sunuş Prof. Dr. Birol AKGÜN SDE Başkanı İstikrarlı Değişim İçin Reformlara Devam Yerel seçim sonuçları, Türkiye’de harareti yükselen siyaseti kısmen normalleştirdi. İç ve dış aktörler bir yıl içinde yapılacak seçimlerde mevcut siyasi tablonun çok fazla değişmeyeceğine ikna olmuş durumdalar. Para piyasaları, borsa ve dış yatırımcı gibi diğer ekonomik aktörlerin de bu senaryoyu çoktan satın aldığı görülüyor. AK Parti için temel tartışma konusu artık geçmiş seçimler değil. Başarılı bir seçim süreci hükümetin moralini yükseltmiş görünüyor. Muhalefet kanadında ise nerede yanlış yaptık sorusu ilk kez yüksek sesle sorulmaya başlandı. Bu sağlıklı bir gelişmedir. Solculuğu ve laikliği müseccel olan CHP’nin sağcı emanetçi adaylarla girdiği yerel seçimlerde umduğunu bulamadığı kesin. Partinin seçim çalışmalarında kullandığı propaganda yöntemi ve malum cemaat ile yaptığı işbirliğinin siyasi getirisi ve götürüsünün muhasebesi önümüzdeki aylarda da yapılmaya devam edecektir. Hatta salt bu amaçla yeni bir kurultayın toplanması dahi hayli muhtemeldir. CHP siyasette durduğu yeri ve kullandığı dili topyekun sorgulayarak yeni bir parti kimliği inşa etmek zorunda olduğu gerçeği ile yüzleşmedikçe, yeni Türkiye’de eski bir siyasi formasyon olarak kalmaya devam edecektir. MHP ise milliyetçi sağ geleneğin tüm otoriter kodlarını taşıyan bir parti olarak ciddi bir iç muhasebe yapma gereği duymuyor. Milliyetçiliğin kalesi olarak, çekirdek tabanın desteği ve tepkisel oylar MHP’yi üçüncü parti konumunda tutmaya yetiyor. Parti yönetimi ise daha fazla büyümeye istekli görünmüyor. Artık herkesin gündeminde Cumhurbaşkanlığı seçimleri var. Cumhurun başı, ilk kez halkın oyuyla seçilecek. Tüm partiler Mayıs ayında kimi aday göstereceklerini tartışacaklar. 30 Mart seçim sonuçları, AK Parti’nin göstereceği adayın seçilme şansının yüksek olduğunu ortaya koyuyor. Burada belirsiz olan şey, Başbakan Erdoğan’ın Çankaya için kendisinin aday olup olmayacağı; olmayacaksa parti adına kimin aday gösterileceğidir. Seçim sonuçları muhalefetin Çankaya için birleşik bir cephe oluşturmasını engellemektedir. Cemaatin siyaset sosyolojisi açısından ciddi bir karşılığının olmadığının anlaşılması, CHP ve MHP’yi siyaseten kendi adaylarıyla yarışa katılmaya zorluyor. BDP’nin nasıl bir aday göstereceği ve Kürt seçmeninin kime oy vereceği ise gerçekten merak konusu. Başbakan Erdoğan’ın, 23 Nisan’da Ermeni halkına yönelik yayınladığı ezber bozan “taziye mesajı”; zamanlama, üslup ve içerik açısından son derece önemlidir. Osmanlının mirasçıları olarak bu topraklarda yüz yıl önce yaşanan trajik olayları birlikte konuşabilmek, acılarımızı paylaşmak ve onların torunlarına taziyede bulunmak son derece insani ve vicdani bir yaklaşımdır. Bu açıklama soykırımın kabul edildiği anlamına gelmiyor. Ancak her şeyin açık yüreklilikle tartışılması çok önemlidir. Yeni yaklaşımın Erivan ve diaspora Ermenileri tarafından nasıl karşılanacağı ve ne tepki verileceği ise bundan sonrası için belirleyici olacaktır. Uzatılan elin geri çevrilmeyeceğini umuyoruz. Yakın coğrafyamızdaki Ukrayna, Suriye ve Irak’taki krizler hâlâ devam ediyor. Batı, Rus girişimleri karşısında apansız yakalanmış görünüyor. Ne Ukrayna’ya güvence verilebiliyor ne de Rusya’ya karşı caydırıcı politikalar geliştirebiliyor. Suriye ise unutulmaya çalışılıyor. Obama yönetiminin büyük güç oyununa geri dönmeye niyeti de yok, cesareti de. Dünya ciddi bir liderlik boşluğu yaşıyor. Tam da bu nedenle Türkiye’nin siyasi ve ekonomik istikrarını koruması son derece önemlidir. Hata yapma lüksümüz yok. Saygılarımla. icindekiler STRATEJIK DUSUNCE • Sayı: 54 • Mayıs 2014 Stratejik Düşünce ve Araştırma Vakfı İktisadi İşletmesi Adına Sahibi Dr. Nurol Canbolat Genel Yayın Yönetmeni Prof. Dr. Birol Akgün Yayın Kurulu Prof. Dr. Yasin Aktay Doç. Dr. Mehmet Şahin Dr. Murat Yılmaz Dr. Cemil Ertem Orhan Miroğlu Aydın Bolat Alper Tan Prof. Dr. Muhsin Kar Doç. Dr. Murat Çemrek Doç. Dr. Yusuf Tekin Doç. Dr. Bekir Berat Özipek Bülent Orakoğlu Dr. M. Levent Yılmaz Danışma Kurulu Prof. Dr. Sacit Adalı Prof. Dr. Mustafa Aydın Prof. Dr. Şaban H. Çalış Prof. Dr. Hasan Tahsin Fendoğlu Prof. Dr. Cihat Göktepe Prof. Dr. Talip Özdeş Prof. Dr. Ali Şafak Prof. Dr. Mehmet Şişman Prof. Dr. Osman Can Doç. Dr. Yaşar Akgün Doç. Dr. Caner Arabacı Dr. Zafer Aydın Ecemiş Mehmet Akif Ak Bayram Girayhan Veli Şirin Sinan Tavukçu Yazı İşleri Müdürü Mehmed Cahid Karakaya Yayın Asistanları Adem Karaağaç İbrahim Kaya Reklam Sorumlusu Gamze Kılıç Yönetim Yeri Stratejik Düşünce Enstitüsü Çetin Emeç Bulvarı A. Öveçler Mah. 4. Cad. 1330 Sokak No: 12 Çankaya / Ankara Tel: 0 312 473 80 45 Faks: 0 312 473 80 46 Tasarım-Baskı Başak Matbaacılık ve Tan. Hiz. Ltd. Şti. Anadolu Bulvarı Meka Plaza No: 5/15 Gimat Yenimahalle - Ankara Tel: 0 312 397 16 17 Faks: 0 312 397 03 07 www.basakmatbaa.com Fotoğraflar AA, İHA, ShutterStock Bu dergi içeriğinin telif hakları Stratejik Düşünce Enstitüsü’ne ait olup 5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu uyarınca kaynak gösterilerek kısmen yapılacak alıntılar dışında önceden izin alınmaksızın hiçbir şekilde kullanılamaz ve yeniden yayımlanamaz. Bu dergide yer alan SDE’nin kurumsal bilgileri ile SDE Akademik Personeli’nin çalışmaları dışındaki diğer görüş ve değerlendirmeler, yalnızca yazarının düşüncelerini yansıtmaktadır; SDE’nin kurumsal görüşünü temsil etmemektedir. 6 Sandığın Söylediği: Âyinesi İştir Kişinin 28 Prof. Dr. Birol Akgün Prof. Dr. Yasin Aktay 10 Kayıt Dışı Siyasetin Muhasebesi, 30 Mart Seçimleri ve Senaryolar Dr. Murat Yılmaz 14 18 22 Dünyanın Kaht-ı Rical Sorunu: Küresel Kriz Ortamında Liderlik Boşluğu 33 Irak’ta Parlamento Seçimleri 36 Trajedi ve Strateji Arasında Sıkışan Suriye Türkmenleri Ukrayna Krizi ve Rusya-Çin İlişkileri Aydın Bolat 48 Ukrayna Krizi ve Cenevre Görüşmeleri 52 Avrupa’da Ayrılmak İsteyenler 58 Mısır: Değişimin Buruk Tadı ya da Çıkmaz Sokak? Paralel Yapı’ya Karşı Topyekûn Mücadele Bülent Orakoğlu Dr. Cemil Ertem G-20’nin Belirsizleşen Geleceği Doç. Dr. Selim Kayhan Konut Fiyatlarındaki Balon Tartışmaları Dr. M. Levent Yılmaz Miray Vurmay Güzel 42 Orhan Miroğlu Asya’nın Geri Dönüşü, Avrupa’nın Tek Yolu ve Türkiye... Doç. Dr. Mehmet Şahin Halkın Seçtiği Cumhurbaşkanı Başkandır Çözüm Süreci ve Öcalan’ın Mektupları… 76 82 87 62 Doç. Dr. Erkin Ekrem Amine Yazıcı İleri Zeynep Songülen İnanç Doç. Dr. Ahmet Uysal Arap Basınında Türkiye Yerel Seçimlerinin Yansımaları Doç. Dr. Cevher Şulul 66 HAMAS-El Fetih Mutabakatı ve Barış Süreci 70 Başbakanlığın Bildirisi Tâziyeden de Öte… Öner Buçukcu Sinan Tavukçu 92 96 103 İslam, Müslümanlar ve Samimiyet Prof. Dr. Talip Özdeş Türkiye Gençlik Profili Araştırması SDE Araştırma Cumhurbaşkanlığı Seçimleri Sonrasında Afganistan ve Bölgenin Geleceği Çalıştayı SDE Haber 106 108 30 Mart Sonrası Türkiye’de Ekonomi ve Siyaset Paneli SDE Haber Çalışma Hayatının Son On Yılının Analizi: 2003-2013 Paneli SDE Haber 110 111 30 Mart Yerel Seçimleri Değerlendirme Paneli SDE Haber Okullarda Toplumsal Barış ve Kültürel Tolerans Farkındalığı Projesi SDE Proje Sandığın Söylediği: Âyinesi İştir Kişinin Prof. Dr. Yasin Aktay Kayıt Dışı Siyasetin Muhasebesi, 30 Mart Seçimleri ve Senaryolar Dr. Murat Yılmaz Halkın Seçtiği Cumhurbaşkanı Başkandır Aydın Bolat Çözüm Süreci ve Öcalan’ın Mektupları… Orhan Miroğlu Paralel Yapı’ya Karşı Topyekûn Mücadele Bülent Orakoğlu İÇ POLİTİKA tehditlerine rağmen Türkiye toplumu büyük oranda Başbakan Erdoğan’ın şahsında Adalet ve Kalkınma Partisi’ne olan güvenini teyit etmiş oldu. İktidarın da seçim sonuçlarını doğru okuyarak sorunlu ve aksayan noktalara müdahale edeceğini, düzeltmeye çalışacağını da söylemek gerekiyor. Sandığın Söyledğ: ÂYİNESİ İŞTİR KİŞİNİN Prof. Dr. Yasin AKTAY SDE Onursal Başkanı 17 Aralık sürecinin ardından Türkiye açısından çok daha önemli bir hale gelen 30 Mart 2014 yerel seçimlerini geride bıraktık. Yerel yönetimlerin belirleneceği seçim, kampanya döneminde Türkiye’nin içerisinden geçtiği siyasal ortam sebebiyle neredeyse bir genel seçim havasında geçti. Seçim sonuçlarını farklı açılardan ele almaya başlamadan önce bir hususu net bir biçimde ifade etmek gerekiyor: Kampanya döneminde AK Parti’nin belediyelere ilişkin projeleri de ön planda olmasına rağmen Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın kendi siyasal geçmişini ve karizmasını, seçmenin önüne yaşanan sürece karşın bir teminat olarak koymuş olması seçmende karşılık buldu. Özel telefon görüşmelerinin çok çirkin biçimde kamusallaştırılması, bir takım görüntülerin montajlanarak servis edilmesi ve benzeri çok çeşitli kirli oyunlara, şantajlara, 29 Mart’ta patlayacak kaset 11 buçuk yıldır tek başına ktdarda bulunan AK Part’nn bu yerel yönetmler alanında grdğ üçüncü seçm. Aslında kıyaslanacak olursa br öncek, yan 2009 yılındak, yüzde 38 oy almış olduğu yerel seçm sonuçlarıyla kıyaslanmalı k, bu sonuca göre oylarını yüzde 10 cvarında artırmış bulunuyor. 6 MAYIS 2014 Seçim sürecinin ön plana çıkardığı sorunların başında Türkiye kamuoyunun manipülasyonlara karşı ne derece savunmasız olduğu geliyor. Güvenlik kavramı, Soğuk Savaş yıllarının ardından literatürde tartışıldı ve tartışılmaya da devam ediyor. Yaşanan teknolojik gelişmelerle birlikte toplumların ve devletlerin güvenliğe ilişkin yaklaşımları ve stratejileri de değişmeye başladı. Bu çerçevede sürece etkin biçimde katılan siyasal aktörler yönlendirici olabilirken, etkin biçimde katılmayan ya da katılma kapasitesinde olmayan aktörler edilgin bir rol üstlenmek mecburiyetinde kalıyor ve toplumlar çeşitli çevrelerin muhteva açısından farklılaşabilen saldırılarına muhatap olabiliyor. Son dönemlerde sıkça tartışılan kavramlardan birisi “ekonomi güvenliği” idi. Sıcak paranın hareket kabiliyeti dolayısıyla yapılan spekülasyonlar neticesinde oluşan trendlerden rant sağlama gayretinde olan sermaye çevrelerinin bu türden saldırılarına yönelik Türkiye’de çeşitli önlemler zamanında alındığı için yaşanan iç ve dış politika sorunlarına rağmen Türkiye ekonomisinin istikrarında belirgin bir nitelik kaybı söz konusu değil. Güvenlik Kavramının İçeriği Değişiyor 17 Aralık süreci sonrası yaşanan darbe girişiminin enstrümanı olarak ön plana çıkan sosyal medyadaki spekülasyon süreci, Türkiye’nin gündemine “siber güvenlik” kavramını biraz geç de olsa sokmuş bulunuyor. Gezi Parkında yaşanan olaylarda da sosyal paylaşım siteleri üzerinden yapılan spekülasyon, sürecin üçüncü kişiler üzerindeki etkisini arttırmıştı. 30 Mart seçimlerine giden süreçte yaşanan gelişmeler hükümetin bu noktada kararlı adımlarını da beraberinde getirdi. Hükümetin tedbirleri arasında en fazla yaygara twitter kararı üzerine koparıldı. Türkiye tarafından Twitter’a uygulanan erişim kısıtlamasının özeti; Türkiye’ye kafa tutan, Türkiye’yi aşağılama küstahlığını sergileyen bir oryantalist kibre karşı sergilenen olağan bir tepkiden başka bir şey değil. Birkaç yıllık tarihine bakıldığında twitter.inc şirketi ABD, Kanada ve diğer bütün Avrupa ülkelerinin hepsiyle paşa paşa kurmuş olduğu ve sür- dürmekte olduğu ilişki tarzını ve kurallarını Türkiye ile kurmaya yanaşmadığı hemen anlaşılıyor. Twitter bütün bu ülkelerin kanun ve kurallarını, hassasiyetlerini tanıyor ve ona uygun olarak bu ülkelerden gelen talepler üzerine bazı hesapları dondurabiliyor, linkleri kaldırabiliyor. İlgili hükümetlerin taleplerini yerine getiren twitter yönetimi bunları yaparken şimdiye kadar hiç ifade özgürlüğünden bahsetmemiş bulunuyor, çünkü öne sürülen hassasiyetler, ifade özgürlüğünden daha önemli. Özellikle kişilik haklarının, özel hayatın gizliliğinin ihlali, mülkiyet hakları, terör, nefret suçları, çocuk pornosu ve ülkesine göre değerlendirilebilen başka hassasiyetler, ifade özgürlüğü değerinin önüne geçebiliyor. Bu uygulamalara birkaç örnek verilebilir: • 2013 yılında Twitter’in kendisine gelen hesap bilgi taleplerini içeren 1 Temmuz ve 31 Aralık 2013 tarihlerini kapsayan Şeffaflık Raporuna göre, hükümetlerden ve telif sahiplerinden gelen bilgi taleplerinde dikkat çekici bir artış olmuş. Raporda Twitter’a gelen talepler üç ana kategoride incelenmektedir: Hükümetlerin ‘hesap bilgi talepleri’; hükümetlerin içeriklere yönelik ‘kaldırma talepleri’ ve telif kararları. • Hükümetlerden gelen bilgi taleplerinde ABD, toplam taleplerin yüzde 59’una sahip ülke olarak ilk sırada yer almaktadır. Bunu tüm taleplerin yüzde 15’iyle Japonya ve yüzde 4’üyle Fransa ve Birleşik Krallık takip etmektedir. İncelenen toplam 1.410 talebin arasında Türkiye’den gidenlerin sayısı yüzde 10’dan küçüktür. MAYIS 2014 7 dünyanın oryantalizmi herhalde anlaşılabilir bir şey, ama bizimkilerin bu oryantalizmi günlük siyasi hesaplar ve duygular uğruna bu kadar kolay içselleştirebiliyor olması her bakımdan manidar. Demokratik Rejimlerde Sadece İktidar mı Tartışılır? 30 Mart yerel seçimleri, 11 buçuk yıldır tek başına iktidarda bulunan AK Parti’nin yerel yönetimler alanında girdiği üçüncü seçimi. Aslında kıyaslanacak olursa bir önceki, yani 2009 yılındaki, yüzde 38 oy almış olduğu yerel seçim sonuçlarıyla kıyaslanmalı ki, bu sonuca göre oylarını yüzde 10 civarında artırmış bulunuyor. Genel seçimlerde arka arkaya üç seçimden oylarını artırarak Türkiye siyasi tarihinde bir rekora imza atmış olan AK Parti mahalli seçimlerde de rekoru elinde bulunduruyor. • Twitter’ın yaygınlaşması ve paylaşımların artmasıyla birlikte telif hakları konusunda şirkete gelen taleplerin arttığı da raporda göze çarpmaktadır. Bir önceki döneme göre yüzde 16 oranında artan kaldırma kararları, toplam 12 bin 243 hesabı etkilemiştir. Bunun karşılığında 26 bin 506 tweet silinmiş ve 5 bin 847 tane medya içeriği kaldırılmıştır. • Twitter’ın raporuna göre taleplerin en sık geldiği ülke ABD’dir. ABD’den 948 hesap ile ilgili tam 679 talep geldi. Bu taleplerin yüzde 75’i karşılanmıştır. • Almanya: Ekim 2013’de Twitter, Alman Hükümetinin talebi üzerine Neo-Nazi hesaplarını engellemiştir. • Fransa: Twitter, 19 Ekim 2012’de Yahudi aleyhtarı ve ırkçı tweet’leri siteden kaldırmıştır. • İngiltere: 2011 yılında çıkan ayaklanmalar sırasında İngiltere Başbakanı David Cameron, provokatif içeriklerin paylaşılmasına engellemek amacıyla Twitter’a erişim yasağı getirebileceğini ifade etmiştir. Diğer taraftan şirket, Türkiye’den aynı içerikle gelen mahkeme kararlarını şimdiye kadar tanımamış ve bu haliyle Türkiye içinde istediği gibi yayın yapabilmiş. Türkiye, Ocak ayından bu yana vatandaşlar- 8 MAYIS 2014 dan gelen istekler üzerine alınmış yüzlerce mahkeme kararına dayanarak bazı taleplerde bulunmuş. Yansıtılmaya çalışıldığı gibi bu talepler hükümetin muhaliflerini susturmaya dönük talepler değil. Aksine vatandaşın kendi özel hayatının gizliliğini, kişilik haklarının ihlal gibi durumları şikâyeti üzerine alınmış kararlar. Yani bütün bu talepler twitter’ın ABD, Kanada ve Avrupa ülkeleriyle rahatlıkla yürüttüğü türden ilişkiler. Ama Twitter, Türkiye’den aynı yönde gelen talepleri karşılamamakta ısrar ediyor, çünkü belli ki Türkiye’yi ciddiye almıyor. Bu çerçevede hükümetin aldığı önlemler çok daha sağlıklı okunabilir. Türkiye’nin Twitter için aldığı karar aslında basitçe kendi vatandaşını korumaktan, kendi vatandaşının dünyadaki saygınlığını artırmaktan başka bir amaca matuf değil. Ama bu vatandaşların bir kısmı Erdoğan diktatör yazılacaksa böyle bir itibar beklentisini bile gözden çıkarabiliyorlar. Twitter’ın, Türkiye’ye karşı küstahça yürüttüğü bu direnişe karşı her Türkiye Cumhuriyeti vatandaşının bu duyarlılığı sergilemesi ve hükümetin ortaya koyduğu tepkiyi desteklemesi beklenir. Ama hükümetin bu olağan ve haklı tepkisini bile başbakanın diktatörlüğü, otoriterliği, sansürcülüğüne dair iddiaları için bir fırsat olarak değerlendirmeyi tercih ettiler. Twitter’ın ait olduğu AK Parti iktidardayken ve bunca eleştiriye rağmen oylarını 10 puan artırırken, Ana Muhalefet Partisi CHP oylarını artıramamış, yerinde saymıştır. Yerel seçimlerde oyların aday unsuru dolayısıyla bölünmesi ihtimaliyle daha fazla kayba uğraması beklenirken, AK Parti oyları aksine artmıştır. Dolayısıyla bu seçim sonuçlarının ülke siyasetinde iktidarın dışında kalan siyasal alanda da sağlıklı bir tartışmayı gündeme getirmesi beklenir. Zira iktidarın mutlaka güç kaybedeceği genel kuralına rağmen güç kaybetmeyen, her seçimden güven tazeleyerek çıkan AK Parti’nin devamlı tartışma konusu olmasına karşılık muhalefet görevini yerine getiremediği için yerinde sayan muhalefet partilerinin hem lider kadrosunun hem de siyasal söylemlerinin tartışılması gerekir. Demokratk rejmler sadece ktdarın craatlarının tartışma konusu olduğu değl muhalefetn de tartışılabldğ, başarısızlığın hesabını verebldğ sstemlerdr. Alınan syasal kararların netcesnde seçmenn tavrını doğru yorumlamak sadece ktdarın değl muhalefetn de görev olarak algılandığı ve pratkler bu doğrultuda oluşturulabldğ zaman daha güçlü br demokrasye sahp olableceğz. etmeleri, söz konusu partilerin siyasal retoriklerinin yenilenmemesine sebep olmakta bu da her seçimde hezimet olarak geri dönmektedir. Diğer taraftan bu partilerin iktidarı “otoriter”, “baskıcı” ve “diktatör” olarak kodlama girişimlerinin hiçbir inandırıcılığı kalmamaktadır. Tıpkı iktidarın kirli oyunlara, spekülasyonlara, şantaj ve tehditlere maruz kalmasına seçmenin sandıkta verdiği cevap gibi… Merhum Ziya Paşa’nın sıklıkla kullanılan o güzel beytinde ifade ettiği gibi: “Âyinesi iştir kişini, lafa bakılmaz.” Demokratik rejimler sadece iktidarın icraatlarının tartışma konusu olduğu değil muhalefetin de tartışılabildiği, başarısızlığın hesabını verebildiği sistemlerdir. Alınan siyasal kararların neticesinde seçmenin tavrını doğru yorumlamak sadece iktidarın değil muhalefetin de görevi olarak algılandığı ve pratikler bu doğrultuda oluşturulabildiği zaman daha güçlü bir demokrasiye sahip olabileceğiz. CHP ve MHP girilen her seçimden başarısızlıkla ayrılmış olmalarına rağmen lider kadronun tartışılmasına izin verilmemesi, lider kadronun başarısızlığa rağmen koltuklarında oturmaya devam MAYIS 2014 9 İÇ POLİTİKA KAYIT DIŞI SİYASETİN MUHASEBESİ, 30 MART SEÇİMLERİ ve SENARYOLAR Dr. Murat YILMAZ SDE İç Politika ve Demokratikleşme Programı Koordinatörü S iyaset, toplumdaki ihtilaf ve çatışma dinamikleri üzerine bina olur. Bu dinamiklerin akacağı mecra bazen siyasi rejimi, bazen de siyasi rejim bu mecrayı belirler. Türkiye’deki siyasi rejim, yaklaşık 200 yıllık bir siyasi birikim ve tecrübeyle siyasetin demokratik, meşru ve sivil bir mecrada akmasını başarmış görünüyor. Zaman zaman bu mecranın dışına çıkılmasına yönelik kuvvetli müdahaleler olmuşsa da, 3 Kasım 2002 sonrasında yapılan bu müdahaleler, siyasetin kendi sınırlarını koruması sayesinde bertaraf edilmiştir. Türkiye ve dünya kamuoyu, 27 Nisan 2007 e-muhtırasına karşı AK Parti hükümetinin 28 Nisan’daki demokratik manifestosu ve uzun mücadelelerle 12 Eylül 2010 referandumuyla kabul edilen anayasa değişikliğiyle bürokratik vesayetin müdahalelerinin sona erdiği tespitinde birleşiyordu. Haziran 2013’deki Gezi-Taksim olayları ve 17-25 Aralık 2013’te yargı ve emniyet içindeki paralel devletin darbe teşebbüsüyle bu tespitin yeniden gözden geçirileceği bir süreç başladı. Toplumun egemenlik ve siyasetin yönetme hakkını elinden almaya yönelik 27 Mayısçı paradigma ve koalisyonun kayıt dışı siyaset ve kayıt dışı hukuku kullanarak yapmaya çalıştığı darbe, yaratmaya çalıştığı kamuoyu algısını 30 Mart seçimlerinde seçmenin muhasebe sisteminde onaylatarak meşrulaştırmayı amaçlıyordu. Seçmenin istedikleri istikamette davranacağı “maymunlar” olduğunu varsayan bu kibirli 27 Mayısçı koalisyo- 10 MAYIS 2014 nu Türkiye’nin kayıt içi siyasetini, devlet geleneğini, seçmeninin ferasetini, siyasi kültürünü ve Başbakan Erdoğan’ın direnme kabiliyetini çok küçümsediğini 30 Mart seçim sonuçlarıyla gördü. Şimdi 27 Mayısçı koalisyon gördüğü bu gerçek karşısında, seçim sonuçlarına sonu gelmez itirazlarla ve spekülasyonlarla başlayan gerçeği inkardan gerçeği kabul ve intibak sürecine gidip geliyor. 30 Mart’ta seçmen, kayıt dışı siyaset ve kayıt dışı hukuk temelindeki darbe sürecini ibra etmemiştir. Bu Türkiye’nin 200 yıldır gayret ettiği anayasal demokrasinin inşası bakımından ciddi bir eşiğin atlanmasıdır. Seçmenin meşruiyetçi tavırla kendi egemenliğine ve siyasetin yönetme hakkına sahip çıkması, Türkiye etrafında oluşturulmaya çalışılan siyasi ve iktisadi kaos beklentilerini boşa çıkarmıştır. Seçim sonuçlarının az çok belli olduğu seçim öncesindeki son haftadan itibaren Türkiye’nin iktisadi ve siyasi itibarı artışa geçmiştir. 30 Mart seçim sonuçları 17-25 Aralık kayıt dışı siyaset ve kayıt dışı hukuk darbesinin idari, hukuki ve siyasi hesabının sorulacağı bir iradeyi ortaya koymuştur. Bu hesaplaşmanın Türkiye’nin önemli gündemlerinden birini teşkil edeceği anlaşılmaktadır. 27 Mayısçı koalisyonun birçok birleşeni seçim sonuçlarının belli olmasıyla paralel yapıdan uzaklaşma işaretlerini vermektedirler. 17-25 Aralık darbesinin ardındaki yapının, Başbakan Erdoğan ve hükümeti hedef almak maksadıyla hiçbir ölçü gözetmemesi ve Türkiye’nin temel kurum ve menfaatlerini dahi hiçe sayması, onları tamamen marjinalize ve kriminalize etmiştir. Düşman oldukları AK Parti dahil hiç kimsenin yapamayacağı ölçüde kendi meşruiyetlerini yok eden büyük hatalar yapan bu yapının, asimetrik mücadele anlayışı içinde yeni hamleler ve daha büyük hatalar yapması kuvvetle muhtemeldir. Ancak bundan sonra eski gücüne kavuşması imkan dahilinde değildir. 30 Mart yerel seçimlerinin sonuçlarından biri de 10 Ağustos 2014 tarihinde ilk turu yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçimleridir. Gezi-Taksim olayları ve 1725 Aralık darbe süreciyle Başbakan Erdoğan’ın engellenmek istenen Cumhurbaşkanlığı adaylığı için, 30 Mart seçim sonuçlarıyla bir engel kalmamıştır. Üstelik bu hatalı kayıt dışı siyasetle yapılmak istenen darbe teşebbüsleri, Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı olması halinde arasına mesafe girmesi ihtimali olan 30 Mart’ta seçmen kayıt dışı syaset ve kayıt dışı hukuk temelndek darbe sürecn bra etmemştr. Bu Türkye’nn 200 yıldır gayret ettğ anayasal demokrasnn nşası bakımından cdd br eşğn atlanmasıdır. Seçmenn meşruyetç tavırla kend egemenlğne ve syasetn yönetme hakkına sahp çıkması Türkye etrafında oluşturulmaya çalışılan syas ve ktsad kaos beklentlern boşa çıkarmıştır. AK Parti ile özdeşleşme sonucunu doğurmuştur. Yaşanan bu hadiselerden sonra, AK Parti’ye oy verenlerle Tayyip Erdoğan’ın arasına uzun bir süre girebilecek siyasi bir figür kalmamıştır. Abraham Lincoln’un: “Seçim kurşundan etkilidir.” tespiti hükmünü icra ediyor. 30 Mart seçim sonuçlarıyla ekonomik büyümenin devam etmesinin de desteğiyle Türkiye’nin ekonomik verilerinde ciddi iyileşmeler gözleniyor. Kırım ve Ukrayna krizinin de katkısıyla Türkiye’nin dış politikada; ABD ve AB ile arasındaki mesafe kısmen kapanıyor. Türkiye, çözüm sürecinde Erdoğan ve AK Parti’nin kalıcılığının anlaşılmasıyla istikrarlı bir zemine oturuyor. AK Parti 30 Mart seçim sonuçlarını ve Cumhurbaşkanlığı seçimlerini Türkiye’nin istikrarı yanında reform sürecinin de devam ettiği bir sürece dönüştürebilirse, 17 Aralık darbe teşebbüsü kayıt dışı siyasetin son hamlesi olarak tarihteki yerini alacaktır… 30 Mart’tan Sonra MHP ve CHP İşbirliği Senaryoları 30 Mart 2014 yer seçim sonuçları şunu gösterdi. MHP, Türkiye siyasetinin temel hareketlerinden biri olmaya devam ediyor. Mamafih 30 Mart 2014 seçim sonuçları da dahil olmak üzere MHP’nin tarihi seyri, sosyolojik tabanı ve siyasi kadroları da dahil olmak üzere geniş bir çerçeveden bakıldığında yaşanan problemin derinliği anlaşılıyor. Türkiye her açıdan hızla değişiyor, siyaseti tayin eden parametreler ve hatta paradigmalar yenileniyor. MHP işte bu değişim karşısında eski rejimin yanında saf tutuyor. MHP’nin tabiatında, sosyolojisinde ve fikriyatında var olan bu reaksiyonerlik, yine partide yer alan muhafazakar-mütedeyyin unsurları rahatsız ediyor. Türkiye’nin farklılaşan sosyolojisine göre MHP tabanı da farklılaşıyor. Bu MHP’ye risk ve fırsatı bir- MAYIS 2014 11 larını aşmak bakımından anlaşılabilirdi. Fakat Ecevit hükümetinin büyük başarısızlığı ve MHP siyasi liderliğinin performansı bu ters tercihi anlaşılır olmaktan çıkardı. Çöken merkez sağ MHP’nin etrafında değil, MHP’nin tarihi rakibi milli görüş geleneği içinden evrilerek gelişen AK Parti ekseninde toparlandı. Merkez sağı işgal ederek giderek büyüyen AK Parti, MHP’nin de aleyhine büyümeye başladı. MHP’nin kan kaybetmesine yol açan bir başka faktör de Gülen hareketinin ve Menzil Cemaatinin ülkücü kadrolar arasındaki cazibesiydi. MHP siyaset dışında toplumsal bir hareket olmayı başaramadığı ölçüde kadrolarını cemaat, iş, aile ve sosyalleşmeyle kaybetmeye devam etti. likte sunuyor. Fırsat MHP’nin, AK Parti ve CHP’nin ikinci parti seçeneği olabilmesi, risk de AK Parti ve CHP’nin, MHP seçmeninin ikinci parti seçeneğine dönüşebilmesi ihtimalidir. Bu ihtimalin kuvveden fiile çıktığını 2007-2011 genel seçimleri ve 2009-2014 yerel seçimlerinde MHP-CHP seçmenleri arasındaki, 2010 referandumunda MHP-AK Parti seçmenleri arasındaki geçişkenliklerde görmek mümkündür. MHP’deki bu problem, kuruluş yıllarına ve Gökalpçi milliyetçiliğin fikriyatında mevcuttur. Soğuk savaş yıllarında anti-komünizm ve kurucu lider Alpaslan Türkeş kültü bu problemi yumuşatsa da, soğuk savaşın bitimi ve Türkeş’in vefatı, problemi yeniden gündeme taşıdı. Ancak Türkeş’in ölümü, MHP ve ülkücü camiada çok ciddi bir umut yarattı. Türkeş zamanında yaşanan ve kamuoyunda tartışılamayan problemlerin bir daha yaşanmayacağı ve MHP’den uzaklaştırılan veya uzaklaşanların Ocak etrafında toplanacağı iyimserliğine dayanan bu umut, ülkücülüğün 70’lerdeki mücadelenin dayanışma ruhu içinde genel başkanlığı kazanan Devlet Bahçeli etrafında bir seferberlik havasıyla tarihi bir başarıyı beraberinde getirdi. MHP %18 oyla barajı aştığı gibi sağın en büyük partisi olmayı başardı. Ancak bu başarıyı takiben MHP içinde büyüdüğü sağ küreyle değil, mücadele halinde olduğu sol küreyle ve tarihi hasmı Bülent Ecevit’le ittifak yapmayı tercih etti. Bu ters tercih, belki MHP’nin meşruiyet problemini ve Türkiye’nin 28 Şubat’tan çıkış zorluk- 12 MAYIS 2014 MHP elbette sadece kaybetmedi. Kaybettiklerine karşılık ilişkiye geçtiği soldan ulusalcı oy devşirmeyi başardı. Bu yeni oylar sayesinde MHP, 12 Haziran 2011 seçimlerinde barajın üzerine çıkabilmişti. 30 Mart 2014 seçimlerinde büyükşehirlerde silinmesine rağmen İç Ege ve Akdeniz’deki başarısını da CHP’den gelen oylara borçluydu. Lakin bu başarı, MHP’yi bir yandan rahatlatırken diğer yandan karabasanlara sürüklemektedir. Çünkü MHP’nin bünyesinde eskiden kalanlar ve yeni gelenlerle imtizaç etmesi güç, farklı öbekler oluşmaktadır. Üstelik buna Devlet Bahçeli’nin geçen zaman zarfında kendisinden beklenen umudu boşa çıkarması da eklenmiştir. Bahçeli, Türkeş’in kırdıklarını toparlamak bir yana onlara yenilerini eklemiştir. Bahçeli dönemi ülkücülerin sokak hareketlerinden ve mafyadan uzaklaştırılması dışında kamuoyunda bir takdir alamamaktadır. Bahçeli döneminin MHP’si, PKK ve AK Parti karşıtlığı dışında, siyasi bir program ve inisiyatif üretememiştir. CHP’de Deniz Baykal’ın yerine Kemal Kılıçdaroğlu’nun gelmesi ve Yeni CHP söylemi bir yandan CHP- 30 Mart yerel seçmlernn sonuçlarından br de 10 Ağustos 2014 tarhnde lk turu yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçmlerdr. Gez-Taksm olayları ve 17-25 Aralık darbe sürecyle Başbakan Erdoğan’ın engellenmek stenen Cumhurbaşkanlığı adaylığı çn, 30 Mart seçm sonuçlarıyla br engel kalmamıştır. MHP koalisyonu umudu uyandırmış, diğer yandan Yeni CHP söylemi MHP’den ayrışma potansiyeliyle MHP’nin ve Bahçeli’nin 1999 sonrası bütün siyasi yatırımlarını riske sokmuştu. Ancak Kılıçdaroğlu Yeni CHP söyleminin içini doldurmayarak ve sağa açılmayı tercih ederek, bu potansiyel krizin aşılmasına yardımcı olmuştur. 2014 yerel seçimlerinde MHP-CHP seçmeni arasındaki geçişkenliği ve bilhassa Ankara’da Mansur Yavaş’ın başarısını, MHP ile CHP’nin “birleşmesi” ve Türkiye’nin iki partili sisteme geçişinin işareti olarak yorumlayanlar olmuştur. Ağustos 2014’teki Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin birinci veya ikinci turundaki ittifakı da bu muhtemel birleşmenin karinesi olarak görmek mümkün müdür? AK Parti ve Başbakan Erdoğan karşıtlığı etrafında yerel seçimlerde bir ittifak kurulması nispeten kolaydır. Ancak bunu Cumhurbaşkanlığı seçimlerine taşımak zordur. Çünkü bu ittifak bu kadar kolay olsaydı, iki partinin bu kadar zaman iki ayrı parti olarak var olmasını izah etmek zorlaşırdı. Her şeyden evvel şu hatırlatılmalı ki, MHP 1969’da bu adı almadan önce CHP ve DP’den farklı bir parti olan Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisinden gelmektedir. Dolayısıyla bu farklılığın tarihi, sosyolojik, iktisadi ve fikri temelleri vardır. Bir mukayese yapıldığında bazı konularda MHP’nin, AK Parti’ye kıyasla CHP’ye yakın olması CHP ile aynı olduğu anlamına gelmemektedir. Hatırlanmalıdır ki, 1970’ler boyunca MHP sağ cephenin içerisinde yer almıştır. 2007’deki Cumhurbaşkanlığı krizinde, TBMM’ye girilmesi ve başörtüsüyle ilgili kanun değişikliğinde de MHP, CHP ile değil AK Parti ile hareket edebilmiştir. CHP ile MHP’nin birleşmesi, aynı gelenekten gelen ve birbirinden kopmuş iki partinin birleşmesi gibi düşünülemez. Birbirlerinden çok farklı sosyolojiler ve siyasi kimlikler söz konusudur. MHP, 27 Mayısçı bir Albay olan Alpaslan Türkeş tarafından kurulmuş olmakla beraber teşkilatlanması ve kitleselleşmesiyle taşrada muhafazakar bir tabana oturmaktadır. Kendi, içerisinde daha kurulduğu zamandan beri partili-ocaklı, Türkçü-İslamcı, merkez-çevre kutuplaşmalarını yaşayan MHP, CHP-AK Parti kutuplaşmasını içinde yaşamaktadır. Her ciddi siyasi krizde bu gerginliği içinde hisseden MHP’nin işi kolay değildir. Bu bakımdan CHP ve MHP’nin birleşmesini beklemek kısa vadede gerçekçi değildir. Ancak CHPMHP ittifakının Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde de, başarısız olması durumunda CHP ve MHP içindeki muhalif enerjinin ortaya çıkması ve bu enerjinin siyasi partilerin ötesinde siyasi kimlikleri yeniden tartışmaya açabilecek bir sinerji veya eski kimlikleri ortadan kaldıracak bir atom bombası etkisi yaratması mümkündür. Bu bakımdan birleşmeden ziyade her iki partinin de iç hesaplaşmalar ve kopmalar yaşaması daha güçlü bir ihtimaldir. Mansur Yavaş’ın Ankara başarısı CHP-MHP ittifakının ötesinde MHP içerisindeki bu hesaplaşmada bir işe yaraması mümkündür. Şu anda CHP-MHP ittifakı için AK Parti karşıtlığı dışında ortak bir siyasi programdan bahsetmek mümkün değildir. 12 Eylül öncesinin sert sağ-sol kutuplaşması içinde dahi MHP kimliğinin küçüklüğüne rağmen silinmediği unutulmamalıdır. Çözüm sürecinin üreteceği formül, MHP’nin istikametini tayin edici bir rol oynayacaktır. AK Part ve Başbakan Erdoğan karşıtlığı etrafında yerel seçmlerde br ttfak kurulması nspeten kolaydır. Ancak bunu mesela Cumhurbaşkanlığı seçmlerne taşımak zordur. Çünkü bu ttfak bu kadar kolay olsaydı, bu k partnn bu kadar zaman k ayrı part olarak var olmasını zah etmek zorlaşırdı. MAYIS 2014 13 İÇ POLİTİKA şındaki bütün kararları Başbakan ve bakanlarca imzalanır. Bu kararlardan Başbakan ve ilgili bakanlar sorumludur. Cumhurbaşkanı sorumsuzdur. Cumhurbaşkanının re’sen imzaladığı kararlar ve emirler aleyhine Anayasa Mahkemesi dahil, yargı mercilerine başvurulamaz. Buradan anlaşılacağı gibi yasama, yürütme ve yargıya ilişkin görev ve yetkilerini tam olarak kullanabilecek bir Cumhurbaşkanı mevcut anayasamızda Başkanlık Sistemindeki bir başkan ya da yarı başkandan çok daha güçlü bir konumdadır. Gerisi sistem ve anayasa sorunudur. Partili Cumhurbaşkanı, yarı başkanlık ya da başkanlık sistemine geçilmesi TBMM’nin kapasite ve iradesine kalmış durumdadır. Buna da bu meclis ya da 2015’te seçilecek meclis karar verecektir. HALKIN SEÇTİĞİ CUMHURBAŞKANI BAŞKANDIR Cumhurbaşkanı devletin başı olarak tanımlanıyor. Yasama, yürütme ve yargıya ilişkin yapacağı görev ve kullanacağı yetkilerden bazıları şunlardır: Aydın BOLAT SDE Stratejik Planlama Kurulu Başkanı • TBMM seçimlerinin yenilenmesine karar vermek, 30 Mart seçimleri üzerinden yürütülen kavganın ve kutuplaşmanın nedeni ‘Yeni Türkiye Vizyonu’ ve hedefi Erdoğan olmakla birlikte, asıl potansiyel amacı Cumhurbaşkanlığı seçimleriydi. Erdoğan, milletten güvenoyu aldı. Demokratik siyasi meşruiyetinin ve politik geleceğinin temel güvencesi olan halk desteği, Erdoğan’a Cumhurbaşkanlığının yolunu açmıştır. Muhalefetin sesi kısıldı, dış dünya Erdoğan’ın zaferini kabul etti. Türkiye’nin değişim iradesi güçlendi, demokratik reformların, açılımların önü açıldı. Cumhurbaşkanını halk seçecek, siyasi partiler ve seçim sistemi yenilenecek, yeni anayasa çıkarılacak, çözüm süreci devam edecek, kamu yönetimi reformu, hükümet sistemi reformu, âdemi merkeziyetçi yerel yönetim uygulamaları güçlendirilecek ve Yeni Türkiye’nin inşa süreci halkın iradesinden güç alan yeni bir sinerjiyle yoluna devam edecek. 14 MAYIS 2014 21 Ekim 2007 tarihinde yapılan referandumla Türkiye Cumhurbaşkanını halkın seçmesine karar verdi. Türkiye genelinde % 67 katılımla, % 69 evet diyerek geçerli 28 milyon oyun 20 milyonu bu iradeyi ortaya koydu. Artık iki türlü bir seçimle 5 yıl görev süresi için cumhurbaşkanını TBMM değil halk seçecek. Cumhurbaşkanını halkın seçmesi aslında Başkanlık sisteminin startı ve ilk adımıydı. Bugün de halkın seçtiği Cumhurbaşkanı defakto Başkan konumunda olur. Hele seçilen Erdoğan ise bu fiili başkan demektir. Erdoğan’ın siyasi imajı, karizması ve siyasetteki başat rolü otomatik olarak ülkeyi yeni bir rejime taşıyacaktır. 12 yıllık Başbakan; tecrübesi, liderlik vasıfları, bölgesel ve küresel prestijiyle devlet başkanı makamını herkesten çok hak ediyor ve öne çıkıyor. Türkiye’de parlamenter demokratik sistem içerisinde düzenlenen Cumhurbaşkanı’nın anayasal görev ve yetkileri ABD Başkanından bile güçlüdür. • Gerekli gördüğünde Bakanlar Kurulu’na başkanlık etmek ya da Bakanlar Kurulu’nu başkanlığı altında toplantıya çağırmak, • TBMM adına TSK’nın Başkomutanlığını temsil etmek, • TSK’nın kullanılmasına karar vermek, • MGK’yı toplantıya çağırmak ve başkanlık etmek, • Başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulu kararıyla sıkıyönetim ya da olağanüstü hal ilan etmek ve kanun hükmünde kararname çıkartmak, • YÖK üyelerini ve rektörleri seçmek, • AYM üyelerini, Danıştay üyelerinin dörtte birini, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısını, AYİM üyelerini, HSYK üyelerini seçmek, • Cumhurbaşkanının, Anayasa ve diğer yasalarda Başbakan ve ilgili bakanın imzalarına gerek olmaksızın tek başına yapabileceği belirtilen işlemleri dı- 2007’de Cumhurbaşkanını halkın seçmesiyle ilgili referandumla, Türkiye parlamenter sistemden Başkanlık Sistemine doğru bir yola girmiştir. Türkiye’nin değişim paradigması Başkanlık Sistemi istikametindedir. Yerel yönetimler ve Büyükşehir Belediyesi Kanunu’ndaki değişiklikler, Seçim Sistemi ve Siyasi Partiler Kanunu’ndaki değişim hazırlıkları ve kamu yönetimi sistemindeki reform çabaları ‘devlet aklındaki’ demokratik dönüşümün temel referanslarını işaret ediyor. Özal döneminde başlayan Büyükşehir uygulamaları son seçimde 30 ili kapsayacak anlamlı bir noktaya gelmiştir. Büyükşehir Belediyesi Kanunu’nun son hali şehrin tüm coğrafi sınırlarını kapsayan bir bölgesel yönetim birimini tanımlamaktadır. Büyükşehir Belediye Başkanı ve seçilen Belediye Meclisi bütün ilçeleri, beldeleri, köyleri içine alan bir yönetim or- Cumhurbaşkanını halkın seçmes aslında Başkanlık sstemnn startı ve lk adımıydı. Bugün de halkın seçtğ Cumhurbaşkanı defakto Başkan konumunda olur. Hele seçlen Erdoğan se bu fl başkan demektr. Erdoğan’ın syas majı, karzması ve syasettek başat rolü otomatk olarak ülkey yen br rejme taşıyacaktır. 12 yıllık Başbakan; tecrübes, lderlk vasıfları, bölgesel ve küresel prestjyle devlet başkanı makamını herkesten çok hak edyor ve öne çıkıyor. MAYIS 2014 15 ganizasyonu durumundadır. Büyükşehirlerde artık İl Genel Meclisi ve İl Özel İdareleri yoktur. Onların yerine artık Büyükşehir Belediye Meclisi tam yetkilidir. Atanmış Vali sembolik bir konumda, merkezi idarenin temsilcisi konumunda kalmıştır. 