Mevlâna Hâlid-i Bağdâdi Hazretleri (k.s.) Peygamberler Şehri: Şam

advertisement
www.somuncubaba.net
AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ
YIL: 21 • SAYI: 173 • MART 2015 • Fiyatı: 8 TL
Mevlâna Hâlid-i
Bağdâdi Hazretleri (k.s.)
El-Bağdâdî (k.s.), İslâm’ın öngördüğü çizgiler
içinde hizmetini yürütmeye çalışmıştır.
Peygamberler Şehri: Şam-ı Şerif
İslâm’ın kadim şehirlerinin başta
gelenlerindendir bugün bir harabeye
dön(dürül)en Suriye’nin payitahtı Şam-ı Şerif.
00169
AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ
173
NASİHAT YAYINLARI
KAPIDA NAKİT ÖDEME SİSTEMİ
HİZMETE GİRMİŞTİR...
Aile Eki
ÇIKTI
Şefkat ve Merhamet
Prof. Dr. Osman TÜRER
Hulûsi Efendi’nin
Düğün Günü
Raziye SAĞLAM
Müslüman Genç Kız
Nasıl Olmalı?
Büşra Sümeyye YILDIZ
Hz. Aişe (r.ah)
Validemizin Üstünlüğü
Asuman Kolsuz SEYYAR
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı - VİSAN İktisadi İşletmesi
Zaviye Mah. Hacı Hulûsi Efendi Cad. No: 71 (44700) Darende / MALATYA
Tel: (422) 615 15 00 - Faks: (422) 615 28 79
www.somuncubaba.net - aile@somuncubaba.net
444 36 61
(0422) 615 15 54
(0546) 544 60 44
ONLİNE SİPARİŞ VE SATIŞ
www.nasihatyayinlari.com
başyazı
Kemal DEMİR
Şam-ı Şerif’in Hüznü
Bu sayımızda, yanı başımızda, bizim kadim kültürümüzün izlerini taşırken bugün gözyaşları ve zulüm altında
kalan Şam’dan bahsedeceğiz. Büyüklerimiz, önemli şehirleri sayarken; “Mekke-i Mükerreme, Medine-i Münevvere,
Kudüs-ü Şerif, Buhara-yı Şerif, Şam-ı Şerif ve Darende-i Şerif” derlerdi.
Şam, gerçekten, civarına Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.)’in teşrif ettiği güzel bir şehirdir. Osmanlı Devleti’nin izlerini taşımaktadır. Maalesef bugünlerde bu izler bilinçli olarak yok edilmektedir. Suriye’nin başkenti Şam’daki Emevi Camii ve hemen yanındaki Hamidiye Çarşısı, şehre gelen yerli ve yabancı turistlerin öncelikli ziyaret ettiği yerler
arasındadır. Şam, ülkenin güzelliklerini bir arada barındırıyordu bundan birkaç yıl evveline kadar. Şimdi modern
dünyada, zulüm makinası haline gelmiş, kendi insanını bile gözünü kırpmadan katleden zalimlerin hüküm sürdüğü bir hüzün şehri maalesef…
Şam, Osmanlı döneminden itibaren, hac yolu üzerinde olması nedeniyle ticarî yönden her zaman önem taşımış, çeşitli hizmetler götürülmüş, mamur edilmiş bir kutlu mekândır. Kudüs’ü fetheden ünlü komutan Selahaddin
Eyyübî’nin kabri, onun yanında ise, 1914’te, Filistin yakınlarında uçakları düşen ilk Türk Hava Şehitleri’nin kabirleri bulunmaktadır. Abbasiler tarafından uzun süre kamu hazinesinin saklandığı, sütunlar üzerine yapılan ve günümüze kadar ayakta kalan Emevi Camii’ndeki Hazine Kubbesi, avluya giren ziyaretçilerin ilgisini çeken yerler arasında idi.
Şehirle bütünleşen Emevi Camii’nin yanında yer alan Hamidiye Çarşısı ise özellikle alışveriş yapmak isteyenlerin uğrak yerleri arasında yer alıyordu. 2. Abdülhamid döneminde yapıldığı belirtilen Hamidiye Çarşısı, hareketli,
canlı ve renkli atmosferiyle ziyarete gelenleri adeta büyülüyordu. Şimdi ise maalesef gözyaşları içerisinde…
Müezzinlerin pîri Bilal-i Habeşî Hazretleri’nin kabr-i şerifi de Şam’dadır. Türk ziyaretçiler mutlaka bu kabr-i şerifi ziyaret ederlerdi. Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in vefatından sonra Bilal-i Habeşî Hazretleri Medine’de ezan okuyamaz, Hz. Ebu Bekir döneminde izin isteyerek Şam’a gelir. Belli bir süre burada kaldıktan sonra Sevgili Peygamber
Efendimiz’i rüyasında görür. Kendisine ‘Bu ne cefadır ya Bilal! Bizi hiç ziyaret etmezsin.’ demesi üzerine Medine’ye
gider. Orada ezan okur. Halk sokaklara dökülür. Ama yine de fazla kalamaz ve tekrar Şam’a gelir ve 642 yılında da
Şam’da vefat eder. Bilal-i Habeşî (r.a.)’nin dışında Abdullah ibn-i Ümmü Mektum (r.a.), Ebu’d-Derda (r.a.), Cafer bin
Ebu Talip (r.a.), Dihyetü’l-Kelbi (r.a.) ile birlikte birçok sahabenin Şam’da kabri bulunmaktadır.
Şam, İslâm âlimleri için de bir durak noktasıdır. Muhyiddin-i ibni Arabî Hazretleri, Mevlâna Halid-i Bağdadî
Hazretleri ve İmam-ı Gazalî Hazretleri gibi şahsiyetler Şam’da bulunmuşlardır. İbn-i Arabî ile Halid-i Bağdadî
Hazretleri’nin türbeleri de Şam’dadır. Şimdi dergimizin satırlarına bakarak, eski hatıraların sevincini, yaşadığımız
günlerin hüznünü birlikte yâd edelim.
Allah’ın nusreti ve selamı halis iman sahibi, vatanını seven, birlik ve beraberlik içinde yaşamayı arzu eden, tefrikadan uzak duranların üzerine olsun.
The Sorrow of Ash-Sham Shareef
In this issue, we would like to mention about a city, ash-Sham (Damascus), which is a neighbour city of us and
has the traces of our immemorial culture but which is in tears and under persecution today. The authorities would
count the important cities as: “ Makkah Mukarramah, Madinah Munavvar, al-Quds Shareef (Jerusalem), Buhara
Shareef, Ash-Sham Shareef and Darende Shareef”.
Ash-Sham is really a very beautiful city, a very close place to where our Beloved Prophet Muhammad (saw) visited.
It still has the traces of the Ottoman Empire. However, nowadays, these traces have been being terminated on purpose.
Let’s see the old days’ happiness and the sorrow of today while reading the lines in this issue.
May the help and salam of Allah be with the ones who would like to live in unity and solidarity, who are
faithful and patriots.
somuncubaba 1
künye
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı’nın Yayın Organıdır.
Kurucusu
A. Şemsettin ATEŞ
Basım Tarihi: 01 Mart 2015
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı Adına
İmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni
Kemal DEMİR
Sorumlu Yazı İşleri Müdürü
M. Hulusi ERDEMİR
Yayın Editörleri
M. Nazmi DEĞİRMENCİ
Musa TEKTAŞ
Yönetim Yeri-Basım-Yayım-Pazarlama
VİSAN İktisadi İşletmesi
Zaviye Mahallesi Hacı Hulûsi Efendi Caddesi No: 71
44700, Darende / MALATYA
Tel: (0422) 615 15 54 • Faks: (0422) 615 28 79
www.somuncubaba.net • bilgi@somuncubaba.net
HUZURDAN KAOSA
PEYGAMBERLER ŞEHRİ:
ŞAM-I ŞERİF
14
Yapım
Yaygın Süreli - ISSN: 1302-0803
Yıl: 21 Sayı: 173 - Mart 2015
içindekiler
HZ. NUH (A.S.)’IN
PUTPERESTLERİ
DAVETTE AZMİ
www.grafiturk.com.tr
Genel Sanat Yönetmeni
Serkan ÖZTÜRK
Sanat Yönetmeni
Enes İSLAM
Baskı ve Üretim
Salmat Basım Yayıncılık Ambalaj San. Ltd. Şti.
Sebze Bahçeleri Caddesi Arpacıoğlu İşhanı
No: 95/1 İskitler/ANKARA
Tel: (0312) 341 10 24 • Faks: (0312) 341 30 50
6
M. Nihat MALKOÇ
İslâm’ın kadim şehirlerinin
başta gelenlerindendir
bugün bir harabeye
dön(dürül)en Suriye’nin...
32
Ali AKPINAR
CÖMERTLİKLE
HAYSİYETİNİ KORUYAN
PEYGAMBER TORUNU HZ.
HÜSEYİN BİN ALİ (R.A.)
Ali SEYYAR
Nuh Kavmi’nin putları,
aslında toplumda sevilen
iyi insanların isimlerinden
alınmıştı.
Peygamberimiz (s.a.v.)’e çok
benzeyen Hz. Hasan, annesi ve
babası tarafından çok sevildiği gibi,
dedesi (s.a.v.) tarafından....
DEĞERLERDEN ÖDÜN
VERMENİN TEHLİKELERİ
Somuncu Baba Dergisi’nin içeriğinde bulunan yazılar
ile ilgili çıkabilecek olan hatalı bilgilerden dolayı dergi
herhangi bir sorumluluk kabul etmemektedir. Yazıların
sorumluluğu yazarlarına ilanların sorumluluğu ise reklam verenlere aittir. Dergimizde bulunan fotoğrafların
ve görsellerin kullanılması ve kopyalanması yasaktır.
Yazılar kaynak gösterilerek iktibas edilebilir. Somuncu Baba Dergisi’nin bütün telif hakları VİSAN İktisadi
İşletmesi’ne aittir.
44
Enbiya YILDIRIM
Her milletin geçmişten
getirdiği değerleri vardır.
Bunları koruyabildikleri
oranda kendi hüviyetlerini
muhâfaza ederler...
/SomuncuBabaDergisi
AĞLAYAN ŞEHİR ŞAM!
Yayın Kurulu
Danışma Kurulu
Prof. Dr. Nihat ÖZTOPRAK
Prof. Dr. Ali YILMAZ
Prof. Dr. Sebahat DENİZ
Prof. Dr. Bilal KEMİKLİ
Prof. Dr. Abdullah KAHRAMAN
Prof. Dr. Ali AKPINAR
Prof. Dr. Mehmet AKKUŞ
Prof. Dr. Mehmet SOYSALDI
Prof. Dr. Ahmet ŞİMŞİRGİL
Prof. Dr. Kadir ÖZKÖSE
Prof. Dr. Mahmut YEŞİL
Prof. Dr. H. İbrahim ŞİMŞEK
Kurum Abone : 140
Yurtdışı 1 Yıllık Abone : 72 EURO
Posta Çeki (Darende Postanesi) : 1361068
Ziraat Bankası : TR 56 0001 0003 2026 7984 8050 01 - Vakıf Bank: TR 04 0001 5001 5800 7299 7740 58
ABONE İLETİŞİM HATTI
Gönderilerin abone adına yatırılmasından sonra lütfen arayınız.
(0546) 544 60 44
444 36 61
(0422) 615 15 54
Muhsin İlyas SUBAŞI
Unutmamak lazım ki,
şehirlerin en zalim
yöneticileri, ona bir şeyler
katmadan onun itibarını...
52
OSMANLI’NIN
HİROŞİMA’SI:
ÇANAKKALE
İsmail ÇOLAK
Çanakkale, milletçe bizim
yeniden doğup ispat-ı vücut
ettiğimiz ve millet olma
bilincini ve melekesini
kazandığımız bir “diriliş yeri”
56
Kudret sahibi olan: El-Muktedir 10 • Mevlâna Hâlid-i Bağdadî (k.s.) 13 Kadere İman Her Türlü Kederve Hüznü Giderir 20 Mevlâna
Hâlid-i Bağdadî (k.s.) 26 • Şam Mesnevîsi 35 • Güzel Hatıralarla Şam-ı Şerif’i Ziyaret 36 • Büyük Devlet Adamı Nizamü’l-Mülk
48 • İtikâf, Hac, Cihâd ve Kurbanın Hikmetleri 60 • Aşk Var, Mutluluk Var! Mevlâna Düşüncesinde Mutluluk 64 • Gönle Nasihat
67 • Peygamberimiz (S.a.v.)’in Evi Var mıydı? 68 • Sevmek 71 • İnsanlarla İyi Geçinmenin Formülü 72 • Kalemi Kılıçtan Keskin
Selçuklu Veziri 76 • Çam Sakızı Çoban Armağanı 78 • Cânânım Deyû 81 • Şam Velîler 82 • Genç Nüfus Masalı 84
Ey Gözümün Nuru!
Aylarca süren ayrılık acısı, muhabbetsizlik eseri olmayıp belki gönülden
duyduğunuz özlemin ve sevginin daha da artmasına sebep olmaktan başka bir
şey değildir. Her an duam, Allah’ın rızası yolunda olmanızdan, Allah’ın rızası
yolunda yol almanızdan ibaret bulunduğu gibi sıhhat ve âfiyetinizi de kapsamaktadır.
Şimdiye kadar hiçbir gün davranışlarınızdan eziyet çekmedim, incinmedim,
üzülmedim. Allah’ın izniyle ölünceye kadar da ana ve babanın rızalarını alacağına, isteklerini karşılayacağına vefalı evlat olacağına da eminim. Her iki dünyada
da huzura, kurtuluşa sebep olan anne ve babanın haklarına saygı göstermek
aynı zamanda Yüce Allah’ın da rızasını kazanmaya vesiledir. Küçük yaştan beri
yaratılıştan süre gelen hâyâ ve edebin; iyi huyun, ahlâkın Hakk’ın da halkın da
senden razı olacaklarına işaret eder.
Her zaman senin güzel huyunla iftihar etmekle (övünmekle) mutlu olurum.
Benim olgunluğum, bilgi ve birikimimin, ilim ve irfanımın üstün olması (fazla olması) senin için övünç vesilesi (iftihar kaynağı) olamaz. Hiçbir kimse ana babası
ile övünmez. Ancak hayırlı evladın huzur ve mutluluğu ahirete gitmiş olan anababanın amel defterine iyi hal olarak işlenir. Güzellik(in), aldatıcı bir görünüş ile
olmayıp iyi ahlâk ve iyi haller ile olacağı muhakkaktır. İnsanlık âleminin senden
beklemekte olduğu da bu güzel huylarından ve güzel işlerinden (amellerinden)
ibarettir.
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s.)
Mektûbât-ı Hulûsî-i Dârendevî
Altmışikinci Mektup
Geçici/ölümlü dünyanın malı, “nefis” sahibinin gururunu arttırmaktan başka
bir şeye yaramaz. Gurur sahibi kimseyi ise Allah sevmez. Asla ne mağrur (gururlu) ol ve ne de geçici olan bir dünya malı için temiz yapını, yaratılışını ve temiz
işlerini (amelini) kirletme.
On sekiz bin âlemi sana teslim etseler (bahşetseler), boş yere-hakkın
olmayan-bir puluna bile dokunma. Asla kötü bir iş işleme.
Her an Yüce Allah’ın korumasıyla günahsız-tertemiz olmanı, O’nun katında
yüce makamlara erişmeni dileyerek gözlerinden öper; Yüce Allah’ın ilahi muhafazasına tekrar emanet ederim. Seni tekrar tekrar Allah’a emanet ediyorum.
Not: Bu mektubu oğlu Kemal Efendi’ye yazmışlardır.
Güncelleme: Yrd. Doç. Dr. Cemil GÜLSEREN
İLİM VE HAYAT / Ali AKPINAR*
Hz. Nuh (a.s.)’un
Putperestleri
Davette Azmi
“Nuh Kavmi’nin putları, aslında toplumda sevilen iyi insanların
isimlerinden alınmıştı. Bu insanlar ölünce, onlardan ayrılmak
halka zor geldi, şeytanın da devreye girmesiyle onların anısına
onların heykelleri yapılıp dikildi. Birkaç kuşak geçince onlar
putlaştırıldı. Bu nedenle İslâm, putçuluğa kapı aralayan bütün
yolları yasaklamıştır.”
K
ur’ân’da anlatılan davet metotlarından
biri de Hz. Nuh Peygamber’in izlediği yollardır. Peygamberimiz’e ve mü’minlere en
güzel davet teknikleri sunmak, Müslümanlara
karşı işkence ve eziyetlerini artıran müşriklere
uyarı, mü’minlere de tesellî olmak üzere Mekke döneminin başlarında inen Nuh Sûresi’nde
Hz. Nuh (a.s.)’ın daveti anlatılır. Diğer pek çok
âyette de onun hayatından kesitler sunulur.
Nuh (a.s.), 950-1000 sene kavminin arasında
kalmış, putlara tapan kavmini bıkmadan usanmadan, tehditlerden yılmadan tevhîde çağırmıştı. Onları dünya ve âhiret azabı ile uyarmış,
dünyada bolluk ve berekete erebilmeleri için
tevbe ve istiğfâra çağırmış, lâkin bütün bu uyarı
ve çağrılar kavmine fayda vermemişti. Nuh Peygamber gece gündüz, gizli açık, toplu ve tek tek
insanları tevhîde davet etmiş, bu konuda meşrû
olan her yolu denemişti. Onların inanmayacaklarını anlayınca, Yüce Rabbimiz de kendisini bu
konuda bilgilendirince, onlara bedduâ etmişti.
ların başkalarını da saptıracakları endişesi ile
idi.
Nuh Peygamber’in tevhîd mücâdelesi, başka sûrelerde de anlatılır. Bu âyetlerde onun bin
yıla varan daveti, kavminin tepkisi, tehditleri,
ona deli demeleri, ona inananları tahkir etmeleri, onu taşlama ve ölümle tehdit etmeleri, Hz.
Nuh (a.s.)’ın bedduâları, nihâyet inanmayan oğlunun ve halkının hazin sonu anlatılır.5
Kavminin Putları
“İnsanlara: ‘Sakın tanrılarınızı bırakmayın,
Ved, Süva, Yagus, Yeuk ve Nesr putlarından aslâ
vazgeçmeyin.’ dediler. Böylece birçoğunu saptırdılar; Rabbim! Sen bu zâlimlerin sadece şaşkınlığını artır.”6
Nuh Kavmi’nin putları, aslında toplumda sevilen iyi insanların isimlerinden alınmıştı. Bu
insanlar ölünce, onlardan ayrılmak halka zor
geldi, şeytanın da devreye girmesiyle onların
“Biz Nûh’u kavmine gönderdik: Onlara acı bir
azâp gelmezden önce kavmini uyar, diye.
Ey kavmim, dedi, ben sizin için açık bir uyarıcıyım, Allah’a kulluk edin, O’ndan korkun, bana
da itâat edin.”1
“Size ne oluyor ki, Allâh’a saygı duyup O’nu
lâyıkıyla büyüklemiyorsunuz? Oysa O, sizi aşama
aşama yarattı.”2
“Bu öğütlerin hiçbirinin fayda vermediğini gören Nûh dedi ki: ‘Rabbim, yeryüzünde kâfirlerden
tek kişi bırakma. Çünkü sen onları bırakırsan,
kullarını saptırırlar ve sadece ahlâksız, nânkör
insanlar doğururlar.”3
“And olsun ki, Nuh’u milletine gönderdik; aralarında dokuz yüz elli yıl kaldı. Sonunda onlar
haksızlık yaparken, tufan onları yakalayıverdi.”4
Nuh Peygamber, tevhîde davet yolunda yapılması gerekenleri layığıyla yerine getirdikten
sonra, artık yapacak bir şey kalmadıktan sonra
kavmine bedduâ etmiştir. Onun bedduâsı, on-
6 MART 2015
anısına onların heykelleri yapılıp dikildi. Birkaç
kuşak geçince onlar putlaştırıldı. Bu nedenle
İslâm, putçuluğa kapı aralayan bütün yolları yasaklamıştır.
Bu tarihî olaydan da anlıyoruz ki, bir şeyin iyi
niyetle ortaya çıkması, onun iyi ve doğru olmasını gerektirmez. Önemli olan, ortaya çıkan şe-
somuncubaba 7
yin iyi ve hayır olmasıdır. Onlar, o sâlih insanları
anmak ve hatıratını yaşatmak için onların heykellerini diktiler, ancak sonuçta bu iş kontrolden
çıktı ve gelen nesiller onlara tapmaya başladılar. Elbette onlar o putların yaratıcı olduğunu
söylemiyorlardı, ancak onların kendilerini Yüce
Yaratıcıya yaklaştıracağını iddiâ ediyorlardı.
Tıpkı Mekke müşrikleri gibi: “Dikkat edin, hâlis
din Allah’ındır; O’nu bırakıp da putlardan dostlar
edinenler: Onlara, bizi Allah’a yaklaştırsınlar diye
kulluk ediyoruz, derler.”7
Tevbe Kapısı Her Günahkâra
Her Zaman Açıktır
Nuh Peygamber, bunca günah ve isyanlarına
rağmen tevbe ederlerse Yüce Allah’ın kendilerini affedebileceğini söyleyerek günahkârlara
ve inkârcılara tevbe kapısının her zaman açık
olduğunu haber vermiştir.
Buna göre davet adamı, karşısındaki insanlar
ne kadar günahkâr ve azgın olursa olsun, onları
muhâtap olarak kabul etmeli, davetini onlara
ulaştırmalı ve herkes için Yüce Allah’ın tevbe
kapısının, her zaman açık olduğunu ilan etmelidir.
Kur’ân’da Nuh Kavmi’nin helâk edilmelerinin
anlatılması, Mekke müşriklerine ve kıyâmete
kadar gelecek olan inkârcılara bir uyarıdır. Mesaj açıktır: Aklınızı başınıza alın, tevhîde girin
dünya ve âhiretinizi kurtarın; tevbe ederseniz
günahınız ne kadar çok ve büyük olursa olsun Yüce Allah sizi bağışlar, aksi takdirde inkâr
ve isyanda ısrar ederseniz dünya ve âhirette
helâkten kurtulamazsınız.
Nuh Peygamber’in
Helâk Olan Oğlu ve Hanımı
Kıssada Hz. Nuh (a.s.)’ın inanmayan oğlu ve
karısı da anlatılmaktadır. Sonuçta inanmayan
oğul ve kadın helâk olmaktan kurtulamamıştır. Peygamber kocaya ve peygamber babaya
rağmen. Demek ki, peygambere yahut bir büyüğe yakın olmak, kurtuluş için yeterli değildir.
Elbette güzel insanların yakını olmak güzeldir.
Ancak onların yolunda olunursa, onlara yaraşır
yakın olunursa güzel ve anlamlıdır.
“Gemi, dağlar gibi dalgalar içinde onları götürürken, Nuh, bir kenarda ayrı kalmış olan oğluna:
Ey oğulcuğum! Bizimle beraber gel, kâfirlerle birlik olma, diye seslendi.
Oğlu: ‘Dağa sığınırım, beni sudan kurtarır.’ deyince, Nuh: ‘Bugün Allah’ın buyruğundan O’nun
acıdıkları dışında kurtulacak yoktur.’ dedi. Aralarına dalga girdi, oğlu da boğulanlara karıştı.”8
İnkârcı oğul, helâkin sudan olacağını sandı;
oysa helâk edici Yüce Allah’tı. Yine o, kurtuluşun dağa sığınmakla olacağını düşündü; oysa
asıl kurtarıcı Yüce Mevlâ idi. İnkârcı evlat, aklına
ve kendi gücüne güvendi. Oysa iman olmadan
akıl tek başına yetmezdi, Yüce Yaratıcı’nın gücü
karşısında hiçbir güç duramazdı.
“Nuh Rabbine seslendi: ‘Rabbim! Oğlum benim ailemdendi. Doğrusu Senin va’din haktır. Sen
hükmedenlerin en iyi hükmedenisin.’ dedi.
Allah: ‘Ey Nuh! O senin ailenden sayılmaz;
çünkü kötü bir iş işlemiştir; öyleyse bilmediğin
şeyi Benden isteme. İşte sana öğüt, bilgisizlerden
olma.’ dedi.
‘Rabbim! Bilmediğim şeyi Senden istemekten
Sana sığınırım. Beni bağışlamaz ve bana merhamet etmezsen kaybedenlerden olurum dedi.”9
8 MART 2015
“Allah, inkâr edenlere, Nuh’un karısıyla Lut’un
karısını misâl gösterir: Onlar, kullarımızdan iki
iyi kulun nikâhı altında iken onlara karşı hâinlik
edip inkârlarını gizlemişlerdi de iki peygamber
Allah’tan gelen azâbı onlardan savamamıştı. O
iki kadına: ‘Cehenneme girenlerle beraber siz de
girin.’ dendi.”10
Görüldüğü üzere âyetlerde Hz. Nûh (a.s.)’ın
inanmayan oğlunun ve karısının helâkten kurtulamadıkları anlatılmaktadır. Bu, şanlı tarihine, hoca babasına, müftü dedesine güvenip
mü’minliğinin ve Müslümanlığının gereklerini
yerine getirmeyenler için iyi bir derstir.
Nitekim Peygamberimiz, “Önce en yakın akrabanı uyar.”11 âyeti indikten sonra yakınlarına
hitaben şu uyarıyı yapmıştır:
“Ey Kureyşliler! Ey Abd-i Menâf oğulları! Amcacığım Abbas! Nefislerinizi satın, Allah’a, O’ndan
gelebilecek şeylere karşı nefislerinizi koruma
altına alın. Cehennem azâbına karşı tedbirinizi
alın. Rabbimden size gelebilecek herhangi bir
şeye karşı ben bir şey yapamam.
Halacığım Safiyye! Rabbimden sana gelebilecek herhangi bir şeye karşı ben bir şey yapamam.
Kızcağızım Fatıma! Malımdan dilediğini iste
sana vereyim. Rabbimden sana gelebilecek herhangi bir şeye karşı ben bir şey yapamam.”12
Peygamberimiz, inkârcı İslâm düşmanı öz
amcası Ebû Leheb hakkında, “O’nunla benim
aramda herhangi bir akrabalık bağı kalmamıştır.”
buyurarak asıl yakınlığın tevhîd yakınlığı, asıl ve
kalıcı bağın din bağı olduğunu vurgulamıştır.
Saâdet Çağı’ndaki şu hadise de meşhurdur:
Peygamberimiz döneminde, Mahzumoğulları Kabîlesi’ne mensup soylu bir kadın hırsızlık
yapmış ve suçu sâbit olmuş, elinin kesilmesine karar verilmişti. Kadının kabîlesinden olan
bazı kişiler, kadının elinin kesilmemesi için
Peygamberimiz’e mürâcaat etmeye karar verirler. Ancak doğrudan ona bir şey söylemeye
cesâret edemedikleri için, Peygamberimiz’in
çok sevdiği, oğlu gibi gördüğü Zeyd b. Sâbit’in
oğlu Üsame’yi araya koyarlar. Sevgilinin Sevgilisi unvanına sahip olan Hz. Üsame, durumu
Peygamberimiz’e arz eder. Olay karşısında
Peygamberimiz’in tavrı çok sert ve nettir:
“Sen kötülükleri önlemek üzere Allah’ın koymuş olduğu cezâlardan bir cezânın affı hakkında
mı benimle konuşuyorsun?!
Sizden önceki insanları helâk eden, ancak,
onların içlerinden şerefli ve soylu birisi hırsızlık
ettiği zaman onu cezâsız bırakmaları, içlerinden
fakir ve zayıf biri hırsızlık edince de onun hakkında cezâ uygulamaları idi.
Vallâhî, hırsızlığı sâbit olan Mahzum kabilesinden Fatıma değil, kızım Fatıma bile olsa, ayrım
yapmaz ve cezâsını verirdim!”
Sonra da emretti, o kadının eli kesildi. Bunun
üzerine, kadın güzelce tevbe etti ve evlendi.13
Bu kararlı duruşuyla Peygamberimiz, suçu
sâbit olan ve cezâsı kesinleşmiş olan bir kimsenin cezâsını çekmesinin gereğine işaret buyurmuştur.
Demek ki, güzel insanlara yakın olmak, tek
başına onları dünya ve âhiret azâbından kurtarmaya yetmemektedir. Önemli olan insanın
sâlihlerden olması, yakını olduğu güzel insanların izinde gitmesidir. Zaten Hz. Âdem (a.s.)’in
evlatları olarak bütün insanlar sonuçta peygamber çocukları değil midir?
Dipnot
* Prof. Dr. Ali AKPINAR
1. 2.
3.
4.
5.
6.
7.
8.
9.
10.
11.
12.
13.
71/Nûh, 1-3.
71/Nûh, 13-14.
71/Nûh, 26-27.
29/Ankebût, 14.
Bkz. 7/59-64, 10/71-73, 11/25-49, 23/23-30, 26/105-
122, 29/14-15, 37/75-82, 54/16, 71/1-28
71/Nûh, 23-24.
39/Zümer, 3.
11/Hûd, 42-43.
11/Hûd, 45-47.
66/Tahrîm, 10.
26/Şuarâ, 214.
İbnü’l-Cevzî, Zâdü’l-Mesîr; İbn Kesîr, Tefsîr.
M. Asım Köksal, İslam Tarihi, VI/477-478.
somuncubaba 9
GÜZEL İSİMLER / Ramazan ALTINTAŞ*
bitkiler yapraklarını döker. Bütün bir tabiat
kupkuru ve simsiyah bir hale dönüşür.
İnsan hayatı da böyledir.
Normal şartlarda her insanın hayatı, dört
mevsime benzer. Çocukluk, insanın baharı;
gençlik, yazı; yetişkinlik, sonbaharı; yaşlılık
ise kışı gibidir.
Acaba hangi kudret, yaşlanmayı önleyebilir?
Hangi kudret, ölümün bizzat kendisini
sonlandırabilir?
Kendisine hiçbir şey mümtenî olmayan, şiddet ve kuvvet ile hiç
kimsenin kendisine karşı çıkamayacağı tam kudret sahibi olan:
El-Muktedir
Arapçada kadr kökünden türemiş olan ve
“iktidar sahibi” anlamına gelen muktedirin
mânâsı “el-Kadîr” isminin mânâsına yakındır.
Mânâ bakımından ziyâdeliğe delâlet eder.
Yüce Allah’ın en güzel isimleri arasında yer alan
El-Muktedir, kendisine hiçbir şey mümtenî olmayan, şiddet ve kuvvet ile hiç kimsenin kendisine karşı çıkamayacağı tam kudret sahibi
demektir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de geçen bir
âyette şöyle buyrulur:
“Onlara dünya hayatının örneğini ver. (Dünya hayatı), gökten indirdiğimiz yağmur gibidir
ki, onun sebebiyle yeryüzünün bitkileri boy ve-
10 MART 2015
rip birbirine karışırlar. Fakat bütün bu canlılık
sonunda rüzgârın savurduğu kuru bir çerçöpe
döner. Allah her şey üzerinde kudretsahibidir/
muktedir.”1
Gerçekten de Böyle Değil midir?
