Putin Dönemi Aktif Rus Dış Politikası: Sıcak Denizlere İnme Politikası Perspektifinde Ruslar tarihin her döneminde kendinden söz ettirmeyi başarmış; çarlık rejimiyle bir imparatorluk, Sovyetler Birliği ile bölgenin ağabeyi, günümüz dünyası ile hala en az eskisi kadar kendinden söz ettirmeyi başarabilen asi bir devlet olarak tarih sahnesinde yer aldı. Tarihin neredeyse her döneminde toprağa dayanan „‟güç‟‟ Rusya‟yı her zaman bir adım önde tuttu. Çünkü bir devletin sahip olduğu toprak parçası onun bir anlamda nüfuz sahasını belirtmektedir. Bu durum bir devlet için çok önemli. Rusya da günümüz dünyasında toprak sınırları olarak en büyük devlettir. Rusya, günümüzde on yedi milyon metrekarelik yüzölçümü ile Avrasya‟nın en önemli güçlerinden biridir. Fakat 16. ve 17. yüzyılda egemen devletlerin üstünlüklerinin 18 ve 19. yüzyıllarda yerlerini ulus devletlere bırakmaları ile devletler çok çeşitli etnik grupların kendi isteklerine boyun eğmek zorunda kaldı. Buna paralel olarak uluslar kendi devletlerini kurmak için harekete geçtiler. Ulus-devletlerin oluşmaya başlaması özellikle 1789 Fransız İhtilali ile gerçekleşmeye başladı. Bu tarihin üzerinden yaklaşık 150 yıl geçmesine rağmen Rusya, Sovyet Sahası‟ndaki güçleri egemenliğinde topladı ama bu durumu uzun süre koruyamadı. Yirminci yüzyılın sonlarına doğru tekrardan bir revizyona maruz kaldı. Bugün ise tarihten gelen bu etkinliğini sürdürmeye çalışmaktadır. Rusya‟nın mevcut olan bu durumu onun “kıta tipi devlet” olarak nitelendirilmesine neden olmuştur. Artık Rusya‟nın geniş topraklara sahip olması kendisine avantajlar yerine dezavantajlar getireceğini söylemek yanlış olmayacaktır. Devletlerin ve onların yapılarının sürekli bir değişim içerisinde olduğu uluslararası ilişkiler disiplininde tartışmaya gerek duyulamayacak kadar kesin bir olgudur. Mevcut durumun süreklilik arz edeceği konusunda bir kesinlik yoktur. Rusya‟nın sahip olduğu toprağın büyüklüğü bugüne kadar kendisi için büyük çapta dezavantajlar oluşturmuştur. Fakat Rusya, mevcut siyasal süreci iyi okuyarak bu durumu lehine çevirmesi de mümkündür. Bu etmen ayrıca Rusya‟ya sadece geniş ve önemsiz toprağı olduğu açısından bakmamızın bizi yanlış yola sevk edeceği tezini güçlendirir. Bu noktada Rusya‟nın petrol ve doğal gaz konusunda dünyada sözü geçen bir ülke olduğunu, her ne kadar iklim koşulları elverişli değilse de kaynakları açısından o kadar da fakir olmadığını; Avrupa, Orta Asya, Uzak Doğu ve Orta Doğu‟ya uzak olmayan jeopolitik stratejiye sahip olduğu göz ardı edilmemelidir. Rusya gibi içinde farklı unsurları barındıran geniş bir ülke üzerine öngörüler yapılırken tek bir açıdan yaklaşılması sağlıklı olmayacaktır. Rusya mevcut devlet büyüklüğünü korumak için diğer bölgesel ve küresel aktörlerle ve bu niteliklerini her zaman daha iyi kullanabileceği ve geliştirebileceği bir hareket alanı yaratmalıdır. İşte bu noktada Rusya bu politikasını gerçekleştirebilmek için “Sıcak Denizlere İnme Politikası”nı yaratmış ve uzun bir zamandır uygulamaya çalışmaktadır. Yüzyıllar içerisinde bu politika revizyona uğramıştır. Soğuk Savaş sonrası dönemde uygulanan politika Post-Sovyet Coğrafyasındaki devletlerle ilişki kurmak olarak özetlenebilir. Rusya‟nın bu temel politikası “Yakın Çevre”sindeki liderlerin hemen hepsiyle ittifaklar kurarak sağlama çabasındadır. Bu