PLATON’DA VARLIK VE YASA’YA GİRİŞ İÇİNDEKİLER A. Antik Yunan Özeli 1. Tarih ve Tarih Yazımına Dair 2. Ana Hatları ile Antik Yunan Tarihi ve Kurumları a. Antik Yunan Tarihine Genel Bir Bakış b. Atina’nın Temel Kurumları 3. Antik Yunan’a Özgü Düşünce Biçimleri: Kelimeler ve Düşünce B. Platon Öncesi – Platon – Platonculuk 1. Platon Öncesi 2. Platon a. Hayatı: Bir Politikos Mu? b. Eserlerine Dair 3. Platonculuk C. Yunan Düşüncesini ve Platon’u Neden Anlamak Lazım PLATON VE ANTİK YUNAN A. Antik Yunan Özeli 1. Tarih ve Tarih Yazımına Dair Bu çalışma kendisine konu olarak bir kişiyi–Platon’u ki o da bir tarihtirseçtiği için ve bunu yaparken kişinin içinde bulunduğu toplumsallığa dair veriler sunacağı için tarih ve tarih yazımı üzerine de bir açıklama getirmek durumundadır; çünkü veriler kadar onların neden ve nasıl kullanıldığı da bir farkındalık değeri taşımaktadır. Hayvandan farklı olarak insanın hafızaya sahip olması, yaşarken geriye ve ileriye bakması Nietzsche’ye göre insanın şimdide deneyimleyebileceği mutluluğunun önünde engeldir. Bu anlamda hayvan tarihdışı yaşar, insanın da unutmayı bilmesi gerekir mutluluk için. Unutan kişi Heraklitosçu oluşu deneyimler, her şey akıp gitmesine karşın insanı etkiler ve kişi, kendini bu haline rağmen etkileyen oluşun farkındayken eylemde bulunamaz. Çünkü her şey ve insanın kendisi de çözülür, etkenlik bu akışa set çekecek bir sabit olma cesaretidir. Eylemde bulunan sadece şimdiyi tanır, oluşa karşı bilinçsizdir, bu bağlamda hak tanımazdır. Oluşun bütünüyle farkında olan parmağını bile kıpırdatamazken, kişi eylemini şimdide gördüğü haklılığa dayanarak tarihdışılıkta gerçekleştirir.1 Tarih, geçmiş ile alakalı görünse de bu algının içeriğinde gelecek de yer alır. Nietzsche’ye göre bu pratik bir fayda sağlaması bakımından kayda değerdir, yaşamın işine yarar. Bilgelik ise eylemin gerçekleştirildiği şimdidedir. İnsan, tarihdışı olanı sezinleyebilir ve bunun sayesinde üzerinde yükselebilmesi mümkün olan köke erişir. 2 Hayatın sanat yoluyla olumlanmasını arzulayan Nietzsche, tarihin de bir çeşit sanat güdüsüyle icra edilmesi gerektiğine inanır; aksi, bir mumyalaştırma, decadence’dir. 3 Kendisi de bir doğa 1 Fredrich Nietzsche, Tarih Üstüne, Çev. İ. Zeki Eyüboğlu, 2. Baskı, İstanbul, Toplumsal Dönüşüm Yayınları, 1995, s.10-17. Bir tarih felsefesi yazıyor olsaydık ya da tarihin felsefesini yapmak ana gündemimiz olsaydı etraflı bir izah ile birlikte Nietzsche ve ileride başvuracağımız Hegel’in tercihlerinin de açıklanmasıyla mükellef olabilirdik. Fakat burada gayret ettiğimiz, bu iki zıt düşünür eliyle tarih denilen verileri neden ve nasıl kullandığımızı ifade etmekten ibarettir. Bu izahı herhangi bir başvuru yapmadan da icra edebilirdik lakin birini andıktan sonra diğerini hariç tutmak olmazdı. Bu nedenle anlamın taşıyıcısı olarak sanata işaret eden Nietzsche ile başlamayı tercih ettik. 2 Nietzsche, Tarih Üstüne, s.15, 18. 3 Nietzsche, Tarih Üstüne, s.72. Nietzsche bu düşüncesini Putların Alacakaranlığı’ında tekrarlar ve filozofların kavramlaştırma eğiliminin oluş düşüncesine karşı düşmanlıkla birlikte tarih anlayışındaki bir eksiklik olarak ifade eder. Bkz. Fredrich Nietzsche, Putların Alacakaranlığı, Çev.: İsmet Zeki Eyüboğlu, 3. Baskı, Say Yayınları, 2009, s.29. filozofu olan Nietzsche, en gerçek bilim olarak siyasallaşmamış bu felsefeyi görür; çünkü o polis için yapılmaz. Bireysel bir edim olarak tarif edilen felsefe, diğer bilimlerin -bu noktada tarihin de- dayanacağı yer olmalıdır.4 Nietzsche’ye göre tarih yazımı, geçmiş üzerine yorum yapmaktır ve bu yorumun amacı da bir gelecek tasviridir. Başka bir ifade ile geçmişin gelecek için yargılanmasıdır. Açıktır ki yargılama doğru önerme imkânı reddedildiğinde bir yorumdur. Bu ise insanlığı anlamaktan ziyade, yeni bir insanlık inşasıyla ilgilenir.5 Hegel’e göre ise insan, düşünendir; hayvandan bu yönüyle ayrılır, bu minvalde tarihin düşünme aracılığığyla ele alınması olarak tanımladığı tarih felsefesine6 de tarih yazımını üçe ayırarak başlar: a) kökensel tarih, b) düşünsel tarih, c) felsefi tarih.7 Tam bir tarih felsefesi değerlendirmesi kadar Hegel’in yaptığı bu tasnifin tafsilatına girmek de bu çalışmanın sınırlarını zorlamak olur, bu nedenle çalışmanın konumlandırılışı ile yetinmek durumundayız. Hegel’in de belirttiği üzere, ilk olarak Anaksagoras’ta görülen, nous’un 8 evreni yöneten pozisyonu Platon’a kadar ilke olarak işlenmekten uzak kalmıştır.9 Platon bu anlamda kurucudur ve çalışmanın teması da bu yöndedir: Ruhu -bu doğrultuda aklı- ilke olarak alan düşünürü anlamak. İçinde bulunduğu verili durumu değerlendirmeye almanın nedeni, bu veriler sanki bir perdeymişçesine onları aralayıp altında yatanı görebilmek içindir. Bu tavır, eylem olarak belirlenip şimdiye atfedilebilir; lakin o, evvela Sokratik bir daimon’dur: Eleştireldir. Bununla beraber bu yönü asli de değildir, gözün güneşe alışmasına benzer, en fazla bir güneş gözlüğüdür dolayısıyla kökensel tarih yazarının kendi tinini katıp oluşturduğu tasarımdan uzaktır10. Bu çalışmanın öncelediği kurumların, kişilerin, öğretilerin-Nietzsche’nin ifade edebileceği gibi şahsiyetlerin veya Hegel’in tercih edeceği şekliyle usuntarihsel görünümlerini sunmak da değildir. Böylesi, ilk elden tarihe ve tarihçiye 4 Nietzsche, Tarih Üstüne, s. 52, 53. Nietzsche, Tarih Üstüne, s. 69, 90. 6 Hegel, Tarihte Akıl, Çev. Önay Sözer, 3. Basım, İstanbul, Kabalcı Yayınevi, 2011, s. 31 7 Kökensel/kaynaktan tarihten anlaşılan, Herodotos’un örneğini verdiği gibi yazarın anlattıklarını sonuna kadar yaşamış olduğu ve anlatımında verileri tinsel bir tasarıma dönüştürdüğü tarih yazımıdır. Düşünsel tarihte ise yazar, kendi zamanının ötesine geçer ve esas konuşan, anlattığı zamanın tinidir. Evrensel tarih ve pragmatik tarih bunun içerisinde yer alır. (Hegel, Tarihte Akıl, s.11,17,19.) 8 İtalik yazdığımız Yunanca kelimelerin anlamları, Antik Yunan’a Özgü Düşünce Biçimleri başlığı altında verilmektedir. Aşağıda yer alacak olan Sokratik daimon ifadesi ise ilerleyen bölümlerde araştırmaya konu edilmiştir. 9 Hegel, Tarih Felsefesi, Çev. Aziz Yardımlı, 2. Baskı, İstanbul, İdea Yayınevi, 2010, s.16. 10 Hegel, Tarih Felsefesi, s.9. 5 bırakılmalıdır. Düşünsel tarih, pragmatik tarih ve evrensel tarih türleri bu anlamda çalışmadan uzaktır. Böylelikle, çalışmanın ne olmadığını ifade etmiş olduk. Kavram tarihi başlığı altında değerlendirilen kurumlara ait veriler bu çalışma da doğallıkla kullanılsa da bunların değerini ve doğruluğunu ortaya koyacak esaslı bir çalışmanın, arkeolojik, soybilimsel veya felsefi bir incelemeyi gerektirdiğini de belirmek gerekir. Bu çalışmadaki rolleri talidir ve şimdide oluşabilecek yanılsamaları önlemek içindir. Bu bölümdeki tarihin basit amacı budur. Örneğin Menon diyaloğunda Sokrates, bir köleye geometri problemi çözdürür. Kanımızca buradaki köle tercihi edebi, bu anlamda sanatsal bir başarıdır. Evvela köle, neredeyse tüm Atina yurttaşlarının fazlaca sahip olduğu eğitim olanaklarına sahip değildir; yani görece daha az kültürlenmiştir. Bu haliyle problemi çözebilmesi, bilgiye ulaşma imkânına her insanın insan olması -yani ruh, akıl taşıması- münasebetiyle sahip olduğu anlamına gelir. Öte yandan köle, Sokrates’in yönlendirmeleri neticesinde sonuca ulaşmıştır; lakin bu sonucu temellendirmekten uzaktır, yani nihai olarak epistemeye erişebilmiş değildir ki bunu başarmak gerçekten özgür olmak, kölelikten kurtulmak demektir. Dönemin verilerine yabancı olan bir okuyucu köleliğin kabul gördüğü bir toplumsallığı hesaba katmayarak ve belki maden mitinin11 de etkisinde kalarak- Platon’un bu kimliği seçiş ile köleliği olumlar bir tavır aldığı şeklinde, hatalı bir yorum yapabilir. Bu pasajın mesajı, kimi insanlar ki onları köle olarak tutarız, çağlar boyu da böyle olmalıdır çünkü doğuştan dezavantajlıdırlar, değildir. Fakat şudur: Bilmediği halde bildiğini sanarak efendi olduğunu söyleyenler, bu sebepten ötürü hiçbir zaman bilme isteği duyamayacaklardır ve onlar gerçek kölelerdir; halbuki öğretmek körü görür kılmak değil, görebilenin bakışını doğru yere çevirmektir ve insan olmak göz sahibi (ruh, akıl) olmak demektir, bu imkan noktasında herkes eşittir.12 Anlamının aslında çok da kapalı olmadığı bu anlatı, hem sanat yoluyla sonsuz şimdiye nasıl erişilebileceğini, hem de tarihsel verilerin (ileride göreceğimiz üzere doğru-yanlış düzlemine geçişe imkân tanıyan başkadan, gündelik dildeki) hatadan 11 Platon, Devlet adlı eserinde (414d vd.), insanların ruhlarını üç farklı madene benzetir ve bundan hareketle toplumdaki üç farklı sınıfı anlatır. Kanımızca bu benzetmenin anlamı, mit kullanımı, soylu yalan ve aretê bahisleri üzerine getirilen açıklamalarla belirginleşir. Bunlar hesaba katılmadan varılan sınıflı toplum yargısı, kolaycılık olarak gözükmektedir. 12 Problemi çözenin köle olması, sınıf mücadelesi açısından ayrıca anlamlıdır zira köle ne aristokrat ne de zengindir; deyim yerindeyse o polisin sınırları dışındandır ve hakikate komşudur. sakınmak için nasıl bir işlev sunabileceğini göstererek, çalışmanın bu verileri neden değerlendirdiğine dair bir açıklama olarak anlaşılmalıdır. 2. Ana Hatları ile Antik Yunan Tarihi ve Kurumları a. Antik Yunan Tarihine Genel Bir Bakış İ.Ö. 12-10. yüzyıllar arası karanlık çağ, 9-8. yüzyıllar ise, Yunanlıların Kahramanlık Çağı olarak anılır ve bu döneme ilişkin başvurular çoklukla Homeros’un destanlarına yapılır.13 Bu destanlarda muhtelif şahısların kahramanlıkları konu edilir. Muhtemeldir ki gerçeklikte söz konusu olan vatanseverlik değil, dönemin siyasal ve ekonomik alışkanlıklarıdır14. Bu topraklar her daim göç almıştır, buradaki yerleşimler sürekli olarak yağmalanmıştır 15 . O kadar ki Thukydides, onları korsanlar ve yağmacılar olarak anmaktan geri durmamıştır: Eski Hellenler deniz kıyısında yaşayan barbarların topraklarına yaklaşmaya başladıkları zaman korsanlık faaliyetlerine başladılar. Aslında böyle yapmalarında onursuz hiçbir şey görmüyorlardı, aksine yaptıklarının kendine ün kazandırdığı bile söylenebilirdi. Çünkü korsanlık yapmak onların zenginleşmeleri yönünde önemli bir adımdı. Surları ya da herhangi bir korunağı olmayan kentlere saldırıyor ve kolayca zenginleşiyorlardı16. Yağma dönemi esnasında ticari etkinlik sıfıra yaklaşmıştır, örgütlenme büyük ölçüde güvenlik ihtiyacına göre şekillenmiş, köyler savunmaya elverişli yüksek tepelerde kurulmuştur17. İktidar tam olarak merkezileşmemiştir, siyasal örgütlenme kabaca aileler federasyonu şeklindedir. Kral olarak adlandırılan aile-kabile reisleri, feodal beyleri andırır; hiyerarşide en yukarıda bulunanı esas kraldır ve basileus sıfatı ile anılır. Savaşlar, Yunan örgütlenmesi için zorlayıcı bir unsur olduğu kadar siyasal evriminin de bir parçası olmuştur 18.Talan döneminin dinginleşmesi ile kaynaklar yeniden paylaşılmış ve bir geçim kaynağı olarak tarıma daha çok başvurulmuştur, buna bağlı olarak da toplumda tabakalaşma başlamıştır. Savaşlar sonucunda esirler 13 Sadri Maksudi Arsal, Umumi Hukuk Tarihi, 3. Baskı, İstanbul, İstanbul Üniversitesi Yayınları, 1948, s.80.; Alaeddin Şenel, Eski Yunanda Siyasal Düşünüş, Ankara, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları, 1968, s.7, 42. 14 La Gorce, Çağlar Boyu Yunanlılar, Yay. Haz. Doğu Araştırma Merkezi-Ankara, İstanbul, Bilge Yayınları, 1986, s.22, 23. 