Meselâ, mevsimlerin ve iklimlerin oluşumu bunun en güzel örneğidir. İlkbahar geldiği
zaman, ölü olan tabiatta bir diriliş yaşanır. Bir
takım bitkiler, meyveler ve sebzeler, yaz aylarında ürün verirler. Havaların ısı ve ışığının
değişimine bağlı olarak sonbaharla birlikte tabiatta bulunan bitki yapısının kâhir ekseriyeti
sararıp solmaya başlar. Kış aylarıyla birlikte
Bütün bu değişimleri ancak el-Muktedir
olan Yüce Allah gerçekleştirebilir. Bu sebeple Kur’an’da geçen birçok âyette, kevnî
âyetlere ve insanın durumuna dikkatlerimiz çekilir. Amaç, insanın, el-Muktedir olan
Rabb’ini tanıması, aklını başına alması ve
ona göre bir hayat yaşaması içindir.
Yüce Allah’ın Kahredici Gücü
Karşısında Hiçbir Fâni Duramaz
Her insan şu hakikati bilmelidir. Asla
mağlup olmayan, aksine dâimâ egemen ve
güçlü olan, ortağı ve benzeri bulunmayan
tek varlık Cenâb-ı Hak’tır. O, Kâdir-i mutlaktır. Gerek mülk ve saltanatında ve gerekse
melekûtunda kendisine gâlip gelecek hiçbir
güç yoktur. Bütün güçler O’nun kudreti karşısında izâfîdir, itibârîdir. O, kendisi mağlup
edilemeyen fakat mağlup edendir.
Bütün izzet, şeref ve onur sadece ve
sadece O’na aittir. O’na inanan kimseler,
onur ve şeref kazanırlar. Bu sebeple Yüce
Allah’ın, kendisi hakkında “Azîz ve Muktedir” isimlerini birlikte kullanması anlamlıdır. Çünkü O’nun mülkünde hiçbir şey O’na
galip gelemez. Nitekim şu âyette, Allah’ın
gücünün ziyâdeliğini ihtivâ eden “Azîz Muktedir” isimlerinin birlikte kullanılması çok
anlamlıdır:
“Bütün âyetlerimizi yalanladılar. Biz de
onları mutlak güç ve iktidar sahibinin yakalaması gibi yakaladık.”2
Yüce Allah’ın bu mesajı, bize, Lût (a.s.)’ın
ve Fir’avun hânedânının uyarıcılar karşısında, olumsuz tavırlar takınmalarından dolayı
kahredildikleri gerçeğini veriyor. İlâhî yasalara göre, uyarı ve bilgilendirme yapılmadan toplumlar sorumlu tutulmuyor. Sorumluluğun iki şartından birisi, bilgilendirilme,
diğeri de özgür irâde sahibi kılınmadır.
Yukarıdaki âyette de geçtiği gibi, özgür
irâdeye sahip olan Lût (a.s.)’ın kavmi ve
Fir’avun hânedânı bilgilendirildikten sonra, inkâr etmeleri sebebiyle helâk edilmişlerdir. Çünkü onlar, başta Yüce Allah olmak
üzere, O’nun peygamberleri vâsıtasıyla
göndermiş olduğu vahyi yalanlamışlardır.
Bir de onlar, âciz ve nâkıslıklarını unutup
güçlerini “Azîz ve Muktedir” olan Allah’ın
gücü karşısında sınamaya kalkınca, yerle
yeksân olmuşlardır. Elbette hem mü’minler
ve hem de münkirler mutlak güç ve iktidar
sahibi olan Yüce Allah’ı iyi bilmeli ve ona
göre takdirde bulunmalıdırlar.
Yüce Allah, kendisiyle güç sınanacak ya
da güç yarıştırılacak bir varlık değildir. O,
her türlü yaratılmışlık özelliklerinden soyutlanmıştır. Herkes İlâhî güç karşısında
sınırını bilmeli ve kendi sınırlarına çekilmelidir. Âlemlerin Rabbi olan Allah’a karşı taşkınlıkta bulunmak gayretullah’a dokunur,
sonu da felaket olur.
somuncubaba 11
Dolayısıyla, ölümlü insan, ölümsüz diri olan
karşısında kendi sınırları içinde kalmalıdır.
Mevlâna Hâlid-i Bağdadî (k.s.)
Yüce Allah, görünen ve görünmeyen, bilinen ve bilinmeyen bütün âlemlerin sahibi ve
mutlak tasarruf yetkisine sahip olandır: “O,
mülkün tek sahibidir.”3 O, aynı zamanda; “Din
(âhiret) gününün sahibidir.”4
Kudret, Allah için kullanıldığı zaman,
O’nun her türlü âcizlik ve noksanlıktan münezzeh olması; insan için kullanıldığı zaman,
yaratılmış bir kudretle fiillerini gerçekleştireceği mânâsına gelir.
Baba soyundan Osman, anasındansa Ali
Ehl-i beyt onun ceddi, ol Hâlid-i Bağdadî.
O olmuş Hakk bülbülü herkesçe belli hâli
Gülün dalında öttü, ol Hâlid-i Bağdadî.
Kur’an-ı Kerim’de Allahu Teâlâ’nın elMuktedir oluşunun, el-Melik ismiyle birlikte
geçmesi, O’nun varlıkta tek tasarruf yetkisine sahip olmasının bir alâmetidir. Nasıl ki O,
mülkünde, ortak olmayı isteyen ve O’nunla
güç ve kudret yarışına girenleri kahretme
gücüne sahipse, aynı şekilde O, Yüce kudret
karşısında mütevâzı kulluğu tercih edenleri
de envâî nimetlerle donatma kudretine sahiptir.
Yüce Allah’tan başka hiçbir varlık, mutlak
kudret sahibi değildir. Onun için dinimizde, çocuklar, deliler ve özür sahipleri sorumlu tutulmamıştır. Dinimizde ilâhî teklifin şartı, âkil bâliğ
çağına ulaşmak ve istitâat sahibi olmaktır. İnsan,
kendisine verilen sınırlı güç sayesinde, iman ve
küfür, iyi ve kötü eylemde bulunma özgürlüğüne sahiptir. Eğer böyle olmasaydı, cennet ve cehennemin, iyi ve kötünün, sevap ve cezanın bir
anlamı kalmazdı. Bizler ihtiyârî, iradî fillerimizden sorumluyuz. Zaten insan ızdırârî fiillerde,
irâde özgürlüğüne sahip değildir.
Varlıkta, Mutlak Tasarruf
Yetkisi Allah’a Aittir.
İsyânın sonu hüsrân, itaatin sonu da
gufrân ve niâmdır. Bu sebeple şu âyette, Azîz
ve Celîl olan Allah’ın muktedir oluşu, “Melik
Muktedir” isimlerinin birlikte kullanılması bu
sonuçları çıkarmamızı sağlıyor:
“Şüphesiz Allah’a karşı gelmekten sakınanlar cennetlerde, ırmak başlarındadırlar. Muktedir bir hükümdarın katında, doğruluk meclisindedirler.”5
İnsan, elbette bir kudrete sahiptir. Bu
hâdis ve nâkıs bir kudrettir. İnsanın gücü ve
kudreti sınırlıdır. Sorumluluk, kendisine verilen bu güç ve vüsatladır. Özgür irâde varsa sorumluluk da vardır. Hukukta sorumluluk, toplumsal düzeni sağlamaya yöneliktir.
İslâm akâidinde sorumluluk ise, insanın eylemlerinden hareketle itikâdî, ibâdî, ahlâkî
ve toplumsal yükümlülükler olarak tanımlanır. Her türlü yaratma eylemi Yüce Allah’a,
O’nun yarattıklarını seçme de insana aittir.
İnsanları çağırdı dâima doğru yola
Hakk’a hizmet kim etse elbet o yansır kula
Kur’an-ı rehber etti, sapmadı sağa/sola
Okunu doğru attı, ol Hâlid-i Bağdadi.
Verdi o fetvâsını muhtar olan kavliyle
Maslahatı gözetti Hak’tan yana meyliyle
Lisanıyla, fi’liyle; tâvizsiz o tavrıyla
Bâtıla karşı setti, ol Hâlid-i Bağdadî.
Geride bıraktığı, mânâyı iyi tanı
Sû-i zanna meyletme, yaşat sen hüsn-ü zannı
Mekke’yi, Medine’yi… Dolaştı Hindistan’ı
Şam İl’in mekân tuttu, ol Hâlid-i Bağdadî.
Gençlik geldi/gidiyor; aklaştı Kara saçın
Nereden, niçin geldin; düşün biraz sen niçin?
O uzlete çekildi rûhu pişirmek için
Çilehânede yattı, ol Hâlid-i Bağdadî...
Hanifi KARA
Akıllı bir insan, bugün gücü yetiyorken, her sağlıklı günü fırsata dönüştürmeli,
Allah’ın kendisine yüklediği sorumlulukları
hakkıyla yerine getirmelidir. Nasıl ki dünyaya
gelmek bize rağmense, buradan ayrılmak da
bize rağmen olacaktır. Yarın kıyâmet gününde hepimiz muktedir olan Âlemlerin Rabbi
huzurunda ferdî olarak hesaba çekileceğiz.
O halde, hesap günü gelmeden muhâsebemizi iyi yapalım, Yaradan Rabbimizle
muhâsemeye girmeyelim. Muhâsebe eden
kazanır, muhâseme eden ise kaybeder.
Dipnot
* Prof. Dr. Ramazan ALTINTAŞ
1.
2.
3.
4.
5.
18/Kehf, 45.
54/Kamer, 42.
59/Haşr, 23.
1/Fâtiha, 4.
54/Kamer, 54-55.
Mevlâna Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri Türbesi
12 MART 2015
somuncubaba 13
ŞEHİR GÜZELLEMESİ / M. Nihat MALKOÇ
Huzurdan Kaosa Peygamberler Şehri:
Şam-ı Şerif
“İslâm’ın kadim şehirlerinin
başta gelenlerindendir bugün
bir harabeye dön(dürül)en
Suriye’nin payitahtı Şam-ı Şerif.
Peygamberlere, sahabelere ve
evliyalara yurt olan bu kadim
topraklar, asırlar boyunca şanlı
İslâm medeniyetinin en mühim
mekânı olmuştur.”
Yeryüzündeki bütün mekânlar aynı
değerde değildir. Mekânlar orada var
olanların değeriyle değerlenir. Eskilerimiz bunu “Şerefü’l mekân bi’l-mekin/Bir
yerin, makamın şerefi orada oturan insanlardan neşet eder.” ifadesiyle dillendirmişlerdir. Bugün “Mekke-i Mükerreme”,
“Medine-i Münevvere”, “Beytü’l Makdis/
Kudüs” terkipleri bu şehirlerin ehemmiyetini dile getirir. İşte öyle de yeryüzünün dördüncü mukaddes beldesi Şam-ı
Şerif’tir.
İslâm’ın kadim şehirlerinin başta
gelenlerindendir bugün bir harabeye
dön(dürül)en Suriye’nin payitahtı Şam-ı
Şerif. Peygamberlere, sahabelere ve evliyalara yurt olan bu kadim topraklar, asırlar boyunca şanlı İslâm medeniyetinin en
mühim mekânı olmuştur.
Yeryüzünün ilk şehidi Habil’in, Yahya
Peygamber’in, Zekeriya Peygamber’in,
Bilal-i Habeşî’nin, Endülüs Fatihi Tarık
bin Ziyad’ın, Kudüs Fatihi
Selahaddin-i
Eyyubî’nin,
Sultan Nureddin Mahmut
Zengî’nin, İmam Gazalî’nin,
İmam Buharî’nin, Mevlâna
Celaleddin-i Rumî’nin, büyük hadis ravilerinden Ebu
Hureyre’nin, Ebu’d-Derda Hazretleri’nin,
Hızır (a.s.)’ın, Akşemseddin’in, yurdundan sürgün edilen Sultan Vahdeddin’in,
Muhyiddin Arabî’nin, Mevlâna Halid-i
Bağdadî’nin, Kerbelâ şehitlerinin, Rasûlullah’ın eşlerinin, Peygamber torunu Hz.
Hüseyin’in şereflendirdiği müstesna bir
şehirdir Şam-ı Şerif…
634 senesinde Halid bin Velid kumandasındaki İslâm orduları tarafından
fethedilen Dımaşk/Şam, daha sonraki
yıllarda Emevî Devleti’nin idare merkezi olmuştur. Şam şehri, Osmanlı’nın
ilk halifesi Yavuz Sultan Selim’in Mısır
seferi sırasında Osmanlı idaresine geçmiştir. Mülkî ve askerî açıdan doğrudan
İstanbul’a bağlı kalan Şam, Osmanlı tarafından imar edilmiştir. Bir zamanlar gıpta ile bakılan bu güzide şehir, Osmanlı
devri boyunca bölgenin idarî, askerî, ilmî,
kültürel ve ticarî merkezi olma özelliğini
sürdürmüştür. Şam-ı Şerif, Suriye’nin bütün renklerinin ve değerlerinin bir arada görülebileceği ender şehirlerden biridir. Burada
geleneksel mimariyle modern mimarî iç
içedir. Bu şehirde daha düne kadar Müslümanlarla gayri Müslimler huzur ve barış içerisinde dostça yaşıyorlardı.
Emeviye Camii Avlusu
14 MART 2015
somuncubaba 15
Şam-ı Şerif’in Kutlu Misafiri:
Mevlâna Halid-i Bağdadî (k.s.)
Nakşbendî yolunun Halidiye kolu öncüsü
olan Mevlâna Halid-i Bağdadî (k.s.) bir Hak ve
hakikat yolcusudur. Asıl adı Halid, lâkabı Ziyaüddin, nispet adı Bağdadî’dir. “Mevlâna” onun
bir nevi sıfatıdır. Irak’ın Süleymaniye şehrinde
dünyaya gelen bu Allah dostu, birçok diyarı
dolaşarak irşat faaliyetlerinde bulunmuştur.
Daha sonra müritleri ve halifeleriyle Şam’a yerleşmiştir. Nakşiliğin dünyanın dört bir yanına
yayılmasında büyük emekleri vardır. Üstün bir
ilme, ahlâka ve şahsiyete sahip olan bu büyük
zat, henüz yirmi yaşındayken ders vermeye
başlamış, birçok talebesi olmuştur. Kendisini
çekemeyenler ona birçok iftiralar atmıştır.
Mevlâna Halid-i Bağdadî’nin dinî ilimlerdeki engin birikiminin dışında, güçlü bir edebî
“Nefs-i emmareden kurtulmanın alâmeti, insanların övmesi ile yermesini eşit görmektir. İnsanların
teveccühüne sevinip aramamalarına, etrafınızda dolaşmamalarına üzülmek, basitlik ve anlayışsızlıktır.”
“Küfran-ı nimet, kulun nimetten istifade ederken o nimetle meşguliyeti sebebiyle nimet vereni
unutmasıdır.”
yönü de vardır. Zira Arapça ve Farsça şiirlerinden oluşan bir Divan’ı mevcuttur. Medine-i
Münevvere’yi ziyaret ettiğinde Hz. Peygamber
(s.a.v.)’e olan bağlılığının tezahürü olan Farsça
Kaside-i Muhammediyye’yi okumuştur. Bu şiirin bir kısmında şöyle der:
Li me’allah emini, mâ evhâ sır mahremi/Vasfını söyleyemem, izaha zor geliyor
Leamrük tahtı şahı, levlâke şehsuvarı/Adalet sahibi Hak seni pek methediyor.
Beş tarikattan icazet sahibi olan Mevlâna Halid-i Bağdadî Hazretleri, 1242/1826’da yakalandığı veba hastalığı sebebiyle Şam’da vefat etmiştir. Merhum, Şam’ın kuzeyindeki Kâsiyûn Dağı
eteğindeki mekâna defnedilmiştir.
Foto: Orhan DURGUT
Mevlâna Halid-i Bağdadî’nin birbirinden kıymetli şu nasihatlerini kulaklarımıza küpe etmeliyiz:
“Bütün âlem münkiriniz ve düşmanınız olsa
veya muhibbiniz ve dostunuz bulunsa bile, murat
olandan kıl kadar sapmayınız. Sadece Mahbub-u
Hakiki’nin rızasına talip olunuz. Kendiniz için ve
size bağlı olanlar için sözde, harekette, dışta, içte
Hz. Muhammed (s.a.v.)’in dininde gevşeklik ve
tembelliğe cevaz ve imkân vermeyin.”
“Tarikat, İslâm’ın buyruklarını yerine getirebilmek içindir. Dinimizin emir ve yasaklarına uymayan bâtın sapıklıktır.”
secdegâhlarına. Bu eşsiz mabet geçmişle günümüz arasında bir köprü vazifesi görmektedir.
Dünyanın en eski ve en büyük camilerinden biri olan Emeviye Camii, “Şam Ulu Camii”
ve “Ümeyye Camii” olarak da bilinir. Şam’ın en
önemli İslâm eserlerinden biri olan Şam Emeviye Camii, Emevi Halifesi Velit b. Abdulmelik
tarafından 715 yılında inşa edilmiştir. Bu güzel
caminin mozaikleri, minareleri ve süslü kapıları görülmeye değerdir. Caminin içinde dört
mezhebe (Hanefî, Şafiî, Malikî, Hanbelî) tahsis
edilmiş dört mihrap ve dört minber mevcuttur.
Caminin üç minaresi ve dört ana kapısı bulunmaktadır.
İslâm dünyasının ayakta kalabilen en eski
mabetlerinden biri olan Emeviye Camii’nin
heybetli ve gösterişli üç minaresi vardır. Dikdörtgen şeklinde inşa edilen caminin eni 137
“Kendini hiçbir hayır yapmamış kabul et. Niyet, ibadetin ruhudur. Niyet de ancak ihlâsla muteber olur. Kendini her hayırda iflâs etmiş kabul
etsen de, Allahu Teâlâ’nın rahmetinden ümidini
kesme.”
Şam-ı Şerif’in Tapusu:
Emeviye Camii ve Osmanlı Eserleri
Şam-ı Şerif’in simgelerinden biridir tarihî
Emeviye Camii. Şam Kalesi’nin yanında bulunan bu görkemli mabet, nice zamanlara tanıklık etmiştir. Nice mübarek alınlar değmiştir
Hz. Yahya (a.s.)’nın türbesi
Foto: Orhan DURGUT
Mevlâna Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri Türbesi
Emeviye Camii Genel Görünüm
somuncubaba 17
16 MART 2015
İmam-ı Rabbânî Hz. Türbesi
Cuma Mescidi
metre, yüksekliği ise 37 metredir. Caminin
önünde üç, yanında iki katlı revaklarla çevrili
büyük bir avlu yer alır. Caminin süslenmesinde
İran, Hindistan, Mağrip ve değişik devletlerden
bini aşkın ünlü usta ve sanatçı çalıştırılmıştır.
Mabedin uhrevî bir havası vardır.
Emeviye Camii’nin namaz kılınan iç
mekânında Hz. Yahya (a.s.)’nın türbesi vardır.
Kerbela’da şehid edilen Hz. Hüseyin (r.a.)’in kesik başının burada bir süre sergilendiği ve bu
yere defnedildiği rivayet edilmektedir. Mehmet
Akif’in Çanakkale Şehitleri şiirinde “Şarkın en
sevgili sultanı” olarak nitelediği, İslâm tarihinin
büyük kahramanlarından, Kudüs’ün ikinci fatihi Selâhaddin Eyyûbî’nin türbesi de bu tarihî
caminin avlusunun dışında yer almaktadır.
Mescidü’l-Haram, Mescidü’n-Nebi ve Mescid-i
Aksa’dan sonra İslâm’ın dördüncü kutsal mabedi
olarak kabul edilen Emeviye Camii, tarih içinde
birçok badirelerden geçerek günümüze sapasağlam ulaşmıştır. Cami, Moğollar tarafından talan
edilmiş; depremlerde hasar görmüş ve 19. yüzyılda büyük bir yangının kurbanı olmuştur. Emeviye
Camii, ezanın koroyla okunduğu tek İslâm mabedidir. Burası İmam Gazalî’nin, İhya-u Ulûmi’d-Din’i
yazdığı yerdir.
403 sene boyunca Osmanlı Devleti’nin
insanî atmosferinde ve hâkimiyetinde kalan
bu kadim topraklarda ecdadımızın kutlu şefkat
izlerini takip etmek mümkündür. Osmanlı eserlerinden biri olan ve Sultan İkinci Abdülhamit
tarafından yaptırılan Hamidiye Çarşısı, büyülü atmosferiyle bugün de Şam’ın (Eski şehrin)
önemli ziyaret yerlerindendir. Osmanlı’nın bu
topraklara hediyesi olan bu çarşı İstanbul’daki
Kapalıçarşı’ya benzemektedir. Burası karayoluyla hac yapıldığı dönemlerde Türk hacılarının
önemli uğrak yerlerinden biriydi.
Kanûnî Sultan Süleyman’ın 1554-1559 yıllarında Memluk dönemine ait Kasrü’l-Ablak
harabeleri civarında Mimar Sinan’a inşa ettirdiği Süleymaniye Külliyesi, Şam’da bulunan bir
başka Osmanlı eseridir. Caminin bahçesinin sağ
tarafında özel bir bölümde, San Remo’da vefat
ettikten sonra buraya defnedilen son Osmanlı
padişahı, 115. İslâm halifesi mazlum ve mağdur
vatan sevdalısı Sultan Vahdettin’in mezarı bulanmaktadır.
Suriye’yi Osmanlı topraklarına katan
Osmanlı’nın ilk halifesi Yavuz Sultan Selim’in
inşa ettirdiği Muhyiddîn ibn Arabî ve Selâhaddin
Eyyûbî Türbeleri, Şam’daki diğer Osmanlı eserlerindendir. Hicaz Demiryolu, II. Abdülhamit’in
1900-1908 yıllarında Şam ile Medine arasında
inşa ettirdiği bir başka Osmanlı eseridir. Bu demiryolu Şam’dan geçmektedir.
Selâhaddin Eyyûbî
18 MART 2015
Şam Deyip de Geçmemek Lâzım; Zira
Şam-ı Şerif, İslâm’ın kadim topraklarından
biridir. Burası hak ve hakikat mücadelesine
sahne olan müstesna toprak parçalarından
biridir. Hz. Süleyman (a.s.)’ın Yemen Melikesi
Belkıs’ı imana davet ettiği ve Allah’ın inayetiyle
ona Neml Suresi’nde anlatılan taht mucizesini
gösterdiği yerdir Şam-ı Şerif. Biri amcası Ebu
Talip’le olmak üzere Rasûl-i Ekrem Efendimiz’in
iki kez ziyaret edip şereflendirdiği kutlu bir şehirdir Şam-ı Şerif.
Nice Allah dostları bu şehrin munis havasını
teneffüs etti; ekmeğini yedi; suyunu içti. Burada
Hakk’ı ve hakikati yüceltti. Konya’mızı şereflendiren Mevlâna Celaleddin-i Rûmî de uzun yıllar
boyunca bu şehirde ilim tahsil etti. Onu belki
de bu topraklar Mevlâna yaptı.
Bazı şehirler insan gibidir. Bir bedeni, bir
de ruhu vardır. Mekke-i Mükerreme, Medine-i
Münevvere, Kudüs bunlardan birkaçıdır. Şam-ı
Şerif de ruhu olan müstesna şehirlerin başında
gelir. Onun ruhu, İslâm’ın çağlara zindelik veren
tevhid ruhudur.
Mamur Şehrin İntiharı Yahut Taş
Üstünde Taş Bırakmamak
Uzun seneler boyunca Osmanlı’nın bir eyaleti olan bu şehir, bir huzur ve sükûn beldesiydi. Osmanlı, İstanbul ile Şam arasında kardeşlik
köprüleri kurmuştu. Düne kadar farklı ırk ve
farklı inançlardaki insanların bir arada yaşadığı
dostluk ve kardeşlik beldesiydi burası.
Tarihî zenginliklerini ve emsalsiz güzelliklerini izah etmeye çalıştığımız Suriye’de bugün
kapkara bir tabloyla karşı karşıyayız. 2011 senesinde başlayan iç savaş (bazılarına göre devrim, bazılarına göre isyan), bir zamanlar bir masal diyarını çağrıştıran bu güzel ülkeyi harabeye
döndürmüş durumdadır. “Arap Baharı” olarak
nitelendirilen ve Ortadoğu’yu kaosa sürükleyen
protest hareketin bir parçası olan Suriye’deki iç
savaş, köklü bir medeniyete sahne olan ülkeyi
bahardan çok, kışa döndürmüştür. Yüzbinlerce kişi bu korkunç savaşta hayatını kaybetmiş,
milyonlarca insan da cehennemi andıran bu iç
savaştan kaçarak, başta Türkiye olmak üzere
değişik ülkelere sığınmıştır. Çocuklar babasız
kalmış, birçok yuva dağılmıştır.
Katil Kabil’in kardeşi mazlum Habil’i katlettiği bu şehirde bugün geçmişe dair hiçbir iz yok.
Her taraf kan ve barut kokuyor. Modern çağın
ırkçı ve ulusçu Kabilleri kuşatmış bu toprakları.
Uzaktan kumandalarıyla idare ediyorlar İslâm’ın
haremini. Kardeşi kardeşe düşürmüşler bu asi
çağda. İdrakleri zorlayan desiselerle zulümde
sınır tanımıyorlar.
Suriye’deki iç savaş ne yazık ki ülkedeki
tarihî mirasa da çok büyük zarar vermektedir.
Günümüzde Suriye’de kelimenin tam anlamıyla
bir trajedi yaşanmaktadır. Kimin kimin yanında
yer aldığı, kimin ne yaptığı belli değildir. Yani
tam bir kaos yaşanmaktadır ülkede. Tarihin aynası olan bu kadim topraklar, zalimlerin olmayan insafına bırakılmamalıdır.
Taşların taş olmaktan çıkıp adeta ruh elbisesi giydiği Ümeyye Mescidi’nin, Ak Minare’nin,
Hamidiye Çarşısı’nın, Süleymaniye Camii ve
Külliyesi ile Hicaz Demir Yolu’nun bulunduğu,
kadim zamanın her dem zindeleştiği mekândır
bu kutlu şehir.
somuncubaba 19
SÛFİ PERSPEKTİF / Kadir ÖZKÖSE*
Kadere İman
Her Türlü Keder ve Hüznü Giderir
Akacak kan damarda durmaz, takdîr-i ilâhîye
engel olunmaz. Zira altı olur, yedi olur, hep
Allah’ın dediği olur. Allah, bir kapıyı kaparsa bin
kapıyı açar. Diğer yandan kazâ gelmez kula, kul
azmayınca; belâ gelmez kula Hak yazmayınca.
Çünkü takdîrle yazılan tedbirle bozulmaz.
İnsan Fiillerinin Yaratıcısı Allah’tır
Kur’ân âyetlerini okuduğumuzda sık sık
Allah’ın hükümranlığı, kulun acziyeti vurgulanır. Şöyle ki:
“(Rasûlüm!) De ki: ‘Göklerin ve yerin Rabbi
kimdir?’ De ki: ‘Allah’tır.’ O halde de ki: ‘O’nu bırakıp da kendilerine fayda ya da zarar verme gücüne sahip olmayan dostlar mı edindiniz?’ De ki:
‘Körle gören bir olur mu hiç? Ya da karanlıklarla
aydınlık eşit olur mu?’ Yoksa O’nun yarattığı gibi
yaratan ortaklar buldular da bu yaratma onlarca birbirine benzer mi göründü?’ De ki: ‘Allah her
şeyi yaratandır. Ve O, birdir, karşı durulamaz güç
sahibidir.”1
“Biz, her şeyi bir ölçüye göre yarattık.”2
Allah’ın yaratmasında bozukluk, aksaklık ve
eksiklik olmaz. Yaratılan her şey bir mîzân, ölçü
ve âhenk içerisinde vücûda gelmiştir. Kozmik
dengenin âhengi mikro bağlamda da fiillerimize yansıdığı zaman huzûra ermiş olacağız.
Bütün gayretimizle ilâhî ölçüye yaraşır şekilde
davranmaya çalışmak zorundayız. Hz. Ömer bir
defasında Peygamber Efendimiz’e:
“Ey Allah’ın Rasûlü! Amellerimiz konusunda görüşün nedir? Yapılan işler önceden takdîr
edilen ve bitirilen bir plana göre mi, yoksa yeni
baştan ve doğrudan doğruya insanların yapmaları ile mi vukûa gelmektedir?” diye sorunca,
20 MART 2015
Peygamber Efendimiz:
“Önceden takdîr ve tesbît edilen bir plana göre
vukûa gelmektedir.” cevabını verir. Hz. Ömer konuşmasının devamında:
“O halde buna dayanarak çalışmayı terk mi
edelim?” diye sorunca Peygamber Efendimiz:
“Çalışın, çünkü herkes kendisi için yaratılan
şeye müyesser olur. Bir kimse neyi yapmak için
yaratılmışsa o şeyi kolayca yapar.” buyurdu.
“Hastalıktan kurtulmak için kendimizi okutuyor ve ilaçla tedâvi oluyoruz. Acaba bunlar
Allah’ın kaderini geri çevirir mi?” diye sorulunca, Peygamber Efendimiz de:
“Bunlar da Allah’ın kaderindendir.” buyurmuştur.3
Yine Hz. Peygamber (s.a.v.): “Vallahi Allah’a,
Allah’ın kaderine hayrın ve şerrin Allah’tan olduğuna inanmadıkça iman etmiş olmazsınız.” buyurmuştur.4
“Gecede ve gündüzde barınan her şey
O’nundur. O her şeyi işitendir, bilendir.”5 âyetini
tefsir ederken Ebu Bekir Vâsıtî şöyle diyor:
“Deprenme ve kıpırdama özelliğine sahip olup
da gece ve gündüz sükûn halinde bulunan ve
onun için de Allah’ın mülkünden olan bir şeyin
bir kimse kendisi için, kendisi ile kendisine ve
kendisinden olduğunu iddiâ eder (ve bu şey
benimdir, benim sâyemde vardır, neticede bana
ait olacaktır, benden olmuştur, derse) ilâhî kuvvetle çekişmiş ve Allah’ın izzetini zayıf görmüş
olur.”6
somuncubaba 21
Kazâ ve Kader İnancının Mezheplerce
Siyâsî Tartışma Boyutuna Taşınması
Mezheplerin teşekkülünde kazâ ve kader
inancının önemli bir etken olduğu görülmektedir. Kazâ ve kader inancı kimi mezhepler tarafından inanç konusundan çok siyâsî tartışma
zeminine çekilmiştir. “İşlediği fiillerde kulun
rolü nedir? Kulun fiillerinde Allah’ın dahli var
mıdır? İrâde ve mes’ûliyet hangi düzeydedir?”
gibi sorular siyasal bağlamda cevaplandırılmaya çalışılmıştır. Kulda ihtiyar ve irâde kabul
etmeyenler, ortaya çıkan siyâsî ihtilaflarla bu
ihtilafların sonucunda işlenen hareketlerin ve
dökülen kanların mes’ûliyetini Allah’a yükleyerek işin içinden çıkmaya çalışmışlardır. Kulda
mutlak bir irâde ve ihtiyar kabul edip Allah’ın,
her şeyin ne olacağını bilmesinin, kulu, o işi
yapmaya zorlamadığını söyleyenlerse bir yandan mes’ûliyetin kula ait olduğunu bildirerek
tenkîdi, en dokunulmaz sanılan kişilere kadar
teşmîl etmişler, bir yandan da Allah’ı yapılan
işlerden tenzîh ederek onu, münâkaşa edilmeyecek derecede kâmil bir adalet sahibi tanımışlar, herkesin, yaptığının karşılığını çekeceğine
inanmışlardır. Mûtezile ve Şîa, bu inancı benim-
seyenlerdir. Sünnîlerse kulda cüz’î bir irâde olduğunu, bu irâdeyi kulun hayra yahut şerre sarf
etmesi üzerine Allah’ın hayır ve şerri yarattığını
kabul etmek suretiyle ortalama bir yol tutmakla
beraber kulda ihtiyar ve irâde kabul etmeyenlere, yani Cebrîlere yaklaşmışlardır.7
Kaderiyye ve Cebriyye sarkacında kemikleşen kazâ ve kader tartışmalarının yoğun olarak
yaşandığı bir dönemde Emevî halîfesi Abdulmelik b. Mervân, Hasan-ı Basrî (ö. 110/728)’den
kader ve cebr ile ilgili bilgi istemiş, bunun üzerine Hasan-ı Basrî de ona hitâben bir risâle yazmıştır. Hasan-ı Basrî’ye nisbet edilen bu risâle
Emevi iktidarının Cebriyeci tavrına reddiye niteliği taşıdığı görülmektedir.8
Allah’ın Kaderine Kaçıyoruz
Siyâsî zemine taşınan bu tartışmaların ötesinde teklif ile irâde arasında bir denge ortaya
koyan Kur’an, kulun sorumluluklarıyla irâdesini
bir bütün olarak ele almamızı istemektedir. Yaratma eylemi Allah’a mahsustur. Mevcûdâtın her
biri ilâhî kader dairesi içerisinde mevcûdiyetini
devam ettirir. Zira Allah (c.c.) şöyle buyurmaktadır:
“Kadere iman hayır ve şerri Allah’tan
bilmektir. Yoksa kulun robotlaşması
değildir. Kadere iman kulun tercihini
yok saymak değildir. Kadere iman kulun
irâdesini devre dışı bırakmak değildir. ”
“Yeryüzünde vukû bulan ve sizin başınıza gelen herhangi bir musîbet yoktur ki, Biz onu yaratmadan önce, o bir kitapta yazılmış olmasın.