30 Büyükşehir Belediyesinin sınırları içinde ikamet eden nüfus toplam 60 milyon civarında olup, ülke toplam nüfusunun % 78’i kadardır. Büyükşehirlerin coğrafi sınırları da haritanın yarısından büyüktür. Bu sürecin bir adım sonrasında, geriye kalan 51 küçük şehrin ulaşım, coğrafik ve ekonomik durumlarına göre 3’er 5’er birleşmeleriyle oluşacak yeni büyükşehirlerle, belki 40 büyükşehirle, bütün ülke nüfus ve haritası kapsanacak; Türkiye için yeni bir yerel yerinden yönetim yapılanmasıyla, seçilmiş yöneticileriyle ve yerel meclisleriyle, ademi merkeziyetçi idari sistemleriyle merkezi yönetim dışında yeni bir sisteme geçilebilecektir. Belki bu adımda Valiler seçilmiş Belediye Başkanlarından olur ve yerel bölgesel yapılar hizmet ve yatırım yetkileriyle giderek güçlendirilirler. Bu süreç, Başkanlık sisteminin kuruluşu ve güçlendirilmesinin sonucu olarak adım adım inşa edilebilir. Müsteşarı hakkındaki soruşturma ve yargılamalarda Cumhurbaşkanı’nın son yetkili olması da bu kertede alınmış önemli ve manidar bir yasal koruma zırhıdır. Yeni Türkiye’nin inşasında önemli bir basamak olan Başkanlık Sistemi ve ademi merkeziyetçi yerel yönetim reformu; yine Yeni Türkiye’nin en büyük demokrasi ve bölgesel vizyon projesi olan ‘Çözüm Süreci’ni başarabilmek için gerekli görülmektedir. Bunun için Yeni MİT yasasının, MİT’e her türlü kurum ve kişi ile temas kurma yetkisi vermesi, çözüm sürecinde yapılan görüşmelerde yasal zemin sağlarken, kuruma yönelik isimsiz ve dayanak gösterilmeyen şikâyetler Cumhuriyet Savcılarınca işleme konulamayacak. MİT’in dış istihbarat, milli savunma, terörizm, uluslararası suçlar ve siber güvenlikle ilgili operasyonel etkinliğinin genişletilmesi, uluslararası istihbarat ve istihbarata karşı koyma yeteneklerinin güçlendirilmesi ülkenin bölgesel gücüne ve küresel rolüne etkinlik kazandıracaktır. MİT Süreci Destekleyecek Seçim Sistemi Değişikliği Genel Seçimlere 14 ay kala, seçim sistemleri tartışılıyor. Muhalefet partilerinin yıllardır şikâyet ettiği ve değişmesini istedikleri baraj sistemi ve seçimler için Başbakan Erdoğan, 7 ay önce üç alternatifli teklif sunmuştu. İlki şu anda uygulanan % 10’luk ülke barajıyla devam edilmesi, ikincisi ise barajı % 5’e çekip 5’li gruplandırmayla daraltılmış bölge seçim sistemi ve üçüncü seçenek de ülke barajının tamamen kaldırılarak dar bölge seçim sistemine geçilmesi yönündeydi. Muhalefet bu tekliflere henüz cevap vermedi. AK Parti üç seçenek üzerinde çalışmalar ve simülasyonlar yaptı. Bu çalışmaların sonunda “dar bölge seçim sisteminin” uygun olacağı yönündeki görüşler ağırlık kazanmaya başladı. Dar bölge sistemindeki en önemli nokta, Türkiye’nin TBMM’ye girecek milletvekili kadar bölgeye ayrılması ve her bölgeden en çok oyu alan partinin adayının seçimi kazanması olarak ortaya çıkıyor. Yeni Türkiye bu sistemde 550 seçim bölgesine ayrılacak. Her il daha önce çıkardığı milletvekili sayısı kadar kendi içinde bölgelere ayrılacak. Örneğin, İstanbul kendi sınırları içinde 81 bölgeye ayrılarak 81 milletvekili seçilecek. Partilerin her bölge için bir aday belirleyeceği sistemde en çok oyu alan parti adayı milletvekili olacak. Bu sistemde adayların birebir seçmenle yakın ilişkiler kurarak çalışmalar yapması mümkün olacak. Ayrıca bu sistemde % 10’luk ülke barajı da ortadan kalkmış oluyor. İngiltere ve Fransa’da değişik uygulamaları olan dar bölge sistemi, parlamenter demokrasilerde istikrar unsuru olarak da görülüyor. Bu sistemde katılımcı demokrasinin önü açılırken seçmen “oyum boşa gider” kaygısı taşımayacak. Milletvekili hesabını parti liderine değil, kendini seçen seçmene verecek. Parti başkanlarının milletvekili üzerindeki yaptırımı azalarak milletvekilleri daha özgür olacak ve küçük partiler de mecliste temsil imkânı bulacak. Dar bölge sisteminin en önemli getirisi “temsilde adalet, yönetimde istikrar” sağlaması... Partilerin tek başına iktidar olmasını kolaylaştıran sistem, reformlar için hızlı adımlar atılması için iktidarın elini güçlendiriyor. 16 MAYIS 2014 2007’de Cumhurbaşkanını halkın seçmesyle lgl referandumla Türkye parlamenter sstemden Başkanlık Sstemne doğru br yola grmştr. Türkye’nn değşm paradgması Başkanlık Sstem stkametndedr. Yerel yönetmler ve Büyükşehr Beledyes Kanunundak değşklkler, Seçm Sstem ve Syas Partler Kanunundak değşm hazırlıkları ve kamu yönetm sstemndek reform çabaları ‘devlet aklındak’ demokratk dönüşümün temel referanslarını şaret edyor. Dar bölge sistemi, bir çoğunluk sistemidir ve bir partinin küçük bir oy üstünlüğü ile bütün milletvekillerini kazanmasına, azınlıkta kalanların hiç temsil edilmemesine sebep olabilir. Bu sistemin en önemli zaafı, ölçeğin küçüldüğü feodal yapıların veya çıkar ilişkilerinin belirleyici olmasını kolaylaştırmasıdır. Sonuçta AK Parti bu sistemle hem Anayasayı değiştirecek hem de Başkanlık Sistemini getirecek bir parlamento gücünü elde edebileceğini düşünüyor olabilir. Erdoğan, 30 Mart yerel seçimlerinden aldığı meşruiyet ve güçle, Cumhurbaşkanlığı seçimlerini ve de sonrasında gelecek genel seçimleri yeni seçim sistemiyle domine ederek istikrarı, değişim sürecini ve temel reformları başarmayı planlıyor olabilir. Ağustos’ta kazanılacak Cumhurbaşkanlığından sonra genel seçimlere kadar devam edecek ara dönemde, Başbakanlığı taşıyacak siyasi aktör, genel seçimlerle sistemin Başkanlığa dönüşümünde rol oynayacak bir hizmet ifa edebilir. Önümüzdeki 18 aylık dönem için tasarımlar böyle bir yol haritası ortaya koyuyor gibidir. Ancak siyasette bir gün, bir hafta bile uzun zamandır. Şartlar, konjonktür nasıl gelişir bekleyip göreceğiz. Sonuçta Türkiye, iç ve dış şartların zorlamasıyla bir sistem ve rejim değişikliğine doğru yol alıyor. Bölgesel ve küresel mimari, güçlü ve büyük Türkiye’nin inşasında, Türkiye’nin önüne bu tarihi kader çizgisini koyuyor. MAYIS 2014 17 İÇ POLİTİKA Orhan MİROĞLU SDE Tarih ve Toplumsal Hafıza Araştırmaları Koordinatörü ÇÖZÜM SÜRECİİ ve ÖCALAN’IN MEKTUPLARI… A bdullah Öcalan’ın geçen yıl 21 Mart Newroz günü Diyarbakır’da okunan mektubunun üstünden bir yıl geçti. Geride bıraktığımız Mart ayının 21’nde, Öcalan tarafından kaleme alınan 2. mektup, yine Diyarbakır’da ve Newroz alanında okundu. İkinci mektuba geleceğim, ama önce ilk mektuptan sonra yaşanan bir yıla ilişkin bazı gözlemlerimi ifade etmek istiyorum. 21 Mart 2013’ten önce Paris’te üç PKK’li kadının katledilmesi, çözüme yönelik ilk ciddi ve önemli provokasyon oldu. Öcalan, bu cinayetlerin, çözüme yöneltilmiş bir darbe olduğunu açıkladı. Ne var ki, cenazeler Türkiye’ye getirildiğinde korkulan hiçbir şey olmadı. Diyarbakır’daki törende, halkın yeni başlayacak bir çözüm veya barış sürecinin arkasında duracağı açıkça görüldü. 2013 yılı; çözüm yanlılarıyla, içerde ve dışarda çözüm sürecini istemeyenleri karşı karşıya getiren çok sayıda olayın yaşandığı bir yıl oldu. Öcalan geçen sene Newroz alanında okunan mektubunda, silahlı mücadele döneminin bittiğini ilan etti. Demokratik ve siyasi mücadeleyi öne çıkardı. Her iki halkın bin yıldır devam eden beraberliğine ve tarih içindeki sancılı yolculuğuna vurgu yaptı. Mektup, her iki halkın Misak-ı Milli sınırları içinde ve eşitlik temelinde beraber yaşayabileceklerine dair yeni bir siyasi amacı ortaya koyuyordu. PKK, silahlı mücadele geleneğinden gelen bir harekettir. Sık sık söylendiği gibi, PKK, Kürt halkının içindeki ‘jandarma korkusunu’ öldürdü. Bu bağlamda oluşan ve PKK için son derece kıymetli olan değerlerin yerine başka bir şey koymak, silahlı mücadele ve şiddet üzerinden siyasallaşmış bir harekete yeni bir tarz önermek çok kolay değil. 18 MAYIS 2014 Bu tarzı veya anlayışı ancak Öcalan önerebilirdi. 21 Mart’ta okunan mektup bu bakımdan belli bir paradigma değişimini ortaya koyuyordu. Öcalan’ın mektubu çok tartışıldı ve çok da eleştirildi. Kürt hareketinin periferisinde olanların bir kısmı, Öcalan’ın İmralı koşullarında özgür davranamayacağını iddia ettiler. Dost bilinenler ise, Öcalan’ın hem Kürtleri hem Türkleri satışa getirdiğini yazdılar. Bunlara göre, Öcalan ve Kürt hareketi, demokrasinin Erdoğan hükümeti eliyle yok edilmesine seyirci kalmış, kendi sorunlarını çözmek uğruna Türkiye’nin otoriter bir rejime savrulmasına seyirci kalmışlardı. 2013 yılında, Kürtler, Gezi’ye çıkmadıkları ve 17 Aralık operasyonunu desteklemedikleri için yoğun bir ideolojik ve siyasi baskı altında kaldılar. Kürt hareketini 17 Aralık operasyonunu gerçekleştirenlerin ittifak saflarına çekmek için epey çaba gösterildi. İktidar kaybına uğrayan toplumsal kesim ve sınıfların yollarının, bu çerçevede liberal-sol kimliğiyle bilinen aydın-yazarlarla kesiştiğine tanık olduk. Erdoğan’a ve hükümete duyulan öfkenin tetiklemesiyle, daha önce Kürt sorununda barış ve demokrasi arayışlarına katkı sunmuş olan bir takım yazarlar, yüz seksen derece bir dönüşle çözüm sürecinin başarısızlığa uğraması için ellerinden geleni yaptılar. Öcalan’ın emri ve talimatıyla geri çekilen silahlı gruplarla söyleşiler gerçekleştirdiler ve bu söyleşilerde silahlı gençlere, Erdoğan’a güvenmemeleri gerektiğini söylediler. Bunlardan biri, geçenlerde Süleymaniye’ye gitti. Kaç gün kaldı orada bilmiyorum, ama döner dönmez, Türkiye modelinin artık Mezopotamya halkı için geçerliliğini yitirdiğini yazdı. Kürtlerin nabzını en iyi bunlar tutar, biliyorsunuz. Bir başkasının on yıl çalışarak ortaya çıkaramayacağı bir sosyal ve siyasal gerçeği bunlar Hakkâri’de, Diyarbakır’da bir gün ve bir gece kalarak, hemen ortaya çıkarırlar! Hatır- MAYIS 2014 19 KCK davalarının bitmesi için koşulların hazırlanmasının müzakere edilmesi ve 30 Mart’tan sonra yeni bir aşamaya geçilmesi mümkün olacak mı? Elbette mümkün. Ama iki şartla: Hükümetin 30 Mart seçimlerinden başarıyla çıkması ve Kürt hareketinin bulunduğu zemini koruyarak, hükümete ve özellikle de Başbakan Erdoğan’a karşı başlatılan ‘sivil isyana’ davet mesajlarını ve baskılarını ısrarla reddetmeye devam etmesi. layacaksınız, çözüm süreci başladığında ve özellikle Öcalan’ın mektubu okunduğunda, alelacele biri Hakkâri’ye, biri Diyarbakır’a gitmiş ve Kürt halkının savaş bitiyor diye ne kadar çok üzüldüğünü, çözüm sürecinin toplumun üzerine adeta bir nötron bombası gibi düştüğünü filan yazmışlardı. Çözüm sürecine karşı olanlar, pusulalarını şaşırmış vaziyetteler. Kürtler onlara değil, Erdoğan ve Öcalan’a inanıyor... Bundan daha büyük bir felaket olabilir mi!? Kürtler’in Ortadoğuda Baasçılık’tan, Türkiye’de Kemalizm’den uzaklaşmaları bu çevrelere dert oldu. Çözüm sürecine ideolojik saldırıları, hem Öcalan’ı hem de Başbakan Erdoğan’ı hedefleyen itibarsızlaştırma hamlelerini bir yana, çözüm sürecini boşa çıkarmak için çok sayıda provokasyon, eylem ve saldırıyı da hatırlamak gerekiyor. Paris katliamını unutmak olmaz. Bu katliamın aydınlatılması, çözüm sürecine çok önemli katkı sağlar. Çözüm süreci, Başbakan Erdoğan’ın ve Öcalan’ın ortaya koyduğu siyasi bir iradeyle mümkün oldu. Akıbeti önceki başarısız deneyimlere benzemedi. Türkiyeci bir çözüm olması, çok uluslu, çok aktörlü çözüm süreçlerinin doğurabileceği risklerin devre dışı kalmasını sağladı. Süreç bugün çok güçlü bir toplumsal desteğe sahip... Ama bu destek çok kırılgan bir destektir ve ülkenin siyasi ikliminden etkilenmeye müsait bir haldedir. 30 Mart seçimleri çözüm sürecinin de kaderini ve gidişatını önemli oranda belirleyecek ve taraflar seçimlerden çıkacak sonuçlara göre yeni bir pozisyon belirleyeceklerdir. Silahsızlanma ve geri çekilmelerin tamamlanması ve artık tirajı-komik mahkeme kararlarının alındığı 20 MAYIS 2014 Çözüm sürecinin kaderi, Türkiye’nin mevcut siyasi şartlarında ancak bu hükümetin ve Başbakan Erdoğan’ın siyasi gücünü korumasına bağlıdır. Bu gücün henüz bir siyasi alternatifi yoktur. Ama alternatifi olması da elbette, demokrasimiz ve Türkiye’nin sorun çözme kabiliyetinin çeşitliliği açısından şüphe yok ki, önemli bir avantaj ve zenginlik olurdu. CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun, memleketi Dersim’de, çözüm sürecinin kimsenin tekelinde olmadığını söylemesi ne yazık ki, kimseye cesaret ve umut vermiyor. Çünkü aynı Kılıçdaroğlu bir televizyon programında, ‘Siz iktidara gelirseniz, İmralı’yla görüşmeleri sürdürecek misiniz?’ sorusunu cevapsız bırakmış bir siyasetçidir. Diyarbakır bu yılın Newroz-Nevruz’unda da görkemli bir kutlamaya tanıklık etti. Baharın ve özgürlüğün müjdecisi Newroz-Nevruz büyük bir coşkuyla kutlandı. Diyarbakır’ın zengin bir tarih ve kültür hafızası var. Farklı dinlerin ve inançların, farklı dillerin ve kültürlerin, birbirlerinden o kadar da ayrılamayacak olan medeniyetlerin oluşturduğu bir hafıza… Barışa ve bir arada yaşamaya saygının şehridir Diyarbakır… Diyarbakır Newroz alanı geçen yıldan başlayarak bu ülkenin toplumsal barışının inşasına giden yolda, önemli bir sürecin başlangıcına tanıklık yaptı. Öcalan’ın mektubu okundu ve yeni bir süreç başladı. Barışa ve çözüme ta Paris’ten kurulan bir tuzağa düşmedi halk. Belleğine ve hafızasına güvendi. Acısını ve yasını paylaşırken, barışa ve çözüme zarar gelsin istemedi… Hem ağladı, hem gökyüzüne beyaz güvercinler uçurdu. Çözüm süreci dediğimiz şey, aslında Öcalan’ın İmralı’ya getirildiği tarihte başladı. Öcalan, 18 Mart 1999’da, yazdığı mektupta şunları söylüyordu: “Anlamsız şiddet, sorunları içinden çıkılmaz hale getiriyor. Şiddete son vermek sorunların çözümünde temel halka olmaktadır. Ağırlıklı olarak şiddet yaklaşımları objektif olarak çıkmazı derinleştirmekten, sahte bir rant ekonomisi ve politik yapı üretmekten, dolayısıyla en gerici sonuçlara yol açmaktan öteye varamıyor. Mevcut durum aşılmazsa sonuç çıkmazda ve tekrarda derinleşmedir.” Öcalan, daha sonra, 1 Eylül 1999’dan itibaren PKK’nin silahlı güçlerinin ülkeyi terk etmesini istedi: “Şiddetin pratik olarak da güvenceli olarak da sona erdiğini kuşku götürmez bir biçimde kanıtlamak gerekiyor. Bu durumda en etkili sonuç alıcı yol, herkesi üzerine düşeni yapmaya zorlayacak ve aynı zamanda kolaylık sağlayacak olanı, barış için silahlı mücadeleye son verme ilanıdır.” Ne yazık ki, o yıllarda bu politikanın devlet nezdinde bir karşılığı yoktu. Kimsenin böyle bir gelişmeye hazırlığı bulunmuyordu. Siyasi partilerin ve hükümetlerin, ordunun egemenlik alanı olmaya devam eden Kürt sorununda, ne söyleyecek sözleri ne de ortaya koyabilecekleri bir programları vardı. PKK lideri, 1 Eylül’den geçerli olmak üzere aldığı geri çekilme kararında şöyle diyordu: “Türkiye’de çatışma ortamı insan hakları ve demokratik gelişmenin önünde engel teşkil etmektedir. Ağırlıklı olarak Kürt sorunundan kaynaklanan şiddet, bunda temel rol oynamaktadır. Biriken öfkeler ve tepkileri sabırla gidermeyi bilmek durumundayız. Hayali yaklaşmamak, çok acılı bir savaşın ardından barış geliştirmenin kolay olmadığını, büyük ustalık kadar sabır ve olgunluk gerektirdiğini sürekli göz önüne getirmek gerekir. Türkiye Sevr yaklaşımından korkuyor. Bu izlenimi tamamen silmek gerekir. Türkiye ile düşmanlaşma oyunlarına gelinmemeli, buna dikkat edilmelidir.” Bu açıklamaların üzerinden neredeyse on beş yıl geçti. Ama asıl sorun hala şudur: Öcalan’ın dediği gibi, ‘Türkiye’yle düşmanlaşmamak’ ve dolayısıyla da silahları bir pazarlık gücü gibi görmemek. Oysa PKK geri çekilmeleri durdurmakla ve geçen hafta da, ‘Öcalan özgürlüğüne kavuşmadan silahları bırakmayacağını’ ilan etmekle, silahlara ve silahlı mücadeleye olan inancını hala koruduğunu ortaya koyuyor. Çözüm sürecinin en zayıf karnı budur. Ama bugünün koşullarında, dün olduğu gibi bugün de, en önemli konu silahsızlanma programıdır. Bu olmadan Öcalan’ın öngördüğü gibi süreci diyalogdan, sorunları müzakere aşamasına taşımak mümkün olmayacaktır. Öcalan’ın mektubunun bu konuya ‘ama’sız ve net bir öneri getirmesi elbette beklenmiyordu. İkinci mektup yine de, muhtevası itibariyle, kamuoyunun beklentileri yönünde kaleme alınmış bir mektup oldu. Şu hususların altını çizmek gerekiyor: - Öcalan, hükümete belli eleştiriler yöneltiyor. Ama esas olarak hem hükümetin hem Kürt siyasetinin çözüm sürecini korumak ve sürdürmek için azami hassasiyeti gösterdiğine inanıyor. - Anadolu, Mezopotamya ve Kürdistan coğrafyalarına yapılan vurgu önemlidir. Bu coğrafyayı ayıran sınırların bugün dünyanın AB hariç hemen hiç bir bölgesinde olmadığı kadar hızlı bir entegrasyon ve nüfus mobilizasyonuyla kaynaştığına tanık olunmaktadır. Öcalan’ın mektubunda sözünü ettiği Kürt-Türk siyasi ilişkilerinin geçen yüzyıla kıyasla, bu yüzyıl içindeki en büyük avantajı belki de bu nüfus mobilizasyonu ve entegrasyonudur. Entegrasyon derken bunu sadece Türkiye’nin Kürt nüfusunun Batı’yla entegrasyonu olarak anlamamak lazım. Bu seçimlerde, Diyarbakır-Erbil arasında hızlı tren projesinin bir vaat olarak gündeme gelmesi, Başbakan’ın İstanbul’dan Habur’a kadar uzanacak hızlı tren projesinden söz etmesi, tarihsel akışın ve Türk-Kürt siyasi ilişkilerinin beş-on yıl içinde nerelere evrilebileceği konusunda fikir veriyor. - Öcalan’ın mektubunda işaret ettiği ya darbelerle ya da radikal demokrasiyle ülkenin yönetilmesine dayalı iki alternatif, iki yönetim tarzı, meselenin özünü teşkil etmektedir. Bugünün siyasi mücadelesinin özü budur. Bunu Kürt siyasetinin en etkin ismi olan Öcalan’ın görmesi ve buna göre bir pozisyon alması, Kürt siyasetindeki olası gel-gitlerin ve savrulmaların önlenebilmesi bakımından, düşünsel ve siyasi bir güvence gibidir. Çünkü bu durumda Kürt halkının ne Gezi ne de 17 Aralık operasyonunun arkasında durması gibi bir durum söz konusu olmayacaktır, nitekim olmadı da. Öcalan’ın birinci mektubu, çözüm sürecinin miladıysa, ikinci mektup belki de, bu milat içinde kalmanın zorunluluğuna, şu içinde bulunduğumuz sımsıcak iklime rağmen ve soğukkanlılığa işaret eden kısa ama özlü bir manifestodur. Türkiye’ye hayırlı olmasını dileyelim… MAYIS 2014 21 İÇ POLİTİKA PARALEL YAPI’YA KARŞI TOPYEKÛN MÜCADELE Bülent ORAKOĞLU SDE Başkan Danışmanı 01 Mart 2014 tarihli MGK toplantısında, dış destekli bir proje ile yargı, polis, MİT ve TSK başta olmak üzere devletin tüm kurumlarını hedef alan, illegal, hiyerarşik ve organize bir şekilde devlet kurumları içine sızarak bir ahtapot misali kuşatan paralel yapılanma ile topyekûn mücadele kararı, ulusal güvenliğimize tehdit oluşturduğu gerekçesiyle, oy birliği ile alınmıştı. Milli Güvenliğimize yönelik tehdit sıralamasında paralel devlet yapılanması ve dış bağlantıları yeni bir başlık olarak ele alınırken, mücadele stratejisi üç ana eksen üzerine oturtulmuştu. Bir anlamda, Paralel yapı ile mücadele MGK’da, hükümeti antidemokratik bir şekilde hukuk darbesi ile iktidardan uzaklaştırma hedefinin fevkinde devletin bekası meselesi olarak ele alınmış ve mücadele esasları da “devlet görevi” çerçevesinde çizilmiş bulunmaktaydı. Hükümet, Ortadoğu’da ve dünyada bağımsız ve sözü geçen br devlet olarak, MİT’n uluslararası alanda ve ülke çnde hukuk alt yapısını güçlendrecek, sthbaratın hukuk sınırlarını, görev sahası ve yetklern belrleyecek, yabancı ülke gzl servslernn ülkemz stkrarsızlaştırma amaçlı eylem ve provokasyonlarını önleyecek, yerl şbrlkçlern ortaya çıkarablecek yen MİT yasasını hazırlayarak TBMM’ye sundu. Örgütün, kamudaki yapılanması, yurt dışı ve istihbarat örgütleriyle olan bağlantı ve özel sektörde baskıyla oluşturulan hâkimiyetinin bitirilmesine yönelik hukuki ve idari tedbirler alınırken, bu kapsamda yürütülecek mücadele sırasında tabandaki gönüllü kitle ile tavandaki örgütlü yapı arasında bağın koparılması hedefi doğrultusunda, mütedeyyin, sosyal sorumluluk ve dayanışma bilinciyle hareket eden samimi kitlelerin rencide edilmemesine özen gösterilmesinin önemi üzerinde de durulmuştu. Kamudaki yapılanma ile ilgili olarak devlete sızmış yapıların, devlet gücü ve yetkisini kullanmalarını engellemek amacıyla, tüm bakanlıklarda, TÜBİTAK ve finansal kurumlarda BDDK, SPK, Borsa İstanbul, Merkez Bankası, Ziraat ve Halk bankalarında paralel yapıya mensup görevlilerin tespit edilerek, görevden alma veya pasif göreve atamaya yönelik görev yeri değişikliklerinin uygulanmasına başlandığı gözlenmektedir. Bu anlamda paralel yapı ile en büyük mücadele 1725 Aralık darbe girişimini yargı ve emniyet’e sızarak gerçekleştirmek isteyen illegal yapı’nın operasyonel birimlerine yapılmış görünmektedir. Türkiye genelinde bugüne kadar binlerce emniyet görevlisi ile ilgili olarak görev ve yer değişikliği yapılmış, müfettişlerce yapılan soruşturmalarda, 17-25 Aralık darbe girişimi ve legal görünen ancak hukuk dışı yöntemlerin kullanılması nedeniyle, illegal bir konuma dönüşen usulsüz telefon dinlemeleri, bazı verilerin kaçırılması ve silinmesi, görevi kötüye kullanmak, yasa dışı veri elde etmek ve servis etmek suçlamalarıyla özellikle istihbarat, terör ve KOM şubelerinde 100’den fazla görevli, müfettiş raporlarıyla açığa alınmış bulunmaktadır. Ayrıca, Adana’da karşı casusluk ve yasadışı dinleme soruşturmasını yürüten savcılık yetkilileri, gözaltına alınan şüpheli emniyet mensuplarının sahte 22 MAYIS 2014 isimler kullanarak, mağdurların işlemediği suçları işlemiş gibi gösterip, suç uydurarak hazırladıkları sahte raporlarla özel yetkili mahkemelerden dinleme kararları almak suretiyle yasadışı dinlemeleri gerçekleştirdiklerini tespit etmişti. Aynı usul ve yöntemlerle yapıldığı anlaşılan, Adana dışındaki illerdeki illegal dinlemeler ile ilgili soruşturma dosyaları hakkında ise yetkisizlik kararı verilerek, Başbakanlık Teftiş Kurulu’na gönderilmişti. 17 Aralık’tan günümüze darbe girişimi de dâhil olmak üzere 200’e yaklaşan usulsüz dinleme ve kişisel verilerin sorgulanmasıyla ilgili soruşturmaların ülke genelinde devam ettiği de yetkililerin açıklamalarından öğrenilmişti. Emniyet Teşkilatı içine sızmış paralel yapının deşifre edilerek pasifize edilmesi 3201 sayılı Emniyet Teşkilatı ve 5442 sayılı İl İdaresi Kanunlarının ilgili maddeleri gereğince atama ve yer değiştirmelerde İl Valisi’nin yetkili olması nedeniyle kolayca gerçekleştirilebilmişti. Ancak yargıya sızmış paralel yapının etkisiz hale getirilebilmesi için, HSYK’nın yapısını değiştiren kanun başta olmak üzere, TMK 10. Maddesi uyarınca kurulan Özel Yetkili Mahkemelerin tamamen kaldırılması ve özel soruşturma usulü ve özel yetkili savcı uygulamasına son verilmesine yönelik yasalar hükümet tarafından süratle çıkarılmıştı. Bu şekilde yargı içine sızmış paralel yapının, HSYK içindeki uzantıları,17-25 Aralık darbe girişiminin planlayıcıları ve MİT’e ait TIR’ların kanunsuz bir şekilde aranmasını tezgâhlayarak ülkemizin ELKAİDE’ye silah ve mühimmat yardımı yaptığı yönünde uluslararası imajını zedelemeye yönelik algı operasyonlarını yöneten unsurları ve usulsüz olarak legal ve illegal telefon dinlemelerine onay veren yetkilileri etkisizleştirilerek görev yerleri değiştirilebilmiş MAYIS 2014 23 ve haklarında gerekli adli ve idari soruşturmalar başlatılmıştı. Devlet içindeki Paralel Yapılanma ve diğer sızması muhtemel yapılarla ilgili olarak MİT’te müfettişlerce çok geniş kapsamlı üst düzey yöneticilerin de dâhil olduğu bir soruşturma sürerken, TSK içinde Genelkurmay Adli Müşavirliği’nin, paralel yapının ordu içindeki uzantılarını ortaya çıkarabilmek amacıyla bir soruşturma başlattığı ve Adana ve Hatay’da durdurulan TIR’lar ile ilgili olarak olaya karışan ve Kontrespiyonaj suçlaması ile haklarında dava açılan askeri personel ile ilgili olarak Adana Cumhuriyet Başsavcılığı’ndan bilgi istediği ortaya çıktı. 2012 yılında Başbakan Erdoğan’ın evinde ve resmi konutundaki çalışma ofisinde sınırlı sayıda kişi ile gerçekleştirilen kozmik toplantılarda ülke güvenliği ile ilgili, dış politika stratejilerinin görüşüldüğü devlet sırrı niteliğindeki bilgilerin ayrıntıları, aralarında ABD ve Almanya’nın da bulunduğu bazı Batılı ülkelerle yapılan ikili ve heyetler arası görüşmelerde yabancı devlet adamları tarafından örtülü ifadelerle ima edilmişti. Devlet sırrı niteliğinde olan ve daha önce kamuoyu ile paylaşılmamış bilgilerin, yabancı devlet adamları tarafından dile getirilmesi, dinleme yapılıp yabancı istihbarat örgütlerine servis edildiği şüphesi ve gerçeğini gözler önüne serdi. MİT teknik ekibi tarafından, Erdoğan’ın evinde, Başbakanlık Merkez binasındaki makam odası ve çalışma ofisinde yapılan kapsamlı taramalarda aktif halde birden fazla dinleme cihazı bulundu. Konu ile ilgili olarak Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’nca casusluk suçundan soruşturma yürütülüyor. Türkiye’nin genel güvenliğine ilişkin kozmik sırların dinleme yolu ile yabancı ülke istihbarat örgütlerine sızdırılması ve uluslararası ilişkilerde ülkemize karşı kullanılmasına yönelik olarak Dışişleri Bakanlığı’nda devletin üst katları arasında yapılan kozmik toplantının dinlenip yerel seçimlerden üç gün önce montajlanarak servis edilmesi ve bu konuşmaların paralel yapı medyasında yer alması casusluk yapılarak siyasetin dizayn edilmesine yönelik bir faaliyettir. Paralel Yapı’yı, küresel ülkelerin Türkiye’deki yerli işbirlikçileri olarak da nitelememiz mümkündür. Türkiye, geçmiş yıllarda Küresel ve Batılı ülkelerin ülkemizde yerli işbirlikçilerinin etki ve nüfuz ajanlarının yıkıcı faaliyetlerini, MİT’in İstihbarat’a Karşı Koyma (İKK) mücadelesinde küreselleşme olgusunun Mll İsthbarat Teşklatı’nın çağın gereklerne uygun hale getrlmes ve dğer sthbarat teşklatlarının mkân ve kablyetlerne kavuşturulablmes çn hazırlanan yen kanunun, Türkye’nn Ortadoğu ve dünyada söz sahb olmasını stemeyen kolonyalst ülkeler rahatsız ettğ aşkâr. getirdiği yeni iç ve dış tehditlere karşı tedbirleri tam ve zamanında alamaması nedeniyle önleyememişti. Bu nedenle Hükümet, Ortadoğu’da ve dünyada bağımsız ve sözü geçen bir devlet olarak, MİT’in uluslararası alanda ve ülke içinde hukuki alt yapısını güçlendirecek, istihbaratın hukuki sınırlarını, görev sahası ve yetkilerini belirleyecek, yabancı ülke gizli servislerinin ülkemizi istikrarsızlaştırma amaçlı eylem ve provokasyonlarını önleyecek, yerli işbirlikçilerini ortaya çıkarabilecek yeni MİT yasasını hazırlayarak TBMM’ye sundu. Yerel seçimlerden AK Parti’nin zaferle çıkması karşısında, paralel yapının desteğinden umduğunu bulamayan muhalefet partileri ve paralel yapı medyası, TBMM Genel Kurulu’nda görüşülüp kabul edilen MİT yasasına kamu yararı ve milli güvenlik açısından katkı sağlayacak yeni teklif ve yapıcı eleştirilerde bulunmak yerine, siyasi ve ideolojik bakış açısı nedeniyle, Başbakan Erdoğan ve MİT’i hedef alan inanılmaz, asparagas haber ve kara propaganda içerikli iddiaları ortaya atmayı tercih etmişlerdi. MİT’e yeni kanun ile verilen iç operasyon yetkisi yalnızca casusluk suçlarında ve devlet sırrının ifşasında söz konusudur. MİT’in görev ve yetki açısından hukuki sınırları, yeni yasada çerçevesi çizilerek, açıkça belirtilmiş ve dış istihbarat vurgusu yapılmıştır. MİT’in görev tanımı ve sahası dış istihbarata ilişkin siber güvenlik, terörle mücadele ve ülke içine sızmış veya sızmaya çalışan başka ülkelerce ajanlaştırılmış casusluk faaliyetlerinin (İKK) deşifre edilerek yargı önüne çıkarılması ile sınırlandırılmıştır. Türkiye’nin caydırıcı gücünü arttırmak gayesiyle terörle mücadele ve milli güvenliğe ilişkin konularda, Bakanlar Kurulu kararıyla, MİT’e dış operasyon yetkisi verilmesi ulusal güvenliğimiz açısından önemli ve yerinde bir karar olmuştur. Kanun taslağında yer almayan ancak kamuoyunda yapılan tartışmalarda haklı olarak eleştirilen, MİT’in şeffaf, denetlenebilir ve hesap verilebilirlik açısın- 24 MAYIS 2014 dan, parlamento denetimine tabi olmasına yönelik ek bir maddenin eklenmesi, MİT Yasası üzerinden Başbakan Erdoğan aleyhine kişilik suikastı düzenlemeye çalışan paralel yapının etki ve nüfuz ajanlarının faaliyetlerini bir nebze olsun etkisiz kılabilmiştir. Paralel yapının yeni yasa ile özel hayatın gizliliğinin ihlal edileceği, MİT’in istisnasız herkesin telefonlarını legal veya illegal dinleyebileceği, sınırsız ve geniş yetkilerle donatıldığı yönünde kamuoyunu yasanın aleyhine yönlendirerek kışkırtmaya yönelik, dezenformasyon faaliyetlerinin sırrının, kanun tasarısının 8. maddesinde belirtilen, İKK faaliyetlerinin güçlendirilmesini engellemeye yönelik olduğu anlaşılıyor. Milli İstihbarat Teşkilatı’nın çağın gereklerine uygun hale getirilmesi ve diğer istihbarat teşkilatlarının imkân ve kabiliyetlerine kavuşturulabilmesi için hazırlanan yeni kanunun, Türkiye’nin Ortadoğu ve dünyada söz sahibi olmasını istemeyen kolonyalist ülkeleri rahatsız ettiği aşikâr. Ancak bağımsız ve güçlü bir Türkiye Devleti’nin dış dünyada caydırıcı gücünü arttırarak elini güçlendiren, batılı istihbarat servisleriyle boy ölçüşebilecek, yeni MİT perspektifinin ülke içinde, dışarıyla iltisaklı hangi güç odaklarını rahatsız ettiği bir o kadar önemli ve o kadar açık ki... Yeni MİT yasasının Cumhurbaşkanlığınca onaylanmasından sonra yürürlüğe girmesiyle, paralel yapı ile mücadelede mihenk taşı olacağı konusunda kimsenin şüphesi yok. Ancak paralel yapı ile mücadelede ayrı ayrı süren soruşturmaların tek bir soruşturma dosyası içinde ete kemiğe büründürülmesiyle dış desteğin kesilmesine yönelik tedbirlerin alınması çok önemli görünüyor. Zira paralel yapı bu kez can havliyle, hükümetin meşru olmadığına yönelik bir kara propagandayı uluslararası arenada devreye sokmuş görünüyor. Bu şer odağa söylenebilecek tek sözümüz var: “Korkunun ecele faydası yok.” MAYIS 2014 25 DIŞ POLİTİKA Dünyanın Kaht-ı Rical Sorunu: KÜRESEL KRİZ ORTAMINDA LİDERLİK BOŞLUĞU Prof. Dr. Birol AKGÜN SDE Başkanı İster ulusal düzeyde olsun, ister küresel çapta olsun siyasi, ekonomik veya toplumsal krizler patlak verdiğinde geniş halk kitleleri gözlerini öncelikle liderlerine çevirirler. Siyasi karar alıcılardan kendilerini rahatlatacak, yol gösterecek ve gidişata müdahale edecek ümit verici sözler duymak ve kararlı davranışlar sergilemelerini beklerler. Aksi durumda artan belirsizlikler ortamında toplum psikolojik olarak gerilir, medya kötümserlik pompalamaya başlar, piyasa aktörleri panikler ve krizler zinciri adeta kendini gerçekleştiren kehanet gibi ardı ardına sökün etmeye başlar. Bu anlamda siyasi liderlerin kriz anlarındaki soğukkanlı duruşları, yatıştırıcı konuşmaları ve belli bir yol haritası çizerek onu kararlılıkla uygulamaları krizlerin aşılmasını kolaylaştırır. Geniş toplum kesimlerinde rahatlama sağlar. 28 MAYIS 2014 Vurgulamaya çalıştığımız şey şudur: İçnden geçtğmz dönemde, II. Dünya Savaşı sonrası ortaya çıkan güç dengelernde, köklü değşklkler yaşanırken ve oluşturulan kurumsal yapılar meşruyet krz yaşarken, ABD gb br hegemonk gücün gelşmeler yalnızca uzaktan zlemes ve kendsn pasf br zleyc olarak tarhn akışına bırakması nsanlığın geleceğ açısından çok da doğru br yaklaşım olarak görülemez. Küba Krizi zamanında, ABD Başkanı Kennedy’nin krizi yönetme sürecinde izlediği diplomatik strateji, Soğuk Savaş’ın “sıcak bir çatışmaya” dönüşmesini engellemiştir. 1929 Buhranı sonrasında ABD Başkanı Roosevelt’in izlediği siyaset ve sergilediği reformcu liderlik, ülkede o zamana kadar hakim olan liberal paradigmayı değiştirmiş, “yeni düzeni” (new deal) getirerek sosyal refah devletinin temelleri atılmıştır. Gorbaçov, son yıllarında giderek hantallaşan ve atalete düşen Sovyetler Birliği sistemini izlediği açıklık (glasnost) ve yeniden yapılanma (perestroyka) politikaları ile rehabilite etmeye çalışmış, ama kurtaramayınca yumuşak bir şekilde dağılmasını sağlamıştır. Gorbaçov olmasaydı belki de Sovyetler Birliği herkese maliyeti çok daha yüksek olacak şekilde kanlı bir çatışma sürecinde çökebilirdi. 20. yüzyılda iki büyük dünya savaşı yaşayan Avrupa’da, AB’nin fikri ve siyasi temellerini atan W. Churchill, J. Monnet, R. Schuman, K. Adenauer gibi Avrupalı öncü liderler olmasaydı; Avrupa’nın bugün ulaştığı refah seviyesini ve yarattığı kalıcı barış ortamını kurmak hiç kolay olmazdı. Benzer şekilde Çin’de 1970’lerin sonunda Mao’nun ardından iktidara gelen Deng Xioping, komünist parti yönetimini ve devlet bürokrasisini ikna ederek “dünya ile barış ve uyum içinde kalkınma” stratejisini geliştirmiştir. Son otuz yılda Çin’in güçlü kalkınma hamleleri sayesinde zenginleşerek dünya politikasına geri dönmesini sağlayan “sosyalist piyasa ekonomisinin” siyasi mimarı o’dur. Almanya açısından ise krizleri kendi ülkesi lehine çevirme anlamında iki Almanya’yı tereyağından kıl çeker gibi ustalıkla birleştiren ve ABD’nin, Doğu Avrupa’ya doğru genişlemesine destek veren Helmuth Kohl’ü de herhalde Avrupa’daki son otuz yılın vizyoner liderlerinden biri olarak görmek gerekir. Bizim yakın tarihimiz açısından Menderes, Özal ve Erdoğan gibi siyasiler toplumun önünü açan ve tarihe iz bırakan vizyoner liderler. Buna karşın, defalarca demokratik yöntemlerle iş başına gelmesine rağmen her düdük çaldığında, halkın emanetine sahip çıkmak yerine şapkasını alıp kaçan Demirel ve Milli Güvenlik Kurulunda “Anayasa fırlatma” tartışması yaşandığında kameraların karşısına geçip “bugün derin bir devlet krizi yaşıyoruz” diyerek Şubat 2001 krizini patlatan Ecevit’in siyasi liderlikleri ise hep tartışılacak ve sorgulanacaktır. Güç Değişimi Sürecinde Lider Boşluğu Krizleri Derinleştiriyor Bugünlerde küresel istemde ciddi bir kriz var. Güçlü ve vizyoner liderliğe olan ihtiyaç giderek artıyor. Hatta iç içe geçmiş bir dizi kriz olduğunu söylemek yanlış olmaz. Öncelikle, küresel sistemde II. Dünya Savaşı sonrasında oluşan güç dengelerindeki değişim süreci giderek hızlanıyor. 1940’larda dünya zenginliğinin ancak yüzde 7’sini üreten Uzak Doğu ülkeleri bugün yüzde 40’ını üretiyor. 2008’de Batılı ülkelerde başlayan derin ekonomik kriz de bu dengesizliği daha görünür hale getirdi. Liberal ekonomik sistem artık üretim, gelişme ve istikrar sağlamada yeterince başarılı bulunmuyor. Oysa Batı dışı dünyanın yükselen güçleri çok daha dinamik ve başarılı sonuçlar üretiyor. Önümüzdeki yıllarda statüko güçleri olan ABD ve Avrupa ülkeleri ile sayıları bir düzineyi bulan yükselen güç merkezleri arasındaki rekabetin her anlamda şiddetleneceğinde hiç şüphe yok. ABD “Yorgun Savaşçı” Rolünü Oynuyor Küresel güç dengelerindeki hızlı değişim sürecinde krizleri yönetecek ciddi bir siyasi akıl ve tecrübe gerekiyor. Oysa Batı merkezli küresel sistemin başat aktörü olan ABD artık oyun kuruculuk rolünü oynamak istemiyor. Bunun pek çok nedeni var. Öncelikle, ABD’nin 11 Eylül sonrasında terörle mücadele adına giriştiği Irak ve Afganistan’ın işgali politikaları başarısızlık ve hayal kırıklığı ile sonuçlandı. Amerika ne Irak’ta ne de Afganistan’da yeni bir Almanya MAYIS 2014 29 veya Japonya gibi demokratik ve istikrarlı hükümetler yaratamadı. Ulus inşa politikaları başarısız oldu. Saddam’ın ve Taliban’ın baskıcı otoriter sistemleri yıkıldı ama yerine yeni bir sistem kurulamadı. Meşruluğu tartışmalı olan askeri operasyonlar ve Drone saldırıları gibi politikaları nedeniyle ABD kendi hegemonik gücünün en önemli pekiştirici ögelerinden biri olan yumuşak gücünü kullanma imkânını kaybetti. Amerika artık dünyada en çok sevilen ve taklit edilen bir ülke olmaktan çıktı; korkulan ve güven duyulmayan bir ülke haline geldi. Dahası kendine güveni de derinden sarsıldı. Şu tespiti yapmak mümkün: ABD bugün tıpkı Vietnam savaşı sonrasında olduğu gibi siyasi olarak tam anlamıyla post-travmatik güvensizlik sendromu yaşıyor. Böyle bir psikoloji hem ABD siyasi elitlerinde hakim, hem de geniş toplum kesimlerinde oldukça yaygın olarak gözleniyor. Tam da bu nedenle bugünlerde medyası ve elitleriyle ABD sürekli olarak declinism, yani Amerikan gücünün gerileyişini tartışıyor. Dünya GSMH’sinin hâlâ neredeyse çeyreğini üreten bir ülke için artık çöküş psikolojisi kendi kendini gerçekleştiren kehanete dönüşmüş durumda. PEW tarafından Aralık 2013’te yapılan bir araştırmaya göre, elli yıldır ilk kez Amerikan halkının çoğunluğunun “ABD’nin uluslararası alanda kendi işine bakmasını ve diğer ülkelerin de kendileri açısından iyi olanı yapmaları gerektiğine” inandıklarını ortaya koyuyor. Yine aynı araştırmaya göre, halkın yüzde 80’i Amerika’nın uluslararası politikada başkalarını düşünmemesi ve kendi ulusal sorunlarına odaklanması gerektiğine” inanıyor.1 Amerikan Kamuoyu İzolasyonizme Kayıyor Amerikan dış politikasındaki tartışmalar bağlamında araştırma bulguları bize artık ABD’nin toplumsal olarak tecritçi (izolasyonist) politikaları desteklemeye başladığını gösteriyor. Aslında içe kapanma ve kendi kendine yetme politikası ABD siyasi tarihinde en uzun süre uygulanmış politikadır. Monroe Doktrini olarak bilinen ve Başkan Monroe’nün 1823 yılında açıkladığı Avrupa’nın iç çatışmalarına karışmama politikası II. Dünya Savaşı’na kadar devam etmiştir. Hatta Wilson gibi güçlü liderler bile ABD’deki bu geleneği bozamamıştır. Nitekim Wilson büyük bir idealizmle, ABD’yi I. Dünya Savaşı’na sokmayı başarmış ve Milletler Cemiyeti gibi bir kuruluşun siyasi 30 MAYIS 2014 ebeliğini de yapmış olmasına rağmen, Kongre’yi ikna edemediği için 1941’e kadar Amerika uluslararası politik angajmanlardan uzakta kalmıştır. Şimdi uzun bir dünya liderliğinin ardından ve küreselleşmiş dünya şartlarında derinleşen ekonomik bağımlılık ve tüm askeri angajmanlarına rağmen, ABD’nin dış politikada tam anlamıyla II. Dünya Savaşı öncesine dönmesi çok kolay olmayacaktır. Yine de kamuoyunda bu yönde ciddi bir siyasi eğilimin güç kazandığı gerçeği göz ardı edilmemelidir. Demokratik bir ülkede, halkın tecritçi bir dış politika tercih moduna girdiği bir dönemde, başta Başkan Obama olmak üzere ABD’yi yöneten siyasal elitlerin aktivist ve müdahaleci bir politika izlemeleri oldukça zordur. Bu bağlamda lider olarak Obama’nın kendi halkına ve aslında tüm dünyaya karşı iki önemli rolü olduğunu belirtmek gerekir. Birincisi, vizyoner liderlik, kamuoyunun arkasından gitmeyi değil, halkı arkasından sürüklemeyi gerektirir. Lipmann’ın erken dönemde belirttiği gibi, aslında kamuoyu çoğu zaman siyasi elitler tarafından medya üzerinden kendisine aktarılan mesajların yankısından (echo) başka bir şey değildir. Obama Başkan ve lider olarak kendisi de sık sık önceliğin iç politikaya verilmesi gerektiğini vurguladığı için, halkın ABD’nin uluslararası politikada izolasyonist bir yaklaşımın benimsenmesine ilişkin düşünceleri giderek güçlenmektedir. Oysa ABD gibi devasa bir gücün ve büyük tarihsel tecrübeye sahip bir ülkenin lideri olarak Obama’nın oynaması gereken ikinci bir rol daha vardır. O da ABD’nin uluslararası alanda üstlendiği sorumluluklarını yerine getirmesidir. Sorun yalnızca siyasi olarak normatif ve ahlaki ilkelerin korunmasıyla sınırlı değildir. Konu dünya barışını ve istikrarını yakından ilgilendirmektedir. Sorumlu Liderlik Şart Vurgulamaya çalıştığımız şey şudur: İçinden geçtiğimiz dönemde, II. Dünya Savaşı sonrası ortaya çıkan güç dengelerinde, köklü değişiklikler yaşanırken ve oluşturulan kurumsal yapılar meşruiyet krizi yaşarken, ABD gibi bir hegemonik gücün gelişmeleri yalnızca uzaktan izlemesi ve kendisini pasif bir izleyici olarak tarihin akışına bırakması insanlığın geleceği açısından çok da doğru bir yaklaşım olarak görülemez. Olsa olsa böyle bir davranış yanlış ve sorumsuz bir davranış olarak değerIendirilebilir. Oysa bugün Amerka’dan beklenen şey şudur: Eğer dünya le lşklern mnmze ederek çe kapanmacı br syaset zlemeye başlayacaksa, bunu alenen