Arınma Çağrısı “Firavun’a git çünkü o azdı. Ona de ki: Arınmak ister misin?” Nazi’at 17-18 Günümüz dünyası kirlenmek ve kirletmek için gösterdiği cömertliği, arınmak ve arıtmak için göstermiyorsa eğer, bu dünyayı kurgulayan zihnin cimriliğini sorgulamakla girizgâh yapmalı o zaman. İlahi olanı dışlayan ve şahsileştirilerek anarşi üretmesi istenen bir ahlak anlayışının dünyayı, insanı ve kurumları temiz bırakabileceğine dair inançları sorgulayarak bir de. Evet, bu sayımızda bir arınma çağrısı yapmak istiyoruz ama bunu kirlenmenin kaynaklarını sorgulamadan yapmamalıyız. Üzerinde yaşadığımız dünyayı, temel kavram ve kurumlarını üreten küresel sistemi ve kirlenmeye karşı en önemli araçlardan parlamento içine hapsedilmiş görüntüsüyle siyaseti sorgulamalıyız. Başta medya olmak üzere türlü yollarla zihinlerin, gözlerin ve gönüllerin kirletilmesine ses çıkarılmamasını masaya yatırmalıyız. Cinsellik ve paranın toplumları dönüştürme gücünün, iktisat ve teknolojinin yerini aldığı günümüzde, bütün insanlığı ve iman edenleri, değişen dünyada onları bekleyen tehlikelere karşı uyarma vazifemizi öncelemeliyiz. En iyi ihtimalle ihmal edilmiş bir gerçeğimiz arınma konusu. Hızla akıp giden zamanın içinde yaşananlar, bir tortu bırakıyor ve yaşananları konuşmaktan, bu tortuyu konuşmaya zaman kalmıyor, her nedense? En büyük, en önemli gayemiz temiz kalmak, temizlenmek iken; her birine bu gayeden başka içerikler kazandırdığımız başarma, kazanma, kaybetmeme adına görmezden gelinebiliyor gerçekliğimiz. Yavaşlamak kaybetmekle(!) ve hız kazanmakla(!) özdeş hale geldiğinden; başarmak, yükseklere çıkmak adına, kaybettiklerini ikinci plana itmeyi göze alabiliyor insan. Oysa yükseklere çıkmak için zaman geçiyor, tortular, artıklar, kirler birikiyor, yükümüz ağırlaşıyor. Yükseklere çıktıkça göğsümüz daralıyor... Arınmak istiyoruz, bir arınma çağrısı yapmak istiyoruz, hayatta nelerin olduğundan çok, hayatın nasıl olması gerektiğine ilgileri çekmek istiyoruz. Hesap gününü düşünerek, nerede yürüdüğümüz kadar nasıl yürüdüğümüz ve yürüyeceğimizle ilgili bir konu bu. Ailesine ve yakınlarına sabr-ı cemil niyaz ettiğimiz Merhum Muhsin Yazıcıoğlu’nun kendi hayatını özetleyen ama bütün hayatlara tefsir edilmesi gereken ifadeleriyle meseleyi bağlayalım:“…Düz yaşayacağız, düz duracağız, düz yürüyeceğiz. Dik duracağız, doğru gideceğiz… Yarın ahirette Allah bize ‘Niye iktidar olamadın?’ diye sormayacak…” GÜNDEM ‹Ç‹NDEK‹LER 4 MUHS‹N YAZICIO⁄LU “Adam gibi Adam” d› UMRAN DOSYA 18 29 Mart ve Seçmenin Sağduyusu ABDURRAHMAN EMİROĞLU Toplumsal Kirletmeye/ Kirlenmeye Karşı Parlemento Dışı Siyasetin Görev ve Sorumlulukları PROF. DR. BURHANETTİN CAN 8 25 6 Türkiye’nin Irak Politikası ve Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Irak Ziyareti CEVAT ÖZKAYA Dört Nebevi Hitap Bağlamında Arınma Çağrısı ABDULLAH YILDIZ 11 Yeni Anayasa’dan Kısmi Anayasaya’ya (mı?) Prof. Dr. Mustafa Erdoğan ile Röportaj 33 İman Aynı İmtihan Farklı NURETTİN YILDIZ 39 Derin Yabancılaşma Abdurrahman Arslan ile Röportaj 14 Çanakkale Gazze’dir Gazze Çanakkale METİN ALPASLAN ANALİZ 49 Bir Medeniyet Savaşçısı Bilge Mimarın Düşünce Mirası NURŞEN ALDI 2 UMRAN NİSAN ’09 GEÇMİŞTEN GELECEĞE KO(NU)ŞANLAR 53 Sultanahmet Camii’nin Kükreyen Hatibi Emrullah Hatipoğlu ABDULLAH YILDIZ Sahibi Umran Yay›nc›l›k Turizm San. ve Tic. Ltd. fiti. Ad›na Abdullah Y›ld›z Genel Yay›n Yönetmeni ve Sorumlu Yaz› ‹flleri Müdürü Cevat Özkaya KÜLTÜR-SANAT 57 Yay›n Kurulu Uğur Altun, ‹lhan Gündoğdu, Cevat Özkaya, Abdullah Y›ld›z 68 Türkiye’de İslamcılık ve Sırat-ı Mustakim M. Suat Mertoğlu İle Röportaj Son Osmanlı’nın Kendi Gök Kubbesi Bir Yahya Kemal Portresi Yeni Türkçe Şiirde İslâm Olgusu - IV METİN ÖNAL MENGÜŞOĞLU Bu Say›ya Katk›da Bulunanlar Ali Aktan, Faruk Urludağ, İsa Genç, Ahmet Üzmez, Burak Çelik, Alperen Gençosmanoğlu, Furkan Aktan ‹dare Merkezi Mega Center, C 34 Blok, Kat 2 No:340 Bayrampafla / ‹stanbul Tel: (0212) 640 01 22 - 640 01 23 Fax: (0212) 640 01 25 www.umrandergisi.com umran@umrandergisi.com abone@umrandergisi.com 74 Düşünce Dünyasında Sırat-ı Müstakim SORUŞTURMA 61 83 Hakikilik ve İçtenlik ATASOY MÜFTÜOĞLU Kenar Mahallenin Tek Şansı “Slumdog Millionaire” Olmak FERHAT TOPAZİK 62 Mehmed Akif’e Düzyazılarından Bakış A. VAHAB AKBAŞ Temsilcilikler Adana: (0505) 249 71 87 Ankara: (0312) 435 94 48 ‹zmit: (0542) 250 75 77 Trabzon: (0462) 321 95 44 Isparta: (0246) 232 34 77 Lyon: (0033) (0) 478 52 39 78 Abonelik fiartlar› Yurtiçi Y›ll›k (12 say›): 50 TL Türkiye Finans Kat›l›m Bankas› F›nd›kzade fib. TL Hesab› 99165159-1 (Umran Yay›nc›l›k) Posta Çeki Hesab› 1605252 (Umran Yay›nc›l›k) Yurtd›fl› Y›ll›k (12 say›): 80 Usd - 60 Euro Fiyat›: 5 TL ‹ç Düzen-Kapak Tasar›m Furkan Selçuk Ertargin Bask›: fieny›ld›z Matbaac›l›k Gümüflsuyu Cad. No:3 Kat:1 Topkap› - ‹stanbul Tel: (212) 483 47 91 86 Gazze’den Çanakkale’ye ETKİNLİK Yerel Süreli. Ayda bir yay›mlan›r. NİSAN ‘09 UMRAN 3 Gündem MUHSİN YAZICIOĞLU “ADAM GİBİ ADAM”DI UMRAN Hz.Ömer (r.a.) bir gün arkadaşlarına şöyle dedi: “İçinizden geçen, yapmak/ ulaşmak istediğiniz bir hedef ve hayaliniz/hülyanız yok mu? Varsa nedir? İnsanlar için, insanlık için ne yapmak isterdiniz?” İçlerinden biri; “İçinde bulunduğumuz şu oda/ev dolusu gümüşüm olsa da onu Allah yolunda insanlar için harcasam isterdim.” dedi. Hz. Ömer; “Başka...” dedi. İçlerinden bir başkası; “İçinde bulunduğunuz şu oda/ev dolusu altınım...” ; bir başkası da; “İçinde bulunduğunuz şu oda/ ev dolusu mücevherim olsa da onu Allah yolunda insanlar için harcasam isterdim.” dedi. Hz. Ömer; “Başka yok mu?” dedi. Onlar da; “Artık daha başka ne kaldı ki, daha ne söyleyelim ki... Bu kadar...” dediler. Hz. Ömer; “Ben ise, içinde bulunduğumuz şu oda/ev dolusu adam, adam gibi adam, doğru, dürüst, mert; Ebû Ubeyde bin el-Cerrah, Muaz bin Cebel ve Huzeyfe bin el-Yeman gibi babayiğit, erler ve erenler isterdim ki; onları Allah yolunda insanların hizmetinde istihdam edeyim isterdim... O takdirde her şeyi başarırdım.” dedi (Prof. Dr.Ali Akyüz, Hz.Peygamber’in Medeniyet Projesi, s.63-64). Hiçbirimiz Hz. Ömer gibi ve onun sözünü ettiği ashâb-ı 4 UMRAN NİSAN ’09 güzîn gibi elbette olamayız; ama onun arzuladığı, özlediği güzel insanların benzerleri, çok az da olsa, bugünün dünyasında da çıkabilmektedir. Hiç lâfı dolaştırmadan söyleyelim: Rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu “adam gibi adam”dı; Hz. Ömer’in tarifinde yer alan; “doğru, dürüst, mert, babayiğit, er ve eren” nitelemelerini gerçekten hak eden ender bir şahsiyetti. Mâhût 28 Şubat döneminde, sürecin mimarı olan Bir’ileri “5 milyon insanı kesmekten” söz edince, “Türkiye Suriye olmayacaktır; gerekirse 5 bin insanla dağlara çıkarız” diyecek kadar babayiğitti. Yaklaşık on yıl hapiste yatmış ve işkencelerin en acımasızını görmüş olmasına rağmen, iradesini, istikrarını, kararlığını, itidalini ve hilmini muhafaza eden bir dava adamı idi. Kader birliği yaptığı dava arkadaşlarından mağdur olan, sıkıntıya düşen kim varsa onlara sahip çıkarak şefkatle kucaklayan bir ağabey, bir baba idi. Gerek karşı düşüncede olanlar, gerekse yollarını ayırdığı insanlar aleyhinde hiçbir cümle sarfetmeyen, ‘onlar da birgün bizi anlayacaklar’ diyen erdemli bir dava eri idi. Hapishanede aynı koğuşta kalan solcular için; “koca Türkiye’yi aramızda paylaşamıyorduk, yıllarca birkaç metrekarelik mekânı birlikte paylaştık” diyebilecek kadar dürüsttü. Namazla Diriliş Seferberliğine büyük destek vererek, Alperen Ocakları’na çok sayıda “Namazla Diriliş” programları tertipleten, namazın değiştirici/ dönüştürücü vasfının bilincinde bir musalli idi. Hasılı: Türkiye’deki kirli siyaset çarkının kirletemediği, mevcut siyaset anlayışına birkaç gömlek fazla gelen, özüsözü bir, doğru sözlü, mert bir “eren”di. Allah (c.c.) gani gani rahmet eylesin. Ailesine, yakınlarına ve dava arkadaşlarına sabr-ı cemil diliyor, milletimize de “adam gibi adam”lar yetiştirip onlara sahip çıkma bilinci niyaz ediyoruz. Gündem Muhsin Yazıcıoğlu: Kahramanmaraş’tan Yozgat’a giderken geçirdiği helikopter kazası sonucu hayatını kaybeden BBP Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu’nun hayatı siyasi mücadeleler ile geçti. Yazıcıoğlu, kazadan hemen önceki mitinginde 29 Mart seçim çalışmaları için “Devletten yardım almıyoruz ilk kez helikopter kiralıyoruz” demişti. İşte Yazıcıoğlu’nun siyasi mücadeleyle dolu yaşam öyüsü: Muhsin Yazıcıoğlu, 1954 yılında Sivas’ın Sarkışla ilçesi Elmalı Köyü’nde bir çiftçi ailesinin oğlu olarak doğdu. İlk ve orta öğrenimini Şarkışla’da yaptı. Yüksek öğrenimini yapmak üzere 1972’de Ankara’ya geldi. Üniversite tahsilini, Ankara Üniversitesi Veteriner Fakültesi’nde tamamladı. 1968’de cemiyet (dernek) çalışmalarına başladı. Şarkışla’da Genç Ülkücüler Hareketi’ne katıldı. Ankara’ya geldikten sonra ise, Ülkü Ocakları Genel Merkezi’nde görev yapmaya başladı. Sırasıyla; Ülkü Ocakları Genel Başkan Yardımcılığı ve Ülkü Ocakları Genel Başkanlığı yaptı. (1977-78). 1978’de faaliyete geçen Ülkücü Gençlik Derneği’nin kurucu Genel Başkanı oldu. 1980 yılına kadar MHP’de Genel Başkan Müşavirliği görevinde bulundu. 12 Eylül 1980’de yapılan askeri darbenin ardından, MHP ve Ülkücü Kuruluşlar Davası sanığı olarak cezaevine konuldu. 5,5 yılı hücrede olmak üzere 7,5 yıl Mamak Cezaevi’nde kalan Muhsin Yazıcıoğlu, 7,5 yıl cezaevinde kaldığı bu davadan herhangi bir ceza almadı. Cezaevinden çıktıktan sonra, mağdur olmuş ülkücülere ve onların ailelerine yardim amacıyla kurulan Sosyal Güvenlik ve Eğitim Vakfı’nın başkanlığını yaptı. 1987’de arkadaşları ile birlikte MÇP’de siyasete girdi. MÇP’de Genel Sekreter Yardımcılığı görevinde bulundu. 1991 genel seçimlerinde üç partinin oluşturduğu ittifak bünyesinde, milletvekili adayı oldu. “O, inançlarınızı Meclis’e taşıyacak” sloganıyla, Sivas’tan milletvekili seçildi. 1992 yılı Temmuz ayında, “içinde bulunduğu partinin siyasi anlayışıyla uyuşamadığı için” bir grup arkadaşı ile birlikte MÇP’den ayrıldı. 29 Ocak 1993 tarihinde Büyük Birlik Partisi kuruldu ve bu partinin Genel Başkanlığına seçildi. 24 Aralık 1995’te yapılan erken genel seçimlerde ANAP-BBP ittifakından 20. Dönem Sivas milletvekili olarak, yeniden meclise girdi. 28.02.1996 tarihinde ANAP’tan istifa ederek, BBP’ye döndü. 26 Nisan 1998’de yapılan 3. Büyük Kurultay’da, 8 Ekim 2000 tarihinde yapılan 4. Büyük Kurultay’da, 2 Haziran 2002 tarihinde yapılan 1. Olağanüstü Büyük Kurultay’da,20 Temmuz 2003 tarihinde yapılan 5. Olağan Büyük Kurultay’da,30 Nisan 2006 tarihinde yapılan 6. Olağan Büyük Kurultay’da ve 15 Nisan 2007 2.Olağanüstü Büyük Kurultayda tekrar BBP Genel Başkanlığına seçilmiştir. 22 Temmuz Erken Genel seçimlerinde BBP’nin seçimi protesto etmesi sebebiyle partisinden istifa ederek Sivas’tan bağımsız milletvekili adayı olup 23. dönem milletvekilliğine seçilmiştir.Daha sonra BBP’ye katılarak TBMM’de Büyük Birlik Partisi Sivas Milletvekili olarak BBP’yi Meclis’te temsil etmiştir.19 Ağustos’ta yapılmış olan BBP’nin 3.Olağanüstü Büyük kurultayında tekrar Genel Başkan olmuştur. Muhsin YAZICIOĞLU, evli ve iki çocuk babasıydı... “Eğer bütün etrafındakiler bir panik içersine düştüğü ve bunun sebebini senden bildikleri zaman, Sen kafanı dik tutabilir ve dahası tebessüm edebilirsen, Eğer herkes sana güvenmezken sen kendine güvenir, Beklemesini bilir ve beklemekten yorulmazsan veya hakkında yalan söylenir de yalanla iş görmezsen; Yahut senden nefret edilir de kendini nefrete kaptırmazsan; Bütün bunlarla beraber zafer ve yenilgiyle karşılaşır ve bu iki hokkabaza aynı şekilde davranabilirsen, Yahut ömrünü verdiğin şeylerin bir gün başının üzerine yıkıldığını görür ve eğilip yıpranmış aletlerle onları yeniden yapabilirsen, Saygın hakkında bir kelimecik olsun bir şey söylemezsen; Eğer kalabalıklarla konuşup faziletini muhafaza edebilir, Yahut krallarla gezip halka ait huylarını kaybetmezsen, Yeryüzünün bütün üstündekiler senin olur…” Muhsin Yazıcıoğlu’nun çalışma odasındaki yazı NİSAN ‘09 UMRAN 5 Gündem 29 MART SEÇİMLERİ VE SEÇMENİN SAĞDUYUSU ABDURRAHMAN EMİROĞLU 29 Mart yerel seçimleri, birçok bakımdan derinlemesine analiz edilmeyi hak ediyor. Öncelikle ifade edilmesi gereken ilk tespit şu: Türkiye insanının sağduyusuna güvenmek, değer vermek ve sandıktan çıkan mesajı doğru okumak gerekiyor. Zira bu okumayı doğru yapamayan siyaset erbabı ve yönetici elitin doğru bir siyaset üretmesi, sağlıklı bir davranış geliştirmesi mümkün olmaz. Bu bağlamda seçmenin -özellikle de yerel seçimlerdeoldukça bilinçli oy kullandığı görülmüştür. Peki, 30 Mart 2009 sabahı ortaya çıkan tablo nasıl okunabilir? Ak Parti’ye: “Mağrur Olma Padişahım...” Mesajı Görülen o ki, seçmen, en önemli mesajını Ak Parti iktidarına vermiştir. Bir yazarımızın (Ahmet Turan Alkan) seçim akşamı yaptığı değerlendirmede ifade ettiği üzere, Türkiye halkı, “mağrur olma padişahım...” demiştir. Evet, Ak Parti iktidarı kendisine fazla güvenmiş, rakipleriyle arasındaki büyük mesafenin verdiği rahatlıkla yer yer hoyrat davranmış, bu sebeple de bir dizi hata yapmıştır. 6 UMRAN NİSAN ’09 Halkı tarafından sevildiğini bilen ve “Davos rüzgârını” da arkasına alan Sayın Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, liderlik karizmasına güvenerek seçimi sürüklemek ve başarı grafiğini daha da yükseltmek istemiştir; ama görünen o ki, halkımız, Ak Parti’nin neredeyse tamamen lider karizmasına endeksli siyasetine karşılık vermemiştir. Kaldı ki, Davos’ta yüreklere su serpip alkışlanan dik duruş ve karizmatik tavır; içeride medya ile cebelleşen, rakipleri tahfif eden sert ve kırıcı üslupla zedelenmiştir. Buna, uzun süredir iktidarda olmanın getirdiği dezavantajlar, ekonomik krizi önemsemeyen tavırlar, kimi kesimlerin hassasiyetlerini hesaba katmayan söylemler, “seçim yatırımı” olduğu izlenimi veren veya belki öyle de olan bazı uygulamalar ve benzerleri de eklenince, bu sonuç kaçınılmaz olmuştur. Ak Parti’nin kendisine aşırı güveninden kaynaklanan vahim bir hatası da; yerel seçimlerde son derece önemli olan “aday”ın kimliği, kişiliği ve imajının belirleyiciliği faktörünü büyük oranda ıskalamış olmasıdır. Türkiye genelinde herkesin gördüğü ama parti yönetiminin bir türlü göreme- diği bu özensizlik, parti tabanı tarafından, “yönetim, kimi koysam seçilir anlayışı içinde” gibi okunmuştur. Seçmen iradesini önemsemeyen ya da hafife alan bu tutum sandıkta en açık şekilde cevabını bulmuştur. Seçim gecesi bir açıklama yapan Sayın Başbakan, seçimden “derslerini aldıklarını” ifade etmiştir. Bu olumlu bir gelişmedir. Ancak, bazı yerlerdeki sonuçları “anormal bulduğunu” açıklaması ve kamu ile paylaşması biraz aceleci bir çıkış olmuştur. Saadet Partisi ve Numan Kurtulmuş Umut Verdi Bu seçimde oylarını, bir önceki seçime göre ikiye hatta daha fazlasına katlayan Saadet Partisi ve Büyük Birlik Partisi oldu. Bu sonuç, Türkiye insanının kadirkıymet bilirliğini ve vefa duygusunu yansıtması bakımından oldukça anlamlıdır. Saadet Partisi, yeni başkanı ve yenilenmiş “ilkeli” söylemi ile umut vermiş, gelecek vadetmiştir. SP, kadim tabanı üzerinde yükselip büyüyerek iktidara gelen Ak Parti’ye, “alternatifsiz olmadığı” mesajını vermiş ve “gömleğini çıkartıp attığını” ilan ettiği “milli görüş geleneği”ni Gündem ciddiye alması gerektiğini net bir şekilde ihtar etmiştir. Umarız ki, hem Ak Parti hem de SP oy almak için popülist tutumlara yönelmenin nihai tahlilde işe yaramadığını ve esas itibariyle “nusret”i ve “bereket”i ortadan kaldırdığını artık görürler. Büyük Birlik Partisi’ne gelince; merhum Muhsin Yazıcıoğlu’nun ilkeli, dürüst ve mert duruşu milletimiz tarafından görülmüş, takdir edilmiş ve gönüllerde ve dualarda hak ettiği yeri bulmuştur. “Yarın ahirette Allah bize, ‘Niye iktidar olmadın?’ diye sormayacak...” ifadesinde belirttiği gibi, iktidar ve ikbal uğruna popülizme, ilkesizliğe prim vermeyen şahsiyetli tavrı, milletimizin Muhsin Bey’e olan sevgisini pekiştirmiş; elim bir kaza sonucu vefatından duyulan üzüntü ise, Sivas Belediye Başkanlığı ile bir nebze olsun hafiflemiştir. Böylece; halkımızın sağduyusuna vefa duygusu da eklenmiştir. Etnik Temelli Siyasete Dikkat! Etnik temele dayalı ideolojik, fikri ve siyasi hareketlerin karşıtlarından beslenerek büyümek gibi bir sosyolojik doğası vardır. Türkiye’de, etnik temele dayandığını iddia etsinler ya da etmesinler, Kürtçü ve Türkçü akımların karşılıklı olarak biribirlerini tetikledikleri ve -tabir yerindeysebirbirlerinden nemalandıkları bir gerçektir. PKK terörizmi azalsa da, onu bir biçimde onaylayıp destek veren bir siyasi hareketin güçlenmesi, karşıtını da otomatik olarak güçlendirecekti. Bir önceki seçimde, muhafazakâr çizgisi malum Ak Parti’nin “kucaklayıcı”, “birleştirici” ve “özgürlükçü” söylemlerine belirgin ölçüde destek veren Kürt seçmen, aynı Ak Parti’nin bu söylemi unutup yer yer statükocu söylemlere ve uygulamalara yönelmesi ve sistem tarafından iyice köşeye sıkıştırılan DTP’nin de Kürt halkının tek temsilcisi pozisyonuna bürünmesi sebebiyle oylarını Ak Parti’den DTP’ye kaydırmıştır. TRT Şeş vb. yararlı uygulamalar da havada kalmış gibi görünmektedir. Böyle bir ortamda, “Kürtçülük” ya da “bölünme” tehlikesinden korkan insanların ve özellikle de gençlik kesiminin, bölücülük karşıtı, ulusalcı söylemleriyle MHP’ye yönelmesi anlaşılabilir bir durumdur. Ancak, etnik eğilimlerin karşılıklı olarak güçlenmesi, Türkiye’nin geleceği açısından ciddi bir handikaptır. Dolayısıyla, bin küsur yıllık kardeşliğin bozulmaması ve arızi yaraların tedavisi için elle tutulur çözümlere ve açılımlara ihtiyaç vardır. Açılımlar CHP’yi Açtı mı? “Açılım” deyince, geçtiğimiz yerel seçim sürecinde en çok konuşulan, tartışılan CHP açılımları akla geliyor. “Kırk yıllık Kâni, olur mu yani” deyişini tepetaklak edercesine, bu seçimler öncesinde çarşaf, Kur’an kursu, tarikat vs. konularında açılımlara yönelen CHP, bu söylemlerine kimseyi inandıramadı ise de, en azından “din karşıtı” imajını kısmen silmişe benziyor; en azından, eskisi gibi dindarlara kan kusturacak uygulamaların bundan böyle söz konusu olmayacağı intibaı oluşmuş bulunuyor. Dolayısıyla, Ak Parti’nin “Biz olmazsak NİSAN ‘09 UMRAN 7 Gündem CHP gelir” kozu, halk üzerinde eskisi kadar etkin olmadı, denebilir. Ancak, kesin olan şu ki; elindeki “yolsuzluk dosyaları” ve kamuoyunda uyandırdığı dürüstlük imajı ile kendi tabanında ve iktidar karşıtlarında prim yapan Kemal Kılıçdaroğlu’nun, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Başkanı adayı olması, CHP oylarını ciddi anlamda artırmıştır. Kılıçdaroğlu’nun aday olmadan önceki ve adaylık sürecindeki bu iddialarına Ak Parti’den net ve ikna edici cevapların gelmemesi ya da kendisini yeterli düzeyde savunamaması da Kılıçdaroğlu söyleminin genelde sonuç almasına imkân vermiştir. CHP, oylarındaki nisbi artışla yeni bir hava yakalayabilir. Sonuç: Ak Parti, 2007 genel seçimlerinde, Cumhurbaşkanlı-ğı krizinde derin güçlere karşı dik duruşunun karşılığını görmüş ve oy oranını ciddi oranda artırmıştı. 2009 yerel seçiminde bu ödünç oylar geri alınmışa benziyor. Bu seçim sonucunu 2007’ye değil de 2004 yerel seçimine endekslersek, ortada büyük kayıp gözükmüyor; ama birçok belediyenin elden çıkması ve nisbi oy kaybı Ak Parti için iyi bir ders olmalıdır. Bu, daha ilkeli, asla ve öze uygun bir duruş geliştirmek için bir fırsattır. Saadet Partisi ile Ak Parti’nin “hayır yarışı”na girecekleri bir süreç, ülkeye de hayır getirecektir. 8 UMRAN NİSAN ’09 TÜRKİYE’NİN IRAK POLİTİKASI VE CUMHURBAŞKANI ABDULLAH GÜL’ÜN IRAK ZİYARETİ CEVAT ÖZKAYA Son Dönem Türk Dış Politikasına İlişkin Bazı Değerlendirmeler Türkiye’nin dış politikası son yıllar içinde aktif bir görünüm arz etmektedir. Soğuk Savaş döneminin iki kutuplu dünyasında Atlantik ötesinde alınan kararları uygulama dışında dişe dokunur bir aktivite sergileme imkânı oldukça sınırlıydı. Bu bağlamda Türkiye kendi politik hedeflerini gerçekleştirme konusunda bir aktivite sergilemedi veya sergileyemedi. Parçalanan bir imparatorluğun bakiyesi olarak Türkiye Cumhuriyeti ciddi bir beka endişesi taşımaktaydı, bu endişe onun bütün yapıp ettiklerinde baş belirleyici olmuştur. Dolayısıyla kendi beka kaygısına düşmüş bir devletin çevresiyle ilgilenmesi beklenemezdi. Onun içindir ki, Türkiye, Balkanlar, Ortadoğu ve Kafkaslarda yaşanan olaylara mensup olduğu paktın gerekli gördüğü kadar ilgi göstermiştir demek yanlış olmayacaktır. Ancak Sovyetlerin etkinliğini kaybetmesinden sonra oluşan yeni durum Türkiye’nin bölgesinde pasif bir aktör olarak var olmasına imkân vermeyen bir konjonktürü ortaya çıkardı. Türkiye, Osmanlı Devleti’nin yıkılması sonucunda oluşan “siyasi merkez” boşluğunu doldurma zorunluluğuyla karşı karşıya kaldı. Bunun ilk işareti 90’lı yılların başındaki Bosna savaşıyla ortaya çıktı. Yugoslavya’nın dağılması sürecinde ülkeyi oluşturan halkların yönelimleri Birinci Dünya Savaşı öncesi duruma uygun bir şekilde cereyan etti. Her unsur, her halk kendi tabii kültür havzasına yöneldi. Hırvatistan ve Slovenya yüzlerini Batı’ya dönerken, Gündem Sırbistan Rusya’ya, Bosnalılar şularımızla ilişkilerde söylem mez bir aktör haline gelmiş da Türkiye’ye ve İslam dünya- değişikliğini durumdadır. sına yöneldiler. “Dört bir tarafımız düşmanlar- gözlemliyoruz. Bu yöneliş Türkiye halkı la sarılı” söyleminin yerini, kar- Cumhurbaşkanı Abdullah nezdinde gerekli ilgiyi gördü, şılıklı ilişkilerin canlandırılması Gül’ün Irak Ziyareti ancak devlet bu ilgiye cevap ve “sıfır sorun” söylemi alıyor. vermekte oldukça gevşek dav- Türkiye’nin tabii hinterlan- Abdullah Gül’ün Mart’ın son randı. Halkı güçlü bir politika dı olan Ortadoğu, Kafkaslar ve haftasında yaptığı Irak ziyareti, etrafında toparlayıp yönlen- Balkanlarla yeni ilişkiler geliş- bölgesel ilişkilerin geliştirilmesi dirme görevini yapamadığı tiriliyor, kendi yakın çevresine konusunda atılmış önemli bir gibi, halkın duygularına yeteri bilhassa Ortadoğu’yu bulaşıl- adımdır. 3 Mart 2002’de ABD kadar tercüman olmayı da ger- maması gereken bir “gayya askerlerinin Türkiye üzerinden çekleştiremedi. 1990’larda baş- kuyusu” olarak niteleyip, mec- Irak’a geçişini reddeden tezke- layan bu süreç Türkiye’nin dış bur olmadıkça bölgeye bulaş- reden sonra yapılan değerlen- politikasının -amiyane tabirle- mama anlayışı yerini, bölge dirmelerde, Türkiye’nin Irak’ta şaşkınlık yaşadığı bir dönemdir politikalarına müdahil olan bir denklemin tamamen dışında ve 2000’li yılların başına kadar anlayışa bırakıyor. İmkânları kalacağı dillendirilmişti. devam eder. 2000’li yılların kadar riskleri de olan bu poli- başından itibaren Türk dış tikanın son yıllarda oldukça noktada politikasında bir silkelenme, başarılı bir şekilde yürütüldü- lem dışında kalmayacağı gibi, bir aktiviteye şahit oluyoruz. ğünü görüyoruz. Irak’ın siyasal ve ekonomik Cumhurbaşkanı Ancak bugün Türkiye’nin Sayın gelinen denk- Söylemler ve bakış açılarında Bu bağlamda Türkiye son değişme bariz bir şekilde ken- dönemlerde bölge sorunları- vazgeçilmez bir aktör olacağı dini gösteriyor, öncelikle kom- nın çözümünde ihmal edile- kesinlik kazanıyor. yeniden yapılandırılmasında NİSAN ‘09 UMRAN 9 Gündem ABD 2010 yılında Irak’tan le ABD açısından önemlidir. dığı PKK ve Türkmen politika- askerlerini çekeceğini açıkladı. Türkî ülkelerdeki üslerinden sı, Türkiye’nin manevra alanını Bu çekiliş sonrası Irak’ta oluşa- çıkarılan ABD’nin burada var- daraltan bir hüviyet arz etmek- bilecek muhtemel bir karışık- lığını devam ettirmesi “satranç tedir, bu politikaların gözden lığın bütün bölgeyi, özellikle tahtası”ndaki mücadelesinde geçirilmesi politika yapıcıları Irak ile 352 km’lik sınıra sahip vazgeçilmez bir zorunluluktur. rahatlatacaktır. olan Türkiye’yi etkileyeceği Bu her iki bölgede de İran’ın açıktır. Irak içinde etkinliği aktif bir varlığı ve stratejik bir olan güçler ve bütün bölge derinliği olduğunu düşünürsek, ülkeleri bu çekiliş sonrasına Obama’nın Nevruz mesajı daha göre kendilerini konumlandır- bir anlam kazanır. Türkiye’nin maktadırlar. Cumhurbaşkanı de Irak politikasında belirleyici Abdullah Gül’ün Irak ziyaretini bir aktör olma isteği yadır- de bu bağlamda değerlendir- ganmamalıdır. mek gerekir. nın başından bu yana Irak’ın Irak savası- bütünlüğünü savunan bir poli- yapılanmasının açık bir şekilde ortaya çıktığı gerçeği, gereği gibi kabullenilmelidir. Türkiye baştan beri Irak’ın üniter bir devlet olmasını savunmuştur. Ancak bugün gelinen noktada bir federal yapıyı kabullenmek zorunda kalmıştır. Bu durum Obama’nın Başkan Oluşundan tika izleyen Türkiye, Irak’ta Kuzey Irak’taki Kürt yönetimi Sonra Gelişen Yeni Durum oluşturulan bir federal yapıyla Şii ve Sünni aktörlerle yeni iliş- Obama 2010 yılında Irak’ yetinmek durumunda kalmış- kileri gerekli kılmaktadır. tan askerlerini çekeceğini ve bu tır. Ancak Irak’ın bir karışıklığa - Kürtlerin bağımsızlıkla- çekilen askerlerin Afganistan’a sürüklenmesini de arzulama- rını ilan etmelerinin imkânı kaydırılacağını ilan etti, ikinci maktadır. Bu bağlamda hem en azından şimdilik ortadan olarak son Nevruz bayramın- Irak merkezi yönetimiyle hem kalkmış gözüküyor. Kürtlerin da yayınladığı mesajla İran ile de Irak’ın bölgesel güçleri ve bağımsızlıklarını ilan etmesi ilişkilerin geliştirilmesi dileğini İran’la olan ilişkilerini değer- halinde Irak’ın kalan kısmı tam ifade etti. Bu, Bush dönemi lendirerek, gelmesi muhtemel anlamıyla bir Şii devleti haline politikalarından görünüşte bu karışıklığı önleyecek adım- geleceği için, bu bağımsızlığı farklılık arz eden iki önemli lar atmaktadır. Ayrıca merke- ABD dâhil kimse istememekte- husustu. Öncelikle, ABD asker- zi yönetimi dikkate almadan, dir. Suudi Arabistan ve bölge lerinin çekilmesi Irak’ta muh- hatta çoğu zaman ona rağmen temel bir karışıklığın olabile- bir yönetim sergileyen, Kuzey ceğine ilişkin öngörüler isti- Irak’taki bölgesel Kürt yöne- kametinde Irak içi güçleri ve timiyle, merkezi yönetim ara- bölge güçlerini vaziyet almaya sında gerginleşen ilişkilerin iç itti. İkinci olarak Afganistan’ın savaş boyutuna gelmeden hal- Irak’tan daha fazla önemsen- ledilmesi de Türkiye’nin ilgisi- diğini ortaya koydu. Bu da ni gerekli kılmaktadır. Kısaca önümüzdeki dönemlerde Irak’ta olan her olay Türkiye’yi Brzezinski’nin Büyük Satranç etkileyeceği için Türkiye bu Tahtası dediği Rusya ve Çin bölgeye bigâne kalamaz. ülkeleri ikinci bir Şii devletini istememektedirler. Türkiye, Kürtlerin bağımsızlığına ilişkin çekincesinden de kurtularak, bölgede barışın tesisine ve ileri bir aşamada gerçekleşecek bölgesel bir birliğin oluşmasına yönelik politikalar geliştirmek durumundadır. - Türkiye ve İran bölgenin iki büyük ve reel devletidir. arasındaki coğrafyanın uluslar arası güçlerin mücadele alanı Türkiye’nin Irak Politikasında Kendi aralarında ve bölge poli- olacağı anlamına geliyordu. Dikkat Edilmesi Gereken tikalarında birbirleriyle çatış- Noktalar mayacak bir aklı göstermeleri- Afganistan içinde 10 - Kuzey Irak’ta bir Kürt bu coğrafyanın bulunması UMRAN NİSAN ’09 hasebiy- - Irak’ta Türkiye’nin uygula- ni beklemek hakkımızdır. Gündem YENİ ANAYASA’DAN KISMİ ANAYASA’YA (MI?) PROF. DR. MUSTAFA ERDOĞAN İLE RÖPORTAJ Av. Serdar Tabanoğlu “hükümet yeni bir anayasa -sivil anayasa- hedefinden, kısmi anayasa değişiklikleri lehine vazgeçmiş görünüyor” (M. Erdoğan) Yeni bir Anayasa’yı sadece ‘asli kurucu iktidarın’ yapabileceği, ‘tali kurucu iktidarın’ ise yeni bir anayasa yapma iktidarına sahip olamadığına dair yapılan yorumlar söz konusu. Asli kurucu iktidardan, Anayasal hukuk teorisi açısından darbe yaparak yönetime el koyan iradeyi anlıyoruz. Ülkemizde komple yeni bir Anayasa yapmak için darbe yapmaktan başka bir çare yok mu? Bu “asli kurucu iktidar” meselesinde tam bir kafa karışıklığı var. Sanki hâlihazırda mevcut, bir yerlerde bekleme halinde olan bir “asli kurucu iktidar” varmış da o gelip anayasayı yapacakmış gibi düşünülüyor. Oysa “asli kurucu iktidar”, anayasal düzeni, yürürlükteki anayasaya bağlı olmaksızın yeni baştan kuran güç her kimse veya neyse odur. Bunun demokratik olanı var demokratik olmayanı var. Biz demokrasiden söz ettiğimize göre, “kuruculuk” söz konusu olduğunda bu, toplumun kendisi demektir. Dolayısıyla, toplum doğrudan doğruya veya temsilcileri aracılığıyla inisiyatifi ele alıp kendi anayasasını yapabilirse ortada tartışılacak bir mesele kalmaz. Bunun pratik anlamı, anayasayı yapacak halk temsilcilerini (“Kurucu Meclis”i) belirlemek üzere bir genel seçime gidilmesi ve bu Meclis’in özgür ve tartışmacı bir ortamda yapacağı anayasanın halkın onayına sunulmasıdır. Eğer demokrasi vaadimizde samimiysek, bu şekilde yapılan bir anayasaya hiçbir güç karşı çıkamaz. Yeni Anayasa yapmanın tek yolunun, toplumun tüm kesimlerinin mutabakatı olduğu ve bir uzlaşma (konsensus) sonucu anayasanın yapılabileceği ifade ediliyor. Fakat bu durum, aynı zamanda Anayasa yapımı için yeni bir zorluk değil midir? Yani toplumsal bir konsensüs derken bu hangi oranda olmalıdır? Tüm kesimlerin üzerinde anlaştığı bir metin ortaya çıkarmak mümkün müdür? Toplumun tümünün üzerinde mutabakata vardığı bir kolektif karar üretilebileceği düşüncesi bir hayalden ibarettir, dünyanın hiçbir yerinde böyle bir şey yoktur. Anayasa yapımı için de bu böyledir. Bundan dolayı anayasaların oybirliğine dayanmasını kimse öngörmüyor, bunun için mevsuf (nitelikli) çoğunluklar yeterlidir. Halk oylamalarında ise dünyanın her yerinde salt çoğunluk yeterli görülmektedir. Bu, elbette bir anayasal mutabakatın mümkün olduğunca geniş tutulması talebinin, dolayısıyla bu yöndeki arayış ve çabaların yanlış olduğu anlamına gelmiyor. Ama çok geniş tabana dayalı bir mutabakat üreteceğiz diye “yanlış”ta uzlaşmak da çıkar yol değildir. Esasen uzlaşmak, karşılıklı tavizler sonunda anlamsız, hiçbir “taraf”ın içine sindiremediği bir metin ortaya çıkarmak değildir. Uzlaşmak “aramızda doğru olan söz”e gelmektir. Bu “doğru”yu bulmayı amaçlamayan bir sözde uzlaşma arayışı değersizdir. Daha fazla özgürlük ve demokrasi isteyenNİSAN ‘09 UMRAN 11 Gündem Mustafa Erdoğan lerin “doğru”larının ne olduğu da üç aşağı beş yukarı bellidir. Daha geniş kapsamlı bir uzlaşma üreteceğiz diye, kendimizi yanlışta buluşmaya mahkum hissediyorsak, hiç uzlaşmamak daha iyidir. Yeni bir anayasanın, temel özgürlükler ve hürriyetler açısından olsun, toplumsal aidiyet bilinci veya yurttaşlık açısından olsun, gelişmişlik düzeyi veya bilgi toplumu açısından olsun, her alanda yaşanan bir ilerlemenin akabinde ve sonrasında yapılması gerekmiyor mu? Yani Anayasanın yapılabilmesi için alınması gereken yol olduğunu, yeni bir anayasanın henüz erken olduğunu düşünüyor musunuz? Bu soru bence temelde yanlış olan iki varsayıma dayanıyor. Birincisi, hâlihazırda yürürlükte olan anayasa toplum olarak “bizim” kendi eserimizmiş gibi düşünülüyor. Eğer mevcut anayasa bizim kendi eserimiz olsaydı, onun “yeni”sini yapmak için vakit geldi mi, bu girişimimiz erken mi diye sormak haklı olabilirdi. Oysa öyle olmadığı besbelli. Onun için, her şeyden önce kendi anayasamızı yapmaya acilen ihtiyacımız var. 12 UMRAN NİSAN ’09 İkinci yanlışlık ise, anayasaların belli bir gelişme düzeyinin ürünü olmaları gerektiğini varsaymakta. Oysa, anayasa ne toplumların ancak belli bir “gelişme aşaması”nda “hak ettikleri” bir armağan veya lütuftur ne de bir “toplum projesi”dir. Hangi durumda (“gelişme aşamasında” demek bana zul geliyor) olursa olsun her toplumun kendisini değil devleti –tabir caizse- “projelemek” için anayasa yapmaya ihtiyacı vardır. Anayasa devleti durdurmak, frenlemek, hatta kuşatmak için yapılmalıdır; toplumu proje ve plana bağlamak için değil. Onun içindir ki, yeni bir anayasa yapmak Türkiye toplumu için “erken” olmak şöyle dursun, kendi rüştünü ispatlaması için geç bile kaldığı bir iştir. Türkiye’de ‘rejim sorunu’ olarak ifadelendirilen bir tartışma var. Bu tartışmalar laiklik ilkesine dair farklı algılamalar üzerinden yapılıyor. Yeni anayasanın rejim sorunu doğuracağı söyleniyor. Siz yeni Anayasa tartışmaları ile rejim tartışmaları arasındaki ilişkiyi nasıl görüyorsunuz? Yeni bir anayasayı Türkiye toplumu için acil bir ihtiyaç haline getiren işte tam da bu “rejim sorunu”dur. Yeni anayasa yapmak bize, nasıl bir rejim içinde yaşamak istediğimizi de ortaya koyma fırsatı verecektir. Toplum olarak biz çoktandır kendi irademiz dışında tanımlanmış olan bir “rejim”de yaşamaya adeta mahkûm edilmişiz. İşte bu mahkûmiyetten kurtulmak zorundayız. Bize rejim dayatanlar bunu başlıca iki ilke çerçevesinde meşrulaştırıyorlar. Birisi, sizin de işaret ettiğiniz gibi “lâiklik”tir, diğeri ise milliyetçilik. Ben şahsen milliyetçilik temelinde kurulan bir sistemin insani ve medeni bir toplumsal varoluşla bağdaşmadığı inancındayım. Lâikliğe gelince, Türkiye’nin resmi söylemindeki anlamıyla bir lâiklik de aynı şekilde gayrı medeni ve totaliteryendir. Buna karşılık, toplumun dini çeşitliliğini tanıyan ve ona saygı duyan, barışçı ve özgürleştirici bir ilke olarak lâikliğin, yine medeni bir toplumsal hayat için vazgeçilmez olduğu kanaatindeyim. Muhtemel bir yeni anayasa söz konusu olduğunda, bu anlamdaki bir “rejim sorunu”nun Gündem üstesinden gelme çabasının büyük bir gerilim kaynağı olacağı açıktır. Toplum olarak bu konuda şimdiye kadar kat ettiğimiz hatırı sayılır mesafeye rağmen, Türkiye’nin halihazırdaki güç dengesinin bu sorunu aşmak için halâ uygun olmadığının ben de farkındayım. Ne var ki, öyle de olsa, hem kendimize saygımızı kazanmamız hem de medeni bir toplum olmamız bu meselede başarılı olmamıza bağlı görünüyor. Hükümetin yeni anayasa ile ilgili önceki çalışmalarını nasıl değerlendiriyorsunuz? Anayasa metni taslağının aynı görüşlere sahip dar bir kurula verilmesi çok eleştirilmişti. Sözünü ettiğiniz akademisyenler heyetinin aralarında bazı farklar olmakla beraber kabaca “liberal-demokrat” diyebileceğimiz bir siyasi çizgide oldukları doğrudur. Ama ben bunu iki nedenle sakıncalı görmüyorum. Birincisi, anayasa meselesinde büsbütün farklı görüşleri temsil eden kişilerden oluşacak bir kurulun, kendi içinde tutarlı bir metin ortaya koyması zordur. Bunun bir ön hazırlık çalışması olmasının düşünüldüğü hatırlanırsa, tutarlılık arayışı yanlış da değildir. İkincisi, kurulun hazırlaması istenen metnin daha sonraki tartışmalar için bir hareket noktası olması öngörülüyordu. Hükümet veya AKP de tartışmaların seyrine göre bu metinde gerekli gördüğü revizyonları yapacak ve kendisine mal edecekti. Yani, her halükârda, ortada nihai olmak iddiasında olan bir metin yoktu; hatta bu, “taslak” bile değil, fakat iktidar partisinin taslağı için bir ön çalışmaydı. Yeni bir anayasayı Türkiye toplumu için acil bir ihtiyaç haline getiren işte tam da bu “rejim sorunu”dur. Yeni anayasa yapmak bize, nasıl bir rejim içinde yaşamak istediğimizi de ortaya koyma fırsatı verecektir. Yeni bir anayasa yapılması Türkiye’nin bazı sorunlarını gerçekten çözecek mi? Yoksa bir darbe anayasasından kurtulmanın psikolojik etkisinden başka bir işlev görmeyecek mi? Anayasalar sorun çözme araçları değildirler; sorunları çözecek olan, elbette anayasal çerçeve içinde kalmak şartıyla, hükümetler ve parlamentodur. Onun için, önemli olan bu anayasal çerçevenin, temel özgürlüklerle hukukun üstünlüğü mekanizmalarını güvence altına almak ve temsili-demokratik kurumları işleyebilir kılmak dışında, kamusal müzakereyi keyfi olarak kısıtlamamasıdır. “Kamu siyasetine ilişkin temel kararlar”ı halkın doğrudan doğruya veya temsilcileri aracılığıyla alabilmesine imkân veren bir anayasal çerçeve içinde, mahiyeti itibariyle çözülebilir olan sorunların hepsi bir şekilde çözülür. Eğer bu çerçeve yurttaşların özgür tercihlerinin sonucu olarak ortaya çıkmışsa -ki “sivil anayasa” özünde budur- her türlü sorunun çözümü çok daha kolay olur. Medyaya yansıyan son haber- Hükümet, yerel seçimlerden sonra tekrar anayasa çalışmalarına başlanacağını söyledi. Siz bu dönemde neler bekliyorsunuz? Nasıl bir yol izlenmesi gerekiyor? bütün bunlar yapılırken, “uzlaş- lere bakılırsa, hükümet yeni bir anayasa -sivil anayasa- hedefinden, kısmi anayasa değişiklikleri lehine vazgeçmiş görünüyor. Umarım bu izlenimim yanlıştır. Eğer öyleyse, bana göre izlenmesi gereken yöntemi ana hatlarıyla şu şekilde belirtebilirim: Parlamento bir erken seçim kararı almalı ve siyasi partilerin seçim kampanyasında anayasa konusundaki kendi görüşlerini kamuyla paylaşması sağlanmalıdır. Tabiatıyla bu konuda inisiyatifin AKP’den gelmesi beklenir; onun diğer partileri kendi anayasa taslaklarını ortaya koymaya zorlaması ve sivil toplum kuruluşlarını da bu tartışmaya katılmaya çağırması gerekir. Yani, bu seçimin bir “kurucu meclis” seçimi olduğu düşüncesinin kamuya mal olması lâzım. Bu şekilde gidilecek bir seçim sonucunda oluşacak olan kurucu meclisin yaptığı anayasa en nihayetinde halkoyuna sunulmalı. Tabii, ma” konusunda başta belirttiğim temel ilkenin göz önünde bulundurulması gerek. Aksi halde, bu süreç “hayırlı” bir sonla neticelenmeyebilir. NİSAN ‘09 UMRAN 13 Gündem ÇANAKKALE GAZZE’DİR, GAZZE ÇANAKKALE... METİN ALPASLAN Türkiye’den bir kanaat önderi Kahire´deki bir hastanede yaralı Gazzelileri ziyaret ediyor. Ağır yaralı olan yaşlı bir Gazzeli´ye, “Olay nasıl oldu?” diye soruyor. Gazzeli: “Olay, Osmanlı yıkıldığı gün oldu” diye cevap veriyor. Çünkü Osmanlı dağıldığından beri Filistin sahipsizdir. Osmanlı kaybettiği için maalesef onlar da kaybetti. Siyonistler, İttihat Terakki’yi kullanarak Osmanlı’yı Savaş’a soktular. Irkçılığı tahrik ederek Osmanlı Devleti’ni parçaladılar. Çünkü Siyonistlerin önündeki en büyük engel, Osmanlı Devleti ve Hilafet’ti. Osmanlı Devleti Çanakkale’de ölüm kalım mücadelesi vererek, bir taraftan İstanbul’u savunuyorken, aynı zamanda suni bir İsrail devletinin kurulmasını önlemeye çalışıyordu. Bizler Filistinli kardeşlerimizle, aynı toprakların, aynı inancın, aynı mirasın varisleriyiz. Çanakkale’de şehit düşen Mehmetçikle, bugün kanlarıyla bir direniş destanı yazan Gazze şehitleri aynı davanın yolcularıdır. Çanakkale’de çarpıştıktan sonra Gazze cephesine giderek orada şehit düşen Anadolu evlatları bunun ispatıdır. Bugün Kudüs´te eski çarşının yüzde yetmişi hala Osmanlı eserleri ile kaplıdır. Eski Kudüs´ü çevreleyen surlar en son Kanuni zamanında restore edilmiştir. 14 UMRAN NİSAN ’09 Surların önündeki en büyük caddenin adı hâlâ bugün Sultan Süleyman Caddesi olarak bilinir. Bugün Gazze’de direnen Filistinlilerin dedeleri Çanakkale’ye gelip şehit olmuşlardı. Filistinli şehit askerlerin Gelibolu Yarımadası’nda Seddülbahir, Arıburnu, Anafartalar ve Kireçtepe’deki muharebelere katıldığı, tarihi kayıtlarla sabittir. Çanakkale’de savaşan Filistinliler arasındaki en önemli Şahsiyet Şeyh Emin el-Hüseyni’dir. Eğitimini tamamlamak için İstanbul’a gelen Emin el-Hüseyni, 1. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla Osmanlı ordusuna girerek Çanakkale’de topçu birliğinde görev yaptı. 1917’de Kudüs’ün İngilizlerin denetimine geçmesiyle Filistin’e döndü. Filistin davasının kuruluşunda ilk ve en önemli isimdir. 1922 yılında genç yaşında Kudüs müftüsü seçilen Şeyh Emin el-Hüseyni, 30 yıl boyunca Filistinlilerin lideri olmuştur. Çanakkale’deki şehitlikleri gezdiğiniz zaman İslam coğrafyasının her bölgesinden isimlerle dolu olduğunu görürsünüz. O gün öyle bir ruh vardı ki, nice İslam topraklarından gelen ümmetin evlatları Çanakkale’de savaşıp şehit düştüler. Tıpkı Çanakkale gibi Filistin de, 1. Dünya Savaşı’nda en kanlı çarpışmaların yaşandığı cepheydi. Çanakkale’den sonra, Osmanlının direndiği en son nokta Gazze idi. Çanakkale’den sonra metrekare başına en fazla şehidin düştüğü yerlerden biri de Gazze’dir. Aynen Çanakkale gibi, bugün Gazze de havadan, karadan, denizden kuşatılmış, elleri kolları bağlanmış olmasına rağmen, tıpkı Çanakkale aslanları gibi Gazze’nin mücahitleri de korkusuzca direniyorlar. Çanakkale ve Gazze, bu ümmetin, işgalcilere karşı vatanını ve onurunu korumak için neler yapabileceğini bütün dünyaya gösterdiği destansı iki mücadelenin adıdır. Çanakkale Savaşı Yahudilerin Girdiği İlk Savaştır. Yahudilerin Çanakkale’ye gönderdiği Siyon Katır Birliği düşmana cephe içinde lojistik destek sağladı. Çünkü bu savaş onların devlet kurmalarına imkân verecek olan bir savaştı. Ayrıca, Gazze ve Filistin’de Osmanlı’ya saldıran İngiliz ordusunda da 7 bin Siyonist Yahudi gönüllü vardı. Büyük İsrail hülyası Nil’den Fırat’a kadar olan toprakların Yahudi Devlet’inin sınırları içine alınmasını öngörüyor. Bugün Siyonist Yahudilere karşı Filistin’in savunması, bir anlamda Fırat’a kadar olan toprakların savunması demektir. Dün Çanakkale ne idiyse, bugün de Filistin odur. Gündem Gazze Filistin’in Çanakkale’sidir. Gazze düştüğü takdirde; arkasından Şam, Mekke, Diyarbakır, İstanbulda düşecektir. 