15 Thukydides, Peloponnessos Savaşları, Çev. Furkan Akderin, İstanbul, Belge Yayınları, 2010, s. 7. 16 Thukydides, Peloponnessos Savaşları, s.8,9. 17 Mehmet A. Ağaoğulları, Kent Devletinden İmparatorluğa, Ankara, İmge Kitabevi Yayınları, 1994, s.12, 13. 18 Savaşın toplumsal sınıfların oluşmasındaki rolüne dair bkz.: Robert, L. Carneiro, “Devletin Kökeni Üzerine Bir Teori”, Çev. Aslan Delice, Maltepe Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, 2006/2, s.257, 258. köleleştirilmiş, ücretli işçilerin –mülk sahibi olmayanların- sayısı artmıştır. Bu durum, asillerin geçim amaçlı daha az iş görmelerine de imkân tanımıştır. Ayrıca servet farklılığı, askeri materyal konusunda da asillere üstünlük sağlamış; ganimetler neticesinde fark açılmıştır. Asiller tüm bu değişime paralel olarak, yönetimden giderek daha fazla pay alır olmuşlardır19. Fakat imtiyazlı olmanın tek yolu asillik, hısımlık yani kan bağı veya toprak sahipliği değildir; genel olarak servete dayanmaktadır ve servet biriktirmenin tek yolu topraktan geçmez. Zaman içerisinde denizcilik, bu yönde bir imkân olarak asillerin karşısına zenginleri çıkarmıştır 20. Akınlar krallığı yıktığı gibi toprak mülkiyeti ile kuvvetlenen asillerin düzenini de ticaret bozmuştur ve demokrasi serüveni başlamıştır. Bu vakitten sonra dikkat edilmesi lazım olan dört sınıf vardır: siyasal hakka sahip olanlar, yurttaşlar. Neredeyse tamamı aristokratlardan ve zenginlerden oluşuyordu. Olmayanlar: metoikos: genellikle zanaat ile uğraşan yerleşmiş yabancılar; köleler ki Atina’da yurttaş başına kırk tane düşüyordu. Bu anlamda kölelerin ve yurttaşların dışındakiler yabancı ya da düşmandı. Yurttaşlık başlangıçta toprak sahipliği, sonra silah kullanma hakkı ile ilişkiliydi. Bu, Atina özelinde takribî 40.000/350.000’e karşılık geliyordu21. Yurttaşların geçim sağlayan eylemleri arasında savaşa, meclis toplantısına, mahkemeye ve bayramlara katılmayı saymak, Atina demokrasinin bir geçim kaynağı ve de geniş kitlelerin katılımı sayesinde tiranlığın önüne çekilen bir set işlevi görmesini anlamamıza yardımcı olur22. İ.Ö. 6. yüzyılın Yunanistan’ındaki status quoyu savunan toprak sahibi asiller ile denizlerin emperyal egemeni zenginler arasındaki mücadelenin siyasal düşünüşteki yansıması, aristokrasi-demokrasi mücadelesi iken; hukuki düzlemdeki yansıması, sözlü gelenekten yazılı hukuka geçiş ile birlikte hukukun kaynağına yönelik bir tartışma olmuştur. Yargı, yasamadan ayrı değildir: Yazılı olmayan yasaları belirli bir kesim bilmekte ve uygulamaktadır, yönetim erki zaten onlara tanrılardan mirastır. Yasaların yazılı hale gelmesi yorum meselesinin önüne bir nebze geçebilmiş olsa da zenginlerin serveti, aristokratların karşısında tutunamayacakları bir düzeye ulaştığı 19 Şenel, Eski Yunanda Siyasal Düşünüş, s. 11-18, 43. Şenel, Eski Yunanda Siyasal Düşünüş, s. 47, 48. 21 Ağaoğulları, Kent Devletinden İmparatorluğa, s.18, 19. 22 La Gorce, Çağlar Boyu Yunanlılar, s.32, 33.; Yaşar Şahin Anıl, Sokrates Davası, İstanbul, Ara Yayıncılık, 1990, s.40. 20 için yasaların bu sınıfı gözetecek yönde değiştirilmesi de gerekmiştir23. Artık, adalet güçlünün dediğidir ve hukuk kuralları tanrısal, genel-geçer kurallar değil; uzlaşımsal, insan ürünü yapıtlardır. Platon’un doğal olanın güçlü olanın dilediğini yapması mı, yoksa her şeye düzen getiren aklın egemenliği mi olduğunu tartışacağı ortam yavaş yavaş oluşmaktadır. Bu süreç ilk olarak yasaların yazılı hale getirilmesi ile başlamıştır: Yalnızca tanrısal soydan gelenlerin bildiği ve yorumladığı yasalar (thesmoi), bu yolla cismanileşmiştir (nomoi); kanuncular çağı diyebileceğimiz bu dönem, Drakon ile başlayıp Solon ile devam etmiştir24. Bu dönemde yapılan düzenlemeler, her zaman azınlık karşısında çoğunluğun itibar kazanmasına yönelik olmuştur zira kitlelere her alanda ihtiyaç artmıştır. Bu düzenlemeler zaten kitlelerin öneminin arttığı, çoğunluğun azın hizmetine koşulduğu, asillerin manevra kabiliyetlerini giderek yitirdiği bir sürecin sonucunda zaruri olarak gerçekleştirilmiştir25. Bu süreci, aşağıda aktardığımız halk meclisinin gelişiminde olduğu kadar askeri tekniklerin değişiminde de izlemek mümkündür: Görece erken tarihlerde araba kullanabilecek maddi imkânlara sahip olmak, savaşlarda belirgin bir üstünlük getiriyordu. Tunç Çağı’nda bu imkâna oldukça az bir kesim sahiptir, fakat demirin bu alanda kullanılması ile daha geniş kesimler bu araçlara sahip olabilmiş, bu durumda kitlelerin önemini artırmıştır. Arabaların altınla güçlendirilmesi ile zenginler, itibarlarını geri almış; lakin zamanla piyadelerin de donatılması mümkün olmuş ve atlılar karşısındaki üstünlükleri sayesinde kitleler, yeniden önem kazanmıştır26. Buna benzer süreçleri yaşayan diğer halklardan Helenleri ayıran herhalde, sözün diğer iktidar aygıtları karşısındaki görülmemiş üstünlüğüdür27. Bahse konu edilen İsa’dan önceki bir zaman diliminde kitap koleksiyoncularının, retor okullarının, nutuk atarak politika yapan liderlerin olduğu, kölelerin küreğe değil de kitap çoğaltımına sürüldüğü bir topluluktur28. Bunda hiç şüphesiz Yunan alfabesinin sesleri 23 Şenel, Eski Yunanda Siyasal Düşünüş, s.48, 49. Ağaoğulları, Kent Devletinden İmparatorluğa, s. 26, 27. 25 Aristoteles, Atinalıların Devleti: Londra Papirüsü, Çev. yok, İstanbul Arya Yayıncılık, 2012, s.17. 26 Şenel, Eski Yunanda Siyasal Düşünüş, s.28, 29. 27 Jean-Pierre Vernant, Yunan Düşüncesinin Kaynakları, Çev. Hüseyin Portakal, İstanbul, Cem Yayınevi, 2002, s. 48. Sözün değeri ve yeri, hukuk ve siyaset düşüncesine özgülenmiş 3. Bölümde ayrıca ele alınmıştır. 28 Danielle S. Allen, Platon Neden Yazdı?, Çev. Ayşe Batur, İstanbul, İletişim Yayınları, 2011, s.2226.; Uluğ Nutku,“Grekçe Felsefenin Mihenk Taşları ve Tarihsel Uzantıları”,Antik Yunanda Felsefe 24 bir işaret sistemi olarak ortaya koyan ilk alfabe olmasının da etkisi vardır 29 . Korkudan tırmanılan tepenin üzerinde kurulan kentin meydanında alış-verişle başlar polisin, politikanın ve felsefenin hikayesi 30 . Bu meydandaki toplanmalar aynı zamanda sözün aracı olduğu bir politik yaşamı besler, tanrısal liderlerin kahramanlıklarını anlatan destanlar, aynı zamanda kanunnameler olarak da halkın ezberindeyken; bilgelere yaptırılan yasalar yazılı verince tanrılara dair bilgi varlığa, evrene dair oluverir. Polis sayesinde bu hikmetten pay alınır ve kanun önünde eşit olunur31. Gerçekten de şairlerin yazıtları dini, hukuki hatta teknik konular hakkında başvuru kaynağıdır, bir arabanın nasıl kullanılacağı dahi orada yazar: ...sağlam yapılı arabanla usulca eğil sola,/ bağır sağındaki atına, kışkırt atı,/dizginleri gevşek tut elinde,/ soldaki at sınırın öyle yakınından geçsin ki,/ dingil dönerken sıyırır gibi olsun sınırın ucunu./ Ama iyi bak değmeyesin taşa, istemezsen atlarını yaralamak, paramparça etmek arabanı,...32. Aktardığımız gündelik bilgi içeren pasajdan önemlisi Homeros destanlarının davranış örüntüleri için başvuru kaynağı niteliğinde olmasıdır, sözlü kültürün devamlılığını sağlayan bu anlamda belleği sıcak tutan metinler sadece eğlendirmez daha önemlisi eğitirdi 33. Bu minvalde onların herşeyi bildiği ve tanrısal oldukları düşünülürdü. Bugün dahi Homeros’un hayatı aydınlatılabilmiş değildir. O vakit için Homerosoğulları herkesin gözünde tanrı soyluydu. Fakat yeni yasaları bir tanrı değil, Solon yapmıştır ve sonra bir başka ‘insan’ değiştirmiştir. Buna tacirlerin zeytinyağı, şarap ve köle taşıyan gemilerine karşın yalınayak rahiplerin uzak memleketlerden getirdikleri batıni öğretileri de dâhil edersek Hellen mucizesini, eski dünyanın birikimi ile aydınlatma imkânı buluruz. Nasıl ki Atina, diğer polislerden birlik adına topladığı vergilerle yeniden kurmuştur çarşısını; tapınaklarını ve onarmıştır surlarını, öyle oluşmuştur bu coğrafyanın köprü ağzı trafiğinde şu dillere destan medeniyet34. ve Günümüze Etkileri, Yay. Haz.: Tuncay Saygın, Ed.:Yavuz Kılıç, Ankara, Doğu Batı Yayınları, 2011, , s.17. 29Jan Assmann, Kültürel Bellek, Çev.: Ayşe Tekin, Yay. Haz.: Turgay Kurultay, Ayrıntı Yayınları, 2001, s.253 vd. 30 Şenel, Eski Yunanda Siyasal Düşünüş, s.35. 31 Vernant, Yunan Düşüncesinin Kaynakları, s.49 vd. 32 Homeros, İlyada, Çev. Azra Erhat-A. Kadir, 29.Basım, Can Yayınevi, 2012, s.553. 33Assmann, Kültürel Bellek, s.269. Platon’da Homeros’a büyük saygı duyar ve onun destanlarının kültürel bellek için öneminin farkındadır. O kadar ki Devlet’in onuncu kitabında tekrar şiir sorununa dönülür ve burada Homeros Yunanlığın kurucusu olarak anılır (606e). Gelgelelim 3. Bölümde üzerinde duracağımız üzere Platon sıcak belleğe dahası bu bellekte muhafaza edilen Yunan ülkülerine sıcak bakmaz ki bu bağlamda ifade ettikleri onun toplumundan sanatçıları dışlayan düşünür olarak ün yapmasına vesile olur. 34 Anıl, Sokrates Davası, s.15. Bir yanda rahiplerin odalarından şehir meydanlarına çıkan dinsel semboller kamu kültü olurken, diğer yandan gizem dinleri krala özgü olan ölümsüzlüğü şart koymaksızın dileyene sunar. Felsefe, agoranın politik etkinlik niteliğindeki tartışmaları ile gizemcilerin dilsiz sözleri arasında bir zar gibi gerilerek Olympos’u tutar ve polisin üzerini kaplar.35 Savaş Teknolojisi Üretim Teknolojisi Egemen Sınıf Siyasal Düzen Akha Akınlarının Yol Açtığı Düzen Dor Akınlarının Yol Açtığı Düzen Polisin Belirmesi Devri Düzen Polisin Gelişmesi Devri Düzen Polisin Çözülmesi Devri Düzen Tunç Savaş Arabaları Demir Silahlar Süvari Devrimi Hoplitlerin Phalanaksı Deniz İmparatorluğu Filoları Yağma Ekonomisi Tahıl Tarımı Zeytinyağı Şarapta Uzmanlaşma Denizaşırı Ticaret Sanayi Emperyalist Sömürü Askeri Aristokratik Sınıf Askeri Aristokratik Kast Tarımsal Aristokratik Sınıf Orta Sınıf Alt Sınıf Askeri Aristokrasi Monarşi Tarımsal Aristokrasi Sınırlı Demokrasi Aşırı Demokrasi Tablo I: Eski Yunan Toplumundaki Askeri Ekonomik Sosyal Gelişmeler36. b. Atina’nın Temel Kurumları Yunan düşünürleri -bu arada Platon- ideal bir tasarım için ya da eleştirel bir tavır alarak olsun, siyasal örgütlenme üzerine düşünürken aslında, doğallıkla polisi 35 Nutku, “Grekçe Felsefenin Mihenk Taşları ve Tarihsel Uzantıları”, s.15 vd.; Vernant, Yunan Düşüncesinin Kaynakları, s.51-56. 36 Şenel, Eski Yunanda Siyasal Düşünüş, s.79. düşünürler37. Onların düşüncelerinde sınır ihtiva eden polisi tanımak, bu anlamda onları anlamaya yardımcıdır. Örneğin İÖ. 5. yüzyılın Yunan topraklarında demokrasinin anlamı, siyasal katılım gösterebilecek olanların nüfusun geneline oranla düşük olması münasebetiyle bugünün insanının anlam dağarcığına yabancıdır; isterse bu hakka sahip olanların tamamı katılım göstersin38. Polis, Yunan dünyasının siyasal birimidir ve sadece yerleşim yerini değil, civarındaki ekim alanlarını da içerir. Yunanistan’ın coğrafyası ayrı ayrı yerleşim birimleri kurulmasına müsaittir. Kaldı ki her medeniyetin bu süreci, merkezileşmeden evvel geçirdiğini bugün biliyoruz. Fakat Yunan özeli, tarihi polislerle anılacak kadar farklılık arz eder. Bu durumun muhtelif sebebi mevcuttur. Çatışmaların yoğunluğu, bir güvenlik tedbiri olarak sıklıkla yerleşim yerlerinin etrafını surlarla çevirme ihtiyacını doğurmuştur. Öte yandan Ege kıyıları ve adalar için deniz yolu, kara yolundan daha tercihe şayandır. Isparta’nın kara hâkimiyetine ve kapalı tarım toplumu oluşuna karşılık, Atina’nın denizlerdeki üstünlüğü ve emperyal eğilimi bu durumun gözetilmesi ile izaha kabildir. Buna rağmen polisler genel olarak maddi kaynaklar bakımından eşit şartlara sahiptir ve bu durum, aralarında sürekli bir gerilime ve çatışmaya mahal vermiştir; birinin diğeri üzerinde kesin bir egemenlik kurması mümkün olmamıştır39. Paternal bir aile yapısı mevcuttur, ailelerin kökenleri antropomorfik tanrılara dayandırılır40, her ailenin kendi tanrısı vardır. Bu itibarla aileler seçilmiş olduklarına inanır. Her seçilmiş, birbirinden tanrısı ile diğerleri ile de kanlarındaki soyluluk ile ayrılır. Bu anlamda polis, dinsel bir birlik olarak da telakki edilmiş; din, hukuk ve devlet arasında nihai bir ayrım çokça görülmemiştir. O kadar ki dinin icaplarını icra etmek, yurttaşlığın manevi koşuludur. Her ne kadar bu inanışların yukarısında bir Olympos kurulmuş olsa da aileler, kendi tanrılarından vazgeçmiş değildir41. Tüm bu etkenlerin birlikteliği, Yunan siyasal örgütlenmesinde polisin uzun ömürlü olmasını sağlamıştır. 