açıklaması ve küresel yönetşm sstemnn yenden yapılandırılması çn uluslararası topluma çağrıda bulunması gerekr. Hatta yenden yapılanma konusunda da dünyaya lderlk yapması ahlak ve syas br sorumluluktur. Suriye’den Ukrayna krizine kadar Washington’un ve lider olarak Obama’nın sergilediği ilgisiz, mesafeli ve olup biteni kadere boyun eğer gibi kabullenme politikası tam bir sorumsuzluk örneği olarak görülmektedir. Yanlış anlaşılmaması adına şunu da söylemek gerekir; burada anlatmaya çalıştığımız konu ABD’nin soğuk savaş koşullarındaki gibi güçlü rakiplerine karşı çevrelemeci, zayıflara karşı ise müdahaleci bir tavır izlemesini savunuyor değiliz. Savunduğumuz şey, uluslararası sistemde güç tekelini kaybetse de, hâlâ en güçlü aktör olan ABD’nin kurucu babalığını ve ev sahipliğini yaptığı Birleşmiş Milletler gibi örgütlerin uluslararası toplum adına üstlendiği barış ve güvenliği koruma sorumluluklarını yerine getirmesinde öncü rol oynamasıdır. Bugün eksikliği hissedilen asıl şey aslında tam da budur. Obama Arap Baharını Yönetemedi Arap Baharı sürecinde ABD’nin izlediği politika bu anlamda eleştiriyi hak eden ve Orta Doğu halklarının özgürlük, barış ve demokrasi ümitlerinin yeşerdiği bir tarihsel sürecin heba edilmesine yol açan ya da en azından çok geciktiren bir sonuç doğurmuştur. Zira kendi iç sorunları ve ekonomik krizle uğraştığı gerekçesiyle, 2011 başlarında ivme kazanan Arap halklarının diktatör yönetimlere karşı başlattığı isyanlar karşısında Obama yönetimi çok ihtiyatlı, kararsız ve hatta kendi değerleri ve gelenekleriyle uyuşmayan bir politika izlemiştir. Bu tavır Tunus ve özellikle Mısır’da otoriter liderlerin düşüşünü geciktirmiştir. Libya’da, BM kararlarına rağmen ABD, NATO operasyonlarına katılmamış yalnızca istihbarat desteği vermekle yetinmiştir. Obama’nın, Suriye politikası ise tam bir trajedidir. Defalarca “Beşşar Esed gitmelidir” şeklindeki resmi açıklamalarına rağmen yönetim eylemsel olarak ciddi hiçbir şey yapmamıştır. Özellikle 2013 Ağustos ayında Esed’in muhaliflere karşı kimyasal silah kullanmasına rağmen, Obama’nın acziyet içine düşmesi ve hâlâ Esed yönetimini muhatap alarak Rusya’nın kotardığı bir çözüme razı olması, Obama’nın liderlik anlayışını anlatma adına oldukça öğreticidir. Mısır’da, El-Sisi’nin askeri bir darbeyle seçilmiş bir yönetimi yıkması karşısında, Obama yönetimi demokrasiyi kurtarma adına hiçbir girişimde bulunmadığı gibi, üstü örtülü bir şekilde askeri yönetime destek de vermiştir. Kendisinin Kahire’de 2009 Nisan’ında yaptığı ve Arap dünyasını reform yapmaya ve demokrasiye çağıran tarihi konuşması da hatırlanınca, Obama’nın lider olarak içine düştüğü durum daha iyi anlaşılacaktır. Ancak ortaya, kendine güvenmeyen, ülkesinin değerlerine sadık kalma kaygısı bulunmayan, dünyada yalnızca ABD’nin stratejik çıkarlarına zarar verme potansiyeli olan Çin gibi ülkelere karşı tedbir almakla meşgul olan zayıf ve dar vizyonlu bir başkan imajı veriyor. MAYIS 2014 31 DIŞ POLİTİKA Sorumlu Bir Ricat Politikası Gerekiyor Başkan Obama’nın, ABD’nin dünyadaki rolünün ne olması gerektiğine ilişkin fikirlerine elbette herkes saygı duyacaktır. Hatta emperyal bir gücün uluslararası arenadan çekilmesi, Türkiye dahil pek çok yükselen güç için yeni imkânlar ve fırsatlar da sunmaktadır. Ancak ABD dünya politikasından bilinçli bir şekilde elini eteğini çekerken, boşluk bırakmadan “sorumlu bir ricat politikası” da geliştirmek zorundadır. Zira ani çekilme Rusya’nın, Kırım’ı ilhak politikasında görüldüğü üzere kaba güç kullanarak genişleme eğilimindeki ülkelere geniş manevra alanları açmakta, çatışmalar artmakta ve dünya barışı tehlikeye girmektedir. Amerika’dan beklenen şey şudur: Eğer dünya ile ilişkilerini minimize ederek içe kapanmacı bir siyaset izlemeye başlayacaksa, bunu alenen açıklaması ve küresel yönetişim sisteminin yeniden yapılandırılması için uluslararası topluma çağrıda bulunması gerekir. Hatta yeniden yapılanma konusunda da dünyaya liderlik yapması ahlaki ve siyasi bir sorumluluktur. Sorunun özü şu ki, Obama yönetimi bugün izlediği politikalarla ne dünyanın geleceğine ilişkin tutarlı ve kapsayıcı bir vizyon geliştirmektedir; ne de dünya sistemindeki dönüşümün barışçıl ve sancısız olmasını sağlayacak proaktif bir liderlik sergilemektedir. Kendi bencil çıkarlarına odaklanan, uluslararası toplumun beklentilerine duyarsız kalan ve yapılan haksızlıkları ve adaletsizlikleri görmezden gelen bir hegemon güç ile karşı karşıyayız. Daha kötüsü, ABD’nin müttefiki olan ve Batı hegemonik sisteminin Avrupa ayağını oluşturan ülkelerde de 32 MAYIS 2014 Washington’u uyaracak ve işbirliğine zorlayacak ciddi ve vizyoner liderlik eksikliği had safhada devam ediyor. Batılı ülkeler bugün Almanya’da olduğu gibi büyük koalisyonlar, Fransa’da olduğu gibi silik politikacılar veya İtalya’da olduğu gibi teknokrat kabineler tarafından yönetiliyor. J. Monnet ve H. Kohl veya W. Churchill gibi irade ve vizyon sahibi güçlü liderler ne yazık ki yok. Tam anlamıyla Batı dünyası kaht-ı rical sorunu yaşıyor. Ortaya çıkan sonuç ise Putin gibi, dünyaya kaba güç ve jeopolitik kazanımlar/kayıplar penceresinden bakan otoriter liderlere ve Esed gibi diktatörlere geniş bir manevra alanı bırakılmasıdır. Türkiye’nin Başbakan Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Davutoğlu eliyle son yıllarda BM dahil uluslararası platformlarda her fırsatta dile getirdiği, BM Güvenlik Konseyinin acilen reforma tabi tutulması ve daha adaletli bir dünya için herkesin uluslararası ahlak, hukuk ve siyaset normlarına saygı göstermesine yönelik çağrısı bugünlerde daha iyi anlaşılıyor. Suriye’deki rejimin işlediği insanlık suçlarını görmezden gelenler, Mısır’daki binlerce masum insanın askeri darbe tarafından Adeviye meydanında acımasızca katledilmesini eleştirmekten aciz olanlar, Ukrayna gibi Batı’nın yanı başındaki bir ülkede benzer ihlaller ve oynanan siyasi oyunlar karşısında şimdi o ilkelere tutunarak politikalar geliştirmeye çalışıyorlar. Tüm bunlar bir kez daha bize bugünkü dünyanın en büyük sorunlarından birinin vicdanlı, vizyoner ve adil liderlik açığı, yani kaht-ı rical olduğunu gösteriyor. Dipnot 1 Ian Bremmer, “The Tragic Decline of American Foreign Policy”, National Interest (16.04.2014) IRAK’TA PARLAMENTO SEÇİMLERİ Doç. Dr. Mehmet ŞAHİN SDE Dış Politika ve Uluslararası İlişkiler Programı Koordinatörü 2003 yılında Amerika Birleşik Devletleri’nin işgalinden sonraki süreçte Irak, 30 Nisan 2014 tarihinde üçüncü defa parlamento seçimlerine gidiyor. İşgalin üzerinden 11 yıl geçmesine rağmen Irak bir türlü siyasi istikrarı yakalayamadı. 2003’ten 2011 yılına kadar süren ABD işgali de, ABD’nin 2011 yılında işgali sonlandırması da siyasi istikrarı sağlamadı. ABD’nin işgali sonlandırmasıyla istikrarın sağlanacağını ileri sürenlerin savları aradan geçen sürede doğrulanmadı. Hatta tam tersi, Irak her geçen gün mezhepsel, etnik ve bölgesel çatışmaların içine düştü. Son dönemde Irak’ta yaşananlara baktığımızda 30 Nisan 2014 tarihinde yapılacak parlamento seçimlerinin de istikrar getireceğini söylemek aşırı iyimserlik olacaktır. MAYIS 2014 33 Merkezi Hükümeti arasındaki sorunları çözmediği görülmektedir. Hatta geçen süre içerisinde Erbil’in Bağdat’tan daha da uzaklaştığı rahatlıkla söylenebilir. Tartışmalı bölgeler sorunu, Kerkük’ün statüsü gibi baştan beri gelen sorunlara şimdi petrol satışı ve bütçe krizi gibi yeni sorunların da dâhil olduğu görülmektedir. Bağdat, elinde bulundurduğu petrol geliri sayesinde sahip olduğu gücü korumaya çalışırken, Erbil nerdeyse tüm enerjisini Bağdat’ın etkisinden kurtulmak için harcamaktadır. Tarafların temel anlaşmazlık konusundaki yaklaşımlarına baktığımızda, yakın dönemde uzlaşmanın sağlanmasının en hafif ifadeyle çok zor olduğu görülmektedir. 325 sandalyeli Irak parlamentosunun belirleneceği 30 Nisan seçimlerine Irak hemen hemen hiçbir önemli sorununu çözemeden gitmektedir. Hatta siyasi istikrarsızlığın ve gruplar arasındaki sorunların daha da derinleştiği rahatlıkla söylenebilir. Irak Hangi Sorunlarla Seçime Gidiyor? 1- Mezhepsel Ayrışma/Çatışma: Irak bugün itibariyle her zamankinden daha fazla mezhepsel bir ayrışma/çatışma görüntüsü vermektedir. Iraklılar kendilerini tanımlarken Iraklı olarak değil de daha çok mezhepsel ve etnik kimlikler üzerinden tanımlamaktadırlar. 2005 yılından beri Irak’ta Başbakanlığı elinde tutan Nuri el-Maliki’nin uygulamakta olduğu siyasetin Irak’ı derin bir mezhep krizine sürüklediği görülmektedir. Özellikle Sünnilere karşı uygulanan ayrımcı ve dışlayıcı siyaset, Irak’ın yaklaşık olarak yüzde 20’sini oluşturan Sünni kesimin Bağdat’tan ümidini kesmesine neden olmaktadır. Cumhurbaşkanı eski yardımcısı Tarık el Haşimi örneğinde olduğu gibi Sünni liderlerin etkisizleştirilmeye çalışılması Irak’ta zaten kırılgan olan toplumsal bütünlüğün iyice dağılmasına neden olmaktadır. Seçim sürecinin var olan mezhepsel ayrışmayı daha da derinleştirdiği rahatlıkla söylenebilir. Çünkü söz konusu süreçte mevcut Başbakan Maliki’nin, Irak’ta çoğunluğu oluşturan Şiilerin desteğini alabilmek/sürdürebilmek için zaman zaman Sünni kesimi dışlayıcı bir tavır takınmaktan kaçınmadığı görülmektedir. 2- Erbil-Bağdat Arasında Yaşanan Sorunlar: ABD’nin işgalinden sonra oluşturulan yeni federal anayasanın da Bölgesel Kürt Yönetimi ile Bağdat 34 MAYIS 2014 3- Bölgesel Gelişmelerin Irak’a Yansımaları: Arap Baharıyla birlikte siyasi türbülansa giren Arap Ortadoğusu’ndan Irak’ta nasibini almaktadır. Özellikle Suriye’de dördüncü yılına giren iç savaş artık her geçen gün bölgesel alandaki yıkıcı etkisini artırmaktadır. Bu durum, Irak’ta zaten var olan mezhepsel ve etnik ayrışmaya tuz biber ekmektedir. Bunun en çarpıcı örneğini Irak-Şam İslam Devleti (IŞİD) adlı örgütün hem Suriye’de hem de Irak’taki terör eylemleri oluşturmaktadır. Irak’ta Hangi Önemli Siyasi Oluşumlar Seçime Katılıyor? Şii İttifaklar: 1- Hukuk Devleti Koalisyonu: 2005 yılından beri başbakanlığı elinde bulunduran Maliki liderliğindeki koalisyondur. Irak’taki bugünkü siyasi yapıya baktığımızda seçimlerde en avantajlı konumda gözüken gruptur. Hukuk Devleti Koalisyonu içinde 12 parti ve oluşum bulunmaktadır. Siyasi istikrarın bir türlü sağlanamadığı Irak’ta 2005’ten beri başbakanlığı kimseye kaptırmayan Maliki’nin liderliği bu koalisyon için ciddi bir avantaj sağlamaktadır. 2010 parlamento seçimlerinde elde etmiş olduğu 89 milletvekili ile ikinci olmasına rağmen hükümeti kurmayı başaran Maliki olmuştur. 2010 seçimlerinden bu yana neredeyse Bağdat’ın tüm yetkilerini kendi elinde toplamıştır. 2- Ahrar Kitlesi: Mukteda El-Sadr liderliğinde kurulmuştur. Söylem ve eylemleriyle renkli bir siyasi aktör olan Sadr seçim sürecinden önce siyaseti bıraktığını açıklamıştır. Fakat kitlesi seçime katılacaktır. 3- Milli Reform İttifakı: Eski Şii başbakanlardan İbrahim Caferi liderliğindeki ittifaktır. 4- El-Muvatın: Önemli Şii liderlerden El-Hekim liderliğindeki Irak İslam Yüksek Konseyinin öncülüğündeki ittifaktır. Önemli Şii ittifaklardan biridir. içerisinde katılan parti bu seçimlere diğer önemli Kürt partileri gibi tek başına katılacaktır. KDP ve Goran Hareketi karşısında son seçimlerde başarısız olmuştur. Bu seçimlerde ortaya koyacağı performans merak konusudur. Sünni İttifaklar: Türkmenler: 1- Muttahidun: Sünni kökenli Irak Parlamentosu başkanlığındaki gruptur. Önemli Sünni grupların başında gelmektedir. 2010 seçimlerinde Irakiyye Listesinde seçimlere katılmıştır. Bugün itibariyle 13 siyasi oluşumu bünyesinde barındırmaktadır. Sünni oluşumlar içerisinde en güçlü grup olarak görünmektedir. 1- Irak Türkmen Cephesi: Türkmenlerin en önemli siyasi oluşumu olan Erşat Salihi liderliğindeki Türkmen Cephesi seçimlere Kerkük dışında Usame Nuceyfi liderliğindeki Muttahidun koalisyonuyla katılmaktadır. 2- Irak Ulusal İttifakı: 2010 parlamento seçimlerinde elde ettiği 91 milletvekilliği ile birinci çıkan Irakiyye grubunun lideri seküler Şii lider İyad Allavi’nin liderliğinde oluşan koalisyondur. Bu seçimlere Irak Ulusal ittifakı adıyla girmektedirler. 2010 parlamento seçimleri sürecinde olduğu gibi Allavi liderliğinde oluşan grup ağırlıklı olarak Sünni gruplardan oluşmaktadır. 2010 seçimlerinde olduğu kadar favori gözükmemektedir. 3- Irak Ulusal Diyalogu: Sünni kökenli Başbakan yardımcısı Salih El-Mutlak liderliğindeki koalisyondur. Seçime katılacak olan önemli Sünni oluşumlardan birinidir. Kürt Gruplar: 1- Kürdistan Demokrat Partisi (KDP): KDP, 2013’ün Eylül ayında Bölgesel Kürt Yönetiminde yapılan seçimlerin de ortaya koyduğu gibi en güçlü Kürt partisidir. 2010 parlamento seçimlerine Kürdistan İttifakı içerisinde katılan Mesut Barzani liderliğindeki parti bu seçimlere tek başına katılmaktadır. Seçimler Ne Sonuç Verir? Seçime giderken Irak’taki siyasi tablo ve bölgesel gelişmeler seçim sonuçlarının çok fazla bir şey değiştirmeyeceğini göstermektedir. Tarafların temel anlaşmazlık konusundaki tavırlarına baktığımızda ise Erbil ile Bağdat arasındaki gerilimlerin seçimlerden sonra da devam edeceği anlaşılmaktadır. Her geçen gün artan mezhepsel ayrışmanın/çatışmanın önüne geçmek için seçime katılan önemli siyasi oluşumların ciddi bir çözüm önerisi ortaya koyamadıkları görülmektedir. Hatta seçim sürecinde bazı siyasi oluşumların söz konusu ayrıştırıcı süreçten fayda umdukları bile rahatlıkla söylenebilir. Seçime katılan siyasi oluşumların/koalisyonların mezhepler ve etnik temelli gruplaşmaları Irak’ın geleceğinin ne şekilde olacağını göstermektedir. Ancak, her şeye rağmen serbest seçimlerin yapılabilmesi belki de başarı hanesine yazılacak tek gelişme olacaktır. 2- Goran Hareketi: Bölgesel Kürt Yönetiminde 2013 yılında yapılan seçimlerde ikinci parti olmuştur. Goran Hareketi Kürt bölgesinde her geçen gün artan bir grafiğe sahiptir. Ortaya koyduğu performansla Bölgesel Kürt Yönetimi ve Irak siyasetinde önemli bir siyasi aktör olduğunu göstermiştir. Goran güçlenirken Kürdistan Yurtseverler Birliği zayıflamaktadır. 3- Kürdistan Yurtseverler Birliği (KYB): Önemli sağlık sorunları yaşayan ve hala Almanya’da tedavi gören Irak cumhurbaşkanı Celal Talabani liderliğindeki partidir. 2010 seçimlerine Kürdistan İttifakının MAYIS 2014 35 DIŞ POLİTİKA Ve ardından hızla yayıldı isyan dalgası Cezayir, Ürdün, Yemen, Libya, Bahreyn ve -şimdilik- son durak Suriye. Takvimler 15 Mart 2011’i gösterdiğinde Suriye’nin güneyindeki Der’a kentinde başlayan sokak gösterileri ile “Arap Baharı”na “hoş geldin” diyen Suriye’de söz konusu gösterilerin rejim kuvvetleri tarafından kanlı bir şekilde bastırılması peşi sıra gelen tutuklamalar, işkenceler ile istihbarat teşkilatı El Muhaberat’ın eski karanlık politikalarına dönmesi ile çanlar Suriye için çalmaya başladı. Aradan geçen 3 yıl içerisinde bu hiç de iç açıcı olmayan tabloyu görmek istemeyen Baas rejimi arkasındaki Rusyaİran desteğinin verdiği cesaretle ülkeyi iç savaşa sürükledi. AN IŞ IK S A D IN S A R A İ J E TRAJEDİ ve STRAT İ R E L N E M K R SURİYE TÜ Miray VURMAY GÜZEL Araştırmacı O rtadoğu’dan bahsedilirken kullanılan “kendinden menkul” tanımlamalar vardır. Bunlardan en öznel olanlardan biri hiç şüphe yok ki halk için “sokak”; yönetim için “saray” kelimelerinin kullanılmasıdır. Zira söz konusu Arap ülkelerinin birçoğunda halk ve yönetim arasında gerek sosyal gerek ekonomik anlamda çok büyük uçurumlar vardır. Öyle ki sokaklar ve saraylar adeta farklı zamanlarda hatta çağlarda yaşamlar sürerler. Bir nevi izafiyet teorisinin postmodern pratiği de denilebilir. Başka bir deyişle, zaman mekana ve cismin hareketine göre farklı derinliklerde akar. Bu farklılık beraberinde de kaçınılmaz olarak müzmin 36 MAYIS 2014 bir dengesizlik, istikrarsızlık, kendi içinde değişen derecelerde sistemik kaosları getirir. Söz konusu sistemik kaoslar, yerel olay ve olgulardan direk olarak etkilenip, beslendiği gibi küresel ve bölgesel dinamiklerden, olaylardan da etkilenmektedir. İşte bu sistemik kaoslardan biri ile daha karşı karşıyayız. Arap sokakları kaynıyor. Sokaklar, demokrasi istiyor, adalet istiyor, reform istiyor. Muktedirler ise tahtlarını bırakmamak için direniyor, diretiyor… İlkin Tunus’ta başladı isyan, çeyrek yüz yıllık Zeynel Abidin Bin Ali iktidarı devrildi. Bin Ali iktidarının yıkıldığı sıralarda Mısır’ın Tahrir meydanında dalgalanmaya başladı isyan bayrağı. Ve bugün gelinen noktada Suriye’de “Arap Baharı” sürecindeki en kanlı ve en karmaşık “savaş filmi”ni izliyoruz. Sistem, esnekliğe, reforma, değişime, dönüşüme yanaşmıyor; muhalefet ortak bir paydada buluşup gerçekçi bir vizyon belirleyemiyor; uluslararası sistemin özellikle de Batı’nın çelişkili tavırları, bölge ülkelerinin iç savaşa dolaylı olarak müdahil olması ve son kertede “radikal unsurların” savaşa dahil olarak dinamikleri kökünden sarsması Suriye resmini hızla sürreal bir Picasso tablosuna dönüştürüyor. Bu sürreal ve hatta fena halde sarkastik tablodaki fırça darbelerinden biri de Suriye Türkmenleri. Suriye’deki iç savaşın kızışması ile bir anda hedef haline gelen Türkmenler aynı orantıyla Türkiye’nin de gündemine geldi. Öyle ki hem rejim kuvvetleri hem de El Kaide uzantısı El Nursa ve Irak Şam İslam Devleti IŞİD’in çatışma menzilinde adeta çapraz ateşte kalan Türkmenler, Suriye iç savaşının önemli aktörlerinden biri haline geldi. Suriye’deki Türkmenlere silah ve teçhizat gönderilmesi için yola çıkan MİT’e ait tırların Ocak 2014’te Adana’da jandarma tarafından düzenlen bir operasyon ile durdurulması ile Türkmenler bir kez daha Türkiye gündemine oturdu. Ardından IŞİD’in Suriye’deki Türk toprağı Süleyman Şah Türbesi’nin kuşatması ve Türkmenlerin bu kuşatmaya karşı gösterdikleri sert müdafa, Suriye Türkmenlerini yine, yeniden gündem maddesi haline getirdi. İç Savaşın Küllerinden Doğan “Suriye Türkmenleri” Peki kimdi bu Suriye Türkmenleri? Türkiye kamuoyu Irak Türkmenlerine aşina idi ama Suriye Türkmenleri Böylesine bir trajedi içerisinde sıkışan Türkmenler tam anlamı ile bir var oluş mücadelesi veriyor. Bu bağlamda Türkiye’den beklentileri açık ve net... Türkmenler, Suriye’de oluşacak yeni devlet sisteminde Türkmen kimliğinin ve haklarının yeni anayasa çerçevesinde korunması konusunda Türkiye’den destek bekliyor. Söz konusu beklentileri Türkiye’nin Suriye politikası çerçevesinde büyük oranda karşılanıyor olmasına rağmen, Suriye Türkmenleri’nin hali hazırda ciddi problemleri de yok değil. pek de duyulmuş değildi. Aslına bakılırsa Suriye’de de “resmi” olarak yoklardı ama “fiili” olarak varlardı. Nasıl mı? Şöyle ki, anayasal olarak Suriye’de yaşayan herkes “Suriyeli”dir. Etnik, dini, mezhepsel kimliği yoktur. Varsa da yok olmuştur. Velhasıl kelam Suriye’de nüfus kayıtlarında “Türkmen” olarak geçmedikleri için resmi olarak Türkmenler “yoktur”. Resmi olmayan kaynaklara göre ise, Suriye’de 3.5 milyon kadar Türkmen yaşıyor. Hem de binlerce yıldır bu topraklarda yaşıyorlar. Türkmenlerin bugünkü Suriye topraklarına gelişleri 11. yüzyıl başlarına kadar dayanıyor. Büyük Selçuklu Devleti’nin 1040 yılında Gazneliler ile yaptığı Dandanakan Savaşı sonrası bölgeye gelen Türkmenler, 1078’de Suriye Selçuklu Devleti’ni kurarak uzun yıllar bu bölgede yaşadılar. Ünlü Selçuklu komutanları Atsız ve Tutuş’un hakimiyetlerinin ardından Musul Atabeyi Nureddin Zengi’nin idaresine giren Suriye’de, onun ölümünden sonra kontrolü Zengi’nin komutanlarından Selahaddin Eyyubi sağladı. Ondan sonra ise Suriye, yine bir Türk devleti olan Memlukluların hakimiyetine girdi. Bölgenin son Türk hakimi ise Yavuz Sultan Selim’in 1516’da Mısır seferi sırasında Suriye’yi ele geçirmesiyle birlikte Osmanlı İmparatorluğu oldu. 1918 yılına kadar 402 yıl MAYIS 2014 37 çalıştığı bu toplumsal tabanın komünist rejimlerdeki gibi “seri üretim” yani tek tip bir toplum olması için uğraşıyordu. Yani amaç ulus inşası anlamında “tek bir Suriyeli kimliği” değil, “tek tip Suriyeli” idi. İşte bu “Tek tip Suriyeli” kimliği politikasından diğer etnik, dini ve/veya mezhepsel gruplar gibi Türkmenler de nasibini fazlası ile aldı. Hafız Esad 30 yıllık iktidarının adeta parolası olan “Büyük Suriye Ütopyası” bağlamında oluşturmaya çalıştığı “Tek Suriyeli Kimliği” politikası çerçevesinde, Türkmenleri asimile ederek “Araplaştırma” politikası izledi. Osmanlı İmparatorluğu’nun egemenlik alanlarından olan Suriye, bu dönemde Osmanlı’nın stratejik konumu nedeni ile özel önem atfettiği bölgelerden biri oldu. Osmanlı İmparatorluğu döneminde önemli bir ticaret ve kültür merkezi olan ve bugün de Suriye Türkmenlerinin yoğun olarak yaşadığı Halep şehri, Milli Mücadele döneminde ilkin “Misak-ı Milli” sınırları içerisine dâhil edildi. Hatta “Kuvva-yı Milliye” birlikleri bölgede konuşlandırıldı ancak, 1920’de Fransa ile imzalanan Ankara Anlaşması uyarınca Halep, Suriye ile birlikte Fransız mandasına bırakıldı. Böylece, her ne kadar 1939 yılında Hatay anavatana katılmış olsa da, en az Hatay kadar yoğun bir Türkmen nüfusuna sahip olan Halep, Suriye topraklarında bırakıldı. Fransız mandası döneminde varlıklarını ve kimliklerini sürdüren Suriye Türkmenleri, 1936 yılında Fransa’nın bölgedeki hakimiyetinin zayıflaması ile birlikte baskılara maruz kalmaya başladı. Hatay’ın Türkiye’ye katılması sırasında ve sonrasında, Suriye sınırları içerisinde kalan Türkmenlere ilişkin hiçbir görüşme ya da anlaşma yapılmamış olması, bölgede yaşayan Türkmenlerin hukuki statülerini 38 MAYIS 2014 belirsizleştirdi. Bu belirsizlikten faydalanan Suriye yönetimleri de Türkmenlere yönelik önce baskı, ardından da asimilasyon politikalarını uygulamaya koydular. Bilindiği üzere Suriye ulus-devlet olarak doğmamıştır. Üstüne üstlük Suriye birçok Ortadoğu ülkesinde olduğu gibi son derece karmaşık bir etnik, dini ve mezhepsel bir yapıya sahiptir. Suriye’nin mevcut demografik ve siyasi yapısının altında şüphesiz ki Hafız Esad imzası vardır. İktidara geldiği 1971’den itibaren kendisine bağlı, bağımlı bir Suriye devleti yaratmak isteyen Esad, bu bağlamda ilkin Suriye’yi devletleştirmeli, bunun için de Suriyeli bir kimlik yaratmalıydı. Ancak bu kimlik modern anlamdaki ulus kimlikleri gibi olmamalıydı. Devlete bağlılık esas olacaktı ama asıl amaç kişisel anlamda lidere bağ(ım)lılık olmalıydı. Zira Hafız Esad’ın iktidarı boyunca, tek bir Suriyeli kimliği oluşturma politikasının altında yatan yegane amaçlardan biri rejimi/sistemi ya da diğer bir ifade ile Esad’ın kişisel egemenlik sisteminin toplumsal tabanını genişletme gayesidir. Esad, genişletmeye İzlenen bu Araplaştırma politikası çerçevesinde ilk olarak köylerin isimleri değiştirildi akabinde ise coğrafi olarak dağınık olmaları için Türkmen bölgelerinin arasına Arap nüfusu yerleştirildi. Her türlü siyasal, kültürel ve sosyal haklardan yoksun bırakılan Türkmenler korku kültürüne hapsedilerek aralarında örgütlenemedikleri için kimliklerini korumakta güçlük çektiler. Açıkça söylemek gerekirse söz konusu baskı ve tehdit merkezli dönem içerisinde “Türkmen” olmak Türkmenler için hiçbir şekilde gelecek vaat etmiyordu. Aksine sistem her şekilde “Suriyeli” üst kimliğini dayatıyordu. Böylesine bir süreçten ve süzgeçten geçen Suriye Türkmenleri özellikle dil konusunda büyük oranda Araplaştılar. Eğitim sisteminin katı bir şekilde Arap/Suriye milliyetçiliği ile örülü olması özellikle şehir merkezlerinde yaşayan Türkmenlerin kimlik karmaşası yaşaması üzerinde oldukça etkili oldu. Kırsalda yaşayan Türkmenler ise görece daha “kendi hallerinde” oldukları için resmi olarak değil ama gayri resmi olarak Türkçe’yi kullanmaya devam ettiler. Evliliklerin de daha ziyade Türkmen topluluğu arasında olması da kimliğin korunmasına bir nebze de olsa vesile olmuş denilebilir. Suriye’nin “Türkmen Haritası” Suriye’deki Türkmenlerin demografik yapısına baktığımızda ise ilginç bir harita ile karşı karşıya kalıyoruz. Bayat, Avşar, Karakeçili, İsabeğli, Musabeğli, Elbeyli, Akar, Hayran, Çandırlı, Sincar, Bayır-Bucak başta olmak üzere birçok Türkmen boyu yaşadığı Suriye’de oldukça dağınık bir coğrafi kümelenme görülüyor. Halep, Lazkiye, Humus, Hama, Şam, Tartus, İdlib, Rakka ve Der’a vilayetlerinde yaşayan Türkmenler görüldüğü üzere neredeyse tüm Suriye’ye yayılmış durumdadır. Türkmenlerin sosyal yapılarına baktığımızda ise coğrafi yapılarının bir izdüşümü sayılabilecek şekilde bir dağınıklık görmekteyiz. Nitekim yer yer köylerde, kırsal bölgelerde yaşayan, eğitim seviyesi düşük, tarımla, hayvancılıkla geçinmeye çalışan Türkmenler olduğu gibi; şehirlerde yaşayan, iyi eğitim almış, memur ya da esnaf ve hatta iş adamı statüsünde olan Türkmenler de mevcuttur. Siyasal gelişime baktığımızda ise açıkçası pek bir “gelişme” ile karşılaşamıyoruz. Yukarıda değinilen nedenlerden dolayı uzun yıllar siyasi ve sosyal baskılara maruz kalan Türkmenler arasında siyasal bir milliyetçilik gelişmemiştir. Ancak iç savaşın başladığı 2011’den itibaren, gerek oluşan konjonktürel zemin gerekse de Türkiye’nin örtülü/ açık desteği ile Türkmenler arasında tepkisel ve kültürel bir milliyetçilik gelişmeye başlamıştır. Bu yeni filizlenen “durum” Suriye Türkmenlerinin iç savaşın küllerinden -yeniden- doğmasına imkan sağlamıştır. Suriye’nin toprak bütünlüğünü savunan ve haklı olarak bu bütünün onurlu bir parçası olmak isteyen Türkmenler yeni Suriye’de “siyasi kimliğini kazanmış, güçlü bir siyasi/ toplumsal aktör” olmayı hedefliyor. Şimdilerde trajedi ve strateji arasında sıkışmış bir görüntü veren Türkmenler, Türkiye’nin de yardım ve desteği ile stratejik yapılanmaya giderek; her şeyden önemlisi gerçekçi ve pragmatik adımlarla kurumsallaşma sancılarını aşabilirse örgütsel aidiyet kaosunu bertaraf etmiş olacaktır. İşte o zaman Suriye’deki halklar için “kendi kaderini tayin etme vakti” geldiğinde Suriye Türkmenleri “ben de varım” diyebileceklerdir. MAYIS 2014 39 Demokratik Türkmen Hareketi’ni kurmuştur. Suriye Türkmen Kitlesi’nden ayrılan ve Türkiye’de yaşamakta olan Suriyeli Türkmenler tarafından kurulan Suriye Demokratik Türkmen Hareketi, Halep merkezli bir harekettir. Siyasi örgütlenmenin yanı sıra Hareket’e bağlı olarak Halep’te kurulan askeri birlik ve yine Halep’te faaliyet gösteren insani yardım merkezleri ile Suriye Türkmenleri Sesi Radyosu bulunuyor. Suriye Türkmenleri Platformu Suriye Türkmen Platformu da diğer hareketler gibi 2012 yılında Türkiye’de yaşayan Suriye Türkmenleri tarafından kuruldu. Platform, 15 Aralık 2012’de Türkiye Dışişleri Bakanlığı’nın ev sahipliği yaptığı Suriye Türkmenleri Platformu 1. Toplantısı ile mevcudiyetini ilan etti. Sonuç Yerine Trajedi ve Strateji Arasında Suriye Türkmenleri Suriye Türkmenleri hali hazırda Esad rejimine karşı hareket eden muhalif kanadın içinde yer almaktadır. Gerek Özgür Suriye Ordusu içerisinde gerekse de el yordamı ile kurdukları “dağ birlikleri” çatısı altında askeri yapılanma içerisinde de yer alan Suriye Türkmenleri ciddi anlamda kayıplar vermiştir. Hem siyasi hem de askeri kanatlarda bulunan Türkmenler ya öldürülmüş ya da rejim tarafından tutuklanmıştır. Bu süreç içerisinde sadece Esad rejiminin değil zaman zaman El Nursa ve IŞİD’in de hedefinde yer almaktadır. Karşılıklı çatışmalar haricinde masum, sivil halk üzerinde de ciddi baskılar söz konusudur. Türkmen köyleri basılmakta, varil bombaları ile ayırım yapmaksızın halk hedef alınmaktadır. Böylesine bir trajedi içerisinde sıkışan Türkmenler tam anlamı ile bir var oluş mücadelesi veriyor. Bu bağlamda Türkiye’den beklentileri açık ve net... Türkmenler, Suriye’de oluşacak yeni devlet sisteminde Türkmen kimliğinin ve haklarının yeni anayasa çerçevesinde korunması konusunda Türkiye’den destek bekliyor. Söz konusu beklentileri Türkiye’nin Suriye politikası çerçevesinde büyük oranda karşılanıyor olmasına rağmen, Suriye Türkmenleri’nin hali hazırda ciddi problemleri de 40 MAYIS 2014 yok değil. Her şeyden önde Türkmen toplumu sosyal, siyasal ve askeri örgütlenme açısından oldukça zayıf bir durumda. Her ne kadar Türkiye ve Suriye merkezli olarak kurulmuş yapılar mevcutsa da söz konusu yapıların örgütlenme aşamasında karşılaştıkları “kurumsal sancılar” bir takım sorunları da beraberinde getirdi. Sonuç itibari ile de karşımızda dağınık bir siyasi yapılanma bulunuyor. Açıkça görüldüğü üzere Suriye Türkmenleri siyasi tecrübesizlik, lider/önder yoksunluğu, dağınık coğrafi ve demografik yapı ve iç savaşın kendine has dinamikleri nedeni ile 3 yıllık süreç içerisinde ideal anlamda organize olmuş, ortak bir vizyon belirleyebilmiş değil. Bugün gelinen noktada tek bir çatı altında örgütlenme ve bu çerçevede sistematik bir şekilde siyasallaşma Türkmenlerin varlığı ve geleceği için adeta ölüm kalım meselesi halini almıştır. Zira Suriye’deki mevcut kaos cümleleri içerisinde “nesne” olan Türkmenler; bundan böyle söz konusu cümlelerin “öznesi” haline gelmelidir. Sonuç itibari ile kendiliğinden gelişen bir olaylar zinciri sonucu yine spontane şekilde örgütlenmeye çalışan Türkmenlerin ciddi anlamda bir yol haritasına ihtiyaçları var. Siyasi egoların, hiziplerin bir kenara bırakılarak gerçekçi ve pragmatist yaklaşımların benimsenmesi en akılcı hareket olacaktır. Bu bağlamda yol haritasının ilk durağı siyasallaşma sürecidir. Bu süreçteki temel strateji belirli bir disiplin ve örgütlenme hiyerarşisi içerisinde kurumsallaşmaktır. Türkmen yol haritasının ikinci durağı ise sosyal ve kültürel örgütlenme olmalıdır. Ancak bu çerçevede kurulacak, kurumsallaşacak sivil toplum örgütleri ile Türkmenler arasındaki zayıf bağlar kuvvetlendirilebilir. Sözün özü bugün ya da yarın, er veya geç Suriye yeniden kurulacak/kurgulanacak. Suriye’nin toprak bütünlüğünü savunan ve haklı olarak bu bütünün onurlu bir parçası olmak isteyen Türkmenler yeni Suriye’de “siyasi kimliğini kazanmış, güçlü bir siyasi/toplumsal aktör” olmayı hedefliyor. Şimdilerde trajedi ve strateji arasında sıkışmış bir görüntü veren Türkmenler, Türkiye’nin de yardım ve desteği ile stratejik yapılanmaya giderek; her şeyden önemlisi gerçekçi ve pragmatik adımlarla kurumsallaşma sancılarını aşabilirse örgütsel aidiyet kaosunu bertaraf etmiş olacaktır. İşte o zaman Suriye’deki halklar için “kendi kaderini tayin etme vakti” geldiğinde Suriye Türkmenleri “ben de varım” diyebileceklerdir. Bugün Suriye Türkmenlerinin kurmuş olduğu Suriye Türkmen Kitlesi, Suriye Demokratik Türkmen Hareketi ve Suriye Türkmenleri Platformu adı altında 3 ana siyasal hareket göze çarpıyor. Mevzuyu daha net bir şekilde anlamak için gelin söz konusu siyasi yapılara yakından bakalım. Suriye Türkmen Kitlesi 2012 yılında Türkiye’de yaşayan Suriye Türkmenleri tarafından kuruldu. Suriye Türkmenlerinin kurmuş olduğu ilk örgütlü yapıdır. Genel itibari ile Lazkiye merkezli bir hareket olarak biliniyor. Yine Lazkiye merkez üs olmakla birlikte askeri birlikleri ve çeşitli şehirlerde sosyal yardım merkezleri bulunuyor. Suriye Demokratik Türkmen Hareketi Türkiye’de kurulu bulunan Suriye Türkleri Derneği, 2012 yılında siyasallaşma kararı alarak Suriye MAYIS 2014 41 DIŞ POLİTİKA Soğuk Savaş sonrası Ruslar brçok toprağını kaybetmşt. Br süre duraklama ve düşüş dönem yaşayan Rusya, Putn le yenden geleneksel Büyük Rusya stratejsn ele alarak gerçekleştrmeye başladı. Başkan Putn, Mayıs 2012 başkanlık seçmn kazandıktan sonra “bana 20 yıl vern, ben sze kudretl br Rusya vereym” dyerek “Rusya Rüyası”nı göstermşt. UKRAYNA KRİZİ ve RUSYA-ÇİN İLİŞKİLERİ Doç. Dr. Erkin EKREM SDE Uzmanı Rusya’nın Ukrayna Üzerindeki Çıkarları R usya geleneksel jeostratejisine göre, Büyük Rusya, sıcak deniz ve limanlara sahip olmakla ancak gerçekleşir. Yayılma yönü ise Asya Pasifik, Hint Okyanusu ve Akdeniz’dir. Bu stratejik anlayış, Rus Çarı Büyük Petro ile birlikte başlamış ve karasal güçten deniz gücüne doğru yol almıştır. Ruslar, çıkış yolu bulmak için Baltık Denizi’nde İsveç ile 21 yıl (1700-1721) savaşmış ve sonunda muradına ermiştir. İsveç de Avrupa güçlerinin liste- 42 MAYIS 2014 sinden silinmiştir. Ruslar, Karadeniz’den Akdeniz’e ulaşabilmek için önce 1774 yılında Kırım Hanlığını Osmanlı himayesinden çıkartmış, ardından II. Katerina’nın emriyle 1783 yılında Kırımı işgal ederek Akdeniz’e çıkış için önemli bir üs hazırlatmıştı. Çarlık Rusyası, Deniz Kuvvetleri’ni döneminin en güçlü donanması haline dönüştürmek için büyük çabalar göstermişti. Neticede Ruslar Akdeniz’e ulaşmış ve Avrupalı güçlerle yarışabilecek kadar güçlenmiş ve Ortodoksların koruyuculuğunu üstlenerek Küdüs’te merkez edinmeye çalışmıştı. Ancak, yaşanan Kırım Savaşı (4 Ekim 1853 - 30 Mart 1856) ile Rusların emelleri de suya düşmüştü. Ruslar bu mağlubiyetten ders çıkarmaya çalışmış ve Doğu’ya yönlenmeye başlamıştı. Ruslar Sibirya’yı işgal ederek, Uzakdoğu bölgesine, Asya Pasifik’e çıkış yolunu sağlamış; Orta Asya ve Mançu İmparatorluğu’na (1644-1911) ait bazı toprakları ilhak etmişti. Böylece batıda kaybettiklerini doğuda telafi etmeye çalışmıştı. Ruslar Orta Asya’dan Hint Okyanusuna inmeye çalışırken Britanya’nın karşı koymayasına uğramış ve “Büyük Oyun” (1850-1899) yaşanmıştı. 1904-1905 yıllarında Rusya-Japonya savaşında, Ruslar Uzakdoğu bölgesinin bir kısmını kaybetmişti. Bu kayıplar, İkinci Dünya Savaşı esnasında Kahire Konferansı, Tahran Koferansı ve Yalta Konferansı masasında Sovyetler lideri Stalin’in çabasıyla geri alınmıştı. İkinci Dünya Savaşı sonrasında Sovyetler büyük ve güçlü bir devlet olarak dünya tarihinde yer almaya başlamıştı. Ruslar, Büyük Petro’nun gösterdiği Büyük Rusya olma stratejisini gerçekleştirebilmek için sadece Batı ve Doğu arasında gidip gelen kayıp veya kazanç hesapları ile yetinmemiş, aynı zamanda yükselişini önemli stratejik düşüncelerle pekiştirmişti. Örneğin; Aleksandr Suvorov, Mihail Kutuzov, N. V. Medem, Mikhail Bogdanovich, Dmitry Milutin, D. A. Maslovskii, Aleksandr A. Neznamov, General Colvin, General Alekseev, Mikhail Vasilyevich Frunze, Mikhail Tukhachevsky ve Georgi Konstantinovich Zhukov gibi şahsiyetler bu stratejik düşüncenin uygulayıcılarıdır. Bütün bu çalışmaların bir sonucu olarak Sovyetler Birliği artık kara ve deniz güçlerine sahip küresel bir güç idi. Ancak bu durum çok uzun sürmemiş, Soğuk Savaş sonrası Ruslar birçok toprağını kaybetmişti. Bir süre duraklama ve düşüş dönemi yaşayan Rusya, Putin ile yeniden geleneksel Büyük Rusya stratejisini ele alarak gerçekleştirmeye başladı. Başkan Putin, Mayıs 2012 başkanlık seçimini kazandıktan sonra “bana 20 yıl verin, ben size kudretli bir Rusya vereyim” diyerek “Rusya Rüyası”nı göstermişti. Soğuk Savaş sonrası AB’nin genişlemesi ve NATO’nun etki alanını doğuya doğru kaydırması ile Rusya’nın bölgedeki stratejik yaşam alanı daralmış ve stratejik tehdit altında kalmıştır. ABD ve NATO güçlerinin Rusya’nın batı komşusu olan ülkelerde füze savunma sistemini tesis etmeleri, Moskova’nın ciddi bir tehdit altında olduğu algısını uyandırmıştır. Beyaz Rusya ile Ukrayna’nın Batı saflarına geçmemesi Rusya’nın tehdit algısını az da olsa giderebilmekteydi. Bu iki ülke aynı zamanda Rusya’nın Batı’ya karşı bir tampon bölgesi rolünü de üstlenmekteydi. Ancak Ukrayna’da, 2004 yılında, Batı yanlısı bir hükümetin iş başına gelmesi ve Rusya’nın Karadeniz Donanması’nın merkez üssü olan Kırım üzerinde Rusya’ya karşı durması, Rusya’nın menfaatleriyle bağdaşmıyordu. Özellikle, hükümetin, Kırım’ın özerk statüsünü koruma gayreti, Rus kökenlilerin özerklik veya bağımsızlık taleplerini engellemeye çalışması ve Rusya’nın Kırım’daki askerî varlığı ile ilgili müzakerelerde imtiyaz vermemesi, bununla birlikte Kiev’in AB ve NATO üyeliğinin gündeme gelmesi ve Batılı güçlerinin Ukrayna’da etkili olması sonucunda Rusya, Kırım’daki üslerini koruyamamak ve Batılı güçlerle karşı karşıya gelmek tehlikesiyle yüz yüze gelmiştir. Ukrayna’da Rusya yanlısı bir hükümetin bulunması, Ukrayna’nın BDT ve Avrasya Birliği’ne dâhil edilmesiyle Rusya’nın Kırım’daki üslerinin korunması ile Karadeniz’de stratejik üstünlüğü kazanarak Suriye’deki Tartus üssü ile bağlantılı ve stratejik destekli hale gelmek Moskova’nın planıdır. İl defa 19671992 yılları arasında oluşturulmuş olan Sovyetlerin Akdeniz filosunun 5 Nisan 2013’te tekrar kurulduğu beyan edilmişti. ABD’nin Altıncı Filosu’na karşı, Akdeniz’de Rus varlığının sağlanması için kurulan Rusya Akdeniz filosu, Rusya’nın Karadeniz Donanma Üssü’nden (Kırım) gelen destek ile Eylül 2013’te ABD ve Batılı güçlerin Suriye’ye savaş hazırlığı için gelen savaş gemilerini engellemeye çalışmıştır. Bu askerî güç ve Moskova’nın diplomasi girişimleri so- MAYIS 2014 43 ABD ve Batı’nın yaptırımı ağırlaşırsa ya da uzun sürel olursa, Rusya’nın ekonomsne özellkle enerj sektörüne büyük zarar vereblr, sonuçta Başkan Putn’n Büyük Rusya rüyasının gerçekleşmesn engelleyeblr. Bu bağlamda Çn le hem bölgesel güvenlk alanında hem de ekonom ve enerj konusunda cdd ve sağlam lşklern oluşturulması ve var olan lşklern güçlendrlmes gerekmektedr. nucunda Suriye savaşı durdurulmuştur. Rusya, bu manevrasıyla, Akdeniz’de hala var olduğunu ispat etmiş, Afrika ve Ortadoğu’daki çıkarları korumak ve Avrupa’ya baskı yapabilmek için önemli bir güç gösterisinde bulunmuştur. Batılı güçlerin Akdeniz’deki askerî tatbikatına karşı Rusya, Çin ile Akdeniz açıklarında ortak askerî tatbikat düzenlemektedir. Rusya, Akdeniz ve Karadeniz’deki çıkarlarını koruyabilmek için, Kırım’ın Rusya’ya bağlanmasının ve Ukrayna’nın Karadeniz’e sınırının kalmamasının şart olduğunu düşünmektedir. Karadeniz’den arındırılmış olan Ukrayna’nın NATO için de stratejik ehemmiyeti kalmayacaktır. Rusya da tam anlamıyla Karadenizli bir ülkeye dönüşerek bütün imtiyazları ele geçirecek ve Batılı güçleri uzaklaştırabilecektir. Böylece, Rus petrol ve doğal gaz boru hattı da Ukrayna’nın şantajına uğramadan Avrupa’ya ulaştırılabilecektir. Ukrayna’nın doğu bölgelerindeki Rusya yanlısı ayrılıkçı faaliyetler, Rusya’nın bu bölgede etkisinin artmasına ve en önemlisi bu bölgelerin güneyinde bulunan Karadeniz sahasının denetim altına alınmasına imkân sağlamaktadır. Bununla birlikte, 2008 yılında Rusya’nın düzenlediği Gürcistan askerî operasyonu esnasında bağımsızlığını ilan eden Abhazya bölgesi de Ukrayna’nın Karadeniz’den arındırılması için stratejik konumdadır. Ukrayna’nın batısında, Moldova’nın Rusya yanlısı ayrılıkçı bölgesi Transdinyester’in ve Ukrayna’ya bağlı olan Odessa kentinin da bağımsızlığını ilan etmesi ile Rusya Ukrayna’yı batı tarafından Karadeniz’den kopartmış olacaktır. Bu stratejik durum gerçekleştiği takdirde Ukrayna ülkesi kendisini Rusya’nın kucağında bulacaktır. Çin’in Ukrayna Üzerindeki Çıkarları Rusya’da, 1996 yılındaki Savunma Yasası’na göre, dış düşmanın istilası, toprak bütünlüğünün ve egemenliğin tehdide uğraması ve uluslararası barış güçlerinde görev alınması gibi durumlarda askeri 44 MAYIS 2014 kuvvetleri yurtdışına gönderebilme yetkisi tanınmıştır. 