Şüphesiz bu Allah’a göre kolaydır.”9
Allah’ı hesap etmeden gerçekleşen her eylem beyhûdedir. Kudret-i Huda’nın kontrolünde hayatiyet kesbetmek huzur kaynağıdır. Bu
bağlamda Peygamber Efendimiz (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır:
“Kadere îmân etmek, her türlü keder ve hüznü
giderir.”10
Kadere iman hayır ve şerri Allah’tan bilmektir. Yoksa kulun robotlaşması değildir. Kadere
iman kulun tercihini yok saymak değildir. Kadere iman kulun irâdesini devre dışı bırakmak değildir. Kadere iman kulun sorumluluğu Allah’ın
üzerine atması hiç değildir. Kadere imanla kul
tedbîri, tercîhi ve irâdesini devre dışı bırakacak
değildir. Hz. Ömer’in konuya ilişkin şu değerlendirmesi oldukça câlib-i dikkattir.
Hz. Ömer (r.a.), bir yolculuktayken, gitmek
üzere oldukları Şam’da salgın hastalık zuhûr
ettiğini haber alınca gerekli istişâreler neticesinde Şam’a gitmekten vazgeçmiştir. Aslında
Cenâb-ı Hakk’ın ve Peygamber Efendimiz’in
emrine daha muvâfık olan bu ihtiyat ve tedbir
karşısında sahâbeden Ebû Ubeyde bin Cerrah
(r.a.), Hz. Ömer (r.a.)’a:
“Allah’ın kaderinden mi kaçıyorsun?” diye
sormuş, Hz. Ömer (r.a.) ise, o âlim ve fâzıl
sahâbîden böyle bir suâli beklemediği için:
“Keşke bunu senden başkası söyleseydi ey
Ebû Ubeyde! Evet, Allah’ın kaderinden, yine
Allah’ın kaderine kaçıyoruz. Ne dersin, senin
develerin olsa da bir tarafı verimli, diğer tarafı çorak bir vâdide inseler ve sen verimli yerde
otlatsan Allah’ın kaderiyle otlatmış; çorak yerde
otlatsan yine Allah’ın kaderiyle otlatmış olmaz
mıydın?”11
İlâhî kader programını yok saymak seküler
zihniyete dâvetiye çıkarmaktır. Allah’ın ilmi her
22 MART 2015
şeyi kuşatmıştır. Allah’ın ilmi zaman ve mekân
kaydından uzaktır. Olmuş ve olacak her şey
Allah’ın ilminde sabittir. Her şey takdîr-i ilâhîye
uygun bir şekilde cereyan etmektedir. Peygamber Efendimiz’in şu evrensel mesajını gözümüzden ırak tutmamamız gerekmektedir:
“Sizden birinizin yaratılışının başlangıcı, annesinin karnında kırk günde derlenir toplanır.
Sonra ikinci kırk günlük süre içinde pıhtı hâline
döner. Sonra da bir o kadar zaman içinde bir
parça et olur. Daha sonra Allah bir melek gönderir ve melek, ona ruh üfler. Bu melek dört şeyle;
anne rahmindeki canlının rızkını, ecelini, amelini,
iyi biri mi, yoksa kötü biri mi olacağını yazmakla
emrolunur.”12
Kader Sırrını Tefekkür
Üstat Necip Fâzıl Kısakürek kader sırrını tefekkür gerçeğini şu misallerle özetlemektedir:
“… Meselâ bir gün Eminönü Meydanı’nda bir
otomobil, bir adamı çiğner. Hâdiseden on dakika evveline gidelim. Adam, meselâ Gülhâne
Parkı’nın önündedir. Otomobil de faraza
Taksim’den geliyor. Manzarayı görüyor musunuz? Geliyor! Bin otomobil içinde bir otomobil
ve yüz bin adam içinde bir adam. Ne adam çiğneneceğini bilir; ne de otomobil çiğneyeceğini…
İkisi de bir sürü tesâdüflerle (!) bilmeden birbirine doğru yaklaşırlar. Meselâ adam bir dükkânın
önünde durur. Bir kutu kibrit alır. Bir-iki adım
atar. Bir arkadaşıyla konuşur. Bir vitrini seyreder. Bu mâsum hareketlerin bile birkaç dakika
sonra kopacak fâciada hisseleri vardır. Bütün bu
hâdiseler, birbirine esrarlı bir şekilde geçe geçe
nihâyet o fâcia ânını doğururlar. O an, gâyet basit bir son sebebe dayanır. Bir dalgınlık, bir bilgisizlik, şu, bu… Tesâdüflerin (!) kim bilir nasıl ve
nereden idâre edilen son derece girift ve içinden çıkılmaz bir riyâziyesi/hesâbı vardır.”13
İşte bunun gibi hayattaki hâdiseleri lâyıkıyla
tefekkür edebilen bir insan, kâinât sahnesinde
sergilenen sonsuz sayıdaki senaryoların, ilâhî
bir kalemin çizgileri istikâmetinde zuhûra geldiğine inanmaktan kendini alamaz.14
somuncubaba 23
“Bu da Geçer ya Hû!”
ile Mukadderatı Kabulleniş
Üstadın piyesinde üzerinde durduğu kimi
sebeplerin yol açtığı gerçeklikler kimi zaman
bizim irâdemizi de aşan durumlardır. Cüz’î
irâdemizin küllî irâdeye muvâfık olması kazanımlarımızın göstergesidir. Hayatın her karesinde küllî irâdeyi hesap ederek yaşayanlar engin
bir huzura dalarlar. Kadere imanla kulun Hakk’a
teslîmiyetinin zirve yaptığına vurgu yapan Kemal Sayar, Batılılarla Müslümanların hayata bakış farklılıklarını kader inancı bağlamında şöyle
izah etmektedir:
“Kader programı yanında öngörülebilirlik o
kadar zayıf bir terim, o kadar etkisiz bir ifade
biçimidir ki, tartışmak bile nâfile. Ne kadar hesap ederseniz edin, ne kadar yatırım yaparsanız
yapın ilâhî takdîre muvâfık olmadıkça sonuç
almanız nâfiledir. Hepimiz meçhuller dehlizinde yaşam sürüyoruz. Kimse yarınından emin
değil. Batı insanı belirsizliğe tahammül edemediği için cinnet geçirirken, yaşanan acı ve
tatlı serencâma tatlı bir tebessümle nazar eden
Müslümanlar âsûde kalmanın tadını çıkarmaktadır. Zira Müslümanların belirsizliğe tahammülü Batılı insanlara göre daha fazladır. Bu yönüy-
le Doğu ve İslâm toplumlarının, ‘Bu da geçer yâ
Hû!’ anlayışında cisimleşen, keder ve ıstırâbın
uçuculuğunu imgeleyen, dünyanın yerleşmek
için heveslenilecek bir yer olmadığını, dolayısıyla da onun derdiyle sermest olmamayı öğütleyen yaklaşımı oldukça mânîdârdır. İslâm medeniyetinde ibnü’l-vakt olmak, zamanın seyrini
seyre dalmak esastır. Başa gelen her musîbet,
karşılaşılan her zorluk, mâruz kalınan her menfî
durum Allah’a teslîmiyetle aşılır ancak. ‘Bu da
geçer ya Hû!’ diyebildiğimiz anda hayat bizler
için kesintiye uğramaz. ‘Bu da geçer ya Hû!’ diyebildiğimizde hayatın bir ırmak gibi kimileyin
usul usul, kimileyin çağıl çağıl akacağını peşinen kabulleniriz. Süreklilik duygusunun hayatlarınızda taşıdığı önem azalır. Hayat ve ölümün
birbirine akmaya yazgılı iki ırmak olduğu bir
yerde, niye kesinti olsun ki? Hem hayatın kaoslarında da derin anlamlar gizli olabilir. Hastalık
bize ötelerden bir bildiri getirebilir. Bizi yakıp
yıkacağını sandığımız felâketler birer esenlik
bildirisine dönüşerek hayatımıza daha önce
tatmadığımız anlamlar katabilir. Dert molasında
eğleşmeye lüzum yok. Kervan yürüyor. Hayat
devam ediyor. ‘Bu da geçer.’ Bu kısacık cümle,
hayat hakkında bambaşka bir oluşu, bambaşka
bir duruşu ifade ediyor.”15
“Lûtfun da hoş, kahrın da hoş.” fehvâsınca
olanlara doğal bir bakış açısı sergileyen Müslümanın geçmişle avunması, gelecek kaygısı,
elindekilerle avunması ve sahip olmadıklarından ötürü hayıflanması imanıyla bağdaşmaz.
Onun kitabında keşke sözcüğüne yer verilmez.
Çünkü Peygamber Efendimiz bizlere şu şaşmaz
ölçüleri öngörmüştür:
“Kuvvetli mü’min, (Allah katında) zayıf
mü’minden daha hayırlı ve daha sevimlidir. (Bununla beraber) her ikisinde de hayır vardır. Sen,
sana yararlı olan şeyi elde etmeye çalış. Allah’tan
yardım dile ve aslâ acz gösterme. Başına bir şey
gelirse, ‘Şöyle yapsaydım, böyle olurdu.’ diye hayıflanıp durma. ‘Allah’ın takdîri bu, O, ne dilerse
yapar.’ de. Zira ‘Eğer şöyle yapsaydım.’ sözü şeytanı memnun edecek işlerin kapısını açar.”16
İlâhî kaderden kaçış mü’mine yakışmaz. Her
türlü tedbîri almakla yükümlü olsa da mü’min
Allah’ın yed-i emînine kendini teslim eder. Konunun en bâriz örneği Hz. Ali Efendimiz’dir. Amr
b. Ebû Cündeb anlatmaktadır: “Sıffîn’de Saîd b.
Kays’ın yanında oturuyorduk. Karanlığın yeni
bastığı bir sırada Hz. Ali (r.a.) asasına dayanmış
bir halde yanımıza geldi. Bu durumu gören Saîd:
‘Gelen mü’minlerin emîri midir?’ diye sordu.
Hz. Ali:
‘Evet’ diye cevap verince:
‘Birinin sana suikast yapmasından korkmuyor
musun?’ dedi.
Hz. Ali şöyle cevap verdi:
“Hiç kimse yoktur ki, kuyuya düşmek, dağdan
aşağı yuvarlanmak, taş isâbet etmesi ya da bir
hayvanın zarar vermesi gibi durumlardan koruması için yanında Allah’ın görevlendirdiği bir
melek olmasın. Ancak kader geldiği zaman, onu
kendi kaderiyle baş başa bırakırlar.”17
Özetle kader dediğimiz planın kalın çizgilerini Hz. Allah çizer. O bütün her şeyi kapsayan,
zaman ve mekânı kuşatan ilmiyle onu planlar. İnsanın irâdesi, Allah’ın irâdesi karşısında
cüz’îdir. Ama bu, “İnsanın yapıp ettiklerinde hiç
“Bu da Geçer ya Hû!”
24 MART 2015
gücü yoktur yahut son derece zayıf-sönük bir
gücü vardır.” anlamına gelmez. Elbette insan
kendisine verilen aklıyla yapıp edeceklerini
belirler, tayin eder ve karar verir. Sonra da yine
kendini verilen güçle onları bizâtihî kendisi
yapar ve sonuçlarına da kendisi katlanır. İnsan
kendisine verilen irâde, güç oranında yapıp ettiklerinden sorumludur. Yüce Allah onu, sahip
olduğu imkân ve fırsatların ötesinde bir güç ve
kudretten dolayı yargılamaz.
Dipnot
* Prof. Dr. Kadir ÖZKÖSE
1.
2.
3.
4.
5.
6.
13/Ra’d, 16.
54/Kamer, 49.
Tirmizî, Tıbb, 22; İbn Mâce, Tıbb, 1; İbn Hanbel, Müsned, III, 16.
Tirmizî, Kader, 8.
6/En’âm, 13.
Tâcu’l-İslam Ebu Bekir Muhammed el-Kelâbâzî, et-Taarruf
li-Mezhebi Ehli’t-Tasavvuf, thk. Mahmud Emin en-Nevevî,
el-Mektebetu’l-Ezheriyyetu li’t-Turâs, Kahire 1992, s.
58-60; Doğuş Devrinde Tasavvuf–Ta’arruf-, haz. Süleyman
Uludağ, Dergâh Yayınları, II. Baskı, İstanbul 1992, s. 73-75.
7. Abdülbâki Gölpınarlı, Mevlânâ Celâleddîn Hayatı, Eserleri,
Felsefesi, İnkılap Kitabevi, 5. Baskı, İstanbul 1999, s. 12-13.
8. Seyfullah Kara, Büyük Selçuklular ve Mezhep Kavgaları, İz
Yayıncılık, İstanbul 2007, s. 23.
9. 57/Hadîd, 22.
10. Suyûtî, Câmiu’s-Sağîr, I, 107.
11. Buhârî, Tıb, 30.
12. Buhârî, Bed’ü’l-halk 6, Enbiyâ 1, Kader 1; Müslim, Kader 1.
13. Necip Fazıl Kısakürek, Bir Adam Yaratmak, s. 43.
14. Osman Nûri Topbaş, Son Nefes, Erkam Yay.
15. Kemal Sayar, Merhamet Kalbe Dönüş İçin Son Çağrı, Timaş
Yayınları, 8. Baskı, İstanbul 2012, s. 151.
16. Müslim, Kader 34. İbn Mâce, Mukaddime 10.
17. İsmail Hakkı Bursevî, Rûhu’l-Beyân, Erkam Yay., c. IX.
somuncubaba 25
TASAVVUF / Abdurrahman MEMİŞ*
Mevlâna Hâlid-i
Bağdâdî Hazretleri
(k.s.)
Nakşbendîyye Tarîkatı’nın 18. yy. da bir kolu
olarak teessüs eden Hâlidiyye Tarîkatı’nın kurucusu Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’nin asıl adı,
Hâlid b. Hüseyin en-Nakşbendî el-Hâlidî eşŞafii’dir. Irak’ın Şehrezûr beldesine bağlı Karadağ da dünyaya gelmiş “Ziyaüddin” lakabı ve
“el-Bağdâdî” nisbesi ile şöhret bulmuştur.
Mevlânâ Hâlid Hazretleri’nin kendi eserlerinde ve konu ile ilgili diğer kaynaklarda babasının Hüseyin adında bir zat olduğu isminden
anlaşılmaktadır. Hz. Osman (r.a.) neslinden olan
Hâlid-i Bağdâdî Şafiî mezhebine mensubtur.
İ’tikaden Eş’ari, tarîkaten Nakşî ve meşreben
Müceddidi’dir.
Mevlânâ Hâlid en-Nakşbendî’nin doğum tarihi ile ilgili olarak değişik tarihler verilir. Ama
kendisinin bir ifadesi bu noktada bize ışık tutar. 1826 yılında Şam’da vefat eden Mevlânâ
Hâlid’in 1242/1826’da vuku bulan vefatından hemen önce vasiyetini yazdırırken İsmail
Gazzi’ye söylediği “Ömrümüz 50’ye ulaşmıştır.
35 senelik farzları ıskat ve kaza ediniz.” şeklindeki sözlerinden doğum tarihinin 1192/1778
olduğu söylenebilir.
Mevlânâ Hâlid Hazretleri, 12 Zilkade
1242/1826 Cuma günü akşam ezanı okunurken ruhunu teslim etti. Yıkama, tekfin ve teçhiz
işlemlerinden sonra Emeviyye Camii’nde kılınan
namazdan sonra cenaze, Kasiyon Dağı’nda bulunan “Tell” tepesine getirildi ve burada tekrar
kılınan cenaze namazından sonra defnedildi.
İlmî Kişiliği
“El-Bağdâdî (k.s.), İslâm’ın öngördüğü çizgiler
içinde hizmetini yürütmeye çalışmıştır. Mektup
ve tavsiyelerini incelediğimizde talebelerinden
öncelikle Kur’an ardından fıkıh ve hadis
öğrenmelerini istemiştir.”
26 MART 2015
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî, küçük yaşta ilim
tahsiline başlamış değişik ilim dallarında kendini yetiştirmiş, eserlerinin çoğunu tasavvufa
intisab etmeden önce yazmıştır.
Medreseleriyle ünlü Karadağ’da dünyaya
gelen el-Bağdâdî (k.s.)’nin ilmî bir atmosferde
hayatı tanımaya başlaması, okuduğu ilimler,
talebeleri, tavsiyeleri tarîkatında ve düşüncelerinde ilmi ön plana çıkararak müridlerinin ilim
sahibi olmasını istemesi, ilmî icâzeti olmayana
hilâfet verilmemesini vazgeçilmez prensip olarak benimsemesi neticesi Hâlidiyye tarîkatına
“İlmiyye sınıfının tarîkatı” pâyesini kazandıran
tutumu, ilmî şahsiyetini tanımamıza yardımcı
olan hususlardır.
El-Bağdâdî (k.s.), İslâm’ın öngördüğü çizgiler
içinde hizmetini yürütmeye çalışmıştır. Mektup
ve tavsiyelerini incelediğimizde talebelerinden
öncelikle Kur’an ardından fıkıh ve hadis öğrenmelerini istemiştir.
Aldığı icazetler, katıldığı ilim cemiyetleri,
hizmete açtığı medreseler dikkate alındığında
hayatı boyunca adeta ilimsiz tasavvufun olmayacağı mesajını bizlere ulaştırmıştır. Disiplin ve
samimiyeti anlayışının bir parçası olarak gören
el-Bağdâdî, tarîkat içi tutum ve davranışlarında
Abdulvehhab es-Sûsî gibi fevri davrananları affetmemiş ve bu tip tavırlara taviz vermemiştir
Eserleri, halifelerinin özellikleri ve sohbetlerinde ilmî değerlere önem veren el-Bağdâdî
(k.s.)’nin eserlerini Arapça ve Farsça yazmış olması, kendisinin bu dillere hem okutacak hem
de eser verecek derecede vâkıf olduğunu gös-
somuncubaba 27
terdiği gibi ilmî kudretini isbâta kâfi bir delil
olarak düşünülebilir.
Tavsiyelerinde “Çeşitli ilim dalları vardır.
Onlar çok derindir. Mutlu kişi, ilimlerin en tatlı
kaynağını talep edendir. İhlâslı olarak ilimleri
yaymakla meşgul olunuz.” buyurması bu konudaki hassâsiyetini göstermektedir.
Tasavvufî Kişiliği
Mevlânâ Hâlid el-Bağdâdî (k.s.), 1205/1805
yılına kadar tedris faaliyetiyle uğraşmasının
ardından hem hac ibâdetini eda etmek, hem
de hissettiği mânevî bir boşluğu gidermek için
kâmil bir mürşid aramak gayesi ile hacca niyet
ederek yola çıktı.
Medine’de kaldığı süre içerisinde vaktinin
tamamını Mescid-i Nebevî’de geçiren ve salih
zatlarla görüşen Bağdâdî Hazretleri bu mukaddes yolculukta kendisini tasavvufa bağlayan
hadiseyi şöyle nakletmektedir;
“Medine’de bulunduğum bir gün, istikamet
ve riyazât sahibi olduğu anlaşılan Yemenli âlim
ve âmil bir zatla karşılaştım. Hiç bir şey bilmeyen bir kimsenin bir âlimden nasihat istemesindeki tavrını takınarak bana nasihat etmesini
istedim. Bana birçok nasihatte bulundu ve:
“Mekke-i Mükerreme’de bulunduğun süre
içinde dine ters gibi görünse bile gördüğün hiç
bir harekete hemen tepki verip karşı çıkma.”
dedi ve gitti.
Yanımda bulunanlarla Mekke’ye ulaştım. Yemenli zatın nasihatlerini unutmamaya gayret
ediyordum. Bir Cuma günü, mescide ilk gelenlere vaad edilen bir deve kurban eden kimsenin ecri kadar sevaba nail olmak için Mescid-i
Haram’a erken geldim. Kâbe’ye karşı oturup
Delail-i Şerif okumaya başladım. Bu arada siyah
sakallı, sıradan birinin kıyafeti gibi giyinmiş bir
adamın sırtını Kâbe’nin duvarına dayayıp yüzünü bana çevirdiğini gördüm. İçimden;
‘Bu adam Kâbe’ye karşı niçin edeb dışı davranıyor.’ diye düşündüm. Fakat o zata hiç bir
şey söylemedim. Ben bu hal içinde iken o zat
kalkıp yanıma geldi ve bana hitaben;
‘Bilmez misin, Allah katında mü’min olan bir
kimseye saygı ve hürmet, Kâbe’ye hürmetten
daha büyük ve önemlidir. Yüzümü sana dönmeme niçin itiraz ediyorsun. Medine’de sana
yapılan nasihati ne çabuk unuttun.’ dedi.
Bunun üzerine onun velî bir zat olduğunu
anladım ve hemen ellerine kapandım. Ondan
özür dileyerek beni irşad etmesini istedim.
Bana hitaben;
‘Senin irşadın bu diyarda değildir.’ deyip
eliyle Hindistan tarafını işaret etti. ‘Sana bu
yönden işaret gelecektir ve irşadın orada olacaktır.” diyerek sözünü tamamladı.
28 MART 2015
Foto: Orhan DURGUT
Mevlâna Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri Türbesi Genel Görünüm
Bunun üzerine, beni amaç ve maksadıma
ulaştıracak mürşidi, Mekke ve Medine’de bulmaktan ümidimi kestim ve haccın menasikini
tamamlayıp Şam’a döndüm.”
Hac dönüşü bu mânevî işaretin verdiği
müjdenin tahakkukunu beklemek ümidi ile
Süleymaniye’ye döndü ve müderrislik görevine
devam etti.
Şeyh Abdullah ed-Dihlevî halifesi Mirza
Rahimullah Muhammed Derviş Azim-abadi’ye
görev verip; “Hâlid’e selamımızı ilet, bu tarafa
gelsin.” diyerek Süleymaniye’ye gönderdi.
Şeyh Mirza Rahimullah Süleymaniye’ye geldi ve “Benim kâmil, âlim, mürşid ve ârif olan
Tarîkat-ı Nakşbendîyye’ye mensub, irşad ve
sülûkun inceliklerini bilen Muhammedî ahlâka,
ilm-i hakikîye sahip bir şeyhim var. Şeyhim senin Cihanabad’a gelmeni istedi ve bu sebeple
beni buraya gönderdi. Ben, şeyhimden bir zatın
yanına geleceğini ve yanında arzusuna kavuşacağını” söylediğini duydum deyince beklediği
zamanın geldiğine inanan el-Bağdâdî, talebelerinin ısrarlarına rağmen, Şeyh Mirza Rahimullah
ile birlikte 1224/1809’da Hindistan’a gitti.
1225/1810’da Hindistan’a ulaşan Hâlid-i
Bağdâdî Hazretleri, Şeyh Abdullah edDihlevî’nin hizmetine başlayıp, mânevî terbiyesine girmiş, seyr ü sülûke tabi’ tutularak beş
ay gibi kısa bir sürede huzur ve müşahede ehli
olarak hocasından icazet almış ve hocası tarafından irşâd görevi ile memleketine gönderilmiştir.
Bağdat’a bağlı Medinetü’s-selam kasabasına gelen el-Bağdâdî, 1226/1811’de Süleyman
Paşa’nın oğlu Said Paşa’nın vezareti sırasında
Bağdat’a gelerek Abdülkadir Geylani’nin zaviyesine yerleşti.
Mevlânâ Hâlid (k.s.) zaviyeye yerleşince başta Said Paşa olmak üzere âlimler ve devlet ricali
kendisini ziyaret etti. Said Paşa ziyareti sırasında
el-Bağdâdî’nin celal ve safvetiyle kendinden geçtiği, şeyhin celali cemale dönünce kendisinden
dua talep ettiği belirtilir. Said Paşa nasihat isteyince Mevlânâ Hâlid kendisine şöyle demiştir;
“Ey Said! Kıyamet günü herkese dünyada
yaptığı amelleri sorulacaktır. Fakat sen yönetici
olman dolayısıyla hem kendinden hem de ve-
somuncubaba 29
layetin altında bulunan bütün insanlardan he-
Bu noktadan hareketle, onun ruhânî latîfeler
saba çekileceksin. Bunun için Allah’tan kork ve
üzerinde seyr ü sülûk prensibini esas alan
azab çekmene vesile olabilecek davranışlardan
ve “zikr-i hafî” yi benimseyen Nakşbendîyye
uzak dur.”
Tarîkatı’nın usûl ve âdâbı çerçevesinde yoğun-
Daha sonra El-Bağdâdî (k.s.), Bağdat’tan ayrılarak halife ve müridleri ile Şam’a gitmiştir.
Şam’a yerleşen el-Bağdâdî ev ve arazi almış,
arazisinin bir kısmını mescid olarak vakfedip
Şam’da bulunan harap mescid ve medreseleri
de tamir ettirerek ilim ve hikmetin yayılması
için çaba göstermiştir.
Nakşbendîyye, Kâdiriyye, Kübreviyye, Çeştiyye ve Müceddidiyye tarîkatlarından yaklaşık 36 yaşlarında iken icâzet alan el-Bağdâdî,
Hâlidî literatürüne dâir kaleme alınmış eserler-
laşan bir tasavvuf ve tarîkat anlayışına sahip olduğu görülür. Önceleri eğitim-öğretim hizmetleri, ilmî çalışmaları ve özellikle kelam, akâid ve
fıkıh ilmine dâir kaleme aldığı eserlerle ortaya
çıkan ve tarîkat neşri için gönderdiği halifeler
sayesinde tarîkatının yayılması ile şöhreti artan el-Bağdâdî’nin, çocukluğundan başlayarak
Hindistan’a gidinceye kadar ömrünün 34 yılını
ilmî çalışmalara verdiğini söyleyebiliriz.
Toplumun Her Kesimini
Kucaklayan Bir Tasavvuf Çizgisi
de: “İ’tikaden Eş’arî, fıkhî yönden Şâfii, meşreb
Beş tarîkattan icâzetli ve bu yönüyle
açısından Nakşbendî-Müceddidî” diye tanıtıl-
“Câmiu’t-turûk” olan el-Bağdâdî’nin müridleri-
maktadır.
ne söylediği:
“Meşreblerini geniş tutma ve tarîkat
ihvânının sürçmelerini görmeme” prensibiyle
toplumun her kesimini kucaklayan bir tasavvuf
çizgisi üzerinde olduğu söylenebilir.
hem halifeler hem de müridlerce benimsenme-
Yine; “Kişinin nefsini davranış ve hareketlerinde iflâs etmiş olarak görmemesi cehâletin
en son noktasıdır.” diyen el-Bağdâdî’nin halifelerinden, “Hüküm sahibi hiçbir emîrin işlerine
girmemeyi, devlet adamları ve hâkimlerin işlerine karışmaktan kaçınmakla beraber, istişârî
mâhiyette fikir sorulduğu zaman en doğru sözün söylenmesine gayret ve itinâ gösterilmesini” vazgeçilmez bir prensip olarak istemesi
dikkat çekicidir. Şeyhinden aldığı hilâfet ile ayrılırken kendisine son arzusunun ne olduğuna
dair yöneltilen bir soruya;
Şerîatı neredeyse fıkhî yönüyle anlaması,
30 MART 2015
miştir. Bu anlayışı ise kopukluğun önüne geçip
davranış bütünlüğü sağlamaya yöneliktir.
ilmi ön planda tutması ile tarîkatına yeni bir
anlayış getiren ve ona adeta “İlmiyye sınıfının
tarîkatı” vasfını kazandıran el-Bağdâdî, müridlerinden âlim ve hâfızlara hürmet göstermelerini, güçleri nisbetinde Kur’an’la meşgul olmalarını, fıkıh ve hadis ilimleriyle diğer ilimlerden
daha fazla ilgilenmelerini, irşâd hizmetlerinin
kitab ve sünnet esasları çerçevesinde yürütülmesine hassasiyet göstermelerini istemiştir.
Buradan hareketle kendisinin tarîkat hedef-
“Din ve dinin kuvvet bulması için dünyayı da
isterim.” cevabını veren el-Bağdâdî Hâlidiyye
tarîkatının irşâd prensiplerine esas olacak bir
noktaya o zaman şu sözleri ile işaret etmiştir:
lerine ancak şerîata sıkı sıkıya bağlılıkla ulaşıla-
“Çünkü din insanlara dünyada teklif edilmiştir. Dini olmayan bir dünya ve dünyası olmayan bir din düşünülemez. İslâm dini sadece
ibâdetler noktasında insanlara teklif getiren bir
din değildir. İslâm dini ibâdetler dışında insanın kendisi, ailesi, komşuları ve diğer insanlarla
olan hukuku ile ilgili olarak da hükümler koyan
bir dindir.
yük bir fıkhî eserler koleksiyonunun olması bu
Dolayısıyla hiç kimse dini sadece ibâdet
olarak algılayamaz. Bir Müslümanın her anı Allah tarafından melekleri vasıtasıyla denetim ve
kontrol altında tutulduğundan kişi hayatının
her anını dinin emrettiği şekilde organize etmek zorundadır.”
Mevlâna Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri Türbesi
sini vazgeçilmez bir prensip olarak telakki et-
bileceğini kast ettiğini söyleyebiliriz.