politik yaklaşım tarihsel süreç içerisinde Çar 1.Petro‟ya dayanmaktadır. O‟na göre Rusya özellikle ticaretini geliştirmek adına ve gücüne güç katmak için karalarla kaplı sınırlarından sıcak sulara inmelidir. Söylendiği gibi bu politika Rusya‟yı daha güçlü kılabilir. Bu doğrultuda Rus siyasi hayatında yer alan her lider elinden geleni yapmıştır. “Elinden geleni yapma olgusu “ gerek diğer devletlerle ilişkiye girmek bazı tarihsel süreçte ise halka siyasi rejimin bekası için baskı kurmak ve yönlendirme çabası içerisinde olmak olarak yorumlanabilir. Rus Tarihi‟nde Çarların kendi meşruiyetini benimsetmek için halka uyguladığı baskıların dünya tarihinde eşine az rastlanır olduğunu söylemek mümkündür. Baskıya uğrayan yığınların, bu koşullara rağmen devletin başındaki lidere ve devlete duyulan güven olgusu ki - bu olgu “Erdem” olarak açıklanmaktadır- sadece Rus Toplumuna özgü değildir. Aslında Rusya‟da gerçekleşen Sol eksenli bir yapılanmanın başlangıç evresindeki “Devrim” düşüncesi yukarıda açıklanan “Erdem” olgusuna aykırı gibi gözükmektedir. Aslında burada “Erdem” devletine devlet olmanın meşruiyeti çerçevesinde güvenen ve saygı duyan kutsallık atfeden bir olguyu da işaret etmektedir. Halk yığınları bu kutsiyeti gerekliliklerini yerine getirmeyen iktidarlardan alarak tekrar yerine getirmeyi vaat eden yapılanmalara devretmektedir. Doğu Toplumlarının hemen hemen hepsinde bulunan, bununla paralel olarak Sanayi Devrimini yaşamamış toplumlarda görülen ataerkil yapılanmanın Demokratik Liberal yapılanmaya geçişindeki sorunlarla birleştiğinde karmaşık bir hal almaktadır. Bu bağlamda karşımıza çıkan kişisel çıkarlarını toplumun çıkarlarının gerisinde tutan ancak bu ölçüde de demokrasi kültüründen uzak olan bir toplum modelidir. Bu halk hem demokrasiye uzak olmasına hem de ekonomik olarak zorluklar içerisinde kalmasına hep sessiz kalmıştır. Şüphesiz ki tüm bu olgular da devlet liderlerinin her daim avantajlı bir konumda olduğunu ve bahsedilen sıcak denizlere inme politikası yolunda çok da zorlanmayacağının göstergesidir. Peki, Rusya bu kadar büyük topraklara; tarihin her döneminde değişmeyen bir politikaya ve tüm bunları harekete geçirebilecek sadık bir halk kitlesine sahip olmasına rağmen neden hala planladığı patlamayı gerçekleştiremedi? Bu sorunun cevabı tarihsel sürecin yanı sıra özellikle Lenin ve onun ile birlikte yaşanan 1917 Bolşevik Devrimi sürecinde aranabilir. Rusya bu devrim ile gerçekleştirmeyi sürekli olarak istediği politikalardan birini yakaladı. Tüm Sovyet Sahası‟nın egemenliğini ele geçirdi. Ancak yine bu devrimin başında liderlik koltuğuna oturan Stalin ile bu şansını kaçırdı. Çünkü Sultan Galiyev‟in de deyimiyle Stalin sosyalizmi; ülkeyi ve halkları saptırdı. Stalin, Bolşevik Devrimi ile oluşan sosyalizm ideolojisine “eşit olmayan halklar” öngörüsü ile farklı bir noktaya taşıdı. Oluşturulan yeni yapı ve Stalin Politikası birbirine ters düşmektedir. Kucaklayıcı bir anlayışa sahip olması beklenen Rusya bunu daha en başından yıktı. Bu arada eşitsizliğe maruz kalan halkların tepkisi çığ gibi büyüdü. Yine bu süreç dâhilinde Rusya‟yı diğer bir dünya devi ABD ile karşı karşıya getirdi ve bu yarış aşaması yaklaşık 40 yıl sürdü. Bu çekişme tarihte „Soğuk Savaş Dönemi‟ olarak adlandırılır. Yirminci yüzyılın sonlarına gelindiğinde bahsedilen halk tepkileri