2008 yılındaki Gürcüstan askerî operasyonunun ardından, 2009 yılında Savunma Yasası’nda bazı düzenlemeler yapılmıştı. Bu düzenlemelere göre, Rusya’nın yurtdışındaki üsleri ve uluslararası platformda görev yapan birlikleri saldırıya uğradığında, yurtdışında yaşayan Rus vatandaşlarının korunmasında ve deniz korsanına karşı deniz trafiğinin güvenliğinin sağlanmasında yurtdışına Rus kuvvetleri gönderilebilecektir. Ukrayna’ya bağlı Kırım Özerk Cumhuriyeti’nin işgali de bu yasayı gerekçe göstermektedir. Rusya bu uygulamasıyla, bir iç hukuk düzenlemesinin uluslararası soruna müdahale etmekte kullanılmasının çarpıcı bir örneğini göstermiştir. Rusya ile stratejik işbirliği ve ortaklık ilişkisi olan Çin’in diplomasi prensibi ise, Ukrayna’nın iç işlerine karışmamak, egemenliğine ve toprak bütünlüğüne saygı göstermek şeklindedir. Çin’in bu tutumu Çin’in Üç Aşamalı Stratejik Kalkınma Planı’nın politik uygulaması ile iligilidir, yani, yurtiçinde istikrarın ve dünyada da barışın sağlanmasıdır. Bu nedenle Pekin tarafı, Rusya’nın Kırım’ı ilhakı hakkında muğlâk bir söylem kullanmak suretiyle kendi tutumunu beyan etmiştir. Ukrayna’ya kuvvet kullanımına ilişkin Rusya’ya parlamentosundan onay çıktıktan sonra, 3 Mart’ta Çin Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Qin Gang, Çin’in daima diplomasi ilkelerini ve uluslararası ilişkilerin temel normlarını sürdürme niyetinde olduğunu, aynı zamanda Ukrayna sorununun tarihsel boyutunu (Lishi Jingwei) ve mevcut durumun karmaşıklığını da göz önünde bulundurmakta olduğunu beyan etmişti. Sözcü Qin Gang şunları da vurgulamıştır: “Çin tarafı hem ilkelere bağlı kalmaktadır hem de gerçeklere önem vermektedir. Çin’in tutumu; objektif, tarafsız ve adil olmak, barışı sürekli kılmaktır”. Pekin’in belirttiği ‘gerçekler’in ne olduğu anlaşılamamaktadır. Bu ifade eğer Rusya’nın Kırım’ı ilhakını doğrulatma niyeti taşıyorsa, söz konusu durum Çin’in diplomasi ilkesi ile ters düşmektedir; eğer değilse Rusya’nın Kırım’ı ilhakı haklı olacaktır. Çinli sözcünün “gerçekleri” her halde “tarihsel boyutu” ile ilişkilidir. 4 Mart’ta sözcü Qin Gang “tarihsel boyut” ifadesine açıklık getirmiş: “Ukrayna sorununun tarihsel boyutu, Ukrayna’nın ve bu bölgenin tarihi üzerinde geri dönüşlü bir inceleme yapıldıktan sonra anlaşılır. İlgili tarih hakkında malumata sahip olduktan sonra Çin tarafının ne demek istediği anlaşılacaktır”. Çin tarafı herhalde 337 yıllık Ukrayna’nın Rusya ile birleşme tarihinden söz etmektedir. Ya da Rusya’nın Kırım işgalinin 230 yıllık tarihini işaret etmektedir. Çin’in bu tür pragmatik diplomasisi, Çin ile sınır ve toprak ihtilafı olan ülkelerle müzakerelerde de uygulanmaktadır. Çin tarafı bu ihtilafa çözüm getirirken uluslararası hukuk ve normları değil, daima tarihsel argümanı kullanmaktadır. Bu bağlamda Rusya’nın Kırım’ı ilhakı ve ilerde geleneksel stratejisini uygulaması Çin açısından haklı görülecektir. Ukrayna, Sovyet dönemindeki silah üretim bölgesi idi. Kırım ise Ukrayna’nın silah üretim merkezi idi. Çin, 20 yıldan beri Ukrayna ile silah ticaretini sürdürmektedir. Çin-Ukrayna arasındaki en büyük silah ticareti Kırım’ın Feodosia kentinde üretilen ZUBR sınıflı hovercraft olup, Çin’in çıkartma gemisi üzerindeki eksikliğini tamamlamaktadır. Anlaşmaya göre, Ukrayna tarafı 2 adet üretecek ve Ukrayna’nın desteğiyle Çin tarafı da 2 adet üretecektir. Çin uçak gemisinin kazan üretim ve tasarımında Kırım’ın Sebastopol kentinde bulunan Ulusal Admiral Makarov Gemi İnşaası Üniversitesi’nin yardımı olmuştu. Söz konusu Varyag Gemisi’nin (Liaoning Uçak Gemisi) kazan tasarımına bu üniversitesinin elemanları iştirak etmiştir. Kazan üretimi, daha önce Ukrayna’nın Ivano-Frankivsk kentindeki kod adı 63 olan fabrikada yapılıyordu. Bu fabrikada çalışan bazı elemanlar Çin’de üretim faaliyetlerine katılmıştı. Çin aynı zamanda Kırım’ın Sebastopol kentinde bulunan Chernomorets Merkez Tasarım Bürosu ile türbin motor üzerinde işbirliği yapmıştır. Varyag Gemisi’nin türbin motor ile ilgili bakım kılavuzu da Çin’e satılmıştı. Çin’in UGT-25000 gaz türbinli motorunun üretiminde de Ukrayna’dan yararlanılmıştır. Ukrayna’nın Nikolaev kentinde faaliyet gösteren Zorya-Mashproject fabrikası söz konusu motorun parçalarını temin etmektedir. Çin Deniz Kuvvetleri’nin ZUBR sınıflı hovercraftın tasarımı Çin tarafına aittir, ancak, 80 tonajlı hovercraftın UTG-6000 gaz türbin motoru Nikolaev kentinde üretilmektedir. Kırım’ın Saki kentindeki Nitka üssü, yani Sovyetler dönemindeki Donanma Uçak Gemisi Pilot Eğitim Merkezi Çin’in ilgisini çekmişti. 1990’lı yıllarında Çin uzmanları bu merkezden T10K (Su33) ve Su25UTG uçak gemisi eğitim uçaklarını satın almıştı. Çin’in ürettiği JL9 ve JL 10 tipli uçak gemisi savaş uçağı belki bu satın alma faaliyeti ile ilgili olabilir. Çin, Varyag gemisinin iç donanımı ile birlikte uçak gemisi savaş uçağı pilotları yetiştirecek merkezini de kurmuştur. Ukrayna’nın Birleşik Ivchenko Progress fabrikasının ürettiği turbofan motoru Çin’in L15 eğitim uçağında ve TV3-117VMA turboşaft motoru Çin’in Mi17V5 helikopterinde kullanılmaktadır. Çin’in Mi17V7 helikopteri ise Ukrayna’nın Birleşik Motor Sich fabrikasının üretiği KV-2500 turboşaft MAYIS 2014 45 Rusya’nın Kırım’ı lhakı ve buna karşı ABD ve Batılı ülkelern zayıf kalması aynı zamanda ABD’nn hegemonyasının etksz kaldığını göstermektedr. Buna dell olarak, Rusya’nın 2008 yılında Gürcstan’a düzenledğ askerî operasyonu ve 2013 yılında ABD ve Batılı güçlern Surye saldırısının engelleneblmesn de göstereblrz. motorunu kullanmaktadır. Bu motorların bakımı Ukrayna Lugansk Havacılık Bakım Fabrikası tarafından yapılmaktadır. Bu fabrika Çin’in Rusya’dan satın aldığı Sovyetlere ait helikopterlerin bakımını yapmaktadır. Çin’in Ka27 ve Ka18 helikopterleri ile Ka32 sivil helikopterinin bakımı da Kırım’daki Sebastopol-57 kentinin Uçak Bakım Tesisi’nde yapılmaktadır. Çin’in Rusya’dan satın aldığı Su27 savaş uçağının ömrünü uzatma ve bakımını yapma işleri Zaporozhye kentinin MigRemont Company’da gerçekleşmişti. Çin artık bu tür uçaklarının bakmını yapabilecek durumdadır. Bunlarla birlikte Çin tanklarında kullanılan 6TD2 motoru, Lorta Lviv State Plant’in üretiği S300PMU1 karadan havaya füzelerinin bazı parçaları (DD-91 ve DD-92 Serisi Çalışma Dosyası, 36D6-M radar), ve Zhytomir kentindeki Promin Fabrikasının ürettiği S300PMU/PMU1 füzesinin radyo sisteminin bakımı hep Ukrayna ile ilişkilidir. Çin’in Ukrayna ile gerçekleştirdiği askerî ticaret Çin Deniz Kuvvetleri’nin modernleşmesine büyük katkılarda bulunmuştur. En önemlisi Varyag (Liaoning) Gemisinin haritasını ele geçirmekle hurdaya dönüşen Varyag Gemisinin onarımını tamamlayarak Çin’in ilk uçak gemisi vücuda getirilmiştir. Varyag Gemisi için üretilen j15 savaş uçağı da Ukrayna ile yapılan ticaretin neticesinde gerçekleşmiştir. Çin bununla kalmamış aynı zamanda Ukrayna’yı tahıl üretim üssü olarak görmüştür. Çin, Ukrayna’da büyük araziler kiralamış, böylece Ukrayna Çin’in yurtdışındaki en büyük çiftliği haline gelmiştir. Ayrıca Çin’in Ukrayna’da 22.2 milyar dolarlık yatırımı vardır. 46 MAYIS 2014 Ukrayna krizinin devam etmesi ve ilerde parçalama ihtimali Çin’in bu ülke üzerindeki çıkarlarına belli ölçüde zarar verebilir. Ancak Kırım’ın Rusya tarafından ilhak edilmesinin ardından Kırım Hükümetinin, Çin ile ilişkilerin olduğu gibi devam edeceğine dair beyanları Çin’i bir ölçüde rahatlatabilir. Ukrayna’da istikrar sağlanması da Çin’in çıkarına uygundur. Ancak Ukranyna krizinden dolayı Rusya’nın Çin ile daha yakın ilişkiler kurması Çin için ayrıca bir kazanç olacaktır. Ukrayna Krizi ve Rusya-Çin İlişkileri Rusya’nın Kırım’ı ilhakı ve buna karşı ABD ve Batılı ülkelerin zayıf kalması aynı zamanda ABD’nin hegemonyasının etkisiz kaldığını göstermektedir. Buna delil olarak, Rusya’nın 2008 yılında Gürcistan’a düzenlediği askerî operasyonu ve 2013 yılında ABD ve Batılı güçlerin Suriye saldırısının engellenebilmesini de gösterebiliriz. ABD, Afganistan ve Irak savaşı sonrası uğradığı imaj zedelenmesi ve 2008 yılındaki ekonomik kriz ile küresel etkisini kaybetmeye başlamıştır. Diğer yandan yeni ekonomik güçlerin yükselişi ABD’nin İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana tesis etmiş olduğu uluslararası siyasal ve ekonomik sistemin de çatırdamasına sebep olmaktadır. Bu gelişmelerle artan enerji fiyatlarından yararlanan Başkan Putin’in hamleleri aslında ABD’nin küresel konumu ve söz konusu uluslararası sisteme meydan okuması anlamına gelmektedir. Washington kendisinin düşüşe giden konumunun farkındadır ve ekonomi, ticaret ve askerî güçler alanında kendisinden hemen sonra gelen Çin ise stra- tejik kuşatma politikasının hedefi olarak seçilmiştir. Washington savunma ve güvenlik çevreleri yeni ulusal stratejisini yaratma yoluna koyulmuştu. ABD Başkanı Obama, 2009 yılında ABD’nin de Asya Pasifik ülkesi olduğunu ve kendisinin de bir Asya Pasifik ülkesi lideri olduğunu beyan ederek siyasî, ekonomik ve güvenlik alanlarında Asya’ya geri dönüş politikasını ortaya koymuştu. ABD, Asya Pasifik’te eski ve yeni müttefiklerle ekonomi ve güvenlik alanında yeni örgütlenmelere başlamıştır. Bütün silah güçlerinin %60’ını 2020 yılına kadar Asya Pasifik’e kaydırarak konuşlandırma kararını almıştı. Guam adası ABD tarafından Asya Pasifik’in en önemli askerî üssü haline dönüştürülmüş durumdadır. ABD’nin silah sektörü, ileri teknolojisiyle donatılmış silah üretimine başlamıştır ve denemeler yapılmaktadır. ABD, Çin’e karşı yeni savunma doktrini üretmeye başlamıştır. Çin ise ciddi bir tehdit algısı içindedir ve ABD’ye yeni model büyük ülke ilişkilerini önermeye çalışmaktadır. Böyle bir ortamda Rusya’nın ABD’ye karşı çıkışları, ABD’nin Rusya ile uğraşmasına sebep olacak ve böylelikle Asya Pasifik’te ABD’nin baskısı azalacaktır. Pekin’in rahatlaması geçici bir durum olabilir, zira ABD’nin henüz ulusal stratejisini değiştirmediği 23 Nisan’da Çin ile toprak ihtilafı olan ülkeleri kapsayan Asya ziyaretinden anlaşılmaktadır. Bu durum, ABD’ye karşı Asya Pasifik’te Çin’in Rusya ile güvenlik işbirliğine de yol açabilir. Ayrıca, bu gelişme, ABD-Japonya arasındaki ilişkiyi daha da artırabilir. Ukrayna krizinden dolayı ABD ve Avrupa’nın yaptırımına maruz kalan Rusya’nın en yakın stratejik ortağı olan Çin ile daha sıkı bir ilişkiyi tesis etmesi kaçınılmazdır. Rusya bundan 10 yıl önce savunma ve ekonomi alanlarında Asya Pasifik’e yönelmiştir. Dünyanın en büyük üç ekonomisinin (ABD, Çin ve Japonya) Asya Pasifik’te bulunması ve bundan dolayı da siyasî ve güvenlik alanlarının da bu bölgeye kayması, Rusya’yı geri kalmış Uzakdoğu bölgesinin ekonomisini canlandırmaya ve savunmasını arttırmaya sevk etmektedir. Rusya bir yandan Çin, Güney Kore ve sınırlı olsa da Japonya’dan Uzakdoğu bölgesinin ekonomik kalkınması için yatırım çekmektedir, diğer yandan ABD’nin silah güçlerini Asya Pasifik’e taşıması ve Japonya’nın Kuril adaları üzerinde hak iddia etmesi nedeniyle Asya Pasifik Ordusu tesis ederek çıkarlarını korumaya çalışmaktadır. Ukrayna krizi, Rusya’nın doğu-batı yönde meşgul olmasına neden olmaktadır. Eğer ABD ve Batı’nın yaptırımı ağırlaşırsa ya da uzun süreli olursa, Rusya’nın ekonomisine özellikle enerji sektörüne büyük zarar verebilir, sonuçta Başkan Putin’in Büyük Rusya rüyasının gerçekleşmesini engelleyebilir. Bu bağlamda Çin ile hem bölgesel güvenlik alanında hem de ekonomi ve enerji konusunda ciddi ve sağlam ilişkilerin oluşturulması ve var olan ilişkilerin güçlendirilmesi gerekmektedir. Mayıs 2014’te gerçekleşecek olan Başkan Putin’in Çin ziyaretinde bütün bu konular ele alınacaktır. Çin de uzun yıllardır gündemde olan Rusya’nın Uzakdoğu bölgesinden Çin’e doğalgaz aktarmasına ilişkin müzakereyi bu ortamda sonuçlandırabilir. Bu görüşmelerde Çin’in Rusya’dan satın almaya çalıştığı S400 füzesi ve Su35 savaş uçakları konusu da gündeme gelebilir. Moskova’nın bu silahları Çin’e satması halinde silah ihracat prensibi ile bağdaşmayan bir hamle yapmış olacağı gözden kaçmamalıdır. Ukrayna krizi Çin’in Orta Asya’da daha rahat bir politika izlemesine neden olabilir. Orta Asya öteden beri Rusya’nın arka bahçesi idi. Çin’in Orta Asya ülkeleriyle geliştirdiği enerji ve güvenlik ilişkileri hep Rusya faktörünü düşünerek devam etmiştir. Çin, büyük Pazar oluşu ve güçlü ekonomisiyle bölgedeki menfaatleri Rusya’yı rahatsız etmeden elde etmeye çalışmış ve Şanghay İşbirliği Örgütü çerçevesinde bölgesel politikasını temkinli sürdürmüştü. Ukrayna krizinin Rusya ve Çin’in Orta Asya’da daha girişimci politikalar yürütmelerine sebep olacağını tahmin etmek hiç de güç değildir. MAYIS 2014 47 DIŞ POLİTİKA UKRAYNA KRİZİ VE CENEVRE GÖRÜŞMELERİ Amine YAZICI İLERİ SDE Asistanı senaryonun Ukrayna’ya da uygulandığını sözlerine ekledi. NATO ile işbirliğine hazır olduklarını söyleyen Putin, ancak ittifakın kapılarına dikilmesine kesinlikle karşı olduklarını sözlerine ekledi. Çünkü Rusya, Batı’nın NATO’nun yardımıyla kendilerini kuşatmaya, böylece güçlenmelerini engellemeye çalıştığını düşünüyor. K asım 2013’de Ukrayna’da başlayan olaylar, 22 Şubat 2014’de Yanukoviç iktidarının devrilmesi ve ardından 16 Mart’ta yapılan referandum ve Kırım’ın Rusya’ya bağlanma kararıyla çok farklı bir boyut kazanmış oldu. 1954 yılında Rusya’dan alınarak Ukrayna’ya verilen Kırım’ın yeniden Rusya’ya bağlanma kararı aldığı referandum sonrasında Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in konuşması Rusya açısından meselenin sadece Kırım’la sınırlı olmadığını gösterir nitelikteydi. Putin konuşmasında Yugoslavya, Libya ve Irak’ta yaşananları hatırlatarak “Biz Rusya olarak Batı ile hep diyalog ve eşit ilişkiler istedik. Ama onlardan karşılık göremedik. Arkamızdan kararlar aldılar, dolaplar çevirdiler, bizi aldattılar” dedi. Arap baharının kışa döndüğünü ve 2004 yılında benzer bir 48 MAYIS 2014 Kırım’ın Rusya tarafından uluslararası hukuku yok sayarak ilhak edilişi ABD ve Rusya arasında Soğuk Savaşın sona ermesinden sonra yaşanan en büyük kriz olarak değerlendiriliyor. 1945’ten bu yana ilk kez Avrupa kıtasında işgal ve ilhak yoluyla siyasi sınırlar değişmiş oldu. Bu durum II. Dünya Savaşı sonrası kurulan düzenin en temel prensiplerinden biri olan her ülkenin toprak bütünlüğünün korunması ilkesinin de açık bir ihlali anlamı taşımaktadır. 1994 yılında Ukrayna, toprak bütünlüğünün korunmasının ABD, Rusya ve İngiltere tarafından garantiye alınması karşılığında yüzlerce nükleer silahını Rusya’ya teslim etmişti. Buna rağmen toprak bütünlüğüne saygı gösterilmedi ve toprakları işgal edildi. Ayrıca Rusya, Kırım’ın ilhakıyla birlikte 18. yüzyıldan 1991’e kadar olduğu gibi bir kez daha Karadeniz’de bir numaralı askeri ve siyasi güç durumuna gelmiş oldu. Bu durum Türkiye başta olmak üzere NATO üyesi ülkelerin Karadeniz’de kazandıkları üstünlüğün kaybolmasına ve Rusya’nın bir kez daha potansiyel askeri tehdit olarak algılanmasına sebep olacaktır. Cenevre’de yapılan toplantının ana amacı muhtemel bir iç savaşı engellemek üzerine kurulmuştur. Bu çatışma yönetiminin safhalarından birisi olup, bu konuda henüz alınması gereken çok mesafe bulunmaktadır. Ukrayna İçin Cenevre Görüşmesi Rusya’nın Kırım hamlesinden sonra Ukrayna’daki krizin bir iç savaşa dönüşmesini engellemek için ABD, Rusya ve Ukrayna Dışişleri Bakanları ile AB Dışişleri ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi Cenevre’de bir araya geldi. Görüşmelerin sonunda Rusya tarafı Ukrayna vatandaşlarının oluşturduğu işgallerin sona erdirilmesi dâhil, Rusya’nın her türlü kışkırtıcı hareket ve şiddete yönelik faaliyetlerinin sona erdirilmesi ve bütün illegal grupların silahsızlandırılması konusunda görüş birliğine vardığı ifade edilirken; bunların karşılığında Ukrayna Geçici Hükümetinin Ukrayna’nın doğusundaki Rus çoğunluğunun bulunduğu bölgelerde gerekli reformları yapması ve Rusya’ya yönelik yaptırımların durdurulması konuları da gündeme geldi. Suriye kriziyle birlikte sorun çözmek üzere toplanan ancak herhangi bir sonuç alınamayan görüş- MAYIS 2014 49 meler listesine giren Cenevre Görüşmeleri, Ukrayna konusunda da benzer bir neticeyle sonuçlandı. Rusya’nın temel amacı, -Putin’in sıklıkla dile getirdiği “Novorossiya-Yeni Rusya” ideali kapsamındaKırım’ın olduğu gibi Ukrayna’nın da herhangi bir askeri müdahale olmadan kendi arzusu ile Rusya ile birleşmesini sağlamaktır. Rusya’nın bu hedefi kapsamında değerlendirildiği zaman Cenevre’de yapılan görüşmeler sonrasında çıkan kararların Rusya’nın konumu üzerinde çok büyük bir etki yapmadığını söylemek mümkün. Rusya tarafı konunun uluslararası bir görüşme-konferans bağlamında değerlendirilmesini sağlayarak, kendisi için uzlaşı arayan müzakereci bir imaj çizmiştir. Bu sayede ABD’nin ambargosunun ertelenmesini sağlamış ve Ukrayna’nın da kendi istediği yönde reformlar yapmasına ikna olmasını sağlamıştır. Ayrıca Putin’in bir konuşmasında Avrupa’nın Rus doğalgazından vazgeçebilmesinin pek mümkün olamayacağını söylemesi Rusya’ya karşı uygulanacak bütün yaptırım seçeneklerinin gözden geçirilmesi gerektiğini hatırlatır bir nitelik taşımaktadır. Cenevre görüşmelerini Ukrayna açısından değerlendirecek olursak, doğudaki Rus nüfusun yoğun olduğu bölgelerde reform yapma sözü, Rusya’nın 50 MAYIS 2014 önümüzdeki dönemlerde bu bölgelerde de referandum yoluyla Rusya ile birleşme yolunu seçmelerini kuvvetle muhtemel olarak gördüğü için yaptığı bir hamle olarak değerlendirilmektedir. Bu nedenle görüşmelerden Ukrayna’nın kazançlı çıktığını söylemek mümkün değil. Hâlihazırda Rusya, Ukrayna’daki çıkarlarını maksimize etmek için en iyi yolun federasyon seçeneği olduğunu düşünüyor. Ancak Ukrayna federasyonun kendisi için parçalanma demek olduğunu biliyor ve 25 Mayıs’taki erken cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde Rusya’nın yeni bir anayasa çalışması yapılması konusundaki ısrarına da yine aynı nedenle mesafeli duruyor. Ukrayna’nın doğusundaki Donetsk ve Harkiv şehirlerinden gelen bağımsızlık ilanları, Ukrayna açısından sorunun Kırım’ın ilhakı ile bitmediğini gösterirken, Rusya da Kırım örneğinden hareketle Kiev’e ilhak seçeneğini göstererek federasyona razı etme yoluna gidiyor. Cenevre görüşmelerinin diğer aktörleri ABD ve AB ise meseleyi öncelikle çatışmaların önlenmesi ve yönetilmesi kapsamında ele alıyor. Öncelikli amaç, çatışma ve şiddetin durdurulması ve gerginliğin tırmanmasının önlenmesi yoluyla çıkması muhtemel bir iç savaşı engellemek. ABD ve AB’nin olayların başladığı ilk günden bu yana askeri seçenekleri devre dışı bırakarak konuya siyasi açıdan yaklaşması, Putin’in izlediği siyaset noktasında geri adım atmamasına neden olmuştur. Türkiye, Cenevre görüşmelerinde yer almasa da Karadeniz komşusunda olan bitene temkinli yaklaşmaktadır. Rusya ile Suriye konusunda açıktan ayrı saflarda yer almasına rağmen ikili ilişkilerin bozulmaması ve iki ülke arasındaki özellikle ekonomik iş birliği Türkiye’nin, Ukrayna’nın toprak bütünlüğünü savunduğu yöndeki açıklamaları ile desteklenmiştir. Ankara ilkesel politikalarla pragmatik çıkarlar arasında bir denge sağlamaya çalışıyor. Türkiye’nin Ukrayna-Rusya krizinde önceliklerinden bir diğeri ise NATO ile birlikte hareket etmektir. Türkiye için NATO her türlü güvenlik riskine karşı desteğine başvurduğu elverişli bir güvenlik örgütü niteliği taşımaktadır. Krizde Ankara açısından olmazsa olmaz koşullardan biri de Kırım Tatarlarının kazanılmış haklarının korunması meselesi. Rusya, Kırım’ı ilhak sürecinde Tatarlara bir sürü hak vaadinde bulundu. Rusça ve Ukraynaca ile birlikte Tatarca’nın resmi dil ilan edilmesi, Tatarların bölgesel hükümette ve devlet kadrolarında ileri düzeyde temsil hakkının olması gibi. Ancak Rusya’nın kriz zamanında vermiş oldu- ğu bu sözlerin ne kadarını tutacağı ayrı bir tartışma konusu. İlerleyen dönemlerde Rusya’nın, Kırım Tatarlarına baskı uygulayıp göçe zorlaması durumu ise Türk - Rus ilişkilerinde soruna yol açabilir. Sonuç Cenevre’de yapılan toplantının ana amacı muhtemel bir iç savaşı engellemek üzerine kurulmuştur. Bu çatışma yönetiminin safhalarından birisi olup, bu konuda henüz alınması gereken çok mesafe bulunmaktadır. Ukrayna’daki çatışmaların durdurulması Rusya’nın siyasi olarak amaçlarına ulaşması noktasında istediği ortamın oluşması anlamı taşımakla beraber Kiev’in, Moskova’nın istediği reformları yapması, bu süreci hızlandıracak bir nitelik taşımaktadır. Tüm bunlardan sonra Ukrayna’da Rus nüfusun yoğun yaşadığı bölgelerin self determinasyonla Rusya ile birleşme isteğine karşı Batının gerekçelerini çürütmek ise Rusya açısından daha kolay olacaktır. Türkiye, Ukrayna-Rusya krizinde politikasını çok hassas dengeler üzerine kurmuş, bir taraftan ilkesel olarak Ukrayna’nın toprak bütünlüğünün korunmasını savunurken diğer taraftan da çok boyutlu hale gelmiş olan Rusya ile ilişkilerinin bozulmaması için çalışmaktadır. MAYIS 2014 51 DIŞ POLİTİKA Gerekçes ne olursa olsun sınırların değşeblr olduğu düşüncesnn toplumlarda uyanması ve yayılması, ayrılmayı ve bağımsızlığı daha ulaşılablr hale getryor. İspanya’dak Katalonya bölges, İtalya’dak Veneto bölges, Büyük Brtanya’da İskoçya, Belçka’dak Flaman–Valon bölgeler, Bosna Sırp Cumhuryet çn Kırım’da yaşananlar ster stemez etkleyc oluyor. AVRUPA’DA AYRILMAK İSTEYENLER Zeynep SONGÜLEN İNANÇ tirdi. 2008’den itibaren Rusya’nın bu söz ışığında siyaset ürettiği öne sürülebilir. Rusya, Kırım sorununa da bu çerçevede yaklaştı ve Kosova örneğini her fırsatta dünya kamuoyuna hatırlattı. SDE Uzmanı K ırım meselesi yalnızca Kırım’ın 21 Mart 2014 itibarıyla Rusya ile birleşmesinden ibaret değil. Bu birleşmenin siyasi olarak pek çok anlamı ve yansıması bulunuyor. Bu anlamlar ve yansımalar çeşitli vesilelerle uzmanlar tarafından anlaşılmaya, deşifre edilmeye ve açıklanmaya çalışılıyor. Kırım’ın, Batı ile Rusya arasındaki ilişkilerde gerginliğin ötesinde çatışma ihtimalini canlandırdığı, yeni bir soğuk savaş anlayışı getirdiği, Rusya’nın Rus azınlıktaki halkı savunmak amacıyla her türlü faaliyete girişeceğini ortaya koyduğu, ulusal devletlerin sınırlarının korunmasını bir sorunsal haline getirerek ulusal devletlerin sınırlarının sorgulanmasını beraberinde getirdiği gibi pek çok saptama yapılabilir. Bu saptamaların sonuncusu özellikle Avrupa için önem taşıyor. Avrupa’da ulusal sınırların bir daha değişmeyecek şekilde belirlendiği düşünülüyordu. Sınır üzerinden yaşanabilecek sorunların bertaraf edilmesi amacıyla da Avrupa Birliği gibi bir yapı öngörüldü. Bu çerçevede yerel, ulusal ve Avrupalı ol- 52 MAYIS 2014 mak üzere üç seviyeli bir siyasi aidiyet getirildi ve bu kimliklerin, farklı tercihler üzerinden birleştirilmesiyle bireylerin özgür biçimde yaşamaları hedeflendi. Ancak bu projenin vatandaşlar tarafından benimsendiğini ileri sürmek güç. Zira Avrupa’da ulusal devletlerden ayrılmayı talep eden bölgelerin sayısı her geçen gün artıyor. rekete geçirdi. Rusya’nın kararlı ve sert politikaları sonucunda iş öyle bir yere geldi ki geriye yalnızca Kırım’ın Rusya’ya bağlanmasının ilan edilmesi kaldı. Bu anlamda Rusya, kendi yakın çevresinin ve arka bahçesinin geleceğini kendisi belirliyor ve bu politikayı hayata geçirecek şekildeki uygulamaları benimsiyor. Kırım’da 16 Mart 2014’te düzenlenen referandum, uluslararası hukukta halen tartışmalı olan kendi geleceğini tayin etme ilkesine dayanıyor. Elbette Rusya’nın, yakın çevresinin ve Kırım’ın kendi kaderlerini belirlemelerine ne ölçüde izin verdiği tartışmalı. Rusya, 2008 yılındaki Gürcistan savaşı çıkmadan altı ay önce bölgedeki çalışmalarını hızlandırmıştı. Bunun sonucunda Abhazya ve Osetya için bu tür bir haktan faydalanmak mümkün hale gelmişti. Kırım söz konusu olduğunda da Rusya, Rus pasaportu dağıtmak, mali yardımda bulunmak, Sivastopol’daki üssü işlevsel biçimde kullanmak, siyasi ve ekonomik nüfuzunu hissettirmek gibi araçları ha- 1999 yılında NATO’nun Kosova’ya müdahalesi sonrasında Kosova, kendi kaderini tayin etme hakkını ileri sürerek 17 Şubat 2008’de Sırbistan’dan tek taraflı şekilde bağımsızlığını ilan etti. Rusya, Kosova’yı bağımsızlığa ve batı ittifakına taşıyan bu süreçte etkin varlık gösteremedi ve bir nevi Kosova’yı kaptırdı. Kosova’nın bağımsızlığı, Balkanlar’da yeni bir Arnavut devletinin kurulması anlamına geldiği için Rusya’yı rahatsız etti ve Rusya’nın Balkanlar’daki nüfuzu açısından son derece olumsuz bir etki yarattı. Rusya bu olayı unutmadı ve geleneksel olarak aklının bir köşesine not ettiği “İntikam soğuk yenen bir yemektir.” sözünü politikalarının odağına yerleş- Kosova’nın ve Balkanlar’ın Batı ile bütünleşmesinden yana olan Kosova Kurtuluş Ordusu lideri eski gerilla ve Kosova’nın günümüzdeki başbakanı Hashim Thaçi, Kırım ile Kosova arasında herhangi bir benzerlik olmadığını ifade etse de, Kırım özelinde yaşananların diğer bağımsızlık hareketleri için cesaretlendirici bir örnek olduğu inkâr edilemez. Gerekçesi ne olursa olsun sınırların değişebilir olduğu düşüncesinin toplumlarda uyanması ve yayılması, ayrılmayı ve bağımsızlığı daha ulaşılabilir hale getiriyor. İspanya’daki Katalonya bölgesi, İtalya’daki Veneto bölgesi, Büyük Britanya’da İskoçya, Belçika’daki Flaman–Valon bölgeleri, Bosna Sırp Cumhuriyeti için Kırım’da yaşananlar ister istemez etkileyici oluyor. İspanya’nın kuzey doğusunda bulunan Katalonya bölgesinde yerel meclis ve yerel hükümet bulunuyor ve bölge geniş bir özerkliğe sahip. Barselona’yı içerisine alan bölgede Katalanca, ikinci resmi dil olarak kabul edilmiş. 47 milyon nüfuslu İspanya’nın 6 milyondan fazlasını Katalanlar oluşturuyor ve bu bölge, İspanya milli gelirinin beşte birini üretiyor, MAYIS 2014 53 olmak üzere İspanyol meclisinin yaklaşık %86’sı, Katalonya’da referandum yapılmasını reddetti. 347 oyun 299’u hayır, 47’si evet, 1’iyse çekimser çıktı. İspanya Başbakanı Mariano Rajoy, referandumun anayasaya aykırı olduğunu ve düzenlenmesine izin vermeyeceklerini belirtti. Parlamentonun bağımsızlığa izin vermemesini takiben Katalonya yönetiminin lideri Artur Mas, bağımsızlık konusunu referanduma götürmek için Avrupalı liderlere mektup göndererek destek istedi. toplam ihracatın dörtte birini gerçekleştiriyor. Bu çerçevede İspanya’nın en gelişmiş bölgesi olma özelliğini elinde tutuyor ve Madrid yönetimine kaynak aktarıyor. 25 Kasım 2012’de dört yıl içinde bağımsızlık için referandum yapılması yönünde bir karar alan Katalonya Bölgesel Parlamentosu, o dönemde merkezi hükümetin sert tepkisiyle karşılaşmıştı. Madrid yönetiminin referanduma ve bağımsızlığa izin vermeyeceğini açıklamasının ardından 23 Ocak 2013’te Katalonya Parlamentosu bir adım daha ileri giderek “Egemenlik Bildirgesi” yayınladı. Bu bildirgeyle, bağımsızlık için çalışmaların resmen başlatıldığı ilan edildi. Bu çalışmaların meyvesi olarak 2014’te Katalan bölgesi yetkilileri, bağımsızlık referandumunun düzenlenmesi konusunu Ulusal Parlamento’ya getirdiler. Zira İspanya’yı 17 özerk yönetimden oluşan bir siyasi ve idari yapı olarak tanımlayan 1978 anayasasına göre bu tür bir referandum düzenlenmesi için parlamentodan izin alınması gerekiyor. Ulusal mecliste yapılan oylamada iktidardaki Halk Partisi ve ana muhalefetteki Sosyalist İşçi Partisi başta 54 MAYIS 2014 Referandum tarihi olarak belirlenen 9 Kasım’da Katalonya’da sembolik bir bağımsızlık referandumu denemesi yapılacak gibi görünüyor. 2015 yılındaki genel seçimlerin ise Katalonya’nın bağımsızlığının oylandığı bir referanduma dönüşmesi bekleniyor. Bu seçimin sonuçları, 2016 yılında gerçekleşmesi öngörülen yerel seçimlerin de gündemini belirleyecek. Katalonya’da bağımsızlık isteyenlerin oranı yapılan çeşitli anketlerde %35 ile %50 arasında değişiyor. Katalanların yarıdan fazlası kendilerini yalnızca Katalan olarak görüyorlar. %38 civarındaki kesim ise kimliklerini hem İspanyol hem Katalan olarak tanımlıyorlar. Bu noktada güçlü bir kimlik talebinin olduğu zaten biliniyor. Buna ek olarak Katalanlar bağımsızlık tercihini yaparken Avrupa Birliği, Birleşmiş Milletler, Avrupa Merkez Bankası gibi kurumların dışında kalacaklarını ve avrodan da çıkacaklarını biliyorlar. 1866 yılından beri İtalya’nın bir parçası olan Venedik merkezli Veneto bölgesi, Avrupa’daki ayrılma hare- Bosna Sırp Cumhuryet dışındak tüm örnekler, Avrupa’da yaşanan ekonomk krzle doğrudan lgl görünmekle brlkte krz, her şey açıklamıyor. Özellkle ekonomk anlamda gelşmş olan bölgeler, merkez yönetmlern boyunduruğundan kurtularak ekonomk mkânlarını kend başlarına değerlendrmek styorlar. ketlerinden bir diğerine karşılık geliyor. İtalya’nın tarih, turizm, kültür, sanayi alanlarındaki en gelişmiş ve zengin bölgelerinden birine karşılık gelen bu 5 milyon nüfuslu bölge, bin yıldan fazla süre bağımsız kalmış dünyanın en eski ticaret imparatorluğu olan Venedik Cumhuriyeti’nin mirasçısı olarak biliniyor. Bu bölgenin daha geniş özerkliğe sahip olması ve hatta bağımsızlığını kazanması için mücadele eden siyasi partilerden biri Kuzey Birliği’nin kurucu üyelerinden Venetocu Padanist Birlik olarak dikkat çekiyor. Bu parti, bağımsızlık referandumu talebini gündemde tutuyor ve bu yönde çalışmalar yürütüyor. Bu çabaların sonucunda 2012 yılında Veneto Bölgesel Konseyi, kendi kaderini tayin hakkına dair tasarıyı onayladı. 2014 Mart ayında internet üzerinden gayri resmi olarak yapılan oylamaya % 63,2 oranında katılan Venetoluların % 89’u ise bağımsızlık lehine oy kullandı. Roma’daki yetkililerin bu oylamadan pek memnun olmadıkları anlaşılıyor. Zira oylamanın ardından polis tarafından düzenlenen operasyonda aralarında eski parlamenterlerin de bulunduğu 20’den fazla kişi tutuklandı. Operasyo- nun gerekçesi olarak terör saldırısı girişimi gösteriliyor ve zanlılar terörizm, demokratik düzenin bozulması ve savaş silahları imalatı ile suçlanıyorlar. Bu operasyon ve operasyonun gerekçeleri, meselenin Roma tarafından nasıl görüldüğünü ortaya koyuyor. Roma’daki merkezi yönetim, Veneto bölgesindeki bağımsızlık taleplerini gayri meşru olarak görmenin yanı sıra bağımsızlık yanlısı faaliyetlerde bulunanları cezalandıracağını gösteriyor. 300 yıldır Büyük Britanya’nın parçası olan İskoçya, Kuzey Denizi’nde petrol ve gaz yataklarına sahip. Britanya’nın en gelişmiş bölgelerinden bir tanesi olarak nitelendirilen bu bölgenin gelecekte zenginliğinin artacağı düşünülüyor. Geniş bir özerklikten yararlanan bölgede 2014 sonbaharında bağımsızlık referandumu yapılacağını İskoç Milli Partisi lideri Alex Salmond önceden belirtmişti. 10 Ocak 2012’de İskoçya Hükümeti, referandumun mutlaka yapılacağını teyit eden bir açıklama yaptı. İspanya’dakinin aksine İngiltere Başbakanı David Cameron, Salmon ile bir anlaşma imzaladı MAYIS 2014 55 ilişkilerin ne yönde ilerleyeceği gibi önemli konular İskoç siyasetinin gündemini işgal ediyor. İskoçlar, bağımsızlık kararını güçlendirmek için kendi geleceklerini tayin etme ilkesine ek olarak sürecin barışçı biçimde ilerlediğini ve rızanın bulunduğunu ileri sürüyorlar. Günümüzde bağımsızlık isteyen İskoçların sayısı %45’i aşıyor ve %50’lere yaklaşıyor. Belçika’da ise Flamanca konuşan Flamanlarla Fransızca konuşan Valonlar arasındaki ayrım derinleşiyor. Belçika’daki bu derin ayrılık, ülkenin Avrupa’da hükümet kuramama rekoru kırmasına da neden olmuştu. Zira taraflardan sadece bir tanesinin tek başına hükümet kurması mümkün değil. Yeni Flaman İttifakı’nın oy oranını artırması, Valonlardan ayrılmayı destekleyenleri memnun etti. Ekonomik krizin de etkisiyle Flamanlar, Valonların eğitim ve sağlık giderlerini daha fazla karşılamak istemediklerini belirtiyorlar. Ayrıca belirli vergi reformlarını hayata geçirerek Valonlarla aralarındaki siyasi ve ekonomik mesafeyi artırıyorlar. Bu süreçte Flamanlar bağımsızlıktan söz ederken Valonlar, Fransa’ya bağlanmaktan bahsediyorlar. Brüksel’deki belediye otobüslerinden tabelalara kadar her yerde iki dilli bir kullanım söz konusu olunca belirli bir uzlaşının yakalandığı hissi uyanıyor. Ancak Belçika genelinde ayrılma meselesi, gündemin önemli maddeleri arasında yer almaya devam ediyor. Bosna-Hersek, Bosna-Hersek Federasyonu ve Bosna Sırp Cumhuriyeti olmak üzere iki özerk cumhuriyetten oluşuyor. Bosna Sırp Cumhuriyeti, 1995 yılında imzalanan Dayton Antlaşması ile sağlanan istikrara meydan okuyarak Sırbistan ile bütünleşmek istiyor. Dayton Antlaşması, Bosna-Hersek devletini kurarak Balkanlar’da barış sağlamayı heve yapılacak olan referandumun hukuki çerçevesi konusunda anlaştı. İngiltere referandum konusunda uzlaşmaya giderken İskoçya’nın AB dışında kalacağını ve sterlinden çıkacağını ifade etmeyi ihmal etmedi. 18 Eylül 2014’te gerçekleştirilecek referandumdan önce İskoç partileri özellikle ekonomik konularda nasıl bir ayrışma olacağı konusunda sert tartışmalar yürütüyorlar. İskoçya’nın İngiliz sterlinini kullanmaya devam edip etmeyeceği, İskoçya’nın ayrı bir merkez bankasının olup olmayacağı, vergilerin kimin tarafından toplanacağı, emekli maaşlarının nasıl ödeneceği, bağımsızlıktan sonra AB ile 56 MAYIS 2014 Genel olarak bakıldığında bağımsızlık ve ayrılık hareketler çn 2014 yılının sonbahar ayları hareketl geçecek gb görünüyor. Avrupa’nın gündemnde yer alan bu kısa vadel değşmler bekleyp görmek gerekecek. Kırım meseles yalnızca Kırım’ın 21 Mart 2014 tbarıyla Rusya le brleşmesnden baret değl. Bu brleşmenn syas olarak pek çok anlamı ve yansıması bulunuyor. Bu anlamlar ve yansımalar çeştl veslelerle uzmanlar tarafından anlaşılmaya, deşfre edlmeye ve açıklanmaya çalışılıyor. defledi ve tüm etnik ve dini grupların temsilini ön plana koydu. Ancak bu durum, son derece kırılgan yapılar ve dengeler ortaya çıkardı ve halklar bundan memnun olmadılar. Bir başka deyişle savaşı durdurmanın haricinde Dayton Antlaşması ile beklenen ve aranan istikrar yakalanamadı. Bu itibarla Bosna Sırp Cumhuriyeti de Ortodoks kimliği ve Rusya ile olan yakınlığından dolayı Bosna-Hersek’ten ayrılıp Sırbistan’a bağlanmak istiyor. Bosnalı Sırpların lideri Milorad Dodik, Kırım’da referandum düzenlenmesi söz konusu olduğunda referanduma açık destek verdi ve Kırım’ın Rusya’ya bağlanmasını meşru ve demokratik bulduklarını söyledi. Ayrıca Katalonya ve İskoçya örneklerini yakından izlediklerini belirtip zamanı geldiğinde en iyi örnekleri uygulayacaklarını belirtti. Bosnalı Sırpların, Rusya’nın desteğiyle bağımsızlıklarını ilan etmeleri Balkanlar için yeni bir istikrarsızlığın kapısını aralayabilir. Bu tür hassas ve çatışmaya açık geçiş coğrafyalarındaki istikrarsızlıklar ise küresel ölçekte etkili olabilir. Bu nedenle 1990’lı yıllarda başlayan ve günümüzde halen devam eden Balkanların yeniden yapılandırılması sürecinde Rusya, şimdiye kadar dışarıda bırakılmış olmasının acısını çıkarabilir. Tabii söz konusu bağımsızlık ve ayrılma taleplerini yalnızca ekonomik nedenler içerisinden okumak da pek anlamlı değil. Tarihsel bir arka plana dayanan güçlü kimlik bağları bulunuyor ve Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte yoğunlaşan kimlik siyasetinin etkileri hissediliyor. Mevcut durumda halkların talepleri özgürleşme üzerinden karşılanamadığı için ulusal ölçekteki sınırlamalardan kurtulmak isteyenler, yeni ulusal sınırlamalar koyma yoluna gidiyorlar. Mevcut ulusal seviyeyi aradan çıkararak doğrudan AB içerisinde yeni bir ulusal yapı olarak yerlerini almak istiyorlar. Ancak bu, orta ve uzun vadede pek kolay görünmüyor. Zira AB üyesi olmak için tüm ülkelerin onayına ihtiyaç duyuluyor ve örneğin İskoçya’nın AB üyeliğine, Büyük Britanya’nın onay vermesi en azından orta vadede beklenemez. Bosna Sırp Cumhuriyeti ise yeni bir Kırım olma yolunda ilerlediğini gizlemiyor. Rusya’ya bağlanmasa bile Balkanlar’da Rusya’nın kardeşi olarak hareket edeceğini öngörmek pek zor değil. Bu doğrultuda Bosna Sırpları, uluslararası siyasetteki kutuplaşmanın ve gerginliğin kalelerinden biri haline gelebilirler. Genel olarak bakıldığında bağımsızlık ve ayrılık hareketleri için 2014 yılının sonbahar ayları hareketli geçecek gibi görünüyor. Avrupa’nın gündeminde yer alan bu kısa vadeli değişimleri bekleyip görmek gerekecek. Bu sırada insan düşünmeden edemiyor: Peki Katalonya bağımsız olursa El Clásico maçları ne olacak? Bosna Sırp Cumhuriyeti dışındaki tüm örnekler, Avrupa’da yaşanan ekonomik krizle doğrudan ilgili görünmekle birlikte kriz, her şeyi açıklamıyor. Özellikle ekonomik anlamda gelişmiş olan bölgeler, merkezi yönetimlerin boyunduruğundan kurtularak ekonomik imkânlarını kendi başlarına değerlendirmek istiyorlar. Ekonomik kriz ayrışmayı derinleştirdiği için zenginliklerini diğerleriyle paylaşmak istemiyorlar. MAYIS 2014 57 DIŞ POLİTİKA gellemeye ve değişime direnmeye çalışmaktadırlar. Statükocu yapılar, askeri, ekonomik ve bürokratik güçler değişimin önünü kapayarak (veya kapamaya çalışarak) değişimi engellemek ya da en azından geciktirmek istemektedirler. Mısır’da ordu ve dış destekçileri, halk isyanlarının karşısında iyice yaşlanan ve yerine oğlunu getirmek isteyen Hüsnü Mübarek ve yönetimini feda ederek rejimi korumayı planladılar. Bir anlamda kaptanı değiştirerek geminin aynı güzergahta gitmesini sağladılar. Bu amaçla, demokrasiye geçiş sürecini siviller yerine, Yüksek Askeri Konsey devraldı ve demokrasiye geçişi kolaylaştırmak yerine ipe un sererek devrimci grupları birbirine düşürerek, demokratik süreci sekteye uğratmıştır. Sosyolojik perspektif, Tantawi veya el-Sisi gibi kişilikler üzerinden değerlendirmeleri değil kurumsal analizi gerekli kılar. Türkiye’den de aşina olduğumuz gibi askeri bakış, kendilerini sivillerden üstün görmüştür. Kendi aralarında Mübarek’i halkın düşürdüğüne değil, ordunun gözden çıkardığına yönelik kanaat çokça konuşulmuştur. MISIR DEĞİŞİMİN BURUK TADI ya da ÇIKMAZ SOKAK ? Doç. Dr. Ahmet UYSAL SDE Uzmanı 2011 başında Ortadoğu’nun en kalabalık ve merkezi ülkesi Mısır, Tunus’tan sonra bir halk ayaklanması ile otuz yıllık Mübarek yönetiminin yıkılışına şahit olmuştur. Aradan geçen üç yılda böyle kritik bir ülkede değişimin ne kadar zor olduğu konusunda karşımıza tarihi bir örnek çıkmıştır. 