Gazetemizin 19. Sayısı da Sansürlendi GAZİ'NİN KATİLLERİNİ İSTİYORUZ Gazetemizin 27 Şubat günü çıkan 19'uncu sayısı İstanbul Devlet Güvenlik Mankemesi'nce sansürlendi. Gazetemizin 19. sayısı neden sansürlendi. Bunu anlamak için sansürlenen yazılara bakmak yeterli. 19. sayımızın sansürlenen yazıları şunlardır: 3 ve 4'üncü sayfalardaki "Ne Seçimler, Ne Yeni Hükümetler, Ne Reform Demagojileri, Ne Katliamlar, Ne Darbeler, Ne Terör Hiçbir Şey Kurtuluş Mücadelesini Durduramaz Halk Kazanacak"; 14'üncü sayfadaki "Avukatlara Polis Terörü"; 15'inci sayfadaki "Abdullah Öcalan Yalnız Değildir"; 16-17-18-19'uncu sayfalardaki "Gazi Katliamı 4. Yılında Katilleri İstiyoruz!"; 29'uncu sayfadaki siyasi tutsakların ortak yaptığı "Basın Açıklamasıdır Halklarımıza"; 30'uncu sayfadaki Kürdistan'da Tek Yol Devrim köşemizde yayınlanan "Gerçekleri Tersyüz Edemezsiniz"; 31 ve 32'nci sayfalardaki "Kendi Ülkelerinde Kürt Halkının Örgütlenmesini Yasaklıyor, Gösterilerine Saldırıyor, Sonra 'Kürtlere Haklarını Verin' Diyorlar! Öcalan'ı Oligarşiye Teslim Edenle ^mdi Adil Yargılanmasını İstiyorlar emperyalizm İkiyüzlüdür." Çok fazla söze gerek olmadığını düşünüyoruz. Seçimlerle, reform aldatmacalarıyla halkı kandırmaya çalışan; katliamlarla terörle halkı sindirmeye çalışan oligarşidir. Gazi'de halkı katleden, katillerini aklayan Susurluk devletidir, halkın yanında; onun sesi olan biziz. Tüm ikiyüzlülüğü ile halkların kanını emmeye devam eden, ülkemiz egemenlerinin, işbirlikçilerinin patronları emperyalistlerdir, biz ise emperyalizmin ebedi düşmanlarıyız. İşte 19. sayımızda sansürlenen yazıların nedenleri ...Yeterince açık ve net... Yazılarımız emperyalizmin işbirlikçisi Susurluk devletini ve onun savunucusu savcıları rahatsız etmektedir, sansürler bundandır. 19. sayımızı çıkarlarına ters geldiği için sansürleyenleri protesto ediyor ve gerçekleri yazmaya devam edeceğimizi herkese ilan ediyoruz. İÇİNDEKİLER SİNDİRME POLİTİKALARI ...................3-4 8 MART ...........................................20-23 BU TARİH BİZİM...........................33 KATİLLERİİSTİYORUZ...... . . . . . . . . . . . 5'-8 YOLDAŞLAR Bİ?J ÂŞ:xl.............. ........23 SEÇİM OYUNU............. 34-35 16 MART. .....................................9-/0 KÜRDİSTAN-4 .......... ................24-27 DÜZEN PARTİLERİ (CHP)......36-40 RTÜK VE SANSÜR.............................// KÜRDİSTAN .................................. 28 HALK GERÇEĞİMİZ........ 41-42 TELEVİZYONLAR....................... 12-13 TEK YOL DEVRİM. ...........................29 DEVRİMCİ YAŞAM......... 43 HABER-YORUM.........................14-16 MGK HALKA SALDIRIYOR................. 30 ÖĞRENİYORUZ, ÖĞRETİY 44-45 İŞÇİ-MEMUR .................................17 ULAŞ BARDAKÇI. ............................ 31 YURTDIŞI ................... .......46 ÖZGÜR TUTSAK. .......................18-19 KAYIPLARIMIZ, .............................32 GÖRÜNEN KÖY................ ... 47 - Sayı 20/5 Mart 1999 GÜNDEM KURTULUŞ -4 Susurluk, yalnızca ne Türkbank yolsuzluğu, ne de bir kaç çetedir; Alanda o günkü vahşeti tüm çıplaklığıyla gösteren bir resim yok bugün elimizde. Ama yine de o tabloyu gözümüzün önünde canlandırmak çok zor değil... Beyazıt meydanı. Meydanda bombanın açtığı bir çukur; çukurun etrafi kan kızıl. Ölüler ve yaralılar... Bizim ölülerimiz ve bizim yaralılarımız... 20 yıl önceydi. Bombayı atanlar hala cezalarını bulmadılar. Sorulmayan bir hesaptır hala 16 Mart. Sandalyede öylece kalakalmış. Kan sakalından sızıyor. Masanın üzerinde yarımlanmış bir çay bardağı. O da öylece kalmış. Halil Dede bu. Gazi katliamındaki ilk ölüm. Bizim ölümüz. Alelade bir tahta salın üzerine yatırmışlar onu. Sal kalabalığın elleri üzerinde taşınıyor. Salın üzerinde Gazi ayaklanmasının şehitlerinden biri taşınıyor. Gazi sokakları kan içinde. Bizim kanımız. Gazi sokakları yaralılar ve ölülerle doluyor. Bizim yaralılarımız ve ölülerimiz. Evin bir odasına toplanmış cesetleri. Yanyana dizilmişler, ellerinin yanına mutlaka silahlar konmuş... Savcı basını içeriye alıyor, flaşlar patlıyor... Veya dağda, kırsal alanda, yanyana dizilmiş cesetler... Yanlarındaki silahlar uzun namlulu bu kez... Yerde yatanlar bizim ölülerimiz. Gazi'yi anacağız önümüzdeki günlerde. Hemen ardından 16 Mart'ı. Ölülerimiz için birleşmeliyiz. Ölülerimizin, akan kanımızın hesabını sormak için birleşmeliyiz. Devrimciler, demokratlar, ilericiler, devrimci demokrat sendikalar, odalar, Gazi ve 16 Mart'ta alanlarda katillerin yakasına yapışmak için birlikte olmalıyız. Dökülen kanın, katledilen canların hesabını sormaya çağırıyoruz. Bu çağrı yalnız devrimcilere, demokratlara değildir. Bu çağrı insanım diyen herkesedir. BU KATLİAMLARA KARŞIYSAN, HALKIN KANININ DÖKÜLMESİNE KARŞIYSAN SUSURLUK DÜZENİNE KARŞIYSAN, SEN DE KATIL PROTESTOLARA. HESAP SORMAYA SEN DE KATIL. Bu sömürü üzerine kurulu düzen, yaşam hakkımızı elimizden almıştır. Faşist teröre karşı can güvenliğimiz için katılalım anmalara. Katledilenlerimizin hesabını sormak, halkın borcudur. AKAN KAN BİZİM Susurluk işte 16 Mart'tır, Susurluk Gazıdır Susurluk a karşı olmak 16 Mart Gazı katliamlarına karşı olmaktır 16 Mart a Gazı ye karşı olmayanlar Susurluk a karşı değillerdir GAZİDE 16 MARTTA HALKIN OF KESİNE PROTESTOSUNA HESAP SOR MASINA KATILMAYANLARIN SUSUR LUK KARŞITLIĞI SAHTEDİR IKIYÜZ LUCEDIR KORKAKCADIR Ve korkunun ecele faydası yoktur dır Sustukça daha çok terör estirecekler Korktukça daha çok katledeceklerdır Hesap sormadıkça daha çok kanımız akacak 16 Mart ve Gazı Susurluk Devleti ilin bin operasyon undan ikisidir Katliamların düzenleyicileri ısım ısım bellidir ve hala ortalıkta dolaşmaktadır lar Hala yeni katliamlar peşindedirler Devlet çetelere savaş açan hükümet ler aradan onca zaman geçükten sonra nihayet Susurluk u gündemine alan MGK çetelere soluk aldırmayacak polis ve MlT hepsi katillere dokunmayarak bu katliamları savunduklarını göstermekte katliamların sorumluluğunu üstlenmek tedırler Bu tavırda Katillere dokunma yız onlar bizim adamlarımızdır yine kat lederız mesajı vardır Oligarşinin halka karşı surdurdugu sa vaşın açık ilanıdır bu lır: Bir savaş ilanı karşısında iki şey yapıYA KAÇILIR, YA SAVAŞILIR! Gazi ve 16 Mart katliamlarını protesto etmeye, hesap sormaya katılıp katılmamak, kaçacak mıyız, savaşacak mıyız sorusunun cevabı olacaktır. SUSMAYALIM! KORKMAYALIM! HESAP SORALIM! KATİLLERİ İSTEYELİM! Savaşmak zorundayız. Akan kanımızın hesabını sormak için, katillerden hesap sormak için, ama bunlardan daha fazla, bu ülkenin bağımsız, demokratik bir ülke olabilmesi için alanlara çıkmak, savaşmak zorundayız. Değilse, yani savaşmazsak, bağımlı, çetelerin kol gezdiği, her köşesinde zulmün estiği bir ülkenin, boyun eğmiş, onurunu, haklarını, can güvenliğini savunmaktan vazgeçmiş, zavallı, kölece, sefilce yaşayan vatandaşları oluruz. BİRLEŞMEKTEN VE SAVAŞMAKTAN BAŞKA YOL YOKTUR.* GAZİ KATLİAMI- Sayı 20/5 Mart 1999 - Unutmadık, KATİLLERİ unutmayacağız İSTİYORUZ Affetmiyoruz, Affetmeyeceğiz G azı Katliamının .üzerinden tam4yıl geçti. Katiller hala ortada yok. Dört koca yıl ne demek? Kaç hükümet değişti? Biri geldi biri gitti, ama değişen yine bir şey yok. Katiller çıkarılmıyor ortaya. Saklanıyor, korunuyorlar. Dört yıl boyunca durmadan haykırdık. Katilleri istiyoruz dedik. Sesimize kulak veren olmadı. Her Gazi anmasında binlerle, onbinlerle yürüdük, katilleri Göstermelik olarak tutukladıları üç- beş katili de tek tek serbest bıraktılar. Bir katil kaldı içerde, onu da çok geçmez bırakırlar. Tam dört yıl oldu. Hani nerede adalet? Dört yıldır meydanlardayız. Dört yıldır davamızın eşinde mahkemelerdeyiz. Artık gördük ve anladık ki, Bu düzende adalet yoktur. Bu düzende hak hukuk yoktur. Adalet bu düzende sağlanamaz. Asla unutmayacağız. Asla affetmeyeceğiz. Bir ülke adaletsiz olmaz. Bir halk adaletsiz olmaz. Adalet istiyoruz, katilleri istiyoruz. Akan kan bizim, alınan can bizim. Gencecik fidanlarımızı katlettiler. Kızlarımızı, kadınlarımızı katlettiler. Karnında iki aylık bebesi olan gelinimize kıydılar. Onca çoluk çocuğumuzu yetim koydular. KATİLLERE KARŞIYIM DİYENLER; ONURUMLA, NAMUSUMLA YAŞAMAK İSTİYORUM DİYENLER; DAHA FAZLA SÖMÜRÜLMEK, HORLANMAK, AŞAĞILANMAK İSTEMİYORUM DİYENLER; Ama kâfİller hala ortada yok! Adalet hala yok! Katillere dava açmamak için çok uğraştılar. Unutturmaya çalıştılar. Utanmazca, ahlaksızca katledilen, kıyıma uğrayan Gazi halkını suçlu ilan edip halka dava açtılar. Yargılanması gerekenler, suçlu olanlar Gazi halkını yargılamaya kalktı. Başaramadılar. Bu kez göstermelik olarak açmak zorunda kaldıkları Gazi davasını il il kaçırdılar. Bıkmadık usanmadık, peşini bırakmadık. Katilleri istedik. Ülkenin bir ucuna Trabzon'a sürdüler davayı. Davaya katılımımızı engellemek için tehdit ettiler. Otobüslerimizin yolunu kestiler. Gözaltına alındık. Kontrgerillanın beslemeleri faşist itler tarafından arabalarımız taşlandı, yakılmak istendi. Yılmadık. Vazgeçmedik. Katilleri istedik. Adalet istedik. Yıllardır süründürüyorlar davayı. Hu nasıl devlet? Gördük ve anladık ki, Bu ülke çetelerin zulmü altında. Anladık ki, Bu devlet bizim devletimiz değil. Adaletin çarklarım hak için, halk için döndürecek bir ülke istiyoruz. Bağımsız, demokratik bir ülke istiyoruz. Böyle bir ülkede insanca yaşamak istiyoruz. Kim çok görebilir bunu bize? Bu düzenin adaleti katilleri, işkencecileri, sömürenleri, zülüm edenleri korur. Katlettim diyenler, 1000 operasyon yaptık diyenler elini kolunu sallayarak dolaşır. Milletvekili, ağa, paşa, bey olurlar. İşte Gazi davası ortada. Her şey çok açık. Katlettirenler, kendi emirleri altındaki katilleri ortaya çıkarmak, yargılamak istemiyorlar. Bunu kabullenenleyiz. Unutmamızı ya da affetmemizi boşuna beklemesinler. Onların analarının, babalarının katillerini bulmak hesap sormak boynumuzun borcudur. Han, hamam istemiyoruz. Para pul, milyarlar, trilyonlar istemiyoruz. Adalet istiyoruz. Katilleri istiyoruz. Akan kanımızın, alman canlarımızın hesabını istiyoruz. Dört yıl oldu; Bu nasıl ülke? Bu nasıl adalet? KATİLLERİ İSTİYORUZ Katilleri istemek zorundasınız. Adalet istemek zorundasınız. Gazi katliamının hesabını sormak zorundasınız... Sormayanlar, katilleri istemeyenler bu düzenin onursuzlaştırmasına, adaletsizliğine boyun eğiyor demektir. Kendini onursuzluğa layık görüyor demektir. Gazi'nin katillerinin bulunması, hesap sorulması hepimizin sorunudur. 12 Mart'ta bu hesabı hep birlikte soralım. Onurumuz ve namusumuz için, Hak ve adalet için Hep birlikte haykıralım. KATİLLERİ İSTİYORUZ!* - Sayı 20 / 5 Mart 1999 GAZİ KATLİAMI KURTULUŞ 6 Onur ve Namusları İçin, Hak ve Adalet için Şehit Düştüler... Katillerini İstiyoruz büyümüştü Sezgin. Yoksul ailesinin geçimine katkıda bulunmak için daha ilkokul yıllarından itibaren çalışmaya başladı. Devrimci düşüncelerle ilk kez abisi vasıtasıyla tanıştı, sonra da Devrimci Solcu'larla. 1991'de artık düzenli bir Mücadele okurudur. Küçükköy Endüstri Meslek Lisesi'ne başladığında DLMK'lılarla birliktedir. Fedakar, özverilidir Sezgin. Cesur ve ataktır ama devrimciliği sadece eylemlere katılmak olarak görmez. Genç yaşında bir örgütleyişidir aynı zamanda. 14-15 yaşından sonra Cephe'nin bütün gösterilerinde vardır. Abisi şöyle diyor O'nun için: "Hareketine, devrime, mücadeleye çok bağlıydı. Onların mezarlarını her zaman ziyaret eder, karanfil götv nıt düşmeden önce de yapmıştı bunu. Üzerinde para olmadığı için hepsine karanfil alamadıysa da hepsini tek tek ziyaret etmişti... Gittiği her yere devrimin havasını götürürdü. Mücadeleyi anlatırdı. Örgütünü anlatırdı. Bu konuları konuşurken çok ciddi olurdu. Güler yüzlü ve sıcaktı." Şehit düşmeden önce en büyük isteği SPB'li olmaktı. Kendini buna hazırlıyordu. Bunu gerçekleştiremedi ama O bir savaşçıydı. Savaşçı gibi düşünüyor, savaşçı gibi davranıyordu. Ayaklanmada, "Hedef karakol" diyerek yürüyen kitlenin en önündeydi. Barikatlarda en öndeydi. Polisi taşlarken en öndeydi. Vurulup düştüğünde elinde hala taş vardı. "... Ben halk için canımı feda ederim, vatanım için canımı feda ederim' derdi. Halk için 'benden sonra yetişinler rahat etsin' derdi.... 'Ben devrimciyim, devrimciler halkı için her an ölebilirler'derdi." (Annesi) Evet, dediği gibi yaptı Sezgin. Halkı için öldü. Şehit düşerken bile son nefesinde devrime inancını, örgütüne ve halka bağlılığını kanıyla çarşafa Devrimci Hareket'in adını yazmaya çalışarak bir kez daha gösterdi. HASAN GÜRGEN; Şehit düştüğünde 26 yaşındaydı. Sivas'ın Zara ilçesinde doğmuş, askerliğini yaptıktan sonra İstanbul'a gelmişti. Bir süre sonra Gazi Mahallesi'nde bir arsa çevirerek kendine bir gecekondu yapmaya başladı. "Hasan, ekmek ve barınacak bir ev için çalışıyordu. O yoksul bir emekçiydi. Güler yüzlü, sakin ve kendi halindeydi. Ancak son zamanlarda çektiği acıların nedenlerini yani düzenin kokuşmuşluğunu anlatmaya başladığımızda, bize ilgisiz kalmadı... Biz ona doğruları anlattıkça o da bize daha fazla destek vermeye başladı. Dergimizi okuyordu. Maddi olarak durumu kötü olmasına rağmen bize para yardımı da yapmaya başlamıştı."(Cepheli bir arkadaşı) Saldırıyı duyduğunda koştu Hasan. Yılların ezilmişliğinin öfkesi fırtınaya dönüşmüştür. İşte düşman karşısmdadır. Cephelilerle, halkla birlikte yürür Hasan. Yürür ki ne yürür. Nasırlı emekçi ellerinde keser, sıçrar panzerin üzerine. Yanında kendisi gibi şehit düşecek olan Ali Yıldırım ve bir yoldaşı daha vardır. Vurur ki ne vurur. Milyonların gücü kollarındadır sanki. Panzer kımıldanır. Su sıkmak ister kitlenin üzerine. Ama nafile... Hasan gururlu, Hasan mutlu. Soma kahpe kurşun gelir onu da bulur. Gömleği kızıl kan içindedir. Akan her damla kanla biraz daha özgürleşir vatan. ALİ YILDIRIM; Sivas Hafik'lidir. Ailesi yıllar önce Sivas'tan gelip başka bir gecekondu bölgesi olar Okmeydanı'na yerleşmiştir. 22 yaşındaki Ali Yıldırım Bağcılar Endüstri Meslek Lisesi'nden mezun oldu. 1991-92 öğretim dönemi içinde Liseli DEV-GENÇ Bağcılar-Bakırköy bölgesi ilişkileri içinde yer aldı. Sivas katliamı olduğunda Okmeydanı'nda öfkenin dile getirilebilmesi için koşturmaktadır. Yapılan yürüyüşlerde en öndedir. Ya güvenliktedir ya da yine en önde pankart taşımaktadır. Gazi katliamı duyulduğunda FADİME BİNGÖL; Gazililerin Fadime ablasıydı. 1955'te Kars'ın Hınık ilçesi Güneşgören köyünde doğmuştu. Yoksul bir ailenin kızıydı. Gençliğinde zenginlerin tarlalarında, bağlarında gündelikçi olarak çalıştı. Okul yüzü göremedi. 1973'te Trakya'ya göç ederek burada bir un fabrikasında çalışmaya başladı. Sonra 74'te Gazi'ye geldi. Devrimcilerle tanıştı. Ancak ilişkide olduğu hareket 12 Eylül'den sonra cuntaya karşı mücadele etmeyince ondan uzaklaştı. Halkımızın paylaşımcılık, yardımseverlik gibi birçok olumlu özelliği onda somutlanmıştır. Saftır, vefalıdır, sevdiklerine bağlıdır. 88'de gecekondu yıkımlarına karşı mücadele içinde DEMKAD'lılarla tanıştı. 89'a kadar DEMKADlılarla birlikte; 89'dan sonra ise Gazi'deki mahalli çalışmanın içindedir. Evini, sofrasını ardına kadar devrimcilere açtı. "Ablam onurlu bir insandı. Devrimci ruha, devrimci yapıya sahip, inanan biriydi. Belki savaşçı değildi ama devrime inanmıştı. Cenazelerimizi kaldırırken, bu düzenden, katillerden hesap soracağımız haykırıyorduk birlikte." (Kardeşi) Gazi'ye saldırıldığını duyduğunda yerinde duramaz. "O gün bütün herkesi telefonla aradı, 'Gazi'de halk katledildi, gelin'diyordu... Sonra gitti o gece. Yürüyüşe gitmiş. Ertesi sabah yeniden geldi. Kızları ve beni de götürmek istedi. Ben hastaydım. Sonra onun da gitmesini istemiyordum. Tartıştık... 'Siz geliyor musunuz, gelmiyor musunuz'diye sordu sonra. Gelinimizle birlikte çıktı. Fadime çok öfkeliydi. Arkalarından 'elinizde silah yok, bir şey yok'diye seslendim. 'Korkaklık yapıyorsunuz, gelmeyin. Yarın sizi de vururlarsa aklınız başınıza gelir o zaman'dedi. Arkasına bakmadan gitti. Arkasından bir sürü insan gitti. Sonra dayanamadım, ben de gittim. Baktım yanında başka kadınlar da var. Elele tutuşmuşlardı. Bilerek vurdular yavrumu... Halkını sevdiği için öldürdüler. Herkes de onu tanırdı, onu çok severlerdi. Bildiler de vurdular..." (Annesi) AKAN KAN BİZİM birilerinin ondan bir şey istemesine gerek kalmamıştır. "...Okmeydanı bölgesine geldik.... O an toplam 50-60 kişi kadardık. Ali de aramızdaydı. Okmeydanı çevresinde slogan atarak yürümeye haşladık. Hep bir ağızdan 'Halkımız Saflara'diye bağırıyorduk. Ali'nin sesi hepimizden gür çıkıyordu. Halkımız bizleri yalnız bırakmadı. O küçük grup hızla binlerce olduğunda Ali bizimle birlikte en öndeydi. Ali Okmeydanı bölgesinin insanlarıyla beraber polis barikatının karşısında askerle göğüs göğüse olduğumuz sırada, polisin panzerlerine çıktı. Panzerin üzerindeki diğer arkadaşlarımızla beraber elindeki çekiçle bütün öfkesiyle vuruyordu... tik başta elinde sopası vardı. Sonra çekiç bulduğunu gördüm. Ali'yi o sırada vurdular... Ali'yi düşman sürüklüyordu. Ama yine de aldık onların elinden. Ali şehit düşmeden önce zafer işaretleriyle hepimizi selamlarken, adeta davaya bağlılığını haykırıyordu. Can dostumuz, yoldaşımız Ali'yi hiç unutmayacağız. Onu Okmeydanı halkının " (Cepheli bir arkadaşı) 7 KURTULUŞ - MEHMET GÜNDÜZ; 1958 Erzurum doğumludur. Üç çocuğu vardır. İstanbul'a gelmeden önce Gölcük'te üç yıl kapıcılık yapar. Sonra İstanbul'a gelerek Eyüp Belediyesi'nde işe girer. Ancak sigortasını yapmadıkları için işten ayrılır. İnşaatlarda çalışmaya başlar. Cephelilerle tanışır ve Cephe taraftan olur. Yeni bir dünyayı, mücadeleyi tanımaya başlamıştır. "Mehmet çok iyi bir insandı... Nasıl anlatayım. Mehmet çok duyarlı birisiydi. Mesela biz beraber çalışıyorduk. O eve benden erken geliyordu. Geldiğinde yemekleri yapıyordu, çocuklara bakıyordu. İyiydi, çok iyiydi. Onu Gazi'ye götüren de hu iyi kişiliği oldu. Haksızlıklara hiç dayanamazdı. Öfkelenirdi hemen... Derneğe gitmezdi ama ben onu gazeteyi okurken görüyordum. Komşular getirdiğinden beri Kurtuluş gazetesi okuyordu. Eline alınca saatlerce okuyordu. (...) Herkes severdi onu. Komşularımız ona çok güvenirdi. Yani saygı sevgi o kadar ki, birisine kapı açılınca ne yapacağını bilmezdi... Hem de çok çalışkandı. Hiç boş durmazdı... Çok iyi biriydi. Çok iyi..." (Eşi) Katliamı duyunca ilk anda şaşırır, üzülür ve çok öfkelenir Mehmet. Eşine "herkes toplanıyor ben de gideyim" der ve çıkar evden. Ve bir daha dönemez. Yürüyenlerin, çatışanların içindedir. Nerede ihtiyaç varsa ora\ a koşturur Gece saat 04.30'da cemevi önünde toplanmıştu kitle O da oradadır. Bir anda kan içiciler halkın üzerine ateş açaılaı Panzerden açılan ateşle düşer Mehmet Gündüz. DİNÇER YILMAZ; 19 v aşında Tokatlı konfeksiyon işçisi bir gençtir. Arkadaşları tarafından sevilen neşeli, coşkulu biriydi. Faşistlerden nefret ederdi. Bir keresinde babasının çalıştığı kahvehaneye gelen faşistleri kovarak gösterir bu öfkesini. Duyarlı bir kişiliğe sahipti. Cephelilerle tanıştığında bu duyarlılığı hızla devrimciliği öğrenme, kendini geliştirme çabasına dönüştü. Kısa sürede Cephe taraftarı oldu. Ayaklanma öncesinde Cepheliler onunla her gün görüşüyor, savaşa hazırlıyorlardı. Hazırdır buna Dinçcr. Maddi, manevi her türlü yardımı yapar, olanaklarını sunardı Cephe'ye. Her Cepheli gibi o da ayaklanmanın, çatışmaların içinde alır yerini. Kısa sürede öğrendiklerini hayata geçirir. 13 Mart'ta saatlerce süren çatışma sırasında düşman onu arkadan vurur. Sırtından aldığı kurşun yarasıyla şehit düşüp bedeni aramızdan ayrılır. Ayrılan bedendir, anısı, mücadelesi hep yaşayacak ZEYNEP POYRAZ; 1970'de Sivas'ın Kangal ilçesinde doğdu. Daha bir yaşındayken İstanbul'a göç ederler. 80'li yıllarda tanışır devrimcilerle. Bir yandan okumakta bir yandan çalışmaktadır. 90'lı yıllara geldiğinde TÎKB saflarında pratik mücadelenin içindedir artık. Katliamı duyduğunda aynı gece oturdukları Sarıyer Derbent Mahallesi'nden koşar Gazi'ye. Bütün gece direnişin, çatışmaların içinde yer alır. Ertesi sabah olduğunda zulme karşı ayaklanan halkla birlikte yine çatışmaların içindedir. İşte orada kalleş kurşun onu da sırtından yakalar. Halkımızın bilincinde Gazi kahramanlarından biri olarak ilelebet yaşamak üzere bu dünyaya veda eder. GAZİ KATLİAMI Sayı 20 / 5 Mart 1999 - DİLEK SEVİNÇ; Üç çocuklu bir ailenin en büyük kızıdır. Daha yeni evlidir. Üstelik karnında iki aylık bir can daha taşımaktadır. Konfeksiyon işçisi bir emekçidir. Baba evi Gazi'dedir ama evlenince ayrılmak zorunda kalır. Ama hiçbir zaman kopmaz Gazi'den. Katliamın gerçekleştiği gece de yine Gazi'ye ziyarete gelmiştir. Katliamı duyar duymaz o da fırlar dışarı. "Büyük öfkeliydi" diyor babası. "Yani insanlar nasıl oluyor da böyle olabiliyorlar? Nasıl bu cinayetleri rahatça işleyebiliyorlar? Hana 'baba cenazeler orada mı?'diye sordu. 'Yok'dedim. Geldiği zaman da aman kızım bir yere gitmeyesin dedim. Beni kıramadığı için 'tamam ben eve gidiyorum'dedi. Meğerse orada ayakkabısını değiştiriyormuş... Gelmişti, burada aşağıda bekliyordu. Baktım kocasıyla beraber cemevinin önünde." Sonrasında ise işkenceci katillerin saldırısı vardır. Dilek, önce kardeşleriyle birlikte polislerin coplarına hedef olur. Sonra koparlar birbirlerinden. Kardeşi bir süre sonra bir gecekondu dönemecinde Dilek'in yerde vurulmuş bedeniyle karşılaşıl. Alamazlar yerden, poli« saldırmaktadır. Sonrasında alındığında ise şehit düşmüştüı. FEVZİ TUNÇ; REİS KOPAL; Erzurum Hınıs'lıdır. Heenüz daha 20 yaşındaydı. Yedi kardeşi M ,ıı aş Elbistan daha olan Reis'in ailesi 9 yıl önce doğumludur. 22 Hzuıum'dan gelmişti Gazi'ye. Reis yaşındaydı. Ailesi Büyükçckmccc'dc bir lerlik fabrikasında 1 Ibıslan'dan dokuz ay işçiydi. Gazi ayaklanmasında once gelip Gazi'de bir ayaklanmanın savaşçılarından biri oldu. konduya yerleşmişti. Halktır Reis, öfkelidir. Öfkesini gösterir Askerden geleli daha düşmana. Postanenin önünde polisi 4 ay olmamıştı. Aile kovalayanların içindedir. Açılan ateşle oldukça kalabalık, Sevgin I'ngin'le biılikte şehit düşer. çalışabilecek Onuruna namusuna sahip çıkanların, başı dulumda olan ise bir dik düşenlerin içinde yer tek Tevzi'dir. Babası felç.lı olduğu için alışamamaktadır. c \zı çalışarak ailenin :c im yükünü omuzlar. Ayaklanmaya koşan heı azılı gibi Fevzi de koşar halkının yanına. Ve ı.Mnan bu gencecik fidanı orada katleder. Tunç nesinin temel direğini yıkar. Babası mezarı başında "Fevzi, Fevzi, Fevzi... da let bu mudur Fevzi?.. Silahsız insana silah kıhr mı Fevzi?.." ! diye haykırır. vet, adalet bu değildir, adaleti uygulamak jjıekir. Akan kanın hesabım, şehitlerin hesabını >ı mak, kanlarını yerde komamak gerekir. Mutlaktı L'saj» sorulacak, adalet yerini bulacaktır. ! MÜMTAZ KAYA; Erzurum Hıms'lıdır. 22 yaşındaydı. Alibeyköy'de bir tepenin yamacındaki tek katlı konduda anası, babası ve 1 yıldır evli olduğu eşi ile birlikte kalıyordu. Katledildiğinde askerdi. Evine izine gelmişti. Saldırıyı duyduğunda O da tereddütsüz Gazi'ye koştu. Alibeyköy'deki Pir Sultan Abdal Cem ve Kültür Evi bahçesinde toplanmaya başlayan halkın arasına karıştı. öfkeyle Gazi'ye. 13 Mart'ta yaşanan çatışmaların içinde şehit düştü. Şehit düştüğünü öğrenen küçük çocuklar evinin duvarlarına tebeşirle "Mümtaz Abi, İntikamını Alacağız", "Mümtazlar Ölmez" diye yazdılar. Sonra hep birlikte yürüdüler HALİL KAYA; Katledildiğinde geride 70 yıllık bir ömür bırakmıştı. Yaşlıydı, çalışabilecek durumu yoktu. Gazi halkı el uzatmış, bakıyorlardı ona. Cemevinde kendisine ayrılan bir odada yaşıyordu. Genç yaşlı herkes sever, saygı gösterirdi. 12 Mart akşamı da vakit geçirmek, dostlarıyla sohbet etmek için hemen her zaman gittiği kahvehanede göğsüne kadar inen beyaz sakalı, bir elinde sigarası çayını yudumluyordu. Sonra, dışarıdan karanlığın içinden geldi ölüm. Sıkılan kurşunlardan biri geldi Gazilinin Halil Dede'sini buldu. Parmaklarını arasındaki sigara, masasının üzerindeki çayı yarım kaldı. Ak sakalı al kana bulandı. Öylece sandalyesinin üzerinde kalakaldı. Sonra öfke yayıldı o bedenden, Gazi halkının isyanı oldu. -KURTULUŞ - Sayı SO-/ 5Mart 1999 GAZİ KATLİAMI ÜMRANİYE ŞEHİTLERİ GENCO DEMİR; Sivas Zara'lıydı. 