www.somuncubaba.net AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ YIL: 21 • SAYI: 173 • MART 2015 • Fiyatı: 8 TL Mevlâna Hâlid-i Bağdâdi Hazretleri (k.s.) El-Bağdâdî (k.s.), İslâm’ın öngördüğü çizgiler içinde hizmetini yürütmeye çalışmıştır. Peygamberler Şehri: Şam-ı Şerif İslâm’ın kadim şehirlerinin başta gelenlerindendir bugün bir harabeye dön(dürül)en Suriye’nin payitahtı Şam-ı Şerif. 00169 AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ 173 NASİHAT YAYINLARI KAPIDA NAKİT ÖDEME SİSTEMİ HİZMETE GİRMİŞTİR... Aile Eki ÇIKTI Şefkat ve Merhamet Prof. Dr. Osman TÜRER Hulûsi Efendi’nin Düğün Günü Raziye SAĞLAM Müslüman Genç Kız Nasıl Olmalı? Büşra Sümeyye YILDIZ Hz. Aişe (r.ah) Validemizin Üstünlüğü Asuman Kolsuz SEYYAR Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı - VİSAN İktisadi İşletmesi Zaviye Mah. Hacı Hulûsi Efendi Cad. No: 71 (44700) Darende / MALATYA Tel: (422) 615 15 00 - Faks: (422) 615 28 79 www.somuncubaba.net - aile@somuncubaba.net 444 36 61 (0422) 615 15 54 (0546) 544 60 44 ONLİNE SİPARİŞ VE SATIŞ www.nasihatyayinlari.com başyazı Kemal DEMİR Şam-ı Şerif’in Hüznü Bu sayımızda, yanı başımızda, bizim kadim kültürümüzün izlerini taşırken bugün gözyaşları ve zulüm altında kalan Şam’dan bahsedeceğiz. Büyüklerimiz, önemli şehirleri sayarken; “Mekke-i Mükerreme, Medine-i Münevvere, Kudüs-ü Şerif, Buhara-yı Şerif, Şam-ı Şerif ve Darende-i Şerif” derlerdi. Şam, gerçekten, civarına Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.)’in teşrif ettiği güzel bir şehirdir. Osmanlı Devleti’nin izlerini taşımaktadır. Maalesef bugünlerde bu izler bilinçli olarak yok edilmektedir. Suriye’nin başkenti Şam’daki Emevi Camii ve hemen yanındaki Hamidiye Çarşısı, şehre gelen yerli ve yabancı turistlerin öncelikli ziyaret ettiği yerler arasındadır. Şam, ülkenin güzelliklerini bir arada barındırıyordu bundan birkaç yıl evveline kadar. Şimdi modern dünyada, zulüm makinası haline gelmiş, kendi insanını bile gözünü kırpmadan katleden zalimlerin hüküm sürdüğü bir hüzün şehri maalesef… Şam, Osmanlı döneminden itibaren, hac yolu üzerinde olması nedeniyle ticarî yönden her zaman önem taşımış, çeşitli hizmetler götürülmüş, mamur edilmiş bir kutlu mekândır. Kudüs’ü fetheden ünlü komutan Selahaddin Eyyübî’nin kabri, onun yanında ise, 1914’te, Filistin yakınlarında uçakları düşen ilk Türk Hava Şehitleri’nin kabirleri bulunmaktadır. Abbasiler tarafından uzun süre kamu hazinesinin saklandığı, sütunlar üzerine yapılan ve günümüze kadar ayakta kalan Emevi Camii’ndeki Hazine Kubbesi, avluya giren ziyaretçilerin ilgisini çeken yerler arasında idi. Şehirle bütünleşen Emevi Camii’nin yanında yer alan Hamidiye Çarşısı ise özellikle alışveriş yapmak isteyenlerin uğrak yerleri arasında yer alıyordu. 2. Abdülhamid döneminde yapıldığı belirtilen Hamidiye Çarşısı, hareketli, canlı ve renkli atmosferiyle ziyarete gelenleri adeta büyülüyordu. Şimdi ise maalesef gözyaşları içerisinde… Müezzinlerin pîri Bilal-i Habeşî Hazretleri’nin kabr-i şerifi de Şam’dadır. Türk ziyaretçiler mutlaka bu kabr-i şerifi ziyaret ederlerdi. Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in vefatından sonra Bilal-i Habeşî Hazretleri Medine’de ezan okuyamaz, Hz. Ebu Bekir döneminde izin isteyerek Şam’a gelir. Belli bir süre burada kaldıktan sonra Sevgili Peygamber Efendimiz’i rüyasında görür. Kendisine ‘Bu ne cefadır ya Bilal! Bizi hiç ziyaret etmezsin.’ demesi üzerine Medine’ye gider. Orada ezan okur. Halk sokaklara dökülür. Ama yine de fazla kalamaz ve tekrar Şam’a gelir ve 642 yılında da Şam’da vefat eder. Bilal-i Habeşî (r.a.)’nin dışında Abdullah ibn-i Ümmü Mektum (r.a.), Ebu’d-Derda (r.a.), Cafer bin Ebu Talip (r.a.), Dihyetü’l-Kelbi (r.a.) ile birlikte birçok sahabenin Şam’da kabri bulunmaktadır. Şam, İslâm âlimleri için de bir durak noktasıdır. Muhyiddin-i ibni Arabî Hazretleri, Mevlâna Halid-i Bağdadî Hazretleri ve İmam-ı Gazalî Hazretleri gibi şahsiyetler Şam’da bulunmuşlardır. İbn-i Arabî ile Halid-i Bağdadî Hazretleri’nin türbeleri de Şam’dadır. Şimdi dergimizin satırlarına bakarak, eski hatıraların sevincini, yaşadığımız günlerin hüznünü birlikte yâd edelim. Allah’ın nusreti ve selamı halis iman sahibi, vatanını seven, birlik ve beraberlik içinde yaşamayı arzu eden, tefrikadan uzak duranların üzerine olsun. The Sorrow of Ash-Sham Shareef In this issue, we would like to mention about a city, ash-Sham (Damascus), which is a neighbour city of us and has the traces of our immemorial culture but which is in tears and under persecution today. The authorities would count the important cities as: “ Makkah Mukarramah, Madinah Munavvar, al-Quds Shareef (Jerusalem), Buhara Shareef, Ash-Sham Shareef and Darende Shareef”. Ash-Sham is really a very beautiful city, a very close place to where our Beloved Prophet Muhammad (saw) visited. It still has the traces of the Ottoman Empire. However, nowadays, these traces have been being