerini bu birikim üzerine ekleyerek daha ileriye götürmüşlerdir. Yaklaşık olarak 750-850 yılları arasını sürdürülen çeviri hareketini, orijinal bilimsel eserlerin verildiği dönem takip etmiştir. Bu dönemde devletin başında bulunan halifeler de ilmî çalışmalara ayrı bir önem vermişlerdir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 13 Kültür, Medeniyetler, İslam medeniyeti ve Doğduğu Ortam Çevirilerin sağlıklı yapılabilmesi için kurumlar teşkil ettirilmiş, âlimler teşvik edilmiş, bu konuda maddî imkânlar seferber edilmiştir. Öyle ki bu dönemde ilmî, edebî kitapların getirtilmesi için Doğu Roma gibi çevre ülkelere heyetler dahi gönderilmiştir. Çeviri hareketi döneminde Müslümanlar, Abbasiler döneminde Fars edebiyatı ve siyasetini, Hint kozmoğrafyasını, matematiğini, Eski Yunan’ın çeşitli ilimlerini ve felsefesini Arapçaya çevirmişlerdir. Abbasilerin zayıflaması ile beraber yeni bir siyasî güç olarak Selçukluların ortaya çıktığı görülmektedir. Tuğrul Bey, Alparslan, Melikşah gibi ünlü hükümdarlara sahip olan Selçuklular, Moğol saldırılarına kadar İslam coğrafyasında varlıklarını sürdürmüşlerdir. Hemen belirtelim ki Selçuklular da ilimden sanata birçok alanda İslam medeniyetine büyük hizmetler sunmuşlardır. Özellikle de Anadolu Selçuklularının Haçlılara karşı direnişlerini Müslüman Türklerin İslam medeniyetini koruma konusunda verdikleri en önemli hizmet olarak değerlendirmek gerekir. Selçuklulardan sonra ise Memluklular ve Osmanlılar siyasî hâkimiyeti ele geçirmişlerdir. Osmanlılar, İslam kültür ve medeniyetini daha da geliştirdikleri gibi Avrupa’ya taşımakla İslam medeniyetini yayma, XX. yüzyılın başına kadar Batı’dan gelen saldırılara karşı koymakla da koruma görevini yerine getirmişlerdir. Coğrafî Çevre Müslümanlar, siyasî anlamda en geniş sınırlarına ulaşmakla beş farklı medeniyetin coğrafî mirası üzerine oturuyor veya onlarla komşu oluyorlardı. Fetihlerle Müslümanlar, Mısır ve İran medeniyetlerinin coğrafyasının tamamına, Grek/Roma medeniyetlerinin bir kısmına hâkim olurken, Hint ve Çin ile de komşu olmuşlardır. Böylece İskenderiyye, Cundişapur, Harran gibi ilim ve kültür merkezleri Müslümanların idaresine geçmiş oluyordu. Buralardaki Hıristiyan, Süryani, Yahudi âlimlerin, Eski Yunan filozoflarının eserleri artık Müslüman Arapların elindeydi ve Müslümanlar bunları anlamak için yoğun bir çaba harcayacaklardı. Bu anlama süreci çeviri, şerh ve tashihle devam edecek, eleştiri ve yeniden üretme ile de geliştirilecekti. Müslümanlar, karşılaştıkları bu medeniyetlerin bilgi birikimlerinden, ürünlerinden, tecrübelerinden faydalanmışlardır. Bu çerçevede İslam medeniyetinin faydalandığı medeniyetleri şu şekilde sıralayabiliriz: Yunan (Grek) medeniyeti, İran medeniyeti, Mısır medeniyeti, Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 14 Kültür, Medeniyetler, İslam medeniyeti ve Doğduğu Ortam Hint medeniyeti, Çin medeniyeti. İslam medeniyetinin doğduğu ve geliştiği coğrafya, aynı zamanda İran, Mısır, Yunan, Roma gibi eski medeniyet havzalarının tamamına yakınını kapsamaktadır. Bu medeniyetlerin üzerinde hüküm sürdüğü coğrafyalarda veya komşu coğrafyaların fethedilmesi ile ilk münasebetler sağlanmıştır. Buna göre İslam medeniyetinin doğduğu ve geliştiği coğrafi çerçeve şu şekildedir: Arap Yarımadası: İslamiyet’in doğduğu bölge olması itibariyle burayı İslam medeniyetinin doğuş merkezi olarak kabul etmek mümkündür/gerekir. Yarımadanın en gelişmiş kültür ve medeniyete sahip bölgesi olan Güney Arabistan’da Main, Sebe ve Himyerî; Kuzey Arabistan’da ise Nabat, Tedmür, Hîre, Kinde gibi devletler kurulmuştur. İslam’ın doğduğu Hicâz ise İslam tarihi açısından Arabistan’ın en önemli bölgesidir. Çünkü İslamiyet, bu bölgenin iki önemli şehrinden biri olan Mekke’de doğmuş, Medine’de gelişip yayılmıştır. Ka’be’nin burada bulunması Mekke’nin ve hâliyle Hicaz’ın dinî ve kutsal bir bölge hâlini almasına sebep olmuştur. Hicâz bölgesinde düzenli bir hükümet kurulmamıştır. Her kabile, bağımsız bir şekilde hareket ediyor ve şeyh denilen bir reisin idaresi altında yaşıyordu. Bununla beraber Hicaz, bağımsızlığını koruyabilme konusunda diğer merkezlerden daha şanslı olmuştur. Hiçbir yabancı istilası Arap yarımadasının merkezine yani Hicaz bölgesine ulaşamamıştır. Suriye: İslam tarihi kayıtlarında Biladu’ş-Şam olarak isimlendirilen bugünkü Suriye, Filistin, Lübnan bölgelerini içerisine alan geniş bir coğrafi bölgedir. Bu bölge, Kenanlılar, İbraniler, Aramiler, Asurlular, Babilliler, Persler, Yunanlılar, Romalılar gibi birçok devlet ve medeniyete yurt olmuştur. Doğu Roma’nın kontrolü altında olan Suriye’nin fethine Hz. Ebu Bekir döneminde başlanılmış, Hz. Ömer döneminde tamamlanmış, daha sonra da bölgenin en önemli şehirlerinden olan Dimeşk (Şam) Emevilere başkentlik yapmıştır. Emeviler döneminde doktor, şair, edip, memur gibi yerli halktan birçok Hıristiyan, Emevi sarayında görevlendirilmiştir. Böylece Müslümanlar, onların nesillerdir sahip oldukları bilgi ve tecrübe birikimlerinden bu şekilde faydalanma imkânına kavuşmuşlardır. İran: İslam medeniyetinin tarih sahnesine çıktığı dönemde bölgenin en güçlü iki devletinden biri olan Sasanî İmparatorluğu’nun hâkim olduğu İran, Hz. Ömer döneminde fethedilmiştir. İran, M.Ö. 4000'lere dayanan tarihi ve yerleşkeleri ile dünyadaki en eski uygarlıklardan birine ev sahipliği yapmıştır. Farslıların İslamiyet’i kabulü ile beraber İran edebiyatı, felsefesi, bilimi ve sanatı yeni oluşan İslam medeniyetinin ana unsurlarından biri olmuştur. Özellikle de Abbasiler Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 15 Kültür, Medeniyetler, İslam medeniyeti ve Doğduğu Ortam döneminde Fars kültür ve medeniyeti, İslam medeniyetine dâhil olmaya başlamış, siyasî yapı, kurumlar, edebiyat, sanat, mimarî gibi birçok alanda etkisini göstermiştir. Mısır: Antik Çağdaki en büyük medeniyetlerden birinin kurulduğu Mısır, Doğu Roma’nın eyaletlerinden biri iken Hz. Ömer döneminde Müslümanlar tarafından fethedilmiştir. Özellikle mimarî alanda ciddi bir kültürel mirasa sahip olan Mısır’da ayrıca Müslümanlar Kobt dilinden Arapça’ya çeviriler de yapmışlardır. Kur’ân’ın Firavunlardan bahsetmesinin, Müslüman ilim çevrelerinin geçmişteki Mısır uygarlığı ile ilgilenmelerinde önemli rol oynadığını söylemeyi mümkün kılmaktadır. Endülüs: Bugün İspanya olarak bilinen Avrupa kıtasındaki yarımada Müslümanlar tarafından Emevi halifesi Velîd b. Abdulmelik döneminde fethedilmiştir. İslam medeniyeti açısından buranın fethinin önemi, farklı din ve etnik unsurların bir arada yaşama tecrübesi ile zenginlik katması, burada yetişen birçok âlimin ilmî hayata canlılık getirmeleri ve İslam medeniyetinin Avrupa’ya aktarılmasında köprü vazifesi görmesidir. Bugünkü Batı medeniyetinin öncüllerini oluşturan birçok öğrenci Endülüs medreselerinde eğitim görmüşlerdir. Bunlara ek olarak Orta Asya’nın fethi ile beraber Müslümanlar, Çin ve Hint gibi iki büyük medeniyete sahip bölgeye de komşu olmuşlar, bilhassa ticarî ve diplomatik ilişkiler neticesinde bu iki coğrafyayı da tanımışlar, kültür ve medeniyetlerinden faydalanmışlardır. İslam medeniyetinin doğduğu bu tarihî, siyasî ve coğrafî ortama dayanarak İslam medeniyetinin ortaya çıkmasında etkin olan kendine has unsurları şu şekilde saymamız mümkündür: İslamiyet: Yukarıda da belirttiğimiz gibi, İslam medeniyeti din temeli üzerinde ortaya çıkmış ve gelişmiş bir medeniyettir. İslamiyet’in öğrenmeye, araştırmaya, düşünmeye teşvik ile Kur’ân’ın inananlarını ilim sahibi olmaya çağrısı, Hz. Muhammed’in bu konudaki tavsiyeleri Müslümanları cesaretlendirmiş, öğrenmeye, araştırmaya yöneltmiştir. Özellikle de bilgiye insanlığın ortak mirası olarak bakılması, bilgiyi edinme konusunda önemli bir anlayış oluşturmuştur. Halifelerin savaş tazminatı olarak kitap istemeleri, eser bulup getirmeleri için çevre devletlere heyetler göndermeleri, âlimleri himâyelerine almaları hep bu “bilginin” önemini kavramlarının neticesidir. Fetihler: İslam fetihlerinin hiçbir zaman Haçlı veya Moğol saldırıları gibi yıkıcı, tahrip edici etkisi olmamıştır. Bilakis fetihler, fethedilen bölgelerdeki artık unutulmaya yüz tutmuş değerlerin ortaya çıkmasına aracı olmuştur. Müslüman Araplar, âlimlerin dinlerine bakmaksızın onlardan yararlanma yoluna gitmişler, bir Hıristiyan edip, bir Yahudi doktor, bir Süryani mütercim pekâlâ toplumda kendisine yer bulabilmiş, büyük bir hoşgörü ve müsamaha içerisinde kendi ilmî birikimlerini Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 16 Kültür, Medeniyetler, İslam medeniyeti ve Doğduğu Ortam yeni yöneticilerine, yeni öğrencilerine aktarmışlardır. Fetihlerle beraber Müslümanlar, eski kültür ve medeniyetlerin hüküm sürdüğü coğrafyaya hâkim olmuşlar, onların maddî-manevî eserlerine, tecrübelerine mirasçı konumuna geçmişler veya medeniyet çevreleri ile komşu olmuşlardır. Nitekim bu komşuluğun bir neticesi olarak Çin’den kâğıdı, Hint’ten rakamları almışlardır. Fetihlerin sonucunda Müslüman Araplar, eski medeniyetlerle karşılaşmışlar, İslam’ın temel prensiplerinden olan hoşgörü ve bilime teşvik ile İslam medeniyetini oluşturmada bu medeniyetlerden faydalanmışlardır. Çeviriler: Medeniyetlerin kurulmasında dilin başat rol oynadığı açıktır. Her medeniyet kendine özgü ortak bir dil temeli üzerinde yükselmiştir. Kur’ân’ın ve ilk bağlılarının dili olması hasebiyle Arapça, İslam medeniyetinin ortak dili olmuştur. Fethedilen bölgelerde Arapçanın iletişimin ortak dili haline gelmesi ile beraber diğer medeniyetlerle bağlantı kurulabilmiş, Müslümanlar, artık kendi dillerine çevrilen eserleri anlayabilmişler ve Astronomi’den Fiziğe, Kimya’dan Biyoloji’ye, Felsefe’ye kadar onlarca farklı ilimde geçmiş medeniyetlerin birikimlerini hem tashih etmişler, hem geliştirmiş, hem de bir sonraki döneme aktarabilmişlerdir. Siyasî ve ekonomik istikrar: Fetihlerin getirdiği maddî zenginlik Müslüman ilim adamlarının desteklenmesini sağlamıştır. İslam dünyasında sadece devlet adamları değil, zengin muhitler de ilmî faaliyetlere destek olmuşlardır. Siyasî kaos dönemleri, medeniyetlerin çöküşünü hızlandıran, medeniyet ürünlerinin imha edildiği dönemlerdir. Dolayısıyla Emeviler, Abbasiler, Endülüs Emevileri, Selçuklular ve Osmanlılar gibi İslam medeniyetinin siyasî kanadını oluşturan devletler, kendi içlerinde istikrarı sağladıkları dönemlerde İslam medeniyetine katkı sağlayabilmişlerdir. Son olarak İslam medeniyetinin bugünkü durumu üzerinde de kısaca durmamız gerekecektir. Öncelikle şunu ifade edelim ki, bugün için İslam medeniyeti tamamen yok olmuş ortadan kalkmış bir medeniyet değildir. Ancak çağdaş Batı medeniyeti karşısında gerilemiş durumdadır. İslam medeniyetinin gerileme nedenlerini iç ve dış sebepler olmak üzere iki başlıkta inceleyebiliriz: İç Sebepler: Siyasî yönetim alanında dönem dönem istikrarsızlıkların yaşanması, Müslümanların kendi aralarında çekişmeleri, kabile savaşları, iktidar mücadeleleri, Yönetim alanında görevlendirmelerde liyakatin değil, kişisel ve ailevî bağların dikkate alınması, Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 17 Kültür, Medeniyetler, İslam medeniyeti ve Doğduğu Ortam Maddî kaynakların üretime aktarılması yerine, lüks bir yaşam uğruna israf edilmesi, Başlangıçtaki düşünce ve ifade özgürlüğünün zamanla kısıtlanması, Tefsir, Hadis, Fıkıh gibi dinî ilimlere verilen önemin, Felsefe, Astronomi, Coğrafya gibi beşerî ilimlere verilmemesi, zaman içerisinde bunların ihmal edilmesi, Müslümanların bilim ve teknolojiyi üretemedikleri gibi, takip de edememeleri, Batı’nın aksine yeni ekonomik kaynaklara ulaşamamaları, sömürge hareketine direnememeleri, sanayi devrimini kaçırmaları. Dış Sebepler Haçlı ve Moğol saldırılarının yıkıcı etkileri, Coğrafî keşifler neticesinde, pazar ve ticaret yollarının kaybı, XVIII. yüzyıldan beri sürdürülen sömürü hareketinin yönünün İslam dünyası olması. İslam medeniyetini bu durağan halden çıkartıp yeniden büyük ve etkin bir medeniyet hale getirebilmek için, bir taraftan geçmiş bilgi ve tecrübelerden istifade ederken, diğer taraftan da hatalardan ders çıkarılması gerektiği açıktır. Ancak bu şekilde kökenlerden kopmaksızın, İslam medeniyetinin yenilenmesinin sağlanabileceği kanaatindeyiz. Hiç şüphesiz, bunun için de gerekli fikrî zeminin oluşması adına İslam medeniyetinin tüm tezahürleri ile çok iyi öğrenilmesi gerektiği muhakkaktır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 18 Özet Kültür, Medeniyetler, İslam medeniyeti ve Doğduğu Ortam • Kültür; “toplumların tarihî süreç içerisinde elde ettikleri maddî ve manevî değerleri, yaşam tarzları, övünçleri, davranışları, bunları elde etme ve aktarma yolları, kendilerine özgü inanç ve âdetler bütünü”, Medeniyet ise; “evrensel düzeye ulaşmış bir kültür veya benzer kültürlerin oluşturdukları anlama, yaşama, bilgi, teknoloji ve maddî-manevî kurumların bütünü” demektir. • İslam Medeniyeti, miladî VIII. asırda ortaya çıkan ve Endülüs’ten Çin’e kadar uzanan geniş bölgede hüküm sürmüş, temelinde İslam dininin prensiplerinin olduğu, bugünkü Batı medeniyeti karşısında gerilemekle beraber varlığını devam ettiren, farklı etnik unsurlardan oluşan Müslümanların kurdukları medeniyetin adıdır. İslam medeniyeti, Arap, Türk, İranlı, Mısırlı ve diğer birçok halkın katkısı ile oluşturulmuş bir medeniyettir. Ancak şekilsel çerçevesini ve içeriğini her zaman İslâm belirlemiş, açık bir şekilde her alanda etkisini göstermiştir. • Fetihlerle beraber Müslümanlar, Mısır ve İran medeniyetlerinin coğrafyasının tamamına, Grek/Roma medeniyetlerinin de bir kısmına hâkim, Hint ve Çin ile de komşu olmuşlardır. Müslümanlar, bu medeniyetlerin eserlerini kendi dillerine çevirmişler, yorumlamışlar, tashih etmişler ve kendi görüşleri çerçevesinde farklı alanlarda orijinal eserler vermişlerdir. • İslâm medeniyeti bugünkü Batı medeniyeti ile Eski Yunan, İran, Hint, Çin ve hatta Mısır medeniyetleri arasında köprü vazifesi görmüştür. Ancak İslam medeniyeti bir nakil veya taklit medeniyeti değildir. Bilakis Müslümanlar, kendi inançlarını, düşüncelerini, hayata bakışlarını, keşiflerini, tespitlerini bu birikime eklemişler, farklı medeniyetleri kendi kültür potalarında eriterek yeni bir kimlik kazandırmışlar, kendi kökenlerine sahip orijinal bir medeniyet kurmuşlardır. İşte bu yüzdendir ki, Kindî, Fârâbî, İbn Sînâ, İbn Rüşd, Birûnî gibi onlarca âlim bugüne gelebilmiş, çağdaş Batı medeniyetinin temellerini atmışlardır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 19 Kültür, Medeniyetler, İslam medeniyeti ve Doğduğu Ortam DEĞERLENDİRME SORULARI Değerlendirme sorularını sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “bölüm sonu testi” bölümünde etkileşimli olarak cevaplayabilirsiniz. 1. Aşağıdakilerden hangisi kültürle medeniyet arasındaki ilişki bağlamında dile getirilemez? a) Kültürle medeniyet arasındaki temel ayrışma kavramlara yüklenen anlam farklılıklarından doğmaktadır. b) Medeniyet evrensel, kültür millîdir. c) Milletler kültürlerini değiştirebilirler, medeniyetlerini değiştiremezler. d) Kültürler de medeniyetler gibi gelişim ve değişime uğrayabilirler. e) Kültürle medeniyet birbirinden farklı kavramlardır. 2. Bir medeniyetin doğup gelişebilmesi için aşağıdakilerden hangisi gerekli bir şart değildir? a) b) c) d) e) Din, ahlak, kültür gibi manevî değerler. Siyaset, eğitim, ekonomi gibi maddî değerler. Ortak bir ideal etrafında bir araya gelmiş toplum. Mensupları arasında iletişimi sağlayacak ortak bir dil. Toplumda birlik ve beraberliği sağlayacak olan ortak bir ırk. 3. Aşağıdakilerden hangisi medeniyetlerin ortak özelliklerinden değildir? a) b) c) d) e) Evrensel olmaları. Diğer medeniyetlerden etkilenmemeleri. Kendilerine has özelliklere sahip olmaları. Oluşumları için benzer şartları taşımaları. Farklı kültürleri bünyelerinde barındırabilmeleri. 4. Aşağıdakilerden hangisi İslâm Medeniyetinin doğrudan faydalandığı bir medeniyet değildir? a) b) c) d) e) Yunan Medeniyeti. Mısır Medeniyeti. İran Medeniyeti. Hitit Medeniyeti. Hint Medeniyeti. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 20 Kültür, Medeniyetler, İslam medeniyeti ve Doğduğu Ortam 5. Aşağıdakilerden hangisi İslâm Medeniyetini tam olarak ifade etmektedir? a) b) c) d) e) İslâm Medeniyeti, geçmiş medeniyetlerden istifade etmiş, kendine has özellikleri olan orijinal bir medeniyettir. İslâm Medeniyeti geçmiş medeniyetlerin eserlerini bugüne taşımış olan ara bir medeniyettir. İslâm Medeniyeti hiçbir medeniyetten istifade etmemiş, kendine özgü değerlerlerle ortaya çıkmış orijinal bir medeniyettir. İslâm Medeniyeti, kendinden önceki medeniyetlerin ürünlerini taklit etmek suretiyle oluşan bir nakil medeniyetidir. İslâm Medeniyeti, kendi içerisine kapalı orijinal bir medeniyettir. 6. İslâm Medeniyetinin geçmiş medeniyetlerle ilişkisini sağlayan en önemli etken aşağıdakilerden hangisidir? a) Fetihler. b) Siyasî ve ekonomik istikrar. c) Müslüman olan yerli halk. d) Çeviriler. e) Eski medeniyetlere ait arkeolojik buluntular. Hz. Muhammed’in 610 yılında tebliğe başladığı İslâmiyet, başlangıçta ciddi bir tepki ile karşılaşmakla beraber zamanla Araplar tarafından kabul edilmiştir. Bu kabullenme ile beraber Kur’ân ve Hz. Muhammed’in uygulamaları (Sünnet) Müslümanların rehberleri olmuş, bunların emirleri ve tavsiyeleri ile Müslümanlar, yeni hayatlarına uyum sağlamaya, karşılaştıkları sorunları Kur’ân ve Sünnet çerçevesinde çözmeye çalışmışlardır. 7. İslâm Medeniyetinin ortaya ilk çıkışında Müslümanlar problemlerini aşağıdakilerden hangisine uygun olarak çözmeye çalışmışlardır? a) b) c) d) e) Yahudi gelenek ve şeriatına Hıristiyan gelenek ve şeriatına Cahiliye gelenek ve şeriatına Kur’an ve Sünnete Haniflik gelenek ve şeriatına 8. Aşağıdakilerden hangisi İslâm Medeniyetinin doğduğu ve geliştiği coğrafî çevreye dâhil değildir? a) b) c) d) e) Suriye. İran. Mısır. Endülüs. Çin. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 21 Kültür, Medeniyetler, İslam medeniyeti ve Doğduğu Ortam 9. Selçuklu Türklerinin İslâm aşağıdakilerden hangisidir? a) b) c) d) e) Medeniyetine en büyük hizmetleri Dış saldırılara karşı koruma. Sanat eserleri. Ekonomik destek. Çeviriler. Yeni bir siyasî yapı oluşturmaları. 10.Aşağıdakilerden hangisi İslâm Medeniyetinin geri kalma nedenlerinden biri değildir? a) b) c) d) e) Siyasî istikrarsızlıklar. Düşünce özgürlüğünün kısıtlanması. Hilâfetin siyasî otoritesini kaybetmesi. Haçlı ve Moğol saldırıları. Pazar ve ticaret yollarının kaybı. Cevaplar Anahtarı 1-c, 2-e, 3-b, 4-d, 5-a, 6-a, 7-d, 8-e, 9-a, 10-c Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 22 Kültür, Medeniyetler, İslam medeniyeti ve Doğduğu Ortam YARARLANILAN KAYNAKLAR Arnold, T. Walker. (1982). İntişar-ı İslam Tarihi. (çev. Hasan Gündüzler). Ankara: Akçağ Yayınları. Ana Britannica. (1990). “Kültür”. (XX, 119-123). İstanbul: Ana Yayıncılık. Avcı, Casim. (2003). İslam Bizans İlişkileri. İstanbul: Klasik Yayınları. Baltacı, Cahit. (2007). İslam Medeniyeti Tarihi. İstanbul: Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Yayınları. Barthold, W. Wiladimir. (1984). İslam Medeniyeti Tarihi. (çev. Fuat Köprülü). Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları. Behiy, Muhammed. (1992). İslam Düşüncesinin İlahi Yönü. (çev. Sabri Hizmetli). Ankara: Fecr Yayınları. Corci Zeydan. (1972). İslam Medeniyeti Tarihi. (çev. Z. Megamez). İstanbul: Üçdal Neşriyat. Durant, Will. (1996). Medeniyetin Temelleri. (çev. N. Muallimoğlu). İstanbul: Birleşik Yayıncılık. Durant, Will. (2004). İslam Medeniyeti. (çev.Orhan Bahaeddin). Ankara: Elips Yayınları. Gökalp, Ziya. (1991). Türk Uygarlığı Tarihi. (haz. Yusuf Çotuksöken). İstanbul: Toker Yayınları. Gökalp, Ziya. (1995). Hars ve Medeniyet. (haz. Yalçın Toker). İstanbul: Toker Yayınları. Hitti, Philip K. (1989). Siyasi ve Kültürel İslam Tarihi. (çev. Salih Tuğ). İstanbul: Boğaziçi Yayınları. İbn Haldun. (2004). Mukaddime. (çev. Halil Kendir). İstanbul: Yeni Şafak Yayınları. Kafesoğlu, İbrahim. (2007). Türk Milli Kültürü. İstanbul: Ötüken Yayınları. Kayaoğlu, İsmet. (1986). “İslam Kültürünün Doğuşu”. Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, XXVIII, 205-211. Kazıcı, Ziya. (2003). “İslam Medeniyeti”. Köprü, 81. Kutluer, İlhan. (2003). “Medeniyet”. (Diyanet İslam Ansiklopedisi, XXVIII, 296-297). Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları. Lewis, Bernard. (2000). Tarihte Araplar. (çev. H. Dursun Yıldız). İstanbul: Anka Yayınları. Meydan Larousse. (1972). “Kültür”. (VII, 724-725). İstanbul: Meydan Yayınevi. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 23 Kültür, Medeniyetler, İslam medeniyeti ve Doğduğu Ortam Meydan Larousse. (1981). “Medeniyet”. (VIII, 505-506). İstanbul: Meydan Yayınevi. Öz, Şaban. (2010). Yeni Başlayanlar İçin İslam Tarihi. İstanbul: Koridor Yayınları. Özdemir, Mehmet. (1994). Endülüs Müslümanları-1. Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları. Öztürk, Levent. (2007). “Bilim ve Medeniyet Çalışmalarında İdeolojik Bir Sorun: Öncelik Meselesi”. Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, XXIII, 23-33. Rodinson, Maxime. (2003). İslam’ın Mirası. (çev. Cemil Meriç). İstanbul: Pınar Yayınları. Şeker, Mehmet. (1976). “Medeniyet ve Kültür”. Diyanet Dergisi, XV (1), 51-56. Uludağ, Süleyman. (2003). “Din ve Medeniyet”. Köprü, 81. Yurdaydın, H. Gazi. (1981). “Türk-İslam Kültürüne Giriş”. Diyanet Dergisi Hicret Özel Sayısı, 249-283 Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 24 Kültür, Medeniyetler, İslam medeniyeti ve Doğduğu Ortam BAŞVURULABİLECEK DİĞER KAYNAKLAR Aydın, Mustafa. (1991). İslam Toplumunun Şekillenişi. İstanbul: Pınar Yayınları. Bayezidof, Ataullah. (1993). İslam ve Medeniyet. Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları. Bayrakçı, Halil. (1990). İslam Medeniyetinin Devam Eden Tesirleri. İstanbul: Marifet Yayınları. Bedevî, Abdurrahman. (2002). Batı Düşüncesinin Oluşumunda İslam’ın Rolü. (çev. Muharrem Tan). İstanbul: İz Yayınları. Blunt, A. W. F. (1965). Batı Medeniyetinin Temelleri. (çev. Müzehher Erim). İstanbul: İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları. Ebu Halil, Şevki. (2005). İslam ve Dünya Medeniyetleri Tarihi. (çev. A. Aydın, A.Timurtaş). Van: Bilge Adam Yayınları. Güngör, Erol. (1997). İslam’ın Bugünkü Meseleleri. İstanbul: Ötüken Yayınları. Halil, İmadüddin. (1987). İslam Medeniyeti Üzerine. (çev. Mehmet Yolcu). İstanbul: Madve Yayınları. Hitti, Philip K. (1995). Arap Tarihinin Mimarları. (çev. Ali Zengin). İstanbul: Risale Yayınları. Kaegi, Walter E. (2000). Bizans ve İlk İslam Fetihleri. (çev. Mehmet Özay). İstanbul: Kaknüs Yayınları. Karlığa, Bekir. (2004). İslam Düşencesi’nin Batı Düşüncesi’ne Etkileri. İstanbul: Litera Yayınları. Kuper, Adam. (1995). İlkel Toplumun İcadı. (çev. İsmail Türkmen). İstanbul: İnsan Yayınları. Lewis, Bernard. (1996). İslam Dünyasında Yahudiler. (çev. Bahadır Sina Şener). Ankara: İmge Kitabevi. Mevdudi, Seyyid Ebu’l-A’la. (1968). İslam Medeniyeti: Esasları ve Menşei. (çev. Mehmet Aydın). Ankara: Hilal Yayınları. Mutlu, Latif. (2006). Uygarlığın Durak Yerleri. İstanbul: Goa Yayınları. Özakpınar, Yılmaz. (1997). Kültür ve Medeniyet Anlayışları ve Bir Medeniyet Teorisi. İstanbul: Kubbealtı Neşriyat. Özbudun, S. (2003).Kültür Hâlleri. Ankara: Ütopya Yayınları. Serdar, Ziyaüddin. (1986). İslam Medeniyetinin Geleceği. (çev. Deniz Aydın). İstanbul: İnsan Yayınları. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 25 Kültür, Medeniyetler, İslam medeniyeti ve Doğduğu Ortam Sezgin, Halit. (1972). İnsan ve Medeniyet. İstanbul: Malazgirt Yayınları. Şenel, Alâeddin. (1995 ). İlkel Topluluktan Uygar Topluma. Ankara: Bilim ve Sanat Yayınları. Topçu, Nurettin. (1970). Kültür ve Medeniyet. İstanbul: Hareket Yayınları. Toynbee, Arnold J. (1978). Tarih Bilinci. İstanbul: Bateş Yayınları. Üçer, S. Sırrı. (1969). İslam Medeniyeti Tarihi. İstanbul: İrfan Yayınları. Williams, R. (1993). Kültür. (çev. Suavi Aydın). Ankara: İmge Kitabevi. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 26 HEDEFLER İÇİNDEKİLER İSLAM MEDENİYETİNİN KAYNAKLARI, GELİŞİM AŞAMALARI ve TEMEL ÖZELLİKLERİ • Medeniyetlerin Oluşum Süreci ve İslam Medeniyetinin Kaynakları • İslam Medeniyetinin Gelişim Aşamaları • İslam Medeniyetinin Temel Özellikleri İSLAM KURUMLARI ve MEDENİYETİ TARİHİ • Bu üniteyi çalıştıktan sonra; • Medeniyetlerin nasıl oluştuğunu açıklayabilecek, • "İslam Medeniyeti" kavramını tanımlayabilecek, • İslam medeniyetini oluşturan unsurları sıralayabilecek, • İslam medeniyetinin kaynaklarını ifade edebilecek, • İslam medeniyetinin gelişim aşamalarını çözümleyebilecek, • İslam medeniyetinin temel özelliklerini listeleyebilecek, • İslam medeniyetinin geleceği hakkında öngörülerde bulunabileceksiniz. ÜNİTE 2 İslam Medeniyetinin Kaynakları, Gelişim Aşamaları, Temel Özellikleri GİRİŞ Bir önceki ünitede kültür ve medeniyet kavramları için pek çok farklı tanım verildiğini görmüştünüz. Aslına bakılacak olursa medeniyet tarihi bir bütün olarak ele alındığında medeniyetin, insanlığın ortak malı olduğu anlaşılacaktır. İlk insandan itibaren ortaya konulan her bir bilgi, her bir tecrübe ve gözlemin nesilden nesile, asırlardan asırlara, coğrafyalardan coğrafyalara ve nihayet medeniyetlerden medeniyetlere aktarılışıyla ilgili mutlaka bir öyküsü bulunmaktadır. Medeniyet kavramıyla ilgili tanım farklılıklarının, medeniyetlerin birbirine karşı üstünlüğü veya önceliği ile ilgili tartışmalardan ve çoğu zaman ideolojik bakış açısından kaynaklandığını söylemek mümkündür. Bu bakımdan hangisi olursa olsun herhangi bir medeniyeti, insanlık tarihinin akışı içersinde birbirine geçmiş zincir halkalarından sadece birisi olarak düşünmek daha gerçekçi olmamızı sağlayacaktır. Bireysel Etkinlik Dolayısıyla tarihin derinliklerinde kalan veya yeni oluşan bir medeniyete; bir dinin, bir milletin veya bir coğrafyanın, geçmişten gelen birikimler ve bünyesinde bulunan tüm insanlarla birlikte asırlar içerisinde oluşturduğu veya oluşturacağı maddi ve manevi tüm değerlerin bileşkesi olarak bakmak daha doğru olacaktır. • Genel hatlarıyla baktığımızda Batılıların, birçok bilimsel buluşu ilk defa Yunanlıların ortaya koyduğunu iddia ettiklerini görürüz. Öte yandan bu durum diğer medeniyet mensupları için de söz konusudur. Onlar da birçok buluşun kendi medeniyetlerinde ilk defa ortaya konulduğunu ileri sürmektedirler. Bu konuya ait örnekler bulmaya çalışınız? Bu örnekler üzerinde araştırma yaparak iddiaların doğru olup olmadığını tetkik ediniz. Yardımcı olmak üzere bk. Levent Öztürk, "Bilim ve Medeniyet Tarihi Çalışmalarında İdeolojik Bir Sorun: Öncellik Meselesi", Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi (Konya 2007), XXIII, 23-34. MEDENİYETLERİN OLUŞUM SÜRECİ VE İSLAM MEDENİYETİNİN KAYNAKLARI Medeniyetlerin Oluşum Süreci Biraz önce ifade ettiğimiz “medeniyet” kavramıyla ilgili görüşlerimizi, birkaç örnekle açmaya çalışalım. Mesela, ilk örnek olarak Yunan medeniyeti kavramını ele Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 2 İslam Medeniyetinin Kaynakları, Gelişim Aşamaları, Temel Özellikleri Bilim ve medeniyet Yunanla başlamamıştır. Bilakis çok daha öncesine dayanmaktadır. Pitagoras teoremi ve Öklit postulatları, Yunanlılardan önce de biliniyor ve kullanılıyordu. alalım. Birçok tanıma göre Yunan medeniyeti denildiğinde Yunanlıların üretmiş olduğu üstün seviyedeki maddi ve teknik unsurlar anlaşılmakta; hatta bilim ve medeniyet Yunanla başlatılmaktadır. Ancak şunu hemen söylemek gerekir ki, ne tarih ve medeniyet, ne de bilim ve teknik Yunanla başlamıştır. Bu cümlemizi şu üç hususa vurgu yaparak birlikte çözümlemeye çalışalım: Öncelikle Yunan medeniyetinin oluşum sürecini daha iyi anlayabilmek için kendisinden önceki dönemlerde insanlık tarihinin üretmiş olduğu bilgi birikiminin mahiyetini kavramak gerekmektedir. Medeniyetin önemli görünümlerinden birisi olan sadece bilim çalışmalarından birkaç tane örnek vermek bile konuyu anlamamızı kolaylaştıracaktır. Matematik, astronomi ve tıp sahalarındaki bazı buluşlar bunun için uygun olacaktır. Mesela, Yunanlı bilim insanı Pitagoras’a (M.Ö. 580-500) ait olan Pitagoras teoreminin milattan önce sekizinci yüzyıldan itibaren Hint geometrisinde bilindiği kabul edilmektedir. Yine bir diğer Yunanlı bilim insanı Öklides’e (M.Ö. 330-275) ait olan Öklit postulatlarının (ispatsız kabul edilen önermelerin) benzerleri de milattan önce sekizinci asır ile beşinci asırlar arasına ait Brahmanik metinlerde Yunandan beş asır kadar önce görülmektedir. Yunan düşüncesinin ilk ekollerinden birisi olan Milet Okuluna mensup bilim insanlarının, düşüncelerini Pers-Hint kültürünün etkisinde şekillendirdikleri, hatta birtakım bilgileri onlardan aldıkları yine tespit edilen bilgiler arasındadır. Mısır, Sümer, Hint ve Çin tıplarının Yunan tıbbından çok eskilere dayandığını söylemeye bile gerek yoktur. İkinci olarak da Yunan medeniyetinin sadece Yunanlıların yarattığı bir medeniyet olmadığı ifade edilmelidir. Yunanlıların hâkimiyetleri altına aldıkları coğrafyalarda yaşayan köle dahi olsalar tüm insanların, Yunan medeniyetine önemli katkıları bulunmaktadır. Makedon kralı Büyük İskender’in Hint coğrafyasına kadar gerçekleştirdiği istila hareketi sonrasında Hint, Pers ve Mısır coğrafyasından getirdiği eserlerin ve bilim insanlarının Yunan bilimini derinden etkilediği bugün daha net bir şekilde söylenebilmektedir. Üçüncü bir husus olarak da Yunanlıların hâkimiyetleri altındaki coğrafyalarda yaşayan farklı inanç ve kültürlerle zamanla etkileşim sürecine girdiklerini de unutmamak gerekmektedir. Burada konuyu daha iyi kavrayabilmemiz için Osmanlı medeniyetini de örnek olarak verebiliriz: Osmanlı medeniyetini anlayabilmek için bir yandan temellerini teşkil eden Selçuklu, Abbasi uygulamalarını, Türk medeniyetini ve nihayet bir bütün olarak İslam medeniyetini; diğer yandan da hâkim olduğu coğrafyada ona katkı sağlayan Anadolu medeniyetlerini, Bizans ve Avrupa krallıklarını göz önünde bulundurmak gerekmektedir. Buna bünyesinde yaşayan farklı inanç ve kültürlere mensup insanların katkılarını da ilave etmeliyiz. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 3 İslam Medeniyetinin Kaynakları, Gelişim Aşamaları, Temel Özellikleri Buradan hareketle şu noktaya ulaşmamız mümkündür. Öncelikle her medeniyet mutlak manada kendisinden önce ortaya konulmuş olan bilgi, birikim ve medeniyet unsurlarından istifade etmektedir. Şüphesiz kendisinden önce oluşan birikim kendisine o bilgileri geliştirme imkânı vermektedir. İslam Medeniyeti Birinci ünitede İslam medeniyetinin tanımı verilirken “İslam medeniyeti, miladî VIII. asırda ortaya çıkan ve Endülüs’ten Çin’e kadar uzanan geniş bölgede hüküm sürmüş, temelinde İslam dininin prensiplerinin olduğu, bugünkü Batı medeniyeti karşısında gerilemekle beraber varlığını hâlâ devam ettiren, farklı etnik unsurlardan oluşan Müslümanların kurdukları medeniyetin adıdır.” ifadesine yer verilerek“farklı etnik unsurlardan oluşan Müslümanların kurdukları medeniyet”e vurgu yapılmıştı. Bu ünitede, “İslam medeniyeti” kavramını zihnimizde kurgulamaya çalışırken şu hususları da ilave ederek tanımımızı zenginleştirmeye çalışacağız. Bir din olarak İslamiyet asırlar içinde çok farklı kültür ve medeniyetleri bünyesinde barındıran “yedi iklime” yayılmış ve bu coğrafyaların büyük bir kısmını hâkimiyeti altında bulundurmuştur. Bu coğrafyalarda yaşayan birbirinden oldukça farklı inanç ve kültüre sahip insanların bir kısmı İslam dinini benimsemiş; bir kısmı da zimmî olarak İslam hâkimiyeti altında yaşamayı kabul etmiştir. Bu bakımdan İslam toplumunun, İslam medeniyetini oluşturan İslam toplumu, müslümanlardan gayrimüslimlerden ve kölelerden oluşmaktadır. Ana unsurunu Arapların teşkil ettiği, buna ilave olarak asırlar içerisinde farklı ırk ve kültürlere mensup olmalarına karşın İslamiyet’i kabul eden Müslümanlardan, Müslümanlar dışındaki İslam hâkimiyetinde yaşamayı kabul etmiş olan farklı din, inanç, ırk ve kültüre mensup insanlardan, yani en geniş anlamıyla gayrimüslimlerden, Bir de inançları ve ırkları ne olursa olsun kölelerden oluştuğunu dikkate almamız gerekmektedir. Hiç kuşkusuz bu gruplardan her biri sahip olduğu değerler ve birikimler ile İslam toplumuna katkıda bulunmuşlardır. Sosyal grupların ve yapıların farkına varsınlar veya varmasınlar karşılıklı olarak birbirlerini etkiledikleri hepimiz tarafından bilinen bir husustur. Buna bağlı olarak İslam hâkimiyetinin şemsiyesi altında yaşayan tüm insan unsurlarının geçmişten getirdikleri farklı gelenek, inanç ve kültürleriyle asırlar içinde birbirinden istifade etmek suretiyle ürettikleri medeniyete “İslam medeniyeti” adını vermek daha doğru olacaktır. Bir diğer ifadeyle İslam medeniyeti, özünü İslam dininin teşkil ettiği, ilk müntesipleri Araplar olan, ancak zamanla gerek Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 4 İslam Medeniyetinin Kaynakları, Gelişim Aşamaları, Temel Özellikleri İslam’a geçen gerekse İslam hâkimiyetinde yaşayan farklı din, kültür, ırk ve millete mensup insanların bir arada yaşayarak ürettikleri medeniyetin adıdır. İslam medeniyeti kavramının zihnimizde daha iyi şekillenmesi için bazı örnekler vermek istiyorum: Bireysel Etkinlik İlk olarak mimariyle ilgili bir örnek üzerinde duralım. Hepimizin bildiği üzere Hz. Muhammed döneminde inşa edilen Mescidü’n-Nebî’nin mimarî özellikleri ile asırlar içinde Müslümanların hâkim oldukları coğrafyalarda inşa ettikleri camiler birbirinden farklıdır. Bu duruma, coğrafyadan kaynaklanan ihtiyaçlar, yaşanılan coğrafyanın malzeme faktörü, o coğrafyada mevcut olan geçmiş medeniyetlerin mimari alandaki etkisi ve estetik algısının değişimi gibi birçok faktör etki etmiştir. • Suriye, İran, Anadolu, Kuzey Afrika, Endülüs, Hint ve Çin coğrafyalarında inşa edilen camilerin mimarilerindeki farklılıkları tespit ederek bu farklılığın sebepleri üzerinde bir araştırma yapınız. Medeniyetin maddi unsurlarının oluşumunda nelerin etkili olduğu üzerinde düşününüz. İkinci örneğimizi de devlet bürokrasisinde gayrimüslimlerin istihdam edilmesi hususunu ele alarak ortaya koymaya çalışalım. Aramızda Abbasiler döneminde vezir olarak zaman zaman gayrimüslimlerin de görevlendirildiğini bilenlerimiz mutlaka vardır. Bu durum hem gayrimüslimlerin sorunlarının çözümü, hem de bir arada yaşanan sosyal hayatta, tecrübelerin paylaşımı bakımından önem arz ettiği için tercih edilmiştir. Bireysel Etkinlik İslam medeniyeti, başta müslümanlar olmak üzere İslâm toplumunda yaşayan herkesin katkısıyla vücuda getirilmiştir. • Osmanlı devletinde gayrimüslim kökenli devlet ricali bulunup bulunmadığı hususunu araştırınız. Hz. Peygamber döneminden itibaren İslam idalerelerindeki bu konuyla ilgili tutum ve uygulamalar için bk. Levent Öztürk, İslâm Toplumunda Hıristiyanlar, İstanbul 1998, s. 381-413. Üçüncü örneğimizi de gayrimüslim hekimlerin, Abbasi bilim hayatındaki tesirlerini hatırlatmak üzere verebiliriz. İkinci Abbasi halifesi Mansûr döneminden itibaren sarayda himaye gören Hıristiyan hekimlerin, İslam dünyasında tercüme faaliyetlerinin başlamasına, tıp hizmetlerinin ilerlemesine, hastanelerin kurulmasına oldukça önemli katkıları olmuştur. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 5 Bireysel Etkinlik İslam Medeniyetinin Kaynakları, Gelişim Aşamaları, Temel Özellikleri • Abbâsîler döneminde saray hekimi olarak görev yapan Hıristiyan hekimleri biliyor musunuz? Onların tercüme faaliyetlerine nasıl bir katkı yapmış olabileceğini düşünüyorsunuz? Yardımcı olmak üzere şu makaleyi okuyabilirsiniz: Levent Öztürk, "Abbâsîler Döneminde Yaşayan Hristiyan Doktorların İslâm Toplumuna Katkıları", İstem (Konya 2004), III, 71-79. Yukarıda zikrettiğimiz üç örneği bir arada düşündüğümüzde, İslam dininin sahip olduğu adalet ve hoşgörü prensipleri çerçevesinde hâkimiyetinde bulundurduğu kültür ve medeniyetleri yok etmediğini; onların katkılarını da alarak zengin ve canlı bir medeniyet meydana getirdiğini ifade etmek gerekecektir. Paylaşımlarını artıran ve bünyesindeki her unsurdan istifade eden toplumlar, güçlü medeniyetler kurarlar. Medeniyetlerin, kendisinden önceki veya iç içe yaşadığı kültür ve medeniyetlerden istifade ederek şekil kazandığını ifade etmiştik. Medeniyetlerin güçlenmesi ve varlığını daha uzun bir müddet sürdürebilmesinin, bünyesindeki her unsurdan faydalanabilmesi ve paylaşımlarını artırabilmesi ile mümkün olduğunu bir kere daha vurgulamak yerinde olacaktır. Bu paylaşımın zayıfladığı ortamlarda medeniyetlerin gücünde bir düşüş görülür. Kısa veya uzun sürsün, devam ediyor olsun veya tarihin derinliklerine gömülmüş olsun bütün medeniyetler -aynen insanlar gibi, hatta devletler gibi- bir ömre sahiptir. Nitekim medeniyetler de doğar büyür ve ölürler. Ancak bunların varlık süreci, medeniyetlerin gücüne göre değişir. Medeniyeti temsil eden, bir ırk veya kültür ise zamanla diğer ırkların ve kültürlerin güçlenmesiyle bizzat kendisi zayıflar. Böylece medeniyetlerde birtakım dönüşümler yaşanır. Bu dönüşümler yozlaşmış ve kültür değişimine uğramış toplumlar doğurursa medeniyetlerin bir müddet sonra tarihin derinliklerine gömüldükleri görülür. Mesela, Roma ve Bizans medeniyetleri yaşam biçimlerinin yozlaşmasıyla ortadan kalkmışlardır. Buna karşın medeniyeti temsil eden, bir din veya değerler bütünü ise bunlar da özleri ve temel prensipleri bozulmadığı sürece bütünleyici ve medeniyeti zenginleştirici bir rol üstlenerek varlıklarını sürdürürler. Bu tamamlayıcı bilgilerden sonra İslam medeniyetinin kaynaklarını incelemek yerinde olacaktır. İslam Medeniyetinin Kaynakları Tarih boyunca tüm medeniyetler, tespit edilsin veya edilmesin kendisini meydana getiren tüm etkenlerin tesirinde oluşur ve gelişir. Hiç kuşkusuz medeniyetlerin bağlı olduğu bir öz bulunmaktadır. Ayrıca onlar bir coğrafya, bir millet veya bir dinin ayrılmaz parçası da olabilirler. Ancak medeniyet kavramından bahsediyorsak bu özün, bu çekirdeğin üzerine eklemlenen tüm unsurların ve süreçlerin yaptığı katkıyı ve ortaya çıkan yeni bileşkeyi görmek gerekmektedir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 6 İslam Medeniyetinin Kaynakları, Gelişim Aşamaları, Temel Özellikleri Tevhit İnancı ve Vahiy Kültürü İslamiyet, Hz. Âdem’den Hz. Muhammed’e uzanan tevhit mücadelesini ve vahiy geleneğini, sisteminin olmazsa olmazı olarak ortaya koymuştur. Vahiy, doğrudan veya kıssalar üzerinden temellendirdiği anlatımları ile ilk İslam toplumunda siyasi, içtimaî, iktisadî, hukukî, askerî ve ahlakî prensiplerin yerleşmesini sağlamıştır. Böylece Müslümanlar insan-toplum ilişkilerinde, temel hak ve özgürlüklerde, başka toplumlarla ilişkilerinde evrensel değerler çerçevesinde kendilerini şekillendirme imkânı elde etmişlerdir. Bunun da ötesinde geçmiş din ve toplumlarla ilgili Kur’ân-ı Kerîm’de yer alan bilgi ve uyarılar, Müslümanlarda evrensel bir düşüncenin ve bir dünya görüşünün uyanmasına neden olmuştur. Ayrıca vahiy, Müslümanların dünya-ahiret dengesinde ebedî kalma düşüncesini algılayış biçimlerini de derinden etkilemiştir. Son bir nokta olarak Âdem’den itibaren insanlık tarihine bir bütün olarak bakabilme ve bu süreçten güç alma imkânı vermiştir. İslamiyet’in karmaşık olmayan tek yaratıcıyı kabul eden tevhit vurgusu, farklı inanç ve kültürlerin yeni dini kabullenmelerini hızlandırmıştır. Bu katılım ve birliktelik de insan ve toplum yapısının zenginleşmesini sağlamıştır. Vahyin sunucusu ve uygulayıcısı olan Hz. Muhammed’in yaşam biçimi, tavsiyeleri ve emirleri de hiç kuşkusuz tevhit inancının yerleşmesi ve Müslümanların medeniyeti yaratacak manevi gücü elde etmelerinde önem arz etmiştir. Bireysel Etkinlik “İslam Dini”nin kaynağı sadece ve sadece vahiydir. Ancak “İslam medeniyeti”nin kaynağı, yalnızca vahiy değildir. Şüphesiz, “İslam Dini”nin kaynağı sadece ve sadece vahiydir. Ancak “İslam medeniyeti”nin kaynağı, yalnızca vahiy değildir. O halde İslam medeniyetine kaynaklık teşkil eden faktörleri belirlemeye ve kısaca açıklamaya çalışalım: • Dünyanın her yerinde namaza çağrı olan ezan Arapça okunur. Bunun Müslümanlar üzerinde oluşturduğu psikolojiyi analiz etmeye çalışınız. Yahya Kemal’in Eski Musiki ve Itrî şiirlerini okuyunuz. Itrî’nin Tekbir bestesinin diğer İslam ülkelerinde söylenip söylenmediğini araştırınız. Dinî musikînin ırkları ve coğrafyaları birleştiren yönü üzerinde düşününüz. İnsan ve Toplum Unsuru Hz. Muhammed, Medine toplumunda Muhacir ve Ensarı aynı değerler bütünü etrafında birleştirmiş, onları manevi üstünlük fikri etrafında dinamik bir toplum biçimine dönüştürmüştür. Bu manevi dinamizm bir çekim gücü oluşturmuş, Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 7 İslam Medeniyetinin Kaynakları, Gelişim Aşamaları, Temel Özellikleri “insanlar için ortaya çıkarılmış” seçkin bir toplum olma ruhu, daima canlı kalmıştır. Kur’ân-ı Kerîm’in insana eşref-i mahlûkât olarak bakması ve her bir ferdi, tüm insanlığa bedel olarak görmesi; insandaki benlik algısı, kendisini ve karşısındakini değerli hissetme duygusu bakımından önemli bir iç dinamizm kazandırmıştır. Sorumluluk hissiyle beslenmiş olan bu güç, Müslümanların mutlak üstünlüğü inancını ve her türlü sorunu Allah’ın yardımıyla göğüsleme fikrini ilham etmiştir. Her bir ferdin, kendisini büyük bir ümmetin üyesi olarak algılaması da bu üstünlüğü pekiştirmiştir. Bütün bunlar, insanlık için çalışmayı, iyi şeyler üretmeyi, insanların tüm ihtiyaçlarını en güzel bir biçimde karşılamayı beraberinde getirmiştir. Sonuç olarak ideal ölçütlerdeki insan ve toplum unsuru, İslam medeniyetini oluşturan önemli temel taşlardan birisi olarak karşımıza çıkmaktadır. Fetihler İslam medeniyetinin oluşumuna kaynaklık teşkil eden önemli unsurlardan birisi de Hz. Muhammed’in vefatından sonra gerçekleşen fetih sürecidir. Bu yeni durum öncelikle Müslümanların hâkimiyet ve üstünlük duygularını pekiştirmiştir. Müslümanlar ilk İslam fetihleriyle birlikte bir anda kadim medeniyetlerin ve kültürlerin beşiği olan coğrafyaları ellerine geçirmişlerdi. Müslümanlar bu hâkimiyet kurma mücadelesi esnasında ve sonrasında asırlar boyunca, ele geçirdikleri bölgelerdeki farklı din, kültür ve medeniyetlere ait mimarî eserlere, kütüphanelere, bilim ve sanat ürünlerine zarar vermemişlerdir. Aslına bakılacak olursa fetih ve hâkimiyet sürecinde bu varlıklar yok olabilirdi. Ancak asırlar boyunca varlığını koruyarak günümüze gelmeyi başaran milyonlarca belge, kitap ve eser, Müslümanların bu husustaki tavrını çok açık bir şekilde göstermesi bakımından yeterli olacaktır. Bugün İslam’dan önceki Sümer, Hint, Mısır gibi birçok medeniyete dair bilgilerimizi, günümüze kadar varlığını koruyan bu malzemeler üzerinden kurguladığımızı dikkatlerden kaçırmamamız gerekir. Müslümanlar ele geçirdikleri yerlerdeki maddi ve manevi medeniyet unsurlarını yok etmiş olsalardı hâlihazırda bu medeniyetlerle ilgili birçok bilgiye ulaşma imkânımız olmayacaktı. Dolayısıyla Müslümanlar, öncelikle fetihlerle başlayan ve günümüze kadar uzanan zaman diliminde bu malzemeleri tahrip etmeyerek maddi ve manevi yapıyı korumuşlar ve yeri gelince kendi ilgi ve ihtiyaçlarına göre bu malzemelerden istifade etme başarısını göstermişlerdir. Öte yandan Hz. Muhammed’in vefatından sonra gerçekleşen fetihler, birtakım yeni oluşumların, uygulamaların ve kurumların ortaya çıkmasına da katkı sağlamıştır. Artan ve Değişen İhtiyaçlar, Yeni İlgi ve Meraklar İslam öncesinde Araplar, o dönemde varlığını sürdüren veya izleri devam eden medeniyetlere göre oldukça geri bir durumdaydı. Ticaret ve tarım, ihtiyaçları karşılayacak nitelikte ve basit seviyedeydi. Devlet teşkilatlanması, bilim, mimari vb. alanlarda medeniyet seviyesinde bir gelenek bulunmuyordu. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 8 İslam Medeniyetinin Kaynakları, Gelişim Aşamaları, Temel Özellikleri Fetihlerle başlayan süreç içersinde Müslümanlar tabii olarak diğer kültür ve inançlara ilgisiz kalmadılar. İslam ilimlerinin teşekkül evresini tamamlamasından sonra diğer kültür ve inançların eserleri, fikirleri de ilgi çekmeye başladı. Yaşanan toplumsal hayatın tabii bir tezahürü olarak pek çok şey gözlemleniyor, konuşuluyor, tartışılıyor; hatta paylaşılıyordu. Bu süreçte öncelikle Müslümanların İslamiyet’i diğer kültür mensuplarına karşı savunma arzusu önem arz etmiştir. Ancak öğrenilen yeni fikirlerin, bazen Kur’ân-ı Kerîm ile karşılaştırıldığı, bazı sentez ve analizlerin yapıldığı; hatta diğer kültürlere ait metinlerden istifade edilerek yeni düşünce ve problemlerin ortaya atıldığı da oluyordu. Öte yandan İslam toplumu büyüdükçe yeni ihtiyaçlar da kendisini hissettiriyordu. Tıp, astronomi, matematik, coğrafya gibi çeşitli alanlarda artan öğrenme ihtiyacı, tercüme faaliyetlerini gündeme getirmişti. Tercüme Faaliyetleri Tercüme faaliyetleri, bir toplumun kültür ve medeniyet bakımından şekillenmesinde ve gelişmesinde önemli bir rol oynar. Tercüme faaliyetleri Abbasi halifesi Hârûnürreşîd tarafından tesis edilen ve haleflerinin desteği ile büyüyen Beytülhikme’de kurumsallaşmış ve İslam bilim dünyasına önemli katkılarda bulunmuştur. Medeniyetlerin oluşumunda veya zenginleşmesinde, diğer kültür ve medeniyetlerden yapılan tercüme faaliyetlerinin önemli bir yeri bulunmaktadır. Yunanlıların Sümer, Hint ve Mısır medeniyetlerine ait eserleri tercüme etmeleri ve bunlardan istifade ederek yeni fikirler üretmeleri burada örnek olarak hatırlanabilir. İslam medeniyetinin oluşumunda ve zenginleşmesinde de tercüme faaliyetleri önem arz etmiştir. Bilim ve felsefe geleneğine sahip olmayan Müslümanlar, bu yolla diğer medeniyetlere ait eserler ve görüşler hakkında bilgi sahibi olmuşlardır. İslam dünyasında gerçekleştirilen tercüme faaliyetlerine hızlıca göz atacak olursak Hulefâ-yı Râşidîn ve ardından gelen Emeviler döneminde tercüme edilen eser sayısının oldukça sınırlı olduğunu görürüz. Tercüme faaliyetleri Abbasi Halifesi Hârûnürreşîd zamanında Beytülhikme’nin kurulmasıyla en yüksek seviyesine çıkmıştı. Bu döneme kadar yapılanlar ya halifelerin veya veliahtların, ya da bazı meraklı şahısların özel gayretleriyle gerçekleşmiştir. Bugünkü bilgilerimize göre ilk tercüme teşebbüsü, Emevi veliahtlarından Hâlid b. Yezîd’in (ö.85/704) destekleriyle gerçekleşmiştir. Emevi halifelerinden Mervan b. Hakem, Ömer b. Abdülazîz ve Hişâm b. Abdülmelik döneminde birkaç tıp risalesi ile bazı felsefe metinlerinin tercüme edildiği bilinmektedir. Emeviler döneminin siyasi çatışmalar ve istikrarsız devlet yapısıyla bilim çalışmalarına yeterince ilgi duymadığı söylenebilir. Abbasi halifeleriyle birlikte Cündîşâpûr’dan saraya getirtilen Hıristiyan hekimlerin (özellikle Buhtîşû ailesinin)ve saraya davet edilen diğer milletlere mensup bilim insanlarının halifelere sundukları tercüme eserler, başlangıçta ihtiyaç duyulan alanlarla, Mesela, tıp, matematik, astronomi vb. alanlarla sınırlı kalmıştır. Ancak bir yandan Halife Mansûr tarafından sarayda kütüphane oluşturulması (Hızânetü’l-Hikme), diğer yandan gittikçe artan ilginin Abbasi Halifesi Hârûnürreşîd Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 9 İslam Medeniyetinin Kaynakları, Gelişim Aşamaları, Temel Özellikleri zamanında Beytü’l-Hikme adı verilen bir tercüme evine dönüşmesi; tercüme faaliyetlerinin ulaştığı aşamayı gösterir. Bu son dönemde pek çok alanda kitap tercüme edilmiştir. Sınır tanımayan bir merak Hint, Mısır ve Yunan düşünce ve biliminin İslam dünyasına aktarımını sağlamıştır. Bilimsel bir geleneğe sahip olmayan Arap toplumu, öncelikle çeşitli alanlarda tercüme edilmiş olan kitaplardaki bilgileri anlamaya çalışmış; ardından bu tercümelerdeki birtakım hatalar, dikkatleri çekmeye başlamıştı. Bu süreç, tercüme eserlerin yeniden gözden geçirilmesini, başka kişilere yeniden tercümelerin yaptırılmasını beraberinde getirmiştir. Tıp, matematik, biyoloji, fizik, kimya, felsefe, mantık, coğrafya, astronomi, botanik, zooloji, hatta eski inanç ve düşüncelere varıncaya kadar çok geniş bir alanda gerçekleştirilen tercüme faaliyetlerinin, İslam medeniyetine, kendisini yeniden şekillendirecek bilgiler bütünü sunduğu tartışmasızdır. Şüphesiz bu, İslam toplumu için çok önemli bir zenginlik olmuştur. Pek kolay olmasa da Müslümanlar bu bilgileri hızlı bir şekilde özümsemiş; hatta bazı fikir ve görüşleri tartışmaya bile açmışlardı. Sonuç olarak bilgilerin özümsendiği, elde edilen bilgilerin geliştirildiği, sentezlendiği ve ardından yeni fikirlerin üretildiği bir dönem gelmiştir. Bireysel Etkinlik Miladî 800-950 yıllarını kapsayan bu dönem, İslam medeniyetinin en önemli hamlelerinden birisini gerçekleştirdiği dönemlerden birisini teşkil etmektedir. Batılı araştırmacıların büyük bir kısmı bu döneme, “İslam Rönesansı” adını vermektedir. • Beytülhikme'nin kuruluşu ve faaliyetleri hakkında neler biliyorsunuz? Beytülhikme'de kimler görev almıştır? Görev alan bu kişilerin bilim ve fikir hayatına ne gibi katkıları olmuştur? Bilgilerinizi geliştirmek için bk. Mahmut Kaya, "Beytülhikme", DİA (İstanbul 1992), VI, 88-90. İSLAM MEDENİYETİNİN GELİŞİM AŞAMALARI Hepinizin bildiği üzere uzun ve sağlıklı yaşayan insanlar için “çınar ağacı gibi” ifadesi kullanılır. Bu betimlemeyle o kişinin uzun ömürlü, tüm olumsuzluklara dayanıklı ve çevresine faydalı olduğu ifade edilmeye çalışılır. Çınar ağacı çok uzun boylu, kalın gövdeli, piramit şeklinde, her toprakta ve her mevsimde yetişebilen, yaprağını dökse de kökleri çok güçlü olan, içi koflaştığında bile varlığını sürdüren, uzun asırlar boyunca yaşayabilen bir ağaçtır. İslam medeniyetinin gelişim safhalarını çınar ağacının genel özelliklerine benzeterek açıklamak belki de yerinde olacaktır. Bu benzetmeyi bir yıl içinde çınar ağacında gözlemlenen değişmeleri, Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 10 İslam Medeniyetinin Kaynakları, Gelişim Aşamaları, Temel Özellikleri zaman zaman İslam medeniyetinin gelişim aşamalarının bazı özelliklerini tasvir etmek için kullanmak istiyorum. Tohum Dönemi: Medine (610-632) İslam medeniyetinin temelleri bizzat Hz. Muhammed tarafından Medine’de atılmış; ardından gelenler tarafından geliştirilmiştir. Bilime ilgi, bir toplumun ona ihtiyaç duyması kadar, bu geleneğe sahip olması veya zamanla bunu oluşturması ile de ilişkilidir. Köklü bir bilim geleneğine sahip olmayan toplumlar zamana ihtiyaç duyarlar. Bizzat Hz. Muhammed’in örnekliği ile şekillenen ve vahyin temel prensiplerinin, manevi unsurları yüksek bir insan ve toplum yapısı oluşturduğu dönemdir. Bu dönem, İslam medeniyetinin özünün tamamlandığı ve tohumun en mükemmel bir biçimde beslendiği en önemli evredir. Temel değerlerin bu süreçte beslediği insan ve toplum yapısı, ilerleyen zamanlarda, karşılaştığı sorunları çözebilen ve farklı şartlara direnebilen bir gücün kaynağını teşkil etmiştir. Tohumun Kök Salması ve Filizlenmesi: Fetihler ve Toplumların Karşılaşması (632-661) Bu dönem, tohumun çok farklı özelliklere sahip topraklarda kolayca geliştiği, kök saldığı ve filizlendiği dönemdir. Hz. Muhammed’in vefatından sonra Hz. Ebû Bekir’in halifeliği döneminde başlayan fetih hareketi Hz. Ömer ve Hz. Osman dönemlerinde en geniş sınırlarına ulaşmış; çınar tohumları birçok bölgede kök salmıştır. Başta sahabe olmak üzere İslamiyet’i yeni benimsemiş Arap kabileleri tarafından gerçekleştirilen bu fetihler neticesinde özellikleri birbirinden farklı olan kadim kültür ve medeniyet havzaları, Müslümanlar tarafından hâkimiyet altına alınmıştır. Ele geçirilen bu bölgelerde, daha önce de zikrettiğimiz üzere birbirinden farklı özelliklere sahip olan Roma-Bizans, Sâsânî-Fars, Mısır, Afrika, Hint medeniyetleri ve kadim dinler bulunuyordu. Farklı inanç ve kültürleri zimmî statüsünde hâkimiyetinde bulunduran Müslümanlar bir yandan fetih hareketinin devam etmesi öte yandan hâkimiyet altına alınan halklara din ve vicdan hürriyeti sunarak onları himaye altında bulundurmaları sebebiyle birbirini tanıma sürecini yaşamışlardır. Temel değerlerin yerleştiği, devlet kurumlarının teşekkül ettiği, İslamlaşma sürecinin tabii seyrinde devam ettiği bir dönemdir. Bu dönemde Müslümanlar özellikle Hz. Osman’ın şahadetinden sonra, öncelikle Hz. Muhammed’in öğretilerinin toplanması ve muhafaza altına alınmasında önemli adımlar atmışlardır. İlk Sürgünler ve Boy Atma Dönemi (661-750) İslam sınırlarının en geniş coğrafyaya ulaştığı, ancak siyasi iç çekişmelerin yoğun olduğu bir dönemdir. Bununla birlikte öncelikle dini bilgilerin toplanması ve tasnif edilmesi, tevhit inancının ve temel değerlerin korunması bakımından önem arz etmiştir. Halifelerin özellikle devlet teşkilatlanmasında farklı kültürlerden de istifade ederek birtakım yenilikler ortaya koymaları, sanat ve mimarî alanında önemli birtakım teşebbüslerde bulunmaları bu döneme rastlar. Ancak bilim ve felsefeye ilgi yok denecek kadar azdır. Yapılan bazı tercümeler ve özel çalışmalar Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 11 İslam Medeniyetinin Kaynakları, Gelişim Aşamaları, Temel Özellikleri sınırlı sayıda olup özel gayretlerle gerçekleşmiştir. Bunları ilk sürgünler ve çınar ağacının yavaş yavaş boy atması olarak nitelemek mümkündür. Gelişme Dönemi (750-800) Emevi devletinin yıkılmasıyla birlikte kurulan Abbasiler döneminde birtakım farklı anlayış ve yaklaşımlar hâkim olmuştur. Bu yaklaşımlar, İslam medeniyetinin çehresini farklılaştıracak özelliklere sahiptir. Öncelikle 750-800 yılları arasında artan ihtiyaçlara ve oluşan ilgiye bağlı olarak gittikçe artan bir yoğunlukta tercüme faaliyeti söz konusudur. Bu dönemde İran, Grek ve Hint ilim ve kültürünün birçok alandaki eseri Arapçaya çevrilmiştir. Öte yandan Emevi devletinin Arapçılık politikasının aksine Abbasi devletinin, tüm ırklara eşit davranmaya çalışması, onları devlet yönetiminde istihdam etmesi, zamanla gayrimüslimlere de devlet kurumlarında yer vermesi çok kültürlü zengin bir yapının oluşması ve karşılıklı paylaşım imkânını sunmuştur. Görkemli Yükseliş (800-950) Siyasi gücünü ve toplumsal barışı yitiren toplumlar, bilim, kültür ve medeniyet sahasındaki güçlerini de kaybederler. Yukarıdaki gelişmelerin tabii bir sonucu olarak elde edilen bilgiler yoğunlaşmış, İslam toplumu birçok alanda yeni şeyler üretme sürecine girmiştir. Tercüme faaliyetinin yoğunlaşması tabii olarak farklı kültür ve medeniyetlere ait bilgilerin İslam toplumuna intikalini, onların öğrenilmesini ve akabinde telif dönemini doğurmuştur. Müslümanlar tercümelerle elde ettikleri bilgileri kendi ihtiyaç ve düşünce tarzlarıyla sentezleme yaratıcılığını göstermişlerdir. Onlar, tıp, felsefe, kimya, astronomi, matematik ve coğrafya alanlarında birçok yeni eser vücuda getirmişlerdir. Mesela, Benû Mûsâ kardeşler pi sayısının belirlenmesinde Greklerden öğrendiklerinden çok daha ince sonuçlara ulaşmışlardır. Hatta yararlanılan eserler eleştirilmeye başlanmış, Mesela, Câbir b. Hayyân, Câlînûs’un basit ilaçların etkileriyle ilgili yazdıklarını, yalnızca duyulara dayandığı için muteber saymamıştır. Sonbahara Doğru: Abbasi Devletinin Siyasi Gücünü Yitirmesi (9501100) Abbasi devletinin miladî 945 yılında başkent Bağdat’ta siyasi hâkimiyetini kaybetmesi üzerine pek çok bilim insanı ya İslam coğrafyasının daha gözde kentlerine göç etmiş, ya da farklı devlet veya emirliklerin hizmetine girmişlerdir. Başkentin siyasi gücünü kaybetmesi ve diğer yerlerin çekim merkezi haline gelmesi şüphesiz ilmin devamlılığını sağlamaktadır. Ancak ilmin gelişmesini sağlayan hâlihazırdaki atmosferin ve desteğin kesintiye uğradığını ve çoğu zaman güçlü devlet yapısının sahip olduğu malî desteğin eskisi kadar sağlanamadığını da dikkatten kaçırmamak gerekir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 12 İslam Medeniyetinin Kaynakları, Gelişim Aşamaları, Temel Özellikleri Sonbaharın Sert Esen Rüzgârı: Haçlı Seferleri (1100-1250) Onuncu yüzyılın başlarından itibaren İslam dünyasının Bizans devletiyle yürüttüğü mücadelede toprak kaybettiği bilinmektedir. Bununla birlikte asıl kayıp, kitleler halinde İslamlaşan Türklerin Anadolu için bir tehlike arz etmesi üzerine Avrupalılar tarafından başlatılan Haçlı Seferleri olmuştur. Haçlı seferleri, hem İslam dünyasında, hem de Avrupa’da önemli sonuçlar doğurmuştur. İslam dünyası açısından bakıldığında ele geçirilen bölgelerde birçok eserin tahrip olmasına, insan gücünün azalmasına, bilim, kültür ve sanatın durgunlaştığı ve kesintiye uğradığı bir dönemin başlamasına neden olmuştur. Haçlı seferleri İslam dünyasının duraklamasına neden olmakla birlikte Batının İslam dünyasına ilgi duyması, bilim ve sanat eserlerinden etkilenmesi ve İslam dünyasını öğrenme isteğini yaratması gibi Batı açısından olumlu sonuçlar doğurmuştur. Bunun neticesinde on birinci yüzyıldan on beşinci yüzyıla kadar pek çok İslam eseri Batı dillerine çevrilmiştir. Çevrilen bu eserler neticesinde Batıda“Rönesans”dönemi başlamıştır. İlk Yaprak Dökümü ve Çetin Geçen Kış: Moğol İstilası (1250-1450) Medeniyetlerin inşasında temel değerlerle beslenmiş ve içtenlikle insana hizmet anlayışını benimsemiş bir anlayışa sahip olmanın önem arz ettiği görülmektedir. Zayıflayan İslam dünyası, Doğudan gelen Moğol istilası ile tüm gücünü yitirmiş; başta Bağdat olmak üzere pek çok kent harabeye dönmüş; maddi ve manevi birikimlerini kaybetmişti. Bununla birlikte medeniyet bakımından oldukça geri bulunan Moğollar ele geçirdikleri yerlerde hâkimiyetlerini sürdürebilmek için bilim ve sanatı desteklemek zorundaydılar. Bu durum İslam coğrafyasının farklı bölge ve kentlerinin (Mesela, Merâğâ) canlanması anlamına geliyordu. Moğolların bir müddet sonra İslamiyet’i benimsemesi ise yeni birtakım gelişmelere ve kısmen eski yaraların sarılmasına zemin teşkil etmiştir.Bu döneme ait İslam medeniyetine katkı sağlayan pek çok bilim ve sanat eseri günümüze kadar gelme imkânını elde etmiştir. Yeni Bahar (1450-1700) Moğol istilasının tahrip ettiği yerlerden birisi de Anadolu Selçuklularına ait Anadolu coğrafyasıydı. Beyliklere parçalanmış ve küçülmüş olan Anadolu Selçuklu Devleti bu istilayla ortadan kalktı. Moğol hâkimiyetine girdi. Uç beyliklerinden Osmanlılar yönlerini batıya çevirerek ilgi alanlarını belirlediler ve kısa sürüde başarıya ulaştılar. Ancak Timur’la yapılan savaş Osmanlı Devleti’nin ve medeniyetinin yükselişinde bir müddet kesinti oluşturdu. Bu kesintiye rağmen Osmanlılar Türk ve İslam kökenleri ile hâkim oldukları coğrafyanın katkısıyla İstanbul’un fethine kadar geçen süre içinde yeniden eski güçlerine kavuştular. Fatih dönemiyle birlikte İslam medeniyetinin üç kıtaya yayılmış olan Osmanlı coğrafyasındaki baharı başlamış ve yaklaşık üç asra kokusunu yaymıştır. Buna ilave Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 13 İslam Medeniyetinin Kaynakları, Gelişim Aşamaları, Temel Özellikleri olarak Hint coğrafyasında Babür İmparatorluğu da unutulmamalıdır. Bu dönem, Batıda Rönesans dönemi başlamadan önce İslam medeniyetinin maddi ve manevi değerlerinin yeniden güçlendiği önemli evrelerden birisidir. Aniden Bastıran Kış: Sömürgeleşen İslam Coğrafyası (1700-2011) Müslümanlar özellikle Osmanlı Devleti’nin duraklaması ve gerilemesiyle birlikte birtakım zorluklarla yüz yüze gelmeye başlamışlardır. On sekizinci yüzyıl ile yirmi birinci yüzyılları kapsayan üç asırlık bu süreç İslam medeniyetinin kış mevsimi gibidir. Uzun yıllar işgal altında kalan ve sömürgeleştirilen İslam devletleri Batı Rönesansının yarattığı medeniyet hamlelerinden oldukça uzak kalmış; Osmanlı Devleti’nin Batıdaki gelişmeleri takip etmeye çalışması da sonuç vermemiştir. Bu yüzyıllar ilim ve fende ilerlemeden ziyade, bağımsızlık için mücedele verilen bir zaman dilimidir. Bu dönemde bazen bağımsızlık kazanılan yerlerde dahi siyasi ve ekonomik özgürlüklerin sınırlı kaldığı görülmektedir. 1990’lı yıllarda Orta Asya’da; 2010’lu yıllardan bu güne Arap dünyasında verilen mücadeleler bunu açıkça göstermektedir. Ayakta kalma ve özgürlükleri yeniden kazanma mücadelesi verilen bu dönemde İslam medeniyetinin duraklaması, hatta geri durumda kalmış olması, üzerinde düşünülmesi gereken bir süreçtir. Yeniden Bahara: İslam Medeniyetinin Yeniden İnşası Bireysel Etkinlik İslam medeniyeti, on beş asırlık süreç içerisinde birçok evreden geçmiştir. Bu sürece bakıldığında çok farklı dönemler, yükseliş ve düşüşler, kısaca önemli tecrübeler söz konusudur. Bir bütün olarak bakıldığında İslam dininin bu süreç içinde daima yayıldığı, varlığını ve gücünü daima sürdürdüğü görülmektedir. Ancak İslam medeniyetinin asırlar içindeki görünümü farklı olmuştur. İslam medeniyetinin oluşum ve görkemli yükseliş evrelerinde insan unsurunun ve temel evrensel değerlerin daima ön planda olduğu; çözülme ve dağılma evrelerinde ise bunların zayıfladığı tespit edilmektedir. İslam medeniyetinin pek çok alanda eski gücünü yakalaması, hatta öncesinden daha güçlü yeni bir evreye adım atması için öncelikle temel değerlere sahip insan gücünü yeniden şekillendirmeye ihtiyacı bulunmaktadır. • İslam medeniyetinin geleceği hakkında öngörülerde bulunarak arkadaşlarınızla gelişmelerin neler olabileceğini tartışınız. Mesela, çeşitli bilim ve teknik alanlarında yeni gelişmelerin neler olabileceği ve ulaşılan başarının insanlığın iyiliği için nasıl kullanılabileceği hakkında örneklemelerde bulununuz. Bunları gerçekleştirmek için neler yapılması gerektiği hususunda arkadaşlarınızla değerlendirmeler yapınız. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 14 İslam Medeniyetinin Kaynakları, Gelişim Aşamaları, Temel Özellikleri İSLAM MEDENİYETİNİN TEMEL ÖZELLİKLERİ İslam medeniyetinde tüm canlılara merhametin nişanesi olarak, dağ başlarındaki yaralı hayvanların bile bakımı yapılmıştır. Gurebâ-yı Laklakân ile kuş evleri bu medeniyet tarafından üretilmiştir. İslam medeniyetinin özü, evrensel değerlere vurgu yapan vahiy kültürüne dayanır:Bir coğrafyada veya zaman diliminde medeniyetin oluşması, yükselmesi ve varlığını uzun müddet sürdürebilmesi, o coğrafyada veya zaman diliminde yaşayan insanların birtakım temel değerlere sahip olmasıyla mümkündür. Medeniyetin gücü, yayılma hızı ve devamlılığında, insan ve toplumla ilgili bu temel değerlerin, herkes tarafından kabul edilebilir evrensel ilkelerden oluşması belirleyici bir rol üstlenir. Bu değerler asırdan asıra, toplumdan topluma, coğrafyadan coğrafyaya değişmezler. Bu ilkeler her toplum ve asrın ortak aklında ve vicdanında akis bulurlar. Bu temel değerler, sadece gayeyi belirler; araçlara ise temas etmezler. Her toplum, her asır bunu ihtiyaçlarına göre şekillendirir. Bu mevzuu daha iyi kavrayabilmek için birkaç örnek üzerinde birlikte düşünelim: Mesela, yardımlaşma, tüm insanlar tarafından tartışmasız kabul edilebilecek temel değerlerden birisidir. Hiçbir insan tarafından reddedilemeyeceği için evrenseldir. Yardımlaşmanın asırlar içindeki görünümü, bir kişiye maddi destek sunmaktan yolcular için kervansaray inşa etmeye, hastane kurmaktan yurt inşa etmeye varıncaya kadar değişkenlik arz edebilir. Hiç kuşkusuz yardımlaşmaya dair pek çok örnek sunulabilir. Ancak hangi örneği ele alırsak alalım özde temel insanî bir tavır olan yardımlaşma duygusunun olduğu görülecektir. Bireysel Etkinlik Herkes tarafından kabul edilebilen evrensel temel değerler, vahye ve insanın özüne dayanan temel değerlerdir. Özünü İslam dininin teşkil ettiği, ilk müntesipleri Araplar olan, ancak zamanla gerek İslam’a geçen gerekse İslam hâkimiyetinde yaşayan farklı din, kültür, ırk ve millete mensup insanların bir arada yaşayarak ürettikleri medeniyete İslam medeniyeti adını verdiğimizi yukarıda zikretmiştik. Bu tanım bağlamında İslam medeniyeti kavramını belirleyen temel özellikleri kısaca ele almaya çalışalım: • Son bir yıl içinde deprem, tusunami, kuraklık ve açlık gibi doğal afetlerden etkilenen ülkeleri ve onlara yardım elini uzatan ülkeleri araştırınız. Buna ilave olarak Selçuklu dönemi kervansarayları ile günümüzde birçok kurumun açmış olduğu misafirhane ve yurtları, yardımlaşma ve vakıf hizmeti bakımından inceleyiniz. Yine hepimizin kabul edeceği üzere insanları liyakat esasına göre göreve getirmek temel değerlerden birisidir. Hiç kuşkusuz bu değeri canlı tutan toplumlar hızlı bir şekilde yükselirler. Bunu çiğneyen toplumlar ve dönemler ise kısır çekişmeler içinde tıkanıp kalırlar. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 15 Bireysel Etkinlik İslam Medeniyetinin Kaynakları, Gelişim Aşamaları, Temel Özellikleri • Hz. Ömer dönemi ile Emevi halifelerinden Muaviye ve Yezid dönemlerini, vali görevlendirmeleri arasındaki temel farkları tespit etmek üzere inceleyiniz. Bulduğunuz farkları karşılaştırmalı bir liste halinde yazınız. Bu değerler arasında, hiç kuşkusuz sevgi-saygı, güven, dayanışma, merhamet, doğruluk, dürüstlük, ahde vefa, adalet, bir arada yaşama, kişisel hak ve hürriyetlere özen gösterme, canlı cansız tüm varlıkları koruma, çalışma, tefekkür, araştırma, estetik ve güzellik arayışı gibi hususlar da bulunmaktadır. İşte tam bu noktada, her bir insana kâinattaki yerini ve insan olarak değerini vurgulayan, insanlar arasındaki ilişkilerde evrensel temel değerleri hatırlatan, bu değerleri yerleştirmeye çalışan ve İslam medeniyetinin oluşmasında çekirdek yapıyı teşkil eden vahyin, yönlendirici bir rol üstlendiği görülmektedir. İnsan ve toplum ilişkilerinin evrensel temel değerler üzerine oturmadığı toplumlarda, medeniyetlerin süreklilik arz etmesi mümkün değildir. Vahiy kültürü, bu sürekliliği sağlayacak olan temel prensipleri sunması bakımından önem taşımaktadır. Dolayısıyla İslam medeniyetinin en belirgin özelliklerinden birisi, tevhit inancı ve vahiy kültürüdür. İslam medeniyeti, insana değer veren bir medeniyettir: İnsan mukaddes bir varlıktır. Yeryüzündeki her şey onun için hazırlanmıştır (Bakara/2: 29; Lokman/31: 20). Bu dünya hayatı da onun mutluğunu sağlamak için sunulmuştur. Bu temel çerçeve içinde vahye mazhar olan insan, kendisine verilen kıymetten dolayı başta şahsı olmak üzere tüm insanlara ve onlar tarafından üretilen şeylere değer verir. O, öncelikle iman kardeşliğini esas alır. Kabile kardeşliğinden, haksız koruma ve savunmalardan uzak durur. Sınıf ve sınıflaşmaya müsaade etmez. İnsana sunulan din özgürlüğünden dolayı kendi inancından farklı inanç sahiplerini küçümsemez. İnsana verilen değerin bir ifadesi olarak hoşgörü anlayışına sahiptir. Bunun bir neticesi olarak kendisinden önceki her bir insanın veya diğer inanç ve kültürleri temsil eden insanların ürettiklerini değerli bulur. Genel hatlarıyla özetlemeye çalıştığımız bu anlayış, fetihlerle ele geçirilen bölgelerdeki maddi ve manevi değerlerin yok olmamasını sağlamıştır. Dolayısıyla fethedilen coğrafyalarda yaşayan tüm insanların ve sahip oldukları maddi-manevi değerlerin koruma altına alınması, zamanla Müslümanların ihtiyaç duydukları hususlarda bunlardan istifade etmesi sonucunu doğurmuştur. Ayrıca sınıflaşmanın olmaması sebebiyle köle kökenli veya mevlâ kökenli bazı insanlar, birçok ilim dalında önemli hizmetlerde bulunmuşlardır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 16 İslam Medeniyetinin Kaynakları, Gelişim Aşamaları, Temel Özellikleri Bu yapıyı oluşturan temel prensipler kuşkusuz Kur’ân-ı Kerîm’in ilme, tecrübeye, araştırmaya, gözlem yapmaya ve akla vermiş olduğu değerde gizlidir. (Mesela, bk. Ankebût/29: 20, A’râf/7: 185, Bakara/2: 73, En’âm/6: 50). Zira Kur’ân-ı Kerîm bu tavsiyeleriyle ilimlerin gelişmesi için mükemmel bir atmosfer oluşturmuştur. İslam toplumu kendisini hazır hissettiğinde bu atmosferden en güzel bir biçimde yararlanmıştır. Tarih boyunca çeşitli coğrafyalarda kurulan İslam başkentleri ve önemli ilim merkezleri haline gelen birtakım İslam kentleri her zaman çekim merkezi olmuş; birçok bilim insanı bu şehirlerde himaye görmüş ve bilimsel çalışmalarını özgür bir şekilde gerçekleştirmişlerdir. Herhangi bir İslam devletinin gerileme veya çöküş sürecinde bir diğer İslam devleti, ilim ve siyasette ön plâna çıkarak İslam medeniyetinin devamlığını sağlamıştır. Bireysel Etkinlik İslam’da maddi ve manevi ilimler (fizikmetafizik) ayrımı bulunmamaktadır. İlimler bir bütündür ve Allah’ın ilim ve kudret sıfatının tecellisidir. İslam medeniyetinin en önemli yapı taşı ilimdir (bilgi ve bilimdir): İslam inancına göre kâinatın yaratıcısı Allah’tır. Bu yaratma onun ilim ve kudret sıfatının bir tezahürüdür ve insanlar tarafından yine onun isteği üzere araştırılır. Bu bakımdan İslam’da maddi ve manevi ilimler (fizik ve metafizik) ayrımı bulunmamaktadır. İlimler bir bütündür ve Allah’ın ilim ve kudret sıfatının bir tezahürü olarak âfâk ve enfüse damgasını vurmuştur. Dolayısıyla bunları düşünmek, araştırmak, tefekkür etmek; Allah’ın mutlak kudretini, yaratma gücünü ve ilim sıfatını anlamak ve elde edilen bilgiyi insanlarla paylaşmak demektir. Bunun bir yansıması olarak ilmin anlamını kavrayan kişi, insanî bir tavır olarak elde ettiği veriler ışığında insanlığa ve medeniyete katkı sağlama arzusunu daima içinde hisseder. Mesela, gen biliminde elde edilen yeni tespitler, özü itibariyle Allah’ın yaratma sıfatının bir tezahürünü, onun yaratma sıfatının farklı bir yönünü tespit etmek demektir. Elde edilen bilgiler ışığında etik kuralları ihlal etmeden hastalıkların tedavisi için gen üzerinde birtakım çalışmalar yapmak medeniyete katkı sağlamak anlamına gelecektir. Müslümanların ilim tahsilini farz olarak algıladıkları ve gereklerini yerine getirdikleri asırlarda, medeniyet tarihine, orijinal ve insanlığa fayda sağlayan katkılar sundukları hiçbir zaman unutulmamalıdır. • Abbâsî devletinin siyasî açıdan zayıfladığı ve Şii Büveyhî hanedanının hâkimiyetine girdiği süreçte, bilim insanlarının hangi devletlerin himayesi altına girdiğini araştırınız. Meselâ, İbnü’l-Heysem ile İbn Sinâ’nın hayatlarını bu açıdan inceleyiniz. İslam medeniyeti, sentezler bütünüdür: Bilginin ve faydalı olanın elde edilmesinde vahyin sınırlandırıcı bir yönü bulunmamaktadır. Dolayısıyla müminin yitik malı olan bilgiye nerede ve ne zaman ulaşılırsa alınmalı ve kendisinden istifade edilmelidir. Bu anlayış İslam medeniyetinin her aşamada farklı veya yeni fikir, Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 17 İslam Medeniyetinin Kaynakları, Gelişim Aşamaları, Temel Özellikleri Bilgi ve hikmet Müslümanın yitik malıdır. Onu nerede bulursa alır ve sentezler. Geliştirmiş olduğu bu bilgiyi insanlığın faydasına sunar. düşünce ve buluşu takip ederek kendisini zenginleştirmesini, sentezci bir yapıyla bunları bünyesinde yoğurmasını sağlamıştır. Bilindiği üzere Fransız yazar Paul Valery’nin, “Aslanın vücudu, yediği hayvanlardan oluşur” sözünü, Mehmet Kaplan şu şekilde yorumlamaktadır: “Bu fikir, fertlerin kültür hayatına uygun olduğu kadar, millî kültür sahasına da uygundur. Nasıl bir fert maddi ve manevi şahsiyetini dışarıdan aldığı gıdalarla geliştirebilirse, milletler de öyledir. Fakat aslan yediği bütün hayvanları kendi vücuduna kalbeder. İnsanlar ve toplumlar da öyledir. Her fert ve millet dışarıdan kendi bünyesine uygun olanları seçer. Bu bakımdan seçilen unsurlar son derece önemlidir. Nasıl hayvanlar ve insanlar dışarıdan bünyelerine uygun olmayan gıdaları alınca rahatsız olur, hastalanır, hatta ölürlerse millî varlığa uygun olmayan yabancı kültürler de milletleri öldürebilir. Dünya ve Türk tarihinde yabancı kültürleri benimsemek yüzünden yok olan devletler vardır” (Kaplan, 1996:s. 31). Mehmet Kaplan’ın yaptığı teşbihi, benzer bir biçimde İslam medeniyeti için ifade etmek mümkündür: İslam medeniyeti aslan gibidir. Birçok farklı ürünle beslenir. Onları hazmeder ve güç kazanır. Özü güçlü olduğu için dışarıdan bünyesine aldığı şeyleri yeni güçlere dönüştürür. Zaman zaman bünyeye uymayan yiyeceklerle beslendiği de olmuştur. Ancak bunların oluşturduğu rahatsızlıklar bağışıklık sistemi güçlü olduğu için kısa sürede ortadan kalkmış; hastalanmaya yüz tutmuş medeniyet her aşamada yeniden toparlanmıştır. Bireysel Etkinlik İslam medeniyeti, tüm farklılıklardan ve değerlerden istifade etmesini bilmiştir. İslam’ın bu sentezci yaklaşımında birbirine eklemlenerek zenginleşen bir medeniyet oluşumu söz konusudur. İslam medeniyeti farklı kültür ve değerleri korur: Biraz önce ifadelendirdiğimiz örnek, zihinlerde İslam medeniyetinin diğer medeniyetleri veya kültürleri asimile edebileceği düşüncesini doğurmamalıdır. Zira İslam medeniyeti, birçok ırk, kültür ve din mensubunu sahip olduğu temel prensipler çerçevesinde korumuş, gösterdiği hoşgörü sayesinde varlıklarının devamını sağlamış ve asırlar içinde karşılıklı paylaşım ile medeniyet tarihine önemli katkılar sunabilmeyi başarmıştır. İslam’ın sentezci yaklaşımında, birbirine eklemlenerek gelişen bir paylaşım ve çeşitlilik süreci dikkatleri çekmektedir. •İslam medeniyetinde hoşgörü kültürü hakkında neler biliyorsunuz? Bu konuyla ilgili örnekler bulmaya çalışınız. Yardımcı olmak üzere şu makaleyi okuyunuz: Levent Öztürk, "İslam Toplumunda Hristiyanlara Gösterilen Hoşgörü Örnekleri –İlk Beş Asır-", Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, IV (Sakarya 2001), s. 25-37. İslam medeniyeti, dengeyi gözeten bir yapıya sahiptir: Madde-mana, dünyaahiret, insan-toplum, cimrilik-aşırı harcama vb. dengeleri gözetmeyi vurgulayan âyetler, İslam medeniyetinin ürettiği maddi ve manevi unsurlarda oldukça yönlendirici bir etkiye sahip olmuştur. İslam medeniyetinin güçlü olduğu ve temel Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 18 İslam Medeniyetinin Kaynakları, Gelişim Aşamaları, Temel Özellikleri değerlerinin iyi yorumlandığı dönemlerde bu anlayış, tüm uygulamalara ve eserlere aksetmiştir. Mesela, Hıristiyan mabetlerinin kasvetli yapısı ile Çin mabetlerinin şekilci karmaşıklığı İslam medeniyetine ait mabetlerde görülmez. İslam medeniyetinin bir örneği olarak Osmanlı camilerini de kendi arasında karşılaştırırsak Selimiye Camii (1575) ile Valide Sultan(Dolmabahçe) Camii (1855) arasındaki üslup farklılığı dikkatlerimizi çekecektir. Bu durum asırlar içinde Osmanlı coğrafyasında yaşayan farklı ırk, kültür ve dine mensup insanların sanat anlayışının, Osmanlı sanatını ve devlet ricalini etkilemesi anlamına gelmektedir. Bununla birlikte bu ve benzeri eserler İslam medeniyetinin bir parçası, bir asırdaki tercihi ve farklılıklardan istifade ederek sentezlediği kültürel mirasıdır. İslam medeniyeti, ahlâkîliği ve insan haklarını ön plâna alır: İslam medeniyetinde üretilen her maddi ve manevi unsur, insanın kutsallığını ön plâna alan ahlakî bir yapıya sahiptir. İnsanın hak ve hürriyetleri, merkezdedir. Ahlâkî değerleri ihmal eden, insana değer vermeyen, temel hak ve hürriyetleri sınırlandıran medeniyetlerin, maddi açıdan bir dönem parlasa bile kısa bir müddet sonra çözülmeye başladığı tarih içinde gözlemlenen gerçeklerden birisidir. Bireysel Etkinlik İslam medeniyeti hâkim olduğu coğrafyaları sömürmemiştir. Aksine sahip olduğu temel değerler sebebiyle tüm insanlara hizmet sunmuştur. İslam medeniyeti, anti-emperyaldir: Roma medeniyeti, Batı medeniyeti gibi bazı medeniyetlerin emperyalist yapılarına karşın İslam medeniyeti hâkimiyet kurduğu coğrafyaları sömürgeleştirmemiş; bilakis ele geçirdiği topraklarda gayrimüslimlerle aynı ortam ve şartları birlikte paylaşmıştır. Buna ilave olarak ele geçirilen bölgelerdeki ihtiyaçlar, hizmet anlayışı içinde karşılanmaya çalışılmıştır. Tarih boyunca Müslümanlar tarafından fethedilen yerlerde toplanan vergilerin adil ölçülerde olmasına karşın götürülen hizmetlerin yoğunluğu dikkat çekici mahiyettedir. İslamiyet’in uzun asırlar boyunca hâkimiyet kurduğu; ancak son yüzyılda siyasi hâkimiyetini yitirdiği bölgelerdeki Türk İslam eserleri bunu açıkça göstermektedir. • Bugünkü Makedonya, Bosna-Hersek, Bulgaristan ve Yunanistan sınırları içinde kalan İslam eserlerini araştırınız. Yapılan hizmetlerin bilançosunu çıkarınız. Günümüze gelen ve gelmeyen eserlerin sayısını tespit etmeye çalışınız. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 19 Özet İslam Medeniyetinin Kaynakları, Gelişim Aşamaları, Temel Özellikleri • Her bir medeniyeti besleyen temel değerler ve medeniyetlerin bu öz çerçevesinde ürettiği unsurlar birbirinden farklıdır. Ancak medeniyetin, insanlık tarihinin ortak malı olan yönünü de görmek gerekir. Her bir medeniyet, kendinden önceki ve çağdaşı bilgi birikimlerinden ve medeniyet unsurlarından istifade eder. Dolayısıyla medeniyetler, farklı insan ve kültür unsurlarının bileşkesidir. • Buna bağlı olarak İslam medeniyeti, özünü İslam dininin teşkil ettiği, ilk müntesipleri Araplar olan, ancak zamanla gerek İslam'a geçen gerekse İslam hâkimiyetinde yaşayan farklı din, kültür ve millete mensup insanların bir arada yaşayarak ürettikleri medeniyetin adıdır. • İslam dininin ana kaynağı vahiydir. Ancak İslam medeniyetine kaynaklık teşkil eden veya İslam medeniyetinin istifade ettiği pek çok kaynak bulunmaktadır. Bunlara örnek olarak tevhit inancı ve vahiy kültürü, temel değerleri güçlü insan ve toplum yapısı, fetihler sayesinde farklı inanç ve kültürlerin yaşadığı eski medeniyet havzalarının ele geçirilmesi, zamanla artan ilgi ve ihtiyaçların müslümanları yeni bilgi ve tecrübelere yöneltmesi, diğer kültür ve medeniyetlere ait eserlerin tercüme edilmesi sayılabilir. • Medine'de tohum evresini yaşayan İslam medeniyeti, Hz. Ebû Bekir dönemiyle başlayan fetih sürecinde farklı medeniyetlerle karşılaşmıştır. Öncelikle kendi değerlerini koruyan İslam toplumu, zamanla diğer kültür ve medeniyetlerin bilgi birikiminden istifade etmeye başlamıştır. Emeviler döneminde sınırlı kalan bu istifade, Abbasiler döneminde halifelerin desteği ve artan ihtiyaçlar vesilesiyle önemli bir gelişme göstermiştir. 'İslam Rönesansı' adı verilen bu dönemin ardından siyasi gücün zayıflaması ve birtakım dış faktörler sebebiyle İslam medeniyeti durgunluk dönemine girmiştir. Ardından Osmanlılar ile geniş bir coğrafyada hâkimiyet kuran İslam medeniyeti Osmanlı Devleti'nin zayıflaması ile geri kalmıştır. Son yüzyıl bağımsızlık mücadelesi ve toparlanma süreci olarak dikkatleri çekmektedir. • İslam Medeniyeti, vahye dayanan insan merkezli bir medeniyettir. İslam medeniyetinin en önemli yapı taşları ilim, ahlâk, farklılıkları bünyesinde barındırabilme ve bu farklılıklardan istifade ederek yeni sentezler üretebilme gücüdür. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 20 İslam Medeniyetinin Kaynakları, Gelişim Aşamaları, Temel Özellikleri DEĞERLENDİRME SORULARI Değerlendirme sorularını sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “bölüm sonu testi” bölümünde etkileşimli olarak cevaplayabilirsiniz. Hindistan’da ve Arabistan’da kullanılan bir takım bitkisel ilaçlar, aynı anda Yunan tabipleri tarafından aranıyor ve Yunan pazarlarında kendisine yer buluyordu. 1. Yukarıda yer alan bilgiler çerçevesinde aşağıdakilerden hangisi söylenemez? a) Bir takım bitkisel ilaçların Hindistan, Arabistan ve Yunan coğrafyasında kullanıldığı b) Yunanlı tabiplerin bir takım bitkisel ilaçları farklı coğrafyalarda yetişen bitkilerden elde ettikleri c) Yunanlı tabiplerin diğer coğrafyalardaki bilimsel gelişmelere açık oldukları d) Yunan pazarlarında farklı coğrafyalara ait ürünlerin satıldığı e) Yunanlı tabiplerin farklı coğrafyalarda yetişen bitkisel ilaçları Yunan pazarlarından aldıkları 2. Yunanlı bilim insanı Pitagoras’a (M.Ö. 580-500) ait olan Pitagoras teoreminin milattan önce sekizinci yüzyıllarda Hint geometrisinde biliniyor olması aşağıdakilerden hangisini gösterir? a) b) c) d) e) Hintlilerin Yunanlılardan daha geri olduğunu Pitagoras teoremini önce Yunanlıların bulduğunu Hint geometrisinin Yunan geometrisinden önceye dayandığını Pitagoras’ın Yunan geometrisine önemli katkılarda bulunduğunu Hintlilerin teoremi Yunanlılardan aldığını 3. Makedon kralı Büyük İskender, Hint coğrafyasına kadar gerçekleştirdiği istila hareketi sonrasında Hint, Pers ve Mısır coğrafyasından pek çok eseri ve bilim insanını ülkesine götürmüştür. Aşağıdakilerden hangisi bunun doğuracağı sonuçlardan birisi olamaz? a) b) c) d) e) Yunan biliminin Hint, Pers ve Mısır biliminden etkilenmesi Yunan bilim insanlarının Hint, Pers ve Mısır’a göç etmesi Yunan düşüncesinin farklı görüş ve fikirler üretmesi Hint, Pers ve Mısır bilimine ait eserlerin tercüme edilmesi Hint, Pers ve Mısır bilim insanlarının ön plâna çıkması 4. Aşağıdakilerden hangisi İslâm toplumunu oluşturan unsurlardan birisi değildir? a) Zimmî statüsündeki zerdüştler b) Müslüman İranlılar c) Müslüman köleler d) İslâm toprakları dışında yaşayan hristiyanlar e) Zimmî statüsündeki hristiyanlar Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 21 İslam Medeniyetinin Kaynakları, Gelişim Aşamaları, Temel Özellikleri 5. Hz. Peygamber döneminde inşa edilen Mescidü’n-Nebî’nin mimarî özellikleri ile asırlar içinde Müslümanların hâkim oldukları coğrafyalarda inşa ettikleri camiler birbirinden farklı olmuştur. Bu durumla ilgili olarak Müslümanlar hakkında aşağıdaki durumlardan hangisi söz konusu edilemez? a) b) c) d) e) Yaşadıkları coğrafyanın iklim şartlarından etkilendikleri Estetik algılarının değiştiği Hz. Peygamber dönemi mimarisini beğenmedikleri Hâkim oldukları coğrafyanın mimarisinden etkilenmiş olabilecekleri Yaşadıkları coğrafyanın malzeme yapısını kullandıkları İslâm dininin kaynağı sadece ve sadece vahiydir. Ancak İslâm medeniyetinin kaynağı, yalnızca vahiy değildir. 6. Yukarıda yer alan cümlelerle anlatılmak istenen fikir aşağıdakilerden hangisinde en doğru bir biçimde ifade edilmiştir? a) b) c) d) e) İslâm dini vahye dayanır. İslâm medeniyeti ise vahye dayanmaz. İslâm’ın da İslâm medeniyetinin de kaynağı vahiydir. İslâm’ın da İslâm medeniyetinin de pek çok kaynağı bulunmaktadır. İslâm medeniyetinin kaynakları çeşitlidir. İslâm dininin ana kaynağı vahiydir. İslâm medeniyeti ise pek çok kaynaktan beslenmektedir. Yunan bilimi Hint ve Mısır medeniyetine ait kitaplardan; İslâm bilimi Yunan medeniyetine ait kitaplardan; Batı bilimi de İslâm medeniyetine ait kitaplardan tercüme yapmak suretiyle gelişmiştir. 7. Yukarıda yer alan cümleye göre aşağıdaki sonuçlardan hangisi çıkarılabilir? a) Yunan, İslâm ve Batı medeniyetleri birbirinin takipçisidir. b) Yukarıda yer alan medeniyetlerden hiçbiri orijinal değildir. c) Diğer kültürlere ait eserleri tercüme etmek medeniyetleri geliştirir. d) Diğer kültürlere ait eserleri tercüme etmek medeniyetleri diğer medeniyetlere bağlı kılar. e) Diğer kültürlere ait eserleri tercüme edenler medeniyet seviyesine ulaşırlar. 8. Aşağıda yer alan cümlelerden hangisinde İslâm duraklayışının sebepleri diğerlerine göre farklılık gösterir? a) Büveyhîlerin Bağdat’ı işgali b) Haçlı seferleri c) Moğol istilası d) Avrupanın İslâm coğrafyasını işgali e) Bizans saldırıları Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi medeniyetinin 22 İslam Medeniyetinin Kaynakları, Gelişim Aşamaları, Temel Özellikleri Gen bilimindeki gelişmeler bağlamında müslümanlar etik kuralları dikkate alarak insanların faydasına olacak çalışmaları yapmak zorundadırlar. İslâm medeniyetinin zirveye yöneldiği zamanlarda müslümanların kendi dönemlerinin bilimsel çalışmalarını en üstü seviyede gerçekleştirerek bilim tarihine önemli katkılarda bulundukları unutulmamalıdır. 9. Yukarıdaki cümlede İslâm medeniyetinin hangi özelliğine vurgu yapılmaktadır? a) Tevhit b) Ahlâkîlik c) Sentez d) Bilim e) Denge 10.Abbâsîler döneminde hristiyan hekimlerin katkılarıyla İslâm dünyasında hastanelerin kurulmaya başlaması hakkında aşağıdakilerden hangisi kesinlikle söylenemez? a) İslâm medeniyeti, sadece müslümanlar tarafından inşa edilmiştir. b) Hristiyan hekimler İslâm medeniyetine bir takım katkılarda bulunmuşlardır. c) İslâm dünyasında hastaneler hristiyan hekimlerin katkıları sonucunda açılmıştır. d) Abbâsî halifeleri hristiyanların İslâm medeniyetine katkı yapmasına müsaade etmişlerdir. e) İslâm medeniyeti farklı unsur ve medeniyetlerin katkılarından istifade etmesini bilmiştir. Cevap Anahtarı 1-b, 2-c, 3-b, 4-d, 5-c, 6-e, 7-c, 8-a, 9-d, 10-a Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 23 İslam Medeniyetinin Kaynakları, Gelişim Aşamaları, Temel Özellikleri YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER KAYNAKLAR Ahmet Hâşim. (1969). Bize Göre, Gurebâhâne-i Laklakan, Frankfurt Seyahatnamesi. (haz. Mehmet Kaplan). Ankara: Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları. Baltacı, Cahid. (2005). İslam Medeniyeti Tarihi. İstanbul: Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları, s. 21-73. Bayezidof, Ataullah. (1993). İslam ve Medeniyet. Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları. Durant, Will. (1996). Medeniyetin Temelleri. (çev. N. Muallimoğlu). İstanbul: Birleşik Yayıncılık. Durant, Will. (2004). İslam Medeniyeti. (çev. Orhan Bahaeddin). Ankara: Elips Yayınları. Faruki, İ.Raci-Faruki, Lamia.(1991). İslam Kültür Atlası. (çev. M. O. Kibaroğlu-Z. Kibaroğlu). İstanbul: İnkılâp Kitabevi. Görgün, Tahsin. (2003). “Medeniyet: Modern Tartışmalar”. DİA, XXVIII (Ankara). 298-301. Grunebaum, G. E. Von. (1997). “İslam Medeniyetinin Kaynakları. (çev. İlhan Kutluer). İslam Tarihi Kültür ve Medeniyeti, I-IV. 2. Baskı. İstanbul: Kitabevi Yayınları, IV, 15-59. Hitti, Philip K.. (1995). Siyasi ve Kültürel İslam Tarihi. (çev. Salih Tuğ), I-II. İstanbul: Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakütlesi Yayınları. I, 457-486, 555-626. Kahya, Esin. (1999). Hintte Bilim. Ankara: Nobel Yayıncılık. Kaya, Mahmut (1992). “Beytülhikme”. DİA (İstanbul). VI, 88-90. Kazıcı, Ziya. (2006). İslam Medeniyeti ve Müesseseleri Tarihi. İstanbul: Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları. Kutluer, İlhan (2001). “İslam: Düşünce. İlim ve Sanat”. DİA, XXIII. (İstanbul). 23-26. Kutluer, İlhan. (2003). “Medeniyet”. DİA, XXVIII. (Ankara). s. 296-297. Miss Pardoe. (2004). Şehirlerin Ecesi İstanbul: Bir Leydinin Gözüyle 19. Yüzyılda Osmanlı Yaşamı. (trc. Banu Büyükkal). İstanbul: Kitap Yayınevi. Nasr, Seyyid Hüseyin. (2006). İslam ve Bilim. (çev. İlhan Kutluer). İstanbul: İnsan Yayınları. s. 3-12. Özakpınar, Yılmaz. (1997). Kültür ve Medeniyet Anlayışları ve Bir Medeniyet Teorisi. İstanbul: Kubbealtı Neşriyat. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 24 İslam Medeniyetinin Kaynakları, Gelişim Aşamaları, Temel Özellikleri Öztürk, Levent. (2007). “Bilim ve Medeniyet Çalışmalarında İdeolojik Bir Sorun: Öncellik Meselesi”. Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi. XXIII, 23-33. Öztürk, Levent. (2007). İslam Dünyasında Hastaneler. İstanbul: İz Yayınları. Pazarbaşı, Erdoğan. (1996). Kuran ve Medeniyet. İstanbul: Pınar Yayınları. Sarıçam, İbrahim-Erşahin, Seyfettin. (2006). İslam Medeniyeti Tarihi. Ankara: DİB Yayınları. s. 1-63. Serdar, Ziyaüddin. (1986). İslam Medeniyetinin Geleceği. (çev. Deniz Aydın). İstanbul: İnsan Yayınları. Tekeli, Sevim vdd.. (1999). Bilim Tarihine Giriş. Ankara: Nobel Yayınları. Toynbee, Arnold. (1978). Tarih Bilinci, I-II. İstanbul: Bateş Yayınları. Ural, Şafak. (1994). Bilim Tarihi. İstanbul: Kırkambar Yayınları. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 25 HEDEFLER İÇİNDEKİLER CAHİLİYEDEN RİSALETE KISA TARİH, KÜLTÜR ve KURUMLAR • İslam Öncesi Arap Devletleri • Hicaz'ın Yakın Tarihi • Cahiliye Kültürünün Genel Özellikleri • Cahiliye Dönemi Kurumları İSLAM KURUMLARI ve MEDENİYETİ TARİHİ • Bu üniteyi çalıştıktan sonra; • İslam öncesi Arap tarihinin önem ve gerekliliğini kavrayabilecek, • Cahiliye kültürünün genel özelliklerini kavrayabilecek, • Araplarda kabile ve yönetim sisteminin yeri ve gerekliliğini anlayabilecek, • İslam öncesi hayatın sosyal, hukuki ve dini kurumları arasındaki bağlantıyı değerlendirebileceksiniz. ÜNİTE 3 Cahiliyeden Risalete Kısa Tarih, Kültür ve Kurumlar GİRİŞ Arabistan; Asya, Afrika ve Avrupa kıtalarının kesiştiği bölgede yer alan, doğusunda Basra Körfezi ve Umân Denizi, güneyinde Hint Okyanusu, batısında ise Kızıldeniz ile sınırlı 1.700.000 km2 genişliğinde bir yarımadadır. Arabistan, tarih boyunca gerek yabancı, gerekse İslam coğrafyacıları tarafından çeşitli bölgelere ayrılmışsa da, yaygın anlayış bu coğrafyanın Güney Arabistan, Kuzey Arabistan ve Orta Arabistan (Hicaz) olarak ayrıldığı şeklindedir. Bu bölge dünyanın en eski tarih alanlarından olduğu gibi aynı zamanda kültür ve kurumların kendini gösterdiği hayat sahalarından da biridir. İSLAM ÖNCESİ ARAP TARİHİ Güney Arabistan Güney Arabistan’ın medeniyet merkezleri: Yemen-Hadramut Yemen, Hadramevt ve Umân gibi üç bölgeden meydana gelen Güney Arabistan, asırlar boyunca güçlü devletlere ev sahipliği yapmıştır. İslam'ın doğuşundan önceki asırlarda Güney Arabistan'da Mainîler, Sebeliler ve Himyerliler adlarında üç büyük devlet hüküm sürmüştür. Asıllarının Amâlika Arapları olduğu anlaşılan Mainîler, Güney Arabistan’da MÖ. 1400 ile 650 arasında yaşamışlardır. Main Devleti, bir ticaret devleti olduğu için hâkimiyetini askerî fetihlere değil, ticarete dayandırmıştır. Bu sebeple onların ekonomik nüfuzu Akdeniz ve Kızıldeniz yoluyla Basra Körfezi kıyılarına kadar ulaşmıştır. Bölge halkı, Arabistan ürünleriyle Hint ve Çin'den getirilen ticaret mallarını Mısır, Filistin ve Suriye’ye ulaştırmıştır. Mainîler’den sonra Arap yarımadasının güney-batı bölgesini yurt edinen Sebeliler, medeniyet eşiğine adım atan ilk Arabistanlılar olarak kabul edilir. Başkentleri, Me’rib şehridir. Sebe Devleti, Mainîler’de olduğu gibi bir ticaret devletiydi ve onlar, yaşadıkları dönemde özellikle Güney Arabistan ticaretini tamamen ellerinde tuttular. Bu sebeple Sebeliler, güney denizlerinin Fenikelileri olarak tanınmışlardır. Öyle ki, yaşadıkları dönemde Yemen'den harekete geçen ticaret gemileri, Güney Arabistan yoluyla Akdeniz sahillerine, ardından da zamanın önemli ticaret merkezlerinden biri olan Gazze'ye kadar ulaşmıştır. Bu şekilde Sebe halkı, Kuzey Arabistan ve Akdeniz ülkelerine kadar uzanıp Afrika'nın kıyı ve hatta iç bölgeleriyle de ilişkiler geliştirmiş, ticaret vesilesiyle geniş bir coğrafyada faaliyet göstermiştir. Tarih sahnesinde yedi asırdan fazla kalan Sebe Devleti döneminde gerçekleşen tarihi hadiselere dair ne Arap tarihlerinde, ne de keşfedilen kalıntılarda yeterli bilgilere sahibiz. Ancak bu devletin ortadan kalkma sebebi olarak Me’rib Seddi'nin (baraj) yıkılışı, yani Arîm Seli hadisesi gösterilmektedir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 2 Cahiliyeden Risalete Kısa Tarih, Kültür ve Kurumlar Nitekim Arap tarihçilerine göre Yemen Arapları, Arîm Seli'nin gerçekleşmesine ve Me’rib Seddi’nin yıkılmasına kadar Yemen ve Hadramevt bölgelerinde ikamet etmişler, iç karışıklıklar sebebiyle ihmale uğrayan barajın yıkılacağına dair işaretlerin alınması üzerine yurtlarını terk edip Arabistan’ın orta ve kuzey bölgelerine göç etmişlerdir. Sebelilerin bir kolu olan ve kendilerine Himyerliler adı verilen Arap topluluk, zamanla nüfuz alanını genişletip Sebelilere üstün gelerek Güney Arabistan’da yeni bir devletin temellerini atmıştır. Himyerliler, Sebelilerden devraldıkları toprakları kontrol altına aldıktan sonra, bölgenin doğusundaki Hadramevt’i de işgal etmek suretiyle, İslamiyet'ten önce Güney Arabistan'da kurulan devletlerin en güçlülerinden biri haline geldiler. Bu devletin başkenti Reydân’dır. Bu şehir daha sonra Zafâr adını almıştır. Savaşçı özellikleriyle tanınan Himyerîler, Güney Arabistan’da sağladıkları hakimiyetin ardından komşuları olan İranlılar ve Habeşlilerle de çetin mücadele içine girmişlerdir. Himyerîlerin birinci hâkimiyet devri Mîladî IV. yüzyılın başına kadar devam eden feodalite dönemidir. Bu yıllarda hükümdar, bir derebeyi olarak, hâkimiyeti altındaki bölgeleri yönetmiştir. Himyerîler Miladî IV. yüzyılın ortalarında yaklaşık yarım asırlık bir süre Habeş işgaline uğramış, ancak MİLADÎ 375 yılından itibaren tekrar bağımsızlıklarına kavuşmuşlardır. Habeş işgali döneminde Güney Arabistan’da Hıristiyanlık dini yayılmaya başlamıştır. Nitekim bu tarihten itibaren San'a, Aden, Me’rib ve Zafâr gibi önemli merkezlerde birçok kilise inşa edilmiştir. Hıristiyanlık, Himyer topraklarında bilhassa Necran’da daha geniş yayılma imkânı bulmuştur. Kuzey Arabistan Kuzey Arabistan’ın tarihi hakkında Mezopotamya, İbranî, Grek ve Fars kaynaklarında bulunan bilgilere göre, İslam’ın ortaya çıkışına kadar bölgede dört siyasî birlik kurulmuştur. Bunlar Nabâtîler, Tedmürlüler, Gassânîler ve Hîrelilerdir. Tarih kayıtlarında Arabistan’ın kuzeyinde bilinen en eski devlet, Filistin’in güneyinde kurulan Nabâtî Krallığı kabul edilir. Nabâtîler, hüküm sürdükleri dönem boyunca Roma İmparatorluğu ile Hicaz bölgesi arasında tampon görevini üstlenmişlerdir. Ancak Nabâtîler ile Romalılar arasındaki iyi ilişkiler uzun süre devam etmemiş, siyasî ve iktisadî sebepler yüzünden anlaşmazlıklar baş göstermiştir. Nitekim onlar, hükümdarları IV. Hâris devrinde Romalılarla kanlı savaşlara girişmişlerdir. IV. Hâris'ten sonra Nabâtî Devleti hakkında tarih kitaplarında fazla bilgi yoktur. Ancak, Mîladî 40 yılından sonra krallık zayıflayıp yıkılmaya yüz tuttuğu anlaşılmaktadır. Nabâtîlerin son hükümdarı olan III. Mâlik döneminde (saltanatı Miladî 101 -106) Roma imparatoru Traianus’un (Miladî 98-117) emriyle onun Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 3 Cahiliyeden Risalete Kısa Tarih, Kültür ve Kurumlar Suriye'deki vekili Kornelyus Palma adındaki komutan, başkent Petra'yı ele geçirmek suretiyle Nabâtîler devletine son vermiştir. (Miladî 106). Ticari faaliyetleri ile tanınan Nâbâtîler, Kızıldeniz’den geçen İpek Yolu’nun ve Arap yarımadası üzerinden gelen Baharat Yolu’nun Batıya açıldığı son durakları ellerinde bulundurmuşlardır. Bu yol üzerinde hareket eden kervanların ve Hindistan’a oradan da Uzakdoğu’ya giden ticaret gemilerinin birçoğunun onlara ait olduğu kaydedilmektedir. Kuzey Arabistan’da Eski Arap devletleri arasında tarihleri en iyi bilinenler Tedmürlülerdir. Nabâtî Krallığı’nın sonlarına doğru Kuzey Arabistan’da M.Ö. I. yüzyılda kurulan bu krallığın merkezi olan Tedmür şehri, Şam’ın 260 km. kuzeydoğusunda yer alır. Greko-Romen çağda Palmira denilen bu vahaya Araplar Tedmür adını vermişlerdir. Vaha’da bir medeniyet şaheseri: Tedmür Genel anlamda Roma’nın stratejik ortağı gibi görülen Tedmür Devleti, bununla birlikte fırsat buldukça Romalılara karşı bağımsızlık adımları atmaktan da geri durmamıştır. Nitekim Romalıların komutan seviyesine getirdikleri Tedmürlü Uzeyne b. Hayrân, Mîladî III. asrın sonlarına doğru Romalıları ülkesinden çıkarmak üzere gizli faaliyet başlatmış, ancak girişimi başarısızlıkla neticelenince öldürülmüştür. Bu hadise Tedmür halkının bağımsızlık düşüncesini daha da kuvvetlendirmiştir. Bunu fırsat bilen Uzeyne’nin kendi adını alan oğlu Uzeyne (Odenat) babasının intikamını almak ve ülkesine bağımsızlık kazandırmak hedefiyle dağlara çekilerek isyan başlatmıştır. Miladî 267 yılında kocasının yerine Tedmür tahtına geçen kraliçe Zenubiya, tarihte görülen kadınlar arasında müstesna bir şahsiyet kabul edilir. Roma imparatorlarından Gallienus ve II. Claude dönemlerinde Tedmür’de bağımsız olarak saltanat süren Zenubiya, genişleme siyaseti takip ederek Miladî 271 veya 272 başlarında, ordusunu harekete geçirerek Mısır’ı zapt etti. Kraliçe bu başarısından aldığı cesaretle yeni hedef olarak Anadolu topraklarını belirledi. Onun orduları kısa sürede Ankara’ya kadar ulaştı. Roma İmparatoru Aurelianus, kendisine meydan okuyan, üstelik Roma’nın hâkimiyeti altında bulunan Asya'daki toprakları da tehdit etmeye başlayan Zenubiya’ya karşı büyük bir orduyla doğu seferi başlattı. İki taraf arasında Humus şehri yakınlarında büyük bir savaş gerçekleşti. Çarpışmalar sonucunda mağlup duruma düşen Tedmürlüler, başkentlerine çekilmek zorunda kaldılar. Kısa süre içinde Roma ordusu Tedmür kalesini muhasara altına aldı. Kuşatma neticesinde yenilginin muhakkak olduğunu fark eden kraliçe Zenubiya, İran hükümdarından yardım talep etmek için gizlice kaleyi terk ederek Fırat Nehri’ne kadar ulaştı. Ancak takip eden Roma askerleri onu yakalayarak Roma kralının huzuruna getirdiler. Kraliçelerinin yakalandığını haber alan şehir halkı, muhasaracılardan af dileyerek barış yapılmasını talep ettiler. İmparator barışı kabul edip şehrin yağmalanmasına izin vermedi. (Miladî 272). Tedmür’ü ele geçirdikten sonra devletin muazzam hazineleri ve esir kraliçe Zenubiya’yı yanına alarak geri dönen Roma kralı Tuna Nehri kıyısına Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 4 Cahiliyeden Risalete Kısa Tarih, Kültür ve Kurumlar geldiğinde Tedmür halkının tekrar ayaklandığı haberini aldı. Bunun üzerine derhal geri dönerek Tedmür’ü önce muhasara, ardından da işgal etti. Surlarını yıkıp şehri yağmalattığı gibi halkı da büyük bir katliama tabi tuttu. (Miladî 273). Tedmür Devleti ve şehri bu olaydan sonra bir daha toparlanamamış, bugünkü görüntüsünde bir harabe haline gelmiştir. Tedmür toprakları Hicretin 12. yılında (Miladî 633) Hâlid b. Velîd tarafından fethedilerek Müslümanların yönetimine geçmiştir. Kahtânî Araplarına mensup olan Gassânîler, Güney Arabistan’dan Suriye topraklarına göç etmiş bir Arap kabilesidir. Kabile büyüklerinden Amr Müzeykıyâ b. Amr Mâüssemâ' adlı reisinin oğlu Cefne, Gassânîlerin kurucusu ve ilk hükümdarı kabul edilir. Havran ve Belkâ gibi şehirleri yurt edinen Gassânîler daha sonra da kadim Busra şehrini hükümet merkezi haline getirmişlerdir. Burada kendilerine tarihte önemli bir yer açan birtakım saray ve kalelerle inşa etmişler. İslam tarihinde ismi geçen meşhur rahip Bahira'nın manastırı burada olup kalıntıları hala ayaktadır. Milattan önce birinci asırda Suriye toprakları Roma’nın eline geçtiğinde Suriye çölleri Nabâtîlerin ve onların müttefiki kabile şeyhlerinin kontrolü altında bulunuyordu. Romalılar Nabâtî Devleti’ni yıktıktan sonra bölgedeki kabileler Suriye ve Irak çöllerine dağılmış, buralardaki halklarla karışmış vaziyetteydiler. Romalılar tüm çabalarına rağmen çölde yaşayan Arap bedevîlerini bir türlü etkisiz hale getiremediler. Çünkü bunlar fırsat buldukça Romalıların idaresindeki yerleşim alanlarına girerek baskın yapıyorlar, ticaret kervanlarını vuruyorlardı. Neticede imparatorluk bunlarla anlaşma yapmak zorunda kaldı. Bu sebeple bilhassa bölgenin güçlü toplulukları arasında olan Gassânîleri muhatap alarak onlarla yakın ilişkiler kurmaya karar verdi. İlişkilerin gelişmesi sonucunda bir Bizans valisi gibi hareket eden yarı bağımsız Gassânî krallarından II. Hâris b. Cebele zamanında (Miladî 529-569) hanedanlık en ihtişamlı dönemlerini yaşadı. Bu süreçte Gassânî Arapları arasında Hıristiyanlık da yoğun bir şekilde yayıldı. Irak’ta bir Arap devleti: Lahmi (Hire) Krallığı Kuzey Arabistan’da son Gassânî kralı Numan b. Münzir'in etkisiz hale getirilmesi, Kuzey Arabistan’da çöl bedevîlerinin gerçekleştirmiş oldukları siyasî birleşmeye kesin bir darbe vurdu. Bu olaydan sonra, her biri bir reis idaresinde pek çok bağımsız gruba ayrılarak, birçoğu İran hükümdarlarının yüksek hâkimiyetini tanımaya başladı. Bölgedeki yeni durum Bizans'ın ezelî düşmanı Sâsânîlerin işine yaradı. Nitekim Sâsânî kralı Hüsrev Pervîz büyük bir orduyla Suriye üzerine yürüyüp Kudüs ve Dımaşk'ı ele geçirdi. Bu gelişme Gassânî Devleti’nin tamamen yıkılmasına yol açtı (Miladî613-614). Kuzey Arabistan’da kurulan ve Müslümanların fethine kadar bölgede varlığını sürdüren diğer bir devlet Hîrelilerdir. Soyları, Kahtânîlerin Kehlân koluna ulaşan Lahm b. Adî b. Hâris b. Mürre'ye dayandığı için bu devlet aynı zamanda Lahmîler olarak da tanınmıştır. Bu kabile Me’rib Seddi'nin yıkılmasından sonra III. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 5 Cahiliyeden Risalete Kısa Tarih, Kültür ve Kurumlar yüzyılın başlarında Yemen'den göç ederek Irak'a yerleşmiştir. Bunlar burada bir süre Sâsânîlere bağlı olarak yaşamışlar ve göçebe Arapların saldırılarına karşı İran sınırlarını korumuşlardır. Lahmî Krallığı’na başkentlik yapmış olan Hîre, günümüzde Irak'ın Necef iline bağlı bir kaza merkezi olup Kûfe'nin 5 km. güneyinde Fırat Nehri kenarında yer alan geniş bir ovada kurulmuştur. Şehir ilk defa Mîladî 240 yıllarında Sâsânîlerin verdiği kral unvanıyla burada bir emirlik kuran Lahmîler zamanında adını duyurmaya başlamıştır. Şehir, Lahmî emiri III. Münzir döneminde (Miladî 503-554) en şaşaalı dönemini yaşamıştır. Tarihi kayıtlara göre sayılarının yirmi olduğu bilinen Lahmî hükümdarlarının en meşhuru İmriu’l-Kays’tır. Mîladî 288-328 yılları arasında hüküm sürmüş, idaresi döneminde Sâsânîlerin yanı sıra Bizans ile de diplomatik faaliyetler gerçekleştirmiştir. Numan el-Aver de (Miladî 403-431) Hîre hükümdarlarının en meşhurlarındandır. Cesaretiyle tanınan hükümdar, defalarca Suriye üzerine seferler gerçekleştirmiştir. Sonuçta Cezîre bölgesi, Bahreyn dolayları ve Suriye çöllerinde yaşayan Arapları cizyeye bağlamıştır. Mîladî VI. yüzyılın ilk yarısında Hîre tahtına yine büyük bir hükümdar kabul edilen III. Münzir geçmiştir. Onun saltanatı süreci Hîre Devleti için zirve dönemi kabul edilir. Nitekim Münzir, özellikle Bizanslılara karşı önemli başarılar elde etmiş, 531 yılında Urfa'nın güneyinde Fırat Nehri kıyısında yapılan Kallinikum savaşında Doğu Roma ordusunu yenerek büyük bir zafer kazanmıştır. Onun Mîladî 539'da Gassânî Kralı Hâris ile girdiği çatışma, 545 yılına kadar süren Sâsânî-Bizans savaşına dönüşmüş, kendisi de 554 yılında Gassânîlerle gerçekleştirdiği savaş esnasında Kinnesrin yakınlarında öldürülmüştür. Babasının ölümünden sonra Lahmî hükümdarı olan III. Numân b. Münzir (Miladî 580-602) başlangıçta kendisine karşı çıkan Arap kabilelerini itaat altına aldıktan sonra Lahmî hâkimiyetini sağlamlaştırmıştır. Onun döneminde Hîre, zamanın başlıca kültür merkezlerinden biri haline de gelmiştir. Ancak aynı süreçte ülkenin İran ile ilişkileri bozulmuştur. Bunun sebebi Kisra’nın, Numân b. Münzir’in kızını kendisine göndermesini istemesi, onun da olumsuz cevap vermesidir. Bunun üzerine Pervîz, Numan’ı Medâin'e çağırdı. Kral başına gelecek felâketi tahmin ettiği için ailesini ve hazinesini bölgenin büyük Arap kabilesi Şeybânîlere emanet ederek Sâsânî başkentine gitti. Burada bir süre tutuklu kaldıktan sonra idam edildi. (Miladî 602). Bu şekilde Lahmî hanedanı son bulmuş oldu. Hîre ve civarındaki topraklar (H.12/M.633) yılında Hâlid b. Velîd’in seferleri neticesinde Müslümanların hâkimiyetine geçmiştir. Hicaz Hicaz, Arap yarımadasının ortasında Kızıldeniz tarafında yer alıp, Necid Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 6 Cahiliyeden Risalete Kısa Tarih, Kültür ve Kurumlar yaylalarıyla sahildeki Tihâme ovaları arasında bulunan coğrafî bölgeye isim olarak verilmektedir. Hicaz’ın en önemli merkezleri Mekke, Medine ve Taif’tir. Mekke, güneyde Yemen'e, kuzeyde Akdeniz'e, doğuda Basra körfezi’ne, batıda Kızıldeniz Limanı Cidde'ye komşu olan ve Afrika istikametinde giden ana yolların kesişme noktasında yer alan bir şehirdir. Burası aynı zamanda Hicaz’ın en önemli dinî ve ticarî merkezidir. Burada Kâbe, Mescid-i Harâm, Safâ ve Merve adlı kutsal mekânlar Mekke’de bulunduğu gibi, hac vazifelerinin geri kalan kısımlarının îfâ edildiği Arafat, Müzdelife ve Mina da bu şehrin civarında yer almaktadır. Mekke‘nin tarihi M.Ö. V. yüzyılın ortalarına kadar ulaşır. Burayı ilk yurt edinenler Güney Arabistan asıllı Amâlikalılardır. Amâlikalılardan sonra Mekke’ye yine Güney Arabistan menşeli Cürhüm kabilesi yerleşmiştir. Bu şekilde Harem etrafında başlayan iskân faaliyeti ile Mekke bir yerleşim merkezi haline gelmiştir. Kur'ân-ı Kerîm'de Hz. İsmail'in Hz. İbrahim tarafından Mekke'ye getirildiği ve burada Kâbe'yi inşa ettiği zikredilir. Hz. İsmail burada kabilenin reisi olan Mudad’ın kızı Seyyide ile evlenerek Cürhümlülerle akrabalık kurmuş, bir peygamber olarak Kâbe ve hac vazifelerini yerine getirmiştir. Onun ardından bu görevler oğulları tarafından yürütülmüştür. İsmailoğulları, zamanla şehirde çoğalarak İsmailîler, Adnânî, Maadî veya Nizarî adlarıyla anılmışlardır. Yüzyıllar sonra aynı topraklarda peygamberlik görevini üstlenecek olan Hz. Muhammed’in yakın ataları olan Kureyş kabilesi de, Hz. İsmail’in Cürhümlü kadınlarla evlenmesinden meydana gelen İsmailoğulları soyundan meydana gelmiştir. Mekke'de kısa sürede güç kazanan ve önceleri Hz. İsmail'in tebliğ ettiği dini benimseyen Cürhümlüler, zamanla Mekke'ye dışarıdan gelen insanlara kötü davranmaya başladılar. Bu esnada Güney Arabistan’dan Hicaz’a doğru göç eden Huzâalılar, kendilerine uygun bir yerleşim yeri buluncaya kadar Mekke civarında kalmak için Cürhümlülerden müsaade istediler. Ancak bu talepleri kabul edilmeyince meydana gelen çatışmalarda Huzâalılar üstün gelerek Cürhümlüleri Mekke’den uzaklaştırdılar. Şehrin idaresini rakiplerine terk etmek zorunda kalan Cürhümlüler, Mekke’den ayrılırken Zemzem kuyusunu da işlemez hale getirdiler. Huzâalılar Cürhümlüleri Mekke’den uzaklaştırırken, onların akrabası olan İsmailoğulları’nın şehirde kalmalarına izin verdiler. Arap Yarımadasının Dini merkezi: Mekke Mekke’de üç asır süren Huzâa hâkimiyeti Hz. Muhammed’in beşinci dedesi olan Kusay b. Kilab vasıtasıyla sona erdirilip Kureyş idaresine geçilmiştir. Kureyş kabileleri, Huzâalıların hâkimiyeti boyunca Mekke çevresinde ve yakın akrabası olan Kinâneoğulları’nın arasında dağınık bir şekilde yaşıyorlardı. Bu soya adını veren Fihr b. Mâlik’in altıncı nesilden torunu olan Kusay b. Kilâb, Mekke ve Kâbe’nin yönetimini ele geçirmeyi başardı. Bundan sonra Mekke’de Huzâa idaresi yerine Kureyş hâkimiyeti dönemi başladı. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 7 Cahiliyeden Risalete Kısa Tarih, Kültür ve Kurumlar Kusay, Mekke’de idareyi eline alır almaz, daha önce şehrin çevresinde dağınık bir şekilde yarı göçebe hayatı yaşayan Kureyş kabilesini bir araya getirerek Mekke’nin Harem bölgesine yerleştirdi. Kureyş kabilesinin boylarını bir araya getirmesi sebebiyle kendisine “Mücemmi'” (Birleştirici) unvanı verilmiştir. Mekke’den sonra önem derecesinde Hicaz’ın ikinci şehri Yesrib’dir. Burası Arap yarımadasının batısında Hicaz bölgesinde Kızıldeniz kıyısına yaklaşık 130 km. uzaklıkta, Mekke'nin 350 km. kadar kuzeyinde yer alır. Anavatanları Yemen olan Evs ve Hazrec kabileleri Arîm Seli’nden sonra muhtemelen Mîladî V. yüzyılda Yesrib ve civarına yerleşmişlerdir. Ancak bir süre sonra Yahudilerin kışkırtması ile bu iki kabile birbirine düşerek yaklaşık 120 yıl boyunca savaşmışlardır. Ayrıca sayıca daha az olan Evsliler Kureyza ve Nadîroğulları ile, Hazrecliler de Benî Kaynuka ile ittifak kurmuşlardır. İslam'ın doğuşuna kadar Evs ve Hazrec mücadelesi bazen Evs, bazen de Hazrecliler lehine sonuçlanmıştır. Bu savaşların sonuncusu ve en kanlısı olan Buâs, Hicret’ten beş yıl kadar önce vuku bulmuş ve Hazreclilerin mağlubiyetiyle neticelenmiştir. Medine’nin Araplarla birlikte diğer sakinleri ise Yahudilerdir. Onların Medine'ye gelişini Hz. Mûsâ dönemine kadar götürenler olduğu gibi, Suriye'nin Yunanlılar veya Filistin'in Romalılar tarafından işgaliyle bağlantılı görenler de vardır. Buna göre MÖ. VI. yüzyılın başlarında Kudüs’ü işgal eden Babil Kralı Buhtunnasr işgalin ardından Yahudileri kendi ülkesine götürünce, onun elinden kurtulanların bir kısmı daha güvenli buldukları Hicaz’a gelerek Yesrib, Hayber ve Fedek gibi şehirlere yerleşmişlerdir. Yahudilerin Filistin’den Arabistan’a göç etmelerini zorunlu hale getiren sürgün ve baskılar daha sonra da devam etmiş, özellikle Roma İmparatorlarından Adriyanus’a (Miladî 117-138) karşı yapılan ayaklanmanın başarısız olması üzerine Yahudilerin birçoğu Arabistan’a sığınmak zorunda kalmışlardır. Hıristiyanlığın Suriye’de yayılmasının ardından Romalıların dinî baskısına maruz kalan Yahudiler de kendileri için daha güvenli buldukları Hicaz’a gelmişler, bilhassa bölgenin kuzey kısımlarına yerleşmişlerdir. Hicaz’ın üçüncü önemli merkezi olan Taif, Mekke‘nin yaklaşık 120 km güneydoğusunda Irak-Yemen ticaret yolu üzerinde Sakîf kabilesinin yurdudur. Sakîfliler arazilerinin verimliliği ve şehirlerinin ticaret yolu üzerinde olması sebebiyle ekonomik anlamda zaman zaman Mekke ile yarışabilecek hale gelmişlerdir. Şehir ahalisinin mahalli ve mevsimlik panayırlar sebebiyle Mekke halkıyla sağlam bağlarının bulunduğu da anlaşılmaktadır. Nitekim bu iki şehir Karyetân (iki karye) veya Mekketân (iki Mekke) adıyla anılmıştır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 8 Cahiliyeden Risalete Kısa Tarih, Kültür ve Kurumlar ARAPLARDA SOSYO-KÜLTÜREL HAYAT VE KURUMLAR Sosyal Hayat Cahiliye Kültürü Cahiliye sözlükte, bilmemek, tanımamak ve kaba davranmak gibi anlamlara gelir. Ayrıca bu tabir bilginin zıddı olarak bilgisizlik, kendini bilmezlik gibi farklı manalara da gelmektedir. İslami dönemde ortaya çıkmış bir tabir olan Cahiliye, gerek Kur'ân’da, gerekse hadislerde Arapların İslam'dan önceki inanç, tutum ve davranışlarını İslamî devirdekinden ayırt etmek amacıyla kullanılmıştır. Bu sebeple genellikle Arapların İslam'dan önceki dönemine "Cahiliye Çağı" denilmiş, bu süreçte faaliyet gösteren şairlere de “Cahiliye şairleri” adı verilmiştir. Genel anlamda Cahiliye kelimesiyle İslam öncesi, yani Arapların Milâdî 610 yılında vahyin inmeye başlamasından önce yaşadıkları devir kastedilmiştir. Arapların İslam'dan önceki tarihlerinin Cahiliye kelimesiyle ifade edilmesinin sebepleri arasında onların hayat tarzına bedevîliğin hâkim olması, çevrelerinde yaşayan insanlara göre medeniyet bakımından geri kalmaları, bilgisizlik ve gaflet içerisinde göçebe ve yarı göçebe hayat yaşamaları gösterilmiştir. Kabile ve Yönetim İslam öncesi Arap toplumu çöl şartlarının ortaya çıkardığı sosyal bir model olan kabile sistemi üzerine kurulmuştur. Kabile, aynı atadan geldikleri kabul edilen ve aralarında neseb irtibatı bulunan insan topluluklarına verilen ortak isimdir. Arap toplumunda kabile, zenginlik ve şeref gibi şahsî meziyetleri ile tanınan ve kendilerine “şeyh” veya “seyyid” adı verilen kişiler tarafından idare edilmiştir. “Şeyh” Arapçada “yaşlı adam” anlamına geldiği gibi, “ileri gelen” anlamına da gelmektedir. Dolayısıyla bu durum aynı özelliklere sahip adaylar arasından yaşça büyük olan üyenin riyasete getirilmesini intaç etmiştir. Araplar ferdiyetlerine ve özgürlüklerine aşırı düşkünlükleri sebebiyle hiçbir zaman kral yetki ve otoritesine sahip kişiler tarafından yönetilmeye razı olmamışlar, reislerini de kendilerinden daha üstün veya kutsal özellikleri bulunan şahıslar görmeyip, eşitler arasındaki birinciler olarak kabul etmişlerdir. Kabilede reisin aslî görevi, sülâle ileri gelenlerinin tabiî üyesi oldukları istişare heyetini organize etmektir. Onun sorumluluğuna emretmek değil, kabilesini diğer kabilelere karşı temsil etmek verilmiştir. Şeyh, soyu adına savaş ilân eder, barış anlaşması yapar, kabilenin yükümlülüğünde olan diyetleri öder, misafirleri ağırlar, kabile adına elçilik vazifesini yerine getirirdi. Bu sebepledir ki, Araplar arasında kabile reisleri hırslı otorite düşkünleri değil, soyunun sıkıntı ve yükünü üstlenen fedakâr adamlar olarak şöhret bulmuşlardır. Kabile ileri gelenlerinin bunca az yetkiye sahip olmalarına rağmen pek çok ağır maddî ve manevî sorumluluk altına Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 9 Cahiliyeden Risalete Kısa Tarih, Kültür ve Kurumlar girmelerini, hatta reislik görevini üstlenebilmek adına bazen savaşa dahi girişmelerini ancak onlarda en yüksek haliyle bulunan şeref duygusuyla izah etmek mümkündür. Araplar arasında asırlar boyunca hükmünü icra eden bir hayat nizamı olan kabile, rastgele meydana gelmiş düzensiz bir toplanma faaliyeti değildir. Bu birliğin de kendine göre kuralları ve bütünlük içerisinde tutarlılığı olan bir düzeni vardır. Kabile gelenekleri sayesinde insanlar, soylarının emniyet ve istikrarını muhafaza edebilmişlerdir. Kabile mensubu saf bir ferdiyetçi olmakla birlikte, bu sistem gereği cemaatinin bekası için kendi menfaatini, hatta hayatını terk etmeye her zaman hazır olmuştur. Çünkü o bilmektedir ki, yaşama hakkı başta olmak üzere sahip olduğu bütün hakları kabilesi sayesinde elde etmiştir ve kabile bireylerinden her birinin hayatı diğer bireylerin hayatlarıyla doğrudan ilintilidir. Aile Araplar, ataerkil aile sistemine sahiptirler. Cahiliye dönemi Araplarında bağımsız bir aileden bahsedilemez. Çünkü çöl ortamında müstakil aile hayatı sürdürebilmek neredeyse imkânsızdır. Bu sebeple Araplar, geniş çerçeveli ataerkil aile şeklinde yaşamayı tercih etmişlerdir. Başka bir ifadeyle aileler ancak daha büyük aile demek olan bir kabilenin parçası olmakla varlık kazanabilmişlerdir. Bütün toplumlarda olduğu gibi Araplarda da kabilede en küçük birim aile kabul edilir. Arap ailesinde mutlak hâkim erkektir. Dolayısıyla Araplar arasında erkeğin tartışılmaz üstünlüğü vardır. Bu sebeple ataerkil bir toplum yapısını benimseyen Araplarda yakınlık ilişkisi erkek akrabalar (asabe) yoluyla kurulmuştur. Cahiliye Arapları erkek cinsini üstün tutarken, buna karşılık kız çocuğuna sahip olmaktan daima rahatsızlık duymuşlardır. Özellikle göçebe Araplar arasında kızların aileye yük olduğu düşüncesi yaygındır. Zira kadının, kabileyi koruyabilecek gücü bulunmadığı gibi, onun esir duruma düşmesi soyun zarar görmesine de sebep olabilirdi. Bu durum Arap toplumsal yapısında kadına oranla erkeğe daha çok değer verilmesi sonucunu getirmiştir. Cahiliye döneminde kız çocuklarını diri diri toprağa gömme âdetine “ve'd”, gömülen kız çocuklarına da “mevûde” adı verilmiştir. Araplarda kız çocukları hakkındaki olumsuz düşünceye rağmen onların canlı olarak gömülmesi âdeti bilhassa Temîm kabilesi dışında diğer Arap kabileleri arasında çok yaygın olarak görülmemiştir. Üstelik Kureyşli Zeyd b. Amr b. Nüfeyl gibi şahıslar öldürülmek istenen kız çocuklarını babalarından alarak onların bakım ve büyütülmelerini üstlenmişlerdir. (Buhârî/Menâkıbu’l-Ensâr: 24). Kültürel Hayat İslam öncesinde Araplar, yarımadanın sınırlı miktardaki yerleşik hayata ve ziraata elverişli yerleri hariç olmak üzere genel olarak göçebe hayatı süren bir kavim olarak bilinir. Dolayısıyla bu coğrafyadaki kültür hareketleri, hemen Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 10 Cahiliyeden Risalete Kısa Tarih, Kültür ve Kurumlar tamamıyla göçebe hayatın zaruretlerinden doğan tecrübe, âdet ve geleneklerin geliştirdiği bilgilerden ibaret kalmıştır. Ancak buna karşılık Yemen, Basra ve Akabe körfezleriyle Bahreyn civarında oturanlar eski zamanlarda çok önemli medeniyetler kurmuş, kültür hareketleri geliştirmişlerdir. Kültür hayatının en önemli taşıyıcısı ise yazı ve alfabedir. İslam müellifleri, Arapların önceleri Yemen kökenli “Müsnet” yazısı kullandıkları, daha sonra da adına “Hîrî” yazı denilen ve zamanla “Arap” yazısı olarak şöhret kazanan yazıyı kullanmaya başladıklarını ifade ederler. Zamanla “Kûfî” yazıya dönüşecek olan “Hîrî” yazının, Irak’ta bulunan Enbâr'dan Hîre'ye, oradan da Hicaz'a geçtiği ifade edilmektedir. Hicaz halkının adı geçen medeniyet merkezleriyle yakın ilgisinin, yazının önce Nabât ülkesinin bir bölgesi olan Havran'dan Enbâr ve Hîre'ye, buradan da Dûmetülcendel üzerinden Hicaz'a geçmesine vesile sayılmıştır. Buradan, Hicaz bölgesi Araplarının yazıyı başka milletlerden öğrendikleri sonucu çıkmaktadır. Nitekim eski kaynaklarda Arapların, “Nabât” yazısını ticaret için gittikleri Şam bölgesinin Havran şehrinden, “Kûfî” yazıyı da Irak'tan öğrendikleri zikredilir. Bu faaliyetin İslam dininin ortaya çıkışından az önce tamamlandığı anlaşılmaktadır. Arapça, Sami dil ailesindendir. Arapça, Sâmî dil ailesindendir. Bu dil ailesinin eski Mısır dilini de içine alan bir Hâmî-Sâmî köke bağlı olduğu kabul edilmektedir. Arap dilinin tarihi, gelişme ve yayılma safhaları şu şekilde tasnif edilir: Eski Arapça, Klasik Arapça ve ona kaynak olan eski edebî lehçeler, Orta Arapça, Yeni (modern) Arapça, Bu son iki safhada edebî yazı diline bağlı olarak devamlı gelişen mahallî lehçeler. Eski Arapçanın özellikleri ve zamanla geçirdiği safhalar hakkındaki bilgiler daha ziyade bazı eski kitabelere, bir dereceye kadar da Araplarla münasebetleri olmuş kavimlerin metinlerinde geçen kabile, şahıs ve yer adlarına dayanır. Günümüzde en eski Arapça vesika, milâttan önce 853-626 yılları arasında Asurluların Aribilere karşı yaptıkları savaşlara dair Asurî metinlerinde geçen kırk kadar isimdir. Klasik Arapça tabiriyle bugün mevcut en eski edebî metinlerde, Kur'ân-ı Kerim'de ve hadislerde gördüğümüz, daha sonraları da Arapçanın yayıldığı yerlerde din, edebiyat ve ilim dili olarak devam eden lehçeler üstü Arapça kastedilir. Klasik Arapçayı temsil eden eski metinler kadîm şairlerin şiirleri, Kur'ân-ı Kerîm, Hz. Muhammed'in ve ilk halifelerin resmî haberleşmeleri, Arap kabileleri arasındaki savaşları ifade eden Eyyâmü'l-Arab'a dair yazılı parçalardır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 11 Cahiliyeden Risalete Kısa Tarih, Kültür ve Kurumlar Arap dilinin ürünü olan edebiyatının geçirdiği safhalar, muhtelif yönleri ve gelişmeleri göz önüne alınarak bazı devrelere ayrılır. Bu devreler ise, Cahiliye devri veya İslamiyet'ten önceki Arap edebiyatı; ilk İslami devir edebiyatı (ilk dört halife ve Emeviler devri); Abbasiler ve Endülüs Emevileri devri edebiyatıdır. Arap edebiyatında Cahiliye dönemi kültürü daha ziyade şifahî gelenekle aktarılmıştır ki, bunun en önemli kaynağı Cahiliye şiiridir. Arap şiirinin ilk defa nasıl teşekkül ettiği, nasıl düzenli bir şekil aldığı kesin olarak bilinmemektedir. Bununla birlikte Miladî VI. yüzyıl başlarında bütün kuzey Arabistan'da hemen hemen bütün kabilelerce bilinen ortak bir şiir dilinin mevcut olduğu anlaşılmaktadır. Klasik Arap şiirinin belli başlı konuları övme (medh) ve övünme (fahr), mersiye söyleme (risâ'), hicvetme (hicâ), kadından ve aşktan bahsetme (nesib, tegazzül, teşebbüb), özür, af ve şefkat dileme (i'tizâr, isti'tâf), tasvir (vasf, teşbih), yiğitlik, kahramanlık, bahadırlık (hamâse), ayrıca zühd, edeb ve hikem, kadın ve şaraba vb. dair hafif mevzulardır. Bunlardan ilk üçü klasik kasidenin en mühim temaları olarak karşımıza çıkar. İlim Araplar, tıp ilmini Babillilerden aldılar. İslam öncesi Araplar’da özellikle astronomi ilmi alanında önemli bir birikim bulunmaktadır. Arabistan gecelerinin ekseriyetle sıcak, berrak ve bulutsuz atmosferi, çölde göçebe hayatı süren Arapların az veya çok astronomi bilmesini gerekli kılıyordu. Uçsuz bucaksız çölde, kum tepelerinin rüzgâr sebebiyle sürekli yer değiştirmesi, tabiî yol bulma imkânını tamamen ortadan kaldırıyordu. Ayrıca bedevîler genellikle kendilerini ve bineklerini gündüzün kavurucu sıcağından koruyup kurtarmak üzere geceleri seyahat ederlerdi. Yolculuk esnasında karanlık olduğu için yeryüzü şekilleri ve tabiî işaretlerden istifade mümkün değildi. Bu durumda yön tayini için tek yol, gökyüzünden istifade etmekti. Araplar bu sebeple çöl yolculuklarında sabit yıldızlardan istifadeye çalışırlardı. Bu sebeple sürekli ay ve yıldızların hareketini tahmin eden Araplar, astronomik bilgiler açısından çağdaşları milletlere göre daha üstün derecede idiler. Onlar, bu ilmi Keldanîler ve Babillilerden almışlardır. Bunun en büyük delili ise Arap dilinde geçen belli başlı yıldızların pek çoğunun adı veya adının delâlet ettiği mânanın Keldalilerin diliyle hemen hemen aynı olmasıdır. Araplar, tıb ilmini de Babillilerden öğrenmişlerdir. Ayrıca çağdaşları İranlılardan da tıb bilimi konusunda bazı şeyler alarak onları, daha önce Babillilerden ithal ettikleri bilgi ve tecrübelere katmışlar, nihayet bu birikimlere kendilerinin buldukları yeni tedavi yöntemlerini de dahil ederek Cahiliye Çağı tıp bilimini ortaya çıkardılar. Araplarda yaygın olarak iki çeşit tedavi metodu uygulanıyordu. Bunlardan ilki kâhinlerin usulü, öteki ise tıbbî metod yani ilâçla tedavidir. Kâhinler hastaları okuyup üflemek, sihir yapmak, tapınaklara kurban adayıp dua etmek, yahut nüsha (muska) yazmak gibi uygulamalarla iyileştirmeye Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 12 Cahiliyeden Risalete Kısa Tarih, Kültür ve Kurumlar çalışırlardı. Bu uygulama sadece Araplara has bir yöntem olmayıp, bütün eski milletlerde yaygın olarak görülen bir tedavi anlayışıdır. Arap tabipler arasında gerçekten yaşadığı bilinenlerin en meşhuru ise Eymü’r-Rebab kabilesine mensup İbn Huzeym’dir. Hâris b. Kelde es-Sakafî Cahiliye Çağının son ünlü tabiplerinden biridir. İslam öncesi dönemde Araplara ait beşeri bilimlerin başında kehanet ve arafet gelir. Kehanet ve arafet genelde aynı anlamda kullanılmış olmakla birlikte bazıları kehanetin geçmişe arafetin ise gelecekteki olaylara ait bilgi verme anlamına geldiği kanaatindedirler. Cahiliye Çağında Araplar kâhinlerin olağanüstü güçlere sahip olduklarına inandıklarından her işlerinde onlara müracaat ederlerdi. Bilhassa aralarında çıkan anlaşmazlıklarda onların yardımına ve neticede verecekleri hükümlere önem verirlerdi. Onlar hasta oldukları zaman da kâhinlerin tavsiyeleriyle şifa bulmaya çalışırlardı. Ayrıca kendi başlarında çözemedikleri her türlü konuda onlara fikir danışırlar, gördükleri rüyaları onlara yordururlar, hatta gelecekte başlarına gelecekler hakkında da onlardan bilgi almaya çalışırlardı. Bu bakımdan kâhinler Cahiliye Çağı Araplarında, felsefe, hukuk, tababet gibi faaliyetlerle meşgul olan, aynı zamanda din adamları sınıfını, yani bu alanlarda uğraşma imtiyazını ellerinde bulunduran ruhanî başkanları temsil ediyorlardı. Hukuk İslam öncesi dönemde bilhassa Hicaz bölgesinde teşkilatlı siyasî bir otorite ve devletin olmaması, yargı faaliyetlerini yürütecek hukuk organının da yokluğuna sebep oluyordu. Bunun yerine kabile hakemleri tahkim ifade olunan bir sistem içinde hukukî faaliyetleri yürütüyorlardı. Dolayısıyla hakemler, devlet otoritesine dayalı bir adliyenin yerine getireceği işleri üstlenirlerdi. Araplarda kabile içinde çıkan hukukî ihtilâflar, yine kabileye mensup hikmet sahibi hakemlere götürülüyordu. Hakemler tanınmış, emin, tecrübeli ve şahsiyet sahibi insanlardan oluşuyordu. Neredeyse her kabilenin en az bir hakemi bulunuyordu. Bunlar aynı zamanda kâhin olarak da tanınmışlardır. Ancak bunlardan başka bazı hakemler bütün kabileler üzerinde güven kazandıkları için, sıradan şahıslar yerine daha ziyade kabileler arasında meydana gelen daha büyük davalara bakarlardı. Zaman zaman büyük kabile anlaşmazlıklarında çözüm için taraflarla hiç akrabalığı bulunmayan ve daha uzak beldelerde yaşayan hakemlere ihtiyaç duyulurdu. Çünkü ancak o durumda mutlak tarafsızlığın gerçekleşeceğine inanırlardı. Nitekim Hz. Muhammed’in dedesi Abdülmuttalib ile diğer Mekkeliler, Zemzem kuyusunun sahipliği konusunda düştükleri ihtilâfın çözümü için Mekke’de veya civarda yaşayan bir hakeme değil, çok uzak bir yolu göze alarak Şam’da bulunan Sa’dü Hüzeym kabilesinin kâhinine gitmeye karar vermişlerdir. Çünkü onlara göre Mekkeli veya yakın bir beldede yaşayan hakemin taraflardan birine Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 13 Cahiliyeden Risalete Kısa Tarih, Kültür ve Kurumlar uzaktan da olsa akraba olma ihtimali tam anlamıyla tarafsız ve yansızlığa halel getirebilirdi. İslam öncesi Arabistan’da hakemlerin tatbik edecekleri yazılı bir kanun bulunmuyordu. Bundan dolayı hakemler bunun yerine şahsi görüş, örf ve âdete göre hüküm verirlerdi. Ayrıca onların mahkeme sonucunda verdikleri karar, icra ve infaz edilmekten de mahrumdu. Zira bunu gerçekleştirecek bir hukuk organı yoktu. Dolayısıyla hükmün icrası ancak tarafların iyi niyetlerine ve taraflardan lehine hükmolunanın üstün kuvvetine bağlı idi. Bununla birlikte kamuoyu baskısı ve Arapların şereflerine verdikleri önem, alınan kararın icrasını neredeyse garanti ediyordu. Hilfü’l-Fudul: Erdemliler ittifakı Hz. Muhammed’in gençliği döneminde faaliyete başlayan Hilfü’l-Fudül cemiyeti, Arap toplumu içinde alışılmışın dışında yeni bir hukuk kurumu olarak faaliyet göstermiştir. Bu da korumasız bir şahsın hakkının onunla akrabalık bağı olmayan farklı kişiler tarafından alınması girişimidir. Hz. Muhammed’in 20 yaşında olduğu sırada gerçekleşen bu hadisenin sebebi, ticaret amacıyla Yemen’den Mekke‘ye gelen bir tüccarın Sehm kabilesi reislerinden Âs b. Vâil’e satmış olduğu malının parasını tahsil edememesidir. Mağdur Yemenli bunun üzerine Kureyşlilerden kendisine yardımcı olmalarını isteyince, onun çağrısına ilk cevap Teym kabilesi reisi Abdullah b. Cüdân’dan gelmiştir. Daha sonra başta Hâşimoğulları olmak üzere başka Kureyş boyları da buna dâhil olmuşlardır. Abdullah b. Cudân’ın evinde bir araya gelen bu topluluk, Mekke’de haksızlığa uğrayan herkese yardımcı olacaklarına dair söz vermişlerdir. Bu sözleşme Mekke’de Hilfü’l-Fudûl (Faziletliler ittifakı=Erdemliler birliği) olarak isimlendirilmiştir. Hz. Muhammed de bu organizasyona bizzat iştirak etmiş, peygamberliği döneminde bu anlaşmayı övmüştür. (İbn Hişâm, es-Sîre, I, 140-142; İbn Sa’d, et-Tabakât, I,128-129) Din Başta gök cisimlerine tapınmak gibi pek çok kadim inanç sisteminin görüldüğü İslam öncesi Arap toplumunda, bunlardan başka Yahudilik, Hıristiyanlık, Mecusilik, Sâbiilik, Hanîflik ve putperestlik gibi inançlar faaliyet göstermiştir. Yahudilik eski ilâhi kaynaklı büyük dinlerden biridir. Milattan önce ikinci bin yılın başlarında Yahudilik, Hz. İbrahim'in oğlu İshak'la sahneye çıkmıştır. İshak'tan sonra yerine Yakûb geçmiştir. Bu din daha ziyade İsrailoğulları’nın Babil'de geçirdikleri sürgünden sonra yayılma göstermiştir. Milattan önce iki binlere kadar İsrailoğulları Mısır'da üçüncü sınıf insan muamelesi görmüşler, burada adeta tutsak hayatı yaşamışlardır. Nihayet kavmin içinden çıkan Mûsâ (as), Firavun'un zulmüne karşı gelerek onların kurtuluşunu sağlamıştır. İsrailoğulları buradan Mûsâ’nın liderliğinde Ken'an iline ulaşarak kurtulmuşlardır. Ken'an ülkesinde başta Filistinliler olmak üzere çeşitli topluluklarla savaşmak zorunda kalan Yahudiler, Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 14 Cahiliyeden Risalete Kısa Tarih, Kültür ve Kurumlar M.Ö. 990 dolayında Hz. Davud'un peygamberlik ve liderliğiyle bileşik bir devlet kurmayı başarmışlardır. Bu tarihten sonra Kudüs merkezli olarak bölgede geniş bir yayılma faaliyeti gerçekleştirmişlerdir. Onlar bilhassa Filistin ve Şam topraklarında etkinlikleri artırmışlardır. Bu din İslam’dan önceki dönemde Arabistan’a da girmiştir. Nitekim Hz. Peygmaber’in tebliğe başladığı zamanda Arap yarımadasının dört köşesinde Yahudilere tesadüf edilir. Yahudilik, Arap yarımadasında Medine ve çevresinden başka bu dine mensup tüccarların faaliyetleri neticesinde Yemen’de de yayılma fırsatı bulmuştur. Yahudilikten sonraki ikinci büyük semavi din olan Hıristiyanlık, Filistin bölgesinde doğmuş ilahi kaynaklı evrensel bir inanç sistemidir. Filistin’de doğan Hıristiyanlık daha sonra çok geniş bir coğrafyaya yayılmış, bilhassa Roma’nın desteğini aldıktan sonra bu imparatorluğun hâkimiyeti altında yaşayan milletlerin resmî dini haline gelmiştir. Hıristiyanlık dördüncü miladî asırdan itibaren de Arap yarımadası’na kuzeyde Şam beldeleri, güneyde ise Habeşistan üzerinden girmiştir. Başlangıçta Suriye kanalıyla Arabistan’a ulaşan ilk Hıristiyanlar, doğu kiliseleri arasındaki mezhep ihtilâfları sebebiyle İmparatorluk topraklarında barınamayan muhalif gruplara mensuptur. Onların çabalarıyla bu din Kuzey Arabistan’da sakin Gassânî ve Hîre Arapları arasında yayılmıştır. Irak bölgesinde Hıristiyan olan Arapların çoğu Nastûrî mezhebini benimsemiş ve onlar eliyle Hîre’de hatırı sayılır bir Hıristiyan Arap topluluğu meydan gelmiştir. Güney Arabistan’ın Hıristiyanlık merkezi: Necran Mekkeli bir Hanîf: Varaka b. Nevfel Hıristiyanlık Kuzey Arabistan’dan başka Yemen’de de büyük ölçüde yayılma imkânı bulmuştur. Bu dinin bölgeye ne zaman ve ne şekilde girdiği kesin olarak bilinmemekle birlikte, Bizans Hükümdarı Justinianus zamanında (527-565) Bizans'a bağlı ülkelerden kaçarak Kuzey Yemen'deki Necran'a gelen monofızitler sayesinde Hıristiyanlığın burada yer edinmeye başladığı görüşü yaygındır. İslam'ın doğduğu sırada Sâsânî İmparatorluğu’nun resmî dini olan Mecûsîlik, yarımadadaki Araplar arasında pek fazla ilgi görmemiştir. Bununla birlikte Arabistan’ın bilhassa güneydoğu bölgeleri içinde yer alan Hecer ve Bahreyn’de yaşayan bazı Arap kabilelerinin sınırlı da olsa bu dine girdikleri görülmüştür. Bu dinin Arabistan’da ilgi görmemesinde Sâsânîlerin bu inanç sistemini ulusal din olarak kabul edip başka milletler arasında yaymaya çalışmamalarının, ayrıca siyasî ve ekonomik hâkimiyeti dinlerini yaymaya tercih etmelerinin büyük etkisi vardır. İslam öncesi inançları arasında Hanîflik de öne çıkmaktadır. İslam'ın ilk yıllarına ait şiirlerde hanîf kelimesine farklı, hatta birbirine zıt anlamlar verildiği görülür. Nitekim bu kelimeyle ilgili olarak hem putperest, hem de tevhid ehli şeklinde tanımlamalar yapılmıştır. Hanîf kelimesi Kur’ân'da bir taraftan Hz. İbrahim'in imanını ifade etmek için ve müşrikliğin karşıtı olarak kullanılırken, diğer taraftan Hz. İbrahim'in Yahudi ve Hıristiyan olmadığı (Âl-i İmrân/3: 67; Bakara/2: 135), Ehl-i kitabın Hanîfler olarak Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 15 Cahiliyeden Risalete Kısa Tarih, Kültür ve Kurumlar Allah'a kulluk etmekle emrolundukları (Beyyine/98: 5) vurgulanmaktadır. Bunlardan başka Hz. Muhammed'e ve ona uyanlara hanîf olarak Allah'a kulluk etmeleri de emredilmiştir (Yûnus/10: 105; Rûm/30: 30). Buna göre Hanîflik müşriklik olmadığı gibi, Yahudilik ve Hıristiyanlık da değildir. Bilakis Allah'ın başlangıçtan itibaren insanlara bildirdiği, insan tabiatına en uygun olan tevhid dinidir. Netice olarak bütün bunlar hanîf kelimesinin Kur’ân'da hem putperestliğin hem de Yahudilerle Hıristiyanların bozulmuş tevhid inancının karşıtı olarak kullanıldığını göstermektedir. Hanîf kavramı Kur'ân'daki anlamıyla hadislerde de yer alır. Nitekim İbn Abbâs'tan rivayet edilen bir hadise göre Hz. Muhammed'e, “Allah katında hangi din daha makbuldür?” diye sorulduğunda. "Kolaylaştırılmış Hanîflik" cevabını vermiştir. (Buhârî/Îmân: 29). Buhârî'de yer alan başka bir rivayete göre de Zeyd b. Amr b. Nüfeyl hakiki dini aramak amacıyla Şam'a gitmiş, rastladığı bir Yahudi ve bir Hıristiyan âlimine dinlerini sorup beklediği cevabı alamayınca kendisine hangi dini önerdiklerini sormuş, onlar da Hanîfliği tavsiye etmişler; Hanîfliğin İbrahim'in dini olduğunu, onun Yahudi ve Hıristiyan olmadığını, sadece Allah'a kulluk ettiğini belirtmişlerdir (Buhârî/Menâkıbü'l-Ensâr: 24). İslami literatürde hanîf olarak nitelenen pek çok kişinin adından bahsedilmekte olup bunların en başta gelenleri şunlardır: Kuss b. Sâide el-İyâdî, Zeyd b. Amr b. Nüfeyl, Ümeyye b. Ebu's-Salt’dır. Mekke’de bulunan Hanîflerin en meşhurlarından olan Varaka b. Nevfel, Hz. Muhammed’in eşi Hz. Hatice’nin amcasının oğludur. O kavminin dinine uymayı reddedip Şam'a giderk Hıristiyan olmuş, burada ayrıca Tevrat ve İncil kitaplarını tahsil etmiştir. Varaka, Allah Resulü’nü ilk vahyi almasının ardından dinledikten sonra kendisine gelenin bütün peygamberlere ilahî emirleri ulaştıran vahiy meleği Cebrail olduğunu söyleyerek onun peygamberliğini müjdelemiştir. (Buhârî/Bedü’l-Vahy: 3). Meşhur Hanîflerden biri de Kureyşli Zeyd b. Amr b. Nüfeyl’dir. O daha hayatta iken cennetlik olduğu müjdelenen sahâbîlerden Saîd b. Zeyd’in babasıdır. Zeyd b. Amr ne Yahudilik ne de Hıristiyanlık’a girmiş, kavminin dinini de terk edip putlara tapmamış, kendisinin sadece Hz. İbrahim'in ilahına inandığını açıklamıştır. İslam’ın doğuşu döneminde Arap yarımadasında en yaygın dinî anlayış şüphesiz putperestliktir. Bu inanç, Sâmî toplumlarındaki inanç sistemlerinin en eski ve en ilkel şeklini temsil eder. Hz. İbrahim’in Mekke‘de Kâbe’yi inşa etmesiyle birlikte Allah’ın birliği inancı (Tevhid) Arap yarımadasında kabul edilmeye başlamış, Mekke zamanla bu anlayışın merkezi olmuştur. Hz. İbrahim döneminden itibaren Mekke, tevhidin merkezi iken zamanla onun soyu bu inancı terk edip Allah’a ortak koşmaya başlamıştır. Cahiliye dönemi kaynaklarında Hicaz’a ve Mekke’ye putperestliğin şehrin yönetimini üstlenen Huzâalılar zamanında getirildiği zikredilir. Nitekim kabilenin reislerinden Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 16 Cahiliyeden Risalete Kısa Tarih, Kültür ve Kurumlar Amr b. Luhay, ticaret amacıyla gittiği Şam bölgesinde Maab denilen yerde yaşayan Amâlikalıların putlara taptıklarını görmüş, bunun üzerine kendisine de bir put vermelerini talep etmiştir. Amr onların hediye ettikleri Hübel (Ha-Ba’l) isimli putu Kâbe’ye getirerek Zemzem kuyusunun üst tarafına yerleştirip halkına bu puta ibadet etmelerini emretmiştir. Mekke’de putperestliğin sadece liderin bir davranışıyla başladığını ileri sürmek eksik bir hüküm olur. Anlaşılan bu dönemde Mekke’de şirk için uygun bir ortam vardı. Nitekim Araplar, Amr’ın Şam’dan getirdiği Hübel ile iktifa etmeyip zamanla Kâbe’yi sayıları 360’ı bulan putlarla doldurmuşlar, ayrıca Safâ’ya İsâf, Merve’ye ise Nâile isimli putları yerleştirmişlerdir. Araplarda en yaygın inanç sistemi putperestliktir. Taif’te yaşayan Sakîf kabilesi Lât, Medine ve civarında yaşayan müşrik Araplar ise Menât isimli putlara tapmışlardır. Böylece her kabilenin, hatta zamanla her ailenin kendine ait bir putu olmuştur. Kur’ân’da müşriklerin taptıkları Vedd, Süvâ, Yeğûs ve Nesr isimli put adları da geçmektedir. (Nûh/84: 23) Genel anlamda putperest olan Arapların belirgin ortak bir inanç anlayışı yoktu. Onlardan bazıları Tanrı kavramını kökten inkâr etmek suretiyle materyalist bir anlayışla zamana ve tabiata tapınmışlardır. Diğer bir kısmı ise kısmı ise Allah’ın âlemin yaratıcısı ve düzenleyicisi olduğunu kabul etmişlerdir. Nitekim onlar diğer tanrı ve put adlarından ayrı olarak en yüce yaratıcı Tanrı’yı ifade etmek üzere Allah kelimesini de kullanmışlar, özellikle dualarında “yâ Allah” ve daha sık olarak “Allâhümme” tabirlerine yer vermişler. Bu konuda en açık deliller ise Kur’ân’da zikredilir: “Andolsun! Onlara, “Gökleri ve yeri kim yarattı?” diye sorsan, mutlaka, “Onları mutlak güç sahibi, hakkıyla bilen (Allah) yarattı” diyeceklerdir” (Zuhruf/43: 9). “Eğer, yerde ve gökte Allah’tan başka tanrılar bulunsaydı, yer ve gök Cahiliye dönemi Araplarında siyasî ve fikrî birlik bulunmadığı gibi tamamen (bunların nizamı) kesinlikle bozulup gitmişti.”(Enbiyâ, 2l/22). ortak bir akîde de yoktur. Bu dönemin başlıca ibadet şekilleri ise put evleri kurarak buralarda dua, secde ve tavaf etmek, kurbanlar kesmek, tanrıların hoşnutluğunu kazanmak için sadaka vermek gibi faaliyetlerdir. Bu tür ibadetlerin gayesi ise sağlık, afiyet, servet kazanmak, savaşlarda zafere ulaşmak, erkek evlât sahibi olmak gibi imkânlara ulaşabilmeleri için putların ilgi, yardım veya şefaatine erişmekti. Anlaşıldığı kadarıyla Cahiliye Arapları ibadet ve diğer iyilikleri sadece dünyevî beklentiler adına yapmışlardır. Bu da onların âhirete inanmamalarının tabiî bir sonucudur. Nitekim Kur'ân’da müşriklerin öldükten sonra dirilmeyi ve hesabı inkâr ettikleri (Enâm/6: 29; Nahl/16: 38; İsrâ/17: 49) bildirilmektedir. Cahiliye dönemi Araplarının büyük çoğunluğu Allah’ı tanımakla, onu yüce yaratıcı olarak bilmek, hatta dualarında ve yeminlerinde Allah’ın adını sıkça anmakla birlikte, onların Allah inançları oldukça zayıf, bulanık ve muğlâktı. Ancak tehlike anında Allah’a dua ediyorlar, selamete kavuştukları anda ise O’nu Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 17 Cahiliyeden Risalete Kısa Tarih, Kültür ve Kurumlar unutuyorlardı. Varlığını hatırladıklarında ise doğrudan tek ve mutlak güç sahibi olan Allah’a inanıp bağlanmak yerine, O’nunla kendi aralarında bağ kurduğuna inandıkları ikinci dereceden tanrıları aracı kılıyorlar, kısacası Allah’a ortak (şirk) koşuyorlardı. Şirk, ulûhiyette ve ibadette Allah’ın dışında başka varlıkları ortak koşmak demektir. Onların şirke vesile saydıkları varlık put olabildiği gibi, bir melek, şeytan ya da tabiat güçlerinden biri de olabilirdi. Müşriklerin Allah’a ortak koştukları varlıkların başında ise putlar gelir. Müşrik Araplar önemli işlerinin hallinde putlardan yardım dilemiş, onların önünde çektikleri fal okları ile problemlerine çözüm arayışına girmişler, üstelik bu faaliyeti dinî bir vecibe olarak kabul etmişlerdir. Mekke‘de bu tür uygulamaların gerçekleştirdiği yer ise Hübel putunun bulunduğu mekândır. Sonuç olarak ifade etmek gerekirse, Cahiliye Arap toplumunda hem semavî hem de beşerî dinler var olmakla birlikte, bilhassa Mekke merkezli Hicaz’da hâkim inanç putperestlikti. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 18 Özet Cahiliyeden Risalete Kısa Tarih, Kültür ve Kurumlar • Arabistan Yarımadası dünyanın en eski yaşam alanlarından biridir. Güney, Kuzey ve Hicaz şeklinde genel olarak üç coğrafi kısma ayrılan yarımadanın özellikle güney ve kuzey bölgelerinde güçlü devletler kurulmuştur. • Hicaz, Arap yarımadasının orta batı kesiminde yer almış ve etrafında bulunan geniş çöller sayesinde büyük devletlerin saldırılarından kendisini koruyabilmiştir. Bölgenin en önemli şehri olan Mekke, bu özelliğini başta Kabe olmak üzere kutsal mekanlara ev sahipliği yapmasından alır. • İslam öncesinde Araplar klasik kabile sistemi içinde yaşamışlardır. Gücün hakim olduğu hayat şartlarında erkek egemen bir aile anlayışı görülmüştür. Bu sebeple aileler daha çok erkek çocuk sahibi olmak istemişlerdir. • İslam öncesi Arap tarihi için her ne kadar Cahiliye dönemi tabiri kullanılmışsa da, bu çağda yaşayan Araplar, çevrelerinde yaşayan insanlardan aşağı kalmayacak kültür eserleri ve bilimseler ilerlemeler sergilemişlerdir, aynı zamanda ilmi, hukuki ve dini kurumlar meydana getirmişlerdir. • Arabistan Yarımadası'nda İslam'dan önce başta Yahudilik ve Hıristiyanlık olmakla birlikte, Sabiilik ve Mecusilik gibi dinler de yayılmıştır. Bilhassa Hicaz'da semavi dinlerle yakından ilgili olan , putperestlikten uzak duran ve kendilerine Hanif adı verilen az sayıda inanç mensubuna rastlanmıştır. Bununla birlikte bölgede en yaygın inanç görüntüsü şüphesiz putperestliktir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 19 Ödev Cahiliyeden Risalete Kısa Tarih, Kültür ve Kurumlar • Diğer bilim dallarından istifade ederek Cahiliye dönemi sosyal hayatını 200 kelimeyi aşmayacak şekilde yazınız. • Hazırladığınız ödevi sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “ödev” bölümüne yükleyebilirsiniz. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 20 Cahiliyeden Risalete Kısa Tarih, Kültür ve Kurumlar DEĞERLENDİRME SORULARI Değerlendirme sorularını sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “bölüm sonu testi” bölümünde etkileşimli olarak cevaplayabilirsiniz. 1. Aşağıdaki devletlerden hangisi Güney Arabistan’da kurulmuştur? a) Hireliler b) Nabatiler c) Gassaniler d) Himyerliler e) Tedmürlüler 2. Aşağıdakilerden hangisi Tedmürlüler devleti için doğru değildir? a) Kuzey Arabistan’da kurulmuştur. b) Tarihleri en iyi bilinen Arap devletlerindendir. c) Romalılar tarafından ortadan kaldırılmıştır. d) Zenubiya isimli bir kraliçe tarafından yönetilmişlerdir. e) Habeşistan üzerine sefer düzenlemişlerdir. 3. Mekke şehrinin ilk sakinleri kimlerdir? a) Nizariler b) Amalikalılar c) Huzaalılar d) Kureyşliler e) Cürhümlüler 4. Mekke’de Kureyş hakimiyeti kimin tarafından gerçekleştirilmiştir? a) Abdülmuttalib b. Haşim b) Haşim b. Abdümenaf c) Kusay b. Kilab d) Amr b. Luhay e) Fihr b. Malik Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 21 Cahiliyeden Risalete Kısa Tarih, Kültür ve Kurumlar 5. Aşağıdakilerden hangisi Medine’nin özelliklerinden değildir? a) Arabistan’da Yahudilerin yerleşim alanlarındandır. b) Asıl adı Yesrib iken hicretten sonra Medine olarak değiştirilmiştir? c) Evs ve Hazrec kabilelerinin yurdudur. d) Arabistan’ın önemli bir liman şehridir. e) Hayber ve Fedek gibi Yahudi şehirlerine komşudur. 6. Cahiliye döneminde geçim sıkıntısı veya namus endişesi sebebiyle öldürülen kız çocuklarının öldürülmesine ne ad verilir? a) Mevude b) Mazlume c) Maktule d) Masume e) Mahmule 7. Araplar Kufi yazıyı nereden aldılar? a) Mısır b) Irak c) Habeşistan d) İran e) Yemen 8. Aşağıdakilerden hangisi Klasik Arapça’yı temsil etmez? a) Kur’an-ı Kerim b) Hadisler c) alife mektupları d) Eyyamü’l-Arab e) Abbasi dönemi şiirleri Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 22 Cahiliyeden Risalete Kısa Tarih, Kültür ve Kurumlar 9. Araplarda tıp ilmi hakkında aşağıdakilerden hangisi doğrudur? a) Araplar tıp ilmini daha ziyade Habeşlilerden almışlardır. b) İmruü’l-Kays en meşhur Arap tabiplerindendir. c) Araplar İranlılardan bazı tedavi yöntemlerini almışlardır. d) Araplar sadece büyücüler vasıtasıyla tedavi uygulmışlardır. e) Araplar açtıkları hastanelerde pek çok tabip yetiştirmişlerdir. 10.Putperest Araplar için aşağıdakilerden hangisi söylenemez? a) Putperes Arapların tamamı Allah’ın varlığını inkar ediyordu. b) Onlar, iyilikleri ancak dünya menfaati için yapıyorlardı. c) Büyük bir kısmı ahrete inanmıyordu. d) Putları Allah’a şirk koşuyorlardı. e) Bazen Tanrı’yı ifade etmek için Allah kelimesini kullanıyorlardı. Cevap Anahtarı 1-d; 2-e; 3-b, 4-c; 5-d; 6-a; 7-b; 8-e; 9-c; 10-a Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 23 Cahiliyeden Risalete Kısa Tarih, Kültür ve Kurumlar YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER KAYNAKLAR Ahmed Refik. (tsz.). Târîh-i Umûmî, I-VI. İstanbul (Dersaadet). Aksun, Ziya Nur. (1994). Osmanlı Tarihi, I-VI. İstanbul. Akşit, Oktay. (1976). Roma İmparatorluğu Tarihi. İstanbul. Altıntaş, Ramazan. (1996). Bütün Yönleriyle Cahiliyye. Konya. Apak, Adem. (2011). Anahatlarıyla İslam Tarihi I (Hz. Peygamber Dönemi). İstanbul. Avcı, Casim-Şentürk, Recep. (1996). “Kabile”. DİA, XIV, 30. Bailly, Auguste. (tsz.). Bizans Tarihi, I-II. (Çev. Haluk Şaman). İstanbul: Tercüman, 1001 Temel Eser. Büyükcoşkun, Kudret. (1991). “Arabistan”. DİA, III, 248-251. Çağatay, Neşet. (1957). İslam Öncesi Arap Tarihi ve Cahiliye Çağı. Ankara. Çağrıcı, Mustafa. (1991). “Arap”. DİA, III, 319. Çetin, Nihat. (1973). Eski Arap Şiiri. İstanbul. Fayda, Mustafa. (1992). “Cahiliyye”. DİA, VI, 17-19. Hasan, Hasan İbrahim. (1996). Siyasî-Dînî-Kültürel-Sosyal İslam Tarihi, I-X. (Çev. İsmail Yiğit-Sadreddin Gümüş). İstanbul. Hıttı, Philip K.. (1980). Siyasî ve Kültürel İslam Tarihi, I-V. (Çev. Salih Tuğ). İstanbul. İbn Abdilhakem, Ebu’l-Kasım Abdurrahman b. Abdillah (257/870). (1991). Futûhu Mısr ve Ahbâruhâ. (thk. Charles Torrey). Kahire. İbn Hişam (218/833). (tsz.). es-Siretü’n-Nebeviyye, I-VI,. (thk. Mustafa Sakkaİbrahim Ebyari-Ebu’l-Hafız Şelebi). Beyrut. İbn Hurdazbih, Ebu’l-Kasım Ubeydullah b. Abdillah (280/893). (1967). Kitabu’lMesâlik ve’l-Memâlik. Leyden. İbn Sa’d (231/845). (tsz.). et-Tabakatü’l-Kübra, I-VIII. Beyrut. İstahrî, Ebû İshak İbrahim Muhammed el-Farisî (340/951). (1967). Kitabu’l-Mesâlik ve’l-Memâlik. Leyden. Küçükaşçı, Mustafa Sabri. (1998). “Hicaz”. DİA, XVII, 433. Marek, Kurt W.. (1982). Tanrılar, Mezarlar, Bilginler. (Çev. Hayrullah Örs) İstanbul. Mes'ûdî, Ebu’l-Hasan Ali b. Hüseyn b. Ali (345/956). (1964). Mürûcü'z-Zeheb, I-IV. (thk. M. Muhyiddin Abdulhamid). Mısır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 24 Cahiliyeden Risalete Kısa Tarih, Kültür ve Kurumlar Meydan Larousse, I-XIII. (Meydan Gazetecilik). (1987). İstanbul. Ostrogorsky, Georg. (1995). Bizans Devleti Tarihi. (Çev. Fikret Işıltan). Ankara. Özaydın, Abdülkerim. (1991). “Arap”. DİA, III, 321. Palabıyık, M. Hanefi. (2007). “Cahiliye Dönemi ve İslam’ın İlk Yıllarında OkumaYazma Faaliyetleri”. Erzurum: Atatürk Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi, sayı: 27, s. 31-68. Sarıcık, Murat. (2002). İslam Öncesi Cahiliyye Kültürü. Isparta. Şevki Dayf. (1960). el-Asru’l-Cahili. Kahire. Watt, M. Montgomery. (1986). Muhammed Mekke’de. (Çev. Rami Ayas-Azmi Yüksel). Ankara. Yâkût el-Hamevî, Şihabüddin Yakut b. Abdullah (626/1229). (1975). Mu‘cemu’lBuldân, I-V. Beyrut. Zeydan, Corci. (1970). İslam Medeniyeti Tarihi, I-IV. (Çev. Zeki Meğamiz). İstanbul. Zeydan, Corci. (tsz.). el-Arab Kable’l-İslam. (thk. Hüseyin Munis). Kahire. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 25 HEDEFLER İÇİNDEKİLER + DÖNEMİNDE HZ. PEYGAMBER DİNİ, KÜLTÜREL ve ADLİ i KURUMLAR • Dini Kurumlar • Namaz ve Mescid • Zekât • Hac • Eğitim-Öğretim ve Kültür • Eğitim-Öğretim • Kültür • Adalet Kurumu • Merkez • Taşra • Hz Peygamber’in Kâdîları İSLAM KURUMLARI ve MEDENİYETİ TARİHİ • Bu üniteyi çalıştıktan sonra; • Hz. Peygamber dönemindeki dini kurumların önem ve fonksiyonunu kavrayabilecek, • Hz. Peygamber dönemindeki eğitim-öğretim kurum ve faaliyetleri ile dönem kültürünün genel özelliklerini kavrayabilecek, • Hz. Peygamber dönemindeki adli kurumların yeri ve gerekliliğini anlayabilecek, • Hz. Peygamber döneminin din, öğretim ve adliye kurumları arasındaki bağlantıyı kurabileceksiniz. ÜNİTE 4 Hz. Peygamber Döneminde Dini, Kültürel ve Adli Kurumlar GİRİŞ Bu ünitede Hz. Peygamber dönemindeki dini, kültürel ve adli kurumlar ele alınarak, işleyişleri ve görevlileri hakkında bilgi verilecektir. Şüphesiz hiçbir kurum ve yapı tek başına anlamlı değildir. Diğer kurumlarla birlikte ve kendi sistemi içinde değerlendirilmelidir. Bu yüzden Allah Resulü’nün hayatını, dönemini ve zamanında oluşturduğu yapı ve kurumları bir bütün olarak ve tüm sistemi birlikte düşünmelidir. DİNİ KURUMLAR İnsanın yaratılışında inanma, ibadet etme veya tapınma ihtiyacı vardır. Yani insan, aklını, kalbini ve midesini gerekli şeylerle doldurmaya muhtaçtır. İnsanı hangi yönden ele alırsak alalım, bir ihtiyaç içindedir. İnsanın canlılığını devam ettirebilmesi için midesini doyurması, orada hazmedilen yiyeceklerin vücudun belli yerlerine dağılması ve bunlar sayesinde vücudun fizyolojik fonksiyonlarını yerine getirmesi şarttır. Nasıl ki insan, az veya çok, yeterli veya yetersiz gıda almaya mecbursa; yaratılıştan kendine verilen inanma ve ibadet etme ihtiyacını da gidermeye mecburdur. Yemek, içmek vakıası gibi iman ve ibadet vakası da reddedilemez bir şekilde sürüp gelmiştir. Asırlar boyunca bu ihtiyacı, Allah’ın dini veya batıl dinlerle gideren insan topluluklarını görüyoruz. Yüce Allah’ın gönderdiği peygamberler, insanlara hak dini tebliğ etmek ve bu dinin ibadetlerinin nasıl yapıldığını göstermek vazifesini yerine getirdiler. Peygamberler zincirinin son halkası olan Hz. Peygamber de, kendinden önceki peygamberler gibi bu vazifesini en güzel bir şekilde yerine getirdi. Ümmetine namaz kılmayı, oruç tutmayı, zekat vermeyi, kurban kesmeyi, bayram etmeyi, hac ve umre yapmayı öğretti. Yüce Allah’ın emrettiği ve Hz. Peygamber’in de nasıl yapılacağını öğrettiği ibadetlerin başında namaz gelir. Namaz Sözlükte namaz, dua etmek, övmek, tazim etmek, hayır duada bulunmak gibi manalara gelir. Yüce Allah, bir ayette meal olarak şöyle buyurur: “(Ey Muhammed! Sen) onlara dua et! Çünkü senin duan onlar için bir huzurdur.” (Tevbe/9: 103) Dini bir terim olarak namaz, tekbir ile başlayıp selam ile tamamlanan özel fiil ve sözlerden ibaret bir ibadettir. İslam dininde farzların en önemlisi namazdır. Kıyamet gününde insanın ilk hesaba çekileceği konu namaz olacaktır. Namaz, inancın dışa ve topluma yansıyan Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 2 Hz. Peygamber Döneminde Dini, Kültürel ve Adli Kurumlar belirtilerinin başında gelir. Namaz kalbin nuru, gönlün süruru, ruhun gıdası, müminin miracı, kulun yüce yaratıcı ile aracısız buluşma ve konuşma halidir. Kur’ân-ı Kerîm’in çeşitli ayetlerinde, İslam’dan önceki ilahi dinlerde de namazın emredildiği haber verilir. Önceki peygamberlerin kıldıkları ve ümmetlerinden de kılmalarını istedikleri namaz, Mekke’de Hz. Peygamber’in peygamberliğinin başlangıç yıllarında kılınması istenen bir ibadettir. Mekke döneminin başlangıç yıllarında Cebrail , Hz. Peygamber’e gelerek, onu Akabe denilen yere götürmüş, orada fışkıran su ile önce Hz. Cebrail, sonra Hz. Peygamber abdest almış ve birlikte iki rekat namaz kılmışlardı. Hz. Peygamber, sevinçli bir halde eve gelmiş ve eşi Hz. Hatice’yi de oraya götürmüş, birlikte abdest alarak iki rekat namaz kılmışlardı. Kimi alimlere göre aşağıdaki ayet mealleri, bu gizli namaz dönemiyle ilgilidir: “Namazında ne yüksek sesle oku ve ne de sesini alçalt, ama ikisi arasında bir yol ara!” (İsrâ/17: 110) “Kendi kendine, yalvararak ve ürpererek, yüksek olmayan bir sesle sabah akşam Rabbini an ve (sakın) gafillerden olma!” (A’râf/7: 205 ) İslam’ın ilk yıllarında namaz, genel kabule göre yalnız sabah güneşin doğmasından önce ve akşam güneşin batmasından sonra olmak üzere ikişer rekat kılınıyordu. Daha sonra Miraç gecesinde beş vakit namaz farz kılındı. Yaygın kabule göre Hz. Cebrail’in, Hz. Peygamber’e Kabe’de, namaz vakitlerini göstermek üzere imamlık etmesi Miraç olayının ertesi günü olmuştur. Namazın farz olması kitap, sünnet ve icmâ ile sabittir. Cuma namazı ve bayram namazlarının dışındaki namazlar münferiden kılınabileceği gibi cemaat halinde kılınması daha makbuldür ve sevabı daha çoktur. Cemaat halinde kılınan namazın en güzeli de, camide imamın arkasında kılınanıdır. Mescid: Müslümanların topluca ibadet ettikleri yere “mescid” veya “cami” denilmektedir. Bu iki kavram birbirinin yerinde kullanıldığı gibi bazen ikisi birlikte “el-mescidü’l-cami” şeklinde de kullanılmıştır. İslam’ın ilk devirlerinde ibadethaneler, “mescid” diye anılırken daha sonra küçük ibadethaneler “mescid”, cuma ve bayram namazlarının kılındığı büyük ibadethaneler de “cami” diye anılmaya başlamıştır. Bununla birlikte bazı İslam memleketlerinde küçük-büyük bütün ibadethanelerin “mescid” adıyla anıldığı müşahede edilmektedir. Mescid kelimesi, Arapçada “eğilmek, baş eğmek, alnı ve burnu birlikte yere koymak” manalarına gelen “scd” sülasi kökünden ism-i mekandır. “Secde edilen yer” manasına gelir. Cami kelimesi ise Arapçada “parçaları bir araya toplamak, bir şeyin bir kısmını diğer kısmına koymak, uzlaştırmak, barıştırmak, bir işe azmetmek Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 3 Hz. Peygamber Döneminde Dini, Kültürel ve Adli Kurumlar ve elbise giymek” manalarına gelen “cma” sülasi kökünden ism-i faildir. “Bir araya toplayan, bir arada uzlaştıran” manasına gelir. Bu kelime, Hicri dördüncü asırdan itibaren kullanılmaya başlamıştır. Mescid kelimesi, Kur’ân-ı Kerîm’de müfred, cemi ve izafet terkibi şeklinde yirmi beş yerde geçmektedir. Hadis kitaplarında ve diğer İslam kaynaklarında da “Mescid ” kelimesi, mabed manasında kullanılmıştır. Yeryüzünde yapılan ilk mabed, Mekke’deki Kabe olduğu gibi; İslam tarihinde özel mahiyetteki ilk mescid de Mekke’de, Ammar b. Yasir’in evinin bir köşesinde yaptığı mesciddir. Bundan ayrı yine Mekke’de, Hz. Ebu Bekir’in evinin bir bölümünü mescid olarak ayırdığı bilinmektedir. Hz. Peygamber, 622 yılında Mekke’den Medine’ye hicret ettiğinde Medine topraklarındaki Kuba köyünde, Gülsüm b. Hidm’in evine misafir olmuş ve burada Kur’ân-ı Kerîm’de “takva üzere inşa olunan mescid” diye bahsedilen İslam tarihinin ilk mescidini yapmıştır. Hacca ve umreye gidenlerin ziyaret ettikleri “Kuba Mescidi” işte bu mesciddir. Hz. Peygamber, Kuba’da beş gün kaldıktan sonra Medine’ye hareket etti. Medine’ye geldiğinde serbest bıraktığı devesi, Neccar oğullarının boş bir arsasına çöktü. Bu arsa, Sehl ve Süheyl adında iki yetim kardeşe aitti. Hz. Peygamber, çocuklardan bu arsayı bedelini ödeyerek satın almak istedi. Çocuklar, arsayı parasız vermek istedilerse de Hz. Peygamber kabul etmedi. On dinara (altın) alınan arsanın bedelini Hz. Ebu Bekir ödedi. Bu arsaya en yakın ev, Ebu Eyyub el-Ensarî’nin eviydi. Hz. Peygamber, bu arsa üzerinde başlattığı mescid inşaatı tamamlanıncaya kadar Ebu Eyyub’a misafir oldu. Bu arsa üzerine yapılacak mescidin planını bizzat Hz. Peygamber çizdi bu plana göre yapılacak mescid üç ana bölümden oluşmaktaydı: Mescid Suffa Hucurat Bu mescidin temelleri taştan, duvarları da kerpiçten yapıldı. Üzeri de hurma gövdesi, dalları ve yaprakları ile kapatıldı. İlk zamanlar kıblesi, Kudüs’e doğru idi. Hicretin on altıncı ayında gelen ayet ile kıblesi Mekke’ye/Mescid-i Haram’a yani Kâbe’ye doğru çevrildi. Mescidin doğu tarafına Hz. Peygamber’in odaları yapıldı. Giriş tarafındaki gölgelik (zulla) de “Suffa” olarak tarihe geçti. İnşaatın tamamı yedi ay içerisinde bitirildi. İnşaat bittikten sonra Hz. Peygamber, Mekke’den getirttiği eşi Sevde’yi ve çocuklarını kendi evine yerleştirdi. Sonradan evlendiği her eşi için buraya bir “oda” (hucre/hucurât) daha yaptırdı. Ezanın meşru kılınmasından sonra Hz. Bilal, günde beş vakit ezan okuyor ve bu mescid arı kovanı gibi dolup taşıyordu. Medineliler, günde beş vakit namaz için burada toplanıyorlardı. Hz. Peygamber ile görüşüyorlar ve onun yaptıkları sohbetlerden istifade ediyorlardı. Cuma günü de Medine’nin çevresindeki Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 4 Hz. Peygamber Döneminde Dini, Kültürel ve Adli Kurumlar mahallelerde ve köylerde oturan Müslümanlar buraya geliyor, Cuma namazı kılıyor ve birbirleri ile kaynaşıyorlardı. Mescid, bir su kaynağı gibi herkesin uğradığı bir merkez haline geldi. Hz. Peygamber’in evi mescidin bitişiğinde olduğu için, onu arayan ya mescidde veya evinde buluyordu. Mescidde kadınlar için de bir yer ayrılmıştı. Beş vakit namaza gelen kadınlar, birbirleri ile görüşüyorlar ve sohbet ediyorlardı. Muhacir ve Ensar kadınlarının aralarındaki sevgi ve saygı bağı artarak gelişiyordu. Ayrıca mescide devam eden kadınlar, din ile ilgili sorularını bizzat Hz. Peygamber’e sorarak cevaplarını alıyorlardı. Mekke’den gelen Muhacir Müslümanlarla Medineli Müslümanlar, namaz vakitlerinin dışında da mescide geliyorlar, oturuyorlar ve birbirleri ile sohbet ediyorlardı. Bu iki toplum burada birbiri ile kaynaşıyordu. Zaman zaman Hz. Peygamber de gelip aralarına oturuyor ve onları bilgilendiriyordu. Sahabe, işte bu sohbetlerde yetişti. Mescidin bitişiğindeki suffa da bekar delikanlılar, Medine’ye yeni gelen Muhacirler ve Hz. Peygamber’i görmeye gelen misafirler kalırdı. Yani burası hem talebe yurdu, hem misafirhane hem de okuldu. Hz. Peygamber, hemen hemen her namazdan sonra bunların yanına uğrar, kısa da olsa kendileriyle sohbet etmeyi ihmal etmezdi. Hz. Peygamber’in vefatından sonra İslam’ı Arap yarımadasının dışına taşıyan nesil, işte burada yetişen nesildir. Hicretten sonra Medine’de bir ibadet merkezi olarak yapılan mescid, aynı zamanda eğitim merkezi, talebe yurdu, misafirhane, istişare yeri, hastane, mahkeme salonu, toplantı yeri, elçileri kabul salonu ve uğurlama yeri gibi görevleri de yerine getiriyordu. Zekat Zekat, sözlükte “artma, çoğalma, arıtma, bereket ve övme” manalarına gelir. Bir fıkıh terimi olarak zekat şöyle tarif edilir: “Belli mal çeşitlerinin belirli bir bölümünü, yüce Allah’ın belirlediği Müslümanlara mülk olarak vermektir.” Müminlerin, Allah’ın emirlerine uymadaki sadakatlerini gösterdiği için zekata “sadaka” da denilmiştir. Bununla birlikte sadaka kelimesi, zekattan daha kapsamlı olup, vacip ve nafile kabilinden olan bağışları da içine alır. Allah rızası için ayrılıp verilen mala zekat denilmesi, geride kalanı arıtması ve afetlerden koruması yüzündendir. Şu ayet-i kerimede bu anlamı görmek mümkündür: “Müminlerin mallarından zekat al ki, onunla kendilerini temizleyip mallarını bereketlendirsin.” (Tevbe/9: 103) Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 5 Hz. Peygamber Döneminde Dini, Kültürel ve Adli Kurumlar Diğer yandan zekat, ödeyicisini günahtan temizler ve onun manevi derecesini yüceltir. Zekatı verilen mal da kirlerden temizlenir, bereketlenir, arıduru bir hale gelir. Zekat İslam’ın beş temel esasından biridir; Hicretin ikinci yılında Şevval ayında Ramazan orucu ve fitreden sonra farz kılınmıştır. Zekat, yirmi yedi ayette namazla birlikte zikredilmiştir. Bu durum namaz ile zekat arasında sıkı bir ilişkinin bulunduğunu gösterir. Zekat, önceki peygamberlere de genellikle namazla birlikte emredilmiştir. Zekatın farz oluşu kitap, sünnet ve icmâ ile sabittir. Zekat farz olan bir ibadet olduğu için, doğrudan yükümlü tarafından zekat niyetiyle yerine getirilmesi asıldır. Ancak zekatın mali yönünün bulunması, daha başlangıçta onun devlet eliyle toplanmasını gerekli kılmıştır. Bu yüzden farz kılınışının ardından zekatı toplama ve ihtiyaç sahiplerine ulaştırma işini devlet üstlenmiştir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de Hz. Peygamber’e zenginlerin mallarından zekat alması emredilmiştir. Ayrıca bu işin, birtakım görevliler (amiller) eliyle yapılmasına işaret edilmiş ve kendilerine, bu görevlerine karşılık olarak zekat gelirinden pay verilmesi istenmiştir. Yüce Allah, mealen şöyle buyurmaktadır: “Sadakalar (zekatlar) Allah’tan bir farz olarak ancak yoksullara, düşkünlere, (zekat toplayan) memurlara, gönülleri (İslam’a) ısındırılacak olanlara, (hürriyetlerini satın almaya çalışan) kölelere, borçlulara, Allah yolunda olana, yolda kalana mahsustur. Allah pekiyi bilendir, hikmet sahibidir.” (Tevbe/9: 60) Hz. Peygamber zamanında bu ayetin gereği olarak, zekatı toplama ve hak sahiplerine dağıtma işi genellikle devlet memurları tarafından yapılmıştır. Hz. Peygamber’in Muaz b. Cebel’i Yemen’e vali olarak gönderirken, “Onlara söyle, Allah, onların mallarında zekatı farz kıldı. Bu zekat onların zenginlerinden alınır ve oranın yoksullarına verilir.” (Buharî, Zekat 1 )buyurması bir uygulama örneğidir. Aynı zamanda belde ve bölgelerin yerinden yönetimi için bir teşviktir. Dört halife ve daha sonraki dönemlerde zekatı toplama ve hak sahiplerine dağıtma işi genellikle devlet memurları tarafından yapılmıştır. Zekat memurlarının maaşları, beytülmalin “zekat fonu”nda toplanan zekatların sekizde biri üzerinden ödenirdi. Zekat memurları Hz. Peygamber, Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer devirlerinde her çeşit zekata tabi malların zekatını toplarken, Hz. Osman devrinden itibaren özellikle zahiri mallar denilen tarım ürünleri ile hayvanların zekatlarını toplamakla görevlendirildiler. Hz. Osman döneminde zengin Müslümanlar, paralarının zekatını kendileri verebiliyordu. Ancak mal sahibinin gizli mal denilen altın, gümüş, nakit para ve ticaret mallarının zekatını vermediği belirlenirse, yine devlet eliyle alınırdı. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 6 Hz. Peygamber Döneminde Dini, Kültürel ve Adli Kurumlar Hac Hac sözlükte “kast etmek, yönelmek” anlamlarına gelir. Bir fıkıh terimi olarak hac şöyle tarif edilir; “Mekke deki Kâbe’yi ve çevresindeki kutsal sayılan özel yerleri, belirli vakitte, önceden hac niyetiyle ihrama girerek, usulüne göre, yani vakfe ve tavaf yaparak ziyaret etmekten ibaret olan ve İslam’ın şartlarından birisini teşkil eden mali ve bedeni bir ibadettir.” Hac ibadeti, Hz. İbrahim ile başladı; Hz. Peygamber’e kadar devam etti. Hz. Peygamber, Cahiliye devrinde bozulan ve saptırılan hac ibadetini asli şekline döndürdü. Hicretin dokuzuncu senesinde farz olan hac ibadeti, Hz. Ebu Bekir’in idaresinde yapıldı. Onuncu senede de bu ibadeti bizzat Hz. Peygamber’in kendisi idare etti. Hz. Ebu Bekir’in “emir” olarak tayin edilmesi, bu ibadetin devlet eliyle yönlendirilmesi gereken bir kurum olduğunu göstermektedir. Veda Haccı’nda da işin başında Hz. Peygamber vardı. Hz. Peygamber’in vefatından sonra da bu görevi ya halifeler veya halifelerin tayin ettiği “hac emirleri” yerine getirirdi. Tayin edilen hac emirlerinin görevi, bu ibadetin emniyet ve huzur içinde yerine getirilmesidir. Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer, halifeliklerinin ilk yılında hac emiri tayin edip ertesi yıl bizzat hacca gitmişler; Hz Osman halifeliğinin ilk ve son yılları hariç her yıl hacca gitmiş; Hz. Ali ise, iç karışıklıklar sebebiyle hilafet yılları içinde hacca gitmeye hiç fırsat bulamamıştır. Dört halifenin bu uygulaması, sonradan gelen halifeler için uyulması gereken bir yol olmuştur. Özellikle Osmanlı sultanları, bu konuda Hz. Ali’nin yolunu takip etmişlerdir. Hz. Peygamber, Veda Haccı’nda zaman zaman değişik yerlerde yaptığı konuşmalarda, Müslümanları hac ibadeti hakkında bilgilendirdi. Ayrıca kendisine sorulan sorulara cevap verdi ve haccın nasıl yapılacağını bizzat gösterdi. Hac ibadeti bugüne kadar onun yaptığı ve gösterdiği şekilde yapıldı, kıyamete kadar da onun gösterdiği şekilde yapılmaya devam edecektir. EĞİTİM-ÖĞRETİM VE KÜLTÜR Eğitim-Öğretim Hz. Peygamber, çevresindeki insanların eğitim ve öğretimine çok önem verdi. İnsanların bilgi ve amel seviyesini yükseltmek için çok uğraştı; bunu da başardı. Hz. Peygamber’in en büyük başarılarından biri de budur. O, Cahiliye toplumundan sahabe nesli gibi mümtaz bir nesil çıkarmıştır. Hem de az zamanda, az masrafla, ama çok gayretle bu neticeyi elde etmiştir. Bugün devletlerin eğitimöğretim için ayırdıkları bütçelere ve yapılan masraflara baktığımızda bu başarı daha iyi anlaşılmaktadır. Bilindiği gibi bu dinin ilk emri “Oku!” emri ile başlamaktadır. Okumak, Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 7 Hz. Peygamber Döneminde Dini, Kültürel ve Adli Kurumlar öğrenmek ve bilmekle alakalı birkaç ayetin meali şöyledir: “Yaratan Rabbinin adıyla oku! O, insanı bir aşılanmış yumurtadan yarattı. Oku! İnsana bilmediklerini belleten, kalemle (yazmayı) öğreten Rabbin, en büyük kerem sahibidir.” (Alak/96: 1-5) “Kur’an okuduğun zaman o kovulmuş şeytandan Allah’a sığın!” (Nahl/16: 98) “De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” (Zümer/39: 9) “Allah, içinizden iman edenlerin ve kendilerine ilim verilenlerin derecelerini yükseltir.” (Mücadele/58: 11) Konu ile alakalı birkaç hadis-i şerifin meali de şöyledir: “Allah, hakkında hayır dilediği kimseye, din hususunda derin bir anlayış verir.” (Buhari/İlim: 10) “Yalnız şu iki kimseye gıpta edilir: Birincisi Allah’ın kendisine ihsan ettiği malı hak yolunda harcayıp tüketen kimsedir. İkincisi de, Allah’ın kendisine verdiği ilimle yerli yerince hükmeden ve onu başkalarına da öğreten kimsedir.” (Buhari/İlim: 15) “Kim ilim tahsili için yola çıkarsa, Allah o kişiye cennetin yolunu kolaylaştırır.” (Müslim/Zikir: 39) Bilindiği gibi Hz. Peygamber’in peygamberlik yılları Mekke devri ve Medine devri olmak üzere ikiye ayrılır. Mekke devrinin eğitim-öğretim merkezi Daru’lErkam, Medine devrindeki merkez de Mescid ve Suffa’dır. Hz. Peygamber, Mekke’de tebliğ görevini üslendiği tarihten itibaren İslam dinini kabul edenleri eğitmekle meşgul olmuştur. O, daha Mekke döneminde, kendisine vahyedilen ayetlerin yazılmasını ve çoğaltılarak öğrenilmesini teşvik etmiştir. Mekke döneminin ilk yıllarında Erkam’ın evini bir eğitim-öğretim merkezi olarak kullanmıştır. Burada, Kur’ân ayetleri okunup yazılıyor, dini bilgiler veriliyor ve bu bilgilerin uygulaması yapılıyordu. İslam’ı öğrenmek isteyenler de buraya geliyorlardı. Hz. Peygamber Hicretten iki yıl önce Mekke’ye gelip Akabe mevkiinde Müslüman olan Medinelilerin eğitimi ile de ilgilenmiş; onların isteği üzerine Kur’ânAtatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 8 Hz. Peygamber Döneminde Dini, Kültürel ve Adli Kurumlar ı Kerim’i ve İslam’ın prensiplerini öğretmek için Mus’ab b. Umeyr’i öğretmen olarak Medine’ye göndermiştir. Mus’ab da kısa zamanda İslam dinini Medine şehrinde yaymış ve bu dini kabul eden yeni Müslümanların eğitim-öğretimini en güzel şekilde başarmıştır. Hicretten sonra Medine’de Hz. Peygamber ‘in ilk ve önemli faaliyetlerinden birisi, bir ibadet yeri olmasının yanında aynı zamanda eğitim-öğretim merkezi olan Medine mescidini inşa etmek olmuştur. Mescidin bitişiğindeki Suffa denilen mekanda kalan bazı genç sahabiler, Kur’ân-ı Kerîm okumayı ve yazı yazmayı öğreniyorlardı. İslam’ın temel esaslarını öğrenmek için çeşitli bölgelerden Medine’ye gelenlerin bir kısmı da Suffa’da kalıyordu. Burası yatılı öğrenci yurduydu. Mescid de okuldu. Burada kalan öğrenci sayısının kimi zaman dört yüze ulaştığı oluyordu. Hz. Peygamber, burada bizzat kendisi ders verdiği gibi Kur’ân-ı Kerîm ve yazı öğretmek üzere öğretmenler de tayin ediyordu. Sahabe-i kiramdan Ubade b. Samit ve Ubey b. Ka’b, burada öğretmenlik yapanlardandı. Hz. Peygamber, Suffa ashabını ve çevresini hem bilgilendiriyor hem de eğitiyordu. Kazandıkları bilgi ile nasıl amel edeceklerini uygulamalı bir şekilde gösteriyordu. Gereği yerine getirilmeyen bir bilginin insana yük olacağını hatırlatıyordu. Herhalde eğitim-öğretim metotlarının en güzeli de budur. Hz. Peygamber, her işte olduğu gibi bu işte de en güzel olanını yapıyordu. O dönemde idareci ve memurların yetişmesi için Suffa’dan ayrı bir mekan yoktu. Merkezdeki büyük mescidin dışında bir de mahalle mescidleri vardı. Sayıları dokuza varan bu mescidlerde de halk eğitiliyordu. Halkın eğitildiği bu mekanlarda eğitim-öğretim görenler, her çeşit idari görevlerde istihdam ediliyorlardı. Hz. Peygamber’in eğittiği insanlar arasında hafızlar, kıraat alimleri, hâkimler, valiler, ülkeler fetheden ordu komutanları, devlet adamları ve devlet başkanları yetişmiştir. Hz. Peygamber bilginin yaygınlaşmasını teşvik etmiş, insanlardan bildiklerini başkalarına aktarmalarını istemiştir. Taşradan Medine’ye gelip burada bir müddet kalan ve İslam’ı öğrenen heyetlere, bölgelerine dönüp, öğrendiklerini insanlara öğretmelerini istemiştir. Hz. Peygamber, yoğun ve titiz bir çalışma sonunda, Cahiliye örf ve adetleri üzerine yaşayan bir toplumun fertlerini eğitmiş ve yepyeni bir toplum, yani İslam toplumu oluşturmuştur. Bu muazzam dönüşüm, eğitim-öğretim sayesinde mümkün olmuştur. Kültür Cahiliye kültürüyle yetişmiş olan Arap toplumunun yaşantısını değiştirmek Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 9 Hz. Peygamber Döneminde Dini, Kültürel ve Adli Kurumlar kolay olmadı. Hz. Peygamber, kendini bu toplumu değiştirmeye adadı ve bunu başardı. Ferdin ruh yapısından toplumun ortak algısına kadar, ticaret hayatından ziraata kadar, aile hayatından devlet yapısına kadar her şeyi değiştirdi. Bilindiği gibi bu kolay olmadı. Bu kültürel değişimi hazmedip vahiy kültürünü benimseyen samimi Müslümanların yanında bu değişimi hazmedemeyen ve Hz. Peygamber’in vefatından sonra dinden dönenler de vardı. Hz. Peygamber’in İslam’ı yaymaya başladığı Hicaz bölgesinin üç şehrinde üç ayrı kültür vardı. Mekkeliler ticaretle meşgul oldukları için maddi durumları ziraatla uğraşan Tâiflilerden ve Medinelilerden daha iyiydi. Bu şehirde para bolluğu ve çok paranın getirdiği güzel bir yaşantı vardı. Zenginlerin evlerinde hizmetçi erkekler ve hizmetçi kadınlar bulunuyordu. Bu hizmetçiler, daha ziyade Mekkeli olmayan yoksul insanlardı. Medine’de oturan müşrik Araplar ziraatla, Yahudiler ise hem ziraat hem ticaretle meşgul olurlardı. Bu şehirde yaşayan insanların hayatında ziraat, hurma ağacı, hayvan ve daha ziyade deve vardı. Kültür de bunların çevresinde oluşmuştu. Tâif, bu iki şehre nispetle rakımı yüksek olan bir yerde kurulmuş bir şehirdi. Tâif’te üzüm bağları, bahçeler ve tarlalar vardı. Burası bitkisel ve hayvansal ürünlerin merkeziydi. Zengin Mekkelilerin Tâif’te üzüm bağları ve yazlıkları vardı. Mekkelilerin, bu iki şehir halkı ile yakından ilgileri vardı. Hem Medineliler hem de Tâifliler, Hac Mevsimin de Mekke’ye gelir, Kabe’yi tavaf eder, arkasından da kendi putlarını ziyaret ederlerdi. Mekkelilerin Tâif’te üzüm bağları ve yazlıkları vardı. Suriye ticaretine çıktıkları zaman da Medine’den geçerlerdi. Medine onların kuzeye giden ticaret yollarının üzerinde bulunuyordu. Mekkeliler, ticaretle meşgul oldukları için Yemen’den Bizans’a kadar Habeşistan’dan Fars ülkesine kadar uzayan geniş bir coğrafyayı avuçlarının içi gibi biliyorlardı. Mekke’deki okur-yazarların sayısı Medine’dekilerden fazlaydı. Çünkü Mekke, ticaret toplumu; Medine ise tarım toplumuydu. İslam’ı kabul eden insanların hepsini bir kültür potasında eritmeyi hedefleyen Hz. Peygamber, Bedir savaşında esir alınan ve fidye ödeyemeyen her Mekkeliye, Medineli on çocuğa okuma-yazma öğretme şartını koştu. Bu şartı yerine getirenler serbest bırakıldı. Bu suretle Medineli çocuklar arasında okur-yazar olanların sayısı arttı. Müslümanlar Medine’ye hicret ettiğinde bu şehirdeki ticaret hayatı Yahudilerin elindeydi. Mekke’den gelen ve ticareti çok iyi bilen Muhacirler kısa zamanda Medine pazarına hâkim oldular. Yahudilerin İslam düşmanlığı biraz da buradan kaynaklanmaktadır. Çünkü Mekke’den gelen her Muhacir, ticarete atılıyordu. Bu da Yahudilerin zoruna gidiyordu. Tâif’te oturan Sakif kabilesinin İslam’ı kabul etmesi kolay olmadı. Mekke’nin fethinden ve Kureyş’in Müslüman olmasından sonra bile direndiler. Sonra da kendi gönül rızalarıyla Medine’ye gelip Hz. Peygamber’in huzurunda Müslüman oldular. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 10 Hz. Peygamber Döneminde Dini, Kültürel ve Adli Kurumlar Hz. Peygamber, vefat etmeden önce bu üç şehir halkının Müslüman olduğunu ve Veda Haccı’nda bunların birbiriyle kaynaştığını, kardeş olduğunu, İslam kültürünün potasında yoğrulduklarını gördü ve tebliğ vazifesini yapmış olmanın huzuruna erdi. Bu insanların, Cahiliye toplumundan getirdikleri kültürün kalıntılarını ve tortusunu atmaları kolay olmadı. Bu sebepten dolayı Hz. Peygamber Veda hutbesinde Cahiliye örf ve adetlerinin ayaklarının altında olduğunu ilan etti. Artık bu üç şehirde oturanlar ve çevredeki kabileler yeni bir kültür havzasından su içmeye başladılar. İslam’dan önce Arap yarımadasında Mekke kültürü hâkimdi. Hicretten sonra Medine ön plana çıktı. Hz. Peygamber bunun için çok gayret gösterdi. Mus’ab b. Umeyr’in ve son Akabe’de görevlendirilen nakiblerin gayreti ile Medine İslamlaştı ve hicretten sonra da İslam kültürünü çevreye yayan bir merkez haline geldi. Hz. Peygamber, bunun oluşması için Medinelilere çok değer verdi ve kendileri ile çok ilgilendi. Bir tarım toplumundan, İslam kültür ve medeniyetini etrafa yayan entelektüel (aydın) bir nesil çıkardı. Hz. Peygamber, çevresindeki insanların her birine kabiliyet ve fıtratlarına göre işler verirdi. Kimisine komutanlık verir, kimini kendisi şehir dışına çıktığında yerine vekil bırakır, kimine de yabancı dil öğrenmesini emrederdi. Bir gün, Zeyd b. Sabit’e Süryanice bilip bilmediğini sormuş, “Bilmiyorum!” cevabını alınca öğrenmesini söylemiştir. Bunun üzerine Zeyd b. Sabit de İbranice ve Süryaniceyi öğrenmiştir. Sahabe arasında Farsça, Rumca, Kıptice, Habeşce, İbranice ve Süryanice bilenler vardı. Hz. Cebrail , yirmi üç yıl boyunca Hz. Peygamber’e vahiy getirmiştir. Hz. Peygamber, kendine gelen vahiyleri hemen ezberlemiş ve sahabilere yazdırmıştır. Hz. Peygamber’den vahiy yazan okur-yazarlara Vahiy Katibi denilmiştir. Vahiy Katipleri Kur’ân ayetlerini ellerinde mevcut olan kırtaslara ( yazı yazılabilecek deri, yassı taşlar, geniş kemik, hurma ağacının gömleği v.s.) yazarlardı. Mekke’de ve Medine’de vahiy katipliği yapan sahabiler, Hz Ebu Bekir zamanında Kur’ân’ın toplanmasında büyük görevler icra etmişlerdir. Sahabenin vefatında sonra, Tabiun ve etbauttabiun dönemlerinde ortaya çıkan ilimlerin ayrışmasının ve alimlerin belli ilim dallarında uzmanlaşmalarının temellerini Hz. Peygamber’in şu hadis-i şeriflerinde bulabiliriz: ”Ümmetimin en merhametlisi Ebu Bekir, Allah’ın dinine en bağlı olanı Ömer, en hayalısı Osman, en adaletlisi Ali, helal ve haramı en iyi bileni Muaz, feraizi (miras hukukunu) en iyi bileni Zeyd b. Sabit ve Kur’ân’ı en çok okuyanı Übey b. Ka’b’dır. Her ümmette emin olan biri vardır, bizim ümmetimizdeki en emin kişi ise Ebu Ubeyde b. Cerrah’tır.” (Buharî) Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 11 Hz. Peygamber Döneminde Dini, Kültürel ve Adli Kurumlar ADALET KURUMU Merkez Hz. Peygamber, İslam devletinde yargı organının başı olarak kaza fonksiyonunu ifa ediyordu. Her türlü dava ve ihtilaflar onun tarafından çözüme kavuşturuluyordu. O, gerek hukuki ve gerek cezai davaları Kur’ân hükümleri çerçevesinde hallediyordu. Kendisine gelen bütün olaylara Kur’ân’ın hükümlerini uyguluyordu. Bu arada Kur’ân’da hükmü bulunmayan olaylar için de bizzat kendisi hukuki hükümler koyuyordu. Hz. Peygamber’e gelen hırsızlık, zina, sarhoşluk, adam öldürme, yaralama ve buna benzer cemiyetin huzur ve sükununu kaçıran hadiselerde, suçlulara Kur’ân’ın tespit ettiği cezalar uygulanıyordu. Bu ararda davaları çözüme kavuştururken, gelecek asırlardaki İslam hâkimlerinin takip etmesi gerekli muhakeme usulü hakkında da prensipler ortaya koyuyordu. Safvan b. Ümeyye’nin elbisesini çalan hırsız, Hz. Muhammed’in huzuruna çıkarıldı. Yapılan muhakeme sonunda hırsızlık suçu tespit olundu ve hırsız, el kesme cezasına çarptırıldı. Mekke fethinde zengin bir kadın hırsızlık edince, Hz. Peygamber ona da aynı cezayı verdi. Başka birisine ait bir malı çalıp mahkeme huzurunda suçunu da itiraf eden birini, Hz. Peygamber aynı şekilde el kesme cezasına çarptırdı. Hz. Peygamber, zina suçunu işleyenleri recim cezasına çarptırıyordu. Nitekim Eslem kabilesinden bir şahıs ile Maiz b. Malik’e recim cezası uygulamıştı. Gebe olduğu halde zina suçu tespit edilen bir kadın, çocuğunu doğurduktan sonra recmedildi. Bekar olduğu halde zina ettiği tespit olunan bir şahsa yüz değnek vuruldu. Bir öldürme vakasında suç failini yüz deve vermekle cezalandırdı. Ebu Nu’aym isminde bir şahıs içki içtiği için adalet huzuruna çıkarıldı. Hz. Peygamber ona ceza olarak kırk değnek vurulmasına karar verdi. Hilal b. Ümeyye, karısının zina ettiğini mahkemeye ihbar etti. Yapılan muhakemede kadının zina ettiğini ispatlayamayınca, iftira suçuna (hadd-i kazif) çarptırıldı ve seksen değnek vuruldu. İslam devletinin her köşesinden Hz. Peygamber’e hukuk davaları da getiriliyordu. Hz. Peygamber, hukuk davalarını çözerken de hukuk muhakemeleri hakkında birtakım prensip ve kaideler koydu. Ona gelen hukuk davaları arasında miras ihtilafları, toprak mülkiyeti, su kuyusu mülkiyeti, su hakkı ihtilafları, nesep, borç, vs. bulunuyordu. Taşra Hicretten sonra Medine’de gayri müslimlere tanınan adli, hukuki ve dini muhtariyetin aynısı, sonradan İslam devletine idari ve siyasi yönden bağlılığı söz Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 12 Hz. Peygamber Döneminde Dini, Kültürel ve Adli Kurumlar konusu olan eyalet devletlerine de tanınmıştır. Necran Hıristiyanları ile İslam devleti arasında siyasi bir antlaşma oldu. Necranlılara antlaşma gereğince, dini, hukuki ve adli sahada muhtariyet verilmişti. Necranlılar, İslam adaletine hayran olmalılar ki, Hz. Peygamberden adli işlerini yürütecek bir hâkim isterken, “aramızda ihtilafa düştüğümüz konularda hüküm verecek bir kadı gönder!” dediler. Hz. Peygamber de onların bu isteğini yerine getirmek üzere Ebu Ubeyde b. Cerrah’ı oraya kadi olarak gönderdi. Amr b. Hazm da Necran’a İslam devletinin temsilcisi olarak gönderildi. İbn Hazm orada yeni Müslüman olan kimseler arasında dini, idari, adli, öğretim ve eğitim işlerini yürütüyordu. Hz. Peygamber zamanında İran devletine bağlı Uman eyaleti, Ceyfer ve Abd isimlerinde iki kardeşin müşterek saltanatıyla idare ediliyordu. Hz. Peygamber onlara Amr b. As ile bir mektup gönderdi ve onları İslam’a davet etti. Mektubun metni şöyledir: “Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla, Allah’ın Resulü Muhammed’den Cülenda oğulları Ceyfer ve Abd’e: “... Siz şayet, her ikiniz de İslamiyet’i kabul ederseniz, ben her ikinizin de iktidarda kalmasına rıza göstereceğim. Fakat her ikiniz de İslamiyet’i kabulü reddederseniz, her ikinize ait krallık da elinizden gidecektir.” Abd ve Ceyfer Müslümanlığı kabul ettiler ve ülkelerinde bulunan gayri müslimlerin idarecisi olarak aynı görevlerinde kaldılar. Bu arada, İslam hükümetinin temsilcisi sıfatıyla elçi Amr b. As Müslümanlar arasında adaletin dağıtımı ve ifası, Müslümanlardan sadaka ve zekatların toplanması ve gerekli yerlere sarf edilmesi ve ayrıca gayri müslimlerden cizye vergisinin toplanması ve Müslüman halkın dini öğretim ve eğitim işleriyle görevlendirildi. Bahreyn eyaleti, İran’a bağlı olarak Münzir b. Sava tarafından idare ediliyordu. Hz. Peygamber, A’la b. Hadrami ile eyalet valisi Münzir’e bir mektup gönderdi ve o mektupta valiyi İslam’a davet etti. Eyalet valisi Münzir, Hz. Peygamber’e olumlu bir cevap verdi. Hz. Peygamber, Münzir’i eskiden olduğu gibi yine gayri müslimlerin idarecisi olarak vazifesinde bıraktı. İslam devletinin temsilcisi sıfatıyla orda bulunan A’la b. Hadrami Müslüman olanların idarecisi oldu. Bundan sonra O, Müslüman halkın idari, adli, mali, dini ve öğretim işlerini yürütmeye başladı. Yemen’de Bâzân b. Sâsân, İran devletinin valisi idi, Hz. Peygamber, Bâzân’ı Müslüman olduktan sonra, aynı şekilde Yemen’de vali olarak bıraktı. Bâzân, sadece idari işleri yürütüyordu. Adli ve diğer işler ise Peygamber tarafından gönderilen, âmil ve hâkimler tarafından yürütülüyordu. Hz Peygamber’in Kadıları Arap yarımadası, Hz. Peygamber’in vefatına yakın sıralarda büyük oranda İslam devletinin hâkimiyeti altına girmişti. Takdir edilir ki, bu kadar geniş toprakları Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 13 Hz. Peygamber Döneminde Dini, Kültürel ve Adli Kurumlar içine alan bir ülkenin idaresinin tek kişi tarafından yürütülmesi imkansızdır. Bu sebeple Hz. Peygamber her fethedilen veya kendi rızalarıyla Müslüman olarak İslam hâkimiyeti altında yaşamayı arzu eden her bölgeye bir vali tayin ediyordu. Valiler idari işlerle meşgul oluyorlardı. Valiler, vazife yaptıkları bölgelerde kazai işleri bazen kendileri yapıyorlardı. Bazen de İslam hükümeti tarafından sırf kazai işlerle görevli memurlar yani hâkimler gönderiliyordu. Hatta Hz. Peygamber Medine’de kazai işlerin çoğalması sebebiyle önceden hâkim sıfatıyla taşımakta olduğu görevlerden bir kısmını sahabilerine devretmişti. Amir eş-Şa’bi’den gelen bir rivayete göre, Peygamber devrinde dört kadi vardı. Bunlar Hz. Ömer, Ali, Zeyd b. Sabit ve Ebu Musa el-Eş’ari idi. Mesruk ve Katade, Peygamber zamanında altı tane kadı olduğunu zikrediyorlar. Bu kadılar Ömer, Ali, Abdullah b. Mes’ud, Übey b. Ka’b, Zeyd b. Sabit ve Ebu Musa el-Eş’ari’dir. Bu rivayetler Hz. Peygamber zamanında hâkimlerin mevcut olduğunu gösteriyor ve ispat ediyor. Ancak bu iki rivayet Hz. Peygamber zamanında hâkimlik yapmış şahısların bir kısmının listesini vermektedir. Serahsi ilk zamanlarda kadıların müfti olarak adlandırıldığına dikkati çekmektedir. Kanaatimizce ilk devirlerde kadıların ekseriya müftiler arasından tayin edilişi, kadılara müfti diye isim verilmesine sebep olmuştur. Kaynaklardan tespit edildiğine göre peygamber devrinde 140 müftiden ekserisinin kadılık vazifesi yaptığını kabul etmek mecburiyetinde kalırız. Gerek Şa’bi’nin ve gerek Mesruk ve Katade’nin hâkim olarak gösterdikleri şahıslar da bu 140 kişi arasındadır. Peygamber zamanında dört veya altı tane kadı var denilmesi o şahısların vazifelerinde başarı elde etmeleri ve şöhret bulmalarıyla tefsir olunabilir. Aksi halde vesikalar arasında onlardan başka yer alan hâkimlerin durumunu izah etmek mümkün olmaz. Hz. Peygamber’in sahabilerinden ekserisine kazai sahada görev tevdi ettiğini tarihi vesikalarla izah edebiliriz. Bir gün iki şahıs aralarındaki ihtilafı Hz. Peygamber’e getirdiler ve, “biz önce bu ihtilaf için ilim sahibi şahıslara müracaat ettik, onlar bize ihtilafın çözümü hakkında şöyle bir hüküm verdiler.” dediler. Hz. Peygamber’in ihtilafı getiren şahısları dinledikten sonra, verilen kararı yerinde bulup, taktir edilen cezayı da derhal infaz etmesi, hâkimlerin kararlarına yapılan itirazları tetkik ettiğini göstermektedir. Müellif Hamidullah bu hususa işaretle, “ilk anlarda, Hz. Peygamber’in kendisi nihai istinaf veya temyiz olmak üzere, nakibler onun emri altında hâkim olarak vazife görmüşe benzemektedir. … Tedricen, Medine’de kazai işlerin miktarı artmış ve Hz. Peygamber hâkim sıfatıyla taşımakta olduğu yetkilerden bir kısmını başkalarına devretmek ve kazai hususta sadece temyiz yetkisini kullanmakta iktifa etmeğe mecbur olmuştur.” demektedir. Ukbe b. Amir şunları anlatıyor: “Bir gün Resulullah’ın yanında otururken iki şahıs aralarındaki bir ihtilafı ona getirdiler. Hz. Peygamber bana hitaben: “Ey Ukbe! Kalk ve bu iki kişi arasındaki ihtilaf hakkında hükmet!” dedi. Ben, “Ey Allah’ın Resulü, bu hususta sen benden daha salahiyetli ve daha liyakatlisin!” dedim. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 14 Hz. Peygamber Döneminde Dini, Kültürel ve Adli Kurumlar Resulullah sözüne devam ederek: “Ey Ukbe, eğer onların arasında hükmedersen içtihat etmeğe ihtiyaç duyduğun için, içtihat edip de gayene isabet edersen on sevap mükafatına nail olursun. Şayet içtihadında çalışmana ve cehdine rağmen hata edersen -çalışman karşılığı olarak- bir sevap mükafatı elde edersin.” dedi. Hz. Peygamber bir davada da hüküm vermekle Amr b. As’ı görevlendirdi. Amr, ihtilafın çözümüne memur edilince: “Ey Allah’ın Resulü! Senin yanında ve huzurunda mı davacılar arasında ihtilafa bakmam gerekiyor?” dedi. Hz. Peygamber cevaben: “Evet, benim huzurumda davaya bakacaksın!” dedi. Amr, tekrar Peygamber’e sordu: “Ya Resulallah hangi esas üzerine hüküm vereceğim?” Hz. Peygamber: “Şayet sen, davacıları dinledikten sonra aralarında karar vermek için içtihat edersen bir sevap (başka bir rivayette iki sevap) mükafatını elde edersin!” dedi. İki kardeşin müşterek mülkiyetlerinde bir arazi parçası vardı, burada bir kulübe inşa edildi. İki kardeşin varisleri bu kulübenin hangi kardeşe ait olduğu hususunda ihtilafa düştüler. Bu meselenin çözümü için Hz. Peygamber’e geldiler. Hz. Peygamber davaya bakmakla Huzeyfe b. Yeman’ı görevlendirdi. Huzeyfe, bizzat dava edilen kulübenin mahalline gitti. Gerekli keşiften sonra, ihtilafı bir çözüme bağladı ve tekrar Medine’ye döndü. Verdiği kararı Hz. Peygamber’in tasviplerine sundu. Hz. Peygamber verilen kararı temyiz ederek tasdik etti. Hz. Osman hilafet mevkiinde iken, Hz.Ömer’in oğlu Abdullah’ı hâkim olarak tayin etti. Abdullah b. Ömer görevden affedilmesini istedi. Gerekçe olarak da kaza fonksiyonunun mes’uliyetli bir fonksiyon olduğunu ileri sürdü. Hz. Osman, Abdullah b. Ömer’e: “Niçin görevden affını istiyorsun? Halbuki baban bile hâkimlik yapmıştı.” dedi. Abdullah b. Ömer cevaben şöyle dedi: “Evet, babamın hâkimlik yaptığını biliyorum. Fakat herhangi bir müşkil esnasında hemen Hz. Peygamber’e soruyor ve o meselenin çözümünü O’ndan öğreniyordu.” Müellifler bu rivayet ile Hz. Ömer’in, Hz. Peygamber zamanında hâkimlik yaptığına hükmederler. Diğer bazı rivayetlerde de Hz. Ömer’in kadı tayin edildiği belirtilir. Bu arada Hz. Ömer’in 11/632 yılında amil olarak taşra vilayetlerine gönderildiğini de hatırlatalım. Hz. Peygamber, taşra vilayet ve eyaletlerinde adli işlerin yürütülmesini valilere ek görev olarak tevdi ediyordu. Fakat oralara sırf kazai ve adli işleri yürütecek memurlar da gönderdi. Hz. Peygamber tarafından sırf adli işlerle görevlendirdiği hâkimlerin Yemen’in çeşitli bölgelerinde görev yaptıklarını görüyoruz. Hz.Peygamber tarafından sırf adli görevle tayin edilen ilk hâkim Hz.Ali’dir. Hz. Ali, kadı tayin edilmeden önce Yemene bir askeri birliğin kumandanı olarak gönderilmişti. Hz. Peygamber, Hz. Ali’yi Yemen’in Necran bölgesine kadı tayin ettiği zaman Hz. Ali böyle bir görevi önceden ifa etmediği için tereddüt etti ve şöyle dedi: “Ya Resulallah! Beni her bakımdan bilgili bir topluluğa hâkim tayin ediyorsun, hâlbuki Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 15 Hz. Peygamber Döneminde Dini, Kültürel ve Adli Kurumlar ben gencim ve adli idare muhakeme usulü hakkında bir bilgim yoktur.” Bu söz üzerine Hz. Peygamber, önce elini göğsüme koydu ve şöyle dedi: “Allah’ım! Bu gencin dilinin belagatini artır, kalbini hidayetten ayırma ve gayesine ulaştır!” Hz. Peygamber, böyle dua ederek bu hususta bana cesaret verdi. Ve ayrıca şu nasihatte bulundu: “İki tarafı da dinlemeden aralarında sakın hükmetme! Bu alınması gerekli kararı tayin etmede sana daha elverişlidir.” Hz. Ali, konuşmasına şunları da ilave ediyor: “Ben bu andan itibaren hüküm vermeğe devam ettim, asla bir şüphe ve tereddüde düşmedim.” Hz. Ali’nin Yemen’de kaç sene hâkimlik görevi yaptığını tesbit etmek güçtür. Kaynaklardan edindiğimiz bilgiye göre orada bir seneden fazla bu görevde kalmadığı anlaşılıyor. Hz. Ali Yemen’de hâkimlik yaparken taraflar onun verdiği bazı kararlara itiraz edip Hz. Peygamber’e temyiz edilmek üzere götürmüşlerdir. Hz. Peygamber, Hz. Ali’nin vermiş olduğu kararları temyiz etmiş ve bütün kararların hukuki usul ve kaidelere uygun olduğunu açıklamıştır. Hatta onun vermiş olduğu kararlarda büyük bir isabet kaydettiğini ifade etmiştir. Hz. Peygamber zamanında hâkim olarak temayüz etmiş şahsiyetlerden biri de Muaz b. Cebel’dir. Muaz, Mekke ve Yemen bölgelerinde dini eğitim ve öğretim görevlerinde bulunmuş, dolayısıyla bilgi ve tecrübesi artmıştı. Hukuk sahasında nazari ve tatbiki bilgisiyle Hz. Peygamber’in takdirini kazanan Muaz’ın, Yemen’in Cened bölgesine tayin edildiğini görüyoruz. Hz. Peygamber kendilerine Yemen’e kadı olarak tayin ettiği haberini verdikten sonra İslam mahkemelerinde tatbik edilecek kanunları sordu. Bu soruya verilecek cevap müstakbel hâkimlerin, İslam mahkemelerinde uygulayacakları kanunları teşkil edecektir. Hz. Peygamber’in sorusu bu gayeye matuf ve mebnidir. Muaz’ın, Peygamber’in sorusuna verdiği cevap, çok yerinde ve ilginç sayılır. Resulullah, Muaz’a şöyle sordu: “Hangi esasa göre hüküm vereceksin ya Muaz?” Muaz, bu soruya “Allah’ın Kitabına (Kur’ân’a) göre” diye cevap verdi. Hz. Peygamber, bu sefer: “Onda o hadiseyle ilgili bir hüküm bulamazsan, ne yaparsın? Ne ile hüküm verirsin?” diye sordu. Muaz, bu soruya: “Peygamber’in Sünneti ile” diye cevap verdi. Bu sefer Hz. Peygamber: “Ya onda da bulamazsan, ne yaparsın? Ne ile hüküm verirsin?” diye sordu. Muaz, bu soruya da: “Kendi içtihadımla hükmederim.” diye cevap verdi. Hz. Peygamber Muaz’ın bu şekilde olgun ve kemal-i dikkatle verdiği cevaplara karşılık büyük bir memnuniyet hissetmiş ve ona şöyle dua etmiştir: “Allahım! Sana hamd ve senalar olsun ki, Resul’ünün elçisini, Resulullah’ın razı olduğu ve istediği şeye muvaffak kıldın!” buyurmuştur. Muaz, adli ve kazai işler yanında mali, dini, eğitim ve öğretim işlerini de yürütüyordu. Muaz’ın, Yemen bölgesinde hâkimlik yaptığı zamana ait vermiş olduğu mahkeme içtihatları bugün elimizdedir. Hz. Peygamber, Yemenlilere bir yazı (mektup) göndererek Muaz’ın kendi bölgelerinde hâkim olarak vazife yapacağını Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 16 Hz. Peygamber Döneminde Dini, Kültürel ve Adli Kurumlar bildirmiştir. Ma’kıl b. Yesar, kendi kabilesi Müzeyne’de hâkimlik yapmak üzere Hz. Peygamber tarafından tayin edilmişti. Ma’kıl’ın kazai faaliyeti ve içtihatları hakkında bir bilgiye sahip değiliz. Herhalde olağanüstü sayılacak bir faaliyette bulunmamıştır. Vesikalar arasında Ebu Musa el-Eşari’nin, Yemen’de Peygamber zamanında hâkimlik ve öğretmenlik yaptığı geçmektedir. Ebu Musa’nın içtihadları ve adli idare konusunda yaptığı faaliyet hakkında herhangi bir haber bize ulaşmamıştır. Ancak, Hz. Ömer zamanında adli idaredeki aktif faaliyeti kaynaklar arasında geçmektedir. Bazı kaynaklarda, Attab b. Esid’in Mekke’ye hâkim olarak tayin edildiği gösterilmektedir. Daha ziyade onun Mekke’ye vali, olarak gönderildiği kabul edilir. Attab’ın Mekke’ye kadı değil, vali tayin edildiğini kabul etmek daha doğru olur. Bu şekilde kabul edilirken, valilik görevini ifa ederken ek görev olarak da adli işleri yürüttüğünü düşünebiliriz. Hz. Peygamber tayin ettiği hâkimlere birtakım tavsiye ve direktiflerde bulunuyordu. Yukarıda Hz. Ali ve Muaz’a yaptığı tavsiyeleri zikretmiştik, aynı şekilde Ubeyde’yi Necran’a hâkim olarak gönderirken: “Onların sana dava olarak getirecekleri şeyler hususunda adaletle hükmet!” dedi. Hz. Peygamber, başka bir tayin sırasında: “Hâkimin, muhakeme esnasında alış-veriş yapamayacağını” tenbih etmiştir. Ayrıca hâkimin, muhakeme esnasında öfkeli ve sinirli bir halde iken hüküm vermesini yasaklamıştır. Başka bir tayin esnasında da: “Kim olursa olsun, İslam kanunlarına göre hareket etmeyen görevinden alınacaktır.” demiştir. (Bu dersin “Adalet Kurumu” bölümü, Fahrettin Atar’ın “İslam Adliye Teşkilatı” isimli kitabının 33-49. sayfaları arası özetlenerek hazırlanmıştır.) Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 17 Özet Hz. Peygamber Döneminde Dini, Kültürel ve Adli Kurumlar • Din, insanların dünya hayatını tanzim eden ve bunun karşılığında kendilerine ahiret mutluluğu sunan ilahi kanunlar manzumesidir. Bu manzumenin en önemli bölümü de ibadettir. Din, ibadeti ile var olur ve mabedi ile ayakta kalır. • İslam dininin var olan ibadetlerinin başında namaz gelir. Namaz yalnız kılınacağı gibi camide cemaatle de kılınır. Hz. Peygamber, hicretten sonra Medine’de yaptırdığı mescidde günde beş vakit cemaatine imam olmuş ve onlara namaz kıldırmıştır. İslam’ın beş şartından birincisi iman, diğer dördü de ibadettir. Namaz, oruç, zekat ve hac, İslam’ı ayağa kaldıran ibadetlerdir. Bunların bütünü dini kurumlar olarak Hz. Peygamber’in hayatında yerini almıştır. • İslam, bilgiye çok önem verir. Yüce Allah, Kur’ân-ı Kerimde; Hz. Peygamber de hadis-i şeriflerinde Müslümanları ilme yönlendirirler. Hz. Peygamber, Müslümanları hem ilme yönlendirmiş hem de çevresini bilgilendirmiştir. Bunun için Mekke’de Dâru’l-Erkam’ı, Medine’de de Suffa’yı ilim tahsilinin merkezi olarak kullanmıştır. Bu iki merkeze devam edenler, Hz. Peygamber’e öğrenci olmuşlar; o da öğrencilerini en güzel şekilde yetiştirmiştir. Bu merkezlerde yetişenler, Hz. Peygamber hayatta iken ve vefat ettikten sonra devletin çeşitli kademelerinde görevler yapmışlardır. • Cahiliye toplumunu bütün değer yargılarıyla değiştirmeyi hedefleyen Hz. Peygamber, Müslümanların anlayışlarını, yaşantılarını, kültürlerini değiştirdi. Bu değerlerden İslam ile çelişmeyenleri bıraktı; çelişenleri atarak onların yerine yenilerini ikame etti. Müslümanlar, yaşadıkları bölgenin İslam ile çelişmeyen kültürlerini muhafaza etmekle birlikte bu kültüre İslami bir renk kazandırdılar. İslam ile kazandıkları bu yeni bilgi ve kültürlerini güzel bir şekilde hazmederek kendilerinden sonraki nesillere aktardılar. • Yüce Allah tarafından İslam dininin gönderilmesinin maksatlarından biri de yeryüzünde adaleti ikâme etmektir. Yüce Allah tarafından İslam dinini dünyaya yaymakla görevlendirilen Hz. Peygamber, bu görevi de en güzel şekilde yerine getirmiş ve insanlar arasında adaletle hükmetmiştir. Adaletin dağıtımı için valiler ve hâkimler görevlendirmiş, kendisi hayatta iken çok güzel çalışan bir yargı sistemi kurmuştur. Bu sistem ile suçlular cezalandırılmış, haklılara hakları verilmiştir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 18 Hz. Peygamber Döneminde Dini, Kültürel ve Adli Kurumlar DEĞERLENDİRME SORULARI 1. Mekke’de evlerinin bir bölümünü mescid haline getiren iki shâbî kimdir? Değerlendirme sorularını sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “bölüm sonu testi” bölümünde etkileşimli olarak cevaplayabilirsiniz. a) Hz. Ömer ve Hz. Ali b) Hz.Osman ve Hz. Talha c) Hz. Câfer ve Hz. Abbas d) Hz. Sâlim ve Hz. Bilal e) Hz. Ebû Bekir ve Hz.Ammâr 2. Hz. Peygamber tarafından temeli atılan ilk mescid hangisidir? a) Kubâ mescidi b) Cuma mescidi c) Medine mescidi d) Seleme oğulları Mescidi e) Rânûnâ mescidi 3. Hz. Peygamber zamanında zekât toplayan memurlara ne ad verilirdi? a) Vâli b) Âmil c) Kâtib d) Kâid e) Tasildâr 4. Hac ibâdeti hicretin kaçıncı senesinde farz oldu? a) Beşinci sene b) Onuncu sene c) Dokuzuncu sene d) Birinci sene e) İkinci sene Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 19 Hz. Peygamber Döneminde Dini, Kültürel ve Adli Kurumlar 5. Hz. Peygamber’in emriyle kısa zamanda Süryânice ve İbrânice’yi öğrenen sahâbî kimdir? a) Zeyd b. Hârise b) Zeyd b. Sâbit c) Âsım b. Sâbit d) Said b. Zeyd e) Muaz b. Cebel 6. Aşağıdaki isimlerden hangisi Hz. Peygambe’in tayin ettiği hâkimlerden değildir? a) Ali b. Ebî Tâlib b) Ebû Bekir b. Ebî Kuhâfe c) Abdullah b. Mes’ûd d) Ebû Mûsâ el-Eş’arî e) Ömer b. el-Hattâb 7. Yemen’in Necrân bölgesine kadı olarak tayin edilen sahâbî kimdir? a) Hz. Ömer b) Hz. Ali c) Hz. Bilal d) Hz. Enes e) Hz. Zeyd 8. Medine mescidinin eğitim-öğretim yapılan bölümüne ne ad verildi? a) Medrese b) Mekteb c) Suffa d) Kurs e) Okul Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 20 Hz. Peygamber Döneminde Dini, Kültürel ve Adli Kurumlar 9. Hz. Peygamber, Mekke’de ashâbını nerede eğitirdi? a) Kâbe’de b) Harem’de c) Mescid’de d) Dâru’l-Erkam’da e) Sahra’da 10.Hz. Peygamber kaç kere hacca gitti? a) İki kere b) Üç kere c) Beş kere d) Dört kere e) Bir kere Cevap Anahtarı 1e, 2a, 3b, 4c, 5b, 6b, 7b, 8c, 9d, 10e Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 21 Hz. Peygamber Döneminde Dini, Kültürel ve Adli Kurumlar YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER KAYNAKLAR Ağırman, Mustafa. (1997). Hz. Muhammed (s.a.v.) Devrinde Mescid ve Fonksiyonları. İstanbul. Ağırman, Mustafa. (2006). “Asr-ı Saadette Ordu ve Savaş Stratejisi”, Asr-ı Saadette İslam, I-V. III, 379-341. İstanbul. Atar, Fahrettin. (1979). İslam Adliye Teşkilatı. Ankara. Baltacı, Cahit. (2005). İslam Medeniyeti Tarihi. İstanbul. Canan, İbrahim. (1984). Medeniyet, Kültür ve Teknik. İstanbul. Çelebi, Ahmed. (1976). İslam’da Eğitim-Öğretim Tarihi. (Çev. Ali Yardım). İstanbul. Çubukçu, Asri. (1989). İslam Devletlerinde Devlet Teşkilatı ve İlmî Faaliyetler. Erzurum: (Ders Notları) Hamidullah, Muhammed. (1980). İslam Peygamberi, I-II. (Çev. Salih Tuğ). İstanbul. Hamidullah, Muhammed. (1972). Hz. Peygamber’in Savaşları. (Çev. Salih Tuğ). İstanbul. Hamidullah, Muhammed. (1981). İslam Müesseselerine Giriş. (Çev. İ. Süreyya Sırma). İstanbul. Hitti, Philip K.. (1980). Siyasi ve Kültürel İslam Tarihi, I-IV. (Çev. Salih Tuğ). İstanbul. Kallek, Cengiz, “Haraç”. DİA. XVI, 71-86. Kayaoğlu, İsmet. (1980). İslam Kurumları Tarihi I. Ankara. Kayaoğlu, İsmet. (1994). İslam Kurumları Tarihi II. Konya. Kazıcı, Ziya. (1999). İslam Medeniyeti ve Müesseseleri Tarihi. İstanbul. Salih, Suphi. (1981). İslam Mezhepleri ve Müesseseleri. (Çev. İbrahim Sarmış), İstanbul. Sarıçam, İbrahim-Erşahin, Seyfettin. (2011). İslam Medeniyeti Tarihi. Ankara. Ebu Halil, Şevki. (2005). İslam ve Dünya Medeniyetleri Tarihi. (Çev. Atik AydınAbdulhadi Timurtaş). İstanbul. Yeniçeri, Celal. (1984). İslam’da Devlet Bütçesi. İstanbul. Yeniçeri, Celal. (2000). Hz. Muhammed ve Yaşadığı Hayat. İstanbul. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 22 HZ. PEYGAMBER DÖNEMİNDE İDARİ, MALİ, ASKERİ VE SOSYAL KURUMLAR İSLAM KURUMLARI ve MEDENİYETİ TARİHİ ÜNİTE 5 Hz. Peygamber Döneminde İdari, Mali, Askeri ve Sosyal Kurumlar GİRİŞ Hz. Peygamber’in doğup büyüdüğü Arap yarımadasının Hicaz bölgesinde bir devlet ve devlet geleneği yoktu. Yarımadanın üç tarafında üç imparatorluk hüküm sürmesine rağmen, yarımadanın tamamına hakim olan bir devlet yoktu. Yemen bölgesine zaman zaman Sâsânî İmparatorluğu, zaman zaman da Habeş İmparatorluğu hâkim olurdu. Kuzey Arabistan’da da Bizans İmparatorluğu’nun ve Sâsânî İmparatorluğu’nun hakimiyeti vardı. Orta Arabistan’da ve Hicaz bölgesinde ise bütün işler kabile geleneğine göre yapılıyordu. Hz. Peygamber, Mekke’den Medine’ye hicret ettikten sonra Medine’de bir devlet kurdu. Bu devletin kuruluşu öyle birden bire değil, yavaş yavaş oldu; uzun zaman geçtikten sonra ve ihtiyaç duyuldukça kurumlar yerine oturabildi. Hz. Peygamber bu kurumları kurarken çevre devletlerin etkisinde kalmadı. Arap yarımadasında var olan kabile geleneğinin etkisinde de kalmadı. Her şeyini bağımsız ve hür olarak kurdu. Suyun suya benzediği gibi insan insana, devlet devlete, kurum da kuruma elbette benzeyecektir. Hz. Peygamber’in kurduğu devlette var olan bazı kurumların çevre devletlerde veya kabile geleneğinde var olması Hz. Peygamber’in oralardan etkilendiği ve bu kurumları oralardan almış olduğu manasına gelmez. Bu kurumlar tamamen Hz. Peygamber’e mahsustur. Onun kurduğu devletin yapısında var olan kurumlardan birkaçı şunlardır: İDARİ YAPI Yüce Allah’ın insanlığa gönderdiği peygamberlerden bazıları dini lider, bazıları da hem dini hem de siyasi lider olarak insanlara hizmet etmişlerdir. Hz. Muhammed, hem dini hem de siyasi liderliğe sahip olanlardan biridir. Bilindiği gibi Hz. Peygamber’in hayatı, Mekke dönemi ve Medine dönemi diye ikiye ayrılır. O, Mekke döneminde putları terk edip Yüce Allah’a inananlara başkanlık ediyordu. İslam dinini kabul edenlerden biat alıyordu. Mekke döneminin son yıllarında Akabe’de bazı Medinelilerden de kendisine itaat edeceklerine dair söz aldı. Hac mevsiminde Mekke yakınındaki Mina bölgesinin Akabe mevkiinde görüştüğü Medinelilerden dini, siyasi ve idari bağlılık anlamına gelen biat aldı. Son Akabe Biatı’nda, Medine’yi İslamlaştıracak ve kendisiyle irtibatı sağlayacak on iki nakîb (gözcü, temsilci) seçilmesini istedi. Son Akabe Biatı’na katılan yetmiş beş Medineli içerisinden seçilen bu nakîblerin dokuzu Hazrec kabilesinden, üçü de Evs kabilesindendi. Bunlar, başkanları Es’ad b. Zürare’nin ve muallim Mus’ab b. Umeyr’in üstün gayretleriyle kısa zamanda Medine’nin İslamlaşmasını sağladılar ve burayı hicrete hazır hale getirdiler. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 2 Hz. Peygamber Döneminde İdari, Mali, Askeri ve Sosyal Kurumlar Ardı ardına yapılan üç Akabe görüşmesinden sonra Hz. Peygamber, Müslümanlara Medine’ye hicret etmelerini emretti; Müslümanlar da Medine’ye hicret ettiler. Sonra da Hz. Peygamber, Hz. Ebu Bekir ve beraberindekiler hicret ettiler. İki ay içinde hicret tamamlandı ve hicret sonrasında Medine’de yapılan muâhat (Ensar ile Muhacirlerin birbirlerine kardeş olması) ile iki toplum Hz. Peygamber’in liderliğinde birbiri ile kaynaştı. Medine’de, Hazrec ve Evs kabilelerinin dışında bir de Yahudiler vardı. Kaynuka oğulları, Nadir oğulları ve Kurayza oğullarından oluşan Yahudi cemaati ve daha değişik dinlere mensup kişiler ile de ayrı bir anlaşma (muâhede) yapıldı. Bir arada yaşama, karşılıklı hak ve hukuka riayet, Medine’yi dışarıya karşı birlikte koruma gibi elli üç maddenin yer aldığı Medine Sözleşmesi olarak bilinen bu yazılı anlaşmanın maddelerinden biri de, taraflar arasında çıkabilecek her türlü anlaşmazlıkta Hz. Peygamber’in hakem olacağının kabul edilmesiydi. Buna göre bütün taraflar Hz. Peygamber’in liderliğini kabul etmiş oluyorlardı. Hicretten sonra, devletin üç unsuru olan millet, toprak ve idare tamamlanınca Müslümanlar, Medine’de müstakil bir idari yapıya kavuştular. Hz. Peygamber’in başkanlığında oluşan bu devletin unsurlarının modern devletlerde olduğu gibi ülke, muhtelif inanç ve etnik gruplardan meydana gelen halk, teşkilat ve hakimiyetten oluştuğu görülmektedir. Hz. Peygamber, Medine’de hem dini hem dünyevi otoriteyi temsil ediyordu. Mekke’nin fethi ve devletin genişlemesinden sonra, büyük bölümünün, tek bir idareye boyun eğdiği Arap yarımadasının yeni idari yapılanması netleşmeye başladı. Hz. Peygamber, Müslüman olan bölgelere valiler tayin etti. Bunlar, Hz. Peygamber adına o bölgeyi idare eder, bölge halkının zekatını toplar ve yoksulların ihtiyacından arta kalanı devletin genel maslahatında kullanılmak üzere Medine’ye gönderirlerdi. Hz. Peygamber’in etrafında kendisine yardımcı olan çok sayıda katip bulunuyordu. Onlardan bir kısmı, inen Kur’ân ayetlerini yazmaktan sorumlu iken, bir kısmı da insanların ihtiyaçlarını yazıyordu. Zeyd b. Sabit, valilere genelge; komşu devlet başkanlarına da İslam’a davet mektupları yazardı. Hem genelgeler hem de mektuplar Hz. Peygamber’in mührü ile mühürlenirdi. Bu katiplerden herhangi birinin bir mazeretinden ötürü bulunamaması durumunda, Hz. Peygamber’in mührünü taşıyacak ve kendisine vekalet edecek bir görevli bulunuyordu. Devletin İlkeleri Hz. Peygamber’in Medine’de kurduğu devlet idaresinde izlediği ilkeler, Kur’ân-ı Kerîm’de çerçevesi çizilen şu ilkelerdir: Meşruiyet, adalet, ehliyet/liyakat, istişare, ahlak ve insana saygı. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 3 Hz. Peygamber Döneminde İdari, Mali, Askeri ve Sosyal Kurumlar Meşruiyet Meşruiyyet, idarede halkın desteğini almak demektir. Hicretten sonra Medine’de bir devlet kuran Hz. Peygamber, her şeyden önce idaresinin meşruluğunu gözetmiştir. Halkın desteğini almayan idarelerin kalıcı olamayacağını düşünmüştür. Onun idaresinde Meşruiyet aracı, bugünkü anlamında dar seçim diyebileceğimiz biattır. Bilindiği gibi biat, bağlılık akdi ve itaat yemini demektir. Türkçede “biat” şeklinde telaffuz edilen kelimenin Arapça aslı “bey’at”tır. Bey’at, İslam devletinde, “idare edenle idare edilenler arasında yapılan, seçim ve bağlılık karakteri taşıyan sosyo-politik bir akittir.” Hz. Peygamber, kendisini Allah’ın elçisi olarak tasdik edenlerden biat alıyordu. Kur’ân-ı Kerîm’de de ifade edildiği gibi biat, aslında Hz. Peygamber’in şahsına değil; onun aracılığı ile Yüce Allah’a edilmektedir. Asr-ı Saadet’te sadece erkekler değil, kadınlar da biat etmekle mükellef idiler. Hz. Peygamber’den sonra biat, İslam devletlerinde idarecilerle halk arasında yapılan, seçim veya bağlılık karakteri taşıyan bir akit olarak devam etmiştir. Adalet Adalet, mülkün temelidir. Buradaki mülk, idare ve saltanat demektir. Yani idarenin ve saltanatın temeli adalettir. Kur’ân-ı Kerîm’deki yüzlerce ayet-i kerime ve Hz. Peygamber’in bir hayli hadis-i şerifi, İslam’da adaletin önemini ortaya koymaktadır. Hz. Peygamber’in idaresi, işte bu adaletin en güzel bir şekilde tatbik edildiği bir idaredir. O’nun idare anlayışını ve uygulamalarının esasını adalet oluşturuyordu. O, idare ettiği insanlar arasında ayrım gözetmeden, hepsine adil davranmıştır. Bunun en bariz örneği, hicretten hemen sonra kaleme alınan Medine Vesikası ve O’nun Medine dönemindeki uygulamalarıdır. Ehliyet Hz. Peygamber, çeşitli görevlere tayin ettiği kişilerde ehliyet ve liyakat arardı. Daha Mekke’de bir cemaat reisi iken Medine’ye göndereceği muallimi (öğretmeni) ince eleyip sık dokuyarak seçmiş ve bu görevi Mus’ab b. Umeyr’e vermiştir. Medine’de İslam’ın kısa zamanda yayılması Hz. Peygamber’in bu tayinde ne kadar isabetli olduğunu göstermektedir. Hz. Peygamber, Medine’ye hicretten sonra orduya komutanlar, vilayetlere valiler, zekat toplamak için amiller, insanlara Kur’ân-ı Kerîm öğretmek için öğretmenler tayin etmiştir. Bunların hepsinde de ehliyet ve liyakate önem vermiştir. Görevi isteyene değil; ehil olana vermiştir. Zaman zaman kendisinden görev isteyenler olmuştur, ehil görmediği için onlara görev vermemiştir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 4 Hz. Peygamber Döneminde İdari, Mali, Askeri ve Sosyal Kurumlar İstişare İstişare, idare edilenlerin yönetiminde söz sahibi olmasına imkan tanıyan bir uygulamadır. Bir diğer ifadeyle siyasal katılımdır. Kur’ân-ı Kerîm’de istişarenin üzerinde çok durulur; Yüce Allah tarafından bizzat Hz. Peygamber’e idare işlerinde çevresi ile istişare etmesi emrolunur. Bu sebepten dolayı Hz. Peygamber’in idaresi, istişare üzerine kurulmuştur. Onun istişaresi, dünyevi meseleleri kapsadığı gibi, bazen hakkında vahiy gelmeyen dini hususları da içeriyordu. Hz. Ebu Hureyre, “Resulullah’dan daha fazla arkadaşları ile istişare eden hiç kimse görmedim.” demektedir. Ahlak Ahlak, devletin her türlü muamelesinde, kişilerle, kurumlarla ve devletlerle olan ilişkilerinde dürüst davranması demektir. İdarenin başarısı, kendisini ahlaki temeller üzerine oturtması ve istihdam ettiği insanlarda bu ilkeleri gözetmesine bağlıdır. Başka bir ifade ile hükmi şahsiyet olan idare ile idarecilerin ahlaklı olmaları, hem söz konusu medeniyetin başarısını, hem de toplumun barış, huzur ve refahını sağlar. Kendisi güzel ahlakı tamamlamak için gönderilmiş olan ve bu konuda gerçekten başarılı olmuş olan Hz. Peygamber de idaresinde, ahlakın başta gelen umdelerinden doğruluk, şefkat, merhamet ve güven gibi hususları esas almıştır. O’nun, şahsı adına ve devlet adına verdiği sözden döndüğü görülmemiştir. Hudeybiye musalahası ve devamında olup bitenler, bunun en büyük delilidir. Bu sebepten dolayı düşmanları bile O’nun üstün bir ahlak sahibi olduğunu kabul etmişlerdir. Yüce Allah da Kur’ân-ı Kerîm’de bu gerçeği şöyle ifade etmektedir: “Muhakkak ki sen, üstün bir ahlak üzeresin.” (Kalem/68: 4) İnsana Saygı Hz. Peygamber, idarede asıl hedef olan insana saygıyı daima göz önünde bulundurmuştur. O’nun idaresinde insana saygı, iki türlü tezahür etmiştir. Bir yandan Müslümanları şefkat ve merhametle kucaklarken, diğer yandan da Müslüman olmayanların temel hak ve hürriyetlerini gözetmiştir. Prensip olarak savaşlarda karşılaştığı düşmanı bile yok etmeyi değil, kazanmayı gaye edinmiştir. Bunun en büyük delili onun katıldığı savaşlarda iki taraftan da çok az insanın kayıp verilmesidir. Vatandaşın Hakları Hz. Peygamber’in hicretten sonra Medine’de kurduğu devletin hudutları içerisinde yaşayan insanlar, insan olmanın ve O’nun devletinin vatandaşı olmanın zevkini ve lezzetini yaşadılar. Önceden elde edemedikleri birtakım hakları, bu Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 5 Hz. Peygamber Döneminde İdari, Mali, Askeri ve Sosyal Kurumlar devletin çatısı altında edindiler. Bu devletin çatısı altında kurulan kurumlar da vatandaşa hizmet için kurulmuştu. Bunların en önemlileri şunlardır: Kardeşlik Yüce Allah, Kur’ân-ı Kerîm’de “Müminler ancak kardeştirler.” (Hucurat/49: 10) buyurmakta; Hz. Peygamber de, “Müslüman Müslümanın kardeşidir.” (Buhari/Mezalim: 3; Müslim/Birr: 58) buyurmaktadır. Hz. Peygamber’in hayatında ümmet ve devlet, kardeşlik ilkesi sayesinde tek bir aile oldu. Hz. Peygamber, hicretten sonra Mühacir ve Ensarı, evlerini ve mallarını birbiri ile paylaşan kardeşler yaptı. Bu kardeşler, birbirleri ile öz kardeşlerden daha iyi geçindiler. Mümin olmayanlara da kardeş (insan kardeşi) muamelesi yapıldı. Eşitlik İslam dinine göre insanlar kanun önünde eşittir; birinin diğerine karşı üstünlüğü yoktur. Haklar verilirken ve adalet dağıtılırken herkese eşit verilirdi; sınıf, ırk ve din ayrımı yapılmazdı. Vergiler de ayrım yapılmaksızın herkesten eşit olarak alınırdı. Müslüman olanlardan malı çok olanın zekatı çok, malı az olanın da zekatı az olurdu. Müslüman olmayan vatandaşlardan alınan vergiler de gelirlerine göre olurdu. Hürriyet Cahiliye döneminin en büyük ayıplardan biri, insanı köleleştirmesi ve hürriyetini elinden almasıdır. İslam’ın en başta gelen güzelliklerinden biri de insanı hürriyete kavuşturmasıdır. İslam, insanın hem bedenini hem aklını hem inanç ve düşünce dünyasını hürriyete kavuşturmuştur. Ayrıca İslam, köleliğe giden bütün yolları kapatmış, kölelikten kurtuluş yollarını da çoğaltmış ve genişletmiştir. Bir insan için en önemli hürriyet din ve inanç özgürlüğüdür. Yüce Allah, insanlara din ve inanç hürriyeti de vermiş ve şöyle buyurmuştur: “Ve de ki: Hak Rabbinizdendir. Öyle ise, dileyen iman etsin, dileyen inkar etsin.” (Kehf/18: 29) “Dinde zorlama yoktur. Artık doğrulukla, eğrilik birbirinden ayrılmıştır.” (Bakara/2: 256) Bu ayetlerin gereği olarak, Hz. Peygamber’in döneminde Müslüman olmayan vatandaşlara İslam’a girme konusunda hiçbir baskı yapılmamıştır. Onlar, İslam’ın kendilerine verdiği bu geniş hürriyetten azami derecede istifade Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 6 Hz. Peygamber Döneminde İdari, Mali, Askeri ve Sosyal Kurumlar etmişlerdir. Hz. Peygamber’in, Müslüman olmadığı için bir ehl-i kitabı öldürdüğü veya istediği şekilde ibadet etmesine mani olduğu görülmemiştir. Onun kilise ve sinagog gibi gayri müslim mabetlerini yıktığı da olmamıştır. O, bu konuda Yüce Allah’ın şu ayetine uymuştur: “Allah, sizinle din uğrunda savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayanlara iyilik yapmanızı ve onlara adil davranmanızı yasaklamaz. Çünkü Allah, adaletli olanları sever.” (Mümtehine/60: 8) Hz. Peygamber, gayri müslimlerin düğünlerine ve cenaze törenlerine katılır, hastalarını ziyaret ederdi. Necran Hıristiyanlarından bir heyet, kendisini ziyarete geldiğinde Hz. Peygamber abasını serdi ve onları üzerine oturttu. İnsan hakları, din ve inanç hürriyeti gibi konularda çok hassas olan Hz. Peygamber, konu ile alakalı olarak şöyle buyurmaktadır: “Kim, bir zimmiyi rahatsız ederse, karşısında beni bulur.” (Acluni: II,218) “Kim, bir zimmiyi öldürürse cennet kokusunu alamaz.” (Buharî) Bürokrasi Girişte kaydettiğimiz gibi Hz. Peygamber’in doğduğu zaman, Arap yarımadasının üç tarafında üç ayrı imparatorluk bulunmasına rağmen, Mekke’de ve Medine’de kurulu bir devlet ve devlet geleneği yoktu. Hicaz bölgesinde ilk devleti hicretten sonra Hz. Peygamber kurdu. Temelini attığı devletin yapısını da kendisi oluşturdu. Hz. Peygamber, Medine’de kurduğu devleti yalnız idare ediyordu; tayin edilmiş bir yardımcısı, bir veziri yoktu. Yapılması gereken işler için görevliler, komutanlar, öğretmenler, elçiler, mürşitler tayin ediyordu. Yeri geldiği zaman çevresindekilerin fikirlerine müracaat ediyor, herkesi işin içine katıyordu. Daha ziyade de ilk Müslümanlara ve Medine’nin ileri gelenlerine danışıyordu. Yaptığı istişarelerin sonunda nihai kararı kendisi veriyordu. Çünkü Yüce Allah, kendisine şöyle emretmişti: “Devlet işleri hakkında onlarla iştişare et. Kararını verdiğin zaman da artık Allah’a dayanıp güven. Çünkü Allah, kendisine dayanıp güvenenleri sever.” (Al-i İmran/3: 159) Medine merkezindeki devlet işlerini kendisi yürüten Hz. Peygamber, Müslüman olan bölgelere valiler ve görevliler tayin etti. Tayin ettiği görevlileri ehil olanlardan seçiyordu. Görevi isteyene değil, ehil olana veriyordu. Valiler, gittikleri Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 7 Hz. Peygamber Döneminde İdari, Mali, Askeri ve Sosyal Kurumlar bölgeyi Hz. Peygamber adına idare ederlerdi. Zekat toplama memurları halktan zekat toplarlar ve yoksulların ihtiyacından geri kalanı devletin genel maslahatında kullanılmak üzere Medine’ye gönderirlerdi. Hz. Peygamber’in tayin ettiği valiler ve bu valilerin gönderildiği bölgeler şunlardır: Attab b. Esid, Mekke; Ebu Müsa el-Eş’ari, Yemen’in Ma’rib; Muhacir b. Ebi Ümeyye, Yemen’in San’a şehirlerinde; Ziyad b. Lebid, Hadramevt; Adiy b. Hatem, Tayy kabilesinin yaşadığı bölgede; A’la b. Hadrami, Bahreyn’de görev yapıyor ve Muaz b. Cebel ise Hadremevt ve Bahreyn arasında gezgin muallim olarak çalışıyordu. MALİ YAPI Yüce Allah, insanların dünya ve ahiret saadetini elde edebilmeleri için kendilerine din göndermiştir. Bu dinin birinci kaynağı olan Kur’ân-ı Kerîm, insanlara dünya saadetinin yollarını öğretmiş, Hz. Peygamber de bu yolları hayatında yaşayarak göstermiştir. İslam, insanın hem manevi dünyasını hem de maddi dünyasını imar ve ihya eden bir dindir. Dinimiz, yemeye, içmeye, giymeye, ikram etmeye önem veren bir dindir. Dinimize göre insan, her türlü ihtiyacını helal yollardan gidermelidir. İhtiyacını giderirken de aşırı bir şekilde israfa gitmemelidir. “Yiyiniz, içiniz ama israf etmeyiniz.” (A’raf/7: 30) buyuran Rabbimiz, Kur’ân-ı Kerîm’de, İslam ekonomisinin temel ilkelerini belirlemiştir. Hz. Peygamber de sözleri ve fiilleri ile birer ekonomik değer olan üretim, tüketim, emek ve buna benzer konularda önemli ilkeler ve uygulamalar ortaya koymuştur. Onun, ekonomik anlamda üzerinde durduğu hususlardan birisi çalışmadır. O, Kur’ân-ı Kerîm’in çalışma prensibi ile ilgili ayetlerini kendi hayatında uygulamıştır. Kişinin, ailesini geçindirmek ve bir de yoksula yardım etmek için çalışmasını, Allah yolunda cihad etmek ve gündüzleri oruç tutup geceleri de namaz kılmakla bir tutmuştur. Hz. Peygamber, devamlı olarak çevresindeki insanları çalışmaya ve kazanmaya teşvik etmiştir. Bilindiği gibi Mekkeliler ticaretle, Medineliler de ziraatla meşgul olurlardı. Ticareti iyi bilen Mekkeli Muhacirler, Medine’ye geldikten sonra oradaki ticaret hayatını Yahudilerden aldı ve pazara hakim oldular. Ticaret Hicaz bölgesinin şehirlerinden Mekke’de ticaret, Medine’de de ziraat yapılırdı. Mekke’de ziraat yoktur, çünkü arazisi ziraate elverişli değildir. Yüce Allah’ın Kur’ân-ı Kerîm’de de haber verdiği gibi Mekkeliler, yazın kuzeye; kışın da güneye giderek ticaret yapar ve çok para kazanırlardı. Hz. Peygamber’in dedelerinden Haşim’in (Abdülmüttalib’in babası), Mekkelilere kazandırdığı “îlâf” (ticarette serbest dolaşım) , bu şehirde yaşayanlar için büyük bir ticari açılım oldu. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 8 Hz. Peygamber Döneminde İdari, Mali, Askeri ve Sosyal Kurumlar Mekkeliler, bu açılım sayesinde ithalat ve ihracat yaparak çok para kazanıyorlardı. Ayrıca Yemen’den Bizans’a, Kuzey Afrika’dan Orta Asya’ya kadar giderek bu bölgelerin insanları ile tanışıyorlardı. Hicretten sonra Medine’ye yerleşen Mekkeli Muhacirler, bu şehirde ticaret yapmaya başladılar. Ticari tecrübeleri sayesinde Yahudilere baskın çıkarak Medine pazarına hakim oldular ve Mekke’deki ticareti Medine’ye taşımış oldular. Medine’deki ticareti İslam hükümlerine göre yaparak ticarete de yeni bir şekil ve mana kazandırdılar. Medine Pazarı Hicretten önce, Medine şehrindeki pazarlar, genellikle müşriklerin ve Yahudilerin kontrolündeydi. Bu iki sınıf, ticari faaliyetlerinde kendi dini anlayışlarına ve Cahiliye adetlerine göre hareket ediyorlardı. Hz. Peygamber, Medine’deki mevcut pazarları gezip gördükten sonra buraların Müslüman pazarı olamayacağını söyledi. İslam’ın ekonomik konulardaki hükümlerini uygulayabilmek için Müslümanların kendi pazarlarını kurmalarına gerek duydu. Saide oğullarının oturduğu bölgede bulunan açık bir alanı pazar yeri olarak seçti ve bir pazar nizamnamesi hazırladı. Bu pazarda esnafın sabit mekanlar edinmesini yasakladı ve vergi alınmayacağını ilan etti. Kendisi de çok iyi bir tacir olan Hz. Peygamber, vergi alınmadığı takdirde satıcıların yeni pazarı tercih edeceklerini biliyordu. Nitekim ticaret yapanlar, Müslümanların kurduğu pazara rağbet göstermiş ve burası yeterli müşteri bulmuştur. Hz. Peygamber, Medine pazarı canlandıktan sonra burayı kontrol için görevliler tayin etmiştir. Bunlardan biri Hz. Ömer, diğeri de Semra bint Nuheykil ismindeki bir hanım sahabidir. Fetihten sonra da Said b. As’ı Mekke çarşısını kontrol için görevlendirilmiştir. Faizin Yasak Edilmesi Mekke, öteden beri Arap yarımadasının ticaret merkezidir. Mekkeliler, kışın Yemen’e; yazın da Suriye’ye doğru gider ve Ortadoğu’da uluslararası ticaret yaparlardı. İthalat ve ihracatın merkezi olan Mekke’de para boldu. Paranın ve ticaretin olduğu bu şehirde faiz de vardı. Bu şehirde olan tefecilik Taif ve Medine’de de yaygındı. Elinde parası olanlar hiçbir zahmet çekmeden, tefecilikten haksız kazanç elde ediyorlar, tefecilerden para alanlar da çok sıkıntı çekiyorlardı. İslam, ticareti helal kılarken ve teşvik ederken faizi merhale merhale yasaklamıştır. Alışverişi, ticaret yapmayı ve borç verip almayı faizden arındırmıştır. Mekke’de nazil olan ayetlerle bazı uyarılarda bulunan Yüce Allah, Medine döneminde indirdiği şu ayet-i kerime ile faizi haram kılmıştır. “Faiz yiyenler (kabirlerinden başka türlü değil) ancak şeytan çarpmış kimselerin cinnet nöbetinden kalktığı gibi kalkarlar. Bu hal onların, “Alış-veriş de tıpkı faiz gibidir” demelerinden dolayıdır. Oysa Allah, alış-verişi helal; faizi haram Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 9 Hz. Peygamber Döneminde İdari, Mali, Askeri ve Sosyal Kurumlar kılmıştır. Bundan sonra kime Rabbinden bir öğüt gelir de (o öğüte uyarak) faizden vazgeçerse, artık önceden aldığı kendisinindir ve onun durumu da Allah’a kalmıştır (İnşaallah Allah onu affeder). Kim, tekrar (faize) dönerse, işte onlar cehennemliktir. Orada ebedi kalacaklardır. Allah, faiz malını mahveder (Faiz karışan malın bereketini giderir), sadakaları ise artırır (bereketlendirir). Allah, hiçbir günahkar nankörü sevmez.” (Bakara/2: 275-276) Hz. Peygamber, bu ayetle gelen faiz yasağını bütün Müslümanlara bildirdi ve onlardan bu yasağa uymalarını istedi. Ayrıca Veda Hutbesi’nde bu yasağı bir kez daha hatırlattı. Bütün yasaklara titizlikle uydukları gibi faiz yasağına da aynı titizlikle uyan Müslümanlar, ticarete ve helal kazanca önem verdiler. Kısa zamanda Medine’de ticareti ellerine geçirdiler. Hicretten sonra Medine, hem ticaretin hem de hayvancılığın merkezi haline geldi. İnsanlara dinlerini öğreten Hz. Peygamber, dünyalarını da öğretti. Ekonomik hayatla ilgili hükümler koydu. Müslümanlar da Kur’ân’ın ve Hz. Peygamber’in talimatlarının ışığı altında hareket ederek ekonomik hayatı canlandırdılar. Hz. Peygamber’in vefatından sonra bir araya getirilen sonra da tasnif edilen hadislerin konu başlıklarına baktığımızda, İslam’ın ekonomik hayata ne kadar önem verdiği ortaya çıkmaktadır. Bu konu başlıklarından birkaçı şöyledir: Kitabu’l-büyü, Kitabu’l-icare, Kitabu’s-selem… İşçi Hakları Cahiliye döneminde ve Asr-ı Saadet’te, Hicaz bölgesinin üç şehri olan Mekke, Medine ve Taif’te canlı bir ekonomik hayat vardı. Mekke’de ticaret, Medine’de ziraat ve hayvancılık, Taif’te de ziraat ve hayvancılık ön plandaydı. Her üç şehirde zenginlerin yanında karın tokluğuna çalışan köleler, evlerde temizlik işlerinde çalışan cariyeler vardı. Mekke’nin zengin tüccarları, Medine ve Taif’in toprak ağaları bu işçilere çok kötü davranıyor ve onlara zulmediyorlardı. İslam, var olan ekonomik hayatı baltalamadan bu insanların haklarını görüp gözetti. Cahiliye dönemindeki haksız uygulamaları çok yakından bilen Hz. Peygamber de ücretle iş yaptırma ve işçi çalıştırmaya toptan karşı çıkmamış; işçilere ağır iş yüklenmesi, ücretin geciktirilmesi, kaybolan malın haksız yere işçiye ödetilmesi gibi uygulamaları yasaklamıştır. İşçilere adaletli bir şekilde davranılmasını ve kardeş muamelesi yapılmasını emretmiş ve bunları da hayatında uygulamıştır. Modern dünyanın işçi haklarını gündeme almasından bin dört yüz yıl önce, işçilere alınlarının teri kurumadan ücretlerinin adil bir şekilde verilmesini istemiştir. Devletin Gelir Kaynakları Devlet gelirlerinin toplandığı ve dağıtıldığı yere/hazineye Beytülmal denir. Devletin gelirleri burada toplanır ve harcamalar da buradan yapılır. Bir devletin harcama yapabilmesi için her şeyden önce gelirinin olması lazımdır. Hz. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 10 Hz. Peygamber Döneminde İdari, Mali, Askeri ve Sosyal Kurumlar Peygamber’in hicretten sonra Medine’de kurduğu devletin gelir kaynakları şu maddelerden oluşmaktaydı: Ganimet İslam dini, insanlık tarihi kadar eski olan savaşa bir çeki-düzen vermiş; sebeplerini, seyrini ve neticesini belli hükümler çerçevesinde düzenleme altına almıştır. Bu düzenlemeye göre savaşın neticesinde alınan ganimetler şu üç maddeden oluşmaktadır. Savaş esirleri, Gayrimenkul mallar (arazi), Menkul mallar. Yüce Allah’ın, Kur’ân-ı Kerîm’de belirlediği düzenlemeye göre ganimetler beşe ayrılacak, dört hissesi savaşa katılan gazilere, humus adı verilen beşte biri de devlete gelir olarak kaydedilecektir. Bu konuda ki ayetin meali şöyledir: “Biliniz ki, ganimet olarak aldığınız herhangi bir şeyin beşte biri, mutlaka Allah’a, Resulüne, onun yakınlarına, yetimlere, yoksullara ve yolculara aittir. Allah, her şeye hakkıyla gücü yetendir.” (Enfal/8: 41) Cizye Cizye, İslam devletindeki Müslüman olmayan vatandaşlardan alınan baş vergisidir. Akil, baliğ, hür, maddi, gücü yerinde ve sağlıklı olan gayrimüslim erkeklerden alınan bir vergidir. Gözleri görmeyen, felçli, yaşlı, çalışmaktan aciz ve yoksul kimseler, cizye vermekle mükellef değildi. Cizye, Müslümanlığı kabul eden zimmilerden alınmaz. Cizye karşılığında zimmilerin can, mal ve inanç hürriyetleri emniyet altına alınır. Ehli kitaptan olan kimselere önce Müslüman olmaları teklif edilir, kabul etmezlerse cizye vermeleri istenir, bunu da kabul etmezlerse onlarla savaşılır. Konu ile ilgili ayetin meali şöyledir: “Ehl-i kitaptan Allah’a ve ahiret gününe inanmayan, Allah ve Resulünün haram saydığını haram saymayan ve hak dini kendilerine din edinmeyen kimselerle, küçülerek elleriyle cizye verinceye kadar savaşınız.” (Tevbe/9: 29) 9/630 yılında yapılan Tebük Seferi esnasında inen bu ayetten sonra Hz. Peygamber, aynı yıl Eyle, Ezruh, Cerba ve Dümetulcendel, ertesi yıl Necran, Yemen, Bahreyn, Makna, Teyma ve Hecer’deki gayrimüslimlerle cizye antlaşmaları yapmıştır. Bunlardan Eyle, Ezruh, Dümetulcendel ve Necran halkı Hıristiyan; Teyma Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 11 Hz. Peygamber Döneminde İdari, Mali, Askeri ve Sosyal Kurumlar ve Makna halkı Yahudi; Bahreyn, Hecer ve Yemen ahalisi de kısmen Yahudi ve Hıristiyan, kısmen de Mecusilerden oluşuyordu. Bunlar, Hz. Peygamber’in devletine cizye veriyorlar; devlet de bunları koruyordu. Cizyenin miktarı, zamana ve alındığı bölgeye göre değişebiliyordu. Hz. Peygamber zamanında cizye, ya doğrudan mükelleflerden alınır veya gayrimüslim kabile başkanlarının yahut da ileri gelenlerin aracılığı ile toplanırdı. Bu dönemde özel cizye memurlarının bulunmadığı, Müslümanlardan zekat toplayan amillerin gayrimüslimlerden cizyeyi de topladıkları görülmektedir. Kur’ân-ı Kerîm’de zekat ile ganimetin harcanacağı yerler açıkça zikredilmiştir. Buna karşılık, cizyenin dağıtılacağı yerler hakkında açık hükümler yer almamıştır. Kur’ân-ı Kerîm’de cizyenin mahiyeti ve uygulanışı hakkın da detaylı hükümler mevcut değildir. Dolayısıyla cizyenin zekattaki gibi belirli yerlere harcanma zorunluluğu yoktur. Kamu yararına uygun olarak, ihtiyaç duyulan yerlere harcanabilir. Harac Harac, gayrimüslimlerin topraklarından alınan vergidir. Hz. Peygamber döneminde ganimet olarak elde edilen toprakların bir kısmı ganimet statüsüne tabi tutulmuş, bir kısmı eski sahipleri üzerinde bırakılarak vergilendirilmiş, az bir kısmı da Hz. Peygamber’e tahsis edilmiş; o da kendisine tahsis edilenlerden elde edilen gelirleri kendi ailesi, yoksullar ve devlet giderleri için harcamıştır. Medine’den sürgün edilen üç Yahudi kabilesinin ve Hayber Yahudilerin arazisi bu cümledendir. Hz. Ömer zamanında gayrimüslimlerin ellerindeki topraklardan alınan vergiye harac adı verilmiştir. Zekat İslam devletinin gelir kaynaklarından birini teşkil eden zekat, Müslümanların mallarından alınan bir vergidir. Zekat, Müslümanlar için bir ibadet, devlet içinde bir gelir kaynağıdır. Altın, gümüş, madeni ve kağıt nakit paralar nisab miktarına ulaştığında, üzerinden bir yıl geçtikten sonra kırkta biri, yani yüzde iki buçuk miktarı zekat alarak verilir. Ticaret malları da böyledir. Müslümanların arazi gelirlerinden alınan zekata da öşür denilir. Öşür, yağmur suyu ile sulanan topraklardan yüzde on, emek sonucu sulanan topraklardan ise yüzde beş nispetinde alınır. Nisab miktarına ulaştığında hayvanların zekatı ise cinsine ve miktarına göre değişir. Zekat, hicretin ikinci yılında farz kılınmasından itibaren bizzat Hz. Peygamber tarafından toplanmış ve gerekli yerlere dağıtılmıştır. İlk yıllarda zengin Müslümanlar zekatlarını bizzat getirip Hz. Peygamber’e teslim ediyorlardı. İslam dininin Arap yarımadasının çeşitli bölgelerine yayılmasından sonra Hz. Peygamber, zekatları toplamak için memurlar tayin etti. Bu memurların topladığı zekat, öncelikle mahallindeki yoksullara dağıtılır kalanı da merkeze getirilirdi. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 12 Hz. Peygamber Döneminde İdari, Mali, Askeri ve Sosyal Kurumlar Zekat gelirinin harcanacağı yerleri Yüce Allah belirlemiştir, onun dışındaki yerlere harcanmaz. Yüce Allah, Kur’ân-ı Kerîm’de zekatın harcama yerlerini şu şekilde belirlemiştir: “Sadakalar (zekatlar) Allah’tan bir farz olarak ancak, yoksullara, düşkünlere, zekat toplayan memurlara, gönüllüleri İslam’a ısındırılacak olanlara, hürriyetlerini satın almaya çalışan kölelere, borçlulara, Allah yolunda olana ve yolda kalana mahsustur. Allah (her şeyi) pekiyi bilendir, hikmet sahibidir. (Tevbe/9: 60) ASKERİ YAPI İslam’da esas olan sulhtur, barış içinde yaşamaktır. Savaş, arızi bir durumdur. Fıtrata uygun olan, insanların emniyet ve barış içinde yaşamalarıdır. Fakat ne var ki, savaş da göz ardı edilemeyecek bir gerçektir. İnananların vatanlarını ve sahip oldukları her türlü değerlerini düşmandan korumaları ve kendilerini savunmaları da bir vazifedir. Hz. Peygamber, Medine’de bir devlet kurduktan sonra bu devleti dışarıya karşı korumak için Medine’de oturan üç Yahudi kabilesi ile saldırmazlık antlaşması yaptı. Daha sonra da Kureyş müşriklerinin, Müslümanlara ve dolayısıyla Medine şehrine olan saldırılarına karşı koydu. İslam dininde barış esas olmakla birlikte, gerektiğinde savaşa hazır olunması ve mecbur kalındığında savaşılması da emredilmiştir. Bu konuda Yüce Allah, şöyle buyurmaktadır: “Onlara (düşmanlara) karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet ve cihad için bağlanıp beslenmiş atlar hazırlayın, onunla Allah’ın düşmanını, sizin düşmanınızı ve onlardan başka sizin bilmediğiniz, Allah’ın bildiği (düşman) kimseleri korkutursunuz. Allah yolunda ne harcarsanız size eksiksiz ödenir ve siz, asla haksızlığa uğratılmazsınız.” (Enfal/8: 60) Ayrıca savaş sonrası uygulamalarla ilgili temel ilkelerin neler olduğu da Yüce Allah’ın talimatları ve Hz. Peygamber’in kavli ve fiili sünnetiyle tespit olunmuştur. Ordu Medine döneminde Müslümanlar devlet kurup bir vatana sahip olunca yurt savunması anlayışı geliştirilmiş ve bunun için gerekli adımlar atılmıştır. Elbette bu adımların ilki, vatanı savunmak için asker hazırlamaktır. Hz. Peygamber zamanında özel olarak muvazzaf bir ordu mevcut değildi. İç güvenliği sağlamak için polis teşkilatı da yoktu. Eli silah tutan her Müslüman, vatan savunmasına katıldığı gibi Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 13 Hz. Peygamber Döneminde İdari, Mali, Askeri ve Sosyal Kurumlar asayişi sağlamak için de zaman zaman görevlendirilirdi. Bir sefer tertiplemek veya bir saldırıya karşı koymak gerektiğinde Hz. Peygamber, gönüllüleri çağırır; bir kayıt defteri açılır ve her aday buraya adını kaydettirirdi. Tespit edilen günde gönüllüler, silahları, binekleri ve yol boyunca yiyecekleri azıkları ile şehir dışında bir karargahta toplanırlardı. Hz. Peygamber oraya gelir, orduyu teftiş ederdi. Her sefer için gerekli asker sayısını kendisi kararlaştırırdı. Kendi imkanlarıyla teçhizatını alamayanları devlet bütçesinden donatırdı. Bunun en güzel örneği Tebük Seferi’nde görülür. Asker toplama işi kabile başkanları tarafından yapılırdı. Hz. Peygamber, hemen her seferde, gideceği bölgeye orduyu en kısa ve emniyetli yoldan ulaştıracak bir kılavuz tayin eder, onun rehberliğinde hareket ederdi. Kendisi Medine’de kalacaksa sefere çıkacak bir ordunun komutanını yine kendisi tayin ederdi. Bizzat kendisi orduya katılmışsa, bu sefer de kendisine bağlı komutanları tayin ederdi. Ordu, klasik şekilde öncü ardcı, sağ kanat, sol kanat ve merkez olmak üzere beş kısma ayrılırdı. Askeri birlik ve kıtaların toparlanması ve teşkili genellikle kabilelere bırakılırdı. Şayet bazı kabilelerden gelenler çok az ise, bunlar diğerleriyle birleştirildi. Sefere çıkan ordu içinde, kesin çizgiler olmamakla birlikte, çeşitli komuta kademeleri vardı. Ordunun karargahı, nöbetçiler vasıtasıyla gece-gündüz korunurdu. Esirler sorguya çekilerek veya ileri keşif kolları gönderilerek sefere çıkılmadan önce düşmanın durumu hakkında bilgi toplanırdı. Keşif birlikleri vasıtasıyla düşmanın izini sürme, pusu kurma ve casusluk gibi savaş taktikleri biliniyordu. Hz. Peygamber bilgi toplamak için casus kullandığı gibi, düşman casuslarına karşı da casusluk tedbirleri alıyordu. Üsame b. Zeyd’i, Suriye’ye sevk ederken ondan kılavuzlar kiralamasını, önden gözcüler göndermesini istemişti. Taktik ve Strateji Düşmanın, kan dökülmeden teslim olmasını sağlamak için, içeceği suya engel olmak da dahil bazı tedbirlere başvuruluyordu. Hz. Peygamber, daha çok düşmanı şaşırtma metotlarını uygulardı. Medine’den ayrılmadan önce asıl gayesinden başka bir maksadı varmış gibi bir şayi’a yaydırırdı. Başlangıçta, asıl hedefinden başka bir istikamete yürürdü. Sonra bir dönüş yaparak yolunu değiştirdi. Tahmini mümkün olmayan tenha yolları seçerdi. Tebük Seferi hariç, asıl hedefini genellikle gizli tutardı. Hz. Peygamber, hicret yürüyüşü de dahil, katıldığı savaşlarda ve gönderdiği seriyyelerde bayrak (liva) ve sancak (raye) kullanmıştır. Her zaman savaştan önce düşmanı yeniden ve bir kere daha İslam’a davet ederdi. Şayet kendisi sefere çıkmıyorsa, gönderdiği komutanlara bu kurala uymaları için kesin talimat verirdi. Hz. Peygamber iklim şartlarının savaşan askerler üzerindeki etkilerini biliyordu. O dönemde savaşlar, Hendek, Taif ve Hayber kuşatmaları hariç, Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 14 Hz. Peygamber Döneminde İdari, Mali, Askeri ve Sosyal Kurumlar genellikle yarım gün sürmüştür. En uzun süreli savaşlar, Bizans İmparatorluğu üzerine tertip edilen Mute Savaşı ve Tebük Gazası olmuştur. Savaşlarda koruyucu silah olarak zırh, kalkan ve miğfer; yaralayıcı ve öldürücü silah olarak da kılıç, ok ve yay, mızrak, kargı, mancınık ve debbâbe kullanılıyordu. Binek hayvanı olarak daha ziyade at ve deve tercih edilirdi. Askerlerin silah arkadaşlarını düşmandan ayırabilmesi için her seferde ayrı olmak üzere bir parola (şiar) kullanılıyordu. Ancak o dönemde henüz üniforma mevcut değildi. Şüphesiz düşmanın canına ve malına zarar verme, savaşta tabii bir durumdur. Fakat insan haysiyetine yakışmayan hareketler ve ölülere işkence yapmak (müsle), Hz. Peygamber tarafından yasaklanmıştır. Ölülerin ve canlı varlıkların yakılması gibi davranışlara izin verilmemiştir. Çünkü bu tür uygulamalar, insan onuruna yakışmayan, sadece kin ve nefreti artıran davranışlardır. Düşman tarafında savaşan erkeklerin dışında kalan sivillerin, yani çocukların, yaşlıların, din adamlarının, işçilerin, sakatların, kadınların ve savaşla ilgisi bulunmayan diğer kimselerin, savaşa iştirak etmedikleri müddetçe öldürülmeleri yasaklanmıştır. Savaşta ele geçirilen esirlere, öldürülme, fidye karşılığı serbest bırakılma veya mübadele ile (Müslüman esirlere karşılık) serbest bırakılma, şartlı serbest bırakma, köleleştirme ve karşılıksız serbest bırakma (ki Hz. Peygamber döneminde en fazla uygulanan usul budur) gibi muameleler yapılırdı. Hz. Peygamber, savaş esirlerine iyi davranılmasını istemiş, onlara eziyet ve işkence yapılmasını yasaklamıştır. Kendisinden bilgi almak için bile olsa esire baskı yapılmasının uygun olmadığına işaret etmiştir. SOSYAL YAPI Devlet, büyük bir ailedir. Bu aileyi meydana getiren küçük aileler vardır. Bu küçük aileler de devletin kurumları sayılır. Bu küçük aileleri meydana getiren fertlerin dini, ekonomik ve sosyal durumları, her zaman için devletin üs kademesini etkiler. Aile Aile, sosyal yapının çekirdeğidir. İslam dinine göre toplumun temeli ailedir. Aile toplumu, toplum da milleti, millet de devleti meydana getirir. Aile yapısı sağlam olanların devleti de sağlam olur. Müslümanlar aileyi küçük bir millet, milleti de büyük bir aile kabul ederler. Aile, anne- baba ve çocuklardan meydana gelir. Çatının kurulması, yani anne ve babanın bir araya gelmesi nikahla olur. Nikah, yüce Allah’ın emri ve Hz. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 15 Hz. Peygamber Döneminde İdari, Mali, Askeri ve Sosyal Kurumlar Peygamber’in sünnetidir. Yüce Allah, Kur’ân-ı Kerîm’de nikahı emretmiş, Hz. Peygamber de evliliği teşvik ve tavsiye etmiştir: “Kim, güç yetirirse evlensin. Zira evlenme, gözü haramdan uzak tutar, iffeti korur.” Nitekim İslamiyet’in beş gayesinden ikisi olan canın ve neslin korunması ancak aile yuvası kurarak sağlanabilir. “Nikah, benim sünnetimdir. Kim, sünnetimden yüz çevirirse benden değildir. Nikaha rağbet ediniz, çoğalınız. Ben, kıyamet gününde sizin çokluğunuzla öbür ümmetlere karşı övüneceğim.” (İbn Mace/Nikah: 1) Dinimiz İslam, aile fertlerinin haklarını, sorumluluklarını ve yükümlülüklerini belirlemiştir. Bu konuda Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Erkeklerin kadınlar üzerinde, kadınların da erkekler üzerinde hakları vardır. Yalnız erkekler, kadınlara göre bir derece üstünlüğe sahiptirler.” (Bakara/2: 228) İslam, aile içi ilişkileri, aile fertlerinin huzur ve refahını gerçekleştirmeye yönelik düzenlemiştir. Aile çatısı altındaki fertler arasındaki ilişkiler karşılıklı sevgi, saygı, şefkat, dayanışma, doğruluk, sadakat, bağlılık ve haklara riayet gibi evrensel insani değerler olarak kabul edilmiştir. Hz. Peygamber, bir aile reisiydi. Aile huzurunun nasıl olacağını yaşayarak ve göstererek öğretti. Sahabe de onu örnek aldı. Toplumu Oluşturan Unsurlar Hz. Peygamber zamanında toplum, Müslüman olanlardan ve bir de Müslüman olmayanlardan meydana geliyordu. Her iki sınıfın da kendine göre özellikleri ve kendi içinde alt sınıfları vardı. Bu sınıflar hiçbir zaman birbirleri ile çatışmıyordu. Müslümanlar Hz. Peygamber döneminde toplumu oluşturan unsurların başında Müslümanlar gelirdi. Müslümanların büyük çoğunluğu da Araplardan oluşmaktaydı. Toplumda Habeş, Fars ve Rum kökenli Müslümanlar da vardı. Toplumu oluşturan unsurların başında gelen Müslümanların bir kısmı şehirlerde bir kısmı da köylerde yaşardı. Şehirlerde yaşayanlara hadari, köylerde yaşayanlara da bedevi denirdi. Ayrıca Müslümanlar hukuki ve sosyal açıdan da hürler, mevlalar ve köleler olmak üzere üç kısma ayrılırdı. Hürler kabilenin esas Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 16 Hz. Peygamber Döneminde İdari, Mali, Askeri ve Sosyal Kurumlar üyesi sıfatıyla diğer iki sınıfa mensup insanlardan üstün kabul edilirdi. Köleler, sahibinin malı olarak nesilden nesile intikal ederdi. Mevlalar (Mevali) ise hürler ve köleler arasında bir sınıftı. Bunlar; sahiplerinin serbest bırakması veya anlaşma yoluyla sahibine para ödemek gibi çeşitli yollarla hürriyetine kavuşmuş kimselerdi. İslam toplumunda hicretten sonra Medine döneminde büyük ölçüde eşraf anlamında “Ensar” , “Muhacir” , “Ehl-i Bedir” gibi yeni zümreler ortaya çıkmıştır ki, bunların faziletlerine İslam’ın temel kaynaklarında deliller bulunmaktadır. Bu noktada fazilet ölçüsü, cahiliye toplumundaki üstünlük telakkilerinden farklı olarak, İslam’a hizmettir. Ensar ve Muhacir, Medine İslam toplumunu meydana getiren iki kardeş sınıftır. Savaşlarda bunların sancakları ve komutanları ayrı olurdu. Ama bu ayrılık iki toplumu birbirinden ayırmaz, üstelik iyice birbirine kaynaştırırdı. Gayrimüslimler İslam, Müslümanların oluşturduğu toplumda bu inancı paylaşmayanların inanç hürriyetine, can ve mal güvenliğine sahip olarak yaşamalarına imkan tanımıştır. Hz. Peygamber de bu imkanı gerçekleştirmiştir. Hicretten hemen sonra Medine’de bulunan müşrik ve Yahudi toplumları ile bir sözleşme yaparak bu uygulamanın ilk adımını atmıştır. Bu suretle birçok dini, kültürel gurubun bir arada yaşamasını mümkün kılan bir yapı oluşturmuştur. Bununla beraber başşehir dışında Hayber, Vadilkura, Fedek, Makna ve Teyma da Yahudiler; Eyle, Ezruh, Dümetülcendel ve Necran’da Hıristiyanlar, ayrıca Hecer ve Bahreyn’de kısmen Mecusiler oturuyordu. Buraların halkıyla yapılan anlaşmalar sayesinde gayrimüslimler dini ve hukuki temele dayalı kültürel kimliklerini koruyarak İslam toplumunun içinde yaşamaya devam etmişlerdir. Hz. Peygamber, antlaşmalarda zimmilerin canlarını, mallarını, dinlerini, ayin ve ibadetlerini, mabetlerini ve din adamlarını hukukun himayesi altına almıştır. Müslümanlar dışında kalan ve daha çok Yahudiler, Hıristiyanlar, küçük azınlıklar şeklinde de Sabiiler ve Mecusiler cizye vergisi ödeyen hür tebaa statüsünde yaşıyorlar, bunlar “zimmi” diye adlandırılıyordu. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 17 Hz. Peygamber Döneminde İdari, Mali, Askeri ve Sosyal Kurumlar Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 18 Hz. Peygamber Döneminde İdari, Mali, Askeri ve Sosyal Kurumlar DEĞERLENDİRME SORULARI 1. Değerlendirme sorularını sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “bölüm sonu testi” bölümünde etkileşimli olarak cevaplayabilirsiniz. Mekkeli muhâcirlerle Medineli ensârın birbiri ile kardeş yapılmasına ne adı verilir? a) Musâlaha b) Muâhât c) Muâhede d) Mâmele e) Mubâyaa 2. Medineli Müslümanlarla Medine’de oturan Yahudilerin vatandaşlık antlaşmasına ne adı verilir? a) Musâlaha b) Muâhât c) Muâhede d) Mâmele e) Mubâyaa 3. Aşağıdakilerden hangisi Hz. Peygamber’in Medine’de kurduğu devlet idaresinde izlediği ilkelerden değildir? a) Meşrûiyet b) Adâlet c) İstişâre d) Ahlâk e) Menfaat Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 19 Hz. Peygamber Döneminde İdari, Mali, Askeri ve Sosyal Kurumlar 4. Aşağıdakilerden hangisi gelirlerinden değildir? Hz. Peygamber zamanındaki devletin a) Rant b) Ganimet c) Zekât d) Öşür e) Cizye 5. Gayr-i Müslimlerin toprak mahsullerinden alınan verginin adı nedir? a) Öşür b) Cizye c) Ganimet d) Rant e) Haraç 6. Zekâtın kimlere verileceği Kur’ân âyetiyle tesbit edilmiştir. İlgili âyete göre aşağıdakilerden hangisine zekât verilmez? a) Zekât toplama memurlarına b) Yoksullara c) Yolda kalanlara d) Borçlulara e) Zimmîlere 7. Hz. Peygamber döneminin askeri yapısı için aşağıdaki cümlelerden hangisi yanlıştır? a) Devamlı hazır bekleyen muvazzaf bir ordu vardı. b) Savaşa katılacaklar savaş öncesi şehir dışında bir karargâhta toplanırdı. c) Her seferde orduya bir kılavuz tayin edilirdi. d) Her seferde ayrı bir parola kullanılırdı. e) Askerlerin belli bir üniforması yoktu. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 20 Hz. Peygamber Döneminde İdari, Mali, Askeri ve Sosyal Kurumlar 8. İslâm toplumunu meydana getiren Müslümanlardan hür olanlar ile köle olanlar arasında kalan sınıfa ne ad verilirdi? a) Ahrar b) Câriye c) Abd d) Mevâli e) Zimmî 9. Aşağıdakilerden hangisi Hz. Peygamber’in tayin ettiği valilerden değildir? a) Attâb b. Esîd b) Adiy b. Hâtem c) Ebû Zerri’l-Ğifârî d) Muhâcir b. Ebî Ümeyye e) Ebû Mûsâ el-Eş’arî 10. Aşağıdakilerden hangisi Hz. yaşadıkları şehirlerden değildir? Peygamber zamanında yahûdilerin a) Hayber b) Fedek c) Teymâ d) Hecer e) Vâdilkurâ Cevap Anahtarı 1 b, 2 c, 3 e, 4 a, 5 e, 6 e, 7 a, 8 d, 9 c, 10 d. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 21 Hz. Peygamber Döneminde İdari, Mali, Askeri ve Sosyal Kurumlar YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK KAYNAKLAR Ağırman, Mustafa. (1997). Hz. Muhammed (s.a.v.) Devrinde Mescid ve Fonksiyonları. İstanbul. Ağırman, Mustafa. (2006). “Asr-ı Saadette Ordu ve Savaş Stratejisi”. Asr-ı Saadette İslam. III, 379-341. İstanbul. Atar, Fahrettin. (1979). İslam Adliye Teşkilatı. Ankara. Baltacı, Cahit. (2005). İslam Medeniyeti Tarihi. İstanbul. Canan, İbrahim. (1984). Medeniyet, Kültür ve Teknik. İstanbul. Çelebi, Ahmed. (1976). İslam’da Eğitim-Öğretim Tarihi. (Çev. Ali Yardım). İstanbul. Çubukçu, Asri. (1989). İslam Devletlerinde Devlet Teşkilatı ve İlmî Faaliyetler. Erzurum: (Ders Notları) Demirci, Mustafa. (2003). İslam’ın İlk Üç Asrında Toprak Sistemi. İstanbul. Ebu Halil, Şevki. (2005). İslam ve Dünya Medeniyetleri Tarihi. (Çev. Atik AydınAbdulhadi Timurtaş). İstanbul. Erkal, Mehmet. (1992). “Beytülmal”. DİA, VI, 90-94. Erkal, Mehmet. (1993). “Cizye”. DİA, VIII, 42-45. Erkal, Mehmet. (1996). “Ganimet”. DİA, XIII, 351-354. Hamidullah, Muhammed. (1972). Hz. Peygamber’in Savaşları. (Çev. Salih Tuğ). İstanbul. Hamidullah, Muhammed. (1980). İslam Peygamberi, II. (Çev. Salih Tuğ). İstanbul. Hamidullah, Muhammed. (1981). İslam Müesseselerine Giriş. (Çev. İhsan Süreyya Sırma). İstanbul. Hitti, Philip K.. (1980). Siyasi ve Kültürel İslam Tarihi, I-IV. (Çev. Salih Tuğ). İstanbul. Kallek, Cengiz. (1997). “Haraç”. DİA, XVI, 71-86. Kayaoğlu, İsmet. (1980). İslam Kurumları Tarihi I. Ankara. Kayaoğlu, İsmet. (1994). İslam Kurumları Tarihi II. Konya. Kazıcı, Ziya. (1999). İslam Medeniyeti ve Müesseseleri Tarihi. İstanbul. Palabıyık, M. Hanefi. (2002). “Hz. Peygamber’in Devlet Kurma Faaliyeti (Tarihi Arkaplan ve Tesri Açısından)”. Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, sayı: 17, Erzurum, s. 99-126. Salih, Suphi. (1981). İslam Mezhepleri ve Müesseseleri. (Çev. İbrahim Sarmış). İstanbul. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 22 Hz. Peygamber Döneminde İdari, Mali, Askeri ve Sosyal Kurumlar Sarıçam, İbrahim-Erşahin, Seyfettin. (2011). İslam Medeniyeti Tarihi. Ankara. Terzi, M. Zeki. (1990). Hz. Peygamber ve Hulefa-i Raşidin Döneminde Askeri Teşkilat. Samsun. Yeniçeri, Celal. (1984). İslam’da Devlet Bütçesi. İstanbul. Yeniçeri, Celal. (2000). Hz. Muhammed ve Yaşadığı Hayat. İstanbul. Yılmaz, Hüseyin. (2006). Camilerin Eğitim Fonksiyonu. İstanbul. Yiğit, İsmail. (2004). “Mevali”. DİA, XXIX, 424-426. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 23 HEDEFLER İÇİNDEKİLER HİLAFET VE RAŞİT HALİFELER DÖNEMİNDE KURUMLAR VE KÜLTÜR • Hilafet • Hilafetin Şartları ve Hükümleri • Halifenin Taşıması Gereken Şartlar • Halifenin Seçimi, Azli ve Vazifeleri • Raşit Halifelerin Kısa Tarihi • Raşit Halifeler Döneminde Siyasi, İdari Yapı ve Kurumlar • Raşit Halifeler Döneminde Kültür ve İlim Hayatı İSLAM KURUMLARI ve MEDENİYETİ TARİHİ • Bu üniteyi çalıştıktan sonra; • Hilafet ve özellikleri hakkında bilgi sahibi olabilecek, • Halifeyi, halifenin görev ve yetkilerini bilecek, • Raşit Halifeler dönemindeki idari, siyasi yapı ve kurumları anlayabilecek, • Raşit Halifeler dönemindeki kültürel yapı ve ilmi faaliyetleri kavrayabileceksiniz. ÜNİTE 6 Hilafet ve Raşid Halifeler Döneminde Kurumlar ve Kültür GİRİŞ Hulefâ-yi Râşidîn dönemi 11/632 yılında vefat eden Hz. Peygamber’in yerine geçen Hz. Ebu Bekir’le başlayıp Hz. Ali’nin 40/661 yılında vefatıyla veya Hz. Hasan’ın Muaviye ile antlaşmasıyla (41/662) son bulmaktadır. Bu dönem tüm İslam dinî ve ilmî geleneği için Asrı Saadet’ten sonraki en önemli dönemi ve süreci ifade eder ve ümmet için özel bir anlamı haizdir. Bu yüzden Asrı Saadet kadar bu dönemin de, her yönüyle çok iyi bilinmesi ve anlaşılıp anlamlandırılması gerekmektedir. Bu ünite, Raşid halifelerle başlayan Hilafet kurumu hakkındaki klasik görüşlerin özetini vererek, ilgili yapıyı ve özelliklerini öğrenciye kısaca hatırlatmaktadır. Daha sonra Raşid Halifeler dönemi özetlenerek, dönemlerindeki siyasi ve idari yapı ile kültürel ve dinî ilimlerin durumu kısaca ele alınmaktadır. HİLAFET Hilafet, “Peygambere halef olarak, din ve dünya işlerinde riyâset-i âmme sıfatı ile ona naiplik etmek” olup, bunu yapan kimseye de ‘halife’ denir. Lügat manası “bir kimsenin peşinden gelmek, ona halef olmak, onu temsil etmek” olan ’hilafet’ kelimesi, ıstılahta muradifi olan ‘imamet’ (el-İmametü’l/ezZeâmetü’l- Kübrâ/Uzma), terimleriyle birlikte, “Peygambere halef olarak, din ve dünya işlerinde riyâset-i âmme sıfatı ile ona naiplik etmek” olup, bunu yapan kimseye de ‘halife’ denir. Bu manasıyla, yani ‘İmâmü’l-Müslimin’ olarak halife lakabı, ilk defa Hz. Ebu Bekir hakkında (Halifetu Resulillah) kullanılmıştır. ‘Emirü’lMü’minin’ lakabı ise, ‘Halifetu Halifeti Resulillah’ yerine ilk olarak Hz. Ömer hakkında kullanılmış, daha sonraki halifeler hakkında da aynen kullanılmaya devam etmiştir. Halifenin Seçimi İlk halife Hz. Ebu Bekir’in seçimi hakkında muhtelif rivayetler arasında müşterek olan hususları kısaca şöyle tespit edebiliriz: Hz. Muhammed vefat ettiği gün (Hicretin 11. senesi 12 Rebiülevvel Pazartesi günü) tüm Müslümanlar Mescid-i Nebi’de büyük bir teessür içindeydiler. Hz. Ali, Zübeyr, Talhâ ve Resulullah’ın diğer yakın akrabalarından bazı Haşimîler, Fatıma’nın evinde toplanmış ve Arapların geleneği üzere, cenazenin defin ve techiz işleriyle meşguldüler. Ensardan bazıları ise hilâfet meselesini görüşmek üzere ‘Sa’ideoğulları’nın Çardağı’nda (Sakifetü Benî Sâ’ide) toplanmış, Allah Resulu’nün yerine devletin başına kimin geçmesi gerektiğini görüşüyorlardı. Bu arada Ensardan birkaç kişi bunu Hz. Ebu Bekir’e bildirerek, duruma müdahil olmasını istediler. Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer ve Ebu Ubeyde b. Cerrah’la birlikte Sakife’ye geldi. O sırada Ensar, hasta olduğu için örtülere sarılmış halde oraya getirilmiş bulunan Hazreçli Sa’d b. Ubade’nin başkanlığına karar vermek üzereydiler. Hz. Ebu Bekir ve arkadaşları oraya Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 2 Hilafet ve Raşid Halifeler Döneminde Kurumlar ve Kültür geldiklerinde tartışmalara müdahil oldular. Onlar İslam’a hizmetlerinden ve Allah Resulu’nün Mekke’ye dönmeyip Medine’de kalmayı tercih etmesinden bahsederek riyasetin kendi hakları olduklarını söylüyorlardı. İlk Halife Hz. Ebu Bekir, Medine’de Ashabın büyük çoğunluğunun seçimi ile halife olmuştur. Ona bey’atı geciktiren Hz. Ali ve diğer bazıları da, daha sonra bey’at etmişlerdir. Bu konuşmayı dikkatle dinleyen Ebu Bekir, onların bu faziletlerini teslim ederek söze başladı; Muhacirler hakkındaki Kur’ân ayetlerini de okudu ve bilhassa günün siyasî şartları ve nüfuz politikasına dikkati çekerek, hilâfet meselesinin bunlarla değerlendirilmesini istedi. Ebu Bekir, Arapların bu reislik işini (hilâfeti) ancak KureyşIi birine tanıyacaklarını, onların Arapların nesep ve mevki bakımından üstte olmalarının gözden uzak tutulmaması gerektiğini söyleyerek hilâfet için Ömer veya Ebu Ubeyde’yi aday gösterdi. Ensardan Sabit b. Kays söz alarak, Muhacirlere hitaben, Ebu Bekir’i bırakıp, Ömer veya Ebu Ubeyde’ye bey’at etmelerinin doğru olmayacağını beyanla sözlerini bitirdi. Zaten onlar da, Ebu Bekir varken bunu kabul etmeyeceklerini bildirdiler. Bundan sonraki konuşmalarda Ensardan Hubâb b. Münzir, bir Ensardan bir de Muhacirlerden olmak üzere ‘iki emir’e bey’at edilmesi teklifinde bulundu. Bu teklifin sebep olduğu şiddetli münakaşalar arasında, daha sonra çokça tartışılan “İmamlar Kureyş’tendir” (el-Eimmetü min Kurayş) hadisinin rivayet edildiği nakledilir. Rivayetlere göre, bu münakaşaların sonucundan endişelenen Ömer ve Ebu Ubeyde, Ebu Bekir’e bey’at için hazırlanırlarken Beşir b. Sa’d onların önüne geçerek ilk olarak kendisi bey’at etti. Orada bulunan Muhacirler ve Ensar da bunlara uyarak bey’at ettiler. Bu hususî bey’atı, ertesi gün Medine mescidinde yapılan umumî bey’at ta’kib etti ve Hz. Ebu Bekir, Medine’deki Müslümanların büyük çoğunluğu ile ‘Müslümanların İlk Halifesi’ seçildi. Ensardan Hazreclilerin halife adayları olan Sa’d b. Ubade, Ebu Bekir ve daha sonra da Ömer’e bey’at etmemiş ve ölünceye kadar bu küskünlüğünü sürdürmüştür. Hz. Ebu Bekir’in şahsiyeti ve takip ettiği siyaset, diğer muhalifleri bey’ata razı etmişti. Hz. Ali, Talha, Zübeyr, Ebu Zerr ve Haşimilerin bey’atları hakkındaki rivayetlerden birine göre Hz. Ali ve taraftarları ilk günde bey’at etmişler ve Hz. Ali, Ebu Bekir hakkında, “Peygamber namazda onu imam tayin etti. Resulullah’ın dinimize imam tayin ettiği kimsenin, dünya işlerimize de başkan olmasına razı olduk ve onu (halife olarak) seçtik” demiştir. Daha sıhhatli olan diğer rivayete göre ise Hz. Ali, bu seçimi bir oldu-bitti sayarak memnuniyetsizliğini açıkça ifade etmekle birlikte, Ebu Bekir’in halife seçilmesinden altı ay sonra, Hz. Fatıma’nın vefatını müteakip, Haşimoğulları ve diğer taraftarları ile birlikte bey’at etmişlerdir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 3 Hilafet ve Raşid Halifeler Döneminde Kurumlar ve Kültür İLERİ OKUMALAR İÇİN Halife seçimleri hakkında, M. Ali KAPAR’ın,“İslam’da Seçim Sistemi Bey’at” (Beyan Yay., İstanbul 2003) adlı kitabını okuyabilirsiniz. HİLAFETİN HÜKMÜ Ehl-i Sünnet alimlerine göre, Hz. Peygamber’den sonra bir halifenin nasbı vaciptir, farz-ı kifâyedir, şâri’ bu mükellefiyeti herhangi bir kimseye yüklemez, fakat cemaat halinde bütün Müslümanları mükellef tutar. Sahabe ve Tabiinin halife nasbındaki ittifakı buna delildir. Çünkü Hz. Peygamber’in vefat ettiği gün sahabe çarçabuk Ebu Bekir’e bey’at ederek bir halife seçtiler. Bundan sonrada hep böyle devam etti. Müslümanlar bu vecibeyi yerine getirmezlerse günahkâr olurlar. Müslümanların mükellef oldukları dini vecibelerin ifası, ümmetin huzur ve saadeti bir halifenin varlığı ile mümkündür. Bir halife bulunmazsa Müslümanların emniyeti ve asayişi demek olan emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münker vazifeleri ifa olunamaz. Bazı alimler ve bazı mezhepler imam nasb etmenin vacip olmadığı kanaatindedirler; Bazı Mutezile ve Hariciler bu görüştedirler. Bunlara göre vacip olan, şer’i hükümlerin yerine getirilmesidir. Ümmet adaletin ve Allah’ın hükümlerinin yerine getirilmesinde ittifak ederse imama hacet kalmaz; böyle olunca imam nasbı da vacip olmaz. HALİFENİN TAŞIMASI GEREKEN ŞARTLAR Bu şartlar klasik eserlerimizde detaylandırılmakla beraber, burada özetle saymak istiyoruz. Bununla birlikte bu şartların sonradan belirlenen şartlar olduğunu da ifade etmek gerekir: Günümüzde cumhurbaşkanı veya başbakan olmak için nasıl bir takım şartlar aranıyorsa, Hilafet makamına gelecekler için de belli şartlar aranmaktadır. Erkek olmak, Baliğ olmak, Akıllı olmak, Gözü sağlıklı olmak, Kulağı sağlıklı olmak, Kol ve bacakları sağlıklı olmak, Konuşma yeteneği olmak, Hür olmak, Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 4 Hilafet ve Raşid Halifeler Döneminde Kurumlar ve Kültür Müslüman olmak, Adil olmak, Şecaatli ve cesur olmak, Müçtehit olmak, İsabetli görüş sahibi olmak, Nesepçe Kureyş’ten olmak. Bu şartlarda tüm İslam mezhepleri arasında olduğu gibi, Ehl-i Sünnet alimleri arasında da ittifakın olmadığını belirtmek istiyoruz. HALİFENİN TAYİNİ Halifenin tayin yolu ve hilafet makamının doldurulması için üç esas kabul edilmiştir. Bu esasların her birinin de birtakım hükümleri vardır. Seçim (İntihab) Usulü: Ehlü’l-hal ve’l-akd denen adil, halife adaylarının durumunu iyi bilen, bunlar arasında en layığını seçebilecek kabiliyetteki seçkin topluluğun, hilafet şartlarını kendisinde toplayan birini seçmeleri ve her birinin onun hilafetine rızalarını göstermeleri, yani bey’at etmeleridir. Halife seçimine gidilebilmesi için: Önceki halifenin, kendisinden sonraki halifeyi seçmeden ölmüş olması Önceki halifenin, hilâfetten ayrılmayı gerektiren sebeplerle istifa etmesi veya ehlü’l-hal ve’l-akd tarafından azledilmiş olması lazımdır. Geleneksel anlayışa göre halife üç yolla hilafete gelebilir: Seçim (İntihab) Usulü Tayin (Nasb=Atama) Usulü Hilâfeti zorla ele geçirmek (Gasb veya İstilâ) Usulü Bu seçimin sıhhati için; 1. Bey’at edilecek kimse de, yukarda saydığımız halifede aranacak vasıfların bulunması, 2. Hilafet akdini yapacak olanların, yani halifeyi seçecek olan ehlü’l-hal ve’l-akd alimler, devlet erkânı ve halkın ileri gelenlerinin hazır olmaları, 3. Bey’at olunan kimsenin, hilafeti kabul etmesi, 4. Bey’at eden ve hilafet akdini yapan bir kişi ise, bunun şahitleri olması, 5. Bey’atın bir kişi için olması, gerekmektedir. Tayin (Nasb=Atama) Usulü: Mevcut halifenin hilafet şartlarını taşıyan bir kimseyi, kendisinden sonra halife olmak üzere tayin etmesi ve ehlü’l-hâl ve’lakd’dan söz almasıdır. Halife ölünce, kendisi için söz alınan kimse halife olur. Hilâfeti zorla ele geçirmek (Gasb veya İstilâ) Usulü: Halife ölünce hilafet şartlarını kendinde toplayan bir kimse, önceki halife tarafından tayin edilmeden, ehlü’l-hâl ve’l-akd’ın bey’atını da almaksızın bu makamı silah zoruyla veya başka yollarla ele geçirirse, bunun hilafeti de sahih sayılmıştır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 5 Hilafet ve Raşid Halifeler Döneminde Kurumlar ve Kültür HALİFENİN VAZİFELERİ Dinin aslî şekliyle korunması, İslam ülkesinde emniyetin sağlanması, Sınırların tahkimi ve korunması, İslam düşmanlarına karşı cihat edilmesi, Hükümlerin tenfizi ve kardeşliğin tesisi yani hak ve hukuka riayetle adaleti tevzi etmek, kanunlara riayeti sağlamak, cezaları infaz ederek zalimi kötülüklerden sakındırmak, mazlum ve mağdurun hakkını korumak, Devlet idaresine emin ve ehliyetli kimselerin getirilmesi, Zekât, ganimet, fey’ ve haracın toplanması, Ordunun ve devlet memurlarının maaşlarının takdiri, Devlet işlerinin bizzat takibi. Halkın Halifeye Karşı Vecibeleri Halifenin, halka (raiyyeye) karşı mükellefiyetleri yanında, halkın da halifeye karşı bazı mükellefiyetleri vardır: İtaat etmek, Düşmanla cihad ve din işlerinde yardımına koşmak, Zekatını (vergisini) vermek. Halifenin Azlini Gerektiren Haller Bunlar Halifede iradi veya gayri iradi vaki olabilecek bazı ahlâki zaaflar veya fiziki eksikliklerdir: Yaşlılık veya hastalık sebebiyle uhdesindeki vazifeleri yerine getirememesi halinde, kendiliğinden istifa etmesi, Ahlâkî zaaf sayılabilecek hallerin ve fısk alametlerinin görülmesi üzerine, ehlü’l-hal ve’l-akd tarafından hal’ edilmesi, Aklî melekelerini kaybetmesi halinde, azlolunması, Körlük, sağırlık ve dilsizlik gibi iş yapmaya mani sakatlıkların zuhuru da azledilmesine sebeptir. İki el veya iki ayağının yokluğu gibi rahat hareket etmeğe mani hallerde de halife vazifesinden ayrılır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 6 Hilafet ve Raşid Halifeler Döneminde Kurumlar ve Kültür Halifenin düşmana veya asilere esir düşmesi, kurtuluş ümidi bulunmaması ve kaybolması halinde, ortaya çıkan tasarruf imkansızlığı veya noksanlığı nedeniyle, ehlü’l-hal ve’l-akd başkasını halife seçer ve ona bey’at edilir. HİLAFETİN TARİHÇESİ Hilafetin tarihçesinden kastettiğimiz, ilk halifenin seçiminden sonraki süreçtir ve bu süreç, Hz. Ebu Bekir’le başlayıp, Osmanlı Devleti’nin son hükümdar-halifesi Vahdeddin’e kadar devam etmektedir. Dolayısıyla ‘hilafetin tarihi veya halifeler tarihi’ denince herhangi bir ayrıma girmeden bu süreci gözetmek gerekmektedir. Ancak geleneksel olarak bu süreç, ‘Hanedanların Tarihi’ olarak algılanmakta ve buna uygun olarak da çeşitli tasnifler yapılmaktadır. Bütün bu tasniflere göre de, unutulmaması gereken husus, her halükarda halifelerin tarihinin izlenebileceğidir. Bu tasniflerden biri de genelde çalışmalarımızda benimsediğimiz biçim olup, şu şekildedir: Raşid Halifeler Devri Emeviler Devri Raşid Halifeler (Hulefâyi Râşidîn), Hz. Ebubekir (11-13/632-634), Hz. Ömer (13-23/634-644), Hz. Osman (23-35/644656), Hz. Ali (3540/656-661) ve Hz. Hasan (40-41/661-662) devrini kapsamaktadır. Abbasiler devri Müstakil İslam Devletleri Devri (Bu dönemde çok sayıda devletler ve hanedanlar ortaya çıkmış, halifenin tesiri azalmış; ancak halifelik, Osmanlılara intikaline kadar resmen Abbasilerde olmuştur.) Raşid Halifeler (Hulefâ-yi Râşidîn), Hz. Ebubekir (11-13/632-634), Hz. Ömer (13-23/634-644), Hz. Osman (23-35/644-656), Hz. Ali (35-40/656-661) ve Hz. Hasan (40-41/661-662) devri ve tarihlerini kapsamaktadır. Şimdi bu dönemleri kısaca görelim. HZ. EBU BEKİR (11-13/632-634) DEVRİ Hulefâ-yi Râşidîn devri devlet teşkilatında ilk ve en önemli vazife hilafet, ilk halife de Hz. Ebu Bekir b. Ebî Kuhâfe’dir. Ka’b b. Sa’d b. Teym b. Mürre ailesinden olan Ebu Bekir’e Hz. Peygamber tarafından ‘Atîk’ lakabı verilmiştir. Diğer bir lakabı da ‘es-Sıddîk’tır. Hicretin 11. yılı 12 Rebiülevvel Pazartesi günü halife seçilmiştir. Hilafeti, Hicretin 13. yılı 9 Cumadelahire Cuma gününe kadar, iki yıl dört ay beş gün sürmüş ve Hz. Peygamber’in yanına defnedilmiştir. Abdullah, Abdurrahman ve Muhammed adlarında üç oğlu, Aişe (Hz. Peygamber’in hanımı ve Abdurrahman’ın öz bacısı) ve Esmâ (Abdullah’ın öz bacısı) adlı iki kızı vardı; üçüncü kızı Ümmü Gülsüm ise vefatından sonra doğmuştur. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 7 Hilafet ve Raşid Halifeler Döneminde Kurumlar ve Kültür Kısa süren hilafeti esnasında çok büyük gailelerle uğraştı. Resulullah’ın hazırladığı, fakat vefatı dolayısıyla beklemekte olan Üsame ordusunu, Hz. Peygamber’in defnini müteakib bizzat Suriye seferine uğurladı. Kureyş ve Sakif kabileleri dışında irtidad eden Benu Âmir, Hevazin, Süleym, Bahreyn, Uman, Mehre, Yemen, Hadramevt ve Kinde gibi Arap kabilelerini bir yıldan az bir zamanda itaat altına aldı. Hz. Muhammed’in sağlığında, San’â’da nübüvvet iddiasıyla ortaya çıkan elEsvedü’l-Ansî mağlup ve katledildi. Sahte peygamberlerin ikincisi Tuleyha b. Huveylid 9/630 yılında Müslüman olmuş, 10/631 yılında irtidat etmiş, Hz. Peygamber’in hastalığı sırasında da peygamberlik iddiasına kalkışmıştı. Hz. Ebu Bekir, Tuleyha ve taraftarlarıyla yaptığı uzun mücadelelerden sonra Tuleyha Şam’a gitti ve Gassanlılardan Cefne Oğullarına sığındı. İslam tarihindeki üçüncü yalancı peygamber Secâh bt. el-Haris adlı kahine bir kadın da Hz. Ebu Bekir’i epeyce meşgul etmiş ve neticede Müslümanlığı kabul etmiştir. Hz. Peygamber’in son zamanlarında Necid’in güney-doğusunda ve Bahreyn’in batısında bulunan Yemame’de, Müseyleme (el-Kezzâb) adlı biri, nübüvvet iddiasıyla ortaya çıkmış ve etrafına birçok taraftar toplamıştı. Bu yalancı, Hz. Ebu Bekir’in hilafeti zamanında faaliyetlerini daha da hızlandırmış, halkın gözünü boyayan hokkabazlıklarla İslam halifesini uzun müddet meşgul etmişti. Neticede Müseyleme öldürülmüş kabilesi Benu Hanifeliler yeniden itaat altına alınmıştır. Müseyleme ile mücadelede İslam ordusunun komutanlarından biri olan Halid b. Velid, bu gailenin neticelenmesinden sonra Irak’ta Hireliler üzerine yürüdü ve onları cizyeye bağladı, el-Enbâr ve Aynü’t-Temr’i fethetti. Oradan Dumetü’lCendel’e yönelerek emir Ukeydir el-Cendel’i öldürdü. 13/634 yılında, büyük bir Bizans ordusuna karşı Yermük’te zafer kazanıldı ve Suriye kapıları İslam ordularına açılırken, Busrâ fethedildi. Hz. Ebu Bekir zamanının önemli işlerinden biri de Kur’ân’ın toplanmasıdır. Müseyleme ile yapılan çetin savaşlarda çok sayıda ‘Kurrâ’ şehit olunca, Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer’in teşvikiyle, Hz. Ali ve diğer ashab ile müşavere ederek Kur’ân’ın toplanmasına karar verdi. Bu iş için, Hz. Peygamber’e vahiy kâtipliği yapmış olan Zeyd b. Sabit başkanlığında bir heyeti vazifelendirdi. Esasen Resulullah zamanında Kur’ân’ın tamamı zaten yazıya geçirilmişti. Ancak Zeyd, gereği gibi araştırıp çalışarak halkın elinde Kur’ân’ın yazılı bulunduğu hurma lifleri, derileri, tahtaları, ince taş ve levhaları ile hafızların ezberlerindeki metinleri toplayarak onları Resulullah’ın metnine şahit kılmış, bunu tüm halka da mal ve kabul ettirerek, bu metni mushaf haline getirmiştir. Hz. Ebu. Bekir’in Valileri Hz. Peygamber zamanında gördüğümüz devlet yapısı ve devlet teşkilatını, hemen hiçbir değişikliğe uğramadan aynen Hz. Ebu Bekir zamanında da Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 8 Hilafet ve Raşid Halifeler Döneminde Kurumlar ve Kültür görmekteyiz. Devlet yeni kurulmakta ve henüz mükemmel bir kurumlaşma görülmemektedir. Fethedilen yerlere bazı görevliler gönderilirken, çoklarına birkaç vazife birden verilmektedir. Bunlar o bölgenin valisi, komutanı, hâkimi (kadı), vergi memuru (âmil), imam ve muallimi idiler. Hz. Ebu Bekir zamanında bahsettiğimiz çeşitli hizmetleri gören muhtelif bölgelere atanmış bazı devlet temsilcileri şunlardı: Taif valisi olan Osman b. Ebi’l-As, Hz. Muhammed tarafından tayin edilmişti. Mekke’de de Hz. Muhammed’in tayin ettiği Attab b. Esîd vali idi. Hz. Peygamberin San’a valiliğine tayin ettiği Kays b. Abdi Yeğus el-Muradî, Hz.Ebu Bekir tarafından değiştirildi ve yerine Feyrûz ed-Deylemî gönderildi. Yemen’de vuku bulan ridde hadiselerinde, San’a’ya el-Muhacir b. Ebî Umeyye ve İkrime b. Ebî Cehil komutan olarak vazifelendirildiler. Hadramevt valisi, Ziyad b. Lebîd el-Ensarî; Havlan valisi Ya’lâ b. Münye; Zebid ve Rima’a valisi, Ebu Musa el-Eş’ari; Cened valisi, Mu’az b. Cebel; Necrân valisi, Cerir b. Abdillah; Cüreş valisi, Abdullah b. Sevr; Bahreyn valisi, el-A’lâ b. el-Hadramî; Dumetü’l-Cendel valisi, İyaz b. Ganm idiler. Hz. Ebu Bekir devrinin en önemli olayları: İç isyanların (Ridde) bastırılması Devletin istikrarının ve yapısının korunması Hz. Peygamber zamanında tamamı yazıya geçirilen Kur’an-ı Kerim’in, iki kapak arasına toplanması. Şam bölgesi henüz İslam devletine katılmamıştı. Oradaki orduların başında Ebu Ubeyde, Şurahbil, Yezid ve Amr komutan idiler. Başkomutan Halid b. Velid idi. Fethedilen yerlerin idaresi fetheden komutanlara aitti. Hz. Ebu. Bekir’in Kadıları Hz. Ebu Bekir halife olarak bizzat bazı hukukî ve cezaî davalara bakıyor, bazı ihtilafları çözüyordu. Bir katil olayı, bir hırsızlık olayı ve bir zina davasını hükme bağlamıştır. Ebu Bekir davalarda güç durumda kalırsa, aynı zamanda müftileri olan Ömer, Ali, Abdurrahman b. Avf, Muaz, Übey b. Ka’b ve Zeyd b. Sabit gibi alim sahabeye sorardı. Medine kadılığına Ömer’i tayin etti. Ömer bu görevde bir yıl kaldığı halde kendisine hiç dava gelmemiştir. Vilayetlere kaza vazifesi için (Bahreyn hâkimi Enes b. Malik hariç) hususi memurlar, hâkimler tayin edilmemiş olsa da, bu vazifeyi her vilayetin valileri yerine getirmekteydiler. Ebu Ubeyde, beytülmal sorumlusuydu. Ali b. Ebî Talib, Zeyd b. Sabit ve Osman b. Affan katiplik (kitabet) vazifesini yürütüyorlardı. HZ. ÖMER’İN HİLAFETİ (13-23/634-644) Ömer b. el-Hattab b. Nufeyl b. Abdi’l-Uzzâ, Ebu Bekir vefat ettiği gün, onun tayini ve sahabenin bu tayine rıza ve bey’atı ile halife oldu. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 9 Hilafet ve Raşid Halifeler Döneminde Kurumlar ve Kültür Hz. Ömer’in hilâfet yılları, İslam devletinin büyük fetihlerle gelişip yayıldığı yıllarıdır. Ömer devleti teşkilatlandırmış, yeni müesseseler kurmuştur. Bu teşkilat ve müesseselere gelmeden önce, kısaca Ömer zamanındaki fütuhat ve önemli olaylara tarih sırasıyla işaret edelim: Hz. Ömer devrinin en önemli olayları: Fetihler Devletin yapısında yenileşme ve ilaveler Divanların teşkili. 14/635 yılında Dımaşk, Hıms, Ba’lebek, Busra fethedildi, Basra şehrinin inşasına başlandı. 15/636 yılında Ürdün tamamen alındı, Yermuk ve Kadisiyye zaferleri kazanıldı. Kufe şehri inşa edildi. Divanlar kurularak Müslümanlara hizmetleri ve derecelerine göre maaş bağlandı. 16/637 yılında, Ehvâz ve Medâin şehirleri fethedildi, Celulâ harbi kazanıldı. İran meliki Yezdicerd hezimete uğratıldı, Tikrit fethedildi. Kudüs bizzat Halife tarafından alındı. Kınnisrin, Halep, Antakya ve Menbic şehirleri fethedildi. Hz. Muhammed’in Mekke’den, Medine’ye hicreti takvim başlangıcı kabul edildi. Resmi yazılarda gün, ay ve seneyi gösteren tarih kullanılmaya başladı. Halid b. Velid başkomutanlıktan azledildi. 17/638 yılında da Mescid-i Nebevi genişletildi. Şam’da Ta’un salgınında Ebu Ubeyde, Mu’az b. Cebel ve 25.000 kişi öldü. Basra’da da felaket aynı büyüklükte idi. Şam’da çıkan bu veba salgını sırasında Hz. Ömer Şam’a gitmek için yola çıkmışken, oradaki veba salgını haberiyle geri döndü. 18/639 yılında Cündişabur, Hulvan (Irak’ta), Ruha (Urfa), Sümeysat, Harran ve Nusaybin ile el-Cezire’nin (Dicle ile Fırat arasındaki şehirler) bir kısmı, Musul ve civarı fethedildi. Medine’de büyük kıtlık oldu. Mısır’dan buraya erzak gönderildi. 19/640 yılında Kaysariyye (Suriye) alındı. 20/640 yılında Mısır ve Tüster fethedildi. 21/641 yılında İskenderiye, Nihavend, Berke alındı. Halid b. Velid vefat etti ve Hıms’da defnedildi. 22/642 yılında Azarbeycan, Dinever, Hemedan, Trablus ve Rey fethedildi. 23/643 yılında Kirman, Sicistan ve İsfehan civarı fethedildi. Bu yılın sonunda Zilhicce ayında Hz. Ömer şehid edildi ve Mescid-i Nebi’nin yanında Hz. Peygamber ile Hz. Ebu Bekir’in yanına defnedildi. Hz. Ömer Zamanında Devlet Teşkilatı Fetihlerle büyüyen İslam ülkesinde idari taksimat, vilayetler ve bunlara bağlı daha küçük idari merkezler halinde idi. Her vilayette vali, kâtip, divan katibi (askeri idare katibi), Sahibu’l- harac, Şurta, Sahibu’l- beytilmal ve kadı gibi memurlar vardı. Hz. Ömer’in on yıllık hilafeti boyunca bu memuriyetlerde epeyce değişiklikler olduğundan, sadece onun vefatı sırasında vazifeleri bulunan valileri ve diğer memuriyetleri vermeyi uygun bulmaktayız: Hz. Ömer’in Valileri Mekke’de Nafi b. Abdilharis el-Huzâî; Taif’te Süfyan b. Abdillah es-Sakafi; San’a’da Ya’la b. Münye; Cened’de Abdullah b. Ebî Rebi’a; Kufe’de Muğire b. Şu’be; Basra’da Ebu Musa el-Eş‘arî; Mısır’da Amr b. el-As; Hıms’da Amir b. Sa’d; Dımışk’ta Muaviye b. Ebî Sufyan; Bahreyn’de Osman b. Ebi’l-As es-Sakafi. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 10 Hilafet ve Raşid Halifeler Döneminde Kurumlar ve Kültür Kaza Teşkilatı ve Kadıları Hilafeti müddetince büyük fetihlerle İslam devletinin sınırlarını çok genişletip devleti büyüten Halife Ömer,kaza teşkilatı gibi birçok teşkilat ve müessesenin de kurucusu olmuştur. Ömer, Hz. Muhammed ve Ebu Bekir zamanlarında, ekseriye bir kişinin uhdesinde bulunan muhtelif devlet görevlerini müstakil memuriyetler haline getirmeye başlamıştır.Bilhassa kaza müessesesinin istiklâline önem vererek kaza ve icra kuvvetlerini ayırmıştır. Her tarafta kadılar tarafından idare edilen mahkemeler kurmuş,ilk defa yeni kurulan Kufe ve Basra şehirlerine de müstakil hâkimler tayin etmiştir. Hâkimlerin takip etmeleri gereken usûl ve prensipler bizzat halife tarafından Ebu Musa el-Eş’ari’ye gönderdiği bir talimatnamede vaz’ edilmiştir. Kufe kadısı Şureyh, Hz. Ömer zamanında aylık 100 dirhem; Basra vali ve kadısı Ebû Musa el-Eş’ari, senelik bir milyon dirhem; Şureyh’ten önceki Kufe kadısı Selman b. Rabia aylık 500 dirhem alıyordu. Hz. Ömer, hâkimliğe zengin ve nüfuzlu olanları tayin eder ve hâkimler başka işlerle meşgul olamazlardı. Her şehirde bir veya birkaç hâkim bulunurdu. Gayrimüslimler davalarını kendi kanunlarına göre hallederler veya isterlerse Müslüman hâkimler de davalarına bakarlardı. Ömer, davaların çözümünde kolaylık sağlamak ve hükümlerin sıhhatini temin etmek için bir de ‘bilirkişi’ kurumu ihdas etmişti. Camiler mahkeme binası olarak kullanıldığı gibi, hususî binalar da yapılmıştı. Çok geniş İslam ülkesinde kaza vazifesini yürütmekte olan kadıların hepsinin ismini tespit etmek mümkün olmamakla birlikte, valilerin ve komutanların bulundukları ve fethetmekte oldukları bölgelerin aynı zamanda kadılıklarını yaptıklarını nazar-ı itibara alarak, hiç bir yerin kadısız kalmadığını söyleyebiliriz. İsimlerini tespit edebildiğimiz kadılar ve hizmet yerleri şöyledir: Medine’de kendisiyle beraber Zeyd b. Sabit; Basra’da Ka’b b. Sûrel-Ezdi; Filistin’de Ubade b. Sâmit; Kûfe’de, Abdullah b. Mes’ud ve 19/640 yılından itibaren Kadı Şureyh (Bu zat Kufe’de 60 yıl kadılık etti) kadı idiler. Şam’da bulunan bir askeri birliğe ‘cünd kadısı’ (asker kadısı) olarak da Ebu’d-Derda tayin edilmişti. Böylece bir de ‘kâdı-askerlik’ diye bir vazife ihdas edilmiş oldu. Ali b. Ebî Talib, Cemil b. Muammer, Selman b. Rab’ia el-Bahili, önce Kufe, daha sonra Medain ve Kadisiye kadılıklarında; Ebu Kurra, el-Kindî, Urve b.İyad, Kufe kadılığında; Abdullah b. Mes’ud, Kufe kadısı, beytülmal memuru idi. Ka’b b. Yessar el-Mahzumî (Mısır’ın fethinden sonra vali Amr b. el-As’a yazarak bu zatı oraya vali tayin ettirdi), Kays b. Ebi’l-As es-Sehmî (Amr b. el-As tarafından Mısır’a kadı tayin edildi) ve İmran b. el-Husayn gibi zatlar da kadılık yapmışlardı. Kadisiye’deki İslam ordusuna gönderilen doktor, kâtip, tercüman, öncü gibi görevliler arasında kadı Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 11 Hilafet ve Raşid Halifeler Döneminde Kurumlar ve Kültür (kadı’l-asker) olarak da Abdurrahman b. Rabia el-Bahili vardı. Ebu Hureyre’nin Bahreyn’de valilik yaptığı rivayeti de vardır. Hz. Ömer hac mevsiminde Mekke’de bir temyiz mahkemesi kurarak kadıların hükümleri hakkındaki itirazları dinliyor ve hadiseyi yeniden tetkik ediyordu. O, hâkimler tarafından verilen ölüm cezalarının kendi tahkikinden geçmeden infaz edilmeyeceğini bildirmişti. Fetva Teşkilatı İslam’ın ilk devirlerinde teşekkül eden ve kaza teşkilatına önemli yardımları olan bir müessesedir. Hz. Peygamber hem kadı hem müfti idi. Bu müessese Hz. Ömer zamanında tanzim edilmiş ve bazı esaslara bağlanmıştır. Fetihlerin genişliği ve Müslüman sayısının artmasıyla fetvaya olan ihtiyaç da artmaktaydı. Buna rağmen Ömer, herkesin fetva vermesini istemezdi. Ali, Osman, Muaz, Abdurrahman b. Avf, Ubey b. Ka’b, Zeyd b. Sabit, Ebu Hüreyre, Ebu’d-Derdâ fetva salahiyeti olan meşhur isimlerdi. Kendiliğinden fetva verenler, gerektiğinde imtihan edilir ve fetvadan menedilebilirlerdi. Fetva salahiyeti olanların isimleri halka duyurulurdu. Şurta (Polis) Her ne kadar güvenlik görevlileri Hz. Peygamber zamanından itibaren görülmeye başlamışsa da, Şurtanın teşkilatlandırılması ve geliştirilmesinin Hz. Ömer’e ait bir hadise olduğunu belirtmelidir. Hz. Ömer, suçluları takip, cezaları tatbik için hususi bir daire teşkil etmişti. Zina ve hırsızlık gibi cürümlere hâkimler bakarlar, ilk araştırma ise, ‘Ahdas’ veya ‘Şurta’ adı verilen güvenlik görevlileri tarafından yürütülür, cezalar da onlar tarafından infaz olunurdu. Şurta idaresi kazaya bağlı bir kuruluştu. Hisbe (İhtisab) Bir hukuk müessesesi olarak ‘hisbe’, “devlet reisliğince hükmedileni icrâ, ona muhalif düşeni men’, ma’rufu emir ve münkeri nehy bakımından takarrür edeni tenfiz suretiyle şehir halkının işlerini gece ve gündüz murakabe etmektir.” Hz. Ömer zamanında oluşturulan ve geliştirilen kurumlar arasında en önemlisi adliye teşkilatı ve ilgili birimleridir. Hz. Peygamber zamanından itibaren şurta ve hisbenin işleri ve salahiyetleri birbirine benzediği ve bazen bir kişiye birkaç iş birden verildiği için, Ebu Bekir zamanında ‘ases’ diye vazifelendirilen Abdullah b. Mes’ud’u aynı zamanda muhtesib olarak da zikredebiliriz. Hz. Ömer ise bu vazifeyi kendisi, kölesi Eslem ve Abdurrahman b. Avf ile birlikte bizzat yapar ve çok kez çarşı ve pazarları gezerken ölçü ve tartıları da kontrol ederdi. Devesine ağır yük vuran bir adamı ve sattığı gıda maddelerini sokağa serip yolu kapayan bir tüccarı te’dip ettiği rivayet edilir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 12 Hilafet ve Raşid Halifeler Döneminde Kurumlar ve Kültür Hz. Ömer’in Abdullah b. Utbe’yi ve Saib b. Yezid’i çarşı ve pazarları kontrol için muhtesib olarak tayin ettiği rivayet edilir. Şifâ bt. Abdillah adlı bir kadın da Hz. Peygamber zamanında olduğu gibi, Medine’de hisbe vazifesini yürütüyordu. Semra bt. Nuheyk’in de bu vazifeye tayin edildiği rivayet edilmektedir. İhtisab işlerinin önemi bakmandan bazı tedbirler alınmış ve buna göre birtakım esaslar benimsenmişti. Muhtesibin, 1. Satıcıların müşterileri aldatmalarını, bir şeyi eksik tartıp satmalarını, 2. Bir kimsenin umuma ait yolları, sokakları kendi mülküne ilhak etmesini, 3. Hayvanlara güçlerinin üstünde yük yüklenmesini, 4. Bir kimsenin içki içmek ve kumar oynamak gibi münkerat işlemesini, engellemek gibi vazifeleri vardı. Erkeklerin kadınlarla birlikte tavaf etmelerini de yasaklamıştı. Medine dışındaki vilayetlerde bu memuriyetin varlığı hakkında sarih bilgimiz yoktur. Ancak hukuki bir müessese, önemli bir amme hizmeti ve hilafet merkezinde de tatbikatı bulunan bu kurumun, diğer vilayetlerde de aynı işlerin tedvir ve icrası için bulunmasının muhtemel olduğunu düşünmekteyiz. Hapishaneler Hz. Peygamber zamanında çok az ihtiyaç duyulmuş ve hapishane olarak mescitten ve evlerden istifade edilmiştir. Hz. Ömer, müstakil hapishanelere ihtiyaç duymuş olacak ki, Saffan b. Umeyye’nin evini 4.000 dirheme satın alıp orayı hapishane olarak kullanmıştır. Kadı Şureyh (Kufe’de), borçlarını vermeyenleri hapse mahkum etmiş ve muhtemelen bu cezayı camide tenfiz etmişti. Basra’da Daru’l-İmare denilen yerde hapishane vardı. Sürgün cezası da ilk defa Hz. Peygamber zamanında tatbik edilmiş ve Hz. Ömer’de buna binaen sürgün cezası vermiştir. Beytülmal Bu müessese, kuruluşu itibariyle en eski ve fonksiyonu bakımından en mühim müessesedir. Unsurları hakkında çok sayıda ayet ve hadis vardır. Hz. Ebu. Bekir zamanında bir değişiklik olmadan aynen Peygamber zamanında olduğu şekliyle korunmuş, fazlaca ihtiyaç olmamakla beraber bu hizmetler için bir mekân bile tahsis edilmiştir. Beytülmal müessesesi Hz. Ömer zamanında gelişip teşkilatlanmıştır. Vilayetlerden merkeze gelen gelirler, ganimetler gibi taksim edilip dağıtılmayınca çoğalarak Ebu Bekir’in tahsis ettiği binada toplanmıştır. Burada toplanan bu varidat, bir deftere kaydedilerek sarfiyattan fazlasının burada muhafazası usulü getirilmiştir. İdarenin başına Abdullah b. Erkam ve iki yardımcı tayin edilmiştir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 13 Hilafet ve Raşid Halifeler Döneminde Kurumlar ve Kültür Vilayetlerde de beytülmal daireleri kuruldu. Halid b. Hares Isfahan ve Abdullah b. Mes’ud Kufe beytülmal teşkilatlarının idaresine tayin edildiler. Sağlam binalar yapılarak beytülmal hizmetlerine tahsis edildi. Vilayetlerde toplanan vergi, ganimet vs. gibi gelirlerden, gerekli meblağ mahalli ihtiyaçlar için mahalli beytülmale ayrıldıktan sonra, geri kalan her sene sonunda merkeze gönderilirdi. HZ. OSMAN’IN HİLAFETİ (23-35/644-656) Hz. Ömer vefatından önce, halifeyi seçmesi için Abdurrahman b. Avf’ın başkanlığında altı kişilik bir şura seçmişti. Bunlar Ali, Osman, Abdurrahman b. Avf, Zübeyr b. Avvam, Talha b. Ubeydillah, Sa’d b. Ebî Vakkas ve seçilmeyip sadece seçimi kolaylaştırması kaydıyla oğlu Abdullah’tan ibaretti. Aralarında iki gün süren münakaşadan sonra Abdurrahman b. Avf’ın gayretleriyle Hz. Osman’ın hilafetine karar verildi ve mescidde yapılan bey’atla 23/644 yılının Muharrem ayında üçüncü halife seçilmiş oldu. Hz. Muhammed’in iki kızı Rukiyye ve Ümmü Gülsüm ile evlendiği İçin ‘Zünnureyn’ diye lakablanan Osman b. Affan b. Ebi’l-As b. Umeyye b. Abdişems b. Abdi Menâf, bu makamda 12 yıl kaldı. 35/656 yılının Zilhiccesinde öldürüldü. Hz. Osman’ın hilafeti zamanında İskenderiye, Ermeniyye (25/645), Kuzey Afrika (27/647), Kıbrıs (28/648), Fâris (29/649), Taberistan (30/650), Kirman, Sicistan, Nişabur, Herat ve Horasan’ın kalan kısımları (31/651) fethedildi. Hz. Ömer zamanında Müslümanların önünden kaçıp Türk ülkelerine sığınan İran hükümdarı Yezdicerd öldürüldü (31/651) ve Kostantiniyye’ye (İstanbul) üç yıl üst üste sefer yapıldı. Hz. Osman devrinin en önemli olayları: Fetihler Kur’ân-ı Kerim’in çoğaltılması İlk altı yılda gelişen zenginlik ve istikrarın bozulmaya başlaması Hilafetinin önemli hadiselerinden biri, Kur’ân’ın okunuşundaki (Kırâatü’lKur’ân) ihtilafların giderilmesidir (30/650). Huzeyfe’nin (el-Yemâni) anlattığına göre, Ermeniyye’nin fethi sırasında, orada bulunan Iraklılar ve Suriyeliler, kıraatlarındaki farklılık dolayısıyla birbirlerini tekfir ediyorlardı. Hz. Osman, Zeyd b. Sabit’e Kur’ân’ı yazıp çoğaltmasını emretti. O da, Ebu Bekir zamanında yine kendisinin topladığı ve Hz. Hafsa’nın yanında bulunan mushaf ile de tekrar mukayese ederek Kur’ân’ı birkaç nüsha yazdı ve bunlar belli başlı merkezlere gönderildi. Bunlar dışındaki nüshaların tamamı yakıldı. Hz. Osman’ın katibi, Mervan b. el-Hakem, kadısı Zeyd b. Sabit idi. Hz. Osman, zamanında büyük fetihler yapıldı. Hilafetinin başlangıcında yaşanan hoşnutsuzluk ilk zamanlar aleni muhalefetler şeklinde olmadıysa da altıncı yıldan sonra bütün ülkede huzursuzluklar baş gösterdi ve neticede bu ihtilaflar ve ihtilallar halifenin hayatına mal oldu. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 14 Hilafet ve Raşid Halifeler Döneminde Kurumlar ve Kültür Devlet idaresinde kendisine yöneltilen ithamlar ile akrabalarını kayırdığı ve onları devletin en yüksek makamlarına getirdiği iddialarına rağmen, onun devlete büyük hizmetlerde bulunduğu da kabul edilmektedir. Fetihleri selefi Ömer’inkilerle mukayese edilecek kadar büyüktü; farklı olarak Bizans’ın başkentine kadar üç sefer yapılmış, Endülüs’e gidilmiş, ilk defa bir donanma teşkili ile deniz seferi yapılarak Kıbrıs fethedilmiştir. Hz. Osman zamanında, devlet teşkilatında herhangi bir değişikliğe rastlamıyoruz. Belli ki, selefleri zamanında müesses teşkilat ve kurumların çoğunu aynen muhafaza etmişti. Vefat ettiği yıl, valiler ve hizmet bölgeleri şöyleydi: Mekke’de Abdullah b. el-Hadramî; Taif’te Kasım b. Rabia’ es-Sakafî; San’a’da Ya’la b. Münye; Hemedan’da Cerir b. Abdillah; Cened’de Abdullah b. Rabia; Basra’da Abdullah b. Amir; Kufe’de Sa’id b. el-As; Mısır’da Abdullah b. Sa’d; Şam’da Muaviye b. Ebi Süfyan; Hıms’ta Abdurrahman b. Halid b. Velid; Kınnesrin’de Habib b. Mesleme; Ürdün’de Ebu’l-A’ver es-Sülemi; Filistin’de Alkame b. Hâkim el-Kinani. Hıms, Kınnesrin, Ürdün ve Filistin idarecileri, Şam valisi tarafından tayin edilmiş vali naibleri idiler. Muaviye’nin teklifi ile kuvvetli bir donanma kuruldu ve İskenderiye’de Bizans donanması mağlup edildi. Bu donanma sayesinde Sicilya ve Rodos adaları fethedildi. Muaviye ‘donanma’ komutanlığına Abdullah b. Kays el-Fezarî’yi tayin etmişti. Irak haracını Cabir b. Fülan el-Müzenî topluyordu. Kufe’de komutan elKa’kaa b. Amr idi. Karkisiya’da Cerir b. Abdillah, Azerbaycan’da el-Eş’as b. Kays, Hulvan’da Uteybe b. en-Nehhas, Mah’da Malik b. Habib, Rey’de Sa’id b. Kays, İsfehan’da es-Saib b. el-Akra’ bulunuyorlardı. İslam devleti bu dönemde dünyanın en büyük devleti olup çok zengin idi. Memurların maaşına ihtiyaçlarından çok fazla zam yapılıyor, muhtaç olan herkese yemek veriliyordu. Ramazan aylarında Hz. Peygamber’in hanımlarına günde iki dirhem, halka birer dirhem veriliyordu. Hz. Osman devlet daireleri için çok sayıda önemli binalar yaptırdı. Mescid-i Nebi’yi tamir ettirip genişletti ve kendisi için bir ‘maksure’ ilave ettirdi. Ordu, muntazam ve mükemmel olup yeni fethedilen yerlerde, Ömer’in yaptığı gibi askeri merkezler kurulmaktaydı. Hz. Osman bazı davalara bizzat kendisi bakardı. Kendisinin iştirak ettiği mahkemelerde, diğer kadıları da bulundurur ve hükümleri beraber verirlerdi. Hz. Ömer’in katliyle ilgili davaya Hz. Osman bakmıştı. Hâkimlerin verdiği cezaların (hadlerin) infazında halifenin tasvibinin alınmasını emretmişti. Hz. Ömer zamanında olduğu gibi Hz. Osman da hac mevsiminde Mekke’de bir nevi temyiz Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 15 Hilafet ve Raşid Halifeler Döneminde Kurumlar ve Kültür mahkemesi fonksiyonunu yerine getiriyor ve hâkimlerin kararlarını gözden geçiriyordu. Şurta teşkilatını tanzim ederek teşkilatın başına ‘Sahib-i Şurta’ adıyla yüksek bir memur tayin etmiştir. Ali B. Ebî Tâlib’in Hilafeti (35-40/656-661) Hz. Osman’ın katlinden sonra, 35/656 yılının Zilhiccesinde Medinelilerin bey’atıyla halife oldu. Bey’atı geciktirenler olduğu gibi, hiç bey’at etmeyerek muhalefetlerini sürdürenler de olmuştur. Bey’attan sonra Medine’de dört ay kaldı. Talha, Zübeyr, Ümeyye Oğulları ve başka gruplar Hz. Osman’ın katlinden Ali’yi sorumlu tutarak Hz. Aişe’nin etrafında toplandılar. Mekke’de bulunan Aişe, Osman’ın intikamını almak için Basra’ya geçti. Hz. Ali, 36/567 yılında Kufe’den aldığı destekle Basra’ya yürüdü ve meşhur ‘Cemel Vak’ası’ meydana geldi. 37/658 yılında Muaviye b. Ebî Süfyan, Şam’da halife olmak iddiasıyla ortaya çıktı ve Irak üzerine yürüdü ve Ali ile Safer ayında ‘Sıffin’de karşılaştılar. İki taraf da büyük kayıplar verip hilafet işini ‘hakemler’e bıraktılar. Hz. Ali ve Kufelilerin hakemi Ebu Musa el-Eş’arî, Muaviye ve Şamlıların hakemi ise Amr b. el-Âs idiler. Hakemler Dumetü’l-Cendel’de toplanarak, Ali’nin ve Muaviye’nin hilafetten hâl edilip, onların yerine Müslümanların razı olacakları birini halife seçmeyi kararlaştırdılar. Ezruh’da 38/659 yılının Şaban ayında iki tarafın huzurunda, kararı bildirmek için toplanan hakemlerden ilk sözü Ebu Musa el-Eş’ari aldı ve Ali’yi halifelikten hal’ etti. Ondan sonra sözü alan Amr ise Muaviye’yi hilafet için seçtiğini ilân etti. Şamlılar buna memnun oldu, fakat Kufeliler kabul etmediler.Ali’nin taraftarlarından bir kısmı (Hariciler) kendisini terk ederek Harura’da toplandılar ve Hz. Ali’yi de diğerleri gibi düşman ilân ettiler vuku bulan bu ihtilaf, Hz. Ali’nin öldürülmesine kadar devam etti.Hz. Ali 40/661 yılının Ramazan’ında Harici Abdurrahman b. Mülcem tarafından öldürüldü. Hz. Ali devrinin en önemli olayları: Fetihler Devletin yapısında yenileşme ve ilaveler Divanların teşkili. Hilafette bulunduğu beş yıl boyunca hep harplerle, anarşi ve isyanlarla meşgul olan Hz. Ali zamanında, devlet teşkilatı için önemli bir yenilik ve gelişmeden bahsedemiyoruz. Ülkenin her tarafı kendisine bağlı olmadığı gibi, bir kısmına da asi hariciler terörle hükmediyorlardı. Ali’ye bağlı olan Mısır’da önce Ebu Yahya elÂmirî, sonra Kays b. Sa’d b. Ubade el-Hazrecî, onun azlinden sonra Malik b. el-Haris el-Eşter ve onun ölümünden sonra da Muhammed b. Ebi Bekir vali idiler. Mekke’de Ebu Katade el-Haris, sonra Kusem b. Abbâs; Medine’de Sehl b. Huneyf, sonra Ebu Eyyub; Yemen’de Ubeydullah b. Abbas, sonra bunun kardeşi Abdullah b. Abbas daha sonra da Cariye b. Kudame; Basra’da Abdullah b. Abbas; Ali’nin merkez edindiği Kufe’de Ammar b. Hassan; Kuzey Afrika’da (Bilâdü’l-Mağrib) Abdullah b. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 16 Hilafet ve Raşid Halifeler Döneminde Kurumlar ve Kültür Ebi Serh valilik yaptılar. Hz. Ali zamanında birçok vilayetlerde valilerin diğer hizmetleri de yürüttükleri anlaşılmaktadır. Mısır’da Ebu’l-Esved ed-Düeli kadı; Ebu Râfi ise beytülmal hâzini idi. Kaza Teşkilatı Hz. Ali Kufe’yi merkez ittihaz ederek memleketin kendisine bağlı olan kısımlarını buradan idare ediyordu. Onun bilhassa kaza işlerinde mütebahhir bir âlim olduğu malumdur. Bu sahada tecrübesi de vardı; zira Hz. Peygamber ve Ömer zamanlarında kadılık yapmıştı. Hilafeti zamanında da hüküm verdiği, adli işlerle bizzat meşgul olduğu bilinir. Hz. Ali’nin mahkeme içtihatlarını bir kitapta topladığı da rivayet edilmektedir. Hz. Ali, hâkim tayinlerine itina eder, en bilgili ve liyakatli olanları seçer, başarılı olanları terfii ettirir ve maaşlarını arttırırdı. Her vilayete kadı tayin edemediği hallerde, valiyi kaza ile de tavzif ederdi. Nitekim Muhammed b. Ebi Bekir’i Mısır’a vali tayin ettiği zaman ona kaza işlerini de yüklemiş ve bu hususta ona bir de talimatnâme vermişti. Hz. Ali muhakeme esnasında davacı ve davalıyı, birbirlerini görmeden onları ayrı ayrı dinleme usulünü getirmiş, aynı usulü şahitler için de uygulamıştı. Hz. Ali kaza dışında diğer memuriyetlere de önem verir, devlet hizmetlerinin doğruluk ve emniyetle yürümesini isterdi. Ka’b b. Malik’e gönderdiği bir emirle, ondan, bütün Irak’ı gezmesini, halkın devlet memurları hakkındaki kanaatlerini dinlemesini, memurların tavır ve hareketlerini tetkik etmesini istemiştir. Amcazadesi İbn Abbas’ın beytülmaldan aldığı bir miktar paranın hesabını kendisinden sormuş, İbn Abbas hakkını almış olmasına rağmen, korkusundan Mekke’ye gitmişti. Sınırda askeri merkezler te’sis etmjş olan Hz. Ali, stratejik önemi olan yerlerde kaleler de inşa ettirmiştir. Hz. Hasan’ın Hilafeti (40-41/661-662) Künyesi Ebu Muhammed olan el-Hasan b. Ali b. Ebi Talib, babasının vefatı günü (40/661 17 Ramazan) halife seçildi. 41/662 yılının Rebiülevvel veya Cemaziyelevvel ayında, ülkedeki karışıklığa son vermek düşüncesiyle Muaviye b. Ebi Süfyan lehine istifa etti. 49/669 yılının Rebiülevvel veya 50/670 yılının Muharrem ayında Medine’de vefat etti. Beş veya yedi aylık hilâfeti esnasında devlet idaresinde hiçbir değişiklik olmadı. Valiler ve diğer devlet ricali babasının zamanındakilerle aynıydı. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 17 Hilafet ve Raşid Halifeler Döneminde Kurumlar ve Kültür HULEFÂ-Yİ RÂŞİDÎN ZAMANINDA ASKERİ TEŞKİLAT Hz. Peygamber zamanında devamlı bir ordu yoktu. İlk Müslümanlarda büyük-küçük silah taşıyabilen her yetişkin insan askerlik hizmeti ile mükellefti. Harp esnasında Hz. Muhammed bu mükellefleri çağırırdı. Her gönüllü kendi silahlarıyla, kararlaştırılan günde, kararlaştırılan yerde toplanırlardı.Hz. Peygamber bizzat ordu komutanı olarak sefere çıkıyorsa, kendisine yardımcılar seçerdi. Kendisinin iştirak etmediği seferler için komutanın tayinini yaptıktan sonra gerekli talimatı verirdi. Ordu ‘hamis’ denen beş kısma ayrılırdı: Öncü (mukaddime), ardcı (saketü’lceyş) sağ kanat (meymene), sol kanat (meysere) ve merkez (kalb). Sefere çıkan birliklerde muhtelif kademeler vardı. Kumandanın yanında, başka birliklere haber götüren, emirleri bildiren haberciler vardı. Ordu karargâhı, nöbetçilerle gece-gündüz korunurdu. Düşmanın durumunu tetkik için keşif birlikleri kullanılırdı. Düşmanı takip, casusluk, pusu kurma gibi askerî hareketler bilinir ve tatbik edilirdi. Hz. Muhammed harp için meşru kabul ettiği ve düşmanı yanıltıcı birtakım hileleri kullanmıştır. Kendi durumunu gizli tutar, düşmana ani baskınlar yapardı. Harpten önce İslamiyet’e davet eder; kabul edilmediği takdirde harp ilan ederdi. Sulh zamanlarında, başta gençler olmak üzere, bütün Müslümanların harp oyunlarını yapmalarını, koşmak, ok atmak, ata binmek gibi harp için lüzumlu spor eğitimlerini teşvik ederdi. Askeri kıyafet henüz yoktu, Hz. Peygamber, kendi askerlerinin birbirlerini tanımaları, düşmandan ayrılabilmeleri ve bazı harplerde olduğu gibi (Hendek muharebesinde) yanlışlıklara meydan vermemek için her seferde ayrı ayrı ‘Parola’lar kullanıyordu. Bazen de elbiselerinde ayrıca bazı işaretler kullanmıştı. Şehirlerin savunması için ‘hendek kazma’ usulü, kuşatmalarda ‘mancınık’, kale duvarlarını yıkmak için ‘debbâbe’ ve ‘dabûr’ gibi silahlar kullanılmaktadır. Hz. Peygamberin tesis ettiği askeri yapı, uygulama ve esaslar, Hulafâ-yi Râşidîn zamanında da aynen kabul ve tatbik edilmişlerdir. Uhud ve Huneyn harplerinden itibaren hastabakıcı, aşçı gibi hizmetlerde kadınlara da görevler verildi. Seyyar askeri hastaneler kurulurdu. Hz. Peygamber Medine’yi bir sefer sebebiyle terk ettiği zaman bir sahabeyi kendisine nâib olarak tayin ederdi. Orduda ganimet işlerine bakan bir kısım memurlar da bulunurdu. Düşmana karşı kabalık ve vahşet yasaklanmıştı. Düşmanın uzuvlarını kesmek canlı bir mahluku yakmak gibi fiillere müsaade edilmemiştir. Esirleri doyurmak Müslümanların vazifesidir. Esirler taksim edildiğinde herkes esirine iyi muamele gösterecektir. Esirlere elbise ve yiyecek temin edileceği Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 18 Hilafet ve Raşid Halifeler Döneminde Kurumlar ve Kültür gibi, acıları ve ızdırapları da giderilecekti. Esirler ya bir fidye-i necat mukabilinde veya tamamen karşılıksız yahut mübadele esaslarına göre serbest bırakılırlardı. Hz. Peygamber’in tesis ettiği bu esaslar, Hulafâ-i Raşidin zamanında da aynen kabul ve tatbik edilmişlerdir. Hz. Ebu Bekir zamanında herhangi bir değişiklik yoktur. Hz. Ömer zamanında ise esaslar aynen muhafaza edilmiş, teşkilatta bazı ilaveler yapılmıştır. Irak, Şam ve Mısır gibi büyük ülkeler fethedilirken, İslam orduları için oralarda hususi yerler kurulmuştu. Meselâ, Basra vilayeti ‘Ehmas’ diye beş kısma ayrılmış, her kısımda kabilelerinden biri ikâmet ediyordu. Her kısım üzerinde bir komutan (emir) bulunurdu. Kufe, Fustat (Kahire), Şam ve Mısır gibi önemli ve stratejik yerlerde de askeri merkezler (cünd) tesis edilmişti. Fetihlerin devam ettiği yıllarda eli silah tutan her Müslüman asker olup, başka işlerle uğraşmazlardı. Hatta Hz. Ömer, Müslümanları ziraatla uğraşmaktan bile men etmişti. İslam Tarihinde ilk defa Hz. Ömer tarafından Medine’de müstakil bir askerî daire (Divanü’l-Cund) kurularak, askerlerin isimleri, maaşları ve tahsisatlarının kaydı yapıldı. Bu divanda Muhacirler, Ensar ve diğer Müslümanların isimleri, Hz. Peygamber’e olan yakınlıkları, İslamiyet’teki kıdemlerine göre kaydedildi; kendilerine verilecek maaşları da oraya yazıldı. Bu tarihlerde her Müslüman asker olduğu için, herkes bu deftere kayıtlıydı. Bir kimsenin askerliğe kabulü için birtakım şartlar vardı: Hür olmak, baliğ, olmak, Müslüman olmak, sıhhatli olmak, cesaretli olmak askerlik için önemli şartlardı. Asker adayında bu şartlar tespit edilince kayıt defterine ismi ile nesebi, boyu, rengi ve diğer bedenî hususiyetleri yazılırdı. Hz. Ömer’in talimatıyla her kabile askerleri ayrı ayrı bölümlere yazılırdı. Asker Maaşları ve Rütbeleri Hz. Peygamber zamanında Müslüman askerlerinin maaşları muayyen değildi, Ele geçen ganimet malları ve diğer gelirler, miktarlarına göre, az veya çok müsavi olarak Müslümanlara dağıtılırdı. Hz. Ebu Bekir bu usulü aynen devam ettirdi. Hz. Ömer ise tesis ettirdiği divana Müslümanları nesepleri ve kıdemleri, İslam’a hizmetleri itibariyle derecelendirerek her birine yıllık 3 ile 12.000 dirhem arasında değişen miktarlarda maaşlar verdi. Bu tahsisat Emeviler dönemine kadar hiç aksatılmadan verilmiştir. Hz. Peygamber zamanında her Müslüman asker sayılmakla beraber, İslam ordusunun sayısı çok azdı. 9/630. senede vuku bulan Tebük Gazvesi’nde ordunun sayısı kırk bine ulaşmıştı. Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer’in hilâfetlerinde İslam ordusunun sayısı yüz elli bini geçmişti. Zamanla bu miktar daha da artmış, belki iki Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 19 Hilafet ve Raşid Halifeler Döneminde Kurumlar ve Kültür katına varmıştı. Askeri teşkilatta, başlangıçta Cahiliyye döneminden intikal eden askeri rütbe esası tatbik edilmişti. Her on kişinin başında bir ‘arif’ bulunurdu. Ariflerin kumanda ettikleri birlikler de ‘Arif’ diye isimlendirilirdi, Beş arifin başında bir ‘menkib’ vardı. Daha sonraları her arifin komutasına yirmi, otuz ve kırk nefer verildi. Yani ariften müteşekkil birliğin başında ‘ümerâü’l-İsbâ’ adlı kumandanlar bulunurdu. Hulafâ-yi Râşidîn zamanında asker maaş ve hayatında gelişmeler olmuştur. Orduda hiyerarşi olup ‘liva’ ve ‘raye’ kullanılmaktaydı. Hz. Peygamber’in, askeri, teftiş edip onlara geçit resmi yaptırması gibi, Hulefâ-yi Râşidîn de aynı şeyleri devam ettirmişlerdir. Müslümanlar bir bölgeyi fethettikleri zaman, ordugâhlarını şehrin dışında kurarlardı. Hz. Ömer kendisi ile Müslüman ordugâhı arasında nehir ve deniz bulunmasını istemezdi. Fatihler, aile ve çocuklarıyla ikâmet ettikleri bu ordugâhları daha sonra şehirler haline getirdiler ki, Basra, Kufe ve Fustat şehirleri bu şekilde kurulmuş şehirlerdir. Bayrak ve Sancaklar Cahiliyye devri Arapları, eskiden beri ‘bayrak’ (livâ) ve ‘sancak’ (râye) kullanıyor ve bunlara oldukça büyük değer veriyorlardı. Anlaşıldığına göre ‘livâ’, askeri sancak; ‘râye’ ise ordu komutanının alamet ve timsali olan bir bayraktır. Hz. Peygamber de her zaman ve muhtelif sebeplerle çıkarılan seriyyelerde ‘râye’ ve beyaz renkli bir ‘liva’ kullanmıştır. Hulefâ-yi Râşidîn zamanlarında da, bir yere bir ordu sevk edildiği zaman halifeler, kumandanlara sancaklar verirler ve bu sırada askerin muzafferiyeti için dua ederler ve tavsiyelerde bulunurlardı.Hz. Ömer sancak tevdiinde, askerin maneviyatını yükseltecek veciz hitabede bulunurdu. Kaynaklar askeri teşkilat hususunda en çok Hz. Peygamber ve II. Halife Ömer dönemleri için bilgi vermektedirler. Öyle sanıyoruz ki, Hz. Peygamber’in her yaptığını hiç değiştirmeden tatbik eden Hz. Ebu Bekir, askeri teşkilatta da herhangi bir değişiklik yapmamıştır. Hz. Ömer’in halefleri Hz. Osman ve Hz. Ali zamanlarında da bu teşkilatta ciddi bir değişiklik yapılmış olduğuna dair bir kayda rastlamıyoruz. Silahlar Araplarda Cahiliyye döneminde, kılıç, kargı, yay ve kalkandan başka silah yoktu onlar bu silahları büyük bir maharetle kullanırlardı. Bilhassa yay kullanmakta çok usta idiler. İslamiyet’in zuhuru sırasında da Müslüman muhariplerin silahları bunlardan ibaretti. Araplar kılıcı, silahların en şereflisi sayarlar, kargıları at üzerinde kullanılırdı. Gerek Cahiliyye döneminde, gerek İslam devletinin ilk zamanlarında kargı, kullanışlı Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 20 Hilafet ve Raşid Halifeler Döneminde Kurumlar ve Kültür olmadığından fazla kullanılmamıştır, çabuk kırılır, güvenilmez aletlerdi. Zırh ve kalkanların birçok çeşitleri vardı. Hz. Peygamber ashabını, iyi ata binmek ve iyi ok atmak için teşvik ederdi. Aynı teşvik Hulefâ-yi Râşidîn zamanlarında da devam etmiştir. Arapların eskiden muhasaraya mahsus aletleri, yoktu. İslamiyet’in ilk yıllarında da bu aletlere ihtiyaç duyulmadı; çünkü henüz onları gerektiren muhasaralar olmamıştı. Daha sonraki yıllarda muhasaralar başladı ve yabancı menşeli bu aletler de kullanıldı. Bu aletlerin en mühimi,‘mancınık’, ‘debbâbe’, ‘kebşir’ idi. İlk deniz seferi Hz. Ömer zamanında Bahreyn Valisi Alaüddin b. Abdilah elHadramî tarafından İran sahillerine yapıldı; fakat Hz. Ömer kendisinden habersiz yapılan bu hareketin devamına izin vermedi. Donanma ise, ilk defa Hz. Osman’ın hilafeti sırasında Muaviye tarafından kuruldu ve deniz seferine başlandı. Bu donanma Kıbrıs’ı (28/648) fethettikten sonra, Müslümanlar Akdeniz’de kazandıkları deniz seferlerinden ve gelirlerinden memnun kalarak donanmayla seferlere devam ettiler. HULEFÂ-Yİ RÂŞİDÎN DEVRİNDE İLİM VE ÖĞRETİM İslam’ın ilk devirlerinde ilmî faaliyetlerde ağırlık, günümüz anlamında olmamakla birlikte Kur’ân ve Hadis ilimleri üzerine toplanmıştı. Hulefâ-yi Râşidîn devrinde bu ilimlerin daha sonraları ele alınan usul ve şartları henüz tespit edilmemişti. Hz. Peygamber zamanında başlayan ilmî hareketin esasını ‘Kur’ân’ın anlaşılması’ ve ‘dinî ilimler’ teşkil etmekle beraber, Sahabe arasında Kur’ân tefsiri ile meşgul olanların sayıları çok azdı. Bu sahada kendilerinden rivayetler bulunanların en meşhurları Ali b. Ebi Talib, Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Mes’ud, Ubey b. Ka’b, Zeyd b. Sabit, Ebu Musa el-Eş’arî ve Abdullah b. Zübeyr idiler. İslam’ın ilk devirlerinde ilmi faaliyetlerde ağırlık, günümüz anlamında olmamakla birlikte Kur’ân ve Hadis ilimleri üzerine toplanmıştı. Hz. Muhammed’in sağlığında Kur’ân dikkat ve itina ile yazılıp, ezberlenerek muhafaza edildiği halde, aynı titizlik hadisler için gösterilememiştir. Hz. Peygamberin, ilk dönemlerde ağzından çıkan sözlerden, Kur’ân’dan başkasının yazılmasını yasak ettiğine dair hadisler yanında, daha sonraları bazı sahabesine müsaade etmekle kalmamış, yazılmasını bile emretmiştir. Bu birbirine zıt görünen emirler, doğrudan muhatapları olan sahabe tarafından iyi idrak edilmiş, karışmanın önlenmesine yönelik bu maksat onlarca kavranmıştır. Hadis yazma işi çok hususî bir faaliyetti ve bir kısım büyük sahabe, Kur’ân’la karıştırılması veya Kur’ân’ın önüne geçmesi endişesiyle hadis yazma işine taraftar olmamışlardı. Hz. Muhammed Kur’ân’ın tedvinine bizzat ihtimam göstermiş, Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 21 Hilafet ve Raşid Halifeler Döneminde Kurumlar ve Kültür hadislerin tedviniyle ise alâkadar olmamıştır. Hadislerin intikalini, yazılanlardan çok sahabelerin hafızalarına borçluyuz. Sahabenin bir kısmı, bildiklerini talebelerine ve dinleyicilerine şifahi olarak naklediyorlar veya bir meselede Hz. Peygamber’in tatbikatı aranınca, sahabe bunu araştırarak hatırlayıp naklediyorlardı. Veda Haccı’nda Hz. Muhammed, yaklaşık 140 bin Müslümana hitap etmiştir; yapılan incelemelere göre, bu sahabenin 114 bini, Hz. Peygamber’den az çok bir hadis nakletmiştir. Hz. Peygamber’den hadis dinleyen, ondan ilim alan 114 bin Sahabe’den 30.000 kadarı Medine’de bulunuyorlardı. Medine’deki bu âlim ve fazlaca hadis rivayet eden Sahabenin en meşhurları, faaliyet ve talebeleri hakkında kısaca bilgi vermek istiyoruz: Ebu Hureyre, çok sayıda hadis rivayet etmiş; Said b. el-Müseyyeb, Tavus b. Keysan, Muhammed b. Sirin, Abdurrahman b. Hürmüz gibi meşhur talebeleri ondan hadis almışlardır. Abdullah b. Ömer’in,‘es-Sahife’ adlı bir hadis mecmuası olduğu rivayet edilir. Salim b. Abdullah b. Ömer, Nafi ve Urve gibi meşhurlar onun talebeleridir. Hz. Aişe, Ebu Bekir, Ömer, Osman, Ali, Ebu Said el-Hudrî, Ebu Eyyub gibi büyük sahabeler Medine’de yetişmiş ve Hz. Peygamber’den hadis ve ilim alıp, bu ilimleri başkalarına nakleden âlim sahabelerdir. Sahabeden Cabir b. Abbas Medine’de bir ders halkası kurmuş ve talebelerine hadis okutmuştur; talebelerinden Vehb b. Münebbih kendisinden hadis yazardı. Muhaddis Katâde ve Süleyman b. Kays da onun talebelerindendiler. Hz. Aişe de çok hadis nakledenlerden olup Urve b. ez-Zübeyr de onun hadislerini nakletmiştir. Hz. Aişe’nin yetiştirdiği talebeleri arasında Urve ve Kasım b. Muhammed meşhurlarıdır. Hz. Ebu Bekir 500 kadar hadisi yazmış, bilahare bunları yakmıştır. Hz. Ömer Ashapla istişare ederek hadislerini toplamayı düşünmüş ve fakat sonra vazgeçmiştir. Hz. Ali’nin de, bir hadis sahifesi olduğu rivayet edilir. Sahabe, ilim bakımından birbirinden farklı idiler ve her sahabe din işlerinde konuşmaya, fetva vermeye salahiyetli değildi. Genç yaşta Hz. Peygamber’in emriyle Yemen’de kaza vazifesinde bulunan Hz. Ali, fıkhı meselelerde müşkülleri çözmekle meşhurdu. Vefatından sonra çözümü zor olan meseleler için, “bu öyle bir mesele ki, onun Ebu’l-Hasan’ı da yok” denirdi. Bazılarının anlayamadığı Kur’ân’a ait muğlâk meselelerin tefsirlerini de en iyi bilen Hz. Ali idi; mübhemâtı en iyi o çözerdi. Abdullah b. Abbas, Hz. Ali’nin talebesi idi. Sahabi Abdullah b. Ebi Avfa ise mektupla hadis öğretmiştir. Samure b. Cündüb ve Sa’d b. Ubade’nin de hadis mecmuaları vardır. Abdullah b. Ömer, azadlısı Nâfî’e hadis yazdırır ve bu kölesi ile iftihar ederdi. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 22 Hilafet ve Raşid Halifeler Döneminde Kurumlar ve Kültür Şiir, ensâb ve eyyamü’l-Arab’ı iyi bilen, tefsir, feraiz, meğazi gibi ilimlerde de âlim olan Abdullah b. Abbas’ın rivayetlerinin bir deve yükü teşkil ettiği söylenir. Başka şehirlerden ilim talipleri Abdullah’a gelirler ve o, onlara hadis okurdu. Ensabu’l-Arabı en bilenlerden biri olan Ebu Bekir, Hz. Peygamber’e ihtiyaç duyduğu zamanlarda kabileler hakkında bilgiler verirdi. Mugire b. Şu’be, Abdullah b. Mes’ud, Ebu Hureyre, diğer ilimler yanında, bilhassa hadis ilmiyle iştigal etmiş büyük âlim sahabelerdi. Fethedilen bölgelere gönderilen ve oralarda Kur’ân, Hadis ve ihtiyaç duyulan dinî ilimleri öğreten sahabeden de bahsetmek istiyoruz: Yemen ve civarına Ebu Musa el-Eş’arî, Muaz b. Cebel, Hemmam b. Münebbih gönderilmişler ve orada dinî ilimleri öğretip yaymışlardı. Hz. Ömer, Muaz b. Cebel’i, Ebu’d-Derdâ’yı ve Ubade b. es-Samit’i Suriye’ye gönderdi. Şam’da Ebu’d-Derdâ, Ebu Zer el-Gıfarî, Muaviye b. Ebi Süfyan, Usame b. Zeyd, Bilal b. Rebah el-Habeşî hadis rivayet etmişler ve dinî ilimleri öğretmişlerdir. Hıms’da Ubade b. es-Samit, Filistin’de Muaz b. Cebel ve Şeddad b. Evs bulunmuşlar ve aynı ilmî faaliyetleri göstermişlerdir. Basra’da Enes b. Malik, Ebu Musa el-Eş’ari, İmran b. el-Husayn, Muğire b. Şu’be, Nufeyl b. Haris, Semure b. Cündüb, bilhassa hadis öğretimi ile meşgul olmuşlardı. Kufe’de,Hz. Ali, Ebu Musa el-Eş’ari, Muğire b. Şu’be, Semure b. Cündüb, Cerir b. Abdillah, Selman el-Farisî, Ammar b. Yasir devlet hizmetleri ve idarî faaliyetleri yanında Kur’ân ve hadis ilimlerini öğretmek hizmetini de yürütmüşlerdir. Medayin’de Selman ve Huzeyfe’nin varlıklarına rağmen ilmi gelişme olmadı. Mısır’da hadis ve dini ilimler Abdullah b. Amr b. el-Âs vasıtasıyla yayıldı. Sahabe, ilim bakımından birbirinden farklı idiler ve her sahabe din işlerinde konuşmaya, fetva vermeye salahiyetli değildi. Fetva, ancak Kur’ân’ı çok okuyan, ona ait ilimleri, Mekkî ve Medenîyi, nüzul sebeplerini, müteşâbihi ve muhkemi bilen, bunları Peygamberden öğrenmiş olan sahabenin salahiyetindeki bir işti.Bu âlim sahabeler, İslam ülkesinin muhtelif yerlerinde, bilhassa büyük şehirlerde, camilerde ders halkaları kurar ve talebelerine Kur’ân okuturlardı. Ebu‘d-Derda’nın Dımaşk Mescidindeki dersleri sabah namazından öyleye kadar devam ederdi. Abdullah b. Abbas Mekke’de, Abdullah b. Mes’ud Kufe’de, Ebu Musa el-Eş’arî Basra Camii’nde halka Kur’ân ve Kur’ân ilimleri öğretiyorlardı. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 23 Özet Hilafet ve Raşid Halifeler Döneminde Kurumlar ve Kültür • Raşit Halifeler dönemi denince genellikle Hz. Ebu Bekir (11-13/632634), Hz. Ömer (13-23/634-644), Hz. Osman (23-35/644-656), Hz. Ali (35-40/656-661) ve Hz. Hasan (40-41/661-662) dönemleri kastedilmektedir. Bu dönem tüm Müslümanlar için, Hz. Peygamber dönemi kadar önemli görülmüş ve bu dönemin icraatları dini açıdan değerli sayılmıştır. • Halifelik kurumu, Hz. Ebu Bekir'le birlikte başlamış ve son Osmanlı hükümdarı Vahdeddin'le bitmiştir. Bu yüzden tüm İslam mezhepleri ve düşünürleri tarafından son derece önemli bir kurum sayılmış ve hatta hakkında en çok polemik yapılan konulardan biri olmuştur. Biz bu yüzden halifelik hakkında, şartları, özellikleri, halifenin taşıması gereken vasıfları, atanma yolları ve azlini gerektiren hallerin başlangıçtan itibaren belirlendiğini görmekteyiz. Tabii ki bu şart ve özelliklerin, günümüz islam devlet geleneğinin anlaşılma süreci açısından çok anlamlı olmadığı iddia edilebilir, fakat bu şartların, gerektiğinde düşünülmüş olması ve belli evrensel kriterleri önermesi açısından önemlidir ve göz ardı edilmemelidir. • Hz. Ebu Bekir Allah Resulu'nün vefat ettiği gün Medine'de Muhacir ve Ensar'ın ittifakıyla seçilmiş, ilk anda bey'at etmeyenler de daha sonra bey'at etmişlerdir. Ebu Bekir, iç isyan ve ayaklanmaları bastırmış, yalancı peygamberlerin yol açtığı kargaşaya son vermiş ve yaptığı fetihlerle, Peygamberimiz sonrası ilk ihtilafları kökten hallederek kendisinden sonrakilere sorunsuz bir devlet bırakmıştır. Zamanıda yapılan en önemli işlerden biri de Kur'an-ı Kerim'in bir araya toplanmasıdır. Onun zamanında Resulullah döneminden kalan devlet yapı ve teşkilatlanmöası devam ettirilmiştir. • İslam Devleti'nin asıl kurucusu olarak kabul edilen Hz. Ömer, Hz. Ebu Bekir'in tavsiye ve atamasıyla halife olmuş, zamanında İslam Devleti Türkistan'dan Bingazi'ye ve Doğu Anadolu'dan Doğu İran'a kadar bütün bölgeye yayılmıştır. Bu da beraberinde yeni bir teşkilatlanma ve yapılanma getirmiştir. Buna göre başta adliye ve diğer kurumlarda olmak üzere birçok ilave ve değişiklikler yapılmış, elde edilen gelirlerle devlet ve halk oldukça zenginleşmiştir. • Hz. Ömer tarafından oluşturulan altı kişilik bir şura vasıtasıyla halife seçilen Hz. Osman, Ömer'den aldığı devleti yeni fetihlerle genişletmiş ve daha da zenginleştirmiştir. Fakat hilafetinin ikinci altı yılının başlangıcından itibaren gelişen muhalefet, halifenin ölümüyle bile durmamıştır. Zamanında Ümeyye oğulları devletin birçok makamını işgal etmiş ve diğer sahabe ve kabile mensupları, devlet ve şuradan dışlanmıştır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 24 Özet Hilafet ve Raşid Halifeler Döneminde Kurumlar ve Kültür • Medine'de kalan sahabe'nin tensib ve seçimiyle halife olan Hz. Ali'ye devletin her yöresinden bey'at yapılmamış olması, çeşitli huzursuzluklara yol açmıştır. Bu bağlamda önce Cemel'de Hz. Aişe ve etrafındakilerle daha sonra da Sıffın'da Hz. Muaviye ve taraftarlarıyla savaşan Ali, bir türlü istikrarı sağlayamamış ve muhalif Harici grupların suikasti sonucu öldürülmüştür. Kendisinden sonra Halife olan oğlu Hz. Hasan da, taraftarlarına güvenememesi ve yeni fitnelerin vuku bulmaması için Muaviye ile anlaşarak halifeliği ona devretmiştir. • Hz. Ali de selefleri gibi devlet yönetiminde gerekli titizliği göstererek, tüm makamlara atamalar yapmış ve elinden geldiğince kurumların idamesine çalışmıştır. • Raşit halifeler döneminde mükemmel ve istikrarlı bir yapıya kavuşturulan İslam ordusu, zamanının her türlü silah ve gereçleriyle donatılmış ve beşli taksimatıyla dünyanın en güçlü ordusunu oluşturmuştur. Ordu genel yapısı, silahları ve teşkilatlanması biçimiyle Hz. Peygamber dönemindekiyle aynı olmakla beraber, Hz. Osman zamanında donanma da teşkil edilmiştir. Herkes asker sayıldığı için durumuna göre maaş tahsis edilmiş, seferler esnasında 'liva' ve 'raye' kullanılmıştır. • Bu dönemde ilmî faaliyet denince akla öncelikle Kur'an ve ona ait bilgilenmeler ile Allah Resulü'nün söz ve davranışlarını ortaya koyan hadislerin ve sünnetlerinin bilinmesine yönelik faaliyetler akla gelmektedir. Kur'an'ın yazılması Hz. Peygamber zamanında olmnakla birlikte, onun iki kapak arasına alınması Hz. Ebu Bekir zamanında ve çoğaltılması ise Hz. Osman zamanında yapılmıştır. • Sahabe dini bir problemle karşılaştığı zaman Kur'an'a başvurur, onda bulamazsa sünnete başvurarak problemi çözmeye çalışırdı. Tüm sahabe aynı derecede alim ve müfti olmadığı için tefsir, fıkıh ve diğer konularda meşhur olan sahabe bilindiği için, ilgili konularda müracaatlar o sahabeye yönelirdi. • Sahabe de bildiklerini kendilerinden sonrakilere aktarmış ve zamanın ilmi meclislerlerini oluşturarak talebeler yetiştirmişlerdir. Bu sahabe ve talebelerin isimleri tüm eserlerimizde ve nakilleriyle birlikte genelde yer almıştır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 25 Hilafet ve Raşid Halifeler Döneminde Kurumlar ve Kültür DEĞERLENDİRME SORULARI 1. Aşağıdakilerden hangisi Hilafet kelimesinin terim anlamını karşılar? Değerlendirme sorularını sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “bölüm sonu testi” bölümünde etkileşimli olarak cevaplayabilirsiniz. a) İslam devletinde Dört Halifeyi ifade eder. b) Peygambere halef olarak, din ve dünya işlerinde riyâset-i âmme sıfatı ile ona nâiplik etmeyi ifade eder. c) İslam devlet geleneğinde riyaseti amme sıfatıyla Müslüman halkı temsil eden makamı ifade eder. d) Bir kimsenin ardından gelen ve onu temsil eden kurumu ifade eder. e) İslam devlet geleneğinde meclisi ifade eder. 2. Aşağıdakilerden hangisi halifeler için kullanılan unvanlardan biri olmamıştır? a) b) c) d) e) Halifetu Resulillah Emîrul Müminin İmâmul Müslimin Nâibül Müslimin Halifetu Halifeti Resulillah 3. Aşağıdakilerden hangisi Allah Resulu’nün vefatı esnasındaki Müslümanların sosyal, hukukî ve siyasî gruplarından değildir? a) b) c) d) e) Muhacir-Ensar Ehl-Sünnet-Şia Mümin-Kafir Evs-Hazrec Hür-Köle-Mevali 4. Aşağıdakilerden hangisi Halifenin mezheplerinin görüşlerinden değildir? a) b) c) d) e) bulunması hakkında İslam Vaciptir. Farz-ı kifayedir. Bulunması şart değildir. Müslümanlar ihtiyaç duymazlarsa, gerekmez. Sünnettir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 26 Hilafet ve Raşid Halifeler Döneminde Kurumlar ve Kültür 5. Aşağıdakilerden hangisi halife seçiminin sıhhati için gerekli şartlardan değildir? a) Bey’at edilecek kimsede aranan vasıflar bulunmadığı zaman, mutlaka biri tercih edilmelidir. b) Halifeyi seçecek olan ehlü’l-hal ve’l-akd alimler, devlet erkânı ve halkın ileri gelenleri hazır olmalıdır c) Bey’at olunan kimsenin, hilafeti kabul etmesi lazımdır. d) Bey’at eden ve hilafet akdini yapan bir kişi ise, bunun şahitleri olmalıdır. e) Bey’at bir kişi için olmalıdır. 6. Halife Ebu Beki döneminin en önemli olayı aşağıdakilerden hangisidir? a) b) c) d) e) Halife seçimlinin yerleşmesi Çok sayıda fetihler yapılması Kur’an’ın toplanması Namaz ve zekata devam edilmesi Dinin yayılmaya devam etmesi 7. Aşağıdaki kurumlardan hangisi oluşturulanlardan değildir? a) b) c) d) e) Halife Ömer zamanında ilk Divanlar Adliye Hapishane Kadı askerlik Beytülmal 8. Aşağıdakilerden hangisi Raşid halifeler zamanında gayrimüslimler hakkındaki uygulamalardan değildir? a) b) c) d) e) Sadece mabed yapmalarına izin verilmemiştir. Dini eğitimlerine izin verilmiştir. Din adamlarına asla dokunulmamıştır İsterlerse davalarını Müslüman hakimlere götürebilirlerdi. Davalarını kendi kanunlarına göre hallederlerdi. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 27 Hilafet ve Raşid Halifeler Döneminde Kurumlar ve Kültür 9. Aşağıdaki kurumlardan hangisi, Hz. Peygamberden başlayıp Hz. Hasan dönemine kadar devamlı bulunmamıştır? a) b) c) d) e) İhtisab Şurta Beytülmal Kaza Ordu 10. Raşid halifeler döneminde dinî ilimlerin temelinde aşağıdakilerden hangileri bir bütün olarak yer almaz? a) b) c) d) e) Kur’an-Sünnet Tasavvuf-Kur’an Sünnet-Kelam Fıkıh-Sünnet Kelam-Tasavvuf Cevap Anahtarı 1. b, 2. d, 3. b, 4. e, 5. a, 6. c, 7. e, 8. a, 9. b, 10. e Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 28 Hilafet ve Raşid Halifeler Döneminde Kurumlar ve Kültür YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER KAYNAKLAR Apak, Adem. (2007). İslam Tarihi II (Hulefâ-i Raşidîn Dönemi). İstanbul: Ensar Yay.. Atar, Fahrettin. (1979) İslam Adliye Teşkilâtı, Ortaya Çıkışı ve İşleyişi. Ankara: DİB Yay.. Avcı, Casim, “Hilafet” mad.. DİA. XVII, s. 539-546. el-A’zamî, M. Mustafa. (1993). İlk Devir Hadis Edebiyatı ve Peygamberimizin Hadislerinin Tedvîn Târîhi. (Çev. Hulusi Yavuz). İstanbul: İz Yay.. Baktır, Mustafa. (1990). İslam’da İlk Eğitim Müessesesi Ashabı Suffa. İstanbul. Belâzurî. (1987). Fütûhu’l- Büldân. (Çev. Mustafa Fayda). Ankara: Kültür Bak. Yay.. Berki, Ali Himmet-Osman Keskioğlu. (2001). Hatemü’l Enbiya Hz. Muhammed ve Hayatı. Ankara: DİB Yay., 21. Baskı. Brockelman, Carl. (1964). İslam Milletleri ve Devletleri Tarihi. (Çev. N. Çağatay). Ankara: A. Ü. İlahiyat Fak. Yay.. Canan, İbrahim. (1984). Peygamberimizin Okuma Yazma Seferberliği ve Öğretim Siyaseti. İstanbul: Cihan Yay.. Cerrahoğlu, İsmail. (1933). Tefsir Usûlü. Ankara: DİB Yay.. Çağatay, Neşet. (1989). İslam Dönemine Dek Arap Tarihi. Ankara: TTK Yay.. Çelebi, Ahmet. (1983). İslam’da Eğitim-Öğretim Tarihi. (Çev. A. Yardım). İstanbul: Damla Yay.. Çubukçu, Asri. (1989). İslam Devletlerinde Devlet Teşkilatı ve İlmî Faaliyetler. Erzurum: (Ders Notları) Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi I. (1986). Ed.: H. D. Yıldız. İstanbul: Çağ Yay. Cahız. (1986). el-Beyân ve’t-Tebyin. Beyrut. Ebu Ya’la el-Ferra. (1983). el-Ahkâmu’s-Sultâniyye. (thk. M. Hâmid el-Fekî). Beyrut. Ebu’l-Fida. (tsz.). el-Muhtasar fî Ahbari’l-Beşer. Beyrut. Enver er-Rifaî. (1973). en-Nuzum’l-İslamiyye. Dımaşk. Fazlur Rahman. (2000). İslam. (Çev. M. Dağ-M. Aydın). Ankara: Ankara Okulu Yay.. Fayda, Mustafa. (1988). “Hulefâ-yi Râşidîn” mad.. DİA. XVIII, 324-338 Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 29 Hilafet ve Raşid Halifeler Döneminde Kurumlar ve Kültür Hamidullah, Muhammed. (2002). Hz. Peygamberin Savaşları. (Çev. Salih Tuğ). İstanbul: Beyan Yay.. Hamidullah, M.. (1991). İslam Peygamberi I-II. (Çev. Salih Tuğ). İstanbul: İrfan Yay., 5. baskı. Hamidullah, M.. (2001). Kur’an-ı Kerim Tarihi. (Çev. S. Tuğ). İstanbul: Beyan Yay.. Hamidullah, M.. (2004). Muhtasar Hadis Tarihi ve Sahife-i Hemmam İbn Munebbih. (Çev. Kemal Kusçu). İstanbul: Beyan Yay.. Hamidullah, M.. (2007). İslam Müesseselerine Giriş. (Çev. S. Tuğ). İstanbul: Beyan Yay.. Hamidullah, M.. (1999). İslam’a Giriş. (Çev. V. Uysal-İ. Arif Koytak). İstanbul: Beyan Yay.. Hasan İbrahim Hasan-Ali İbrahim Hasan. (1962). en-Nuzumu’l- İslamiyye. Kahire. Hasan İ. Hasan. (1986). Siyasî-Dinî-Kültürel İslam Tarihi. (Çev. İ. Yiğit vdd.). İstanbul: Kayıhan Yay.. Hatipoğlu, Mehmet Sait. (2011). Hilafetin Kureyşliliği. Ankara: Otto Yay.. Hitti, Philip K.. (1989). Siyasi ve Kültürel İslam Tarihi. (Çev. Salih Tuğ). İstanbul: Boğaziçi Yay.. İbn Haldun. (1986). Mukaddime. (Çev. Zakir K. Ugan). İstanbul: MEB Yay.. İbn Hişâm. (1971). es-Sîretü’n-Nebeviyye. Beyrut. İbn Sa’d. (1960). et-Tabakatu’l-Kübra. Beyrut. İbnü’l-Esir. (1966). el-Kamil fi’t-Tarih. Beyrut. İbnü’l-Verdî, Zeynuddin. (tsz.). Tetimetü’l-Muhtasar. Beyrut. İbnü’n-Nedim. (1978). el-Fihrist. Beyrut. Kabisi. (1966). İslam’da Öğretmen ve Öğrenci Meselelerine Dair Geniş Risale. (Çev. S. Ateş-H. R. Öğmen). Ankara. Kalkaşandi. (1964). Meâsiru’l- İnâfe fi Meâlimi’l- Hilafe. Kuveyt. Kavakçı, Yusuf Ziya. (1975). Hisbe Teşkilâtı, Bir Hukuk ve Tarih Müessesesi Olarak Kuruluş ve Gelişmesi. Ankara. Kayaoğlu, İsmet. (1980). İslam Kurumları Tarihi. Ankara: A.Ü. İlahiyat Fak. Yay.. Kettani, Abdu’l-Hayy. (1991). et-Terâtibu’l- İdâriyye, Hz. Peygamberin Yönetiminde Sosyal Hayat ve Kurumlar. (Çev. Ahmet Özel). İstanbul: İz Yay.. Koçyiğit, Talat. (1977). Hadis Tarihi. Ankara: A. Ü. İlahiyat Fak. Yay.. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 30 Hilafet ve Raşid Halifeler Döneminde Kurumlar ve Kültür Maverdi. (1985). el-Ahkâmu’s-Sultâniyye ve’l-Vilâyâtu’d-Dîniyye. Mısır: Dâru’lKütübi’l-‘İlmiyye. Nebhan, M. Faruk. (1980). İslam Anayasa ve İdare Hukukunun Genel Esasları. (Çev. Servet Armağan). İstanbul. Okiç M. Tayyib. (1959). Bazı Hadis Meseleleri Üzerine Tetkikler. İstanbul. Okiç, M. Tayyib. (1991). İslamiyet’te Kadın Öğretimi. Ankara. Palabıyık, M. Hanefi. (2007). “Cahiliye Dönemi ve İslam’ın İlk Yıllarında OkumaYazma Faaliyetleri”. Erzurum: Atatürk Üniv. İlâhiyat Fakültesi Dergisi. sayı: 27, s. 31-68. Sandıkçı, Kemal. (1991). İlk Üç Asırda İslam Coğrafyasında Hadis. Ankara: DİB Yay.. Sezgin, M. Fuad. (2001). Buhârî’nin Kaynakları Hakkında Araştırmalar. Ankara: Ankara Okulu Yay., 2. baskı. Sıddıki, M. Zübeyr. (1966). Hadis Edebiyatı Tarihi. (Çev. Y. Z. Kavakçı). İstanbul. Suphi Salih. (1983). İslam Mezhepleri ve Müesseseleri Tarihi. (Çev. İ. Sarmış). İstanbul. Suphi Salih. (1968). el-Mebahis fi Ulumi’l-Kur’an. Beyrut. Suyuti. (1952). Tarihu’l- Hulefa. İstanbul: Eser Yay.. Taberi. (1987). Târîhu'l- Ümem ve'l-Mulûk. Beyrût: Dâru'l-Fikr. Tuğ, Salih. (1963). İslam’da Vergi Hukukunun Ortaya Çıkışı. Ankara: DİB Yay.. Üçok, Bahriye. (1967). İslam’dan Dönenler ve Yalancı Peygamberler. Ankara. Yâkût el-Hamevî. (1965). Kitâbu Mu’cemi’l-Buldân I-VI. Tahran: Mektebetu’l-Esedî. (neşr.: F. Wüstenfeld, Leipzig, 1866). Yeniçeri, Celal. (1984). İslam’da Devlet Bütçesi. İstanbul. Yurdaydın, H. Gazi. (1971). İslam Tarihi Dersleri. Ankara: A. Ü. İlahiyat Fak. Yay.. Zebidi. (1957-1972). Tecridü’s- Sarih Tercümesi. (Çev. Kamil Miras). Ankara: DİB. Yay.. Zeydan, Corci. (1971). İslam Medeniyeti Târihi. (Çev. Zeki Meğamiz, Nşr., Mümin Çevik). İstanbul: Toker Yay.. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 31 • Dini ve Sosyal İlimler • Kur’ân İlimleri • Hadis • Fıkıh • Kelam • Tarih • Dil ve Edebiyat • Ulûmu’l-Evâil HEDEFLER İÇİNDEKİLER EMEVİLER DÖNEMİ İLİM VE KÜLTÜR HAYATI • Bu üniteyi çalıştıktan sonra; • İslam dininin ilme verdiği öneme dair bilgi sahibi olabilecek, • İslam ilim tarihinin Hz. Peygamber'den başlayarak dört halife ve Emeviler dönemindeki gelişimi hakkında bilgi sahibi olabilecek, • Emeviler zamanındaki ilim anlayışı ile akli ve nakli ilimler alanında yapılan çalışmaları anlayabileceksiniz. İSLAM KURUMLARI ve MEDENİYETİ TARİHİ ÜNİTE 7 Emeviler Dönemi İlim ve Kültür Hayatı GİRİŞ İslamiyet’in ilme verdiği önem ve teşvikler sonucunda daha Hz. Peygamber döneminden itibaren Müslümanlar ilim tahsil etmeye başlamışlardır. Çeşitli yöntemler kullanılarak sayıları hızla artan okuma yazma bilenlerin sadece okuma yazma öğrenmekle kalmayıp özellikle Kur’ân ve Hadisle ilgili bilgileri öğrenme ve öğretmede aktif olarak rol aldıkları görülmektedir. Raşid halifeler zamanında da ilmi gelişmeler devam etmiş, adeta bir ilim seferberliği ile Müslümanların ilmi bakımdan gelişimi devam ettirilmiştir. Her biri ilmi yönden toplumda saygın yere sahip olan Raşid halifelerin Hz. Peygamber tarafından temeli atılan ilim faaliyetlerini sürdürdükleri görülmektedir. Nitekim Hz. Ömer, “Çocuklarınıza yüzmeyi ve ata binmeyi öğretiniz. Onlara yaygın halde olan Arap atasözlerini (darb-ı mesel) ve güzel şiirlerini naklederek öğretiniz” diyerek çocukların eğitilmesi üzerinde durmuştur. Hz. Ömer tarafından adeta ders içeriği veya müfredatı olarak tavsiye edilen konularda zamanla gelişmeler olmuş; yazı, hesap, yüzme, Kur’ân-ı Kerîm, seçkin kimselerin anlamlı sözleri, salihlerin menkıbeleri, bazı dini hükümler, şiir ve Arap dili de öğretilecek dersler arasına dahil edilmiştir. Hz. Peygamber tarafından başlatılan ve Hulefâ-yi Râşidîn zamanında artarak devam eden ilmi gelişmeler Emeviler dönemi ilmi faaliyetleri için temel oluşturmuştur. Özellikle Hz. Osman ve Hz. Ali döneminde ortaya çıkan ve Müslümanları meşgul eden dahili problemler ve iç savaşların ardından Muaviye zamanında yeniden tesis edilen siyasi birlik sayesinde pek çok sahada olduğu gibi eğitim öğretim sahasında da önemli faaliyetler başlamıştır. Emeviler dönemi, özellikle dini ilimlerin temelinin atıldığı bir dönemdir. Bu devlet zamanında büyük alimlerin yaşaması, İslamiyet’in geniş alanlara yayılması, Müslümanların farklı kültürlerle tanışarak onlardan bazı konularda etkilenmeleri ve henüz tedvin ve tasnif edilmeyen hadislerin kaybolma endişesi gibi sebeplerle ilmi faaliyetler hız kazanmıştır. Başta Medine olmak üzere pek çok bölgeye dağılan sahabilerin etrafında ilim halkaları oluşmaya başlamış ve bu merkezler hareketli birer ilim merkezleri haline gelmiştir. Belli şehirlerde ilim meclisleri oluşmuştur. Emeviler Dönemi Aişe bnt. Ebî Bekir, Abdullah b. Ömer, Abdullah b. Abbas, Hucr b. Adiy, Ebû Eyyûb el-Ensârî, Said b. Cübeyr, Said b. el-Müseyyeb, Kadı Şüreyh, Tâvus b. Keysân, Muhammed b. Sirîn, Hasan-ı Basrî, Atâ b. Ebî Rebâh, Zührî, Eb’an b. Osman, Ma’mer b. Raşid ve Ebû Hanife gibi bir kısmı sahabi de olan pek çok meşhur alimin yaşadığı ve ilimleriyle etrafındakileri aydınlattığı, verdikleri sohbet ve derslerle Müslümanların bilimsel anlamda yetişmeleri için harekete geçtikleri bir dönem olması bakımından da önemlidir. İsmi zikredilen şahıslar dini ilimler bakımından önemli faaliyetlerde bulunmuşlar; Peygamber sonrası Müslüman toplumun ihtiyaç duyduğu dini sahalardaki bilgi eksikliğini gidererek insanların Tefsir, Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 2 Emeviler Dönemi İlim ve Kültür Hayatı Hadis, İslam Tarihi, Kelam vb. sahalarda bilgi sahibi olabilmelerini temin edebilmek için gayret göstermişlerdir. Böylece Emeviler devri, alimlerin çokluğu bakımından olduğu kadar ilimi faaliyetlerin çokluğu ve farklılığıyla da oldukça verimli bir dönem olmuştur. Emeviler dönemindeki ilmi gelişmeler sadece söz konusu dönemle sınırlı kalmamış, yukarıda isimlerinden bazıları verilen pek çok alim tarafından gerçekleştirilen ilmi faaliyetler sonraki devirlerde de Müslümanların ilmi açıdan gelişmesine katkı sağlamıştır. Bu devletin hükümranlığı dönemindeki ilmi çalışmalarla Hz. Peygamber ve Raşid Halifeler devrindeki bilgi ve birikim daha da geliştirilerek sonraki kuşaklara aktarılmış, böylece Emeviler önceki kuşaklarla sonrakiler arasında ilmin intikali hususunda bir köprü görevi görmüşlerdir. Emevilerden önce özellikle dini sahalarda yoğunlaşan İslam eğitim çalışmaları Emeviler döneminde de genel anlamda aynı çizgide devam etmiştir. Kur’ân ilimleri (Tefsir, Kıraat), Hadis, Fıkıh, İslam Tarihi, Kelam vb. dini ilimler Emeviler zamanında önemli ilim dallarından olma vasfını korumuşlardır. Bununla birlikte dini ilimlerin dışında değişik ilim dalları da (Şiir, Hitabet, Gramer, Ensab vb.) dini ilimler kadar olmasa da eğitimin konusu haline gelmişlerdir. Emevi hanedan mensupları ve devlet yönetiminde önemli görevleri yerine getiren üst düzey memurların ilgi alanları dini ilimlerden ziyade diğer ilim dallarıyla alakalı olmuştur. Emevilerin yönetime geliş şekli kadar iktidarda bulundukları zaman zarfındaki uygulamaları sebebiyle de iktidara karşı çıkan ve zaman zaman idarecileri sert ifadelerle ikaz eden hatta Haricilerin isyanları dışındaki isyanlara destek veren ulemanın ilmi faaliyetlerine Emevi idareciler ciddi anlamda destek vermemişlerdir. Ömer b. Abdülaziz, Abdülmelik b. Mervan ve Hişam b. Abdülmelik gibi birkaç halife dışındaki Emevi halifeleri dini ilimlerle meşgul olan ulemaya mesafeli durmuşlar, onlara ilmi çalışmaları esnasında yardımcı olmamışlardır. Emevilerin din bilginlerine mesafeli duruşunda genel anlamda onların ilme önem vermeyen, bunun yerine idarecilik, askerlik ve ticareti daha önemseyen bakış açılarının da etkili olduğu söylenebilir. Emeviler genel olarak idarecilik, askerlik ve ticareti ilmi çalışmalara tercih etmişlerdir. Bu sebeple de ilimle meşgul olan alimler yerine idarecilik, askerlik ve ticarette maharet kazanmış kimselere daha fazla itibar etmişlerdir. Dönemin idarecileri ilmi bakımdan dini ilimler yerine edebiyat sahasındaki ilimlere, özellikle de şiir ve hitabete ve bunlarla meşgul olan şair ve hatiplere önem vermişler, bu doğrultudaki çalışmaları desteklemişlerdir. İktidarın dini ilimlere, ilmi çalışma ve alimlere bakışı pek olumlu olmayınca, çıkan dini problemlere çözüm bulma, mevcut dini bilgileri toplama, ayıklama ve nakletme görevini dönemin uleması üstlenmek zorunda kalmıştır. Böylece İslam ilimleri devlet idarecilerinden bağımsız bir şekilde ve onların ciddi destekleri olmaksızın ulemanın gayretleri ile gelişimini sürdürmüştür. Alimlerin ders halkalarını toplumun her kesimine açık tutmaları, hiç kimseye dersleri takip hususunda engel olmamaları onların halk nazarında çok sevilip takdir görmelerine yol açmıştır. Dini Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 3 Emeviler Dönemi İlim ve Kültür Hayatı alandaki soru ve sorunlarını çözmede diledikleri anda kendilerine ulaştıkları ve aldıkları cevap ve çözüm önerileriyle mutmain olan halkın ulemaya karşı saygı ve sevgisi daha da artmıştır. Toplum nazarında saygın bir yeri olan dönemin alimleri hem halkın dini bilgi ihtiyacını karşılıyor hem de cemiyetin önemli bir kesimini oluşturan çocukların eğitimini üstleniyorlardı. Ulemanın halk katındaki nüfuzu Emevi devlet yöneticilerinin alimlerle ilişkilerinde belirleyici bir rol oynamıştır. Devlet aleyhindeki alimlerin bazı yöntemlerle muhalefetten vazgeçirilmeye çalışılması, hatta bu maksatla zaman zaman şiddete başvurulması görülebildiği gibi bazı alimlerin resmi görevi kabul etmeye zorlanarak nüfuzlarından yararlanılmaya çalışılması da söz konusu olmuştur. Bununla birlikte Emeviler dönemi boyunca pek az kimse dışında ulema devlet nüfuzu altına girmeden ilmi faaliyetlerini ne pahasına olursa olsun devam ettirmeye gayret göstermişler, böylece Abbasilerin ilk döneminde özellikle hicri iki ve üçüncü asırlarda altın çağını yaşayacak olan İslam ilimlerinin altyapısını oluşturmayı başarmışlardır. Emeviler döneminde ulemanın geçimlerini temin etmede farklılıklar olduğu görülmektedir. Ulemadan bazıları idarecilerin çocuklarının eğitimine verdikleri katkılar, kadılık görevini yerine getirmeleri ve daha başka nedenlerle idarecilerin de tasvibiyle divandan maaş alırlarken bazıları ise kendi gayretleriyle geçimlerini sağlayabilecek işler yaparak devletten maaş almayı reddetmişlerdir. Maaş almayı reddedenlerin bu kararlarında bunun dinen caiz olmaması değil kendilerine verilecek maaşlarla idarecilerin üzerlerinde nüfuz elde etmelerine imkan vermek istememelerinin etkili olduğu söylenmiştir. Zira ulemanın icra ettiği resmi görev karşılığında devlet tarafından verilen maaşı almalarını yasaklayan dini bir hüküm bulunmamaktadır. Bununla birlikte ulema, devlet yöneticilerinin güdümüne girerek onlar tarafından kendilerine dayatılan fikri ve siyasi anlayışları savunmak ya da bunlar karşısında sessiz kalmak gibi bir duruma düşmek yerine kendi çabalarıyla geçimlerini sağlamaya çalışmışlardır. Bazı alimlerin ise ilmi çalışmaları esnasında halifelerden maddi yardım taleplerinde bulundukları ve kendilerine sağlanan imkanlarla ilmi faaliyetlerini sürdürdükleri de görülmektedir. Hz. Peygamber’in gayretleriyle mescitlerde başlayan eğitim ve öğretim faaliyetleri Emeviler döneminde artarak devam etmiştir. Sadece Mekke ve Medine gibi Hicaz kentlerinde değil emsar olarak nitelendirilen büyük vilayetlerde (Kûfe, Basra, Fustat, Mekke, Medine vb.) ve daha küçük yerleşim birimlerinde cami ve mescitlerde kurulan ilim halkaları hemen her yaştan Müslümanlarla dolup taşmıştır. İslam şehrinin nüvesini oluşturan mescitler dini ilimlerin merkezi haline gelerek asırlar boyu ilmi çalışmaların sürdürüldüğü mekanların en önemlileri arasında yer almışlardır. Mısır’da Amr b. el-Âs ve Şam’da Ümeviyye Camiî Emeviler döneminin en önemli eğitim yuvalarındandılar. Emeviler zamanında mescitler dışında saraylar, alimlerin evleri, çöl ve küttâblar da önemli ilim merkezleri haline gelmişlerdir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 4 Emeviler Dönemi İlim ve Kültür Hayatı Saray, Emeviler döneminde eğitim bakımından önemli fonksiyonlar ircaa etmiştir. Söz konusu fonksiyon iki yönlü olmuştur. Emevi Devleti’nin kurucusu Muaviye döneminden itibaren halifeler saraylarında akşamları sohbet ve muhabbet ortamı oluşturmuşlar, burada devrin önde gelen tarihçilerini, şair ve hatiplerini, musikişinaslarını ve edebiyatta maharet sahibi olanları misafir ederek onlar tarafından gerçekleştirilen ilmi-edebi faaliyetleri zevkle takip etmişlerdir. Böylece Emevi halifelerinin kendi bilgi ve kültürlerini geliştirmeleri mümkün hale gelmiştir. Muaviye ile başlatılan saray akşamlarında oluşturulan toplantıların muhtevasında zaman içerisinde değişimin olduğu anlaşılmaktadır. Muaviye ve kısmen Yezid b. Muaviye döneminde söz konusu toplantıların en önemli konusu tarihe dair iken Yezid’den sonra şiir ve edebiyat revaç bulan konular arasına dahil oldular. Ferazdak, Cerir b. Atiyye, Ahtal, Halid b. Safvan vb. söz konusu dönemin en önemli şairleri arasında yer alarak saray toplantılarının vazgeçilmez kişileri haline geldiler. Emevi devletinin yıkılmaya yüz tuttuğu dönemlerde toplantıların konuları ve katılımcılar değişti ve ilmi toplantıların yerini artık eğlence meclisleri aldı. Yezid b. Abdülmelik ve Velid b. Yezid döneminden itibaren İslam dünyasında şöhret sahibi olan müzisyenler sarayda toplanmaya başladılar. Birçoğu ahlak düşkünlüğü ile tanınan bu müzisyenler, sarayın en gözde şahıslarından oldular ve devlet hazinesinden en büyük payı alanlar arasında yer aldılar. Öyle ki sarayın da desteği ile müzisyenler bölgeden bölgeye gitmek için transfer parası almaya bile başladılar, özellikle idareciler tarafından çeşitli imkanlara sahip hale getirildiler. Örneğin Yezid b. Abdülmelik’in iki meşhur cariyesi ve şarkıcısından biri olan Habbâbe’nin devlet yönetimine müdahale edecek kadar ileri gittiği, çok kritik görevlere bile bazı memurların tayininde etkili olduğu anlaşılmaktadır. Diğer taraftan saray özellikle halifelerin çocuklarının en iyi şekilde eğitilmesi için de kullanılmıştır. Emevi halifeleri çocuklarının hem dini hem de edebi ilimler bakımından iyi yetiştirilmesini temin etmek maksadıyla devrin tanınmış hocalarından istifade etmeye çalışmışlar, özel hocalar tutarak çocuklarının sarayda kendi gözetimleri altında eğitilmelerini sağlamışlardır. Her halife kendi döneminin en ünlü hocalarını sarayda istihdam ederek onlara yüksek maaşlar bağlamıştır. Sarayda ders veren hocaların öğretecekleri dersin muhtevasına da müdahale eden halifeler kendi ilgi alanları doğrultusunda dersler verecek hocaları çocuklarının eğitimine memur etmişlerdir. Örneğin tarihe ilgi duyan Muaviye, bu alanda ün kazanmış olan Dağfel b. Hanzala’yı oğlu Yezid’e hoca olarak seçmiştir. Tarihe merak duyan Yezid b. Muaviye de saray sohbetlerine, özellikle tarihi olayların konuşulmasına öncelik vermiştir. Muaviye’nin geçmiş toplumlar ve devletlerin tarihlerini kendisine anlatmak üzere Ubeyd b. Şerye’yi görevlendirdiği bilinmektedir. Diğer taraftan Medine fukahasından sayılacak derecede fıkıh bilgisine sahip olan Emevilerin dördüncü halifesi Abdülmelik b. Mervan’ın ise çocukları için hoca olarak Kûfe’nin ünlü fakihi ve bir dönem kadılık da yapmış olan eş-Şa’bî’yi görevlendirmiştir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 5 Emeviler Dönemi İlim ve Kültür Hayatı Sarayda devlet işleri görüşülürken idari konularla ilgili tecrübe sahibi olmaları istenilen veliahtların babalarının yanında yer almalarına özen gösterilmiştir. İlme merakıyla bilinen bazı halifelerin sarayda kendileri için özel hocalar tuttuklarına dair bilgilere de rastlanılmaktadır. Fasih ve beliğ bir şekilde Arapça konuşabilmek için çocukluğunda yeterli eğitimi almayan Velid b. Abdülmelik’in halife olduktan sonra söz konusu eksikliği telafi etmek maksadıyla birçok Arapça gramer hocası tutarak onlardan nahiv dersi aldığı ve gramerini geliştirmeye çalıştığı ifade edilmiştir. Dolayısıyla saray Emeviler döneminde en önemli ilim mekanları arasında yer almıştır. Abdülmelik b. Mervan zamanından itibaren sarayda sürekli görev yapan bir eğitimci (müeddib) bulundurulmuştur. Söz konusu hocaların mevcut birikimleri ile halife çocuklarını eğitmesi istenilirken aynı zamanda halifelerin bizzat kendileri de müeddiblere zaman zaman çocuklarının eğitimi hususunda telkinlerde bulunarak onların eğitimlerine dair özen gösterilmesi gereken konulara dikkat çekmişlerdir. Hulefâ-yi Râşidîn çocuklarını eğitim konusunda herhangi bir ayrıcalıklı uygulamada bulunamamışlar, evlatlarının diğer Müslümanların çocukları ile aynı ortamda aynı hocalardan aynı müfredata göre eğitilmelerini sağlamışlardır. Oysa Emevi halifeleri halktan kopuk bir şekilde yaşamanın bir sonucu olarak çocuklarını da halktan koparmışlardır. Sarayda özel hocaların eğitimi altında yetiştirilen halife çocukları halktan daha da uzaklaşmışlardır. Emeviler dönemi eğitim mekanlarından birisi de çöldür. Arap geleneği bakımından çöl bedeni bakımdan sıhhati, dil bakımından ise fesahati temsil etmektedir. İslam öncesinde olduğu gibi İslamiyet döneminde de Araplar çocuklarının bedenen sıhhatli yetişmesi ve fasih Arapçayı öğrenebilmeleri için küçük yaşlardayken çöle gönderirlerdi. Çöl sadece hayatta kalabilmek için zorunlu olan atıcılık, binicilik, dövüşçülük ve yüzücülüğün öğrenildiği bir yer olmayıp aynı zamanda şiir, musiki, fasih ve beliğ konuşma gibi sanatların da en güzel şekliyle öğrenilip icra edildiği bir mekandı. Bu sebeple Emevi halifeleri de evlatlarını çöle göndererek onların söz konusu bilgi ve becerileri öğrenmelerini istemişlerdir. Eğitim için çocuğunu çöle gönderen ilk halife Muaviye olmuştur. O, oğlu Yezid’i daha küçük yaşındayken çöle dayılarının yanına göndermiştir. Çölde verilen eğitimin öneminin anlaşılması bakımından Abdülmelik b. Mervan’ın, “Velid’e olan sevgimiz ona zarar verdi”, yani ona olan düşkünlüğümüz sebebiyle çöle göndermediğimiz oğlumuz Velid için iyi olmadı, bu durum ona zarar verdi” demesi manidardır. Çöl ortamında fasih Arapça öğrenme imkanı elde edemeyen Velid’in bunu telafi etmek üzere hilafeti döneminde kendisine özel hocalar tutarak fasih konuşabilmek üzere dersler aldığı ifade edilmiştir. Dolayısıyla Emeviler döneminde çöl sadece geleceğin devlet yöneticisi olan çocukların değil halktan pek çok kimsenin de çocuklarının eğitimi için önemli mekanlar arasında yer almıştır. Özellikle fetihlerin yoğun bir şekilde devam ettiği bu dönemde çölde binicilik, kılıç kullanma, ok atabilme daha da önemlisi çölün zorlu Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 6 Emeviler Dönemi İlim ve Kültür Hayatı şartlarına alışarak çocukluk çağını geçirenler İslam ordusunun asker ihtiyacının karşılanması bakımından da önem arz etmekteydi. Küttâblar da Emeviler döneminin önemli eğitim kurumları arasında idiler. Özellikle emsar denilen büyük vilayetlerde olduğu gibi kasaba, hatta köylerde bile küttâblar vardı. İlköğretim çağındaki öğrencilere buralarda okuma yazma yanında binicilik, atıcılık, şiir, darb-ı mesel ve Kur’ân-ı Kerim’in de öğretildiği anlaşılmaktadır. Küttâblarda tedrisatını tamamlayan öğrenciler eğitimlerine mescitlerdeki ders halkalarına katılarak devam etmişlerdir. Çoğu az sayıda öğrenciye eğitim veren küttâbların bazılarında ise sayıları binleri bulan öğrenci kapasitesine sahip olduğuna dair tarihi kayıtlara rastlanılmaktadır. Ebu’l-Kâsım el-Belhî (ö.105/723)’nin 3000 öğrenciye eğitim veren bir küttâbından bahsedildiği gibi Dahhâk b. Müzahim (ö.105/723)’in de Kûfe’de kendisine ait 3000 öğrenci kapasitesine sahip bir küttâbından söz edilmektedir. Küttâb öğrencileri yazı malzemesi olarak ellerinde taşıdıkları levhaları kullanırlardı. Öğrenciler, hocaları tarafından kendilerine yazdırılan ayet, hadis, darb-ı mesel ve şiirleri ezberlerdi. Bunun yanında temel dini bilgiler ve dini ibadetlerin de küttâblarda uygulamalı olarak öğretilerek öğrencilerin ibadet ve inanç esaslarına dair genel kaideleri hakkında bilgi sahibi olmaları temin edilirdi. Küttâblara devam etmek için belli bir sosyal zümreye sahip olmaya gerek yoktu. Her Müslüman çocuğunu bu okullara gönderebiliyordu. Hatta buralara köle ve cariyeler de giderek okuma yazma öğrenebiliyorlardı. Emeviler döneminde ilim adamlarının ev ve iş yerlerini de ilim öğretmek için kullandıkları görülmektedir. Özellikle devletten ve öğrenci velilerinden ilim öğretmeleri karşılığında herhangi bir ücret kabul etmeyen alimler, hem hayatlarını devam ettirebilmek hem de ilmi faaliyetleri sürdürebilmek için ya evlerinin ya da işyerlerinin bir kısmını eğitim için tahsis etmişlerdir. Ticaretle meşgul olmak zorunda kalan bazı alimler, hem ticari faaliyetlerini hem de öğrenci yetiştirme işini bir arada devam ettirmeye çalışmışlardır. Nitekim İmam-ı Azam Ebû Hanife Kûfe pazarındaki iki göz dükkanının bir odasında öğrencilerine ders verirken diğerinde müşterilerine mal satmaya devam etmiştir. Emeviler dönemi ilmi çalışmalarıyla ilgili olarak belirtilmesi gereken bir husus da bu devletin tebaası olarak yaşamlarını devam ettiren gayrimüslimlerin de kendilerine ait kilise, havra ve ateşgede gibi ibadethanelerinde okuma yazma ile dini ve sosyal yaşamla ilgili temel bilgileri öğrettikleri gibi din adamlarını da bizzat kendileri yetiştirmişlerdir. Emeviler döneminde ilmi çalışmaların sahası genişlemiş, Hz. Peygamber ve Raşid halifeler dönemindeki ilmi alanlara yenileri eklenmiştir. Bilindiği gibi İslam ilim tarihçileri ilimleri farklı kategorilere ayırmışlardır. Bunlardan bazıları şu şekildedir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 7 Emeviler Dönemi İlim ve Kültür Hayatı Nakli (şer’i/dini) ilimler: Tefsir, hadis, fıkıh, tasavvuf, kelam, nahiv, lügat, edebiyat vb. Akli ilimler: Felsefe, matematik, astronomi, tıp, coğrafya, kimya, biyoloji, botanik, zooloji, eczacılık, musiki, tarih. Diğer taraftan Dil ve Edebiyat (Şiir, Gazel, Hitabet ve Nahiv), Dini ilimler (Kraat-Tefsir, Hadis, Fıkıh, Kelam) ve diğer ilimler (Tarih, Ulumu’l-Evâil: Felsefe, Kimya, Tıp ve Eczacılık, Astronomi vb.) şeklinde bir gruplandırma da söz konusudur. Yukarıdaki tasnifin dışında bizim de benimsediğimiz bir tasnif daha bulunmaktadır. Bu tasnife göre ilimler; “dini ve sosyal ilimler” ile “Ulûmü’l-Evâil” şeklinde iki guruba ayrılarak mütalaa edilmiştir. DİNİ VE SOSYAL İLİMLER Dini ve sosyal ilimleri birbirinden kesin hatlarla ayırmak mümkün değildir. Zira dini ilimlerin sosyal ilimlere gerek içerik gerekse yöntem bakımından büyük etkileri olduğu gibi sosyal ilimlerin de dini ilimlere etkileri hatta katkıları söz konusudur. Dolayısıyla iki grubu aynı başlık altında değerlendirmeyi uygun görüyoruz. Kur’ân İlimleri Dini ilimlerin başında Kur’ân ilimleri gelmektedir. Kur’ân’la ilgili ilimler onun okunmasına dair kıraat ve yorumuna dair tefsirdir. Bu iki ilim dalının temelleri aslında Hz. Peygamber tarafından atılmış daha sonra gelişmiştir. İslam medeniyetinin birçok ilim ve sanat şubesinin hareket noktası Kur’ân-ı Kerîm olmuştur. Sadece tefsir, kıraat gibi doğrudan Kur’ân’la ilgili ilim dalları değil dil, gramer, imla gibi Filoloji ile ilgili ilim dalları da Kur’an’dan etkilenmiştir. Arap dili ve edebiyatının oluşumunda Kur’ân’ın önemli bir payı olduğu gibi Müslümanların konuştukları diller ve yaşadıkları kültürlerde de Kur’ân’ın değişik oranlarda payının olduğu görülmektedir. Kıraat Hz. Osman tarafından Kureyş lehçesi esas alınmak suretiyle çoğaltılan Kur’ân nüshaları Kur’ân’ın tek bir lehçe ile okunmasını sağladığı gibi lehçe farklılıkları sebebiyle çıkabilecek tartışmaları da sona erdirmiştir. Değişik bölgelere gönderilen ve resmi hüviyete haiz olan bu nüshalara bağlı olarak Kur’ân’ın okunması ve öğretilmesi için Emeviler döneminde muallimler görevlendirilmiştir. Bu dönemde çok sayıda Kur’ân nüshası istinsah edilerek Kur’ân üzerindeki ihtilaflar en aza indirildi. Böylece Kur’ân’ın Hz. Peygamber’e geldiği şekliyle sonraki kuşaklara intikali sağlandı. Kur’ân’ın okunuşunu yani kıraat ilmini iyi Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 8 Emeviler Dönemi İlim ve Kültür Hayatı bilen muallim sahabilerin verdikleri derslerle genç sahabiler ve tabiin bu alanda uzmanlık kazandılar. Emeviler döneminde yetişen bu alimler hocalarından duydukları ve öğrendikleri kıraat vecihlerini sistemleştirerek kıraat ilminin gelişmesine ön ayak oldular. Kırat ilmine dair ilk eserler Emeviler döneminde yazıldı. Günümüze intikal etmemekle birlikte söz konusu eserler sonraki dönemlerde bu alanda yapılacak olan çalışmalara kaynaklık etmişlerdir. Kıraat ilminde otoriter kabul edilen kıraat-ı seba alimlerinden üçü bu dönemde yetişmiştir. Bunlar Suriye bölgesinin kıraat üstadı İbn Âmir el-Yahsubî, Mekke’nin kıraat alimi İbn Kesîr ve Kûfelilerin imamı Âsım b. Behdele’dir. Emeviler dönemi Kur’ân’ın metni üzerinde ciddi katkıların gerçekleştirilerek okuyucular açısından kolaylıkların sağlandığı bir dönem de olmuştur. Zira Kur’ân ilk defa bu dönemde harekelenmiştir. Muaviye’nin emri ve Basra valisi Ziyad b. Ebîhi’nin aracılığıyla Ebu’l-Esved ed-Düeli (69/688) Kur’ân’ın noktalanma işini gerçekleştirmiştir. Kur’ân’ın noktalanması ve okunuş birliği sağlanması için harekelendirmesi bir ihtiyaçtan kaynaklanmıştır. Dönem içerisinde farklı kültür ve toplumlardan insanların İslam toplumuna dahil olmasıyla Arapçanın bozulması Kur’ân’a da tesir edebilir endişesi böyle bir çalışmanın gerçekleşmesinde etkili olmuştur. Kur’ân’la ilgili noktalama işleminin Emevilerin meşhur valilerinden Haccac b. Yusuf’un emriyle Nasr b. Âsım tarafından yapıldığı da ifade edilmekle birlikte daha ziyade kabul gören bu işi Ebü’l-Esved ed-Düeli’nin gerçekleştirdiğidir. Tefsir Kur’ân ayetlerinin muhkem veya müteşabih, mücmel veya mufassal oluşu gerek anlaşılması gerekse uygulanması bakımından birtakım farklılıklara ve tartışmalara yol açmıştır. Bu durum tefsir ilminin doğmasında etkili olmuştur. Hz. Peygamber hayatta iken Kur’ân’ın anlaşılmasıyla ilgili problemleri kendisi çözüyordu, ondan sonra ise Kur’ân hususunda otoriter olan müfessir sahabiler bu işi üstlenmişlerdir. Müfessir sahabiler Kur’ân’ı tefsir ettikleri gibi çok sayıda talebe de yetiştirerek kendilerinden sonraki dönemlerde Kur’ân’ın anlaşılmasına katkı sağlayacak bir nesil bırakmaya çalışmışlardır. Tabiinden olan bu müfessirler, yerleştikleri bölgelerde farklı ekoller oluşturarak Kur’ân’ın anlaşılması yönünde çalışmalarını sürdürmüşlerdir. Bu dönemde Mekke, Medine ve Kûfe’de tefsir çalışmaları yoğunluk kazanmıştır. Mekke tefsir ekolünün kurucusu sayılan ve “müfessirlerin sultanı”, ve “ Kur’ân tercümanı” olarak bilinen Abdullah İbn Abbas ve onun öğrencilerinden Atâ b. Ebû Rebâh, Tâvus b. Keysân, Saîd b. Cübeyr, İkrime vb. tefsir alanında önemli hizmetlerde bulunmuşlardır. Benzer şekilde Übey b. Kâ’b öncülüğünde Medine’de de tefsir çalışmaları yoğun bir şekilde devam etmiştir. Sahabilerin çoğu bu şehirde Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 9 Emeviler Dönemi İlim ve Kültür Hayatı yaşadığı için Medineli müfessirler, çalışmaları esnasında sahabilerden doğrudan bilgi alma imkanına sahip olmuşlardır. Diğer taraftan Irak bölgesinde ise tefsir çalışmaları yine sahabeden Abdullah b. Mes’ûd ve talebeleri tarafından gerçekleştirilmiştir. Katâde b. Diâme, Ebû Abdurrahman es-Sülemî, Alkame b. Kays, Hasan el-Basrî vb. Abdullah b. Abbas’ın meşhur öğrencilerinden ve Irak tefsir ekolünün en önemli mensuplarındandırlar. Emeviler döneminde telif edilen tefsir kitapları günümüze kadar gelmemişlerdir. Bununla birlikte bu eserler sonraki dönemlerde yapılan çalışmalara kaynaklık etmişlerdir. Hadis Hz. Peygamber’in söz, fiil ve takrirlerini aktaran, değerlendiren ve tasnif eden bilim dalı olarak daha Hulefâ-yi Râşidîn döneminden itibaren ortaya çıkan hadis ilmi Emeviler döneminde de muhaddis sahabiler öncülüğünde gelişimini sürdürmüştür. Hadislerin kitap oluşturacak boyutta olmasa bile sahifeler halinde yoğun bir şekilde yazıldığı Emeviler devrinde, tedvini de gerçekleştirilmeye başlamıştır. Emevi halifelerinden Ömer b. Abdülaziz halifeliği sırasında hadis alimlerinin vefatı sebebiyle ortaya çıkabilecek mahzurları göz önünde bulundurarak vilayetlerdeki valiler ve hadis alimlerine mektuplar yazarak Hz. Peygamber’den nakledilen hadislerin toplanmasını istemiştir. Böylece hadis sayfaları bir araya getirilerek tedvin dönemi başlatılmıştır. Bu emir doğrultusunda ilk olarak eser yazan kişi İbn Şihâb ez-Zührî (ö. 124/742) olmuştur. Hadislerin tedvin edilmesi ileride, Abbasiler döneminde hadislerin konularına göre tasnif edilmesi böylece hadis külliyatının oluşturulmasına büyük katkılar sağlamıştır. Özellikle Hz. Osman ve Hz. Ali döneminde yaşanılan siyasi ve dini tartışmalar esnasında bazı kimselerin hadis uydurma yoluna gitmesi sebebiyle hadislerin sıhhati önemli bir konu olarak gündeme gelmiştir. Sahih hadislerin uydurma olanlardan ayırt edilebilmesi için hadisi söyleyene nispet ederek hadisin sıhhatini tespit etmeye yarayan isnad sistemi Emeviler döneminde geliştirilmeye başlandı. Emeviler dönemi muhaddisleri arasında ez-Zührî’den başka Abdullah b. Amr b. el-Âs, Abdullah b. Abbas, Semüre b. Cündeb ve Câbir b. Abdullah, Hemmâm b. Münebbih gibi şahıslar sayılabilirler. Fıkıh Emeviler devri fıkhın müstakil olarak bir ilim dalı haline geldiği dönem olarak kabul edilmektedir. Bu esnada tabiin nesline mensup pek çok fakih, çeşitli bölgelerdeki fakih sahabilerin ders halkalarına katılmışlar, onlardan aldıkları bilgileri geliştirerek sonraki nesillere aktarmışlardır. Tabiin fakihleri değişik bölge ve çevrelerAtatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 10 Emeviler Dönemi İlim ve Kültür Hayatı de farklı karakteristiğe sahip fikıh ekolleri oluşturmuşlardır. Başını Saîd b. Müseyyeb’in çektiği “Hicaz ekolü” ve önderliğini İbrahim en-Nehâî’nin yaptığı “Irak ekolü” bu dönemde teşekkül etmiştir. Her iki grup da Kitap, Sünnet ve Sahabe icmaına dayanmakla birlikte Hicaz ekolü, sünnetin daha iyi bilindiği ve tatbik edildiği Medinelilerin yaşadığı İslam’a ve onların meselelere yaklaşımlarına daha fazla önem vermişlerdir. Ayrıca Hicaz ekolu, bulundukları çevre sebebiyle hadis malzemelerine daha kolay ve yoğun olarak ulaşabilmekteydiler. Mecbur kalmadıkça rey ve içtihat yoluyla hüküm vermezler, Kitap ve Sünnetteki delillerle karar vermeyi önemserlerdi. Söz konusu farklılıkların oluşmasında hadisi delil olarak alma veya reye başvurma konusunda bazı prensip ve metot farkları etkili olduğu gibi çevre, kültür ve üstat da önemli yere sahiptirler. Hicazlıların yaşadıkları bölge itibarıyla fazla problemle karşılaşmamaları onların hüküm verme konusunda Kitap ve Sünnetle yetinmelerinde etkili olmuştur. Bununla birlikte Irak ekolünü oluşturanların bulundukları bölge ise hem nicelik hem de nitelik bakımından problemlerin yoğun olduğu bir yerdi. Bundan dolayı bazen Kitap ve Sünnetteki deliller problemi çözmede, hüküm vermede yeterli olamayabiliyordu. Iraklı fukaha bu durumda sahabe kavline ve kendi rey ve içtihatlarına göre de hüküm vermek zorunda kalmışlardır. Konulara göre fıkıh kitaplarının yazılışı Emeviler döneminde başlamışsa da bunların çok az bir kısmı günümüze kadar gelebilmiştir. Kelam Emeviler dönemi, kelam tarihi bakımından itikadi konularda tartışmaların başladığı ve kelam ilminin temellerinin atıldığı bir devir olarak kabul edilmektedir. Söz konusu dönemde kişiler bazında bazı tartışmalar ve gruplaşmalar olmuşsa da büyük itikadi ekoller henüz teşekkül etmemiştir. Bu sebeple Emeviler devri kelam ilminin hazırlayıcı merhalesi olarak nitelendirilebilir. Kelam ve mütekellim ifadelerinin Abbasi halifelerinden Harunürreşid (170-193/786-809) döneminde yaygınlaşmış olması da Emeviler döneminin kelam ilmi bakımından hazırlık safhasının yaşandığı devir olarak kabul edilmektedir. Hz. Osman ve Hz. Ali döneminde ortaya çıkan siyasi ve fikri ayrılıklar zamanla itikadi mahiyet kazanmıştır. Son iki Raşid halife döneminde yaşanılan dahili problemler, Hz. Osman’ın asiler tarafından öldürülmesi, Hz. Ali’nin cemel ashabıyla mücadelesi, Sıffın ve Nehrevân Savaşı, tahkim vb. gibi olaylar kelamın konusuna giren kader, irade, iman, küfür gibi kavramların ortaya çıkmasına ve kelam ilminin doğuşuna tesir eden Şia, Hariciler, Cebriyye, Kaderiyye, Mürcie gibi grupların oluşmasına zemin hazırlamıştır. Emeviler döneminde kader konusunu gündeme getirerek insan hürriyetini savunan ilk kişilerin Ma’bed el-Cühenî ile Gaylân ed-Dımeşkî, cebir görüşünü destekleyenlerin Ca’d b. Dirhem ve Cehm b. Safvân olduğu, mutezililiği ilk savunan şahsın da Vâsıl b. Atâ olduğu kabul edilir. Bu dönemde yaşanılan itikadi tartışmaAtatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 11 Emeviler Dönemi İlim ve Kültür Hayatı larda görüşleriyle adlarından sıkça bahsettiren en önemli alimler ise Hasan-ı Basrî ve Ebû Hanîfe’dir. Kelam ilminin Emeviler döneminde ortaya çıkmaya başlamasında söz konusu zaman diliminde fetihler neticesinde farklı kültür, inanç ve felsefeye sahip kişilerin İslam toplumuna dahil olması veya Müslümanlarla ilişki kurmaya başlamalarının da etkisi vardır. Zira gerek Müslümanlığı benimseyen ancak eski inanç ve düşüncesinden de tamamen kurtulamayan yeni Müslümanlar gerekse İslamiyet’i fikir ve düşünce platformunda yıpratmaya çalışanlara karşı İslam dininin entelektüel boyutta anlatılması ve savunulabilmesi için kelam ilmine ihtiyaç duyulmuştur. Tarih İslam tarihçiliği siyer ve meğaziye dair Hadis-i Şeriflerin bir araya getirilip kategorize edilmesiyle başlamıştır. Daha Hz. Peygamber hayatta iken bazı sahabiler siyer ve meğaziye dair hadisleri yazıyorlardı. Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Amr b. el-Âs, Ber’â b. Âzib gibi sahabilerin siyere dair pek çok hadisi yazdıkları bilinmektedir. Söz konusu sahalardaki çalışmalar Emeviler döneminde büyük bir yoğunluk kazandı. Tabiin tabakasından olan zamanın alimleri siyer ve meğazi ilmini öğrenme uğrunda büyük bir gayret içerisine girdiler. Bu dönemde yazılan siyer ve meğazi kitapları günümüze ulaşmamakla birlikte bunlardan yararlanan alimlerin eserleri vasıtasıyla söz konusu sahabilerin yazdıkları eserlerle bunlardan haberdar olabilmekteyiz. Emeviler dönemindeki çalışmalarla siyer ve meğazi ilminin temelleri atılmış, bu temel üzerine Abbasiler devrinde gerçekleştirilen katkılarla İslam tarihinin çok zengin ve güvenilir kaynaklarının teşekkülü söz konusu olabilmiştir. Emeviler dönemi ilk siyer ve meğazi müellifleri arasında Hz. Osman’ın oğlu Eb’ân b. Osman (ö.105/723), Hz. Aişe’nin yeğeni Urve b. Zübeyr (ö.94/712), İbn Şihâb ez-Zührî, Vehb b. Münebbih, Katâde, Musa b. Ukbe, Ma’mer b. Raşid ve İbn İshak vb. sayılabilirler. Diğer taraftan Emeviler dönemi sadece siyer ve meğaziye dair değil diğer tarihi alanlarla ilgili de eserlerin yazılmaya başlandığı bir devir olmuştur. Nitekim Ubeyd b. Şeriyye el-Cürhümî ve Dağfel b. Hanzala gibi tarihçiler Cahiliye dönemine dair eserler yazarken Vehb b. Münebbih gibi ehl-i kitaba mensup bazı kimseler ise geçmiş milletler ve peygamberlerin tarihlerine dair eserler kaleme almışlardır. Benzer şekilde Emeviler döneminde cereyan eden savaşlar ve diğer siyasi olaylar da bazı tarihçiler tarafından kayda geçirilerek kitaplaştırılmışlardır. Avâne b. el-Hakem ve Ebû Mıhnef bu alanda eserler yazanlar arasında en sık isimleri duyulan kimselerdir. Şehir tarihi, genel tarih, mahalli tarih ve kültür tarihine dair eserlerin de Emeviler döneminden itibaren yazılmaya başlandığını görmekteyiz. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 12 Emeviler Dönemi İlim ve Kültür Hayatı Dil ve Edebiyat Emeviler döneminde dini, siyasi ve sosyal gelişmelerden etkilenen Arap şiiri yeni temalar ve yönelişler kazanmıştır. Fetihlerle yeni Müslüman olan mevali grupların Müslüman Araplarla bir arada yaşamaya başlamalarından sonra Arap şiirine değişik kültür ve medeniyetlerden yeni kavramların ve anlayışların dahil olmasına yol açmıştır. Din, bu dönemde de toplumsal hayatta önemli bir kavram olarak insanların gündemlerini belirlemeye devam etmiştir. Müslümanlar duygu ve düşüncelerini, savaş ve barışla alakalı hislerini ifade ederken dini ölçüler çerçevesinde şiiri kullanmışlardır. Diğer taraftan bu dönem zarfında yaşanılan siyasi ve itikadi rekabet, asabiyetten kaynaklanan kabileler arası mücadeleler de fiili mücadeleden daha çok şiir ve edebiyatın diğer türleriyle gerçekleştirilmiştir. Bütün bunlar da Arap şiirinin teşekkülünde etkili olmuştur. Hz. Ömer’in emriyle Rumca, Farsça ve Kıptice tutulan divan kayıtlarının Abdülmelik b. Mervân’ın halifeliğinde onun emriyle Arapça tutulması da Arapçanın edebi gelişimi bakımından önemli olmuştur. Emeviler zamanında çok sayıda hiciv ve medih şairi yetişmiştir. Devlet idaresinde bulunan kimseler için yazdıkları medhiyeler sayesinde büyük bahşiş ve ödüller alan şairler yanında hiciv şiirinde de maharetli çok sayıda şairin yine aynı devirde isimlerinin ön plana çıktıkları görülmektedir. Hiciv şiirlerinin oluşumunda kabilecilik anlayışının büyük tesiri vardır. Diğer taraftan Emeviler zamanında, hem medih hem de hiciv şiirinde aynı anda şöhret kazanan ve Arap şiirinin en önemlileri arasında gösterilen, “nekâiz” şairleri olarak kabul edilen şairler de vardır. Üçü de Irak’da doğan ve yetişen bu şairler, Ahtal, Ferazdak ve Cerir b. Atıyye’dir. Emeviler dönemi şiirini içerik olarak iki grupta değerlendirmek mümkündür: aşk şiiri, siyasi şiir. Her iki şiir türünün gelişmesinde de halifelerin ve hanedan mensupların katkıları olmuştur. Muaviye döneminde başlayan sarayda gece tertip edilen meclislerde ilgi gören ve takdir edilerek ödüllendirilen şairler ve hatipler en güzel şiirler arasında yer alacak şiirlerini inşad etmek için büyük bir gayret içerisine girmişlerdir. Kendisi de bir şair olan Yezid b. Muaviye ve diğer bazı halifelerin desteği ile sarayda düzenlenen meclislerde söylenilen şiirler ve bunların bestelenmesiyle oluşturulan şarkılar, gazeller ön plana çıkmıştır. Emeviler dönemi edebiyatı bakımından sadece şiirler değil edebiyatın diğer türlerinden olan edebi mektuplar, hutbeler ve nesir de oldukça gelişmiştir. Ömer b. Abdülaziz, Ziyad b. Ebîhi, Haccac b. Yusuf, Hasan- ı Basrî ve daha başka şahısların Arap edebiyatı bakımından şaheser olarak kabul edilen pek çok hutbeleri ve veciz konuşmaları bulunmaktadır. Kamuoyunu yönlendirmede Muaviye şair ve hatipleri kendi siyaseti doğrultusunda kullanmakta mahir bir kimse olarak bilinmektedir. Ondan sonra iş başına gelen diğer Emevi halifeleri de benzer şekilde hareket ede- Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 13 Emeviler Dönemi İlim ve Kültür Hayatı rek şair ve hatipleri kendi saflarına çekmeye çalışmışlar, onların aracılığıyla propagandalarını halk kitlelerine ulaştırmak ve benimsetmek için uğraşmışlardır. Emeviler zamanında Arap dilinin kurallarının oluşumu bakımından önemli olan Nahiv ilminin gelişmesine yönelik adımların atıldığı görülmektedir. Arap olmayan Müslümanların (mevali) Arapçayı öğrenmekte karşılaştıkları güçlükler ve farklı lehçelerle konuşan Arapların bir arada yaşamaları esnasında ortaya çıkan i’rab hataları nahivle ilgili çalışmalara başlanılmasında etkili oldu. Diğer taraftan Kur’ân’ın dil hatalarından korunabilmesi için de Arapçanın kurallara uygun bir şekilde yazılması ve okunması önem arz etmekteydi. Nahiv ilminin temelleri din, dil ve ırk yönünden oldukça karışık olduğu Basra’da Ebü’l-Esved ed-Düeli ve arkadaşları tarafından atılmıştır. Kur’ân’ın birbirine benzeyen harfleri birbirinden ayırmak üzere noktaları kullanan Nasr b. Âsım da bu dönemde yaşayan ünlü nahiv alimlerindendir. ULUMU’L-EVÂİL Emeviler zamanında sadece dini ve sosyal ilimler değil başta felsefe, astronomi, matematik, tıp ve kimya gibi akli ilimler sahasında da önemli çalışmaların başladığı görülmektedir. Roma imparatoru İskender’in fetihleri ile birlikte Mısır, Suriye ve Batı Asya’da tanınmaya başlanan Yunan kültürü, tercümeler yoluyla Müslümanların da istifadesine sunulmuştur. Mezhep anlaşmazlıkları yüzünden 489’da Edessa’dan (Urfa) sürülen Nasturiler ile putperest kabul edildikleri için 529’da Atina’dan sürgün edilen Yeni Eflatuncu sekiz felsefeci İran’daki Huzistân bölgesindeki Cündişâpûr’a yerleşmişti. Böylece Hıristiyan, Suriyeli, Hintli, Yunanlı ve İranlı bilim adamları burada toplanmıştı. İslam dünyasında Enüşirvân-ı Âdil diye bilinen I. Hüsrev (531-579) Cündişâpûr’da felsefe, tıp ve diğer ilimlerin okutulduğu bir mektep kurmuş ve onun zamanında şehir büyük bir ilim merkezi haline gelmiştir. Aristo ve Eflatun’un bazı eserleriyle Kelile ve Dimne bu devirde Farsça’ya çevrilmiştir. I. Hüsrev’in kurduğu bu okulda Hintli doktorların yanında Yunanlı doktorlar da görev yapmışlardır. Söz konusu okul Müslüman tıp kültürünün oluşmasında önemli rol oynamıştır. Hz. Peygamber döneminden itibaren Arabistan’da Cündişâpûr medresesinde tabiplik yapan bazı kimselerin görev aldıklarına dair kaynaklarda bilgilere rastlanılmaktadır. Nitekim Hz. Peygamber döneminin meşhur tabiplerinden Hâris b. Kelede söz konusu okul da tahsil gören kimselerdendir. Cündişâpûr, Hz. Ömer zamanında Müslümanlar tarafından fethedilmiştir. Fetihten sonra da Cündişâpûr bilim bakımından önemini korumuş ve burada gördükleri tahsil ile pek çok bilim adamı yetişmiştir. Emevi halifelerinden Muaviye b. Ebî Süfyan’ın doktoru İbn Esâl en-Nasrânî Cündişâpûr’da yetişmiştir. Cündişâpûr’da tıp okulunun dışında felsefe ve din eğitimi veren okullar da vardı. Diğer taraftan Irak’ta Harran da Yunan kültürünün merkezlerindendi. Harrân halkı Sabiilerden (melek ve Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 14 Emeviler Dönemi İlim ve Kültür Hayatı yıldızlara tapanlar) oldukları halde Arapça konuşuyorlardı. Dolayısıyla Yunan kültürünün ileriki zamanlarda Müslümanlar arasında yayılmasına büyük ölçüde yardımcı oldular. Yabancı dillerde yazılan pek çok eserin Arapçaya tercümesinde aktif bir şekilde rol alarak söz konusu eserler vasıtasıyla kadim toplumların kültür ve medeniyetinin Müslümanlar arasında tanınmasına ve öğrenilmesine katkı sağlamışlardır. Emeviler devrinde Hint, Yunan, Mısır ve İran gibi antik medeniyetlerden yapılan tercümelerin de etkisiyle Matematik, Astronomi, Fizik, Kimya, Zooloji, Biyoloji, Botanik, Tıbbın çeşitli dalları ve Eczacılık gibi “Fen ve Sağlık Bilimleri” alanlarında yoğun çalışmalar başlatılmıştır. İslam ilim tarihinde bu türden eserlerin ilk defa Emevi halifelerinden Yezid b. Muaviye’nin oğlu Halid b. Yezid tarafından Arapçaya tercüme ettirilmeye başladığı kabul edilmektedir. Halid b. Yezid’in astronomi, kimya (simya) ve tıp alanlarındaki kitapları Arapçaya çevirttiği, bunu İskenderiye’den getirttiği bazı Yunanlı bilginler vasıtasıyla yaptığı kabul edilmektedir. Zengin bir kütüphaneye sahip olduğu söylenilen Halid b. Yezid’in babası Yezid b. Muaviye’nin ölümünden sonra yine hanedan ailesinden Mervan b. el-Hakem tarafından veliahtlıktan uzaklaştırılmasından sonra kendisini ilme verdiği ve tercüme edilen eserlerden de yararlanarak astronomiye dair risaleler de yazdığı rivayet edilmektedir. Halid b. Yezid’in kimya ilmini (simya) kullanarak altın elde etmeye çalıştığı da ifade edilmektedir. Emevi halifeleri kendilerinin ve hanedan mensuplarının sağlıkları bakımından tıp ilmine dair eserlerin tercüme edilmesine büyük önem vermişler, devrin meşhur doktorlarını kendileri ve hanedan mensupları için özel hekim olarak görevlendirmişlerdir. Hemen hemen tamamı gayrimüslim olan bu doktorlar tıp alanına dair bazı eserleri Arapçaya çevirdikleri gibi bizzat yine tıpla alakalı birtakım kitap ve risaleler de kaleme almışlarıdır. Emevi halifelerinden Velid b. Abdülmelik döneminde yaşanılan bolluk ve refah ortamında halkın istifadesine sunulan pek çok hizmet yanında cüzzamlılar için bir tedavi merkezi yapıldığı gibi özürlülerin ve yaşlıların bakımı için elemanlar görevlendirilerek maaşları devlet bütçesinden karşılanmıştır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 15 Özet Emeviler Dönemi İlim ve Kültür Hayatı • Emevîlerden önce özellikle dinî sahalarda yoğunlaşan İslam eğitim çalışmaları Emevîler döneminde de genel anlamda aynı çizgide devam etmiştir. Kur’ân, Hadis, Fıkıh, İslam Tarihi, Kelam vb. dinî ilimler Emevîler zamanında önemli ilim dallarından olma vasfını korumuşlardır. Bununla birlikte dinî ilimlerin dışında değişik ilim dalları da (Şiir, Hitabet, Gramer, Ensâb, Coğrafya, Kimya, Tıp, Astronomi vb.) dinî ilimler kadar olmasa da eğitimin konusu haline gelmişlerdir. Emevî hanedan mensupları ve devlet yönetiminde önemli görevleri yerine getiren üst düzey memurların ilgi alanları dinî ilimlerden ziyade diğer ilim dallarıyla alakalı olmuştur. • Emevîler zamanında idarecilik, askerlik ve ticaret revaçta olduğu için ilmiye sınıfına fazlaca önem verilmemiştir. Bundan dolayı Emevîler döneminde ilmi faaliyetler devlet desteğinden ziyade kişisel gayretler ve toplumdaki bazı kişilerin yardımıyla devam ettirilmiştir. Küttâb, saray, çöl, ev ve işyerlerinin bir bölümü ile mescitler eğitim öğretim faaliyetlerinin sürdürüldüğü en önemli mekânlar arasında yer almışlardır. Bu dönemde hem naklî ilimler (Kur’ân, Hadis, Tefsir, Fıkıh, Kelam vb.) hem de akli ilimler (Matematik, Astronomi, Tıp, Eczacılık, Felsefe, Kimya vb.) sahasında çalışmalar yapılmış, sonraki dönemler için kaynaklık teşkil edecek önemli eserler telif edilmiştir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 16 Emeviler Dönemi İlim ve Kültür Hayatı DEĞERLENDİRME SORULARI Değerlendirme sorularını sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “bölüm sonu testi” bölümünde etkileşimli olarak cevaplayabilirsiniz. 1. Aşağıdakilerden hangisi Emevîler dönemi ilim ve kültür hayatına katkı sağlayan şehirler arasında yer almaz? a) İskenderiye b) Şam c) Cündişâpûr d) Kûfe e) İstanbul 2. Hadislerin tedvin edilmesi aşağıdaki halifelerden hangisinin emir ve desteği ile başlatılmıştır? a) Muaviye b. Ebî Süfyan b) Abdülmelik b. Mervan c) Hişam b. Abdülmelik d) Ömer b. Abdülaziz e) Mervan b. Muhammed 3. Kur’ân-ı Kerim’in harekelendirilmesi kim tarafından gerçekleştirilmiştir? a) Abudullah b. Abbas b) Abdullah b. Ömer c) Ebü’l-Esved ed-Düeli d) Zeyd b. Sâbit e) Amr b. el-Âs 4. İslam'ın ilk dönemlerinde, "okuma yazmanın öğretildiği eğitim kurumu aşağıdakilerden hangisidir? a) Medrese b) Kıraathane c) Tekke d) Encümen-i Daniş e) Küttâb 5. Aşağıdaki şairlerden hangisi Nekâiz şairleri arasında yer almaktadır? a) Ümmü Külsüm b) Kumeyt b. Ziyad el-Esedî Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 17 Emeviler Dönemi İlim ve Kültür Hayatı c) Cerir d) Habbâbe e) Yezid b. Ebî Süfyan 6. Arapçayı divan dili haline getirerek resmi alanlarda kullanılmasını sağlayan halife kimdir? a) Hz. Ömer b) Muaviye b. Ebî Süfyan c) Velid b. Abdülmelik d) Mervan b. Muhammed e) Abdülmelik b. Mervan 7. Aşağıdakilerden hangisi Emevîler dönemi nahiv bilginlerindendir? a) Ebü’l-Esved ed-Düeli b) İbn Manzûr c) Haccac b. Yusuf d) Halid b. Abdullah el-Kasrî e) Zeyd b. Sâbit 8. Emevîler Dönemi’nde çeşitli millet ve kültürlere ait eserlerin tercüme edilmesi kim tarafından başlatılmıştır? a) Yezid b. Ebî Süfyan b) Halid b. Yezid c) Muaviye b. Ebî Süfyan d) Ömer b. Abdülaziz e) Zeyd b. Sâbit 9. Dil eğitimi bakımından Emevî halifeleri çocuklarını çöle göndermişlerdir. Çöle gönderilmediği için Arapçayı iyi kullanamayan, bu açığını kapatmak üzere kendisine özel hocalar tutarak eğitim alan halife kimdir? a) Muaviye b. Ebî Süfyan b) Hişam b. Abdülmelik c) Velid b. Abdülmelik d) Abdülmelik b. Mervan e) Velid b. Yezid Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 18 Emeviler Dönemi İlim ve Kültür Hayatı 10. Aşağıdakilerden hangisi küttâblar için söylenemez? a) Küttâblarda okuma –yazma yanında Kur’ân ve temel dini bilgiler de öğretilmekteydi b) Küttâbların öğrencileri sadece devlet idarecilerinin çocuklarından oluşuyordu c) Küttâblara her Müslüman çocuğu devam edebiliyordu d) Küttâblardan mezun olanlar eğitimlerine mescitlerdeki ders halkalarına katılarak devam ediyorlardı e) Küttâblarda okuyan öğrencilerin sayısı bazen binleri bulabilmekteydi Cevap Anahtarı 1 e, 2 d, 3 c, 4 e, 5 c, 6 e, 7 a, 8 b, 9 e, 10 b Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 19 Emeviler Dönemi İlim ve Kültür Hayatı YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER KAYNAKLAR Aycan, İrfan- Sarıçam, İbrahim. (1993). Emeviler. Ankara. Aycan, İrfan. (2003). “Emeviler Dönemi Kültür Hayatında Dinî İlimlerin Tarihsel Gelişimi”, Emeviler Dönemi Bilim, Kültür ve Sanat Hayatı. Ankara. Baltacı, Cahit. (2005). İslam Medeniyeti Tarihi. İstanbul. Bayrakdar, Mehmet. (1985). İslam’da Bilim ve Teknoloji Tarihi. Ankara Çelebi, Ahmet. (1983). İslam’da Eğitim ve Öğretim Tarihi. (Çev. Ali Yardım). İstanbul. Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi. (1992). Ed. Hakkı Dursun Yıldız, İstanbul. Fayda, Mustafa. (1988). “Hulefâ-yi Râşidîn”, XVIII, DİA Hasan, İ. Hasan. (1991). Siyasi- Dini- Kültürel- Sosyal İslam Tarihi. (Çev. İ. Yiğit- S. Gümüş). İstanbul. Hitti, Philip K.. (1995). Siyasî ve Kültürel İslam Tarihi. (Çev. Salih Tuğ). İstanbul. Kazıcı, Ziya. (2006). İslam Medeniyeti ve Müesseseleri Tarihi. İstanbul. Özkan, Mustafa. (2008). Emeviler Döneminde İktidar-Ulemâ İlişkisi. Ankara. Pedersen, J.. “Mescid”. İslam Ansiklopedisi. İstanbul: MEB Yay., VIII.cilt. Sarıçam, İbrahim- Erşahin, Seyfettin. (2006). İslam Medeniyeti Tarihi. Ankara. Söylemez, M. Mahfuz. (2003). “Eğitim ve Öğretim Faaliyetleri”, Emeviler Dönemi Bilim, Kültür ve Sanat Hayatı. Ankara. Uslu, Recep. (1993). “Cündişâpur”. VIII, DİA. Yiğit, İsmail. (1995). “Emeviler”. XI, DİA. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 20 HEDEFLER İÇİNDEKİLER EMEVİLER DÖNEMİNDE KURUMLAR • Emevi Halifeleri • Kurumlar • Siyasi Teşkilat • İdari Teşkilat • Mali Teşkilat • Askeri Teşkilat • Adliye Teşkilatı • Bu üniteyi çalıştıktan sonra; • Emevi hilafeti ve halifeleri hakkında bilgi sahibi olacak, • Emevi hilafetinin yapı ve özelliklerini bilecek, • Emeviler dönemindeki siyasi, idari, mali, askerî ve adliye kurumlarını anlayacak ve • Bu dönemindeki yapı ve kurumların ilişkilerini kavrayabileceksiniz. İSLAM KURUMLARI VE MEDENİYETİ TARİHİ ÜNİTE 8 Emeviler Döneminde Kurumlar GİRİŞ Babasının yerine hilafete geçen Hz. Hasan, Muaviye b. Ebî Süfyan lehine hilafetten vazgeçince, Hz. Ali taraftarları ve Kufeliler Muaviye’ye biat ettiler; böylece Muaviye’nin hilafeti istikrar bulmuş oldu. Emevi Devleti’nde on dört halife yaklaşık 90 yıl hüküm sürmüşlerdir. Muaviye b. Ebî Süfyan’ın hilafeti ile 41/661 yılında başlayan ve son halife Mervan b. Muhammed’in 132/750 yılında vefatıyla son bulan Emevi iktidarında devlet adını, bu devleti kuran Muaviye’nin mensup olduğu Ümeyye soyundan almaktadır. Hatta Muaviye b. Yezid’in ölümünden sonra saltanat 64/683 yılında, bu ailenin başka bir kolunun reisi Mervan b. Hakem b. As’ın eline geçtiği hâlde devletin adı değişmedi. Genelde Emeviler denince ilk akla gelen, devlet merkezi Şam olan Doğu Emevi Devleti veya Suriye (Şam) Emevi Devleti’nde on dört halife yaklaşık 90 yıl hüküm sürmüşlerdir. Bu devletin inkırazından sonra, Abbasilerden kurtulup, Endülüs’e geçen ve orada hâkimiyet kurup aile adını devam ettiren Endülüs Emevi Devleti ise, 138/755 yılından 422/1031 yılına kadar yaklaşık 280 yıl İspanya’ya hâkim olmuştur. Burada öncelikle Emevi halifelerinin isimlerine, hilafet müddetlerine ve dönemlerindeki önemli olaylara kısaca değinip daha sonra devlet yapısı ve kurumları hakkında bilgi vereceğiz. EMEVİ DEVLETİ Muaviye b. Ebî Süfyan Hz. Ali ile olan mücadelesine önceki ünitelerde temas edilen Muaviye, ‘Duhât-ı Arap’tandır (Arap dâhilerinden. Genel kabule göre diğerleri de Muğire b. Şûbe, Amr b. Âs ve Ziyâd b. Ebîh’dir). 41/661 yılı Cemaziyelulâ veya Rebiülevvel ayında Kufeliler’in biatı ile hilafeti istikrar buldu. Resmî hilafet unvanına rağmen Muaviye fiilen bir melik gibi yaşadı. 60/679 yılının Recep ayında Dımaşk’ta 80 yaşında vefat etti. Muaviye’ye biat edilen 41/661 yılına “Birlik Yılı=‘Âmu’l-Cemâ’a” denir. Onun hilafeti zamanında Afrika’da birçok yerler fethedildi. Konstantiniyye’ye seferler düzenlendi. Asya’da Hindistan’dan bazı yerler ve Kabil fethedildi. Horasan’a yapılan seferlerde Türklerle karşılaşan hilafet ordusu mağlup oldu. Horasan ve Semerkand’a seferler yapıldı. Afrika’da Kartaca’ya kadar seferler tertip edildi ve Kartaca alındı. Muaviye zamanında devletin hâkimiyeti doğuda Buhara’dan, batıda Kayravan’a; güneyde Yemen’den, kuzeyde Konstantiniyye’ye kadar uzanıyordu. Hicaz, Yemen, Suriye, Mısır, Mağrib, Irak, Cezire, Azerbaycan, Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 2 Emeviler Döneminde Kurumlar Anadolu’nun bir kısmı, İran, Horasan, Maveraünnehir bu devletin sınırları içinde idiler. Muaviye, 56/675 yılında oğlu Yezid’i veliahd tayin etti ve onun için devlet erkânından zorla biat taahhüdü aldı ve 60/679 yılında vefat etti. Muaviye ilk defa haremde tavaşi (haremağası) hizmetini kurdu. Kendisini korumak için muhafızlar tayin etti ve camide maksurede muhafızlar himayesinde namaz kılan ilk halife oldu. Yezid b. Muaviye 61/680 yılında hilafete getirildi. 64/683 yılının Rebiülevvelinde vefat etti. Onun İslam tarihindeki yerini Kitabu’l-Fahri müellifi çok veciz olarak tesbit etmiştir: “Üç yıllık hilafetinin birinci yılında Kerbela’da Hüseyn b. Ali’yi katlettirdi; ikinci yılında Medine’yi yağma ettirdi; üçüncü yılında ise Kâbe’yi taşa tuttu.” Muaviye b. Yezid 64/683 yılında halife seçildi. Rivayetlere göre hilafeti 40 gün veya 3 ay sürdü. Sonra kendi isteğiyle hilafetten ayrıldı ve böylece Emevi hilafetinin Süfyanîler kolu sona ermiş oldu. Mervan b. Hakem b. Âs 64/683 yılında halife oldu. Hilafeti 11 ay sürdü ve 65/684 yılında karısı tarafından öldürüldü. Bu halife ile Emevi Devletinde, Mervanîler kolunun hâkimiyeti başlamış oluyordu. Abdülmelik b. Mervan Emevilerin en büyük halifesi, Abdülmelik b. Mervan’dır. 65/684 yılı Ramazan ayında halife oldu. 21 yıllık hilafetten sonra 86/705 yılının Şevvalinde öldü. Emevi iktidarını en yüksek noktasına çıkaran bu halifedir. Meşhur Irak ve Horasan valisi Haccac bu halifenin valisidir. Haricî hareketini bu zalim vali çok şiddetle bastırmıştır. İslam devletine ait ilk para (sikke) bastıran da bu halifedir. Abdülmelik ve ondan sonra halife olan iki oğlu ve Ömer b. Abdülaziz’den sonra da diğer iki oğlu zamanlarında Emevi Devleti şan ve şerefinin en yüksek noktalarına ulaşmıştır. Velid b. Abdülmelik 86/705 yılının Şevval ayında halife oldu, 96/714 yılının Cemaziyelahiresinde vefat etti. Şam halkına göre Velid, Emevi halifelerinin en faziletlisiydi. Dımaşk ve Medine’de camiler ve Mescid-i Aksa’yı yeniden yaptırdı. Fakir halkın dilenmesini Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 3 Emeviler Döneminde Kurumlar yasakladı; her kötürüme bir hizmetçi, her âmâya bir yardımcı tayin ettirdi. Endülüs ve Hind’in bir kısmı fethedildi. Şehirleri imar ettirip ışıklandırdı. Süleyman b. Abdülmelik Kardeşi Velid’in vefat ettiği gün halifeliğe seçildi. 99/717 yılının Safer ayında vefat etti. Zamanı devamlı fetihlerle geçti. Ömer b. Abdülaziz b. Mervan Ömer b. Abdülaziz, “Beşinci Raşit Halife” veya “İkinci Hz. Ömer” diye anılmaktadır. 99/717 yılının Safer ayında, halife oldu. Dindar, adil, muttaki, zahit bir halife idi. Ana; tarafından Ömer b. Hattâb’ın torunu idi. O, ‘Beşinci Râşid Halife’ veya ‘İkinci Ömer’ olarak da anılır. Hakkında pek çok menkıbe vardır. Hz. Ali’yi hutbelerde lanetleme âdetini o kaldırdı ve onun yerine “en-Nahl/16” süresinin 90. ayetini okuma âdetini getirdi. 101/719 yılının Recep ayında vefat etti. Yezid b. Abdülmelik 101/719 yılının Recep ayında halife oldu. 105/723 yılının Şaban ayında vefat etti. Emevi halifelerinin en beceriksizi idi. Onun hilafetinde önemli hiçbir şey olmadı. Hişam b. Abdülmelik 105/723 yılı Ramazan ayında halife seçildi. 125/742 yılı Rebiülahirinde vefat etti. Akıllı, yumuşak tabiatlı idi. Zeyd b. Ali b. Hüseyin b. Ali onun zamanında katledildi. Emevi Devleti aleyhtarı, Abbasi propagandacıları, bu halife zamanında teşkilatlanmaya başladılar, Müslüman orduları Maveraünnehir’de Türkler üzerine seferler yaptılar. Velid b. Yezid b. Abdülmelik 125/742 yılı Cemaziyelevvel ayında halife oldu. Rivayetlere göre, Hişam’ın ölüm haberi kendisine bildirildiğinde Kur’an okumaktaydı; Kur’an’ı elinden bıraktı ve dedesi Abdülmelik’e de atfedilen şu meşhur sözü söyledi: “Bu an, seninle benim ayrılığımızın anıdır.” Facir, fasık, sarhoş biri olarak tavsif edilir. Sarhoş olduğu hâlde Cuma hutbesi okuduğu söylenir. 126/743 yılının Cemaziyelahiresinde katledildi. Yezid b. Velid b. Abdülmelik 126/743 yılı Recep ayında halife oldu. Emevi Devleti’nin sarsıldığı zamanlara rastlayan hilafeti yetmiş gün veya beş altı ay kadar sürmüştür. “en-Nakıs” diye tavsif edilirdi. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 4 Emeviler Döneminde Kurumlar İbrahim b. Velid b. Abdülmelik 126/743 yılı Zilhiccesinde hilafete getirildi. 127/744 yılında ayrılarak hilafeti Mervan b. Muhammed’e bıraktı. Mervan b. Muhammed b. Mervan Son Emevi halifesidir. Zeki ve cesur bir insandı. Abbasi taraftarlarıyla olan mücadelesinde, Mısır’a sığındı ve Busayr’da 132/750 yılında öldürüldü. KURUMLAR Emevi hilafetinde devlet kurumlarını; 1. Siyasi Teşkilat, 2. İdari Teşkilat, 3. Malî Teşkilat, 4. Askeri Teşkilat, 5. Adliye Teşkilatı şeklinde kısımlandırarak ele almayı uygun görmekteyiz. SİYASİ TEŞKİLAT Hilafet Emevilerde hilafet, veraset usulüne dayalı bir istibdat idaresi haline gelmiştir. Hilafet ve hilafetin Emevilere geçişine kısaca temas etmiştik. Görüldüğü gibi, devletin kurucusu, ilk halifesi Muaviye b. Ebî Süfyan’ın bu makama geçişi, Hulefa-i Raşidin’den hiçbirinin seçimine benzememektedir. Muaviye, halifeliği ele geçirirken nasıl silahlı ve siyasi mücadele unsurlarını getirdiyse, oğlu Yezid’i veliahd tayin edip ona zorla biat sözü alırken de, yine çok farklı bir yol takib etmiş ve hilafette veraset usulünü getirmişti. Hatta Abdülmelik ile birlikte, veliahtlar yazılı olarak önceden tayin edilmeye başlanmış, biat merasimi ikinci planda kalmıştır. Devlet idaresi, Hulefa-i Raşidin devrinde gördüğümüz idare şeklinden uzaklaştı; yeni dine dayalı ve şura esası üzerine kurulan hilafet düzeninden ayrılarak, veraset usulüne dayalı bir istibdat idaresi hâline geldi. Bu yüzden Emeviler meşruiyetlerini temin etmek için de, Hz. Ebu Bekir tarafından reddedilen “Halifetullah” unvanını, ilk dönemlerden itibaren kullanmaya başlamışlardır. Muaviye uzun zamandan beri vazife gördüğü Dımaşk şehrini devletine merkez yaptı. Bizans ve İran geleneklerinin, mutantan ve debdebeli saray teşrifatının hâkim olduğu Suriye muhiti Emevi halifelerini ve yeni sakinlerini dünya ve hayat telakkileri bakımından olduğu kadar idari ve siyasi bakımdan da tesis etmişti. Muaviye’nin oğlu Yezid’e halkın ileri gelenlerinden ve devlet erkânından biat alması ve onu veliaht tayin etmesi Bizans ve İran devletlerindeki veraset usulünün taklidiydi. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 5 Emeviler Döneminde Kurumlar Vezaret Kelimenin türemesi ve lügat manasında üç görüş vardır. Birincisi “ağırlık ve yük” manasına gelen “vizr’’ sözünden alınarak, “halifenin/sultanın (devletin) yükünü taşıyan kimse”ye denmiştir. İkincisi “sığınak ve melce” manasına gelen “vezr”den alınmış ve bu mana ile “devlet işlerinde halifenin/sultanın, re’yine ve yardımına müracaat ettiği kimse”ye vezir denmiştir. Üçüncüsü “yardım ve destek” manasına gelen “ezr”den türemiştir. Bu manada, “halifeye/sultana devlet işlerinde destek ve yardımcı olan kimse”ye “vezir” denmiştir. Kur’an’da Taha/20: 29, 31. ve Furkan/25: 35. ayetlerinde “vezir” kelimesi geçmektedir. Bu kavram İslam’dan önceki medeniyetlerde İranlılar, Hintliler, Nabatlılar, Yunanlılar ve İsrailoğulları arasında biliniyordu. İslam kültürü vezir sözüne yabancı değildi ve ilk zamanlardan itibaren bu hizmeti yürüten kimselere vezir denilirdi. İlk defa Hz. Ebu Bekir hakkında bu söz kullanılmış ve kendisine “Vezîrü’n-Nebî” denmiştir. Hz. Ebu Bekir’in hilafetinde Hz. Ömer’in durumu da böyleydi. Devlet işlerinde Hz. Ömer, halifenin yardımcısı idi. Hz. Ömer’in hilafetinde de Hz. Osman ve Hz. Ali onun yardımcıları idiler. Onların bu hizmetleri vezaret vazifesine benzemekle beraber, bu isim onlar hakkında kullanılmış ve henüz böyle bir vazifelendirme yapılmamıştır. Emevi hilafetinde de durum aynıydı; Emevi halifeleri devlet işlerinde birçok kabiliyetli kimseleri kendilerine yardımcı seçerek onlardan istifade ettiler, ama hiçbiri hakkında vezir sözünü kullanmadılar; ancak Muaviye zamanında Amr b. Âs ve Ziyâd b. Ebîh ile Abdülmelik b. Mervan zamanında Ravh b. Zinbag hakkında “vezir” unvanı kullanılmıştır. Unutmamalıdır ki, bu sözün devlet nezdinde bir kuruma veya müesseseye dönüşmesi Abbasiler zamanında olacak ve teşkilatlanma da Abbasiler zamanında gerçekleşecektir. Kitabet Daha sonra Abbasilerde kurulacak olan vezirlik karşılığında olan veya tam olarak görev itibariyle onunla genelde örtüşen kurum, Emevilerde, Katiplik kurumudur. Devlet başkanının (nebi, halife, sultan) en önemli yardımcılarından biri de “kâtib”dir. Bu hizmet daha önce bahsettiğimiz gibi Hz. Muhammed zamanında Kur’an’ın yazılmasına taalluk ediyordu ve bazı sahabe, Hz. Muhammed’e nazil olan Kur’an ayetlerini yazıyorlardı; bunlara “Vahiy Kâtipleri” deniyordu. Kâtipler, aynı zamanda Hz. Peygamber’in İslam’a davet için veya diğer siyasi sebeplerle gayr-i müslim hükümdarlara, valilere ve kendi valilerine gönderdiği mektupları, emirleri ve tebliğleri de yazıyorlardı. Raşid halifeler zamanında da bu gibi hizmetleri yerine getiren kâtipler vardı. Emeviler zamanında, devlet işlerinin çoğaldığını, devlette basit de olsa, kısmi ve köklü bir teşkilatlanmanın başladığını görüyoruz. Kitabet, devletin muhtelif hizmet sahalarında en önemli bir memuriyet olarak resmiyet kazandı ve memurları Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 6 Emeviler Döneminde Kurumlar çoğaldı. Hatta bu kurumun, daha sonra Abbasilerde kurulacak olan vezirlik karşılığında olduğu veya tam olarak görev itibariyle onunla genelde örtüştüğünü söyleyebiliriz. Hicabet Lügat manası “birinin bir yere girmesini menetmek”tir. Hacib, halife/sultan veya vezirin huzuruna çıkacak olanlara rehberlik vazifesini yapan memurdur. Hz. Peygamber ve Raşid halifeler zamanında böyle bir hizmet yoktu. Her isteyen onların yanlarına girer, herkes isteklerini hiçbir mâni olmadan halifeye arz edebilirdi; halk arasında zengin, fakir, amir ve memur gözetilmezdi. Hilafet, Emevi ailesine geçince Ziyâd b. Ebîh’in tavsiyesiyle Muaviye, Haricîlerin Hz. Ali, Amr b. Âs ve kendisi için tertip ettikleri suikastların tekrarından korunmak maksadıyla, en güvenilir kimselerden hususi koruyucular (hacibler) seçti. Daha sonraki halifeler de aynı uygulanmayı devam ettirdiler. Emevi Devleti’nde hacib yüksek dereceli bir memuriyetti; günümüzde bu memuriyetin tam benzeri yoktur. Hacibin görevi, devlet erkânını ve ihtiyaç sahibi kimseleri makamları ve işlerinin ehemmiyeti sırasına göre halifenin huzuruna almaktır. Bu teşrifatta neseb sahipleri, onlar arasında da yaşlıları ve âlimleri önde gelirlerdi. Ayrıca bu dönemde hacib, törenleri düzenlemekle de görevliydi. Halife Abdülmelik’in hususi talimatına göre, namaz için çağıran müezzin, gece gelen postacı, huduttan gelen haberci ve yemek getirenler hiç bekletilmezlerdi. İDARİ TEŞKİLAT Vilayet (Valilik/İmaret) Emevi halifeleri, valilerin Emevi ailesinden veya akraba bir koldan olmasına dikkat ederlerdi. Hz. Peygamber ve Hulefa-i Raşidin zamanlarındaki idare ve devlet teşkilatına ana hatlarıyla temas edilmişti. İslam’ın bu ilk devirlerinde olduğu gibi Emeviler zamanında da idare basitti. Çok geniş İslam ülkesi idare bakımından beş büyük vilayete ayrılmıştı: Hicaz, Yemen ve Arabistan’ın orta kısımları Mısır Irak-ı Arab (eski Babil ve Asurluların ülkeleri olan Mezopotamya) ve Irak-ı Acem (Fars ülkesi) Umman, Bahreyn, Kirman, Sicistan, Kabil, Horasan, Mavaraünnehr, Sind, Pencab’ın bazı bölgeleri büyük bir vilayetti ve Kufe’de oturan Irak valisine bağlıydılar. Horasan ve Maveraünnehr, Irak valisine bağlı bir âmil (vali naibi) tarafından idare olunur ve naib, Merv şehrinde otururdu. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 7 Emeviler Döneminde Kurumlar Bahreyn, Umman ve Basra vilayetleri de yine Irak valisi adına, Basra’da oturan bir âmil tarafından idare edilirdi. Sind ve Pencab vilayetlerinin idaresine de Irak valisi adına bir naib bakardı. Cezire ve Azerbaycan ile Anadolu’nun bir kısmı Kuzey Afrika (Mısır’ın batısı, Endülüs, Sicilya, Sardanya) olup, vali Kayravan’da otururdu. Tanca ve orta Akdenizdeki adalarda da vali naibleri vardı. Endülüs vilayetinin idare merkezi Kurtuba idi. Emevi halifeleri eyaletleri yöneten vali seçiminde çok titiz davranırlar, onun kifayeti yanında öncelikle Emevi ailesinden veya akraba bir koldan olmasına dikkat ederlerdi. Fakat son zamanlarda, bilhassa Yezid b. Abdülmelik zamanında vilayetlerin idaresi bozuldu, valiler başkent Dımaşk’ta oturarak vilayetlerine vekiller gönderiyorlardı. Bunlar sadece beytülmal hesaplarına ve gelirlerinin çoğalmasına önem veriyorlardı. Valilerin görevi, namaz kıldırmak, ordulara komutanlık yapmak, haraç ve zekat toplayıp onları gerekli yerlere dağıtmak, toplumdaki her türlü anlaşmazlıkları çözmekten ibaretti. Valilerin vilayetlerin idaresinde geniş salahiyetleri vardı, bütün yetkiler valilerin elinde idi ve önemli işleri halifeye bildirme dışında vilayeti bağımsız olarak yönetirlerdi. Haccac, Ziyâd b. Ebîh, Musa b. Nusayr, halifeye danışmadan istedikleri tasarrufta bulunurlardı. Ömer b. Abdülaziz hilafete geçince, bu salahiyetleri azalttı, bir kısım valileri ise idaredeki hataları yüzünden azletti. Yeni valilerine, kendisine danışılmadan ölüm cezalarını infaz etmemelerini tembih etti. Önceleri yönetim ve organizasyona ait tüm görevler valinin elindeyken, daha sonraları birçok vilayete, merkezde olduğu gibi âmilü’l-harâc (sahibu beytilmal), kadı, kaid, sahibu’ş-şurta gibi büyük memuriyetler ve diğer divan memurları da atanmaya başlayınca, valilikler genel valiliğe dönüşmüştür. Emevi Devleti’nde siyasi ve idari düzeni kuran, devleti teşkilatlandırıp, idari ve mali ıslahatları yapan ve bu anlamda devletin asıl kurucusu sayılabilecek halife Abdülmelik b. Mervan’dır. Devlet memurlarının hediye kabul etmelerine asla müsamaha etmez, hediye alanı cezalandırır ve işine son verirdi. Divanlar İslam Devleti’nde divan sisteminin ilk defa Hz. Ömer zamanında İranlılardan alınarak kullanıldığını malumdur. “Divan” kelimesi, Sibeveyh’e göre Arapça, Asma’i’ye göre ise Farsça bir kelime olup, “sicim” ve “defter” anlamındadır. Bu defterlerin muhafaza edildiği yere de, “divan” denilmektedir. Hz. Ömer zamanında kurulan “Divanü’l-Cünd” ve “Divanü’l-Cibâye” gibi divanlar, Emeviler zamanında Divanü’l-Harac, Divanü’l-Müstagallat, Divanü’l-Cünd/Ceyş/Cüyüş, Divanü’r-Resâil, Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 8 Emeviler Döneminde Kurumlar Divanü’l-Hatem ve Divanü’t-Tirâz vs. adlarıyla ve eklemelerle yeniden tanzim edildiler. Abdülmelik b. Mervan divanların hepsini Arapçaya çevirtmiştir. Abdülmelik b. Mervan zamanına kadar bu defterler (divanlar) Zımmîler veya Arap olmayan Müslümanlar tarafından Şam’da Rumca, Irak ve İran’da Farsça yazılıyordu. Abdülmelik bu defterlerin hepsini Arapçaya çevirtti. Mısır’da bu çevirtme işini Velid b. Abdülmelik yaptırdı. Bu vesileyle Arapçaya Farsça ve Rumcadan bazı ıstılahlar girmiş oldu. Divanü’l-Harac: Merkezî divan olup, başkent Şam’da bulunurdu. Haraç ve cizye gibi devlet gelirlerini toplayan bir dairedir. Her vilayette aynı ihtiyaçla merkeze bağlı bir divan bulunurdu. Merkezde halifenin yaptığı gibi vilayetlerde de valiler harcama yaparlardı. Vilayetin ihtiyacından artan gelirler ise, tespit edilen miktarda merkeze gönderilirdi. Divanü’l-Müstegallât: Çeşitli gelirlerin toplanması ve tevzi edilmesi işleriyle meşgul olan dairedir. Divanü’l- Cünd/Ceyş/Cüyüş: Bu divan, Hz. Ömer tarafından kurulmuştu. Aynı şekilde Emevilere intikal etti. Devletin en büyük divanlarından biri idi. Bütün Araplara ve askere verilecek maaşlar bu divanda kaydedilirdi. Fakat Hişam b. Abdülmelik bir ıslahat yaparak yalnız savaşan askerlere maaş bağladı, diğerlerini defterlerden çıkardı. Divanü’r-Resâil: Vilayetlere gönderilen emirler ve talimatları hazırlayan ve vilayetlerden gelen mektuplarla halife adına meşgul olan ve onları halifeye arz eden dairedir. Halife bütün yazışmaları okur ve yorumlarını yapardı. Kâtip de gerekli materyali hazırlardı. Divanü’l-Hâtem: Muaviye b. Ebî Süfyan, her mektup veya dokümanın orijinalinin kontrol edilip mühürlenerek gönderilmesinden sonra bir kopyasının çıkartılıp saklandığı divanü'l-hâtem'i kurdu. Bu en büyük divandır. Divandaki memurlar, halifenin emirlerini yazarlar, gerekli yerlere gönderirlerdi. Bu emirler yazılır, dürülür, mumlanır ve divan başkanının (sahibü’d-divan) mührü ile mühürlenirdi. Divanü’t-Tırâz: İran ve Bizans topraklarının fethi ve bu ülke kültürleri ve gelenekleriyle ihtilat sonunda, Müslüman saray adetleri ve teşrifatında da bazı değişiklikler oldu. İran ve Bizans devletlerinden “devlet görevlilerinin durum ve rütbesini tanıtan kıyafet” anlamındaki ‘tıraz’ı aldılar. Bir müddet sonra Abdülmelik b. Mervan, divanlarda olduğu gibi, tırazda da bazı değişiklikler yaparak onların üzerindeki resimler iptal edildi ve onların yerine isimler ve Arapça dua ibareleri yazıldı. Saraylarda elbise imalathaneleri (tırazhane) kuruldu. Tırazhanelerde, Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 9 Emeviler Döneminde Kurumlar terziler, süslemeciler, dokumacılar gibi çeşitli zanaatkârlar çalışıyordu. Bu imalathanenin başında “sahibu’t-tırâz” vardı. Bunlara ilaveten divanü'l-‘atâ (beytülmala intikal eden fey gelirlerini halka ve askerlere dağıtmakla görevli daire), divanu'n-nafakât (hazine masraflarının hesabını tutmakla görevli daire), divanu's-sadakât (zekat ve öşür işlerini yürütmekle görevli daire) ve divanü'l-berîd (posta ve istihbarat işleri ile ilgilenen daire) de, Muaviye'nin kurduğu divanlar arasındadır. Berîd (Posta) Berid teşkilatını sistemli ve eskiye göre daha mükemmel hale getiren ve onunla ilgili bir divan kuran (divanü'l-berîd) Muaviye b. Ebî Süfyan’dır. “Berîd” kelimesinin menşei hakkında farklı görüşler vardır. Bunların ortaya çıkmasının sebebi, İslam fütuhatı sırasında berîd teşkilatının hem İran hem de Bizans devletlerinde bulunmasıdır. Gerçekten de Emeviler zamanında bazı müesseselerde olduğu gibi “berîd” teşkilatında da Sasani tesirinden çok Bizans tesirini aramak daha doğru olacaktır. Emeviler devrinde berîd teşkilatına önem verilmiş olması tabiidir. Teşkilatı sistemli ve eskiye göre daha mükemmel hâle getiren ve onunla ilgili bir divan kuran (divanü'l-berîd) Muaviye b. Ebî Süfyan’dır. Muaviye, postacılara, kendi özel mührü ile mühürlediği mektupları verir ve onları valilere ve komutanlara gönderir, böylelikle de devlet haberleşmesini sağlardı. Devletin her bakımdan en yüksek ve ihtişamlı dönemini yaşadığı Abdülmelik zamanında, memleketin ahvalinden haberdar olmak, ordulardan çabuk ve doğru haberler almak ihtiyacıyla bu teşkilat hızla gelişti. Velid b. Abdülmelik ve Ömer b. Abdülaziz bu teşkilattan çokça istifade etmiş ve onu daha da geliştirmişlerdir. Ömer b. Abdülaziz ana yollarda menzil (konak) binaları yaptırdı. Emevi hazinesinden bu teşkilat için senelik dört milyon dirhem harcanıyordu. Hulefa-i Raşidin döneminde berîd teşkilatının görevi, sadece halifelerin emirlerini vali, komutan ve amillere, onlardan gelen haberleri de halifeye iletmek iken, Muaviye döneminde, bu teşkilat istihbaratla da görevlendirilmiştir. Berîd teşkilatı, Horasan, Maveraünnehr ve Sogd havalisinde de mevcuttu. Teşkilatın başındaki büyük memura “sahibu’l-berîd” adı verilirdi. Şurta (Polis) Hz. Peygamber’den itibaren emniyet hizmetini gören teşkilatın varlığına temas etmiştik. Aslında ‘‘savaşı açan seçme birlik” ve “muhafız”, polis ve jandarma manasında da kullanılan “şurta”, halife veya valilerin emniyetlerini sağlamak, halkın asayişini temin etmek, suçlu ve bozguncuları takip etmek, cezaları infaz etmek gibi görevleri yerine getiren kimselerdir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 10 Emeviler Döneminde Kurumlar Şurta başlangıçta kazaya bağlı bir kuruluştu ve kadıların verdiği hükümleri infaz ediyordu. Vazife ve salahiyetleri bakımından şurta, bazen hisbe bazen da ordu hizmetleri arasında bir vazife idi. Muhtemelen bu sebeple Maverdî ve Ferrâ, eserlerinde bu görevden ne “ases” ne “ahdâs” ve ne de “şurta” adıyla hiç bahsetmemektedirler. Müessesenin Amr b. As tarafından Mısır valiliği zamanında kurulduğu rivayet edildiği gibi, Muaviye’nin hilafeti zamanında kurulduğu da söylenmektedir. Bu türdeki rivayetleri, teşkilatın bu dönemde daha da mükemmelleştiği şeklinde yorumlamanın doğru olduğu kanaatindeyiz. Halife Hişam b. Abdülmelik’in yine bir emniyet görevi ifa eden “ahdâs” teşkilatını kurduğu rivayet edilir ki, bu da teşkilata yapılan ilaveler bağlamında anlaşılmalıdır. MALİYE TEŞKİLATI Bir bölgenin ödemesi gereken haraç miktarını devlet tespit etmektedir. Beytülmal gelirleri: Hz. Peygamber zamanında kurulmuş olan İslam maliye teşkilatı ve beytülmal hakkında, yeterli malumat nakledilmişti. Esasları itibariyle Hulefa-i Raşidin zamanında bu müessesede fazlaca bir değişiklik olmadı. Emeviler zamanında, önce tatbikatta bazı farklılıklar ve seleflerinin usulünden inhiraflar başladı. Miktarı veya alınış ilkesi belli zekât, öşür (Müslümanların topraklarında yetişen zirai ürünlerden alınan zekât), haraç (Müslüman hakimiyeti altında yaşayan gayrimüslim tebaadan alınan toprak vergisi), cizye (Müslüman devletlerin tebaasından olan gayrimüslimlerin din, can ve mal güvenliğine kavuşturulmalarına karşılık ödedikleri baş vergisi), uşur (gayrimüslimlerin ithal ettikleri ticaret mallarından alınan gümrük vergisi), fey ve ganimet gelirlerine mukabil Muaviye b. Ebî Süfyan ile başlayan süreçte, cizye vergisinin arttırılmasını, halefleri daha şiddetle devam ettirdiler. Haccac b. Yusuf’un kardeşi Muhammed b. Yusuf Yemen valisi bulunduğu zaman, kötü hareketlerde bulundu, halka zulmetti, haksız olarak ahalinin topraklarını ellerinden aldı ve halka yersiz vergiler yükledi. Bir bölgenin ödemesi gereken haraç miktarını devlet tespit etmektedir. Fakat onun toplanması, genellikle “mütekabil” denilen kişiler vasıtasıyla yapılırdı. Görevine karşılık olarak, mütekabbil topladığı haracın belirlenen kısmını kendine ayırır, diğerini teslim ederdi. Vergi toplarken olduğu gibi haraç toplarken de halka haksızlık yapılmaması, devletin benimsediği temel bir ilke olmakla beraber, her zaman ve bölgede, bu ilkenin ihlal edildiğini gösteren birçok örnek bulunmaktadır. Ömer b. Abdülaziz halife olunca bu yersiz vergileri kaldırarak halkın mallarından ancak onda bir hissenin alınmasını yazı ile emretti. Fakat Yezid b. Abdülmelik ise bu usulsüz vergileri tekrar almaya başladı. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 11 Emeviler Döneminde Kurumlar Emeviler zamanında bazen bölge valileri bazen de kadıları, bölgelerindeki beytülmalından da sorumlusuydu. Bazı eyaletlerde beytülmal, daha çok caminin içinde hususi yaptırılan bir bölmede muhafaza edilmekteydi. Müslümanlar, Hz. Peygamber döneminden itibaren genelde halifenin kendi özel malı ile devlet malını bir birinden ayırıp karıştırmayan bir anlayış içerisinde olmuşlardır. Aynı şekilde Emevîler döneminde de, halifenin şahsi malları ile beytülmalda toplanan malların kullanımı, genelde birbirinden ayrı olmuştur. Halife Abdülmelik’in önemli teşebbüslerinden biri de, Dımaşk’taki darphanelerde altın ve gümüşten tek tip para bastırmasıdır. Abdülmelik zamanında Horasan’da nüfus sayımı yapılarak vergiler arttırıldı. Aynı şey Irak’ta da yapıldı. Beytülmal adına vazifeli küçük memurlar da benzeri şeyler yapıyorlardı. Abdülmelik’in önemli teşebbüslerinden biri de, yukarıda ifade ettiğimiz gibi zamanına kadar İslam dünyasında kullanılan Bizans parasının yerine Dımaşk’taki darphanelerde altın ve gümüşten tek tip para bastırmasıdır. Esasında daha önceki dönemlerde olduğu gibi Emevilerde de gayrimüslim din adamlarından cizye alınmazdı. Ancak bazen vergi mükelleflerinin vergiden kurtulmak için, kendilerini din adamı gibi göstermeleri ve bunun vergi memurları tarafından tespit edilmesi üzerine, bu istismarın önüne geçmek maksadıyla Emeviler döneminde bazen din adamlarından da vergi alınmıştır. Fakat Emeviler için şöhret bulmuş bir uygulama da, beytülmal gelirlerinin azalacağı endişesiyle ihtida etmiş zimmî topluluklardan da (mesela Türkistan’da Türklerden) cizye almayı sürdürmüşlerdir. Emevi yönetimine karşı sert tepkilerin oluşmasına ve İslamlaşmanın yavaşlamasına neden olan bu uygulamayı Ömer b. Abdülaziz kaldırmış, fakat uygulama ondan sonra tekrar başlatılmıştır. Devletin harcama kalemleri ise şunlardır. Öncelikle zekâtın harcanacağı yerler Kur’an’da belirtilmiştir. Bunun dışındaki gelirler ise, devlet başkanının kamu yararı açısından gerekli gördüğü her yere harcanmaktadır. Bunların başında tüm maaşlar, ordunun giderleri, bayındırlık, imar, sağlık, sulama, eğitim harcamaları ve zaman zaman ihtiyaç sahiplerine yapılan yardımlar vs. de elde edilen gelirlerden yapılmaktaydı. ASKERÎ TEŞKİLAT Devletlerin tarih boyunca ayakta kalabilmeleri ve varlıkları sürdürebilmeleri, her zaman güçlü ordulara sahip olmalarına bağlı olmuştur. Başlangıçtan itibaren Müslümanlar, orduya önem vermiş ve onu geliştirmişler, savaşmayı temel hedef olarak almamışlarsa da, her zaman ve her durumda savaşa hazır bulunmuşlardır. Hz. Peygamber zamanından itibaren şekillenmeye ve prensipleri oluşmaya başlayan ordu, bilhassa Hz. Ömer zamanında güçlü ve kalabalık bir hâle gelmiş ve bu durum yapılan fetihlerde de kendini göstermiştir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 12 Emeviler Döneminde Kurumlar Ordu Emevi ordusunda mevalinin ganimetten aldığı pay, Araplara göre yarı yarıyaydı. Emeviler, Hz. Ömer’in orduda başlattığı teşkilatlanmaya devam ve ikmalle askerî divanı tanzim edip geliştirdiler. Gönüllü asker toplamak zorlaşınca Abdülmelik b. Mervan’ın meşhur Irak valisi Haccac mecburi askerlik nizamını kurdu ve orduya şiddete dayanan disiplin verildi. Bizans’la devam eden harpler için Arap olmayanlardan, Kuzey Afrika ve Endülüs’e karşı yaptıkları harplerde Berberilerden istifade ettiler. Divanü’l-cünd/ceyş/cüyüş’e bağlı olan ordu, nizami ve daimi statüdeki muvazzaf askerlerden oluşan “murtezika” (maaşlı) ve devletten maaş almayıp sadece ganimetten pay alan “mütetavvia” (ihtiyat-gönüllü) diye iki kısma ayrıldı. Her iki kısım askerin ekserisi, Kahtaniler ve Adnanilerden yani Araplardan oluşmakta iken, diğer kısmı ise mevalidendi. Hz. Ömer zamanında askere yapılan tahsisat Emeviler zamanına kadar değişmedi. Emevi halifesi Muaviye b. Ebî Süfyan asker maaşlarını iki misli artırdı ve her askere yıllık bin dirhem maaş vermeğe başladı. Mevalinin ganimetten aldığı pay, Araplara göre yarı yarıyaydı. Hz. Ali’yle olan hilafet mücadelesinde Muaviye tarafında bulunan Yemenlilerin halife nezdinde hususi bir yerleri vardı. Muaviye iki bin kadar Yemenli askeri diğerlerine katmamış ve onlardan özel bir birlik kurarak, bunlara diğer asker maaşının iki mislini vermişti. Yemenli askerleri deniz muharebeleri için yetiştiriyorken, kara muharebesi için de meşhur Kays kabilesinden istifade ediyordu. Daha sonra her iki kısmı birleştirmiş ve harplere bu yeni birlikleri göndermeye başlamıştır. Yezid, Mervan ve Abdülmelik zamanlarında ordunun maaşları aynı şekilde devam etti. Çok önemli durumlarda, askere daha çok maaş ve hediyeler verildiği de olurdu. Velid, hilafet makamına geçince askerin maaşına zam yaptırdı, ancak Emevilerin son zamanlarında ise asker maaşlara azaltılmıştır. Emevi hilafetinin ilk zamanlarında Basra’da 80.000 ve Kufe’de 60.000 olmak üzere askerin mevcudu 140.000 kadardı. Yine Mısır’da 40.000, Şam’da 40.000 kadar olup, İran ve diğer bölgelerdeki asker mevcudu da bunlardan aşağı değildi. Askerin tertibatında ve rütbelerinde, daha önceki dönemlerin şekli hemen hemen muhafaza edilmiştir. Askere geçit resmi yaptırılırdı; Haccac askere geçit resmini yaptırırken askerden birer birer isimlerini, mensup oldukları kabileyi ve silahlarını sorardı. Emevi ordusunun sancakları kırmızı idi. Silahları, yay, ok, kılıç, kargı, kalkan, zırh, mancınık, debbâbe (çarpa) ve Kebş (Koçbaşı) gibi daha önceki dönem İslam ordularında kullanılan silahlardı. Haccac’ın “Ârûs” (Gelin) adında bir mancınığı vardı ki, bunu beş yüz kişi idare ederdi. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 13 Emeviler Döneminde Kurumlar Emevi ordusu, kılıç, kalkan ve mızrak taşıyan piyadeler (müşât veya reccâle), kılıç, kalkan, mızrak, savaş baltası, yay ve ok kullanan süvariler (fürsân), okçular (rumât), neft ateşi atmakla görevli askerler (neffâtûn), mühendis ve istihkâmcılardan meydana geliyordu. Emeviler, Bizanslılardan “keradis” (taburlar) usulünü alarak, askeri, taburlar şeklinde tanzim ettiler. Ordunun düşman üzerine giderken takip edeceği tertip ve düzen, önceki dönemle aynı tarzdadır. Taburlar hâlindeki asker tertibi 128/745 yılında Mervan b. Muhammed zamanında başladı. Bu tertibe göre ortada başkomutanın bulunduğu birlik yer alır ve buna “kalb” (ordunun merkezi) adı verilirdi. Bunun önünde ekserisi süvari olan “mukaddime” (pişdâr/öncü) bulunurdu. Merkezin sağında “meymene” (sağ kanat) ve solunda ‘‘meysere” (sol kanat) yer alırdı. Merkezin arkasında “sâketü’l-ceyş” (ardcı) bulunurdu. Bu tertip sebebiyle orduya “Hamîs” adı verilirdi. Buna göre ordunun teşekkülünü şema ile şöyle gösterebiliriz: Mukaddime (Pişdâr/Öncü) Meysere (Sol kanat) Kalb (Merkez) Meymene (Sağ kanat) Sâketü’l-Ceyş (Ardçı) Donanmaya gelince, onun Hz. Osman zamanında Şam valisi Muaviye tarafından kurulduğu bilinmektedir. Donanmanın kurulmasında bölgedeki Rumlardan istifade edilmiştir. İlk tersane Abdülmelik b. Mervan zamanında Tunus’ta kuruldu. Afrika valisi Hassan b. Numan tersaneyi kurarak harp gemilerini yaptırdı ve bunları asker ve mühimmat ile donattı. Bizanslıların İslam ülkelerine karşı yaptıkları saldırılara karşı koymak ve mukabil hareket etmek için, gemi yapımına hız verildi. Şam bölgesindeki filonun gemi sayısı 1700’e ulaşmıştı. Bizanslıların Mısır’a tecavüzünü önlemek için Ravza adasında “Daru’s-Sınâ’a” inşa edildi. ADLİYE TEŞKİLATI Emevi halifeleri merkezde veya eyaletlerde kendi adlarına görev yapacak kadıları bizzat tayin ettikleri de olurdu. Emevi Devletinde adliye teşkilatında müspet bir gelişme olmamıştır; hatta adliyenin, hükümet baskısı altında olduğu bile söylenebilir. Valiler hâkimleri azletme salahiyetine sahip oldukları için, hâkimler, valilerin aleti olabiliyorlardı. Hem bu yüzden ve hem de merkeziyetçiliği sürdürmek için daha sonra halifeler merkezde veya eyaletlerde kendi adlarına görev yapacak kadıları bizzat tayin ettikleri de olurdu. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 14 Emeviler Döneminde Kurumlar Hâkimlerin (kadıların) eskiden olduğu gibi normal hâllerde ve dinî hususlarda, kitap ve sünnette bulunmayan meselelerde içtihat etme salahiyeti devam etmesine rağmen, çoğu kez bağımsız olarak kazai faaliyetten mahrum bulunuyorlardı. Kufe kadısı Şureyh siyasi baskılar yüzünden bu görevinden istifa etmiştir. Müşahede ettiği bu baskılar sebebiyle de İmam-ı Azam Ebu Hanife, kendisine teklif edilen kaza vazifesini kabul etmemiştir. Halife Ömer b. Abdülaziz, adliye teşkilatına yaptığı hizmetlerle de diğer Emevi halifelerinden ayrılmaktadır. O, adliyeyi hükümetin ve valilerin baskısından kurtarmak için büyük gayretler göstermiştir. Ömer b. Abdülaziz bazı davalara bizzat kendisi de bakıyordu. Hâkimlere, ölüm ve el kesme gibi kısas cezalarının kendisine haber verilmeden infaz edilmemesini emretmişti. Emeviler zamanında gayrımüslimler kendi davalarını kendi mahkemelerine götürüyorlardı; isterlerse davalarını İslam mahkemeleri de bakabilirlerdi. Hâkimler, bazı hâllerde, halifeden kaza hususunda açıklamalar istedikleri de olurdu. Mısır kadısı lyad b. Ubeydullah, şuf’a hakkında yol göstermesi için halife Ömer b. Abdülaziz’e mektup yazmıştı. Bazen kadılara, kazai görevleri yanısıra başka görevlerde verilirdi. Bunu daha önceki idareler zamanında da görmüştük. Emeviler zamanında da bazı valiler, kaza ve cami vaizliği vazifelerini de beraber yürütüyorlardı. Adlî Teşkilatta Görevler Ömer b. Abdülaziz bir hâkimde, “âlim olmak, tamahkâr olmamak, husumet ve kavgalardan uzak kalmak, imamlara uymak, ilim ve rey ehli ile istişarede bulunmak” gibi özel vasıflar da aramıştır. İslam adliye teşkilatında esas olan kaza fonksiyonudur. Kaza fonksiyonunu yerine getiren memurları, Emeviler dönemi için “asli memurlar” ve “yardımcı memurlar” diye ikiye ayırmak mümkündür. Asli memurlar hâkimler, yardımcı memurlar ise müftiler, vekiller (dava vekili, avukat), kâtibu’ş-şurut (noter), kâtipler (zabıt kâtibi), mübaşirler, kâsım (feraiz muamelelerini yapan memur), müzekkî ve tercümanlardır. Hâkimlik (Kaza) ve Hâkimler (Kadı) Hz. Peygamber ve Hulefa-i Raşidin, hâkimlerde bazı vasıflar aramışlar dinî ve hukuk bilgileri yanında ahlaki meziyetlerinin bulunmasına dikkat etmişlerdir. Emeviler zamanında da bu hususlara dikkat edilmiştir. Hâkimin, dürüst, muttaki, âlim, müçtehit, vücutça sağlam, Allah’ın emirlerinde titiz olması şartları yanında; Ömer b. Abdülaziz bir hâkimde “âlim olmak, tamahkâr olmamak, husumet ve kavgalardan uzak kalmak, imamlara uymak, ilim ve rey ehli ile istişarede bulunmak” gibi beş hususu, bilhassa arıyordu. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 15 Emeviler Döneminde Kurumlar Emeviler zamanında kadıların tayinleri ve azilleri valilerin elinde idi, nadir hallerde halife de re’sen kadı tayin etmiştir. Hz. Peygamber zamanından beri devam edip gelen bir kişide bir kaç vazifenin bulunması zarureti, Emeviler zamanında da vardı. Bir valinin uhdesinde bir kaç vazife olduğu gibi, bir hâkim, kaza görevi ile beraber camide imamlık ve vazetme, beytülmal nazırlığı gibi ek hizmetleri de yürütüyordu. Kadılardan bazılarına vakıf işlerini yürütme vazifesi veriliyordu. Emeviler zamanında mali işlere bakan, yetim haklarını yürüten hâkimlere çokça rastlamaktayız. Emeviler zamanında hâkimler maaş alıyorlardı. Yukarıda ifade ettiğimiz gibi, Emevi halifesi Muaviye askerin maaşlarını iki kat artırmıştı. Hâkimlerin maaşlarına da aynı şekilde zamlar yapıldı. Hâkimlerin maaşları birbirinden farklı idiler: Ömer b. Abdülaziz zamanında Medine kadısının aylığı iki dinar, Mervan b. Muhammed zamanında ise bu meblağ on dinara yükselmişti. Yardımcı Görevler Müftilik Emeviler döneminde müftiler, fetvalarından dolayı para almazlardı. İslam adliye teşkilatında hâkimin en önemli yardımcıları müftilerdir. Hz. Peygamber bizzat fetva verir, Hulefa-i Râşidin müftilerle istişare ederlerdi. Emeviler hilafetinde müftilik, Ömer b. Abdülaziz zamanında resmî bir teşkilat hâline getirildi. Eyyüb b. Şurahbil’in Mısır valiliği zamanında Cafer b. Rabia, Yezid b. Ebî Hâbib ve diğer yandan Ubeydullah b. Ebî Cafer de mezkûr halife tarafından oraya müfti olarak tayin edildiler. Aynı halife Sa’id b. Müseyyeb’e danışmadan hüküm vermezdi. Kufe kadısı Şureyh, muhakeme esnasında fakihlerden bir kısmını müfti olarak yanında bulundururdu. Müftiler fetvalarından dolayı para almazlardı. Müftilik resmî devlet teşkilatı hâline getirildikten sonra beytülmalden kendilerine maaş bağlandı. Vekâlet (Dava Vekilliği/Avukatlık) İslam mahkemelerinde bugünkü avukatların vazifesini yapan kimseler bulunmuştur. Kanunları ve muhakeme usulünü iyi bilip davayı iyi müdafaa eden ‘vekiller’le vekâlet usulü bizzat Hz. Peygamber tarafından tecviz edildi. Zira Resulullah zamanından beri mahkemelerde vekil tayini hukukî olarak cereyan etmektedir. Mesela Hz. Ali kendi davaları için kardeşi Akil b. Ebî Talib’i ve ondan sonra da kardeşinin oğlu Abdullah b. Cafer’i vekil tayin etmişti. Vekâlet müessesesi Emeviler zamanında da faal olmuştur. Bu zamanda mahkemeye karşı tertip edilen bir takım hilelerden dolayı da, vekilin iki şahitle veya bir vesika ile vekâletini ispat etmesi istenmiş, ispat edemeyenlerin vekâleti Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 16 Emeviler Döneminde Kurumlar reddedilmiştir. Emevi kadılarından Sa’d b. İbrahim’in baktığı davalardan birinde taraflardan biri vekille temsil ediliyordu. Vekil davayı kaybedince kendisinin gerçekten vekil olmadığını iddia etti; kadı ise, “bana, vekil olduğuna dair bir vesika getirdin ve ben seni vekil kabul ettim ve sonra duruşmaya geçtim ve bu hükmü verdim” diyerek itirazı reddetti. Adalet (Noterlik) Adalet (Noterlik) dinî bir görev olup kazaya tabi bir ödevdir. Kaza ve hüküm için gereken bir madde ve bir vasıtadır. Günümüzdeki “noter” sözünün karşılığı olarak İslam hukukunda, “şuhud”, “udul”, “şurûtî”, “kâtibu’ş-şurût”, “kâtibu’l-vesâik”, “el-‘adlu’l-kâtib”; noterlik için ise “el-‘adâle”, “ta’dîl”, “hıtatu’l-vesâik”, “kitâbu’l-vesâik” gibi karşılıklar kullanılmıştır. Hz. Peygamber zamanında hukuki ve ticari akidleri ve muameleleri Zeyd b. Erkâm, A’lâ b. Ukbe, Mugire b. Şu’be ve Hüseyn b. Nümeyr yazmış ve tevsik etmişlerdir. Bazı müsteşrikler tarafından müessesenin H. 2. asrın sonunda Mısır’da ortaya çıktığı iddia edilmekte ise de, Hz. Peygamber zamanında ortaya çıktığını kabul ettiğimiz Adalet (Noterlik) kurumları, daha sonraları hukuki ve ticari akid ve muamelelerin tevsiki ihtiyacıyla adliye teşkilatına bağlı olarak faaliyet göstermiştir. Bu memurları, kadı tayin ederdi ve adalet (noterlik) hizmeti için tayin edilecek kimsenin, halk arasındaki alışveriş işlerini usulü dairesinde ve hukuka uygun olarak yazabilmeleri ve bu hususlarda tecrübe sahibi olmaları, bunun için de ‘fıkh’ın bu şartlar ve bu işlerle ilgili olan kısımlarını bilmeleri şarttır. Zabıt Kâtipliği Bir zabıt kâtibinde de, adalet, fıkıh bilgisi, akıl, buluğ, hürriyet gibi vasıflar bulunmalıdır. Hz. Peygamber ve Hulefa-i Raşidin zamanlarında bu vazife yoktu. Ancak Hz. Ali zamanında, bizzat halifenin baktığı bir davanın kaydedildiği ve tarafların ifadelerinin bir kâtip tarafından zapt edildiği bilinmektedir. Ebu Musa el-Eş’arî Basra valiliği ve kadılığını beraber yürüttüğü zaman zabıt kâtipleri istihdam ediyordu. Mısır’da Muaviye’nin kadısı Süleym b. Avz’ın zabıt kâtipleri vardı. Zabıt kâtipleri hâkimlerin yardımcıları oldukları için, hâkimde bulunması gereken vasıfların bir kısmı onlarda da aranmaktadır. Yani zabıt kâtibinde de, adalet, fıkıh bilgisi, akıl, buluğ, hürriyet gibi vasıflar bulunmalıdır. İslam adliye teşkilatında yer alan mübaşir (eş-şurtî, sâhibü’l-meclis, el-ârif, el-cilvâz), kâsım (ferâiz meselelerini çözen ve mirası taksim eden memur), müzekkî (sâhibü’l-mesâil) ve tercüman gibi vazifeliler de, Emeviler devrinde her zaman olmamakla beraber bazı hâllerde ve bazı yerlerde istihdam edilmişlerdir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 17 Emeviler Döneminde Kurumlar Emeviler zamanına ait kaza ile İlgili diğer bazı hususlara kısaca temas etmek istiyoruz: Ömer b. Abdülaziz kendisinin haberi olmadan ölüm ve kısas cezalarının infazını yasaklamakla bir nevi temyiz mahkemesi fonksiyonunu yerine getiriyordu. Halife Muaviye b. Ebî Süfyan hususi bir dairede bir taht üzerinde davalara bakıyordu. Kadılar ise, davalara evlerinde ve camilerde bakıyorlardı, fakat Ömer b. Abdülaziz bu tatbikata müsaade etmedi. Buna göre, mezkûr halife zamanında kaza için hususi yerler ve binalar tahsis edilmiş olmalıdır. Mahkemelerin çalışma saatleri hâkimler tarafından tayin edilmekteydi. Her şehre müstakil kadılar tayin edilmekteydi. Basra’da kadı’l-mescid adıyla, 200 dirhem ile 20 dinar kıymetini geçmeyen davalara ve nafaka davalarına bakan kadılar da bulunmaktaydı. Hisbe Hz. Peygamber zamanında hisbe ve muhtesib adıyla değilse de, hisbe vazifesinin başladığı ve Hulefa-i Raşidin devrinde bilhassa Hz. Ömer zamanında bu hizmetin biraz daha tekâmül ettiğini biliyoruz. Bu müessese üzerinde yapılan araştırmalardan anladığımıza göre Emeviler dönemindeki hisbe teşkilatı üzerine söylenecek fazla bir şey yoktur. Öyle anlaşılıyor ki, Emeviler devrinde, ya “sâhibü'ssûk” veya “âmilü's-sûk” adıyla zaten var olan bu teşkilat herhangi bir değişime uğramadan ve fazla işlevsel olmadan faaliyetlerine devam etmektedir veya “hisbe’’ adıyla bir teşkilat yoktur ve bu hizmeti başka teşkilatlar yerine getirmektedir. Mesela kaza teşkilatının diğer bir ünitesi veya şurta teşkilatı hisbeye taalluk eden hizmetleri ifa etmiş olabilirler. Mezalim Hâkimlerin yürüttükleri davaların dışında halife, vezir ve emir gibi idari salahiyetliler tarafından görülen davalar vardı. Bu suretli teşekkül eden mahkemelere “mezalim mahkemeleri” ve bu kaza usulüne, de “mezalim kazası” denir. İslam’ın başlangıcından itibaren görülen mezalim teşkilatı Emeviler zamanında tam teşkilatlanmıştır. Merkezde olduğu gibi eyaletlerde de görülen mezalim mahkemelerinde herhangi bir sınırlama olmaksızın adli ve idari davalara bakılabilirdi. İdari, dinî ve mali görevleri de bulunan mezalim mahkemeleri, idari, hukuki ve cezai davaların hepsine bakabilir. Bu bakımdan kaza salâhiyeti, diğer hâkimlerin görev sahaları ve yetkilerinden geniştir. Fertlerin birbirleri aleyhine açtıkları davalara, fertlerin devlet ve devlet memur ve kurumlarına karşı açtıkları davalara, mezalim mahkemelerinde Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 18 Emeviler Döneminde Kurumlar bakılırdı. Mezalim mahkemeleri, hâkimlerin bakmaktan aciz kaldıkları davalara da salahiyetli idiler. Mezalim mahkemelerine bakacak hâkimlerin, dindar, iffetli, heybetli ve kuvvetli irade sahibi olmaları lazımdır. Mezalim hâkimi dilediği şekilde tahkikat yapar, tarafların ifadesini alırken onları tehdit ve tedip edebilirdi. Emeviler zamanında çokça müşahede edilen valilerin haksızlıkları, vergi memurlarının fazla vergi almaları, diğer devlet memurlarının yolsuzlukları gibi dava mevzuu olan hususlar, mezalim mahkemelerinde görülürdü. Mahkemeler aleni olurdu. Zımmiler de mezalim mahkemelerine müracaat edebilirlerdi. Emevi halifesi Abdülmelik b. Mervan, mezalim davalarına bakmak için ilk defa belli bir gün tayin etmiş ve halledemediği meseleleri kadısı İbn İdris el-Ezdî'ye havale etmiştir. Ömer b. Abdülaziz’in ise bu mahkemelere çok daha fazla önem verdiğini görmekteyiz. Çünkü kendisinden önceki dönemde Emevi hanedanı mensuplarının ve valilerinin beytülmal ve halk aleyhine işledikleri suçları, haksız olarak elde ettikleri gelirleri, gasp ettikleri arazileri, etraflarındakilere sağladıkları menfaatleri yakinen görmüştü. Böylece o, bizzat başında bulunduğu mezalim oturumlarında onları yargılamış ve haksızlıkla edinilen bu mal ve servetleri sahiplerine iade etmiştir. Bu mahkemelere bakacak hâkimlerin dindar, iffetli, heybetli ve kuvvetli irade sahibi olmaları lazımdır. Hz. Peygamber zamanında ordu mensupları arasındaki ihtilaflar ya bizzat kendileri veya tayin ettikleri komutanlar tarafından çözülürdü. Hz. Ömer zamanında ise, askerî birliklere doğrudan birer hâkim (kadı’l-cünd) tayin edilmeye başlandı. Bu teşkilat Emeviler zamanında da devam etmiştir. Irak valisi Haccac’ın komutanlarından Eş’as, askerî birliklerine Hasan b. Ebî Hasan’ı askerî kadı tayin etmişti. Bununla birlikte Emevi ordusunda kadı’l-cünd vazifesini çoğu zaman ordu komutanlarının deruhte ettikleri de anlaşılmaktadır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 19 Emeviler Döneminde Kurumlar Özet âî •Klasik İslam tarihi taksimatında Raşit Halifeler döneminin (11-41/632-662) ardından gelen Emeviler dönemi (41-132/632-750), Muaviye b. Ebî Süfyan’ın Hz. Hasan'la yaptığı anlaşmadan sonraki hilafeti ile 41/661 yılında başlayıp son Halife Mervan b. Muhammed’in 132/750 yılında vefatıyla son bulmaktadır. Emevi iktidarında ailenin adı, bu devleti kuran Muaviye’nin mensup olduğu Ümeyye soyundan gelmektedir. Üçüncü halife Muaviye b. Yezid’in ölümünden sonra saltanat 64/683 yılında, bu ailenin başka bir kolunun reisi Mervan b. Hakem b. As’ın eline geçtiği hâlde devletin adı değişmemiştir. Merkezi Şam olan Emevi Devleti veya Suriye (Şam) Emevi Devleti’nde on dört halife yaklaşık 90 yıl hüküm sürmüşlerdir. •Genelde Hz. Peygamber ve Raşit Halifeler zamanındaki devlet yapı ve teşkilatlanmasını devam ve ikmal ettiren Emeviler, devraldıkları teşkilatı geliştirmişler ve tüm İslam dünyasına yaymaya devam etmişlerdir. •Burada Emevi hilafetindeki devlet kurumlarını, 1. Siyasi Teşkilat, 2. İdari Teşkilat, 3. Mali Teşkilat, 4. Askeri Teşkilat ve 5. Adliye Teşkilatı şeklinde kısımlandırarak ele almayı uygun gördük. •Siyas teşkilatı, hilafet, vezaret, kitabet, hicabet olarak; •İdarî teşkilatı, vilayet (valilik/imaret), divanlar, berid (posta) ve şurta (polis) olarak; •Maliye teşkilatını, devletin gelirleri ve harcamaları olarak; •Askeri teşkilatını ordu açısından ve son olarak •Adliye teşkilatını ise hâkimler ve diğer memurlar ile, hisbe ve mezalim teşkilatı açısından ele aldık. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 20 Emeviler Döneminde Kurumlar DEĞERLENDİRME SORULARI 1. Aşağıdakilerden hangisi Emevi iktidarını doğru tanımlamaktadır? Değerlendirme sorularını sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “bölüm sonu testi” bölümünde etkileşimli olarak cevaplayabilirsiniz. a) Emevi Devleti’nde 21 halife yaklaşık 93 yıl hüküm sürmüştür. b) Emevi Devleti’nde 24 halife yaklaşık 99 yıl hüküm sürmüştür. c) Emevi Devleti’nde14 halife yaklaşık 95 yıl hüküm sürmüştür. d) Emevi Devleti’nde14 halife yaklaşık 90 yıl hüküm sürmüştür. e) Emevi Devleti’nde 14 halife yaklaşık 193 yıl hüküm sürmüştür. 2. Emevi iktidarını en yüksek noktasına çıkaran halife aşağıdakilerden hangisidir? a) Muaviye b. Yezid b) Velid b. Abdülmelik c) Ömer b. Abdülaziz d) Hişam b. Abdülmelik e) Abdülmelik b. Mervan 3. Aşağıdakilerden hangisi zamanında hilafet saltanata dönüşmüştür? a) Muaviye b. Ebî Süfyan b) Velid b. Abdülmelik c) Ömer b. Abdülaziz d) Abdülmelik b. Mervan e) Hişam b. Abdülmelik 4. Aşağıdaki kurumlardan hangisi oluşturulanlardan kurumlardandır? Halife Muaviye zamanında ilk a) Mezalim b) Hisbe c) Hicabet d) Kadı askerlik e) Beytülmal Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 21 Emeviler Döneminde Kurumlar 5. Emevi Devletinin başkenti aşağıdakilerden hangisidir? a) Mısır b) Şam c) Bağdad d) Kufe e) Medine Cevap Anahtarı 1.D, 2.E, 3.A, 4.C, 5.B Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 22 Emeviler Döneminde Kurumlar YARARLANILAN KAYNAKLAR Apak, Adem, (2008), İslam Tarihi III (Emeviler Dönemi), İstanbul: Ensar Yay. Atar, Fahrettin, (1979), İslam Adliye Teşkilatı, Ortaya Çıkışı ve İşleyişi, Ankara: DİB Yay. Avcı, Casim, (1998), “Hilâfet” mad., DİA, c. XVII, İstanbul. Aykaç, Mehmet, (1997), Abbâsi Devleti'nin İlk Dönemi İdarî Teşkilâtında Dîvanlar, Ankara: TTK Yay. Barthold, W.-M. Fuad Köprülü, (1963), İslam Medeniyeti Tarihi, (çev. M. F. Köprülü, Ankara: DİB Yay. Belâzurî, (1987) Fütûhu’l- Büldân, (Çev. Mustafa Fayda), Ankara: Kültür Bak. Yay. Çubukçu, Asri, (1989), İslam Devletlerinde Devlet Teşkilatı ve İlmî Faaliyetler, Erzurum: (Ders Notları) Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi, (1986), Ed.: H. D. Yıldız, İstanbul: Çağ Yay. Dûrî, Abdülaziz, (1994), “Dîvan” mad., DİA, c. IX, İstanbul Ebu’l-Fida, (tsz.), el-Muhtasar fî Ahbari’l-Beşer, Beyrut Fârûkî, İ. Raci-Fârûkî, L. Lamia, (1997), İslam Kültür Atlası, (Çev. M.Okan KibaroğluZ. Kibaroğlu, İstanbul Harekât, İbrahim, (1992), “Berîd” mad., DİA, c. V, İstanbul Hasan İ. Hasan, (1986), Siyasi-Dinî-Kültürel İslam Tarihi VI, (Çev. İ. Yiğit vdd.), İstanbul: Kayıhan Yay. Hasan İbrahim Hasan-Ali İbrahim Hasan, (1962), en-Nuzumu’l-İslamiyye, Kahire Hatipoğlu, Mehmet Sait, (2005), Hilafetin Kureyşliliği, Ankara: Otto Yay. Hızlı, Mefail (Ed.), (2010), İslam Kurumları ve Medeniyeti, Eskişehir: Anadolu Üniv. Yay. Hitti, Philip K., (1989), Siyasi ve Kültürel İslam Tarihi I-II, (Çev. Salih Tuğ), İstanbul: Boğaziçi Yay. İbn Haldun, (1986), Mukaddime I-III, (Çev. Zakir K. Ugan), İstanbul: MEB Yay. İbn Kesir, (2007), el-Bidâye ve'n-Nihâye, Beyrut İbnü’l-Esir, (1966), el-Kamil fi’t- Tarih I-XII, Beyrut Kalkaşandi, (1964), Meâsiru’l- İnâfe fi Meâlimi’l- Hilafe I-III, Kuveyt Kallek, Cengiz, (1998), “Hisbe” mad., DİA, c. XVIII, İstanbul Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 23 Emeviler Döneminde Kurumlar Kavakçı, Y. Ziya, (1975), Hisbe Teşkilatı, Bir Hukuk ve Tarih Müessesesi Olarak Kuruluş ve Gelişmesi, Ankara. Kayaoğlu, İsmet, (1980), İslam Kurumları Tarihi, Ankara: A.Ü. İlah. Fak. Yay. Kazıcı, Ziya, (2006), İslam Medeniyeti ve Müesseseleri Tarih, İstanbul: Kayıhan Yay. Kettani, Abdu’l-Hayy, (1991), et-Terâtibu’l-İdâriyye-Hz. Peygamberin Yönetiminde Sosyal Hayat ve Kurumlar I-III, (Çev. Ahmet Özel), İstanbul: İz Yay. Palabıyık, M. Hanefi, (1991), İslam Devletlerinde Emniyet Teşkilatı, Erzurum: Yayımlanmamış Yük. Lis. Tezi. Rifaî, Enver, (1973), en-Nuzumu’l-İslamiyye, Dımaşk Sançam, İbrahim-Erşahin, Seyfettin, (2008), İslam Medeniyeti Tarihi, Ankara: DİB Yay. Suyutî, (1952), Tarihu’l-Hulefa, İstanbul: Eser Yay. Taberî, (1987), Târîhu’l- Ümem ve’l-Mulûk I-XII, Beyrût: Dâru’l-Fikr. Terzi, M. Zeki, (2007), “Ordu”, DİA, c. XXXIII, İstanbul. Uzunçarşılı, İ. Hakkı, (1984), Osmanlı Devleti Teşkilatına Medhal, Ankara: TTK Yay. Yâkût el-Hamevî, Ebû Abdillah b. Abdillah, (1965), Kitâbu Mu’cemi’l-Buldân I-VI, Tahran: Mektebetu’l-Esedî, (neşr.: F. Wüstenfeld, Leipzig, 1866). Yazıcı, Nesimi-Çam, Nusret (Ed.), (2007), İslam Tarihi ve Medeniyeti, Ankara: Ankuzem, 3. baskı. Yeniçeri, Celal, (1984), İslam'da Devlet Bütçesi, İstanbul: Şamil Yay. Yeniçeri, Celal, (2004), “Mezâlim” mad., DİA, c. XXIX, İstanbul. Yıldız, H. Dursun (1988), “Abbasîler” mad.. DİA, c. I, İstanbul. Yiğit, İsmail, (1995), “Emeviler” mad., DİA, c. XI, İstanbul. Yurdaydın, H. Gazi, (1971), İslam Tarihi Dersleri, Ankara: A.Ü. İlah. Fak. Yay. Zeydan, Corci, (1971), İslam Medeniyeti Târihi I-V, (Çev. Zeki Meğamiz, Nşr., Mümin Çevik), İstanbul: Toker Yay. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 24 HEDEFLER İÇİNDEKİLER ABBASİLER DÖNEMİ’NDE İLİM VE KÜLTÜR HAYATI • Abbasilerde İlim Hayatı • İlimlerin Tasnifi • İlimler • Abbasilerde Kültür Hayatı • Tercüme Faaliyetleri • Kütüphaneler • Bu üniteyi çalıştıktan sonra; • Abbasiler Dönemi ilim hayatının temel özelliklerini kavrayabilecek, • İlimlerin tasnifini anlayabilecek, • İlimler hakkında genel bir bilgiye sahip olabilecek, • Abbasiler Dönemi kültür hayatının gelişmesinde önemli yeri olan çeviri faaliyetlerini ve kütüphanelerin önemini değerlendirebileceksiniz. İSLAM KURUMLARI VE MEDENİYETİ TARİHİ ÜNİTE 9 Abbasiler Dönemi’nde İlim ve Kültür Hayatı GİRİŞ Abbasiler Dönemi, İslam medeniyetinin şekillendiği ve birçok kurumun ortaya çıktığı bir dönemdir. Bu dönemde itikadi ve amelî mezhepler ortaya çıktığı gibi tasavvuf gibi dinî akımlar da büyük gelişme göstermiştir. Hem dinî, hem de sosyal ilimler Abbasiler Dönemi’nde şekillenmiştir. Abbasiler Dönemi’nde iç ve dış dinamiklerin etkisiyle büyük bir ilmî gelişme oldu. İslam medeniyetinin diğer kültürlerle karşılaşmasının semereleri Abbasiler Dönemi’nde alınmaya başladı. Böylece güçlü ve köklü bir ilmî gelenek oluşturuldu. Zaman zaman istisnalar olsa da genellikle her türlü ilmî çalışmaya, dinî, siyasi ve kültürel farklılığa hoşgörüyle bakıldı. Bu dönemde sadece Müslümanların fethettikleri şehirlerde değil, Müslümanlar tarafından inşa edilen Bağdat gibi şehirlerde gayrimüslimler dinlerini serbestçe yaşadıkları gibi, Müslümanlardaki ilmî gelişmeden etkilenerek kendi dinleriyle ilgili kurumları ve kültürlerini geliştirme imkânı buldular. Canlı tartışma ortamı, ilmî gelişmeyi teşvik etti. Bütün bunlar, ilmi ve âlimi destekleyen devlet adamlarının himayesinde gerçekleştirildi. ABBASİLERDE İLİM HAYATI İlimlerin Tasnifi İlmî gelişme, İslam medeniyetinin insanlığa en önemli katkısıdır. İlimlerin nasıl tasnif edileceği hususu, insanların zihnini meşgul etmiştir. Kimyanın babası kabul edilen Câbir b. Hayyân, ilimleri, tıp, sanat (kimya), havas (özellikler), tılsımlar, yıldızlar, tabiat ve şekiller ilmi olarak tasnif etmektedir. Daha sonra Kindî, Fârâbî, İhvân-ı Safa, İbn Sina ve Gazzalî gibi birçok bilgin ilimlerin tasnifini yapmışlardır. Genellikle İslam medeniyetinde ilimler, naklî (şeri/dinî) ilimler ve akli ilimler (felsefi/hikemî) ilimler olmak üzere ikiye ayrılır. Naklî ilimler, tefsir, hadis, fıkıh, kelam ve tasavvuftan oluşmaktadır. Akli ilimler ise nazari ve amelî ilimler olarak ikiye ayrılır. Nazari ilimler, ilahiyyat (metafizik disiplinler), riyaziyyat (matematik disiplinler), tabiiyyat (fizik ilimler) olarak tasnif edilir. Amelî ilimler ise ahlak, tedbîrü’l-menzil (ev idaresi) ve siyaset olarak ayrılır (Kutluer, 2000: XXII, 113). İlimler Abbasiler Dönemi, birçok önemli ilmî çalışmanın ortaya çıktığı bir dönem olarak dikkat çekmektedir. Bu dönemde ilmî tartışmaların artmasıyla birlikte fıkhi ve itikadi alanda ekolleşmeler ortaya çıkmıştır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 2 Abbasiler Dönemi’nde İlim ve Kültür Hayatı Gerek rivayetlerin tedvini, gerek tasnifi ve gerekse bu çerçevede ortaya çıkan ekoller, mezhep ve fırkalar, Resulullah döneminden beri devam eden ilme teşvik anlayışının bu dönemde ürünlerini vermeye başladığını göstermektedir. Bu sebeple Abbasiler Dönemi’ndeki ilmî gelişmeyi Hz. Peygamber döneminden beri devam eden gelişmenin bir sonucu olarak değerlendirmek gerekir. Dinî İlimler İslam medeniyetinde dinî ilimlerin önemli bir yeri vardır. Dinî ilimler, esasen daha iyi bir İslami hayata sahip olmak amacıyla Kur’ân’ı anlama ve Allah Resulü’nün uygulamalarına vâkıf olma çabasıyla ortaya çıkıp gelişmiştir. İlimlerin temelinde Kur’an ve sünnet olduğu için, başta nakil çok önemliydi. Bu sebeple bu ilimlere naklî ilimler denir. Kur’an İlimleri Tefsir Abbasiler Dönemi, Kur’an tefsirinin büyük gelişme gösterdiği bir dönemdir. Hz. Peygamber zamanından beri devam etmekte olan Kur’an’ı tefsir etme ihtiyacı bu dönemde daha sistemli eserlerin ortaya konmasıyla karşılanmıştır. Tefsir ilmi, başlarda hadisin içinde ortaya çıkmış, tabiîn döneminde müstakil bir ilim hâline gelmiştir. Tefsirin ortaya çıkışında ve gelişmesinde mevalîden olan âlimlerin önemli katkısı olmuştur. Mevalînin Kur’an’ın anlamına vâkıf olmak için sistemli çalışmalara duydukları ihtiyaç, onları tefsir alanında çalışmalar yapmaya itmiştir. Daha önce de bazı Kur’an tefsirleri yazılmışsa da Emeviler döneminin sonu ile Abbasiler Dönemi’nin başında yaşamış olan Mukâtil b. Süleyman (150/767) Kur’an’ı ilk defa baştan sona tefsir eden kişi olarak kabul edilir. Mukâtil’den yaklaşık yarım asır sonra vefat eden el-Ferrâ (207/822), dil kuralları açısından önemli olan Meâni’l-Kur’ân adlı bir eser yazmıştır. Dinî ilimlerin temel hedefi Kur’an’ı daha iyi anlayarak iyi bir Müslüman olarak yaşamaktır. Bazı âlimler, Kur’an’ın ilgilerini çeken yönlerini öne çıkaran çalışmalar yaptılar. Örneğin fakihler, ahkâm ayetlerini öne çıkaran tefsir çalışmaları yaparken dilciler Kur’an’ın belagatini öne çıkarıcı çalışmalar yaptılar. Bu dönemde yazılan tefsirler yazılış özellikleri ve muhtevaları dikkate alınarak birkaç başlık altında incelenebilir. Rivayet Tefsirleri Kur’an’ın, sadece Kur’an’la ve Allah Resulü’nün yaptığı açıklamalarla anlaşılabileceği düşüncesinden hareketle ilk dönemlerde ortaya çıkan tefsirlerin önemli bir kısmı rivayet tefsirleridir. Bu tefsirler, Kur’an’ın kişilerin heva ve hevesleriyle tefsir edilmesinden kaçınma kaygısıyla kaleme alınmıştır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 3 Abbasiler Dönemi’nde İlim ve Kültür Hayatı Abbasiler Dönemi’nde bu alanda yazılmış en önemli tefsirlerden biri, daha sonraki dönemlerde kaleme alınan çalışmaları önemli ölçüde etkilemiş olan Taberî’nin (310/923) Câmiu’l-beyân an tefsiri’l-Kur’ân adlı eseridir. Dirayet Tefsirleri Dönemin ihtiyaçlarına cevap verme ve Kur’an’ın tarih üstü bir konuma sahip olduğu düşüncesinden hareketle dirayet tefsirleri de yapılmıştır. Kur’an’ı, aklı temel alarak tefsir etmenin sakıncalı olduğunu savunanlar olmuşsa da Kur’an’ı kişilerin heva ve hevesleri uğruna anlamlandırmak amacıyla tefsir etmemek, Resulullah’tan gelen rivayetlerle ayetlerin nüzul sebeplerini dikkate almak ve Arap dilinin kurallarına aykırı olmamak kaydıyla Kur’an’ın âlimlerin çabasıyla tefsir edilmesi uygun görülmüştür. Zemahşerî’nin (538/1143) el-Keşşâf an hakâiki’t-tenzîl’i ile Fahruddîn Râzî’nin (606/1210) Miftâhu’l-gayb’ı meşhur dirayet tefsirlerindendir. Esbâb-ı Nüzûl Bazı ayetlerin, olaylara bağlı olarak nazil olması, Kur’an’ın anlaşılmasında ayetlerin nüzul sebeplerini bilmeyi önemli hâle getirmiştir. Bununla birlikte Kur’an-ı Kerim ayetlerinin tamamı bir sebebe bağlı olarak nazil olmamıştır. Nüzul sebepleriyle ilgili çalışmalarda farklı sayılardan bahsedilse de yaklaşık 500 ayetin iniş sebebi tespit edilmiştir. Nüzul sebeplerine dair rivayetlerin muteber sayılabilmesi için bunların muttasıl bir senetle Hz. Peygamber’e isnat edilmesi gerekir (Demirci, 1995: XI, 360). İslam bilginleri hicri 2. asırdan itibaren esbâb-ı nüzulla ilgili müstakil eserler yazmışlardır. Vâhidî’nin (468/1076) Esbâbü’n-nüzûl adlı eseri bu alanda yazılan kitaplardandır. Kıraat Kur’an-ı Kerim’in kıraati, erken dönemlerden itibaren çalışma konusu olmuştur. On kıraat imamından Nâfi b. Abdurrahman el-Leysî (169/785), Ebû Amr b. Alâ el-Basrî (154/771), Hamza b. Habîb (156/773), Ali b. Hamza el-Kisâî (189/805), Yaʻkûb el-Hadramî (205/821) ve Halef b. Hişâm el-Bezzâr (229/844) Abbasilerin ilk asrında yaşamışlardır. Emeviler Dönemi sonundan itibaren kıraat ilmi hakkında müstakil eserler telif edilmeye başlanmıştır. Abbasiler Dönemi’nde kıraatla ilgili birçok önemli kitap yazılmıştır. Bunlar arasında Ebû Ubeyd Kâsım b. Sellâm’ın (224/838) Kitâbü’l-Kırâât ve İbn Mücâhid’in (324/936) Kitâbü’s-Sebʻa adlı eserleri zikredilebilir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 4 Abbasiler Dönemi’nde İlim ve Kültür Hayatı Hadis En fazla çalışma yapılan alanlardan biri hadistir. Bundaki hedef, sağlılı bir din anlayışına sahip olmaktır. Hz. Peygamber’in söz, fiil ve takrirlerini bir araya getiren hadis çalışmaları Abbasiler döneminde büyük bir gelişme gösterdi. Allah Resulü, Kur’an’ı tebliğ ettiği gibi onu açıklama görevini de yerine getirmiştir. Ayrıca anlamları genel olan bazı ayetleri açıkladığı gibi, Kur’an’da açık hüküm olarak yer almayan hususlarda açıklamalar yapmıştır. Örneğin namazların kaç rekât olacağı ve ödenecek zekât miktarı Hz. Peygamber’in uygulamalarıyla bilinmektedir. Ashab Dönemi, hadislerin sözlü olarak nakledildiği dönemdir. Allah Resulü İslami tebliğin ilk yıllarında Kur’an’la karıştırılması ihtimalinden dolayı hadislerin yazıya geçirilmesini yasaklayarak sadece şifahi olarak nakledilmesine izin vermiştir. Ancak daha sonra Abdullah b. Amr b. el-Âs gibi bazı genç sahabilerle hafızasının zayıflığından yakınan bazı kimselere hadisleri yazma izni vermiştir. Bu sahabiler, “sahife” dedikleri kitaplarda Allah Resulü’nün sözlerini kaydediyorlardı. Resulullah’ı doğrudan gören kişiler olarak ashabın, hadislerinin tespitinde hayati rolleri vardır. Resulullah’ı görme ve onunla birlikte İslam’a hizmet etme şerefine nail olan ashab, kasten Allah Resulü adına hadis uydurmayacağı düşünüldüğünden cerh ve tadilin (yani tenkidin) dışında tutulmuşlardır. Sahabilerden sonra gelen tabiîn devrinde hadisler derlendi ve senet bilgisine önem verildi. Hadislerin tedvin edilmesinde, Hz. Peygamber’in uygulamasıyla İslam’ı nakletme anlayışının yanı sıra dönemin siyasi, sosyal ve kültürel gelişmelerinin de etkisi olmuştur. Bu dönemde ortaya çıkan dinî-siyasi fırkalar arasındaki mücadelede hadisin bir mücadele aracı olarak kullanılması, senetlerin önemsenmesi gerektiğini ortaya koydu. Hadislerin tedvini amacıyla ilk önemli teşebbüs Emevi halifelerinden Ömer b. Abdülaziz tarafından ortaya kondu. Ömer b. Abdülaziz, valilere haber göndererek hadislerin toplanması emrini verdi. Zührî (124/742), derlediği hadis mecmuasını Ömer b. Abdülaziz’e takdim etti. Hadisler, ashabın yazdığı sahifeler bir yana, I. (VII.) yüzyılın ikinci yarısı ile II. (VIII.) yüzyılın ilk yarısında 400 kadar muhaddis tarafından yazıldı (Kandemir, 1997: XV, 32). Ehlisünnet’in muteber kabul ettiği altı hadis kitabı Abbasiler döneminde telif edilmiştir. Hadisler tedvin edildikten sonra sistemli kitap telifine başlandı. Bazı âlimler, hadisleri konularına göre tasnif ederek “musannef” denen türde eserler telif ederken, bazıları ilk ravileri olan sahabilerin adlarına göre tasnif ederek “müsned” tarzı eserler ortaya koydular. IV. (X.) yüzyıldan itibaren şifahi rivayet, yavaş yavaş yerini daha önceki dönemlerde yazılmış olan eserlerden yapılan derlemelere ya da bu eserlerin muhtasarlarına bıraktı (Kandemir, 1997: XV, 32-33). Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 5 Abbasiler Dönemi’nde İlim ve Kültür Hayatı Abbasiler Döneminde Yazılan Belli Başlı Hadis Kitapları Bu dönemde yazılmış en meşhur hadis kitaplarından biri, Ebû Cafer Mansur’un talebi üzerine İmam Malik (179/795) tarafından, fıkıh konuları düşünülerek düzenlenen Muvatta adlı eserdir. Müsned tarzı eserler arasında en kapsamlılarından bir olan Ahmed b. Hanbel’in (241/855) el-Müsned adlı eseri, İslam dünyasında mutezile-ehlisünnet fikir tartışmalarının yoğun yaşandığı ve ehlisünnet âlimlerine baskının olduğu dönemde derlenmiş önemli bir çalışmadır. İslam dünyasında büyük bir şöhrete sahip olan ve en muteber hadis kitabı olarak kabul edilen İmam Buhârî’nin (256/870) Sahîh’i dönemin ilim merkezlerine yapılan meşakkatli yolculuklar ve yıllarca verilen emek sonucunda derlenen binlerce hadis arasından, müellifin sıhhat şartlarına uyanları bir araya getirmesiyle ortaya çıkmıştır. Buhârî’nin Sahîh’inden sonra muteber sayılan İmam Müslim’in (261/875) Câmiu’s-sahîh’i de bu dönemde telif edilen kitaplardan biridir. Aynı dönemde telif edilen kitaplardan biri, İbn Mâce’nin (273/887) Sünen’i olup altı hadis kitabından biri kabul edilir. Bu dönemde yaşayan önemli hadis bilginlerinden biri Sünen adlı eserin müellifi olan Ebû Davud’tur (275/889). Daha çok ahkâm hadislerine yer verdiği eseri, Kur’an’dan sonra muteber kabul edilen altı hadis kitabından biridir. Aynı dönemlerde yaşayan başka bir bilgin de Camiu’s-sahîh adlı eserin müellifi Tirmizî’dir (279/892). Müellifin hadis ilimleriyle ilgili başka kitapları da vardır. Nesâî’nin (303/915) es-Sünen’i de Abbasiler Dönemi’nde telif edilen önemli hadis kitaplarından biridir. Ehlisünnetin ayrı bir değer verdiği altı hadis kitabından başka hem Sünniler, hem de Şiiler tarafından yazılan yüzlerce hadis kitabı mevcuttur. Ulûmu’l-hadîs Cerh ve Ta’dil Hadislerin sıhhati ve doğru anlaşılması çabası, bu alanın altında yan ilim dallarının doğmasına sebep olmuştur. İlk dört asırda hadis nakleden ravileri tenkite tabi tutmak amacıyla geliştirilen bu ilim dalıyla hadis uydurmacılığının önüne geçilmek istenmiştir. Muhtelifu’l-hadis Bir hadisin hangi olay bağlamında ortaya çıktığı (vürûd) bilinmediği zaman hadisin bağlamından uzak bir anlama hamledilmesi ya da yanlış anlaşılması söz konusudur. Bazen görünürde hadisler arasında çelişki de söz konusu olabilir. Bu hadisleri uzlaştırma çabası, erken dönemlerde ortaya çıkmıştır. Hadislerdeki Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 6 Abbasiler Dönemi’nde İlim ve Kültür Hayatı çelişkili durumları ele alan bilginler, hadisin genel ya da özel anlam taşıyıp taşımadığı ya da mensuh olup olmadığı gibi hususları dikkate alarak meseleyi çözüme kavuşturmaya çalışırlar. Bu alanda yazılmış önemli eserlerden biri, Türkçeye de çevrilen İbn Kuteybe’nin (276/889) Te’vîlu muhtelifu’l-hadis adlı kitabıdır. İlelu’l-hadis Hadislerin senet ya da metinlerindeki kusurlu durumları araştırıp ortaya koyan bu ilim dalında Ahmed b. Hanbel (241/855) ve İbnu’l-Cevzî (597/1201) gibi bazı bilginler kitap telif etmişlerdir. Garibu’l-hadis Hadislerde geçen, ancak Arapçada az kullanılan kelimelerle ilgili müstakil kitaplar yazılmıştır. Bu alanın önemli eserleri arasında Zemahşerî’nin el-Fâik fî garîbi’l-hadîs ve Mecdüddîn İbnu’l-Esîr’in (606/1210) en-Nihâye fî garîbi’l-hadîs adlı kitapları zikredilebilir. Fıkıh Abbasiler döneminde fıkıh, hayatın her alanında dinamik bir şekilde yaşamaktadır. Bu sebeple fıkıhla ilgili zengin bir literatürün ortaya çıkması mümkün olmuştur. Ehlisünnetin dört mezhep imamı da Abbasîler döneminde yaşamıştır. İslam’ın bireysel ve toplumsal hayatla ilgili amelî hükümlerini bilmek anlamında olan fıkıh, bu konuyu inceleyen ilim dalı anlamına da gelir. İslam fıkhı, Abbasiler Dönemi’nde büyük bir gelişme göstermiş, bu dönemde fıkıh ve fıkıh usulüyle ilgili önemli eserler tedvin edilmiştir. İmam Malik’in (179/795) elMuvatta’ı, İmam Muhammed’in (189/805) el-Mebsût ve el-Âsâr adlı eserleri, Ebû Yusuf’un (182/798) Kitâbü’l-Harâc’ı ve Şafiî’nin (204/820) el-Üm adlı eseri Abbasiler Dönemi’nde telif edilmiş olup günümüze ulaşan kitaplardandır. Ebû Yusuf, kitabını Harun Reşid’in talebi üzerine kaleme almıştır. Devletin gelirleri, gelirlerin toplanması ve harcanması meselesini ele alan bu kitap, daha sonra konuyla ilgili yazılan birçok kitaba kaynaklık etmiştir. Ehlisünnet imamlarının dördü, -Hanefilik mezhebinin kurucusu İmam-ı A’zam Ebû Hanife (150/767), Maliki mezhebinin kurucusu İmam Malik (179/795), Şafii mezhebinin kurucusu İmam Şafii (204/820) ve Hanbelilik mezhebinin kurucusu İmam Ahmed b. Hanbel (241/855)- Abbasilerin ilk asrında yaşamıştır. Yine Şia’nın Caferiye mezhebinin nispet edildiği ehlibeytin büyük imamlarından Cafer-i Sadık (148/765) Abbasi Devleti’nin kuruluş yıllarında hayattaydı. Bunların dışında mezhep imamı olup zamanla mezhepleri kaybolmuş birçok müctehit de dönemin âlimleri arasında zikredilir. Fıkhi mezheplerde hüküm çıkarmada iki farklı yaklaşım gelişmiştir. Bunlardan biri fıkhi meseleleri hadislere dayanarak ele alan hadis ekolü, diğeri ise nasları yorumlayarak sonuca gitmeye çalışan rey ekolüdür. Irak bölgesinde daha Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 7 Abbasiler Dönemi’nde İlim ve Kültür Hayatı çok rey ekolü, hadisin günlük hayatta daha çok kullanıldığı ve âlimlerin daha geniş vukufiyetlerinin olduğu Medine’de ise hadis ekolü gelişmiştir. Zamanla iki eğilim de birbirlerinin metodunu kullanarak meseleleri ele almaya çalışmıştır. Mezhep imamlarının iktidar mensuplarıyla zaman zaman ilişkiye girdikleri, hatta görev teklifi aldıkları bilinir. Abbasi halifesi Ebû Cafer Mansûr halkı İmam Malik’in meşhur eseri el-Muvatta ile amel etmeye zorlamak istemiş; ancak İmam Malik, başkalarının kendisinin vâkıf olamadığı hadislere vâkıf olabileceklerinden hareketle bu teklifi kabul etmemiştir. İmam-ı A’zam’a kadi’l-kudâtlık görevi teklif edilmişse de görevi kabul etmemiştir. Öğrencisi Ebû Yusuf (182/798) teklif edilen görevi kabul ederek Abbasilerin ilk kadi’l-kudat’ı olmuştur. Fıkıh usulüyle ilgili görüş ayrılıkları ve bunlarla ilgili tartışmalar, fıkhın tedvininden önce başlamıştır. Ebû Yusuf ve İmam Muhammed’in usul konusunda kitap yazdıkları zikredilmişse de bu kitaplar günümüze ulaşmamıştır. Elimizde mevcut olan ilk usul kitabı İmam Şafiî’nin er-Risâle adlı eseridir (Karaman, 1996: XIII, 8). Abbasilerin son dönemlerinde fıkıhta duraklama süreci başlamıştır. Bunda merkezî otoritenin sarsılması, ortaya çıkan küçük devletler arasındaki ilişkiler ve iktidar mücadelesi, farklı kültürlerle karşılıklı etkileşim, çeşitli fikrî ve itikadi düşüncenin ortaya çıkması, bunlar etrafında cereyan eden tartışmalar ve benzeri gelişmelerin etkisi mevcuttur. Artık büyük müctehidler ve mezhep imamları dönemi sona ermiş; Kur’an ve sünnet’e dayanan ictihat, yerini taklitçiliğe bırakmıştır (Karaman, 1996: XIII, 8). Kelam Hz. Peygamber döneminde ashab asrında itikat konuları etrafında pek tartışma olmuyordu. Ancak Müslümanlar başka kültürlerle tanıştıktan sonra itikadi konular tartışılmaya başlandı. Başlarda kabul gören itikad anlayışına selef itikadı denir. İslam medeniyetinin diğer kültürlerle karşılaşması, yeni itikadi problemler doğurmuştur. Abbasiler Dönemi bu problemlerin çözümü için yoğun ilmî çabanın harcandığı bir dönemdir. Abbasiler Dönemi’nde ilahiyat, nübüvvet ve ahiretle ilgili itikadi konularda birçok tartışma olmuştur. Ehlisünnet mezhepleri dediğimiz İslam dünyasının ana dinî-itikadi akımını temsil eden mezhepler, mutedil bir yol izleyerek Müslümanların sorularını cevaplandırmayı tercih etmişlerdir. Raşid halifeler döneminin sonunda başlayan siyasi gelişmelerle ilişkili olarak gelişen ve felsefe kitaplarının çevrilmesiyle çeşitlenen konular etrafındaki tartışmalar Abbasiler Dönemi’nde yoğunlaştı. Aklı öne çıkaran mutezilenin Me’mun ve Mu’tasım dönemlerinde iktidar tarafından benimsenen bir mezhep olması ve bu Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 8 Abbasiler Dönemi’nde İlim ve Kültür Hayatı mezhebe mensup olmayan âlimlerin baskıya maruz kalması, büyük sıkıntılar meydana getirdi. Ahmed b. Hanbel gibi bazı âlimler büyük baskılara, işkence ve hapis cezalarına maruz kaldı. Mihne Dönemi olarak isimlendirilen bu dönemde yapılan baskılardan birçok âlim zarar gördü. Mutezileye karşı önemli bir fikrî tepki, aslında kırk yaşına kadar mutezili bir bilgin olan Eş‘arîlik mezhebinin kurucusu olan İmam Eş‘arî’den (324/935-936) geldi. Mutezilenin düşüncelerini ve delillerini iyi bildiği için onlara ciddi cevaplar verdi. Aklın mutlak bir değer olduğunu reddeden Eş‘arî, akli ispat metodunu çok kullanır. Diğer önemli itikadi Sünni mezhep, tartışmaların nispeten az olduğu Maveraünnehir bölgesinde ortaya çıkıp gelişti. İmam Mâtüridî (333/944) de Eş‘arî gibi Mutezilenin görüşlerini reddetmiştir. Sünni kelamın kurucusunun Eş‘arî olduğu söylenmekle birlikte, gerçek kurucunun Mâtüridî olduğunu ifade edenler de vardır. Gazzalî kaleme aldığı eserleriyle, Ehl-i Sünnet akidesine aykırı olduğunu düşündüğü dinî-itikadî akımlarla mücadele etmiştir. Abbasiler Dönemi’nde birçok önemli Sünni âlim yetişmiştir. Bunlardan önemli etki bırakanlardan biri Gazzalîdir (505/1111). Abbasi Devleti’nin zayıfladığı bir dönemde yaşayan önemli bir Eş‘arî kelamcısı, Şafii fakihi ve mutasavvıf olan Gazzalî, Selçuklu veziri Nizamülmülk’ün adıyla anılan Nizamiye medresesinde müderrislik yapmıştır. İslam inancının savunulmasında yetersiz gördüğü kelamcıları ve İslam dışı kabul ettiği bazı görüşleri sebebiyle filozofları eleştirmiştir. Tehafütü’lfelâsife (Felsefe’nin Tutarsızlıkları) adını verdiği kitabıyla uzun asırlar devam eden bir tartışma geleneği başlatmıştır. Gazzalî, filozofları bidate ve küfre düşürdüğünü düşündüğü görüşlerini ele alarak onları eleştirmiştir. Küfürlerine sebep olduğunu söylediği görüşleri, öldükten sonra dirilişin bedenle olmayacağına ve sadece ruhların yaşayacağına inanmaları; Allah’ın evrendeki teferruata ait bilgileri bilmediğini, ancak külli kanunları bildiği ve âlemin kadim olduğudur. Gazzalî, bu dönemde İslam dünyasının doğu memleketlerinde yayılma tehlikesi gösteren Bâtıniliğe karşı da mücadele vermiş ve onlara reddiyeler yazmıştır. Tasavvuf İslam dünyasındaki yoğun felsefi, kelami ve fıkhi tartışmalar arasında dinî tecrübelerini manevi alanda derinleştiren başka bir akım da gelişmiştir. Temeli İslam züht anlayışına dayanan tasavvuf, Hind mistisizminden ve Hristiyanlıktan da etkilenen akımlarıyla geniş bir yelpazeyi oluşturur. Sufilerin savundukları görüşlere yönelik Sünni İslam dünyasında en ciddi eleştiri Ahmed b. Hanbel ve onun izleyicilerinden geldi. İslam dünyasında önemli etkileri olan mutasavvıflardan biri Cüneyd-i Bağdadî’dir (297/909) . Dönemin birçok ünlü sufisi onun sohbetlerinde Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 9 Abbasiler Dönemi’nde İlim ve Kültür Hayatı bulunmuştur. Bu sebeple tarikatların tamamına yakını silsilelerinde Cüneyd’e yer verirler (Ateş, 1993: VIII, 119). Abbasiler Dönemi’nde yaşayan bir diğer önemli sufi Hallac-ı Mansur’dur (309/922). Cüneyd’in, bir süre sohbetlerine katılan Hallac-ı Mansur’un sorduğu sorulardan samimi olmadığı kanaatine ulaşarak onu sohbet meclisinden uzaklaştırdığı rivayet edilir. İslam’ın ilk dönemlerinde mevcut olan züht anlayışı, Abbasiler Dönemi’nde kurumsallaşarak tarikatler şeklinde ortaya çıkmıştır. Temel tarikat akımlarının tamamına yakını bu dönemde şekillenmiştir. Hallac, Maveraünnehir, Sicistan ve Kirman bölgelerini gezerek halka vaazlar verdi. Daha sonra bir süre Ahvaz’da kaldı; ardından Bağdat’a gitti. Burada bir yıl kaldıktan sonra Hindistan yolculuğuna çıktı. Birçok yeri dolaşarak vaazlar verdi. Bu vaazların etkisiyle birçok insan Müslüman oldu. Daha sonra Bağdat’a döndü. Savunduğu fikirler sebebiyle büyük tepkiler aldı. Yargılanarak hapse atıldı ve sekiz yıl süren hapis hayatından sonra tekrar yargılandı. Aylarca süren bir yargılamadan sonra idama mahkûm edilerek cezası Bağdat’ta infaz edildi. Abbasiler Dönemi’nin son asrında Kadiriyye tarikatının nispet edildiği Abdülkadir el-Geylanî (561/1165-1166), Rifaiyye tarikatının nispet edildiği Ahmed er-Rifaî (578/1182) ve Yeseviyye tarikatının nispet edildiği Ahmed el-Yesevî (562/1166) gibi önemli etkiler bırakmış mutasavvıflar yetişti. Aynı asırda Endülüs’te dünyaya gelen ve Abbasilerin yıkılış yıllarına doğru Şam’da vefat eden İbnü’l-Arabî (638/1240), vahdet-i vücud anlayışıyla büyük yankılar uyandıran bir mutasavvıftır. Beşerî İlimler Dil ve Belagat Arap diliyle ilgili çalışmalar, mevalî unsurun dinî ilimlerle ilgilenmelerine bağlı olarak artmıştır. Arapçaya diğer dillerden birçok eser çevrilmesine rağmen Araplar kendilerini edebiyat alanında diğer milletlerden daha ileride gördükleri için edebiyat alanında çeviriye pek ihtiyaç duymamışlardır. Bununla birlikte Hindçeden Kelile ve Dimne, Kitâbu Sindbâd gibi eserleri Arapçaya çevrilmiştir. Nahivle İlgili Çalışmalar Abbasiler Dönemi’nde Arap dili grameri ile ilgili çalışmalar Kufe ve Basra’da ortaya çıkan Kufeliler (Kufiyyûn) ve Basralılar (Basriyyûn) ekollerine mensup bilginler tarafından yazılan eserlerle şekillenmiştir. Basra ekolünün en tanınmış bilginleri arasında İsa b. Ömer es-Sakafî (149/766), Halil b. Ahmed (175/791), Sibeveyh (180/796) ve Ahfeş el-Evsat (215/830?) zikredilebilir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 10 Abbasiler Dönemi’nde İlim ve Kültür Hayatı Kufe ekolüne mensup bilginler arasında Ebû Cafer er-Ruasî, el-Kisâî ve elFerrâ (207/822) ilk akla gelenlerdir. Daha önce bazı çalışmalar yapılmışsa da nahiv ilminin doğuşu Basra ekolüne mensup dilcilerin çalışmaları sayesinde gerçekleşmiştir. Nahvin gelişmesi Basralı ve Kufeli bilginlerin ortaya koydukları eserlerle mümkün olmuştur. Günümüze ulaşan en eski nahiv kitabı Sibeveyh’in el-Kitâb’ıdır. Daha sonraki dönemlerde telif edilen eserler arasında Müberred’in (286/900) el-Muktedab, Zemahşerî’nin el-Mufassal ve İbn Mâlik’in (672/1274) Elfiyye’si zikredilebilir. Dille ilgili çalışmalarda mevalînin önemli rolü vardır. Ortaya çıkan Zenc, Zutlar ve Karmatî isyanları sırasında Basra ve Kufe’de ortaya çıkan karışıklıklardan dolayı Basra ve Kufe ekollerine mensup dilcilerin III. (IX.) yüzyılın sonlarına doğru Bağdat’a yönelmesiyle bu şehirlerin ilmî ağırlığı kaybolmuştur. Şiir Araplar, Cahiliye Dönemi’nden beri şiire önem verirler; şairlerin şiirlerini hafızalarda naklederlerdi. Abbasiler Dönemi bazı şairlerin divanlarının ortaya çıktığı bu dönemde özellikle bir şairin şiirlerini ezberleyip nakleden ya da bir kabilenin şairlerinin şiirlerini nakleden raviler ortaya çıktı. Şiir mecmuaları arasında en şöhretlilerinden biri Cahiliye Dönemi büyük şairlerinin şiirlerini ihtiva eden el-Muallakât adlı derlemedir. Cahiliye Dönemi’nin büyük şairleri kabul edilen yedi şairin, herkesin görebilmesi içim Kâbe’ye asılan şiirlerini ihtiva eden bu derleme üzerine özellikle III. (IX.) yüzyıldan itibaren çeşitli şerhler yazılmıştır. Abbasiler Dönemi’nde Ebû Nüvâs (198/813 ?), Ebü’l-Atâhiye (210/825?), Ebû Temmâm (231/846) ve el-Mütenebbi (354/965) gibi önemli şairler yetişmiştir. Bu dönemde şiirde yapı ve içerik bakımından bazı değişiklikler meydana gelmiş, kasideler kısalmış, özellikle gazel, hiciv, zühdiyyat ve hikemiyyat türü şiirlerde kıtalar hâkim olmaya başlamıştır (Durmuş, 2010: XXXIX, 149). Şairlerin şiirlerinin derlendiği antoloji türünün ilk örneklerinden biri Ebû Temmâm’ın Kitâbu’l-Hamâse adlı eseridir. Şiir, Arapların hafızasıdır. Şairler hakkında bilgi veren tabakat ya da rical tarzında birçok eser telif edilmiştir. İbn Sellâm el-Cumahî’nin (231/846?) Tabakâtü fuhûli’ş-şuarâ adlı eseri günümüze ulaşan ilk örneklerdendir. Ebü’l-Ferec el-İsfahânî (356/967) el-Eğânî adlı eserinde Emeviler ve Abbasilerin ilk dönemlerinde yaşayan şarkıcı ve bestekârlar ile bunların şarkı ve bestelerini ele alır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 11 Abbasiler Dönemi’nde İlim ve Kültür Hayatı Nesir Toplumun tecrübe ve birikiminin ifadesi olan emsal (atasözleri), Araplar için önemlidir. Kısa oldukları için ezberlenmesi kolay olan atasözleri Abbasiler Dönemi’nde yazılan bazı eserlerde derlenmiştir. Atasözlerini derlemek amacıyla kaleme alınan eserlerden el-Meydânî’nin (518/1124) Mecmû‘u’l-emsâl adlı eseri zikredilebilir. Nesir alanında zikredilmesi geren önemli bir tür de hikâye ve peygamber kıssalarıdır. Bu hikâyeler özellikle uzun kış gecelerinde sohbet konusu olur, ilgiyle dinlenirdi. Elf leyle ve leyle (Binbir Gece), Kelile ve Dimne önemli hikâye kitaplarıdır. Binbir gece masalları anonim bir eser olup hikâyeleri anlatanların muhayyilesiyle gelişmiştir. Kelile ve Dimne ise İbnü’l-Mukaffa’nın (142/759) çevirisiyle Arapçaya aktarılmış, fabl türünün önemli bir örneğidir. Abbasiler Dönemi’nde ortaya çıkan önemli bir nesir türü de edeb kitaplarıdır. Daha çok genel kültür vermek amacıyla yazılan edeb kitaplarının bu dönemde önemli örnekleri verilmiştir. Bu alanda birçok eser telif eden isimlerden biri Câhız’dır (255/869). Câhız’ın el-Beyân ve’t-tebyîn adlı eseri, bu türün önemli örneklerinden biridir. Edeb tarzında telif edilen eserler arasında İbn Kuteybe’nin (276/889) Uyûnu’l-ahbâr’ı ve Müberred’in (285/898) el-Kâmil’i de zikredilebilir. Tarih İslam dünyasında tarihle ilgil çalışmalar erken dönemde başlamış olmakla birlikte bu alanda telif edilmiş önemli eserlerin çoğu Abbasiler Dönemi’nde kaleme alınmıştır. Siyer ve Megazi Tarih alanındaki ilk çalışmalar, Hz. Peygamber’in hayatını ve mücadelesini anlatmak üzere siyer ve megazi alanında ortaya çıktı. Bu alanda telif edilen ilk eserler Emeviler Dönemi’ne aittir. Günümüze ulaşan tarih alanındaki temel eserlerin hemen hepsi Abbasiler Dönemi’nde kaleme alınmıştır. Siyer ve megazi ile ilgili önemli eserler büyük ölçüde Abbasiler Dönemi’nde kaleme alındı. Hz. Peygamber’in hayatıyla ilgili kaynakların başında zikredilen İbn Hişâm’ın (218/833) es-Sîretü’n-nebeviyye adlı kitabı, İbn İshak’ın (151/768) Siyer’i esas alınarak yazılmıştır. Kitâbü’l-Megâzî yazarı olan dönemin ünlü siyer ve megazi bilgini Vâkıdî’nin (207/823) kitaplarının tamamı günümüze ulaşmamışsa da öğrencisi Muhammed b. Sa’d (230/845), rivayetlerinin önemli bir kısmını et-Tabakâtü’l-kübra adlı eserinde kaydetmiştir. Kitabın ilk iki cildinde Hz. Peygamber’in hayatı anlatılmıştır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 12 Abbasiler Dönemi’nde İlim ve Kültür Hayatı Tabakat ve Teracim Kitapları Hem genel olarak meşhurları ele alan, hem de bir sahanın meşhur şahsiyetlerinin biyografilerini konu edinen kitaplar önemli telif alanlarından biridir. Tabakat kitaplarının en önemli örneği olan İbn Sa’d’ın kitabı, sahabi ve tabiîn dönemi açısından önemli bir kaynaktır. Belâzürî’nin (279/892) Ensâbü’l-eşrâf adlı eseri de kabile esasına göre düzenlenmiş bir tabakat kitabıdır. İbnu’l-Esîr’in (630/1233) Üsdü’l-gâbe adlı kitabı sahabi biyografisi hakkında bilgi veren önemli bir eserdir. İbn Hallikân’ın (681/1282) İslam tarihinin başlangıcından kitabını yazdığı zamana kadar yaşamış 800’den fazla meşhur insanın biyografisini anlattığı Vefeyâtü’l-a‘yân adlı alfabetik eseri, zikredilmesi gereken kitaplardan biridir. Esere bazı zeyller de yazılmıştır. Tabakat tarzı, hadis bilginlerinin geliştirdiği bir telif yöntemi olup bu alanda birçok eser kaleme alınmıştır. Genel tabakat kitaplarının tanınmışlarından Halîfe b. Hayyât’ın Kitâbü’t-Tabakât’ı, Ebû Zürʻa ed-Dımeşkî’nin et-Tabakât’ı, Zehebî’nin elMu‘în fî tabakâti’l-muhaddisîn adlı eserleri zikredilebilir. Arap edebiyatının tanınmış simalarının hayatlarının ele alındığı en eski kaynaklardan biri, İbn Sellâm el-Cumahî’nin (231/846?) Tabakâtü fuhûli’ş-şu’arâ adlı eseridir. Daha sonra Tabakâtü’ş-şu‘arâ adıyla ya da benzer isimlerle birçok kitap yazılmıştır. Bunlardan biri olan İbnü’l-Mu‘tez (296/908), Tabakâtü’ş-şu‘arâi’lmuhdesîn adlı eserinde Abbasi idarecilerini öven şairlerden, Abbasi Devleti’nin kuruluşundan vefat yılına kadar yaşamış şairlerin hayatından bahsederek şiirlerinden örnekler vermiştir. Ayrıca şairlerin yaşadıkları bölgelere göre tasnifler de yapılmıştır. Tabakat tarzının ortaya çıkışında ve gelişmesinde hadis ilminin büyük katkısı vardır. Sufi tabakatıyla ilgili yazılmış günümüze ulaşan en eski eser es-Sülemî’nin (412/1021) Tabakâtü’s-sûfiyye adlı kitabıdır. Daha sonra telif edilmiş önemli bir eser ise Ebû Nuaym el-İsfahânî’nin Hilyetü’l-evliyâ adlı kitabıdır. Bazı tabakat kitapları felsefe, tıp ve tabiat bilimlerinde şöhret kazanmış kişileri ele almaktadır. Bu tarzda yazılmış kitaplardan biri İbn Ebû Usaybia’nın (668/1269) Uyûnü’l-enbâ fî tabakâti’l-etıbbâ adlı eseridir. Genel Tarih Kitapları Abbasiler Dönemi’nde hilkatten müellifin yaşadığı döneme kadarki olayları kronolojik sıra gözetilerek anlatan kitaplar da telif edilmiştir. İslam tarihçilerinin piri sayılan Taberî’nin kaleme aldığı Tarihu’r-rusül ve’lmülûk adlı kitabı, genel tarih tarzında yazılmış eserlerin başında gelir. İbnu’l-Esîr’in Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 13 Abbasiler Dönemi’nde İlim ve Kültür Hayatı (630/1233) el-Kâmil fi’t-târîh adlı eseri de aynı tarzda yazılmış genel bir tarih kitabıdır. Özellikle yaşadığı dönemde meydana gelen olaylar açısından önemli bir kaynaktır. İbn Kesir’in (774/1373) el-Bidâye ve’n-nihâye adlı eseri de önemli bir dünya tarihidir. Coğrafya Abbasiler Dönemi, coğrafya alanında birçok eserin telif edildiği bir dönemdir. Coğrafyanın İslam dünyasında bir ilim dalı olarak ortaya çıkışı ve gelişmesi Abbasiler Dönemi’nde Yunanca, Hintçe ve Farsça coğrafya-astronomi kitaplarının çevrilmesinden sonradır. Müslüman coğrafyacılar, çevirdikleri kitaplarda yer alan bilgileri tekrar gözden geçirerek yeni çalışmalar yaptılar. Me’mun zamanında yapılan çalışmalar sırasında dünyanın yeni haritalarını çizdiler. Coğrafya bilginleri, genel ve tasvirî coğrafya ile ilgilenen Irak Coğrafya Okulu ve çalışmalarını ayrıntılı bir şekilde İslam ülkeleri coğrafyası üzerine yoğunlaştıran Belh Coğrafya Okulu olarak iki gruba ayrılan ekollere bağlı olarak çalışmalarını yaptılar. Bu coğrafya okullarının dışında kalan coğrafyacılar da vardır. Abbasiler Dönemi İslam coğrafyacıların çalışmaları modern coğrafya çalışmalarına kaynaklık etmiştir. Irak Coğrafya Okulu’na bağlı bilginler arasında İbn Hurdazbih (300/912), Ya‘kûbî (292/905?) ve Mesudî (345/956) zikredilebilir. Bilinen dünyayı ilk tarif eden coğrafyacı İbn Hurdazbih’tir. Bundan dolayı kendisine “coğrafyacıların babası” ünvanı verilmiştir. Yazarın Kitâbü’l-Mesâlik ve’l-memâlik adlı eseri daha sonraki dönemlerde tasvirî coğrafya üzerine çalışmalar yapan birçok bilgine kaynaklık etmiştir (Maqbul, 1997: VIII, 52). Belh Coğrafya Okulu’nun önemli bilginleri arasında okulun kurucusu kabul edilen el-Belhî (322/934), el-İstahrî (340/951-952’den sonra), İbn Havkal (IV./X. yüzyıl) ve el-Makdisî (390/1000 civarı) zikredilebilir. Belh Okulu’na mensup olan coğrafyacılar İslam ülkelerini bölgelere ayırarak her bölgenin ayrı ayrı haritalarını çizdiler. Müspet İlimler Matematik Matematik alanındaki en önemli yeniliklerden biri Hint rakamlarıdır. Bunlara sıfırı ekleyen Müslüman matematikçiler, modern gelişmelerin önünü açan hesap sisteminin temellerini atmışlardır. Oysa -Arap rakamları diye bilinen- kullandığımız rakamlardan önce batıda kullanılan Roma rakamlarıyla dört temel işlemi dahi yapmak mümkün değildi. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 14 Abbasiler Dönemi’nde İlim ve Kültür Hayatı Abbasiler Dönemi’nde matematikle ilgili birçok eser Arapçaya çevrilmiştir. İslam bilginleri hesap ve cebir konularında Hindli ve İranlı bilginlerin eserlerini Arapçaya çevirerek İslam medeniyetine mal etmişlerdir. Bu çeviri hizmetlerinde en önemli katkıyı verenlerden bir Sâbit b. Kurre’dir. Sâbit’in geometri alanında önemli bir eser olan Kitâbü’l-Mafrûzât adlı bir kitabı da vardır. Muhammed b. Musa el-Hârizmî (232/847’den sonra) Kitâbü’l-Muhtasar fî hisâbi’l-cebr ve’l-mukâbele adlı eseriyle cebiri matematiğin farklı ve bağımsız bir kolu hâline getirmiştir. Bu alanda yazılmış önemli eserlerden bir Ebû Kâmil’in Kitâbü’l-Cebr ve’l-mukâbele’sidir. İslam dünyasında matematikle ilgili önemli çalışmalar yapan bilginlerden Hâzin (360/971?), Bîrûnî (453/1061?), Ömer Hayyam (526/1132?) ve Şerefeddin et-Tûsî zikredilebilir. Astronomi Abbasiler Dönemi’nde dünyaca ünlü bazı astronomi bilginleri yetişmiştir. Dönemin önemli astronomi bilginlerinden biri, aynı zamanda önemli bir mütercim olan Sâbit b. Kurre’dir (288/901). Sekiz gök küre yardımıyla gece gündüz arasındaki değişim olayını açıklayan hareket tezini ortaya koymuştur (Maqbul, 1997: VIII, 51). Diğer önemli bir bilgin el-Bettânî’dir (317/929). Bettânî, Kitâbü’z-Zîc adlı eserinde güneş yılını 365 gün 5 saat 46 dakika 24 saniye olarak hesaplamıştır. Bu süre, bugün bilinen süreden sadece 2 dakika 22 saniye daha kısadır. Oysa Batlamyus’un hesabına göre güneş yılının süresi bugün bilinenden 6 dakika 26 saniye daha uzundur (Maqbul, 1997: VIII, 51). Tıp Abbasi Dönemi’nde yetişen bazı tabipler Batı tıp dünyasını asırlarca etkilemişlerdir. Abbasiler Dönemi’nde tıp alanında da büyük gelişmeler olmuştur. Başka dillerden tıpla ilgili birçok kitap Arapçaya kazandırılmıştır. Özellikle Me’mûn ve Mütevekkil dönemlerinde tıp alanındaki çeviri faaliyetlerinde ciddi bir artış görülmektedir. Hipokrat ve Galinos’un eserleri büyük rağbet görmüş; bazı kitaplar defalarca çevrilmiştir. Örneğin Hipokrat’ın el-Ahd (Yemin) adlı kitabının Huneyn (260/873), Ahmed b. Musa, Hubeyş (m. IX. yüzyıl) ve İsa b. Yahya tarafından yapılan farklı çevirileri vardır. Galinos’un 130’dan fazla kitabı Arapçaya çevrilmiştir. Bu çevirilerin çoğunu Huneyn ve yeğeni Hubeyş yapmışlardır. Cahiliye Dönemi’nden beri mevcut olan geleneksel tıp bilgisi ile çeviriler sayesinde sahip olunan ilmî birikim Abbasiler Dönemi’nde önemli tıp bilginlerinin yetişmesine imkân vermiştir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 15 Abbasiler Dönemi’nde İlim ve Kültür Hayatı Ünlü hekimlerden biri olan Ebû Bekir Râzî (313/925) Bimaristan-ı Adudî adıyla anılan hastanede başhekimlik yapmış, hizmeti nöbetleşe yürütebilmek için hastaneye dâhiliye, hariciye, nöroloji, ortopedi ve göz hekimlerinden oluşan yirmi dört kişilik bir uzman kadrosu daha ilave etmiştir. Râzî, geliştirdiği yöntemle kliniklerde hastaları önce asistanlara, sonra başasistanlara muayene ettirir, onların teşhiste güçlük çektikleri bir vaka olduğunda kendisi müdahale eder, yapılan bütün işlemler defterlere kaydedilirdi. Râzî, zengin birikimini sayıları altmışbeş ile yüz arasında değişen tıbbi eserinde ortaya koymuştur. Bunların arasında onbeş yılda yazdığı tıp ansiklopedisi mahiyetindeki el-Hâvî (el-Câmi‘u’l-kebîr) adlı eserinin ayrı bir yeri vardır (Kaya, 2007: XXXIV, 484). İslam dünyasının yetiştirdiği önemli tıp otoritelerinden biri olan İbn Sina (428/1037), aynı zamanda ünlü bir filozoftur. İbn Sina, İslam dünyasının yanı sıra Batı tıp geleneğini de derinden etkilemiş ve bu etkisi XVII. yüzyıla kadar sürmüştür. el-Kânûn fi’t-tıb adlı eseri temel tıp kitabı olarak asırlarca Batı üniversitelerinde ders kitabı olarak okutulmuştur. Kimya Kimya ile ilgili ilk çalışmalar, genellikle değersiz madenlerin değerli madenlere dönüştürülmesi hedefiyle yapılmışıtr. Kimya, maddelerin yapılarını ele alan bir ilim dalı olarak bilindiği gibi çeşitli maddelerin altına çevrilmesi uğraşısı anlamında da kullanılmıştır. İslam ilimler tarihinin klasik çağlarında yapılan tasniflerde kimya genellikle tabiat ilimlerinin içinde yer alır. Müslümanlarda ilk çalışmalar, madenlerin dönüşümü konusu üzerinde durmaktadır. Emevi halifesi Yezîd b. Muâviye’nin kimya ilmiyle uğraştığı ve bu alanla ilgili bazı eserler çevirttiği bilinmektedir. Kimyacının teknik işlem ve mistik tecrübeler eşliğinde, bir madenin tabiatını normal bağlarından çözmek suretiyle ilk madenine indirgeyerek ardından altına ya da gümüşe dönüştürülebileceği anlayışıyla ilgili olarak Müslüman kimyacılar üç farklı tavır ortaya koymuşlardır. Ebü’l-Kâsım el-Irâkî (m. XII. yüzyıl) ve onun gibi düşünen bazı âlimler, manevi dönüşümü bu ilmin esası sayarlar. Câbir b. Hayyân (200/815) ve ekolü, madenlerin dünüşümünü manevi dönüşüm için bir tür destek olarak görmüşlerdir. Ebû Bekir er-Râzî (313/925) ve onun gibi düşünen âlimler ise madenlerin kimyevi dönüşümünü esas almışlardır (Dölen, 2002: XXVI, 27). Câbir b. Hayyân, eski kimya geleneğini İslam dünyasında başlatan kişidir. Kufe’de çalışmalar yapan Câbir, mineralleri ve asitleri keşfederek birçok yeni bileşiğin üretilmesini sağlamıştır. Ebû Bekir er-Râzî modern kimyanın öncüsü sayılır. Tıp alanındaki başarılarının yanı sıra kimya ile ilgili çalışmaları da çok önemlidir. Bu alanda yazdığı kitaplardan biri Kitâbü Sırri’l-esrâr’dır. Bu kitabında kimyasal maddelerin taksimini Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 16 Abbasiler Dönemi’nde İlim ve Kültür Hayatı yapmış ve laboratuarında kullandığı yirmi kadar aleti çizimleriyle tanıtmıştır. XIX. yüzyılın sonuna kadar kimya, eczacılık ve metalurji alanlarında kullanılan bu aletlerin bir kısmı günümüzde de kullanılmaktadır (Dölen, 2002: XXVI, 28). Kimya ile ilgili kitaplardan biri İbn Sina’nın Risâletü’l-iksîr adlı eseridir. Yazar kitabında metallerin çeşitli işlemlerden geçirilerek renk değiştirebileceklerini, ancak bunun özlerinin değiştiği anlamına gelmeyeceğini ifade eder. el-Kindî de kimya ile ilgili eserler telif eden âlimlerdendir. Onun kitaplarından biri Kitâb fî kîmyâ’i’l-‘ıtr ve’t-tas‘îdât adını taşımakta olup bitki ve çiçeklerden esans elde edilmesiyle ilgilidir. Arap yarımadası bitki örtüsü bakımından fakir olsa da Müslümanların fethettikleri bölgeler zengin bitki örtüsüne sahipti. Abbasiler Dönemi’nde bu alanda ansiklopedik eserler telif edilmiştir. İslam dünyasında kimya alanında yapılan çalışmalar, Arapçadan Latinceye çevrilerek Ortaçağ Batı dünyasının kimya ile ilgili birikiminin temelini oluşturmuştur. Alchemia (el-kîmyâ), soap (es-sâbûn), arsenic (ez-zirnîh), borax (bûrak), alkali (el-kalî, el-kılevî), saffron (za‘ferân), syrop (şurub), alembic (el-inbîk), alcohol (el-kühûl), amalgam (el-mulgam), elixir (el-iksîr) ve athanor (et-tennûr) gibi Arapça kökenli kelimeler İslam medeniyetinin kimya alanındaki etkisini göstermektedir (Dölen, 2002: XXVI, 29). Botanik Botanik alanında önemli çalışmalar yapılmış ve eserler çevrilmiştir. Yunancadan çevrilen eserler arasında Diyoskorides’in Kitâbü’l-Haşâyiş adlı eseri önemli bir yere sahiptir. Ebû Hanîfe ed-Dîneverî’nin Kitâbü’n-Nebât’ı, botanik alanında yazılmış önemli eserlerden biridir. Felsefi İlimler Felsefe İslam dünyasında Yunan felsefesinin etkisi, VI. yüzyılda doğuya göç eden bazı Atina Okulu mensuplarının eserlerinden yararlanılarak başlamıştır. Felsefi faaliyetler özellikle Antakya, Urfa (Edessa), Harran, Nusaybin ve Cündişapur’da yoğun bir şekilde devam ediyordu. Sokrates (m. ö. 399), Eflatun (m.ö. 347) ve Aristo (m. ö. 322) gibi birçok Yunan filozofunun kitapları Arapçaya çevrilmiştir. Yunanca eserlerin çevirisi Süryanî bilginler tarafından yapılmıştır. İslam dünyasında yetişen önemli filozoflar arasında el-Kindî, Farabî ve İbn Sina’yı zikretmek gerekir. İslam dünyasında ortaya çıkan belli başlı Felsefi akımlar şunlardır: Abbasiler Dönemi’nde ortaya çıkan felsefi akımların gelişmesinde çevirilerin önemli bir yeri mevcuttur. Tabiat Fesefesi Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 17 Abbasiler Dönemi’nde İlim ve Kültür Hayatı Tabit felsefesi, Yunan felsefesinin etkisinde kalarak gelişen ve tabiat ilimlerine dayanarak felsefe yapan bazı akımlar için kullanılır. Bunlardan biri Tabiiyyûn (Tabiatçılar) denen akımdır. En önemli temsilcisi, aynı zamanda önemli bir tabip olarak meşhur olan Ebû Bekir Zekeriya er-Râzî’dir (313/925). Peygamberlik kurumu hakkındaki görüşleri şiddetle tenkit edilen Râzî, iyi ile kötüyü ayırt etmek için aklın yeterli olduğu görüşünü savunmuştur. Diğer önemli bir grup ise Dehriyyûn (Maddeciler) denen gruptur. Bu gruba mensup olan filozoflar, zamanı ezelî ve yaratılmamış kabul ederler. Ayrıca Tanrı’nın varlığını da inkâr ederler. Dehrî filozoflardan biri İbnü’r-Ravendî’dir (301/913914?). İslam dünyasında ortaya çıkan Bâtınilik ekolleri de bu grup içinde değerlendirilir. Bunların en meşhur filozofları arasında Ömer Hayyâm (526/1132?) ve Hasan Sabbâh (518/1124) zikredilebilir. Meşşaîlik Meşşaîlik, felsefi anlayışı İslami ilkelerle uzlaştırma çabasına girmiş bir akımdır. Esası Aristo’nun görüşlerinin İslam dünyasına yansımasından meydana gelmiştir. Bu akıma mensup filozoflar üzerinde Yeni Eflatunculuğun da etkisi vardır. Meşşaîlik akımının en önemli isimleri, el-Kindî (252/866?), Farabî (339/950), İbn Miskeveyh (421/1030), İbn Sina (428/1073), İbn Bâcce (533/1139) ve İbn Rüşd’tür (520/1126). İşrakîlik İşrâk kelimesi, ışığın açılması ve güneşin doğması anlamına gelir. Keşf, ilham ve sezgiye dayanan bir felsefi akımdır. Kelamcılar tarafından şiddetli eleştirilere ve zaman zaman siyasi takibata maruz kalan bir felsefi akımdır. Önemli temsilcilerinden biri Sühreverdî’dir (587/1191). Görüşlerinden dolayı 38 yaşındayken idama mahkûm edilen Sühreverdî, kısa ömründe elliye yakın kitap yazmıştır. Hikmetü’l-İşrâk ve Heyâkülü’n-Nûr adlı eserleri en önemlileridir. Mantık Arapçaya mantık alanında çevrilen kitaplar arasında Aristo’nun mantıkla ilgili altı kitaptan meydana gelen Organon adlı eseri zikredilebilir. M. III. yüzyılda bu kitaplara Aristo’nun Retorika ve De Poetika adlı eserleriyle Porphyrios’un beş tümeli konu alan Eisagoge’si (Îsâgûcî) de eklenmiş; İslam mantıkçıları, bu dokuz kitaptan her birini mantığın bir bölümü saymıştır (Emiroğlu, 2003: XXVIII, 20). Arapçaya çevrilen eserlerin şerh ve muhtasarları yapılmış, Farabî ve İbn Sina gibi filozofların, mantık ilminin gelişmesine büyük katkıları olmuştur. Grek Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 18 Abbasiler Dönemi’nde İlim ve Kültür Hayatı mantığını kendi kültürel amaçlarına uygun şekilde değiştiren, mantığa orijinal kısımlar dâhil eden ve bu alanın İslam dünyasında daha da geliştirilmesine zemin hazırlayan ilk ve en ünlü İslam mantıkçısı Muallim-i Sani unvanıyla anılan Farabî’dir. Mantık alanında ilk önemli Müslüman sistemci düşünür İbn Sina’dır. İbn Sina, kendisinden öncekilerin hatalarını düzeltmiş, yeni görüşler öne sürmüş, bütün mantık disiplinlerini ilgilendiren önemli yenilikler ortaya koymuştur (Emiroğlu, 2003: XXVIII, 21). KÜLTÜR HAYATI Tercüme Faaliyetleri Müslümanlar, eski dünyanın ortasında, Batı’ya ve Doğu medeniyetlerine komşu olup onların kültürel mirasını alarak kendilerine mal etmişler ve İslam medeniyetinin inşasında kullanmışlardır. Kitap çevirisi, Abbasiler Dönemi’nde devlet adamlarının desteğiyle büyük bir gelişme gösterdi. İslam medeniyetinde çeviri faaliyetleri Emeviler zamanında başlamışsa da bunun sistemli bir şekilde gelişmesi Abbasiler dönemindedir. Bu dönemde yapılan çeviriler sayesinde dünya mirasının bir kısmı günümüze gelebilmiştir. İkinci Abbasi halifesi Ebû Cafer Mansur döneminde Grekçe, Latince Süryanice, Pehlevice ve Farsçadan başta tıp ve fizik alanlarında eserler çevrilmiştir. Farsçadan Arapçaya çeviri yapanlar arasında en tanınmışları İbn Mukaffa’dır. Çevirdiği birçok eser arasında günümüze kadar ulaşmış olan Kelile ve Dimne’nin ayrı bir yeri vardır. Abbasiler Dönemi’nde çevrilen eski İran krallarının hayatlarına ve yönetim anlayışlarına dair eserler İran etkisini artırmıştır. Bu sebeple Abbasilerde halifeler ve yöneticiler, İran yönetim anlayışını taklit etmişlerdir. Ancak Eflatun ve Aristo’nun devlet yönetimiyle ilgili eserleri de Arapçaya çevrilmiştir. Çeviri faaliyetlerinde İslam öncesinde önemli bir konumda olan Cündişapur’da yetişen Hintli ve Süryani bilginlerin önemli ağırlığı olmuştur. Ayrıca Harranlı mütercimlerin önemli hizmetleri bilinmektedir. Meşhur mütercimler arasında Huneyn b. İshak, oğlu İshak b. Huneyn ve Sâbit b. Kurre el-Harranî zikredilebilir. Mütercimler, Yunanca, Pehlevice, Sanskritçe ve Süryanice dilleri başta olmak üzere birçok dilden çeviriler yapmışlardır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 19 Abbasiler Dönemi’nde İlim ve Kültür Hayatı Beytülhikme Beytülhikme, asırlar boyunca diğer medeniyetlere ait birikimle İslam medeniyetini buluşturan bir kurum olmuştur. Halife Me’mun döneminde eskiden beri devam eden çeviri faaliyetlerini daha düzenli yapmak ve çevrilen kitaplardan istifadeyi artırmak için Beytülhikme teşkilatı kuruldu. Beytülhikme kuruluncaya kadar çeviri faaliyetleri kişilerin ve bazı devlet adamlarının özel çabası ve gayretleriyle devam ediyordu. Beytülhikme kurulduktan sonra çeviri faaliyetleri daha düzenli ve kurumsal destekle artarak devam etmiştir. Halife Mansur döneminde eskiden beri özel gayretlerle sürdürülen çeviri faaliyetlerinde ciddi bir artış meydana geldi. Mansur, sarayında çevirttiği ve telif ettirdiği kitapların yer aldığı Hizanetülhikme adı verilen bir kütüphane kurdurdu. Beytülhikme’nin temelini bu kütüphane oluşturdu. Daha sonraki yıllarda çeviri faaliyetlerinde azalmalar olmuşsa da Me’mun’un babası Harun Reşid döneminde çeviri ve telif çalışmaları hız kazanmıştır. Bu dönemde kitapların mevcut kütüphaneye sığmaması üzerine yeni bir kütüphane kuruldu. Yeni kütüphaneye de Hizanetülhikme bazen de Beytülhikme adı verildi. Me’mun, bu miras üzerine Beytülhikme’yi dönemin en önemli ilim merkezi hâline getirdi. Beytülhikme, kitapların korunduğu odalardan başka, müellif, mütercim, kâtip, müstensih ve mücellitler için ayrılan odalara sahip bir kurumdu. Binada bir de okuma salonu mevcuttu. Beytülhikme, “Sahibu Beytülhikme” adı verilen bir yönetici tarafından yönetilirdi. Ayrıca kuruma bağlı olarak çalışan müellifler ve mütercimlerle yeteri kadar yardımcı görevliler de bulunurdu. Burada çeviri yapan bilginlere yüksek miktarlarda ücretler ödenirdi. Bu önemli kurum Abbasi devletinin yıkılışına kadar hizmet vermiştir. Kütüphaneler Abbasiler Dönemi’nde halifeler, vezirler ve âlimlerin kurdukları birçok kütüphane olduğu gibi Abbasiler Dönemi’nde ortaya çıkan hanedana mensup yöneticiler de kütüphaneler kurmuşlardır. Abbasilerin ikinci halifesi Mansur döneminden başlayarak halifelerin hem ilmî çalışmaları teşvik ettikleri hem de sarayda kütüphaneler kurdukları görülmektedir. Abbasilerden önce yazı malzemesi olarak kullanılan parşömen ve papirüsten başka bu dönemde, Çinlilerin asırlardır gizledikleri pamuk ve ketenden kâğıt üretiminin Müslümanlarca öğrenilmesi, kâğıdın ucuzlamasına, dolayısıyla kitap yazımının ve istinsahının artmasına vesile olmuştur. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 20 Abbasiler Dönemi’nde İlim ve Kültür Hayatı Çeviri yaptırmak amacıyla halifelerin kitap temini için bazı adamlarını Bizans’a gönderdiklerini, toplanan kitapların saraylardaki kütüphanelerde muhafaza edildiklerini görüyoruz. Ucuz kâğıt üretimi, İslam medeniyetinin ilmî gelişmenin hızlanmasına en önemli katkılarından biridir. Devlet ricalinden bazıları şahsi kütüphanelere sahipti. Yahya b. Hâlid elBermekî’nin dönemin önemli kütüphanelerinden birisine sahip olduğunu, bu kütüphanenin özellikle Grekçe ve Farsça eserler bakımından zengin olduğunu görüyoruz. Selçuklu veziri Nizamülmülk tarafından kurulan Nizamiye Medresesi’nin önemli bir kütüphanesi vardı. İslam dünyasının çeşitli bölgelerine açılan ve Nizamiye Medresesi’ni örnek alan diğer medreselerde de kütüphaneler bulunuyordu. Halife Mustansır tarafından Bağdat’ta yaptırılan Mustansıriyye Medresesi büyük bir kütüphaneye sahipti. “Hizânetü’l-kütüb” denen kütüphane açıldığında Mustansır kendi özel kütüphanesinden 290 yük kitap göndermiş; zamanla kütüphanedeki kitap sayısı 80.000 cildi aşmıştır. Yıllarca hizmet veren bu kütüphane, Bağdat’ın Moğollar tarafından istilasından sonra yağmalanmıştır. Abbasiler Dönemi’nde ortaya çıkan Hamdanîler, Büveyhîler, Selçuklular, Fatımîler devletlerinde de gerek yöneticilerin gerekse hayır sahiplerinin kurdukları birçok kütüphane mevcuttu. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 21 Özet Abbasiler Dönemi’nde İlim ve Kültür Hayatı •İslam medeniyetinde ilimler naklî ilimler ve akli ilimler olarak ikiye ayrılır. Naklî ilimler tefsir, hadis, fıkıh, kelam ve tasavvuftan oluşur. Akli ilimler ise nazari ve amelî ilimler olarak ikiye ayrılır. Nazarî ilimler metafizik disiplinler, matematik disiplinler, fizik ilimler olarak tasnif edilir. Amelî ilimler ise ahlak, ev idaresi ve siyaset olarak ayrılır. •Dinî ilimlerin temel hedefi Kur'an'a uygun bir akideye ve dinî hayata sahip olmaktır. •Abbasiler Dönemi'nde dinî ilimlerde büyük gelişmeler oldu. •Tefsir çalışmaları rivayet ve dirayet tefsirleri olarak ikiye ayrılır. İki yöntemi birleştiren çalışmalar da yapılmıştır. •Ehlisünnetin temel hadis kitapları olarak kabul ettiği altı hadis kitabı Abbasiler Dönemi'nde telif edilmiştir. •Fıkhi mezhepler ve bu mezheplerle ilgili temel literatür Abbasiler Dönemi'nde ortaya çıkıp gelişmiştir. •Abbasiler Dönemi'nde kelami tartışmalar çoğalmış ve kelam mezhepleri büyük bir gelişme göstermiştir. Mutezile mezhebinin bir dönem devletin desteğini alması, ehlisünnet alimlerine baskı yapılmasına sebep olmuştur. •Temel tasavvufi akımlar Abbasier Dönemi'nde ortaya çıkıp gelişmiştir. •Arap dili ve edebiyatı üzerine önemli çalışmalar yapılmış. Şiir tarzında gelişmeler olmuştur. •İslam tarihiyle ilgili çalışmaların önemli bir kısmı bu dönemde ortaya çıkmıştır. Hem Taberî gibi dünya tarihi yazan bilginler, hem de İbn Hişâm gibi Hz. Peygamber'in siyerini kaleme alan birçok tarihçi Abbasiler Dönemi'nde yetişmiştir. •İslam medeniyetinde coğrafya alanında yapılan çalışmaların önemli bir kısmı Abbasiler Dönemi'nde ortaya çıkan Irak Coğrafya Okulu ve Belh Coğrafya Okuluna mensup bilginler tarafından kaleme alınmıştır. •Matematik, astronomi, tıp, kimya , botanik alanında yapılan çalışmalar asırlarca ilim dünyasına rehberlik etmiştir. •Abbasiler Dönemi'nde felsefe alanında büyük gelişmeler meydana gelmiştir. Tabiat felsefesi, Meşşaiyye ve İşrakiyye ekollerinin büyük filozafları bu dönemde yetişmiştir. •Tercüme faaliyetleri İslam dünyasında ilmî gelişmeye büyük katkılar sağlamıştır. Bu faaliyetlerde Beytülhikme'nin hayati bir yeri olduğu kuşkusuzdur. •Kütüphaneler, Abbasiler Dönemi İslam dünyası kültür hayatında önemli bir yere sahiptir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 22 Ödev Abbasiler Dönemi’nde İlim ve Kültür Hayatı • Abbasi Dönemi'nde ilmî gelişmenin sebeplerini araştırarak 200 kelimeyi aşmayacak bir makale yazınız. • Hazırladığınız ödevi sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “ödev” bölümüne yükleyebilirsiniz. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 23 Abbasiler Dönemi’nde İlim ve Kültür Hayatı DEĞERLENDİRME SORULARI 1. Aşağıdakilerden hangisi naklî ilimlerden değildir? Değerlendirme sorularını sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “bölüm sonu testi” bölümünde etkileşimli olarak cevaplayabilirsiniz. a) Tefsir b) Hadis c) Fıkıh d) Kelam e) Tıp 2. Aşağıdakilerden hangisi ilk ravi olan sahabilerin adlarına göre tasnif edilen hadis kitaplarındandır? a) Sahih b) Sünen c) Müsned d) Musannef e) Câmî 3. Aşağıdakilerden hangisi hadis çalışmaları bağlamında ortaya çıkan ilimlerden değildir? a) Cerh ve Tadil b) İlelü’l-hadis c) Muhtelifü’l-hadis d) Garibü’l-hadis e) Fıkıh 4. Aşağıdakilerden hangisi elimizdeki ilk fıkıh usulü kitabıdır? a) er-Risâle b) el-Üm c) Kitâbü’l-harâc d) Fetevayı Hindiyye e) Miftâhu’l-gayb Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 24 Abbasiler Dönemi’nde İlim ve Kültür Hayatı 5. Aşağıdakilerden hangisi siyer alanında yazılan eserlerdendir? a) es-Sîretü’n-nebeviyye b) Kitâbu Muhammed c) Sahih d) Müsned e) Cerh ve Tadil Cevap Anahtarı 1.E, 2.C, 3.E, 4.A, 5.A Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 25 Abbasiler Dönemi’nde İlim ve Kültür Hayatı YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER KAYNAKLAR Ahmad, S. Maqbul. (1993). “Coğrafya”, DİA, İstanbul, VIII, 50-62. Ateş, Süleyman. (1993). “Cüneyd-i Bağdâdî”, DİA, İstanbul, VIII, 119-121. Avcı, Casim. (2010). “Tabakat [İslam Tarihi]”, DİA, İstanbul, XXXIX,297-299. Birışık, Abdülhamit. (2002). “Kıraat”, DİA, Ankara, XXV, 426-433. Demirci, Muhsin. (1995). “Esbâb-ı Nüzûl”, DİA, İstanbul, XI, 360-362. Demirci, Mustafa. (1996). Beytü'l-Hikme: Kuruluşu, İşleyişi ve Etkileri, İnsan Yayınları, İstanbul. Durmuş, İsmail. (2006). “Nahiv”, DİA, İstanbul, XXXII, 300-306. Durmuş, İsmail. (2010). “Şiir”, DİA, İstanbul, XXXIX, 144-154. Durmuş, İsmail. (2010). “Tabakat [Arap Edebiyatı]”, DİA, İstanbul, XXXIX, 288-290. Dölen, Emre. (2002). “Kimya”, DİA, Ankara, XXVI, 26-30. (1989). Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi, Redaktör: Hakkı Dursun Yıldız, İstanbul, III, 377-497. Efendioğlu, Mehmet. (2010). “Tabakat [Hadis], XXXIX, 291-292. Emiroğlu, İbrahim. (2003). “Mantık”, DİA, Ankara, XXVIII, 18-28. Erünsal, İsmail. (1989). “İslam Medeniyetinde Kütüphaneler”, Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi, Redaktör: Hakkı Dursun Yıldız, İstanbul, XIV, 211-307. Fayda, Mustafa. (2009). “Siyer ve Megâzî”, DİA, İstanbul, XXXVIII, 319-324. Kandemir, M. Yaşar. (1997). “Hadis”, DİA, İstanbul, XV, 27-64. Kara, Mustafa. (1989). “Tasavvuf”, Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi, Redaktör: Hakkı Dursun Yıldız, İstanbul, XIV, 309-440. Karaman, Hayrettin. (1996). “Fıkıh”, DİA, İstanbul, XIII, 1-14. Kaya, Mahmut. (1992). “Beytülhikme”, DİA, İstanbul, VI, 88-90. Kaya, Mahmut. (2007). “Râzî, Ebû Bekir”, DİA, İstanbul, XXXIV, 479-485. Kılıç, Hulûsi. (1994). “Ebü’l-Ferec el-İsfahânî”, DİA, İstanbul, X, 316-318. Kutluer, İlhan. (2000). “İlim”, DİA, İstanbul, XXII, 109-114. Kutluer, İlhan. (2000). “İlm-i Nebât”, DİA, İstanbul, XXII, 134-136. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 26 Abbasiler Dönemi’nde İlim ve Kültür Hayatı Rüşdî Râşid. (2003). “Matematik”, DİA, Ankara, XXVIII, 129-137. Terzioğlu, Arslan. (1999). “İbn Sînâ [Tıp], DİA, İstanbul, XX, 331-336. Topaloğlu, Bekir. (2003). “Mâtürîdî [Kelama Dair Görüşleri]”, DİA, Ankara, XXVIII, 151-157. Tülücü, Süleyman. (2005). “Muallakât”, DİA, İstanbul, XXX, 310-312. Uludağ, Süleyman (1997). “Hallâc-ı Mansûr”, DİA, İstanbul, XV, 377-381. Yavuz, Yusuf Şevki. (1994). “Ehl-i Sünnet”, DİA, İstanbul, X, 525-530 Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 27 İÇİNDEKİLER ABBASİLER DÖNEMİ İSLAM KURUMLARI • • • • • Siyasi ve İdari Teşkilatlar Maliye Teşkilatı Adliye Teşkilatı Askerî Teşkilat Eğitim Teşkilatı İSLAM KURUMLARI ve MEDENİYETİ HEDEFLER TARİHİ • Bu üniteyi çalıştıktan sonra; • Abbasiler dönemindeki siyasi ve idari kurumların ortaya çıkışını ve gelişimini kavrayabilecek, • Abbasiler dönemindeki mali kurumlar ve işleyişi hakkında bilgi sahibi olabilecek, • Abbasiler dönemindeki adli teşkilat ve yapısını anlayabilecek, • Abbasiler dönemindeki askerî teşkilatı öğrenebilecek, • Abbasiler dönemindeki eğitim hayatı ve medreseleri değerlendirebileceksiniz. ÜNİTE 10 Abbasiler Dönemi İslam Kurumları GİRİŞ Bir ihtilal ile Emevileri (661-750) yıkarak iktidara gelen Abbasiler (750-1256) İndus nehrinden Atlantik okyanusuna kadar uzanan geniş bir sahayı ve bu sahaya hükmeden devlet mekanizmasını devralmışlardı. Emeviler gerek Hz. Peygamber ve gerekse Raşid halifeler döneminden kendilerine intikal eden siyasi-idari kurumları daha da geliştirmişler ve çeşitlendirmişlerdi. Emeviler dönemi İslam kurumlarının tekâmülünde, özellikle vergilendirme konularında Bizans dönemi uygulamalar kendisini hissettirmişti. Abbasiler de, tıpkı Emeviler gibi bir takım kurumları devralmışlar ve kendileri de yeni bazı kurumlar ortaya koymuşlardı. Hem devralınan ve hem de yeni teşkil edilen kurumlar, beş asırlık Abbasi tarihi boyunca tekâmüllerini sürdürmüşlerdir. Bu nedenle, genelleme yapmak suretiyle Abbasi döneminin tamamını kapsayacak şekilde İslam kurumlarının tek bir tanım ve tasvirlerini ortaya koymak mümkün değildir. Söz konusu bu durumu, aşağıda ele alacağımız hemen her bir kurumun farklı dönemlerde farklı isimlerle farklı yetki ve mahiyetlerle karşımıza çıktığında müşahede edebiliriz. SİYASİ VE İDARİ TEŞKİLATLAR Hilafet Büyük bir ihtilalin ardından Abbasilerin iş başına gelmesiyle birlikte sadece hanedan değil, hilafet kavramı ve etrafındaki uygulamalar da değişmiştir. Hz. Peygamber’in vefatıyla ortaya çıkan hilafet kurumu Emevilerle birlikte değişikliğe uğramış, Abbasiler döneminde ise daha farklı bir mahiyete bürünmüştür. Mamafih, Emeviler ve Abbasiler dönemi hilafet anlayışı ve yapısı arasında bir takım ortak özellikler de sergilemişlerdir. Emeviler dönemi hilafet anlayışının aksine, Abbasiler halifenin Hz. Peygamber’in aile efradından olması gerektiğini ileri sürmüşlerdi. Emeviler dönemi hilafet anlayışının aksine, Abbasiler halifenin Hz. Peygamber’in aile efradından olması gerektiğini ileri sürmüşlerdi. Onlara göre Peygamber’in aile efradı içinde de hilafete en layık olan Peygamber’in amcası Abbas’ın evlatları idi. Bu maksatla pek de inandırıcı olmayan bazı iddialar ileri sürmüşlerdi. Onların iddialarına göre, Abbas oğulları Kureyş’in en faziletlileriydi. Peygamber’i temsilen hilafet makamında oturduklarından Abbasi halifeleri Peygamber’in hırkasını giymekteydiler. Tahta çıkan halifeye, hırka ile birlikte asa ve mühür takdim edilmekteydi. Abbasiler Emevileri “ehli dünya” olmakla itham ederlerken, kendilerini dinî liderler olarak göstermeye gayret etmişlerdi. Bunun da bir tezahürü olarak Abbasi halifeleri, Raşid halifeler ve Emeviler zamanında insanlara namaz kıldıranlar için Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 2 Abbasiler Dönemi İslam Kurumları kullanılan “imam” unvanını kendileri için kullanmışlardı. Bununla birlikte Abbasi halifeleri, Raşid halifelerden ve bazı Emevi halifelerinden farklı olarak halka imamlık yapmıyorlar ve hutbe okumuyorlardı. Abbasi Devleti’nin kuruluşu ile beraber hemen her alanda Fars etkisi kendisini göstermiştir. Abbasiler’in, başta İranlılar olmak üzere mevalinin desteği ile kurulmuş olması, böyle bir neticenin doğmasında etkili olmuştur. Bu tesiri hilafet kurumunda da görmek mümkündür. Emeviler ve Abbasiler dönemi hilafet anlayışı ve uygulamasında önemli bazı farklılıkların meydana gelmesinde her hâlde Fars kültürünün büyük rolü olmalıdır. Halifenin yönetim tarzında da söz konusu bu tesir kendisini belirgin olarak gösterir. Abbasi devletinde Fars etkisi, hilafet telakkisinde de görülür. Halife tarafından başta vezirlik olmak üzere İran asıllı yöneticilerin iş başına getirilmesi, Sasani dönemi idari sisteminin uygulanması, halifenin huzuruna serbestçe girilmesinin yasaklanması, saraylarında Fars âdetlerinin yerleşmeye başlanması ve İran kisraları gibi gösterişli bir hayatın sürülmesi, hilafet kurumu üzerinde Fars etkisinin tezahürleridir. Söz konusu bu tesir Abbasiler’in hilafet telakkisinde de görülür. Mesela halife Ebû Cafer el-Mansur (754) Sasani geleneğini hatırlatır şekilde kendisini Sultanullah fi’l-ard olarak telakki ediyordu. Yani kendisinin bu göreve halk tarafından değil de, ilahi bir güç tarafından, yani Allah tarafından getirildiğini ifade etmek istiyordu. Hâlbuki Raşid halifeler otoritelerini halktan alıyorlardı. Yani Raşid halifelerden farklı olarak, Abbasilerin meşruiyeti halka dayanmamaktaydı. Bu nedenle yönetimleri halkın istişaresine kapalı idi. İstişareleri sadece divan üyeleri ve Abbasi ailesinin ileri gelenleri ile sınırlı idi. Fakat yönetimle ilgili nihai söz halifenin idi. Mamafih, Abbasiler dönemi hilafet anlayışının Emeviler dönemi hilafet anlayışı ile benzer tarafları da bulunmaktadır. Emeviler’de olduğu gibi halife veliaht tayin ediyor, böylece kendinden sonra yerine geçecek halifeyi belirliyordu. Fakat Abbasiler birden fazla veliaht tayin etme tarzını ihdas etmişlerdi. Mesela el-Seffah kardeşi Ebû Cafer el-Mansur’u, ikinci olarak da kardeşinin oğlu İsa b. Musa b. Ali b. Abdullah b. Abbas’ı veliaht olarak belirlemişti. Abbasiler dönemi hilafet müessesinde meydana gelen önemli bir gelişme de halifenin 3./9. asırdan itibaren elindeki yetkileri yitirmeye başlaması ve 4./10. asır itibarı ile de elinde hiç bir yetkinin kalmamasıdır. Bu durum Abbasiler’de Türklerin nüfuzunun artmasıyla beraber ortaya çıkan bir durumdu. Türk komutanların istediği kişileri hilafete getirdiği pek çok örnekler vardır. Halifelerin bu şekilde iş başına getirilmesi, pek çok veliaht tayini ve yönetimin başındaki vezirlerin sıklıkla değiştirilmesi, neticede tüm devlet yönetiminin çözülmesine yol açmıştır. Türk komutanların devlet işlerine bu denli müdahil olmalarına imkân Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 3 Abbasiler Dönemi İslam Kurumları sağlayan unsurlardan biri, halifenin kendisinden sonra başa geçecek kişileri sırasıyla birinci, ikinci, üçüncü veliaht olarak belirlemesi idi. Mesela halife elMütevekkil Alellah (232/847) kendisinden sonra üç oğlunu birden sırasıyla veliaht tayin etmiş, bir müddet sonra da bu sıralamayı değiştirmişti. Abbasilerde bu şekilde veliahtların belirlenmesi, bir müddet sonra da değiştirilmesi sıklıkla görülen bir durumdur. Yukarıda da belirtildiği gibi, ilk Abbasi halifesi el-Seffah (132/750) kardeşi Ebû Cafer el-Mansur’u (136/754) ve ondan sonra da yeğeni olan İsa b. Musa’yı veliaht olarak ilan etmişti. Ancak, Ebû Cafer el-Mansur halife olunca bu sıralamayı değiştirerek oğlu el-Mehdi’yi birinci veliaht ilan etti. Dahası el-Mehdi (158/775) halife olunca da İsa b. Musa’yı veliahtlıktan bütünüyle uzaklaştırdı. Neticede de bu mesele aile içerisinde sürekli bir çekişmeye neden olmuştu. İşte aile içerisindeki bu tür çekişmeler Türk komutanların duruma müdahalesine imkân tanımıştı. Halifenin otoritesinin gerilemesinde bir diğer unsur da Abbasi şemsiyesi altında yer almakla birlikte 4./10.asır itibarıyla hemen hemen müstakil hâle gelmiş bulunan devletlerdir. Mesela Fars’da Ali b. Buveyh, Rey ve Isfahan’da kardeşi Hasen b. Buveyh, Musul, Diyar-ı bekr ve Diyar-ı rebi’de Hemedaniler, Mısır ve Şam’da Muhammed b. Tuğc, Horasan’da Nasr b. Ahmed bağımsız bir şekilde hüküm sürmekteydiler. Bu sultanların meşruiyeti, Bağdat’daki halife tarafından tanınmasına bağlı olsa da, bu durum halifenin otoritesini sarsan bir gelişmeydi. Abbasî hilafetini zaafa uğratan bir gelişme de, farklı coğrafyalarda muhtelif hilafetlerin ortaya çıkmasıdır. Halife er-Radi Billah (322/934) kuvvet komutanlarının güçlenmesini engelleyemediği gibi, bunların devlet işlerine müdahalesine ve aralarındaki rekabetin daha da artmasına mâni olamadı. Neticede onun zamanında “emîru’lümera” döneminin başlandığı söylenebilir. Bunun da neticesinde önde gelen komutanlar, emîru’l-ümera ve halife arasında sürekli bir rekabet meydana geldi. Sonunda halife el-Müstekfî Billah’ın (333/944) bu durumdan kurtulmak için Buveyh oğullarına müracaat etmesiyle Muizuddevle (ö.356/967) Bağdad’a girdi ve böylece halifeyi kendi kontrolü altına almış oldu. Daha da ilginci, Buveyh oğulları Şii olmaları hasebiyle Sünni halifeyi de tanımıyorlardı. Fakat onlar bu durumu kendileri için bir tehlike olarak görmüyorlardı. Çünkü halifenin hutbede isminin zikredilmesi ve parada adının yer alması dışında herhangi bir otoritesi kalmamıştı. Buveyh oğulları Abbasi hilafetini ortadan kaldırmaktansa, onların itibarlarından istifade ederek kendi mevkilerini korumayı hedeflemişlerdi. Halife de Buveyh oğullarına unvanlar vererek onların isimlerini hutbede zikrettiriyordu. Ayrıca parada da isimleri yer almaktaydı. Buna mukabil, Buveyh oğullarının otoritesi mutlak idi. Böylelikle Abbasi hilafeti Birunî (ö. 442/1052?)’nin ifadesi ile dinî bir riyasete dönüşmüş oldu. Bilahere Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey’in 447/1058 yılında Bağdat’a girmesiyle Buveyhîler’in hâkimiyeti son bulmuştu. Bu hizmeti karşısında halife el-Kaim Billah (422/1031) Tuğrul Bey’e hilatler giydirip, kılıç kuşattı. Kendisine “Meliku’l-meşrik Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 4 Abbasiler Dönemi İslam Kurumları ve’l-megrib” unvanını verdi. Ayrıca hilafet toprağındaki halkın korunması ve idaresi yetkisini de Tuğrul Bey’e devretti. Böylece, kendisine verilmiş olan “Kasîmu emîri’lmü’minîn” yani halifenin ortağı unvanının kastettiği manaya uygun olarak hilafet yetkileri, Birunî’nin de ifade etmeye çalıştığı gibi, sanki ikiye bölünmüş oldu. Buna göre halife dinî yetkiye, sultan ise dünyevi yetkilere sahip olmuş oldu. Diğer yandan Abbasi hilafetini zaafa uğratan bir başka gelişme de farklı coğrafyalarda muhtelif hilafetlerin ortaya çıkmasıydı. Bunlar, III. Abdurrahman’ın (317/929) ‘Emiru’l-Mü’minîn Nasır Lidînillah’ unvanıyla hilafetini ilan ettiği Endülüs Emevileri ile Kuzey Afrika ve Mısır’da farklı bir ideolojiyle hilafet tesis eden Fatımiler (909-1171)’dir. Böylece onuncu asır İslam dünyasında aynı anda üç tane halife olmuş oldu. Bu durum da hiç şüphesiz Abbasi hilafetinin otoritesini zedeleyen bir husustu. Abbasi halifeleri Selçuklular’ın zayıflamasıyla beraber yeniden eski yetkilerini üzerlerine almaya çabalamışlardır. Mesela fütüvvet teşkilatının da başına geçmeye gayret eden halife en-Nâsır Lidînillah (575/1180)’ın Selçuklular’a karşı vermiş olduğu mücadeleyi belirtebiliriz. Fakat yaklaşmakta olan Moğol tehlikesi hilafetin yeniden güçlenmesine imkân vermemiş, bir müddet sonra da 656/1258 tarihinde Moğollar tarafından Bağdat’ın ele geçirilmesiyle birlikte Abbasi hilafeti son bulmuştur. Vezirlik Hilafetin Abbasilere geçmesiyle beraber idari yapılanmada da değişiklikler meydana gelmiş, yeni bir takım kurumlar ortaya çıkmıştı. İdari teşkilatın en tepesinde bulunan vezirlik kurumu Abbasilerle birlikte ortaya çıkmış olan kurumların başında gelmekteydi. Vezir kelimesinin esasen Farsça olduğu ve kurumun da İran kültürünün tesiri ile ortaya çıktığı söylense de, hem etimolojik olarak ve hem de kurum olarak vezir kelimesinin Arap dili ve kültüründe izlerini görmek mümkündür. Kelime, Kur’an-ı Kerim’de “Biz Musa’ya Kitab’ı verdik ve kardeşi Harun’u ona yardımcı (vezir) yaptık.” (Furkan/25: 35) İdari teşkilatın en tepesinde bulunan vezirlik kurumu, Abbasilerle birlikte ortaya çıkmış olan kurumların başında gelmektedir. şeklinde geçmektedir. Burada geçtiği şekliyle vezir kelimesi “yardımcı” anlamındadır. Bundan ayrı olarak aynı kelime “sığınılacak yer” anlamına da gelmektedir (Kıyâmet/75: 11). Keza yine Kuran’da “Hiç kimse başkasının suçunu yüklenmez.” (En’âm/6: 164 ve Fâtır/35: 18) Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 5 Abbasiler Dönemi İslam Kurumları şeklinde geçer. Erken dönem Abbasi idaresinde görülen vezir tabiri idari bir görev üstlenmekten ziyade, bir danışman gibiydi. Vezirin sorumluluk ve yetki alanı zaman içerisinde şekillendi, devlet idaresinde halifenin vekili hâline geldi. Buna uygun olarak valileri tayin etme, askerî işleri takip etme, vergileri tanzim edip toplama sorumluluğunu üstlendi. Kurumsal bir kimlik olarak halife el-Mehdî (158/775) döneminde ortaya çıkmış olmalıdır. Bu halife döneminde Muaviye bin Yesar ve Yakub b. Davud ilk vezirler olarak görünmektedir. Erken dönem Abbasiler’in en meşhur vezirleri Bermekîlerdi. Yahya bin Halid bin el-Bermekî Harun er-Reşid (170/786)’in veziri idi. Kitabu’l-vüzera’nın müellifi Cahşiyari’ye göre Yahya, vezirliğin yanı sıra askerî bir rütbe olan emirlik unvanını da taşıyordu. Vezirler Harun er-Reşid’in (170/786) oğulları el-Emin (193/809) ve elMe’mun (198/813) arasındaki çekişmede de önemli rol oynamışlardı. elMe’mun’un veliahtlıktan uzaklaştırılması konusunda Fadl bin Rebi’ Harun erReşid’e telkinlerde bulunmuştu. Bilahare el-Me’mun’un veziri olan Fazl bin Sehl’in hem sivil ve hem de askerî alanlardaki yetkilerini ifade eden “zû’r-riyaseteyn” lakabı vardı ve bu lakap paranın üzerinde de yer almaktaydı. Mamafih Fazl bin Sehl’den sonra gelen vezirler onun kadar etkili ve güçlü olamamışlardır. Vezirler Samarra döneminde (218-247/833-861) Türk komutanlarla mücadele içinde olmuşlardır. Bilahere vezirlik makamını elinde tutan iki aile belirmiştir; Benû’l-Fırat ve Benû’l-Cerrah (296-324 / 908-936). Fakat, bunu takip eden emîru’l-ümera dönemi ile vezirlik eski önemini ve ağırlığını yitirmiştir. Esasen halifenin kendisinin yetkilerini yitirmesi ile vezirlik de önemini tamamen kaybetmiştir. Mamafih Selçukluların tahakkümünden sıyrılmaya başlaması ile hem halife ve hem de vezir eski yetkilerini elde etme çabası içerisinde olmuşlardır. Vezir Avnuddin ibn Hubayra bunlardan biridir. Tarihî seyri içerisinde tekâmül etmesine paralel olarak, vezirlik kurumuna dair teorik çerçeve de belirmeye başlamıştır. Hem Maverdî (ö.450/1058) ve hem de Ebû Ya’lâ el-Ferrâ’ (ö.458/1065) eserlerinde vezirliğe ayrı bir vurgu yapmışlardır. Maverdî’ye göre vezîru’t-tefvîz halifeden aldığı yetkiyle hem askerî ve hem de sivil idarede tam bir sorumluluğa sahiptir. Halife ile aynı yetkileri üstlenmiştir. Sadece halifeyi azl edemez, veliaht tayin edemez ve halifenin atadıklarını görevden alamazdı. Kureyş’ten gelme hariç, halife için aranan şartlar vezir için de geçerlidir. Onun mevkisi halifeninki gibidir. Buna göre vezir erkek, Müslüman, hür ve müçtehid derecesinde İslam hukukuna vakıf olmalıdır. Vezîru’t-tenfîz’in yetkisi ise belirli alanlarla sınırlıdır. Gayrimüslimler ve köleler de bu tür vezirliği üstlenebilirler. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 6 Abbasiler Dönemi İslam Kurumları Divan Devlet tarafından yapılan ödemeleri kaydetmek maksadı ile Hz.Ömer döneminde kurulmuş ve gelişerek Emeviler döneminde yaygınlaşmaya başlamış olan divan sistemi, Abbasiler devri idare yapısında çok önemli bir yer işgal etmiş, bu sayede vezirin başında bulunduğu bir idari yapı oluşturulmuştur. Gayet tabidir ki Abbasilerin beş asırlık döneminde divan sistemi Emeviler’den devralınan şekliye kalmamış, sürekli tekâmül etmiştir. Kaynaklarda 3.-4./9.-10. asırlara gelene kadar Abbasilerin ilk yüzyılında muhtelif divanlara tesadüf edilmektedir. Müsadere edilen mallar için bir divan, halkın şikâyet dilekçelerini toplayan divanu’r-rika’, diğer divanları murakabe maksadıyla kurulan divanu’z-zimamlar, mezalim için kurulmuş divanu’l-mezalim, toprak vergisi için kurulmuş divanu’l-harac, zekâtla meşgul olmak üzere kurulmuş divanu’s-sadaka, posta için divanu’l-berîd, yazışmalar için divanu’r-resail, bu divanlardan en çok göze çarpanlardır. Fonksiyonlarını günümüzde bakanlıklara benzetebileceğimiz bu divanlar 3.4./9.-10. asırlarda tam bir gelişme kaydetmiştir. 3./9. asır ortalarında her eyalette birer divanu’l-harac bulunmaktaydı. Bu divanlar bulunduğu bölgenin ayni ya da nakdî olarak ödenmesi gereken vergi türlerinin ve ölçüm birimlerinin kaydını tutmakta, harac, cizye ve zekât gelirlerini toplamaktaydı. Belli bir dönem içerisinde, diğer bütün divanları denetleyip bir rapor hazırlayan divanu’n-nafakat adıyla bir divan’a tesadüf edilmektedir. Bilahere bu divan sadece daru’l-hilafe’nin ihtiyaçları ile meşgul olmuştur. Hz. Ömer döneminde kurulmuş ve Emeviler döneminde yaygınlaşmış olan divan sistemi, Abbasiler devri idare yapısında çok önemli bir yer işgal etmiş, bu sayede vezirin başında bulunduğu bir idari yapı oluşturulmuştur. Halife el-Mu’tezid Billah (279/892) tüm divanu’l-haracları divanu’d-dâr adı altında tek bir divan hâline getirdi. Halife el-Muktefî Billah (289/902) zamanında ise divan, divanu’l-meşrık, divanu’l-mağrib ve divanu’s-sevad olarak üç kısma ayrıldı. Bu üç divan da vezirin yönetimi altında idi. Buveyhîlerle birlikte sadece divanu’ssevad’da tesadüf olunmaktadır. Bir diğer göze çarpan divan da divanu beyti’l-mal’dir. Bu divan beytu’l-mal’e gelen ayni ve nakdî gelirleri ve bunların kayıtlarını tutmaktaydı. Bu divanın altında muhtelif divanlara rastlanılmaktadır. Divan bütün gelir kalemlerini kontrol ederdi. Bütün harcamalar bu divanın onayından geçmekteydi. Divan ayrıca aylık ve yıllık gelir gider raporu hazırlardı. Rütbelerine göre askerlerin kayıtlarının tutulduğu divan ise divanu’lcünd’dür. Divan ayrıca askerlere ödenen ücretler ve ikta’nın kaydını da tutmaktaydı. Divanda, ata’ ve tasnif olmak üzere iki ana birimi bulunmaktaydı. Ata’, ödemeler ve masraflarla ilgili birimdi. Askere alma ve dağıtım işi de tasnif biriminin sorumluluğundaydı. Diğer divanlarda olduğu gibi, bu divanın başında da bir zimam bulunmaktaydı. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 7 Abbasiler Dönemi İslam Kurumları Yazışmaların yürütüldüğü divan ise divanu’r-resail’di. Doğrudan vezirin yönetimi altındaydı. Vezirin ya da halifenin emriyle kâtip tarafından hazırlanan mektup ya da evraklar onaylandıktan sonra ilgili yerlere gönderilirdi. Bir yazıcı tarafından bu evrakların birer nüshaları çoğaltılıp muhafaza edilir, birikmiş olan evraklar üç yılda bir arşive kaldırılırdı. Bu divanın altında da bir takım divanlara rastlanılmaktadır. Mesela bu divanlardan bazıları gelen evrakları kabul edip tasnif etme, arkalarına bir takım notlar düşerek vezire takdim etme gibi vazifeleri yürütüyorlardı. Divanu’l-birr adı altında vâkıflar ve bağışlarla meşgul olan divanlar da bulunmaktaydı. Gelirleri, Mekke ve Medine’deki mukaddes yerler için harcanırdı. Buveyhîler dönemine (945-1055) gelindiğinde mevcut divanlara yenilerinin eklendiği ya da mevcutların başka şekillere tahvil edildiği görülmektedir. Mali işlerle meşgul olmak üzere merkezde bir divan bulunmaktaydı. Bu divanın başında vezir ya da onu temsilen biri bulunurdu. Başında hesapları kontrol eden özel bir zimam’ın bulunduğu divanu’nnafakat’a Buveyhîler döneminde (945-1055) de rastlanmaktadır. Ayrıca mali divanları denetleyen divanu’z-zimam da bulunmaktaydı. Beytu’l-mâl ile ilgilenen divana divanu’l-havazin deniyordu. Başında hazin ya da nazır bulunmaktaydı. Bu dönemde biri Deylemliler, diğeri de Türkler için olmak üzere iki kısım hâlinde divanu’l-cünd bulunmakta ve her ikisi birden divanu’l-ceyşeyn olarak isimlendirilmekteydi. Buveyhîler döneminden (945-1055) itibaren divanu’r-resail’in ismi değiştirilerek divanu’l-inşa adını almıştır. Bu divanın başında kâtibu’l-inşa unvanlı bir memura rastlanılmaktadır. 11. ve 13. asırlarda merkezde, vezirin ya da onun adına işleri yürüten sahibu’d-divan unvanıyla bir kâtibin bulunduğu bir divan yer almaktaydı. Daha evvelki dönemlerde divanu’l-haracın üstlendiği mali işlerin sorumluluğunu bu dönemde divanu’z-zimam üstlenmişti. Valiler ve ikta’ sahipleri vergileri bu divana gönderiyordu. Bu divan iki kısma ayrılmış görünmektedir. Bunlardan ilki, başında kâtibu’z-zimam’ın bulunduğu esas divandır. İkincisi ise divanın gelirlerini ve çalışmasını denetleyen ve başında müşrifin bulunduğu divandır. Aynı şekilde her bir eyalette de nazır ve müşrifin sorumluluğunda olan divanlar bulunmaktaydı. Bütün bu divanlara ilave olarak cizyenin toplanması ile ilgili olarak divanu’lcevalî, vârisi bulunmayan mülklerin sorumluluğunu üstlenen divanu’t-tarikati’lhaşriyye, devletin sahibi olduğu dükkanlar ve binaların idaresini yürüten divanu’lakar, emrindeki mimarlar ve mühendisler ile binaların inşası ve bakımını üstlenen divanu’l-ebniye, kadı’l-kudat’ın sorumluluğunda olmak üzere divanu’l-hisbe bulunmaktaydı. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 8 Abbasiler Dönemi İslam Kurumları Berîd (Posta Teşkilatı) Sahibu divani’l-berîd’in emrinde çalışan görevliler (ashabu’lberîd) sayesinde halife, valiler dâhil devletin her bir köşesindeki memurları denetlerdi. Emeviler döneminde Abdülmelik (65/685) tarafından daha da geliştirilen berîd (posta) teşkilatı, Abbasilerin başından itibaren en önemli devlet kurumlarından biri olmuştur. Posta teşkilatı, sadece resmî mektupları yerine ulaştırmakla görevli olup, halkın mektuplarını taşımazdı. Teşkilatın önemi de buradan gelmektedir. Sahibu divani’l-berîd’in emrinde çalışan görevliler (ashabu’lberîd) sayesinde halife valiler dâhil devletin her bir köşesindeki memurları denetlerdi. Böylece halife doğrudan kendisine ulaştırılan raporlarla valilerin yaptığı işlerden, kadıların verdiği kararlardan, toplanan vergilerden, pazardaki hububat, bakliyat ve gıda maddelerinin fiyatlarından, paranın değerinden, ülkedeki yolların durumundan, devletin işleyişi ile ilgili her şeyden derhal haberdar olurdu. Mesela, halife el-Mansur sabah ve akşam kendisine ulaşan iki raporla devletin her köşesi hakkında anında bilgi sahibi oluyordu. Bu teşkilatın başındaki görevli posta çantalarını taşıyacak güvenilir kimseleri tespit eder, takip edilecek yolları ve mesafeleri, konaklama yerlerini belirlerdi. Postada yaşanan herhangi bir gecikmenin hesabı mutlaka sorulurdu. Tüm bu nedenlerden ötürüdür ki bu vazife Cafer Bermekî (ö.803) gibi halifeye en yakın kişiler tarafından yürütülmüştür. Takip eden halifeler tarafından da merhaleler yaptırılmak suretiyle berîd teşkilatı daha da etkin hâle getirilmiştir. Hicri üçüncü asır ortaları itibariyle Abbasi devletinin her tarafında posta ağı kurulmuştu. Abbasi dönemi posta teşkilatı hakkında ibn Hurdazbih (300/912) ve Kudame b. Cafer (ö.10.asır başları) etraflıca bilgi aktarmaktadırlar. Bu müellifler merhalelerin listesini de vermektedirler. Onların verdikleri bilgilere göre Abbasi Devleti’nde İran’da ribat, Mısır’da merkezü’l-berîd olarak isimlendirilen 930’dan fazla merhale bulunmaktaydı. İran’daki ribatların arası 12 kilometre, batıdakilerin arası ise yirmi dört kilometre idi. Bu işle sorumlu kişililer (murettebler) postayı belirlenen zaman dilimi içerisinde iletmekle ile görevliydiler. Postayı taşıyanlar (fuyuc, furanik) katır, deve, ya da at kullanmaktaydılar. Haberleşmenin acil olduğu durumlarda ise güvercin kullanılmaktaydı. Ömerî’nin (ö.749/1349) aktardığına göre Buveyhîler halifenin etrafla irtibatını kesmek için onun berîd imkânlarını ortadan kaldırmışlar ve böylece üzerindeki tahakkümü daha da kuvvetlendirmişlerdi. Mamafih icra ettiği fonksiyon nedeniyle Buveyhîler de posta teşkilatının gelişmesine katkı sağlamışlardır. Mesela Muizuddevle acele posta servisini (nizamu’s-suat) kurmuş, posta hizmetinde çalışanlara bol maaş vermişti. Mamafih, Selçukluların iktidarı ele geçirmesinden önce bu teşkilatın bozulmaya yüz tuttuğu anlaşılmaktadır. Buveyhîler’in iktidarına son veren Selçuklular da insanları birbirine düşürdüğü gerekçesi ile berîd teşkilatını tamamen ortadan kaldırmışlardı. Bu teşkilat yerine Selçuklular özel ulaklar kullanmışlardı. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 9 Abbasiler Dönemi İslam Kurumları Nakîbu’l-eşraf Hilafetin Hz. Peygamber’in ailesinin hakkı olduğu iddiasıyla iktidarı ele geçiren Abbasilerle birlikte Peygamber soyundan gelenleri gözetme, kendilerine ihtimam gösterme ve meseleleriyle ilgilenmek maksadıyla nakîbu’l-eşraflık adında bir müessese kurulmuştur. Nakîb, ailesi Peygamber soyundan gelenlerin kaydını tutmakta, doğum ve ölümleri tespit etmekte ve kadınlarının dengi olmayan kişilerle evlenmelerine mâni olmaktaydı. Hz. Peygamber’in aile efradına, akrabalarına ve soyundan gelenlere Müslümanlar tarafından hürmet edilmiştir. Öyle ki, Müslümanlardaki bu hassasiyet bir dini vecibe hâline gelmiştir. Daha Hz. Peygamber zamanında aile efradı ile ilgilenmek üzere Hz. Ali görevlendirilmişti. Bu uygulama devam etmiş ve zamanla nakîbu’l-eşraflık kurumu ortaya çıkmıştır. Kaynaklarda nakîb’e dair atıflar 3./9.asırda belirmektedir. 3./9. asrın sonuna doğru başlıca şehirlerin nakîbu’nnukeba’ya bağlı nukeba’sı vardı. Buradaki nakîb devletin temsilcisi tarafından atanırdı. Genellikle bir aile uhdesinde kalmış olan nakîbu’l-eşraflık takip eden zamanlarda giderek sosyal, siyasi ve dinî önem kazanan bir kurum hâline geldi. Nakîbu’l-eşraflığın vazifesine dair en detaylı bilgi Maverdî ve Ebû’l-Ya’lâ’nın eserlerinde yer almaktadır. Bu kaynakların bildirdiğine göre nakîbu’l-eşraf şecere tespitini sağlamak, aile için maddi imkânlar oluşturmak ve ailenin ahlaki yapısını muhafaza etmekle görevliydi. Buna uygun olarak da nakîb aile üyelerinin kaydını tutmakta, doğum ve ölümleri tespit etmekte ve kadınlarının dengi olmayan kişilerle evlenmelerine mâni olmaktaydı. Peygamber soyundan gelenlerin kayıtlarının tutulmasıyla seyyidlik davasında bulunanların da önüne geçilmiştir. Nakîb ayrıca eşrafa devletten maaş bağlaması için çaba sarf ediyor, eşraf için kurulmuş olan vâkıfları gözetim altında tutuyor, eşrafı yakından takip ederek, onların aile itibarlarını zedeleyecek gayri ahlaki tutum ve davranışlarda bulunmalarına engel oluyordu. MALİYE TEŞKİLATI Fethedilen topraklarda daha evvelden Bizans ve Sasaniler tarafından birbirlerinden farklı vergi sistemlerinin uygulanmış olması, Müslümanların da genellikle fethedilen bu topraklardaki mevcut vergilendirme sistemini sürdürmüş bulunmaları karşımıza farklı mali yapıları çıkarmakta ve neticede bu durum Abbasiler dönemi mali yapı hakkında açık ve kesin söz söylemeyi zorlaştırmaktadır. Fethedilen toprakların bir kısmı sulh, bir kısmı da harp yoluyla ele geçirilmiş, vergilendirme de buna göre uygulanmıştır. Bilindiği gibi, fethedilen toprakların bir kısmı sulh ile bir kısmı da harb yoluyla ele geçirilmiş, vergilendirme de buna göre uygulanmıştır. Dolayısı ile bu durumun da mali yapının çeşitlenmesine etkisi olmuş, ele aldığımız mali teşkilatın daha karmaşık hâle getirmiştir. Bütün bu zorluklara Abbasi Devleti içinde zuhur etmiş olan müstakil devletlerin sebep olduğu güçlükleri de ilave etmemiz gerekir. Ayrıca, merkezdeki mali idarenin tarihî seyir içerisinde sürekli olarak farklı Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 10 Abbasiler Dönemi İslam Kurumları isimlerle anılması ve sıklıkla mahiyet değiştirmesi de mali yapı ve kurumlar hakkında detaylı malumat vermeyi güçleştirmektedir. Kaynaklarda konu etrafında bir karmaşa hâkimdir. Fakat yine de kaynaklarda isimleri geçen ve mali işlerin sorumluluğunu üstlenmiş bir takım kurumlardan bahsedilebilir. Mesela, gelirgider hesabıyla divanu’z-zimam meşgul olmaktaydı. Halife el-Mehdî (158/775) ile birlikte hem merkezdeki ve hem de eyaletlerdeki divanların gelir gider muhasebesiyle bu kurum alakadar olmaktaydı. Divanu’n-nafakat adında bir başka divan harcamalarla ilgili işleri yürütürdü. Aşağıda ele alacağımız ikta’ sistemi yerleşene kadar askerîye ile ilgili harcamalardan ise divanu’l-ceyş sorumlu idi. Fakat, bütün bunlardan ayrı olarak vergilerin toplandığı ve harcamalar için gerekli paranın temin edildiği yer olan beytu’l-mâl öncelikle zikredilmelidir. Devletin gelirini koruyup toplama, bunları menfaate uygun bir şekilde harcama görevi beytu’l-male aitti. Beytu’l-mal gelirlerinin esasını harac ve cizye başta olmak üzere fey olarak isimlendirilen gelirler ile zekât ve öşür vergileri oluşturmaktaydı. Sahibi bulunmayan mallar, vâris bırakmadan ölen kişilerin terekeleri, mürtedlerin malı, kayıp kişilerin mülkleri diğer gelir kaynaklarını teşkil etmekteydi. Vârisi olmayan kişiler Müslüman ise malları beytu’l-male, gayri müslim ise mensubu oldukları cemaatlere bırakılırdı. Diğer yandan yüksek devlet memurlarının mallarının müsadere edilmesi de ayrı bir gelir kalemini teşkil etmekteydi. Bu vergilere ganimetin beşte biri, madenler, denizlerden ya da karadan çıkarılan hazineler de ilave edilmelidir. Ayrıca, gümrük vergileri de önemli bir gelir kalemiydi. Bu vergi kalemleri ve bunlardan başka ihdas edilmiş daha pek çok vergiler ya doğrudan (âmil vasıtasıyla) ya da dolaylı (mesela damân usulu ile) toplanırdı. Vergi toplama zamanı ise Nevruz Bayramı idi. Halife el-Mütevekkil Alellah (232/847) bu tarihi iki hafta kadar daha ileri almıştı. Tahsil edilecek olan verginin oranı ise mahsule, toprağın durumuna ve bulunduğu bölgeye göre değişmekteydi. Bizanslılar ve Sasaniler hem nakit ve hem de ayni vergilendirme sistemi uyguluyorlardı. Müslümanlar da fethedilen topraklarda mevcut uygulamaları sürdürdüler. Abbasiler de aynı şekilde uygulanan sistem ne ise onu sürdürdü. Dolayısı ile mükellefler vergilerini bazen nakdî olarak bazen de ayni olarak öderlerdi. Vergi ödemeleri doğuda gümüş ile batıda ise altın ile yapılırdı. Bu nedenle hesaplar farklı sistemlerle tutulurdu. Altını esas alan tek bir muhasebe sistemine geçme teşebbüsleri olmuştur. Devletin gelirini koruyup toplama, bunları menfaate uygun bir şekilde harcama görevi, beytu’l-male aitti. Merkezî olarak idare edilen bölgelerde arazinin kadastrosu yapılmakta idi. Bu kadastro işlemi ölçü birimlerinin farklılığı nedeniyle bölgeden bölgeye farklılık arz etmekteydi. Doğuda belli ölçüde arazi için cerib terimi kullanılırken Mısır’da feddan tabiri kullanılmaktaydı. Diğer taraftan belirli bir vergi oranının tespiti arazinin sulak olması, yağmura bağlı olması, ya da kanallarla sulanması durumlarına da bağlı idi. Arazinin verimli olması da ayrı bir faktördü. Bütün bunlar yüzyıllardır uygulanan teamüllerle bilinebilen ve bu nedenle de teamüllerin esas Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 11 Abbasiler Dönemi İslam Kurumları alındığı bir durumdu. Kullanılan arazinin statüsü de farklıdır ve vergilendirme de toprağın statüsüne göre yapılır. Ebû Yusuf’a göre Müslümanların arazisi öşür arazisidir. Fethedilip sahiplerin elinde bırakılan topraklar ise harac topraklarıdır. Yine Ebû Yusuf’a göre harac toprağı öşür toprağına, öşür toprağı da harac toprağına çevrilemez. Fakat, zamanla harac ile öşür arasındaki söz konusu bu ayırım ortadan kalkmıştır. Öşür tabiri sadece Müslümanların ellerindeki araziler ve bu arazilerle ilgili ödemeleri gereken -toprağın sulanma durumuna göre % 10, ya da, % 5 miktarıvergiyi ifade etmez. Bu tabir aynı zamanda Müslümanların, zımmîlerin ve harbî olarak isimlendirilen yabancı tüccarların ödediği ticaret vergisini de ifade eder. Buna göre Müslüman ve zımmî tüccarlar ve zanaatkârlar yıllık kazançlarının % 2,5 miktarını, harbî tüccarlar ise ellerindeki ticaret mallarının % 10’unu vergi olarak ödemekle yükümlüydüler. Haraç vergisi mesaha, mukaseme ve mukata’a olarak isimlendirilen üç yolla tahakkuk ettirilmekteydi. Mesaha, toprağın büyüklüğüne göre belirlenen sabit bir vergiydi. Mukaseme ise mahsulün belirli bir oranda tahsilinden ibareti. Mukata’a usulü de yapılan anlaşmaya göre ayni, ya da nakdî olarak toplanan vergiydi. Haraç vergisi mesaha, mukaseme ve mukata’a olarak isimlendirilen üç yolla tahakkuk ettirilmekteydi. Mesaha, toprağın büyüklüğüne göre belirlenen sabit bir vergiydi. Mukaseme ise mahsulün belirli bir oranda tahsilinden ibareti. Mukata’a usulü de, yapılan antlaşmaya göre ayni, ya da nakdî olarak toplanan vergiydi. Mesaha sisteminde hassas bir ölçüm yoktu. Sadece ekilebilir arazi hesaba katılırdı. Kaynaklarda görüldüğü kadarı ile ekilmeyen arazinin durumu tartışmalıdır. Bazısına göre vergi yoktur. Bazılarına göre yarı vergi olmalıdır. Bahçeler, bağlar, hurmalıklar ekildiği oranda, ağaç sayısına ve yaşına göre vergiye tabiydi. Sulu arazi daha fazla vergiye tabiydi. Toprağın verimliliği de hesaba katılırdı. Dolayısı ile mesaha yönteminde arazinin büyüklüğü tek kıstas değildi. Mesaha sistemini mukaseme sisteminden ayıran en önemli fark, mahsul alınsın alınmasın önceden belirlenen verginin çiftçiden tahsil edilmesiydi. Mukata’a sistemi merkezden uzak bölgelerde tercih edilen bir sistemdi. Aşağıda işaret edeceğimiz ikta sisteminin 4./10.yüzyıllardan itibaren yaygınlaşmasıyla mukata’a sistemi daha da benimsenmiş oldu. Devlet tarafından uygun görülen kimselere bir arazinin veya her hangi bir bölgenin vergi gelirlerinin tahsis edilmesi olan ikta’ sistemi askerî yapı ve toprak sistemi ile son derece iç içedir. İkta’ sisteminin mahiyeti zamana ve coğrafyaya göre farklılıklar arz etmiş, neticede diğer bütün kurumlar gibi zaman içerisinde gelişip değişikliklere uğramıştır. Muhtemelen bazı dönemlerdeki uygulama şekillerinden dolayı sık sık Batıdaki derebeylik sistemi ile karıştırılmıştır. Esas itibariyle bu sistem hemen daha ilk kaynaktan toplanan paranın devlet hazinesine girmeden maaşların ödenmesinden başka bir şey değildir. Maverdî iki tür ikta’dan bahsetmektedir. İlki devlet tarafından harac ve öşür vergileri ödenmek kaydıyla kişilere verilmiş iktau’t-temlik, diğeri de ücret karşılığı Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 12 Abbasiler Dönemi İslam Kurumları olmak üzere tahsis edilmiş olan toprak parçası olan iktau’l-istiğlal’dir. Birinci tip ikta’ erken dönem kaynaklarda kati’a olarak geçmektedir. İkincisi ise onuncu asrın ortalarından itibaren askerî ikta’’yı ifade etmektedir. Makrizî (ö.1442) erken dönemlerde, memurlara ve askerlere devlet hazinesinden ücret ödeme şekli olan ata’ sisteminin geçerli olduğunu, fakat zamanla onuncu asrın başlarından itibaren bunun yürütülmesinin mümkün olmadığını belirtmekte, Buveyhîler’in 946 yılı başlarında Bağdad’a girmesiyle ilk defa askerî ikta’ sisteminin uygulanmaya başladığını ifade etmektedir. Miskeveyh (ö.1030) de Buveyhîlerden Muizuddevle’nin subaylarına ve etrafına ikta’ tahsis ettiğinden bahsetmektedir. Bilahere Deylemli yaya askerlere de küçük ölçekli ikta’lar tahsis edilmeye başlandı. Böylece tahsis edilen arazilerdeki insanlar önceleri merkezî hükümete ödedikleri vergilerini artık mukta’’ya vermeye başladılar. 