Kütüphânesinde tasavvufla ilgili eserlerin
az olması fakat Şâfii ve Hanefî fıkhına ait büfikrimizi te’yid eder mâhiyettedir. Ayrıca gelişmelerden onun bu fıkhî yönelişinin Bağdad,
İstanbul, Şam ve başka yerlerde yüksek dereceli ulemâyı görülmemiş bir ölçüde Hâlidiyye
tarîkatına çekmeyi sağlamıştır.
Hâlidiyye tarîkatını diğer tarîkatlardan ayıran
özelliklerden biri olan ve bir müridin tarîkata girebilmesi için atılması gereken ilk adım olarak
belirtilen kâmil bir şeyhle sohbet ve râbıta üzerinde özellikle duran el-Bağdâdî, kerâmet sahibi
bir velî olmasına rağmen tarîkatta istikâmetin
esas olduğunu belirtmiş ve bu konuda Şam’daki
halifesi Ahmet Hatîb Erbîlî’ye yazdığı mektubun-
Bunun içindir ki el-Bağdâdî, dünyayı dinin
selameti ve sağlıklı olarak yaşanması için talep
etmiştir.
da; “Allah’tan sizler ve bizler için istikâmetin de-
Bir beldede ancak bir halifenin bulunmasına dikkat çeken el-Bağdâdî, gereksiz, faydası
olmayacak tefrika ve çekişmelere meydan verilmemesini, İstanbul ve Mekke gibi önemli bölgelerde ise en kıdemli halifeye itaat etmenin
hayırlıdır.” diyerek bu konudaki düşüncelerini
vamını dileriz. İstikâmeti elde etmeye çaba gösteriniz. Çünkü bir istikamet bin kerâmetten daha
ifade etmiştir.1
Dipnot
1. Daha Geniş Bilgi İçin Bkz. Dr. Abdurrahman Memiş, Mevlâna
Hâlid-i Bağdâdi Hazretleri, Nasihat Yayınları, Ankara, 2014.
somuncubaba 31
SAHABE DÜNYASI / Ali SEYYAR*
Hüzün Dolu Hayatı
Cömertlikle Haysiyetini Koruyan Peygamber Torunu
Hz. Hüseyin Bin Ali (r.a.)
Hz. Hüseyin (r.a.), Hicret’in 4 yılında (626)
Medine’de dünyaya gelmiştir. Doğduğu zaman
Hz. Peygamber (s.a.v.), ağabeyi Hz. Hasan (r.a.)’a
yaptığı gibi adını kulağına bizzat ezan okuyarak
koydu ve doğumunun yedinci gününde akika
kurbanı kestirip kızı Hz. Fatıma (r.anha)’dan saçının ağırlığınca fakirlere gümüş dağıtmasını istedi. Hz. Hüseyin ile Hz. Hasan, ilk iki halife döneminde cereyan eden önemli olaylarda fiilen
yer almadılar. Hz. Hüseyin, Halife Hz. Osman
(r.a.) zamanında Kufe’den Horasan’a yapılan
bir sefere (30/651) ağabeyi ile birlikte katıldı.
Halife Hz. Osman’nın evini kuşatan isyancılara
karşı, babası Hz. Ali tarafından yine ağabeyi ile
birlikte halifeyi korumak ve evine su taşımak
üzere görevlendirildi.
Babasının halifeliği sırasında Hz. Hüseyin,
Kufe’ye giderek onun bütün seferlerine katıldı.
Şehadetinden sonra da yine onun vasiyetine
uyarak ağabeyine itaat etti. Bu arada ağabeyi
Hz. Hasan, Muaviye ile anlaştıktan sonra onunla birlikte Medine’ye geri döndü. Hz. Hasan’ın
vefatından (49/669) sonra Hz. Muaviye’nin
oğlu Yezid’in hilâfet makamına gelişine kadar
(60/680) kendini ibadete vererek, züht ve takvaya dayalı bir hayat sürdürdü. Ancak Hz. Hüseyin, Halife Hz. Muaviye’ye karşı takındığı olumlu tavır, Hicrî 56 (Miladî 676) yılından sonra
değişmiştir. Çünkü bu yılda anlaşmalara aykırı
olarak Muaviye, kendinden sonra pek güvenilmeyen oğlu Yezid’e biat edilmesini istemiştir.
Bu durum birçok sahabiyi rahatsız ettiği gibi Hz.
Hüseyin’i de tedirgin etmiştir.
“Rasûlullah’ın ev halkası olan ehl-i beyt, Peygamberimiz (s.a.v.)’in
evlatları, eşleri, torunları ve damadı Hz. Ali’den oluşmaktadır. Bu âyet
iner inmez Peygamberimiz (s.a.v.) hemen kızı Hz. Fatıma’yı, Hz. Ali’yi,
Hz. Hasan ve Hüseyin’i mübarek elbisesinin altına aldı ve şöyle bir
duada bulundu: “Ya Rab, bunlar benim ehl-i beytimdir. Bunlardan
günah kirini gider ve onları tertemiz yap!”
32 MART 2015
Ancak Hz. Hüseyin, ağabeyi Hz. Hasan ile
Hz. Muaviye’yle yaptığı barış anlaşmasına sadık kalmıştır. Hz. Hasan şehit olduğunda Iraklılar Hz. Hüseyin’e mektup yazıp Hz. Muaviye’ye
karşı kıyam etmesi halinde kendisini destekleyeceklerini bildirdiler. Hz. Hüseyin, bu teklifi
reddederek, “Benimle Muaviye arasında imzalanmış bir anlaşma var. Muaviye hayatta olduğu sürece benim ahdime sadık olduğumu göre-
ceksiniz!” dedi. Aslında bu anlaşma Hz. Hasan
ile Muaviye arasında imzalanmıştı ama dolaylı
olarak Hz. Hüseyin’i de bağlıyordu. Hz. Hüseyin,
Hz. Hasan’ın verdiği sözü, bizzat kendisinin verdiği bir söz olarak kabul ediyordu.
Sonra korkulan oldu. Muaviye vefat etti ve
oğlu Yezid, anlaşmalara aykırı olarak kendisini
halife olarak ilan etti. Dolayısıyla Hz. Hüseyin,
Yezid’in halifeliğini kabul etmedi ve Kufelilere
güvenerek, hilafet davası için harekete geçti.
Ne var ki hilafet sorunu, bu sefer siyasî bir anlaşma ile çözülemedi. Hz. Hüseyin, Hicret’in 61.
yılında Yezid’in askerleri tarafından Irak’ın Kufe
bölgesinde bulunan Kerbela’da şehit edildi. Hz.
Hüseyin’in soyu Hz. Ali Zeynelabidin vasıtasıyla
devam etmiştir.1
Kendisi ve Ehl-i Beyt
Hakkında Âyet İnmesi
Peygamberimiz (s.a.v.) hemen her gün torunlarını görmek isterdi. Bunun için bazen kendisi kızının evine gider, bazen de Hz. Fatıma
onları Peygamberimiz (s.a.v.)’in yanına getirirdi. Bir gün Peygamberimiz hanımı Hz. Ümmü
Seleme’nin yanında iken Hz. Fatıma, çocuklarının ellerinden tutup, eşi Hz. Ali ile birlikte
dedelerinin yanına getirdi. Hep birlikte yemek
yediler. Bu sırada bir âyet indi:
“Evlerinizde oturunuz, eski Cahiliye âdetinde
olduğu gibi açılıp saçılmayınız. Namazı kılınız,
zekâtı veriniz; Allah’a ve Peygamberine itaat ediniz. Ey Ehli beyt! Allah, sizden sadece günah kirini
gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor.”2
Bu âyet, özel olarak ehl-i beyt için gönderilmiştir. Rasûlullah’ın ev halkası olan ehl-i beyt,
Peygamberimiz (s.a.v.)’in evlatları, eşleri, torunları ve damadı Hz. Ali’den oluşmaktadır. Bu âyet
iner inmez Peygamberimiz (s.a.v.) hemen kızı
Hz. Fatıma’yı, Hz. Ali’yi, Hz. Hasan ve Hüseyin’i
mübarek elbisesinin altına aldı ve şöyle bir duada bulundu: “Ya Rab, bunlar benim ehl-i beytimdir. Bunlardan günah kirini gider ve onları
tertemiz yap!” 3
somuncubaba 33
Şam Mesnevîsi
Osmanlı sonrasında nice şehirler garip
Onlara, sömürgeci yâhut kuklalar sâhip
On şehirden biridir, mübârek Şam-ı Şerîf
Mekke, Medine, Kudüs, İstanbul gibi latîf
Âlimlerin beşiği, âriflerin eşiği
Tâliplerin ışığı, hak, hakîkat âşığı
Onsuz uygarlığımız, eksik ve noksan kalır
Nebî, sahabi şehri, Harameyn’den nur alır
İnsanlık, yeni baştan Altın Çağ’ı arıyor
Adâleti özleyen o noktaya varıyor
Hz. Hüseyin (r.a.) Türbesi
Haysiyetini Korumak İçin
Darda Olana Yardım Etmesi
Ensardan birisi Hz. Hüseyin (r.a.)’e ihtiyacını
karşılaması için ricada bulunmak istediğinde, O
şöyle buyurdu: “Ey Ensarî kardeş, yüzünün suyunu dökme, isteğini bir kâğıda yaz, ben Allah’ın
izniyle seni sevindirecek bir şey yaparım.”
Ensarî şöyle yazdı: “Ya Eba Abdullah, filan adamın benden beş yüz dinar alacağı vardır, beni
sıkıştırıyor; durumum düzelinceye kadar bana
mühlet vermesi hakkında onunla konuş.” Hz.
Hüseyin, mektubu okuyup evine girdi ve içerisinde bin dinar olan bir kese getirip Ensarî’ye
verdi ve ona şöyle bir nasihatte bulundu: “Bu
beş yüz dinarla borcunu öde, geri kalan beş
yüz dinarla da geçimini sağla. Bu üç kimsenin
dışında hiç kimseye ağız açma: Dindar, yiğit ve
soylu. Çünkü dindar kendi dinini koruması için
ihtiyacını karşılar. Yiğit de (seni ümitsiz etmeyi)
kendi yiğitliğine sığdırmaz, utanır. Soylu ise ihtiyacın için yüzünün suyunu dökmeye mecbur
kaldığını bildiğinden, haysiyetini korumak için
seni eli boş geri çevirmez.”4
Medine Halkının En Mert İnsanı Olması
Bir bedevi, Medine’ye gelip şehrin en cömert
insanının kim olduğunu sordu. Sokaktakiler
“Hüseyin bin Ali.” dediler. Bedevi, Hz. Hüseyin
(r.a.)’i camide buldu, namaz kılmakla meşguldü. Bedevi, Hz. Hüseyin’in namazını bitirmesi-
34 MART 2015
ni bekledi, selam verir vermez derdini anlatıp
“Size bel bağlayan pişman olmazmış diye söylediler.” dedi. Hz. Hüseyin, hemen kalkıp evinin
yolunu tuttu, bedevi de onu takip etti. Evine
ulaştığında bedevi kapıda durmuş, Hz. Hüseyin de içeri girmiş ve hizmetçisi Kanber’e “Hicaz malından bir şey kalmış mıdır?” diye sordu. Kanber de “Evet, dört bin dinar kalmıştır.”
dedi. Hz. Hüseyin “O paraları getir; o mala bizden daha müstahak olan bir kimse gelmiştir.”
buyurdu. Çok kısa bir süre sonra Hz. Hüseyin,
içinde 4.000 dinar sarılı bir bohçayla geri dönüp onu bedeviye verdi ve eğer az olursa onu
affetmesini istedi. Bedevi neye uğradığını şaşırarak bohçayı eline aldı ve gözyaşı içinde şöyle
dedi: “Böylesine mert bir insanın günün birinde toprağın bağrına gitmesi yazık olmaz mı?”
Sonra şöyle bir şiir okudu: “Mertlik ölür mü hiç?
Cömertlik toprağın altında kalır mı? İnsanlığını
toprağa gömebilmek mümkün müdür insanın?
Mertlik güneşe benzer, geceleri gündüze çevirip insanların yolunu aydınlatır.”5
Dipnot
İslâm, Şam-ı Şerîf’e; Dımışk, İslâm’a hasret
Barış, huzur, sükûna, dâr’üs selâm’a hasret
Beldeleri yıkana; zâlim, gaddâr denmez mi?
Dolunay karanlığı, Hak bâtılı yenmez mi?
Herkeste bir bekleyiş, toprak susamış suya
Zaman doğuma gebe, şeytan yatmış pusuya
Şam, Halep, Hama, Humus… İki gün iki gece
Gezip görmek nasipmiş, büyük yıkımdan önce
Her yanda buram buram Osmanlı’nın izleri
Vahîdüddin, kabrinde karşıladı bizleri
Medeniyetimizin ilim merkezlerinden
Dünya ve âhiretin üstün sentezlerinden
Şerefli Şam değil mi, şehirlerin sunası?
Nasıl kıydılar sana, elleri kuruyası?
Sana doymak mümkün mü, tarihten kadîm şehir?
Ezelden tâ ebede, sonsuza akan nehir…
Bekir OĞUZBAŞARAN
* Prof. Dr. Ali SEYYAR
1
2
3
4
5
Türkiye Diyanet Vakfı; İslâm Ansiklopedisi; C. XVIII; ss:518524.
33/Ahzab, 33
Tirmizî; Menâkıb: 32.
Nasıri; Bihar; Nasırî, Mahmud; Dastanha-i Biharu’l-Envar;
(Terc.: Fahrettin Altan); İmam Ali Kuruluşu Yayınları; 1999.;
C. 78; s. 118.
Nasıri; Bihar; C. 44; s. 190.
somuncubaba 35
HATIRALAR / Musa TEKTAŞ
Busra’dan Şam’a
Güzel
Hatıralarla
Şam-ı Şerif ’i
Ziyaret
“Vakıf Mütevelli Heyet Başkanımız H.
Hamidettin Ateş Efendi 40 kişilik bir heyetle
13 Mart 2008 Perşembe günü beş günlük
Hindistan gezisi içi yola çıkarlar. Hindistan’da
yaşayan 1 milyar 125 milyon nüfusun, sadece
150 milyonu Müslümandır. Müslümanlar
maalesef bu ülkede de garip...”
36 MART 2015
2007 yılının Mayıs ayında H. Hamidettin Ateş
Efendi, bir grup arkadaşla önce Ürdün, sonra Suriye olmak üzere bir hafta süren bir Ortadoğu
seyahatine çıkarlar. Suriye ziyaretini ve bazı hatıraları bu sayımızda sizlerle paylaşacağız.
Ürdün’den Suriye sınırına geçildikten sonra
ilk ziyaret edilen yer Busra’dır. Şam’ın yaklaşık
130 km. kadar güneyinde, Ürdün sınırına yakın
bir bölgede olan Busra şehri, tarihte Hıristiyanlığın önemli merkezlerinden birisidir. Romalılar
zamanında yapılmış olan amfitiyatro ile eski
dönemlerden kalan han ve hamamlar görülmesi gereken yerlerindendir. Busra asıl anlam
ve önemini Peygamberimiz’in gençlik yıllarında bu beldeyi şereflendirmesiyle kazanır. Hz.
Muhammed (s.a.v.) 12 yaşında iken amcası Ebu
Talip’le bu beldeye gelir. Burada yaşayan Bahira adındaki bir rahip, Hz. Muhammed (s.a.v.)’in
peygamberlik nişaneleri taşıdığını görünce durumu Ebu Talip’e anlatır. Rahip Bahira’nın Hz.
Muhammed (s.a.v)’in peygamber olacağını keşfettiği manastır ziyaret edilir, Peygamberimiz’in
yürüdüğü o sokaklarda yürür ziyaretçi grubu... Manastırın hemen yakınında Selahattin
Eyyubi’nin yaptırdığı Hz. Fatıma Mescidi edilir
daha sonra…
Busra /Süriye
Antik amfitiyatro da Hulûsi Efendi Hazretleri’nin Dîvân’ından ilahiler okunup, akustik ses
sisteminin asırları aşan yankısına birde ezan-ı
Muhammedî sesi karışır…
H. Hamidettin Ateş Efendi ve beraberindeki
arkadaşlar, Peygamberimiz’in müjdesiyle, “Meleklerin üzerine kanatlarını gerdiği” Şam şehrine
geçerler. Darendeli Derviş Paşa Camii’ni gördükten sonra, Şam’ın kalbi kabul edilen Emeviye Camii ve Külliyesi’ne varırlar…
somuncubaba 37
Emeviye Camii
Şehrin en büyük, en eski ve görkemli camisi
Emeviye Camii, kilise olarak kullanılmakta iken
Şam’ın Müslümanlar tarafından fethedilmesinden sonra, 705 yılında Emevi Halifesi Velid bin
Abdülmelik tarafından bir kısmı camiye çevrilmiştir. Daha sonraları yapılan tadilatlarla genişletilerek bugünkü halini almış ve tamamı cami olarak
kullanılmaya başlanmıştır. Müslümanlar tarafından, kıyamete yakın zamanda Hz. İsa’nın yeryüzüne ineceği rivayet edilen “Ak minare” bu camiye
aittir. Camide ayrıca, Hz. Yahya Peygamber’in kabri ile İmam-ı Hüseyin (r.a.)’in Kerbela’da Yezid’in
adamları tarafından vücudundan ayrılarak Şam’a
getirilen mübarek başlarının defnedildiği ve ziyaret edildiği bölüm bulunmaktadır. Avluda bulunan 8 sütun üzerine yükselen hazine kubbesi,
kamu hazinesini korumak amacıyla Abbasiler
döneminde yapılmıştır. Caminin ilginç yönlerinden birisi de, dört farklı mezhebi temsilen dört
ayrı mihrap yapılmış olmasıdır. Ünlü İslâm âlimi
İmam-ı Gazali Hazretleri meşhur eseri İhya-u
Ulumi’d-din’i bu camide kaleme almıştır.
Emeviye Camii’nin kapladığı 7000 m²’lik alanda
ayrıca Selahaddin Eyyubî Türbesi, Hz. Hüseyin’in
kızı Seyide Rukiye Camii ve Türk Şehitliği ile turistik eşya satan birçok dükkân bulunmaktadır.
Tasavvuf Büyüğü
Mevlâna Halid-i Bağdadî (k.s.)
Şam’daki en önemli son ziyaret yerlerinden
biri de, Tarikat-ı Nakşbendî pirlerinden Mevlâna
Halid-i Bağdadî Hazretleri’nin Kasiyun Dağı eteğindeki, büyük kabristanlıkta bulunan “Halid-i
Hadra” diye adlandırılan türbesidir.
Abdurrezzak Halebi ve Nizar Hatip
Camiinin kıble tarafındaki kapısından içeriye giren H. Hamidettin Ateş Efendi burada
Külliye Müdürü, önemli Hanefi âlimlerinden
seksen yaşlarında olan, Abdurrezzak Halebi’yi
ziyaret ederler. Minberin sol tarafında, caminin ön tarafına yakın bir mahalde Hz. Yahya
Peygamber’in mübarek başı bulunmaktadır. Hz.
Yahya (a.s.)’da, babası Hz. Zekeriyya (a.s.) gibi
kendi milleti tarafından şehid edilmiştir. Bir tamirat esnasında Hz. Yahya (a.s.)’ın başının içinde olduğu tabut bulununca, yüz yıllardır Emeviye Camii’nde ziyaret edilmektedir
H. Hamidettin Ateş Efendi ve beraberindekiler, caminin iç avlusuna çıkarken o arada,
Peygamberimiz’in ciğerparesi Hz. Fatıma’nın
evladı, cennet gençlerinin Efendisi, Hz. Hüseyin (r.a.)’ın mübarek başının bulunduğu kutlu
mekânı ziyaret ederler.
Daha sonra Emeviye Camii’nin hemen yakınında bulunan, Selahaddin-i Eyyubî’nin kabrini
ziyaret edip, Selahaddin-i Eyyubî Türbesi’nin avlusunda, 1914 yılında Filistin’de uçakları düşen
ve ilk hava şehitlerimiz olan Fethi Bey, Sadık Bey
ve Nuri Bey’in kabirlerine Fatihalar okurlar.
Emeviye Camii Ziyareti
38 MART 2015
Sonra, Sultan II. Abdülhamid’in yaptırdığı Hamidiye Çarşısı gezilir. Oradan ayrılıp müezzinlerin piri Bilal-i Habeşi Hazretleri ve civarındaki sahabi efendilerimizin kabirlerini ziyaret ederler.
Sultan II. Abdulhamid zamanında tamirat
gören Mevlâna Halid-i Bağdadî Türbesi’ne dar
yollardan gidilir. Türbe-i şerifte diz üstüne oturulur ve silsile-i şerif okunur. Çok maneviyatlı
bir ziyaret gerçekleşir. Çıkışta H. Hamidettin
Ateş Efendi ilgililerden bilgi alır. Bu mekânın
da tamir edilmesi gerektiğini vurgular. O sırada
ilgililer, bu ziyaretgâhın bir Türk firması tarafından tamir edileceğini, projenin yakın zamanda
hayata geçeceğini müjdelerler.
Mevlâna Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri Türbesi Ziyareti
Süleymaniye Külliyesi
Şam’daki Osmanlı mimarisinin güzel örneklerinden biri olan Süleymaniye Külliyesi, 1554
yılında Kanuni Sultan Süleyman tarafından Mimar Sinan’a yaptırılmıştır. Külliye’ye 1566 yılında Süleymaniye Medresesi eklenmiştir. Son
derece yalın ve abartısız bir iç mimarî düzene
sahip olan külliye, özellikle Türk ve diğer yabancı turistlerin uğrak mekânlarından birisidir.
Osmanlı Devleti Son Padişahı Sultan Vahidettin Kabri Ziyareti
Avluda şu anda bir Askerî Müze bulunmasının
yanı sıra külliye kısmında da turistik eşyalar satan bir kaç dükkân mevcuttur.
Yine Süleymaniye Külliyesi içerisinde, 1926
yılında İtalya’nın San Romeo kentinde vefat
eden son Osmanlı Padişahı Sultan Vahdettin’in
mezarı ziyaret edilir. Bu arada turizm firması
görevlilerinden biri, kabristan civarındaki dut
ağacından iki tane dut koparır ve H. Hamidettin
Ateş Efendi’ye uzatır. Hamidettin Efendi: “Nereden aldınız bu dutları?” diye sorar. O arkadaş
da kabristanlıktaki dut ağaçlarından aldım der.
Hamidettin Ateş Efendi: “Burası vakıf malıdır,
külliyedir, vakıf ağaçlarının dutlarını biz yiyemeyiz.” diyerek manidar bir cevap verir. Oradan
ayrıldıktan sonra, Şam pazarında kilolarca taze
dut satın alınır ve arkadaşlara ikram edilir…
Şam ziyaretinde, Peygamber Efendimiz’in
torunu, Hz. Ali ve Hz. Fatıma’nın kızı, İmam-ı Hasan ve Hüseyin (r. anhüm)’in kız kardeşi Seyide
Zeynep (r.ah.)’in kabri de ziyaret edilir. Kabri
Şam’daki Seyide Zeynep Camii içerisindedir.
Hz. Zeynep (r.a) Kerbela vakasını bizzat yaşamış, bütün yakınlarının ölümünü izlemiş, çok
cefalar çekmiş, yüksek manevî makamlara sahip hanımlardandır.
Seyide Zeynep Camii çok güzel bir şekilde yapılmış, adeta yeniden imar edilmiş ve bir külliye
somuncubaba 39
Seyide Zeynep Camii
Mustafa Hâki Efendi’nin Kabri Fatih/İstanbul
Mustafa Hâki Efendi’nin Torunu Nurettin
Hocazade ile Şam’da Görüşme
Mustafa Hâki Efendi’nin Oğlu
Bahattin Efendi ve Torunu Nurettin
Hocazade’nin Kabirlerini Ziyaret
Dost Sohbeti, Dost Muhabbeti
O gün Hamidettin Efendi, Tokatlı Mustafa
Haki Efendi’nin oğlu Bahattin Efendi’nin mahdumu Nurettin Hocazade ve evlatlarıyla, torunlarıyla Şam’da görüşürler. Naif, yaşlı bir beyefendidir
Nurettin Hocazade… Babası Bahattin Efendi’nin
ihvanın bölünmemesi için Şam’a hicret ettiğini
anlatır, eski hatıraları yâd eder. Hulûsi Efendi
Hazretleri’nin karayolu ile hacca gittiği zamanlar
mutlaka kendileriyle görüştüğünü ve kendisine
çeşitli hediyeler verdiğini dile getirir.
Bu arada Hulûsi Efendi Hazretleri’nin merhum babasına yazdığı kabir kitabesi okunur:
Hüvel-Evvel Hüvel-Âhir
Hüvel-Batın Hüvez-Zahir
Tokadî aslı men fâhir
Neseb-i Seyyid-i tahir
Bu kabri pâkidir zâir
Behaeddin-i Hâki’nin (2.12.1975)
40 MART 2015
Nurettin Hocazade’nin Evlatları ile
Mustafa Hâki Efendi’ni Annesi Saliha Hatun’un Kabri Kat/Turhal
Bahattin Efendi’nin fotoğrafları ile bazı evraklarını gösterir muhterem mahdumu. Darende’ye,
gönül dostlarına daima bağlılıklarını belirtir.
Kendisi Hakk’ın rahmetine yürür bir müddet
sonra. Aradan geçen yıllar Şam için hüzün yıllarıdır. Suriye’deki iç savaştan kaçan evlatlarına
torunlarına H. Hamidettin Ateş Efendi kucak
açar. İstanbul’da misafir eder… İş bulur, ihtiyaçlarını temin eder, barınacakları ev tahsis eder…
Bu arada daha önceki haklarını kullanarak yeniden Türk vatandaşlığı haklarını kazanmalarına
yardımcı olur. Hatta bu yıllarda H. Hamidettin
Ateş Efendi Mustafa Haki Tokadî Hazretleri’nin
Fatih Külliyesi haziresindeki kabri şerifini yeniden imar ettirir. Mustafa Haki Hazretleri’nin
annesi Saliha Hatun’un Turhal’ın Kat kasabasındaki kabrinin yerine tespit ettirip, kaybolmaya
yüz tutmuş kabrini de yeniden inşa ettirir. Vefanın manevi irtibatın, bağlılığın böylesi tarihte
az görülür…
Muhyiddin İbni Arabî’nin kabri
Seyide Zeynep (r.ah.)’in kabri Ziyareti
haline gelmiştir. Cami gayet temiz ve bakımlıdır.
Üçüncü gün ilk uğranılan yer, Şam’ın önemli ziyaret yerlerinden biri olan Muhyiddin İbni
Arabî’nin kabrinin bulunduğu mekândır. Önce
yanındaki Yavuz Sultan Selim Camii’ne girilir.
İki rekât namaz kılınır. Caminin ana kapısından çıkınca hemen sağında aşağı doğru inilir,
merdivenler ziyaretçi grubunu Muhyiddin İbni
Arabî’ye kavuşturur.
Bu fasılda Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi’nin
şu mısraları hatıra gelir. Mektûbat’ında geçen
şu mısralar Muhyiddin-i Arabî Hazretleri’nin
huzurunda okunur:
Su Dolapları’nın tarihi ve çalışması hakkında
bilgi alırlar. Yunus Emre misali Hulûsi Efendi
Hazretleri’nin Mektûbat’ındaki şu mısralar burada hatırlanır:
Dolabın meyli âba
Âbın meyli dolâba
Ma’kûs olan dü meylin
Devri bir inkılâba
Su Dolapları
Söz atan Hazret-i Muhyiddin’e
Töhmet etmiş olur ehlü’d-dîne
Sözünü bilmeyen erbâb-ı garaz
Kendisi lâyık olur tel’îne
Ziyaretçi grup, Türkiye’ye dönüşte, Şam karayolu üzerindeki Hama’ya uğrarlar. Hama’daki
somuncubaba 41
Umeyyed Camii içerisinde Hz. Yahya’nın babası olan Hz. Zekeriyya Peygamber’in türbesi
de bulunmaktadır. Büyük ve sade bir mihrabın
yanındaki el işçiliği ahşap minber, tarihin nakışlarını üzerinde taşımaktadır. Külliye’nin avlusu
gayet geniştir, mermer döşeli ve çok ferahtır.
Umeyyed Külliyesi 2006 yılında çok güzel bir
restorasyon ile tanzim edilmiştir. Halen süren
savaş sebebiyle yıkık vaziyettedir.
(Dolap suya, su dolaba meylederse uygundur. Lakin meylin tek istikamette olmaz iki
yöne birden olursa, o zaman iş tersine gider.
Niyetinde iyi bir inkılâp yani değişim olmaz, istikametini tek yöne veremezsen, yanlış tarafa
doğru sen değişirsin ki, o da ne acıdır.)
Bir sonraki şehir Humus’tur. Suriye’nin diğer şehirlerine göre yapıların ve temizliğin
daha belirgin olduğu göze çarpan şehir, turizm
açısından pek çekici olmasa da; tarihî eserlere
ulaşım açısından önemli bir konuma sahiptir.
Halid Bin Velid Hazretleri’nin türbesinin de içerisinde bulunduğu cami bu şehirdedir.
Bu arada Halep’te, Ömer ibni Abdülaziz (II.
Ömer)’in türbesi ve içerisinde bulunduğu cami
ziyaret edilir. Fatihalar okunur. Burada da güzel
bir manevî hava teneffüs edilir.
merkezi olarak kullanılmıştır. Halep’teki ilginç
eserler arasında yer alan bu mekân turistler tarafından da ilgiyle gezilmektedir.
Halid Bin Velid Hazretleri
Hz. Peygamber (s.a.v.)’in, hakkında “Ne güzel
kul.” diye buyurduğu sahabidir. Lakabı Seyfullah (Allah’ın Kılıcı)’dır. Hz. Peygamber (s.a.v.)
Mute Savaşı’ndaki başarısından ötürü onu
Allah’ın kılıcı diye övmüştür. Hicrî yedinci yılda
Müslüman olmuştur.
Kabri Suriye’nin 3. büyük şehri, Humus’ta
Halid bin Velid Camii’ndedir. Türbedeki kabrinin yanındaki küçük kabir de Hz. Halid’in oğlu
Halep Kalesi
Âdiliye ve Kerimiye külliyelerine uğranır. Kerimiye Camii’nde Peygamberimiz’in mübarek
ayak izi ziyaret edilir. Üzerinden akan sudan bir
bardak içer sırayla ziyaretçiler. Peygamberimiz’e
salât-u selâm getirerek ziyaretlerini tamamlarlar.
Abdurrahman’a aittir. Ayrıca cami içerisinde Hz.
Ömer’in oğlu Ubeydullah’ın kabri de vardır. Burada da kurbanlar kesilir, fakirlere dağıtılır.
Halep’te Ziyaretler
Humus’tan Halep’e geçilir. Türk sınırlarına
yaklaşık 60 km. mesafede bulunan Halep, aynı
zamanda Suriye’nin ikinci büyük şehridir. Halep’teki en önemli gezi ve ziyaret yerlerinden
Ömer ibni Abdülaziz (II. Ömer)’in türbesi
olan Halep Kalesi ziyaret edilir. Daha sonra da
Hz. Zekeriya (a.s.)’nın kabrinin bulunduğu camii
(Umeyyed Camii) ziyaret edilir.