30 milyona yakın insanın katıldığı tahmin edilen bir halk devriminden sonra bile yerleşik elitlerin ve statüko güçlerinin ve uluslararası aktörlerin manevraları ile stratejinin sosyolojiye – geçici de olsa – galip gelmesine ilginç bir örnek teşkil etmektedir. 58 MAYIS 2014 Sosyolojik araştırmalar, değişimin kaçınılmaz olduğunu gösterdiği kadar değişim süreçlerinin sancılı ve zor geçeceğini de ortaya koymuştur. Teknoloji, göç, siyaset, ekonomi ve kültür, çıkar çatışmaları ve güç mücadelesi gibi birçok faktör kaçınılmaz olarak sosyal değişime yol açmaktadır. Ancak, sosyal değişimin peşinden her zaman siyasi değişim gelmemekte ve toplumda bazen düdüklü tencere gibi enerji birikimi yaşanabilmektedir. Açık rejimlerde toplumsal değişimler biraz gecikmeyle de olsa siyasete yansıdığı halde, kapalı rejimler bu süreci en- Asker, kendisi daha etkili silahlara sahip olduğu için kalabalık da olsa galip geleceğini düşündüğü düşmana veya rakibe acımaz. Mısır’daki generaller de Rabia Meydanı’nı milyonlar doldursa bile, silah zoruyla bastırabileceğini, uluslararası konjonktürün darbeye uygun olduğunu ve muhakeme ihtimalinin düşük olduğunu düşündüğü için darbe yapmayı seçmişlerdir. Ayrıca, Rabia Meydanı’nda kan döküldükten sonra darbecilerin uzlaşma ve darbeden geri dönme ihtimali de kalmamıştır. Çünkü muhakemeden çekinen El-Sisi ve arkadaşları darbenin sürmesi için ellerindeki bütün imkanları kullanacaktır. Mısır’daki darbe yönetimi, varlığını meşrulaştırmak için daha önce Cezayir ve Suriye’de uygulanan yöntemi denemektedir. Cezayir’de darbe yönetimi terörizmi tırmandırarak hem halkı sindirmiş hem de terörle mücadele ettiği gerekçesiyle ordu giderse kaos oluşacağı korkusunu yayarak varlığını meşrulaştırmıştır. Aynı formülü daha sonra Esed Rejimi uygulamış haklı direnişi terör olarak göstermiş ve artan katliamlar karşısında terör grupları da mücadeleye katılınca uluslararası kamuoyunda haklı görünmüştür. Mısır darbecileri de darbe değil, terörle mücadele ettikleri söylemine başvurarak İhvan’ı Açık rejimlerde toplumsal değişimler biraz gecikmeyle de olsa siyasete yansıdığı halde, kapalı rejimler bu süreci engellemeye ve değişime direnmeye çalışmaktadırlar. Statükocu yapılar, askeri, ekonomik ve bürokratik güçler değişimin önünü kapayarak (veya kapamaya çalışarak) değişimi engellemek ya da en azından geciktirmek istemektedirler. terörist ilan etmişlerdir. Ancak İhvan-ı Müslimin bu şiddet tuzağına henüz düşmemiştir. Mısır’da darbeye direnenler yalnızca İhvan-ı Müslimin taraftarları değildir. İslamcı ve laik birçok grup demokratik taleplerle gösterilere katılmakta ve darbeye direnmektedir. Örneğin, Selefi gruplar, 6 Nisan Hareketi gibi devrimde öncü rol oynamış gençler de darbeye direnmektedir. Darbe yönetimi hepsine aynı şekilde şiddetle muamele etmekte ve bastırmaktadır. Bugün birçok farklı gruptan öldürülmüş veya hapse atılmış insanlar bulunmaktadır. Rejim bilinçli olarak hepsinin terörist ve İhvancı olduğunu savunarak marjinalleştirmeye çalışmaktadır. Bütün baskılar karşısında demokrasiden umudu kesen İhvan dışındaki grupların silaha sarılma ihtimali bulunmaktadır. İhvan yönetimi silahlı mücadeleye karşı çıksa da yakınları öldürülen veya hapsedilen gençlerin kendi başlarına hareket etmelerine engel olmak imkansızdır. Ancak, Cezayir gibi silahlı mücadeleye başvurmaları bu grupların lehine olmayacaktır. Diğer yandan darbe yönetimi adeta isyanı teşvik edecek kararlar almaktadır. Örneğin, Müslüman Kardeşler Cemaati’ni terörist ilan etmiştir. Bu kararı Suudi Arabistan Hükümeti de uygulamaya başlamıştır. İngiltere Hükümeti de benzer yönde incelemeler yapmaktadır. Darbe yönetiminin baskısı al- MAYIS 2014 59 destek olan ülkeler (Katar ve Türkiye gibi) hedef alınmakta ve karalanmaktadır. Bu kontrollü gündemde halk da propagandadan kısmen de olsa etkilenmektedir. tında Mısır mahkemelerinden hukuki kararlar değil siyasi içerikli kararlar çıkmaktadır. Örneğin, darbe yönetiminin eski Başbakanı Dr. Hazem Al-Beblawi İhvan’ı terörist ilan eden kararın yasal olmadığı için Resmi Gazete’de yayınlanmadığını söylemiştir. Ayrıca, Mısır darbe yönetimi devlete isyan ettikleri gerekçesiyle 500’den fazla gösterici hakkında idam kararı verdi. Yalnızca iki oturumda bu kadar kişinin suçlu olduğu yönünde karar çıkmasını ABD Yönetimi bile eleştirmiştir. Mısır’da böyle idam kararları verilse bile pek uygulanmamaktadır ve özellikle Batı kamuoyunun hassas olduğu idam kararlarının uygulanması nerdeyse imkansız görünmektedir. Çünkü içerde zaten zorlanan darbe yönetimi özellikle dışarıda zor durumda kalmak istemeyecektir. Bu arada Müslüman Kardeşler öncülüğünde darbe yönetimine karşı öğrenci protestoları devam etmektedir. El-Ezher, Kahire ve Ayn Şems üniversitelerindeki protestolarda polisin sert müdahalesi görüldü ve bunun üzerine Müslüman Kardeşler’in suçlandığı bombalamalar görüldü. Bu silahlı eylemleri Müslüman Kardeşler’in yapmış olma ihtimali düşüktür. Daha çok Cezayir ve Suriye’deki gibi muhalifleri silahlı mücadeleye çekme taktiği olarak değerlendirilmektedir. Çünkü başından beri barışçıl devrim sloganları atan Müslüman Kardeşler’in ve diğer devrim gruplarının silaha sarılması hem kendi tarihini inkar olur hem de zaten bunu isteyen darbe rejimi karşısında intihar anlamına gelir. Diğer taraftan darbe yönetimi seçim öncesinde alternatif bir söylem oluşmaması için medya üzerinde ciddi baskı kurmuştur. Gazete ve kanalların çoğu zaten devlet kontrolünde ve sübvansiyonlu olduğu için zaten güdümlü idi. Darbeden sonra siyasi olarak darbe medyası haline gelmişlerdir. El-cezire ve diğer bağımsız gazeteciler de tutuklanmakta ve yargılanmaktadır. Güdümlü medyada İhvan ve ona 60 MAYIS 2014 Mısır’da başkanlık seçimleri 26-27 Mayıs tarihinde yapılacaktır. Yerleşik kurumların, medyanın ve dış ülkelerin desteği ile muhtemelen General Sisi kendisini başkan seçtirecektir. Çünkü Mısır’da gerçek anlamda şeffaf seçim pek görülmemiştir. Kalan sürede şeffaf ve adil bir seçim sistemi getirme imkanı ve niyeti de yoktur. Mübarek döneminden kalan tecrübesi ile rejim kendi adayını masa başında kolaylıkla seçtirecektir. Seçimin demokratik olması konusunda dış baskı yoktur. Bugüne kadar uluslararası birçok figür Mısır’ı ve Sisi’yi ziyaret etmiş ve ona devlet başkanı muamelesi yapmıştır. Son olarak Avrupa Birliği dış politika sorumlusu Kathrine Ashton Mısır’ı ziyaret ederek Sisi ile görüşmüştür. Çünkü Avrupa Birliği ve Ashton sürecin başlarında darbeye karşı olduklarını söylemişlerdi. Ama bu ziyaretinde Ashton, Sisi’nin başkanlık kararını “cesur” bulduğunu belirtme noktasına gelmiştir. geçmiştir. Ancak darbe yapan Sisi, bugün Şefik’ten farklı olarak çok belirleyici konumdadır. Önceki seçimde üçüncü olan Hamdeen Sabahi Mısır devrimine açıkça destek vermişti ama aynı zamanda Mürsi’yi deviren darbeye de destek verdiği için inandırıcılığı sarsılmıştır. Ayrıca, Nasırizm çizgisindeki Sabahi’nin çok geniş bir halk tabanı olmasa da Sisi’ye karşı bir alternatif olarak çıkabilir. Çünkü El-Sisi darbe yönetimini Sabahi ise devrim ruhunu temsil etmektedir. Bu arada darbe karşıtı Muhammed Elbaradai’nin Düstur Partisi ve Tahrir gençleri gibi bazı grupların desteğini almıştır. İhvan ve darbe karşıtları Sabahi’ye destek verirlerse durum değişebilir ama bu darbeyi kabullenmek olacağı için İhvan’ın buna yanaşması zordur. Son kertede Sabahi gerçekte seçimi kazanacak bile olsa darbe yönetimi masa başında sonucu ayarlayabilecek konumdadır. Ancak Mısır’da darbenin ekonomik maliyeti giderek artıyor. Yaklaşan sıcak yaz öncesinde artan tüp gaz ve yiyecek fiyatları halkı ciddi şekilde bunaltmaktadır. Özellikle iç karışıklıklar ve güvensizlik dolayısıyla turizm durmuştur. Ekonominin kötü gitmesi darbe- cilerin en zayıf noktasıdır. Mübarek rejimi zaten ekonomik sıkıntılar yüzünden devrilmişti. Daha sonraki geçiş sürecinde ve karışıklıkta ekonomi çok daha geriye gitmiştir. Bir benzetme ile ifade etmek gerekirse, devrim sonrasında Mısır ekonomisi krizdeydi ama şimdi komadadır. Bu şekilde uzun süre devam etme imkânı yoktur. Doksan milyonluk Mısır dış yardımlarla ancak üç beş ay rahatlayabilecek sonrasında kriz artarak devam edecektir. Seçim sonucu belli olmakla beraber seçim sürecinde yaşanacak çekişmeler daha önemli olacaktır. Örneğin, Hamdin Sabahi’nin ardında ciddi bir toplumsal destek oluşursa devrim ruhuna uygun olarak yeni bir değişim dalgası oluşabilir. Bu aşamada Müslüman Kardeşler’in tavrı belirleyici olacaktır. Şu andaki gösterilere karşı çok sert müdahale edildiği için gösterilerin devrime yol açması zordur. Toplumun önemli bir kesimi de sorunların çözülmesi umuduyla Sisi’nin başkanlığına şans verecektir. Başarısız olması ve sorunların sürmesi durumunda ancak iki üç yıl sonra tekrar sosyal patlama ve devrim durumuna gelinebilir. Dolayısıyla, Mısır’ın kısa dönemde düzlüğe çıkması zor görünmektedir. Gerçek bir seçim olmasa da bu seçim önceki seçimin ikincisi ile üçüncüsü arasında bir tekrarı gibi olacaktır. Seçimden birinci çıkan Muhammed Mürsi devre dışı bırakıldıktan sonra ikinci çıkan General Ahmed Şefik yerine aynı profildeki General Sisi Mısır’da böyle idam kararları verilse bile pek uygulanmamaktadır ve özellikle Batı kamuoyunun hassas olduğu idam kararlarının uygulanması nerdeyse imkânsız görünmektedir. Çünkü içerde zaten zorlanan darbe yönetimi özellikle dışarıda zor durumda kalmak istemeyecektir. MAYIS 2014 61 DIŞ POLİTİKA ARAP BASININDA TÜRKİYE YEREL SEÇİMLERİNİN YANSIMALARI Doç. Dr. Cevher ŞULUL Akademisyen T ürkiye’de 30 Mart 2014’de son yılların en tartışmalı yerel seçimlerinden biri yapıldı. Bu seçim; hükümete yöneltilen yolsuzluk iddiaları, paralel devlet tartışması, Twitter ve YouTube yasağı, dinleme skandalları ve tapelerin sızdırıldığı bir ortamda gerçekleşti. Bu nedenle seçim, yerel seçim olmaktan çıkarak adeta bir genel seçim, bir referandum haline geldi. Doğal olarak Türkiye’deki bu tartışmalar Arap basınına da yansıdı. Tunus’ta başlayıp dğer Arap ülkelerne yayılan syan hareketleryle brlkte halkın ktdar olma sürec durdurulmuş bölge 2010 önces yapıya rca edlmek stenmştr. Yapılan asker darbelerle, ç savaşlarla zayıf ve stkrarsız hükümetlerle bunu kısmen başarmışlardır. Bu alanda başarılı olamadıkları tek ülke, Türkye’dr. 62 MAYIS 2014 seçim sürecini yakından takip eden Al-Arabiya, yaptığı haberlerde provokatif bir dil kullanmıştır. Seçimlerden birgün önce -yani 29 Mart’ta- yaptığı haberde “Pazar günü yapılacak olan yerel seçimler; gezi olayları, yolsuzluk iddiaları, sosyal medya üzerinden paylaşılan ses kayıtlarından sonra AK Parti için bir sınav niteliğinde olacaktır.” ifadeleri yer almıştır. Ancak Al-Arabiya seçim sonuçları belli olduktan sonra AK Parti’nin seçim başarısıArap medyasında bu nı haber yapma yerine CNN tür yayınları yapanların Türk, NTV ile Reuters’i kayveya yaptıranların iki nak göstererek AK Parti’nin yolsuzluk iddialarına vurgu temel hedefi vardır: yapıp seçim sonuçlarını Birincisi; bu tür yayınlarla gölgelemeye çalışmıştır. AlArabiya’nın seçim sonuçlahalka şu mesaj verilmek rından sonra yaptığı haber istenmiştir: Bize diktatör aynen şöyledir: “Bu seçimdiyorsunuz ama bakın ler Erdoğan ve İslami gelenekten gelen partisi için olaöykündüğünüz, model ğanüstü referandum nitelialdığınız Türkiye bizden ğindedir. Erdoğan ve İslami gelenekten gelen partisi şu daha otoriter, daha baskıcı anda güçlü bir muhalefetle yanlısı, statükocu, sol ve milliyetçi düşünceye sahip medyanın Türkiye’deki yerel seçimlere bakış tarzı ile muhafazakâr, dini ve manevi değerler konusunda duyarlı medyanın tutumu farklıdır. Bu zaviyeden bakıldığı zaman Arap medyasını Türkiye ile ilgili haberler söz konusu olduğunda iki başlık altında kategorize etmek mümkündür. Bunun en iyi örneği, uluslararası yayın yapan ve Arap dünyasında en fazla izlenen iki TV kanalıdır. Bunlar AlJazeera ve Al-Arabiya’dır. Bu kanallar, iki farklı siyasi düşüncenin temsilcisidir. Al-Arabiya daha ziyade Ortadoğu’daki mevcut statükonun devamından yanadır. Arap baharına ve özgürlüklere karşı bir duruş sergiler. Nitekim Türkiye’de yapılan yerel seçimlere dair yaptığı haberlere baktığımız zaman bu hususu rahatlıkla görebiliriz. Şöyle ki; Türkiye’deki bir yapı arz ediyor. Bu seçimler, sonuçları itibariyle hem Türkiye’nin hem de bölgenin siyasi geleceği ile yakından alâkalıdır ve kritik bir öneme sahiptir. Bölgemizde sınırların yeniden çizildiği, oyunun yeniden kurgulandığı bir dönemde Türkiye’de kimin iktidar olacağı son derece önemlidir. Bu nedenle ülkemizde yapılan bu yerel seçimin hem içerde hem dışarıda tarafları vardır. Seçim sonuçları bazı çevreleri sevindirirken bazı çevreleri de doğal olarak üzmüştür. Arap halkları, AK Parti’nin yerel seçimlerdeki zaferini kendi gelecekleriyle yakından alâkalı bir seçim olarak görmüşlerdir. Nitekim Tayyip Erdoğan yaptığı balkon konuşmasında; “Filistin’de gözü seçim sonuçlarında olan, Türkiye’nin zaferini kendi zaferi olarak gören kardeşlerime teşekkür ediyorum. Suriye’de bombaların, kurşunların altında açlıkla baş başa kalan ama her an Türkiye’nin ve AK Parti’nin zaferi için dua eden kardeşlerime teşekkür ediyorum.” demiştir. Ancak şunu belirtmekte fayda var; Arap ülkelerinde basın, Arap halklarının duygu ve düşüncelerini yansıtmaktan uzaktır. Arap dünyasında liberal, Batı MAYIS 2014 63 karşı karşıyadır ve yolsuzlukla itham edilmektedir. Özellikle de Güneydoğu’da yolsuzluk iddialarından dolayı seçmenler BDP’ye yönelmişlerdir. Seçimlerde hile yapıldığını iddia eden ve gösteri yapan binlerce kişi tazyikli suyla dağıtıldı. Yapılan yolsuzluklara rağmen AK Parti’nin yerel seçimlerden -özellikle de İstanbul ve Ankara’da- zaferle çıkması protesto edildi”. Al-Arabiya, seçimlerden iki gün sonra yaptığı haberde yine benzer ifadeleri kullanmıştır: “Ankara’da yerel seçim sonuçlarında hile yapıldığını iddia eden ve yüksek seçim kurulu önünde toplanan binlerce kişi Erdoğan aleyhine slogan atmışlardır. Polis göstericileri dağıtmak için tazyikli su kullanmıştır.” Ancak şunu belirtmekte fayda var; Arap ülkelerinde basın, Arap halklarının duygu ve düşüncelerini yansıtmaktan uzaktır. Arap dünyasında liberal, Batı yanlısı, statükocu, sol ve milliyetçi düşünceye sahip medyanın Türkiye’deki yerel seçimlere bakış tarzı ile muhafazakâr, dini ve manevi değerler konusunda duyarlı medyanın tutumu farklıdır. Benzer şekilde Arap ülkelerinde yayınlanan gazetelerin büyük çoğunluğu Türkiye’de yapılan yerel seçimleri Al-Arabiya gibi görmüş ve yorumlamıştır. Meselenin daha iyi anlaşılabilmesi için belli başlı gazetelerin haber başlıkları ile haber içeriklerine bakmamız yeterlidir. Şöyle ki; “Türkiye’de yapılan yerel seçimler Erdoğan’ın geleceğini belirleyecek. Ankara’da seçim sonuçlarını protesto eden muhalefet, seçimlerde hile yapıldığını iddia ediyor. Sayıları binleri bulan muhalifleri dağıtmak için polis tazyikli su kullandı. Bütün yolsuzluklara rağmen muhafazakâr ve İslamcı AK Parti başta Ankara ve İstanbul olmak üzere seçimlerden zaferle çıktı.” (Bahreyn: Al-Ayyam); “Türkiye’de yapılan ve Erdoğan için referandum niteliği taşıyan yerel seçimlerde altı kişi öldü. Seçimlerden zaferle çıkan Erdoğan muhalifleriyle hesaplaşacağını söylerken muhalifler seçimlerde hile yapıldığını iddia ediyorlar.” (Bahreyn: Al-wasatnews); “Türkiye siyasi olarak kutuplaşmaya giderken Erdoğan yerel seçimlerden zaferle çıktı.” (BAE: Al-İttihad); “Femen grubu Tay- 64 MAYIS 2014 yip Erdoğan’ın oy kullanacağı okulu bastı. Türkiye’de yapılan yerel seçimlerde onlarca kişi öldü, onlarca kişi yaralandı.” (Tunus: eşŞuruk); “Türkiye’de yapılan yerel seçimlerde dokuz ölü ve binlerce sahte pusula. Hükümetin karıştığı yolsuzluk iddiaları arasında halk yerel seçimler için sandık başına gidiyor. Muhtemelen bu yerel seçim sonuçları Türkiye’nin ve Erdoğan’ın siyasi geleceğini belirleyecek.” (Mısır: El- ahram gazetesi); “Yapılan yolsuzluklar Erdoğan’ın geleceğini belirliyor.”(Suudi Arabistan: El-bilad). Yukarıda sıraladığımız örneklerden farklı olarak Arap dünyasında Türkiye’de yapılan yerel seçim sonuçlarına olumlu bakan, olaylara daha objektif yaklaşan ve genelde Ürdün, Tunus, Mısır ve Katar’dan yayın yapan bir takım medya kuruluşları da vardır. Bu yönde yayın yapan medya kuruluşlarının sayısı oldukça azdır. Genelde bu medya kuruluşları muhafazakâr, dini ve siyasi gruplara yakınlıklarıyla bilinmektedir. Bu meyanda yayın yapan bazı gazetelerin yerel seçimlere dair haber başlıkları ile haber içeriklerine dair bir kaç örnek verebiliriz. Şöyle ki; “Erdoğan muhalefete Osmanlı tokadı attı. AK Parti oyların çoğunu alarak yerel seçimlerde kesin zafer kazandı. Bu yerel seçimler AK Parti için referandum niteliğindedir. Seçim sonuçları Erdoğan’ı cumhurbaşkanlığına aday olma konusunda cesaretlendirdi. AK Parti’nin başarısının temel nedeni 2002 yılından beri devam eden ekonomideki istikrar, işsizlik oranın düşmesi ve refah düzeyindeki artıştır. AK Parti’nin yerel seçimlerdeki büyük başarısı mali piyasalara olumlu yansıdı; dolar düştü, borsa yükseldi. Daha önce benzeri görülmemiş bir seçim. AK Parti ve Erdoğan seçimlerde zafer kazandı. AK Parti’nin yerel seçimlerde tarihi bir başarı elde etti. AK Parti, 2009 yerel seçimlerine göre oylarını % 7 oranında arttırdı. Erdoğan’ın zaferi Türkiye’yi İsrail’den daha fazla uzaklaştıracaktır.” (Katar: Al Jazeera.net); İslamcılar yerel seçimlerden zaferle çıktı. AK Parti, Ankara ve İstanbul dâhil birçok ilin belediye başkanlığını kazandı.” (Tunus: Attounissa); “Türk halkı zafer kazandı.”(Ürdün: Sebil). Şu anki yapısıyla Türkiye, İslam ve demokrasinin bir arada olabileceğini gösteren, özgürlükleri güvenliğe feda etmeyen, dış politikada bağımsız hareket edebilen, gerektiğinde hayır diyebilen tek ülkedir. Yukarıda verdiğimiz olumlu örnekleri dışarıda bırakacak olursak genelde Arap basını Türkiye’deki yerel seçimlerle ilintili olarak çok yoğun bir biçimde yolsuzluk, internet yasakları ve sokak gösterilerine dair haberler yapmıştır. Arap basını, bir yandan AK Parti’nin seçim başarısından söz ederken diğer yandan Erdoğan’ın seçimleri kazandığını ancak seçimlere şaibe karıştığını, muhalefetin sokaklara döküldüğünü, onlarca insanın öldüğünü söyleyerek AK Parti’nin başarısını gölgelemek istemiştir. Arap medyasında bu tür yayınları yapanların veya yaptıranların iki temel hedefi vardır: Birincisi; bu tür yayınlarla halka şu mesaj verilmek istenmiştir: Bize diktatör diyorsunuz ama bakın öykündüğünüz, model aldığınız Türkiye bizden daha otoriter, daha baskıcı bir yapı arz ediyor. İkincisi; Tunus’ta başlayıp diğer Arap ülkelerine yayılan isyan hareketleriyle birlikte halkın iktidar olma süreci durdurulmuş bölge 2010 öncesi yapıya irca edilmek istenmiştir. Yapılan askeri darbelerle, iç savaşlarla zayıf ve istikrarsız hükümetlerle bunu kısmen başarmışlardır. Bu alanda başarılı olamadıkları tek ülke, Türkiye’dir. Bu nedenle Türkiye’nin itibarsızlaştırılması, ümit veren model bir ülke konumundan uzaklaştırılması gerekir. Şu anki yapısıyla Türkiye, İslam ve demokrasinin bir arada olabileceğini gösteren, özgürlükleri güvenliğe feda etmeyen, dış politikada bağımsız hareket edebilen, gerektiğinde hayır diyebilen tek ülkedir. Türkiye’nin bu duruşu bölgedeki otoriter liderleri ve hükümetleri ciddi anlamda rahatsız etmektedir. Bu nedenle önümüzde on yıllık süreçte ya bölgedeki otoriter yönetimler Türkiye’yi değiştirir ve kendilerine benzetirler ya da Türkiye onları değiştirir. Bu bağlamda Türkiye’nin bölge insanını çok ciddi anlamda doğru bilgi ile enforme etmesi gerekmektedir. MAYIS 2014 65 DIŞ POLİTİKA HAMAS-El HAMAS El Fetih Mutabakatı Mutabakatı ve BARIŞ SÜRECİ El-Feth ve HAMAS’ın uzlaşı hükümet üzernde anlaşmaya varmaları ABD ve İsral’de farklı yankılar buldu. ABD’den yapılan açıklamada açıklamanın zamanlamasının rahatsız edc olduğu fade edlerek kurulacak olan her Flstn hükümetnn taraflar arasında daha önce mzalanmış bütün anlaşmaları, şddete başvurmamayı ve İsral devletn tanımayı koşulsuz kabul etmes gerektğ belrtld. rol mekanizmasının oluşturulması ulusal bir görevdir” dedi. Açıklamaya göre Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas, uzlaşı hükümetinin kurulması için görüşmelere başlayacak ve 5 haftalık yasal süre içerisinde hükümeti ilan edecek. Filistin’de 2006 yılında seçimleri HAMAS’ın kazanmasının ardından Fetih’le aralarında anlaşmazlıklar çıkmış, çatışmaların ardından HAMAS, 2007’de Gazze’nin kontrolünü ele geçirmişti. HAMAS ile El-Fetih arasındaki anlaşmazlıkların sonlandırılması için Mayıs 2011’de Mısır, Şubat 2012’de ise Katar başkanlığında uzlaşma görüşmeleri yapılmasına rağmen üzerinde mutabakata varılan konular uygulanamamıştı. Barış görüşmelerinin kritik bir döneminde tarafların uzlaşması sürecin seyrini de değiştirecek gibi gözüküyor. Öner BUÇUKCU SDE Uzmanı ABD İçin Hayal Kırıcı, İsrail İçin Kabul Edilemez ABD Başkanı Barack Obama’nın kişisel çabalarıyla Filistin ve İsrail arasında yeniden başlayan Filistin-İsrail Barış Müzakereleri 2014 Nisan ayının son günlerinde Filistin’de HAMAS ve El-Fetih arasında “Uzlaşı Hükümeti” üzerinde anlaşılması sonrasında kritik bir safhaya geldi. 1990’lı yılların ilk yarısında Oslo Süreci’nin başlaması ve başarısızlığa uğramasının ardından her ABD Başkanlık seçimi ardından yenilenen barış süreci Filistin ve İsrail’de çetrefilli siyasal süreçlerin ardından başlatılabilmişti. İsrail’de 4 yıllık Başbakanlığı sürecinde “barış” sözcüğünü telaffuz etmeyen, seçim kampanyasında Filistin ve Filistinlilerle ilgili sorunlara hiç gönderme yapmayan Likud lideri Natenyahu kişisel inisiyatif alarak koalisyon ortağı ultra partilere rağmen Barış Sürecini başlatmıştı. 66 MAYIS 2014 Filistin kanadındaysa denklemin en büyük bilinmeyeni olarak beliren HAMAS, süreçte “aktif eylemsizlik” olarak tanımlanabilecek bir politika sürdürüyor, ancak Barış Süreci’ne doğrudan müdahil ol(a) muyordu. Gazze’deki Filistin hükümeti Başbakanı İsmail Heniye, Gazze’deki evinde El-Fetih yetkilileri ile birlikte yaptığı basın açıklamasında, “Halkımıza ayrılık döneminin bittiği müjdesini veriyoruz” diyerek, Filistinli gruplar arasında devam eden anlaşmazlığın sona erdiğini duyurdu. El-Fetih ve HAMAS’ın milli mutabakat görüşmelerini “yüksek ulusal sorumluluk” çerçevesinde yürüttüğünü ifade eden Heniye, “Filistin halkına yönelik ihlallerin arttığı dönemde, milli mutabakata varılması, anlaşmazlıklara son verilmesi, birliğin yeniden sağlanması ve tüm bunların başarıya ulaşması için gerekli kont- Filistin ve İsrail arasındaki görüşmeler esasen 2013 yılı sonlarında tıkanmaya başlamıştı. Özellikle İsrail’in yeni yerleşim yerleri konusunda aldığı kararlar sürecin yavaşlamasında etkili olmuştu. Diğer taraftan müzakerelerin başlaması için Filistin ve İsrail taraflarının atmış oldukları “güven artırıcı” adımlar kapsamında serbest bırakılması gereken Filistinli mahkûmların serbest bırakılmaması, dahası İsrail’in bu durumu bir pazarlık unsuru haline dönüştürmesi, süreci olumsuz şekilde etkilemişti. İsrail’in süreci yavaşlatması ve yükümlülüklerini yerine getirmemesine karşılık Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas da BM’de 15 uluslararası kuruma Filistin’in de üye olarak katılımı için başvuru yapmıştı. Zira güven artırıcı kararlar bağlamında Filistin otoritesinin de barış anlaşması imza- lanıncaya kadar BM’deki statüsünü kullanmaması öngörülüyordu. Filistin’in bu kararı üzerine İsrail de Doğu Kudüs’te yeni bir yerleşim yeri oluşturulmasına yönelik plan açıklamıştı. El-Fetih ve HAMAS’ın uzlaşı hükümeti üzerinde anlaşmaya varmaları ABD ve İsrail’de farklı yankılar buldu. ABD’den yapılan açıklamada, açıklamanın zamanlamasının rahatsız edici olduğu ifade edilerek, kurulacak olan her Filistin hükümetinin taraflar arasında daha önce imzalanmış bütün anlaşmalara uyması, şiddete başvurmamayı ve İsrail devletini tanımayı koşulsuz kabul etmesi gerektiği belirtildi. ABD Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Jen Psaki, bu belirttikleri ilkelerin yokluğunun, “İsrail ile Filistin arasındaki uzlaşıya dönük çabalar ile Filistin’deki milli mutabakata bağlı olarak iki taraf arasındaki müzakerelerin devam ettirilmesi noktasında ciddi anlamda zorluk oluşturacağı” değerlendirmesinde bulundu. Psaki ayrıca yapılan uzlaşı açıklamasının kendileri ve barış süreci açısından hayal kırıcı nitelikte olduğunun da altını çizdi. Güney Kore’ye gerçekleştirdiği ziyaret esnasında basın mensuplarının soruları üzerine Filistin’deki gelişmeleri değerlendiren Obama ise hem Filistin hem de İsrail tarafındaki siyasî otoritelerin zor kararlar alabilecek kararlılıkta ve yeterlilikte olmadıklarına vurgu yaptı. Ortadoğu Barış Sürecinde ısrarcı olacaklarını belirten Obama, gelişmeler sonrasında sürece ara verilmesi ihtimalinin de belirdiğinin altını çizdi. Jen Psaki’nin bu açıklamaları İsrail’in, Filistin’de millî mutabakata varılmasının ardından barış görüşmelerini askıya aldığını açıklamasından sonra geldi. Millî mutabakat açıklamasının yapıl- MAYIS 2014 67 HAMAS le El-Feth arasındak anlaşmazlıkların sonlandırılması çn Mayıs 2011’de Mısır, Şubat 2012’de se Katar başkanlığında uzlaşma görüşmeler yapılmasına rağmen üzernde mutabakata varılan konular uygulanamamıştı. Barış görüşmelernn krtk br dönemnde tarafların uzlaşması sürecn seyrn de değştrecek gb gözüküyor. masının ardından toplanan İsrail Güvenlik Kurulu altı saat süren bir toplantı gerçekleştirdi ve toplantının ardından yaptığı açıklamada Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas’a “HAMAS ya da İsrail’i seçme” çağrısında bulundu ve bu koşullarda Barış Görüşmelerinin devam edemeyeceğini duyurdu. İsrail Güvenlik Kurulu’ndan yapılan açıklamada İsrail’in yok edilmesi gibi bir amacı olan HAMAS ile aynı masaya kesinlikle oturulamayacağının da altı çizildi. Twitter hesabından görüşmelerin askıya alınması üzerine paylaşımlarda bulunan İsrail Başbakanı Natenyahu ise Mahmud Abbas’ın, İsrail’le barış yerine HAMAS’la anlaşmayı yeğlediğini savundu. HAMAS’ın ABD, AB ve Mısır gibi ülkeler tarafından “terörist örgüt” olarak kabul edildiğini belirten Natenyahu İsrail’in terörist, İsrail’i yok etmeyi amaçlayan ve Yahudi soykırımını reddeden bir örgütle kesinlikle aynı masaya oturmayacağını ifade etti. Mahmud Abbas’ın yeni ortağı HAMAS’ın Bin Ladin’in öldürülmesine tepki gösterdiği yönünde paylaşımlarıyla Batılı kamuoyunun bilinçaltına seslenerek kamuoyu oluşturmaya çalışan Natenyahu, HAMAS ve El-Fetih arasında imzalanan anlaşmanın Filistinlilerin 68 MAYIS 2014 Barış Görüşmelerini devam ettirme yanlısı olmadıklarını gösterdiğini de iddia etti. Tango İki Kişiliktir ABD’nin Filistin-İsrail Barış Müzakerelerinin yeniden başlaması sonrasında dış politikasının temeline yerleştirdiği unsur, iki devletli çözümün mümkün kılınmasıydı. İsrail’in görüşmelerin askıya alınması yönündeki kararının ardından ABD Başkanı Obama’nın yaptığı açıklamada “sürece ara verilebileceğini” belirtmesi, ABD’nin önümüzdeki süreçte daha çok dış politika hedefine yönelik adımlar atabileceğini yani iki devletli çözümü mümkün kılacak stratejiler geliştirmeyi deneyebileceğini göstermektedir. Bu bağlamda ön plana çıkan ilk alternatif, doğrudan olmayan görüşmeler yoluyla bir çözümün oluşturulması yolunun denenmesidir. Böyle bir tercihte konu başlıkları önem sırasına göre kategorize edilip nihai safhada tarafların yeniden bir araya gelmesi sağlanabilir. Ancak ABD’nin dış politika yönelimi ne olursa olsun kalıcı ve sağlam bir barışın inşa edilebilmesi her iki tarafın da sürece inanması ile mümkün olabilecektir. sı konusunda iyimser olmak için henüz oldukça erken. Öncelikle yukarıda da belirtildiği üzere 2006’daki seçimlerden sonra iki grup arasında oluşan ayrılığı ortadan kaldırmak ya da gerilimi azaltmak maksadıyla çeşitli girişimler olmuş, hatta bu girişimler bazı anlaşma metinleri haline getirilmiş ancak başarı sağlanamamıştı. Varılan mutabakatın Filistinlilerin geleceği açısından uygulanabilmesi ümidi olsa da taraflar arasında hayatî konulardaki görüş ayrılıklarının nasıl giderileceğini zaman gösterecek. El-Fetih iktidar pozisyonundan kaynaklanan ayrıcalıklarından vazgeçmediği için HAMAS’ın 2006’da kazandığı seçim zaferi herkes tarafından görmezden gelinmiş ve Arap Baharı adı verilen kitlesel mobilizasyon sürecinin en önemli girdilerinden birisini oluşturmuştu. Gelinen noktada HAMAS ve El-Fetih arasındaki uzlaşının başarı şansının yanı sıra HAMAS’ın marjinalleşip sistem dışına itilmesini sağlayan El-Fetih’in gerçekten barış taraftarı olup olmadığı da hâlâ cevap bekleyen sorulardan. Barış müzakerelerinin önceki safhalarında İsrail Başbakanı Natenyahu belli konularda karşısında birleşik bir Filistin otoritesi bulunmadığı için anlaşma imzalanamayacağını iddia ederek süreci çıkmaza sürüklemeye çalışıyordu. Gelinen noktada Filistinli grupların bütünleşik bir Filistin otoritesi teşkil ettirmeye yönelik karar almalarına rağmen Natenyahu’nun Barış Görüşmelerinin devam ettirilemeyeceğini açıklaması bölgede sağlam ve istikrarlı bir barışın oluşturulması önündeki engelin İsrail olduğunu net bir biçimde ortaya koymuş oldu. Filistinli milletvekili Mustafa Barguti de İsrail’in yaptığı açıklama sonrası verdiği bir beyanatta bu duruma şu şekilde dikkat çekti: “İsrail’in milli mutabakata cevabı çok tuhaf. Aramızda ayrılık olduğu zamanlarda Sayın Netanyahu, tüm Filistin’i temsil edecek tek bir temsilci yok ve bu yüzden anlaşma yapamayız diyordu. Şimdi birleşme kararı aldık bu defa da birleşik Filistin ile barış yapamam diyor.” İngiltere’de çalan ünlü rock grubu the Stranglers’in iyi parçalarında birisinin adı “It only takes two to tango”dur yani “Tango sadece iki kişi gerektirir.” Filistin ve İsrail arasında varılacak bir barışın ihtimali üzerinde konuşmaya başlayabilmek için böyle bir uzlaşı niyeti taşıyan iki tarafın olup olmadığını tespit etmek gerekiyor ki eldeki veriler “dansın başlayabilmesi için gereken iki kişi”nin henüz hazır olmadığını gösteriyor. HAMAS ve El-Fetih arasında varılan uzlaşı Filistin açısından kritik öneme sahip olsa da başarı şan- MAYIS 2014 69 DIŞ POLİTİKA Başbakanlığın Bildirisi Tâziyeden de Öte... ralarını anmalarını anlamak ve paylaşmak bir insanlık vazifesidir. 1915 olaylarına ilişkin farklı görüş ve düşüncelerin serbestçe ifade edilmesi; çoğulcu bir bakış açısının, demokrasi kültürünün ve çağdaşlığın gereğidir. Türkiye’deki bu özgür ortamı, suçlayıcı, incitici, hatta bazen kışkırtıcı söylem ve iddiaları seslendirmek için vesile olarak görenler de bulunabilir. Ne var ki, tarihi meseleleri hukuki boyutlarıyla birlikte daha iyi anlamamız, kırgınlıkları yeniden dostluklara dönüştürmemiz mümkün olacaksa, farklı söylemlerin empati ve hoşgörüyle karşılanması ve bütün taraflardan benzer bir anlayışın beklenmesi tabiidir. Türkiye Cumhuriyeti hukukun evrensel değerleriyle uyumlu her düşünceye olgunlukla yaklaşmaya devam edecektir. Fakat 1915 olaylarının Türkiye karşıtlığı için bir bahane olarak kullanılması ve siyasi çatışma konusu haline getirilmesi de kabul edilemez. Birinci Dünya Savaşı esnasında yaşanan hadiseler, hepimizin ortak acısıdır. Bu acılı tarihe adil hafıza perspektifinden bakılması, insani ve ilmi bir sorumluluktur. Her din ve milletten milyonlarca insanın hayatını kaybettiği I. Dünya Savaşı esnasında, tehcir gibi gayr-ı insani sonuçlar doğuran hadiselerin yaşanmış olması, Türkler ile Ermeniler arasında duygudaşlık kurulmasına ve karşılıklı insani tutum ve davranışlar sergilenmesine engel olmamalıdır. Sinan TAVUKÇU SDE Yüksek İstişare Kurulu Üyesi 23 Nisan 2014’günü, 1915 tehciri ile ilgili olarak Ermenilere taziye bildiren Başbakanlık mesajı, iç ve dış kamuoyunda heyecan ve şaşkınlıkla karşılandı. Başbakanlık’ın internet sitesinden yapılan o açıklama metni şöyleydi: Arap, Ermeni ve diğer milyonlarca Osmanlı vatandaşı için acılarla dolu zor bir dönem olduğu yadsınamaz. Adil bir insani ve vicdani duruş, din ve etnik köken gözetmeden bu dönemde yaşanmış tüm acıları anlamayı gerekli kılar. “Ermeni vatandaşlarımız ve dünyadaki tüm Ermeniler için özel bir anlam taşıyan 24 Nisan, tarihi bir meseleye ilişkin düşüncelerin özgürce paylaşılması için değerli bir fırsat sunmaktadır. Tabiatıyla ne bir acılar hiyerarşisi kurulması ne de acıların birbiriyle mukayese edilmesi ve yarıştırılması acının öznesi için bir anlam ifade eder. Osmanlı İmparatorluğu’nun son yıllarının hangi din ve etnik kökenden olursa olsun, Türk, Kürt, Osmanlı İmparatorluğu vatandaşı herkes gibi Ermenilerin de o dönemde yaşadıkları acıların hatı- 70 MAYIS 2014 Atalarımızın dediği gibi ‘ateş düştüğü yeri yakar’. Bugünün dünyasında tarihten husumet çıkarmak ve yeni kavgalar üretmek kabul edilebilir olmadığı gibi ortak geleceğimizin inşası bakımından hiçbir şekilde yararlı da değildir. Zamanın ruhu, anlaşmazlıklara rağmen konuşabilmeyi; karşıdakini dinleyerek anlamaya çalışmayı; uzlaşı yolları arayışlarını değerlendirmeyi; nefreti ayıplayıp saygı ve hoşgörüyü yüceltmeyi gerektirmektedir. Bu anlayışla biz Türkiye Cumhuriyeti olarak 1915 olaylarının bilimsel bir şekilde incelenmesi için ortak tarih komisyonu kurulması çağrısında bulunduk. Bu çağrı geçerliliğini korumaktadır. Türk, Ermeni ve uluslararası tarihçilerin yapacağı çalışma, 1915 olaylarının aydınlatılmasında ve tarihin doğru anlaşılmasında önemli bir rol oynayacaktır. Bu çerçevede arşivlerimizi bütün araştırmacıların kullanımına açtık. Bugün arşivlerimizde bulunan yüzbinlerce belge, bütün tarihçilerin hizmetine sunulmaktadır. Türkiye, geleceğe güvenle bakan bir ülke olarak tarihin de doğru anlaşılması için ilmi ve kapsamlı çalışmaları her zaman desteklemiştir. Etnik ve dini kökeni ne olursa olsun yüzlerce yıl bir arada yaşamış, sanattan diplomasiye, devlet idaresinden ticarete kadar her alanda ortak değerler üretmiş Anadolu insanları, yeni bir gelecek inşa edebilecek imkân ve kabiliyetlere bugün de sahiptir. Kadim ve eşsiz bir coğrafyanın benzer gelenek ve göreneklere sahip halklarının, geçmişlerini olgunlukla konuşabileceklerine, kayıplarını kendilerine yakışır yöntemlerle ve birlikte anacaklarına dair umut ve inançla, 20. yüzyılın başındaki koşullarda hayatlarını kaybeden Ermenilerin huzur içinde yatmalarını diliyor, torunlarına taziyelerimizi iletiyoruz. Aynı dönemde benzer koşullarda yaşamını yitiren, etnik ve dini kökeni ne olursa olsun tüm Osmanlı vatandaşlarını da rahmetle ve saygıyla anıyoruz.” Başbakanlık tarafından yayınlanan bldr, daha öncek protokol ve çözüm çabalarından daha ler br adımı göstermektedr. Bldr le 20. Yüzyılın başındak savaş şartlarında hayatlarını kaybeden Ermenler çn torunlarına tazyede bulunan Türkye; etnk ve dn köken ne olursa olsun yüzlerce yıl br arada yaşamış, ortak br tarh ve kültür nşa etmş Türk, Kürt, Arap, Ermen ve dğer Osmanlı halklarını adl hafıza perspektfnden geçmşe bakmaya ve ortak yen br gelecek nşa etmeye davet etmektedr. MAYIS 2014 71 Türkiye-Ermenistan İlişkilerinin Çıkmazları Soğuk Savaş’ın sona ermesi ve Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin (SSCB) dağılmasının ardından eski Sovyet Cumhuriyetleri bağımsızlığını kazanırken, Ermenistan’da 21 Eylül 1991 tarihinde bağımsızlığını ilan etmişti. 9 Kasım 1991’de Azerbaycan’ın bağımsızlığını tanıyan Türkiye, 16 Aralık 1991 tarihinde de, içinde Ermenistan’ında bulunduğu yeni devletlerin tamamını tanımıştı. Ermenistan’la ilişkilerini geliştirmek isteyen Türkiye, Ermenistan’ı Karadeniz Ekonomik İşbirliği Teşkilatı’na (KEİT) kurucu üye olarak davet etmiş, Devlet Başkanı Levon Ter Petrosyan 1992 yılında İstanbul’da toplanan KEİT devlet ve hükümet başkanları zirvesine katılmıştı. Ancak, Ermenistan’ın bağımsızlığını kazanmasından hemen sonra Azerbaycan toprağı Dağlık Karabağ’ı işgal etmesi, Türkiye ve Ermenistan arasındaki diğer problemlerin çözümü girişimlerinin ve devamlı bir resmi ilişki kurulmasının önünde engel oldu. Türkiye’nin Ermenistan’ı resmen tanımış olmasına rağmen, bu ülkeyle uzun süre resmi diplomatik ilişki kurulmasını engelleyen dört önemli mesele olmuştur. -“Soykırım” iddiaları: I. Dünya Savaşı devam ederken, 27 Mayıs 1915 tarihli Tehcir (yer değiştirme) Kanunu ve bu kanuna dayalı olarak çıkarılan emirler çerçevesinde; Erzurum, Van ve Bitlis vilâyetlerinden çıkarılan Ermeniler, Musul’un güney kısmı, Zor ve Urfa sancağına; Adana, Halep, Maraş civarından çıkarılan Ermeniler ise Suriye’nin doğu kısmı ile Halep’in doğu ve güneydoğusuna nakledilmişlerdir. Ağırlıklı olarak diaspora Ermenilerince öne sürülen iddialara göre tehcir sırasında 1.500.000 Ermeni ölmüş, tehcir kararıyla Ermeni halk bir soykırımına tâbi tutulmuştur. Türkiye’nin tezine göre ise, I. Dünya Savaşı döneminde Osmanlı topraklarında yaşayan Ermenilerin toplam nüfusu en fazla 1.250.000 civarındadır. Eski TTK Başkanı Yusuf Halaçoğlu’nun açıklamasına göre; bütün Anadolu’da tehcire uğrayan Ermenilerin net sayısı 438.758’dir. Vilayetlere göre rakamlar Osmanlı arşivlerinde yer almaktadır. 