Perspektif JUNI / HAZİRAN 2009 • Jg./Yıl: 15, Nr./Sayı: 174 •RADİKALİZM SENARYOLARININ NESNESİ OLMAK... •„VERTRAUENSBILDENDE MAßNAHMEN“ İslam Toplumu Millî Görüş aylık yayın organı •SPEKÜLASYON BİLİM OLUNCA •SPEKULATION ALS WISSENSCHAFT? IGMG Perspektif EDİ TÖR IGMG AYLIK YAYIN ORGANI JUNI / HAZİRAN 2009 Yıl/Jg.: 15, Sayı/Nr.: 174 AD RES · ANSC HRIFT IGMG • Perspektif Boschstr. 61-65, D- 50171 Kerpen Tel.: 02237/ 656-0 • Fax: 02237/ 656 555 www.igmg.de E-Mail: dergi@igmg.de YAYINCI · HERAUSGEBER Islamische Gemeinschaft Millî Görüş IGMG e.V. Amtsgericht Bonn, VR 6621 Vertreten durch den Vorstand: Osman Döring, Vorsitzender Oguz Ücüncü, Generalsekretär Ali Bozkurt, stellv. Vorsitzender GENEL YAYIN YÖNETMENİ · CHEFREDAKTEUR Oğuz Üçüncü (V.i.S.d.P) DİZGİ-LAYOUT İlhan BİLGÜ BASKI · DRUCK Yavuzsöhne-Duisburg Yayınlanan makale ve fikir yazılarının sorumlulukları yazarlarına aittir. • Die in der Zeitschrift veröffentlichten Meinungen binden die Autoren, nicht die IGMG. İLAN SER Vİ Sİ · AN ZE IGEN SER VI CE Tel.: 02237/ 656-201 • Fax: 02237/ 656 555 E-Mail: tanitma@igmg.de ABO NE SER VİSİ · ABON NE MENT Islamische Gemeinschaft Millî Görüş Lastschriftabteilung Boschstr. 61-65, D- 50171 Kerpen Tel.: 02237/ 656-0 • Fax: 02237/ 656 555 E-Mail: mitglied@igmg.de Yıllık abone ücreti: 59,-EURO Jahresabonnement: 59,-EURO IGMG Genel Merkez Üyelerine Ücretsizdir Für Vereinsmitglieder der IGMG kostenlos Der Bezugspreis ist im Mitgliedsbeitrag enthalten HESAP NO · BANKVERBINDUNG DENIZ BANK AG Kontonr.: 20 41 27 45 50 BLZ: 500 307 00 Seçim yılı Sayın Horst Köhler’in yeniden Federal Almanya Cumhurbaşkanı seçilmesi ile başlayan seçim süreci, 7 Haziran’daki Avrupa Parlamentosu ve Eylül ayındaki Federal seçimlerle devam edecek. Sayın Köhler’i yeni dönem için tebrik ediyoruz. Cumhurbaşkanı olarak sayın Köhler’in, genelde göçmenlerle, özelde de Müslümanlarla ilgili meselelerde daha aktif olmasını beklerken, kriz döneminde siyasîlere sosyal refah konusundaki uyarıcı yol göstericiliğinin de devamını diliyoruz. Oy kullanma hakkı bulunan göçmenler elbette ki, oyları ile siyasilerin karnelerine notlarını yazacaklardır. Onun için, seçmenlerin oy kullanmaları önemli bir görevdir. Bu sayımızda Filistin’de barış sürecini gündeme getiriyoruz. Dünya, ABD Başkanı Obama’nın, İsrail Başbakanı Netanyahu’ya barış yolunda baskı yapmasını beklerken, görüşmenin pek de etkili olmadığı anlaşılıyor. Şimdi, Filistin kanadında Hamas’ın uzlaşma arayışlarına kapı araladığı gözlemlenirken, İsrail’in yeni yönetiminin ise, işgal politikasını sürdüreceği gözlemleniyor. İsrail’in bu tutumu, Şam’da yapılan İslam ülkeleri dışişleri bakanları toplantısında da eleştirildi. Öte yandan aynı toplantıda, dünyada, hususen de Avrupa ve ABD’de yaygınlaşan İslam düşmanlığına (Islamophobia) karşı tedbirlerin alınması istendi. Bu arada, yavaş yavaş bir izin dönemi daha yaklaşıyor. Eğitim Başkanlığımız, her yıl olduğu gibi bu yıl da, bu yaz tatili dönemini pek çok eğitim programı ile değerlendirmeyi planladı. Eğitim öğretmenleri ve programların yapılacağı yerler tesbit edilerek tüm hazırlıklar tamamlandı. Yaz tatilinde Avrupa’da kalacak olan ebeveynlerin, çocuklarını bu programlara göndermelerini bir kez daha hatırlatıyoruz. Mübarek Ramazan ayının habercisi olan üç aylarınızı tebrik ederek, gelecek sayımızda buluşmak üzere, Allah’a emanet olun. • Oğuz ÜÇÜNCÜ JUNI / HAZİRAN 2009 İÇİNDEKİLER • YORUM • Kalkınma yardımlarında sömürgeci hesap . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .5 • Radikalizm senaryolarının nesnesi olmak... . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .6 . • TEŞKILAT 12 • IGMG Kadın Kolları “Dünden bugüne idareciler günü” . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .10 • IGMG Gençlik Teşkilatı 18. Bilgi Yarışması yapıldı . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .12 • "Kamuoyunda var olmak" - Genel Sekreterlik birimleri toplandı . . . . . . . . . . . .13 • İSLAM VE HAYAT • Aileyi korumak . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .14 • Evliliğin önündeki engeller . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .16 • Spekülasyon bilim olunca . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .18 10 • DÜNYA • Filistin’de değişen dengeler . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .20 • Hamas’sız bir Ortadoğu Barışı mümkün mü? . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .22 • Filistin . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .26 18 • KÜLTÜR • Süleymaniye Kütüphânesi . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .28 • Barajlar ve yel değirmenleri . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .30 28 • ISLAM UND LEBEN • Spekulation als Wissenschaft? . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .32 • KOMMENTAR • „Vertrauensbildende Maßnahmen“ Muslime als Objekte von Terrorprävention . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .34 • „Neokoloniale Entwicklungspolitik“ . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .38 IGMG • PERSPEKTİF 38 yorum Kalkınma yardımlarında sömürgeci hesap İlhan BİLGÜ • ibilgu@igmg.de A lmanya, bazı batılı ülkelerin aksine, sömürgeciliği bir devlet politikası olarak kullanmayan ülkelerin başında geliyor. 19. yüzyılda başlayan Afrika macerasından kısa sürede vazgeçen ülke, sömürge politikası uygulamadığ halde, teknoloji ve kalitesi ile dünya ekonomisinde söz sahibi oldu. Almanya, Nazi dönemi hariç, ABD, İngiltere ve Fransa gibi, hammadde kaynaklarını askerî ya da siyasî olarak ele geçirme yerine, teknoloji ve kalitesi ile konumunu güçlendirdi. Dünyada hammadde kaynaklarının giderek azalması üzerine ise Almanya sanayii şimdi, ülkenin sömürgecilik türü politikalara yönelme girişimlerinde bulunmasını istiyor. Bir kaç yıl öncesinde, Almanya Sanayi Birliği’nin (BDI) girişimleri ile “Hammadde Kongresi” veya “Hammadde Forumu” adı altında başlayan bu süreç, kendisini doğrudan siyasetin içinde görücüye çıkarmış durumda. Son olarak, Hristiyan birlik partilerinin (CDU/ CSU) Meclis Grubu’ndan üyelerin katılımı ile bir toplantı yapan Alman Sanayi Birliği, Almanya’nın uzun süreden beri insanî amaçlı yaptığı “Kalkınma Yardımları”nı, endüstriyel ürünlerin hammaddelerini güvence altına alacak bir politika üzerine oturtulmasını istiyor. Bunun için de, söz konusu kalkınma yardımlarının özellikle, hammadde kaynakları bulunan ülkelere kaydırılması düşünülüyor. Hristiyan birlik partilerinin temsilcilerinin de bu politikaya destek verecekleri anlaşılıyor. Küresel malî krizin derinlemesine devam ettiği bir zamanda, Alman sanayiinin böylesi bir politika değişikliğini istemesi, Almanya’nın kalkınma yardımlarında köklü bir siyaset değişikliğine gidebileceğini gösteriyor. Halbuki, Almanyanın kalkınma yardımı politikalarının temel noktalarını, tüm dünyada “yoksullukla mücadele, barışın güvence altına alınması, demokrasinin yerleşmesi, küreselleşmenin adilane bir şekilde organize edilmesi ve çevrenin korunması” 1 oluşturuyordu. Almanya kalkınma yardımlarını, “Her yıl 11 milyon çocuğun beşinci yaş gününde önce açlık, hastalık, şiddet ve savaş sebebiyle öldüğü, bir milyardan fazla insanın, günde 1 dolardan daha az bir gelirle yaşamak zorunda kaldığı” 2 dünyada, küresel bir görev olarak görüyordu. Bu yüzdendir ki, kalkınma yardımlarındaki mahiyet değişikliği, önemli bir çelişki olacaktır. Kalkınma yardımlarını bir taraftan küresel bir görev olarak gören Almanya’nın bir başka çelişkisi ise, dünya silah satışında ABD ve Rusya’nın ardından üçüncü sıraya yükselmesidir. 3 Stokholm Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsü’nün (SIPRI) yayınladığı bir rapora göre Almanya, son yıllarda silah satışlarında diğer Avrupa ülkelerinin önüne geçmiş bulunuyor. Başta Körfez ülkeleri olmak üzere dünya silah ticaretinde önemli bir yer edinen Almanya, bir yandan kalkınma yardımlarını sür- dürürken, bir yandan da, ölüm makinalarının satışı ile ekonomisini geliştiriyor. Silahlanmaya nerdeyse 1.5 trilyon dolar harcayan dünya,4 bu harcamanın yüzde 10’unu yoksul ülkelere yardım yapsa, yoksulluğu kısa sürede ortadan kaldırabilecek durumdadır. Almanya’nın böyle bir çelişkili politika ile dünya barışına katkı yapması beklenemez. Kalkınma yardımlarının özelliğini değiştirmesi ise, yoksul ülkelerdeki fakirliği daha da artıracaktır. Zaten, ABD ve diğer kalkınmış ülkelerin dizginlenmemiş finans sistemindeki kriz sebebiyle, yoksul ülkler daha da yoksullaşacaktır.5 Öte yandan kriz sebebiyle yoksul ülkelerdeki temel gıda ve ihtiyaç maddelerinde önemli oranda bir artış söz konusudur. Böylece giderek yoksullaşan ülkelerin hammadde kaynaklarına, kalkınma yardımları adı altında göz konulması, bu yardımların, insanî yardım olma vasfını kaybettirmektedir. Bu haliyle, küresel malî krizin çarpıklıklarını hissettirmemeye yönelik olan yardımlar, aynı zamanda, küresel güçlerin ayıplarını örtme enstrümanı olarak kullanılamaz. Almanya’nın kalkınma yardımlarında, böyle bir politika değişikliği söz konusu olacaksa, hammadde kaynakları bakımından zengin olan yoksul ülkeler, daha çok kalkınma yardımı alacak; diğerleri ise, kendi yoksullukları ile başbaşa kalalacak ve küreselleşmenin etkisiyle daha da yoksullaşacaktır. Kalkınma yardımları insanî bir yardımdır. Teknik ve malî yardımlarla, yoksullukla mücadelenin yerinde yapılmasını amaçlar. Ki böylece, yardım alan ülkelerin, kendine yetebilir seviye gelmesi hedeflenir. Kalkınma yardımlarında, hammadde kaynakları olan ülkelerin tercih edilmesi ise, bu insanî yardımın, çıkar amaçlı yapıldığını gösterir. Geliştirilmek istenen bu yeni politikanın sömürgeci bir temele dayandığını söylemek yanlış olmaz. Nitekim, bu yöndeki bir kalkınma yardımı politikası, başta Afrika olmak üzere, bu bölgelerdeki krizleri daha da artıracaktır. Almanya’nın izlemeyi düşündüğü yeni kalkınma politikası ile, kanayan bu yaralara yardımcı olamayacağı da ortadır. Dünyanın, yeni paylaşımlara, böylece yeni çatışmaların artmasına değil, makul politikalarla desteklenen insanî sorumluluğa ihtiyacı vardır. Almanya, Rusya ile yaşanan gaz krizi ve petrol fiyatlardındaki astronomik artışları göz önünde bulundurarak, yeni politikalar üretmek durumundadır. Ancak bu politika, yalnızca hammaddelere erişimi hedef alan bir sömürgecilik izlenimi vermemelidir. 1 http://www.bmz.de/de/ziele/deutsche_politik/index.html http://www.bmz.de/de/ziele/grundsaetze/index.html 3 http://yearbook2008.sipri.org/files/SIPRIYB08summary.pdf 4 http://www.globalissues.org/article/75/world-military-spending 5 http://siteresources.worldbank.org/INTGLOMONREP2009/Resources/5924349-1239742507025/GMR09_book.pdf 2 JUNI / HAZİRAN 2009 5 yorum Radikalizm senaryolarının nesnesi olmak... “Güvenlik Diyaloğu” adı altında başlatılan projeyi, bu çerçevede örnek olarak gösterebiliriz. Bu çalışma ile, Polis teşkilatına bağlı yerel ve bölgesel güvenlik birimlerinin cami cemiyetleriyle ve Federal güvenlik birim ve kurullarının da Müslüman çatı kuruluşlarıyla karşılıklı işbirliği kastedilmektedir. Mustafa YENEROĞLU • myeneroglu@igmg.de B ugün Almanya’da İslam ve Müslümanlar ile ilgili gündemin en temel konusu güvenlik ve terörizm tedbiridir. Siyasetçiler ve güvenlik birimleri, New York, Madrid ve Londra’da gerçekleştirilen, Almanya’da ise engellenebilen terör saldırılarına dikkat çekerek, bu olayların toplum içinde korku ve bu endişeye sebep olduğunu sürekli tekrarlayıp, kamuoyundaki güvensizlik hissiyatına cevap vermeleri gerektiğini belirtmekteler. Varolduğu iddia edilen toplumsal güvensizlik duygusu, güvenlik birimleri tarafından ortaya atılan somut ya da soyut tehdit senaryolarından kaynaklanmamaktadır. Güvenlik konusu, giderek Müslümanların entegrasyon sorunu ve toplum içerisindeki konumları ile de ilişkilendirilmektedir. Özellikle Müslüman cemaatlerin, güvenlik projelerine dahil olmaları, bu kuruluşların ve mensuplarının entegrasyonları bakımından zorunluluk olarak ortaya konulmaktadır. Bu tutuma somut bir örnek verilecek olursa, siyasilerin ve güvenlik birimlerinin sürekli bir şekilde talep ettikleri Müslümanlar ve güvenlik birimleri arasında “Güvenlik Diyaloğu” gösterilebilir. Bu çalışma ile, Polis teşkilatına bağlı yerel ve bölgesel güvenlik birimleri- 6 IGMG • PERSPEKTİF nin cami cemiyetleriyle, Eyalet ve Federal güvenlik birimlerinin de Müslüman çatı kuruluşlarıyla karşılıklı işbirliği kastedilmektedir. Bu projede, işbirliği kapsamı ve daha da önemlisi, esas alınacak kavramların tanımları ise güvenlik birimleri tarafından tek taraflı olarak belirlenmektedir. Uygulama, toplumsal barış açısından çok ciddi sorunlara vesile olduğu gibi, Müslümanlar üzerindeki genel kuşkuyu ortadan kaldırma hedefinin tersine, kuşkuları artırdığı ortadadır. “Önleyici tedbirler” ne anlama gelmektedir? Bu projelerin temel mantığını, kamu kurumlarının Müslümanlarla olan münasebetinde esas aldıkları radikalizmi önleme tedbirleri oluşturmaktadır. “Önleyici tedbirler”, suçun oluşması veya suça teşebbüs edilmesi durumundaki uygulamaları değil, suç işlenme ihtimali ya da, bir suç oluşma risk ihtimaline karşı alınacak önlemleri içermektedir. Önlemler, suçlara ve suçlulara yönelik değil, aksine suçlu olabileceği varsayılan kişi ve bu tip suçluları içinden çıkarma ihtimali olduğu düşünülen çevrelere veya düşünce tarzlarına yönelik olmaktadır. Dolayısıyla, güvenlik birimleri, senaryolarını muh- yorum temel tertipler ve radikalleşme senaryoları bağlamında hazırlamaktalar. Bu tür aksiyonların çerçevesi zaman ve mekân açısından belirlenebilir muhtemel tahribatlara göre tespit edilmiyor. Daha ziyade, en azından, gerçekleşmesini önlemek istedikleri riskler kadar, müphem ve öngörülemez kalıyorlar. Terör tehlikesinin büyüklüğüne göre, hukuki değerlerin tartılması gerektiği ifade edilmekte. Söylenmek istenen, varolabileceği farzedilen tehlike ciddi ise, temel hukuki ilkelerin, muhtemel tehlikeyi önlemek için uygulamada gözardı edilebileceğidir. Bu çerçevede temel haklara yönelik müdahalelerin “meşru” kabul edilebileceği öne sürülmektedir. Yani burada, soyut, tamamen ihtimaller üzerine üretilmiş senaryoya göre, önceden somut uygulamalar ile temel insan haklarını ihlale yol açabilecek bir yaklaşım tarzından bahsediyoruz. Bu mekanizma ile önceden tipolojisi çizilmiş “problemli” düşünce tarif edilip, hedef alınmaktadır. “Ekstremist” tarifi de buna göre yapılmaktadır. Ve “suça ve suçluya” yönelik olması gereken önleyici tedbirler, güvenlik birimleri tarafından tanımlanmış ve senaryolandırılmış “aşırılara karşı” önleyici müdaheleye dönüşmektedir. Senaryolarda, güvenlik birimlerinin temel aldığı tanımlar, Anayasayı Koruma Dairesinin çalışmalarıdır. Bu ise, hukuki açıdan en problemli alanı oluşturmaktadır. Çünkü Anayasayı Koruma Daireleri’nin, anayasayı koruma kanunlarında yer alan çabaların özetlendiği kavramlarla çalışmaları normal karşılanabilirse de, buna karşılık güvenlik birimlerinin esas dayanak noktası hukuki kavramlar olmak zorundadır. Esasında, hukuki belirsizliği nedeniyle Anayasayı Koruma Dairesi’nin terminolojisi de problemlidir. Güvenlik birimleri, kolluk kuvvetleri olarak görev yaptıkları, represif uygulama ve operasyon yetki ve sorumlulukları olduğu için, yürülükteki kanunlara göre hareket etmek zorundadırlar. Güvenlik birimlerinin, Anayasayı Koruma Dairesi’nin soyut kavramlarına göre hareket etmesi, temel hakları ihlal eden ciddi müdahale riski içermektedir. Anayasayı koruma kanunları “ekstremist” kavramını tanımlamıyor. Yani burada söz konusu olan bir hukuk kavramı değilken, güvenlik birimleri bu kavramı, anayasal demokratik devlete yönelik bir tehdit, bir anti tez olarak tanımlıyor. Bunun içerisinde dolayısıyla Anayasayı Koruma Daireleri’nin sorumlukları dâhilinde özgürlükçü demokratik temel düzeni hedef alan “belirli politik amaç ve hedefleri olan” eğilimler yer alıyor. Esasen kendisi müphem olan “Politik ekstremizm” (politik aşırılık) kavramından yola çıkan Anayasayı Koruma Dairesi, kavramsal bir ayrıma giderek “İslam” ve “İslamcılık” ya da “Müslümanlar” ve “İslamcılar” ayrımı ile “İslamcılığı” “politik ekstremizmin” bir tezahürü olarak değerlendirmekte. Güvenlik birimleri de bu terminolojiye göre hareket ederek “diyalog” projesi gibi görüşmelerde bu terminolojiyi, tanımlayabilme ko- “Muhammed Peygamber’in dinî yaşamı” ifadesi ve bu ifadenin “tavizsiz, yeniliklere kapalı ve mutaassıp” bir İslam olarak değerlendirilmesi ise, Anayasa Mahkemesi’nin içtihadı olan herkesin “tüm davranışlarını inancının gerektirdiği şekilde belirlemesi ve inandığı şekilde yaşaması” hakkı ile uyuşmamaktadır. nusundaki tüm zorlukların farkında olmalarına rağmen, bu tanımlamayı değişmez bir tanım olarak sunmaktadırlar. “İslamcılık” kavramı da genel olarak, “İslam’ın aşırıcı anlayışı” olarak tanımlanmaktadır. “İslam/İslamcılık” Anayasayı Koruma Daireleri sürekli olarak “İslam dininin kendisi ve ona mensup olanların tümünün değil”, aksine yalnızca “İslamcı” grupların gözlem altında tutulduğunu öne sürmekteler.1 “İslamcılık” kavramı, Baden Württemberg Eyaleti Anayasayı Koruma Dairesi tarafından “İslami addedilen dini esasların, kuralların, kaidelerin ve politik esasların uygulamaya konulması için aktif taraftar olma”2 şeklinde tanımlanmaktadır. Ancak böyle bir tanımdan, anayasal çerçevede hareket eden ve Müslümanları, dini yaşamlarında desteklemeyi amaçlayan İslami cemaatleri ayrı tutmak pek de mümkün değildir. Bunun yanında diğer kıstaslardan “evrensel ve bölünemez geçerlilik savı, sahih olduğu kabul edilen kaynaklara dayanılması ve geçmişte var olarak telakki edilen, esas olarak Muhammed Peygramberden ve önceki müslümanlardan nakledilen dini yaşamı belirleyici kabul eden ideal bir dönemin vizyonu” 3 gibi ifadelerin muğlaklığı, özgürlükçü demokratik düzenin temel kriterlerinin ne kadar keyfi bir şekilde yorumlanabileceğinin bir nevi göstergesidir. “Evrensel ve bölünemez geçerlilik savı” içerik itibariyle, tüm tevhid inancına sahip dinleri kapsar. “Muhammed Peygamber’in dinî yaşamı” ifadesi ve bu ifadenin “tavizsiz, yeniliklere kapalı ve mutaassıp”4 bir İslam olarak değerlendirilmesi ise, Anayasa Mahkemesi’nin içtihadı olan herkesin “tüm davranışlarını inancının gerektirdiği şekilde belirlemesi ve inandığı şekilde yaşaması” 5 hakkı ile uyuşmamaktadır. Bu davranış şekli, ayrıca tüm Müslümanları kapsayabilecek nitelikte olmasından dolayı, ayırıcı bir özellik olarak da oldukça geçersizdir. JUNI / HAZİRAN 2009 7 yorum ki Müslümanlar için ise “Siyasal İslam’’ ve “İslami Terörizm’’ kategorileri kalmaktadır. Öte yandan, siyasi sorumlular ve güvenlik birimleri tarafından sürekli olarak, dini kimliğin güçlendirilmesi ihtiyacı ile terörizm arasında bir nedenler silsilesi oluşturulmaya çalışılmaktadır.10 Böylece bütüncül bir İslami yaşam tarzının, potansiyel olarak terörizme doğru bir yönelmenin çıkış kaynağı olabileceği şüphesi gündemde tutulmaktadır. Müslümanlarla ilgili genel kuşkunun besin kaynağı Anayasa Koruma Daireleri'nin değerlendirmelerinde, çocuk eğitimi ile ilgili yaklaGüvenlik birimlerinin Müslümanlarşımlar bile tehlikeli olarak tanımlanıyor. Gerekçe olarak ise, “çoğulcu toplumun la diyalog kurma