33 yaşında, üç çocuk babasıydı, istanbul'a 89'da gelmişlerdi. Tek kolu yoktur Genco'nun. Bu nedenle çalışamamaktadır. Acıların üzerine yeni acılar, sıkıntılara yeni sıkıntılar eklenmiştir. Öfkelidir Genco. 15 Mart'ta Gazi katliamını protesto eden Ümraniye halkı arasında tereddütsüz yerini alır. Sağ kolu olmasa da sol kolu vardır hala savaşacak. O da olmazsa halkına sevgi, düşmana öfkeyle dolu kocaman bir yürek. Düşman korkak, namussuz. Çatıların üzerinden halka ateş açarlar. Açılan ateşle Genco da şehit düşer. GECEKONDULARDAN GELİYOR HALK Tüm Gecekondular 12 Mart'ta Gazi'ye Akalım, 1995'in 12 Mart'ında Olduğu Gibi! İSMÎHAN YÜKSEL; Katledildiğinde 52 yaşındaydı. Halkın katledilmesini ne demek olduğunu Maraş'tan biliyordu. Maraş katliamını yaşamıştı. Gazi katliamını duyduğunda öfkesi ayağının kırık olduğunu bile unutturmuştu ona. Ümraniye'de ayağa kalkan halkın arasına koştu. Onyılların Maraş'ın, Gazi'nin hesabını sormak istiyordu. Düşmanın kahpe kurşunlan onu da sırtından vurdu. Vurulduğu yerde şehit düştü. HAKAN ÇUBUK; 22'sindeydi aslen Erzincanlı olmakla birlikte Bayburt'ta doğmuştu. Sonra yeni umutlarla İstanbul'a göçüp Dudullu'ya yerleşmişlerdi. İnşaatlarda çalışıyor, su tesisatçılığı yapıyordu İki yıldır TİKBÎilerle ilişkisi vardı. Ekmek kavgasını sınıf kavgasıyla birleştirmişti. 15 Mart'ta düşmanın üzerine yürüyenler arasındaydı. Polisin ateşiyle başından vuruldu. Hastanede tam 15 gün boyunca ölüme direndi. Ölümü yüreğinde, bilincinde çoktan yenmişti ama bedeni aynı direnci gösteremedi. 30 Mart'ta şehitler kervanına katıldı. İSMAİL BALTACI; 40 yaşında üç çocuk babası bir emekçidir. Elektrik tesisatçılığı yaparak 10 kişilik ailesini geçindirmektedir. Sivas'ın İmranlı ilçesine bağlı Arık Köyü'ndendir. Ailesi ile birlikte 1970'de Ankara'ya sonra İstanbul'a göçerler. Devrimcilerle tanışır. 1 Mayıs Mahallesi'nin kuruluş çalışmalarında yer alır. Gecekondu halkının bir parçasıdır İsmail Gazi'ye yapılan saldırıyı kendisine yapılmış sayar. 15 Mart'ta saldıran polise karşı gençlerle birlikte taş atmaktadır. 5 kurşun saplanır bedenine. Aldığı yaralarla şehit düşer. HASAN PUYAN; Ümraniye şehitlerinin en gencidir. Bingö'llü ve iki çocuk sahibidir. Ekmeğini serbest meslek yaparak kazanıyordu. Onurludur, halkını seven bir insandır. Diğerleri gibi o da koşar Ümraniye'de yapılan yürüyüşe. 30 Ağustos İlkokulu'nun üzerinden halkı ateş açan katillerin kurşunlarıyla şehit düşer. YAŞAR AYDIN; Gazi ve Ümraniye katliamlarının üzerinden dört yıl geçti. Düzenin adaletinde cezalandırılan tek bir katil yok. Önümüzdeki çıplak gerçek budur. Peki ne yapacağız? Unutup sineye mi çekeceğiz, yoksa hesap sormaya devam mı edeceğiz? Bu soruya belirleyici cevabı yoksul gecekondu semtlerinin halkı verecektir. Çünkü Gazi ve Ümraniye katliamıyla asıl sindirilmek istenen, gecekondu halkıdır. Yıllardır çok çeşitli biçimlerde hak ve özgürlük mücadelesinin içinde olan, kondularını yıkmaya gelenlere karşı direnişler gerçekleştiren, bu düzene karşı en büyük öfkeyi biriktirmiş olan gecekondu halkıdır. 12 Mart'ta katliamların bizi sindirmediğini, asla da sindiremeyeceğini gösterelim. Gazi, Ümraniye gecekondu semtlerinin ileri mevzisidir. En önde döğüşenleridir. Şunu herkes bilmelidir ki; oligarşi bu semtleri sindirdiğinde diğerlerinin üzerine daha büyük bir şiddetle ve pervasızlıkla gidecektir. Bir göz kondu yerini elimizden almak için uygulanmadık şiddet kalmayacaktır. Gazi'nin, Ümraniye'nin hesabını sormak için güçlerimizi birleştirelim. 12 Mart'ta tüm semtler birer Gazi'dir; Gazi tüm İstanbul'dur. 12 Mart'ta Gazi'de birleşerek, gücümüzle, sloganlarımızla, seçimler nedeniyle semtlerimize doluşup bizi aldatmaya çalışanlara, bizi aptal yerine, sürü yerine koyanlara, artık vaat, Fedakardır. Hakan Çubuk vurulup düştüğünde hiçbir kaygıya kapılmadan taksisine atıp hastaneye yetiştirmeye çalışır. Ölmeden yetiştirir Hakan'ı hastaneye. Tekrar geri döner. Onu da ölüm, dönüşte yaşadığı trafik kazasında yakalar. AKAN KAN BİZİM oyalamaca istemediğimizi, adalet istediğimizi, hesap sorduğumuzu ve soracağımızı haykıralım. Yaşadığımız günler, oligarşini]} ve uşaklarının, her yerde TürkKürt", "Alevİ-sünni" ayrımını körükleyip halkımızı birbirine düşürmeye çalıştığı günlerdir. 12 Mart'ta Gazi'de Türk, Kürt, alevi, sünni tüm milliyetlerden ve tüm inançlardan halk birlik olup, bu oyunlarının tutmadığını, tutmayacağını gösterelim. Bugün hemen tüm gecekondu semtleri, polisin, jandarmanın yoğun baskı ve kuşatması altındadır. Sebep aynıdır: Susurluk sürecinde bizim gücümüzü, bu sömürü zulüm düzenine, bu çete düzenine karşı öfkemizin büyüklüğünü bir kez daha görmüşlerdir. Bundan dolayı daha fazla üzerimize gelmektedirler. Semtimizdeki en küçük bir eylemi bahane edip yüzlerce evi basıp yüzlerce kişiyi gözaltına almaktadırlar. Etiler'de, Bakırköy'de, Ulus'ta da eylem oluyor ama orada evler basılmıyor. Hedefleri tüm halk ve devrimcilerdir. 12 Mart'ta Gazi'de tüm gecekonduların yoksul halkı olarak bu teröre karşı öfkemizi, tepkimizi, demokratik taleplerimizi haykıralım. 12 Mart 1995 ve izleyen günlerde, gecekondu halkı, Susurluk Devleti'nin katliamına görkemli bir karşılık vermiştir. Gazi ayaklanması, Türkiye halklarının onuru, gururudur. Gazi şehitlerini anmayı, ayaklanmamıza layık bir anmaya dönüştürelim.* 9 _ KURTULUŞ - 16 MART 16 Mart Katliamını Unutmayalım Unutturmayalım "Ortalıkta hiçbir olağanüstülük belirtisi yoktu. (...) İşletme Fakültesi köşesinde... diğer arkadaşların gelmesini bekliyordum. Merkez Bina'nın çıkış saati yaklaşmıştı. Kısa bir süre sonra Merkez Bina'ya doğru yürümeye başladık. Tam o anda korkunç bir patlama oldu. Bir iki saniyelik kısa bir suskunluktan sonra patlama sesinin geldiği Merkez Bina önüne doğru koşmaya başladık. (...) Bu kez ardarda patlayan namluların sesi duyuldu. (...) Bomba ve silah seslerinin ne anlama geldiğini tahmin etmiştik. (...) Meydana yaklaştıkça, ters yöne gitmeye çalışan insan siluetlerinin sendelediğini, çoğunun dizüstü çökmüş, oturmuş olduklarını, daha ileride de duvar diplerinde, çift taraflı kaldırımda, dar yolda yerlerde yattıklarını fark ediyordum. Görebildiğim her şeyin kızıla boyandığı bir yere gelmiştim. (...) Biraz sonra, ders dönüşü karşılayacağımız arkadaşlarımızın birçoğu kızlı-erkekli kan gölü içinde yelerde yatiyor, kimi hala son bir gayretle kalkmaya çalışırken, kimisi birbirine destek olmaya, acılarını paylaşmaya çalışıyorlardı." 16 Mart 1978'de Beyazıt meydanındaki tablo buydu işte. İstanbul Üniversitesi Hukuk ve İktisat Fakültesi öğrencileri, o gün, Eczacılık Fakültesi önündeki küçük meydana geldiklerinde bomba ve kurşun yağmuruna tutuldular. Saldırıda Hatice ÖZEN, Ahmet Turan ÖREN, Cemil SÖNMEZ, Murat KURT, Abdullah ŞİMŞEK, Ha- mit AKIL, Baki EKİZ şehit düşerken, 10'u ağır olmak üzere 40'a yakın öğrenci yaralandı. Meydanı kana bulayan bu tablonun yaratıcısı kontrgerilladır. Devrimciler hemen katliamın ertesinde söylediler bunu. Burjuva politikacıları ve gazetecileri ise "kontrgerilla var mı yok mu" diye tartışıyorlardı o dönem. Gün gün, yıl yıl, katliamın failinin kontrgerilla olduğu açığa çıktı. Susurluk'la birlikte ise katliamın üzerindeki son sisler de dağıldı. Artık her şey açıktı ve her şey yazılı, belgeliydi. KATLİAMIN FAİLİ KONTGERİLLADIR Belgelerle açığa çıktı ki, dönemin Toplum Polis Müdürvekili Murat Nabioğlu tarafından emniyet birimlerine bombalama yapılacağı konusunda bir ihbar yapılmıştı. Yapılmıştı ama bu ihbardan sonra polis tarafından yapılan tüm "düzenlemeler" bombalamayı önlemek için değil, atılan bombanın "hedefine" ulaşması içindi. O güne kadar hep arka ve yan kapılarından çıkan öğrenciler ön kapıdan çıkmaya zorlanmış, yine her gün oluşturulan polis barikatı o gün kaldırılmıştı. Saldırının ardından saldırganların peşinden koşan polisler, yine daha sonraları daha da ünlenecek olan komiser Reşat Altay tarafından durduruldu. Katliamda kullanılan bombanın ise Abdullah Çatlı tarafından İstanbul Ülkü Ocakları Derneği'ne verildiği açığa çıktı. Tüm bunlar katliamın kontrgerilla, polis ve sivil-faşistlerin işbirliği ile planlandığını ve hayata geçirildiğini açıkça göstermektedir. Katliamın amacı ve önemi ise, meydana geldiği koşullarla birlikte değerlendirildiğinde, daha iyi anlaşılacaktır. 1970'li yılların başından itibaren, devletin iradi olarak örgütleyip denetlediği sivil faşistler, ülkenin dört bir yanındaki komando kamplarında, kontrgerilla tarafından eğitilmiş ve halkı faşist bash ve terörle teslim almak için meydana salınmıştır. Okullar, mahalleler, fabrikalar faşistlerce işgal edilmiş, devrimci-demokrat öğrenciler sindirilmeye çalışılmıştır. Sivil faşistler, boyun eğmeyen öğrencileri okula sokmamak için her türlü katliam ve provokasyonu tertiplemişlerdir. Ancak tüm saldırı, provokasyon ve katliamlara rağmen başta öğrenci gençlik olmak üzere tam halk kesimleri anti-faşist mücadeledeki yerini almış, anti-faşist mücadele yükselişini sürdürmüştür. Bunun karşısında, oligarşi sömürü sistemini sürdürebilmek için faşist saldırıları daha da - Sayı 20/5 Mart 1999 16 MART KURTULUŞ —10 Devrimci Gençlik 16 Mart katliamına ilk örgütlü tepkiyi aynı gün vermişti. Dev-Genç önderliğindeki anti-faşist kitle İstanbul Üniversitesi Merkez Binayı işgal etmişti. İşgal cenazelerin kaldırılacağı ertesi günün öğle saatlerine kadar sürdü. Cenazelerin kaldırılacağı gün işçi, memur, gençlik, gecekondu halkından 50 bin insan Beyazıt Meydanı'na aktı. Bir yıl sonra 50 bin kişilik bir kitleyle gençlik yine alanlarda, 16 Mart'ı ve faşizmi lanetledi. Ardından gelen yularda 12 Eylül cuntasının baskı ve terörü altında yapılamasa da gençlik Dev-Genç önderliğinde 16 Mart 1988'de yeniden alanlara çıktı. 16 Mart katliamı-nı unutmadığını, unutturmayacağını haykırdı. 16 Mart'ın yıldönümünde Devrimci Gençlik'in önerisi ve programı dahilinde İstanbul ."30 kişilik bir kitlenin katıldığı bir g.steri düzenlendi. Polisin Beyazıt Meydanı-aiması üzerine gençlik İÜ. Kimya Fakültesi önünden Laleli'ye doğru yürüyü-kavşağında yolu trafiğe kapatan kitle, burada açıklama yaparak slogan at-3i ve Yenikapı'ya doğru iki koldan yürüdü. Ayrıca İTÜ İnşaat Fakülte-ye Edebiyat Fakültelerinden gençlik birer anma yapıldı, ında Devrimci Gençlik yine alanları doldurdu. Her 16 Mart faşizminden hesap sorulan bir gün haline geldi. boyutlandırmış, okul, mahalle, fabrika işgallerinden, kasaba, kent işgallerine, tek tek saldırı ve katliamlardan, kitle katliamlarına yönelmeye başlamıştır, işte 16 Mart 16 Mart günü de devrimci öğrenciler Süleymaniye'de toplanıp okula doğru yürümeye başlarlar. Her zamanki gibi İşletme-lktisat ve Yabancı Dillerde okuyan devrimci öğrenciler, hem arkadaşlarına moral destek vermek, hem de olası bir saldırı karşısında güvenliklerini sağlamak için Bczacılık Fakültesinin önüne kadar Merkez Binaya giden öğrencilere eşlik ederler. CHP hükümetinin tüm sahte vaadlerinin, tutarsızlığının ve duyarsızlığının bir örneği olarak "Merasim birliği" hala okuldadır ve faşist işgali korumak için canla başla çalışmaktadır. Faşistler her anfıde birkaç kişi kalmış ve büyük bir moral bozukluğu içindedir. Okulda öğrSncA kmes\ an* lamâmıy'ıa devrimcilerin yanındadır. O gün de içende faşistler oldukça sessizdir. Daha önce sık sık yaptıkları için dersler bitmeden okuldan çıkıp gitmeleri de pek dikkat çekmez. Devrimci kitle öğlen tatili olduğundan toplanır ve Süleymaniye'ye gitmek üzere okuldan çıkışa yönelir. Ama okul çıkışında faşist namluların kurşun yağmuru ile karşılaşır. Faşistler, kitle üzerine bomba atarak, kurşun yağdırarak kaüiamı gerçekleştirirler. Katliamda yaralananlar hastaneye kaldırılır kaldırılmaz 2000 civarındaki öğrenci kitlesi İşletme Fakültesi anfisinde toplanır. Burada Dev-Genç'in işgal kararı açıklanır. Ve yan kapıdan Merkez Binaya girilir, içeride olan polis kovulur ve işgal başlatılır. Tüm kapılar denetim altına alınarak işgale gelen öğrenciler içeri alınmaya başlanır, istanbul'un her yönünden, istanbul Üniversitesi Merkez Binasına akın başlamıştır. Liseli, ortaokullu gençlerden, öğrenci ailelerine, işçilerden memurlara kadar her meslekten, her yaştan insan Merkez Binaya akın alan doluşmaktadır, işgal komitesi durmadan akan bu binlerce insanı binaya yerleştirir (Anfiler, salonlar, kütüphaneler, koridorlar, her yer insan dolmuştur). Gece yarısından sonra binalar adam katliamı, bu sürecin de başlangıcıdır. Benzer katliamlar bu süreçten sonra sistemli bir şekilde uygulanmaya başlanmıştır. almaz duruma gelince öbek öbek yanan ateşlerin ışığmdaki bahçede, her öbek ateşin etrafında yüzlerce insandan oluşmuş halkalar giderek çoğalmaya başlar. Her anfıde, her salonda, kısacası topluluğun bulunduğu her yerde konuşmalar yapılır, temel konularda seminerler verilir. Bütün gece boyu hazırlıklar yapılır. Pankartlar, resimler çizilip-yazılır, bildiriler basılır. Yakalara takmak için şehitlerin resimleri bastırılır. Onlarca işgalin tecrübesine sahip İstanbul Devrimci Gençliğinin en büyük işgallerinden biridir bu. Büyüklüğü; sadece katılım açısından değildir, yedi arkadaşını kaybeden kitlenin ka îamsâîhğa kapılmadan büyük bh kin ve öfkeyle anti-faşist şiarları haykırdığı en coşkulu işgaldir bu. Sabah İstanbul gördüğü, görebileceği en büyük anti-faşist gösterilerden birine daha sahne olacaktır. Dev-Genç yürüyüş kortejini düzenler. En önde şehitlerin okul arkadaşları ve ailesi, onun arkasında Dev-Genç pankartı altında tüm Dev-Genç birimleri ve daha sonra diğer gençlik örgütleri, sendikalar, baro ve meslek odaları, çeşitli meslek kuruluşları ve dernekleri sıralanır. Binlerce kişi yürüyüşe geçer. Sadece korteje katılanlar değil, kortejin dışında kenarda kalan herkes saygı duruşuna geçmekte ve kortejin paralelinde yürümektedir. Sirkeci Meydanı bir anda dolar, konuşmalar yapılır, ancak yürüyüş hala bitmemiştir, hala üniversiteden çıkmayan yürüyüş kolları vardır. Meydan bir kez daha dolar, bir kez daha konuşmalar yapılır, ancak insan akını hala bitmemiştir. Ve meydan bir kez daha dolar, bir kez daha konuşmalar yapılıp devrim antları içilir. Katliamdan sonra kapatılan okul açılır açılmaz hemen ilk gün 16 Mart'ın öfkesiyle faşistleri anfilerden ve okuldan atan devrimciler faşistlerin egemenliğine de son verirler. (Bağımsızlık, Demokrasi ve Sosyalizm Mücadelesinde GENÇLİK, S. 199) Bugün ise faşizmin gerçek yüzü tüm çıplaklığıyla ortadadır. Susurluk kazasıyla birlikte sadece 16 Mart katliamının değil, daha birçok katliamın nasıl planlandığı, kimler tarafından nasıl gerçekleştirildiği, bütün detaylarıyla gözler önüne serilmiştir. 7 TlP'li öğrencinin katledilmesinden, onlarca devrimcinin kaçırılıp, kaybedilmesine, katledilmesine kadar birçok olayda parmağı olan Abdullah Çatlı'nın katliamda kullanılan bombayı temin ettiği ve birçok devrimcinin işkence ve operasyonlarda katledilmesinde bizzat yeralan Reşat Alta/in katliamdaki rolü Susurluk'la birlikte daha bir netleşmiştir. Bir başka önemli yan iserkatliamda komiser olan Reşat Altay'ın daha birçok katliamın altına imza atarak kontrgerüla devletinin sadık bir uşağı olduğunu ispatlaması karşısında ödüllendirilerek, İstanbul Emniyet Müdür Yardımcılığına kadar terfi ettirilmesi ve kısa bir süre önce de yeni katliamlar için Tokat Emniyet Müdürlüğüne getirilmesidir. BU DÜZENDE ADALET YOK! 16 Mart katliamı gerçekte bugün hemen tüm aşamalanyla açığa çıkarılmış bir katliamdır. Tüm katiller, katliamı organize edenler, isim isim bellidir. Ama kontrgerüla devleti, katliamlara ilişkin açılan tüm davalarda katilleri aklarken, kontrgerilla şeflerini de terfilerle ödüllendirmiştir. 16 Mart'a ilişkin olarak katliamın ardından istanbul 1 NO'lu Sıkıyönetim Mahkemesinde açılan davada tüm sanıklar beraat ettirilmiştir. Katliamdan 14 yıl sonra katliamın sanıklarından Zülküf tsot, yine bir başka sanık Latif Aktı tarafından öldürülmüştür. Kardeşi, Zülküf Isot'un ölmeden önce kendisine "Bizi kullandılar, kendileri yaşıyorlar. Emniyetin, İç İşleri Bakanlığının, Beyazıt Karakol Amirinin herkesin bundan AKAN KAN BİZİM haberi vardı" dediğini ifade etmiştir. Zülküf Isot'un ailesinin açıklamaları üzerine Eylül 1992'de yeniden suç duyurusunda bulunulmuş, fakat dava ancak 2 Ekim 1995'de açılmıştır. Yapılmak istenen katliamın ardından 20 yıl geçmesiyle davanın zaman aşımına uğraülmasıdır. HALK UNUTMAYACAK! Oligarşi katliamlara, işkencelere ilişkin açmak zorunda kaldığı tüm davalarda aynı şeyi yapıyor. Ya zaman aşımına uğraüyor, ya "delil yetersizliğinden" beratle sonuçlandınyor, veya davaları ilden ile sürerek, davayı izleyenler üzerinde terör estirerek halkın sahiplenmesini engellemeye çalışıyor. Ama bunların hiç biri katliamları unutturamaz, halkın hesap sorma hakkını ortadan kaldırmaz. Katliamlar halkı teslim almak içindir. Aslolan teslim olmamaktır. Asla yılgınlığa kapılmamaktır. DEV-GENÇ'lilerin 1978 16 Mart'ında katliamın hemen ardından gösterdikleri görkemli tepki, geliştirdikleri direniş ve hesap sorma eylemleri ve nihayetinde katliama, faşistleri okuldan kovarak cevap vermeleri, katliama teslim olmamaktır. DEV-GENÇ'lilerin aradan cunta yılları geçmesine rağmen, 16 Mart'ı unutmamaları, ve yıllardır kitlesel veya askeri eylemlerle 16 Mart'ın hesabını sormaya devam etmeleri, teslim olmamaktır. Teslim olmayalım, katilleri isteyelim! Yümayalım, adaletin tecelli edeceği bir yönetim isteyelim. Susurluk düzeninde adalet yoktur. Adaletin uygulanacağı yönetim halkın kendi iktidarıdır. 16 MART'IN HESABINI SORMAK İÇİN, KATİLLERİ İSTEMEK İÇİN ALANLARDA OLALIM !* 11 SANSÜR -KURTULUŞ - RTÜK ve Sansür Sansür 24 Temmuz 1908'de çıkarılan bir yasayla güya kaldırılmıştır. Ancak buna rağmen basın-yayın organlarına müdahaleler, baskı ve sansür günümüze değin artarak sürmüştür. '9O'lı yıllarda devletin yayın tekelinin kaldırılması ve birbiri ardına yerel-ulusal yayın yapan radyo ve televizyonlar kurulmaya başlamasıyla birlikte devlet halkın da bu gelişmeden istediği gibi yararlanmasının önüne geçmek için "sansürcü" bir kurul oluşturmayı gerekli gördü. Bu amaçla 1994 yılında Radyo Televizyon Üst Kurulu (RTÜK) kuruldu. RTÜK doğrudan Başbakanlığa bağlı bir devlet kurumudur. 5'i iktidar partisinin, 4'ü muhalefet partilerinin gösterdiği adaylar arasından TBMM'ce seçilen dokuz üyeden oluşmaktadır. Siyasi partilerin, özellikle de iktidardaki partinin denetiminde olan bu kurulun başına 1 Haziran 1998'de ANAP'tan, hazırladığı raporla Susurluk'u "aklayan" Kutlu Savaş getirildi. Anayasadaki "Basın hürdür, sansür edilemez" hükmüne rağmen kurulan sansür kurulu RTÜK, kurulduğu günden beri kapattığı radyo ve televizyonlarla srünu'eme geldi. RTÜK'to gerekçe" çoktu. "roplumu şiddet, terör ve etnik ayrımcılığa sevk eden ve toplumda nefret duyguları oluşturacak yayınlara imkan verilmemesi ilkesini ihlal ettiği gerekçesiyle..." "Genel ahlaka aykırı yayın yaptığı gerekçesiyle..." "Türkiye Cumhuriyeti'nin varlığı ve bağımsızlığına, devletin bölünmez bütünlüğüne aykırı yayın yaptığı gerekçesiyle..."vs. vs. denilerek TV ve radyolar 1 gün ile 1 yıl arasında değişik sürelerle kapatılıyor. Uygulamada hemen herşeyde olduğu gibi bir çifte standart, ikiyüzlülük hakimdir. Neredeyse hemen her saat "genel ahlaka aykırı" yayın yapan oligarşinin sesi TV ve radyolar ara sıra göstermelik olarak 1 veya 2 gün kapatılırken, halktan yana yayın yapan devrimci-demokrat radyolar aylarca, hatta 1 yıla kadar varan sürelerle kapatılmaktadırlar. Bu kararları belirleyen bunlara kimin sahip olduğu ve kimin yararına yaym yaptıklarıdır. Örneğin halkın sorunlarına duyarlı, halk kültürünü geliştirmeye yönelik yayın yapan Çevre Radyo'ya önce 1 gün, sonra 1 ay ve sonunda da 3 ay kapatma cezası verilmiştir. ilk kapatmaya gerekçe olarak piyasada yasal olarak satılan bir kasetten parça yayınlaması gösterilirken, son kapatma gerekçesi ise daha da ilginçtir. Hapishanelerdeki tutuklular için "tutsak" kelimesinin kullanılması kapatma nedeni yapılmıştır. "Tutsak" kelimesi kullanılınca "halkı bölerek kin ve nefret duygulan" çiğnemekte, keyfi olarak kimi zaman devrimci-demokrat radyoların yayınlarına parazit sokmakta, yayınını kesmekte, kimi zamansa gazetelere, dergilere daha matbaadayken hiçbir mahkeme kararına dahi gerek duymadan el koymaktadır. Kurtuluş gazetesinin MGK talimatları ile yayınının, dağıtımının engellenmeye çalışılması, sansürlenmiş sayfalarla çıkması, büro baskınları, gözaltılar, işkenceler, çalışanların tutsak edilmesi bunun en somut örneğidir. Bu noktada sansürün yasalarda yer alıp almamasının hiç bir anlamı kalmamaktadır. Devlet tam da bir haydutluk örneği sergilemektedir. Ara sıra göstermelik 1-2 günlük kapatma cezası alan burjuva medyanın RTÜK'ten rahatsız olduklarını belirtmelerinin, sansüre karşıymış gibi davranmalarının tek nedeni uyandırılmış ofunuyormuş! Ancak ülkemizde tek sansür kurulu RTÜK değildir. Medya tekellerinin patronları da birer sansür kurulu gibi hareket etmektedirler. Gelen haberleri ayıklar, çıkarlarına göre çarpıtır, devrimcileri karalayacak hale dönüştürürler. Halkın haber alma hakkının engellenmesi zaten başlı başına bir sansürdür. Örneğin, 1996'da Ölüm Orucu eyleminin görüntülerinin bir televizyon kanalında yayınlanacağı duyurulmuş ancak yayın saati gelip bu görüntüleri izlemek için ekran karşısına geçenler hükümet tarafından bu görüntülerin yasaklandığını duymuştur. Aynı görüntüler Reuters Ajansı tarafından dünyaya yayınlandıktan sonra televizyon kanalları bu ajansın yayınladığı görüntüleri haber yapıp yayınlamıştır. Öte yandan, Basın Yayın Kanunu, Terörle Mücadele Yasası, ekonomik yaptırımlar ve DGM'lerin toplatma kararları, MGK'nm direktifleri zaten halkın haber alma hakkını yeterince engellemektedir. Bununla da sınırlı kalınmamaktadır. Çoğu zaman devlet kendi koyduğu yasaları dahi kapatıldıkları bir-iki gün içinde milyarlarca liralık reklam gelirlerinden olmalarıdır. Gerçekte RTÜK'le aralarında uzlaşmaz bir çelişki, anlaşmazlık yoktur. Her ikisi de egemenlerin hizmetinde kuruluşlardır ve çıkar birlikleri vardır. Onların tek "muhaliflik" noktası arasıra da olsa kendilerine ceza verilmesini engellemek istemeleridir. Yoksa RTÜK'ün, halk kültürünü yaşatan ve halka doğrulan taşıyan devrimci-demokrat radyolar kapatması onların umurunda değildir. Ekran karartma yerine para cezası verilmesi talepleri kabul edildiği takdirde RTÜK, medya tekelleri için "sorun" olmaktan çıkacaktır. Çünkü reklam gelirleri, ödeyecekleri para cezalarını fazlasıyla karşılayacaktır. KATİLLERİ İSTİYORUZ Sayı 20 / 5 Mart 1999 Peki bu durumda radyoların durumu ne olacak? Reklam gelirleri çok düşük olan ve zaten ekonomik zorluklar nedeniyle güç bela ayakta durmaya çalışan devrimci-demokrat radyolar için pek bir şey değişmeyecektir. Para cezalarını ödeyemeyince yine kapatılacaklar. HALKIN SESİNİN ÇIKMASINA İZİN YOK RTÜK'ün halktan yana yayın yapan radyolara yönelik saldırıları sadece kapatma ile sınırlı kalmıyor. İhaleyle yapılacak frekans tahsisi ile radyo sayısına da sınırlama getiriliyor. Sınırlı sayıdaki frekanslar için RTÜK bir ihale açacak ve en yüksek parayı verenlere frekansları satacak. RTÜK bu kararını "radyo yayınları telsiz ve uydu frekanslarını engelliyor, yer kalmıyor" diyerek gerekçelendirirken, asıl amacını gizlemeye çalışıyor. RTÜK yapılacak ihalenin her biri bir medya tekelinin ya da parası bol şirketlerin yan kuruluşu olan radyolar için ekonomik sorun yaratmayacağını çok iyi biliyor. Halka doğru haber vermek, halkın kültürünü değerlerini geliştirip yaygınlaştırmak için çaba harcayan devrimci-demokrat radyoların ise yüksek frekans bedellerini karşılayamayacağını düşünmektedir. Böylece frekanslar tekellere, büyük patronlann radyolarına satılacak, devrimcidemokrat radyoların büyük bir bölümü kendiliğinden tasfiye edilmiş olacaktır. Bugün bazı çevrelerce dile getirilen "ekran karartma