1055 yılında Bağdad’a giren Selçuklular da Buveyhîler’in ikta’ sistemini devraldılar. Tahsis edilen ikta’ ömür boyu değildi. Babadan oğla intikal etmiyordu. Nizamulmülk her iki üç senede bir ikta’nın değiştirilmesini, gerektiğinde teftiş edilmesini tavsiye etmişti. Genellikle kendisine toprak tahsis edilmiş kişinin, tahsis edilen toprakla bir irtibatı yoktu. Muasır kaynaklar bu durumun ikta’ sisteminin teftişini güçleştirdiğinden, tahsis edilen arazinin şahıslar tarafından geliştirilmesinden ziyade bir yağmaya dönüştüğünden ve neticede devleti zayıflattığından bahsetmektedir. Sultan Melikşah (ö.1092)’tan sonra gelen sultanların otoritesinin zayıflamasıyla sistem daha da bozulmaya yüz tuttu. Mesela ikta’nın sayısı arttı, çok daha büyük araziler tahsis edildi, tahsis edilme süresi uzadı, hatta ömür boyu tahsise ve veraset yoluyla intikale döndü. Zamanla her bir mukta’ kendi ikta’sını genişletmenin peşinde oldu. Neticede de kendilerine intikal eden ikta’lar vasıtasıyla emirler ve atabeyler büyük ölçüde bağımsızlıklarını elde ettiler. Müslümanların ödemesi gereken vergi türü ise zekât idi. Sadece askerlik yapabilecek olan gayrimüslimlerden alınan cizye vergisi de önemli bir gelir kaynağı idi. Cizye mükelleflerin maddi gücüne göre alınırdı. Buna göre halk yüksek, orta ve aşağı tabaka olarak üç kısma ayrılmıştı. Yüksek tabakadakiler 48, ortadakiler 24, aşağıdakiler 12 dirhem yıllık vergi öderlerdi. Altın para kullananlar ise ait oldukları guruba göre 4,2 veya 1 dinar öderlerdi. Abbasiler’in gelirlerine dair günümüze kadar ulaşan elimizde bazı veriler bulunmaktadır. Şüphesiz bu veriler Abbasiler’in tüm gelirlerini kapsamamaktadır. Fakat, yine de bize Abbasiler dönemi mali yapısı ve toplanan vergiler hakkında bazı fikirler verebilir. Bu verilere göre sekizinci asrın ikinci yarısında Abbasiler’in geliri 400.000.000 dirhemi geçmekteydi. Halife el-Me’mun döneminde sadece nakdî olarak toplanan vergi yaklaşık 400.000.000 dirhem civarında idi. Maverdî’ye göre beytu’l-mâlin sarf yeri iki gruptur. Bunlar da askerlerin ve Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 13 Abbasiler Dönemi İslam Kurumları memurların maaşları ile satın alınan malzemeler ve yolların bakım, inşası, su temini ve harac topraklarındaki hasarların giderilmesidir. Yukarıda belirtilen gelirler karşısında devletin giderleri hakkında da, yine kaynaklarda yer alan askerlere ödenen miktarlar bir fikir verebilir. Buna göre yaya askerîn yıllık maaşı 1.000 dirhem idi. Süvarinin ki ise bunun iki katı idi. Bu demektir ki, 50.000 kişilik bir ordunun devlete maliyeti 75 milyon dirhem idi. Bu rakam sadece askerlere verilen ücretten oluşmaktaydı. Bir başka müellifin verdiği malumata göre 3./9. asır ortalarında bir sefer hazırlığı 200 milyon dirheme mal olmaktaydı. ADLİYE TEŞKİLATI Kadı ve Kadı’l-Kudat Kaza yetkisini elinde bulunduranlar kadılardı ve yetkilerini halifeden almaktaydılar. Başkentte ve eyaletlerdeki başlıca yerleşim birimlerinde birer kadı bulunmaktaydı. Kaza yetkisinin ötesinde cami ve vâkıfların idaresi gibi idari bazı sorumlulukları vardı. Kadı hem medeni ve hem de ceza hukuku alanlarında yetkileri olmakla birlikte, cezai konularda yetkileri hukukla belirlenmiş oldukça sınırlı bir alan idi. Bu konuda kamu düzeninden sorumlu olan şurta oldukça geniş yetkilere sahipti. Başkentte bulunan kadının unvanı ise kadı’l-kudat idi. Vezirin halifeden aldığı yetkiyle yürütmenin başında bulunması gibi, kadı’l-kudat da yine halifeden aldığı yetkiyle devletteki adli teşkilatın zirvesinde yar almaktaydı. Yürütmenin başında vezirlik, adliyenin başında da kadı’l-kudatlık, halifenin otoritesi altında devlet teşkilatında ulaşılabilecek en son merhaleler idi. Kadılar kadısı ya da baş kadı anlamına gelen kadı’l-kudat tabiri, Abbasiler’de önceleri başkentteki kadının bir şeref unvanıyken, bilahare yukarıda da ifade edildiği gibi, yargı teşkilatının başındaki sorumlu kişinin sıfatı hâline gelerek bir müessese şekline büründü. Raşid halifeler döneminden beri şehirlere kadılar atanmaktaydı. Abbasiler döneminde halife Harun er-Reşid (170/786) tarafından kadı’l-kudatlık kurulana kadar Bağdat’ta ve diğer yerleşim merkezlerinde de birer kadı bulunur, hukuki işlerle meşgul olurlardı. Giderek artan ihtiyaç neticesinde hukuki ihtilafların çözüm için halife tarafından bir yetkilinin, yani bir kadının atanması zarureti doğdu. Halife Harun er-Reşid (170/786) tarafından Ebû Yusuf (ö.182/798)’un kadı’l-kudatlığa atanmasıyla başkentteki kadılık mevkii yükselmiş oldu. Böylece halife uhdesinde bulunan hukuki işlerin yürütülmesi yetkisini bütünüyle kadı’l-kudat’a devretmiş oldu. Mamafih kadı’l-kudatların bu yetkiyi tam olarak devralmaları zaman içerisinde gerçekleşmiştir. Dördüncü hicri asır ikinci yarısından itibaren söz konusu Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 14 Abbasiler Dönemi İslam Kurumları yetki devrinin tamamlandığı söylenebilir. Buna göre kadıların atanması, denetlenmesi ve görevden alınması kadı’l-kudatların yetkisinde idi. Bununla birlikte şurta, hisbe ve kadıasker yetkileri dışında kalmaktaydı. Mezalim Maverdî ve Ebû Ya’la el-Ferra’nın kökenlerini İslam öncesi Mekke’de haksızlığa uğrayanların hakkını savunan hılfu’l-fudul cemiyetine kadar götürdüğü mezalim İslam tarihindeki devletlerin en yüksek idari ve adli yargı ve denetleme kurumudur. Mezalim, normal mahkemelerin çözüme kavuşturamadığı veya zorlandığı hukuki davaları karara bağlayarak uygulayan yüksek bir adli kuruldur. Mezalim müessesi, devlet görevlilerinin haksızlık ve zulümlerini denetlemek ve önlemek, kişiler arasındaki ihtilafları çözüme kavuşturmak, kadı mahkemelerini murakabe etmek gibi son derece geniş bir alanı kapsamaktadır. Bu itibarla, normal mahkemelerin çözüme kavuşturamadığı veya zorlandığı hukuki davaları karara bağlayarak uygulayan yüksek bir kuruldur. Bu kurul diğer mahkemelerden daha geniş imkân ve yetkilere sahipti. Mezalim kurumu, günümüzde Danıştay, Sayıştay, Yargıtayın icra ettiği görevlere benzer bir vazife ifa etmiştir. Kaynaklarda Hz. Peygamber’in ve halifeleri Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer’in de mezalim uygulaması örnekleri zikredilmektedir. Gerek Hz. Ebû Bekir ve gerekse Hz. Ömer kendi dönemlerinde hac mevsiminde Mekke’de toplanan insanların şikâyetlerini dinlerlerdi. Aynı şekilde hazreti Osman da hac zamanında valileri Mekke’de topluyordu. Keza hazreti Ali de mezalim davalarına konu olan meseleleri çözüme kavuşturmuştu. Emeviler döneminde de sürdürülmüş olan mezalim uygulaması Abbasilere de intikal etmiş ve artık bir müessese niteliğine kavuşmuştu. Halife el-Mehdi (158/775) ve el-Hadi (169/785) düzenli bir şekilde mezalim uygulaması yapmaktaydı. Ebû Yusuf Halife’nin bizzat kendisinin mezalimin başında bulunması gerektiğini ifade etmektedir. Mamafih bu vazife vezirler, kadılar, ulema ve hatta kendi yerlerine atadıkları vekilleri tarafından da yerine getirilmiştir. Bazen de bizzat halife tarafından atanmış olan sahib ya da naziru’l-mezalim unvanlı görevliler tarafından bu vazife yerine getirilmiştir. Mezalime dair ilk eserler halife el-Kadir (381/991) ve el-Kaim’e (422/1031) hizmet vermiş olan Maverdî ve Ebû Ya’la el-Ferra’ tarafından kalem alınmış olan ve her ikisi de aynı başlığı taşıyan el-Ahkamu’s-Sultaniyye’dir. Buna göre mezalim halifenin, vezirin ya da valinin ya da bunlar tarafından dürüstlüğü, gücü ve adalet vasfı bulunan kişiler arasından atanmış kimselerin yürüttüğü bir sorumluluktur. Mezalim ancak muhafızlar, kadı, fakih, şuhud ve kâtiplerin hazır bulunmasıyla yerine getirilebilirdi. Maverdî’ye göre kaza ile aralarındaki esas fark prosedürle alakalıydı. Sahibu’l-mezalimin geniş bir soruşturma yetkisi vardı. Kadı mahkemelerinin yetersiz bulduğu delilleri kabul edebilmekteydi. Şahitlerle ilgili prosedür, soruşturma süresinin uzatılması konuları da mezalim mahkemelerini Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 15 Abbasiler Dönemi İslam Kurumları farklı kılan hususlardandı. Maverdî mezalimi, devlet yetkililerinin normal hukuki işlemlerin etrafını dolaşabilme ihtimaline karşı etkili bir kurum olarak telakki etmektedir. Yukarıda da ifade edildiği gibi, mezalimin yetki alanı oldukça geniş görünmektedir. Bunların başında, resmî yetkililerin görev istismarları ya da her hangi bir haksız güç kullanımına dair müracaatları kabul ve takip etme gelmektedir. Buna ilaveten kadının vermiş olduğu hükümlere karşı müracaat edilen bir üst mahkeme vazifesi de görmektedir. Ayrıca sivil ve askerî yetkililerin ikta’ tahsisi için müracaat ettikleri mercii mezalim idi. Keza, tahsis edilen ikta’yı denetleyen, geri alabilen ve gereğinde cezalar verebilen kurum da yine mezalim idi. Hisbe İyiliği emretme ve kötülüğü yasaklamayı hedefleyen hisbe teşkilatı esas olarak insanların davranışlarını murakabe etme ve pazarı denetleme vazifesini yerine getirmekteydi. Daha evvelden bu vazifeyle yetkili görevlinin unvanı sahibu’ssuk iken, halife el-Me’mun (198/813) dönemiyle birlikte muhtesib olarak isimlendirilmiş ve böylece hisbe sorumluluğunu yerine getiren bireyler için kullanılmakta olan muhtesib tabiri resmî bir hüviyet kazanmıştır. Muhtesibin başında bulunduğu hisbe teşkilatı ile kadı ve şurta’nın yerine getirdiği vazifeler iç içe geçmiş hâldedir. Bununla birlikte aralarında belli sınırlar da vardır. Kadı kendisine intikal eden meseleler hakkında soruşturmada bulunur ve bunları hukuki bir çözüme kavuşturur. Şurta ise olaylara fiili müdahalede bulunur. Muhtesib ise herhangi bir şikâyet olmaksızın kendi inisiyatifi ile duruma müdahale eder. Başka bir ifade ile her hangi bir hadise vuku bulmadan önüne geçme çabasında olur. Pazardaki denetleme vazifesinden ayrı olarak, muhtesib, camilerin durumlarını, cemaate devam edilip edilmediğini, dinî vazifelerin yerine getirilip getirilmediğini, çarşıda-pazarda kadınların ve erkeklerin davranışlarını ve zimmîler ile ilgili hükümlerin uygulanıp uygulanmadığını da denetlemekteydi. Hisbe teşkilatı esas olarak, insanların davranışlarını murakabe etme ve pazarı denetleme vazifesini yerine getirmekteydi. Mamafih muhtesibin en önemli vazifesi pazarın denetlenmesiydi. Buna göre ağırlık ve ölçüm birimlerini denetlerdi. Üretimden satışa kadar her türlü ürünün hilesiz olarak müşteriye ulaşmasını sağlamaya çalışırdı. Muhtesibin elinde sağlıklı denetim yapmasına sağlamak üzere meslek guruplarının inceliklerine dair detaylı bir liste olurdu. Böylelikle muhtesib tüm meslek guruplarını etkili bir şekilde denetleyebiliyordu. Diğer yandan paranın ayarını kontrol ediyordu. Özellikle yabancı tüccarlardan gelebilecek spekülasyon ihtimaline karşı pazardaki fiyatları takip altında tutuyor, faizli işlemleri engelliyordu. Her ne kadar fiyat sınırlandırılması olmasa da, özellikle kuraklık zamanlarında aşırı karlılığın önüne geçmekteydi. Pazardaki bu aktif rolü nedeniyle muhtesibin görevine dair yazılan Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 16 Abbasiler Dönemi İslam Kurumları eserler ekonomik hayata dair son derece kıymetli kaynaklardır. Şehrin imar yapısını kollamak, yolların bakım ve temizliği, duvarların onarılması, şehir suyu kanallarının bakımı ve su temini gibi bir takım belediye hizmetleri de muhtesibin görevleri arasındadır. Görüldüğü üzere hisbe teşkilatının esas mevzuu şehir hayatının düzenli bir şekilde sürdürülmesiyle alakalıdır. Muhtesibin atanması vali ya da kadı tarafından gerçekleştirilmekteydi. Muhtesib olarak atanacak kişi ahlakı itibarıyla tanınan ve hukuki bilgisine sahip bir kişi olmalıydı. Bu nedenle atanacak kimse genellikle fakih olmaktaydı. Tecrübesi göz önünde bulundurularak tüccarlardan da atandığı olurdu. Üstlendiği sorumluluğun mahiyeti ve sorumlu olduğu bölgenin genişliği sebebiyle muhtesibin pek çok yardımcıları bulunmaktaydı. Muhtesib, bizzat hazır bulunamadığı zamanlarda denetlenecek mesleklere dair bilgisi olan emin ya da arif olarak isimlendirilen kişileri yetkilendirirdi. Kadı ve şurta ile iş birliği hâlinde olurdu. Bu kadar geniş sorumluluğu olan muhtesibin doğrudan verdiği cezalar da bulunmaktaydı. Buna göre önce uyarır, fayda etmezse dayak cezası verir, gerekirse sokaklarda teşhir ederdi. Ağırlık ve ölçü birimlerinde hile yapanın malı müsadere edilirdi. Suçun ısrarı hâlinde kişi meslekten men edilebilirdi. Şurta Şurta, şehirlerdeki yağma ve ayaklanmaları önler, köyleri eşkiyalardan korur, esnafın ve zanaatkârın düzgün olarak çalışmalarını takip eder, vergilerin toplanmasını sağlardı. Diğer bazı teşkilatlar gibi, şurta teşkilatı da Abbasilerden önce ortaya çıkmıştı. Başında sahibu’ş-şurta’nın bulunduğu bu teşkilat Abbasiler döneminde önemli bir yer işgal etmekteydi. Önceleri halifenin otoritesini tesis etmekle görevliydiler. Takip eden zaman içerisinde halifenin gücünü yitirmesiyle meydana gelen saray içi isyanlarda önemli roller üstlendiler. Bu kurum günümüzde polis teşkilatının işlevini yerine getirmekteydi. Ayrıca sulh, ceza ve suçüstü mahkemelerinin kolluk kuvveti vazifelerini de yerine getirmekteydi. Siyaset yetkisinin uygulanmasında da şurta teşkilatı görev üstlenmiştir. Sahibu’ş-şurta güçlü olduğu zamanlarda muhtesibin ve kadının yetki sahalarına kadar uzanabilmekte, kendi insiyatif ve kararlarıyla kamu düzenini sağlamakta, cezalar uygulamakta ve kısasları yerine getirebilmekteydi. Şehirlerdeki yağma ve ayaklanmaları önler, köyleri eşkiyalardan korur, esnafın ve zanaatkârın düzgün olarak çalışmalarını takip eder, vergilerin toplanmasını sağlardı. Daha erken dönemlerde ise halifenin yakın korumalığını yaparlar, şehirlerde geceleri güvenliği sağlarlardı. Erken dönemlerde önemli bir mevki olan sahibu’ş-şurta, merkezi otoritenin zayıflamasıyla beraber eski önemini yitirmiştir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 17 Abbasiler Dönemi İslam Kurumları ASKERÎ TEŞKİLAT Emeviler döneminde ordu çoğunlukla Araplardan oluşmaktaydı. Fakat bu durum Abbasi ihtilalıyla beraber süratle değişmeye, çoğunluğu oluşturan Arapların yerini mevali, yani Arap olmayanlar almaya başladı. Abbasiler Ebû Müslim Horasani (ö.755)’nin başında bulunduğu Horasan askerleri sayesinde iktidara gelmişlerdi. İşte bu ordu aşağı yukarı yüzyıl boyunca Abbasi ordusunun bel kemiğini teşkil etti. Halife el-Mansur (136/754) zamanında askerler üç gurup hâlindeydi; Kuzeyli Araplar (Mudariler), Güneyli Araplar (Yemenliler) ve Horasanlılar. Halifenin yakınında ve önemli eyalet merkezlerinde sadece Horasanlı askerlerin ordugâhları bulunmaktaydı. Bu askerler Araplardan farklı olarak okçulukta, kuşatma tarzı savaşlarda ve Rum ateşini kullanmada becerikliydiler. Diğer taraftan Araplar arasında kabilecilik çok önemli bir yer tutmaktaydı. Kabile taassubu aralarında ayrışmaya yol açıyordu. Mudari ve Yemenî Araplar sürekli çekişme hâlinde bulunuyorlardı. Onların bu durumu ciddi bir tehlike oluşturuyordu. Daha en başta halife el-Mansur (136/754) onların bu kavgalarından Bağdat’ı korumak gayesiyle şehrin güneyinde Kerh semtini kurmuştu. Halife elMe’mun (198/813) da Arapların bu durumundan muzdarip idi. Horasanlı askerler arasında ise kabile tarzı ve hiyerarşisi bulunmamakta, sadece üstlerine itaat etmekteydiler. Dolayısıyla Horasanlı askerler bu anlamda daha profesyonel idiler. Böylece Araplar tedricen askerîyeden uzaklaştırıldılar. Sadece düzenli ordu mensupları divanda yani kayıtlarda yer aldı ve maaşa bağlandı. Araplar arasında kabilecilik çok önemli bir yer tutmaktaydı. Kabile taassubu aralarında ayrışmaya yol açıyordu. Mudari ve Yemenî Araplar sürekli çekişme hâlinde bulunuyorlardı. Onların bu durumu ciddi bir tehlike oluşturuyordu. Halife el-Mu’tasım Billah (218/833) ise Horasan askerlerinin yerine Türkleri istihdam etmeye başladı. Bilahare de ordu Orta Asya’dan getirilen genç kölelerden teşkil edildi. Türkler atlarını kullanmada son derece mahir idiler. Câhız’ın (255/868869) risalesinde de yer aldığı üzere Türkler, fiziki ve ahlaki olarak askerlik için son derece uygundular. Bunun da ötesinde, hemen hemen çocukluk yaşlarından itibaren memluk olarak alınıp yetiştirildiklerinden sahiplerine son derece bağlıydılar. Yeni çevrelerinde kökleşmiş hâldeki kabile çekişmeleri türünden bir takım rekabetlerden uzaktılar. Bu özellikleri nedeniyle Horasan askerlerinden daha güvenilirdiler. Ayrıca yeni kölelerin temini son derece kolaydı. Bilahare Türklere ilaveten bu yeni yapının içine “el-Meğaribe” denilen Mısırlılar, Deylemliler, Kürtler, Ermeniler, Rumlar ve zenciler de dâhil edildiler. Bunların hepsi de mürtezîka olarak isimlendirilen maaşlı askerlerdi. Halife el-Mu’tasım Billah (218/833) ayrıca gönüllü askerlerden de istifade ediyordu. Fakat, özellikle at kullanımındaki becerileri nedeniyle Türkler tercih edilmekteydi. Bu nedenle Deylemlilere dayanan Buveyhîler bile ordularında Türkleri istihdam etmek zorunda kaldılar. Müslümanlar tarafından zamanla benimsenmiş olan memluk sistemi kölelik sisteminden farklı idi. Bunların nasıl eğitildiğine dair fazla bir malumat bulunmamaktadır. Bunlar oldukça serbesttiler. Kendilerine maaş ödenmekteydi. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 18 Abbasiler Dönemi İslam Kurumları Önemli mevkiler üstlenebilmekteydiler. Başarı gösterip mevki elde edenler hürriyetlerine kavuşuyorlardı. Hatta bazıları eyalet valiliklerinde bulunmuşlardı. Tolun oğlu Ahmed (868) ile Muhammed b. Tuğc (935)’un Mısır valilikleri buna örnek olarak verilebilir. Askerler piyade, süvari, okçu, mancınıkçı, neftçi (ateşçi), sapancı gibi sınıflara ayrılırdı. Askerlerin elbisesi ait olduğu sınıfa göre farklılık arz ederdi. Her on bin askerîn başında bir emir, her bin askerîn başında bir kaid, her yüz askerîn başında bir nakib her on askerîn başında da bir ârif bulunurdu. Orduda mühendisler, tabipler ve baytarlar yer almaktaydı. Orduda kadı, vaiz ve Kur’an okuyucular ve bazen de doktorlar bulunmaktaydı. Ayrıca seyyar hastaneler bulundurmaktaydılar. Mancınıklarla ilgilenmek üzere görevli olan mühendislerin komutanına “emirü’lmancınıkıyyin” denilirdi. Savaş sırasında ordu beş bölüm hâlinde bir düzen alırdı. Başkomutanın bulunduğu merkez kalb olarak isimlendirilirdi. Ordunun sağ tarafı meymene, sol kanadı meysere idi. Öncülere talia, artçılara ise sâka denirdi. Ordunun arkasında yük, malzeme, çadır ve savaş araç gereçleri taşıyan develer bulunurdu. Bunların arkasından seyyar hastaneler, mancınık gibi ağır savaş araçlarını çeken deve, at ve katırlar yer almaktaydı. Ordunun görünümü son derece haşmetli idi. Öncü birlikler hedefe varınca mevziler kazarlardı. Akabinde de karargâh kurulur, yollar, sokaklar teşkil edilir, etraf sanki mamur bir kent hâline getirilirdi. Ordunun bütçeye yüklediği ağır yük nedeniyle ikta’ sistemi giderek yaygınlık kazandı. Müslümanlar Avrupalılar gibi ağır zırhlar kullanmıyor, daha hareketli kalmayı tercih ediyorlardı. Arapların öteden beri kullandıkları silahlar, kılıç, mızrak ve harbe idi. Ok daha ziyade av maksadı ile kullanılırdı. At üzerinde iken pek kullanılmazdı. Yay çekmek İranlılarda tüm halk arasında bir çeşit spor gibi yaygındı. Türkler ise at üzerinde ve büyük bir süratle her yöne ok atmada son derece mahir idiler. Bu maharetleriyle düşman saflarının düzenini bozuyorlardı. Miğfer, hafif zırh ve ok yay süvarilerin başlıca silahları idi. Kuşatma silahları ise mancınık, debbabe ve arrade idi. Mancınıkçılar mancınıkla taş atarlardı. Aynı şekilde sapancılar da taş atmaktaydılar. Bir müddet sonra sırrını öğrendikleri rum ateşini de hem karada ve hem da denizde kullanmaya başladılar. Bu işi de yanıcı sıvılara batırdıktan sonra ateşten bir top hâline getirdikleri paçavraları düşman tarafına atan neftçiler yerine getirmekteydiler. Neftçiler ayrıca kılıç da taşımaktaydılar. Özellikle Şam çeliği meşhurdu. Bundan başka gürz ve bıçak da kullanmaktaydılar. Haçlı seferlerine kadar büyük kalkanlar kullanılmamaktaydı. Süvariler zırhla korunan atlara binmekteydiler. Develer daha ziyade nakil için kullanılmaktaydı. Orduda filler de yer almaktaydı. Askerler silahlarının ve hayvanlarının bakımını kendileri yapmaktaydı. Daha önceleri kaid olarak isimlendirilen ordu komutanı için bilahere emir unvanı kullanılmaya başlandı. Zamanla bu unvan da olağanlaştı ve ordu komutanları için emirü’l-umera unvanı kullanılır oldu. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 19 Abbasiler Dönemi İslam Kurumları Ordu etnik yapılara göre gruplara ayrılırdı. Her bölüğün kendi sancağı vardı. Bölüğün komutanı bu sancağın bulunduğu çadırdan savaşa komuta ederdi. Savaş esnasında da bu çadır buluşma ve toplanma yeri idi. Esas zorluk askerlerin ödemeleri konusuydu. Bu divanu’l-ceyşin birimi olan ard’ın görevi idi. Bu işlemin takibi sıkı bir şekilde tutulmuş olan kayıtlarla mümkün oluyordu. Ödemeler aylık ya da yıllık olabiliyordu.10.yy. a kadar yaya askerîn yıllık maaşı 500 – 1000 dirhem civarında idi. Bundan ayrı olarak ayni yardımlar, cülus esnasında aldıkları hediyeler de belirtilmelidir. Silah imali, hayvanların, kalelerin ve askerî açıdan önemli olan yolların bakımı ve nakil vasıtaları bütçeden destekleniyordu. Abbasilerin zirvede olduğu dönemlerde aşağı yukarı elli bin kişilik bir ordunun teşkili ve bunun askerî teçhizatı masrafları bütçenin yaklaşık yarısına tekabül etmekteydi. Bu da ağır vergilere, ağır vergiler de isyanlara yol açmakta, neticede ortaya fasit bir daire çıkmaktaydı. Böylece yüksek rütbeli komutanlar kendisine tahsis edilen bölgede vergi toplayabilmekte, neticede de ordunun, merkezî hükümet bütçesine getirdiği yük kalkmakta idi. İkta’ sistemine göre kendisine ikta’ tahsis edilen mukta’ daha evvelden hükümetin yüklendiği masrafları artık kendisi karşılamakta idi. EĞİTİM TEŞKİLATI Medreseler Abbasiler döneminden önce Müslümanların eğitim öğretim faaliyetlerini yürüttükleri mekânlar daha ziyade camiler idi. Abbasiler döneminden önce Müslümanların eğitim öğretim faaliyetlerini yürüttükleri mekânlar daha ziyade camiler idi. Abbasilerin kuruluşundan sonra da Müslümanlar camileri hem ibadet ve hem de eğitim öğretim faaliyetleri için kullanmaya devam ettiler. Bu maksada uygun olarak, camilere hem öğrencilerin barınmaları ve hem de tedris amacıyla odalar ilave edildi. Cami içinde öğretim maksadı ile yapılmış bu odalar “medrese” olarak isimlendiriliyordu. Mesela Şam’daki altı medrese Ümeyye camiin içerisinde yer almaktaydı. Bu türden odalar cami içine yapıldığı gibi caminin hemen bitişiğine de yapılmaktaydı. Netice itibarıyla eğitim faaliyetlerinin yürütüldüğü medresenin yer aldığı camiler ile diğer camiler arasında pek o kadar bir fark yoktu. Keza aynı şekilde türbe ve medrese arasında da ince bir fark bulunur. Mesela İmam Ebû Hanife’nin türbesi aynı zamanda ders verilen bir mekândı. Medresenin müstakil bir kurum olarak ortaya çıkışından sonra bile bu uygulama devam etmiştir. Medreselerin varlığına rağmen, diğer başka mekânlarda da mesela camilerde, mescidlerde, türbelerde, bimaristanlarda, ribatlarda, hangâhlarda ve zaviyelerde eğitim öğretim faaliyetleri devam etmiştir. Diğer yandan âlimler kendi evlerini aynı zamanda ders verdikleri mekânlar Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 20 Abbasiler Dönemi İslam Kurumları olarak kullanıyorlardı. Âlimler kendi evlerinde hadis ve fıkıh dersleri okuturlardı. Mesela Ebû Hatim el-Bustî (d.277/890) 10.asrın birinci yarısında kendi memleketinde kütüphanesi olan, yabancı talebelerin kalabileceği mekânlar bulunan ve öğrencilere burslar temin edilen bir eğitim kurumu teşkil etmişti. Özellikle İslam dünyasının doğusunda 10. asır sonları ve 11. asır başlarında bu türden pek çok eğitim öğretim kurumları bulunmaktaydı. 11.asrın ilk yarısında Nişabur’da dört tane medrese kurulmuştu. Beyhakî (ö. 458/1066) tarafından kurulmuş olan Medresetu’l-Beyhakıyye; Nasr b. Sebüktegin tarafından kurulmuş olan Saidiyye (389/999); Ebû Sa’d el-Esterabadî tarafından kurulmuş olan medrese; Ebû İshak el-İsferâinî için kurulmuş olan medrese bunlara örnek olarak verilebilir. Bilahare, bunlara İmamu’l-Haremeyn Cüveynî (ö.478/1085) için yapılmış olan bir Nizamiye medresesi ilave edilmiştir. Medresenin tarihi konusunda kaynaklarda farklı görüş ve bilgiler yer almaktadır. Her ne kadar 4./10. asırda Bağdat’ın dışında medreseler mevcutsa da, inşasına 1065 yılında başlanmış olan Nizamiye medreseleri bir dönüm noktası olarak görünmektedir. Çünkü, bu medreseler için Nizamülmülk (456-485/10641092) tarafından tesis edilmiş olan vâkıflar Nizamiye medreselerini sürekli bir kurum hâline getirmiştir. Nizamiye medreseleri sadece Bağdat ve Nişabur ile sınırlı kalmamıştır. Daha Nizamülmülk’ün kendi zamanında ve sonrasında pek çok medreseler kurulmuş, Belh, Herat, Musul ve Merv’de de Nizamiye medreseleri açılmıştır. Aynı şekilde vezir Taculmülk (ö.486/1093) tarafından da Bağdat’ta Taciyye medresesi kurulmuştur. Nizamiye medresesini kendilerine örnek alan sultanlar ve yüksek rütbeli devlet memurları da benzer kurumlar tesis etmişlerdir. Böylelikle medreselerin sayısı hızla artmıştır. İbn Cubeyr (1184) sadece Bağdat’da otuz kadar medreseden bahsetmektedir. 1234 yılında halife el-Mustansır (623/1226) tarafından yaptırılan ve dört mezhebin derslerinin okutulduğu Mustansırıyye medresesi özellikle belirtilmelidir. Bu medresede kütüphane, hamam, hastane ve mutfak bulunmaktaydı. İbn Batuta’nın 14. asırda hâlâ ayakta olduklarını haber verdiği hem Nizamiye ve hem de Mustansırıyye medreselerinin Moğol istilası yıkımdan kurtulduğu anlaşılmaktadır. Eğitim faaliyetleri, özellikle kurum olarak medreseler tamamen vakıf sistemine dayanmaktaydı. Medresenin mahiyeti de vakfiyesinde yazıldığı şekle bağlı idi. Kısmen de bu nedenle ele aldığımız dönemde medreselerin genel bir kalıp ve tanımını ortaya koymak oldukça güç görünmektedir. Medreselerin bu şekilde ortaya çıkışıyla ders şekli değişmemiş, öğrenci sayısı artmamıştır. Müfredatı ve öğretim elemanlarında da bir değişiklik olmamıştır. Bu yeni durumla ortaya çıkan tek fark, medreselerin Nizamiye medreselerinde olduğu gibi kendisine ait vâkıflarla desteklenerek uzun yüzyıllar devam eden bir müessese olmalarıdır. Daha da önemlisi medreseler vakfedenlerin kontrolü altında idi. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 21 Abbasiler Dönemi İslam Kurumları Medreseler ve daha önceki eğitim kurumları vâkıflarla yürütüldüğü için devlet müdahalesinden uzaktılar. Bu medreselere giriş serbest değil vakfiyeleri ile sınırlı idi. Kuruluşları mezhep esasına göre idi. Mustansıriyye medresesinde olduğu gibi dört mezhebin bir arada bulunduğu medreseler de mevcuttu. Fakat her bir mezhebin dersi ayrı ayrı verilirdi. Eğitim faaliyetlerini yürüten bir kurum olarak medreseler, tamamen vâkıf sistemine dayanmaktaydı. En baştan beri Kur’an ve hadis en temel dersler idi. Daha sonra bunlara Arapça da ilave edildi. Nizamiye medreselerinde ve diğerlerinde Arap dili üzerine dersler okutulmaktaydı. Medreseler esasen fıkıh okutmak için kurulmuşlardı. Kaynaklarda erken dönemlerde verilen derslere dair malumat serpiştirilmiş olarak görülmektedir. Bunlar arasında, kelam, tarih de yer almaktadır. Geç dönem olmakla birlikte ibn Haldun (ö.808/1406)’un medreselerde okutulan derslere dair verdiği malumat ele aldığımız dönem hakkında da fikir verebilir. İbn Haldun bu dersleri ulum-i tabiiyye ve nakliye şeklinde ikiye ayırmaktadır. Ulum-i nakliye doğrudan İslam’ın kendisiyle alakalıdır. Bunlar da Kur’an, tefsir, kıraat, hadis, fıkıh, usul-i fıkıh, kelamdır. Dile dair dersler de yer almaktadır. Akli ilimler ise mantık, aritmetik, hendese, astronomi, musiki, tıp ve ziraattır. Bu arada ele alınan tıbbın sadece özel okullarda değil, camilerde ve medreselerde de okutulmakta olduğunu ilave etmemiz gerekir. Ders verme metodu anlatımla idi. Öğrenciler notlar alırlardı. Kur’an ve olabildiğince fazla hadis ezberlemek önemliydi. Ezber, (kendi aralarında ders anlatma ve birbirlerini dinleme şekli olan) müzakere ve münazara son derece önemli öğrenme metotlarıydı. Öğrenciler derslerdeki münazaralarda gösterdiği performansa göre icazet alırlardı. Genellikle dört yıl süren eğitim süresini tamamlayan öğrenciler, ders aldıkları medresedeki öğrencilerin ders tekrarlarında yardımcı olmak üzere muid sıfatıyla eğitimlerini sürdürebilmekteydiler. Bu süre içerisinde hocalarına da yardımcı olan muidler ta’lika adı verilen tez mahiyetinde bir eser de ortaya koyarlardı. Ders veren müderrislerin naibleri bulunur, yokluğunda bunlar ders verirdi. Medreselerde ders verenler zenginlerden, yüksek mevkilerde bulunan devlet memurlarından hediye ve para alabilirdi. Fakat esas olarak öğretim elemanlarının bulundukları medresenin vakfından maaşları bulunmaktaydı. Medreselerde her bir mezheb bir müderris tarafından temsil edilmekteydi. Bu müderrisin yanında birkaç tane muidi bulunmaktaydı. Müderrisler aynı zamanda kadılık vazifesini de yürütebilmekteydiler. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 22 Özet Abbasiler Dönemi İslam Kurumları • Temelleri Hz. Peygamber ve Raşid halifeler devrinde atılan Abbasiler dönemi kurumlarının çerçevesi ve çatısı Emeviler döneminde kurulmuştu. İşte Abbasiler kendilerinden önce ortaya çıkmış olan bu yapıyı daha da geliştirip sağlamlaştırdılar. • Raşid halifeler ve Emeviler döneminde çok süratli bir şekilde son derece geniş coğrafyayı fetheden Müslümanlar yönetim problemi ile karşı karşıya kalmışlardı. Fakat fetihlerin yanı sıra müesseseleşmelerini de sürdürmüş olan Müslümanlar bu zorluğu aşmayı bilmişlerdir. Fütuhatın çabukluğundan ziyade, ortaya konulan müesseseler vasıtasıyla fethedilen coğrafyanın idaresinde gösterilen başarı daha da dikkat çekicidir. Bu başarılarının tesadüf eseri ya da kılıç zoruyla değil, kalıcı ve kalplere hitap etmenin neticesinde mümkün olduğu ortadadır. Bu durum Müslümanların sadece mevcut nizamı yıkan ve sonra da o yıkıntılar arasında kaybolan, gelip geçici bir topluluk olmadığını, aksine insanlığa yepyeni bir medeniyet kazandıran bir dinin mensupları olduklarının çok açık bir delilidir. • Müslümanlar son derece gerçekçi davranarak fethedilen topraklardaki uygulamaları bütünüyle ortadan kaldırmayıp bunları kendi süzgeçlerinden geçirdikten sonra yeni bir mahiyete büründürüp uygulamışlardır. Böylelikle uzun ömürlü, sağlam temeller üzerine oturan kurumlar tesis edebilmişler, bu kurumlar vasıtasıyla da kurdukları devletleri idare edebilmişlerdir. • Abbasilerin hâkim oldukları geniş coğrafyayı başarılı bir şekilde idare etme ve İslam medeniyetini kökleştirmede, kendi döneminde artık daha da oturmuş olan yukarıda ele almaya çalıştığımız kurumların büyük rolü olmuştur. Bu kurumların mevcudiyeti ve etkisi sadece kendi dönemleriyle sınırlı kalmamış, sonraki dönem İslam devletlerine örneklik etmek suretiyle yirminci yüzyılın başlarına kadar kesintisiz devam etmiştir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 23 Araştırma Abbasiler Dönemi İslam Kurumları • İlahiyat alanında yazılmış, pdf formatındaki binlerce makaleye İSAM Kütüphanesinin İlahiyat Makaleler Veri Tabanı'ndan ulaşabilirsiniz. http://ktp.isam.org.tr/ Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 24 Abbasiler Dönemi İslam Kurumları DEĞERLENDİRME SORULARI 1. Abbasilerin anlayışına göre hilafete en layık olanlar kimlerdir? Değerlendirme sorularını sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “bölüm sonu testi” bölümünde etkileşimli olarak cevaplayabilirsiniz. a) Mevali b) Kureyş c) Abduşşems oğulları d) Peygamber’in aile efradı e) Ümeyye oğulları 2. Tefviz ve tenfiz vezirleri arasındaki fark nedir? a) Aralarında her hangi bir fark yoktur. b) Tefviz gayrimüslimlerin işleri ile, tenfiz ise Müslümanların işleriyle meşgul olurdu c) Tefviz vezirinin tam bir sorumluluğu vardı. Tenfiz vezirinin sorumluluğu ise belirli alanlarla sınırlı idi. d) Tefviz veziri ömür boyu bu görevde kalırdı. Tenfiz veziri ise belirli bir süre için atanırdı e) Tefviz vezirliği önem itibariyle tefviz vezirinden sonra gelirdi. 3. Hz. Peygamber’in soyundan gelenlerle ilgilenmek üzere kurulmuş olan müessese hangisidir? a) Hisbe teşkilatı b) Divanu’l-birr c) Kadı’l-kudatlık d) Şurta teşkilatı e) Nakîbu’l-eşraflık 4. İlk defa kadı’l-kudatlığa atanan kimdir? a) Ebu Hanife b) Ebu Yusuf c) Maverdî d) Cafer Bermekî e) Ahmed b. Hanbel Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 25 Abbasiler Dönemi İslam Kurumları 5. Esas itibariyle şehir hayatının düzenli bir şekilde sürdürülmesiyle sorumlu olan kurum hangisidir? a) Hisbe teşkilatı b) Şurta teşkilatı c) Nakıbu’l-eşraflık kurumu d) Kadılık kurumu e) Berid teşkilatı Cevap Anahtarı: 1. d 2.c 3.e 4.b 5.a Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 26 Abbasiler Dönemi İslam Kurumları YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK KAYNAKLAR Ahmed Çelebi. (1976). İslamda Eğitim Tarihi (trc. Ali Yardım), İstanbul. Ahmed Emin. (1962). Zuhru’l-islam, 4 cilt, Kahire. Ahmed Emin. (1963). Duha’l-islam, 3 cilt, Kahire. Avcı, Casim, “Hilafet”, DİA Baltacı, Cahit. (2005). İslam Medeniyeti Tarihi, İstanbul. Barthold, W. W.. (1973). İslam Medeniyeti Tarihi (M.Fuad Köprülü tarafından ilaveli), Ankara. Bozkurt, Nebi, “Medrese”, DİA Buzpınar, Şit Tufan, “Nakıbu’l eşraf“, DİA Cahen, Cl. “Dariba”, EI2 Cahen, Cl. “Kharadj”, EI2 Cahen, Cl.-M.Talib “Hisba”, EI2 Cahen, Cl., “Djahysh”, EI2 Corci Zeydan. (1328). Medeniyet-i İslamiyye Tarihi, (trc. Zeki Megamiz), İstanbul. Coulson, N.J.-R. Le Tourneau, “Bayt al-mal”, EI2 Demirci, Mustafa, “İkta”, DİA Duri, A. A., “Diwan”, EI2 Duri, Abdulaziz, “Divan”, DİA Ebu Yusuf. (1970). Kitabu’l-Harac, (trc. Ali Özek), İstanbul. Ebu Ya’lâ el-Ferrâ, Muhammed b. Hüseyin. (1996). el-Ahkamu’s-Sultaniyye, Mısır. Erkal, Mehmet, “Beytü’l-mal” DİA Hasan İbrahim Hasan. (1964). Tarihu’l islam, es-siyasi ve’d-dini, ve’s-sekafi ve’liçtimai, Kahire. Hitti, P. K.. (2011). Siyasi ve Kültürel İslam Tarihi, (trc. Salih Tuğ), İstanbul. İbn Haldun. (1982). Mukaddime, (trc. Süleyman Uludağ), İstanbul. İbn Teymiye. (1989). Hisbe, (trc. Vecdi Akyüz), İstanbul. Kallek, Cengiz, “Harac” DİA Kazıcı, Ziya. (1999) İslam Medeniyeti ve Müesseseleri Tarihi, İstanbul. Lambton, A.K.. (1985). State and Government in Medieval Islam, Newyork. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 27 Abbasiler Dönemi İslam Kurumları Lambton, A.K.S., “Kahlifa”, EI2 Lewis, B., “Abbasids”, EI2 Maverdi, Ebu’l Hasan Ali b. Muhammed b. Habib. (1409/1989). el-Ahkamu’sSultaniyye, (nşr. Ahmed Mubarek el-Bağdadi, Kuveyt. Nielsen, J.S., “Shurta”, EI2 Nizamulmülk. (1981). Siyasetname, (trc. Nureddin Bayburtlugil), İstanbul. Özen, Şükrü, “Kadılkudat”, DİA Pedersen, J. (G.Makdisi), “Madrasa”, EI2 Sarıçam, İbrahim-Seyfeddin Erşahin, İslam Medeniyeti Tarihi, Ankara, 2008. Sato, T., “Ushr”, EI2 Sourdel, D., “Khalifa”, EI2 Taberi, Muhammed b. Cerir. (1939-1958). Tarihu’l-Ümem ve’l-Muluk, Mısır. Terzi, Mustafa Zeki, “Ordu”, DİA Yeniçeri, Celal, “Mezalim”, DİA Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 28 HEDEFLER İÇİNDEKİLER EMEVİLER DÖNEMİ’NDE KURUMLAR • Endülüs Müslümanlarında Kültür ve İlmî Alt Yapı • Endülüs Müslümanlarında Eğitim ve Öğretim • Kitap, Kütüphane ve Kitapçı Dükkânları • Endülüs Müslümanlarında Dinî Bilimler • Endülüs Müslümanlarında Sosyal Bilimler • Endülüs Müslümanlarında Fen Bilimleri • Bu üniteyi çalıştıktan sonra; • Endülüs Müslümanlarında kültür ve ilmî alt yapıyı anlayabilecek, • Endülüs Müslümanlarında bilim adamlarını yetiştiren eğitim ve öğretim ortamlarını tanıyabilecek, • Bilim adamlarının yetiştiği kitap ve kütüphane dünyası ve kitapçı dükkânlarına girebilecek, • Endülüs Müslümanlarında dinî bilimleri ve din bilginlerini tanıyabilecek, • Endülüs Müslümanlarında sosyal bilimler ve sosyal bilimcileri öğrebilecek ve • Endülüs Müslümanlarında fen bilimleri ve fen bilimcilerini tanıyabileceksiniz. İSLAM KURUMLARI VE MEDENİYETİ TARİHİ ÜNİTE 11 Endülüs Müslümanlarında İlim ve Kültür Hayatı GİRİŞ Endülüs’de Müslümanlar ve Emevi Hilafeti İberya yarımadası, Müslümanlar tarafından Emeviler zamanında 92/710 yılından sonra fethedildi. Abbasilerin, iktidara gelişleriyle Emevi ailesine karşı başlattıkları katliamdan kurtulan Abdurrahman b. Muaviye, Tunus ve Magrib yoluyla 138/755 yılında yarımadaya geçti. Burada Endülüs valisi Yusuf b. Abdurrahman el-Fihrî ile yaptığı mücadeleyi kazanarak 139/756 yılında yönetimi ele geçirdi ve böylece Endülüs Emevi Emirliği kurulmuş oldu. Abdurrahman’ın hâkimiyeti 33 yıl sürdür. Endülüs Emevi Devleti, III. Abdurrahman (300-350/912-961) zamanında en kudretli devrine ulaştı. III. Abdurrahman 316/929 yılında emirliği bırakıp halifeliğini ilan etti ve bu dönemden sonra devlet halifelikle emirler de halife olarak anılmaya başladı. 393/1002 yılından sonra devlet çökmeye başladı ve 423/1031 yılından sonra tamamen söndü. Bu büyük devletten kısa ömürlü birçok devletçikler (elMulûkü’t-Tevâif) doğdu. Endülüs Emevi Devleti’nde hüküm süren emirler ve halifelerin isimleri ve hilafet müddetleri ile daha sonra kurulan devletlerin süreleri sıra ile şöyledir: Abdurrahman ed-Dâhil b. Muaviye b. Hişam (138-172/755-788) Hişam b. Abdurrahman (172-180/788-796) Hakem b. Hişam b. Abdurrahman (180-206/796-821) Abdurrahman b. Hakem (206-238/821-852) Muhammed b. Abdurrahman b. Hakem (238-273/852-886) Münzir b. Muhammed (273-275/886-888) Abdullah b. Muhammed (275-300/888-912) Abdurrahman b. Muhammed (Nasır lidinillah) (300-350/912-961) Hakem b. Abdurrahman (Mustansır Billah) (350-366/961-976) Hişam b. Hakem (Müeyyed Billah) (366-399/976-1009) Muhammed b. Hişam (Mehdi Billah) (399-399/1009-1009) Süleyman b. Hakem (Musta’in Billah) (399-400/1009-1010) Hişam b. Hakem (Müeyyed Billah) (400-403/1010-1013) Süleyman b. Hakem (Musta’in Billah) (403-407/1013-1016) Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 2 Endülüs Müslümanlarında İlim ve Kültür Hayatı Abdurrahman b. Abdulmelik (Murtaza) (408-408/1017-1017) Abdurrahman b. Hisam (Müztazhir billah) (414-414/1023-1023) Muhammed b. Abdurrahman b. Ubeydullah (Müstekfi Billah) (414416/1024-1026) Hişam b. Muhammed b. Abdulmelik (420-422/1029-1031 ) Endülüs Emevilerinin Yıkılmasından Sonra: Tavâi-i Mülûk Dönemi: 422-483/1031-1090 Murabıtlar Dönemi: 484-542/1091-1147 Muvahhidler Dönemi: 541-664/1146-1248 Ben-i Ahmer (Nasriler) Dönemi: 629-898/1231-1492 Daha önceki konularda Endülüs Emevi Devleti’nin ve sonraki devletlerin siyasi ve sosyal tarihi ile teşkilatı anlatıldığı için, burada sadece emir ve hâlifelerin isim ve iktidar tarihlerinin listesi, aşağıdaki konuların hatırlanmasına yardımcı olması gayesiyle verilmiştir. Bu bölümde sadece Endülüs Emevi Devleti’ndeki değil sonrakileri de içine alacak şekilde yapacağımız adlandırma ile tüm ‘Endülüs Müslümanları’nın ilmî ve kültürel faaliyetleri kısaca ele alınacaktır. Ancak önce ve kısaca, Endülüs’ün fethinden sonraki sosyal ve toplumsal ilişkiyi kısaca gözler önüne sermek iyi olacaktır. Endülüs’te yaklaşık sekiz asır süren İslam hâkimiyeti (93-898/711-1492) sırasında Müslümanlar, Hristiyanlar ve Yahudiler aynı ülke içinde bir arada ciddi problemlerle karşılaşmadan yaşamışlardır. Endülüs’te İslam Devleti’nin tebaası sıfatıyla yaşayan Hristiyanlar ve Yahudiler, dinî inanç, kurum, hukuk, ibadet, ibadethane, âdet ve geleneklerini sürdürme konusunda hiçbir baskıyla karşı karşıya kalmamışlardır. Endülüs’te İslam hâkimiyeti yaklaşık sekiz asır (93-898/711-1492) sürmüştür. Endülüs fethedilmeden önce Hristiyan yöneticiler tarafından baskıya maruz kalan ve zorla Hristiyanlaştırma muamelesine tabi tutulan Yahudiler, Müslümanların adaletli ve hoşgörülü yaklaşımları sonucunda varlıklarını ve dinlerini muhafaza etmişlerdir. Aynı sosyal politika, buradaki Hristiyanlar için de geçerli olmuş ve idareciler onları, Müslümanların şehirlerinde ikamet ettirmişler, din, can, mal ve seyahat özgürlüklerini serbestçe kullanmalarına izin vermişlerdir. İslam fetihlerinin başlangıcında olduğu gibi İslam’ın yerleşmesinden sonra da, ne dinî bir baskı ne de zorla Müslümanlaştırma gibi bir olayın hiçbir zaman vuku bulmaması, dünyanın diğer bölgelerinde uygulandığı gibi, Endülüs’te de Müslüman yönetiminin Hristiyan tebaa karşısındaki geleneksel tutumunu sürdürmesi, iki din mensuplarını birbirine daha da yaklaştırmış ve bu iki topluluk arasında bazı Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 3 Endülüs Müslümanlarında İlim ve Kültür Hayatı karışımlar meydana gelmiştir. Müslüman erkeklerle Hristiyan kadınlar arasında evlilikler başlamış; birçok Hristiyan, Arap isimlerini aldıkları gibi Müslüman komşularının âdetlerini de taklit eder olmuşlardı. Nitekim yine bu dönemde birçok Hristiyan’ın, erkek çocuklarını Müslümanlar gibi sünnet ettirdikleri müşahede edilmiştir. Ülkenin her tarafında Arap dilinin öğretilmesi, Latince eğitimin önüne geçmiş ve öylece Hristiyan ilahiyatının dili olan Latince zamanla unutulmaya başlamıştır. Yıllar sonra bu bölge Müslümanların elinden çıkıp Hristiyanların eline geçince, tam bir işkence, zulüm ve katliam buradaki Müslüman ve Yahudilere uygulanır olmuştur. Bu kadarla da bitmemiş Hristiyan yöneticiler kendi dinleri dışındaki dinlere yasaklama getirmiş ve engizisyona başvurmuşlardır. Bunun resmiyeti ise, 908/1502 senesinde Ferdinand ve İsabella tarafından duyurulan bir ferman ile İslam dininin bütün İspanya kraliyeti dâhilinde yasaklanmasıdır. İLİM VE KÜLTÜR Bir toplumda ve devlette ilmî ve kültürel hayat ve faaliyetlerin tevarüs edildiği bir gerçektir. Şüphesiz Endülüs Emevileri de bu geleneklerini Şam Emevilerinden almışlardır. Bu yüzden orada görülen, dolayısıyla İslam’ın başlangıcından itibaren Arap ve İslam geleneğinde yer alan ilmî ve kültürel yaşam biçimi ve içeriği, kısmi değişim ve gösterene kadar, aynen burada da görüldüğü ve temelin bu yapı üzerine oturduğu göz ardı edilmemelidir. Mesela Hz. Peygamber’in ve haleflerinin olduğu gibi buradaki emir ve hâlifelerin de, âlim, şair, kültürel ve ilmî faaliyetleri gözetip korudukları ve teşvik ettikleri görülmektedir. Eğitim öğretim denince genelde akla eğitim kurumları gelmektedir. Unutulmamalıdır ki, bu dönelerde henüz medreseler açılmamış veya medrese geleneği henüz başlamamıştır. Bu durumda buralarda eğitim faaliyetlerinin nasıl yürütüldüğünden bahsetmemiz yerinde olacaktır. Endülüs Emevileri kültürel geleneklerini Şam Emevilerinden almışlardır. Hz. Peygamber devrinde olduğu gibi, ilk günden itibaren ‘evler ve mescidler/camiler’, Müslümanlar için en önemli ve vazgeçilemez eğitim kurumlarıdır. Âlimler ve okuma yazma bilenler evlerinde ve müsait oldukları sürece ve iştirak edenler için ise, camilerde ders halkaları oluşmuştur. Bu ders halkaları âlimin ilgi alanı ve vermeyi istediği ders içeriğinden müteşekkildi. İsteyen katılabilir ve istediği kadar devam edebilirdi. Mezkûr evler, âlimlerin olduğu gibi, eşrafın veya devlet adamlarının evleri de olabilirdi. Oldukça sivil ve resmiyetten uzak bu evlerde yapılan dersler, daha serbest ve hiçbir hiyerarşinin bulunmadığını ve sadece oradakilerin hiyerarşiyi yönlendirdiği evlerdir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 4 Endülüs Müslümanlarında İlim ve Kültür Hayatı Yine saraylarda devlet büyüklerinin resmen katıldıkları ‘müzakere salonları’ da devrin eğitim öğretim kurumları arasındadır. Buraların özelliği ise, herkese açık olmamaları ve başta emir veya hâlife olmak üzere devlet erkânının iştirakinden dolayı belli bir teşrifatın bulunmasıydı. ‘Kitapçı dükkânları’, her zaman âlim ve bilim meraklılarının buluştuğu ve ilmî alışverişlerin yapıldığı merkezlerdi. Çünkü bu dükkânlar aynı zamanda aşağıda bahsedeceğimiz gibi, Endülüs’ün özel ve genel şöhretli kütüphanelerini de doğurmuştur. Endülüs’ün diğer bölgelere göre en önemli farkı, İslam dünyasının klasik ilim merkezlerine ve en önemlisi ibadet mekânı olan kutsal Mekke’ye ve Medine’ye olan uzaklığıydı. Daha önceki dönemlerde ilim yolculukları, ilmin ve âlimlerin bulunduğu yerlere yapılırken, aynı durum Endülüslü ilim meraklıları için, kendini Mekke ve Medine’ye yaptıkları yolculuklarda göstermiştir. Öyle ki, hac maksadıyla Mekke’ye ve Hz. Peygamber’in kabrini ziyaret etmek ve şehri görmek için Medine’ye gelenler, buralara yerleşip bölgedeki ve İslam dünyasının diğer bölgelerindeki âlimlerini tanıyıp onlara talebe oluyorlardı. Malikî mezhebinin, Medine’ye gelerek İmam Malik’i tanıyıp, yıllarca ona talebelik yaptıktan sonra memleketlerine dönenler vasıtasıyla Endülüs’e girdiği malumdur. Zaten var olan ilmî gelenek yerleşip gelişmeye başlayınca, doğu İslam dünyasının tam zıt bölgesinde aynı şekilde büyük bir güneş daha parlamaya başladı. Abbasiler zamanında bilhassa Bağdad, Mısır ve diğer yerlerde parlayan ilim mekânları ve âlimler, başlangıçta aynı oranda değilse de, zamanla oldukça önemli meyvelerini burada vermeye başlayacaktır. I. Hakem’in başarılı yönetiminin İslam dininin bölgede yayılışında da önemli etkisi oldu. I. Hakem’in başarılı yönetiminin İslam dininin bölgede yayılışında da önemli etkisi oldu. Öyle ki, “müvelledûn” denilen yerli İspanyol Müslümanların sayısı diğerlerinin sayısını geçti. Endülüs Emevi Devleti’nin ve meskûn fatihlerin dili olması bakımından Arapça, bu dönemde, Müslümanların yanı sıra Hristiyanlar tarafından bile tercih edilen bir dil hâline gelmişti. Özellikle genç kuşak, Hristiyan din adamlarının tepkilerine rağmen, Arapçayı kendi ana dilleri gibi konuşmaya ve yazmaya başlamıştı. Bir müddet sonra bu durum tesirini gösterecek ve Arap edebiyatının Avrupa’daki etkisi oldukça büyük olacaktır. Pek çok Avrupa dilindeki kelimeler, hâlâ Arapçanın derin izlerini taşımaktadır. Hatta bugün bile Avrupa dillerinde kullanılan Arapça menşeli kelimelerin küçümsenemeyecek kadar fazla olduğu görülmektedir. Avrupa henüz ilmî gelişme ve seviye katedememişken, Müslümanlar doğu İslam dünyasında yaptıkları tüm ilmî çalışmaları, Endülüs’te yaptıkları çalışmalarla birlikte Batı’ya taşımışlar ve bu alanda Batı’da sayısız ilerlemelerin gelişmesine yol açmışlardır. Netice olarak, Endülüs yarımadasından Avrupa içlerine kadar yayılan İslam kültürü, Batı’da ilmî faaliyetlerin gelişmesine ve Reform ve Rönesans hareketlerinin gerçekleşmesine zemin hazırlamıştır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 5 Endülüs Müslümanlarında İlim ve Kültür Hayatı Tabii olarak kabul edilmelidir ki, ilim ve âlimler ilim müesseselerinde yetişir ve kendilerini oradan dünyaya arz ederler. Bu bağlamda Endülüs’teki eğitim ve öğretim kurumlarına temas etmek uygun olacaktır. EĞİTİM VE ÖĞRETİM Yapılan araştırmaların ortaya koyduğu üzere, Endülüs’te eğitim ve öğretim sistemi üç aşamadan oluşmaktaydı: Küttâb, şüyûh ve ihtisas. Ailelerinde altı yedi yaşına kadar aldıkları eğitim ve terbiyeyi devam ettirecek olan kurumlar, genelde ‘küttab’ (ilk öğretim kurumları) olarak adlandırılmaktadır. Bu yaşlardan itibaren çocukların eğitimi, altı veya yedi yıl süreyle bu kurumlar vasıtasıyla sürdürülürdü. Küçük mescitlere, camilere bitişik veya yakın evler, öğretmenlerin evleri ya da devlet tarafından açılan mekteplerin (küttab) kullanıldığı bu okullarda, her Müslümanın ihtiyaç duyduğu günlük ve önemli dinî bilgileri içeren ilmihal bilgileri, okuma yazma öğretimi, Kuran ve tecvid ile biraz da Arapça dilbilgisi verilmekteydi. Bunlara şiir, mektup ve kompozisyon yazma da ilave edildiği olurdu. Bu eğitimin çok yaygın olmasının sonucunu ifade eden bir müsteşrikin şu cümlelerini önemli bulmaktayız: “Endülüs’te bu dönemde, hemen herkes okuma yazma biliyordu”. Bu devreyi tamamlayan öğrenciler dilerlerse "şüyûh" denilen müderrislerin etrafında oluşan ders halkalarına katılabilirlerdi. Belli bir program ve süreyle kayıtlı bulunmayan bu halkalarda, yukarıda ifade ettiğimiz gibi, hocanın ilgi ve isteğine göre, dil ve edebiyat, fıkıh, tefsir, hadis, tıp, matematik, kimya gibi ilimler okutulurdu. Müderrisler ücretlerini devletten, vâkıflardan ya da öğrenci velilerinden alırlardı. Tamamen amatör ve hasbi bir ruhla yapılan bu eğitim, hem katılımcı öğrenciler ve hem de hocalar için mecburiyet taşımazdı. Bazı hocalar hiçbir ücret talep etmedikleri için, buradaki derslerin dışında kendi maişetlerini temin etmek gayesiyle günlük işleriyle meşgul olur, kalan diğer vakitlerinde ders verirlerdi. Bazı durumlarda ve zamanlarda, bu hocalara vâkıflar tarafından belli miktarlarda ödenekler tahsis edildiği de olmaktaydı. Tabii bu durumda eğitim öğrettim faaliyetlerinin daha düzenli ve verimli olacağı muhakkaktır. “Endülüs’te bu dönemde, hemen herkes okuma yazma biliyordu”. Daha sonra ise, “ihtisaslaşma” diye tabir edilebilecek yüksek öğrenim devresi başlardı. Bu da XI. yüzyıldan itibaren Kurtuba, Gırnata, Malaga, Valencia ve Almeria gibi büyük şehirlerde, camilerin etrafında uzaktan ve yakından eğitim görmeye gelen öğrenciler için açılan medreselerde veya Kayrevan, Kahire, Dımaşk, Bağdat, Medine ve Mekke gibi ilim merkezlerinde gerçekleşirdi. Bilhassa dışarıdan gelen öğrencilerin yatılı kalmaları için yapılan yurt benzeri binalar ve kütüphaneler, medrese ve camilere yakın veya bitişikti. Bunların bakımı, Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 6 Endülüs Müslümanlarında İlim ve Kültür Hayatı öğrenci ve hocaların ibate, iaşe ve hocaların ders verme masrafları vâkıflara tahsis edilen özel fonlardan karşılanırdı. III. Abdurrahman döneminden itibaren ünlü âlimlere büyük ihsanlarda bulunmak âdet hâline geldi. Hocalar ve öğrencilere kalacak yer ve yiyecek ücretsiz olarak sağlanırdı. Bu yüksek öğretim kurumlarının müfredatı, sabit ve kesin olmayıp, genelde tefsir, hadis, İslam hukuku (fıkıh), genel dinî bilgiler (ilmihal), kelam, siyaset, tasavvuf, riyazet, felsefe, gramer ve lügat, tarih, şiir, secili nesir, edebiyat, tıp, astronomi ve müzik gibi derslerden müteşekkildi. Ancak hepsinin yanında hukuk usulünü tam olarak bilmek, iyi bir âlim için önemli bir şarttı. Münazara sanatı bu medreselerde mükemmel bir seviyeye ulaşmıştı. Zaman zaman üniversitelerde, halka açık toplantılar yapılır, şiirler okunur, müderrisler ve misafir âlimler tarafından konferans benzeri bilgilendirme toplantıları tertiplenirdi. Hatta münazaralar çoğu kez hükümdarın önünde yapılırdı. Bu dönemin sonunda, okudukları medreselerden başarılı talebelere müderris olabileceklerini gösteren icazetnameler verilirdi. Daha çok devletin desteği ile büyük camilerin etrafında oluşturan külliye tipi yapılarda gerçekleştirilen eğitim, daha çok vakıflar ve kısmen emir, hâlife veya vali gibi devlet adamlarından destek ve teşvik görürdü. Hükümdar, hâcib, vezir ve vali gibi yüksek kademelerdeki devlet adamları, çocuklarının eğitimini özel müderrisler tutarak kendi evlerinde sağlarlardı. Rivayetlere göre, Endülüs’te eğitim ve öğretimin yaygınlaşmasındaki önemli etkenlerden biri, tüccar ve esnafın okuma yazma bilmeyenleri işe almaya yanaşmamalarıydı. İLERİ OKUMALAR İÇİN İslam Eğitim Tarihi hakkında, Ahmet ÇELEBİ’nin, “İslam’da EğitimÖğretim Tarihi” (Çev. Ali yardım, Damla Yay., İstanbul 1998) adlı kitabını okuyabilirsiniz. KİTAPLAR, KÜTÜPHANELER VE KİTAP PAZARLARI İlim ve edebiyatın gelişmesi, her yer ve dönemde olduğu gibi, Endülüs’te de kitaplara karşı talep ve arzuyu artırmıştır. İlim ve edebiyatın gelişmesi, her yer ve dönemde olduğu gibi, burada da kitaplara karşı talep ve arzuyu artırmıştır. Bu dönemde pamuk ve ketenden yapılan kâğıdın yaygınlaşması ve bunun papirüs veya parşömenden ucuz olması da edebî faaliyetleri büyük ölçüde hızlandırmıştır. Yunan ve Roma eğitim ve kültür sistemlerinin en temel unsurlarından olan tiyatroların Müslümanlar nezdinde tanınmamasının, Müslümanlar için kitapları en Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 7 Endülüs Müslümanlarında İlim ve Kültür Hayatı önemli bilgi edinme kaynağı hâline getirdiği kabul edilebilir. Eğitim görmüş insanların sayısının artmasıyla birlikte, yavaş yavaş yeni kitapların da sayısı artıyordu. Arap diline ve geleneklerine ilgi duyan yerli Hristiyan olan Mozarablar, Arapça kitapları kendi dilleri olan İspanyolcaya ve kendi kitaplarını da Arapçaya çevirerek önemli bir zenginlik sağladılar. Kitaba verilen bu önemi emirler ve hâlifelerde, bilhassa II. Abdurrahman ve II. Hakemde de görmekteyiz. Hâlife Hakem, kelimenin tam anlamıyla kitap âşığı bir kimseydi. O, içlerinde kadınların da bulunduğu bu işten anlayan memurlarını İskenderiye, Dımaşk ve Bağdat gibi devrin kültür merkezlerine gönderirdi. Onlar, kitapçı dükkânlarını bir bir dolaşarak araştırmalar yaparlardı. Şayet satın alınacak veya istinsah edilecek yazma kitaplar bulurlarsa, bunu Hakem için satın alırlardı. Böylece Hâlife’nin büyük ve zengin kütüphanesi oluşmaktaydı. Rivayetlere göre, bu kütüphanede toplanıp tasnif edilen yazma eserlerin sayısı 400.000’i bulmaktaydı. Bu kütüphanenin sadece kitap adlarına göre yapılmış olan katalogu 44 cilt tutmaktaydı. Müslüman İspanya’da ilk ve en önemli kütüphane Kurtuba’daki saray kütüphanesi idi. Eyalet ve bölge kütüphaneleri de değerli kitap koleksiyonlarına sahipti. Kurtuba ve diğer şehirlerde çok beğenilen özel kütüphaneler vardı. Bu kütüphanelerde çalışan kütüphaneciler ve diğer görevliler, kitaplardan anlayan, anlara saygı ve sevgi besleyen muteber ailelere mensup kişilerden oluşturulmuştu. Âlimler, öğrenciler, müstensihler ve kitap satıcıları Batı’nın entelektüel merkezi hâline gelen Kurtuba’da toplanırlar, caddelerin her iki tarafında sıra sıra sıralanan kitapçı dükkânlarını gezerlerdi. Kurtuba pazarı, kitap satışından dolayı öylesine meşhur olmuştu ki, İspanya’nın her yerinden satıcı ve alıcılar buraya gelirlerdi. EDEBİYAT Müvelledler ana dilleri olan Latinceden başka Arapçayı da öğreniyor ve günlük hayatlarında her iki dili birlikte kullanıyorlardı. İspanya’da yerli halk Latince, Berberiler ve Araplar da kendi dillerini konuşuyorlardı. Arapça ve Latince menşeli dilleri konuşan bu iki farklı milletin karşılıklı münasebetleri, buradaki halkın diline önemli ölçüde tesir etmiş ve böylece İspanya’da yeni bir konuşma dili oluşmuştu. Bununla birlikte Arapça konuşanların sayısında zamanla büyük bir artış meydana geldi. Resmî dilin Arapça olması ve eğitimin bu dille yapılması sebebiyle Berberilerle müvelledlerin öncelikle Arapçayı öğrenmeleri gerekiyordu. Bu yüzden müvelledler ana dilleri olan Latinceden başka Arapçayı da öğreniyor ve günlük hayatlarında her iki dili birlikte kullanıyorlardı. Sarayda vazife alanlar için de Arapçayı iyi bilmek şarttı. Vezirler ve kâtipler klasik Arapçayı öğrenmek zorundaydılar. Böylece Arapça IX. yüzyılın ortalarından itibaren Müslüman halkın tamamının, hatta gayrimüslimlerin ortak konuşma ve yazı dili Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 8 Endülüs Müslümanlarında İlim ve Kültür Hayatı hâline geldi. Arapçanın bu hızlı yayılışı ve Latinceyi ikinci plana itmesi sebebiyledir ki, Kurtuba Piskoposu Alvaro, Hristiyan gençlerin, ana dilleri olan Latince ile düzgün bir mektup yazmayı dahi beceremezken Arapça şiirleri ve felsefi eserleri rahatça okuyup anlayabildiklerinden yakınmaktadır. Diğer yandan İspanyolcanın da Arapça üzerinde etkisi vardı ve bu büyük ölçüde, Arapların İspanyol kadınlarla evlenmeleri ile Hristiyanlar ve İspanyalı Müslümanların askerî ve sivil hizmetlerde birlikte çalışmaları sonucunda günlük hayatlarında birbirleriyle münasebette olmaları sonucudur. Arapçanın yayılışına paralel olarak bu dille ilgili çalışmalar da önemli bir gelişme kaydetti. Bu hususta önce Doğu’daki kitaplardan faydalanıldı ve muhteva bakımından Doğu’da yazılan gramer kitaplarını örnek aldılar. Önceleri bu eserleri şerh, hatta tenkit ve tashih edebilecek bir seviyeye ulaşırken, daha sonraları da metot ve muhteva itibariyle onlardan aşağı kalmayan orijinal eserler kaleme aldılar. Böylece yavaş yavaş Endülüs’te edebî bir çevre oluşmaya başlamış Abbasi hükümdarlarında olduğu gibi burada da bir çok hükümdar, bizzat şiirle uğraşmış ve şiirler yazmıştır. Endülüslü idareciler, ilmi ve âlimleri himaye etmişler, vezirlerini meşhur edebiyatçılardan seçmişlerdir. Âlimlerin önemli görüldüğü bu dönemde bazı halifeler edebiyata hizmeti devlet işlerinden daha önemli görmeye başlamışlardır. Hükümdarların çevresinde şairler, astronomlar ve tarihçilerden oluşan yakın bir halkanın oluşması ve bu geniş himaye ve teşvik, edebiyatla ilgilenenlerin sayısı artırmış ve edebî eserlerin seviyesini yükseltmiştir. Bu dönem edipleri arasında Ebû Ali el-Kâlî (ö. 356/967), İbnü’l-Kûtiyye (ö. 367/977) ve devrin en büyük filologu olarak tanımlanan Ebû Bekir ez-Zübeydî’yi (ö. 379/989) sayabiliriz. Yine İbn Hazm (ö. 457/1064), İbn Sîde (ö. 458/1066), Ebû Ubeyd el-Bekrî (ö. 487/1094), Batalyevsî (ö. 521/1127) de, Arap diline çeşitli yönlerden katkıda bulundular. Daha sonraki dönemlerde ise Ebû Ali eş-Şâlübîn, İbn Mâlik, Ebû Hayyân gibi isimler sayılabilir. Bunlardan İbn Mâlik (ö. 671/1272), Arap gramerini nazım hâlinde ve oldukça basit bir dille 1000 beyitlik el-Elfiye’sinde özetlemeyi başardı. "Dilcilerin emîrü’I-mü’minîni" diye nitelendirilen Ebû Hayyân (ö. 751/1350) ise Arapçadan başka Türkçe, Farsça ve Habeşçe üzerinde çalışmalar yaptı. Arap dünyasında bu döneme kadar anlatılan birçok hikâye ve fıkra türlerinin yazıya geçirilmesi, roman ve hikâyeciliği doğurmuştur. Avrupa’da ‘fabl’ türünün ortaya çıkmasına yol açan temel olayın, bu dönemde ‘Kelile ve Dimne’nin İspanyolcaya yapılan çevirisidir. Ayrıca bu döneme kadar Arap dünyasında anlatılan birçok hikâye ve fıkra türlerinin yazıya geçirildiği ve bunun da edebî bir tür olarak Batılılar tarafından benimsendiği düşünülmektedir. Yine nesir türünde İbn Abdürabbih (ö. 329/940), Ebû Ali el-Kâlî (ö. 356/967), İbnü’l-Cesûr (ö. 401/1010), Ebû Bekir et-Turtûşî (451/1059), İbn Şüheyd (426/1035) ve İbn Hazm (ö. 457/1064) öne çıkan şahsiyetlerdir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 9 Endülüs Müslümanlarında İlim ve Kültür Hayatı İLERİ OKUMALAR İÇİN Şiir ve Aruz hakkında, Hüseyin Tural’ın, “Arap Edebiyatında Aruz” (Ensar Neşriyat, İstanbul) adlı kitabını okuyabilirsiniz. Şiir Her yerde olduğu gibi Endülüs’te de şiir en yaygın ve sevilen bir edebiyat türüydü. Şairler büyük ilgiye mazhar olur, el üstünde tutulur, himaye görürlerdi. Endülüslü kadınlar da şiire karşı büyük ilgi duyuyorlardı. Hâlifelerin hususi saray şairleri olduğu gibi, diğer köşk ve saraylarda da düğün ve bayramlarda halkı ve hükümdarları eğlendirmek için konserler veren bir çok ünlü şarkıcı ve besteciler vardı. Bunlar askerler ve komutanları etkileyebilmek gayesiyle millî marşlar benzeri şarkılar da söylerlerdi. X. yüzyılda klasik şiirde vezin yönünden fazla bir değişiklik meydana gelmemekle birlikte mana, üslup ve temada yeni gelişmeler oldu. Şiir üslup ve tema bakımından gelenekten ayrılmıyordu. Emirlik döneminin başlarından itibaren Doğu’ya duyulan özlem, sevgi gibi psikolojik duygular ve çöl, deve, at, savaş gibi tabiat tasvirleri, dünyaya aşırı bağlanma veya ondan uzaklaşma gibi birbirine zıt duygular şiire girmeye başladı. Karışıklıkların hüküm sürdüğü dönemlerde yaygınlaşan iç mücadeleler ve devlet güçleriyle isyancılar arasında cereyan eden savaşlar şiire de yansıyarak şiirin bu hadiselerle, bu hadiselerin de şiirle beslenmesine yol açtı. X. yüzyılda klasik şiirde vezin yönünden fazla bir değişiklik meydana gelmemekle birlikte mana, üslup ve temada yeni gelişmeler oldu; mesela gayriahlâki kabul edilen içki, kadın vb. konular terk edilerek bunun yerine bazı ilmî meseleler işlendi. Yine siyasi baskılar sonucunda yalvarma, af ve himmet dileme de sık sık şiirlerde dile getirilir oldu. Bir diğer önemli tema ise Endülüs’ün maddi ve manevi güzellikleriydi. Klasik şiir, mülûkü’t-tavâif döneminde siyasi çöküşün aksine hiciv, methiye, tefahür, zühd, sabır, hüzün, tabiat, içki, kadın gibi temalar etrafında önemli bir zenginlik kazandı. Şairlerin değeri daha da arttı, öyle ki şairlik vezirliğe denk tutuluyordu. Klasik şiirin mülûkü’t-tavâif dönemindeki durumunun daha ilerisine gidilemediği, hatta biraz gerisinde kalındığı bilinmektedir. Bu dönemde bilinen şiir türlerinden biri de, ilk defa Endülüs’te görülen ve Emîr Abdullah döneminde (275-300/888-912) şair Mukaddem b. Mu’afâ (ö. III/IX. yy. sonu) tarafından ihdas edildiği söylenen ‘müveşşah’ denen şiir türüdür. Onu İbn Abdürabbih takip etmiş, daha sonra mülûkü’t-tavâif devrinde meşhur Ubâde elKazzâz (ö. 500/1106) yetişmiştir. Müveşşahlardaki temalar kasidelerdekiler ile aynıdır. Ancak telli musiki aletleri eşliğinde okudukları için bu şiirlerde aşk konularına daha çok ağırlık verilmiştir. Diğer yandan halkın kullandığı Arapça, Berberice ve Latincenin karışımından meydana gelmiş melez bir dille söylenen ‘zecel’ denen şiirler de bilinir ve özellikle Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 10 Endülüs Müslümanlarında İlim ve Kültür Hayatı eğlence meclislerinde sazlar eşliğinde koro hâlinde söylenirdi. Bu türün en meşhur şairi Ebû Bekir b. Kuzmân’dır (ö. 555/1160). Bölgede bilinen ve tanınmış Şii âlim şairlerden de söz edilebilir ki, onlardan biri İbn Ebbâr (ö. 658/1259) ve diğeri de İbn Hâni’dir (ö. 362/972). MUSİKİ Genel olarak Endülüs halkı güzel sanatlara ve müziğe Doğululardan daha fazla alaka gösteriyorlardı. Müzik ve dans gruplarının katılmadığı çok az tören veya davet bulunurdu. Fukahanın itirazlarına rağmen musiki toplumun her kesiminde revaç buluyordu. Müzikli ve danslı gece eğlenceleri "seher" olarak adlandırılırdı. Müzik ve dans gruplarının davetlere çağrılması orta kesim için pek mümkün olmamakla birlikte büyük törenler için kurulan büyük çadırlardaki törenlere ve eğlencelere bu gruplar da davet edilir ve her bir grup kendi sanatını icra ederdi. En ünlü dans türü rakkaselerin erkek elbisesi giyerek tahtadan yapılmış atlara bindikleri; müzik ve şarkı eşliğinde savaş sahnelerini canlandırdıkları dans şekliydi. Bu alanda ilk akla gelen isim 207/822’de Bağdad’dan Kurtuba’ya gelen Abu’lHasan ‘Ali b. Nâfî Ziryâb (ö. 243/857) ve onun ülkenin muhtelif şehirlerinde açmış olduğu musiki okullarıdır. Ziryâb’dan sonra Endülüs musikisinde söz sahibi olan şahsiyet Ebu’l-Kasım Abbas b. Firnas’dır (ö. 275/888). Ziryab ve İbn Firnas tarafından Endülüs’te temsil edilen musiki, teori ve tatbikatıyla İran-Arap musikisi niteliği taşımaktadır. Bu yoğun ilgi sayesindedir ki, XI. yüzyılda Endülüs musikisi, Doğu’nun şöhretini gölgelemeye başladığı gibi Batı Avrupa müziğini de etkilemiştir. Bu etki genel musiki kültüründe olduğu gibi, musiki teori ve icrası da çeşitli safhalardan sonra Avrupa’ya intikal etmiştir. Arap müziğindeki yerini bugüne kadar korumuş olan Endülüs tarzı, toplu hâlde okunan koro müziğine yakındır. Yine Flemenco adındaki tarz ise Endülüs’te tek kişi tarafından okunan müzik türü olup bu müzik tarzı bugün de Arap dönemlerinin izlerini taşımaktadır. DİNÎ İLİMLER Malum olduğu üzere bilhassa fetihlere iştirakinden dolayı İslam dünyasından birçok beldesinde sahabe bulunmuştur. Endülüs’te de sahabe olarak Munzir ya da Müneyzir isminde bir sahabeden bahsedilmektedir. Fakat tabiinden olan birkaç kişi daha iyi bilinmektedir ki, onlar Magrib valisi ve ordu komutanı Musa b. Nusayr, Ali b. Rabah ve Haneş b. Abdillah San’anî zikredilmiştir. Her yerde ve ilk dönem ilmî Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 11 Endülüs Müslümanlarında İlim ve Kültür Hayatı Sahabenin Müslümanlar içinde yaydığı ve öğrettiği bilgiler, Kur’an okunması, ayetlerin tefsirleri, Hz. Peygamber’in hadisleri, siret, Hz. Peygamber ve sahabe döneminde meydana gelen savaşlar ve hadiselerden ibaretti. faaliyetlerinde olduğu üzere, bunların Müslümanlar içinde yaydığı ve öğrettiği bilgiler, Kur’an okunması, ayetlerin tefsirleri, Hz Peygamber’in hadisleri, sîret, Hz. Peygamber ve sahabe döneminde meydana gelen savaşlar ve hadiselerden ibaretti. Tefsir Şüphesiz Kur’an’ın anlaşılmasına duyulan ilgi İslam dünyasının her yanında başlangıçtan beri ve çeşitli yoğunlukta olmuştur. Doğu’daki tefsirle İlgili çalışma ve gelişmeler yakından takip ediliyordu. Başlangıçta Doğulu müfessirlerin eserlerinin okunması ve bunlarla tefekkür ve amel edilmesi, ‘naklî’ veya ‘rivayet’ denen tefsir anlayışının bölgede yaygınlaşmasını doğurmuştur. Bunun diğer önemli bir sebebi de, başlangıçtan itibaren bölgede İmam Malik’in fikirlerinin egemen olması ve başka fikirlere ihtiyaç olmadığına inanılması hususunda gösterilen taassuptu. Fakat zamanla tefsir ve kıraat alanında Endülüs’te de önemli âlimler yetişmeye başladı. Bunlardan ‘et-Tefsîru’l-Kebîr’in yazarı Bâkî b. Mahled (ö. 237/886)’in, ‘el-Hidâye’ isimli tefsirin yazarı olan Mekkî b. Ebî Tâlib el-Kaysî (ö. 437/1045), ‘el-Muharrerü’lVecîz’ adlı tefsirini yazan Muhammed b. Atıyye el-Endelüsî (XII. yy.) ve bunların içinde en fazla tanınan ve eseri son zamanlarda Türkçeye de kazandırılan ‘el-Câmi’ li-Ahkâmi’l-Kur’ân’ adlı büyük tefsiri kaleme alan Muhammed b. Ahmed el-Kurtubî (ö. 672/1273)’dir. Şüphesiz Hz. Peygamber’in bir sünneti olarak, günümüzde olduğu gibi o zamanlar da, bilhassa Ramazalarda icra edilen toplu veya her zaman ve zeminde ferdî veya toplu yapılan ‘mukabele’ yani Kur’an kıratı, Endülüs’te de yaygın ve sevilerek uygulanmaktaydı. Bu durumun yani Kur’an okumaya duyulan bu ilginin tabii bir sonucu olarak bölgede kıraat ilmine ilgi duyan ve ona katkıda bulunan âlimler yetişmişti. Şüphesiz İslam dünyasının her yanında tercih edilen kıratlar, sahih kabul edilen ve başlangıçtan itibaren Doğu İslam dünyasında bilinen ve okunan kıratlardır. Burada da okunan bu kıratlar hakkında yazılan ve bu ilmi bölgeye getiren yüzden fazla âlimden söz edilmekle birlikte, en meşhurları şunlardır: ‘et-Teysîr’ ve ‘Kitâbu’n-Nukat’ın müellifi Ebû Amr Osman b. Said ed-Dânî (ö. 444/1053), ‘Kitâbu’l-Miftâh fî İhtilâfi Kırââti’s-Seb’a’ adlı eseri kaleme alan İbn Abdulkuddûs el-Kurtubî ve ‘et-Takrib fî Kırâ’âti’s-Seb’a’ isimli eserin sahibi Ahmed b. Harb. Keza Şâtıbeli Ebu’l-Kâsım b. Firruh (ö. 591/1194), nazım hâline getirdiği bir kasidesinde, kolayca ezberlenebilmesi için kıraat usul ve kaidelerini yazmıştır. Hadis Endülüs’te başlangıçta ilim dalı olarak hadis hem ilgi görmemiş ve hem de ona itibar edilmemişti. Bunun temel sebebi, ilim tahsili için Doğuya giden ilk kuşak Endülüslü öğrencilerin Malikî fıkhını, dolayısıyla da bu fıkhın esasını teşkil eden ‘elAtatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 12 Endülüs Müslümanlarında İlim ve Kültür Hayatı Muvattâ’ ve şerhlerini öğrenmeyi yeterli görmelerinde aranmalıdır. Ancak Doğu’ya yapılan seyahatler, diğer birçok konuda olduğu gibi, hadis ilmi konusunda da Endülüs’e yenilikler gelmesini sağlamıştır. Ancak şunu önemle belirtmelidir ki, bu süreçte ‘Sünen’ kitapları, Buharî ve Müslim’in ‘Sahîh’lerinden çok önce Endülüs’e girmiştir. Mesela kendileri hayatta iken Ebû Davud (ö. 275/888) ve Nesâî’nin (ö. 303/916) ‘Sünen’leri, Endülüs’e ulaşmış olduğu hâlde, Buharî (ö. 256/869) ve Müslim’in (ö. 261/875) eserleri ancak hicri dördüncü (M. X) yüzyılın ortalarından itibaren ulaşabilmiştir. Endülüs’te başlangıçta ilim dalı olarak ‘Hadis’ hem ilgi görmemiş ve hem de ona itibar edilmemişti. Birçok talebenin ilim tahsili için Mekke, Medine, Şam, Bağdad ve Küfe’ye gittiğini ve dönüşlerinde de Endülüs’ün muhtelif şehirlerinde hadisleri öğrettiklerini görmekteyiz. Bölgede Hadis ilminde temayüz edenler arasında önceleri, Muhammed b. Vaddâh (ö. 287/900), Bakî b. Mahled (ö. 276/889) ve Muhammed b. Abdüsselam el-Huşenî (ö. 286/899) gibi otorite isimler sayılabilirken; sonraları ise Kasım b. Esbag (ö. 340/951), İbnu’l-Kûtiyye (ö. 366/977), İbn Abdülberr (ö. 463/1070), İbn Eymen el-Kurtubî (ö. 328/939), Ebû Ali el-Gassânî (ö. 498/1105), İbn Ammâr el-Abderî, Kâdî İyâz el-Yahsubî (ö. 544/1149) sayılmaktadır. Bunlardan İbn Abdülberr gibi bazıları, hadis külliyatını çok iyi bildiklerinden dolayı, hakkında hadis bulunmayan konuları rahatlıkla ayırt edebildikleri rivayet edilmektedir. Fıkıh Başlangıçta Endülüs’te fıkhi mezheb olarak Evzâîlik benimsenmişti. Çünkü fetih esnasında ve fethin hemen sonrasında bu ülkeye yerleşen Arapların çoğunun, İmam Evzaî’nin (ö. 157/774) görüşleri hâkim olduğu Suriyelilerden olmasıydı. Ancak Doğu’ya giden öğrencilerin Medine’deki İmam Mâlik’i (ö. 179/795) tercih etmeleri ve onun görüşlerinin yayılması için sarf ettikleri çabalar sonunda Malikilik, Evzâîliğin yerini alarak Endülüs’ün resmî mezhebi hâline geldi. Bundan sonra bu mezhebe sıkı sıkıya bağlı birçok fukaha yetişti. ‘el-Muvattâ’yı Endülüs’e ilk getirenin Gazi b. Kays olduğu bilinmekle beraber, Malikiliğin bölgeye yerleşmesinde çok önemli rol üstlenen üç âlimden söz edilir: İsa b. Dinar (ö. 212/827): Muhaddis ve fakihdi. ‘el-Hidâye’ adlı kitabını Malikilik esasları üzerine ve ‘Müctebâ’ adlı eserini de, hadisleri fıkıh bablarına göre derleyerek yedi cilt hâlinde yazdı. Yahya b. Yahya el-Leysî (234/848): İlmî seviyesinden dolayı Endülüs’te hakemlik sistemi için kurallar ve yönetmelik oluşturup kadılar ve savcılar için isim, unvan ve sorumluluklar tayin etti. Endülüs kadıları için "şura meclisi" adında bir şura teşkil etti. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 13 Endülüs Müslümanlarında İlim ve Kültür Hayatı Abdülmelik b. Habib es-Sülemî (ö. 238/853): "Endülüs’ün Âlimi" lakaplı ve aynı zamanda şair ve edip olup, Maliki fıkhına ait ‘el-Vâdiha’ ve diğer başka kitaplar yazmıştır. Fıkıh tahsilinde daha çok İmam Mâlik’in Muvatta’sının ezberlenip anlaşılmasına önem veriliyordu. ‘el-Utbiyye’ adlı eseriyle el-Utbî (ö. 254/868), ‘İhkâmu’l-Fusûl fî Akkâmi’l-Usûl’ ve ‘el-İşârât fî Usûli’l-Fıkh’ eserleriyle Ebü’l-Velîd el-Bâcî (ö. 474/1081) ve daha çok filozof kimliğiyle tanınan fakat ‘el-Mukaddimât’ ve ‘el-Beyân ve’t-Tahsîl’ adlı Maliki fıkhına dair eserlerin de sahibi olan Ebü’l-Velîd İbn Rüşd (ö. 595/1198), Maliki fakihlerinin en önde gelenleri arasında yer almışlardır. Fıkıh tahsilinde daha çok İmam Mâlik’in Muvatta’sının ezberlenip anlaşılmasına önem veriliyordu. Endülüs’te öteki fıkhi mezheplere, özellikle Zahirî, Şafii ve Hanbeli mezheplerine bağlı çok az sayıda âlim de yetişmiştir. İslami hükümlerin yalnızca Kur’an’ın ve hadislerin zahirinden çıkartılabileceğini savunan Zahiriliğin en hararetli savunucusu hiç şüphesiz ünlü bilgin usulcü, fakih, muhaddis, tarihçi, edip ve şair olan İbn Hazm (ö. 457/1064) olup bu mezhep, asıl kurucusu olan Dâvûd ezZâhirî’den çok İbn Hazm’a nispet edilmektedir. Zahiriye mezhebi Şafiilikle yaklaşık aynı dönemde ve Abdullah b. Muhammed b. Kasım vesilesi ile ve daha sonra da ‘Kitâb’ul-Enbâh ‘alâ İstinbât’il-Ahkâm min Kitâbillâh’ ve ‘Kitâb’ul-İbane ‘an Hakâyiki’l-Usûli’d-Diyâne’ adlı eserlerin sahibi Munzir b. Saîd’le (ö. 356/966) temsil edildi. Fakat asıl güç ve şöhretini İbn Hazm’dan almaktadır. Bâkî b. Muhalled (ö. 276/889) ise, Hanbeli mezhebinin önemli temsilcisidir. Şafii mezhebinin en önemli ismi ise, ‘Sâhib’ul-Vesâik’ adıyla meşhur olan Kasım b. Muhammed olup en meşhur eseri, ‘el-Îzâh fi’r-Reddi ‘ale’l-Mukallidîn’dir. Endülüs’teki Şii âlimlere gelince, onların en seçkin ve tanınmış isimlerinden birisi doğu Endülüs’ün ünlü bilgin ve şairi, çok sayıda eser sahibi İbn Ebbâr (ö. 658/1259) olup ‘Dureru’s-Simt fi Ahbâri’l-Best adlı kitabında etkileyici bir dille ‘Kerbela Vakası’nı anlatmıştır. Diğeri "en-Nassu’l-Mubîn fi’l-Mefazileti Beyne Ehli Sıffin’ adlı kitabın yazarı Ebulfazl Ömer b. Hasan ed-Danî es-Sebtî’dir. Bölgede âlimler arasında son derece sıkı ve ciddi tartışmalar olmuş ve reddiyeler yapılmıştır. Bilhassa Maliki âlimlerin sergiledikleri fanatik tutumlar, farklı görüş ve mezhep sahibi âlimlere karşı iftiraya varan sert tavırları, çok sayıda örneklerle bölgede ilmî gelişmenin önünde ciddi bir engel oluşturmuştur. Burada yetişen çok değerli âlimler olmakla birlikte, adından en çok söz edilen ve özelliği olduğuna inandığımız ve sadece örnek olarak seçtiğimiz birisi hakkında geniş bilgi vermeyi uygun bulmaktayız. İbn Hazm (ö. 383-457/993-1064): Endülüs’te zahirî mezhebinin temsilcisi olarak da gösterilen İbn Hazm’ın tam adı, Ebû Muhammed Ali b. Ahmed b. Sâid b. Hazm b. Galib b. Salih b. Halef b. Süfyan b. Yezid el-Farisî el-Kurtubî el-Endülüsî’dir. İbn Hazm, ez-Zâhirî diye ün Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 14 Endülüs Müslümanlarında İlim ve Kültür Hayatı Maliki âlimlerin sergiledikleri fanatik tutumlar, birçok âlimi çeşitli sıkıntılara sokmuştur. yapmıştır. Hukukçu, edebiyatçı, usul bilgini, hadisçi, soy ve şecere bilgini, dil bilimci, dinler tarihçisi, mantıkçı, felsefeci ve şair olan İbn Hazm, 18 Kasım 993’te Kurtuba’da doğmuştur. Yetiştiği saray Berberiler tarafından tahrip edilince, Elmeriye’ye geçmiş, siyasi tercihleri yüzünden iki defa hapsedilmiş ve daha sonra da sürgüne gönderilmiştir. Bir savaşta esir de düşen İbn Hazm, kısa bir süre için vezirlik yaptıktan sonra tekrar tutuklanmıştır. Bundan sonra kendini bütünüyle ilmî çalışmalara vererek, önemli eserler yazmıştır. Eserlerinin abartılarak 400 cilt (80.000 sayfa) olduğu rivayet edilir. Kadı Sâid’e göre İbn Hazım, Taberî’den sonra en çok eser yazan müellif olarak kabul edilmektedir. İbn Hazm, Casa Mantia’da 1064 yılında vefat etmiştir. Felsefeye yönelttiği eleştiriler yüzünden felsefe tarihinde adı sıkça zikredilen İbn Hazm, Doğu’da Davud b. Halef el-İsfehanî’nin başlattığı Zahirîlik akımını, Endülüs’te sürdürmeye gayret etmiştir. Bu yüzden de kıyas, re’y, istihsân, taklîd ve ta’lîl gibi akıl yürütme biçimlerini kabul eden bütün kelamcıları, ister Eşarî ister Mutezilî olsun, ayırt etmeden sapıklıkla itham etmiştir. Ona göre sadece lafzi ya da zahirî dediğimiz metot doğrudur. Kelamcı ve felsefecilerin, Tanrı’nın mahiyeti, cevherin terkibi, ahlâki sorumluluğun tabiatı ve benzeri konulardaki görüşleri bâtıldır. Ona göre bilginin gerçek konusu, duyularımız ya da aklımızın doğrudan kavradığı şeyler olduğu gibi, Kur’an ve sarih hadislerde bildirilen şeylerdir. Bunların dışında kalan şeylerle uğraşmak caiz değildir. Felsefeye karşı olumsuz tutumuna rağmen, İbn Hazm’ın eserlerinde felsefeye önemli bir yer verdiğini de görmekteyiz. Hatta kendisinin Kindî’nin görüşlerini hocaları Mübâşir ve Muhammed b. Hasan el-Mezhicî’den okuduğu belirtilmektedir. Ahlak anlayışında Platon ve Aristoteles’ten etkiler taşıyan İbn Hazm, ahlaki faziletleri dört temel üzerine oturtarak açıklar. Bunlar da, adalet, anlayış (fehim), necdet ve cömertliktir. Bu görüş Platon’un görüşünden etkilenerek ortaya atılmıştır. Ayrıca, aşırılıklardan kaçınılması gerektiğini belirtir ki, bu da Aristoteles’in ahlak anlayışında önemli bir yer tutmaktadır. Hatta, Kadı Said’in iddiasına göre İbn Hazm, felsefi marifet ile dinî marifeti birleştirerek mükemmelliği ortaya çıkarmak istemiştir. Bunlardan başka, İbn Cellâb Hüseyin b. Abdurrahman, İbn Ahmed b. Hâlid el-Kettânî ve İbnü’n-Nebbâş gibi isimleri de Endülüs’te felsefe ve diğer akli ilimlerin gelişmesinde etkin olan kişiler olarak görmek mümkündür. (Kaynak: http://www.filozof.net/Turkce/islamfilozoflari/521-ibn-hazm-biyografi-yasami-zahiriyye-mezhebi-ibn-hazm-kimdir-ibn-hazmfelsefesi-ibn-hazm-zahiriye-mezhebi-ibni-hazm-hayati-yasami-ozeti-ibni-hazm-mezhebieserleri-ibni-hazm-gorusleri-ez-zahiri-.html) Erişim Tarihi: 27.12.2209 İLERİ OKUMALAR İÇİN İbn Hazm hakkında, Muhammed Ebu Zehra’nın, “İbn Hazm” (Çev. E. Gündüz-O. Keskioğlu, Buruc Yay., İstanbul 1996) adlı kitabını okuyabilirsiniz. Kelam Özdemir’e göre, “Endülüs’de İslami ilimler arasında en az ilgi duyulanı, dolayısıyla da en az gelişeni kelam olmuştur. Bunun temel sebebi, İmam Mâlik’in fıkhi görüşlerinin yanında itikadi konulardaki selefî yaklaşımının da ülkeye egemen olmasıydı. Daha önce de ifade edildiği üzere, bu âlim, selefî anlayışın ilk temsilcilerindendi. Ona ve onun rahleitedrisinden geçmiş olan öğrencilerine göre, kelam ilmi ile uğraşanlar, ister Eşarîler olsun isterse diğerleri, bidat ve heva ehli kimselerdi. Binaenaleyh onların şahitlikleri bile geçerli sayılamazdı, ayrıca onları âlim saymak da doğru değildi. İşte bu anlayışın egemenliği ve ağırlığı altında Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 15 Endülüs Müslümanlarında İlim ve Kültür Hayatı Endülüslüler Doğu’da had safhaya ulaşan kelami tartışmalara pek ilgi göstermemişlerdir.” (Özdemir, 1997: III,37) Endülüslü âlimlerde görülen mutaassıp ve katı tutumun egemenliğine rağmen, Endülüs, Doğu’daki kelami tartışmaların bir müddet sonra etkisine girmiştir. Bunların başında, az sayıda Şii ve Haricî gruplar gelmektedir. İslam dünyasının her yerinde olduğu gibi burada da Şii propagandacılar (dâ’îler), zaman zaman ülkenin değişik bölgelerinde faaliyet gösteriyorlardı. Keza Kuzey Afrika’lı olup kendilerini Hz. Ali’nin soyuna nispet eden Hammûdîler de Endülüs’de iktidarı ellerinde tuttukları dönemde (407-714/1016-1023), Şia’nın imamet anlayışını yerleştirmeye çalışmışlardır. Haricîlik ise, Endülüs’de daha çok ‘İbâdiyye’ ve ‘Ezârike’ kollarıyla görünmektedir. Son olarak, Mutezile mezhebinin de Endülüs’de kendini hissettirdiği görmekteyiz. Bu, Bağdatlı Ebu’l-Yüsr er-Riyadî (ö. 298/910) ve Ebû Cafer İbn Harûn (Ö.320/932) gibi, ya Doğu’dan kimliğini gizleyerek Endülüs’e gelen Şii dâî ve casusların ya da Doğu’ya gidip burada Mutezile’nin görüşlerinden etkilenip dönen Endülüslü öğrencilerin vasıtasıyla olmuştur. Abdüla’lâ b. Vehb (ö. 261/874), Ferec b. Sellâm, Hâlil b. Abdülmelik, Abdullah b. Meserre (ö. 286/899), İbnu’s-Semîne (ö. 315/927) de, Mutezilî âlimlerindendir. Gerek Şii ve Haricî ve gerekse Mutezilî âlimler yer yer ve çok kere takibata uğramışlar, ciddi olarak dinî, idari ve sosyal baskıya maruz bırakılmışlardır. Kitapları yakılanlar olduğu gibi, yargılanıp çeşitli mahkûmiyete uğrayanlar da vardır. Tasavvuf İslam dünyasının her tarafında olduğu gibi, Endülüs’te de tasavvuf öncesi görülen zühd hayatının belli başlı yönleri olarak, dünya nimetlerine sırt çevirme, aza kanaat gösterme, kendi el emeğiyle geçinme, sıkıntıları tevekkülle karşılama, elinde olanı başkalarıyla paylaşma, kendini ibadete verme, çokça Kur’an okuma, huşû ve tesbihatta bulunma kabul edilmektedir. Bu durum ferdî olarak ortaya çıktığı gibi, ribat ve grup yaşantılarında da kendini göstermiş ve bu kabul, beraberinde ‘zühd edebiyatını’ da getirmiştir. Yemen b. Rızk et-Tutîlî’nin ‘ez-Zühd’ adlı eseri bunun ilk tezhürüdür. Endülüslüler Doğu’da had safhaya ulaşan kelami tartışmalara pek ilgi göstermemişlerdir. Bölgedeki ilk sufi örneği, Muhammed b. Meserre (ö. 319/931)'dir. Doğu'ya seyahatinden sonra Kurtuba yakınındaki dağda inzivaya çekilen ve burada kelami ve felsefi dersler veren İbn Meserre, aynı zamanda tasavvufi çerçevede irşad ve davranışlarda da bulunuyordu. Yine kabul edildiğine göre, bölgede ‘sufi’ olarak nitelenen kimselerin varlığına ilk olarak tesadüf edildiği zaman IV/X. yüzyıl ve ilk örnek de, Tudmirli Muhammed b. Ebi'l-Hüsam el-Kaysî (ö. 379/989)’dir. Bunu ‘Sufi’ Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 16 Endülüs Müslümanlarında İlim ve Kültür Hayatı lakabıyla tanınan Ebû Abdullah Muhammed b. Şücâ izlemektedir. V-VII/XI-XII. yüzyıllarda Meriyyeli İsmail er-Ruaynî, İbnu'l-Arîf ve İşbiliyeli İbn Beracân bilinmektedir. Gazali’nin tüm İslam dünyasında olduğu gibi, buradaki tesiri de büyüktü. Bilinmekte olan ‘sufi’ kelimesine, ‘mürid’ kelimesi de eklenmiştir. M. Özdemir’e göre, Endülüs'de İbn Meserre ile filizlenen, İbnu'l- Arîf, er-Ruaynî, İbn Beracân ve İbn Kasi ile gelişen tasavvufî hayat, XII-XIII. yüzyıllarda Muhyiddin İbnu'l-Arabî ile tabiri caizse taçlanmıştır. Tasavvuf sahasında Endülüs’te yetişen en önemli isim, başta ‘el-Fütûhâtü’lMekkiyye’ ve ‘Fusûsü’î-Hikem’ olmak üzere çok sayıda eser telif eden ve bu eserlerde savunduğu vahdet-i vücud nazariyesiyle hem İslam hem de Hristiyan âleminde derin yankılar uyandıran İbnü’l-Arabî’dir. Öğrencilerinden İbn Seb’în ile onun tesiri altında kalan ‘Şerhu Kitâbi’l-Hikem’ adlı eserin sahibi İbn Abbâd erRundî de öteki ünlü sufilerdir. İslam coğrafyasının diğer bölgelerinde olduğu gibi Endülüs'de de, ribâtlarda tezahür eden tasavvufi yaşantı, fakihler arasında tartışma konusu olmuştur. İLERİ OKUMALAR İÇİN İbn Arabî hakkında, M. Erol Kılıç’ın, “Şeyh-i Ekber” (Sufi Kitap Yay., İstanbul 2009) adlı kitabını okuyabilirsiniz. DİĞER İLİMLER Felsefe Bölgedeki ilk sufi örneği, Muhammed b. Meserre (ö. 319/931)'dir. Endülüslü âlimler, aydınlar ve halk aslında felsefe ile uğraşmaktan pek hoşlanmıyorlardı. IX. yüzyıldan itibaren bazı felsefi gruplar ortaya çıktı. Mutezilî olan fakat eserlerinde Bâtıniliğin etkisi gözlenen Abdullah b. Meserre (ö. 319/931) bunlardandır. İbn Meserre’nin en önemli eserleri, ‘Kitâbu’t-Tabsira’ ve ‘Kitâbu’lHurûf’tur. Onun fikirleri, aynı zamanda bir mutasavvıf olan Ebu’l-Abbas b. el-Arîf tarafından sistemleştirilmiştir. Fikirlerine bilhassa Maliki ulemasının iftiraya varan tepkisi, çoğunlukla inzivada yaşamasını ve kitaplarının halkın gözü önünde yakılmasına yol açmıştır. XII. yüzyıl Endülüs’teki felsefenin en parlak dönemidir. Bu yüzyılda yetişen filozoflardan biri olan ve Aristo’nun eserleri üzerine birçok kitap ve risale kaleme alan İbn Bâcce (ö. 533/1138), insanın toplum olmaksızın, tek başına ve sırf kendi kabiliyetlerini geliştirerek faal akılla temasa gelebileceğini göstermeye çalışmıştır. Filozof olduğu kadar, şair, edip ve hafız, gazel, mersiye ve methiyede usta, müziği Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 17 Endülüs Müslümanlarında İlim ve Kültür Hayatı iyi bilen ve güzel ud çalabilen biriydi. Tıptaki ustalığının yanı sıra mantık, felsefe, matematik, astronomi ve tabiat ilimlerinde çağının en bilgili kişilerinden sayılan İbn Bâcce’nin, ‘Risâletü’l-Vedâ’, ‘Tedbiru’l-Mutevahhid’, ‘Kitâbu’n-Nefs’ ve ‘Risâlet'ulİttisâl’ adlı kitapları ile Aristo, Calinus ve Farabi hakkında risaleleri vardır. Aynı zamanda tabip olan İbn Tufeyl (ö. 581/1186), insanda felsefi ve metafizik düşüncenin doğabilmesi için herhangi bir öğretimin gerekmediğini, bu düşüncenin doğuştan mevcut bulunduğu tezini ‘Hay b. Yakzân’ adlı eserinde işlemiştir. İslam dünyasının en büyük filozoflarından biri, Meşşâî okulunun son temsilcisi ve Aristo’nun en ünlü şarihi olarak kabul edilen İbn Rüşd (ö. 595/1198) ise, Gazzalî’ye (ö. 505/1111) cevap vermek üzere kaleme aldığı ‘Tehâfütü Tehâfüti’l-Felâsife’de kelama karşı felsefeyi savundu. ‘Faslu’l-Mâkâl’ ve ‘el-Keşf ‘an Menâhici’l-Edille’ adlı eserlerinde de din ile felsefenin gayelerinin aynı, fakat metotlarının farklı olduğunu İleri sürdü. Bidayetu'l-Müctehid Fıkıh ve Fıkıh usulüne dair bilinen en önemli eserleridir. İbn Rüşd ve İbn Hazm’ın tesiri altında kalan Yahudi filozofu Mûsâ b. Meymûn ‘Delilu’t-Tâihîn’, ‘el-Fusûl fi’t-Tıb’ ve diğer tüm eserlerini Arapça olarak yazan âlim ve tabiplerdendir. Yine Yahudi olan Süleyman b. Gabriel Arapça olarak yazmış ve ‘Yenbu’u’l-Hayat’ adlı bir eser kaleme almıştır. Diğer bir Yahudi âlim, tabip ve filozofu olup önce III. Abdurrahman’ın ve daha sonra da onun yerine geçen II. Hakem’in müşaviri ve doktorluğunu yapmış olan Hesday b.Şebrut (ö. 365/975) da önemli eserlerin sahibidir. Yahudi âlim ve filozofu İbn Niğrile, Kur’an’ın güya eksikleri konusunda Arapça ‘el-İbâne’ adlı bir kitap yazmış, İbn Hazm da, ‘er-Reddu ‘ala İbni Niğrile elYahudi’ adlı risalesinde ona cevap vermişti. Yusuf b. Mesir b. Sîre de, makamat tarzında ‘et-Tarb’ adlı Arapça kitabını kaleme almıştır. Musa b. Azra ve İbn Sehl de eserlerini Arapça yazan Yahudi âlim ve filozoflardandır. Yukarıda ifade ettiğimiz gibi İslam dünyasının en büyük filozoflarından biri sayılan İbn Rüşd hakkında, örnek olması kabilinden biraz daha geniş malumat vermek istiyoruz. XII. yüzyıl Endülüs’teki felsefenin en parlak dönemidir. İbn-i Rüşd (520-595/1126- 1198): Ebû’l-Velîd Muhammed b. Ahmed b. Muhammed b. Rüşd, Endülüslü, Arap felsefeci ve hekim, fıkıh, matematik ve tıp âlimi olup Kurtuba’da doğdu ve Marakeş/Fas’ta öldü. İbn Rüşd, Maliki mezhebinden fakihler yetiştirmiş bir aileden gelir. Dedesi Ebu’l-Velid Muhammed (ö. 520/1126) Murabıtlar hanedanının Kurtuba’daki en yüksek dereceli hâkimiydi. Babası Ebu’l-Kasım Ahmed, aynı makamı Muvahhidler’in 541/1146’daki hâkimiyetine kadar işgal etti. Yusuf el-Mansur’un veziri İbn Tufeyl (Batı’da bilinen adıyla Abubacer) tarafından sarayla ve büyük İslam hekimlerinden, sonradan arkadaşı olacak İbn Zuhr (Avenzoar) ile tanıştırıldı. 555/1160’ta Sevilla kadısı oldu ve hizmeti boyunca Sevilla, Kurtuba ve Fas’ta birçok davaya baktı Aristo’nun eserlerine şerhler ve bir tıp ansiklopedisi yazdı. Eserlerini M. 1200’lerde, Yakob Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 18 Endülüs Müslümanlarında İlim ve Kültür Hayatı İbn Rüşd’ün en önemli orijinal felsefi eseri, ‘Tehâfütü’t-Tehâfüt’ (Tutarsızlığın Tutarsızlığı) ismini taşır. Anatoli Arapçadan İbraniceye tercüme etti. En önemli orijinal felsefi eseri ‘Tehâfütü’tTehâfüt’ (Tutarsızlığın Tutarsızlığı) ismini taşır ve Gazalî’nin ‘Tehâfütü’l-Felâsife’ (Filozofların Tutarsızlığı) isimli kitabındaki kendiyle çelişme ve İslam’a mugayir olma iddialarına karşı Aristo felsefesini savunur. ‘Faslu’l-Mâkâl’ ve ‘el-Keşf an Minhâci’l-Edille’ isimli iki risalesi de felsefedin ilişkilerini konu alır. XII. yüzyılın sonralarında Endülüs’e yayılan fanatiklik dalgasıyla, sahip olduğu bağlantılar kendisini siyasi problemlerden uzak tutamamış ve Kurtuba yakınlarında bir yerde tecrit edilmiş ve ölümünden kısa süre önce Fas’a gidinceye dek gözetim altında tutulmuştur. Mantık ve metafizik alanında verdiği eserlerin çoğu müteakip sansür döneminde kaybolmuştur. İbn Rüşd’e göre, felsefe öğrenmek dinî bir zorunluluktur. Din, var olanlara akılla bakmayı ve değerlendirmeyi zorunlu tutmaktadır. Başka dinlerin ve ideolojilerin fikirlerini öğrenmek de aynı şekilde zorunludur. Gerçek, her nerede ise alınır ve yararlanılır. Eskilerin kitaplarındaki bilgilerle, dinin bildirdikleri amaç bakımından benzemektedirler. İbn Rüşd, felsefe ile uğraşanların ve olaylara akılcı açıdan bakanların sapıttıklarını ileri sürenleri eleştirir. Ona göre, akıl ve felsefe, gerçeğe ulaştırıcı en önemli yaşamsal enstrümanlardır. Ona göre İslam’la felsefe arasında bir çatışma yoktur. Kişinin hem felsefe, hem din yoluyla doğruya ulaşabileceğini düşünmüştür. Kainatın ebediyetine ve formların ezeliyetine (pre-extant) inanırdı. Felsefenin temel konusunun varlık olduğunu, felsefenin var olanı, genel bir bütünlük içinde insana verileni incelemeye, açıklamaya çalıştığını savunan İbn Rüşd, bütün varlık türlerinin en tepesinde bulunan yüce bir varlık olarak Allah’a yalnızca var olandan, beş duyu ile algılanıp akıl ilkeleri ile açıklanan varlıklardan yola çıkarak gidebileceğimizi belirtmiştir. Felsefenin, varlık kavramı altında toplanan bütün nesneleri konu edinen disiplin olduğunu belirtmiştir. Bu nedenle düşünce sisteminde felsefe, teolojiden önce gelir. Bununlu birlikte, felsefe ve teolojiden her birinin kendisine özgü bir fonksiyonu olduğunu söylemiştir. İbn Rüşd en çok Aristo’nun eserlerinden yaptığı, bugün Batı’da pek çoğu unutulmuş, tercüme ve şerhleriyle ünlüdür. 545/1150’den önce Avrupa’da Aristo’nun eserlerinin birkaç tercümesinden başkası yoktu ve bunlar da din adamlarınca rağbet görüp, incelenmiyorlardı. Batı’da Aristo’nun mirasının yeniden keşfedilmesi, İbn Rüşd’ün eserlerinin XII. yüzyıl başlarında Latinceye tercümesiyle başlamıştır. İbn Rüşd’ün Aristo üzerine çalışmaları otuz yıllık bir dönemi kapsar ve bu dönem içinde, erişemediği "Politika" dışında bütün eserlerine şerhler yazmıştır. Eserlerinin İbranice tercümeleri de, İbrani felsefesi üzerinde kalıcı bir etki bırakmıştır. İbn Rüşd’ün düşünceleri, Hristiyan skolastik gelenekten, Aristo’nun mantık çalışmalarına değer veren [Brabant’lı Siger], Thomas Aquinas ve (bilhassa Paris Üniversitesi’ndeki) diğerleri tarafından özümsenmiştir. Thomas Aquinas gibi meşhur skolastik filozoflar, ona ismi yerine "Şârih" (Yorumcu) ve Aristo’ya da "Filozof" diyecek yüksek derecede önem veriyorlardı. İslam dünyasında bir okul bırakmamış ve ölümü Endülüs’teki serbest düşünce hayatının gurubunu işaret etmiştir. Edebiyatta İbn Rüşd: Orta Çağ’ın Avrupalı skolastiklerinin kendisine gösterdikleri saygıdan ötürü, Dante İbn Rüşd’ü İlahi Komedya’da diğer büyük pagan filozoflarla beraber, "iltifatın üne borçlu olunduğu" Limbo’da tasvir etmiştir. İbn Rüşd, Jorge Luis Borges’in "İbn Rüşd’ün Arayışı" isimli hikâyesinde trajedi ve komedi kelimelerinin anlamlarını ararken resmedilir. Eserleri: 1) Külliyât fit-Tıb, 2) Mukaddemât, 3) Nihâyetü’l-Müctehid, 4) Et-Tahsîl, 5) Kitâbü’lHayevân, 6) Zarûrî, 7) Telhîsü Kütübi Aristotales, 8) Telhîsü İlâhiyyâtı Nikolavus, 9) Tehâfütü’tTehâfüt, 10) Şerhü Kitâbi’n-Nefs li-Aristotales, 11) Şerhu Kitâb-üs-Semâ vel-Âlem liAristotales, 12) Makâle fil-Kıyâs, 13) Muhtasaru Mecistî, 14) Faslu’l-Mâkâl vel-Keşf an Menâhic-il-Edille, 15) Kitâbu Mâbâ’det-Tabî’a, 16) Şerhul Urcûze fit-Tıb, 17) Makâle fî Cevheril-Felek eserlerinden bazılarıdır. (Kaynak: http://www.filozof.net/Turkce/islam-filozoflari/299-ibn-rusd-ibni-rusd-hayatiyasami- biyografisi-felsefesi-islam-filozofu-fikih-ibn-rusd-gazali-felsefenin-savunmasi-eserlerifikirleri-yeni-aristoculuk-varlik-felsefesi-islam-âlimi-doktor-neo-aristoculuk.html) Erişim Tarihi: 29.12.2209 Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 19 Endülüs Müslümanlarında İlim ve Kültür Hayatı Tarih ve Coğrafya İslam dünyasında baştan beri olduğu gibi Endülüs’te de tarihe büyük bir ilgi gösterildi. Ancak Endülüslü tarihçilerin tamamının profesyonel anlamda sadece tarihle ilgilenen kimseler olmadıklarını, bilakis çok geniş bir kültüre sahip bulunduklarını ve dinî ilimlerin hepsinde genel malumat sahibi olmalarının yanında, muhaddis, fakih, şair, edib veya bu özelliklerin hepsini birden taşıyan şahsiyetler olduklarını hatırlatmalıdır. Ağırlığın Endülüs’e verildiği görülen umumi ve hususi tarihler, tabakat kitapları ve edebiyat tarihleri kaleme alınmıştır. Coğrafya kitapları da bunlarla birlikte düşünülmelidir. İlk tarih çalışmalarının emirlik döneminde başladığını, hâlifelik ve bilhassa mülûkü’t-tavâif dönemlerinde geliştiğini görmekteyiz. Günümüze intikal etmemiş çok sayıda eser olmakla birlikte bu dönemin tanınan eserlerinin bazıları şunlardır; ‘et-Tarih’ adlı eseriyle Abdülmelik b. Habîb (ö. 853/239), ‘Tarih’ adlı eseriyle tanınan Ahmed er-Râzî (ö. 324/936), ‘Tarihu İftitahi'l-Endelüs’ adlı eserin yazarı İbn Kûtiyye (ö. 367/977), ‘el-Muktebes fî Tarihi Ricali'l-Endelüs’ adlı eserin yazarı ve "Endülüslü tarihçilerin sultanı" olarak vasıflandırılan ve çok sayıda eser veren İbn Hayyân (ö. 469/1076), ‘Cemheratu Ensâbi'l-Arab’ adlı eseriyle İbn Hazm (ö. 456/1064), İbn Sa’d el-Magribî (ö. 685/1286), çok sayıda eser sahibi olup ‘el-İhâta fi Ahbâri Gırnata’ eseri örneklendirilebilecek olan İbnü’l-Hatib (ö. 776/1374), ‘el-Beyânu'l-Muğrib’ yazarı İbn İzârî, ‘Kudâtu Kurtuba’ yazarı el-Huşenî, ‘Tarihu Ulemai'l-Endelüs’ adlı eserin müellifi İbnu'l- Faradî, ‘es-Sıla’nın yazarı İbn Başkuval, ‘el-Hulletus-Siyera’yı kaleme alan İbnu'l-Abbâr ve Merrakuşî (ö. XII. yy.) Endülüslü tarihçilerdendir. Endülüs’te coğrafya alanında da çok değerli eserler telif edilmiştir. Bunlar arasında ‘el-Mesâlik ve'l-Memâlik’ isimli eseriyle Muhammed el-Varrâk (ö. 362 /973), eserinin muhtevasına dahil ettiği ülkeleri bölge bölge incelediği ‘Kitabu Tersî'u'l-Ahbâr’ adlı eseriyle Uzrî, Arap yarımadasının coğrafi özelliklerini, nüfus yapısını, şehir ve nehirlerini alfabetik sırayla anlatan ‘Mu'cem Mâ İsta'cem’ adlı eseriyle Ebû Ubeyd el-Bekrî (ö. 487/1094), Himyerî (ö. 727/1327), ‘Nüzhetü'lMüştâk’ adşı eseriyle tanınan, haritacı ve coğrafyacı İdrîsî (ö. 562/1166), Ebû Hâmid el-Gırnâtî (ö. 565/1169) ve ‘er-Rihle’ yazarı İbn Cübeyr (ö. 614/1217) eser sahibi coğrafyacılardandır. Bu yazarlardan bir kısmının eserleri Türkçeye de çevrilmişlerdir. İlk tarih çalışmalarının emirlik döneminde başladığını, halifelik ve bilhassa mülûkü’ttavâif dönemlerinde de geliştiğini görmekteyiz. Bütün bu yazarların içinde en meşhur ve en önemli isim şüphesiz İbn Haldun’dur. Özgün kişiliğinden dolayı onun hakkında ayrıntılı bilgi vermek istiyoruz. İbn Haldun (732-809/1332-1406): Özgün bir tarih kuramcısı, kültür, siyaset felsefecisi ve toplumbilimci olan İbn Haldun, tarihsel olayları toplumsal, etnik, kültürel, siyasal, ekonomik, hatta coğrafi ve biyolojik koşullarla bağlantıları içinde değerlendiren ilk düşünürdür. Birçok bilim adamı, tarih felsefesinin ve sosyolojinin çağdaş anlamda birer bilim olarak ortaya çıkmasını İbn Haldun’la başlatmışlardır. İbn Haldun’un başka bir özelliği de İslam dünyasında bilimsel ve düşünsel durgunluğun yaşandığı bir dönemde gözlemci ve eleştirici bir düşünür Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 20 Endülüs Müslümanlarında İlim ve Kültür Hayatı İbn Haldun, özgün bir tarih kuramcısı, kültür, siyaset felsefecisi ve toplumbilimcidir. olmasıdır. 1 Ramazan 732’de (27 mayıs 1332) Tunus’ta doğdu. Asıl adı Abdurrahman, babasının adı Muhammed’dir. Genellikle dedesi Haldun’un adıyla İbn Haldun (Haldun oğlu) diye tanınmıştır. Güney Arabistan’ın Hadramut yöresinden, önce İspanya’ya, oradan da Kuzey Afrika’ya göçerek Tunus’a yerleşmiş; bilim, düşünce, edebiyat ve siyasetle yakından ilgilenmiş olan eski ve soylu bir ailenin çocuğudur. İlk öğreniminden sonra aydın bir kişi olan babasının yakın ilgisi sayesinde seçkin hocalardan fıkıh, hadis, tefsir, akaid, mantık, felsefe, matematik, tabiat bilimleri, dil bilimleri, şiir, edebiyat gibi dinî ve din dışı alanlarda çok iyi bir öğrenim gördü. 749/1348’de çıkan bir veba salgınında anne ve babasıyla hocalarından çoğunu kaybetti. Yirmi yaşındayken, Tunus’un yönetimini elinde bulunduran Beni Hafs hanedanından Sultan Ebu İshak’ın kâtipliğine getirilmesiyle İbn Haldun’un çalkantılı siyasal yaşamı başlamış oldu. Bunu, Biskra, Fas, Gırnata, Bicaye, Tlemsen gibi merkezlerdeki benzer görevleri izledi. Bir ara Fas Emin Ebu İnan onu bilim meclisine kabul etti. Bu görevdeyken siyasal bir nedenle hapsedildi. İki yıl sonra yönetime getirilen Ebu Sâlim onu önce sırkatibi, ardından da mezâlim dairesi başkanı yaptı. 764/1362’de İspanya’ya geçerek eski bir dostu olan Gırnata Emiri Ebu Abdullah Muhammed’in hizmetine girdi. Bir yıl sonra emir onu Castilla Kralı Zâlim Pedro nezdinde elçi olarak görevlendirdi. Bir süre sonra Gırnata emirinden izin alarak Kuzey Afrika’ya dönen İbn Haldun, Bicaye’de, çok istediği haciplik (başvezirlik) makamına kavuştu; bu arada bir yandan da öğretim faaliyetlerini sürdürdü. 