çabaları, bu nedenler zinciri üzerine bina ediliyor. Böylece, adet ve alışkanlıklarına tezat teşkil edebileceği” öne sürülülüyor. Müslümanlara yönelik genel kuşkunun engellenmesi niyetinin aksine, özellikle Mesela yine aynı şekilde, bir kişinin sahip olduğu dini uygulamalar kuşkuyu artırmaktadır. Çünkü, tüm önleyici ve dünya görüşünü yayması (ki bu davranış Anayasanın 4. uygulamarın temel sorunu, önlemlerin “itham” üzerine maddesinde yer alan din özgürlüğü ilkesi tarafından temikurulu olmasıdır. Güvenlik birimlerine yüklenen gönat altına alınmaktadır) “İslamcı” bir davranış ve bununla revler, organizasyon çerçevesi ve kavram dünyası bu birlikte anayasa düşmanlığı olarak değerlendirilmektedir. “İsdiyalog kalıbını belirliyor ve diyalog için bunun kabulamcılığın bir tezahürü olarak tebliğle (Dava), hem diğer lünü şart koşuyor. Bu nedenle güvenlik birimlerinin, dinlere mensup kimselerin (Hristiyan, Yahudi veya Ateist) Müslümanlar ve çoğulcu toplum arasında iki de bir ifahem de seküler düşünceli Müslümanların gerçek din olade edildiği gibi bir arabulucu vazifesi görmeleri mümrak görülen İslam’ı kabul etmeleri hedefleniyor (Misyoner kün değildir. İslamcılık). Burada politik gücün ele geçirilmesi ilk hedef Bundan dolayı, Federal Kriminal Dairesi ve İstihdeğil. Daha çok Müslüman kimliğinin ve inancının yayılbarat Birimlerinin İslami kuruluşlarla yayınladıkları or6 ması hedefi taşınıyor…” Baden Württemberg Eyaleti Anatak açıklama, doğal olarak bir tehlikenin varlığının gösyasayı Koruma Dairesi’nin (LfV BW) bu değerlendirmetergesi olarak anlaşılmaktadır. Frankfurter Allgemeine si, açık bir şekilde Anayasa Mahkemesi’nin içtihadı ile çeZeitung’un konuyla ilgili haberi, güvenlik birimlerinin 7 lişmektedir. Ayrıca Anayasayı Koruma Dairesi, inançlarıde, bu “işbirliğini” hiç de farklı değerlendirmediklerinın esası olarak yaygın bir biçimde misyonerlik faaliyetinni göstermektedir: de bulunun hristiyan dini cemaatleri ise gözardı eden bir “Ne var ki, güvenlik birimlerinin içerdeki değerlendirçifte standard uygulamaktadır. mesi, işbirliğinin başarılarından biri olarak, Almanya’daBunların ötesinde dini özgürlükler bağlamında yarki camiler ve Müslüman imamlar çevresinden şu anda doğgı yoluna gidilmesi de “batı toplumu içerisinde İslami rudan bir terör tehdidi olmadığı gerçeğini gösteriyor.” hukuk yaşam alanı oluşturmaya teşebbüs” 8 olarak deFAZ gazetesinin bu açıklamasına ne Güvenlik biğerlendirilmektedir. Hâlbuki, yargı yoluna gidilmesi, rimlerinden, ne de “işbirliğine dahil olan kuruluşlardan mevcut hukuk sistemiyle özdeşleşmiş olmanın bir gösbir tepki geldi. Oysa, burdaki yaklaşım çok net bir bitergesi değil midir? Neticede, buradaki yargıya güveçimde cami ve imamlar çevresinden kaynaklanan bir nilmiş olunmaktadır. terör tehdidinden bahsediyor. Çocuk eğitimi ile ilgili yaklaşımlar bile, bu değerBöyle suçlamaların, niçin kamuoyunda bir tepki ollendirmelerde, tehlikeli olarak tanımlanmaktadır. Gemaksızın Müslümanlarla bağdaştırılarak yapılabildiği rekçe olarak ise, “çoğulcu toplumun adet ve alışkansorusu ise halen cevapsızdır. lıklarına tezat teşkil edebileceği” 9 öne sürülmektedir. İslam veya müslümanların bu kadar açık bir biçimBu bağlamda en aşırı yorum Schleswig-Holstein Eyaleti de terörle ilişkilendirilmeleri veya basın açıklamasında İçişleri Bakanlığı tarafından yapılmaktadır: Bakanlığın olduğu gibi “İslamcı terörizm” gibi kavramların kullayorumuna göre İslam “üç ayrı kategoride tezahür eden nımı makul ve doğru değildir. Zira bu şekilde, şiddet ve bir gerilim alanında” görülmektedir: “Aydınlanmış ve terör dini bir problem olarak konumlandırılmaktadır. ruhani İslam”, “Siyasal İslam” ve “İslami Terörizm”. Böylece, yalnızca şiddet ve teröre başvuran kişilerin Aydınlanmış ve ruhani İslam kategorisine “reform yangerçek motivasyonları gizlenmiş olmuyor, aynı zamanlısı entelektüeller” dâhil edilmektedir. Bunun dışında- 8 IGMG • PERSPEKTİF yorum da bu kişilerin, dini kendi emelleri için istismar etmeleri ve sahiplenmelerine destek verilmiş oluyor. İslam ve terörizm kavramlarının birarada kullanılmasının, kamuoyunda ne gibi etkileri olduğu ortadadır. 2004 yılında yapılan Allensbach-Araştırması’na göre, araştırmaya katılanların yüzde 83’ü İslam’ı terör ile, yüzde 82’si fanatik ve radikal kavramlarıyla bağdaştırmışlardır. Bu araştırmanın da gösterdiği gibi, kavramların ayrıştırılmadan birarda kullanılması, Müslümanların toplum içerisinde olumsuz algılanmalarına sebep olmaktadır. Alternatif Güvenlik birimleri ve toplum gruplarının aralarında görüşmeler yapmaları, istişarede bulunmalarına peşinen reddetmek doğru olmaz. Çünkü, açık toplum ve onun aktörlerinin iletişim halinde olması kadar doğal bir şey olamaz. Ancak burada önemli olan bu görüşmelerin ne şekilde gerçekleştiği ve özellikle toplumsal huzuru bozacak nitelikte olmamasıdır. Eğer konu “Müslümanların güvenlik güçlerine olan güvenini artırmak” 11 ise, burada polis memurlarına karşı olan güvenden bahsedilemez herhalde. Zira Müslümanların polis memurlarına karşı güven eksikliği olduğu iddiası gerçekleri yansıtmamaktadır. Burada tartışma konusu olan şey, kriminalite veya uyuşturucuyla mücadele üzerine teşvik projeleri değil, ya da gençler arasında şiddete yönelik olarak spor aktiviteleri, kişiliğin geliştirilmesi ve güvenlik birimlerinin çok kültürlü toplumun şartları doğrultusunda duyarlılıklarının artırılması da değildir. Burada tartışma konusu olan asıl mesele, güvenlik memurunun yerel cami cemiyetleriyle “diyalog” içerisine girmesini öngören ve pek de dile getirilmeyen “önleyici tedbir” çalışmasıdır. Tabii ki, memurlara, bu konuda her hangi bir ithamda bulunmak yersiz olur. Çünkü onlar kendilerine verilen, politik kriminal önlem 12 çerçevesinde kanuna dayanarak, cami cemiyetlerini ziyaret ve cemiyet üyeleriyle görüşmeler yapma görevini yerine getiriyorlar. Bazıları karşılaştıkları samimiyet ve misafirperverlikten dolayı oldukça hassas olurken, bazıları ise daha az hassas oluyorlar.13 Burada sorunlu olan nokta, güvenlik memurunun görüşmelerinden sonra cami cemiyeti ve üyeleriyle ilgili bir profilin oluşturulmasının aksine, genellikle önceden hazırlanmış profilin onaylanıyor olmasıdır. Polisin işe şüphe üzerine işe başlaması sebebiyle, cami cemiyetlerine karşı tarafsız olması genelde mümkün değildir. Objektif olmanın aksine, bu polisler de, Anayasayı Koruma Daireleri gibi, diğer güvenlik birimlerinin değerlendirmelerini esas alıyor. Elde edilen, sözüm ona, sonuçlar da yazımızda sorunsallaştırdığımız kavramsallaştırmalar çerçevesinde rapor ediliyor. İşte bu şekilde kişi kendisini kısır bir döngü içerisinde gözlem altında tutulan bir nesne olarak buluyor. BKA (Federal Kriminal Dairesi), BfV (Anayasayı Koruma Dairesi) ve eyalet daireleri gibi güvenlik birimleri ile “Güven sağlayıcı önlemler” projesine girişi- Polisin işe şüphe üzerine işe başlaması sebebiyle, cami cemiyetlerine karşı tarafsız olması genelde mümkün değildir. Objektif olmanın aksine, bu polisler de, Anayasayı Koruma Daireleri’nin değerlendirmelerini esas alıyor. lecekse, öncelikle anayasal kavramsallaştırmaların aydınlatılması konu edilmelidir. Bu şekilde, hukuk devletinin temel esaslarından taviz verilmemesi ve sorunların kültüralist bir bakış açısıyla ele alınmaması sağlanmış olacaktır. Ayrıca güvenlik birimleri – özellikle radikallik senaryolarına, önlem tedbirleri ve bunların sonuçlarına dayandırılan sebep araştırmalarında- bilimsel araştırma sonuçlarını dikkate almalıdır ve muhatabını ötekileştiren söylemlerden uzak durmalıdır. Bu çerçevede, kamuoyunu yönlendirme ve güvenlik bağlamında müslümanları sahneleme amacı taşımayan ve karşılıklı güveni esas alan, zoraki olarak yalnızca bir tarafın başı çekmediği, karşıdaki muhatabın bir tehlike veya bir problem olarak değil de, aksine, eşit seviyede bir muhatap olarak görüldüğü ilişkilerde, sözü edilen görüşmelerin daha verimli yürütülebileceği muhakkaktır. Dipnotlar: 1 Örnekler için bkz. “Islamischer Extremismus und Terrorismus”, Baden Württemberg Eyaleti Anayasayı Koruma Dairesi, Nisan 2006, S. 8 ve “Islamismus aus der Perspektive des Verfassungsschutzes”, BfV, Mart 2008, S. 5 2 “Islamischer Extremismus und Terrorismus”, S. 10 3 “Islamischer Extremismus und Terrorismus”, S. 6 4 “Islamischer Extremismus und Terrorismus”, S. 39: “Kuran ve sünnetin yorumlanması çok harfi harfine yapılmış ve uzun yıllardır vahhabi cereyanının etkisinde kalınmıştır. Bu, mensupların peygamberin değer ve yaşam tarzına yönelen bir İslam’ı temsil ettikleri manasına gelir.” 5 Bkz. BVerfGE 32, 98 <106 f.>; 33, 23 <28>; 41, 29 <49> 6 “Islamischer Extremismus und Terrorismus”, S.6 7 “Misyon dini yaşamın bir parçası olarak din özgürlüğü kapsamındadır”, Bkz. BVerfGE 12, 1, <4>; 24, 236, <245>; 69, 1, <33>. 8 “Islamismus aus der Perspektive des Verfassungsschutzes”, BfV, März 2008, S. 7 9 Bakınız Baden Württemberg Eyaleti Anayasayı Koruma Dairesi internet sitesi http://www.verfassungsschutz-bw.de/kgi/islam_dtl_ start.htm 10 “Integration als Extremismus- und Terrorismusprävention”, Federal Anayasayı Koruma Dairesi, Ocak 2007, S.9 11 BKA (Federal Kriminal Dairesi) Basın Açıklaması 27.04.2009 12 Yabancı güçler için gizli veya güvenlik tehlikesi oluşturacak çalışmalar içerisinde olan veya şiddet kullanarak ya da buna benzer hazırlıklarla Federal Almanya Cumhuriyeti’nin dış çıkarlarını tehlikeye sokan ve Anayasal düzeni hedef alan Hukuki suçların takibi ve önlenmesi 13 Bu, devlet güvenlik memurlarıyla görüşmeler üzerine yapılan çok sayıda tutanaktan çıkan bir sonuç. JUNI / HAZİRAN 2009 9 teşkilat IGMG Kadın Kolları “Dünden bugüne idareciler günü” şölen havasında geçti IGMG Kadın Kolları “Dünden bugüne idareciler günü” Almanya’nın Wuppertal şehrinde bulunan UNIHALLE’de gerçekleştirilen IGMG Kadın Kolları İdareciler Günü’ne 31’i Avrupa’dan olmak üzere Avustralya ve Kanada’dan katılanlarla birlikte toplam 33 bölgeden hanım idarecileri katıldı. Yaklaşık 3 bin hanım idarecinin katıldığı programda IGMG Genel Başkanı Yavuz Çelik Karahan, Kadın Kolları Başkanı Zehra Dizman ve yazar Seyhan Büyükcoşkun birer konuşma yaptılar. Program içinde Kadın Kolları Gençlik Teşkilatı’nın yaptığı yarışmalarda dereceye girenlere ödülleri verilirken, kuruluşundan beri Merkez Yürütme Kurulu Üyeliği, Bölge Başkanlığı yapan ve halen yapmakta olanlara plaketleri verildi. Program’da önce Ankara’dan gelen tasavvuf musikisi grup “Grup Sufi Yorum” sahne alırken, son bölümde ise İstanbul’dan iştirak eden Aslıhan Erkişi ve ekibi Tasavvuf Musikisi Konseri verdi. Konserlerin ardından son üç yılın Kur’an Okuma Yarışmalarında birincilik elde eden kızlar Kur’an-ı Kerim okudular. Toplantının açılış Kur’an-ı Kerim’ini 2009 yılı Kur’an Okuma Yarışması birincisi Zülal Çelebi okudu. IGMG Genel Başkanı Yavuz Çelik Karahan, İslam Toplum Millî Görüş Kadın Kolları’nın önemine dikkat çeken bir konuşma yaptı. Hanımların çalışmalarını tebrik ve takdir ettiğini ifade eden Karahan özetle şunları söyledi: “Biz, kadın-erkek ayrımı gibi bir ilkelliği asla kabul edemeyiz. Kadın da erkek te belli sorumluluklar yüklenerek yaratılan Allah’ın kullarıdır. Toplumun yetiş- 10 IGMG • PERSPEKTİF tirilmesinde, eğitilmesinde ve geleceğe güvenle taşınmasında son derece önemli görevler üstlenmektedirler. Bu sorumluluğu hep birlikte yerine getireceğiz. Büyük emeklerle bugüne gelen bu teşkilat hepimizindir. Kim daha güzel işler yaparsa hak katında daha değerli olacaktır. Bunun ölçüsü Allah’ın rızasını kazanacak işleri yapmaktır. Bu teşkilatta bu hayırlı işleri yerine getirmek için vardır.” IGMG Genel Başkanı Yavuz Çelik Karahan, birçok hayırlı hizmetlere imza atan ve fedakârâne gayretler içinde olan hanımları tebrik etti ve Allah (c.c) güç kuvvet verdikçe bu örnek faaliyetlere devam etmeleri için teşvik ederek konuşmasını tamamladı. Programda bir konuşma yapan Kadın Kolları Başkanı Zehra Dizman da konuşmasına Allah’a (c.c) hamd ederek başladı. İslam Toplumu Millî Görüş gibi bir teşkilatta görev yapan hanımların çalışmasından övgüyle söz eden Zehra Dizman “Sizler her gün durmak bilmeden canla başla Allah (c.c) rızası için koşturuyorsunuz. Bugün de ‘gelin’ dedik geldiniz. Biz de sizleri kucaklıyor; bağrımıza basıyoruz. Hoş geldiniz, sefalar getirdiniz. Sizlere ne kadar teşekkür etsek azdır. Sizler gerçekten güzel ve hayırlı işler yapmaktasınız. Bu program içinde yapılan güzel işlerin bir özetini izleyeceksiniz. teşkilat İdareciler hediyelerini alırken Bir başarı varsa; bu hepimizindir. Sizlerin bu hizmetleri hangi şartlar altında yaptığınızı bizler çok iyi biliyoruz. Bir yanda eviniz, işiniz, çocuklarınız, diğer yanda meşguliyetleriniz, diğer yandan da bu hizmetler. Sizler bu güne kadar bütün bunların üstesinden geldiniz. Allah (cc) hepinizden razı olsun. Sizler inşaallah, ebedi alemde üzülenlerden değil, sevinenlerden olacaksınız. Sanki şu ayet sizi tarif ediyor: Yüce Allah (cc) Fussilet suresinin 30. Ayetinde şöyle buyuruyor: ‘Rabbimiz Allah’tır deyip dosdoğru yolda yürüyenlerin üzerine muhakkak melekler iner ve (Melekler)onlara: korkmayın, üzülmeyin, size va’dolunan Cennet’le sevinin! Derler.’ Yüce Rabbim hepinizi bu ayette müjdelediği kullarından kılsın” dedi. Müslümanların İslam kardeşliğine önem vermelerinin gereğine işaret eden Dizman; “Biz kardeşler topluluğuyuz. Kardeşliğimizi Allah Teala Hucurat suresinde ‘Mü’minler kardeştirler’ ayeti ile ilan etmiştir. Birbirimizle irtibatımızı koparmamalıyız, aramızdaki sevgiyi genişletmeliyiz. Bizleri önümüzdeki yıllarda, ‘değerler aşınması’nın sonucu ahlaki yozlaşma, bunun neticesinde toplumsal çözülme gibi çeşitli sorunlar bekliyor. Bu tehditlerden bizleri koruyacak çareler inancımızın temelini oluşturan kopmaz sağlam kulp olan Kur’an ve Sünnet’te mevcuttur. Bundan dolayı Allah’ın (cc) hidayet yolunun yolcuları olan bizlere büyük görevler düşüyor” dedi. Ve “İçinde yaşamakta olduğumuz toplumun değerlerine saygılı bir şekilde ve hak-hukuk çerçevesinde bu toplumda Müslüman Avrupalı olarak yaşamak istiyoruz. Bizden değer- IGMG Genel Başkanı Yavuz Çelik Karahan FOTOĞRAF: ENES GEDİK lerimizi bir tarafa atmamızı hiç kimse isteyemez. Kaldı ki böyle bir şeyi istemek, demokrasiye de, insan haklarına da aykırıdır” sözleri ile konuşmasını sürdürdü. Çocuk Kulübü ve Gençlik Teşkilatı çalışmalarına da değinen Zehra Dizman, konuşmasının son bölümünde, İslamla alakalı yanlış iddialara karşı duyarlı olunulması uyarısında bulundu ve bu çerçevede, bazı çevrelerin, kızların okutulmamaları ve zorla evlendirilmeleri, namus cinayetleri başta olmak üzere, feodal gelenekleri İslam’ın bir parçası olarak sunmaya çalıştıklarını söyleyerek sözlerini şöyle sürdürdü: “Bizler Müslüman hanımlar olarak, İslam ile yakın uzak alakası olmayan bütün yakıştırmaları reddediyoruz. Biz kızlarımızı okutuyoruz, namus cinayetlerini yargısız infaz olarak görüyor ve karşı çıkıyoruz, İslam ile alakalı olmayan gelenekleri de asla kabul etmiyoruz.”dedi. Sözlerinin sonunda Sevgili Peygamberimizin “Ey Allah’ın kulları! Birbirinizle kardeş olunuz.” Hadis-i Şerif’ini hatırlatan Zehra Dizman, konuşmasının sonunda katılanlara teşekkür etti. Türkiye’den konuşmacı olarak davet edilen Yazar Seyhan Büyükcoşkun da istatistiklerle kadının dünya genelinde durumunu örneklerle anlatan bir konuşma yaptı. Programın son bölümünde Gençlik Teşkilatı’nın düzenlediği yarışmalarda dereceye girenlere ödüllerini Gençlik Teşkilatı Başkanı Nurcan Ulupınar verirken kuruluşundan itibaren MYK üyeliği yapanlarla Bölge Başkanlıkları görevinde bulunanlara Kadın Kolları Başkanı Zehra Dizman tarafından plaketleri verildi. IGMG Kadın Kolları Başkanı Zehra Dizman JUNI / HAZİRAN 2009 11 teşkilat IGMG Gençlik Teşkilatı 18. Bilgi Yarışması yapıldı IGMG Gençlik Teşkilatı, 18. Bilgi Yarışması'nın finalini Avrupa çapındaki ön elemelerden ve yarı finalden sonra Gießen'de gerçekleştirdi. IGMG Gençlik Teşkilatı 18. Bilgi Yarışması finali, Avrupa çapındaki ön elemelerden ve yarı finalden sonra Gießen'de yapıldı. Sunuculuğunu igmg.fm radyosunun sorumlusu Murat Gencay’ın yaptığı programda, IGMG Gençlik Teşkilatı Başkanı Mesut Gülbahar ve Eğitim Başkanı Hikmet Atak birer selamlama konuşması yaptılar. Mesut Gülbahar, sağlam bir ilim ve iman ilişkisinin nasıl olması gerektiğinin ve İslam kültüründen insanlığa miras kalan ilmin, nasıl değerlendirilmesi gerektiği sorularına değindi. Gülbahar, İslam kültürünün zenginliğini inasanlığa sunarken tekrarcılıktan ziyade, yeniden öğretilmesini ve üzerinde düşünülmesi gerektiığini de belirtti. Yarışmacıların heyacanlı oldukları gözlenen Bilgi Yarışmasında; Din ve Ahlak Bilgisi, Fıkıh, İslam Tarihi, Genel Kültür ve güncel sorular yer aldı. 13-17 ve 18-25 yaş gruplarında yarışılan finale misafir hatip olarak Prof. Dr. Mustafa Ağırman da katıldı. IGMG Gençlik Teşkilatı 18. Bilgi Yarışması Avrupa finalinde dereceye girenlerin isimleri şu şekilde: 12 IGMG • PERSPEKTİF 13-17 yaş grubu: 1. Enes Bölük – Ruhr A Bölgesi 2. Hüseyin Solmaz - Kuzey Ruhr Bölgesi 3. Murat Demir - Berlin Bölgesi 18-25 yaş grubu: 1. Mürsel Demir - Berlin Bölgesi 2. Habil Altın - Ruhr A Bölgesi 3. Afşin Bolu - Düsseldorf Bölgesi Dereceye giren yarışmacıların plaket ve hediyeleri, 18. Bilgi Yarışması'nda hazır bulunan İslam Toplumu Milli Görüş Gençlik Teşkilatı Merkez Yürütme Kurulu üyeleri tarafından takdim edildi. Yarışmanın sona ermesinin ardından, Prof. Dr. Mustafa Ağırman katılımcılara bir seminer verdi. “Kur’an-ı Kerim'i Anlamak ve Yaşamak” konulu seminerinde Mustafa Ağırman, Müslümanların hakiki manada Kur’an-ı Kerim'e teslim olmaları gerektiğinin altını çizdi. Hannover Bölge Gençlik Başkanı Mustafa Yavuz ’un okuduğu Kur’an-ı Kerim ile program sona erdi. teşkilat "Kamuoyunda var olmak" Genel Sekreterlik birimleri toplandı IGMG Bölge Tanıtma, Dış İlişkiler ve Basın Yayın Başkanları, iki gün boyunca Genel Sekreterlik bünyesinde yürütülen çalışmaları değerlendirdi. İslam Toplumu Millî Görüş Genel Sekreterlik birimleri toplantısına IGMG Genel Başkanı Yavuz Çelik Karahan ve IGMG Genel Sekreteri Oğuz Üçüncü ve IGMG Kadın Kolları Dış İlişkiler Başkanı Gülizar Keskin katıldılar. 