DIYANET ILMI DERGI • EKIM- KASIM- ARALIK 1992 • ClLT: 28 • SAYI: 4 • BiR IsLAM DAVET Çİ Sİ 0 LARAK DiN •GöREVLiSi • VE ÜZELLİKLERİ O Nihat HATİPOGLU * ürkiye'de İslam dinini "tebliğ ve irş~d"la resmen görevli ve yükümlü olan memur kadrolarını sadece Diyanet Işleri Başkanlığının bünyesinde barın­ dırmaktadır. Mart 1991 rakamları esas alındığında seksenbinin üzerinde görevlimiz, 65.791 camide bu hizmeti yürütmeye gayret ediyor. Evinde beş vakit, ayrıca cuma ve bayram namazları dolayısıyla milyonlarca insan camiierimize ibadet niyyetiyle gelmektedir. Bir hafta içinde camiierimize konuk olan müminlerin sayısı o denli fazladır ki, ancak milyonlarla ifade edilebilir. Televizyon ekranları hariç tutulursa, dev adımlarla her yere girebilen kitle iletişim araçları dahi bu noktada bizim kadar şanslı değildir. Her kültür seviyesinde milyonlarca insanımız camilerimizde vaiz, imam ve müezzin kadrolarını işgal ederek hizmeti yürüten değerli görevlilerimizin konuşmalarını, hitabe ve yorumlarını izliyorlar. T Peki bizler ayağımıza kadar gelen bu büyük imkanı değerlendirebiliyor muyuz? sorumuza müsbet cevap vermek haylice zordur. Zira karşılaştığımiz olaylar, sızlanmalar, tenkitler bizim bu işi İslam'ın bizden istediği tarzda yapamadığı­ mızı göstermektedir. Bu KONUDA NET, AÇIK VE SAMİMİ OLMAK ZORUNDA YIZ. H atalarımızı söylemem ek, şeffaf olmamak yapılmış olan hataların sürmesi demek olur. Din görevlileri bütün bir camia olarak aile gibidir. Birbirlerine sahip çıkmak, birbirlerini yıkamak, hatalarını net olarak ortaya koymak zorundaSanıyorum dırlar. • Din İşleri Yüksek Kurulu Uzmanı • 97. SOSYAL BOYUTUMUZU KA YBEDİYORUZ Din görevlisinin işgal ettiği kadronun resmi adı ne olursa olsun, İslam literatüründeki adı "ed-dai, ed-Duat = yani davetçi-tebliğci"dir. Davetçinin hizmet ve sorumluluk ölçülerini ise peygamber (s.a.s.) temiz ve nezih hayatlarında ortaya koymuşlardır. Peygamber olmanın yanında cemaat lideri olan Hz. Muhammed (s.a.s.) bu bağlamda hepimizin önderi ve lideridir. Yüklendiğimiz ağır sorumluluğu ahiret günü yüzümüz ak çıkacak tarzda ifa etmek istiyorsak, O'nu bütün mübarak karakter, kişilik ve sünnetiyle taklit etmek zorundayız. Çevresinde başarılı olan din görevlilerinin hayatları etüd edildiğinde; başarısının dozunun İslamla barışık yaşamasıyla orantılı olduğu görülür. 21. asrın eşiğine geldiğimiz şu günlerde din görevlileri olarak kendimizi sorgulamak, yoklamak, artı ve eksi yönlerimizi ortaya koymak zorundayız. Bütün putların yıkıldığı, insanların silkindiği dünyada bizler 50-60 sene önceki metod ve hitab tarzıyla kürsüye, minbere çıkmak hakkına sahip değiliz. Zira artık camide bizi dinleyen insanlar, bundan bırakınız 40-60 sene, belki birkaç ay önceki insanlar bile değillerdir. Farklı şeyler, doyurucu izahlar, tatmin edici yorumlar, sosyal ve psikolojik açıklamalar istemektedirler. Hep tehdit eden, kınayan, korkutan, itici ve nefret ettirici değil; sevdiren, rahmete çağıran, ısındıran, barıştıran, dünyadan haberi olan insanlar görmek, duymak istemektedir. Kur'an-ı Kerim' de, ümmederine tevhid inancını ileten büyük şahsiyetlerle, onnegatif liderler arasında meydana gelen olaylar sunulurken şu nokta dikkati çeker: Peygamberler her zaman toleranslı, nazik, yumuşak ve samimi davranmışlardır. Tehdit unsurunu kullanmamışlardır. Anlaşma zemini bulundukça, her şartta "silm" yani anlaşma ve barış yolunu açık tutmuşlardır. ların karşısındaki Karşı tarafta yer alan diktatörler ise sert, acımasız, gaddar ve insafsız bir görüntü sergilemişlerdir. Hz.Musa'nın getirdiği tevhide boyun eğen sihirbazlara karşı Firavun'un tavrı; Hz. İbrahim'in davetine cevap olarak ateşten başka çıkış bulunamayan Nemrud'un bağnazhğı; Karun'un, Hamam'ın, Aslıab-ı Uhdfid'un, Fil ashabmm, peygamberlerin kavimlerindeki şirk liderlerinin insaf bilmez kişilikleri, ilahi davet karşısındaki telaş ve korkuyu açıkça ortaya koymaktadır. Demek ki tehdit, sürekli korkutma, zorbalık İsiama karşı olan unsurlarm metodudur. islamı sunmak durumunda olan bizler, muhatap, kim olursa olsun, yumuşak ve kuşatıcı tavrımızı terketmemeliyiz. Hz. Lokman'ın oğluna tavsiyede bulunurken kullandığı nazik ifadelerden çok önce: "Ey oğulcuğum!" diye başlaması: Hz.İb­ rahim'in put imal eden babasına tevhidi tebliğdeki hitabına saygı ve merhamet kokan "Babacığım" tarzıyla başlaması bizler için hayati önem taşıyan noktalardır. Bugün İslami anlatmak zorunda olan İslam davetçilerinin bir türlü kavrayamadıkları işte bu hassas çizgidir. itici, yatışmaz ve insaf kabul etmez görüntüm üz dışında; kullandığımız uslilp, seçtiğimiz cümleler, verdiğimiz örnekler çoğu kez kalbi islama ısınacak insanlara da kapıyı kapam1ştır. İslami ölçüler anlatılmasın demiyoruz, böyle bir istek kimsenin hakkı da değildir. Ama her şeyin söylenınesi gereken zamanı ve zemini, üslilbü vardır. İslami "en iyi bilen ben bildiğim tarzda • 98. anlatırım" şeklinde özetleyebileceğimiz sert yapımız, bazen bizim de hatalarımızı düzeltmeden yaşayıp gitmemize sebep olmaktadır. İslam'a, camiye, cemaata, Kurana yabancı olan yüzbinlerce insanın ürkütücü cehiiletinde, daha çok tebliğ görevini gerekli tarzda yerine getirerneyen insanlarımızın büyük rolü vardır. Hoşomu­ za gitmese de bunu söylemek zorundayız. Daha büyük sorumluluk yükleneceği­ miz