´A ÅBÆjI A ÓËçA ÅAjZJºA ľ “Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına” ÀÍYjºA ÄjºA A ÀnI Hz. Osman (r.a) bir hutbesinde Allah’u Teâlâ’ya hamd ü sena ve Resul-i Ekrem (s.a.v) Efendimize salât-u selamdan sonra şöyle dedi: Hz. Osman (r.a), kendisinden nakledilen son hutbesinde de, Allah’u Teâlâ’ya hamdü sena ve Resul-i Ekrem (s.a.v) Efendimize salât u selamdan sonra şunları söylemiştir: Bana bu hilafet görevi yüklendi; ben de kabul ettim. Allah Azze ve Celle size dünyayı, kendisiyle ahiret saadetini elde edesiniz diye vermiştir. Onu size güvenip bağlanasınız diye vermemiştir. Dünya son bulacak, ahiret ise baki olarak devam edecektir. Fani olan dünya sakın sizi şaşırtıp azdırmasın ve baki olanı unutturacak meşgalelere boğmasın. Dikkat edin! Ben (benden öncekilere) ittiba ediciyim; (onların yapmadıklarını yapmak suretiyle) bidat işleyici değilim. Dikkat edin! Allah Azze ve Celle’nin Kitabı ve Allah’ın Nebisi (s.a.v)’in Sünneti (ile aranızda hükmetme görevi)nden sonra sizin benim üzerimde üç hakkınız vardır: 1- (Sizi idare ederken) sizin üzerinde toplandığınız görüşü ve adet kıldığınız uygulamayı devam ettirme konusunda benden önceki (halife)lere ittiba etmek. 2- Toplum olarak icra edegeldiğiniz bir uygulamanın mevcut olmadığı hususlarda hayır ehlinin uygulamasını icra etmek. 3- Yerine getirmekle sorumlu olduğunuz hususlar dışında sizi herhangi bir şeyle mükellef kılmamak; serbest bırakmak. Dikkat edin! Dünya, insanlara çekici kılınmış geçici güzelliklerden ibarettir ki, insanların pek çoğu ona kapılır. Sakın dünyaya meyledip güvenmeyin! Zira onun güvenilecek bir yanı yoktur. Ve bilin ki, dünya sadece kendisini terk edeni terk eder! Baki olanı fani olana tercih edin! Zira bir gün gelecek, dünyanın ömrü bitecektir ve dönüş ancak Allah’u Teâlâ’yadır. Allah Azze ve Celle’den ittika edin! Zira takva, O’nun azabına karşı bir kalkan ve O’nun rızasına ulaşmak için bir vesiledir. Allah Tealâ’dan sakının ve istikamet üzere iken halinizi değiştirmeyin. Birlik-beraberlikten ayrılıp da grup grup olmayın. “Allah’ın üzerinizdeki nimetini düşünün. Siz birbirine düşman kimseler iken, O sizin kalplerinizi birleştirmişti. O’nun nimeti sayesinde uyanıp kardeş oldunuz…” (Âl-i İmran, 103) (Taberî, Târîhu’r-Rusul ve’l-Mulûk, 4/422-423) Daha güzel Burhan’larda buluşabilmek dileği ile Allah’a emanet olunuz. İçindekiler AYLIK İLİM KÜLTÜR DERGİSİ Yıl: 10 Sayı: 115 Nisan 2015 SAHİBİ Burhan Basın Yayın Eğitim ve Tur. Ltd. Şti. SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ Serdar TAŞAR YAYIN DANIŞMANLARI Prof. Dr. İbrahim BAYRAKTAR Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN Yard. Doç. H. Murat KUMBASAR YAYIN KURULU Yusuf ELİBOL Ramazan ÇAKIR Aydın BAŞAR Salih AYDIN Musa KARACA GRAFİK TASARIM Burhan Ajans DAĞITIM ORGANİZASYONU Asım AYDOĞDU Gsm: 0538 233 5000 Fiyatı Tek Sayı: 6 TL 1 Yıllık (12 Sayı) Abone: 72 TL Yurtdışı 1 Yıllık Abone: 75 Euro Abonelik İçin Hesap Numaraları Posta Çeki No: 5091167 Türkiye Finans Sultanbeyli Şubesi Burhan Basın Yay.Eğt.Tur.Ltd.Şti. Müşteri No: 291928 IBAN:TR67 0020 6000 6300 2919 2800 01 Ziraat Bankası Sultanbeyli Şubesi Hesap No: 1673–44165588-5002 IBAN:TR690001001673441655885002 YAYIN VE İLETİŞİM ADRESİ Mehmet Akif Mah. Kuran Kursu Cad.No: 87 Sultanbeyli / İST. Tel: +9 (0216) 498 94 00 Faks: +9 (0216) 398 94 69 İNTERNET ADRESİ burhandergisi@hotmail.com www.burhandergisi.com BASKI Milsan A.Ş. 0212 697 1000 YAYIN TÜRÜ Aylık Süreli Yayın Gönderilen yazılarda editör ve yayın kurulu değişiklik yapabilir. Gönderilen yazılar iade edilmez. Yazılardan kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir. Yayınlanan reklamlardaki ürün ve hizmetlerin sorumluluğu reklam verene aittir. Ortadoğunun Kalbi 4 Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN Sahabe Kuşağının Dindeki Yeri 8 Yrd. Doç. Dr. Ebubekir SİFİL Peygamberimiz(s.a.v)’in Gençleri 13 Örnek Nesil SAHÂBE 16 Ümmetin Yıldızları Sahabeler 20 Hz. Pîr Seyyid Ahmed er-Rufai (k.s) den 28 İslamoğlu ve ‘Rivayet Kültürü’ 30 İslamafobi 32 Üniversite ve Kent 39 Hikmet Boyutuyla Ezan 44 Söz Söylemek, Sukut Etmek, Sır Saklamak 48 Hayatın İslam’a Göre Tayin Edilmesi Bağlamında, Ehl-i Sünnet Tasavvurunun Yeniden İnşası 55 Düşük Benli Çocuklar 62 Hz. Hâlid b. Velîd (r.anh) 64 Yenip içilmesi Helâl Olan ve Olmayan şeyler 68 Ersan BİLGİN Yrd. Doç Dr. Mustafa KARABACAK Abdullatif ACAR Hikmet Damlası Murat TÜRKER Yrd. Doç. Dr. Süleyman Koyuncu Yrd.Doç.Dr.Abdulkadir DEVELİ Prof. Dr. ALİ AKPINAR Halit EŞKAN Dr. İhsan ŞENOCAK M. Emin KARABACAK Salih KAYA Ömer Nasuhi BİLMEN Burhan Çocuk 70 Musa KARACA Döndüm (şiir) 72 Zelilî 30 İslamoğlu ve ‘Rivayet Kültürü’ Murat TÜRKER 39 Üniversite ve Kent Yrd.Doç.Dr.Abdulkadir DEVELİ 55 Hayatın İslam’a Göre Tayin Edilmesi Bağlamında, Ehl-i Sünnet Tasavvurunun Yeniden İnşası Dr. İhsan ŞENOCAK 68 Yenip içilmesi Helâl Olan ve Olmayan şeyler Ömer Nasuhi BİLMEN Ortadoğunun Kalbi Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN M ekke, dünyanın kalbi; Kudüs de Ortadoğu’nun kalbidir. İşgal altında olan Kudüs’ü kurtarmadan Ortadoğu’yu kurtarmak mümkün değildir. er e hanç n i b l a nk at ede oğu’nu h d a a r t r l ı O as n biz n e k r iren ve ı g n e a c l i p s sa in slgeye s ö B leşen İ ? r z i e r y i l i k b ere dar nişley e g e at’a ka ç r k ı i F t t i n e g ni fi Nil’d e d e evleti’ h D n i i ’ d l i u ra ah re üyük Y B tinlile n s a i l n i a F z u ün e bize ır. Bug v t k a a r a l m ı ırl kur ın Mıs r a y ı ın ktır. yaptığ yapaca 4 B Yeryüzündeki en eski şehirlerden biri de Kudüs’tür. Yine yeryüzündeki en önemli üç mabetten biri olan Mescid-i Aksâ Kudüs’tedir. Kudüs üç ilâhî dinde de önemli bir yere sahip olan ve kutsal sayılan şehirdir. Kimler gelip geçmedi ki bu şehirden? Peygamberler, sahâbeler, âlimler, rahipler, hahamlar, krallar ve nice komutanlar geldi geçti bu şehirden. Hz. İbrahim, Hz. İshak, Hz. Yakup, Hz. Musa, Hz. Davud, Hz. Süleyman, Hz. Zekeriya, Hz. Yahya, Hz. İsa ve daha nice peygamberler geldi geçti Kudüs ve Kudüs çevresinden. İmran ailesi, Hanne ve kızı Hz. Meryem, Meryem’in oğlu Hz. Îsâ Kudüs’te yaşadılar. Nisan B Hz. Peygamberin seçkin sahâbîlerinden Hz. Ömer, Hz. Ebû Ubeyde, Hz. Ubâde ve daha nicelerinin yolu geldi geçti Kudüs’ten. 16/637 yılında Ebû Ubeyde b. el-Cerrah, şehri kuşatmış ve halkla anlaşma teklif etmişti. Onlar da halife Hz. Ömer’in gelmesini istemişlerdi. 17/638 yılında Medine’den kalkıp Kudüs’e gelen Hz. Ömer, anlaşma imzalayarak şehri teslim almıştı. Kudüs’te bir camii yapılmasını emreden Hz. Ömer, şehre kadı olarak tayin ettiği Ubâde b. Sâmit’ten halka İslâm’ı öğretmesinin istedi. Ubâde’nin gayretleri ile İslâm Kudüs ve çevresinde yayıldı. İşte o günden sonra Kudüs’te Müslümanlar, Yahudiler ve Hristiyanlar birlikte yaşamaktadırlar. Problem orada yaşayanlardan değil, oraya sahip olmak isteyenlerden kaynaklanmaktadır. Hz. Osman da, Hz. Ömer gibi Kudüs’e önem verdi. Hz. Osman döneminde birçok sahâbî bu şehre yerleşti ve şehrin İslamlaşması konusunda büyük gayretler gösterdiler. Kudüs’te vefat eden ve kabirleri Kudüs’te olan birçok sahâbî vardır. Dört halife döneminden sonra gelen Emeviler de şehre çok hizmet ettiler. Emevî halifesi Abdülmelik b. Mervan, Kubbetü’s- Sahra’yı yaptırdı ve Mescid-i Aksa’yı tamir ettirdi. Emevîler döneminde yapılan îmâr ve iskân faaliyetleri ile şehrin Arap ve Müslüman nüfusu artmış oldu. Abbasilerin iktidara gelmesi ve Bağdat’ın başşehir olmasıyla Suriye ve Filistin bölgeleri nispeten geri planda kaldıysa da Kudüs, İslâm dünyasının Mekke ve Medine’den sonra üçüncü kutsal şehir olma özelliğini sürdürdü. Halife Mansûr, depremlerde zarar gören mescid-i Aksa’yı yeniden inşâ ettirdi. Abbasi halifeleri içerisinde halife Me’mûn, Kudüs şehrine çok önem verdi. Üç ilâhî din mensuplarının bu şehirde huzurlu bir şekilde yaşamalarına ve gönül rahatlığı ile ibâdet etmelerine özen gösterdi. İşte bu dönemlerde Kudüs ilim ve eğitim-öğretim merkezi oldu. Bir zamanlar Kudüs, Tulunoğullarının ve Fâtımîlerin idaresi altında kaldı. 969 yılında şehre hâkim olan Fâtımîler, Kudüs’teki tüm kiliselerin yıkılmasını emrettiler. Onların bu yanlış kararı, Hıristiyanları galeyana getirdi ve şehrin ellerinden çıkmasına sebep oldu. Haçlılar, 1099 yılında şehri istîlâ ederek Kudüs Krallığını kurdular. Şehre tamamen sahip olan ve Müslümanların şehre girmelerini yasaklayan Kudüs Krallığı 1187 yılında Selahaddin Eyyûbî tarafından yıkıldı. 100 yıl süren haçlı seferlerine Selahaddin Eyyûbi son verdi ve 2 Ekim 1187’de Kudüs’e girdi. Eyyûbîler’den sonra Memlukler’in idaresine geçen şehir, 29 Aralık 1916’da Osmanlı’nın eline geçti. Yavuz Sultan Selim Mercidabık’ta Memlukler’e karşı kazanılan zaferden sonra Halep, Hama, Şam üzerinden güneye doğru ilerleyerek 29 Aralık 1516’da İdris-i Bitlisî’nin de aralarından bulunduğu devletin ileri gelenleri ve askerleriyle birlikte Kudüs’e geldi. Ancak Kudüs, Padişah’ın gelişinden önce, muhtemelen Ekim 1516’da Osmanlı yönetimine girmişti. Bu tarihte başlayan Kudüs’teki Osmanlı yönetimi, 1831-1840 yıllarında gerçekleşen Kavalalı Mehmed Ali Paşa dönemi hariç Aralık 1917’ye kadar yaklaşık dört asır devam etti. Osmanlı Devleti, Kudüs’ü yönetimi altına aldıktan bir süre sonra ona atfettiği özel önemi gösterir icraatlar başlatmıştır. Özellikle Kanuni Sultan Süleyman döneminde büyük imar faaliyetleri ger- Abbasilerin iktidara gelmesi ve Bağdat’ın başşehir olmasıyla Suriye ve Filistin bölgeleri nispeten geri planda kaldıysa da Kudüs, İslâm dünyasının Mekke ve Medine’den sonra üçüncü kutsal şehir olma özelliğini sürdürdü. Nisan B 5 B çekleştirildi. Kubbetü’s-Sahra’nın tamiri ile başlayan çalışmalar bugün hala ayakta duran surların inşâsı ile sürdü. Yapımı beş yılda tamamlanan, uzunluğu 3 km. olan, yüksekliği 12 metreyi aşan surların 34 kulesi ve 7 kapısı vardır ve bunların 6’sının üzerinde yapım tarihlerini gösteren kitabeler bulunmaktadır. Sultan Süleyman’ın diğer önemli projesi Beytülahm ve Halilürrahman’dan Kudüs’e su getiren kanalların tamiri ve şehir suyunun dağıtımının yapıldığı havuzların yenilenmesinin yanı sıra beşi sur içerisinde olmak üzere altı çeşmenin yapımı olmuştur. Padişah’ın On altıncı yüzyılın son çeyreğinden itibaren giderek belirginleşen Osmanlı merkez idaresinin zayıflaması, Kudüs’ü de olumsuz etkilemiştir. Bunun en açık göstergesi, genel olarak bölgenin ve özellikle de Kudüs’e ulaşan yolların güvenliğinin zayıflamasıydı. Kutsal mekânlara giden hacılar zaman zaman bedevilerin saldırılarına maruz kalmaktaydı. Buna çözüm olarak yollar üzerinde güvenlik kuleleri yapıldı. hanımı Hürrem Sultan’ın 1551’de yaptırdığı külliye de Kudüs’ün en önemli hayır kuruluşlarındandır. Cami, medrese, han, ribat ve imaretten oluşan külliye, Kudüs’teki Osmanlı eserlerinin önde gelenlerindendir. Günümüzde bağımsız bir vaziyette ayakta olan imarette yüzlerce misafir sûfi medrese öğrencisi ve yoksula yemek dağıtılmıştır. Külliyenin masraflarının karşılanması için büyük bir vakıf kuran Hürrem Sultan, Suriye ve Filistin’de özellikle Remle civarında birçok köy ve geniş araziyi bu vakfa tahsis ettirmiştir. Onun 1558’de ölümünden sonra Sultan Süleyman, Sayda civarında dört köyün arazisini daha bu vakfa ilave etmiştir. şehirde gerginlik çıkarıyorlardı ama Osmanlı idaresi bunlara çözüm yolları buluyordu. On dokuzuncu yüzyılda çeşitli devletlerin Kudüs’te konsolosluklar açması ve 1870’lerden sonra Yahudi göçünün giderek artması, 1882 ve 1905’te iki büyük Yahudi göç dalgası Kudüs’ün nüfus yapısını değiştirmeye başladı. Osmanlı Devleti, Yahudi göçünü ve Yahudilere toprak satışını engelleme girişimleri çerçevesinde birçok tedbir almasına rağmen mahalli ve milletlerarası kaynaklı sebeplerden dolayı tamamen başarılı olamadı. Özellikle ikinci Abdülhamid döneminde Siyonizm ve Filistin’e Yahudi göçüne karşı yoğun çabalar sarf edildi. Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda Osmanlı Zaman zaman Hristiyanlar mezhep ayrılıklarından, Müslümanlar da aileler arasındaki rekabetlerden Osmanlı Devleti, Kudüs’ü yönetimi altına aldıktan bir süre sonra ona atfettiği özel önemi gösterir icraatlar başlatmıştır. Özellikle Kanuni Sultan Süleyman döneminde büyük imar faaliyetleri gerçekleştirildi. Kubbetü’s-Sahra’nın tamiri ile başlayan çalışmalar bugün hala ayakta duran surların inşâsı ile sürdü. 6 B Nisan B Devleti’nin yenilmesiyle Kudüs’ün geleceği de köklü değişikliklere maruz kaldı. 1917-1920 yılları arasında İngiliz askeri yönetimi altında kalan Kudüs, 1920-1948 yılları arasında İngiliz sivil yönetimi altında kaldı. İngiliz yönetiminin Kudüs’e yapılan Yahudi göçlerini desteklemesiyle şehrin nüfusu Yahudiler lehine gelişti. Şehrin Arap/İslâmî yapısı giderek zayıfladı.1948 yılında İsrail Devleti kurulurken şehrin altmış bin Arap nüfusuna karşılık Yahudi nüfus yüz bin dolayındaydı. Bu nüfus yapısı İsrail Devleti’nin kurulmasından ve Kudüs’ü başkent yapmasından sonra giderek Yahudilerin lehine değişti. Günümüzde yaklaşık altıyüzbin nüfusa sahip olan Kudüs’te Müslümanlar, nüfusun ancak yüzde yirmisine sahiptir. Bu oran gittikçe de düşmektedir. Çünkü İsrail, gittikçe yeni yerleşim birimleri oluşturmakta ve dışardan gelen Yahudileri buralara yerleştirmektedir. Yüce Allah’ın Kur’ân-ı Kerîm’de çevresini mübarek kıldığını açıkladığı ve son Peygamber’i Hz. Muhammed (s.a.v.)’i âyetlerini göstermek üzere İsrâ gecesinde götürdüğü (el-İsrâ sûresi, 17/1) kutsal Kudüs, bugün de Siyonizm’in işgali altındadır. Siyonist örgütlerin Osmanlı merkez idaresinin zayıflaması, Kudüs’ü de olumsuz etkilemiştir. Bunun en açık göstergesi, genel olarak bölgenin ve özellikle de Kudüs’e ulaşan yolların güvenliğinin zayıflamasıydı. Kutsal mekânlara giden hacılar zaman zaman bedevilerin saldırılarına maruz kalmaktaydı. yürüttükleri terör ve katliam hareketleriyle Siyonist devleti kuran Yahudiler, o günden bu yana yürüttükleri soykırım ve zulüm politikalarıyla sayısız Müslüman’ın hayatına son vermekle kalmayarak bir milyonu aşan Müslüman’ın yurtsuz kalmasına neden oldular. Hz. Peygamber (s.a.s)’in ifadesiyle “Allah’ın takdis ettiği” toprakların bu şekilde işgal edilmesi, hiç şüphesiz tüm Müslümanları sorumluluk altında bulundurmaktadır. İslâm ülkesinin küfür ülkesi durumuna getirilmesi, Müslümanlara cihad yükünü yüklemektedir. İslâm’ın bu hükmü, Kudüs gibi kutsal bir yer söz konusu olduğunda daha bir önem ve âciliyet ifade etmektedir. Bütün bunlar olurken biz Müslümanlar ne yapmaktayız? Ortadoğu’nun kalbine hançer saplanırken biz nasıl rahat edebiliriz? Bölgeye sinsice giren ve gittikçe genişleyerek yerleşen İsrail’in hedefi Nil’den Fırat’a kadar uzanan Büyük Yahudi Devleti’ni kurmaktır. Bugün Filistinlilere yaptığını yarın Mısırlılara ve bize yapacaktır. Bizim, olaylar karşısındaki gafletimiz ve vurdumduymazlığımız onun cesaretini artırmaktadır. Ne olur, kendimize gelelim! Nisan B 7 Sahabe Kuşağının Dindeki Yeri Yrd. Doç. Dr. Ebubekir SİFİL M undul u b ı l zı rine ya e den z ü , n ’ı elerin n m a ’ e r z l u a K m e getili yazı n t i i l ş a e h ç f” ğu Musha ması, l “ ı t p l i a n ğ e n ço derl k dında r a gelece e e v i d l s i e k r şe rilm ın itiz bi t n i İslâm’ ’ , t ı e s n a n Sü rılm alp dia akta k r a e l v k a h ru kuş i nının, â k ntikal i r e e l e i v s e n adap un esilden n n i luğun n u i l p n i o l t e sip Sahab eragae f d e i v z t ü e sir hep g yet, ba a r i d , uştur. t m l o n ehliye ümkü tiyle m 8 B üslüman bilincinde Sahabe kuşağının (Allah hepsinden razı olsun) ayrı ve ayrıcalıklı bir yeri vardır. Günlük sıradan davranışlarımızdan ibadetlerimize ve bilgi kaynakları hiyerarşisindeki kabullerimize kadar hayatımızın her alanında Sahabe’nin derin etkisini görmek şaşırtıcı değildir. İslâmî ilimlerin metodolojilerinde (Usul’lerinde) başvuru mercii olarak Kur’an ve Sünnet’ten sonra Sahabe’nin üçüncü sırada yer almış olması da, bu açıdan son derece tabii bir husustur. Hatta Kur’an ve Sünnet’te yer alan hususların nasıl anlaşılması gerektiği noktasında bir tereddüt söz konusu olduğunda Sahabe’nin birinci referans kaynağı olarak kabul edilmesi, Ehl-i Sünnet’i diğerlerinden ayıran en temel hususlardan biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu sebepledir ki, herhangi bir hususta Kur’an ve Sünnet’in “ne dediği” sorusunun cevabı aranırken Sahabe’nin belirleyiciliğine başvurulması -bir de aralarında görüş birliği oluşmuşsa- bizim için kesinlikle tartışma konusu değildir. Nisan B Sahabe bizim için sadece bir “bilgi kaynağı” olarak değil, “örneklik” olarak da vazgeçilmezdir. Bu dinin nasıl yaşanacağını, nasıl ideal Müslüman olunacağını doğrudan Efendimiz s.a.v.’den öğrenmek şüphesiz ki sadece onlara kısmet olmuştur. Peygamber öğrencisi olmak, Kur’an’da ve Sünnet’te övülmek suretiyle ebedileşmek dünyada hangi kıymet ile denk tutulabilir? İşte bu sebeple Ehl-i Sünnet, sahabîlik faziletinin peygamberlik dışındaki diğer bütün hususiyetlere üstün geldiğini kabul etmiştir. Daha sonra gelen kuşaklar arasında ilimde birçok sahabîden (özellikle Efendimiz s.a.v. ile uzun süre birlikte bulunma imkânına sahip olamamış sahabîlerden) ileri seviyede bulunanlar çıkabileceğini, ancak Sahabe’den sonra gelen kuşaklara mensup hiçbir ferdin sahabîlik faziletinden doğan üstünlüğe ulaşamayacağını söylemiştir. Bunun için biz, herhangi bir sahabînin adını yazdığımız veya söylediğimiz zaman, hemen arkasından “Allah ondan razı olsun” anlamında “radıyallâhu anh (kısaca r.a.)” dua cümlesini ekleriz. Sahabe’yi ayrıcalıklı kılan Kur’an ve Sünnet’in Sahabe’ye yaptığı vurgu hepimizin malumudur. Konuyla ilgili ayet ve hadisleri toplayan ve açıklayan sayısız eser yazılmıştır. Sahabe kuşağının Yüce Allah nezdinde farklı bir değere sahip olduğunu ifade buyuran ayetlerden biri şöyledir: “Muhacirun ve Ensar’dan sâbıkûn-i evvelûn ve bir de ihsan şuuruyla onlara tabi olanlar var ya, Allah onlardan razı olmuştur, onlar da Allah’tan razı olmuşlardır. Allah onlara, altlarından ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte büyük kurtuluş budur.” (Tevbe, 100) Bu ayette yer alan bir inceliğe kısaca dikkat çekerek devam edelim: Ayette geçen “sâbıkûn-i evvelûn” ifadesi “önce geçen ilkler” demektir. Bu ifadeyle iki anlam kastedilmiş olabilir: 1. Muhacirun ve Ensar arasında salih amellerde önce davranıp diğerlerini geride bırakanlar. Bu durumda ayetin anlamı şöyle olur: Muhacirun ve Ensar’dan, hem salih amel işlemede önce davranıp diğerlerini geride bırakanlardan, hem de ihsan şuuruyla onlara tabi olanlardan Allah Tealâ razı olmuştur. 2. Salih amel işlemede önce davranıp diğer insanları geride bırakanlar, Muhacirun ve Ensar’ın tamamıdır; “onlara ihsan şuuruyla tabi olanlar” ifadesi de, Tabiun’dan başlayarak kıyamete kadar gelecek olan bütün Ümmet fertleri arasından bu özelliği taşıyanları anlatmaktadır. Görüldüğü gibi ayeti nasıl anlarsak anlayalım, Sahabe kuşağının Allah Tealâ’nın rızasına nail olduğu gerçeği değişmemektedir. Bu özellik sebebiyledir ki Efendimiz s.a.v., ümmetini onlar konusunda ikaz etmiş ve şöyle buyurmuştur: “Ashabım hakkında uygunsuz söz söylemeyin. Nefsimi kudret elinde tutan Allah’a yemin ederim ki, sizden birinin Uhud dağı kadar altını olsa ve o bunun tamamını Allah yolunda infak etse, onların bir-iki avuçluk infakın(ın sevabın)a, hatta yarısın(ın sevabın)a bile ulaşamaz.” (Buharî, Müslim, Tirmizî) Sahabe’siz dinlerin akıbeti Şüphesiz her şey ilâhi takdir iledir. Kur’an’dan önceki ilâhi kitapların tahrif olması da elbette ilâhi takdir çerçevesinde cereyan etmiştir. Ancak ilâhi takdirin “sebepler” vasıtasıyla cereyan ettiği de bir vakıadır. Söz konusu tahrif faaliyetini ve o kitaplara inandığını söyleyen kitlelerin zamanla haktan bâtıla sapmasını sebepler zemininde mercek altına aldığımızda, Sahabe’nin nasıl kilit bir rol üstlendiğini yakından müşahede etme imkânına kavuşuruz. Özellikle Efendimiz s.a.v.’den önceki son iki büyük peygamber Hz. Musa ve Hz. İsa’nın (ikisine de selam olsun) sahabelerinin durumu bu noktada son derece dikkat çekicidir. Acaba Sahabe Kur’an ve Sünnet’i ezberleyip, ardından yazıya geçirip kendilerinden sonra gelenlere aktarmasa ve onları da aynı hassasiyeti gösterme konusunda eğitmeseydi Kur’an ve Sünnet bize kadar intikal eder miydi? Nisan B 9 B Hz. Musa a.s. ve İsrailoğulları Hz. Musa a.s., Yüce Allah’tan, İsrailoğulları’nı Mısır’daki zelil kölelik hayatından kurtarma emri aldığında hemen harekete geçmiş, Mısır’ı terk etmek üzere İsrailoğulları ile birlikte yola çıkmıştı. Firavun bu durumu fark edip arkalarından kovalamaya başlayınca, İsrailoğulları hayli ilginç bir tepki gösterdiler. Tevrat durumu şöyle anlatıyor: “Ve Firavun yaklaştı ve İsrailoğulları gözlerini kaldırdılar ve işte, Mısırlılar arkalarından yürüyorlardı; ve çok korktular ve İsrailoğulları Rabb’e feryat ettiler. Ve Musa’ya dediler: Mısır’da kabirler bulunmadığı için mi çölde ölmek üzere bizi getirdin? Bizi Mısır’dan çıkarmakla bize ettiğin bu nedir? Mısır’da sana, ‘Bırak bizi, Mısırlılar’a kulluk edelim!’ diye söylediğimiz söz bu değil midir? Çünkü çölde ölmektense Mısırlılar’a kulluk etmek bizim için daha iyi olurdu.” (Çıkış, 14/10-12) İsrailoğulları’nın Mısır’dan çıkıştan itibaren yol boyunca gösterdiği tavır, yukarıdaki Tevrat pasajında da görüldüğü gibi, her sıkıştıklarında isyan etmek olmuştur. İşte bir örnek daha: “Ve İsrailoğulları’nın bütün cemaati (…) Refidim’de kondular; ve kavme içecek su yoktu. Ve kavim Musa ile çekişip dediler: Bize su ver de içelim. Ve Musa onlara dedi: Niçin benimle çekişiyorsunuz? Niçin Rabb’i deniyorsunuz? Ve kavim orada susadı; ve kavim Musa’ya karşı söylenip dedi: ‘Bizi, oğullarımızı ve hayvanlarımızı susuzlukla öldürmek için, niye bizi Mısır’dan çıkardın?’ Ve Musa Rabb’e feryat edip dedi: Bu kavme ne yapayım? Az daha beni taşlayacaklar. (…) Çünkü İsrailoğulları (Musa ile) çekiştiler, ve çünkü acaba Rab aramızda mı yoksa değil mi diyerek Rabb’i denediler.” (Çıkış, 17/1-7) Tevrat incelendiğinde baştan sona bu türlü örneklerle dolu olduğu görülecektir. Son örneği, Hz. Musa a.s. Tevrat’ı almak üzere Tur dağına gittiğinde olanlar konusundaki Tevrat pasajlarını aktararak vermiş olalım. Hz. Musa a.s., Tevrat’ı almak üzere Tur’a gittiğinde, İsrailoğulları’ndan yoldan sapmayacaklarına dair söz almıştı. Ancak sözlerine sadık kalmadılar ve 10 B altından bir buzağı yaparak ona tapınmaya başladılar. Muharref Tevrat bu buzağıyı Hz. Harun a.s.’ın yaptığını söylerse de, gerçekte buzağıyı yaparak İsrailoğulları’nın ona tapınmasını sağlayan kişi Samirî’dir. (Kur’an-ı Kerim, Tâ-Hâ, 85). Dolayısıyla burada Tevrat’ın bir başka tahrifi söz konusudur. Hz. Harun ise bu şirke mani olmak istemişti; ancak kendisini ölümle tehdit ederek dinlememişlerdi. (Kur’an-ı Kerim, A’râf, 150). Esasen İsrailoğulları Nil nehrinden kurtulduktan sonra yola devam ettiklerinde, pagan (puta tapan) bir kavme rastlamış ve Hz. Musa’dan, kendileri için böyle putlar yapmasını istemişlerdi. (A’râf, 138). Kur’an’ın, altından buzağı yapma işini İsrailoğulları’na nisbet eden ayetleri (Bakara 51-54, 92-93; Nisâ, 153…) de dikkate alındığında, Samirî’nin bu suçta yalnız olmadığı ortaya çıkmaktadır. Hz. İsa a.s. ve Havariler Hz. İsa a.s. tebliğine başladığında Filistin bölgesinde Roma İmparatorluğu’na bağlı özerk bir Yahudi idaresi hakimdi. Dolayısıyla Hz. İsa a.s. terk-i dünya ettikten sonra, onun sahabisi olan Havariler, bir taraftan işbirlikçi Yahudi gruplarla, bir taraftan da Roma idaresiyle mücadele etmek zorunda kalmışlardı. Bir süre sonra Pavlus isimli yahudinin ortaya attığı müşrik Hıristiyanlık modeli de rağbet görmeye başladı. Dolayısıyla Havariler üç cephe ile aynı anda mücadele etmek zorunda kaldılar. Yahudiler ve Romalılar tarafından kovuşturmalara uğratıldılar, yargılandılar. Bir süre sonra kimi öldürüldü, kimi de Filistin’i terk etmek zorunda kaldı. Bu baskı ve zulüm ortamında Havariler, ne Hz. İsa a.s.’ın tebligatını, ne de İncil’i gereği gibi muha- Nisan B faza edebildiler. Gerek sayılarının azlığından, gerekse yaşadıkları ortamın olağanüstü hareketliliğinden, Tevhid akidesini ve İncil’in mesajını kendilerinden sonra gelenlere gereği gibi aktaramadılar. Hz. İsa a.s.’dan kısa bir süre sonra Havariler de birbiri ardınca dünyadan göçünce, meydan yahudilere ve müşrik hıristiyanlara kaldı. Hz. İsa a.s.’ın tebliği, kendisinden sonra aradan bir nesil dahi geçmeden Pavlus tarafından “üçlü ilâh modeli”ne dayanan şirk itikadına nasıl dönüştürüldü? Elimizde mevcut muharref (tahrif edilmiş, aslından uzaklaştırılmış) İncillerde bile Hz. İsa a.s.’ın, kendisi için “Tanrının oğlu” ifadesini kullandığı zikredilmezken, bakınız Pavlus bu inancı nasıl yerleştiriyor: “Çünkü şimdi insanların rızasını mı, yoksa Tanrı’nın rızasını mı arıyorum, yahut insanları hoşnut etmeye mi çalışıyorum? Eğer hâlâ insanları hoşnut etseydim, Mesih’in (İsa’nın) kulu olamazdım. Çünkü ey kardeşler, size bildiriyorum ki, benim tarafımdan vaz olunan İncil insana göre değildir. Çünkü ben onu insandan almadım ve öğretilmedim; fakat İsa Mesih’in vahyi ile aldım. Fakat Tanrı (…) milletler arasında onu vaz edeyim diye kendi oğlunu bende keşfetmeye razı olunca…” (Galatyalılar’a Mektup, 1/10 vd.) Adına Hıristiyanlık denen bu dinin Hz. İsa a.s. ve onun sahabesi olan Havariler ile herhangi bir ilgisi yoktur. Hal böyle iken nasıl olmuştur da kısa bir zaman içerisinde Hz. İsa a.s.’ın saf Tevhid’e dayalı tebligatı ve İncil kaybolmuş, yerini şirk esaslı Hıristiyanlık dinine bırakmıştır? Sahabe’nin kilit rolü Eğer Hz. Musa ve Hz. İsa (ikisine de selam olsun), Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz’in Sahabesi gibi bir ilk ve örnek nesle sahip olabilselerdi, tebliğ ettikleri din ve kitap tahrif edilemez, tebligatları aslından uzaklaştırılamazdı. Bu kesin yargıya nereden varıyoruz? Şüphesiz ki Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz’in “ilk/örnek nesil” yetiştirme konusundaki gayret ve hassasiyetinden, bir de Sahabe-i Güzin efendilerimizin Kur’an ve Sünnet’in muhafazası uğruna gösterdiği yeri doldurulamaz feragat ve fedakârlıklardan.. Kur’an’ın, üzerine yazılı bulunduğu çeşitli yazı malzemelerinden derlenip “Mushaf” haline getirilme- Nisan B si ve ardından çoğaltılması, Sünnet’in titiz bir şekilde gelecek kuşaklara aktarılması, İslâm’ın adap ve erkânının, ruh ve kalp disiplininin nesilden nesile intikali hep güzide Sahabe topluluğunun ehliyet, dirayet, basiret ve feragatiyle mümkün olmuştur. Onlar ki, İsrailoğulları en küçük bir zorluk karşısında “Ey Musa! Sen ve Rabbin gidip savaşın. Biz burada oturacağız!” (Maide, 24) derken, Bedir Savaşı öncesinde Efendimiz s.a.v.’e şöyle seslenmişlerdi: “Ya Rasulallah! Allah sana ne emir buyurduysa, onu yap. Ne tarafa gidersen git, biz kesinlikle seninle beraberiz. Biz, İsrailoğulları’nın Hz. Musa’ya dedikleri gibi, ‘Ey Musa! Sen ve Rabbin gidip savaşın. Biz burada oturacağız’ demeyiz. (…) Biz sana iman ettik, seni tasdik ettik ve bize getirdiğinin hak olduğuna şehadet ettik. Bu konuda sana uymak ve itaat etmek üzere söz verdik. Bu durumda sen ne dilersen onu yap. Seni hak peygamber olarak gönderen Allah’a yemin olsun ki, sen bize denizi gösterip dalsan, biz de seninle birlikte dalarız, içimizden bir tek kişi bile geri kalmaz. (…) Yoluna devam et. İstediğin kimseyle bağ kur, istediğin ile de alakayı kes. İstediğinle düşmanlık et, istediğinle barış yap. İstediğin kadar mallarımızdan al ve dilediğini de bize ver. Mallarımızdan aldığını, bize bıraktıklarından daha çok severiz. Bize ne emredersen ona tabi oluruz.” (İbn Kesîr, 3/557) Efendimiz s.a.v.’in hassasiyeti Kur’an’ı ve Nebevî örnekliği gelecek kuşaklara aktaracak kilit bir neslin yetiştirilmesinin öneminin elbette farkında olan Efendimiz s.a.v., Sahabe’nin her bakımdan tam arzu edilen kıvamı kazanması için hiçbir fedakârlıktan kaçınmamıştır. Mescid-i Nebi’nin sofasında barınan “Ashab-ı Suffe”ye özel bir itina gösteriyor, onların mükemmel birer eğitici/öğretici vasfına sahip olması için alabildiğine titizleniyordu. İslâm’ın diriltici soluğunu ruhlarında henüz hissedememiş kabilelere gönderilmek üzere tebliğci ve eğitici bir ekip istendiğinde bu güzide kadrodan 70 kadar sahabîyi 11 B göndermiş, ancak sahabîler, Bi’r-i Maune kuyusunun başında pusuya düşürülerek şehid edilmişlerdi. Hayatı boyunca beddua ettiği nadir olarak nakledilen Efendimiz s.a.v. bu olaydan o derece müteessir olmuştur ki, kaynaklar, Efendimiz s.a.v.’in, o 70 seçkin sahabîye suikast düzenleyen Ri’l, Zekvân ve Usayye kabilelerine bir ay süreyle beddua ettiğini nakletmektedir. (Taberî, Târîhu’r-Rusul ve’l-Mülûk, 2/81, İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, 4/71) Ashabını dinî meseleleri nasıl çözüme kavuşturacakları konusundan, aile efradına karşı nasıl muamele edeceklerine, ibadetlerinden beşerî münasebetlere kadar her alanda müstesna bir itina ile yetiştiren Efendimiz s.a.v., şüphesiz Hz. Musa ve Hz. İsa’nın (ikisine de selam olsun) yaşadığı olaylardan ve kendilerinden sonra neler olup bittiğinden haberdardı ve Sahabe’sini böyle bir arka planı dikkate alarak yetiştirmişti. Burada tek tek zikredemeyeceğimiz pek çok hadisinde Sahabe’yi ilim öğrenmeye, edebe, ahlâka, toplumsal ve ailevî sorumluluklara riayete… teşvik etmiş, onların da öğrendiklerini kendilerinden sonra gelenlere aynı şekilde aktarmalarını emir buyurmuştu. Acaba Sahabe Kur’an ve Sünnet’i ezberleyip, ardından yazıya geçirip kendilerinden sonra gelenlere aktarmasa ve onları da aynı hassasiyeti gösterme konusunda eğitmeseydi Kur’an ve Sünnet bize kadar intikal eder miydi? Bu soruya Kur’an’ın muhafazasının bizzat Yüce Allah tarafından garanti altına alındığı söylenerek (Hicr, 9) cevap verilebilir mi? Bu soruya “Hayır” diyoruz. Zira yukarıda da söylediğimiz gibi ilâhi takdir “sebepler” vasıtasıyla tecelli etmektedir. Şu halde doğrusu, Allah Tealâ’nın, Kur’an’ı Sahabe vasıtasıyla korumuş olduğunu söylemektir. Aksi durumda ne olurdu? Tevrat ve İncil’in başına gelenler Tevrat tek nüsha olup ezberlenmemiş ve çoğaltılmamıştı. Sadece 3 veya 7 senede bir, bulunduğu Ahit Sandığı’ndan çıkarılıp halka okunuyordu. Üstelik Hz. Musa a.s.’dan uzun yıllar sonra tam yedi kere topluca dinden dönmüş bulunan İsrailoğulları’nın Tevrat’ı gerektiği gibi muhafaza ettiğini söylemek de imkânsızdır. (G. Tümer-A. Küçük, Dinler Tarihi, 231) Havariler’in başına gelenleri de yukarıda özet olarak zikretmiştik. Onlar dünyadan ayrıldıktan sonra İncil adıyla kaleme alınmış birçok metin dolaşıma çıkmıştır. 