terminated on purpose. Let’s see the old days’ happiness and the sorrow of today while reading the lines in this issue. May the help and salam of Allah be with the ones who would like to live in unity and solidarity, who are faithful and patriots. somuncubaba 1 künye Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı’nın Yayın Organıdır. Kurucusu A. Şemsettin ATEŞ Basım Tarihi: 01 Mart 2015 Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı Adına İmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni Kemal DEMİR Sorumlu Yazı İşleri Müdürü M. Hulusi ERDEMİR Yayın Editörleri M. Nazmi DEĞİRMENCİ Musa TEKTAŞ Yönetim Yeri-Basım-Yayım-Pazarlama VİSAN İktisadi İşletmesi Zaviye Mahallesi Hacı Hulûsi Efendi Caddesi No: 71 44700, Darende / MALATYA Tel: (0422) 615 15 54 • Faks: (0422) 615 28 79 www.somuncubaba.net • bilgi@somuncubaba.net HUZURDAN KAOSA PEYGAMBERLER ŞEHRİ: ŞAM-I ŞERİF 14 Yapım Yaygın Süreli - ISSN: 1302-0803 Yıl: 21 Sayı: 173 - Mart 2015 içindekiler HZ. NUH (A.S.)’IN PUTPERESTLERİ DAVETTE AZMİ www.grafiturk.com.tr Genel Sanat Yönetmeni Serkan ÖZTÜRK Sanat Yönetmeni Enes İSLAM Baskı ve Üretim Salmat Basım Yayıncılık Ambalaj San. Ltd. Şti. Sebze Bahçeleri Caddesi Arpacıoğlu İşhanı No: 95/1 İskitler/ANKARA Tel: (0312) 341 10 24 • Faks: (0312) 341 30 50 6 M. Nihat MALKOÇ İslâm’ın kadim şehirlerinin başta gelenlerindendir bugün bir harabeye dön(dürül)en Suriye’nin... 32 Ali AKPINAR CÖMERTLİKLE HAYSİYETİNİ KORUYAN PEYGAMBER TORUNU HZ. HÜSEYİN BİN ALİ (R.A.) Ali SEYYAR Nuh Kavmi’nin putları, aslında toplumda sevilen iyi insanların isimlerinden alınmıştı. Peygamberimiz (s.a.v.)’e çok benzeyen Hz. Hasan, annesi ve babası tarafından çok sevildiği gibi, dedesi (s.a.v.) tarafından.... DEĞERLERDEN ÖDÜN VERMENİN TEHLİKELERİ Somuncu Baba Dergisi’nin içeriğinde bulunan yazılar ile ilgili çıkabilecek olan hatalı bilgilerden dolayı dergi herhangi bir sorumluluk kabul etmemektedir. Yazıların sorumluluğu yazarlarına ilanların sorumluluğu ise reklam verenlere aittir. Dergimizde bulunan fotoğrafların ve görsellerin kullanılması ve kopyalanması yasaktır. Yazılar kaynak gösterilerek iktibas edilebilir. Somuncu Baba Dergisi’nin bütün telif hakları VİSAN İktisadi İşletmesi’ne aittir. 44 Enbiya YILDIRIM Her milletin geçmişten getirdiği değerleri vardır. Bunları koruyabildikleri oranda kendi hüviyetlerini muhâfaza ederler... /SomuncuBabaDergisi AĞLAYAN ŞEHİR ŞAM! Yayın Kurulu Danışma Kurulu Prof. Dr. Nihat ÖZTOPRAK Prof. Dr. Ali YILMAZ Prof. Dr. Sebahat DENİZ Prof. Dr. Bilal KEMİKLİ Prof. Dr. Abdullah KAHRAMAN Prof. Dr. Ali AKPINAR Prof. Dr. Mehmet AKKUŞ Prof. Dr. Mehmet SOYSALDI Prof. Dr. Ahmet ŞİMŞİRGİL Prof. Dr. Kadir ÖZKÖSE Prof. Dr. Mahmut YEŞİL Prof. Dr. H. İbrahim ŞİMŞEK Kurum Abone : 140 Yurtdışı 1 Yıllık Abone : 72 EURO Posta Çeki (Darende Postanesi) : 1361068 Ziraat Bankası : TR 56 0001 0003 2026 7984 8050 01 - Vakıf Bank: TR 04 0001 5001 5800 7299 7740 58 ABONE İLETİŞİM HATTI Gönderilerin abone adına yatırılmasından sonra lütfen arayınız. (0546) 544 60 44 444 36 61 (0422) 615 15 54 Muhsin İlyas SUBAŞI Unutmamak lazım ki, şehirlerin en zalim yöneticileri, ona bir şeyler katmadan onun itibarını... 52 OSMANLI’NIN HİROŞİMA’SI: ÇANAKKALE İsmail ÇOLAK Çanakkale, milletçe bizim yeniden doğup ispat-ı vücut ettiğimiz ve millet olma bilincini ve melekesini kazandığımız bir “diriliş yeri” 56 Kudret sahibi olan: El-Muktedir 10 • Mevlâna Hâlid-i Bağdadî (k.s.) 13 Kadere İman Her Türlü Kederve Hüznü Giderir 20 Mevlâna Hâlid-i Bağdadî (k.s.) 26 • Şam Mesnevîsi 35 • Güzel Hatıralarla Şam-ı Şerif’i Ziyaret 36 • Büyük Devlet Adamı Nizamü’l-Mülk 48 • İtikâf, Hac, Cihâd ve Kurbanın Hikmetleri 60 • Aşk Var, Mutluluk Var! Mevlâna Düşüncesinde Mutluluk 64 • Gönle Nasihat 67 • Peygamberimiz (S.a.v.)’in Evi Var mıydı? 68 • Sevmek 71 • İnsanlarla İyi Geçinmenin Formülü 72 • Kalemi Kılıçtan Keskin Selçuklu Veziri 76 • Çam Sakızı Çoban Armağanı 78 • Cânânım Deyû 81 • Şam Velîler 82 • Genç Nüfus Masalı 84 Ey Gözümün Nuru! Aylarca süren ayrılık acısı, muhabbetsizlik eseri olmayıp belki gönülden duyduğunuz özlemin ve sevginin daha da artmasına sebep olmaktan başka bir şey değildir. Her an duam, Allah’ın rızası yolunda olmanızdan, Allah’ın rızası yolunda yol almanızdan ibaret bulunduğu gibi sıhhat ve âfiyetinizi de kapsamaktadır. Şimdiye kadar hiçbir gün davranışlarınızdan eziyet çekmedim, incinmedim, üzülmedim. Allah’ın izniyle ölünceye kadar da ana ve babanın rızalarını alacağına, isteklerini karşılayacağına vefalı evlat olacağına da eminim. Her iki dünyada da huzura, kurtuluşa sebep olan anne ve babanın haklarına saygı göstermek aynı zamanda Yüce Allah’ın da rızasını kazanmaya vesiledir. Küçük yaştan beri yaratılıştan süre gelen hâyâ ve edebin; iyi huyun, ahlâkın Hakk’ın da halkın da senden razı olacaklarına işaret eder. Her zaman senin güzel huyunla iftihar etmekle (övünmekle) mutlu olurum. Benim olgunluğum, bilgi ve birikimimin, ilim ve irfanımın üstün olması (fazla olması) senin için övünç vesilesi (iftihar kaynağı) olamaz. Hiçbir kimse ana babası ile övünmez. Ancak hayırlı evladın huzur ve mutluluğu ahirete gitmiş olan anababanın amel defterine iyi hal olarak işlenir. Güzellik(in), aldatıcı bir görünüş ile olmayıp iyi ahlâk ve iyi haller ile olacağı muhakkaktır. İnsanlık âleminin senden beklemekte olduğu da bu güzel huylarından ve güzel işlerinden (amellerinden) ibarettir. Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s.) Mektûbât-ı Hulûsî-i Dârendevî Altmışikinci Mektup Geçici/ölümlü dünyanın malı, “nefis” sahibinin gururunu arttırmaktan başka bir şeye yaramaz. Gurur sahibi kimseyi ise Allah sevmez. Asla ne mağrur (gururlu) ol ve ne de geçici olan bir dünya malı için temiz yapını, yaratılışını ve temiz işlerini (amelini) kirletme. On sekiz bin âlemi sana teslim etseler (bahşetseler), boş yere-hakkın olmayan-bir puluna bile dokunma. Asla kötü bir iş işleme. Her an Yüce Allah’ın korumasıyla günahsız-tertemiz olmanı, O’nun katında yüce makamlara erişmeni dileyerek gözlerinden öper; Yüce Allah’ın ilahi muhafazasına tekrar emanet ederim. Seni tekrar tekrar Allah’a emanet ediyorum. Not: Bu mektubu oğlu Kemal Efendi’ye yazmışlardır. Güncelleme: Yrd. Doç. Dr. Cemil GÜLSEREN İLİM VE HAYAT / Ali AKPINAR* Hz. Nuh (a.s.)’un Putperestleri Davette Azmi “Nuh Kavmi’nin putları, aslında toplumda sevilen iyi insanların isimlerinden alınmıştı. Bu insanlar ölünce, onlardan ayrılmak halka zor geldi, şeytanın da devreye girmesiyle onların anısına onların heykelleri yapılıp dikildi. Birkaç kuşak geçince onlar putlaştırıldı. Bu nedenle İslâm, putçuluğa kapı aralayan bütün yolları yasaklamıştır.” K ur’ân’da anlatılan davet metotlarından biri de Hz. Nuh Peygamber’in izlediği yollardır. Peygamberimiz’e ve mü’minlere en güzel davet teknikleri sunmak, Müslümanlara karşı işkence ve eziyetlerini artıran müşriklere uyarı, mü’minlere de tesellî olmak üzere Mekke döneminin başlarında inen Nuh Sûresi’nde Hz. Nuh (a.s.)’ın daveti anlatılır. Diğer pek çok âyette de onun hayatından kesitler sunulur. Nuh (a.s.), 950-1000 sene kavminin arasında kalmış, putlara tapan kavmini bıkmadan usanmadan, tehditlerden yılmadan tevhîde çağırmıştı. Onları dünya ve âhiret azabı ile uyarmış, dünyada bolluk ve berekete erebilmeleri için tevbe ve istiğfâra çağırmış, lâkin bütün bu uyarı ve çağrılar kavmine fayda vermemişti. Nuh Peygamber gece gündüz, gizli açık, toplu ve tek tek insanları tevhîde davet etmiş, bu konuda meşrû olan her yolu denemişti. Onların inanmayacaklarını anlayınca, Yüce Rabbimiz de kendisini bu konuda bilgilendirince, onlara bedduâ etmişti. ların başkalarını da saptıracakları endişesi ile idi. Nuh Peygamber’in tevhîd mücâdelesi, başka sûrelerde de anlatılır. Bu âyetlerde onun bin yıla varan daveti, kavminin tepkisi, tehditleri, ona deli demeleri, ona inananları tahkir etmeleri, onu taşlama ve ölümle tehdit etmeleri, Hz. Nuh (a.s.)’ın bedduâları, nihâyet inanmayan oğlunun ve halkının hazin sonu anlatılır.5 Kavminin Putları “İnsanlara: ‘Sakın tanrılarınızı bırakmayın, Ved, Süva, Yagus, Yeuk ve Nesr putlarından aslâ vazgeçmeyin.’ dediler. Böylece birçoğunu saptırdılar; Rabbim! Sen bu zâlimlerin sadece şaşkınlığını artır.”6 Nuh Kavmi’nin putları, aslında toplumda sevilen iyi insanların isimlerinden alınmıştı. Bu insanlar ölünce, onlardan ayrılmak halka zor geldi, şeytanın da devreye girmesiyle onların “Biz Nûh’u kavmine gönderdik: Onlara acı bir azâp gelmezden önce kavmini uyar, diye. Ey kavmim, dedi, ben sizin için açık bir uyarıcıyım, Allah’a kulluk edin, O’ndan korkun, bana da itâat edin.”1 “Size ne oluyor ki, Allâh’a saygı duyup O’nu lâyıkıyla büyüklemiyorsunuz? Oysa O, sizi aşama aşama yarattı.”2 “Bu öğütlerin hiçbirinin fayda vermediğini gören Nûh dedi ki: ‘Rabbim, yeryüzünde kâfirlerden tek kişi bırakma. Çünkü sen onları bırakırsan, kullarını saptırırlar ve sadece ahlâksız, nânkör insanlar doğururlar.”3 “And olsun ki, Nuh’u milletine gönderdik; aralarında dokuz yüz elli yıl kaldı. Sonunda onlar haksızlık yaparken, tufan onları yakalayıverdi.”4 Nuh Peygamber, tevhîde davet yolunda yapılması gerekenleri layığıyla yerine getirdikten sonra, artık yapacak bir şey kalmadıktan sonra kavmine bedduâ etmiştir. Onun bedduâsı, on- 6 MART 2015 anısına onların heykelleri yapılıp dikildi. Birkaç kuşak geçince onlar putlaştırıldı. Bu nedenle İslâm, putçuluğa kapı aralayan bütün yolları yasaklamıştır. Bu tarihî olaydan da anlıyoruz ki, bir şeyin iyi niyetle ortaya çıkması, onun iyi ve doğru olmasını gerektirmez. Önemli olan, ortaya çıkan şe- somuncubaba 7 yin iyi ve hayır olmasıdır. Onlar, o sâlih insanları anmak ve hatıratını yaşatmak için onların heykellerini diktiler, ancak sonuçta bu iş kontrolden çıktı ve gelen nesiller onlara tapmaya başladılar. Elbette onlar o putların yaratıcı olduğunu söylemiyorlardı, ancak onların kendilerini Yüce Yaratıcıya