yarınlara, güçlü ve hazırlıklı girmek için bunu tartışmakla yükümlüyüz. Zira çoğu kez camiye gelen müslümanları doyuramadığımız gibi, cami dışındaki dünyada sesimiz-soluğumuz hiç, ama hiç, duyulmuyor. Yani sosyal boyutumuzu yitirmiş gibiyiz. MENFİ MUHATABLARIMIZ EBU CEHiL'DEN DE Mİ ŞiDDETLi? Kendimizi Hz.Nuh'un gemisindeki müminlere benzetip, bütün dünyayı tufanda kabul etmenin insanlığa sunacağı müsbet bir mesaj yoktur. Taif'te taşiara hedef olurken bile, rahmet duası yapmaktan vazgeçmeyen Hz.Muhammed (s.a.s.)'in geniş rahmetini islamı bilen insanlar olarak taklid etmek zorundayız. Lat, Menat, Uzza putlarının aşkı ancak bu muhammed! tavır sayesinde gönüllerden silinmişti. Herhalde biz görevliler olarak Ebu Cehil'den çok daha şedid insanlarla karşı karşıya değiliz. O halde hikmetle, sevdirerek, ısındırarak ve ama bütün bunları yaparken "bilerek" insanları kazanmak zorundayız. Bilmek gerekir ki ateist, kumarbaz, içkici, rüşvetçi, cani ve benzeri insanlar herkesten önce bizlere muhtaçtır. Belki zamanında ulaşabilseydik kişi hırsız, katil veya başka suçtan aranan suçlu olarak polisle karşı karşıya gelmeyecekti. Hz.Musa ve Harun'un, gaddar ve zalim Firavun'a giderken "Firavuna karşı emrine muhatab olmaları ne kadar anlamlıdır. Taha Suresi'nin 44.ayetinde "V arın da ona yumuşak söz söyleyin; olur ki nasihat dinler yahut korkar" buyuruluyor. "Taği =azgın" Firavun'a yumuşak bir şekilde hareket emredilmişken, bize muhtaç olan ve çoğu iyi niyetli, sağ duyulu insanlara sertliğin faydası nedir? yumuşak davranın" Birer İslam davetçisi şuuruyla, İslam rahmetinin bütün insanlığı kaplaması niyetiyle, Peygamberimiz (s.a.s.)'deki vasıfları örnek alarak hedeflenen noktaya varabiliriz. İşte bu ağır yüke talip olan din görevlisinin, şahsında bazı özellikleri toplaması, davetine bu öncüllerle başlaması şarttır. Esasen genel olarak bütün müslümanlarda, ama özel olarak din görevlisinde gereken bu sıfatiarın bir kısmını şöyle sıralamak mümkündür: bulunması Din Görevlilerinde Aranacak Özellikler 1. YUMUŞAKLIK: Yumuşaklık Allah ve Resulünün sevip övdükleri bir özelliktir. "Hilm" diye de niteleyebileceğimiz bu özellik; her türlü şartta dengeyi yitirmeme, kendisine yapılan terslikler e müsamahalı davranma, sabır, sessizlik ve barış yolunu seçme olarak da tanımlanabilir. İnsanları, içinde bulundukları çıkmazdan hidayete çağıracak davetçinin bu özelgerekir. Zira davet edilen insanlar çoğu kez, kendi- liği şahsiyetinde bulundurması • 99. lerini içinde bulunduiçiarı hatadan kurtarmaya çalışan davetçilere karşı kırıcı olurlar. Hatta, e~itimsizlik ve günahın zarurl birer neticesi olan bu türden dengesizlikler "hilm"le karşılanmalıdır. Peygamberimiz, Eşecc Abdüi-Kays'la muhatab olduktan sonra şöyle buyur- muştur: "Sende Allah'ın mamak"<1l sevdiği iki özellik vardır: Yumuşak huylu olmak ve aceleci ol- Eşecc Abdulkays, Peygamberimizin bu övgüsüyle şu nedenle karşılaşmıştı: Kendisi bir kafile içinde Medine'ye gelmiş, kafile ve kavminin diğer kişileri yıkayıp, temizlenmeden Peygamberimizin huzuruna çıkmışlardı. Ancak Eşecc elbise çantasını beklemiş, temiz giysilerini giyindikten ve temizlendikten sonra Peygamberimizin huzuruna edeb, saygı ve güleryüzle çıkmıştı. İşte bundan ötürüdür ki, bu övgüye hak kazanmıştı. İslam! tebliğ noktasında olanlar genellikle halkın farklı tabakalarıyla karşı kargelirler. Her türlü insan grubunu dinietecek en baskın karakter ise yumuşak­ lıktır. Davetçiye karşı önyargılı olan nice negatif unsurlar; yumuşak, teenni sahibi ve musamalıalı davetçiyi gördüklerinde geri adım atmışlardır. şıya Yumuşaklık özelliğiyle Peygamber ahlakıdır. Yüce Allah, Peygamberi Hz. İbrahim'i bu Kur'an'da anmıştır: "Doğrusu İbrahim çok içli, yumuşak huylu ve kendini Allah'a vermiş bir kim- se idi"< 2l. Yumuşak huyluluk bazı kimselerde yaradılıştan vardır. Bazı kimselerde ise sonradan, örnekler edinilerek kazanılır. Yaradılışında bu güzel hasletle doğmuşolan insanların bu özelliklerini yaşatmaları, geliştirmeleri ve pratiğe koymaları şarttır. Zira ancak "yumuşak huylu" davetçilerle muhatab olan diğer meslektaşları kendi hatalarını aniayıp ayıklama yoluna gidebilirler. Bu nedenledir ki daha önce rivayet ettiğimiz hadiste, Peygamber (s.a.s.)'in övgüsüne mazhar olan Hz. Eşecc, Peygamber (s.a.s.) efendimize şöyle sormuştu: Ey Allah'ın Resulü: Bu iki güzel özellik yaradılışta mı bende vardı, yoksa sonradan rru kazandım? Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyurdular: "Yaradılışta Cenab-ı Allah sana bu iki özelliği nasib etti"C3l. belirtmek gerekir ki; yumuşak huyluluk "cahil" olan insanların gösterilir. Yoksa hilm' den maksat her türlü hakaret ve aşağılan­ mayı kabullenmek demektir değildir. Mü'min izzet ve şeref sahibidir, bu özelliklerini hiçbir zaman yitirmez. Bu nedenledir ki gerçek yumuşaklık, yanlış ve dengesiz Hemen şunu tavırlarına karşı # veya # kelimesiyle Ebu Davud, Edeb, bab: 161; hd. 5225; Müsned, Ahmed b. Hanbel, c. 3, s. 123; c. 4, s. 206; ayrıca ~ kelimesiyle ise Müslim, İman, 25, 26, bab. 6; Tirmizi, Birr, bab: 66, hd: 2011. (2) Hud, 75 (3) Müslim, İman, bab: 6, hd. 25-26; Tirmizi, Birr, bab: 66, hd: 2011; İbn-i Kayyım. Zadül Mead, c. 3, s. 36. (1) • 100. davranan kişiyi refüze edebilecek, altedebilecek durumda olan sabır ve toleransa denir. kişilerin gösterdiği İsHimi geniş kitlelere ulaştıracak olan çlavetçilerin bu farkı çok iyi etüd etmeleri gerekir. Peygamberimiz (s.a.s.), zayıf ve cahil bedeviye karşı hilm ve tebessümle karşılık verirken; Kabe'nin avlusunda oturup durum müzakeresi yapan Kureyşin güçlü aristokratianna tehdit edici tarzda: "Ey Kureyş topluluğu beni duyuyor musunuz? Nefsim kudretinden olan Allah'a yemin ederim ki size bir boğazianma ile geldim" cümlelerini kullanıyordu. Yerine göre yapılan bu tarzda konuşma o kadar geniş bir yankı yaptı ki oturanlar onun sözünden fazlasıyla etkilendiler. Sanki herbirinin kafasında bir kuş vc..