2008/2009 sezonunun ikinci buluşmasında IGMG’nın yayın organlarından Perspektif dergisi, internet sitesi ile ilgili fikir alış verişinde bulunuldu. Perspektif Dergisi Genel Yayın Yönetmeni İlhan Bilgü derginin vizyonu ile ilgili bilgi vererek, bölge birim başkanlarını dergiye katkı sağlamaya çağırdı. IGMG Hukuk bürosu tarafından yürütülen çalışmalar Bekir Altaş tarafından sunuldu. Vatandaşlık, yüzme dersleri ve dernekler hukuku gibi konular ile ilgili takip edilen çalışmalar hakkında bilgi verildi. Altaş, ayrımcılık davaları bağlamında kapsamlı bir rapor çalışması içinde bulunduklarını ve raporu değişik dillere yayınlanarak uluslararası kuruluşlara aktarmayı planladıklarını bildirdi. Altaş, bu alanla ilgili bir örnek olarak olarak, ehliyet almak isteyen bayanlardan başörtüsüz resim veya islami bir kuruluş tarafından başörtüsünün vucubiyetine dair bir belgenin istenmesinin hukukdışı bir uygulama olduğunu ve ayrımcılık olarak değerlendirilmesi gerektiğini ifade etti. Hukuk bürosu çalışanlarından Abdulgani Karahan bu tür vakalar karşısında hassas davranılması gerektiğini ifade etti. IGMG Genel Başkanı Yavuz Çelik Karahan da toplantıya katılarak bir konuşması yaptı ve soruları cevapladı. Karahan, Almanyadaki seçimler ve Avrupa Parlamentosu seçimler ile ilgili değerendirmelerde bulundu. Karahan konuşmasında, yapılacak seçimlerin önemsenmesi ve seçimlere katılımın sağlanması gerektiğini vurguladı ve "Seçim hakkı, bir ülkenin vatandaşı olmanın doğal hakkı ve sorumluluğudur" ifadesine yer verdi. Toplantının ikinci gününde internet sitesi Genel Yayın Yönetmeni Ünal Koyuncu teşkilat sitesinin çalışmalarını yansıttı. Koyuncu, çoğulcu ve demokratik bir düzende kamuoyunun bir parçası olmanın ne anlama geldiğini ifade ederek basın yayın çalışmalarının nasıl şekillendirilmesi gerektiğini anlattı. IGMG Kadın Kolları çalışmaları hakkında bilgi vermek için Kadın Kolları Dış İlişkiler Başkanı Gülizar Keskin de toplantıya katıldı. IGMG Genel Sekreteri Oğuz Üçüncü de, Avrupa’da Müslümanlarla ilgili gelişmeleri değerlendirdiği toplantıda, teşkilat olarak, Müslümanların her türlü meselesine sahip çıkacaklarını söyledi. JUNI / HAZİRAN 2009 13 islam ve hayat Aileyi korumak Birbirine kenetlenmiş toplumu, birbirine kenetlenmiş aileleler oluşturur. Aile fertlerinin birbirlerine kenetlenmeleri ise en başta sevgi ile mümkündür. Osman PAKÖZ • osmanpakoz@yahoo.com İ nsanoğlunun huzur bulduğu ve yaratılışına en müsait ortam sıcak aile ortamıdır. Bu ortamın yuva sıcaklığında kalması ve huzurun devamı için, İslam’ı din olarak benimseyen fertlerin oluşturduğu ailelerde, kişilerin dikkat etmesi gereken bir takım hususlar vardır. Bunlara sık sık vurgu yaparak İslam toplumunda gündemde tutmak suretiyle tatbikatını çoğaltmalıyız. Bu yazı çerçevesinde sadece bir kaçına değinebileceğimiz hususların hatırlatılmasının müslümanlara fayda vereceğini düşünmekteyiz. Zira hatırlatmak müslümanlara fayda verecektir. (Zariyat Sûresi, [51:55]) Birbirine kenetlenmiş toplumu, birbirine kenetlenmiş aileler oluşturur. Aile fertlerinin birbirlerine kenetlenmeleri ise en başta sevgi ile mümkündür. “Sizin en hayırlınız hanımlarına karşı hayırlı olanlardır,” ve “merhamet etmeyene merhamet edilmez” (Tirmizî, Rada 11) sözleriyle kişiye eşi ve çocuklarına sevgi ve şefkati öğreten Peygamber (sav), ailenin temelini, herkesin yapması gereken vazifelerinin olduğu büro disiplininden ziyade, yuva sıcaklığına oturtmak istemiştir. Sevgi mayasıyla bir arada tutulmayan aileler, hiç bir maddî imkanın bir arada tutamayacağı evlerdir. Onun içindir ki, aile binasında sevgi, sadece temelde değil, bu mukaddes yapının her unsurunda gerekli bir tutkaldır. Baştan sevgiyle başlayan aileler, sevgiyi devam ettirmekte kusur ederlerse, bina kendini taşımakta zorlanacak ve sık sık arızalar verecektir. Aile fertleri, hayatın zorluklarına karşı dirençlerini artırmalı ve sürekli olarak birbirlerine destekçi olmalıdırlar. Aslında beraber çekilen çileler, aynı kaderi paylaşmak gibi bir ortak bilinci oluşturur. İyi yönetilmiş pek 14 IGMG • PERSPEKTİF çok sıkıntı, kısa zamanda aile fertleri arasında bağların daha da güçlenmesini sağlayıcı bir faktöre dönüşebilir. Sıkıntılı ve dar zamanlarda aile fertleri, birbirlerine sürekli sabrı tavsiye etmelidir. Allah’ın (c.c.) Müslümanlara kuvvetle tavsiyesi bu yöndedir: “Ey iman edenler! Zorluklara ve sıkıntılara sabırla katlanın ve birbirinizle bu sabırda yarışın, (...)” (Âl-i İmrân Sûresi, [3: 200]) İnsanın çeşitli konularda sınanacağı bir hayat olan dünya hayatının çetin imtihanlarına beraberce mukavemet etmek tek başına mücadeleden her zaman daha avantajlı ve güçlü kalmak için daha elverişlidir. “Muhakkak ki, ölüm tehlikesiyle, korku ve açlıkla, mal, can ve ürünlerin eksiltilmesiyle sizi sınayacağız. Ama zorluklara karşı sabredip sebat ve dayanıklılık gösterenlere iyi haberler müjdele.” (Bakara Sûresi, [2:155]) İnsan bir musibetle karşılaştığında teselli edilmek ister. Tesellinin ise en etkin olanı en yakından gelenidir. Bir sıkıntı anında aile fertlerinin birbirlerine sarılıp kenetlenmeleri kadar teskin edici başka bir unsur neredeyse yok denebilir. Aile fertleri, insanî ilişkiler gereği, günlük hayatlarında pek çok defa birbirleriyle karşılaşırlar. Dolayısıyla aralarında haklar ve sorumluluklar zuhur eder. Onlardan bir fert, kendisine karşı yapılan bir yanlışı sürekli olarak gündemde tutarsa, bu hatırlama ve hatırlatma, birliği aşındırıcı bir hâl almaya başlar. Onun içindir ki, aile fertleri asla intikam alıcı olmamalıdır. Affedicilik ve hatayı unutma yolu tercih edilmelidir. “Kim eziyetlere sabreder, yapılan kötülüklere de, intikam almayıp affetme yolunu tutarsa, şüphesiz bu hareketi yapılmaya değer işlerdendir.” (Şûrâ Sûresi, [42: 43]) islam ve hayat Aile fertlerinden pazu itibariyle güçlü olanlar, diğerlerine, bu kuvvetleriyle üstünlük sağlama yoluna gitmemeli ve asıl pehlivanın, herkesi yenen kimse değil, öfkelendiği zaman öfkesine hâkim olan kimse olduğunu bilmelidir. (Buhârî, Edeb 102; Müslim, Birr 106) Etrafa hakim olan ‘korku havası’ beraberinde pek çok yanlışı da getirecektir. Bu yanlışların en tehlikelisi ise, ailede yalanın yaygınlaşmasıdır. Fertlerinin ahlakına yalanın hakim olduğu evler, artık, güven ve huzurdan ziyade, tedirginlik ve mutsuzluk evleri olmaya adaydırlar. Müslüman her durumda doğruyu söylemeli, yanlışlar da anlayış çerçevesinde düzeltilmelidir. “Ey iman edenler! Allahtan korkun! Doğrulardan olun ve hem de, doğrularla beraber olun.” (Tevbe Sûresi, [9:119]) Abdullah ibn Mes’ûd (r.a.)’den rivayet edildiğine göre Peygamber (sav) şöyle buyurdu: “Şüphesiz sözde ve işte doğruluk iyiliğe götürür, iyilik te cennete götürür. Kişi doğru söyleye söyleye Allah katında ‘çok doğru kişi’ diye yazılır. Yalancılık, insanı kötülüklere, kötülükler de cehenneme götürür. Kişi yalan söyleye söyleye, Allah katında ‘çok yalancı’ diye yazılır.” (Buhârî, Edeb 69; Müslim, Birr 103) Aileye hakim olan takva ve tevekkül, rızkın gelmesini kolaylaştırıcı hususlardandır. Bu iki asil huyun mevcut olmadığı ailelerde, sukuneti aramak nafile bir çabadır. “Kim Allah’tan hakkıyla korkar ve O’na karşı sorumluluklarını yerine getirirse, Allah (c.c.) her işinde ona bir çıkış imkanı sağlar ve ummadığı, hesaplayamadığı bir yönden onu rızıklandırır.” (Talâk Sûresi, [65:2-3]) Rızık bakımından rahat olan evlerin huzur bulmaları elbette daha kolaydır. Rasûlullah (sav)’i şöyle buyurmuştur: “Eğer siz Allah’a gereği gibi güvenip tevekkül etseydiniz, Allah size de kuşlara verdiği gibi rızık verirdi. Çünkü kuşlar sabahları kursakları boş olarak çıktıkları halde, akşam dolu kursakla dönerler.” (Tirmîzî, Zühd 33) Allah’ın rızasını kazanmak için aile fertleri birbirlerini sürekli destekleyici olmalıdır. Yapılan hayırlı işlerin kolaylaşması, güzel işleri birlikte yapmakla mümkündür. Günün en önemli saatlerinde aynı çatının altında barınıyor olmak durumunda olan aile fertleri, zamanlarını bu yönde kullanmalı ve ayarlamalıdır. “Ne iyilik yaparsanız, doğrusu Allah hepsini bilir.” (Bakara Sûresi, [2:273]) ayet-i kerimesinin gereğince yapılan iyilikler çoğaltılmalı ve bu hususta aile fertleri arasında bir yarış söz konusu olmalıdır. Namaz kılma, kitap okuma bir muhtaca yardım etme vs. konularda, aile fertleri sürekli dayanışmalıdır. Hayırda yarışmayanlar, mutlaka mâlâyânî –faydasız- konularda yarışacaklardır. İslamî aile modelinde fertler her şeyden önce dinde kardeştirler. “Bütün mü’minler elbette ki, kardeştirler.” (Hucûrât Sûresi [49:10]) düsturu ile yoğrulmuş İslam toplumunda, aile fertleri birbirlerine bedensel bağların yanında, din kardeşliği bağı ile ilaveten bağlanmıştır. Din kardeşlerinin, birbirleri üzerinde bir takım hakları da var- dır. Bunlardan bir tanesi de nasihattir. Nasihat etmek kadar, nasihati dinlemek de bir kardeşlik vazifesidir. Aile fertleri, nasihatin kimden geldiğine bakmaksızın her hayrı dinlemeli ve şartlanma olmaksızın değerlendirmelidir. Bu nasihat, bazen anne babadan, bazen eşten hatta bazen evlattan gelebilir. Nasihat, kibire kapılmadan dinlenmeli ve doğru olan şeyler derhal tatbike geçirilmelidir. Neden sürekli duyduğumuz şu hadis-i şerifi hep uzak kardeşlerimiz için düşünürüz de, dinde kardeşimiz de olan eşimiz için veya evladımız için düşünmeyiz? Enes (r.a.)’den rivayet edildiğine göre Peygamberimiz (sav) şöyle buyurdular: “Sizden biriniz kendisi için arzu edip istediği şeyi din kardeşi için de arzu edip istemedikçe iman etmiş olamaz.” (Buhârî, İman, 7, Müslim, İman 71) Bazı şartlanmışlıklar, bize, gözümüzün önündeki çiçeği göstermez ve çok uzaklardaki ormanların seyrini öğütler. Allah’ın rızasını kazanmak için aile fertleri birbirlerini sürekli destekleyici olmalıdır. Yapılan hayırlı işlerin kolaylaşması, güzel işleri birlikte yapmakla mümkündür. Günün en önemli saatlerinde aynı çatının altında barınıyor olmak durumunda olan aile fertleri, zamanlarını bu yönde kullanmalıdır. Sorumluluk ve hak dengesi çerçevesinde, haklar beraberinde sorumlulukları getirir. Abdullah İbni Ömer (ra)’dan rivayet edildiğine göre Rasulullah (sav) şöyle buyurdu: “Hepiniz çobansınız, hepiniz güttüğünüz sürüden sorumlusunuz. Amir memurlarının çobanıdır. Erkek, aile ve çocuklarının çobanıdır. Kadın da evinin ve çocuklarının çobanıdır. O halde hepiniz birer çobansınız ve hepiniz idareniz altında bulunanlardan sorumlusunuz.” (Buhârî, Cuma 11, Müslim, İmara 20) Son olarak söylemek istediğimiz husus ise, aile içi ilişkilerdeki sevapların büyüklüğüdür. Eşlerin, kardeşlerin, yakın akrabaların birbirlerine olan İslam’a uygun davranışlarına normalin fevkinde sevap ve ecirler verilmektedir. Örneğin çarşıdan yapılan alış-veriş masrafına, sadaka sevabı verilmektedir. (Buhârî, İman 41, Müslim, Zekat 49) Evine aldığı kumanyayı yük olarak görmek yerine, sadaka sevabını kazanmanın verdiği sürûrla, mutluluğa çeviren bir kişi ile, her aldığını başa kakmayı adet edinen kişinin yaşamı elbette bir değildir. Rasulullah (sav) şöyle buyurdu: “Bir kimse Allahın rızasını umarak ailesinin geçimini sağlarsa, harcadıkları onun için birer sadakadır.” JUNI / HAZİRAN 2009 15 islam ve hayat Evliliğin önündeki engeller M. Hulusi ÜNYE • mhulusiunye@hotmail.com E vlilik, bir erkekle bir kadın arasında Allah’ın koyduğu prensipler çerçevesinde akdedilen muameledir. Evlilik, İslâm Dininde bir ibadet kabul edilir. Örneğin İslâm Hukuku kitaplarında “Bizim için Hz. Adem’den bu güne kadar, meşrû olarak devam ede gelen ve Cennette de devam edecek olan iki ibadet vardır ki bunlar, evlenme ve imandır,” (İbn Âbidin, III, 3) denilmiştir. Yine İslam alimleri duruma göre evlenmenin ne anlamda bir hükme tabi olduğu konusunda da şunları ifade etmişlerdir. Evlilik, zinaya düşme tehlikesi varsa ve meşru evlilik yapmaya da imkanı bulunuyorsa, o kimsenin evlenmesi farzdır. Meşru ölçülerde evlenmeyerek zina yoluna gitmesi haram ve günahtır. Hali vakti yerinde, zinaya düşme tehlikesi de olmadığı ve evlendiği zaman, -bu durum daha ziyade birden fazla evliliklerde söz konusu olabilir- evlilik yaptığı eşine zulmetmeyecekse, böyle bir kişinin de evlenmesi müekked (güçlü) sünnettir. Fakat evlendiği takdirde evliliğin sorumluluklarını yerine getirmekten çekiniyorsa, evlenmesi mekruh, kat’i olarak evliliğin gereklerini yerine getiremiyeceğine dair kanaati varsa, bu defa evlenmesi haram olur. (İbn Âbidin, III, 6-7; Kitab-u Bedai’us-Sena’i, 2, 227-228) Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyye evliliği hem meşru kılmış hem de teşvik etmiştir. Biz bu yazımızda evlilik konusunun bir bölümünü mevzu-u bahs edineceğimiz için evlilikle ilgili ayet ve hadislerle sözü çoğaltmayacağız onlardan sadece iki tanesini bilgilerinize arzdeceğiz. İlki Nisa suresindeki şu ayet-i kerimedir: “Ey insanlar! Sizi bir tek nefs (can) dan yaratan, ondan da eşini meydana getiren ve ikisinden birçok erkekler ve kadınlar türeten Rabbinize karşı gelmekten, O’na saygısızlıkta bulunmaktan sakının.” (Nisa Sûresi, [4:1]) Diğeri ise şu peygamber sözüdür: “Dört şey Peygamberlerin sünnetindendir: Utanmak, güzel koku sürünmek, misvak kullanmak ve nikâhlanmak.” (Tirmizî, Nikah) Evliliğin önüne bazan engeller çıkar. Bu engellerin bir kısmını aşmak haram olduğu için, onları aşmaya çalışmak ta haram olur. Bunlar aşağıda da ifade edileceği gibi kendileri ile evlenilmesi yasak ve haram olan “muharremaat” dediğimiz kimselerle evlenilmeye kalkışılması ki, bu mümkün değildir. Ancak cahiliyye çağında da olduğu gibi bazı insanlar kendilerini meşru olan evlilikten vareste kılar ve evliliğin sadece bir cinsel tatmin aracı olduğunu; cinsel tatmini de meşru olsun, gayri meşru olsun bir şekilde aşabileceğini düşünür ve evlenmeyi bir yük kabul eder. Bu suretle de evlen- 16 IGMG • PERSPEKTİF mekten uzak durur. Olayın birinci boyutu, evliliğe engel olmaktan öte, mutlaka korunması gereken Allah’ın koyduğu kurallardır. Ama ikinci boyutu insanlık için çok büyük bir yıkım ve çöküş demektir. Haram ve helal boyutunu hesaba katmadan bugün bir yığın insan metres hayatı yaşamaktadır ve evililik kurumu yok olmakla karşı karşıyadır. Dinimizde evlenmek, meşrudur, ama şartları dahilinde olursa.. İslam’da hangi kadınla hangi erkeğin, evlenebileceği veya evlenemeyeceğine dair kurallar ve şartlar vardır. Bu şartlar aynı zamanda yapılacak evliliği meşru veya memnu’ (yasak) hale getirir. Biz, dinen evlenilmesi yasak olanların listesini ortaya koyduğumuz zaman, meşru evlilik yapılacak kişiler kendiliğinden ortaya çıkmış olur. Dinen mahrem oluşları sebebiyle kendileriyle evlilik yapılması haram olanlar üç kısımdır: 1. Nesep hısımları: Bunlar erkeklere nisbetle şu hısımlardır: Anneler, nineler, kızlar, kızkardeşler, erkek ve kız kardeşlerin kızları, halalar ve teyzeler. Bu sıralamayı kadınlara dönük olarak da düşündüğümüzde: Babalar, dedeler, oğullar, erkek kardeşler, erkek ve kız kardeşlerin oğulları, amcalar ve dayılar. 2. Süt hısımları: Nesep sebebiyle haram olanlar, süt sebebiyle de haramdırlar. Başka bir deyimle; “Süt emenin kendisi, süt emzirenin nesline haram olur.” Süt anne, süt nine, süt hala, ve süt kardeşle evlenme yasağı gibi. 3. Sıhriyyet yoluyla haram olanlar: Kur’an-ı Kerim’de bunlar dört sınıf olarak belirlenir. Üvey anne, gelin, kayınvalide, üvey kız. Yukarıda belirtilen kimselerle ebedi olarak evlenmek yasaklanmıştır. Ayrıca, geçici evlenme engeli teşkil eden haller de vardır. Bunlar ise, beş sınıfta toplanabilir: 1. İki kız kardeş ile aynı anda evlenmek. 2. Bir kadını hala veya teyzesi ile bir nikâh altında toplamak. 3. Eşler arasında din ayrılığının bulunması. Yalnız müslüman erkek ehl-i kitap kadınla evlenebilir. 4. Evli olan kadın. 5. Üç talakla boşanmış olan kadının bir evlilik daha yapmadan önce aynı eski eşi ile evlenmesi. Bu sayılanların dışında kalanlarla hısım olsun veya olmasın evlenmek caizdir. Nitekim Hz. Peygamber (sas) halasının kızı Hz. Zeynep ile evlenmiş, kendi kızı Hz. Fatıma’yı ise amcasının oğlu Hz. Ali ile evlendirmiştir. Ancak yabancı biri ile evlenmek islam ve hayat için tavsiyede bulunmakta bir sakınca yoktur. değildir. Sevgi, rahmet ve şefkat duyguları, nezih aile orYukarda da ifade edildiği gibi, evliliğe mani olan bu satamlarında gelişir. Analık, babalık duyguları çocuklar sayeyılan şeylere dikkat ederek bir aile oluşturulması gerekir. Özellikle sinde olgunlaşır. Evlenerek sorumluluk yüklenemeyen, çomedeni hukuk normlarında “süt akrabalığı”nın evliliğe maluk çocuğa karışamayan, sevgi, merhamet ve şefkat duyguni olan bir yasak olduğuna atıf yapılmasa da müslümanlar larından yoksun günümüz insanlarını yaşlandıkları zaman İslam Hukuku penceresinden olaya bakarak, süt akrabaları nelerin beklediğini hayal etmek bile korkunçtur. ile evlenmemek mecburiyyetindedirler. Yani süt akrabalığı Buraya kadar anlatılanlar, evlilik öncesi olabilecek komüessesesinin korunması gerekir. Üzülerek ifade etmek genulardan oluşan malumat idi. Bu madalyonun diğer tarafı rekirse, zaman zaman süt kardeşler arası evliliklerin ortaya ise evlilik sonrası karşılaşılabilecek ve evililik müessesesiçıkması, facialara sebep olabiliyor. Şöyle ki: Yıllar öncesinnin köküne dinamit konulması anlmanına gelen bazı probden meydana gelmiş olan bir emzirme hadisesi zamanla unulemlerdir. Evlilik devamı arzulanan bir kurumdur. İslam nitulabiliyor ve farkına varmadan süt kardeşler arasında evlikahında “aldım-vardım” sözlerini ikrar eden karı koca bu likler oluyor. Bazan aile çoluk çocuğa karışıyor. Karı-kocasözleri ebediyyen sürecek bir zaman dilimini kapsayacak manın kardeşler olduğu ortaya çıkıyor. Mecburen evlilik müesnada söylerler. Mutlu bir ortamda temeli atılan bu binanın sesesi dağılıyor. Çocuklar bir anda anasız ve babasız kalıvedevam etmesi esastır. Bundan dolayı da erkek ve kadın arariyorlar. Madden ve manen yıkımlar söz konusu oluyor. sında tam bir fedakârlığın yaşatılması gerekir. Çok basit ve Sağlam toplumun atomu olan aile müessesesini kurmaktan sudan sebeplerle aile binasının yıkılması doğru değildir. Nefsin uzaklaşan insanlığa, bu düşünceleri veren bazı şeyler var ki, gözü doymaz denilir. Kusursuz insan arayan kendisi yorubunlar nikahın faydasını ve kudsiyyetini anlamayan insanlur, ama noksansız insan bulamaz. Başkasında noksan ve ların, nefislerinin alkusur arayan kişinin kendisinde datmacasından başka kim bilir ne kadar eksikler söz bir şey değildir. konusudur. Eğitim ve karşılıklı Bir kere bilmek geanlayışla aşılamıyacak mesele yokAile yuvası sorumluluk duygusu rekir ki evlilik, yukarda tur. Karı koca nefsin ve şehvecanlı tutularak korunabilir. Soda işaret edeildiği gitin atına binmemlidir. Azıcık bir rumluluk, yapılan nikahın ne anbi, peygamberlerin sabır ve tahammül bir çok probsünnetidir. Evlilik, lemi yok eder. lama geldiğini hissederek böyle rızkı artırır ve fakirAile yuvası sorumluluk bir yükün altına girmektir. likten kurtarır. Bu huduygusu canlı tutularak korusus ayet-i kerime’de nabilir. Sorumluluk, yapılan şöylece beyan buyunikahın ne anlama geldiğini hisrulmuştur: “Aranızdaki sederek böyle bir yükün altına bekârları, kölelerinizden ve cariyelerinizden elverişli olangirmektir. Evliliğin neticeleri az çok bellidir. Hem erkeları evlendirin. Eğer bunlar fakir iseler, Allah kendi lütfu ile ğin hem de kadının koruması gerekli olan hakları söz koonları zenginleştirir. Allah, (lütfu) geniş olan ve (her şeyi) nusudur. Bir de evililiğin meyvesi olan çocuk dünyaya bilendir.” (Nur Sûresi, [24:32]) getirildiği takdirde bu defa çocuk haklarının da korunHz. Peygamber (sav) ise, “İffetini korumak üzere evleması gündeme gelir. Bunların herbirinin muhafazası için nen kişiye yardım etmesi Allah üzerine bir haktır” (El- Camiu’s sorumluluk hisleri gelişmiş insanlara ihtiyaç vardır. Sağir, shf. 211, H. No: 3497) buyurmaktadır. Adam kendisini tabiri caizse sorumluluktan azade, dağDiğer taraftan evliliğin faydası ve tesiri, hem ferdedir, daki sürüden birisi gibi görüyorsa, belli konularda kenhem cemiyetedir, hem de bütün insanlığadır. İnkarı mümdisini tatmin ettikten sonra nemelazımcı ve vurdum duykün olmayan bir gerçek vardır ki, o da karşıt cinslerin birmaz hareket ediyorsa, böyle bir evliliğin devamına imbirlerine