125. Alay Gazze’de İngilizlere karşı Gazze’yi savunma görevi, Çanakkale ve Trablus’ta sancağına “Gazi” nişanı verilen “125. Alay”a verilmişti. Savaşın son safhasıydı. Top ve tüfek savaşının bittiği, süngü savaşının başladığı günlerdi. Ancak kat be kat kalabalık İngiliz Ordusu’nun kuşatması altında, Alay her geçen gün biraz daha eriyordu. Ordu kumandanlığından alınan, “Gazze müdafilerine selam, sabaha kadar sabır” telgrafına binaen direniyordu Gazze. Sabaha yardım gelecekti. Ama sabah olduğunda takviye birlikler ortada yoktu, çünkü onlar da kuşatılmıştı. Yeni bir emir geldi; “Gazze’ye hâkim Mantartepe’yi düşmandan temizleyin.” Bu emre asker tereddütsüz uydu. Şarapnel yağmuru altında yarı yarıya zayiat verilmesine karşılık tepe ele geçirildi. Ama İngiliz donanmasının açtığı yoğun top ateşi siperlerde tutunma imkânı bırakmıyordu. Siperler peş peşe düşüyordu. O sırada Alay kumandanının emri dağıtıldı ayakta kalan birliklere: “Ya düşman mağlup olacak, ya Gazze 125. Alay’a mezar olacak” diye. Ateş altındaki bir tepede “Alay sancağının” açıldığını gördü asker. Bu, Alay kumandanının da çatışmaya girdiğinin işaretiydi. Ayakta kalmış bütün saflar tereddütsüz süngü takıp yürüdüler ateş deryasına. Son asker düşene kadar. Bugün İsrail’in bombaladığı o toprakların her karışında Bugün Gazze’de direnen Filistinlilerin dedeleri Çanakkale’ye gelip şehit olmuşlardı. Filistinli şehit askerlerin Gelibolu Yarımadası’nda Seddülbahir, Arıburnu, Anafartalar ve Kireçtepe’deki muharebelere katıldığı, tarihi kayıtlarla sabittir. yatan aziz şehitlerin, on binlerce Anadolu evladının aziz hatırasını yüreklerimizde hissederken, şimdi Filistin’de yeniden bir umut yeşeriyor. Çanakkale’nin yanında bir abide daha yükseliyor Gazze’de. Gazze ölüme terk edilse bile toprağından vazgeçmiyor. Tüm Müslümanların izzeti ve şerefi için savaştığını bütün dünyaya haykırıyor. “Bütün Gazze halkını öldürseler, Filistin halkını sürseler de bu savaş bitmeyecek” diyor. İşte Gazze’den başlayan bu şuur inşallah tüm İslam dünyasını saracaktır. Üsteğmen Şevket’in Serencamı… Şevket Bey, Çanakkale’de Kumkale’yi işgal eden düşman birliklerine karşı 31. Alay’ın 10. Bölük komutanı olarak taarruz edecektir. Fakat yoğun ateşin olduğu bir yerden bölüğünün geçmesi gerekiyordu. Askerlerine; “Arkadaşlar ben şimdi karşıya sıçrama yapacağım ve arkamdan siz geleceksiniz. Şayet ben burada şehit olursam cesedimi siper edip savaşa devam ediniz.” dedi. Sonuçta bu tehlikeli bölgeden geçildi ve Orhaniye mevzilerindeki düşman müthiş bir saldırı ile püskürtüldü. Ancak Üsteğmen Şevket ağır şekilde yaralandı ve İstanbul’da hasta- neye kaldırıldı. O tedavi olurken Çanakkale’de düşmanın defteri dürüldü ve arkasından 31. Alay Sina Cephesi’ne sevk edildi. Şevket Bey, Alayını Haydarpaşa Garı’nda bekledi ve bölüğüne kavuştu. Gazze bölgesine gelen birlik burada girdikleri çok çetin savaşlarda inanılmaz başarılar elde etti. Üsteğmen Şevket defalarca yaralandı, bir kolunu kaybetti ve dokuz yerinden yara alıp Gazi oldu. İngilizlerin geri alınamaz dediği bir tepeyi zapt eden 10. Bölüğünün hatırasına “Şevket Tepesi” adı verilmiştir. Bu tepe halen Gazze bölgesinde Şevket Tepesi olarak bilinir. Çanakkale Savaşında Mekteb-i Sultani Talebeleri… Sultani mektepleri talebe ve mezunları kanun gereği askerlik görevinden muaf tutulmuşlardı. Ama 17–22 yaşındaki bu gençler birbirleriyle yarış edercesine askerlik şubelerine koşmuşlar ve gönüllü olarak askere yazılmışlardı. Galatasaray Lisesi öğrencisi iken gönüllü olarak Çanakkale cephesine giden zabit adaylarından biri de Mehmet Muzaffer’dir. Muzaffer’in mensup olduğu Alay’ın, kamyon lastiği ve birtakım malzemelere ihtiyacı vardı. Bunlar ise ancak İstanbul’da bulunabilirdi. Muzaffer açıkgözNİSAN ‘09 UMRAN 15 Gündem lü bir İstanbul çocuğu olduğu için, malzemeleri temin etmek üzere Karargâh onu görevlendirdi. O yıllarda İstanbul’da araba lastikleri yok denecek kadar azdı. Muzaffer aradı, uğraştı, nihayet Karaköy’de bir Yahudi de istediklerini buldu. Gerekli anlaşmayı yaptı. Lazım gelen parayı almak üzere Erkan-ı Harbiye’ye gitti. Elindeki ödeme emrini bu işle görevli olan bir kaymakam Yarbay’a sundu. Kaymakam uzatılan tezkereyi okudu.”Bu parayla ne alınacak” diye sordu. “Kamyon lastiği” cevabını alınca Muzaffer’e dik dik baktı: “Bana bak oğlum! Ben askerin ayağına postal, sırtına kaput bulamıyorum. Sen araba lastiğinden bahsediyorsun. Haydi, yürü git, adamı günaha sokma. Para mara yok!”dedi. Muzaffer çaresiz selamı çaktı ve dışarı çıktı. Ama malzemelere alayının ihtiyacı vardı. Kendisi bu iş için görevlendirilmişti. Eli boş dönemezdi, bir çaresini bulup malzemeleri almaya kendini mecbur hissediyordu. Yolda düşünceli düşünceli yürürken birden aklına parlak bir fikir geldi. Doğrudan tüccar Yahudi’nin yanına gitti: “Paranın ödeme muamelesi akşam üstü bitecek, akşam karanlığında gelip malları alamam. Gece kaldıracak yerim yok. Yarın sabah Çanakkale’ye kalkacak gemiye yetiştirmem lazım. Onun için sabah ezanında gelip alacağım malları. Mutlaka hazır edin!” dedi. Tüccar, “Peki” dedi. Muzaffer tam ayrılırken; “Altın para vermiyorlar kâğıt para verecekler” dedi. Yahudi yine, “Peki” dedi. Ertesi sabah Muzaffer ezan vakti Yahudi’nin kapısındadır. 16 UMRAN NİSAN ’09 Gaz fenerinin yarım yamalık aydınlattığı loş ışıkta malları arabaya yüklerler. Muzaffer bir yüz liralık kâğıt parayı verir. Araba süratle Sirkeci’ye doğru yola çıkar. Malzeme gemiye aktarılır ve gemi Çanakkale’nin yolunu tutar. Üç gün sonra Yahudi elindeki yüzlük banknotu bozdurmak üzere Osmanlı Bankası’na gider. Parayı bozmuyorlar, çünkü elindeki para sahtedir. Muzaffer, para basımında kullanılan kâğıdın aynını Karaköy kırtasiyecilerinden tedarik etmiştir. Bütün gece oturmuş çini mürekkebi ve boya ile gerçeğinden bir bakışta ayırt edilemeyecek nefasette taklit bir para yapmıştır. İşte tüccara verdiği para budur. O devrin hakiki paralarının üzerinde şu ibare bulunuyordu: “ Bedeli Dersaadet’te altın olarak tesviye olunacaktır.” Ama Muzaffer yaptığı taklit paradaki bu ibareyi değiştirerek şöyle yazmıştı: “Bedeli Çanakkale‘de altın olarak tesviye olunacaktır.” Onun burada altın dediği Çanakkale’de Mehmetçiğin altından daha kıymetli kanı ve canı idi. Sahte paraya gelince... Olay bütün İstanbul’da duyuldu. Emsali olmayan bu olay Şehzade Halim Efendi’nin kulağına kadar gitti. Şehzade hemen lalasını göndererek Yahudi tüccarı buldurdu. Bedelini altın olarak ödeyerek taklit yüz liralığı geri aldı. Çanakkale savaşı bittikten sonra Mehmetçiğin büyük bir bölümü Sina Cephesi’ne kaydırılmıştı. Muzaffer de, birliğiyle Sina Cephesi’ne gitti. Çanakkale’deki çetin savaşlar şimdi bu cephede devam ediyordu. Muzaffer ve diğer kahramanlar, katıldıkları Birinci ve İkinci Gazze savaşlarında kat be kat üstün düşman kuvvetlerine karşı iki defa zafer kazandılar. Ancak İngilizler Gazze’ye üçüncü defa tekrar saldırdılar. Sayılarını kat kat arttırarak geldiler. Siperlerde binlerce Mehmetçik şehit oldu. Cephemiz yarıldı ve düşman Gazze’ye girdi. Kuvvetlerimizin kolaylıkla çekilebilmesi için gönüllü bir artçı birlik Gazze’de düşmanı oyalamakla görevlendirildi. İşte Mehmet Muzaffer bu gönüllüler arasındaydı. Artçı Gönüllü Birliği’nin Mehmetçikleri, başlarında komutanlarıyla sokak sokak, ev ev düş- Gündem manla vuruştular. Bu kanlı vuruşma akşam ezanına kadar, göğüs göğüse, ayakta asker kalmayıncaya kadar sürdü. Akşam karanlığı basarken Mehmet Muzaffer de şehit olmuş ve o karanlıklar içinden nurlu aydınlığa açılan kapıdan cennete uçup gitmişti. İşte onun için, Çanakkale ve Gazze ruhu ortaktır. Filistin defteri böyle kapanmıştı. Sonrası da bitmedi; Gazze düşünce peşi sıra Yafa, Eriha, Kudüs, Beyrut, Şam, Halep hepsi düştü. Kendi Cenaze Namazını Kılanlar… Kirte muharebeleri sırasında ön siperlerdekiler ileri fırlamış düşmanla savaşıyorlar. Arka siperlerdeki bölükler süngü takmış hücum için emir bekliyor. Bütün dudaklar dualar okuyor, şehadet getiriyor. Yüzbaşı erlere sesleniyor: “Yavrularım... Aslanlarım... Biraz sonra Cenab-ı Allah’ın huzuruna varacağız. Abdestsiz gitmeyelim... Haydi… Tüfeklerimizin kabzalarına ellerimizi sürüp, hep beraber teyemmüm edelim...” Teyemmüm edilir... Biraz sonra Yüzbaşı: “Çocuklarım… Önümüzde biraz daha zaman var. Az ileride arkadaşlarımız şehit oluyor. Hem onlar için, hem de vakit varken, kendi cenaze namazımızı kendimiz kılalım...” “Kâbe Karşımızda... “ Arkadan Oflu Ali Çavuş bağırır. “Er Kişi Niyetine...” Ve namaz kılınır. O gün yapılan hücumda, kendi cenaze namazını kılan Mehmetçiklerin çoğu şehit olur. “Elhamdülillah Kardeşim Şehit Oldu” Gazze’de kardeşini kaybe- den bir Doktor telefonda böyle diyordu. İsrail bombaları başladığında Mısır’da bulunan bazı Filistinlilerin Refah Kapısı’ndan Gazze’ye girmek için nasıl çırpındıklarını gördük. Onları kapıda uyaran görevlilerin sözlerine kulak asmadan, düşen bombalara inat, tepelerinde dolaşan helikopter ve uçaklara inat, onlar Gazze’ye doğru yürüyorlardı. Onlardan birini şöyle anlatıyordu bir Türk yardım görevlisi; “Küçük çocuğunun elinden tutmuş, bir bebeğini kucağına almış, kararlı, öfkeli bir Filistinli. Herkesin şaşkın bakışları arasında o bombalar altında yürüyüp girdi Gazze’ye.” Ölümün kol gezdiği Gazze’ye giriyor Filistinli Müslüman. Girerken de, “Orası benim vatanım, orada benim kardeşlerim ateş altında, onları yalnız bırakmam” diyor. Evet, şimdi Gazze’de; - Vatan savunması için tabyalara koşan Nene Hatunlar var... - Çanakkale’de “İyileştirdiğim her yara benim için bir madalyadır” diyen Hemşire Safiyeler var... - Kağnısıyla cepheye cephane ulaştıran ve donarak şehit olan Şerife Bacılar var Gazze’de… - Vatanı namusu bilen Kara Fatmalar, - Başına aldığı kurşunla şehit düşen Gördesli Makbuleler, - Düşmana yanlış yol gösterip bozguna uğratan Toros Kartalı Kılavuz Haticeler, - Erkeklerden daha yiğit olan Tayyar Rahmiyeler, - Cephelerde büyük mücadeleler veren Nezahat Onbaşı gibi kadınlar var… Gencecik fidanlarını bir bir şehit verirken Allah’a hamd ediyor Filistinli analar. Bir Gazzeli ana, kendisini, “Beş şehit anasıyım” diye gururla tanıtıyor. İşte böyle analar var oldukça, “Selahaddin-i Eyyubi’nin yurduna baykuşlar giremez.” Bir milletin kadınları zalimlere karşı ölmeyi göze almışsa, o toplum için zafer mutlaka vardır. Mescid-i Aksa’yı bizim adımıza bekleyen Filistinli Müslüman’a sahip çıkmak zorundayız. Gazze, Ümmet’in imtihanıdır. Gazze’nin düşmesi, benzeri cephelerin emperyalistler karşısında düşmesi anlamına gelmektedir. Biz şanlı bir tarihi olan bir Ümmetiz. Onun için herkesin eğildiği dönemde Çanakkale ve Gazze’de dimdik ayakta durabiliyoruz. Bu millet Allah için tekrar ayağa kalkacaktır. Filistin dahil bütün dünya mazlumları için ayağa kalkacaktır. Tarih şahit olacak ki, tüm zalimler, tüm katiller, döktükleri gözyaşı ve kanlarda boğulacaktır. Çünkü “Mazlumlar ayağa kalkmadıkça zalimler diz çökmez.” Eğer bu topraklarda barış isteniyorsa; 1. Ortadoğu´nun tamamında büyük bir değişimin yaşanması gerekiyor. 2. Birinci Dünya Savaşı sonrasında kurulan yapıların değişmesi gerekiyor. 3. Bu iktidarların, kukla rejimlerin gitmesi gerekiyor. 4. Özgür ve meşru rejimlerin ortaya çıkması gerekiyor. 5. İslam coğrafyasının değerlerine göre yeni bir sistemin kurulması gerekiyor. Eğer biz üzerimize düşeni yaparsak, özümüzü tevhidi anlamda değiştirerek Allah’ın yardımına hak kazanırsak, Allah mutlaka bize yardımını ve rahmetini gönderecektir. Çünkü Rabbim buyuruyor ki; “Kâfirler istemese de Allah, nurunu tamamlayacaktır.” NİSAN ‘09 UMRAN 17 Dosya TOPLUMSAL KİRLETMEYE/ KİRLENMEYE KARŞI PARLAMENTO DIŞI SİYASETİN GÖREV VE SORUMLULUKLARI Prof. Dr. BURHANETTİN CAN “Şu halde, sen bundan dolayı davet et ve emrolunduğun gibi dosdoğru bir istikamet tuttur. Onların hevâlarına uyma.” (42 Şura 15) Giriş Türkiye’deki siyasi hayat ve siyasiler, seçim dönemlerinde, genellikle, farklı bir psikolojiye bürünürler. Ortam alışılmışın ötesinde gerginleşir. Kullanılan dil ağır, kırıcı ve kötüdür. Ancak seçimlerin hemen ertesinde siyasiler, söyledikleri sözlerin siyaseten olduğunu belirtip önceki ile nispeten zıt bir dil kullanmaya başlarlar. Birbirlerine bunca hakareti yapan bu insanların, seçim sonrasında hiçbir şey olmamış gibi birbirlerine davranmalarını anlamlandırmak mümkün olamamaktadır. Bu çalışmada, siyasetin bu dilini toplumsal kirlenme açısından tartışmaya açmak; parlamento dışı siyasetin toplumsal kirlenme/kirletmeye karşı görev ve sorumluluklarını hatırlatmak istemekteyiz. Türkiye’nin Ana Tezadı: İki Farklı Ağırlık Merkezi Türkiye’nin ana çıkmazı cumhuriyetin kuruluş sürecinde tutulan yoldan kaynaklanmaktadır. ‘halka rağmen halk için’ 18 UMRAN NİSAN ’09 ve ‘kanunen ve cebren tasfiye’ mantığı ekseninde, batılı değerlere dayanan bir sistemin zorla bu topraklarda kurulmuş olmasıdır. ‘Halka rağmen halk için’ başlatılan süreç, zamanla halka rağmen mutlu bir azınlık içine dönmüştür. Sistemin halkın sırtına zorla giydirilmesi ile Türkiye’de iki ağırlık merkezi meydana gelmiştir. Bir tarafta, batılı değerlere göre şekillenmiş sistemin ağırlık merkezi; diğer tarafta, merkezinde İslam olan değişik örf, adet ve töreleri de içeren bir değer sistemine göre şekillenmiş milletin ağırlık merkezi söz konusudur. Sistemin ağırlık merkezinde, bürokrasi, uluslararası sermaye ile işbirliği içerisinde olan iç sermaye, medya ve bu milletin değerlerine düşman değişik gizli ve açık organizasyonlar ve de bazı siyasî partiler yer almaktadır. Milletin ağırlık merkezinde, milletin değerlerine kültür ve medeniyetine sahip çıkan partiler, cemaatler, küçük sermaye ve medya ile milletin kahir ekseriyeti yer almaktadır. Türkiye’de bu iki ağırlık merkezi hiçbir zaman örtüşmemiş olduğundan bu iki ağırlık merkezi mensupları arasındaki gerilim hiçbir zaman ortadan kalkmamıştır. Toplumsal Kirlenme Sorunu Toplum hayatı ile ilgili kirlenme, toplumun kültür, medeniyet ve değer sisteminin ön gördüğü düşünme, davranma ve yaşama tarzını lekeleyen, olması gerekeni olur olmaktan çıkaran, değerlere ters düşünme, davranma ve yaşamaya kirlenme diyoruz. Bu değişik özellikte, görünüşte ve şiddetle olabilmektedir. Kısa zamanda etkisi görülebilen ve çok uzun zamanda etkisi görülebilen kirlenme şekilleri vardır. Temiz ile kirlinin, güzel ile çirkinin, doğru ile yanlışın ayırt edilebilmesi için sağlam bir referansa ihtiyacımız vardır. Biz bu noktada bizi yarattığına iman ettiğimiz ve âlemlerin Rabbi olarak kabul ettiğimiz Allah’ın, bize gönderdiği vahyi bilgiyi referans olarak almaktayız. Kur’an-ı Kerim’de geçen Zulüm, Seyyie, Dosya Necis, Habis, Rics, Ricz, Helal, Adalet, Hasen, Tayyib, Tahir, Lub (elbab) kavramları, kirlilik ve temizlikle yakından ilişkli kavramlardır. Bu kavramları bütünlük içerisinde anlamadan toplumsal kirlenmeyi anlamak ve de çözüm üretebilmek mümkün değildir. Bu kavramlar daha önce yapmış olduğumuz bir çalışmada gerekli derinlikte ele alınıp incelenmiştir.1 Zihinsel Kirlenme Kirlenmenin özel bir hali zihinsel kirlenmedir. Zihinsel kirlenme, zihnin asli fonksiyonlarını, fıtri fonksiyonları, herhangi bir biyolojik, fiziksel tahribat olmadan icra edemez duruma gelmesidir. Zihnin fonksiyonel çalışmasının başka şeylerle gölgelenmesi, örtülmesi, kilitlenmesi, söz konusudur. Olayın içsel ve dışsal olmak üzere iki boyutu vardır. İçsel boyut, zihinsel fonksiyondaki temel karar kıstaslarının değiştirilmesi; dışsal boyut ise, zihni faaliyetin ana unsurlarından olan beş duyu ile alınan bilgilerdeki saptırma, şaşırtma, yanıltmadır: “Yeryüzünde gezip dolaşmıyorlar mı, böylece onların kendisiyle akledebilecek kalpleri ve kendisiyle işitebilecek kulakları oluversin? Çünkü gerçek şu ki, gözler kör olmaz, ancak sinelerdeki kalpler körelir.”(22/46) “Kalbleri vardır bununla kavrayıp-anlamazlar, gözleri vardır bununla görmezler, kulakları vardır bununla işitmezler. Bunlar hayvanlar gibidir, hatta daha aşağılıktırlar. İşte bunlar gafil olanlardır.” (7/179) Zihinsel kirlenme, tüm kirlenmenin ana nirengi noktasıdır. Zihinsel kirlenme ile nefsin, kalbin ve zihinsel fonksiyonların kirlenmesi kast edilmektedir. Bunlar, değişebilir özelliğe sahip olup hem kirlenebilmekte hem de temizlenebilmektedir: “Nefse ve ona ‘bir düzen içinde biçim verene, sonra ona fücurunu (sınır tanımaz günah ve kötülüğünü) ve ondan sakınmayı ilham edene (andolsun) . Onu arındırıp-temizleyen gerçekten felah bulmuştur. Ve onu (isyanla, günahla, bozulmalarla) örtüp-saran da elbette yıkıma uğramıştır.” (91/7-10, 6/104) İçinde yaşanan ortam ile dışarıdan insana ulaşan bilginin bu mekanizmaları etkileme yönüne bağlı olarak bir kirlenme ya da arınma söz konusu olmaktadır. Kirletilmiş, özü ve mahiyeti tahrif edilmiş yönlendirici bilgi ve veriler, hem insanın karar mekanizmasını felç edebilir; hem de yanlış değerlere sahip olarak kirlenmesine sebebiyet verebilir: “Hz. Muhammed (s.): “Fitneler, tıpkı (kamışlardan örülen) hasır gibi, (insanların kalbine) çubuk çubuk atılır. Hangi kalbe bir fitne nüfuz ederse onda siyah bir leke hâsıl olur. Hangi kalp de onu reddederse onda beyaz bir benek hâsıl olur. Böylece iki ayrı kalp ortaya çıkar: Biri cilalı taş gibi bembeyazdır; dünyalar durdukça buna hiçbir fitne zarar vermez. Diğeri ise, alaca siyahtır. Tepetaklak duran testi gibidir; bu kalp, ne iyiyi iyi bilir, ne de kötüyü kötü. O, hevadan kendisine ne yutturulmuşsa, onu (hak veya batıl) bilir.” Türkiye’deki ana tezattan dolayı uzun zamandan beri tam bir kirletme operasyonu teşkilatlı bir şekilde, iç ve dış destekli olarak yürütülmektedir. Bu operasyonun temel hedefi, yönetimden ve pastadan pay isteyen halkın yönetimde ve ekonomik hayatta etkin bir konuma gelmesinin engellenmesidir. Halkın siyasete aktif katılması, siyaseti ve devle- ti denetlemesi istenmemektedir. Geniş halk kesimlerinin duyarsızlaşması, bıktırılması ve yorgun hale getirilmesi amaçlanmaktadır. Böylelikle sistemin merkezinde yer alan mutlu azınlığın önündeki engeller kaldırılacak ülke imkânları talan edilecektir ve ülke küresel sisteme entegre edilip teslim alınacaktır. Amacı ülkeyi, milleti korumak yüceltmek olan siyasetin, milleti tahrip edici bir tavır ve duruş sergilemesinin sebeplerinden biri, siyasetin siyasetçiler tarafından yanlış anlamlandırılmasıdır. Siyaset Tanımlanması en zor kavramlardan biridir. Nereden, nasıl ve hangi amaçla baktığınıza bağlı olarak bir tanımlama yapmanız mümkündür. ‘Siyasetin konusu iktidar ve iktidar ilişkileridir.’2 Avusturyalı ünlü stratejist Clausewitz, savaşı, ‘siyasetin başka araçlarla devam ettirilmesi’ diye tanımlarken siyasetin özünde şiddet-güç kullanma unsuru barındırdığını ima etmiş olmaktadır.3 ‘Devlet ise meşru güç kullanma tekeline sahip tek güçtür’. Siyaset bu gücü elde etmek ve tutmak için yapılan bir faaliyettir. Bu durumda ‘siyasetin iki yüzü var olup bir yüzünde çatışma diğer yüzünde uzlaşma bulunmaktadır’. İşte bu noktadan hareketle siyaset, ‘çatışmaların çözüme kavuşturulma süreci’ olarak da tanımlanabilir. İnsanlar arası ilişkileri belirleyen ise onların sahip olduğu değerlerdir. Çatışma ya da uzlaşma, toplumun değişik kesimleri arasında değerlere bağlı ortak payda oluşmasına bağlı olarak gelişir ve değişir. Öyleyse siyaseti, bir değer sisteminin, iktidarı elde etmek, muhafaza etmek ve diğer değer sistemleri ile çatışmadan bir entegrasyonu gerçek- NİSAN ‘09 UMRAN 19 Dosya leştirmek amacıyla yaptığı veya yapmayı öngördüğü faaliyetler bütünü olarak tanımlayabiliriz. Türkiye gibi ülkelerde siyaseti etkileyen en önemli faktör, sistemin ve milletin ayrı değerler etrafında yapılanmış, şekillenmiş olmasıdır. Bu ana tezat, siyasi partilerin ve parlamentonun fonksiyonlarını gerektiği gibi yerine getirmesinde en büyük engeldir. Siyaset bir bütün olmuş olmasına rağmen, bizim gibi ana tezadı olan parlamenter sistemlerin olduğu ülkelerde, göreceği fonksiyon açısından siyaseti, “parlamento içi” ve “parlamento dışı siyaset” diye ikiye ayırmak durumundayız. Parlamento içi siyaset, siyasi partiler aracılığıyla yürütülürken, parlamento dışı siyaset, cemaatler, sivil toplum örgütleri ve benzer yapılar tarafından yürütülmek durumundadır. Arzu edilen her ikisinin birbiri ile uyumlu olarak hareket edebilmeleridir. Parlamento İçi Siyaset Teorik olarak Türkiye’de en yüksek kurum parlamentodur. Yasama ve yürütme o çatı altında bulunur. Yargı bağımsızdır. Gene görünürde geri kalan kurumlar hükümete bağlıdır ve de parlamentonun denetimi altındadır. Her darbeden sonra çıkarılan kanunlar ve oluşturulan kurullar ile siyasetin alanı daraltılmıştır. Cumhuriyet tarihi boyunca görüldü ki ordu, yargı ve üst kurullar, Türkiye’nin kontrolünü elinde bulunduran asıl güç odaklarıdır. Parlamento içi siyaset, sistemin ağırlık merkezinin yanında yer aldığında halktan kopmakta ve seçimlerde halk tarafından cezalandırılmaktadır. Parlamento içi siyaset, halkın yanında yer aldığında sistem (iç-dış güç odakları dahil) tarafından düşman, hain 20 UMRAN NİSAN ’09 ve tehlikeli olarak görülmekte ve de tasfiye edilmesi için harekete geçilmektedir. Şiddet, terör ve yargı yoluyla üzerine baskı uygulanmaktadır. Parlamento içi siyaset bu odaklara hizmet ettiği sürece rahat bırakılmakta ve desteklenmektedir. Kendisine çizilen çerçevenin dışına çıktığında tasfiye edilme yoluna gidilmektedir. Parlamento içi siyasete, millete sadece maddi hizmet alanlarında, o da fincancı katırlarını ürkütmediği sürece serbesti tanınmaktadır. Parlamento içi siyaset halka söz verdiklerinin ancak bir kısmını gerçekleştirebilmektedir. Bu milletin kültür ve medeniyetinin, değerlerinin ve ahlakının korunması ve ihya edilmesi için iktidar partilerinin ciddi bir şey yapamamalarının nedeni budur. Diğer taraftan iktidar olmuş parti, genellikle, parlamentodaki sayısal gücüne güvenerek her şeyi yapmayı kendinde hak olarak görme, diğerlerini yok sayma, hor ve hakir görme gibi yanlış bir tutum ve tavır içerisinde olmaktadır. Bu yaklaşım, parlamento içi siyasetin, sistem karşısında ortak tavır alma imkânını ortadan kaldırmaktadır. İktidar olanlar muktedir olamadıklarını yol boyunca anlamaktadırlar. O zaman da iş işten geçmiş olmaktadır. İktidar partisi, sistem güçleri ile tek başına karşı karşıya gelmektedir. Bu yalnızlaşma iktidar partilerini daha da güçsüz hale sokmaktadır. Bu ülkede siyaset, ana tezattan dolayı kavga, karalama, itham, suçlama ve tehdit üzerine kurulmuştur. Halk da 60 yıldır bu mantıkla yoğrulmuştur. 2009 mahalli seçimlerinde partilerin yürüttükleri kampanyayı göz önüne aldığımızda bu gerçeği kolaylıkla görebiliriz. Seçim Dönemlerinde Parlamento İçi Siyasetin Kullandığı Dil 2009 mahalli seçimlerinde dört siyasi parti (AKP, CHP, MHP ve SP) etkin, göze batar bir kampanya yürütmüşlerdir. Bunlardan SP liderinin seçim kampanyası boyunca kullandığı dil ve takındığı tavır, diğerlerinden çok farklı olmuştur. Diğer üç partinin liderlerinin bu seçim kampanyasında kullandıkları dil, gerçekten kaba, kırıcı, karalayıcı bir özelliktedir. Bu üç partinin yürüttüğü seçim kampanyası, şu eksenlerde yapılmaktadır: • Yolsuzluk • Vatan Hainliği, • İşbirlikçilik • Yoksulluk • Kötü Bir Dil: HakaretKaralama-Yalan- Övgüde Abartı • Aşırı Vaat • Dini Sembollerin kullanılması • Kadının İstismarı • Geçmişin Reddi Burada sadece kullanılan dili göz önüne alıp üzerinde duracağız. Türkiye’de siyasetçiyi ve siyaseti halkın gözünden düşüren ve halkı siyasetten soğutan önemli etkenlerden biri de, siyaset erbabının birbirlerine karşı kullandıkları dildir. Türkiye’de her zaman siyasetçinin bir dil sorunu olmuştur. Ancak şimdi eşik seviye çok aşılmıştır. Kullanılan dil, gerçekten de korkutucu ve ürkütücüdür: “Adam ol adam!”, “Maganda!”, “Maganda üslubu.” “Maganda sensin Recep İvedik!” “Benim milletim küfürbaz siyaseti kabul etmez. Adam gibi adam başbakan ister.” “yamyam ortaklığı rantı”. “Arlı arından korkar, arsız da sanar ki benden korkuyor.” “Nadan (cahil) ile sohbet Dosya zordur biline. Çünkü nadan ne gelirse söyler diline.” “Eşek ölür kalır semeri insan ölür kalır eseri. “ “Son günlerde sayın Başbakan ağzına eşektir, semerdir bir şeyler tutturdu. Ziya Paşa diyor ki “Bed asla necabet mi verir hiç üniforma / zerdûz palan vursan eşek yine eşektir. Yani diyor ki altın işlemeli palan vursan eşek yine eşektir.” “İnsan, açar telefonu isterse iktidara da küfreder. Şöyle ağız tadıyla küfredemez olduk.’’ “Ebedi muhalefet, acıların çocuğu küçük Baykal”, Ben hiç iktidar olamadım anne’’ “Haramilerin iktidarı”. “İnsanda biraz ar olur ar.” “Bu gidişin sonu BAAS rejimidir” “Namert”, “Alçaklık bile bir seviye ifade ediyor”, “Müfteri”, “Çirkef”, “Maskara”, “Rezil”, “Kepaze”, “Komünist”. “Şeref, haysiyet, onurdan nasibini almayanlar”, “Başbakan olmuşsun, adam olamamışsın.” “Cibilliyetsiz, mezhepsiz , tıynetsiz”. “Sayın Baykal ile Bahçeli ruh ikizi. Felaket tellalı.” “Bush’un ruh ikizi olmaktansa CHP, SP, DP’nin ruh ikizi olmayı şeref kabul ederim.” “İşbirlikçi, hain”. “Başbakan, hangi kapılar arkasında, hangi karanlık odalarda, hangi karanlık ilişkilerle nasıl iktidar olduğunu bir hatırlasın” Siyasetçilerin kullandıkları bu dil, bu milletin kültür ve medeniyetine karşı olan güçlerin ekmeğine yağ sürmekte ve değirmenlerine su taşımaktadır. Parlamento Dışı Siyaset Parlamento içi siyaset, siyasi partiler aracılığıyla yürütülürken; parlamento dışı siyaset, cemaatler, sivil toplum örgütleri ve benzer yapılar tarafından yürütülmek durumundadır. Parlamento Siyaset bir bütün olmuş olmasına rağmen, bizim gibi ana tezadı olan parlamenter sistemlerin olduğu ülkelerde, göreceği fonksiyon açısından siyaseti, “parlamento içi” ve “parlamento dışı siyaset” diye ikiye ayırmak durumundayız. Parlamento içi siyaset, siyasi partiler aracılığıyla yürütülürken, parlamento dışı siyaset, cemaatler, sivil toplum örgütleri ve benzer yapılar tarafından yürütülmek durumundadır. Arzu edilen her ikisinin birbiri ile uyumlu olarak hareket edebilmeleridir. dışı siyaset, parlamentonun dışında ve fakat parlamento içi siyaset üzerinde baskı, denetleme ve yönlendirme gücünü temsil eder. Parlamento dışı siyasetin en güzel örneklerinden biri, Hz. Peygamberin Mekke şehir meclisi yöneticilerinin temsil ettiği güce karşı verdiği mücadeledir. Kuran’da Şura suresinin 35’den 44’e kadar olan ayetleri, parlamento dışı siyasetin görev ve fonksiyonlarını ortaya koymaktadır. Müminler topluluğunun kirlenmemesi için sahip olması gereken özellikler belirtilmekte ve bu topluluğun hak ve hukukunu korumanın cemaat halinde teşkilatlanmakla mümkün olduğu ifade edilmektedir: “…Rablerine icabet edenler, dosdoğru namazı kılanlar, işleri kendi aralarında şûrâ ile olanlar ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden infak edenler, Ve haklarına tecavüz edildiği zaman, birlik olup karşı koyanlardır. Kötülüğün karşılığı, onun misli (benzeri) olan kötülüktür. Ama kim affeder ve ıslah ederse (dirliği kurup-sağlarsa) artık onun ecri Allah’a aittir…” (42/35-44) Mekke döneminde mevcut sistem, şirk değer sistemine göre kuruludur. Hz. Muhammed’in risalet görevi ile yeni değer sistemi (tevhidi değer sistemi), sistem bazında değil, toplum bazında ilgi görmekte ve yayılmaktadır. Yeni değer sistemi, kendi mensuplarından Mekke şehir meclisinin dışında bir ağırlık merkezi ve bir güç oluşturmasını istemektedir. Kirlenmiş, toplumsal sermayesini kaybetmiş bir toplumdan yeni bir toplum inşa etmenin yolu, cemaatleşme olarak gösterilmektedir. Ayetlerden cemaatin, tevhidi değerler etrafında bir inanç, bir karar, bir hareket ve bir güç birliği olduğu anlaşılmaktadır. İşte o cemaatin Mekke’de yürüttüğü siyaset, parlamento dışı bir siyasettir. NİSAN ‘09 UMRAN 21 Dosya Parlamento Dışı Siyasetin Amacı ve Aracı Parlamento dışı siyasetin amacı, tevhidi değerler etrafında toplumsal değişimi gerçekleştirmektir. Kendi kültür ve medeniyetinin ön gördüğü toplumsal sermayeyi inşa etmek ve de korumaktır. Kirlenmeye sebebiyet verenler arasında herhangi bir ayırım yapmaz, yapmamalıdır. Bu noktada tarafgir davranamaz. . “Bizdendir, bizim mahallenin çocuklarıdır, ne yaparsa doğrudur” anlayışı yanlış ve tehlikeli bir yaklaşımdır. “Muhalefet edip yıpratmayalım” tarzında bir tavır almak, parlamento içi siyasete yapılabilecek en büyük kötülüktür. İktidar partisinin yanlış politikaları ile muhalefet partilerinin yanlış politikaları, iktidar partisinin hırsızları ile muhalefet partilerinin hırsızları, iktidarın zalimleri ile muhalefet partilerinin zalimleri, iktidar partisinin ahlaksızları ile muhalefet partilerinin ahlaksızları, iktidar partisinin yalanları, kullandığı dil ve yaptığı abartılı vaatlerle, muhalefet partilerinin yalanları, kullandığı dil ve yaptığı abartılı vaatler arasında bir fark olmadığı; hepsinin üzerine birlikte gidilmesi gerektiği, adaletin ve güzel ahlakın gereğidir. Kirlenmemiş bir toplumu inşa etmenin yolu tebliğdir. Bu, temiz toplumun her ferdinin görevidir: “Siz, insanlar için çıkarılmış hayırlı bir ümmetsiniz; maruf olanı emreder, münker olandan sakındırır ve Allah’a iman edersiniz.” ( 3/ 110) Parlamento dışı siyaset, bir taraftan toplumu değiştirirken diğer taraftan arınmış olanların saptırılmaması, istikamet kaybına uğratılmaması için onu korumak zorundadır. Kullandığı metot 22 UMRAN NİSAN ’09 yine tebliğdir: “Sizden, hayra çağıran, iyiliği (marufu) emreden ve kötülükten (münkerden) sakındıran bir topluluk bulunsun. Kurtuluşa erenler işte bunlardır.” (3/104) İster sistemle millet aynı değerde olsun, isterse olmasın parlamento dışı siyasetin toplumsal sermayeyi inşa etme ve koruma görevi değişmezdir. Parlamento Dışı Siyaset ve Sınırsız-Topyekün Mücadele Küresel bir ittifaka karşı salt tebliğ yapan bir topluluğun bu kirlenmeye mani olması mümkün değildir. Milletin iktidarı için parlamento dışı siyaseti yürütenler, tebliğin yanı sıra farklı politika, strateji ve proje üreterek tavır almak zorundadır. Genelde parlamento içi siyaset, seçim zamanlarında halkı bir vatandaşlık görevi olarak rey vermeye, rey vererek kurtuluşunu garantilemeye çağırır. Seçim sonrasında halkla irtibatı kopar. Oysa parlamento dışı siyaset, sürekliliği öngörür. Kurtuluşun sadece rey verip istirahata çekilmekle sağlanamayacağını benimser. Milletin bir bütün olarak mücadele ortamına iştirakini sağlamaya çalışır. Bu açıdan parlamento dışı mücadele, sürekli, sınırsız ve topyekûn bir fazilet mücadelesidir: “… Yeryüzünde bozgunculuğu önleyecek fazilet sahibi kişiler bulunmalı değil miydi? Zulmedenler ise, içinde bulundukları refahın peşine düştüler. Onlar, suçlugünahkârlardı.” (11/116) Parlamento içi siyaset, ana tezattan dolayı, medya, eğlence sektörü, reklam ve pazarlama sektörü ile film sektörünün tüketimi körüklemesi, her türlü çirkin hayâsızlığı yaygınlaştırması karşısında sessiz kalmakta hiçbir şey yapmamakta/yapama- maktadır. Küresel güçlerin yerli işbirlikçileri aracılığıyla aileye, gençliğe açtıkları açık bir savaşa karşı hiçbir tedbir almamakta/ alamamaktadır. Parlamento dışı siyasetin bu noktadaki görevi, çirkin hayâsızlıkların yayılmak istenmesine ve her türlü tahribatına karşı çıkmaktır. Parlamento dışı siyaset, zulme, haksızlıklara, yolsuzluklara, yoksulluğa, yozlaşmaya, yalana, talana, çirkin hayâsızlıklara, dünyevileşmeye ve ahlaksızlığa karşı çıkar: “Rabbaniyyun ve Ahbar, onları, günah söylemelerinden ve haram yiyiciliklerinden sakındırmalı değil miydi? Yapmakta oldukları işler ne kötüdür.” (5/63) Parlamento Dışı Siyaset ve Denetim Milletin iktidar olması için parlamento içi siyaset yürütenlerin, iç ve küresel güçlerin baskısına dayanamayarak yanlış karar ve uygulama yapmalarına parlamento dışı siyaset mani olmak zorundadır. Parlamento dışı siyaset aracılığıyla millet, iktidarlar üzerinde baskı ve denetim hakkını kullanabilir. Böylece siyasi partiler sadece seçimden seçime değil sürekli olarak denetim altında tutulmuş olur. Milletin baskı, denetim ve desteğini ensesinde hisseden bir iktidar, tüm şer güçlere karşı dik durma gücünü kendinde görür ve dik durmaya çalışır. Parlamento dışı siyaset, milleti şer güç odaklarının psikolojik savaşına karşı korurken; aynı zamanda siyasi iktidarların şımarma, azma hareketlerine karşı da korur. Onun için parlamento dışı siyaset hem toplumu hem de iktidarları rehabilite edicidir: “Mü’minlerin tümünün öne fırlayıp çıkmaları gerekmez. Dosya Öyleyse onlardan her bir topluluktan bir grup, çıktığında (bir grup da), dinde derin bir kavrayış edinmek ve kavimleri kendilerine geri döndüğünde onları uyarıp-korkutmak için (geride kalabilir). Umulur ki onlar da kaçınıp-sakınırlar.” (9/122) Parlamento Dışı Siyaset ve Ehliyet-Liyakat Parlamento içi siyasetin bu kamplaştırıcı ve ayrıştırıcı mantığı etkisini, memur atamalarında da gösterir. Bu ülkeye, bu millete ve onun değerlerine bağlı, hükümetin işlerini kasıtlı olarak engellemeyen, ehliyetli, liyakatli insanların makamlarını korumaları, yükseltilmelerinin engellenmemesi yönetim felsefesi olarak kabul edilmesi gerekirken; bizim partiden sizin partiden olup olmadığının öne çıkması yanlıştır. Parlamento dışı siyaset, bu milletin evlatlarının ehliyet ve liyakate göre atanmaları ve yükseltilmelerini savunmalıdır: “Hiç şüphe yok Allah, size emanetleri ehline (sahiplerine) teslim etmenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emrediyor. Bununla Allah, size ne güzel öğüt veriyor! ” (4/58) Parlamento Dışı Siyaset ve Dil-Üslup Toplumu ifsad etme sürecini hızlandıran önemli bir etken de, özellikle seçim sürecinde, parlamento içi siyasetin kullandığı dildir. Birbirine hakaret etmeyi, birbirini yalanlamayı, birbirini kötülemeyi siyasetin bir doğası olarak görmektedirler. Halkın zihninde, vicdanında, nefsinde ve kalbinde ciddi yaralar açmakta, kin ve nefret tohumları ekmekte ve de kirliliğe neden olmaktadır. Seçim sath-ı mailinde kullanılan bu dil, milletin kalbine atılan birer fitnedir. Kalbe atılan bu fitnelerin kalp kararmasına sebebiyet verip toplumsal dayanışmayı yıkması, milleti millet yapan bağları zayıflatarak koparması mümkün olabilir. İşte o zaman bu ülkede ne doğru, ne yanlış; ne güzel, ne çirkin, ne helal ne haram anlaşılamaz olup bir kaos ortamı ortaya çıkabilir. Daha da anlaşılmaz olanı, siyasetçilerin seçim sürecinde söyledikleri her şeyin siyaseten söylendiği, şimdi bunların unutulması gerektiği tarzındaki yaklaşımlarıdır. Siyasetçi bu tavrı ile bizzat kendisini ve siyaseti bir yalancılık, bir hilekârlık ve bir aldatma mesleği olarak nitelendirerek bindiği dalı kesmektedir. Parlamento dışı siyaset ise en güzel bir dil ve üslup kullanmak zorundadır. Ancak böyle bir dil kullanılarak toplumun bütünleşmesine, kaynaşmasına katkıda bulunulabilir, kirlenmesi engellenebilir: “Kullarıma, sözün en güzel olanını söylemelerini, söyle. Çünkü şeytan aralarını açıp bozmaktadır. Şüphesiz şeytan insanın açıkça bir düşmanıdır.” (17/53) Parlamento Dışı Siyaset ve Güven Bugünkü parlamento içi siyaset, genellikle rey almak amacıyla bol vaat, yalan ve karalamaya dayanmaktadır. Parlamento içi siyaset, ‘söyle söyle yalan bile olsa hoşuma gidiyor’ anlayışını yaygınlaştırarak yalana meşruiyet kazandırmaktadır. Yapmayacakları veya yapamayacakları şeyleri vaat ederek toplum ifsat edilmekte, toplumun dayanışması yıkılmakta, birlik ve beraberliği bozulmaktadır: “Ey iman edenler, yapmayacağınız şeyi neden söylersiniz? Yapmayacağınız şeyi söylemeniz, Allah katında bir gazab (konusu olması) bakımından (büyüdükçe) büyüdü (büyük bir suç teşkil etti) . Hiç şüphesiz Allah, kendi yolunda, sanki birbirlerine kenetlenmiş bir bina gibi saf bağlayarak çarpışanları sever.” (61/2-4) Bütün bu yanlış yaklaşımlar, siyasete, siyasetçiye ve tüm kurumlara olan güveni zedelemekte hatta yıkmaktadır. Siyaset ve siyasetçiye güvenin yıkılmasının bir sonucu, çıkarılan kanunların halkın menfaatine değil de belli bir zümrenin menfaatine olduğu inancının kuvvetlenmesidir. Dolayısıyla kanunlara güven yıkılmakta ve bunların delinme çareleri aranmaktadır. O nedenle yapılan yasal düzenlemeler, isteneni vermemektedir. Yasaların boşluklarını aramak, vatandaşın temel ilgi odağı olmaktadır. Siyasete olan güvenin yıkılması, vatandaşı menfaatçi yapmaktadır. Anlık düşünmesine sebebiyet vererek gelecek nesillerin haklarını, şimdiki zamanda bitirip harcamayı bir marifet, bir başarı olarak görmektedir. Gecekondulaşma, kaçak yapılar, kaçak katlar hep bu mantığın ürünüdür. Şehirlerin harap edilmesi bir oy uğrunadır. Oyunu daha çok vaad edene vermesi, olumsuz bir geri besleme meydana getirmekte, hem siyasetin hem de halkın kirlenmesine sebebiyet vermektedir. Parlamento içi siyasetin diğer bir çıkmazı, iktidar ve muhalefette bulunma durumlarındaki tezatlı davranıştır. İktidarda iken başka muhalefette iken başka konuşmaları ve davranmalarıdır. İktidarda iken ak dediklerine muhalefette iken kara; iktidarda iken kara dediklerin muhalefette iken ak diyebilmeleridir. Parlamento içi siyasette, genellikle, ‘dün başka bugün başka’ mantığı hâkimdir. Böylelikle NİSAN ‘09 UMRAN 23 Dosya doğru ile yanlış, temizle pis, helal ile haram birbirine karışmakta kalpler kararmaktadır. Doğru ile yanlışın, hakla batılın bu şekilde yer değiştirmesi, toplumun temel değerleri ve güven duygusu üzerinde ciddi tahribat yapmaktadır. Parlamento dışı siyaset, hakkın üstünün örtülmesine açık tavır almalıdır. “Hakkı batıl ile örtmeyin ve sizce de bilinirken hakkı gizlemeyin.” (2/42, 3/71) Sonuç: Bizim Yolumuz Af ve Merhamet Yoludur ‘Ülkemizin halkı ülkemizin serveti, ülkemizin halkı ülkemizin gerçek zenginliğidir.” Aslolan, halkın birlik beraberlik içerisinde Sırat-ı Müstakîm üzere olmasıdır, kıblesini kaybetmemesidir. Siyasetin görevi de bu olmalıdır: “Sen, beraberindeki tevbe edenlerle birlikte emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Aşırı gitmeyin, doğrusu Allah yaptıklarınızı görür. “Zulmedenlere eğilim göstermeyin, yoksa size ateş dokunur.” (11/111-112) Bizim parlamento dışı siyaset anlayışımız, tüm bu yaraları saracak ve toplumu ortak paydalar etrafında bütünleştirecek bir anlayıştır. Bu milletin ortak paydası İslam’dır. Mevcut ateş çemberini yarıp çıkmanın yolu, Kur’an etrafında bütünleşmedir: “Allah’ın ipine hepiniz sımsıkı yapışın. Dağılıp ayrılmayın. Ve Allah’ın sizin üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Hani siz düşmanlar idiniz. O, kalplerinizin arasını uzlaştırıp-ısındırdı ve siz O’nun nimetiyle kardeşler olarak sabahladınız. Yine siz, tam ateş çukurunun kıyısındayken, oradan sizi kurtardı. Umulur ki hidayete erersiniz diye, Allah, size ayetlerini işte böyle açıklar.” (3/103) Tüm yaraların sarılabilmesi fitne, fesat hareketlerine fırsat 24 UMRAN NİSAN ’09 verilmemesi için parlamento dışı siyaset olarak mücadele anlayışımız; ‘En Güzel Tarzdır’. En güzel tarzda bir mücadele ile kırılan kalpleri ve kirlenen zihinleri fethedip arındırabiliriz: “Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel bir biçimde mücadele et. Şüphesiz senin Rabbin yolundan sapanı bilendir ve hidayete ereni de bilendir.” (16/125) Parlamento dışı siyaset, dili en güzel bir tarzda kullanırken; tutum, tavır ve davranışların da en güzel olmasını ister. Affetmek ve bağışlamak, kötülüklere iyilikle karşılık vermek parlamento dışı siyaseti yürütenler olarak vazgeçilmez bir ilkemizdir. ‘Onlar yapıyorlar bizde yapalım’ anlayışına karşı çıkarız. Çünkü şeytanın adımlarını izleyenler, bizim rehberimiz ve öğretmenlerimiz değil ki onları örnek alalım. Parlamento dışı siyasetin ana ilkesi, mücadelenin en güzel bir tarzda yürütülmesi, kötülüklerin iyiliklerle uzaklaştırılmasıdır. Toplumsal dayanışma, bütünleşmeyi sağlayacak olan, toplumu kararlı, dengeli kılacak olan bu anlayış ve bu yaklaşımdır: “İyilikle kötülük eşit olmaz. Sen, en güzel olan bir tarzda (kötülüğü) uzaklaştır; o zaman, (görürsün ki) seninle onun arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki sıcak bir dost(un) oluvermiştir.” (41/34) Bu mücadele anlayışı, huzur, mutluluk, bereket ve rahmeti beraberinde getirir: “Görmedin mi ki, Allah nasıl bir örnek vermiştir: Güzel bir söz, güzel bir ağaç gibidir ki, onun kökü sabit, dalı ise göktedir. Rabbinin izniyle her zaman yemişini verir. Allah insanlar için örnekler verir; umulur ki onlar öğüt alır-düşünürler. Kötü (murdar) söz ise, kötü bir ağaç gibidir: Onun kökü yerin üstünden koparılmış, kararı (yerinde durma, tutunma imkânı) kalmamıştır. Allah, iman edenleri, dünya hayatında ve ahirette sapasağlam sözle sebat içinde kılar. Zalimleri de şaşırtıp-saptırır.” (14/24-27) Bizim yolumuz, dövme, sövme, kin ve nefret yayma, suikast, sabotaj ve tehdit içeren bir yol değildir. Bizim Yolumuz; “Kolaylaştırınız zorlaştırmayınız. Müjdeleyiniz nefret ettirmeyiniz”, diyen peygamberin yoludur. Bizim yolumuz, insanların mazilerinde yaptıkları kötülükleri, çirkinlikleri, düşmanlıkları sürekli yargılayan ve insanları potansiyel suçlu olarak gören bir yol değildir. Bizim yolumuz, ‘Ya Rabbi onlar bilmiyorlar, onlara hidayet ver, onları affet’ diyen bir yoldur. Bizim yolumuz, hevadan arınmış istikameti cennet olan bir yoldur: “Kim de Rabbinin makamından korkar ve nefsi de hevadan sakındırırsa, Artık şüphesiz cennet, (onun için) bir barınma yeridir.” (79/40-41) Bizim yolumuz, hevadan arınmış dosdoğru olan bir yoldur: “Sen bundan dolayı davet et ve emrolunduğun gibi dosdoğru bir istikamet tuttur. Onların hevalarına uyma.”