382.148 kişi iskân bölgelerine varmıştır. Arada 56.610 kişilik bir fark vardır.(http://www.ermenisorunu.gen.tr/turkce/roportajlar/ttk_yusufhalacoglu.html) Ölümlerin büyük kısmı, ağır tabiat şartlarında meydana gelen 72 MAYIS 2014 göçler ve Ermeni kafileleri yola çıktığında Osmanlı Devleti tarafından zaptiye ve koruma verilmeyenlerin halkın saldırısına uğraması sebebiyle meydana gelmiştir. Türkiye’nin “soykırım” iddialarına karşı resmi tezi, yaşananların büyük bir trajedi olduğu ve iki taraftan da büyük kayıplar verildiği, ancak olayların kesinlikle “soykırım” olarak nitelendirilemeyeceği şeklindedir. 23 Ağustos 1990 tarihli Ermenistan’ın Bağımsızlığına İlişkin Bildiri’nin 11’inci maddesinde yer alan: “1915 yılı Osmanlı Türkiye’sinde ve Batı Ermenistan’da Ermeni Soykırımının uluslararası tanınması işini desteklemektedir.” ifadesiyle, Ermenistan Devleti de tehcir sırasında yaşananların soykırım olarak tanınması politikasını kabul etmiş, 1995 yılında kabul edilen Ermeni Anayasası’nda “Ermenistan’ın bağımsızlık bildirisindeki ulusal hedeflere bağlı kalacağı” bir anayasa hükmü haline getirilmiştir. -Ermenistan tarafından Türkiye sınırının tanınmaması: Türkiye - Ermenistan ilişkilerinin normalleşmesinin önündeki en önemli engellerden birisi, Ermenistan’ının iki ülke sınırını belirleyen 1921 tarihli Kars ve Gümrü Antlaşmaları’nı tanımamasıdır. Nitekim Ermeni Parlamentosu, 1991 yılında Kars ve Gümrü Antlaşmaları’nın geçerliliğini tanımadığını beyan eden bir karar almıştır. Bu, Ermenistan’ın AGİT çerçevesinde kabul etmiş olduğu sınırların değişmezliği ilkesine aykırılık teşkil etmektedir. -Dağlık Karabağ’ın işgali: Sovyetlerin dağılması sırasında otorite boşluğundan faydalanan Ermeniler, 1991 yılı sonunda, Azerbaycan Cumhuriyeti’ne bağlı bulunan Dağlık Karabağ’ın bağımsızlığını ilân ettiler. Dağlık Karabağ, 8 Mayıs 1992’de Ermenistan tarafından işgal edildi. Aralık 1993’te Azerbaycan Silahlı Kuvvetleri’nin Ermeni kuvvetlerine karşı başlattığı karşı taarruzun askeri başarısızlıkla sonuçlanmasından sonra 16 Mayıs 1994’te, Azerbaycan ve Ermenistan arasında ateşkes imzalandı. İşgal ve çatışmalarda 30.000’den fazla Azeri öldürüldü, 1 milyon civarında Azeri topraklarını terk etmek zorunda kaldı. -Kapalı sınır meselesi: 3 Nisan 1993’te Kelbecer’in Ermenistan tarafından tamamen işgal edilmesinden sonra Türkiye, Ermenistan ile olan sınırını kapatmıştır. Türkiye üzerinden geçmekte olan tüm insanî yardım uçuşlarının da durdurulduğunu, hiçbir uçuşa izin verilmeyeceğini, buna rağmen geçmek isteyen uçakların gerektiğinde ateş açılarak indirileceğini, Ermenistan’ın işgal ettiği Azerbaycan topraklarını terk etmediği sürece sınırın açılmasının söz konusu olmayacağını açıklamıştır. Çözüm Çabaları Türkiye - Ermenistan ilişkilerinin normalleşmesi yolunda en önemli resmi girişim, Başbakan Erdoğan ve Ermenistan Devlet Başkanı Koçaryan arasında 2005 yılında gerçekleşen mektup teatisi olmuştur. Başbakan Erdoğan, Koçaryan’a Nisan 2005’te gönderdiği mektupta; aynı tarihi ve coğrafyayı paylaşan iki toplum arasında geçmişte yaşanmış olan acı olayların günümüzde iki ülke arasında dostluk ilişkilerinin kurulmasına engel olduğu belirtilerek, gelecek kuşaklara karşılıklı saygı ve anlayışın hüküm sürdüğü barışçıl bir ortam bırakma arzusuyla, 1915 olaylarının araştırılması için Ermenistan’a bir ortak tarih komisyon kurulmasını teklif etmiş, çıkan sonuca her iki ülkenin de saygı göstermesi çağrısında bulunmuştur. Koçaryan, 25 Nisan 2005 tarihli mektubuyla Başbakan Erdoğan’a verdiği cevapta; öncelikli hedefin sınırın açılması ve diplomatik ilişkilerin tesisi olması gerektiğini vurgulamış, bu kapsamda Ermenistan’ın ‘ön koşulsuz’ olarak diplomatik ilişki kurmaya hazır olduğunu bildirmiş, iki ülke arasında mevcut tüm sorunları görüşerek sonuca bağlayacak bir hükümetler arası komisyon kurulmasını teklif etmiştir. Ancak bu karşılıklı mektuplar fiili bir sonuç doğurmamıştır. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün 6 Eylül 2008 tarihinde Türkiye - Ermenistan Dünya Kupası Avrupa elemeleri grup maçını izlemek üzere Ermenistan’ın başkenti Erivan’a gitmesi, ABD başkanlığına yeni seçilen Barack Obama’nın 6-7 Nisan 2009 tarihli Türkiye ziyaretinde Ermenistan ile ilişkilerin normalleştirilmesi ve sınırların açılması konusunu gündeme getirmesi, yeni bir sürecin başlamasının yolunu açtı. Bu süreç, Türkiye ile Ermenistan’ın parafe ettiği 10 Ekim 2009 tarihli “Diplomatik İlişkilerin Kurulmasına Dair Protokol”le sonuçlandı. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ve Ermenistan Dışişleri Bakanı Eduard Nalbantyan tarafından parafe edilen Protokol’de; Türkiye ve Ermenistan’ın ikili ve uluslararası ilişkilerinde, eşitlik, egemenlik, diğer ülkelerin iç işlerine müdahale etmeme, toprak bütünlüğü ve sınırların dokunulmazlığı ilkelerine saygılı olacakları ve bu ilkelere saygı gösterilmesini sağlayacakları taahhüt edilmiş, ortak sınırın açılması hususunda aldıkları karar vurgulanmış, iyi komşuluk ilişkileri anlayışıyla bağdaşmayacak herhangi bir siyaset izlemeyeceklerine dair taahhütte bulunmuşlardı. Protokolün yürürlüğe girdiği tarihten itibaren diplomatik ilişki kurulması ve karşılıklı olarak diplomatik temsilcilik açılması hususunda anlaştıkları da bu metinde yer alıyordu. Ancak, Ermenistan Anayasa Mahkemesi 12 Ocak 2010 tarihinde açıkladığı gerekçeli kararında, protokollerin 1990 tarihli bağımsızlık bildirgesi ile çelişemeyeceğine karar vererek, bu işbirliği ve çözüm çabasını bağımsızlık bildirgesine aykırı bulmuş ve işlerlik kazanmasının önüne geçmiştir. 23 Nisan tarihli Başbakanlık tarafından yayımlanan taziye bildirisi, her şeye rağmen Türkiye’nin attığı, cesaret dolu yeni bir adım olmuştur. Sonuç Başbakanlık tarafından yayınlanan bildiri, daha önceki protokol ve çözüm çabalarından daha ileri bir adımı göstermektedir. Bildiri ile 20. Yüzyılın başındaki savaş şartlarında hayatlarını kaybeden Ermeniler için torunlarına taziyede bulunan Türkiye; etnik ve dini kökeni ne olursa olsun yüzlerce yıl bir arada yaşamış, ortak bir tarih ve kültür inşa etmiş Türk, Kürt, Arap, Ermeni ve diğer Osmanlı halklarını adil hafıza perspektifinden geçmişe bakmaya ve ortak yeni bir gelecek inşa etmeye davet etmektedir. MAYIS 2014 73 Asya’nın Geri Dönüşü, Avrupa’nın Tek Yolu ve Türkiye… Dr. Cemil Ertem G-20’nin Belirsizleşen Geleceği Doç. Dr. Selim Kayhan Konut Fiyatlarındaki Balon Tartışmaları Dr. M. Levent Yılmaz EKONOMİ ASYA’NIN GERİ DÖNÜŞÜ, AVRUPA’NIN TEK YOLU ve TÜRKİYE… Dr. Cemil ERTEM SDE Ekonomi Programı Koordinatörü B ugün Türkiye’nin de içinde bulunduğu büyük coğrafya –ki Çin’in nihayete erdiği- Kırgızistan, Kazakistan, Tacikistan sınırlarından başlayarak, Türkmenistan’dan Hazar Denizi’ne varır ve Azerbaycan, Gürcistan’la devam ederek Türkiye’ye ulaşır… Ama bitmez, güneye indiğinizde İran, Irak, sonra Akdeniz’e varmadan Suriye’yi görürsünüz. Hemen peşinden Ürdün, derken Arap Yarımadası’na oradan batıya gittiğinizde Mısır’a yani Büyük Mağrip’e geçmişsinizdir… Yine Kuze- 76 MAYIS 2014 ye Akdeniz üzerinden Türkiye’ye ulaşırsınız ancak Türkiye’den devam ederseniz Avrupa’ya varırsınız… İşte bu büyük coğrafyadan bahsediyorum. Avrupa’yı da içine alan bu hinterlanda Avrasya da deniyor… Ancak ben, bu büyük bölgenin yeni dinamikleri itibariyle, Avrasya sözcüğünün bile yetersiz kaldığını düşünüyorum. Çünkü bu coğrafya yalnız ekonomik olarak değil, sosyal ve kültürel olarak da insanlığın bütün dönemlerindeki var oluş mücadelesinin ifadesidir. Bu topraklarda üç büyük semavi din var olmuş ve insanlığın kaderini belirlemiştir. Şimdi yine bu topraklar sistemin son krizinden çıkışının ve yeni bir dünya kurmasının dinamiklerini içinde saklıyor. Bu yazıda şöyle bir varsayımdan yola çıkacağız; içinde bulunduğumuz kriz, sistemin son ama en büyük krizi ancak bu kriz aynı zamanda büyük bir dönüşümün ebesi de… Bu dönüşüme ebelik eden de Türkiye merkez olmak üzere bölge halklarının siyasi iradesi ve bu iradenin ortaya çıkardığı liderler… ve Soete’nin bu vurgusu çok önemlidir; çünkü buradaki GSYİH’da üretime dönük yatırımların payının artması aynı zamanda yeni kontrol sanayilerinin gelişmesi anlamına gelmektedir.4 Yeni kontrol sanayilerinin ortaya çıkması hiç şüphesiz yeni bir büyüme paradigmasıdır. Freeman ve Soete, Schumpeter’in “ardışık sanayi devrimleri” olarak adlandırdığı teknolojik değişim dalgalarını, Rus iktisatçısı Nikolai Kondratieff’i takip ederek “teknolojik değişim dalgaları” olarak nitelemişlerdir.5 Aslında bu tanımlar bize klasik Kapitalizmin Son Krizi iktisadın ortaya koyduğu Bugün Kapitalist ekonomilerde dösermaye birikimi çevrimini nüştürücü ve büyük kriz21. yüzyılın vermektedir. Bu açıdan ler, bir önceki sermaye döngüsel hareket veya en büyük ve en stratejik birikimi ve buna bağlı uzun dalgalar niteleyatırımlarından biri, büyüme çerçevesinin meleri, sonuçta, bize bittiği ve sürükleyici (TANAP ve TAP) Türkiye bir büyüme paradigsektörlerin kâr oranmasını vermektedir. topraklarından ve larının düştüğü zaman Aralarında Jevons, aralığına denk gelir. karasularından başlayarak, Pareto, ve Dupriez gibi “Kapitalizm doğası iktisatçıların da bulunTürkiye hükümetinin gereği, ekonomik bir duğu pek çok iktisatçı değişim metodu ya da siyasi iradesiyle ekonomideki bu uzun tipidir. Durgun bir karakter yapılıyor. dönemli dalgalanmaları, figöstermez. Zira kapitalizmin yat eğilimleri, faiz oranları ya bu girişimci niteliği yalnızca, da ticaret akımlarının hızında deekonomik hayatın daima değişen ğişmeler gibi kavramlar çerçevesinde bir ekonomik ve sosyal ortam içinde ak6 Bu saptamadan hareketle her tartışmışlardır. masından ve ekonomik aksiyonun verilerinin de değişmesinden ileri gelmektedir.”1 Schumpeter’in bu büyük sermaye birikim evresinin bir para ve maliye satırları aslında onun kapitalizmin krizleri için tanım- politikası bütünlüğü olduğunu söylemek mümkün ladığı o ünlü formülasyonunu anlatmaktadır: “Yara- olmaktadır. Örneğin; altın standardı, 1780’lerde tıcı yıkım.” Ama Schumpeter’in “yaratıcı yıkımı” kla- başlayıp 1900’lerin ilk yarısına kadar süren Sanasik iktisatçıların ileri sürdüğü dinamiklerden oldukça yi Devrimi paradigmasının para sistemi olarak orfarklıdır. “Klasik iktisatçılar, (Smith, Ricardo, Mill, taya çıkmıştır. Aynı şekilde kaydî para sistemi de Marx vb.) iktisadi büyüme analizlerinde sahnenin Britanya’nın sömürgeci hegemonyasının bittiği ve ortasına sermaye birikimini yerleştirmişlerdir. İktisat ulus-devletlere dayanan sermaye birikimi sisteminin tarihçileri ise, sermaye birikiminin önemini hiçbir başladığı 20. yüzyılın ilk çeyreğinin sonunda ortaya zaman yadsımamakla birlikte, Sanayi Devrimi’nin çıkmıştır. Ancak tam burada şu vurguyu yapmamız başlangıç aşamaları için artış hızını biraz düşürmek gerekiyor; Britanya’nın merkantilist yağma, yoğun eğiliminde görünmektedirler. Rostow (1960)2 kalkış iş sömürü ve sömürgecilikte devam eden ve ka(take off) aşamasından “kendini besleyen büyüme” pitalizmin tekelci sermaye birikiminin ebesi olan aşamasına geçmek için üretime dönük yatırımları süreç bütünüyle müthiş bir yağmadır. 1928 yılında (Net Milli Gelir) % 5’ten % 10’a çıkarmanın gerekli Hindistan’da Gandhi şöyle yazıyordu: ‘Hindistan’ı olduğunu ve İngiltere’nin bu koşulu ancak, 18. yüz- Batı tarzı bir sanayileşme yoluna girmekten Tanrı yılın sonunda sağladığını ileri sürmüştür.”3 Freeman esirgesin. Tek bir küçük ada krallığının (Britanya) ikve Soete, bu yaklaşımı, üretimin yeni sürükleyici tisadi emperyalizmi bugün dünyayı zincire vurmuş alanlar açması anlamında ele almışlardır. Freeman durumda. Eğer 300 milyonluk Hindistan benzer bir MAYIS 2014 77 Maliye Bakanı, Wolfgang Schaeble, 2014 yılında Alman ekonomisinin yüzde 1,7 büyümesini ve 2015 yılında kamu borcunun da sıfırlanacağını söylüyor. Ancak Alman halkının bireysel borçları da giderek artıyor. Almanya’da 7 milyon kişinin şu anda gelirinin karşılayamayacağı yüksek borcu bulunuyor. Bu kişi başına 38 bin Euro borca tekabül ediyor. iktisadi sömürü yolu tutsa, dünyayı çekirge sürüsü gibi talan eder.’ Evet, Gandhi çok haklıydı; sanayi devrimiyle başlayan ve sömürgecilikle devam eden dünya düzeni, dünyanın büyük bölümünü doğal kaynaklardan mahrum etmeye ve bu doğal kaynakları küçük bir azınlık için yağmalamaya dayanıyordu. Şimdi yine Hindistan’da kalalım; tarih 2006, Asya Kalkınma Bankası’nın yıllık toplantısı… Hindistan Başbakanı Manmohan Singh kürsüye geliyor ve sakin ama çok kararlı ve oldukça politik bir konuşma yapıyor… Sanki iki yıl sonra Batı’nın başına gelecek krizi haber veriyor ve artık yeter diyor… Evet, artık yeter! Özellikle fazla veren Asya ülkeleri ellerindeki fazlalarla, başta ABD olmak üzere, Batı’yı finanse etmekten vazgeçmeli ve doğuda, güneyde bizim de öncülük edeceğimiz insani kalkınma projelerine yatırım yapmalı; gelmekte olan gıda krizi ve açlık ancak böyle önlenir. Bu konuşma üzerine toplantıyı izleyen ABD’li gözlemci, heyecanla ayağa fırlayarak, ‘Bu herkesin altında kalacağı bir kriz olur, çünkü ABD dolarının hegemonyası biter, Batı hızla çöker, bunu yapmaya cesaret edemezsiniz’ diye konuşmaya başlıyor.7 Arrighi’nin aktardığı bu anekdot bize Batı’nın zenginliği hakkında çok şey anlattığı gibi, bundan sonra yeni bir Doğu kalkınmasının 78 MAYIS 2014 da ipuçlarını veriyor. Bu doğu kalkınması gelişmekte olan Asya’dan başladı ve bugün bizim yukarıda anlattığımız rotayı izleyerek Türkiye’ye geliyor. Tam burada şu gerçek karşımıza çıkıyor; Avrupa’nın içinde bulunduğu kriz ancak Türkiye’den başlayarak kendi doğusuna doğru genişlemesi ile çözülecektir. Avrupa’nın başka seçeneği yoktur. İşte tam şimdi güncel olanlardan yola çıkarak Avrupa’nın şimdiki yolculuğuna bakalım… Avrupa’nın Krizi ve Seçenekleri Avrupa Merkez Bankası’nın (ECB) yeni bir parasal genişlemeye ne zaman ve ne şekilde gideceği şu günlerde çok önemli bir soru. Çünkü ECB’nin gündeme getireceği parasal genişlemenin, FED modelinden ayrı ve yeni bir çıkış olması gerekir. ECB’nin Euro genişlemesi, Avrupa’daki teknoloji yoğun sektörleri yukarı çıkartıp, teknoloji yoğun malların ihracatına dönük yeni bir ekonomi oluşturması gerekir. Ancak, AB’nin hane halkları ve kamu borçları sorunu ve bunun banka sistemini kilitlemesi en büyük sorun. Almanya’da devlet borçları giderek eriyor; bunun en büyük nedeni düşen faizler… Son üç yılda devlet tahvili faizlerinin düşmesi Alman bütçesine 40 milyar Euro’luk bir avantaj sağladı. Alman mektedir. Böylece Almanya, düşük Euro’ya hiç bir zaman mahkûm olmayacak, teknoloji verimliliğini öne çıkartarak ihracat ağırlıklı büyüyecektir. Böyle olunca Almanya, çok büyük ve kapsamlı bir ECB parasal genişlemesine karşı çıkacak ancak kendi ülkesindeki hane halkı borçlarının aşağı çekilmesine yardım edecek kısıtlı bir genişlemeye razı olacaktır. Öte yandan Alman ekonomisi, “Endüstri 4.0” olarak Bugün Avrupa krizinin adı Almanya’dır. Almanya tanımlanan ve seri üretimden ayrılarak, kişiye özel yukarıda parasal genişleme üzerinden anlattığıüretim yapan, kişisel tasarım ağırlıklı teknoloji yoğun mız ulusal devletçi anlayışından vazgeçmedikçe yeni sanayi devrimine adım atmayı hedefliyor ancak Avrupa’nın krizi son bulmayacaktır. Hatta bu kriz, banka sisteminin böyle bir ekonomik çıkışı finanse çok yakında enerji ve daha sonra bir gıda kriedecek yapısı ve anlayışının olduğu çok tartışma- zi olarak Avrupa’nın üzerine çökecektir. Avrupa, lı. İşte ECB’nin sorunu da tam burada; yeni ECB pazar ve beşeri sermaye olarak kendi doğusuna genişlemesi, Avrupa’daki batık banka sisteminin ve –Türkiye’den başlayarak- genişlemeden krizden çıhane halkı borçlarının mı imdadına yetişecek yoksa kamaz ve birlik olamaz… emekleme aşamasına geçmek üzere olan endüstri Rusya’nın Kırım’ı İlhakı ve Türkiye’nin Artan 4.0 sıçramasını mı sağlayacak? Aslında Avrupa’nın Önemi şu anda içinde bulunduğu ekonomik ve politik ortamda bu sorunun cevabı belli... ECB’nin parasal Rusya’nın Kırım’ı ilhakından sonra Avrupa’nın enerji genişleme modeli ne olursa olsun, Almanya’nın, or- zafiyeti iyice açığa çıkmıştır. Avrupa Parlamentosu tak mali politikaya gitme yollarını ve bundan sonra Başkanı Martin Schulz, AB ve ABD’nin, Kırım krida AB politika biriminin yolunu açmaması halinde zi konusunda Rusya’ya ekonomik yaptırım uyguECB’nin parasal genişleme yapmasının hiçbir an- laması halinde, bunun AB vatandaşlarının günlük hayatını olumsuz etkileyeceğini söyledi. lamı olmayacaktır. Parasal genişleme İlk önce enerji fiyatlarının hızlı yükyalnızca hane halklarının banka selmesi Avrupa halkını vuracak. sistemine olan borçlarını erteBunun için Schulz, AB’de lemeyecek aynı zamanda Bütün bunlardan ve politikacıların halka karzor durumda olan çürük enerjiden öte, Türkiye şı açık ve dürüst olması Avrupa bankalarının pagerektiğini söylüyor… merkezli bu entegrasyon, siflerindeki borçları şiAslında Schulz, bunu şirecektir. Şu kesindir; yeni ipek yolu gibi transit en çok Almanya’ya genişlemeden gelen söylemeliydi. Çünkü geçişlerle de birleşince, ve banka bilançoAlmanya, Rusya kolarının pasifine park yalnız Avrupa’nın nusunda ikili oynuyor. eden Euro büyüklüenerji krizine çözüm Almanya, tam şu sığü kesinlikle aktif deralar, Ukrayna’yı pas üretmiş olmayacak, aynı ğer olarak değerlengeçen ve Türkiye’nin dirilmeyecektir. Çünkü zamanda sistem krizini de Karadeniz karasularından Almanya’nın Euro bölgegeçerek Avrupa’ya ulaşaçözecektir. sinin krizden çıkışı ve bilgi cak şekilde Güney Akımı tadil ekonomisine geçmesi gibi bir eden bir proje üzerinde çalışısorunu yoktur. Almanya, Endüstyor. Almanya, Gazprom’u kullanarak ri 4.0 olarak tanımlanan yeni robotik Rusya’yı, Türkiye’yi de içine alacak yeni bir üretim sistemini bile kıskançlıkla ulusal bir strateji Güney Akım projesine zorluyor. olarak geliştirmeye çalışmakta ve bu sistemin Avrupa merkezi olarak, teknolojik verimlilik konusunda Türkiye, burada Almanya’nın niyetinin farkında ama Güney Avrupa’yla arasını daha da açmayı hedefle- -çıkarları gereği- yeni bir Güney Akım projesinde, MAYIS 2014 79 Çünkü Rusya; Belarus, Kazakistan gibi ülkelerle yaptığı gümrük birliği genişlemesini ısrarla sürdürmek, bunun için Ukrayna’yı da içine almak istiyor. Güney Gaz Koridoru ve buna eşlik edecek Güney Transit Geçiş yolları, -ki bunların en önemlisi BaküTiflis-Kars’tır- AB’nin kendi doğusuna genişlemesini gösterdiği gibi, burada Rusya ve ABD merkezli Batı arasındaki kapışmayı da anlatır. Çok bilinmeyenli hatta çok boyutlu bir denklemle karşı karşıyayız. Maddeler halinde -basitleştirerek- anlatalım: Karadeniz’deki topraklarını, kendi çıkarları çerçevesinde kullandırabilir. Çünkü Türkiye, Güney Gaz Koridoru’nun da (SGC) ana ülkesi… Avrupa kaynakları bize artan bir arz çizgisi vermiyor; Afrika ise, önümüzdeki 20 yılda Avrupa için çok sorunlu bölge. Cezayir, Libya ve Nijerya için 2030’a varan lineer bir siyasi projeksiyon yapamayız. O zaSGC, Azerbaycan gazını taşıyacağı gibi, Akdeniz’de man şu an, Türkiye’nin hızla TANAP gibi projelerle Kıbrıs açıklarında bulunan kaynakları da Avrupa’ya örmeye çalıştığı güney enerji hattı, yakın gelecekte taşıyacak. Buna bağlı olarak, Türkiye, Güney Akdedevreye girmezse, Avrupa’nın, Rusya’ya enerji baniz illerinden biri olan Tarsus’ta, Akdeniz’den gelen ğımlılığı artarak devam edecek. Ancak Avrupa’nın gazı depolayacak dev bir depolama tesisi yapıyor. Rusya’ya olan bu enerji bağımlılığı, Almanya’nın isYaklaşık 3 milyar Euro’luk bu tesis, 5,2 milyar mettediği bir durum ve Almanya, Ukrayna’da ne olursa reküplük gazı depolama kapasitesine sahip olacak. olsun her durumda kazanacak şekilde kartını oynuBu gelişmelere bağlı olarak Uluslararası Enerji Ajan- yor. Bugün Gazprom Avrupa’ya dönük bütün strası (IEA) geçen hafta yaptığı açıklamada Türkiye’nin tejik enerji projelerini Almanya ile birlikte ve Almanya enerjideki öneminin giderek artığına vurgu yaptı. üzerinden yürütüyor. Almanya, adeta İkinci Dünya Savaşı öncesi düştüğü durumun intikamını alıİşte Enerjide Avrupa’nın Aczi… yor. Savaş öncesi, enerji kaynaklarına 2030 yılı için yapılan projeksiyonsömürgesi olmadığı için ulaşamalarda, Avrupa’nın 760 milyar yan Almanya, faşizmle bu sometreküp gaz tüketiminin rununu çözmeye çalışmıştı. olacağı varsayılıyor. Bu Britanya, Fransa ve İtalya 2030 yılı için yapılan süreçte Avrupa’nın kensömürgeleriyle enerjiprojeksiyonlarda, di üretiminin de 160 ye ulaşırken Almanya milyar metreküpe düAvrupa’nın 760 milyar bundan yoksundu. Alşeceği tahmin ediliyor. manya şimdi Rusya’ya metreküp gaz tüketiminin Yani Avrupa, 2030 saldırarak değil, işbirliolacağı varsayılıyor. Bu yılına vardığında yakğine giderek enerji ve süreçte Avrupa’nın kendi laşık 600 milyar metpazara ulaşmaya çalıreküp gaz ithal etmek üretiminin de 160 milyar şıyor. zorunda kalacak. Bu metreküpe düşeceği Rusya Durmayacak! yüzde 80’e varan ithalat tahmin ediliyor. bağımlığı demek Avrupa Şimdi işin püf noktasına için. Bu ihtiyaç Kuzey Avgeliyoruz; AB’nin, kendine rupa, Rusya ve Afrika ağırlıklı gelmeye başladığı andan itibakarşılanıyor şu an… Üstelik Kuzey ren en büyük sorunu bu olacaktır. 80 MAYIS 2014 1) Bugün 21. yüzyılın en büyük ve en stratejik yatırımlarından biri, (TANAP ve TAP) Türkiye topraklarından ve karasularından başlayarak, Türkiye hükümetinin siyasi iradesiyle yapılıyor. 2) Bunu ancak siyasi istikrarı demokrasi ile tesis etmeye çalışan ve buna dünyayı inandıran bir hükümet yapabilir. 3) Türkiye’nin bu yatırımı, enerji için, AB ve Rusya karşısında tek kozudur. 4) Öte yandan Türkiye’nin demokratik bir ülke olarak bulunduğu coğrafya -Avrasya- Rusya’nın neoAvrasyacı, yayılmacı politikalarına ABD ve Britanya için de tek karşı çıkış noktasıdır. 5) Bütün bunlardan ve enerjiden öte, Türkiye merkezli bu entegrasyon, yeni ipek yolu gibi transit geçişlerle de birleşince, yalnız Avrupa’nın enerji krizine çözüm üretmiş olmayacak, aynı zamanda sistem krizini de çözecektir. Bütün bunlara bağlı olarak, Avrupa’nın önünde iki yol duruyor; 1) Almanya merkezli olarak küçülen ve giderek birlik olmaktan çıkarak, kendi doğusuyla olan bağlantılarını Almanya’nın ulus çıkarları doğrultusunda kuran yeni bir Alman Reich’ına dönüşecek. Ki bu yeni bir dünya savaşının ve faşizmlerin ilk adımıdır. 2) Kendi doğusuyla Türkiye’den başlayarak kazan-kazan ilişkilerini geliştirerek, Türkiye’yi de kapsayan yeni, demokratik ve gerçek bir birlik olacak. AB’nin artık bir 3. yolu yoktur… Rusya’nın Kırım ilhakı bu gerçeği AB’ye somut olarak göstermiştir. Sonuç Bugün bütün bu büyük coğrafyada Türkiye merkez olmak üzere bölge halkları yeni bir dünya kuruyor. Ancak bu dünya, aynı zamanda, Batı’nın krizden çıkış için tek seçeneğidir de… Tabii ki başta Türkiye olmak üzere, bu yola 19. ve 20. yüzyıldan kalma eski düzenin güçleri ve aktörleri direnecektir. Eski demir-çelik, petro-kimya ve bunların oluşturduğu silah, otomotiv gibi bir önceki dönemin sektörleri ve bunların kirli finansı ABD’den Almanya’ya kadar bu değişime direniyorlar. Ama yenilmeye başladıklarını görüyoruz… İktisat bilimi bunların çok az vakitlerinin kaldığını söylüyor… Dipnotlar 1 2 3 4 5 6 7 Joseph A. Schumpeter, Kapitalizm, Sosyalizm ve Demokrasi, Alter yayıncılık, Ankara, 2009, s. 103. Walt W. Rostow, The Stages of Economic Growth: A Non-Communist Manifesto, Cambridge University Press, Cambridge, 1960. Chris Freeman ve Luc Soete, The Economics of Industrial Innovation, Third Edition, The MIT Press, United Kingdom, 1997, s. 56. Kontrol Sanayi kavramı için bkz. Nora Şeni, Emperyalist Sistemde Kontrol Sanayi ve Ereğli-Demirçelik, Birikim Yayınları, İstanbul, 1978, s. 47. Burada Kontrol Sanayi kavramını, haldeki sermaye birikimini sisteminin belirleyici ve sürükleyici sektörleri olarak ele almaktadır. Bu anlamda demir-çelik sanayi 1930’lardan 1980’lere kadar devam eden dalganın kontrol sanayi olduğu gibi, 1890’larda başlayan üçüncü dalganın öncü sektörüdür. Bu noktada, ardışık uzun dalgalar ve Kondratieff dalgaları için bkz. Chris Freeman ve Luc Soete, a.g.e., s. 83. Chris Freeman ve Luc Soete, a.e., s. 28. Chris Freeman ve Luc Soete, a.e., s. 31. Giovanni Arrighi; Adam Smith Pekin’de; S;386, Yordam Yayınları-2008-İst. MAYIS 2014 81 EKONOMİ ’NiN BELİRSİZLEŞEN GELECEĞİ Doç. Dr. Selim KAYHAN Akademisyen A merika’da 2008 yılında patlayan emlak balonu, önce finansal bir krize dönüştü. Amerika’nın krizi, yoğun ekonomik ilişkiler içerisinde olduğu Avrupa’ya bulaştı ve diğer gelişmiş ülkeleri de etkiledi. Dünya ekonomisinin yarısını oluşturan ABD ve AB ekonomilerindeki kriz, gelişmekte olan ülkeleri de etkileyerek “küresel durgunluğa” yol açtı. Krizin ortaya çıktığı aylarda G-7 / G-8 ülkeleri toplanarak, krizi kendi aralarında koordineli eylemlerle atlatmaya çalıştı. Ancak krizin büyüklüğü ve kısa bir sürede küresel durgunluğa yol açması ve G-7 / G-8 toplantılarında alınan kararların etkisiz kalması, alternatif çabaların devreye sokulması gereğini ortaya koydu. G-20 böylesi bir dönemdeki arayışların ürünü olarak ortaya çıktı. G-20’nin Oluşum Süreci G-20 (Group of 20) ülkelerinin, 2008 yılından itibaren tüm dünyada sıkça duyulmaya başlanması küresel durgunluğun atlatılmasındaki görevi yüzünden tesadüfî değildir. Topluluğun ekonomik büyüklüğüne bakıldığında küresel gayrisafi yurtiçi hâsılanın % 85’ine sahip olduğu, dünya ticaretinin de % 75’inin topluluk dâhilinde yapıldığı görülmektedir. Ayrıca topluluk ülkelerinin toplam nüfusu dünya nüfusunun üçte ikisini oluşturmaktadır. Grubun dünya ekonomisindeki payı grubun küresel ekonomi üzerinde ne denli etkili olabileceğini göstermekte ve grubun 82 MAYIS 2014 siyasî kapasitesinin büyüklüğü konusunda fikir vermektedir. G-20 ülkeleri liderleri ilk defa 2008 yılının Kasım ayında Washington’da toplandı ve geçen altı yıllık dönemde yedi defa bir araya geldi. Temelinde 1975 yılında oluşturulan G-6 grubu bulunan G-20 topluluğu, G-22, G-26 ve G-33 gibi farklı ülke sayılarında, bakanlıklar seviyesinde, toplansa da günümüzdeki sayısına resmen 1999 yılında yine Washington’da yapılan G-8 toplantısında ulaştı. Yine ilk yıllarda bakanlıklar seviyesinde yapılan toplantılar danışma niteliğinde olup, terör, enerji ve enerji güvenliği, istihdam, insan hakları ve çevre gibi konularını ele almıştır. Toplantılar 2008 yılından itibaren devlet başkanları seviyesine çıkarken ele alınan konularda da bir değişim olmuş ve artık küresel büyüme ve finansal istikrarın sağlanması konuları toplantılarının ana gündem maddeleri haline gelmiştir. G-20 topluluğunu oluşturan ülkeleri tek tek saymak yerine gruplar içerisinde tanımlamak topluluğun oluşumunu daha iyi anlamak açısından açıklayıcı olacaktır. İlk ülke grubunu G-7 ülkeleri oluşturmaktadır ki, bu ülkeler ABD, İngiltere, Japonya, Kanada, Almanya, Fransa ve İtalya’dır (G-8 tanımını, bugün Rusya’nın içinde bulunduğu ekonomik ve siyasi konum nedeni ile kullanmanın doğru olmayacağı kanaatindeyim ki toplantılara katılımı da askıya alındı). Tabi bu gruba Avrupa Birliği Komisyonu’nu da ayrı bir tüzel kişilik olarak dâhil etmek gerekmektedir. İkinci ülke grubunu ise, 2020 yılı itibariyle tamamının dünyadaki ilk on ülke içerisinde olacağı tahmin edilen BRIC-S ülkeleri oluşturmaktadır. Bu ülkeler Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika’dır. Tabi bu ülkelerden Brezilya, Hindistan ve Güney Afrika, Türkiye ve Endonezya ile birlikte ekonomilerinde ne olacağı belli olmayan, gerek kamu açıkları gerekse cari açıkları yüksek olan ve döviz kuru oynaklığı bulunan, ‘kırılgan beşli’nin de bir parçasıdır. Geriye kalan ülkeler ise, dünya ekonomisinde gerek tarımsal ürün ve yeraltı kaynağı gerekse işgücü potansiyeli anlamında önemli yerleri olan Avustralya, Suudi Arabistan, Güney Kore, Meksika ve Arjantin’dir. 2009 yılında iki defa yapılan G-20 zirvesi artık ABD’de başlayan ve Avrupa’ya oradan da tüm dünyaya saçılan kriz emarelerinin gün yüzüne çıkmasından sonra yapılması gerekenlere odaklanmaktaydı. Londra’da yapılan yılın ilk toplantısında küresel depresyonu önleyecek koordineli para ve maliye politikası göstergeleri üzerinde durulurken; IMF ve çok uluslu kalkınma bankaları tarafından finansal krizden etkilenen ülkelere yönelik yardım edilmesi ve finansal istikrarın sağlanmasına karar verilmişti. Pittsburgh’ta ikinci toplantı yapılırken, krizin başlangıcından tam bir yıl geçmişti. Artık toplantının temel gündem maddesi küresel toparlanma ve bu kapsamda Dünya Bankası ve IMF gibi küresel finans kuruluşlarının yapısının çağın gerektirdiği şekilde reformdan geçirilmesiydi. G-20’nin Değişken Gündemi 2010 yılında G-20 liderleri ilk toplantıyı Toronto’da, yılın ikinci toplantısını ise Seul’de yaptı. Seul toplantısını daha önceki toplantılardan farklılaştıran ayrıntı ise zirve sonunda yayınlanan on sayfalık “Çok Yıllık Kalkınma Planı”ydı. Bu plan içeriğinde diğer toplantılardan farklı olarak sadece finansal düzenleme, küresel toparlanma ve dengeli büyümeden bahsedilmiyor, sırası ile altyapı, beşeri sermaye gelişimi, ticaret, özel yatırım ve iş yaratımı, gıda güvenliği, esnek büyüme, finansal sistemin kapsamının genişletilmesi (küçük finansal oyuncuların sisteme dâhil 2008 yılının Kasım ayının 14’ünde, Lehman Brothers adlı yatırım bankasının batmasından tam bir ay sonra, G-20 grubu devlet başkanı/başbakan seviyesinde ilk kez buluştuklarında, mutabakat sağlanan kararların odağında finansal düzenlemelerin güçlendirilmesi yer almaktaydı. Bu kararlar çerçevesinde orta vadede finansal düzenlemelerin geliştirilmesi ve finansal piyasa şartlarında kötüleşmeye neden olan şartların tespit edilmesi amaçlandı. MAYIS 2014 83 2015 yılında İstanbul’un ev sahipliğinde gerçekleşecek olan G-20 liderler zirvesinde ele alınacak konular topluluğun geleceği açısından önem arz etmektedir. Zira zirvelerin değişen ve önemsizleşen konuları ile birlikte yeni dönemde FED’in uygulamayı planladığı politikalar G-20’nin bekasına gölge düşürmektedir. Ocak 2014 tarihinde Hindistan Merkez Bankası başkanı tarafından FED politikalarının eleştirilmesi, G-20’nin yeni dönemde fikir birliği içerisinde olmadığının bir göstergesidir. edilmesi), yerel kaynak hareketliliği ve bilgi paylaşımı konularını da kapsıyordu. Zirve sonunda ayrıca yolsuzluk ile mücadele konusunda ayrı bir plan yayınlandı. 2013 yılında Saint Petersburg’da yapılan liderler zirvesi sonucunda yayımlanan “Gelişim Görünümü” raporunda, Seul’de alınan kararlara yönelik oluşturulan eylem planlarından bahsedilmekteydi. Raporda gıda güvenliği, altyapı, finansal sisteme küçük oyuncuların dâhil edilmesi gibi konuların ekonomik büyümenin temelinde önemli yapıtaşları olduğu konusunda haklı bir gerekçelendirme yapılsa da topluluğun alınan kararlar ile tali konulara yönlendirildiği görülmekteydi. Zira her bir zirvede alınan kararlar ve oluşturulan planlar detaylı bir şekilde incelendiğinde G-20 topluluğuna atfedilen fonksiyon ve sorumluluğun oldukça değişkenlik arz ettiği anlaşılmaktadır. Kriz ile birlikte finansal istikrara yönelik düzenlemeler ve büyüme için toparlanma konuları toplantıların yegâne konuları iken; 2011 yılına girilirken G-20 topluluğuna dünya ekonomisinin geleceğine dair verilen görevin bittiği, Seul’de açıklanan orta vadeli plan ile duyurulmuş oldu. Bunun belki de en ba- 84 MAYIS 2014 sit göstergesi kriz sonrası dönemde yılda iki defa yapılan liderler zirvesi Seul’den sonra yılda sadece bir defa yapılmaya başlanmıştı. Seul’den sonraki kararlar ancak tali konular üzerinde yoğunlaşmaktaydı. G-20 zirvelerinde küresel kalkınma konusunda ortaklık ve dayanışmadan bahsedilse de küresel toparlanmanın başlaması ile ortaklık ve sonucunda da dayanışma nihayete ereceğe benzemektedir. Parasal Genişlemenin Sonu - Yükselen Ekonomilerin Düşüşü Ekonomi teorisinde kriz kavramı ekonomik konjonktür teorisinden hareketle açıklanabilir. Zira gayrisafi yurt içi hasıla (GSYİH) yıldan yıla arterken, artış (bazı kötü örneklerde azalış) eğiliminin (trendinin) altında veya üstünde performans sergiler. Cari GSYİH, trend değere göre aşağı ve yukarı yönlü dalgalanma gösterebilir. Aşağı yönlü dalganın (daralmanın) en alt noktası dip olarak adlandırılır ki, bu nokta kriz noktasıdır. 2008 yılında Lehman Brothers iflasını açıkladığında ABD’nin politika yapıcılarının bu krizin hangi boyutlarda olduğu ya da etkisinin ne denli şiddetli olacağına dair elbette tahminleri bulunmaktaydı. Fakat kriz ABD’nin küresel ekonomideki yeri ve ticaret ortaklarının ekonomileri üzerindeki etkisinden dolayı tahmin edilenden daha uzun sürdü ve daha derin yaralar bıraktı. Bu yüzden ekonomistler artık yaşanan bu süreci kriz yerine “büyük durgunluk (great recession)” olarak adlandırmaktadır. Zira ekonomideki daralma kırkıncı ayını geçmesine rağmen halen devam etmekteydi. ABD’de başlayan kriz, 1929 krizinden farklı olarak, oldukça hızlı bir şekilde Avrupa ve tüm dünyaya yayıldı. Küreselleşen dünyada ülkelerin aralarındaki artan ticaret hacmi ve finansal sistemde kullanılan araçların çeşitliliği ve karmaşıklığı ABD’deki krizin yayılmasını hızlandırdı. G-7 ülkeleri tarafından alınacak önlemlerin krizin atlatılmasında yeterli olmayacağı anlaşılınca daha geniş katılımlı politika uygulayabilmek amacı ile G-20 olarak adlandırılan ve aralarında yükselen ekonomilerin de bulunduğu ülkeler göreve çağırıldı. Küresel ekonominin toparlanmasına yönelik politikaların birlikte uygulanması gerektiğini düşünen önde gelen ekonomistler yükselen ekonomilerin bu noktada önemli görev üstlenmesi gerektiğini savunuyordu. Krizden çıkış yolu olarak genişletici ekonomi politikalarının uygulanması ve böylece tüketimin artırılarak dünya hâsılasının artması amaçlanmaktaydı. Bu kapsamda ülkemizde de tüketimi arttırmaya yönelik politikalar uygulanmaya başladı. Bunlardan birisi de sıkça televizyon kanallarında çıkan “alın verin, ekonomiye can verin” sloganıydı. Yükselen ekonomilere empoze edilen tüketimi artırıcı politikaların finansmanı ise ABD tarafından yapılmaktaydı. Amerikan Merkez Bankası FED, krizin hemen sonrasında parasal genişleme (Quantitative Easing) politikası ile genişletici para politikası uygulamaktaydı. Bu da tüm dünyada miktar anlamında artan ‘para’nın yükselen ekonomilere doğru yönelmesi ve böylece söz konusu ekonomilerin büyümesini ve yapılan tüketim ve yatırım harcamalarının finanse edilmesini sağladı. FED, tarafından uygulanan parasal genişleme politikası 2008 yılından itibaren üç dalga halinde gerçekleştirilirken amaç finansal sektörün toparlanması ve bu toparlanmanın reel ekonomiye sirayet etmesiydi. Fakat finansal sistem aktörleri o kadar bedbaht durumdaydı ki, ilk iki dalganın reel ekonomiye neredeyse hiç etkisi olmadı. Üçüncü müdahale ile ABD ekonomisine ait istihdam ve üretim verilerinde pozitif gelişmeler yaşandı. Altı yılın ardından işsizliğin %7,5’ten %6,6’a düşmesi, FED başkanı Ben Bernanke’nin 2013 yılının Mayıs ayında yaptığı parasal genişleme politikasının sona ereceği açıklamasının zamanlamasını belirlemekteydi. Nitekim Bernanke açıklamasında 2013 Eylül’ünde parasal genişleme politikasını revize ederek tahvil alım miktarını düşürmeye başlayacağını söylemesi dünyanın geri kalanını belki de ABD’den daha fazla etkiledi. Beklenenin aksine Eylül ayında tahvil alım programını daraltmayarak parasal genişleme politikasından vazgeçilmemesi dünyayı rahatlatsa da Ocak 2014’ten itibaren parasal genişleme politikasına resmen son verdiler. Bu politika değişikliğinin gelişmekte olan ülkelere etkisi ise oldukça sertti. Parasal genişleme ve faiz indirimi politikaları yükselen ekonomilere doğru sermaye akımının başlamasına neden olmuş, bu ülkelerdeki büyümenin finansmanında kullanılmıştı. Parasal genişlemenin biteceğine dair haberlerin 2013 yılının Mayıs ayında çıkması ve eş zamanlı olarak diğer ülkelerde gelişen bazı sosyal içerikli olaylar, portföy yatırımlarının Amerika’nın finansal sistemine geri dönmeye başladı. Bu hareketlilik gelişmekte olan ülkelerin hem reel hem de finansal sistemleri üzerinde olumsuz etki oluşturmuş, döviz kurlarındaki yükseliş hem enflasyonist baskılar oluştururken hem de ithal girdi fiyatlarının artması ile birlikte üretim maliyetlerinin artmasına neden olmuştur. Enerji bağımlılığı yüksek olan Türkiye gibi ülkelerde kurdan kaynaklanan enerji maliyetlerindeki artış, ekonominin her noktasında hedeflerin sapması riskini de beraberinde getirmiştir. Bu olaylar G-20 topluluğuna da üye olan gelişmekte olan ülkelerin finansal istikrara yönelik politika değişikliklerine gitmelerine neden olmuştur. Başta Brezilya ve Endonezya, son olarak da Türkiye faiz oranlarında ciddi artış yapmak zorunda kalmıştır. Bazı ülkeler ise finansal sistemlerindeki krizi aşmak üzere daha radikal kararlar almıştır. Örneğin Arjantin rezervlerindeki erimeyi durdurabilmek amacı ile finansal sistemindeki ileriye yönelik (forward) piyasa işlemlerini durdurma kararı almıştır. Tüm bu gelişmeler, gelişmekte olan ülkelerin büyüme hedeflerini revize etmelerine neden olmuştur. Aralık 2013 - Ocak 2014 tarihleri arasında bahsedilen ülkelerin faiz artırımlarından hemen sonra FED’in yeni başkanı Janette Yellen FED’in uygulamış olduğu politikalarda ABD’nin öncelikli olduğu, dünyanın geri kalanı ile ilgili herhangi bir önceliklerinin olmadığı yönündeki açıklamaları G-20 ortaklığının bittiğine dair sinyaller vermektedir. MAYIS 2014 85 EKONOMİ G-20’nin Kritik İstanbul Zirvesi (2015) 2015 yılında İstanbul’un ev sahipliğinde gerçekleşecek olan G-20 liderler zirvesinde ele alınacak konular topluluğun geleceği açısından önem arz etmektedir. Zira zirvelerin değişen ve önemsizleşen konuları ile birlikte yeni dönemde FED’in uygulamayı planladığı politikalar G-20’nin bekasına gölge düşürmektedir. Zira Ocak 2014 tarihinde Hindistan Merkez Bankası başkanı tarafından FED politikalarının eleştirilmesi G-20’nin yeni dönemde fikir birliği içerisinde olmadığının bir göstergesidir. Türkiye’nin dönem başkanlığını devralacağı 2015 yılında dışişleri bakanları düzeyinde bir toplantı düzenlenerek siyasî konuların da G-20 çerçevesinde tartışılması planlanmaktadır. Fakat son gelişmeler göstermektedir ki, öncelikle yeni dönemde ekonomik bağlamda izlenecek yol konusunda, tıpkı kriz döneminde olduğu gibi, grup ülkelerinin bir mutabakata varması gerekmektedir. Bunu yapabilmek amacı ile grup ülkelerinin daha koordineli bir şekilde politika planlamalarına gitmeleri yerinde olacaktır. 