325 yılındaki İznik Konsili’nde 4’e indirilene kadar mevcut İncillerin sayısının 100’ü aşkın olduğu bilinmektedir. (Şaban Kuzgun, Dört İncil, Farklılıkları, Çelişkileri, 124) Bu durumları göz önünde bulunduran Efendimiz s.a.v.’in, Sahabe’nin Kur’an’ı ezberlemesine, hükümlerini öğrenmesine, buna ilaveten Sünnet’i de iyice kavrayıp bellemelerine özel bir itina göstermiş olmasına şaşırmamalıdır. Gerçek şu ki, Sahabe de (Allah hepsinden razı olsun) bu kritik görevi hakkıyla ifa etmiş, bir taraftan fütuhat ile meşgul olurken, diğer taraftan Kur’an ve Sünnet’i Efendimiz s.a.v.’den aldıkları gibi Tabiûn kuşağına aktarmakta en küçük bir ihmal ve kusur göstermemiştir. Ulemanın, ilim öğreniminde kitaptan okumayla yetinilmeyip, hoca-talebe ilişkisine riayette ısrar etmesinin hikmeti burada yatmaktadır. Kur’an ve Sünnet ilimlerini Sahabe, Efendimiz s.a.v.’den almıştı. Onlar Tabiûn’a, onlar Tebe-i Tabiin’e… aktardı ve bize kadar böylece devam edip geldi. Anlaşılmış olmaktadır ki, icazetli bir hocanın dizinin dibine oturan kimse ondan sadece ilim almamakta, ilimdeki senedini Efendimiz s.a.v.’e kadar dayandırmakla Nebevî feyizden de nasipdar olmaktadır. Günümüzde Sahabe hakkında ölçüsüzlük sergilediği görülen kimseler acaba Sahabe kuşağına bir de bu açıdan bakmayı denemişler midir?.. 12 B Nisan Peygamberimiz(s.a.v)’in Gençleri Ersan BİLGİN B er şeyh a d n nı r, h’ın ya a l l u habile l a u s ç n R as ge r olan a v r türlü e l e y h , n leri a imiz bir im a m a m s l ı e s v as sar bir ihl k k a z u en uza n d a ü d t a n y i ü r rk n u ve ü k r o ilmeye k b , k a yet ulm d, m, yor i z a ve ciha r i a b m ş ı al r lı bir ç şka bi a m b a v n e e d erd k da zaf a y akarlı t d e e f d a r i h şe mb yan ta a m ı n şey ta ydiler. sahibi Nisan B u yazımızda İnsanlığın Efendisi Peygamberimiz’in (s.a.s) etrafında pervane olan genç sahabilere değineceğiz. Malumunuz insanlık tarihinin en köklü değişikliklerinden birini 23 yıl gibi kısa bir zamanda en mükemmel şekilde gerçekleştiren İslam, toplumun her kesiminden ilgi ve kabul görmüştür. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem, tebliğe başladığı ilk andan itibaren kadın-erkek, genç-ihtiyar, zengin-fakir, hür-köle ayırımı yapmaksızın tüm insanları İslam’a davet etmiştir. Bununla beraber İslam davetine ilk olarak olumlu cevap veren, iman ve itaat eden ve Peygamberimiz’in yanında yer alan fertler arasında gençlerin çoğunlukta olduğu görülmektedir. Bu İslam (İnsanlık) Tarihi boyunca da hep böyle olmuştur. İlk Müslümanlardan birkaç kişi 50 yaş civarında, birkaç kişi 35 yaşın üzerinde, geri kalan çoğunluk ise 30 yaşın altında bulunuyordu. İslam’ı yay- 13 B ma ve fedakarlık konusunda Hz. Rasûlullah’a asıl destek ve yardımcı olanlar samimi olarak iman ve itaat eden idealist gençler oldular. İlk Müslümanlardan daha dünyadayken Cennetle müjdelenen 10 kişinin tamamı, gençlerden meydana gelmiştir. Bedir ve Uhud Ashabı olarak bilinen çilekeş sahâbiler, genellikle gençlerdi. Mesela genç yaşta İslam’ı kabul edenlerden ve İslam davasına fedakârca katılanlardan Hz. Ali 10, Zeyd b. Hârise 15, Abdullah b. Mes’ud ve Zübeyr b. Avvam 16, Talha b. Ubeydullah, Abdurrahman b. Avf, Erkam b. Ebi’l-Erkam ve Sa’d b. Ebî Vakkas 17, Mus’ab b. Umeyr 18-20, Abdullah b. Ömer 13, Câfer b. Ebî Tâlib 22, Osman b. Huveyris, Osman b. Affan, Ebû Ubeyde ve Hz. Ömer 25-31 arası yaşlardadır. Allah hepsinden razı olsun. Bunların dışında genç yaşta İslam’ı kabul eden pek çok mübarek şahıs mevcuttur. Bunlar arasından İslam’ın Mekke ve Medine dönemlerinde ve Hz. Peygamberimiz’in vefatından sonraki dönemlerde de İslam için çok önemli fonksiyonlar üstlenen şahsiyetler yetişmiştir. İçlerinden alimler, devlet başkanları ve ülkeler fetheden komutanlar çıkmıştır. Örneğin, Bedir Cihadı için İslam ordusu hazırlanırken çocuk sahabiler de bu kutlu orduya katılmak istediler. Ortaokul çağlarına tekabül eden yaşlara yeni girmek üzere olan bu çocuk sahabiler kimdi? Abdullah bin Ömer, Usame bin Zeyd, Umeyr bin Ebu Vakkas, Abdullah, Usame, Umeyr, vd. Allah onlardan razı olsun. Efendimiz (s.a.s) bu çocuk sahabileri ve orduya katılmak isteyen hanım sahabileri geri çevirdi. Başlarını önlerine eğip üzüntü içinde eve döndüler. Bugünkü ilkokul yaşlarına tekabül eden dönemleri yaşayan çocuk sahabilerin orduya katılmasına izin verilememesine karşın İslam Ordusunun sancaktarlığını ise onlardan üç beş yaş büyük ağabeyleri yapıyordu. Hazreti Ali, Mus’ab bin Umeyr, Sa’d bin Muaz İslam Ordusunun sancaklarını taşıyordu. Şuur böyle bir şey işte. Peygamberimiz gençlere çok önem verirdi. Bir hadislerinde Sevgili Peygamberimiz (s.a.s), “Size gençlere hayırla muamele etmenizi tavsiye ederim. Çünkü, onların kalbi daha incedir. Allah beni doğruluk ve müsamahakâr Tevhid diniyle gönderdi. Bana gençler yardım etti (destekledi), ihtiyarlar uzaklaştı (karşı çıktı)” buyurdu ve şu mealdeki âyeti okudu: “Zaman uzadı da kalpleri katılaştı. Onların çoğu fâsıktırlar.” (Hadîd Sûresi, 16) Her biri birer iman, ahlak, ilim, ihlas, ibadet, edeb ve fazilet abidesi, Sevgili Peygamberimiz’in (s.a.s) mübarek torunları, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin (r.a)Efendilerimiz, Peygamberimiz (s.a.v) tarafından Müslüman gençlere örnek gösterilmiş ve ümmete “Cennet Gençlerinin Efendileri” olarak takdim edilmiştir. (Tirmizi, İbn Mace) Yine Enes b. Malik (ra)’ın anlattığına göre, Ensar’dan Rasulullah’ın terbiyesinde, Kur’an’ı ezberleyen ve İslam’ı bilen 70 genç vardı ki, bunlara “Kurrâ” denilirdi. Akşamları Medine’nin çeşitli bölgelerine dağılırlar, ders halkaları oluştururlar, İslam’ı, Kur’an’ı öğretirlerdi. Oralardaki halka namaz kıldırırlar, sabah olunca da Hz. Peygamberimiz’in mescidine gelirlerdi. Rasulullah, İslam’a davet için onları Bir-i Maune Allah’ın hükümleri yeryüzünde hâkim olsun ya da olmasın her şart altında Müslümanca bir duruş sergilemek mümkündür. Ki Hakkın tesir gücü vardır. 14 B Nisan B Rasulullah’ın gençlerle diyaloğundan hedeflediği; Allah rızası için yaşayan, imanlı, ahlaklı, iffetli, ilim ve aksiyon sahibi şuurlu Müslüman bir gençlik ve bu ruha sahip bir toplum oluşturabilmekti. denilen yere göndermişti. Ancak onlar tuzağa düşürüldü ve hepsi de şehid oldular. Bunun üzerine Hz. Peygamberimiz (s.a.s) tam 15 gün sabah namazlarında kunut duasını okuyup, o 70 genç Müslümanı şehid eden zalimlere beddua etti. (Ahmed b. Hanbel) Rasulullah’ın gençlerle diyaloğundan hedeflediği; Allah rızası için yaşayan, imanlı, ahlaklı, iffetli, ilim ve aksiyon sahibi şuurlu Müslüman bir gençlik ve bu ruha sahip bir toplum oluşturabilmekti. Rasulullah Efendimiz, “Allah’ın (arşının) gölgesinden başka hiçbir gölgenin olmadığı o zor günde yedi sınıf insanın Allah’ın gölgesinde gölgeleneceği” haberini vermiştir. Bu hadiste ilk olarak “adaletli yönetici”, ikinci sırada da “Rabbine ibadetle yetişen genç”i zikretmektedir. (Buharî) Sevgili Peygamberimiz’in gençlere olan bu ilgisi sayesinde, genç sahabiler, canlarını, mallarını, ailelerini Allah yolunda feda edecek kıvama gelmişlerdi. Müslüman olur olmaz birçoklarının başta ailesi olmak üzere, Mekkelilerden gördükleri baskılar, korkunç işkenceler, zulümler, açlık ve abluka yılları onları asla yıldırmamıştır. Onlar gecelerini gündüzlerine katarak İslam’ın yayılmasını, bizlere ve dünyaya ulaşmasını, zaferini ve yerleşmesini sağladılar. Çoğunluğu gençlerden oluşan, Dar’ul Erkam’ı merkez edinen ilk Müslümanlar, Allah’a ve Rasulü’ne olan sağlam iman ve itaatleriyle İslam’ın zaferini gerçekleştirdiler. 8 yıl gibi kısa bir süre sonra kovuldukları Mekke’yi hem de kan dökmeden fethettiler. Rasulullah’ın yanında her şeyleriyle var olan genç sahabiler, sarsılmaz bir iman, her türlü riyadan uzak bir ihlas ve samimiyet, korku ve ürküntüden uzak bir azim, yorulmak bilmeyen devamlı bir çalışma ve cihad, şehadet yada zaferden başka bir şey tanımayan tam bir fedakarlık sahibiydiler. Ashabı Kehf’in şahsında Allah Teala, imanlı ve şuurlu gençlere ilahi destek vadetmektedir: “Onlar Rablerine inanmış gençlerdi. Biz de onların hidayetlerini artırdık.” (Kehf,13) Sevgili Kardeşim sözün özü şudur: - İslam şu an gerçekleşmesi mümkün olmayan ve gelecekte yaşanılacak olan bir ütopya değildir. İslam tüm zamanlara ve mekânlara hitap eder. - Allah’ın hükümleri yeryüzünde hâkim olsun ya da olmasın her şart altında Müslümanca bir duruş sergilemek mümkündür. Ki Hakkın tesir gücü vardır. - İslam’ın Medine’de devlet olduğu günlerde nasıl ki Bedir’de, Uhud’da, Huneyn’de hakkın hâkimiyeti için mücahede edilmişse, aynı şekilde İslam’ın Mekke’de henüz devlet olmadığı günlerde de hakkın hâkimiyeti için mücahede edilmiştir. - Hazreti Hamza, Haztreti Musab bin Umeyr, Hazreti Hanzala devletli günlerin şehitleriyse; Hazreti Yasir, Hazreti Sümeyye de devletsiz günlerin şehitleridir. - Müslümanca bir tutum takınmak için yarına yatırım yapılmaz. - Müslümanca duruş bugünün hesabını verebilmektir. Ne demiştik, “iman istikamettir.” - İslam yarın yaşanmak üzere değil “hemen şimdi” için inmiştir. Vesselam. Nisan B 15 Örnek Nesil SAHÂBE Yrd. Doç. Dr. Mustafa KARABACAK H a ak k ınd h m ı b ha ar ah! As l l . Zinh A n h ı a n l ı l k A “ sa aekten m e l ef alm y d ö e s h z ı r ö s nla ği onra o s n i sevdi e n d e b , ben en , bana arı sev l n n e d O e . z ğ yın lara bu n o nlara ; r O e . r v e e s d ğze için çin bu i i ermiş, ğ i v t t t e e y z i ğ ez bu et , bana n e r e ’a eziy v h t a l e l y i A ez se et veren e y i yet ver i z z e e a a n ’ ba llah yılır. A ır.” a s ş i landır a z verm e c l lah ni d e A 16 B adisçiler sahâbeyi, “Hz. Peygamber devrini idrak etmiş, Müslüman olarak Peygamber’i (s.a.v.) görmüş, sohbetinde bulunmuş ve Müslüman olarak ölmüş kimselerdir” diye tarif ederken; usûlcüler buna “Peygamber’le uzun süre beraber bulunmayı veya bir iki gazveye katılmayı veya da ondan hadis rivâyet etmeyi” de şart koşarlar. Sahâbe nesli, İslâm ümmetinin ilk ve hadis rivâyetinin en önemli halkasını oluşturur. Onlar, canlarını ve mallarını tereddüt etmeden İslâm için ortaya koymaları, Hz. Peygamber’e gönülden bağlanmaları, Kur’an ve sünneti yaşama ve yaşatmadaki gayretleri sebebiyle Allah Teâlâ tarafından insanlığa örnek gösterilmişlerdir. Bu âyetlerden bir kaçı şöyledir: Âyetlerde Sahâbe Sahabe, insanlığın iyiliği için ortaya çıkarılmış hatırlı ümmettir. “İşte böylece sizin insanlığa Nisan B şahit olmanız resulün de size şahit olması için sizi mutedil bir millet kıldık…” (Bakara, 2/143). “Siz, insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği emreder, kötülükten meneder ve Allah’a inanırsınız.” (Âl-i Imrân, 3/110). Onlar sıkıntı anlarında bile Allah ve Rasûlü’ne kulak verdiler. “O müminler ki, kendilerine yara isabet ettikten sonra bile Allah ve Rasül’ün çağrısına kulak verdiler. Onların içinden, güzel işler yapıp takvaya sarılanlara büyük bir ödül vardır. O müminler ki, insanlar kendilerine, “hak size karşı bir araya gelmiş, korkun onlardan” dediklerinde, bu onların imanını artırdı da şöyle dediler:”Allah bize yeter. Ne güzel vekildir O.” (Âl-i Imrân, 3/172-173). Onların hepsine de Allah bir güzellik vermiştir. “Müminlerden -özür sahibi olanlar dışındaoturanlarla malları ve canlarıyla Allah yolunda cihat edenler bir olmaz. Allah, malları ve canları ile cihat edenleri, derece bakımından oturanlardan üstün kıldı. Gerçi Allah hepsine de güzellik (cennet) vaat etmiştir; ama mücahitleri, oturanlara büyük ecirler, dereceler, mağfiret ve rahmetle üstün kılmıştır. Allah çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir.” (Nisâ, 4/95-96). “Elbette içinizden, fetihten önce harcayan ve savaşanlar, daha sonra harcayıp savaşanlara eşit değildir. Onların derecesi, sonradan infak eden ve savaşanlardan daha yüksektir. Bununla beraber Allah hepsine de en güzel olanı vadetmiştir. Allah’ın yaptıklarınızdan haberi vardır.” (Hadid, 57/10). Onlar Ümmi Peygamber’e uyanlar ve kurtuluşa erenlerdir. “Yanlarındaki Tevrat ve İncil’de yazılı buldukları o elçiye, o ümmi Peygamber’e uyanlar (var ya), işte o Peygamber onlara iyiliği emreder, onları kötülükten meneder, onlara temiz şeyleri helal, pis şeyleri haram kılar. Ağırlıklarını ve üzerlerindeki zincirleri indirir. O Peygamber’e inanıp ona saygı gösteren, ona yardım eden ve onunla birlikte gönderilen nura uyanlar var ya, işte kurtuluşa erenler onlardır.” (A’raf, 7/57). Muhâcir ve Ensardan Allah razı olmuştur ve gerçek Mü’min onlardır. “İman edip de hicret edenler, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihat edenler ve (muhacirleri) barındırıp yardım edenler var ya, işte onların bir kısmı diğer bir kısmının dostlarıdır.” (Enfâl, 8/72). “İman edip de Allah yolunda hicret ve cihat edenler, bunları barındıran ve yardım edenler var ya, işte gerçek müminler onlardır. Onlar için mağfiret ve bol rızık vardır. Sonradan iman eden ve hicret edip de sizinle beraber cihat edenler de sizdendir.” (Enfâl, 8/74-75). “Fakat Peygamber ve onunla beraber inananlar, mallarıyla, canlarıyla cihat ettiler. İşte bütün hayırlar onlarındır ve onlar kurtuluşa erenlerin kendileridir. Allah onlara içinde ebedi kalacakları ve zemininden ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte büyük kazanç budur.” (Tevbe,9/88-89). “(İslam dinine girme hususunda) öne geçen ilk muhacirler ve ensar ile onlara güzellikle tabi olanlar var ya, işte Allah onlardan razı olmuştur, onlar da Allah’tan razı olmuşlardır. Allah onlara, içinde ebedi kalacakları, zemininden ırmaklar akan ırmaklar hazırlamıştır. İşte bu büyük kurtuluştur.” (Tevbe, 9/100). “Andolsun ki Allah, Müslümanlardan bir grubun kalpleri eğrilmeye yüz tuttuktan sonra, Peygamberi ve güçlük zamanında ona uyan muhacirlerle ensarı affetti. Sonra da onların tevbelerini kabul etti. Çünkü O, Onlara karşı çok şefkatli, pek merhametlidir.” (Tevbe, 9/117). Ağacın altında biat edenlerden Allah razı olmuştur. “Muhakkak ki sana biat edenler ancak Allah’a biat etmektedirler. Allah’ın eli onların ellerinin üzerinedir. Kim ahdini bozarsa, an- “Ashabım hakkında uygunsuz sözler söylemeyiniz. Ashabım hakkında uygunsuz sözler söylemeyiniz. Eğer, sizden birinin Uhud Dağı kadar altını olsa ve bunun tamamını Allah yolunda infak etse, onların infak ettiği bir ölçeğe, hatta yarısına bile mukabil gelmez.” Nisan B 17 B cak kendi aleyhine bozmuş olur. Kim de Allah ile olan ahdine vefa gösterirse Allah ona büyük bir mükafat verecektir.” (Fetih, 48/10). “Andolsun ki o ağacın altında sana biat ederlerken Allah, o müminlerden razı olmuştur. Kalplerinde olanı bilmiş, onlara güven duygusu vermiş ve onları pek yakın bir fetihle ödüllendirmiştir. Yine onları elde edecekleri birçok ganimetlerle de mükafatlandırdı. Allah üstündür, hikmet sahibidir.” (Fetih, 48/18-19). İnanıp iyi işler yapanlara bağışlanma ve büyük ecir vardır. “Muhammed Allah’ın elçisidir. Beraberin bulunanlar da kafirlere karşı çetin, kendi aralarında merhametlidirler. Onları rukûya varırken, secde ederken görürsün. Allah’tan lütuf ve rıza isterler. Onların nişanları yüzlerindeki secde izidir. Bu, onların Tevrat’taki vasıflarıdır. İncil’deki vasıfları ise şöyledir: Onlar filizini yarıp çıkarmış, gittikçe onu kuvvetlendirerek kalınlaşmış, gövdesi üzerine dikilmiş, bir ekine benzerler ki bu, ekicilerin hoşuna gider. Allah böylece onları çoğaltıp kuvvetlendirmekle kafirleri öfkelendirir. Allah onlardan inanıp iyi işler yapanlara mağfiret ve büyük mükafat vadetmiştir.” (Fetih, 48/29). Kendileri ihtiyaç içinde olsalar bile kardeşlerini kendilerine tercih ederler. “ Daha önce Medine’yi yurt edinmiş ve gönüllerine imanı yerleştirmiş olan kimseler, kendilerine göç edip gelenleri severler ve onlara verilenlerden dolayı içlerinde bir rahatsızlık hissetmezler. Kendilerine zaruret içinde bulunsalar bile onları kendilerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (Haşr, 59/8-10). Özellikle bu âyet kendi ülkerindeki sıkıntılardan dolayı ülkemize sığınmış kardeşlerimizi koruyup kollamamız bakımından bizler için dikkate “Siz, insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği emreder, kötülükten meneder ve Allah’a inanırsınız.” 18 B değerdir. Hangi gerekçe ile gelirlerse gelsinler -kendi içlerinde sakladıkları Allah ile kendi aralarındadır- kendimizi ensar, onları da muhacir nazarıyla değerlendirmek gerekir. Onların mağduriyetinden faydalanmaya çalışmak değil ensarlığa ve Müslümanlığa insanlığa dahi yakışmaz. Çevremiz cadı kazanı gibi kaynarken ülkemizde huzur ortamı devam etmektedir. Bu da yaklaşık iki milyon insana devlet ve millet olarak kapımızı açtığımızdan dolayı olmuş olabilir. Yine böyle bir hikmetle -belki de- inanmayanların ve onların maşalarının bu uğurda çalışan Müslümanlar için kurdukları tuzaklar tutmamaktadır. Hadislerde Sahâbe Kur’an-ı Kerim âyetlerinde olduğu gibi hadislerde de sahâbeyi öven birçok hadis vardır: “İnsanların en hayırlıları, benim şu içinde bulunduğum asırda yaşayanlardır. Sonra onların peşinden gelenler(Tâbiin), daha sonra da onların peşinden gelenler(Tebe-i Tâbiin). Onlardan sonra (kötü) bir nesil gelecek. Birinin şehadeti yeminini, yemini de şehadetini geçecektir. Şahit olarak çağrılmadıkları halde şehadet edecekler. Kendilerinden yemin etmeleri istenmediği halde yemin edecekler. Nezredecekler ama yerine getirmeyecekler. Aralarında şişmanlık zuhur edecek ve şişmanlığı seveceklerdir.” (Buhârî, Şehâdât, 9, Fedâilu’s-Sahâbe, 1, Rikâk, 7, Eymân, 27; Müslim, Fedâilu’s-Sahâbe, 214-216). “Ashabım hakkında uygunsuz sözler söylemeyiniz. Ashabım hakkında uygunsuz sözler söylemeyiniz. Eğer, sizden birinin Uhud Dağı kadar altını olsa ve bunun tamamını Allah yolunda infak etse, onların infak ettiği bir ölçeğe, hatta yarısına bile mukabil gelmez.” (Buhârî, Fedâilu’s-Sahâbe, 5; Müslim, Fedâilu’s-Sahâbe, 221222). “Allah Allah! Ashabım hakkında söz söylemekten sakının. Zinhar benden sonra onları hedef almayın. Onları seven, beni sevdiği için sever; onlara buğzeden, bana buğzettiği için buğzeder. Onlara eziyet veren, bana eziyet vermiş, bana eziyet verense Allah’a eziyet vermiş sayılır. Allah’a eziyet vereni de Allah cezalandırır.” (Tirmizî, Menâkıb, 58). Nisan B Ebû Mûsâ el-Eşarî (r.a) anlatır: Rasûlüllah (s.a.v.) ile beraber akşam namazı kılmıştık. Aramızda “Burada oturup yatsı namazını da onunla birlikte kılsak” dedik ve oturduk. Derken yanımıza geldi ve “Hala burada mısınız?” buyurdular. Biz de “Evet” dedik. “İyi yapmışsınız!” buyurdu ve sıkça yaptığı gibi başını semaya kaldırdı ve şöyle buyurdu: “Yıldızlar semanın emniyetidir. Yıldızlar gitti mi vaat edilen şey semaya gelir. Ben de ashabım için bir emniyet ve güven kaynağıyım.(Hayatta kaldığım sürece, ashabım arasında nizam, intizam ve güven devam edecektir.) Ben gittiğim zaman, ashabım için varit olan tehdit, insanların başlarına gelecektir. Ashabım da, ümmetim için bir emniyet ve güven kaynağıdır. Ashabım gidince de, ümmetime vaat edilen şey gelir.” (Müslim, Fedâilu’s-Sahâbe, 207; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, IV, 399). Her sahabenin kendisine has ama bizlere örnek olabilecek özellikleri vardır. “Ümmetimin en merhametli olanı Ebû Bekir’dir. Allah’ın emri hususunda en titiz olanı Ömer’dir. En hayâlı olanı ise Osman’dır. (Davalarda) en isabetli karar veren Ali’dir. Helâl haramı en iyi bilen Muâz b. Cebel’dir. Ferâiz ilmini en iyi bilen Zeyd b. Sâbit’tir. Kur’an okumayı en iyi bileni Übey b. Kâb’dır. Her ümmetin bir emini vardır. Bu ümmetin emini Ebû Ubeyde b. Cerrâh’tır.” (Tirmizî, Menâkıb, 32; İbn Mâce, Mukaddime, 17). “Doğru sözlülük bakımından Ebû Zer’den daha iyisini ne yeryüzü barındırmış, ne de gökyüzü gölgelendirmiştir.” (Tirmizî, Menâkıb, 35; İbn Mâce, Mukaddime, 18). Daha birçok hadiste bazı sahâbilerin öne çıkan özellikleri sayılmakla birlikte aslında hepsi bizler için bir önderdir. “Ashabım yıldızlar gibidir, hangisine uyarsanız doğru yolu bulursunuz.” (İbn Batta el-Ukberî, el-İbânetü’l-Kübrâ, II, 569). Nisan B Başta sahâbe olmak üzere Allah dostlarının dünyada olduğu gibi ahiret günü de faydalı olacağı umulmaktadır. “Ashabımdan herhangi biri bir yerde ölürse, mutlaka o, (o belde) insanları için kıyamet günü bir nur ve kılavuz olarak diriltilir.” (Tirmizî, Menâkıb, 58). Âyet ve hadisler düşünüldüğünde bazı âlimler demişler ki, sahâbeden sonra en hayırlı nesil olan tâbiinin en faziletlisi dahi sahâbenin en alt derecesindeki kişinin derecesine ulaşamaz. Bu mertebeyi onlar Efendimiz’i (s.a.v.) görmekle birlikte dini yaşama konusundaki gayretleri ve dine olan bağlılıklarıyla elde etmişlerdir. Aynı zamanda onlar, insanların en doğru sözlüleridirler. İçlerinde, dini insanlığa naklederken hilâf-ı hakikat beyan veya Peygamber’e karşı kasten yalan isnat etmiş birinin varlığından aslâ söz edilmemiştir. Bununla birlikte, onların ufak tefek kusurları olmuştur. Zira onlar masum değillerdir. Sahâbenin adâletinden onların yalan söyleme, zina etme, unutma vb. özellikler değil; ifrat ve tefrite girmeden dini, istikamet ve itidal üzere yaşamaları, doğruluğun dürüstlüğün temsilcileri olmaları Hz. Peygamber’e kasten yalan söylememeleri, anlaşılmalıdır. Bu yüzden hadis âlimleri, “her birinin rivâyet ettiği hadis/ hadisler dinde kanıt sayılır ve hangi sahâbi olursa olsun beşer olarak işleyebileceği günahları işleyip işlemediği araştırılmaz” demişlerdir. Hattâ onlar, Hz. Osman’ın (r.a.) öldürülmesiyle ortaya çıkan ve zamanla büyük boyutlara ulaşan savaşlarda ister bir tarafta yer almış, ister tarafsız kalmış olsunlar, bu tutumlarından dolayı adâlet vasfını zedeleyici bulunmamışlardır. Âyet ve hadisler sahâbenin yerini kesin bir şekilde ispat etmiş, her hangi bir kimseye veya zümreye onları ta’dil etme hususunda en küçük bir ihtiyaç bırakmamıştır. Bize düşen Efendimiz’in bu güzide arkadaşlarını saygıyla yâd etmektir. Bunu zaten Rabbimiz istemektedir. “… Onlardan (sahabeden) sonra gelenler de şöyle derler: “Rabbimiz! Bizi ve bizden önce iman etmiş kardeşlerimizi affet; kalplerimizde inananlara karşı bir kin bırakma! Rabbimiz sen çok şefkatli, çok merhametlisin.” (Haşr, 59/10). Selam ve dua ile… .......................................................... *Aksaray Üniversitesi İslami İlimler Fakültesi Öğretim Üyesi. 19 Ümmetin Yıldızları Sahabeler Abdullatif ACAR Tabi oldukları Nur Nasıl ki güneş, şu cismani âlemin en büyük ışık ve ısı kaynağıysa, Hz. Muhammed (s.a.v)’ de ruhani ve nurani âlemin yegâne güneşidir. Sahabeler; tertemiz kalp aynalarıyla, sevgiyle yoğrulmuş gönülleriyle, Nur Muhammed (s.a.v)’in aydınlığının bu dünyada en mükemmel akisleri ve izdüşümleridir. Onlar, O’nun rahmet kurnalarından kana kana içmiş, sevgi ve muhabbet havasını solumuş, ahlakıyla ahlaklanmış, edebiyle edeplenmiş, halka-i tedrisatında yetişmiş saadet asrının mimarları, istisna insanlardır. Sahabeleri anlayabilmek için ilk olarak onların mürebbisi ve muallimi Hz Muhammed (s.a.v)’i anlamak gerekir. erse, v e s ı ım Ashab “Kim dolayı n e d n i evdiğ n beni s nlarda o m i ştir. K sevmi a buğz n a b , derse buğz e onlara ı y a l o d en d ettiğin r.” tmişti e z ğ u b 20 Cehaletin nasıl, hangi şartlarlar ve fedakarlıklar altında saadete dönüşebildiğini görmek ancak geçmişle geleceğin arasındaki mukayeseyle mümkün olur. Bugünün cehaletini ve felaketini bilmeyenler yarının saadetini asla inşa edemezler. B Nisan B İslam’dan önceki nesillerden ders çıkaramayanlar yarınlarını İslam’a göre şekillendirmeleri de mümkün değildir. Bir insanda bulunan sevginin temelinde bilmek ve anlamak vardır. İnsanın, bilmediğini sevmesi, ona uyması, gönülden muhabbet beslemesi mümkün değildir. Kâinatın efendisi (s.a.v)’nin dünyaya teşrif etmeden önceki dönem; namı değer ‘cahiliye’ dönemiydi; koyu bir karanlık hüküm sürüyordu. Zülüm haksızlık insanları esir almıştı. Güçlü olmak haklı olmak için tek kriterdi. Vahşette adeta sırtlanları geçmiş bir cehalet hüküm sürüyordu. İnsaf ve vicdan kalmamıştı. Kız çocukları diri diri toprağa gömülüyor, kadınların insan olup olmadıkları bile tartışılıyordu. Helvadan yaptıkları putlara tapıyor, acıktıklarında da o putları yiyorlardı. Herkes bu karanlığın ne zaman biteceğini, son kurtarıcının ne zaman teşrif edip bu koyu cehaleti saadete dönüştüreceğini büyük bir özlemle bekliyorlardı. Gözler ufukta adeta kımıldamadan, o güneşin doğmasını, o rahmetin yağmasını, insanlığın üzerindeki bu kara bulutların dağıtılmasını bekliyorlardı. Evet, o gelecekti, bu, Allah’ın vaadiydi. Karanlığın koyuluğu sabahın yakınlığının işaretiydi. O gelecekti, mazlumların, masumların iniltisi arşı alaya yükselmiş, Allah’ın gayretine dokunulmuştu. Ve nihayet teşrif etti bir sabah, güneşin doğumundan önce. Güneşin aydınlığı karşısında kapkara kesildiği kâinatı aydınlatacak bir nur olarak. Daha doğar doğmaz değişim ve gelişim başlamıştı saadet neslinin inşası için... O gün çok olağan üstü şeyler olduğu herkes tarafından fark edilmişti. Birbirlerine; “Bugün olağan üstü bir şeyler oldu ama ne?” diye soruyorlardı. Evet, O Allah’ın Rasülü (s.a.v.), böyle buhranlı bir dönemde dünyamıza teşrif ettiğinde çoraklaşmış gönüller nasılda bahara döndü. Kara bulutlar o rahmet esintileriyle dağıldı. Vicdandan mahrum insan görüntüsündeki mahlûklar vicdana geldi, geldi de bir ihtişamla yeniden kendini buldu. Sürünen insanlık kıyama kalktı. Çocuk cellatları, insan simsarları, kadın tüccarları, öyle bir payeye kavuştular ki bastıkları Nisan B yerdeki karıncayı dahi gözetir oldular. Köleler kardeş, analar eli ayağı öpülesi cennete girme vesilesi bilindi. Kadınlara hürmet, hayırlı olmanın en kestirme yolu olarak anlaşıldı. Karanlık, güneş olmayınca karanlıktır, güneş doğunca karanlığa düşen çekip gitmektir. Çekip te gitti. İşte bu nesil; Nur Muhammed’in inşa ettiği ‘kutlu nesil’ adını aldı. Zaman saadet asrı oldu. “(Ey Rasülüm) biz seni âlemlere rahmet olarak gönderdik”(1) buyuruyor yüce Allah. Evet, O, âlemlere rahmettir. Hem de yağmur gibi her yere yağan, hiçbir şeyi ayırt etmeyen bir rahmet.. O, ölmüş kalplere abı hayat, gönüllere şifadır. O, her şeyden önce halık-ı zülcelalin habibidir. O, ahlakı en güzel olandır. Sadece nur yüzüyle bile hidayete vesile olan bir peygamberdir. O, öyle bir rahmettir ki kâinat onun nurundan husule gelmiştir, onun yüzü suyu hürmetine yaratılmıştır. O’na olan sevgi hak katında kıymet kazanmıştır. O, ayrıca ümmetine çok düşkün bir Peygamber (s.a.v.)