yaklaştıracağını iddiâ ediyorlardı. Tıpkı Mekke müşrikleri gibi: “Dikkat edin, hâlis din Allah’ındır; O’nu bırakıp da putlardan dostlar edinenler: Onlara, bizi Allah’a yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz, derler.”7 Tevbe Kapısı Her Günahkâra Her Zaman Açıktır Nuh Peygamber, bunca günah ve isyanlarına rağmen tevbe ederlerse Yüce Allah’ın kendilerini affedebileceğini söyleyerek günahkârlara ve inkârcılara tevbe kapısının her zaman açık olduğunu haber vermiştir. Buna göre davet adamı, karşısındaki insanlar ne kadar günahkâr ve azgın olursa olsun, onları muhâtap olarak kabul etmeli, davetini onlara ulaştırmalı ve herkes için Yüce Allah’ın tevbe kapısının, her zaman açık olduğunu ilan etmelidir. Kur’ân’da Nuh Kavmi’nin helâk edilmelerinin anlatılması, Mekke müşriklerine ve kıyâmete kadar gelecek olan inkârcılara bir uyarıdır. Mesaj açıktır: Aklınızı başınıza alın, tevhîde girin dünya ve âhiretinizi kurtarın; tevbe ederseniz günahınız ne kadar çok ve büyük olursa olsun Yüce Allah sizi bağışlar, aksi takdirde inkâr ve isyanda ısrar ederseniz dünya ve âhirette helâkten kurtulamazsınız. Nuh Peygamber’in Helâk Olan Oğlu ve Hanımı Kıssada Hz. Nuh (a.s.)’ın inanmayan oğlu ve karısı da anlatılmaktadır. Sonuçta inanmayan oğul ve kadın helâk olmaktan kurtulamamıştır. Peygamber kocaya ve peygamber babaya rağmen. Demek ki, peygambere yahut bir büyüğe yakın olmak, kurtuluş için yeterli değildir. Elbette güzel insanların yakını olmak güzeldir. Ancak onların yolunda olunursa, onlara yaraşır yakın olunursa güzel ve anlamlıdır. “Gemi, dağlar gibi dalgalar içinde onları götürürken, Nuh, bir kenarda ayrı kalmış olan oğluna: Ey oğulcuğum! Bizimle beraber gel, kâfirlerle birlik olma, diye seslendi. Oğlu: ‘Dağa sığınırım, beni sudan kurtarır.’ deyince, Nuh: ‘Bugün Allah’ın buyruğundan O’nun acıdıkları dışında kurtulacak yoktur.’ dedi. Aralarına dalga girdi, oğlu da boğulanlara karıştı.”8 İnkârcı oğul, helâkin sudan olacağını sandı; oysa helâk edici Yüce Allah’tı. Yine o, kurtuluşun dağa sığınmakla olacağını düşündü; oysa asıl kurtarıcı Yüce Mevlâ idi. İnkârcı evlat, aklına ve kendi gücüne güvendi. Oysa iman olmadan akıl tek başına yetmezdi, Yüce Yaratıcı’nın gücü karşısında hiçbir güç duramazdı. “Nuh Rabbine seslendi: ‘Rabbim! Oğlum benim ailemdendi. Doğrusu Senin va’din haktır. Sen hükmedenlerin en iyi hükmedenisin.’ dedi. Allah: ‘Ey Nuh! O senin ailenden sayılmaz; çünkü kötü bir iş işlemiştir; öyleyse bilmediğin şeyi Benden isteme. İşte sana öğüt, bilgisizlerden olma.’ dedi. ‘Rabbim! Bilmediğim şeyi Senden istemekten Sana sığınırım. Beni bağışlamaz ve bana merhamet etmezsen kaybedenlerden olurum dedi.”9 8 MART 2015 “Allah, inkâr edenlere, Nuh’un karısıyla Lut’un karısını misâl gösterir: Onlar, kullarımızdan iki iyi kulun nikâhı altında iken onlara karşı hâinlik edip inkârlarını gizlemişlerdi de iki peygamber Allah’tan gelen azâbı onlardan savamamıştı. O iki kadına: ‘Cehenneme girenlerle beraber siz de girin.’ dendi.”10 Görüldüğü üzere âyetlerde Hz. Nûh (a.s.)’ın inanmayan oğlunun ve karısının helâkten kurtulamadıkları anlatılmaktadır. Bu, şanlı tarihine, hoca babasına, müftü dedesine güvenip mü’minliğinin ve Müslümanlığının gereklerini yerine getirmeyenler için iyi bir derstir. Nitekim Peygamberimiz, “Önce en yakın akrabanı uyar.”11 âyeti indikten sonra yakınlarına hitaben şu uyarıyı yapmıştır: “Ey Kureyşliler! Ey Abd-i Menâf oğulları! Amcacığım Abbas! Nefislerinizi satın, Allah’a, O’ndan gelebilecek şeylere karşı nefislerinizi koruma altına alın. Cehennem azâbına karşı tedbirinizi alın. Rabbimden size gelebilecek herhangi bir şeye karşı ben bir şey yapamam. Halacığım Safiyye! Rabbimden sana gelebilecek herhangi bir şeye karşı ben bir şey yapamam. Kızcağızım Fatıma! Malımdan dilediğini iste sana vereyim. Rabbimden sana gelebilecek herhangi bir şeye karşı ben bir şey yapamam.”12 Peygamberimiz, inkârcı İslâm düşmanı öz amcası Ebû Leheb hakkında, “O’nunla benim aramda herhangi bir akrabalık bağı kalmamıştır.” buyurarak asıl yakınlığın tevhîd yakınlığı, asıl ve kalıcı bağın din bağı olduğunu vurgulamıştır. Saâdet Çağı’ndaki şu hadise de meşhurdur: Peygamberimiz döneminde, Mahzumoğulları Kabîlesi’ne mensup soylu bir kadın hırsızlık yapmış ve suçu sâbit olmuş, elinin kesilmesine karar verilmişti. Kadının kabîlesinden olan bazı kişiler, kadının elinin kesilmemesi için Peygamberimiz’e mürâcaat etmeye karar verirler. Ancak doğrudan ona bir şey söylemeye cesâret edemedikleri için, Peygamberimiz’in çok sevdiği, oğlu gibi gördüğü Zeyd b. Sâbit’in oğlu Üsame’yi araya koyarlar. Sevgilinin Sevgilisi unvanına sahip olan Hz. Üsame, durumu Peygamberimiz’e arz eder. Olay karşısında Peygamberimiz’in tavrı çok sert ve nettir: “Sen kötülükleri önlemek üzere Allah’ın koymuş olduğu cezâlardan bir cezânın affı hakkında mı benimle konuşuyorsun?! Sizden önceki insanları helâk eden, ancak, onların içlerinden şerefli ve soylu birisi