TARİH ÖZNESİ KİMDİR? Tarih, hepimizin hakkında fikir sahibi olduğu fakat bir tanımının yapılması gerektiğinde muhtemelen çoğumuzun duraksama yaşayacağı kavramlardan biridir. Yorumlanması kolay, anlatılması zordur. Tarih hakkında konuşurken ve tarihi öğrenirken ise sürekli aynı kişilerin isimlerini telaffuz ederiz. Bu isimler bir zamanlar toplumlarda yüksek etkiye sahip, önemli kararları verme yetkisine sahip olmuş kişilere aittir. Elbette ki geçmişteki olayları inceleyen bir uğraşının değerlendirme yönteminin ulus liderlerini ve içerisinde yaşamış oldukları toplumlara olan etkilerini gözardı etmesi beklenemez. Öte yandan tarihin sadece bundan ibaret olmadığını da unutmamak gerekir. Önemli kişilerin tarihe olan dokunuşları neden halkın farklı tabakalarındaki “sıradan” insanlarınkinden daha değerli olsun ki? Sahiden de aslında tarih için sıradan ve sıradışı özne kavramlarının olmadığı görülmelidir. Cemal Kafadar’ın Kim Varmış Biz Burada Yoğ İken isimli okunmasını tavsiye ettiğim kitabında da bahsettiği gibi sıradan özne incelenmeye başlandığı anda sıradanlığını kaybedecektir. Bir başka deyişle tarih ele aldığı her bireyi sıradışı hale getirir. Yakından bakıldığında sıradan insan yokur. Toplumun her bölümündeki bireylerin hayata bakışı, yaşayış şekli birbirinden az ya da çok farklıdır. Her tekil birey dünkülerin biriktirdiği tarihten etkilenmekte olduğu sırada şu andaki yalnızca kendine özgü olan yaşayış şekliyle yarın derlenecek olan yarından sonraki tarihe bir etkide bulunur. Bu yüzden onlar toplumsal yapıların etkileri, çevrelerinde olup bitenlerin etkisi altında tekil olarak incelenmelidir. Bahsettiğim kimseler çoğunlukla kendileri hakkında biyografi yazılabilecek kadar şey bilmediğimiz kimselerdir elbette. Ancak bu kişilerin hayatlarının ulaşılabilen yalnızca küçük bir kısmı bile devasa olaylara karşı olan kavrayışımıza önemli katkılar verebilir. Çünkü bu veriler yalnızca bireylerin kahramanı oldukları vakalar ile süreçlere etkilerini ortaya koymakla kalmayıp aynı zamanda geçmiş olayları, yapıları çoğunlukla kolaylıkla ulaşabildiğimiz formda, hakim gücün yazdığı şekilde değil; gerçekten de yaşandığı gibi görmemize vesile olabilir. Nitekim Cemal Kafadar da bahsi geçen kitabına giriş yaparken Osmanlı toplumunda sıradan insanı anlamak için tarih ötesi bir millet kavramının çok faydasız olacağından bahsetmiştir. Özellikle de kitabındaki, bireylere odaklanmış dört hikayenin genelde tarih kitaplarında gördüğümüz; uluslararası ticarette Müslümanların rol oynamadığı, Osmanlı dünyasında kimselerin günce tutmadığı ve Yeniçerilerin en başta askerlik dışında hiçbir iş yapmadıkları bilgilerine nasıl da ters düştüğünü ve bu çelişkinin kendisinde yarattığı şaşkınlığı özellikle belirtir. Cemal Kafadar’ın kitabında söylediği gibi, seçilen konuya ve cevap verilmekte olan soruya bağlı olarak bazı perspektifler diğerlerinden daha faydalı olabilir. Ancak birden fazla ve birbirinden çok farklı bakış açılarına sahip olmak bir durumu incelerken daha aydınlatıcı olacaktır. II. Dünya Savaşı sırasında Türkiye’de yaşanmış olan fakirlik ve açlığı devletin o dönemde tuttuğu tahıl ve hasat istatistikleri ortaya koymayacaktır. O kayıtlara göre o yıllarda da tıpkı daha sonrasında ve daha öncesindekine yakın değerlerde hasat alınmıştır. Ancak açlığın sebebi ülkemizin o dönemde savaşın dışında tutulabilmesi için savaşan bazı ülkelere tahıl göndermeye mecbur kalmış olmasıdır. Bunu ne devlet kayıtlarında, ne de o dönemdeki önemli kişilere bakarak düzgünce görebiliriz, bu acıları anlamak için aç mezarları başında ağlamış olan insanların hayatlarını görmemiz gerekecektir. Türkiye devletinin savaş yıllarındaki politikasının ülkeyi büyük bir yıkımdan kurtarmış olduğu doğrudur ama savaş her şekliyle kötü şeydir. Kolay ulaşılan tarih bize bu başarılı politikanın kurtardığı insanları anlatır, biraz daha debelenilip, çaba gösterildiğinde ise o dönemde gerçekten de açlıktan ölmüş insanlar olduğu fark edilir. Bu noktada tarihin geçmişe hangi gözlerle baktığının önemi daha net şekilde anlaşılacaktır, devlet için başarılı görünen bir politika halkın belli bölümlerine tarifsiz acılar yaşatmıştır. Devlet ve halkın gözünden olan bakışın birinin diğerinden daha üstün olduğu yanılgısına düşülmemelidir, tarihçi aslında iki taraftan da bakan kişidir. Tarihçi, tekil olan ile ilgilendiği sırada önüne çıkacak olan köylü çiftçiyi de, devlet başkanını da aynı kefeye koyar. Tarih ulus devlet oluşturur. En azından devletlerin tarihin yazılış şekline müdahil olmalarının arkasındaki motivasyon budur. Ortak başarılar ve ortak acıları anlatan, katışıklık içermeyen tarih derlemesi insanların Osmanlı Devleti’ni, Orta Asya’da yaşamış olan Uygurları kastederken kullandığı tarih dışı, zaman dışı, hatta gerçek dışı bir “biz” kavramı yaratır. Tarih, ulus devlet oluşturur, evet; fakat bununla sorumlu değildir, bunu isteyerek yapmaz. Mevcut toplumları geçmişte yaşamış olan muhtemel akraba toplumlarla birleştirme görevine sahip değildir. Tarih, katışıksız, pürüzsüz ve genellenebilen bir hikaye ile tarih ötesi bir millet kavramı oluşturma hedefinin tam aksine yalnızca tekil vakaların peşindedir. Cemal Kafadar’ın da özellikle altını çizdiği gibi her perspektif bir şeyleri iyi anlamamıza yardım etmenin yanında bazen de bir şeylerin üzerine örtü çeker. Tarihçi tüm resmi görebilmek için her bir tekil perspektife, her bir tekil öznenin bakışına yerleşip orada yeterince zaman geçirse iyi eder. Çünkü tarih öznesi olmak tarihe tanıklık eden herkesin çoktan erişmiş olduğu bir mertebedir.