... her yerde, her şartta her şeyini ümmetinin kurtuluşu üzerine planlayan bir Peygamber (s.a.v.). bir kişinin dahi cehenneme girmesine razı olmayan bir peygamber (s.a.v.). Yüce Allah bu hususta buyuruyor ki, “Şanım hakkı için, size, kendi içinizden öyle bir peygamber geldi ki, sıkıntıya düşmeniz, ona ağır gelir, size düşkündür, müminlere karşı çok şefkatlidir merhametlidir.”(2) Evet, O olmasaydı kâinatta bir çiçek bile açmayacaktı. Yüzler gülümsemeyecek, gönüller yumuşamayacak, yetim, öksüz ve mazlumların başı okşanmayacak, haksızlıklar yapanın yanına kar kalacak, kimsesizlerin kimsesi olmayacaktı. O olmasaydı aydınlığın adı unutulacak, saadetin kokusu dahi duyulamayacaktı. O öyle bir Resul ki, O’nun kıymetini yüce Yaradan anlatıyor, hem de ona salat ve selam ederek. O’nun için diyor ki: “Şüphesiz ki Allah ve melekleri, Peygamber’e çokça salat ederler, ey müminler sizde ona çokça salavat getirin ve tam bir teslimiyetle selam verin.”(3) O, övülünce övmek değer kazanıyor. O anlatılınca, anlatan sözlerini anlamlandırıyor. O bilinince 21 B bilinmeyenlere nice sırlı kapılar aralanıyor. O okununca kâinat okunuyor, Allah’ın kuranı okunuyor, çünkü O, kuranın hayata yansıması, yürüyen en canlı örneğidir. Ancak bunu görenler olduğu gibi, göremeyenler de oldu. Kalp gözleri ama bakışları şaşı, nefislerinin esiri olanlar, akıllarının ayağı bataklığa saplananlar, mantıktan mahrum, ferasetten uzak olanlar onu anlayamadılar, bu günün bir kısım talihsizlerinin ve hidayetsizlerin anlayamadığı gibi... Karanlığı üzerlerine siper edenler, görünmekten/görmekten korkanlar hiçbir zaman şafağın sökmesini, güneşin doğmasını istemediler, o aydınlığa tahammül edemediler/edemeyecekler. Tarihte, birçok peygambere işkence ve zulmü reva gören, güneşi balçıkla sıvamaya, üflemekle söndürmeye çalışan dedelerin, belki, torunları bugünde aynısını kâinatın efendisine reva gördüler. Ancak O, hep merhamet peygamberi gibi davrandı. Yüklenen görevin ağırlığını bir an olsun unutmadı. Nice zulüm ve işkenceleri, haksızlıkları kendisine reva gören talihsizleri bile affetti. O’nun görevi çölleri güllük ve gülistanlığa çevirmekti. Bu da bir çiçekle olabilecek bir şey değildi. Kıymetini bilen üç beş kişiyle başladığı bu kutlu yolculukta, kısa bir zaman da dünyanın her tarafına hakkın ve hakikatin gür sesini duyurdu; biat edenler, ahde vefa gösterenlerle doldu feyiz ve bereket halkası. Akın akın o nura koşanlar, onun sevgisiyle coşanlar, muhabbetiyle kendisinden geçenler oldu. O neslin adı, onun için sadet nesli oldu. Sevmek O’na Tabi Olmakla Olur Evet, bir defa daha belki bin defa daha ifade etmeli ki, o günün, bugünün ve yarının kurtuluşu ancak onun nuruna ram olmaktan, O’nun sevgisiyle yoğrulmaktan, onun muhabbetiyle kavrulmaktan, aşkıyla pişmekten geçer. İki cihan saadeti her şeyimizle ona tabi olmakla elde edilebilir. O’na gerçekten bağlanmak, ilmek ilmek, nakış nakış, sünnetiyle dokunmakla, bir daha açılmayacak kördüğüm gibi bir sevgiyle düğümlenmekle mümkündür. Yüce Allah bir ayet-i kerimesinde buyuruyor ki: “Ey Muhammed! Deki ‘Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah’ta sizi sevsin”(4) Kâinatın efendisi de; “Kim, benim sünnetimi ihya ederse beni sevmiş olur. Kim beni severse, cennette benimle beraber olur”(5) buyuruyor. Ne büyük saadet değil mi? yarın huzuru mahşerde Allah’ın rasülüne komşu olmak. Onun şefaatine nail olmak. Onunla beraber olmak... Evet, kulu, Allah’ın muhabbet deryasına götürecek olan, O peygamberimiz (s.a.v.)’in hayatından fışkıran rahmet pınarıdır. Allah’a olan muhabbet Peygamber’e olan muhabbeti, sevgi de peygamber (s.a.v.)’e olan sevgiyi gerekli kılmaktadır. O, Efendiler efendisini sevmiş, kainata da sevdirmiş, Onsuz bir sevgi tasavvur edilebilir mi? Allah’ı seven Rasülünü sever, Rasülünü seven, Onun Ehli beytini ve Ashabını da sever/sevmelidir. Peygamberimiz (s.a.v.) buyuruyor ki: “Kim Ashabımı severse, beni sevdiğinden dolayı sevmiştir. Kim onlardan buğz ederse, bana buğz ettiğinden dolayı onlara buğz etmiştir.”(6) Hz. Mevlana ne güzel demiştir: “Gel ey gönül hakiki bayram, Cenabı Muhammed’e vuslattır. Çünkü cihanın aydınlığı o mübarek varlığın cemalindendir” Onsuz kulluk; elsiz, ayaksız, gözsüz, gönülsüz bir bağlılıktır. Bir insan bütün ibadet ve davranışlarını sünneti seniyye istikametinde ayarlamazsa, davranışlarının doğruluğunu onunla ölçmez, onunla biçmez, onun ayarına, kalıbına sokmazsa, bu; rotası olmayan, pusulasını kayıp etmiş bir gemide nereye gidileceği, fırtınalara, dalgalara nasıl direnileceği bilinmeyen bir yolculuğa benzer. Kamil bir mümin olabilmenin yolunu, yordamını, modelini yüce Allah O’nun hayatında sergilemiştir. O’nun hayatına bakıp İslam’ı, kuranı göremeyenler, Onsuz olabilir diyenler ne kuranı hakkıyla okumuş, nede okuduklarını anlayabilmişlerdir. Yüce Allah’ın “Eğer siz, sahabeyi görseydiniz onlar delimidir derdiniz, onlar sizi görseydi, bunlar Müslüman değilmiler derlerdi” 22 B Nisan B şu emrini kulaklarımıza küpe etmeliyiz. O Nur Muhammed (s.a.v.)’e bakarken aralanan bu pencereden bakmalıyız. Buyuruyor ki: “Resül size neyi verdiyse onu alın, size neyi yasakladıysa ondan da kaçının ve Allah’tan korkun, çünkü Allah’ın azabı şiddetlidir”(7) Başka bir ayet-i kerimede de; “Ey iman edenler! Allah’a ve Rasülüne itaat eden de amellerinizi boşa çıkarmayın.”(8) buyuruluyor. Ancak O’na uymak, bu yolda mesafe kat etmek bütün davranışları sevgi temelleri üzerine bina etmekle mümkündür. Her ibadet severek yapıldığında, muhabbet neticesinde hâsıl olduğunda fayda elde edilebilir. İhlas ve samimiyetin temeli de yine sevgi ve muhabbettir. Bilgi güzeldir, çünkü insan onunla ne yapacağını öğrenir. Ancak bu, sevgi ve muhabbete götürürse faydası olur. Yoksa sözden öteye geçmeyen bir bilgi, kalbe yerleşmemiş bir sevgi, Rasülüllah (s.a.v.)’a ittibayı karşılamaz. Asıl cehalet bilmek değil sevmemektir. Cahiliye dönemi zaten bunun ifadesi olarak adlandırılmıştır. O günün talihsizleri, bilmediklerinden değil sevmediklerinden, kabul edemediklerinden, bile bile hak ve hakikati inkâra kalkıştıklarından cehaletle adlandırıldılar. Sahabenin Hz Muhammed (s.a.v.)’e olan Sevgi ve muhabbetleri Asrısaadetin mimarları, güneşin etrafında dönen yıldızları, bu sevgilerini nasıl yaşadılar? Rasülüllah’a olan sevgileri nasıl bir derinlikteydi? Elbette ki onu hakkıyla izah etmek/ edebilmek mümkün değildir. Ancak hakkıyla anlatamamak, daha doğrusu anlayamamak, onların değil bizim eksikliğimizdendir. Çünkü onların halet-i ruhiyelerini, zirvelerdeki hallerini ancak o hallerle hallenenler bilir. Onlar gibi seven, onlar gibi bilen, aşk şarabını içen, muhabbet deryasında kendinden geçenler, balların balını tadanlar bilir. Gel gör ki bilende anlatamaz, çünkü bu, anlatılmaz yaşanır. Zaten onlarda yaşadılar, sadece bize düşen anlatmak oldu. Bu durumu göz ardı edenler, hele birde değer ölçüleri farklı, bakışları hastalıklı olanlar asla sahabenin hayatını, sevgi ve muhabbetini, sağlıklı değerlendiremezler. ‘ Öyle de bir şey olur Nisan B mu?’ diyerek bazen hayretler içerisine kalarak bazen de tenkit ederek değerlendirme hatasına düşerler. Birçok sahabenin duasını almış, yaklaşık yüz yirmi sahabeyle görüşmüş Hasanı Basri (r.a.) hazretleri, Ashabın Peygamber’e olan bağlılıklarıyla sonraki insanlarının peygambere olan bağlılıkları ve sevgileri arasındaki uçurumu şöyle anlatıyor: “Eğer siz, sahabeyi görseydiniz onlar delimidir derdiniz, onlar sizi görseydi, bunlar Müslüman değilmiler derlerdi” Evet, şunu bir defa, herkes biliyor ve kabul ediyor ki, sevgi bedel ister, fedakarlık gerektirir. Sevgi, sevdiğinin haliyle hâllenmeyi, onun gönlüne girmeyi gaye edinmektir. Sevgi O’nun gayrısından elini eteğini çekebildiğin kadar sevgidir. Çünkü terk etmekten kavuşmak olmaz. Bir gönülde iki sevgi barınmaz. Hem dünya sevdası hem ukba sevdası bir arada bulunmaz. Ya sana ait olan her şeyden vazgeçerek, onların sevgilerini kalbinden temizleyip, Allah ve Rasülünü bulacak, sevgilerine mazhar olacaksın, ya da bunlardan mahrum kalacaksın. Yüce Allah bir ayet-i kerimesinde şöyle buyuruyor: “De ki, babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız, kazandığınız mallar, zarara uğramasından korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız meskenler, sizi, Allah’tan, Rasülü’nden ve Allah yolunda cihattan daha sevgili ise, artık Allah’ın emri gelinceye kadar bekleyin, Allah fasıklar topluluğunu hidayete erdirmez”(9) Peygamberimiz (s.a.v.) bir hadisi şerifinde; “Sizden hiçbiriniz beni canından, malından evladından ve bütün insanlardan ziyade sevmedikçe iman etmiş olamaz.”(10) buyurarak O’nu sevmenin bir, imanın gereği olduğunu bildiriyor. 23 B İşte, sahabeler asla şek ve şüpheye düşmeden, bu gerçek sevgiyi tercih ettiler. Onlar şunu çok iyi biliyorlardı: O, Nur Muhammed (s.a.v.)’in sevgisi ebedidir. O’nun sevgisi Allah’a olan sevginin tezahürüdür. Onun için Hz. Muhammed (s.a.v.)’e normal bir beşer gibi hitap etmediler. Seslerini yükseltmediler. Ancak şunu içlerinden gelen bir muhabbetle ifade etmekten de kendilerini alamadılar: “Anam babam sana feda olsun ey Allah’ın Rasülü.” Bu, sözde kalmadı elbette ki, Laf olsun diye söylenmedi, yeri geldi onu da ispat ettiler her şeyleriyle. Hz Aliye, siz Rasülüllah’ı ne kadar severdiniz diye sorduklarında şu cevabı vermiştir: “Rasülüllah (s.a.v.) bize, malımız mülkümüz, çoluk çocuğumuz, anamız ve babamızdan daha sevgili idi. Susadığımızda soğuk suya duyduğumuz arzudan daha çok arzu eder, daha çok severdik.” Ebu Süfyan, daha Müslüman olmadan önce sahabelerin, peygambere olan sevgisini itiraf etmekten kendini alamamış ve şöyle demiştir: “Muhammed’ in ashabının Muhammed’ i sevdikleri kadar arkadaşları tarafından sevilen bir kimse görmedim.”(11) Evet, ashabı kiram, bir aşk çağlayanı şeklinde O Nur Muhammed’in etrafında kenetlendiler. Güneş O olunca, Ona olan sevgi canları pahasına olunca, bu, onları gökteki yıldızlar haline getirdi. O sahabeler, seviyorum demenin sevmek için yeterli olmadığını bildiler. Bildiler de candan da geçtiler, canandan da, maldan da mülkten de, evladı iyalden de... Sahabeler’in hayatında ulaşamadığımız derinlik işte burada saklıdır. Sayılamayacak kadar sevgi fedakarlık vefakârlık örnekleriyle doludur sahabenin hayatı. Ancak hele biri var ki Peygamber (s.a.v.) sevgisinin zirvesindeydi. Hz. Ebu Ebubekir (r.a.) o zirvelerden hiç inmedi. Rasülüllah (s.a.v.)’la hicret edeceği haberini duyduğunda çok sevinmiş, gözyaşlarını tutamamıştı. Hicret esnasında Rasülüllah (s.a.v.)’la Sevr mağarasına doğru giderlerken, kâh Rasülüllah’ın önüne geçiyor, kâh gerisinden takip ediyordu. Rasülüllah bu hareketini fark edince; -Ya Eba Bekir! Niye öyle yapıyorsun, diye sordu. Hz. Ebubekir: -Ey Allah’ın Rasülü! Müşriklerin arkanızdan yetişeceğini düşünüyor, arkanıza geçiyorum, ilerde pusu kuracaklarını düşündüğümde de önünüzden devam ediyorum. Korkuyorum ki size zarar verecekler. Nihayet Sevr mağarasına vardıklarında Hz. Ebubekir (r.a.); -Ya Rasülallah, siz burada durun, mağarayı size hazır vaziyete getireyim, temizliyeyim, diyor. Ve mağarayı kontrol edip güzel bir şekilde temizlemeye koyuluyor; açık olan yerlerden yılan çıyan, böcek girip Rasülüllah (s.a.v.)’a zarar verir diye her tarafı elbisesinden yırttığı parçalarla kapatıyor. Açık kalan en son deliği de ayağıyla kapatarak; -Ey Allah’ın Rasülü! Artık gelebilirsiniz, diyerek buyur ediyor. Sabah olunca elbisesinin param parça olduğunu gören Rasülüllah (s.a.v.): -Ey Eba Bekir! Bu halinde nedir. Diye soruyor. Hz Ebu Bekir (r.a.), Durumu anlattığında Rasülüllah, bu vefa örneği karşısında ellerini kaldırarak en sadık arkadaşı için duada bulunuyor.(12) Yine, Mekke’nin fethi esnasında, babası Ebu Kuhafe Müslüman olduğundan dolayı sevincinden ağlaması gerekirken, Hz. Peygamber (s.a.v)’in, am- “Rasülüllah (s.a.v.) bize, malımız mülkümüz, çoluk çocuğumuz, anamız ve babamızdan daha sevgili idi. Susadığımızda soğuk suya duyduğumuz arzudan daha çok arzu eder, daha çok severdik.” 24 B Nisan B cası, Ebu talibin -Müslüman olmasını çok istemesine rağmen- Müslüman olmadan öldüğünü düşünüp üzüntüsünden ağlıyordu, Kendi sevincini bile yaşayamıyor, Rasülüllah (s.a.v.)’ın hüznü üzerine sevinmeyi ona olan sevgisine yakıştıramıyordu. Sevinmeyi yakıştıramadığı gibi, kendisine yapılanların kaygısını taşımayı da, kendisi için üzülmeyi de yakıştıramadı. Adeta Rasülüllah ta fani olmuş, kendi nefsini unutmuştu. Bir gün müşrikler Rasülüllah (s.a.v.)’la beraber kendisini bayılıncaya kadar dövmüş, işkence etmişlerdi. Uyanır uyanmaz ilk sözü; “Rasülüllah (S.A.V.)’a ne oldu, Rasülüllah’ın durumu iyimi?” oldu. İşte böyle! Hz Ebubekir’in hayatı hep sadakat ve samimiyet üzerine bina edilmişti. O bir samimiyet abidesiydi. Onsuz edemiyor, adeta O’nun yanında yine onun hasretiyle yanıp kavruluyordu. Ömrünün son demlerinde; “Bu gün günlerden ne?” diye sormuştu. Kızı Aişe; “Bu gün pazartesi.” dediğinde, o aşk ve sevdasını, Rasülüllah (s.a.v.)’a olan vuslat arzusunu şöyle dile getirdi: “Eğer bugün ölürsem, beni yarına bekletmeyiniz. Zira benim için günlerin ve gecelerin en sevimlisi; Rasülüllah (s.a.v.)’a en yakın olanıdır.”(13) Yaşayışlarıyla ona en fazla yakınlığı arzulayan sahabeler, ölümleriyle de yine ona kavuşmayı istiyorlardı. Ölüm döşeyin de yatanlara; “Rasülüllah (s.a.v.)’a bizden de selam söyleyin.” diye tembihte bulunuyorlardı.(14) Çünkü Rasülüllah (s.av.) şöyle buyurmuştu: “kişi sevdiğiyle beraberdir.” Onun için diyoruz ki, Rasülüllah (s.a.v.)’a olan sevgi, bu dünyada olup biten bir sevgi değildir. Asıl olan ebedi âlemdir. Önemli olan sevgimizi kime bağladığımızdır. Kalbimizi kime açtığımızdır. Kimin için yorulup, kimin için üzülüp, kimin için ağladığımızdır. Nisan B Rasülüllah (s.a.v.) ahirete irtihal ettiğinde Abdullah b. Zeyd (r.a.) ellerini semaya açıp; “Yarabbi artık benim gözlerimi al, ben her şeyden çok sevdiğim Peygamberimden sonra dünyada bir şeyi görmeyeyim.” diye duada bulunması ne kadar derin bir sevginin tezahürüdür, değil mi? bak gör! Nasıl bir samimiyet ki Allah, Hz. Zeyd’in duasını kabul ediyor, gözleri kısa bir süre sonra ama oluyor.(15) Evet, “Gözler güzeller güzelini görmedikten sonra başka şeyi görmesinin anlamı nedir.” diye düşünenler olduğu gibi, bir defa ibretle bakamayan, Allah’ın büyüklüğünü okuyamayan, güzel yüzleriyle bir defa secdeye başını koyamayan, boylarıyla poslarıyla kıyamda duramayan nice insanlar da vardır. Ne diyelim, bahtı kara dünya imtihan dünyası... Allah hidayet nasip etsin. Evet, sahabeler Rasülüllah (s.a.v.)’ı canlarından her zaman üstün tutarlardı. Sözlerinde bile istikametten ayrılmadılar. Dille bazı şeyler söylense -hayati tehlike söz konusu olduğunda- hiçbir mahsuru yoktur, ancak onlar dillerinde bile Rasülüllah (s.a.v.)’a olan uzaklığı kabul edemiyorlardı. Bunlardan biride Zeyd b. Desineydi (r.a.). Ebu Süfyan öldürmek için ortaya çıkardığında sordu: “Ey Zeyd! Hayatının kurtulmasına mukabil Peygamberin senin yerinde olmasını ister miydin? Ölüme, Allah ve Resulünün sevdasıyla, muhabbetiyle daha dünden razı olan birisine bunları soran bir insan; herhalde en fazla acınması gereken insandır. Zeyd de bu talihsize acıyarak, şöyle bir bakarak, onu bile hayretlere bırakacak şu sözleri söylüyor: “Ölümüne de olsa onun ayağına bir dikenin batmasına bile razı olmam.” Başka bir yıldız! Gençliğini Rasülüllah (s.a.v.) sevgisiyle bezemiş bir genç sahabe. Gençliğin heyecanını Rasülüllah (s.a.v.) sevgisiyle değerlendiren bir abide, nerde görse Rasülüllah (s.a.v.)’ı eline, ayağına sarılıyor, öpüyordu, kokluyordu. Yine bir gün karşılaştıklarında: “Ya Rasüllallah (s.a.v.) bana, ne emrederseniz emredin yapayım, sizin emrinizi yerine getirmemek olur mu? Bu delikanlının bu sözü Rasülüllah (s.a.v.)’ın çok hoşuna gitmişti. “O halde git, babanı öldür, dedi.” Talha babasını öldürmek için hızla kapıya yönelmişti ki Rasülüllah (s.a.v.): “Dur nereye gidiyorsun, biz akraba bağlarını çiğnetmek için değil tesis etmek için gönderildik.” 25 B Evet, bundan kısa bir zaman sonra Talha (r.a.) hastalandı. Rasülüllah (s.a.v.) ziyaretine gittiğinde durumunun pekiyi olmadığını gördü. Ve aile efradına; “Talha’ya Bir şey olursa beni mutlaka haberdar edin.” diye tembihte bulundu. Kısa bir zaman sonra da vefat etti. Ancak ölmeden önce Talha’nın da ailesine bir tembihi vardı: “Şayet ölürsem Rasülüllah’a haber etmeyin. Zira gecedir, yahudiler, veya başkaları yada yılan çıyan ona zarar verebilir.” Talha’nın ölüm haberi Rasülüllah (s.a.v.)’a sonradan haber verildiğinde Rasülüllah (s.a.v.) Talha (r.a.) için ellerini kaldırıp şöyle duada bulundu: “Allah’ım sen ona, oda sana kavuştuğunda onu mütebessim karşıla.”(16) Evet, Allah, Resulünün hatırını kırar mı? Onun üzülmesine razı olur mu? Yeter ki Rasülüllah (s.a.v.)’ın sevgisine layık bir hayat sürelim. Yine bir Sahabe: kaygısına bakın! Düşüncedeki derinliğini bir görün. Cennetlik olsa da Rasülüllah (s.a.v.)’sız cennetin sefasını eksik addeden, onun arkadaşlığını her şeyin üstünde gören bir sahabi: Hz Aişe validemiz anlatıyor: “Adamın biri Rasülüllah’ın yanına geldi ve şöyle dedi: “Ya Rasülallah ben seni çok seviyorum. Seni her şeyimden daha çok seviyorum. Seni görmeden duramıyorum. ancak bir an, senin de benimde öleceğimizi düşünüyorum. Senin peygamberlerle olacağını, benimse cennete girsem bile senden ayrı olacağını düşünerek çok korkuyorum,” Rasülüllah (s.a.v) bu sözlere hiç bir cevap vermedi ve biraz sonra şu ayeti kerime nazil oldu; “Kim Allah’a ve Rasülü’ne itaat ederse, işte onlar Allah’ın kendilerine lütuflarda bulunduğu peygamberler, Sıddıklar, şehitler ve Salih kişilerle beraberdirler. Bunlar ne güzel arkadaştır.”(17)(18) Ya Hz Bilal-i Habeşi (r.a.)! Hepiniz çok iyi bilirsiniz O’nu. O bir köleydi. Fakirdi. Kimsesizdi, dünyada tutunacak bir dalı bile yoktu. Ancak, Allah Rasülünü tanıdığında dünyası bir an değişti. Asıl hürriyete Müslüman olduğunda kavuştuğunu anladı. Her şeyin bir bedeli var dedik ya baştan, o bedellerin en ağırını ödeyen sahabilerden bir tanesi de Bilal-i Habeş’tir. Rasülüllah (s.a.v.)’ın muhabbet havuzuna atmıştı bir defa kendisini, sadet kazanında pişmişti. Kimse o samimiyeti yerinden dahi oynatamadı. Yapılan her işkence onu daha da pişirdi; vurulan her kırbaç onun Allah ve Rasülüne (s.a.v.) karşı alev alev yanan aşk ve muhabbetini daha da alevlendirdi. Bu bedelleri Allah karşılıksız bırakır mı? Bırakmadı da; köleyken sultan oldu, orduyu kumandan olarak idare etti, Peygamber (s.a.v.)in övgüsüne mazhar oldu. Ten rengi simim siyah olan bu sahabe, gönlüyle adeta âlemleri aydınlatacak bir yıldız oldu. Bakın görün ki, Rasülüllah her beşer gibi ahirete irtihal etmişti. Ancak Bilal-i Habeş’e hiçbir şey bu kadar ağır gelmemişti. Hiçbir kırbaç bu kadar canını acıtmamıştı. Medine sokakları adeta dar gelmeye başlamıştı. Her yerde Rasülüllah (s.a.v.)’ın hatırasını görüyor, dayanamıyordu. Karar verdi şama gitmeye. Medine’yi terk edip Şama gitti. Ancak gönlü hala Rasülüllah (s.a.v.)’ın özlemiyle yanıp kavruluyordu. Bir gün rüyasında Rasülüllah (s.a.v.)’ı gördü, Rasülüllah (s.a.v.), “Nedir bu ayrılık ya Bilal! Beni ziyaret etmenin zamanı gelmedi mi?” diye sitem etti. Bilal (r.a.) durur mu, sabah olduğunda kalkar kalkmaz Medine’nin yolunu tuttu. Ravzayı mudahharaya varıp yüzünü, gözünü sürüp ağlayarak hasret giderdi. Bu arada Hz. Hasan ve Hüseyin geldi. Rasülüllah (s.a.v.)’ın yadigârları hasan ve Hüseyin’i de bağrına basarak bir nebze hasret giderdi. Hz. Hasan ve Hüseyin’in ısrarıyla ezan okumaya çıktı. O’nun ezanını duyan Medine halkı, Rasülüllah’ın yeniden dirildiğini zannettiler. Medine halkı o günkü gibi hiç ağlamamıştı. Gözler yaşlarla doldu. Ancak buruk ve hüzünlü Bilal, ezanın, “Muhamme- 26 B Nisan B dürrresüllüllah” kısmına geldiğinde kelimeler adeta boğazına düğümlendi, hıçkırıklara boğuldu, bir türlü ezanı tamamlayamadı.(19) Peygamber (s.a.v.)’in irtihalinden sonra her halde en mutlu anıda ölüm anıydı. Son nefeslerini verirken: “Sevinin sevinin! Ben cenabı Muhammed’in yanına sefer ediyorum...” dedi, bir kuş gibi ötelerin ötesine uçup gitti. Evet, Rasülüllah (s.a.v.) sahabelere gözlerinden kıymetli ve sevimliydi. Efendimize zarar veririz korkusuyla yanına iyice yaklaşmazlardı. Bir seferden döndüklerinde önce efendimizin yanına uğrar, onun mübarek yüzüne doya doya bakar, kendisine hürmet ve saygılarını sunduktan sonra evlerine giderlerdi. Efendimiz (s.a.v.)’i görmemeye hiç dayanamazlardı. Bir gün görmediklerinde çıkar arar bulur, hasret giderirlerdi. Efendimiz (s.a.v.)’in oturduğu yerden daha yüksek yerde oturmayı saygısızlık addederlerdi. Peygamberimiz (s.a.v.)’in meclisinde oturan sahabeler asla seslerini yükseltmez, büyük bir saygı ve huşuyla anlatılanları dinlerlerdi. Sanki kımıldasalar başlarında kuş varmış da uçacakmış gibi huzur ve sükûnet içerisinde dururlardı. Efendimiz (s.a.v.)’e ait eşyalara bile son derece saygı ve hürmet gösterilerdi. Onları müşriklerin kullanmasına asla müsaade etmezlerdi. Hz. Enes (r.a.) anlatıyor: Rasülüllah (s.a.v.)’ı berber tıraş ederken gördüm. Ashabı etrafını çevirmişti, tek saç telinin dahi yere düşmesini istemiyorlardı, birinin eline düşsün istiyorlardı”(20) Rasülüllah (s.a.v.) saçına dokundu diye saçlarını kestirmeyenler bile vardı. O’na ait her şey, onlar için çok değerliydi. Yürüdüğü yolda yürümeyi, oturduğu gibi oturmayı, konuştuğu gibi konuşmayı, tebessümü gibi tebessüm etmeyi bir ayrıcalık olarak görürlerdi. Sevdiği yemeyi bile severlerdi. Enes (r.a.) anlatıyor: “Rasülüllah (s.a.v.)’in tabaklarının içerisinde kabakları severek yediğini gördüm, o günden sonra bende kabak yemeğini sevmeye başladım. Efendimiz (s.a.v.)’i görmemeye hiç dayanamazlardı. Bir gün görmediklerinde çıkar arar bulur, hasret giderirlerdi. Efendimiz (s.a.v.)’in oturduğu yerden daha yüksek yerde oturmayı saygısızlık addederlerdi. Evet, onu sevenler mahzun olmadı, olmayacaklarda. Ne diyelim, bu gün maddenin mahkûmu olanlar, dünyanın gölgesinde, karanlığında huzuru arayanlar, asla onu bulamayacaklar. Sırça köşklerde, saraylarda otursalar da, insanlar etrafında pervane dönseler de bulamayacaklar. Hep bir adım ötesinde huzuru arayan, ancak, oraya vardığında yine bir adım ötesine gözünü diken, ölümle eyvah diyecek olan insanlar kendilerini aldatıyorlar, yanan bağırlarını ferahlatmak ve vicdanlarını rahatlatmak için serapları su görüyorlar. Kayıp ettiğimiz değerleri, kayıp ettiğimiz yerde aramalı, yıktığımız yerden başlamalı, asırlardır kalbimizden çıkardığım sevgiyi, yerine koymalı, unuttuklarımızı hatırlamalı kendimize gelmeliyiz. Son uyarı olarak, Allah’ın Rasülü (s.a.v.) bize açık ve net bir şekilde yol gösteriyor: “Size iki şey bırakıyorum. Bunlara sımsıkı tutunursanız asla sapıklığa düşmezsiniz. Biri Allah’ın kitabı (Kuran), diğeri benim sünnetimdir. Bu ikisi (kıyamette) havza kadar ayrılmadan beraberce gelecektir”(21) Ashabıyla ilgili de: “Ashabım yıldızlar gibidirler, hangisine tabi olsanız hidayete erersiniz”(22) buyurarak bizleri uyarıyor. Allah bizleri istikametten, Resulünün sevgi ve muhabbetinden ayırmasın. (Âmin) Selam ve dua ile. ………………………………… Hz. Ömer, hac ve umre için Mekke’ye giderken hızlı giden devesinin yularını çeker ve şöyle derdi: Acele etme belki ayağın, Rasülüllah(s.a.v.)’in devesinin ayağının bastığı yere isabet eder de bende saadete ererim, sende saadete erersin. Nisan B 1-Enbiya,107, 2-Tevbe,28, 3-Ahzap,56, 4-Ali imran ,31, 5-Tirmizi, ilim,16, 6- Tirmizi, 7-Haşr,7, 8-Nisa,69, 9-Tevbe,24, 10-Müslim,iman,69, 11-Beyhaki, 12- Bknz. Ebu Nuayn, hilye,1.33, 13-bknz. Ahmet 1,8, 14-bknz. İbni Mace, cenaiz,4, 15-Kurtubi el- Cami, 16-Bknz.ibni Hacer el- akseleni, el isabe,2/227, 17- Nisa,69), 18-ibni Hişam, Essiretün Nebeviyye 1260-261, 19-bknz. Zehebi,siyer,1,359, 20-Müslim,Fezail,75, 21-Cami’ü ssağır,3282, 22-Beyhaki. 27 Hz. Pîr Seyyid Ahmed er-Rufai (k.s) den Münacat! Bismillahirrahmanirrahim, Ey Allah’ım! Sen Meliksin. Sen Hakk’sın, Hayy’sın. Senden başka ilah yoktur. Beni sen yarattın ve ben senin kulunum. Kötülükler işledim. Nefsime zulmettim. Günahlarımı itiraf ediyorum. Hatalarımı bağışla. Günahları senden başka kimse bağışlayamaz. Ey Gafur, Şekur ve Halim olan Allah’ım! Hamde layık olan sensin. Sana hamd ederim. Çünkü sen bana bir sürü mevhibeler tahsis ettin, fazlını ulaştırsın. İhsanınla beni kendine dost yaptın. Sıdk kapısının bekçisi kıldın. Bu sıdk ile bana birçok nimetler verdin. Belaları benden uzaklaştırıp, istediğim şeylerde beni muvaffak kılarak ban ihsanda bulundun. Yine sana dua, münacat ve tazarruda bulunduğumda bana icabet ettin. Seni nerede olursa olsun arzuladığımda kendime komşu ve hazır buldum. İşlerimde yardımcı ve gözetleyici buldum. Hatalarımı bağışlayıcı ve ayıplarımı örtücü buldum. Ahirete ne hazırladığımı görmek için gönderildiğim şu imtihan dünyasına geldiğimden beri, göz açıp kapayıncaya kadar senin iyilik, hayır ve yardımının kesildiğini görmedim. Ben, bütün zararlı ve delalete düşürücü şeylerden, musibet ve belalardan, ayıplardan, kıtlık ve zor şartlardan, ihtiyaçlardan ve üzerime her çeşit belaları sevk eden kederlerden azad edilmiş kölenim. 28 Senden güzellik ve faziletten başka bir şey görmedim. Senin bana yaptığın iyilikler sayılmayacak kadar çoktur. Senin bana yaptıkların mükemmel ve lütufların ise kefilimdir. Fazl-u kereminin ardı arkası kesilmez. Sen benim ayağımı kaydırmadın. İsteklerimi gerçekleştirdin. Hazarda ikram, seferde ihsan ettin. Hastalıklarıma şifa verdin. Düşmanlarımı bana saldırtmadın. Bana kötülük yapmak isteyenlere karşılığını verdin. Düşmanlık edenlerin kötülüklerinden beni kurtardın. Benim sana hamd etmem vaciptir. Seni teşbih, tevhid ve yüceltmede bütün ibadet ve zikir çeşitleriyle överim. Benim bu övgüm, seni birleyerek yüceltmem, senin kudretine bir şey ilave etmez ve senin ulûhiyetine ortaklık edemez. Bu övgüm, senin mahiyetini hakkıyla tanıtmaz. İnsanlar kendilerine verilen nimetlere göre Allah’a hamd eder. İnsanların ihtiyaçları farklı olduğu için verilen nimetler de farklıdır. Dolayısıyla bana bahşettiğin nimetlerle sana hamd etmem, senin hakiki mahiyetini ifade etmez. Vehimler de senin üzerindeki gayb perdesini kaldıramaz. Bu yüzden inanıyorum ki, senin yüceliğin hakkında bilgim sınırlıdır. Yüce himmetler ve dahi zekâlar bile sana ulaşamaz. Keskin gözler, azametin yüceliğini göremez. Senin kudretinin sıfatları, mahlûkatın sıfatlarından; azametinin yüceliği ise, seni zikredenlerin zikrinden yücedir. 