768/1366’daki yönetim değişikliği üzerine görevden ayrılarak kabileler arasında dolaşmaya başladı; muhtemelen, yazımını tasarladığı Mukaddime için veriler toplamak üzere, Bedevi yaşam tarzını inceledi. Bu arada, zaman zaman siyasal nedenlerle güçlükler yaşadı ve sonunda İspanya’ya dönmek zorunda kaldı (776/1374). Sürtüşmelerle dolu siyasal geçmişi nedeniyle İspanya’dan da çıkarıldı. Yeniden Kuzey Afrika’ya döndüğünde çaresizlik içindeyken, geçmişte araları pek de iyi gitmeyen Tlemsen Sultanı Ebu Hammu’nun önerisini kabul ederek kabileler arasında onun propagandasını yapmak zorunda kaldı. Siyasal çalkantılardan bıkan İbn Haldun, Ebu Hammu’nun iznini alarak İbn Selame denilen bir kaleye yerleşti ve kendisini tümüyle bilimsel çalışmalara verdi. Ünlü eseri Mukaddime’yi 776/1374’te burada tamamladı. Ardından, dört yıl içinde el-İber adlı yedi ciltlik tarih kitabının müsveddesini hazırladı. Bu son çalışmanın, eskiden incelediği kaynaklarını bir kez daha gözden geçirmek düşüncesiyle 780/1378’de Tunus’a gitti. Buradaki çalışmaları sırasında dersler de verdi. Siyasal geçmişi Tunus’ta da kendisini rahat bırakmayınca 784/1382’de Mısır’a gitmek zorunda kaldı. Kahire’de, başta Sultan Berkuk olmak üzere, ileri gelenlerin geniş ilgisini gördü. Kahire medresesine müderris olarak atandı. Burada verdiği ilk dersiyle, devlet adamlarının da içinde bulunduğu izleyicilerini âdeta büyüledi. Kadılık görevine getirildi ve bu görevdeki adaleti, yansızlığı ve yürekli tutumu nedeniyle beş kez görevden alındı ve yeniden atandı. Bu arada Hicaz, Kudüs ve Suriye’ye gitti. Bu son gezisi sırasında, Suriye’yi ele geçiren Timur’la görüştü. lbni Haldun’dan çok etkilenen Timur onu yanında alıkoymak istediyse de, İbn Haldun bu isteği reddederek çok sevdiği ve hayatının en huzurlu günlerini geçirdiği Kahire’ye döndü. Bilim ve siyasetin verdiği iki kat yorgunlukla geçen hayatı 809/1406’da Kahire’de sona erdi. Eserleri: Lubâbu’l-Muhassal fî Usûlid’-Dîn, Şifâu's-Sâ'il, Kitābu’l-‘İber, en önemli eserleridir. (Kaynak: http://www.msxlabs.org/forum/felsefe-tr/11205-ibni-haldun-ibni-haldun-kimdiribni-haldun-hakkinda.html#ixzz1lQhnwKo8) Erişim Tarihi: 03.01.2012 İLERİ OKUMALAR İÇİN İbn Haldun hakkında, Süleyman Uludağ’ın, “İbn Haldun” (TDV Yay., Ankara 1993) adlı kitabını okuyabilirsiniz. Astronomi Müslümanların dünyayı en fazla etkilediği bilim dalının astronomi olduğunu söylemek mümkündür. Coğrafya çalışmalarının gelişmesinin bir sonucu olarak Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 21 Endülüs Müslümanlarında İlim ve Kültür Hayatı astronomi Endülüs’te de önemli gelişmeler kaydetmiştir. Endülüslü astronomlar dünyanın büyüklüğünü Yunanlılardan daha doğru hesaplamışlardır. Astronomi ile birlikte matematik çalışmaları da uygulamalı ve teorik olarak yürütülmüş ve her iki alanda da pek çok bilgin yetişmiştir. Matematik ve astronomide otorite olup Endülüs’ün Öklid’i kabul edilen Ebü’I-Kasım el-Mecrî’yi diğer bilginler izlediler. Endülüslü Müslüman coğrafyacılar haritacılığa önemli katkılarda bulunmuşlardır. Ptolemaios’un Almagest’inden istifade etmişler, fakat coğrafya bilgileri daha ileri olduğu için onu körükörüne taklit etmemişlerdir. Astronomiyle ilgili verilerini el-Harizmî’nin Grek ve Hintçe yazılmış eserlere dayanarak yazdıklarından alıp bu bilgileri Hristiyan İspanya’ya aktaran da, Mesleme elMecritî’dir (ö. 396/1005). Endülüslü filozoflardan İbn Rüşd ve İbn Bacce de, astronomi ve coğrafyaya dair eserler yazmışlardır. Müslümanların dünyayı en fazla etkilediği bilim dalının astronomi olduğunu söylemek mümkündür. Müslümanların İspanya’dan çıkışından sonra Hristiyanların çan kulesi yaptıkları İşbiliyye Camii’nin yanı başındaki ‘Girelda Gözlemevi’, 586/1190 yılında matematikçi Cabir b. Eflah’ın denetiminde kurulmuştu. Müslümanların yaptığı usturlablar ve astronomiyle ilgili en hassas âletler, hazırlanan zîcler, daha sonraları Avrupalılar tarafından kullanılmış ve yazılan eserlerin bir çoğu da, kendilerine mal edilerek ilmin hizmetine sunulmuştur. Müslümanlar, dünyanın büyüklüğünü, Yunanlıların yapmış olduğundan çok daha doğru olarak hesaplamış ve güneşin yörüngesinin eğimini tayin için, bronz bir ‘sekstant’ kullanmışlardır. Kurtuba kütüphanesi ile daha sonra açılan Gırnata ve İşbiliyye kütüphaneleri astronomi ve matematik üzerine hazırlanmış büyük kolleksiyonlara sahiptiler. ‘Kitabu’l-Hey’e’ adlı kitabın yazarı olan el-Bitrucî (ö. 601/1204) de, en meşhur astronomlardı. Bitrûcî mezkûr kitabında Aristoteles fiziği ile uyuşmadığından Ptolemaios’un dış merkezli ve çember merkezli düzeneklerini eleştirmiştir. Matematik Müslümanlar astronomi ile birlikte uygulamalı ve teorik olarak matematik çalışmalarını yürütmüşlerdir. Hem halk hem de devlet bu çalışmaları destekliyordu. Ebu’l-Galib Habbab b. Ubad III. Abdurrahman döneminin en meşhur matematikçilerinden idi. Gırnatalı İbnü’s-Semh’in (ö. 426/1034) eserleri X. Alfonso’nun (ö. 683/1284) sarayındaki Yahudi matematikçi ve astronomlar tarafından okunur ve takdir edilirdi. Matematikçi el-Karmani (ö. 458/1065), ‘Teorinin İki Kardeşi’ adlı ansiklopedik bir eser; Ebu’l-Kasım Asbağ ve İbnü’s-Saffar ‘Sind-Hind’ üzerine şerhler yazmışlardır. Abdurrahman b. İsmail Endüslülerin Öklid’i diye adlandırılan ünlü bir geometri âlimiydi. İşbiliyyeli İbn Mes’ud (ö. 527/1132), trigonometri üzerine bir Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 22 Endülüs Müslümanlarında İlim ve Kültür Hayatı kitap yazmıştır. XII. yüzyılda yaşayan ve cebir ilmini icat eden Cabir b. Eflah, trigonometri üzerine yazdığı kitabında, daha sonra gelen matematikçiler tarafından takdirle karşılanan yeni ve orijinal formüllerle uğraşıyordu. Endülüs matematikçileri IX. yüzyılın ikinci yarısında Hurufu’l- Gubar denilen bir çeşit rakam sistemini ortaya çıkardılar. Bu sayılar Hint rakamlarından şekil olarak biraz farklı olup Hint veya Romen rakamlarından kaynaklanıyordu. Zooloji ve Botanik İlk defa II. Abdurrahman tarafından bitki ve hayvan numuneleri toplamak gayesiyle Doğu’ya araştırmacılar gönderilmişse de zooloji ve botanik sahalarındaki asıl çalışmalar XI. yüzyılda ağırlık kazanmıştır. Bu dönemde bir bakıma bugünkü araştırma, üretme merkezleri gibi geliştirilen bahçelerin şöhreti Endülüs sınırlarını aşmıştı. Araştırmacılar bu bahçelerde toprağı sürme, sulama, gübreleme, hasat, Endülüs’e ilk defa getirilen bitkilerin tanıtılması, aşılama, zirai hastalıklarla mücadele gibi konularda çalışmalar yapıyorlardı. İbn Baytar (ö. 646/1248), yazdığı eserler yanında, ekme sistemleri, sulama, gübreleme, biçme ve doğudan getirilen meyve ağaçları ve bitkilerin tanıtılması, ağaç aşılama, ağaçlar ve bitkilerdeki hastalıkların tespiti ve tedavisi üzerine çalışma yapıyordu. XI. yüzyılın son yarısında özellikle Tuleytula, İşbiliyye ve Gırnata’da yetişen ve eserler veren botanikçiler arasında, aynı devirde yaşamış İbn Bassal, İbnu’l-Vafid (ö. 467/1075), el-Tignarî, el-Gırnatî, Ebû Ömer Ahmed ve Ebu’l-Hayr el-İşbilî önemli isimlerdir. En büyük Endülüslü Müslüman botanikçi ise XII. yüzyılda İşbiliyye’de yetişen Ebu Zekeriya Yahya’dır. İbnü’l-Avvam adıyla da bilinen bu âlim tarım üzerine önemli ansiklopedik eser olan ‘Kitabu’l-Filaha’yı telif etmiştir. Yine meşhur botanikçilerden biri olan Abdullah b. Ahmed b. Baytar (ö. 646/1248), yazdığı eserler yanında, ekme sistemleri, sulama, gübreleme, biçme ve doğudan getirilen meyve ağaçları ve bitkilerin tanıtılması, ağaç aşılama, ağaçlar ve bitkilerdeki hastalıkların tespiti ve tedavisi üzerine çalışma yapıyordu. Tıp ve Kimya Endülüs Müslümanları tıp sahasında da önemli gelişmeler kaydettiler. özellikle hayvanlar üzerinde yaptıkları çalışmalarla fizyolojide önemli başarı sağladılar. Fizyoloji ve anatomide Galen ve Hipokrat gibi klasik dönem hâkimlerinin bilgilerinden faydalanmakla beraber onların bazı hatalarını da düzelttiler. Ayrıca uygulamalı tıp ilmini geliştirdiler ve bu çerçevede ameliyatlarda kullanılan aletler ve bunların kullanılış şekilleri hakkında ciddi eserler yazdılar. Bitkilerden öz suyu elde etme tekniğini geliştirip farmakoloji alanında eserler meydana getirdiler ve eczaneler kurdular. Abbas b. Firnas (ö. 275/888), birçok alanda çalışarak kimya, fizik, astronomide önemli bir isim oldu. Sülfirik nitrik, nitro-hidroklorik asitlerini keşfetti ve ayrıca birçok kimyasal maddeyi buldu. Astronomi tabloları hazırladı, şiir yazdı, Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 23 Endülüs Müslümanlarında İlim ve Kültür Hayatı el-Makata adlı saati tasarladı. Kumdan cam imalatını icat etti ve ayrıca kaya kristallerini kesme yöntemini geliştirdi. O zamana kadar sadece Mısırlılar kristal kesmeyi biliyordu. Güneş ve gezegenleri hareket hâlinde gösteren bir Plenatarium da yapmıştı. Bilgin bu cihazla yıldızlarla birlikte bulutu ve şimşekleri de inceliyordu. Tıp ve kimya dallarında yetişmiş uzmanlardan Ebü’l-Kâsım ez-Zehrâvî (ö. 404/1013) otuz ciltlik et-Taşrif adlı bir tıp ansiklopedisi telif etti. Endülüs’te cerrahide ilk olarak İbn Zühr temayüz ederek, tıp ve cerrahiyi birleştirip tıp ilminde hamle yaptı. Fakat cerrahinin başlı başına bir ilim hâline gelmesi Zehravî sayesinde olmuştur. Zira o, sadece nazariyelerle uğraşmadı. Bizzat ameliyatlar yaparak, metotlar ve aletler keşfetmeyi ve bunları maharetle kullanmayı başardı. Filozof İbn Rüşd aynı zamanda iyi bir hekim olup bu alanda on altı eser yazmıştır. İbnü’I-Baytâr bu alanda Batı’da olduğu kadar Doğu’da da büyük bir şöhret kazanmıştır. Hâlifelik döneminde yalnız Kurtuba’da irili ufaklı elli kadar hastanenin mevcut olduğu bilinmekteydi. Endülüs yüksek ve parlak bir medeniyetin doğuşuna beşiklik ederken Batı, dine aykırı kabul edildiği için akli faaliyetlerin yasaklandığı "karanlık çağ" denilen bir dönemi yaşıyordu. Batı, İslam medeniyetini yakından tanıyabilmek için Arapça eserleri kendi dillerine tercüme etmeye başladılar. Tercüme faaliyetlerinde görev alan Müslüman, Hristiyan ve Yahudi mütercimler felsefe, astronomi, matematik, tıp, kimya, tarih, coğrafya ve edebiyat gibi ilim dallarıyla ilgili çok sayıda Arapça eseri, Latinceye çevirdiler. İslam kültürünün Avrupa’yı etkilemesi ve Batı Rönesans’ının oluşmasında en etkili unsur, Endülüs İslam Medeniyetidir. Müslüman filozofların din ile aklı uzlaştırma yönündeki fikirleri büyük bir yankı uyandırdı ve bir zihin inkılabı meydana getirdi. İbn Rüşd ve Endülüslü filozof olan Yahudi asıllı Mûsâ b. Meymûn hem Yahudi hem de Hristiyan ilahiyat çevrelerine tesir etti. Yapılan ilmî araştırmalar Albert Magnus, Duns Scottus, Spinoza ve hatta Immanual Kant’ın ondan etkilendiğini göstermektedir. Albert Magnus’u etkileyen bir diğer Endülüslü filozof da İbn Bacce’dir. Dante ve Bacon, Müslüman mütefekkirlerin tesiri altında kalan ve bunu itiraf eden Avrupalı düşünürlerden bazılarıdır. Tıp alanında, yapılan tercümeler sayesinde, şeytan çıkarmak ve efsun şeklindeki tedavi anlayışı yerini modern anlamda tedavi usullerine bıraktı. Edebiyat alanında Avrupa’da fabl türünün ortaya çıkışı, kesinlikle Hint-İran menşeine dayanan İslami eserlerin tesiriyle olmuştur. Yine İslam musikisinin ve Müslüman musikişinaslarının Latinceye çevrilen eserlerinin de tesiri çok açıktır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 24 Özet Endülüs Müslümanlarında İlim ve Kültür Hayatı •Endülüs'te oluşan İslam medeniyeti, şüphesiz bir geleneğin devamı ve ileri götürülmesidir. Bu, Doğu İslam dünyasıdır. Burada temayüz eden her şeyi aynıyla ve belli bir zaman sonra geliştirerek Endülüs'te de görmekteyiz. •Doğu'da başlayan İslam Devleti'ni yerleşmesi ve gelenek oluşturması, aynı anda Abbasiler gibi, Endülüs Müslümanlarında da meyvesini vermiştir. Burada zamanla gelişen yüksek seviyeyi, istikrar ve gelişmede görmek gerekmektedir. •Endülüs'te eğitim öğretim, şüphesiz İslam dünyasının diğer bölgelerinde olduğu gibidir. Yani medreslerin açılmasından önce, küttab, camilerdeki ders halkaları ve ihtisaslaşmadan ibarettir. Bunlar tamamen serbest ve amatörce yapılan faaliyetlerdi. Oldukça yaygın olmasına ve rağbet görmesine rağmen, devlet ve vakıfların desteği daha sonraki dönemlerde ve medreselerle birlikte olmuştur. •Toplumda kadınlardan devlet adamlarına kadar herkes, kitap ve kütüphaneye meraklıdır. Bilhassa büyük merkezlerde, kitapçı dükkânları ve pazarları ile büyük kütüphaneler teşekkül etmiştir. •Batı'yı da etkileyen bir müzik tarzı ile şiir ve edebiyat düşkünlüğü dikkat çekmektedir. Öyle ki, halkın dilinde dolaşan hikâye ve masallar yazıya geçmiş, bu da, daha sonraları roman ve hikaye yazarlığına örneklik teşkil etmiştir. •Tüm İslam dünyasının her bölgesinde olduğu gibi, burada da, özgün denecek boyutlara ulaşan dinî ve sosyal bilimler ile fen ve sağlık bilimlerinin her türlüsünün zengin meyvelerini görmemiz mümkündür. •Burada tesiri ve yankısını bugün de hissedilen çok önemli isimleri görmekteyiz. İbn Haldun, İbn Rüşd ve İbn Arabî bunların başında gelmektedir. •Botanikten astromiye, kimyadan matematiğe tüm fen ve sağlık bilimlerinde ciddi gelişmeler ve buluşlar olmuş, bunlar da Avrupa'yı etkilemiştir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 25 Endülüs Müslümanlarında İlim ve Kültür Hayatı DEĞERLENDİRME SORULARI 1. Endülüs Emevi Devleti kimin zamanında en kudretli devrine ulaşmıştır? Değerlendirme sorularını sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “bölüm sonu testi” bölümünde etkileşimli olarak cevaplayabilirsiniz. a) I. Muhammed b. Abdurrahman b) II. Hakem b. Abdurrahman c) II. Hişam b. Hakem d) III. Abdurrahman b. Muhammed e) Süleyman b. Hakem 2. Arapça, Berberice ve Latincenin karışımından meydana gelmiş melez bir dille söylenen şiir türü aşağıdakilerden hangisidir? a) Zecel b) Aruz c) Müveşşah d) Mehdiye e) Tefâhür 3. İmam Mâlik’in ‘el-Muvattâ’ adlı eserini Endülüs’e ilk getiren âlim aşağıdakilerden hangisidir? a) İmam Malik b) İmam Evzaî c) Gazi b. Kays d) İbn Hazm e) Ebü’l-Velîd el-Bâcî 4. Gerek fetihten önce ve gerekse İslam hâkimiyetinden sonra, Endülüs’te baskıya uğrayan topluluk aşağıdakilerden hangisidir? a) Saksonlar b) Cermenler c) Müslümanlar d) Yahudiler e) Berberiler Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 26 Endülüs Müslümanlarında İlim ve Kültür Hayatı 5. İlk fetih yıllarında Endülüs’te hâkim olan mezhep aşağıdakilerden hangisidir? a) Evzailik b) Şiilik c) Malikilik d) Mutezile e) Zahiriye Cevap Anahtarı 1.D, 2.A, 3.C, 4.D, 5.A Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 27 Endülüs Müslümanlarında İlim ve Kültür Hayatı YARARLANILAN KAYNAKLAR Al-i Ali, Nureddin. (2010). Endülüs Tarihi, (Çev. Hakkı Uygur), İstanbul: Ensar Yay. Algül, Hüseyin. (1986). İslam Tarihi III. İstanbul: Gonca Yay. Baltacı, Cahid. (2005). İslam Medeniyeti Tarihi, İstanbul: M. Ü. İlahiyat Fak. Yay. Barthold, W.-M. Fuad Köprülü. (1963). İslam Medeniyeti Tarihi, (çev. M. F. Köprülü, Ankara: DİB Yay. Bedevî, Abdurrahman. (2002). Batı Düşüncesinin Oluşumunda İslam’ın Rolü, (çev. Muharrem Tan), İstanbul: İz Yay. Çubukçu, Asri. (1989). İslam Devletlerinde Devlet Teşkilatı ve İlmî Faaliyetler, Erzurum: (Ders Notları) Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi IV. (1988). Ed.: H. D. Yıldız, İstanbul: Çağ Yay. Ebu Hâlil, Şevki. (2005). İslam ve Dünya Medeniyetleri Tarihi, (çev. A. AydınA.Timurtaş), Van: Bilge Adam Yay. Fârûkî, İ. Raci-Fârûkî, L. Lamia. (1997). İslam Kültür Atlası, (Çev. M.Okan KibaroğluZ. Kibaroğlu, İstanbul. Hâlil, İmadüddin. (1987). İslam Medeniyeti Üzerine, (çev. Mehmet Yolcu), İstanbul: Madve Yay. Hasan İbrahim Hasan. (1986). Siyasi-Dinî-Kültürel İslam Tarihi VI, (Çev. İ. Yiğit vdd.), İstanbul: Kayıhan Yay. Hasan İbrahim Hasan-Ali İbrahim Hasan. (1962). en-Nuzumu’l-İslamiyye, Kahire. Hızlı, Mefail (Ed.). (2010). İslam Kurumları ve Medeniyeti, Eskişehir: Ana. Üniv. Yay. Hitti, Philip K.. (1989). Siyasi ve Kültürel İslam Tarihi I-II, (Çev. Salih Tuğ), İstanbul: Boğaziçi Yay. ---------------. (1995). Arap Tarihinin Mimarları, (çev. Ali Zengin), İstanbul: Risale Yay. İbn Haldun. (2005). Mukaddime I-II, (Çev. Süleyman Uludağ), İstanbul: Dergah Yay., 4. Baskı. İbn Kesir. (2007). el-Bidâye ve’n-Nihâye I-XIV, Beyrut. İbnü’l-Esir. (1966). el-Kamil fi’t- Tarih I-XII, Beyrut. Kayaoğlu, İsmet. (1980). İslam Kurumları Tarihi, Ankara: A.Ü. İlah. Fak. Yay. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 28 Endülüs Müslümanlarında İlim ve Kültür Hayatı Karlığa, Bekir. (2004). İslam Düşencesi’nin Batı Düşüncesi’ne Etkileri, İstanbul: Litera Yay. Kazıcı, Ziya. (2006). İslam Medeniyeti ve Müesseseleri Tarihi, İstanbul: Kayıhan Yay. Nasr, Seyyid Hüseyin. (2006). İslam ve Bilim, (çev. İ. Kutluer), İstanbul: İnsan Yay. Özdemir, Mehmet. (1995), “Endülüs” mad., Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi XI, İstanbul: İSAM Yay., s. 211-216. ---------------. (1994). Endülüs Müslümanları-I, Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yay. ---------------. (1997). Endülüs Müslümanları II (Medeniyet Tarihi), Ankara: Diyanet Vakfı Yay. ---------------. (1997). Endülüs Müslümanları III (İlim ve Kültür Tarihi), Ankara: Diyanet Vakfı Yay. Rifaî, Enver. (1973). en-Nuzumu’l-İslamiyye, Dımaşk. Sarıçam, İbrahim-Erşahin, Seyfettin. (2008). İslam Medeniyeti Tarihi, Ankara: DİB Yay. Tekeli, Sevim vdd.. (1999). Bilim Tarihine Giriş, Ankara: Nobel Yay. Topdemir, H. Gazi-Unat, Yavuz. (2009). Bilim Tarihi, Ankara: Pegem Akademi Yay., 2. Baskı. Ural, Şafak. (1994). Bilim Tarihi, İstanbul: Kırkambar Yay. Yazıcı, Nesimi-Çam, Nusret (Ed.). (2007). İslam Tarihi ve Medeniyeti, Ankara: Ankuzem Yay., 3. Baskı. Yurdaydın, H. Gazi. (1971). İslam Tarihi Dersleri, Ankara: A.Ü. İlah. Fak. Yay. Zeydan, Corci. (1971). İslam Medeniyeti Târihi I-V, (Çev. Zeki Meğamiz, Nşr., Mümin Çevik), İstanbul: Toker Yay. Ziya Paşa. (2004). Endülüs Tarihi, (Yay. Haz. İ. Demirci), İstanbul: Selis Yay. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 29 İÇİNDEKİLER ENDÜLÜS MÜSLÜMANLARINDA KURUMLAR • • • • • • İdari ve Askerî Kurumlar İktisadi Kurumlar Adalet ve Emniyet Kurumları Eğitim Kurumları Sağlık Kurumları Sosyal ve Dinî Kurumlar İSLAM KURUMLARI ve HEDEFLER MEDENİYETİ •Bu üniteyi çalıştıktan sonra; •Endülüs Müslümanlarında yönetimin emirlik ve halifelik şeklinde dönemsel değişkenlik gösterdiğini bilecek, •Hacibliğin Endülüs idaresindeki özel konumunu ve vezirlik ile arasındaki farklılaşmayı anlayabilecek, •Valilerin devlet yönetimindeki görev ve yetki alanlarını bilecek, •Endülüs’de emniyet ve istihbarat temininin ordu, kadılık, hisbe, berîd ve vilayetü’l-medîne kurumlarının ortak çabasıyla gerçekleştiğini kavrayabilecek, •Eğitim öğretimin aşamaları ve bunların gerçekleştiği kurumsal yapıyı değerlendirebilecek, •Sağlık hizmetlerinin nasıl bir kurumsallaşma gösterdiğini görebilecek, •Sosyal ve dini kurumların Endülüs müslümanlarının kültürel kimliğindeki etkilerini değerlendirebileceksiniz. ÜNİTE 12 Endülüs Müslümanlarında Kurumlar GİRİŞ Endülüs’de Müslüman varlığı ve nüfuzu, Emevi Devleti (661-750)’nin İspanya bölgesindeki 711 yılı fetihleri sonucu oluştuğu için, bu bölgedeki kurumsallaşmada büyük oranda Emevi birikim ve uygulamalarının etkileri görülmektedir. Endülüs Müslümanlarının tarihî süreç içerisinde işlerlik kazandırdıkları kurumları birtakım başlıklar altında ele almak mümkündür. İDARİ VE ASKERÎ KURUMLAR Emirlik/Halifelik Endülüs 711’den 756’ya kadar doğudaki Emevi Devleti’nin bir parçası olarak kaldığından bu dönemde idari işler bazen Kuzey Afrika genel valisi, bazen de bizzat Emevi halifeleri tarafından gönderilen valilerce yürütülmüştür. 756 yılında I. Abdurrahman’ın Endülüs'de bağımsız bir devlet kurmasından sonra idari yapı Emevi Devleti örnek alınarak yeniden düzenlenmiştir. Endülüs Emevi Devleti’nin başında bulunan hükümdarlar için III. Abdurrahman’ın 929 yılında halifeliğini ilan etmesine kadar “emîr” ya da “ebnâü'lhulefâ” (halifelerin oğulları) unvanları kullanılmıştır. Emirlik, 929 yılından sonra ise “halife” veya “emîrü'l-müminîn” (Müminlerin lideri ve yöneticisi) unvanlarının kullanıldığı hilafete dönüşmüştür. Toplumun başı (imam) ve orduların başkumandanı olan Endülüs Emevi hükümdarları geniş bir otoriteye ve nüfuza sahiptiler. Genellikle hükümdar hayatta iken yapılan veliaht tayininde takip edilen belli bir esas yoktu ve bu durum zaman zaman taht kavgalarına sebep olmaktaydı. Miladi 1031 yılına gelindiğinde ise, son halife III. Hişam’ın saltanatına fakihler son vermişlerdir. Vezir Ebu’l-Hazm’ın, hilafetin ilga edildiğini ilan etmesinin ardından devlet idaresi kısa bir süre heyet tarafından yürütülmüştür. Endülüs daha sonra 1090 yılına kadar sürecek olan Mülûkü't-tavâif (küçük devletler) ve 1147 yılına kadar sürecek olan Murâbıtlar dönemlerinde vilayet statüsünde olup valiler tarafından idare edilmiştir. 1229 yılına kadar süren Muvahhidler Dönemi’nde ise halifeliğe dönüş gerçekleştirildiğinden, valiler “Emirül-müminîn” unvanlı yöneticiler tarafından tayin edilmişlerdir. Endülüs’de 1238-1492 yılları arasında hâkimiyeti ellerinde bulunduran Gırnata Benî Ahmer Emirliği (Nasrîler) ise Muvahhidler idaresinin aksine halifelik iddiasında bulunmamışlardır. Endülüs’de kurulan devletlerin hepsi birer hanedan idaresi olduğundan, hükmetme yetkisi esas itibariyle babadan oğula intikal ederek el değiştirmiştir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 2 Endülüs Müslümanlarında Kurumlar Veliaht tayin edilirken önceliğin büyük oğula verilmesi geleneği bulunmuyordu. Hükümdar, oğullarından uygun gördüğü birini veliaht tayin edebilmekteydi. Endülüs tarihi boyunca hükümdarların birinci görevi devletin siyasi birliğini temin ve temsil etmek olmuştur. Dolayısıyla iç ve dış politikaların belirlenmesinde tam yetki sahibiydiler. Bu yetki onlara ülkenin iç barışını bozmaya yönelik iç ve dış tehditleri bertaraf etmek, yabancı ülkelere elçiler göndermek, gelen elçileri kabul etmek, orduya başkomutanlık etmek, müfettişleri aracılığıyla merkez ve taşradaki idarecileri denetlemek, devlet işlerinin düzgün bir şekilde yürütülmesini temin etmek, halkın şikâyet ve taleplerine kulak vermek gibi temel sorumluluklar yüklemekteydi. Haciblik/Başvezirlik Sözlük anlamı “kapıcı” ve “perdeci” olan haciblik, Doğu hanedanlarına özgü idari bir kavramdır. Hacib, Emeviler ve Abbasiler zamanında, halkın sultanın yakınına girmesine engel olan, tesbit edilen bir vakit süresince onlara kapıyı kapalı tutan şahsa mahsus bir makamdı. Endülüs Emevileri döneminde hacib, genellikle devlet adamı ve toplumun önde gelen isimlerinden seçilen vezirler arasından belirlenirdi. Endülüs Emevilerinde hacib, halkın da üst düzey görevlilerin de sultanın katına izinsiz girmelerini önler, huzura kabulleri için bunlara aracılık yapardı. II. Abdurrahman’ın (822-852) hacibliği protokol memurluğu olmaktan çıkarmasıyla hacib, halife ile vezirler arasında bağlantıyı sağlayan başvezir konumuna geldi. Memur kademelerinin en üstündeki kişi olan hacib, diğer taraftan da gerektiğinde halife adına kararlar alır ve uygulardı. Ayrıca merkezî idarenin işleyişini, vilayetlerdeki askerî ve idari yetkililerin çalışmalarını kontrol ederek bu hususlarda hükümdara bilgi arz ederdi. Zamanla halifelerin en mahrem sırlarına vâkıf olmaları da etkilerini iyice artırdı. Bu yüzden Endülüs Emevilerinde haciblik farklı bir anlam kazandı. Haciblik, mülki idarenin başında olup, hükümdarın emriyle onun bütün yetkilerini temsil eden en büyük emir anlamında kullanıldı. Endülüs Emevilerin son dönemlerinde, hilafet makamında zayıf kimselerin bulunması nedeniyle haciblerin etkisi arttı, halifelik sembolik bir makam hâlini aldı. Haciblik söz konusu etkisini Mülûku’t-tavâif Dönemi’nde de devam ettirdi. Ancak Murâbıtlar ve Muvahhidler dönemlerinde vezirliğin eski önemine kavuşması hacibliğin etki alanının daralmasına yol açtı. Hatta Murâbıtların saray teşkilatında hacibliğin hiç yer almadığını söylemek de mümkündür. Vezirlik Endülüs’de vezirlik devletin kuruluşundan itibaren vardı. Doğu’daki vezirlik müessesesinden pek farklı değildi. Fakat, II. Abdurrahman’dan (822-852) itibaren Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 3 Endülüs Müslümanlarında Kurumlar hacibliğin bir protokol memurluğu olmaktan çıkmasıyla, vezirlik statü bakımından haciblikten sonra gelir oldu. Birle sınırlı olan vezir sayısı çoğaltıldı. Hacibe bağlı olan vezirlerden her birine farklı bir görev alanı belirlendi. Örneğin defter tutma ve maliye işlerine bir vezir, haksızlığa uğramış olanların ihtiyaçlarına bakmak üzere bir vezir, sınır bölgelerindeki ahalinin durumuyla ilgilenen bir vezir tayin edildi. Vezirlerin sayısı dönem dönem artmış veya eksilmiştir. Vezirler devlet adamları ve toplumun önde gelen isimleri arasından seçilmekteydiler. Çeşitli konuları görüşmek üzere doğrudan hükümdarın veya hacibin başkanlığında toplanırlardı. Vezirlerin, halifenin sarayı içerisinde, devlet işlerini görüşmek üzere toplandıkları, kendilerine has daireleri bulunmaktaydı. Murâbıtlar, Muvahhidler ve Nasrîler dönemlerinde hacibliğin etkisinin kaybolmasıyla vezirlik devlet başkanlığından sonraki en yetkili makam oldu. Bu dönemlerde vezir, devletin sivil ve askerî işlerini düzenler, sarayda görevli muhtelif kademelerdeki amir ve memurların çalışmalarını kontrol ederdi. Zahir adı verilen diplomatik metinlerin redaksiyonu da onun görevlerindendi. Vezire idari hayattaki geniş yetki alanı nedeniyle reis de denmekteydi. Divanlar Divan teşkilatı Hz. Ömer’in fey gelirlerini dağıtmak için kurduğu bir kurumdur. Fey geliri ise İslam tarihinde gayrimüslimlerden alınan haraç, cizye, ticari mal vergisi ve diğer bazı gelirleri ifade eder. Bu teşkilatla birlikte yaygın bir şekilde kullanılmaya başlanan divan terimi, askerî ve mali alanlar başta olmak üzere devlet yönetiminin çeşitli hizmetlerini yürüten kurumlara isim olarak verilmiştir. Endülüs’de ise daha ziyade divanü’l-ceyş (ordu dairesi) adıyla, beytülmaldan kendilerine maaş ve atıyye(ek ödenek) tahsisi yapılan askerlerin kaydedildiği defter anlamında kullanılmıştır. Endülüs Emevi Devleti’nde bundan başka resmî yazışmaları yürüten divanü’r-resâil ve’l-kitâbe (yazışma dairesi) ile mali işlerle ilgilenen ve gelir giderleri kontrol eden divanü’l-harac ve’l-cibâyat (vergi toplama dairesi) adlı iki divan daha mevcuttu. Valilik X. yüzyılda Endülüs, 71 vilayetten meydana gelmekteydi ve her bir vilayet idari yapı olarak, merkezî idarenin küçük birer kopyası olarak yönetilmekteydi. Tüm bu vilayetler, hem sivil hem de askerî yönetici konumunda olan “hâkim” denilen valiler tarafından yönetilmekteydi. Başşehir Kurtuba dışında kalan yerler idari bakımından biri küver”(vilayetler) diğeri de “sugûr”(sınır bölgeleri) olmak üzere iki kısma ayrılmış, küver doğrudan hükümdar tarafından tayin edilen valiler, sugûr ise “kâid” denilen kumandanlar Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 4 Endülüs Müslümanlarında Kurumlar tarafından idare edilirdi. Bu dönemde vali, idari hiyerarşi bakımından hükümdar, hacip, vezirler, sahibü’l-berid ve kadi’l-cemâa’dan sonra gelirdi. Ordu komutanlığı, vergilerin toplanması ve gerekli yerlere harcanması, gerekli yatırımların yapılması, sivil idare ve hukukun temini gibi halifenin temel görevleri, valiler eliyle yürütülmekteydi. Temel görevlerinden en önemlisi, hükümdara askerî yardım sağlamaktı. Vilayet sınırlarının büyük olduğu ilk dönemlerde valinin iki veya daha fazla yardımcısı bulunmaktaydı. Vilayet sınırları içerisinde bulunan nahiyelerin yönetimine valiye bağlı idareciler bakmaktaydı. Valiler genellikle saray mensupları ve komutanlardan seçilmekteydi. Arap ve Berberi soylu ailelerine mensup olmaları ya da ataları geçmiş dönemlerde yöneticilik yapmış olan müvelledlerden olmaları gerekmekteydi. Bazen vali olabilmek için, Kurtuba’ya belirli bir miktar ödemede bulunurlardı. Sınırlarda bulunan vilayetlerin valileri, aynı zamanda birer askerî liderdiler ve idari olarak diğer vilayet valilerine göre daha etkin konumda bulunmaktaydılar. Bunlara sahibü’s-sugûr denilmekteydi. Bu valiler genellikle Benî Hud, Benî Razin ve Benî Zunnun kabilelerinden seçilmekteydi. Endülüs Emevi hilafetinin çökmesinin ardından ilk olarak bağımsızlıklarını ilan eden kabileler bunlar olmuştur. Saray Kâtipliği Endülüs Emevilerinde kâtiplik, vezirlik seviyesinde önemli bir görevdi. Endülüs sarayında, hıdmetü’l-hilafe (Halifelik Hizmetleri) ismi altında toplanan birçok idari birimin en önemlisiydi. Kâtipler, Arap diline hâkim, kompozisyonu mükemmel, yazısı güzel, kültür seviyesi yüksek kişiler arasından seçilmekteydi. Halifenin mektuplarının müsveddesini hazırlayan özel kâtibinin (kâtib has) dışında iki kısım saray kâtipliği bulunmaktaydı. Kâtibü'r-resâil: Resmî evrakı yazmakla mükellef olan kâtipler. Bu kâtiplerin sayısı III. Abdurrahman döneminde dörde çıkarılmıştır. Buna göre birinci kâtip, taşradaki idarecilerden gelen mektupları; ikinci kâtip, sınır ve sahil bölgelerine gönderilen heyetlerden gelen mektupları incelemekle; üçüncü kâtip, hükümdar veya hacip tarafından alınan kararları valilere ulaştırmakla; dördüncü kâtip ise saraya ulaşan şikâyet ve talepleri değerlendirmekle görevli idi. Kâtibü'z-zimâm: Beytülmalın harcamalarını kaydeden kâtipler. Bunların ülkenin gelir ve giderlerini teftiş yetkisi de bulmaktaydı. Berîd /Posta Devletlerin yönetiminde haberleşme ihtiyaçlarının karşılanması iyi işleyen bir posta teşkilatının varlığıyla mümkündür. Endülüs’de başlangıçtan itibaren Kurtuba ile eyaletler arasında süratli haberleşmeyi sağlayan berîd/posta teşkilatı mevcuttu. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 5 Endülüs Müslümanlarında Kurumlar Kurumun başına çevre, yol, mesafe gibi şeyleri iyi bilen ve güvenilir kimseler atanırdı. Sahibü’l-berîd unvanını taşıyan bu görevlinin yönetiminde, merkezde ve eyaletlerde çok sayıda memur vardı. Posta hizmetlerini yürüten bu kimselere fürânik/fürânikûn denirdi. Sahibü’l-berîd bu adamları sayesinde olaylardan vaktinde haberdar olurdu. Daha çok Sudanlı zencilerin görevlendirildiği teşkilatta acil mesajları kısa sürede ulaştırmak amacıyla posta güvercinleri kullanılmaktaydı. Aynı memurların devlet tarafından aranan kişileri yakalamakla görevli polis ve süvari timlerinin içinde de görev aldıkları bilinmektedir. Teşkilat düşman tehlikesine karşı sahil ve sınır kesimlerinde belirli aralıklarla kulelere sahipti. Bu kulelerde haberleşme aracı olarak gündüzleri belirli işaretlerden, geceleri ise ateş veya fenerlerden yararlanılmaktaydı. Ordu Endülüs Emevileri’nde ordunun yapısı Abbasi ordusunun yapılanmasına benzemekteydi. Her bir ordu amir denilen komutanlar tarafından idare edilmekte ve beş bin kişiden oluşmaktaydı. Bu ordular biner kişiden oluşan alaylara bölünmekteydi. Başlarında kâid denilen komutanlar bulunmaktaydı ve sancakları vardı. Alaylar, nakibler tarafından komuta edilen iki yüz kişilik bölüklerden oluşmaktaydı. Bölükler, kırk kişiden oluşan ve arîf denilen komutanlar tarafından sevk ve idare edilen takımlara bölünmekteydi. Takımlar ise sekiz kişiden oluşan ve mızraklarında ukde denilen flamalar taşıyan mangalara ayrılmaktaydı. Mangaların başında nazırlar bulunmaktaydı. Ana Kütle Alt Birimler ORDU Alay Bölük Takım Manga Yönetici Unvanı Amir Kâid Nakib Arîf Nazır Asker Sayısı 5000 1000 200 40 8 ORDU TEŞKİLATI Endülüs Emevi Devleti, kısa süreli barış dönemleri hariç bir taraftan kuzeydeki Hristiyan İspanyol krallıklarıyla, IX. yüzyılın ortalarından itibaren de Şii Fatımiler ile sürekli savaş hâlinde bulunduğu için 25-50.000 kişilik bir daimi orduyu hazır bulundururdu. Yaya ve atlılardan oluşan orduya sefer sırasında çok sayıda gönüllü de katılırdı. Ordu başlıca üç gruptan oluşmaktaydı: Ecnâd: 741 yılında topluca Kuzey Afrika’dan Endülüs’e geçen Şamlı askerlerden (Şamiyyûn) oluşan gruptu. Bunlar kendilerine tahsis edilmiş askerî bölgelerde yaşarlardı. Müslüman olmayanlardan alınan harac vergisi gelirlerinin üçte biri bunlara verilirdi. Öşür vergisi vermekten de muaf tutulurlardı. Buna karşılık sürekli olarak savaşa hazır iki birlik bulundururlardı. Bu birlikler üç ayda bir dönüşümlü olarak sefere çıkarlardı. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 6 Endülüs Müslümanlarında Kurumlar Huşûd: Fetih ordularıyla Endülüs’e geçen Arap ve Berberi askerlerden oluşan gruptu. Fetih esnasında ele geçirdikleri bölgelere yerleşerek ülkenin yerli halkına benzedikleri için kendilerine Belediyyûn da denilmiştir. Zaman içerisinde İslamlaşmaya bağlı olarak yerli halktan da bu gruba katılanlar olmuştur. Bunlar öşür vergisinden muaf değildiler. Kendi içerisinde iki grup olup bunlar altı ayda bir dönüşümlü olarak savaşa katılırlardı. Haşem: Hükümdarın muhafız birliklerini oluşturan gruptu. Bunlar aralıksız bir şekilde koruma hizmeti sunmakla yükümlüydüler. Seçkin askerlerden oluştuğundan ordunun en eğitimli bölümü bu grup idi. Endülüs’de ordu valilik dönemi sonuna kadar (756) Araplar ve Berberiler'den oluşurken, I. Abdurrahman’dan itibaren çeşitli Avrupa ülkelerinden getirtilen kölelere de (Sakâlibe) yer verildi. Ayrıca İslam ordusu içerisinde Hristiyan askerlerin de varlığı görüldü. Öyle ki I. Hakem (796-822) tarafından oluşturulan beş bin kişilik muhafız birliğinin neredeyse tamamının Hristiyan olduğu bilinmektedir. Arapça konuşamadıkları için Kurtuba halkı tarafından bunlara hurs (dilsiz) lakabı takılmıştı. Bask, Katalonya ve Kastilya bölgelerinde de çok sayıda mürtezika (ücretli) Hristiyan asker vardı. Endülüs’ün fethi deniz yoluyla gerçekleşmesine rağmen Müslümanlar başlangıçta ciddi bir deniz gücüne sahip değillerdi. Ancak doğu, batı ve güneyi denizlerle çevrili olan ülke için donanma gücü çok önemliydi. İlk olarak ülkenin Akdeniz kıyılarının savunulması için, denizcilik alanında maharetleri bilinen Yemenli Kudâa kabilesini buralara yerleştirdiler. İlk Endülüs donanması II. Abdurrahman döneminde (822-852) Balear adalarını itaat altına almak için harekete geçti ve başarılı oldu. III. Abdurrahman'la (912-929) birlikte ise Endülüs donanması çok önemli gelişmeler kaydetti. Bu donanma sayesinde Kuzey Afrika’da Fatımi hâkimiyeti zayıflatıldı ve bazı sahil şehirleri Endülüs Emevi Devleti’ne bağlandı. Endülüs’de siyasi birliğin dağılması sonrasında donanma da dağıldı. Ancak donanma tarafından savunulması gereken sahilleri olan yönetimler donanma gücüne önem vermekten geri duramadılar. Hatta Muvahhidler (1147-1229) gençlere denizcilik eğitimi veren bir akademi kurdular. Orduda savaş aleti olarak kılıç, mızrak, hançer, topuz, kargı, ok, yay, kalkan, miğfer, tekerlekli mancınık ve geç dönemde de tüfek kullanılmaktaydı. İKTİSADİ KURUMLAR Devlet gelirlerini esas itibariyle zekât, cizye, haraç, ticaret malları vergisi, ganimetler ve humus arazilerinde çalışanların (Benü'l-ahmâs) ödedikleri vergiler teşkil etmekteydi. Bu gelirler cami, medrese, köprü, hamam, kanal vb. imar faaliyetlerinde, askerî ihtiyaçların karşılanmasında, devlet memurlarının Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 7 Endülüs Müslümanlarında Kurumlar maaşlarının ödenmesinde ve kıtlık yıllarında fakirlerin ihtiyaçlarının giderilmesinde kullanılırdı. 1492'de Endülüs'deki İslam hâkimiyetinin tamamen sona ermesinden sonra da Müslümanlar Hristiyan İspanya'nın iktisadi hayatında bir süre daha etkili olmaya devam ettiler. Endülüs'de de doğudaki İslam ülkelerinde olduğu gibi dinar (altın para) ve dirhem (gümüş para) kullanılıyordu. Ancak fethin ilk yıllarında paraların bir yüzünde daha sonra kaldırılan Latince ibareler yer almıştı. Hazine Endülüs Emevi Devleti’nin kamu hazinesi, vakıf hazinesi ve hanedan hazinesi olmak üzere üç hazinesi bulunmaktaydı. Kamu/Amme Hazinesi: Endülüs’de devletin gelirlerinin toplandığı ve değerlendirildiği yer Hizanetü’l-mal olarak isimlendirilirdi. Sarayın içinde yer alan hazine binası, son derece iyi korunuyordu. Kurum Hazinü'l-mal isimli bir görevli tarafından idare edilirdi. Bu görevli hazineye ait mallardan ve vilayetlerden gelen vergilerden sorumluydu. Günümüzdeki maliye bakanlarının yerine getirmekle yükümlü oldukları görevleri yapıyordu. Ancak ondan başka birçok üst düzey memur da burada görev yapmaktaydı. Hatta Yahudi ve Hristiyan cemaatlerine mensup kimseler vardı. I. Hakem, I. Muhammed ve III. Abdurrahman Müslüman olmayanlara hazinede verdikleri görevler nedeniyle Arap aristokratlar tarafından sert eleştirilerle karşılaşmışlardı. Devletin genel hazinesi demek olan Amme hazinesinin cizye, haraç, sadaka, öşür, ganimet ve hacizler gibi birçok gelir kaynağı bulunmaktaydı. Bunlar şeri (İslam hukukuna uygun) ve örfi (ekonomik kriz dönemlerindeki ek vergi) olmak üzere iki grup idi. Amme hazinesinin en önemli gelir kaynağı cizye idi. Cizye, müslüman olmayanlardan İslam topraklarında yaşamaları, mal ve canlarının korunması karşılığında senelik olarak alınan, bir tür baş/kelle vergisiydi. Zımmilerin, kendilerine belirlenen cizyeyi senelik olarak vermeleri gerekiyordu. Fakirler, körler, kötürüm olanlar, çalışamayacak durumda olanlar, köleler, mecnunlar, çocuklar, kadınlar ve ruhban/din adamı sınıfı cizyeden muaftı. Cizye vergisi ödemekle zorunlu olan zımmiler, vergi miktarları birbirinden farklı olan, varlıklılar, orta hâlliler ve kendi el emeğiyle çalışanlar olmak üzere üç gruba ayrılmaktaydılar. Amme hazinesinin ikinci gelir kaynağını, haraç vergileri oluşturmaktaydı. Haraç, araziler üzerine konulan bir vergi türüydü ve ikiye ayrılmaktaydı. Birinci kısım, sahiplerinin arazilerini terk edip kaçtığı ve Müslümanların savaşsız ele geçirdiği arazilerdir. İkinci kısım ise halkının terk etmediği ve haraç ödemeleri karşılığında sahipleriyle sulh yapılan arazilerdir. Bunlar da iki kısma ayrılmaktaydı. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 8 Endülüs Müslümanlarında Kurumlar Birinci tür arazilerde, arazi mülkiyeti eski sahiplerinin elinden çıkarak Müslümanların mülkiyeti hâline dönüşüyordu. Gayrimüslim sahipleri ise bu toprakları işlemelerinin karşılığında haraç vergisi ödüyorlardı. İkincisinde ise, toprağın mülkiyeti kendilerine ait kalmakla birlikte haraç veriyorlardı. Ticaret yapan kimselerin malları üzerinden alınan ve öşür denilen vergi de amme hazinesinin gelir kaynakları arasında yer almaktaydı. Müslümanlardan çeyrek öşür, zımmîlerden yarım öşür ve başka ülkelerden İslam topraklarına gelerek ticaret yapanlardan tam öşür alınmaktaydı. Öşür alınması için asgari miktarlar bulunmaktaydı. Öşür, amme hazinesinin en önemli gelir kaynaklarındandı. Amme hazinesinin gelir kaynaklarından biri de bazı küver (vilayetler) ve sugûr (sınır bölgeleri) valilerinin gönderdiği mallardı. Bu gelirler, Emir Abdullah (888-912) döneminde büyük artış gösterdi. Zira dönem boyunca iç isyanlar çok fazla arttı. Küver ve sugûrların valileri, bir tür yarı özerk yönetim kuruyorlar ve özerkliklerinin karşılığı olarak Kurtuba’ya senelik vergi ödüyorlardı. Hazinenin örfi vergi kaynaklarının adı ve miktarı ise idareden idareye, dönemden döneme değişirdi. Bunların hepsi için “mağârim” ortak adı kullanılırdı. Kimi zaman para kimi zaman mal olarak alınırdı. Mal olarak alınan ayni vergilere “mahzinî/mahzeniye” denirdi. Bu vergi, genelde hububat olarak teslim edilmekteydi. Kıtlık dönemlerinde halka dağıtılmak, savaşlarda ordunun ihtiyacını görmek veya ihtiyaç durumlarında satılmak amacıyla halktan ayni olarak alınan hububatlar, depolarda muhafaza edilirdi. Depoların sürekli dolu bulundurulmasına önem verilirdi. Vakıf Hazinesi: “Beytü’l-mal” adı verilen vakıf hazinesini, Emîr Münzir b. Muhammed (886-888) kurmuştur. Münzir, vakıf mallarının tek bir merkezde toplanması amacıyla Beytü’l-mal adıyla vakıf hazinesinin inşasına karar vermiş, muhafazası kolay olması için de bunu Kurtuba Camii’nin içerisine inşa ettirmiştir. Hazinenin yönetim ve denetiminden Kadi’l-cemâa (Başkadı) sorumluydu. Vakıf hazinesinin muhtelif gelirleri bulunmaktaydı. Bunların başında, vakıf mallarından elde edilen gelirler geliyordu. Endülüs’de vakıf sistemi yaygındı. Konu ile ilgili birçok örnek bulunmakla birlikte, I. Hakem’in (796–822) Kurtuba çarşısında bulunan semerciler hanını, Kurtuba’nın fakir ve kimsesizlerini okutan öğretmenlere vakfetmesi dikkat çeken bir örnek olarak gösterilebilir. Zekât malları da vakıf hazinesinin gelirlerinden sayılmaktaydı. Bunun dışında vefat edip de arkasında mirasçı bırakmayanların mallarıyla, vefatından sonra arkasında eşinden başka mirasçısı kalmayan kimselerin mirasının kalan kısmı, ölümünden sonra geride mirasçı bırakmayan gayrimüslimlerin malları, dinden dönen ve tövbe etmeyenlerin malları da vakıf hazinesine kalmaktaydı. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 9 Endülüs Müslümanlarında Kurumlar Vakıf hazinesi, ihtiyaç olduğu durumlarda devlete önemli mali yardımlarda bulunmaktaydı. Sınır bölgelerinin imarı, düşman saldırılarının geri püskürtülmesi ve savaşa çıkılması gibi durumlarda kadılar, devlete vakıf hazinesinden gerekli mali katkıları sağlamaktaydı. Hanedan Hazinesi: “Beytülmali’l-hassa” adıyla da bilinen bu hazine, saltanat ailesinin mallarını içermekteydi. Hassa hazinesi, Emevilerin Endülüs’deki vakıflarını da kapsamaktaydı. Hassa hazinesinin önemli gelirlerinden bir diğeri de hanedana ait çiftliklerdi. Emirliğin başlangıcından itibaren, aileleri ve akrabalarıyla birlikte emirler, en büyük arazi sahipleriydi. Ülkenin dört bir yanında Endülüs Emevi ailesine ait çiftlikler bulunmaktaydı. Çiftliklerin idaresi, sahibu’d-diyâ denilen bir memur tarafından yürütülmekteydi. Hassa hazinesinin kaynaklarından biri de müstekillat denilen gelirlerdi. Müstekillat, bazı devlet adamlarının mallarına el konulması neticesinde elde edilirdi. Endülüs Emevi emirlerine sunulan hediyeler de hassa hazinesinin kaynakları arasında yer almaktaydı. Hassa hazinesi, saraylı bir amirin emri altında çalışan, hazine işlerine vâkıf memurlar tarafından büyük bir gizlilikle idare ediliyordu. Hassa hazinesinden, Emirlerin ihtiyaçlarına, saray giderlerine, misafirlerine, hizmetçilerine, maiyetlerine ve muhafızlarına harcama yapılıyordu. Örneğin Zehra sarayında görevli erkek kölelerin sayısının 3750, kadınların sayısının ise 6300 kişi olduğu rivayet edilmiştir. Hassa hazinesinin diğer önemli giderleri arasında Kurtuba’ya gelen yabancı sefirlere ve heyetlere verilen hediyeler, devlet adamlarına yapılan ikramlar, şairlere verilen mükafatlar ve ordu komutanlarına yapılan ikramlar yer almaktaydı. ADALET VE EMNİYET KURUMLARI Başkadılık ve Kadılık Adalet teşkilatının en üst makamıdır. İlk dönemde Müslüman nüfus büyük ölçüde ordu mensuplarından oluştuğu için, bu kurumun başındaki kadı, Kadi’l-cünd (ordu kadısı) unvanına sahipti. Daha sonra Endülüs Emevi Devleti'nin ilk emiri I. Abdurrahman zamanında başkent Kurtuba’daki kadı, Kadi’l-cemâa unvanıyla başkadı olarak tayin edildi. Böylece kadı, Abbasiler’deki Kadi’l-kudât (Başkadı) seviyesine getirilmiş oldu. Mülûkü't-tavâif devrinde (1031-1090) de her hanedanın merkezinde görev yapan bir Kadi'l-cemâa vardı. Taşradaki görevliler ise sadece kadı veya sahibü’l-kadı unvanını taşıyorlardı. Kadi’l-cemâa ve kadıların görevleri arasında cuma namazı kıldırmak, evlilik, boşanma, miras, mülkiyet vb. konulara ve bunlarla ilgili davalara bakmak, vakıfların, beytülmalın işleyişini kontrol etmek gibi hususlar bulunuyordu. Bu görevleri yerine getirirken fukahanın teşkil ettiği meclisü’ş-şura adı verilen bir Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 10 Endülüs Müslümanlarında Kurumlar heyet de ihtilafa düşülen hususlara çözüm bulmada kendisine yardımcı oluyordu. Kadılar adli işlerin yürütülmesi hususunda geniş yetkilere sahiptiler. Kadıların, devletin kendileri için tayin ettiği maaşları bulunmaktaydı. Fakat Endülüs’de bazı kadılar, bu maaşı almaktan kaçınıyorlardı. Örneğin Kadı Muhammed b. İshak b. Selim, Kurtuba nehrinde balık avlayarak geçimini temin etmekteydi ve devletten maaş almayı reddetmişti. Yine Süleyman b. Esved elGafikî, Ömer b. Şerahil, Muhammed b. Seleme gibi kimseler, devletten maaş almayarak başka işlerle uğraşarak ya da gayrimenkullerini kiraya vererek geçimlerini temin eden kadılara örnektir. Kadıların hüküm vermekte tereddüt ettikleri ve bu sebeple reddettikleri davalara ise sahibu’r-red unvanlı memur bakardı. Ayrıca verilen hükümlerde kanunlara aykırılık görmesi, kanunun yorumlanmasında veya uygulamasında yanlışlık görmesi durumlarında davayı düzeltme hakkı vardı. Bu yönüyle günümüz temyiz mahkemeleriyle benzerlik taşımaktadır. Sahibu’r-red protokolde vilayet kadılarından önce, başkadıdan sonra yer alırdı. Hükümdar tarafından vilayetlerdeki idareci ve halkın teftişi için de görevlendirilirdi. Halkın idareciler ve diğer memurlar hakkında yaptıkları şikâyetleri değerlendiren ve bunları çözüme kavuşturan sahibu’l-mezalim de adalet teşkilatının önemli bir görevlisiydi. Doğu İslam devletlerinde bulunan Mezalim sistemi, Endülüs’e çok geç dönemlerde girdi. Fakat zulme ve haksızlığa engel olmaya, daha emirliğin başlangıcından itibaren önem verilmekteydi. Bizzat emirler bu görevi yürütmekteydi. I. Abdurrahman, halkın arasında oturuyor ve onların sorunlarını dinleyerek, ortaya çıkan haksızlık ve zulümlere engel oluyordu. III. Abdurrahman döneminde, diğer adalet birimlerinde olduğu gibi, mezalimde de düzenlemelere gidildi. III. Abdurrahman, Muhammed b. Kasım’ı sahibu’l-mezalim olarak görevlendirdi ve ona maaş bağladı. Sahibu’l-mezalim, kararlarını veliahttan, hacibe, vezire, sahibü’l-medine’ye kadar devletin her kademesindeki görevlilere uygulatabilecek ölçüde güçlü ve itibarlı idi. Mezalim mahkemelerindeki duruşmalara hükümdarların da zaman zaman katıldıkları, böylelikle yargıya desteklerini gösterdikleri olurdu. Vilayetü’l-medine Endülüs Emevi Devleti’nin kuruluşundan itibaren var olan bu kurum, şehirde can ve mal güvenliğini sağlamaya yönelik hizmetler ile çarşı pazar denetimini kapsayan zabıta hizmetlerini verirdi. Başında sahibü'l-medîne denilen idareci bulunurdu. Kurum II. Abdurrahman döneminde (822-852), emniyet işlerini yürüten şurta ve çarşı-pazar kontrolü işlerini yürüten vilayetü’s-sûk şeklinde ikiye ayrıldı. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 11 Endülüs Müslümanlarında Kurumlar Şurta/Polis Sahibü'l-medîne’nin sorumluluğu altındaki emniyet işlerine bakan polis teşkilatı ise, şurtatu’l-ulyâ (büyük) ve şurtatu’s-sugrâ (küçük) şeklinde ikiye ayrıldı. 929 yılında, III. Abdurrahman döneminde bu iki kısma, şurtatu’l-vustâ (orta) adıyla yeni bir kısım daha ilave edildi. Bu üç kısmın görevlerinin birbirlerinden hangi noktalarla ayrıldığı hakkında kesin bir bilgi bulunmamaktadır. Bunlar daha çok sahiplerinin derecesini gösteren birer rütbe gibi gözükmektedir. Ulyâ rütbe olarak en üstte gelirken, arkasından vustâ ve sugrâ gelmektedir. Her üç kısmın başında bulunan amirler, bireye veya topluma zarar veren genel ahlaka aykırı eylemleri takip ederlerdi. Faillerini cezalandırma konusunda tam yetkiliydiler. Kadı tarafından takdir edilen hapis, sürgün ve insanların suçluya karşı uyarılarak ondan uzaklaştırılması gibi cezaların uygulanmasını da bu amirler yerine getirirlerdi. Polis, emniyeti sağlamak için bütün cadde ve sokakları kontrol altında tutardı. Akşam olduğunda şehir ve mahalle kapıları kapatılır, silahlı ve köpekli muhafızlarca korunurdu. Vilayetü’s-sûk/ Hisbe İslam’ın “iyiliği emretme ve kötülükten alıkoyma” ilkesi üzerine kurulu bir sosyal adalet kontrol kurumu olan hisbe, Endülüs’ün sosyal ve ekonomik hayatında önemli bir yere sahiptir. “Erkek ve kadın bütün müminler birbirlerinin dostlarıdırlar. İyiliği emreder, kötülükten alıkorlar, namazı dürüst kılarlar, zekâtı verirler, Allah ve Resulü’ne itaat ederler. İşte bunları Allah yarın rahmetiyle mükafatlandıracaktır. Çünkü Allah üstündür, hikmet sahibidir.” Tevbe, 9/71. Kurumun başında muhtesib veya sahibü’s-sûk unvanlı bir kişi bulunmaktaydı. II. Abdurrahman dönemine kadar kadı’l-cemâa’ya (başkadı) veya sahibü’lmedîne’ye bağlı idi. Hukuku iyi bilen din bilginleri arasından seçilirdi. Muhtesipler kararlarına dayanak olarak kendi dönemlerine kadar oluşmuş olan kapsamlı İhtisab Kanunnameleri’ni de kullanırlardı. Kurtubalı âlim Yahya b. Ömer el-Kinânî’nin (ö.902), çarşı pazar konusuyla ilgili ilk kabul edilen ve günümüze ulaşan en-Nazar ve’l-ahkâm fî cemîi ahvâli’s-sûk (Çarşı, pazarın Durumuna Dair Görüş ve Hükümler) adlı eseri, kurumun işlev ve işleyişi hakkında çok önemli bilgiler barındırmaktadır. Buna göre muhtesip; çarşı ve pazarda tartıların doğru yapılması, satılan malların kaliteli olması, hileli alışverişlerin önlenmesi, fiyatların aşırı yükselmemesi, İslam dinince helal kabul edilmeyen içki ve domuz eti gibi maddelerin satılmaması, mescitlerin, yol ve nehir kıyılarının temiz tutulması, genel ahlak kurallarına uyulmasını temin gibi işlerden Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 12 Endülüs Müslümanlarında Kurumlar sorumlu idi. Bazı Müslüman yönetimlerin aksine Endülüs’de muhtesiplere geçimlerini rahat bir şekilde karşılayacak ücret ödenirdi. EĞİTİM KURUMLARI Endülüs’de eğitimin karakteristik özeliği, devletten bağımsız olmasıydı. Devlet idaresinin bir parçası olmamasına rağmen eğitim öğretim sistemi gelişti ve ülkenin her yanına yayıldı. Doğu İslam toplumlarındaki eğitim kurumları bazı farklılıklarla Endülüs’de de vardı. Evlerde, cami ve mescitlerde, devlet ileri gelenlerinin konaklarındaki ilim meclislerinde birtakım eğitim öğretim faaliyeti yürütülmekteydi. Ancak bunların dışında ülke genelinde yaygınlaşmış bazı kurumlar vardı. Bunlar; Mektepler/Küttablar Eğitim öğretimin ilk basamağının gerçekleştirildiği mekânlar olup, Endülüs’deki İslam hâkimiyetinin ilk yıllarından itibaren varlıkları bilinmektedir. Bunların devlet veya hayırsever kimseler tarafından inşa edildiği tespit edilmektedir. Örneğin halife II. Hakem’in, Kurtuba’da fakir ve yetim çocuklara eğitim vermek üzere 27 okul inşa ettirdiği bilinmektedir. Ancak kimi zaman mescitler ve muallimlerin evlerinin de eğitimin bu ilk safhasında kullanıldığı olmuştur. Çocuklar, öğrenim hayatına genellikle 6-7 yaşlarında başlamaktaydılar. 7-8 yıllık bir süreyi kapsayan ilk aşamada tüm İslam dünyasında olduğu gibi Kur’an-ı Kerim yüzünden okutulmakta ve ezberletilmekte, Arapça okuma, yazma ve dil bilgisi öğretilmekte, şiirler ezberletilmekteydi. Bunlara ilave olarak kompozisyon ve mektup yazma eğitimi verilmekteydi. Endülüslüler arasında şiir, hikâye, tarih ve biyografi kültürü yerleşmişti. Hat sanatı, okul müfredatlarına dahil edildi. İlköğretim ve yükseköğretim arasında, ara bir okul mevcut değildi. Öğrenciler yükseköğrenime, ilköğretimde hazırlanıyorlardı. Medreseler Endülüs’de ilk olarak XII. yüzyılda Muvahhidler (1147-1229) tarafından medreseler yaptırıldığı ve bunun sonra da devam ettiği bilinmektedir. İlk aşamayı tamamlayan öğrenciler dilerlerse şüyûh denilen müderrislerin etrafında oluşan ders halkalarına katılırlardı. Belli bir program ve süreyle kayıtlı bulunmayan bu halkalarda dil ve edebiyat, fıkıh, tefsir, hadis, kıraat, tarih, coğrafya, felsefe, tıp, matematik, astronomi, kimya gibi ilimler okutulurdu. Müderrisler ücretlerini devletten, vakıflardan ya da öğrenci velilerinden alırlardı. Metot olarak okuma, dinleme ve yazdırma uygulanırdı. Bu şekilde bir yetişme sürecinden sonra günümüzdeki yüksek lisans ve doktora çalışmalarına benzetilebilecek bir Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 13 Endülüs Müslümanlarında Kurumlar ihtisaslaşma dönemi başlardı. İlim yolculukları (rahalâtu’l-ilm) dönemi denilen bu süreç, sonraları Endülüs’de açılan medreselerde veya Kayrevan, Kahire, Dımaşk, Bağdat, Medine ve Mekke gibi ilim merkezlerinde gerçekleşirdi. Söz konusu hareketlilik Doğu İslam âlemindeki birikimlerin Endülüs’e, Endülüs’deki birikimlerin de Endülüs dışına, özellikle Orta Çağ Avrupa’sına aktarılmasına vesile olmuştur. Kurtuba, İşbiliye, Tuleytula, Sarakusta, Meriyye, Batalyevs ve Gırnata şehirleri Endülüs’deki ilmî cazibe merkezleriydi. Başarılı talebelere okudukları medreselerden müderris olabileceklerini gösterir icazetnameler (diplomalar) verilirdi. Hükümdar ve hacib, vezir, vali gibi yüksek kademelerdeki devlet adamları özel müderrisler tutarak kendi evlerinde çocuklarının eğitimini sağlarlardı. Kütüphaneler Endülüs Emevileri kendi kültürel kimlik ve yapısını oluşturmaya başlayınca, Doğu’dan gelen âlimler aracılığıyla kitap pazarları ve buna bağlı olarak özel kütüphaneler ortaya çıktı. Piyasadaki birçok yazma eser Endülüs’deki yeni sahiplerinin koleksiyonlarına girdi. Gümrük muafiyetinin tanınması kitap ticaretini hızlandırdı. Bu defa Endülüslü tacirler Doğu’ya giderek önemli sayıda kitap getirdiler ve Kurtuba, İşbiliye, Tuleytula gibi kültür merkezlerinin kitap çarşılarında sattılar. Her ne kadar bazı kaynak ve araştırmalarda bu gelişmenin sonucunda Endülüs’de halka açık yüzlerce vakıf kütüphanesinin doğduğu belirtilmekteyse de Müslüman İspanya’da kütüphaneler ve kitap meraklıları konusunda bir inceleme yayımlayan Julian Riberay Tarrago, bazı mescit ve medrese kütüphaneleri istisna edilirse bu dönemde mevcut kütüphanelerin çoğunun özel kütüphane olduğunu söylemektedir. Endülüs’de kurulan önemli mescit kütüphaneleri arasında, I. Abdurrahman’ın Kurtuba’da 786 yılında yaptırdığı ulucamideki kütüphane ile Mâleka’daki ulucamide İbnü’l-Lüb el-Mâlikî ve İşbiliye’deki ulucamide İbn Mervân el-Bâcî’nin kurdukları kütüphaneleri zikretmek gerekir. Kurtuba Ulucamii’ndeki kütüphane bu şehrin II. Ferdinand tarafından 1237 yılında zaptı sırasında yok edilmiştir. Makarrî'nin rivayetine göre yakılan kitaplar arasında Halife Osman’ın ünlü mushafı da bulunmaktaydı. Endülüs Emevi yöneticilerinden özellikle I. Hakem’in başşehir Kurtuba’da, Doğu-İslam bilim merkezleri olan Bağdat, Şam, Kahire, İskenderiye ve Konstantiniye’den topladıkları kitaplarla çok zengin bir saray kütüphanesi kurduğu bilinmektedir. Başlangıçta yavaş gelişen bu kütüphane halifeler II. Abdurrahman, III. Abdurrahman ve özellikle bir kitap aşığı olan II. Hakem devirlerinde gelişerek Orta Çağ İslam dünyasının en büyük kütüphanelerinden biri hâline geldi. II. Hakem, Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 14 Endülüs Müslümanlarında Kurumlar Endülüs Emevi yöneticileri içinde ilmî faaliyetlere en fazla ilgi gösteren biri olarak tanınır. Halife II. Hakem, Doğu’daki kültür merkezlerine gönderdiği adamları vasıtasıyla birçok kitap satın aldırarak saray kütüphanesini zenginleştirmiştir. II. Hakem’in babası III. Abdurrahman’dan kalan saray kütüphanesi dışında iki önemli koleksiyon daha vardı. Bunlardan biri kardeşi Muhammed’e, diğeri de kendisine aitti. II. Hakem bu üç koleksiyonu birleştirerek ünlü saray kütüphanesini meydana getirdi. Kaynaklar burada 400.000 eserin mevcut olduğunu, bunların her bir cildi elli varaktan (yüz sayfa) oluşan toplam kırk dört cilde (toplam 4400 sayfa) sadece eser adları yazılmak suretiyle listelendiğini bildirmektedir. Kütüphane, yeri dar geldiği için yeni yapılan bir binaya ancak altı ayda taşınabilmiştir. Saray kütüphanesinde kütüphaneciler dışında satın alma yoluyla sağlanamayan kitapları istinsah (kopya eden) eden müstensihler, ayrıca müzehhipler (süslemeciler) ve mücellitler (ciltçiler) de görevlendirilmişti. Şehirlerde zaman içerisinde oluşan kitap çarşılarının varlığı, şahısların özel kütüphanelerini kurmalarını kolaylaştırmaktaydı. Saray kütüphanesi dışında Endülüs’ün diğer şehirlerinde de devlet adamlarına, âlimlere ve zenginlere ait özel kütüphaneler bulunmaktaydı. Gerek Müslüman, gerekse Yahudi veya Hristiyan olsun her isteyen kişi kütüphanelerden yararlanabiliyordu. Bu sayede matematik, tabiat ve astronomi bilgini Mesleme b. Ahmed el-Mecrîtî (950-1007), saray tabibi Hasday b. Şeprut, astrolog İbn Vâfid ve astronom İbn Hamîs gibi yüksek bilimsel düzeylere erişen Endülüslü bilginlerin yetiştikleri bilinmektedir. Özel kütüphanelerin en meşhuru Abdurrahman b. Futeys (ö. 1012)’e aitti. Saray kütüphanesinden sonra Kurtuba’daki en zengin kütüphane idi. Müstakil bir binada oluşturulan kütüphanede bir müdür ve altı personel çalışmaktaydı. Özel kütüphaneler oluşturma konusunda şehirler arasında da bir yarış vardı. Bu yarış ilmi bir rekabete dönüşmüştü ve kimi zaman şehirler arasında münazaralar tertip edilmekteydi. X. yüzyıl sonunda başlayan siyasi iç kargaşalar ise Kurtuba’nın bilimsel gelişim sürecini olumsuz etkiledi. Bu karışıklıklar sebebiyle, pek çok bilgin Kurtuba’yı terk etti ve daha elverişli ortama sahip diğer vilayetlere, bu arada daha çok eski Vizigot başkenti Tuleytula’ya göç ettiler. Böyle bir ortamda yağmaya maruz kalan Kurtuba kütüphanelerinin kitapları diğer vilayetlere dağıldı. Tuleytula’da ise Müslümanların kurduğu kütüphaneler şehrin kaybından sonra da Müslüman, Yahudi ve Hristiyan bilginlerin uğrak mekânları olmaya devam etti. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 15 Endülüs Müslümanlarında Kurumlar SAĞLIK KURUMLARI Bîmâristanlar/Hastahaneler Endülüs’de pek çok bîmâristan/hastahane bulunuyordu. Halifelik döneminde yalnız Kurtuba’da irili ufaklı elli kadar hastahanenin mevcut olduğu bilinmektedir. Bunlardan bazıları hastalıkların durumuna göre ihtisas hastanesi olabiliyordu. Örneğin cüzzam hastalığı ile ilgili olarak Kurtuba şehrinin dışında Vâdilkebîr’in sol kenarında müstakil bir hastane yapıldığı bilinmektedir. Hastaneler genel yapı itibariyle hasta koğuşları, ziyaretçilerin bekleme odaları ve küçük birer mescitten oluşuyordu. Hizmetleri ise tayin edilen hekimler ve hasta bakıcı kadınlar yürütüyordu. Bireysel Etkinlik Endülüs Müslümanlarının tıp sahasında elde ettikleri önemli gelişmeler sağlık hizmetlerine de olumlu yansıyordu. Söz konusu gelişmelerde şüphesiz daha önce Doğu’da yapılan çalışmaların büyük payı vardı. Ancak Endülüslüler Doğu’dan aldıkları bilgilere pek çok katkıda bulundular. Özellikle hayvanlar üzerinde yaptıkları çalışmalarla fizyolojide önemli başarı sağladılar. Fizyoloji ve anatomide Galen ve Hipokrat gibi klasik dönem filozofların bilgilerinden faydalanmakla beraber onların bazı hatalarını da düzelttiler. Ayrıca uygulamalı tıp ilmini geliştirdiler ve bu çerçevede ameliyatlarda kullanılan aletler ve bunların kullanılış şekilleri hakkında ciddi eserler yazdılar. Bitkilerden öz suyu elde etme tekniğini geliştirip farmakoloji alanında eserler meydana getirdiler ve eczahaneler kurdular. Tıp ve kimya dallarında yetişmiş uzmanlardan Ebü’l-Kâsım ez-Zehrâvî otuz ciltlik etTasrif adlı bir tıp ansiklopedisi telif etti. Ebû Mervân Abdülmelik b. Zühr de meşhur bir hekimdi. Filozof İbn Rüşd aynı zamanda iyi bir hekim olup bu alanda on altı eser yazmıştır. İbnü’l-Baytâr, muhtelif ilaç ve yemek türlerini topladığı ve bunların nasıl yapılacağını izah ettiği el-Câmi' li-müfredati'l-edviye ve'l-agziye adlı eseriyle Batı’da olduğu kadar Doğu’da da büyük bir şöhret kazanmıştır. • Endülüs Müslümanlarında kurumların işleyişleri ve mekânlarıyla ilgili olarak görsel malzeme içeren elektronik malzeme arşivi oluşturabilirsiniz. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 16 Endülüs Müslümanlarında Kurumlar SOSYAL ve DİNÎ KURUMLAR Aile Aile insan yaşamı üzerinde, doğumundan önce başlayan ve ömrünün sonuna dek etkisini sürdüren bir kurumdur. Aile, Hristiyanlık’taki gibi tamamen dinî bir kurum değilse de, Müslüman toplumlar aileye büyük önem vermişlerdir. İnsanlar aile kurmalarını teşvik eden ayet ve hadisleri dikkate almışlardır. Endülüs toplumunda geniş aile tipi hâkimdi. Yani dede ve nine, anne, baba ve çocukları, ayrıca zengin ailelerde hizmetçiler aynı evde yaşamaktaydı. Erkeklerin birden fazla evlilik yapmalarında bir engel yoktu. Ancak genel uygulama tek evlilik şeklindeydi. Erkekler arasında Hristiyan kadınlarla evlenenlerin oranı oldukça yüksekti. Kilise bu duruma karşı çıksa da, Hristiyan kadınlar da Müslüman Araplarla evlenmeyi tercih ediyorlardı. Neticede Endülüs’e yerleşen Arapların İspanyol kadınlarla gerçekleştirdikleri evliliklerin ülkedeki ırk safiyetinde değişiklikler ortaya çıkardığı bir gerçektir. Müslüman kadınların, gayrimüslimlerle evlenmeleri ise İslam hukukçularınca öteden beri doğru bulunmamakla birlikte, Endülüs’de bu görüşün aksine evlilikler olmaktaydı. Bu uygulamayı daha çok yerli halktan Müslüman olan (Müvelled) aileler yapmaktaydı. İslam’a dair bilgilerinin yüzeyselliğinin de etkisiyle, eski dindaş ve bir arada yaşadıkları komşularından kız alıp vermekteydiler. Evliliğin ilk adımı kız tarafına gidilerek söz kesmek (hıtbe) idi. Kıza verilmesi gereken mehir miktarının belirlendiği bu toplantıda ayrıca kız tarafının neleri alacakları da görüşülürdü. Daha sonra iki şahid huzurunda evlilik akdi imzalanır, düğün tarihi belirlenirdi. Düğünler kız evinde başlar, oğlan evinde devam eder ve genelde bir hafta sürerdi. Bu süre içerisinde her iki tarafta da eğlenceler düzenlenir, davet edilen misafirler ağırlanırdı. Zengin ailelerin düğünlerinde kesilen koyunların sayısı birkaç yüzü bulurdu. Şehirlerde yaşayan ailelerin büyük çoğunluğunda hanımlar günlerinin büyük bir kısmını şahsi işleriyle, eş dost ziyaretiyle ve haftada bir gün de hamama gitmek suretiyle geçirirlerdi. Hamam onlar için hem temizlik hem de sohbet mekânıydı. Evlerinin işlerini ise umumiyetle hizmetçileri görmekteydi. Orta hâlli ve dar gelirli ailelerde ise kadınlar hem ev işlerini görürler hem de aile bütçesine katkıda bulunacak ek işler yaparlardı. Köylerde ise erkeklerle birlikte bütün bağ bahçe işlerine katılırlardı. Endülüs’de kadınlar genelde peçe ve vücudu tamamen kaplayan milhafe denilen çarşaf gibi giyecekler giymekle birlikte, yüzü açık gezen kadınlar da vardı. Erkekler de zihâre denilen uzunca bir entari giyerlerdi. Başları ya açık gezerler ya da Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 17 Endülüs Müslümanlarında Kurumlar kûfiye denilen bir külah kullanırlardı. Düğün ve bayramlar gibi kutlamalara kadın ve erkekler topluca katılırlardı. Aileler yeni doğan çocuklara genel olarak ilk yedi gün içerisinde isim vermekteydiler. Erkek çocuklara daha çok baba tarafından dedesinin ismi konurdu. Çocuklara kötülüklerden korunmaları için hameyli (muska) takılırdı. Erkek çocukların sünnet merasimine çok önem verilirdi. Zengin aileler kendi çocuklarıyla birlikte fakir ailelerin çocuklarını da sünnet ettirirler, ziyafetler verirlerdi. Ailelerin cenaze merasimleri önceki İslam topluluklarının uygulamalarından çok farklı değildi. Özellikle bilgi ve bilinç düzeyi düşük halk arasında cenaze merasimlerinde yüzlere is sürmek, dövünmek, saç baş yolmak, bağırıp çağırarak ağlamak yaygındı. Matem rengi, Endülüs Emeviler döneminde Abbasilerin siyah rengine muhalefet olarak beyaz olarak belirlenmişti. Mülûku’t-tevâif döneminde siyah, Muvahhidler döneminde ise mavi renk yaygınlaştı. Nasriler döneminde ise her üç rengin kullanıldığı bilinmektedir. Ahbas/Vakıflar Endülüs’de devlet vakıf arazilerine özel önem vermekteydi ve vakıfların idaresi için özel bir kurum oluşturmuştu. Vakıf mallarının idaresiyle görevli kuruma ahbas, görevlisine de sahibu’l-ahbas denirdi. Vakıf mallarının idaresini yürüten bu kişiler kadı tarafından atanırlardı. Kadılar, bu kişileri atamak ve görevden almakla yetkiliydiler. Örnek olarak zikredecek olursak, Abdurrahman b. Hakem döneminde kadı tayin edilen Muaz b. Osman eş-Şa’banî, bir kişiyi, Kurtuba vakıflarının başına getirmişti, daha sonra onun bu işe ehil olmadığını görünce görevden aldı. Senenin muhtelif zamanlarında vakıf malları, fakirler ve diğer ihtiyaç sahipleri arasında dağıtılmaktaydı. “Sevdiğiniz şeylerden Allah rızası için başkalarına harcamadıkça gerçek erdemliliğe ve hayra ulaşmış olamazsınız.” (Ali İmrân, 3/92.) İlk zamanlarda dağıtım zamanı belli değildi. Kadı Eslem b. Abdulaziz (ö. 929), vakıf mallarının dağıtımı için muayyen dönemler belirledi. Fakirlerin olduğu gibi hastaların da vakıf mallarından payları vardı. III. Abdurrahman, Kurtuba’da hastalar için vakfedilen bir araziyi satmak istemişti. Bu hususu Kadı Ahmet b. Baky ile görüştü. Fakat kadı ve diğer fakihler, onun talebine karşı geldiler ve satışa izin vermediler. Vakıf arazileri, yalnızca kamu yararı için yapılmamaktaydı. Ferdî maslahatları temin için de vakıf yapılıyordu. Emirler de bundan istifade ettiler. I. Abdurrahman’ın bazı arazilerini kızları adına vakfetmesi, ferdî maslahatlar için yapılan vakıflara örnek gösterilebilir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 18 Endülüs Müslümanlarında Kurumlar Camiler Müslümanların fetihlerden sonraki ilk icraatları cami/mescit yapmak olmuştur. Endülüs’de de durum aynıdır. Bölge halklarından İslamiyet’i din olarak benimseyenlere ek olarak zaman içerisinde gerçekleşen Müslüman Arap ve Berberi göçlerle Müslüman nüfusun hızla artması çok sayıda cami inşasını gerektirmiştir. Daha fetihten elli yıl sonra Kurtuba’da 491 mescit olduğu, bunun iki buçuk asır sonra ise 4000’e yaklaşmış olduğu tespit edilmiştir. Diğer şehirlerde de Kurtuba’daki kadar olmasa da çok sayıda mescit yapılmış olduğu bilinmektedir. Endülüs’de her şehrin en büyük mescidine, büyüklük ve merkeziliğini vurgulamak amacıyla Câmiu’l-Kebîr veya Mescidu’l-Kebîr denilmiş, diğer camiler ise genel olarak yaptıranın veya bulunduğu mahallin adıyla anılmıştır. Endülüs’ün en büyük camii Kurtuba Ulu Camii’dir. Yapımına I. Abdurrahman zamanında 786 yılında başlanmıştır. Daha sonraki tarihlerde gerçekleştirilen çeşitli eklemelerle genişletilerek bugünkü şeklini almıştır. Zarif ve göz alıcı süslemeleriyle Endülüs Emevi mimarisinin en güzel örneğidir. Oymalı mermer mihrabı bütün camiler içinde en güzel mihraplardandır. Duvarlarda kufi yazılar lacivert zemine altınla yazılmıştır. Minber, pek çok fildişi parçayla, değerli taşlardan altın çivilerle yapılmıştır. Endülüs’ün her tarafından, hatta Kuzey Afrika’dan bile çok sayıda insan camiyi ziyarete gelirdi. Özellikle Ramazan aylarının Kadir gecelerini burada geçirmek isteyen insanların rağbeti şiirlere konu olmuş, şiirlerde burası Mekke’deki Mescid-i Haram’a benzetilmiştir. X. yüzyılın ikinci yarısındaki genişletmelerden sonra camide imam, vaiz, fakih, müezzin, temizlikçi, tamirci vb. olmak üzere 160 kadar kişi hizmet verir olmuştu. Cami 1523’de kiliseye çevrilmiştir. Endülüs’ün bir diğer önemli camii Tuleytula’daki Bâbü Merdüm Camii'dir. 1000 yıllarında yapılmış olduğu sanılan tuğla bina, Kurtuba Ulu Camii’nin devasa boyutlarından ve ihtişamından çok uzaktır. Ancak bu küçük eser yine de Endülüs Emevi mimarisi hakkında bilgi verebilen önemli özelliklere sahiptir. Muhtesiblerin kaydettikleri hisbe metinlerinde, camilerde nelere dikkat edileceğine dair bilgiler vardır. Buna göre camiler ibadet mekânları olduğundan başka şeylerle meşgul olunması, uyunması, yemek yenmesi, günlük işlere ilişkin sohbet edilmesi, yüksek sesle konuşulması ve tartışma yapılması, silahla girilmesi gibi davranışların uygunsuz olduğu belirtilmiştir. Özellikle cuma günleri seyyar satıcıların cami avlusundan uzak tutulmaları, bunların cenaze namazı kılınan kısma sokulmamaları, temizlik gerekçesiyle de avluya hayvan alınmaması dikkat edilen hususlardı. Şehirlerdeki merkez camilerde kapı sayısınca müezzin bulunurdu. Bunlar imamın ibadet esnasındaki sözlerini yüksek sesle tekrarlayarak arkadaki cemaate ulaştırırlardı. Bu camilerde kadılar tarafından görevlendirilmiş olan fakihler de her gün cami avlusunda Müslümanların dinî konulardaki sorularını cevaplandırırlardı. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 19 Endülüs Müslümanlarında Kurumlar Ribatlar/Rabıta İslam dünyasının diğer bölgelerinde olduğu gibi tasavvufi hayatın gelişmesine paralel olarak ortaya çıkmışlardır. Bu kurumlar Endülüs’de IX. yüzyıldan itibaren tespit edilir. Özellikle Hristiyanların yaşadıkları bölgelere yakın kurulmuşlar, birer zühd ve cihad merkezi olmuşlardır. Endülüs’de XII. yüzyıldan sonra Doğu’dan ve Kuzey Afrika’dan gelen etkilerle tasavvufi düşüncenin yayılması bu kurumların sayılarının çoğalması sonucunu doğurmuştur. Bu kurumlar tarikat müntesiplerinin yanı sıra, seyyahlar ve fakirler için de cazibe merkezi idi. Yeni arkeolojik araştırmalar, ribatların ve diğer dinî yapıların Granada Krallığı coğrafyasının büyük bölümünde özellikle de köylerde izler bıraktığını ortaya çıkarmıştır. Bu yapılar muhtelif türdedir. Bazıları ekili arazileri ve köyleri kuş bakışı gören tepelerde konumlanmıştır. Buralarda yaşayanlar kendi geçimlerini temin edecek güce sahip değillerdi. Bu, yiyeceklerinin yakın köylerden geldiği anlamına gelmektedir. Tartışma Ünlü seyyah İbn Battûta’nın anlatılarına göre buralarda Semerkantlı, Hintli, Horasanlı, Tebrizli, Konyalı olmak üzere İslam dünyasının çeşitli bölgelerinden insanlar vardı. Tasavvuf düşüncesinin okulları olan ribatlarda, kendilerini ibadete vermiş kimseler toplanır, özellikle geceleri Kur’an okurlar, ilahiler söylerler, dinî ve ahlaki sohbetler yaparlardı. • Endülüs Müslümanlarınca hayatın her alanına ilişkin gerçekleştirilen kurumsallaşmada Doğu İslam dünyasının ve Hristiyan İspanya’nın etki boyut ve alanlarını tartışabilirsiniz. • Düşüncelerinizi sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “tartışma forumu” bölümünde paylaşabilirsiniz. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 20 Özet Endülüs Müslümanlarında Kurumlar • Endülüs’de Müslüman varlığı ve nüfuzu, Emevi Devleti (661750)’nin İspanya bölgesindeki 711 yılı fetihleri sonucu oluştuğu için, bu bölgedeki kurumsallaşmada büyük oranda Emevi birikim ve uygulamalarının etkileri görülmektedir. • Endülüs Müslümanlarının tarihî süreç içerisinde işlerlik kazandırdıkları kurumların alanları, zamanının şartları gereği net olarak birbirlerinden ayrıştırılamazlar. Ancak bunları idare, askerlik, iktisat, adalet, emniyet, eğitim, sağlık, sosyal ve dinî alanlardaki kurumlar olmak üzere ayrı ayrı ele alınabilir. • Endülüs Emevî Devleti’nin başında bulunan hükümdarlar için III. Abdurrahman’ın 929 yılında halifeliğini ilan etmesine kadar “emir” ya da “ebnâü'l-hulefâ” (halifelerin oğulları); 929 yılından sonra ise “halife” veya “emirül-müminîn” (müminlerin lideri ve yöneticisi) unvanları kullanıldı. Bu nedenle yönetimde emirlik ve halifelik dönemleri oluştu. Zaman zaman yöneticilerin unvan tercihleri değişmiş olsa da Endülüs’de kurulan devletlerin hepsi birer hanedan idaresiydi. • Yönetime idari ve askerî anlamda bağlı olan kurumlar haciblik/başvezirlik, vezirlik, divanlar, valilik, saray kâtipliği, berîd/posta ve ordu teşkilatları idi. İktisadi alanla ilgili olarak hazine kurumu; adalet ve emniyet alanında başkadılık ve kadılık, emniyet işlerini yürüten şurta/polis ve çarşı pazar kontrolü işlerini yürüten vilayetü’s-sûk/hisbe birimlerinin bağlı olduğu vilayetü’lmedine kurumu; eğitim alanıyla ilgili olarak mektepler/küttâblar, medreseler, kütüphaneler; sağlık alanında hastaneler hayatın değişik alanlarına ilişkin devlet veya halk eliyle oluşturulan ve yürütülen kurumlardı. Bunların devlet eliyle yürütülenlerin merkezleri başkent Kurtuba’da bulunur, taşradaki yöneticileri buradan tayin edilir ve denetlenirlerdi. Endülüs Müslümanlarının sosyal ve dinî alana ilişkin kurumları ise toplumun temelini oluşturan Aile; sosyal dayanışma ruhunun tezahürü vakıflar; dinî bilgi ve pratiklerin, madde ve mana aleminin mekânları camiler ile ribatlardı. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 21 Ödev Endülüs Müslümanlarında Kurumlar • İslam kurumlar tarihinin Endülüs Müslümanları öncesi dönemlerine ilişkin bilgiler veren diğer ünitelerinden yararlanarak, Endülüs’deki kurumların farklılaşan yönlerini tespit eden 200 kelimelik bir sunum hazırlayınız. • Hazırladığınız ödevi sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “ödev” bölümüne yükleyebilirsiniz. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 22 Endülüs Müslümanlarında Kurumlar DEĞERLENDİRME SORULARI Değerlendirme sorularını sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “bölüm sonu testi” bölümünde etkileşimli olarak cevaplayabilirsiniz. 1. Endülüs’de üst düzey görevlilerin ve halkın hükümdar ile görüşmelerine aracı olan görevli aşağıdakilerden hangisidir? a) Vezir b) Saray Kâtibi c) Hacib d) Muhtesip e) Sahibü’l-medine 2. Endülüs’de Beytü’l-mal da denilen vakıf hazinesini hangi yönetici kurmuştur? a) Abdurrahman b) Hakem c) Abdurrahman d) Emir Münzir e) Hişâm 3. Endülüs adalet teşkilatında halkın idareciler ve diğer memurlar hakkındaki şikayetlerini değerlendiren görevli aşağıdakilerden hangisidir? a) Sahibü’l-mezalim b) Sahibü’s-sûk c) Kadi’l-cemâa d) Hacib e) Hâkim 4. Endülüs’de özellikle Hristiyanların yaşadıkları sınır bölgelere kurulan ve tasavvuf düşüncesinin okulları kabul edilen kurumlar aşağıdakilerden hangisidir? a) Medreseler b) Küverler c) Küttablar d) Ribatlar e) Sugûrlar Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 23 Endülüs Müslümanlarında Kurumlar 5. Aşağıdaki ifadelerden hangisi Endülüs Emevi hanedanına ait olan özel hazine için kullanılmıştır? a) İhtisab b) Beytülmali’l-hassa c) Mahzinî d) Hizanetü’l-mal e) Bîmâristan Cevap Anahtarı: 1. c 2.d 3.a 4.d 5.b Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 24 Endülüs Müslümanlarında Kurumlar YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER KAYNAKLAR Abdülazîz Salim. (1986). el-Mesâcid ve'l-kusûr fi'l-Endelüs. İskenderiye: Müessesetu Şebabi'l-Câmia. Atar, Fahreddin. (1979). İslam Adliye Teşkilatı : (ortaya çıkışı ve işleyişi). Ankara : Diyanet İşleri Başkanlığı Yay. Avcı, C. ve Özcan, A. (1998). “Hilafet”. DİA. (XVII, 539-553). İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı. Bal, Faruk. (2008). Endülüs Emevi Devleti Sosyo-Ekonomik Yapısı (756-1031), (Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi). İstanbul: Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü. Barthold, W. (1984). İslam Medeniyeti Tarihi. Düzeltme ve ilave: Mehmed Fuad Köprülü. Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı Yay. Beşerî, Sa’d Abdullah Salih. (1997). el-Hayatü’l-ilmiyye fî asri’l-hilafe fî’l-Endelüs. Mekke: Câmiatü Ümmi'l-Kurâ. Bozkurt, Nahide. (2007). “Kurumlar”. Nesimi Yazıcı- Nusret Çam (Ed.). İslam Tarihi ve Medeniyeti (ss. 214-243). Ankara: Ankara Üniversitesi Uzaktan Eğitim Yayınları. el-Ceyûsî, Süleyman el-Hadrai. (1999). el-Hadaretü’l-Arabiyye el-İslamiyye fî’lEndelüs. Beyrut: Merkezu Dirasati’l-Vahdeti’l-Arabiyye. Çelebi, Ahmed. (1976).İslam’da Eğitim-Öğretim Tarihi. Çev. Ali Yardım. İstanbul: Damla Yayınevi. Dûrî, A. (1994). “Dîvan”. DİA. (IX, 377-381). İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı. Ebû Yusuf, Yakub b. İbrâhim b. Habib el-Ensârî el-Kufi. (1977). Kitâbü'l-harac. Kahire. Fierro, Maribel. (2009). “Endülüs’te Tasavvufa Muhâlefet”. Çev. Semih Ceyhan. Uludağ Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi, 18/2, 327-359. Harekât, İ. (1992). “Berîd”. DİA. (V, 498-501). İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı. Hizmetli, Mustafa. (2002). Endülüs’te Hisbe Teşkilatı. (Yayımlanmamış Doktora Tezi). Ankara: Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü. İbn Hayyan, Ebû Mervan Hayyan b. Halef b. Hüseyin el-Ümevî. (1990). el-Muktebes fî tarihi'l-Endelüs : 275-300 h. Tah. İsmail Arabi. Magrib: Dârü'l-Âfâki'l-Cedide. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 25 Endülüs Müslümanlarında Kurumlar İbn İzari, Ebû Abdullah Muhammed el-Merraküşî. (1948). el-Beyânü'l-mugrib fî ahbari'l-Endelüs ve'l-Magrib. Tah. Georges Seraphin Colin, E. Levi Provençal. Leiden: E. J. Brill. İbnü'l-Arabî, Ebu Abdullah Muhyiddin Muhammed b. Ali. (2002). Endülüs Sufileri. (Çev. J. Austin ; Türkçesi: Refik Algan). İstanbul: Dharma Yayıncılık. İbnü'l-Faradi, Ebü'l-Velid Abdullah b. Muhammed b. Yusuf. (1997). Târîhu ulemai'lEndelüs. Tah. Ruhiyye Abdurrahman Süyufi. Beyrut: Dârü'l-Kütübi'l-İlmiyye. İnan, Muhammed Abdullah. (1974). Asrü'l-Murabıtîn ve'l-Muvahhidîn fi'l-Mağrib ve'l-Endelüs. Kahire: Lecnetü't-Telif ve't-Terceme. Kazıcı, Ziya.(1996).İslam Kültür ve Medeniyeti. İstanbul: Timaş Yayınları. Kılıç, Muharrem. (1995). Endülüs Emevi Devleti’nde Yargı ve İşleyişi : (755-1031 M.), (Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi). İstanbul: Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü. Maverdi, Ebü'l-Hasan Ali b. Muhammed b. Habib. (1985). el-Ahkâmü's-sultaniyye ve'l-vilayatü'd-dinîyye. Beyrut: Dârü'l-Kütübi'l-İlmiyye. Nübahi, Ebü'l-Hasan Ali b. Abdullah b. Muhammed el-Cüzami. (1995). Târîhu kudâti'l-Endelüs. Tah. Meryem Kâsım Tavil. Beyrut: Dârü'l-Kütübi'l-İlmiyye. Özdemir, Mehmet. (1995). “Endülüs”. DİA. (XI, 211-225). İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı. Özdemir, Mehmet. (1997). Endülüs Müslümanları: İlim ve Kültür Tarihi. Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı. Özdemir, Mehmet. (1997). Endülüs Müslümanları: Medeniyet Tarihi. Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı. Salim b. Abdullah Halef. (2003). Nüzûmu hükmi’l-Ümeviyyin ve rusûmihim fî’lEndelüs. Medine : el-Câmiatü’l-İslamiyye. Sarıçam, İbrahim ve Erşahin, Seyfettin. (2011). İslam Medeniyeti Tarihi. Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yay. Yeniçeri, C. (2004). “Mezalim”. DİA. (XXIX, 515-518). İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 26 19’dayım HEDEFLER İçindekiler İSLAM MEDENİYETİNDE TÜRKLER • Cahiliye Şiirleri ve Hz. Peygamber’in Açıklamalarında Türkler • Türk Arap Münasebetleri ve Türklerin Müslüman Olmaları • Karahanlılar, Gazneliler, Harzemşahlar, Büyük Selçuklular ve Anadolu Selçukluları • Osmanlıların Fütuhat ve Genişleme Politikası • Türkler ve Haçlı Seferleri • Moğol İstilası ve Türkler • Türk ve Osmanlı Kültürünün Karakteri • Osmanlılar ve Hilafet • Türk Devletlerinde Eğitim Öğretim • Vakıflar • Türklerin İslam’la Kazandıkları ve İslam’a Kazandırdıkları • Bu üniteyi çalıştıktan sonra; • Cahiliye şiiri ve Hz. Peygamber'in Türkler hakkındaki sözlerini öğrenecek, • Türk-Arap münasebetleri ve Türklerin Müslüman olmalarını bilecek, • İslamiyet'in kabulünden sonra kuırulan Türk devletlerinin Haçlı seferleri ve Moğollara karşı koyuşları hakkında bilgi edinecek, • Türk ve en uzun ömürlü Türk devleti olan Osmanlı devletinin karakterini kavrayacak, • Türk hükümdarlarının hilafet kurumuyla olan münasebetini, eğitim öğretim kurumlarını ve vakıfları tanıyacak ve böylece, • Türklerin İslam’la kazandıkları ve İslam’a kazandırdıklarını tespit edebileceksiniz. İSLAM KURUMLARI VE MEDENİYETİ TARİHİ ÜNİTE 13 İslam Medeniyetinde Türkler CAHİLİYE ŞİİRLERİ VE HZ. PEYGAMBER’İN AÇIKLAMALARINDA TÜRKLER Cahiliye Şiirlerinde Türkler İslam öncesi dönemde Cahiliye şairleri Türklerden söz ettiler ve onların cesaret ve kahramanlıklarını dile getirdiler. Cahiliye şairlerinden Nâbiğa ez. Zübyâni (ölm. 604) Türklerden söz etti. Hz. Ömer’in hilafeti döneminde (13-24/634-644) ölen, Hz. Peygamber’in çağdaşı olan ve Cahiliye Dönemi şairi Şemmah b. Dırâre (ölm. 22/642) de bir şiirinde Türklerden söz etmiştir. Hz. Muhammed ve Ebu Talib ailesinin Mekke’yi terk etmesini istediklerinde Ebu Talib müşrik Mekkelilere karşı bir şiir okumuş ve şiirinin bir bölümünde şunları söylemişti: “Bizim gücümüzle düşman kahrolunur. Hâlbuki onlar Türk ve Kabil (Eftalit yurdu) kapılarına kadar uzaklaşmamızı isterler. Tanrının kutlu evine and olsun ki, siz yalan söylüyorsunuz. İşlerinizi karma karışık etmeden Mekke’den çıkıp gitmeyeceğiz. Tanrı’nın kutlu evine and olsun ki, mızrak ve okla dövüşmeden Muhammed’i yalnız bırakmayacağız.” (İbn-i Hişam 1992: 171-172; Kitapçı 1995: 149, 255) Ebu Talib’in şiirinde Türk ve Kabil kapılarından söz edilmesi, Mekkelilerin Türkleri ve yurtlarını bildiklerini göstermektedir. Hz. Peygamber’in Açıklamalarında Türkler Hicretin beşinci yılında (5/626) Hendek Savaşı öncesindeki hendek kazımı esnasında, Resulullah sert bir kayaya balyozla üç kez ardı ardına vurdu ve üçüncü vuruşunda şunları söyledi: “Habeşliler size ilişmedikçe onlara ilişmeyiniz, bırakınız; Türkler de size ilişmedikçe onları terk ediniz, bırakınız.” (Neseî 1981: VI,419, nr. 3163) Yine Hendek Savaşı’nda (5/626) Hz. Peygamber için “el-Kubbetü’tTurkiyye= Türk Kubbesi/Çadırı” adı verilen bir çadır kurulmuştu. Bu durum Türk mallarının Arabistan pazarlarında satıldığını gösteriyordu. Bazı müfessirlere göre Maide Suresi 54. ayetine, özellikle İslam’ın kahraman ve cengâver hizmetkârları Türkler mazhar olmuşlardır. Hamdi Yazır’a göre, bu ayet Türkleri de ilgilendirmektedir. Hamdi Yazır sonuç olarak şunları söyler: “(Araplar ve İranlılardan sonra) Allah (İslam’a hizmet için) Türkleri göndermiş, Arapların, Fürslerin kadrini bilemeyerek zayi ettikleri Devlet-i İslam’ı ele Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 2 İslam Medeniyetinde Türkler alarak İstanbul’a ve oradan kıtâât-ı arzın (dünya kıtaları) her tarafına yaymışlar, Fürs hadisinin delaleti ve feth-i Kostantiniyye hadisinin sarahati (açık ifadesi) ile…Türkler de ‘Allah bir kavim getirecek, o onları, onlar da onu sever, onlar müminlere merhametli, kâfirlere karşı şiddetlidirler. Allah yolunda cihad ederler ve kınayanın kınamasından korkmazlar’ tebşirine dâhil olmuşlardır.” (Yazır 1979: III,1719-1720) Hz. Peygamber Türklerle ilgili bir açıklamasında da onları şöyle anıyordu: “Sizler, küçük gözlü, kırmızı yüzlü, kısa burunlu, yüzleri sanki deri kaplanmış (yuvarlak) kalkanlar gibi olan Türklerle savaşmadıkça kıyamet kopmaz. Yine sizler ayakkabıları kıl (ve yünden) olan bir kavimle savaşmadıkça kıyamet kopmaz.” (Buhari tsz.: II,1372, nr. 4097) Hz. Peygamber Türklerden “Kantura Oğulları” olarak da söz eder. Munavi’nin ‘Feyzu’l- Kadir’ adlı hadis kitabındaki şu hadis bu konudadır: “Türkler size dokunmadığı sürece siz de onlara dokunmayınız. Zira Kantura soyundan gelen bu Türkler, mülk ve hilafeti ümmetimin elinden çekip alacaklardır.” Türkler konusuyla ilgilenen Abbasi dönemi yazarlarından Arap edibi ve Türk dostu Câhız da (ölm. 255/868) onların genel özelliklerini şöyle açıklıyordu: “Türk Horasanlılar (yine buralarda oturan Farslar ve diğerleri) gibi geri çekilmez. Geri döndüğü takdirde o öldürücü bir zehir ve insanın işini bitiren bir ölüm olur. Çünkü o arkasındaki düşmana da, önündeki düşman gibi okunu isabet ettirir. (Atıyla) bu kadar hızlı gitmesine rağmen kement atmasından, kemendi ile düşmanın, attığı yere yıkılmasından ve süvariyi atının üzerinden kapıp almasından kimse kurtulamaz…” (Cahız 1948: 46) TÜRK ARAP MÜNASEBETLERİ VE TÜRKLERİN MÜSLÜMAN OLMALARI Türk-Arap Münasebetleri: İlk Türk-Arap münasebetleri konusunu kronolojik olarak maddeler hâlinde şöyle dile getirebiliriz: 1. Türk-Arap ilişkileri İslam öncesi dönemde, Sasani Devleti (226-642) aracılığı ile başladı. Sasanilerin, Göktürkler (552-745) ile yaptıkları savaşlar söz konusuydu ve zaman zaman Sasaniler, ordularında Türk askerî birlikler de istihdam ediyorlardı. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 3 İslam Medeniyetinde Türkler 2. Göktürk Hakanı İstemi Kağan, kızını, Sasani Şehinşahı Hüsrev Enuşirvan ile evlendirmiş, bundan “Türkzâd=Türk’ten Doğan” unvanı ile IV. Hürmüz dünyaya gelmişti. 3. VII. asrın sonları ile VIII. asrın başlarında, Emevilerin yönetimindeki (41133/661-750) Müslüman Araplar, Türkleri, Yemen’e kadar gelen Sasani kuvvetleri içinde tanıdıkları gibi, Sasanilerle yaptıkları savaşlarla da biliyorlardı. 4. Emeviler döneminde, Horasan valiliğine tayin edilen Ubeydullah b. Ziyad, 55/674’te Beykent’i fethetti. Yanında getirdiği 2000 veya 4000 kişilik Türk savaşçısını Basra’da iskan etti. Bu Türklerin yerleştirildiği yere “Buharalılar Sokağı” denilmişti. 5. Emeviler, Aşağı Türkistan’da, Maveraünnehir’de Türklerle savaşırken Türk gençlerini ordularında istihdam etmeye başladılar. 9. Emevi valisi Kuteybe, Harzem seferlerinden birinde, Abdurrahman b. Müslim adlı komutanı vasıtasıyla 4000 Türk askerini esir almıştı. 10. Emevi valisi Kuteybe, Semerkant’ı kuşattığında, Türk komutan Guzek, İslam ordusu içinde kendilerine saldıran Türkleri görünce, Kuteybe’ye şöyle seslenmişti: “Sen beni kendi öz kardeşlerim ve aile fertlerim olan Türklerle çarpıştırıyorsun. Karşıma çarpışmak üzere Arapları çıkarsana!” (Kitapçı 1995: 317) Türklerin Müslüman Olmaları 97/715 yılında Süleyman b. Abdülmelik (97-99/715- 717) Emevi halifesi olunca, valisi olan Kuteybe, Kaşgar önlerindeydi. 45 bin kadar Arap askeri ve 7.000 kişilik Mevali (Arap olmayan Türkler ve başka Müslümanlar) birliği bulunuyordu. 134/751 yılında, Müslüman Arapların Çinlilerle yaptıkları Talas savaşında Türkler bu kez, ezeli düşmanları Çin’e karşı Müslüman Araplarla müttefik oldular. Bu Türklerin Araplarla yakınlaşmasında ve İslamiyet’i seçmelerinde oldukça etkili olmuştu. Türklerin yeni dini benimsemelerinde farklı siyasi, kültürel ve ekonomik sebepler vardır. Bunlar şöyle sıralanabilir: VII. yüzyıldan VIII. yüzyıl ortalarına kadar (600-750) Araplarla sürekli savaşan, ve aynı zamanda Arap ordularında askerlik hizmeti gören Türkler; Müslümanları, kültürlerini ve dinlerini tanıdıkları gibi, Müslümanlar da onları yakından tanımışlardı. Böylece fethedilen yerlerdeki pek çok Türk, Müslüman olmuştu. 134/751 yılında Talas Savaşı olmadan önce, Ceyhun (Siriderya) ile Cu Nehirleri arasında Müslüman Türklerle, gayrimüslim Türkler birlikte yaşıyorlardı. İlk Müslüman olanlar içinde Karluk Türkleri de vardı. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 4 İslam Medeniyetinde Türkler Türklerin Müslüman olmasında, İslam fetih ordularının büyük tesiri oldu. İslam cihat anlayışı ile Türk fütuhat zihniyeti benzerlik gösteriyordu. İslam, sağlam temelli ve güçlüydü. Rakibi olan dinlere galip geliyordu. Türkler Müslüman olunca, “Alp” denilen savaşçılar, “Gazi”lere dönüştüler. İslam’da halife, hükümlerini uygulaması açısından yeryüzünde “Allah’ın gölgesi” sayılırdı. Gök Tanrı dinindeki anlayış da buna benziyordu. İslam öncesinde Türkler, iyilerin cennete (uçmak/uçmag), kötülerin ise cehenneme (tamuya) gideceklerine inanırlardı. Benzer bir inançla İslam’da da karşılaştılar. İslam’ın öbür dünya ile ilgili vaatleri ve iyiliklere sevap olduğu anlayışı, tüm Müslümanlar gibi, Türkleri de etkilemiş olmalıydı. İslam dini genelde açık, sade ve anlaşılırdı. Türklerin İslam’ında, İslam tasavvufunun, sofilerin ve mürşitlerin büyük etkisi oldu. Gök Tanrı inancının, Peygamber’i, kitabı, din adamı ve mabedi yoktu. Bu durum İslam’a geçmeyi kolaylaştırdı. Daha Emeviler döneminde (41-132/661-750) fethedilen yerlere Müslümanların iskân edilmesi İslamlaşmada etkili oldu. 132/750 yılında Abbasi Devleti’nin kurulması, Türklerin İslamlaşmasında önemli oldu. Mansur devrinde Türk birlikler Bağdat’a yerleştirilmeye başlanmıştı. Harun Reşid’e (170-194/786-809) Hindistan’dan elçilik heyeti gelince, zırhlı Türk askerleri, kabulde halife yanında saf tutarak yerlerini almışlardı. Bunlar muhafız birliği askerlerindendi. Memun (198-218/813-833) henüz halife olmadan Merv’de iken, Arap ve İranlı askerlere karşı Türk askerlerini denge unsuru olarak yanında tutuyordu. Mutasım halife olunca (218-228/833-842), Türkistan’dan Türk gulamlar (paralı asker) satın aldırıyor ve orduya yerleştiriyordu. Mutasım zamanında orduda 18 bin ile 70.000 arasında Türk askeri olduğu rivayetleri vardır. Mutasım dönemiyle birlikte Türkler Abbasi Devleti’nde çok etkiliydiler. Türk askerleri içinde nüfuzlu generaller vardı. Aslında Türklerin Müslümanlığı yalnız 134/751 yılındaki Talas Savaşına indirgenemez. Bu değişim bir süreçti. VII. yüzyıl başında başlamış, VIII. yüzyıl ortalarında hızlanmıştı. Horasan’da kurulan Samaniler de (261-390/874-999) Türkler arasında İslam’ın yayılmasına gayret gösterdiler. Bir Türk köle olan Alptekin, bu devletin Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 5 İslam Medeniyetinde Türkler Horasan valiliğine atandı. Sonra Afganistan topraklarındaki Gazne’ye gitti ve burada Gaznelilerin temelini attı. Türkler içinde, İslam’ı devlet dini olarak kabul eden ilk devlet, İdil/İtil (Volga) Bulgar Devletidir. Volga Bulgarları 154-803/770-1400 tarihleri arasında 630 yıl yaşayan bir devlet kurdular. Volga Bulgar hanlarından beşincisi Almış (İlteber) Han (288-313/900-925), kendisi 308/920 veya 310/922 de Müslüman olup, devletin dinini de Sünni-Hanefi Müslümanlık olarak ilan etmişti. İbn-i Fazlan, Volga Bulgarlarına Abbasi elçisi olarak gönderilmiş, 310/922 yılı Mayısında, devletin taht şehri Bulgar’a ulaşmış, Almış Hanla (İlteber) görüşmüştü. X. yüzyılda, Hazar Hakanı kendisi Musevi olmasına rağmen halkından olan Hazar Türkleri İslamlaştı. Almış Han’ın (308-310/920-922) ve Volga Bulgarlarının Müslümanlaşması sıralarında, Karahanlılar (İlikhanlar) Devleti’nde bir başka gelişme yaşanıyordu. Satuk Buğra Han (289-348/901-959) amcası yerine Kaşgar’da hakan ilan edilmişti (312-344/924-955). O, bir rivayete göre şehzadeliği yıllarında İslam’ı kabul etmişti. Sünni ve Hanefi Müslüman olan Satuk, 312/924 yılında tahta geçer geçmez İslam’ı, tek ve resmî din olarak devlet dini ilan etmişti. Bu Türk tarihi açısından bir dönüm noktasıydı. İbnu’l-Esir’in açıklamalarına göre, Satuk Buğra Han Müslüman olunca, yeni dini halkına anlatma faaliyetine girişmiş ve 349/960 tarihinde Türklerden 200.000 çadır halkı Müslüman olmuştu. Ahmet Yesevî de, XII. yüzyılda sufilikle Türkler arasında İslam’ın yayılıp pekişmesinde önemli rol oynamıştı. KARAHANLILAR, GAZNELİLER VE HARZEMŞAHLAR Karahanlılar (226-609/840-1211): Karahanlılar Devleti, Kaşgar’ı başkent yapıp tamamen Türklerin yaşadığı topraklarda, Maveraünnehir/Aşağı Türkistan denilen Seyhun ve Ceyhun arasındaki bölgeyi de içine alan yerde kurulmuştu. Karahanlıların Müslüman olan ilk ve en önemli hükümdarı, Satuk Buğra Han’dı (289-344/901-955). Bu devlet, Türk ve dünya tarihi açısından önemli olan Müslümanlaşmayla, Karahanlılara komşu olan topraklarda yaşayan Türklerin İslamiyet’i kabulünde de önemli bir rol üstlenmişti. Böylece Türkler, Arap Müslümanların artık büyütemedikleri ve hatta savunamadıkları İslam dünyasının liderliğine soyundular. Gazneliler (352-583/963-1187): Bu Müslüman Türk Devleti 352/963’te kuruldu ve Afganistan’daki Gazne şehrini kendine başkent yaptı. Devlet aşağı yukarı Afganistan’ı kaplıyordu. Gazneliler Hindistan’a İslam’ı götürdü ve yaydılar. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 6 İslam Medeniyetinde Türkler Gazneliler Sünni Hanefi mezhebi benimsediler ve Bağdat Abbasi hilafetini Şiilere karşı desteklediler. Özellikle Gazneli Mahmud’un (378-422/988-1030) Hindistan seferleri önemlidir. Gazneli Mahmut (387-422/997-1030) Hindistan seferleriyle önce Peşaver’i, sonra sırasıyla Ganj vadisini ve Gücerat’ı fethetti. Sonuçta Hindistan’ın yarısını fethetmiş oldu. Gazneli Mahmud, Türklerin yetiştirdiği dahi hükümdarlardan biridir ve tarihin akışını değiştirmiştir. Gazneliler Hindistan topraklarındaki Sünni Hanefi Müslümanlığın müessisi sayılırlar. Eğer Gazneliler olmasaydı, bugün Hindistan’da, Pakistan’da ve Bengaldeş’te olan İslam’dan söz edilemeyebilirdi. Harzemşahlar (552-629/1157-1231): Harzemşahlar 552/1157’de Sultan Sencer’in ölümüyle devletlerini kurdular. İran, Türkistan ve Afganistan’ın büyük kısmını sınırları içine alan bir Sünni Hanefi Müslüman Türk devleti tesis ettiler. Hükümdarları Celaleddin Harzemşah zamanında (617-629/1220-1231) Moğollarla mücadele başarısız oldular. Daha sonra Moğol ordusu Hülagu komutasında 657/1258’de Bağdat hilafetine son verdi. Bu durum, İslam aleminde önemli bir dış saldırı olarak tarihe geçti. Moğol istilasıyla Harzem’li Türkler büyük oranda Anadolu’ya göçtüler. Ahmed Yesevî de bu çağda yetişmiştir. BÜYÜK SELÇUKLULAR VE ANADOLU SELÇUKLULARI Tarihte, Müslüman Türk Devletleri içinde İslam tarihi ve medeniyetinde Büyük Selçuklular (432-552/1040-1157) ve Osmanlıların (699-1341/1299-1922) çok önemli yerleri vardır. Selçuklu Türkleri, 24 Oğuz boyundan ve Üçoklar içinde yer alan “Kınık Boyu”na mensuptular. Büyük Selçuklu Devleti, 432/1040 yılında kurulmuş ve 117 yıl sonra (552/1157) yıkılmıştır. Büyük Selçuklu Devleti’nin en dikkat çekici atılımı, 1063’te Selçuklu Sultanı olan Alp Arslan döneminde gerçekleşti. Anadolu’ya Türk akınları başladı. Emeviler ve Abbasiler zamanında (41-656/661-1258), altı yüz yıldır fethedilemeyen Anadolu 464/1071’deki Malazgirt Savaşı’yla kapılarını Müslüman Türklere açtı. Ardından burada bir Türk Müslüman devleti kuruldu (467-702/1074-1302). Selçuklular da Sünni İslam’ı benimsediler. İslam dünyasını o günün üniversiteleri sayılan yaygın öğretim kurumları olan medreselerle tanıştırdılar. Abbasi hilafetini İslam birliği sembolü olarak muhafaza ettiler. Türkler, Selçuklular döneminde Akdeniz’e, Karadeniz’e ve Hint Okyanusun’a çıktılar ve bütün İslam dünyası için çok önemli olan ticaret yollarını ülkelerine kattılar. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 7 İslam Medeniyetinde Türkler Selçuklular; Emeviler ve Abbasilerden sonra İslam tarihinde üçüncü büyük İslam devletidir. Selçuklular İslam tarihinde, Arap-İslam devleti üstünlüğünün gerilediği dönemde ortaya çıktılar. V/XI. yüzyıl ortalarında Tuğrul Bey’in Bağdat’a girişi ve Sünni halifeyi Şii tasallutundan kurtarmasıyla İslam tarihinde Müslüman Türk hâkimiyeti dönemi başlamış oldu. Anadolu’yu İslam âlemine kazandırarak ilk fetih harekâtı (11-133/632-750) dalgasından sonra gelen ikinci fetih harekâtını başlattılar. Anadolu’yu almakla, Osmanlıların uzak temellerini attılar. Sünniliği güçlendirerek dört Sünni mezhep coğrafyasını şekillendirdiler. İslam’ı Haçlı saldırılarına karşı korudular. Haçlılara karşı Türk devletleri ve Türk orduları olmasaydı Anadolu ve Orta Doğu İslam dünyasından geriye bir şey kalmayabilirdi. Selçuklular o çağda Türkleri, dünyanın en kudretli ve lider devleti kıldılar. Devletin toprağa bağlı yapısı ve büyük sultana tam itaat sağlanamaması gibi sebeplerle uzun ömürlü olamadılar ve küçük devletlere bölündüler. Anadolu Selçukluları II. Kılıç Arslan zamanında, 572/1176’da, “İkinci Malazgirt” de denen önemli bir savaşı kazandılar: Miryakefalon Savaşı, Isparta ili Yalvaç kasabası yakınlarında yapılmış ve Bizans’ın Anadolu’yu geri alma projesini yok etmişti. Anadolu Selçukluları zamanında Türkiye ümranlaştı. O zamanlar Anadolu’da 15 milyon nüfus varken İngiltere’de 2 milyon insan yaşamaktaydı. OSMANLILARIN FÜTUHAT VE GENİŞLEME POLİTİKASI Şüphesiz Osmanlı Devleti, Türk Müslüman devletler içinde, 2500 yıllık Türk tarihi boyunca kurulan en önemli devlettir. Bu devlet, 699/1299 yılında Kayı Boyuna mensup Osman Gazi tarafından kuruldu ve 1343/1924’te hanedanın Türkiye sınırları dışına çıkarılmasına kadar 625 yıl yaşadı. Avrupalılara karşı kazanılan Sazlıdere (764/1362), Sırp Sındığı (766/1364), Çirmen (773/1371), Birinci Kosova (791/1389), Niğbolu (799/1396), Varna (848/1444) ve İkinci Kosova (852/1448) gibi zaferlerle İslam ve Türk hâkimiyeti Balkanlara yayıldı. İSTANBUL’UN FETHİ İstanbul, tarih içinde 29 kuşatma yaşamış, bunların hiçbirinde düşmemişti. Kuşatmalardan on dördünü Müslümanlar yaptılar. Ancak 29. kuşatmada fetih Osmanlılara nasip oldu. İstanbul güzel bir şehirdi, önemli ticaret yolları üzerinde bulunuyordu. Askerî açıdan stratejik bir konumdaydı. Bir de Hz. Muhammed (571Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 8 İslam Medeniyetinde Türkler 632) VII. yüzyılın başlarında, İstanbul’un fethedilemeyeceği düşüncesini yıkan bir açıklamada bulunmuştu: “Kostantiniye/İstanbul (bir gün) mutlaka fethedilecektir; onu fetheden komutan ne güzel komutan, onun ordusu ne güzel askerdir” Buhârî, et-Tarihu'l-kebîr, I/II,81; et-Târihu's-sağîr, I,341; (Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV,335; Taberânî, el-Mu'cemu'l-kebîr. II,24; Hâkim, Müstedrek, IV,422; Heysemî, Mecmeu'z-zevâid, VI,219) Müslümanlar Peygamber müjdesine mazhar olmak istiyorlardı. Ama Osmanlıların “Ateş-i Rûmî” dedikleri “Grajua Ateşi” ve kentin o devir için çok önemli bir silahı olan surları, Doğu Roma’ya büyük bir teknolojik üstünlük sağlıyor ve fethi engelliyordu. Hazırlıklar: Osmanlı Hakanı II. Mehmet 856/1452 yılı Mart-Temmuz aylarında, Rumeli Hisarı da denilen Boğazkesen Hisarı’nı yaptırdı. 856-857/14521453 kışını başkent Edirne’de savaş hazırlıkları yaparak ileri teknoloji ürünü topları dökme ve deneme tecrübesiyle geçirdi. Bu yeni toplar dört beş metre kalınlığındaki surları yıkabilecekti. Kuşatma ve Fetih: Topların surları dövmeye başlaması ile 53 gün sürecek kuşatma başladı. Bizans savunmasında Grajua ateşi etkiliydi. 22 Nisan gecesi 67 adet ince (hafif) donanma gemisi, karadan yürütülerek Haliç’e indirildi. Haliçteki Bizans gemileri batırılınca, Osmanlı donanması Haliç’te serbest kaldı. Fetih günü, dördüncü safta yer alan küçük rütbeli Ulubatlı Hasan adındaki subay, yanındaki 30 askeri ile surlara tırmanışa geçti. Sağ kalan 18 askerle Topkapı bölgesindeki dış sura Osmanlı bayrağını diktiğinde fethe ilk adım atılmıştı. Fethin Önemi: Bin yıldır yaşayan Doğu Roma Devletinin fethi, 2500 yıllık Türk tarihinin en önemli olayıdır. Bu fetih, Müslüman Türklerin kazandığı en büyük şereftir. Macar tarihçi Lajos Fekete’ye göre, Müslümanların Bizans’a yönelttiği üç önemli taarruzun sonuncusunda İstanbul fethedilmişti: Birinci taarruz, Dört Halife dönemindeki fetihler, İkincisi Anadolu’nun fethi, üçüncüsü de İstanbul’un alınmasıdır. Bizans’ın fethi İslam dünyasında derin bir sevinç dalgası yarattı. Osmanlılarca “Feth-i Mübîn” diye anıldı ve sonuçlarının önemi açısından Hz. Peygamber dönemindeki Mekke fethine benzetildi. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 9 İslam Medeniyetinde Türkler ZİRVE VE SONRASI İstanbul’un fethiyle, Batı açısından bin yıldır süren ve onların kendi tarihleri açısından “Orta Çağ” dedikleri dönem kapanmıştı. Yükseliş ve büyüme, İstanbul’un fethiyle hız kazanıp Kanuni devrinde (927-1025/1520-1616) zirveye ulaşmıştı. 2500 yıllık Türk tarihi içinde Kanuni çağı en büyük şevket çağı kabul edilir. Bu yüzden kimi tarihçiler XI/XVI. yüzyıla “Türk Asrı” derler ve bunu daha özel olarak da “Süleyman Asrı” diye adlandırırlar. İstanbul’un fethinden sonra Osmanlılar hızla büyüdü ve gelişti. Kanuni devrinde Mohaç Zaferi (933/1526) kazanıldı. Ardından Viyana ilk kez muhasara edildi (936/1529). Preveze zaferiyle Akdeniz’de büyük bir Haçlı armadası mağlup edildi. Kanuni döneminde Türkler etkili şekilde Hint Okyanusu’na indiler. Osmanlı Devleti en büyük toprak genişliğine III. Murad devrinde (982-1004/1574-1595) erişti: 19.902.191 km². DURAKLAMA VE GERİLEME Tarihçiler, III. Murad devrinden (982-1004/1574-1595) itibaren “Duraklama Devrini” (1002-1095/1593-1683) başlatırlar. Osmanlı Devleti’nin tasfiyesi üç yüz yıl devam etmişti. XIII/XIX. yüzyılın sonlarında bile devletin toprak büyüklüğü 13 milyon km² yi buluyordu. Osmanlı Devleti, XIV/XX. yüzyılın başlarında (1326/1908) hâlâ 9 milyon km² genişliğindeydi. Ama bu tarihten on yıl sonra (1337/1918) devlet tamamen dağıldı. IV. Mehmet döneminde (1058-1099/1648-1687) başlayan “Gerileme Devri” (1095-1204/1683-1789) ise Duraklama Devri gibi yüz yıl kadar sürmüş ve bu dönemi, Kara Mustafa Paşa’nın ikinci Viyana kuşatmasındaki (1095/1683) bozgun başlatmıştı. Viyana kuşatmasında Avrupa Osmanlı karşısına ittifak halinde çıkmış ve tarihinde ilk kez Osmanlılar bir Haçlı ittifakına yenilmişti. 1099/1687’de Almanlar da, Mohaç’ta Osmanlıları mağlup ettiler. 1095-1111/1683-1699 yılları arasında başka mağlubiyetler de yaşandı. OSMANLI GERİLEMESİNİN SEBEPLERİ Feodalitenin Çözülüşü ve Merkezî Krallıkların Güçlenmesi Osmanlıları geri bıraktıran iç sebeplerle birlikte, Katolik Hıristiyan devletlerle Osmanlılar arasındaki farkı kapatan başka önemli sebepler de vardı: Orta Çağ Avrupa’sında süren feodalite (derebeylik) sistemi topun gelişmesiyle XXI/XVI-XVII. asırlarda ortadan kalktı. Çünkü toplar şatoları yıkabiliyordu ve bu da Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 10 İslam Medeniyetinde Türkler merkezî yönetimleri güçlendiriyordu. Güçlü ordular ve donanmalar kuruldu. Osmanlı ve İslam devletlerinde derebeylik yoktu; kanun yapma ve uygulama devletin göreviydi. Batılılar Feodalite sisteminden vazgeçmekle, önemli bir yanlıştan da vazgeçmiş oldular. Kilise-Krallık Çekişmesi Kilise-Krallık çekişmesinin krallar lehine sonuç vermesi de Batılı devletleri güçlendirdi. Katolik kilise ve papalık, bağış ve yardımlarla kısa sürede zenginleşmişti ve muhalifleri “aforoz” cezasıyla tehdit ediyordu. Ayrıca Katolik kilise gerekirse bazı bölgelere “enterti” cezası veriyor ve cezalı yerde nikâh, vaftiz ve ölüleri defin gibi dinî törenler yapılmıyordu. Haçlı seferlerinden sonra kilisesinin gücü ve saygınlığı azalmış, bu yüzden krallıkların güçlenmişti. Matbaanın Etkisi Avrupa’da matbaanın kullanılması da ilerlemeye sebep oldu. Çinliler ve Uygur Türkleri baskı sanatını çok önceden biliyorlardı ve bu teknikle binlerce kitap basmışlardı. Kullanılan bu baskı tekniğinde klişe, tahtadandı. Alman Gütenberg baskı tekniğini geliştirdi, 854/1450’de madenî harflerle kitap basmayı denedi ve modern matbaacılığa öncülük etti. Matbaa Batıda hızla yayıldı ve okuma açlığı, bu yayılmayı hızlandırdı. Kitap çoğaldı ve ucuzladı, böylece bilgi yayılmaya başladı. Osmanlılarda bir hattatlar ordusu olması ve ayrıca hattın/yazının yalnız manaların sembolü olarak görülmemesi, bir tür soyut resim sanatı gibi kabul edilmesiyle matbaa Osmanlı dünyasına geç girdi. Reform Bu kelime, iyileştirmek için yapılan değişiklik, iyileştirme ve düzeltme gibi anlamlara gelir. Osmanlılar “reform” yerine “ıslahat” terimini kullandılar. Reform hareketi, X/XVI. yüzyılda Martin Luther’le başlayan Protestanlığı ifade eder. Reformu etkileyen sebeplerden biri de hümanizmdi. Hümanizm insan anlamındaki “homme” den gelir. Gerçek hümanizmde gaye; insana hizmet, insan kalitesini yükseltmek ve insanlar arasında ayrım gözetmemektir. Martin Luther 923/1517 yılında Wiltenberg Kilisesi kapısına astığı 95 maddelik bildiri ile endüljansa karşı çıktı. Papaların lüks hayatı, ırz ve namus konusundaki ahlaksızlıkları da halkı onlardan soğuttu. Luther hareketiyle kiliselerde heykeller ve tablolar putperestlik alametleri olarak görüldü ve kaldırıldı. Protestanların Katolik Kilisesi gibi, ruhani liderleri yoktu, tek mezhep halinde değillerdi ve rahipleri evlenebiliyordu. İncili kendi dillerinde okuyorlardı. Latince ve Yunanca okumaları şart değildi. Bu hareket birçok Katolik cemaat ve milleti Protestanlaştırdı. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 11 İslam Medeniyetinde Türkler Reformun Sonuçları 1. Hıristiyanlığın din birliği bozuldu. 2. Hıristiyanlıkta kalıplaşmış bazı anlayışlardan dönüldü. 3. Protestanlar, İslam’a daha yakın bir din anlayışına geldiler. 4. Protestanlık sonrası, Kalvenizm ve Anglikanizm gibi yeni mezhepler doğdu. 5. Katolik baskısı azaldı, eğitim öğretim kiliseden alınıp laikleştirildi. Batıdaki laiklik, böyle bir tarihî baskıdan kurtuluştu. 6. Yönetimler, kilise mallarına el koyup zenginleştiler. 