hırsızlık ettiği zaman onu cezâsız bırakmaları, içlerinden fakir ve zayıf biri hırsızlık edince de onun hakkında cezâ uygulamaları idi. Vallâhî, hırsızlığı sâbit olan Mahzum kabilesinden Fatıma değil, kızım Fatıma bile olsa, ayrım yapmaz ve cezâsını verirdim!” Sonra da emretti, o kadının eli kesildi. Bunun üzerine, kadın güzelce tevbe etti ve evlendi.13 Bu kararlı duruşuyla Peygamberimiz, suçu sâbit olan ve cezâsı kesinleşmiş olan bir kimsenin cezâsını çekmesinin gereğine işaret buyurmuştur. Demek ki, güzel insanlara yakın olmak, tek başına onları dünya ve âhiret azâbından kurtarmaya yetmemektedir. Önemli olan insanın sâlihlerden olması, yakını olduğu güzel insanların izinde gitmesidir. Zaten Hz. Âdem (a.s.)’in evlatları olarak bütün insanlar sonuçta peygamber çocukları değil midir? Dipnot * Prof. Dr. Ali AKPINAR 1. 2. 3. 4. 5. 6. 7. 8. 9. 10. 11. 12. 13. 71/Nûh, 1-3. 71/Nûh, 13-14. 71/Nûh, 26-27. 29/Ankebût, 14. Bkz. 7/59-64, 10/71-73, 11/25-49, 23/23-30, 26/105- 122, 29/14-15, 37/75-82, 54/16, 71/1-28 71/Nûh, 23-24. 39/Zümer, 3. 11/Hûd, 42-43. 11/Hûd, 45-47. 66/Tahrîm, 10. 26/Şuarâ, 214. İbnü’l-Cevzî, Zâdü’l-Mesîr; İbn Kesîr, Tefsîr. M. Asım Köksal, İslam Tarihi, VI/477-478. somuncubaba 9 GÜZEL İSİMLER / Ramazan ALTINTAŞ* bitkiler yapraklarını döker. Bütün bir tabiat kupkuru ve simsiyah bir hale dönüşür. İnsan hayatı da böyledir. Normal şartlarda her insanın hayatı, dört mevsime benzer. Çocukluk, insanın baharı; gençlik, yazı; yetişkinlik, sonbaharı; yaşlılık ise kışı gibidir. Acaba hangi kudret, yaşlanmayı önleyebilir? Hangi kudret, ölümün bizzat kendisini sonlandırabilir? Kendisine hiçbir şey mümtenî olmayan, şiddet ve kuvvet ile hiç kimsenin kendisine karşı çıkamayacağı tam kudret sahibi olan: El-Muktedir Arapçada kadr kökünden türemiş olan ve “iktidar sahibi” anlamına gelen muktedirin mânâsı “el-Kadîr” isminin mânâsına yakındır. Mânâ bakımından ziyâdeliğe delâlet eder. Yüce Allah’ın en güzel isimleri arasında yer alan El-Muktedir, kendisine hiçbir şey mümtenî olmayan, şiddet ve kuvvet ile hiç kimsenin kendisine karşı çıkamayacağı tam kudret sahibi demektir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de geçen bir âyette şöyle buyrulur: “Onlara dünya hayatının örneğini ver. (Dünya hayatı), gökten indirdiğimiz yağmur gibidir ki, onun sebebiyle yeryüzünün bitkileri boy ve- 10 MART 2015 rip birbirine karışırlar. Fakat bütün bu canlılık sonunda rüzgârın savurduğu kuru bir çerçöpe döner. Allah her şey üzerinde kudretsahibidir/ muktedir.”1 Gerçekten de Böyle Değil midir? Meselâ, mevsimlerin ve iklimlerin oluşumu bunun en güzel örneğidir. İlkbahar geldiği zaman, ölü olan tabiatta bir diriliş yaşanır. Bir takım bitkiler, meyveler ve sebzeler, yaz aylarında ürün verirler. Havaların ısı ve ışığının değişimine bağlı olarak sonbaharla birlikte tabiatta bulunan bitki yapısının kâhir ekseriyeti sararıp solmaya başlar. Kış aylarıyla birlikte Bütün bu değişimleri ancak el-Muktedir olan Yüce Allah gerçekleştirebilir. Bu sebeple Kur’an’da geçen birçok âyette, kevnî âyetlere ve insanın durumuna dikkatlerimiz çekilir. Amaç, insanın, el-Muktedir olan Rabb’ini tanıması, aklını başına alması ve ona göre bir hayat yaşaması içindir. Yüce Allah’ın Kahredici Gücü Karşısında Hiçbir Fâni Duramaz Her insan şu hakikati bilmelidir. Asla mağlup olmayan, aksine dâimâ egemen ve güçlü olan, ortağı ve benzeri bulunmayan tek varlık Cenâb-ı Hak’tır. O, Kâdir-i mutlaktır. Gerek mülk ve saltanatında ve gerekse melekûtunda kendisine gâlip gelecek hiçbir güç yoktur. Bütün güçler O’nun kudreti karşısında izâfîdir, itibârîdir. O, kendisi mağlup edilemeyen fakat mağlup edendir. Bütün izzet, şeref ve onur sadece ve sadece O’na aittir. O’na inanan kimseler, onur ve şeref kazanırlar. Bu sebeple Yüce Allah’ın, kendisi hakkında “Azîz ve Muktedir” isimlerini birlikte kullanması anlamlıdır. Çünkü O’nun mülkünde hiçbir şey O’na galip gelemez. Nitekim şu âyette, Allah’ın gücünün ziyâdeliğini ihtivâ eden “Azîz Muktedir” isimlerinin birlikte kullanılması çok anlamlıdır: “Bütün âyetlerimizi yalanladılar. Biz de onları mutlak güç ve iktidar sahibinin yakalaması gibi yakaladık.”2 Yüce Allah’ın bu mesajı, bize, Lût (a.s.)’ın ve Fir’avun hânedânının uyarıcılar karşısında, olumsuz tavırlar takınmalarından dolayı kahredildikleri gerçeğini veriyor. İlâhî yasalara göre, uyarı ve bilgilendirme yapılmadan toplumlar sorumlu tutulmuyor. Sorumluluğun iki şartından birisi, bilgilendirilme, diğeri de özgür irâde sahibi kılınmadır. Yukarıdaki âyette de geçtiği gibi, özgür irâdeye sahip olan Lût (a.s.)’