ıdı da kaçmasın diye taş kesilmişlerdi. Hatta daha önceleri Peygamberimize karşı en sert davrananı bile yumuşak cümlelerle yaltaklanmaya gayret ediyordu: "Ey Ebu'l Kasım bizi halimize bırak! Vallahi sen ne yaptığını bilmeyen biri değilsin" diyorduC4l. 2. TEVAZU: Tevazü'nun zıddı olarak da ifade edilen Kibr(büyüklenme) Hz. Adem (A.S.)'ın yaratılmasınından sonra işlenen ilk günahtır. "Kibirden dolayı İblis, Yüce Allah'ın rahmetinden kovuldu. Ahiret gününe kadar Lanetlenmeye hak kazandı" "Bunun üzerine Allah, öyle ise oradan çık! Çünkü artık kovuldun!, dedi. Muhakkak ki kıyamet gününe kadar lanet senin üzerine olacaktır. csı Kibir sahibi olan kişinin cennet ehlinden olamayacağı Peygamberimiz tarafın­ dan haber verilmiştir. Bir Hadislerinde şöyle buyurmuşlardır: "Kalbinde zerre miktarınca kibir bulunan kişi cennete giremez. "(6) Peygamberimiz (s.a.s.)'in nübüvvet görevini ifa sırasında tevazuu ile büyük mesafeler aştığını, hatta cemaatın etrafında kenetlenmesinde bunun en önemli unsur olduğunu hatırlatma sadedinde Yüce Allah şöyle haber veriyor: "Allah'tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın! Şayet sen kaba, katı yüTekli olsaydın, hiç şüphesiz, etrafından dağılıp giderlerdi. Şu. halde onları affet; bağışlanmaları için dua et!"C7l Peygamberimizin yüce karakterinde var olan tevazu, İslamın tebliğeisi konumunda olan bütün din görevlilerinde-davetçilerde etkin olarak kendisini hissettirmelidir. Tevazu; müslümanlara müsamahalı davranmak, ince ve n~zik tavır almak, büyüklenmeden, kibir ve azametten vaz geçmekdir. Kur' ani ifadeyle tevazu "kanad indirme"dir. "Sana uyan mü'minlere kanadını indir."C8l Bazı müfessirlerce ayetten maksadın, "Sana uyan bütün mü'minler"C9l olduğu ifade edilirken, bazı mü- (4) İbn-i Hişam, c. ı, s. 290. (5) Hicr, 34, 35. (6) Müslim, Fiten, bab: 52, 116; Tirmizi, Fiten bab: 17; ayrıca hadisin sebebi vücudu ile ifadesi için; İnb Hacer el-Askalani, el-Metalibü'l Aliyye, c. 2, s. 437. (7) Al-i İmran, 159. (8) Şuara, 215. (9) Nevevi, Merahu Lebid, c. 2, s. 118 . • 101. fessirlerce: "Peygamberimize inanıp uyan yakın çevresi"0°l manasmadır ki olay şu noktadan dolayı önemlidir: Din görevlisi; yakın münasebete girdiği, sevgi ve dostluğunu kazandığı, yani tebliğini ulaştırdığı insana dahi "tevazu" göstermeye mutlaka dikkat edecektir. O halde uzak çevreye öncelikle mütevazi davranacak. Bunun diğer bir anlamı da şudur: Tevazu islam davetçisinde gelip-geçen bir tavır olarak değil, heran diri olan bir karakter olarak bulunacaktır. İslam'a davet edenlerin inanmayanlara karşı son derece mütevazi bir görüntü sergilerken inanan kendi insaniarına karşı sert tabiatlı olmaları garipsenecek bir çelişkidir. Davetçi mütevazi olmak zorundadır. Konuşmasında, tavırlarında, giyim ve kuinsanlarla olan münasebetlerinde bu ilkeyi muhafaza etmesi gerekir. Peygamberimiz (s.a.s.), yaşlı bir kadın bile olsa zerre kadar tiksinti duymadan onunla yolda yürür, giderdi." şamında, Peygamberimizin tevazusunu ortaya koyan şu çarpıcı örnek din görevlileri için ciddi dersler vermektedir: Peygamberimizin huzuruna bir adam girdi. Peygamber (s.a.s.)'i görünce korku ve heyecandan titremeye başladı. Bunun üzerine peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyurdu: "Kendine gel! Ben melik veya zorba değilim. Ben, Mekke'de kuru ekmek yiyerek kendisini doyuran bir kadının oğluyum."0 1 l İslami iletmekle zorunlu olan davetçilerin tevazuun zillet ve boyun eğme ına­ nasma gelmediğini bilmesi gerekir. Zillet ve korkaklığa tevazu kılıfını uydurmak da mümkün değildir. Kur' an, davetçilerin hareketlerini düzenleyen şu ayeti mü'minlerin şuuruna iş­ liyor: "Ey inananları Aranızda dininden kim dönerse bilsin ki, Allah'ın sevdiği ve onların da O'nu sevdiği, inananlara karşı alçakgönüllü, inkareliara karı şiddet­ li, Allah yolunda cihad eden, hiçbir kınayıemın kınamasından korkmayan bir millet getirir .•. "(1 2) Gerek camide, gerekse de sosyal münasebetlerde din görevlisinin alçak gönüllü olması, sunulan islamı tebliğin kalbiere daha rahat bir tarzda ulaşmasını sağlaya­ caktır. Camii kapısı itici değil, ısındırıcı bir sevecenliği müjdelemelidir. Cemaat, camide gururundan buz dağlarını andıran din görevlisi yerine, en mahrem aile münasebetlerini bile kendisine açacağı mütevazi, yakm, alçak gönüllü din görevlisini görmek istemektedir. Hele, Batıda kilise ruhbarlarının özel moral eğitiminden geçirilerek kitlelere ulaşınaya çalıştığı düşünülecek olursa; İslam davetçiterinin önündeki bandİkapları görerek uzak mesafeleri kısa zamanda aşmaları daha büyük ivedilik taşımaktadır. 