kaldırılsın", "RTÜKyasalan düzenlensin", "RTÜKsivilleştirilsin" vb. talepler geridir. Çünkü ne Susurluk devletini ne tekelleri zora sokar, ne de RTÜK'ün kuruluş nedeni ve amacını ortadan kaldırır. Amaç düzene muhalif yayınların sesini kesmek olunca yapılacak birkaç küçük değişiklik RTÜK'ün . asıl görevini yerine getirmesini engellemeyecektir. Bu nedenle sansürün ve her türden baskının, MGK terörünün asıl muhatabı olan başta basın emekçileri olmak üzere, halkın tüm kesimleri "RTÜK'ün aldığı tüm kararlarla birlikte tümüyle kaldırılması", "sansürün kaldırılması", "halkın doğru ve hızlı haber alma hakkının güvence altına alınması" "MGK'nın, hükümetlerin, MİT, polis, JİTEM gibi devletin terör kurumlarının basın yayın kurumlarına yönelik baskısının kaldırılması" talepleriyle, tepkilerini birleştirip yükseltmelidir. • TELEVİZYONLAR — Sayı 20 / 5 Mart 1999 -KURKURTULUŞ 12 TV'lerin Demokrasi Vitrini Müzik, şov, yarışma programları, haberler, yerli yabancı diziler, belgeseller, magazin, filmler... hangi kanalı açsanız hepsinde üç aşağı beş yukarı ölçüleri farklı olsa da bunlar var. Hepsi daha çok izleyiciyi ekran başına toplayabilmek için yarış içindeler. Ama birbirinin benzeri bu programlar bir noktadan sonra izleyenlerin büyük bölümünü sıkmaya başlar. Çünkü hayat, günlük yaşam bunlardan ibaret değildir. Hatta bunlar gerçek hayattan, halkın yaşamından uzak şeylerdir. Halk geçim derdi, binbir sorun içinde boğulmaktadır. Açlık, yoksulluk, talan, soygun, yolsuzluk, işsizlik, baskı, işkence, katliam cenderesine sıkıştırılmıştır. Ne olacak bu memleketin hali diye düşünen, soran; sorunlarına şu veya bu şekilde çözüm yolu arayan; refah, adalet, taleplerinin de ekranlara reyting artırılacaktır, hem de görev yerine getirilecektir. Ya yandan halkı da yakından ilgilendiren sorunlar, talepleri çözüm yolları tartışılır gibi yapılırken bir yansımasını, bunların tartışılmasını, orada kendini de görmek ister. işte reyting peşinde koşan TV kanalları için halkın bu beklentisi, talebi de izleyici sayısını artırabilecek bir araç olur. Fırsat kaçırılır mı, mutlaka oraya da bir el atmak gerekir. Bu nasıl sağlanacaktır? Arada bir çeşitli siyasal, sosyal, toplumsal sorunların tartışıldığı, çözüm yolu arandığı izlemini verecek programlar yapıp ekranda bir de demokrasi vitrini oluşturarak. Böylece bir taşla da iki kuş vurulacaktır. Hem değişik bir ilgi alanına el atılıp izleyici sayısı yani yandan da halkın çözüm yolunu düzen dışında aramalarının önüne geçilecektir, beyinler düzenin çizdiği sınırlar içinde tutulmaya, yani halkı uyutma görevi yerine getirilmeye devam edilecektir, îşte sohbet, asıl tartışma programları, araştırmacı bir gazeteciler; Siyaset Meydanı, 32. Gün, Ceviz Kabuğu, Arena, A Takımı, 40 Dakika, Objektif, Teke Tek gibi programlar; Bir Yol Hikayesi gibi belgesel ağırlıklı programlar böyle ortaya çıkar. Bunlar da televizyonların demokrasi vitrinini oluştururlar. DEMOKRASİ VİTRİNİNE "SOLCU" FİGÜRANLAR GEREKİR Tabii bu programlar kamuoyunda "solcu", "demokrat" bilinenlere yaptırılacaktır. Kapitalist düzende yaşıyoruz. Para olduktan sonra bu programları yapacak birileri de mutlaka bulunur. Bu iş için belli bir entelektüel birikime sahip, sosyal, toplumsal konulara yabancı olmayan, gelişmeleri şu veya bu biçimde takip eden, demokrasi vitrinine uygun olarak, demokrat izlenimini yansıtabilecek eski solcular en iyi biçilmiş kaftandır. İşte patronlar program yapabilecek böyle birilerine ihtiyaç duyduklarında, gazetelerde, televizyonlarda belki yıllarca çalışıp didinip de bir bakaya sap olamadığını düşünenlerin önündeki kapılar açılıverir. Zaten bu iş için hemen hepsi can atıyordun İşin ucunda şan şöhret var, para var, yeteneklerini gösterme (!), mesleki tutkularını tatmin etme olanağı var. Mesala, Mehmet Ali Birand'ın 32. Gün'ü ekranın gözdesi olur. Reyting piyasası bu. Bir ya da iki kanalda bu tür program tutar, izleyiciyi ekran başına çeker de diğerleri durur mu? Peşinden Ali Kırcalar, Uğur Dündarlar gelir. Bakarsınız artık her kanalda aynı türden bir iki program peş peşe devreye girer. Yeni yeni isimler keşfedilir yeni programlar ortaya çıkar. Fatih Altaylı radyodan ekrana 13 TELEVİZYONLAR KURTULUŞ - sıçrar. Kimsenin tanımadığı Can Dündar'ın birden yıldızı parlamaya başlar. Modaya Kanal 7 gibi islamcı çizgideki kanallar bile ayak uydurmaya çalışır. Öyle ki en ağır sözleri söyledikleri holding gazetelerinde çalışanlarla birlikte sohbet, tartışma programları yaparlar. Eski solcuları, reformistleri ekranlarına taşırlar, onların "değerli" fikirlerinden yararlanırlar! "Demokratik" programların "demokrat" figüranlarıyla ekranlar daha da bir çeşitlenip renklenmiş, "demokrasi" rüzgarları esmeye başlamıştır artık. Ama gerçekten öyle mi, ve nereye kadar? DÜZENDE NE KADAR DEMOKRASİ VARSA, EKRANDA DA O KADAR VARDIR Dikkat edilirse zaten öyle fazla ete süte dokunmadan yapılan bu programlar yine de başlangıçta belli sınırlar içinde de olsa halkı da yakından ilgilendiren kimi konulara, sorunlara el atarlar. Sonra bir bakarsınız bir süre geçtikten sonra ya program birden yayından kaldırılır, ya yapanlar aynı insanlar olmasına rağmen programda bir şeyler değişmeye, eski canlılığını, içeriğini yitirmeye başlar, ya da reyting yapıyordur hatta reytingi daha da yükselmiştir ama programın da eski yapılan programlarla uzaktan yakından ilgisi kalmamıştır. Savaş Ay'ın A Takımı gibi halkın önemli sorunlarıyla ilgisi olmayan ya da ilgisi olduğu kadarıyla bile halkı ilgilendiren yanlarına dokunulmayan ne idiğü belirsiz bir kılığa büründürülmüştür. Neden böyle olur? Bunun cevabını yukarıda söylemiştik aslında. Halkın sorunları, hak, adalet, demokrasi vs. televizyon patronlarının, medya holdinglerinin derdi değildir. Onları için önemli olan para kazanmaktır. Bu nedenle başlangıçta bu tür programlarda belli bir izleyici kitlesi yakalanana kadar program kendi sınırları içinde belli bir ciddiyetle yapılır. Ancak aynı zamanda bu programların halkı uyandıracak, düzeni sorgulattıracak, doğru çözüm arayışlarına yöneltecek bir muhtevaya kesinlikle bürünmemesi gerekir. Yani bir kısım sorunlara, gerçeklere şöyle bir değinse de halkı uyutucu, düzen içinde tutucu işlevini sürdürmelidir. Sorun da işte tam bu noktada ortaya çıkmaya başlar. Düzen o kadar çürümüş, o kadar dayanaksızdır ki düzen sınırları içinde bile olsa objektif olarak halkın sorunlarının ekranlara yansımasına, tartışılmasına, gerçeklerin gün ışığına çıkmasına, hele ki az çok doğru çözümler gösterilmesine asla tahammülü yoktur. O zaman ne yapılır? Ekran dışında, günlük hayatta ne yapılıyorsa o. Dışarıda devrimcilere söz hakkı yoktur. Dolayısıyla ekranlar zaten en baştan onlara kapalıdır. Onların düşünceleri hiçbir zaman yansıtılmaz. Ama haklarını yemeyelim arada bir dönek solcuların, reformistlerin de ekranlara konuk edildiği olur. Aslmda onların da söylediklerinde oligarşiyi, televizyon patronlarını rahatsız edecek fazla bir şey yoktur. Öyle suya sabuna pek dokunmazlar. Çünkü; Bir, zaten kafa düzeniçidir. Çözüm olarak gösterecekleri de düzen dışı olamaz. İki, sözde de olsa düzene, devlete, tekellere falan dokunmaya kalkarlarsa ekranların kendilerine de tümden kapanacağını bilirler. Onlarsa böyle bir olanağı kendi elleriyle ortadan kaldırmayı hiçbir zaman istemezler. Kendilerinin reklamlarını yapabilecekleri, oligarşiden icazet dilenebilecekleri iyi bir olanaktır televizyon. Bu yükselmeye, düzenin efendilerini rahatsız etmeye başlayınca hemen yasaklar, coplar devreye girer. Halk susturulmaya çalışılır. Ekranlarda halka tanınan demokrasi de o kadardır. Göstermeliktir, kandırmacadır. Başlangıçta bu programlara belirlenmiş sınırlar çerçevesinde halktan insanların katılımı da sağlanır ama arada bir çatlak sesler çıkması halktan insanların kendi yaşadıklarıyla, sezgileriyle gerçekleri, taleplerini dile getirmeleri bile düzen sahiplerini rahatsız etmeye başlar. Ama elbette halkı ekranda susturmak çok daha kolaydır. Öyle cop falan da kullanmaya gerek yoktur. nedenle de neyi nasıl söyleyeceklerini çok ince hesap ederler. Genel konuşurlar, söyleyeceklerini iyice yumuşatırlar, sözleri yuvarlatırlar. Ama yine de bunların ekranlarda görünme sıklıkları döneme göre değişir. Oligarşi düzen solcularının sırtlarını sıvamaya, reformistlere icazet verip biraz önlerini açmaya karar verdiğinde ekranlarda yüzleri daha sık görülür olur. Fren yapmayı düşünüyorsa ekran büyük oranda bunlara da kapanır. Meselenin özü, esasında dışarıda halkın söz hakkı yoktur. Zaman zaman düzen içindeki sorunları, talepleri için belli sınırlar içinde konuşmasına, sesini çıkarmasına göz yumulur. Hani ne de olsa göstermelik de olsa demokrasi var ya! Ancak sesler biraz çoğalıp Mesela ne yapılır? Bu tür tartışma programlarına özellikle canlı yapılanlarına halkın katılımı kaldırılır. Ya da katılımı sağlansa bile iyice göstermelik hale getirilir. Katılacaklar önceden bir imtihandan geçirilir. Seçmece yapılır. Mesela ne yapılır? Canlı telefon bağlantıları kaldırılır. Ya da yapılsa bile arayana önce ne konuşacağı, neler soracağı canlı yayına bağlanmadan sorulur. Sabit bir telefondan aranması şarta bağlanır ki aykırı bir şeyler söylenirse kimin nereden telefon ettiği tespit edilip hesap sorulabilsin. Bu da düzene aykırı bir şeyler konuşmak isteyenler için caydırıcı bir etki yaratır. Aykırı sesleri engellemek için teknolojinin bu denli gelişmiş olduğu çağda yöntem çoktur. Ekrandan dışarıya yansımadan konuşma kesilir veya önce kayda alınıp işlerine gelirse üç beş dakika ya da daha sonra yayına sokulur. KATİLLERİ İSTİYORUZ Sayı 20/5 Mart 1999 Mesela ne yapılır? Program canlı yayınlanmaz. Böylece yayına verilmeden bir güzel sansürden geçirilir. Mesela ne yapılır? Sokaktaki vatandaşla yapılan röportajlar bir güzel ayıklanır. İşlerine gelenler halk işte böyle söylüyor, bunları istiyor diye yayınlanır. Mesela ne yapılır? Seçilen konular günceldir belki ama son dönemlerin en gözde uygulamasıyla "konuyu uzmanlarıyla tartışmak daha yararlı olur" denip siyasal düşüncelerini, eğilimlerini ve ne söyleyebileceklerini üç aşağı beş yukarı önceden bildikleri ısmarlama birkaç gazeteci, düzen politikacısı, aydın, sanatçı, bilim adamını çağırırlar yada20-30'u birden ekran bunlarla doldurulur. Al işte sana en alasından demokrasi! Güya çeşitli kesimlerin, görüşlerinden insanlar tarafından her şey konuşuluyor, taıtışılıyordur! Ama halkın sesi yoktur. Mesela ne yapılır? konuşma ya da tartışma düzenin çıkarları ansındım istenmeyen zemine doğru kayıyorsa uygun manevralarla yön değiştirilir. Tartışma kesilip başka bir konuya atlanır. Araya uzun bir reklam girilir. Veya yayına ara verilir. îstenen koşullar sağlanırsa devam edilir, sağlanamazsa devam edilmez. Bunların örnekleri pek çok kez yaşanmıştır. Dediğimiz gibi yöntem çok. Ama amaç tektir; amaç hem ekrandaki demokrasi görüntüsünü sürdürmek, hem de halka hiçbir şey vermemektir. Bir de meselenin tabii bu demokrasi vitrininin baş figüranlığını yapan program yapımcılarının durumu var. Elbette bunların kimisi geçmişlerinde solculuğa bulaşmış olsa da artık o günler çok geride kalmış, unutulmuştur. Ancak yine de o çok üzerinde kendilerinin de tartıştığı, savunduğu meslek ahlakı açısından, basın özgürlüğü ilkeleri, kuralları açısından, demokratlık iddiaları açısından nerede duruyorlar, söyledikleriyle yaptıkları ne kadar birbirini tutuyor, ekrandaki demokrasicilik oyunu içinde ne kadar gönüllü rol alıyorlar, ne kadar dürüst davranıyorlar, hangi programla kim, ne yapmak istiyor, bunları da ortaya koymak gerekir. Haftaya...* HABER-YORUM — Sayı 20/5 Mart 1999 -KURTULUŞ — 14 — "Türkiye'de Televizyonları İTÜ Kampüsü'nde Öğrenci Meclisi Tarafından Kitap Yozlaşmanın Baş Aracı Fuarı Sergisi Açıldı Olarak Görüyorum" "Halk Bu Konuda Tepkisini Gösterecek ve Bu Kanalları İzlemeyecek" Televizyonların halkımızın kültürünü olumsuz yönde etkilemesi ve yozlaştırmasıyla ilgili esnaf Erdal Karataş ve ev hanımı Safiye Ergün ve üniversite öğrencisi Ali Ertürk'le yaptığımız görüşmeleri yayınlıyoruz. - Televizyon günlük yaşamınızı nasıl etkiliyor? Erdal KARATAŞ (Esnaf): Ben genellikle televizyon izlemem, radyo dinlerim. Özgün müzik dinliyorum. Televizyonda doğru düzgün bir program çıkmadığı için hemen kapatıyorum. Bütün gün burada çalışıyorum. Televizyonu izleme imkanım pek olmuyor. - İşyerinizde nasıl etkiliyor? - Televoleler, çarkıfelekler çıkınca, hemen kapatıyorum. Ben esnafım doğru değil mi? - Çevrenizdeki insanları nasıl etkiliyor? - Dükkana gelenler olsun, çevremde gördüğüm insanların hemen hepsi olumsuz etkileniyor. Bugün Banu Alkan'm "neremi neremi" parçasını herkes söylüyor. Bu da kötü etkilendiklerini gösteriyor. Türk toplumu zaten reklama meraklı bir toplum. - Sizce bu konuda nasıl önlemler alınabilir? Ya da siz bulunduğunuz yerde nasıl önlem: elliyorsunuz? - Nasıl önlemler alınabilir bilemiyorum ama, ben kötü programlar çıkınca televizyonumu komple kapatıyorum. Çünkü al birini vur ötekine. Farkları yok birbirinden. Hele Mehmet Ali Erbil çıkınca mutlaka kapatıyorum. - Evli misiniz? - Hayır değilim, bekarım. - Televizyonlar çevrenizde gördüğünü/ kadarıyla çocukları nasıl etkiliyor? - Aileler çocuklarını nasıl yetiştirirse daha sonra çocukları öyle olur gider... Bu konuda çocukların hepsi olumsuz etkileniyor. Çünkü neyin doğru neyin yanlış olduğunu bilmiyor. Ailelerin tedbir alması gerekiyor. - Televizyonların kültürümüzü yozlaştırma çabalarına karşı, halk olarak nasıl karşı koyabiliriz? - Halk bu konuda tepkisini gösterecek ve bu kanalları izlemeyecek. Televizyonlarını kapatacak. Topluca yapılacak şeyler ancak bu programlan ortadan kaldırır... - Televizyon sizi nasıl etkiliyor? Safiye ERGÜN (Ev hanımı): Zaten televizyonlarımız doğru düzgün kanalları çekmiyor. Çektiği kanalları da biz izlemiyoruz. Çünkü hepsi açıksaçık, insan utanıyor izlemeye. -Ailenizi nasıl etkiliyor? - Çizgi film çıktığında çocuklara ders çalıştıramıyorum. Kumanda ellerinden düşmüyor. "Kızım ver kumandayı dersini çalış" diyorum ama sözümü dinletemiyorum. - Peki siz bu durum karşısında ne gibi bir önlem alıyorsunuz? - Ben ne yapayım? Televizyonu kapatıyorum, arkamı dönünce yine açıyorlar, ne yapacağımı şaşırdım. - Genel olarak ne yapılabilir? - Bilmiyorum ki, ne diyeyim sana. Açık saçık şeylerde kanal değiştiriyoruz. - Televizyon programlarını nasıl buluyorsunuz? Ali ERTÜRK{ istanbul Teknik Üniversitesi Öğrencisi): Televizyon programlarının içeriğini boş buluyorum, oturup bu programı çok beğeniyorum diyebileceğim bir program yok. Hepsinin içeriği boşaltılmış. Artık Türkiye'deki televizyonları yozlaşmanın baş aracı olarak görüyorum. - Televizyonlarda izlediğiniz bir program var mı? - Televizyonlarda izlediğim bir program yok, yalnızca haberleri İstanbul Teknik Üniversitesi Öğrenci Meclisi Girişimi, 1-5 Mart arası Maslak Kampüsü'nde kitap fuarı düzenledi. Öğrencilerin kitapları ilgiyle karşıladığı fuar kapsamında her gün Fen-Edebiyat Fakültesi küçük çeşitli yazarlarla söyleşiler yapıldı. 1 Mart Pazartesi günü A. Başer Kafaoğlu şöyleşinin konuğuydu. 2 Mart Salı günü Orhan İyiler ile yapılan söyleşinin konusu "Politika ve Sanat"ti. Söyleşide Orhan İyiler sanatçının insana yol göstermesi gerektiğini vurguJayarak, Nazım Hikmet'i örnek gösterdi. Ayrıca bireyselliği, kendini temel almış sanatçıların hiçbir zaman adlarının anılmayacağını, gerçek sanatçının insanlara birşeyler vermek uğruna her türlü baskıyı yüklenmesi gerektiği vurgulandı. Son olarak insanoğlunun acısını sanatçı ile dünyaya iletmeyi ve çoğalarak acısını son buldurmayı amaçlaması gerektiği söyledi. Ayrıca aynı gün Oral Çalışlar da söyleşi konuğuydu. 3 Mart Çarşamba günü konuk olan 16 Mart'ın avukatlarından Suat Parlar konuşmasına 16 Mart katliamından bahsederek başladı. 16 Mart katliamını devletin planladığım, sanıkların ise elini kolunu sallayarak gezdiğini söyleyen Suat Parlar, ayrıca seçimlerde "sol" olarak görülen Ecevit'in durumunu soran bir öğrenciye, "Ecevit'i solcu olarak görmediğini, onu faşist Türkeş'le eşdeğer gördüğünü belirtti. 4 Mart Perşembe günü ise söyleşi konuğu gazeteci-yazar Cezmi lîrsöz'dü. Cezmi Ersöz konuşmasında sanatçının batı ile doğu arasında bir köprü kurması gerektiğini, her iki kültürü kaynaştırması gerektirdiğini, edebiyatın insana gerçekleri göstererek huzurunu kaçırıp, bunun sonucu olarak onlara bilinç vermeyi amaçlaması gerektirdiğini vurguladı. Son olarak televizyondaki kültür yozlaşmasına da değinerek konuşmasını bitirdi. 5 Mart Cuma günü ise söyleşinin konuğu yazar Erol Toy'du. seyrediyorum. Onu da biraz mecburiyetten seyretmek zorunda kalıyorum. Türkiye'de neler oluyor neler bitiyor bunları bilmek gerekiyor. Tabi haberlerde bunları bulmak çok zor, bir saat izlediğim haberlerin sadece 5 dakikası haber anlatıyor geri kalan 55 dakika yok maymunlar dizi çekiyormuş, yok Sibel Can kocasını boşamış gibi haberler geçiyor. - Televizyonlara karşı bu tepkini nasıl dile getiriyorsun? - Tepkim belki direk olmuyor ama üniversitedeki arkadaşlarla oturup konuştuğumda televizyondaki yozlaşma hakkında bilgi verip bilgi alıyorum tepki ancak bu şekilde oluyor. - Teşekkürler. AKAN KAN BİZİM -15 -KURTULUŞ - HABER-YORUM Sayı 20/5 Mart 1999 "Asıl Siz Yol Yakınken Pişman Olun" Her halta Galatasaray Lisesi önünde eylem yapan kayıp ve tutsak yakınlarının eylemine altı aydır saldıran polis bu haftaki eyleme de izin vermedi. 27 Şubat Cumartesi günü saat 12.00'de İHD önünde açıklama yapmak isteyen kayıp ve tutsak yakınlarının önünü İl II) binasının önünde kesen polis ailelerin binadan çıkmasına izin vermedi. Polisin bu tutumunu protesto eden aileler basın açıklamasıyla tepkilerini dile getirdiler. İHD'dc okunan basın açıklamasında aileler; 6 aydır saldırılara maruz kaldıklarını, bu saldırılarla ilgili olarak birçok dava açtıklarını ancak sonuç alamadıklarını söylediler. Bu davanın artık Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne taşınacağını belirten aileler, haftaya yine Galatasaray'da olma sözüyle eylemlerini sona erdirdiler. Adana Kürkçüler Hapishanesi'nden Niğde Hapishanesi'ne 26 Şubat günü PKK davası tutsakları Ratibe Batmaz ve Remziye Elgörmüş Adana Cezaevi Savcısı tarafından zorla sevk edildi. Niğde Hapishanesi'nde itirafçı olmaları yönünde psikolojik baskı yapıldı. PKK tutsakları bu onursuzluğu kabul etmeyeceklerini belirttikleri halde iki saat infaz bölümünde tutulduktan sonra siyasi koğuşa verildiler. Niğde 1 lapishanesi'ndeki Di JKP-C ve PKK tutsakları tarafından yapılan açıklamada bu uygulama protesto edildi ve şunlar belirtildi: "Pişmanlık yasası adı altında meşrulaştırılmak istenen halkımıza ihanettir, onursuzluktur. Devrimci tutsaklar bu onursuzluğun meşrulaştınlmasına hiçbir zaman izin vermeyeceklerdir. Siyasi tutsaklara 'Siz itirafçısınız, pişmanlık yasasından yararlanmazsanız 24 yıl nasıl yatacaksınız' vb. söylemler ve dayatmalar siyasi kimliğimize hakarettir. Bilinmelidir ki, Anadolu ve Kürdistan'da halklarımıza her türlü zulmü reva gören, halklarımızı yoksulluğa, sefalete mahkum eden, Kürt halkına kendi vatanında sürgün yaşatan, köy yakan, yağmalayan, Anadolu ve Kürdistan'ı kan gölüne çevirenler ve onların uşaklarının halkımızın adaleti karşısında pişmanım demeye dahi fırsatları olmayacaktır. Boşuna uğraşıyorsunuz... Asıl siz halklarımızdan, işlediğiniz suçlar nedeniyle af dileyin. ASIL SIZ YOL YAKINKEN PİŞMAN OLUN !" Kocaelinde Dayanışma Amaçlı Yemek Verildi Kocaeli'nde 100 kişinin katılımıyla bir yemek düzenlendi. 28 Şubat Pazar günü ulan yemek, 6 Kasım 1998'de Kocaeli Kurtuluş gazetesi temsilcilisi baskında gözaltına alınıp tutuklananların aileleriyle dayanışma amaçlı düzenlendi. Günün anlamını belirten bir konuşmyla başlayan yemekten sonra türküler söylenip, halaylar çekildi.Sohbet devam eden yemek 5 Mart'ta yapılacak olan Kocaeli Kurtuluş baskının duruşmasına çağrıyla bitirildi" Ankara Yüksel Caddesi'nde her hafta yapıları oturma eyleminin 67'ncisi 27 Şubat Cumartesi günü gerçekleştirildi. Eylemde yapılan konuşmada, Susurluk devletinin uzantıları olan ve Susurluk devletini aklayan medyanın provokasyon ortamı yaratmak istemesine dikkat çekildi. PKK Önderi Abdullah Öcalan'ın kaçırılıp tutsak edilmesiyle başlayan süreçte memurların çalışma saatlgij dışında geç saatlere kadar çalıştırılması ve memurlara ispiyonculuk, muhbirlik yaptırmak istenmesi ile ilgili genelgelerin yasalara aykırı olduğu ve kaldırılması gerektiği söylendi. Ülkemizde haklar ve özgürlükler mücadelesi veren insanların yaşama hakkının bile olmadığından ve bu mücadeleyi sahiplenen insanların haklarının ellerinden alındığından sözedildi. Ankara'da son günlerde yoğun olarak yaşanan gözaltı terörüyle birlikte evleri basılıp gözaltına alınan insanların sayısının arttığı vurgulandı. Konuşmada ayrıca Halkın Hukuk Bürosu avukatı Zeki Rüzgar'ın hukuk kurallarına aykırı bir şekilde tutuklanmasından ve bir komployla karşı karşıya kalmasından sözedildi. Eylemde, "Yaşasın Halkın Adaleti", "Baskılar Komplolar Bizleri Yıldıramaz", TtYAD Üzerindeki Baskılara Son", "Zindanlar Boşalsın Tutsaklara Özgürlük" dövizleri açıldı. Saat 12.00'de başlayan oturma eylemi 200 kişinin kaümıyla gerçekleşti ve saat 13.00'te bitirildi. Eylemde ayrıca "Zindanlar Boşalsın Tutsaklara Özgürlük", "İnsanlık Onuru İşkenceyi Yenecek" ve "Yaşasın Halkların Kardeşliği" sloganları atıldı. Tokat Polisi Tokat irtibat büromuza ulaşması için yollanan gazetemizin 17. sayısının ikinci baskısıyla, 20 tane "Ölümün Ufkundaki Zafer" adlı kitaplara polis tarafından kargodan el konuldu. Tokat Siyasi Şube polisleri 20 Şubat Cumartesi günü kargoya gelerek, "Bu paketler şüpheli, bunları almaya gelenlere sakın vermeyin. Pazartesi günü biz önlemini alırız, o zaman verirsiniz." diyerek kargo çalışanlarının üzerinde baskı yaratmaya çalışıldı. 