patlak verdi. Yeni Rusya devrimin üzerinden 70 yıl geçmesine rağmen adeta yeni bir devrim ile karşılaştı. Kısacası sosyalizm mantığı ile bünyesindeki halkları kucaklamak yerine onlara adaletsiz davranan Rusya günümüzde bu halklar üzerinde etkili olmaya çalışsa da başarılı olamadı. Çünkü 1917 Devrimi ile Rusya‟nın yapamadıklarını günümüzde Batılı Devletler üstlenmektedir. “Turuncu Devrimler” olarak adlandırılan ve batı yanlısı politikaların bu sahada bu kadar kolay işlenebilir olması bu temelde incelendiğinde daha iyi anlaşılabilir. Rusya eline geçen fırsatı kendi eliyle Batı‟ya vermiş ve şimdi de kaçırdığı bu şansı geri almak adına mücadele vermektedir. 1990‟lı yılların başında Sovyet Rusya‟nın yıkılmasından sonra sular hala durulmadı. Rusya istikrarsız durumunu sürdürmektedir. Bu noktada istikrarsızlık sebep ve sonuçlarını çözümleyen liderlerden biri Putin oldu. Putin 2000 yılı içerisinde halkın büyük desteği ile devletin başına geçti. Putin özellikle ekonomi alanında Rusya‟ya önemli açılımlar getirdi. Tüm bu unsurları elinin tersiyle iten Putin Başkanlığı, Medvedev gibi daha liberal yapılı, KGB kökenli olmayan, Ortodoksluğun Avrupa‟dan uzaklaşma konusunda çok önemli bir unsur olduğu Rusya‟da 23 yaşında iken Ortodoksluğu seçen bir lidere bıraktı. Bu durum Rusya‟nın bundan sonra liberal politikalar izleyeceğinin göstergesidir. Çünkü en büyük rakibi ABD liberal politikalarla yönetilmekte ve başarılı olmaktadır. Bu başarıları Rusya kabul etmek zorundadır. Sonuç olarak Rusya başta da söylediğimiz gibi tarihin her döneminde kendinden söz ettirmiş ve görünen odur ki daha uzun yıllar sürdürmeye devam edecektir. Rusların “Sıcak Denizlere İnme Politikası” Çar I. Petro zamanında başladı. Çar I. Petro zamanında Baltık Denizi‟nde harekete geçen Rus donanması, Gonhud yakınlarında İsveç donanmasını ağır bir yenilgiye uğrattı. Aland Adaları‟nın ele geçirilmesiyle beraber Baltık Denizi‟nin kontrolü Ruslara geçti. Petro, 1703‟te Rusya‟nın Baltık Denizi‟ndeki hâkimiyetini mühürleyen Petrograd‟ı kurdu. Petro‟nun bu başarıları Avrupa‟nın büyük devletlerinin dikkatini Rusya‟ya çekti, Rusya da artık dünya siyasetinde önemli devletler arasında yerini almaya başladı. Rusya, Baltık denizine inme çabası tarih boyunca vazgeçmemiş, Baltık Denizi etrafındaki ülkeleri kontrol altında tutarak kazanımlar elde etmeye çalışmıştır. Aynı zamanda tarihe baktığımızda Sovyet Rusya‟nın Baltık ülkelerini etkisi altına alarak Baltık Denizi‟nin kontrolünü elinde tutmaya çalıştığını söyleyebiliriz. Nazi Almanya‟sı ve Sovyetler Birliği arasında imzalanan Molotov-Ribbentrop Paktı Sovyetler „in Baltıklar, Romanya ve Finlandiya'nın yanı sıra Polonya'nın doğusunda 'etki alanı' sahibi olması karşılığı, Nazi Almanya‟sı Çekoslovakya, Macaristan ve Polonya'nın batısını bırakıyordu. Ancak Almanya‟nın bu anlaşmaya uymayarak Rusya‟ya saldırması sonucu Baltık ülkeleri Sovyet birlikleriyle Nazi Almanya‟sı orduları arasında sıkışıp kaldı. II. Dünya Savaşı, Sovyetler Birliği‟nin Nazi Almanya‟sını yenmesiyle son buldu. İki lider Hitler ve Stalin arasında kalan bu halklar savaş sırasında çok kayıp verdi. Savaş sonrası Sovyet kontrolü kuruldu, her cumhuriyetin komünist parti örgütünün birinci sekreteri başa geçti. Tabii Sovyet komiseri de 'ikinci adam' konumundaydı. Bir yanda yeniden inşa, kolektivizasyon