olan his, iştiyak ve arzularıdır. Bu da insan tabiatıkân yoktur. Maalesef günümüzdeki boşanmaların temel nın en önemlilerindendir. İnsanın şehevi arzuları ancak karsebeplerinin başında bu iki problem; fedakârlık ve sorumluluk şıt cinslerin bir araya gelmesi ile tatmine kavuşur. Bunun duygularının azlığı gelmektedir. karşılanması ise, ancak meşru nikahla olmalıdır. Bir müslüHuzurlu ve sağlam temellere dayalı ailelerden oluşan bir man nefsine uyarak, nikahı terkedip gayri meşru yollarla cintoplum, ideal bir toplumdur. İslam bunu destekler ve tavsisel tatmin yoluna gidemez. ye eder. Onun için de müslüman, nefsinin nikah önündeki Evlat sahibi olmak, nesli devam ettirmek, nesebi korualdatıcı oyunlarını bozacak ve meşru ölçüler dahilinde evmak ve hayatı devam ettirmek ancak evlilikle mümkündür. lilik müessesesini kuracak, evli ise bütün gücünü kullanaEvlenmeyerek, cinsel dürtülerini evlilik dışı yollarla tatmicak ve sabredecek; zaman zaman evliliğe zarar verebilecek ne kalkışan ve çocuk sahibi olmayı düşünmeyen egoist inşeylere göğüs gerecek, ama ailesini kurtaracaktır. Öyle basanlar aslında insanlığa en büyük kötülüğü yapmaktadırlar. sit şeylere tahammülsüzlük göstererek sıcak aile yuvasının Ben yaşıyorum ya gerisi beni ilgilendirmez demek kurtuluş yıkılmasına müsaade etmeyecektir. JUNI / HAZİRAN 2009 17 islam ve hayat Spekülasyon bilim olunca Hans Jansen’in Hz. Peygamber biyografisi üzerine Ali METE • amete@igmg.de T oplumumuzda dahi görünüşte dine olan ilgi az olsa da Peygamber efendimiz Hz. Muhammed’in (sav) hayatına olan ilginin oldukça yüksek oluşu dikkate değer bir nokta. Bilhassa son zamanlarda yayınlanan peygamberin hayatını ele alan ve yeni kaynak eleştirisi yapılmasının gerekliliği üzerinde duran kitaplar bunun bir göstergesi. Hz. Muhammed’in (sav) hayatına olan ilgi Geçmişten günümüze Hz. Peygamberin (sav) batı zihnindeki tasavvurunun zamanın ruhuna uygun olarak son derece değişiklik gösterdiği görülüyor. Ortaçağın başlarında Hz. Muhammed (sav) “cahil”, “yalancı peygamber”, “insanları kandıran” veya “dolandırıcı” olarak nitelendirilirken, 16 ve 17. yy.larda Hristiyanlık içerisindeki tartışmalar dâhilinde “Hristiyanlık karşıtı” oldu. Daha sonra Aydınlanma döneminde Hz. Peygamber (sav), bir “kahraman” ve daha sonra da akla yatkın ve basit bir din kuran kişi, bir “deha” oluverdi. Voltaire’in “Der Fanatismus, oder Mohammed, der Prophet” (“Fanatizm veya Peygamber Muhammed”) isimli oyunuyla İslam peygamberi batıda çoğunlukla Fanatizm ile birlikte anıldı. Ancak günümüzdeki Hz. Peygamber (sav) üzerine yapılan araştırmaların hiçbiri ilk etapta onun kişiliğine yönelmiyor, aksine daha çok onun hakkında bilgiler üretebilecek kaynaklar üzerine yoğunlaşıyor. Burada konu edilen esas soru: “Biz ne bilebiliriz?” sorusu oluyor ve örneğin Münster Westfälische Wilhelms Üniversitesi İslam Bilimleri Profesörü Marco Schöller, Muhammed’in (sav) hayatı, amelleri ve etkisi üzerine kaleme aldığı kıtabına bu soru ile başlıyor. Schöller’e göre bir biyografi yazarına “elde bulunan kaynakların şüpheli olmalarına ve sahih olmama ihtimallerine karşın eserlerinde bu kaynaklara başvurmaktan başka çare kalmıyor”. Emekli Arabistik ve İslam Bilimleri Profesörü ve Hz. Peygamberin (sav) kapsamlı bir biyografisini yazan Tilman Nagel’a göre İslam “dünya dinleri arasında, …belgelere dayanan tarihin aydınlık bir safhasında oluşan bir din” ve Nagel “bu tespitini temellendirmeye” tevessül ediyor. 18 IGMG • PERSPEKTİF Hans Jansen’nın Peygamber biyografisi Hz. Peygamberin (sav) bir diğer biyografisi ise bunun tam aksini iddia eden, İslam’ın ilk dönemlerindeki bilgilerin sorgulanması gerektiğini savunan Hollandalı Arabist ve İslam Bilimcisi Hans Jansen tarafından kaleme alındı. Jansen çoğunlukla İslami kaynaklı tezat ve ihtimal dışılıkları ortaya koyarak, bununla Hz. Peygamberi (sav) tarihi açıdan sorgulamayı hedefliyor. Jansen burada büyük ölçüde, kâğıda dökülmeyen ve islami kaynaklı hiçbir şeyi geçerli saymak istemeyen, radikal tarihi-eleştirel (revizyonist) düşünceyi zorlayan Saarbrücken Üniversitesi Din Bilimcisi Karl-Heinz Ohlig’e dayanıyor. Hans Jansen Hz. Peygamberin (sav) en eski biyografi yazarı İbn-i İshak’ı “peygambere hakaret zannedilen her şeyin intikamını çıkarmayı kendisine kutsal bir görev kabul eden bir kısım” (S. 23) Müslümanlardan korkması sebebiyle, hoş olmayan bilgileri eserine koymamakla itham ediyor. Buna rağmen olumsuz ifadelerin de dile getirilebileceği kaydıyla, bu alana yönelmek kendisine mantıklı geliyor. Bu bağlamda Jansen, İbn-i İshak’ı üzerine derince düşünmeden kabul eden modern İslam bilimini de eleştiriyor. Daha bu noktada Jansen’in genel manada Müslümanlar ve dini hassasiyete sahip bütün insanlar hakkındaki düşünceleri açığa çıkıyor. Kitabında sürekli olarak, “hikâye şeklinde vaaz” olarak nitelendirdiği rivayetleri tarihi bir vakıa gibi algılayan “dindar” ve “imanlı” insanlar (S.13) ile “modern”, “dindar olmayan”, “şüpheci”, “batılı” ve “eleştirel” bilim adamları arasında sözüm ona bir ayrıma gidiyor. İhtida araştırmaları çerçevesinde din hakkında şu ifadeleri kullanıyor; “Din ağlamak veya gülmek gibi bir şey. İyi insanlar gülerse veya ağlarsa, biz ağlıyor veya gülüyoruz. Ancak bunun asıl nedenini daha sonra öğreniyoruz”. (S.105) Jansen’in bakış açısı Jansen’in kafasındaki Hz. Peygamber (sav) resmini şu ifadelerde de görebiliyoruz; “Bu dünyadan olmayan bir görev nedeniyle peygamberler dünyada itibar ve güç sahibidirler. Düşmanlarının gözünde onlar, kendileri ve tanrılarının islam ve hayat onlara yüklediği görev hakkında söyledikleri sorgulanamaz iddiaları dışında, makul bir sebep olmaksızın kendi isteklerini diledikleri gibi zorla kabul ettirebilirler.” (S.62) Hans Jansen Hollandacadan Almancaya çevrilmiş olan kitabının daha henüz başında Hz. İsa (as) ve Hz. Muhammed (sav) hakkındaki bilgilerin kendisi için “hikâye şeklinde vaaz”’dan (S.12) başka bir şey ifade etmediğini belirtiyor ve Hristiyanlık veya İslam’ın peygambersiz olup olamayacağı düşüncesini yürütmeye başlıyor. Jansen İslam ve Hristiyanlık ayrımı yapmaksızın, Hristiyanlık teolojisinde geniş ölçüde kabul gören tarih (Geschichte) ve dini tarih (Heilsgeschichte) ayrımını İslam dini üzerine aktarmayı deniyor. Burada da İslam’ın ilk zamanlarından bugüne, İslami olmayan hiçbir kaynağın gelmediği argümanına dayanan Jansen, bu argümanını “Bilimsel açıdan bakıldığında ise İslami olmayan kaynakların bu konulardan bahsetmemesi sağlam bir delil değil” (S.18) ifadesiyle şüpheye sokuyor. Bu sözde bilimsel şüphecilik ile Hans Jansen, Peygamberin hayatı üzerinde çalışarak yüzyıllardır gelişmekte olan İslam biliminin alanlarını bilimsellik açısından küçümsüyor ve kitabında mesela şu iddialarda bulunuyor: Muhammed’in doğum yılı tam olarak tespit edilemez, ama 552 ve 590 yılları arasında olduğu tahmin edilebilir (S.28), babası ve annesinin isimlerinin doğruluğu az bir ihtimaldir (S.35), Hanımı Hatice’nin evlendiklerinde 40 yaşında olması ve yine kendisinin Hira mağarasında ilk vahyin geldiği zaman 40 yaşında olması ihtimal dışı olarak görülüyor (S.68). Şimdi, Hans Jansen’in kaynaklara yönelik büyük eleştiriler içeren, bir yandan İslami kaynakların tümünü itham eden ve tartışma çıkarma hedefi taşıyan kitabı, yalnızca bir dereceye kadar gerçek bir tartışma konusu olabilir. Yazar her ne kadar ortaya koyduğu eleştirilerin yüzyıllarca süren tartışmalar neticesinde sonuçlanmış olduğunu dikkate almamış gibi görünüyor ise de, bunların imanın esaslarına (İtikad) ait olmayan konular olmadığından prensip olarak sorgulanma ve tashih edilme konusunun tartışılması mümkündür. Ayrıca kendisinin kaynaklardan yola çıkarak keşfettiğini düşündüğü birçok nokta zaten İslam âlimleri tarafından daha önce tartışılmış ve halen tartışılmaktadır. Sadece bir örnek verecek olursak, Muhammed Hamidullah “İslam’a Giriş” isimli eserinde; “Hatice’nin 28 veya 40 yaşında olduğu rivayet edilmektedir. Ancak biyolojik nedenlerle daha 7 çocuk daha doğurduğundan ilk rivayeti kabul edebiliriz” ifadelerine yer vermektedir. Kitabı okurken yazarın bilimsel bir tartışma oluşturma çabasından ziyade, yukarıda bahsettiğimiz gibi yansız olmayan, spekülatif ve polemik ifadeleri dikkatleri çekiyor. Bu bağlamda filmlerde veya dergilerde tasvir edilen, İslam öncesi Arapların cahiliye döneminde utanç duydukları için kız çocuklarını diri diri toprağa gömmeleri üzerine şu ifadeler yer alıyor; “Bu tasvirleri yeteri kadar gören bir kız çocuğu doğru tarafta doğduğunu düşünerek mutlu olacak. Kız sünneti, başörtüsü ve bakirelik kültüne rağmen ailesinin Müslüman olması ve kendisini diri diri toprağa gömmemeleri onu rahatlatacak.” (S.81) Christoph Luxenberg’un Kuran’ın içeriği ve dilinin Arap dışı etkilerle açıklama denemesine çalışılan “Die Syro-Aramäische Leseart des Koran” (Kuran’ın Süryanca-İramî Okuma Biçimi) isimli eserine dayanan Hans Jansen, ilk vahyin indiği geceden bahseden Kadir Suresi’nde belki de noel bayramından bahsedilmiş olabileceği iddiasını öne sürüyor. “İslam’ın sisteminde İsa’nın teolojik manasızlığı, Müslümanların sure 97’de zamanla artık İsa’nın doğumundan değil aksine Kuran’ın indirilmesinden sonra muhatap kabul edilmesinden kaynaklanabilir.” (S.193) Jansen’in bir manada saldırdığı çağdaş İslam bilimi tarafından göreceği büyük eleştirileri bir kenara bırakırsak, daha baştan “bu mümkün ama kesin değil” (S.191) ifadesiyle yumuşatmaya çalıştığı bu iddia ile neyi hedeflediğini anlamak zor. Hz. Muhammed’in (sav) hayat hikâyesinin önemi Peygamber’in (sav) İslam’daki öneminden kaynaklanmaktadır. Allah’ın elçisinin hayat hikâyesinin bazı tartışmalı kısımları üzerinden, rivayetler ve hatta peygamber hakkında hayali neticeler çıkarmak öncelikle bilimsel açıdan gayri ciddidir. Kaynaklar: - Hans Jansen, Mohammed. Eine Biografie, C. H. Beck Yayınevi, 2008 - Marco Schöller, Mohammed, Suhrkamp Yayınevi, 2008 - Hartmut Bobzin, Mohammed, C. H. Beck Yayınevi, 2000 - Tilman Nagel, Mohammed - Leben und Legende, Oldenbourg Yayınevi, 2008 JUNI / HAZİRAN 2009 19 dünya Filistin’de değişen dengeler Ocak 2009’da yaşanan ve uluslararası sistemin Ortadoğu’ya yönelik politikalarının çöktüğünün bir nevi ilanı olan İsrail‘in Gazze saldırısı, bir kaç açıdan bölgedeki domino taşlarını yeniden düzenlemeyi zarurî kılmıştır. Mehmet ÖZKAN • metkan82@hotmail.com G enel olarak Amerikan devlet başkanları, seçildikleri ikinci ve son dönemlerinde yoğunluğu Ortadoğu’ya vererek özellikle Filistinİsrail Sorununda bir çözüm bulmak için çaba sarf etmişlerdir. Kimileri, zaman yetersizliğinden, kimileri ise bölgedeki siyasî yapının barış eğilimli olmamasından dolayı başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Bu durum, son kırk yıldır hemen hemen bütün Amerikan başkanlarının paylaştığı ortak bir noktadır. Diğerlerinden farklı olarak, Amerika’nın yeni Başkanı Barack Obama seçilir seçilmez, İsrail-Filistin meselesine ilgi gösterecekmiş gibi gözüküyor. Obama’nın özel bir Ortadoğu temsilcisini hemen ataması ve seçilmesi sonrasında temsilcinin bölgeye yaptığı ziyaretler, bölgeye yönelik yeni bir siyasetin sinyalleri olarak yorumlanıyor. Tüm bu dış gelişmelerle birlikle, Ortadoğu bölgesi de kendi içinde çeşitli değişim-dönüşüm süreçlerinden geçiyor. Özellikle, İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırısı ve sonrasında İsrail‘de yaşanan iktidar değişikliği, barışa yönelik adımlara yeni bir engel olarak görülüyor. Bununla beraber, meşruiyetini bölge ve küresel aktörler gözünde artıran Hamas’ın barış görüşmelerine katılmasının dile getirilmesi bölge barışı için önemli bir gelişme olarak görülebilir. Bu yazıda, temel olarak bölgesel ve küresel değişmeler bağlamında İsrail-Filistin sorunu ve Hamas‘ın geleceği değerlendirilecektir. Ocak 2009’da yaşanan ve uluslararası sistemin Ortadoğu’ya yönelik politikalarının çöktüğünün bir nevi ilanı olan İsrail‘in Gazze saldırısı, bir kaç açıdan bölgedeki 20 IGMG • PERSPEKTİF domino taşlarını yeniden düzenlemeyi zarurî kılmıştır. Bu saldırıların, Amerika’daki başkanlık değişimiyle aynı ana denk gelmesi, yeni Başkan Obama’nın bölgeye yönelik ilgisini erken çekmiş ve bir nevi, uluslararası toplumun acilen bölgeye yönelmesi gerektiği fikrini bir kez daha gündeme getirmiştir. Bu gelişmeler çerçevesinde, gerek, Avrupa Birliği, gerekse, Birleşmiş Milletler yeni barış girişimleri için altyapı oluşturma açısından bölgeye yeniden ilgi göstermişlerdir. Fakat, burada üzerinde durulması gereken temel nokta, Amerika‘nın desteğini almayan herhangi bir barış girişiminin, başarı şansının az olduğudur. Bunun farkında olan birçok uluslararası kurum ve kuruluş, bu yüzden, Amerika‘nın yeni Başkanı Obama’nın tavrını beklemeye çekilmiştir. Bush’tan geriye kalan enkazı temizlemek ve Amerika adına dünyada yeni bir meşruiyet zemini kurmak isteyen Obama için, Filistin-İsrail sorunu önemli bir gösterge olacaktır. Ancak, Irak, Afganistan, trans-atlantik ilişkileri ile Latin Amerikayla ilişkileri meşru zemine çekme girişimlerinin öncelik ve aciliyeti, Obama ve ekibinin İsrail-Filistin sorununa yönelik kalıcı bir yaklaşım getirmelerini doğal olarak geciktirmiş gözükmektedir. Gazze saldırılarının ortaya çıkardığı en büyük ironi, bölgedeki dengeler üzerinde yaptığı değişikliktir. Filistin’de, Hamas’ın meşruiyetini artırdığı ve barış sürecine çekilmeye çalışıldığı bir süreçte, savaş sonrasında yapılan İsrail seçimlerinde sağcı Likud partisi iktidara gelmiştir. Likud lideri Başbakan Netanyahu’nun aşırı sağcı İsrail dünya Evimiz partisiyle iktidar ortağı olması ve Dışişleri Bahil olmadan, barışın olamayacağı fikrini benimsemesi sokanlığı koltuğunu İsrail Evimiz partisi lideri Liberman’ın nucunda, Filistin birlik hükümeti tartışmaları yeniden alevüstlenmesi, birçok açıdan Ortadoğu’daki barış umutlarılenmiştir. Bu çerçevede yapılan görüşmeler, halen Mının bitmese bile, zayıfladığı şeklinde yorumlanmıştır. Her sır‘da devam etmekte olup, bu çabanın bir parçası olarak ne kadar İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu, FilistinFilistin Başbakanı, süreci kolaylaştırmak adına görevinlilerle görüşmeye hazır olduğunu bir kaç kez uluslararaden istifa etmiştir. Şu ana kadar yapılan görüşmelerden sı topluma ilan etse de, birçok uluslararası gözlemci taraherhangi net bir sonucun çıkmadığı tahmin edilmekle befından bu söylemin ciddiyeti ve samimiyeti sorgulanmakta raber, Hamas’ın sürece dâhil edilmeye başlanması, bölgesel ve ciddi bulunmamaktadır. barış açısından önemli bir Fakat herşeye rağmen önüadım olarak görülmeli ve sürmüzdeki süreç İsrail’deki yedürülmelidir. ni iktidar için en iyi test ve Muhtemel bir İsrail-Filistin yargılama aracı olacaktır. barışı için temel olarak, üç etGazze savaşının bölgesel kin taraf olmazsa olmazdır: dengeler açısından yaptığı en Adil ve tarafsız olması gerebüyük ‘katkı’, hem bölgesel ken bir uluslararası toplum ve hem de uluslararası aktörleAmerika, barış isteyen bir İsrin de anladığı gibi, Hamas’ın rail hükümeti ve Filistinli dahil olmadığı bir süreçte bagruplar arasındaki birlik. Her rışın imkânsızlığıdır. Ulusne zaman, bu üçlü bir araya lararası toplumun buna kani olgelse, barışa yönelik girişimler ması, aynı zamanda, 2006 yıartmış ve az da olsa sonuç lında seçimi kazanmasına alınmıştır. Fakat bu üçlü ayakrağmen yoğun bir izolasyon ve tan bir tanesinin kırık olduğu dışlama sürecine karşı varlıbir süreçte, barış girişimleri bir ğını sürdürmeye çalışan Hanevi ölü doğmuş proje girimas’a karşı uygulanan polişimlerinden öteye geçmemektikaların iflas etmiş olmasıtedir. Şu anki durum itibariydır. Yaklaşık dört yıldır uyle, bu üçlü ayağın uluslararagulanan dışlama üzerinden sı toplum ayağı, önceki döHamas’ı değiştirme siyaseti nemlere göre biraz da dengebaşarılı olmadığı gibi, bu poli bir bakış açısı ile bakarak, litikalar, birçok açıdan ters pozitif bir sinyal vermektedir. tepmiş ve aksine Hamas’ın Olayın Filistin ayağı, kendisini bölgede ve Filistin içinde güç toparlamakta ve ileriye yöneve meşruiyetini tescillemişlik umutlar vermekler beraber tir. Gazze savaşı sırasında İsciddî bir yeni durum ortaya rail, Hamas’ın kontrolünde çıkmamıştır. Şu an itibariyle Obama tarihî rolünü oynayabilecek mi? bulunan Gazze bölgesinde muhtemel barış girişimlerinin ciddî yıkım ve katliamla kenen önemli ayağı olan İsrail, didi varlığını Hamas üzerinde kabul ettirmeye çalıştıysa ğer iki ayaktan farklı olarak ters tarafa kaymış gibi göda, bu durum Hamas’ın güç ve meşruiyetini artıran bir rünmekte ve bu durum muhtemel barış girişimlerinin sürece yol açmıştır. Türkiye ve Katar, Hamas’ın ulusönündeki en büyük engel olarak durmaktadır. lararası meşruiyetini açıkça savunurken, Arap Ligi tariTüm bu pozitif gelişmelere rağmen, birçok gözlemhinde ilk defa resmî olarak bölünmüş ve iki grup halinciye göre, bugün hâlâ İsrail-Filistin sorununa bir çözüde ayrı toplantı yapmak zorunda kalmıştır. Mısır, her ne mün bulunması, en az önceki dönemler kadar zor ve uzakkadar savaşı durdurmak için en çok çaba gösteren devtır. Fakat, Hamas gibi son derece önemli bir aktörün, sisletmiş gibi gözükse de, ateşkes görüşmelerine ev sahiptem içine çekilmeye çalışılması, yakın süreçte, barış giriliği yapması sahip olduğu güç ve etkiden öte, varılan bir şimleriyle sonuçlanmasa da uzun vadeli olarak, bugünuzlaşmanın sonucu olmuştur. lerde yapılan en uzun süreli ve kalıcı barış yatırımı olarak Hamas’ın savaş sonrası güç ve meşruiyeti, sadece ulusgörülmektedir. Hamas’lı bir Filistin ve Ortadoğu’nun böllararası toplum ve bölgesel devletler düzeyinde değil aygeyi nasıl bir sürece çekeceğini zaman gösterecek olmakla nı zamanda Filistin içinde yeni bir atmosferin doğmasına beraber, en azından yeni ufuk ve umutlara kapı araladığıyol açmıştır. Özellikle uluslararası toplumun Hamas danı söylemek mümkündür. JUNI / HAZİRAN 2009 21 dünya Hamas’sız bir Ortadoğu Barışı mümkün mü? Hamas’ın siyasal liderliğine yeniden seçilen Halid Meşşal, New York Times gazetesine verdiği demeçte, her ne kadar İsrail’i tanımayacaklarını tekrarladıysa da, 1967 sınırlarına dönülmesini kabulleniyor. İlhan BİLGÜ • ibilgu@igmg.de B arack Obama başkanlığındaki yeni Amerikan yönetiminin Ortadoğu barışı ile ilgili olarak ne düşündüğünün belirleneceği şu günlerde, gözler yeniden Ortadoğu’ya çevrildi. Herkes, yeni yönetimin mutlaka barış yolunda etkin bir girişimde bulunacağı umuduyla İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu’nun Washington ziyaretini bekledi. Netanyahu ile Dişişleri Bakanı Avigdor Lieberman’ın bir Filistin devleti çözümünü reddettiklerini önceden açıklaması ile sessizliğe bürünen Amerikan yönetimi, belki de tarihinin en önemli politikasına imza atacak. Fakat gelişmeler, Ortadoğu barışı için ne Netanyahu’nun ne de Obama’nın kararının, barış sürecine Hamas’ın1 da dahil edilmemesi halinde belirleyici olamayacağını gösteriyor. Zira, uluslararası baskılara rağmen Hamas, Filistin’daki en etkin aktör konumunu giderek güçlendiriyor. Zaten, 1999 yılından beri barışa taraftar olduğunu izah etmeye çalışan Hamas, kuruluş tüzüğündeki, İsrail’in tanınmayacağı maddesinin 20 yıl önceki şartlarda kararlaştırıldığını