23 Şubat Pazartesi günü ise, kargoyu abluka altına alan polis gazetelerimize el koydu. Polisin bu yasadışı ve keyfi tutumu karşısında Tokat büromuzun açıklamasında şöyle denildi:"... Bunların hiçbirisi bizim haklı mücadelemizin önüne geçemez. Ancak onlara olan kinimizi daha çok arttırır ve bizleri mücadeleye daha çok bağlar. Bizler Kurtuluş gazetesi Tokat çalışanları olarak bu baskıların bizleri yıldıramayacağını bir kez daha haykırıyoruz." - Sayı 20/5 Mart 1999 HABER-YORUM "Türküler Susmaz Halaylar Sürer" Ankara'da îlker Halkevi'nin düzenlediği halkevlerinin 67'ncisi kuruluş şenliği 28 Şubat Pazar günü Yükseliş Koleji'nde 3 bin kişinin katılımıyla yapıldı. Şenliğe Grup Yorum da katıldı. Halkevleri başkanının konuşmasının ardından sinevizyon gösterimi yapıldı. Gösterim sonrası gelen mesajlar okundu. Ankara Haklar ve Özgürlükler Platformu'nun göndermiş olduğu mesajda baskılara, gözaltılara, tutuklamalara rağmen haklı mücadelelerini sürdürecekleri belirtildi. Mesajlardan sonra tüm kitlenin katılımıyla, "Yaşasın Halkın Adaleti", "Haklıyız Kazanacağız" sloganları atıldı. Şenliğin devamında Metin Yılmaz ve Nurettin Rençber sahneye geldiler ve türkülerini seslendirdiler. Nurettin Rençber'in ardından ise sahneye Grup Yorum geldi. Grup Yorum'un sahneye gelmesiyle coşan halk, Yorum'un susturulamayacağını "Türküler Susmaz Halaylar Sürer" sloganlarıyla gösterdi. Artan coşkuyla birlikte halkevleri yöneticileri sloganlardan rahatsız olarak müdehalede bulundular. Halkevleri yöneticilerinin huzursuzluğu konser sonuna kadar devam etti. Grup Yorum'un Ölüm Orucu destamyla açılışını yaptığı konserde, ülkemizin dört bir yanında halkımızın acılarını, özlemlerini, sömürüye karşı duyduğu kini dile getiren türkülerimizi söylediler. Konserin sonunda izleyici kitle halaya davet edilerek şenlik bitirildi. KURTULUŞ 16 Halka Yönelik Yeni Baskı Politikası "Kriz Yönetim Merkezleri" îdil Kültür Merkezi halka yönelik baskı politikalarını protesto eden bir açıklama yaptı. Açıklamada şöyle denildi: Anadolu, tarihi boyunca sürekli isyanlara ve katliamlara sahne olmuştur. Egemenlerin baskı ve zulmüne karşı Anadolu halkları, Bedrettinleriyle, Çakırcalı Efeleriyle, Pir Sultanlarıyla karşı koymuş, bu geleneği günümüze kadar taşımıştır. Egemenler ise gelişen bu muhalefete karşı yeni politikaları ve yöntemleriyle zulüm düzenini korumaya çalışmıştır. Bugün bu politikaların bir yenisiyle daha karşı karşıyayız. Susurluk kazasıyla birlikte bütün pisliği su yüzüne çıkan devlet, üç yıldır sürdürdüğü kendini aklama ve demokrasicilik oyununun ardından, gelişen halk muhalefetini bastırmak amacıyla ülkemizin her yerinde "Kriz Yönetim Merkezleri" kuracağını açıkladı. Daha önceleri sel, deprem gibi doğal afetlere karşı oluşturulan kriz masaları, son olarak Gazi Katliamı'nda yeni misyonuyla karşımıza çıktı. Emperyalizm ve onun kurumu olan NATO'nun direktifiyle, MGK güdümlü olarak kurulacak olan bu "Kriz Yönetim Merkezleri" halka ve devrimcilere yönelik yeni katliamların habercisi olacaktır. Oluşturulacak olan bu kriz masaları, 12 Eylül faşizminin bir devamı niteliğinde olup, bugüne kadar kağıt üzerinde kalan "demokratik"liğe dahi tahammüllerinin kalmadığını göstermektedir. Susurluk devleti, bugüne kadar başvurduğu yöntemlerle önünü alamadığı ve her geçen gün varlığını daha fazla tehdit eden halk muhalefetini, bu kez de "Kriz Yönetim Merkezleri" oluşturarak boğmaya çalışmaktadır. Hiç bir baskı ve zulüm yönetimi, halkların kurtuluş mücadelesini engellyemeye ve oligarşinin krizini aşmasına yetmeyecek. Grup Yorum Özgürlük Türküsü Ayşe Gülen Halk Sahnesi Fotoğraf ve Sinema Emekçileri (FOSEM) Kültür Sanatta TAVIR Dergisi Ayşe Nil Halk Küthüpanesi İDİL KÜLTÜR MERKEZİ — 17 KURTULUŞ - -İŞÇİ- Sayı 20/5 Mart 1999 - Taleplerimiz Birçok İnsanın Talepleridir KESK tarafından Mersin Eğitim-Sen Şubesi'nde 25 Şubat Perşembe günü bir basın açıklaması yapıldı. Yapılan basın açıklamasına yaklaşık 30 kişi katıldı. Saatl2.30'da başlayan basın açıklamasında KESK Şubeler Platformu Mersin Yürütme Kurulu Ererji Yapı Yol Sen 2. Başkanı Ferbaha Fırat tarafından okunan metinde şöyle denildi: "Enerji Yapı-Yol Sen Genel Sekreteri Bedri Tekin, istanbul Şube Başkanı Ümit Sever, İstanbul Şube Sekreteri Mustafa Can, İstanbul Yönetim Kurulu Üyesi Atilla Kılıç ve gişe memuru Gazi Bozkurt'u gözaltına alan emniyet güçleri, 24. 02. 1999 günü iş yavaşlatma eyleminde ise; Enerji Yapı-Yol Sen Genel Başkanı Cengiz Faydalı ve 4 yöneticiyi gözaltına almışlardır. Otoyolların gişelerinde sağlıksız ortamda çalışanların taleplerine kulaklarını tıkayan yetkililere bu talepleri bir kez daha hatırlatmayı amaçlayan bu haklı eyleme, emniyet güçlerinin müdahalesi anti demokratiktir, hukuk dışıdır. Niye korkuyorlar bu eylemden? Niye çekiniyorlar bu taleplerden? Taleplerimiz çok insani taleplerdir. Gişe memurları genç yaşında zehirlenmesin, ölmesin istiyoruz, insana yakışır sağlıklı bir ortamda çalışmalarını istiyoruz. Enerji Yapı-Yol Sen yönetici ve üyelerine yapılan gözaltı ve baskıyı kınıyor, gözaltına alınanların derhal serbest bırakılmasını istiyoruz. Baskılar bizi yıldıramaz." Yapılan basın açıklaması alkışlarla sona erdi. Evrensel gazetesinde Istanbul 3. Bölge'den seçimlerde aday olan LÜMTlS Genel Başkanı Sabri Topçu'nun adaylığını destekleyenlerin açıklandığı bir ilan yayınlandı. 25 Şubat Perşembe günü Evrensel gazetesinde yayınlanan ilanda Liman-îş Genel Başkanı Hasan Biberin de ismi vardı, Sabri Topçu'yu seçimlerde desteklediğine dair bilgisi dışında yayınlanan bu ilan Hasan Biber tarafından tekzip edildi. Liman-Iş Genel Başkanı'nın bilgisi dışında böylesi bir ilanda imzasını kullanan Sabri Topçu bunun nedenini, kendisine aktarılan yanlış bilgi olarak açıklarken; Liman-İş Genel Başkanı Hasan Biber'in Evrensel gazetesi genel yayın yönetmenliğine yolladığı tekzip gazetede yayınlanmadı. Göndermiş olduğu tekzibin neden yayınlanmadığını öğrenmeye çalışan Hasan Biber'i Evrensel gazetesi yetkilileri geçiştirmeye çalışarak tatmin edici bir cevap vermediler. Evrensel gazetesinin yayınlamadığı Hasan Biber'in tekzibini yayınlıyoruz: "Tekziptir Evrensel Gazetesi Genel Yayın Yönetmenliğine Istanbul 25.02.1999 Perşembe günü yayınlanan gazetenizde bağımsız milletvekili adayı Sabri Topçu'yu desteklediğime dair bir ilan çıkmıştır. Bu ilan ile ilgili olarak bilgim yoktur. Ben bu seçimlerin bağımsız, demokratik bir Türkiye yaratma amacı taşımadığını ve emekçi halkın çıkarlarına hizmet etmediğini düşünüyorum. Bu nedenle herhangi bir siyasi partiyi veya Meclis'e girmek isteyen bir kişiyi desteklemem söz konusu değildir. Bilgilerinizi ve gereğini rica ederim. Hasan Biber Genel Başkan" Belediye Seçimlerinde de Düzen Partilerine Oy Yok Düzen partileri belediye seçimlerine özel bir önem verirler. Çünkü vurgun, talan, soygun ve hak gasplarının en iyi uygulanabilen yerleridir belediyeler. Geçmişten beri halka hizmet etmek ve işçinin haklarını vermek gibi amaçlan olmayan düzen partileri, tersine trilyonları aşan belediye bütçelerini ceplerine indirmenin mücadelesini vermişlerdir. Seçim dönemlerinde halkı, işçiyi, yoksulu, dar gelirliyi "hatırlayan" düzen partileri seçimlerden sonra verdikleri vaadleri unutup halkın ve işçi sınıfının kanını emmeye var güçleriyle devam ederler. Hiçbir zaman halkın ve işçi sınıfının umudu olmayan düzen partileri sömürüyü devam ettirmek için çeşitli kesimlerden desteğe ihtiyaçtan vardır. Bunlardan biri de MGK sendikacılarıdır. Kendi güçlerine olan güvensizlik bu sendikal anlayışları düzen partileriyle şekilsiz, ilkesiz birlikler ve ittifaklar oluşturmaya itmektedir. Bunun sonucu belediyelerde özelleştirmeler, işçi kıyımları, sendikasızlaştırma ve örgütsüzlük alabildiğine yaygınlaşmıştır. Bunların önüne bir türlü geçilememiş, tersine işverenler sendikaların bu tutumlarından cesaret almışlardır. Özellikle son yıllarda işçi ücretlerindeki artışlardan ve sendikal mücadeleden sık sık şikayet eden, düzenin kendisine sunduğu yasal olanaklara rağmen bu mücadelenin önüne geçemeyen işverenler için müteahit işçiliğinin yaygınlaştırılması bulunmaz bir "nimet" olmuştur. Çok daha az ücretle sendikasız, tazminatsız hatta sigortasız işçi çalıştırmak bir yandan büyük ekonomik avantajlar sağlarken, diğer yandan da işverenler kendilerine yönelen örgütlü mücadelenin taşeron işçiliğini üretime sokarak yapılan haklı eylemlerin gücünü etkisiz hale getirmek istemektedirler. Taşeron işçiliğini özellikle belediyelerde yaygınlaştırmaktaki amaç net olarak gözler önüne serilmektedir. Belediyelerde özellikle son yıllarda yoğun olarak geçici işçi çalıştırılmaktadır. Bu geçici işçiler sendikalı olmadıklarından iş ve çalışma koşulları toplu iş sözleşmesiyle belirlendiği taktirde işverenin keyfi uygulamaları bu yolla bir nebze de olsa engellenebilir. Fakat MGK'cı sendikal anlayış "ne yapalım bu bir devlet politikasıdır" deyip işin içinden çıkmaktadır. Sendika değiştirmek bir yana dursun, sendikasızlaştırma, örgütsüzleştirme yaygınlaşırken, sürekli üye kaybı yaşanırken, MGK sendikacılarının hiç umurlarında olmamıştır. Bugün pek çok yerde MGK sendikacıları mücadelenin önünü tıkayıcı rol oynamaktadır. Böylece işçi sınıfının devrimci dinamiklerinin açığa çıkmasına engel olma konumlarını iyice pekiştirirken, işçiler arasında sendikal örgütlülüğe karşı güvensizlik tohumlarını da yeşertmektedirler. Diğer yandan sendika yönetiminde kalmayı amaç haline getiren, koltuğun rahatına alışan, terketmek istemeyen reformizm karşısında, devrimci muhalefete de saldırmaktan, tasfiye etmeye çalışmaktan geri durmuyorlar. Bölgecilik, hemşehricilik ya da mezhep farklılıkları kullanılarak seçim kazanılmak istenmektedir. Bir yandan burjuvazinin saldınlarına karşı koymaya, direnmeye, hak alma mücadelesini geliştirmeye, yükseltmeye çalışırken, diğer yandan MGK sendikacılarıyla hesaplaşmalıyız. Amaç, kitle ve sınıf sendikal anlayışının işçi sınıfı içerisinde güçlendirilmesi ve ete-kemiğe büründürülmesidir. Bunun yolu da sınıf sendikacılığını bir alternatif güç olarak örgütleyebilmek, gösterebilmek, propagandasını yapabilmek ve buna rağmen uygun mücadele hattını çizmekten geçmektedir. MGK sendikacılarının şubu partiden aday olarak gösterilmeleri, bağlı olduklan sendikaların işçilerini arkasına almış gibi kendilerini gösterme çabaları boştur. Bunu onlar da bilmektedir. Kendileri gibi ruhlarını burjuvaziye çoktan satmış bir kaç tane şahsa gazete ilanlarında kendilerine destek mesajları yayınlatarak güçlü görünmeye çalışırlar. Hatta utanmadan çeşitli kurum ve kişileri haberleri olmadan bu işe ortak etmeye çalışırlar. Asıl olarak kitlelerinin olmaması bir yana, kitlelerin içine bile girecek cesaretleri yoktur. Düzen her kesimden "zübük"lerini piyasaya makyajlayıp sürmeye devam ediyor, bu belediyelerde de, milletvekilleri seçimlerinde de bizim tavrımızı değiştirmez. Zübüklerin sendikacı, şu bu olması da bizim açımızdan ancak ihanet olarak değerlendirilir. Belediye seçimlerinde de düzen partilerine ve zübüklere oy yok!* Sayı 20 / 5 Mart 1999 - 23 KTTRTTTT.Ufi - -SEHİTLERİMİZ- ONLARIN ÖLMÜŞ OLMASI DEĞİL, ONLAR GİBİ İNSANLARIN YAŞAMIŞ OLMASIDIR ÖNEMLİ OLAN Savı 20 / 5 Mart 1999 - "Kanımızın aktığı vatan topraklarının her karışı bizimdir. Kanın döküldüğü yerde zulmün hükmü uzun sürmez." (Barış Atalay) "İLK BASKINDA VE İLK ŞEHİT HABERİMDE BEN OLACAĞIM!" Yücel Maral; "Yücel'le İstanbul'da çalışmak için gittiğim bir inşaatın şantiyesinde tanıştık. Mevsimlik çalıştığımız için şantiyede yatıp kalkıyorduk. O da bizimle kaldığından orda çalışan gurbetçi bir işçi sanmıştım önce. Sonra öğrenci ve Dev-Genç'li olduğunu öğren-diğimde şaşırmıştım. Hiç öğrenciye benzer bir yanı yoktu. Ya da be-nim tanıdığım öğrencilere benzemiyordu. Birlikte kaldığımız arka-daşların hepsi bir dönem devrimcilik yapmış öyle ya da böyle de-mokrat insanlardı. Buna rağmen Yücel akşam şantiyeye geldiğinde bizim yanımızda kalmıyor, diğer koğuşlardaki işçilerle sohbet etme-ye gidiyordu. Onlarla sohbet ediyor, tartışıyor, 500'e yakın işçinin he-men hemen hepsini tanıyordu. Onlarla kurduğu sıcak ilişlriyi bizim-le kurmuyor, mesafeli davranıyordu. Bu mesafeli duruş canımı sıkmıştı. Bir gün ikimiz yalnızken bunun nedenini sorduğumda Yücel; "senden önce çok konuştuk, tartıştık. Ben Devrimci Solcuyum. Onların hepsi eski DY'li, KSD'li veya sundan bundan, düzene iliklerine kadar teslim olmuşlar. İlişkileri dejenere olmuş, tartışma adapları yok. İnsanlara tepeden bakıp ukala- lık yapıyorlar. Bana senin de eski DY'li olduğunu söylediler geldiğin- de. Onun için mesafeli yaklaştım. Ama istersen tartışabiliriz, okuman için dergi, kitap verebilirim" demişti. Açık sözlülüğü beni etkilemiş, coşkusu, mücadeleye bağlılığı heyecanlandırmıştı. Birlikte kaldığımız her anı değerlendiriyor, mücadeleyi, şehitlerimizi anlatıyor, Devrimci Sol'u daha iyi tanımamı sağlıyordu. Sohbetleri her zaman mutlaka dağlara ve gerillaya getiriyordu. Gerilla olma özlemiyle ya nıp tutuşuyordu. Kısa süre süre ayrılmak zorunda iafdığımızda yollarımız ayrılmamacasına birleşmişti asımda. 93 baharında memlekete gittiğimde köyde olduğunu öğrenmiştim. O sırada bir operasyondan dolay; hareketle bağım kopmuştu. Köyde de olsa hareketle bağı vardır diyerek doğru yanma gittim. Tanıdığım Yücel mücadeleden ayrı bir gün bile geçiremezdi. Yanıltmadı beni. Açık söylemese de kır için çalışma. yaptığı belliydi. Bütün çevre dağları, köyleri dolaşıyor, yeni yeni insanlarla ilişkiler geliştiriyordu. Dev-Genç ruhundan bir şey kaybetmemişti. Gerillaya katıldığımızda Yücel silahı eline alır almaz sarılmıştı silahına. Eğitimlerde hepimizden çok çalışır, bütün hareketleri detaylarıyla bir an önce öğrenmek isterdi. "Savaşın komutanlara ihtiyacı var. Bir an önce komutan olalım ki, yeni komutanlar yetiştirelim" dordi... Birliğimiz ikiye ayrıldığında kalan yoldaşlara; "Duyduğunuz ilk baskında ve ilk şehit haberinde ben olacağım" demişti. Yücel yoldaşlarına da büyük bir sevgiyle bağlıdır. Birliğe yeni katıları savaşçıların her şeyiye ilgilenir, eğitimlerine özel Önem verirdi. Birlikteki her savaşçının moral kaynağıydı. Olmadık anlarda espriler i yapar, yaşamın zorluklarıyla alay ederdi. 9 Şubat 1994 sabahı düşmanla ilk çatışmada komutanın yanında Yücel yoldaş vardı. Düşman ateşi başladığında ikiye ayrılarak mevziicniyorlar. Biriiklerini gözden kaybediyorlar. Yücel sürünerek yanımıza gelmiş, bir an önce çemberin dışına çıkmazı isterken hem komutanı tekrar bulmak hem de bize zaman kazandırmak için çatışmayı üstlenmiş, düşman kurşunlarının arasına korkusuzca dalmıştı. Komutanın ve Yücel'in bu tavrı düşman çemberini yarıp güvenli böl geye çekilmemizi sağlamıştı. Bir gün sonra buluştuğumuzda Yüce yalnızdı. Komutana ulaşamamış, daha sonra çemberi yararak bölge-yi terketmişti. Komutanın şehit düştüğünü öğrendikten sonra tereddütsüz sorumluluk almış, yoğun operasyonlara rağmen en riskli yerlere gitmiş, birliğin ihtiyaçlarını karşılamak için çaba sarfetmiştir. Rahat hareket etmek için birlik ikiye ayrıldığında bulunduğu grubun komutarndır. 12 Mart 1994 sabahı düşman etraflarını sardığında sloganlarla yürür düşmanın üzerine. Yücel Maral Barış Atalay 12 Mart günü Karadeniz Kır Gerilla Birliği'nden Yücel Maral komutasındaki grup, Ordu'nun Ünye ilçesi Ballık Köyü yakınlarındaki Döşeme Ormanları'nda düşman kuşatmasına düştü. Çıkan çatışmada beş gerilla şehit düştü. Mart 1980 Kuştepe'de jandarmalar tarafından katledildi. Liseli Dev-Genç içerisindeydi. - Sayı 20/5 Mart 1999 KÜRDİSTAN -KURTULUŞ 28 Kimse Boşuna Beklemesin, Burjuvazi "Güneydoğu'ya" Yatırım yapmayacak E cevit'in başında olduğu 56. Hükümet, Öcalan'ın tutsak alınmasını moral bir zafere dönüştürmek için MGK'nııı kurmaylığında adımlar atıyor. "Güneydoğu'ya yatırım hamlesi" de bunlardan biri. Ama bu "hamle" oligarşinin 91'den bu yana durmadan çiğnediği bir sakız olmaktan başka bir anlam taşımıyor. Sonuncusu 55. Hükümet döneminde çıkarılan ve kalkınmada öncelikli bölgelerde yatırım yapacaklara bedava hazine arazisi verilmesini öngören teşvik paketine işbirlikçi tekelci burjuvazi pek ilgi göstermemişti. Şimdi yine, işbirlikçi burjuvaziye çağrı üstüne çağrı yapılıyor. Bu çağrılara burjuvazi ne diyor? Şimdi bunlara bakalım. TÜSİAD, tenezzül edip cevap bile vermiyor. Diğer sonu "... İAD"la bitenler ise hükümete "bedava konuşma" anlamına gelen cevaplar veriyor. Bu cevaplardan bir kaçı şöyle; YA "KÖYE DÖNÜŞ" TÜGÎAD başkanı Hamdi Akın: "Güneydoğuya otoyol, havaalanı yapılsın. Ben de gideyim iş yapayım. Bugünkü koşullarda bir Mardin'e, bir Hakkari'ye otobüsle gitmem. Elemanı mı da yollamam..." Gaziantep Sanayi Odası (GSO) başkanı Nejat Koçer: "Kaynağı olmayan paket açıklanmamak"(Hürriyet, 24 Şubat 1999) Kürdistan'daki sanayici ve işadamları derneklerimin başkanları: "Destek paketlerinin içi hoş". "Bu açıklamalar kamuoyunu uyutmaya yönelik. Daha önce de ekonomik tedbirlerin alındığı, bölgeye ilişkin projelerin varolduğu hep söylendi ve açıklandı. Ancak sonuçta hiçbir şey. yapılmadı. Kimse kimseyi vaatlerle oyalayamaz". "Vaadlere çok alıştık. Ancak sonuçta ortada bir şey göremedik. Yeni bir süreçten söz ediliyor. Bu süreç seçim süreciyle denk. Seçim sürecinde bu tür açıklamalara inanmamak gerek..." (Cumhuriyet, 20 Şubat 1999) hvet, ne bedava hazine arazisi verileceğinin söylenmesi, ne de yatırım yapanlara araç-gereç verilecek denmesi, düzenin efendilerini, yani işbirlikçi burjuvaziyi ve onun çömezlerini harekete geçrebiliyor. Bu asalak ve sömürücüler "riskli" olan hiçbir şeyin altına girmezler. Kolay olanı tercih edip en tatlı kazanç nereden gelecek, kasalarımız en çabuk nasıl dolacak diye düşünürler. K,r neredeyse onların vatanı orasıdır. Bunun için emperyalizmle içli dışlıdırlar. Bu nedenle ülkenin veya herhangi bir bölgesinin kalkınması onları ilgilendiren bir konu değildir. İşbirlikçi tekellerin vatan-millet diye dertlerinin olmadığını, haramilikten başka bir şey düşünmediklerini daha somut görmek için bunların geçmişlerini kısaca bir hatırlayalım: "1923 devrimiyle iktidara ortak AKAN KAN BİZİM -29 KURTULUŞ - KÜRDİSTAN olan ticaret burjuvazisi nasıl geçmişinde feodalizme karşı savaşarak gelişme geleneğinden yoksun ise, yani bugünkü tekelci burjuvazinin geleneğinde olduğu gibi riskleri göze alamayan, kapkaççı, fırsatçı ise... emperyalizmin işgaline seyirci ise; sonrasında da sanayileşme riskini göze almamakta, azınlıkların elinde olan ticari etkinliği devralma, ithalat- ihracat işleriyle toptancı ticaretinin kendilerine devredilmesini istemekle yetinmektedirler. ... Devlet desteği ile adeta saksı içinde özel bakıma aldığı, sanayileşme için büyük umutlar bağladığı ticaret burjuvazisi sanayileşmeyi, yatırımları değil, kolay, risksiz ticari vurgun düzenini tercih etmektedir. (Haklıyız Kazacağız, cilt 1, s. 229-230) İşbirlikçi tekellerin halkına ihanet edip "kar nereden gelirse vatanım orasıdır" dediği bir ülkede Kurdistan'a yatırım yapması elbette beklenemez. Zaten açıklamalarında düşüncelerini açıkça ortaya koyuyorlar. Kendi devletine "bizden fedakarlık beklemeyin" diyor. Alt yapıyı hazırlayın, herşeyi uygun hale getirin, destek paketlerinin kaynaklarını hazırlayıp elimize verin, "güvenliği" de sağlayın ondan sonra bize çağrı yapın diyorlar. Herkes kendi malını tanır diye bir deyim vardır. Susurluk Devleti de kendi eliyle yetiştirdiği, herşeyi hazır sunduğu burjuvazisini elbetteki çok iyi tanıyor. Düne kadar kaç destek paketi verildi, kaç destek paketi açıldı. Halka hizmet götürmek, eğitim, sağlık vb. kamu hizmetleri sunmak gibi söylemleri aldatmacadan öteye gitmediği kaç kez görüldü. Evet, bugün Susurluk Devleti seçim öncesi yakaladığı bu fırsatı seçim yatırımına dönüştürmek istemektedir. İşadamlarına yapılan çağrıların anlamı budur. İşadamları gelmeyecek. Bunu Susurluk Devletinin kendisi de biliyor. Ama Susurluk Devleti'nin bugün öncelikli derdi yatırım falan da değil zaten. "Yatırım" bir PROPAGANDA, VAAT ve ŞANTAJ rolü oynuyor. Propaganda "gerillayı gerilettik, artık sıra yatırımda" söylemine hizmet ediyor; vaat, halkı oyalama, hala düzenden bir şeyler bekler noktada tutmaya yöneliktir. Şantaj ise, eğer mücadeleden vazgeçerseniz, bölgenize yatırım yaparız anlamındadır. Ama sayısız isyanın, onlarca yıldır süren savaşın tecrübesini yaşamış Kürt halkının propagandaya da, vaatlere de, şantaja da karnı toktur. Oligarşinin bu politikaları sonuçsuz kalmaya mahkumdur.* KATİLLERİ İSTİYORUZ Sayı 20 / 5 Mart 1999 - — 31—KURTULUŞ - ŞEHİTLERİMİZ Sayı 20/5 Mart 1999 - ULAŞIN ELİNDEKİ MAVZER ANADOLU İHTİLALİNİN TÜRKÜSÜNÜ SÖYLEMEYE DEVAM EDİYOR Aralık 1970, Anadolu devrim mücadelesinde bir başlangıçtır. 50 yıllık revizyonist gelenekten kopuştur. THKP-C'yle Marksizm-Leninizmin yol göstericiliğinde Türkiye devriminin yolunun çizilmesidir. Fikir Klüplerinden Dev-Genç'e, Dev-Genç'ten THKP-C'ye uzanan bu devrimci çıkışı adım adım örgütleyenlerden biridir Ulaş Bardakçı. Gençlik mücadelesinin içinde yetişir Ulaş... Kavga filizlenmekte, serpilmektedir o dönem... İlklerdendir Ulaş... Yiğittir... Cesur ve yeteneklidir. Ocak 1969... ABD elçisi Commer, vatanı işgal edenlerin, sömürenlerin elçisi ODTÜ'de... Commer'in arabası rektörlüğün önünde... Binlerce öğrenci rektörlük binasının önüne kosuyor. Protesto gösterileri başlıyor... -Yanki Go Home", "Yanki Go Home", "Yaşasın Tam Bağımsız Türkiye"... Ulaş, Taylan, Sinan en önde... Commer'in arabası ters çevriliyor... Ulaş, Taylan, Sinan en önde... Dökülüyor benzin, çakılıyor kurtuluş yolunda bir kıvılcım daha. Commer'in arabası ateşe veriliyor... Emperyalizme meydan okuyor gençlik... Emperyalizme meydan okuyor Ulaş... Gündoğuyor, gençlik emperyalizme karşı savaş siperlerine dayanıyor. Silahlı devrim çizgisi, elli yıllık reformist-revizyonist geleneğe, devrim cephesinden vurulan en güçlü darbedir. Kuşkusuz zorluklan, bedelleri vardır. Ama THKP-C'liler bir kez savaş demiş, halkın yüreğine umut diye düşmüşlerdir ODTÜ'lü öğrenci lideri Ulaş, kurtuluşun bayrağı olacak Parti'nin kurucuları arasında yeralır... O, Türkiye halklarının, kurtuluş savaşının önderlerinden biridir... THKP-C'nin Genel Komite üyesidir. Şehir gerillasının hazırlık çalışmalarıyla görevlidir. Zafer için savaşılacaktır... Ulaş devrim için alır mavzeri eline... "Ve onlar liderdirler, liderler Devrim savaşında masa başında oturmazlar Bu savaşta en ön safta savaşırlar..." Ulaş'ın ilk eylemi 71 baharında Ankara Küçükesat'ta bir bankada gerçekleştirilen kamulaştırma eylemidir. Daha sonra pek çok ABD hedefinin bombalanmasında, 4 Nisan 1971'de işadamı Mete Has'ın kaçırılması eyleminde de yine Ulaş vardır. Hemen ardından 17 Nisan 1971'de israil Başkonsolosu Efraim Elrom, kaçırılır. Ulaş, bu eylemin de planlayıcıları ve uygulayıcıları arasındadır. "Dediğimizi yapmalıyız" der Ulaş, israil Başkonsolosu Efraim Elrom'u kaçırdıklarında... "Dediğimizi yapmalıyız!". Bu emperyalizme, siyonizme, faşizme devrim cephesinden haykırılan kararlılığın ifadesidir. Bu, savaş ve zafer andıdır... THKP-C'liler dediklerini yapar. Efraim Elrom'u ezilen dünya halkları adına cezalandırırlar. "Ulaş Bardakçı adım, 1947 doğumluyum. Türkiye Halk Kurtuluş Partisi Cephesi'nin bir savaşçısıyım"... 28 Mayıs 1971'de tulsak düşer Ulaş. grevi yapılmasını örgütler. Mahir henüz Maltepe'ye getirilmeden yoldaşları savunmayı hazırlama görevini onun yapmasını isterler. O güne kadar hep "askeri" yanıyla tanınan Ulaş, yoğun bir teorik çalışmaya girer. Bu alanda da en az askeri alandaki kadar yetkin, yetenekli ve azimlidir. Mahir geldiğinde savunmanın önemli bir kısmı yazılı hale getirilmiştir. Hazırladıkları savunmayı mahkemede kendileri okumaz. Çünkü bundan önce tutsaklıklarına kendi elleriyle son vermişlerdir. Özgürlük tutkusu, Ulaş daha hapishaneden adımını atar atmaz, plan, proje uıpmaya dönüşmüştür. THKO'luların başlattığı ve daha sonra THKP-C'lilerle ortaklaştırılan firar çalışması sonucu, 29 Kasım 1971'de Mahir Çayan, Ulaş Bardakçı, Ziya Yılmaz, THKO'lu Cihan Alptekin, Ömer Ayna, gerçekleştirdikleri özgürlük eylemiyle savaşın içine koşarlar. Parti ''nin bu dönemde karşı karşıya kaldığı ihane karşısında da tereddütsüzdür Ulaş. Savaş kaldığı yerden devam edecektir. Ulaş, veniden mavzeri eline alacak, kurtuluş türküsünü söylemeye devam edecektir. Direnir işkencede. Bu cümleden fazlasını öğrenemez düşman. Şubede iki kez özgürlüğe ulaşmayı denediği için hücreye konulur. Daha hapishaneye getirilirken tüm çevrenin planını kafasına resmetmiştir. THKP-C savaşçısıdır O. Bulunduğu her yer bir mevzi, bir savaş alanıdır. "Hapishanenin en disiplinli militanı"dır... Ulaş tutsakken Mahir Cayan ve Hüseyin Cevahir Maltepe'de düşmanla çatışmaya girerler. Bu çatışmada Cevahir şehit, Mahir ise tutsak düşer ve Selimiye Kışlasına götürülür. Düşman THKP-C önderini tecrit etmek istemektedir. Ulaş, düşmanın politikasına tavırsız kalmaz. Önderinin, Mahir Çayan'ın Maltepe hapishanesine getirilmesi için açlık Tarih: 13 Şubat 1972 Yer: İstanbul, Levent 'Tevkıfatın başladığı haberi geldiğinde evde Ulaş, Ziya ve ben vardık Haberi getiren arkadaşlar ev atama çabasına giriştiler. Sonunda 13 Şubat günü bir yer bulunmuştu ama oraya ancak akşam hava karardıktan sonra gidebileceklerdi. Ulaş'la, Ziya eşyalarını topladılar... Kapıya çıktım. Merdivenlerin önünde 15 kadar sivil giyimli şahıs alçak sesle bodrumu göstererek konuşuyorlardı... Ellerindeki silahları o sırada gördüm. Geldiler dedim sadece. Onlar da kimin geldiğini sormadılar. Zaten bu sırada... içeriye ateş etmeye başladılar. Ziya ve Ulaş ateşe karşılık verdiler... Bu arada bir iki el bombası attılar. Hatta yatak odalarından birinin panjurunun kapalı olduğunu farketmeden attıkları bir bomba panjura çarpıp odaya düştü. Odada patlar diye Ulaş koşup benim üzerime kapanmıştı, korumak için. Bereket patlamadı. Çatışma sırasında Ziya çevresiyle pek ilgili değildi. Ulaş ise sık sık benim tutukluk yapan silahımla ilgilenmek zorunda kalıyordu... Bir ara evden çıkmaya karar verdiler sanırım. Önce Ulaş yola bakan yatak odasının penceresinden KATİLLERİ İSTİYORUZ atladı. Bu sırada'yandım anam'diye bir ses duyduk. Çatışmada ağır yaralanan polisti. Ulaş atladığında onunla yüzyüze gelmiş..." Teslim olmayı reddediş... yoldaşını koruma... Cephe'nin gelenekleri kuşatılan üslerde işte böyle yaratılıyordu. Tarih: 19 Şubat 1972 Yer: Istanbul Anavutköy "Sabah yediye geliyordu. Evin çevresi askerlerle çevriliydi... bizim evin kapısını çaldılar. Kapıyı açtım bir yığın adam girdi içeriye. Evde kimsenin olup olmadığını sordular! 