ile Baltıkların çehresi Sovyetler tarafından değiştirilirken, diğer yandan Ruslaştırma ve Sovyet halklarının bölgeye yerleştirilme politikası yürütülüyordu. Özellikle Stalin zamanında uygulanan “kollektivizasyon politikası” ile hâkimiyet altına alınan ülkelerde huzursuzluklar artmaya başladı. Sovyetler „in bu bölgedeki hâkimiyeti uzun sürmedi. Ülke içindeki bağımsızlık hareketlerine Baltık ülkeleri de katıldı. Ocak 1991'de üç ülkede de Sovyet birlikleriyle yaşanan çatışmaların ardından Kremlin'in yetkisi dışında şubat ve mart aylarında düzenlenen referandumlarda halklar yüzde 73'lere varan oranlarla bağımsızlığı seçti. Yaşanan tüm bu olaylar Baltık ülkelerinin Avrupa‟yı kurtarıcı olarak görmesine ve bölgedeki Rus etkisinin azalmasına neden oldu. Bu ülkeler(Letonya, Litvanya, Estonya) AB‟ye başvurdular ve 2004 yılında tam üyeliğe kabul edildi. Ayrıca 1991 yılında Varşova Paktı‟nın dağılmasıyla beraber NATO‟ya üye oldu. Rusya‟nın sert çıkışlarına karşın bu ülkeler “Batı yanlısı” bir tutum içerisine girdi. NATO üyeliği için sırada Azerbaycan, Ukrayna, Gürcistan ve Ermenistan var. Bunların da NATO üyesi yapılmaları ile Rusya, batısından ve güneyinden tam bir kuşatma alanı içine girecektir. Komünizmin çöküşünden sonra NATO'nun rolünü de sorgulayan Putin, "Artık SSCB yok, Varşova Paktı da yok. Peki NATO neye karşı?" şeklinde bir strateji ileri sürmektedir. Bu strateji ile Rusya, NATO‟ya tavrını açıkça ortaya koymuş, Post-Sovyet sahasındaki ülkelerin üyeliklerine tepkisiz kalmayacağının da işaretini vermiştir. Kaynak: Anadolu Ajansı Rusya‟nın Baltık ülkeleriyle olan ilişkilerinde elinde kalan tek kozu enerjidir. Avrupa pazarlarına doğalgaz ve petrol sağlayan en büyük tedarikçi olan Rusya‟nın, pazar payının giderek arttırması sonucunda bazı Avrupa ülkelerinde, bu durumun Avrupa için stratejik bir zaaf yaratmaya başladığı yönünde güçlü sesler yükselmeye başladı. Polonya, Baltık Cumhuriyetleri, Finlandiya enerjide – özelikle doğalgazda- nerdeyse tamamen Rusya‟ya bağımlılar. Rusya dünya siyasetinde enerji kozunu iyi oynayarak kendinden söz ettirmeyi başarıyor. Özellikle Putin döneminde dünya siyasetinde yaşanan ekonomik kalkınma Rusya‟nın güçlenmesini ve kendine olan güveninin yavaş yavaş yerine gelmesini sağladı. Bu açıdan bakıldığında Baltık ülkelerinin Rusya‟dan tamamen kopması beklenemez. Rusya “Sıcak Denizlere İnme Politikası”nı gerçekleştirmek için Baltık hattını kullanırken karşılaşacağı en güçlü devletlerden biri Almanya‟dır. Almanya, ulusal birliğini kurduktan sonra sanayileşmesini hızla tamamladı ve Avrupa‟nın en büyük kara gücü haline geldi. Daha sonraki dönemlerde bu gelişmesini denizlerde de gösterdi, İngiltere‟ye rakip olabilecek kadar gelişti. Böyle bir durumda Rusya‟nın Almanya‟yı geçebilmesi mümkün değildir. Aynı hat üzerinde varlığını sürdüren İsveç, Finlandiya, Danimarka, Polonya gibi ülkeler de Batı yanlısı bir tutum içerisindedir. Rusya bu ülkeleri geçse bile karşısında güçlü bir ada devleti olan İngiltere‟yi bulacaktır. İngiltere, tarih boyunca Avrupa‟da denge politikası izledi ve sivrilen bir güç olmasına izin vermedi. Eski dönemlerde İngiltere ve Rusya sömürgelere giden yolların güvenliği konusunda çatışmaktaydı. Dönemin süper gücü olan İngiltere, Rusya‟nın denizlerde hâkimiyet kurmasına izin vermedi. Günümüzde ise ABD‟nin yakın müttefiki