Halid Bin Velid Hazretleri Kabri Ziyareti
42 MART 2015
Umeyyed Camii ziyareti
Hz. Zekeriya (a.s.)’nın kabri
Halep Kapalı Çarşısı’nda dolaşmaya, tarihe tanıklık etmeye devam edilir. Sokaklarının
uzunlukları toplamının 10 km’den fazla olduğu
söylenen çarşının büyük bir kısmı 15. yüzyılda
yapılmıştır. Ortadoğu’daki en uzun çarşı niteliğinde olan bu çarşı, birbirini takip eden hanlardan oluşmaktadır.
Çarşı içindeki çok sayıda kervansaray günümüzde imalathane olarak kullanılmaktadır.
Bu büyük çarşıda işkollarına göre ayrılmış esnaflar genel olarak; turistik eşyalar ile baharat,
halı-kilim, ip, giysi, dokuma ve el işleri satarlar.
Grup daha sonra Memluk Valisi Argun Al Kamil
tarafından akıl hastaları için yaptırılan Bimaristanı gezer. Bir zamanlar su ve müzikle tedavinin
etkin olarak kullanıldığı önemli bir tarihî sağlık
Bu arada birkaç yıl önce Umre ziyaretinde
tanışılan Halepli İbrahim Abdullah ve ailesiyle
görüşülür. Bu hatırayı da bu arada zikretmekte
fayda vardır. 2005 yılındaki Umre ziyaretinde
Uhud’da Okçular tepesinde otururken, aşağıdan gelen üç kişi gören Hamidettin Efendi: “Şu
arkadaşlar Sivaslılara benziyor, çağırın tanışalım.” buyurur. O kimseleri arkadaşlar çağırdıkları zaman sorulunca; “Biz Suriye’de yaşayan
Türk asıllı kimseleriz.” diyerek cevap verirler.
Sonra bir dostluktur başlar ve ilerler… Bu konu
Halep’te anlatılınca, İbrahim Abdullah’ın babası söze karışır: “Seyyid Hamidettin Efendi doğru buyurmuş. Bizim aslımız Türkiye’den, Sivas
şehrinden 300-400 yıl önce Suriye’ye gelmiş”
deyince işin sırrına vâkıf olunur…
Artık Türkiye’ye dönüş yakınlaşmıştır. Türkiye sınır kapısına gelinir. Türk bayraklarını görünce herkes heyecanlanır. Türkiye’ye¸ aziz vatanımıza kavuşmanın heyecanı yürekleri kaplar.
Kendi vatan topraklarına ayak basarlar. Sağ salim ülkemize döndükleri için şükrederler.
somuncubaba 43
KÜLTÜR /Enbiya YILDIRIM*
Değerlerden Ödün
Vermenin Tehlikeleri
“Asıl olan dış dünyadan kopmadan, yeryüzünün ve diğer
milletlerin sunduğu, geliştirdiği nimetlerden istifâde etmek,
ama bunun yanında kendi değerleri üzerinde durabilmek,
başkalarının etkisi altında eriyip yok olmamaktadır. Dolayısıyla
hem dışa açık olmalı hem de kimliğini kaybetmemelidir.”
Her milletin geçmişten getirdiği değerleri
vardır. Bunları koruyabildikleri oranda kendi
hüviyetlerini muhâfaza ederler. Bunun yanında
derin ormanların içinde yaşayan bazı kabîleler
vardır. Bunların dış dünyayla hiç irtibatları olmadığı için yüz yıl önce nasılsalar şimdi de
aynıdırlar. Lakin bu durum arzulanan bir hal
değildir. Asıl olan dış dünyadan kopmadan,
yeryüzünün ve diğer milletlerin sunduğu, geliştirdiği nimetlerden istifâde etmek ama bunun
yanında kendi değerleri üzerinde durabilmek,
başkalarının etkisi altında eriyip yok olmamaktadır. Dolayısıyla hem dışa açık olmalı hem de
kimliğini kaybetmemelidir.
44 MART 2015
Batılı ülkelere baktığımızda aynı din etrafında oluşmuş olan kültürleri sebebiyle birbirlerine çok benzediklerini görürüz. Hatta bu benzerlik o kadar birbirine yakındır ki, her hangi bir
Avrupa ülkesini ziyaret ettiğinizde, diğerlerini
merak etmenize gerek yoktur; üç aşağı beş
yukarı hepsi aynıdır. Aynı mimari yapılar, aynı
kültür ve gelenekler öne çıkar. Bir takım yöresel
farklılıklar kalmış olsa da büyük oranda birbirlerine benzeşirler. Bu sebeple de Batı kültürü
dediğimizde, Batı’nın ortak olarak geliştirdiği
değerleri ve medeniyeti anlarız. Onlar dünyaya
yön verdiklerinden kendileri dışındakilerden
etkilenmeleri çok azdır. Bilakis herkes onlardan
etkilenir.
Bu gerçek yanında, Avrupa ve Amerika’nın
dışında kalan güçlü toplumların da değerlerine
daha güçlü bir şekilde sahip çıktıklarını görürüz. Meselâ Çin ile Japonya’ya baktığımızda,
Batı kültüründen etkilenmelerine rağmen kendi değerlerini de canlı tutmaya çalışırlar.
Gelenekten Geleceğe Değerler
Her şeye rağmen az veya çok her toplum
baskın olan kültürün etki alanındadır. Bu sebeple Çin ve Japonya gibi toplumlarda bile
Avrupa ve Amerika’ya ait değerlerin toplumlarda derinden derine yerleşmeye başladığını ve
özellikle gençlerin kendi geçmişlerinden savrulduklarını söylememiz mümkündür.
Yeryüzündeki genel tabloya baktığımızda
ibrenin Batı’dan ve Amerika’dan yana kaydığı
ortadadır. Dünyanın neredeyse tamamı yönünü
Batı’ya dönmüştür. En muhâfazakâr toplumlarda bile durum böyledir. Hıristiyan olan toplumlar sonuçta aynı inanca sahip olanlarla bütünleştikleri için kendi açılarından fazla bir sorun
görmemektedirler. Lâkin sorun bizim gibi farklı
inanç sistemlerine sahip olan coğrafyalardadır.
Bir taraftan tarih boyunca bizi biz yapan değerler, diğer tarafta bütün iletişim imkânlarıyla
toplumumuzu ahtapot gibi kuşatmış olan
Batı’nın kültürü, İslâm coğrafyasında o kadar
hızlı bir dönüşüm yaşanmaktadır ki, her İslâm
ülkesinin yaşlıları gençlerle birbirlerini anla-
makta zorlandıklarından şikâyet etmektedirler.
Çünkü bir başkalaşım söz konusudur. Dedenin
hayal dünyası, konuştukları ve gençliğinde yaşadıkları ile zamâne gençliğinin dünyası çok
farklıdır. O yüzden bir araya gelerek on dakika
sohbet etmek gençlere işkence gibi gelmektedir. Delikanlının veya genç kızın dünyası cep
telefonu, internet, film yıldızları ve futboldur.
Ancak dedesinin bu konularda konuşacak bir
şeyi olup olmaması bir yana merakı da yoktur.
Sorun sadece ilgi alanlarında değil elbette.
Yaşam felsefeleri de çok değişti. Bir gencin hayata bakışıyla bir yaşlınınki hiç de aynı değil.
Farklı gezegenlerde yaşıyor gibiler. Doğrusu bu
kopuş, bu uzaklaşma ve yabancılaşma bizim
kendi öz değerlerimizden kopuşumuzun da bir
göstergesidir.
Tarihî Mirası Çağa Uygun
Bir Şekilde Aktarabilmek
“Dünyayla bağımızı keselim, kendi içimize
kapanıp değerlerimizi kaybetmeden yaşayalım.” demiyoruz. Zaten bu korkaklık ve eziklik
alâmetidir. Mümkün de değildir. Asıl olan dünyaya açık olmak ama bunu yaparken de kendi
değerleri üzerinde ayakta kalabilmektir. Bunu
becerebilmenin yolu da neyin değer neyin
değişken olduğunu doğru belirlemek ve genç
kuşakları buna göre yetiştirmektir. Tarihî mirası
onlara sağlıklı ve çağa uygun bir şekilde aktarabilmektir.
somuncubaba 45
Endişemizin boyutlarını anlatabilmemiz için
bazı kıyaslamalar yapmamız sorunumuzun ne
kadar büyük olduğunu anlamamıza yardımcı
olacaktır. Eskiden “Selâmünaleyküm” ifadesini
daha fazla duyardık. Artık insanlar özellikle de
okumuş kesim bunun yerine diğer selâmlama
kelimelerini tercih etmektedir. Selâm vermek
bazı muhitlerde sanki gericilik, modern olamamak gibi algılanıyor. Yemekten önce ve sonrasında elleri yıkamak bizim olmazsa olmaz değerlerimizdendi. Bugün evlerimizde bile bunun
fazla uygulanmadığını görmekteyiz. Büyüklerimiz hatırlayacaklardır, onların çocukluk zamanlarında takkesiz namaz kılan insan çok azdı.
Günümüzde ise özellikle Cuma günlerinde camilerin ikinci katından ana cemaat mahalline
baktığınızda, takke takanların azınlığa düştüğünü görürsünüz. Oysa Hz. Peygamber (s.a.v.)’in
ihramlı olmak dışında başı açık asla namaz
kılmadığını hepimiz biliyoruz. Evinde bile başı
açık namaz kılmazdı.
Bunun yanında cenâze namazlarımızda alışık olmadığımız manzaralarla karşılaşmaya
başladık. Ölenin fotoğrafı yakalara takılmakta,
kadınlar erkeklerin saflarına hatta en ön safa
girmeye çalışmaktadırlar. Kaybettikleri yakınlarına ne kadar düşkün olduklarını göstermek
için aynı safta erkeklerle namaza durmak is-
temektedirler. Sanki arkada durunca (hâşâ)
Allah’ın haberi olmayacakmış gibi! Bunun yanında cenâze kabre götürülürken alkış tutulmakta veya tekbir getirilmektedir. Oysa bu tür
şeylerin hiçbiri dinimizde yoktur, aslâ tasvip
edilemezler. Yapılan yanlışlar dinin ve Müslümanların değerleriyle oynamaktan ibarettir.
Eğer cenâzeye İslâm bilginlerinin fetvâlarına
göre muâmele yapılacaksa bunun gereklerine
uyulması gerekir. Cenâzeyi hem camiden kaldırıp hem de başka din mensuplarının âdetlerini
Müslümanlara dayatmak anlamsızdır. Bizler de
değerlerimizle oynanmasına müsaade etmemeliyiz. Bu tür yanlışlara düşmemek hususunda dikkatli olmalıyız.
Değerlerimizi Unutmamalıyız
Kezâ bizlerin komşuluk dediğimiz bir değerimiz vardı. Ancak insanlar dinî değerlerinden
uzaklaştıklarından komşuluklar da bitme noktasına geldi. Önceden din kardeşliği komşuları
bir araya getiriyordu. Komşuluk, arada din bağı
olduğu için oluyordu. Şimdi herkes kendisine
bir ideoloji tutturunca komşuluk da komşuluk
değerleri de tükendi. İnsanlar aynı apartmanlarda birbirlerine yabancılaştılar. Lâkin bizim
edep kitaplarımıza baktığımızda şöyle dediklerini görürüz: “Mü’minler komşularının hakkını
gözetmelidir. Kokusu olan bir yiyecek pişirirler-
se bundan komşularına da ikram etmelidirler.
Meyve aldıklarında da bir miktarını komşularına
sunsunlar ve meyveyi evlerine kesinlikle gizli
getirsinler, açıktan getirmesinler. Çünkü görüp
de elde edemeyenlerde kalp burukluğu oluşur.
Aynı şekilde çocukları ellerine meyve vererek
sokağa çıkarmasınlar.”
Geçmişimizle günümüzü karşılaştırabileceğimiz bu tür örnekleri çoğaltmak pekâlâ mümkündür. Bu aynı zamanda, bize uzak olan pek
çok şeye alıştığımızın da bir delilidir. Nitekim
eski kitaplarımızdaki edep bahislerini okuyarak
günümüz ile kıyas ettiğimizde hepimiz şaşırıp
kalırız. Sanki başka bir âlemden bahsediliyormuş gibi gelir. Oysa bizim büyüklerimiz böyleydi. Bu kitaplarda anlatılan şeyler başka gezegendekilerin hayatından bahsetmiyor, dedelerimizin ve ninelerimizin yaşadıkları hayattan ve
onların değerlerinden söz ediyor.
Ülkemizdeki duruma baktığımızda endişe
etmemizi gerektirecek pek çok sebep bulunmakla birlikte ümitsizliğe düşmek de mü’mine
yakışan bir durum değildir. Kaybettiklerinize
üzülürsünüz ama bir silkelenirsiniz ve eskisinden daha güzel bir duruma gelirsiniz. Dolayısıyla her şey kaybettiklerimizin farkına varmaya ve bunları yeniden kazanmak hususunda
çaba sarf etmeye bağlıdır. Zaten gayretli sivil
toplum kuruluşlarımız yanında devlet ricâlinin
müsbet yönde attığı adımlar sebebiyle daha
fazla ümitvar olabiliyoruz. İnşaallah bu millet
kendi değerlerine her zaman sahip çıkacak ve
eski dönemlerde olduğu gibi ümmete yeniden
ağabeylik yapacaktır.
Yükü Beraberce Kaldırabilmek
Ertuğrul Gazi Türbsi
46 MART 2015
Hz. Peygamber (s.a.v.) sorumluluk alan herkesi çobana benzetmişti. Bu sebeple bir yerde
bir sorumluluk üstlenmiş olan kişi önce neler
yapabileceğine bakmalıdır. Baba ise evde yaşatması gereken değerlere, anne ise çocuklara
öğretmesi gereken kıymetlere odaklanmalıdır.
Aynı şekilde bir iş yerinde patron olan kardeşimiz çalıştırdığı insanlara kendi değerlerimizden
Fatih Sultan Mehmed Han
neleri kazandırabileceğine, bir din görevlisi ise
mahallesindeki mü’minlere öğretebileceği hususlara yoğunlaşmalıdır. Bir okulda öğretmen
ise hocanın karşısında ayak ayaküstüne atılmayacağını ve diğer değerlerimizi belletmelidir.
Dolayısıyla herkes bir tarafından tuttuğunda
çok da endişe etmemize gerek kalmayacağını
anlarız.
Unutmayalım ki, şer her zaman olmuştur ve
olacaktır, ancak hak şerre sürekli galebe çalmıştır, çalacaktır. Bize düşen, bunun gerçekleşmesi
için üzerimize düşen sorumluluğu yerine getirmek ve çabalamaktır. Hz. Peygamber (s.a.v.)
Hacerü’l-Esved’i bir bezin ortasına koyup her
kabileden bir kişiye tutturmuş ve o mübârek
taşı olması gereken yere kaldırmıştı. Bizler de
üzerimize düşen görevleri hakkıyla yaparak, taşın altına elimizi koyup yükü beraberce kaldırabiliriz. Böylece sağlıklı bir nesil yetiştirebilir ve
ülkemizin daha iyiye gitmesi yönünde bir katkı
yapmış oluruz. Unutmayalım ki, bunların hepsi
âhiret sermayemizi artıran güzel amellerdir.
Dipnot
* Prof. Dr. Enbiya YILDIRIM
somuncubaba 47
TARİH / Resul KESENCELİ
Nizamü’l-Mülk, Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nun ünlü vezirlerinden ve Müslüman Şark’ın
yetiştirdiği en büyük devlet adamlarındandır.
1018-1092 yılları arasında yaşayan bu değerli insan, Horasan’ın eski kültür merkezlerinden Tûs şehrine bağlı, Nukan adlı bir kasabada
dünyaya geldi. Asıl adı ‘’Hasan” olup, babası
kasabanın dihkanı, yâni idarecisi idi. Varlıklı ve
itibarlı bir aileye mensup olduğundan iyi bir
tahsil yapma imkânı buldu. 11-12 yaşlarında
Kur’an-ı Kerim’i ezberleyip hıfzını tamamladı.
Kısa zamanda fıkıh ilminde temayüz etti. Edebiyat ve hitabette ileri bir seviyeye ulaştı.
Büyük Devlet Adamı
Yönetici olduğu dönemlerde âlimleri himaye ettiği gibi onlara geniş maddî imkânlar
sağladı. Vezirlik görevini sürdürdüğü yıllarda
da “Nizamiye” adıyla ün salan üniversiteler açtırdı. Böylece yüksek öğretim bu medreselerde
yapılmaya başladı. Binlerce talebenin öğrenim
gördüğü bu eğitim kurumlarından yüzlerce büyük âlim ve mütefekkir yetişti. Bağdat, Nişabur,
Herat, Merv, Belh, Isfahan ve Musul’da açılanları bunların önde gelenleriydi. Bu okulların
bir benzerleri Anadolu Selçukluları tarafından
Konya, Kayseri, Sivas ve Erzurum’da açılmıştı.
Buralarda uygulanan ders programları da oldukça kapsamlı idi. Dinî ilimlerin yanı sıra pozitif ilim dallarından tıp, astronomi, matematik,
felsefe tarih vb. gibi dersler de okutulmaktaydı.
Yine bu müesseselerde hocalık yapacakların
yabancı dil bilmesine ve ahlâkî yönüyle fazilet
sahibi kimselerden olmasına dikkat edilirdi. Talebeleri de zekâ yönüyle ileri seviyede olanlar
arasından seçilip belirlenirdi. Bir dönemin bilim merkezi olarak toplumu aydınlatan Nizamiye Medreseleri Osmanlı, medreselerine de
örnek olmuştur.
İyi ve kuvvetli bir dinî tahsil temelinde, zamanla yüksek bir edebî kültür ve idarî kabiliyet kazanmış olan Nizamü’l-Mülk, 1083 yılında
Sultan Alparslan’ın vezirliğine kadar yükseldi.
Şehzade Melikşah’a da atabek olarak, siyaset
ve idare işlerinde onun yetişmesine nezaret
etti. Vezirliği, tahta geçmesine yardımcı olduğu
Sultan Melikşah zamanında da devam ederek,
toplam 29 yıl kadar sürdü. Nizamü’l-Mülk’ün
askeriye, adliye ve devlet teşkilâtında
yaptığı yenilik ve düzenlemeler,
daha sonraki bütün İslâmTürk devletlerine esas ve
örnek olmuştur. O, Selçuklu
İmparatorluğu’nun
idarî,
siyasî, askerî, malî, içtimaî
ve kültürel yönleri için kıymetli bir vesika mahiyetinde olan; devlet idaresi ve
toplum yapısı hakkındaki
kendi görüşlerini ve icraatı-
Nizamü’l-Mülk
“Nizamü’l-Mülk, İslâm dinine büyük hizmetlerde bulunmuştur. O
zamanki Selçuklu İmparatorluğu’nun siyasî, dinî ve fikrî hasmı
olan, bozguncu Mısır Fatımîleri’ne ve ülke içindeki Batinîlere karşı
çalışmalar yapmış; ülke halkını sağlam ve hakiki İslâm inançları
çevresinde toplamağa gayret etmiştir. O emsalsiz idarî dehasıyla,
yükselmenin ancak, ilim ve ahlâk ile sağlanabileceğini görmüş;
huzur ve nizamı temin için gerekli kadroyu ve diğer manevî güçleri
sağlayacak olan eğitime önem vermişti. ”
48 MART 2015
somuncubaba 49
nın gerekçelerini ihtiva eden, Siyasetnâme adlı,
çok değerli bir eser de kaleme almıştır. Kendi
sahasındaki diğer eserlerden muhtevaca çok
yüksek olan bu kitabın Farsça aslı birkaç defa
neşredilmiş ve çeşitli Garp dillerine tercümeleri yapılmıştır. Türkçe tercümesi de vardır.
Tahsilinin ve yetişme tarzının tabiî bir sonucu
olarak Nizamü’l-Mülk, İslâm dinine büyük hizmetlerde bulunmuştur. O zamanki Selçuklu
İmparatorluğu’nun siyasî, dinî ve fikrî hasmı
olan, bozguncu Mısır Fatımîleri’ne ve ülke içindeki Batinîlere karşı çalışmalar yapmış; ülke
halkını sağlam ve hakiki İslâm inançları çevresinde toplamağa gayret etmiştir. O emsalsiz idarî dehasıyla, yükselmenin ancak ilim ve
ahlâk ile sağlanabileceğini görmüş; huzur ve nizamı temin için gerekli kadroyu ve diğer manevî
güçleri sağlayacak olan eğitime önem vermişti.
Bu maksatla, başta Bağdat olmak üzere, Basra,
İsfehan, Nişabur, Belh, Merv ve Herat’ta kendi
adıyla anılan, meşhur Nizamiye medreselerini
açtırmış, kütüphaneler tesis etmiştir. Ayrıca tasavvufa ve erbabına da büyük ilgi göstermiştir.
O, böylece ilmî çalışmaya ve ahlâkî terakkiye
büyük hız ve canlılık kazandırdı. İslâm âlemi bu
hayırlı hamlenin, feyizli meyvelerinden uzun
zaman istifade etmiş; büyük âlimlerin, ihlâslı
bir kadronun yetiştirmesine, değerli eserlerin
vücuda getirilmesine şahit olmuştur. Örnek olarak, Kuşeyrî, Gazalî, Abdullah-ı Ensarî, Pezdevî,
Serahsî, Ebû İshak-ı Şirazî, Cüveynî, Şehristânî
gibi dev isimleri zikredebiliriz.
Siyasetname / Siyerü’l-Mülük
“Siyasetname” veya diğer ismiyle “Siyerü’lMülük”, Büyük Selçuklu Devleti veziri Nizamü’lMülk’ün eseridir. Siyasetname; siyasetle, devlet
yönetimi ile ilgili eser anlamına gelmektedir.
Siyasetnameler, yazıldığı devrin padişahlarına,
ileri gelenlerine, dolayısıyla daha sonra bu görevi üstlenecek olanlara yol göstermek, tavsiyelerde bulunmak amacıyla kaleme alınırlar. Siyasetnameleri yazanlar, devirlerinin gereklerini,
en iyi devlet idaresinin nasıl olması gerektiğini,
halkın yaşadıklarını dile getiren; başta hükümdar olmak üzere devletin diğer memurlarına
adaleti öğreten, hemen hemen her devirde idarecileri uyaran, nasihat eden, yol gösteren fikir
adamlarıdır. Siyasetnameler esas konu olarak,
devlet yönetimini ele aldığına, devletin bütün
güç ve yetkisi de hükümdarda bulunduğuna
göre, hükümdarlar için kaleme alınmış eserler
“Siyasetname”
veya diğer ismiyle
“Siyerü’l-Mülük”,
Büyük Selçuklu
Devleti veziri
Nizamü’l-Mülk’ün
eseridir. Siyasetname;
siyasetle, devlet
yönetimi ile ilgili
eser anlamına
gelmektedir.
50 MART 2015
olarak kabul edilirler. Bu eserlerden, çağın sosyal ve toplumsal hayatını, askerî ve malî örgütlerini, yasa ve tüzüklerini, toplumun dayandığı
gelenek ve görenekleri öğrenmek mümkündür.
Siyasetname, belirttiğimiz özelliklerinden dolayı, özellikle Selçuklular üzerine çalışanlar ve
siyasetnamelerle ilgilenenlerin dikkatini çekmiş ve zamanımıza kadar üzerinde çalışmalar
yapılmıştır. Eserinde Nizamü’l-Mülk, yalnız nasihat vermekle yetinmemiş, dönemindeki bazı
olayları da nakletmiştir. Yine eserinde, Selçuklu
Devleti’nin işleyişi, aksayan tarafları, alınması
gereken tedbirler, müesseselere işlerlik kazandırmak için yapılması gereken düzenlemeler
üzerinde de durmuştur.
Ebu Ali Fârmedî Hazretleri’nin
Nizamü’l-Mülk ile Görüşmesi
Ebu Ali Fârmedî Hazretleri Merv’e giderek
Büyük Selçuklu Veziri Nizamü’l-Mülk ile görüştü ve onun yanında büyük itibar gördü. Cüveynî
ve Kuşeyrî gibi devrin âlimlerine ve şeyhlerine
saygı gösteren ve onlar huzuruna geldiklerinde
ayağa kalkan Nizamü’l-Mülk, Fârmedî Hazretleri
geldiğinde ise hürmetle ayağa kalkmakla birlikte, onu kendi makamına da oturturdu. Nizamü’lMülk’e Fârmedî Hazretleri’ne gösterdiği bu saygının sebebi sorulduğunda şu karşılığı verirdi:
“Diğer âlim ve şeyhler beni yüzüme karşı övüyorlar. Bu da nefsimin hoşuna gidiyor. Fârmedî
Hazretleri ise beni yüzüme karşı övmediği gibi
kusurlarımı, yanlışlık ve haksızlıklarımı da söylüyor ve beni ikaz ederek irşad ediyor. Ben de
onun bu söylediklerinde hayır görerek ona saygı göstermeye çalışıyorum.”
Hacca İzin Yok!
Abdullah Es-Savecî şöyle anlatır: “Bir gün
Nizamü’l-Mülk hacca gitmek için Sultan Melikşah’tan izin istedi. Sultan Melikşah’ın rızası üzerine hazırlanarak yola çıktı. Yanında
benden başkaları da vardı. Dicle kenarına gelince, çadırlarımızı kurduk. Bir müddet orada kalacaktık. Bir gün ben çadırımdan çıktım.
Nizâmül-Mülk’ün çadırının kapısında fakir bir
zât duruyordu. Hâlinden tasavvuf ehli olduğu
anlaşılıyordu. Bana: “Nizâmül-Mülk’ün bende
bir emaneti var sana versem, verir misin?” dedi.
Ben evet deyince, katlanmış bir kâğıt uzattı.
Nizamü’l-Mülk’ün yanına varıp, kâğıdı verdim.
Açıp okuyunca, ağlamaya başladı. Ben, emanet olduğundan, kâğıtta neler yazılı olduğuna
bakmamıştım. Onu böyle ağlar görünce, keşke
kâğıdı açıp okusaydım. Eğer kötü bir şeyler yazılı olduğunu bilseydim, hiç vermezdim.” diye
düşündüm. Daha sonra bana dönerek, “Bu
mektubu kimden aldın?” diye sordu. Ben de:
“Şöyle şöyle bir zâttan aldım.” dedim. “O fakiri yanıma getirin.” deyince, dışarı çıktım fakat
onu bulamadım. Tekrar Nizamü’l-Mülk’ün yanına girdim. Onu bulamadığımı söyleyince, o
kâğıdı okumam için bana uzattı. Kâğıtta: “Ben
Rasûlullah Efendimiz (s.a.v.)’i rüyamda gördüm.
‘Sen Vezir Hasan’ın yanına git ve ona de ki: ‘Neden Mekke’ye hac etmek için gider. Onun haccı
buradadır. Ona: ‘Bu Türk olan padişahın yanında kal ve ümmetimin muhtaçlarına yardım et
dememiş miydim?” yazıyordu. Bunun üzerine
hemen geri döndü ve hacca gitmekten vazgeçti. Daha sonra Nizamü’l-Mülk: “Eğer o zâtı görürsen, yanıma getir. Onunla tanışalım.” dedi.
Bir gün, o zâtı Dicle kenarında gördüm. Eski ve
yamalı elbisesini yıkıyordu. Yanına gidip; “Vezirimiz Nizamü’l-Mülk sizi görmek istiyor.” dedim.
Bana; “Ne ben onunla görüşürüm, ne de o benimle! Bende bir emaneti vardı. Onu kendisine
verdim. Başka bir şey yapmadım.” dedi.
Kaynaklar
Evliyâlar Ansiklopedisi, İstanbul 1990.
H. Kâmil Yılmaz, Altın Silsile, ErkamYayınları, İstanbul 1994.
İbni Kesir, El-Bidâye ven-Nihâye; (Çev: Mehmet Keskin),c.12.
İbnü’l-Esîr, El-Lübâb fî tehzîbi’l-ensâb, c. II, Beyrut 1980.
İbrahim Kafesoğlu, Büyük Selçuklu İmparatoru Melikşah,
İstanbul, 1973.
İbrahim Kafesoğlu, “Büyük Selçuklu Veziri Nizamü’l-mülk’
Eseri Siyasetnâme ve Türkçe Tercümesi”, Türkiyat
Mecmuası, c.12, İstanbul, 1955.
Mehmet Altay Köymen, Selçuklu Devri Türk Tarihi, Ankara,
1998.
Nizamü’l-Mülk, Siyasetname, (Haz. Mehmet Altay Köymen),
Ankara, 1982.
Yeni Rehber Ansiklopedisi, c. VI, İstanbul 1993-1994.
somuncubaba 51
KÜLTÜR / Muhsin İlyas SUBAŞI
Şam, İslâm tarihinin olduğu kadar Türk tarihinin de önemli işaret noktalarından birisidir.
Onun Hz. Nuh (a.s.)’un oğlu Sam tarafından kurulduğu yolundaki rivayet, adıyla da örtüşüyor
gibi gelmektedir bize. ‘Sam’ın zamanla ‘Şam’a
dönüşmesi hiç de şaşılacak bir şey değildir.
Hz. Ebu Bekir (r.a.)’in halifeliği sırasında, değişik tarihlerde buraya üç ayrı ordu göndererek
(13/634) fethini gerçekleştirmesi, bir yıl sonra
Hz. Ömer (r.a.)’in yine bu bölgeye gönderdiği
iki seferle şehri tamamen Müslümanlaştırması,
Şam’ın tarihî kimliğinin, asıl kimliğinin ruhaniyetini ifade eder. Ne acıdır ki, böyle bir fetih
hadisesine rağmen, buradaki Müslümanların
iktidar kavgası, o yıllardan başlayan bir talihsizliğin fitilini ateşlemiş oldu. Hz. Muaviye’nin ayrı
bir devlet kurarak Şam’ı başkent yapması, İslâm
siyasî tarihinde ilk kırılmanın önemli işaretlerinden birisidir.
İslâm’ın dışa açılımındaki ilk hedef noktalarından birisi Şam olmuştu. Şam’ın İslâmlaşması,
Arap coğrafyasının bütünüyle yeni bir kimliğe
yönelmesi demekti. Bilal-i Habeşî (r.a.), bu şehrin sokaklarında yankılanan o büyüleyici ve iç
titreten sesiyle ilk ezanı okuduğunda, şehrin
şahsiyeti gömlek değiştirmiş ve kendi yeni ve
kalıcı kimliğinin rengine bürünmüştü. Bu rengi
Şam halkının aidiyetine dönüştüren ise Selahaddin Eyyubi olmuştu. Kanlı Haçlı saldırılarında, şehri koruyarak küfrün çizmesinde ezdirmemişti. Bu iki İslâm büyüğünün burada yatıyor olmasından olacak ki, Hıristiyanlar ‘Mesih’in, bazı
Müslümanlar ise ‘Mehdi’nin Şam’da insanlığı
yeniden irşada döneceklerine inanmışlardır.
Şam’ın hep handikaplarla, iç boğuşmalarla
dolu tarihine baktığımızda, Fâtimîler, Eyyûbîler,
Abbasîler, Zengîler, Kölemenler, Moğollar, Memluklar, İlhanlılar, hep bu topraklar üzerinde birbirleriyle didişip durduklarını görürüz. On asra
yakın bu iç boğuşmalar kanın ve gözyaşının
bu şehrin ana rengi haline gelmesine sebep
olmuştur. Şam, dolayısıyla Suriye, 1516’da Ya-
Ağlayan Şehir
Şam!
“Unutmamak lazım ki, şehirlerin en zalim yöneticileri, ona bir
şeyler katmadan onun itibarını kemirerek ayakta duranlardır.