(42/15) 1 Can, B., “Toplumsal Kirlenmeye Kuranı Bakışlar”, Umran Dergisi İstanbul sayı 23, 1995; sayı 30 1996. 2 Türköne, M., Siyaset, Lotus Yayınevi, İstanbul, 2003, S. 4-17 3 Clausewitz, Savaş Üzerine, May Yayınları, İstanbul, 1975 Dosya DÖRT NEBEVİ HİTAP BAĞLAMINDA ARINMA ÇAĞRISI ABDULLAH YILDIZ Yüce Rabbimiz tarafından peygamberlikle şereflendirilen Hz.Muhammed’in (s.) farklı zamanlarda yaptığı dört önemli hitabe vardır ki; tepeden tırnağa kirli bir hayat tarzı olan “cahiliye”nin zifiri karanlığında debelenen insanlığa bir “arınma çağrısı” niteliği taşır. Bu hitabelerden ilki, Rasûlüllah’ın (s.), peygamberlikle görevlendirildikten üç yıl sonra Safa tepesine çıkarak yaptığı konuşmadır. İkincisi, Medine’ye hicret edip ilk Cuma namazını kıldırdığı zaman irad ettiği hutbedir. Üçüncüsü, Mekke’nin Fethi sırasında insanlar Kâbe etrafında toplandığı zaman yaptığı konuşmadır. Dördüncüsü ise, Veda Haccı’nda irad buyurduğu Veda Hutbesi’dir. İlk Hitabe: Bireysel Arınma Çağrısı; “Kendinizi Cehennem Azabından Kurtarın!” Peygamberimiz (s.), “Sana emrolunan şeyi açıkla! Müşriklere aldırma!” (Hicr/94) “Sen, önce en yakın hısımlarını inzar et/ uyar!” (Şuara/214) emrini alır almaz, hemen Safa tepesine gidip yüksekçe bir taşın üzerine çıkar ve şehadet parmaklarını kulaklarına tıkayarak yüksek sesle bağırır: -”Yâ Sabâhâh!1 Ey Kureyş cemaati!” Kendilerine seslenenin “Muhammedü’l-Emin” olduğunu öğrenen Kureyşliler Safa tepesine yönelirler. Hepsi de Peygamberimiz’e (s.) akraba olan Kureyş boyları, gelip onun karşısında toplanırlar. -”Yâ Muhammed! Ne haber var?” diye sorarlar. Muhammedü’l-Emin (s.): -“Benimle sizin haliniz, düşmanı görünce ailesini haberdar etmek için koşmaya başlayan ve düşmanın kendisinden önce ailesine yetişip zarar vermesinden korkarak ‘Yâ Sabâhâh!’ diye bağıran bir adamın haline benzer.” diye hitap ettikten sonra onlara sorar: -“Ne dersiniz? Ben, size şu dağın eteğinden veya şu vadiden sizi yağmalamak isteyen birtakım atlıların çıkıvereceğini yahut akşama, sabaha düşman baskınına uğrayacağınızı haber verirsem, beni tasdik eder, doğrular mısınız?” -”Evet! Seni tasdik eder, doğrularız! Çünkü biz seni bütün tecrübelerimizde doğru sözlü bulduk! Sen, bizim katımızda herhangi bir suçla suçlanmış bir kişi değilsin! Hakkındaki tecrübelerimizde, sende hiçbir yala- na rastlamış değiliz!” dediler. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.): “Öyle ise, ben sizi şiddetli bir azaba karşı inzar etmeye/ korkutup uyarmaya memurum” dedikten sonra: -“Ey Abdülmuttalib oğulları! Ey Abdi Menaf oğulları! Ey Zühre oğulları! Ey filan oğulları!..” diyerek tüm Kureyş boylarına tek tek seslendi ve: -”Ey Kureyş cemaati! Siz uykuya dalar gibi öleceksiniz. Uykudan uyanır gibi dirileceksiniz. Kabirden kalkarak Allah’ın divanına varınca, kesinlikle bu dünyadaki bütün hareketlerinizin hesabını vereceksiniz! İyi işlerinizin mükâfatını da, kötülüklerinizin cezasını da göreceksiniz! O mükâfat ebedi cennettir. Ceza da, daimi cehennemdir. Yüce Allah; en yakın hısımlarımı azap ile korkutmamı bana emretti. Sizler ‘Lâ ilahe illallah: Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur’ demedikçe, ben size ne dünyada bir yarar ne de âhirette bir nasip sağlayabilirim” buyurdu. Rasûlüllah (s.) uyarısına şöyle devam etti: -“Ey Kureyş cemaati! Kendinizi cehennem ateşinden kurtarınız! Ey Ka’b b. Lüey oğulları! Kendinizi cehennem ateşinden kurtarınız! Ey Mürre b. NİSAN ‘09 UMRAN 25 Dosya Ka’b oğulları! Kendinizi cehennem ateşinden kurtarınız! Ey Abdüşşems oğulları! Kendinizi cehennem ateşinden kurtarınız! Ey Abdi Menaf oğulları! Kendinizi cehennem ateşinden kurtarınız! Ey Hâşim oğulları! Kendinizi cehennem ateşinden kurtarınız! Ey Abdülmuttalib oğulları! Kendinizi cehennem ateşinden kurtarınız! -“Ey Kureyş cemaati! Kendinizi Allah’tan satın alınız! Ben, 26 UMRAN NİSAN ’09 sizi Allah’ın azabından kurtarabilecek hiçbir şeye malik değilim. Ey Abdi Menaf oğulları! Kendinizi Allah’tan satın alınız! Ben, sizi Allah’ın azabından kurtarabilecek hiçbir şeye malik değilim! Ey Abdülmuttalib oğulları! Kendinizi Allah’tan satın alınız! Ben, sizi Allah’ın azabından kurtarabilecek hiçbir şeye malik değilim. “Ey Abbas b. Abdülmuttalib! Ben, seni Allah’ın azabın- dan kurtarabilecek hiçbir şeye malik değilim! Ey Zübeyr b. Avvam’ın annesi! Rasûlüllah’ın halası Safiye! Ey Muhammed’in kızı Fâtıma! Kendinizi Allah’tan satın alınız! Siz, benim malımdan dilediğinizi benden isteyiniz! Fakat ben sizi Allah’ın azabından kurtarabilecek hiçbir şeye malik değilim...” Sonra Rasûlüllah (s.), Kureyş boylarına yine tek tek seslenerek şöyle dedi: “Ben, sizi ‘Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur! O birdir! O’nun ortağı yoktur!’ diyerek şehadet getirmeye davet ediyorum! Ben de, O’nun kulu ve rasûlüyüm! Bunu böylece kabul ve ikrar ettiğiniz takdirde, sizin cennete gireceğinize kefil olurum! Siz, kıyamet günü iyi amellerinizle gelmez de dünyayı boyunlarınıza yüklenmiş olduğunuz halde gelirseniz, ben sizden yüz çeviririm! O zaman siz bana: ‘Yâ Muhammed!’ dersiniz. Ben ise, şöyle derim. Siz bana: ‘Yâ Muhammed!’ dersiniz. Ben ise, size şöyle derim. (Rasûlüllah “Şöyle derim” buyururken, yüzünü onlardan başka tarafa çevirdi.)”2 Rasûlüllah’ın (s.) bu çarpıcı uyarısı, dinleyenleri gerçekten etkilemişti ki, amcası Ebû Leheb hiddetle ayağa kalktı ve “Hay kuruyası! Bizi buraya bunun için mi çağırdın?” dedi. Bu sözler Peygamberimizi üzdü. Bunun üzerine Tebbet sûresi nazil oldu: “Ebû Leheb’in iki elleri kurusun, kurudu da...” Peygamberimiz (s.), insanların huzuruna çıkarak yaptığı ilk açık çağrıda onları, ‘uyuyup uyanacakları’ kadar yakın olan “Hesap Günü”ne ve “cehen- Dosya nem azabı”na karşı uyarmıştır. Muhammedü’l-Emin’in (s.) yakın akrabası olan Kureyş ailelerine, tek tek isimleriyle hitab ederek; “Kendinizi cehennem ateşinden kurtarınız!” diye haykırması, şok edici bir çıplak uyarıdır. Bu şok uyarı, herkesin Ahiret Günü’nde, bu dünyada iken yaptıklarının hesabını vereceğini hatırlatmak biçiminde devam etmiştir. Muhammedü’l-Emin (s.), yine Kureyş boylarının isimlerini zikrederek, “Kendinizi Allah’tan satın alınız! Ben, sizi Allah’ın azabından kurtarabilecek hiçbir şeye malik değilim” buyurmuştur. Demek ki, herkes kendi yaptıklarından sorumludur, Peygamber de (s.) kimseyi kurtarma yetkisine sahip değildir. Böylece o, her aileyi ve her bireyi, içinde bocalamakta oldukları cahili yaşam biçimini sorgulamaya ve bu inkârcı hayat tarzının kendilerine sevimli gösterdiği günahlar ve kötülükler sebebiyle çarptırılmaları kesin olan azaptan korunmaya davet etmiştir. Bu şiddetli azaptan kurtulmanın yegâne yolunun ise, şirkten vazgeçip “Allah’tan başka ilâh olmadığına, Muhammed’in de O’nun kulu ve rasûlü olduğuna” iman ettikten sonra, O’na kulluk ve ibadette bulunarak arınmak olduğunu ilan etmiştir. Kulların “kendilerini Allah’tan satın almaları” da, O’na gereği gibi ibadet ve kullukta bulunmaları ile mümkündür. İkinci Hitabe: İnananlara Arınma Çağrısı; “Âhiret İçin Azık Gönderin!” Peygamberimiz (s.), hicret esnasında, daha Medine’ye gelmeden bir süre Kuba’da kalır, sonra yoluna devam eder. Salim b. Avf oğullarının oturdukları Rânuna vadisine geldiği zaman, cuma namazı vakti girer. Orada Cuma namazını kılar; bu, Peygamberimiz’in (s.) Medine’de kıldığı ilk cuma namazıdır. Peygamberimiz (s.), bu cuma günü, ayakta dikilerek ardarda iki hutbe irad eder: “Ey insanlar! Kendiniz için, önden âhiret azığı olacak şeyler gönderiniz. Elbette bilirsiniz ki, her biriniz ölecek ve davarını çobansız bırakacaktır! Sonra Rabbi ona tercümansız, perdedarsız olarak: ‘Sana Rasûlüm gelip emirlerimi tebliğ etmedi mi? Ben sana mal verdim, ihsanda bulundum. Sen kendin için (âhiret azığı olarak) ne gönderdin?’ buyuracak. O da, sağına soluna bakacak, hiçbir şey göremeyecek! Sonra önüne bakacak. Önünde de cehennemden başka bir şey göremeyecek! Öyle ise yarım hurma ile de olsa cehennemden kendisini korumaya gücü yeten kimse hemen hayır işlesin! Onu bulamayan da güzel bir sözle kendisini korumaya çalışsın. Çünkü bir iyiliğe on mislinden yedi yüz misline kadar sevap verilir! Selam ve Allah’ın rahmet ve bereketleri üzerinize olsun!” (...) Artık Allah’a ibadet ediniz ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayınız. O’ndan gereği gibi sakınınız. Dilinizle söylediğiniz güzel sözlerinizle Allah’ı tasdik ve ikrar ediniz. Allah’ın ihsan ettiği rahmetle birbirinizi seviniz. Muhakkak biliniz ki: Allah, ahdinin bozulmasına gazab eder. “Selam olsun sizlere!” Saîd b. Abdurrahman elCumahî’den rivayet edildiği üzere, Peygamberimiz (s.) şöyle buyurdu: “Hamd, Allah’a mahsustur. Ben, O’na hamd eder, O’ndan yardım, bağışlanma ve hidayet dilerim. O’na iman ederim, inanmazlık etmem. İnanmazlık edenlere de düşmanlık ederim. Ben Allah’tan başka hiçbir ilah olmadığına, O’nun bir olduğuna, ortağı ve benzeri olmadığına, Muhammed’in de O’nun kulu ve rasûlü olduğuna şehadet ederim. Allah, onu peygamberlerin gelmesinin kesildiği, ilmin azaldığı, insanların sapkınlığa düştüğü, zamanın kesintiye uğradığı, kıyametin kopma ve âlemin sona erme zamanının yaklaştığı bir sırada, tam bir hidayet, tam bir nur, tam bir öğüt olan Kur’ân’la göndermiştir. Allah’a ve Rasûlüne boyun eğen, muhakkak doğru yolu bulmuştur. Allah’a ve Rasûlü’ne karşı gelen de, azgınlık ve taşkınlığa, sapkınlıktan sapkınlığa düşmüştür. Size Allah’tan korunmayı tavsiye ederim. Zaten bir Müslümanın bir Müslüman’a en hayırlı tavsiyesi de, onu âhirete isteklendirmesi, ona Allah’tan korunmayı emretmesidir. Allah’ın sizi sakındırdığı şeylerden sakınınız! Bundan daha üstün ve hayırlı bir öğüt, bundan daha üstün ve hayırlı bir hatırlatma yoktur. Rabbinden korkarak, ürpererek ibadet eden kimse için, Allah’tan korunmak, istediğiniz âhiret mutluluğu için en güvenilir bir yardımdır. Kim gizli NİSAN ‘09 UMRAN 27 Dosya ve açık her işinde Allah’ın hoşnutluğunu gözeterek Allah’la arasını düzeltirse, dünyada onun adı hayırla anılır. Öldükten sonra da, bu, kendisinden önce göndermiş olduğu hayra muhtaç bulunduğu bir zamanda kendisine azık olur. Bunun dışındaki işlerden kaçmayı ve onlarla kendi arasında uzun mesafeler olmasını ister. “Allah, azabından sizi korkutur. Allah, kulları hakkında çok esirgeyici ve merhametlidir. Sözünü doğrulayan, va’dini yerine getiren Allah’a andolsun ki; bundan cayma yoktur! Çünkü, Yüce Allah ‘Benim katımda söz değiştirilmez. Ben, kullara zulümkâr da değilim’3 buyuruyor. Şimdiki ve gelecekteki işlerinizde gizli ve açık yaptıklarınızdan dolayı Allah’tan korununuz! Kim Allah’tan korunursa, Allah onun günahlarını örter, ecrini de büyütür. Allah’tan korunan büyük bir kurtuluşa ermiştir. Allah’tan korunmak, insanı Allah’ın azab ve gazabından korur. Allah’tan korunmak, yüzleri ağartır, Rabbi hoşnut eder, dereceyi yükseltir. Nasibinizi alınız! Allah katında ifratlı olan hareketlerde bulunmayınız. (..) Allah en büyüktür. Büyük olan Allah’tan başkasında kuvvet ve kudret yoktur.”4 Bu hutbe, pek çok açıdan tekrar tekrar okunmalı ve uzun uzun düşünülerek dersler alınmalıdır. Bizim burada özellikle dikkat çekeceğimiz husus, Rasûlüllah’ın (s.) ilk cuma hutbesinde, mümin insanları cehennem azabı konusunda uyarmasıdır. Bu azaptan korunmak 28 UMRAN NİSAN ’09 ise arınmaktan geçiyor; yani ‘âhiret için azık hazırlamak’tan. İşte arınma yolları: Allah’ın rızasını gözeterek -yarım hurma da olsa- hayır işlemek, Allah’ın ihsan ettiği gibi insanlara ihsanda bulunmak, nefsin şerlerinden ve kötü amellerinden korunmak, Kur’ân’a sarılmak, Allah’a kulluk edip ortak koşmamak, Allah’tan gereği gibi sakınmak ve sakındırdığı şeylerden sakınmak, Allah’ı çokça anmak, Allah’ın düşmanlarına düşman olmak, Allah yolunda gereği gibi cihad etmek... Özetle; “Allah’la aramızı düzeltmek”. Cuma namazından sonra devesinin yularını başına dolayıp Medine’ye giren Rasûlüllah (s.), bu şehirde inşa edeceği yeni toplum modelinin hangi esaslar üzerinde yükseleceğini böylece ilan etmiş olmaktadır. Örnek Medine toplumunu bugünün dünyasında yeniden kurmanın yolu da bu esaslardan geçmektedir. Üçüncü Hutbe: Toplumsal Arınma Çağrısı; “İslâm Çağı’nda Cahiliye Kirlerine Yer Yok” Peygamberimiz (s.), Mekke’yi fethettiğinde tüm Kureyşliler Mescid-i Haram’da toplanırlar. Kâbe’nin kapısının eşiğinde ayakta durarak, kapının direklerine iki eliyle tutunan Peygamberimiz (s.), önce üç kere tekbir getirir, sonra da onlara şöyle hitab eder: “Hamd, Allah’a mahsustur. Allah’tan başka ilah yoktur. Yalnız O vardır. O’nun hiçbir eşi, ortağı yoktur! O, vadini yerine getirdi. Kuluna yardım etti. Toplanan düşmanları, tek başına, bozguna uğrattı! İyi biliniz ki; cahiliye çağına ait olup, övünme vesilesi edinile gelen her şey, kan, mal davaları... bunların hepsi, şu ayaklarımın altında kalmış, kaldırılmıştır!... “Ey insanlar! Muhakkak ki Allah, cahiliye gururunu, cahiliye atalarıyla/soylarıyla övünüp büyüklenmeyi sizden kaldırmıştır! Bütün insanlar Âdem’den, Âdem de topraktan yaratılmıştır. İnsanlar iki kısım, iki sınıftır. Bir kısmı mümin ve muttakidir; Allah katında değerli ve şereflidir. Diğer kısmı ise azgındır, yaramazdır. Bunlar Allah katında da değersiz ve şerefsizdir! Nitekim Yüce Allah: ‘Ey insanlar! Gerçekten Biz, sizi bir erkekle bir kadından yarattık. Birbirinizle tanışasınız diye, sizi büyük topluluklara, küçük kabilelere ayırdık. Şüphe yok ki, sizin Allah katında en değerliniz, en şerefliniz Allah’tan en çok sakınanınızdır. Allah her şeyi hakkıyla bilen, her şeyden haberdar olandır!’5 buyuruyor.” Sonra Peygamberimiz (s.); -“Ey Kureyş cemaati! Ey Mekkeliler! Ne dersiniz? Şimdi, hakkınızda benim ne yapacağımı sanırsınız?” diye sorar. Kureyşliler: -”Biz, senin hayır ve iyilik yapacağını sanır ve ‘Sen hayır yapacaksın!’ deriz. Sen, kerem ve iyilik sahibi bir kardeş; kerem ve iyilik sahibi bir kardeş oğlusun! Gücün yetti, iyi davran!” derler. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.) şöyle buyurur: “Benim halimle sizin haliniz, Yusuf’un (a.s) kardeşlerine dediği gibi olacaktır. Yusuf’un (a.s.) kardeşlerine dediği gibi, ben de, ‘Size bugün hiçbir başa kakma ve ayıplama yoktur! Allah sizi yarlıgasın! O, Esirgeyi- Dosya cilerin En Esirgeyicisidir!”6 diyorum. Gidiniz! Sizler özgür ve serbestsiniz!” Eline düşen ve ona boyun eğen Kureyş müşriklerini böyle affeden Peygamberimiz (s.), ertesi gün öğle namazından sonra, Kâbe’nin merdiveninde, arkası Kâbe’ye dayalı olarak Allah’a hamd ü senada bulunduktan sonra, halka şöyle hitab eder: “Ey insanlar! Şüphe yok ki Allah, göklerle yeri, güneş ile ayı yarattığı gün, Mekke’yi de haram ve dokunulmaz kılmıştır! Burası Allah’ın haram ve dokunulmaz kıldığı bir bölgedir. Kıyamet gününe kadar da haram ve dokunulmaz olarak kalacaktır! Mekke’yi haram ve dokunulmaz kılan, Allah’tır. (...)” Peygamberimiz (s.), hitabesine şöyle devam eder: “Cahiliye çağının kötü işleri silinip gitmiştir! İslâm çağında cahiliye özelliklerini ortaya çıkarmayın. Müslüman Müslüman’ın kardeşidir. Bütün Müslümanlar kardeştirler. Müslümanlar kendilerinden olmayanlara karşı birdirler, bütündürler. Düşmanlarına karşı topluca hareket eder, birbirleriyle yardımlaşırlar. Müslümanların kanları birbirine eşittir. Aralarında fark yoktur...”7 Konuşmasının devamında bazı İslâmî hükümleri de açıklayan Peygamberimiz (s.), Mekke’nin Fethi ile birlikte “İslâm Çağı” diye isimlendirdiği yeni dönemde; “Cahiliye Çağı”na ait ayrıcalıklarla, soysop özellikleri vb. ile övünmenin, sınıf ayırımının, kan davalarının, cahiliye gururunun ve her tür kirli cahili anlayışın tamamen ortadan kaldırıldığını, bütün bunların artık ayaklarının altında olduğunu tüm cihana ilan ederek insanlığa yepyeni aydınlık ufuklar açar. Cahiliye kirlerinden bütünüyle arınmış örnek bir temiz toplum inşa etme sürecinde çok önemli bir merhale olan Mekke’nin Fethi, bu yönüyle bir şehrin fethinden ziyade gönüllerin fethi olarak görülmeli ve okunmalıdır. Cahili yaşam biçiminin bütün tortuları, bu zihinsel/kalbî arınma sürecinde bir bir temizlenecek ve nihayet Rasûlüllah’ın ömrünün son yılında yaptığı son haccında irad ettiği Veda Hutbesi ile, bütün çağlara “model” olacak o muazzam İslam toplumunun şaşmaz ana ilkeleri ilan edilecektir. Dördüncü Hitabe: Tarihin Son Arınma Çağrısı; “Kur’ân’a Sarılınız!” Peygamber Efendimiz (s.), Veda Haccı’ndaki meşhur Veda Hutbesi’de şunları söyler: “Cenab-ı Hakka hamd ü sena ederiz. O’na döneriz. Nefislerimizin fenalıklarından ve kötü amellerimizden O’na sığınırız. Allah’ın hidayet ettiğini kimse yoldan çıkaramaz. Allah’ın şaşırttığını da kimse yola koyamaz. Şehadet ederim ki, Allah’tan başka İlah yoktur. Birdir, eşi ve ortağı yoktur. Yine şehadet ederim ki, Muhammed O’nun kulu ve elçisidir. Ey Allah’ın kulları! Allahtan korkmanızı, O’na itaat etmenizi tavsiye ederim. Ey nâs! Sözlerimi dikkatle dinleyiniz. Bilmiyorum belki bu seneden sonra, sizinle burada, ebedi olarak bir daha birleşemeyeceğim. Ey nâs! Bugünün nasıl bir gün olduğunu biliyor musunuz? Bugün: Yevmü’n-Nahr (Kurban Günü). Bu ayın ne ayı olduğunu biliyor musunuz? Bu ay: Şehr-i Haram (Mukaddes Ay: Zilhicce). Bu mevkiin hangi yer olduğunu biliyor musunuz? Burası Belde-i Haram (Mukaddes Şehir: Mekke). Bu gününüz nasıl mukaddes bir gün ise, bu ayınız nasıl mukaddes bir ay ise, bu şehriniz nasıl mukaddes bir şehir ise, biliniz ki, canlarınız, mallarınız, ırzlarınız da, ta Allah’ın huzuruna çıkıncaya kadar, bu mukaddes gün, bu mukaddes ay, bu mübarek şehir gibi, yekdiğerinize karşı mukaddestir. Bunlara her türlü tecavüz haramdır. Ashabım! Aklınızı başınıza toplayınız! Biliniz ki, yarın, Allah’ınıza kavuşacaksınız. Bugünkü her türlü hal ve hareketinizden muhakkak sorulacaksınız. Sakın, benden sonra, eski dalaletlere (sapıklığa) dönerek birbirinizin boynunu vurmayın! Bu vasiyetimi burada bulunanlar, bulunmayanlara bildirsin. Olabilir ki, bildirilen kimse, buradaki işitenden daha iyi anlar ve muhafaza etmiş olur. Ashabım! Eski cahiliye devrinde güdülen bütün kan davaları tamamen kaldırılmıştır. Kaldırdığım ilk kan davası da Abdülmuttalib’in torunu Rabîa’nın kan davasıdır. Ashabım! Cahiliyet devrinin her türlü ribâsı (faiz) kaldırılmıştır. İlk kaldırdığım ribâ; Abdülmuttalib oğlu Abbas’ın faizidir. Allah’ın emriyle, faizcilik artık yasaktır. Eski devirNİSAN ‘09 UMRAN 29 Dosya den kalma bu çirkin âdetin her türlüsü ayağımın altındadır.8 Bu borçlular, alacaklılara, yalnız aldıkları parayı (sermayeyi) ödeyeceklerdir. Ne zulmediniz, ne de zulme uğrayınız. Ashabım! Kimin yanında bir emanet varsa, onu sahibine geri versin. Hediyeler hediye ile karşılanır. Başkalarına kefil olanlar, kefaletin mesuliyetini üzerine almış olur. Ey nâs! Bugün şeytan, sizin şu yurdunuzda yeniden nüfuz ve saltanat kurmak kudretini artık, ebedi olarak kaybetmiştir. Fakat siz, bu kaldırdığım şeylerden başka, küçük gördüğünüz işlerde ona uyarsanız, onu sevindirmiş olursunuz. Dininizi korumak için, bunlardan da kaçınınız! (...) Ashabım! Nefislerinize de zulmetmeyiniz! Nefislerinizin de üzerinizde hakkı vardır. Ey nâs! Allah, herkese düşen hak sahibinin miras hakkını Kur’an’da bildirmiştir. Mirasçılar için vasiyete lüzum yoktur. (...) Ey müminler! Size bir emanet bırakıyorum. Ona sıkı sıkı sarıldıkça, yolunuzu hiç şaşırmazsınız. O emanet de Allah’ın kitabı Kur’an’dır. Ey nâs! Allah’a ibadet edin! Beş vaktinizi kılın! Ramazan orucunu tutun. Emirlerime itaat edin! Rabbinizin cennetine girersiniz. Ey nâs! İfrattan (aşırı gitmekten) sakının! Evvelkilerin mahvolmalarının sebebi dinde ifratlarıydı. Hac amellerini (usullerini) benden öğrenin! Muhakkak olarak bilmiyorum belki, bu seneden sonra, bir daha sizinle burada buluşamayacağım. Bu nasihatlerimi, burada bulunanlar, bulunmayanlara bildirsin. Belki, kendisine bildirilenler içinde, burada bulunanlardan daha iyi anlayanlar, bunları daha fazla muhafaza ederek hatırlayacak olanlar bulunabilir.” Peygamberimiz’in (s.) sözleri, herkes tarafından iyice duyulsun diye, gür sesliler tarafından cümle cümle tekrarlandı. Böylece, hutbeyi bütün cemaat duymuş oldu. Sonunda Rasûlüllah (s.) yüksek sesle: -“Ey nâs! Yarın beni sizden soracaklar. Ne diyeceksiniz? Risaletimi tebliğ ettim mi? İlahi vazifemi yaptım mı?” diye sordu. Bütün ashab hep bir ağızdan: -“Evet, yemin ederiz. Allah’ın risaletini tebliğ ettin. Vazifeni yaptın. Bize vasiyet ve nasihatte bulundun. Böylece şehadet ederiz”, dediler. Bütün Umran dergisi “kirlenme” ve “arınma” sorunu soruşturması: Yaşadığımız çağda; bireysel, toplumsal ya da kurumsal (siyaset, medya vs.) “kirlenme”nin nedenlerinden en önemlileri sizce nelerdir? “…gerçek şu ki, gözler kör olmaz, ancak sinelerdeki kalpler körelir.”(Kuran-ı Kerim, 22.Hac Suresi Ayet 46) Sizce, bu ifadeler; “yoksulluk, yolsuzluk, cinsel istismar ve sapkınlıklar, komplolar, ihanetler, yaftalamalar, adaletsizlik, ırkçılık, kötülüğün yaygınlaştırılması, şiddet, kriz…” şeklinde uzayıp giden günümüz insanı için ne söylemektedir? Kalpler nasıl körelir? ADIM ADIM KARARAN KALP Ö. Faruk GERGERLİOĞLU Nefsinin isteklerini ilahlaştıran insanoğlu için, kalplerin kararmasından başka varacak bir nokta yoktur. İnsanoğlu sadece bu çağda değil tüm zamanlar boyunca geçici tatmin duygularının peşinden süratle koştuğu oranda kirlenmiştir. Çocuklara bakarız saflığı görürüz, temizliği görürüz. Ama o çocuklar da büyüyecek ve hayatla sınanacaktır. Masum bir çocuktan bir kapkara kalp doğuran şey nedir, sorusunun cevabını insanoğlu mutlaka bulmak zorundadır. Tertemiz duygular nasıl da kirleniyor.? Nasıl yumuşak bir kalp taş gibi kesiliyor? İnsanoğlu bu 30 UMRAN NİSAN ’09 soruların cevabını bulmadıkça istediği kadar teknolojik olarak ilerlesin, hazzın her çeşidini tatsın, beyhudedir. Safiyetin karanlığa dönüşü, tabii ki bir süreç içinde olacaktır. Süreç başlamadan, sürecin sonunda yapabileceği fiilleri kendisine gösterilse inanamayacak insan, bu basamaklarda ilk adımı atınca maalesef gerisi gelmektedir. Zira kriter yanlış belirlendiği zaman, yanlışlıklar çorap söküğü gibi gelmektedir. Kalbine bir kara nokta düşüren, artık onun bir bulaşıcı hastalık gibi yayılmasını izlemek zorundadır. Önemli olan o bulaşıcı hastalığa hiç kapılmamayı başarmaktır. Artık sonunda öyle bir an gelir ki kapkara, kaskatı bir kalp, bir insan oluşmuştur. Dosya vadi, yüzbinlerce insanın bu samimi sözleriyle çalkalandı. O zaman, Rasûlüllah (s.), şehadet parmağını kaldırdı. Üç defa: -“Şahid ol Ya Rabbi! Şahid ol Ya Rabbi! Şahid ol Ya Rabbi!” dedi ve sözlerini bitirdi.9 Allah Rasûlü’nün (s.) ebediyete kadar geçerli olan bu muhteşem hitabesi; insanlığın mükemmel toplum olma yönünde ulaşabileceği zirve noktayı, moda ifade ile “Tarihin Sonu”nu işaret eder. İnsanlık tarihinin kat edebileceği en son merhaleye kadar bütün insan topluluklarının kuşanmaları gereken ve kuşandıkları takdirde onları dünya ve ahiret saadetine eriştirecek olan ana özellikler, bu zamanlar üstü konuşmada bir bir sayılır. İşte Veda Hutbesi’nin öngördüğü örnek insan/toplum tipinin temel nitelikleri: Nefislerinin şerlerinden ve kötü amellerinden Allah’a sığınan, Tevhîd ilkesinden sapmayan, yalnızca Allah’tan korkup yalnızca O’na itaat eden, birbirlerinin canlarını, mallarını, ırzlarını mukaddes bilen, kan davalarını ve faizi ayaklarının altına alan, ne zulmeden ne de zulme uğrayan, emanete ve kefalete ihanet etmeyen, kadınlarının haklarına riayet eden, köleleri hürlerle aynı mevkie yükselten, tüm insanları “Âdem’in çocukları” bilen, bütün Müslümanları birbirine eşit kardeşler sayan, birbirlerinin hakkına tecavüz etmeyen, kimseye haksızlık yapmadığı gibi haksızlığa da boyun eğmeyen, kendi nefislerine bile zulmetmeyen, Allah’ın kitabına sarılıp ibadetlerini gereği gibi yapan, namazlarını dosdoğru kılan, oruçlarını tutan, Peygamber’in Niye kalp denilmiştir? Zira mantığı değil, duyguların işaret edildiği yerdir kalp. Niceliğin değil, niteliğin işaretidir kalp. Kalp, insanın en masum olan duygularını gösterir. Bu duyguların aslında sürekli itina ile bakılması gerekir. Bir çiçeğin itina ile yetiştirilmesi gibi duyguların da kurumaya, kararmaya terkedilmemesi için sürekli bakıma ve beslenmeye ihtiyacı vardır. Kararan bir kalp oluşunca, insan hayatının her yönünü kuşatan kurumları etkileyecek bir virüs girmiştir artık insanın içine. Siyaset dünyası nefsi tatminler ve yalanlarla dolar. Halka hizmet yalanı altında her türlü şaibeli iş meşrulaştırılır. Siyaset halkı yönetmek değil, halktan geçinmek anlamına gelir artık. Kalbi kararmış siyasetçinin oluşturacağı kurumlar ve sorumlular, halkın üzerinden gücünü arttırmaya çalışacaktır. Medya dünyası da farklı olmayacaktır. Gerçekleri değil, manipüle etmek istediklerini gündeme getirme medyanın gündemindedir artık. Gerçeğe yönelik samimi bir arayış değil, bir şantaj ve kirletme mekanizması başlar artık. Hayatın her alanı hırs ve tamah üzerine kurulur artık. Çırpındıkça bataklığa batan kişi misali insan da, karanlığı kısır döngüsüne girmiştir artık. Kirlenme kirletmeyi de getirir. İçinde bulunduğu kirliliğin farkına bile varacak halde olmayanlar baş- (s.) buyruklarına itaat eden, işlerinde aşırılığa kaçmayan... bir vasat ümmet, model insan/ toplum... Dün olduğu gibi, bugün de, yarın da ulaşmak için çaba harcayacağımız nihai hedef işte budur. 1 Yâ Sabâhâh”; Kelime anlamı “vah kötü sabahım”, “vah kara sabah” ise de; “Düşman tarafından kuşatıldık! Sarıldık! Sabah vakti gelip çattı! Hemen çarpışmaya hazırlanın!” anlamlarına da gelir. Mekkeliler bir tehlikeyi haber vermek için Safa tepesine çıkıp böyle seslenirlerdi. 2 M. Asım Köksal, İslam Tarihi, Köksal Yay. 1/264270; Celaleddin Vatandaş, Hz.Muhammed’in Hayatı, Pınar Yay. 1/208-210; Zekai Konrapa, Peygamberimiz, Fetih Yay. 102-103. 3 Kâf/29. 4 M.A. Köksal, a.g.e., 3/31-35. 5 Hucurât/14. 6 Yusuf/92. 7 M. A. Köksal, a.g.e., 6/427-432; C. Vatandaş, a.g.e., 2/439-441. 8 Ribâyı haram kılan ayetler Veda Haccı esnasında nazil olmuştu: “Allah, alım satımı helal ve ribâyı haram kıldı.” (Bakara/275) 9 Konrapa, a.g.e., s. 403-407. kalarına kirlenmeyi öğütlerler ve böyle bir dünya kurulması için ellerinden geleni yapmaya çalışırlar. Güya parlak isimler bulurlar ve, “yeni bir dünya düzeni kuruyoruz” derler. Aslında bu kendi kirliliklerini tüm dünyaya dayatmaya çalışmaktır. Birey böyle olursa toplum da farklı olmaz. Toplum bazen hep şikayet eder. Ama kendi kararmış kalbinin karşıdakinde de olduğunun farkında değildir. Aslında şikayet ettiği kendisidir, toplumun şikayet ettiği kararan kollektif kalptir. Toplum böyle olursa kurumlar da farklı olamaz. Kurumlar hem kararır hem de kokuşur. Maddi mekanik ilişkilere göre biçimlenen kurumlar maddi bir ilerleme sağlasa da manevi gerilemeden kurtulamaz. Batı ülkelerinde ve son zamanlarda ülkemizde de manevi buhranlar, utanç verici hadiseler çokça artmaya başlamıştır. Arınmak ise yeni bir hayat felsefesi ile olacaktır. Hayatı ve varlığı yeniden tanımlama ile olacaktır. O arınmak isteyene ve kararmış halinden şikayetçi olana temizlik vardır. Kalbindeki kirleri ya ani bir diriliş, ani bir şok ile yıkar, temizler insanoğlu ya da az da olsa sürekli olumluya gidişi hedef edinerek bunu başarabilir. Kendini aydınlatan nuru çevresine saçmaktan geri kalamaz. Zira parlak bir ışık zorunlu olarak çevresini aydınlatacaktır. NİSAN ‘09 UMRAN 31 Dosya DEMET TEZCAN Kurumları ve sistemleri oluşturan tüzel kişiliklere kişilik katanda, mayasını katan da insanlardır. Toplumda; siyaset, medya, sivil toplum örgütleri, bürokrasi, eğitim kurumları vd. tüm mekanizmalar, insanoğlunun dünya görüşüne, ahlaki ve kültürel değerlerine göre rengini alır bir peygamberin yanında. İnsanoğlu, özünde var olan kötülüğe karşı yegâne gücü vahiyden beslenerek kendinde bulabilir. Vahyin çağrısından ve yönlendirmesinden tamamen soyutlanıp, seküler anlayış üzerine kurulan her sistem öyle ya da böyle kirlenmeye mahkûmdur. “Allah’ım göz açıp kapayıncaya kadar nefsimin eline bırakma” diye dua etmiş bir peygamberin yanında, nefsiyle bir anlık bile baş başa kalmamak için bırakın dua etmeyi adeta nefsinin kölesi haline gelmiş, nefsine hoş gelen ne varsa günah- sevap, haram -helal ayırmadan peşi sıra gitmekten imtina etmeyen fertlerin oluşturduğu bir toplumda kirlenme kaçınılmaz olacaktır. Özellikle modern hayat - şehir hayatı insanı durup düşünmeye bile fırsat tanımadan hızlı bir akışın içine itiyor. Bugün modern şehir hayatı ile şekillenen insanının en fazla şikayet ettiği şey zamansızlık - yetişememe. Allah’ın üzerine yemin ettiği “zaman” kavramının değerinin ve nasıl değerlendirilmesi gerektiğinin farkında değil. Etrafımız modern yaşamın “en”leri ile kuşatılmış durumda. Bu kuşatmaya karşı ise çok da kayda değer çözümlerimiz yok. Modern hayat olarak tanımlanan hayat tarzının bizi değil bizim onu şekillendirmemiz gerekiyor. Kime teslim olduysak, teslimiyetimiz onu çağrıştırmalı. Tasdik ettiğimizi ne pahasına olursa olsun yaşamak-hayata geçirmekhayatımızın her alanında tatbik etmek gerekiyor. Doğrusu bu kuşatmadan kurtulmak için arayışlarımızda elimizden gelebileceklerin tümünü yapıyor olduğumuzu düşünmüyorum. Çünkü bu “en”ler anaforu içinde her birimizin kendine göre bir arzusu, beklentisi mevcut. Örneğin kapitalizm seküler anlayışın oluşturduğu bir ekonomik sistem, kapitalist sistemin tüketmeye yönelik çağrısı ve bu çağrıya adeta büyülenmişçesine giden akış, bugün ayrı bir bunalım ve mutsuzluk vesilesi olan ekonomik krizleri de beraberinde getiriyor. Bu sistemi kuranlar için zaman zaman çok ağır faturaları olan bu krizler bir sürpriz değilken ağına düşen insanları çok kötü bir sona götürmekte. Seküler ekonomi anlayışı zengin fakir arasındaki uçurumu her geçen gün biraz daha açıyor. Oysa ki İslam inancı zekatı farz kılarak bu uçurumu dengeleme yoluna gitmiştir. “İçinizden hayra çağıran, iyiliği emreden ve 32 UMRAN NİSAN ’09 kötülükten men eden bir topluluk bulunsun…” (Âl-i İmrân, 104). Aynı ayeti kerimede Allahu Teala, “işte kurtuluşa erenler onlardır” diye tanımladığı topluluğun; tüm günahlardan-haramlardan elini eteğini çekmiş bir güruh değil aynı zamanda etrafını kollayıp gözeten, iyiliği tavsiye edip kötülükten alıkoymaya çalışanlar topluluğu olduğunu belirtiyor. Sadece ferdi olarak ibadetiniz, güzel ahlakınız sizi kul ile Allah, kul ile kul, kul ile toplum ilişkisi içindeki sorumluluğunuzdan azade kılmıyor. Batının seküler anlayışıyla düşünüyoruz, seküler literatürüyle konuşuyoruz. Bir insana hoş olmayan bir durumundan dolayı söz söylemek nasihatken şimdi kimse kimseye nasihatte bulunamadığı gibi inancına ters düşse bile saygı duyduğunu ifade edebiliyor. Bu da, Batı kaynaklı parçalı insan hakkı anlayışını bir din gibi içselleştirmemizden kaynaklanıyor. Kirlenmiş bir toplumda üzerimize düşen sorumluluğun ağırlığı kendini daha fazla hissettiriyor. Dolayısıyla fert olarak, toplumda baş gösteren her bir kötülükten bugün değilse yarın, direkt değilse dolaylı olarak zarar görmemiz atideki akıbetimiz gibi duruyor. Toplumsal bozulma - kirlenme, özden- kültürden kopuşla, dini, ahlaki, kültürel değerlerin yok edilmesiyle birlikte insani ilişkilerin yok olması, güvensizlik, bireysellik, bencillik, şiddet ve saymakla bitiremeyeceğimiz bir ifsad oluş süreci yaşanıyor. Adeta bir cinnet haline dönüşmüş olan bu toplumsal sürecimiz birden bire değil yavaş yavaş ve gözlerimizin önünde gerçekleşti- gerçekleşiyor. Gerçekleşme ve yayılma hızını ise bizlerin tepkisizliğinden alıyor. Salt şikayetlenmeler ve sızlanmalarla geçiştirdiğimiz bunca hadise silsilesi içinde üzerimize düşeni yapıp/ yapmadıklarımızı iyi gözden geçirdiğimizde aslında bu kirlenme içinde maalesef çok da masum olmadığımızı göreceğiz. Hâlbuki etrafımızdaki her şeyi, meşruiyet çerçevesinde araçsallaştırıp iyiliği tavsiye- kötülükten alıkoymaya dönüştürmeli, bunun gayreti ve mutlaka niyeti içinde olmalıyız. Uyarıyı, toplumsal düzeni, çocukların, gençlerin yetiştirilmesini kurumlara teslim ediyoruz. Mesela bugün yeni nesil için başlıca sorun, güncel model bulamama sorunu. Tüm kötülüklerin, çürümenin, bireyden topluma bozulmanın nedeni ruh dünyamızı ne ile beslediğimizle bizzat alakalı. Hayat rehberimiz, ölçümüz, önderimiz, kılavuzumuzla alakalı. Hayat tasavvuru, dünyaya geliş gayesi, hayatı anlamlandıran kutsal bağlardan yoksunluk hepsi hayat rehberimiz, yaşam kılavuzumuz Kur’anda belirtildiği üzere bakmamız gereken yerden bakmamakla alakalı. Yaşanan her Dosya İMAN AYNI İMTİHAN FARKLI NURETTİN YILDIZ Âdem aleyhisselamın ilk çocuklarının son çocukları ile yaratılma maksadı açısından buluştukları nokta imtihan noktasıdır. Aradaki uzun asırlara rağmen imtihan için yaratılmış olma maksadı hiç değişmemiştir. İnsan bu gerçeğin şuurunda olsun veya ondan gafil olsun hakikat aynıdır: Dünyada bulunmak imtihan sürecini geçirmek içindir. İnsanı kuşatan, dünya varlığı olarak tespit edilebilecek her ne varsa onu bu imtihan maksadının gereği olarak yaratılmış görebiliriz. İnsana, akıl da bunun için verilmiştir el de. Dünya hayatının ve dünyanın aslının faniliğindeki hikmetlerden biri bu gerçektir. Dünya imtihan yeridir, imtihan yerinin imtihan devam ettiği kadar devam etmesi pek tabiidir. Âdem aleyhisselamın ilk iki çocuğu, onlar için çok hassas olan ama asırlar sonra bizim gözümüzde kolaylaşan bir imtihana tabi tutuldular. Biri kazandı diğeri kaybetti. Aslında onların imtihan edildiği şeyin çekirdeği, kıyamete kadar devam edecek her insanın önünde dikili bir fidana dönüşmüş olarak vardır. Onlardan birkaç asır sora Nuh aleyhisselamın çocuklarının önüne de aynı çekirdekten bir bir çözümsüzlük, her bir kirlenmişlik, yaşanan kimlik bunalımları, kişilik sapmaları hepsi vahyin özünden sapmamızdan kaynaklanıyor. “…gözler kör olmaz; lakin göğüsler içindeki kalpler kör olur.” Yüce kitabımızda en çok vurgu yapılan kavramlardan biri akletmek-düşünmek üzerinedir. Düşünmeyenleri ise sağırlar ve dilsizler olarak tanımlar. Basiretli bir bakışı tavsiye eder ki eşyaya-olaylara ibret nazarı ile bakıp, baktıklarımızı görebilelim. Bunun için de Yüce Rabb’imin buyurduğu üzere düşünmek, aramak, görmeye talip olmak gerekiyor. “Ben nefsimi temize çıkarmam, çünkü Rabbimin merhamet ettiği hariç, nefis aşırı derecede kötülüğü emreder. Şüphesiz Rabbim çok bağışlayandır, çok merhamet edendir” (Yusuf, 53) Hz. Yusuf yaşadığı hadisede temiz olmasına ve fidan dikildi. Nuh aleyhisselamın çocukları onu başka bir açıdan izleyerek yanılıp tuzağa düştüler. Maksat aynı, çekirdek aynı idi. İsrailoğullarının geçirdiği badire için de aynı şeyleri söylememiz mümkündür. İmtihan imtihandır; zamanın ve renklerin değişmiş olması maksadı etkilemiyor. Bu ümmetin ilk nesli sahabiler, söz konusu imtihanın farklı şekillerine muhatap oldular. Mekke şartlarında Ebu Cehil’le simgeleşen baskıya karşı denendiler; o dönemin kazananları oldular. Medine’de Ebu Cehil kurumsallaştı, orduyla karşılarına çıktı. O dönemi de şehit toplumu nezdinde temize çıkmış olmasına rağmen Rabbin rahmeti olmasa nefsinin şerrinden kurtulamayacağını belirtiyor. Bunun için de Hz. Yusuf’un önceden, nefsinin şerrinden Rabbinin rahmetine münacatı gibi Rabbimizin rahmetine talip olmamız, kalplerimizin kör olmaması için ona gerçekten teslim olmamız gerekiyor. Yine ayet-i kerimede belirtildiği gibi mal, mevki, makam, evlat bütün bunlar gözümüzün önündeki perdeler aslında. Kirlenme ruhen, bedenen ve aklen insanın ilahi iradeye ters düşen bir biçim kazanması ile olduğu gibi arınma da insanoğlunun aklen, ruhen, ilahi iradeye uygun bir biçim almasıyla olacaktır. Kalp gözlerimizin önünde duran hakikat perdelerinin Hakka doğru açılması duasıyla... NİSAN ‘09 UMRAN 33 Dosya olarak veya gaziliği tadarak kazandılar. Bedir’de müşriklerin ordusu önünde aslan kesildiler. Meleklerle omuz omuza savaşan mücahitler olarak kayıtlara geçtiler. Allah’ın rızasına kavuştular. Bedir meydanı onlar için cennete dönüştü. O anı büyük bir başarı ile kazandılar. Ancak meydanı henüz terk etmeden karşılarına ikinci bir imtihan daha çıktı. Ezip geçtikleri müşriklerin enkazı üzerine tartışmaya başladılar. Birbirlerine ileri geri konuştular. Kur’an onları hemen ikaz etti. Takvayı hatırlattı onlara. Tekrar imtihan edildiklerini anladılar ve toparlandılar. Müşrikler sayesinde kazanıyorlardı, müşriklerin enkazı yüzünden de helak olacaklardı. İmtihanın özü budur. Meseleyi sadece bedir meydanından ibaret gören için imtihan tehlikededir. Sabah vaktinde şirk, öğlen vaktinde mal, akşam vaktinde de cinsel şehvet olarak beklenmeyen bir imtihanı kazanmak çok zordur. Medine’de Ebu Cehil’i tasfiye ettikten sonra, imtihan onların karşısına Kisra sarayının mücevherleri şeklinde çıktı. Cariyeli, debdebeli bir hayat olarak çıktı. Siyasetin çeşit çeşit renkleriyle çıktı. Kölelikle sınandıkları günlerden şehirlere vali olarak atandıkları günlere kavuştular. Ebu Cehil’le simgeleşen imtihan türünden kurtuldukları gibi bu imtihandan da kurtulmaları beklendi onlardan. Otuz yıl içinde Ebu Cehil’i, malı ve yeşil bahçeleri önlerinde imtihan nesnesi olarak buldular. 