olarak bilinen İngiltere aynı politikayı devam ettirmektedir. Tüm bu gelişmelere bakıldığında Rusya‟nın Baltık Denizi yoluyla dünyaya açılması günümüzde zor gözükmektedir. Rusya, bu alanlarda zaman zaman elde ettiği üstünlükleri değerlendiremedi. Yakın bir geçmişte Sovyet ülkesi olan Baltık ülkeleri bugün Sovyetler zamanında Rusya‟ya karşı oluşturulan NATO‟nun üyesi oldu. Böylece Rusya etkinliğini tamamen olmasa da kaybetti ve bu hat konusundaki beklentilerini yitirmeye başladı. Rusya‟nın sıradaki hedefi Adriyatik Denizi‟dir. Doğu Avrupa ve kısmen Balkanları içine alan bu hat üzerinde Rusya‟nın karşısına çıkacak olan ilk devlet Ukrayna‟dır. Rusya ve Ukrayna arasındaki sorunların temeli iki ülke arasındaki tarihsel olaylara dayanmaktadır. 1924‟ten sonra Lenin‟in yerine geçmeyi başaran Stalin iktidarını sağlamlaştırdıktan sonra elini topluma attı. Stalin, Lenin‟in toplumsal şartlar el vermediği için yarım bıraktığı „‟Kollektivizasyon‟‟ politikasını gerçekleştirdi. Stalin‟in 1929‟da başlattığı bu politikasına göre özel mülkiyet ortadan kalkacak, her köylü belirli bir kotayı devlete verecek ve kendi mahsulünü satamayacaktı. Bu kotayı dahi veremeyen halk kıtlıkla karşı karşıya kaldı. Buna ek olarak 18 milyon ton mahsul elde eden Ukrayna‟dan 7.7 milyon ton tahıl talep edildi. Kıtlıkla mücadele eden köylülerin direnişi, bir ayda 6 milyon insanın ölümüne sebebiyet verdi. Stalin‟in bu politikasına karşı olanlar „‟kulak‟‟ olarak adlandırılıyor ve öldürülüyordu. Buna rağmen Sovyetler Birliği resmi olarak bir kıtlığın varlığını kabul etmedi. Çünkü bu kıtlık doğal olarak ortaya çıkan bir kıtlık değil, insan eliyle çıkartılmış bir kıtlıktı. Ukrayna‟daki kıtlığın kabul edilmemesi Batı‟dan Ukrayna‟ya gelebilecek olan yardımları da engelledi. Ukrayna ve Rusya‟nın tarihi ilişkilerinin yanı sıra Ukrayna‟nın demografik yapısı da ilişkilerine yön verdi. Ukrayna 50 milyonluk nüfusu içinde bölgesel farklılıklar göstermektedir. Batı bölgelerinde yaşayanlar Ukraynaca ve Lehçe konuşmakta ve kendilerini Orta Avrupa‟ya yakın bulmaktadırlar. Doğusunda çoğunluğu Rusça konuşan halk ise Rusya‟yı doğal müttefik olarak görmektedir. Sanayinin de gelişmiş olduğu bölgede AB‟nin gelişmiş teknolojisine karşı duramama tehlikesi yaşayan Ukrayna AB‟nin pazarı haline gelmek istememektedir. Ukrayna‟nın nüfusunun dini yapısı da bu iki ülkenin ilişkilerini etkilemektedir. Ukrayna nüfusunun %97,2‟si Ortodoks Hristiyan‟dır. Fener Rum Patriği Osmanlı Devleti içinde bulunduğu için SSCB‟nin kurulmasıyla Moskova Patriği çıktı. ABD bölgede Fener Rum Patriğini daha üst bir unvan ile evrensel anlamına gelen „‟Ekümenlik‟‟ ile vasıflandırarak Moskova dâhil bütün kontrolü Fener Rum Patrikliği üzerinden sağlamayı amaçladı. Ukrayna‟da Viktor Yuşçenko‟nun liderliğinde yapılan „Turuncu Devrimde‟ Fener Rum Patrikliği Yuşçenko‟yu, Moskova Patrikliği ise Yanikoviçi destekledi. Fener Rum Patrikliğinin ABD‟nin kontrolünde olması Rusya‟daki birçok Ortodoksun da Amerika‟nın kontrolünde olması demektir. Amerika‟nın Sovyetlere karşı uyguladığı dinsel temelli bir diğer politika 1979‟da Rusya‟nın Afganistan‟ı işgali sonrası yakın çevrede İslam‟ı güçlendirme gayretinde olduğu gibi, Kafkasya ve Karadeniz‟de de aynı şekilde Rus baskısını dengelemek için Ortodoks dini etnik gücünü maniple ederek kullanmayı amaçladı. Yuşçenko‟nun