37 Recai G. Okandan, “Kadim Yunanda Siyasi Teşekkül”, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Mecmuası, C.7, Sayı:4, 1941, s.310. 38 Şenel, Eski Yunanda Siyasal Düşünüş, s.41. 39 Şenel, Eski Yunanda Siyasal Düşünüş, s. 21-25. 40 Liderlerin tanrı soylu oluşlarına ve tanrılarla olan yakınlıklarına ilişkin çokça referansı İlyada’da bulmak mümkün: Homeros, İlyada, s.91, 95. 41 Okandan, “Kadim Yunanda Siyasi Teşekkül”, s. 307-309. Bu şartlar altında polis barınma, geçinme ve tapınma yeri olmanın ötesinde yaşamın sürdürülebileceği yegâne alan, evren olarak görülmüştür. Polisin bireyler üzerinde ailelerin geleceğinden, kişisel servetlere, çocukların eğitimine dek uzanan nüfuzu vardır 42 . O kadar ki sürgün cezasının kuvveti idama denktir. Ne var ki denizcilikteki ilerleme neticesinde ticari etkinliğin artışı ve diğer yerleşimlerle olan iletişimin hızlanması, birey ile polisi karşı karşıya getirir43. Polis, her unsurun kendi aretêsi nazarında yer tuttuğu bir armonidir. Sınıfsal gerilim ve kültür ithalatının etkisiyle birey, polisin karşısına dikilecekken díkênin sunduğu orantısal eşitlik ile geniş katılımlı bir politik ortam oluşur. Birey, artık polis uğruna feda edilemez zira yasa yazılıdır ve herkes için aynıdır 44 . Duvarlara veya anıtlara yazılan yasalar, okunmasından çok görünmesi için yazılmıştır, zira sergilenmeleri sayesinde hukuk güvenliğinin sembolü olurlar45. Bir başka ifade ile tek evren polisten, evrensel olan yasaya geçilir. Polise dair sunduğumuz genel malumattan sonra, Atina’nın siyasi yapısını anlayabilmek için kurumlarına dair kısa bilgiler vermeyi uygun buluyoruz. Burada bizim için önemli olan, kurumlar üzerinden gerçekleşen siyasal katılım; başka bir ifade ile sınıfların siyasal arenadaki pozisyonlarıdır. Kahramanlık çağından da evvel Atina’da krallık esastı, daha sonra yönetimi, on kişiyi geçmeyen, Arkhont ünvanlı yöneticilerin oluşturduğu meclis devraldı. Basileus’un (kral) yetkileri giderek sınırlandı, kutsallığı sadece din adamlarını etkiler oldu. Evvela ömür boyu bu göreve seçilen Arkhontlar, İ.Ö. 8. yüzyılda on senelik bir süre ile seçilmeye başladılar ve yedinci yüzyılda bu süre bire indi46. Arkhontlar servet sahipleri arasından seçiliyordu47. Strategler adı verilen memurların adedi ondur ve halk meclisi tarafından, askeri işlerle meşgul olmaları için seçilir; lakin İ. Ö. beşinci yüzyıldan itibaren sürekli 42 Okandan, “Kadim Yunanda Siyasi Teşekkül”, s. 310. Anıl, Sokrates Davası, s. 43; Vernant, Yunan Düşüncesinin Kaynakları, s.67 vd. 44 Vernant, Yunan Düşüncesinin Kaynakları, s. 86. 45 Michael Gagarin, Writing Greek Law, New York, Cambridge University Press, 2008, s.68. 46 Vernant, Yunan Düşüncesinin Kaynakları, s.42.; Arsal, Umumi Hukuk Tarihi, s.90, 91. 47 Aristoteles, Atinalıların Devleti: Londra Papirüsü, s.15. 43 bir savaş halinin olmasının etkisiyle dışişleri siyasetinden başlayarak yetkileri genişlemiştir48. Areopag, Atina’nın teşkilat yapısında esaslı pozisyona sahip kurumlardandır. Solon’dan evvel tamamı asillerden kurulu iken, sonradan genel olarak servet sahiplerinden oluşturulmuştur. Memur atamanın da dâhil olduğu kimi yürütme işleri, yetkileri dâhilindedir. Solondan sonra idari işleri azalsa da meclislerin kararlarını veto etme hakkı gibi siyaseten etki kabiliyeti yüksek yetkilerle donatılmıştır49. Bir yargı organı olarak da adam öldürme, yangın çıkarma gibi sınırlı sayıda suça da bakmıştır50. Eklezia (Halk Meclisi): Bu meclis evvela yasama organıdır, askerlik yapma hakkı olan herkes katılım gösterebilir. Yasa yapmak dışında, areopag’dan alınan memurları atama gibi idari işlerin yanında, savaş ilanı gibi mühim kararlar almak da bu meclisin yetkisindedir. 51 Kanunların tasarıları, beş yüzler (bule) tarafından hazırlanır; yani kanunun yürürlüğe girmesi nihai olarak halkın iradesine bağlıdır, diğer taraftan ise meclisin işlevi beş yüzleri sınırlandırmaktır52. Meclis genel olarak halkın şikâyetlerini de inceler ve sonuca bağlar. Bu noktada meclisin niteliğine dair aydınlatılması gereken bazı hususlar mevcuttur. Askerlik bir yükümlülük değil, imtiyazdır: Belli bir servetin üzerinde olmayanlar -kendi kendini silahlandıramayanlar- 53 , yabancılar ve köleler askerlik yapamaz, ganimetlerden faydalanamazlar; ötesi siyasal katılımda bulunamazlar. Yağmalar döneminin, kahramanlık çağı olarak anıla geldiği düşünülürse askerlik yapmayanların onur ve haysiyet bakımından da aşağı görüldüğü anlaşılır. Bu meclisin kudreti, demokrasi yanlılarının yükselişi ile paraleldir fakat Antik Yunanı düşünenler, hatırlarında demokrasi ile birlikte, giderek muktedir olan zenginler sınıfını ve söylev sanatını da canlandırmalıdırlar. Evvelce belirttiğimiz gibi demokrasi söylemi, hem zengin sınıfın siyasal katılımını ve bu yolla çıkarlarını maksimize edişlerini hem de demagog olarak anılan liderlerin yurtta ve Hellen topraklarının tamamında -yani bir 48 Recai G. Okandan, Umumi Amme Hukuku, Birinci Kitap: İlk Zamanlar, İstanbul, İstanbul Üniversitesi Yayınları, 1946, s. 139. 49 Arsal, Umumi Hukuk Tarihi, s.110, 111; Okandan, Umumi Amme Hukuku, s.140. 50 Anıl, Sokrates Davası, s.39. 51 Okandan, Umumi Amme Hukuku, s.135. 52 Arsal, Umumi Hukuk Tarihi, s. 103, 104. 53 Aristoteles, Atinalıların Devleti: Londra Papirüsü, s.15. anlamda tüm dünyada- isteğe götüren her eylemi meşrulaştırdıkları sofizmi ve emperyalizmi barındırır. Kaldı ki halk meclisi bir karar alabilmek için kafi olan sayıdan çok uzakta, kalabalık bir örgüttür ve bu durum diğer kurumların hukuki ve idari etkinliğini artırır. Diğer kurumlarda görev alanlar, bu mecliste halkı ikna ederler54. Otuz yaşını aşmış beş yüz kişinin, bir yıl için seçildiği bir diğer meclisin (bule) başlıca görevi, kanun tasarısı hazırlamak ve bunların yürürlüğe girip girmemesine karar verecek olan halk meclisinin toplantısına karar vermektir. Bir anlamda soyluların, devleti idare ettikleri organdır55. Yargı teşkilatı esas itibariyle, Solon’un kurduğu, her birinde otuz yaşını aşmış ve kura ile seçilmiş 500 hâkimin görevli bulunduğu, on mahkemeden oluşmaktadır ve halk mahkemesi adını almaktadır. Hem cezai hem de hukuki konulara bakan bu mahkemeler, aynı zamanda meclislerin aldığı yargılama kararlarının konu edilebileceği üst mahkeme mevkiindedirler56. 3. Antik Yunan’a Özgü Düşünce Biçimleri: Kelimeler ve Düşünce Bir varlığın bilgisini elde etmek için üç şey lazımdır: Bilim dördüncüsüdür... Bir: ad! Platon Dil ve düşüncenin birbirleri üzerindeki etkileri düşünüldüğünde, hem yabancı hem de eski bir dilde yazılmış metinler üzerine çalışan kişilerin, o çağın zihniyetini idrak edebilmeleri için kelimeler ve onların çağrışımları üzerine hassasiyet göstermesi gerektiği anlaşılır57. Bunun bir örneğini polis bahsinde, demokrasi kelimesi özelinde takip edilebilir. O dönemin kuramcılarının demokrasi dediğine, biz oligarşi diyebiliriz. Dahası, durum her zaman bu kadar basit de değildir; zira bir Yunanın 54 Ağaoğulları, Kent Devletinden İmparatorluğa, s.31, 43. Ağaoğulları, Kent Devletinden İmparatorluğa, s.32. 56 Arsal, Umumi Hukuk Tarihi, s. 115, 116. 57 W.K.C. Guthrie, İlkçağ Felsefesi Tarihi, Yay. Haz. Nurten Sıcakyüz- Nuran Demir, Çev.Dr. Ahmet Cevizci, 2. Basım, Ankara, 1999, s.10, 11. 55 erdemden veya adaletten anladığı ile modern okuyucunun bu kelimeler üzerine zihninde canlanan, bir değildir ve bunların yerine yukarıda olduğu gibi başka kelimeler kullanmak da çoğu kez mümkün değildir. Hatta kimi zaman aynı metni çevirenlerin çok başka çağrışımları olan farklı kelimeleri, tek bir Yunanca kelimenin karşılığı olarak kullandığını görmek de mümkündür. Fakat Yunanca kelimeler kullanmak veya her kelimenin tarihsel ya da soybilimsel bir okumasını yapmak da bu çalışma için bir çözüm değildir. Bu noktada hiç değilse genel bir farkındalık adına, bazı temel kavramların üzerinde durmanınve yeri geldikçe diğerleri için açıklamalar getirmenin işlevsel olacağı kanaatindeyiz. Örneğin Platon’un adalet (díkê ve dikaiosûnê) anlayışını öğrenmek için, Devlet olarak Türkçe’ye çevrilen eserini temin eden bir kişi, kitapta bu kelimenin kullanılmadığını görüp şaşıracaktır58. Okuyucunun itibar etmesinin beklenilmediği açıkça ifade edilen önsözde, buna dair açıklama bulunabilir: Çevirenlere göre adalet ya da adil demek, Tanrı katından konuşmaktır ve bu Platon’un gündelik dilden konuşma gayretine terstir, buna karşılık doğru ve doğruluk daha yerindedir.“Bir delinin eline silah vermek doğru mudur?” cümlesinde adil kelimesini, doğru kelimesi yerine kullanmak uygun değildir. Onlara göre bu yol izlenince,“Adaletin kılıcı keskindir.” dendiğinde padişahın kılıcı keskindir olarak anlaşılmaz; uygun olan da budur çünkü Platon’a göre, adalet yöneticinin buyruğu değil, onun hizmet ettiği şeydir59. Bu kelimeyi (díkê) halk arasında veya literatürde ilk kullanan Platon değildir. İlk olarak Anaksimandros’un, kozmostaki karşıt güçlerin birbirlerine yönelik ihlalleri nedeniyle, örtük düzenin temini adına ödenen bedel anlamında kullandığı belirtilir60. Díkê bu bağlamda işlerin normal seyri, usul, beklenilen edim, tazmin anlamında görünür, özgün anlamı muhtemeldir ki yol, patikadır61. Díkê’nin etik anlamı nómos 58 Türkiye’de bu eseri, çoğu okuyucunun muhtelif yayınevlerinden çıkan ödüllü, Eyüboğlu-Cimcoz çevirisinden okuduğunu varsayıyoruz. Gerek baskı sayısı gerekse diğer telifsiz çevirilerle karşılaştırılması göz önüne alındığında bu varsayımın yerinde olduğu anlaşılacaktır. Kaldı ki diğer çevirilerin de pek azında adalet kelimesi kullanılır. Bu durum, sadece bir kelime için geçerli değildir; kaldı ki bu kelime adalet olduktan sonra bu dahi yeterli olurdu. Aydoğan benzer durumun ruh, bilgi, bilgelik gibi kavramlar için de geçerli olduğunu tespit etmiştir ki bu kavramlar da en az adalet kadar merkezidir. (Ahmet Aydoğan, Siyaset ve Retorik, İstanbul, İz Yayıncılık, 2003, s.19.) 59 Platon, Devlet: Önsöz Çev. Sabahaattin Eyüboğlu-M. Ali Cimcoz, 20. Baskı, İstanbul, İşbankası Kültür Yayınları, 2010, s.viii. 60 Francis E. Petters, Antik Yunan Felsefesi Terimleri Sözlüğü: Tarihsel Bir Okuma, Çev. Hakkı Hünler, İstanbul, Paradigma Yayıncılık, 2004, s. 72. 