34 UMRAN NİSAN ’09 Uzayıp giden asırlar hiçbir hakikati değiştirmedi. Her asırda iman edenler ya Ebu Cehilvâri bir imtihana muhatap oldular ya da mal ve bahçe imtihanı ile karşılaştılar. İnsan imtihan için yaratıldı. İmtihanı, önce ona iman etme mükellefiyeti yükledi. İman edince imanın içini doldurmak üzere ibadete yönlendirildi. Namazdan cihada kadar en geniş anlamı ile ibadet eden biri olması istendi. İbadet ortamına geçtiğinde de adeta sinir sistemi test edilir gibi damarına basılarak imtihandaki istikrarı ölçüldü. Camiye gitmesi emredildi, o arada da önüne mal kondu. Helalle beslenmesi emredildi, harama cazibe kondu. İffeti öne çıkarıldı, iffet dışı fırsatlar önüne yoğun bir şekilde kondu. Namazın aynı rekât sayısıyla ve aynı tarzda kıyamete kadar devam edecek olması yani namazın değişmezliği, imtihanın ibadet olan türündedir. İbadet olarak talep edilen imtihanlarda bir değişiklik olmayacaktır. Temel iman esasları da böyledir. Aynı şeylere iman edilecek, aynı esaslar korunacaktır. İmtihanın, ibadet ve iman ilkeleri dışındaki bölümü ise nesilden nesile, fertten ferde farklı olabilmektedir. Ama her fert imtihan halindedir. Namaz aynı namaz, oruç aynı oruç olarak kalacaktır. Namazın önündeki engeller, orucun fitneleri ise zamana göre değişebilecektir. Bir zamanda namazın engeli tarladaki işler olurken diğer zamanlardan birinde internet olabilecektir. Başka bir zamanda da sosyal bağlantılar orucun hakkını vermeye karşı bir imtihan malzemesi olacaktır. İmtihanın en yaygın adı fitnedir İnsanın iman edip etmemesi ilk sınanma noktasıdır. İman tercihinde bulunanlar ise bir kenara itilmeyecek sınanmaya devam edileceklerdir. Bedenlerin sıhhat açısından korunduğu gibi imanın da sebat açısından korunuyor olması gerekmektedir. Allah Teâlâ, kulunu sürekli sınayacaktır. İman, mücerret bir tercih belirtilerek sonuçlandırılacak bir süreç değildir. İman bir iddia olarak devam ettiği sürece onu test eden imtihan da sürecektir. Bu imtihanın adı genelde fitnedir. Bu anlamda fitne, Allah Teâlâ’nın, imanımızda ne kadar sabit kalacağımızı görmek için karşımıza çıkardığı imtihan konularıdır. Bu konular siyasetten gıdaya kadar çok geniş bir yelpazede yer alır. Bizim insan olarak şehvet alanımızda kalan her şey, aynı zamanda etrafında imtihan edileceğimiz nesneleri de yansıtmaktadır. Midemizin gıda ihtiyacı helal haram hassasiyetimizin ölçülmesini, cinsel şehvetimizin kabarması iffetimizi koruma ciddiyetimizin ölçülmesini doğuracaktır. Bünyemizde varolan şehvetlerden arınmış olarak yaşamamız mümkün olmadığı gibi onların bir sınamaya tabi tutulmadan bulundurulması da insan olarak var olmamızdaki mantık açısından mümkün değildir. Bu ümmetin, insanlığın seyir hattındaki bulunma noktası itibarıyla en önemli fitnesi mal Dosya ve cinsellik üzerine yoğunlaşmaktadır. Hadisi şerifler, bu ümmetin mal imtihanına dikkat çekmiş, cinsel şehvet imtihanını da farklı noktalardan vurgulamıştır. Önceki ümmetlerde de bu iki fitne bulunuyordu. Ama bu ümmetteki durumu biraz daha öne çıkmış şekliyledir. Onlarda ise mesela bir putçuluk biraz daha öne çıkmış olarak vardı. Dünyanın gelişimini izlediğimizde de, bugün itibariyle mal ve cinselliğin matematiksel olarak izah edilemeyecek kadar yoğunlaştığını görürüz. Bu iki değer, bir anlamda adeta insanın kendinden daha üstün hale gelmiştir. İnsanın gözünde ‘en değerli’ kelime, farklı biçimleriyle mal ve cinsellik olunca pek tabii olarak imtihan da mal ve cinsellik üzerinden yürümektedir. Mal ve cinsellik etrafında dönen bir imtihanın en açık simgesi bu iki nesnenin önceki zamanlara oranla bir anlamda ayağa düşmüş olmasıdır. Malın elde edilme yollarının sanal âlemi kuşatacak kadar yaygınlaşması, cinselliğin basit bir meta konusu halini alması düşündürücü olmalıdır. Bir yanılgı noktasını izahta yarar vardır: Bilhassa mal ve şehvet üzerinden imtihan sözü açıldığında, bu iki imtihanı cami ile bağlantısı olmayanların ve imani zaafiyetlerden kurtulamayanların imtihanıymış gibi görmek ciddi bir yanlıştır. İmtihan herkes için caridir. Namazlı mü’min, oruçlu mü’min, haccetmiş mü’min evet her bir mümin imtihan edilecektir. Gerek mal ve gerekse cinsel şehvet herkesin bünyesinde vardır ve aktiftir. Müminin namaz gibi ibadetleri eda ediyor olması, hatta Kur’an okuyup onu ezberlemesi, imanı üzerinden sınanmayacağını göstermez. Kur’an ehli olan da olmayan da mal ve cinsellik üzerinden sınanacaktır. Herkesinki farklı boyutlarla ve şekillerle de olsa sınanma muhakkak vardır. Fitnenin bünyedeki belirtileri Fitne yaygındır, caziptir ve yapışkandır. Fitnenin insana giriş noktaları şehvetler olduğu için de göz göre göre gelir, yerleşir. Yerleştikten sonra da tehlikesinin hissedilmesine rağmen dışlanamaz olur. Fitne unsurunun bize rağmen bizim bir parçamız haline gelmesi ise meselenin son noktasıdır. Fitnenin nüfuzu için en müsait zemin mubahlardır. Haram olmayan serbest alanlardan oluştuğu halde mubahlar, aşırı kullanıldıklarında imanın etrafında riskli bir tabaka oluştururlar. Bu tabaka imanın etkisini azaltır. Dış dünyanın tesirlerine karşı imanın koruyuculuğunun devreye girmesini engeller. İbadetlerde tembellik, haramlara karşı gevşeklik sebebi olur. Günlük hayattan bir örneği mubahlara uyarlayabiliriz: Herhangi bir gıda türünü, ölçüsüz tüketen bünyenin, esasen yararlı olan bir gıdadan ötürü vücut fonksiyonlarının zarar gömesi gibi mubahlar da kul için serbest bırakılmış olmakla beraber aşırıya kaçılması halinde zarara dönüşürler. Uykuyu maddi ve manevi açıdan örnek almamız mümkündür. Uyku bedenin en tabii ihtiyaçlarındandır. Dengede bırakıldığında gıda gibidir. Aşırı veya az olduğunda ise zarara neden olur. Bu zarar vücudun zararı olarak da yansıyabilir, mesela sabah namazını ihmal olarak da yansıyabilir. Allah’ın nimetlerini, asrın teknolojilerini kullanırken tamamen serbest olduğumuzu zannederek ilk bataklığa basmış oluruz. Fitneleri yok etmemiz mümkün olmayacaktır. Fitneler büyük dalgalar gibi önümüze çıkacaktır muhakkak. Onları bir imtihan olarak bilip mümin kimliğimizi muhafaza edebildiğimiz sürece hayır üzere olduğumuzu düşünebiliriz. Neler yapabiliriz? Fitnelere karşı imanı korumayı asıl dava olarak görmek, uğrunda fedakârlık yapılmasının gereğine inanmak şarttır. Belki de yüzeysel bir imanla köklü bir iman arasındaki açık farklardan biri budur. Her asrın getireceği fitnelere hazır olmak iman etmenin gereğidir. Öncekilerin yaşadığı fitnelerin üzerinde yoğunlaşırken bizim için planlanmış fitnelerin tuzağına takılı kalmamız mümkündür. a- İman, korunması ve geliştirilmesi gereken bir değerdir. Allah Teâlâ’ya imanın parçalanamayacağını, imanın gereklerinin o imanın içini doldurup, ona hayatiyet kazandıracağını bilmek şarttır. Allah’a iman ediyor olmanın, O’nu mutlak hâkim olarak görmeyi gerektirdiğini, O’na tevekkül etmemenin imanla çelişeceğini bilmeyi NİSAN ‘09 UMRAN 35 Dosya unutmamalıyız. Allah’a imanın en önemli sonuçlarından biri O’nun kitabı Kur’an’ı rehber edinmektir. Kur’an’ın bizim gözümüzde fiilen veya sonuç olarak rehber ve bağlayıcı olma özelliğini kaybetmesi halinde ilk fitne rüzgârına kapılmak mukadderdir. Kur’an’ı ve Kur’an’ın tefsiri durumundaki sünneti yaşam için ölçü olarak benimsemek, şeytan ve nefsin telkinatına karşı çaresizlikten kurtulmaktır. Bu anlamda Kur’an’ı okuma kitabı düzeyinde bırakmayıp, okunan ve amel edilen kitap haline yükseltmek en müessir ilaç olarak durmaktadır. Kur’an’a rağmen yaşanabilecek bir Müslümanlıktan söz edilemez. Ne kadar Kur’an’ın etkisinde olduğumuz, ne kadar onun paralelinde yürüdüğümüz, ticaretimizden, ailevi ilişkilerimizden belli olmalıdır. Yürüyen Kur’an oluncaya kadar kat etmemiz gereken mesafe 36 UMRAN NİSAN ’09 uzundur. Kur’an’la paralel bir hayat için de yaygın bir Kur’an eğitimi almamız ve bu eğitimi sürekli hale getirmemiz önemli bir ihtiyaçtır. Dini bilgimiz, çocukluk yıllarındaki dersler ve camilerde tesadüfen kulağa giren bilgilerle mahdut olmamalıdır. b- Salih amel boşluğunu tehlikeli görmeliyiz. İslam’ı namazla ve hacla sınırlı gören anlayış yerine, güneşin ışıklarıyla aydınlanan her yerde insanın yaptığı ne varsa onu Allah’ın rızasına muvafık yapmaya özen gösteren anlayışı İslam olarak görmeliyiz. Bu anlayış, camideki ibadet anlayışımızı evimize, işimize ve bütün sosyal ilişkilerimize taşıyacaktır. Bu da -eğlencesi de dâhil- hayatı Allah’ın rızasına uygun yaşamayı sağlayacak, mümin kimliğimizin yıpranmasını, imana rağmen ikiyüzlü yaşamayı önleyecektir. Allah’tan korkup murakabesinden çekinmemek, dili, gözü, kulağı ölçüsüz, kuralsız bırakmak mümin kimliğimizle çelişmektedir. Özellikle fitnelere karşı ibadet ve tilavet önemli bir koruyucudur. Fitne zamanında ve ortamında ilk darbeyi ibadetler yemektedir. Bu nedenle de fitne zamanında ibadet titizliği hadisi şerifte hicret olarak adlandırılmaktadır. c- Günahların bünyemizde kökleşmesine karşı tedbirli olmalıyız. İşlenen bir günah, kendi hacminden çok, kimlik yıpranmasına neden olmasıyla sorun olmaktadır. Kökleşen bir günah, klasikleşen bir taviz yeni günahlara zemin hazırlamakta, günaha karşı cüreti artırmaktadır. Günahlardan istiğfarı önemli ve acil reçete görmeliyiz. Tevbe kavramının hacca gidenlere mahsus hale gelmesi anlayışta bir erozyondur. Sadece sokaklarda dolaşan sarhoşların, adi suçların veya katillerin tevbeye aday olarak algılanması son derece tehlikeli ve ayak kaydırıcı bir yaklaşımdır. Günahlar konusuyla beraber ele alınacak önemli bir konu da, bu ümmetin temel karakterlerinden biri olan ‘iyiliği emir ve kötülüğü yasaklama’ sorumluluğunun canlı tutulması konusudur. Dinin ayakta kalmasını sağlayan en önemli unsurlardan biri şüphesiz, ona iman eden herkesin kendi hacmi kadar dinine destek olmaya çalışmasıdır. Dine tâbi olanların dini yayması, tavizleri önlemeye çalışması hayatiyeti sağlayan temel bir vasıftır. İyiliğin çoğalmasından haz almak, kötülüğün yayılma- Dosya sından endişe etmek iman alametidir. Bu hissiyatın belli bir düzeyin altına düşmesi halinde imandan hiçbir eser kalmayacaktır. Bu, bir tür otokontroldür; kontrol sisteminin erimesi halinde, din insanlar üzerindeki tesirini kaybetmektedir. Nefislerle baş başa kalınan durumlarda, gözlerden uzak olmanın, tavize düşmedeki etkisinin bir izahı bulunabilir. Ama gözler önünde olduğu halde nefislerin arzularına taviz verilmesinden çekinilmiyor olmasını iman dairesinde iken izah etmek zordur. Birbirimizin koruyucuları olmamız, sadece bağ bahçemize yabancının girmesine karşı bir komşuluk görevi olarak anlaşılamaz. İmandaki kayma, amelde isyan belirtilerine karşı ‘kardeşlik hattımız’ devreye girmelidir. d- Yalnızlıktan kaçınmak şarttır. Her şeye rağmen, ‘mümin cemaat’ vasfına en yakın cemaatle beraber bulunmak, kurda kapılmadan yaşamanın şartıdır. Cemaat olmanın gerektireceği bedellere razı olarak bulunulan bir cemaat kendi zatında ibadettir. Ancak cemaat içinde bulunmak, sosyal etkinliklerinden yararlanmak tarzında anlaşılmamalıdır. Yüküyle ve gölgesiyle cemaatte bulunmak, birbirine kenetlenmiş, hedef birliği içindeki cemaat olmaktır. e- Şeytanın, mümini istikametten uzaklaştırmada kullandığı en yaygın silahı haramlardan önce mubahlardan oluşmaktadır. Mesela fiili zinaya düşmeden önce zinaya davetiye olan göz ve kulak zinası devreye girmiştir. Onlardaki serbestlik, neticede ana harama kapı açmıştır. Bunu herhangi bir harama da tatbik etmemiz mümkündür. Mubahlardaki serbestliğin verdiği rahatlık, bir noktadan sonra tehlikeli bölgeye kaymaya neden olmaktadır. Ancak bir noktadan sonra gelinen sonu tahlil etme imkânı da kalmadığı için mubahların verdiği rahatlıkla haramlara, haramlardan da sınır noktasına gelinebilmektedir. Bazen israf, bazen kör taklit olarak karşımıza çıkabilen bu SENİ ÇOK SEVİYORUZ! BİZLERİ SEVGİLİ VE YOLDAŞ KABUL ET EY RASULÜMÜZ Vahap Yaman Sevginle ve bildirdiklerinle arınmak istiyoruz. Arınmak isteyenlere aracılık etmek istiyoruz. Aracılık ettiğin İslam’ın, bizlere önerdiği hayat tarzını, yaşam biçimimiz olarak devam ettirme kararlılığımızı ayaklarımızı İslam üzere sabit kıl öğüdüyle bütünleştirerek ömür boyu yaşamak istiyoruz. Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gön- mubahlara dalma, en sathi ifadeyle dengesiz yaşamanın sonucudur. İbadette bile dengeyle memuruz. Rabbinin hakkını, bedeninin hakkını, ailenin hakkını düşünmeyi emreden anlayış önemli bir kural koymaktadır. Mubahlara dalmanın akıbetini düşünmek zorundayız. Sonuç Bizden öncekiler, onların zamanlarının gereği bir imtihanla iman sınavına tâbi tutuldular. Biz de bizim zamanımızın sınavlarına tâbiyiz. Bizim zamanımız, teknoloji ve imkânlar zamanı olduğuna göre imtihanımızın ağırlık noktası da onlar üzerinden olacaktır. İmanda gevşemeye, ibadette ihmale, ahlakta seviye düşüklüğüne neden olan neyimiz varsa onu imtihanımız olarak görmeliyiz. Bizim imtihanımız ne ise ona ağırlık vermek, onu fitnemiz olarak telakki edip gereken tedbirleri almak görevimiz olmalıdır. Yoksa Ebu Cehil’in putuyla lüzumsuz yere ilgilenmiş oluruz. derdik. Enbiya: 107 Sevgiliye sığınmak, onun rahmeti altına girmeye çabalamak gayretlerin en iyisi olsa gerek. Hayattaki en güzel çaba, alemleri aydınlatıcı olarak gönderilen özel insanla arkadaş, dost, gönüldaş olabilmeyi denemektir. Bu denemenin karşılığı ise mü’minlere verilen muhteşem mükafatıdır, Yüce Yaratıcının! Mükafatın adı da CENNET tir. Alemlere rahmet olarak gönderilen bir peygamberin ulaştırdığı dinin, rahmet dalgaları arasında dolaşarak rahatlamak, kendisini peygamberin kurtarıcı, kuşatıcı, koruyucu prensiplerine NİSAN ‘09 UMRAN 37 Dosya teslim ederek boyun eğmek, bilerek ve isteyerek onun yolundan gideceğini haykırarak, vaad edilen cennete kavuşmak için yola koyulmak, çabaların en güzeli olsa gerek! Bu konuda çaba gösterenlerin çabaları kutlu olsun! Kim Allah’a ve Resûl’e itaat ederse işte onlar, Allah’ın kendilerine lütuflarda bulunduğu peygamberler, sıddîkler, şehidler ve salih kişilerle beraberdir. Bunlar ne güzel arkadaştır! Nisa 69. Bizleri sevgilin kabul et! Ey Resulümüz Rabb’imiz seninle arkadaş, yoldaş olmamızı istemekte! Yoldaşlık ise Allah’a ve Resulüne itaat edilerek kazanılır demekte bizlere. Resulle birlikte yola çıkanların kaybetmeyeceğini, sayısız imkan ve lütuflara ulaşacağını bildirmekte. Bizden de varış yeri Cennet olan yolda seninle yolculuk yapmamız istenmekte! Peygamberle yoldaş olmak ne güzel çabadır. Onun arkadaşlığı yolda bırakmaz, sonu hüsran olmaz. Bizleri arkadaşlığına seç! Ey Resulümüz. (Ey Muhammed) De ki: “Eğer Allah’ı seviyorsanız, bana tâbi olun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın! Allah çokça affeden ve çokça merhamet edendir!” Âl-i İmrân: /31 Kalu bela (evet sen bizim Rabb’imizsin) diyerek Rabb’imizi alemlerin yaratıcısı, idare edicisi, efendisi, koruyanı, gözetleyeni, yaşatıcısı olarak kabul ettiğimizin sözünü ilk sözümüz olarak vermiştik. Bu sözle yaratıcımızı çokça sevdiğimizi, O’nun hakimiyetine 38 UMRAN NİSAN ’09 boyun eğeceğimizi, Allahın boyası ile boyanacağımızı ifade ediyoruz. Arınmanın ancak böyle bir teslimiyetle sağlanabileceğini inananlar olarak hep birlikte haykırıyoruz. Arınma yolunda, iyilikleri emretmek, kötülüklerden sakındırmak prensibini en temel görev kabul edip, peygamberin gösterdiği tarzda hayırlarda yarışacağımızı, takvada önde olanlardan olacağımızın sözünü vererek resulün yoluna tabi olacağımızı, bununla Allah’ın sevgisine mazhar olacağımızın şuurundayız. Kişinin Allah’ı ne kadar seviyorsa Allah’ın da o kişiyi o kadar seveceğini bilenlerdeniz. Son söz olarak da, Allah’ın sevgisini kazanmak için sevgili resulümüze uymayı, onun getirdiği prensiplere bağlılığımızı büyük bir coşkuyla her gün arttıracağımızı ilan ediyoruz. Sevaplarımızı çoğaltarak, hata ve günahlarımızın Allah’tan bağışlanmasını talep ediyoruz! Dualarımızı kabul et ey Rabb’imiz! “Ey iman edenler! Peygamber sizi, size hayat bahşeden şeylere (ilahi hükümlere) çağırdığında, Allah’a ve Rasûlü’ne icabet edin… Enfâl: 8/24 Ne mutlu ki; peygamberin çağrısına kulak verip İslam olduk, onun yanında yer almak için çabalıyoruz. O’nu yalnız bırakmayacağımızın sözünü veriyoruz. Bildirdiklerine uyacağımızı, getirdiği dinin kurallarını ( islamı) farkında olarak, bilerek ve isteyerek seçtik. İsteyerek seçtiğimiz bu kutlu yolda sarsılmadan, kararlılık- la yürüyerek, kendimizi her zaman diri ve canlı tutacağımızı, çevremizi uyararak onların da peygamberle yoldaş olmalarına katkıda bulunacağımızın sözünü veriyoruz. Haşr zamanı onunla birlikte olmayı, onun sancağı altında toplanmayı istiyoruz. Bu kararımızda bizlere destek ver, ayaklarımızı İslam üzere sabit kıl ey Rabbimiz! O gün her ümmetin içinden kendilerine birer şahit göndereceğiz. Seni de ümmetin üzerine şahit olarak getireceğiz. Ayrıca bu Kitab’ı da sana, her şey için bir açıklama, bir hidayet ve rahmet kaynağı ve müslümanlar için bir müjde olarak indirdik. Nahl 89 Ey peygamber! Şüphesiz ki Biz seni şahid, müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik. Ahzâb:45 Bizler senin veda haccındaki bildirdiğin manifostayı ashabın gibi duyduk, kabul ettik, uygulamaya çabalıyoruz. Verdiğin öğütlere uyuyoruz. Ey peygamberimiz! Yüce Rabb’imizi nasıl tamamlamış bir görevini peygamber olarak şahit ol ya Rabb diyerek şahid tutmuşsan; bizler de diyoruz ki: Hidayete ulaşmış, karşılığında ilahi rahmetle temizlenmiş mü’minlerle birlikte olma kararımız var. Onlarla birlikte İslamı okuma, öğrenme, anlama, yaşama, anlatma azmimiz var. Bizleri şahidlerle beraber yaz ya Rabb! Dosya DERİN YABANCILAŞMA KİRLENMEYİ MEYDANA GETİREN DÜNYA ÜZERİNE ABDURRAHMAN ARSLAN İLE RÖPORTAJ Abdurrahman Babacan - Zafer Özdemir Abdurrahman Babacan: Toplumun genelinde zihnen yaşanan kaos ve kirlenme, insanların kimliklerinde çözülme ve savrulmalara sebep olurken ve bunu da kendileri tasdik ederken bir taraftan da o kadar ciddi bir memnuniyetsizliği dillendirmediklerini gözlemliyoruz. Çevrelerindeki kirlenmeye çok da ciddi bir rahatsızlık duymadan, sıradan, normal bir hayatmış ve kendileri de bu hayatı paylaşıyormuş gibi bakan bir toplum var. Siz bu gözlem hakkında ne derseniz? Abdurrahman Arslan: Rahatsız olmalarını mı bekliyordunuz? Bu, güçlü bir “kendinde bilinç” gerektirir. Rahatsızlığı, bir rahatsızlık olarak dışa vurmak kolay değil; üstelik rahatsızlığı doğuran sebepler aynı zamanda insanın/ Müslüman’ın varmak istediği ideallerin yolları üzerindeyse, bunlar aşılması gereken doğal engeller olarak algılanır kişi tarafından. Babacan: Kırılma noktası da orada işte; beklememeliyiz o halde? Arslan: Hayır. Beklememek lazım. Rahatsız olan, rahatsızlığının sebepleri üzerinde düşünür ve kendini yeniden düzenlemeye çalışır. Süreç de zaten orada düğümleniyor; püf nok- tası orası. Unutmamak lazım ki, zihin bir boşlukta değil; içinde faaliyet gösterdiği sosyokültürel ortamda şekillenir. Bu tabii ki büyük nisbette zihni kendi başına bırakırsan böyle olur. Bugün olduğu gibi o ortama uyum göstermek için çaba sarfediyorsanız, o ortamda şekillenir ve ondan gelen kirlilikleri pek fark etmezsiniz. Babacan: Peki o halde izaha çalışırsak, neden bu zihni kaosu yaşıyoruz? Arslan: Bu noktada sizden çok farklı olduğumu söyleyemem. Mümkün mertebe akışı gözlemlemeye çalışıyorum. Çok kapsamlı, sistematik bir cevabımın olduğunu söyleyemiyorum; ama anlamaya gayret sarf ediyorum. Doğruluğundan çok emin olamadığınız düşüncelere sahipseniz, bunu kolayca söylemeye cesaretiniz olmaz. Olabilmesi için, fikirlerin tartışılması gerekir, ancak ondan sonra onları olgunlaştırabilirsiniz. Fikrin tartışılmadığı, giderek avamileşen bir ortamda, düşüncenin ne kadar isabetli olduğunu sınama imkânınız olmaz. Bu durumda sadece kendi gözlemlerinizi dile getirme hususunda fazla cesaretli olamazsınız. Babacan: Dediniz ya kişi için- de bulunduğu sosyo-kültürel ortamdan bağımsız düşünemez. Arslan: Evet doğru. Ancak, zihinle ilgili bir kirlenmişlikten bahsediyorsak, unutmamak lazım ki biz aynı zamanda bir yerden kalkarak, bir kabulden hareket ederek bu tesbiti yapıyoruz demektir. Yani zihin, kendine referansta bulunarak hem kirlendiğini tesbit edecek, hem de bu kirliliğin temizlenmesi gerektiğini hükme bağlayacaktır. Bu mümkün olmaz. Referansta bulunduğunuz bir şey var ki - ve tabii ki bunun da sizin dışınızdaki bir referans kaynağı olduğu açıktır - biz bir şeylerin kirlendiğinden bahsedebiliyoruz. Çünkü zihinle ilgili bir kirlilikten bahsedebilmemiz için, sabit ve “dışsal” olan bir referanstan hareket etmemiz gerekir. Yani bu mevzuyu konuşurken, siz de, ben de İslâm’ı referans alarak Müslüman’daki kirlilikten en azından amentü düzeyinde uygun olmama hallerini zihni bir kirlenmenin neticesi olarak algılıyoruz, anlıyoruz. Ve bundan dolayı da böyle bir teşhiste bulunuyoruz, doğal olarak. Bir kere eğer zihinsel bir kirlenmeden bahsedebiliyorsak, bu zihnin, daha doğrusu nereye evrilmekte olduğunu NİSAN ‘09 UMRAN 39 Dosya Unutmamak lazım ki, zihin bir boşlukta değil; içinde faaliyet gösterdiği sosyo-kültürel ortamda şekillenir. Bu tabii ki büyük nisbette zihni kendi başına bırakırsan böyle olur. Bugün olduğu gibi o ortama uyum göstermek için çaba sarfediyorsanız, o ortamda şekillenir ve ondan gelen kirlilikleri pek fark etmezsiniz. şimdiden kestiremediğimiz bu zihnin nasıl oluşmaya başladığı üzerinde de düşünmemiz, konuşmamız lazım. Bunun köylülüğün mü yoksa dindar bir zihnin mi çözülüşü olup olmadığını tahlil etmekte fayda var. Çünkü dedik ki zihin/akıl, içinde kendini şekillendirdiği, var edildiği sosyo-kültürel ortama müracaat ederek ancak kirlenip kirlenmediğini ondan öğrenebilir. Ve bu anlamda da o, bir uyarıcı değildir; böyle bir işlev görmez, o ancak zihnin mevcut durumunu tasdik edici bir rolün sahibi durumundadır. Bu yüzden, yanlış olanı fark etmesi, imkânsız olmasa bile zordur. Bu noktadan itibaren de eğer sosyo-kültürün dünyasında, ya da tarihselciliğin dediği “uzam”ın içinde çakılıp kalmak istemiyorsak, bilincin, sözünü ettiğimiz ortamın dışına çıkarak kendini algılayabilmesi için vahye ihtiyacı olduğunu belirtmemiz gerekiyor. Ya da eğer Müslüman’sa, birinci dereceden “sünnet”e ihtiyacı vardır. Dolayısıyla mesele kanımca böyle bir özellik taşıyor. Varsayıldığı kadar kolay değil bunun birdenbire farkına varmak. Çünkü bu süreçleri yaşayan insanlar, aynı zamanda dindarca ya da Müslüman’sa Müslüman’ca bir hayatı sür40 UMRAN NİSAN ’09 dürmekte olduğuna inanarak bu süreçler içerisinde hayatını devam ettirir. Şimdi bu konuştuklarımızın ışığında günümüz Müslüman’ına baktığımızda, zihinsel olarak demeyelim ama kalben Müslüman, fakat ameller düzeyinde ise gayrı müslüman bir insan modeliyle karşı karşıya olduğumuzu söyleyebiliriz. Zaten dikkat ederseniz, bugün dünya ölçeğinde aynı hayat tarzı, hatta aynı ticaret tarzı, düşünme tarzı yürürlüktedir. Söz gelimi, aynı hayat tarzını Müslüman da, Hıristiyan da, Budist de yaşamakta; fakat buna rağmen çok rahat bir şekilde herkes kendi dinine uygun yaşadığına inanmaktadır. Sizce bu bir çelişki değil midir? Babacan: Kendi kendini aldatan bir insan tipi diyebiliriz miyiz? Arslan: Buna aldatma denmeyebilir; çünkü kimse farkında değil. Daha doğrusu, zihinler tarafından o kadar tabii karşılanmaktadır ki bu alışkanlık, o yüzden aldatmadan çok, bir “aldanma”dan bahsedebiliriz. İnsan aklının insanı aldatması. Bir farkında olamamazlık hali içerisinde. Kalben Müslüman’dır; bütün bunları ikrar ve tasdik etmektedir, ancak bedeninin hâsıl ettiği amelde somutlaşan birçok şey İslâm’a ait değildir. Babacan: Amel düzeyinde derken mesela ibadetlerin bilinçli olarak yapılıp yapılmaması bir tarafa ama bunu insanların tasavvurlarını da içeren bir şey gibi algıladım ben. Yani insanın hayata bakışı, hayatı algılaması, onu yaşamaya çalışması. Böyle bir durum mudur? Arslan: Tabi. Elbette ki, hayat burada kategorilere ayrıştırılmıştır; ondan dolayı bu mümkün olabilmekte. Zaten modern hayat da bir bütünün kategoriler şeklinde ayrıştırılmış olması değil midir? Bütün değerlerin, kendilerine ait özerk alanlar şeklinde ayrıştırılması, birbirlerinden bağımsızlaştırılması. Bunun neticesi olarak siz gündelik hayatınızın bir kısmında ibadet eder, namaz kılarsınız; fakat hayatın başka bir kategorisinde de çok rahat bir şekilde, yani gönül rahatlığıyla o ibadetlerle çelişen/çatışan, o ibadetlere uymayan amellerde bulunursunuz. Mesela çıkarsınız kamusal alana; kamusal alandaki amentünüz o ibadetlerle çok da ilişkili değildir, orada en azından gözlerin şahit olduğu farklı bir mahremiyetle karşılaşırsınız. Yani o ibadetin hak ettiği ve istediği şekilde amellerimiz düzenlenememektedir; devam etmemekte, kesintiye uğramakta, yeni bir referanstan hareketle kendini yeniden kurmaktadır. Bundan dolayı bir “parçalanma”dan söz ediyoruz. Hayatın birçok alanı tarafından şekillenen zihin yapımızda da böyle kategorileşmeler söz konusudur. Babacan: Habermas’ın “yaşamın sömürgeleştirilmesi” derken söyledikleri, bu bağlama oturuyor gibi. Peki, Müslüman zihin bunu nasıl meşrulaştırıyor; yani süreç anlamında soruyorum. Mesela Dosya Abdurrahman Arslan dediniz ya inancı var, kalben Müslüman; ama yaşadığı sosyokültürel atmosferden etkilenerek inandığından pratik olarak farklı bir örnek sergiliyor. Bunu meşrulaştırırken marjinalleşmeye düşme korkusu mu; ya da işte hayatın gerçeği, bugünün şartlarında bunu yapmak gerekiyor gibi bir anlayışla mı yapıyor bunu? Arslan: Gündelik hayatta söylediğimiz odur. Zaten bu yüzden Müslümanlar, sürekli “gerçekçi” olmaya davet edilmekteler; üstelik kendileri de artık bu daveti gayet sorun çözücü olarak görmekteler. Burada gerçek ile hakikat, en azından İslâm’ın hakikati arasındaki bağın kopmuş olduğunu söyleyebiliriz. Bu yüzden bugün müslümanlar, kontrol dışı bir gerçekliğin dünyasında yaşamakta olduklarının çok farkında sayılmazlar. Ama hatayın gerçekleri dediğimiz unsurların sahih olup olmadığını tahlil etmek ve anlamaya çalışmak iman etmiş kalbin görevidir. Oysa dediğimiz gibi, bugün gerçek ile hakikat arasındaki ilişkide kopukluk var. Dünün Müslüman topluluklarında aşağı yukarı böyle bir ilişki mevcuttu; yani onların içinde yaşadıkları sosyal gerçeklik ile inandıkları hakikat, her şeye rağmen örtüşüyordu. Bizim gerçeklik dediğimiz, toplumun yaşarken kendi hakikat anlayışına göre inşa ettiği sosyal dünyadır. Yani hayat dediğimiz, sosyal ilişkilerimizin aracılığıyla yeniden inşa ettiğimiz sosyal dünyamızı temsil eder. Bu nedenle dedik ki akıl bize gerçeklik hakkında birşeyler söyleyebilir; ama doğruyu söylemeyebilir. Böyle sapkın zamanlarda ise, yani hakikat ve gerçek arasındaki örtüşmenin ortadan kalktığı zamanlarda, akıl nefsin arzularını rasyonelleştirerek, meşrulaştırarak insana kabul ettirmekte zorluk çekmez. Burada akıl nefsin kılavuzluğunu yaptığından, ortadaki yanlışlığı görmek kolay olmaz. Diğer bir ifadeyle akıl, bütün bunların şüphe edilmeyecek gerçeklikler olduğunu söyleyerek kabulünü meşrulaştırır; bunların herhangi bir mahzurunun olmadığını söyler. Oysaki birileri de bunların mahzurlu olduğundan, kirlenmiş olduğundan bahsetmektedir. Akıl insana böyle bir uyarıda bulunamaz; eğer dışsal bir referansa sahip değilse. Babacan: Çünkü o akıl, en nihayetinde içinde bulunduğu sosyo-kültürel atmosferde inşa ediliyor. Akıl çok da güvenilmeyecek bir şey o zaman? Arslan: Yani evet, ilgi çekici bir özelliği olarak insan bedenindeki kimliği en belirsiz olan organ akıldır. Ancak bu söylediklerimizden akla düşmanlık yaptığımız anlaşılmamalıdır. Müslümanca bir akıl; hadi zihniyet diyelim, inşa edebilmenin yolu bu tür eleştiri ve tahlillerden geçtiği için meselenin üzerinde bu kadar duruyorum. Akıl bize hükümler çıkarmada yardımcı olur; ama bunları, şekillendiği sosyo-kültürel ortamdan hareketle oluşturur. Dolayısıyla akıl boşlukta oluşmaz; dış dünyayı yorumNİSAN ‘09 UMRAN 41 Dosya lamamızda bize öncülük eden zihniyet kendiliğinden meydana gelmez; bizim doğarken beraberimizde getirdiğimiz bir şey değildir. Yaşadığı ortamda hem algılar hem de tepki verir; yani bir yandan yargılara varır, bir yandan da kendini inşa eder. Dolayısıyla kirlenmiş malzeme aklı inşa ettiğinden dolayı, size doğruyu söylemede yanlış hareket eder. Babacan: Peki, şimdi buradan hareketle şunu diyebilir miyiz: aklileştirme ve meşrulaştırma, beraber giden, nihayetinde normalleştirmeyi doğuran bir süreç? Arslan: Meşrulaştırma veya rasyonelleştirme dediğiniz şey, akılcı bir temelde meşrulaştırılması ya da normalleştirilmesidir normal olmayan bir şeyin. Yani mesela sizin paradigmanız açısından normal olmayan bir şey, bu sosyo-kültürel ortamda kendini inşa etmiş akıl tarafından normalleştirilebilir. Dolayısıyla onun size değil de sizin ona uyumunuzu sağlar. Böyle bir durumda da siz normal olmayan bir şeyin normal olmadığını fark etmezsiniz. Zafer Özdemir: Belki bu yaşadığımız parçalanma, kirlenmenin anlaşılması açısından rollerin dağılımı konusunda Batı’yı hâkim bir noktada konumlandırmamız ve onun ürettiği soru ve sorunları cevaplandırmaya çalışmamızı değerlendirelim istiyorum. Mesela bir tartışmada vicdan meselesi gündeme geldiğinde dinin, ilahi olanın meselenin dışında kalabildiğini görüyoruz. Yani siz bazı konularda yasak olduğunu söylüyorsunuz, bu vicdanen bana göre uygun değil denilebiliyor mesela. Yani bazı şeyleri konuşmaya başladığımız andan itibaren kirlenmeye başlamıyor muyuz? Arslan: Modern kültürün önemli bir özelliği de düşünü42 UMRAN NİSAN ’09 lemez olanı düşünülebilir hale getirebilmesidir. Yani bugün zihinsel kirlilik dediğiniz bir bakıma Müslümanları gözeterek konuştuğumuz bu mesele, sizin de, benim de sandığımızdan çok daha karmaşık ve derin bir meseledir. Bunu kabul etmemiz lazım. Her şeyden önce modern kültür daha başlangıçtan itibaren sizi düşünülemez olanı düşünmeye kışkırtır. Bizim için düşünülemez, düşünülmesi asla kabul görmeyen şeyler vardır. Yapılır belki öyle birtakım şeyler, vardır; ama istisnadır, çünkü düşünülmeden yapılmıştır. Böyle bir varsayımdan hareket ederek düşünce üretemeyiz. Bu bir kere çok hipotetik bir şeydir. İslâm’ın meşru görmediği bir şey üzerinden düşünce üretmek onun da meşru olmadığı anlamına gelir. Mesela vicdan dediğiniz çok sübjektif bir şeydir. Vicdan dediğimiz, insanların büyük çoğunluğunun kabul ettiği gibi fıtratın kendini ifade ettiği biçimdir. Ama biz her zaman meseleyi vicdana bırakamayız. Vicdan dediğimiz kavramın kültürden kültüre değişen bir boyutu vardır. Bundan dolayı çok sübjektif bir şey üzerinden konuşuruz. Babacan: Ama şöyle bir şey de var, deniyor ki evrensel bir doğru olamaz; bu evrensel doğrunun ölçütünü insanlar kendilerine göre, kendi sosyokültürel yaşamlarına göre, kendi tecrübelerine göre, kendi algılarına dayanan çözümlemelerle kendi hayatlarına göre kurgularlar. Dolayısıyla böylesi bir “üniform dayatma” insani bir şey değildir. Burada kültürel teorinin alanının içine girerek, bir hegemonik süreç eleştirisi de tersinden bizim inandığımız evrensel doğru algılamasına yöneltilemez mi? Arslan: Ama bu, genel ola- rak kültürel görecelilik dediğimiz kabulden hareket edilerek dile getirilen bir meseledir. O da daha çok postmodern felsefeyle yaygınlık kazanan bir şeydir. Özünde hegemonyacı bir nitelik taşıyan Batı’nın modern evrenselcilik anlayışına duyulan tepkiyi ifade eder. Gerçekten biz emperyalizmden bahsederken Batı’nın evrenselcilik ideolojisini gözardı edebilir miyiz? Fakat bunun yanında şöyle bir şeye de düşmeyelim. Bütün bunların söylenmesinin nedeni postmodernitenin evrenselliğe olan tepkisinin ifadesidir. İkisini birlikte düşünmek gerekir. Bundan dolayı bence müslümanların evrensellik kavramını yeniden düşünmeleri gerekir. Aksi halde modernitenin anladığı anlamda ve kavramsallaştırdığı şekilde evrensellik kavramının bence İslâm’a uygun fazla bir tarafı yoktur. Babacan: Hatta gereği bile yoktur. Arslan: Tabi. Çünkü bir kültürün evrensellik dediği unsurlar, başka bir kültür açısından gayet doğal ve tüm insanlara açık bir mesele olarak da anlaşılabilir. Bir kültürün herhangi bir şeye evrensel demesinin amacını, gayesini de bilmemiz gerekiyor. Öyle masum değildir. Masum olmadığı gibi boşuna söylenmiş bir şey de değildir evrensellik kavramı. Biz evrensellik kavramının içeriğinde aynı zamanda bir hegemonya da taşıdığını biliyoruz. Bundan dolayı İslâm’ın modern anlamda bir evrensellik iddiası taşıdığını söyleyemeyiz. Tabii ki İslâm bütün insanların benimseyip inanacağı bir din olma özelliğini taşır. Şimdi bu evrenselliği çağrıştırır; ama modernitenin kurumsallaştırdığından farklı bir evrenselliktir bu. Bir evrensellik kategorisi içerisine almak istemiyorum. Çünkü evrensellik Dosya kategorisinin ortaya çıkmasının sebepleri çok farklıdır. Yani ilke defa Hıristiyanların kendini Katolikus diye tanımlamasının - ki Katolikus bildiğiniz gibi evrensel anlamına gelir - birtakım kültürel, dini sebepleri vardır. Bu bir mecburiyetten doğmuş, modern düşünce de bunu almış ve kendini güçlendirmek için bütün insanlar üzerinde hegemonik bir güç olarak kullanmıştır. O yüzden bu evrenselliğin dile getirilmesi kadar, onu var eden siyasi, tarihsel şartlar da bize uygun değildir. Babacan: Başka tecrübelerden yola çıkılarak aynı sonuçlara varılmaz yani. Arslan: Mesela kendisini ırk ve dinle özdeşleştirmiş olan Museviliğe baktığınızda Katolikliğin kendini neden evrensel olarak tanımladığını anlamanız kolaydır. Ama böyle bir ortamı olmayan İslâm için bir daha ekstradan bu anlamda, ben evrenselim, demesi uygun değildir. Özdemir: Önemli bir kavram olarak burada eğitim kavramına değinmek istiyorum. Yani herkes evrensellik anlamında aynı eğitim sürecinden geçiyor. Dolayısıyla burada insanların alternatif düşünme yolları engellenmiyor mu? Bizler diyoruz ki çocuklarımız okumalı, şu şartları yerine getirmeli; çünkü hayatın getirdiği şartlar bunlar. Batı bunu sürekli empoze ediyor dünyaya ve belli bir aklın neticesinde ortak eğitim oluşturuluyor. Burada, dünyadaki ve Türkiye’deki eğitim, zihinsel kirlenmenin önemli nedenlerinden bir tanesi değil mi? Yani sonuç itibariyle biz eğitimli olduğumuz zaman daha temiz, akıllı, Kur’an’ın ifadesiyle daha temiz kalpli insan haline mi geliyoruz? Bunun cevabını alabildik mi? Son yüzyıl içerisin- Her şeyden önce modern kültür daha başlangıçtan itibaren sizi düşünülemez olanı düşünmeye kışkırtır. Bizim için düşünülemez, düşünülmesi asla kabul görmeyen şeyler vardır. Yapılır belki öyle birtakım şeyler, vardır; ama istisnadır, çünkü düşünülmeden yapılmıştır. Böyle bir varsayımdan hareket ederek düşünce üretemeyiz. Bu bir kere çok hipotetik bir şeydir. İslâm’ın meşru görmediği bir şey üzerinden düşünce üretmek onun da meşru olmadığı anlamına gelir. de dünyadaki eğitim seviyesini yükselterek daha temiz bir toplum, daha temiz bir akıl üretebildik mi? Arslan: Eğer Batı’yı kendi mantığı içerisinde düşünürsek; Batı öyle bir idealden hareket etti, fakat olmadı. Dolayısıyla biz burada daha temiz bir akıl dediğimizde de İslâm’ı referans alarak konuşuyoruz. Bu yüzden eğitim dediğimizde meseleyi birkaç başlık altında toplamamız gerekiyor. Tarihte ilk defa bütün toplumu mecburiyet altına alan bir eğitim mantığını ulus devlet koymuştur. Mesela Hıristiyanlık’ta eğitimin temel amacı din adamlarının yetiştirilmesidir. Eski Çin’de de devleti yöneten adamların yetiştirilmesi esastır, eğitimin amacı odur. Şunu kabul etmemiz gerekir ki eğitim tarafsız veya nötr değildir; bütünüyle taraflıdır, dolayısıyla her eğitimin kendine göre ideolojik bir amacı vardır; bu amaç kendinin öngördüğü bir insan modeli yetiştirmeyi esas alır. İlk defa ulus devletle bir- likte eğitim devletin tekeline alınmıştır ve ulus devlet sınırı içerisindeki bütün insanların bu eğitimden geçirilmesi öngörülmüştür. Burada dikkatimizi çeken iki husus var: İlki bir kere bilgiyi tekeline alan ulus devlet aynı bilgiyle insanların zihinlerini inşa etmek ister. Tabi bir de burada devletin kendi tekelinde tuttuğu belli bir bilgi türü vardır. İkinci kategori olarak da insanlar zihnen ulus devletin idealleri doğrultusunda inşa edilmektedirler. Bugün bizim karşı karşıya kaldığımız süreç bu süreçtir ve bütün ulus devletler için geçerlidir. Peki, ulus devlet bunu ne için yapar? Bunu sizi hayata hazırlama adına yapar. Aslında hazırladığı hayat kendisinin tanımladığı bir hayattır; yani yasalar ve eğitimle bizzat kendisinin şekillendirdiği bir hayat tarzı. Bizi buna hazırladığını söyler. Dolayısıyla biz buna hazırlanırken bu bilgiyle birlikte ulus devlet de kendini zihnimizde meşrulaştırır, kutsallaştırır ve ona itaat eden NİSAN ‘09 UMRAN 43 Dosya vatandaşa dönüştürür. Modern zamanlarda eğitimin amacı iyi vatandaş yetiştirmektir. İyi vatandaş demek de, ulus devletin ideallerini ve kutsallarını paylaşmak anlamına gelir. Şimdi böyle bir durumda iki şey var: Ulus devlet hem bilginin tekelini elinde tutar hem de bu bilginin aktarımı olarak eğitimi. Şimdi böyle bir durumda çok farklı alanlarda çok farklı meselelerle ilgili bilgileri almış olabilirsiniz ama nihayetinde burada aynı paradigmanın mahsulü olan totaliter-tekçi bir bilgi anlayışı vardır. Farklı ve çoğulcu diyebileceğimiz bir bilgiden bahsetmemiz mümkün değildir. Üstelik bu bilgilerin nihai amacı, insanları ahlaklı yapmak değildir. Modern bilgi kendi karakteristik yapısı itibariyle insanı asla daha güzel ahlaklı, iyi mümin ya da mümine kullar haline getirmek gibi bir ideal, bir amaç taşımaz. Modern bilgi, kendisinin yeniden üretmekte olduğu o ideal insan modeli olarak bireyi inşa etmek için gayret gösterir. Bu demek değildir ki ahlaksız insan ister. Hayır! Kaygı ve önem ciheti açısından baktığımızda sadece ahlak gibi bir kaygısının olmadığını görürüz. İyi bir bilim adamı yetiştirmek ister, iyi bir vatandaş yetiştirmek ister, iyi bir doktor yetiştirmek ister; ama ahlaklı bir birey yetiştirmek gibi bir idealin kaygısını taşımaz. Mesele bununla alakalıdır. Ondan dolayı bu bilgi ve eğitim türünün böyle bir kaygısı olmadığını bilmemiz gerekiyor. Bu ne demektir: insanların zihnen birçok değere yabancılaştırılması demektir. Yani kirletilmesi demektir. Çünkü insan zihni temiz veya kirlilik meselesinde her şeyden evvel ahlaki kriterleri kullanarak yargıda bulunur. Ahlakın kurallarının yasak44 UMRAN NİSAN ’09 lar ve mükâfatlar bağlamında baktığımızda tüm bu değer ve hükümlere insanın zihnen yabancılaştırılması demektir ve bu da tabii ki Müslümanlar açısından konuşacaksak, ciddi bir kirlenmedir. Babacan: Derin bir yabancılaşma dediniz. Arslan: Yani elbette. İslâm’ın eğitiminin temel amacı iyi bir kul yapmaktır insanları; dikkat ederseniz amaç farklıdır. Daha başlangıçtan itibaren farklı amaçlar taşıyor. Bu şu demektir: bilginin muhtevasında da demek ki uyuşmayan bir boyut vardır. Sadece bilginin kullanım amacı meselesi değil. Bir de bilginin içkin olan yani kendinde taşıdığı bir amaç da vardır; her bilgi türünde bu içkin olarak mevcuttur. Bu bizimle uyuşmamaktadır. Biz o bilgiyi alıp İslâm adına kullansak da o bilgi bizi iyi bir kul yapmaz. İyi bir kul olabilmesi için insanın farklı bir bilgi türüne ihtiyacı vardır. Dolayısıyla da eğer zihnen kirlenmek istemiyorsak bu ancak farklı bir bilgi türüyle mümkün olabilir. Babacan: İnsanların, bu konunun ne kadar farkında olduğunu düşünüyorsunuz? Arslan: Ben bu konuda biraz karamsarım. Özellikle modern eğitimden geçmiş kitleler bunun farkında değiller. Ancak ve sadece İslâm’ın klasik eğitiminden geçenler ve onların zihinleri bunun gerektiği kadar farkında olabilir. İlahiyat eğitimini kastetmiyorum, imam hatipleri de kastetmiyorum. Zaten bence esas problem de orada başlıyor. Keşke farkında olsaydık da yine bu kirliliğin içinde debelenseydik. Bu bir kurtuluş umudu bize getirebilirdi yani; bence asıl korkunç olanı, farkında olmamak. İçinde yaşanan sosyo-kültürel ortama bağlı olarak Müslüman olmakla Müslüman muhayyileye sahip olmak arasında ciddi bir fark vardır. Biz Müslüman’ız. Fakat artık bir Müslüman muhayyileyle dünyaya bakmıyoruz; daha doğrusu bakamıyoruz. Bundan dolayı da bizim amellerimiz İslâm’a çok uygun değildir. Bizi şizofren yapan boyutu da budur olayın. Ama Müslüman, Müslüman olduğunu kabul ettiğinden dolayı Müslüman’ca baktığını zannetmektedir; oysa Müslümanların kahir ekseriyeti dünyaya artık Müslüman’ca bakmamaktadır. Esas yanılgı da burada başlıyor zaten. Benim müslüman olmam dünyaya Müslüman’ca baktığım anlamına gelmez. Nihayetinde kirlenmiş bir zihne sahibim ben ve her an kirlenmekteyim. Tam tersine belki olması gereken, bu kirlenmiş zihnin nasıl temizleneceği ile ilgilidir. Ancak ondan sonra belki bir müslüman muhayyile inşa edebiliriz. Önce burada teşhisler hususunda da hemfikir olmak lazım. Bu lafı söylemek kolay fakat içini doldurmak sanıldığı kadar kolay değil. Babacan: Böyle bir uğraş içerisine girmek Müslümanlar için daha önemli. Böyle faaliyetler bir tarafa, bu tür bir düşünce açısının da oluşturulması gerekiyor. Arslan: İçinde yaşadığımız sosyo-kültürel ortamın; yani sosyal gerçekliğin hangi değerler üzerine inşa edilmekte olduğunu iyi analiz etmemiz lazım ve hangi değerler, hangi idealler üzerinden işlerliğini sürdürdüğünü. Çünkü her toplum kendi hayatına göre bir sosyal gerçeklik inşa eder. Nasıl inşa edilir bu; fertler arasındaki ilişkiler ağıyla inşa edilir. Çok somut bir gerçeklik değildir; sosyal bir gerçekliktir. Dolayısıyla sosyal gerçeklik bu bağlamda kendisini gösterir. Yani günümüzün Dosya toplumunun sosyal dünyasına baktığımızda, o farklı dinamikler üzerinden farklı amaçlar için farklı bir gelecek tasavvuruyla inşa edilmiş olduğunu