açıklayarak, barışa taraf olacağını ortaya koyuyor. Hamas’ın siyasal liderliğine yeniden seçilen Halid Meşşal, New York Times2 gazetesine verdiği demeçte, her ne kadar İsrail’i tanımayacaklarını tekrarladıysa da, 1967 sınırlarına dönülmesini kabulleniyor. Meşşal, “Amerikan yönetimine ve uluslararası kamuoyuna, çözümün bir parçası olacağımız sözünü veriyorum” diyerek, müzakerelere açık olacağını bildiriyor. Hamas’ın buna benzer açıklamaları daha önceki yıl- 22 IGMG • PERSPEKTİF larda da gündeme geldi ise de, toptan bir ambargo ile karşılaşan Hamas’ın ortaya koyduğu bu öneriler, hiç bir zaman değerlendirmeye alınmadı. Nitekim, daha 2006 yılında Filistin seçimlerinin yapıldığı süreçte, The Guardian gazetesinde yazdığı yazıda Halid Meşşal, “Hamas, adalet üzerine kurulacak olan gerçek barışı isteyenlere, barış elini uzatıyor,” demişti.3 Aynı şekilde Filistin’in seçilmiş Başbakanı İsmail Haniye de, Haaretz gazetesindeki bir habere göre4 1967 sınırlarına göre bir Filistin devletini kabul edeceklerini açıklamıştı. Bu arada Halid Meşşal, Frankfurter Allgemeine Gazetesine verdiği bir demeçte,5 Hamas’ın, uluslararası kamuoyunun, 20 yıl öncesinin şartlarında yazılmış maddelerdeki bir iki cümleye “İsrail’in her gün yaptıklarını görmezlikten gelerek” takılıp kalmasını makul bulmadığını söyleyerek barış işaretleri vermişti. Şimdi, Amerikan yönetiminin bu barış işaretlerini nasıl değerlendireceği önemlidir. Hamas’ın, yalnızca bir terör örgütü suçlaması ile barış sürecinden dışlanması, müzakereler önünde büyük bir engel olacak ve İsrail’in haksız taleplerini meşrulaştırmaya yarayacaktır. Öte yandan, Hamas’ın, İsrail’i tanımayacağını açıkladığı, dolayısıyla, muhatap olarak kabul edilmeyeceğini öne süren ABD ve Ortadoğu Dörtlüsü, Başbakan Netanyahu’nun bir Filistin devletini kabul etmeyeceği yolundaki planlarını ve bu zamana kadar yapılan uluslararası anlaşmaları da reddettiğini açıklaması karşısında ise cılız bir tepkiden öte bir şey yapmadı. Üstelik, 20 yaşında İsrail’e göçen ve gençliğin- dünya de Filistinli avına çıkan Avigdor Lieberman, kendi ülkesinde bile Araplar hakkındaki görüş ve önerileriyle büyük tepki toplayan ırkçı birisi olarak, barış görüşmelerinine çağrılacak. Ancak kendisi, bu görüşmelerde yerlamyaı düşünmüyor. Bunun içindir ki, barışın önündeki asıl engel, Hamas’ın İsrail’i tanımayacağı yönündeki tavrından ziyade, Netanyahu ve Lieberman’ın işgal edilen hiç bir yerden çekilmeyecekleri yönündeki tavırlarıdır. mas’ın kendisi verecektir. Ancak, son savaş ve toptan abluka politikasının, Ortadoğu barışının Hamas olmadan gerçekleşemeyeceğini gösterdiği de ortadadır. Uzatılan barış elinin ne kadar gerçekçi olduğunu elbette ki, süreç gerçekleşmeden görmek mümkün değildir. Meşşal’in de ifade etmeye çalıştığı gibi, yaşanan süreç ve tecrübeler Hamas’ı, bazı gerçekleri kabule zorlamış görünüyor. Hamas’ın tavizsiz ve uzlaşma kabul etmeyen kimi tavırlarının, Avigdor Lieberman’ın hem şahsî hem de resmî tavırHamas’sız Barış Olmaz larından daha sert olduğunu söylemek ise gerçekleri görme1987’deki, İsrail işgaline karşı çocukların başlattığı, mek anlamına gelir. Aynı şekilde uluslararası kamuoyunun, iştaşlı intifada sonrasında kurulan Hamas, artık bugün işgal altındaki Filistin topraklarında kurulan Yahudi yerleşim mergal’e direnişin bir sembolü haline gelmiştir. Her ne kakezlerinin, İsrail’in temel politikası olması, yani Filistin’in dar, Mahmut Abbas önderliğindeki Filistin Kurtuluş Teşvarlığının kabul edilmeyeceğini isbatlamak açısından, özelkilatı’nı elinde tutan Fetih hareketi, uluslararası kamuolikle Filistin’deki bu İsrail yerleşim birimlerinde yaşayan Lieyunda Filistin halkının berman’a da tepki göstek meşru temsilcisi termek görevidir. Son Avkabul edilse de, Harupa gezisinde Liebermas, seçimle iktidara man’a soğuk davranılgelmiş bir siyasal haması, bunun ilk işaretleri reket olarak, Filisolsa da, Lieberman, getin’deki en önemli akniş bir eleştiriye muhatap tör haline gelmiş duolmadı. Bu tepkisizlik rumdadır. Bu yüzdenkarşılığında Spiegel derdir ki, Filistin halkını gisi redaktörlerinden temsil yetkisi bulunan Erich Follath “Hayali bir Hamas’ın, barış süreci Steinmeier Konuşması” 6 başlıklı bir yazıyla, Liedışında tutulması, fiiberman’a nelerin söylenlen de mümkün değilmesi gerektiğini yazdı. dir; taktik olarak da Hamas lideri Meşşal, barış sinyalleri veriyor Bu açıdan, barış sürecinyanlıştır. Diğer Filisde bir tarafın yalnızca tinli grupların ise, Haeleştirilip, doğru istikamas’ın kabulleneceği mete çekilmesi yerine, çatışmanın taraflarına karşı adilane bir bir barış planını reddetmek gibi bir lüksü olamayacaktır. yaklaşım da, nihaî ve adil bir çözüm için gerekli ilk adım olaHareketin, bir direniş hareketi olduğuna dair vurguyu caktır. yine, Halit Meşşal’in yukarıda söz konusu olan yazı ve İsrail’in tepkisinden çekinen ABD ve Ortadoğu Dörtröportajlarında görüyoruz. FAZ’daki röportajında Meşlüsü’nün, Hamas ile gizli gizli görüşmeler yaptığı yolunşal, Hamas’ın bir terör örgütü olduğu yolundaki suçlada haberler gelse de, Obama’nın açıktan açığa böyle bir malarına “Hamas herşeyden önce bir milli kurtuluş hareketidir adım atma ihtimali şimdilik yok gibi. Gerçi, üst düzey ve Filistin sınırlarının ötesinde her hangi bir savaşı yokAmerikan yöneticilerinin bir kısmı Obama’ya ortak bir tur,” diyor. Guardian’daki yazısında ise, problemin bir mektup yazarak, Obama yönetiminin, Hamas ile görüşYahudi-Müslüman problemi olarak görülmesinin yanlışmesini istemişti. Bu eski yöneticiler arasında baba Bush’un lığına işaret ediyor: “İsrail’lilere şu mesajı veriyorum: güvenlik danışmanlarından Brent Scowcroft ve ZbigniBiz sizinle, siz belirli bir din veya kültürün mensubusuew Brzezinski de yer alıyordu. nuz diye savaşmıyoruz... Sizinle olan çatışmamız, dinî deHamas’ın 2006 yılında seçimleri kazanması üzerine, ğil, siyasîdir. Bize saldırmayan hiç bir Yahudi ile meseleABD ve Avrupa Birliği, Hamas ile görüşme yapılabilmemiz yok. Bizim meselemiz, ülkemize gelip, ülkemizi işgal si için üç önemli şart ortaya koymuştu: 1- İsrail’i tanıedenlerle, toplumumuzu ve halkımızı imha edenlerledir... mak, 2- Terörü bırakmak, 3- İsrail-Filistin arasında yapılmış Topraklarımızı elimizden alan hiç bir gücün hakkını taeski anlaşmaları kabul etmek. Hamas liderlerinin açıklanımayacağız... Uzun süreli bir barışa yanaşmak istiyorsanız, maları, birinci madde muallakta olmakla birlikte, diğer bunun şartlarını görüşmeye hazırız.” diyor. iki maddenin Hamas tarafından kabul edildiğini gösteriTüm bu açıklamaları bir taktik savaşı olarak mı görmek yor. Ancak bu sefer, Netanyahu ve Lieberman’ın bu eski gerekir, yoksa, uzlaşmaz tavırlarıyla tanınan bir hareketin uzanlaşmaları reddetmesi işi zorlaştırıyor. laşma için adım atması olarak mı? Bu soruya asıl cevabı Ha- JUNI / HAZİRAN 2009 23 dünya Lieberman, barışa yanaşmadığı gibi, işgalden de vazgeçmek istemiyor Sivillere Yönelik Saldırılar Hamas’ın bir terör örgütü olarak değerlendirilmesinin sebebleri arasında, özellikle sivil hedeflere yönelik, intihar ve kentlere karşı yapılan füze saldırıları geliyor. Bu durumun Hamas içerisinde de uzun süreden beri tartışıldığı biliniyor. Hatta bu durumu, Hamas’ın kurucu üyelerinden merhum Şeyh Ahmed Yasin’in, Hamas’ın silahlı örgütü İzzettin Kassam Tugayları’na da söylediği biliniyor. 7 Halid Meşşal’in son açıklamaları da füze saldırılarının askıya alındığı yönünde. Şeyh Ahmed Yasin, El Ehram Weekly dergisinde yayınlanan bir konuşmasında, sivil hedeflere saldırmanın İslamî olmadığını açıklamış ve İzzettin Kassam Tugayları’nın, sivil hedeflere yönelmesini bir misilleme olarak değerlendirmişti. Yasin’in misillemeye gerekçe olarak gösterdiği olay, 1994 yılında Hebron’da (Haliliye), Hazreti İbrahim Camii’nde namaz kılan Filistinlilerin, İsrailli yerleşimciler tarafından öldürülmesi olayı idi. Şeyh Ahmed Yasin, bu konuşmasında Hamas’ın Yahudi düşmanı bir hareket olduğu yönündeki suçlamaları da reddediyordu: “Hamas’ın Yahudi düşmanı olduğu hiç doğ- Öldürülen Filistinli çocukların okul sıraları 24 IGMG • PERSPEKTİF ru değil. Eğer, bana saldıran, evimi ve ülkemi gasbeden kardeşim de olsa, ona karşı da savaşırım.” Hamas’ın sivillere yönelik saldırılarını kabul edilemez bulan dünya, İsrail’in hemen hemen her gün Filistinli sivili öldürmesine karşı ise caydırıcı bir tepki göstermiyor. Dolayısıyla, siviller arasında yapılan bu ayırım, direniş sürecinde Filistin halkının Hamas’a daha da yakınlaşmasına sebeb oluyor. Her türlü sivil hedefe saldırmayı bir hak olarak gören İsrail ordusunun son Gazze saldırıları sırasında İsrail ordusunun öncelikle cami, okul ve hastane gibi sivil hedefleri bombalamasına gösterilen ve hiç bir yaptırım öngörmeyen tepkiler, bu ayırımın en son örneğini oluşturuyor. Hamas’ın Şartları Ortadoğu’da sağlanacak bir barış için Hamas’ın ortaya koyduğu barış şartları ne yazık ki bu zamana kadar hiç gündeme alınmadı. Meşşal’in de üzerinde durduğu gibi, dünya, Hamas’ı, uzlaşmaz tavırlarından vaz geçirme gayreti göstermeden, tüzüğündeki bir kaç cümleye takılıp kaldı. Tabiî ki burada, Hamas’ın bizzat kendisinin olduğu kadar, İsrail’in bilinçli bir taktik politikasının da etkisi oldu. Türkiye ile birlikte Rusya’nın, Hamas’ı barış sahnesine çekme girişimlerinin ise etkili olduğu ortadadır. İsrail, Hamas’ı, Filistin halkının - demokratik bir seçimle göreve gelmiş olmasına rağmen - temsilcisi olarak görmeyi reddettiği gibi, bir terör örgütü olarak yansıtıp, kendi işgalini, yerleşim birimlerini ve utanç duvarını meşru göstermeye çabaladı. Bu da, binlerce Filistinli’nin İsrail işgal kuvvetlerince öldürülmesine yol açtı. İsrail, Cenin kentini yerle bir ederken, Gazze’yi toptan bir ablukaya alıp, binlerce sivili öldürürken, dünya bu operasyonlara sessiz kaldı. Hamas, sadece suçlanan taraf olarak kaldı. Fakat, Hamas’ın ortaya koyduğu barış şartlarından hiç birisi tartışılamadı. Hamas’ın barış şartlarının 4 ana noktası bulunuyor. Bunun için birinci şart, en az 10 yıl olmak üzere, her iki tarafın da, her türlü saldırı ve operasyonları durduğu ateşkes sürecinin başlatılması şartıdır. Hamas bu önerisiyle, sivil hedeflere yapılan saldırıları da durduracağını ima etmiş bulunuyor. Fakat ilk değerlendirmeler göz önünde bulunduğunda, bu 10 yıl sonrasında saldırıların yeniden başlayıp başlayamacağı açık gibi görünüyor. Ancak, yine de Hamas’ın bu süreci uzatabileceğine dair işaretler bulunuyor. Ateşkes sürecinde, yalnızca Filistin tarafının değil, aynı zamanda İsrail tarafının da saldırılarının durdurulması ve gerekli önlemlerin alınması gerekiyor. dünya 1967 savaşı sonrasında uluslararası anlaşmalarla kabul edilen sınırların kabul edilmesi de Hamas’ın ikinci şartı arasında bulunuyor. İsrail’i tanımayacağını bildiren Hamas’ın, bu sınırları kabul etmesi aslında, zımnen İsrail’in tanındığı anlamına geliyor. İsrail tarafının kabullenmekte zorlandığı bir diğer şart ise Kudüs’ün statüsünün belirginleşmesi. Aslında Kudüs’ün statüsü, BM anlaşmalarında tanımlanmış durumda. Fakat, İsrail’in 1967 savaşı sonrasında, özellikle Kudüs’ü parça parça ele geçirmesi, BM kararlarına rağmen başkenti Tel Aviv’den Kudüs’e taşıması, şehri tamamıyla ele geçirmek için sürekli yeni yerleşim birimleri açması, Hamas’a bu alanda daha fazla taviz verme imkanı bırakmıyor. İsrail, Kudüs’ü başkent yapacak olan bir Filistin de kabul etmiyor. Fiilî işgali, uluslararası anlaşmaların bir parçası haline getirmek isteyen İsrail, Filistinlilerin evlerini satmaları için sürekli baskıda bulunuyor. Son olarak Mescid-i Aksa ve çevresinde yaptığı kazı ve yıkımlara ilaveten, Şeyh Carah’tan Vadi el Cuz’a kadar, Mescid-i Aksa’nın çevresinde 32 yeni yerleşim merkezi inşa edileceğini açıkladı. İsrail, Kudüs’e yerleşimi yeni bir strateji olarak benimsiyor: Mescid-i Aksa’da ibadet edilmesini sürekli engelliyor, namaz kılmak için yaş sınırı getiriyor. Hamas’ın barış için şartlarından birisi de, 1967 savaşı öncesi ve esnasında topraklarından edilen ve yaklaşık 5 milyonu bulan Filistinli mültecinin topraklarına geri dönme şartı. İsrail’in böyle bir şarta yanaşmayacağı ortadadır. Ürdün, Lübnan ve Suriye gibi ülkelerde bulunan mültecilerin kendi topraklarına dönmesi, uluslararası hukukun da gereğidir. İsrail’in, fiilî durumu, hukukî durum haline getirme niyetinde olması, barış sürecinde önemli bir engel olarak kalacaktır. Filistin topraklarındaki Yahudi yerleşim birimlerinin kaldırılması da Ortadoğu barışı için önemli bir problem. İsrail, bu yerleşim birimlerini kaldırmayacağını gösterdiği gibi, yeni yerleşim birimleri açarak, işgali kuvvetlendiriyor. Fakat İsrail, işgal altındaki topraklarda kurduğu yerleşim merkezleri karşılığında belirli yerlerden toprak devrini müzakere edebileceğini belirtirken, bir taraftan da yerleşimcileri silahlandırıyor. Bu arada, Filistinli 8 bakan ve 51 milletvekili İsrail’de tutuklu bunuluyor. Ortadoğu barışındaki diğer üç önemli engel ise, İsrail’in güvenlik duvarı dediği, Filistinlilerin ise utanç duvarı olarak değerlendirdiği duvarlar ile, su kaynaklarının kontrol ve kullanımı ile kurulacak olan Filistin devleti- nin silahlardan arındırılmış bir devlet olması. Batı Şeria’daki bütün su kaynakları İsrail’in kontrolünde bulunuyor. Bu suların Filistinler tarafından kullanımı da İsrail’in müsaadesine bırakılıyor. Filistinlilerin böyle bir dayatmayı kabul etmesi ise zor görünüyor. Filistin açısından, Hamas ile Fetih arasındaki anlaşmazlığın giderilmesi önemli bir mesele. Yapılan görüşmelerde ilerlemeler kaydedildi ise de, Devlet Başkanı Abbas’ın, Hamas’ın kabullenmediği yeni bir hükümeti kurması, bu anlaşmazlığı daha da derinleştirdi. Barışın zor, ama, mümkün olduğu Ortadoğu’da, her tarafın makul adımlar atması gerekiyor. Bununla birlikte, bir ara “İsrail rejiminin” haritada silinmesinden dahi söz edebilen İran Cumhurbaşkanı Ahmedinecat’ın, barış sürecinde, “Filistinli kardeşlerinin kararlarına” saygılı davranacağını açıklaması, Ortadoğu’daki gerginliği gevşetse de, yeni İsrail yönetiminin, gerginliği daha da ar- İsrail özellikle sivil hedeflere saldırıyor tırıcı tutumu barışa giden yolu tıkıyor. Bunun için Obama’nın, İsrail’e daha etkin baskı yaparak, İslam Konferansı’nın da vurguladığı barış şartlarını kabul ettirmesi gerekiyor. Barışın kalıcı olabilmesi için ise adil bir çözüm gerekiyor. Problemin, İsrail işgalinin bir sonucu olduğu gerçeğinden hareketle, asıl sorumluluk İsrail’in üzerinde bulunuyor. Yoksa, adil olmayan dayatma bir barış, hem sürekli olmayacak, hem de Filistinlileri olduğu kadar İsrail’i de her zaman rahatsız edecektir. Kaynaklar: 1 Hareketu’l-Mukavemeti’l-İslamiyye http://www.nytimes.com/2009/05/05/world/middleeast/05meshal.html? _r=1&scp=1&sq=Meshal&st=cse 3 http://www.guardian.co.uk/world/2006/jan/31/comment.israelandthepalestinians 4 http://www.haaretz.com/hasen/spages/1035414.html 5 http://www.faz.net/s/RubDDBDABB9457A437BAA85A49C26FB23 A0/Doc~E1E37B7BEDCE34F48A587A397CC9AFBFB~ATpl~Ecommon~Scontent.html 6 http://www.spiegel.de/politik/deutschland/0,1518,623144,00.html 7 http://weekly.ahram.org.eg/1999/452/re6.htm 2 JUNI / HAZİRAN 2009 25 dünya Filistin Yusuf ZİYA • yza301@hotmail.com Ö zellikle üç büyük ilahî dinin gerek doğuş, gerekse gelişmesinde oynadığı rol ve içerisinde barındırdığı kutsal yerler nedeniyle, tarih boyunca çeşitli kavimlerin göç ederek yerleşmelerine ve bunlara karşı harekete geçen üstün güçlerin pek çok istila ve fetihlerine maruz kalan Filistin topraklarının siyasî sınırları, günümüze dek dünyanın en problemli konuları arasında yer almıştır. Filistin topraklarını genel itibariyle Suriye ile Mısır ve Akdeniz ile Şeria Nehri arasındaki topraklar olarak belirtebiliriz. İlahî dinler açısından önemine binaen Filistin bölgesi “arz-ı mev’ûd” veya “arz-ı mukaddes” olarak da adlandırılmaktadır. Tarihte olduğu gibi bugün de ‘sorun’un merkezi olan ve üzerine çok şey yazılıp çizilen Filistin topraklarının tarihi seyrine kısa bir nazar, umulur ki sorunun temellerini anlayabilmek açısından faydalı olacaktır. dından da Helenistik krallıkların eline geçti. M.Ö. 63’te Romalıların istilasına uğrayan Filistin toprakları, ilerleyen yıllarda Roma hâkimiyeti altında kaldı. Romalılar, Kudüs şehrini bir Roma şehri haline getirdiler. Roma döneminde Filistin’in Nâsıra kasabasında Hz. İsa’nın dünyaya gelmesi ve M.S. 312 yılında Roma İmparatoru Konstantinos’un, onun getirdiği Hristiyanlığı kabul etmesiyle Kudüs yine dinî yapılarla imar edilerek kutsallık kazandı. Roma İmparatorluğu’nun 395 yılında ikiye ayrılmasıyla, bölge Doğu Roma İmparatorluğu yani Bizans’ın hâkimiyeti altında kaldı. İslamî dönem Efendimizin Mirâc’ı dolayısıyla, İslam tarihinde ayrı bir önemi bulunan Filistin topraklarına İslamiyet’in tebliğ edilmesi için faaliyetler daha henüz Asr-ı Saadet döneminde başlamıştı. Efendimiz çeşitli hükümdarlara İslam’a davet mektupları gönderirken, Bizans hâkimiyetindeki bu bölgeye de İslam öncesi elçi göndermişti. Ancak gönderilen elçinin öldürülmesi MûMilattan önce 1200’lü yıllarda gerçekleşen kavimler göte savaşına neden olmuştu. Efendimizin irtihalinden iki yıl sonçü sırasında bölgeye gelip, Akdeniz kıyılarına yerleşen Fira Hz. Ebubekir, Amr b. Âs’ı 634 yılında Filistin’in fethi ile listinliler, şehirler kurarak burayı yurt edinmişlerdi. Aynı zagörevlendirdi. Önce Güney Filistin ve ardından da Kuzey manda Filistin, ismini de bu kavimden alır. Yine bu yıllara Filistin ve Suriye’nin kapıları Müslümanlara açıldı. Kudüs şehyakın bir dönemde Mısır’da firavunun zulmünden kaçan ri kuşatıldığında şehir halkının aman dilemesi üzerine Hz. İsrailoğulları, Hz. Musa öncülüğünde büyük bir göç ile bu Ömer, Kudüs heyetine cizye ödemeleri şartıyla bir ahidnâtopraklara gelerek, bölgede yaşayan diğer kavimlerle savame verdi ve böylece Kudüs barış yoluyla fethedilmiş oldu. şıp ilk devletlerini kurmuşlardı. Devletin başına geçen Hz. Emevî ve Abbasî döneminin ardından 1099 yılına gelindiğinde, Davud, Kudüs’ü fethederek başkent yaptı. Hz. Davud’un Kudüs’ü Müslümanlardan kurtarma amacını taşıyan Haçlıardından gelen Hz. Süleyman döneminde (M.Ö. 972–932) lar şehri işgal etti. 1187 yılında Selahaddin Eyyubî’nin Kudevletin sınırları genişledi, Kudüs’te Süleyman Mabedi indüs’ü tekrar geri almasına kadar Haçlı hâkimiyetinde kalan şa edildi, deniz ticareti başşehir, bu dönemde savaş ve ladı. Ancak onun ölümüyle karışıklıklara sahne oldu. Seikiye bölünen devlet Asurlahaddin Eyyubî’nin ölülular ve Babilliler tarafından münden sonra Filistin’de çıdağıtıldı. Bir sonraki dökan karışıklıklar neticesinde nemde M.Ö. 500’lü yıllarKudüs kısa bir dönem yine da bölgeye Persler hâkim olbatılıların eline geçse de du. Daha sonra bölge M.Ö. Memlûklar döneminde tek334’ten itibaren Suriye ve rar Müslümanlar bölgeye hâMısır’ı işgal eden Büyük İskim olmuşlar ve MüslümanBölgenin merkezi Kudüs kenti kender, onun ölümünün arların nüfus yoğunluğu bakı- 26 IGMG • PERSPEKTİF dünya mından en yoğun olduğu bu dönemde Filistin topraklarında yeni idarî yapılanmalara gidilmiştir. Fransız nüfuz alanları olarak ikiye ayırıyor, çıkarların uzlaşamadığı Filistin toprakları için ise milletlerarası bir idare düşünülüyordu. Savaş süresince Yahudilerin güçlü gördükleri için destek verdiği İngiltere, o dönemde nüfusunun %90’ı Arap olan ve sadece %2’sinin Yahudi mülkünde olan Filistin topraklarını Yahudilere bir yurt olarak vermeye sıcak bakıyordu. I. Dünya Savaşı’nda Kudüs’ü korumak için yeni bir ordu kurulduysa da başarı sağlanamadı ve İngilizler Eylül 1918’e kadar Filistin topraklarının tümünü ele geçirdiler. 