ın kavmi ve Fir’avun hânedânı bilgilendirildikten sonra, inkâr etmeleri sebebiyle helâk edilmişlerdir. Çünkü onlar, başta Yüce Allah olmak üzere, O’nun peygamberleri vâsıtasıyla göndermiş olduğu vahyi yalanlamışlardır. Bir de onlar, âciz ve nâkıslıklarını unutup güçlerini “Azîz ve Muktedir” olan Allah’ın gücü karşısında sınamaya kalkınca, yerle yeksân olmuşlardır. Elbette hem mü’minler ve hem de münkirler mutlak güç ve iktidar sahibi olan Yüce Allah’ı iyi bilmeli ve ona göre takdirde bulunmalıdırlar. Yüce Allah, kendisiyle güç sınanacak ya da güç yarıştırılacak bir varlık değildir. O, her türlü yaratılmışlık özelliklerinden soyutlanmıştır. Herkes İlâhî güç karşısında sınırını bilmeli ve kendi sınırlarına çekilmelidir. Âlemlerin Rabbi olan Allah’a karşı taşkınlıkta bulunmak gayretullah’a dokunur, sonu da felaket olur. somuncubaba 11 Dolayısıyla, ölümlü insan, ölümsüz diri olan karşısında kendi sınırları içinde kalmalıdır. Mevlâna Hâlid-i Bağdadî (k.s.) Yüce Allah, görünen ve görünmeyen, bilinen ve bilinmeyen bütün âlemlerin sahibi ve mutlak tasarruf yetkisine sahip olandır: “O, mülkün tek sahibidir.”3 O, aynı zamanda; “Din (âhiret) gününün sahibidir.”4 Kudret, Allah için kullanıldığı zaman, O’nun her türlü âcizlik ve noksanlıktan münezzeh olması; insan için kullanıldığı zaman, yaratılmış bir kudretle fiillerini gerçekleştireceği mânâsına gelir. Baba soyundan Osman, anasındansa Ali Ehl-i beyt onun ceddi, ol Hâlid-i Bağdadî. O olmuş Hakk bülbülü herkesçe belli hâli Gülün dalında öttü, ol Hâlid-i Bağdadî. Kur’an-ı Kerim’de Allahu Teâlâ’nın elMuktedir oluşunun, el-Melik ismiyle birlikte geçmesi, O’nun varlıkta tek tasarruf yetkisine sahip olmasının bir alâmetidir. Nasıl ki O, mülkünde, ortak olmayı isteyen ve O’nunla güç ve kudret yarışına girenleri kahretme gücüne sahipse, aynı şekilde O, Yüce kudret karşısında mütevâzı kulluğu tercih edenleri de envâî nimetlerle donatma kudretine sahiptir. Yüce Allah’tan başka hiçbir varlık, mutlak kudret sahibi değildir. Onun için dinimizde, çocuklar, deliler ve özür sahipleri sorumlu tutulmamıştır. Dinimizde ilâhî teklifin şartı, âkil bâliğ çağına ulaşmak ve istitâat sahibi olmaktır. İnsan, kendisine verilen sınırlı güç sayesinde, iman ve küfür, iyi ve kötü eylemde bulunma özgürlüğüne sahiptir. Eğer böyle olmasaydı, cennet ve cehennemin, iyi ve kötünün, sevap ve cezanın bir anlamı kalmazdı. Bizler ihtiyârî, iradî fillerimizden sorumluyuz. Zaten insan ızdırârî fiillerde, irâde özgürlüğüne sahip değildir. Varlıkta, Mutlak Tasarruf Yetkisi Allah’a Aittir. İsyânın sonu hüsrân, itaatin sonu da gufrân ve niâmdır. Bu sebeple şu âyette, Azîz ve Celîl olan Allah’ın muktedir oluşu, “Melik Muktedir” isimlerinin birlikte kullanılması bu sonuçları çıkarmamızı sağlıyor: “Şüphesiz Allah’a karşı gelmekten sakınanlar cennetlerde, ırmak başlarındadırlar. Muktedir bir hükümdarın katında, doğruluk meclisindedirler.”5 İnsan, elbette bir kudrete sahiptir. Bu hâdis ve nâkıs bir kudrettir. İnsanın gücü ve kudreti sınırlıdır. Sorumluluk, kendisine verilen bu güç ve vüsatladır. Özgür irâde varsa sorumluluk da vardır. Hukukta sorumluluk, toplumsal düzeni sağlamaya yöneliktir. İslâm akâidinde sorumluluk ise, insanın eylemlerinden hareketle itikâdî, ibâdî, ahlâkî ve toplumsal yükümlülükler olarak tanımlanır. Her türlü yaratma eylemi Yüce Allah’a, O’nun yarattıklarını seçme de insana aittir. İnsanları çağırdı dâima doğru yola Hakk’a hizmet kim etse elbet o yansır kula Kur’an-ı rehber etti, sapmadı sağa/sola Okunu doğru attı, ol Hâlid-i Bağdadi. Verdi o fetvâsını muhtar olan kavliyle Maslahatı gözetti Hak’tan yana meyliyle Lisanıyla, fi’liyle; tâvizsiz o tavrıyla Bâtıla karşı setti, ol Hâlid-i Bağdadî. Geride bıraktığı, mânâyı iyi tanı Sû-i zanna meyletme, yaşat sen hüsn-ü zannı Mekke’yi, Medine’yi… Dolaştı Hindistan’ı Şam İl’in mekân tuttu, ol Hâlid-i Bağdadî. Gençlik geldi/gidiyor; aklaştı Kara saçın Nereden, niçin geldin; düşün biraz sen niçin? O uzlete çekildi rûhu pişirmek için Çilehânede yattı, ol Hâlid-i Bağdadî... Hanifi KARA Akıllı bir insan, bugün gücü yetiyorken, her sağlıklı günü fırsata dönüştürmeli, Allah’ın kendisine yüklediği sorumlulukları hakkıyla yerine getirmelidir. Nasıl ki dünyaya gelmek bize rağmense, buradan ayrılmak da bize rağmen olacaktır. Yarın kıyâmet gününde hepimiz muktedir olan Âlemlerin Rabbi huzurunda ferdî olarak hesaba çekileceğiz. O halde, hesap günü gelmeden muhâsebemizi iyi yapalım, Yaradan Rabbimizle muhâsemeye girmeyelim. Muhâsebe eden kazanır, muhâseme eden ise kaybeder. Dipnot * Prof. Dr. Ramazan ALTINTAŞ 1. 2. 3. 4. 5. 18/Kehf, 45. 54/Kamer, 42. 59/Haşr, 23. 1/Fâtiha, 4. 