görürüz. Beklentiler farklıdır, idealler farklıdır, bireyler arası ilişkilerin nihai anlamda ulaştığı sonuçlar farklıdır. Bir müslümanınki ise epey farklıdır. Günümüzün sosyo-kültürel ortamındaki sosyal ilişkilerin nihai amacına baktığımızda bütünüyle bu dünyayla sınırlanmıştır ve gerçekten büyük oranda da refaha yönelik olarak ekonomize edilmiştir. Elbette ki bunlar bütünüyle insan ihtiyaçlarıyla ilgilidir, ancak bu insan ihtiyaçları içinde kendini kamufle etmiş bir ideal de bulunur. Bir kere bu ilişkileri ve onların amaçlarını sadece insan ihtiyaçları bağlamında algılayamaz ve anlayamayız. Bu ilişkiler daha başından itibaren ahireti ihmal etmiş ilişkilerdir. Reddetmiş değildir. Sorun ret ile kabul arasında olan bir şey değildir zaten; öyle bir şey olsa insanlar hemen fark ederler ve yanlışlığı düzeltmek kolay olur. Ama gerçekten ilişkilerin çoğuna baktığımızda kabul veya retten çok ihmal edilmişlikle karşılaşmaktayız. Bundan dolayı ahiret bizim kurmakta olduğumuz ilişkilerimizi tanzim edememektedir. Problemin kendisi budur. Yani ahireti düşünerek bu dünyadaki ihtiyaçlarınızı karşılamakla, onu bir bakıma farkına varmadan ihmal ederek o tür ilişkilere girmek arasında fark vardır. Bunun en bariz örneği eşya dünyasıyla kurmakta olduğumuz ilişkilerde ortaya çıkar. Dikkat ederseniz bizim mümin olarak eşyayla kurduğumuz ilişki, Kur’an’ın gösterdiği yönde değil de müthiş şekilde sahiplenme olarak belirmektedir. Mutlak anlamda sahiplenme ilişkisi içerisindeyiz. Günümüzün müslümanlarının bence bu kadar zihnen kirlenmelerinin sebebi de bizim özellikle son yirmi yılda eşyayla kurmuş olduğumuz ilişkinin dönüşmekte olmasıdır. Biz artık eşya dünyasıyla yüz yıl önceki Müslüman’ın kurmuş olduğu ilişkiye benzer bir ilişki kuramıyoruz. O niteliği kaybettik. Bunu Müslüman’a sorduğumuzda Müslüman ben öyle düşünmüyorum diyebilir. Zaten öyle diyecektir. İşin zaten aldatıcı tarafı da budur. Ama baktığınızda o kendine bunu yani sahiplenmeyi daha başlangıçta amaç edinerek ilişki kurar. Artık bizim toplumsal gerçekliğimiz de budur. Babacan: Bir yandan da şöyle bir şey var: biz bir dünyada yaşıyoruz, bu dünyada bazı gerekliliklerimiz var, bir yandan da kendimizi ayrık hissetmememiz lazım. Kavramlardan çok etkileniyoruz. Bir entegre düzlem ve o entegre düzlemin içerisinde herkes ortada bir buluşma noktasına çekiliyor. İşte sizinle daha evvel konuştuğumuzda söylediğiniz birşey vardı: mesela Ajda Pekkan’ın Kürtçe şarkı söylemesi bu entegre düzlem açısından bakıldığında bir yere oturuyor sanki. Yani bu sekülerizmin ya da din dışılığın ve dindarlığın iç içe geçmiş bir durumunu yaşıyoruz; etnisite ya da diğer kimlik değerleri bu düzlem içerisinde eriyebiliyor. Arslan: Ama bu, günümüzün kültürünün bir özelliği; bunun farkına varmak istemeyenler bir tek Müslümanlardır. Bu kültür mevcut kuralları yıkmıyor. Mevcut kuralları kural haline getiren sınırları eritiyor. Ama bir bakıma da sınırları belli olmayan kurallar var. Devletin televizyonunda Kürtçe şarkı söyledikleri andan itibaren Kürtler için dış dünyaya açılacakları ve sahiplenecekleri bir dal olmuştur artık müzik; yani onun aracılığıyla kendi ezilmişliklerini ifade edeceklerini varsaymaktalar. Ancak ne zaman ki Ajda Pekkan Kürtçe şarkı söyledi, Kürt’ün zihin dünyasında ona yüklediği anlam ve işlevi taşıyan bir şarkı olmaktan çıkmış, bir idol’ün söylediği şarkıya dönüşmüştür. Şarkı buradan itibaren bir hak arama ve/ veya onu ifade etmenin değil; Kürt’ü popüler kültürün parçası yapmak olan araçsallığı üstlenmiş olmaktadır. Çünkü artık bu yasak olmaktan çıktı. Herkese “açık” olarak kamusal hale geldi. Bu her konuda böyledir; kabullenip sınırların melezleştirilmesi. Mesela bunu başörtülüler için de söyleyebiliriz. Mini etek ve başörtünün bir arada olması bu melezleşme kültürünün talep ettiği bir şeydir. Ha buna farklı bir pencereden baktığınızda özgürlük olarak görüyorsunuz. Ama demek ki bu süreçlerde, özgürlük de yeniden tanımlanmaya başlanmış bir şeydir. Çünkü bu, yaşamak istediği şeyin kendisinden birtakım feragatlerde bulunarak ve değişimi kabul ederek; kabul görmesidir ötekiler tarafından. Dolayısıyla kabul görme sürecinde o kendisi olmaktan çıkmakta ve melezleşmekte ve bundan dolayı da kabul görmektedir. Bu her şey için geçerlidir. Müslüman olmayanlar için de geçerlidir. Babacan: Bir de iki boyut var; bir tanesi göreceli olarak hafif, diğeri biraz daha ağır. Ben biraz daha hafif olanından başlayayım. İşte mesela kimi başörtülü müslüman bayanlarımızın aileye bakışı, eşiyle ilişkisine bakışı, kendi özgürlüğüne bakışı son derece modern. Arslan: Ama bir dakika başını örterken onun modernizmden korunduğu anlamına gelmez; yok o kadar bedavacıNİSAN ‘09 UMRAN 45 Dosya lık. O zaman yeryüzüne bakardınız, “La ilahe illallah” der bütün pislikleri görürdünüz, böylece bütün sorunları da çözmüş olurdunuz. Bu mantıktan hareketle konuşursak, başınızı örterdiniz ve bu dişileştirilmiş kültürün bütün kirliliklerini anında görürdünüz. Mesele o kadar basit değil. Önce şunu kabul edelim günümüz müslümanlarının erkekleri kapitalizme, kadınları ise feminizme teslim oldular. Bu bağlamda az önce sizin söylediğiniz gibi kadın tahayyülümüz, koca tahayyülümüz, çocuk tahayyülümüz, yaşlı tahayyülümüz; efendim bütün bunlar farklı bir paradigmanın bize öngördüğü değerlendirmeyi beraberinde getiriyor. Yani siz müslümanların yaşlılarla ilgili hiç çözüm önerileri getirdiğine şahit oldunuz mu? Ya da bu kadar roman yazarı varken tarihin en trajik modernleşmesini yaşayan müslümanların derdini anlatan bir hikâye, bir roman görebiliyor musunuz? Olması gerekirdi; yani tarihte ilk defa Müslüman bir toplum modernleşiyor. Bir Dostoyevski kadar değil belki; onun çapında adamlar değiliz ama en azından bir muhalefet olacak, olmalıydı. Ama müslüman ne yapıyor, kendisini modern olanla ya da Batı’yla karşıtlık ilişkisine koyduğu anda Batılılaşmaya başlıyor. Bizim bir şeye karşı olmamız, onun gibi olmayacağımız anlamına gelmez. Tam tersine eğer dikkat edilmezse siz kendinizi Batı karşısında konumlandırırsınız; ama o karşıtlık ilişkisi içinde Batılı’dan daha fazla Batılı olursunuz. Bazı durumlarda Müslümanların beyazlardan daha beyaz olmaya yeltenmeleri bundan. Bugünlerde yaşadığımız bu. Müslümanlar kendilerini modernlik karşıtı olarak konumlandırıyor; ancak tam 46 UMRAN NİSAN ’09 tersine Batılılığı en çok içselleştiren, onun ideallerini kendi idealleri haline getiren yine Müslümanlardır çoğunlukla. Babacan: Peki. Daha ağır boyuta da geleyim o halde. Bugün Müslüman genç jenerasyon içinde, mesela sevgililer gününe karşı çok büyük bir tepki göremiyoruz artık. Belki bizim dönemimizde işte 80’lerin ilk jenerasyonunda bu olay “bir dakika, burada bir problem var” diyebileceğimiz bir olaydı. Ama şimdi böyle bir şeyde bile bir gevşeme durumu söz konusu. Arslan: Müslümanlar her şeyin karşıtını kurmakla meşgul. Yılbaşına karşı Peygamber’in doğumu vs. Bu zihin kendini böyle tasvir ediyor. Yanlışa karşı yanlış inşa ediyor; çünkü kendini karşıtından hareket ederek inşa ediyor. Mesela yıllardır tartışılır yılbaşı geceleri. Fakat biz bu yılbaşı kavramını beraberinde getirdiği kendine ait “zaman algısı” üzerinde konuşup tartışamadık. Oysa biz yılbaşıyla birlikte onun kavramlaştırdığı zaman algısını düşünmeden benimseyen insanlar olduk. Geceleri isimlendirmemiz bile değişti. Cuma gecesi dediğimizde müslümanlar için cumartesi gününden bahsediyoruz. Böyle bir zaman kayması olur mu? Bu bir trajedidir. Tarih dediğimiz bir zaman algısıdır. Müslümanca bir zaman algısına sahip değilseniz tarihe nasıl sağlıklı bakabilirsiniz? Tarihe bakmak taraflı bir olaydır. Tarih objektif değildir; bakışınıza ve zaman algınıza göre değişir. Özdemir: Evet son dönemde önemli bir kavram var: cinsellik. Özellikle cinselliğin bu kadar ön plana çıkarılmasına karşı, yaşadığımız sosyal ilişkilerin hangi boyutta olduğuna yönelik düşünmeli miyiz? Cinselliğin bu kadar ön plana çıkması bu döneme mahsus bir şey mi? Arslan: Pek o kadar değil. Elbette cinselliğin ön planda olduğu kavimler var. Bu dönemin farkı şu; cinsellik medya aracılığıyla bugün kolayca yeniden üretilmektedir. Bundan dolayı önem taşıyor, bundan dolayı diğer zamanlarla farklılık taşıyor. İletişim teknolojileri ve görsel medya cinselliği yeniden üretmektedir. Günümüz toplumunun kahramanı beden ve onun arzularıdır artık. Çünkü gerçeklik haz temelinde tanımlanmaya başlandı; bu yüzden gerçekliğin epistemolojik kaynağını beden temsil ediyor. Günümüz toplumunun özelliklerinden biri de doyumsuz bir toplum olmasıdır. Ve doyumsuz bir toplumu da doyurmak mümkün değildir; çünkü o doyuma ulaştıkça doyumsuz hale gelmektedir. Bu doyumsuzluğun kaynağında insan bedeni vardır. Arzular aracılığıyla beden, yeni iletişim araçlarının imkânlarıyla tekrar doyumsuz hale getirilmektedir. Artık gerçeklik, bedenin ihtiyacına cevap verendir. İster modanın şık görüntüsü olsun ister kamusal alanın bu kadar kutsanması olsun; bütün bunların önemi günümüz dünyasında beden merkezli bir özellik kazanmalarındandır. Bu da, hazza dayalı bir toplumda yaşıyoruz, anlamına gelmektedir. Artık toplumlar, batılı bazı düşünürlere göre seks ve para aracılığı ile düşünmektedirler. Bunlar toplumları değiştiren dinamik kuvvet halini almışlardır. İktisat ve teknolojinin toplumları değiştirdiği tezi, giderek anlamını yitirmeye başlıyor. Şu an bu dönüşüm kadın üzerinden ve cinsellikle sağlanıyor. Böyle olunca da toplumların sınıfsallığının önemi de ortadan kalkıyor. Çünkü cinsellik her kesimden insan için söz Dosya konusudur. Bunun için ahlaki değerlerin dönüşmesi lazım. Ahlakın insan eylemi üzerindeki yaptırımcı gücünün azalması lazım. Biz de böyle bir süreç yaşıyoruz. Bugün insan bedeninin, toplum da bedenin terörizmi altındadır. Babacan: Siz cinsellik deyince, biraz da işin kaidesidir belki, TRT’nin Eurovision organizasyonu geldi aklıma. Hadise, bir şeyi temsil etse gerek. Peki, bu hangi aracı üzerinden oluyor. Bakıyorsunuz, müslüman siyaset yapıcılar üzerinden oluyor. Kediye yavrusunu boğazlatma derler ya, öyle bir şey tam da. Bizim zihinlerimizin ifsadının ve buna karşı geliştiremediğimiz tepkilerin belki de geri planında, biraz da kullanılan aracıların ne olduğu yatıyor sanki. Belki başka şekillerle olsaydı, belki başka yerlerde olsaydı, başka kişiler ve kurumlar üzerinden olsaydı böylesi bir durum, tepkisel duruşumuz da biraz daha farklı olabilirdi. Arslan: Bu kültür sizin o karşı çıktığınız şeyleri teşvik ediyor. Yani sorun burada. Dolayısıyla bu kültürü meydana getiren temeller üzerinde düşünmemiz lazım. Yani niçin bizim gibi ülkelerde sürekli şekilde cinselliği talep eden bir kültür üretilmektedir? Ya da bu nasıl üretilmektedir? Çünkü görünüşte çok masum gibi gelir önünüze. Nihayetinde açık saçık bir kadın da olmayabilir, tersine, tesettürlü bir kadın da olabilir, Zigurat’taki fahişelerin kapalı olması gibi. Ama önemli olan bu kültürün hayatı durmadan eğlenceye ve hazza dönüştürmekte olmasıdır Müslümanların dikkat etmesi gereken bir husus da budur. Hatta daha önemlisi İslâm’dan da bir eğlence ve haz kültürünün ortaya çıkarılması söz konusudur. Hazzın tatmin edilebilmesi için bir- çok şeyin eğlenceye dönüştürülmüş olması gerekiyor. Yani uzak olmayan bir gelecekte, televizyonda elinde mikrofon tesettürlü bir kadının göbek atıp şarkı söylediğini görürseniz şaşırmayın. Sorun çıplaklıkla ilgili değil sadece. Rollerimizle alakalı. Yani bu izlediğimiz sürecin çok mantıksal bir sonucudur. Ramazan’da ilahi okuyanların giderek İslâmi arabeske dönüştüğünü sonra da yeşil popa dönüştüğünü görürken, yani böyle bir süreçte kadınlarımız niye geri kalsınlar? Kendini öteki üzerinden anlamlandırmanın mantıksal neticeleridir bunlar. Özdemir: Konuştuğumuz meseleler çok hayati meseleler. Batı’da bu yaşananlara karşı bir tepki gelişmiyor mu? Fransız Adalet Bakanı dünyaya bir çocuk getiriyor ve bunun beş tane baba adayı olduğu çok rahat konuşuluyor medyada. Böyle bir durum bir tepki gerektirmez mi? Arslan: Hayır gerektirmez. Siz onu bir kirlenmişlik olarak görüyorsunuz; onlar görmüyorlar. Sadece şunu söylüyor: bu çocuğun babasının kim olduğu başkasını ilgilendirmez. Nihayetinde bu bireyciliğin mantığıdır yani. Bireyciliğin geldiği nokta budur. Nihayetinde o çocuğun babasının kim olduğu o kadından başkasını ilgilendirmez. Ama bize göre bu, eskiden ifade ettiğimiz gibi, herkesin herkesten sorumlu olduğu bir anlayış için mahallenin namusu ile alakalı bir şeydir. Ama bunu sadece biz düşünüyoruz. Onlar bunu kirlilik olarak kabul etmiyorlar ki. Bu da kendi mantığı içinde oldukça tutarlıdır. Eğer müslümanlara ters geliyorsa müslümanlar bence bunu sorgulamamalıdırlar. Bireyciliği ve onun mantığını sorgulamalıdırlar her şeyden önce. Zinanın bütün sosyal açılımlarını yok sayarak şahsileştiren bu kültürün bireyciliğini yani. Özdemir: Ama mesela Doğu felsefesine artan bir ilgi veya psikolojiye artan bir ilgi görüyoruz. Hatta yeni tarikatlar ortaya çıkıyor. Ve ben kişisel gelişim kursları gibi arayışların bununla paralel olduğunu düşünüyorum. İnsanların bir arayışı var. Bu, kirlenmenin ve arayışın sonuçları değil midir? Arslan: Evet katılıyorum. Batı’da arayışın bittiği söylenemez. Zaten bu, insan fıtratına uygun bir şey de değildir. İnsan hep arar. En azından cins kafalı insanlar arar. Bunun sonucunda ortaya ne çıkar ne çıkmaz bunu bilemiyoruz. Mesela bu iktisadi krizle ilgili insanlar pek çok şey söylemeye başladılar. Ama doğru ya da yanlış insanlar bir çıkış yolu bulmanın hep peşindedirler. Bir iktisadi mesele olarak değil; bir yaşam biçimi olarak, bir düşünce biçimi olarak. Bütün bu arayışların Batı’da da olduğu kesin. Ama sonuç ne olur derseniz, kestirmek zor. Babacan: Bunu öngörebilmek için kaynağını sorgulamak, oradan yaklaşmak gerekiyor gibi. Bize ise, bunlar üzerinden yürüyen bir karşı koyuş biçimi mutlaka gerekiyor. Ama bu karşı koyuşun içeriğini biz müslümanlar nasıl doldurmamız gerekiyor? Modern hayatın eleştirdiği aile, kilise ve başka kurumların bağlayıcılığı üzerinden midir çözüm? Yoksa teoriden pratiğe giderken, pratiğin de teoriyi yeniden oluşturduğu farklı bir metot mu? Arslan: Bu modern öncesi, sonrası dediğimiz ayrım İslâm’da pek de meşru değil. Çünkü İslâm için hayatın değişimi yanında, bir de sürekliliği dediğimiz bir kuralı vardır. O sürekliliğin bugün çok ciddi yaralar almış olması yanında NİSAN ‘09 UMRAN 47 Dosya kırılmaya uğramasına İslâm müsaade etmez. Çünkü insan fıtratının değişmediğini, gönderilen mutlak hükümlerin değişmediği prensibini göz önüne aldığımızda burada bir süreklilik vardır. Yani değişim içindeki o değişmeyen süreklilik. Toplumları, insanı istikrarlı kılan boyut budur. Bizi, değişirken bile muttaki bir mümin ya da mümine olarak kalmamızı sağlayan boyut da budur. Bundan dolayı bir kere geçmişe dönmek diye bir şey yok İslâm açısından; ama o değişmez olanın büyük fedakârlıklar gösterilerek kırılmaya uğramadan devam etmesi gerekir. Eğer kırılma ve yaralar söz konusu ise, günümüzde olduğu gibi, o zaman kendi neslimizin geleceği için tamir mecburiyeti var demektir; bu da geleneği yaşayarak mümkün olabilir. Ben buna genel olarak gelenek diyorum ama buna sünnet de diyebiliriz. Aslında gelenekten kastım da çoğu zaman sünnet’tir. Sünnet bizim amellerimizin içinde şekillendiği kalıptır aynı zamanda, sadece Kur’ân’ın pratiğe dökülmesi, dönüştürülmesi değildir. Aynı zamanda peygamber sonrası insanların ya da peygamberle birlikte bu yola çıkmış inanmış insanların amellerinin kalıplarıdır. Biz mümince bir davranışı sadece bilgiden üretmeyiz. Ama sahip olduğumuz bilgi ile birlikte onu sünnetin kalıpları içerisinde şekillendiririz. Çünkü bir şeyi bilgi ve düşünceden amele dökmek var sayıldığı gibi kolay değildir. Her bilgi sahih bir şekilde her zaman amele dönüştürülemez. Bu yüzden benim kanaatim müslümanların birinci derecede ihya etmeleri gereken şey, sünnettir. Babacan: Peki “zamanın ruhu” dedikleri kavramı bu 48 UMRAN NİSAN ’09 sünnet içerisine nasıl yerleştireceğiz? Arslan: İşte zamanın ruhunu bu sünnet içinde yeniden düşünmeliyiz. Ben artık bir dönemin sonuna geldiğimize inanıyorum. İslâm’ı asrın idrakine söyletmekten vazgeçelim, söyleye söyleye doğru düzgün ortada Müslümanca düşünmenin imkânları da kalmadı. Asrı İslâm’ın idrakine söyletmeye çalışalım. Bu aslında belki bir hesaplaşma, karşılıklı birbirini tanıma, bir eleştiri, bir arınma, bir ayıklanmayı da beraberinde getirir. Öbür türlü ise sürekli olarak bir içselleştirmeyi, asrı meşrulaştırmayı beraberinde getiriyor. İslâmcılığın bence serüveni buydu ve bunun düzeltilmesi gerekiyor. Çünkü böyle gidersek her asır bizi şekillendireceğe benziyor, o zaman Müslümanlığımızdan geriye ne kalacak merak ediyorum. Oysa biz asrın yanlış olduğunu kabul ediyorsak; bu zararda olan bir asırsa o zaman bizim bu asrı yine İslâm’ın idrakine söyletmemiz gerektiğini düşünüyorum. Ama bu kolay değildir. Niye, derseniz: bir kere Müslüman’ın idrakini Müslüman’ca nasıl kurabiliriz meselesi vardır. Bence bunun olabilirliğinin başlangıç ilkelerinden birisi Müslümanların cemaat haline gelmeleridir; farklı cemaatler, çoğul cemaatler anlamında. İkinci husus da bununla birlikte eş zamanlı olarak müslümanların hızla bir nefis tezkiyesinden geçmeleri gerektiğini düşünüyorum. Nefislerini terbiye etmeleri gerektiğini düşünüyorum. Çünkü onların nefisleri günümüzün bu beden merkezli dünyasında, kültüründe büyük oranda kirlenmiştir artık. Müslüman eğer nefsini temizleyemezse, zihnini asla Müslüman’ca kuramaz. Dolayısıyla burada, cemaat iliş- kilerinin olduğu bir dünya kurmak gerekiyor; çünkü cemaat ilişkisi demek sosyal gerçekliği yeniden kendine göre kurmak demektir. Bunun yanında nefsi terbiye edelim ki dünyaya Müslüman’ca bakabilen bir muhayyile kurabilelim diye. Müslüman’ca muhayyile, insan nefsi terbiye edilmeden kurulamaz; terbiye edilen bir nefsin sosyal, siyasal açılımlarının olmayacağı söylenebilir mi? Bunların hepsi birbiriyle kopmaz ilişkiler içinde olan şeylerdir. Böylece ortaya kendine has bir hayat çıkar. Bu hayat nizamı sosyal ilişkilerin dünyasında kendine yaşama şansı bulabilir ve yeniden çoğaltılabilir. Çünkü hayat biçimi bir sosyal gerçekliktir; yaşandığı sürece kendini yeniden üretir ama kendi fıkhıyla birlikte. Böyle bir durumda da Müslümanlar günümüz kapitalist ilişkilerinin dünyasında kârın maksimizasyonunu meşrulaştırmak üzere ihtiyaç duydukları fetvalar için hocaların kapılarını aşındırmamış olurlar; çünkü kirlenmenin bir boyutunda da bu vardır. O zaman kapitalist üretimi İslâm adına kutsayacağımıza, onun öngördüğü tüketim ve ondan hâsıl olan hazza karşı Müslüman’ca bir “ihtiyaç giderim” biçimi geliştirmek mümkün olabilir. Bu bizim eşyayla kurduğumuz ilişki biçimini değiştirebilmemizin de yegâne imkânıdır. İşe buradan başlanabilir; tabi bütün bunlardan da önce Allah’ın rızasını murat edip, talep ederek. Esas önemli olan bu. Allah murat etmedikten sonra bu kirlilikten kurtulmamız mümkün değil ama biz talep etmeden de Allah murat etmez. Babacan: Teşekkür ediyoruz. Arslan: Sağolun. Analiz BİR MEDENİYET SAVAŞÇISI BİLGE MİMARIN DÜŞÜNCE MİRASI NURŞEN ALDI “Sanat eseri, varlık-kâinat tasavvurunun yapılana yansımasıdır. Eserini ortaya koyarken aldığı her karar, sanatkârın varlık ve varlığın güçleri hakkındaki tasavvuruna göre şekillenir. Bu özellikleri ile sanat, din ve ahlâk alanında yer alır.” Turgut Cansever Mimar kimdir? Ne iş yapar? Bu soruları yanıtlamak görece kolay. Çeşitli tanımlamalarla karşılaşılsa bile bunların pek çok noktada örtüştüğü görülür. Mimar, kısaca insanların yaşadıkları ortamın önemli bir parçası olan yapay fiziksel çevrenin düzenlenmesi ile ilgilenen kişidir, demek olası. Yapay fiziksel çevre de, içinde insan etkinliklerinin yer aldığı tek tek yapılardan başlayıp büyük kentlere kadar uzanan geniş bir alan. Onun hem bütününün hem de ayrıntılarının tasarlanması, güzel olarak biçimlendirilmesi, sağlıklı ve güvenli olmasının sağlanması, içlerinin olduğu kadar çevrelerinin de düzenlenmesi gerekiyor. Bu nedenle mimar, iç mimar, kent tasarımcısı ya da plancısı, bahçe ya da peyzaj mimarı, strüktür ya da yapı mühendisi gibi uğraş alanları vardır. Bunlar birbirlerine yakın uğraş alanları. Ağırlıklı olarak yapıların tasarımı ve uygulama- Turgut Cansever sı ile ilgilenen mimarlar, kimi zaman bu alanların birkaçında birden etkinlik gösteriyor, çoğu kez de öteki uzmanlarla işbirliği yaparak yapay fiziksel çevremizi biçimsel ve işlevsel olarak düzenlemeye çalışıyorlar. Mimarları sanatçı olarak olduğu kadar teknik adamlar olarak görme olasılığı da var, çünkü mimarlık hem yaratıcılık, güzel duyu gibi konularda, hem de yapı tekniği alanlarında bilgi ve deneyim gerektiren bir uğraş. Mimarların nasıl insanlar olduğu sorusunu yanıtlamak ise daha zor. Olumsuz yapılaşma, çarpık kentleşme, yer sarsıntısından hasar gören yapılar söz konusu olduğunda andığımız, bu insanlar ne yaparlar, hangi koşullar altında yaşarlar, çalışırlar? Düşünceleri, duyguları nedir? Olay ve olgular karşısında ne tepki verirler? Yapabileceklerinin sınırları nereye kadar uzanır? Başka yaratı alanları bu konuda mimarlığa göre daha şanslı; şair ya da yazarlar çok daha iyi tanınıyorlar. Sinema sanatçıları ile müzisyenler de öyle. Kaçımız bir çırpıda 8-10 mimarın adını ya da yapıtlarını sayabiliriz? Bu tür şeyleri bilmediğimiz gibi bunlar çoğu kez ilgimizi de çekmiyor. Bunun nedenlerinden biri belki mimarların kendilerini duyurmasını becerememeleri yani onların çok yazmamalarıdır. Aslında bu, mimarların okumayla, yazmayla ilgilenmediği anlamına gelmiyor, daha çok bir zaman sorunu. Yapı işleriyle NİSAN ‘09 UMRAN 49 Analiz uğraşmaktan yazmaya zaman bulamıyorlar. Nitekim uzun bir süre, Ayasofya’nın gölgesinde kalan Osmanlı mimarlığının kendi saygın yerini kazanması için unutulmaz eserler ortaya koyan Mimar Sinan bile yaptıklarını Sai Mustafa Çelebi’ye yazdırmış. Ayrıca mimarlar duygu ve düşüncelerini yapılarıyla dile getirdikleri için yazmaya çok gerek duymuyorlar. Onları yapılarıyla anlayıp değerlendirmek gerekiyor. Ama medeniyet temelli mimarlık düşüncesine katkıları olmuş Turgut Cansever’in bu noktada farklı bir örneklik ortaya koyduğunu ifade etmek gerekiyor. Cansever, 1946’da İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi’nin Yüksek Mimarlık Bölümü’nden mezun olduktan sonra İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sanat Tarihi bölümünde doktorasını tamamlar. Doktora konusu: “Selçuk ve Osmanlı Mimarisinde Üslûp Gelişmeleri”dir. (Uğur Tanyeli’nin deyimiyle Türkiye’de Sanat Tarihi doktorası yapmış tek mimar odur). Cansever, 1950-51 yıllarında Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’nde öğretim üyeliği yapar ve akademideki planlama çalışmalarını yürütür. 1960 yılında Frank L. Wright, Le Corbusier, Walter Gropius, Aalvar Aalto ve Mies Van der Rohe gibi çağdaş mimarlığın beş devini incelediği “Modern Mimarinin Temel Meseleleri” adlı teziyle doçent olur. Üstün ve rafine kişiliği ve büyük kültür birikiminin yanında, yürekten bağlı olduğu medeniyete ilişkin görsel anahtarları okuma, anlamlandırma ve buradan hareketle eserler 50 UMRAN NİSAN ’09 vermedeki başarılı çabaları ve özgün eserleriyle de medeniyet tarihimizde çok saygın bir yere sahip bulunmaktadır. O her şeyden önce medeniyet perspektifine sahip toplumsal kişiliklerden biriydi. Sadece 89 yıllık bereketli ömrüyle değil, bu zamanı dolduran büyük ve çok değerli birikimle de geçmişten geleceğe köprü olmayı başarmıştı. Turgut Cansever’in yazar mimar olarak kaleme aldığı birçok makalede uzmanlık konusunu medeniyet çerçevesinde yeniden değerlendirerek bütünsel bir çerçeve içinde yayımlaması hem bir bilim adamının kendine verebileceği çok değerli bir ödül, hem de gerek konu dışından okuyucuya gerekse onun yazılarını izleyen araştırmacılara önemli bir armağan olmuştur. Onun bu konudaki yazılarının ve söyleşilerinin derlenmiş ve kitap biçiminde yayınlanmış olması bu bakımdan çok önemlidir. Turgut Cansever’in kendi kurguladığı kavramsal çerçeveyi ve bir mimar olarak oluşturduğu ve yapıları yaparken bağlı kaldığı bağlamı makale, söyleşi, röportaj gibi yazılı hale gelmiş eserlerinden okumak mümkündür Çok farklı zamanlarda yazılmış bu kitapların kimi ortak özellikleri var. Önce Cansever’in dile çok iyi egemen olduğu görülüyor, Türkçe’yi çok iyi kullanıyor, anlattıklarını büyük bir rahatlıkla okutuyor. Ardından ise mimarlık düşüncesi geliyor. Birikimleri Aktarmak... “İnsanlara çok sıradan bir şeymiş gibi geliyor ama” diyordu Turgut Cansever, “Bir Bursa’nın, bir İstanbul’un mey- dana getirilmesi, o tektoniklerin güzelliklerinden bir şey kaybetmeden, bir ‘bütün’ün parçaları gibi nakış nakış işlenmiş olması adeta bir mucizedir.” Cansever, sosyal doku ile mimari doku arasındaki büyük etkileşimi biliyor, görüyor, şehir dokusunun korunması, şehir estetiğinin öne çıkarılması için bütün ömrünü ortaya koyuyordu. Biliyordu ki estetik, hele mimari estetik ve sanatsal güzellikler, halkın yaşama sevinci ve mutluluğunu sağlayan etkenlerdir... Ve şehirlerin yüzyıllarca uyum içinde işlene işlene ortaya çıkan mimari dokuları, içinde yaşadığı kişilere de kişiliklerini kazandırır. Kişiliksiz bir şehirde yaşayan insanlar, ne kadar varlıklı olursa olsunlar, kişiliksiz kalırlar. İşte onun için, İslam’da Şehir ve Mimari, İstanbul’u Anlamak, Ev ve Şehir Üzerine Düşünceler, Habitat II Konferansı İçin Şehir ve Konut Üzerine Düşünceler kitaplarının amacının bu olduğu rahatlıkla söylenebilir. Estetikten, sanat değerinden, temizlikten, kültürden ve dürüstlükten (özellikle dürüstlükten) taviz vermeyişi olmazsa olmazlarıydı. Elinin değdiği her eserde de en çok, sosyal dokuya uyum sağlaması, tarihi görünümün sürmesi, dejenere edilmemesi, çağdaş işleve kavuşması ve “en güzel”in bulunmasına özen gösterirdi. Araştırmalarını gezerek, okuyarak, bakarak, konuşarak ve düşünerek yaptı; yöntemi ise medeniyet perspektifi ile bütün bu araştırma ve incelemeden sonra kendi zevk-i selimine güvenmesi ve tercihlerini ortaya koymasıydı. İnsanlara yaşama sevinci ver- Analiz türlerinde karşılaşılan kapsamda bir kuram yazıcılığı Osmanlı dünyasında ortaya çıkmamıştır. Bu nedenle yazar, uygulamalardan yola çıkarak oluşturduğu kuramsal çerçeve ile yüzyıllar sonra bu boşluğu doldurmak istemektedir. Süreç tersine çevrilmiştir. Kuram uygulamadan/ olgudan önce değil, sonra kaleme alınmıştır. mek istedi, bunun yolunun da, gerçek bir sanat zevki ve tarih kültüründen geçerek varmak olduğunu anlatmak istedi; örnekler vererek... Cansever’in bir çabası da, İslam ve Osmanlı mimarisi ile ilgili genel bir didaktik çerçevenin gereklerini yerine getirdikten sonra, katı bir eleştiri disiplini içinde, Osmanlı tarih, kültür ve sanatına ilişkin, bilincine vardığı bütün önyargıları deşerek, klişeleri ortadan kaldırmaya çalışmak olmuştur. Bunu sağlamaya çalışırken, sadece sanat ve mimarlık tarihi arasında değil, mimarlık tarihi ile tarih arasındaki ilişkileri de irdelemenin gerekliliğini sezmiştir Cansever. Mimarlığın Osmanlı toplumunu, idaresini, kültürünü hattâ ekonomik gücünü en iyi yansıtan toplumsal olgu olduğunu ve Osmanlı sentezini en iyi anlatan imge olduğunu vurgular. Öte yandan şu tespiti de yapmak gerekli: Rönesans’tan başlayarak Avrupa mimarlığında, çok daha önce Antikite’de veya kısmen Hint ve Çin kül- Mimari Üzerine Söyleşiler Kubbeyi Yere Koymamak ise Turgut Cansever’in yarım yüzyıl içinde araştırarak, ders vererek, yazarak geliştirdiği bir tarih ve sanat yorumunun sonuçlarını içeren söyleşilerden derlenmiş bir yapıt olmanın yanında Cansever düşüncesini ana hatları ile tanıtan muhtasar bir çalışmadır da. Yıllar boyunca tekrar tekrar gözden geçirilen, yapılar ve yazılarla her karşılaşmada yeniden sınanan, kimi kez bambaşka bağlamlarda ve okumalarda kendini anımsatan, yerel ile evrensel arasındaki yolda sürekli dolaşarak örülen bir anla/t/ma sürecidir. Diğer merkezi plan üsluplarından farklı olarak Osmanlı camilerinde, yan birimler de irili ufaklı kubbelerle örtülür. Ancak kubbenin varlığında, onun işlevsel gerekçesini aşan simgesel bir boyut da bulunur. Kitabın adına da yansıyan bu simgesellik Doğan Kuban’ın : “Kubbe kadar, nesne ile metaforun örtüşüp tek bir örtü altında çok anlam taşıdığı hiçbir mimari biçim yoktur” Osmanlı camileri “mimarlık tarihindeki ilk kubbelerin geometrik biçimlerinin kavramsal saflığını gelişmiş yapım tekniği ve imgeleri içinde yeni çağlara” taşımıştır. “Sinan’ın kubbeli strüktürde aradığı da kubbenin simgeselliğini yapının simgeselliğine dönüştüren ideal biçimi gerçekleştirmek olmuştur” Selimiye Camisi “kubbenin ilkel geometrisinin doğal gücünü zayıflatmadan hem simgesel hem de işlevsel amaçları yerine getiren bir başyapıt”tır. Kubbe bir “sonsuzluk boyutu”na sahiptir biçimindeki yaklaşımları ile birlikte düşünüldüğünde Cansever’in kitap boyunca sürdürülen kimi izlekleri Osmanlı mimarlığında kubbenin, mekânı var eden mekân doğurucu ilke olduğunu, ancak varlığının dramatize edilmeksizin katkısının karşılığını yapının genel tasarımı içinde kaybolarak ödeyen bir işlevi olduğunu kitabın adından başlayarak sezdirdiğini düşünebiliriz. Bu söyleşilerde Cansever’in betimlemeyi değil yorumlamayı, her konuya kuramsal bir çerçeveden bakmayı yeğleyen bir mimar olduğunu bir kere daha görme olanağı buluruz. Türkiye’deki mimarlık tarihi yazımında birçok betimleyici söylem onun tarafından yerinden oynatılmış veya yeniden konumlandırılmıştır. Ancak bu yorumcu tavrın, analitik gözleme ve olgusal verilere duyulan aynı yoğunluktaki bir ilgiyle birlikte sürdürülmesi, onun temel özelliklerinden biridir. Mimarlığın, “insanın dünyadaki esas vazifesi dünyayı güzelleştirmektir” hadis-i şerifinde tarif edilmiş çerçeve içinde oluşmasını sağlamak, sosyal, ruhî ve inanca taalluk eden meselelerini doğru olarak ortaya koymak ve yanılgıları bertaraf etmek uğrunda çaba sarf etmek NİSAN ‘09 UMRAN 51 Analiz Turgut Cansever için kaçınılmaz bir görev olmuştur. Şehre, toprağa, dünyaya Allah’ın azametinin ve Cemâl sıfatının tecelli ettiği yerler ve insanların idrak edeceği alanlar olarak bakmıştır. İslâm kültüründeki Tevhid kavramının önemini göz ardı edilerek, bir mimari düşüncenin ortaya konulamayacağını, özellikle İslam mimarisi ile ilgili Batılı araştırmacılar tarafından yapılan araştırmalar ve teorileri eleştirme babında ısrarla vurgulamıştır. Hemen hemen bütün eserlerine tevhid ilkesinin muhtemel açılımları sinmiş olan Cansever, yeri geldiğinde tüm kâinatla bir pencere pervazını birbirinden ayrı düşünmez. Aynı tavır, şehirle ilgili düşüncelerinde de kendini gösterir. Cansever’in çok boyutlu yorumunun gereği olarak, kitapta çok sayıda sorundan ve yapıdan ayrıntılı bir biçimde söz edilmektedir. Kubbeyi Yere Koymamak Cansever’in yorumlarını taşımak üzere aktarılan, ancak sıklıkla yeni okumaları da kışkırtan, bilgi verici bölümler, sadece yapı analizleriyle sınırlı değil. Söyleşilerin yapıldığı yıllardaki toplumsal, kültürel ve kentsel ortamı, mimarlık alanının örgütlenmesi ve resmi yapı üretim koşulları, Osmanlı’dan postmodernizme ulaşan yorumlar, Klasik öncesi Osmanlı mimarlığı, diğer İslam kültürlerinin mimarlıkları, Rönesans sanatçıları ve mimarlığı gibi konular da bir biçimde ele alınıyorlar. Ancak bu konuşmalarda Cansever’in asıl amacının, İslam’dan yola çıkarak, mimarlığa ilişkin kuramsal ve kavramsal bir çerçeve oluşturmak; kısaca yıllardır kurduğu anlatı52 UMRAN NİSAN ’09 sını tüm boyutlarıyla okuyucuya açmaktır. Bu yüzden Turgut Cansever’in Türk mimarlığındaki yeri çağdaş ve İslami düşüncenin/mimarlığın bir sentezi olarak yorumlanır. Yorum ve gözlem birlikteliği, kitapta en dolaysız biçimiyle, ancak uzun bir düşünsel hazırlığın ve yapıyla olan sabırlı ve doğrudan bir iletişimin sağlayabileceği biçim analizlerinde kendini ele veriyor. Betimlemenin işlevsel sınırlar içinde tutulduğu ve yazarın tezini destekleyen verilerin derlendiği bu analizlerin, uzman olmayan okuyucunun da yapılarla buluştuğunda kendi deneyimlerini oluşturmasına katkıda bulunacağı söylenebilir. Gerçeğe gölge düşürmeden duyguları köreltmeden bir yorum yaparsak, denilebilir ki: Mimari hayatın zarfıdır. Mimari aynı zamanda, eşzamanlı olarak tarihin de zarfıdır! Turgut Cansever yapıtlarının yalnız mimarları değil, mimarlık üzerine düşünen, her anlamda medeniyet duyarlılığı olan herkesi ilgilendireceğini söylemek gerekli. Dolayısıyla bu kitapların hepsi kitapseverlerin tek tek ya da toplu olarak kitaplıklarında görmeyi isteyecekleri nitelikler taşıyor. Onun düşünce mirasının önemini kavramak bakımından oldukça önemli gördüğüm tespitleri içinde barındıran Gökhan Özcan’ın Edebiyat Ortamı dergisinde yayımlanan ‘Bilge Mimar’ Turgut Cansever adlı yazısından bir alıntıyla noktalamak istiyorum yazımı: “Maalesef medeni kültürel zincirimizin en zayıf halkalarından birini mimari alanı oluşturuyor. Bu alanda çok uzun zaman- dır çorak bizim topraklarımız... Şaşırtıcı ama gerçek, insanlık tarihinin en muhteşem mimari eserlerinin bugün hâlâ ayakta olduğu bu topraklar, dünün ruhunu bugünün imkânlarıyla ve ihtiyaçlarıyla yoğuracak bilge mimarlar yetiştiremiyor. Turgut Cansever, bu tarihi bütünlükle meseleye baktığımızda tek istisna, tek bilgelik ışığıydı. Bugün aramızdan ayrıldığında ne kaybettiğimizi anlıyoruz. Demek varlığıyla aydınlanmayı da ihmal etmişiz. Yazık gerçekten, çok yazık, gelecek nesillere Turgut Cansever’i sadece Sinanî geleneğin yeni zamanlardaki temsilcisi olarak değil, her şehirde onlarca eserini yükselttiğimiz, ilhamıyla yeni bir medeniyet imarı başlattığımız bir toplumsal önder olarak anlatma fırsatını kaçırdık. “Bizim şehrimiz neresi?” diye soracak kadar bile masumiyetimiz olmayacak artık!” Geçmişten Geleceğe Ko(nu)şanlar SULTANAHMET CAMİİ’NİN KÜKREYEN HATİBİ EMRULLAH HATİPOĞLU ABDULLAH YILDIZ Geçen sayımızda, 1970’li yıllarda Süleymaniye Camii minberinden Türkiye’yi titreten ünlü hatibimiz Ali Rıza Demircan Hoca ile “geçmişten geleceğe” bir yolculuk yapmıştık. Bu sayımızda ise, 1978’den bugüne değin, Sultanahmet Camii minberinden aynı heyecanla halka seslenen bir başka güçlü sima ile, Emrullah Hatiboğlu Hoca ile bir seyrüsefere çıkıyoruz. Araştırma ve Kültür Vakfı’nda ayda bir yaptığımız Geçmişten Geleceğe Ko(nu)şanlar sohbet dizisinin, geçen ayki konuğu idi Emrullah Hatiboğlu. Kendinden emin, tok ve gür sesi ile tam otuz bir yıldır Sultanahmet minberi ile neredeyse özdeşleşen Hatiboğlu Hoca, hem kıraati hem de hitabeti ile gönüllerin ve kulakların pasını silmeye devam ediyor. Sözü kendisine bıraktığımızda, öncelikle İslâm davasına hizmetin bir nasip meselesi olduğunu, Sultanahmet Camii’ne hizmetin de büyük bir nasip ve nimet olduğunu, dolayısıyla bu lûtfundan dolayı Yüce Allah’a sonsuz hamdü senâlarda bulunduğunu ifade ederek konuşmasına başlıyor. Ayrıca halkın böyle makamlarda bulunan insanlara gösterdiği hüsnü zanna da layık olmak gerektiğini belirtiyor. Hatipzâdeler Sülalesi: Hocalık ve Hıfz Geleneği Emrullah Hatiboğlu’na, biraz gerilerden başlayarak geçmişe kısa bir yolculuk yapalım dediğimde, o bir hayli gerilere uzanıyor: Ataları olan “Hatipzâdeler”, Fatih devrinde Trabzon Rum Pontus Devleti yıkılıp da bölgeyi İslamlaştırmak için Anadolu’dan planlı göç başlatılınca, Maraş yöresinden getirilip yerleştirilmişler Of civarına. Farklı yörelerden gelenler de olmuş. Mesela, “Vanlıoğulları” yine o yıllar Van civarından gelmişler bölgeye... Ecdadına “Hatipzâdeler/Hatiboğulları” dendiğine göre, hitabet geleneği atadan-dededen geliyor olmalı diye düşünürken, Maraş’tan gelen kafilenin başındaki zâtın, bölgede ilk yapılan camide imamlık yaptığını ve bu soydan güçlü hatip ve hafızların çıktığını söylüyor... 1945 Of doğumlu olan Emrullah Hatiboğlu, Of Medrese geleneğinin son temsilcilerini kısmen tanımış, kısmen de büyüklerinden duymuş. Hacı Ferşat Efendi, Hacı Mahmut Efendi, Hacı Ahmet Efendi Of bölgesinin üçlü sacayağı mesabesindeki güçlü hocaları imiş. Son Osmanlı dersiâmlarından Çalekli Hacı Dursun Efendi ise, bölgenin en namlı hocalarından. İstanbul’da Dârü’l-Hilâfeti’l-Âliyye Sahn-ı Semân Medresesi’ni ve Süleymaniye Medresesi Kelam ve Hikmet şubesini bitirerek dersiâm olmuş, sonra da Trabzon ve Havalisi Medreseler Müfettişliğine tayin edilmiş. Bölgenin en meşhur hocalarından biri de, kıraat üstadı, “reisü’l-kurrâ” Mehmet Rüşdü Âşık Kutlu Hocaefendi. İşte bu ünlü hocaların fedakârca çalışmaları ve hizmetleri bölgede köklü bir İslamî miras bırakmış. Gerek bu zengin miras, gerekse çocukluk yıllarında büyüklerinin anlattığı olaylar, Hatiboğlu’nun kimliğini ve kişiliğini derinden etkilemiş. “Babaannem Doğu Karadeniz’deki Rus işgalini ve yaşadıkları zorlukları anlatırdı” diyor ve ekliyor: “Babam kundakta iken onu alıp batıya doğru hicret yolculuğuna çıkıp bir dağ köyüne sığınmışlar. Ruslar oralara da gelmiş. Sonra Ruslar, halkın dinine-imanına karışmayacaklarına söz verince geri dönmüşler. Bir süre böyle gitmiş, ama Komünist İhtilal olunca, Rusya’da din yasaklanmış; ona paralel olarak buralarda da yasaklar başlamış. Camiler kapatılmış, Kur’ân-ı Kerimler toplanıp yakılmış, yerlere atılıp çiğnenmiş... İşgal yılları NİSAN ‘09 UMRAN 53 Geçmişten Geleceğe Ko(nu)şanlar Erullah Hatipoğlu bitti, artık rahat edeceğiz derken, bir süre sonra bu kez ‘bizimkiler’ aynı türden uygulamalara başlamışlar. Yine Kur’ân’lar yasaklanıp toplanmış, yine camiler kapatılmış...” Kur’ân’ların yerlere atılıp çiğnendiğine, yakıldığına dair büyüklerin bu anlatımları, çocuk yaştaki Emrullah Hatiboğlu’nun ruhunda fırtınalar estirmiş. Kur’ân okuyup öğrenmenin hatta evde bulundurmanın bile yasak olduğu o mâhût yılların korkunç hatıraları, Kur’ân’ın kaybolacağı korkusuna sürüklemiş onu: “Madem ki yakıyorlar, öyleyse biz de Kur’ân’ı ezberler, hıfzederiz. Hafızalarımızdan da söküp geri alamazlar ya, mübarek Kitab’ımızı!” diye düşünmüş ve hafız olmaya karar vermiş. “Çocuk olmama rağmen hafız olmaya çok kesin karar verdiğimi hatırlıyorum” diyor. Bu vesileyle, ümmi olan babaannesi başta olmak üzere, İslam mirası ile yoğrulan çevresini rahmetle anıyor. “Zira” diyor; “onlar beni hafız olmaya özendirdi. Severek ve isteyerek hafız olmaya karar verdim.”... O yıllarda, Karadeniz erkekleri genellikle gurbete gider, kış 54 UMRAN NİSAN ’09 Abdullah Yıldız aylarında ise geri dönerler. Kışın her ev adeta bir medrese olur; bilen büyükler yeni nesillere Kur’ân ve Arapça öğretirler. Yazın da gurbete gitmeyenler bu işe devam eder. Emrullah Hatiboğlu ilk eğitimini, hafız olan babasından ve diğer büyüklerinden alır. Hafızlık eğitimine devam ettiği bir sırada rahmetli babası Ömer Efendi trafik kazası geçirir ve yatağa mahkûm olur. Bu durum aileyi çok üzer; ama “Hak şerleri hayreyler” deyip bu zor durumu hayra tebdil ederler. 