'Yok'dedim. Tam giderlerken polisin birisi Ulaş'ın paltosunu ve ceketini gördü... Kuşkulandılar ve tekrar eve girdiler. Anında silahlar patlamaya başladı, içeriye giren polisler bunun üzerine dışarıya kaçtılar. Çatışmanın 15-20 dakika sürdüğünü sanıyorum..." Halk kurtuluş savaşçıları için teslim olmak halka ihanet demektir. Bunun için basar tetiğe... Düşman Ulaş'ı teslim alamaz. Ulaş, Devrimci Sol ve DHKP-C savaşçılarının direniş çizgisinde gelenekleşen çatışma kültürünün tohumu olur. Ulaş bir öncüdür. Tıpkı Mahir gibi, Cevahir gibi... Ulaş'ın mavzeri türkü söylüyordu. Artık hep böyle ölecekti bizimkler. Nesilden nesile geçecek bir geleneğin yaratıcısı, başlangıcıydı onlar. Ulaş'ın ilk satırlarını yazdığı türkü, 30 Mart 1972'de Kızıldere'de bir manifestoydu artık... Genç Cepheliler bu manifesto'nun yolunda ilerlerler. Mahir'lerin, Cevahir'lerin, Ulaş'larm mirasına göz diken akbabalara yem etmezler mirası... Yıllar sonra aynı ezgi Halk Kurtuluş Savaşçılarının dilinde tilililere dönüşecekti. Kuşatılan üslerde asılan bayraklar, duvarlara kanla yazılan imza olacaktı. Niyazi'ler, Sabo'lar, Sinan'lar, Esmalar, Recai'ler, Avni'ler, Sibel'ler, Adalet'ler, Kemal Askeriler, Bediiler, Berdan'lar, İdil'ler, Erhan'larla çoğalır Ulaş.. . Cephe'nin kurtuluş bayrağı tüm ülkede dalgalanıyor artık. Ulaş'ın türküsü, gecekonduların yoksul sokaklarından Dersim'in, Torosların, Karadeniz'in, Ege'nin dağlarına kadar her yerde yankılanıyor. Arnavutköy Çiftehavuzlar oluyor, Kızıldere Balkıca... Savaş sürüyor. Türkü sürüyor. Anadolu ihtilali onların bıraktığı mirasla büyümektedir şimdi. Onların bıraktığı mirasla yürüyor zafere... Onların bıraktığı şiarı yayıyoruz Anadolu'nun dört bir yanına... MAHİR... HÜSEYİN... ULAŞ... KURTULUŞA KADAR SAVAŞ!..* Sayı 20/5 Mart 1999 KAYIPLARIMIZ -KURTULUŞ 32 Neslihan, Metin, Mehmet Ali, Hasan... 11 ayı geçti yüzlerini görmeyeli, seslerini d uy may alı... Onlar kaybedildiler. Ama sadece bedenlerini kaybedebildiler, umutlarını, onurlarını, erdemlerini asla. Onur, namus, erdem ve kurtuluş savaşımız dimdik ayaktadır. Önemli olan da budur zaten. Kaybeden onlardır. İnsanları gözaltına aldıktan sonra en alçak işkenceleri yapıp kaybedenler aslında kendileri kaybetmişlerdir. Onlar onurlarını, şereflerini, ahlaklarını, insanlıklarını kaybetmişlerdir. Onursuz, şerefsiz, ahlaksızdırlar. Eğer insanları kaybederek korkutmak, yıldırmak istiyorlarsa bu beyhude bir çabadır. Bunu kendileri de göreceklerdir. Onlar, insanları kaybederek bu savaşı şimdiden kaybetmişlerdir. Kayıplar onların acizliklerinin bir kanıtıdır. Kayıplar kaybettiklerinin ispatıdır. TARİHİMİZ — 33 KURTULUŞ Sayı 20/5 Mart 1999 kesilmesini protesto etmek amacıyla halk, akşam saatlerinde ana yolu trafiğe kapattı. 8 Mart 1998- Gazi Mahallesinde afiş yapan 5 kişinin gözaltına alınması sonucu kitle karakola yürüdü. Gözaltındakiler serbest bırakıldı. Mersin'in Erdemli ilçesinde 8 ' Martl996'da faşist mafyacı çetenin esnaftan haraç toplamasına karşı esnafın tepki göstermesi sonucu sivil faşistler halktan insanların evlerine ve işyerlerine saldırdı. Özellikle Kürtlere ait işyerlerini yakarak tahrip eden faşistler "kana kan isteriz", "Kürtlere ölüm" şeklinde sloganlar attılar. Olaylar içinde öldürülen faşistin cenaze töreninden sonra faşistler emekçi Kürt halkının oturduğu Alata-Gecekondu, HalTürbe, Merkez mahallelerini ablukaya aldılar. Polis ise her zamanki gibi olayı seyretmekle yetindi. Erdemli'deki faşist saldırı, 12 Mart 1971'de üç Kuvvet Komutanı ve Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç imzasıyla TRT'den okunan bir muhtırayla Süleyman Demirel'in başında olduğu AP hükümeti düşürüldü. Cunta gelmişti gelmesine ama tehditler kar etmemiş, mücadele sürüyordu. Bunun üzerine cunta 26 Nisan 1971'de Ankara, İstanbul, izmir, Adana, Hatay ve Diyarbakır'da sıkıyönetim ilan etti. Dev-Genç, ÜOB, TÖS, DDKO ve birçok derneği ıpattı. 12 Mart muhtırasının ardından THKP-C'nin yayın organı Kurtuluş dergisinde "Ülkemizde Oynanan Oyun ve Bütün Küçük Burjuva Oportünist Fraksiyonların İhaneti" başlıklı bir yazı yayınlandı. Yazıda şunlar söyleniyordu; "...Yukarıdan aşağıya adım adım inen faşizm Kemalizmi de kendisine ideolojik taban olarak hazırlamak çabası içindedir. Devrimcileri zor ama zevkli kavga günleri beklemektedir. Ak ve kara artık en keskin çizgileriyle birbirinden ayrılabilecektir. Bütün kadrolar en aktif mücadeleye kendilerini hazırlamalıdırlar... Mevcut buhranı derinleştirmek, emperyalizme ve yerli köpeklerine nefes aldırmamak için, patlayacak kitle hareketlerinin önüne yiğitçe geçmeli, işçiler ve köylüler arasından yeni yeni kadrolar çıkartmaya çalışmalıdırlar... Bütün yarı sömürge ülkelerin ve ülkemizin pratiği, mücadelenin uzun ve zor olacağını, düşmana karşı temel mücadele metodunun politikleşmiş askeri mücadele metodu olduğunu açıkça ortaya koymuştur." 10 Mart 1996- Gaziantep Düztepe'de elektriklerin sık sık 12 Mart 1991 - Türkiye Öğrenci Dernekleri Federasyonu (TÖDEF) kuruldu. oligarşinin "Kürt-Türk" çatışması yaratmaya yönelik ciddi girişimlerinden biridir. Ancak ne Erdemli özelinde ne de ülke genelinde ciddi bir destek bulamamış, sivil faşistlerle başlayan saldırı, yine sivil faşistlerle sınırlı kalmıştır. Ancak Erdemli örneği, bu konuda ne kadar hassas olunması gerektiğini de göstermiştir; çünkü oligarşi yalnızca Kürt halkının taleplerinin sözkonusu olduğu eylemlerde değil, çok sıradan olaylarda da bu provokasyonu sahneye koymayı deneyebilmektedir. Hatırlanırsa, Trakya'da da bir "keçi meselesi" yine Kürt-Türk çatışmasına dönüştürülmek istenmişti. Her düzeyde, her yerde, her an, halkların kardeşliğini savunmalı, gerektiğinde Kürt-Türk tüm devrimciler, tüm halk, bu kardeşliği dinamitlemeye çalışan faşistlerin, provokatörlerin karşısına dikilmeliyiz. Parlamento ve partiler kapatılmamış hükümet idaresine fiilen el konulmamış olsa da bu açıktan bir darbeydi. Ülkeyi yöneten cuntaydı. Bal yozcu Başbakan Erini 1980'de Devrimci Sol tarafından cezalandırıldı. AP Hükümeti düştükten sonra 12 Mart Generalleri GHP milletvekili Nihat Erim başbakanlığında yeni bir hükümet kurdurdular. Parlamentodaki AP, CHP ve diğer partiler de bu hükümete bakan vereceklerini açıklayarak cuntayla ne kadar "birlik ve beraberlik içinde" olduklarını göstermiş oldular. Erim hükümeti NATO'da n, Vehbi Koç'a kadar çeşitli çevreleri nde desteğini alarak göreve başladı. tsrail Başkonsolosu Efraim Elrom'un THKP-C'liler tarafından kaçırılmasının ardından Erim hükümeti "balyoz harekatı" başlattı. Birçok ilerici, solcu bilim adamı, gazeteci, yazar, öğretmen gözaltına alındı. Bu tehdit ve saldırılar, Erim hükümetinin "reformcu", "Atatürkçü" maskesini de düşürdü. Günümüze kadar birçok devrimcin halktan insanın katledilmesine, kaybedilmesine neden olan, birçok operasyon düzenleyen, terör estiren "Kontrgerilla" örgütlenmesi de bu dönemde iyice geliştirildi. Ünlü Ziverbey Köşkü'nde birçok ilerici, devrimci işkenceden geçirildi. Ne 12 Mart Silahlı devrimci cephe, cuntanın baskı ve terörüne silahlı savaşı sürdürerek cevap verdi. Buna karşı faşist cunta bir çok devrimciyi ve önderleri tutsak ederek yargılamaya çalıştı. Bir çok devrimci de şehirde ve dağlarda katledildi. Nurhak'ta, Kızıldere'de, darağaçlarında, Maltepe'de, Arnavutköy'de, Diyarbakır zindanlarında, THKP-C, THKO ve TKP/ML önderleri katledildi. cuntası, ne 12 Eylül cuntası devrimci mücadelesini durdurmaya, halkın kurtuluş umudunu yoketmeye yetmedi. SEÇİM OYUNU -Sayı20/5Martl999 Secim -KU R T U L UŞ 34 kadarıyla adayların 600 kadarı patron ya da tüccarmış. Bunların dışında içlerinde holdinglerde müdürlük, yöneticilik yapanlardan yüksek bürokratlara kadar daha ne ararsanız var. Bir tek olmayan halktan insanlar. Şu işe bakın, Jet-Pa'nm açık açık bu benim adamım dediği adaylar DYP'den Fazilet'ten ilk sıralara yerleştiriliyor. Yani herşey, milletvekilleri de, aday sıraları da parayla satın alınıyor. Bu milletvekillerinden, bu partilerden, bu TBMM'den halka bir Baran, Kemal Aykurt gibi Çiller'e en iyi uşaklık yapan isimler ise Çiller operasyonuyla liste başlarına yerleştirilerek bunlara yeniden seçilebilme şansı sağlandı. "Gaziantep, İstanbul ya da Ankara'dan 1. sıradan aday gösterilmezsem istifa ederim" diyen Ayvaz Gökdemir ise Erzurum'a kaydırılarak 1. sıradan aday yapıldı. Böylece bu ilde yapılan önseçimin de bir hükmü kalmamış oldu. Erzurum'da çok sayıda partili ise parti il binasına giderek bu duruma tepki hayır gelir mi? Ne kadar patron, gösterdi. tüccar, holding beslemesi, hırsız, uğursuz varsa hepsi oraya doluyor. Bizi daha çok soyup soğana çevirsinler, sömürsünler diye mi bunlara oy vereceğiz? Hayır! Düzen partilerine oy verme değil, hesap sorma zamanıdır. Tansu Çiller yüzlerce devrimci yurtseverin katili emekli korgeneral Hasan Kundakçı'yı Afyon'da listenin 2. sırasına çıkarırken, emekli tuğgeneral Sait Değer'i ise Şırnak'tan liste başı olarak aday gösterdi. Susurluk çetesinden korucubaşı Sedat Bucak yine yerini korurken, Flash TV baskınını planlamak ve baskına katılmaktan sanık olarak halen yargılanan istanbul DYP II Yönetim Kurulu üyesi Şafak Mert de yeni adaylar arasında yer alıyor. Şemdinli'de korucubaşı ve Töre aşireti lideri Hakkı Töre liste başı yapılırken, Pinyanişi aşiretinden Mustafa Zeydan'a ise ikinci sırada yer verildi. Milletvekili ve belediye başkanlığı aday listeleri kesinleşip açıklandıktan sonra düzen partileri karıştı. Bu Çıkarcılara Mı Oy Verilecek? Düzen partilerinin milletvekili ve belediye başkanlıkları için aday listeleri kesinleşip, Yüksek Seçim Kurulu'na verilir verilmez kıyamet koptu. Bir kez daha görüldü ki meydanlarda, TV ekranlarında demokrasi vaatleri yapan, halkın sesine kulak verdiklerini söyleyen, hatta adaylarını belirlerken güya ne kadar demokratik olduklarını göstermek için önseçim bile yapanların söyledikleri hep yalan. Önseçim yapılan pek çok yerde sandıktan çıkan adaylarla seçim kuruluna Verilen aday listelerindeki isimler farklı oldu. Gözlerini milletvekili ya da belediye başkanlığı bürümüş olup da umduklarını bulamayanlar ise partilerine küstüler. Kimileri de o ana kadar "savunduğu" görüşlerini, partisini bir dakikada terkedip istifa ederek başka partiden aday olmanın yollarını aradı. Düzen partilerinin kendi içlerinde bile demokrasinin kırıntısı yoktur. Kendi içinde demokrasi uygulamayan partiler ülkede demokrasi uygulayabilir mi? Demokratikleşmeden yana olabilir Ağızlarındaki demokrasi lafları halkı kandırmak için kullandıkları yalanlardan ibarettir. Parti liderleri ve yanlarına aldıkları bir kaç yalakacı partinin tüm politikalarını, partinin il ve ilçe yönetimlerini, seçimlerde kimlerin aday gösterileceğini belirlemektedir. Parti üyesi işçinin, memurun, köylünün sesini, taleplerini parti yönetimleri duymaz, onlara kulakları tıkalıdır. Üyelik falan bunlar göstermeliktir. Parti lideri ve yanındaki çıkar çevresi ne derse o olur. 18 Nisan'da "hiçbirinize oy yok" diyerek bu sahte demokrasi pehlivanlarının sırtlarını yere vurup derslerini verelim. PATRONLARA, TÜCCARLARA, HOLDİNG UŞAKLARINA OYVERMEYELİM Şimdiye kadar belirlenebildiği DYP'DE ÇİLLERİN YALI KOMŞULARI, YALAKACILAR LİSTELERİN İLK SIRALARINDA DYP'de 22 ilde Tansu Çiller tek başına adayları belirledi. TBMM'deki DYP grubunun üçte biri liste dışı kaldı. Çiller'e muhalif olanlar tasfiye edildi. Tansu Çiller, avukatı Sevgi Esen'i Kayseri'den 1. sıradan, eşinin avukatı Atila Özer'i aynı ilde 2. sıradan aday gösterdi. Özer Çillerin diğer bir avukatı Ömer Asım Livanelioğlu da yine liste başlarında yer alanlardan. Çiller Başdanışmanı Şükrü Karaca'yı Eskişehir'den 2. sıraya koyarken kendisinin borazanlığını yapan BTV'nin kurucusu Bekir Alünok'u da kontenjan adayı olarak listesine aldı. Bu arada yalı komşularını da unutmadılar. Holding müdürü Yeniköy'deki komşuları Atay Şevkatlioğlu ile Mustafa Özkan'ın oğlu Timur Özkan istanbul listelerinden 2. sıradan kontenjan adayı yapıldılar. Önseçimlerde arka sıralarda kalarak seçilme şanslarını yitiren Nahit Menteşe, Halit Dağlı, Doğan Jet-Pa'DAN AÇIK TAVIR: "20 MİLYARA SATIN ALINMAYACAK MİLLETVEKİLİ YOK!" Türkiye'de milletvekilinin çok ucuz olduğunu, 10-20 milyara milletvekili satın alındığını söyleyen Jet-Pa'nın sahibi Fadıl Akgündüz'ün desteklediği adaylar DYP listelerinde ilk sıralarda yer aldı. Jet-Pa'm adayları olduğu iddia edilen Siirt'te Takiyiddin Yarayan 1. sıradan, İhsan Aydın 2. sıradan, Van'da Doç. Dr. Hüseyin Çelik 2. sıradan, istanbul'da Nuri Emral 1. Bölge 4. sıradan, Antalya'da Salih Çelen 2. sıradan aday gösterildi. Fadıl Akgündüz, Çillerin Öncü gazetesine ve BTV'ye para yardımı yaptığını ve seçimlerde DYP'yi destekleyeceğini söylüyor. Parayla milletvekili satın alan sadece Jet-Pa'cılar olmadığı gibi bu işlerde büyük paralar kullanıldığını söyleyen de yalnızca Jet-Pa'cılar değil. SEÇİM OYUNU — 3 5 ----KURTULUŞ - belirleneceği gibi sözlerin demagoji, yapılan anketlerin ise göstermelik olduğu biliniyor. Her zaman olduğu gibi adaylar tarikatlarla parti üst yönetimi arasında yapılan pazarlıklar sonucu ve Erbakan'ın onayıyla belirlendi. Jet-Pa'nın desteklediği iki aday da FP listelerinde ilk sıralarda yer alıyor. Eee, ne de olsa paranın yüzü sıcak! Ama Erbakancılar için Tayyip'in yüzü pek sıcak görünmüyor olmalı ki, iddialara göre Tayyip Erdoğan'a yakın isimler listelerde tırpanlanmış, ya hiç yer verilmemiş ya da en altlara kaydırılmış. CHP'DE KONTENJAN ADAYLARI SIKINTI YARATTI olmayan ve partisinden istifa eden DYP milletvekili Muzeffer Arıkan da 26 Şubat'ta yaptığı açıklamada "BEŞYÜZ MİLYARI VEREN LİSTE BAŞI OLDU"diyordu. ANAP'IN DYP'DEN PEK FARKI YOK DYP'den istifa eden Turhan Tayan ANAP'tan Bursa'da liste başı yapıldı. Tabii Turhan Tayan gibileri için koltuk olsun da ister DYP'den olsun, ister ANAP'tan farketmiyor. Düzen partileri için de aday gösterdiklerinin, liste başı yaptıklarının kişiliği, geçmişi, daha önce ne düşündüğü, ne yaptığı hiç önemli değil, biraz oy getirir mi, parti başkanına yalakalık yapar mı tamam al listeye. Parti üyelerinin, halkın ne düşündüğü umurlarında mı? Partide genel başkan olmayı düşünen İlhan Kesici gibi Mesut Yılmaz tarafından tehlikeli görünen bazı kişiler, liste dışı bırakıldılar. Tansu Çiller gibi Mesut Yılmaz da yapabilecek ya da rakip olabilecekleri tasfiye etti. Partide 46 milletvekili tırpanlandı. Milletvekili ve ANAP Grup Başkanvekili Metin Öney listelerde yer bulamayınca ANAP'tan istifa etti. Metin Öney istifa dilekçesinde "Partisine ve mensuplarına bile adil almayan yönetimin, milletine ve ülkesine karşı adil olmasının mümkün olamayacağına inandığım için partinizden istifa ediyorum" diyordu. Balıkesir ANAP ti teşkilatına üye ANAP'lılar ise parti binasında toplanarak Agah Oktay Güner'in Balıkesir'den aday gösterilmesine tepki gösterdiler. Adaylarının çoğunu ön seçimle belirleyen CHP'de, önseçimlere giren 30 milletvekilinden 18'i listelere giremediler. Bazı milletvekilleri şanslarını belediye başkanlığında Sayı 20 / 5 Mart 1999 ararken kendilerine yer bulamayan bazıları politikayı bırakmak zorunda kalacak. CHP'de asıl sıkıntı kontenjan adaylarına yer bulmakta yaşandı. Tabii CHP'nin asıl sıkıntısı barajı aşamamak. Aşsa da ucu ucuna aşacağı için çıkarabileceği milletvekili sayısı sınırlı olacak. Hal böyle olunca bir iki büyük şehir dışında adaylar için listelerin ikinci üçüncü sıralarında yer almanın bile kıymeti harbiyesi yok. DSP'DE PEK SIKINTI YOK; "SULTA" SAĞLAM Kurulduğu günden bu yana muhalif seslerin çıkmasına izin verilmeyen ve bu nedenle bir çok il ve ilçe yönetimlerinin Ecevitler tarafından görevden alınarak değiştirildiği DSP'de listelerin açıklanmasından sonra tepkiler çıksa da bu diğer partilerdeki kadar boyutlu olmadı. Ecevit, özellikle bu konularda pek maharetli olan eşi Rahşan Ecevit FP'DE ERBAKAN'IN ONAYINDAN GEÇEMEYENLERE LİSTELERDE YER YOK Fazilet Partisi'nde adayların yapılan anketler sonucunda Parti binaları basıldı, işgal edildi... İşin İçinde Koltuk Olunca Nasıl Da "Militan" Kesiliyorlar DYP'de Baskınlar 24 Şubat'ta Adana DYP II binası açıklanan listeye kızan partililer tarafından basıldı. Partililer binanın tüm camlarını ve parti tabelasını kırdılar. Bina içindeki eşyaları tahrip ettiler. Milletvekilliği adaylığı kabul edilmeyen bir delege ise parti binası önünde üzerine benzin dökerek kendini yakmak istedi. Antalya milletvekili aday sıralamasına itiraz eden Serik ilçesinden 40-50 kişilik bir grup ise 25 Şubat'ta DYP Antalya il binasını basarak binadaki camian ve mobilyaları kırıp Genel Merkez yöneticilerini protesto ettiler. Partiyi basan partililer Jet-Pa'nın adayı Salih Çelen'in kontenjan adayı olarak listeye konulmasına karşı çıkıyorlar ve "Bunlar Antalya'yı Jet-Pa'ya satmaya çalışıyorlar. Bunu başaramayacaklar" diyorlar. (Hemen belirtelim, yanılıyorlar: Bunlar Antalya'yı değil, tüm ülkeyi satmaya çalışıyorlar. Buna ne diyorsunuz?) Aynı gün Aydın'da da Parti il binasını basan partililer buradaki eşyaları tahrip ederken, Tansu Çiller'e ait çerçeveli fotoğrafları da yerlere atıp parçaladılar. Parti yöneticilerinin genel merkez yöneticileriyle g örüşeceklerini açıklamaları üzerine, sıralamanın bir an önce değiştirilmesi istenerek parti binasında oturma başlatıldı. DYP'nin Aydın ve üçe teşkilatlarında ise istifa eden edene. ANAP'da Parti İşgali ANAP Samsun 11 binası "Tepeden inme aday istemiyoruz"diyen delegeler tarafından işgal edildi. Delegeler, Atakum Belediye Başkan adayı seçiminde oyuna getirildiklerim ve haksızlığa uğradıklarını belirterek parti binasında 6 saat süren eylem yaptılar. FP Binalarının Kapılarına Kilit Genel Merkez tarafından 1995 seçimlerindeki listede yer alanların bu seçimlere de aynen aday gösterilmesini protesto eden 100 civarında parti üyesi il binasını bastı. Partinin tabelalarını söken partililer binanın kapısına da kilit vurdular. îl başkam Alaaddin Arıkan partililerin Batman merkez dışında Kozluk, Sason, Beşiri, Gercüş, ve Hasankeyf ilçelerinde de parti tabelalarını indirerek genel merkezi protesto ettiklerini söyledi. DSP'de "Hainler Dışarı!" Aday listelerinin açıklanmasından sonra listelere tepki gösteren DSP'nin Adana Yüreğir ve Ceyhan ilçe yöneticileriyle aday olamayanlar DSP 11 binasını basarak işgal ettiler. İşgalciler İl yönetimine "hainler dışarı"diye tepki gösterdiler. KATİLLERİ İSTİYORUZ ile birlikte- listeleri istedikleri gibi hazırladılar. Bandırma ve Gönen'de olduğu gibi il ve ilçe yönetimlerinin gösterdikleri belediye başkan adaylarını bile kafalarına göre kesip biçtiler. SEÇİLEMEYECEKSEM SEÇİM DE OLMASIN! Aday listelerinde yer alamayan ya da seçilemeyecek yerlerden aday gösterilen milletvekillerinin bir kısmı derhal seçimleri iptal ettirebilmenin peşine düştüler. Öyle ahlaksızlar ki, bunların hemen hepsi daha önce seçim yapılmasına onay vermiş olan milletvekilleri. İstedikleri gibi aday gösterilmiş olsalardı sorun yoktu. Ama bir daha milletvekili olamayacakları kesinleşince hoplamaya zıplamaya başladılar. Sorsanız güya hiçbirinin aslında koltukta makamda falan gözü yoktur. Dokunulmazlık yasasının görüşülmesi için TBMM'ye uğramayan bu utanmazlar çıkarları sözkonusu olunca TBMM'yi olağanüstü toplantıya çağırmak için imza toplama girişimi başlattılar. Ancak bunun bir sonuç verebileceğine pek ihtimal veren de yok.* — Sayı 20/5 Mart 1999 DÜZEN PARTİLERİ CHP Özellikle 80 sonrası kurulan partiler, tam bir ideolojisizleşme, şekilsizleşme yaşadılar. Birbirlerinden hiç bir farkları kalmadı. Zaten faşizmin demokrasicilik oyununda partilere düşen rol de oldukça küçültülmüştü; Bu demokrasinin karar organı TBMM değil, MGK'ydı çünkü. Ama kitleleri aldatmak, düzen içinde tutmak yine hala onların göreviydi. Bu nedenle "sağ" ve "sol" görünmeyi kısmen de olsa sürdürdüler. Özde hepsi aynıdır, hepsinin iki iddiası vardır: bu düzeni en iyi biz sürdürürüz, tekellere, emperyalistlere en büyük sömürüyü biz sağları/. 70 küsur yıldır, döne döne bunlar iktidara gelmektedir ve 70 küsur yıldır ülkemizin geldiği yer ortadadır. Aslında bu düzen partilerini anlatmak için yalnızca bu tesbit bile yeterlidir. Bu, halkın lehine hiç bir şey yapmadıklarının ve yapmayacaklarının da kanıtıdır. Yine de bugün söyledikleri-söyleyecekleri şeyleri daha iyi değerlendirip yorumlayabilmek için düzen partilerinin tarihlerini hatırlatmakta yarar gördük.. muhalif güçler, 17 Kasım 1924'te Terakki Perver Cumhuriyet Fırkası'nı kurdu. HF içinde bölünmeler yaşandı. HF bu bölünmeler sonrası 10 Kasım 1924'de Cumhuriyet Halk Fırkası (CHF) adını aldı. CHP'nin tarihi Türkiye 1924 yılında Meclis içi çatışmaların Cumhuriyetinin 76 yıllık tarihiyle içiçedir. Çünkü, CHP Cumhuriyetin sonucunda îsmet İnönü başbakanlıktan istifa etti. Ve Fethi Okyar muhalefetin ilk partisidir ve Kemalizmin siyasi desteğini alarak yeni hükümeti kurdu. arenadaki ifadesidir. CHP siyasal arenaya ilk olarak Halk Fırkası adıyla çıkmıştır. Bütün TAKRİR-1 SÜKUN VE toplumsal kesimleri temsil ettiği MUHALEFETİN iddiasındadır. Kuruluşunda resmi bir BASTIRILMASI programı bulunmayan partinin Şubat 1925'te Şeyh Sait ayaklanması Genel Başkanlığına Mustafa Kemal, çıktı. Parti Fethi Okyar'ın ayaklanma Genel Başkan vekilliğine ismet inönü karşısında aldığı önlemleri yetersiz ve Genel Sekreterliğine de Recep bulunca Okyar istifa etmek zorunda Peker seçildi. CHP, 1923-1950 kaldı. îsmet inönü'nün önerdiği Takrir-i arasında aralıksız iktidarda kalmış, Sükun Kanunu kabul edildi. 1946'ya kadar da genelde de tek parti Kabul edilen bu kanunla, Şark'ta ve olma özelliğini korumuştur. Ankara'da iki İstiklal Mahkemesi HF'nin kurulduğu 1923 yılı kuruldu. CHF bu kanunun yürürlükte Cumhuriyetin ilanı ve çeşitli olduğu dört yıl boyunca muhalif tüm alanlarda radikal kararların alınma güçleri susturdu. Önce muhalefeti sürecidir. Cumhuriyetin ilk seçimleri destekleyen istanbul basını ile birlikte de bu dönemde yapılmış ve ismet inönü Başbakan olmuştur. Mecliste Anadolu'daki bir çok gazete yasaklandı, asker-sivil-aydın kadrolar, büyük ardından da Terakkiperver Cumhuriyet toprak sahipleri ve esnafın Fırkası 3 Haziran'da kapatıldı. temsilcileri vardır. Bu kesimler Şeyh Sait ayaklanması kanıl bir arasında iktidar savaşı da şekilde bastırıldı. Ayaklanmanın sürmektedir. Mustafa Kemal'in ikinci bir önderleri istiklal Mahkemelerinde partinin gereksizliği konusundaki yargılandı ve idam edildiler, istiklal görüşlerine rağmen, 1924'te kabul edilen anayasada çok partili bir rejim Mahkemeleri baskının, katliamların, öngörülür. Bunun üzerine de o güne zorbalığın yasal kılıfı oldu, birer kadar Halk Fırkası içinde bulunan CHP; Cumhuriyetin Kanlı Temellerini Atan Parti kıyım makinası haline getirildi, göstermelik yargılamalar ve kurulan darağaçları bugünün DGM'lerinin temellerini oluşturdu. Cumhuriyetin "adalet" mekanizmasının ilk halkaları CHF eliyle bu şekilde oluşturuldu. Muhalefeti susturan CHF, "modernleşme" programını daha cüretle uygulamaya başladı. Örneğin 25 kasım 1925'te şapka dışında bir başlığın giyilmesini yasaklayan kanun çıkarıldı, İsmet İnönü Erzurum'da şapkaya karşı çıkanların ayaklanmasını bastırmak için sıkıyönetim uygulanmasını istedi. Ve bunun sonucunda şapka devriminin uygulanabilmesi için sadece üç ayda 57 kişi idam edildi. Elbette sorun tek başına şapka değildi. Kemalizmin politikalarının önünde engel olabilecek kesimlerin tasfiye edilmesi ve sindirilmesi girişimidir. I926'da Mustafa Kemal'e yapılacak bir suikast gerekçe gösterilerek, Ankara istiklal mahkemeleri son büyük operasyonunu gerçekleştirdi. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası milletvekillerinin yanısıra pek çok kesim gözaltı ve tutuklamaların hedefi oldu. Artık muhalif güçler sindirilmiştir. Mustafa Kemal ve İnönü'nün yönetimindeki CHF gurubu mecliste herşeyi tekeline aldı. 1926 yılında CHF'nin büyük kongresi ve seçimler yapıldı. "Merkez yoklamaları" partilerin işleyişine bu tarihten itibaren girdi. Tüzükte yapılan bir değişiklikle milletvekili adaylarının tespiti tek başına genel başkana bırakıldı. Üçüncü meclisin milletvekilleri önceden Mustafa Kemal tarafından belirlendi. Bugün herkesin çokça şikayet ettiği "lider sultası", CHP'yle kurumlaşmıştır. Sivas Kongresini 1. Kurultay sayan CHP, 15 Ekim 1927'de 2. Kurultayı'nı topladı. Bu kurultayda Cumhuriyetçilik, halkçılık, milliyetçilik ve laiklik hiçbir koşulda değiştirilemeyecek temel ilkeler olarak benimsendi. M. Kemal değişmez genel başkan seçildi. Küçük-burjuva diktatörlük, 1929 dünya krizinin etkisiyle ortaya çıkan memnuniyetsizliğin ve CHF'nin her geçen gün artan baskı politikalarının yarattığı hoşnutsuzluğu denetimi altında tutabilmek için alternatif bir partinin kurulmasına karar verildi. M. Kemal 1930 yılı yazında CHP'nin ılımlı kanadının başını çeken Fethi Okyar'a yeni bir parti kurma görevi verdi ve Serbest Cumhuriyet Fırkası (SCF) kuruldu. Yeni partinin programı ve yöneticileri yine Mustafa Kemal tarafından belirlenmişti. SCF kurulduktan sonra, ilk olarak Ekim 1930'da belediye seçimlerine katıldı. Bu seçimlerde katılımın dörtte bire düşmesi ve büyük kitlesel gösteriler CHF'ye karşı hoşnutsuzluğun boyutunu gösteriyordu. SCF'nin gördüğü ilgi AKAN KAN BİZİM -KURTULUŞ iktidarı korkuttu ve SCF hemen kapatıldı. SCF'nin kapatılmasının hemen ardından ise komünistlere yönelen Kemalistler, yüzlerce komünisti tutuklamış ve komünizme karşı geniş bir kampanya başlattı. Tüm bu saldırıların ardından 2 Ekim 1930'da ismet inönü hükümeti kuruldu. CHP'NİN "ALTI OK"U 10-19 Mayıs 1931'de toplanan 3. Büyük Kurultayda, partinin programı oluşturuldu. 2. Kurultayda kabul edilen Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik, halkçılık, laiklik ilkelerine devletçilik ve inkılapçılık da eklenerek altı ok tamamlandı. CHF, bu görüşleri topluma benimsetmek için yukarıdan aşağıya örgütlenmeler oluşturmaya başladı. Türk Ocakları Kongresi, Türk Kadınlar Birliği, Türk Mason Derneği gibi kuruluşlar aldıkları talimatla kendilerini feshedip CHF'ye katıldılar. Toplumun yeniden biçimlendirilmesine yasalarla ve yasaklarla başlandı. Basına getirilen düzenlemeyle "padişahlık, hilafet, komünistlik ve anarşistliği tahrik eden" yayınlara yasak konuldu. Ülke çıkarlarına uygun yayın yapmayan" gazete ve dergilerin toplatılması konusunda Bakanlar kuruluna tam yetki verildi. 1934'de kabul edilen Polis Vazife ve Selahiyetler Kanunu'yla polise şüpheli gördüğü kişiyi dilediği kadar gözaltında tutma yetkisi tanınırken, aynı yıl çıkarılan İsyan Kanunu'yla da Kürtler zorunlu göçe tabi tutuluyorlardı. 1936'da yapılan değişiklerde 1930 tarihli İtalya Ceza Kanunu esas alındı. Bu faşist yasayla devlet terörünün yasal kılıfa sokulması sağlandı. Yıllarca "düşünce özgürlüğü" diye tartışılacak olan, örgütlenme özgürlüpnün önünde engel olacak olan 141. ve 142. Maddeler de bu dönemde Ceza Kanununa girdi. CHP yönetimindeki tek parti diktatörlüğü işçi sınıfının örgütlenmesini ve mücadelesini denetim altında tutmak için çeşitli işkollarında dernekler ve işçi birlikleri kurdu. Bu örgütlenmelerin başına partiye yakın isimler getirildi. Seçimlerde "işçi sınıfı mensubu" adı altında yukarıdan atanmış kişiler aday gösterilerek meclise sokuldu. Görüldüp gibi bugün de uygulanan bu yöntemler, neredeyse Cumhuriyetin tarihi kadar eskidir. Herşey rejimin güvenliği ve "milli burjuvaziyi" yaratabilmek içindi. Burjuvazinin gelişimi için ne lazım gelirse yapılacaktı. Bu dönemde bu amaçla gündeme getirilmiş son derece ilginç uygulamalar vardır. Örneğin 1932'de ülkedeki tüm işçilerin parmak izleri alındı ve fişlemeler yapıldı. Fabrikalarda işçilerin her türlü yayın okuması yasaklandı. Devletin kurduğu işçi 37 KURTULUŞ - DÜZEN PARTİLERİ Sayı 20/5 Mart 1999 - birliklerine üye olmayanların işe alınmayacağını belirten bildiriler yayınlandı. Sınıf temelindeki örgütlenmeler yasaklandı. "SINIFLARÜSTÜ" DEVLET PARTİSİ Sınıf örgütlenmelerini ve grevi yasaklayan düşünce, 1935 CHF programında vardı zaten. Bu programa göre; "İş anlaşmazlıkları, uzlaşma yolu ile ve buna imkan olmazsa devletin kuracağı uzlaştırma araçlarının yargıçlığı ile kotarılır. Grev ve lokavt yasak olacaktır... Türkiye'de cins ve klas (sınıf) fikirlerini yayma ve klas kavgası ergesi (maksadı) ile cemiyet kurulmayacaktır..."Yasanın getirdiği en önemli hususlardan biri iş anlaşmazlıklarının çözümünde başvurulan zorunlu hakem sistemiydi ve bununla devlet sınıflar üstü, tek düzenleyici ve yönlendirici bir konuma yükseltiliyordu. Devletle bütünleşen CHF de aynı misyonu üstleniyordu. 9 Mayıs 1935'de toplanan CHF'nin 4. Kurultayı'nda Recep Peker cumhuriyetin bir "parti devleti" olduğunu açıkladı ve bu görüş doğrultusunda hazırlanan tüzük ve programın kabul edildi. Bu değişiklikle birlikte parti örgütü ile devlet örgütü bütünleştirildi. Bu tarihten itibaren idari aygıttaki bütün yüksek devlet memurları bulundukları yerde partinin, CHF'nin de sorumluları oldu. Artık valiler aynı zamanda CHF'nin o ildeki başkanıydı. 1937'de ise CHF'nin 6 oku Anayasa'ya konuldu. MİLLİ ŞEF DÖNEMİ; CHP KURDUĞU CUMHURİYET Özgürlükçü, demokrat, cumhuriyetin kurucusu CHP'nin o çok övündüğü mirası tam görebilmek için "Milli Şef" dönemi en iyi ölçülerden biridir. Evet, CHP cumhuriyeti kuran partidir ama nasıl bir cumhuriyet kurdular? 1930'ların sonuna gelindiğinde bürokrasi içinde çatışmalar da hızlandı. Hatay sorununun çözümünde M. Kemal ile inönü arasında başlayan görüş ayrılıkları İnönü'nün 20 Eylül 1937'de Başvekillikten istifa etmesi ile sonuçlandı. İnönü'nün yerine îş Bankası Umum Müdürü Celal Bayar atandı. Bayar iş Bankası yönetimi içindeki kadrosunu devlet içinde önemli görevlere getirdi. Atatürk'ün ölümüyle bürokrasinin içinde yeni hesaplaşmalar yapılırken ismet inönü Cumhurbaşkanı seçildi. Ve 26 Aralık 38'de Olağanüstü Kurultay'da ismet inönü partinin değişmez Genel Başkanı seçilerek "Milli Şef" sıfatını aldı. "Milli Şef" dönemi, baskıların, gericileşmenin, hak ve özgürlükleri kısıtlamanın alabildiğine yoğunlaştığı bir dönemdir. Bu dönem iktidardaki Kemalizmin son dönemidir. Burjuvazinin güçlenmesiyle iktidar içi hesaplaşmalar da artmıştır. Bu çelişkiler kendini Bayar ve inönü arasında çıkan anlaşmazlıklarda gösterir. Kemalistler devletteki ve CHP içindeki insiyatiflerini kaybetmemek için iyice saldırganlaşmış, muhalefetin hiçbir biçimine izin vermemiştir. Bu saldırganlık halkın üstünde tam bir teröre dönüşmüştür. 28 Haziran 1938'de her türlü sınıfsal örgütün, sendikanın, cemiyetin kurulmasını, hatta Türkiye'de sınıfların varlığından sözedilmesini yasaklayan yeni bir cemiyetler kanunu kabul edildi Yeni kanuna göre her türlü örgütlenme, ancak hükümetin izniyle kurulabilecek, ve hükümetin, mahalli yöneticilerin sıkı denetimi altında faaliyet gösterebileceklerdi. CHP'NİN 2. DÜNYA SAVAŞI SINAVI inönü'nün Türkiye'yi 2. Emperyalist Paylaşım Savaşı dışında tutması, inönü politikacılığının bir başarısı olarak gösterilir hep. Oysa gerçek bu değildir. Bu yıllarda CHP ve Türkiye Cumhuriyeti Hitler faşizmiyle işbirliği yapmış, Nazilerin insanlık suçlarına ortak olmuştur. Bugünün "solcu" CHP'si tarihin bu dönemlerini hatırlamaz hiç, bunun "ORTA'NIN SOLU" "Ortanın Solu" kavramı ilk olarak 1965 seçimleri öncesinde İnönü tarafından kullanıldı. İnönü bu kavramla halkçılık ve devletçiliği öne çıkarmayı hedefledi. Eski "milli şefin" bu söyleminin en önemli nedeni yükselen halk muhalefetini ve sol tabanı kendi potasında toplayabilmek, tabanını güçlendirmekti. CHP 10 Ekim 1965 seçimlerinde 1961'den de geriye düştü. Bu ciddi gerileme parti içinde tartışmaları ve sorunları açığa çıkardı. "Ortanın solu" deyiminin bu gerilemeye neden olduğunu söyleyen sağ kesim eleştirilerini yoğunlaştırdı, inönü bu tartışmalarda Ortanın Solu'nun CHP için neyi ifade ettiğini şöyle açıkladı: "Ülke tam sola kayıyordu. Ortanın solunun gerekçesi tam sola gidişin önlenmesidir. Ortanın solu, ortanın çok soluna da çok sağına da bir duvardır." Ortanın solu'au savunan Ecevit 18. Kurultay öncesi yayınladığı ortanın solu adlı kitapta CHPnin, 27 Mayıs anayasasının gereği olan ve çağımızın sosyal demokrasi anlamına uyan demokratik sol'u benimsemesi gerektiğini savundu. Ortanın sotu'na karşı çıkanlarla yürütülen sert tartışmalar İnönü'nün müdahalesiyle noktalandı. İnönü "Orta'nın Solu"na sahip çıktı. Parti içinde muhalefet yürüten 8 kişi istifa etmek zorunda kaldı. Halk muhalefetinin gelişmesi karşısında "ortanın solu" söylemiyle bu muhalefeti kendi potasında toplamaya çalışan CHP, daha sonraları da "sosyal demokrat"hk tartışmasını yapmaz. Bu yıllarda istanbul, Edirne, Kırklareli, Tekirdağ, Çanakkale ve Kocaeli'de ilan edilen ve 22 Aralık 1947'ye kadar süren sıkıyönetim içte de her türlü baskının aracı haline getirilmiştir. Bu dönemde vergiler ve devlet tekelinde bulunan zorunlu ihtiyaç maddelerinin fiyatları artırılmış, bunun sonucu olarak "karaborsacılık" ortaya çıkmış, halkın yoksulluğu daha da artmıştır. "Milli Şef" döneminin diğer bir yanı da, emperyalizmle olan bağlılık ilişkilerinin geliştirilmesidir. "Savaş dönemi içinde, gerek ekonomik, gerekse de siyasal alanda, bir faşist bir burjuva demokratik kapitalist ülkeler yanma gidip-geldi. 1941 yılında hem Almanya hem de ABD ve İngiltere ile ekonomik ve siyasi ilişkiler sıklaştınlmıştır... Türkiye'nin savaş içindeki ihracatı ithalatını geçiyor ama öte yandan da emperyalizm ile olan bağlan giderek gelişiyordu. Ekonomik hayatta giderek egemen olmaya başlayan tekelci burjuvazinin, işbirlikçi ilişkileri zorlamasıyla, zaten küçük burjuvazinin doğasında varolan yalpalama ve sağa-sola savrulma duruluyor, "Milli Şef" iktidar gemisini emperyalizmin iskelesine doğru yanaştırıyordu." (Haklıyız Kazanacağız, C.2, sf. 241) Milli Şef döneminde çıkartılan "Milli Koruma Kanunu" üretiminin bütün safhalarında hükümete müdahale yetkisi veriyordu. Bu kanun sayesinde burjuvazi palazlanmış, halk ise daha fazla yoksullaşmış, ağır vergiler ve çalışma koşulları altında ezilmiştir. Spekülasyon, vurgunculuk, savaş zenginleri tarihimize bu kanunla geçti. Bu kanun burjuvazinin elinde büyük birikimlerin toplanmasına yararken, işgünü 11 saate çıkarıldı, iddiasında bulunmuştur. Ancak CHP'nin sosyal demokratlığı, Batı Avrupa sosyal-demokratlığından oldukça farklıdır. Hatta kıyaslama yaparsak, CHP'ye sosyal demokrat bile dememek gerekir. Avrupa'daki sosyal demokrat partiler işçi aristokrasine dayanırlar, az çok bir mücadele geleneğine dayanırlar. CHP'nin böyle bir özelliği yoktur, ikincisi, Avrupa'da sosyal demokrat politikalar, yeni-sömürgelerden gelen artık değer sayesinde nisbeten uygulanma imkanına sahipken Türkiye gibi yeni sömürge ülkelerde bu da mümkün değildir. Bu yüzden de sosyal-demokral politika bir yalandan öteye geçemez. Ancak bütün bunlara karşın CHP gibi partiler, sol potansiyeli kendi kanallarına akıtmak için, demokrat ve reformcu görünmeye, faşist partilerden farklı olduklarını göstermeye çalışırlar. Bu anlamda yeni sömürgelere özgü sosyal demokrat partilerdir, iktidar olunca demokrat ve reformcu özelliklerinden eser kalmaz. Tüm sosyal demokrat partiler sonuçta faşizmin subaplan durumundadır ve anti-faşist mücadelenin önünde bîr engeldir. Sol değil, sola karşıdır. Düzen karşıtı değil, düzenin savunucusudur. "CHP, Ecevit'in deyişiyle komünizme açılan bir kapı değil açılabilecek kapılan zora başvurmaksızın örten bir demokratik güçtür." {Haklıyız Kazanacağız, C.l sf. 293) îşte CHP gerçeği budur. CHP'nin solculuğu, sol potansiyeli düzen içinde tutabilmenin bir aracıdır. Devleti yeniden organize etmeye yönelik gerçekleştirilen askeri cuntalar CHP'yi de yeniden biçimlendirmiş, kendi politikaları çerçevesinde disipline etmiştir. KATİLLERİ İSTİYORUZ DÜZEN PARTİLERİ Sayı 20/5 Mart 1999 -KURTULUŞ 38 CHP GENEL BAŞKANI DENİZ BAYKAL 80 ÖNCESİ Ecevit hükümetleri döneminde hep Bakanlık yaptı. Bu nedenle Ecevit hükümetlerinin tüm politika ve kararlarından, katliamlardan sorumludur. 91'de DYP-SHP koalisyonu döneminde de aynı konumdadır. Bu koalisyona hiç bir zaman itirazı olmamıştır. Müzmin bir hizipçi olarak bilinir. Oligarşinin çaresiz kaldığı dönemlerde bir kaç kez parlatılmaya çalışılmış, ama tekelci burjuvazi elindeki malzemenin yetersiz. ve nefreti yoğunlaştı. terk etme yasağı getirildi. Hafta tatili kaldırıldı. Sanayide ve bir kısım madenlerde kadın ve çocukların çalıştırılması karar altına alındı, ücretlerde yüzde 50'lik bir azalma oldu. Savaş yılları, tüm bu uygulamaların sonucunda, tek parti diktatörlüğünün halktan büyük oranda soyutlandığı yıllar oldu. Tahsildarından jandarmasına kadar tüm devlet kurumlarına halkın tepki CHP'DE İMAJ DEĞİŞİKLİĞİ VE ÇOK PARTİLİ DÖNEM 2. Paylaşım Savaşından sonra Kemalistler yüzlerine daha liberal bir maske taktılar. İsmet İnönü 19 Mayıs 1945 'te yaptığı konuşmada ülkede demokrasi ilkelerinin egemen olacağım açıkladı. Ancak bu süreçte gerek iktidarla halk arasında, gerekse de egemen sınıflar arasında çelişkiler giderek artmış ve bu çelişkiler doğal olarak CHP içine de yansımıştı. Mecliste görüşülen Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu ve Bütçe sonrasında yapılan güven oylamasında Adnan Menderes, Celal Mayar, Fuat Köprülü, Refik Koraltan, Emin Soysal ve Hikmet Bayur güvensizlik oyu verdi. Bu bir yerde çok partili döneme geçişin de başlangıcıydı. 21 Eylül 1945'te Adnan Menderes ve Fuat Köprülü partiden ihraç edildiler. Ve 7 Ocak jt946'da Demokrat Parti kuruldu. CHP'nin, iktidarda kalmayı sürdürebilmek için imaj değişikliğine giderek, demokrasi havarisi kesilmesi asıl olarak bu dönemle başlamıştır. Basın üstünde estirilen terör azaltılırken, CHP'nin 2. Olağanüstü Kurultayında İnönü'nün "Değişmez Genel Başkan" ve "Milli Şef" sıfatları kaldırıldı, genel başkanın seçimi kurultaya bırakıldı. Hükümet, kurultayda alınan kararlar doğrultusunda dernekler yasasında değişiklik yaparak "sınıf esasında dayalı" dernek kurma yasağı ile hükümete gazete kapatma yetkisini veren hükümleri kaldırdı. Yapılan değişiklikler sonucu yeni partiler kuruldu, ancak bir yıl sonra bunlar kapatıldı. 1946 seçimlerinin galibi yine CHP'ydi. Ancak DP'nin seçimlere hile karıştırıldığı iddiası ciddi tartışmaları da beraberinde getirdi. 1946-50 arası CHP ile DP arasındaki çekişmelerin tırmandığı yıllardır. oyların % 39'ımu almıştır ve ancak fi9 milletvekiline sahiptir. Yeni meclis, emperyalizm ve işbirlikçi oligarşi 1 ayak sesleriyle açıîn , iktidar değişikliği darbesi/.. kansız, silahsız bir şekilde "selimlerle" olınuşîuı. Mevcut koşullar çok iyi değerlendirilmiş, yalan ve demagojiyi temel akın bir propagandayla "demokrasiye geçiş" maskesi adı altında hor şey yapılmıştır. Adnan Menderes'in kişiliğinde cisimleşcıı egemen sınıfların işhirlikçi ihanetçi ilişkileri, özgürlüğün, demokrasinin değil, emperyalizmin gizli işgali altına girmenin zinciriyle tarihsel dönüm noktası olmuştur. İCRAATLAR; 14 MAYIS 1950 SEÇİMLERİ "Yeter Söz Milletin" Diye İktidara Geldiler Herşeyi Emperyalizme Teslim Ettiler DP, 1950 seçimlerine büyük avantajlarla girer. Yıllardır süren "Milli Şef" döneminin baskı ve zulmünden yılan, savaş dönemi uygulamalarıyla iyice yoksullaşan emekçi halk için büyük bir 'umut'tur DP. VAATLER; Seçim meydanlarında, alanlarda, "Hürriyet ve Demokrasi" diyorlardı DP'nin sözcüleri... "Yeter! Söz Milletindir!" diyorlardı. İşçilere, "Toplu Sözleşme ve Grev Hakkının verilmesi" gerektiğini savunuyorlardı. ABD, açıkça arkalarındaydt. Amerikan finarıs çevreleri temsilcisi, Amerikan Haber Ajansı, kitap ve broşürlerle DP'nin seçim kampanyasını yürütüyorlardı. Emperyalizm iti desteğinde, gelişmek ve tekelleşebilrnck arzusundaki işbirlikçi burjuvazi, toprak ağalan ve tefeci tüccarlar arkalarındayds. DP, onların partisiydi. 14 Mayıs 1950 Pazar günü", sandıktaki oylar sayüa sayıla bitiriienıez. Demirkırat "şahlanmış", CHP'yi de, İnönü'yü de ezip geçmiştir. Demokrat Parti kazanmıştır. Hem de daha düne kadar silme CllP'li milletvekilleriyle dolu olan parlamentoyu ele geçirmiştir. 22 Mayıs 1950'de iktidarı resmen devralan DP, aynı gün Celal Bayar'ı cumhurbaşkanlığına çıkartır. DP'liler "2000 yılma kadar iktidarda kalacaklarını" söyleyecek kadar mutludurlar... Aslında 14 Mayıs seçimlerindeki altüst oluşun önemli bir sırrı da seçim sisteminden kaynaklanmıştır. Katılma oranının % 88 olduğu seçimlerde DP oyların % 53'ünü almasına rağmen mevcut seçim sistemi sayesinde milletvekilliklerinin % 83'nü almıştır ve 400 milletvekili vardır. Cl İP AKAN KAN BİZİM 2 Haziran i 950'de, Adnan Menderes Başbakanlığında oluşan DP hükümetinin ilk işlerinden biri ordunun üst düzey görevlilerini tümüyle değiştirmek olur. Çünkü DP'yi iktidar;! getirerek birinci adıtnı atan emperyalizm için ordunun tümüyle ele geçirilmesi zorunludur. Ordunun eğitiminden, rütbe sistemine, generallerin OYAK gibi kuruluşlarla sömürü sistemine bağlanması gibi düzenlemeler yapılır. DP iktidarı dönemi ABD'ye bağımlılaşma sürecinin en hızlı bir şekilde sürdüğü bir dönem olur. Marshall Planı devreye sokularak 1947'de çıkarılan Yabancı Sermayeyi Teşvik Kanunu, 1951 'de iyice pekiştirilerek aktif haİc getirilir. Yukarıdan aşağıya kapitalizmin gelişimi hızlanır. TM E Dünya Bankası'ndan ilk borçlar alınır. * DP iktidarı ile tüm zenginlik ve değerlerimiz birer-ikişer paketlenip emperyalist efendilerin ayaklarının önüne atılır. Eğri ya da doğru varolan bağımsızlık süreci sona erer. Ülkemiz yeni efendisi ABD için, ileri bir karakol ve atlama tahtasına dönüştürülür. Çıkarılan petrol kanunu ile emperyalist tekellere her türlü ayrıcalık tanınır. Meşhur Shell ve Mobill tekelleri ilk o günlerde ayaklarını basarlar ülkemize. Menderes iktidarı, -39- DÜZEN PARTİLERİ -KURTULUŞ - 17 Kasım 1947'de toplanan ve partinin iktidardaki son kurultayı olan 7. Kurultay'da valilerin partinin il başkanlığını yapma uygulamasına da son verildi. CHP 1950'de yapılan genel seçimlerde 27 yıllık iktidarını kaybetti. 1960'a kadar sürecek olan muhalefet dönemi başladı. DP'ye yönelik eleştirilerini artırır. CHP'nin 14. kurultayında "ilk Hedefler Beyannamesi" kabul edilir. Sonraları 1961 Anayasasının özünü oluşturan bu beyanname ile CHP, 1946'da takınmaya başladığı demokrasi havariliğini sürdürmeye devam etmektedir. Beyannamede "planlı ekonomiye, basın 27 MAYIS VE CHP CHP'nin tek parti diktatörlüğünden sonra DP'nin baskı dönemi başladı. DP'nin yöneldiği kesimlerin başında Kemalistler ve onu temsil eden siyasi parti CHP vardı. CHP da "baskılarla" tanışıyordu artık. Polisler CHP kongrelerini bastı, toplantılara yasaklar kondu. CHP Genel Sekreteri Kasım Gülek bir konuşmasından ötürü tutuklandı. CHP'nin gençlik taban örgütü durumunda bulunan Halkevi kapatıldı. CHP meclis kürsüsünden "komünistlikle, vatanı satmakla, milli çıkarları çiğnemekle" suçlandı. 1959'dan itibaren ise CHP'ye yönelik daha sert uygulamalar başladı. Kemalistler bürokrasiden atıldı. Siyasi partilerin seçim dönemleri dışındaki mitingleri yasaklandı. Artık bir yanıyla DP'H temsil edilen işbirlikçi burjuvazi iktidarını sağlamlaştırmak, politikalarını kesintisiz uygulayabilmek istiyordu. CHP 1957 seçimlerinden sonra efendilerine yaranmak için daha iktidara oturduklar ilk günlerde (25 Haziran 1950) Kore halkına saldıran emperyalist birliklere, 4.500 asker gönderir. (Kendi yasalarına bile uymadan yaparlar bunu. Anayasaya göre savaş açma yetkisi ancak TBMM'ye aittir. DP ise, bu kararı Bursa'daki bir kabine toplantısında gizlice alır, meclise dahi haber vermezler.) * Savaşa karşı çıkanlar baskılara uğrar. Behice Boran'ın başkanlığında kurulan Türkiye Barış Severler Derneği yöneticileri derhal tutuklanır. İstanbul Ankara, İzmir'de savaş kararı aleyhine yazı yayınladıkları gerekçesiyle 17 gazetenin sorumluları soruşturmalara uğrar. 1952 yılında ise Türkiye DP iktidarında emperyalist saldırı bloku NATO'ya sokulur. Din tamamen devlet tekeline alınır. Muhalefetteyken söz verilen anti-demokratik yasaların kaldırılması ise, hatırlanmaz bile - Ceza yasasının 141. ve 142. maddeleri daha da ağırlaştırılarak "Demokrasiyi Koruma" kanunu çıkartılır. Saldırılar öyle bir boyuta varır ki, izmir Fuarında Çekoslovakya pavyonuna asılan "Çekoslovakya'da İşsizlik Yok", "İşçiler Eğleniyor" gibi panolar nedeniyle Çekoslovak yetkililere komünizm propagandası yapmaktan soruşturma açılır. Onlarca aydın yazar, ilerici demokrat, yurtsever tutuklanır, sürgünlere gönderilir. Köy Enstitüleri 1954'de çıkarılan bir yasayla kapatılır. Üniversiteler, basın, gençlik, aydınlar üzerindeki baskılar pervasızca artar. Basın üzerindeki denetim ve sansür yoğunlaşır. Türkiye emperyalizme bağımlı bir ülke olmakla kalmayıp, emperyalizm adına Ortadoğu ve Balkanlar da, saldırılarda bulunan bir devlete dönüştürülür. * Cezayir'in 1957-58'de Fransız emperyalizmine karşı bağımsızlık savaşı desteklenmediği gibi Cezayir'in bağımsızlığı konusunda Birleşmiş Milletlerde yapılan oylamada çekimser kalıp emperyalizmin yanında yeralır. *İiran'da, 1952'de milliyetçi Musaddık petroüeri ulusallaştırıp, Şah'ı devirdiğinde Türkiye yine Sayı20/5Martl999 özgürlüğüne, Grev ve Toplu sözleşme hakkına, memurlara sendikalaşma hakkına" yer veriliyordu. CHP o kadar yıl iktidarda kalmış, bunları yapmamış, muhalefete düşünce demokratik hakları hatırlamıştı. Bu iktidar-muhalefet oyunu hala sürmüyor mu zaten? 1960'lara gelindiğinde DP-CHP gerginliği artmıştı. 12 Nisan'da DP Meclis Grubu, CHP'nin "seçim dışı yollarla iktidara gelmek için hücre teşkilatı kurduğu, silahlandığı, isyana hazırlandığı"İddialarıyla soruşturma açılması kararı verdi. Meclisten geçen karar sonucunda CHP kongreleri ve yayınları yasaklandı. Bu süreç 29 mayıs 1961 darbesiyle sona erdi. 27 Mayıs darbesi, DP yöneticilerini yargılarken, CHP'yle doğrudan veya dolaylı ortak hareket ettiler. Darbenin ardından yapılan 15 Kasım 1961 seçimleri CHP ve 27 Mayıs'çılarda tam bir şok yarattı. CHP'nin dışında üç parti 277 sandalye kazandı. Cumhurbaşkanı Gürsel, inönü'ye 10 Kasım 1961'de yeni hükümeti kurma görevini vermesine rağmen, mevcut sandalye sayısı CHP'nin tek başına hükümet kurmasına yetmiyordu. Hükümeti tek başına kuramayan CHP, AP ile koalisyon hükümeti kurdu. Daha sonra bu hükümet bozularak diğer küçük partilerle yeni bir koalisyon kuruldu. Ancak bu dönem CHP'nin sancılı, iç çekişmelerinin yoğun olduğu bir dönemdir. Partinin 16. Kurultayında İnönü, parti içi muhalefetin başını çeken Kasım Gülek, Nihat Erim, Avni Doğan ve Turgut Göle'yi partiden ihraç etme kararını aldırdı. Parti yönetimine 27 Mayıs ruhuna sadık emperyalizmin uşağı Şah'ı destekler. * Aynı siyaset Mısır'da da Nasır'a karşı izlenir. İngiltere, Fransa, israil'in Mısır'ı işgali karşısında Türkiye yine emperyalist efendilerinin yanındadır. 1945 GENEL SEÇİMLERİ "Her sokakta milyoner Yaratacağız" Diye Geldiler, Halkı Kuyruklara Mahkum Ettiler. 2 Mayıs 1954'de yapılan seçimlerde, DP oyların% 56.6'sını, meclisteki 54 I sandalyenin de 503'ürıü alır. DP'nin bu seçimler öncesi en gözde sloganı "Her mahallede bir milyoner"dir. Ülkemizi "Küçük Amerika" yapmayı vaat etmişlerdir. Seçimlerden hemen sonra, muhalefetin temposu gittikçe yükselir. Türkiye artık, tümüyle emperyalist ülkelerin bir pazarı durumundadır. Tüketim körüklenir, emperyalistler bu alandaki yatırımlarına ağırlık verirler. Örneğin bu yıllarda tüketim mallarında bir "naylon çağı" yaşanır. Menderes ve işbirlikçiler, emperyalizmin tüm artıklarını ülkeye taşımaktadır. Bir yandan da yollar, barajlar yapılmaktadır. "Yollar kralı" olmuştur Menderes... Alt yapı yatırımları, destek alımları üreticinin lehine gibidir. Ama gerçek böyle değildir. Ülke her geçen gün daha fazla emperyalistler tarafından talan edilmeye başlanmıştır. O günlerin deyişiyle "Banknot Basımevi" sabahlara kadar para basmaktadır. İCRAATLAR; Devlet emperyalistlere gırtlağına kadar borçlanır. 