1947 yılı BM kararına göre Filistin: İsrail Filistin 48 sonrasında Osmanlı dönemi işgal edilen Filistin Filistin, Yavuz Sultan Selim dötoprakları neminde Osmanlı topraklarına katıldı. Bu dönemde Kudüs’te Müslümanların “Harem” veya “Eski Şehir” olarak adlandırdıkları 868 dönümlük bölgenin etrafındaki duvarlar yeniden inşa ettirildi. Burada önemli izler bırakan Osmanlı yönetimi, bazı iç ve dış badireler atlatmalarına rağmen I. Dünya savaşı’nın sonuna kadar bu toprakları elinde tuttu. Osmanlı arşiv belgeleri, Filistin’deki idarenin bir hoşgörü ortamında orada yaşayan Yahudi ve Hristiyanları ne kadar serbest bıraktığını açıkça göstermektedir. Bu durum, özellikle 19. yy’dan itibaren onların kurumlaşma ve taleplerinin artışına neden oldu. Avrupalı güçlerce stratejik konumu bakımından da önem taşıyan bölgede, kiliseler, dinî okullar ve misyoner cemiyetleri açmak üzere büyük imtiyazlar elde edildi. 1870’li yıllarda Avrupa’da kök salmaya başlayan milliyetçilik akımının bir yansıması olarak, çeşitli ülkelerde yaşayan Yahudilerin “siyon”a, yani, dünyada cenneti sembolize eden Filistin topraklarına dönme hareketi Theodor Herzl tarafından başlatıldı. Herzl, 1897’de Basel’de I. Dünya Siyonist Kongresi’ni topladı ve hareketin programını, “Yahudi halkı için Filistin’de kamu hukukunun güvencesi altında bir yurt kurulmasını sağlamak” olarak açıkladı. Yine Avrupa milliyetçiliğinin bir ürünü olarak gelişen anti semitizm akımı ise, bu hareketin ateşleyicisi oldu. Bu göçlerle birlikte Filistin’deki Yahudi nüfusu 1901 yılında 23.662 iken 1914’te 38.754’e ulaştı. Osmanlı yönetimi önceki dönemlerde Filistin’de Yahudi varlığını tanımış ve hoşgörülü davranmıştı. Ancak sistemli olarak gelerek bölgeye yerleşen yeni göçmenlerin durumu ise çok farklıydı. Bu dönemde II. Abdülhamid’e Filistin topraklarını adeta satın almayı teklif eden Siyonist liderler, zulümden kaçan Yahudilere Osmanlı topraklarında yerleşme müsaadesi verilebileceği, ancak Filistin’de yurt kurmalarına izin vermedi. II. Abdülhamid, Hac maksadıyla Kudüs’e gelecek Yahudilere yalnızca geçici bir izin uygulaması başlatmıştı. İttihat ve Terakki döneminde geçici izin belgesi ve Yahudilere toprak satmama uygulamaları kaldırılmış olsa da, kısa süre sonra azınlıkların bağımsızlık yönündeki çabaları sebebiyle devletin bütünlüğünden endişe edilerek bu yönde yeni kısıtlamalara gidilmişti. I. Dünya savaşı sırasında, İngiltere bir yandan Osmanlı’ya karşı kışkırttığı Araplara bağımsız bir Arap devleti vaadinde bulunurken, diğer yandan Fransa ile yaptığı gizli paylaşım planında Araplara vaad edilen toprakları, İngiliz ve Osmanlı sonrası dönem Bundan sonra artık Filistin topraklarındaki Yahudi nüfusunun artışına şahit oluyoruz. 1914’te 38.754 olan Yahudi nüfusu, 1918’de 58.728’e çıktı. Aynı tarihte Müslüman nüfus 611.098 ve Hristiyan nüfus ise 70.429 idi. Yahudi nüfusu 1925’te 104.000 oldu. 1933’te Almanya’daki Nazi iktidarı ile Yahudi düşmanlığının artması üzerine, Nazi zulmünden kaçanlar, Filistin topraklarındaki Yahudi nüfusunun artmasına neden olurken, bu artışa karşı mücadele etmek için çeşitli dernekler kuruldu. II. Dünya Savaşı’nın ortaya çıkardığı yeni durum, Yahudi-Arap gerginliğini artırdı. 1946 nüfus sayımına göre Filistin’in toplam nüfusu 1.942.349’du. Bunun 1.175.196’sı Müslüman, 602.586 Yahudi ve 148.910’u da Hristiyan idi. İngiliz manda yönetiminin 15 Mayıs 1948’de sona ermesiyle Yahudiler, İsrail devletinin kurulduğunu ilan ettiler. Yahudi nüfusu, 1949 yılında 758.000’e ulaşırken, Yahudilerin işgal ettiği topraklarda yaşamak istemeyen Filistinliler komşu ülkelere göç etmeye başlayınca, nüfus dengesi Araplar aleyhine değişti ve günümüze değin ulaşan Filistinli mülteciler sorununun başlangıcı oldu. 1950 sonrasında gerçekleşen Arap-İsrail savaşlarında, Yahudiler topraklarını batı desteğiyle gittikçe genişletiyor, Arap ülkeleri ise Filistin konusunda tutarsız tavırlar ortaya koyuyorlardı. İsrail, 1967 savaşı ile Kudüs dâhil tüm Filistin’i ele geçirerek işgal ettiği toprakları üç misli artırdı. Bu savaşta İsrail’e topraklarını kaptıran Mısır, Ürdün ve Suriye’de, kendi menfaatlerinin peşine düşmeleri ve Müslüman devletler olarak ortak hareket edememeleri nedeniyle, sorunun Filistin aleyhine gelişmesi kaçınılmaz bir durum olmuştu. Bugün dünyanın gündemindeki, önü alınamayan Filistin sorununun temelleri işte böyle atıldı. Bundan sonraki karışık dönemde, yine Filistinliler aleyhine işgal yoluyla genişleyen bir devlet ve bu devletle mücadele etmeye çalışan, ama bir türlü ortak politika üretemeyen Müslümanlar göze çarpıyordu. Kaynak: • “Filistin”, TDV İslam Ansiklopedisi, 13. Cilt, S. 89–103 JUNI / HAZİRAN 2009 27 kültür Süleymaniye Kütüphânesi Kütüphânenin Yazma ve Nadir Eserleri Elektronik Ortama Aktarma Bölümü’nde özel dijital kameralar vasıtasıyla yaklaşık 90.000 eser elektronik ortama aktarılmış ve okuma salonundaki bilgisayarlarda okuyucuların istifadesine sunulmuş durumdadır. Meltem KURAL • meltem.kural@live.de S üleymaniye’ye yolu düşen bir çoğumuzun belki defalarca önünden geçtiği halde ziyaret etmeyi gönlünden geçirmediği, belki varlığından bile bihaber olduğumuz bir ecdad hatırası: Serin kubbeleriyle Süleymaniye Camii’nin eteğine kurulmuş Süleymaniye Kütüphânesi. Eminim, içerisinde Osmanlı sultanlarının ve ilim adamlarının kütüphânelerini de barındırmakta olan onlarca eşsiz kitap koleksiyonunun sadece Süleymaniye Kütüphânesi’nde muhafaza edilmekte olduğunu bilseydiniz, bir yolunu bulur Koca Sinan’dan yâdigâr mimarisiyle bu tarihî kütüphâneyi ziyaret etmeden İstanbul’u terketmezdiniz. Esas itibariyle 1583 tarihinde kurulan Süleymaniye Kütüphânesi, Süleymaniye Külliyesi’nin Evvel ve Sânî medreseleriyle, Sıbyan Mektebi olarak yapılmış binalarında yer alır. Sânî Medresesi 1918’den bu yana, Evvel Medresesi ve Sıbyan Mektebi ise 1957’den itibâren kütüphâne olarak kullanılmaya başlanmıştır. İnşaası 1549-1557 yılları arasında tamamlanan Süleymaniye Külliyesi, Kanuni Sultan Süleyman’ın Koca Kütüphane, yazma eserlerle dolu 28 IGMG • PERSPEKTİF Mimar Sinan’a yaptırdığı 16. yüzyıl Osmanlı Mimarisinin dünyaca ünlü en önemli eserlerinden birisidir. Câmi, Dâru'l-Kurrâ, Mekteb-i Sıbyân; Evvel, Sâni, Sâlis ve Râbi medreseleri ile Tıb Medresesi, Dâru'ş-şifâ, Dârü'z-ziyafe, Tabhâne, Dâru'l-hadîs, Dâru'l-mülâzimiye ve hamamdan müteşekkil olan Süleymaniye Külliyesi ayrıca Mimar Sinan'ın mütevâzi türbesi ile Kanuni'nin ve Hürrem Sultan'ın türbelerinin de içerisinde bulunduğu bir kabristanı da ihtiva etmektedir. Osmanlı’da kütüphâneler dergâh, tekke, camilerin içleri, medrese veya muallimhâne gibi mekânlarda kurulmaktaydı. Cumhuriyet döneminde kabul edilen Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile Tekke ve Zaviyelerin Kapatılması Kanunu gereği buralarda bulunan yazma eserler Süleymaniye Kütüphânesi bünyesi altında toplanmıştır. Bunun bir sonucu olarak Anadolu'nun çeşitli yerlerinden gelen koleksiyonlar, padişahların, valide sultanların, bilim ve din adamlarının değerli kitap koleksiyonları, yazılış tarihi bin yılı aşan, deri üzerine yazılmış eserler ve en güzel cilt örnekleri bu kütüphânede bir araya gelmiştir. Bugün kütüphânede Türkçe, Arapça ve Farsça dillerinde kaleme alınmış eserlerden oluşan 117 tanesi Osmanlı devrine ait olmak üzere toplam 131 adet koleksiyon bulunmaktadır. Bu koleksiyonlar Fâtih Sultan Mehmed Han, İkinci Bâyezîd Han, Birinci Mahmûd Han, Birinci Abdülhamîd Han, Birinci Ahmed Han gibi büyük devlet adamlarının kütüphânelerine âit olanları da içeriyor. Kendi devrinin sanat eğilimlerini yansıtan Tezhip, Hat ve Ebru gibi sanatlar da kütüphânedeki bu nadide eserlerin içerisinde barınıyor. Kütüphânenin Yazma ve Nadir Eserleri Elektronik Ortama Aktarma Bölümü’nde özel dijital kameralar vasıtasıyla yaklaşık 90.000 eser elektronik ortama aktarılmış ve okuma salonundaki bilgisayarlarda okuyucula- kültür rın istifadesine sunulmuş durumdadır. Kütüphânenin 1962 senesinde kurulmuş olan Cilt ve Pataloji Servisi sayesinde kitap tamiri konusunda uzmanlaşmış kimselerin hizmetleriyle, rutubet, kitap kurdu ve bunlara benzer çeşitli sebeplerden ötürü yıpranmış, dağılmış veya hastalanmış kitaplar hastalık ve hasarları teşhis ve tedavi edildikten sonra tekrar sağlıklı bir şekilde kütüphânedeki yerlerini alırlar. Cilt Restorasyonu biriminde ise ciltsiz veya cildi yıpranmış bir eser kendi devrinin sanat özelliklerini taşıyan tezyinat örneklerinden yararlanılarak çok ince ve titiz bir çalışma ile ciltlenmektedir. Kütüphânenin okuma salonunda Fransızca, İngilizce ve Almanca gibi farklı dillerde eserler de var. ''Batı uygarlığı, İslam medeniyetinin çocuğudur'' diyen, eserleri dünyanın en ünlü üniversitelerinde okutulan, uluslararası birçok ödül sahibi ilimler tarihi uzmanımız Prof. Dr Fuat Sezgin’in1 de en gözde eserlerinin bir kısmı Süleymaniye Kütüphânesi’nin okuma salonunda okuyucuların yararına sunulmuştur. Süleymaniye Kütüphânesi’nin bir diğer güzel hizmeti de halkımızın elinde bulunan Arapça, Osmanlıca ya da Farsça kitap, levha, ferman, berat veya senet gibi her türlü yazılı belgeyi bir kültür hizmeti olarak sahipleri için tercüme ve latinize etmesidir. Bununla birlikte elinizdeki değerli eserleri kütüphâneye bağış veya satış yoluyla kazandırabilmeniz de mümkün. Bütün bunların yanı sıra Süleymaniye Kütüphânesi her yıl öğretim dönemleri ile eşzamanlı olarak usta eğiticiler gözetiminde Ebru, Hüsn-ü Hat ve Tezhip kursları da düzenliyor. Kütüphânenin sergi salonunda bu kurslara devam etmekte olan öğrencilerin ve kurs eğitimcilerinin en güzel eserleri sergilenmektedir. Süleymaniye Kütüphânesi okuyucularına ve ziyaretçilerine haftanın altı günü saat 08:30 ve 17:00 arası hizmet vermektedir. Kütüphânenin okuma salonundaki bilgisayarlarda elektronik ortama aktarılmış yazma eserleri okuyabilir, dilerseniz cüzi bir ücret karşılığı eseri CD’ye yazdırtabilirsiniz. Üstelik arzu ettiğiniz bir eserin CD’si, karşılığını yatırdığınıza dair dekontu kütüphâneye faksladığınızda kargo ile adresinize bile teslim edilmekte. Yazılı kültürümüzün en kıymetli ürünleri ve örneklerini görmek isteyen ziyaretçiler ise Sülemaniye Kütüphânesi’ nin internet sayfasındaki Randevu Talep Formunu doldurarak hafta içi her gün gruplar halinde, Sergi Salonu’nu, Sergi Revakı’nı ve Süleymaniye Medrese Odası’nı ücretsiz ziyaret edebilirler. Türkiye’nin yanı sıra dünyada da islamî yazmalar alanındaki en önemli koleksiyonları barındıran tek kütüphâne olması hasebiyle yerli ve yabancı araştırmacıların en gözde mekânlarından biri olarak dünya çapında bir kültür hizmeti vermekte olan Süleymaniye Kütüphânesi’ne bağlı Âtıf Efendi, Hacı Selim Ağa, Köprülü, Nûruosmâniye ve Râgıb Paşa kütüphâneleri de yazma eserler bakımından zengin kütüphânelerdir. Altı asırlık şanlı tarihimizden bize miras kalan bu bir Süslemeli hattı ile nadir yazma eserlerden biri avuç eser maalesef dillerinden anlamadığımız gerekçesiyle bizler tarafından fazla rağbet görmüyor. Osmanlıca olarak da adlandırdığımız Eski Türkçemize yabancı bir dil gözüyle bakan bizler, 1928 harf devrimi öncesinde yazılmış bir eseri bırakın, bir mezar taşını dahi okuyup anlayamazken, kendimizi okur-yazar addeder ve sürekli şanlı bir tarihin mirasçıları olmakla övünürüz. Ceddinin dilinden anlamayan bir vâris ceddine ne kadar sahip çıkabilir, bunun üzerinde düşünme gereği bile duymayız. Her sene yerli ve yabancı bir çok araştırmacı, sanatçı ve devlet adamının ziyaret ettiği Süleymaniye Kütüphânesi geçmişimize ışık tutan eserleriyle bizleri tarihimize bir yolculuk yapmaya çağırıyor... Sizce de artık ziyaret edilmesi gereken yerler listemize Süleymaniye Kütüphânesini de ekleyerek bu çağrıya kulak vermenin zamanı gelmedi mi? Kaynaklar: 1 Frankfurt’ta yaşamakta olan Fuat Sezgin, 1982 yılında J.W.Goethe Üniversitesi’ne bağlı Arap-İslam Bilimleri Tarihi Enstitüsü’nü ve müzesini kurmuş ve halen direktörlüğünü yapmaktadır. Bu müzede İslam kültür çevresinde müslüman bilginler tarafından yapılmış aletlerin ve bilimsel araç ve gereçlerin yazılı kaynaklara dayanarak yaptırdığı numunelerini sergilemektedir. http://www.suleymaniye.gov.tr/ http://ansiklopedi.bibilgi.com/SÜLEYMANİYE-KÜTÜPHANESİ Araştırmacılar için bulunmaz bir hazine JUNI / HAZİRAN 2009 29 gündem Barajlar ve yel değirmenleri Müslümanların günlük yaşamımıza katkıları İlknur MELEKOĞLU • imelekoglu@yahoo.de Barajlar duvarı daha güçlü, sert ve çatlamalara karşı daha dayaBarajlar en eski sivil mühendislik yapılarındandır ve nıklı bir hale getirmiştir. Yine İran’daki Kuzayba Barajı da medeniyetler açısından büyük öneme sahiptir. Barajlar oletkileyici bir şekilde kavislendirilmiştir. Baraj 30 metre masaydı, büyük araziler sık sık su baskınlarına maruz kayüksekliğinde ve 205 metre uzunluğundadır. lır, bu geniş arazileri sulamak mümkün olmaz ve hydroAfganistan’da başkent yakınlarında 11. yüzyıl’da Sulelektrik üretimi sağlanamazdı. Barajların bu işlevlerinden tan Gazneli Mahmud tarafından yaptırılmış 3 baraj budolayı da bugünkü yaşadığımız sosyal ve ekonomik hayat lunmaktadır. Bu barajlardan sultanın adını taşıyanı Katamamıyla farklı olurdu. Mühendisler binlerce yıl boyunbil’in 100 km güneybatısındadır. 32 metre yüksekliğinde ca çok farklı şekillerde barajlar yaparak suyu nasıl daha iyi ve 220 metre uzunluğundadır. şekilde kontrol edebileceklerinin yollarını aramışlardır. Yay Ortaçağ’ın Müslüman İspanyası’nda yapılan barajların şeklinde yapılan kavisli barajlar, ayaklı-destekli barajlar, yapıları da muazzamdı, bu barajların duvarlarını örmede kultoprak dolgu set barajlar; vadinin, arazi ve kaya yapısının landıkları çimento taşın kendisinden daha sertti. Bu sağlam ve şartlarına göre geliştirilmiş baraj türlerinden sadece birkadayanıklı özelliğiyle bu baraj duvarları ancak 1000 yıl sonra çıdır. Bu kavramlar çok sayıda ve çeşitte barajlar yapmış Müstamir ve onarıma ihtiyaç duymuştur. Bölgede Turia nehri üzelümanlar için yeni kavramlar değildir. Müslüman Ortaçağ rinde bulunan 8 barajın temelleri nehir yatağının altında 15 metmühendisleri baraj ya da bentleri inşaa edecekleri nehirlereye kadar uzanır ve ağaç kütüklerinden sütunlarla destek ri, bu nehirlerin akış özelliklerini ve mevcut toprak yapısısağlanmıştır. Nehrin özelliğinden dolayı temeller bu şekilde nı inceleyerek, yapacakları barajların kavisli ya da düz, kadolgun ve dayanıklı yapılmak zorundaydı. Su taşkınları zamanında lın ya da ince duvarlı, temelinin derinde ya da sığda yapınehrin akışı normal zamankinden 100 kat daha güçlüydü ve lacağına karar vermiş ve tüm bu faktörleri göz önünde bubarajlar selle birlikte gelen ağaçların, kütüklerin, kayaların ve lundurarak yaptıkları barajlarla en etkili su depolama mogüçlü suyun vuruşlarına karşı dayanıklı yapılmalıydı. Bu badellerini ortaya çıkarmışlardır. rajlar bu özelliklere göre yapıldı ve hiç bir eklemeye gerek kalTunus’da hüküm süren Ağlebiler’in 9. yy’da Kayravan madan 10 yüzyıldan beri Valencia’nın sulama ihtiyacını karşehri yakınında yaptıkları baraj estetik ve dizayn açısınşılamaktadır. İspanya’nın Murcia bölgesindeki Segura nehrindeki dan en etkileyici barajlardandır. Müslümanlardan kalma baraj, Müslümanların barajların yerel konumu ve konum özelen eski su depolarından olan bu baraj hala kullanılabillikleri hakkında nasıl uzman olduklarını gösterir niteliktedir. mektedir. 11.yy’da Güney İspanya’da Bu barajın yüksekliği sadece 7,5 metredir yaşamış tarihçi ve coğrafyacı el-Bakri ancak tabanının kalınlığı 38 ile 45 metre baraj hakkında şöyle yazar: “...daire arasında değişmektedir. Bunun sebebi ise şeklindedir ve oldukça büyük ebatları nehir yatağının yumuşaklığı ve zayıflığıvardır. Ortada sekiz köşeli ve dört kapılı dır ve barajın şekli nehir boyunca kaybir kule vardır. Bir biri üstüne ardına masına engel olmaktadır. yapılmış kavisli kemerler baraj gölünün Kordoba’da Guadalquivir (Vadiu’l güneyinde sona erer...” Tunus’un bu keKebir) nehri üstündeki baraj ülkedeki bisiminde her biri ikişer havuza sahip linen en eski Müslümanlardan kalma 250’den fazla baraj gölü vardır. Bu habarajıdır. 