29 İslamoğlu ve ‘Rivayet Kültürü’ Murat TÜRKER ustafa M , r o uy an sor k a H t : Ahme ğlu’na İslamo belasıD İ Ş I u nyası b ü d sessiz, r m a l a l n s ı İ “ Ayd essiz. s ı sessiz… ş r r e a l k i c a i t n ne siz, yö s e s r e ?” âliml Neden : Cevap 30 B “Çünkü onların da çoğu uydurulmuş dinden besleniyorlar. Beslendikleri kaynaklar aynı. IŞİD kelle keserken bir rivayet kültürüne dayanıyor. O kültür herkese sirayet etmiş durumda. Bu yüzden IŞİD’in uygulamalarına esaslı bir şekilde itiraz edemiyorlar. İtiraz edecek olsalar dine itiraz etmiş gibi olacaklarını düşünüyorlar. Bazıları da böyle düşünmedikleri halde susuyorlar. Çünkü aforoz edilmek istemiyorlar. İslam’daki aforoz tekfirdir. Tekfir edilmek aforoz edilmek gibidir.” Evet. Böyle. “Hayır arkadaş, niye sessiz olsunlar, bir sürü âlim ve davetçi bu yapının aşırılıklarına karşı açıklama, bildiri yayımladı; bir çoğu bu hususta makale kaleme aldı. Böyle boyumuzu aşan genellemeler yapıp koca bir ulema kadrosunu töhmet altına itmeyelim” dememiş İslamoğlu. Önceki âlimler hakkında alışkanlık haline getirdiği ‘negatif genellemeler yapma’ tavrının bir benzerini bugünün âlimleri bağlamında Ahmet Hakan’da görünce, ateşe doğru seyirteceği körüğünü hazırlamış, fırsatı kaçırmamış tabi ki! Nisan B Evet, Ahmet Hakan’a, hadi onu geçtik Mustafa İslamoğlu’na göre tüm İslâm âlemi, mütefekkirleri ve ilim ehli olan simaları ile IŞİD meselesinde dut yemiş bülbül gibidir! Bu aşırılığın farkında olan bir Ahmet Hakan’ımız, bir de onun çanak sorularına çanak cevaplar veren İslamoğlu’muz var! Helal olsun! Peki niye bir tek İslamoğlu bu yaramazlığın farkında da, başka herkes suspus!? Farkında mı değiller, yoksa itiraz edip tavır sergilemek işlerine mi gelmiyor!!? Cevabı İslamoğlu’ndan dinleyelim: “Çünkü onların da çoğu uydurulmuş dinden besleniyorlar. Beslendikleri kaynaklar aynı. IŞİD kelle keserken bir rivayet kültürüne dayanıyor. O kültür herkese sirayet etmiş durumda.” Sorunun kaynağı olarak sunulan ve elçabukluğuyla idam sehpasına oturtulan ‘rivayet kültürü’ de ne ola ki!? Rivayet, yani hadis. İslamoğlu IŞİD’i bahane edip, ümmetin hadis ilmi konusundaki muhkem tavrına ilişiyor. Yo hayır, itiraza medar olan, muhaddislerin de üzerinde tartıştığı bazı hadislerin varlığından söz etmiyor İslamoğlu, teknik bir atıfta bulunmuyor; ‘rivayet kültürü’ diye genelleyerek, ümmetin hadislere bakışını külliyen ademe mahkûm ediyor. IŞİD zulmünün faturasını ‘rivayet kültürü’ne kesiyor. “Bu ümmet, 14 asırdır ‘rivayet kültürü’ne sahipti, Batı manipülasyonu ve tazyikinin olmadığı dönemlerde neden bu ‘rivayet kültürü’ bu ölçüde büyük bir sorun teşkil etmemişti?” sorusunu ise hiç gündem etmiyor. IŞİD aşırılığına vücut veren sebeplerden biri olan Batı tasallutuna değinmiyor, Ortadoğu coğrafyasında kan döken İran’ın mezhepçi ve fitne eksenli politikalarını konu edinmiyor.* Tarihte de belli siyasî/ideolojik çekişmelerde hadisler, rivayetler istismar edilmiş, hatta gruplar kendi duruşlarını destekleyecek hadisler uydurmuştur. Ama işbu arızalı rivayetler işin ehli âlimler tarafından tetkik edilmiş ve paranteze alınmıştır, altlarına dipnotlar düşülmüştür. Dahası, bu tür sipariş sözlerin hadis diye dolaşıma sokulma çabasından yola çıkarak, ‘rivayet kültürü’nü bu ölçüde hoyrat bir toptancılıkla ezip geçmek aklı başında kimsenin, hiçbir âlimin zihninin ucundan geçmemiştir. Üstelik aynı İslamoğlu röportajın bir yerinde de, “Bu insanlar, kendi yorumlarını mutlaklaştırıyorlar. ‘Bu benim yorumum’ demiyorlar. Yorumlarını dinleştiriyorlar. ‘Bu benim yorumum’ diyen bir Müslüman, kendi yorumunu mutlak doğru olarak algılamaz.” diyor. Kendisi dışındakileri ‘yorumlarını mutlaklaştıranlar’ olarak yaftalarken hayli iştahlı bir jargon kullanan İslamoğlu, ‘rivayet kültürü’ diye isimlendirdiği bütünü ‘tüm kötülüklerin anası’ gibi sunarken sergilediği mutlakçı ve keskin tavrı görmezden gelmemizi mi bekliyor!? İslamoğlu, kendi yorumunu mutlaklaştırmadığını iddia ediyorsa, geçmişten, ilmî anlamda, rivayet kültürümüzle ilgili değerlendirmelerini teyid eden referanslar göstermelidir. Ulemanın büyük çoğunluğunun yaklaşımını yok sayan nevzuhur tavrının çok net bir ‘kendi yorumunu mutlaklaştırma’ ameliyesi olduğunu görebilmesi için bu elzemdir. * http://www.timeturk.com/tr/2014/10/01/ahmet-hakan-sordu-mustafa-islamoglu-cevapladi. html#.VEAYSVfgVFc Nisan B 31 İslamafobi Yrd. Doç. Dr. Süleyman Koyuncu* İ ini bliğler e t r e l er u gibi, ygamb ğ e u p d n l o ü lar Büt nanan i amafo n l e s i k r k a a p ya noy cu a para d ı y k yoru a o s ç k e o v ç n de uzu umun r e l u r d e l t k a bis u uğraşm e d l ık ki b i z k a e y ş e r bi . N şlardır ı anlığı, m m l ş a ü k d a e d v orkusu en kur k d n m i ş a l e İs at nnem e h atli ve e c fk e ı ş r a k l o ç on karşı çalışan e r a e y l a r e mb tarm peyga i l t e m ıştır. merha yapılm 32 B slamafobi insanlık tarihi boyunca değişik isimlerle ortaya çıkmış, kökleri çok eskilere dayanan bir hadisedir. Araştırmalar, islamafobinin sadece bugün değil, insanoğlunun yaşadığı bütün zamanlarda mevcut olduğunu göstermektedir. İlk insan Hz. Âdem’den (a.s.) günümüze kadar her zaman diliminde, değişik şartlar ve manzaralarda ortaya çıkmış ve insanın karşısına dikilmiştir. İnsanlık tarihi boyunca iman-küfür, hak- batıl mücadelesi hep varolagelmiştir. Bu savaşlar insanlık tarihinde hiç eksik olmamış ve olmayacaktır da. Yüce İslam dininin tertemiz özünde bir gariplik, kadr ü kıymeti bilinmezlik mevcuddur. Peygamber (s.a.v.) buna şu hadisleriyle dikkat çekmiştir: “İslam garip olarak geldi, yine garip olarak geriye dönecektir.”1 Üzerindeki gariplik perdesi istenilen manada aralanamamıştır. Onun fıtrat dini olduğu, insanın havaya, suya ve gıdaya muhtaç olduğu kadar ona da muhtaç olduğu ilk etapta anlaşılamamıştır. Bugün dünyada islamafobi adı altında meydana gelen düşmanca tavırlar, islamın hala garip ve hala tam anlaşılamadığını göstermektedir. Dikkatle ve insafla Nisan B bakılsa görülecektir ki, islamın getirdiği yüksek öğreti içerisinde insana, hayvana ve tabiata en ufak bir zarar verecek bir emir olmadığı gibi, iması bile yoktur. Dünyanın hiç bir yerinde Allah’ın bir tek kulu çıkıp insanlığın İslamdan zarar gördüğünü söyleyemez. Bu sadece insanlık için değil, bütün varlık için de geçerlidir. Hz. Muhammed (s.a.v.) Allah’ın bütün yarattıklarına şefkat ve merhamet göstermenin dinen farz ve zorunlu olduğunu açıklamıştır: “Merhamet etmeyene merhamet olunmaz.”2 Ayrıca o, kuş yavrularını yakalayanlara onları bırakmalarını söylemiş, karınca yuvasını yakanları da azarlamıştır.3 Hz. Âdem’den günümüze kadar misyonunu tamalayarak gelen ve “İslam korkusu ve İslam düşmanlığı olarak” tanımlayabileceğimiz islamafobinin ortaya çıkış nedenleri arasında birinci derecede cehâlat, dînî taassup, kendi dinine dahi hayrı olmayan bilinçsizlik içindeki insanların taassubu, Allah’a karşı gelmekten sakınmamayı (takvasızlığı) ve dünyanın her yerinde başkalarının çıkarları adına kitle psikolojisiyle meydana getirilmek istenilen kaos ortamını sayabiliriz. Hz. Âdem (a.s.) yaratıldığında Allah meleklere ve iblise, Âdem’e secde ediniz diye emretmiş, melekler emri yerine getirmişler fakat iblis kibrinden secde emrine karşı gelmiştir. Kur’an’da bu şöyle ifade edilmiştir: “Hani biz meleklere (ve cinlere): Âdem’e secde edin, demiştik. İblis hariç hepsi secde ettiler. O yüz çevirdi ve büyüklük tasladı, böylece kâfirlerden oldu.”4 İblisin Âdem’e secde etmeme sebebi ise Kur’an’da şöyle beyan edilmiştir: “Allah buyurdu: Ben sana emretmişken seni secde etmekten alıkoyan nedir? (İblis): Ben ondan daha üstünüm. Çünkü beni ateşten yarattın, onu çamurdan yarattın, dedi.”5 Böylece ilk Peygamber ve insanlığın atası Hz. Âdem’e, temsil edeceği dine ve risalete karşı ilk “ben daha üstünüm” tavrı iblisçe ortaya konulmuş, bu çirkinliğin kapısı böylece açılmıştır. Aslında bu âyetteki, “Beni ateşten, Âdem’i topraktan yarattın” ın altında bir ırkçılık yatmaktadır. Bunun üzerine, “Allah: Öyle ise, “İn oradan!” Orada büyüklük taslamak senin haddin değildir. Çık! Çünkü sen aşağılıklardansın! buyurdu.”6 Cennetten çıkarılma işleminden sonra Âdem’e iyice içerleyen iblis, her zaman ve zeminde düşmanlığını ortaya koymaya başladı. Böylece Habil ile Kâbil arasında takvaya dayalı olarak ortaya çıkan farkı çekememezlik haline getirerek Kâbil’i kardeşi Hâbil’in kâtili yapmayı başarmıştır. Bu müessif hadisenin oyuncuları Hâbil ile Kâbil’dir. Hz. Havva annemiz her batında bir kız çocuğu ve bir oğlan çocuğu dünyaya getiriyordu. Kâbil, ikizi İklîme ile beraber doğmuştu. Hâbil ise ikizi Lebûde ile birlikte kardeşleri Kâbil ve İklîme’den iki sene sonra dünyaya geldiler. Evlenme çağına geldiklerinde, Cenab-ı Hakk Âdem’e (a.s.), Kâbil ile doğan İklîme’yi Hâbil ile, Hâbil ile doğan Lebûde’yi de Kâbil ile evlendirmesini emir buyurur. Kâbil, evleneceği kız Lebûde biraz çirkin, kendi ikizi İklîme de çok güzel olduğundan Lebûde ile evlenmeyi reddeder ve babası Hz. Âdem’e karşı gelerek kendisi ile doğan ikizi İklîme ile evlenme konusunda israr eder. Bu durum o günün şeriatinde yasak olduğundan Hz. Âdem şu çözümü önerir: Hem Kâbil, hem de Hâbil Allah’a yakınlaşma kurbanı takdim edecekler, kimin kurbanı kabul edilirse o, İklîme ile evlenecek. Kâbil babasının teklifine ehemmiyet vermeyerek en kötü ürünlerini, Hâbil ise en görkemli koyununu kurban olarak Allah’a takdim eder. Kurbanlar bir dağın başına bırakılır. Sonra Hz. Âdem dua eder. Gökten inen bir ateş Hâbil’in kurbanını yer, Kâbil’in kurbanı için gökten ateş inmez, onunkini ise hayvanlar yer.7 İşte bu takva ve Allah katındaki üstünlüğü çekemeyen Kâbil, kardeşini öldüreceğini söyler. Hâbil ise bu çirkin fiili yaptığı takdirde ona el kaldırmayacağını, her ikisinin de günahlarını taşıyarak cehennem ehli olacağını söyler. Hâbil ölürken ağlıyordu. Kâbil, onu ağlatan şeyin ne olduğunu? Sordu. Hâbil’in cevabı çok enteresan: “Ben Allah’ı işitiyorum, şöyle diyor: Allah (kurbanı) ancak takva sahiplerinden Ebrehe’nin ta Yemen’den kalkıp Mekke-i Mükerreme’ye gelmesi, Kâbe-i Muazzama’nın saygınlığını ortadan kaldırıp, insanların yönünü Yemen’e çevirmesinin altında yatan açık bir din düşmanlığıdır. Nisan B 33 B kabul eder.” Bu üzücü hadisenin Kur’an’da beyanı şöyledir: “Onlara, Âdem’in iki oğlunun haberini gerçek olarak anlat: Hani birer kurban takdim etmişlerdi de birisinden kabul edilmiş, diğerinden ise kabul edilmemişti. (Kurbanı kabul edilmeyen kardeş, kıskançlık yüzünden), “Andolsun seni öldüreceğim” dedi. Diğeri de “Allah ancak takva sahiplerinden kabul eder” dedi (ve ekledi:) “Andolsun ki sen, öldürmek için bana elini uzatsan (bile) ben sana, öldürmek için el uzatacak değilim. Ben, âlemlerin Rabbi olan Allah’tan korkarım.” “Ben istiyorum ki, sen, hem benim günahımı hem de kendi günahını yüklenip ateşe atılacaklardan olasın; zalimlerin cezası işte budur.” “ Nihayet nefsi onu, kardeşini öldürmeye itti ve onu öldürdü; bu yüzden de kaybedenlerden oldu.”9 Görülüyor ki rıza-i İlâhi’nin olmadığı yerde doğan “çekememezlik psikolojisi”nin akibeti budur. Bu da, bugüne kadar devam edegelmiş toplum yaralarından biridir. 8 Cenab-ı Hakk insanlık tarihi boyunca hiçbir insan topluluğunu peygambersiz bırakmamıştır. Ta ki böylece ne dünyada ne de âhirette sapık konumlarıyla ilgili bir itirazları kalmasın… Allah Kur’an’da, “Senden önce hiçbir resûl göndermedik ki ona: “Benden başka İlâh yoktur; şu halde bana kulluk edin” diye vahyetmiş olmayalım.”10 buyurmaktadır. Bu birlik arzeden konumu, Allah Kur’an’da çok yüksek bir iltifatla şöyle beyan etmektedir: “Hakikaten bu (bütün peygamberler ve onlara iman edenler) bir tek ümmet olarak sizin ümmetinizdir. Ben de sizin Rabbinizim. Öyle ise bana kulluk edin.”11 Görülüyor ki bütün peygamberlerin davaları ve gönderiliş gayeleri birdir ve Hz. Muhammed’in (s.a.v.) ifadesiyle bütün peygamberler kardeştir. Efendiler Efendisi şöyle buyurmuştur: “Biz peygamberler, babaları bir, anneleri farklı kardeşleriz.”12 Her peygamberin gönderiliş gayesi, gönderildikleri kavimlerin Allah’a inanmalarını, O’na ibadet etmelerini ve güzel ahlak sahibi olmalarını temin etmektir. Bu gaye ile gönderilen peygamberlere karşı kavimlerinin davranışlarında her zaman onulmaz olumsuzluklar ortaya çıkmıştır. Peygamberler, insan fıtrat ve psikolojisine uygun olan her tür davranış ve eğitimi, en ileri gayretlerle sergilemelerine rağmen, kavimleri tarafından sabrın sınırlarını zorlayan 34 B ve aşağılayıcı, olumsuz bir karşılık görmüşlerdir. Bu olumsuzlukların başında, peygamberlerine “Deli” diyerek hakaret etmeleri gelmektedir. Ama onlar yılmadan Allah’ın emri olan tebliğ görevini yerine getirmişlerdir. Peygamberler, Allah’a iman ve ibadet gibi davetin özünü oluşturan tebliğ yapılırken karşılığında “bir ücret istemediklerini, ücretlerinin yalnız Allah’a ait olduğunu”13 özellikle belirtmektedirler. Tebliğ görevi uhdelerine verilen peygamberlerin, bu görevlerini yerine getirirken uydukları ve uyguladıkları dört büyük esasları vardı. Kesinlikle her peygamber ya kendine gelen ya da kendinden önceki peygambere gelen bir delile yani vahye dayanırlardı. İkinci olarak, ümmetlerine tebliğ ettikleri şeyleri her şeyden önce kendi nefislerinde yaşarlar; sözleri ile özleri, kalpleri ile amelleri birbirine uyar; ümmetlerine söylediklerine muhalif davranmazlardı. Üçüncüsü, peygamberler birer ıslahatçıdır; onların görevi, yapmak, düzeltmektir; iyiliğin hâkim olması, insanların doğruya ve iyiye yönelmesi için elinden geldiğince çaba göstermektir. Dördüncüsü, peygamberler, sadece Allah’a güvenir ve dayanırlar; başarının, sadece Allah’tan geldiğine inanırlar ve bu uğurda hiçbir şeyden korkmaz ve çekinmezler.14 Peygamberlere karşı “İslamafobinin” nasıl ve hangi dozda gerçekleştirildiğini aşağıya alacağımız âyetlerde görmemiz mümkündür. “Andolsun ki, Nuh’u kavmine gönderdik ve o: Ey kavmim! Allah’a kulluk edin. Sizin için O’ndan başka bir Tanrı yoktur. Hâla sakımaz mısınız? dedi.” “Bunun üzerine, kavminin inkarcı ileri gelenleri şöyle dediler: “Bu, tıpkı sizin gibi bir beşer olmaktan başka bir şey değildir. Size üstün ve hâkim olmak istiyor. Eğer Allah (peygamber göndermek) isteseydi, muhakkak ki melekler gönderirdi. Biz geçmişteki atalarımızdan böyle bir şey duymadık.” “Bu yalnızca kendisinde delilik bulunan bir kimsedir. Öyle ise, bir süreye kadar ona katlanıp bekleyin bakalım.”15 “Andolsun ki Nuh’u elçi olarak kavmine gönderdik. Dedi ki: Ey kavmim! Allah’a kulluk edin, sizin O’ndan başka tanrınız yoktur. Doğ- “Âyetlerimizi hükümsüz bırakmak için yarışırcasına uğraşanlar için de, en kötüsünden, elem verici bir azap vardır.” Nisan B rusu ben, üstünüze gelecek büyük bir günün azabından korkuyorum.” “ Kavminden ileri gelenler dediler ki: Biz seni gerçekten apaçık bir sapıklık içinde görüyoruz.”16 Hz. Nuh (a.s.) kavmine sapık olmadığını, şefkat ve merhametinden dolayı onların dünya ve ahirette azaba maruz kalmamaları için çaba gösterdiğini17; onlar için bir uyarıcı olduğunu, Allahtan başka kimseye tapmamaları gerektiğini18 söylemiş, kavmi ise onun da onlar gibi bir insan olduğunu, onlardan üstün bir tarafının olmadığını, kavminin en alt tabakasından fakir ve gariplerin ona uyduklarını, Nuh’un (a.s.) ve ona uyanların yalancı olduklarını19 söylemişlerdir. Daha da ileri giderek Hz. Nuh’tan, Allah’a iman ederek onun çağrısına can u gönülden cevap verenleri yanından kovmasını istemişlerdir.20 “Onlardan önce Nuh’un kavmi de yalanladı, hem de kulumuzun yalancı olduğunda israr ederek: O delirdi, dediler. Ve (Nuh’u davetten vazgeçmeye ) zorladılar.”21 Hz Nuh’un oğlu da inkarcılar arasında idi. Bütün çabalarına rağmen babasını dinlemedi. Nuh’un (a.s.) belki de en acı çektiği husus, oğlunun gemiye binmeyen inkarcılar arasında olduğu ve onun için bir şey yapamamış olmasıdır. “Âd kavmine de kardeşleri Hûd’u (gönderdik). Dedi ki: Ey kavmim! Allah’a kulluk edin. Sizin O’ndan başka tanrınız yoktur. Siz yalan uyduranlardan başkası değilsiniz.”22 Bu karşı çıkıştan sonra, Hud, kavmine, peygamberliğine karşı bir ücret istemediğini, ücretinin yalnız âlemlerin Rabbine ait olduğunu, Allah’a inandıkları ve günahlarına tevbe ettikleri takdirde, Allah’ın bol bol yağmur göndereceğini, güçlerine güç katacağını23 söylemesine rağmen, kavmi de, “sen bize açık bir mû’cize getirmediğin için, sana uyarak tanrılarımızı terk edecek değiliz”24 karşılığını verdiler. Nisan B Hz. Sâlih (a.s.) de, kavmini Allah’a iman ve ibadete çağırdı, O’na karşı gelmemelerini öğütledi, peygamberliği karşısında herhangi bir ücret istemediğini, yeryüzünde bozgunculuk yapmamalarını tebliğ ve tavsiye etti ise de, kavmi, onun büyülendiğini, onun da onlar gibi bir insan olduğunu söyleyerek karşı çıktılar ve onu yalanladılar. 25 “İbrahim’i de gönderdik. O kavmine şöyle demişti: Allah’a kulluk edin. O’na karşı gelmekten sakının. Eğer bilmiş olsanız bu sizin için daha hayırlıdır.” “Siz Allah’ı bırakıp bir takım putlara tapıyor, asılsız sözler uyduruyorsunuz. Bilmelisiniz ki, Allah’ı bırakıp da taptıklarınız, size rızık veremezler. O halde rızkı Allah katında arayın. O’na kulluk edin ve O’na şükredin. Ancak O’na döndürüleceksiniz.” “Eğer (size tebliğ edileni) yalan sayarsanız, bilin ki sizden önceki birçok milletler de (kendilerine tebliğ edileni) yalan saymışlardır. Peygamber’e düşen, yalnız açık bir tebliğdir.”26 “Medyen’e de kardeşleri Şuayb’ı (gönderdik). Dedi ki: Ey kavmim! Allah’a kulluk edin! Sizin için O’ndan başka tanrı yoktur. Ölçüyü ve tartıyı eksik yapmayın. Zira ben sizi hayır (ve bolluk) içinde görüyorum. Ve ben, gerçekten sizin için kuşatıcı bir günün azabından korkuyorum.” “Ve ey kavmim! Ölçüyü ve tartıyı adaletle yapın; insanlara eşyalarını eksik vermeyin; yeryüzünde bozguncular olarak dolaşmayın.”27 “Dediler ki: Ey Şuayb! Babalarımızın taptıklarını (putları) yahut mallarımız hususunda dilediğimizi yapmayı terk etmemizi sana namazın mı emrediyor? Oysa sen yumuşak huylu ve çok akıllısın.”28 Görülüyor ki Hz. Şuayb’la alay ederek davetini hiçe sayıyorlar. Cenab-ı Hakk Hz. Lût’u Mü’tefike halkına peygamber olarak gönderdi. Hz. Lût (a.s.) onları Allah’a iman ve ibadete çağırdı ve onlarda bulunan çirkin bir ahlaktan vazgeçmelerini onlara öğütledi. Her peygamberde olduğu gibi, Lût’un kavmi de onu dinlemedi ve Allah’a iman etmediler. Tıpkı Nuh (a.s.) gibi, Lût’u da üzen, perişan eden durum, hanımı Vâlehe’nin de ona iman etmemiş olmasıdır. Vâlehe bununla da yetinmemiş, kavmi ile arasında sürekli casusluk yapmıştır. Kavmi helak olurken, Vâlehe’yi, kurtulmalarını vaat ettiği Lût’un ailesinin dışında bırakmayı Allah irade ve emir buyurmuştur.29 35 B Firavun’un, Hz.Musa’nın (a.s.) kavmine yaptığı zulum tarihte öne çıkmış bir zulumdür. Kâhinler, bu zulüm ortamının hazırlanmasında büyük pay sahibidirler. “Hatırlayın ki, sizi, Firavun taraftarlarından kurtardık. Çünkü onlar size azabın en kötüsünü reva görüyorlar, yeni doğan erkek çocuklarınızı kesiyorlar, (fenalık için) kızlarınızı hayatta bırakıyorlardı. Aslında o size reva görülenlerde Rabbinizden büyük bir imtihan vardı.”30 “Sonra onların ardından da Firavun ve toplumuna Musa ile Harun’u mucizelerimizle gönderdik, fakat onlar kibirlendiler ve günahkar bir toplum oldular.”31 Aynı mealde olan başka bir âyette, Hz. Musa’nın getirdiği mucizelerin Firavun ve kavmi tarafından inkar edildiği, fesatçıların sonlarının beter olduğu32 beyan edilmiştir. Firavun ve kavmi her vesile ile inanan insanlara aşırı eziyet ettiklerinden, insanlar Hz. Musa’ya karşı temkinli davranıyorlardı. “Firavun ve kavminin kendilerine işkence etmesinden korkuya düştükleri için kavminden bir gurup gençten başka kimse Musa’ya iman etmedi. Çünkü Firavun yeryüzünde ululuk taslayan(bir diktatör) ve haddi aşanlardan idi.”33 Firavun ve kavmi Hz. Musa’ya inanacakları yerde, tam tersine onun bir sihirbaz olduğunu34 söylüyor ve o bir büyücüdür veya bir delidir35 diyorlardı. Bütün peygamberler tebliğlerini yaparken inananlar olduğu gibi, çok sayıda paranoyak islamafobistlerle de uzun ve çok yorucu bir şekilde uğraşmak durumunda kalmışlardır. Ne yazık ki bu İslam korkusu ve düşmanlığı, onları cehennem ateşinden kurtarmaya çalışan çok şefkatli ve merhametli peygamberlere karşı yapılmıştır. Zaten işin en acı tarafı da budur. Yine tarihe malolmuş olaylardan birisi, fil suresinde beyan edilen Ebrehe hadisesidir. Ebrehe’nin ta Yemen’den kalkıp Mekke-i Mükerreme’ye gelmesi, Kâbe-i Muazzama’nın saygınlığını ortadan kaldırıp, insanların yönünü Yemen’e çevirmesinin altında yatan açık bir din düşmanlığıdır. Onun içindir ki Allah o fırsatı Ebrehe’ye vermemiştir. 36 Bugün Ürdün toprakları olan, eskiden İtalya’nın bir eyaleti durumundaki Florida’nın idarecisi Dekyanus, dinsizlik akımının gerçekleşmesi için, Hz. Îsa’ya (a.s.) inananları öldürtüyordu. Allah’a olan inançlarından dönmeyeceklerini Dekyanus’a bildiren inançlı 36 B yiğitler vardı o toplumda. O da çıkmak üzere olduğu geziden dönünce o yiğitlerin hesabını göreceğini söyledi. O yiğitler de memleketlerini terk ederek Bençlüs dağında yüksekçe bir mağaraya sığındılar. Allah da orada o yiğitleri üçyüzdokuz sene uyuttu ve Dekyanus’un şerrinden onları emin kıldı. Kur’an’da şöyle beyan edilir: “Bunun üzerine biz de o mağarada onların kulaklarına nice yıllar perde koyduk (uykuya daldırdık).”37 Özellikle o dönem islamafobinin yaygın olduğu talihsiz dönemlerden biridir. Hz. Muhammed (s.a.v.) peygamber olarak gönderilmeden önceki câhiliyet dönemi, insanın insanlıktan çıktığı kirli bir dönemdir. Bu talan döneminde zengin ve güçlülerin sözü geçerdi. Hz. Bilal gibi birisinin esamesi bile okunmazdı. Hiçbir şeyin manası yoktu. Karanlıklı, kasavetli, güvenin olmadığı, dost seçmenin son derece zor olduğu, kız çocuklarının diri diri toprağa gömüldükleri bir dönemde, Allah Hz. Muhammed’i (s.a.v.) peygamber olarak gönderdi. Allah’ın gözetim ve terbiyesinde yetişen Hz. Muhammed (s.a.v.), bu büyük terbiyenin sonucunda meydana gelen büyük değişikliklerden sonra, bir peygamber olarak hidayet çağrısına başladığı andan itibaren, kureyşliler birden ona düşman kesildiler. O, halkın aniden ortaya koyduğu tepkilerine karşı, hiç aldırış etmeden Allah’ın ona yüklediği risalet gibi o yüksek mesûliyeti omuzlamaya ve Allah’ın emir ve buyruklarını tebliğe devam etti. Ona yaraşan yüksek ahlakı ile kalpleri, gönülleri fethetti, düşmanların birçoğunu dost yaptı. Bu yüksek ahlakın bir sonucu olarak ezelî düşmanlarından bile asla intikam almadı.38 Geçmiş ümmetler peygamberlerine hangi çirkin ifadeleri kullandılarsa, Kureyşliler de aynı ifadeleri kullanmışlardır: “Dediler ki: “Ey kendisine Nisan B Kur’an indirilen (Muhammed)! Sen mutlaka bir mecnunsun.!”39 “Mecnun bir şair için biz tanrılarımızı bırakacak mıyız? derlerdi.” “Hayır! O, gerçeği getirdi ve peygamberleri de doğruladı.”40 “Nerede onlarda öğüt almak? Oysa kendilerine gerçeği açıklayan bir elçi gelmişti.” “Sonra ondan yüz çevirdiler ve: Bu, öğretilmiş bir deli! dediler.”41 Ancak Yüce Allah, Hz. Muhammed’in (s.a.v.) şair, büyücü, sihirbaz ve deli olmadığını Kur’an’ı Hakimde beyan ederek, onu temize çıkarmıştır. “(Resulüm!) Sen öğüt ver. Rabbinin lüyfuyla sen ne bir kâhinsin, ne de bir deli.”42 “Nûn. Kaleme ve (kalem tutanların) yazdıklarına andolsun ki (Resulüm), sen-Rabbinin nimeti sayesindemecnun değilsin.”43 Kureyş kâfirleri Kur’an’ı ve bütün semavî kitapları inkar ettiler. “O kâfirler, “Biz, asla bu Kur’an’a ve ondan evvelki kitaplara iman etmeyiz” dediler.”44 Mekke döneminde peygamber efendimiz ve Müslümanlara reva görülen eziyetler zaman zaman dayanılmaz boyutlara ulaşmıştır. Bu uğurda Müslümanlar Habeşistan’a birkaç kez hicret etmek durumunda kalmışlardır. Resulüllah’ı koruyan amcası Ebu Talib’e de yeğenini bu davadan vaz geçir diye aşırı baskılar yapılmıştır. Bu uğurda çok sevdiği Mekke’den uzaklaştırılmıştır. Medine döneminde de Müslümanları rahat bırakmamışlar, Müslümanlar açısından hayatî önem taşıyan, bir ölüm kalım meselesi olan Bedir, Uhut, Hendek gibi savaşların yapılmasına neden olmuşlardır. Mekke’de iken, Kureyş müşriklerinin verdiği sıkıntıları belki bir nebze hafifletirim amacıyla Tâif’e, dayılarının yanına gitmiş, Tâif’liler ise kâinat efendisini taşlattırmışlar, mübarek ayaklarını kanatmışlardır. Cebrail (a.s.) gelip, “Yâ Resûlallah! Allah’ın selamı var, eğer istersen Tâif’in altını üstüne getireceğim teklifine karşılık, Onlar bilmiyorlar. Onlardan gelecek nesiller bana iman edebilirler.” diyerek, helake razı olmamış, beddua da etmemiştir. Peygamberimiz (s.a.v.), öldükten sonra dirilmeye çok önem verir, bu konuyu vaaz ederdi. Bir gün Übey b. Halef, elindeki çürümüş bir kemiği, peygamberin huzurunda ufalayarak, “Şimdi bu çürümüş kemikleri kim diriltecek?”45 diye sorar. Maksadı gerçeği öğrenmek değil, peygambere eziyet etmek, inkarını izhar ederek, efendiler efendisini üzmektir. Peygamberimiz, “Evet, Allah seni öldürecek, sonra diriltecek ve seni cehenneme sokacak” cevabını vermiştir. O esnada orada hazır bulunan Hz. Ömer (r.a.) o adamı öldürmek için emir versin diye Resulüllah’ın gözlerine bakıyordu. Ama Resulüllah ifade hürriyetine o kadar önem veriyordu ki, Übey b. Halef’in oradan elini kolunu sallayarak gitmesine izin vermiştir. Ancak, Resulüllah (s.a.v.) biliyordu ki, hiçbir inkarcının Kur’an’ın hükümsüz kalması için sergilediği düşmanca çabası elbette yanına kar kalmayacak, azabın en çetiniyle karşılığını görecektir. Kur’an’ın yüce fermanı da bu yöndedir: “Âyetlerimizi hükümsüz bırakmak için yarışırcasına uğraşanlar için de, en kötüsünden, elem verici bir azap vardır.”46 Kureyş müşriklerinin Müslümanlara karşı gittikçe dozunu artıran eziyet ve entrikaları, Mekke’nin fethine kadar devam etmiştir. Bu, büyük fetihten sonra en azından Müslümanlar biraz olsun rahatlamış, Yüce Allah dinini tamamlamış ve kâinatın Efendisi, insanlık dünyasında gerekli ve olması zorunlu ıslahatları yaparak, henüz dünyada emsali görülmemiş bir değişim yarattı, yepyeni bir çağ açtı. Çünkü o, çok yönlü, çevresini aşan ve tarihi oluşturan bir şahsiyetti. İslama ve Müslümanlara zarar veren ferdî veya toplumsal hareketlerin arka pilanında çıkarcıların olduğu muhakkaktır ve tarihen sabit bir gerçektir. Bütün zamanlarda çıkarcılar kitle psikolojisini kullanarak, hem maddi açıdan, hem de dini açıdan istediklerini elde etmişlerdir. Kitle psikolojisinde muhakeme olmaz; insanlar ileriyi, geriyi hesaplayamazlar. Bu psikolojinin içine çekilen insanlar, insaniyet, vicdan, cennet sevdası, cehennem korkusu taşımaz ve dünyevî hapis gibi, karşılaşabilecekleri hiçbir şeyi akıllarına getirmezler; âdeta bir suç makinesi haline gelirler. Kur’an’da, bu çıkarcılardan şöyle bahsedilir: Nisan B 37 B “Bir ülkeyi helâk etmek istediğimizde, o ülkenin zenginlik sebebiyle şımarmış elebaşlarına (iyilikleri) emrederiz; buna rağmen onlar orada kötülük işlerler. Böylece o ülke, helâke müstehak olur; biz de orayı darmadağın ederiz.”47 Ülke çıkarını düşünmeyip, sadece kendi çıkarlarını düşünen insanlar, hem kendilerinin, hem de ülkelerinin helakine sebeb olurlar. Cenab- Hakk, “Nuh’tan sonraki nesillerden nicelerini helak ettik. Kullarının günahlarını bilen ve gören Rabbin yeterlidir.”48 buyurmaktadır. Bütün dünyada ülkelerin sıkıntı çekmelerinin altında yatan sebeb, sıkıntılı zamanlarda milletlerinin yanında yer alıp, onlara zâhir olacakları yerde, üç kuruşluk dünya çıkarı için her türlü entrikayı çevirmeleridir. Çünkü, himmeti milleti olan insan, o, tek başına bir millettir. Himmetini yalnız kendisi ve çıkarı için kullanan insanlar çıkarcıdır, cücedir, aslında o kadar küçüktürler ki, onlara insan bile demek doğru değildir. Annesi, Hz. İbrahime, “oğlum buralardan ayrıl, falan memlekete git. Oradaki insanlar mütedeyyindirler; onların arasına katıl ve Allah’a olan kulluğunu yap, rahat et. Burada her an ölümle burun burunasın” diyordu. Hz. İbrahim, annesine, “Ben gidersem milletim ne olacak? Burada kalıp onlar için mücadele edecek ve onları kurtaracağım” cevabını veriyordu. Bu yüksek himmet için Allah Kur’an’da, Hz. İbrahim’e “Bir millet” diyor. “İbrahim, gerçekten hakk’a yönelen, Allah’a itaat eden bir milletti; Allah’a ortak koşanlardan değildi.”49 buyurulmaktadır. Bu konuda bir şair de şöyle diyor: “Allah’ın, bütün âlemi ( bütün hayır sıfatlarında ulaşılan kemali) bir kişide toplaması, kabul edilemez değildir.”50 Toplu hareketlerde bireyler, çoğu zaman orada niçin bulunduklarının bile farkında olmazlar; yaptıkla- 38 B rı işin, işledikleri cürmün ne demek olduğunu, onun yüklediği ağır yükü kimin adına yüklendiklerini, öldürülen masum insanların, yıkılan ve talan olan evlerin manevî sorumluluğunun, dünya hayatında, varsa vicdanlarına bir mengene, ahirette ise cehennem ateşi olarak döneceğini düşünemezler. Kur’an bu zavallı insanlardan şöyle bahseder: “Yüzleri ateşte evrilip çevrildiği gün: Eyvah bize! Keşke Allah’a itaat etseydik, Peygamber’e de itaat etseydik! derler. Ey Rabbimiz! Biz reislerimize ve büyüklerimize uyduk da onlar bizi yoldan saptırdılar, derler. Rabbimiz! Onlara iki kat azap ver ve onları büyük bir lânetle rahmetinden kov.”51 Bilakis son zamanlarda iyice körüklenen İslamafobik hareketlerin içinde yer alanlar, sadece Müslüman olmayanlar değil, ne yazık ki islamiyeti tam kavrayamadığı, özümseyemediği için nice Müslümanların da o hareketin içinde olduklarını görüyoruz. Kendi ülkemizde bile, nice insanların islamiyete ve müslümanlara karşı bir kin ve nefret beslediklerini görüyor ve biliyoruz. Herkese yeterli akıl verildiğinden, onu iyi kullanmamız ve yanlışa düşmememiz gerekmektedir. .............................................................................. *Aksaray Üniversitesi İslami İlimler Fakültesi Öğretim Üyesi. 