3. SABlR: İslam'ın güzelliklerini iletecek olan kişilerin: karşı taraftan gelecek her türlü tersliğe, düşmanlığa, dengesizliğe ve zulme hazır olmaları gerekir. İnsan­ lar genellikle bilmediklerinin düşmanıdırlar. Yine, insanların yıllarca içinde yaşa- (10) Zemahşeri, Keşşaf, c. 3, s. 130, Lübnan (Darü'l-Marife). (ll) el-Mevahib el-Ledünniye, c. 1, s. 298. • 102 • (12) Maide, 54. dıkları hayat tarzlarını bir çırpıda ellerinin tersiyle silip atmaları bunun yerine başka bir inanç tarzını hayatı haline getirmeleri haylice zordur. Kişilerin takip ettikleri akide ne kadar anlamsız olsa da bu ölçü değişmez. İneğe, puta, ateşe veya başka bir şeye tapan ilkel bir insanın bu sapıklığını terkedip tek bir Allah'a imana yönelmesi-her ne kadar fıtratın gereğiyse de yine de-zordur. Din görevlilerinin karşıdan gelecek her türlü olumsuzluğu büyük bir tahammül ve sabırla karşılaması gerekir. Lokman (a.s.) oğluna öğüt verirken, ibadetlerine devam etmesinin gereğinden hemen sonra sabırı ön plana çıkarır. "Yavrucuğum! Namazı kıl, iyiliği emret, kiltülükten vazgeçirmeye çalış, başına gelenlere sabret. Doğrusu bunlar, azınedilmeye değer işlerdir."0 3 ) Aslında, İslam'ın davetçisi sıfatındaki kişilerin karşılaşacakları tahammülü en zor durumlardan biri de "akidedeki karşı gelme"lerdir. Bunu peygamberler yaşa­ mıştı. Mekke müşrikleri, peygamberimiz (s.a.s.)'e bir müddet kendisinin putları­ na tapması, bir müddet de kendilerinin Allah'a ibadet etmeleri teklifini götürmüş­ lerdi. Mekke müşrik aristokratlarının bu karşı grupları; içinde bulundukları bunalımları yansıtan tekliflerini yaparken, esasen, bir peygambere, karşılaşabileceği en ağır sabır yolunu açıyorlardı. İlahi vahy Kiifirfin silresiyle onlara cevap verdi. Kur'an-ı Keyim'e bakıldığında Hz.Musa'nın da aynı sıkıntıya muhatab olduğu görülebilir. Kavmi, vahye muhatab olup iman ettikten sonra, yanlarından geçtikleri kavmin (Amalikalıların) puta taptığını gördüklerinde Hz.Musa'dan kendilerine de put yapmasını istemişlerdi. Kur'an hadiseyi şöyle naklediyor: "İsrail oğullarını denizden geçirdik, orada kendilerine mahsus bir takım putlara tapan bir kavme rastladılar. Bunun üzerine, Ey Mfisa! Onlara ait tanrılar gibi bizim için de bir tanrı yap! dediler. Musa, "Gerçekten siz cahil bir toplumsunuz"dedi. <14> Tekrar Lokman (a.s.)'m tavsiyesine dönecek olursak üç nokta dikkati çeker. bu bağlamda Lokman'ın vasiyetinden alacakları yığınla ders İslam davetçilerİnİn vardır: İlk etapta oğlunun ruhi yönden kendini hazırlamasını ister ki bunun yolu ibadettir. İbadetlerin en önemlisi hiç şüphe yok ki namazdır. Bu açıdan "yavrucuğum, namazı kıl" cümlesiyle başlıyor. Daha sonraki aşamada başkalarına fayda sağlayacak yolu gösteriyor ve "iyiliği emret ve kötülükten vazgeçirmeye çalış" diyor. İyiliğin emredilip, kötülüğün sakındmidığı durumlarda şeytani attraction devreye girer ki o durumlarda güzel bir sabırdan başka çözüm yoktur. Bütün bunlara hazır olmak gerekir. İşin pratiğine baktığımızda bir çok davetçinin sırf "sempatikliğini" kaybetmemek için "emr-i bil maruf nehy-i ani'l münker" çizgisinin hayli dışında seyrettiğini görürüz. Bu gerçek, din görevlisinin halk içindeki ağırlığının da hafiflemesine zemin hazırlar. İnkardan başka sermayesi olmayanlar, güzele ve hayra çağıran her türlü hamleye inkar reaksiyonları göstermişlerdir. Peygamberimiz (s.a.s.) ilk vahyin ağırlığı altında Hz. Hatice (r.anha) ile beraber Varaka bin Nevfel'e gittiğinde kanaatımızı doğrulayan bir cevapla karşılaştı. Varaka bin Nevfel: " ... Kavmin seni Mekke'den (13) Lokman, 17. (14) A'raf, 138. • 103. çıkardığında keşke yanında olsaydım" dediğinde peygamberimiz (s.a.s.) "Onlar beni çıkaracaklar mı" diye sordu. Varaka: "Evet senin getirdiğini getiren hiçbir kimse (peygamber) yoktur ki, kavminin düşmanlığıyla karşılaşmış olmasın"(15) cevabını verdi. Davetçi, sadece bu anlamda sabırla donanma yacaktır tabii ki. .. Maddi sıkıntı­ lar, tebliğ yapılacak insanların olumsuz yönleri, çevrenin İslami yapıya uzak olması, beklenmeyen musibet-bela ve tehditler hep sabır çizgisi içinde karşılanmalıdır. Özel olarak din görevlisinin, cemaatı içindeki insanların yanlışianna sabır ve hoş­ görüyle karşılık vermesi zaruridir. Kur'an, birer davetçi olmaları hasebiyle Peygamberlerin sabırlarını övgü ile anlatıyoı: Rasulullah (s.a.s.)'e hitabında; kendinden önceki peygamberlerin şeriatlarını ve yerleştirmede büyük gayret sarfettiklerini, ortaya çıkan güçlüklere de sabırla göğüs gerdiklerini hatırlatıyor: "O halde peygamberlerden azim sahibi olanların sa brettiği gibi sen de sa b ret... "06) tebliğ Evet, İslam'ı aniatma çabası karşısında gadre uğrayan ve telaşlanmayıp sabreden-hatta bu uğurda şehit olmayı göze alan- kişilerin geleceği aydınlıktır. "Yalnız sabredenlere, mükılfatları hesapsız ödenecektir. "0 7) 4. DOGRULUK: istikamet, diye de tanımlayabileceğimiz bu yapının, İslam davetçisinin hayatına yön vermesi beklenir. İslam kurallarına bağlılık, her şeyi Allah rızası için yerine getirmek ve dedikleri ile yaptıklarının birbirlerine uygunluğu olan doğruluk, ihmal edildiğinde, tebliğin bütünüyle devre dışı olduğu görülür. Bir kı­ sım halk kitleleri kendileri doğru olmasalar da din görevlisini, İslam davetçisini doğru görmek isterler. Ve cemiyette en ciddi tenkitlere, takibe uğrayanlar yine bu insanlar yani din görevlileridir. İyiliğe ve doğruya çağıran bir davetçinin