Ukrayna‟da iktidara gelmesi Ukrayna‟yı Batıya bir kez daha yakınlaştırdı. Sonuç olarak Ukrayna‟nın Batı yanlısı duruşuna karşılık olarak Rusya enerji kaynaklarını koz olarak kullanmaktadır. Ukrayna ise Rusya‟ya karşı duruşunu yabancı üslerin konumu ve şartların yeniden gözden geçirilmesiyle ortaya koydu. Rusya‟nın sıcak denizlere inebilmesi için ilk olarak Ukrayna ile sorunlarını çözmesi gerekir. Ukrayna ile yaşanan sorunlar çözüme kavuşturulsa dahi Rusya AB‟nin etkisi altına aldığı diğer Doğu Avrupa ve Balkan ülkeleri ile karşılaşacaktır. Ukrayna‟dan sonra Rusya‟nın aşması gereken bir diğer devlet Polonya‟dır. Polonya 1 Mayıs 2004‟te Avrupa Birliğine katıldı. Balkanlara bakıldığında da ise Rusya„nın bölgede Sırbistan dışında müttefiki kalmamıştır. Kosova‟nın bağımsızlığı Balkanlardaki dengeleri önemli ölçüde değiştirdi. Bu değişiklik sadece Balkanlarla kalmayıp KKTC‟yi, Kafkasya‟yı ve birçok bölgeyi hareketlendirdi. Vlademir Putin ‟Kosova ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti‟ arasında kurduğu benzerlikte, Kuzey Kıbrıs‟ın kırk yıldır pratikte bağımsız olduğu ve bu durum karşısında tanınması gerektiğini belirterek bu konudaki görüşlerini dile getirdi. Sırbistan‟ın iki özerk bölgesinden (Kosova ve Voyvodina) biri olan Kosova‟nın bağımsızlığını ilan etmesinin bir diğer sonucu ise Balkanlardaki „Büyük Arnavutluk Düşüncesini‟ tetikleyebilme olasılığını ortaya çıkarmasıdır. AB‟nin hâkimiyeti büyük ölçüde etki alanına aldığı bölgede Rusya‟nın etkinliğinden çok fazla söz edilemez. Müttefiki olarak gördüğü Sırbistan‟ın Kosova‟yı kaybetmesinden sonra Rusya‟nın etkinliği büyük ölçüde azalmıştır. Rusya‟nın, Doğu Avrupa ve Balkanlar üzerinden Adriyatik‟e ulaşma ihtimali oldukça düşüktür. Değişen dengeler ve güçler Rusya‟nın bu politikasının uygulanamayacağını kanıtlar niteliktedir. Rusya, tüm bu imkânsızlıklara rağmen Doğu Avrupa ve Balkanları aşmayı başarabilse bile karşısında bulacağı iki ayrı büyük devlet İtalya ve Yunanistan olacaktır. Rusya imparatorluk kuran nadir ülkelerdendir. Gerek geçmişten bugüne kendini önemli güç olarak aktarabilen devletlerden biri olması, gerekse dünya siyasetinin geleceğinde adından söz ettirebilecek önemli bir güç olması, ciddi manada oturtulmuş ve geliştirilmiş bir dış politika stratejisini yıllardır taşıdığını göstermektedir diyebiliriz. Bu stratejinin temel kısmını tarihçiler “sıcak denizlere inme politikası” olarak nitelemektedirler. Rusya yüzyıllardır pek çok rejim ve sistem değiştirse de sıcak denizlere inme stratejisinin her dönemde var olduğunu fakat zamanla metod ve biçim değişikliğine uğradığını tarih bize gösteriyor. Bu perspektifte Rusya‟nın bugünkü dış politikasını incelemek daha elverişli olacaktır. Temel soru şu olmalıdır: “ Rusya bu politikasını bugün hangi biçimde sürdürmektedir? ” Tarihte Rusya‟nın sıcak denizlere inme stratejisinin önemli bir bölümünü, özellikle 17.yüzyıl ve sonrasında Karadeniz ve Boğazlar üzerinden yani Türkiye‟den geçen hat oluşturmaktadır. I. Petro döneminden bu yana oluşan bu stratejik zihniyetteki asıl amaç Karadeniz ve Boğazlar yoluyla Akdeniz‟e inerek deniz ticaretinde etkili olabilmektir. Zira deniz ticaretine sahip olmak devletlerin hayat damarlarından biridir. Sıcak denizlere inme politikasının Türkiye coğrafyasında etkisinin hissedilmeye başlaması Timur‟un Altınordu Türk devletini yıkmasıyla belirginleşti ve Rusya‟nın güneye inmesinde büyük engellerden biri kalktı. Aynı dönemde Osmanlı devleti Timur ile yapılan Ankara savaşını kaybetmiş ve fetret dönemine girdi. Fakat henüz Rusya ile sınır komşusu olmadığı için ilişkisi yok denecek kadar azdır. İlerleyen yüzyıllarda Rusya güneye inmeye devam edecek ve Osmanlı‟nın gerileme sürecini başlatan Karlofça Anlaşmasıyla politikasında başarıya ulaştı. 