61 Guthrie, İlkçağ Felsefesi Tarihi, s.13, 14. phûsis geriliminde ortaya çıkmıştır. Destanlarda, Anaksimandros’un kullanımına benzer şekilde bir sınır ihlalini daha ziyade de aristokratik sınıf bilincine dair örüntülerin ihlalini anlatan, âdet, işleri görüş biçimi olarak kullanılırken bilgelerce hazırlanan kanunların -nómos - yürürlüğe girişine paralel olarak aristokratik algının tesirinin azalışıyla, Zeus’un gözetiminde onun soyundan Díkê’nin tüm yurttaşlara edimlerinin doğal karşılığını vermesine dönüşmüştür62. Bu bağlamda mitosta da yine adaleti betimleyen fakat aristokratların tarafını tutmakla kınanan tanrıça Themis, tanrıça Díkê’nin parlayan yıldızının gölgesinde kalmıştır63. Kişinin, insan olduğu için yapması uygun olan işler ve toplum içerisinde diğer insanlara göre onun yapmasının uygun olacağı işlerin mevcut olduğuna dikkat edildiğinde Platoncu anlamına varır. Konumuzla doğrudan alakalı olan bir diğer kelime de aretê’dir, çünkü cevaplanması gereken sorulardan biri, insanın insan olduğu için yapması gereken o işin-yani insanın aretê’sinin- ne olduğudur. Aretê günümüz dillerine üstünlük, erdem, fazilet (excellence, virtue) olarak çevrilir.64 Fakat Yunan için evveliyatla canlı, cansız her şeyin bir aretêsi vardır ve bir şeyin önemli olmasını sağlayan şey olarak üç unsuru barındırır: 1-bir şeyin iç yapısı, niteliği; 2-tanınmışlığı, 3-onu takdir edecek olan öteki65. Nihayette, aretê bir şeyin münhasır olarak yetkinliğini ifade eder; tikel bir beceridir. İnsanlar için ise toplum içerisinde, mesleki bir ehliyettir. Örneğin askerin aretêsi, cesarettir. Sokratesçi literatürde insan, diğer canlılardan akıl sahibi olması münasebetiyle ayrılır; o halde onun aretêsi bilgili olmaktır66. Bu da bizi akıl, söz, yasa üçlemesine götürür zira Platon’da varlık, bilgi ve hukuk bu çizgide ilişkilendirilir. Yunanca nous, dilimize zeka, akıl olarak çevrilir. Yunan literatüründe Anaksagoras’ta evrene düzen veren akıl, Herakleitos’ta düzenleyici lógos olarak betimlenir, Platon’da ise nous hem içkin hem de aşkındır, aynı zamanda epistemolojik bir yetiye işaret etmektedir. Söz, açıklama, neden olarak çevrilen lógosise episteme ile doksa arasındaki fark olarak kişinin bilgisini 62 Petters, Antik Yunan Felsefesi Terimleri Sözlüğü: Tarihsel Bir Okuma, s.72, 73. Şenel, Eski Yunanda Siyasal Düşünüş, s.19, 20. 64 Petters, Antik Yunan Felsefesi Terimleri Sözlüğü: Tarihsel Bir Okuma, s.46. 65 Platon, Sokrates’in Savunması, Çev. Erman Gören, İstanbul, Kabalcı Yayınevi, 2006, s.114. 66 Platon, Menon, Çeviren ve Yorumlayan: Ahmet Cevizci, 2. Baskı, Bursa, Sentez Yayıncılık, 2009, s. 26. 63 temellendirebilmesi, aklı hedef alabilmesi noktasında duyulara yönelen (?) mythosun bir ölçüde karşıtıdır67. Platon, nous ile nómos arasında etimolojik olarak keyfi olsa da bir bağ kurar. Nómos’un ilk anlamı yasa, ezgi demektir. Tarihsel olarak phûsis’un yani doğanın karşısında konumlandırılan insan -özelde bilge kişi- ürünü –örneğin Solon’un hazırladığı- yasaları ifade eder68. Platon esaslı yasaların tanrısal nousa dayandığını ifade ederek evrendeki ezgi ile uyum içerisinde yasalar koyma gereğini vurgular. O halde akıl dendiğinde hem evrendeki düzenin işaret edildiğini hem insanın bunu idrak edebilme yetisini hem de kendi yaşayışını ve toplumun birlikteliğini düzenleyebileceği dayanağı anlamak lazım gelir. B. Platon Öncesi – Platon – Platonculuk 1. Platon Öncesi Batı felsefesini anlamak için nasıl Platon’u anlamak lazım gelirse Platon’u anlamak için de ardıllarından ziyade, öncüllerine bakmak lazım gelir, zira ardıllar ya kendi güdümleri doğrultusunda ya da farkında olmaksızın kendi koşullarının rengini katmışlardır, fakat öncüllerin gelecekten haberi yoktur69. Bu bağlamda Sokrates öncesi dönemin değerlendirilmesinin, Platon’un anlaşılması için gerekli bir başlangıç olduğu kanaatindeyiz70. 67 Ahmet Cevizci, Felsefe Sözlüğü, gözden geçirilmiş 7. Baskı, İstanbul, Paradigma Yayıncılık, 2007, s. 1024, 1173, 1174.; Petters, Antik Yunan Felsefesi Terimleri Sözlüğü: Tarihsel Bir Okuma, 208210, 245 v.d. Söz, yasa, akıl üçlemesinin ve mitos-lógos ilişkisi üzerinde yine esas olarak 3. Bölümde durulmuştur. 68 Petters, Antik Yunan Felsefesi Terimleri Sözlüğü: Tarihsel Bir Okuma, s.242-245. 69 Guthrie, İlkçağ Felsefesi Tarihi, s. 7, 8. 70 Burada bizim için önemli olan, öncelikle dönemin karakteridir; yani felsefi söylemin oluşumu, dönüşümü. Sonrasında, düşünürlerin etkileri oranında öğretileri gelir. İlk olarak epik şiirlerle başlar sözün iz bırakan geçmişi, ardından lirik şiirler gelir: Yiğitlerin tanrılara baş kaldıran savaş maceraları insancıkların acılarına, sevinişlerine bırakır yerini. Sonra yedi bilgenin deyişlerinde iyice görünür bireyleşmenin kök salışları, lógos’un kıpırdanışları. (Eduard Zeller, Grek Felsefesi Tarihi, Çev. Ahmet Aydoğan, İstanbul, İz Yayıncılık, 2001, s. 35 v.d.) Tüm bu arayış, görünüşteki kaosun ardındaki düzene duyulan inanca dairdir. Antropomorfik tanrılar, davranış biçimleri, yapış şekilleri ya da iradeleri ile insana özgü yalnızlığı paylaşabilmiş fakat izaha kabil olamamıştır. Bu imkân insan aklında görülmüştür, öteden beri insanların tanrılarla yarışa girmesine alışık olan Yunan kültürü/dini bu çabayı yadırgamamıştır. (W.K.C. Guthrie, Yunan Felsefesi Tarihi-I: Sokrates Öncesi İlk Filozoflar ve Pythagorasçılar, Çev. Ergün Akça, İstanbul, Kabalcı Yayınevi, 2011, s.41-44.; J. Denis, “Kadim Yunanda Ahlaki ve Hukuki Fikirler”, Çev. Z. F. Fındıkoğlu, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Sokrates (İ.Ö. 469-­‐399) öncesi dönem kendi içerisinde ikiye ayrılır. İlkinde (İ.Ö. 600-­‐450) makroevren, ikincisinde (İ.Ö. 450-­‐390) ise mikroevren konu edilmiştir. Başka bir ifade ile evvela tabiat üzerine soruşturmalar yapılmış, sonrasında insanın tabiatı tartışılmıştır71.İlk döneme ilişkin en belirgin özellik, herhalde onların evrene yönelik meraklarıdır. Kabaca iki gelenekten bahsetmek mümkündür: Ege’nin doğu kısmındaki İyonyalılar ve batısındaki Pythagorasçılar. İyonyalıların salt merakına karşılık72, Pythagorasçılar’ın güdümü aynı zamanda dinseldir. Her iki geleneğin de bakışları, görünür dünyadaki değişimin ardındaki kalıcı olana yöneliktir. Bu da muhtemeldir ki canlı bir şey olarak tasavvur edilen evrenin kendisinden meydana geldiği maddedir73. Denilir ki ilk nedeni bilmek, her şeyi bilmek demektir ve bunu araştıran bilim de felsefedir, ilk filozofların çoğu her şeyin ondan meydana geldiği ve yine ona döndüğü, görünüşteki değişimin ardında duran bir şeyi -­‐töz, madde-­‐ aramıştır74. Bu minvalde başlangıç, madde üzerine düşünmesi, mitos olmayan bir ifadeye sahip olması ve “her şeyin birliği” mesajını taşıması münasebetiyle Thales’e atfedilir75. Thales (İ.Ö. 624-­‐546), Solon’un çağdaşıdır ve Doğu Ege’nin servet ve kültür bolluğu içerisinde yaşamıştır76. İnsan düşüncesinin serpilme imkânı için elverişli koşulların olduğu bir vakit diliminde, yedi bilgenin en eskisi olarak arzın meydanında görülmüştür. Güneş tutulmasını tahmin etmek, Nil’in taşkınlarına derman olmak veya nehirlerin yönünü değiştirmek gibi pratik bir Mecmuası, Cilt. 10, Sayı: 3-4, 1945, s.777.) Buyrulur ki: Başka ulusların azizleri vardır, Yunanların ise bilginleri. (FredrichNietzsche, Yunanlıların Trajik Çağında Felsefe, Çev. Nusret Hızır, İstanbul, Bilim/Sanat/Felsefe Yayınları, 1985, s.27.) 71 WilhemCapelle, Sokrates’ten Önce Felsefe: Fragmanlar-Doksograflar, Çev. Oğuz Özügül, 3.Baskı, İstanbul, Pencere Yayınları, 2011, s.17; Kadir Çüçen, Melek Zeynep Zafer, Adnan Esenyel, Varlık Felsefesi, 2. Baskı, Bursa, Ezgi Kitabevi, 2011, s. 20. 72 Kingsley, hiç değilse Parmenides özelinde bu görüşe karşı çıkar. Ona göre hakikat arayışı yasaşmsal öğreti ile birlikte düşünülmelidir. B.a. Peter Kingsley, Batı Hikmetinin Bilinmeyen Tarihi, Çev.: Onur Atalay, İstanbul, Etkileşim Yayınları, 2007. 73 Guthrie, İlkçağ Felsefesi Tarihi, s.29-31, 40; Zeller, Grek Felsefesi Tarihi s. 51. Bu noktada belirtmek gerekir ki her ne kadar Aristoteles, dönem düşünürlerinin ilke olarak bir ya da daha fazla maddeyi aldıklarını belirtse de (Aristoteles, Metafizik, Çev. Prof. Dr. Ahmet Arslan, 3. Baskı, İstanbul, Sosyal Yayınları, 2010, s. 94, 106) Guthrie, söze konu edilen dönemde madde-tin ayrımının yapılmamış olduğundan bahisle buradaki düşünürlerin maddeci olarak anılmaması gerektiğini ifade eder. (Guthrie, İlkçağ Felsefesi Tarihi, s.38, 39.) 74 Aristoteles, Metafizik, s. 86, 90, 91. 75 Nietzsche, Yunanlıların Trajik Çağında Felsefe, s.33. 76 Zeller, Grek Felsefesi Tarihi, s.52.; Aristoteles, Metafizik, s.90. birçok sonuca vakıf olabilmiş bilimsel bir yetkinliğe sahiptir. Bu anlamda, bilimin de kurucusu olarak kabul edilir77. Bilimsel temellendirmenin adımları ağırlaştıran garanticiliğine rağmen, Yunan’ın düş kurma becerisi O’na, soyutlamalar yapma yoluyla yüksek düşüncelere doğru hızlı bir yönelim imkânı tanımıştır78. Böyle bir ortamda her şeyin ilkesi olan, kendisinden doğan ve yine ona dönen bir madde olarak suyu öne sürmüştür, Thales. Aristoteles, O’nu bu sonuca götüren şeyin, muhtemelen suyun üç halini -­‐su, buhar, buz-­‐ gözlemleme imkânı olduğunu söyler79. Thales’in yaşça küçük çağdaşı olan ilk felsefe yazarı Anaximandros’un (İ.Ö. 611-­‐546) düşüncesine dair daha çok veri vardır80. Anaximandros’a göre evren, karşıt kuvvetlerin çatışma alanıdır ve ne dışarıdan bir sınırlanmaya tabii olan ne de unsurları arasında bölünme olan, her şeyi içeren, aynı zamanda hareketin de nedeni olan bir maddeden meydana gelmiştir81. Çünkü ne ki bir kere olmuştur, elbet yok olacaktır. Özellikli olmak, sonradan olmayı ve yok olmayı -­‐yani oluşu-­‐ deneyimlemeyi gerektirir. Aslında esas olan, şeylerin kaynağının niteliklerden münezzeh olmasıdır; nitelikleri bir vakit duyumsarız fakat sonra yiterler. Bu nedenledir ki şeylerin kaynağı -­‐yani madde-­‐ sınırsız ve belirsizdir, bu sayede oluşun devam etmesi mümkün olur. Çünkü eğer durum Thales’in dediği gibiyse -­‐yani evren basit bir yapı, yani suyun muhtelif görünümü ise-­‐ bu çokluk nasıl aşılacaktır? Ona göre nitelik -­‐yani farklılık ve bu anlamda belirginlik-­‐ zaten gayri meşru bir oluşu ifade eder ve şeyler bu sebeple, sürekli bir çatışma içerisinde yer alarak bu ayrılığın bedelini, adalet (díkê) gereğince öder. Adaletin (díkê) bu olmaz görüntüsüne, yargılayan ve cezalandıran tavrına cevabı Herakleitos verecektir82. Doğu Yunan’da hal böyleyken, İtalya’nın güneyinde ruhun ölümsüzlüğüne ve ruh göçüne duyulan inanç temelinde Pythagorasçılık yükselmekteydi. Bu 77 Capelle, Sokrates’ten Önce Felsefe: Fragmanlar-Doksograflar, s.51, 52. Nietzsche, Yunanlıların Trajik Çağında Felsefe, s.34. 79 Aristoteles, Metafizik, s.91. 80 Capelle, Sokrates’ten Önce Felsefe: Fragmanlar-Doksograflar, s.55.; Nietzsche, Yunanlıların Trajik Çağında Felsefe, s.38.; Zeller, Grek Felsefesi Tarihi, s.54. 81 Guthrie, İlkçağ Felsefesi Tarihi, s. 33, 38.; Anne Baudartv.d., Felsefe Tarihi: Kurucu Düşünceler, Çev. İsmail Yerguz, Cilt: I, İstanbul, İletişim Yayınları, 2011, s. 26. 82 Nietzsche, Yunanlıların Trajik Çağında Felsefe, 39, 41-43. 