her şeyden önce o eylemleri kendi nef- sinde pratiğe uygulamış olması kişinin, bu haramları özel gerekir. Kur'an ve sünnetteki yasakları hayatında yaşıyor olması inanırlığını ileten bir tamamen siler. Peygamberimiz (s.a.s.) kendisine İslam hakkında kesin ve net bir ifade kullanisteyen birine şöyle buyurmuştu: "Allah'a iman ettim de ve sonra dosdoğ­ ru oi'•(IS) Hiç şüphe yok ki Peygamberimizin bu vasiyyetini tutan ve gereğini yerine getiren her müslüman cennete yakıniaşmış olur. Dünya ve ahiret hayatında mutluluğu yakalamaya çalışırken etrafındakilere de örnek olmak isteyen İslam davetçilerinin bu ilkeyi temel prensip edinmeleri şarttır. Zira "Ailah'a iman ettim" cümlesi, bütün kudret, otorite ve kuvvetin sahibi olan Allah'a sığınmanın en çarpıcı ifadesidir. Ancak bu son derece önemli olmaklaberaber sadece bir cümledir. Bunun tatbikatı gereklidir. Tatbikatı ise cümlenin yüklediği anlamı, kişinin kendi hayatına masını (15) (16) (17) (18) İbn Hişam, es-Siretü'n-Nebeviyye, c. 1, s. 254-255, Lübnan, 1355 H. Ahkaf, 35. Zümer, 10. Müslim, İman, bab: 13, hd. 62. • 104. hakim hale getirmesidir ki bunun yolu da dosdoğru olmak, imanının gereğini hayatı haline getirmek ve bu uğurda zerre kadar endişe göstermemektir. Kur'an bu sactakatı göstereniere ilahi müjdeyi çok net olarak haber veriyor: "Rabbimiz Allah'tır, deyip sonra da doğrulukta devam edenlere, onlara, melekler, ölümleri anın­ da: "Korkmayınız, üzülmeyiniz, size söz verilen cennetle sevinin, biz dünya hayatında da, ahirette de size dostuz. Burada canlarınızın çektiği umduğunuz şey­ ler, Bağışlayan ve acıyan Allah katından bir ziyafet olarak size sunulur." diyerek inerler. 0 9l Bu anlamda doğruluk; Kur'an ve hadisin hükümlerinin uygulanması ve peygamberimizin hayatta örnek alınması olarak da formüle edilebilir. Din görevlisinin arzu edilen istikamete varması; kendi hayatını, konuşmaları­ iç dünyasını, kazancını, hitabelerini, gezdiği-dolaştığı yerleri, ibadetlerini sürekli olarak otokritiğe oturtınası ve; nafile ibadetlere, emr-i bi'! maruf, nehy-i ani'! münker çizgisine uymaya, hertürlü münasebetinde Allah'ın rızasına talip olmaya gayret etmesiyle mümkündür. nı, tavırlarını, duygularını, Bu noktada da İslam davetçisinin örneği peygamberimiz ve O'nun temiz sahabesidir. Serdedeceğim örnek çok önemli dersler verecek niteliktedir: "Peygamberimizin elçilerinden olan Abdullah bin Huziife es-Sehmi -(r.a.) kabir savaşta Rumiara esir düşer. Onun büyük şahsiyetine hayran olan Rum Meliki şöyle der: "Hristiyanlaş, eğer Hristiyanlığı kabul edersen seni mülküme ortak ederim. O, peygamber dostu hiç tereddüt etmeden anında reddetti. Tam bir mürnin heybetiyle. İmparator onun çarmıha asılmasını emretti. Astılar. Sonra oklarla onu hedef tahtası haline getirmekle korkuttular. Zerre kadar korkmadı. Sultan emretti, büyük bir kazanda su kaynattılar. Sonra tek tek esirleri içine atmaya başladılar. Şehitlerin kemikleri eriyordu bu kaynak suda. Sonra onu işaret ettiler. Ya Hristiyanlaş veya atacağız seni dediler. Kendisi kazana doğru yürüdü ve kazanın başına gelince ağlamaya başladı. Hristiyanlar onu ağlarken görünce sevindiler. Korktuğunu sandılar. Rum meliki sordu. Neden ağlıyorsun? Bir zamanlar peygamber (s.a.s.)'in İslam davetini iklimiere taşıyan, her yönüyle Rasulullah (s.a.s.)'i temsil·ecten büyük sahabi ağır bir edayla şöyle dedi: "Benim yüz canım olsa da tek tek bu kazana atsalar da Allah'ın yolunda defalarca ölümü tadabilseydim diye arzu ediyorum. Ama siz beni bir kerede atıp öldüreceksiniz. Benim üzüntüm bundandır." Rum meliki ve ötekiler bu muhteşem sahabe karşısında şaşkına döndüler. Aptallaşıp kalakaldılar. "(20l tıldığı "Melik, Hristiyanlaşırsan sana kızımı veririm ve seni krallığıma ortak ederim dedi. Hayır, dedi. Melik: Başımı (saçlarımı) öpersen seni ve seksen müslüman esiri serbest bırakının deyince kabul etti. Ve kralın başını öptü böylece sensen müslüman esiri de onların elinden kurtardı. "(21 l İslam için her türlü fedakarlığa katlanabileceğini söyleyen Abdullah b.Hüzafe (r.a.) gibi insanlar zaman ve şartlar gerektirdiğinde iddialarını gerçekleştirdiler. Yaı (19) Fussilet, 30-32. (20) el-İsabe, c. 2, s. 288. (21) İbn-i Esir, Üsdü'l:Gabe fi Ma'rifeti's-Sahabe, c. 3, s. 212-213. •105. pa yapıp, döneklikte bulunmadılar. İşte gerçek doğruluk ve istikamet budur. "Fethedilen beldelerin insan ları bu fatihleri, onların büyük kişiliklerini, doğruluklarını ve ak idelerine bağlılıklamnı görünce islama yöneldiler. "(22) 1 Bugün cemiyetimize baktığımızda kalbinde hastalık olan bazı insanların, yine din görevlilerinde görülebilen "olumsuzluk"ları ön plana çıkarıp; "hoca dedi~ini yapmıyor, o halde onun dediğini tut, ama onun yolundan gitme" tarzında vicdanlarını kurtarmaya yönelik operasyonlarla kaçamak yolu aradığını görebiliyoruz. Böyle ortamiara meydan vermemek elbette şarttır. Bunun yolu da başkası m üstakim olduğumuzu bilsin diye değil, Allah ve Peygamberi istedikleri için müstakim olmaktır. Dikkat edilirse ta hicri 8.yüzyılda yaşayan İbn-i Kayyım bile cemiyetin bazı unsurlarının imansızlık için mazeret arayan çıkmasına işaret ediyor: Şöyle diyor: "Biz ve başkaları defaatle gayri müslimleri islama davet ettiğimizde hep şu cevabı aldık: "Bizim islama girişimizi engelleyen şey: İsiama bağlıların habazı yatlarında gördüğümüz yaşam tarzıdır. Eğer İbn-i Kayyım müslümanların İslam ve ilkelerinden tavizler vererek yanlış ve ters örneklere sebep yaşasaydı kimbilir ne diyecekti?"