1 Müslim, Ebu’l Hüseyin Müslim b. el Haccac, Sahihu’l Müslim, İstanbul, 1981,bab.65, c,4, s.130., 2 Buharî, Ebu Abdullah Muhammed b. Ebi’l Hasen İsmil b. İbrahim b. el Muğîre b. el Ahnef, Sahihu’l Buharî, İstanbul, 1981, Bab. 18, c.7, s. 75., 3 Mansur, Ali Nasıf, Et Taç el Camiu li’l Usul Fî Ehadîsirresul, Riyad, 1962, c. 5, s. 18-19., 4 Bakara Suresi, 2/34., 5 Â’raf Suresi, 7/12., 6 Â’raf Suresi, 7/13., 7 Hâzin, Alaeddin Ali b. Muhammed b. İbrahim el Bağdâdî, Lübâbü’t Te’vil Fî Maani’t Tenzil, Beyrut, TY. C.1, s.455; Kâdı Bey^dvî, Nasuriddin Ebu Said Abdullah b. Ömer b. Muhammed , Envaru’t Tenzil Ve Esraru’t Te’vil, İstanbul,TY. C.1, s.263., 8 Nesefî, Ebu’l Berekat Abdullah b. Ahmed b. Mahmud, Tefsîru’n Nesefî, İstanbul, 1984, c.1, s.280., 9 Mâide Suresi, 5/27-30., 10 Enbiya Suresi,21/25., 11 Enbiya Suresi,21/92., 12 Hamit b. Muhammed b. Hüseyin b. Muhsin, Fethullah el Hamid el Mecid Fî Şerhi Kitabi’t Tevhit, Dâru’l Müeyyid, 19961417, cüz.1, s.64., 13 Yunus Suresi,10/72;Hud suresi, 11/29,51;Şuara suresi,26/109,127,145,164,180;Sebe’ Suresi,34/47., 14 Kur’an Meali,Prof. Dr. Ali Özek ve ekibi, s.230., 15 Mü’minun Suresi, 23/2325., 16 Â’raf Suresi,7/59-60. ,17 Â’raf Suresi,7/61-63., 18 Hud Suresi,11/25-26., 19 Hud Suresi,11/27., 20 Hud Suresi,11/29-30., 21 Kamer Suresi,54/9., 22 Hud Suresi, 1/50, 23 Hud Suresi,11/51-52., 24 Hud Suresi,11/53., 25 Şuara Suresi,26/141-154., 26 Ankebut Suresi,29/16-18., 27 Hud Suresi, 11/84-85., 28 Hud Suresi,11/87., 29 Hicr Suresi,15/59-60., 30 Bakara Suresi,2/49., 31 Yûnus Suresi,10/75., 32 Â’raf Suresi,7/103., 33 Yûnus Suresi,10/83., 34 Â’raf Suresi,7/109-110., 35 Zâriyât Suresi,51/39., 36 Fil Suresi,105/1-5., 37 Kehf Suresi,18/11., 38 Mevdûdî, Seyyid Ebu’l Âlâ, Hz. Peygamberi Hayatı, İstanbul, 1992, c.1, s.89., 39 Hicr Suresi,15/6. , 40 Saffat Suresi,37/36-37., 41 Duhan Suresi,44/13-14., 42 Tur Suresi,52/29., 43 Kalem Suresi,68/2., 44 Sebe’ Suresi,34/31., 45 Yâsin Suresi,36/77-78., 46 Sebe’ Suewsi,34/5., 47 İsra Suresi,17/16., 48 İsra Suresi,17/17., 49 Nahl Suresi,16/120., 50 Nesefî, Ebu’l Berekat Abdullah b. Ahmed b. Mahmûd, İstanbul, 1984, c.1, s. 303., 51 Ahzap Suresi,33/66-68. Nisan Üniversite ve Kent Yrd.Doç.Dr.Abdulkadir DEVELİ K k n gere i n e k l ir ü iteler b s r n gücü e a v s i n i Ün i ik l in u nitel ğ u bilgin d , y e d du n i es iştirilm t e ma hiz y u l n p o t nü ve rak esinde m l i ur ola t s e n ür u r i bi r. öneml e t adırla t t e k a m m ıza çık karşım Nisan B ent kavramının oluşması bir nevi toplumların göçebe hayattan yerleşik hayata geçmesiyle başlamıştır. Her toplumun yapısını yansıtan kentlerin birbirlerinden farklı özellikleri vardır. Her kentin dokusu farklıdır. Kentle beraber toplumların nitelikli insan gücünü sağlamak amacıyla üniversite niteliğinde veya bu özelliğe yakın eğitim merkezleri kurulmuştur. Böylelikle kent ve üniversite etkileşimi başlamıştır. Bu etkileşimi tanımlamak amacıyla çalışmalar başlamıştır. Üniversitelerin, hem ülkenin hem de kentlerin nüfus, ekonomik ve sosyal yapılarında yarattığı değişimleri inceleyen çalışmalar bulunmaktadır. Üniversiteler gerek dünyada gerekse ülkemizde, sosyo-ekonomik eşitsizlikleri gideren, kentsel kalkınma ve gelişmeyi hızlandıran temel faktörlerden birisi olarak ele alınmaktadır. Fakat, üniversitelerin ilk kuruluş amacı toplumun gerek duyduğu bilgiyi üretmek ve nitelikli işgücü oluşturmaktır. Bu bağlamda üniversitelerin işlevini ikiye ayırmak mümkündür. Üniversiteler, yarattığı gelir akımı ile kentin gelişme- 39 B sinin maddi koşulunu oluştururken, diğer yandan da gelişmenin bilimsel ve sosyal/kültürel koşullarını hazırlamaktadır. Ülkemizde her kentte bir üniversitenin açılması karşılıklı olarak kentler ve üniversite etkileşimi doğurmuştur. Ayrıca, yeni açılan üniversiteler hem sosyal hem de ekonomik anlamda bir hareketliliğe ve canlanmaya katkıda bulunmaktadır. Beşeri sermaye anlamında gelişmenin en önemli faktörü eğitimdir. Eğitim salt ekonomik anlamda değil, aynı zamanda gelişen bir toplumsal kimliğin, etik değerlerin ve daha güçlü demokrasinin en önemli unsuru olarak öne çıkmaktadır. Yine, küreselleşmeyle birlikte ekonomi ve teknolojideki hızlı değişim ve yenileşme, daha nitelikli çalışanlara gereksinim duyulmasına neden olmaktadır. Diyebiliriz ki, eğitim gereksinimi sürekli artmakta, eğitimin hedefi ve içeriği ise değişmektedir. Artık, sınırlı nitelikte bilgi ve beceriye sahip olmak yeterli görülmemekte; aynı zamanda bu niteliklerin sürekli yenilenerek gelişmesi beklenmektedir (Öztürk, Torun ve Sayın, 2009; Öztürk ve diğ., 2011: 146) Bir toplumda, eğitimin söz konusu etkiyi doğurabilmesi, ancak üniversite dediğimiz en üst düzeydeki eğitim kurumunun var olmasına bağlıdır. Dolayısıyla kentler ihtiyaç duydukları bu bilgiyi yükseköğretim kurumları ile elde etmeye çalışmışlardır. Bu süreçte kent ve üniversitenin karşılıklı etkileşimi sürekli olmuştur. Üniversiteler bilgi üretme yolu ile kentlerin büyümesine ve gelişmesine yol açmışlardır. Üniversiteler, sözü edilen gelişmenin temel dinamiği ve bilgi toplumunda bilginin üretildiği merkez olarak kabul edilmektedir. İktisadi gelişme ile eğitim/üniver- site arasındaki ilişkiyi sağlıklı bir şekilde kurabilmek için iktisadi büyüme ve iktisadi gelişme terimlerinin anlamlarını ve aralarındaki farkı belirlemek gerekir. Büyüme, mevcut üretim kapasitesinin ve kişi başına gelirin artırılmasını ifade eder. Gelişme ise sadece üretimin ve kişi başına düşen gelirin arttırılmasından ibaret olmayıp, fiziki, ekonomik ve sosyal/kültürel yapının da değiştirilmesi ve kalitesinin arttırılması anlamına gelir (Çınar ve Emsen, 2001: 92 Akt: Öztürk ve diğ., 2011: 146) Üniversite dediğimiz en üst düzeydeki eğitimin iktisadi gelişmenin temelini oluşturduğu gerçeğinden hareketle, bu makale üniversite ve kent arasındaki karşılıklı etkileşimi ele almaktadır. Kent Kavramı Geçmişten günümüze kent olgusu uygarlıkla eş anlamlı kullanılmış, bu anlamda uygarlığın kentleşme ile geldiği ve var olduğu genel bir söylem haline gelmiştir. Kent kelimesi Latince kökenli dillerde ‘‘civilization’’ anlamına gelen ‘‘civitas’’tan türemiştir. Arap kültüründe bir kent adı olan ‘‘Medine’’ uygarlık anlamına gelen medeniyet kavramının kökenini oluşturmaktadır. Kentlerin tarihsel süreci incelendiğinde modern anlamda kentin ortaya çıkışı sanayi devrimi ile birlikte olduğu görülür. “Kentleşme” kavramı literatürde “Sanayi Devrimi Öncesi Kentleşme” ve “Sanayi Sonrası Kentleşme” olarak ikiye ayrılması sanayi devriminin bu süreçte bir dönüm noktası olduğu göstermektedir. Sanayi devrimi ile kentler öncesine nazaran mukayeseli olarak üretim merkezi haline gelmişlerdir. Böylelikle köyden kentte göç hızlanmıştır. Büyüyen ve gelişen kent âdete çekim merkezi haline gelmiştir. Böylelikle, sanayi devrimiyle birlikte kentin yapısında - ilişkilerinde, işleyişinde, kurumlarında her alanda- tam bir dönüşüm yaşanmış, kent iktidarın açık ve gizli bir şekilde hissedildiği, izlendiği, gözlendiği, gerçekleştiği ve dönüştürüldüğü mekan haline gelmiştir (Sennet, 2002: 20; Yaylı: 337) Dolayısıyla, kentin yapısında meydana gelen bu değişim küreselleşme ile birlikte güçlerini ülkelerden değil, ülkeler güçlerini kentlerden alır konumuna gelmiştir. Bu bağlamda küreselleşme, ülkeler arasındaki ekonomik anlamda sınırları önemsizleştirmiş ve ekonomik sistemin temel birimlerini kentler oluşturmaya başlamıştır. 40 B Nisan B Geçmişte ulus-devlet aracılığı ile gerçekleştirilen mal, hizmet, sermaye ve bilgi akışları kentler ile gerçekleşmeye başlamıştır. Günümüzde dünya ekonomisine yön veren Tokyo, Londra, New York, İstanbul gibi büyük kentler taşıdığı ağır önemden dolayı siyasal yapıya da yön vermeye başlamıştırlar. Son yıllarda çok sayıda faktör kentleri ve kent ekonomisinin yeniden ortaya çıkışını yönlendirmektedir. Bu faktörler; küresel ekonomik yeniden yapılanma, bazı ulus-devletlerde ekonomik ve politik desantralizasyon, geleneksel bölgesel kalkınma politikalarının başarısızlığa uğraması ve küresel ekonomide kentler arasında artan rekabettir. Bunlar arasında kentleri etkileyen en önemli faktör ekonomide, üretimde ve üretimin coğrafyasında derin dönüşümler oluşturan küresel yeniden yapılanma ve bilgi ekonomisine geçiştir. Bu süreçte kentler bilginin üretildiği ve tüketildiği mekânlar olarak etkinlik göstermektedir (Pustu, 2006:146) Bilgi ekonomisine geçişte kentlerin rolü yeniden tanımlanmaktadır. Günümüz dünyasına ‘Bilgi toplumu’ adını veren bilginin ve buna dayalı olan yüksek teknolojinin, ulusların sosyoekonomik hayatının gelişmesinde oynadığı başrol, bilgi gücünün üretilmesinin, işlenmesinin ve satılmasının belli bir düzen içinde gerçekleştirilmesini gerektirmektedir. Bu çerçevede; belli politikalar oluşturarak Sanayi-üniversite-devlet ilişkisini sağlam bir zeminde gerçekleştirerek, yeni ve ileri teknolojilerin üretimini amaçlayan bilim ve teknoloji merkezlerinin kurulması bilgi kentleri oluşturma konusunda yapılan somut çalışmaların temelini oluşturmaktadır. Bu nokta da üniversiteler günümüzde kuruluş amaçlarına da hizmet eder biçimde kentsel mekânların ve toplumsal yaşantıların biçimlenişi ve gelişiminde önemli birer aktör konumundadır. Üniversite kavramı Dünya’da ve Türkiye’de Üniversitelerin Tarihsel Süreci “Üniversite” kavramı, “universitates” kavramının evrilmesi ile oluşan Latince “universitas” kelimesinden gelmektedir. “Universitas”, lonca kelimesinin karşılığı olup, bağımsız ve ortak çıkarları olan kişiler topluluğu anlamındadır (Öztunalı, 2001; Antalyalı, 2007:25-26). Bugünkü anlamı ile üniversiteler, son dönem 11. yüzyıl ve 12. yüzyıl Orta Çağ Avrupa’sında gündeme gelmiştir. Her ne kadar “universitas”, Nisan B “üniversite” kavramını doğurmuş olsa da, Orta Çağ Avrupa’sında kullanılan “univarsitas” terimi modern anlamdaki “üniversite” teriminin tam karşılığı değildir. Çoğunlukla öğrencilerin veya öğretmenlerin bir loncası anlamında kullanılan bu kavram (Subjektif, 2006), genel anlamda, “corporation” (dernek, kurum) anlamında kullanılmıştır. Orta Çağ Avrupa’sında, modern anlamdaki üniversiteye “Studium Generalle” kavramı denk düşmektedir (Rukancı ve Anameriç, 2004; Antalyalı, 2007:29) Plato’nun M.Ö. 393’de kurmuş olduğu Akademia, ilk üniversite olarak kabul görmektedir. Buna karşılık Akademia, ortaçağ üniversitelerine yakın, modern üniversitelerden uzak, okul’dan daha çok çalışma ve araştırma yapılan bilimsel bir topluluk olarak görülmüştür. Modern üniversite ile ilgili araştırmalar daha çok ortaçağ ile başlar bunun en önemli sebebi 12’nci yüzyılın sonlarına doğru Avrupa’da kurumsallaşmış üniversitelerin kurulmaya başlamasıdır. Ortaçağdaki üniversite oluşumlarında iki temel ekol göze çarpmaktadır. Bunlardan ilki; öğrenci ve pazar odaklı olan Bologna modelidir. İtalyan üniversitelerinde öğrenciler, hocalara para vererek sözleşme imzalatmakta ve dolayısıyla hocalar üzerinde büyük bir denetim ve otoriteye sahip olmaktaydı. Diğer ekol ise hocaların otoritesinin baskın olduğu Paris modelidir (Başarır, 2009:6). Avrupa’da kurulan ilk dört üniversitenin (Parma, Oxford, Paris ve Bologna) başarılı olması ile birlikte 14’nci yüzyılın sonunda Avrupa’nın birçok ülkesin de yeni açılan okular ile birlikte üniversite sayısı 28’e ulaşmıştır. Kurulan bu üniversiteler farklı yerlerden hocaların ve öğrencilerin gelmesi ile birlikte kozmopolit bir yapıya ulaşarak üniversiteler arasındaki sınır ötesi ilişkileri güçlendirmiştir. 41 B İslam medeniyeti, Ms 8’nci ve 12’inci yüzyıllar arasında Avrupa’ya bilim ve felsefi alanda ilham kaynağı olmuştur. İslâm medeniyeti, bir uçtan diğer uca uzanan kentlere yayılmakla kalmamış, komşu kültür ve medeniyetler üzerinde de etkili olmuştur. Monica Gaudiosi, 1274’de kurulan ve modern yüksekokul sisteminin başlangıcı olarak kabul edilen, Merton College’ın (Oxford Üniversitesi) oluşumunda ve İngiltere’deki vakıf sistemi ve anlayışının gelişmesinde İslâm dünyasında uygulanan vakıf hukuku ve sisteminin etkili olduğunu tespit etmiştir. Doğu ve Batı dünyasında yüksek eğitim kurumlarının doğuşunu mukayeseli bir şekilde inceleyen George Makdisi, Müslümanların açmış olduğu eğitim ve bilim kurumlarının, örneğin medrese ve rasathanelerin, Avrupa’daki yüksekokul ve üniversite sisteminin gelişmesine, hatta doktora ve kürsü gibi uygulamalara da kaynaklık ettiğini ortaya koymuştur. Charles H. Haskins’e göre Batı üniversitesi, Atina ve İskenderiye’nin değil Paris ve Bologna’nın mirasçısıdır durum böyle olunca Bologna ve Paris’in de Bağdat’ın mirasçısı olduğu söylenebilir (Kenan; 2013:5-6). Aynı zamanda İslam dünyasında kurulan ‘‘Felsefe, bilim ve araştırma kurumları’’ olan Beytülhikmeler (bilim-felsefe akademileri), medreseler (üniversiteler)in etkisi sonucunda Rönesans denilen dönem ortaya çıkmıştır. Avrupa daha sonraki yüzyıllarda kurulan bu eğitim kurumlarını taklit edip geliştiren yeni eğitim merkezleri inşa etmiştir. İslâm medeniyeti, ilme ve öğrenmeye yaptığı açık vurguyla birlikte eğitimi, adil ve evrensel bir toplumsal düzenin gerçekleşmesini sağlayacak en etkin hedef olarak belirlemişti. Bu amacı gerçekleştirmek için yapılı veya yapılı olmayan hem temel, hem yüksek seviyede eğitim veren kurumlar ve kurumsallaşmalar hızlı bir şekilde yaygın hale gelmiştir(Kenan; 2013:3). İslam medeniyetine Selçuklu ve Osmanlı tarihi içinden bakılırsa, yükseköğrenim kurumlarının başlangıcı olarak 10’ncu yüzyılda Karahanlılar döneminde kurulan Semerkant, Buhara, Taşkent, Balasagun, Yarkent ve Kaşgar medreseleri kabul edilir. Selçuklular döneminde kurulan medreseler ile Anadolu’da yüksek eğitim kurumları yaygınlaştırılmış ve ilk medrese Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey tarafından Nişapur’da kurulmuştur. şekliyle gerçek bir üniversite görünümündeki yükseköğretim kuruluşları bu medreselerin açılmasıyla oluşmuştur. Buralarda zamanın şartlarına göre, Dini İlimler, Arapça, Felsefe, Mantık, Matematik ve diğer bilimler öğretilmiştir. Bu medreseler sonraki zamanlarda Osmanlı ideolojisinin taşıyıcıları olan eğitim-öğretim kurumlarının da belkemiği olacaktır (Aksoy ve Arslantaş; 2010:474). Osmanlı döneminde ilk yükseköğretim kurumu 1330 yılında İznik’in fethedilmesiyle kiliselerden birinin medreseye çevrilmesi ile yapılmıştır. Bu döneme özgü medreselerden başka bir eğitim kurumu olarak söz edilmesi gereken bir diğer kurum ise Ahiliktir. Yaygın bir eğitim kurumu olarak Ahilik, 13. yüzyılda, Kırşehir’de yaşayan Ahi Evren tarafından kurulmuştur. Eğitimi iş dışında ve iş başında yapılmaktadır. Dinin esasları, okuma yazma, insanlık terbiyesi, temizlik, ocağın düzen ve geleneği, başlıca öğretim konularıdır. (Akyüz, 45, 56; Aksoy ve Arslantaş; 2010:474, 475). Ahiliğin örgütlü yapısı sebebiyle, önemli sosyal ve siyasi etkileri görülmüştür (Başarır, 2009:24) Osmanlı’da 18. yüzyıldan itibaren, askeri başarısızlıklar, yönetsel ve mali bunalım şeklinde ortaya çıkan gerilemenin fark edilmesi ve bunlara sistemin geleneksel refleksleri ile çözüm bulunamaması karşısında batılılaşma reformları gündeme gelirken modern ve etkin bir merkez ve taşra bürokrasisi yaratmak için yeni eğitim türlerine ve kurumlarına gereksinim olduğu fark edilmiştir (Tekeli ve İlkin, 1999; Soydan: 55). 1770’de Çeşme’de bulunan donanmanın Ruslar tarafından yakılması sonucu teknik ve bilim alanındaki yetersizliğin farkına varılmış ve III.Mustafa tarafından 1773’de gemi inşaatı, haritacılık ve donanmanın ihtiyaç duyduğu diğer teknik elemanları yetiştirmek İslam dünyasında kurumlaşmış olarak yani öğrencilerin barınma ve beslenme ihtiyaçlarının karşılandığı, burslarının verildiği, hocalarının maaşlarının ödendiği, müstakil öğretim binalarının yapıldığı 42 B Nisan B 1950’lilerden günümüze kadar önemli hedeflerinden biri yeni üniversiteler kurarak ülkedeki bölgesel eşitsizlikleri gidermek olmuştur. Burada temel argüman ülkenin hemen hemen her kentine yeni bir üniversite kurarak hem eğitimin ileri bir seviyeye taşınması hem de kurulan kentin sosyal ekonomik ve kültürel açıdan hareketlenmesini sağlamaktır. 2.1 Üniversitelerin Amaçları üzere Batı anlayışında ilk yüksekokul olan Mühendishane-i Bahri-i Hümayun kurulmuştur (Ataünal, 1998; Başarır, 2009:25). Medreselerdeki yetersizliğin ve bozulmanın önüne geçilemeyeceğinin anlaşılması üzerine Tanzimat’tan sonra batılı anlamda ilk üniversite Darülfünun 1846 yılında Mustafa Reşit Paşa önderliğinde kurulmuştur (Başarır, 2009:25). 1933’te kaldırılan Dârülfünun, Millî Eğitim Bakanlığı’na bağlı olmak üzere İstanbul Üniversitesi olarak yeniden teşkilâtlandırılmıştır. Cumhuriyet döneminde üniversite sözcüğü ülkemizde ilk kez 1933 yılında yapılan hukuksal düzenleme ile birlikte kullanılmıştır. Bu dönemde üniversite özerk değildir (Ataünal, 1993:40; Hatiboğlu, 2000: 114; İnönü, 2005; Kavili Arap, 2010: 8). Bu reform ile Humboldt modeli bir üniversite kurulmak istenmiştir (Tekeli, 2003: 138; Kavili Arap, 2010: 8 ). Nedenlerden birisi, 1933 yılı başında Nazi baskısı nedeniyle Almanya’dan gelen 40 kadar bilim adamının İstanbul Üniversitesi’nde göreve başlamalarıdır (Hatiboğlu, 1995: 97-101; İnönü, 2005; Kavili Arap, 2010: 8). Üniversitelere ilişkin ikinci köklü değişiklik 1946 tarihli 4936 sayılı Üniversiteler Kanunu’dur. Yasa’da üniversiteler “Yüksek araştırma ve öğretim birlikleri” olarak tanımlanmıştır. Bu yasa ile üniversitelerin bilimsel ve yönetsel anlamda özerkliği yeniden getirilmiş, tüzel kişiliği tanınmıştır. Ancak tam bir yönetsel özerklik söz konusu olmamıştır (Gök, 1998: 76; Ortaylı, 2001: 79) Üniversitelere ilişkin yapılan bir diğer değişiklik 1981 tarihli 2547 sayılı Üniversiteler Kanunudur. Yasa’da MEB’e bağlı akademiler, bir kısmı diğer bakanlıklara, çoğu MEB’e bağlı iki yıllık MYO ile konservatuarlar, MEB’e bağlı üç yıllık eğitim enstitüleri, mektupla öğretim yapan YAYKUR bir çatı altında toplanmıştır. Çıkarılan bu yasa ile birlikte bu kurumlar YÖK’ün merkezi otoritesine bağlanmış olmaktadır. Nisan B Üniversiteler bir ülkenin gerek duyduğu nitelikli insan gücünün yetiştirilmesinde, bilginin üretilmesinde ve topluma hizmette önemli bir unsur olarak karşımıza çıkmaktadırlar. Aynı zamanda hem ülkenin kalkınmasına, hem de bulunduğu bölgenin sosyo-ekonomik yönden gelişmesine etki eden en önemli kurumlardan biridirler (Yılmaz, Kaynak, 2012:56) Tarihi gelişim içinde üniversitenin temel amacı kültürü geliştirmek ve yaymaktır. Zamanla bu amaca farklı meslekler için gerekli olan teknik bilgileri sağlamakta eklenmiştir (Versan, 1990:236; Gültekin ve diğ, 2008: 265). Bu noktada üniversitelerin amacı; bilimsel araştırma yapmak, yaptığı bilimsel araştırmalar ile toplumsal gelişmeye katkı sağlamak ve nitelikli insan gücü yetiştirmektir. Bu amaçları gerçekleştirmek için; bilim üreten, düşünmeyi ve bilim üretmeyi özendiren, bu tür etkinlikleri destekleyen ve bunları eğitim öğretim etkinlikleri ile bütünleştiren üniversiteler ile mümkündür. Cleary ve Jeffery ise üniversitelerin bölgesel kalkınma sürecinde anahtar bir rol oynadığını kabul etmekle birlikte, temel fonksiyonlarını aşağıdaki gibi sıralar: • Bölgesel bilgi ekonomisi ve toplumunun destekleyicisidir. • Ekonomik istikrarın önemli bir unsurudur. • Bölgenin sosyal yaşamının temel gücüdür. • Kültürel kaynakların temelini oluşturur ve güçlendirir. • Bölgenin uluslararası işbirliği ve dışa açılmasında etkilidir. • Yenilikçi aktiviteler ve girişimciliğin temel kaynağıdır. Ayrıca üniversiteler, “akademik girişimcilik” yoluyla bölgesel ekonomide oldukça aktif bir rol üstlenebilir (Çetin, 2007:219) (Devam edecek) 43 Hikmet Boyutuyla Ezan Prof. Dr. ALİ AKPINAR S mönüşü d n i n tleri nın z vaki a dünya m a ¸ e N l y i eb olarak ası seb i l m l k o e r ü l a sü r anınd y r ter¸ bi i i b b t n r a ö d ez a ur. Bir n u gulam k y o u n u a z B e ar. n başl a z kılıne d a i c k s ş e a b am n zü ban ü rimizi y e r e b m “Y a yg l ran Pe u y u e güze b n e n dı.” i cid ü mes z ü y r! r e y aktadı m ş ı k a y 44 B özlükte ezan¸ “bildirmek¸ duyurmak¸ çağırmak¸ ilan etmek ve bildirim” gibi anlamlara gelir. Namaz vakitlerini bildirmek ve Müslümanları cemaatle namaz kılmaya çağırmak amacıyla okunan ezan cümleleri aslında tevhîd dininin temellerini özetler. Şöyle ki; ezan cümlelerinde Yüce Allah’ın varlığı¸ birliği¸ tekliği ve büyüklüğü tekrarlanır. İkinci olarak Hz. Muhammed (s.a.v.)’in Allah’ın peygamberi olduğuna vurgu yapılır. Daha sonra Müslümanlar İslâm’ın en temel ibadeti olan namaza ve kurtuluşa çağrılır. Ezanın en temel cümlesi tekbir¸ mü’minlerin sürûr günlerinde dillerinden düşürmedikleri fetih¸ bayram¸ kurban sloganıdır. Tekbirle başlayan namaz ibadeti¸ tekbirlerle devam eder. Namazı tekbir düzenler¸ mü’minlerin günlük hayatını da ezan düzene koyar. Sabah ezanı ile başlayan gün¸ yatsı ezanıyla kapanır¸ bu iki vakit arasındaki vakitlerde de ezanlar hep okunur. Günün beş vaktinde okunan ezanla¸ mü’minler tevhîdi yeniden hatırlar ve tevhîdden kopmadan bereketli bir hayat yaşarlar. Nisan B “Ey iman edenler! Cuma günü namaza çağırıldığı (ezan okunduğu) zaman¸ hemen Allah’ı anmaya koşun ve alış verişi bırakın. Eğer bilmiş olsanız¸ elbette bu¸ sizin için daha hayırlıdır.”[1] âyeti yanında¸ “Namaza çağırdığınızda onu alay ve eğlenceye alırlar.”[2] âyeti ezana işaret eden âyetlerdir. Ezanın ve müezzinliğin fazîletine dair pek çok hadis gelmiştir. Bunlardan bir kaçı şöyledir: “Ezan okunduğunda şeytan¸ ezanı işitemeyeceği yere kadar kaçar. Müezzini işiten cin¸ insan¸ ağaç taş her şey onun lehine tanıklık eder. Kuru-yaş her şey müezzinin bağışlanması için duâ eder. İnsanlar ezan okumanın ve ilk safta bulunmanın faziletini bilselerdi bu konuda birbirleriyle yarışırlardı.” Yurdumun Üstünde İnleyen Ezan Ezan¸ İslâm’ın en temel ibadetinin vakitlerini duyuran özel bir çağrıdır. O¸ İslâm’ın şiârlarının en önemlisi¸ Müslümanlık göstergesi ve Müslümanlık hatırlatmasıdır. Zira savaş ortamında ezan okunan topluma saldırılmaz. Hz. Ebu Bekir¸ dinden dönenler üzerine gönderdiği ordusuna¸ “Ezan sesini işittiğiniz yerlerde geceleyin¸ zira ezan imanın alâmetidir.” diye tavsiyede bulunmuştur. Şairimiz; Bu ezanlar ki şahâdetleri dinin temeli Ebedî yurdumun üstünde benim inlemeli derken ezanın Müslümanlık şiârı olduğunu ne güzel ifade eder. Yeni doğan çocukların sağ kulağına hafif sesle ezan¸ sol kulağına da kâmet okunur. Bu uygulama ile çocuğun¸ İslâm’ı özetleyen cümlelerle hayata merhaba demesi sağlanır. Nitekim bilimsel araştırmalar¸ çocuğun dünyaya gelir gelmez ilk duyduğu seslerin onun kişiliğine etki edeceğini söylemektedir. Aynı zamanda bu uygulama¸ anne babanın Müslüman olduklarını doğum gibi büyük bir nimetle bir kez daha hatırlayıp şükretmelerini sağlar. Ezanla doğarız dünyaya. Ezan okunur kulaklarımıza¸ ama bu ezan ve kâmetin namazı kılınmaz. Doğduğumuzda kulaklarımıza okunan bu ezanın namazı¸ öldüğümüzde¸ duâ niyetiyle üzerimize kılınacak cenaze namazıdır. Doğduğumuzda kulaklarımıza ezan¸ bizim irâdemiz dışında okundu; öldüğümüzde üzerimize kılınacak namaz da irâdemiz dışında olacaktır. Önemli olan ise¸ irâdemizle ezan okuyabilmek ve ezan ruhuyla yaşayabilmektir. Unutmayalım ki¸ ne kadar uzun gibi görünürse görünsün ömür dediğimiz¸ ezanla namaz arası bir vakittir. Ezan¸ aynı zamanda Müslümanın zamanını ayarlayan¸ disiplinize eden önemli bir uyarıcıdır. Zamanın bütün anlarının önemli olduğunu hatırlatan bir bildiridir. Eskiden çalışma¸ buluşma¸ tanışma saatleri namaz vakitlerine ve ezan saatlerine göre ayarlanırdı. “Sabah namazında sonra”¸ “öğle namazından önce”¸ “ikindiden önce”¸ “akşam vakti”¸ “yatsıdan sonra” gibi cümleler konuşma dilinde sıkça kullanılırdı. Bu uygulama ile namaz ve ezan merkezli bir hayat yaşanırdı. Çünkü ezanlı-namazlı vakitler mübarek vakitlerdi¸ o vakitler günah işlemeye alet edilemezdi. Eskiler¸ saatlerine baktıklarında saatin üçüne beşine bakmaz¸ namaz vakitlerini kastederek¸ “vakit tamam”¸ “vaktin çıkmasına çeyrek var”¸ “yarım saat sonra vakit giriyor” gibi cümlelerle saati öğrenmekten asıl amacın ne olduğunu özetleyiverirlerdi. Kısaca onları¸ ezan ve namaz yönetirdi. Medine’de İlk Ezan Bugün dünyanın dört bir yanında okunan ezan¸ hicretin ilk senesinde meşru kılınmıştır. Müslümanların namaza çağrılması için izlenecek yöntemle ilgili olarak Peygamberimiz Müslümanlarla istişarede bulunmuş¸ namaz vaktinin bilinmesi içinyüksek bir Nisan B 45 B yere bayrak dikilmesi yahut Mecusilerin yaptığı gibi ateş yakılması¸ Rumların yaptığı gibi def-davul çalınması¸ Yahudilerin yaptığı gibi boru çalınması¸ Hıristiyanların yaptığı gibi çan çalınması gibi teklifler başkalarının uygulaması olduğu için kabul edilmemiştir. Herkes gibi mesele üzerine derin düşüncelere dalarak uyuyan Abdullah b. Zeyd rüyasında kendisine bugün okunan lafızlarıyla ezanın öğretildiğini Peygamberimize anlatır¸ Peygamberimiz de “Bu hak ve doğru bir rüyadır.” buyurarak yüksek sesli olan Bilal’e bu cümlelerle ezan okumasını emreder. Bunu işiten Hz. Ömer¸ Peygamberimize gelerek benzer rüyayı kendisinin de gördüğünü söyler. Daha sonra sabah ezanına Hz. Bilal¸ “Es-salâtü hayrun minen nevm” ifadesini ilave eder¸ Peygamberimiz de bunu onaylar. İşte ezan o günden sonra günde beş vakit olmak üzere dünyanın dört bir yanında namaz vakitlerini bildirme ve Müslümanları cemaate çağırma amacına yönelik olarak kesintisiz olarak okunmaya devam eder. Namaz vakitlerinin dönüşümlü olması sebebiyle¸ dünyanın dört bir yanında sürekli olarak ezan okunur. Bir ezan biter¸ bir başka ezan başlar. Bu uygulama “Yeryüzü bana mescid kılındı.”