78 düşünüş kapsamında, ruh göçü insana özgü değildir ve bunun bizi götürdüğü doğal sonuç, bütün canlıların akraba oluşudur. Kaldı ki evrenin ebediliği karşısında fani insan, ruhunun ölümsüzlüğü ile tutunur83. Pythagorasçılığa dair ikinci karekteristik özellik, sınır vurgusudur. Limit -­‐sınır üzerine yapılan bir vurgu-­‐felsefi araştırmanın konusunu form, yapı olarak kurgular. İyi ve güzel evren, sınır sayesinde böyledir. Sınır, unsurların ilişkilerine düzen getirir; bu sayede muktedir bir organizasyona erişilir84. Bu noktada onlara göre şeylerin mahiyeti sayıdır. Sayılar tam anlamıyla ilktir, hem ilk hem de şeylerin maddesi ve değişimlerindeki nedendir85. Sınırın üstün gelişi, maddeye -­‐Pythagorasçıların talip olduğu-­‐ sükûnet ve dengeyi sunarken sayıyı meydana getirir86. Evren (kósmos), sınırsız olana sınırın galip gelmesi ile ortaya çıkan -­‐yani sayılara dayanan-­‐ bir güzelliktir ve iyi olan budur. Açıktır ki bu fikir sadece metafizik değil, etik ve estetik unsurlarıda ihtiva etmektedir. Kaldı ki Pythagoras’ın (İ.Ö. 570-­‐495), matematikin etkisi altında kaldığı, en yüksek buluş olarak müzik gamlarının matematiksel ifadesini bulgulamış olması aktarılır87. Nihayetinde kendini unsurların uyumu anlamında harmonia olarak ifade eden biçim ve düzen fikri, matematik ve tıp alanlarına yaptığı güçlü katkı sayesinde, Pythagorasçılığın sözünü Ortaçağ boyunca eski dünyada dinlenir kılmıştır88. Bu kültürdeki en Yunanca tavır sınır düşüncesi olmuştur, yoksa Pythagorasçılık, mistik bir kült olarak Yunan düşünüşüne yabancı bir unsurdur 89 . Dünyevilik reddiyesi ile dışlanan beden karşısında aklilik, bu öğretiden kalan bir diğer mirastır. Pythagorasçılığa değindikten sonra, madde-­‐yapı tartışmasının yerini bıraktığı devinime, hareket meselesine geçmek gerekir. İlk dönem düşünürler, değişim üzerinden birçok kurgu ortaya koydular; lakin hiçbiri lógos üzerine bir 83 Guthrie, İlkçağ Felsefesi Tarihi, s.41; Zeller, Grek Felsefesi Tarihi, s.58, 59. Guthrie, İlkçağ Felsefesi Tarihi, s.42, 43. 85 Aristoteles, Metafizik, s.100, 101. 86 Anne Baudartv.d., Felsefe Tarihi: Kurucu Düşünceler, s.28; Capelle, Sokrates’ten Önce Felsefe: Fragmanlar-Doksograflar, s.74; Zeller, Grek Felsefesi Tarihi, s.64. 87 H. J. Ströring, İlkçağ Felsefesi: Hint, Çin, Yunan, Çev. Ömer Cemal Güngören, İstanbul, Yol Yayınları, 1994, s.197.; Guthrie, İlkçağ Felsefesi Tarihi, s.44, 45. 88 Guthrie, İlkçağ Felsefesi Tarihi, s.46,47. 89 Zeller, Grek Felsefesi Tarihi, s.56, 57. 84 açıklama sunmadılar. Herakleitos, değişimin/oluşun asıl olduğunu vurgulayarak, bu meseleyi izah etmeyi üstlenirken; Parmenides ve ardından yürüyenler, varlığın kalıcılığını vurguladılar90. Bununla beraberdaha önce, díkê’nin hüküm sürdüğü evrenin Anaximandros tarafından olumsuz betimlenişinin bir sorun olduğunu ve buna cevabı Herakleitos’un (İ.Ö. 535-­‐475) vereceğini belirtmiştik. Buradan devam edelim. Karanlık bir kişilik olarak betimlenen Herakleitos, bunu biraz da söyleyiş tarzındaki üstü kapalılığa borçludur; O’nun ifadelerinde hakikat ne açıktır ne gizli, sadece işaret edilmiştir ki bu ona göre, hakikatin yapısı gereğidir. O’na göre Pythagorasçılar, hakikati yanlış yerde aramaktadır. Bilgelik için doğaya değil, insan kendine bakmalıdır91. Herakleitos, yöntem olarak da konu olarak da diğerlerinden farklıdır. Her ne kadar bir madde fikri (ateş) O’nda da bulunsa da Ondan miras kalan esas vurgu, devinim/oluş ve lógos/düzen düşüncesidir92. Ona göre öncelikle, duyulara bu denli güvenmeyi bir kenara bırakmalıyız: “Var olan her şey duman haline dönüşseydi, onları burnumuzla ayırt edebilirdik”93. Fakat her şeyi lógos ile ayırt ettiğimize göre asıl olan odur, her zaman mevcuttur ve her şeye egemendir94. Evren karşıt olanların “güzel” uyumudur95. Ama duyuların dar görüşünde ısrar eden“Eşekler, samanı altına tercih eder.”96,yine de“Her sürüngen, kırbaçlanarak otlağa (nematai, nómos:yasa) güdülür.”97.Yani ne varsa evrende, lógostan payına düşeni yaşar; hepsine aynı lógostan farklı pay düşer. “Aynı ırmaklara girenlerin üzerinden farklı sular akar.98, zaten “Hiç batmayacak olandan (lógos, güneş, ateş) nasıl kaçıp saklanılabilir?”. O halde,“Bakışlarını lógosa yöneltmeyenler, dinlemeyi bilmediklerinden konuşmayı da bilmiyorlar99”. Karşıtların güzel uyumunu, ceza ve oluşu ise yargılama olarak telakki ediyorlar; hâlbuki “Adaletin (Díkê) adı 90 Frank Thilly, Bir Felsefe Tarihi, Çev. Nur Küçük; Yasemin Çevik, İstanbul, İdea Yayınevi, 2000, s. 38, 39. 91 Guthrie, İlkçağ Felsefesi Tarihi, s.49. 92 Anne Baudartv.d., Felsefe Tarihi: Kurucu Düşünceler, s.27. 93 Herakleitos, Fragmanlar, Çev. Cengiz Çakmak, Yay. Haz. Eyüp Çoraklı, 2. Baskı, Humanitas: Yunan ve Latin Klasikleri, İstanbul, Kabalcı Yayınevi, 2009, s.43. 94 Herakleitos, Fragmanlar, s. 29. 95 Herakleitos, Fragmanlar, s. 45. 96 Herakleitos, Fragmanlar, s. 41. 97 Herakleitos, Fragmanlar, s. 51. 98 Herakleitos, Fragmanlar, s. 53. 99 Herakleitos, Fragmanlar, s. 67. bilinmezdi, bu şeyler olmasaydı100.”. Onun (Díkê: adalet tanrıçası) yaptığı ölçüyü aşanlara haddini bildirmek ve güzel uyumu -­‐oluşu-­‐ korumaktır. Ceza sadece ikilik gören gözdedir, her şeyi bir gören tanrısal bakışın manzarası ise karşıtların ahengidir101. Bir şeyin ölümü, başkasının doğumudur; nihayetinde “İnen ve çıkan yol bir ve aynıdır.102”. Böylece Herakleitos, değişmeyen tek şeyin değişim olduğu yasasını koyarak varlığı reddeder ve sadece oluşa yer verir. Tabii ki bu oluş lógos’un düzenleyici himayesi altındadır103. Ama nasıl olur da ateş suya, su toprağa döner; yani bir şey nasıl hem olabilir hem de olmayabilir? Parmenides’in (İ.Ö. 515-­‐450) sorduğu soru budur.104 Bir şey hem olmuş hem olmamış olamaz, var olan için idi veya olacak denemez. O, neyden var olabilir ki? Var olmayandan-­‐ yani yokluktan-­‐meydana gelemeyeceğine göre o, kendisidir; yani değişmeyen, hareket etmeyendir105. Parmenides’e göre değişim/hareket, yokluk fikrinin hesaba katılmasını gerektirir; şimdi varolanın sonra olmaması demektir bir yerde değişim, fakat yokluk düşünülemez, o nedenle böyle bir fikri takibat mümkün değildir. Açıktır ki Parmenides’te varlık ve düşünce, aynı şeydir106. O, varlığın nedenini veya nasılını değil, ne’liğini tartışmıştır; zaten ele alış biçimi bu denli bir soruşturmaya da izin vermemektedir107. Parmenides’in varlık öğretisi, Sokrates öncesi düşüncede bir virajdır. Değişimin yadsınması, her şeyin bir maddeden meydana geldiğine dayalı öğretilerin önüne geçmiştir. Şey, değişemeyeceği için, artık hareket ettirici ayrı 100 Herakleitos, Fragmanlar, s.75. Nietzsche, Yunanlıların Trajik Çağında Felsefe, s. 51. 102 Herakleitos, Fragmanlar, s.151. 103 Nietzsche, Yunanlıların Trajik Çağında Felsefe, s. 43. 104 Frank Thilly, Bir Felsefe Tarihi, s.43. 105 Frank Thilly, Bir Felsefe Tarihi, s.43, 44; Nietzsche, Yunanlıların Trajik Çağında Felsefe, s.64. 106 Banu Alan Sümer, “Parmenides’in Düşünme ve Varlık Aynı Şeydir Yargısına Heidegger’in Yorumu Açısından Bir Bakış”, Felsefe ve Sosyal Bilimler Dergisi, Sayı: 11, s. 142.; Cavit Sunar, “Parmenides ve Varlık Meselesi”, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 19, 1953, s. 17-20. 107 Naciye Atış, “Parmenides Felsefesinin Varlığı Temellendirme Tarzının Kendinden Sonraki Felsefeye Etkileri”, Felsefe ve Sosyal Bilimler Dergisi, Sayı:7, 2009, s. 109 vd. Burada belirtmek gerekir ki Heidegger’in, Parmenides’in varlık felsefesinin Batı düşünürleri tarafından çarpıtıldığı, otantik bir okumanın bu sorunun önüne geçeceği yorumu dışarıda bırakılmıştır. Çünkü bu yorumu dâhil etmek bütün bir Yunan Felsefesi’nin bu bağlamda yeni bir okumasını gerektirir, fakat bu etkinlik, çalışmanın konusu değildir. Bununla birlikte elbette Yunan Felsefesi’ne çalışmanın konusu olan Platon da dâhildir ve bu konunun diğer açıklamalarımızda bir karşılık bulduğu inancındayız. 101 bir nedene ihtiyaç vardır; çünkü kimse gözüyle gördüğü çokluğu reddetmeye niyetli değildir. Zihin ile beden arasında, soyutlama denen bir çatlak oluşmuştur108. Aslında Parmenides de Herakleitos gibi duyulara karşı güvensizdir ve aklın yolunun takip edilmesi gerektiğini söyler, önemi, akla yaptığı bu vurgudan kaynaklanır109; fakat Herakleitosçu oluşun yerine koyduğu donuk varlık kavramı bir meseledir. O bir totolojiden (varlık vardır, yokluk yoktur), yani doğrulanması ya da değillenmesi mümkün olmayan bir ifadeden hareket eder; mamafih mantık size hakikati söyleyemez zira o bir şekilden, sınırdan ibarettir ve sınırın anlamı birşeylerin dışarıda kalmasıdır. O halde o, hakikati kısıtlayarak sunar ve yapacağınız montaj, kurgu hala bir tasarımdır. Bu tasarımlar ebedi bir içerikle vasıflandırıldığında varılan yer çelişkiler yumağıdır. Ve aslında bunu Parmenides’in sadık öğrencisi Zenon göstermiştir. Hedefe varabilmek için ok, her daim yolun evvela yarısını gitmek durumunda kalacağından hiçbir zaman ulaşamayacaktır. Hedefe ulaşmak için doğrusal bir yol izleyecek olan ok, doğrunun noktalardan oluştuğu gözetildiğinde bir noktada durur; burada hareket tekrarlanan bir durma olarak görünür, hayır öyle değil de“mutlak hareket varsa, mekan yoktur; mutlak mekan varsa, hareket yoktur; mutlak varlık varsa, çokluk yoktur; mutlak çokluk varsa, Parmenides’in ısrar ettiği birlik yoktur.”110. Bunun üzerine Yunan, görünüşü kurtarma çabasına girer ve çoğulcuların çağı başlar. Önce Empedokles (İ.Ö. 490-­‐330), o mistik ifadeleriyle hem artık bir olması mümkün olmayan özdeğin sayısını dörde çıkardı111 (hava, ateş, toprak, su) hem de ayrı bir devindirici nedenden bahsetti: aşk ve nefret112. Anaxagoras (İ.Ö. 500-­‐428) ise savaşı Parmenides’in sınırlarına kadar genişletip, ayrı bir 108 Capelle, Sokrates’ten Önce Felsefe: Fragmanlar-Doksograflar, s. 17. Guthrie, İlkçağ Felsefesi Tarihi, s. 56.; Nietzsche, Yunanlıların Trajik Çağında Felsefe, s. 57; Sümer, “Parmenides’in Düşünme ve Varlık Aynı Şeydir Yargısına Heidegger’in Yorumu Açısından Bir Bakış”, s.142. 109 Guthrie, İlkçağ Felsefesi Tarihi, s. 55. 110 Nietzsche, Yunanlıların Trajik Çağında Felsefe, s. 65-70. 111 Aristoteles, Metafizik, s.93. 112 WilhemCapelle, Sokrates’ten Önce Felsefe: Fragmanlar-Doksograflar, s.147 v.d. devindirici nedenle birlikte madde olmayanın zihin olması gerektiğini söyleyerek soyutlamanın açtığı çatlağı iyice genişletti113. Evvelce ifade ettiğimiz gibi bizim için öncelikli olan dönemin karakteridir: Genel olarak Parmenides’in öğretisi (Elea Okulu) ile mücadele edilirken bu iki düşünür, Herakleitos ile Elea Okulu’nu uzlaştırmaya çalışmıştır. Her ikisi de Elea Okulu’nun yoktan varlık çıkmayacağı tezini kabul ederken, hareketin reddi tezini onaylamamıştır 114 . Biri, mistik söyleme; diğeri ise nous’a yönelmiştir. Anaxagoras, anlam ve hareket kabiliyeti tanıdığı nous düşüncesi nedeniyle Platon’u anlamada kıymetlidir. Sonsuz sayıda ilke, Anaxagoras’a göre birleşme ve ayrılma yoluyla ezeli-­‐ ebedi bir oluş sergiler; fakat bu oluş rastlantısal değildir: Düzenin ve evrensel uyumun nedeni akıldır (nous) 115 . Nous hiçbir şeyden etkilenmez, fakat onu içerenlerin üzerinde belirleyici pozisyona sahiptir, hareketin kaynağıdır. Aklın bu pozisyonu ilk defa Anaxagoras tarafından sunulmuş olsa da Platon ve Aristoteles, mekanik açıklamaların yetersiz kaldığı yerlerde bir nevi deus ex machina olarak sunulmasını eleştirmişlerdir116. Platon öncesi dönemi, onun üzerinde yapmış olabileceği muhtemel etkiyi hesaba katarak değerlendirirken bir anlam ve adalet arayışı olan felsefenin buraya kadarki serüvenini özetledikten sonra son olarak Sofistlerden bahsetmek uygun olacaktır. Gerek doğada gerekse insanlar arasındaki ilişkide sürekli bir değişim, hareket gözlemlenmektedir ve Olympos mitolojisinin bu duruma açıklama getirme kabiliyetinin azalmasıyla felsefi söylem belirmeye başlamıştır. Önce her şeyin ilkesi olarak tasarlanan madde üzerine gidilmiş, bu arada yapı, oran, düzen tartışması yapılmış; sonradan görüntüdeki çokluk, oluş ve hareket düşüncesi ile açıklanacakken değişmeyen, sabit varlık fikri ortaya atılmış ve görünüşün gerçekliği reddedilmiştir. Bundan sonraki dönemaslında felsefi söylem için pek 113 Guthrie, İlkçağ Felsefesi Tarihi, s. 60. Richard McKirahan, “PresocraitcPhilosophy”, The Blackwell Guide to Ancient Philosophy, Ed. ChirstopherShields, 3. Baskı, Cornwall , Blackwell Publishing Ltd, 2006, s.21. 