<23 > olduğu günümüzde 5) GÜZEL AHLAK: "Nefsin örtüsü" olarak ifade edebileceğimiz güzel ahlak, Yüce Allah'ın güzel gördüğü, övdüğü, peygamberine emrettiği peygamber (s.a)'in de öncelikle kendisi uygulayıp sonra da etrafına ilettiği actab, davranış, hareket, karakter ve süluk'a denir. Ahlak kelimesi ile yaradılış kelimesinin kök harflerinin (Ha-le-ke) aynı olması, bu iki kavram arasındaki köklü ilgiye dikkati geçer. Sanki "ahlak" kavramı içine giren hertürlü hareket, "yaratılışta" İslam fıtratı üzerine doğan ve ona sonradan değişmeyecek olan, ayrıca da vahiyle desteklenen müminin bütün hareketlerinin toplamına denir. Bu açıdan da fıtrat çizgisini aşmayan, dejenere edilmemiş ve vahye tabi olan kişinin bütün disiplinli hareketleri "ahlaki" olmak zorundadır. Zaten "Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim. ~W,~\ ~ ~~ ~ (24) hadisine dikkat edildiğinde şu nokta göze çarpar: Peygamberimiz, güzel iyi, faydalı ahlakı tamamlamak için... diyor.. Neden tamamlamak? Zira, insan fıtratının gereği olan güzel ahiakın ölçüleri ilk peygamber Hz. Adem (a.s)'den bu yana bütün peygamberler tarafından Allah'ın iradesine uygun olarak ortaya konmuştur. Ancak tahrif edilen kitaptarla beraber, karakter, değer ve ölçüler de esas ölçüsünden çıkarılmıştır. İşte Peygamberimiz bu değerleri istismara meydan vermeyecek tarzda yerine koyuyor, eksikliklerini tamamlıyor ve bunların üzerinde birikmiş şirk tozlarını silkeliyordu ... Bu nedenle de tamamlamak ifadesini kullanıyorlardı. İslam davetçisi Rasulullah (s.a.s.)'in tamamladığı ahlaki değerleri önce kendisi özel hayatına, moral yapısına enjekte edecek ve sonra da vahyin yüklediği sorumluluk bilinciyle muhataplarına iletecektir. Tabii davetçi neyin ahlaki, neyin gayr-i (22) Hatipoğlu, Nihat, Da.vetin İlkeleri, s. 60. (23) a.g.e., s. 60. (24) Muvatta, K: 47 Hüsnü'l-Hulk, b. 1, hd. 8; Müsned,. c. 2, s. 381 (Müsneddeki ifade ~~~i ~ı.;.. " tarzındadır.) •106. ahlaki olduğunu Kur'an ve sünnetten öğrenmek zorundadır. Hatta kamuoyunu yönlendirecek ahlaki normları yine bu insanlar dizayn etmek zorundalar. Zira "güzel ve ahlaki" ölçülerin tamamen net bir çizgiyle sunulmadığı cemiyette, baskı gruplarının kabul ettikleri değerler ahlak olarak kendini kabul ettirebilir. Örneklenecek olursa: Mesela, bir kimsenin kızını veya arkadaşının hanımını dansa kaldırması Batı kültür ve normları içinde ahlaki olarak düşünülebilir ama, İslami ahlak içinde bunun Kur'an ve Sünnete göre kabul edilemez olduğu ortaya konmalıdır. Pekiila kötü ahlak nedir? Sadece yalan söylemek, içki içmek, kötü yerlere gitmek, hırsızlık yapmak (vs.)mi kötü ahlaktır? Bunların yanı başında özellikle İs­ lam davetçisinin, dış dünyayla, ailesiyle ve hatta kendisiyle ilgili olan ama sünnete ters düşen her türlü tasarrufları kötü ahlak sınıfı içinde düşünülmelidir. Rasulullah (s.a.s.)'in ahlakı Kur'an olduğuna göre İslam'ı iletecek kişilerin de böyle olmaktan başka çareleri yoktur. 6. ŞUURLU BİR İMAN: Neye, niçin iman ve teslimiyet içinde olduğunu düşü­ nen, hadisin ifadesiyle "iman ettikten sonra yeniden küfre dönmeyi diri diri ateşe atılmakla eşit gören"< 25 l ve iman ettiği ilkelerin dünya ve dünya kamuoyu üzerindeki yerini ve boyutlarını bilen insan şuurlu insandır. Sözkonusu din görevlisi olunca; onun şüphe ve tartışma kabul etmez, bir samirniyetle Allah'a sığınınası olgun bir imana sahip olması bütün zihni melekelerini vahye adaması şuurlu bir imiina varması için gerekir. İsliimi davet, irşad ve tebliğin "mesleğim olduğu için" değil "iman ettiğim için" yerine getirilmesi; konunun bir şuur ve vecd içinde anlaşıldığının isbatı olur. Sahabenin öncülerinin ilk dönemde akideleri uğrunda çektikleri zulumler bu güçler üzerinde meydana getirdiği telaşın zorbalığa dönüşme­ sidir. Şuurlu iman denirken; iman edilen şeye kafa yorma, taklidi değil, tahkiki bir imanla meselelere eğilme, akide uğrunda her türlü çileye hazır olma gibi esaslar da anlaşılmalıdır. Nitekim bu şuur sayesindedir ki, sahabe (r.anhum) doğduk­ ları yerlerden binlerce kilometre uzaklıklarda ya şehit olarak veya muhacir olarak bugün kabirierin de dirilecekleri günü beklemekteler. şuurlu imanın karşı " ... Ebu Eyyüb el-Ensari (r.a). Bu büyük sahabi şu an İstanbul'un surlarının dibinde yatıyor. İşte Ümmu Haram (r.a) Kıbrıs'ta, Arabillerine uzak olan bu adada yatıyor. İşte şuradaUkbe b.Amir(r.a) Mısır'da bir kabirde dinleniyor. Biliii (r.a) Şam'­ da gömülü. Veya Abdullah b.Amr b.el AS (r.a) Kahire'de mezarında haşre gideceği günü bekliyor . ... Useyd b.Hudayr (r.a) Uhud harbinde vücudundaki ağır yedi yarayı sarmaya, tedaviye çalışanlara müsiide _etmiyor ve 'Rasulullah (s.a.s.)'in çağırdığı yerde mazeret olamaz, diyerek müşrikleri takib eden cemaatin içine katılıyor. "(26) (25) Müslim, Iman, 66, 67; Buhar!, Iman, 9, 14; İkrah, 1. .. (26) Dr. Hümam Abdurrahim Said, Kavadi'd-Da'veti ilallah, s. 120, Urdün . • 107. ifade ettiğimiz bunca fedakarlık ancak şuurlu bir iman sayesinde ortaya kanabilir. Davetçi şuurlu iman ile normal bir gayretin ulaşamayacağı mesafeleri kısa sürede aşabilir. Yapılan İslami irşad hizmetinin cami boyutlarının dışına taşması; tebliğ hizmetini hayatının yegane gayesi olarak gören gayretli, fedakar ve şuurlu görevliler sayesinde olabilir. 