8 yaşlarında babacığına sürekli hizmet etme bahtiyarlığını elde eden Hatiboğlu, tam on ayda babacığının rahle-i tedrisinde tamamlar hıfzının kalan kısmını... Sonra, iyi bir hafız ve kıraat hocası olan ağabeyi Abdullah Hatiboğlu’ndan da “Tashîh-i Hurûf” dersi alarak eğitimini ikmal eder. Abdullah ağabeyi, ünlü Aşık Kutlu Hoca ve Rize’de Mustafa Yıldız Hoca’dan ders almış bir âlimdir. Emrullah Hoca, daha sonra, Mehmed Şahin Hoca’dan da Arapça ve diğer bazı dersleri alır. Bu arada, okur-yazar olduğu halde ilkokulda okuma fırsatı dahi bulamaz... Gurbet Tecrübesi, Eğitim Hayatı ve Sultanahmet Rüyası O yıllar, Karadeniz sahilinde yetişen hocalar, genelde Ramazan’a mahsus olmak üzere, imam olarak Anadolu’ya gider, bir yıllık iâşelerini sağlayıp geri dönerler. İşte Emrullah Hoca da, hafızlığını tamamlayıp kendisini yetiştirince, 1958-1959 yıllarında, imamlık yapmak ve mukabele okumak için Ankara’nın Nallıhan ilçesine gider. Henüz 13-14 yaşında ilk gurbet tecrübesini yaşar. “Gurbet, adamı yetiştirir, derler; biz de böyle yetiştik” diyor, iç çekerek... Emrullah Hatiboğlu, Ankara/ Nallıhan’da iken; ilkokul diplomasına sahip olmadığını öğrenen bir muhterem zâtın müzahereti ile Ankara’da dışarıdan bitirmelere girerek ilkokul diplomasına kavuşur. Hemen ardından 1960’da, tam da askeri darbe senesinde Ankara İmam-Hatip Lisesi’ne kaydolur. Bir yıl Ankara’da okuduktan sonra, İHL’yi Trabzon’da bitirir ve Diyanet’te görev alarak İstanbul/Beylerbeyi Hamid-i Evvel Camiinde vekil imamlığa başlar: 1968. Aynı yıllar İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü’ne devam eder ve bitirir. Bir süre Eminönü Yeni Cami’de hatiplik, sonra da Teşvikiye Camii’nde imamlık yapar. O sıra bol miktarda kitap okur. Askerlikten sonra Yüksek İhtisas sınavını kazanarak Haseki’de medrese usûlü eğitim görür. Mehmet Savaş, Ahmet Muhtar Büyükçınar, Halil Gönenç, Emin Saraç, Ali Yakup Cençiler, Ömer Biçer gibi çok değerli hocalardan ders alır. Kıraat üstadı ise Abdurrahman Gürses Hoca’dan özel olarak istifade eder ve feyz alır. 1978’de Sultanahmet Camii’ne imamhatip olarak tayin olunur. İsmi Sultanahmet Camii ile Geçmişten Geleceğe Ko(nu)şanlar neredeyse özdeşleşen Emrullah Hatiboğlu Hoca, Sultanahmet’te görev alma serüvenini şöyle anlatıyor: “Haseki’yi bitirince, görev için bizden dilekçe istendi. Sonra İstanbul Müftülüğü ile görüşüp bu işi bitirmemiz söylendi. O sıralar İstanbul Müftüsü Selahaddin Kaya hocamız, Müftü Yardımcısı da Besim Alper hocamızdı. Besim Hocam dedi ki; ‘Biz Selahaddin hocamla konuştuk ve seni Sultanahmet Camii’ne uygun gördük’. Ben de itiraz ettim; ‘Beyazıt Camii olsun’ diye. Beyazıt’ı, hem Abdurrahman Gürses hocam dolayısıyla hem de üniversite gençliğiyle yakından ilgilenmek için istiyorum; hani ‘Süleymaniye’de Ali Rıza Hoca, burada da ben, güzel işler yaparız’ gibi. Sultanahmet’te ise bol turist ve günah var diye düşünüyorum... Derken, birden, 1976’da İslam Konferansı Teşkilatı Dışişleri Bakanları toplantısının İstanbul’da yapıldığı günlerde, devlet adamlarıyla birlikte Sultanahmet’te kıldığım Cuma namazı aklıma geldi. Hutbe, Haseki’de Ömer Biçer ve diğer hocalarımızca hazırlanmış, devlet erkânı ve diğerleri düşünülerek hutbe Arapça’ya da çevrilmişti. Hasekililer olarak hep Sultanahmet’te idik. Ben cami girişindeki sağ arka fil ayağın yanında, tam minberi görecek yerdeyim. Minberde hutbe Ömer Biçer hocamız tarafından okunurken kendi kendime diyorum ki; ‘Rabbim, bize düşmez ama, oraya çıkmayı bir lûtfetsen, ne güzel olur’... Ben bu niyaz ânımı hatırlarken dalmışım... Besim hocam, Sultanahmet’le ilgili dilekçeyi önüme uzatıp ‘oku ve imzala’ dedi. Az önce itiraz eden ben, ‘tamam hocam, imzalıyorum’ Haksızlıklara karşı çıkma ve Firavunlara, Nemrutlara karşı hakkı savunma refleksi, onun Allah vergisi ses tonu ve yürekten yaptığı konuşma ile birleşince böyle bir hitabet gücü çıkmış ortaya... dedim. Hoca şaşırdı; ‘hayırdır, ne oldu?’ İşte o ânı anlattım ve imzaladım. Demek o ân ‘sâatü’l-icâbe’ imiş (Malum, Cuma saatine dair öyle bir müjde var.) ve içimden geçen duygular da duâ imiş...” Emrullah Hatiboğlu Hoca, 1978’den beri Sultanahmet minberinden kükremeye devam ediyor; uzaktan-yakından, Anadolu’dan-İstanbul’dan hatta yurt dışından gelen yüzbinlerin, milyonların ruh dünyalarında fırtınalar esmesine, iman ve heyecan tazelemelerine vesile olmak istiyor. Küçük Yaşlarda Başlayan Hatiplik Arzusu Bu arada, Emrullah Hoca’nın hitabet yeteneğinin nereden geldiğini merak ediyorum; bunda, “Hatipzâdeler”den gelmenin dışında nelerin etkili olduğunu öğrenmek istiyorum. 1950’li yıllardan başlayarak, ünlü Müslüman öncülerin, üstadların hitabelerini okuduğunu ve onlara büyük hayranlık duyduğunu söylüyor. İlk okuduğu hitabelerden biri, üstad Bediüzzaman Said Nursî’nin İstiklal Mahkemeleri’nde yaptığı o korkusuz savunma olmuş: Divan-ı Harbi Örfî / İki Mekteb-i Musibetin Şehadetnâmesi: İki Musibet Okulunun Diploması. “İşte dava adamı böyle olur” demiş kendi kendine; “keşke ben de orada bulunabilsem de kükreyerek onu savunsam” diye geçirmiş içinden. Ardından onun İhlas Risalesi, Hastalık Risalesi gibi birçok risalesini okumuş. Sonraki yıllarda Hintli mücahid alim Mevlana Ebû’l-Kelâm Âzad’ın İngiliz mahkemelerinde yaptığı “Ölümsüz Müdafaa”yı okumuş. “Sanki İngiliz sömürgecilerine karşı Ebû’l-Kelâm Âzad’la birlikte savunma yapardım,” diyor... Daha sonra “Sokrat’ın Müdafaası”nı ve diğerlerini de okumuş... İşte, hitabetiyle kitleleri coşturup ayağa kaldıran cerbezeli bir hatip olmaya daha o yıllar karar vermiş Emrullah Hoca. “Kur’ân’da geçen peygamberlerin kıssalarını ilk okuduğumda, hep onlarla birlikte Firavun’a, Nemrut’a ve diğerlerine karşı haykırmak geçerdi içimden” diyor. Yine küçük yaşlarında işittiği, ilim ve fazilet ehli hocalara yapılan haksızlıklar da, ondaki zulme karşı durma ve mazlumu savunma refleksini tetiklemiş. Bu bağlamda, yörenin ünlü alimi Çalekli Dursun Efendi’nin, bir şikâyet üzerine, jandarma tarafından yayla köyünden alınarak sahildeki Of’a kadar kilometrelerce yürütülerek getirilişini hatırlatıyor. Bu durum Of halkını derinden üzmüş ve önde gelenlerin araya girmesiyle, Hacı Dursun Efendi serbest bırakılmış. NİSAN ‘09 UMRAN 55 Geçmişten Geleceğe Ko(nu)şanlar Özetle; haksızlıklara karşı çıkma ve Firavunlara, Nemrutlara karşı hakkı savunma refleksi, onun Allah vergisi ses tonu ve yürekten yaptığı konuşma ile birleşince böyle bir hitabet gücü çıkmış ortaya... Gönenli Mehmet Efendi ve Unutulmaz Hatıralar Emrullah Hatiboğlu Hoca, altı yıl birlikte görev yapma bahtiyarlığına erdiği Gönenli Mehmet Efendi’yi hep rahmetle yâd ediyor ve onunla alakalı bazı hatıraları bizimle paylaşıyor. Mehmet Efendi merhumun dillere destan cömertliğine ve yardımseverliğine dair yüzlerce hatıradan biri şöyle: “Bir gün bana, ‘bir turist sizinle görüşmek istiyor’ dediler. Müezzin mahfelinin altında oturuyor. Gittim, ‘hoş geldiniz’ dedim. İsviçreli bir ressammış. Başladı kendisini anlatmaya: ‘Ben’ dedi; ‘9-10 yıl önce Türkiye’yi ziyarete gelmiştim. Bazı terslikler oldu ve ben tamamen parasız kaldım. Aç kaldım, birkaç gün aç-susuz parklarda yattım. Sonunda çaresiz bir şekilde caminin merdivenlerine oturup duvara yaslanmıştım ki (Ayasofya tarafına bakan dış kapının merdivenlerini tarif etti), beyaz sakallı bir ihtiyar (Gönenli Mehmet Efendi) yanıma gelip durdu. Yanındakilere, ‘Bu adamın durumu iyi görünmüyor; sorun bakalım, derdi nedir?’ dedi. Halimi bütün açıklığıyla anlattım. Bunun üzerine o zat bana 5 TL gönderdi. O parayla karnımı doyurdum; benim için her şeyin bittiğini düşündüğüm bir anda yeniden hayata döndüm. Sonra, bir şekilde İsviçre’ye geri gelebildim. Ve şu kararı verdim: Bundan 56 UMRAN NİSAN ’09 sonra ressamlıktan kazanacağım para ile zaruri ihtiyacımı karşılayacağım ve fazlasını mutlaka bir dini kuruma bağışlayacağım. O günden beri hangi dinden olursa olsun, insanlara, mabetlere, kurumlara yardım ediyorum. Çünkü o zât, bana dinimin ne olduğunu sormamıştı. İşte bugün de size 150 bin TL vereceğim (ki o zaman çok önemli bir meblağ). Bu parayı, benim gibi aç kalmış, yol parası olmayan, zor durumdaki insanlara verirsiniz.’ Hatta bana da iki bin lira vermek istedi. Ben ‘onu da öbürüne ekleyin’ dedim ve 152 bin lirayı alıp kayda geçtik. Söylediği gibi, bu tür ihtiyacı olan yüz küsur insana verdik...” Mehmet Efendi’nin o kadar çok hatırası var ki... Hocaefendi, bu konuda şöyle dermiş: “Tâ ezelden meşrebimdir; gelene git demem, gidene de dur...” İsteyene, muhtaca, sarhoşa, serkeşe, herkese yardım ederdi. Cemaat bu konuda bazen anlayışsızlık gösterse de o vermeye devam ederdi. Sultanahmet parkındaki sarhoşlar Hocaefendi’yi görünce koşar gelir, ona müthiş saygı gösterirlerdi. Emrullah Hoca’nın bu tür hatıraları sayılamayacak kadar çok: Ateist olarak camiye girip ağlaya ağlaya gözleri kıpkırmızı olan bir Alman’ın hikâyesi... Sultanahmet’in muhteşem kubbesine gözlerini dikip bakışlarını başka yöne çevirmeyen ve arkadaşlarının koluna girmesiyle geri geri çıkarılabilen bir başka turistin hikâyesi... Pakistan Devlet Başkanı Ziyâü’l-Hak’ın ikindi namazını kılıp, akşam namazına kadar camide beklemesi... Sultanahmet manzarasını müthiş bir hayranlıkla, kendinden ge- çercesine seyreden ABD Başkanı Clinton’a, camide Kur’ân hediye ettiğinde, onun Kur’ân’ı hep göğsünde tutarak anlatılanları dinlemesi... Papa’nın Sultanahmet Camii’nde ‘huzur duruşu’ yapması... Ve daha niceleri... Yazımızı, Emrullah Hoca’nın aktardığı bir ihtidâ olayıyla bitirelim: Bir gün Sultanahmet’e gelen bir yabancı sima, Hoca’nın dikkatini çeker. İkindi namazında en ön safta aynı zâtı fark eder. Namazdan sonra selâmlaşıp tanışırlar. İngilizce nereli olduğunu sorar ama o nezih bir Türkçe ile cevap verir: Amerikalıyım. Halk, onun nasıl Müslüman olduğunu merak edince de anlatır: “Yıllar önce Türkiye’ye gelmiştim. Aksaray civarında bir otelde kalıyordum. Gecenin ileri saatinde müthiş bir sesle uyandım. İçimden bir ses; ‘Ne yatıyorsun, kalk, bu sesi dinle’ dedi. Doğrulup dinlemeye başladım. İçimden bir ses, ‘Ne duruyorsun; bu seni çağırıyor, git’ dedi. Kalkıp gittim. Bu güzel ses camiden geliyordu. Cami penceresinden baktım; insanların kimi ayakta, kimi eğiliyor, kimi oturuyordu. İçimdeki o ses; ‘Durma gir’ dedi. Ben de içeri girdim. Bu esnada herkes kalkıp sıra-saf oldu; ben de sıraya girdim. Onlar yattı ben de yattım; onlar kalktı ben de kalktım ve öylece aynı gün İslâm’a girmiş oldum.” Emrullah Hocamıza, daha nice yıllar Sultanahmet minberindeki o coşkun hutbelerini sürdürmesi ve hizmetlerine devam etmesi için dualar ediyor, dualar bekliyoruz. Kültür - Sanat SON OSMANLININ KENDİ GÖK KUBBESİ BİR YAHYA KEMAL PORTRESİ YENİ TÜRKÇE ŞİİRDE İSLÂM OLGUSU - IV METİN ÖNAL MENGÜŞOĞLU “Akşam… Lekesiz, saf, iyi bir yüz gibi akşam.” Türkçe Şiirde İslâm Olgusu başlıklı bir çalışmada Yahya Kemal’in bir mevkii var mıdır? Kanaatimce yoktur. Ne var ki sosyolojik kimlik bakımından hiçbir vakit İslâm olgusunun dışında mütalaa edemeyeceğimiz daha bir hayli şairi hatırlamaktayız. Onları niçin bu bahiste değerlendirmediğimizi göstermek maksadıyla Yahya Kemal ismini bir prototip olarak kullanmak herhalde en isabetli seçim olacaktır. Çünkü tabir caizse Yahya Kemal Araf’ta yaşayan bir şairdir. İçki meclisinde geçen bir konuşma esnasında kendisini ne eskiye ne de yeniye mensup saymayan Ziya Gökalp şöyle tanımlar: “Harabisin harabati değilsin/ Gözün mazidedir ati değilsin”, şair ona aynı kelimelerle cevap verirken: “Ne harabi ne harabatiyim/ Kökü mazide olan atiyim” diyebilmiştir. Bu tartışmadan da anlaşılacağı gibi Yahya Kemal hayatı ve düşüncelerine bakıldığında tam da toplumunun yaşadığı o büyük değişim sürecinde iki arada bir derede kalmış gibidir. Yeni imkân ve nimetlerden vazgeçmeye yanaşmamaktadır. Yaşadığı lüks ve bohem hayat haramlar üzerine bina edilmiştir. Eski hayat ise onu Allah şuuru ve ahiret endişesine çağırmaktadır. Mümkün olsa ikisinden de kopmayacaktır. Esasen bütün insanların imtihanı da değil midir bu? Burada önemli olan hangi hayattan yana tavır koyduğunuz ve ne istikamette seçim yaptığınızdır. Ahmet Hamdi Tanpınar Yahya Kemal adlı yarı biyografik eserinde Ernest Renan’dan şöyle bir görüş aktarır: “Tarihin beni içinde yarattığı cemiyetten ayrılmak istemediğim ve dedelerimiz böyle itikat ve ibadet ettikleri için katoliğim.” Yahya Kemal’in en sadık talebesi sayılan Ahmet Hamdi, üstadının İslâm ile alakasındaki kopukluğu iyi bildiği için şu cümleleri ilave eder aktardığı notun arkasından: “O, hiç olmazsa halkımızın tarih içindeki din ve estetik anlayışına çok sadıktır.” Bu cümlelerde sanki önce üstadını, bunun yanında bizzat kendi paçasını adeta Allah ve toplumun elinden kurtarma telaşı yatmaktadır. Nitekim Yahya Kemal’in kendisiyle pek muarız görünmemelerine rağmen, son tahlilde çok temelli görüş ayrılığına düştüğü Babanzade Ahmet Naim ile aralarında geçen bir muhavere, bu hususta kıymetli ipuçları taşımaktadır. Ahmet Naim şairin işret hayatına dokunup, İslâm’ın sahih çehresini hatırlatınca, ondan şöyle bir cevap alır: “Bu millet İslâm’ı, içine ancak putperestliğini de katarsa sever; onun uğrunda yalnız bu sebeple ölür.” Yahya Kemal işte sırf bu sebepten ötürü Son Osmanlı olarak anılmayı hak etmektedir. Zira tarihi göstergeler Osmanlının İslâm anlayışındaki kendine mahsusluğu, tabir caizse ve Fuat Köprülü, Ahmet Yaşar Ocak, Hatice Kelpetin Arpaguş gibi akademisyen hocaların tespitleri doğruysa, bir Türk Tipi Müslümanlık olgusu karşısındayız demektir. Esatir, masal ve mitoloji üzerine kurulu bu tip İslâm anlayışı, neticede heteredoks dediğimiz çok yönlü bir din telakkisini ortaya çıkarmaktadır. Buna kültürel Müslümanlık, Folk İslâm’ı gibi isimler de takılmaktadır. Kısmen muhafazakârlıkla NİSAN ‘09 UMRAN 57 Kültür - Sanat Yahya Kemal benzeşen bu anlayış, geçmişte kalmak, günümüze hiç gelmemek, en çok da insanların günlük hayatlarına, bir de toplumun yönetimi hususuna hiç karışmamak şartıyla İslâm’ı, yeryüzünün en son ve en yüce dini saymakta bir sakınca görmez. Sezai Karakoç Yahya Kemal için “Bozgunda bir fetih düşü” benzetmesini kullanmıştı. Ardından Beşir Ayvazoğlu Yahya Kemal’i anlattığı biyografik çalışmaya “Bozgunda 58 UMRAN NİSAN ’09 Fetih Rüyası” adını verdi. Her iki yazarın tespitlerinden hareket ederek onun bir bozgun dönemi şairi olduğu hakikatini çıkartırız. Ancak bozgunda bu ve benzeri yazar ve düşünürlerin ne ölçüde hissesi vardır; biraz da bunu konuşmalıyız. Nitekim mesela Beşir Ayvazoğlu’nun eserinden çıkardığımız sonuca göre Yahya Kemal, yaşadığı hayat itibariyle, nostaljik bakımdan bağlı gözüktüğü halkının inanç ve değerlerin- den bir hayli soğumuştur. Öyle ki, büyük bir sıklıkla müracaat ettiği Bin Yıllık Tarih Mitosu, kendisini motive eden, dinamik tutan bir unsur olmaktan çoktan çıkmıştır. Tam aksine adeta bir uyuşturucu işlevi görmüş ve şairi bir hayat boyunca çatlayıncaya kadar içki içen, ne hikmetse memleket perverliği hiç dilinden düşürmeyen tuhaf bir sarhoşa dönüştürmüştür. Medeniyet adına kendi halkının yarattığı güzellikleri, övünç kaynaklarını ise İstanbul şehrinin kimliğinde müşahhaslaşan, sembolleşen sade bir vizyona bağlamıştır. Bir seferinde şöyle demiştir, özellikle de İstanbul’un muhtelif semtlerindeki mimari doku, mahalleler, küçük cami ve meydanlar, çeşmeler, tekke ve medreselere bakarak: “Bu halk bu güzellikleri biraz ahşapla biraz kerpiçten, yani ‘birkaç hiçten’ yaratmıştır.” Ahmet Hamdi Tanpınar günün birinde bu halkın tarihine neredeyse tapınırcasına bağlı görünen üstadına sorar: “Neydi eskilerin hayatı, onlar nasıl yaşarlardı?” Yahya Kemal’in bu suale verdiği cevap, gerek bizzat kendisinin gerekse bütün bir Osmanlı toplumunun yaşadığı hayatın, olağanüstü bir isabetle özeti, ana fikri mahiyetindedir, cevap şudur: “Pilav yiyerek ve Mesnevi okuyarak; medeniyetimiz pilav ve Mesnevi medeniyetiydi.” Tanpınar sözü buralardan alarak bir saptamada bulunur ve üstadının görüşlerini şöyle özetler: “Eğer tasavvuf ve Melamilik araya girmeseydi tıpkı İngilizler gibi işinde ve ibadetinde çalışkan insanların Kültür - Sanat cemaati olurduk.” Bu ifadeden ne anlamalıyız? Türklerin Müslümanlık idraklerindeki Bektaşi mizaç temayülleri mi? Yoksa Yahya Kemal’in 16 yaşından sonra camilerin semtine bile uğramamış olmasına rağmen, Yakup Kadri ile birlikte girip çıktığı tek dinî(!) mekânı yani o Bektaşi Tekkesini mi? O tekkeler ki tıpkı şairimiz gibi akşamcı dedeler tarafından yönlendirilen müritlerle dolup taşmaktaydı. Yukarıdaki ifade esasen bence biraz da batı tipi bir din anlayışı özlemini hatıra getirmektedir. Yani din ile dünya işlerinin birbirinden ayrı tutulduğu, dinin dünyaya, dünyanın da dine hiç karışmadığı laik, liberal bir devlet özlemi. Her iki şair de sonunda özlemlerini yeterince gidermiş olmalılar. Yahya Kemal sanat anlayışının amentüsü nedir diye sorulacak olursa, Yol Düşüncesi başlıklı şiirden bir mısra buna en isabetli cevabı verir: “Cihan, vatandan ibarettir itikadımca.” Nitekim Balkan savaşları sonrasında şairin doğum yeri olan ve annesinin mezarının bulunduğu Üsküp şehri, Osmanlı haritasındaki yerini yitirince, ilk yaptığı şey, nüfusunu İstanbul’a aldırmak olmuştur. Zira o tarihlerde eğer Üsküp üzerine yazdırılırsa Osmanlı yurttaşı olmaktan çıkma tehlikesi vardı. Bu Son Osmanlı böylesine sahici bir sadakatle bağlıdır memleketine. Balkan Harbi sonrasında Üsküp artık haritadan silinmiştir. O zaman şair şöyle bir yakınmayla karşımıza çıkacaktır: “Ve göz kapaklarının arkasında eski vatan/ Bizim diyar olarak kaldı ta kıyamete dek.” Besbelli sahih olmayan bir itikadın, vicdanı ile boğuşması sonrasında, büyük ızdırapların şairi Yahya Kemal, sonsuzluk ile susuzluk arasında sıkışmış ruhunu, bir ömür teskin edememiştir. Belki de bu sebepten karşımıza sürekli alkollü çıkmaktadır. Açık Deniz şiirindeki şu mısra belki böyle bir acının terennümüydü: “ Mahzun hudutların ötesinden akan sular.” Hudutların taşıdığı hüzün, her geçen gün bir miktar toprağını yitiren Osmanlının hasretine mi dönüktür? Evlad-ı Fatihan söylemi Yahya Kemal’in hayat felsefesidir. Atalarıyla övünmek, onların eserleriyle iftihar etmek ve onların hayatına dair hissedilen özlem; işte sahici bir Yahya Kemal portresi. Özellikle de Balkan Harbi ve nihayetindeki İstiklal Harbi, İzmir’e Yunanlıların girdiğine dair malumat, onun ruhunu öylesine sıkmıştır ki şöyle yazmak durumunda kalmıştır: “Bir gün sulh olacağını düşünüyorum. O gün istiklal ordusunun askerlerine denilecek ki: ‘Haydi çocuklar evlerinize dönünüz! Kur’an’ın devletini kurtardınız! Allah, Peygamber, Osman Gazi, Fatih, Selim, bütün büyük cetlerimiz sizden hoşnutturlar.” Sırf bu sözlerdeki karmaşık zihin yapısı, meselenin sadece yüzeysel idraki bile bize şairin haleti ruhiyesi hakkında yeterince bilgi sunmaktadır. Fikrini tamamlayan mısralarından hangisine bakarsak bakalım bizi aydınlatıyor; işte tipik bir örnek: “Ölmek kaderde var, bize ürküntü vermiyor/ Lakin vatandan ayrılışın ızdırabı zor.” Nedir şu vatan, insanı kendisine bunca bağlayacak ne tür bir kutsiyeti vardır? Acaba yaşadığı dönemin, şairi sıkıştırdığı zıtlıklara karşı bir barınak mıdır? Sessiz Gemi adlı şiirini okuduğunuz vakit sizi başka bir bakış açısı karşılar: “Artık demir almak günü gelmişse zamandan/ Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan”, düşünürsünüz Allah’a ve ahiret gününe inanan bir kişi, o geminin meçhule gitmediğini biliyor olmalıydı, dersiniz. Yahut da hatırınıza Fuzuli’nin mısralarını taşıyıp onunla avunursunuz: “Ger derse Fuzuli ki güzellerde vefa var/ Aldanma ki şair sözü elbette yalandır.” Bunun üzerine şairimizin “İnsan âlemde hayâl ettiği müddetçe yaşar” mısraını hatırlayınca kalbinizde bir tatmin hissi doğar; hadise artık aydınlanmıştır. Şair, yapmadığını söyleyen, Kur’an’ın ihtarlarından yazık ki nasipsiz birisidir. Yahya Kemal’in şiirlerini okuduğumuz vakit evvela bu şiirin sağlam yapısı, muhteşem kurgusu ve sahici sanat değeri gözümüze çarpar. Bunu inkâr etmek, yok saymak mümkün olamaz. Aruz vezninin şaheserleri yatmaktadır bu şiirde. Türkçe’nin ise kendi dönemi bakımından en muhteşem şiirleri arasındadır onlar. Mahurdan Gazel adlı şiiri okuyanlar, dönemin dilberlerinden birisinin, son derece çekici giysileriyle akşam sefası için bir kayığa binmek üzereykenki fotoğrafını net bir biçimde görürler. Manzara karşısında hayranlıklarını gizleyemezler. Mesela yine Açık Deniz şiirinde son derece muhteşem mısralar vardır. Orada göçebe NİSAN ‘09 UMRAN 59 Kültür - Sanat bir kavmin neredeyse bütün mukadderatını özetleyen tespitlere rastlarız. Düşünün ki fetihten fetihe koşan, bir yurtta üç beş aydan ziyade iskân tutamayan, neredeyse ayakları birkaç saatliğine bile yere değmeksizin bütün hayatını at sırtında ve gurbet diyarlarında tamamlayan bir toplumun dramı, trajedyası bu satırlarda gizlidir. Medeniyet tarihçilerine bile ipuçları sağlayacak görüşlerle yüzleşmek için okuyalım: “Rüyama girdi her gece bir fatihâne zan/ Hicretlerin bakiyesi hicranlı duygular.” Hicreti hayatının en uzun boylu hakikati olarak yaşamış bir toplumun rüyaları ve hicranını ne de güzel resmediyor şair. Süleymaniye’de Bayram Sabahı şiirinde de benzer duygular saklıdır: “Ordu-milletlerin en çok döğüşen, en sarpı/ Adamış sevdiği Allah’ına bir böyle yapı.” Tam da Türk tipi bir idrak ile karşı karşıyayız. Asker Millet sıfatını eşsiz bir rozet gibi kullanmaktadır bu insanlar. Sanki o mabedin muhteşem yapısının hiçbir muhtevası yoktur, olması da gerekmez. Ve sanki diğer kavimlerle bir medeniyet yarışı modelinden bahis açılmıştır. Ve yine sanki insanlar için değil, adeta bir kurban gibi, salt Allah için, yani Allah’ın şanını yüce tutup başkalarının gözüne sokmak için ortaya konulmuştur Süleymaniye Camii. İçerisinde insanların ne yaptığı, bir şeyler yapıp etmesinden daha önemli ve değerli olan medeniyet yarışındaki başarı çıtasıdır. Yahya Kemal, kitabına isim olarak konan Eski Şiirin Rüzgârıyla yazdığı şiirlerinde 60 UMRAN NİSAN ’09 eski şairlerin geleneğine uyarak bolca mey, şarap, meyhane ve dilberler üzerine hafif meşreplik yükü ağırlıklı şiirler de kaleme almıştır. O, titiz ama bir o kadar da tembel bir şairdi. Çok az yazdı ve çok azını yayımladı. Eserleri hayatta iken bir araya getirilemedi. Bir ömür tıpkı Fransız sanatkârları gibi bohem bir hayat sürdü. Cumhuriyetin neredeyse resmi şairiydi. Yeni rejimle öylesine barışıktı ki ömrü lüks otellerde geçti ve bütün masraflarını devlet ödedi. Biraz jön Türk biraz İttihat Terakki, biraz Türk Ocağı, çok az İslâm, işte sahici Yahya Kemal. Tabii eğer siyasi ve ibadi bir talebi yoksa, silme İslâm olmaya bile rıza gösterebilirdi. Yani Bektaşi mizacına ses çıkartmayan, dokunmayan bir Müslümanlığın onun başının üzerinde yeri vardı. Atik Valde’den İnen Sokakta başlıklı şiirinden seçilmiş birkaç mısra ile ona dair söyleyeceklerimizi sonlandıralım: “ Semtin oruçlu halkı, süzülmüş benizliler/ Bir top gürültüsüyle bu sahilde bitti gün…./ Tenha sokakta kaldım oruçsuz ve neşesiz/ Yurdun bu iftarından uzak kalmanın gamı/ Hadsiz yaşattı ruhuma bir gurbet akşamı/ Onlardan ayrılış bana her an üzüntüdür/ Madem ki böyle duygularım kaldı, çok şükür.” Bugün Yahya Kemal’in izinden gidenler, kendileri uygulamasa da, arkada, öldükleri vakit musalla taşının önünde durarak, cenaze namazlarını kılabilecek, üç beş ihtiyarın her zaman var olabilmesi için nelerini feda etmezlerdi. Kendileri değil ama mutlaka birileri namazı ayakta tutmalıydı. Hayalci, bulutların ötesinde yaşayan, ömrü hasretlerle vuslatlar arasında geçmiş bu şairin Türkçe şiirde önemli bir yeri vardır. Şiirlerinde İslâm adına bir hayli malzeme bulmak mümkündür. Öyle ki diğer şiirlerini ve hayatını hatırlamadığınız vakit gerçek bir İslamcı(!) ile karşı karşıya bulunduğunuzu sanabilirsiniz. Biraz detaya indiğinizde bu şiirdeki İslâm’ın folklorik bir motif yahut bir kenar süsünden öteye gitmediğini göreceksiniz. “Bir bir açılırken göğe, son defa yarıştık/ Allah’a giden yolda meleklerle karıştık” Mohaç Türküsü adlı şiirdeki mısralardan Allah’a gitmenin Türk’ün fetihleriyle eş değer bir çabadan başka bir şey olmadığını anlıyoruz. Hani bütün fütuhatı üzerinde yapılan yorumlar sonrasında ortaya çıkan ortak görüş şudur ki; Türkler, fethettikleri yerlere İslâm’ı götürmüşlerdir lakin dillerini götürmemişlerdir. Peki, bir dilleri var mıydı ki götürsünler; diye sorulunca ne cevap verilecektir? Kendilerini Allah’ın kılıcı olarak gören bir kavim, ah biraz da Allah’a karşı kulluk bilincini keskinleştirebilseydi de, Yahya Kemal gibi evlatlarını ruhen mitolojinin, bedenen ise alkolizmin kurbanı etmeseydi, diye düşünmeden edemiyorsunuz. “Belki hala o besteler çalınır Gemiler ummanda.” geçmeyen bir Kültür - Sanat HAKİKİLİK VE İÇTENLİK ATASOY MÜFTÜOĞLU Her eser, her çaba, ortaya çıktığı dönemin tanığı olmak zorundadır, bu döneme ilişkin sorumluluklar almak, bu dönemin ilgilerini, kaygılarını, tavrını, tarzını yansıtmak zorundadır. Ramazan Dikmen; kendi döneminin entelektüel sorumluluklarını gereği gibi temsil eden; kendi tercihlerinin öznesi olan; heyecanlı yoğunluklara sahip olan; kendi kendisinin bağımsız bir bilinçle inşa eden; hayatının merkezine dostlukları ve samimiyeti yerleştiren; düşünsel samimiyet ve düşünsel ağırlığıyla temayüz eden; demagojiye, çarpıtmaya, kışkırtmaya, yanıltmaya tenezzül etmeyen temiz bir dile sahip olan; ahlaki değerler ile edebi değerlerin bir bütünlü oluşturması gerektiğine inanan; bu inancını bir davranışa dönüştüren; edebi duruşu ile ahlaki duruşu birlikte temsil eden; kendisini gösterme, ön plana çıkma kaygısı taşımayan, beğenilme endişesi olmayan; sanat/edebiyatı yalnızca estetik işlevlerle, ilişkilerle sınırlandırmayan, sanatı/ edebiyatı hayatın içerisinde, hayatla birlikte yaşayan; kendi- Ramazan Dikmen ni bilen, kendini eleştiren, içsel hesaplaşmalar yapan; ufukları genişletme çabası içerisinde olan, açık görüşlü çok nezih bir kardeşimizdi, dostumuzdu, arkadaşımızdı. Kimi sanat/edebiyat adamlarının, hiç kimsenin, hiçbir durumu, bir yetersizlik sayılabileceği mülahazasıyla kimsenin itiraf etmediği bir dönemde, Ramazan Dikmen hepimizin anlayabileceği, hepimizin paylaşabileceği, hepimizin ulaşabileceği düşünceler üretti. İlgili olduğu konularda dünyada neler olup bittiğini her zaman takip etti. Kendine özgü bir tarzı ve duruşu vardı. Bozulmamış doğallıklara sahipti. Seçkin bir duyarlık ve beğeni sahibiydi. Kendi dönemini yansıtan ve çözümleyen bir dil kurmayı başardı. Sanat/edebiyat dünyası ile gerçek dünyanın arasındaki uçurumların farkındaydı. Kendi döneminin acılarını, hüzünlerini, heyecanlarını yansıtan içtenlikleri vardı. Ramazan Dikmen denilince benim aklıma ve kalbime, hakikilik ve içtenlik geliyor, yalın bir doğallık geliyor, duruluk geliyor. Sevgili Ramazan Dikmen’i derin ve büyük bir özlemle, rahmetle anıyorum. NİSAN ‘09 UMRAN 61 Kültür - Sanat MEHMED ÂKİF’E DÜZYAZILARINDAN BAKIŞ A. VAHAB AKBAŞ Mehmed Âkif, yazma mesaisinin büyük kısmını nazma harcamış bir fikir adamı olarak tabiatıyla daha çok şiirleriyle öne çıkmış, onlarla anılmış, onlarla anlaşılmaya çalışılmıştır. Ancak her ne kadar şiirini fikrin emrine vermiş, Sezai Karakoç’un1 ifadesiyle, edebiyatımızda “şiirle düşünme“ kapısını açmışsa da onu tek tarafıyla irdelemek, bu irdelemelerden çıkarılanlarla değerlendirmek en azından bizi bütüncül bir bakış açısından alıkoyar. Âkif’in yaşadığı dönemin tarihî ve sosyal şartları, onu, şiirlerinin yanı sıra makaleleriyle, çevirileriyle, vaazlarıyla da gayret göstermeye iter. Hatta o, dersleri, sohbetleri ve mektuplarıyla da aydın sorumluluğunun gereklerini yerine getirmeye çalışır. Açıklar, savunur, tenkit eder, uyarır, yakarır… Amacı aydınları ve halkı uyarmak, kötü gidişi durdurmak, idealist yeni nesillerin yetişmesine zemin hazırlamak, böylece geleceği yeniden inşa etmektir. Âkif’in maziye bakışını, çağındaki duruşunu ve gelecek tasavvurunu, bu bakışını, duruşunu ve tasavvurlarını besleyen fikrî, edebî donanımı detaylarıyla kavramanın yolu, şüphesiz, 62 UMRAN NİSAN ’09 onu bütün olarak okumaktan, anlamaktan geçer. Bu nokta-i nazardan bakıldığında, şimdiye kadar üzerinde gerektiği gibi durulmayan çevirilerinin, vaaz ve hutbelerinin, tefsir parçalarının, yayımlanmış mektuplarının ve bilhassa sohbet yazıları ve makalelerinin de büyük önem taşıdığı su götürmez. Âkif, dönemin başta gelen fikir akımlarından İslâm birliği düşüncesinin Osmanlıdaki ayağı sayılan bir kadro tarafından çıkarılan Sırât-ı Müstakim ve Sebilü’r-Reşad’da başmuharrir sıfatıyla makaleler, okurla hasbihal mahiyetinde yazılar yazar. Bunların yanı sıra İslam birliği düşüncesinin Mısır ve Hindistan’daki temsilcilerinin kendi fikrî, dinî görüşlerine uygun gördüğü makale ve eserlerini de tercüme ederek yayımlar. Bu çerçevede Azmzade Refik’ten, Ferid Vecdi’den, Muhammed Abduh’tan, Said Halim Paşa’dan, Abdülaziz Çaviş’ten birçok yazı ve kitabı okurla buluşturur.2 (Resimli Gazete ve Servet-i Fünûn’da da Fransızca ve Farsça’dan çevirileri çıkar. Camile Flammarion’dan Urani; Sadî ve Hafız’dan Bedayiü’l-Acem başlığıyla nazım parçaları.) Devirlerini büyük ölçüde etkileyen bu düşünürlerin İslâm toplumuna, İslâmî yönetim şekillerine, Müslümanların durumuna, içinde bulunulan kötü durumdan çıkış yollarına, batılı yazarlarca İslâm’a yöneltilen iftiralara verilen cevaplara dair bu çeviriler okur tarafından büyük ilgiyle karşılanır. Bu çevirilerden özellikle Cemaleddin Efganî ve Muhammed Abduh’tan yapılanları aynı zamanda Âkif’e bazı eleştirilerin yöneltilmesine de zemin hazırlar. Âkif’in İslâm birliği fikri bunların tesirine bağlanır. Gerçi Efganî ve Abduh hakkında yazdığı makalelerde, Âkif’in onlara duyduğu ilgi bizzat kendisi tarafından ortaya konur. Ancak bu, yanlış yorumlamaların, ilmî gerçeklere dayanmayan sataşma ve saldırıların, haksızlığa karşı çıkışın ortaya koyduğu bir ilgidir. Ki haksızlığa, basit ayak oyunlarına karşı çıkış Âkif’in karakter özelliklerindendir. Bu çıkışlar, gösterilmek istendiği gibi Âkif’in bu düşünürlerin ortaya koyduğu akımın bir mensubu olduğunu, Türkiye’deki savunucusu olduğunu göstermez. Sezai Karakoç da bu etkinin mübalağa edildiği görüşünde- Kültür - Sanat dir. Karakoç’a göre, “bizdeki İslâmcılar çekirdekten yetişmeydi. Ötekilerdeyse daha bir sistem ve düşünce İslâmlığı gelişmişti. Bunun için Mehmed Âkif, fikirlerini bu düşünürlerden çok, sokaktan, aileden, klasik kültürden, toplumdan, devletin sarsıntılı halinden ve nihayet kendinden alıyordu.(…) Yani arada bir tâbilik yok, belki bir paralellik vardır.”3 Bu düşünürlerin etkisinin Âkif’te İslâm fikrini doğurduğu düşünülemez. Onda esasında varolan bu ülküyü geliştirmeye, beslemeye yarıyordu. Âkif’in nesirleri arasında zikredilmesi gerekenlerden biri de Sebilü’r-Reşad’da “Tefsir-i Şerifler” başlığıyla yayımlanan tefsir parçalarıdır.4 Değişik surelerden bazı ayetlerin tefsirini ihtiva eden otuz dört metin, muhtelif zaman ve yerlerde verilmiş vaaz metinleriyle birlikte Latin harfleriyle müteaddit defalar kitap bütünlüğü içinde yayımlanmıştır. (Ömer Rıza Doğrul, Suat Zühtü Özalp, Abdülkerim AbdülkadiroğluNuran Abdülkadiroğlu, Dücane Cündioğlu…) 24 Şubat 1327 (8 Mart 1912) tarihli Sebilü’r-Reşad’da, bu tefsir parçalarının yayımlanmasının gerekçelere ve tefsirde takip edilecek yollara ilişkin açıklamalara yer verilir ki buradan Âkif’in ve dolayısıyla derginin Kur’an’a, tefsire bakışını ve takip edilen fikrî yolu anlamak mümkündür: Derginin bir İslâm mecellesi olması hasebiyle, İslâmî ilimlerin esas rüknü olan tefsire, derginin ilim bölümünde öncelik verilmiştir. İlim ve fenne, tarihe, sosyal hayata ve gündelik işlere temas eden -“İslam Şairi” Er- Risale, s. 187, 1937.ayetler bahis konusu edilmiştir. Daha çok amelî sonuçlar üzerinde fikir yürütülmeye, ayetlerden hareketle zaman ve zeminin gereklerine göre İslâm’ın genel durumu hakkında fikir ve görüşler belirtilmeye çalışılmıştır. Bu tefsir çalışmalarının bir nedeni de tefsir tahsilinin hayli gerilemiş olduğu görüşüdür. Şöyle denmektedir: “Âdeta Kur’an-ı Kerim’i bilmek, anlamak ehemmiyetsiz, faydasız bir iş gibi telakki olunmaya başlamıştır. Ortada Kur’an-ı Kerim artık anlaşılmış, haşa daha bilinecek bir yeri kalmamış gibi batıl bir zehab türemiştir.” İşte bundan dolayı bu çalışmanın gayelerinden biri de tefsir ilmini ihya etmektir.5 Seçilen ayetler önce tercüme edilir, sonra yorumlanır. Bu parçalardaki rahat fakat özlü, derin anlatım, Âkif’in Kur’an-ı Kerim’e hakimiyetini, tefsir ilmine vukufiyetini göstermektedir. Özellikle meal bölümündeki, terkipsiz, arı duru dil onun, ifadenin güzelliğine halel getirmeden mesajını halka iletme gayretini göstermesi bakımından dikkate değerdir. Üçü İstanbul’da (Beyazıt, Fatih, Süleymaniye NİSAN ‘09 UMRAN 63 Kültür - Sanat -M. Akif’in el yazısıKürsülerinde), biri Balıkesir’de (Zağanos Paşa Camii’nde), diğerleri Kastamonu (Nasrullah Camii) ve havalisinde irad edilmiş vaaz ve hutbelerde de Müslümanların durumuna, ülkenin ahvaline ayna tutulmaktadır.6 Safahat’ı ören birçok önemli konu bu defa da güçlü bir hitabet diliyle sunulmaktadır. Bu sunuşa 64 UMRAN NİSAN ’09 Safahat’taki bazı nazım parçaları da renk ve kuvvet katmaktadır. Kullanılan dil ve mevzuu sunuş şekli, ilmi derinliğinin yanında halkı anlama ve onunla bir aydın olarak sağlam köprüler kurabilme kudretini de göstermektedir. Onun halka bakan, halkla bütünleşen tarafına makaleleri çerçevesinde de değineceğiz. Âkif’in düzyazılarının ağırlık noktasını şüphesiz onun Sırât-ı Müstakim ve Sebilü’rReşad’da çıkan makaleleri oluşturmaktadır. Bunları, Âkif’in bu dergilerdeki başmuharrirlik görevinin ona yüklediği sorumluluğun ürünleri saymak mümkündür. Birkaçı Sadî, Lâedri, Lâ gibi mahlasla yayımlanmıştır bu yazıların. “Edebiyat” başlıklı imzasız yazının da ona ait olduğu kabul edilmektedir. Yakın dostu Eşref Edib’in yazıyı Âkif’e mal etmesi ve “Mehmed Âkif” adlı eserinde onun edebiyata dair görüşlerini bu yazıya dayanarak ortaya koyması, buradaki fikirlerin Âkif’in fikirleriyle örtüşmesi, üslup ve nihayet bir derginin edebiyat ve dil anlayışının o derginin başmuharririnin kaleminden ifade edilmesinin teamülden olması gibi hususlar yazının yazarı hakkındaki şüpheleri gidermektedir. İlki 6 Teşrin-i Sani 1324 (19 Kasım 1908), sonuncusu 21 Mâyû 1337 (21 Mayıs 1921)’de yayımlanan 55 yazı, Abdülkerim Abdülkadiroğlu - Nuran Abdülkadiroğlu tarafından hazırlanarak ilk defa 1990 yılında “Mehmed Âkif Ersoy’un Makaleleri”7 adıyla kitap halinde yayımlanmıştır. Aynı makalelere daha sonra İsmail Hakkı Şengüler tarafından hazırlanan Mehmed Âkif Külliyatı’nın 5. cildinde de yer verilmiştir. Yazılar kronolojik sırayla ve imlasına dokunulmadan, hatta Arapça, Farsça metinler çevrilmeden olduğu gibi yayımlanmıştır. Takip edebildiğim kadarıyla, Âkif’in makaleleri üstüne çalışmalar bunlarla sınırlı kalmıştır. Kültür - Sanat Bu yazılara, devrin metinleri tür bakımından adlandırma anlayışının gereği olarak “makale” dendiği kanaatindeyim. Başlangıçta makale, deneme, sohbet, eleştiri gibi türlerin sınırları açık bir şekilde belirlenmediği için, fikir yazılarının hemen hepsinin makale sınıfına konduğuna sıklıkla şahit olunmaktadır. Nitekim okunduğunda Âkif’in yazılarının da büyük ölçüde sohbet türünün özelliklerini taşıdığı görülür. Dergi başmuharriri olarak okurla sohbet havası içinde iletişim kurma gayreti içindedir Âkif. Daha ilk yazıda bu hava kendini hissettirmektedir. Darülfünûn talebesine hitaben, “sevgili kardeşlerim” diye yazıya başlıyor , “Hocanızı sıkı tutunuz. Derslerinden hakkıyla istifade ediniz…” gibi nasihatlerle bitiriyor sözünü Âkif. Okurla konuşmaya, karşılıklı diyaloglara dayalı anlatım, yazıların büyük bir bölümünde görülür. Esasında yazıların büyük bir kısmının doğrudan “Hasbihal” başlığını ya da üst başlığını taşıması da bu konuya açıklık kazandırır. Öyle ki “Makâlât” (Makaleler) üst başlığını taşıyan bazı yazılara da “Hasbihal” başlığı konmuştur. Bilindiği gibi, yazarın amacı, yazının türünün seçilmesinde ve anlatım şeklinin belirlenmesinde etkili olur. Doğruyu, güzeli tanıtmayı; yanlışı, eksiği göstermeyi görev edinen Âkif’in de sohbet gibi, bu amaca ulaşmada etkili olacak bir yolu seçmesi tabiîdir. Yine de yazıların hepsini aynı çerçeve içinde değerlendirmek doğru olmaz. Şöyle bir sınıflandırma yapmak mümkündür: - Hasbihaller -İslam’a, Müslümanlara ve bu çerçevede bazı isimlere dair makaleler -Edebiyat üzerine teorik yazılar -Takriz ve tenkitler -Hatıralar -Arap letâifinden örnekler Âkif’in bu yazılarında ele aldığı konuların büyük bir kısmı bugün de önemini korumaktadır. İslâm dünyasının durumu, Batı’yla ilişkileri, ırkçılık, bölücülük, eğitim meseleleri, hurafeler, dil ve edebiyat tartışmaları, halkına yabancılaşmış aydın gibi konular aradan geçen bunca zamana rağmen gündemimizdeki yerlerini hâlâ koruyorlar. Yazılar bu yönüyle olduğu kadar, Âkif’in kişiliği, fikri, zevki, besleyici kaynakları, donanımı, dil ve edebiyat anlayışı, çevresi ile ilgili çıkarımlara müsait olması bakımından da önemlidir. Bu bakımdan düzyazılarının, Safahat’la ve dostlarının hatıratıyla hafızalarımıza çizilen Âkif portresini tamamladığını, netleştirdiğini düşünüyorum. Mesela “Kimsenin akidesine müdahale etmek itiyadında değilim” diyen bir Âkif görüyoruz bu yazılarda. “Ya da bendeniz zahirciyim” diyen bir Âkif… Ehliyle karşılaşınca lisan tetkiklerinde kendini yetersiz görüp ironik özeleştiriler yapan bir Âkif… Sevdiği bir ilim adamına (Emrullah Efendi’ye) yakın olabilmek, onun ilminden daha fazla yararlanabilmek için çoluk çocuğu toplayıp ev değiştirdiğini ya da Hicri Efendi’nin ilminden istifade etmek için İstanbul’un bir ucundaki kah- vehanelere nasıl koşturduğunu bizzat onun kaleminden öğreniyoruz. İnceden inceye araştırmadan, bakışı derinleştirmeden hüküm vermeyen bir Âkif’le beraber oluyoruz yazılarında. Titiz ve hakşinas bir Âkif’le… Âkif, halka bakan yüzünü sohbet yazılarında daha açık bir şekilde göstermektedir. Arif’in kıraathanesinde Mithat Paşa’nın heykelini dikmek üzerine yapılan bir tartışmayı karışmadan, yorum yapmadan aktarıyor. Dostları yalnızca aydın çevreden değildir. Onun halktan da çok dostu vardır. Yazılarında bunlardan da bahseder. Nuruosmaniye’de lokanta işleten Kâmil Efendi bunlardan biridir. Çalışkanlığı, dürüstlüğü, tevazuu, yardımseverliği ile Âkif’in gönlünü fethetmiş örnek bir insandır Kâmil. Ölümü Âkif’i derinden üzmüştür. Derginin okur kitlesine hitap etme zarureti de, onun bu halkçı yanının görünmesine vesile olur. Okur mektuplarına cevap mahiyetinde yazılar yazar zaman zaman. Köylünün ihmal edildiğine inanır. Halkın irşadına dair görüşler ileri sürer. Camilerin halkı irşadda nasıl etkili bir rol oynayacağı üzerinde kafa yorar. İstanbul basınının faydalı olamamasından yakınır. Şöyle der: “Kısacası itiraf edelim: İstanbul yazarlığı, gazeteciliği, kitapçılığı Osmanlı Türklerinin binde birine bile fayda dokundurmuyor. Köylünün, işçinin, esnafın geçimine, hayatına, ahlâkına hizmet eden, duygusuna yakın, ruh ve fikir terbiyesine yararlı eser doğuramıyoruz. Eserlerimiz küçük, oldukça küçük bir okuyucu dairesiyle sınırlanmıştır; tarih, hukuk ve siyasete dair NİSAN ‘09 UMRAN 65 Kültür - Sanat yazılarımızdan millet, milletin büyük çoğunluğu habersiz kalıyor; hürriyet, eşitlik, adalet milletin kulağına anlamsız bir ses gibi geliyor; millet meşrutiyetle teyemmüm ediyor…” Âkif, yazılarında genellikle tümevarımcı bir yol takip etmektedir. Belki sohbet çeşnisi katmanın gerektirdiği bir şey olarak, gündelik hayatta cereyan eden basit olaylardan, gözlemlerden, bazen küçük bir hatıradan, bir latifeden hareket ediyor, buradan çocuk eğitimi, eğitimde Hıristiyan okullarının olumsuz etkisi, yanlış dil öğretimi, köylünün ihmal edilmişliği, hurafe ve bidatler gibi önemli memleket meselelerine götürüyor okuyucuyu. Âkif, nükteyi seven, mizahı yerinde ve ustaca kullanan bir yazardır. Safahat’ta tanık olduğumuz bu yönü düzyazılarında da kendini gösterir. Manzumelerine malzeme olmuş bazı fıkraları başka vesilelerle burada da anlatır. Ayrıca Arap latifelerinden nakiller yapar ki bunlar ünlü Arap şairleri arasında geçen ve şiirle, edebiyatla ilgili nüktelerdir. Âkif’in bir özelliği de şudur: O, başka bazı aydınlar gibi fildişi kuleye çekilip oradan toplumu seyretmez. Ya da gördüklerini sayıp dökmekle yetinmez. Cemiyetin içindedir ve onun derdi ile dertlenmektedir. Tesbitler yaptıktan sonra somut çözüm önerileri sunmaktadır. Mesela çocuk eğitimine dair kitapların yetersizliğini, uygunsuzluğunu dile getirdikten sonra Maârif Nezâreti’inin buna nasıl bir çözüm getirebileceğine dair görüşler belirtir. Osmanlı’yı saran kavmiyetçilik belasına karşı şu söyledikleri 66 UMRAN NİSAN ’09 de meselenin ortaya konması, çözüm çareleri önerilmesi ve çareleri uygulama yönteminin açıklanması bakımından dikkate değerdir: “Arnavutluk, Araplık, Türklük, Kürtlük adına ortaya çıkan kavim ileri gelenlerini bundan altı yedi sene önce bir yere çağırmış, kendilerine demiştik ki: Milliyetçilik akımı en medeni, en gelişmiş toplumları birbirine düşürür. Bizim gibi birleşik unsurları istisnasız cahil bulunan bir topluluğu ise darmadağın eder. Geliniz bu akımı körüklemeyiniz. Bağlı bulunduğunuz milletlere hizmet etmek istiyorsanız bunun başka bir yolunun olması gerekir. Evet, hepimiz biliyoruz ki İslâmî unsurların hepsi irşada, uyarıya muhtaçtır. Bunlardan mesela Arapları irşad görevini Arap akıl sahiplerine bırakınız. Çünkü irşadına çalışacağı unsurun dilini, âdetlerini, mizacını, ruhunu diğer unsurların akıl sahiplerinden iyi bildiği için, başarısı diğerlerine nispetle son derece kolay olur. Türk’ün, Arnavut’un, Kürt’ün uyanabilmesi için aynı yöntemi uygularız. O halde bu unsurların bütün ileri gelenleri hilafet merkezinde aynı çatı altında birleşirler, hareket yollarını belirleyerek birlikte işe başlarlar. Aradaki İslâm bağını sağlamlaştırmak şartıyla, bağlı oldukları milletleri okutmak, yazdırmak, ilim ve irfan sahibi etmek, servet, sanat, ticaret konularında ilerletmek için geceli gündüzlü uğraşırlar. Sonunda bu dağınık parçaların bütününden bir gelişmiş bütün meydana gelir ki İslâm Hilafeti ve Osmanlı Saltanatı’nın büyüklüğünün devamına sonsuza kadar hizmet eder durur.” Âkif’in kültür dünyasının genişliğini, edebiyat ufkunun enginliğini de bu yazılarda yakından öğrenme imkânı buluyoruz. Yararlandığı, sevdiği kalemleri birinci ağızdan öğreniyoruz. Sadî’yi, İbn-i Farız’ı, Feyzî-i Hindî’yi, Fuzulî’yi, Lamartin’i, Doğu ve Batı’nın bu birbirinden farklı sanatçılarını aynı ölçüde sevdiğini söyleyen, onlardan mısralar aktaran Âkif, Sadî’ye dair bir yazısına A. Dumas Fils’le başlayabiliyor, Lamartine’in Graziella’sıyla Fuzulî’nin Leyla ile Mecnun’unu aynı potanın içinde eritebiliyor. Servet-i Fünûn’un edebiyat soruşturmasına verdiği cevapta8 “Eslaftan Fuzulî’yi, müteahhirinden (Namık) Kemal’i, Ziya (Paşa)’yı; hayatta olanlardan (Abdülhak) Hamid’i pek sever, pek takdir ederim” diyen Âkif, bu isimlerden yaptığı alıntılarla görüşünü teyid etmektedir. Bu yazıların önemli bir özelliği de, zannımca, Âkif’in edebiyat ve dil anlayışına derli toplu bir bakış zemini hazırlamasıdır. “Edebiyat” ve “İntikad” yazıları, “Edebiyat Bahisleri” üst başlığıyla yazılmış teorik yazılar, diğer yazılara dağılmış edebiyata dair tesbit, tenkit ve görüşler edebiyatçı Âkif’i daha iyi tanımamıza yardımcı oluyor. Anlıyoruz ki içinde bulunulan sosyal şartlara uygun bir edebiyattan yanadır. Fakr ü zaruret içinde olan bir toplum için, süs ve çerez mahiyetinde bir edebiyat yapmayı uygun görmez. Aç, çıplak bir millet için yapılacak edebiyat, libas, gıda vazifesi görmelidir. Bu bakımdan sanatı sanat için yapmayı bir lüks olarak görmektedir. “Edebiyatın Kültür - Sanat milleti” olduğuna inanır. Onun için, “hiçbir milletin edebiyatını kendimize mal etmek istemeyiz” der. Başka edebiyatlardan ancak estetik değerler açısından yararlanılabilir. Kaba saba da olsa yerli bir edebiyattan yanadır. “Sözüm odun gibi olsun, hakikat olsun tek” mısraı bir ilke olarak benimseniyor. Seçkinlerden ziyade halka söyleyecek eserler verilmelidir. Bunca yıl havâs için yazmak iyi sonuçlar doğurmamıştır: “Altı yüz bu kadar seneden beri havâssı düşüne düşüne avam olmuş gitmişiz.” Sade yazmalı, dilin şivesi korunmalıdır. Başka bir yazısında toplumumuzun gözünü açacak, hissiyatını yükseltecek, hamiyetini galeyana getirecek, ahlakını süsleyecek, kısaca bize her manasıyla edep dersi verecek bir edebiyata muhtaç olduğumuzu söyler. Zamanında Arap edebiyatından gerektiği gibi yararlanmadığımız; İran’ın da Senaî, Sadî gibi bilge şairlerini örnek alacağımıza Enverî’nin yalanlarına iltifat ettiğimiz için yanlış yola girdiğimiz görüşündedir. Batı’yı da aynı şekilde takip etmekten, bir iki güzide edebiyatçımızın eserleri istisna edilirse, Batı’dan edebiyat adına aldığımız şeylerin, işimize yarayacak mahiyette olmadığından yakınmaktadır. Özlü, yoğun anlatımın edebî eseri güzelleştirdiği görüşündedir Âkif. Hayranı olduğu Sadî’nin sanatının sırrının yoğunlukta, az sözle çok şey söylemede olduğunu düşünür. A. Dumas’yı, “Ben her şeyin az şeyle olduğuna kani olanlardanım” dediği için sever. Sonuç: Mehmed Âkif’in, bir ömür boyunca emek verdiği nazımlarıyla anılması tabiîdir. Ancak onun nâsirliğini de göz ardı etmemelidir. En yakın dostları bile onun bu yanını ihmal etmişlerdir. Hasan Basri Çantay, Âkif’in çeviri ve şiirlerinde gösterdiği başarıyı makalelerinde gösteremediği kanaatindedir.9 Bunun sebepleri olarak da şiirle fazla iştigal etmesini, ilmî ve faydalı konulara daha çok önem vermesini ve edebî mensureler yazmak ihtiyacından kendini azade görmesini göstermektedir. Çantay’ın bir hakikat gibi göstermeye çalıştığı bu durum, aslında onun nesir anlayışından kaynaklanmaktadır. Anlıyoruz ki Çantay’ın nesir anlayışı, sosyal mevzulardan uzak sanatlı nesirdir. O, Âkif’ten Halit Ziyaların, Hüseyin Cahitlerin nesrini beklemektedir ki bu, Âkif’in yukarıda değindiğimiz edebiyat anlayışına aykırıdır. Âkif nazmında olduğu gibi nesrinde de bilinçli bir tercih yapmıştır. Yoksa edebîliği ön planda tutan metinler yazma bilgi ve kabiliyetinden mahrum değildir. Safahat’ın yedinci kitabındaki (Gölgeler) şiirlerle ilk altı kitaptakiler karşılaştırıldığında Âkif’in bu tercihinin daha iyi anlaşılacağını sanıyorum. Âkif, bir edebiyatçı kimliğini, sorumlu mümin ve aydın kimliğine feda eder bir bakıma. Nesirlerinde de bunu yapmaktadır. Bir cemiyet adamı olarak nesirlerinde de uyarıcıdır. Necip Fazıl’dan ilhamla söylersek: kollarını makas gibi açarak, “durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak!” diye haykırmaktadır. Âlem-i İslâm’ın başına gelen musibetler, tefrikanın koskocaman İmparatorluğu getirdiği nokta, miskinliğin, kaderi yanlış yorumlamanın, “cihan didinirken, uğraşırken, namütenahi terakkiyat, namütenahi inkılaplar geçirirken uzaktan bir seyirci sıfatıyla bakmaklığımızın” doğurduğu kahredici tablo, işte bütün bu durumlardan kurtulmak için İslam kardeşliğini, vahdeti temin ederek topluca çalışmanın önemini ısrarla anlatmanın derdindedir Âkif. Nesri de bu amaca matuftur. Onun bu nesri, başta belirttiğimiz gibi Âkif’i, onun devrini, çevresini, eserini daha iyi anlamamızı sağlamaktadır. Safahat’ın birçok ham malzemesini bize sunmaktadır. Bu malzemeler Âkif’in fikrine, edebiyata ve dile bakışına ışık tutmaktadır. Cemiyete onun geniş ufkundan bakmamıza zemin hazırlamaktadır. Sahih bir Âkif portresi için malzeme ihtiva etmektedir. 