54/Kamer, 54-55. Mevlâna Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri Türbesi 12 MART 2015 somuncubaba 13 ŞEHİR GÜZELLEMESİ / M. Nihat MALKOÇ Huzurdan Kaosa Peygamberler Şehri: Şam-ı Şerif “İslâm’ın kadim şehirlerinin başta gelenlerindendir bugün bir harabeye dön(dürül)en Suriye’nin payitahtı Şam-ı Şerif. Peygamberlere, sahabelere ve evliyalara yurt olan bu kadim topraklar, asırlar boyunca şanlı İslâm medeniyetinin en mühim mekânı olmuştur.” Yeryüzündeki bütün mekânlar aynı değerde değildir. Mekânlar orada var olanların değeriyle değerlenir. Eskilerimiz bunu “Şerefü’l mekân bi’l-mekin/Bir yerin, makamın şerefi orada oturan insanlardan neşet eder.” ifadesiyle dillendirmişlerdir. Bugün “Mekke-i Mükerreme”, “Medine-i Münevvere”, “Beytü’l Makdis/ Kudüs” terkipleri bu şehirlerin ehemmiyetini dile getirir. İşte öyle de yeryüzünün dördüncü mukaddes beldesi Şam-ı Şerif’tir. İslâm’ın kadim şehirlerinin başta gelenlerindendir bugün bir harabeye dön(dürül)en Suriye’nin payitahtı Şam-ı Şerif. Peygamberlere, sahabelere ve evliyalara yurt olan bu kadim topraklar, asırlar boyunca şanlı İslâm medeniyetinin en mühim mekânı olmuştur. Yeryüzünün ilk şehidi Habil’in, Yahya Peygamber’in, Zekeriya Peygamber’in, Bilal-i Habeşî’nin, Endülüs Fatihi Tarık bin Ziyad’ın, Kudüs Fatihi Selahaddin-i Eyyubî’nin, Sultan Nureddin Mahmut Zengî’nin, İmam Gazalî’nin, İmam Buharî’nin, Mevlâna Celaleddin-i Rumî’nin, büyük hadis ravilerinden Ebu Hureyre’nin, Ebu’d-Derda Hazretleri’nin, Hızır (a.s.)’ın, Akşemseddin’in, yurdundan sürgün edilen Sultan Vahdeddin’in, Muhyiddin Arabî’nin, Mevlâna Halid-i Bağdadî’nin, Kerbelâ şehitlerinin, Rasûlullah’ın eşlerinin, Peygamber torunu Hz. Hüseyin’in şereflendirdiği müstesna bir şehirdir Şam-ı Şerif… 634 senesinde Halid bin Velid kumandasındaki İslâm orduları tarafından fethedilen Dımaşk/Şam, daha sonraki yıllarda Emevî Devleti’nin idare merkezi olmuştur. Şam şehri, Osmanlı’nın ilk halifesi Yavuz Sultan Selim’in Mısır seferi sırasında Osmanlı idaresine geçmiştir. Mülkî ve askerî açıdan doğrudan İstanbul’a bağlı kalan Şam, Osmanlı tarafından imar edilmiştir. Bir zamanlar gıpta ile bakılan bu güzide şehir, Osmanlı devri boyunca bölgenin idarî, askerî, ilmî, kültürel ve ticarî merkezi olma özelliğini sürdürmüştür. Şam-ı Şerif, Suriye’nin bütün renklerinin ve değerlerinin bir arada görülebileceği ender şehirlerden biridir. Burada geleneksel mimariyle modern mimarî iç içedir. Bu şehirde daha düne kadar Müslümanlarla gayri Müslimler huzur ve barış içerisinde dostça yaşıyorlardı. Emeviye Camii Avlusu 14 MART 2015 somuncubaba 15 Şam-ı Şerif’in Kutlu Misafiri: Mevlâna Halid-i Bağdadî (k.s.) Nakşbendî yolunun Halidiye kolu öncüsü olan Mevlâna Halid-i Bağdadî (k.s.) bir Hak ve hakikat yolcusudur. Asıl adı Halid, lâkabı Ziyaüddin, nispet adı Bağdadî’dir. “Mevlâna” onun bir nevi sıfatıdır. Irak’ın Süleymaniye şehrinde dünyaya gelen bu Allah dostu, birçok diyarı dolaşarak irşat faaliyetlerinde bulunmuştur. Daha sonra müritleri ve halifeleriyle Şam’a yerleşmiştir. Nakşiliğin dünyanın dört bir yanına yayılmasında büyük emekleri vardır. Üstün bir ilme, ahlâka ve şahsiyete sahip olan bu büyük zat, henüz yirmi yaşındayken ders vermeye başlamış, birçok talebesi olmuştur. Kendisini çekemeyenler ona birçok iftiralar atmıştır. Mevlâna Halid-i Bağdadî’nin dinî ilimlerdeki engin birikiminin dışında, güçlü bir edebî “Nefs-i emmareden kurtulmanın alâmeti, insanların övmesi ile yermesini eşit görmektir. İnsanların teveccühüne sevinip aramamalarına, etrafınızda dolaşmamalarına üzülmek, basitlik ve anlayışsızlıktır.” “Küfran-ı nimet, kulun nimetten istifade ederken o nimetle meşguliyeti sebebiyle nimet vereni unutmasıdır.” yönü de vardır. Zira Arapça ve Farsça şiirlerinden oluşan bir Divan’ı mevcuttur. Medine-i Münevvere’yi ziyaret ettiğinde Hz. Peygamber (s.a.v.)’e olan bağlılığının tezahürü olan Farsça Kaside-i Muhammediyye’yi okumuştur. Bu şiirin bir kısmında şöyle der: Li me’allah emini, mâ evhâ sır mahremi/Vasfını söyleyemem, izaha zor geliyor Leamrük tahtı şahı, levlâke şehsuvarı/Adalet sahibi Hak seni pek methediyor. Beş tarikattan icazet sahibi olan Mevlâna Halid-i Bağdadî Hazretleri, 1242/1826’da yakalandığı veba hastalığı sebebiyle Şam’da vefat etmiştir. Merhum, Şam’ın kuzeyindeki Kâsiyûn Dağı eteğindeki mekâna defnedilmiştir. Foto: Orhan DURGUT Mevlâna Halid-i Bağdadî’nin birbirinden kıymetli şu nasihatlerini kulaklarımıza küpe etmeliyiz: “Bütün âlem münkiriniz ve düşmanınız olsa veya muhibbiniz ve dostunuz bulunsa bile, murat olandan kıl kadar sapmayınız. Sadece Mahbub-u Hakiki’nin rızasına talip olunuz. Kendiniz için ve size bağlı olanlar için sözde, harekette, dışta, içte Hz. Muhammed (s.a.v.)’in dininde gevşeklik ve tembelliğe cevaz ve imkân vermeyin.” “Tarikat, İslâm’ın buyruklarını yerine getirebilmek içindir. Dinimizin emir ve yasaklarına uymayan bâtın sapıklıktır.” secdegâhlarına. Bu eşsiz mabet geçmişle günümüz arasında bir köprü vazifesi görmektedir. Dünyanın en eski ve en büyük camilerinden biri olan Emeviye Camii, “Şam Ulu Camii” ve “Ümeyye Camii” olarak da bilinir. Şam’ın en önemli İslâm eserlerinden biri olan Şam Emeviye Camii, Emevi Halifesi Velit b. Abdulmelik tarafından 715 yılında inşa edilmiştir. Bu güzel caminin mozaikleri, minareleri ve süslü kapıları görülmeye değerdir. Caminin içinde dört mezhebe (Hanefî, Şafiî, Malikî, Hanbelî) tahsis edilmiş dört mihrap ve dört minber mevcuttur. Caminin üç minaresi ve dört ana kapısı bulunmaktadır. İslâm dünyasının ayakta kalabilen en eski mabetlerinden biri olan Emeviye Camii’nin