7. İBADETLERE DEV AMLILIK: İbadetler; kulu Allah'a yakınlaştıran, sahibini iddiasında güçlü kılan, samimiyeti pekiştiren manevi silahlardır. Konuşan batibin cümleleri kalplerde akis bulabiliyorsa, yüzü davası kadar aydınlıksa, düş­ manlarının üzerinde heybet uyandırabiliyorsa, bütün bunlar; farz, vacip ve nafile ibadetler e olan bağlılığındandır. İbactetlere devamlı olma gayreti, Allah'ın rızasını kazanmaya talip olan kişiyi Rabbani kılar. Artık o kişinin yemesi, içmesi, hareketleri, uyuması, kalkması, konuşması, sevgisi, nefreti tamamen Yüce Rabbin rızasını kazanmaya yönelik hale gelir. Buhari'nin rivayet ettiği kutsi bir hadisin bir bölümünde şu cümle! ere muhatap oluruz: "Kuluni farz kıldığım ibadetler (i yerine getirmek)'de daha güzel bir şeyle bana yakınlaşamaz. Kulum nafile ibiideHere bana yakıniaşmaya devam eder ... "<27 l Nafile ibadetler; farzlarda meydana gelmiş eksik ve gedikleri örterken, kişinin kalbini temizler. Şuurunu duru hale getirir, günahtan uzaklaştırır. Helale talip konumuna getirir. ibadetleri kullak takvası içinde yerine getiren kişi abi d olur. Gerçi abidlik imani bir mertebe olduğu gibi zıt manaya da kullanılmıştır. Nitekim Kur'an-ı Kerim iki manayı da içine almıştır. Müşrikler; putun, tagütun, sahte ilahların, nefislerinin abidleri olarak tanımlanmışlardır. (28) Müsbet manada abid olabilme bütün din görevlilerinin hedefi olmalıdır. Peygamberimiz (s.a.s.)'in Mirac olayı anlatıldığında dünya'da varılabilecek en yüce mevkiindeki sıfatı için "abd =kul" sıfatı uygun bulunmuştur. "Abdini-kulunu Mescid-i Haram'dan Mescid-i Aksa'ya götüren Allah'ın şam ne büyüktür."<29 l denir. Açıkça görülüyor ki, Yüce Allah, Peygamberini dostunu habibini. .. tarzında­ ki sıfatlar yerine kulunu sıfatını irade buyurmuşlardır. Hz. Yusuf< 30l ve diğer peygamberler hakkında "mü'min kullarımızdandı"(3J) ifadeleri ufuk açıcı noktalardır. O halde bir ferdin "Allah'ın kulu" sıfatını haketmesi en büyük şereftir. Din görevlisi farz ibadetleri hiç bir aksama yapmadan yerine getirirken cemaatine tavsiye ettiği nafile oruç, namaz, sadaka gibi ibadetlere de gayretli olmalıdır. Sadece (27) Buhari, Rikak, 38; el-Ehadisi'l-Kudsiyye, c. 1, s. 81, Lübnan. (28) Mü'miniln, 47; Kafiriln, 4; Enbiya; 53, ayetlerinde müşrik abidler bu manada kullanılmıştır. (29) İsra, 1. (30) Yusuf, 24, (31) Saffat, 81, lll, 122, 132; Sa'd. 45; Tahnın • 108. camide bulunduğu gün namazlarını kılan ama sair zamanlarda camiyle irtibatını bütünüyle kesen bir din görevlisinin insanlar nazarındaki itibarının ne olacağını kestirrnek zor değildir. En büyük davetçi olan Rasulullah (s.a.s.) geceleri mübarek ayaklarının altı şişecek kadar kıyamda kalırdı. Kendisi bunun sebebi sorulduğun­ da "Şükreden bir kul olmayayım mı?"<32 > cevabını verirlerdi. Teheccüd namazını ne mukim ne de misafirken asla terketmezdi. Evinde para halde gecelediği görülmernişti. Mutlaka tasadduk ederdi. (33) Kısaca, din görevlisi, gerek farz ve gerekse de nafile ibadetler konusunda, davet ettiği insanlardan mutlaka önde olmalıdır. olduğu 8. AHDE VEFA VE EMANET: Emaneti güvenilirlik manasında ele alıyoruz. olmak, kendisine teslim edileni korumak gibi anlamları da vardır. Kur'an müminlerin hallerinden bahsederken, "Onlar ki emanetlerine ve verdikleri söze (ahdlerine) riayet ederler. "(3 4) diyor. İstikamette Ayette emanet ve vefa sıfatları hemen dikkati çekiyor. Emaneti çok geniş boyutlu olarak irdelemek zorunluluğu vardır. İbadetlere bağlanmak, haramlardan kaçınmak Allah ile kul arasındaki emanetlerdendir. Kişilerin birbirleriyle münasebetlerinde takip edecekleri emanetler vardır ki, bunlar da; birbirlerine saygı, sevgi, merhamet, müsamaha, kolaylık, tevazu göstermeleri; dedikodu, tecessüs, iftira, kötü zan, ve benzeri zulumlerden kaçınmalarıdır. " ... dargın olan kardeşlerinizin arasını düzt:Itin. "(35 > "Ey inananları Bir topluluk bir diğerini alaya almasın, belki de onlar kendilerinden daha iyidirler. Kadınlar da başka kadınları alaya almasmlar belki onlar kendilerinden daha iyidirler. Kendi kendinizi ayıplamayın; birbirinizi kötü lakaplara çağırmayın ... "(36> ve benzeri ayetler hep emanet kavramı içinde ele alınmalıdır. Emanetlere uygun hareket etme din görevlisinin tabii karakteri olmalıdır. Böylece insanların sevgi ve güvenini kazanabilir. Peygamberimizin nübüvvetinden önce "el-emin" olarak tanınması, nübüvvetinden sonra davasının başarılmasında hayli yardımcı olmuştur. Ta Mekke'den hicret edeceği günde dahi yanında Ebu Cehil'in emanetlerini taşıyordu. Bu hususlar din görevlisi açısından hayati önem taşır. Cemaat, caminin etrafındaki esnaf, mahalle sakinleri, Kur'an okumaya gelen gençler, ilim öğrenmek için müftü, vaiz, imam ve müezzinlere müracaat eden insanlar, mahalledeki fakirler, kimsesizler, yetimler, zayıflar, yoksullar hep din görevlisine birer emanettir. (32) Buhari, Teheccüd, 6; Tefsir (Sure-i Hucurat), 2; Müslim, Münafikun, 79-81; Tirmizi, es-Salat, bab ·187, Nesai, Kıyamü'l-Leyl, 17; İbn-i Mace, İkame, 200; Ahmed, Müsned, c. 4, s. 251,255 ~- 6, s. ı 15. (33) Dr. M. Seyyid el-Vekil, Ususu'd-da'veti ve adabi'd-duiit, s. 108, el-Vefa, Mısır, 1987. ~34) Mü'miniin, 