1 Sezai Karakoç, Mehmed Âkif, Diriliş Yayınları, 2. basım, İstanbul 1974. 2 İsmail Hakkı Şengüler, Mehmed Âkif Külliyatı, C. 6-7-8, Hikmet Neşriyat, İstanbul 1992. 3 Karakoç, a.g.e., s. 20. 4 Şengüler, a.g.e., C. 9. 5 Sebilü’r-Reşad, 24 Şubat 1327-19 Rebiülevvel 1330, C. 8-1, aded: 183-1. 6 Şengüler, a.g.e., C. 9. 7 Abdülkerim Abdülkadiroğlu - Nuran Abdülkadiroğlu, Mehmed Âkif Ersoy’un Makaleleri, Kültür Bakanlığı Yayınları, İstanbul 1990. 8 Servet-i Fünun, C. 54, nr. 1429, s. 360, 2 Teşrin-i Sani 1335 / 2 Ekim 1919. / Şengüler a.g.e. C. 5. 9 Hasan Basri Çantay, Âkifnâme, İstanbul 1966. NİSAN ‘09 UMRAN 67 Kültür - Sanat TÜRKİYE’DE İSLAMCILIK VE SIRAT-I MUSTAKİM M. SUAT MERTOĞLU İLE RÖPORTAJ Sırat-ı Mustakim, Cumhuriyet’in mayalanma evresi olarakda nitelendirilen II. Meşrutiyet döneminin hararetli fikri tartışma ve arayışlarının ürünü. Mecmua aynı zamanda Türkiye’de İslamcı tezlerin en güçlü şekilde dillendirildiği, bu itibarla ilgili tartışmalara günümüze kadar kaynaklık etmeyi başarabilmiş yayın organlarının başında geliyor. Klasik Yayınları, Sırat-ı Mustakim Mecmuası kitabı ile Osmanlı son dönem entelektüel birikimini yansıtan devasa hazineyi günümüze taşımayı, geçmişle atılan köprüleri yeniden kurma yolunda bir adım olmayı hedefliyor. Bu çalışma mecmua yazılarının sadece künyeleri ile yetinmemesi, yazı içeriklerine getirdiği açıklamalar, makale, yazar, kavram, özel adlar, ayet ve hadis dizinlerinin yanı sıra dikkatlerden uzak kalmış mecmua kapaklarını değerlendirmesiyle yetkin bir başvuru kaynağı. Sırat-ı Mustakim Mecmuası’nı M. Suat Mertoğlu ile konuştuk. Öncelikle şunu sormak istiyorum: Sırat-ı Müstakim Açıklamalı Fihrist ve Dizin çalışması nasıl oluştu? M. Suat Mertoğlu—Doktora tezimde modern tefsir bağlamında Sırat-ı Müstakim ve devamı mahiyetindeki Sebilürreşad dergisini çalışmaya karar vermiştim. Tez sürecinde muhtevasının zenginliğine rağmen bu derginin hak ettiği ilgiyi görmediğini fark ettim. Cumhuriyet döneminde bazı aydın ve araştırmacıların bu dergi üzerine incelemeler yapmalarına, çeşitli yazılarını latinize ederek yayınlamalarına ve ideolojik tartışmalarda kendisine atıfta bulunmalarına rağmen bu durum günümüze kadar fazla değişmedi. Zira bu çalışmalar bütünlükten, mecmuanın tam bir fotoğra- 68 UMRAN NİSAN ’09 fını vermekten uzaktı. Herkes kendisiyle ilgili gördüğü birkaç yazıyı ele alıyor ve kestirmeden bir sonuca varmaya çalışıyordu. O yazıların öncesi ve sonrasında neler vardı, mecmuada konuyla ilgili başka yazılar var mı idi, pek merak edilmiyordu. Ayrıca merak edilse bile 25 ciltlik bu devasa külliyatı kuşatmak uzun yılları gerektiriyordu. Elverişli fihrist ve indekslerin olmayışı da cabasıydı. Mevcut fihristler yazı başlıklarını sıralamaktan öte gitmiyordu. Oysa mecmuada başlıksız yazılar olduğu gibi, birçoğunun başlığı muhtevasını tam olarak yansıtmıyordu. Mecmua yazıları hakkında bütünlüğü sağlamanın ve tam bir fotoğraf sunmanın yolu mecmuayı baştan sona taramaktan, yazıların tam künyelerini tespit etmekten, mecmuadaki yazıların azımsanmayacak eksik bil- gilerini ikmal etmekten, yanlış bilgileri tashih etmekten ve bütün bunları yaparken yazıları dönemin konteksi içine yerleştirmekten geçiyordu ki bu da hakikaten zor bir işti. Ben zaten doktora tezim için bu zorluklara göğüs gerdiğimden ve gerekli alt yapıyı oluşturduğumdan tezimi teslim ettikten sonra omuzlarımda bir vazife olarak gördüğüm bu zahmetli işe girişmeye karar verdim. Sanırım Sırat-ı Müstakim üzerine Sırat-ı Müstakim ve Sebilürreşad Mecmuaları Fihristi adlı bir çalışma yapılmıştı. Çalışmanız bu çalışmadan hangi noktalarda farklılık taşıyor? Yukarıda da sözünü ettiğim gibi bu ve benzer çalışmalar sadece mecmuadaki yazıları makale başlığı ve yazarlarına Kültür - Sanat göre alfabetik olarak sıralıyor. Makale başlıkları çoğu zaman muhtevayı tam olarak yansıtmadığından bu tür fihristler belli bir konuyu araştıranlar için yanıltıcı oluyor. Ayrıca sözünü ettiğiniz çalışma bir başlığı olmayan kimi yazıları başka yazıların devamı olarak kabul etmesi, yazıları yazarlarından başka kimselere ait göstermesi, mecmuadaki eksik ve yanlış bilgileri olduğu gibi bırakması ve çeşitli okuma hataları gibi eksikliklere sahipti. Biz baş tarafta yazıları mecmuadaki tertibine uygun sıralama ile verdiğimizden yazıların akışını, birbiriyle ilişkisini daha kuşatıcı olarak gösterdik. Köşeli parantez içinde mecmuadaki yanlış bilgileri düzeltmeye, eksik bilgileri ikmal etmeye çalıştık. Verdiğimiz kısa özetlerle hem yazının neden söz ettiğine işaret ettik, hem de yazının arka planı, yazarın kimliği, tercüme ise nereden tercüme edildiği, kitaplaşıp kitaplaşmadığı gibi biyo-bibliyografik bilgiler verdik. Bu kısımda ayrıca bugüne kadar kullanılmayan mecmua kapaklarındaki önemli bazı bilgileri de notlar başlığı altında ayrıca değerlendirdik. Dizin kısmında ise makale ve yazar dizinlerinin yanı sıra mevcut çalışmalarda bulunmayan özel ad, kavram, ayet ve hadis dizinlerine yer verdik ve daha hususi sondajların yapılmasını mümkün hale getirdik. Böylece önceki çalışmalardan farklı olarak Sırat-ı Müstakim külliyatından daha sağlıklı ve detaylı istifade edilmesi mümkün hale gelmiş oldu. Peki şimdi Sırat-ı Müstakim’in yayın hayatına başladığı ortamdan başlayarak dergi üzerine konuşalım. Dergi nasıl bir ortamda ve kimler tarafından yayınlanıyor? Derginin siyasi ve fikri duruşunu nasıl tasvir edersiniz? Sırat-ı Müstakim Osmanlı devletinde bir rejim değişikliğini ifade eden 23 Temmuz 1908’de II. Meşrutiyet’in ilanından bir gün sonra kurulmuş ve kısa sürede yayına başlamış bir dergidir. Kuruluşu II. Abdülhamid’in basın hayatını sıkı bir kontrol altında tutan 33 yıllık yönetiminden sonra devlet ve toplum hayatının geleceği konusunda farklı fikirlerin ortaya atılmasına neden olan ve çoğu kısa ömürlü olan yayın patlamasına denk gelmiş, ancak kısa sürede kendine mahsus bir yer edinmeyi başarmıştır. II. Meşrutiyet dönemi Cumhuriyet’in mayalanma evresi olarak kabul edilir. Çok kısa süren bu dönem, sonradan Cumhuriyet döneminde uygulanacak olan politikalar üzerinde yoğun tartışmaların olduğu, devlet ve toplum hayatının şekillenmesinde belirleyici olan bir dönemdir. Sırat-ı Müstakim’in yazar kadrosu,daha Abdülhamid döneminde bazı sohbet meclislerinde memleketin geleceği konusundaki endişe ve düşüncelerini paylaşan ya da belli siyasi, fikri, edebi müşterekleri olan münevverler ve ilmiye sınıfı mensuplarıdır. Derginin yazı kadrosunun şekillenmesinde başyazar olan Mehmed Âkif’in ilişkileri belirleyici olmuştur. Dergide sürekli yazan isimlerin önemli bir kısmı Âkif’in dostu ya da talebesidir. Derginin iki sahibi Eşref Edib ve Mardinizâde Ebülûlâ, Babanzade Ahmed Naim, Manastırlı İsmail Hakkı, Bereketzade İsmail Hakkı, Ferid (Kam), Halim Sabit, Tahirü’lMevlevî, Abdürreşid İbrahim, Musa Kazım, Mehmed Fahreddin, Şemseddin (Günaltay), Şerefeddin (Yaltkaya) bunlardan bazılarıdır. Siyasi açıdan dergi Abdülhamid yönetimine muhalif, İttihad ve Terakki Cemiyeti’ne yakın, istibdad yönetimine karşı meşvereti, meclisi, yani parlamenter rejimi önceleyen, Osmanlı ve İslam birliğini savunan bir çizgidedir. Fikri açıdan ise en genel anlamıyla İslam modernizminin NİSAN ‘09 UMRAN 69 Kültür - Sanat savunucusudur. Yani modern dönemde İslam dünyasının sorunları konusunda hassasiyetleri olan, bu sorunların çözümü için İslamî kimliğinden vazgeçmek istemeyen, ancak İslam’ın yeni yorumlarına, bu arada modern, yani Batı medeniyetine ait bazı unsurlara da açık olan, dolayısıyla modernist bir çizgidedir. Derginin düşünce tarihi bakımından önemi nedir? —Sırat-ı Müstakim/ Sebilürreşad külliyatı Tanzimat sonrası teşekkül eden modern Türk ve İslam düşünce birikimini yansıtması açısından vazgeçilemeyecek kaynaklardan birini oluşturuyor. Yerli düşünürler kadar İslam dünyasının önemli simalarından yapılan tercümelerle modern İslam düşüncesinin bazı temel metinlerini aktarması hususu da oldukça önemli. Bu tercümeler Türkiye’de 60’lı yıllardan itibaren Mısır ve Hint altkıtasından yapılan çevirilerle mukayese edilince çok daha başarılı ve kalitelidir. İslam modernizminin Osmanlı bağlamında en güçlü seslerinden birini oluşturan bu dergi, İslam dünyasının bugün de devam eden modern sorunlarla yüzleşilmesi noktasında “entelektüel hafıza” diyebileceğimiz önemli bir birikim sunuyor. Geleneği ve birikimi olmayan bir düşünceden söz edilemeyeceğine göre bu külliyatın bizim için güncelliği ve önemi aynı şekilde devam etmektedir. Derginin İslam algısını değerlendirirken genel olarak İsmail Kara’nın İslamcılık noktasındaki 70 UMRAN NİSAN ’09 yaklaşımlarını esas alıyorsunuz. İslam’ı modern değerlerle eklektik tarzda uzlaştırma olarak özetlenebilecek bu tutum indirgemeci bir yaklaşım değil mi? —İslam’ı, kimi modern değerlerle uzlaştırma çabası, İslam modernizminin temel karakteristiğini ve en genel müşterekini oluşturur. Bu tespit söz konusu akım içinde yer alan düşünürlerin her anlamda homojenliğe sahip olduğu anlamına gelmez. Ancak ana damar, temel endişe ve yaklaşım budur. Aynı akım içinde bazı şahsiyetler arasında uyumsuzluk olduğu düşüncesi, belki vurgu ve mizaç farklılıklarından, gündelik yaşama ve ilişki biçimlerine dair hususiyetlerden ve sonraki dönemde edinilen pozisyonlardan kaynaklanmaktadır. İslam modernizminin temel karakterini bu şekilde tespit etmek erken dönemde başlamıştır. Daha Sırat-ı Müstakim/ Sebilürreşad’ın henüz yayınladığı dönemde benzer tespiti yapan çeşitli kimseler vardır. Örnek olarak, 1913’te Upsala Üniversitesi’ndeki ders notları 1920’de yayınlanan (Die Richtungen der islamischen Koranauslegung, İslam Tefsir Ekolleri adı altında Türkçe’ye çevirildi) Ignaz Goldziher’i verebilirim. Goldziher kitabının son bölümünde Hindistan ve Mısır bağlamında İslam modernizminin tefsir anlayışını anlatırken bu akım mensuplarının İslam’la modern değerleri uzlaştırma çabalarından söz eder. Yine aynı dönemden bir başka isim olarak Ahmed Muhiddin’i söyleyebilirim. Darülfünûn’dan Mehmed Âkif’in ve Ziya Gökalp’in öğrencisi olan Ahmed Muhiddin 1921’de Almanya’da doktora tezi olarak sunduğu Die Kulturbewegung im modernen Türkentum adlı çalışmasında (tarafımızdan Modern Türklükte Kültür Hareketi adıyla Türkçe’ye çevrilmiştir, İst. Küre Yay. 2004) “Reformasyon” adını verdiği İslamcı akımın (özellikle Sırat-ı Müstakim/Sebilürreşad ekibini kasteder) telifçi özelliğinden (Batı medeniyetinden bazı unsurların alınması) söz eder. İslam modernizmi mensuplarının modern pozitif bilim ve düşünceden, ilerleme (terakki) fikrinden, bazı modern siyasal kavram ve kurumlardan etkilendiği, özellikle maddi/iktisadi kalkınma için Batı’ya müracaat konusunda hemfikir oldukları açıktır. Peki Sırat-ı Müstakim’de yayımlanan tercüme yazıların büyük çoğunluğunun Mısır kaynaklı oluşu nasıl açıklanabilir? Mehmed Âkif’in Afgani ve Abduh hakkında yazdığı iki hususi yazıdan söz ediyorsunuz. Bu çerçevede Mehmed Âkif’in fikriyatına odaklanan kitaplarda -örneğin Sezai Karakoç’un Mehmed Âkif kitabında- Âkif’in bu düşünürlerden etkilenişine dair yargıların abartılı olduğu yönündeki yaklaşımları nasıl değerlendirirsiniz? —İslam dünyasında ilmi ve fikri geleneği güçlü olan Mısır, 1798’de Fransız işgali ve 1882 yılından itibaren İngiliz işgali altına girmek suretiyle Batı medeniyeti ile doğrudan temas kuran ve modern dönemde yeni fikirlerin serbestçe ifade edildiği, entelektüel açıdan oldukça Kültür - Sanat hareketli bir coğrafyadır. Buna mukabil İstanbul, 19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın başlarında hem Abdülhamid’in sıkı idaresi hem de hilafet merkezindeki entelektüellerin daha dikkatli ve ihtiyatlı hareket etme güdüsüyle fikri açıdan Mısır kadar hareketli olamamıştır. Bu nedenle Sırat-ı Müstakim’de yayınlanan tercümelerin Mısır ağırlıklı olması anlaşılabilir bir husustur. Düşünce tarihinde düşüncelerin, etkilenme ve etkileşimlerin izini sürmek ciddi bir sorundur. Elinizdeki veriler bu konuda bazı ipuçları sunsa bile çok açık veriler olmadıkça incelenen döneme ait birçok bilinmeyen, aydınlatılamayan unsur bulunduğundan düşüncelerin adresini tam olarak tespit etmek oldukça zordur. Eldeki verilerden hareketle Mehmed Âkif ve diğer dergi yazarlarının Mısır’dan bir ölçüde etkilendikleri açık olmakla birlikte bu kimselerin elverişli gördükleri bir kaynaktan istifade etme yoluna gittiklerini söylemek daha doğru olur. Mısır’da dile getirilen fikirler kısmen 1865’lerden itibaren Yeni Osmanlılar ve bazı Jöntürkler tarafından İstanbul’da ve Avrupa’daki yayınlarda zaten dile getiriliyordu. İslam’ın yeniden yorumlanması, siyasi ve ictimai bazı ıslahatların gerçekleştirilmesi yolundaki düşünceler bu açıdan Sırat-ı Müstakim ekibinin yabancısı olmadığı düşüncelerdir. Ancak Mısır yukarıda işaret ettiğim hususiyetleri nedeniyle bu konudaki düşüncelerin daha serbest şekilde ifade edildiği ve birçok ürünün ortaya konduğu M. Suat Mertoğlu bir yer olması nedeniyle bir zenginliğe sahipti ve bu nedenle yeni çıkarılan bir dergi için hazır malzeme sunuyordu. Mehmed Âkif ve diğer dergi yazarlarının yaptığı Osmanlı bağlamında bu malzemeden uygun gördüklerini seçerek almaktı, yoksa o malzemeyi olduğu gibi aktarmak değil. Bu nedenle derginin bu seçiciliğini ve siyasetini görmeksizin onu, hakkında doğru dürüst hiçbir bilgisi olmadığı Menar’ın İstanbul’daki nüshası olarak gösteren Niyazi Berkes gibi isimlerin yaklaşımını yüzeysel buluyorum. Reşid Rıza’nın İstanbul’daki gelişmeleri Menar’da nasıl yakından takip ettiğini ve Musa Kazım’ın Sırat-ı Müstakim’de çıkan kelam ilminin yenilenmesi, medreseleri ıslahı ve farklı Müslüman mezhep mensuplarının birbirine yaklaştırılması yazısı gibi bazı makaleleri tercüme ederek sita- NİSAN ‘09 UMRAN 71 Kültür - Sanat Eldeki verilerden hareketle Mehmed Âkif ve diğer dergi yazarlarının Mısır’dan bir ölçüde etkilendikleri açık olmakla birlikte bu kimselerin elverişli gördükleri bir kaynaktan istifade etme yoluna gittiklerini söylemek daha doğru olur. yişle yayınladığını bildiğimden, tek taraflı ve abartılı bir etkiden söz etmenin isabetli olmadığını söyleyebilirim. Peki, bu tür çoğulluğu içinde Sırat-ı Müstakim’de yayınlanan yazıların konularını kategorilere ayırdığımızda hangi başlıklar öne çıkar? —Derginin temel meselesi Osmanlı Devleti’nin, onun parçası olduğu İslam dünyasının ve müslümanların modern dönemdeki önemli problemlerine dikkat çekmek ve bu problemlerin çözümüne katkıda bulunmaktır. Bu bağlamda en temel sorun, müslümanların batılı devletlerin saldırıları karşısında siyasi hakimiyetini kaybetmesi ve bununla bağlantılı olarak İslam dünyasının askeri, siyasi, iktisadi ve ictimai olarak geri kalmış olmasıdır. Tüm bu olumsuzlukların altında yatan neden, müslümanların tarihi süreç içinde dinlerini yanlış anlamaları, inanç ve ahlak esaslarında sapmalar olması, çeşitli bidat ve hurafelerin ortaya çıkmasıdır. Bu nedenle temel kaynaklar ve, İslam’ın doğru şekilde anlaşıldığı ve uygulandığı asr-ı saadet dönemi esas alınmalıdır. Dolayısıyla 72 UMRAN NİSAN ’09 İslam’ın yeniden yorumlanmasına yönelik yazılar dergide önemli yer tutar. Temel kaynaklar olarak Kur’an ve hadislerden, o günün ihtiyaçlarına cevap verileceği düşünülerek seçilen unsurları modern tarzda yorumlayan yazılara yer verilir. Bidat, hurafe ve taklid eleştirisi yapılırken ictihad kapısının açık oluşu vurgulanır. Yanlış kader ve tevekkül anlayışının neden olduğu tembelliğe (atalet) karşı aktivist bir ahlak görüşü temellendirilmeye, müslümanlar çalışıp kazanmaya (sa’y, kesb, ticaret), düşmanları için hazırlık yapmaya (i’dâd-ı kuvvet) teşvik edilir. Trablusgarb ve Balkan Savaşları sırasında cihad mevzusu da ağırlıklı konulardan biri haline gelir. Bu çerçevede Mehmed Fahreddin’in Osmanlı ordusunun ve donanmasının son derece güçsüz olduğu o günlerde mali ibadetlerin düşeceği ve i’dâd-ı kuvvetin acil bir farz hükmünü almasından dolayı Müslümanların zekat ve fitrelerini orduya vermelerinin dinî gereklilik olduğu yolundaki yazıları ilginçtir. Meşvereti esas alan, emanette liyakat arayan esaslar ihmal edildiği ve istibdadı esas alan keyfi yönetime geçildi- ğinden Müslümanların zayıf düştüğü savunulur. Derginin Abdülhamid yönetiminin temsil ettiği istibdad idaresine yönelik eleştirileri ve meşrutiyet rejimi taraftarlığı böyle bir arka plana sahiptir. Bilhassa Manastırlı İsmail Hakkı’nın Ayasofya’da verdiği ve dergide “Mevâiz” başlığı altında yayınlanan siyasi muhtevalı vaazları, eski yönetim kötülenmesi ve yeni yönetimin, bu yönetimin temsilcisi İttihad ve Terakki Cemiyeti’nin meşruiyetinin sağlanması, İslam’a uygunluğunun temellendirilmesi noktasında önemli fonksiyon üstlenir. Özellikle ilk zamanlarda Meclis’te gayrimüslimlerin bulunmasına, Kanun-i Esasî önünde Müslümanlarla gayrimüslimlerin eşit tutulmasına (müsavat) yönelik eleştiriler bertaraf edilmeye çalışılır. Bir yandan Müslümanı gayrimüslimiyle Osmanlı birliği (ittihad-ı Osmanî), diğer yandan Osmanlı ve dünya Müslümanlarının birliği (vahdet, ittihad-ı İslam), kardeşliği (uhuvvet), dayanışması, Sünnîsi ve Şiîsiyle birbirine yaklaşması (tevhid-i mezâhib) vurgulanır, tefrikaya dikkat çekilir. Geri kalmışlığın (inhitat, tedennî) nedeni olarak düşünülen cehaletin giderilmesini amaçlayan eğitim (terbiye, maarif) yazıları da önemli bir yere sahiptir. Modern bilimlerin (fen, fünûn) elde edilmesinin, mektep ve medreselerin ıslah edilmesinin, eğitimin yaygınlaştırılması için dilin sadeleştirilmesinin önemi vurgulanır. Bu bağlamda kadın meselesi de önemli konulardan biridir. Toplumun kalkınmasında kadının ihmal edilmemesi, temel Kültür - Sanat eğitimini alması gerektiği vurgulanır. Ancak diğer taraftan da batıcıların (Abdullah Cevdet’in çıkardığı İçtihad dergisi çevresinin) özellikle kadın bağlamında savunduğu hürriyet ve ahlak anlayışının mahzurları dile getirilir. Keza Abdullah Cevdet’in Dozy’den çevirdiği Tarih-i İslamiyet tarzında İslam’a yönelik saldırılara cevap veren, misyonerlerin Osmanlı ve İslam dünyasındaki faaliyetlerini konu edinen yazılar da belli ağırlığa sahiptir. Derginin hem İslam dünyasına hem de Türk dünyasına özel bir ilgisinin olduğunu ifade ediyorsunuz… —Bu durum hem derginin genel yayın politikası olarak İslam dünyasının bir parçası olan Türk dünyasını yakından takip etmesinin ve hem de Halim Sabit, Abdürreşid İbrahim, Ahmed Taceddin, Akçuraoğlu Yusuf, Ahmed Agayef gibi Türk dünyasından gelmiş isimlerin dergide yazılar kaleme almasının kaçınılmaz sonucudur. Dergide sürdürülen ılımlı bir Türkçülük’ten dolayı yayınlandığı dönemde dergiyi çıkaranların “Türkçü İslamcılar” olarak nitelendirildikleri ifade ediliyor. Bu nitelemeyi doğru buluyor musunuz? -Bu nitelemeyi yapanlar daha sonra Türkçülük hareketi içinde önemli roller üstlenecek bazı isimlerin (Akçuraoğlu Yusuf, Ahmed Agayef, kısmen Halim Sabit ve Şemseddin Günaltay) Sırat-ı Müstakim’in yazı kadrosu içinde bulunmasını, 1908’de Türk dilini ve halk- larını araştırmak amacıyla kurulan Türk Derneği’nin naşir-i efkârı olarak Sırat-ı Müstakim’i kabul etmesini ve dergide Türk dünyasına yönelik yazıların önemli bir miktara ulaşmasını esas alıyor. Kanaatimce bu hususlar dergiye “Türkçü” nitelendirmesi yapmak için yeterli olamaz. Dergi yönetimi İslam birliğinden yanadır ve Türk dünyasına ilgisi İslam aleminin bir parçası olması hasebiyledir, yoksa ideolojik olarak Türkçü bir yayın politikası izlemesi söz konusu değildir. Derginin yayınlandığı dönemde zaten Türkçülük hareketi de kültürel çalışmalarla meşguldür, siyasi olarak bir akım haline gelmesi esas olarak Balkan Harbi’nden (1912) sonradır. Böyle bir ayrışma gerçekleşince yazarlardan Türkçülük tarafı ağır basan isimler ayrılarak Türk Yurdu, İslam Mecmuası gibi dergileri çıkarmaya başlamışlardır. Bu tarihten sonra Türkçülerle en sert tartışmayı Sebilürreşad sürdürmüş, Mehmed Âkif şiirlerinde, Babanzade Ahmed Naim “İslam’da Dava-yı Kavmiyet” adlı uzun makalesinde Türkçülüğü ağır şekilde eleştirmiş, İzmirli İsmail Hakkı İslam Mecmuası’nda “ictimaî usûl-i fıkıh” başlığı altında sekülerleşmeye yol açacak milliyetçi din yorumlarına ilmi cevaplar vermiştir. Peki dergi ilgi görüyor mu? -Hiç şüphesiz. Dergi gerek içerde gerekse İslam aleminin ve dünyanın diğer bölgelerinde yakından takip ediliyordu. Bunu derginin çeşitli yerlerdeki muhabirlerinin faaliyetlerinden ve Japonya’dan Trablusgarb’a, Yemen’den Balkanlara dergiye ulaşan okuyucu mektuplarından takip etmek mümkündür. Sırat-ı Müstakim ve Sebilürreşad dergileri arasında temel noktalarda farklılıklar var mı? -Siyasi gelişmelere ve konjonktüre bağlı olarak Türkçü ve İslamcı safların ayrışması gerçekleştikten sonra Sebilürreşad’ın İslamcı vurgusu daha açık olarak ortaya çıkmıştır. Sırat-ı Müstakim döneminde fikri tartışmalar daha ziyade Abdullah Cevdet’in İctihad dergisi ekseninde batıcı akıma yönelikken, Sebilürreşad’da Türkçülüğe yönelik polemikler de söz konusu olmuştur. Ayrıca Sırat-ı Müstakim’de İttihad ve Terakki’ye yakın durulurken Sebilürreşad döneminde süreç içinde bu Cemiyet’e daha mesafeli durulmaya başlanmış, bu nedenle zaman zaman yayını durdurulmuş ya da sansüre uğramıştır. Mecmuanın 1912– 1925 dönemini kapsayan Sebilürreşad kısmı için de yürütmekte olduğunuz benzer çalışma hangi aşamada? —Doğrusunu söylemek gerekirse şu an içinde bulunduğum yoğunluk nedeniyle oldukça yavaş gidiyor. Sabırlı ve gayretli genç arkadaşların yardımı olmaksızın benim bu çalışmayı tamamlamam uzun süre alabilir. Söyleşi için teşekkür ederim. NİSAN ‘09 UMRAN 73 Kültür - Sanat DÜŞÜNCE DÜNYASINDA SIRAT-I MÜSTAKİM SORUŞTURMA 1) Din, felsefe, edebiyat, hukuk, ilim, siyaset, içtimaiyat ve Müslümanların ahvalinden bahseden haftalık bir dergi olarak 1908 yılında yayımlanmaya başlayan Sırat-ı Müstakim vurgulanan kavramlar ve dünya görüşü söz konusu olduğunda, derginin ideolojik çerçevesinin temel özellikleri hakkında neler söylenebilir? 2) Derginin, İslâm dünyasının gerileme ve çöküş için de oluşu, birçok Müslüman ülkenin Avrupa devletlerinin esareti altına girişi vb. noktalarda Avrupalıların oryantalist bakışlarını eleştirerek, “Kabahat İslâm’da değil Müslümanlardadır” yaklaşımı çerçevesinde Müslümanların esaretten, geri durumdan kurtulmaları ve tekrar eski ileri ve yüksek itibarlı duruma gelebilmeleri için, önce İslâm hakkındaki bilgi, anlayış ve bakış açılarını değiştirmeleri, tashih etmeleri gerektiği yönündeki düşünceleri, Müslümanların modern dünyayı kavrama sürecine nasıl bir katkı yapmıştır? Dergide yayımlanan gerek çeviri gerek telif yazılarda kaynaklara dönüşün yanında asrın ihtiyaçlarını karşılayacak ahkâmı çıkarabilme, aktif bir insan ve ahlâk anlayışı üzerinde durulması ve bu anlayışın yerleşmesi sürecinde yerleşik din tasavvurunu, halk Müslümanlığını engel olarak gören bir anlayışın benimsenmesi Sırat-ı Müstakim dergisini İslam düşüncesi bakımından modernist, eklektik olarak nitelendirilmesini gerektirir mi? Niçin? 3) Kaynaklara dönüş konusunda dergide ortaya konulan görüşlerin İslam dünyasının çeşitli bölgelerinde daha önce çeşitli kimseler tarafından dile getirilenlerle büyük ölçüde paralellikler taşımasını nasıl açıklarsınız? Dr. Ramazan YILDIRIM/ Yazar hareketlerinin yanı sıra Arap tarz-ı siyasetiydi. Aslında bugün- 1) Osmanlı devleti, 19. yüzyı- dünyasında da birçok hareket, den baktığımızda o üç tarz-ı lın başlarında içeriden ve dışarı- farklı taleplerle ortaya çıkıyordu. siyasetin neşet ettiği kültürel dan hızla kan kaybetmekteydi. İşte böyle bir dönemde Osmanlı ve dini ortamın aynı olduğunu Yüzyıllarca farklı etnik ve dini imparatorluğunu siyaseten kur- görürüz. Genellikle İslamcılık gruplarla bir imparatorluğun tarabilecek veya en azından fazla tarz-ı gereği olarak varlığını sürdüren dağılmadan mevcut durumunu ulema ve münevver kesim, Sırat-ı Osmanlı devleti, Batı dünyasında sürdürebilecek siyasi projeler ileri Müstakim dergisi çevresinde ortaya çıkan ulusçuluk hareketle- sürülüyordu. Yusuf Akçura’nın bir araya gelerek düşüncelerini rinin etki alanına girerek toprak “üç tarz-ı siyaset” olarak orta- ifade ediyorlardı. Söz konusu ve güç kaybediyordu. Balkanlarda ya koyduğu ve argümanlarını dergi Mısır, Balkanlar, Kazan, baş gösteren Osmanlı devletin- tartışmaya açtığı bu üç kurtuluş Hindistan, Arabistan ve Kuzey den ayrılma ve bağımsızlaşma reçetelerinden biri de İslamcılık Afrika 74 UMRAN NİSAN ’09 siyasetini gibi benimseyen Müslümanların Kültür - Sanat yoğunlukta yaşadıkları bölgelere kadar ulaşıyor ve onlara emperyalizm karşısında dik durmaları, Osmanlı devletini destekleyerek varlıklarını sürdürmeleri için bir çağrı yapıyordu. Sırat-ı Müstakim kadrosuna göre dünyanın dört bir tarafında yaşayan Müslümanların kurtuluşu, İslamcılık tarz-ı siyasetinin hararetle savunulduğu “hilafet”le mümkün olacaktı. Elbette ki bu çağrının içinde, dinin nasıl anlaşılmasıyla ilgili bazı temel düşünceler de yer almaktaydı. Ayrıca “şûra”, “meşveret” ve “hilafet” gibi kavramların etrafında da yeni bir siyasal dil keşfediliyordu. Bu keşif yeni bir icat değil, zaten İslam siyaset geleneğinde mündemiç olanın yeniden gün yüzüne çıkarılması şeklindeydi. Yani mevcut durumun eleştirisi ve çözüm önerisi din dili üzerinden ifade edilmeye çalışılıyordu. 2) Sıratı-ı Müstakim dergisinin bahsedilen konularda kullandığı dili ve ortaya koyduğu tavrı eklektik ve modernist olarak değerlendirmek haksızlık olur. Çünkü böylesine bir yaklaşım, İslam düşüncesinde yer alan ve her biri kendi dönemlerinin sorunlarına bir çözüm önerisi olan itikadi, fıkhi ve tasavvufi yorumları görmemek demektir. Eğer İslam dininin sınırlı olan naslarıyla, zaman ve mekânın değişimine bağlı olarak ortaya çıkan sınırsız sorunlara bir çözüm getirilemeyecekse din ile hayat arasındaki bağı koparmış oluruz. Bu bağı sürdürmenin yolu da ictihattır. Zaman ve mekânın değişimine ayak uyduramayarak durağan bir boyut almış, tozlanarak kabuk bağlamış ve nerdeyse özünü kaybedecek bir hale gelmiş olan ana bünyeyi yeniden ortaya çıkarmak, onu cilalamak ve parlatmak gerekiyordu. İşte Sırat-ı Müstakim kadrosu da bunu yapmak istiyordu. Osmanlı tabiiyetinde yaşayan Müslümanlardan sayıca daha fazla Müslümanın gayrimüslim iktidarların egemenliği altında yaşadığı bir dönemde Sırat-ı Müstakim kadrosu bir taraftan siyaseti olması gereken mecraya doğru çekmeye çabalarken bir taraftan da dinin aslından uzaklaşmış yorumlarını tashih etmek için çırpınıyorlardı. En büyük çabaları, Müslümanlar arasında yaygınlaşmış yanlış kader ve tevekkül anlayışlarıyla direk ya da dolaylı ilgisi bulunan fikirleri eleştirmek ve bunların yerine doğru olan, onları harekete geçiren düşünceleri seslendirmektir. Bu kadronun öncülerinden olan Mehmed Âkif’in Safahat’ını bu gözle okuduğumuzda birçok şeyi rahatlıkla görebiliriz. Tabi o dönem Batı dünyasından tercüme edilerek olduğu gibi aktarılan katı pozitivist fikirlere karşı dile getirilen düşünceleri de kendi bağlamı içinde değerlendirmek zorundayız. İslam dünyasının mevcut durumunun faturasını dine kesen anlayışla sosyal ve siyasal hayattaki olumsuzlukların dinden değil de yanlış dini anlayışlardan kaynaklandığını dile getiren bakış açısı arasında büyük farklar vardır. İslam’ın temel mesajı ile Müslümanların pratik tecrübeleri aynı şey değildir. Müslümanların hayatın tüm alanıyla ilgili pratikleri, İslam’dan anladıklarının bir sonucudur. Bunun için de Ramazan Yıldırım Eğer İslam dininin sınırlı olan naslarıyla, zaman ve mekânın değişimine bağlı olarak ortaya çıkan sınırsız sorunlara bir çözüm getirilemeyecekse din ile hayat arasındaki bağı koparmış oluruz. Bu bağı sürdürmenin yolu da ictihattır. NİSAN ‘09 UMRAN 75 Kültür - Sanat zaman zaman bu pratikler eleştirilebilir. Bunları eleştirme ve yerine alternatif yorumlar önerme çabaları, adına modernizm denilen akım henüz yokken de İslam düşüncesinde mündemiç olan bir hakikat olarak geleneğin içinde zaten vardı. 3) Sırat-ı Müstakim dergisinin kadrosu, İslam dünyasının değişik bölgelerinde yaşayan ve yüreği Müslümanların birliği, beraberliği, ilerlemeleri, içinde bulundukları olumsuzluktan kurtulmalarını sağlayacak bir mücadele aşkıyla dolu olan âlim ve mütefekkirlerle bir gönül bağı oluşturmuştu. Düşünceleriyle hem onları etkiliyor hem de onların paralel düşüncelerine sayfalarını açıyordu. Ümmet olmanın, bir vücudun organları olmanın ve birinin çektiği acıyı topyekûn hissetmenin gereği olarak bu etkileme ve etkilenme hususu çok doğaldır. Düşünün İstanbul’dan yayınlanan bir dergi Kahire’de, Kudüs’te, Mekke’de Medine’de, Şam’da, Bağdat’ta, Kazan’da, Türkistan’da, Hindistan’da takip ediliyor ve yeni sayısı heyecanla bekleniyor. Düşünün, o günün imkânları içinde hangi aşk, çaba ve iman bunu gerçekleştiriyor. Asıl üzerinde durulması gereken konu budur bence. İslam dünyasının dört bir tarafındaki insanlar sorunun teşhisinde bir araya gelebiliyorsa tabiî ki bu soruna getirilecek çözüm önerilerinde de paralel düşüncelere sahip olacaklardır. İslam dünyası büyük tarihi ve siyasi kırılmalar yaşadığı dönemlerde buna benzer tepkileri elbette vermiştir. Bu kadro da kendi dönemindeki kültürel ve siyasal kırılmaya bir 76 UMRAN NİSAN ’09 tepki vermiş ve verilen tepkileri örgütlemeye çalışarak ortak bir zemin oluşturmaya çalışmıştır. İşte Afgani’yi, Abduh’u, Mehmed Âkif’i, Said Nursi’yi, Musa Carullah’ı, Abdurreşid İbrahim’i, Şehy Senusi’yi, Abdülaziz Çaviş’i, Cemaleddin Kasımi’yi, vb. birçok ilim ve fikir adamını, fikir ve eylemleriyle aynı zeminde buluşturan iman da bu tepkinin bir sonucudur. Çünkü bu tepki, Müslüman kalarak ayakta durma mücadelesidir. Yrd. Doç. Dr. Mustafa GÜNDÜZ Fırat Üniversitesi, Eğt. Fakültesi 1) Her şeyden önce, Sırat-ı Müstakim bir dönemin ve bir neslin farklı bir dünya tahayyülünün tercümanıdır. Bu dönem ve nesil, son dönem Osmanlı entelektüel/aydın ya da ulemâ dünyasıdır. Sırat-ı Müstakim’i hakkıyla anlayabilmek için öncelikle derin bir tarih birikimine ve dinî ilimlere vukûfiyet gerekir. (Elbette bu birikim ve vukufiyetin sınırları geniş ve belirsizdir ancak, günümüz akademiasında konuya ilginin çok az olduğu söylenebilir). Aksi halde burada neden bahsedildiğini bile anlamak güç. Aynı zamanda dönemin bir dergisini anlayabilmek için diğerlerine, hatta haleflerine de bakmak gerekiyor. Sırat-ı Müstakim’in yanında İçtihad, Kanun-ı Esasî, Türk, Tercüman, Volkan, Beyanü’l- Hak vd. hatta II. Abdülhamid dönemi basın dünyasına bakılmalı ki büyük fotoğraf görülebilsin. Son zamanlara kadar Yeni Osmanlılar, I. Meşrutiyet ve II. Abdülhamid dönemine yönelik yeterli ve yetkin araştırmaların olmaması, son dönem Osmanlı bilim, edebiyat ve felsefe tartışmalarına nüfuz edememenin önündeki en büyük engeldi. Bu engel hâlâ aşılmış değil. Döneme yönelik araştırmaların pek çoğu subjektif değerlendirme ve kalıp yargı üretmekten öte gitmeyen, hatta bilimsel bile sayılamayacak araştırmalardan ibaretti. Bu tür bir tarih yazımı ve kültürel politika, geçmişi kaotik bir alan haline getirmiştir. Son 15-20 seneden beri özellikle II. Abdülhamid ve dönemi üzerine yapılan araştırmalar büyüleyici bir entelektüel dünyanın kapılarını da aralamış görünüyor. Ancak henüz bu dünyanın kapısının eşiğinde olduğumuzun farkında olunması gerekiyor. Eğer II. Abdülhamid döneminde basın ve eğitim alanındaki yenilikler ve gelişmeler olmasaydı, II. Meşrutiyet döneminde anarşik boyutlara ulaşan basın inkişafından ve entelektüel ortamından bahsetmek biraz güç olacaktı. Dolayısıyla II. Meşrutiyet basın ve entelektüel dünyasının kuluçka dönemi, II. Abdülhamid dönemi sayılır. Aslında bu güne kadar siyaseten incelenen son dönem Osmanlı basın dünyası, ideolojik, dinî, ilmî ve içtimâi taraflarıyla incelenmiş sayılmaz. Umran’ın bu sayısına kadar Sırat-ı Müstakim’in bir dosya ve inceleme dosyası haline getirilmemiş olması da bunun bir göstergesidir. Sırat-ı Müstakim’in devamı sayılan Sebilü’r-Reşad üzerine çeşitli yazılar ve araştırmalara karşın Sırat-ı Müstakim hep kenarda kalmış gibidir. Ancak çok umut vaat edici ve sevindirici gelişmeler de yok değil. İsmail Kara’nın öncü ve Kültür - Sanat ufuk açıcı çalışmalarının yanında, Suat Mertoğlu’nun birkaç ay önce yayımlanan Sırat-ı Müstakim’in haritasını bütün detaylarıyla çizdiği enfes eseri bunu net olarak gösteriyor. Sırat-ı Müstakim’e yönelik ilginin azlık sebeplerinden biri, adı geçen dergide üst düzey bir düşüncenin yer alması ve entelektüel tartışmanın yapılmış olmasıdır. Sırat-ı Müstakim’in çıkmaya başladığı dönemi, geleneksel İslâm/Doğu toplumsal bilimi fıkıh ile Batı dünyasının toplumsal hayatını dizayn eden ‘sosyal bilimler’in final karşılaşmasının yapıldığı bir arena olarak görmek mümkün. Ortada yeni toplumsal alanın nasıl inşa edileceği, kimin ve hangi bilginin temel alınacağı noktasında büyük gerilimli bir tartışma alanı söz konusu. Tartışmanın tarafları, II. Mahmud’dan itibaren başlayan, batılı bilgilerle ama aynı zamanda yerli eğitim de almış seküler zihniyetli ‘aydın’ ile geleneksel ulemâ olarak temayüz etmektedir. Sırat-ı Müstakim yazarları burada ikinci kısmı oluşturur. Dergide yayımlanan yazılardan pek çoğunun potansiyel olarak Abdullah Cevdet’in İçtihad’ına cevap niteliği taşıması da bunun göstergelerindendir. İlginçtir ki bu rekabet 25 sene devam etmiştir. Sonunda devlet eliyle bir taraf ikbale terfi ettirilmiş diğer taraf idbara mahkûm edilmiştir. Sırat-ı Müstakim’de yayımlanan yazılara bakıldığında derginin öncelikle siyasî özelliği göze çarpar. Ama aynı zamanda ilmîdir, sosyolojiktir, hukukîdir, edebî ve felsefîdir. Aslında böyle olmak da zorundadır. Zira dergi her hangi bir meslek grubunun, ilgililer bütününün değil, bir çağın, bir medeniyet iddiasının ve bir davanın yayın organıdır. Bu dava, Batı medeniyeti karşısında zor durumdaki bir toplumun, kendi değer ve birikimi ile var olabilme kavgasının en üst düzeydeki (felsefî ve ilmî noktada) tezahürüdür. Her ne kadar farklı türlerde yazılar kaleme alınmış olsa da, tartışılan konu tektir aslında: Her bakımdan meydan okuyan Batı medeniyetine karşı bir direnç potansiyelinin sınırlarını yoklamak. Bu bakımdan Sırat-ı Müstakim’in ideolojisi bu günkü anlamda sadece dinî bir mahiyet taşıdığı varsayılan ‘İslâmcılık’ ideolojisiyle sınırlandırılamayacak ölçüde geniştir. Hayatın bütün alanlarına yönelik kuşatıcı bir meselesi vardır. Sırat-ı Müstakim’de kadın meselesinden eğitime, ekonomiden günlük hayatın biçimlenmesine, siyasetten edebiyat ve bediiyata varıncaya kadar insana ve topluma dair bütün meselelere, özgün bir form kazandırmanın entelektüel gayreti söz konusudur. Dergide Batı dünyasının yeni teori ve kavramlarına “ondan bizde de var” savunma ruhuyla değil, “o bizde şöyledir” eminliği içinde bir psikoloji hâkimdir. Sırat-ı Müstakim dönemin diğer pek çok dergisinde olduğu gibi dar bir çevrenin çıkardığı yayın değildir. Özellikle Rusya muhacir aydınlarının ağırlığı hissedilir. Yusuf Akçura, Halim Sabit, Ahmed Agayef ve İsmail Gaspıralı’nın ortak çizgideki yazıları tenkit edilmeden yayımlanmıştır. Bu isimler daha sonra Türk Yurdu kadrosuna dahil olmuştur. Dergide Türk Derneği’nin nizamnamesinin yayımlanması, siyasî ideolojisi hakkında kanaat verir. Buna göre Sırat-ı Müstakim, Sebilü’rReşad oluncaya hatta daha geç tarihlere kadar, milliyetçilik, kavmiyetçilik gibi asrın vebası olarak görülen batılı kavramları dert edinmemiştir. Bu kavramlara yönelik tartışmalar 1913’ten sonra başlamıştır. Sırat-ı Müstakim’in öncelikli meselesi, Müslüman dünyanın kendine özgü bir medeniyet inşa edebilmesidir. İsmail Kara’nın ifadesiyle “tevarüs edilmiş çerçevenin ileri götürülmesi”dir. Bunun için tarihi tecrübenin seçkinci tarzda kullanılması gerektiği vurgulanmıştır. 