18. yüzyıla geldiğimizde imzalanan Küçük Kaynarca anlaşması ile Kırım‟ın bağımsız olması ve ardından da Rusya‟nın Kırım‟ı almasıyla Karadeniz‟e indiğini görüyoruz. Bir sonraki aşama Karadeniz‟in işlevliğini sağlayacak Boğazlar oldu. 1831 yılındaki Kavalalı Mehmet Ali paşa isyanını Osmanlı devleti bastıramayınca Rusya‟dan yardım istedi. 1833 yılında Rusya ile Osmanlı‟nın imzaladığı Hünkâr İskelesi Anlaşması “sıcak denizlere inme politikası”nda Boğazların, Akdeniz‟e inen en kestirme yol olması nedeniyle Rusya için olumlu bir adım olduğunu söyleyebiliriz. Bu antlaşma Rusya‟ya yönelen herhangi bir savaş tehdidi durumunda Boğazların kapatılmasını öngördüğü için İngiltere buna sert tepki gösterdi. Zira Rusya bu antlaşmayla Boğazların kontrolü üzerinde söz sahibi oluyordu. Bununla birlikte Boğazlar sorunu ortaya çıkmış ve bu sorun ileriki yüzyıla da taşınmıştır. İngiltere için bu antlaşmanın yerine bir antlaşma imzalanması çıkarları doğrultusunda gerekli görülüyordu ve aranan fırsat Kavalalı Mehmet Ali Paşa‟nın 1840‟ta tekrar ayaklanmasıyla bulundu fakat bu sefer isyanı Avrupalı güçler bastırdı ve Fransa‟nın katılımıyla 1841‟de Londra‟da bir konferans toplandı. Böylece Boğazların savaş zamanı bütün ülkelere kapatılması uluslararası bir yükümlülük kazanmış oldu. Boğazlar ilk kez uluslararası bir statü kazandı. Karadeniz‟i sıcak denizlere bağlayan boğazlar üzerinde, 93 Harbi sonrasında Osmanlı ile imzalanan Ayastefanos Antlaşması ile Rusya boğazlarda ve Karadeniz‟de hâkim oldu. Fakat Rusların Bulgaristan yolu ile sıcak denizlere inmesi ve İngiltere‟nin HindistanOrtadoğu siyaseti açısından tehlike arz etmesi nedeniyle İngiltere buna tepki gösterdi. Dolayısıyla Berlin konferansıyla yeni bir antlaşma imzalandı ve Rusya‟nın karşısına sürekli olarak İngiltere çıktı. Uzun bir süre “eastern question” yani doğu sorununda bu durum tekrar kendini gösterdi. Bu dönemde Akdeniz sularında yani “sıcak sular” da dönemin güçlü ülkeleri arasında yaşanan sömürge kapma yarışına başat güçler, aralarına Rusya‟yı da sokmamak için ayrı bir politika izlendi. Rusya, Osmanlı topraklarına yaptığı her hamlede, imzalanan her antlaşmada başta İngiltere olmak üzere Fransa, Avusturya, İtalya ve Almanya gibi devletlerle de muhatap olmak durumunda kaldı. Hatta Çarlık Rusya‟sı bu doğrultuda Krallık İngiltere‟sine “hasta adam”ı paylaşma teklifinde bile bulunmuş olsa da İngiltere paylaşma yoluna gitmeyi çıkarlarına uygun görmedi. I. Dünya Savaşı‟nda Rusya açısından Boğazların ne denli önemli olduğu tekrar ortaya çıktı. Zira Çanakkale cephesinin açılmasında Rusya‟ya verilecek destek çok mühimdir. Bu cepheyle İtilaf devletleri Rusya‟ya mühimmat ve lojistik destek sağlayıp savaşı kazanmayı hedefleseler de Türk güçleri başarı gösterip mücadeleyi kazandığından Rusya diğer cephelerde yetersiz kaldı. Çanakkale Savaşı‟nda yenilen İtilaf devletleri Rusya‟ya destek