8. (35) Hucurat, 10. (36) Hucurat, 11. •109. Ayette dikkati çeken ikinci husus da ahde vefa' dır. Allah'ın fıtrata uygun olarak gönderdiği dine bağlanmak, İsliimf tebliği ulaştırmak, sorumluluğun farkında olmak ahde vefanın gereğidir. Bütün yeryüzü sakinlerini Kur'an'a inanmaya onu uygulamaya, boyun eğmeye çağırmak, muharref dinlerden olan Yahudilik ve Hristiyanlığın Saliklerini Kur'an rahmetine davet etmek, işte bütün bunlar emanet ve ah de vefanın gereğidir. Din görevlilerinin, verdiği sözü yerine getirmesi, <37) ahdine vefa göstermesi<38l söylememesi, yaptığı şeyi söylemesi<39l ahdine bağlı kalmasının yapmayacağı şeyi gereğidir. islamı tebliğ durumunda olan birinin; sözünde durmuyor, kendisine bir şey emanet edilemez, güvenilir değildir gibi olumsuz yapıyla tanınması ona ve temsil ettiği davaya ciddi darbe vurur. Kur'an böyle tanınan kişileri şu ağır cümlelerle ikaz ediyor: "İpliği sağlam ördükten sonra onu söküp bozan kadın gibi olmaymız. "(40) 9. ZÜHD VE CÖMERTLiK: Zühd, insanın elindekine önem vermeme, kalbi dünya ve sözü ile gereğinden fazla meşgul etmeme ve Allah'ın takdir ettiğiyle yetinme olarak tarif edilmiştir. "Zühd" kavramı gerek normal bir müslümanın ve gerekse de davetçinin hayahep yanlış yorumlanmıştır. Zühd'ün dünyadan, nimetlerinden, tamamen uzaklaşmak olduğu sanılınıştır. Halbuki müslüman dünyadan soyutlanmış insan değil, dünyaya söylenecek çok sözü olan insan demektir. Bu bağlamda zühd, dünya ve nim~tlerine helal ve haram mantığıyle yaklaşma, ekonomik gücü ne olursa olsun; zevk, lüks ve israfla bezenmiş bir hayata iltifat etmeme, sermayeyi hayatına yön verecek tarzda görJ1leme, haramların tümünden, günahların ise büyük ve küçüğünden sakınma olarak anlaşılmalıdır. Zahid insan böyle insandır. Maddi yönden güçlüyken, ekonomik kuvveti kişisel zevk ve istekleri için kullanmamak, ancak davet için seferber etmek davetçinin zühdündendir. Ziihid olan din görevlisi servet biriktirrnek peşinde olmamalıdır. inancı uğrunda gerekirse şehit olmayı gaye edinmiş olan din görevlisi malının tamamını nasıl olur da feda etmekten sakınabilir. tında Zühdün bir yönü cömertlikle alakalıdır. Hulafa-i Raşidin halifelik görevini almaddi yönden hangi noktada idilerse, halifelik görevi sona erdiğinde ondan daha alt düzeyde servet sahibi idiler. Onlar bu maddeye kıyınet vermeyen ölçülerini Peygamber (s.a.s.)'den almışlardı. Peygamberimiz (s.a.s.) Safvan b.Ümeyye'ye Huneyn günü bir vadi dolusu büyük baş hayvan vermişti. Olayı anlatan Safvan diyor ki, "Rasulullah (s.a.s.) bana vermeye devam ediyordu. O insanlann en buğz ettiğim kişisi olmasına rağmen öylesine verdi ki, nihayet insaniann en sevdiğimi oldu." dıklarında (37) (38) (39) (40) Nahl, 91. İsra, 34. Saff, 2-3. Nahl, 92. •110. Peygamberimiz (s.a.s.) davası için her şeyi böylesine feda edebiliyordu. Cömertliği öyle bir noktaya varmıştı ki, onu gören ve islamı kabul etme şerefine layık olamayan kişiler "ancak bir peygamber bu kadar cömert olabilir." diyorlardı. Din görevlisi böyle olmak zorundadır. Daha önce ifade ettiğimiz gibi; "Hz.Ebu bekir halifelik görevini teslim edip Rabbına kavuştuğu gün, halifelik öncesindeki mal varlığına bir kuruş eklemedİğİ gibi, azalma olmuştur. Hz. Ömer şehit olduğu gün kendisine bağlanan maaşın dışında herhangi bir akar veya gayr-i menkule sahip değildi. "(4 Il Daveti ileten din görevlisinin, muhatabı olduğu cemaatından çok daha eli cömert, bağış ve ikramı seven pozisyonda olması gerekiı;:. açık, İslam'ı tebliğ durumunda olan kişilerin hep birşeyler bekleyen, isteyen, alan bir insan konumundan, veren, cömertliğiyle karşısındakini şaşırtan konuma geçmesi beklenir. SONUÇ: Din görevlisinde bulunması gereken özelliklerin bir kısmını örnek sadedinde belirttik. Tabii ki bunlar, İlahi bir davanın temsilcisinde aranan özelliklerin sadece bir kısmıdır. Ama tebliğin manevı boyutlarının olgunlaşması için ilk etapta bu ölçüler şarttır. Sadece ikibinli yıllara değil, çağların ötesine hazırlanan din görevlisinin; sürekli ülke genelinde yayınlanan basını günü gününe takip etmesi, kültürünü geniş!etmesi, yeni ilmi çalışmaları etüd etmesi, Arapça yanında en azından bir Batı dilini öğrenip yabancı basını okuması, dünyadaki sistemlerin çıkmazlarını İslam'ın buna getirdiği çareleri- mukayeseli biçimde dosyalaması, bilgisayarlı çalışma mümkün değilse, en azından dosyalama ve fişierne metodunu geliştirmesi, sadece dini değil, hertürlü ilmi çalışmayı merak etmesi, satın alması zamret haline okuması, gelmiştir. Ülkede dini zaafiyet, cehalet, hissizlik, iticilik ve hatta düşmanlık boyutlarının din görevlileri olarak, bizim rolümüzü (daha doğrusu) sorumluluğumuzu korkmadan, çekinmeden, ürkmeden sorgulamamız şarttır. Çünkü İslam'ın kaybedeceği hiçbir şey yoktur. Aklın, ilmin, tartışma metodlarının ön plana çıka­ rıldığı her dönemde İslam kazançlı çıkmıştır. Zira İslam vahiy mahsiiludur. Bunda endişeye mahal yoktur. Bizim kendimizi sorgulamamız İslam'ı sorgulamak demek değildir. genişlemesinde, Din görevlileri olarak bizim hatalarımız İslam'a mal edilmekte ve İslam'a ısı­ nabilecek kalpler uzaklaşmaktadır. Bunun farkında olarak, hataların aşılması için kendimizle peygamber (s.a.s:)'in ahlakını kıyaslamamız yeterlidir. (41) Seyyid Vekil, Ususu'd-Da've, s. !05, 107. Kahire . • lll•