86 MAYIS 2014 Bu açıdan bakıldığında İstanbul’da yapılacak toplantı, G-20’nin küresel ekonomik düzenin önemli bir aktörü olup olamayacağı açısından kritik öneme sahiptir. Türkiye’nin dönem başkanlığını devralacağı 2015 yılında dışişleri bakanları düzeyinde bir toplantı düzenlenerek siyasî konuların da G-20 çerçevesinde tartışılması planlanmaktadır. Fakat son gelişmeler göstermektedir ki, öncelikle yeni dönemde ekonomik bağlamda izlenecek yol konusunda, tıpkı kriz döneminde olduğu gibi, grup ülkelerinin bir mutabakata varması gerekmektedir. KONUT FİYATLARINDAKİ BALON TARTIŞMALARI Dr. M. Levent YILMAZ SDE Uzmanı T ürkiye’nin son dönemdeki ekonomik büyümesine en çok katkı sağlayan sektörlerden bir tanesi hiç şüphesiz inşaat sektörüdür. İnşaat sektörünün 2012 yılı için GSYİH içindeki payı yüzde 5,7 iken bu rakam 2013 yılının tamamı için yüzde 5,9 olarak gerçekleşmiştir. 2012 yılında sadece yüzde 0,6 büyüyen sektör 2013 yılında büyüme hızını yüzde 7,1’e çıkartmayı başarmıştır. Sektörün önemli katkılarından bir diğeri de istihdam üzerinde yarattığı etkidir. İnşaat sektörü 2013 yılında toplam istihdamın yüzde 7’sini sağlamıştır. Özellikle yaz aylarında bu rakamın arttığını ve önemli bir pozitif dışsallık yarattığını da unutmamak gerekir. Konut Geliştiricileri ve Yatırımcıları Derneği (KONUT-DER) verilerine göre, sektör 250’ye yakın alt sektörün de dinamosu olma özelliği göstermektedir. İşte yukarıda kısaca özetlenmeye çalışılan sektörün katkıları ve özellikleri, sektörü izlenmesi gereken önemli sektörlerden birisi haline getirmiştir. Bu bakımdan sektördeki gelişmelerin objektif bir şekilde ele alınması ve olası sorunların önüne geçilebilmesi için proaktif önlemler almak son derece zaruri hale gelmektedir. Zira sektörün yapısı itibariyle, olumlu ya da olumsuz tüm gelişmelerin etkileri eş zamanlı değil gecikmeli olarak sektöre yansımaktadır. Son zamanlarda özellikle kredi derecelendirme kuruluşlarının gündeme getirdiği ve yabancı medyanın da MAYIS 2014 87 Türkiye’de bina inşaatlarının yüzde 80’ine yakınının konut inşaatları olduğu bilinmektedir. KONUT-DER verilerine göre, bu inşaatlarda kullanılan ürünlerin yüzde 90’ından fazlasını yeni üretim nihai ürünler oluşturmaktadır. Bu durum sektörde kullanılan ara malların içeriden tedarik edildiği anlamına gelir. O halde konut sektörünün cari açığa en az negatif etki eden sektörlerden birisi olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Sektöre ilişkin detaylı analize girmeden önce kabaca maliyetler ile fiyatlar arasındaki korelasyona bakmak faydalı olacaktır. Aşağıdaki grafik TÜİK tarafından hesaplanan Bina İnşaat Maliyetleri Endeksi (BİME) ile TCMB tarafından hesaplanan Türkiye Konut Fiyat Endeksinin (TKFE) karşılaştırılmasını göstermektedir. Genel Müdürlüğü tarafından açıklanan konut satış sayılarına bakmakta fayda var. Grafik 3, konut satış adetlerini göstermektedir. İnşaat sektörünü incelerken ele alınması gereken bir diğer önemli veri de TÜİK tarafından açıklanan İnşaat Ciro ve Üretim Endeksleri’dir. Grafik 2’de 2010 yılından itibaren inşaat ciro ve üretim endekslerindeki mevsim ve takvim etkilerinden arındırılmış çeyreklik değişimler görülmektedir. Konut satış miktarları incelendiğinde 2013 yılında trendin artış yönünde olduğu görülecektir. Ancak bununla birlikte 2014 yılı ilk 2 ay verisine göre konut satış sayılarında bir düşüş yaşanmıştır. Bu durumun, 2013 yılı sonunda TCMB’nin faizleri artırmak zorunda kalmasının konut kredi maliyetlerine yansımasından kaynaklandığı düşünülmektedir. Zira, Türkiye’deki konut satışında konut kredilerinin önemli bir rolü olduğu herkes tarafından bilinmektedir. Grafik 2- Takvim ve Mevsim Etkilerinden Arındırılmış İnşaat Ciro ve Üretim Endeksleri (Çeyreklik%)* 10 8 6 4 Ciro Endeksi (%) 2 Grafik 3- Türkiye’deki Konut Satış Sayıları (2013-2014, Adet)* 115.000 110.000 100.000 95.000 2013 90.000 2014 85.000 80.000 75.000 Ey lü l Ek im .D VÕ P $U DO ÕN M ar t Ni sa n 0 D\ ÕV Ha zir an TH P P X] $÷ XV WR V W ED ca k 70.000 Buraya kadar bahsedilen tüm etkenler ışığında son 5 yıldaki konut sektörü gelişmelerini, yapı ruhsatı, yapı kullanım izni ve konut satış miktarları verileri ışığında Grafik 4’teki gibi toplamak mümkündür. Üretim Endeksi (%) 0 2010 2010 2010 2010 2011 2011 2011 2011 2012 2012 2012 2012 2013 2013 2013 2013 -2 Q1 Q2 Q3 Q4 Q1 Q2 Q3 Q4 Q1 Q2 Q3 Q4 Q1 Q2 Q3 Q4 -4 Grafik 4. Türkiye Yapı Ruhsatı Verilen Daire Sayısı, Yapı Kullanım İzin Belgesi Verilen Daire Sayısı ve Konut Satış Verileri (2008-2013)* -6 1200000 1000000 Grafik 1- Bir Önceki Aya Göre BİME ve TKFE Gelişmeleri (%)* 4,50% 4,00% 3,50% 3,00% 2,50% 2,00% 1,50% 1,00% 0,50% 0,00% TKFE % 20 10 20 Q1 10 20 Q2 10 20 Q3 10 20 Q4 11 20 Q1 11 20 Q2 11 20 Q3 11 20 Q4 12 20 Q1 12 20 Q2 12 20 Q3 12 20 Q4 13 20 Q1 13 20 Q2 13 20 Q3 13 20 Q4 14 Q1 BiME % Grafik 1’de görülebileceği üzere konut fiyat hareketleri ile inşaat maliyetleri arasında belirgin bir ilişki vardır. Aralarındaki korelasyon özellikle 2011 yılının son çeyreği itibariyle çok daha net bir hale gelmiştir. Maliyetler yükseldikçe, konut fiyatları da yükselmek- 88 MAYIS 2014 Grafik 2’yi detaylı olarak incelersek, sektördeki ciro artışlarının üretimdeki artışa duyarlı olduğu ve üretim miktarında bir azalma söz konusu olduğunda ise, ciroların azaldığı görülmektedir. Yani üretim olmadan bir ciro artışından söz etmek mümkün değildir. Hatta 2013 son çeyreği ele alınırsa, üretimdeki düşüşün cirolarda çok daha büyük bir düşüşe neden olduğu gözlemlenebilir. O halde üretim ve ciro endekslerini göz önüne alırsak, fiyatlardaki artışın balon bir artış olduğunu söylemek mümkün değildir. Hali hazırda, TKFE ile Üretim endeksini beraber ele alırsak da, TKFE’nin üretim endeksi ile doğru orantılı olarak hareket ettiği görülecektir. Peki tüm bu gelişmeler Türkiye’deki konut satışlarını nasıl etkilemektedir? Bu amaçla Tapu Kadastro Türkye Konut sektöründek fyatlarda br balon oluştuğunu söylemek pek mümkün görünmemektedr. Fyatlardak artış esasen, arsa fyatlarındak ve paylarındak artış le grd malyetlerndek artışa bağlı görünmektedr. 105.000 O Ekonominin en önemli dinamiklerinden birisi beklentilerdir. Tüm makro ekonomik verilerin iyi olduğu durumlarda bile beklentiler negatif ise, ekonomi kötü yönde etkilenebilir. Bu bakımdan konu veya sektör ne olursa olsun algı yönetimi büyük önem arz etmektedir. te, maliyetlerde düşüş oldukça konut fiyatlarında da düşüş olmaktadır. Bu noktada belirtilmesi gereken en önemli husus Bina İnşaat Maliyetleri Endeksi hesaplanırken kullanılan yöntemdir. TÜİK, Bina İnşaatı Maliyet Endeksi (BİME), inşaatta kullanılan girdi maddelerinin dönemlere göre maliyet değişimlerini ölçen fiyat endeksidir. Yani sadece yapım aşamasında kullanılan girdiler hesaplamada kullanılmakta, arsa payı vb. diğer maliyetler ele alınmamaktadır. Bu bakımdan Grafik 1’de gösterilen iki endeks arasındaki yüzdelik hareket farkları arsa fiyatlarındaki veya paylarındaki artıştan kaynaklanıyor olabilir. O halde son dönemde konut fiyatlarındaki artışları fiyat balonu olarak algılamak rasyonel bir davranış olmayacaktır. ùX son derece yakın(!) ilgi gösterdiği tartışmalardan bir tanesi de, Türkiye’deki konut fiyatlarında bir balon olup olmadığıdır. Özellikle güçlü(!) Amerikan ekonomisini krize sokan ve kısa sürede tüm dünya ekonomilerini etkisi altına alan acı Mortgage krizi tecrübesinin etkileri ile konu her zamankinden daha hassas bir şekilde ele alınmayı gerektirmektedir. Bu noktada Türkiye’deki konut fiyatlarını ele almak için tahminlerden veya algı yönetiminden çok, ayağı yere basan ekonomik verilerin kullanılması daha doğru olacaktır. 800000 YDSÕ5XKVDWÕ 600000 YDSÕ.XOODQÕPø]QL .RQXW6DWÕúÕ 400000 200000 0 2008 2009 2010 2011 2012 2013 Veriler incelendiğinde 2010 yılında küresel krizden çıkışın etkisi ile sektörün ciddi bir üretim hamlesine girdiği görülmüştür. 2010 yılında yapı ruhsatı alınan daire sayısı toplamda 907.451 adet iken, konut satışı 607.098 adet olarak gerçekleşmiştir. Sektörün bu farkı 2013 yılı içerisinde düzelttiği görülmektedir. Zaten bir konutun tapuda el değiştirmesi işlemi de inşaat süresine bağlı olarak gecikmeli olmaktadır. Konut sektörüne ilişkin en çok dikkat edilmesi gereken konulardan birisi talebin sürekliliğinin sağlanmasıdır. Son dönemde sayısı artan konut projelerinin talebinin oluşmaması durumunda bir arz fazlası gündeme gelebilir. Bu bakımdan konut sektöründeki talebin çeşitleri çok iyi analiz edilmelidir. Türkiye’de son 5 yılda inşa edilen konutların önemli bir bölümünü lüks ve orta sınıf konutlar oluşturmaktadır. Önümüzdeki yıllarda bu tür konutlara olan talepte bir doyum meydana gelebileceği göz ardı edilmemelidir. Dikkat edilmesi gereken bir diğer husus da, alt gelir grubuna yönelik arz eksikliğidir. Önümüzdeki dönemlere ilişkin planlamalarda bu durum göz önüne alınmalıdır. Sonuç olarak, yukarıda gösterilen veriler ışığında Türkiye Konut sektöründeki fiyatlarda bir balon oluştuğunu söylemek pek mümkün görünmemektedir. Fiyatlardaki artış esasen, arsa fiyatlarındaki ve paylarındaki artış ile girdi maliyetlerindeki artışa bağlı görünmektedir. Sektörün devamlılığı açısından, alım gücüne etki eden en önemli faktör olan konut kredilerinin faiz oranlarının düşürülmesine yönelik adımlar atılmalıdır. Zira Türkiye’deki talebin önemli bir bölümü konut kredileri ile desteklenmektedir. Sektörün üzerindeki vergi mekanizmasının yeniden gözden geçirilmesi hususu da göz ardı edilmemelidir. Artan vergi yükü maliyetlere ve dolayısıyla da fiyatlara yansıyacaktır. Fiyatlardaki artışın talebi düşürmesine bağlı olarak, artan faizlerin de alım gücünü azaltması sektör açısından bazı riskleri gündeme getirebilir. Ancak bu riskler, realize olsa bile bunun ciddi bir krize dönüşmesi şu aşamada pek muhtemel görünmemektedir. *Grafiklerin hazırlanmasında kullanılan bütün veriler, TÜİK ve TCMB’den alınmıştır. MAYIS 2014 89 İslam, Müslümanlar ve Samimiyet Prof. Dr. Talip Özdeş Türkiye Gençlik Profili Araştırması SDE Araştırma Cumhurbaşkanlığı Seçimleri Sonrasında Afganistan ve Bölgenin Geleceği Çalıştayı SDE Haber 30 Mart Sonrası Türkiye’de Ekonomi ve Siyaset Paneli SDE Haber Çalışma Hayatının Son On Yılının Analizi: 2003-2013 Paneli SDE Haber 30 Mart Yerel Seçimleri Değerlendirme Paneli SDE Haber Okullarda Toplumsal Barış ve Kültürel Tolerans Farkındalığı Projesi SDE Proje GENEL İSLAM, MÜSLÜMANLAR VE SAMİMİYET Prof. Dr. Talip ÖZDEŞ SDE Uzmanı M iladi 571 yılının 20 Nisanına karşılık gelen 12 Rebiu’l-Evvel Pazartesi günü âlemlere rahmet olarak dünyaya gelen Hz. Muhammed’in doğumunun üzerinden 1443 yıl geçmiş bulunmaktadır. Diyanet İşleri başkanlığının bu yıl ki Kutlu Doğum Haftası etkinliklerinin ana konusu olarak ‘Dinde Samimiyet’ konusunu seçmiş olması oldukça anlamlıdır. İnsanlığın yaşamakta olduğu dünya gerçekleri ve daha özelde İslam dünyasının içerisinde bulunduğu zaaflı durumların yanında; son birkaç aydır ülkemizde siyaset ve iktidar mücadelesi ile bağlantılı şekilde meydana gelen birtakım hadise ve gelişmeler, yukarıda zikri geçen konunun vurgulanarak anlatılmasını Müslüman birey, grup ve toplumlar açısından önemli hale getirmiştir. Mal ve ktdar elde etmek çn yalan, ftra, aldatma, kul hakkına tecavüz, komplo, rüşvet, şantaj vb. şeylern meşru görülmes, Müslümanlar arasında kardeşlk lkesn hlal edecek düşünce ve eylemler, Müslümanların yerne başkalarının dost ednlmes, batıl karşısında teslmyetç tutumlar Müslümanlığımızı, İslam’la lgl sammyetmz sorgulamayı gerektren zaaflar olarak karşımıza çıkmaktadır. 92 MAYIS 2014 Milyonlarca insanın ölümüne mal olan iki dünya savaşının meydana geldiği 20. Yüzyılı geride bırakıp 21. Yüzyıla giren insanlık, bilim ve teknoloji alanında büyük gelişmelere şahit olurken, ne yazık ki diğer taraftan insan eliyle gerçekleştirilen zulümlere, savaşlara, insan hakları ihlallerine, teröre, katliam ve tecavüzlere, kirliliklere şahit olmaktadır. Nükleer ve biyolojik silahların tehdidi, küresel kirlenme, ahlaki kokuşma, ayrımcılık ve adaletsizlikler, servetlerin belirli ellerde toplanması, yoksulluk, cinsel sömürü, alkol ve uyuşturucu bağımlılığı, intihar ve cinayetler, ailenin dağılması, sahipsiz çocuklar, yalnızlığa terk edilen yaşlılar ve bütün bu faktörlere bağlı olarak ortaya çıkan maddi ve manevi hastalıklar insanlığın ufkunu karartmaktadır. Ne yazık ki bugün insanlık, yaratıcı olduğu kadar yıkıcı, insanı yaratıcısından ve kutsaldan koparıp sadece dünyaya mahkûm eden, kuvveti tanrılaştıran bir medeniyetin zehirli meyvelerini tadarken adeta İslam öncesi cahiliye döneminin modern versiyonlarını yaşamaktadır. Seküler zihniyetler üzerine kurulan global sistem, bilimsel ve teknolojik gelişmeler maneviyat boşluğu içerisinde kıvranan insanın anlam arayışına cevap verememiş, kuvvetlinin zayıfı ezmesini, ihtirasların egemenliğini, haksızlık ve zulümleri engelleyememiştir. Allah’ın verdiği sınırlı yeteneklerine kibirlenerek kendisini Allah’tan müstağni görenler, insanlığı kendi elleriyle yarattıkları bir cehenneme mahkûm etmeye çalışmaktadırlar. Aydınlanma, pozitivizm ve modernitenin etkisiyle dünyevileşme sürecine giren insanlık dünyası, günümüzde Allah’tan ve kutsaldan kopuşun bedelini çok ağır bir şekilde ödemektedir. Yukarıda çizilen bu tablo karşısında, insanlığın, bilim ve teknolojinin gelişmesiyle bütün sorularına cevap verebileceği, bütün problemlerini çözerek mutluluğa ulaşabileceği; bir daha ilahi vahye, Allah’a ve dine ihtiyaç duymayacağı şeklinde uzun zamandır beyinleri ifsat eden modernist-pozitivist paradigma iflas etmiştir. Hâlbuki, sonsuz gibi görünen uzayın karanlıkları, dondurucu soğuğu ve yakıcı güneşleri arasında yaratılan küçücük bir gezegende, kör tesadüflerle açıklanamayacak şekilde biyolojik hayatı mümkün kılacak her türlü mucizevî şartların bir araya getirilmesiyle hazırlanan bir dünyada insanoğlunu hayat, akıl ve ruh sahibi bir varlık olarak yaratıp yaşatan sonsuz rahmet, şefkat ve hikmet sahibi Allah’ın onu başıboş ve yitik bırakmış olması düşünülebilir mi? İnsanın en ince hesaplar üzerine kurulu fiziki, biyolojik ve psiko-sosyal yapısı, akli ve ruhi yetenekleri onu kör tesadüflerin eseri olarak meydana gelmiş, amaçsız ve başıboş bir varlık olarak tanımlamaya çalışan birtakım talihsiz yaklaşım ve değerlendirmelerle uyum arz eder mi? İnsanın ana rahmindeki oluşumuna işaret eden aşağıdaki ayetler, bu tip yaklaşımların zavallılığını ortaya koyar: Dyanet İşler başkanlığının bu yılk Kutlu Doğum Haftası etknlklernn ana konusu olarak ‘Dnde Sammyet’ konusunu seçmş olması oldukça anlamlıdır. İnsanlığın yaşamakta olduğu dünya gerçekler ve daha özelde İslam dünyasının çersnde bulunduğu zaaflı durumların yanında; son brkaç aydır ülkemzde syaset ve ktdar mücadeles le bağlantılı şeklde meydana gelen brtakım hadse ve gelşmeler, yukarıda zkr geçen konunun vurgulanarak anlatılmasını Müslüman brey, grup ve toplumlar açısından öneml hale getrmştr. “İnsan, kendisinin başıboş bırakılacağını mı sanır? O, (rahme) dökülen erlik suyundan bir damla (sperm) değil miydi? Sonra bir alâka (embriyon) oldu da Rabbi onu biçime koydu, sonra şekil verdi. Ondan da iki cinsi; erkek ve dişiyi var etti. Şimdi bunları yapan Allah’ın ölüleri diriltmeğe gücü yetmez mi?” 3 dökücülük ve bozgunculuk vasıfları da öne çıkabilen4 bir varlık! Şehvetlerine, ihtiraslarına, kıskançlık ve kibrine yenik düşebilen insanoğlu, kör tesadüflerin sonucu evrende oluşan başıboş bir varlık olduğu zannına sığındığında; yani, imtihan için yaratıldığı gerçeğini idrak etmeyip Allah’ı, ölümü, ahireti ve hesap gününü düşünmediğinde, hem kendi hayatını hem de başkalarının hayatını cehenneme çevirebiliyor. İnsanlığın tevhit inancından koparıldığı, kendisini Allah’tan müstağni gördüğü tarih dönemleri insanoğlunun ne tür bozgunculuklar, vahşet ve canavarlıklar sergileyebileceğinin en açık örneklerini bize sunmuyor mu? Kur’an’da “Asra yemin olsun ki insan mutlaka hüsran içerisindedir. Ancak inanıp da salih ameller işleyenler, birbirine hakkı ve sabrı tavsiye edenler bunun dışındadır.”5 mealindeki ayetler, hangi çağda olursa olsun, ilahi çağrıya kulak vermeyen, iman ve teslimiyetle Allah’a yönelmeyen, iyi bir ahlâka ve güzel amellere çağırmayan, hakkı ve sabrı tavsiye etmeyen nefislerin bedbaht olacağına evrensel ölçekte işaret etmektedir. İnsan, akıl ve irade sahibi olmak gibi olumlu yaratılış özelliklerinin ve yeteneklerinin yanında, kan İşte Allah’ın, nefsine mağlup olarak bozgunculuk yapabilecek bir donanımla imtihan için yaratıp MAYIS 2014 93 Breyler olarak veya grup, cemaat, devlet vb. ne şeklde örgütlenmş olurlarsa olsunlar, bugün Müslümanların üzerlerne düşen tarh msyonu yerne getreblmeler, yeryüzünde üstün olmaları man ve amellernde sammyet, hlâs ve takva üzernde olmalarıyla mümkündür. rızık verdiği insana, onun hidayet bulması için peygamberler göndermesi, O’nun rahmet ve şefkatinin bir tecellisidir. Tarih boyunca ilahi vahye muhatap olup insanlığa gönderilen bütün peygamberlerin Allah’tan getirdikleri din, teferruatta farklılıklar olsa bile hep aynı esaslar ve ilkeler üzerine gelmiştir. İşte tevhide, yani Allah’ı birleyip O’ndan başka hiçbir şeye boyun eğmemeyi, Rab olarak yalnızca O’nu tanıyıp ibadeti yalnızca O’na sunmayı, güzel ahlakı, adalet ve hukuku ikame etmeyi, her türlü zulme, ahlaksızlık ve hak ihlaline karşı durmayı ifade eden bu yüce dinin ismi “İslam”dır.6 Kur’an’da, “Allah nezdinde din İslâm’dır. Kitap verilenler, kendilerine ilim geldikten sonradır ki, aralarındaki kıskançlık yüzünden ayrılığa düştüler. Allah’ın âyetlerini inkâr edenler bilmelidirler ki Allah’ın hesabı çok çabuktur.”7 mealindeki ayet-i kerime bu gerçeğe işaret etmektedir. Hz. Muhammed (s.a.s.) İslam üzerine gönderilen peygamberler zincirinin en son halkasıdır.8 Bugün insanlığın içerisine düştüğü zulmetten kurtuluşun yegâne kaynağı tahrife maruz kalmamış, Allah’tan geldiği gibi korunmuş ilahi kaynağı ile İslam gözükmektedir. Materyalizm ve dünyevileşmenin girdabında bunalım yaşayan dünyamız, insan ve toplum hayatını tevhit inancı ekseninde manevi ve ahlaki değerler üzerine oturtacak, paranın ilahlığına, insanın insanı sömürmesine, zulüm ve fitneye son verecek, özgürlükleri adalet, eşitlik ve hukuk zemininde ikame edecek bir medeniyetin özlemi içerisindedir. Söz konusu bu medeniyetin ihyası ancak İslam’a gönül verip, onun davasına samimiyetle bağlanıp yaşayan müminler eliyle olabilir. Bu noktada Müslümanlar, Allah’ın ve tarihin önünde büyük ve ağır bir sorumluluk yüklenmişlerdir. 94 MAYIS 2014 Allah’ın Kur’an’da müminleri, insanlar arasından çıkarılmış, iyiliği emredip kötülüğü nehyeden hayırlı ve orta bir ümmet olarak tanımlamasının9 anlamı da burada yatmaktadır. Ancak, Müslümanların yeryüzünde şirke, cehalete, karanlık ve zulme galip gelmelerinin yolu iman ve eylemlerinde samimi olmalarından geçmektedir: “Gevşemeyin, üzülmeyin, eğer inanıyorsanız, mutlaka siz üstün geleceksiniz.”10 Ne yazık ki maneviyattan uzaklaşma ve dünyevileşme süreci, Batı medeniyeti karşısında mağlubiyet psikolojisi yaşayan İslam dünyasını da etkileyerek kimlik bunalımına, medeniyetin asli kodlarının kaybedilmesine, ahlak ve değer erozyonunun ortaya çıkmasına ve dolayısı ile mahkûmiyetlere neden olmuştur. İslam dünyası, yaklaşık son iki yüz yıldır kültürel, siyasi, iktisadi, psikolojik ve askeri yönlerden dolaylı veya doğrudan yapılan saldırıların muhatabı bulunmaktadır. 11 Eylül hadisesinden sonra Afganistan ve Irak’ın, ABD ve batılı müttefiklerince işgal edilmesiyle gelişen süreç saldırıları aleni hale getirmiştir. İslam dünyasının kendi arasında Allah’ın buyruğu doğrultusunda kardeşlik, dayanışma, birlik ve beraberlik üzerinde olamaması, kendisine güven duyamaması, özellikle lider konumunda bulunan kimselerde ve yönetim kadrolarında kendisini hissettiren nefsi zaaflar, saltanat, iktidar, konfor, mal ve servet düşkünlüğü bu saldırıların yıkıcılığını artırmaktadır. Sanki Allah Resulü’nün yaklaşık bin dört yüz yıl önce işaret ettiği bir durumu yaşamaktayız: Hz. Sevban (r.a)’ın rivayetine göre, bir gün Allah Resulü’nün: “Diğer milletlerin tıpkı sofraya çağrılan yiyiciler gibi birbirlerini üzerinize çullanmak için çağıracakları zaman yakındır.” demesi üzerine, orada bulunanlardan biri; “O gün sayıca azlığımızdan mı?” diye sormuş. Bunun üzerine Allah Resulü “Hayır, bilakis o gün sayıca siz çok olacaksınız, fakat bir selin getirip yığdığı çerçöp gibi hiçbir ağırlığınız olmayacak. Allah, düşmanlarınızın kalbinden size karşı korku duygusunu çıkaracak ve kalplerinize vehn atacak!” buyurmuştur. “Vehn nedir Ey Allah’ın Resulü?” diye sorulunca da, “Dünya sevgisi ve ölüm korkusudur.” buyurmuştur.11 Evet, bugün bu kendisine “vehn” olarak işaret edilen durumu yaşamaktayız. İslam dinine mensup birey ve toplumlar arasında materyalist dünya görüşlerinin etkinlik kazanmasıyla ortaya çıkan Protestanlaşma ve dünyevileşme temayülünün artması düşündürücüdür. Ayrıca, İslam’ın ruh ve idealleriyle hiç bağdaşmayacak şekilde ırkçılık, etnik milliyetçilik, kabilecilik, mezhepçilik, cemaatçilik, dini fanatizm v.b. şeyler üzerinden yapılan çıkar ve iktidar mücadeleleri samimiyetsizliğin göstergeleri olarak arz-ı endam etmekte olup, Müslümanlar arasında bulunması gereken vahdet, kardeşlik ve dayanışma ruhunu tahrip ederek onları saldırılar karşısında güçsüz bırakmaktadır. Mal ve iktidar elde etmek için yalan, iftira, aldatma, kul hakkına tecavüz, komplo, rüşvet, şantaj vb. şeylerin meşru görülmesi, Müslümanlar arasında kardeşlik ilkesini ihlal edecek düşünce ve eylemler, Müslümanların yerine başkalarının dost edinilmesi, batıl karşısında teslimiyetçi tutumlar Müslümanlığımızı, İslam’la ilgili samimiyetimizi sorgulamayı gerektiren zaaflar olarak karşımıza çıkmaktadır. İslam, teslim olmak anlamına gelir. Yani iman etmiş olmak, bütün benliği ile Allah’ı birleyerek nefsini O’na adamak, niyetlerinde, söz ve eylemlerinde O’nun rızasını esas almak demektir. Bu bağlamda ihlâs ve samimiyet dinin özüdür. Yapılan amellerin Allah indinde kabul görmesi, takvayı, ihlâs ve samimiyeti gerektirir. Bir gün Allah Resulü (s.a.s.) ashabına hitap ederken üç defa tekrar ederek şöyle seslenmiştir: “Din samimi olmaktır, din samimi olmaktır, din samimi olmaktır.” Sahabeden bazıları: “Din kime samimi olmaktır ey Allah’ın Resulü?” diye sorduklarında, “Allah’a karşı, Kitabına karşı, Peygamberine karşı, Müslümanların meşru idarecilerine karşı ve bütün Müslümanlara karşı samimi olmaktır.” diye cevap vermiştir.12 Allah’ın müminlerden istediği şey imanda, niyetlerde, ibadet, amel ve davranışlarda samimiyet ve ihlastır: “Halbuki onlara ancak, dini yalnız O’na has kılarak ve hanifler olarak Allah’a kulluk etmeleri, namaz kılmaları ve zekât vermeleri emrolunmuştu. Sağlam din de budur.”13 Yine Hz. Peygamber’in (s.a.s.), “Yüce Allah yalnızca kendisi için ve sadece kendisinin rızası gözetilerek yapılan amellerden başkasını kabul etmez”14 mealindeki hadisi de ihlâs ve samimiyetin önemine işaret etmektedir. İhlâs ve samimiyet bütün peygamberlerin ortak vasfıdır.15 Amellerin şirk ve riya karışmaksızın, sırf Allah’ın rızasını esas alarak ve başkalarından dünyevi bir karşılık beklemeksizin yerine getirilmesi ihlâs ve samimiyetin gereğidir. İhlâslı insan, yaptığı amelleri, hayır ve hizmetleri yalnız Allah için yapan, O’ndan başka şahit aramayan insandır: “De ki: Şüphesiz benim namazım, kurbanım, hayatım ve ölümüm hepsi âlemlerin Rabbi Allah içindir. O’nun ortağı yoktur. Bana sadece bu emredildi ve ben Müslümanların ilkiyim.”16 Şeytanın fitneleri samimi ve ihlâslı insanlar üzerine etkili olamaz. Nitekim İblis: “Rabbim, and olsun ki yeryüzünde kötülükleri insanlara güzel göstereceğim, içlerinde ihlâslı olanlar hariç hepsini azdıracağım!”17 demiştir. Bireyler olarak veya da grup, cemaat, devlet vb. ne şekilde örgütlenmiş olurlarsa olsunlar, bugün Müslümanların üzerlerine düşen tarihi misyonu yerine getirebilmeleri, yeryüzünde üstün olmaları iman ve amellerinde samimiyet, ihlâs ve takva üzerinde olmalarıyla mümkündür. Dinde samimiyet, yukarıda belirtilen hususların yanında Müslümanların kardeşliğini, birlik ve bütünlüğünü, umumi maslahatlarını gözetmeyi,18 Müslümanları bırakıp İslam’a ve Müslümanlara karşı mücadele edenleri dost edinmemeyi,19 inkârcılar ve zalimler karşısında müdahane yapmamayı20, eğilmemeyi, teslimiyetçi tavırlar içerisine girmemeyi21 gerektirir. Dipnotlar 1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20 21 Müslim, iman 95; Ebu Davud, edeb 59 Kıyamet, 75/36-40 Kıyamet, 75/36-40 Bakara, 2/30 Asr, 103/1-3 Âli İmrân, 3/52; 5/11; Yunus, 10/72, 80 ; Bakara, 2/127128, 131; Ali İmran, 3/19 Ahzab, 33/40 Al-i İmran, 3/110; Bakara, 2/143 Al-i İmran, 3/139 Ebu Davut melahim 5 Müslim, iman 95; Ebu Davud, edeb 59 Beyine, 98/5 Nesai, cihad 24; İbn Hanbel, 4/126 Meryem, 19/51; Sad, 38/45-46 Enam, 6/162 Hicr, 15/39-40; Sad, 38/82-83 Al-i İmran, 3/103; Hucurat, 49/9-10 Al-i İmran, 3/28, 103, 118-119 Kalem, 68/9-13 Al-i İmran, 3/149 MAYIS 2014 95 araştırma TÜRKİYE GENÇLİK PROFİLİ onları pasif-edilgen bir konumda tutan ülke olmaktan çıkmış, tam tersine onlara ilişkin uzun vadeli planlamalar yapan bir ülke haline gelmiştir. Cumhuriyetimizin kuruluşunun 100. yılına denk düşen 2023 tarihi ile Anadolu’daki varlığımızın 1000. yılına denk düşen 2071 tarihi için çizilen vizyonun ve konulan hedeflerin en temel konusunu ve en başat faktörünü, şüphesiz ki, gençlik olgusu ve bu olgu etrafında şekillendirilen politikalar oluşturmaktadır. Türkiye’nin gençlik alanındaki ilk somut politika belgesini oluşturan “Ulusal Gençlik ve Spor Politikası” başlıklı belge ile bu sürecin ilk adımı atılmıştır. Bakanlar Kurulu tarafından 26 Kasım 2012 tarihinde onaylanan ve 27 Ocak 2013 tarihli Resmi Gazetede yayınlanarak yürürlüğe giren bu belge ile gençliğe ilişkin vizyon, temel amaçlar, ilkeler ve değerlerle başlıca politika alanları belirlenmiştir. Araştırması Demografik nitelikler açısından bakıldığında, dünyadaki çok az ülkenin Türkiye kadar şanslı bir konumda olduğu söylenebilir. Zira Türkiye, genç nüfus potansiyeli itibarıyla dünyanın en dinamik ülkelerinden biridir. Ancak nüfusunun yaklaşık olarak % 50’sinin 28 yaşın altında olduğu ve bu yönüyle Avrupa’nın en genç ülkesi konumunda bulunan Türkiye’nin sahip olduğu bu potansiyeli ne denli doğru ve sağlıklı şekilde kullandığı sorusuna olumlu yanıt vermek ve gençliğe ilişkin kapsayıcı ve uzun vadeli politik bir vizyonun oluştuğunu/ oluşturulduğunu söylemek mümkün değildir. Oysa gençlik olgusu, gerek taşıdığı dinamizm sayesinde gerekse yarınlara dair yarattığı umut dolayısıyla, ülkelerin en değerli kaynağını, maddi ve manevi gücünü oluşturan stratejik bir olgudur. Bu olgunun siyasal, sosyal, ekonomik, kültürel, sportif ve benzeri bütün alanlarda yapılan ve yapılacak planlamaların merkezine yerleştirilmesi, tüm yaşam alanlarının bu olgunun nitelikli bir şekilde gelişmesi yönünde biçimlendirilmesi gerekmektedir. Ancak ülkemiz özelinde baktığımızda, gençlik olgusuna ilişkin yakın dönemlere dek kapsayıcı politikaların geliştirilmediğini ve bu olgunun çoğunlukla ihmal edildiğini söylemek mümkündür. Gerçekten de, Türkiye’nin AK Parti’nin iktidara geldiği 2002 yılına kadar gençliğe ilişkin olarak geliştirdiği uzun erimli ve somut bir politik bakış açısı olduğunu söylemek son derece güçtür. Gençlik bu dönemlerde 96 MAYIS 2014 yalnızca politik belagatin etkileyici bir söylem malzemesi olarak ele alınmış, gençlere ve gençliğe dair olgusal karşılığı olan kuşatıcı politikalar geliştirilmemiştir. Uzun yıllara dayalı bu ihmal edilmişlik gerçeği, gençliğin/gençlerin yalnızca küresel düzeydeki akranlarıyla rekabet edebilecek bir donanımla yetişmesine mani olmamış, aynı zamanda onları ülke ve dünya meseleleri karşısında duyarsızlığa/ilgisizliğe itecek denli etkili bir depolitizasyon işlevi de görmüştür. Ancak Türkiye’nin son yıllarda yakaladığı güçlü siyasal istikrar ve ekonomik kalkınma süreci, gerek iç gerekse dış politik söylem ve yönelimlerin köklü bir şekilde değişmesine olanak sağlamış, bu süreç gençliğe ilişkin bakış açısının da geçmişle kıyas kabul etmeyecek ölçüde değişmesine ve gençlerin artık tüm gelecek planlamalarının merkezine oturtulacak denli önemli bir politik özne olarak konumlandırılmasına imkân tanımıştır. Bugün Türkiye, artık gençliğini ihmal eden ya da Ancak bütün bu olumlu gelişmelerin belirli bir istikamette devam edebilmesi ve 2023 ile 2071 hedeflerine sağlıklı bir şekilde ulaşılabilmesi için, ülke gençliğine ve onların hâlihazırda muhatap olduğu sorunlara dair kapsamlı profil araştırmalarının ve sorun analizlerinin yapılması gerekmektedir. Ülkemizin en büyük memur sendikası olan MEMURSEN bünyesinde kurulan Genç Memur-Sen ile yine ülkemizin önde gelen düşünce kuruluşlarından biri olan Stratejik Düşünce Enstitüsü (SDE), bu gerekliliğin önemine ve ivediliğine istinaden kapsamlı bir gençlik profili araştırması yapmış ve başta karar alıcılar olmak üzere, gençlikle ilgili çalışan tüm kurum ve kuruluşlara rehberlik edecek nitelikte bulgulara ulaşmışlardır. Türkiye Gençlik Profili Araştırması adını taşıyan ve geçtiğimiz Mart ayında kamuoyu ile paylaşılan bu çalışma ile hem ülke gençliğinin siyasal, toplumsal ve kültürel konulara ilişkin eğilimleri analiz edilmiş hem de gençlerin muhatap olduğu sorunlar tespit edilerek, bunlara yönelik çözüm önerileri geliştirilmiştir. Aşağıda sıralanan başlıklar, söz konusu araştırma kapsamında elde edilen bulguların önemli ve çarpıcı bir kısmının derlenmesiyle oluşturulmuştur. Medyaya ve İnternete Yönelik Alışkanlıklar • Gençlerin televizyon programları arasında en çok dizileri takip ettikleri görülmektedir (% 28,6). Gençlerin televizyonda en çok izledikleri diğer program türleri ise sırasıyla haberler (% 15,5), eğlence-müzik programları (% 13,7) ve filmlerdir (% 13,7). • Gençlerin internet kullanımına ilişkin davranışları incelendiğinde; internetten yararlanma sıklığının bir hayli yüksek olduğu gözlenmektedir. Gençlerin yaklaşık üçte ikisi (% 60,7) günde birkaç kez internetten yararlandığını ifade etmektedir. İnternetten hiçbir şekilde yararlanmadığını ifade edenlerin oranı ise yalnızca % 8,3’tür. • Gençler arasında bu denli etkin şekilde kullanılan internetten hangi amaçlarla yararlanıldığını ortaya koyan tabloya bakıldığında, araştırma amacıyla internete girdiğini söyleyenlerin oranı ilk sırada çıkmaktadır (% 29,2). Bu oranı, sırasıyla “sosyal medya” (% 16,8), “eğlence/oyun” (% 11,2) ve “haber almak” (% 10,9) seçenekleri takip etmektedir. • Çağımızın en etkin iletişim araçlarından biri, hatta belki de birincisi haline gelen sosyal medya uygulamalarına ilişkin sorulara verilen yanıtlar incelendiğinde ise, Türkiye’deki gençlerin neredeyse tüm sosyal medya araçlarını bir şekilde kullandıkları görülmektedir. Buna göre, gençlerin yaklaşık üçte ikisi (% 62) facebook kullanırken, twitter (% 10,4), instagram (% 2,1) ve Google+plus (% 11,7) uygulamalarının da hatırı sayılır oranlarda bir kullanım düzeyine sahip olduğu gözlenmektedir. Hiçbir sosyal medya aracını kullanmadığını ifade edenlerin oranı ise sadece % 8’dir. Kitap Okuma Alışkanlıkları • Gençlerin kitap okuma sıklığını ölçen soruya verilen yanıtlar incelendiğinde, katılımcıların çoğunlukla ‘ayda en az bir kitap’ seçeneğini işaretlediği görülmektedir (% 27,6). Bu oranı sırasıyla ‘yılda birkaç kitap’ (% 18,6), ‘haftada bir ve fazlası’ (% 18,6), ‘birkaç yılda bir kitap’ (% 12,4) ve ‘sadece okul hayatımda’ (% 12,2) seçenekleri takip etmektedir. Kitap okuma alışkanlığının gençlerin gündelik yaşamının bir parçası haline MAYIS 2014 97 Türkiye Gençlik Profili Araştırması SD ARAŞTIRMA geldiğini işaret eden ‘haftada bir ve fazlası’ seçeneğinin dışında kalan seçeneklerin toplam oranı (% 81,4), Türkiye’deki gençlerin kitaplarla arasının çok iyi olmadığını ortaya koymaktadır. Bu seçeneği sırasıyla “futbol” (% 12,7), “iş/çalışma hayatı” (% 11,6) ve diğerleri takip etmektedir. “Siyaset” seçeneğinin ise oldukça düşük düzeyde çıktığı gözlenmektedir (% 3,6). • Gençlerin önemli bir kısmı bilgisayar ve internet kullanarak vakitlerini geçirdiklerini belirtmektedir (% 21,1). Vaktini kitap okuyarak geçirdiğini ifade edenlerin oranı ise % 15 civarındadır. Araştırmaya katılan 3 bin 209 gençten yalnızca 20 tanesi, vaktini siyasal faaliyetlere katılarak geçirdiğini ifade etmektedir. Bu durum, genel kamuoyunda sıklıkla ifade edilen, ”gençlerimizin apolitik bir yapıya sahip olduğu” yönündeki iddiaların adeta bir teyidi niteliğindedir. • “Sizce insanın yaşamını anlamlı kılan nedir?” sorusuna verilen yanıtlar incelendiğinde, katılımcıların % 40’ının “aile” seçeneğini işaretledikleri görülmektedir. Aile seçeneğinden sonra en çok teveccüh gören ise “idealleri uğruna mücadele” seçeneğidir (% 14,2). Bu soruya, “yaşamın anlamı yok” seçeneğini işaretleyerek yanıt verenlerin oranı ise % 2,3’tür. Zararlı Maddelere Yönelik Alışkanlıklar • “Sigara kullanıyor musunuz?” sorusuna verilen yanıtlar, sigara tüketiminin gençler arasında oldukça yaygın olduğunu göstermektedir. Buna göre, gençlerin yaklaşık üçte biri (% 32,8) sigarayı her gün tükettiğini ifade ederken, her beş gençten biri de (% 20) ara sıra sigara içtiğini söylemektedir. Sigarayı önceden içmekle birlikte, şimdi bıraktığını ifade edenlerin oranı ise görece küçük bir değeri yansıtmaktadır (% 5,4). Buna karşılık, sigarayı hiçbir biçimde kullanmadığını söyleyenlerin oranı % 41,3’tür. • “Alkollü içecek kullanıyor musunuz?” sorusuna verilen yanıtlar, her ne kadar gençlerin yarısından fazlasının (% 50,7) hiçbir biçimde alkol kullanmadığını ortaya koysa da, alkolü farklı sıklık düzeylerinde tükettiğini ifade edenlerin oranı da önemli bir değeri yansıtmaktadır (% 48,7). Gençliğe İlişkin Genel Konular • Katılımcıların % 28,8’i kendisini en iyi anlayan kişinin eşi, eş adayı (nişanlı/sözlü) ya da yakın arkadaşı olduğunu düşünmektedir. Kendisini en iyi anlayan kişinin annesi olduğunu düşünenlerin oranı ise % 20,8’dir. Baba, ağabey, abla, kardeş, öğretmen, okul arkadaşı, iş arkadaşı, mahalle arkadaşı seçeneklerinin oranı ise % 10 bandının altında çıkmaktadır. • Gençler, arkadaşlarıyla en çok “genel sohbet” olarak tanımlanabilecek konuları paylaşmaktadır (% 25,3). 