[3] buyuran Peygamberimizin yeryüzü mescidine ne güzel yakışmaktadır! Bu uygulama ile Müslümanlar¸ hem kulaklara¸ hem akıllara ve hem gönüllere hitap eden mesaj dolu bir çağrı ile insanlığı gerçek kulluğa ve kurtuluşa daveti sürdürmektedirler. Tarih boyunca en güzel/yanık sesli müezzinlerce dinmeden okunan ezanlar Müslümanların tevhîd coşkularını artırıp harekete geçirdiği gibi¸ Müslüman olmayan pek çok insanın da ilgisini çekmiş ve hatta onların Müslüman olmalarına vesîle olmuştur. Artık ezan¸ Müslümanlar için günlük hayatın olmazsa olmazı bir tutku haline gelmiştir. Nitekim 46 B ezansız beldelerde yaşamak zorunda kalan Müslümanlarda bu özlem¸ çok canlı ve hüzünlü bir şekilde kendini gösterir. Sözgelimi Avrupa’da yaşayan Müslümanlar¸ mescidlerin içinde okunsa da ezanın alenî olarak okunmayışının burukluğunu yaşarlar. Şerefli Meslek Müezzinlik Ezan¸ İslâm’ın önemli göstergelerinden biri olduğu için en güzel ve en gür sedâlarla okunmalıdır. Nitekim Peygamberimiz bunun için sesi gür ve güzel olanları seçerdi. Onun Bilal-i Habeşî¸ Abdullah b. Ümmi Mektûm¸ Ebû Mahzûre¸ Sa’d b. Aiz başta olmak üzere birden fazla müezzini vardı. Peygamberimizin bu müezzinlerinden Hz. Bilal¸ ilk Müslümanlardandır. İbn Ümmü Mektûm ise¸ Peygamberimizin defalarca (13 kere) Medine’de kendi yerine vekil bıraktığı seçkin sahâbîlerdendir. Demek ki Peygamber müezzinleri¸ seslerinin gür ve güzel olmaları yanında erdem ve meziyet sahibi şahsiyetlerdi. Muhammedî ezan sünnete uygun tarzda okunmalı¸ aşırı lahn ve tegannîye kaçmadan¸ ölçüyü kaçırmadan¸ kimseyi ürkütmeden ve incitmeden okunmalıdır. Nitekim Peygamberimiz ezan cümlelerinin ağır ağır¸ cümle cümle okunmasını emir buyurmuştur. Ezanda sesi güzelleştirmek ve sesin gür çıkması için parmakları kulaklara koymak ve ezanı ayakta okumak matluptur. Hem ezan okuyanın hem ezanı dinleyenin¸ ezandan sonra Peygamberimize salavât ve vesîle duâsını okuması menduptur. Müezzinlik¸ Müslümanları camiye¸ cemaate çağıran¸ onları namaza hazırlayan şerefli bir görev- Nisan B dir. Bazen okunan ezanlar insanın hücrelerine işler¸ coşkunluğunu artırır¸ en miskin insanı bile harekete geçirir. Bazı zamanlar da okunan ezan¸ “Böyle de ezan mı okunur?” diye insanları cami ve cemaatten soğutur. Ama burada önemli olan¸ okuyan ve dinleyenin ezan cümlelerini anlayarak okuyup dinlemeleri¸ ezandaki mesajlarla imanlarını yenilemeleridir. “Kıyamet günü insanların en uzun boylusu/en şereflisi müezzinlerdir.” buyuran Peygamberimiz¸ cemaat arasında kargaşa ve karışıklığa meydan vermemek için¸ insanları en güzel bir şekilde namaza çağırmak ve namazı sevdirmek için seçkin ve ehil kişileri müezzinliğe atamıştır. Hz. Ömer¸ “Üzerimde yöneticilik görevi olmasaydı¸ müezzin olmayı tercih ederdim.” diyerek müezzinlik görevinin şerefine işaret etmiştir. İlmihal kitaplarımızda¸ ezanın “namaz vakitlerini bildirip insanları namaz kılmaya ve cemaate çağırma” demek olduğu gerekçesiyle müezzinlik yapacak olan kimsede Müslüman olma¸ fâsık olmama¸ büyük günahlardan kaçınan adalet sahibi kimse olma şartlarının bulunmasını özellikle zikredilmiştir. Buna göre müezzinlik yapacak olan kimse¸ özü sözü bir¸ örnek¸ güvenilir bir kimse olmalıdır ki inandırıcılığı olsun¸ çağrısı dinleyenlere tesir etsin. Sonuç Doğar doğmaz kulaklarımıza okunan ezan ve kâmet cümleleri¸ İslâm’ı en güzel şekilde özetleyen cümlelerdir. Onları doğru bir şekilde anlamlarıyla birlikte öğrenmeli ve okumalıyız. Günün en önemli vakitlerinde beş kez tekrarlanan bu cümlelerle imanımızı yenilemeli ve Müslümanlığımızı diri tutmalıyız. Saha- beden bazıları¸ korkan çocuklarına korkmamaları için sesli ezan okumalarını tavsiye ederlermiş. Çünkü ezanı işiten şeytan¸ duyamayacağı yere kadar kaçar. Buna göre¸ bilinçli okuyup dinleyeceğimiz ezanlarla¸ tüm korkularımızı yenmeliyiz. Her Müslüman¸ müezzinlik yapabilecek kapasitede kendini yetiştirmeli ve ihtiyaç anında müezzinlik yapabilmelidir. Okunan ezanları müezzinin peşinden tekrarlamalıyız. Peygamberimiz “Ezanı işittiğiniz zaman müezzinin söylediklerini siz de söyleyiniz.”[4] buyurur. Ezana icabet¸ ezanı dinlemek¸ ezan cümlelerini tekrarlamak ve çağrıya uyup cemaate katılmaktır. Cemaate katılma imkânı bulamayanlar ise yine çağrıya uyup bulundukları yerde namazlarını kılmalıdırlar. Ezandan sonra da vesîle duâsını okunmalıdır. Ezanın ruhunu kavrayan insanımız¸ ezan sesini duyar duymaz dünyalık işlerine¸ konuşmalarına ara verirler ve çağrıya icabet ederek cemaate koşarlardı. Her anne baba çocuğuna ezan okuma ve müezzinlik için gereken duâları öğretmelidir. İmamlarımız ve cemaatimiz müezzinliğe heves eden mümeyyiz çocuk ve gençlerin önünü açmalı¸ güzel ezanımızı en güzel şekilde okuyabilmeleri için onları teşvik etmelidir. Her Müslüman müezzinlik sevabına nâil olmak için birbiriyle yarışmalıdır. Çünkü Peygamberimiz “İlk safta durmanın ve müezzinlik yapmanın faziletini bilseydiniz birbirinizle yarışırdınız.” buyurmuştur. Ama daha liyâkatli insanların olduğu yer ve meclislerde ise acele etmemeli¸ en liyâkatli olanların bu görevi yerine getirmesine fırsat tanımalıdır. Unutmayalım ki¸ okuyacağımız ezan ve kamet¸ bir kısım insanın cami ve cemaati sevmesine sebep olabileceği gibi¸ bir kısım insanın cami ve cemaatten soğumasına da neden olabilir. Ezanla geldiğimiz şu dünyada ezan cümleleri doğrultusunda bir hayat yaşayalım ki¸ Muhammedî ezanlarımız minarelerde mahzun kalmasın. .............................................................................. [1] 62/Cuma¸ 9., [2] 5/Mâide¸ 58., [3] Müslim 523/5¸ Ebu Avane 1/395¸ Tirmizi 1553¸ İbni Mace 567¸ Begavi 3617¸ Ahmed 2/411., [4] Buhârî¸ Ezân 7¸ (I¸152); Müslim¸ Salât 10–11¸ (I¸288). Nisan B 47 Söz Söylemek, Sukut Etmek, Sır Saklamak Halit EŞKAN Konuşmak; uğu ı oturd r a l z ı p, genç k şe geli u n c a p n a e erk ıBale y seyred r! Diye hayk a d n u na udu koltuğ ülke b ykırışı a ş h a d u ğ b sa ının işte ça r. Hula in baş e t l i e l d v e e şan eti d ran d ı lg ın la hürriy ç t e a l r i ü ı li zlar tezah lan şer lim ha o a i z s e n l i ö riybın k beden riyetle r e gaza ü v h t e i v end şeh k ve beler k , namus, ha i l l a g e ip ef müt an, şer ığımızın sah m i , l ı l k le, a nsan ırır dıy la i re sald a e l n r a e ğ d de v ic bütün u ğ u r. d l o oldula 48 B Bir konu hakkında sarf edilen sözlerdir. Bir fikrin açıklanmasıdır. İnsanların düşüncelerini karşılıklı olarak beyan etmeleridir. Bir mesele hakkında uzlaşı sağlamak için ağızdan çıkan sözlerdir. Herhangi bir iş akdi için düşünülen şartların müzakeresinde kullanılan sözlerdir. İnsanın kendisini ifade etmek için söyledikleridir. Hülasa hayatın her safhasında insanın sarf ettiği sözlerin tamamıdır. Yüce Allah (c.c) insanı en güzel şekilde yarattı. Ona konuşma yeteneği verdi. İnsana, hatırından geçen ve ya kalbine doğan şeyleri açıklaması için dilini vasıta kıldı. İnsan dili ile hakkı söyler ve ya verilen nimete şükreder. Yine diliyle imanını ikrar eder. Dil, Allah’ın insanlara ihsan ettiği en büyük nimetlerdendir. İnsana bağlı olarak hikmeti konuşur ve ya insanı helake götürür. Toplumu ıslah eder ve ya ifsada götürür. İlmin ihata ettiği her şey dil ile ifade edilir. Dilin kendisi küçüktür lakin cürmü büyüktür. Nisan B Taatın son haddi olan iman veya isyanın son haddi olan küfür ancak dilin ikrarı ile zahir olur. İnsan dilinin altında gizlidir. Bu bağlamda dil tencere kapağı gibidir. Tencerenin kapağı açıldığında içindeki yemeğin belli olduğu gibi insanın da konuşmaları karakterini belli eder. ve ne konuşacağını düşünmek ve söze yerinde başlamak gerekir. Yerinde konuşan özür dilemek zorunda kalmaz. Dinlemek anlamanın ön şartıdır. Dinlemenin önemi Kur’an ile sabittir. Nitekim Resulü Ekrem (s.a.v) kendisine gelen vahyi acele ile tekrar edince; Allah (c.c) önce dinle! Hitabında bulunmuştur. Bir insan iradesine bağlı olarak söz söyler. Ancak insanın azalarından insana en çok isyan eden onun dilidir. Diline sahip olamayan insanı şeytan her sahada oynatır. İnsanlar dillerinin belası yüzünden yüzüstü cehenneme sürüklenirler. Özlü konuşmalı, sözü uzatmadan gereği kadar konuşmalıdır. Çünkü çok sözde hayır yoktur. Zira çok konuşanın hatası da çok olur, hatası çok olanın günahı çok olur, günahı çok olana cehennem ateşi hak olur. Ayrıca sözleri iyi seçmeli ve delilli konuşmalıdır. Konuşulan sözler bir menfaatin celbi ve ya bir mazarratın def’i amacına yönelik olmalıdır. Peygamber Efendimiz (s.a.v) “Allah’a ve ahiret gününe imanı olan hayır söylesin ve ya sukut etsin.”, “Allah o kuluna rahmet etsin, konuştuğu zaman sözünden faydalanılır ve ya sukut eder de selamet bulur.”, “Hayır olmayan her sözden dilini çek. Ancak bu şekilde şeytana galebe çalarsın.” buyurmaktadır. Kelam-ı kibar da bu konuda: Dilin kötülüklerinden emin olmak ancak onu şeriat dizginine vurmakla mümkündür. Bu durumda dil ancak dünya ve ahiret için faydalı ise konuşur, diğer hallerde sukut eder. Diline sahip olmak iyi insanların vasfıdır. Mümin ancak bu zorluğu başarınca Allah’ın rahmetiyle cennetlik olur. Yüce Allah insanın dilini iki dudağı ve dişleri arkasında ağız boşluğunda yaratmış ve dili o boşlukta adeta hapsetmiştir. Onun için insan diline sahip olmalıdır. Yani insanın dili dışarıda olmamalıdır. Yüce Allah herkesin dilinin yanındadır. Söylenen her sözü işitir. O halde kişi söylediği sözde Allah’tan korkmalıdır. Konuşan kişinin dili ile söylediklerini kalbi ya doğrular ya da yalanlar. Kalp ile lisan birlikteliği söz konusu ise ağızdan çıkan sözler konuşan kişinin inancının ifadesi olur. Bu durumda kişi sadıktır yani doğru sözlüdür. Kendi doğruları hak ile örtüşmese bile kendisini bağlar. Ancak hak ile örtüşmeyen doğrular geçersizdir, itibar edilmez. Kişinin dilinin söylediklerini kalbi yalanlıyorsa bu durumda konuşan riyakârdır veya hilekârdır ve ya haindir. İhanetin en korkunç olanı ise düşmanın dost gibi görünmesi olayında gizlidir. Kuzu postuna bürünmüş kurt misali, insanın can düşmanıdır. Yavuz Sultan Selim’in; “Sanma şahım herkesi sen sadıkane yar olur, Herkesi sen dost mu sandın belki ol ağyar olur.” mısraları bu konuda calibi dikkattir. Konuşmak bir davranıştır. Her davranışın öncesinde o davranışın bilgisine ulaşmak şarttır. İnsan her şeyi ancak öğrenmekle bilebilir. Konuşmak için de bilgili olmak ve konuya vakıf olmak gerekir. Söze başlamadan önce duymak, dinlemek; (iyi bir konuşmacı olmak için iyi bir dinleyici olmak gerekir.) Anlamak Nisan B “Söz bilirsen söz söyle, dinleyenler hisse alsın, Söz bilmezsen sukut eyle, seni görenler adam sansın.” demişler. Evet… Kişi lisanıyla insandır. Kişinin dili kendisine düşmandır. Ve canın ölümü dilinin ucundadır. Dil canı ya nura yahut nara götürür. Konuşurken kafa ile kalp, kalp ile lisan bir olmalı ki, insan davranışları ile konuştuklarını yalanmaya, sözleri kalbe tesir ede ve inandırıcı ola. Esasen inandırıcı olmayan konuşma malayani, boş konuşmadır. Davranışlarıyla, konuştuklarını yalanlayan insanın inanç bütünlüğü olmaz. İnanç bütünlüğü olmayan insanın davranışları tutarsız olur. Ancak “Hikmet müminin yitiğidir.” hadisi şerifi mucibince kimin söylediğine değil de ne söylediğine bakmak ve hikmete ram olmak gerekir. İnsan konuşurken bilgiçlik taslamaktan, riyakârlıktan ve ya her söylenene karşı çıkmaktan, kalbi ile tenakuza düşmekten, dedikodudan kaçınmalıdır. Esasen her çeşit dedikodunun temelinde haset vardır. Haset olanlar bilgiçlik taslarlar, haset ettiklerini rezil etmeye çalışırlar. Sözleri ve davranışları ile halkı rencide ederler. Oysaki: “Arif ile söyleşmek lalı mercan incidir. Cahil olan her an bin can incitir.” 49 “Halkı rencide eden âlemde, Kendi rencide olur son demde.” B Bu sebeple insan sözleri ile kimseyi rencide etmemeye özen göstermeli, güzel sözlü, güler yüzlü, tatlı dilli olmalıdır. Zira güzel sözlü, güler yüzlü, tatlı dilli olanlar, gönüllerde aziz olurlar. Cihan bağında ey akıl, odur makbulü insu cin, Ne kimse senden incinsin, ne sen kimseden incin. Evet, incinmemek için incitmemek gerekir. Her insan ağzından çıkan söze dikkat etmelidir. “Boğaz dediğin otuz iki kerttir. Kerte kerte konuşmak gerektir.” demiş atalarımız. Onun için insan her aklına geleni konuşmamalı, kimsenin gönlünde gönül yarası açmamalı, söylenen söz gönül almalı, güzel olmalı, tatlı olmalı, kötü sözden devamlı kaçınmalıdır. Esasen kötü söz ve geçmez akçe sahibinindir. Bu bağlamda, iyiliğin de, kötülüğün de karşılığı insana ölmeden erişir. Dil ile gönlü yaralanan kişinin gönlüne ne kadar sıkıntı gelirse, yaralayanın da gönlüne de aynı sıkıntı fazlasıyla gelir. Dil ile düğümlenen diş ile sökülmez. Bu bağlamda Pir Sultan Abdal’ın aşağıdaki kıtaları tercümandır. Dinle sana bir nasihat edeyim, Hatırdan, gönülden geçici olma. Yiğidin başına bir hal gelirse, Bunu yad ellere açıcı olma. * * * * * Mecliste arif ol kelamı dinle, El iki söylerse sende bir söyle. Elinden geldikçe iyilik eyle, Hatıra dokunup yıkıcı olma. Evet, söz vardır gönül incitir. Söz vardır ki yaralı gönüllere merhem olur. Söz vardır başı kestirir, söz vardır savaşı keser. Söz kullanışa göre altın olur, gümüş olur, belki de kömür olur. Doğruluk okta, eğrilik kılıçta hoş olur. Bunun gibi yerinde söylenen söz de güzel olur, hoş olur, insanın değerine değer katar, insanı insan eder. Nitekim Yüce Allah (c.c) “Mümin kullarıma söyle, kâfirlere en güzel söz ne ise onu söylesinler. Çünkü şeytan aralarına fesat sokar. Zira şeytan insanın apaçık düşmanıdır.” buyurmaktadır. Onun için insan hatır ve gönle dokunmadan konuşmalı, sözleri ile kimseyi kırmamaya dikkat et- melidir. Ve insan öyle konuşmalıdır ki sözü geri dönünce kendisine zarar vermesin. Müminin lisanı kalbinin ve aklının ötesindedir. Bir şey söyleyeceği zaman önce düşünür, sonra konuşur. Açık sözlüdür. Açık sözlülük anlayışı, anlayışta nezaketi getirir. Münafığın kalbi ve aklı dilinin ötesindedir. Düşünmeden konuşur. Doğruyu azarlar, yanlışı över, hizmeti inkâr eder. Değerli bir şey ortaya çıkarsa ona adi bir şekilde muhalefet eder. Ancak bilmez ki iyilik baskı altında tutulamaz. Bilemez ki vahiyden olmayan söz heva ve hevestendir. İnsanda izzet-i nefis, saygınlık, merhamet, doğruluk, vefa, hayâ, şeriata bağlılık, mürüvvet, fazilet hissi yoksa. Onun susması konuşmasından, uzaklığı yakınlığından, ölümü hayatta olmasında daha hayırlıdır. Bu tür insanlarla konuşmak ve ya birliktelik mürüvvetsizliktir, sıkıntıdır. İnsan için ar ve kusurdur. İnsan Allah’a isyan edenlere kızarak, kendisini Allah’a sevdirmeli, onlardan uzaklaşarak, onların meclislerini terk ederek Allah’a yaklaşmalıdır. Esasen cahilin sohbeti tufandır. Tufan da felakettir. Nitekim ayet-i kerimede Yüce Allah “O, kitapta size indirmiştir ki, Allah’ın ayetlerinin inkâr edildiğini yahut onlarla alay edildiğini duyduğunuz zaman, onlar bundan başka bir söze dalıncaya kadar kâfirlerle beraber oturmayın; yoksa sizde onlar gibi olursunuz. Elbette Allah, münafıkları ve kâfirleri cehennemde bir araya getirecektir.” buyurmaktadır. Mümine yakışan hadis-i şerif mucibince: “Bir kötülük gördüğünde onu eliyle ve ya diliyle düzeltmek ve ya kalbiyle buğuz etmektir.” Böylece Allah’ın rızasını kazanmaktır. Ne halim ne de sefih ve ya ahmak kimselerle tartışma. Çünkü halim olan ezilir, sonuçta kalben buğzeder. Ahmak ve adi kimseler ise dilleri ile insana eziyet ederler. Tecessüs dinimizce haramdır. Onun için başkalarının mahremiyetini araştırma. Bu konuda hiçbir kimseyle malumat paylaşımı hatasına düşme veya soru sorma veya söz söyleme. Hz Ömer efendimiz “Üzerine elzem olmayan şey hakkında araştırma yapma ve konuşma. Dostundan da sakın. Ancak emin olduğun kişi ile birlikteliğin ol- “Söz bilirsen söz söyle, dinleyenler hisse alsın, Söz bilmezsen sukut eyle, seni görenler adam sansın.” 50 B Nisan B Sakın delilerle tek bir kelime ile dahi olsa konuşma. Hele meczuplara hiç yaklaşma. Çünkü onlar atarlar lakin tutamazlar. Sonuçta zarar edenlerden olursun. Korkarak da konuşma. Çünkü korku düşünceye karışıklık, fikirlere düzensizlik ve ifade bozukluğu getirir. Sözünü yürütmek isteyenler, kendi fikirlerini kabul ettirme belasına düşenler, kendi küçük dünyasında debelenen tepinip duran, ufku dar olan bağnazlardır. sun. Emin olunan da Allah’tan korkan kimsedir. Facir ile konuşma. Çünkü kötülüğünden sana da sirayet eder. Sakın ona sırrını verme. İşlerin konusunda Allah’tan korkanlarla istişare et.” buyurmaktadır. Evet, insan üzerine elzem olmayan ve ya faydasız şeyler hakkında konuşmamalıdır. Zira zararından emin olamaz. Hatta yeri gelmedikçe faydalı olanı da konuşmamalıdır. İnsan zanla da konuşmamalıdır. Çünkü kötü zan, gam ve kederi olamayanı hasta eder. Peygamber Efendimiz (s.a.v) “Zanda bulunmaktan sakının. Çünkü zan sözlerin en yalanıdır.” buyurmaktadır. Her işte olduğu gibi konuşmak için de insan kendisinden üstün olanı, arif olanı, alim olanı aramalıdır. “Âlim ile şöyleş kelamı, arif olan ar eylemez, Cahile yüz bin kelam söylesen kar eylemez.” Demiş büyüklerimiz. Onun için her şeye itiraz eden muhalif, cahil insanlarla bir kelime dahi konuşmamak gerekir. Esasen cahillerle konuşan alimler bile cahilleşir. Cahillerin ariflere, bilmeyenlerin bilenlere, düşünemeyenlerin düşünenlere düşmanlıkları bir gerçektir. Çünkü arifin hikmeti din ilminin içindedir. Cahilin aklı ise dünyanın kabuğudur. Dünya dine muhalif ve düşman olduğu gibi dünya ehli olan cahillerde arif olan ilim sahiplerine düşmandır. Bu husus La Edri’nin: “Arif ile söyleşmek lalı mercan incidir. Cahil olan her an bin can incitir.” Mısralarıyla veciz bir anlatım kazanır. Onun için İslam gömleği yırtık, iman elbisesi kirli, kalbi cahil, içi kederle dolu, gönlü İslam’a kapalı, iç alemi harap, dışı mamur, arzuladığı yalnızca dünya olan bedbahtlarla, sefihlerle sohbetten kaçınmak aklın ve imanın gereğidir. Nisan B Bu ceberutlar kendi iradeleriyle kendi nefislerini kontrol edememe acziyeti içinde olmalarına rağmen başkalarının nefislerini kontrol etmeye çalışırlar, toplum mühendisliğine soyunurlar. Bu kişiler kendisi gibi düşünmeyenlere zulmetmedikçe kendilerini cenderede hisseden zalimlerdir. Yakın tarihimiz bu zalimlerin zulümleriyle kirlenmiştir. Bu zalimleri tarih ve toplum lanetle anmaktadır ve lanetle anmaya devam edecektir. Kaldı ki topluma dayatılan düşünceler hak olsa bile bu düşüncelerin tesirini yaratacak olan ancak Allah’tır. İnsan için görev hakkı söylemektir, hidayet Allah’tandır. Bir sözü bir kere söylemekle yetin. Zira bir insana bir sözü bir kere söylemekle o insan ders aldı ise ne güzel. Değilse, yüz kere söylesen kar eylemez. Şairin dediği gibi: Kabiliyet dad-ı Haktır, her kula olmaz nasip, Sed hazeran terbiye et, bed asıl olmaz asıl. Esasen Kur’an ifadesi ile “Söz dinlemeyen, nasihat kar etmeyen zalimdir” İnsanlardan faydalanmak amacıyla dilini asla oynatma, insanları aldatma, hele hele dinini dünya ile değiştirmeye kalkışma ki hem dinini, hem dünyanı kaybetmeyesin. Nitekim Resulü Ekrem (sav): “Ahmak odur ki dinini verir, dünyasını da üste verir” buyurmaktadır. Bu hususta Mevlana Hz. “Avamı kandırmak domuz avlamak gibidir, zahmetli ve tehlikeli olması yanında eti de haramdır” buyurmaktadır. Yine Resulü Ekrem(sav) “Aldatan bizden değildir” buyurmaktadır. O halde konuşma kandırmaca mahiyetinde olmamalıdır. Çok konuşmaktan da kaçınmak gerekir. Zira insanları iki haslet mahveder; bunlardan birisi fazla mal toplamak, diğeri ise fazla konuşmaktır. Çok sözde hayır yoktur, hata çoktur, zaman israfıdır. Kullanılan fazla kelimeler mana eksikliğine ve kavram karışıklığına sebep olur. Ayıpları açar, dostluğu bozar, düşman kalbini harekete geçirir. Onun için özlü konuşmak aklın gereğidir. 51 B Her ne kadar Dost acı söyler denirse de sen tatlı söylemeyi tercih et. Sözlerin dostlarına gül gibi olsun, çünkü acı söz dostlarını senden uzaklaştırır. Geç otur deme, buyur otur de. Birinci hitapta sertlik, ikinci hitapta yumuşaklık, güzellik, nezaket vardır. Buna rağmen her iki hitap da eş anlamlıdır. Konuşmada uzlaşı sağlamak, ortak anlayışla, inanç birlikteliğiyle mümkündür. Zira aynı dili konuşanlar değil, aynı inancı paylaşanlar anlaşırlar. Kulaktan dolma bilgilerle söze karışan, bende biliyorum iddiasıyla konuşan kişinin durumu; bir yumurta yumurtlayıp, gagkıltısıyla ortalığı velveleye veren tavuğa benzer. Sonuçta mahcubiyet kaçınılmaz olur. İnsana yaraşan tam bilmediği konuda söze karışmamaktır. Her soruya cevap vermekten kaçın. Sorulan bir soruyu cevaplandırırken de sadece soruya cevap olabilecek kadar konuş. Sözü uzatmak konudan uzaklaşmaktır. İyi söz kısa ve anlamlı olan sözdür. Soru sorana ters cevap verme, hiç kimseye çirkin söz söyleme ki acı cevap işitmeyesin. Herkese aklına göre konuş, konuşman yumuşak olsun, dilini güzel sözlere alıştır, daima hayır söyle, iyi söyle ki tatlı cevap alasın. Aklın ermediği hikmeti konuşma ki yalancı olmayasın. Her söylenene karşı çıkan, dalkavukluk edenle sohbet etme, dilini sana layık olmayan şeylerden koru, sana iyi davranmayanları terk et, kendine uygun bir arkadaş seç, malayani ve yersiz konuşmalardan kaçın; Çünkü bu tür konuşmalar kalpte darlık ve üzüntü, bedende bitkinlik, rızıkta eksiklik sebebidir. Söz keramettir; Konuştuğun zaman şiddetten kaçınarak, nezaket ve yumuşaklıkla, sağlam ve destekli ifadeler kullanarak, ucubetmeden, kibirlenmeden, masivayı (Allah’tan başka her şeyi) terk etmiş olarak, muhatabın anlamasını sağlayarak yani onun aklına hitap ederek onu bidat ve hurafelerden uzaklaştırmak onu kitap ve sünnete sarılmaya teşvik etmek için, güzel sözlerle, özlü ve kısa olarak yapılan nasihat şeklinde olursa. Nitekim vaiz, Halife Me’mu’na karşı haddini aşan sözlerle nasihate kalkışınca; Halife Me’mun ona “Allah senden çok daha hayırlı olanı(Hz. Musa as), benden çok daha şerli olana(Firavun) gönderdi de yine ona yumuşak sözlerle hitap etmesini emretti” diyerek ikazda bulunmuştur. Onun için insanlara karşı sözlerde ve davranışlarda yumuşaklık, sevgi, merhamet, şefkat, tevazu, hoşgörü gibi ahlaki vasıfları ihtiyar edinmek gerekir. Konuyla alakalı olarak ayet-i kerimelerde yüce Allah(cc) “Allah’tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın! Şayet kaba ve katı yürekli olsaydın, şüphesiz etrafından dağılıp giderlerdi ( Al-i İmran /59)” “Rabbinin yo- 52 B lunda hikmetle ve güzel öğütle çağır (Nahl/25)” buyurmaktadır. Sana gelen herkese kıymetli bilgiler ver. Onlara yol göster, onların kusurlarını görme, herkesi kendi merkezinden değerlendir, herkese kendi meşrebine uygun davran, sözlerin hoş olması yerinde söylenmesine bağlıdır, kedinin ve köpeğin anladığı dilin farklı olduğunu unutma. Dilini dinine hizmet için kullan, unutma sen yeryüzünde Allah’ın halifelikle görevlendirdiği tek varlıksın, bu görevi yerine getirirsen o zaman her güç sana boyun eğer. Bilgi ve inanç birbirini tamamlamak içindir. Bu ilkeden yola çıkılırsa her zaman doğruya ulaşılır. En önemli bilgi insanın kendisini bilmesidir, aksi halde ilerlemek mümkün olmaz, nitekim bu husus Yunus Emre’nin “İlim ilim bilmektir, ilim kendini bilmektir” mısralarında yankılanır. Ve kendini bilen Rabbini bilir. Konuşurken düzgün, nazik, yumuşak bir üslupla kalbi ve hasbi bir şekilde konuşursan dinleyenler kalben etkilenir. İnsanı şerefli kılan, sadakatle inancına bağlı olarak konuştukları ve konuştuklarına uygun davranışlarıdır. Fikri hayatı olmayan bir insanın bu şerefe nail olabilmesi mümkün değildir. Onun için fikir hayatla dolup taşmalı ve hayat fikirle aydınlanmalıdır. Fikrin iki önemli özelliği vardır; 1- Fikir namütenahi(sonsuz) olmalıdır, bunun için maddeden manaya doğru düşünmek gerekir. Bu özellik “Onlar dağlara bakar da Rabbimiz bunları boşa yaratmadı derler” gibi insanı düşünceye yönelten ayetlerle sabittir. 2- Fikir hür olmalıdır, hür kalabilmek için de hürriyete saygılı ve hizmet eder olmalıdır. Hürriyet mümine Kur’an ile verilmiş olan bir haktır, mümini bu haktan kendi beceriksizliği dışında hiçbir kuvvet mahrum edemez. Hürriyet muhteşem bir süstür. An- Nisan B cak bazı kimselere yakışmaz, bu süse malik olanlar kartallar gibi yükseklerden uçarlar, bu süsten mahrum olanlar fareler gibi kaçacak delik ararlar. Hür olmak demek sorumlu olmak demektir. Allah’a karşı, nefsimize karşı, topluma karşı, tabiata karşı, tarihe karşı vazife ve sorumluluklarla yüklü olmaktır! Yoksa merhum Nurettin Topçu’nun dediği gibi; “Fransa ihtilali sonrasında Yahudi cemaati tarafından ihdas edilen demokrasi ve hürriyet şeklinde dile getirilen ve kuvvetini serbestçe kullanma yetkisi” olarak tanımlanan “hürriyet” değildir. Çünkü kuvvetin, insanda bağlandığı şeyler çeşitlidir. Bedenin kuvveti, paranın kuvveti, kalem kuvveti, hakkın kuvveti, ruh, ahlak, din kuvveti vs. Hürriyet bunlardan hangisinin hâkimiyetini sağlayan serbestliktir? Yahudi dünyasının planladığı demokrasi, insanda bedeni hazlara ve menfaatlere hizmet eden kuvvetleri baskın hale getirmiştir. Sonuçta, basın hürriyeti altında görsel ve yazılı medya habis kazanç amelleri uğruna insanlığı hayvanlaştırma yolunda yarışır oldular. Her kötülüğün anası olan alkol her yerde ve her yaşta tüketilir hale geldi. Buna da içki serbestliği dendi. İlim mabedi olan mektepler öğretmenler için çilehane, gençler için isyan ve fesat yuvasına dönüştü. Buna da öğrenci hürriyeti dendi. Zevkleri besteleyen ve iradeleri uyuşturan terennümleriyle şarkıcı sanatkâr, mevlitçi hoca, duygusuz ve ruhsuz haykırışlarıyla halkı soyar oldular. Buna da sanat ve din hürriyeti dediler. İçi leş gibi kokuşmuş, çürümüş, cinsiyetinden başka bir varlığı kalmamış şarkıcı kızların sahne almasına eğlence hürriyeti dediler. Yarı çıplak bir vaziyette salonlarda başka erkeklerle dans eden karısını dostlarıyla viski içerken seyreden aile babasına medeni insan dediler. Bale yapan genç kızları oturduğu koltuğunda seyrederken cuşe gelip, işte çağdaş ülke budur! Diye haykıran devletin başının bu haykırışına tezahürat hürriyeti dediler. Hulasa bedenin zalim hazları ile çılgınlaşan şehvet ve gazabın kölesi olan şerli mütegallibeler kendi hürriyetleriyle, akıl, iman, şeref, namus, hak ve vicdan adıyla insanlığımızın sahip olduğu bütün değerlere saldırır oldular. Sonuçta bu yüksek değerleri tutsak ettiler. Gerçek hürriyetin tesisi için onların ellerinde esir tutulan bu yüksek değerlerin esaretten kurtarılıp, egemen kılınması şarttır. Bunun için insanımıza yaraşan, bedenin sefih hazları ve menfaatleri peşinde koşmak yerine ruh dünyamızı ihya etmek ve bu yüksek değerleri fert ve toplum hayatımızda egemen kılmaktır. Çünkü gerçek hürriyetin olmadığı yerde, akıl ve vicdan, yani ilim ve ilmi Nisan B hürriyet, hür ahlak ve ahlaki hürriyet, hür adalet ve adil hürriyet yoktur. Hürriyetin olmadığı yerde esaret vardır. Esareti cehalet doğurur. Onun için cehaletin iktidarı korkunç bir felakettir. Din istismarcıların dini satan ellerinde esir olmaktan kurtarılmalıdır. Gerçi dili ile dinini satan bu din baronlarının bir gün içi dışa vurur, o zaman itibarları kalmaz, başları eğik, kendileri rezil olur. Hak indinde izzetlerini, halk nezdinde saygınlıklarını ve şereflerini kaybederler. Oysaki servetini kaybeden az şey kaybetmiş olur. Çünkü kaybedilen servet yeniden kazanılabilir. Ancak şerefini kaybeden çok şey kaybetmiş olur. Çünkü kaybedilen şeref yeniden kazanılamaz. Dilini kin ve nefreti çağrıştıran sözlerden koru. Çünkü nasihat dinleyen ve uzağı gören insanlar hiçbir kalbe kin ve nefret tohumu ekmezler. İki düşman arasında öyle konuş ki barıştıkları zaman konuştuklarından utanmayasın. Konuştuğun zaman sesini fazla yükselterek konuşma, muhatabın işiteceği bir tonla konuş. Bu hususta Allah(cc) “Yürüyüşünde tabii ol, sesini alçalt. Unutma ki seslerin en çirkini( avaz avaz bağıran) merkeplerin sesidir (Lokman/19)” buyurmaktadır. Dilini doğru söylemeye alıştır. Çünkü insan dilini doğru söylemeye alıştırmadıkça dininde istikamet bulamaz. Allah’a inanan doğru sözlü olur. Doğru sözlü olmak insanı selamete götürür. Doğruluk emanettir. Bu emaneti koruyanlar emin kişilerdir. Yani müminlerdir. İnsanların itibarı, kendilerini doğru ile korkutana değil yalanla avutanadır. Bu sebeple doğrular için yalnızlık mukadderdir. Ancak doğruların evi dıştan dar olsa da içten geniştir. “Doğruluk Allah’ın kılıcıdır”. Konuyla alakalı olarak Ömer Hayam’ın şu rubaisi calibi dikkattir; Karanlık aydınlıktan, yalan doğrudan kaçar, Güneş yalnız da olsa etrafa ışık saçar Üzülme doğruların kaderidir yalnızlık, Kargalar sürü ile kartallar yalnız uçar. Ancak kargalar uçar çöplüğe konar, kartallar ise yalçın kayaların tepesine yuva yapar. Mümin, kendi aleyhine de olsa mutlaka doğru söylemelidir. Nitekim Resulü Ekrem (sav) efendimiz 53 B bir hadisi şerif de ; “Doğru söz doğru yaşamaya, doğru yaşama insanı cennete götürür, insan bu hal üzere yaşarsa Sıddıklardan yazılır” buyurmaktadır. Mümin Kur’an ifadesi ile emrolunduğu gibi dosdoğru olmalıdır. Çünkü doğruluk emin kişiliktir. İnsan bu fazilet derecesine ancak Allah’ın yardımı sonucunda ulaşabilir. Bu bağlamda Rabbimiz günde kırk defa Fatiha suresinde “Bizleri doğru yola hidayet et” cümlesiyle dua ettirmektedir. Esasen doğruluk imanı bir meseledir. Peygamber efendimiz(sav) konu ile alakalı olarak “Kişinin imanı müstakim olmaz, kalbi müstakim (doğru) olmadıkça, kalbi doğru olmaz, dili doğru olmadıkça” buyurmaktadır. Başkalarının yanlışlıklarını anlatarak itibar kazanacağını umanların, böylece kendilerini aklayacaklarını sananların sözleri doğru olsa bile özleri doğru değildir. Bu hususta Yunus Emre’nin şu mısraları dikkate değerdir “Cümleler doğrudur sen doğru isen, Doğruluk bulunmaz sen eğri isen.” Onun için kişi başkalarının kusurlarını