Ancak, bu saltanat, o insanların ikbal sınırlarıyla çevrilidir.
O koltuğu bıraktıkları gün, şehirler hürriyetlerine kavuşmuş
olurlar.”
Umeyyed Camii Son Hâli
52 MART 2015
somuncubaba 53
vuz Sultan Selim’in fethiyle Osmanlı toprağına
dönüşmesinden sonra, 1920 yılında Fransızların işgal edeceği tarihe kadar, iç isyanlarla pek
de huzurlu sayılmayan, yeni bir döneme daha
girecektir. Hatta bu de yetmeyecek, bağımsızlığına kavuştuğu 1946 yılına kadar Fransız, Avusturalya ve İngilizlerle boğuşacak ve yüz binlerce evladını kayıp verecektir.
Yürek Sızısını Doğuran Bir Ana Gibi
Bir şehrin üzerinde bunca zaman bela bulutları niye dolaşır? Bize göre, İslâm tarihinin en
trajik olaylarından birisi olan Kerbela’dır. Kerbela dramı, o yıllarda bu şehir halkının vaadinden dönmesinin sonucunda ortaya çıkan bir hadisedir. Eğer Kûfeliler, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in
torunu Hz. Hüseyin (r.a.)’e verdikleri sözü tutsalardı, taahhütlerinden dönmeselerdi, büyük ihtimalle ‘Kerbela Vakası’ yaşanmayacaktı. Galiba
bu şehir böyle bir yürek sızısını doğuran bir ana
gibi, gözyaşlarını asırlardır ufuklarında saklayarak bugünlere geldi. Bugün de kendi insanını
boğazlayan bir anlaşılmaz otorite çılgınlığının
mekânına dönüştü.
Halid Bin Velid Cami’nin Son Hâli
Halid Bin Velid Hazretleri Kabri’nin Son Hâli
Unutmamak lazım ki, şehirlerin en zalim yöneticileri, ona bir şeyler katmadan onun itibarını kemirerek ayakta duranlardır. Ancak, bu saltanat, o insanların ikbal sınırlarıyla çevrilidir. O
koltuğu bıraktıkları gün, şehirler hürriyetlerine
kavuşmuş olurlar. Bugün Şam da öyledir. Çünkü
Şam demek, Suriye demektir. Şam demek, klasik kültürün menşeine sahip olmak demektir.
Şam demek trajedi demektir. Bunun içindir ki,
dün olduğu gibi bugün de Şam yaralıdır, yanıktır, hüzün içindedir. Bugün Şam, sürüklendiği
talihsizliğin sızısıyla kavrulmaktadır. Bir ülkeye
başkent olmak, o ülke insanının ana şehri olmak
demektir. Bugün nüfusunun yarısını toprağından atan bir ülkenin ana şehri, nasıl ağlamasın
bu evlatlarına? Dışardan düşmanı anlarsınız, o
gelir yakar yıkar gider. Fransızların, çeyrek asır,
bu şehirde kalıp sonra arkalarına bakmadan defolup gittikleri gibi... Ancak içeriden düşmanını
koynunda besleyen bir şehrin çaresizliği göz-
54 MART 2015
yaşından başka ne doğurabilir ki? Çünkü onun
ihtirasını yok edemezsiniz!
Kaynaklar onu, dünyanın tarihi bilinmeyen
‘en eski şehri’ olarak tanıtır. Dün ona; ‘El Fahya/
Güzel Kokan’ şehir unvanını takanlar, acaba bugünkü halini görseler, kan kokusu, kin kokusu
arasında bunalan bu şehre yine o sıfatı verebilirler miydi?
Şehirleri insanlar kurar. Onu imar edip geliştiren, anıtlaştıran da insanlardır. Onu aynı
zamanda insanlar yıkar, yok eder. Tarihin çöplüğüne bakın, insanlar eliyle kıyıma uğrayarak
terkedilmiş nice şehirler vardır. Bu şehirler,
kendi medeniyetlerinin sırlarıyla gömülüp gitmişlerdir. Bugün Şam da buna doğru mu sürükleniyor acaba? Acaba, Haçlı Seferleri’nin tahribatından daha derin yaralarıyla mı sızlanıyor
Şam? Şam’ın gözyaşı geleceğin karanlık günlerini aydınlığa doğru yıkayabilecek mi acaba?
somuncubaba 55
TARİH /İsmail ÇOLAK
Osmanlı’nın Hiroşima’sı:
ÇANAKKALE
Çanakkale neden Hiroşima’ya benzetilebilir? Çünkü her ikisinde de büyük kayıplar ve
acılar yaşandı; bugün hâlâ izleri ve etkileri devam ediyor. 6-9 Ağustos 1945’te Hiroşima ve
Nagazaki’ye atılan iki atom bombasıyla toplam
360 bin insan hayatını kaybetti, on binlercesi
de kalıcı yaralar aldı veya sakat kaldı. Şubat
1915’te başlayıp Ocak 1916’ya kadar süren, tarihimizin en kanlı ve zorlu savaşı Çanakkale’de
bizim toplam kaybımız ise 250 binden fazla.
Çanakkale’de milletimiz tarih sahnesinden
silinmek, yok edilmek istendi; Hiroşima’da ise
Japon milleti... Çanakkale, milletçe bizim yeniden doğup ispat-ı vücut ettiğimiz ve millet olma
bilincini ve melekesini kazandığımız bir “diriliş
yeri” olurken Hiroşima da Japonların yeniden
doğup ayağa kalktığı ve bugünkü ‘Japon mucizesinin’ temelini attığı başlangıç noktası oldu.
Fakat iki benzetme veya karşılaştırmanın
birbirinden ayrıldığı bana göre iki temel nokta
var: Hiroşima’dan sonra Japonların geldiği nokta belli, Çanakkale’den sonra bizim geldiğimiz
nokta ortada... Japonlar Hiroşima’dan gerekli ibreti ve dersi fazlasıyla almış, bugün her anlamda
zirveyi yakalamış; biz ise bugün içinde bulunduğumuz hâl ve geldiğimiz gelişmişlik ve kalkınmışlık düzeyini dikkate aldığımızda demek ki
Çanakkale’den gerekli dersi alamamışız ve hâlâ
emekleme ya da yerinde sayma safhasındayız!
“Çanakkale’de milletimiz tarih sahnesinden silinmek, yok
edilmek istendi; Hiroşima’da ise Japon milleti... Çanakkale,
milletçe bizim yeniden doğup ispat-ı vücut ettiğimiz ve millet
olma bilincini ve melekesini kazandığımız bir “diriliş yeri”
olurken Hiroşima da Japonların yeniden doğup ayağa kalktığı
ve bugünkü ‘Japon mucizesinin’ temelini attığı başlangıç
noktası oldu. ”
56 MART 2015
Diğer bir temel farklılık ise şu: Japonlar,
Hiroşima’dan gerekli millî-manevî ruhu ve tarih şuurunu çıkarmış, bu şuuru eğitimin ve tarih
derslerinin merkezine yerleştirmiş iken biz ise
hâlâ büyük bir hasret ve özlemle “Çanakkale
Ruhu’nu” arıyoruz; üstelik eğitimimizde ve tarih derslerinde Çanakkale merkezî ve ağırlıklı
bir konuma henüz sahip değil.
Bizim de Çanakkale’miz Var!
Dilerseniz buraya kadar bahsini ettiğim hususları ibret verici bir hatıra ile biraz daha açmaya çalışayım:
Bir dönem, Türkiye’deki eğitimi görmek
amacıyla ziyarete gelen Japon yetkililerinden
biri Türk yöneticilere:
-Biz çocuklarımızı, atom bombasının atıldığı
Nagazaki ve Hiroşima’ya götürürüz ve “Bakınız,
eğer çalışmazsanız ülkemiz bu hâle gelir. Yok,
eğer çalışırsanız mevcut durumumuzdan daha
iyi oluruz.” diyerek gençlerimize hem tarih şuuru hem de ideal veririz, der.
Oradaki Türk idareci ise:
-Bizim Nagazaki ve Hiroşima’mız yok ki, cevabını verince Japon yetkili şaşırır ve şu ibretli
sözü söyler:
-Sizin de Çanakkale’niz var ya!
Çanakkale’ye Atom Bombası Atıldı!
İngiliz Deniz Bakanı Churchill, Çanakkale’de
hedeflenen başarıya bir türlü ulaşamadıklarını
görünce Avam Kamarası’nda Osmanlı askerlerinin zehirli gazla yok edilmesini teklif etmekten
çekinmemiş ve Vandalizm’in tarihine mühim
bir çentik atmıştır.
Teklifine hümanizm namına karşı çıkanlara
şu sadist ruhla cevap vermiştir: “Biz insanları
zehirlemeyeceğiz ki! Siz Türkleri insandan mı
sayıyorsunuz? Onlar, köpek ve domuz gibi ancak hayvan sayılabilir!”
Churchill’in talimatıyla hareket eden İngilizlerin Çanakkale’de kimyasal silah kullandıklarını, Savunma Bakanlığı’nın yayınladığı “Cepheden Mektuplar” adlı eserde geçen, Tanin
Gazetesi yazarı Cemil Hakkı’nın Ocak 1916’da
cephede edindiği şu izlenim ispatlamıştır:
“Bu ateş sahasının ve siperlerimizin çoğunluğunda koyu paslı sarı, yeşilimsi geniş lekelere tesadüf olunuyor. Bunlar, düşmanın attığı
boğucu gazlı mermilerden meydana gelmiştir.
İngilizleri medenî harpten uzaklaştıran bu kimyasal gazı kullanmaları, belki tabiatlarından
belki de âcizlik neticesidir.”
Bu öylesine uğursuz ve amansız bir taarruzdu ki, 259 günlük savaş süresince, metrekareye
6 bin mermi isabet etmiş; 231 gemi ve 1155
top, ağaçları, dağları ve taşları cehennem yerine çevirmişti. O kadar ki, toplam kaybımız,
yaralı, hasta ve şehit olmak üzere 252.300’ü
somuncubaba 57
bulmuştu. Savaştan sonra devletin yetim ve
kimsesiz şehit çocukları için açtığı Darüleytamların (Yetimhaneler) mevcudu, 16 bini aşmıştı.
Şu hâlde Çanakkale, Osmanlı’nın Hiroşima’sı
değildi de ya neydi?
Büyük Kayıp ve Kaht-ı Rical
Çanakkale Savaşı’nda milletimizin yaptığı en
büyük fedakârlıklardan biri de geleceğin aydın,
ilim adamı, din adamı (âlim) ve yönetici zümresini teşkil edecek olan havas tabakayı feda etmek
oldu. Kesin olmayan rakamlara göre, o günün
şartlarında ülkenin “beyin takımını” oluşturan
10 binden fazla öğretmen, öğrenci, mülkiyeli,
tıbbiyeli ve diğer eğitimli-okumuş yüksek tahsilli kesim kaybedildi. Şehitlerin 70 bin kadarı
rüştiye mezunu, 50 bin kadarı da medreseliydi.
Birinci Dünya Savaşı, özellikle de Çanakkale
Savaşı, Osmanlı’da (Türkiye’de) eğitimli/nitelikli
genç nüfusun giderek erimesine yol açtı. Mesela
Denizli örneğinde şehitlerin yaş gruplarına göre
dağılımını incelendiğimizde bunu açıkça görürüz:
Şehitlerin % 26’sı 16-25 yaş aralığında; yani
her 4 kişiden biri 25 yaşın altında. 26-30 yaş
grubuna girenlerin oranı ise % 35. 30 yaşın altında olanların toplam oranı ise % 51. Yani her
iki şehitten biri 30 yaşın altında. 35 yaş altındaki şehitlerin toplam şehitlere oranı ise % 83.
İstanbul, Çanakkale ve çevre illerdeki birçok
seçkin lisenin yanı sıra Darülfünun’da (İstanbul
Üniversitesi) eğitime ara verildi ve okullar 1 yıl
boyunca kapalı kaldı. Liselerde 1900 doğumlular dahi mecburiyetten askere alındı. Askere
alınma yaşı 15’e kadar düştü.
O yıl ve ertesi yıl çoğu okul mezun veremedi. Zira büyük ekseriyeti şehit düştü ya da
gazi oldu. Diplomalarını şehitlik beratı olarak
Cennet-i Âlâ’da aldılar. Bir hilal uğruna, din, vatan ve milletin selameti adına nice genç fidanlar, nice kınalı kuzular kendilerini feda ettiler!
İngilizler, şehit olan gençlerimizi, “çiçeğin
tomurcuğuna ve vakti gelmeden solan gül
goncası”na benzetmişlerdi. İngiliz generali Aspinall-Oglander bu acı gerçeğe şöyle işaret etmişti:
“Gelibolu’daki kanlı muharebeler, Türk ordusunun çiçeğini bitirmiştir. Çanakkale’de biz
Türk milletinin okumuş aydın kesimini imha ettik ve Türkiye’nin geleceğini aldık.”
Çanakkale Savaşı’ndaki bu münevver (aydın), din adamı ve subay kıyımı, günümüze
kadar uzayıp gelen bir kaht-ı ricalin (adam kıtlığının) ortaya çıkmasına yol açtı. Türkiye hâlâ
bunun sancı ve sıkıntısını çekmeye devam etmektedir.
Neden Ağır Kayıp Verdik?
Kara harekâtı esnasında Osmanlı Ordusu, tarihte hiçbir savaşta olmadığı kadar ağır kayıplar
verdi. Bunun iki temel sebebi vardı:
Birincisi, düşman ordusunun her türlü
maddî-askerî imkâna ve çağının en gelişmiş
silah gücüne sahip olması; bizimse tam aksine siperlerimizin, silahlarımızın ve maddî
imkânlarımızın düşmanla orantısız bir şekilde
zayıf ve yetersiz kalmamızdı. Dolayısıyla düşmanın ölüm yağdıran silahlarına karşı insan
gücüyle ve mübarek şehitlerimizin bedenlerinden siperler ve kaleler örerek savaşmak zorunda kaldık. Bu da, asker kaybımızın normalden
çok fazla olmasına yol açtı.
Kayıplarımızın yüksek olmasının ikinci temel
sebebi de; Cephe Komutanı General Liman von
Sanders ile Başkomutan Vekili Enver Paşa’nın
birliklerimizi yersiz, tedbirsiz ve yanlış bir şekilde gereğinden fazla saldırıya geçirmeleriydi.
Savunmada kalıp saldırıyı kırmamız, gücümüzü
buna harcamamız gerekirken; sık sık karşı saldırıya geçmemiz ve bunlarda başarısız olmamız,
normalin çok üzerinde kayıplar vermemize sebep oldu. Zaten Sanders Paşa, ileride yazacağı
“Türkiye’de Beş Yıl” isimli hatıra kitabında, bu
hatayı kabul ve itiraf edecekti.
58 MART 2015
Konuyla ilgili, Çanakkale gazilerimizden İsmail Ufki’nin şu anısı, komuta kademesinin
yaptığı taktik hataya parmak basması açısından
oldukça önemlidir:
“Bir ara cepheye, (Sultan Abdülaziz’in oğlu)
Veliaht Yusuf İzzeddin Efendi geldi ve gezdi.
Bizi teftiş etti. Enver Paşa da oradaydı. Enver
Paşa’ya; “Bu kadar askeri niçin kırdırıyorsunuz?
Savunma yapacağınıza niçin taarruz yaptırıyorsunuz?” diye çıkıştı. Enver Paşa tabancasını çekip, Yusuf İzzeddin Efendi’nin ayaklarına doğru
ateş etti. Veliaht da dönüp, İstanbul’a gitti.”1
Kaynaklar
1. Cepheden Mektuplar, Milli Savunma Bakanlığı Yayınları,
Hazırlayanlar: Hülya Yarar, Mustafa Delialioğlu, Ankara
1999; Veysi Akın, Çanakkale Savaşı’nda 11. Piyade Tümeni
ve Denizlili Şehitler, Uluslararası Çanakkale Kongresi, 1718-19 Mart 2006, İstanbul; İsmail Bilgin, “Çanakkale’de
Rakamların Dili,” Tarih ve Düşünce Dergisi, Şubat 2004
Sayısı; Şerif Mardin, Türkiye’de Toplum ve Siyaset, Haz: M.
Türköne, T. Önder, İstanbul 1991; Nuri Köstüklü, “77. Yıldönümünde Çanakkale Zaferi ve Düşündürdükleri”, Konya, 1992, Konferans Metni; Cihat Göktepe, “Birinci Dünya
Harbinde Şehit Olan Askerler Hakkında Bazı Değerlendirmeler (Konya Örneğine Göre)”, Türk Dünyası Araştırmaları,
Aralık 2000, Sayı: 129; Hayat Tarih Mecmuası, Kasım 1976,
Sayı: 11; Fazıl Yazıcı, Çanakkale’nin Bilinmezleri, İstanbul
2010, s.131. Ayrıntılı malumat için bkz. İsmail Çolak, Okuldan Çanakkale’ye, Genişletilmiş 5. Baskı, İstanbul 2015,
Nesil Yayınları.
somuncubaba 59
FIKIH / Abdullah KAHRAMAN*
İtikâfın Hikmeti
İtikâf, Hac, Cihâd ve
Kurbanın Hikmetleri
İtikâf, akıllı, bulûğ çağına gelmiş veya temyiz kudretine sahip bir Müslümanın beş vakit
namaz kılınan bir mescidde ibadet niyetiyle bir
süre durmasıdır. İtikâf, Kur’an ve sünnetle sâbit
bir ibâdettir. Kur’an’da Ramazan ayının gecelerinden söz edilirken: “... Camilerde itikâfta iken
de hanımlarınıza yaklaşmayın...”1 buyurulur.
Başka bir âyette itikâf ibadetinin daha önceki
ümmetlerde de yapıldığına işaret edilir.2 Hz.
Peygamber (s.a.v.)’in özellikle Ramazan içinde
ve Ramazan’ın son on gününde itikâf yaptığını
bildiren çeşitli hadis-i şerifler vardır. Meselâ Hz.
Âîşe’nin şöyle dediği nakledilmiştir: “Rasûlullah
(s.a.v.) Ramazan’ın son on gününde itikâf yaparlardı. Bu durum vefat zamanına kadar bu şekilde devam etmiştir. Daha sonra Hz. Peygamber
(s.a.v.)’in zevceleri itikâfı sürdürmüşlerdir.”3
Ebû Hanîfe’ye göre içinde beş vakit namaz
kılınan her mescidde itikâfta bulunmak caizdir.
Ebû Hanîfe ve İmam Mâlik’e göre itikâfın nâfile
olarak en azı bir gündür. Ebû Yusuf en az süreyi,
bir günün yarıdan çoğu olarak belirlerken İmam
Muhammed, itikâf için bir saati de yeterli bulur.
Mesciddeki itikâf erkeklere mahsustur. Kadınlar evde mescid edindikleri bir yerde itikâfta
bulunabilir.
İtikâf üçe ayrılır:
1. Vâcip olan itikâf: Adak olan itikâf vâciptir.
Bu, en az bir gün olur ve gündüz oruçla geçirilir.
Fotoğraf: Emre AYDOĞAN
60 MART 2015
İtikâf sırasında kötü ve çirkin söz söylememek, Ramazanın son on gününü ve cemâati
kalabalık olan mescidi tercih etmek, itikâf günlerinde Kur’an, hadis, Allah’ı zikir ve ibadetle
meşgul olmak ve temiz elbise giyip güzel kokular sürünmek itikâfın âdâbındandır.
İtikâfın meşrû olmasındaki hikmet ve maslahata gelince, bu pek önemlidir. Rasul-i Ekrem
(s.a.v.) Efendimiz Medîne-i Münevvere’ye hic-
2. Sünnet olan itikâf: Ramazan’ın son on gününde itikâfa girmek sünnettir.
retinden sonra âhirete göçüşlerine kadar her
3. Müstehab (mendub) olan itikâf: Vâcip ve
sünnet olan itikâfların dışında itikâfa girmek
müstehabdır. Bunun belirli bir vakti yoktur.
Hatta mescide giren kimse çıkıncaya kadar
itikâfa niyet ederse orada kaldığı sürece
itikâfta sayılır. Bu itikâfta oruç şart değildir.
İhlâs ile yapılan bir itikâf, amellerin pek
Kadının itikâfa girebilmesi için kocasının
iznini alması şarttır.
Ramazan’ın son on gününü itikâf ile geçirirlerdi.
şereflisi sayılmaktadır. Bu sayede kalpler bir
müddet olsun, dünya işlerinden uzak kalır ve
Hakk’a yönelir. Birer Beytullah olan mescidlerden birine şu şekilde devam eden bir mü’min
çok kuvvetli bir kaleye sığınmış, Kerim olan
ma’bûdunun feyiz ve yardım kapısına sığınmış
olur.
somuncubaba 61
İslâm büyüklerinden Atâ demiştir ki: “İtikâf
yapan, ihtiyacından dolayı büyük bir zatın kapısında oturup dilediğini elde etmedikçe ‘Buradan ayrılıp gitmem.’, diye yalvaran bir kimseye benzer ki, Allah’ın bir mâbedine sokulmuş,
beni bağışlamadıkça buradan ayrılıp gitmem
demektir.”
Bir mü’minin her gün azalmakta olan hayat
günlerinden faydalanarak böyle kutsal bir yerde bir zaman ebedî ve ezelî yaratıcısına olanca
varlığı ile yönelir. Böyle saf bir kalp ve temiz
bir dil ile ibadette bulunması, mânevî bir zevke
dalması ne büyük bir nimettir. İtikâf yapan bir
kimse, bütün vakitlerini ibadete, namaza ayırmış demektir. Çünkü fiilî olarak namaz kılmadığı vakitlerde de mescid içinde namaza hazır bir
haldedir. Bu bekleyiş ise namaz hükmündedir.4
Haccın Hikmetleri
Haccın meşrûiyetinde pek çok hikmet vardır. Bunları kısaca şöyle ifade edebiliriz: Hac;
İslâm’ın izzetini, Müslümanların birliğini ve
kardeşliğini ortaya koymaya vesiledir. Her taraftan gelip toplanmış olan Müslümanlar, birbirinden çok istifâde edebilirler. Hac, çok faydalı
ve kudsî bir seyâhattir. Orada toplanmış, dünya
elbisesinden soyulmuş, beyaz ihramlara bürünmüş olan muazzam bir kitle, büyük haşirden
bir numûne teşkil eder. Hacda, nefsi öldürme
vardır. Her hacı, ailesinden ve alışmış olduğu
kimselerden ayrılmış, zevklerini ve şehvetlerini bırakmış, çöllere düşerek kendisini bir takım
tehlikelere atmış fedakâr bir Müslümandır. Arafat, arasattan bir numûnedir. Hacer-i esved’i selamlamak da mîsâk günündeki ahdi yenilemek
demektir. Hac âleminde, “Ölmeden evvel ölünüz.” sırrı tecellî eder. Bu ölümü tercih sebebiyle de insan için güzel bir hayat yüz gösterir, bir
rûhî canlılık tecellî eder, sonsuz ilâhî lütuflara
nâiliyet meydana gelir.5
Cihâdın Hikmetleri
Müslümanların değerlerini korumaları, bağımsızlıklarını elde etmeleri, zilletten kurtul-
maları, zulme son vermeleri için bütün çeşitleriyle cihâd kaçınılmaz olabilir. Cihâd her zaman ve her durumda fiilî ve silahlı mücâdeleyi
ifade etmez. Silahlı savaş yoluyla cihâd, Kur’ân
ve sünnette ifadesini bulan cihâdın anlamlarından sadece biridir. Hatta Hz. Peygamber
(s.a.v.)’in ifadesine göre, nefisle yapılan cihâda
göre küçük cihâddır. Esas büyük cihâd nefisle
yapılandır.
Cihâdın en özlü ifadesi, İslâm ile insanlar
arasındaki engeli kaldırmaktır. Bu da değişik
vesîlelerle olabilir. Cihâd; Allah’ın adının ve dininin yüceliğini dünyaya yaymaya, İslâm varlığını muhâfazaya, yüce peygamberlerin gönderilişlerindeki gayeyi gerçekleştirmeye vesîledir.
Onların gönderilişlerindeki gaye, kulları Hak
yoluna davet, âlemi bozulmaktan koruma, insanları ebedî kötülüğe ve cehennemlik olmaya
sebep olan küfürden kurtarmaktır.
Cihâdda Hakk’ın düşmanlarını cezalandırma, Allah’ın dostlarının sînelerini arındırma ve
süsleme vardır. Bir yönüyle bakılırsa cihâda,
kullara eziyet ve işkence, memleketleri tahrip
de vardır. Fakat cihâd, daha çok bir maslahatı
içerdiği için meşrû bulunmuştur. Her işin hükmü, kıymeti, neticelerine ve âkıbetlerine göredir. Hızır (a.s.)’ın bir takım fakirlere ait bir gemiyi
tahrip etmesi, hasta bir şahsın acı bir ilâç içmesi
birer güzel âkıbeti elde etmeye dayanır.
İlâhî nimetlerle dolu bir âlemin ebedî hayat ve saâdetine kavuşmak için de fanî hayatı
Hak yolunda fedâ etme yönü tercih edilir. Bir
gazi her halde iki güzellikten, iki nimetten biriyle nasiplenmiş olur. Bu, ya ganîmetle sevâba
nâiliyettir veya akıl sahiplerinin gıpta edecekleri şehidliktir.
İmam Ali (r.a.) demiştir ki: “Ölüm her halde
kesin olarak gelecektir. Artık ölümün Allah yolunda olması daha iyi ve daha evlâdır.”
Hâsılı, yurdunu ve mukaddesâtını müdâfaa
için cihâd meydanına atılan bir mü’minin yaşaması da ölmesi de gıptalara şâyandır.6
62 MART 2015
Kurbanın Hikmeti
Vâcib olan kurban görevi, Hak yolunda
fedakârlığın bir alâmetidir. Yüce Allah’ın verdiği nimetlere karşı yapılan bir şükürdür. Bunun sonucu da sevâba ulaşmak ve bir takım
belâlardan korunmaktır.
Şu gerçek de bilinmeli ki, insanların ihtiyaçları için yeryüzünde yüz binlerce hayvan kesiliyor. Fakat bunlardan yalnız durumları yeterli
olanlar yararlanıyor. Kurban Bayramı’nda ise,
Hak rızâsı için birçok hayvan kesiliyor. Bunların
etlerinden ve derilerinden çok fakir kimseler
de yararlanıyor. İktisâdî olan mesele, dinî ve
ahlâkî bir mâhiyet kazanıyor. Şahıs menfaati
yerine toplumun menfaati bulunmuş oluyor.
Bunun için kurban kesilmesi, İslâm’a ait insânî
ve sosyal büyük bir fedakârlık demektir.7
Dipnot
* Prof. Dr. Bilal KEMİKLİ
1. 2/Bakara, 187.
2. 2/Bakara, 125.
3. Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 67, 129; bk. Buhârî, İ’tikâf,
1-18; Müslim, İ’tikâf, 1-6; Ebû Dâvud, Ramazân, 3; Savm,
77.
4. Bilmen, Büyük İslam İlmihali, 324.
5. Bilmen, Hukûk-ı İslamiyye, I, 205; a.mlf., Büyük İslam İlmihali, 375-376.
6. Bilmen, Hukûk-ı İslamiyye, I, 205-206.
7. Bilmen, İlmihal, 410.
somuncubaba 63
PSİKOLOJİ/Mustafa Doğan KARACOŞKUN*
Aşk Var, Mutluluk Var!
Mevlâna Düşüncesinde Mutluluk
Mevlâna düşüncesinde insan; bedenini ve
aklını, kendi aslî yönünü ortaya çıkarmaya yönelttiğinde mutluluk yoluna doğru bir şekilde
yürümeye başlıyor demektir. Çünkü ona göre
insan kendini gerçek anlamda görmeye ve bilmeye başladığı anda, sûretleri değil hakikati
görmeye ve bilmeye başlamıştır. Hakikati gördükçe ve idrak ettikçe mutluluk yoluna girmiş
olur. Çünkü kendi özünü ve aslî görevini gerçekleştirmektedir.
Mevlâna’nın mutluluk tezine göre, sevinç
olarak algıladığımız dünyevî tatminler yerine,
keder ve üzüntü, mutluluk kaynağı olmaktadır.
Çünkü amaç hakikate ulaşmaksa, ona ulaştıracak şeyler iyi, ondan uzaklaştıracak şeyler kötüdür. Hatta bize kötülük eden kimseler veya
kötü sonuçlar doğurduğunu düşündüğümüz
olaylar bile, aynı amaca hizmet ettiğinde,
Mevlâna düşüncesinde iyi olarak görülüp mutluluk kaynağı olabilmektedir.
Mevlâna’ya göre insan olumsuz olarak nitelenen sıkıntı ve belalardan değil, olumsuz
ahlakî davranışlardan uzak durmalıdır. Bunun
yolu yahut en güçlü motivasyonu da Allah aşkıdır. Allah’a kul olmaya çalıştıkça ve bunu aşkla
besledikçe, her sıkıntı ve belâ, bir mutluluk vesilesi olabilecektir. Çünkü Allah’ı bilmeye dayalı bir aşk, insanı her türlü olumsuz sıfatlardan
da koruyacaktır.
Mevlâna düşüncesinde aşk, kuru ve sıradan
dünyevî bir sevda değildir. Allah’tan başka her
şeyi aşan ve yalnız Rabb’e odaklanan bir sevgidir.
İşte bu bağlamda Mevlâna’ya göre, başa gelen her türlü bela, sıkıntı ve musibetler, insan
için sevinç ve mutluluk kaynakları; kötü olaylar ise olgunlaşma vesileleri olabilmektedirler.
Başa gelen musibetin Allah’ın emriyle olduğunu bilen insan, imtihan sürecinin bilincinde
olarak bu durumu kendi isteğiyle mutluluk ve
özgürlüğe çevirebilir. Nitekim bu düşüncelerini
Mevlâna şu sözleriyle ifade eder:
“Allah isterse bizzat gam, neşe; bizzat ayak
bağı, azatlık ve hürriyet olur.”
64 MART 2015
“Gam görünce istiğfar et. Çünkü gam, Halik
emriyle tesir eder.”
Yine o, olumsuzlukların insanı olgunlaştıracağına inanır. Mevlâna’ya göre insan cahil ve
sonunu göremediği içindir ki başına gelen şeylere üzülür. Ona göre, üzüntü ve keder, değerini bilen kişiler için birer hazinedir. Bu yüzden
kederle mutlu olunması gerekir. Çünkü bunlar
ahlakî olgunlaşma sürecinde sevindirici şeylerdir. Bu konudaki düşüncelerini de Mevlâna
şöyle dile getirir:
“Allah faydasıyla faydalanın. Şüphe yok,
Rabbim, sevinen, öğünen kişileri sevmez.
Allah’ın size ihsan ediverdiği şeylere sevinin, neşelenin. Sizi işgal eden şey, sizi Hak’tan
alıkoyar, aldatır.
Gamdan neşelen, ondan başka bir şeyden
neşelenme, sevinme. Dert ve gam bahardır,
başka şeyler kış!
somuncubaba 65
Ondan başka her şey, seni yavaş yavaş
helâke doğru götüren düşüncelerindir. İsterse
sana taç, taht, mal, mülk olsun!
Gamdan sevin. Gam vuslat tuzağıdır. Bu yolda aşağıya düşüş, hakikatte yükseliştir.