98 MAYIS 2014 • Gençlerin % 85,9’u farklı kesinlik düzeylerinde de olsa, hayatından memnun olduğunu ifade etmektedir. Hayatından memnun olmadığını ifade edenlerin toplam oranı ise % 12,4’dür. • Gençlerin üçte ikisinden fazlası (% 71,3), yakın gelecekte kendi durumuna ilişkin pozitif gelişmelerin yaşanacağını ve hayat şartlarının daha iyiye doğru gideceği beklentisindedir. Buna karşılık, hayat şartlarında herhangi bir değişmenin yaşanmayacağını düşünenlerin oranı % 18,4, hayat şartlarının kötü ya da daha kötü olacağını düşünenlerin toplam oranı ise % 4,8’dir. • Araştırma kapsamında kendisine ulaşılan gençlere yöneltilen; “Çocuk sahibi olmak konusunda ne düşünüyorsunuz?” sorusuna verilen yanıtlar incelendiğinde, “en az 2-3 çocuk isterim” seçeneğinin ön plana çıktığı gözlenmektedir. Buna göre, yaklaşık her üç gençten biri (% 35,5) en az 2-3 çocuk sahibi olmak istemektedir. Yine yaklaşık her beş gençten biri de (% 19,4) “bir çocuk olsun yeter” düşüncesini sahiplenmektedir. Çocuk sayısını, sahip olduğu ekonomik imkânlarla paralel olarak değerlendirenlerin oranı % 22,8 iken, kaderci bir yaklaşımla değerlendirenlerin oranı ise % 13,6’dır. Buna karşılık hiçbir şekilde çocuk istemediğini ifade edenlerin oranı yalnızca % 6,7 olarak çıkmaktadır. • Gençlerin % 19,7’si “spor kulüplerine/derneklerine üye olduğunu” ya da bu kurumların faaliyetlerine katıldığını ifade etmektedir. Bu seçeneği, sırasıyla “öğrenci kulüp ya da dernekleri” (% 17,5), “İslamî cemaat, vakıf, gruplar” (% 14,1), “kültür-sanat kuruluşları” (% 13,4) ve diğerleri takip etmektedir. • Gençlerin üçte ikisinin (% 63,5) maddi açıdan rahat bir gelecek beklentisi içerisinde oldukları, buna karşılık geriye kalan yaklaşık üçte birlik kesimin de (% 30,6) aksi yönde görüş beyan ettikleri görülmektedir. • Önümüzdeki yıllarda ülkede “toplumsal barış ve huzurun hâkim olacağını” düşünenlerin oranı % 49 iken, aksi yönde kanaat belirtenlerin oranı % 42,8’dir. • Gençlerin yarısından fazlası (% 51,7) gelecek 10 yıl içinde özgürlüklerin artacağı beklentisini taşımaktadır. Buna karşılık, özgürlüklerin önümüzdeki 10 yıllık süreçte azalacağını düşünenlerin oranı ise % 40,4’dür. • Gençlerin yarısından fazlası (% 50,1) gelecek 10 yıl içinde dünyada savaşların ve zulmün artacağını düşünmektedir. Buna mukabil, yakın gelecekte dünyada barış ve huzurun egemen olacağını düşünen gençlerin oranı ise % 42,6’dır. • İslami değerlerin önümüzdeki 10 yıl içinde yükseleceğini ifade edenlerin oranı % 58,8 iken, aksi yönde yanıt verenlerin oranı % 33,1’dir. • Gençlerin % 22,2’si toplu yürüyüş/protesto eylemlerine katıldığını, % 7,7’si internet temelli protesto çağrılarına katıldığını, % 4,9’u boykot tarzı eylemlere katıldığını ifade ederken, üçte ikisinden fazlası (% 68) hiçbir eylem türüne iştirak etmediğini belirtmektedir. • Katılımcılara yöneltilen “Nasıl bir iş istiyorsunuz?” sorusuna verilen yanıtlar, gençlerin üçte birinden fazlasının (% 37,9) kamu sektörünü tercih ettiğini göstermektedir. Buna karşılık, kendi işinde çalışmak isteyen gençlerin oranı % 31,9, özel sektörde çalışmak isteyen gençlerin oranı ise % 22,3’dür. Herhangi bir yere ya da kuruma bağlı olmadan serbest çalışmak isteyen gençlerin oranı da % 5,3’dür. • Gençlerin geleceğe yönelik en önemli kişisel beklentilerinin başında % 44,7 oranı ile “mutlu aile hayatı” seçeneği gelmektedir. Bu seçeneği sırasıyla “saygın bir iş” (% 21,8), “mesleki kariyer” (% 17,5), “zengin olma” (% 7,1) ve diğerleri takip etmektedir. Gençliğin Kuşaklararası Farklılıklara Bakışı • Türkiye’deki gençler kendi kuşaklarını 80’li yılların ve 2020’li yılların kuşaklarına nazaran daha apolitik olarak tanımlamaktadır. Dün-bugün ve yarın ekseninde değerlendirildiğinde, gençlerin apolitik yönelimler açısından en zayıf bulduğu kuşak 80 ve sonrasındaki kuşak iken (% 11,4), en güçlü bulduğu kuşak günümüz kuşağıdır (% 21,5). Yakın gelecekteki gençliği temsil eden 2020’li yılların kuşaklarının ise günümüz kuşaklarına göre daha az apolitik bir yönelim içerisinde olacağı düşünülmektedir (% 17,9). • Gençlerin, “maddiyatçı bir gençlik” tanımlaması üzerinden kuşaklararası farklılıkları değerlendirme biçimine bakıldığındaysa, yine günümüzdeki gençlik kuşağının en olumsuz kuşağı temsil ettiği yönünde bir kanaatin oluştuğu gözlenmektedir. Bu çerçevede verilen yanıtlar incelendiğinde, 80’li yıllardaki gençlik kuşağının % 3,9 oranında, 2020’li yılların gençlik kuşağının % 16,9 oranında ve günümüz gençliğinin de % 18,5 oranında maddiyatçı olarak tanımlandığı gözlenmektedir. • Gençlerin “maneviyat” açısından en güçlü buldukları kuşak 80’li yılların kuşağı iken (% 13,3), en zayıf buldukları kuşak 2020’li yılların kuşağı (% 6,4) ve günümüz kuşağıdır (% 7,5). • “Çalışkan ve hırslı gençlik” tanımlaması açısından da 80’li yılların kuşaklarına yönelik bir olumlamanın bulunduğu (% 23,8), buna karşılık günümüz gençlik kuşağına ve gelecek kuşaklara yönelik bir güvensizliğin bulunduğu görülmektedir. Aynı tedirginliğin “sosyal konulara duyarlı gençlik” tanımlaması açısından da geçerli olduğu gözlenmektedir. Bütün bu tanımlamalar açısından 80’li yılların gençliği daha çok olumlanırken, bugünün ve yarının gençliği daha az olumlanmaktadır. Gençlik Sorunlarına Bakış • Katılımcılara açık uçlu olarak yöneltilen; “Sizce Türkiye’deki gençliğin en önemli sorunu nedir?” sorusuna verilen yanıtlar incelendiğinde, “işsizlik” (% 26,8) ve “eğitim” (% 17,4) seçeneklerinin bariz şekilde öne çıktığı gözlenmektedir. İfade edilen diğer sorun alanlarının ya da başlıklarının ise % 10 bandının altında çıktığı ve birbirine yakın oranları yansıttığı görülmektedir. MAYIS 2014 99 Türkiye Gençlik Profili Araştırması • “Bugün Türkiye’yi siz yönetseydiniz ilk el atacağınız sorun hangisi olurdu?” sorusuna, gençler sırasıyla; “çalışma hayatı/istihdam” (% 19,4), “eğitim” (14,8), “zengin-fakir uçurumu” (% 13,8), “terör” (% 10,3) ve “Kürt sorunu” (% 7,5) yanıtını vermektedir. • “Gençlik ve sorunları ile aşağıdakilerden hangisi en çok ilgileniyor?” sorusuna, katılımcıların yarısına yakını (% 46,7) “yeterince ilgilenen yok” yanıtını vermektedir. Ancak yine de gençlikle ve gençlik sorunlarıyla en çok ilgilenen aktörün “devlet” olduğu yönünde bir eğilimin öne çıktığı da belirtilmelidir. Zira gençlerin beşte birinden çoğu (% 21,2) devletin gençlikle en çok ilgilenen aktör olduğunu ifade etmektedir. Siyasal partilerin, cemaatlerin, medya ve sivil toplum kuruluşlarının ise bu anlamda iyi bir algıya sahip olmadıkları düşünülmektedir. • Gençlerin yaklaşık üçte biri (% 33,6) AK Parti’nin kendileriyle en çok ilgilenen siyasal parti olduğunu düşünmektedir. AK Parti’yi % 11,4 oranı ile CHP, % 8,1 oranı ile MHP ve % 2,6 oranı ile de BDP takip etmektedir. • “Hükümetin ya da yerel yönetimlerin gençlere yönelik olarak en çok hangi alanda başarılı olduğunu düşünüyorsunuz?” sorusuna verilen yanıtlar incelendiğinde, eğitim alanının % 23,7 oranı ile ilk sırada, spor alanının % 21,9 oranı ile ikinci sırada ve sağlık alanının da % 12,2 oranı ile üçüncü sırada çıktığı gözlenmektedir. Gençliğin Eğitime İlişkin Güncel Konulara Bakışı • Gençlerin % 35,7’si toplumun genelinin mensup olduğu inanç ve medeniyet değerlerine eğitim müfredatında “yeterli olmamakla birlikte yer verildiğini”, % 32,9’u ise “yeterince yer verildiğini” düşünmektedir. Bu değerlere eğitim müfredatında yanlış yer verildiğini ya da hiç yer verilmediğini düşünenlerin toplam oranı ise % 26,7’dir. • Gençlerin yaklaşık dörtte üçünün liselere Kur’an-ı Kerim ve siyer derslerinin seçmeli ders olarak konulması konusunda ittifak ettikleri görülmektedir. Bu kararı olumlayanların toplam oranı % 71,3 iken, bu karara karşı çıkanların toplam oranı % 24,4’dür. 100 MAYIS 2014 SD ARAŞTIRMA • Türkçe dışındaki yerel dillerin okullarda seçmeli ders statüsünde okutulmasını gençlerin % 45,3’ü “eşit vatandaşlık ilkesinin bir gereği” olarak, % 30,6’sı ise “ülkeyi bölecek bir adım” olarak değerlendirmektedir. Gençliğin İç Politikaya İlişkin Güncel Konulara Bakışı • “Çözüm süreci hakkında ne düşünüyorsunuz?” sorusuna verilen yanıtlar, gençlerin bu süreci büyük oranda desteklediğini göstermektedir. Zira araştırmaya katılan gençlerin % 25’i çözüm sürecini, “akan kanı durduracak bir süreç”, % 23,8’i de “Türkiye’nin birçok temel sorununu çözecek bir süreç” olarak tanımlamaktadır. Bu sürece açıkça karşı çıkan ve “Türkiye’yi bölecek bir süreç” olarak tanımlayanların oranı ise % 26,1’dir. Ancak burada dikkat çekici bir başka bulgu da gençlerin yaklaşık dörtte birinin (% 25,1) sürece ilişkin herhangi bir görüş beyan etmemiş ya da “fikrim yok” seçeneğini işaretlemiş olmasıdır. • “Sizce çözüm sürecinin en önemli eksikliği nedir?” sorusuna verilen yanıtlar iki seçeneğin öne çıktığını göstermektedir. Araştırmaya katılan gençlerin “siyasi partilerin tümünün sürece destek vermemesi” seçeneği ile, “sürecin halka iyi anlatılamaması” seçeneklerine eşit şekilde (%30) destek verdikleri gözlenmektedir. Buna karşılık, sürecin en temel eksikliğinin “şeffaf olmaması” olduğunu düşünenlerin oranı % 17, “kötü algı yönetimi” olduğunu düşünenlerin oranı ise % 10,5’dir. • Gençlerin % 33,6’sı “çözüm sürecinin başarıya ulaşacağını” düşünürken, % 30,2’si bu “sürecin başarısız olacağını” düşünmektedir. Geriye kalan üçte birlik kesim ise (% 32,8) sürecin sonucuna ilişkin herhangi bir fikri olmadığını ifade etmektedir. • Gençlerin % 48,3’ü AK Parti’nin çözüm sürecine ilişkin tavrını “olumlu” bulduğunu ifade etmektedir. Muhalefet partileri söz konusu olduğunda ise aynı oranların yüzde 10-15 bandına indiği gözlenmektedir. CHP’nin sürece ilişkin tavrını “olumlu” bulanların oranı % 15,3, MHP’nin tavrını “olumlu” bulanların oranı % 15,1, BDP’nin tavrını “olumlu” bulanların oranı ise % 14,8’dir. “Olumsuz” ka- naatler açısından bakıldığında ise CHP’nin % 42,8 oranı ile başı çektiği, BDP’nin % 41,2 oranıyla, MHP’ninse % 37,6 oranıyla onu takip ettiği görülmektedir. AK Parti’nin sürece ilişkin tavrını “olumsuz” bulanların oranı ise % 24,4’dür. Böylelikle gençlerin dörtte üçünden fazlasının, AK Parti’nin çözüm sürecine ilişkin tavrını olumlu bulduğu gözükmektedir. • “Gençlerin Gezi Olayları’nı nasıl değerlendirdiğini” ölçmeye dönük olarak hazırlanan soruya verilen yanıtlar incelendiğinde, Gezi Olayları’nın oldukça geniş bir temelde tanımlandığı/değerlendirildiği görülmektedir. Oranlara genel olarak bakıldığında % 29,1’i “Demokratik bir hak olarak görüyorum” derken, bu şekilde düşünmeyenlerin toplam oranı % 70 düzeyine ulaşmaktadır. Olayları; “Dış mihrakların planladığı, şiddet içerikli, marjinal grupların organize ettiği, demokratik düzene yönelik bir kalkışmadır” şeklinde tanımlayanların oranı % 53,3 düzeyine ulaşmaktadır. “Fikrim yok” diyenlerin oranı % 16,7, cevapsızların oranı ise % 0,8 oranındadır. • Hükümetin Gezi Olayları süresince sergilediği tavrı genel manada gençlerin % 46,9’u doğru bulmaktadır. Yanlış bulanların oranı ise % 35,5’dir. Bu oranlar birlikte değerlendirildiğinde, Hükümetin tavrının gençlerin büyük kısmı tarafından olumlandığı söylenebilir. Bu konuda fikri olmadığını ifade edenlerin oranı % 16,9’dur. Olumlayanların oranı, yanlış bulanlara göre % 11,4 daha yüksektir. • “Gezi Olayları’nın Çözüm Süreci’ne ilişkin bir sabotaj olduğu yönündeki düşünceye katılıyor musunuz?” sorusuna verilen yanıtlar, farklı kesinlik düzeylerinde olmakla birlikte, gençlerin büyük kısmının bu düşünceyi desteklediğini göstermektedir. Zira araştırmaya katılan gençlerin toplam % 58,7’si bu düşünceye katıldığını ifade ederken, katılmadığını belirtenlerin toplam oranı % 37,5’dir. • Gençlerin % 54’ü “Türkiye’de artık darbeler döneminin bittiğini”, % 23,37’si “askeri darbe riskinin her zaman olduğunu”, % 19,73’ü ise “kısa-orta vadede olmasa bile, uzun vadede bu riskin her zaman bulunduğunu” düşünmektedir. • Kamu görevlilerinin başörtüsüyle görev yapabilmesini “demokratik bir hak” olarak değerlendirenlerin oranı % 52, “gecikmiş doğal bir hak” olarak değerlendirenlerin oranı % 23,3, “bazı meslek gruplarıyla sınırlı olarak tanınması gereken bir hak” olarak değerlendirenlerin oranı ise % 10,8’dir. Bunun “laikliğe aykırı” olduğunu düşünenlerin oranı ise yalnızca % 12,3’dür. • Gençlerin % 47,4’ü AK Parti’yi, % 19,4’ü CHP’yi, % 11,2’si MHP’yi, % 5,7’si ise BDP’yi yeni anayasa yapım sürecinde en samimi siyasal parti olarak görmektedir. Gençler tarafından, yeni anayasa çalışmaları konusunda en samimi parti olarak AK Parti görülmektedir. • “Seçilme yaşının 18’e indirilmesi yönündeki hazırlıklar hakkında ne düşünüyorsunuz?” sorusuna verilen yanıtlar incelendiğinde, “doğru buluyorum” seçeneğini işaretleyenlerin oranının % 39,8, “yanlış buluyorum” seçeneğini işaretleyenlerin oranının % 22,5, “gereksiz görüyorum” seçeneğini işaretleyenlerin oranınınsa % 20,4 olduğu görülmektedir. Gençliğin Dış Politikaya İlişkin Güncel Konulara Bakışı • Araştırmaya katılan gençlerin % 41,3’ü Türkiye’nin içinde mutlaka yer alması gereken uluslararası örgütün “Avrupa Birliği” olduğunu düşünmektedir. Buna karşılık gençlerin % 18,6’sı “Türk Cumhuriyetleri’nin oluşturduğu bir birlik”, % 17,5’i de “İslam ülkelerinin oluşturduğu bir birlik” içinde yer alınması gerektiğine inanmaktadır. Gençlerin %12,7’si de Türkiye’nin öncülüğünde yeni bir uluslararası örgütün kurulması gerektiğini düşünmektedir. • Gençlerin yaklaşık üçte ikisi (% 61,8), “Ortadoğu’daki karışıklık ve gelişmelerin Türkiye’nin geleceği için tehlike yarattığını” düşünmektedir. % 15,3’ü ise “bu düşünceye katılmadığını” ifade etmektedir. Yaklaşık her beş gençten biri ise (% 21,6), bu konuya ilişkin herhangi bir “fikri olmadığını” ifade etmektedir. MAYIS 2014 101 haber Türkiye Gençlik Profili Araştırması • Türkiye’nin Suriye’de izlediği politikayı doğru bulanların oranı % 40,8, doğru bulmayanların oranı da % 32,4’dür. Konuya ilişkin fikir beyan etmeyenlerin oranı ise % 22,5’dir. • Gençlerin üçte ikisinden fazlası (% 69,1) siyasetle sadece seçmen olarak, % 11,3’ü ise aktif katılımcı olarak ilgilendiğini belirtmektedir. Siyaseti gereksiz bulduğunu ifade edenlerin oranı ise % 12,3’dür. • “Mısır’da gerçekleşen askerî darbe hakkında ne düşünüyorsunuz?” sorusuna verilen yanıtlar incelendiğinde, gençlerin % 58,1’inin, “gerekçesi ne olursa olsun doğru bulmuyorum” seçeneğini işaretledikleri görülmektedir. Buna karşılık, askerî darbeyi doğru bulmamakla birlikte, Cumhurbaşkanı Mursi’nin uygulamalarının buna zemin hazırladığını düşünenlerin oranı ise % 15’dir. Askerî darbeyi açıkça destekleyenlerin, doğru bulanların oranıysa % 4,9’dur. • “Sizce Türkiye’de gençlerin bir bölümünün siyasete karşı ilgisiz olmasının nedeni nedir?” sorusuna verilen yanıtlar incelendiğinde, iki seçeneğin ön plana çıktığı görülmektedir. Bu seçeneklerden birincisi, “gençlerin popüler kültürün etkisi altında kalması” (% 29,3), ikincisi ise “gençlerin geçim ve gelecek kaygısına düşmesi” şeklindedir (% 26,6). Bu seçenekleri sırasıyla, “gençlerin siyaseti umursamaması’ (% 16,1), “siyasal partilerin gençlere yönelik belirgin bir politikasının olmaması” (% 13,6) ve “gençlerin ailelerinin istememesi” (% 7,9) seçenekleri takip etmektedir. • “Türkiye’nin bölgesel ve küresel oyuncu olması konusunda ne düşünüyorsunuz?” sorusuna verilen yanıtlar incelendiğinde, “bu ideale çok yakın olduğunu düşünüyorum” seçeneğinin katılımcıların üzerinde en çok ittifak ettikleri seçenek olduğu gözlenmektedir (% 32,6). Bu seçeneği sırasıyla “mümkün, ancak bugün bu ekonomik güce sahip değil” seçeneği (% 26,2), “bölgesel olarak mümkün, küresel olarak değil” seçeneği (% 19,2) ve “bir ütopyadan ibaret olduğunu düşünüyorum” seçeneği (% 17,2) takip etmektedir. • Araştırmaya katılan gençlere çoklu tercih yapabilecekleri şekilde; “Türkiye’nin bölgesel ve küresel güç olma hedefi sizce en çok hangi ülkeleri rahatsız ediyor?” sorusu yöneltilmiştir. Bu soruya verilen yanıtlar incelendiğinde, ABD (% 64,4) ve İsrail’in (% 53,7) belirgin şekilde öne çıktıkları gözlenmektedir. Bu ülkeleri sırasıyla Rusya (% 29,6), İngiltere (% 21,4), İran (% 13,6) ve Almanya (% 11,8) takip etmektedir. Gençlerin Siyasal Tutum ve Tercihleri • Gençlerin % 37,1’i oy vereceği siyasal partiyi belirlerken “partinin ideolojisine baktığını”, % 28,2’si “partinin sunduğu çözüm önerilerine” baktığını, % 12,2’si ise “partinin liderine” baktığını ifade etmektedir. Partinin kadrosuna, toplumdaki kanaat önderlerinin tavsiyesine ve yakın çevresine bakarak oy vereceği siyasal partiyi belirlediğini söyleyenlerin oranı ise birbirine yakın düzeylerde çıkmaktadır. 102 MAYIS 2014 Cumhurbaşkanlığı Seçimleri Sonrasında Afganistan ve Bölgenin Geleceği Çalıştayı • Gençlerin “kesinlikle oy veririm” dediği siyasal partilerin başında AK Parti’nin geldiği görülmektedir (% 35). AK Parti’yi sırasıyla CHP (% 15,1), MHP (12,2), BDP (% 5,8) takip etmektedir. Gençlerin, “belki oy veririm” dediği siyasal partiler sıralamasında ise MHP’nin birinci sırada çıktığı (% 27,7), bu partiyi sırasıyla AK Parti’nin (% 23,9) ve CHP’nin (23,4) takip ettiği görülmektedir. • Gençlerin, “kesinlikle oy vermem” dediği siyasal partilerin başında BDP (% 80,5) geliyor. Bu da, gençlerin kitle partisi dışındaki siyasal partilere fazla teveccüh göstermediğini ortaya koymaktadır. Zira aynı soruya verilen yanıtlara AK Parti, CHP ve MHP gibi kitle partileri açısından baktığımızda oranların daha alt seviyelere indiği gözlenmektedir. Buna göre, “kesinlikle oy vermem” kategorisinde en olumlu konuma sahip olan siyasal parti AK Parti’dir. Gençlerin % 38,6’sı AK Parti’ye kesinlikle oy vermeyeceğini ifade etmektedir. Oysa aynı oran CHP için % 58,1, MHP için de % 57,1’dir. • Gençlerin % 49,88’i 2011 milletvekili seçimlerinde AK Parti’ye, % 23,05’i CHP’ye, % 13,77’si MHP’ye ve % 7,44’ü de BDP’ye oy verdiğini ifade etmektedir. • Olası bir genel seçimde gençlerin % 48,99’u AK Parti’ye, % 23,93’ü CHP’ye, % 15,14’ü MHP’ye ve % 7,57’si de BDP’ye oy vereceğini ifade etmektedir. Bölgenin Geleceği Stratejik Düşünce Enstitüsü, Afganistan’da Cumhurbaşkanlığı seçimleri yapıldığı günlerde, seçim sonuçlarının oluşturacağı iç dinamikler, küresel güç dengeleri ve bunların Afganistan - Türkiye ilişkilerine olası etkileri, durum tespiti, öngörüler ve olabilecek senaryoları bölgenin uzmanları ile ele alarak bir çalıştay gerçekleştirdi. Afganistan’da, cumhurbaşkanlığı seçimleri nisan ayının ilk haftası yapıldı. 13 yıldır ülkeyi yöneten ve Anayasa gereği iki dönem devlet başkanlığı yaptığı için yeniden aday olamayan Hamit Karzai’den boşalan koltuk için sekiz aday yarıştı. Cumhurbaşkanlığı yarışında daha çok üç aday öne çıkıyor. Bu yarışın, Dışişleri Bakanları Abdullah Abdullah, Zalmay Resul ve eski Maliye Bakanı Eşref Gani arasında geçtiği belirtilmektedir. Eski bakanlardan Taliban karşıtı Abdullah Abdullah istikrar ve istihdam sözü verenlerden. Abdullah, cumhurbaşkanına çok fazla yetki veren sistemde reform yapacağını söylüyor. Zalmay Resul, Devlet Başkanı Hamit Karzai’nin dışişleri bakanlığını yapmış bir siyasetçi. Karzai’nin kardeşi Kayum da Resul’un kampanyasına destek veriyor. Dünya Bankası eski yetkilisi Eşref Gani ise yolsuzlukla mücadele, ekonomik kalkınma ve Taliban’ın 13 yıl önce MAYIS 2014 103 Cumhurbaşkanlığı Seçimleri Sonrasında Afganistan ve Bölgenin Geleceği Çalıştayı devrilmesinden sonra oluşturulan siyasi sistemi geliştirme sözü veriyor. Adayların hepsi zayıf ekonomiye ve bombalı saldırılara rağmen istikrar ve istihdam vadediyor. Seçimlerden sonra ortaya çıkacak tablo ülkenin hem siyasi geleceğini hem de güvenlik ve ekonomi gibi konuların nasıl ele alınacağını da gösterecek. ABD’nin Kabil’le arasındaki gerginliğin, yanı başındaki Pakistan, İran, Hindistan, Türkmenistan ve Çin ile ilişkilerinin nasıl olacağı da bu yeni dönemde şekillenecek. Yeni Dünya düzeni hızla şekil alırken Afgan halkı ise kendilerini yönetecek kişileri yanı başındaki ülkeler gibi mevcut sisteme razı olmadan kendi bölgelerinden birisini dümenin başına getirmek istiyor. Dolayısıyla bu seçimle ilk kez iktidar el değiştirmiş olacak. Afganistan, Asya’nın kalbi olarak öteden beri küresel ve bölgesel güçlerin mücadele alanı olmuştur. 5 Nisan 2014 tarihinde yapılan devlet başkanlığı seçimleri, bu ülkenin olduğu kadar bölgenin de geleceğini önemli ölçüde etkileyecek niteliktedir. Kültürel olarak Afganistan, İslamiyet, Konfüçyüzm ve Hinduizm medeniyetlerinin de kavşak noktasıdır. Seçim sonrası, ABD ve NATO güçlerinin geri çekilmesi ve ABD’nin Kırgızistan’daki Manas Havaalanı üssünden ayrılması, Afganistan’ın iç siyaseti dengelerinin yeniden oluşmasına sebep olacaktır. Bölgesel güçlerin çıkarlar çatışmasına ve yeniden güç dengesini oluşturmasına neden olmaktadır. ABD’nin, Afganistan’ı tamamen terk etmekle Orta Asya’daki stratejik çıkarlarından vazgeçmesi söz konusu olabilir mi? Çin, Afganistan’daki güvenlik kaygıları ve ekonomik çıkarları nedeniyle bu ülkeye yönelik ne derecede müdahale edebilir? Rusya, Hint Okyanusu’na inebilmek için Hint kıtasının kapısı olan Afganistan’a duyulan 200 yıllık ilgisinden vazgeçebilir mi? Hindistan, güvenlik kaygılarından dolayı Afganistan üzerinde nasıl bir politika izleyebilir? Afganistan ile tarihsel ve kültürel ilişkileri olan İran, siyasi etkisini daha da arttırabilir mi? Birçok sorunu ile Pakistan’ın Afganistan siyaseti nasıl gelişecektir? Afganistan menşeli afyon ve eroin ticaretinin kurbanı olan Avrupa ülkeleri, Afganistan’da yaşanacak değişime ilgisiz kalabilir mi? Dış güçlerin Afganistan iç dinamikleri üzerindeki etkisinden dolayı Afganistan’ın geleceği ne olabilir? SDE tarafından yapılan çalıştaya Prof. Dr. Birol AKGÜN - SDE Başkanı, Doç. Dr. Mehmet Şahin - SDE Dış Politika ve Uluslararası İlişkiler Programı Koordinatörü, Doç. Dr. Erkin EKREM - SDE Uzmanı, Yrd. Doç. Dr. Kemal ARGON - Necmettin Erbakan Üniversitesi, Yrd. Doç. Dr. Güner ÖZKAN - USAK, Halilrul- SD HABER lah RASULİ - Afganistan’ın Türkiye Büyükelçiliği Kültür Ateşesi ve Dr. Arif KESKİN - 21. yy. Türkiye Enstitüsü Uzmanı konuşmacı olarak programa katıldılar. Bölge uzmanlarının değerlendirmelerine bakacak olursak; Yrd. Doç. Dr. Kemal ARGON, İran’ın, Afganistan politikası ve seçimlerden sonra oluşabilecek stratejik adımlara dikkat edilmesi gerektiğini ve Afganistan’da güçlü bir hükümetin olmamasının dış güçlerin bölgede kendi projelerini rahatlıkla uygulamalarına zemin hazırlayacağını belirtti. Yrd. Doç. Dr. Güner ÖZKAN, 2009 seçimlerinde gözlemci olduğunu; ikinci bir aday olmadığı için Hamit Karzai’nin Cumhurbaşkanı seçildiğini; bölgede uzun yıllardır silahsız siyaset yapılmadığını bu sebeple güvenlik kaygısının fazla olduğunu; 13 yıllık bir iktidarın Afgan halkına güvenlik sağlayamadığını, birlikte hareket ettikleri ülkelerin verdikleri sözleri yerine getirmediklerini belirtti. Dr. Arif KESKİN, öncelikle Afganistan sorununun ne olduğunu tanımlamak gerektiğini ve sorunun tanımlandığı takdirde çıkış yolunun rahat bulunacağını; Afganistan’ın, tarihte hep büyük güçlerin kurbanı olduğunu; Rusya ile İngiltere’nin mücadelesinin bu noktada ortaya çıktığını; soğuk savaş sürecinin Afganistan’ın kimyasını bozduğunu ve savaşın bitmesi ile Afganistan’ın sorun olarak bırakıldığı belirtti. Ayrıca, Rusya’nın bölgeyi terk ettiğini; güçlü ülkelerin de sahip çıkmamasının Afganistan’da devlet aygıtının oluşmamasına neden olduğunu; dolayısıyla bölgedeki devletler ve yerel güçlerin bu boşluğu doldurmaya çalıştığını; dinsel mezheplerle oluşan kavgalarla etnik bölünmüşlüğün bu döneme damgasını vurduğunu; milli kimlik sorunun ayakta kalmaya çalışan Afgan halkının egemenliğini tehlikeye attığını da ekledi. Doç. Dr. Erkin EKREM, tarihsel perspektif açısından bakılacak olursa bölgede halkların birbirleriyle problemlerinin olmadığını belirterek, yabancı güçlerin bölgede bir takım hesaplar yapıyor olmasının ve haritaların özellikle çizilmesinin halkı birbirine kırdırdığını ifade etmiştir. 1979 İran devrimiyle Müslümanların uyanışı, 1986’dan sonra İslamiyet’in yükselişe geçmesi ve siyasallaşması, 2000’li yılların başında ABD’nin müdahalesini tetiklemiştir. Seçimlerin demokratik ortamda yapılması önem arz etmektedir. Seçimin galibi kim olursa olsun, Taliban problemini çözmesi gerekmektedir. Bu seçimlerle ilk kez bölge halkı kendi iktidarını seçmiş olacak. Seçimlerin diğer ülkeler tarafından yakından takip edildiği görülmüştür. Taliban etkisini yitirdiği için Afgan halkına baskı kurarak seçim sonuçlarını etkilemek istemektedir. ABD’nin 2001’deki müdahalesi ile bölgedeki güçler rahatsız olmuştur. Seçimlerde katılımın yüksek olduğu ve özellikle bayan seçmenin bu seçimlerde oy kullandığı görülmüştür. Bölgenin askeri gücünden ekonomik kaynaklarına kadar neredeyse bütün alanlarda dış yardımlarla ayakta kalması, diğer taraftan ülkedeki demokrasi algısının aşiret ve kabile reislerinin tercihlerinin ötesine pek geçememiş olması seçimin önemi ve anlamı konusunda kuşku doğuracak etkenler olarak dikkat edilmesi gereken bir konudur. Doç. Dr. Mehmet ŞAHİN, bölgedeki temel sorunun merkezi yapının zayıf olması olduğunu; grupların dış müttefik aradıklarını; bölgedeki halkın büyük oranda silahlandığını; uyuşturucunun önemli bir sorun haline dönüştüğünü ve bu seçimlerde yönetimin el değiştirecek olmasının bir umut olduğunu dile getirdi. 104 MAYIS 2014 MAYIS 2014 105 haber 30 Mart Sonrası Türkiye’de Ekonomi ve Siyaset Paneli Stratejik Düşünce Enstitüsü ve Necmettin Erbakan Üniversitesi 18 Nisan 2014 günü Konya Ticaret Odası Konferans Salonunda “30 Mart Sonrası Türkiye’de Ekonomi ve Siyaset” başlıklı bir panel düzenledi. Panelde gergin bir siyasi ortamda geçen 30 Mart seçimleri sonrası Türkiye’nin ekonomik ve siyasi durumu üzerine değerlendirmelerde bulunuldu. Moderatörlüğünü Konya Necmettin Erbakan Üniversitesi Rektör Yardımcısı Prof. Dr. Muhsin Kar’ın yaptığı panele konuşmacı olarak SDE Başkanı Prof. Dr. Birol Akgün, SDE İç Politika ve Demokratikleşme Programı Koordinatörü Dr. Murat Yılmaz ve SDE Ekonomi Programı Koordinatörü Dr. Cemil Ertem katıldı. Dr. Murat Yılmaz konuşmasında özetle şunları söyledi: “Bugün, 27 Mayıs’ta başlayan vesayetçi sistemin Anayasa’dan ve bürokrasiden atılması sürecini yaşıyoruz. Bu vesayetçi yapı, bugüne kadar Türkiye halkını reşit olmayan bir birey gibi görerek, kendine vasi rolünü biçti. Halk, bu yapıya ilk olarak 12 Eylül 2010 refe- 106 MAYIS 2014 randumunda ‘yeter artık’ diyerek gerekli cevabı verdi. Fakat vesayetçi zihniyet o kadar problemli ve hastalıklı ki bir kerede kesip atamıyorsunuz. O yüzden halk 30 Mart seçimlerinde bir kez daha düzenin eskisi gibi işlemediğini söylemek durumunda kaldı.” küresel krizin tetiklediği sosyal etkinin, demokratik çıktılarını görüyoruz. Ortadoğu halkları küresel sisteme demokratik olarak eklenmek istiyor. Yani Batı’nın değerleri Ortadoğu’da kendine yer bulurken, Batı’nın bu değerleri destekleyecek gücü yok. Bu gücün eksikliğini Suriye’de ve Ukrayna’da görüyoruz. Türkiye ise küresel güçlerin aksine hiç olmadığı kadar güçlü durumda... Küresel güçler ise Türkiye’nin bu yükselen gücünü görmekteler ve Türkiye’nin sistemdeki rolünün değişmek zorunda olduğunun farkındalar. Dış sistemde henüz Türkiye’nin rolünün ne olacağına dair bir konsensus oluşmuş değildir. İçerdeki kutuplaşmaları bu gözle okumak gerekir. Türkiye’nin dışarıdaki rolünü etkilemek için iç dinamikleri harekete geçirmeye çalışıyorlar. Türkiye’nin, bağımsız ve Türkiye merkezli bir bölgesel sistem kurma isteği var. Bunu gerçekleştirmek adına yeterli tarihsel birikime ve tecrübeye sahibiz. Batıyla kendi bölgesel kültürümüzün bir sentezini oluşturabilirsek yeniden tarihin öznesi konumuna gelebiliriz.” Prof. Dr. Birol Akgün’ün konuşmasının ardından Dr. Cemil Ertem söz aldı ve özetle şunları söyledi: “Bir paradigma değişimi içerisindeyiz. Doğu’nun yükselişi söz konusu ve Türkiye, bir zamanlar Osmanlı’nın can damarı olan İpek Yolu’nu harekete geçirme fırsatına sahip. Osmanlı’yı Osmanlı yapan onu bir can damarı gibi besleyen İpek Yolu idi. Ne zaman ki İpek Yolu gözden düştü, canlılığını yitirdi; Osmanlı da gücünü kaybetti. Türkiye Modern İpek Yolu’nu harekete geçirebilirse büyük bir güç kazanır ve Asya’nın yükselişini kendisi için bir fırsata dönüştürmüş olur. Ayrıca göz ardı edilmemesi gereken ikinci mesele ise enerjidir. Doğu’dan Batı’ya Türkiye’siz bir enerji akışı olmaz. Bugün gerek İran gerek Irak gerekse İsrail bile bize enerji aktarımı konusunda muhtaçtır. Tabii öncelikle bizim bu konjonktürü lehimize çevirebilmemiz için iç sorunlarımızı halletmemiz gerekir. Osmanlı’nın çökmesiyle bizim doğuyla olan ilişkimiz kesildi. Kesilen bu ilişkiyi tekrar canlandırabilmemiz için siyasi iradenin tüm desteğiyle barış sürecini gerçekleştirmemiz gerekmektedir. Çünkü bizim ihracatçı bir Anadolu sanayisi meydana getirerek, nakil hatları için güvenli ve istikrarlı bir ortam oluşturmamız elzemdir. Türkiye demokratikleşme sürecini tamamlamadan, Suriye sorununu çözmeden, Filistin sorununu çözmeden Klasik ve Modern İpek Yollarını birleştiremez.” Yapılan bütün bu değerlendirmelerin ardından konuşmacılar, dinleyicilerden gelen soruları yanıtladılar. Soru-cevap kısmının ardından, Necmettin Erbakan Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Muzaffer Şeker kapanış konuşması yapmak üzere kürsüye çıkarak, katılımlarından dolayı konuşmacılara ve dinleyicilere teşekkür etti. Kapanış konuşmasının ardından Prof. Dr. Muzaffer Şeker tüm konuşmacılara ev sahibi olarak birer anı tabağı hediye etti ve panel son buldu. SDE Başkanı Prof. Dr. Birol Akgün de özetle şunları söyledi: “İç politika ve dış politika birbirinden bağımsız değildir. Türkiye hiçbir zaman sadece kendi iç dinamikleriyle değişmemiş, dış etkilere açık olmuştur. Türkiye’de gerçekleşmiş olan tüm vesayetçi darbe girişimleri ister post modern olsun, ister dost modern olsun dış dünya ile ilgilidir. Küresel, bölgesel ve Türkiye merkezli olmak üzere üç boyutlu bir analiz yapmak gerekmektedir. Küresel sistemde çözülmeler var. Büyük bir değişim yaşanıyor. Asya’nın yükselişi güç kaymalarını da beraberinde getiriyor. Batı’nın hegemonik gücüne dayalı olarak yapılandırılmış olan küresel sistem bu eksen kaymalarını taşıyamadığı için küresel yönetişim sisteminde kriz meydana geliyor. Bölgesel sistemde de çözülmeler mevcut. Bugün Ortadoğu’da MAYIS 2014 107 haber Çalışma Hayatının Son On Yılının Analizi: 2003-2013 Paneli pılanların takdire şayan olduğunu belirterek, böyle bir panele imza attıkları için SDE’ye ve Tarkan Zengin’e teşekkür etti. HAK-İŞ olarak 1 Mayıs İşçi Bayramı’nı Kayseri’de kutlayacaklarını söyleyen YILDIZ, herkesi sükûnete davet etti. Memur-Sen Genel Başkanı Ahmet GÜNDOĞDU konuşmasına, “Çok değil bundan 15 sene evvel, maaşımızı nasıl alırız diye düşünürken bugün çok şükür ne kadar zam alırız diye düşünüyoruz.” ifadeleri ile başladı. AK Parti iktidarı süresince yapılan değişiklikler ve gelişmeler için iktidara teşekkür eden GÜNDOĞDU, hâlâ çözüm bekleyen alanların varlığına da işaret etti. 1 Mayıs’ın meydan fetişizmine dönüştürülmemesi gerektiğini ve artık 1 Mayıs’ların korku günü olmaktan çıkarılması gerektiğini vurgulayan GÜNDOĞDU, Memur-Sen olarak bu sene Diyarbakır’da olacaklarını da sözlerine ekledi. Panelin açılış bölümünde son olarak kürsüye gelen Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk ÇELİK de konuşmalarına böyle bir panel düzenlediği için SDE’ye teşekkür ederek başladı. “Çalışma Hayatının Son On yılı 2003-2013” konulu bir panelin ve bu konudaki raporun ilk olduğunu vurgulayan Bakan ÇELİK, çalışma hayatının 76 milyonu ilgilendiren bir konu olduğunu dile getirdi. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk ÇELİK, rapora konu olan çalışmaların neredeyse tamamının kendisinin görev süresi içerisinde yapılmış Ekonomi, siyaset, insan hakları, uluslararası ilişkiler ve demokratikleşme konularında önemli çalışmalar yürüten Stratejik Düşünce Enstitüsü, Türkiye’nin önemli konularından biri olan çalışma hayatı ile ilgili olarak, Tarkan Zengin’in hazırladığı “Çalışma Hayatının Son On Yılının Analizi: 2003-2013” başlıklı raporu 30 Nisan 2014 Çarşamba günü Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik’in katılımlarıyla gerçekleştirdiği panel ile kamuoyuna sundu. Panelin açış konuşmalarını SDE Başkanı Prof. Dr. Birol AKGÜN, HAK-İŞ Genel Sekreteri Dr. Osman YILDIZ, Memur-Sen Genel Başkanı Ahmet GÜNDOĞDU ve Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk ÇELİK beyefendiler yaptılar. 108 MAYIS 2014 olmasından dolayı duyduğu mutluluğu, ‘çocuklarıma bırakacağım en önemli miras’ ifadesiyle dile getirdi. Bakan ÇELİK, sosyal güvenlik ve çalışma hayatı konularında devrim niteliği taşıyan bir çok işe imza attıklarını belirterek, 1 Mayıs’ın da kendi dönemlerinde resmi tatil ilan edildiğini dile getirdi. 1 Mayıs üzerinden marjinal grupların ülkede hakim olan barış ortamını bozmak istediklerini, hükümet olarak da bu duruma izin vermeyeceklerini açıkça ortaya koyan Bakan ÇELİK, hiç kimsenin 1 Mayıs kutlamalarına karşı olmadığını, hatta yetkililerin bu kutlamalar için uygun olan yerleri tahsis ettiğini belirtti. Türkiye’nin en büyük memur sendikaları konfederasyonu olan Memur-Sen’in Diyarbakır’da, HAK-İŞ’in Kayseri’de yapacakları kutlamaların örnek teşkil etmesi gerektiğini söyleyen Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk ÇELİK, AK Parti hükümetinin tabuları yıkan, hakların önündeki engelleri kaldıran ve ülkemizi daha iyi yaşanabilir bir ülke haline getiren bir iktidar olduğunu da vurguladı. Yapılan açılış konuşmalarının ardından panele geçildi. Moderatörlüğünü SDE İç Politika ve Demokratikleşme Programı Koordinatörü Dr. Murat YILMAZ’ın yaptığı panelde, “Çalışma Hayatının Son On Yılının Analizi: 2003-2013” raporunu hazırlayan Sendika Uzmanı Tarkan ZENGİN, Gazi Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Vedat BİLGİN ve SDE Ekonomi Programı Koordinatörü Cemil ERTEM çalışma hayatı ile ilgili görüş ve düşüncelerini sundular. SDE Başkanı Prof. Dr. Birol AKGÜN ev sahibi olarak yaptığı açış konuşmasına, 1 Mayıs İşçi Bayramı, Emek ve Dayanışma Günü’nü kutlayarak başladı. “Temel hedefimiz her kesimin memnun olduğu bir Türkiye oluşturmak… Bu hedefe ulaşmak için elimizden geleni yapacağız.” diye konuşmasını sürdüren Prof. AKGÜN, başta Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk ÇELİK olmak üzere bütün katılımcılara teşekkür etti. HAK-İŞ Genel Sekreteri Dr. Osman YILDIZ da konuşmasında, çalışma hayatının siyaset, ekonomi, iş hayatı gibi toplumun her alanını ilgilendiren ve herkesi kapsayan bir alan olduğunu dile getirdi. HAK-İŞ olarak çalışma hayatını ilgilendiren bir takım yeni düzenlemeler beklediklerini ifade eden Dr. YILDIZ, son on yılda ya- MAYIS 2014 109 haber 30 Mart Yerel Seçimleri Değerlendirme Paneli Stratejik Düşünce Enstitüsü seçim öncesi, sandığın demokrasinin vazgeçilmez parçalarından biri olduğuna ilişkin kanaatlerini kamuoyu ile paylaşmıştı. Sandık sonuçları ne olursa olsun neticenin demokratik olgunluk içinde karşılanması gereğine inanan SDE, seçmenin sandıkta verdiği mesajın siyasal yelpazenin ve kamuoyunun tüm taraflar açısından analizine imkân vermek için 2 Nisan Çarşamba günü SDE Öveçler Ofisi’nde bir panel düzenledi. İç Politika ve Demokratikleşme Masası koordinatörlüğünde ve Dr. Murat Yılmaz moderatörlüğünde gerçekleştirilen ‘30 Mart Seçimlerinin Değerlendirilmesi Paneli’ne Yeni Şafak Gazetesi yazarlarından Abdulkadir Selvi, Star Gazetesi Ankara Temsilcisi Mustafa Kartoğlu, Gazi Üniversitesi İİBF’den Prof. Dr. İşaya Üşür, GENAR Araştırma Başkanı İhsan Aktaş ve SDE Toplumsa Hafıza ve Barış Koordinatörü Orhan Miroğlu konuşmacı olarak katıldı. Ayrıca iktisatçı Cemil Ertem, Doç. Dr. Mehmet Şahin ve Kanal A Genel Yayın Yönetmeni Alper Tan müzakereci olarak söz aldı. Açılış konuşması SDE Başkanı Prof. Dr. Birol Akgün tarafından gerçekleştirildi. Prof. Dr. Akgün “Yakın dönemde bu kadar gergin geçen bir seçim olmamıştı. Bir yerel 110 MAYIS 2014 proje Okullarda Toplumsal Barış ve Kültürel Tolerans Farkındalığı Projesi seçim olmasına rağmen tüm tartışmalarda ve miting alanlarında hep genel seçim havası estirildi. Gezi ve 17 Aralık’tan beri Türkiye’nin mevcut durumu devam edemez, mutlaka bir değişim olacak diyenler yanıldı” dedi. Toplantının önemli değerlendirmelerinden biri ise Yeni Şafak Gazetesi yazarlarından Abdulkadir Selvi tarafından dile getirildi. Selvi, seçimde yerel yöneticilerin başarı ya da başarısızlıklarından ziyade, Türkiye’nin geleceğinin oylandığını ve bu seçimin mağlubunun açık ve net bir şekilde ‘cemaat partisi’ olduğunu ifade etti. Star Gazetesi Ankara Temsilcisi Mustafa Kartoğlu ise yapılan her izah ve analizde kullanılan dilin cemaati fazlasıyla siyasete çektiğini ve bunun öncelikle cemaate zarar verdiğini ifade ederken, bu dilin yavaş yavaş sadece muhalefete argüman temin eden bir yapıya kavuştuğunu söyledi. Panel, diğer katılımcılar ve müzakerecilerin, araştırma şirketlerinin isabetli seçim tahminleri, seçmenlerin ekonomik parametrelere verdikleri tepkiler, seçimin özellikle Ortadoğu ve Arap/İslam coğrafyası üzerindeki etkileri ve bu seçimlerin özellikle cumhurbaşkanlığı seçimi üzerindeki etkileri ile ilgili değerlendirme ve tartışmaları ile son buldu. Avrupa Birliği ve Türkiye Cumhuriyeti tarafından desteklenen, Merkezi İhale Finans Birimi ve Millî Eğitim Bakanlığınca yönetilen, Stratejik Düşünce ve Araştırma Vakfı tarafından yürütülen “Okullarda Toplumsal Barış ve Kültürel Tolerans Farkındalığı” başlıklı proje kapsamında 22 Nisan 2014’te Yozgat’ta, 25 Nisan 2014’te de Trabzon’da atölye çalışmaları gerçekleştirildi. SDE Uzmanı Kürşat Birinci moderatörlüğünde gerçekleşen atölye çalışmalarında Millî Eğitim Bakanlığı’na bağlı okullarda 5. ve 8. sınıflar arasında derse giren öğretmenlerle eğitim sisteminde karşılaşılan ayrımcılık, il özelinde karşılaşılan ayrımcılık konuları üzerine tartışmalar gerçekleştirildi. Moderatör Kürşat Birinci öncelikle öğretmenlere ayrımcılık ve farklılıklar konularında açıklamalar yaparak, uluslararası hukukta ve Türkiye Cumhuriyeti mevzuatında bu hususların nasıl tanımlandığı, ne gibi yaptırımlar öngörüldüğü üzerine bilgiler verdi. Ardından Selvet Çetin ve Ertuğrul Cenk Gürcan tarafından proje koordinatörlüğünün de katkılarıyla hazırlanan “Toplumsal Barış, Kültürel Tolerans, Barışçıl Okul ve Sınıf Ortamı: Teoriden Pratiğe” başlıklı kitapçık ve öğretmenlere yönelik hazırlanan broşürler tanıtıldı. Katılımcıların iki gruba ayrılarak genel olarak Türkiye’de, okullarda ve özel olarak kendi okullarında karşılaştıkları ayrımcılıklar, farklılıklara yaklaşım, demokratik katılıma yönelik uygulamalar ve sorunlar üze- MAYIS 2014 111 Okullarda Toplumsal Barış ve Kültürel Tolerans Farkındalığı Projesi rine tartıştılar ve sorunların çözümüne yönelik çözüm önerileri oluşturdular. Atölye çalışmalarının tamamlanmasının ardından katılımcılara Proje Yetkilisi Vehbi Ayhan tarafından katılım sertifikası verildi. Yozgat’ta gerçekleştirilen atölye çalışmasında katılımcı olarak hazır bulunup katkı sağlayan İl Millî Eğitim Müdürü Saim Kuş atölye çalışmasının oldukça verimli geçtiğini belirterek Stratejik Düşünce ve Araştırma Vakfına ve Stratejik Düşünce Enstitüsü’ne bu önemli projeyi yürüttükleri için teşekkür etti. Her ne kadar arzu edilmiyor olsa da eğitim sistemi içerisinde bilinçli veya bilinçsiz ayrımcılık, farklı kültürlere karşı toleranssızlık yaşanabildiğini belirten Kuş amaçlarının böyle olayların mümkün olduğunca aza indirilmesi ve ortadan kaldırılması olduğunu ifade etti. Yozgat genelinde bu yönde çeşitli çalışmalar gerçekleştirdiklerini, öğretmenlere, öğrencilere ve velilere yönelik eğitim faaliyetleri ile sosyal etkileşimi, bir arada yaşama kültürünü yaygınlaş- 112 MAYIS 2014 tırmaya çalıştıklarını ifade eden Saim Kuş “Okullarda Toplumsal Barış ve Kültürel Tolerans Farkındalığı” başlıklı proje kapsamında elde edilecek verilerin ve oluşturulacak dokümanların kendileri için de yol gösterici olmasını umduklarını belirtti. Stratejik Düşünce ve Araştırma Vakfı - Stratejik Düşünce Enstitüsü tarafından yürütülen “Okullarda Toplumsal Barış ve Kültürel Tolerans Farkındalığı” başlıklı proje kapsamında bir de anket çalışması gerçekleştirildi. Ankara, Kütahya, Bursa, Malatya ve Batman illerinde de gerçekleştirilecek olan Atölye çalışmalarının ardından Ankara’da, Stratejik Düşünce Enstitüsü’nde 3 çalıştay gerçekleştirilerek demokratik katılımın artırılması bağlamında yeni bir eğitim modeli oluşturulması üzerinde tartışılacak. Anket, atölye çalışmaları ve çalıştayların değerlendirilmesi sonrasında oluşacak doküman kamuoyu ile de paylaşılacak.