gönderemeyince Çarlık rejimi tıkanma noktasına geldi. Ardından yapılan devrimle Rusya‟da yeni bir sistem ortaya çıkmış ve devrim sonrası komünist Rusya fiilen giremediği pek çok sıcak bölgelere fikri boyutta girebilmiş, pek çok dengeyi değiştirmiştir. Kurtuluş Mücadelesinde Emperyalist güçlere direnen Türkiye ile yeni kurulan antiemperyalist SSCB arasında farklı bir sayfa açıldı ve Ankara Moskova arası taze ilişkiler kuruldu. Fakat devrimle kurulan yeni devletin cumhuriyet olması ve komünizm sistemi beklentilerinin yanılması tekrar ilişkilerin seyrini değiştirmiştir. İlerleyen yıllarda Rusya‟ya karşı oluşturulan NATO gibi ulus üstü kurumlara Türkiye‟nin üye olması ve Truman doktrini(1947)-Marshall Planı(1948)‟na dâhil olması iki kutuplu sistemde ABD‟ye yakınlaştığını gösterdi. Bu paktlar ABD‟nin bölge politikasında SSCB‟ye karşı hamleleridir. Buna göre ABD için temel tehdit komünizmdir ve bu tehdit altında bulunan ülkelere ABD mali ve askeri destekte bulunacaktır. Kısacası Rusya‟nın Güney politikasında karşısına artık ABD çıkacaktır. SSCB dağıldıktan sonra özellikle Putin döneminde sıcak denizlere inme politikasının manasını enerji politikası karşılamaya başlamıştır diyebiliriz. Rusya artık Boğazlara sahip olmasına izin verilmeyeceğini anlayınca Boğazlardaki önemli ticaret gücünü ele geçirmeye çalışmaktadır. Rusya‟nın geçmişten bugüne kendini aktarabildiğinden yola çıkarsak Karadeniz‟in ve Boğazların ehemmiyetini de kavradığını düşünebiliriz. ABD‟nin özellikle Irak askeri müdahalesi sonrası Ortadoğu‟da artan nüfuzundan dolayı, “sıcak denizler” kavramıyla bu dönemde kastedilen enerji politikalarında Rusya‟nın Ortadoğu‟daki çıkarları hayati önemdedir. Bu açıdan baktığımızda Rusya‟nın Suriye iç savaşına doğrudan müdahale etmesi aynı zamanda sıcak denizlere inme politikasının bir parçasıdır. 1971 yılında yapılan anlaşmaya göre Sovyetler‟in Tartus‟ta askeri donanma üssü açmasına izni mevcuttur. Bu üs, Rusya‟nın eski Sovyetler Birliği dışında kalan tek askeri tesisidir ve günümüzde halen Rusya tarafından kullanılmaya devam etmektedir. 8 Ekim 1980 tarihinde Suriye ile Sovyetler Birliği Dostluk ve İşbirliği Antlaşması Rusya-Suriye ilişkileri açısından oldukça önemlidir. Antlaşma, taraflardan birisi antlaşmayı sona erdirmediği sürece otomatik olarak 5 yıl uzatılmaktadır. Anlaşmanın 5. maddesine göre taraflardan herhangi birinin barış ve güvenliğinin tehdit edilmesi halinde bu tehdidin bertaraf edilmesi ve barışın yeniden tesis edilmesi için tarafların temasa geçeceği belirtiliyor. Bir anlamda garantörlük niteliği taşıyan bu antlaşmanın gizli protokolünde Sovyetler olası bir İsrail saldırısında tüm gücüyle Suriye‟ye yardım garantisi veriyor. Anlaşma halen yürürlüktedir. Ocak 1992‟de Suriye hükümeti, Sovyetler Birliği‟nin yasal halefi olarak Rusya‟yı tanıdı. Uluslararası sistemde dengelerin sürekli değiştiği şu günlerde Rusya yönetiminin gerek bölgesel gerekse küresel konularda alacağı kararlar oldukça önemlidir. İmparatorluk geleneğini üzerinde taşıyan Rusya yönetimi bu süreçte çok kritik bir sınav vermektedir. Bu açıdan baktığımızda Rusya‟nın sıcak denizlere inme politikası her geçen gün ülke bekası için daha fazla öncelikli bir hal almaktadır. Rusya‟nın bu politikasının bölgesel ve küresel yansımaları önümüzdeki dönemin şekillenmesinde etkili olacaktır.