1950'lerin ortalarında Türkiye'de görülen manzara, aslında şudur: Yaşanan yoksulluklar, darlıklar, kuyruklar karşısında DP'yi destekleyen kesimler dahi artık DP iktidarına kuşkuyla bakmaya başlarlar. Türkiye'nin şehirlerinde, sokaklarında uzayan kuyruklar karşısında Başbakan Menderes "Play, kopsun o kuyruklar!..." diyecektir. Sosyal huzursuzluklar ve muhalefet büyüdükçe Menderes iktidarı ve DP komünizm histerisine kapılır. Enflasyon hızla yükselir. DP'li Emrullah Etki, meclis grubunda ülkenin durumunu şu şekilde ifade eder: "Bu memlekette, herkse aynı fedakarlığı yaparsa bir kalkınma olabilir. Fakat bir taraftan halktan fedakarlık istenirken, diğer taraftan her gün beş on milyonerin doğuşu halka ızdırap vermektedir." (Yükseliş ve Düşüş, Ali Gevgili, s. 108) Sonuçta Menderes, milyonlarca halkın sırtından bir avuç sömürücüyü milyoner yapmıştır. Çarpık kapitalizmin sonucu olarak bu yıllarda şehirlere yoğun bir göç başlar. Alt yapışız, her türlü sağlık koşullarından uzak bir şekilde yaşamaya terkedilme artık ülkenin hiç bitmeyecek bir sorununa dönüşür.. DP iktidarının yaptığı tek şey baskılan daha da artırmak olur. - Basın susturulur. - Devlet memurlarının tüm güvenceleri ortadan kaldırılır. - Provokasyonlar artar. 6-7 Eylül olayları bunun en açık halidir. İstanbul, İzmir gibi büyük şehirlerde azınlıklara ait yerler, özellikle de Rumların oturdukları yerler yakılıp-yıkılır. Mallan yağmalanır. Bu gelişmelerin ardından da sıkı yönetim ilan edilir. Yüzlerce ilerici, demokrat, aydın tutuklanır. * Emperyalist devletler 1950 ortalarında Lübnan'ı işgal ederler. ABD bu işgali İncirlik'de bulunan üslerini kullanarak gerçekleştirir. Türkiye'deki iktidar yine efendilerinin yanındadır. — Sayı 20/5 Mart 1999 insanları getirtti. CHP'nin iktidar olduğu bu dönemde (1961-1965) ülkeye çok daha fazla yabancı sermaye geldi. Yurtdışına çok daha büyük kar transferi gerçekleştirildi. Seçim propagandalarında veya muhalefette söyledikleri bir çok söz unutulmuştur. Yeni imajına uygun olarak işçi sınıfını keşfeden CHP, Ecevit'in Çalışma Bakanlığı döneminde grevi yasallaştırmış ancak aynı yasada lokavtı da getirmiştir. 1 Mayıs'ın yerine 23 Temmuz'u işçi bayramı ilan etmesi ile de işçileri ne kadar ve nasıl düşündüğünü de gösteriyordu. "UMUDUMUZ KARAOĞLAN" 12 Mart cuntası döneminde devrimci hareketlere ağır darbeler vurulmasına rağmen, halkın muhalefeti ve devrimci mücadele bastırılamamıştı. Silahlı mücadelenin halkta yarattığı etkiyle 74ten itibaren devrimci mücadele yeniden gelişmeye başladı. Bu durumda halkın devrimcileşmesini engelleyecek bir düzen partisi lazımdı. Bu misyonu üstlenen CHP oldu. CHP "düzen değişikliği" sloganıyla sahneye, çıktı. "Faşizme Geçit Yok" diyecek kadar yüzünü değiştirdi. Bu süreçte CHP'nin bol bol "hak"tan, "adalet'ten hatta "halk iktidan"ndan sözetmeye başladığını görüyoruz. CHP yeni imajını genel af, haşhaş ekimi ve Kıbrıs harekatıyla güçlendirmiştir. ABD'ye "kafa tutma" olarak gösterilen bu tavılar bu imajın uzun sürmesini sağladı. Ecevit "umut" olmuştu. Ancak bu süreçte kesintilerle iktidar olan CHP bırvaatlerinin yakınından8bile geçmez. Yüzü her geçen gün daha fazla açığa çıkar, oy oranı gittikçe aşağılara iner. Yıl 1978'dir ve CHP yine hükümettedir. Bu dönemde devlet eliyle örgütlenen sivil faşistler artık kitle katliamlarına yönelmiştir. Maraş, Sivas, Çorum, Malatya, Elazığ ve Ankara Bahçelievler katliamlarını gerçekleştirirler. Katliamlar CHP'nin asıl niteliğini tartışmaya yer bırakmayacak açıklıkta gözler önüne serer. CHP'nin sloganlarına aldanıp peşine düşen halk ve çeşitli sol kesimler, CHP'yi terketmeye başlarlar. Kontrgerillanın daha organize hale geldiği bu dönemde CHP'nin sorumluluğu hiç azımsanmayacak boyuttadır. Bu nedenle bugün Susurluk'la ilgili söyledikleri herşey sahtekarcadır. Kendini Susurluk'un dışında tutma telaşıdır. CHP kurulduğu günden itibaren ajan oluşturulmasından, kontrgerilla faaliyetlerinin planlanmasından, uygulanmasından birebir sorumludur. DÜZEN PARTİLERİ Bu süreçte Ecevit başkanlığındaki CHP sıkıyönetim ilan etmekten başlayarak peşpeşe baskı yasaları çıkarttı. Bunlar açık faşizmin kurumlaşmasının önünü açan tedbirlerdir. Bugün hala yürürlükte olan bu baskı yasaları da CHP'nin ve Ecevit'in "eseri"dir. 12 EYLÜL VE SONRASIND A CHP 12 Eylül cuntasına karşı, hiç bir düzen partisi en ufak bir direniş göstermezler. Hepsi sessiz sedasız kapatılır. Atatürkçü cunta "Atatürk'ün partisi" CHP'yi de kapatır. Ancak cunta programını büyük ölçüde tamamlayıp sıra "sivil yönetime" geçmeye gelince, yine partilere ihtiyaç doğmuştur. Özellikle de cuntaya karşı tepkiyi ve sol potansiyeli potasında toplayacak, 12 Mart'ta CHP'nin üstlendiği misyonu üstlenecek, ancak CHP kadar "radikal" söylemleri kullanmayacak bir partiye de ihtiyaç vardır. Cunta kurulacak partilerin "eski" partilerin devamı olmasını yasaklamıştır ama bu eşyanın tabiatına aykırıdır, yeni partiler şu veya bu biçimde, hem görüş, hem kadro olarak eskinin devamıdırlar. Bu süreçte CHP'nin yerine de Halkçı Parti (HP) ve Sosyal Demokrat Parti (SODEP) olmak üzere iki parti kurulur. Ama bunların bir 12 Mart sonrası gibi olmasını bekleyenler yanıldılar. "... ne HP, ne de SODEP, değil radikal olmak, cuntaya karşı olduklarını bile söylemiyorlar, kitlelerin hak ve özgürlüklerine sahip çıkmıyorlardı. Sosyal demokrat potansiyel büyük bir hayal kırıklığına uğramıştı... Sönük, silik bir hava, bilinçli olarak yaratıldı. Faşist cunta, etrafında muhalefeti toplayacak, sert üslup kullanacak bir sosyal demokrat parti istemiyordu. Yeni sosyal demokrat örgütlenmelerin hepsi buna uygundur." (Haklıyız Kazanacağız, C.l, sf: 424) HP'yi zaten doğrudan cunta kurdurmuştu. HP'yi beğenmeyip "Gerçek bir sosyal demokrat parti kurulması gerekir" diyen CHP'nin eski kadroları ise SODEP'i kurdular. 1983 seçimleri öncesinde SODEP'in kuruluş çalışmaları sırasında Erdal İnönü şöyle diyordu. "Ülkemiz, kardeş kavgasından ve iç savaş eşiğine varan anarşi-terör ortamından TSK'nin yönetime zorunlu olarak el koyması ile kurtulmuştur... Şimdi hepimize düşen sorumluluk... TSK'nin görevi tamamlamasında yardımcı olmaktır." (12 Eylül Partileri, Hulusi Turgut, sf: 277) Düzen partilerinin "solu" olarak siyaset sahnesine çıkan SODEP'in kendine biçtiği misyon buydu işte. Eğer iktidar olurlarsa da 12 Eylül faşist cuntasının programını uygulayacaklardı. Buna rağmen SODEP seçim aritmetiğinde karışıklık yaratmaması için cunta tarafından veto edilmiş, seçime sokulmayıp daha sonra devreye sokulmak için bir kenarda bekletilmiştir. Sonraki süreçte HP ve SODEP birleşerek Sosyal Demokrat Halkçı Parti (SHP) adını alacak, Genel Başkanlığı'na da Erdal İnönü getirilecektir. SAĞCILAŞAN'SOSYAL DEMOKRASİ' SHP'nin toplumsal muhalefet ve cunta karşısında takınmış olduğu tutum tekelci burjuvazi nezdinde "takdirle" karşılandı. Ancak tekelci burjuvazi SHP'ye henüz yeterince güvenmiyor, ekonomi politikasındaki belirsizliklerin ve parti içindeki kargaşaların giderilmesini istiyordu. Tekelci burjuvazinin isteklerine Deniz Baykal ve ekibi cevap verdi. "Yeni Sol" adıyla harekete geçen Deniz Baykal "partiyi dışındaki sol'a sıkı sıkıya kapatarak", ekonomi politikalarındaki belirsizliği gidererek tekelci burjuvazinin isteklerini yerine getirecektir. Bu amaçla Deniz Baykal'ın öncülüğünde partide geniş bir tasfiye harekatı başlatıldı. TÜSlAD'a brifingler verildi, SHP'nin devletçilik ve sosyal devlet ilkelerini terk ettiği anlatıldı. Özelleştirmeler desteklenecekti. Ancak Baykal operasyonu başarılı olamadı. Baykal üç kez parti başkanlığına adaylığı.oydu ancak kazanamadı. Bu Baykal'ın iyice yıpranmasına yol açtı. Ama SHP Baykal'ın ifade ettiği politikaları uyguladı. SHP tüm bu yaptıklarına rağmen tekelci burjuvazinin onayını alamazken halkın da tepkisini topladı. Ve bunun sonucu olarak 91 seçimlerinde yenilgi aldı. Ancak seçimlerde birinci parti olarak çıkan DYP ile koalisyon hükümeti kurdu. Koalisyon sürecinde DYP'nin politikalarıyla bütünleşti, adeta DYP'lileşti. Katliam, infaz, kayıp politikasının alabildiğine tırmandırıldığı bu süreçte kontrgerilla politikalarının koltuk değneği oldu. Kürdistan'daki baskılar halka yönelik bir imha hareketine dönüştürüldü. Köyler boşaltıldı, ormanlar yakıldı. Milyonlarca insan göçe zorlandı. Seçimlerdeki vaatler unutuldu, OHAL defalarca uzatıldı, koruculuk güçlendirildi. SHP'den Mehmet Kahraman, demokratikleşme, insan hakları söylemleriyle oluşturulan insan Haklarından Sorumlu Devlet Bakanlığı koltuğuna oturdu. Mehmet Kahraman, 13 Ağustos 92'de Ankara'da üç Devrimci Sol savaşçısının katledilmesine Devlet Bakanı olarak katıldı! Bu olay tek başına SHP'nin iktidardaki misyonunu göstermeye yeterliydi. Bu süreç sosyal demokrat görünümün de bitişi olmuştur. On yılların vaatleri, demagojileri, bu koalisyonla tuzla buz olmuştur. TÜSlAD'a güven vermeyi AKAN KAN BİZİM -KURTULUŞ 40 politikalarının temeline oturtan düzenin solu mevcut sağ partilerle aynılaşmıştır. Düzenin soluyla sağı arasındaki biçimsel farklar da alabildiğine silinmiştir. 1992; CHP YENİDEN SAHNEDE CHP 12 Eylül cuntasının 16 Ekim 1981 tarihli kararıyla kapatılmış, 82 Anayasası ile de üst düzey yöneticilerine 10 yıllık siyaset yasağı getirilmişti. 1987'de yapılan referandum sonucu yöneticilerin 10 yıllık siyaset yasağı kaldırıldı. 1992'de kapatılan partilerin açılması gündeme gelince CHP'nin son yönetim kurulu toplanarak yeniden örgütlenme çalışmalarına başladı. Ve CHP, 9 Eylül 1992'de yeniden açıldı, ilk genel başkanlığına da Deniz Baykal seçildi. Baykal ve arkadaşları SHP'den ayrılarak Meclis'te 21 üyelik bir CHP gurubu oluşturdular. CHP, ilk yapılan genel kurulda barış ve birlik çağrılarıyla halka yeniden umut olmayı hedefliyordu. "Birlik çağrıları" sosyal demokratların birliğiydi. SHP'nin halkın gözünde iyice teşhir olduğu bir dönemde yapılan bu çağrı bir süre sonra sonuç vermekte gecikmedi ve Şubat 95'de SHP üe CHP birleşti. SUSURLUK DEVLETİNİN PİSLİĞİNDE CHP Kurulduğu günden bu yana, CHP'nin görevi, bu düzenin yaşamasını sağlamak olmuştur. Susurluk pisliği ortalığa saçıldığında da CHP bu misyonunu yerine getirmeye çalıştı. MGK politikaları çerçevesinde hareket etti. "AntiŞeriatçılık", laiklik propagandalarıyla pisliğin üstünü örtmeye hizmet ederken, sol tabanı da potasına çekmeye çalıştı. CHP 28 Şubat sonrası pratiğiyle de tam bir MGK partisi olduğunu gösterdi. 91-95 arası uygulanan tüm kontrgerilla politikalarının, katliam, infaz ve kayıpların, mafyalaşmanın sorumluluğunu taşıyan CHP, suçluluk telaşı içinde Susurluk'un üstünü örtmeye çalışmıştır. ANASOL-D Hükümetini dışarıdan desteklediği dönemde de aynı politikasını sürdürmüş, hükümete Susurluk'la ilgili tek bir talep ve dayatmada bulunmamıştır. CHP bugün daha çok Avrupa'da esen "sol" rüzgarı arkasına alıp bununla imajını yenilemeye çalışmaktadır. Ama bu yenilik halka yakınlaşmaya çalışan bir yenilikten çok, emperyalizme hizmet eden bir yeniliktir. Sol söylemleri bir kenara bırakıp IMF'nin politikalarını daha açıktan savunur hale gelmişlerdir. Ve bu yönleriyle de "sağcı" partilerden farksızlaşmıştır. sürecek— ------ -- 43 KURTULUŞ - DEVRİMCİ YAŞAM Sayı 20 / 5 Mart 1999 - AYRINTILAR Düşünemedim Bir olumsuzluk, aksaklık, eksiklik, yanlışlık olmuştur. "Gerekçeli" açıklamalardan biri de "Düşünemedim", "o an aklıma gelmedi", "nasıl da unutmuşum" Kültür Merkezi polis tarafından basıldı. "Basıldı" demek pek doğru değil aslında. Bu direnişçilere haksızlık olur. En iyisi biz "basılmak istendi" diyelim. Evet basılmak istendi. Çünkü polis istediğine ulaşamadı. Gelip kolayca basmak, içeridekileri hiçbir direnişle karşılaşmadan işkencehanelere taşımak istiyordu. Başaramadı. Çünkü her iki kurumda da polis içeridekilerin barikatıyla karşılaştı. Saatlerce süren direnişten sonra polis ancak içeri girebildi ve onlarca belki de yüzlerce polis direnişçileri döverek gözaltına almak istemesine rağmen bu sefer direnişçilerin zafer işaretleriyle, sloganlarıyla karşılaştı. İstedikleri kolayca girip, içeriyi talan etmek, içeridekileri kolayca, hiçbir direnişle karşılaşmadan gözaltına almaktı. Başaramadı. Onlarca defa başaramadığı gibi. Basılmak istenen bir gazete bürosu ve bir kültür merkeziydi. Basılmak istenen silahlı savaşçıların kaldığı bir üs değildi. İçeridekilerin silahları da yoktu. Ama direndiler. Çünkü üslerdeki halk kurtuluş savaşçılarıyla aynı gelenekten onlar. İşte bu yüzden bizim bir sanatçımız ölüm orucunda şehit düşebiliyor. İşte bu yüzden bizim bir gazetecimiz faşist katillere direnerek şehit düşebiliyor. Onlar gerektiğinde bir savaşçı, gerektiğinde bir gazeteci, gerektiğinde bir sanatçı... Bu Cephe'nin gücü ve geleneğidir. Ha bir üs, ha bir demokratik mevzi. İçinde Cepheliler oldukça, içinde Halk Güçleri oldukça, biçimi farklı olsa da aynı direniş ruhuyla direniliyor. Polis elini kolunu sallayarak gelip kurumlarımızı basamaz, insanları öyle kolayca gözaltına alamaz. Buna böyle bilmelidir. Saatlerce barikatı aşmaya çalışıyorlar. Direnişçilerin slogan seslerini susturmaya, zafer işaretlerini engellemeye çalışıyorlar. Demokratik mücadele demek, demokratik alanda olmak, oligarşinin baskı ve terörüne sessiz kalmak değildir. Mücadelemiz her alanda her yerde meşrudur. Devrimci basından sendikalara kadar tüm demokratik kurumlar, buralardaki tüm devrimciler, demokratlar, bu meşruluk bilinciyle hareket etmelidir. Kurtuluş Hopa bürosunda, İdil Kültür Merkezi'nde bu direnişler olurken, başka demokratik kurumlardan 30'ar, 40'ar kişi hiç bir direnişsiz çıkartılıyor, gözaltına götürülüyordu. Türkiye solu bu olumsuz geleneğe son vermeli artık. Direnmenin meşruiyeti ve bir açıklaması vardır. Ama direnmemenin, "demokratiklîk" adına direnmemeyi meşrulaştırmanın hiç bir açıklaması olamaz. Bir tek Cephelinin olduğu yerde bile direniş vardır. Bu onlarca kez kanıtlandı. Mehmet Topaloğlu'nun resmini büronun pencerelerine asarak direnenler, yalnız olduklarında dahi kapılarını polislere açmayıp, tek başlarına barikat kurarak direnenler, pencerelerden slogan atanlar, halka çağrılar yapanlar, pankart asanlar bunun kanıtıdır. Bunlar ilk direnişler değillerdir. Kuşkusuz son da olmayacaklardır. Cephelilerde, devrimci halk güçlerinde bu yürek, bu cesaret olduktan sonra direnişler sonOnlar Gazi'nin, Buca'nın, Ümraniye'nin barikatlarından geliyorlar. Onların barikatlarında Mehmet'ler, Irfan'lar, İdil'ler var. Onlardan öğrendiklerimizle direniyoruz ve direneceğiz. İdil ve Mehmet barikatlarımızda yaşamaya devam ediyor!* türündeki açıklamalardır. Mesela, "Oraya gitmemen gerekiyordu" denildiğinde, pekala "valla unutmuşum" cevabı alınabilir. "O talimatı verirken, şunu da mutlaka belirtmeliydin" derseniz, "o an aklıma gelmedi" gibi bir cevapla karşılaşabilirsiniz. Bu tür cevapların özelliği şudur. Yapılan hata masumlaştırılmıştır; orada bir eksiklik değil de "unutmak" gibi insana özgü fiziki bir eksiklik sözkonsunusudur sanki "Düşünemedim"; bu kadar basittir her şey. Düşünememiştir, program aksamıştır, belirlenen hedeflere ulaşılamamıştır. Düşünememiştir, düşmana açık kapı bırakılmıştır, operasyon yenilmesine sebep olmuştur. Aklına gelmemiştir; sayısız sorun, olumsuzluk meydana gelmiştir. Ama -dediğimiz gibi- bunlar, iradi olarak yapılan hatalar değildir. İrade dışıdır ve ne de olsa düşünememiştir! İyi de adeta kan deryasına çevrilen ülkemizde, katliamlar, kayıplar hergün artarak sürüyorsa, kitleler adalet isteğiyle yanıp tutuşuyorsa, bu gerekçe ne kadar "masum" dur. Körü körüne yaptığımız bu hatalardan dolayı işler aksıyor, karmakarışık hale geliyorsa, yoldaşlarımız işkence görüyorsa, tutsak düşüyor veya katlediliyorsa, kurumlaştığımız yerler deşifre oluyorsa, "düşünmemek" ne kadar hoşgörülebilir? Şunu aklımızdan çıkarmamalıyız. Bizler, ister küçük ister büyük, hata yapma lüksüne sahip değiliz. Pek çok durumda yapılan ilk hatanın son hata olacağı gerçeğini unutmamak durumundayız. Bunu da "unuttum, aklıma gelmedi, düşünemedim" diyemeyiz. Pek çok durumda, hatalarda "iradi" olanla, "irade dışı" olan arasındaki fark, sanıldığı kadar fazla değildir. Gerek yazılı gerek sözlü olarak iürekli dile getiririz; "biz bir savaş örgütüyüz". Savaşın kendine has nesnel yasaları vardır. Acımasız, merhametsizdir savaş, hata kabul ez, esnetilip yumuşatılamaz. Bir sanatçı hassasiyetinde ve bilim KATİLLERİ İSTİYORUZ adamı ciddiyetinde faaliyet yürütmeliyiz. Aksi taktirde savaşın sert dişlileri arasında öğütülür, un ufak oluruz. "Düşünemedim"de somutlanan sorunun özüne baktığımızda, bunun altında yatanın ciddiyetsizlik, uyanık olmama, kendini yaptığı işe vermemek, önemsememe olduğunu görebiliriz. Peki önemsenmeyen nedir? Bunun cevabını Clausewitz şöyle veriyor; "Politik amacımız bizim için- ne kadar az önemli olursa, ona o kadar az değer veririz ve ondan vazgeçmeye o kadar daha yatkın oluruz. Bu da kendi çabalarımızı gevşek tutmamız için ek bir neden yaratacaktır." İnsan emek verdiği, inandığı şeyi sahiplenir, korur, geliştirir. Onun her bir şeyini düşünür. Savaşımızı büyütecek, kitleleri harekete geçirecek her işi, her eylemi, her adımı kafamızı patlatırcasına düşünmek durumundayız. Düşüncedeki bu yoğunlaşma, sahiplenmeyi, gelişmeyi ve geliştirmeyi, kafalardaki küçük dünyaların yıkılmasını ve kafamızdan lüzumsuz şeylerin atılmasını beraberinde getirecektir. Ancak o zaman "düşünemedim"de ifadesini bulan ve esasında aymazlıktan, çocukça mazeretten başka bir şey olmayan bu kelimeyi literatürümüzden söküp atabiliriz. İşlerimizi düşünmüyorsak neyi düşünüyoruz. Bunları düşünmek devrimi düşünmektir. Bunları düşünmüyorsak, devrimi ne kadar düşündüğümüz tartışmalıdır. Düşünememeyi bir çizgi haline getiren, devrime yoğunlaşmayandır. Devrime yoğunlaşmayan, devrimciliği yüzeysel kavrayan, geçici görendir. O işten sonuç alma iddia ve kararlılığını taşımayandır. Düşüneceğiz. Yapacağımız işi, yarınki buluşmayı, vereceğimiz talimatı, yapacağımızyaptıracağımız eylemi, yazacağımız yazıyı, raporu, kalınacak yeri, kullanacağımız malzemeyi, insanlarımızı, insanlarımızın ihtiyaçlarını, örgütün politikalarını, birimde olan biteni, bölgemizin koşullarını, neyi nasıl zulalayacağımızı, düşmana nasıl daha iyi vurabileceğimizi, her birinin en küçük ayrıntılarını, herşeyi ama herşeyi düşüneceğiz. Devrimciyiz, işimiz bu değil mi? * — Sayı 20 / 5 Mart 1999 ÖRGÜT TERBİYESİ 44 Sevgili Meral, Merhaba!.. Sevgili İbrahim Ağabey Merhaba!.. Mektubunuzu okuyunca, hayalın insanı nasıl da farkında olmadan bencilleştirdiğini. normal gördüğümüz kimi davranişlarm aslında ne kadar bencilce olduğunu gördüm. Bu o kadar güçlü ve yaygın bir bir kültür ki sanırını, insan devrimci olduğu halde half yakasını bırakmıyor. Çünkü yazılardan ve sizin daha önce yazdıklarını/dan anladığım kadarıyla hala devi imciler arasında da bencilliğin kendini gösterdiğine tanık olunabiliyoı. Hu noktada gene devrimci olmak nedir konusunda düşünmeye başladım. Bana böyle düşündüren şeylerden biri de yine Nuran üzerine yazdıklarını/di. Sonuçta o ila bir biçimiyle devrimci olmuş biri. Okulunda DLMK'lılarla birlikte davranmış, eylemlere katılmış... Ama şimdi durumu ortada. Ya ben de öyle olursam! İbrahim Ağabey. «ıkın bunu bir tereddüt gibi anlamayın. Bu konuda kendime güveniyorum. Ama şu var: Nuran da belki ilk mücadeleye başladığında böyle bırakmayı düşünmüyordu. Ama ne oldu da bıraktı? Neyi eksik bırakmıştı? Ben işte böyle hir ihtimali ortadan kaldırmak için "Ya ben de öyle olursam?" diye soruyorum. O nedenleri, yani insanları tekrar düzenin içine savuran nedenleri kafamda netleştirirsenı, hani siyin daha önce kullandığınız deyimle hem devrimciliğimi kalınlaştırmış, hem de daha tam bir devrimcilik yapmış olunun. Okuldaki arkadaşlarla bu konuda sohbet çilerken bunun en önemli parçalarından birinin örgüt kültürünü, örgüt terim esini içsclleştirmek olduğunu belirtti bir arkadaş. Örgüt kültürünü azcok anlaşabiliyorum. Ancak "örgüt terbiyesi" biraz daha yeni bir şey oldu benim için. Gerçi mantıken açıklayabiliyorum. fîcniın bildiğim toplumumunda hep hir "aile terbiyesinden sözedilir. Eh, biz de bir aile , hem de çok büyük hir aile olduğumu/a güre, 1 bizim ailenin de böyle bir "terbiye ' anlayışı olacaktır. Bunun içini doldurmak, sanırım yukarıdaki sorumun da cevabı olabilir. Ben oldukça iviyim. Occn mektubumda sözetmiştim.. arkadaşlarla Hoşçakal Yarın" filmini izlemeye gitlik. Doğrusu beğenmedik. Bizim kafamızdaki. TVlerden arada bir de olsa görüntülerini izlediğimiz Deniz'le hiç ilgisi yoktu artistin. "yalnız son idam sahneleri, sinema acısından bilmem ama tavırları olarak güzeldi... Okuldaki çalışmalarımız d.ı i y i sayılır. Hir guıp olarak tîazi anmasına gitmeyi kararlaştırdık. Daha knç kişi olacağımız belli değil. Ama mümkün olduğunca çok insana önennevi düşüyoruz. Daha önce yazdıklarınızdan da hareketle, çağıracaklarımızın illa bizden olması hatla illa kendine devrimce: demesi gerekmiyor diye düşünüyoruz.. Şimdilik böyle arkadaşlardan gelirim diyen de oldu çağrmamızı garip karşılayan da. Sonucunu sazanın. Aynı şekilde 16 Mart anması için de hazırlanıyoruz. Ayrıca 16Martla ilgili kendi okulumuzda da bir kaç duvar gazetesi asma ve kendimizin hazırlayacağı bildiri dağıtma düşüncemiz var. Ö/el sayı lalan olabilir dedi arkadaşlar anut olsun, biz yine de kendimi/ hazırlayacağız. Kısa bir şey yazıp fotokopiyle çoğaltmayı düşünüyoruz. Tabii bildiri yazmak gündeme gelince hepimiz bu görevi "sen al, yok sen al" diye birbirimize yıkmaya çalıştık. İnsan kendine güvenemiyor. Sonuçla kura çektik. Başka hir arkadaşa kaldı görev. Sonra pişman oldum ama, keşke üsılenseydim diye. En azından size sorabilirdim. Neyse bir daha böyle bir şey okluğunda hemen üstleneceğim. Evdekiler iyi. Bu ara pek olağanüstü bir gelişme, tartışına yok. Ama evimizde eskiye göre siyasi konular daha çok tartışılıp konuşuluyor. Çünkü eskiden yalnızca babam böyle konular açarsa konuşulurdu. Daha doğrusu babanı konuşur, herkes dinler, sohbet biterdi. Şimdi herkes bir şeyler belirtiyor, Güzel oluyor. Ev aşamımız canlandı diyebilirim. Satırlarımı şimdilik sonluyorum. Biraz kısa oldu ama kusura bakma. Hepini/e selamlarımı yolluyorum. Şimdilik Hoşçakalın. Kardeşiniz Meral Mektubunu aldık. Sağol. Gazi'yle 16 Mart'a şöyle kalabalık bir grup katılın da herkesi bir şaşırtın bakalım. Geniş bir kesimi çağırma düşünceniz yerinde. Yalnız devrimcilere yönelik değil, halka yönelik saldırılar bunlar. Anlaşılan sıkı çalışıyorsunuz bu aralar, iyi. Sağlığın falan da yerindedir umarım. 