12.yy coğrafyacısı el-İdrisi vuzlardan biri suyu tortudan arındırmak barajın mermer sütunları olduğunu yaiçin diğeri de depolamak için kullanılır. zar. Baraj nehir boyunca dolambaçlı bir İran’daki Kebar Barajı bilinen en esyol takip eder ve bu şekil barajı yaki kavisli barajdır ve yaklaşık 700 yapanların uzun bir bent oluşturarak suyun şındadır. Bu barajın duvar harcında ezilgüç kapasitesini artırmayı amaçladıkmiş kireç ve yerel çöl bitkilerinin külü larını gösterir. En yüksek su seviyesinEn eski barajlardan İran Kebar barajı karıştırılarak kullanılmış ve bu karışım den yaklaşık 3 metre daha yükseklikte 30 IGMG • PERSPEKTİF kültür Modern Yel değirmenleri ve 2,5 metre kalınlığında yapılan bu barajdan geride kalan, suyun birkaç metre yükseğinde olan kalıntılarıdır. Böyle muazzam yapılar inşaa edebilmek için Müslüman mühendisler gelişmiş arazi inceleme metodlarını kullanmış, trigonometri hesaplarından ve usturlab gibi araçlardan yararlanmışlardır. Nehir yapılarını inceleyerek baraj yapımına en uygun kıyıları bulmuşlar, karmaşık kanal sistemlerini de kurmuşlardır. Müslümanlar depolanan suyu enerji üretiminde de kullanmıştır. Örneğin, İran Khuzistan’da Ab-ı Gargar üstünde yapılan barajın tünellerine monte edilen değirmenler “En eski hydro enerji gücünün kullanıma sunulduğu” barajlarındandır. Dizaynlarının üstünlüğü ve ustalık sayesinde 7 ve 8.yy’da yapılmış barajların üçte biri hala kullanılabilir durumdadır. “Barajların Tarihi” nde Norman Smith şöyle yazar: “Sivil mühendislik tarihçileri, özellikle de baraj yapımı tarihçileri, Müslüman periyodunu neredeyse tamamen görmezden gelirler. Şöyle ki, ya yapılan çalışmalara Müslümanları referans olarak göstermezler ya da daha da kötüsü Emeviler ve Abbasiler zamanında baraj yapımı, sulama ve diğer mühendislik faaliyetlerinin hızla gerilediğini... iddia ederler. Böyle bir görüş hem adaletsizdir, hem de yanlışdır.” nıtıldığını yazar. İranlı biri, 634 yılından itibaren 10 yıl boyunca Müslümanlara önderlik yapan 2. Halife Ömer’e gelerek, rüzgârın çalıştırdığı bir değirmen yapabileceğini söyler ve halife de onu teşvik eder. Bundan sonra rüzgâr gücü tahıl öğütmek için değirmen taşlarının döndürülmesinde ve sulama yapmak için su çekilmesinde kullanılmaya başlanır. Bu buluşların hepsi ilk kez İran’ın Sistan adlı kentinde meydana gelmiştir ki, 10.yy coğrafyacısı el-Mesudî bölgeyi “Rüzgâr ve kum ülkesi” olarak tarif eder. El-Masudi eserinde Sistan için, “Bölgenin özellikleri arasında, bahçeleri sulamak için rüzgâr gücünün su pompalarınında kullanılması yer alır” der. İlk yapılan yel değirmenleri iki katlı yapılardı ve genellikle kale kulelerine, tepelerin zirvelerine ya da açık alandaki kendi platformlarına inşaa edilirdi. Üst katta değirmen taşları vardı, altta da 6 ya da 12 değirmen kanadı ile hareket ettirilen değirmen çarkı yer alıyordu. Bu çark üstteki taşı döndürüyordu. Aşağıdaki bölümün duvarları 4 ağızdan delinmişti, en dar ağız iç kısmın tam karşısındaydı ve rüzgârı değirmenin kanatlarına yansıtarak kanatların hızını ve gücünü artırıyordu. O devirlerde yapılan ilk değirmenlerde değirmen taşının ağaç bir silindirin ucuna bağlantılı olduğu anlatılır. Yarım metre genişliğinde ve 3-5 metre arasında uzunluğunda olan bir ağaç silindir-kütük bu yönden gelen rüzgarı yakalamak için kuzey doğuya doğru açık olarak yapılmış bir kuleye dikey bir konumda dikilirdi ve çalılık yığınlarından ya da palmiye yapraklarından yapılmış değirmen kanatları vardı. Düzenekte kulenin içine doğru esen rüzgâr, kanatları döndürür, kanatların dönmesiyle de dingil ve değirmen taşları hareket ederdi. Su değirmenlerinin ve yel değirmenlerinin tanıtımı mekanik mühendisliği alanında çok büyük bir etki yapmıştır ve “değirmen inşaası ve bakımı” gibi yeni bir ticaret alanı doğmuştur. Bu ticaret değirmenciler ve onların çırakları tarafından yürütülmüştür ve onlar bugünkü mekanik mühendislerinin ataları olarak kabul edilirler. Yel değirmenleri Akaryakıtla çalışan makinalardan önce enerji, yenilenebilir ve devamı olan enerji kaynaklarından elde edilirdi. İslam dünyasında da enerji sudan elde edilir, örneğin buğday gibi tahıllar su değirmenlerinde öğütülürdü, ancak suyun kullanıma elverişli olmadığı veya az bulunduğu kurak bölgelerde su enerjisine alternatif enerjiler arayışına gidilmiştir. Arabistan çölü düzenli rüzgâra sahipti. Özellikle buradaki küçük akarsuların kuruduğu dönemde, yani suların çekildiği yaklaşık 120 gün boyunca, rüzgar belli bir yönden ve düzenli olarak eserdi. Yel değirmenleri basit ama etkiliydi ve 7. yy’da orjinal merkezi olan İran’dan tüm dünyaya hızlıca yayılmıştır. Pek çok tarihçi, yel değirmenlerinin haçlı seferleri sırasında Eski bir yel değirmeni haçlılar tarafından 12.yy’da Avrupa’ya ta- Kaynaklar: • 1001 Inventions-Muslim heritage in our world, Chief Editor-Prof. Salim T S Al-Hassani • www.1001inventions.com JUNI / HAZİRAN 2009 31 islam und leben Spekulation als Wissenschaft? Zur Prophetenbiographie von Hans Jansen Ali METE • amete@igmg.de E s ist bemerkenswert, dass das Interesse an der Lebensgeschichte des Propheten Muhammad (saw) auch in unserer an Religion scheinbar uninteressierten Gesellschaft nicht nachgelassen hat. Davon zeugen nicht zuletzt die in jüngster Zeit veröffentlichten Prophetenvitae, die vor allem davon ausgehen, dass eine neue Quellenkritik betrieben werden muss. Interesse an der Lebensgeschichte des Propheten In der Vergangenheit scheint sich das Bild des Propheten im Abendland gemäß dem Geist der Zeit von einem Extrem ins andere gewandelt zu haben. Zu Beginn des Mittelalters galt Muhammad als „Gott der Heiden“, „Lügenprophet“, „Verführer“ oder „Betrüger“ und wurde in den innerchristlichen Streitigkeiten des 16. und 17. Jahrhunderts zum „Antichristen“. Im Zeitalter der Aufklärung wurde Muhammad dann zum „Helden“ und später zum „Genie“, der eine vernunftgemäße und einfache Religion begründete. Seit dem Schauspiel Voltaires mit dem Titel „Der Fanatismus, oder Mohammed, der Prophet“ wird mit dem Propheten des Islams zumeist Fanatismus assoziiert. Die heutige Muhammad-Forschung interessiert sich jedoch nicht in erster Linie für die Persönlichkeit des Propheten, sondern vielmehr für die Quellen, aus denen man Wissen über den Propheten schöpfen kann. Die grundlegende Frage dabei lautet: „Was können wir wissen?“ Mit dieser Frage beginnt beispielsweise Marco Schöller, Professor für Islamwissenschaften an der Westfälischen Wilhelm-Universität in Münster, seine kurze Darstellung von Leben, Werk und Wirkung Muhammads. Dem Verfasser einer Biographie bleibt laut Schöller „kaum anderes übrig, als trotz aller Skepsis und im Wissen um die mögliche Unzuverlässigkeit des verfügbaren Quellenmaterials dieses der Darstellung doch weiterhin zugrunde zu legen.“ Für Tilman Nagel, emeritierter Professor für Arabistik und Islamwissenschaft und Verfasser einer umfassenden Prophetenbiographie, ist der Islam „diejenige unter den Weltreligionen, […] die im hellen Lichte der dokumentierten Geschichte entstand“ und unternimmt in seinem Buch, „dieser Feststellung eine Grundlage zu geben“. 32 IGMG • PERSPEKTİF Die Prophetenbiographie von Hans Jansen Eine weitere Biographie des Propheten stammt von Hans Jansen, einem niederländischen Arabisten und Islamwissenschaftler, der das genaue Gegenteil behauptet, nämlich dass die große Mehrheit der Berichte über die Frühzeit des Islams zumindest infrage gestellt werden müssen. Er meint, Widersprüche und Unwahrscheinlichkeiten der zumeist aus muslimischer Quelle stammenden Berichte aufzeigen und daraus die Infragestellung des historischen Muhammads ableiten zu können. Jansen stützt sich dabei weitestgehend – ohne explizit darauf zu verweisen – auf den von Karl-Heinz Ohlig, Religionswissenschaftler an der Universität Saarbrücken, forcierten so genannten radikal historisch-kritischen (revisionistischen) Ansatz, der nichts gelten lassen möchte, was nicht schwarz auf weiß geschrieben steht und am besten nicht von Muslimen stammt. Hans Jansen wirft dem ältesten Biographen Muhammads, Ibni Ishâk, vor, unangenehme Berichte aus Furcht vor Muslimen, „von denen ein Teil es als heilige Pflicht ansieht, jede vermeintliche Kränkung des Propheten zu rächen“ (S. 23) weggelassen zu haben. Trotzdem erscheint es auch ihm sinnvoll, sich an dieser zu orientieren, mit dem Vorbehalt, auch negative Aussagen zur Sprache zu bringen. In diesem Zusammenhang kritisiert er auch die moderne Islamwissenschaft, die Ibni Ishâk ohne größere Bedenken rezipiere. Schon an dieser Stelle wird deutlich, welches Bild Jansen von Muslimen im Besonderen und religiösen Menschen im Allgemeinen hat. In seinem Buch kommt immer wieder die vermeintliche Differenz zwischen den „religiösen“, „gläubigen“ und „frommen“ Menschen, die ohne groß darüber nachzudenken, die „Predigten in Geschichtsform“ (S. 13) als historische Tatsache nehmen würden und den „modernen“, „areligiösen“, „skeptischen“, „westlichen“, „kritischen“ Wissenschaftlern zum Ausdruck. „Religion ist“, wie er im Rahmen seiner Ausführungen zur Konversionsforschung schreibt, „fast so etwas wie Weinen oder Lachen. Wenn gute Menschen lachen oder weinen, weinen oder lachen wir erst einmal mit. Was die genaue Ursache dafür ist hören wir erst später.“ (S. 105) islam und leben Jansens Blickwinkel len für erfunden ansieht, wurden und Auch an einem Zitat zum Prophewerden auch von muslimischen Getenbild kann man Jansens Blickwinkel lehrten diskutiert. Beispielsweise erkennen: „Wegen ihres Auftrags, der schreibt, um nur ein Beispiel zu nennicht von dieser Welt ist, besitzen Pronen, Muhammad Hamidullah in seinem pheten Prestige und Macht in der Welt. Standardwerk „Der Islam – GeschichIn den Augen ihrer Feinde können sie te, Religion, Kultur“ nur nebenbei: „Es einem jeden willkürlich ihren Willen wird überliefert, dass sie (Chadîdscha) aufzwingen, ohne dass es dafür einen ver28 oder 40 Jahre alt war. Aus biologinünftigen Grund gäbe, außer der von ihschen Gründen ist aber die erste Übernen selbst geäußerten nicht überprüflieferung vorzuziehen, da sie noch 7 baren Behauptung über sich und ihren Kinder gebar.“ von Gott erteilten Auftrag.“ (S. 62) Bei der Lektüre wird man jedoch Gleich zu Beginn seines aus dem nicht den Eindruck los, dem Autor Niederländischen übersetzten Buches gehe es gar nicht um eine Diskussilegt Hans Jansen dar, dass Berichte über on. Vielmehr fallen, neben den disJesus oder Muhammad für ihn nichts kussionsbedürftigen Ansätzen, auf weiter als „Predigten in Form von Erdie weiter oben hingewiesen wurde, zählungen“ (S. 12) sind und überlegt, unsachliche, spekulative und poleob es ein Christentum bzw. einen Islam mische Aussagen ins Auge. ohne Propheten geben kann. Ohne DifSo heißt es im Zusammenhang mit ferenzierung versucht er die in der christFilmausschnitten, die illustrieren sollen, Erstes Kapitel des Buches lichen Theologie weitestgehend akzepwie vorislamische Araber zur Zeit der tierte Unterscheidung zwischen Geschichte und Heilsgeschichte Dschâhilijja aus Scham ihre neugeborenen Mädchen begraben auf den Islam zu übertragen. Dabei stützt er sich auf das Argument, haben: „Ein Mädchen, das diese Bilder oft genug sieht, wird dass keine nichtmuslimischen Quellen vom frühen Islam exisfroh sein, auf der guten Seite geboren zu sein, und trotz Klitotieren, relativiert seine Aussage aber, wenn er schreibt, „Aus risbeschneidung, Kopftuch und Jungfräulichkeitskult erleichwissenschaftlicher Sicht ist das Schweigen der nichtislamitert aufatmen, daß seine Eltern muslimisch sind und sie nicht schen Quellen jedoch kein starkes Argument.“ (S. 18) bei lebendigem Leib werden begraben wollen.“ (S. 81) Mit dieser vermeintlich wissenschaftlichen Skepsis, die weiGestützt auf das Werk „Die Syro-Aramäische Leseart des tergedacht bedeutet, den sich in Jahrhunderten entwickelten Koran“ von Christoph Luxenberg, in welcher der Versuch islamischen Wissenschaftszweigen die Wissenschaftlichkeit unternommen wird, den Inhalt und die Sprache des Korans vor abzusprechen, arbeitet sich der Autor Kapitel für Kapitel durch dem Hintergrund außerarabischer Einflüsse zu erklären, spedie Lebensgeschichte des Propheten. kuliert Hans Jansen, ob es sich bei der Sure Kadr, die von der Muhammads Geburtsjahr könne nicht genau bestimmt Nacht der ersten Offenbarung spricht, nicht um die Darstelwerden, müsse aber zwischen 552 und 590 n. Chr. liegen lung des Weihnachtsfestes handeln könnte. „Die theologi(S. 28f.), der überlieferte Name seines Vaters und seiner sche Bedeutungslosigkeit von Jesus im System des Islam könnMutter seien wenig wahrscheinlich (S. 35f.), seine Ehefrau te dann dazu geführt haben, daß Muslime Sure 97 im Laufe Chadîdscha könne bei der Heirat kaum 40 Jahre alt geder Zeit nicht mehr auf die Geburt Jesu bezogen haben, sonwesen sein (S. 54f.), und auch dass er in genau diesem dern auf die Offenbarung des Koran.“ (S. 193) Abgesehen daAlter in der Höhle Hira in der „Nacht der Bestimmung“ von, dass dieses Werk vonseiten der von Jansen angegriffedie erste Offenbarung erhalten hat, sei sehr unwahrnen zeitgenössischen Islamwissenschaft auf große Kritik stößt, scheinlich (S. 68f.). wird nicht deutlich, wozu diese Spekulation dienen soll, wenn Nun könnte man, im Rahmen einer halbwegs sachlichen Jansen diese Ansicht aber schon zu Anfang relativiert („Das Diskussion, Hans Jansens Buch als sehr kritische Betrachist möglich, aber nicht sicher.“, S. 191). tung der Quellenlage ansehen, auch wenn sich dieser vorbeDie Bedeutung der Lebensgeschichte Muhammads behält, muslimische Überlieferungen einerseits generell infraruht auf der Bedeutung des Gesandten Gottes für den Islam. ge zu stellen und dann aber doch gegeneinander auszuspieAus etwaigen Unstimmigkeiten der Biographien des Gelen. Auch wenn Hans Jansen außer Acht zu lassen scheint, sandten Gottes zu folgern, die Berichte oder sogar der Prophet dass die Ansichten, die er kritisiert, in jahrhundertelangen seien erfunden, ist vor allem wissenschaftlich unseriös. Quellen: Diskussionen bestimmt wurden, und, solange sie nicht zu den - Hans Jansen, Mohammed. Eine Biografie, Verlag C. H. Beck, 2008 Glaubensinhalten (Akîda) gehören, prinzipiell hinterfragt und - Marco Schöller, Mohammed, Suhrkamp Verlag, 2008 berichtigt werden können, ist eine Diskussion möglich. - Hartmut Bobzin, Mohammed, Verlag C. H. Beck, 2000 - Tilman Nagel, Mohammed - Leben und Legende, Oldenbourg Verlag, 2008 Denn viele der Punkte, die er ausgehend von den Quel- JUNI / HAZİRAN 2009 33 kommentar „Vertrauensbildende Maßnahmen“ Muslime als Objekte von Terrorprävention Die Gespräche werden auf Grundlage der von den Sicherheitsbehörden vorgegebenen im Folgenden zu bewertenden Begrifflichkeiten vorgenommen. Gesellschaftlich hat solch ein vermeintlicher Dialog fatale Folgen. Mustafa YENEROĞLU • myeneroglu@igmg.de D ie Themen Sicherheit und Terrorismusprävention stellen heute Hauptpfeiler im Umgang mit den Muslimen und dem Islam in Deutschland dar. Dabei verweisen Politik und Sicherheitsbehörden unter Bezug auf die Terroranschläge in New York, Madrid, London und die, Gott sei Dank missglückten Kofferbombenattentate in Deutschland immer wieder auf die Ängste in der Bevölkerung und betonen die Notwendigkeit, dem Sicherheitsempfinden in der Bevölkerung gerecht zu werden. Dreh- und Angelpunkt für dieses gesellschaftliche Unsicherheitsempfinden sind dabei nicht zuletzt die von Sicherheitsbehörden aufgestellten konkreten oder abstrakten Bedrohungsszenarien. Zunehmend wird mit dem Sicherheitsaspekt immer mehr die Frage der Integration der Muslime und der Umgang mit ihnen im gesellschaftlichen Kontext verquickt. Insbesondere von islamischen Religionsgemeinschaften wird oft das Einfügen in Sicherheitskonzepte als Voraussetzung der Integration der Institution und ihrer Mitglieder angesehen. Ein konkretes Beispiel für diese Haltung ist der von Politikern und Sicherheitsbehörden immer wieder geforderte und in Teilen geführte öffentliche „Dialog“ zwischen Muslimen und Sicherheitsbehörden. Bei diesem vermeintlichen “Dialog” handelt es sich zumeist um die Aufgabenwahrnehmung des polizeilichen Staatsschutzes (örtlich/regional – Dialog mit Moscheegemeinden) oder der sonstigen Sicherheitsdienste (überregional – Dialog mit Spitzenverbänden). Die Gespräche wer- 34 IGMG • PERSPEKTİF den auf Grundlage der von den Sicherheitsbehörden vorgegebenen im Folgenden zu bewertenden Begrifflichkeiten vorgenommen. Gesellschaftlich hat solch ein vermeintlicher Dialog fatale Folgen. Entgegen der Absichtserklärung, dieser Dialog solle auch dazu dienen, einen möglichen Generalverdacht gegenüber Muslimen abzubauen, geht die Wirkung genau in die entgegengesetzte Richtung. Präventionslogik Die Basis solcher Projekte bildet die Präventionslogik des Staates im Umgang mit Muslimen. Nach dieser Logik werden Sicherheitsbehörden nicht erst bei der Anbahnung von Straftaten aktiv. Nicht mehr der Verdacht einer Straftatbegehung ist relevant, sondern schon das mögliche Risiko. Die Maßnahmen richten sich nicht mehr gegen Straftäter und die Straftat. Sie richten sich gegen Personen, von denen man annimmt, dass sie Straftäter werden könnten und gegen Milieus bzw. Diskurse, die vermeintlich Straftäter hervorbringen könnten. Dabei arbeiten die Sicherheitsbehörden mit Vorfeldkonstruktionen und Radikalisierungsszenarien. Die Konturen solcher Aktionen werden aber nicht durch raum- und zeitlich bestimmbare Schadenswahrscheinlichkeiten bestimmt. Vielmehr bleiben sie unbestimmt, so unbestimmt und unberechenbar wie die Risiken, deren Verwirklichung sie verhüten wollen. Angesichts der Größe der terroristischen Gefahr sei eine Abwägung der Rechtsgüter vorzunehmen. Daher sei eine Präventionspolitik - auch wenn diese erheblich in Grundrechte eingreife - legitim. kommentar Der Mechanismus orientiert sich an der skizzierten Typologie einer „problematischen“ Gesinnung. Damit wird der “Extremist” beschrieben. Infolgedessen wird aus der präventiven Bekämpfung der Straftat eine Bekämpfung des “Extremisten”; dabei erfolgt die Bekämpfung des “Extremisten”, also dem “übertrieben, radikal eingestellten Menschen” auch präventiv und muss sich ebenfalls Konstruktionen bedienen. Die Sicherheitsbehörden, also sowohl die Polizeibehörden (Polizeilicher Staatsschutz) als auch Kriminalämter und Verfassungsschutzbehörden orientieren sich an der Terminologie vom Letzteren. Dies ist eigentlich sehr problematisch, weil die Sicherheitsbehörden aufgrund weitergehender - insbesondere repressiver Aufgaben - grundsätzlich mit Rechtsbegriffen arbeiten müssen, wohingegen die Arbeit der Verfassungsschutzbehörden mit Arbeitsbegriffen anerkannt ist, unter denen die in den Verfassungsschutzgesetzen genannten Bestrebungen zusammengefasst werden. Zwar ist auch dies aufgrund der Unbestimmtheit zu Recht zu problematisieren, jedoch ist die Dimension der Arbeit von Sicherheitsbehörden mit diesen Begriffen auf einer ganz anderen Ebene anzusiedeln. Denn bei der Tätigkeit der Sicherheitsbehörden ist die Eingriffsintensität in Grundrechte sehr hoch und demnach die Eingriffsschwelle zumindest nach dem bisherigen Sicherheitsrecht an konkreten Rechtsbegriffen orientiert gewesen. Die Verfassungsschutzgesetze definieren den Begriff des “Extremisten” nicht. Es handelt sich nicht um ein Rechtsbegriff. Die Sicherheitsbehörden definieren ihn in Abgrenzung zum demokratischen Verfassungsstaat (als Antithese). Darunter und damit unter die Zuständigkeit der Verfassungsschutzbehörden sollen Bestrebungen im Sinne “politisch bestimmte[r] ziel- und zweckgerichtete[r] Verhaltensweisen“ fallen, die gegen die freiheitlich-demokratische Grundordnung gerichtet sind. Auf Grundlage dieses selbst schon vagen Begriffs des “politischen Extremismus” bezeichnet der Verfassungsschutz in angenommener begrifflicher Unterscheidung von “Islam” und “Islamismus” bzw. von “Muslimen” und “Islamisten” den “Islamismus” als eine Form des “politischen Extremismus”. Die Sicherheitsbehörden orientieren sich an dieser Terminologie und setzen sie als feststehende (bestimmte) Kategorie für die Erörterungen voraus, obwohl sie sich der Schwierigkeiten der Bestimmbarkeit bewusst sind. Im Allgemeinen wird der Begriff des „Islamismus“ als “extremistisches Verständnis des Islam” definiert. „Islam/Islamismus“ So verweisen Verfassungsschutzämter immer wieder darauf, dass „nicht die Religion Islam an sich und ihre Anhänger pauschal“ beobachtet werden, sondern nur sog. „islamistische“ Gruppierungen1. Der Begriff des „Islamismus“ wird vom Landesamt für Verfassungsschutz Baden- Württemberg als „die aktive Befürwortung und Durchsetzung von Glaubensinhalten, Vorschriften, Gesetzen, und Politikinhalten, die als islamisch betrachtet werden“2 definiert. Eine solche Definition lässt kaum eine Abgrenzung zu verfassungsgemäß handelnden islamischen Religionsgemeinschaften zu, deren Zweck darin liegt, Muslime im religiösen Leben umfassend zu betreuen. Die weiter genannten Kriterien, nämlich „der universelle und unteilbare Geltungsanspruch, der Rückgriff auf als authentisch betrachtete Quellen sowie die Vision eines in der Vergangenheit einmal da gewesenen Idealzustands, der sich maßgeblich an der überlieferten Glaubenspraxis des Propheten Muhammad und der früheren Muslime orientiert“3 sind so vage formuliert, dass eine Abgrenzung gerade am Maßstab der konkreten Elemente der freiheitlichen demokratischen Grundordnung objektiv willkürlich erscheint. Ein „universeller und unteilbarer Geltungsanspruch“ ist eine Eigenschaft, die alle monotheistischen Religionen auszeichnet. Das Erkennungsmerkmal der Orientierung an der „Glaubenspraxis des Propheten Muhammad“ und die Bezeichnung dieser