araştırıp ifşa etmek suretiyle itibar kazanmayı ummasın. Çünkü insanın kusuru ne kadar fazla ise başkalarında o kadar kusur arar. Hayatta önem arz eden hususlardan birisi de sohbettir. İnsanın Allah (cc) ile sohbeti, Allah’ı zikirdir. Allah’ı zikir sözlerin en şereflisidir. Zikrin en faziletlisi ise kelime-i tevhittir (La ilahe illallah). İnsanın peygamber efendimiz (sav) ile sohbeti, onun sünnetidir, ona salavat getirmesidir. Esasen salavat getirmek müminlere kuran ile emredilmiş bir mükellefiyettir. Nitekim Ayet-i Kerimede Yüce Allah (cc); “Şüphesiz ki Allah ve melekleri peygamberlere salat getirirler. Ey iman edenler, sizde onun için salat ve selam getirin” buyurmaktadır. Bir salavat getirmenin on sevabı vardır. Cuma günü getirilen salavat-ı Şerife’den efendimizin ruhaniyeti bizatihi haberdar olur. Diğer zamanlarda getirilen salavatlar Cebrail (as) vasıtası ile Peygamber efendimiz (sav) iletilir. Salat ve selam, Allah’ın rahmetine, Peygamber efendimiz (sav)’in şefaatine ve duaların kabulüne vesiledir. İnsanın nefsi ile sohbeti, nefse muhalefettir. Nefis insanı inkâra, günah işlemeye, hakka karşı çıkmaya, münakaşa etmeye teşvik eder. Nefis isteklerinde ısrarcıdır. İnsan nefsin istediği bu batıllara muhalefet ederek felah bulur. İnsanın şeytan ile sohbeti, ona düşman olmaktır. Nitekim Rabbimiz “Şeytana tapmayın çünkü o 54 B sizin apaçık düşmanınızdır” buyurmaktadır. Şeytan insana kötülükleri ve günahı süslü gösterir. Renkten renge, kılıktan kılığa girer, insana günah işletmek için her yolu dener. İnsan günaha dalıp tövbeyi de unutunca, ben Rabbimden korkarım diyerek ondan uzaklaşır. Hep müminlere tasallut eder. Muhlis olanlara gücü yetmez, onları isyana, günaha sürükleyemez. Mümin olmayanlarla bir uğraşı olmaz. İnsanın kendisinin fevkinde olanlarla sohbeti, onların nasihatlerini dinlemektir. Bu konuda Süfyan-i Sevr’i; Üç şey insanın gönlünü açar, üzüntü ve kederi giderir, bu üç şey: a- Sözlerin en güzeli zikrullah b- Hikmet erbabının sohbeti c-Allah(cc) dostu ile birlikteliktir. İnsanın akranları ile sohbeti, fikir alışverişi ve karşılıklı sohbet ve nasihattir. Meşvere eden pişman olmaz. İnsanın kendisinden küçüklere sohbeti, onlara nasihattir. Nitekim Peygamberimiz(sav) “Din nasihattir, samimiyettir” buyurmaktadır. Her insanın hayatı kendisi için bir tahsil sürecidir. Ancak tahsil terbiye ile güzeldir. Bu süreçte insan, bilgi, beceri ve tecrübe kazanır. Bilgiyi şerefli kılan olgu edeptir. Onun için edep ilimden önce gelir. La Edri bu hususu mısralarına şöyle yansıtır; Ehli irfan arasında aradım, kıldım talep, her hüner makbul imiş illa edep illa edep. Atalarımız “Edep Ya Hu” demiş. Esasen insan öğrendiklerini hazmedebiliyorsa, öğrendiklerinden faydalanabiliyorsa, beraberinde edebide öğrenir. Nitekim Ebu Hanife(r.a) “İlim ezberlenen şeyler değil, kendisinden faydalanılan şeylerdir” buyurmaktadır. İlim insana acziyetini bildiriyorsa, kendini bildiriyorsa faydalıdır, değilse hamallıktır, yorgunluktur. Nitekim eskiden incilin levhaları merkep sırtında taşınırmış. Bu taşıma işinde merkebin hissettiği şey sırtında taşıdığı ağırlık, dolayısıyla yorgunluktan başkası değildir. Bunun gibi edebi olmayan bilgi hamalları da nakilcidir, derinlikleri yoktur, kazançları yorgunluklarıdır. Bunlar muteber kişilikten yoksun şahsiyetlerdir. İlmin haysiyetine uygun davranamazlar. Konuşmanın, söz söylemenin adabı olduğu gibi afatları da vardır. Mümine yaraşan konuşmanın adabını bilip riayet etmektir. Afatlarını öğrenip dilini korumaktır. Şimdi dilin afatları ve bu afatların zararları nerlerdir? Açıklamaya çalışalım. (Devam edecek) Nisan Hayatın İslam’a Göre Tayin Edilmesi Bağlamında Ehl-i Sünnet Tasavvurunun Yeniden İnşası Dr. İhsan ŞENOCAK İ aşdiye b .” … e ör .” net’e g n ü göre… S i a ’ l m h a E l “ İs le ayifade “ y r e i r b a b n i laya bir layan ş a bu şeb a e r d i n Z i r. şekl ektedi m t e Kur’an z r m a ü t k e hü niy e an her y a l Sahab ş , a n b e e d et e k i ld en neş t ’ kânı t e m i n a n ü m S lan ve n uygu r. a d n ı f arzıdı n tar a ü n k bir rü bulan Nisan B slam coğrafyası yaklaşık iki asırdır akidede, ilimde, fikirde sürekli yeni sorunlar üreten bir kriz ikliminde kalmaya mecbur edilmiştir. Siyasi, ictimaî ve iktisadi buhranlara da kaynaklık eden bu iklim, İslam ümmetini metin ve şerh kitaplarını tarihî vesikalar niyetine okuyup tercüme eden gelenekçilerle, Batı’nın buyurgan aklının etkisinde kadimi reddeden modernistler arasında çare aramaya mahkûm etmiştir. İki zıt kutbun, “reddiye” zarfında yürüttükleri “karşılıklı itham savaşları” krizi her geçen gün daha da derinleştirmektedir. İslam ümmeti, tarihi süreç içerisinde günümüzdekine benzer krizler yaşamış fakat bunlar ulemanın ilmî birikimimizi ve tarihi tecrübemizi dikkate alarak yaptığı inşa faaliyetleriyle kısa zamanda aşılmıştır. Farklı medeniyetlerle “tedahül” neticesinde ortaya çıkan zihniyet kirliliğini, vahiy ortamında önce izale sonra ise asla uygun bir surette imar etmek olarak cereyan eden inşa, kriz dönemlerinde Ebû Hanife, İmam Gazzalî, İmam Rabbanî, Halid Bağdadî (rahimehumullah) gibi büyük ruhlu âlim- 55 B lerin delaletiyle “ne, niçin, nasıl anlaşılırsa muradı ilahiye muvafık olur?” sorularına cevap üretmiştir. Tabiûn kuşağından günümüze kadar farklı dönemlerde ve coğrafyalarda yaşayan münşî âlimlerin ortak özelliği krizi, vahiy ortamında kalarak yönetip-çözmeleridir. Bu durumun kavramsal ve kurumsal karşılığı olan “Ehl-i Sünnet”, tarihin bu en derin krizini aşabilmenin de yegâne yoludur. Ehl-i Sünnet’in yeniden inşası üzerinde isti’mali fikirde bulunabilmek için önce onun ne olduğunu, Müslümanların neden kendilerini “Sünnî” ya da “Ehl-i Sünnet” kavramlarıyla tanımladıklarını, Ehl-i Sünnet’in hangi alanlarda temsil imkânı bulduğunu, sosyal bir olgunun ürünü mü, yoksa İslam’ın yekün ifadesi mi olduğunu anlamak gerekir.[1] Bazı çağdaş araştırmacılar, Ehl-i Sünnet’in siyasî ve ictimaî gelişmelerin ürünü olduğunu, “bu durumu” algılayacak donanımdan uzak olan ulemanın ise onu İslam’ın yekün ifadesi olarak görme yanılgısına düştüğünü savunmaktadır.[2] Oryantalizm ise, İslam coğrafyasındaki büyük çoğunluğun Ehl-i Sünnet aidiyetini, İslam öncesi Arapların kültürleriyle münasebeti çerçevesinde tanımlamış ve bu çerçevede Sünneti, kendi varlık alanından koparıp -Kur’an-ı Kerim’in hakikati anlayamamanın gerekçesi olarak zikrettiği- atalar geleneğiyle ilişkilendirmiştir. Nitekim Montgomery Watt, göçebe Arapların hayatta karşılaştıkları zorlukları atalarının izinden giderek aşma anlamında kullandıkları “sünnet” kelimesinin, İslam toplumunda Hz. Peygamber’in Sünnetini takip etme şeklinde tezahür ettiğini söylemiştir.[3] Bu kurgu bazı müslümanları da etkilemiş ve İslamî nasslarda karşılığı “istikamet” olarak yer alan “Sünnete ittiba” tam aksi bir içerikte yorumlanmıştır. Bu noktada muasır bir araştırmacı şunları söylemektedir: “Arapların yaşantıları ve kültürlerinde önceden var olan, geçmişten gelenlere bağlılık anlamındaki sünnet telakkisi, dogmatik zihniyetin temsilcisi olan ulema tarafından Kitap, Sünnet, Sahabe ve Tabiûna ittiba şeklinde anlaşılmıştır.”[4] Ehl-i Sünnet’i dogmaların mecmuası olarak gören modernistler, son iki asırda yaşanan tüm krizlerin faturasını ona kesmiştir. Bu yüzden İslam Ümmetine önerdikleri gelecek tasavvurunun özünde Ehl-i Sünnet’ten kopuş vardır. Nitekim Hasan Hanefî’nin bu çerçevede kaleme aldığı eserlerin bir kısmının adı şu şekildedir: “mine’l-Akide ila’s-Sevra” (Akideden Devrime); “mine’n-Nassı ila’l-Vakı’” (Nastan Gerçeğe); mine’l-Fenâ ile’l-Bekâ (Yokoluştan Varoluşa); mine’n-Nakl-i ile’l-İbda’ (Nakilcilikten Yaratıcılığa). Buna göre, akideyi, nassı, yokoluşu ve nakilciliği Ehl-i Sünnet; devrimi, gerçeği, varoluşu ve yaratıcılığı modernizm temsil etmektedir. Merkez meselesini Ehl-i Sünnet’in teşkil edeceği bu makalede, önce mevzunun kavramsal tahlili yapılacak, ardından çağdaş bir müşkil olarak modernitenin mustagriblerin İslam algısına etkisi incelenecektir. Son alarak da akideden amelî boyuta kadar hayatın her şubesinde “Ehl-i Sünnet’in topyekün inşası nasıl olmalıdır?” sorusuna cevap aranacaktır. I. TARİHİ SÜREÇ Ehl-i Sünnet’in[5] kavram olarak ortaya çıkması ile alakalı esasta iki farklı görüş vardır. İslam ulemasının benimsediği birinci görüşe göre kavram, Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’e aittir. Ehl-i Sünnet’in sosyo-politik ortamın ürünü olduğunu iddia eden oryantalistlere ve onlarla fikir birlikteliği içerisinde olan müslüman araştırmacılara göre ise, “sunî” kelimesi ilk olarak hicri dördüncü asırda ya da daha sonraki bir zamanda kullanılmıştır.[6] Konu ile alakalı rivayet ve değerlendirmeler birinci görüşü teyit etmektedir. Zira Allah Resulü “Fırka-i Naciye (kurtulan fırka)”den bahsettiği bir hadisinde, kendisine yöneltilen soru üzerine kurtulanların, “cemaat”,[7] bir başkasında ise, “kendisi ve ashabının benimsediği yolda”[8] sebat gösterenler olduğunu ifade etmiştir.[9] Buna göre “kurtulan”, zarurat-ı diniyye kapsamında değerlendirilen esasları kabul ederek Sahabe ve sevâd-ı azamın yolu üzerinde olandır.[10] Sahabe de kavramı aynı çerçevede kullanmıştır. Nitekim İbn Abbas (radiyallahu anh); “Nice yüzlerin Ehl-i Sünnet’e göre diye başlayan ifadeler aslında “münzel dine göre…” şeklinde anlaşılmalıdır. Bu durumu yanıltıcı bir beyan olarak görmek[18] ya bir algı yanılması ya da şuur kaybıdır. 56 B Nisan B ağardığı, nice yüzlerin de karardığı kıyamet gününü düşün.”[11] mealinde ki ayeti tefsir ederken, yüzleri ağaranların, “Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat” olacağını belirtmiştir.[12] Tabiûnden el-Hasanu’l-Basrî (v. 110), Eyyüb es-Sehtiyanî (v. 131), etbau’t-tabiînden de Süfyân es-Sevrî (v. 161)[13] başta olmak üzere pek çok âlim Ehl-i Sünnet kavramını aynı anlam çerçevesinde kullanmıştır. Yukarıdaki ifadeler Ehl-i Sünnet’in Eş’arî ya da Maturidî tarafından kurulan bir mezheb olduğu yönündeki iddiaları da reddetmektedir. Müctehit İmamların da “münşi” olmadıkları sadece mevcudu tedvin ve beyan ettikleri gerçeğini ifade noktasında İbn Teymiyye şunları söylemektedir: “Ehl-i Sünnet, Ebû Hanife, Malik, Şafiî ve Ahmed b. Hanbel yaratılmadan çok önce var olan mezhebin adıdır.”[14] Dış unsurların etkisiyle Hz. Osman devrinden itibaren kendini gösteren “fitne”, kısa zamanda Haricilik, Şia ve Mutezile gibi isimlerle kurumsal bir hüviyet kazanınca[15] büyük kopuşun ardından geride, ümmet yapısı içerisinde kalan bütünü kayıtlarla ifade etme ihtiyacı ortaya çıktı. Sünnetin bid’atin, cemaatin de bölünmenin karşıtı olması, Ehl-i Sünnet’in İslam’ın rükünlerini koruyan, ana bünyesine dahil olmayan unsurları da dışarıda bırakan bir kavram olarak iştihar (şöhret bulması) etmesine zemin hazırladı. Yani Sünnet ve cemaat kavramları İslam’ın ne olduğunu beyan etmenin yanında, İslam içerisinde farklı temayüllerle temayüz eden Harici, Şiî, Rafizî ve Kaderî gibi siyasi ve akidevî kopuş ve oluşların da hangi hususlarda inhiraf içerisinde olduklarını tespit etti. İlerleyen yıllarda fitne ve bid’at, akidevî ve ictimâî anlamda bir karışıklığı ve karşıtlığı anlatırken; Sünnet Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) gibi inanıp yaşamayı, cemaat ise ayrılmadan bütün içeri- Nisan B sinde kalmayı ifade etti. Sünnet ve cemaatin; bid’at ve fitneyle tam bir zıddıyet içerisinde olması tarih boyu devam etti ve hâdise literatüre “Ehl-i Sünnet” ve “Ehl-i Bid’at” mezhepler olarak geçti. Modernist Müslümanlar tarafından, ötekileştirme olarak algılanıp eleştirilen bu tasnif, insanların hangi ölçüleri esas almaları durumunda müstakim olabileceklerini, nerede, niçin yer almaları gerektiğini belirlemelerine katkı sağladı. Yukarıdaki ifadelerin bir hulasası olarak Ehl-i Sünnet’i, Kur’an-ı Kerim ve Sünnet bütünlüğü içerisinde şekillenen, Sahabe tarafından da yaşanarak temessül eden “müesses İslam” olarak tarif etmek mümkündür. Nitekim müçtehit imamların kelam ve fıkıh meclislerindeki inşaî beyanlarından Ehl-i Sünnet’in İslam içinde bir bölünme olmadığı, bilakis hayatı Kur’an ve Sünnet’e göre tayin etmek olduğu anlaşılmaktadır. Bu durum, Ehl-i Sünnet’in vaz-ı cedide karşı devam-ı hal için yapılan keşf-i kadim olduğu yönündeki tezi desteklemektedir. Bu anlamda “Ehl-i Sünnet”, fırkalar mahşerine dönen İslam coğrafyasında hangi esaslar dahilinde Müslümanca var olunabileceğinin adresi olmuştur. Bu yüzden o, İslam içerisinde yeni bir oluşumun adı değil, İslam’a nisbet edilen inanış sistemleri içerisinde ya da “alternatif İslamlar” arasında Allah’ın indirdiği dinin kendisidir. Bu durumda Ehl-i Sünnet’i sosyo-politik şartların ürünü olarak göstermek mevcudu gerçeğe aykırı bir şekilde tanımlamak olur. Akideden Ameli Hayata Ehl-i Sünnet Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’in dini tebliğ ettiği ilk dönemdeki İslam algısı etrafında oluşturulan akidevî riskler, Ehl-i Sünnet kavramının iştihar döneminde de benzer yoğunlukta olmuştur. Müşrik kültür havzalarında üretilen ideolojilerin ihtiva ettiği tehlikeler müstakim âlimlerin Allah Resulü’nün ve Ashabının[16] sahih tevhit tasavvurunu esas alarak geliştirdikleri risk analizi yöntemleriyle tasfiye edilmiştir. Bu yüzden Ehl-i Sünnet kavramı ilk olarak akide alanında iştihar etmiş, zamanla Hanefîlik, Malikîlik, Şafiîlik, Hanbelîlik gibi amelî mezhepleri de içine alarak, “fırâk-ı dalle/sapık hareketler”e karşı “vahyedilen İslam”ın müesses hali olmuştur. Bu müesses hal neticesinde Kur’an’ı murad-ı ilahiye göre anlama faailiyeti tefsir, Sünnet’i muhafaza ve rivayet etmek hadis, 57 B tafsılî delillerden ameli şer’î hükümleri bulup çıkarmak fıkıh, imanın mahiyetine dair kabuller ve düşünceler de kelam başlıkları altında teşekkül etmiştir. Zamanla ilim merkezleri kurumsal kimlik kazandı ve İslami disiplinler kökleşti. Ulema halkla nass, devletle nass, harici siyasetle nass arasında nasstan hareketle çözüm ve çareler üretti. Ehl-i Sünnet ilmi disiplinlerle, fıkha, tefsire, kelama, fikre, sanata, mimariye, şiire ve nesire dönüşerek hayatın her şubesinde muşahhas bir hal aldı. Ehl-i Sünnet, belli bir zümrenin adı olmaktan ziyade İslam’ın yekun ifadesi olduğuna,[17] bunun da fıkıh, tefsir, kelam, hadis, edebiyat, mimari gibi temel İslami disiplinlerde ve ictimaî hayatta farklı temsil alanları oluşturduğuna göre akidede ya da tefsirde “Ehl-i Sünnet’e göre….” diye başlayan bir ifade “İslam’a göre….” şeklinde başlayan bir ibareyle ayniyet arz etmektedir. Zira bu şekilde başlayan her hüküm Kur’an ve Sünnet’ten neşet eden, Sahabe tarafından uygulanma imkânı bulan bir rüknün arzıdır. Ehl-i Sünnet’e göre diye başlayan ifadeler aslında “münzel dine göre…” şeklinde anlaşılmalıdır. Bu durumu yanıltıcı bir beyan olarak görmek[18] ya bir algı yanılması ya da şuur kaybıdır. Ehl-i Sünnet’in İttifak Noktaları Ehl-i Sünnet’e mensup müctehitlerin, asılda aynı olmakla beraber ictihadi hususlarda farklı mutalalara sahip olmalarını onun standart bir öğretisinin olmadığına gerekçe yapmak[19] ya iradî bir yönlendirmeden ya da âdem-i vukufiyetten kaynaklanmaktadır. Ehl-i Sünnet ulemasının Kur’an ve Sünnet çerçevesinde belirlediği esaslar, neyin “tekfir” mevzuu olacağı ya da olmayacağını beyan ederek ümmet arasındaki “temel ihtilaf alanlarını” ortadan kaldırmıştır. Abdulkâhir el-Bağdâdî, kimin “Sünnî” addedileceğini belirtme sadedinde bu esasları şu şekilde hulasa etmektedir: “Âlemin hadis olduğunu, onu yaratanın birliğini, kadim oluşunu, sıfatlarını, adaletini, hikmetini, hiçbir şeye benzemediğini kabul eden; Allah Resulü (sallalalhu aleyhi ve sellem)’in nübüvvetine, onun evrensel olduğuna, şeriatının ebediliğine, getirdiği her esasın hakikat olduğuna, Kur’an-ı Kerîm’in şer’î hükümlere kaynaklık ettiğine, Kabe’nin namaz için kıble olduğuna inanan ve bu inanca -kişiyi küfre sürükleyecek- bidat karıştırmayan mümine Sünnî denir.”[20] 58 B Ehl-i Sünnet - Sünnet İlişkisi Şia, Mutezile, Havaric gibi Ehl-i Sünnet dışı mezheblerin Sünnet’e tabi olma noktasında Ehl-i Sünnet’ten farklı olmadıklarını, dolayısıyla Sünnet’e bağlılık iddiasının Ehl-i Sünnet’le sınırlandırılmasının doğru olmadığını söylemek[21] pek çok yanıltıcı bilgiler ihtiva etmektedir. Zira söz konusu fırkalardan günümüzde en etkin olanı Şia, hadisleri Sahabe üzerinden reddetmiş pek çok Sahabeyi de tekfir ederek onların rivayetlerine itibar etmemiştir. Aynı durum Mutezile’yi teşkil eden isimler için de söz konusudur. Nitekim direkt olarak hadisleri reddedemeyen Mutezile en fazla hadis rivayet eden sahabeleri yalancılıkla itham etmiştir.[22] Ehl-i Sünnet’in Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’in Sünnetini takip eden büyük çoğunluk olduğu gerçeğini yanıltıcı bulan kimi araştırmacılar arasında bazı hadisçilerin de yer alması düşündürücüdür.[23] II. MODERN MÜŞKİL Ortaya çıkan ya da çıkacak olan sorunları Kur’an ve Sünnet’i esas alarak çözen, böylece de “sahih İslam”ın sürekliliğini temin eden Ehl-i Sünnet, ana bünyeyi muhafaza ederek sürekli bir var oluşu hedefler, hayatı, Kur’an ve Sünnet’e göre tayin eder. Bu yüzden İslam’ın ne olduğunu ya da ne olmadığını anlayabilmek için ulemanın İslam kelimesine düştüğü “Sünnet” ve “Cemaat” kayıtları her dönemde olduğu gibi günümüzde de hayati bir önemi haizdir. Ehl-i Sünnet, dış unsurları tasfiye etmeyi, inşanın hareket noktası olarak kabul eder. Bu yüzden onun önerdiği var oluşla modernitenin benimsediği sentez esasta birbirinden farklıdır. Birincisi İslam ümmetinin medeni birikimi ve tarihi tecrübesi içerisinde inşayı/var oluşu önerirken, ikincisi tedahülü tavsiye eder. Nisan B İnşa ve tedahül Hz. Ali (radiyallahu anh) döneminden itibaren devam eden iki esas ameliyedir. Dolayısıyla mevzunun vuzuha kavuşması için inşa gibi, “fırak-ı dalle”nin ameliyesi olan tedahülün de günümüzde neye karşılık geldiğini ve bu karşılığın nasıl oluştuğunu bilmek gerekir. mini mutlak doğru kabul ederek geliştirdiği mücadele tarzını ıslahat reçetesi olarak benimsemiştir. Sonuçta göremeyen, düşünemeyen, doğruları ancak Batı’nın değer yargıları üzerinden belirleyen, İslam adına sadece tartışılan ya da Batıların eleştiri için gündemde tuttuğu konuları bilen bir nesil oluşmuştur. Kökleri itibariyle Batı’ya ait olan ya da Batı’da İslam medeniyetine karşı güven krizi yaşayan kurgulanıp İslam coğrafyasına uyarlanan moder- bazı müslüman araştırmacılarda Batı’nın kıstaslarınizm, tedahülün muasır versiyonudur. Batı’ya ait bir nı esas alarak İslam’ı okuma iştiyakı oluşmuştur. Bu kurgunun İslam’a uyarlanması, mevcut krizleri çözüp çerçevede yakın tarihte, Batı düşüncesini eskinin tam inşaî ruhu uyandırma yerine ilmî ve fikri enkazlara aksi istikamette kurgulayan Descartes (1650), Spiyeni harabeler eklemiştir. Batı, kurgusunu İslam coğ- noza (1677), Kant (1804) ve Hegel (1831) gibi hür rafyasına uyarlarken İslam’ı iman, ahlak ve ibadet olduğunu zannettikleri isimler aramışlardır. Batı’nın esaslarından mürekkeb bir din olarak her yaptığını doğru kabul etmekten tanımlamış; Müslümanların siyasî, ikya da bir şeyin doğru olabilmesi için tisadî ve ictimaî hususlardaki eserleBatı ile ayniyet arz etmesi gerektiği Ehl-i Sünnet, akiinancından kaynaklanan bu arayış, rini ilgili alanların müzelerinde ya da deyle başlayan, tekütüphanelerinde sergilenecek tarihî müslüman modernisti meselenin fekkür ve amelle bir unsurlar olarak göstermiştir. esas problemini görmekten mahrum bırakmıştır. Bu yüzden modernist, bütüne dönüşen bir Batılılar, Mısır gibi İslam ülkeleMustafa Sabri Efendi, İmam Kevvar oluştur. Akidede, rinde uyguladıkları eğitim sistemi vaserî, Yusuf ed-Dicvî gibi âlimleri varfıkıhta, düşüncede, sıtasıyla -büyük çoğunluk tarafındanlık alanlarının tam aksi istikametinde sanatta, edebiyatta, İslam’ın sadece belli ibadet, zikir ve yani kriz üretme merkezinde görür ahlak nazariyelerinden ibaret bir din, ve onlardan istifade edemez. Onun siyasette, iktisatta,… Kur’an-ı Kerîm’in de teberrük için nazarında Keşmirî’nin söyledikleri hasılı cemiyetin her okunan bir kitap olarak algılanmalisans düzeyindeki bir oryantalistin şubesinde İslam’ın sını başarmışlardır. Nitekim modern ifadeleri kadar önem arz etmez. Bu dönem İslam tasavvurlarından dinin yüzden Arap olmayan ilahiyatçılar hayatı tayin etmesihukuk, siyaset, edebiyat, sanat gibi Batı dillerini öğrenebilmek için yodir. siyasi ve sinaî boyutları hazfedilmişğun gayret sarf etmektedirler.[24] tir. Böylece yegane iktisat, siyaset, Batı intelijansiyası, düşünceyi kieğitim nazariyelerinin mimarlarının Batılılar olduğu, bu yüzden müslüman alimlerin on- lisenin baskısından kurtarabilmek için farklı modeller ları taklit etmekten başka çareleri olmadığı hissi uyan- inşa etmek zorundaydı. Zira mevcut dini yapı, ıslah dırılmıştır. Okullarda İslam’ın ana mevzuları yerine kabul etmediğinden sorunları ancak onu reddederek -müsteşriklerin uydurduğu iftiralara dayalı- şüpheler azaltmış olacaktı. Fakat İslam sahih bir din olduğunesas konular olarak okutulmuştur. Dünyaya, mede- dan tarihi süreçte yaşanan krizler yeniden ona dönniyeti Romalıların, insan haklarını Fransız devrim- mek suretiyle aşılabilmiştir. Nitekim Ehl-i Sünnet’e cilerin, demokrasiyi de İngiliz halkının hediye ettiği, mensup büyük münşiler kriz ortamlarında, -yaşabuna mukabil, İslam’ın “kadını erkeğin yarısı gören, dıkları zamanı da dikkate alarak- Kur’an ve Sünnet’i ona yalnızca ev ortamında bir yaşam vaat eden, yeniden okumuşlardır. Bu yüzden hale çare arayan zekât ve öşürle insanların bir kısmının gelirini diğerle- Hegel eskiyi reddeder, Şeyhulislam Mustafa Sabri rine dağıtan, hırsızın elini kesen” bir sistem önerdiği, Efendi ise kadimi yeniden okur. Hadisenin bu boyubununla da günümüz dünya sistemleri içerisinde yer tundan mahrum bir araştırmacı, Hegel’in kayıtlı olalmasının imkânsız olduğu telkin edilmiştir. İslam Me- duğu düşünce kulübünde Şeyhulislam’ı bulamayınca deniyeti’ni kendi varlık ortamında öğrenme imkânı o ve emsalinin tefekkürünü inkâr eder. Bizdeki redd-i bulamayan modernist müslümanlar Batı’nın toplum- kadimin özünde bu nev’i bir aramadan kaynaklanan sal kölelik sistemini sürekli kılabilmek için, kendi siste- yanılgı vardır. Nisan B 59 B oryantalist propagandanın etkisiyle varlık alanı, ya sınırlandı ya da yokluğa mahkûm edildi. Ana başlıkta üç, alt başlıklarda ise pek çok fırkaya ayrılan modern dönemdeki parçalanma Hz. Ali (radiyallahu anh) sonrası başlayan kırılmayla benzerlik arz etmektedir. Bu durumda, vahiy ortamında kalarak akideden ameli alana kadar hayatı İslam’a göre yeniden tayin etme zorunluluğu hâsıl olmuştur. III. YENİDEN İNŞA Müstakim ilim adamları mutlak doğruların yalnız Kur’an’a ve Sünnet’e ait olduğuna inandıklarından entellektüel birikimlerini de onları anlamaya adamışlar ve neticede bağımsız düşünürler olmaktan ziyade vahiy ortamında vahye bağlı mütefekkirler olmayı tercih etmişlerdir. Bu tercihi imanlarının bir gereği olarak yapmışlardır. Bu yüzden onları esasta birbirinden farklı şeyler söyleyenler olarak düşünmek var oluşlarına aykırıdır. Batı düşüncesini İslam coğrafyası şartlarında tercüme edip yeniden üretme ödevini üstlenen modernistler bu ameliyeleriyle şunu da telkin etmektedirler: Her şeyin en doğrusu Batı’ya aittir. Dolayısıyla ona entegre olmak tercih edilecek tek yoldur. Modernistlerin telkini neticesinde mustagribler arasında üç ayrı algı oluşmuştur. Birinci algının sahipleri bütünüyle dini reddetmiştir. İkincisi İslam’ı, Batı’nın tayin ettiği anlama disiplini çerçevesinde iman, ibadet ve ahlaktan müteşekkil bir din olarak algılamış, aklı esas alarak dini yenilenmeyi savunmuştur. Dini devletten ya da devleti dinden ayırmıştır. Üçüncüsü ise İslam’ı bir bütün olarak kabul etmiş fakat Batı’nın tenkitine maruz kalan recm, el kesme cezası, başörtüsü gibi hususları farklı yöntemlerle reddetme yoluna gitmiştir. Ehl-i Sünnet, dış unsurların tedahülü ile yaşanan ayrışma karşısında hayatı İslam’a göre tayin etme ödevini modernite karşısında da yaptı. Fakat Bugün bütün İslam ülkelerinde, eğitim sistemleri, yönetim biçimleri, siyasi oluşumlar, iktisadi kurumlar, sanatsal aktiviteler, giyim tarzları, tüketim kriterleri esasta Batı’ya aittir. Ehl-i Sünnet, hayatın her şubesinde müessir olma refleksine ve kriz dönemlerinde yeniden İslam’a dönüşün tecrübesine sahip olması hasebiyle bugün yeniden okunmalıdır. Bunun ilk adımı “tevhid”in muhtevasını tahlil etmek olmalıdır. Ehl-i Sünnet varlığını iki rükün üzerine bina eder: “Lailahe illelah Muhammed Resulüllah.” Müslüman birinciyle bütün ilahları reddeder, ulûhiyeti, rububiyeti, iradeyi, hâkimiyeti sadece Allah Teâlâ’ya tahsis eder. Bu şekilde iman eden bir müminin hayatında vahiyden korunmuş bölgeler olmaz. O, akidede, amelde, ahlakta, siyasi duruşta, yaşayışta topyekun müslümandır ve İslam, hayatının her şubesinde müessirdir. Ehl-i Sünnet amelden mücerret bir iman nazariyesi değildir. Bu yüzden müslüman kimliğinin oluşması sürecinde akideyi ibadet ve fiilî var oluş takip eder. Yani o, ne tek başına akidevî bir nazireye ne de sadece ibadetler mecmuasıdır. Eğer bir mümin akidede ve ibadette müslümanca davranıyor, siyasi ve ictimaî hak ve sorumluluklarında ihtiyari olarak modern zihniyeti benimsiyorsa fiilî olarak İslam’ın varlığına dahil olmamış kabul edilir. Bu nev’î insanlar modern toplum içerisinde varlıklarını sürdüren nazariyât müslümanlarıdır. Hayatları gibi duygularını da modern toplumun iniş ve çıkışlarına göre belirlerler. Mesela faizi bir realite olarak gören ve bu doğrultuda ticari Bu tayin ediş ne ideoloji, ne yeni bir mezheb, ne de meşreptir. Sadece İslam’ı her zaman ve mekânda hayatı yönetebilecek şekilde yeniden okumaktır. Bu anlamda Ehl-i Sünnet, Keşmirî ve Kevserî’de ilim, Necip Fazıl’da fikir, Ali Haydar Efendi’de zühd, II. Abdulhamid’te siyaset, İmam Şamil’de cihad, Hasan el Benna’da aksiyon olarak tezahür eder. 60 B Nisan B işlemler yapan müslümanın sevincine ve hüznüne faizdeki iniş ve çıkışlar tesir eder. Dolayısıyla nazariyât müslümanı kapitalist ya da sosyalist sistemi savunacak, onun için sevinecek ve üzülecektir. Entelektüel birikimini, tecrübesini hep onun daha iyi olması için harcayacaktır. Böyle bir inanış, parçacı olduğu gibi İslam toplum yapısının oluşmasını da geciktirecektir. Allah Resulü’nün İslam’ın cahilliye kültürü ile sentezini reddetmesi gibi, Ehl-i Sünnet de modern zihniyetle tedahüle karşı çıkar. Ehl-i Sünnet vatanda, ırkta, renkte ve dilde birlikteliğe karşı, akide ve amelde vahdeti önerir. Her toplumu, farklı renk, ırk, dil ve kültürleri içerisinde Müslüman olarak yeniden var eder. Ona, adı ümmet olan yeni bir kimlik verir. Kesrette vahdeti gerçekleştirir. Ehl-i Sünnet, insanı, şehvet gibi hayvanlarla ortak olan hususiyeti yerine iman ve ahlak gibi sadece ona has olan özellikleriyle yüceltir. Ehl-i Sünnet amelden mücerret bir iman nazariyesi değildir. Bu yüzden müslüman kimliğinin oluşması sürecinde akideyi ibadet ve fiilî var oluş takip eder. Ehl-i Sünnet’in modern değerlerle iç içe olmayı reddetmesi, onların varlığını dikkate almaması şeklinde anlaşılmamalıdır. Bu gün bir medresede sanayi devrimi öncesi zamanlarda yazılan “muhalled” eserleri, dünyadaki değişimi görmeden okumak, Ehl-i Sünnet’in değil onu temsil makamında olduğunu zanneden insanların zafiyetidir.