115 Aristoteles, Metafizik, s.93, 95. 116 BertrandRussel, Batı Felsefesi Tarihi, Çev. Muammer Sencer, Cilt: I, 4. Baskı, İstanbul, Say Yayınları, 1994, s. 156, 157. 114 parlak değildir. Zira bizim burada değerlendirmeye aynı sebepten almadığımız atomcular, görünüşü kurtarmak için o kadar ileri gitmiştirkiçokluk, (yine göze görünmeyen) küçük maddeciklerle izah edilme noktasına gelmiştir; yani felsefe, fiziğe yönelik ilgi ve detaylı bir açıklama olma noktasına varmıştır. Böyle bir durumda Guthrie’nin haklı olarak belirttiği gibi, fizikçilerin soyut açıklamalarına Yunan halkının sırt çevirme imkânı, modern çağın insanından daha olasıdır. Bizler fiziğin pratik etkilerini yaşamımızda deneyimlemekteyiz, fakat onlar için böyle bir tecrübe söz konusu değildir ve kolaylıkla göze katı gözüken maddenin boşluklar içeren atomik yapısına itiraz edebilmişler, bu söylemi yok sayabilmişlerdir. Öte yandan Atina’nın içinde bulunduğu materyal şartlar da (savaşlar, derin siyasi mücadeleler, veba, mübadele ilişkilerinin hızlanmasıvb.) bilgenin toplumsal rolü üzerinde etkide bulunmuştur. İçinde yaşanılan güvensiz ortam, şüpheciliği beslemiştir ve artık halk bilgelerden hayatın sırrını değil, siyasal ve sosyal yaşamda pratik sonuçları olacak öğretileri duymayı tercih etmektedir117. Nihayetindefelsefi söylem, anlam ve adalet sunma işlevini yerine getirmekten giderek uzaklaşmıştır ve meydan Sofistlere kalmıştır. İlk olarak Protagoras (İ.Ö. 490-­‐420), özgün bir kişilik! Neredeyse tüm Yunan’ı dolaşmış veçoğu yabancının aksine, gittiği yerlerde namına uygun karşılamalar görmüş, hitabet (retorik) dersleri vermiş, bu yolla dönemin siyasilerini etkilemiş, kolonilerden biri için yasa hazırlaması istenmiş, örnek bir sofisttir 118 . Onu betimleyen ifade, Platon’un bize aktardığı “İnsan her şeyin ölçüsüdür.” cümlesidir. Cümle, muhtelif yorumlara tabi tutulmuştur. İlk olarak Olympos’a dayanılarak gerçekleştirilen açıklamaların reddi, yani teolojik düzene karşı çıkıştır, fakat daha önemlisi bu ifadenin epistemolojik içeriğidir zira bu ifade, objektif bilginin imkânını dışlar ki haliyle bir konuda iki farklı tezin de savunulabileceğini içerir; insan ile at (ya da herhangi iki şey) arasındaki fark görülemez119. Burada insan ile ifade edilen, tür değil fakat bireydir; bu da bir kimsenin diğerleri için vaaz ettiği iyi, kötü ya da adil hükümlerinin temelsiz 117 Guthrie, İlkçağ Felsefesi Tarihi, s. 69-71. Ströring, İlkçağ Felsefesi: Hint, Çin, Yunan, s.227, 228.; Capelle, Sokrates’ten Önce Felsefe: Fragmanlar-Doksograflar, s.244.; Guthrie, İlkçağ Felsefesi Tarihi, s.75. 119 Klaus Adomeit, Hukuk ve Devlet Felsefesi, Çev. Halil Akkanat, İstanbul, Filiz Kitabevi, 2004, s. 2, 3.; Aristoteles, Metafizik, s. 210. 118 olduğu yargısını doğurur120. Nihayetinde bizi galip söylemin karşılık bulacağı bir siyasaya, daha mühimi “söylemin” galip olduğu bir toplumsallığa vardırır: “...kelimelerin bile anlamları değişmişti... Kentlerde konuşanlar ya demokrasinin ya da aristokrasinin hüküm sürmesini istiyorlardı. Bunu yaparken de halkı güzel sözlerle yanlarına çekmeye çalışıyorlardı. Başta savundukları şey devletin çıkarlarıydı. Ama hiç de bunu gözeterek davranmadılar... İşlenen suçlar başka isimler altında adlandırılıyor ve suç olarak nitelendirilmiyordu121. Bu şartlar içerisinde halkı ikna etmek önemlidir ve bunu yapma yeteneği sağlayacak retorik bilgisine sahip olmak bir ayrıcalıktır. Protagoras’a göre her ne kadar Zeus insanlara diğerlerinden utanabilmesi ve onlara saygı göstermesi için aidos, doğru olanı yapabilmesi için de díkê‘yi vermişse de bunlar, sadece bir arada yaşama potansiyeli sağlamaktadır ve onların polis içerisinde yetkin bir yaşama erebilmesi için politikayı öğrenmesi gerekir122. Zaten yasalar bile artık, bu zanaatı öğreten Protagoras’a yaptırılmaktadır. Yasanın kutsallığının yittiği bu durumda Protagoras, insanların bir arada yaşama mecburiyetlerinden dem vurmuş; bunun insanların uzlaşması olan hukuk ile mümkün olduğunu ifade ederek toplumsal sözleşme fikrini aşılamıştır123. Gorgias (İ.Ö. 485-­‐380), söylemin kudretini daha da ileri taşır. Daha baştan doğa üzerine kitap okumaya alışkın olan Yunanların karşısına “Olmayan ya da Doğa Üzerine” başlıklı bir kitapla çıkar. İddiası şudur: Hiçbir şey var olmamıştır, var olsa bile kavranamaz, bu mümkün ise bile başkasına aktarmaya kabil değildir124. Anlaşılacağı üzere Gorgias, Elea Okulu’nun paradoksal varlık söylemini, retoriğe eş deyişle iknaya yer açmak için kullanmaktadır. Elea’nın paradoksları, reddetmek için, yani hiçbir şey olmamıştır demek için, bir temel sunar; bunu, peşi sıra duyuların yanıltıcılığı ve düşüncenin değillenmesinin imkansızlığı izler ve insan bilgiye erişme yolundaki iki imkanından da men edilir. Doğrunun 120 Adnan Güriz, Hukuk Felsefesi, 6. Baskı, Ankara, Siyasal Kitabevi, 2003, s. 157, 158.; Yasemin Işıktaç, Hukuk Felsefesi, 3. Baskı, İstanbul, Filiz Kitabevi, 2010, s.45. 121 Thukydides, Peloponnessos Savaşları, s. 150, 151. 122 John Gibert, “The Sophists”, The Blackwell Guide to Ancient Philosophy, Ed. Chirstopher Shields, 3. Baskı, Cornwall, Blackwell Publishing Ltd, 2006, s.36. 123 Guthrie, İlkçağ Felsefesi Tarihi, s.75. 124 Gibert, “The Sophists”, s.35. mevcut olmayışına, erişilemeyişine onu aktarmada kullanılacak araçların da aynı sebepten ekarte edilmesi ile aktarılamayışı da eklenir.125 İşte bu koşullar içerisinde Yunan, Sokrates’i ve yazdıkları ile onun fikirlerinin ve onun ölümsüz olabileceği bir toplumsallığı yaratmaya çalışan Platon’u ortaya çıkardı. Platon’da, burada bahsedilen öncüllerin öğretilerine dair eleştirel açıklamalarla birlikte, onların bir uzlaşmasını bulmak mümkündür. 2. Platon a. Hayatı: Bir Politikos Mu? Tüm Yunan düşünürlerinin en büyüğü Platon’a gelince... W.K.C. Guthrie Bu çalışmanın Platon’un yaşam hikâyesini aktarma gibi bir amacı yoktur. Bununla beraber hayat serüvenini dikkate almak, onun tercihlerini anlamakta, nihayetinde onu anlamakta kıymetli bir yer işgal eder. Platon’un hayatını aktarmanın iki yolu mevcuttur: Birincisi, politik edimlerini yani toplumsallığını takip etmek; diğeri ise çeşitli öğretiler ile temaslarını izlemektir, çünkü bu, bir arayış hikâyesidir. Tam bir yaşam hikâyesi, herhalde bu ikisinin ölçülü 125 Işıktaç, Hukuk Felsefesi, s.46, 47. bir sunumudur. Bu ölçü de yine tavır meselesi olarak görünmektedir. Biz ise bu başlığın onun hayatına ilişkin olan kısmında, eksiksiz bir yaşam öyküsü sunmak yerine, onun bir politikos olarak adlandırılması üzerinde durmayı tercih ettik. Çünkü görülüyor ki araştırmacıların genel eğilimi, onun tüm edimlerini ki buna öğretisi de dâhil, politik olarak vasıflandırmaktır. Platon’un, toplumsal ve siyasal yaşamı -belki de ondan önceki hiçbir düşünürün yapmadığı kadar- kendi hikâyesinin önüne koyduğu reddedilebilir görünmüyor; fakat mesele bunun, onun öğretisinin bir sonucu mu olduğu, yoksa öğretisinin bu amaçla mı oluşturulduğudur126. Bunu, bakışımıza getirilecek sınıra dair bir mesele olduğu için önemsiyoruz. Platon M.Ö. 427 yılında, Atina’da doğmuştur ve seksen yıl kadar yaşamıştır 127 . Araştırmacıların soylu, aristokrat olarak betimleye geldikleri, eski düzenin sürdürülmesi yanlısı üst sınıf bir ailenin mensubu olduğu yerleşmiş kanaattir. Gerek çalışmalarında Platon’a yer ayıran yazarlar gerekse doğrudan Platon üzerine yazan eser sahipleri, çalışmalarının onun hayatını anlatan kısmına, doğum tarihi ve ailesinin varlıklı ve siyasi nüfuz sahibi olduğundan bahisle başlamaktadırlar. Gerçekten de Atina’nın en nüfuzlu ailelerinden birine mensuptur. Baba tarafından son Atina kralı Kodros, ana tarafından ünlü kanun koyucu Solon ile ve dahi Otuzlar Hükümeti’nin mensuplarıyla ilişkilendirilir 128 . Ancak değerlendirmelere itiraz edilebilir: Seçkin bir aileye mensup oluşu, tiranlığı da demokrasiyi eleştirdiği kadar yerdiği gözetildiğinde, öğretisine dair psikolojik bir etmen olarak yorumlanma imkânını yorumcuya tanımaz; kaldı ki zaman içerisinde, asillerden olup ama demokrat partiden siyasete girenler de olmuştur. Dönemin Atina’sında yurttaş kabul 126 Platon’un öğretisini politik amaçlarını gözeterek oluşturduğu kanaatinde olan yazarların başında Karl Poper gelmektedir. O kadar ki Poper, kendisinin bu politik hedeflere karşı bir mücadele verdiğini ve eserinin bu bağlamda bilimsel olmaktan ziyade kişisel görüşlerin dile getirilmesi olduğunu, ‘uygarlığımızın’ karşılaştığı kimi sorunlara çözüm getirme amacıyla yazıldığını belirtmiştir. (Karl Poper, Açık Toplum ve Düşmanları Cilt 1: Platon, Çev. Mete Tunçay, 4. Basım, İstanbul, Remi Kitabevi, 2000, s.17. 19,95) Poper’ın bu tavrı eser boyunca okuyucunun zihninden çıkmaz, Poper buna müsaade etmez. Böyle peşin bir hükmün mevcudiyetine ilaveten ardılların geçmiş eserleri kendi gündemleri doğrultusunda yeniden yazması tehlikesi Poper’ın çalışmamızda referans alınmaması için tüm yeter şartları sunmaktadır. Gelgelelim ‘Açık Toplum ve Düşmanları’ içeriği itibariyle bir düşünürün bir başka düşünürü kendisine malzeme ettiği sıradan bir düşün eseri olduğu kadar aynı zamanda Platon’a özgülenmiş bir inceleme yazısıdır ve bu münsebetle de okuyucuya sundukları vardır. Bu sebepten ötürü biz Poper’ın eserini bir bütün olarak red veya kabul etmeyi değil bu çalışmanın gündemini takiben söz konusu eserin sunacaklarını dikkate almayı uygun bulduk. 127 R.M. Hare, Platon: Düşüncenin Ustaları, Çev. Işık Şimşek-Bediz Yılmaz, 2. Basım, İstanbul, Altın Kitapları Yayınevi, 2002. s.9; Jean Brun, Platon ve Akademia, Çev. İsmail Yerguz, Ankara, Dost Kitabevi Yayınları, 2007, s.7. 128 Zeller, Grek Felsefesi Tarihi, s.164.; Ahmet Arslan, İlkçağ Felsefe Tarihi: Sofistlerden Platon’a Kadar, 2. Cilt, 3. Baskı, İstanbul, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2010, s.175. edilenler ve onların içinden politik etkisi kayda değer olanların neredeyse tamamı, benzer maddi olanaklara sahiptir; fakat farklı olarak Otuzlar döneminde de demokratlar döneminde de çeşitli sebeplerle, ailesinin ve dostlarının sağladığı imkana rağmen, devlet işlerine bilinçli olarak dâhil olmamıştır. Bu durumun tahlili, dönemin Yunanistan’ı ve Atina’nın şartları göz önüne alınarak yapılmalıdır. Platon’un Meneksenos diyaloğunda eleştirdiği, Perikles’in meşhur söylevinden de takip ettiğimiz haliyle Atina’da herkesin devlet işlerine katıldığı, katılmayana işe yaramaz biri gözüyle bakıldığı bir doğrudan demokrasi uygulaması mevcuttu, modern okuyucu için pek hoş olan bu ideallerin ve yaşayışın Platon için anlamı, sadece yurt içinde değil kentler arası da bir başıboşluktu; çünkü Hare’nin de belirttiği gibi bu ideallerin ayrılmaz parçası, kente bolluğu getiren emperyalizmdir. Sonu gelmez isteklerin, arzuların idaresindeki kent ve bireyler arasında, kültürel gelişim olarak algılanan, önünde durulamaz bir bilgiçlik mevcuttu. Politik liderler, ürettikleri eserlerle festivallere katılıyor ve genel olarak kitleleri memnun etme mecburiyeti münasebetiyle basiret sergilemekten uzak kalıyorlardı. Düşün ve yazın hayatı, bir bakıma günümüzün ‘siyasal iletişim’ benzeri bir rolle, zihinlerin siyasal çıkarlar ekseninde biçimlendirilmesine odaklanmıştı.129 Sofistlerin çekiçleri ile yıkılan Atina medeniyetinde, refah perdesinin altında yatan çözülme ve anarşiyken;“...