als „kompromisslose[r], Neuerungen ablehnende[r] und sehr puristische[r]“4 Islam verträgt sich nicht mit der Rechtssprechung des Bundesverfassungsgerichts, wonach jeder das Recht hat, „sein gesamtes Verhalten an den Lehren seines Glaubens auszurichten und seiner inneren Glaubensüberzeugung gemäß zu handeln“5. Als Unterscheidungsmerkmal ist dies auch insoweit unbrauchbar, da solch ein Verhalten alle Muslime charakterisiert. JUNI / HAZİRAN 2009 35 kommentar wortlichen in Politik und Sicherheitsbehörden eine kausale Kette vom Bedürfnis der Stärkung der religiösen Identität bis hin zum Terroristen aufgebaut10. Damit steht das gesamte islamische Gemeindeleben unter dem Verdacht, potentiell der Ausgangspunkt für eine terroristische Entwicklung zu sein. Immer wieder wird von den Verantwortlichen in Politik und Sicherheitsbehörden eine kausale Kette vom Bedürfnis der Stärkung der religiösen Identität bis hin zum Terroristen aufgebaut. Nicht zuletzt ist auch die Mission, also das Werben für die eigene religiöse oder weltanschauliche Überzeugung (als eine wesentliche Form des Bekenntnisses und damit als Akt der Religionsausübung von der Religionsfreiheit des Art. 4 GG geschützt), als „islamistisch“ und demzufolge als verfassungsfeindlich bewertet. Die Mission sei eine „Erscheinungsform des Islamismus, dessen zentrales Tätigkeitsfeld die Konvertierung durch Mission (Da’wa) sowohl Andersgläubiger (Christen, Juden, Atheisten) als auch säkular orientierter Muslime zu einem als authentisch betrachteten Islam darstellt (Missionarischer Islamismus). Die Ergreifung der politischen Macht ist hierbei nicht das primäre Ziel. Vielmehr geht es um den Erhalt der muslimischen Identität und um die Verbreitung des muslimischen Glaubens…“6. Mit dieser Bewertung steht das LfV BW offenkundig im Widerspruch zur Rechtsprechung des Bundesverfassungsgerichts7. Darüberhinaus wird das Beschreiten des ordentlichen Rechtswegs, bei Themen, die die Glaubensfreiheit betreffen, als Versuch “islamische Rechts- und Lebensräume innerhalb der westlichen Gesellschaft zu errichten“8 beurteilt. Dabei ist gerade das Bestreiten des Rechtsweges Ausdruck der Identifikation mit dem geltenden Rechtssystem. Letztendlich vertraut man sich diesem an. Selbst Positionen im Bereich der Kindererziehung werden als Gefahr benannt, weil sie „zu den Gepflogenheiten und Gewohnheiten der so genannten Mehrheitsgesellschaft im Widerspruch stehen”9 würden. Den Höhepunkt stellt wohl das Innenministerium von SchleswigHolstein dar, das den Islam “im Spannungsfeld von drei Erscheinungsformen” sieht, wobei es den aufgeklärten und geistigen Islam nur einige “reformorientierte Intellektuelle” zurechnet. Für den gemeinen Muslim bleiben nur zwei Kategorien übrig: der politische Islam und der islamische Terrorismus. Immer wieder wird von den Verant- 36 IGMG • PERSPEKTİF Nährung des Generalverdachts Auf dieser Kausalkette bauen die Dialog-Bemühungen von Sicherheitsbehörden mit Muslimen auf. Entgegen der vorgegebenen Intention, einem Generalverdacht vorzubeugen, verstärken diese Maßnahmen den Verdacht erst und können diese schon dem Konzept nach gar nicht verneinen. Denn sie setzen bei der „Verdächtigung“ an. Die den Sicherheitsbehörden zugewiesenen Aufgaben, der Organisationsrahmen und die Begriffswelt bestimmen diese Prägungen und voraussetzen es für den sog. Dialog. Daher können die Sicherheitsbehörden gar nicht als Vermittler zwischen Muslimen und Mehrheitsgesellschaft fungieren. Öffentlichkeitswirksame Erklärungen wie auch die aktuelle gemeinsame Presseerklärung der Sicherheitsbehörden mit muslimischen Organisationen werden logischerweise als Zeugnis für das Bestehen einer Gefahr verstanden. Nur so ergibt die „Zusammenarbeit“ für den Durchschnittsbürger auch einen Sinn. Damit kongruierend ist auch die Einschätzung der Sicherheitsbehörden: „Allerdings wird intern zu den Erfolgen der Kooperation die Tatsache gezählt, dass nach Einschätzung von Sicherheitsbehörden derzeit keine unmittelbare Terrorgefahr aus dem Umfeld von Moscheen und muslimischen Predigern in Deutschland ausgeht.“11 Diese hier zitierte „interne“ Bewertung der Sicherheitsbehörden sagt nichts anderes aus, als dass ohne die Kooperation mit muslimischen Organisationen eine unmittelbare Terrorgefahr aus dem Umfeld von Moscheen und muslimischen Predigern in Deutschland ausgehen würde12. Die Vermengung von Begriffen wie Islam und Terrorismus bzw. „islamistischer Terrorismus“ ist weder vernünftig noch akzeptabel. Zunächst wird dadurch Gewalt und Terror vor allem als religiöses Problem verortet. Damit werden jedoch nicht nur die eigentlichen Beweggründe extremistischer Gewalttäter ausgeblendet, sondern auch der Versuch der Vereinnahmung der Religionen durch diese undifferenziert übernommen. Ein weiterer Ablehnungsgrund ist die Assoziation der Begriffe Islam und Terrorismus. Spätestens seit Bekanntgabe der Ergebnisse der wahrlich erschütternden AllensbachStudie aus dem Jahr 2004 (am Ergebnis dürfte sich leider bis heute nicht sehr viel geändert haben) nach der 83 % der Befragten den Islam mit Terror, 82 % mit fanatisch, radikal assoziieren, sollte jedem bekannt sein, dass diese undifferenzierte Vermengung von Begrifflichkeiten nachhaltige Auswirkungen auf die Wahrnehmung der Muslime in der Gesellschaft haben. kommentar Alternative Herangehensweise Gegen Gespräche zwischen den Sicherheitsbehörden und gesellschaftlichen Gruppen an sich ist grundsätzlich nichts einzuwenden. Die offene Gesellschaft lebt von der Kommunikation, von dem gemeinsamen Gespräch ihrer Akteure. Wichtig ist jedoch die Art und Weise und vor allem die Absicht, in der solch ein Gespräch stattfindet, damit die hier angesprochenen Stolpersteine dieses nicht wirkungslos, ja sogar schädlich für das gesellschaftliche Miteinander werden lassen. Wenn es heißt, es gehe darum, „das Vertrauen von Muslimen in die Sicherheitsbehörden zu stärken“13, dann kann es wohl nicht um das Vertrauen gegenüber Polizeibeamten gehen. Denn die implizierte Annahme, Muslimen fehle es am Vertrauen ggü. Polizeibeamten, dürfte jeglicher Grundlage entbehren. Es geht hier auch nicht um eine Diskussion über förderungswürdige Projekte wie die Kriminalitätsprävention, Drogenprävention, Präventionsarbeit bzgl. Jugendkriminalität, sportliche Aktivitäten wie Selbstbehauptungstraining, Stärkung der Sensibilität und der multikulturellen Kompetenz der Sicherheitsbehörden usw. Es geht hier vielmehr um eine Diskussion über die politische Präventionsarbeit, die oftmals unausgesprochen wird, wenn Beamte des polizeilichen Staatsschutzes mit den örtlichen Moscheegemeinden in einen „Dialog“ treten. Dabei kann diesen Beamten nicht mal was vorgeworfen werden. Denn sie gehen ihrer angewiesenen Pflicht nach, wenn sie auf Grundlage ihrer gesetzlichen Aufgaben, im Rahmen der politischen Kriminalitätsprävention14, Moscheegemeinden aufsuchen und mit den Gemeindemitgliedern ins Gespräch treten. Manche gehen mit der ihnen entgegengebrachten Offenheit und Gastfreundlichkeit sehr sensibel um, andere weniger15. Das Problem ist, dass nicht erst die Gespräche der Beamten des polizeilichen Staatsschutzes ein Bild über die Moscheegemeinde bzw. ihrer Mitglieder ergeben, sondern, dass es oftmals darum geht, das schon vorhandene Bild zu bestätigen. Der polizeiliche Staatsschutz kann schon seiner Aufgabe nach nicht unbefangen auf die Moscheegemeinden zugehen, denn er setzt beim Verdacht an. Er arbeitet nicht unabhängig, sondern übernimmt die Bewertungen der anderen Sicherheitsbehörden wie z.B. die der Verfassungsschutzämter. Die vermeintlichen Erkenntnisse werden unter die hier problematisierte Begrifflichkeit subsumiert. So befindet man sich als Objekt der Beobachtung in einem Zirkelschluss. Sofern „vertrauensbildende Maßnahmen“ mit Sicherheitsbehörden wie dem BKA, dem BfV und den Landesämtern ergriffen werden, sollten diese zunächst die Klärung von grundsätzlichen Begrifflichkeiten zum Gegenstand haben. Dabei müssen sie den rechtsstaatlichen Grundsätzen des Gefahrenabwehrrechts genügen und insbesondere der Kulturalisierung der Problemfelder vorbeugen. Auch dürfen sich die Sicherheitsbehörden - insbesondere bei der Ursachenforschung, den zugrundegelegten Das Problem ist, dass nicht erst die Gespräche der Beamten des polizeilichen Staatsschutzes ein Bild über die Moscheegemeinde bzw. ihrer Mitglieder ergeben, sondern, dass es oftmals darum geht, das schon vorhandene Bild zu bestätigen. Radikalisierungsszenarien, den Präventionsmaßnahmen und Folgen dieser - den Erkenntnissen der wissenschaftlichen Forschung nicht verschließen. Innerhalb eines solchen Rahmens, der nicht auf öffentlich wirksame Inszenierung zielt und für ein offenvertrauliches, nicht zwingend-dominantes Verhältnis steht, in dem der Gegenüber nicht selbst schon als Gefahr beziehungsweise als Problem verortet, sondern als Partner auf Augenhöhe verstanden wird, werden solche Gespräche wesentlich fruchtbarer geführt werden können. Fußnoten: 1 Anstatt vieler Beispiele aus den Verfassungsschutzberichten siehe Publikation „Islamischer Extremismus und Terrorismus“, herausgegeben durch den Landesamt für Verfassungsschutz Baden-Württemberg, April 2006, S. 8 bzw. Islamismus aus der Perspektive des Verfassungsschutzes, BfV, März 2008, S. 5 2 Islamischer Extremismus und Terrorismus, S. 10 3 Islamischer Extremismus und Terrorismus S. 6 4 Islamischer Extremismus und Terrorismus, S. 39: „Die Auslegung des Korans und der Sunna ist sehr buchstabengetreu und weist seit mehreren Jahren stark wahhabitische Züge auf. Das bedeutet, dass die Anhänger einen, das heißt an den Werten und Lebensweisen des Propheten orientierten Islam vertreten.“ 5 vgl. BVerfGE 32, 98 <106 f.>; 33, 23 <28>; 41, 29 <49> 6 Islamischer Extremismus und Terrorismus, S.6 7 Mission ist Religionsausübung als Form der Religionsfreiheit, vgl. BVerfGE 12, 1, <4>; 24, 236, <245>; 69, 1, <33> 8 BfV, Islamismus aus der Perspektive des Verfassungsschutzes, BfV, März 2008, S. 7 9 http://www.verfassungsschutz-bw.de/kgi/islam_dtl_start.htm 10 http://www.verfassungsschutz.de/de/aktuell_thema/themen/thema_070207_Integration/thema_0702_Integration.pdf 11 Frankfurter Allgemeine Zeitung vom 30.04.2009, Beitrag auf Seite 2 „Lob für Dialog mit Muslimen“ 12 Einer solchen Nachricht müsste normalerweise ein Sturm der Entrüstung folgen, entweder aus dem Grund, dass die aus dem Umfeld von Moscheen und muslimischen Predigern herrührende „unmittelbare Terrorgefahr“ erstmals von den Zuständigen in dieser Form geäußert wurde oder weil eine solche Behauptung ohne jegliche Grundlage das harmonische Zusammenleben mit Muslimen erheblich gefährdet. Es ist leider nur symptomatisch, dass sich von den Beteiligten niemand dazu äußert. 13 Pressemitteilung des BKA u.a. vom 27.04.2009 14 die Verhütung und die Verfolgung von Straftaten, die sich gegen die verfassungsmäßige Ordnung richten, sicherheitsgefährdende oder geheimdienstliche Tätigkeiten für eine fremde Macht zum Gegenstand haben oder durch Anwendung von Gewalt oder durch entsprechende Vorbereitungen auswärtige Belange der Bundesrepublik Deutschland gefährden 15 Dies ergibt sich aus zahlreichen Protokollen über die Gespräche mit Beamten des polizeilichen Staatsschutzes JUNI / HAZİRAN 2009 37 kommentar „Neokoloniale Entwicklungspolitik“ İlhan BİLGÜ • ibilgu@igmg.de D ie Bundesrepublik Deutschland gehört, im Gegenteil zu einigen anderen westlichen Staaten, nicht zu den Ländern, die einen Neokolonialismus zur Staatspolitik erheben. Anstatt sich wie die USA, Großbritannien oder Frankreich auf militärischem oder politischem Wege Zugang zu Rohstoffen zu verschaffen, hat es Deutschland, mit Ausnahme eines kurzen Abenteuers in Afrika im 19. Jahrhundert und während der Nazidiktatur, vorgezogen, mit einer hochentwickelten Technologie und guter Qualität zu überzeugen. Aufgrund der immer knapper werdenden Rohstoffreserven fordert die deutsche Industrie nun einen Kurswechsel der deutschen Entwicklungszusammenarbeit, welche infolgedessen neokoloniale Züge annehmen dürfte. Der Prozess des Richtungswandels begann vor einigen Jahren mit dem Rohstoffkongress („Rohstoffsicherheit – Herausforderung für die Industrie“) des Bundesverbandes der Industrie (BDI). Der Verband forderte zuletzt vor Vertretern der CDU und CSU, dass „die Versorgungssicherheit mit Rohstoffen wieder auf die politische Agenda“ zu setzten. Hierzu müsse die Entwicklungszusammenarbeit vor allem mit den Ländern verstärkt werden, die über reiche Rohstoffreserven verfügen. Die Unionsparteien scheinen zu einer derartigen Politik bereit zu sein. Der Wunsch der deutschen Industrie nach einem solchen politischen Kurswechsel macht, vor allem in Zeiten der globalen Finanzkrise, eine grundlegende Neuausrichtung der bundesdeutschen Entwicklungspolitik erforderlich. Dabei waren bisher die „Schwerpunkte der deutschen Entwicklungspolitik“ bisher „die Bekämpfung der Armut, die Sicherung des Friedens und die Verwirklichung von Demokratie, die gerechte Gestaltung der Globalisierung und der Schutz der Umwelt.“ 1 Die Bundesregierung ist sich bewusst, dass „fast elf Millionen Kinder […] jedes Jahr noch vor ihrem fünften Geburtstag – an Hunger, an Krankheiten, durch Gewalt und Kriege“ sterben und „mehr als eine Milliarde Menschen auf der Welt […] von weniger als einem US-Dollar pro Tag leben“ müssen.2 Der politische Richtungswechsel wird unweigerlich zu einer Reihe von Widersprüchen führen. Ein schon bestehender Widerspruch zu den formulierten Zielen der Entwicklungszusammenarbeit ist die Tatsache, dass die Bundesrepublik drittgrößter Waffenexporteur der Welt ist, direkt nach den USA und Russland. 3 Laut einem Bericht des Stockholmer Friedensforschungsinstituts (SIPRI) hat sich Deutschland zum größten Waffenhändler Europas aufgeschwungen. Während also auf der 38 IGMG • PERSPEKTİF einen Seite Entwicklungshilfe betrieben wird, versucht man auf der anderen Seite die Wirtschaft in Gang zu halten, in dem man Waffen, vor allem an die Golfstaaten, verkauft. Dabei wären schon zehn Prozent der jährlich weltweit im Waffenhandel umgesetzten 1,5 Billionen Dollar 4 ausreichend, um die Armut in vielen Ländern dieser Welt wirksam zu bekämpfen. Solch eine widersprüchliche Politik wird jedenfalls nicht zum Frieden beitragen können. Im Gegenteil: Der Richtungswechsel in der Entwicklungspolitik wird eher zu mehr Armut in den sowieso schon ärmsten Ländern führen. Diese Länder sind es auch, die am meisten unter den Folgen der Finanzkrise leiden werden.5 Auf der anderen Seite gibt es einen Anstieg bei den Lebensmittelpreisen in diesen Ländern. Somit verfehlt die Unterstützung, die im Rahmen der Entwicklungszusammenarbeit geleistet wird, ihr Ziel. Nun wird auch noch ein Auge auf die Rohstoffe dieser Länder geworfen, und dies im Namen der Entwicklungshilfe. Im Zuge des politischen Kurswechsels dürfte die Entwicklungszusammenarbeit mit Ländern, die über reiche Rohstoffreserven verfügen, verstärkt werden; rohstoffarme Länder werden dagegen ihrem Schicksal überlassen. Entwicklungshilfe ist eine humanitäre Hilfe. Das Ziel dieser Hilfe ist es, mittels finanzieller und technischer Unterstützung die Armut zu bekämpfen und dem jeweiligen Land soweit unter die Arme zu greifen, dass es sich selbst helfen kann. Bei der Entwicklungshilfe solche Länder zu bevorzugen, die über viele Rohstoffe verfügen, ist ein Zeichen dafür, dass es darum geht, Vorteile aus der humanitären Hilfe zu schlagen. Es wäre also nicht falsch, zu behaupten, dass es sich hierbei um eine Form der Ausbeutung in neokolonialem Stil handelt. Doch auf diese Weise werden die Krisen in diesen Gebieten, allen voran in den Staaten Afrikas, nur noch weiter verschärft. Die Welt braucht keine neue Verteilung, die nur zu neuen Konflikten führt, sondern eine vernünftige und den Menschen gegenüber verantwortungsbewusste Politik; eine Politik, die die Erdgas-Krise mit Russland und deren Folgen nicht vergessen hat. Es muss Abstand davon genommen werden, dieser neuen Politik, das Gesicht eines neuen Kolonialismus zu geben, dem es nur um den Zugang zu neuen Rohstoffreserven geht. 1 http://www.bmz.de/de/ziele/deutsche_politik/index.html http://www.bmz.de/de/ziele/grundsaetze/index.html 3 http://yearbook2008.sipri.org/files/SIPRIYB08summary.pdf 4 http://www.globalissues.org/article/75/world-military-spending 5 http://siteresources.worldbank.org/INTGLOMONREP2009/Resources/5924349-1239742507025/GMR09_book.pdf 2 Hacc’ı ve Umre’yi Allah için tamamlayın. (Bakara Sûresi, 196) PEYGAMBERİMİZİ ZİYARETE GİDİYORUZ Hac ve Umre yapanlar Allah’ın misafirleridir. Allah’dan birşey isterlerse, onlara verir. Af isterlerse, onları affeder. (İbn Mâce) Yaz Tatili Umre dönüşünde aynı biletle Türkiye’de kalma imkanı. YAZ TATİLİ PROGRAMI Bremen/Hannover . . . . . . .25.06 — 09.007.2009 Strasburg/Belçika . . . . . . . .01.07. — 15.07.2009 Düsseldorf/Köln . . . . . . . . . .03.07. — 17.07.2009 Lyon/Paris . . . . . . . . . . . . . . . . . .08.07. — 23.07.2009 Frankfurt . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .12.07. — 27.07.2009 Hamburg . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .16.07. — 30.07.2009 Berlin . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .17.07. — 31.07.2009 Amsterdam . . . . . . . . . . . . . . . .22.07. — 05.08.2009 Stuttgart . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .30.07. — 14.08.2009 Münih . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .04.08. — 18.08.2009 RAMAZAN PROGRAMI YAZ TATİLİ PROGRAMI Almanya: 1210,- € Almanya dışı: 1310,- € RAMAZAN PROGRAMI Almanya kısa dönem: 1465,- € Almanya Ramazan tümü: 1565,- € Almanya dışı kısa dönem: 1565,- € Almanya dışı Ramazan tümü: 1665,- € FRANKFURT . . . . . . . . . . . . . . . .21.08. — 20.09.2009 FRANKFURT . . . . . . . . . . . . . . . .06.09. — 20.09.2009 PARİS . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .21.08. — 20.09.2009 PARİS . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .06.09. — 20.09.2009 AMSTERDAM . . . . . . . . . . . . . .21.08. — 20.09.2009 AMSTERDAM . . . . . . . . . . . . . .06.09. — 20.09.2009 LYON . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .21.08. — 20.09.2009 LYON . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .06.09. — 20.09.2009 STRASBURG . . . . . . . . . . . . . . . .21.08. — 20.09.2009 STRASBURG . . . . . . . . . . . . . . . .06.09. — 20.09.2009 VİYANA . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .21.08. — 20.09.2009 İSLAM VİYANA . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .06.09. — 20.09.2009 MİLLÎ GÖRÜŞ ZÜRİH . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .21.08. — 20.09.2009 Hac ve Umre Organizasyonu ZÜRİH . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .06.09. — 20.09.2009 TOPLUMU BRÜKSEL . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .21.08. — 20.09.2009 BRÜKSEL . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .06.09. — 20.09.2009 www.igmg.de + 49 22 37 656 310 + 49 22 37 656 311• hacumre@igmg.de