7. Protestanlıkla “Mezhep Savaşları” dönemine girildi ve çok kan döküldü. Rönesans Fransızcada “Yeniden Doğuş” demektir. IX/XV. ve X/XVI. asırlarda Avrupa bilim ve sanatında ortaya çıkan atılım için kullanılan Rönesans, Yunan ve Roma medeniyetlerinin incelenmesi ile doğmuştu. Ekonomik canlanma, Sicilya’yla İslam’dan etkilenme ve Haçlı Seferleri Rönesans’ı doğuran baş etkilerdi. Coğrafi keşifler sonrası diğer Avrupa topraklarına da yayıldı. Sonuçları Avrupa’da skolastik düşünce yıkılmaya başladı. İslam dünyasında zaten skolastizm söz konusu değildi. Resim, mimarlık ve heykeltıraşlık alanlarında ilerlemeler oldu. Bilim ve gözleme dayanan pozitif düşünce kuvvet kazandı ve araştırıcı bakış, keşifleri doğurdu. Coğrafi keşiflerle Avrupa zenginleşti ve ilerledi. İlerleme teknolojik, siyasi, sosyal alanlarda tesirini gösterdi. Böylece sanayi toplumuna geçiş başlamış oldu. Görülüyor ki, Rönesans ve reform hareketleri, Avrupa ile İslam dünyası veya Osmanlı Devleti arasındaki farkı kapatma yolunda önemli adımlardır. TÜRKLER VE HAÇLI SEFERLERİ Haçlı Seferleri (490-669/1096-1270) yaklaşık iki yüz yıl sürdü. Bu seferler İslam ve dünya tarihine etkileri açısından, dünya tarihinin en önemli olaylarından sayılır. Haçlı Seferlerinin Sebepleri Hıristiyan Batı, asıl sebebin dinî olduğunu söylerler. Aslında haçlı seferlerinin asıl sebebi, içinde din de olmakla beraber siyasi, sosyal ve ekonomiktir. Haçlı seferlerinin diğer bir önemli nedeni de Müslüman Türklerdir. Selçuklular Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 12 İslam Medeniyetinde Türkler 464/1071’de Anadolu kapılarını İslam’a açmıştı. 467/1074’te Anadolu Selçuklu Devleti’ni kurup başkent olarak İznik’i seçmişlerdi. Haçlı Seferleri Birinci Haçlı Seferi (490-493/1096-1099): İlk Haçlı seferi, en önemlisi ve Avrupalılar açısından en kesin sonuç alınanıdır. Bu sefer iki dalga halinde Anadolu Selçukluları üzerine geldi. Birinci dalga yoksul ve maceraperestlerin dalgasıydı. Bunların sayısı 500 binle bir milyon arasında tahmin edilmektedir. Bunlar Türklere karşı Ortodokslara yardım için yola çıkmışlardı. Seferin başlangıcında intikam düşüncesi Avrupa’da Musevilere karşı bir soykırım olarak tezahür etti. Fransa’da alevlenen Yahudi düşmanlığı yayıldı. Hıristiyanlığı kabul etmeyen Yahudiler öldürüldü. I. Kılıç Arslan (479-501/1086-1107) ilk dalga olarak gelen bu kalabalık sürüyü Anadolu’da imha etti. Ancak ertesi yıl, ikinci dalga Haçlı askerleri Anadolu’ya geçtiler. I. Kılıç Arslan Haçlılara karşı gerilla savaşını tercih etti. Haçlılar Antakya’ya doğru yol alırken, en az 500.000 asker kaybetmişlerdi. Haçlı kuvvetleri yolları üzerindeki Antakya ve Suriye’deki Maarratu’n-Numan kentini işgal ettiler ve her iki şehirde 200.000’den fazla sivil Müslümanı kılıçtan geçirdiler. Kudüs o zamanlar güçsüz Fatımilerin (298-567/910-1171) elindeydi ve Haçlılar bu zayıf savunmayı aşarak 15 Temmuz 1099’da 40 bin askerle şehre girdiler. Kudüs’te de 70.000 sivil Müslüman’ı kılıçtan geçirdiler. Ren nehri kıyılarında 100.000 Yahudi’yi katledenler, Antakya ve Maarratu’n-Nu’man vahşetinden sonra, Kudüs’te de aynısını yaptılar. İlk haçlı seferinden sonra Urfa, Antakya ve Kudüs gibi şehirlerde Hıristiyan kontluklar ve krallıklar kuruldu. İkinci Haçlı Seferi (542-544/1147-1149): Urfa Kontluğu’nun 24 Aralık 1144’te Türkler, yani Musul Atabeği Nurettin Zengi tarafından fethi, İkinci Haçlı Seferi’ne sebep oldu. Ren bölgesinde Yahudi kıyımı başladı. Fransa Kralı VII. Lui ve Almanya Kralı III. Konrad sefere ikna edildi. 10 Eylül 1147’te Bizans topraklarına ulaşan 75.000 kişilik Alman ordusu Anadolu’ya geçirildi. Sultan I. Mesud (510-550/1116-1155) Konya Ovasında 25 Ekim 1147’de Haçlılara karşı koydu. İki ordu arasında birkaç kez meydan savaşı ve ayrıca çarpışmalar oldu. Sonuçta I. Mesut, III. Konrad’ın ordusunun neredeyse tamamına yakınını imha etti. III. Konrad, Türklere esirler, ganimetler ve ağırlıklarını bırakarak geriye, İznik’e doğru kaçmaya başladı. VII. Lui ise, 4 Ekim 1147’de İstanbul’a ulaştı. O da 150.000 askerle gelmişti. Lui ve Konrad, Balıkesir-Bergama ve İzmir üzerinden Efes’e geldiler. Sağlığı bozulan Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 13 İslam Medeniyetinde Türkler Konrad buradan İstanbul’a döndü. Sonra 543/1148’de, İstanbul’dan bir Bizans filosuyla Akdeniz’e açıldı ve Akka Limanında karaya çıktı. Fransızlara gelince, I. Mesud’un hücumları karşısında korkunç kayıplar veren VII. Lui’nin ordusu Antalya’ya sığındı. Askerlerin en az üçte ikisi kaybedilmişti. VII. Lui buradan atlı askerilerini alıp deniz yoluyla Antakya’ya gitti. Yayalar çaresiz orada bırakıldı. İkinci Haçlı Seferi sırasında Anadolu haçlı esirlerle doldu. 3000 kadar haçlı askeri Müslüman oldu. İkinci Haçlı Seferi iki kralın tam bir bozgunuydu. III. Konrad, 544/1149 baharında Suriye’den ülkesine döndü. VII. Lui ise 1149 başına kadar Filistin’de kaldı. Üçüncü Haçlı Seferi (585-588/1189-1192): “Üç Kral Seferi” diye de anılır. Çünkü bu sefere, Almanya imparatoru Friedrich Barbarossa, Fransa Kralı Filip Agust ve İngiltere kralı Aslan Yürekli Rişar katılmıştı. Seferin sebebi, Selahaddin Eyyubi’nin Hattîn (Hıttîn) savaşında haçlıları imhası ve Kudüs’ü geri almasıdır. Selahaddin Eyyubi, Zengilerin topraklarını fethetti ve büyük ekseriyeti Türk olan ordusunu kendi hizmetine aldı. Kısa zamanda, Haçlıların elinde olan kısımları, Yemen, Hicaz, Suriye ve Lübnan’ı, El-Cezire, Basra, Bingazi, Diyarbakır ve Nubya gibi yerleri de sınırları içine kattı. 5 Temmuz 1187’de bir Cuma günü Filistin’in Taberiye bölgesinde Hıttîn/Hattîn köyü yakınında büyük bir haçlı ordusunu yakaladı ve yok etti. Bu zaferin ardından Haçlıların elinde olan önemli Haçlı üsleri, Taberiye, Akka, Nablus, Yafa, Seyda, Gazze, Beyrut, Askalan gibi yerler de fethedildi. Selahaddin Eyyubi 20 Eylülde Kudüs’ü kuşattı. 2 Ekim 1187’de (27 Recep 583) bir Miraç günü Kudüs’e girdi. Böylece Kudüs 88 yıl sonra Müslümanların eline geçiyordu. Haçlılar Kudüs’e girdiklerinde 70.000 Müslüman katletmişken, Selahaddin Eyyubi tek Hıristiyan’a dahi dokunmadı. Bu durum, Orta Çağ Batısı anlayışında akıl alacak şey değildi. Üçüncü Haçlı Seferi için yola çıkan Alman Kralı Barbarossa ordusuyla 10 Haziran 1190’da Silifke Ovasına ulaştı. Silifke Çayını geçerken boğulunca ordusu dağıldı. Fransa kralı Filip ve Aslan Yürekli Rişar ise, deniz yoluyla Akka’ya geldiler ve orayı kuşattılar. Burası Eyyubi Devleti elinde olan önemli bir kale ve sahil şehriydi. Selahaddin Eyyubi iki yıl karadan ve denizden kuşatılan Akka’yı antlaşma ile Haçlılara teslim etmek zorunda kaldı. Diğer Haçlı Seferleri: Bundan sonra Hıristiyan Batı Dördüncü Haçlı Seferi’nden (599-601/1202-1204) sonra sırayla, 614/1217, 618/1221, 626/1228, Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 14 İslam Medeniyetinde Türkler 646/1248, 669/1270 tarihlerinde beş haçlı seferi daha düzenledi. Bunlar tarihî açıdan çok önemli seferler sayılmaz. Yalnız VI. Haçlı Seferinde Kudüs sulh yoluyla Haçlılara verilmişti (17 Mart, 1230). Osmanlılara Karşı Düzenlenen Haçlı Seferleri Hepsi de Osmanlıların zaferiyle sonuçlanan bu savaşlar şunlardır: 1. Sırp Sındığı (766/1364), 2. Çirmen (773/1371), 3. Birinci Kosova (792/1389), 4. Niğbolu (799/1396), 5. Varna (848/1444) ve 6. İkinci Kosova (852/1448) zaferleridir. Bu seferlere de “Haçlı Seferleri” denir. Klasik Haçlı Seferleri dışında ele alınırlar. Bunlar din savaşlarından çok, politik seferlerdir. Haçlı Seferlerinin Sonuçları 1. Batıda senyörlerin (soylular) etkileri azaldı ve kralların nüfuzu güçlendi. 2. Haçlı seferleri yerine, misyonerlik faaliyetleri başlattılar. 3. Kıyafetler, Kumaşlar ve ev Eşyaları: Kültürel tesirler açısından Haçlılar Doğu âdetlerine alıştılar. Dar ve sıkıcı Batı kıyafetleri yerine, geniş Müslüman kıyafetlerini giydiler. Ev döşemeleri ve eşyaları konusunda Avrupa’da ciddi değişiklikler oldu. 4. Cam, seramik ve Emaye: Haçlı seferleri sırasında Avrupa cam ayna ile tanıştı. Renkli cam pencereler (vitraylar) Doğudan alındı. Cam ev eşyaları ve sanayii Avrupa’ya götürüldü. Seramik, gümüş, emaye ve altın gibi imalat sanayi dallarında İslam dünyasında üretilenler, Avrupa’ya örnek oldular. 5. Doğu Yemekleri ve Yiyecekler: Haçlı seferleri sırasında Batılılar, Doğu yemeklerini öğrendiler. Bilmedikleri sebze, bitki ve meyve tohumlarını ülkelerine götürdüler ve yetiştirdiler. Kavun, karpuz, kayısı, soğan, sarımsak, limon gibi bitkileri Batıya taşıdılar. Susam, keçiboynuzu da bunlar arasındadır. Şeker kamışı ve şekeri de Müslümanlardan aldılar. Şekerli şuruplar yapmayı öğrendiler. Şekerle birlikte farklı şekerlemeler yapma ve imalini de öğrenmiş oldular. 6. Su Çarkları ve Pusula: Su çarkları da Haçlı Seferleriyle birlikte Avrupa’ya götürüldü. Pusula, V/XI. yüzyılda gemicilikte Müslümanlarca kullanılsa da, bir sır olarak yabancılardan saklanıyordu. Nasılsa Avrupa’da pusulayı ilk kullanan gemiciler İtalyanlar oldu. 7. Askerlik Sanatında: Haçlılar Seferleri sırasında askerlik sanatı alanında özellikle Türklerden etkilendiler. Kale kuşatmalarında da bir takım yenilikler öğrendiler. Yeraltında lağımlar/tüneller kazmak ve buralara barut yerleştirip kale duvarlarını uçurmak, tünellerle düşman siperlerine yaklaşmak, mancınık kullanmak, demir başlıklı şahmerdanlarla kale kapılarını dövüp açmaya zorlamak bunlar arasındadır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 15 İslam Medeniyetinde Türkler 8. Edebiyat Sahasında: Haçlılardan bir kısmı Arapçayı öğrendiler. “Kelile ve Dimne” ve “Elfu Leyle ve’Leyle= Binbir Gece Masalları” gibi kitapları Avrupa’ya götürdüler. Bu arada, Arapça, Türkçe ve diğer dillerden Avrupa’ya birçok kelime ve terim geçti. Haçlı seferleriyle Arapçadan Batı dillerine tercümeler yapıldı. Seferlerle ilgili kitaplar ve hatıralar yazıldı. Böylece Haçlılar, edebiyat alanında farklı bir dünya ile tanıştılar. Doğu İslam kültürünü ve onun kimi unsurlarını aldılar. Haçlı seferlerinin başka önemli sonuçları da oldu. MOĞOL İSTİLASI VE TÜRKLER İslam dünyası, İslam tarihi boyunca üç önemli dış saldırı ve tehdide hedef oldu. Bunlardan birincisi klasik Haçlı Seferleridir (490-669/1096-1270). Bu saldırılara karşı İslam dünyasını güçlü Müslüman Türk ordusuna sahip olan Anadolu Selçukluları ve Selahaddin Eyyubi korudular. İkinci dış saldırı ise; İslam ve Müslüman Türk ülkelerine yönelik “Moğol İstilası”dır. 550/1155’te Moğolistan’da dünyaya gelen ve asıl adı Temuçin olan Cengiz Han (Temoçin), önce Çin’i fethetmeye koyuldu. 612/1215 yılında Pekin’i (Hanbalık) alarak Kuzey Çin Devleti’ne son verdi. Ardından Cengiz Han, Harzemşahlar Devleti’ne (552-629/1157-1231) saldırdı. 617/1220 yılında Otrar, Buhara, Semerkant, Gürgenç alınarak tahrip edildi. Cengiz’e karşı ülkeyi şehir şehir savunan Harzemşahlar hükümdarı Alaeddin Muhammed (597-617/1200-1220) ve yerine geçen oğlu Celaleddin Harzemşah (617-629/1220-1231) da, Cengiz ordularının bu istila selini durduramadılar. 629/1231’de Celaleddin Harzemşah’ın ölümüyle Harzemşahlar Devleti sona erdi. Moğollar 641/1243 yılında Anadolu Selçuklu topraklarına girdiler. Anadolu Selçuklu hükümdarı II. Gıyaseddin (635-644/1237- 1246) öncü kuvvetleri Sivas’ın doğusunda yapılan Kösedağ savaşında yenildiği için, Baycu Noyan komutasındaki Moğollarla savaşmayı göze alamadı. Bir Moğol komutanı olan Hülagu, yanındaki Şii âlim Nasiruddin Tusi’nin de teşvikiyle, 200.000 kişiyle İslam Sünni hilafetinin başkenti Bağdat üzerine yürüyüp, 656/1258 yılında Bağdat’ı aldı. Böylece beş yüz yıldır yaşayan Abbasi Devletine (133-656/750-1258), son vermiş oldu. Bağdat’ın düşüşüyle, 800.000 Müslüman’ın öldürüldüğünü kaynaklar haber vermektedir. Bağdat’ın düşüşüyle Sünni Bağdat Hilafeti dönemi sona erdi. Abbasi Devleti’nin 37 halifesi Bağdat’ta 508 yıl hüküm sürmüşlerdir. Türk Memluk Sultanı Baybars’ın (659-676/1260-1277) girişimi ile 660/1261’de Abbasi Hilafetinin Kahire dönemi başladı. 660-922/1261-1516 yılları arasında 225 yıl daha Kahire’de halifelik devam etti. Tüm Abbasi Hilafeti süresi, 766 yıl, yedi ay beş gündür. Yavuz Sultan Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 16 İslam Medeniyetinde Türkler Selim 922/1516’da kendi halifeliğini ilan etti. Böylece halifelik Araplardan Türklere, yani Abbasilerden Osmanlılara geçmiş oldu. Moğol orduları ilk kez, IV. Rükneddin Kılıç Arslan döneminde, Anadolu’da mağlubiyeti tattılar. Memluk hükümdarı Baybars da ikinci olarak (659-676/12601277) Elbistan yakınlarındaki bir savaşta Moğol ordusunu yendi. 679/1280’de Garp Moğolları (İlhanlılar) tarafından Memluk topraklarına yöneltilen çok ciddi istila teşebbüsü, Memluk Sultanı Melik Nasır tarafından durduruldu ve Moğollar yenildiler. Ancak Memluk ordusu 23 Aralık 1299 günü Humus kenti önünde Moğol ordusuyla yaptığı savaşı kaybetti ve kılıçtan geçirildi. Ancak üç yıl sonra Gâzan Mahmud Han (695-708/1295-1308), yeni bir Moğol (İlhanlı) ordusuyla Mercu’s- Suffer mevkiinde Memluk ordusuna yenildi. Türk Memluk orduları böylece, İslam’ın ilk senelerinden itibaren başlatılan fütuhat hareketinden beri İslam’ın karşılaştığı en büyük tehlikeyi, yani Moğolları dört defa savaş meydanlarında mağlup etmek suretiyle savuşturmuş oldular.” (Hitti 1980: IV, 1100) İlhanlı Devleti (656-745/1258-1344) de, 695/1295 yılında resmen Müslümanlığı kabul etti. İlhanlıların dokuz hanından dördü Müslüman’dır. İlhanlı Devleti Müslümanlığı Gâzan Mahmud Han ile başlar. SÖMÜRGECİLİK Müslümanlar V/XI. yüzyıldan beri gemilerde pusulayı kullanmakta ve bunu düşmanlarından bir sır gibi saklamaktaydılar. İtalyan asıllı gemiciler, denizciler için çok önemli olan bu aleti ele geçirdiler ve Batıda pusulayı ilk kullananlar oldular. Pusula, barut, usturlap ve top sömürge faaliyetlerinin başlama ve yayılmasında çok işe yaradı. Vasko dö Gama’nın, 904/1498’de Ümit Burnu’nu dolaşarak Hindistan’a ulaşması ve 913/1507 yılında Amerika’nın keşfi Macellan’ın ilk kez dünya çevresini dolaşması gibi önemli olaylar sömürgeciliği doğurmuştu. Batılılar keşfettikleri yerleri genelde kanlı şekilde istila ettiler. O ülkelerin gerçek sahiplerini acımasızca ve kan dökerek yok ettiler. Coğrafi keşiflerle Avrupa dilleri ve Hıristiyanlık zorla istila edilen yerlerde yayıldı. Coğrafi keşifler sonrası Memluklular ve Osmanlılar; Hint Okyanusunda Batılılarla hâkimiyet mücadelesine başladılarsa da bunda başarılı olamadılar. Teknolojik Gelişmeler, Ticaret ve Sanayileşme Teknik Gelişmeler ve Ticaret: Rönesans hareketi Avrupa’da bilim ve sanatı ilerletti. Ama bu konuda asıl XIII/XIX. yüzyılda büyük ilerlemeler oldu ve Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 17 İslam Medeniyetinde Türkler makineleşme başladı. Buharlı gemiler ve trenler yapıldı. Elektrikle aydınlatma yolunu açın ampul keşfedildi. Buharlı makineler, ticareti geliştirdi. Pazarlanan malın çokluğu üretimi arttırdı. Akdeniz dünya ticaretindeki eski önemini kaybetti. Ayrıca Avrupa ve Amerika’da el tezgâhlarının yerini fabrikalar aldı. Petrol en önemli hammaddeye dönüştü. Osmanlılar ve İslam ülkeleri, okyanuslara açılamadıkları ve teknolojide çağa ayak uyduramadıklar için, bu ticari rekabetin dışında kaldılar. Teknik ve ilmî gelişmeler, “Sanayi İnkılabı”na sebep olmuştu. Artık insan ve hayvan gücünün yerini makine gücü aldı. Bu hâl insanlık tarihinin hiçbir çağında yaşanmamıştı. Sanayi İnkılabı, XII/XVIII. yüzyılın ikinci yarısında başlayıp devam ederek XIII/XIX. yüzyıla damgasını vurdu. Buhar makinesi dokuma sanayine uyarlandı. XIII/XIX. yüzyılın ortalarına doğru, suni gübreleme keşfedildi. XIII/XIX. yüzyılın son çeyreğinde sanayi alanına elektrik enerjisi girince, yeni bir dönemin ve çağın kapısını açtı. Benzinli motorla otomobil, sanayide en ön sırada yerini aldı. Derken elektrik ve motor gücü yerine, atom reaktörleri geldi. Ayrıca silah sanayi de gelişti. Sömürgecilik ve Sömürgeci Devletler: Aslında sömürgecilik coğrafi keşiflerle başlamıştı. Artık fabrikalarda bolca üretilen mallar için hammadde ve büyük pazarlar gerekiyordu. Sömürgecilik, Osmanlı Devleti sınırları içinde isyan hareketleri de başlattı. Nerede petrol varsa orada isyanlar olmaya baş gösterdi. Bir şarkiyatçı olan Massignon sömürgecilerin yaptıklarını şöyle anlatır: “Onların her şeylerini tahrip ettik. Felsefeleri (zihniyetleri), dinleri mahvoldu. Artık bir şeye inanmıyorlar. Derin bir boşluğa düştüler. Anarşi için uygun hâle geldiler.” (Özbek vdd. 1995: 109) Sömürgeci devletlerin başında İngiltere bulunuyordu. Fransa, Almanya, Rusya ve İtalya da sömürgeci devletlerdendi. Bu devletler İslam dünyasından, Orta Asya’dan, Amerika kıtasından, Afrika’dan ve Hindistan’dan ve başka yerlerden; verimli ve zengin toprakları sömürgeleri yaptılar ve paylaştılar. Türkler ve onların temsil ettikleri Osmanlı Devleti, son acımasız dış saldırı olan sömürgecilik karşısında, Hıristiyan devletlere karşı başarı gösteremedi. Devlet, 1271/1854 yılında ilk dış borçlanmayı yaptı. TÜRK VE OSMANLI KÜLTÜRÜNÜN KARAKTERİ Türk ve Osmanlı kültürü, farklı kültürlerin bir araya gelip birbirine karışmasından doğan bir terkiptir. İslam Türklerde zaten var olan savaş ve fetih istidadına dinî bir maya katmış, onu İslam’la aşılayıp, onlara cihad ve gaza emrini tebliğ etmiştir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 18 İslam Medeniyetinde Türkler Türk ve Osmanlı kültürünün özelliklerini şu şekilde sıralamak istiyoruz: 1. Türkler IV/X. yüzyıl başlarında İslam kültür dünyasına girdiler, İslamlaştıkları gibi, “Kuran’ın Alfabesi” olarak gördükleri Arap alfabesini ve Hicri takvimi de benimsediler. 2. Bütün Müslüman Türk devletleri şer’î hukukla yönetildiler. 3. Devletin tebaası ayrı akide, dil ve inanışlara sahip olabiliyordu. 4. Türk İslam devletleri, emperyalist değildiler. Gayrimüslim tebaanın dinlerini ve dillerini Batılı devletlerin yaptıkları gibi zorla değiştirmediler. 5. Osmanlılar, İslam Türk Devletleri içinde en uzun ömürlüsü oldular. 620 yıldan fazla hüküm sürdüler. 6. Yavuz Sultan Selim’le birlikte (918-927/1512-1520), halifelik Türklere geçti. 7. Diğer İslam devletlerinde olduğu gibi, Türk hükümdarlar da yetkilerini dinden ve Allah’tan aldılar. Osmanlı halifeleri de Allah’ın emirlerini yeryüzünde gerçekleştiren “Zıllullâhi filarz = Yeryüzünde Allah’ın Gölgesi” kabul edildiler. 8. İlk Halife Hz. Ebu Bekir (11-13/632-634) örneğine uygun olarak, padişahlara ve halifelere biat edilir, yani kesin söz verilirdi. Padişahların hutbe, sikke (para basma) sancak, çetr ve tuğra gibi alâmetleri bulunuyordu. OSMANLILAR VE HİLAFET Bağdat Hilafet döneminin Hülagu tarafından 657/1258’de sona erdirilmesinden sonra, Memluklu Sultanı Baybars Sünni Hilafeti Kahire’de yeniden başlattı. Böylece II. el-Mustansır, 9 Haziran 1261’de Kahire’de Hilafet makamına geçti. Hilafet, Moğollara karşı Türklerin korumasına alınıyordu. Mısır’ın Osmanlı Devleti’ne katılması ile “ittihâd-ı İslam = İslam birliği” tesis edilmiş oldu. Bundan sonra Osmanlılar Batıya karşı daha güçlü ve güvenli olacaklardı. Osmanlı hükümdarları halifelikle ilgili imtiyaz ve hakları kullanmaya Yavuz Sultan Selim ile birlikte başladılar. 11/632’de başlayan hilafet, devleti, Peygamber izinde, onun gösterdiği çizgiler ve şer’î kurallar doğrultusunda yönetmeyi amaçlıyordu. Bu açıdan 766 yıl sonra, Türklere geçen bu görev, İslam’ın kahraman ordusu Türklere, Osmanlı Türklerine büyük bir şeref bahşediyordu. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 19 İslam Medeniyetinde Türkler HUKUK Diğer İslam devletlerinde olduğu gibi bütün Müslüman Türk devletlerinde de İslam’a dayalı “şer’î hukuk” uygulanmıştır. Bazı tarihçiler “hakânî” ve “sultanî” de denen “örfî hukuk”un, şer’î hukuk olmadığını iddia etseler de, örfî hukuk, şer’î hukuk içinde yer alırdı ve ona uygundu. Özellikle Hanefî mezhebinin istihsan müessesesi, yöneticiye ve devlete bu tür kanunlar koyma yetkisi vermekteydi. İran’da kurulan Safeviler ve Kaçarlar hariç, Türklerin neredeyse tamamı ve İslam’ı Türklerle tanıyan Arnavut, Çerkez, Boşnak gibi kavimler, İslam hukuku açısından Hanefî idiler. Müslüman Türk devletlerinde, gayrimüslimler, “zimmî, kâfir, gayrimüslim” gibi sıfatlarla anıldıkları gibi, Musevi, Yahudi, Hıristiyan gibi adlandırmalar da alıyorlardı. Müslüman Türk devletleri içinde yaşayan gayrimüslimlere şer’î hukuka uygun olarak; zimmî hukuku da uygulanırdı. Onlar, davalarını dinlerinin gereği üzere kilise mahkemelerine götürürler, yani ihtilaf ve problemlerini kendi şeriatlerine (hukuklarına) göre hallederlerdi. TÜRK DEVLETLERİNDE EĞİTİM ÖĞRETİM Osmanlı Öncesinde Eğitim ve Öğretim Karahanlılar devrinde (226-608/840-1211) medreseleri görmekteyiz. O dönemde Kaşgar’da çok âlim yetişmiş, İslamî ilimlerde önemli gelişmeler kaydedilmiştir. Yusuf Has Hacip 462-463/1069-1070 yılında “Kutadgu Bilig” adlı eserini yazdı. “Dîvânu Lugâti’t-Türk”, 466-470/1073-1077 yılında Kaşgarlı Mahmud tarafından Bağdat’ta yazıldı ve Halife Muktedi’ye (464-491/1071-1097) sunuldu. Birçok şehirde, birer eğitim öğretim kurumu fonksiyonu da üstlenen camiler, medreseler ve ribatlar inşa edildi. Gazneliler döneminde (352-583/963-1187) de ilim ve kültür hayatı canlıydı. Gazneli Mahmut, başkent Gazne’de büyük bir akademi kurdu. Harzemşahlar döneminde (552-629/1157-1231) de Semerkant, Buhara, Merv ve Gürgenç gibi şehirler, Horasan ve Harzem şehirleri kütüphane, medreseler ve vakıflarla birer ilim merkezi durumuna geldiler. Selçuklular döneminde medreselerin yaygınlaşması, eğitim öğretim bakımından çok önemli bir gelişme kabul edilir. İlk Selçuklu medresesi, Tuğrul Bey (432-457/1040-1064) zamanında Nişabur’da kurulmuştu. Ama diğer bölgelerde olduğu gibi Selçuklu topraklarında da önceden devam eden geleneksel eğitimi sürdüren başka eğitim kurumları vardı. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 20 İslam Medeniyetinde Türkler “Ders yeri” anlamına gelen “medrese”, Selçuklu kurumlarının devamı olarak Osmanlılara da geçti ve medrese kurumu Osmanlılarda zirvesine ulaştı. Osmanlılarda Eğitim öğretim Mekteb-i Sıbyan: Osmanlılarda medrese konusuna girmeden önce, “çocuklar okulu” anlamına gelen mekteb-i sıbyanlardan söz etmek gerekir. Sıbyan mekteplerinde, “hoca” veya “muallim” denen öğretmenleri o mahalle halkı belirler, bunların maaşları vakfı yapanın isteği doğrultusunda, okulun vakıflarından karşılanırdı. Çocuklar 4- 6 yaşlarında “mahalle mektepleri” de denilen bu okullara başlarlar, genelde dört yıllık olan bu okullarda eğitimlerini alırlardı. Osmanlı Medreseleri: Osmanlılar döneminde orta ve yükseköğrenimle meşgul olan eğitim öğretim kurumlarına “medrese” deniyordu. Bu kurumların profesörleri “müderris”, doçentleri “muîd”, asistanları “danişmend=ilim sahibi”, talebeler ise “softa (suhte) veya tâlib” unvanlarıyla anılırdı. Osmanlılar zamanında hemen her şehirde ortaöğretim kurumu olan medreseler de bulunuyordu. Fatih, İstanbul’da “Sahn-ı Seman= Sekiz Sahn” diye anılan Fatih Medresesini kurunca, Mısır ve diğer memleketlere öğrenci gidişi azaldı. XVI. yüzyıl ortalarında Kanuni, İstanbul’da Süleymaniye Medresesini açınca, Osmanlı Devleti İslam Dünyasında en üstün seviyede eğitim veren kurumlara sahip oldu. Medrese öğreniminde sınıf geçme değil, ders geçme sistemi vardı. Yüksek kısma geçen softa (tâlib); tıp, riyaziyat, heyet (astronomi), göz hekimliği, fıkıh ve ferâiz (İslam hukukuna göre miras bölme ilmi), felsefe, kelam, tefsir ve hadis gibi bir alan seçer ve bundan imtihan verip ”rüûs” (resmî diploma) alırdı. Medrese müderrisleri ve kadılar (hâkimler), belli kriterler esas alınarak medreselerden yetiştirilirdi. İslam ve Türk-İslam devlet kültüründe, camiler ve mescitler de dinî kültürün geleceğe aktarıldığı mekânlardı. Camilerde ders halkası oluşturmak geleneği de bulunmaktaydı. Tasavvuf ve Tarikatlar “Tarikat” “yol” demektir. Bu yola Allah’a yönelmek ve ulaşmak için çıkılır. Tarikata girene de “mürit” (irade eden, kararını veren), “derviş” veya “sofi” denir. İslam’ın ilk dönemlerinde tarikatlar mevcut olmamakla birlikte, bazı konularda farklı anlayış ve yorumlar vardı. Bu farklılıklar daha sonraki dönemlerde tesis edilecek tarikatların hareket noktalarını oluşturdular. İslam’da tarikatlar, Kur’an ve sünnete dayanırlar. Genelde tarikatlar birer yol ve yöneliş olarak büyük âlimler tarafından kurulmuştur. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 21 İslam Medeniyetinde Türkler Aslında yalnız İslam dininde değil, her dinde mezhepler ve tarikatlar vardır. Esasen dinlerde farklı mezhep ve tarikatların ortaya çıkması, sosyal ve psikolojik ihtiyaçlara dayanmaktadır. Bunlar bir bakıma, dinlerin değişen zamana ve ihtiyaçlarına göre yeniden yorumlanmasıdır. Müslüman Türkler içinde tarikatlar, IV/X. yüzyıldan beri İslami kültürü aktarma, halkı eğitme ve onlara umut verme bakımından önemli bir boşluğu doldurmuşlar, büyük düşünce ve sanat adamları yetiştirmişlerdir. Osmanlı padişahlarının çoğu ve yüksek tabakaya mensup halk, Mevlevî Tarikatına mensuptu. Mevlânâ öncelikle bir İslam âlimi ve fakihti. Tarikatta “büyük, önder, âlim” anlamı yüklenen şeyh esastır. Tekkesinde oturur. Büyük tekkelere “dergâh” denir. Şeyhler ve derviş-gaziler (alperenler) savaşlara da katılırlardı. Osmanlılar medrese-tekke, ulema-şeyh dengesini kurmuşlardı. Evliya Çelebi, 1050/1640’ta İstanbul’da 557 tekke ve 22.000 de dervişlerin yaşadığı “hücreler (oda ev)” olduğunu tespit etmiştir. VAKIFLAR İslam medeniyetinin gelişip büyümesinde, vakıfların değeri ve etkisi büyüktür. İslam medeniyetine “vakıf medeniyeti” denilse yeridir. Vakıfların ilk örnekleri Hz. Peygamber döneminde (622-632) görülür. Hz. Peygamber bu konuyu teşvik eden bir sözlerinde şöyle buyurmuştu. “İnsan ölünce üç şey hariç (iyi) ameli kesilir: Sadaka-ı câriye, kendisinden faydalanılan ilim ve kendisi için dua eden salih (iyi, dindar) çocuk.” (Nevevi 1989: 379) Vakıf, sırf Allah rızası için hayır işlerine tahsis edilen bina, para, arazi, mal, dükkân gibi şeylerle kurulurdu. Daha önceki İslam ve Türk devletlerinde olduğu gibi, Osmanlı Türklerinde de vakıflar önemliydi. Ne kadar cami, mektep, medrese, çeşme, kütüphane, kuyular, imaret (öğrencilere ve fakirlere yemek yediren kurum), hastane, kervansaray vb. varsa hepsi vakıflarıyla ayaktaydı. Tanzimatla (2 Kasım 1839) birlikte, vakıfların daha düzgün yönetilmesi ve daha verimli olması için, “Evkaf Nezareti = Vakıflar Bakanlığı” kuruldu. Osmanlının gerileme sürecinde fethedilen yerler kaybedildikçe vakıfların gelirleri azaldı, vakıf eserleri verimini kaybetmeye başladı. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 22 İslam Medeniyetinde Türkler TÜRKLERİN İSLAM’LA KAZANDIKLARI VE İSLAM’A KAZANDIRDIKLARI Türkler topyekûn Müslüman olmakla, kendileri içlerinde ve diğer İslam milletleriyle kültür birliğini kazanmış oldular. Diğer yandan İslamiyet de, kültür ve medeniyetine asırlarca hizmet edecek enerjik ve güçlü bir millet kazanmış oldu. 1. Abbasiler ve diğer İslam devletlerinde, askerlik ve bürokraside etkili oldular ve önemli hizmetler yaptılar. 2. Ayrıca, güçlü ve İslam’a ve yayılmasına hizmet eden büyük Türk-İslam devletleri kurdular: Volga Bulgarları, Karahanlılar, Gazneliler, Selçuklular ve Osmanlılar gibi. 3. Türkler gerileme yoluna girmiş İslam tarihi ve kültürüne yeni bir enerji ve atılım getirdiler. İlk fetih harekâtı sonrası, uzun süren yeni bir fetih harekâtına başladılar. 4. Türkler devletleriyle, İslam dünyasının lideri ve yöneticisi oldular. İslam dünyasının “Müslüman Arap devri” liderliği (622-1055) 450 yıl kadar sürmüştü.Selçuklu Devleti ordularının 447/1055’te Bağdat’a girmesiyle “İslam tarihi ve medeniyetinde Türk devri” başlatılabilir. Bu dönem 1339/1920’lere kadar sürecektir. 5. Türkler, Müslüman olduktan sonra, Türk milletini açık denizlere ulaştırdılar. 6. Türk İslam devletleri İpek Yolu ve Baharat Yolu gibi ticaret yollarına hâkim oldular. Böylece İslam dünyası zenginleşmesi ve ilerlemesini yüz yıllarca sürdürdü. 7. Türklerin Müslüman olması, “fethedilemez” denilen İstanbul’un fethine de sebep oldu. Rumeli ve Balkanlar asırlarca İslam yurdu hüviyetini korudu. 8. Türkler öncelikle Gazneli ve Selçuklu devletleriyle Sünni İslam dünyasının sembolü olan Abbasi hilafetini Şiiliğe karşı koruma altına aldıkları gibi, 657/1258’den sonra da hilafete sahip çıktılar. 1516’da hilafet, Osmanlılara geçti. Böylece 634’te başlayan “Arap halifeler dönemi” 922/1516’da sona erdi ve “Türk halifeler dönemi” başlamış oldu. Arap halifeler dönemi 872 yıl, Osmanlı halifeleri dönemi ise (922-1343/1516-1924) 408 yıl sürdü. 9. Türkler, Haçlılara karşı İslam’ı ve Müslümanları korudular. Haçlı Seferleri sırasında Müslüman Türkler ve Türk orduları, İslam dünyası için bir kale, zırh ve kalkan oldular. 10. 765/1363’te Sırp Sındığı Savaşıyla başlayan altı büyük savaş da, Osmanlılara karşı girişilen birer Haçlı Seferleriydi. Bu savaşlarda Batılılar, Osmanlılara sürekli yenildiler. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 23 İslam Medeniyetinde Türkler 11. Uygulamaya yönelik ve gerçekçi olan İslamî değerler; diğer Müslüman milletlere yaptığı gibi, Müslüman Türklere de yeni bir can, hayat ve ruh vermiştir. Böylece Türkler, “Ey inananlar, sizler size hayat verecek şeylere çağırdığı zaman Allah’a ve Resulüne icabet edin” (Enfal/8: 24) ayetine mazhar olmuşlardı. 12. Türkler tarihlerinin en değerli mefharetlerini, en büyük zirvelerini, en gelişmiş ve güçlü devirlerini, İslam olduktan sonra iktisap ettiler. Bu açıdan; X/XVI. yüzyıl “Türk Asrı/Devri” olmuştur. 13. Türkler Müslüman olduktan sonra büyük cihangirler (cihan açan, cihan fetheden) yetiştirdiler. 14. Müslüman Türkler, büyük çoğunlukla Sünni İslam’ı benimsediler, korudular ve dört Sünni mezhepten Hanefilik üzere oldular. 15. İslam Dünyası için büyük tehlikeler oluşturan Haçlı Seferleri, Moğol İstilası ve bir de Rafizî tehditlerine karşı, bir kale, zırh ve set oldular. 16. Müslüman Türkler, gayrimüslim Türklerin Müslüman olmasına sebep oldukları gibi, Orta Asya’dan, Hindistan kıtasından, Afrika’dan ve Balkanlardan farklı milletlerin de İslamlaşmasına vesile oldular. 17. Dört Halife, Emeviler ve Abbasilerden sonra (13-656/634-1258) Orta Doğu’da, Anadolu, Balkanlar ve Afrika’da “İslam Birliği”ni kurdular. 18. Müslüman Türkler, bazı Kur’an ayetleri ve hadislerin müjde ve muhtevalarına mazhar olma şerefine de eriştiler. Öncelikle Maide Suresi 54. ayetindeki müjdeye dâhil oldular (Yazır 1979: III,1720 vd.). Bu ayet-i kerime şöyledir: “Ey bütün iman edenler! İçinizden kim dininden dönerse bilsin: Allah onun yerine öyle bir kavim getirecek ki, Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler, onlar müminlere karşı zilletli (merhametli), kâfirlere karşı izzetli (başları yukarıdadırlar), ayrıca Allah yolunda mücahede ederler ve (onun yolunda) kınayanın kınamasından korkmazlar. İşte bu Allah’ın fazlıdır, onu dilediğine verir ve Allah Vâsi’dir, her şeyi bilir.” Maide/5: 54 Hamdi Yazır’ın meşhur tefsirinde belirttiği üzere, Kostantiniye’nin fethini haber veren Hz. Peygamber de; açıkça, o zamanın Müslüman Türklerini, âlimleriyle, ordusuyla, devlet düzeni ile ve ahlaki durumu ile beğenmektedir. Bir Müslüman için Hz. Peygamber’in bu beğenisi, takdiri ve övgüsü büyük bir Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 24 İslam Medeniyetinde Türkler mazhariyettir. Hz. Peygamber İstanbul’un Müslümanlarca fethedileceğini haber verirken, İstanbul fatihini ve ordusunu şöyle övüyordu: “Kostantiniye elbet fetholunacaktır, onu fetheden komutan ne iyi komutandır, onun ordusu da ne iyi askerlerdir.” Bu haber ve müjde, Sultan Fatih’in ve o zamanki askerlerin, İslam açısından yüksek derece, rütbe ve payesini haber vermektedir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 25 İslam Medeniyetinde Türkler Özet î •İslam öncesinde Türk- Arap ilişkileri Sasani Devleti (226-642) aracılığıyla başladı. Cahiliye şairleri ve Hz. Peygamber, Türklerden söz etmişlerdir. Türklerin Müslümanlaşması Emeviler Döneminde (41-133/661-750) başladı ve Abbasiler zamanında (134-656/751-1258) tamamlandı. İlk Müslüman Türk devleti idil/ Volga Bulgar Devleti'dir (153-803/770-1400). Bunu Karahanlılar (226-608/840-1211), Gazneliler (352-583/963-1187), Harzemşahlar (552629/1157-1231) ve Büyük Selçuklular (432-552/1040-1157) izler. Bu devletlerin birçok açıdan en önemlisi, Osmanlı Devleti'dir (699-1343/12991924). •Özellikle Selçuklular ve Osmanlılar yeni bir fetih hareketi başlatıp İslam’ın yayıcısı ve dış saldırılara karşı koruyucusu oldular. İslam kültür ve sanatlarını geliştirdiler. Türk kültürünün ana öğesi İslamiyet’tir. İslam tarihinde XI. yüzyılda Arap liderliği dönemi biter, “Türk Dönemi” başlar ve XX. Yüzyılın ilk çeyreğine kadar sürer. Bütün Türk İslam devletlerinde şer’î hukuk geçerli olmuştur. •Türklerin İslam’a sadece siyasal değil, kurumsal, sosyal, kültürel, ilmî vb. açılardan da önemli hizmetleri olmuştur. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 26 İslam Medeniyetinde Türkler DEĞERLENDİRME SORULARI 1. “El- Kubbetü’t- Türkiyye” tamlaması size neyi hatırlatmaktadır? Değerlendirme sorularını sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “bölüm sonu testi” bölümünde etkileşimli olarak cevaplayabilirsiniz. a) Kubbe b) Türk Kubbeleri c) Türkiye Kubbesi d) Türk Çadırı e) Türk Camii 2. 2000 veya 4000 kişilik Türk savaşçı birliği, ilk olarak Emeviler döneminde nereye yerleştirilmiştir? a) Şam b) Basra c) Bağdat d) Samarra e) Kufe 3. “Göktanrı İnancı”nın peygamber’i, kitabı ve mabedi var mıydı? a) Hepsi vardı. b) Hiçbiri yoktu. c) Sadece kitabı vardı. d) Sadece mabedi vardı. e) Sadece peygamberi vardı. 4. Tarihçi Lajos Fekete’ye göre, Müslümanlar İstanbul’u kaçıncı taarruzda fethettiler? a) Birinci b) İkinci c) Üçüncü Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 27 İslam Medeniyetinde Türkler d) Dördüncü e) Beşinci 5. Pusulayı ilk kez gemilerde kullanmak üzere Müslümanlardan kimler almışlardır? a) Portekizliler b) İtalyanlar c) İngilizler d) İspanyollar e) Fransızlar Cevap Anahtarı 1.D, 2.B, 3.B, 4.C, 5.B Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 28 İslam Medeniyetinde Türkler YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER KAYNAKLAR Acluni, İsmail b. Muhammed. (tsz.). Keşfu’l-Hafâ, I-II, Mektebetu’t-Turâs, yy. Arnold, Thomas W.. (1982). İntişâr-ı İslam Tarihi, (Çev. Hasan Gündüzler), Akçağ Yayınları, İstanbul. Buhari, Muhammed b. İsmail. (tsz.). Sahihu’l-Buhari, I- VIII, el- Mektebetü’lİslamiyye, İstanbul. Bruckelman, C. . (1964). İslam Milletleri ve Devletleri Tarihi, (Çev. Neşet Çağatay), Ankara Üniversitesi Basımevi, Ankara. Cahız. (1948). Fezâilu’l-Etrâk, (tahkik, A. M. Harun), Kahire. Durant, Will. (tsz.). İslam Medeniyeti, (Çev. Orhan Bahaeddin), 1001 Temel Eser, İstanbul. Ergezer, Nevin. (1996). Tarih I, Ocak Yayınları, Ankara. Hasan İbrahim Hasan. (1988). Siyasi-Dini-Kültürel-Sosyal İslam Tarihi I-VI, (Çev. İsmail Yiğit vdd), Kayıhan Yayınları, İstanbul. Haydar Bammat. (1975). İslam’ın Çehresi, (Çev. O. Fehmi Giritli), Sancak Yayınları, İstanbul. Hitti, Philip, K.. (1980). Siyasi ve Kültürel İslam Tarihi I-IV, (Çev. Salih Tuğ), Boğaziçi yayınları, İstanbul. İbn-i Faldan. (2010). İbn-i Faldan Seyahatnamesi, (Çev. Ramazan Şeşen), Yeditepe Yayınları, İstanbul. İbn-i Hişam. (1982). Hz. Muhammed’in Hayatı, (Çev., İzzet Hasan-Neşet Çağatay), TTK Basımevi, Ankara. İbn-i Mâce, Muhammed b. Yezid. (tsz.). Sunen, I-II, el-Mektebetü’l-İslamiyye, İstanbul. Kafesoğlu, İbrahim. (1984). Türk Milli Kültürü, Boğaziçi Yayınları, İstanbul. Kitapçı, Zekeriya. (1995). Yeni İslam Tarihi ve Türkler, Damla Ofset Mat., Konya. Munavi, Abdurrauf. (1937). Feyzu’l-Kadir, I-IV, Mısır. Nesei, Sinan b. Dımar. (1981). Sünen, I-VIII, (Çev. A. Muhtar Büyükçınar vdd.), Kalem Yayıncılık, İstanbul. Nevevi, Yahya b. Şeref. (1989). Riyâzu’s-Salihîn, Daru’l-Me’mûn, Beyrut. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 29 İslam Medeniyetinde Türkler Özaydın, Abdülkerim. (2002). “Türklerin İslamiyet’i Kabulü”, Genel Türk Tarihi, I-X, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara, II,618. Özbek, Süleyman vdd.. (1995). Tarih 2, Tubitay Yayınları, İstanbul. Öztuna, Yılmaz. (1970). Türkiye Tarihi, Hayat Yayınları, İstanbul. Öztuna, Yılmaz. (1976). Tarih, M.E.B.Yayınları, İstanbul. Öztuna, Yılmaz. (1983). Büyük Türkiye Tarihi I-XV, Ötüken Yayınları, İstanbul. Öztuna, Yılmaz. (1992). Büyük Tarih Ansiklopedisi, I-II, Bateş Yayınları, İstanbul. Sarıcık, Murat. (2001). Dört Halife ve Emeviler Döneminden İlginç Problemler, Tuğra Matbaası, Isparta. Sarıcık, Murat. (2006). Hz. Muhammed’in Çağrısı-Mekke Dönemi, Nesil Yayınları, İstanbul. Sarıcık, Murat. (2009). Hz. Muhammed’in Çağrısı-Medine Dönemi, Nesil Yayınları, İstanbul. Sarıcık, Murat. (2010). Dört Halife Dönemi, Nesil Yayınları, İstanbul. Yazır, A. Hamdi. (1979). Hak Dini Kur’ân Dili, I-IX, Eser Neşriyat, İstanbul. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 30 •İslam Medeniyetinde İlmin Yeri ve Tarihî Süreç •İslam Medeniyetinin Naklî İlimlere Katkısı •İslam Medeniyetinin Müspet İlimlere Katkısı •Matematik Alanında Yetişen Bilim Adamları ve Katkılar •Tıp Alanında Yetişen Bilim Adamları, Hastaneler ve Tıp Alanına Katkılar •Astronomi Alanında Yetişen Bilim Adamları, Rasathaneler ve Astronomi Alanına Katkılar •Coğrafya, Jeoloji ve Meteoroloi Alanlarında Yetişen Bilim Adamları ve Bu Alanlara Katkılar •Fizik, Mekanik ve Kimya Alanlarında Yetişen Bilim Adamları ve Bu Alanlara Katkılar •Botanik ve Zooloji Alanlarında Yetişen Bilim Adamları ve Bu Alanlara Katkılar •İslam Medeniyetinin Batı’ya Geçişi HEDEFLER İÇİNDEKİLER İSLAM MEDENİYETİNİN DÜNYAYA KATKILARI •Bu üniteyi çalıştıktan sonra; •İslam medeniyetinde müspet ilimlerin yerini ve gelişimini kavrayabilecek, •Bu alanlarda Müslüman bilim adamlarının çalışma ve katkılarını; bu katkıların dünya ile buluşmasını öğrenebilecek, •Müslümanları dünya medeniyetindeki konumunu değerlendirebileceksiniz. İSLAM KURUMLARI VE MEDENİYETİ TARİHİ ÜNİTE 14 İslam Medeniyetinin Dünyaya Katkıları GİRİŞ Temel iki kaynağı Kur’an-ı Kerim ve Hz. Peygamber’in sünneti olan İslam dinînde ilmîn yeri ve konumu çok önemlidir. Bu bağlamda ilmî faaliyetler de İslam toplumlarında büyük bir yankı bulmuştur. Aslında Hz.Adem ile başlayan insanlık tarihi boyunca ilim, öğrenme ve araştırma faaliyetleri devam etmiştir. İlk insandan günümüze kadar da bu süreç gelişerek varlığını korumaktadır. Temelde her nesil kültür ve medeniyet adına kendi döneminde faaliyet göstermiş, ortaya bir takım sonuçlar çıkmıştır. Bu sonuçların gelecek nesillere aktarılması ve yeni nesillerin katkılarıyla kültür ve medeniyet şekillenmiş ve zenginleşmiştir. Kültür ve medeniyetin şekillenip gelişiminde rol oynayan etkenlerin başında ilim gelmektedir. Öncelikle kendi varlığını ve daha sonra çevresini tanımak isteyen insanın bu konudaki çabaları ilmî faaliyetlerin de başlangıcını oluşturmaktadır. Aslında her toplumda ilmî faaliyetler bir şekilde gerçekleşmiştir. Yine her toplumda kültür ve medeniyet açısından adımlar atılmıştır. Bu açıdan İslam tarihi gibi Hz. Peygamber ile birlikte başlayan İslam medeniyeti de günümüze kadar farklı dönemlerden geçerek varlığını devam ettirmiştir. İSLAM MEDENİYETİNDE İLMİN YERİ VE TARİHİ SÜREÇ İslam medeniyetinin temelini oluşturan unsurların başında ilim gelmektedir. Bu noktada vahiy ve akıl uyumu önemlidir. Hz. Peygamber’e gelen ilk vahyin “Oku” emriyle başlaması, ilmîn ve genel anlamda öğrenme ve araştırmanın İslam’da ne derece önemli olduğunu da ortaya koymaktadır. Ayrıca hadis-i şeriflerde ilmîn beşikten mezara kadar geçen bütün bir ömür boyunca kadın ve erkek her bir bireye farz olduğu açıkça beyan edilmîştir. Diğer taraftan müminin yitiği olarak tanımlanan hikmetin nerede bulunursa alınması gerektiği de ilmîn önemine bir başka işarettir. Hz.Peygamber döneminde ilmî faaliyetler özellikle Dârü’l-Erkâm’da gerçekleşmiştir. Burada yeni bir toplum oluşturma yolunda yeni Müslüman olanlar özellikle Kur’an eğitimine tabi tutulmuştur. 622 yılında gerçekleşen Medine’ye hicreti takip eden dönemde Mescid-i Nebevî ve Suffa, ilmî faaliyetlerin merkezi durumuna gelmiştir. Medine toplumu Kur’an ve hadislerle iç içe bir ilmî faaliyete dâhil olmuştur. 632-661 yılları arasındaki Dört Halife Dönemi’yle birlikte kıraat ve tefsir, hadis, fıkıh ve kelâm alanlarında ilmî faaliyetler gerçekleşmiştir. Bu dönemde özellikle İran, Irak, Suriye, Mısır ve Kuzey Afrika bölgelerindeki İslam fetihleri Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 2 İslam Medeniyetinin Dünyaya Katkıları sayesinde Müslümanlar diğer kültür ve medeniyetler de bunların ilim merkezleriyle tanışmıştır. Bu gelişme Müslümanlar arasında müspet ilimlerin başlangıcı açısından oldukça önem taşımaktadır. 661-750 yılları arasını kapsayan Emeviler Dönemi’nde kıraat ve tefsir, hadis, fıkıh ve kelam’ın yanı sıra dil ve edebiyat ile tarih alanında ilmî faaliyetler gerçekleşmiştir. Ayrıca Ulûmü’l-Evâil olarak tanımlanan başta felsefe olmak üzere astronomi, matematik, tıp ve kimya gibi pozitif ilimler alanında Grek ve Hint medeniyetlerinin eserlerinden Arapçaya tercümeler yapılmıştır. 750-1258 yılları arasında hâkim olan Abbasiler Dönemi’nde de kıraat ve tefsir, hadis, fıkıh, kelam ve tasavvufun yanı sıra dil ve edebiyat ile tarih, coğrafya, mantık ve felsefe, tıp, astronomi, matematik ve kimya alanında ilmî faaliyetler gerçekleşmiştir. Müspet ilimlerde diğer medeniyetlere ait eserlerin Arapçaya tercümesi yanında, Müslüman bilim adamlarınca orijinal eserler de telif edilmîştir. 711-1492 yılları arasını kapsayan Endülüs hâkimiyeti döneminde yukarıda sayılan ilim dallarına ilave olarak musiki, zooloji ve botanik alanlarında ilmî faaliyetler gerçekleşmiş ve orijinal eserler yazılmıştır. Türklerin Müslüman olmasıyla birlikte Müslüman-Türk Devletlerinin kurulma süreci de başlamıştır. Bu kapsamda İtil (Volga) Bulgar Hanlığı, Tolunoğulları, Ihşidîler, Sâcoğulları, Karahanlılar, Gazneliler, Selçuklular ve Osmanlılar olmak üzere devletler kurulmuştur. Miladi 9-13.yüzyıllar arasını kapsayan bütün bu devletler döneminde de gerek sosyal, beşerî ve dinî ilimler gerekse de müspet ilimler alanında ilmî faaliyetler hız kesmeden ve hatta artarak devam etmiştir. Bu tarihî süreçte ilmî faaliyetler günümüzdeki üniversite kurumunun karşılığı demek olan medreselerin kuruluşundan önce başta Dâru’l-Erkâm ve Mescid-i Nebevî /Cami yanında küttab, saray, kitapçı dükkânları, âlimlerin evleri, edebî salonlar ve çöl birer ilim ve eğitim öğretim merkezi olmuştur. Bunlardan örneğin Küttab, bir tür sıbyan mektebi (ilköğretim) olup, burada çocuklar okuma yazma, Kur’an-ı Kerim, dil bilgisi, matematik, şiir, yüzme ve ata binme gibi konularda eğitilmekteydi. Diğerlerinde ise özellikle ders halkaları şeklinde bir âlimin etrafında toplananlar ağırlıklı olarak dinî konularda ilmî faaliyetleri sürdürmekteydiler. Hem öğrenci sayısının artışı ve hem de İslam devletlerinin devlet kademelerinde ihtiyaç duyduğu elemanların yetiştirilmesi gibi sebeplerle kurulan, bir örgün eğitim öğretim kurumu olan medreselerle birlikte İslam dünyasında her alanda ilmî faaliyet gerçekleştirilmîştir. Bu tarihî süreçte Mekke ve özellikle bir medeniyet merkezi de olan Medine’nin yanı sıra Basra, Kûfe, Kahire, Şam, Bağdat’ta; Nişabur, Merv, Herat, Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 3 İslam Medeniyetinin Dünyaya Katkıları Rey, Isfahan, Belh, Kaşgar, Balasagun, Taşkent, Özkend gibi önemli şehirleri kapsayan Horasan ve Mâverâünnehir bölgesinde; Selçuklularla birlikte Konya, Sivas, Amasya ve Kayseri’de; Osmanlılarla döneminde İznik, Bursa, Edirne ve İstanbul’da ilmî faaliyetler yoğunlaşmıştır. İSLAM MEDENİYETİNİN NAKLÎ İLİMLERE KATKISI İlimlerin sınıflandırılması ve taksimi konusu ilkçağlardan beri filozof ve bilim adamlarının üzerinde durdukları bir konudur. İslam dünyasında bu konuda İmam Şâfiî’nin sözü olarak ifade edilen “İlim iki kısımdır; beden ilmi ve din ilmi” şeklindeki tanımlama dikkat çekmektedir. Daha sonra İslam dünyasında ilimlerin sınıflandırılması konusunda Hârizmî, Kindî, Fârâbî, İbn Sînâ, İbn Haldun ve Kâtip Çelebi v.d. tarafından çalışmalar yapılmıştır. Bütün bu çalışmalar dikkate alındığında ilimlerin tasnifinde şöyle bir tablo karşımıza çıkmaktadır: İlimler öncelikle naklî (şeri/dini) ve akli (felsefi/hikemi) olmak üzere ikiye ayrılır. Naklî ilimler tefsir, hadis, fıkıh, kelam ve tasavvuftan oluşmaktadır. Aklî ilimler ise genel bir ifadeyle matematik, fizik, kimya, astronomi, optik, tıp, botanik ve zoolojiden oluşmaktadır. Bu ilim dallarına “Müspet İlimler” de denilmektedir. Tarih, coğrafya, dil ve edebiyat, musiki de akli ilimler içerisinde yer almıştır. İslam medeniyetinin naklî ilimlere katkısına örnek olmak üzere iki alandaki çalışmaları kısaca özetlemek yerinde olacaktır. Hz.Peygamber dönemiyle birlikte dinî bilginin kaynağını öncelikle Kur’an-ı Kerim ve sünnet oluşturmuştur. Dört Halife Döneminde Hz.Ebû Bekir zamanında Kur’an bir mushaf hâline getirilmîştir. Hz.Osman zamanında da çoğaltılmıştır. Bu dönemde Zeyd b. Sâbit, Abdullah b. Mes’ûd, Übey b. Kâ’b, Abdullah b. Abbas gibi sahabiler Kur’an ilimlerinde, kıraat ve tefsir alanlarında önemli hizmetler gerçekleştirmiştir. Emeviler Döneminde bu alandaki faaliyetler devam etmiş; ancak tefsir alanında Abbasiler Dönemi’nde ilk eserler ortaya çıkmıştır. Taberî’nin Câmiu’l-Beyân fî Tefsîri’l-Kur’ân adlı büyük tefsiri, bu dönemdeki tefsir faaliyetlerinin en büyük ürünüdür. Yine kıraat imamlarının birkaçı dışında hepsi Abbasiler döneminde yaşamış ve kıraatle ilgili çalışmalar bu devirde doruk noktasına çıkmıştır. Hadisler Hz. Peygamber döneminden itibaren yazılmaya başlanmıştır. Dört Halife Dönemi’nde hadisler sözlü olarak nakledilmîştir. Emeviler Dönemi’nde çeşitli hadis sayfaları bir araya getirilerek “tedvîn” faaliyeti gerçekleşmiştir. Abbasiler döneminde de “tasnif” süreci başlamıştır. Kütüb-i Sitte olarak bilinen meşhur hadis kitapları bu dönemde ortaya çıkmıştır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 4 İslam Medeniyetinin Dünyaya Katkıları Genel bir ifadeyle Abbasiler Dönemi bütün naklî ilimlerin sistemleştiği, eserlerin yazıldığı, itikadi ve fıkhi mezheplerin kurulup geliştiği, tasavvuf hareketinin ortaya çıktığı ve geliştiği; bugünkü anlamıyla tarikat müessesesinin ortaya çıktığı dönemdir. Ayrıca tarikatlar Abbasilerden sonra tekke ve zaviyelerle bütün İslam dünyasına yayılmıştır. Bu süreçte ortaya konan rivayet metodu, bilgilerin kayda geçirilerek belirli kriterler çerçevesinde gelecek nesillere aktarılması bakımından Müslümanların dünya ilim anlayışına metodoloji açısından yaptıkları en önemli katkıdır. İSLAM MEDENİYETİNİN MÜSPET İLİMLERE KATKISI İslam dünyasında müspet ilimler alanındaki çalışmalar öncelikle Hin ve Yunan bilim dünyasından yapılan tercümelerle başlamıştır. Arkasından da her alanda orijinal eserler gelmiştir. Bu süreçte ilk İslam fetihleri esnasında Müslümanlar tarafından fethedilen bölgelerdeki bilim merkezleri olan İskenderiye, Antakya, Nusaybin, Urfa, Cündişâpur ve Harran ile temaslar önemlidir. Bu merkezlerin hepsi Hz.Ömer döneminde fethedilmîştir. Hâkimiyet altına alınan bu merkezlerdeki ilmî faaliyetler kesintiye uğratılmaksızın devam ettirilmîştir. Bu merkezlerden birisi olan Cündişâpûr ve bulunan tıp okulu ile ilişkiler İslam öncesi döneme kadar uzanmaktadır. Nitekim Hâris b. Kelede ve oğlu Nadr, buradaki okulda eğitim görmüştür. Emeviler Dönemi’yle birlikte başlayacak olan tercüme faaliyetlerinde yer alan Huneyn b. İshak ve Yuhannâ b. Mâseveyh bu okuldan yetişmişlerdir. Hz.Ömer dönemindeki fetihlerle birlikte genişleyen İslam coğrafyasında Müslümanlarda Helenistik, İran, Hint ve diğer kültürlerle temasları sonucu bunlara karşı geniş bir ilgi ve merak uyanmıştır. Ayrıca bu farklı kültürler arasında ortaya çıkan bir takım tartışmalarda Müslümanlar kendi inanç ve düşüncelerini tutarlı bir şekilde savunmak ve İslam’ın üstünlüğünü göstermek için bu kültürleri çok iyi tanımak zorunda kalmışlardır. Bu ve benzeri sebeplerden dolayı antik dünyanın bilinen ilmî ve felsefi eserlerini Arapçaya tercüme etmek ihtiyacı doğmuştur. Beytülhikme kuruluncaya kadar bu alandaki çalışmalar bazı şahısların, veliaht ve halifelerin özel merakı çerçevesinde bir asırdan fazla bir süre şahsi faaliyetler olarak devam etmiştir. Bu alanda ilk teşebbüste bulunan Emeviler Dönemi’nde Halid b. Yezid b. Muaviye’dir. Mervan b. Hakem tarafından veliahtlıktan uzaklaştırıldıktan sonra ilmî faaliyetlere ağırlık vermiş; tıp, astronomi ve kimya ile ilgilenmiş, bu bilim dallarında yazılan Grekçe ve Koptça eserleri tercüme ettirmiştir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 5 İslam Medeniyetinin Dünyaya Katkıları Emevi halifeleri Mervan b. Hakem ve Ömer b. Abdülaziz dönemlerinde tercüme faaliyetleri özellikle tıp alanıyla sınırlı kalmıştır. Abbasiler Dönemi’yle birlikte tercüme faaliyetleri hız kazanmıştır. Nitekim Abbasi Halifesi Mansur naklî ilimler yanında mantık, felsefe, matematik, geometri, astronomi ve tıp ilimlerine karşı da ilgi duyan bir devlet başkanı idi. Bu ilginin bir sonucu olarak Aristo’nun Organon adlı mantık külliyatının ilk üç kitabını, Porphyrius’un Eisagoge (Îsâgûcî)’sini ve Hintli Brahma’nın yani Beydebâ’nın Kelile ve Dimnesi’ni Arapçaya tercüme ettirmiştir. Yine bu dönemde Hintli bir seyyah olan Kankah’ın 773 tarihinde Hindistan’dan beraberinde getirdiği matematik ve astronomiyle ilgili iki kitap tercüme edilerek, Hint rakamlarının İslam kültür dünyasına girmesi sağlanmıştır. Abbasi Halifesi Hârûnürreşîd (786-809) zamanında eser telif ve tercüme hareketi yeniden hız kazanmıştır. Fetihlerden sonra ele geçirilen kitaplar imha edilmedikleri gibi başkent Bağdat’a getirtilerek Yuhannâ b. Mâseveyh başkanlığında oluşturulan bir heyet tarafından Arapçaya tercüme edilmîştir. Bu şekilde ortaya çıkan eserlerin sayısı gün geçtikçe artmış ve sarayda kütüphane olarak geniş bir yer ayrılmıştır. Bu şekilde devam eden ilmî faaliyetler, Abbasi Halifesi Me’mûn döneminde artarak sürmüş ve sonucunda Beytülhikme adıyla bilinen önemli bir kurum Müslümanlar sayesinde dünya medeniyetine kazandırılmıştır. Beytülhikme, Orta Çağ’ın âdeta bir ilimler akademisi niteliğinde önemli bir bilim merkezidir. Halife Me’mûn çabalarıyla özellikle Bizans bölgelerinden büyük paralar ödenerek çok sayıda kitap getirtilmîştir. Bu şekilde Orta Çağ’ın en zengin kütüphanesi oluşturulmuştur. Burada görev yapan 66 kadar mütercim tarafından eserler Grekçeden Süryaniceye ve oradan da Arapçaya veya doğrudan Arapçaya tercüme edilmîştir. Yapılan tercüme eserler tartılarak bedelleri altın ile ödenmiştir. Beytülhikme’de sınırsız bir düşünce ve inanç hürriyeti bulunmaktaydı. Burada sadece Müslümanlar değil, aynı amanda Hristiyan, Yahudi, Brahman, Sâbiî ve Mecusi bilim adamları da faaliyet göstermiş; her türlü maddi ve manevi imkân onlara da sağlanmıştır. Bu dönemde Hristiyan dünyanın içerisinde bulunduğu karanlık dönem dikkate alındığında İslam dünyasının yaşadığı bilim ortamı daha iyi anlaşılabilecektir. Kısacası, fetihlerle birlikte genişleyen İslam topraklarında karşılaşılan diğer kültürler ve eserlerini tanımak üzere tercümelerle harekete geçen İslam bilim dünyası, Beytülhikme ile ilk bilim akademisine kavuşmuştur. Bu gelişmeyle birlikte, Orta Çağ boyunca müspet ilimler alanında Müslüman bilim adamları araştırmalar Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 6 İslam Medeniyetinin Dünyaya Katkıları yapmış ve orijinal eserler ortaya koymuşlardır. Şimdi Müslümanların bu alanda dünya medeniyetine katkılarına temas edelim. Matematik Alanında Yetişen Bilim Adamları ve Katkılar İslam dünyasında başta aritmetik olmak üzere matematiğin geometri, cebir ve trigonometri (müsellesât) dallarında önemli katkılarda bulunan matematikçiler yetişmiştir. Matematik alanındaki ilk araştırmalar Emeviler Dönemi’ne kadar giderse de, daha çok Abbasiler Dönemi’nde başlamış ve büyük matematikçi Hârizmî ile çağdaşı Abdülhamid ibn Türk ile hızlanmıştır. Matematik alanında yetişen başlıca Müslüman bilim adamları şunlardır: Cebir’in kurucusu olarak tanınan Hârizmî (öl. yaklaşık 850), Sâbit b. Kurrâ (öl. 901), Ebu’l-Vefâ el-Bûzcânî (öl. 998), Kerecî (öl. 11. yy. başları), Ebû Reyhân el-Bîrûnî (öl. 1061(?), Ömer Hayyam (öl. 1123), Nasîruddîn et-Tûsî (öl. 1274), Gıyâseddîn Cemşîd (öl. 1437) ve Ali Kuşçu (öl. 1474). Bunlardan Hârizmî, Halife Me’mûn döneminde Beytülhikme’nin kütüphanesinde görev yapmıştır. Batı dünyasında Algorizm adıyla tanınan Hârizmî’nin Kitâbu’l-Muhtasar fî Hısâbi’l-Cebr ve’l-Mukâbele adlı kitabı, sistematik cebir alanındaki ilk müstakil eserdir. Latinceye tercüme edilen bu eser, 16.yüzyıla kadar Batı’da matematik alanında ders kitabı olarak okutulmuştur. Hârizmî, Grek matematikçileri tarafından geometriye bağlı kabul edilen cebiri geometriden ayırmıştır. Latinceye tercüme edilen eseri sayesinde cebir kelimesi Batı bilim dünyasına geçmiş ve algebra bugünkü cebir ilmînin ismi olmuştur. Diğer Müslüman bilim adamlarının çalışmalarına bakıldığında Orta Çağ’da matematik alanında dünya medeniyetine katkıları şu şekilde sıralanabilir: Ebced rakamlarının yerine, Hintliler’den öğrenilen Hint rakamlarının kullanılmaya başlanması. Bir başka ifadeyle, Hint hesap usulleri ile rakamları, Müslüman bilim adamları tarafından bütün dünyaya yayılmıştır. Hint rakamları daha sonra Batı’ya geçerek Roma rakamlarının yerini alacaktır. Dolayısıyla bugün Latin rakamları olarak ifade edilen rakamlar, aslında bu rakamlardır. Bu şekilde sayıların yazımında büyük kolaylık sağlanmıştır. Mesela, Roma sayı sisteminde 8732 sayısı MMMMMMMMDCCXXXII şeklinde yazılmaktaydı. Bu durumda daha büyük rakamları yazabilmek hem uzun bir zaman ve hem de oldukça geniş bir alana ihtiyaç duyulacaktı. Sıfır (0)’ın ve 0,1,2,3,4,5,6,7,8,9 şeklindeki ondalık sistemin icadı. Nitekim daha sonra Osmanlı dönemi matematikçilerinden Ali Kuşçu sayesinde Osmanlı bilim hayatına giren ondalık sayı sistemi, buradan Avrupa’ya geçmiştir. Hatta Avrupalılar buna “Türk Sistemi” adını vermişlerdir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 7 İslam Medeniyetinin Dünyaya Katkıları Trigonometrinin bağımsız bir ilim dalı olarak kurulması; sinüs, kosinüs, tanjant, sekant, kosekant ve kotanjant fonksiyon ve kavramlarının sokulması. Bu şekilde uzay geometrisinin doğuşuna yol açılması. Geometrinin coğrafi ölçümlerde kullanılması. M.Ö.300 yıllarında yaşayan ve Hellenistik çağın önde gelen matematikçilerinden olan Öklid’in, geometrinin temeli saydığı tanımların ve postulatların ele alınarak tartışılması ve eleştirilmesi; hatta birçok teoremin geliştirilmesi. Newton (öl. 1727)’a atfedilen “binom formülü”1 nün formüle edilmesi. Nitekim Ömer Hayyam, binom teorisinden başka Newton ve Pascal (öl. 1662)’ın keşfettiği iddia edilen teoremlerin çoğunu keşfetmiştir. Denklemler (muadeleler)in tasnifi ve ikinci derece denklemlerin çözümü Kesirlerin bugünkü şekilde araya çizgi konularak yazılması. Bugün kullanılan şekliyle dört işlemin yapılması. Matematik teknolojisi alanında gelişmelerle pergel v.b. matematik aletlerinin yapımı; matematiğin musikiye uygulanarak musiki aletleri ve notaların icadı; matematik ve geometrinin güzel sanatlar ve hat alanında uygulanması; zekâ geliştiren oyunların icadı. Nitekim satranç, Bîrûnî tarafından icat edilmîştir. Tıp Alanında Yetişen Bilim Adamları, Hastaneler ve Tıp Alanına Katkılar Hz.Peygamber’in, günümüzde koruyucu hekimlik olarak ifade edebileceğimiz ve tıbbu’n-nebevî adıyla bir araya getirilen tavsiyeleri, tıp ilmînin gelişmesinin temellerinden birisidir. Hâris b. Kelede ve oğlu Nadr, İslam tarihinde tabip olarak isim yapan ilk şahsiyetlerdir. Tercüme faaliyetleri sırasında tıp alanında Süryanice ve Yunancadan eserler Arapçaya kazandırılmıştı. Bu alanda Mervân b. Hakem (683-685) zamanında Mâserceveyh’in Süryaniceden tercüme ettiği eser, Müslümanlar arasında Arapça ilk tıp kitabı olarak bilinmektedir. Abbasiler Dönemi’nde ise bu alanda Ebû Yahyâ el-Batrîk, Yuhannâ b. Mâseveyh ve Huneyn b. İshak, Yunancadan tercümeler yapmışlardır. Tıp alanında yetişen başlıca Müslüman bilim adamları şunlardır: Ali b. Sehl Rabben et-Taberî (öl.861’den sonra), Ebû Bekr Muhammed b. Zekeriyyâ er-Râzî (öl.930), Ali b. Abbas (öl.994(?), Endülüslü Ebu’l-Kâsım ez-Zehrâvî (öl.1013), İbn Sînâ (öl.1037), İbn Zühr (öl.1162), İbn Meymûn (öl.1204), İbnü’n-Nefîs (öl.1288), Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 8 İslam Medeniyetinin Dünyaya Katkıları Anadolu’nun İbn Sînâsı olarak bilinen ve Hacı Paşa adıyla meşhur Celaleddin Hızır, Tabip Mü’min b. Mukbil, Amasyalı hekim Şerefeddin Sabuncuoğlu, Şükrullah Şirvânî, Hekim Arap, Hekim Hoca Ataullah, Hekim Lâri Çelebi ve Hekim Yakup Paşa. Bunlardan İslam dünyasında en büyük tabip olarak isim yapan bilim adamı, Ebû Bekr Muhammed b. Zekeriyyâ er-Râzî (öl.930)’dir. Râzî’nin Kitâbu’l-Cüderi ve’lHasbâ’sı, tıp tarihinde çiçek ve kızamık üzerine yazılan ilk eser; el-Hâvî adlı eseri ise, İslam dünyasının en büyük tıp ansiklopedisidir. Aynı şekilde Mulûkî ve Mansûrî adlarındaki iki eseri, İbn Sînâ’nın el-Kânûn isimli eserinden önce tıp alanında tek müracaat kitapları durumundaydılar. İbn Sînâ (öl.1037), tıp alanında İslam dünyasının yetiştirdiği en büyük tabip unvanına sahiptir. Eş-Şifâ, el-Kânûn fi’t-Tıb ve el-Edviyetü’l-Kalbiye tıp bilimine kazandırdığı eserleridir. Bunlardan el-Kânûn, pek çok hastalığın ve tedavide kullanılan ilacın tanımın yapıldığı büyük bir ansiklopedidir. Defalarca Latince ve İbraniceye çevrilen bu eser, 1650’lere kadar Batı’da ders kitabı olarak okutulmuştur. Müslüman bilim adamlarının bu alandaki çalışma ve katkılarını sıralamadan önce, yine Müslümanlar tarafından bilim dünyasına ve bütün insanlığa kazandırılan hastanelerden bahsetmek yararlı olacaktır. Sağlık kuruluşu olması yanında tıp biliminin gelişmesinde de önemli rol oynayan hastahaneler, İslam dünyasında genel bir ifadeyle Farsça Bîmâristan adıyla tanınmaktadır. Nitekim İran’daki Cündişâpûr hastahane ve tıp okulu da bîmâristan adıyla anılmaktaydı. Ancak Orta Asya müslümanlarının bîmâristan yerine dârülmerzâ, Selçuklular’ın ise dârülâfiye, dârüşşifa tabirlerini kullandıkları bilinmektedir. Osmanlılar ise dârüşşifa ile birlikte daha çok dârüssıhha, şifahane, bîmârhane ve tımarhane kelimelerini kullanmışlar, XIX. yüzyıldan itibaren de özellikle Avrupa’daki gibi modern sağlık kuruluşlarının tesisiyle buralara hastahane demeyi tercih etmişlerdir. 1845’de kurulan Bezmiâlem Valide Sultan Hastahanesi, bunun ilk örneğidir. Bugünkü Arap dünyasında ise müsteşfâ kelimesi yaygın olarak kullanılmaktadır. Tedavi kurumlarının başlangıcı, bir görüşe göre, mitolojik Kıptî Mısır Hükümdarı Manakyus veya Hipokrat (öl.yaklaşık M.Ö.375) tarafından açılmıştır. Hz.Peygamber döneminde Hendek Gazvesi esnasında yaralananlar için bir çadır, seyyar bir savaş hastahanesi kurulmuş ve Rufeyde el-Ensâriyye yaralıların tedavisi için görevlendirilmîşti. Ayrıca Hz.Peygamber, bulaşıcı hastalıklardan korunmak amacıyla, bugünkü karantina uygulamasının temelini oluşturan prensibi ortaya koymuştu. Buna göre bulaşıcı hastalıkların olduğu yere diğer insanlar giremeyeceği gibi, o yerdeki insanlar da dışarı çıkmayacaklardır. Nitekim Hz.Ömer döneminde 638’de Şam’da ortaya çıkan veba salgınında bu yola başvurulduğunu bilmekteyiz. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 9 İslam Medeniyetinin Dünyaya Katkıları İslam dünyasında ilk hastahane Emeviler Dönemi’nde Halife Velîd b. Abdülmelik tarafından 707 yılında Şam’da kurulmuştur. Velîd, buraya maaşlı hekimler tayin ettiği gibi, cüzzamlı hastaların tecrit edilmesini de istemiştir. İslam dünyasında hastahaneler açısından ilk parlak devir Abbasiler Dönemi’nde gerçekleşmiştir. Daha önce ifade edildiği gibi, Abbasi halifesi Mansur'un hastalığı sebebiyle Cündişâpûr hastahane ve tıp okulundan meşhur hekim Nestûrî Curcîs b. Buhtîşû’nun 765’de Bağdat’a çağrılmasından sonra bu hastahaneden yetişen hekimlerin İslam tıbbının ve hastahanelerin gelişmesine önemli katkıları olmuştur. Buhtîşû ailesi ile birlikte, Yunan dönemine ait tıp birikimi de İslam dünyasına girmiştir. Bir başka ifadeyle Abbasiler Dönemi’nde ilk hastahane Halife Mansur tarafından kurulmuştur. Mansur, Bağdat’ta körler için bir hastahane ve yaşlılar için de bir darülaceze yaptırmıştır. Bir diğer hastahane Hârûnürreşîd tarafından Bağdat’ta kurulmuştur. Hastaların din farkı gözetilmeksizin ve ücretsiz tedavi edildiği bu hastahanede Cündişâpûr’dan gelen ünlü hekimler Mâseveyh ve oğlu Yuhanna başhekimlik yapmıştır. Beytülhikme’den bahsedilirken işaret edildiği gibi, Yuhanna, hekimliğin yanı sıra Yunanca tıp eserlerinin Arapçaya tercüme edilmesinde de görev yapmıştır. Yuhanna’nın öğrencisi ve saray hekimi olan Huneyn b. İshak burada görev yapanlar arasındadır. Hatta Yuhanna ve Huneyn b. İshak, özellikle göz hastalıkları konusunda eser de yazmışlardır. Ayrıca Bermekî vezir ailesi de Bağdat’ta kendi adlarıyla anılan bir hastahane kurmuşlardır. Burada başhekim olarak görev yapan Hintli hekim İbn Dehn, Hint tıbbının klasik eserlerinden olan Susruta’yı Arapçaya tercüme ederek Hint tıbbının İslam dünyasına girmesini sağlamıştır. Bu durum Yunan ve Nestûrî tıbbının yanı sıra Hint tıbbının da İslam tıbbı üzerinde etkili olduğunu göstermektedir. Abbasiler Dönemi’nde Halife Mütevekkil’in (847-861) vezirlerinden Türk asıllı Feth b. Hakan tarafından 861’de Fustat’ta; vezir Ali b. İsâ’nın 914’de Bağdat’ta kurdukları hastahanelerden sonra bütün İslam dünyasında çok sayıda hastahane kurulmuştur. Bunlar arasında Hitti’nin ifadesiyle Ahmed b. Tolun tarafından Fustat’ta 872’de kurulan ve 15.yüzyıla kadar ayakta kalan hastahane, teknik imkânlar bir tarafa bırakılırsa, hasta bakım ve hizmetleri yönünden bugünkü modern hastahanelerin özelliklerini taşımaktaydı. Zira öncekilerden farklı olarak hastahanenin bölümleri farklı hastalıklara göre sınıflanmış ve bu arada akıl hastalıkları için de ayrı bir bölüm oluşturulmuştu. Köle ve askerler dışında zengin fakir herkesin kabul edildiği, tedavinin ücretsiz olduğu bu sağlık kuruluşunda hastalar, özel hastahane elbiseleriyle yatarlar; ilaç ve yemekleri de önlerine getirilirdi. Büveyhî Emiri Adudüvle’nin 981’de Bağdat’ta kurduğu bîmâristan, 10.yüzyılın en meşhur hastahanesidir. İlk kurulduğunda farklı branşlardan 24 Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 10 İslam Medeniyetinin Dünyaya Katkıları hekimin görev yaptığı bu hastahanede belirli günlerde hastalar muayene edilerek ilaçları tavsiye edilmekteydi. Bu şekliyle ilk defa poliklinik uygulaması burada gerçekleştirilmîştir. Bunların dışında Kuzeybatı Afrika ve Endülüs’te, Selçuklular ve Osmanlılar dönemlerinde çok sayıda hastahane kurulmuştur. Selçuklu Sultanı Melikşah zamanında, tabiplerle hastaların ve gerekli alet ve malzemenin 100 deve ile taşındığı bir seyyar bîmâristan dikkat çeken uygulamalardan bir tanesidir. Nitekim Selçuklu hastahaneleri, Asya ve Avrupa’da kurulan hastahanelerinin mimarisinde etkili olmuştur. Ayrıca hasta yatağı başında klinik dersler verilmesi uygulaması ile akıl hastalarının ilaç ve müzikle tedavi edilmesinin menşeini Selçuklu hastanelerinde aramak gerekir. Örnek olarak haklarında bilgi verilen ve burada ifade edilmeyen hastahanelerde zengin ve fakir herkes ücretsiz tedavi ediliyordu. Hastaların tedavi masrafları karşılandığı gibi, taburcu edilen hastalara yeni bir elbise ve bir aylık masraflarını karşılayacak miktarda para da veriliyordu. Bütün bu anlatılanlardan İslam dünyasındaki sağlık kuruluşlarının aynı dönemlerde Batı dünyasında kurulan hastahanelerden her açıdan oldukça ileri seviyede oldukları açıkça görülecektir. Hatta günümüzde bile sağlık hizmetlerinde pek çok ülkenin bu seviyeye ulaşamadığı bilinen bir husustur. Burada tıp bilimiyle yakın ilgisi sebebiyle, eczacılık alanındaki faaliyetlere de kısaca temas etmek gerekir. İslam dünyasında ilk eczaneler yine Halife Mansur (754-775) zamanında açılmıştır. Ayrıca tarihte ilk eczacılık okullarının açılması ve bu alanda ilk eserlerin yazılması, müslümanlar tarafından gerçekleştirilmîştir. Nitekim Kimya biliminin kurucusu olan Câbir b. Hayyân (öl. 815), eczacılık alanında ilk eser verenlerin başında gelmektedir. Bîrûnî (öl.1061(?), şifalı bitkiler konusunda yazdığı Kitâbu’s-Saydane adlı eseriyle bu alana katkıda bulunmuştur. Eczacılık konusu ayrıca botanik bilimiyle de ilgili olduğu için, bu konuya bu başlık altında da kısaca temas edilecektir. Diğer Müslüman bilim adamlarının çalışmalarına bakıldığında Orta Çağ’da tıp ve sağlık alanında dünya medeniyetine katkıları şu şekilde sıralanabilir: Fizikî etkenlerin insan ruhu üzerinde oluşturduğu etkiyi ölçme bilimi demek olan psikofizyolojinin kurulması; ameliyatlarda ilk defa anestezinin kullanılması; kemik ve iskelet bilimi demek olan osteolojinin kurulması; kılcal damarlar sisteminin keşfi; gırtlak sinirinin keşfi; menenjit hastalığının doğru bir şekilde tespit ve tarifi; aslında zehirli olan civanın ilk defa eczacılıkta kullanılması; reçete yazma usulünün icadı; yakın zamanlara kadar Avrupa’da cin çarpması olarak görülen ve bu sebeple ya öldürülen ya da işkenceye maruz kalan akıl ve ruh hastalarının müzikle tedavisi. Bu son uygulamanın temeli Kindî’ye kadar gitmektedir. Tedavide özel bir yöntem Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 11 İslam Medeniyetinin Dünyaya Katkıları olarak geliştirilen bu metot, ancak Selçuklular, Anadolu Selçukluları ve Osmanlılar döneminde geniş uygulama alanı bulmuştur. Cerrahi aletlerin icadı ve cerrahide ilk defa fitil usulünün kullanılması, kaytan yakısının icadı, ateşli hastalıkların soğuk su ile tedavi edilmesi, böbrek ve mesanedeki taşların ilaçla parçalanması, büyük damarların bağlanması, bazı hastalıkların tanımı, hastayı parmaklar yoluyla muayene ederek hastalığı teşhis etme, küçük kan dolaşımının ve şeker hastalığında idrardaki şekerin keşfedilmesi, insan gözünün kaslarının anatomisinin izahı. Tıpta ihtisaslaşma ve ilk defa ihtisas imtihanının yapılması. Mesela, bir cerrah adayı, kırık çıkık tedavisi; taş, bademcik ve katarakt ameliyatı, çıbanların yarılması, bir organı kesmeyi bilip bilmediği konusunda imtihandan geçmekteydi. Reisü’l-Etıbbâ (Başhekimlik) kurumunun ihdası. Nitekim bu kurum gelişerek Osmanlılar devrinde hekimbaşılık şeklinde karşımıza çıkmaktadır. Astronomi Alanında Yetişen Bilim Adamları, Rasathaneler ve Astronomi Alanına Katkılar İslam dünyasında ilmü’l-hey’e, ilmü’l-eflâk veya ilm-i felek adıyla anılan astronomi bilimi, tercümeler yoluyla Yunan ve Hint dünyasından alınan ve İslam dünyasında gelişen bilim dallarından bir diğeridir. Müslümanlar açısından astronomi, özellikle dinî hayat açısından önem taşıyan bilgilere ulaşılması, mesela namaz vakitlerinin belirlenmesi, Ramazan ayının başlangıcının tespiti ve hac ibadetinin ifası açısından önem taşımaktaydı. Ayrıca kâinatın ve burada gerçekleşen olayların izlenmesi hakkındaki ayetler de, astronomi biliminin gelişmesini sağlayan unsurlardandır. Cahiliye Dönemi’nde, yıldızlardan hareketle geleceğe yönelik bir takım bilgiler elde etme açısından ilmü’n-nucûm toplumda bilinmekteydi. Ayrıca rasathaneler üzerinde durulurken temas edildiği gibi, geçmiş medeniyetlerde bu alanda çalışmalar yapılmaktaydı. Ancak astronomi bilimini gözlem ve araştırmaya dayalı tecrübi ve müsbet ilim seviyesine Müslüman bilim adamları çıkarmıştır. Bunun gerçekleşmesinde gözlem için kullanılan büyük aletlerin Müslüman bilim adamları tarafından icadı ve bunların yerleştirileceği rasathanelerin, yani gözlemevlerinin yapılması etkili olmuştur. İslam toplumunda gerçek anlamıyla astronomi bilimi, Emevilerin son döneminde astrolojiye dair bir kitap tercüme edilmîşse de, Brahmagupta’nın 628 yılında yazdığı Sanskritçe Siddhanta adlı eserin 773’de Abbasi halifesi Mansur’un isteğiyle Muhammed b.İbrahim el-Fezârî tarafından Sind-Hind (es-Sindhind) başlığı altında Arapçaya çevrilmesi üzerine başlamıştır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 12 İslam Medeniyetinin Dünyaya Katkıları Bu başlangıçla birlikte, bu alanda araştırma yapan Müslüman bilim adamları sayesinde asırlar boyunca dünyaya rehberlik edecek olan ve sistematik rasat ile doğru araştırmalara dayanan İslam astronomisinin ilk adımları atılmıştır. Astronomi alanında yetişen başlıca Müslüman bilim adamları şunlardır: Benû Musa olarak tanınan ve 9.yüzyılda yaşayan Muhammed, Ahmed ve Hasan adındaki üç kardeş, Ebu’l-Abbas el-Ferğânî (öl.861’den sonra), Harranlı el-Bettânî (öl.929), Abdurrahman es-Sûfî (öl.986), Bîrûnî (öl.1061(?), Ebû Ca’fer Hâzin (öl.971(?), İbn Yunus (öl.1009), Çağmînî (öl.1221(?), Kadızâde-i Rûmî (öl.1412) ve Uluğ Bey (öl.1449). Bunlardan Benû Mûsâ olarak bilinen üç kardeş, Me’mun dönemindeki bilimsel faaliyetlerde etkin olarak rol oynamışlar ve onun emriyle dünyanın enlem ve boylamını ölçmüşlerdir. Bağdat’ın kuzeyindeki Sincar ovası ile Kufe ovasında yapılan iki ayrı ölçüm sonunda dünyanın çevresinin 38.400 km olduğu tespit edilmîştir. Bu ölçüm, aynı yerde günümüz imkânlarıyla bulunan gerçek uzunluğu sadece 900 m. kadar geçmektedir. Yaşadığı dönem “Bîrûnî asrı” adıyla isimlendirilen; matematik, fizik, tıp, coğrafya ve dinler tarihi alanlarında önemli eserler veren, ancak daha çok astronomi alanında ön plana çıkan ve büyük ihtimalle Türk olan el-Bîrûnî (öl.1061(?), Galileo (öl.1642)’den önce dünyanın yuvarlaklığını tereddütsüz kabul ettiği gibi, yer çekimini de tespit etmiştir. Zira o, dünya dönerken arz üzerinde bulunanların sabit kalmasını yer çekimiyle izah etmiştir. el-Âsâru’l-Bâkiye ani’lKurûni’l-Hâliye adlı önemli eseri yanında çok sayıda eserin müellifi olan Bîrûnî, eserlerinde dünyanın kendi ekseni etrafında dönüşünü tartışmış ve dünyanın yüz ölçümünün nasıl hesaplanacağı konusunda ayrı bir eser de yazmıştır. Dünyanın döndüğü konusundaki görüşünü sonradan değiştirmiştir olduğu ifade edilse de, bu durumda bile bu konuyu Kopernik’ten önce ifade etmiştir. Büyük Selçuklu Sultanı Melikşah zamanında Ömer Hayyam ve bir grup astronom Isfahan Rasathanesinde yaptıkları çalışmalar sonunda 1079’da etTârîhu’l-Celâlî adıyla bir takvim tanzim ettiler. Takvîm-i Celâlî de denilen bu takvim, bugün kullanılmakta olan Batılılar’ın Gregorien Takvimi’nden daha hassas idi. Zira Müslüman bilim adamlarının yaptığı bu takvim 5000 yılda sadece bir günlük hata yapmaktadır. Hâlbuki diğeri 3330 yılda bir günlük hata yapmaktadır. Müslüman bilim adamlarının bu alandaki çalışma ve katkılarını sıralamadan önce, yine Müslümanlar tarafından bilim dünyasına ve bütün insanlığa kazandırılan rasathanelerden bahsetmek yararlı olacaktır. Öncelikle ifade etmek gerekir ki, ilk medeniyetlerde İskenderiye’de bir rasathanenin varlığından söz edilmekle birlikte, teşkilatlanmış bir müessese olarak ilk rasathaneler Orta Çağ İslam dünyasında ortaya çıkmıştır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 13 İslam Medeniyetinin Dünyaya Katkıları İslam dünyasında çoğunluğu hükümdarlar tarafından kurulan pek çok sayıda rasathane faaliyet göstermiştir. Ayrıca özel ve seyyar rasathaneler de bulunmaktaydı. Bu gözlemevlerinde, düzenli ve sürekli olarak günlük rasatlar yapılmıştır. Teşkilatlanmış bir müessese niteliğindeki rasathanelerin sabit bir yeri, dikkatle hazırlanmış aletleri, özel bir kütüphanesi, gözlemcileri, hesapçıları ve bu gözlem ile hesapları değerlendiren astronomları bulunuyordu. Bunlardan başka, araştırmacılara yardımcı olmak üzere idarî elemanlar da çalışmaktaydı. Rasathanelerinin kuruluşlarındaki en önemli sebep, geliştirilmîş büyük aletlerle hassas gözlemlere dayanan yeni zîclerin meydana getirilmesiydi. Zîc, rasathanelerde yapılan gözlem sonuçlarının tablolar hâlinde gösterildiği kataloglardır. Zîcler aynı zamanda dönemlerindeki trigonometriye, küresel astronomiye, takvim çeşitlerine ve yapımına, rasat aletlerinin yapılışı ve kullanımına ve ibadet vakitlerinin belirlenmesine dair bilgileri de ihtiva etmekteydiler. Orta Çağ İslam dünyasındaki ilk rasathaneler, Abbasi halifesi Me’mûn tarafından kurulmuştur. Bunlardan birincisi Bağdat’taki Şemmâsiye Rasathanesi, ikincisi ise Şam’daki Kâsiyûn Rasathanesiydi. Bu rasathaneler, henüz gelişme devrinde bulundukları için, çalışma programları sadece güneş ve ay gözlemlerine yönelikti. Bunların dışında Bağdad’da Büveyhi hükümdarı Şerefuddevle (982-989) adına kurulan rasathane; Alâu’d-Devle için İbn Sînâ tarafından 1025 tarihinde kurulan Hemedan Rasathanesi ve Büyük Selçuklu Sultanı Melikşah tarafından 1075 yılında Isfahan’da kurulan rasathane örnek olarak zikredilebilir. Avrupa’daki rasathane kurma faaliyeti 16.yüzyılda önem kazanmış ve bu konuda da İslam dünyasından alınan bilgiler etkili olmuştur. Bu alanda başta Kopernik’i zikredebiliriz. Kısacası İslam dünyasında Müslümanlar tarafından kurulan rasathaneler, rasathane tarihinde çok önemli bir yere sahiptir. Zira gerçek anlamı ile bu müessese İslam dünyasında doğmuş ve özellikle Doğu İslam dünyasında büyük gelişme safhalarını geçirmiş, bu gelişmiş şekli ile Türk İslam dünyasından Avrupa’ya geçerek, yeni Avrupa rasathanesinin meydana çıkmasına zemin hazırlamıştır. Rasathaneler dışında, özellikle namaz vakitlerinin tespiti için kurulan muvakkithaneler de, astronomi biliminin gelişmesinde önemli bir rol oynamıştır. Diğer Müslüman bilim adamlarının çalışmalarına bakıldığında Orta Çağ’da astronomi ve gözlem alanında dünya medeniyetine katkılar şu şekilde sıralanabilir: Müslüman bilim adamları gözlem verilerinin arttırılması, astronomi aletlerinin geliştirilmesi, gök cisimlerinin hareketlerinin doğru modellendirilmesi ve bu sayede matematiksel yöntemlerin geliştirilmesini sağlamışlardır. Batlamyus’un sekiz Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 14 İslam Medeniyetinin Dünyaya Katkıları felekten meydana gelen sistemine bir dokuzuncusunu eklemişlerdir. Güneşin ekvatora eğiminin derecesini yeniden belirledikleri gibi beş gezegenin hareketleri için yeni bir model öne sürmüşlerdir. İznikli Hipparkos’un (M.Ö.II.yüzyıl) zamanından beri bilinen ve basit bir alet olan usturlabı bilimsel anlamda icat ettiler ve geliştirdiler. İslam dünyasında bu aletin ilk mucidi Abbasiler döneminde İbrahim el-Fezârî (öl.806)’dir. Coğrafya, Jeoloji ve Meteoroloi Alanlarında Yetişen Bilim Adamları ve Bu Alanlara Katkılar Hac ibadeti, camilerin Mekke’ye doğru kıble yönünde inşası, namazlarda kıbleye yönelme gibi dinî ihtiyaçlar yanında ticari faaliyetler, posta ve istihbarat hizmetleri sebebiyle coğrafya alanında Müslüman bilim adamları araştırmalar yapmış ve eserler vermişlerdir. Bu alanlarda yetişen başlıca Müslüman bilim adamları şunlardır: Muhammed b. Musa el-Hârizmî (öl.840), İbn Hurdazbih (öl.912?), Makdisî (öl.1000), Valensiyalı Ebû Ubeyde Müslim el-Balensî (öl.10.yy.) Ebû Abdullah Muhammed el-İdrisî (öl. 1166), ünlü seyyahlar Nâsır-ı Husrev (öl.1018), İbn Battûtâ (öl.1377?), Evliya Çelebi (öl.1684?), ve meşhur denizci Pîrî Reis (öl.1554). Bu bilim dalında en büyük İslam coğrafyacısı olarak kabul edilen Makdisî (öl.1000), Ahsenü’t-Tekâsîm fî Ma’rifeti’l-Ekâlim adıyla bir eser yazmıştır. Makdisî, coğrafyayı herkes ve her grup insanın İslam ülkelerinden haberdar olmaları açısından gerekli bir ilim olarak kabul ediyordu. Eserinde İslam ülkelerini on dört iklime ayırmış; iklimler hakkında bilgi verdiği gibi, o iklimlerde yaşayan insanların sosyokültürel ve sosyoekonomik yönleri üzerinde de durmuştur. Valensiyalı Ebû Ubeyde Müslim el-Balensî (X. yy.), dünyanın yuvarlak olduğunu ifade edenlerden bir tanesidir. Ayrıca, harita çiziminde de önemli bir bilim adamı olan Ebû Abdullah Muhammed el-İdrisî (öl.1166) - Norman Kralı II. Roger için küre biçiminde bir gök haritası ile öncekilerden daha mükemmel olan daire biçiminde başka bir dünya haritası yapan bir bilim adamıdır - de bu görüşü kabul edenlerdendir. Hatta Amerika kıtasının keşfinin gerçekleşmesinde, bu görüşün Orta Çağ’da kuvvetlenmesi yatmaktadır. Nitekim Kristof Kolomb, Amerika kıtasını keşif seyahatinin ilhamını İbn Rüşd ve benzeri Müslüman bilim adamlarından almıştır. Jeoloji alanında ilk bilimsel görüşleri, zooloji alanında da katkıları olan Ebû Bahr Osman el-Câhız (öl.869) ileri sürmüştür. Câhız dağların, taşların ve nehirlerin oluşumu hakkında çeşitli sorulara cevap aramıştır. Ona göre taşlar ve her şey başta sıvı hâlinde bulunuyordu ve zamanla çağlar içinde katılaşmış ve dağlar da en son oluşmuştur. Aynı şekilde İbn Sînâ (öl.1037) da dünyanın, taş, kaya ve dağların Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 15 İslam Medeniyetinin Dünyaya Katkıları oluşumu konusunda, Amu Deryâ (Ceyhun) nehri kıyısında ve Karakurum dağları ve ovasında yaptığı gözlemlerden hareketle açıklamalar yapmıştır. İslam dünyasında Âsârü’l-Ulviyye olarak bilinen meteoroloji alanında da Müslüman bilim adamları katkılar yapmıştır. Bilim tarihinde ilk defa Kindî (öl.866), bu alanda eser vermiş ve on üç risale yazmıştır. Bu risalelerde rüzgârların meydana gelişi, genleşme kanunu, gökyüzünün rengi, med ve cezir olayının izahı gibi birçok konuda modern meteorolojinin temel ilkelerine uygun görüşler ortaya koymuştur. Nitekim Kindî, gökyüzünün renginin mavi olmasının sebebini, su ve havadaki zerrecikler vasıtasıyla ışık kırılmaları ve yansımaları ile izah etmiştir. Diğer taraftan meşhur İslam filozofu Fârâbî (öl.950) yağmurun, ısı sebebiyle yeryüzünden yükselen buhardan bulutların meydana gelmesi sonucunda bu bulutlardan yağdığını söylerken, Karafî (öl.1285) de gök kuşağının bilimsel açıklamasını yapmıştır. Onun izahı da günümüzdeki bilimsel açıklamayla uyum hâlindedir. Diğer Müslüman bilim adamlarının çalışmalarına bakıldığında Orta Çağ’da bütün bu alanlarda dünya medeniyetine katkılar şu şekilde sıralanabilir: Müslüman bilim adamları coğrafya alanında astronomi teknolojisinden de faydalanarak, haritacılık alanında önemli gelişmeleri sağlamışlardır. Haritacılık alanındaki gelişmeler, aynı zamanda astronomi, fiziki coğrafya, matematik ve jeodezi gibi yardımcı bilimlerin İslam dünyasında gelişmiş olmasını ifade etmektedir. Bu alanda yukarıda işaret edilenler dışında Bîrûnî’nin de bir dünya haritası hazırladığı ve bu haritada yeni kıtaların varlığına işaret ettiği bilinmektedir. Osmanlı döneminin meşhur denizci ve bilim adamı Pîrî Reis ile de Orta Çağ’da bütün dünyada haritacılık en yüksek seviyesine ulaşmıştır. İslam bilginleri dünyanın, taş, kaya ve dağların oluşumu; depremler, delta ve yanardağlar, yeraltı sularından bahsetmişlerdir. Örneğin Zekeriyâ el-Kazvînî (öl.1284)’ye göre depremlerin oluşumu şu şekildedir: Buğular ve buharlar yer altı çukurlarında toplanıp soğukluk sebebiyle su hâlinde yoğunlaşmakta; sıcaklık dağılmadığında, yeryüzü de çok ısınmakta ateşin bir kimsenin vücudunu titrettiği gibi, onlar da yeryüzünü titretmektedir. Bazen bu biriken buharlar yeryüzünü parçalayarak çok kuvvetli bir şekilde dışarı çıkarlar. İşte bu durumda dağlar ve şehirler yok olabilir. Fizik, Mekanik ve Kimya Alanlarında Yetişen Bilim Adamları ve Bu Alanlara Katkılar Müslüman bilim adamları fizik, mekanik ve kimya alanlarında önemli gelişmelerin meydana gelmesini sağlamışlardır. Bu alanlarda yetişen başlıca Müslüman bilim adamları şunlardır: Fizik ve mekanik alanlarında İbnü’l-Heysem (öl.1040?), el-Kindî (öl.870?), Endülüslü Ebu’lAtatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 16 İslam Medeniyetinin Dünyaya Katkıları Kasım Abbas b. Firnâs (öl.887), Ebu’l-Hasan İbn Yunus (öl.1009), İsmail Cevheri (öl.1010), Abdurrahman el-Hâzinî (öl.12.yy), Kemaleddin İbn Yunus (öl.1242), Ebu’l-Izz İsmail el-Cezerî (öl.13.yy), Hezarfen Ahmed Çelebi (öl.17.yy), Hasan Çelebi Lâgarî (öl.17.yy) ve kimya alanında Câbir b. Hayyân (öl.815). Fizik alanının en büyük âlimi olan İbnü’l-Heysem Kitâbü’l-Menâzir adlı bir eser yazmıştır. Bu optik (ilm-i menâzır) konusunda önemli bir çalışmadır. Bu eserinde görmeyi sağlayan ışınların gözden değil, bakılan nesneden geldiğini ve bu şekilde görmenin gerçekleştiğini ortaya koymuştur. Ayrıca Batılı bilim adamlarından önce ışığın doğru boyunca yayıldığını düşünerek bunun ispatlanması için Batılılar’ın “Camera Obscure” dedikleri karanlık oda veya karanlık kamera deneyini gerçekleştirmiştir. Gerçekleştirdiği karanlık oda, daha sonraki yüzyıllarda bazı optik aletlerin, özellikle fotoğraf ve film makinalarının icadına sebep olmuştur. Bu açıdan bakıldığında fotoğraf makinasının ilkel bir şeklini keşfetmiştir. Ayrıca görmenin nasıl meydana geldiği yanında, gözün yapısı ve görme bozukluklarının sebebini bugünkü bilgilere çok yakın şekilde açıklamıştır. Hatta bazı ifadelere göre ilk okuma gözlüğünü icat etmiştir. Hâlbuki ilk okuma gözlüğü ve kamera, Batı dünyasında 14.yüzyılda yapılmıştır. Ayrıca “iki ucunda mercek bulunan boru” şeklinde dürbünün ilk tanımı da İbnü’l-Heysem tarafından yapılmıştır. Bu sebeple de dürbün, 17.yüzyılda Batı bilim dünyasında ortaya çıkışından 600 yıl önce İslam dünyasında Kahire’de rasatlarda kullanılmıştır. Bütün bunlardan başka, Bîrûnî ile çağdaş olan İbnü’l-Heysem, Bîrûnî gibi yer çekimi ve yer çekiminin mesafe ile değiştiğini bile ifade etmişti. Mekanik alanında çalışmalar yapan Ebu’l-Kasım Abbas b. Firnâs, 880 yılında ilk uçuş denemesini yapmış olup bu denemede bir miktar havada kaldığı kesindir. Mekanik alanında önemli bir diğer bilim adamı olan Artuklular döneminde yaşayan Ebü’l-İzz İsmail el-Cezerî yani Cizreli Ebü’l-İzz (öl.13.yüzyıl)’dir. Bu alanda yazmış olduğu Kitâbün fî Ma’rifeti’l-Hiyeli’l-Hendesiyye (Kitâbü’l-Hiyel) adlı eseriyle tanınmaktadır. 1205’de tamamladığı bu eserinde su saatleri, kandil saatleri, ziyafetlerde kullanılan kaplar ve sürahiler, el yıkama ve kan alma için kullanılan kaplar, çeşmeler ve mekanik yollarla hareket eden müzik aletleri, su pompalayan makineleri çizimleriyle beraber zikretmiştir. Böylece Hellenistik Çağ’dan 13.yüzyıla kadar uzanan mühendislik geleneği, İslam dünyasında Ebü’l-İzz ile zirveye ulaşmıştır. Ayrıca Ebü’l-İzz, sibernetik çağı olarak isimlendirilen çağımızda sibernetik ilmînin - sibernetik, canlı varlıklar ile makineler arasında sistem açısından benzerliği araştıran ve bundan hareketle makinelerin icadını konu alan bilim dalıdır- kurucusu olarak kabul edilmektedir. Müspet bilimlerden kimya biliminin başlangıcı olan simya bilimi, insanlığın eskiden beri uğraştığı bir bilim dalıdır. Simyanın konusu genel olarak ruh ile gök cisimleri, fiziki varlıklar ve madenler arasında bağ kurmak, madenlerin değişimini Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 17 İslam Medeniyetinin Dünyaya Katkıları ve özelliklerini inceleyerek onlardan ruh ve bedene faydalar sağlamak idi. Bugünkü modern kimya, Müslüman bilim adamları tarafından kurulan bir bilim dalıdır. Câbir b. Hayyân (öl.815) da, kimyanın kurucusudur. Câbir b. Hayyân, kimyanın kalsinasyon (toz hâline getirme) ve reduksiyon (indirgeme) adındaki iki temel esasını bilimsel bir şekilde belirleyip açıklamıştır. Ayrıca buharlaştırma, eritme ve kristalleştirmede başvurulan metotları geliştirmiştir. Câbir, kimya bilimini tecrübi bir bilim olarak tarif ettiği gibi, kimyasal maddeleri sınıflandırmıştır. Aynı zamanda nitrik asidi ilk defa o bulmuş; modern kimyanın temel teorilerinden olan civa-sülfür temel teorisini ilk defa ortaya koymuştur. Bu sebeple bütün Orta Çağ kimyacıları büyük ölçüde Câbir’in tesirinde kalmışlar ve onu öncü olarak tanımışlardır. Diğer Müslüman bilim adamlarının çalışmalarına bakıldığında Orta Çağ’da bütün bu alanlarda dünya medeniyetine katkılar şu şekilde sıralanabilir: Albert Einstein (öl.1955)’den önce İzafiyet (Rölativite) Teorisi’ni ortaya koymuşlardır. Mekanik olarak çalışan saatler ilk defa Müslüman bilim adamları tarafından imal edilmîştir. Nitekim Hârûnürreşîd’in Alma Kralı Şarlken’e gönderdiği çalar saat en dikkat çekenidir. Madenlerin terkibini bulmada kullanılan ve “su terazileri” adı verilen teraziler imal etmişlerdir. Özgül ağırlık kavramı aydınlatılmış ve bazı maddelerin özgül ağırlıkları tespit edilmîştir. Hatta özgül ağırlık ölçen Piknometre’yi ilk defa Bîrûnî icat etmiştir. Müslüman bilim adamları kimya bilimi ile yakın ilişkisi bulunan mineraloji (kıymetli taşlar) alanında da çalışmalar yapmıştır. Ayrıca suni kuluçka yoluyla civciv üretimi, soda ile kumdan cam imali, renkli cam imali ve taşların yumuşatılması da Müslüman bilim adamlarının yaptığı çalışmalar arasındadır. Hatta cam sanayi, 12 ve 13. yüzyıllarda Venedik’te çalışan Müslüman ustalar yoluyla Batı dünyasına geçmiştir. Ayrıca Müslüman kimyacılar kimyasal fırınlar, petrol ve petrol arıtma konularında da ilk çalışmaları yapmışlardır. Botanik ve Zooloji Alanlarında Yetişen Bilim Adamları ve Bu Alanlara Katkılar İlk devirlerden itibaren Müslüman bilim adamları botanik alanında özellikle farmakolojik faydalarını tespit için bitkilerle ilgilenmişlerdir. Bu alanlarda yetişen başlıca Müslüman bilim adamları şunlardır: Botanik alanında Kurtubalı bir tabip olan Ebû Ca’fer el-Ğâfikî (öl.1165), Endülüslü Ebû Zekeriyâ İbnü’l-Avvâm (öl.12.yy), ve İbnü’l-Baytar (öl.1248); zooloji alanında Ebû Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 18 İslam Medeniyetinin Dünyaya Katkıları Bahr Osman el-Câhız (öl.869), İbn Ahî Hizâm (öl.10.yy) ve Muhammed b. Musa edDemîrî (öl.1405). İslam bilim dünyasında botanik ve eczacılık alanında en meşhur bilim adamı Endülüs’lü İbnü’l-Baytar (öl.1248)’dır. Doğu ve Batı Orta Çağı’nda bilgi, görgü ve tecrübesini artırmak ve yazacağı eserlere malzeme toplamak için üç kıtayı gezen ender müelliflerden olan İbnü’l-Baytar, şifalı bitkiler konusunda el-Muğnî fi’lEdviyeti’l-Müfrede isimli eseri ile el-Câmî fi’l-Edviyeti’l-Müfrede’yi telif etmiştir. İkinci eserde kendilerinden ilaç yapılan bitkilerin yanında hayvan ve minerallerden de bahsetmiştir. Hatta bu eserin bir kısmı 18.yüzyılda Latince olarak basılmıştır. Bilimsel zooloji alanında ilk eser verenlerin başında Ebû Bahr Osman el-Câhız (öl.869) gelmektedir. Kitâbu’l-Hayvân alı eserinde tekâmül; çevre ve şartlara uyum ile hayvan psikolojisi konusundaki nazariyelere yer vermiştir. Bu nazariyeler ancak 19.yüzyılda tam anlamıyla gelişebilmîştir. Câhız bu eserinde büyük hayvanlardan başka, küçük hayvanlara ve hatta böceklere de temas etmiştir. Eldeki bilgilere göre Câhız, kuru distilasyon (damıtma) yoluyla hayvan gübresinden nasıl amonyak elde edileceğini bilmekteydi. Diğer Müslüman bilim adamlarının çalışmalarına bakıldığında Orta Çağ’da bütün bu alanlarda dünya medeniyetine katkılar şu şekilde sıralanabilir: Çiçekler, bitkiler ve ağaçlar arasında sempati ve empati, bitkilerin ve minerallerin birbirlerine etkisi, bitkilerin sınıflaması; ağaç hastalıklarının tedavisi ve suni yollarla ürünlerinin artırılması konularında da çalışmalar yapmışlardır. Hayvan hastalıkları, veterinerlik, binicilik, atların çeşitleri v.b. konularda çalışmalar yapmışlardır. Suni gölet ve havuzlarda balık üretme ve yetiştirme demek olan pisikültür bilinmekte olup, bu metotla balık üretilmîştir. Bütün Orta Çağ boyunca müspet ilimlerde Müslüman bilim adamları birer otorite olarak kalmışlardır. Bu alanlarda kendilerinden önceki dönemlerdeki bilimsel birikimden de yararlanmışlardır. Müslüman bilim adamları sayesinde ortaya çıkan bilimsel gelişme ve birikim, daha sonra Batı dünyasına geçmiştir. Bu şekilde Batı dünyasında bilim gelişmeye başlamıştır. Bu şekilde de Müslüman bilim adamları dünyaya önemli katkılar sağlamıştır. İSLAM MEDENİYETİNİN BATI’YA GEÇİŞİ Hz. Peygamber döneminden itibaren Orta Çağ boyunca müspet ilimlerde Müslüman bilim adamları tarafından, gerek öncekileri alıp geliştirmek ve gerekse de ilk defa bilim dünyasına kazandırmak şeklinde oluşmasını sağladıkları bilimsel Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 19 İslam Medeniyetinin Dünyaya Katkıları birikim, ferdî ilişkiler dışında esas olarak üç yoldan Batı dünyasına, Avrupa’ya geçmiştir. Bu yollar ve oynadıkları rol şu şekilde ifade edilebilir: Endülüs (İspanya) Endülüs Emevi Devleti’nin kurulduğu 711 yılından itibaren Endülüs’te, Batı’nın karanlık çağını yaşadığı dönemde yüksek bir medeniyet ortaya çıkmıştır. Batı dünyası 11.yüzyılda başlayan Haçlı seferleri döneminde Endülüs’e de seferler düzenlemiştir. Bu seferler esnasında Hristiyanlar İslam medeniyetini yakından tanıma imkânını buldular. Müslümanların nasıl bu kadar yüksek bir medeniyet kurmuş olduklarını anlamak ve onu daha yakından tanıyabilmek ihtiyacı, Arapça eserlerin kendi dillerine tercüme edilmesiyle sonuçlanmıştır. Temelde bu sebeple ve daha 10.yüzyılda başlayan, 11.yüzyıldan itibaren Endülüs’ü işgale başlayan Hristiyan idarecilerin teşvikiyle de hızlanan; ancak 12.yüzyılda daha yoğun ve sistemli bir şekilde gerçekleşen tercüme faaliyetleriyle İslam dünyasının bilim mirasıyla doğrudan temasa geçilmîştir. Bu arada geniş bir din hürriyeti ortamında Kurtuba, Tuleytula ve Gırnata medreselerinde yetişen Yahudi ve Hristiyan bilim adamları, Arapça yanında bilim ve felsefe alanında tahsil görmüşlerdi. Başlangıçta buradaki medreselerde tahsil görenler ülkelerine döndüklerinde şüphe ile karşılanmakta ruhlarını şeytana sattıkları sanılmaktaydı. İşte bu bilim adamları ve mütercimler, İslam dünyasından, yani Arapçadan Latinceye yaptıkları tercümelerle, Batı’da 12.yüzyıl Rönesansı şeklinde isimlendirilen uyanış döneminin gerçekleşmesinde çok büyük rol oynamışlardır. Arapçadan Latinceye yapılan tercüme faaliyetleri Tuleytula (Toledo) başta olmak üzere İşbiliye, Mürsiye, Tarragona, Leon, Segovia, Pamplona gibi İspanya şehirlerinde gerçekleşmiştir. Bu faaliyetlerde Bathlı Adelard, Chesterli Robert, Sevillalı John, Dalmaçyalı Herman, Abraham ben Ezra, Cremonalı Gerard v.d. yer almıştır. Sicilya Endülüs (İspanya) dışında Arapça eserlerin Latinceye tercüme faaliyetinin yoğunlaştığı ikinci merkez özelliğini taşıyan; İslami kaynaklarda Sıkilliyye olarak geçen ve Bizans hâkimiyetinde olan Sicilya, Emevi Halifesi Muâviye döneminde fethedilmek istenmiş ancak başarılı olunamamıştır. Abbasiler Dönemi’nde Ağlebîler tarafından 827’de başlatılan ve 902 yılına kadar devam eden fetih harekatı sonunda burası fethedilmîştir. Sicilya 1091’de Normanlar tarafından tamamen işgal edilinceye kadar İslam hâkimiyetinde kalmıştır. Müslümanlar tarafından bir kültür, ticaret merkezi hâline getirilen Sicilya’da, Endülüs’te olduğu gibi bilim ve medeniyet teşekkül etmiştir. Sicilya’da hâkimiyeti ele geçiren Normanlar, buradaki medeniyetten yararlanmışlardır. Özellikle bu medeniyetten büyük oranda Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 20 İslam Medeniyetinin Dünyaya Katkıları etkilenen Norman Kralı II. Roger (1130-1154), Arapça öğrendiği gibi, Arapça yazılan eserleri toplamış ve büyük coğrafya bilim adamı İdrisî (öl.1165) gibi Müslüman bilim adamlarını alanlarında araştırma yapmaya teşvik etmiştir. Nitekim İdrisî 1154’te yazdığı Nüzhetü’l-Müştâk fî İhtirâki’l-Âfâk adlı eserini II. Roger’a takdim etmiştir. Hatta bu sebeple bu eser, Kitâbu Rucâr adıyla da meşhur olmuştur. Bu arada Sicilya’da Müslümanlar tarafından kurulan medreselerde, çeşitli milletlerden bilim adamları da bir araya gelmiştir. Bu şekilde Normanlar dönemiyle birlikte başlayan ve daha sonra da devam eden faaliyetlerle İslam bilim ve medeniyeti Batı’ya geçmiştir. Nitekim Batı tıbbı üzerinde büyük etkisi olan Salerno Tıp Okulu’nun gelişiminde Arapçadan tercüme edilen eserlerin önemli rolü olmuştur. Nihayet Normanlar’dan sonra Frederik hanedanı ve İtalyan devlet adamları da İslam kültürünü ve özellikle tıp alanındaki eserleri tanıtmaya devam etmiştir. Haçlı Seferleri Haçlı seferleri, 11.yüzyılın sonlarında Avrupa dünyasının “Kudüs’ü Kurtarma” sloganı ile Türkler’i Anadolu’dan atmak ve bütün Orta Doğu’yu ele geçirmek için başlatılan ve iki asırdan fazla devam eden siyasî amaçlı askerî hareketlerdir. Haçlı seferlerine katılanlar, karşılaştıkları İslam medeniyetinden oldukça fazla etkilenmişlerdir. Arapçayı öğrenmeleri yanında, Haçlılar, Orta Çağ Avrupası’na Doğu’nun kültürünü taşımakta etkili olmuşlardır. Zira bu konudaki bir değerlendirmeye göre Haçlı seferlerine katılanlar arasında belirli bir kültür birikimi olanlar da vardı. Bunların bir kısmı, Doğu Akdeniz etrafında yer alan ülkelerin zenginliklerini ve iklimlerini görünce etkilenmişler ve bu uygarlıkları anlayıp tanımaya çalışmışlardır. Bu sebeple içlerinden bir kısmı geri dönmemek üzere buralara yerleşmişlerdir. Arapçayı öğrendikleri gibi buralardaki kütüphanelerde yer alan binlerce kitabı inceleme fırsatını bulmuşlardır. Aynı zamanda bu dönemde ticaret yollarının açtığı imkânla Doğu’nun en uzak köşelerine kadar giden seyyahlar Doğu’nun güzelliğini, zenginliğini, sanat ve ilmîni Batı’ya tanıtmışlardır. Bunların dışında Akdeniz ticaretinin Orta ve Kuzey Avrupa’ya aktarıldığı Venedik, Pisa, Cenova ve Lucca İtalya liman şehirleri; Salerno ve Toledo dışında tercümelerin yapıldığı Paris, Napoli, Montpellia ve Padua; İslam ülkelerine yapılan seyahatler ile Hristiyan ailelerin Müslüman aileler ile akrabalık tesis etme çabaları yoluyla da Orta Çağ İslam dünyasındaki bilim Batı’ya ulaştırılmıştır. Günümüzde Batı dillerinde kullanılan pek çok kelimenin aslının İslam dünyasında oluşu, İslam bilim mirasının ve medeniyetinin Batı’ya geçtiğini ve Batı medeniyeti üzerinde etkili olduğunu ortaya koymaktadır. Nitekim admiral (emîru’lbahr, amiral), aqrab (acrab, akrep), alchemy (el-kimya, kimya), atlas (atlas, atlas), coffee (kahva, kahve), cotton (kutun, pamuk), lemon (lîmûn, limon), safari (safâra, Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 21 İslam Medeniyetinin Dünyaya Katkıları safari), sugar (sukker, şeker); İspanyolca alferez (el-fâris, teğmen), zaga (es-sakâ, artçı) ve laud (el-ûd, ud) gibi kelimeler örnek olarak verilebilir. Kısacası, Batı’nın İslam dünyasını Endülüs, Sicilya, Haçlı Seferleri ve diğer yollarla tanıması ile Arapça eserlerin Latinceye tercüme edilmesi sonucunda, Batı dünyasında bilim canlanmaya başlamıştır. 10.yüzyılda başlayan, ancak 12.yüzyılda sistemli bir şekilde yoğunluk kazanan ve 13.yüzyılda devam eden tercümeler döneminin sonunda Batı medeniyeti Orta Çağ karanlığından kurtulmuş ve bilim rönesansını gerçekleştirebilmîştir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 22 Özet İslam Medeniyetinin Dünyaya Katkıları •Hz.Peygamber dönemiyle birlikte ilim ve ilmî faaliyetler İslam medeniyetinin oluşumunda başlıca unsurlardan olmuştur. Tarih boyunca Müslümanların hâkim olduğu dönem ve bölgelerde ilmî faaliyetler artarak devam etmiştir. Bu faaliyetlerin sonucunda önemli eserler ortaya konulmuştur. •Müslüman öncelikle naklî ilimler alanında çalışmalar yapmış ve eserler vermişlerdir. İslam fetihleri ile birlikte Grek, Hint, Sasanî ve Mısır medeniyetleriyle tanışmışlardır. Fethedilen bölgelerde var olan bu medeniyetlere ait birikim öncelikle korunmuş ve arkasından bu birikimden faydalanılmıştır. •Müspet ilimler alanında söz konusu medeniyetlerin eserleri tercüme edilmiştir. Bu tercüme faaliyetleri Beytülhikme kurumuyla en üst düzeye ulaşmış; Beytülhikme aynı zamanda bir bilimler akademisi özelliğini kazanmıştır. •Özellikle Abbasiler Dönemi'yle birlikte Müslümanlar matematik, tıp, astronomi, fizik, mekanik, kimya, botanik ve zooloji v.d. alanlarda orijinal eserler yazmıştır. Ayrıca bu alanların her birisinde önemli buluşlar gerçekleştirmiştir. •Müslümanların medeniyet ve bilim alanında ortaya koyduğu çalışmalar İspanya, Sicilya ve Haçlı Seferleri ile Batı dünyası ile buluşmuştur. Bu buluşma ile birlikte Batı Hristiyan dünyasında ilmî faaliyetler başlamış ve içerisinde bulundukları Orta Çağ karanlığından kurtulma sürecine girmişlerdir. Batı dünyasında gerçekleşen Rönesans’ın temelinde Müslümanların medeniyet ve bilime katkılarının payı tartışılmaz bir gerçektir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 23 Ödev İslam Medeniyetinin Dünyaya Katkıları • Kaynaklardan yararlanarak Müslümanların dünya medeniyetine katkılarını 500 kelimeyi aşmayacak şekilde yazınız ve hazırladığınız belgeyi göndermek için yandaki ödev gönderme linkini kullanınız. • Hazırladığınız ödevi sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “ödev” bölümüne yükleyebilirsiniz. Etkileşimli Alıştırmalar Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 24 İslam Medeniyetinin Dünyaya Katkıları DEĞERLENDİRME SORULARI Değerlendirme sorularını sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “bölüm sonu testi” bölümünde etkileşimli olarak cevaplayabilirsiniz. 1. Antik dünyanın bilinen ilmî ve felsefi eserlerini Arapçaya tercüme ettirme konusundaki ilk teşebbüs ne zaman ve kim tarafından gerçekleştirilmîştir? a) Dört Halife Dönemi, Hz.Ömer b) Abbasiler Dönemi, Halife Mansur c) Emeviler Dönemi, Hâlid b. Yezîd d) Abbasiler Dönemi, Halife Me’mun e) Emeviler Dönemi, Mervan b. Hakem 2. İslam dünyasının meşhur âlimlerinden İbn Sina'nın “Kanun” adlı eseri Batılılar tarafından on beş defa Latinceye çevrilerek tıp öğretiminde kullanılmıştır. Bu durum aşağıdaki genellemelerden hangisini doğrulamaz? a) İslam dinî, bilimsel gelişmelere açıktır. b) Pozitif bilimlerde İslam bilginlerinin de hizmetleri vardır. c) Tıp alanında da İslam bilgini yetişmiştir. d) Pozitif bilimler İslamiyet'le birlikte doğmuştur. e) Batı dünyası İslam bilginlerinden yararlanmıştır. 3. Takvîm-i Celâlî hangi dönemde hazırlanmıştır? a) Sultan Melikşah b) Halife Mansur c) Fatih Sultan Mehmed d) Gazneli Mahmud e) Hiçbiri 4. Artuklular döneminde yaşayan ve sibernetik ilmînin kurucusu olarak kabul edilen bilim adamı aşağıdakilerden hangisidir? a) İbn Ahi Hizâm b) Cabir b. Hayyan c) Harizmî d) Ebu’l-İzz el-Cezerî e) Abdurrahman el-Hazinî Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 25 İslam Medeniyetinin Dünyaya Katkıları 5. Kurtubalı bir tabip olan ve el-Edviyetü’l-Müfrede adlı eserin müellifi olan Ebû Cafer el-Gâfikî, hangi alanda çalışmalar yapmıştır? a) Kimya b) Fizik c) Botanik d) Tıp e) Astronomi Cevap Anahtarı 1.C, 2.D, 3.A, 4.D, 5.C Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 26 İslam Medeniyetinin Dünyaya Katkıları YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER KAYNAKLAR Adıvar, Adnan. (1970). Osmanlı Türklerinde İlim, İstanbul: Remzi Kitabevi. Bahadır, Osman. (1996). Osmanlılarda Bilim, İstanbul: Sarmal Yayınları. Bayraktar, Mehmet. (1992). İslam’da Bilim ve Teknoloji Tarihi, Ankara: Rehber Yayınları. Bilhan, Saffet. (1998). Orta Asya Bilgin Türk Hükümdarlar Devletinde Eğitim-BilimSanat, Ankara: TDV Yayınları. Demirci, Mustafa. (1996). Beytü’l-Hikme, İstanbul: İnsan Yayınları. Denizkuşları, Mahmut. (1981). Tıbb-ı Nebevî-Peygamberimiz ve Tıp, İstanbul: Marifet Yayınları. Ersoy, Osman. (1959). Türkiye’ye Matbaanın Girişi ve İlk Basılan Eserler, Ankara: AÜDTCF Yayınları. Göker, Lütfi. (1996). Bilim ve Teknolojinin Gelişimi İle Türk İslam Bilginlerinin Yeri, İstanbul: MEB Yayınları. Gürkan, Ahmet. (1965). İslam Kültürünün Garbı Medenileştirmesi, İstanbul. Hitti, Philip K. (1980). Siyasî ve Kültürel İslam Tarihi, çev: Servet Sezgin, İstanbul: Boğaziçi Yayınları. Hunke, Sigrid. (1972).Avrupa’nın Üzerine Doğan İslam Güneşi, İstanbul: Bedir Yayınları. İslam Kurumları ve Medeniyeti. (2010). Editör: Mefail Hızlı, Eskişehir: Anadolu Üniversitesi Yayınları. İslam Tarihi ve Medeniyeti. (2006). Editör: Nesimi Yazıcı-Nusret Çam, Ankara: Ankara Üniversitesi Uzaktan Eğitim Yayınları. Karakaş, Mahmut. (1991). Müsbet İlimde Müslüman Âlimler, Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları. Kazancıgil, Aykut. (2000). Osmanlılarda Bilim ve Teknoloji, İstanbul: Ufuk Kitapları. Keskioğlu, Osman. (1987). Müslüman İlme ve Medeniyete Hizmetleri, Ankara: DİB Yayınları. Kırca,Celal. (1994). Kur’3A-ı Kerîm’de Fen Bilimleri, İstanbul: Marifet Yayınları. Nasr, Seyyid Hüseyin. (1991). İslam’da Bilim ve Medeniyet, çev: Nabi Avcı v.d., İstanbul: İnsan Yayınları. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 27 İslam Medeniyetinin Dünyaya Katkıları Osmanlı Devleti ve Medeniyeti Tarihi. (1998). Editör: Ekmeleddin İhsanoğlu, İstanbul: IRCICA Yayınları. Özdemir, Mehmet. (1997), Endülüs Müslümanları İlim ve Kültür Tarihi, Ankara: TDV Yayınları. Saraç. Celal. (1983). Bilim Tarihi, İstabul: MEB Yayınları. Sarıçam, İbrahim-Erşahin, Seyfettin. (2006). İslam Medeniyeti Tarihi, Ankara. Sayılı, Aydın. (1985). Ortaçağ Bilim ve Tefekküründe Türklerin Yeri, Ankara: TTK Yayınları. Turan, Osman. (1997). Selçuklular Tarihi ve Türk-İslam Medeniyeti, İstanbul: Boğaziçi Yayınları. Türkler. (1999). Editör: Hasan Celal Güzel, Ankara: Yeni Türkiye Yayınları. Uzun, Abdullah. (1997). Cizreli Ebü’l-İz ve Otomatik makineları, Konya: Esra Yayınları. Yıldırım, Celal. (1985). Bilimin Öncüleri, İstanbul: Remzi Kitabevi. Yüksel, Ahmet Turan. (2007). İslam’da Bilim Tarihi Başlangıçtan Osmanlı Döneminin Sonuna Kadar, Konya: Kitap Dünyası Yayınları. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 28