ülkeyi, limanlar, tersaneler, surlar ve benzeri değersiz eşyalarla doldurmayı değil de adaleti ve ölçülülüğü130” düşünen ve düşündüğü gibi yaşayan bir Sokrates vardı, Platon’u çarpan.131 Platon’un Heraklitosçu bir eğitimden geçmiş olabileceği söylenmektedir, fakat eğitimine dair emin olunan tek şey, asgari yirmili yaşlarında Sokrates ile tanıştığı ve 129 Hare, Platon: Düşüncenin Ustaları, s.10,13,14.; Copleston, Felsefe Tarihi: Platon, Çev. Aziz Yardımlı, Cilt I, Bölüm 1b, 4. Baskı, İdea Yayınevi, 1998, s.8. 130 Platon, Gorgias, 518c-519a. Yararlanılan nüshalar: Platon, Gorgias, Yay. Haz.: Ahmet Cevizci, Çev. Furkan Akdemir, İstanbul, Say Yayınları, 2011., Platon, Diyaloglar: Gorgias, Yay. Haz. Mustafa Bayka, Çev. Melih Cevdat Anday, 8.Basım, İstanbul, Remzi Kitabevi, 2011. Platon, Büyük Klasikler: Eflatun II: Gorgias, Çev. R. Güzelşen-Mehmet Rifat, İstanbul, Hürriyet Yayınları, 1975. Platon’un eserlerine atıf yapılırken sayfa numarası yerine paragraf numarasını kullanmayı tercih ediyoruz, zira bu suretle ulusal ve uluslararası geleneğe uymak ve okuyucunun herhangi bir nüshadan metni takip edebilmesini sağlamak mümkün olur. Kaldı ki biz de bu çalışmada Türkçe ya da İngilizce, birden fazla nüshayı bir arada ele aldık. Yine aynı sebepten kimi kaynaklarda rastlanabilecek Eflatun, Plato gibi isimler yerine her daim Platon’u kullandık, meğer ki bu eseri Platon kaleme almış olsun ya da bizim yararlandığımız nüshalar arasında Platon ismiyle yayınlanmış olsun. Bununla beraber Platon’un yazdığı bir esere ilk kez atıf yapıldığında, yararlanılan nüshaların her birine dair bilgiler eksiksiz olarak dipnotta belirtilmiştir. 131 Arslan, İlkçağ Felsefe Tarihi: Sofistlerden Platon’a Kadar, s.178. onun öğretisini benimsediğidir 132 . Platon yazmaya “Sokrates’in Savunması” ile başlayıp133, onun savunması esnasında muhakkak ki yürürlükte olmasını dileyeceği “Yasalar”la bitirmiş, daha doğrusu bitirmek durumunda kalmıştır. Kaldı ki yazdıklarında kendisinden ziyade, Sokrates’in düşüncelerini aktardığını belirtmiştir 134 . Bunları söylememizin nedeni, onun yaşamı boyunca bir anlamda Sokrates’i ölümsüz kılma uğraşı içerisinde olduğuna yönelik kanaatimizdir. Bu anlamda o bir Sokratesçidir, fakat Sokrates, katıldığı savaşlar dışında Atina’dan çıkmamıştır; lakin Platon çıkmıştır, hatta yaşlandıkça bunun teşvik edilmesi gerektiğini de düşünmüştür135. Ayrıca Sokrates devlet işlerine de girmemiştir, fakat Platon gerek ideallerine kavuşma umuduyla gerekse zorlamalar karşısında, bu işlere kısmen de olsa karışmak zorunda kalmıştır136. Her Atinalı genç gibi Platon da kendi kendine davranabileceği gün geldiğinde devlet işlerine atılmaya karar vermiştir137 ama sonradan tecrübe ettikleri neticesinde vardığı karar kendisinin dünyaya geç gelmiş olduğudur zira vakit geldiğinde Atina atalardan kalma öğütlere çoktan sırt çevirmiştir ve Platon, uğraşının boşa gitmesinden endişe ederek kendini alıkoymuştur138. Kendi çabalarının karşılıksız kalması bir yana Atina’nın o dönemki yöneticileri ona, gençliğin dayanabilmesinin kabil olmadığı bir tecrübe sunmuşlardır: Otuzlar, kendisinin tabiriyle, zamanın doğrulukta önde giden insanı Sokrates’i bir siyasi cinayette pay sahibi olması için zorlamışdır fakat Sokrates kabul etmemiştir, demokrasi döneminde ise Sokrates, dinsizlik ile suçlanmış ve Platon’un nerdeyse tüm eserlerinde bir vesile ile eleştirdiği teatral karar alma sürecinin sonunda idam edilmiştir. Sokrates’in idamından sonra Parmenides’in 132 A. E. Taylor, Plato: The Man And His Work, 8. Baskı, Londra, Methuen&Co. Ltd., 1955, s.8. Bunlardan evvel şiir ve tragedya yazdığı da belirtilir ki bunları yakışı Nietzsche’yi haklı çıkarır görünür. Bkz.: Hare, Platon: Düşüncenin Ustaları, s .16, Arslan, İlkçağ Felsefe Tarihi, s.176. Zeller, Grek Felsefesi Tarihi, s.165. Copleston, Felsefe Tarihi: Platon, 1998, s.8. Nietzsche’nin bu konudaki görüşleri için bkz.: Friedrich Nietzsche, Tragedyanın Doğuşu, Çev. Mustafa Tüzel, Türkiye İşbankası Kültür Yayınları, 2010. 134 Platon, 2.Mektup, 313c; Yararlanılan nüshalar: Platon, Mektuplar, Yay. Haz.: Ahmet Cevizci, Çev.: Furkan Akderin, İstanbul Say Yayınları, 2010. Platon, Mektuplar, Çev. İrfan Şahinbaş, Cumhuriyet, Çağdaş Matbaacılık Yayıncılık Ltd. Şti., 1999, s. 21. Mektupların, Platon tarafından kaleme alınıp alınmadığı tartışmalı bir konudur, lakin hiçbir yazar söz konusu bu yazıların en azından tanıklığına başvurulabilecek kaynaklar olduğu hususunda kayıt koymaz. 135 Platon, Yasalar, 950e, 952. Yararlanılan nüshalar: Platon, Yasalar, Çev. Candan Şentuna-Saffet Babür, 3. Basım, İstanbul, Kabalcı Yayınevi, 2007; Plato, The Laws of Plato, Çev.: Thomas L. Pangle, New York, Chicago Press, 1988. 136 3.,4.,5.,6. ve 7. mektupta Platon bu deneyimlerini aktarır. 137 Platon, Mektuplar, 324c. 138 Platon, Mektuplar, 322b. 133 öğretisi ile tanışıklık kurduğu Megara’ya oradan matematiğe ve kimi ezoterik öğretilere dair bilgi edindiği Mısır’a yolculuk ettiği ifade edilmektedir139. Her şeyin Sokrates’i dahi yutabilen bir akıntıya kapılıp gittiği bir dönemde Platon, tek çare olarak felsefenin yolundan yürümeyi gördü: şayet felsefe ‘el’ verirse, filozoflar yönetimi kurtulabilecektir 140 ‘el’e alırsa insan soyu, başına çöken bu beladan . Bu doğrultuda Sokrates’in idamı ile politik faaliyetlerine ara veren Platon birkaç kez İtalya’ya gitmiştir ve dönemin Sicilya tiranı Dionysios’a danışmanlık yapmıştır. Onun Dionysios ile olan birlikteliği çoğu zaman Devlet’teki ideal tasarımdan Yasalar’daki gerçekçi tasarıma geçişi bir bilgiçlikle bu başarısız tecrübeye dayandırmak için anılır141. Nihayetinde hayatı Akademi’de Yasalar adlı eserini yazarken sonlanmıştır. Akademi, kadınlar da dahil herkese açık olan, İsokrates’in retorluk öğreten pratiğe yönelik okulu gibi ya da Pythagorasçıların ezoterik tarikatlarının örgütlendiği okulları gibi değil; müzik, matematik, gökbilim gibi konuların işlendiği, pek tabii bunların yanında devlet adamı yetiştirmeye yönelik hukuk, retorik ve benzeri konuların da görüldüğü ilk felsefe ve yüksek öğretim kurumudur142. Büyük harflerle yazıldığında politik olmayan bir edim söz konusu değilse de biliyoruz ki mesele temelde, olmak ya da olmamaktır. O, başka sebeplerle yazdığı kadar elbette politik kaygılar ile de yazmıştır. İnsan hayatının nihai amacı olarak mutluluğu işaret eden birinin bulunduğu kültürel koşulların içerisinde, elbette ki devlet işleri ile ilgilenmek gündemi dâhilindedir. Kaldı ki mutlu insanın, mutlu dostların arasında, mutlu insanların oluşturduğu yetkin bir kentte bulunacağını düşünüyordu ve memleketinin içinde bulunduğu durumu nasıl düzelteceği sorusuyla başlayan düşünce hayatı, giderek daha derin başka soruları onun önüne çıkardı. Ve 139 A. E. Taylor, Plato: The Man And His Work, 8. Baskı, Londra, Methuen&Co. Ltd., 1955, s.4. Platon, Mektuplar, 325-329. 141 Ona göre ise bu buluşma tarihte bir çok örneği bulunan bilgelik (filozof) ile kuvvetin (kral) onları temsil eden kişilerin kendilerini aşan arayışlarından bir kesittir ve gelecekte bundan pek doğaldır ki söz edilecektir, Platon bu farkındalıkla Dionysios ile ilişki kurarken ona da bunu öğütlemiştir. Platon’a göre İtalya tecrübesinin umudundan ayrı düşmesi, başka kimselerin sandığı nedenlerden ötürü değil; bizatihi Dionysios’un, Platon’un ondan beklediği teslimiyeti sunmaktan çok ötede davranışlar sergilemesi, ona güvensizlik beslemesi, imkanlarını kullanarak ona sahip olmaya çalışmasıdır. Nitekim saraylara layık birçok entrikanın yer aldığı İtalya tecrübesi başarısızlıkla sonuçlanmış ve Platon’u insanlardan uzaklaştırmıştır. (Bknz.: 1. ve 2. mektup) 142 Copleston, Felsefe Tarihi: Platon, s10., Ahmet Arslan, İlkçağ Felsefe Tarihi, s.181. 140 belki de başlangıçta, Heraklitosçu eğitimden geçerken hiç ilgi göstermediği batıni öğretilerle dahi meşgul oldu; çünkü diyaloglarında pek çok kez tekrarladığı gibi, bir işe başlandığı vakit yılmamak gerekir. Son tahlilde, bizce onun isminin başında politikosile birlikte ama önce filozof yazmak uygun düşer: O’nun anladığı şekliyle, filozofun görevleri arasında mağaraya geri dönüp bu işlerle ilgilenmek de vardır; bu sadece Devlet’te dile getirdiği bir öğreti değil, aynı zamanda onun hayatının pratiğidir.143 O’nun, sadece politikos olarak vasıflandırılması, ona bir nevi Sofist demek olur ki bu, bütün uğraşlarını inkâr etmek anlamına gelir. Kolonilerin kuruluşlarında düşünürlerin rolü144 de itibara alındığında, O’nun önce kurucu ama devlet işleri ile ilgilenmeyi felsefenin ona yüklediği bir sorumluluk olarak görmesi ve felsefe uğraşına mani olmaması şartıyla bu sorumluluğu üstlenmesi ve dahi, ütopyaların genel anlamda eleştirel nitelikli olması hesap edildiğinde eleştiricidir145, halk için yazdığı ifade edilen diyalogların içerik olarak ağırlığı, dönemin düşüncelerini çürütmek üzerinedir. Platon, varlığın tamamı ile, her görünüşüyle meşgul olandır yani bir filozoftur. b. Eserlerine Dair Platon üzerine yapılan bir çalışmanın tabiidir ki asli kaynakları, kendi eserleridir. Platon’un eserleri konusunda karşılaştığımız ilk sıkıntı, yazılı ve yazısız iki ayrı öğretisinin oluşudur146. İkinci mesele, İlkçağ düşünürlerinin genelinin aksine, elimizde Platon’un tüm eserlerinin bulunuşu ve zamanla anlaşıldığı üzere Platon ismiyle neşredilmiş fazlasının oluşu, son olarak da bu eserlerin hangi sırayla yazıldığı konusundaki belirsizliktir147. 143 Taylor, Plato: The Man And His Work, s.2. Platon, Yasalar adlı eserinde de zaten temsili olarak böyle bir yerleşim için yasa hazırlama işine koyulmuştur. 145 Allen, Platon Neden Yazdı?, s. 44, 59. 146 Bu malumatı, yedinci mektuptaki ifadelerden ve Aristoteles’ten ediniyoruz. Arslan, yedinci mektubun artık daha fazla tartışma konusu olmadığına binaen, orada Platon’un esaslı konular üzerine kendisinin yazılı bir eseri olmadığını ifade edişini ve akademide işlenen derslere dair hiçbir kaydın elimizde olmadığını hatırlatır. (Arslan, İlkçağ Felsefe Tarihi, s.186-187) Öte yandan her ne kadar Aristoteles’in tam tersine Platon’un herkes için değil de uzmanlar için yazdıkları ya da yazmış olabilecekleri elimizde olmasa da onun öğretisini bambaşka bir yöne çekmek için de elimizde bir kanıt olmadığı ve diyaloglarında besbelli kendi düşüncesini açımlama çabalarının mevcudiyeti yollu argümana payını vermek lazım gelir. (Copleston, Felsefe Tarihi: Platon, s.13) 147 Brun, Platon ve Akademia, s.10-12. 