2) Sorunun ilk şıkkına hem evet, hem de hayır şeklinde bir cevap verilebilir. Sebebine gelince: Son zamanlarda tartışılan ‘alternatif modernlikler’ ya da ‘Batı dışı modernlikler’in Osmanlı Türk toplumu için nitelikli ve esaslı başlangıcını II. Abdülhamid ve II. Meşrutiyet senelerinde aramak isabetli bir tercih olacaktır. Bu noktada Sırat-ı Müstakim hayli önem arz eder. Zira Batı dışı bir modernliğin inşasında onun kadar özgünlük derdi içinde olan yayınlar azdır. Şu halde Sırat-ı Müstakim’in Müslümanların modern dünyayı kavramada çok büyük katkısının olduğunu söylemek bence güç. Çünkü burada batılı modern kavramları aynıyla taklit değil, yerli bir cevap verme, karşı çıkış, hatta meydan okuma ‘challenge’ söz konusudur. Modern kavramların yerleşmesine başarılı bir katkı bakımından değil Sırat-ı NİSAN ‘09 UMRAN 77 Kültür - Sanat Müstakim ve Sebilü’r-Reşad kadroları ile İçtihad ve Türk Yurdu kadrolarının başarıları tartışılır. Mesela, Ziya Gökalp ve Prens Sabahattin bile açık açık Durkheim, Demolines ve Le Play sosyolojisini Türkiye’ye nakletmede ciddi sorun yaşamışlardır. Hatta onların aktarımcılığının hiç de başarılı olmadığı bugün dillendirilmektedir. Anglo-Sakson hayatının başarılarının Osmanlı toplumuna uygulanmasını tek çıkar yol olarak düşünen Prens’in dile getirdikleriyle, Fransız öncülerinin tahayyülleri ve projeleri serapa zıttır. İngiltere karşısında sömürge yarışında geri kalmış Fransa bu yarışta galip çıkabilmek için çareler aramakta, ferdî teşebbüs ve birey temelli toplum tasavvuru üzerinde durmaktadır. Bu süreçte toplumsal yapıyı ve geleceği izah edecek ilmî kavramsal metafor oluşturulmaktadır. Oysa Osmanlı toplumunda hem buna benzer bir paralel gelişmeye rastlanmaz hem de toplumun tarihsel ve sosyolojik bakımdan zebunu olduğu dertler başkadır. Bu bağlamda Prens’in düşüncelerinin karşılığı Osmanlı toplumunda yoktur ve birçokları tarafından da şiddetle ‘muzır fikir’ üretmekle eleştirilmiştir. Bu sosyolojik uyuşmazlık onun önerilerini geçersizliğe mahkûm etmiştir. Dolayısıyla Müslümanların batılı modern kavramlara aşinalığı konusunda Sırat-ı Müstakim’in zaten bir derdi de yoktur. Üstelik buna mecalinin olup olmadığı da tartışılır. Son dönem Osmanlı entelektüeli modern kavramlara ne kadar aşina idi? Burada ciddî sıkıntıların olduğunu Atila 78 UMRAN NİSAN ’09 Doğan “Osmanlı Aydınları ve Sosyal Darwinizm” araştırmasında ortaya koymaktadır. Ancak alternatif üretme konusunda büyük gayret ve birikim söz konusudur. Bunu da ilk elden İ. Kara’nın Ahmet Naim üzerine yaptığı “Bir Felsefe Dili Kurmak” çalışmasında görebiliriz. Bu konuda Sırat-ı Müstakim üzerinden şöyle bir değerlendirme yapılabilir: Sırat-ı Müstakim’de en çok üzerinde durulan kavramlara bir bakılacak olursa birinci sırayı şunlar oluşturur: “Bidat, içtihad, hilafet, ittihad, misyoner, tefrika, tesettür, kadın, uhuvvet”. Bunlar kadar sık olmasa da yine de çokça tekrar eden ikinci sıra kavramlar da şunlardır: “Cihat, atalet, din, donanma, fırka, fıtrat, hurafe, hutbe, hürriyet, sa’y, taklit, ulema”. Görüldüğü üzere bunlar içinde hiç ‘modern’ kavram yoktur. Tamamıyla Müslüman toplumun ve devletin 19. yüzyılda karşılaştığı ve zorlandığı modern hayata/dünyaya uyum için yine geleneksel hayattan esinlenilerek bir cevap verme, bir dünya inşa etme gayreti söz konusudur. Sırat-ı Müstakim ile birlikte dönemin diğer dergilerinde en çok tartışılan konulardan birinin ‘içtihad kapısı’ olması ve 1913’ten sonra, özellikle İslâm Mecmuası etrafında ‘İçtimaî usul-i fıkıh’ hareketinin geniş taraftar bulması bu özgünlük arayışının bir tezahürüdür. “Dergide yayımlanan gerek çeviri gerek telif yazılarda kaynaklara dönüşün yanında asrın ihtiyaçlarını karşılayacak ahkâmı çıkarabilme, aktif bir insan ve ahlâk anlayışı üzerinde durulması ve bu anlayışın yerleşmesi sürecinde yerleşik din tasav- vurunu, halk Müslümanlığını engel olarak gören bir anlayışın benimsenmesi” konusunda ise yoğun bir oryantalist etkinin varlığı yanında bir haksızlığın da olduğu açıktır. Evet, dergide yerleşik din anlayışı yerine, yüksek zümre ve ‘şehir İslâm’ının topluma ve hayata hâkim kılınması sürekli vurgulanır. Hatta bir seçkinler sınıfından ‘sınıf-ı mümtâze’nin gerekliliğinden de bahsedilir. Bu isteğin de ne kadar Avrupalı olduğu ise izahtan vareste. Söz konusu haksızlığa gelince: Yapılan onca iyileştirme ve yeniliğe karşın 18. yüzyıl sonları eğitimin yaygınlık durumu göz önüne alındığında halk kitlelerinin yaşadığı İslâm’ın ‘seçkinler sınıfı’ gibi olmasını beklemek zaten mümkün değildir. Yerleşik din tasavvurunun ve hayatının yanlışlıkları söz konusudur. Ancak bunun gelişme, değişme ve alternatif modernlik için ne kadar engel teşkil ettiği, bu noktada ne kadar büyük bir sorun olduğu ise tartışılır. Şöyle ki, dönemin okuma yazma oranı % 10 bile değilken, yapılan entelektüel tartışmanın seviyesi, genişliği ve hem Osmanlı hem İslâm dünyasının farklı coğrafyaları ile olan iletişim haritası ve hızı, bu günün ölçüleri ve imkânları ile kıyaslandığında yüksek bir seviyeyi gösterir. Şunu açıkça söyleyebiliriz ki, 2009’da toplum, devlet ve siyaset adına yapılan tartışmalar daha yüksek bir ilmî ve felsefî düzlemde hem de yerli kaynaklar üzerinden son dönem Osmanlı aydınları arasında da yapılmıştır. Bunun temsil kabiliyeti bakımından en güzel örneği de Sırat-ı Müstakim’dir. Asrın ihtiyaçlarına cevap Kültür - Sanat verme, kaynakları kullanma ve yorumlama adına Sırat-ı Müstakim’de büyük bir mücadele verilmiştir. Bu noktada İslâm ya da Osmanlı modernleşmesi bakımından Sırat-ı Müstakim’in büyük katkılarının olduğu açıktır. Yukarıda ifade edildiği gibi, Sırat-ı Müstakim, İçtihad Mecmuası’nda olduğu gibi, Batı medeniyeti ile Doğu medeniyeti arasında ‘terkip’ ve ‘sentez’ derdinden ziyade, İslâm toplumunda ‘ihya’, ‘tecdit’ ve ‘içtihad’ arayışı içindedir. Bu durum derginin eklektik olarak değerlendirilmesini mümkün kılmıyor. 3) Evet, Sırat-ı Müstakim yazarlarının temel meselelerinden biri, yeni dünya formunun oluşumunda temel kaynaklar etrafında bir mihver oluşturmaktır. Kaynaklardan kasıt da bilindiği üzere öncelikle Kur’an, Ehâdis-i şerif ve icmâ’dır. Dergide üzerinde durulan ve yararlanılan kaynaklara bakıldığında Kur’an ve Hadis’in yanında İslâm medeniyetinin birikim ve çalışmalarına, getirdiği yeniliklere de sürekli vurgu yapılmaktadır. Mesela, Oryantalistlerin “İslâm mani-i terakkidir ve bilime karşıdır” tezlerine karşı, sürekli olarak, İslâm medeniyetinin özellikle 8. ve 12. yüzyıllar arasında yaptığı inkişafa gönderme yapılır. Burada bile bir tür oryantalizm tuzağının olduğu aşikâr: Zira İslâm’ın sadece söz konusu yüzyıllar arasında bilim, sanat, teknoloji ve felsefede gelişim gösterdiği tezi, bir söylemden ibarettir ve hiçbir ciddî araştırmaya dayanmamaktadır. Dünya bilim tarihi Batı orijinli yazıldığı için, kuşkular uyandıran bu inan- cın tetkiki yapılmamıştır. Fuat Sezgin’in son yıllarda yayımladığı çalışmalar, özellikle ‘İslâm’da Bilim ve Teknik’ başlıklı beş ciltlik devasa eseri bu hakikati apaçık göstermektedir. İlginç bir şekilde bu söylem, dönemin diğer ideolojilerinin etkin sözcüleri durumundaki Türk Yurdu ve İçtihad’da da benzer şekilde tekrarlanır. İ. Kara’nın da sarahatle işaret ettiği gibi, Abdullah Cevdet’in İçtihad’ında yayımlanan “Cihan-ı İslâm’â dair” başlıklı yazı her hangi bir Sırat-ı Müstakim ve Sebilü’r-Reşad yazarının yazısından hiç de farklı değildir. Hem de hemen her şeyiyle farklı değildir: Yazı baştan sona ayet ve hadislerle desteklenmiş, yüksek düzeyde hadis, tefsir, mantık, İslâm tarihi ve tasavvuf bilgilerine yer verilmiştir. Bu yazının muhtemelen irticalen kaleme alınmış olması, dönemin entelektüellerinde İslâm’ın ne kadar merkezî bir yer işgal ettiğini açıkça gösterir. Çok farklı mekânlarda bile olsalar, aynı düşüncelerin ve çözüm önerilerinin üretilmiş olması, aynı dertlere müptela olmak ve aynı kaynaklardan besleniyor olmakla da izah edilebilecek bir durum. Yukarıda değinildiği üzere, son dönem Osmanlı aydınlarından pek çoğunda garip bir çelişki de görülmüyor değil. Aslında bence bu, bir tür çelişkiden ziyade, oryantalist söylemin tuzağı gibi. Bir taraftan, gerilemenin, çöküşün sebebi, “din (İslâm) değil, Müslümanlardır” diyeceksiniz, böylece Efendimiz’den itibaren bütün yaşantıyı ve birikimi paranteze alacaksınız, hem de kaynaklara dönüşten bahsedeceksiniz. Bu kendi içinde çelişki barındıran bir husus. Sırat-ı Müstakim’de ortaya konulan görüşlerin İslam dünyasının başka yerlerinde üretilen bilgi ve çözümlerle benzerlik göstermesine gelince, bunun birçok sebebi var. Bir defa, Abdullah Cevdet örneğinde görüldüğü gibi, dönemin aydınlarında İslâm çok merkezî bir konumdadır. Üstelik bu durum mekânla da sınırlı değildir. M. İkbal’den İsmail Gaspıralı’ya, Musa Carullah’tan Ahmed Agayef’e ve Hüseyinzâde Ali Bey’e, Beşir Fuad’dan Şair Nigar Hanım’a, Rusya’daki Usul-i Cedit aydınlarından Mısır’ın modernist tefsircilerine varıncaya kadar bu etki hepsinde görülür. Bu etki gücünü bence medreselerden alıyordu. Her ne kadar bugün son dönem Osmanlı ve diğer ülkelerdeki medreselere yönelik menfî bir hatırlama söz konusuysa da, bunun gerçeklere mugayir ve muhalif olduğunu düşünüyorum. Zira öncelikle, bu menfi düşünceleri, ön yargıları hakkıyla ispat edecek araştırmalardan yoksunuz. Bin yıllık medrese külliyatı, kültürü, birikimi asla hakkıyla araştırılmış değil. Medreseler en zayıf anlarında bile, son dönem Osmanlı entelektüel dünyasının çok farklı kanatlardaki simalarını yetiştirebilmiştir. Buna kuğunun son ötüşü de diyebiliriz. Diğer bir sebebe gelince: Sırat-ı Müstakim ve Sebilü’rReşad başta olmak üzere, dönemin diğer pek çok dergisinin bu günün şartlarında bile zor anlaşılabilecek bir iletişim ve etkileşim haritası var. Gerçekten şaşılacak bir iletişim dünyasıdır NİSAN ‘09 UMRAN 79 Kültür - Sanat bu. Zira Orta Asya’da, Kırım’da, Kazan’da, Orenburg’da, Ufa’da, Petersburg’da, Kabil’de, Kahire’de Tahran’da, Hicaz’da ve birçok Avrupa başkentinde İstanbul’da yayımlanan neşriyat okunmaktadır. Aynı zamanda oralarda çıkanlar da İstanbul’da okunmaktadır. Bu canlılığın gerisinde öncelikle dönemin heyecanı vardır. Ama bir de şöyle bir mesele var: Biz meseleye, “biz başkalarından ne kadar etkilendik?, aydınlarımız kimden ne kadar nasıl etkilendi” diye bakıyoruz. Soruyu tersinden sorduğumuzda büyük bir boşluğun olduğu ortaya çıkıyor: “Osmanlı aydınları diğer ülkelerdeki aydınları etkiledi mi? Etkilediyse ne kadar ve nasıl etkiledi?” Bu soru bütün çıplaklığıyla cevapsızdır bu gün. Mümtaz’er Türköne’nin doktora tezinde (Bir Siyasal İdeoloji Olarak İslâmcılığın Doğuşu) işaret ettiği bir yorumun haklılığı bence aşikâr. Bu yorum şu: Son dönem Osmanlı aydınları yetersizlik ve tecrübesizlikle itham eden oryantalistlerin aksine, dönemin birçok orijinal fikri İstanbul (Darül’l-Hilafe) merkezlidir. Zira İstanbul (İslâm dünyası için) döneminde ilmin de merkezidir. Sırat-ı Müstakim, Ümmetin Birikiminin Osmanlı Halkasıdır Bahadır Kurbanoğlu/Yazar Konunun bütünlüğünü koruma açısından değerli sorularınıza toplu halde cevap vermeye çalışacağım. Sırat-ı Müstakim dergisini değerlendirebilmek için öncelikle Cemaleddin Afgani ve Muhammed Abduh’un birlikte 80 UMRAN NİSAN ’09 çıkarttıkları Urvetü’l Vuska ve Abduh’la Reşid Rıza’nın emeklerinin mahsulü olan Menar dergilerini tahlil etmek gerekir. Nitekim başta Sırat-ı Müstakim olmak üzere, İslam mecmuası, Beyanu’l-Hak dergileri gibi İslamcılığın/ İttihad-ı İslam politikalarının yansımaları olan ve evrensel anlamda ıslahçı söylemin taşıyıcılığını yapan neşriyatı çıkartanlar bu çizginin bariz anlamda olumlu etkisi altındadır. Urvetü’l Vuska’nın öncülüğündeki Islahatçı çizginin 19. yy’da İslam dünyasına dönük çözüm reçetesi şu şekilde özetlenebilir: 1. Başta İngiltere olmak üzere emperyalist/ sömürgeci güçlere karşı mücadele etmek. 2. Batılıların İslamofobyayı körüklemek amacıyla Panslavizm korkusuna atfen ürettikleri ve Panislamizm olarak niteledikleri İttihad-ı İslam (İslam Birliği) politikalarını geliştirmek. 3. İslam dünyasının içinde bulunduğu açmazları (bünyedeki hastalıkları) tarihsel sebepleriyle ortaya koymak ve çözüm önerilerinde bulunmak. Bu bağlamda Sırat-ı Müstakim dergisini değerlendirdiğimizde benzer tespit ve çözüm arayışlarının dergide işlendiğini gözlemlemekteyiz: 1. Yeniden Kur’an ve Sünnete Dönüş: Dergide işlenen en temel konuların başında temel kaynaklara dönüş meselesi gelmektedir. Bu anlamda İslamın pür/ saf ilahi yönünü ortaya koymak, ed-din’i bidat ve hurafelerden temizlemek en temel hedeftir. Bunu derginin diliyle ifade ede- cek olursak; “Müslümanların âmâl ve akaidini Kitabullah ve Sünnet-i Resûl’den başka bir mahaldan ahz ve telakki etmemesi gerekir...Bugün erbâb-ı şeriatın yapacağı iş, dini asr-ı saadetteki şekline avdet etmek, müslümanlığı o safvetiyle, o nezahetiyle muhafaza eylemektir... Millet-i İslâmiyye, şeriatı, saffet-i saliyesi ile muhafaza ettikçe hem dini, hem dünyası mamur imiş; o safveti böyle bir sürü bidatle bulaştırınca hüsrandan hüsrana düşmüştür.” 2. İçtihad Düşüncesi: Dergiye göre, sürekli değişen şartlar karşısında yüzyıllar öncesinin fıkıh umdelerine ve fetvalara tabi olmak doğru değildir. İçtihad kapısı açık olduğuna göre, zamanın şartlarına göre Kur’an ve Sünnet’e müracaatla günün meselelerine çözümler bulunmalı ve çareler üretilmelidir. Mehmed Âkif bu düşünceyi şu mısralarla ifade eder: “Yedi yüz yıllık eserlerle bu dinin hâlâ / İhtiyâcâtını kabil mi telafi? Asla! / Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhamı / Asrın idrakine söyletmeliyiz İslâm’ı.” 3. Emperyalizme karşı mücadele ve İslam birliği siyaseti. 4. Eğitim-öğretimin ıslahı, cehaletle, bilgisizlikle ve taklitle mücadele. Dergide yapılan çeviriler önemli ölçüde, el-Menar ve farklı coğrafyalarda yayınlanan eserlerden bu dergilere taşınmış, bu da Mısır’dan Hindistan’a kadar İslamcıların, Ümmetin birikimini ne derece önemsediklerinin ve Osmanlı’ya taşıma gayreti içerisinde olduklarının bir göstergesi olmuştur. İşledikleri konular da, bir Kültür - Sanat yandan Osmanlı toplumsal yapısını pozitivist bir batılılaşma yönünde dönüştürmek isteyen İçtihad gibi dergilere cevaben yazılmış olmakla birlikte ed-din hususunda sahih bir itikadın Osmanlı’ya taşınması ve kitlelerin bu yöndeki dönüşümü arzulanmıştır. Kendi konularında uzman şahsiyetler bu konuları dergide işlemişlerdir. Maalesef bu birikimle Türkiye Müslümanlarının arası bir daha kapanmamak üzere açılmış ve ancak 1960’lardaki tercüme faaliyetleri yoluyla bu kopukluk giderilmeye çalışılmıştır. Bunda Cumhuriyet politikalarının etkisi kadar, Kemalistlerin görece göz yumduğu bir “dindarlığın” inşasını önceleyen muhafazakarların da etkisi vardır. Tasavvufla yoğrulmuş ve tarihten tevarüs eden verili kültürel geleneksel din algısını Türkiye şartlarında yaşatmaya çalışanların bu birikimlerle ilişki kurabilecek melekelerinin budandığı da bir gerçektir. Aslında 1970’lerin ortalarından bugüne yükselişe geçen “vahiy merkezli Türkiye İslamcılığı”nın köklerinin II. Meşrutiyet dönemi İslamcılığından ziyade Hint ve Mısır merkezli birikimlere dayanmasından ötürü “köklerinin dışarıda” olduğu ithamına maruz kalmasının anlamsızlığının bir ispatı da, bu dönemde yayınlanan dergiler ve bu dergilerde savunulan fikirlerdir. Nitekim Türkiye Müslümanlarının bu fikirlere, bu dergiler üzerinden değil de 19. yüzyıldaki çabaların Türkiye dışı coğrafyalarda oluşturduğu birikim üzerinden ulaşmaları tamamen ülkenin modernleşme yolunda oluşturulan kendine özgü şartları ile ilgilidir. Ama bu durum, fikirlerin, yerel ya da küresel ölçekte, Batı emperyalizminin sonucu olarak değişen ve dönüşen çağa bir cevap arayışı oluşu ve dönemin bütün Müslümanları tarafından savunulduğu gerçeğini değiştirmemektedir. Tıpkı dönemin İslamcılığının ortaya koyduğu birikimin türedi olmadığı, aksine Ebu Hanife’den Mu’tezileye, Şatıbi’den İbn Teymiyye’ye, Hindistan’daki Deoband ekolü ve Şah Veliyyullah Dehlevi’ye kadar ihya, tecdid ve ıslah hareketlerinin her dönemde birtakım müçtehid ulema tarafından dile getirilmesi örneğinde olduğu gibi. Bu anlamıyla Sırat-ı Müstakim’deki yazar kadrosu her ne kadar aynı zamanda gelenekçi ve modernist birtakım şahsiyetleri de bünyesinde barındırsa da, ağırlıklı olarak Afgani-Abduh geleneğini oluşturan ıslahatçı çizgi tarafından temsil edilmiştir. Günümüzde, bir anakronizm ürünü olduğunu düşündüğüm, bu yazarların modernist bir tutum içerisinde oldukları ve mesela Mehmed Âkif gibilere atfen ileri sürülen “seküler” bir dil kullanıldığı iddiaları ciddi anlamda tahlile muhtaçtır. Aslında bu söylemlerin arka planında iki tez bulunmaktadır. Mümtaz’er Türköne’nin dillendirdiği ve İsmail Kara gibi şahsiyetlerin sıcak baktığı ve derinleştirdiği bu retorik; İslamcıları, bir yandan moderniteyi Osmanlı’ya taşımakla suçlarken, öte yandan İslamcılığın merkezinin İstanbul Bahadır Kurbanoğlu Dergide yapılan çeviriler önemli ölçüde, el-Menar ve farklı coğrafyalarda yayınlanan eserlerden bu dergilere taşınmış, bu da Mısır’dan Hindistan’a k a d a r İslamcıların, Ümmetin birikimini ne derece önemsediklerinin ve Osmanlı’ya taşıma gayreti içerisinde olduklarının bir göstergesi olmuştur. NİSAN ‘09 UMRAN 81 Kültür - Sanat olduğu ve İttihad-ı İslam politikalarının da Afgani’yle değil Namık Kemal’le başladığı önermelerini içermektedir. “Diyelim ki böyle, ne değişir? Bu durum ıslahatçıların çabalarının değerini düşürür mü?” denebilir elbette ama bu sav zımnen şunu söylemek istemektedir: Eğer İslamcılığa ilişkin bir kök, bir damar arayışındaysanız bu, bu topraklarda mevcuttur. Ama bilin ki bu da öyle çok matah bir çerçeve içermez. Aksine modern bir kurgunun tuzağına düşmek anlamına gelir! Tıpkı Dücane Cündioğlu’nun altını çizdiği ve modern bir projenin ürünü olan Cumhuriyet dönemi Türkçe meal çalışmalarının 1970’lerdeki çabaları etkilemiş olması ve dolayısıyla meal kültürünün arkasında böylesi modernist bir kurgunun yer aldığı ve hep birlikte bu tuzağa düştüğümüzü işaretlemek gibi. Ancak bu anakronizm, Şah Veliyyullah Dehlevi’nin henüz Batı’yla karşılaşılmadığı bir dönemde, neden Kur’an’ı yerel dillere tercüme etme çabaları içerisinde olduğunu açıklamakta zorlanır. Eğer Kur’an’ı ana dilde anlama çabaları modernizmin tuzağına düşmekse, o halde bu süreçle hiç ilgisi olmayan Deoband ekolünün yapmaya çalıştığı şey neyin nesidir? Üstelik İslamcıların itiraz konusu olan savunuları, önerme ve tezleri hemen bütün bir neslin içinde ve sahip olduğu bir atmosferin yansımasıdır. Hemen herkes bu atmosferi teneffüs etmekle kalmamakta, aynı zamanda 20. yüzyılın diriliş ve direniş hareketlerinin “akl”ını oluşturan temeller, 82 UMRAN NİSAN ’09 bizatihi bu ıslahatçı çabaların merkezinde yer almaktadır. Dolayısıyla, ilmi tespitlemelerin ötesinde, tarihsel süreçleri ve konjonktürü değerlendirirken içine düşüldüğünü düşündüğüm bir anakronizmi andıran ve adeta İslamcılığın birikimini tahfif, istihza yoluyla rolünü hafifletme uğraşındaki bu tespitlerin beslendiği geleneği tahlil etmek önemlidir. Mesela Reşid Rıza’yı “İslam devleti” kavramsallaştırmasını kullandığı için modern ulus devlete atıf yaptığı ve bu söylemin modernizmden beslendiği yönündeki eleştirileri dillendirenlerin, aynı zamanda modern ulus devlet yapılarına akıl veren bir gelenekten geliyor olmaları manidardır. Ya da mesela Nurettin Topçu’nun eserlerinde beş altı ayetten fazlasına yer vermemiş (ve bunları da yanlış yorumlamış olması) ya da “Hareket felsefesi”nde hocası Blondel’in açık etkisinin olması bu çevreleri rahatsız etmez ya da bu ülkedeki pek çok muhafazakarın Bergson, Massignon gibi şahsiyetlerin tezlerini bu ülkeye taşımış olmalarından gocunmazken, Mehmed Âkif’in Safahat’ta Abduh ve Afgani’den bahsetmiş olmasını hazmetmekte zorlanırlar. Ve bu gibiler nezdinde M. Âkif (İsmail Kara örneğinde olduğu gibi) bir fikir adamı değil, “hissiyat adamı” olarak lanse edilir. Ve aynı modernist ve oryantalist sapmacılık eleştirilerinden nasibini alır. Soruda altını çizdiğiniz modernistlik vurgusu, bir dönemin gerçek yüzünü sunmada bence bize sahici bir tablo sunmuyor ve ideolojik tercihlerin neticesinde söylenmiş bir tespit olarak gözüküyor. Nitekim bu eleştiriyi dillendirenler aynı zamanda Sırat-ı Müstakim yazarlarının önemli bir kısmının “oryantalistik” bir söyleme sahip olduklarının da altını çizmektedirler. “Seküler dil”, “oryantalistik söylem”, “modernistlik” gibi atıfları alt alta dizdiğinizde ciddi bir saptırma ile karşı karşıya olduğumuz rahatlıkla görülecektir. Zira ıslahatçı çizginin Osmanlı versiyonu olanların ya da Tunus’tan Hindistan’a kadar bu hattın içinde olanların dönemin yegane dinamik unsurları olduklarını bilmekteyiz. Batı’dan gelen (sadece askeri değil) kültürel hücumlar karşısında da potansiyel bir gücü temsil eden bu çizginin bu tür yaftalamalarla anılmasının ve genç kuşakların zihinlerinin bulanmasının önüne geçebilmenin yegane yolu, son iki yüzyıllık tarih kesitinin bizzat kendi emeklerimizle tahlil edilebilmesidir. Dolayısıyla tarih boyunca Müslümanların ortaya koydukları çabaların 19. yüzyıl versiyonunu, Batı etkisiyle, Batı’nın ürettiklerine cevaben içine düşülen bir sapma gibi algılatmaya çalışanların amaçlarının ne olduğu ve hangi kanallardan beslendikleri de ortaya konulabilmelidir. Bu kanalların ilki ve en temellisi “milliliği” “ümmetçiliğe” tercih eden ve “alternatif batılılaşma” ve “alternatif sekülerleşme” arayışlarına dindar kitleleri katma başarısını maalesef göstermiş olan “muhafazakarlıktır!” Kültür - Sanat KENAR MAHALLENİN TEK ŞANSI “SLUMDOG MILLIONAIRE” OLMAK FERHAT TOPAZİK Filmi seyretmeyenler için kısaca, film: Jamal (Cemal) adlı genç bir çaycı “Kim milyoner olmak ister?” adlı yarışma programında büyük ödülü kazanarak herkesi şaşkına çevirir. Bir çaycının nasıl olup da büyük ödülü kazandığını anlamak ve aslında yaptığı hileyi öğrenmek için, Jamal polis tarafından sorgulanır. Jamal’in ifadesi sırasında, -geri dönüşlerle- onu yarışmaya hazırlayan yoksullukla geçen hayatını ve kaybettiği çocukluk aşkını izleriz. Aslında cevaplar Jamal’in hayatının bir yerlerinde gizlenmiştir, tek yaptığı yarışma sırasında çocukluğunu hatırlamak olur. Jamal sorgusu sırasında “dahi olmaya gerek yok” dedikçe dövülür. Sonuçta kahramanımız hayatını ortaya serer ve hile yapmadığı anlaşılır. Son soru için tekrar yarışmaya çıkar. Soruyu da aslında bilmiyordur, yarışmanın -baştan beri aralarında bir gerilimin hissedildiği- sunucusu tuvalette kopya verince Jamal ona inanmaz. Böylece bilmediği soruyu, çok iyi bildiği hayatının öğrettiği bir gerçek sayesinde cevaplar; “kimseye güvenme”. Telefon hakkını kullandığında yıllardır durmadan kaybettiği aşkına da kavuştuğunu anlar. Yapılan son Oscar ödül töreninde 8 dalda Oscar ödülünü kazanmış bir film olarak karşımıza çıkıyor Slumdog Millionaire... Hindistan’ın yoksul sokaklarında geçiyor ve film bir İngiliz yapımı. Bahse konu sinema filmi ile ilgili belli düşüncelerimizi sıralamadan önce, Oscar özelinde ödül kavramında belli hususları açıklığa kavuşturarak bir düşünsel zemin oluşturalım: Modern dünya da yapılan işlere (sanat, bilim vb) ödül verilmesi çok eski olmasa da ödülün hangi kriterlere göre verildiği çokça tartışma konusu edilmiştir. Birçok kişi tarafından ödüllere dair şu sorular sorulmaktadır: İlgi ile takip edilen ödüller neye göre verilmektedir? Soruyu daha genişletirsek ödüle layık görülen sinema eserleri, edebiyat eserleri veya daha da (Nobel ödüllerini de işin işine katarsak) ötesi bilim dalında verilen ödüllerde, salt sanat dalları için bir estetik, yenilik ve sıradanlığın dışına çıkma yeterli midir? Ya da jüri üyelerinin, sadece kriterleri teknik hususlar yanında beğenileri midir? Bu sorular ödüller konusunda sorula gelenlerden sadece birkaç örnektir. Asıl soru ödüllerin ne için verildiğidir? Yaşadığımız çağda batı kaynaklı ödüller, emek verilen işleri ve onları takip eden insanları hizaya sokmak için verilmektedir. Hizaya sokulmak istenenlere şu mesajlar zımmi olarak telkin edilmektedir. İşleri ortaya koyan kişiler ancak bizim mesajlarımızı aksettirirlerse, bizim konuşan dilimiz olurlarsa, bizim sistemimizin taraftarları olabilecek beyanlarda bulunurlarsa ödül alırlar. Söylediklerimiz, birçok insan tarafından tekrar edilegelen mevzular olsa dahi, ne yazık ki doğrudur. Nasıl ki batı tarafından icat edilen ve dünyaya ithal edilen hiçbir şey mesajdan beri değilse, birini ödüllendiren batı, hiçbir zaman sadece insani beğenilerle gül uzatmaz. Söylemimiz asla körü körüne batı düşmanlığına NİSAN ‘09 UMRAN 83 Kültür - Sanat dayanmamakta, ödüllendirilen eserler özelinde değerlendirmeye tabi tutulmaktadır. 2009 Oscar ödül töreninde 8 dalda ödül alan Slumdog Millionaire filmi büyük başarı sayılabilecek niteliktedir bu kadar ödülü neden almıştır, neden Oscar ödülünü verenler bu kadar iştiyakla bu filmi ödüllendirmişler? İzleyenlere film ne mesaj vermektedir ki jüri üyeleri tarafından, Türk sinemasından yakından tanıdığımız küçük Emrah tarzlı İngiliz yapımı Hint filmi sekiz parmakla gösterilerek bütün ışıkların onun üzerine yoğunlaşması sağlanmıştır?! Sorduğumuz bu soruları konuda bulmaya çalışalım: Film şu soruyla başlar; “Bir sokak çocuğu, milyoner olmaya bir adım uzaktadır. Peki bunu nasıl başarır?” ve şıklar verilir; A) Hile, B) Şans,C) Zeka,D) Kader ” Aslında buraya kadar sor84 UMRAN NİSAN ’09 duğumuz soruların cevabı, filmin daha başında ucunu göstermektedir. Biraz düşünenler için değerlendirmeye tabi tutulmuş makro anlamda soru şu şekildedir: “Üçüncü dünya ülkelerindeki insanlar başarıya -yani kapitalist düzende başarı, milyoner olmakta hayat bulduğu için milyoner olmaya- bir adım uzaktadır. Peki bunu nasıl başarırsınız veya başarırlar ?” ve şıklarınız; “A) Hile yaparak, bir anlamda isyan ederek kanunsuz yollara saparak, filmde bunun da örnekliği kahramanımız Jamal’in abisi olan Salim’de karşımıza çıkmaktadır. Jamal genel olarak iyi fakat başarısız (!) yani parasız biri olmasına rağmen abisi Salim, güç ve para sevdalısı olduğundan dolayı bir gangster kralı için çalışmaktadır. Ama bu şıkkın yanlış olduğu filmin sonunda kahramanımızın abisi Salim in para dolu küvette öldürülmesi ile ortaya çıkarılmaktadır. Bir diğer şık olan B de ‘Şans’ cevabı bulunmaktadır. Başarının şansla ilgisi olmadığı bilinse de –herkesin bildiği gibi başarı ancak çalışmakla sağlanır- başarıdan kastettiğiniz para ise durum biraz değişmektedir. Çünkü milyoner olmak için şans oyunları oynayabilirsiniz, gün- cel örnekler vermek gerekirse “var mısın yok musun” a katılıp doğru kutuları açtırabilirsiniz. Ama bunları şansınızla yapsanız dahi, siz başarılı olamaz sadece milyoner olursunuz. Bize sorulan soru zaten milyoneri cevabını bulmamamız için sorulmuş olduğu için bu şıkkın doğru olma ihtimali bulunabilir. Bu sebeple B şıkkını A şıkkı gibi hemen eleyemeyiz. C şıkkına gelirsek karşımızda ‘Zekâ’ durmaktadır. Soruya geri dönersek batının bakış açısıyla, üçüncü dünya ülkelerinde yaşayan bizler nasıl milyoner olabiliriz? Aslında filmdeki sefil mahallelerde büyümüş Hintli kahramanımız ve genelde batı dünyası dışında kalan bizler bu şıkkı hiç düşünmeden elemeliyiz. Çünkü bizim gibi sefil (!) insanlar batı gibi Tarihin sonuna (Fukuyama Tarihin sonu tezi) ulaşmış toplumlarla zekâlarımızla yarışamayız. Çünkü onlar en iyi (!) dünya sistemini bulmuş,en iyi olanı bize sunmuş ve herkese görevini tevdi etmişlerdir. Bizim küçük akıllarımızla (!) çalışarak başarıya ulaşmamız mümkün değildir. Bu sebeple bu şık kesin olarak bizler için yanlıştır ve Batılı ağabeylerimizin çatık kaşları ile söylemleri içinde yanlış kalmalıdır da. Ve son şıkkımız, D şıkkı olan ‘Kader’dir. Filmi seyredenler yaklaşık bir buçuk saat boyunca kulaklarına Oscar üyeleri tarafından bu şıkkın fısıldandığını hissedebilirler. Şöyle ki; kahramanımız Jamal çaycı olarak çalışırken kaderi nedeniyle ya da film fragmanı tabiriyle kade- Kültür - Sanat rinin yüzüne gülmesiyle “Kim milyoner olmak ister?” programına katılmaya hak kazanır. Ancak bir sorun vardır. Bu yarışma bir bilgi yarışmasıdır ve insanların bilgileri, görgüleri, okudukları, akılları -diğer şıkka geri dönersek zekalarını- kullanmaları sınanmaktadır. Burada filmin sevimli (!) konusu ve verilmek istenen mesaj devreye girer ve bize zımmi olarak şöyle der: “Doğru başarı çalışarak, akılla kazanılır ama sizde –üçüncü dünya ülkelerinin güzide vatandaşlarındaçalışmaya ne mecal vardır ne de bizde sizlerin çalışmanızı isteyen göz vardır. Öyleyse siz boş verin çalışarak veya aklınızı kullanarak başarıyı, kaderinizin yüzünüze gülmesini bekleyin. Ancak belki o zaman milyoner olup başarıya ulaşabilirsiniz. Ve filmin sonunda doğru cevap şıkkı söylenir; D) Kader Yazımızın girişinde sormuş olduğumuz sorulara cevaplar şıklarda verilmiştir. Ancak filmin izlenmesi ile bu şıklar tam anlamıyla görsellik kazanabilir. Şimdi açık olarak söylemek gerekirse, filme bu kadar ödülü batı gözlüğü ile bakanların vermiş olma nedenleri, aşağılanmış ülke insanları için kafalarında biçmiş oldukları modellerin sinemaya yansımalarıdır. Film de hintli kahramanımızı izleyenlere, onu destekleyenler veya amiyane tabirle “vay be”lerle bakanlara “postmodern reenkarnasyon”a inanmaları tavsiye edilmektedir. Bu inanç şöylece lanse edilmektedir. Dünyanın son düzleminde olan batı her halükarda 2009 Oscar ödül töreninde 8 dalda ödül alan Slumdog Millionaire filmi büyük başarı sayılabilecek niteliktedir bu kadar ödülü neden almıştır, neden Oscar ödülünü verenler bu kadar iştiyakla bu filmi ödüllendirmişler? İzleyenlere film ne mesaj vermektedir ki jüri üyeleri tarafından, Türk sinemasından yakından tanıdığımız küçük Emrah tarzlı İngiliz yapımı Hint filmi sekiz parmakla gösterilerek bütün ışıkların onun üzerine yoğunlaşması sağlanmıştır! fikri kast sistemine dayanarak doğuştan sizden üstündür, batıyı hiçbir alanda ve aşamada geçme olasılığınız yoktur. Bu sebeple size düşen görev, batının üvey evlatları olarak uslu çocuklar olmanız, kaderinize boyun eğmeniz, bir gün milyoner olacağınız anı beklemenizdir. Yani değişik bir anlatımla, kaderinizin döneceği zamana kadar dünyadaki reenkarnasyonunuzu beklemelisiniz. Buraya kadar, üçüncü dünya ülkelerini kahramanımız Jamal’in temsil ettiğini söyleyerek sorularımıza cevap bulmaya çalıştık ama beyazperdeye farklı bir açıdan bakarsak bizleri düşünsel yönde hizalamaya çalışan batının da siluetini filmde bulabiliriz. Batı ‘Kim milyoner olmak ister?’ yarışmasının sunucusu olarak kendini bize takdim eder. Filmin konusuna geri dönersek, son soruda Jamal cevabı kendi yaşadıklarında bulamaz fakat yarışma- nın sunucusu reklam arasında Jamal’e lavabo aynasına “B” yazarak cevabı söyler. Jamal ise sunucuya inanmayarak şıklardan yüzde ellisini eleme hakkını kullanır ve geriye “B” ile “D” şıkları kalır. Jamal sunucunun aksine “D” şıkkını söyler ve büyük ödülü kazanır. Burada Batı yarışmanın sunucusu olarak vücut bulmuştur. Yalanlarını bize yardım etmek bahanesiyle sunar yani bir siyasetçimizin dediği gibi, batı bizlere isteklerini zehirli, renkli drajeler içinde yutturmaya çalışır ama sonuç onları dinleyenler için hep hüsrandır. Son sözümüz de, “bir filmden bu kadar mesaj nasıl çıkartılır!” diyenlere; Yoksa siz bu soruları sormak yerine, “ben filmi izlerim başka bir şeye de inanmam, güzel film ki ödül alıyor” diyenlerden misiniz? Yanıtınız evet’se size iyi geceler, afedersiniz iyi seyirler. NİSAN ‘09 UMRAN 85 Kültür - Sanat GAZZE’DEN ÇANAKKALE’YE Umran Okulu- Genç Öncüler tarafından düzenlenen etkinlikte mesafeleri aşan bir kardeşlik sergilendi. Çanakkale, bölgesel ve etnik ayrımların aşıldığı, ümmet olmanın en üst kimlik olarak belirdiği tarihi bir sembol olarak hafızalarda müstesna bir yere sahip. Çanakkale’nin tarihi anlamı, en zor şartlarda bile ümmetin birlik olduğu takdirde düşmana karşı muzaffer oluna86 UMRAN NİSAN ’09 bileceğinin remzi olması yönüyle, son Gazze zaferinin ardından tüm İslam dünyasında yeniden canlandı. Umran Okulu- Genç Öncüler de 18 Mart akşamına denk gelen gecede düzenledikleri programla bu diriliği yansıtmaya çalıştılar. Gazze olaylarının, tüm Türkiye’de Filistin meselesi ile ilgili bilincin kitleselleşmesine yol açtığı gerçeği, çoğunluğunu gençlerin oluşturduğu katılımcıların yoğun ilgisiyle gerçekleşen programda bir kez daha gözlemlendi. Dünyada küresel sistemin ekonomiden ahlaka kadar geniş bir alanda krize, kirlenmeye sebep olduğu günümüzde, Türkiye’de üzerinde oynanan oyunları boşa çıkardığını ilan edercesine gençlerin, yaşanan kirlenmeyi aşma konusunda kendilerini “öncü” olmaya adamış Genç Öncüler’in, böyle bir geceyi tertip etmiş olmaları ise gecede dikkat edilmesi gereken en önemli unsurlardan biri olsa gerekti. Gazze’de kazanılan fiili savaşın ardından İslam dünyasında, zafer sevincine eklenecek ve gelecekte yapacaklarımız konusunda bizleri motive edecek bir parametre olarak gençliğin her şeye rağmen Çanakkale ile Gazze arasında ümmet bağlamında paralellikler kurması, üzerinde derinlemesine ve itinayla düşünmeyi gerektiren bir konu olarak karşımızda Kültür - Sanat durduğu da Genç Öncüler’in Çanakkale’den Gazze’ye programıyla bir kere daha kendini hissettirdi. Uğur Mumcu Mahallesi Yunus Emre Camii İmamı Mehmet Pervane’nin dinleyenlerin tüylerini diken diken eden Kur’an tilavetiyle başlayan gece, Genç Öncüler ekibinden Büşra Özkan’ın Filistin’in sembollerinden Hanzala’yı anlattığı şiirsel metninin okunmasıyla devam etti. Günümüzde Filistin meselesini gençlere en iyi anlatma yollarından biri Hanzala. Özkan’ın “Hanzala’nın Diliyle” adlı eseri Filistin meselesiyle hem duygusal hem de fikri bir bağ kurmayı başarırken, vurgu ve tonlamaların da okunurken yerli yerinde yapılması beraberinde Genç Öncüler’in hazırladığı Hanzala çizimlerinden oluşan slayt ile etki gücünü arttırıyordu. Hanzala’nın Diliyle “Adım Hanzala,/ Babamın adı önemsiz,/ Annemin adı Nakbah,/ Yani işgal,/ Yeni bir başlangıcın ezip geçtiği kilometreler yani,/ On yaşındayım,/ Ayakkabı numaramı bilmiyorum,/ Çünkü hep yalınayak dolaşıyorum,… Ve zeytin ağaçlarının gölgesinde zeytin dallarına hasret bir ülkenin çocuğuyum yalnızca/ Kendimi tanıtmak istemiyorum,/ Hayat hikayemi de anlatmak istemiyorum,/ Çünkü hikayeler hayatı yaşayabilenler içindir, Ey kardeşlerimin merhameti/ Adım Hanzala ve Ben on yaşındayım,/Yaşlı dünyaya inat minik ellerimle taşlar fırlatıyorum NİSAN ‘09 UMRAN 87 Kültür - Sanat karanlığa,/ Ey ümmetin yorgun ama dik duruşu,/Sapanları kuşanma vakti şimdi!” 10 yaşında köyü İsrailliler tarafından işgal edilen çocuk Hanzala’nın dilinden Filistin’in Genç Öncüler tarafından anlatılması basit bir empati ile sınırlandırılamayacak ancak mesafeleri aşan kardeşliğin görülmesiyle anlaşılabilecek bir durum aslında. Tam bu noktada programın akışına dönmek gerekiyor, çünkü, bu yakınlığın oluşmasındaki en önemli isimlerden İHH- İnsani Yardım Vakfı Genel Başkanı Bülent Yıldırım konuşmacı olarak sahneye alıyordu. Filistin’deki Müslümanlarla Türkiye’deki Müslümanları bu derece birbirine yaklaştıran birçok neden sayılabilir ama İHHİnsani Yardım Vakfı ve vakfın Genel Başkanı Bülent Yıldırım’ı ayrı bir yerde tutmak gerekiyor. Bülent Yıldırım, o akşam farklıydı, onu eylem meydanlarında alıştığımız ateşli konuşmalarından biriyle görmedik Genç Öncüler’in gecesinde. Yıldırım, Gazze’yi anlattı, gördüklerini, yaşadıklarını; çocukların çok küçük yaşta olgunlaştığını, bunun nasıl olduğunu anlattı, Filistin’de insanların hayata bakışını, insanların ölüme ve şahadete yakınlığını, insanların savaşla okulu bir koltukta taşıdığını anlattı. Bülent Yıldırım, Filistin’e ilk defa gitmemişti elbet ama bu sefer farklı bir şekilde etkilenmişti besbelli. Tüm salonu yüreklerinden tutan konuşmasında, herkese elindekinin kıymetini hatırlatırken, Yıldırım, ümmetin gençlerini bu sefer merhamet damarından yakalamayı ve ateşlemeyi seç88 UMRAN NİSAN ’09 mişti. Bülent Yıldırım’ın duygu yüklü ve Filistin dramını anlatan konuşmasından sonra ilköğretim çağlarındaki Meryem Betül Yılmaz yine Genç Öncülerden Zehra Yurdan’ın yazdığı ve içinde Kınalı kuzuyum ben/ Gazzeli bir kınalı kuzu mısralarının geçtiği şiiri seslendirdi. Şiirin ardından gecenin niçin düzenlediğini anlatan bir slayt izlendi. Slaytta, İslam dünyasının işgal ve sömürü neticesinde bütün bölünmüşlüğü ve parçalanmışlığına rağmen ümmeti birleştiren, onları kardeşler olarak bir araya getiren olayın bundan 94 yıl önce Çanakkale savaşı olduğu ve Gazze de yaşanan katliamların aynı Çanakkale savaşı gibi İslam coğrafyasını bir araya getirdiği anlatıldı. Slaytın ardından Araştırma ve Kültür Vakfı eski başkanı Metin Alpaslan söz aldı. Çanakkale’de yaşanan anekdotlarla süslediği duygulu konuşmasında Metin Alpaslan İslam dünyasının bir olması ve aralarındaki anlaşmazlıkları gidererek dün olduğu gibi bu gün de kardeş olmaları gerektiğinden bahsetti. 94 yıl önce Çanakkale’de ayağa kalktığımız gibi bu gün de bütün İslam coğrafyasının bir olmak, kardeşler olmak için ayağa kalkmaları gerektiğini anlattı. [M. Alpaslan’ın etkileyici konuşmasının paralelinde Umran’ın elinizdeki Nisan 09-176. sayısında bir yazısısı yer almaktadır.] Gecede Gazzeli 10 yaşındaki Yusuf’un yazdığı ve Gazzeli Ömer’in okuduğu tarihi bir vesika niteliğindeki mektup erken yaşta büyümek zorunda kalan bir çocuğun Gazze’ye bakışını yansıtması açısından önem arz ediyordu. Şöyle diyordu Yusuf: “Değerli arkadaşlar çabucak büyümek istiyorum. Ve babamın bizi neden Kudüs’e götürmediğini Mescid_i Aksa’da namaz kılamayışımızı anlamak istiyorum. Neden Yahudilerin bizi öldürmek istediğini de anlamak istiyorum. Neden Yahudiler bizim topraklarımızı çaldılar? Babam bize onun dedesinin Filistin’in ortasında büyük bir tarlası olduğunu çocuklarına zarar vermesinler diye Yahudilerden korkup tarlayı bırakıp kaçtığını anlattı. Fakat ben size söz veriyorum. Ben ve çocuğum hiçbir zaman kaçmayacağımız inşallah.. Dedemin tarlasını geri alıncaya kadar Filistin’de kalacağım ve hatta ben ve siz Türk arkadaşlarım Mescid-i Aksa’da beraber namaz kılacağız inşallah…” Gazzeli Yusuf’un mektubundan sonra Mehmet Akif’in Çanakkale Şehitlerine adlı şiiri okundu. Şiirin ardından gecenin bir diğer konuğu Ömer Karaoğlu geldi sahneye. Ömer Karaoğlu’nun mesaj yüklü ezgilerine salondan eşlik eden gençler gecenin ilerleyen saatlerine kadar Gazze’den Çanakkale’ye Çanakkale’den Gazze’ye yürüdüler. Umran OkuluGenç Öncüler’in gecesi adeta çok sesli ve enstrümanlı bir koronun, emek isteyen özverili çalışmasının bir ürünü olarak hafızalarımızdaki yerini aldı. Emeği geçenler, programa katılanlar, bu güzel tabloda kendine yer bulanlar kirletilmeye çalışılan dünyada tertemiz kalmanın izlerini bıraktılar.