16 Mart bildirisiyle ilgili, evet, bildiri yazımı işini üstlenmemekle iyi yapmamışsın. Böyle işleri tereddütsüz üstlenmek gerek. Daha önce yazmamış olabilirsin, herkesin ve her şeyin bir ilk'i vardır. Araştırırsın, Amerika'yı yeniden keşfedecek değilsin ya, daha önce yazılmış yazılara bakarsın, sonra kendince bir şeyler yazarsın... Bunun dışında bir önerimiz daha olacak size. Bir veya bir kaç eğitim çalışmasını propaganda ve ajitasyona ayırın. Ama işin pratiğine yönelik... Mesela bu çalışmada herkes bir bildiri, bir duvar gasetesi hazırlayabilir, onların üzerinde tartışır, birbirinizin yazdıklarını değerlendirirsiniz. Mesela yine bu çalışma içinde hepiniz bir masanın üstüne çıkıp 3-5 dakikalık ajitasyon konuşmaları yaparsınız. Yine aynı şekilde hitabınızdan mimiklerinize kadar birbirinizi değerlendirir, eksikliklerinizi tesbit edersiniz, aynı zamanda bunlar bir tecrübedir, bu konularda kendinize güven kazanırsınız. Mesela bir konu tesbit edip, o konuda herkes onar tane slogan üretebilir, o konuda birer afiş hazırlayabilirsiniz. Ne bileyim işte, böyle böyle zenginleştirebilirsiniz çalışmayı. Dediğin gibi, bencillik sinsi bir kurt gibidir. Davranışlarımıza hiç farkında olmadan siner. Aslında bugün biraz başka bir konudan sözetmeyi düşünüyordum ama sen bunları yazınca bu bencillik konusunu bir başka açıdan devam ettirelim dedim. Bencilliğin karşısına neyi koyacağız? Tabii ki kollektivizmi. Bencilliğin biçimlendirdiği yaşam tarzının karşısına ise kollektivizmi de içermek üzere örgüt kültürünü veya buna yakın anlamda örgüt terbiyesini koyacağız. Bu mektubumda işte bu konu üzerinde biraz durmaya çalışacağım. Günlük yaşamımızda sık sık terbiyeden söz ederiz. Büyüğüne saygı, küçüğüne sevgi ile yaklaşan halkın değer ve geleneklerine bağlı insanların yardımına koşan, oturmasını ve konuşmasını bilen biri herkesin gözünde "terbiyeli" bir insandır. Halk, olumsuz, çirkin davranışlar karşısında ise tepkisini "Terbiyesiz! Anan baban sana hiç terbiye vermedi mi?" diye dile getirir. Peki nedir terbiye? Ansiklopedik bir tanım yaparsak; Terbiye "eğitim, görgüdür. Herhangi bir varlığı bir amaca göre geliştirip, yetiştirmedir". Yetiştirici ise ana-baba, çevre olabildiği gibi, örgütlü bir yapı içinde yer alan bir devrimci için de yoldaşları, yöneticisi, örgütüdür. Her örgütlenme amacına, ideolojisine, stratejisine bağlı olarak örgütlenme içinde yeralan insanları ortak düşünce, gelenek, davranış tarzı ve ahlak ilkeleri etrafında eğitip dönüştürerek amaca uygun kişilikler yaratır. Bir Parti-Cephe'li için de örgüt terbiyesi almak, Partili kişiliğe ulaşmaktır. Cephe geleneği içinde oluşan "örgüt terbiyesi" 30 yıllık tarihimiz içinde şekillenmiştir. Bu terbiyenin nasıl şekillendiğine şöyle adım adım bakalım istersen. Bu terbiyeyi hareketle ilk tanışmaya başlamamızla birlikte almaya başlarız, ilk önce savaş gerçeğinden, gerçeklerden, nesnellikten korkmamayı, açıklık ve samimiyeti öğreniriz. Örgütümüze, yoldaşlarımıza güven duymayı öğreniriz. Biliriz ki, güvenin olmadığı yerde örgüt ilişkilerinin de sürmesi mümkün değildir. Denebilir ki, örgüt terbiyesinin ilk şartı güvendir. Bu güveni duyduğumuz an, örgütün bir parçası olduğumuzu hissettiğimiz an, hareketin bize vereceği ve bizden alacağı herşeyi almaya ve vermeye hazırız demektir. Örgüt terbiyesi anlamında alacağımız ilk şey, örgütsel ilişkilerin disiplinidir. Bir savaş örgütünün parçası olduğumuzu kavramaya başladığımızda çelik bir disiplinin ihtiyaç olduğunu öğrenmiş oluruz. Dakik olmanın, programlı olmanın, işlerimizi zamanında yapmanın, hiyerarşik, demokratik merkeziyetçi bir yapının önemini anlarız. Görevlerimizi işlerimizi savsaklamanın, her disiplinsizliğin ağır sonuçlara yolaçabileceğini öğreniriz. Yaşamımız yeniden şekillenirken bireysellikten çıkarak kollektif çalışmayı da öğreniriz. Pratiğimizde, kollektivizmin gücümüze güç kattığını gördüğümüzde, örgütlü olmanın güzelliğini yaşarız. Kişiliğimiz yavaş yavaş şekillenmeye başlamıştır artık. Düzenden getirdiğimiz alışkanlıklarımızdan arınırız. Örneğin ilk randevumuzdayız, yoldaşımız ayrılmadan önce "Paran var mı? Kalacağın yer var mı?" diye sorduğunda bu dünyanın bambaşka bir dünya olduğu iyice somutlanır kafamızda. Bu soruyu soran yoldaşımızla daha bir kaç saat önce tanışmışızdır ama o ana, baba, abi olup kol kanat geriyordur. Daha yeni tanıştığımız bu yoldaşa yüreğimiz ısınır. Büyük bir ailenin parçası olmaktan gurur duyarız, yoldaş olmanın güzelliğini yaşarız. Paylaşımlarımız giderek büyür çoğalır. Sorunlarımızı birlikte çözer, acımızı, sevincimizi, öfkemizi, özlemlerimizi ortaklaştırırız. Örgütlülüğün yoldaşlık ve AKAN KAN BİZİM 45 KURTULUŞ - yoldaşlığın paylaşmak olduğunu öğreniriz. Süreç içinde giyimimiz, kuşamımız, hatta saçımızın uzunluğu, kısalığı herşeyimiz yeniden şekillenir. Devrimcilikle birlikte bu yeni yaşama kapı açarız. Yaşamımızda düzene ait ne varsa temizlememiz gerektiğini anlarız. Çünkü yaşamımızın anlamı değişmiştir. Artık çevremize, kendimize farklı bir gözle bakarız. "Ben" olgusundan yavaş yavaş kurtuluruz. îllegalitenin gerekleri, halk kültürümüzün gerekleri giyimimize şekil vermeye başlar. Halkımız erkeğin boynuna kolye takmasını, kulağına küpe takmasını lümpenlik olarak değerlendirir. Uzun saçlı olmaya, dar kot pantolon giymeyi ayıplar, kendine yabancı olarak görür. Hele ki, devrimcilerin bu tarz bir giyimi varsa onu ciddiye almaz ve ne inanır ne de güvenir, bizim derdimiz halkı örgütlemek olduğu için kimi kesimlerce şekilcilik olarak görülse de, halk gerçeğimiz anlaşılmasa da giyimimizi halkımızın örf-adetleri doğrultusunda yeniden biçimlendiririz. Biçimcilik diyerek halkımızın değerlerine saygı göstermeme, ona uymama meşrulaştırılıyorsa biz biçimciyiz. Yaşamımız yeniden biçimlenirken "Deryanın içinde olup da, deryanın farkında olmayan balık" misali bugüne kadar içinde olduğumuz halde pek de iyi tanımadığımız halkın çok çeşitli olumlu-olumsuz özelliklerini farketmeye, halkın ne büyük bir güç olduğunu ve ne büyük bir zenginlik olduğunu kavramaya başlarız. Halk sevgisi giderek kökleşir. Halka tepeden bakan veya halkı beğenmeyen, küçümseyen yaklaşımlarımız hızla değişir. Yayıla yayıla oturduğumuzda, sofrasını bizimle paylaştığı halde sofradaki yemeğe burun kıvırdığımızda aldığımız doğrudan veya dolaylı tepkiler bize halktan öğreneceğimiz çok şey olduğunu gösterir. Halkın öğretmeni olduğumuz gibi aynı zamanda öğrencisi olduğumuzu da öğrenmiş oluruz. Terbiyemizin önemli unsurlarından biri de budur. Aile terbiyesi işte burada tüm olumlu boyutlarıyla örgüt terbiyemizin bir parçası haline gelir. Devrimciliğe başladığımız andan itibaren örgütsel ilişkinin de içine gireriz. Bu ilişkilerin biçimini, mantığını, kurallarını kavramamız ise bir süre alır. Örgütsel ilişkilerin özü devrimci değerler ve devrimin çıkarlarıdır. Bu işleyiş, mevcut gücü, potansiyeli. en hızlı, en etkin, sonuç alıcı bir şekilde kullanmaya göre şekillenmelidir. Bürokratik örgütsel bir işleyiş hiç bir zaman örgütlenmenin gücünü ortaya çıkaramaz, seferber edemez. Örgütün gücünü, ancak hızla karar ÖRGÜT TERBİYESİ alabilen, kadrolarını, kitlesini mevcut koşullar içinde en geniş şekilde karara katabilen, aldığı kararı eksiksiz bir şekilde hayata geçirebilen bir örgütsel işleyiş kullanabilir. Bu konuda hiç bir zaman bürokratik olmamışızdır. Kağıt üzerinde hükümler yazıp çizmedik gerekmedikçe. Kim sorumlu, kim yönetici, hayatın doğallığı içinde, örgüt iradesiyle belirlendi. Bu konuda onlarca maddelik tüzüklerimiz olmamasına rağmen, pek sorun yaşamamışızdır. Özellikle hapishanelerde geçmişte bir sürü grupta sık sık böyle sorunlar yaşanırken, biz uzağında kaldık bunların. îşte bu da örgüt terbiyesinin çok önemli bir parçasıdır. Bilgiye, tecrübeye, hareketin kararlarına saygı, "ilişkinin koptuğu koşullarda" bile, kim sorumlu, kim yönetici sorusunun cevabını vermiştir bize. Parti merkezi perspektif ve politikalarını emir-talimatlar biçiminde kadrolara ve kitlelere ileterek sürece yön verir. Bunun yanında bölge, alan, birim özgülünde kadro ve yöneticilere geniş inisiyatif tanınmıştır. Bir PartiCepheli örgütün emir-talimatlarını, hayata geçirmekle yükümlüdür. Bazen örgütümüz herhangi bir konuda karar vermeyi bize bırakır. Daha doğru bir ifadeyle öneri ve kararlarımızı bekler. Veya belli durumlarda birimdeki yönetici yoldaşlarımız açık bir talimat vermez de önerilerde bulunur. Bu tür anlar çoğu kez karar almakta zorlandığımız anlardır. Böylesi anlarda örgüt iç hesaplaşmamızı yaparak netleşmemizi ister. Şöyle yapsan ya da böyle yapsan der. Hareketin bir emir şeklinde değil de bir öneri şeklinde ifade etmiş olması bunu bir emir olarak görmemizin önünde engel değildir. İfade şekli nasıl olursa olsun örgütümüzün bizden istediği herşeyi bir emir olarak algılamalı, yerine getirmeye çalışmalıyız. Her seferinde illa "bu bir talimattır" denmesi gerekmemelidir. Bu da örgüt terbiyesinin bir parçası ve örgütlü birey olmanın bir gereğidir. Örgüt terbiyemizin diğer bir gereği de tüm yoldaşlarla ve özel olarak da yönetici yoldaşlarla olan ilişkilerimizde saygısızca bir tutuma girmemektir. Yönetici yoldaşların örgütü temsil ettiğini unutmamalıyız. Yönetici yoldaşlara karşı yapılan bir saygısızlık aynı zamanda örgüte karşı da yapılan saygısızlık olacaktır. Örneğin yönetici yoldaşımızın bulunduğu bir ortamda ayak ayak üstüne atmak, yönetici yoldaşımızın sözlerine müdahale etmek, hafifser, alaycı tavır takınmak, her sözünü espri haline getirmek bizim örgüt terbiyemizle bağdaşır davranışlar değildir. O konuşurken asla sırtımızı dönüp gitmeyiz mesela. Bu tür tavırlar, bırakalım örgüt terbiyesini aile terbiyemizin de epeyce zayıf olduğunu ortaya koyar. Bizim kitabımızda sorumlu bir yoldaşımızın verdiği bir işe, söylediği bir söze karşı "yapmıyorum" yoktur. Cepheli, "Ne dediyse yapan, ne yaptıysa savunan, özü sözü bir, dobra dobra konuşan, lafı dolandırmayan, açık sözlü, sözünü esirgemeyendir." Açık sözlüdür, ama saygılıdır. Açık sözlülük, özü sözü bir olmak, gerçeği ifade etmekten çekinmemek, sorunlardan kaçmamak ve tavizsiz olmak, oportünizmle, reformizmle, küçük burjuva aydınlarını rahatsız eder. Etsin. Doğru olan budur. Dürüstlük her zaman kazandırır. Bir diğer konu da gelişen herhangi bir spekülatif olay karşısında hareketin ne dediğini beklemeden olay hakkında yorum yapmaktır. Böylesi bir tavır örgüt gerçeğinin dışına düşmektir. Bir Parti- Cephe'li her şeyden önce örgütünün, önderliğinin ne dediğine bakar. Bu örgüt terbiyemizin gereğidir. Bazen örgüt bana güvenmiyor deriz. Üzerinde pek fazla düşünerek ifare ettiğimiz bir yargı değildir. Çünkü ifade ettiğimiz yargı kendi gerçekliğimizle örtüşmez. Oysa örgüt bize güvendiği için içine almıştır. Bu güveni geliştirmek artık bize kalmıştır. Güven ve güvensizliğin kaynağında artık biz varız. Örgütümüzün güvenini kazanmak için kendimizi ortaya koymuş isek örgütümüzün bize güvenmemesi için hiçbir neden yoktur. Yok eğer hiçbir çabamız olmadıysa; "Örgüt bana neden güvenmiyor?" demeye hakkımız yoktur. Örgütün soyut bir güven duymasını beklemek gerçekçi değildir. Böylesi anlarda düşünülmesi gereken "Ben örgütün güvenini kazanmak için ne yaptım" olmalıdır. Bu doğru soruyu kendimize sorduğumuzda güven problemini büyük oranda çözmüş olacağız. Bundan yola çıkarak her sorunun merkezine kendimizikoymamız gerekiyor. Örgütlü olmanın, örgüt terbiyesi almanın gereğidir bu. Sorunun merkezine kendini koymayan bir anlayış örgüt terbiyemizin dışındadır. Örgüt terbiyemizin diğer bir unsuru da görev ve sorumluluktan kaçmamaktır. Eğer görev ve sorumluluk üstlenmekten kaçıyorsak, örgütlü bir insan olarak niyetimizi sorgulamalıyız. Gerçekten devrimcilik yapmak istiyor muyuz, istemiyor muyuz. Devrimcilik yapmak için örgüte katıldık. Bu savaşta örgütsüz bir birey değil, örgütlü bir birey olarak katılmak istedik. Gönüllü katıldığımız kavgada görev ve sorumluluk üstlenmemek kendi tercihimize, kendimize saygısızlıktır. Evet sevgili Meral, bencilliğin panzehiri bu örgüt terbiyesidir işte. KATİLLERİ İSTİYORUZ Sayı 20/5 Mart 1999 Bu terbiye içselleştiği ölçüde gerçekten "ben" olmaktan çıkıp "biz" olmaya geçmiş, bir "örgüt insanı" olmakta temel adımları atmışız demektir. Mektubunda son derece ilginç bir soru sormuşsun: "Ya ben de Nuran gibi olursam?" Esasında çok yanlış bir soru değil. Bunu bir kendine güvensizlik olarak değil de, devrimciliğini daha da geliştirmek için sorduğunda gerekli bir sorudur. Devrimcilik hep bir savaştır. Yalnız düşmanla değil, her düzeyde, her alanda sürüyor bu savaş. "Şu kadar yıllık" devrimci olunca bitmiyor yani bu savaş, iç düşmanla savaşımız devam ediyor. Biz o düşmanın bir kolunu kesiyoruz, başka bir kolu çıkıyor, kafasını eziyoruz, bir yerden başına kaldırabiliyor; tabii tercihini net yapmışsan, bu savaş çok da zor değildir. Bundan sonra bu savaşı başarıyla götürmenin tek koşulu, sürekli uyanık olmak, hiç bir şeyi küçümsememek, yılanın başını hep küçükken ezmektir. Geçen haftaki mektubunda Nuran'ın '"Benim Kişiliğime güvenilmesini isterim. Çünkü ben doğruyu bulabilirim. Hata da yapabilirim. Ben hata yapacağım diye birinin beni yönlendirmesini istemem. Kimse beni değiştirmeye çalışmasın"'dediğini yazmıştın. Doğrularla yanlışların içice geçtiği karışık bir ruh halinin karakteristik bir ifadesi. Kendine güveni var gibi ama güvensiz. Hata yapabileceğini kabul ediyor ama hatadan korkuyor da. Karışıklık tabii doğruyu bilip de onu yapmıyor olmanın karışıklığıdır. Ama devrimcilikte net olununca bu karışıklık da biter. O zaman doğru sorulara doğru cevaplar bulunur. Kendimizde ya da başkalarında mutlaka hatalar olabilir, yanlışlıklar yapabilir veya yanlışlarla karşılaşabiliriz. Ama kendimizden eminsek, kendimize ve harekete güveniyorsak, bunların herbiri aşılabilirdir. Yukarıda anlatmaya çalıştığım örgüt terbiyesi, bu konuda anahtar kavramlardan biridir. Şu an sanırım okulunuzdaki arkadaşlarla aranızdaki ilişkiler daha çok kendiliğinden. Ama orada örgütlülük geliştikçe, daha önceki bir mektubumda da anlattığım gibi kendi içinde çeşitli yapılar kurmak, hiyerarşi oluşması, ilişkilerin daha disipline olması kaçınılmazdır. O zaman örgüt terbiyesi de kafanda daha çok şekillenecektir. Sevgili kardeşim, ben de satırlarımı burada sonluyorum. Sana, ailene, okuldaki arkadaşlarına sevgi ve selamlarımızı yolluyoruz. Şimdilik hoşçakal! Ağabeyin İbrahim — Sayı 20/ 5 Mart 1999 KURTULUŞ 46 - YURTDIŞI Emperyalist Haydut ABD, Irak Halkına Saldın Ve Provokasyonlarını Sürdürüyor İncirlikti Emperyalizmin Hizmetine Veren Oligarşi, Ortadoğu Halklarına Karşı Suç İşlemeye Devam Ediyor... . İncirlik ve Suudi Arabistan'dan kalkan ABD savaş uçakları Irak'ı bombalamayı sürdürüyor. Öyle ki bu"saldırılar artık neredeyse olağan gelişmeler olarak görülmeye başlandı. Burjuva medya hemen her bombalamadan sonra olayı "ABD bugün de Irak'ı vurdu"gibi kısa haberlerle geçiştirir oldu. Yaton zamanda sadece iki oiay basında biraz genişçe yer aldı. Bunlardan biri Şii dini liderlerden Muhammed El-Sadr ve iki oğlunun öldürülmesi, diğeri ise Türkiye oligarşisini de yakından ilgilendiren Yumurtalık petrol boru hattının ABD uçakları tarafından vurulmasıydı. Şii dini lider Muhammed El-Şadr ve iki oğlunun öldürülmesinden sonra burjuva basındaki haberlere bakılırsa "Irak'ta halk ayaklanmıştı". "Ayaklanma Bağdat'a doğru yayılıyor" ve "kan gövdeyi götürüyor", "Saddam'ın koltuğu sallanıyar"du. Sonra bunu "Şii liderin ölümü İrak'ı kan gölüne çevirdi", "Şii ayaklanmalar kanla bastırıldı"haberler izlemeye başladı. İran'dan ABD'ye kadar açıklama yapan herkes ayaklanmayı doğruluyor, yüzlerce kişinin İrak yönetimi tarafından katledildiğini ama ayaklanmaların sürdüğünü söylüyordu. Emperyalist- kaynaklı haberlerde şii lideri Saddam'ın öldürttüğü iddia ediliyor, İrak yönetimi ise bunu yalanlayarak yaptığı açıklamalarda "Irak halkının birliğini ve Irak'ın egemenliğini bozmak isteyen bazı düşman çevrelerin medyalarının aslı olmayan iddialar ortaya attıkları, bunun Irak'a yönelik sayısız komplolardan biri olduğu"nıı söylüyordu. Şii liderin öldürülmesi konusunda kesin bir şey söylemek zordur. Çünkü Ortadoğu'da kimin ne zaman, ne yapacağı belli olmaz. Ancak ortaya çıkan bir gerçek var ki emperyalist kaynaklı lıaberierde belirtildiği genişlikte bir ayaklanma yoktu. Saddam yönetiminin yabancı basın mensuplarım ayaklanmanm yaşandıgi söylenen bölgeye götürmesinden ve basın mensuplarının ayaklarıma gibi bir şeyin sözkonusu olmadığını, bölgede durumun sakin olduğunu açıklamalarından sonra da zaten bu tür haberler bıçakla kesiblir gibi son buldu. Elbette emperyalizm gerçekte olup bitenlerden haberdardır. Ancak böyle asılsız ve kanıtsız haberlerin bu süreçte bu şekilde yoğun olarak yayınlanması da tesadüf değildir. Saddam yönetimi devirmek isteyen emperyayizm, muhalefeti yöneliri' AKAN KAN BİZİM kırtmak, ayaklandırmak için her yolu mubah görüyor. Ya tutarsa deyip em peryalist medya tekellerini alabildiği ne kullanarak bir ayaklanma olduğu havası yaratmaya çalışarak muhalefe te güç vermeyi hedefliyor.Emperya lizmde ahlak, kural, uluslarası hukuk vs, diye bir şey yoktur. Ona göre ken disi ne yaparsa haklıdır, meşrudur. Öte yandan burjuva basını, partile ri, ordusuyla Türkiye'deki uşaklarının da ahlaksızlıkta emperyalizmden aşa ğı kalır yanı yoktur. Uşakları emperya lizm ne yaparsa arkasındadır, hemen desteklerini sunarlar. Onun söyledik-leri doğrudur, güvenilir kaynaktır. Emperyalizm ne derse burjuva basın buna kendisi de bir o kadar daha kat kı yapıp abartarak yapar. ABD uçakları yumtalık petrol bo ru hattını bombalıyor. petrol akış kesiliyor, bu doğrudan oligarşinin ekonomik çıkarlarına da zarar veriyor, ama başbakan F.cevit bunun hesabini sorması gerekirken kalkıyor ABD-uçaklarmın sivil hedefleri bomba la madiği gibi bir açıklama yapıyor. Bir adam bir kere uşaklığa soyunmaya görsün, sınırı nerede başlar nerede bi-ter belli olmaz artık. Irak halkına yönelik saldın ve katliamlardan en az emperyalizm kadar, İncirlik Üssü'nü emperyalizme kullandırarak Irak topraklarına bombalar yağdırmasına izin veren Türkiye oli garşisi de sorumludur. Emperyaliz min sözcülüğüne soyunan Ecevit bü yük bir soysuzluk örneği göstererek emperyalizmden puan toplama çaba larını sürdürüyor. Elbette Ecevit kaç tüm diğer düzen partileri de bu saldı -rılann doğrudan destekçisi ve soıum-lusudurlar. Oniar da iktidara geldikle-rinde emperyalizmin poliükalaım de-vamcısi olacaklardır. Halklarımıza yö-nelik saldırılar yetmiyormuş gibi emperyalizmin suçlarına ortak olup Irak halkına da saldırıyorlar. Bu partiler-den herhangi birine oy vermek tüm yaşananları onaylamak demektir. Ses-li ya da sessiz încirlik'in kullanılma-na onay veren herkes suçludur. Emperyalist ABD'nin saldırganlığı, Irak halkının bombalanması kanıksanmamalıdır. Tepkisiz kalmayalım, emperyalizmin uşaklarından hesap soralım. ABD ELİNİ IRAK'TAN DEHAL ÇEKMELİDİR...! İNCİRLİK VE TÜM EMPERYALİST ÜSLER KAPATILMALIDIR... MİZAH 20/ 5 Mart 1999 - "Şerefsizlikten daha sert yatak, daha keskin soğuk, daha acı sefalet Eichendorlf "Gerçeğin dağına umutsuz çıkılmaz" Nietzcshe Turnike murnike, Televole melevole, dallas mallas, delikanlı tahir, yıkılmamış ayakta, savaş ay batakta, reyting hamdi, mankenler şimdi, travestiier azzz sonra... şahene Pazar, berbat "TAKALAR" yalanlar, çarkıfelek, ah felek, cesur ve güzel, ama iğrenç... ve sair ve sair programlar çıkınca Takalar geçiyor allı yeşilli Çeteler geçiyor yeşilli apoletli Partiler geçiyor atlı itli güllü Liderleri geçiyor maskeli ve en alçak politikalarıyla "UYUM" Kaskete Ecevit de Ecevit'e MGK şapkası Ne güzel uymuş LİSTEZEDELER Seçimler yaklaştı ya milleti bir heyecan sardı bir heyecan sardı sormayın. Hele hele "milletin" vekili ve yandaşlarını öyle bir sardı ki ne siz sorun ne biz söyleyelim. Listede piyangoyu vuranların keyfine diyecek yokken, yeterli sayıda e1 öpemy ip, dil dökemeyenler tekmeyi yemenin buruk acısıyla kendi partileri ne yönelik saldırılara girişliler. Yaratıcılıklarını da kullanarak çeşitli eylem biçimlerini hayata geçirdiler. Kimi partisinin kapısını mühürlerken, kimi yıkıp kırmayı tercih etti. Kimi de daha radikal bir eylem hayata geçirerek kendini yakmak istedi. DSP'liler ise parti binasını işgal etmekle yetindiler. Bu arada ANAP'lı Bülent Akarcalı tekme ağrısını unutmayan yandaşlarını teselli etmek amacıyla bir açıklama yaptı. Akarcalı, açıklamasında; "vatana görev yapmak için ille de milletvekili olmak gerekmiyor. Partimizin diğer kollarında görevlerinizi devam ettirebilirsiniz." Yani şöyle tercüme edersek; "Pek kıymetli listezedeler! Yediğiniz tekmenin acısını yüreğimde hissediyorum. Ama üzülmeyin. Halkı soymak için ille de milletvekili olmanız gerekmiyor. Başka şekillerde de soygun işinizi sürdürebilirsiniz." ALO ÇETE İstanbul Emniyet Müdürlüğü "Alo Çete" hattı kurmuş. Vatandaşlar çeteleri anında bu numarayı arayarak ihbar edebilirler-miş. Bu hattaki telefon konuşmalarına bir kulak kabartalım bakarım, nasıl oluyormUŞ? Vatandaş- Alo çete hattı mı? Ben bir ihbarda bulunmak istiyorum. Burada Kaydiye birinin çetesi var. Haraç topluyorlar. Alo Çete Hattı- Bir dakika bekleyin, ilgili yere bağlıyorum; Alooo... Vatandaş kardeşimiz, ben Hayri... Ne?.. Sen kimi kime şikayet ediyon lan? Gelirsem oraya... Telefon kapanıyor... Yeni bir telefon... Vatandaş- Alo Çete Hattı? Burada Memduh çetesinin adamları var. Çek-senet tahsildarlığı yapıyorlar. Alo Çete Hattı (içeriye seslenerek)- Memduh Ahi seni şikayet ediyolar? Bi şe diyecen mi? Alo Çete Hattı-Alo vatandaş. Havada bulut, sen en iyisi Memduh'u unut. Vatandaş- Ama... VAR MI ALAN? YENİ SABANCI KOMPLOLARI Sabancı'nın cezalandırılmasıyla ilgili muhtelif teoriler yapılmıştı. Duyar haininin teslim olması ve ardından bir çete tarafından öldürülmesi bu komplo teorilerini epey zenginleştirdi. Ama geçtiğimiz günlerde gözümüze çarpan bir tanesi, oldukça çarpıcı ve dikkate değer. Bize çok inandırıcı geldi. Bu komplo teorisinin mimarı Milliyet yazarı Gani Müjde. Dikkatle okuyunuz. (Yanlış yunluş okumayın sonra bunu esas alarak yapacağınız teoriler çökebilir.) "Eyüp Aşık Susurluk Komisyonu'na cinayeti 4 kişinin işlediğini açıklamıştı. Oysa Sabancı Center kameraları sadece ve sadece içeri giren üç kişiyi tespit edebiliyordu. Peki kimdi bu dördüncü kişi? Dördüncü kişi uzaylı bir yaratıktı. Fizyolojik görüntüleri otomobil lastiği şeklindeydi ve soydaşlarının otomobil lastiği olarak kullanılmasına karşı olan bir örgütün üyesiydi. Pirelli'nin patronuna kanser virüsü bulaştırıp ertesi yıl Lassa'mn patronu Sabancılar'ı cezalandırmayı kararlaştıran çete üyesi cinayeti işledi, suçu Mustafa Duyar'ın üstüne attı, sonra aynı silahı Susurluk çetesinin arabasına koyarak ve çok beğendiği çaycı Fehriye Erdal'ı da yanma alarak gezegenine kaçtı." (Gani Müjde, 22 Şubat, Milliyet) Ha bunu beğenmediler mi, o zaman biz kendilerine yeni bir çeşit daha sunalım. Bu teorinin sahibi de Akit'çi Yaşar Kaplan. Okuyoruz Yaşar efendiyi; "... Çünkü, Mustafa Duyar'ın "infaz"ınm medyanın gündeminde yirmidört saat bile kalmasına izin verilmemesi hayli dikkat çekici. Dün sabahtan geceyarısına kadar gün boyunca bütün kanallarda ısrarla Öcalan konusu işlenirken, önem bakımından ondan hiç de aşağı kalmayan, hatta bir açıdan Öcalan'in yakalanması olayından daha önemli sayılabilecek Duyar cinayetine karşı tamamen duyarsız kalınması, medyanın Duyar cinayetini Öcalan foyası ile kapatmak istemesi olarak algılanabilir.... Öcalan'in yakalanması da kuşkusuz Türkiye açısından çok önemli bir haberdir; ancak, bu olayın hemen Duyar cinayetinin arkasına eklenmesi, bu iki olayın daha önceden birlikte tasarlandığı ve olayın aktörlerinin de önceden gerekli yerlere yerleştirilip cinayet için hazır bekletildikleri düşüncesini kuvvetlendiriyor. (...) Bu çocuğu (Duyar'ı) gene görülen lüzum üzerine, kalmakta olduğu cezaevinde harcatan güçler, PKK'yı ve Öcalan'ı da va reden ve sahneye süren güçlerdir. Birinin aydınlatılması diğerinin de aydınlatılması anlamına gelmektedir. Nitekim Öcalan'dan da alınması gereken asıl bilgiler alınmayacak, alınsa da açıklanmayacak, terrid edilerek korunacak Ve birtakım gerçekleri açıklaması engellenmiş olacaktır. Akıbetini ise şimdiden kestirmek güçıür." TAKTİK Kendisini halka "sevdirmekte" kararlı Aydın polisi yeni bir taklik belirlemiş. Bu taktiğe göre her polis günde en az 3 "vatandaş"a sırıtıp "Günaydın" diyecekmiş. Bu "dalga dalga yayılıp" tüm ülkeyi saracakmış. Böylece halkla polis arasındaki soğukluk giderilip yerine sıcak ilişkiler kurulacakmış. (Bundan sonra copunu vururken poliste bariz bir sırıtma görürseniz şaşırmayın, bu polisin yeni taktiğidir.) Polisin taktiği bu. Bakalım halk bu taktiğe nasıl bir taktikle cevap verecek? Gerçi bunu bilmek için kahin olmaya gerek yok. Mutlaka şöyle düşüneceklerdir "Polis böyle güldüğüne göre bunda mutlaka bir hinlik vardır. Biz en iyisi polis simit satana kadar polise soğuk bakma taktiğimizi sürttürelim"...