Gam bir hazinedir. Senin zahmet ve meşakkat çekişine rağmen. Fakat bu söz, çocuklara
nerden tesir edecek?
Çocuklar, oyun adını duydular mı hepsi de
yaban eşeğiyle yarışa girişirler.
Ey yaban eşekleri, bu yanda tuzaklar var. Bu
yandaki tuzaklarda kan içiciler var.
Oklar uçuşup durmakta, yay, gayb âleminde
gizli. Gençlere yüzlerce ihtiyarlık oku erişmekte.
Gönül ovasına adım atmak gerek. Çünkü bu
ovada ferahlık, genişlik, neşe olamaz.”
Mevlâna başka beyitlerinde bela ve sıkıntılar hakkında şunları söyler:
Şu sitemlerle dopdolu olan bedeni bir zırh
bil; ne kışa yarar ne yaza.
Sabredersen kötü arkadaş iyidir. Sabır, insanın göğsünü açar, insanı genişletir.
Ayın gece sabretmesi, onu apaydın bir hale
kor. Gülün dikene sabrı, onu güzel kokulu bir
hale getirir.
Aslanın pislik ve kan içinde kalıp sabretmesi, onu deve yavrularıyla doyurur.”
“Gam fikri, neşe yolunu vurursa gam yeme.
O, hakikatte başka neşeler hazırlamadadır.
Gönle Nasihat
O, hayrın aslından yeni bir sevinç, yeni bir neşe
gelsin diye evi, başkalarından sıkıca süpürür.
Gel boşu boşuna gamlanma gönül
Feryadın, figanın, ahın var ise
Rabbim her derdine derman yaratmış
Şükreyle güneşin, mâhın var ise
Gönül dalındaki sararmış, kurumuş yaprakları ayırır, daldan yeni ve yeşil yapraklar bitmesine yardım eder.
Bu âlemden öte bir âleme yeni bir zevk gelsin diye eski sevinci, kökünden çeker, çıkarır.
“Her zahmete, her meşakkate kızar, kinlenirsen cilâlanmadan nasıl ayna olacaksın?”
Gam, üstü dallarla yapraklarla örtülü yeni
kökü bitirsin diye çürümüş, porsumuş olan eski
kökü yerinden söküp çıkarır.
“Bedenin hasta oldu mu sana ilaç aratır, kuvvetlendi mi seni şeytanlaştırır, bir put haline sokar.
Gam, gönülden neyi döker yahut koparırsa
karşılık olarak mutlaka daha iyisini verir.
Hele derdin, gamın, yakın ehline kul olduğunu iyice bilene daha fazla lütuflarda bulunur.”
Sonuç olarak Mevlâna’ya göre, Allah aşkı
diğer tüm acı, keder, gam ve sıkıntıları sıradanlaştıran, onlarla mücadeleyi kolaylaştıran
ve insanın mutluluğunu engellemelerine izin
vermeyen güçlü bir mutluluk kaynağı ve hayat
ilacıdır. Mutluluk aşksız olmayacağına göre,
aşka düşmek gerekir. Bu düşüş, gerçekte eşrefi
mahlûkat olmanın sırrına yükselişten başkası
değildir. O halde Mevlâna’yı ve onun mutluluk
tezini başlıkta belirttiğimiz şu ifade en net olarak ortaya koymaktadır: Aşk var, mutluluk var.
Toprak sarar, kar üşütür, od yakar
Gül yanında diken bile gül kokar
Ummanda fırtına kopsa ne çıkar
Dümenin başında Nuh’un var ise
Mevlâ’m istemezse güneş doğamaz
“Yağ” demezse yağmur bile yağamaz
Cümle cihan gelse başın eğemez
Zalime baş eğmez ruhun var ise
Deli gönül derbedersin, naçarsın
Tevbe eder, şükre kapı açarsın
Sırat’tan kuş gibi uçup geçersin
Başta ol Muhammed şahın var ise
Kenan ÇARBOĞA
Dipnot
* Prof. Dr. Mustafa Doğan KARACOŞKUN.
66 MART 2015
somuncubaba 67
KÜLTÜR / M. Arif YÜKSEL
Siyere dair bilgilerimizi gözden geçirdiğimizde Peygamberimiz (s.a.v.)’in mülkiyeti kendisine ait bir evi olmadığı sonucuna varıyoruz.
Bu çıkarım, benim vardığım bir sonuçtur. İslâm
tarihi uzmanları bunun aksini ispat eder ve
beni uyarırlarsa da müteşekkir olurum.
Peygamberimiz (s.a.v.)’in
Evi Var mıydı?
“Hicret esnasında henüz Müslüman olmamış olan
Peygamberimiz’in amcazadesi Hz. Ali (r.a.)’nin de kardeşi olan Akil,
Hz. Hatice’nin evine yerleşmişti, daha sonra da sanki kendi eviymiş
gibi bu evi bir müşrike satmıştı. Bu sebeple Peygamberimiz bu
evle ilgili hak iddiasında bulunmadı. Sahabeden bazıları, ‘Ya
Rasûlallah, nerede kalacaksınız? Size bir ev satın alalım mı ya da
yeni bir ev yapmamızı ister misiniz?’ diye sorduklarında içindeki
burukluğu izhar ederek, ‘Akil bize duracak ev mi bıraktı?’ dedi.”
68 MART 2015
Bilindiği gibi Allah Rasûlü (s.a.v.) babasından kalma (şu anda kütüphane olarak kullanılan Ebu’l-Kubeys Dağı’na takriben 100 m.
mesafedeki) evde dünyaya geldi. Altı yaşında
vefat edince dedesi Abdulmuttalip’in yanında,
sekiz yaşında dedesi de vefat edince Amcası Ebu Talip’in yanında kalmaya başladı. Ebu
Talip’in evi de Safa Tepesi’nin sol tarafında 15
metre mesafede Ebu’l-Kubeys Dağı’nın eteklerindeydi. Allah Rasûlü Hz. Hatice (r.anha)
ile evlendiğinde Hz. Hatice’nin evinde ikamet
etti. Bu ev de Merve Tepesi’ne 15 metre mesafede bir yerde bulunuyordu. Peygamberimiz
(s.a.v.)’in oğlu İbrahim hariç altı çocuğu bu evde
dünyaya gelmişti.
İkamet Ettiği Hücre-i Saadet
Peygamberimiz (s.a.v.) Medine’ye hicret
edince Mescid-i Nebevî’nin hemen yanına şu
anda yeşil kubbenin altındaki kabrinin bulunduğu yere hane-i saadet yapıldı. Allah Rasûlü
vefat edinceye kadar burada ikamet etti ve bu
yer vefatından sonra vakıf olarak mescide dâhil
edildi. Hz. Fatıma (r.anha) Hz Ebu Bekir (r.a.)’den,
babasından kalma mirası istediğinde, “Peygamberler miras bırakmaz.” cevabını almıştı. Buradan da anlıyoruz ki Peygamberimiz (s.a.v.)’in
Medine’de ikamet ettiği hücre-i saadet, onun
özel mülkü değildi.
Medine’nin fethinden sonra muhacirler
Kâbe’yi tavaf ettikten sonra ilk iş olarak hicret
esnasında terk ettikleri o an itibarı ile Mekkelilerin işgali altında bulunan evlere gittiler, evin
kendilerine ait olduğunu iddia ettiler. Evde işgalci olarak oturanlar da bu durumu zaten bildiklerinden hiç itiraz etmeden, evi asıl sahibine
iade ettiler fakat biri müstesna. Peygamberimiz de merhum eşi Hz. Hatice’den kalma evine
gittiğinde evde oturan Mekkeli, bu evi Akil bin
Ebi Talip’ten satın aldığını söyledi. Peygamberimiz de buna bir şey diyemedi.
Hicret esnasında henüz Müslüman olmamış olan Peygamberimiz’in amcazadesi Hz. Ali
(r.a.)’nin de kardeşi olan Akil, Hz. Hatice’nin evine yerleşmişti, daha sonra da sanki kendi eviymiş gibi bu evi bir müşrike satmıştı. Bu sebeple Peygamberimiz bu evle ilgili hak iddiasında
bulunmadı. Sahabeden bazıları, “Ya Rasûlallah,
nerede kalacaksınız? Size bir ev satın alalım
mı ya da yeni bir ev yapmamızı ister misiniz?”
diye sorduklarında içindeki burukluğu izhar
ederek, “Akil bize duracak ev mi bıraktı?” dedi.
Allah Rasûlü’nün fetih sevinci böylece kısmen
gölgelenmişti.
Peygamberimiz (s.a.v.), Mekke dışında
şu anda Mekke Mezarlığı olarak kullanılan
Cennetü’l-Mualla’ya yakın bir yer olan Hacun
Dağı eteğinde Bahta denilen mevkide çadır
kurmuş ve burada ikamet etmiştir. Allah Rasûlü
Veda Haccı’na geldiğinde de çadır kurarak burada ikamet etmiştir.
Peygamberimiz (s.a.v.) bu tavrı ile artık
Mekke’ye ait olmadığını, vatan olarak Medine’yi
ittihaz ettiğini, Mekke’de misafir gibi olduğunu
somuncubaba 69
Sevmek
Öyle kolay sanma gülü sevmeyi,
O sevgi bir ömrün sermayesidir.
Bilir misin aşka boyun eğmeyi?
O ateş yüreğin pervanesidir.
Kavura kavura yakmışsa ateş,
Ateşi boynuna takmışsa güneş,
Hummalı sevdaya talipse bir eş,
O ateş sevginin numunesidir.
göstermek istiyordu. Fetih esnasında bazı Medineliler, Hz. Peygamber (s.a.v.) nasıl olsa vatanına kavuştu, belki de bizi terk eder, şeklinde bir
kanaat belirtince, “Ben sizi hiç terk eder miyim?
Mekkeliler beni bu şehirden çıkarmak isterken
siz bana kucak açtınız. En zor zamanımda yanımda oldunuz.” buyurarak vefakârlığını ortaya
koymuş, fetihten sonra Medinelilerle birlikte dönmüştü. Böylece Peygamberimiz (s.a.v.),
İslâm’ın en önemli ikinci şehrini onurlandırmış,
İslâm Devleti’nin başkenti olan Medine’nin
başkent olarak kalmasını temin etmişti. Eğer
Peygamberimiz fetihten sonra Medine’ye dönmemiş olsaydı devlet merkezini de Mekke’ye
taşımış olsaydı, Medine şu anki önemine asla
kavuşamazdı. Sadece İslâm tarihinin hicret sonrası döneminin yaşandığı tarihî bir şehir olarak
kalırdı.
Dünyayı Mamur Etmek İçin Ahireti
Harap Etmek Akıl Kârı Değildir
Kimseye muhtaç olmayacak düzeyde aylık
gelir, başını sokacak ev, bir yere intikali sağlayacak binek, ilk insandan beri her zaman, herkesin elde etmek istediği zaruri ihtiyaçlar listesinde yer alır. Bu üç ihtiyacın elde edilmesi insana huzur ve güven verir, olmaması ise sıkıntı
70 MART 2015
sebebidir. Günümüzde de herkes en azından
düzenli bir gelirim, bir arabam ve bir evim, dairem olsun ister. Bunlar gerekli ve makûl isteklerdir. Ancak, kiracı olarak oturduğumuz ev de
kirasını ödediğimiz sürece bizim sayılır. Mülkiyeti bize ait olmayan bir evimizin olmaması bu
bakımdan sorun sayılmamalıdır. Yolculuk için
para bulduğuz sürece şahsımıza ait bir aracın
olmaması da sorun değildir.
Birçoğumuz, daha iyi bir evde oturmak için
borçlanıyor, kredi çekiyoruz. Aracın modelini
yükseltmek için bile kredi çekiliyor ve dinimizin
haram saydığı faiz, adeta zihinlerde meşrulaştırılıyor. Dünyayı mamur etmek için ahireti harap
etmek akıl kârı değildir. Dünya evi, yaşadığımız
sürece -ki o da ne kadar süreceği belli değil- bizimdir. Vefatımızı müteakip varislerimize intikal edecektir. Vefatımızdan sonra varislerimiz,
bizim faiz günahını göze alarak aldığımız evde
ikamet edecekler, bize de ahirette hesabını vermek düşecek.
Kalbinin solunda başlarsa sancı,
Zevke dönüşürse çektiğin acı,
Tabipte yok ise derdin ilacı,
O ateş sinenin birtanesidir.
Haşmetli dağları eğip bükersen,
Bozulan bağlara fidan dikersen,
Uzayan yollara güller dökersen,
O ateş gönülün gül hanesidir.
Kav edip önüne katmışsa rüzgar,
Şöyle bir bakışta çarpmışsa nazar,
Almışsa ömrünü aşk azar azar,
O ateş bir aşkın teranesidir.
Böyledir sevginin günahı, ahı,
Sevenin başına taçtır nigahı,
Gülüne otağsa can sevdegahı,
O ateş sevdanın pinhanesidir.
Rabia BARIŞ
Kanaatimce ev sahibi olmamayı fazla sorun
yapmamak gerekir. Ev alacak imkâna sahip olmak bir nimet, olmamak ise bir imtihandır. Allah
Rasûlü’nün bile mülkiyeti kendine ait bir evinin
olmaması, evsizlere için bir teselli kaynağıdır.
somuncubaba 71
İLİM ve HAYAT / Mehmet SOYSALDI*
İnsan yaratılışı gereği, toplum halinde yaşamak zorundadır. Onun mutluluğu, huzuru,
toplumun huzur ve mutluluğuna bağlıdır. Zira
kişisel bazda huzur ve mutluluk toplumun huzur ve mutluluğu yakalaması ile mümkündür.
Toplum halinde yaşamanın belirli ilke ve kuralları vardır. Bu ilke ve kurallar yerine göre hukuk,
yerine göre dinî ve yerine göre de ahlakî kurallar olarak karşımıza çıkmaktadır.
Aynı toplumda yaşayan insanların birbirlerini sevmeleri, saymaları, sıkıntı ve eziyetlere
katlanmaları, bütün söz ve davranışlarda nezaket kurallarına uymaları gerekir. Yapılan hataları,
hoşgörüyle/kibar ve efendice karşılamak, iradesi güçlü ve olgun insanların yapabileceği; içtimai
hayatın en zor fakat en değerli âdâb-ı muaşeret
kurallarındandır. Ancak söz konusu bu âdâb kurallarına uymada, her bireyin aynı dikkat ve duyarlılığı gösterdiği söylenemez. Böyle olunca,
toplumdaki bireyler çok farklı sebeplerle birbirlerine kırılmış, küsmüş olabilirler.
İnsanlarla İyi
Geçinmenin Formülü
“ İnsanlar arasında meydana gelen küskünlükler; bir münakaşada
öfke ve kızgınlık sonucu sarf edilen sözlerden kaynaklanabileceği
gibi, kimi zamanda bir başkası tarafından taşınan sözlerden
meydana gelmektedir. Her ne şekilde olursa olsun, bu durumda
asıl olan, söz konusu kırgınlığın/dargınlığın, daha ileri boyutlara
taşınması değil, kardeşlik anlayışı ve hukukun yeniden tesisi için
her bireyin çaba sarf etmesidir. ”
72 MART 2015
İnsanlar arasında meydana gelen küskünlükler; bir münakaşada öfke ve kızgınlık sonucu sarf
edilen sözlerden kaynaklanabileceği gibi, kimi
zaman da bir başkası tarafından taşınan sözlerden meydana gelmektedir. Her ne şekilde olursa
olsun, bu durumda asıl olan, söz konusu kırgınlığın/dargınlığın, daha ileri boyutlara taşınması
değil, kardeşlik anlayışı ve hukukun yeniden tesisi için her bireyin çaba sarf etmesidir.
Yüce dinimiz, bu tür istenmeyen hadiselerin
ortadan kaldırılması için bir dizi tedbirler almış
ve bazı yollar göstermiştir. Nitekim Peygamber
Efendimiz: “Bir Müslümanın Müslüman kardeşiyle üç günden fazla küs/dargın durması helal
değildir.”1 buyurmuştur. Dolayısıyla mü’minler
arasında vuku bulan dargınlığın fazla büyütülmemesini, bu halin üç günü geçmemesini tavsiye etmektedir. Atalarımız da: “Müslümanın
Müslümana küskünlüğü tülbent kuruyuncaya
kadardır.” diyerek insanların birbirleriyle küs
durmamalarını ve kısa zamanda barışmalarını
en güzel bir şekilde dile getirmişlerdir.
İslâm, beşerî ilişkilere çok önem vermiştir.
İnsanların birbirine karşı daima sevgi ve saygıyla davranması gerekir. Zira birbirini seven,
birbirine karşı hoşgörülü olan insanlardan meydana gelen bir toplumda huzur, barış ve esenlik
olur.
Kur’an getirmiş olduğu prensiplerle insanların birbirine karşı hoşgörülü olmasını ve yapılan hataların affedilmesini istemektedir. Nitekim Yüce Allah, Fussilet Suresi 34-35.ayetlerde
şöyle buyurmaktadır:
“İyilikle kötülük bir değildir. O hâlde sen kötülüğü en güzel tarzda uzaklaştırmaya bak. O vakit seninle kendisi arasında düşmanlık bulunan
kişi candan bir dost oluverir. Ama kötülüğe karşı
iyilik yapma hasleti, ancak sabredenlerin kârıdır,
faziletten yana nasibi bol olanların kârıdır.”
Bu iki ayette insanlar arasındaki anlaşmazlık
ve çekişmelerin sonucu meydana gelen kırgınlık ve düşmanlığı gidermenin yolu açıklanmaktadır.
İyilik ve kötülük elbette bir değildir. Yapılan
iyiliğe karşı iyilik yapmak her insandan beklenen ve her insanın yapabileceği bir davranıştır.
Ancak kötülüğe karşı iyilik yapmak her insanın
yapabileceği bir şey değildir. İşte Kur’an bu
ayetlerde bize insanlar arasındaki dargınlık, kırgınlık ve düşmanlığın giderilmesinin en güzel
yolunu göstermektedir. O da; yapılan kötülüğe
iyilikle karşılık vermektir.
İnsan, kendisine yapılan bir kötülük karşısında, kötülüğü yapan insana bir iyilik yapsa böylece aradaki dargınlık, kırgınlık ve düşmanlık
bir anda eriyip yok olur. Kötülük yapan insana
iyilikle karşılık verildiğinde insan hatasını anlar
ve kendisine iyilik yapana karşı öfke ve kini bırakıp sevgi beslemeye başlar. Çünkü kalpler iyilik yapana karşı sevgi duymak üzere yaratılmıştır. Asıl önemli olan kendisine kötülük yapılan
insanın, nefsini ve şeytanın vesvesesini yenip
kendisine kötülük yapana karşı iyilik yapmaya
yönelmesidir. Tabi ki bu davranış her insanın
yapabileceği bir şey değildir.
somuncubaba 73
Yapılan kötülüğe kimler iyilikle karşılık verebilir ve kimler bu olgunluğu gösterebilir? Yukarıda zikrettiğimiz ayette şu iki sıfata sahip olan
insanların ancak böylesine bir olgunluk gösterebilecekleri belirtilmektedir:
Hz. Ebu Bekir (r.a.)’ın Mıstah adında fakir ve
muhtaç bir akrabası vardı. Bu zat onun halasının oğlu olup onun evinde barınan bir yetimdi.
Hz. Ebu Bekir, hem ona hem onun ailesine karşılıksız yardım ederdi.
a) Sabretmesini bilen erdemli mü’minler,
Peygamberimiz (s.a.v.)’in kıymetli eşi, Hz.
Ebu Bekir’in de kızı olan Hz. Aişe validemize
ağır bir iftira atılması şeklindeki İfk Hadisesi
gerçekleştiğinde, Mıstah’ın da bu iftirayı yayanlar arasında adı geçiyordu. Bu sebeple Hz. Ebu
Bekir, Mıstah’a çok kızmıştı. Ona artık yardım
etmeyeceğine dair yemin ederek: “Kalkın buradan! Ben sizden değilim ve siz de benden değilsiniz. Bundan böyle hiçbiriniz benim yanıma
gelmesin.” dedi. Mıstah ise, kendinin masum olduğunu iddia ediyordu. Söylediğine göre o, iftirayı atanlardan değildi. Sadece şair Hassan’ın
bu konu ile ilgili söylediği bir şiire gülmüştü.
b) Allah yolunda hizmette büyük paya sahip
olan, faziletli insanlar.
Böyle durumlarda şeytan, durmadan insanın
nefsine sinyaller gönderip kötülüğe kötülükle
karşılık vermesini telkin eder. Nefis ise kötülüğe daha çok yatkındır. Cenâb-ı Hak, mü’minin
sözü edilen vesvesenin tesirinden kurtulması
için en kestirme yolu şöyle belirlemektedir:
“Şeytandan sana bir vesvese gelecek olursa,
hemen Allah’a sığın. Çünkü O, duaları işitip icabet eden ve her şeyi bilendir.”2
Kur’an, bu ayetle bizlere insanlar arasındaki ilişkilerin düzenli bir şekilde başarıyla yürütülmesinin metodunu vermektedir. Kur’an’ın
verdiği bu yöntem gerçekten çok güzel bir
yöntemdir. Nasıl ateş karşısında hiçbir buzun
dayanması mümkün değilse erimeye ve yok olmaya mahkûmsa aynı şekilde iyilik karşısında
da insanın öfke ve kini, düşmanlığı ne kadar çok
olursa olsun dayanması mümkün değildir.
Burada asr-ı saadetten bir örnekle konumuzu daha anlaşılır kılmak istiyoruz:
Mıstah, yeminler ederek Hz. Ebu Bekir’e:
“Bizi başkalarına muhtaç etmemen için Allah’a,
İslâm dinine, şefkatin ve akrabalığımızın namına sana yemin ederim. O işte bizim hiçbir günahımız yoktur.” demişti.
Ancak Hz. Ebu Bekir ikna olmamıştı. Onun bu
ağır yeminine karşı: “İftira hakkında söz söylemedinse de, söyleyenlere gülmedin mi?” dedi.
Hz. Ebu Bekir ile Mıstah’ın arasında mücadele böyle sürüp giderken, Peygamber (s.a.v.)’e şu
ayet vahyedildi:3
“İçinizden fazilet ve servet sahibi kimseler, akrabaya, yoksullara, Allah yolunda göç edenlere
(mallarından) vermeyeceklerine yemin etmesinler; bağışlasınlar, feragat göstersinler. Allah’ın
sizi bağışlamasını arzulamaz mısınız? Allah çok
bağışlayandır, çok merhametlidir.”4
Vahyin inmesinden sonra, Peygamber Efendimiz, derhal Hz. Ebu Bekir’e haber gönderdi:
“Allah, bana bir ayet vahyetti. Mıstah ve ailesini
evden çıkarmaktan seni nehyediyor!” dedi.
Bu haberi duyan Hz. Ebu Bekir, ‘Allahu Ekber’
diyerek tekbir getirdi ve çok sevindi. Hemen
74 MART 2015
Rasûlullah’ın yanına giderek hakkında inen
ayeti kendisine okumasını rica etti.
Peygamber Efendimiz ona ayeti okumaya
başladı. Hz. Ebu Bekir, ayetteki, “Allah’ın da sizi
bağışlamasından hoşlanmaz mısınız?” ifadesini
duyunca: “Evet Ya Rabbi! Rabbimin beni bağışlamasından elbette hoşlanırım ve onları kovmaktan kesinlikle vazgeçtim.” dedi. Mıstah’a
hemen adam göndererek bu durumdan onu
haberdar etti. Bu olay üzerine Hz. Ebu Bekir,
“Allah’a yemin ederim ki daha evvel yaptığım
yardımı fazlasıyla yapacağım.” diyerek Mıstah’a
önceki yardımının iki katını yapmaya başladı.
Dindar, muttaki, faziletli ve varlıklı zengin
kişiler, fakirlere, muhtaçlara yapmakta oldukları yardımı, onların işledikleri günahlardan ve
hatalardan dolayı kesmemelidirler. Onların işledikleri suçları affederek daha evvel yaptıkları yardımlarına devam etmelidirler. Bu şekilde
davrananların günahlarını da Allah affeder ve
onları cennete koyar.
Bizler, nasıl Allah’ın, günahlarımızı affetmesini istiyorsak, o hâlde biz de bize karşı hata
yapan insanları affetmeliyiz. Affetmek en büyük
fazilet ve hayırdır. Yüce Allah, Şura Suresi’ndeki 36-37. ayetlerde gerçek mü’minlerin, Allah’a
tevekkül eden, büyük günahlardan, çirkin işlerden kaçınan ve kızdıkları zaman da bağışlayan
kimseler olduğunu belirtmekte, Al-i İmran Suresi 134. ayette de yine öfkelerine hâkim olan
mü’minleri övmekte, onlara genişliği göklerle
yer arası kadar olan cennet bahçelerini vereceğini vaad etmektedir. Hz. Peygamber (s.a.v.)’in
ifadesine göre asıl kahraman kızdığı zaman öfkesine hâkim olabilen insandır. Nitekim Sevgili
Peygamberimiz (s.a.v.)’in: “Merhamet etmeyene,
merhamet olunmaz.” buyruğu ile de Allah’ın kendisini bağışlamasını isteyen kulların hata yapan
insanları affetmeleri gerektiğini belirtmektedir.
Atalarımız da, “İyiliğe iyilik her kişinin kârı, kötülüğe iyilik er kişinin kârıdır.” demişlerdir.
Netice olarak diyebiliriz ki;
1. Kötülük yapanı affetmek, insanın kâmil
iman sahibi olduğunu gösterir. Beşerî ilişkiler-
de daima bağışlayıcı ve hoşgörülü olmak, bağışlayıcı ve hoşgörü sahibi olmanın mü’minlere
yakışan güzel hasletlerden olduğunu unutmamak gerekir.
2. Daima Cenab-ı Hakk’ın bizi bağışlamasını
arzu etmek gerekir. İyilikte bulunduğumuz, insanları affettiğimiz, hoşgörüyle davrandığımız
nispette Cenab-ı Hakk’ın rahmet ve mağfiretine
lâyık düzeye gelebileceğimizi unutmamalıyız.
3. Hayırlı bir işin terki için yemin eden kimse
yeminini bozarak o hayırlı işi yapmalı ve yemini
için kefaret vermelidir.
4. Mal ve serveti faziletle birleştirmek; böylece muhtaç durumda olan yakınlara ve akrabalara yardıma devam etmek gerekir. İnsanın yalnız kendisi için değil, ailesi, akrabaları ve çevresi için de çalışıp kazandığı şuurunda olması
gerekir. Çünkü fert toplumun kopmaz bir parçasıdır. Aynı zamanda ahlak ve faziletten kopuk
bir servette hayır ve rahmet bulunmamaktadır.
5. Yakınların ve akrabaların bütün iyiliklere
rağmen nankörlük etmelerine kızıp onlardan
yardımı kesmemek, yaptığımız ve yapacağımız
iyiliklerin karşılığını yalnız Allah’tan beklemek
gerekir. İnsanlardan takdir ve teşekkür beklemeye gerek yoktur.
Dipnot
* Prof. Dr. Mehmet SOYSALDI
1.
2.
3.
4.
Tirmizî, Birr ve Sıla, 21.
7/Araf, 200.
Buhârî, Şehâdât, 15.
24/Nur, 22.
somuncubaba 75
KİTAP / Meryem Aybike SİNAN
Kalemi Kılıçtan Keskin
Selçuklu Veziri
Eğitimci-Yazar Mürsel Gündoğdu’nun ‘Kalemi Kılıçtan Keskin Selçuklu Veziri: Nizamü’lMülk’ kitabı Nesil Yayınları’ndan çıktı.
Selçuklu devlet teşkilatının planlayıcısı, Nizamiye Medreselerinin kurucusu, Siyasetname
adlı şaheserin yazarı, Haşhaşileri dize getiren
devlet adamı ve Büyük Selçuklu Devleti’nin
koca veziri Nizamü’l-Mülk’ün baş döndürücü
hayat hikâyesi ‘Vezir’ ile yazıldı.
Siyasi tarihimizde büyük padişahların yepyeni bir çığır açtıklarını, devleti
ve toplumu bambaşka mecralara taşıdıklarını biliriz. Alparslan, Fatih Sultan Mehmet,
Yavuz Sultan Selim, Kanuni
Sultan Süleyman bu meyanda
ilk planda akla gelen padişahlardır. Ama sadece padişahlar
damga vurmamışlardır tarihimize; zaman zaman padişahları da gölgede bırakırcasına
büyük devlet adamları, vezirler, komutanlar, kendi isimlerini yazdırmışlardır yaşadıkları
döneme.
Osmanlı’da Sokollu Mehmet Paşa, Halil ve Ali Paşalarıyla Çandarlılar, 17. yüzyılda Köprülüler,
padişahları aşan bir şöhrete, başarıya ve güce
erişmişlerdir. Selçuklu tarihinde de bu payeye erişebilen zirve bir isimdir Nizamü’l-Mülk.
Kendisi pek çok açıdan yaşadığı çağa damga
vurmuş, getirdiği yenilikler yüzyıllarca sürmüş,
devlet yönetiminde belirlediği standartlar yaygın uygulama hâline gelmiştir.
Mürsel Gündoğdu, Nesil Yayınları arasında
çıkan Vezir adlı romanında bu büyük devlet
76 MART 2015
adamının hayatını romanlaştırdı. Tarih kitaplarını okumak bazen sıkıcı ve zor gelebilir
ancak Mürsel Gündoğdu’nun akıcı üslubu ve
Nizamü’l-Mülk’ün olağanüstü ve çarpıcı hayat
hikâyesiyle rahat okunur ve zevkli bir eser ortaya çıktı.
Haşhaşilerin Korktuğu Devlet Adamı
Roman, Nizamü’l-Mülk’ün suikasta uğradığı Bağdat seferiyle başlıyor. İlk bölümün
suikasti konu edinmesinin romana heyecan
kattığı söylenebilir. İkinci
bölümden itibaren kronolojik sıra takip edilerek
Nizamü’l-Mülk’ün hayatı,
çocukluğundan başlayarak
anlatılıyor.
İlk bölümde yer alan suikastçı Ebu Tahir Arrani’nin
hançeri göğsüne sapladığı
anda Koca Vezir, dostlarının değil düşmanlarının
eliyle şehadete ulaştığı
için seviniyordu. Selçuklu
ülkesinde terör estiren
Haşhaşilerle yaman bir
mücadeleye girişmişti
Koca Vezir. Bu mücadeleye
baş koymuş, nice tehditlere pabuç bırakmamış,
nice suikast girişimlerini önemsememişti. Çünkü adaletin hâkim kılınması, ehlisünnet itikadının savunulması, barış ve huzurun korunması,
kendi hayatından daha değerliydi. Bunun
bilinciyle hayatı pahasına doğru bildiği yolda
yürümeye devam etti.
Ancak Nizamü’l-Mülk suikastı çok katmanlı, şaşırtıcı ve bugün bile hâlâ üzerindeki sis
perdesi tamamen kaldırılamamış bir olay.
Suikastçının Haşhaşi olduğuna dair iddialar
bulunmakla birlikte suikastın arkasındaki karar
vericinin Sultan Melikşah olduğuna yönelik
göz ardı edilemeyen varsayımlar da bulunmaktadır.