144 Muhakkak ki Platon eserlerinin yazım sırasına ve kurgusuna ayrı bir önem vermiş ve eserlerinin bu sıra ile okunmasını beklemiştir148. Ayrıca diyalogları yazım sırasına göre okumak, araştırmacıya onun düşüncesinin gelişim çizgisini de takip etme olanağı sağlamaktadır. Eserlerin hangilerinin Platon tarafından yazıldığı ve hangi sırada yazıldığı konusunda, bugün araştırmacılar büyük ölçüde anlaşma sağlamıştır. Muhtemeldir ki metot farklılıklarından kaynaklanan eserlerin yazım sırasına dair anlaşmazlıklar, en azından bizim çalışmamızı etkileyecek boyutta değildir. Biz Copleston ve Arslan’ın sunduğu dört döneme ayrılmış olan listeyi takip ettik:149 Sokratik Dönem: Sokrates’in Savunması, Kriton, Euthyphron, Lakhes, İon, Euthydemos, Protagoras, Kharmides, Lysis, Devlet I. Kitap. Geçiş Dönemi: Gorgias, Menon, Kratylos, Hippias I ve II, Meneksenos. Olgunluk Dönemi: Symposion (Şölen), Phaidon, Phaidros, Devlet (I. Kitap hariç). Yaşlılık Dönemi: Theaitetos, Parmenides, Sofist, Devlet Adamı, Philebos, Yasalar. Şunu yeri gelmişken belirtmek gerekir ki: Çeviriler arasında kimi zaman hayati öneme sahip farklılıklar bulunabilmektedir. Yunan’a özgü düşünce biçimleri başlığında, adalet bahsini açıklarken de ifade ettiğimiz üzere, bu asla basit bir çeviri meselesi de değildir. Felsefe araştırmaları dil ve tarih araştırmaları ile ilişki içerisindedir: Bundan kasıt, sadece dönem metinlerinin anlamlarının açığa çıkarılması değil; düşünürlerin kendi fikirlerini de bu metinler aracılığı ile ortaya koymasıdır150. Aynı durum yorumcular ve çevirmenler için de geçerlidir. Bu bahse Platonculuk başlığı altında devam etmek daha uygundur, fakat yeri gelmişken belirtelim ki bu 148 F.M. Conford, Platon’un Bilgi Kuramı, Çev. Ahmet Cevizci, 2. Basım, Gündoğan Yayınları, 2010, s.1. 149 Arslan, İlkçağ Felsefe Tarihi, s.194.; Copleston, Felsefe Tarihi: Platon, s. 18-20. Bu listedeki eserlerin tamamından yararlanmamıza rağmen, içlerinden kimisine yeri geldikçe doğrudan atıf yaptık. 150 Bkz.: HeleneWeiss, ‘The Greek Conceptions of Time and Being in The Light of Heidegger’s Philosophy’, Philosophy and Phenomenological Research, Sayı. 2, No. 2, International Phenomenological Society, 1941, s. 173. sebepten ötürü biz, Platon’un bütün eserleri Türkçeye çevrilmiş olmasına rağmen, İngilizce çevirilerden de yararlanarak en doğru ifadelere ulaşmaya gayret ettik. 3. Platonculuk Platon’un yaşadığı dönemde bırakın günümüzdeki gibi bilimlerin ayrı ayrı uzmanlıklara bölünmüşlüğünü, bilim felsefeden ayrılmamış, felsefe kendi içinde ayrımlara tabi tutulmamıştır. O’ndan öncekiler, ya doğa üzerine düşünceler söylemiş ya da insana ve ürünlerine yönelmiştir. Platon ise her ikisi üzerine de çalışmıştır, bu nedenle ondan ilk sistem filozofu olarak bahsedilmektedir151. Platonculuk ise Batı düşünce tarihinin her aşamasında rastlanabilen, kaynağı olarak Platon’un felsefesinin işaret edildiği, bedenin karşısına ruhu, görünüşün karşısına gerçekliği, duyumun karşısına muhakemeyi, duygunun karşısına mantığı koyan bir metafiziktir152. Platon duyusal olmayanı öncelemiştir, madde cinsinden olanın sonralığı ya da düşüncenin evvelliği daha sonra gelir ki ruhçu-akılcı Platonculuk ayrımı buradan doğar.153 Nihayetinde Platonculuk sınır çizen, mesafe koyan bir metafiziktir. Platonculuğun değerlendirilmesi, Platon’un Sofist diyaloğunda ifade ettiği şekilde, tanrıların (idealizm taraftarları) ve devlerin (materyalizm taraftarları) muharebesidir ve -her ne kadar Platon bu diyalogda kendi adına aralarında bir uzlaşma kurmayı denemiş olsa da-Platonculuğun açtığı idealist mesafeyi tüketmek, tüm Batı felsefesi tarihini ele almayı gerektirir. O’nun söyledikleri ile kendisinden sonraki düşünürlerin öğretileri arasında birçok bağlantı göze çarpmaktadır, hatta bu düşünürlerden kimisini, Platoncu olarak bile vasıflandırmak mümkün değildir; fakat ondan sonraki düşünürlerin savları çoğunlukla Platon’da gelişmemiş olarak bulunur ve araştırmacının, bunu ve Platon’un kendisinden önceki düşünürlerden aktardıklarını da hesaba katması gerekir154. 151 Arslan, İlkçağ Felsefe Tarihi, s.197, 198. Bunnin, JıyuanYu, The Blackwell Dictionary of Western Philosophy, Oxford, Blackwell Publishing Ltd, 2004, s.532. 153 Burada ruhtan ilk bahsedenin değil, maddi olmayan olarak betimleyenin ilk Platon olduğunu ve bir diğer farkının da aklı ruhun üst kısmına yerleştirmek suretiyle aralarında irtibat kurması olduğunu belirtelim. 154 Hare, Platon: Düşüncenin Ustaları, s .42. 152Nicholas Birer okul olarak telakki edebileceğimizPlatonculuklar, geçmişe doğru şu şekildedir: Whitehead ile bugün adını duyuran modern Platonculuk, on yedinci yüzyılda adada Platonculuğu canlandıran Cambridge Platonculuğu, on altıncı yüzyılda More ile yükselen Hristiyan Platonculuğu ve on beşinci yüzyıl İtalya’sının teolojik Platonculuğu. Mesafenin konumlandırılması noktasında ruhçu Platonculuk, başta Plotinos ve Augustinus ile anılırken; Hegel, nesnel idealizm ile Husserl fenomenolojisiyle akılcı Platonculuk içerisinde sayılır155. Son tahlilde Platonculuk, varlık felsefesinde idealizm, bilgi felsefesinde rasyonalizm, ahlak felsefesinde mutlulukçuluk ama hepsinden ötede ölümsüz bir ruhçuluktur156. Gelgelelim Platonculuğu değil de Platon’u anlamaya çalışan çağdaş okuyucunun işi hiç de kolay değildir, zira onun zihni, sadece kısa ömrü sırasında değil; 2500 yıldır, Platoncular ve diğerleri tarafından şekillendirilmektedir. Örneğin Antik Yunan Hukuku’nun Roma Hukuku’na etkileri tartışılırken Cicero ile Platon karşılaştırılabiliyor, Platon’un St. Paul’ü etkilediği ileri sürülebiliyor, Roma Hukuku’nu ve retoriği anlamada, Yunanları ve Platon’u anlamanın gereği vurgulanabiliyor.157 Fakat bu çalışma, Platon’un kurduğu ontoloji ışığında yine sadece onun hukuk anlayışını ortaya koyma hedefinde olduğu içindir ki Platon’u ardıllarından ayırmak durumundadır. Belki de kutlu bir ironi: Araştırmacının bunu başarmak için Sokrates’in daimonunu yardıma çağırmaktan başka şansı yoktur. Bununla beraber ‘Antik Yunan’a Özgü Düşünme Biçimleri’ gibi bir başlığın bulunmasından da anlaşılacağı üzere biz, Guthrie’nin çeviri faaliyetinin felsefeye kurabileceği tuzaklara dikkat edilmesi yönündeki çağrısına uymayı makul bulduk. Yine de bu sadece ilave bir destektir ve karamsar bir ifade ile denilebilir ki 2500 yıldır, bir o kadar Platon yorumu ortaya çıkmıştır ve bunların hepsi bir anlamda kopyadır, o halde bizim için esas tedbir, asıl olana, Platon’un eserlerine sadakattir. Kaldı ki bu çalışma da ister istemez yazarının yorumu olacaktır. Öte yandan, Platon’un katmanlı anlatımı içerisinde öyle konular -örneğin mağara anlatısı- vardır ki her ne kadar Hare, Platon’a yeterince açık olmama özgürlüğü tanımak durumunda olduğumuzdan bahsetse de bunlara derinlikli nüfuz etmek için, başka yazarlara değinmemek elde değildir. 155 Cevizci, Felsefe Sözlüğü, s.1263.; Copleston, Felsefe Tarihi: Platon, s.136. Arslan, İlkçağ Felsefe Tarihi, s.200. 157 Bkz.: C. Bradford Welles, “RhetoricAnd The Law”, Seminar, Volume XIII 1955-1956, s.14-16. (Çevrimiçi) http://heinonline.org 26 Temmuz 2012. 156 C. Yunan Düşüncesini ve Platon’u Neden Anlamak Lazım Neredeyse yüzyıldır, bir köken krizi yaşanmakta ve yeniden temellendirmeye yönelik gayretler sergilenmektedir 158 . Yunan felsefesi, Avrupa yazın ve düşün geçmişinin önemli bir unsurudur ve belki daha önemlisi başlangıcıdır159. Eş deyişle Batı felsefesini anlamak için, onun üzerinde yükseldiği temeli, yani Yunan felsefesini anlamak lazım gelir. Bu, felsefe tarihinin her yönü için geçerli; ama en çok da rasyonel düşüncenin başlangıcı adına önemlidir160, bugün felsefe olarak adlandırılan mecra, akılcılık söz konusu olduğunda Antik Yunan’ın üründür 161. Aynı şekilde hukuk felsefesinde de hiç yoksa hukukun kaynağına ve ne’liğinedair tartışma, nómosphûsis geriliminde temellerini bulur162. Yunan düşüncesinde ise Sokrates bir ayraçtır. Sayfalar ondan öncekiler ve sonrakiler olarak okunur. Sokrates’ten sonra, yani Platon ile birlikte, yeni bir şeyler başlar: karma karakterli düşünceler: evvelki düşünürlerin öğretilerinin reddiyle birlikte, hem bir uzlaşımı hem de aşımı163. İster olumsuz anlamda O’nun eklektik bir üretim sergilediği ister ilk büyük sistem filozofu olduğu söylensin, şurası aşikardır ki bu kişiden sonra, meselelerin ele alınış biçimi değişmiştir. Platon, sadece Platonculuk bahsinde saydığımız isimler aracılığıyla değil -ki bu kadarı bile yeterli görülebilirdi-; Whitehead'e “Felsefe tarihi, Platon’a düşülmüş dipnotlardan ibarettir” dedirtecek kadar Batı felsefesine etki etmiş bir düşünürdür. Bu noktada felsefe uğraşında bulunan kişi, ya doğrudan Platon'u okuyacaktır ya da diğerlerinin Platon okuması ile yetinecektir. Bu yönüyle Platon okuması, tarihsel bir ilgi olarak görülebilir ve binlerce yıldır yapılan çalışmalar yeterli görülebilir. Böyle olsa bile zihnimizde yer 158 Baudartv.d., Felsefe Tarihi: Kurucu Düşünceler, s.7. Zeller, Grek Felsefesi Tarihi, s. 29. 160 Guthrie, Yunan Felsefesi Tarihi-I, s.19. 161 Baudartv.d., Felsefe Tarihi: Kurucu Düşünceler, s.15. 162 Niyazi Öktem, “Antik Yunan Felsefesi”, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Mecmuası, C. 39, Sayı: 1-4, Ord. Prof. Dr. Sıddık Sami Onar Hatıra Sayısı(1974), s.362. 163 Nietzsche, Yunanlıların Trajik Çağında Felsefe, s.29. 159 açmadığımız müddetçe, Platon’un çalışmaları atıl kalmak durumundadır, oysa onlardaki potansiyel bizim üzerimizden etkinleşebilir164. Platon’un güncelliğine dair de söylenebilecekler var: Heidegger gibi kimi düşünürler, Nietzsche’nin, filozofun Platon’dan beri sürgünde olduğu ve vatana karşı suikasta hazır olduğu ifadesini ciddiye almış, içinde bulunulan köken krizinin, Antik Yunan metinlerinin yeniden yorumlanması ile aşma çabasına girmiştir. Bu çaba, felsefeye, yitirmiş olduğu zemini geri kazandırma iddiasını içerir. Vaziyet şudur: Kaba bir ifade ile günümüzün Sofistleri olarak anabileceğimiz post-modernler, Platon’un kürsüsünden (Akademi’den) seslerini yükseltmektedir. Şayet söyledikleri hakikatin ezgisiyse onları anlamanın yolu da Platon'u anlamaktan geçer. Eğer öyle değilse ya da her halükarda, Antik Yunan kendi münhasır koşullarında bize gösterir ki Sofistlerden sonra Sokrates'i beklemeye koyulmalıyız. Çünkü kimi sorular, her neslin kendi başına cevaplamak zorunda olduğu türdendir. Biz bunlarla yalnız başımıza hesaplaşıp, kendimizi inşa etmediğimiz sürece bu sorular, eskimeyen sorulardır165. Bugün yapılacak bir okuma bu bağlamda, sorunlarımız kadar yeni olacaktır. İsterse uzlaşımsallığın ötesinde bir değeri haiz olmasın, isterse hakikatin ahenkli bir görünümü olsun, adalet bugün de kendisi ile çokça işimiz olan bir sorundur. Bu minvalde sorular yeni olmayabilir lakin başka bir zamanda ve mekânda, farklı kişiler tarafından sorulmakta, yeniden cevaplanmaktır. Cevapların da birer girdi olarak zihni ve onun etkisiyle toplumsal olanı biçimlendireceği aşikârdır. Evet, bu anlamda biz, bu nehre daha önce girmemiştik; giren de olmamıştı. Yazı, Sokrates'in Sofistlerle karıştırılmasına neden olan muhteşem ve korkunç sözlü ifadeden, bu anlamda retorikten ve iknadan farklı yapısal özelliklere sahiptir. Bu mesele üzerinde, çalışmanın ilerleyen bölümlerinde duracağız; fakat şimdilik şunu söyleyelim ki yazının tesiri daha yavaş ama kalıcıdır. Yazının karşıtı olarak söz, muhatabını cismen karşısında bulur ve kendini ona uydurma imkânına sahiptir, yazılmış olanda okuyucu yalnızdır ve yazardan bir ölçüde uzaklaşarak metne kendi tasarımını katar. Öte yandan, genel olarak sözün sahibinden öte de aktarımı söz konusu olduğunda, yazı kulaktan kulağa aktarılana göre daha az değişikliğe uğrar ve 164 Allen, Platon Neden Yazdı?, s. 19. Allen, Platon Neden Yazdı?, s.20. 165 Platon, yazılı geleneğin başat kişiliği olarak size tüm bunlar üzerine düşünme fırsatı da sunar166. 166 Allen, Platon Neden Yazdı?, s. 23, 24.