[25] Aslında bu durum dolaylı olarak modernizme hizmet etmektedir. Zira böyle bir din modern zamanda yaşayan bir insan için müesses bir nizam olmaktan ziyade tarihi değere sahip bir mefhum olarak algılanacaktır. İki asırdır pek çok yerde medreselerin ibare okuma ve tercüme etme merkezleri olarak faaliyet göstermesi aslında modernizmin planlayıcılarının da hedeflediği bir durumdur. İman, ibadet ve ahlak konularını ihtiva eden “ilmihal” literatürünün imamların da “başvuru kitabı” haline dönüştürülmesi bu planın bir parçasıdır. Bununla İslam’ın, kul ile Allah arasında bir alana hapsedildiği dolayısıyla siyasi, ictimaî ve iktisadî boyutlarının olmadığı ezberletilmektedir. Gerçekte ise Ehl-i Sünnet, fıkıh disipliniyle vahiy kıstasını esas alır ve fertten cemiyete, evden devlete bütün bir hayatın sorunlarını çözmeye talip olur. Bunu da her Nisan dönemde metin, şerh, haşiye, talik başlıkları altında eser telif eden fakihlerle pratik çözümlere dönüştürür. Müctehid sahabelerden günümüze kadar vahyi idrak edip hayata tatbik etme ameliyesi bu şekilde tahakkuk etmiştir. Leknevî, Keşmîrî, Kandehlevî, Mustafa Sabri Efendi, Kevserî (rahimehumullah) gibi ulu hocaların telakkileri de bu minvaldedir. Yani ders halkalarını ve telif edilecek eserleri, Nusûs-i İslâmiyyeyi ve mütûn-u mübârekeyi müesses kaideler çerçevesinde anlayacak ve bu güne aktaracak bir yapıda yeniden inşa etmek kaçınılmazdır. Bunun başarılmasıyla redd-i kadim ve gelenekçilik, târihî birer vâkıa haline dönüşecek ve Ehl-i Sünnet müessir olacaktır. B Sonuç olarak, Ehl-i Sünnet, akideyle başlayan, tefekkür ve amelle bir bütüne dönüşen bir var oluştur. Akidede, fıkıhta, düşüncede, sanatta, edebiyatta, siyasette, iktisatta,… hasılı cemiyetin her şubesinde İslam’ın hayatı tayin etmesidir. Bu tayin ediş ne ideoloji, ne yeni bir mezheb, ne de meşreptir. Sadece İslam’ı her zaman ve mekânda hayatı yönetebilecek şekilde yeniden okumaktır. Bu anlamda Ehl-i Sünnet, Keşmirî ve Kevserî’de ilim, Necip Fazıl’da fikir, Ali Haydar Efendi’de zühd, II. Abdulhamid’te siyaset, İmam Şamil’de cihad, Hasan el Benna’da aksiyon olarak tezahür eder. Dipnotlar [1]- Bu sorular farklı kültür havzalarında neş u nemâ bulan zihniyetler tarafından birbirine tam aksi içerikte anlaşılma riskine sahiptir., [2]- Mehmet Evkuran, Sünni Paradigmayı Anlamak, Ankara Okulu, Ankara, 2005, 99., [3]- W. Montgomery Watt, Modern Dünyada İslam Vahyi, ter. Mehmet S. Aydın, Hülbe Yay., Ankara, 1982, 56-57., [4]- Kısmi tasarruf yapılarak alınmıştır. Sönmez Kutlu, “İslam Düşüncesinde Tarihsel Din Söylemleri Olgusu”, İslâmiyât Dergisi, IV, Ankara, 2001, sy., 4, 27-28., [5]- Bk. Ebû İshak İbrahim b. Musa eş-Şatıbî, el-İ’tisâm, Beyrut, 1997. II, 509., [6]- W. Montgomery Watt ve Zeki Necib Mahmud’un değerlendirmeleri için bk. Watt, İslam Düşüncesinin Teşekkül Devri, 358; Dâru’n-Nedveti’l-Alimiyye, el-Mavsûatü’l-Müyessere fî’l-Edyân-i ve’l-Mezâhib, Riyad, 1424, II, 979., [7]- İbn Mâce, Fiten 17., [8]- Tirmzî, Îman 18., [9]- eş-Şatıbî, a.g.e., II, 458-538; Kevserî, a.g.m., 5-7., [10]- Muhammed Zahid Kevserî, “İftiraku’l-Ümme ala’l-Fırak”, (İsferâyinî’nin et-Tabsîr-u fi’dDin adlı kitabının mukaddimesi), Kahire, ty. 6., [11]- Âl-i İmran (3): 106., [12]- Abdullah Muhammed b. Ahmed Kurtubî, el-Camiu’ li-Ahkâmi’l-Kur’an, Beyrut, 2000, IV, 107., [13]- Celalüddin es-Suyûtî, Miftâhu’l-Cenne fî’l-İhticâci bi’s-Sünne, Mısır, ty., 46; Ebû’l-Ferec İbnu’l-Cevzî, Telbîs-u İblîs, İskenderiyye, ty., 9- 10., [14]- İbn Teymiyye, Minhâcu’s-Sünneti’n-Nebeviyye, Dâru’l-Hadis, Kahire, 2004, II, 266., [15]- Muhammed Abdurrahman el-Mubârekfurî, Tuhfetü’l-Ehvezî, Kahire, 2001, VII, 54; Kevserî, a.g.m., 4., [16]- Bakara (2): 137., [17]- Fazlurrahman 61 Düşük Benli Çocuklar M. Emin KARABACAK Anne baba olarak çocuklarımızın okulda ve toplumsal hayatta kendi işlerini kendisi yapan, sorumluluk almaktan korkmayan, kendilerine güvenen kimseler olmasını isteriz. İstemesine isteriz ancak çocukların büyük çoğunluğunda düşük benlik saygısı görülmektedir. Nedir Bu Düşük Benlik Saygısı? ışl yapm e z ü g çok “Bunu orum.” y i d e k bri zel sın, te çok gü u n u “B rik yerine ni” teb e S “ , lşsın ullanı yapmı k i s e d fa um.” i ediyor ır. malı d Düşük benlik saygısı; kendine güvenmemek, sorumluluk almaktan korkmak, yeteneklerinin altında başarı göstermek ve seviyesinin altında işler yapmak demektir. Çocukların düşük benlik saygısını geliştirmek için yapılabilecek çalışmaların başında onlara iyi bir model olmak gerekir. Bunun için çocuğa model olacak kişinin, çocukların yanında övülmesi ve örnek gösterilmesi gerekir. Ayrıca çocuğun yaptığı 62 B Nisan B olumlu davranışlar hemen görülmeli ve takdir edilmelidir. Örneğin düşük benlik saygısına sahip olan bir öğrenci, kendini ifade etmekte zorlanırken, benlik saygısı yüksek olan bir öğrenci olayın basitliğinden, olayı şöyle anlatabileceğini ifade eder. Olayı anlattıktan sonra da hafifçe geriye kasılarak; “Kendimi tebrik ederim çok güzel anlattım.” der. Bir işi yaptıktan sonra; “Aferin bana, kendimi tebrik ediyorum…” gibi cümleler, çocukta benlik saygısını yükseltmek için iyi bir model oluşturur. Çocukların yaş ve yeteneklerine uygun görevler vermek gerekir. Çünkü çocukların kendisi hakkındaki duygu ve düşünceleri, davranışlarıyla ilgili tutumlarından kaynaklanır. Okulda teşekkür alabilecek bir çocuktan takdir beklendiğinde ve çocuk takdir almadığında kendisini başarısız olarak algılayacaktır. Yine bu çocuktan teşekkür belgesi yerine; zayıf getirmemesi beklenip getirmezse çocuğa verilecek pekiştireç de uygun değildir. Ödül, çocuğun yeteneklerine uygun sorumlulukları yerine getirdiği zaman anlam kazanır. Çocukların yaptığı olumlu davranışlar, aileleri tarafından takdir edilmelidir. Büyükleri tarafından pekiştirilmeyen olumlu davranışlar, onların şevkini kıracağı için çocukta güven problemi oluşturacaktır. Çocuklara verilecek geri bildirimler de kişi zamirleri özellikle belirtilmelidir. “Bunu çok güzel yapmışsın, tebrik ediyorum.” yerine “Bunu çok güzel yapmışsın, “Seni” tebrik ediyorum.” ifadesi kullanılmalıdır. Çocuklar güzel bir iş başardıklarında; “Güzel bir iş başardığını düşünüyor musun?” sorusu yöneltilerek alınacak olumlu cevaba göre çocukların benlik saygısını yükseltmek amacıyla; “Ben de senin güzel bir iş yaptığını düşünüyor ve seni tebrik ediyorum. Kendinle övünebilirsin.” geri bildirimi verilmelidir. Bunların Dışında: 1. Aile içi konuşmalarda çocuklara söz hakkı verilmeli. 2. Çocukların olumsuz yönleri yerine olumlu yönleri görülerek, uygun geribildirimler verilmeli. 3.Çocukların yaşlarına ve yeteneklerine uygun beklenti içine girilmeli. 4.Çocukların yaş ve seviyelerine uygun sorumluluklar verilerek cesaretlendirilmeli. 5.Aile içinde çocuklarında vazgeçilmez ve değerli oldukları hissettirilmeli. 6.Çocukları olumsuz yargılamalardan kaçınmalı ve onlara uygunsuz cezalar verilmemeli. 7.Çocuklarda görülen olumsuzluklar gündemde tutmaktan ve onları başkalarıyla kıyaslamaktan kaçınmalı. 8.Çocukların sosyal ortamlara katılmaları ve buralarda görev almaları teşvik edilmeli. 9. Çocukların eve gelen misafirlerin içine girmeleri teşvik edilmeli ve onlara bu ortamlarda söz hakkı tanınmalı. 10.Çocukların olumsuz davranışlarına karşı aşırı tepki vermekten ve eleştirmekten kaçınmalı. Sonuç olarak çocukların öz güvenini geliştirmek için iyi bir model olmak, yeteneklerine uygun sorumluluk vermek ve olumlu pekiştireçler kullanmakla olacaktır. Çocukların yaş ve yeteneklerine uygun görevler vermek gerekir. Çünkü çocukların kendisi hakkındaki duygu ve düşünceleri, davranışlarıyla ilgili tutumlarından kaynaklanır. Nisan B 63 Hz. Hâlid b. Velîd (r.anh) Salih KAYA Hz. Peygamber (s.a.v)’in, hakkında “ne güzel kul” diye buyurduğu sahabî. riyyee s i ğ i rild e gönde d i l belerd â e r H a . z h u H ptığı m a y dinine e v n ı ’ e h d a r l le Al ını ve s a ekim z ı r ır. Nit t ş ı Al lah m l a rın ni esas i t e v Rumla a a d d n ı ş a k sava anınd d y e Yermu m aş n ına sav n a t omuta u k e v ş kom mi an bliğ et e t ı üslüm m m e l islâ i eti un dav n o c r Co tur. olmuş Nesebî, Hâlid b. Velid b.Mugire b. Abdillah b. Amr b. Mahzum. Annesinin ismi Lübâbe olur. Hz Meymune’nin yakın akrabasıdır. Hz. Hâlid’in lakabı Seyfullah (Allah’ın Kılıcı)’dır. Hz. Peygamber (s.a.s.) Mute savaşındaki başarısından ötürü onu Allah’ın kılıcı diye övmüştür. Künyesi Ebû Süleyman’dır. Yedinci hicrî yılında müslüman oldu (İbn Hacer, el-isâbe, I, 413) Hz. Hâlid (r.a.)’in doğum tarihi kesin olarak bilinmemektedir. Mekke’nin şerefli ve itibarlı ailelerinden biri olan mahzumoğullarındandır. Ordu komutanlığı Hz. Hâlid’in ailesinin bir imtiyazıydı. Uhud savaşında ve Hudeybiye sulhu esnasında Hâlid b. Velid, Kureyş ordusunun komutanlarından birisiydi. Hudeybiye anlaşmasından sonra Hz. Peygamber umre için Mekke’ye gidince Hâlid’in daha 64 B Nisan B önce müslüman olan kardeşi Velid’e Hâlid’i sordu. Hz. Peygamber Halid gibi bir insanın müşriklerin içinde kalmasının şaşılacak bir durum olduğunu belirtti. Velid kardeşi Halid’e Peygamber (s.a.s)’in bu iltifatını bildiren bir mektup gönderdi. Bunun üzerine Hz. Halid müslüman olmak için Mekke’den yola çıkınca, yolda Amr b. el-Âs ile karşılaştı ve beraberce Mekke’den Medine’ye gelip müslüman oldular. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 158). Hz. Hâlid hicrî sekizinci yılda yapılan Mute savaşına bir nefer olarak katıldı. Ordu komutanlarının sırayla şehîd olması üzerine Ashab istişâre ederek komutayı Hz. Hâlid’e vermiş. Hz. Peygamber Medine’de olup bitenleri haber verip komutanların şehid düşmesini anlattıktan sonra komutayı Allah’ın kılıçlarından birinin aldığını söylemiştir. Bu olaydan sonra Hz. Hâlid Seyfullah (Allah’ın Kılıcı) diye anıldı. Halid (r.a.) komutasına aldığı orduyu kalabalık düşman karşısında bozguna uğratmadan Medine’ye getirmeyi başardı (İbn Hacer, elIsâbe, I, 413). Taif kuşatmasına katıldı. Hz. Peygamber (s.a.s.) Dumetu’l-Cendel’in hristiyan emiri Ukeydir’in üzerine Halid’i gönderdi. Hz. Halid Ukeydir’i yaban sığırı avlarken yakaladı ve esir aldı; teslim olmayan kardeşini öldürdü. Diğer kardeşi ve Ukeydir’i esir alarak ganimetlerle birlikte Hz. Peygamber’e getirdi. Hicrî onuncu yılda Necrân’a Hârisoğullarını islâm’a davet etmek için gönderildi. Onları üç gün müddetle islâm’a davet etti. Necrânlılar müslüman oldular. Hz. Ebû Bekir Hâlife olunca Hz. Hâlid’i komutan olarak yalancı Peygamberlerin üzerine gönderdi. Yalancı Peygamber Tulayh b. Huvaylid’i Buzaha’da mağlup etti sonra Temimoğulları üzerine yöneldi ve Mâlik b. Nuveyra’nın komutasındakilerle karşılaştı. Mâlik’i silah bırakmasına rağmen esir etti ve öldürdü. Hz. Ömer, Hâlid’i bu olayda hatalı davrandığı gerekçesiyle kınamıştır. Daha sonra Museylemetu’l-Kezzâb’a karşı sefere çıktı ve onu Yemâme sınırında Akraba denilen yerde mağlub etti ve öldürttü. Hz. Hâlid, Mekke fethinde süvarilerin komutanı idi. Ordunun sağ kanadını kontrol ediyordu. (Müslim, Sahih, II,103). Mekke fethinde müslümanlara karşı çıkan küçük gruplarla Hz. Hâlid çarpışmıştır. Huneyn savaşında Hâlid büyük cesaret ve yararlılık göstermiştir. Hatta bu savaşta yaralanınca Hz. Peygamber ziyaretine geldi, dua etti. Hâlid şifa.buldu (İsdü’l-Gâbe, II, 103). Mekke fethinden sonra Hz. Peygamber Nahle’deki Uzza putunu kırmaya Halid b. Velid’i gönderdi. Hâlid Uzza putunu kırıp geri döndü. Yalancı Peygamberlerle olan mücadelesinden sonra zekat vermeyen kabileler üzerine gönderildi. Onları da sindirdi. Daha sonra Hicrî oniki yılında Irak’a İranlılara karşı gönderildi. İki ay zarfında İran Sâsânî, ordularını bozguna uğratarak Hire’yi zabtetti ve Fırat çevresini hâkimiyeti altına aldı. Suriye sınırında Bizanslıların ordu hazırladıkları haberi gelince hilâfet merkezinden Hz. Hâlid’e Irak bölgesinin komutanlığını Müsenna’ya bırakarak Şam’a gitmesi emri verildi. Hicrî onüçüncü yılda Bizanslıları Acnadeyn’de mağlup ederek Şam’a doğru püskürttü. Hz. Hâlid şehri muhasara etti ve hicrî on- “Hâlid b. Velid’e gelince, o herşeyini sizin için vermiştir, nesi var nesi yok harplerde Allah yolunda sarfetmiştir” Nisan B 65 B dördüncü yılın receb ayında Şam (Dımaşk) şehrini zabtetti. Daha sonra Humus’u fethetti. Yermuk savaşında Bizanslıları bozguna uğrattı. Kudüs’ü kuşattı ve teslim aldı. Bütün Suriye mıntıkası müslümanların eline geçti. Hicretin 17. yılında Hz. Ömer, Hâlid b. Velid’i komutanlıktan indirdi. Hz. Hâlid’in komutanlıktan almasının sebepleri ve azledildiği yıl tarihçiler arasında ihtilaflıdır. Genel kanaate göre, Hz. Ömer, hilâfet merkezine döndükten sonra Hâlid’i azletti. Ama bu rivayet gerçeği yansıtmamaktadır. Hz. Ömer hilafetinin beşinci senesi, yani hicretin 17. senesinde Hz. Hâlid’i azletmiştir. Komutanlıktan alınısı ile ilgili olarak bir çok sebepler ileri sürülmektedir. Bu sebepleri şöyle sıralayabiliriz: Hz. Hâlid bir çok insana kumanda ediyordu. Ancak sert mizaçlı olup sert muamele ediyordu. Kimsenin sözünü dinlemiyor, kendi fikrinden başkasına kıymet vermiyordu. Hatta birçok işlerde hilâfet merkezinin görüşlerine de müracaat etmiyordu. Irak topraklarını islâm topraklarına dönüştürdükten sonra Halife Hz. Ebû Bekir (r.a.)’in emrinin hilâfına hacca gitmiş ve bu duruma Hz. Ebû Bekir çok üzülmüştü. Kendi başına buyruk bir tavrın içinde hareket ediyordu. Bundan dolayı Hz. Ömer (r.a) zaman zaman Hz. Ebû Bekir Efendimize Hz. Hâlid’i komutanlıktan azletmesini istemişti. Hz. Ebû Bekir (r.a) daima şöyle cevaplandırmıştı: “O, Allah’ın kılıcıdır, bu kılıcı kınına sokmak doğru değildir.” Hz. Ömer’in hilâfeti döneminde de Hz. Halid’in tutumunda bir değişiklik olmadı. Yine bildiği gibi devam etmekteydi. Ancak Hz. Ömer (r.a) Onu hemen azletmedi. Bir çok defalar kendisini uyardı, ve bu konuda mektuplar gönderdi. Hz. Ömer, Hz. Ebû Bekir (r.a) zamanındaki meseleleri de ona hatırlattı. Komutanlıktan alınışının ikinci sebebi ise, müslümanların genelinde şöyle bir fikir oluştu, fetihlerin gerçekleştirilmesi Hz. Halid’in kabiliyet ve kahramanlığından kaynaklanmaktadır. Fetihlerin yegane sebebinin Hz. Halid olarak gösterilmesi elbette bir yanlışlıktı. Savaşların zaferlerle neticelenmesinde onun dehasını da gözardı etmek mümkün degilse de ondan ibaretmiş gibi göstermekte doğru değildir. Üçüncü sebep; Hz, Halid (r.a) ordu masraflarında pek fazla israf yolunu tutmuştu. Ordu erkanına bol para dağıtması diğer mücahidlere kötü örnek oluyordu. Bu hususta şâirler mübalağalı şiirler bile yazmıştı. Es’as b. Kays’a bir defasında onbin dinar bahşiş vermişti. Olay halife Hz. Ömer (r.a)’e intikal etti. Hz. Ömer Hz. Ebu Ubeyde b. el-Cerrâh ile haber gönderdi. “Bu kadar bol parayı müslümanların malından yani ordu tahsisatından verdi ise müslümanlara hiyanet etmiştir. Kendi kişisel payından, kendi cebinden vermiş ise israf etmiştir. İkisi de câiz değildir.” Halife Hz. Ömer, Hz. Hâlid’i azlettikten sonra hilâfet merkezine çağırıp, sorguya çekti. Bol para harcadığından bahsetti. Hz. Hâlid, Ganimetten eline geçen hissesinin hesabını verdi. Hesabı temiz vermişti. Hz. Ömer Hz. Hâlid’i iltifat ve ikramla karşıladı. Gönlünü aldı. Yazdığı ve her Savaşlarında kazandığı muvaffakiyeti Hz. Peygamberin sakalından bir kaç taneyi sarığının içinde taşımasına bağlamıştır 66 B Nisan B tarafa gönderdiği fermanlarda; Hz. Hâlid’in, kusur veya herhangi bir kabahatinden dolayı azledilmediğini, ancak bütün müslümanların zihinlerinin aydınlanması için, yani bu kadar islâm futuhâtının yalnız Hz. Hâlid’in kolunun kuvvetiyle meydana gelmediğini herkesin bilmesi için azlettiğini bildirdi. Hz. Ömer, Hâlid’i idari görevlere getirdi. Bir yıl kadar valilik yaptı sonra istifa etti (Müstedrek, II, 297). seni ta’zim için değil seni inkâr içindir. Çünkü ben gördüm ki Allah seni değersiz kılmıştır.” (İbn Esir, Üsdü’l-Gâbe, II, I10). Hz. Hâlid savaşçı olduğu kadar şahsi fazilet ve ilim konusunda da üstündü. Fırsat buldukça Hz. Peygamber’in sohbetlerinden istifade etmiş, Medine’de onun etrafında bulunan ilim ve irfan ashabı arasında Hz. Hâlid’in bulunduğu zikredilmiştir. Üç-dört mesele ile ilgili fetva verdiği de rivayet edilir. Hz. Hâlid (r.a) cihâd duygusu ile şehitlik arzusu ile dopdolu bir mü’mindi. Cihâd meydanları onun için Allah’a en yaHalife Hz. Ömer, kın meydanlardı. Kendisi şöyle der: “Ben harp meydanında mücaHz. Hâlid’i azlettikten hede ve mücadeleden aldığım sonra hilâfet merkezevki, hiçbir zaman zifaf gecesizine çağırıp, sorguya nin keyfinden alamam” En büyük çekti. Bol para hararzusu cihad meydanlarında şehid cadığından bahsetti. düşmekti. İran üzerine yürürken, Hz. Hâlid, Ganimetten İranlılara şu haberi gönderdi: “Sizin dünyayı sevdiğiniz kadar Âhireti eline geçen hissesinin seven bir ordu ile üzerinize gelihesabını verdi. Heyorum”. Hz. Halid şirke ve küfre karşı çok şiddetli idi. Müslüman olduktan bir sene kadar sonra Uzza putunu yıkmak için gittiğinde Uzza’ya şiirle şöyle seslenir: “Ey Uzza bu geliş sabı temiz vermişti. Hz. Ömer Hz. Hâlid’i iltifat ve ikramla karşıladı. Gönlünü aldı. Hz. Hâlid’in Buhârî, Müslîm ve diğer hadis kitaplarında Hz. Peygamberden onsekiz hadis rivayet etmiştir. (İbn Hacer, el-isâbe, I, 413). Rasûlullah. Hâlid’in secâat ve cesaretini muhtelif zamanlarda muhtelif yerlerde medhetmişti. Mekke fethinden sonra müslümanlar, her tarafa toplanıp Mekke’ye girdikleri zaman Hâlid görününce, Hz. Peygamber Ebû Hureyre’ye: “Bu gelen kimdir?” diye sormuştu. Ebû Hureyre: “Hâlid b. Velid’dir” demiş. Onun üzerine Hz. Peygamber: “Bu Allah’ın ne iyi bir kuludur” buyurmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 1360). Hz. Peygamber yine onun hakkında “Hâlid Allah’ın Kılıcıdır” buyurmuştur. Yine Hâlid hakkında: “Hâlid b. Velid’e gelince, o herşeyini sizin için vermiştir, nesi var nesi yok harplerde Allah yolunda sarfetmiştir” (Ebû Dâvûd, Sünen, I, 163). Hz. Hâlid gönderildiği seriyyelerde ve yaptığı muharebelerde Allah rızasını ve Allah’ın dinine davetini esas almıştır. Nitekim Yermuk savaşında Rumların komutanına savaş meydanında islâmı tebliğ etmiş ve komutan Corc onun daveti ile müslüman olmuştur. Hz. Peygamber’in şahsına karşı da çok büyük hürmeti olan Hz. Hâlid onun isminin mücerred anılmasından bile rahatsız olmuş; savaşlarında kazandığı muvaffakiyeti Hz. Peygamberin sakalından bir kaç taneyi sarığının içinde taşımasına bağlamıştır (İbn Hacer, el-Isabe, I, 413-415; İbnü’l-Esir, Üsdü’l-Gâbe, II, 109-112). Nisan B 67 Yenip içilmesi Helâl Olan ve Olmayan şeyler Eşyada yenip içilme bakımından asıl olan mubah olmaktır. Bütün eşya, aslında insanların yararlanmaları için yaratılmıştır. Onun için aslında temiz olan, akla ve sağlığa zararlı olmayan bir kısım hayvan elleri ve buğday, arpa, pirinç gibi ürünler, sebzeler, meyveler ve sıvılar helaldir. Bunlar yenip içilebilir. Fakat bazı şeyleri yeyip içmek, insanlara zararlı, hikmet ve ihtiyaca aykırı olduğu için İslam dininde haramdır. Hayvanlardan yaratılış gereği iğrenç olanların, dişleri veya tırnakları ile kendilerini savunup başkalarına saldıranların etleri haramdır. (Eti Yenen ve Yenmeyen Hayvanlar bölümüne bakılsın.) 68 değildir. Bunlardan sarhoş olanlar için, İslam ahkamına göre, tazir cezası gerekir. Tazir ise, yetkili hakim tarafından uygulanacak hapis, döğme, azarlama ve uyarı gibi cezalardır. Sıvılardan bedene zararlı olan, insana sarhoşluk veren şeyleri içmek haramdır. Çünkü sarhoşluk veren bir sıvının azı da, çoğu da müctehidlerin çoğunluğuna göre haramdır. Bir hadis-i şerifde buyurulmuşlur. “Çoğu sarhoşluk veren şeyin azı da haramdır.” Bu gibi sıvıların içilmesindeki zararlar, herkes tarafından bilinmektedir. Bu içkilerin cemiyet bünyesinde açtığı yaralar çok acıdır. Bunların ahiretteki sorumlulukları ise çok daha büyüktür. Hele hamr (şarab) denilen içkinin bir damlasını bile içmek ittifakla haram olup dinde had denilen cezayı gerektirir. Bitkilerden insanı öldüren veya aklını gideren, vücudu zehirleyen veya herhangi bir şekilde sağlığa zararlı olan şeyleri yemek haramdır. Sonuç; Bu pek zararlı olan şeylerden kaçınmalıdır. Bunlardan kaçınmak, gerek ferdler, gerekse cemiyet için selamettir. Misal: Afyon, haşhaş, penç gibi sarhoşluk veren ve aklı bozan şeyleri yemek caiz Temiz olan içilecek bir sıvı, bedene zarar verecek bir hale gelmedikçe bozulması ile haram olmaz. Fakat etler kokunca yenmesi haram olur. Süt, tereyağı, zeytinyağı kokmakla haram olmaz. Yiyeceklere gelince, bunlar bozulurda keskinleşirse temizliklerini yitirir. Onun için yenmeleri haram olur. Hamamların ve benzeri yerlerin pis sularını sebze bahçelerine akıtmak mekruhtur. Fakat bu gibi pis sularla sulanan bostanların sebzelerini yemek haram değildir. Birçok alimlere göre, mekruh da değildir. İnsan pisliğini satmak mekruhtur; fakat başka maddelerle karıştırılmış olan pislikleri ve herhangi bir hayvan gübresini satmak mekruh değildir. Pâk olmayan, kokmuş et gibi şeyleri yiyebilecek olan hayvanlara yedirmek caiz değildir. İçine temiz olmayan bir şey düşen veya akıtılan belli bir ölçüdeki sıvı temizliğini kaybederek içilmesi haram olur. Belli bir ölçünün üstünde bulunan geniş havuzlarda da, içine düşen pisliğin tad, koku ve renginden biri kendini gösterirse yine temiz olmaktan çıkar. Artık içilmesi haram olur. (İkinci Kitaba bakılsın.) Yukarda haram oldukları yazılan şeyler zatları bakımından haram (haram liaynihi) dir. Bir de başka bir sebeble haram olan (haram ligayrihi) şeyler vardır ki, onlar da başkalarına ait olan mallardır. Şöyle ki: Başkasının malını rızası olmaksızın haksız yere almak haramdır. Aksi halde mal hürriyeti kalmaz, insanların mülkiyet ve tasarruf haklarına sahib olarak cemiyetle yaşanmaz. Bir baba, muhtaç olmadıkça, yaratılışta kötü davranışlı olan evladının malını kendi kendine yiyemez. Fakat bir ihtiyaç bulunmasa bile, iyi olan evladının malını alıp yiyebilir. Bir hadis-i şerifde buyurulmuştur: “Sen de, senin malın da babanındır.” Tedavi için temiz olan ilaçları yiyip içmek ve kullanmak caizdir. Çünkü Peygamber Efendimiz buyurmuştur: “Ey Allah’ın kulları! Tedavi olunuz; çünkü Yüce Allah yarattığı her hastalık için bir deva (ilaç) yaratmıştır. Yalnız bir tane müstesnadır ki, o da ihtiyarlıktır.” Onun için birçok hastalıklar tedavi sebebiyle giderilir. Allah’ın düzeni böyle devam edegelmiştir. Bununla beraber şifayı ilaçtan değil, yüce Allah’dan bilmelidir. Helal ve temiz olmayan şeylerle tedavide bulunmak esas olarak caiz değildir. Ancak bazı fıkıh alimlerine göre, başka bir ilaç bulunmayınca müslüman ve ehliyet sahibi bir doktorun göstereceği lüzum üzerine caiz olabilir. Şöyle ki: Bir hastalığın veya bir hastalığa sürükleyecek bir halsizliğin tedavisi için mubah (helal) bir ilaç bulunmazsa böyle bir doktorun “şifa ümidi vardır” diye tavsiyesi üzerine, aslında haram olan bir şeyle zaruret mikdarı tedavi caiz olur. Fakat yalnız görünüşle yararı olan semizleme gibi bir şey için böyle bir ilacı kullanmak caiz değildir. Bunda tedavi mahiyeti yoktur. Onun için bunun haram olduğunda ittifak vardır. Görülen lüzum üzerine, bir organında ameliyat yapılacak olan bir kimseye, aklını giderecek temiz bir ilaç içirilmesinde bir sakınca görülmemekledir. Ömer Nasuhi Bilmen (Büyük İslam İmihali) 69 Musa KARACA Başarının Anahtarı Herkes yaptığı işte başarılı olmak ister fakat sadece bazıları başarılı olur. Çünkü başarı bir şans değildir. Sadece istemek başarı için yeterli olmaz, çalışmak ta gerekir. Yapılan araştırmalarla başarılı insanların ortak özellikleri olduğu ve bu özellikleri sayesin de başarıya ulaşmalarının kolaylaştığı ortaya konmuştur. Başarılı insanların bazı özellikleri şunlardır: Doğru hedef belirlemeleri, kararlı davranıp çabuk harekete geçmeleri, kendilerini sürekli geliştirmeleri, hatalarından ders almaları, başarılı kişilerle arkadaş olarak onlarla vakit geçirmeleri, merakla öğrenmeye hevesli olmaları, kendilerine güvenmeleri, sorumluluk almaları ve en önemlisi çok çalışmalarıdır. Çok çalışmaktaki maksat çalışmayı sevmek, başarısızlığa uğradığında pes etmemektir. “Ders alınan başarısızlık başarısızlık değildir.” anlayışıyla çalışılmalı, başarısız olunduğuda sebebi tespit edilmeli, sonraki çalışmalarda aynı hataya düşülmemelidir. Edison ampülü ilk denemesinde bulmamıştır. Asistanı bir gün Edison’a artık bu işten vazgeçmeleri gerektiğini çünkü iki bin deney yapmış olduklarını yine de sonuca ulaşamadıklarını söylemiş, Edison hemen itiraz ederek: “Bu doğru değil. Evet, amacımıza ulaşamadık ama hiçbir sonuç elde edememiş değiliz. Çünkü ampülün bu iki bin deney içinde bulunmadığını öğrendik çalışmalara yeni başlayanlardan 2000 adım öndeyiz.” demiştir. Bu düşünce içerisinde çalışmalarını sürdürmüş, yılgınlığa düşmemiş, kararlı olmuş kendine güvenmiş ve insanlığa en önemli hizmetlerden birini sunmuştur. Günümüzdeki başarısızlıkların temelinde çalışmadan başarma isteği, kararlı davranmama ve kendine güven duymama sorunları görülmektedir. Özellikle gençler arasında yaygın olan sorun ise teknolojik araçların vermiş olduğu tembelliktir. Teknolojik araçlar karşısında saatlerini harcayan gençler maalesef iş çalışmaya geldiğinde sıkıldıklarını, yapamadıklarını söylemektedirler. Başarı: Çalışmaktır, çalışmaktır, çalışmaktır! Tüm zamanların en büyük boksörü unvanına sahip ağırsiklet dünya boks şampiyonu Muhammet Ali CLAY başarısının sırrını şöyle özetliyor: “Şampiyonlar, salonlardan çıkmaz. Şampiyonlar; içlerinde tutku, hayal ve amacı olan insanlardan çıkar. Çalışmanın her saniyesinden nefret ediyordum fakat kendime hep: ‘Dayan!’ diyordum. Bugün çalışacağım ve ömrümün sonuna kadar bir şampiyon olarak yaşayacağım.” Muhammet Ali CLAY bu sloganla unvanını kazanmıştır. Kimse başarıyı talih kuşundan beklememalidir. Başarı istenmedik yere gelmez. Başarı; içinde tutkuları, hayalleri, hedefleri olan; çalışmayı seven, kararlı olan, kendine güvenen kişilere gelir. Çalışırken isteksizliğe düştüğünüzde şu sloganı hiç unutmayın: “ Bugün çalışacağım ve ömrümün sonuna kadar bir şampiyon olarak yaşayacağım.” Kendinizi bu sözle motive edin. Başarı dileklerimle.. 70 Kişiliğiniz Yoksa Diğerleri Hiçtir 1982 yılında Gazi Üniversitesi Basın Yayın Yüksek Okulu’nda okuyan 2.sınıf öğrencileri Türkiye Ekonomisi dersinin hocasının gelmesini bekliyormuş. Sınıf, öğrencilerin gürültü patırtısıyla sallanırken sert görünüşlü hoca kapıda belirmiş. Hoca, İçeriye kızgın bir bakış atıp kürsüye geçmiş. Tebeşirle tahtaya kocaman “1” rakamı çizmiş. “Bakın!” demiş Bu hayatta sahip olabileceğiniz en değerli şey.” Sonra “1” in yanına bir de “0” çizmiş ve demiş ki: “Bu başarıdır.” Başarılı bir kişilik “1” i “10” yapar. Bir “0” daha çizmiş. Bu tecrübedir. ‘10’ iken ‘100’ olursunuz.” demiş. Sıfırlar böyle uzayıp gitmiş: Yetenek, sevgi, disiplin... Eklenen her yeni “0” sıfırın kişiliği 10 kat zenginleştirdiğini anlatmış hoca. Sonra eline silgiyi alıp baştaki “1” i silmiş. Geriye bir sürü “0” kalmış. Ve hoca son yorumunu yapmış: “Kişiliğiniz yoksa diğerleri hiçtir.” Çalışmanın Önemi “İnsana ancak çalıştığının karşılığı vardır.” Ayeti Celile (Necm, 53/39) “Allah’ım! Tembellikten, korkaklıktan, ihtiyarlığın verdiği düşkünlük ve cimrilikten sana sığınırım”. Hadis-i Şerif “Uçurtmalar rüzgâr kuvvetiyle değil bu kuvvete karşı uçtukları için yükselirler.” WILLIAM CHURCHILL “İnsanoğlunun içinde uyuyan güçler vardır. Kendisi bile şaşırır. Çünkü bu güçlere sahip olduğu aklından bile geçmez. Bu güçleri uyandırıp eyleme geçebilirse o kişinin hayatında büyük bir değişim olurdu.” SWETTE MARDEN “İşlemeyen demiri kendi pası mahveder. İnsanı tembelliğe alışması mahveder”. Hint Atasözü Ambulans Şoförü Temel Temel, ambulans şoförü olur. Bir gün otobüs kazası çağrısı alırlar ve hemen olay yerine giderler. Gittiklerinde gördükleri manzara çok kötüdür. Her tarafta yaralılar, ölüler... Feryatlar yeri göğü inletiyor… Fakat adamcağızın biri hepsinden fazla bağırıyor, inliyor. Temel de adamın yanına gider ve bakar adamın bacakları kırılmış. Basar fırçayı: - Ula uşağum ayuptur bu senin yaptuğun. Şunun şurasında iki bacağın kırılmış sadece. Bak orda insanlar ölmüşler hiç ses ediyler mi? BİLMECELER Deniz üstünde yufka açar Sıra sıra odalar birbirini kovalar Karınca kaderince yola gider ince ince Ben dururum o gider Başı var gözü yok, söylemek ister sesi yok, yürür ama canı yok Cevaplar: 1-Dalga 2-Tren 3-Dikiş Makinası 4- Ses 5-Baston 12345- 71 Döndüm Gönül lamekanı ğaybda görmeden Zar-ı bülbül gibi figane döndüm Dertli gamlı dolanıpta durmadan Dil mecnun bir yane döndüm Ne kulsun âlemde yüzün hiç gülmez Bu ahdı amanın figane yetmez Sırtında gam yükü yolun tükenmez Yorulmuş kervanı Kenan’e döndüm Zelil can bahası görmek yar yüzün Teşvik eder ruhun, kurbandur özün Nice gün ehline geçmiyor sözün Şimdi hükmü geçme sultana döndüm Zelilî (Mehmet Çağlayan) 1927-1982