Nizamü’l-Mülk’ün ölümü üzerindeki bu
kadar spekülasyon, şüphesiz hayatını dolu
dolu yaşaması ve büyük işlere imza atması
dolayısıyladır. Yoksa tarihte pek çok suikast
yaşanmış ancak bunların üzerinde bile durulmamıştır.
KİTAPLIK
Ağla
Rabia C. Brodbeck
Sufi Kitap
Tel: 0212 511 24 24
Örnek Bir Devlet Adamı Hikâyesi
Nizamü’l-Mülk’ün en büyük ve kalıcı eserlerinden biri, kurduğu Nizamiye Medreseleridir.
Kendi ismini alan medreseler, zamanın fitnelerine karşı ehlisünnet itikadını savunmak, öğretmek ve yaymak için kuruldu. Bağdat Nizamiye
Medresesi’nin başında da İmam-ı Gazalî gibi
büyük bir âlim vardı.
Koca Vezir, sadece bir devlet adamı değil,
aynı zamanda eşine az rastlanır bir ilim ehliydi.
Siyasetname, devlet yönetiminin ve devlet
adamlarının nasıl olması gerektiğine yönelik,
geçerliliğini yüzyıllarca sürdürecek olan bir
şaheserdir.
Kısaca özetlemek gerekirse; Haşhaşilerin
can düşmanı, Nizamiye Medreselerinin kurucusu, Siyasetname adlı şaheserin yazarı,
Selçuklu-Osmanlı devlet teşkilatının planlayıcısı, Büyük Selçuklu Devleti’nin koca veziri Nizamü’l-Mülk’ün baş döndürücü hayat
hikâyesinin ele alındığı sürükleyici bir romanla
karşı karşıyayız. Siyasî entrikaların girdabında
yuvalanan bir suikastın elem verici sırrının
dehlizlerinde dolaşan heyecan verici bir serüven... Yaklaşık bin yıl önce yaşanmasına rağmen “Ne kadar da az şey değişmiş!” dedirtecek
benzerlikler…
Cennet Kapısı Çanakkale
Yusuf Dursun
Nar Yayınları
Tel: 0212 551 32 25
Sır Mektupları
Recep Garip
Lore Kitap
Tel: 0212 255 63 33
Kalplerin Makamları
Hacı Bayram Başer
Hayykitap
Tel: 0 212 352 00 50
Hazret-i Zehrâ’nın Fazîletleri
Hâkim en-Nişâburî
Revak Kitabevi
Tel: 0216 342 47 97
Mürsel Gündoğdu, Kalemi Kılıçtan Keskin
Selçuklu Veziri: Nizamü’l-Mülk, Nesil Yayınları,
2014.
somuncubaba 77
DENEME / Abdullah Agâh BÜYÜKTANIR
Çam Sakızı
Çoban Armağanı
“Hediyeleşmek kuş
gibi hafifletir bizleri,
çünkü Allah rızası
için sevdiklerimize
beslediğimiz
muhabbeti gönlümüze
perçinlemenin
yansımasıdır.”
Hediye sunduğumuzda bir yakınımıza; gönlümüzden hep daha fazlası kopar ve bir o kadar
da hediye verdiğimizi -ahbabımızı, akrabamızı,
yarenimizi- çok daha kıymetlilerine layık görürüz fakat elden pek bir şey gelmez; iş bu sebepten “Çam sakızı çoban armağanı” diye serzeniş
edip hediyemizle birlikte çağlayan halini almış
duygularımızı takdim ederiz. Tabir yerindeyse
bu söz, hislerimizin tercümesi olup hediyeleşmenin adab-ı muaşereti haline gelmiştir bizde.
“Hediyeleşin ki; muhabbetiniz artsın, çünkü hediye aranızdaki sevgiyi artırır, kalpteki
kötü hisleri giderir.” buyuran Efendiler Efendisi
(s.a.v.)’in hadisini yaşam şekline getirecek bir
nezaketin terennümüdür bu.
Kelimelere atalarımız ne derin manalar yüklemiş ve bu atasözü meydana gelmiş. Hediyeleşme, atalarımızın elinde ilk olarak madde boyutundan arındırılıp duyuşlar ve görüşler üstü
bir merhaleye erişti ve sonra manevî bir nokta-ı
nazardan değerlendirilip, sünnet zaviyesinden
ibadet gözüyle görüldü.
Hediyeleşmek bizleri kirlerimizden arındırıp
rızkımızı bereketlendirmiştir. Zira Efendiler Efendisi (s.a.v.)’in buyruğunu emir telakki etmişizdir.
Hediyeleşmek kuş gibi hafifletir bizleri, çünkü Allah rızası için sevdiklerimize beslediğimiz
muhabbeti gönlümüze perçinlemenin yansımasıdır.
yıllarında ellerini öptüğümüz nine ve dedelerin
hemencecik ceplerinden çıkartıp verdikleri şekerlerle kaimdir.
Hediyeleşmek bir bakıma bizim mizacımızda vardır. Birilerine bir şeyler ısmarlama çabamız da bu mizacımızdan kaynaklansa gerek.
Elimiz boş gitmeyi kendimize yakıştıramayız
asla. Hediyesiz kapı çalmaktan ar ederiz. Kimin
ne bahanesi olsa koşarız, hediyemizle. Gayemiz; sevdiklerimizin zor günlerinde yaralarına
Hediyeleşmekten esas kastettiğimiz, kalpleri ikram etmekten başka şey değildir. Bu sebepten hediyeleşmek kalpten kalbe olmalı ve
kalplere tesir etmelidir.
em olabilmek, mutlu günlerinde ise mutluluk-
Verecek bir şey bulamayız bazı vakitler; fakat bir tatlı sözle, şiirle, türküyle, maniyle hediyeleşiriz, çoğu kez. Yani engelleyemez hiçbir
şey içimizde ki hediyeleşme aşkını. Hevesimizi
kıramaz hiç bir şey.
olarak. Çocuk doğduğunda, yürüdüğünde, dişi
Nasıl ki hediyeleşmek sünnetse; geri çevrilmez gelen hediye de. Geri çeviren ise sadece karşıdakinin gönlünü incitmekle kalmaz elbette ki…
78 MART 2015
Hediye belki de hepimizin aklında çocukluk
larını daha da çoğaltmaktır.
Hayatın her döneminde hediyeleşmek için
kendimizce bahaneler bulmuşuzdur, millet
çıktığında, evlilikte, hastalıkta, bir şeyler kazandığında, kaybettiğinde… Hatta öylesine benimsedik ki, hediyeleşmeyi, ölülerimizin ardında
bıraktıkları yadigârları bile hediye edecek bir
gönül genişliğini ve cömertliğini boynumuza
borç bildik ve ölenimize ahirette faydası olması
umuduyla konu komşu kimi bulduysak dağıttık.
somuncubaba 79
En güzel hediyeleri bulmuş ikram etmişiz
sevdiklerimize. Gâh yeni pişmiş sıcak ekmekle
gönülleri celp ederek gâh sıcak çorba ile muhabbetimizi pekiştirerek.
Kimi zaman hediyemiz çalışana su veya soğuk ayran iken kimi zaman yolda kalmışa evimizin kapılarını aralayarak sünneti ihya etmenin
huzurunu yaşamak ve yaşatmak olmuş.
Cânânım Deyû
Yaratan yaratmış bana kul demiş
Sinendeki gonca açan gül demiş
Âsi olma Muhammed’i bul demiş
Bun can ağlar ağlar cânânım deyû
Kırk yıl hatırı akıllarda taze kalan kahve hediyemizken bazen, bazen de Allah’ın selamıdır.
Anadolu coğrafyası, hediyeleşmeyi öylesi
bir raddeye eriştiriştir ki -misilsiz nezaket tüter buram buram. Hediyeleşmenin en güzidesi,
hacca giden kimsemize selam götürmesini rica
ederiz ve geldiğinde getirdiği nur kokulu doyumsuz selamı alırız bizlerde. Hediyeleşmenin
en mükemmel boyutu… Selamı götüren ve getiren de ne aziz ahbap…
Ve O’nun topraklarından gelen hediyeler. Ve
o hediyeleri getirenin gönlümüzdeki yeri…
Birçoğunun hayır sahibi belli olmayan
sadaka-i cariyeler vardır birde, insanlığın hayrına tüm ümmete hediye edilmiştir. Ve dahi kurdun kuşun, İlahî rıza maksadıyla, rızkını temin
eden veya onların faydasına hayırda bulunan
büyüklerimiz de bir nevi hediyeyi başka mecra
da gerçekleştirmezler mi?
Dua ederiz, hediye yerine çoğu vakit. Belki
hediyeye gücümüz yetmediğinden hediyelerin
en makbulü olan duayla hediyeleşiriz. Haberimiz dahi olmaz fakat bunlar sayesinde ayakta dururuz. Bunlar sayesinde yolumuzdaki taş
ayağımıza takılmaz. Bazı dualar da tüm vatan
coğrafyasına ve tüm ümmete hediye edilir ki,
üzerimizdeki rahmete vesiledir.
Hediyelerimizden dar-ı bekaya göçenleri de
unutmayız, asla. Her namazda, salavatta, ibadette, Kur’an ziyafetinde onlara da bağışlarız,
hediyelerin en munisini ve en muhlisini; elbette ki en başta Efendimiz (s.a.v.)’in aziz ruhuna
hediye ettikten sonra.
Görüldüğü gibi medeniyetimizin mimarları hediyeleşmek mevzuunu ilmek ilmek her
hususta kıymetlendirmişler. Duayı, Peygamberimiz (s.a.v.)’e selam salmayı, selamlaşmayı,
ikramda bulunmayı ve sadaka-i cariyeyi hep
hediyeleşme olarak addetmiş ve hediyeleşmeyi ise ibadet olarak kabul etmiş bir milletiz.
Başka bir medeniyet var mıdır acaba hediyeleşmeyi bu boyutlara çıkarıp destanlar yazan?
Başka milletlerde hediyeleşme üzerine böylesine zengin kültür inşa edilmiş midir? Başka
kim hediyeleşmeyi maddeden -kuru kuruya alış
veriş mantığından- soyutlamıştır ve başka kim
estetik, nizam ve ruh katabilmiştir?
80 MART 2015
Amanın komşular etmen temaşa
Bir haber yollayın hekim ulaşa
Yârelerim azdı düştüm telâşa
Gönül ağlar ağlar cânânım deyû
Yanarım yanarım duman görünmez
Ne çekerim bu âlemde bilinmez
Yârem sıra sıra merhem olunmaz
Bun can ağlar ağlar cânânım deyû
Bir mübarek dûşe düçâr olsaydım
Bir kez olsun nur cemalin görseydim
Arayı arayı yolun bulsaydım
Gönül ağlar ağlar cânânım deyû
Toprak yanar yağmur yağar can olur
Bülbülün feryadı hep figan olur
Kul Cihangir aşkla derdin bin olur
Bin can ağlar ağlar cânânım deyû
Cihangir DOĞAN
somuncubaba 81
ÖRNEK HAYAT / Yusuf HALICI
Şam Velîler
Tıpkı büyük zatlar gibi, büyük insanlar gibi bazı şehirleri de sadece isimleriyle anmak ve söylemek sanki edebe
aykırı kabul edilir. Ki öyledir de...
Nasıl ki büyük insanlardan bahsederken onları sadece isimleriyle söylemek doğru değilse; öyle mekânlar, öyle
beldeler, öyle şehirler vardır ki onları
da yalnız başına isimleriyle zikretmek
doğru değildir. Mesela Müslümanlar,
Mekke yerine Mekke-i Mükerreme, Medine yerine Medine-i Münevvere, Kudüs
yerine Beytü’l-Makdis derler. Bununla
bu beldelere karşı olan hürmet, muhabbet ve saygılarını göstermek isterler. Bu
beldelerden biri de Şam, Şam-ı Şerif’tir.
Hadis-i şeriflere göre; yeryüzünde yaratılan ilk toprak Şam-ı Şerif’tir. Denilir
ki insanoğlunun yaratıldığı ve dünyaya
gönderildiği o eski zamanlardan beri insan yerleşimine açık tek şehir Şam’dır.
İnsanoğlu en fazla bu şehirde yaşadı. İnsanın en eski evi bu şehirdir.
Yeryüzünde zulmün başlangıcı sayılan Kabil’in Habil’i katletme olayı bu
şehirde gerçekleşti. Kasyum Dağı’nda
gerçekleşen o ibret verici olayın hatıraları hâlâ mevcut. Habil’i katleden Kabil, kardeşinin cansız cesedini uzun bir
süre taşıyarak suç mahallinden uzaklara,
Kasyum’un 25 kilometre kadar ötesine
götürmüş ve ancak bir karganın kılavuzluğunda defnedebilmişti. Ziyaretçilere
açık olan Habil’in kabri Zebedan’da insanlık için bir ibret vesilesi olarak ziyaretçilerini beklemektedir.
Dünyanın en önemli ve en özel şehirlerinden birisi olan Şam, asırlarca büyük
İslâm medeniyetinin en önemli şehirlerinden birisi oldu. Şam hem bir Peygam-
82 MART 2015
berler yurdu hem de binlerce sahabi ile
kâmil insanların yattığı bir beldedir. Bu
şehirde, nerdeyse başınızı çevirdiğiniz
her yerde bir büyük insanın yattığına
şahit olursunuz. Kimi sayacaksınız ki?
Yahya (a.s.)’dan tutun da, Bilal-i Habeşi
(r.a.)’a, Halid bin Velid (r.a.)’dan tutun da
mahzun padişah Sultan Vahdeddin’e kadar birçok büyük insan bu topraklardaki
ebedi istirahatgâhındadır.
İmam-ı Nevevî
Evliya-i kiramın büyüklerindendir.
Aynı zamanda yaşadığı asrın en büyük
hadis bilginlerinden ve İslâm hukukçularındandır. 1233 yılında Şam yakınlarındaki Neva köyünde doğdu ve doğduğu
yere nispetle Nevevî olarak anıldı. Asıl
ismi Yahya ibni Şeref’tir ve İslâm dinine
olan hizmetlerine bakılarak kendisine,
dini ihya eden kimse anlamında Muhyiddin lakabı verilmiştir.
Babası küçük yaşta onu Kur’an-ı Kerim öğrenmesi için mektebe gönderdi.
Kısa zamanda Kur’an-ı Kerim’i ezberledi.
On yaşına geldiğinde hiç de sevmemesine rağmen babasının dükkânında çalışmaya başladı. Çocuk olmasına rağmen
akranlarıyla oyun oynamayı da çok sevmeyen Nevevî, her fırsatta ezberlediği
Kur’an’ı okumaktan büyük zevk duyardı.
On dokuz yaşına kadar memleketinde
bir yandan dükkânda çalışırken diğer taraftan fırsat buldukça etrafında bulunan
âlimlerden dersler okumaya gayret etti.
On dokuz yaşına gelince, babası onu,
ilim tahsili amacıyla Şam’daki Revâhiyye
Medresesi’ne gönderdi. Önceleri tıp ilmine merak saran Nevevî, İbni Sina’nın
‘El-Kanun’unu okumaya başladı fakat bu
işten sıkıldı ve kendini tamamıyla başta
hadis dersleri olmak üzere İslâmî ilimlere verdi. Kemaleddin Sellar Erbilî,
Ziya ibni Temmam, İbrahim ibni Ömer
el-Vasıtî, İbrahim ibni İsa el-Muradî, Abdurrahman ibni Muhammed, İshak ibni
Ahmed el-Mağribî, Abdurrahman ibni
Nuh, Ömer ibni Bündâr et-Tiflisî, İbni
Mâlik et-Tâî’ gibi devrin birçok meşhur
âliminden ders aldı. Her gün hocalarından on iki ayrı ilim okurdu. Tasavvufta
da Yasin bin Yusuf Hazretlerinin sohbetlerine katıldı.
Babasıyla birlikte hacca gitti.
Medine-i Münevvere’de kaldığı bir buçuk ay içinde oradaki âlimlerin derslerine katıldı. Kendisinde ilme karşı
öyle bir iştiyak vardı ki, bizzat söylediğine göre, iki yıl boyunca yere uzanıp
yatmadı. Uykusu gelince kitaplarına
yaslanarak biraz uyuklardı. Onun ilme
olan düşkünlüğü darb-ı mesel hâline
geldi. Hocalarına gidip gelirken bile,
okuduklarını tekrar ederdi. Yıllar sonra
yazacağı eserlerde belirttiği gibi, ona
göre “İlimle uğraşmak, Allah rızasını
kazanmak için tutulan en iyi yol ve en
üstün ibadetti. İlim tahsili nafile oruç,
namaz ve zikirden daha faziletliydi.” Bu
kadar azimli ve gayretli çalışması sonucunda on yıl gibi bir zamanda devrinin
meşhur bir ilim adamı oldu. O tarihten
itibaren de kitap yazmaya başladı ve
hadis, İslâm hukuku, ahlak, dil ve edebiyat alanlarında eserler verdi. Özellikle İslâm hukuku ve hadis alanlarında
zamanın ender şahsiyetlerinden oldu.
Nevevî Hazretleri çok kanaatkâr
olup nefsî ve dünyevî arzu ve isteklerden uzak dururdu. Ahirete duyduğu
özlem sebebiyle dünya zevklerine, yiyip içmeye, giyinip kuşanmaya, kısaca
rahat yaşamaya değer vermezdi. Günde
bir defa o da geceleyin, sadece bir çeşit
yemek yerdi. Sofrasında iki çeşit yiyecek nadiren bulunurdu.
Zahit, vera’ sahibi, vakur ve heybetli
bir görünüşü vardı. Doğru konuşur, yerinde söyler, gecelerini ibadet ve itaatle
geçirirdi. En büyük ibadetin samimi bir
niyetle helâl ve haramları öğrenmek olduğunu söylerdi. Görev yaptığı medreselerden kendisine verilen aylıkla kitap
alır, sonra da bunları o medreseye vakfederdi. Takva ehliydi. Şam’da pek çok
vakıf arazisinin bulunduğunu, bunların
titizlikle idare edilmediğini, ortaklığın
meşru bir şekilde yapılmadığını, dolayısıyla bu meyvelere haram karıştığını
söyler, bundan dolayı da Şam’da yetişen şeylerden yemez, memleketinden,
anne-babasının yanından getirdiği,
helâl olduğundan tam emin olduğu
şeyleri yemekle kanaat ederdi.
Büyük âlim Şeyh Kutbuddin elYununî’nin şu sözleri onu en iyi şekilde tarif etmektedir: “İlim, vera’, ibadet,
azla yetinmek ve hayatın sıkıntılarına
katlanma hususunda zamanında tek
idi.”
Kırk dört yıllık hayatında, kırkın üzerinde eser veren Nevevî, özel yaşantısıyla da örnek şahsiyetlerden olmuştur.
Bunların tümü önemli eserler olmakla
birlikte Rizayü’s-Salihin, Kırk Hadis ve
Sahihi Müslim Şerhi oldukça meşhur
olmuş ve özellikle Rizayü’s-Salihin
Nevevî’nin ismiyle özdeşleşmiş eserlerdir. İslâm tarihinde en önde gelen
fıkıh âlimlerindendir. İmam Nevevî’nin
yaşadığı dönemde İslâm Dünyası büyük bir sıkıntı ve çalkantı içerisinde bulunuyordu. Bir taraftan Haçlı Seferleri
diğer taraftan Moğol istilası yüzünden
İslâm coğrafyası büyük bir sıkıntı yaşamakta idi. Yaşadığı çağın insanlarını
aydınlatma ve doğru yola iletme hususunda önemli gayretleri olan İmam
Nevevî, 1277 yılında, genç denebilecek
bir yaşta, kırk dört yaşında bu dünyadan ayrılmıştır.
somuncubaba 83
EĞİTİM / Fehimdar ÇİFTÇİ
Genç Nüfus
Masalı
“Gözlemlerimize göre, genç kuşaklarla,
yaşlı insanlar arasında büyük farklar
bulunmaktadır. Bu sadece yaşlıların yaşından,
gençlerin genç olduklarından değil, duygular
düşünceler, istekler arasında da birçok farklar
bulunmaktadır.”
Çocukluğumdan beri dinliyorum.
Her zaman bir gençlik ve genç nüfus
sözlerini duyuyorum. Anadolu’nun
köylerini dolaşıyorum; koskoca köyler
bomboş, bir kaç bacadan çıkan dumanlardan anlaşılıyor ki, bu köyde birkaç
ihtiyar yaşıyor. Ya da bir cami duvarının dibinde elinde bastonu bir iki kişi
daha… Kimi yalnız kaldığına, kimi torunlarını göremediğine, kimisi gurbete
çıkan çocuklarının hasreti ile yanmaktadır. Biraz sohbet edince bütün ihtiyarlar, “Benim genç olduğum vakit…”
diye söze başlıyor ve sohbetin sonuna
doğru gözlerinin yaşlarla dolduğunu
görüyorum.
Sosyal değişmeye maruz kalan bir
milletin kültürel, sosyal ve ekonomik
yapısı eski yerini koruyamaz. Mevcut
duruma göre yeniden yapılanmak,
yeni duruma göre yeni hedefler geliştirmek kaçınılmazdır.
Millete hizmeti esas alan bir
devlet, olası durumlar için
yeni yaklaşımlarda sergilemelidir.
Dünyadaki
değişmelere
paralel
olarak, bizde de değişme kaçınılmazdır.
Dost veya düşman herkes bundan bahsetmekte objektif tespitler
de yapmamaktadır.
Aksine bu değişmeyi bütün boyutları
84 MART 2015
ile yönlendirme, kendi stratejilerine
uyumlu hale getirmenin de yollarını
aramaktadır. Esefle belirtelim ki, yerli
yabancı işbirliği ile Türk gençliği yönlendirilmiş bir “kontrol” altına girmiştir.
Sanayileşmeyle birlikte, yoksulluk
problemi de şiddetini artırarak gelmektedir. Nedenlerini ve sonuçlarını tam
olarak birbirinden ayırmakta zorlansak
da, adaletsiz gelir dağılımı, göçler, bölgeler arası eşitsizlikler ilk akla gelen
sebeplerdir. Gerçek anlamda sosyal bir
sorundur. Bu yüzden doğduğu toprakları terk eden insanlar, gittikleri yerlerde de başka büyük sosyal sorunlara yol
açmaktadır. Bu mesele ile ilgili unvanı
büyük birçok insan birçok sebep ileri
sürebilir. Sosyal bir değişme yaşadığımız doğrudur. Bu değişim, uzun vadeli
ve hayatî önemi haiz bir olgu olduğu,
kaçınılmaz bulunduğu, yaşanacak bir
sonuç olduğu da izah edilebilir. Ancak
niçin bu insanları doğduğu yerde toprağına bağlayacak bir gayret gösterilmedi? Bunun sonucu olarak yükünü
çekemeyen şehirler, çarpık kentleşme, gecekondulaşma, eğitimsizlik, suç
oranlarının ve çeşitlerinin artması, sosyal izolasyona uğrama gibi sosyal sorunlar ortaya çıktı. Yasalardan kaçmayı
başaran insanlar, kent kültürünün getirdiği serbestlik içinde dik başlı ve kabadayı karakterler olarak toplumun içine
girmekte, onların hallerinden doğan
hatıralar, filmlere konu olup, köyde kalması gereken geçliğimizi de şehirlere
somuncubaba 85
sürüklemektedir. Gençliğin bu “delikanlı” hususiyetlerini bilenler, buna göre plan, program ve
stratejiler geliştirerek, onlara emir ve kumanda
etmektedirler. Artık Anadolu’nun sakin ve suskun delikanlısının yerini, kentlerin hırçın ve bıçkın delikanlıları almıştır. Bunlar, yeni modeller
ortaya koyarak, yeni hırçın gençleri peşinden
sürüklemiştir. Bu yapı farkları derinleştirmiştir.
Gözlemlerimize göre, genç kuşaklarla, yaşlı
insanlar arasında büyük farklar bulunmaktadır.
Bu sadece yaşlıların yaşından, gençlerin genç
olduklarından değil, duygular düşünceler, istekler arasında da birçok farklar bulunmaktadır. Biz yetişkinler onlarla aynı dili konuşsak
da, aynı kavramları kullansak da gençler bizleri
ağır ve hantal bulmaktadır. Sorunlar karşısında
onların ani ve aceleci tavırları, yetişkinlerin ise
düşünme ve irdeleme durumları zaman kaybı
olarak algılanmaktadır.
Öyle bir duruma geldik ki, en ufak bir sorun karşısında çocukları ve gençleri suçlamak
kolay bir yol oldu. Çocuk, çocuktur ama her zaman sorun kaynağı değildir. Sorunlu ve kusurlu
yetişkinler, analar ve babaların varlığı göz ardı
edilmektedir. Yetişkin sorunlarının çoğu, insanı eşitsizleştiren ve bunu derinleştiren adalet
kavramının yanlış algılanması sonucunda meydana gelmektedir. Şu bir gerçek ki, herkese eşit
davranmak adalet değildir. Suçlunun cezasını,
suçsuzunda mükâfatını aldığı durum adalet
olabilir. Bu dünyada ister genç, isterse yaşlı ol,
her devir ve dönemde bir “insan olma” sorunu
yaşanmaktadır. Bu sorunu dünya ölçekli düşündüğünüz zamanda bir gençlik ve eğitim sorunu
olarak karşımıza çıkmaktadır.
Gençlerin en güzel yaşları okul zamanlarında geçmektedir. En güzel hatıralar o yıllarda
saklıdır. En iyi arkadaşlıklar o zamanlarda vardır. Okul, önemli bir toplumsal kurumdur. Okul
insana hayatında gerekli olacak değerleri ve
bilgileri kazandırırken, topluma uyum sağlaması için gerekli sosyalleşme becerilerini de kazandırır. Önemli sorun sosyalleşmedir. Çünkü
genç tamamen bir arkadaş grubuna ve topluluk
içine girmektedir. Okulları ayrı istikametlerde
koşan, ayrı otoritelerin gölgesinde yol alan bir
Türkiye, istikbalde nasıl birlik olabilir?
Her zaman övünürüz. Türkiye genç bir nüfusa sahiptir. Bu şimdilik doğru kabul edilebilir.
Bu kadar genç nüfusu olan bir ülke, bu nüfusu
iyi organize edebiliyor mu? Avrupalı uyanıktır,
onların zaten Türk adı ile tarihsel süreçte birçok
problemleri vardır. AB tam üyelik sürecinde bulunan Türkiye’nin nüfus varlığı tartışma konusu
olmayı sürdürmektedir. Türkiye’nin nüfus varlığının doğru ve sağlıklı değerlendirilmesi için
AB ve Türkiye’nin demografik nüfus hareketlerinin karşılaştırılması yoluna gidilmektedir.
Avrupa’da genç nüfusun azalması, Avrupa’nın
güvenliği için de bir ”Türk riski” oluşturmaktadır. İngiliz çıkarcıdır. Hem tarih içinde yaşananlar bu durumu doğrulamakta, hem de Irak’ın işgalinde sergilediği yakın durum ortada bulun-
86 MART 2015
maktadır. ABD kendine faydacıdır. Stratejilerini
bu amaç doğrultusunda geliştirir. İdeolojisi küreselleşmedir. Bununla; devletlerin egemenlik
anlayışını kırmış, moral değerlere saygıyı azaltmış, piyasa kurallarına direnci yok etmiş, kimliklerin istikrarı ciddi biçimde sorgulanmıştır.
Sosyal değişmenin kaçınılmaz olduğu bir
gerçektir. Ancak bu değişme bir vizyona dayanmadığı için gençliğimiz kendi milletine yabancılaşmış, bu durum istismara kapı aralamıştır.
Millet olma suni bir yapılanma değildir. Batı
kendi değerlerini korurken, gelişmekte olan ülkelerde çözülmenin hızlanması için etkili yöntemler denemiştir. Bu işi başarmışta sayılır; o
kadar başarmıştır ki, aynı vatanda kültür ikizleşmesi yaratmış, yok olma ile karşı karşıya bırakmıştır. Batılı devletler orijinal kalmak için yollar
aramakta ve yok olmak istememektedir. Aksine
gelişmek, zengin olmak, yeni sömürgeler elde
etmek, müreffeh yaşamak için birçok enstrümanın bütün bileşenlerini kullanmaktadır.
somuncubaba 87
2015 yılında aboneliğinizi yenilerken, yakınlarınızı da
Somuncu Baba’nın ilim ve kültür dünyasına katın.
Onların da abone olmasını sağlayın.
2015 Yılı
Aile ve Çocuk
Ekiyle Birlikte
Yıllık Abone Bedeli
95
Türkiye : 95
Avrupa: 72 Euro ABD: 102 USD
Banka / Posta çeki hesabınıza yatırdım. Dekont İlişiktedir.
ABONE İLETİŞİM HATTI
Adı / Soyadı:
444 36 61
Kurum Adı:
(0422) 615 15 54
(0546) 544 60 44
Ünvan:
Dergi Teslim Adresi:
Posta Kodu:
Şehir
Telefon:
Faks:
E-posta:
Vergi Dairesi:
Vergi No:
Abone Başlangıç Tarihi:
İmza:
Faturayı adıma kesiniz
Faturayı şirket adına kesiniz
Visan İktisadi İşletmesi
Zaviye Mah. Hacı Hulûsi Efendi Cad.
No: 71 44700 Darende Malatya
Tel: (422) 615 15 00
Gsm: (546) 544 60 44
Faks: (422) 615 28 79
bilgi@somuncubaba.net
www.somuncubaba.net
Posta Çeki (Darende Postanesi) : 1361068
Ziraat Bankası TR 56 0001 0003 2026 7984 8050 01
Vakıf Bank TR 04 0001 5001 5800 7299 7740 58
Gönderilerin abone adına yatırılmasından sonra lütfen arayınız.
Derginizin elinize sağlıklı bir şekilde ulaşabilmesi için yukarıdaki alanları eksiksiz bir şekilde doldurunuz.
NASİHAT YAYINLARI
KAPIDA NAKİT ÖDEME SİSTEMİ
HİZMETE GİRMİŞTİR...
Aile Eki
ÇIKTI
Şefkat ve Merhamet
Prof. Dr. Osman TÜRER
Hulûsi Efendi’nin
Düğün Günü
Raziye SAĞLAM
Müslüman Genç Kız
Nasıl Olmalı?
Büşra Sümeyye YILDIZ
Hz. Aişe (r.ah)
Validemizin Üstünlüğü
Asuman Kolsuz SEYYAR
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı - VİSAN İktisadi İşletmesi
Zaviye Mah. Hacı Hulûsi Efendi Cad. No: 71 (44700) Darende / MALATYA
Tel: (422) 615 15 00 - Faks: (422) 615 28 79
www.somuncubaba.net - aile@somuncubaba.net
444 36 61
(0422) 615 15 54
(0546) 544 60 44
ONLİNE SİPARİŞ VE SATIŞ
www.nasihatyayinlari.com
www.somuncubaba.net
AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ
YIL: 21 • SAYI: 173 • MART 2015 • Fiyatı: 8 TL
Mevlâna Hâlid-i
Bağdâdi Hazretleri (k.s.)
El-Bağdâdî (k.s.), İslâm’ın öngördüğü çizgiler
içinde hizmetini yürütmeye çalışmıştır.
Peygamberler Şehri: Şam-ı Şerif
İslâm’ın kadim şehirlerinin başta
gelenlerindendir bugün bir harabeye
dön(dürül)en Suriye’nin payitahtı Şam-ı Şerif.
00169
AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ
173
Download