heybetli ve gösterişli üç minaresi vardır. Dikdörtgen şeklinde inşa edilen caminin eni 137 “Kendini hiçbir hayır yapmamış kabul et. Niyet, ibadetin ruhudur. Niyet de ancak ihlâsla muteber olur. Kendini her hayırda iflâs etmiş kabul etsen de, Allahu Teâlâ’nın rahmetinden ümidini kesme.” Şam-ı Şerif’in Tapusu: Emeviye Camii ve Osmanlı Eserleri Şam-ı Şerif’in simgelerinden biridir tarihî Emeviye Camii. Şam Kalesi’nin yanında bulunan bu görkemli mabet, nice zamanlara tanıklık etmiştir. Nice mübarek alınlar değmiştir Hz. Yahya (a.s.)’nın türbesi Foto: Orhan DURGUT Mevlâna Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri Türbesi Emeviye Camii Genel Görünüm somuncubaba 17 16 MART 2015 İmam-ı Rabbânî Hz. Türbesi Cuma Mescidi metre, yüksekliği ise 37 metredir. Caminin önünde üç, yanında iki katlı revaklarla çevrili büyük bir avlu yer alır. Caminin süslenmesinde İran, Hindistan, Mağrip ve değişik devletlerden bini aşkın ünlü usta ve sanatçı çalıştırılmıştır. Mabedin uhrevî bir havası vardır. Emeviye Camii’nin namaz kılınan iç mekânında Hz. Yahya (a.s.)’nın türbesi vardır. Kerbela’da şehid edilen Hz. Hüseyin (r.a.)’in kesik başının burada bir süre sergilendiği ve bu yere defnedildiği rivayet edilmektedir. Mehmet Akif’in Çanakkale Şehitleri şiirinde “Şarkın en sevgili sultanı” olarak nitelediği, İslâm tarihinin büyük kahramanlarından, Kudüs’ün ikinci fatihi Selâhaddin Eyyûbî’nin türbesi de bu tarihî caminin avlusunun dışında yer almaktadır. Mescidü’l-Haram, Mescidü’n-Nebi ve Mescid-i Aksa’dan sonra İslâm’ın dördüncü kutsal mabedi olarak kabul edilen Emeviye Camii, tarih içinde birçok badirelerden geçerek günümüze sapasağlam ulaşmıştır. Cami, Moğollar tarafından talan edilmiş; depremlerde hasar görmüş ve 19. yüzyılda büyük bir yangının kurbanı olmuştur. Emeviye Camii, ezanın koroyla okunduğu tek İslâm mabedidir. Burası İmam Gazalî’nin, İhya-u Ulûmi’d-Din’i yazdığı yerdir. 403 sene boyunca Osmanlı Devleti’nin insanî atmosferinde ve hâkimiyetinde kalan bu kadim topraklarda ecdadımızın kutlu şefkat izlerini takip etmek mümkündür. Osmanlı eserlerinden biri olan ve Sultan İkinci Abdülhamit tarafından yaptırılan Hamidiye Çarşısı, büyülü atmosferiyle bugün de Şam’ın (Eski şehrin) önemli ziyaret yerlerindendir. Osmanlı’nın bu topraklara hediyesi olan bu çarşı İstanbul’daki Kapalıçarşı’ya benzemektedir. Burası karayoluyla hac yapıldığı dönemlerde Türk hacılarının önemli uğrak yerlerinden biriydi. Kanûnî Sultan Süleyman’ın 1554-1559 yıllarında Memluk dönemine ait Kasrü’l-Ablak harabeleri civarında Mimar Sinan’a inşa ettirdiği Süleymaniye Külliyesi, Şam’da bulunan bir başka Osmanlı eseridir. Caminin bahçesinin sağ tarafında özel bir bölümde, San Remo’da vefat ettikten sonra buraya defnedilen son Osmanlı padişahı, 115. İslâm halifesi mazlum ve mağdur vatan sevdalısı Sultan Vahdettin’in mezarı bulanmaktadır. Suriye’yi Osmanlı topraklarına katan Osmanlı’nın ilk halifesi Yavuz Sultan Selim’in inşa ettirdiği Muhyiddîn ibn Arabî ve Selâhaddin Eyyûbî Türbeleri, Şam’daki diğer Osmanlı eserlerindendir. Hicaz Demiryolu, II. Abdülhamit’in 1900-1908 yıllarında Şam ile Medine arasında inşa ettirdiği bir başka Osmanlı eseridir. Bu demiryolu Şam’dan geçmektedir. Selâhaddin Eyyûbî 18 MART 2015 Şam Deyip de Geçmemek Lâzım; Zira Şam-ı Şerif, İslâm’ın kadim topraklarından biridir. Burası hak ve hakikat mücadelesine sahne olan müstesna toprak parçalarından biridir. Hz. Süleyman (a.s.)’ın Yemen Melikesi Belkıs’ı imana davet ettiği ve Allah’ın inayetiyle ona Neml Suresi’nde anlatılan taht mucizesini gösterdiği yerdir Şam-ı Şerif. Biri amcası Ebu Talip’le olmak üzere Rasûl-i Ekrem Efendimiz’in iki kez ziyaret edip şereflendirdiği kutlu bir şehirdir Şam-ı Şerif. Nice Allah dostları bu şehrin munis havasını teneffüs etti; ekmeğini yedi; suyunu içti. Burada Hakk’ı ve hakikati yüceltti. Konya’mızı şereflendiren Mevlâna Celaleddin-i Rûmî de uzun yıllar boyunca bu şehirde ilim tahsil etti. Onu belki de bu topraklar Mevlâna yaptı. Bazı şehirler insan gibidir. Bir bedeni, bir de ruhu vardır. Mekke-i Mükerreme, Medine-i Münevvere, Kudüs bunlardan birkaçıdır. Şam-ı Şerif de ruhu olan müstesna şehirlerin başında gelir. Onun ruhu, İslâm’ın çağlara zindelik veren tevhid ruhudur. Mamur Şehrin İntiharı Yahut Taş Üstünde Taş Bırakmamak Uzun seneler boyunca Osmanlı’nın bir eyaleti olan bu şehir, bir huzur ve sükûn beldesiydi. Osmanlı, İstanbul ile Şam arasında kardeşlik köprüleri kurmuştu. Düne kadar farklı ırk ve farklı inançlardaki insanların bir arada yaşadığı dostluk ve kardeşlik beldesiydi burası. Tarihî zenginliklerini ve emsalsiz güzelliklerini izah etmeye çalıştığımız Suriye’de bugün kapkara bir tabloyla karşı karşıyayız. 2011 senesinde başlayan iç savaş (bazılarına göre devrim, bazılarına göre isyan), bir zamanlar bir masal diyarını çağrıştıran bu güzel ülkeyi harabeye döndürmüş durumdadır. “Arap Baharı” olarak nitelendirilen ve Ortadoğu’yu kaosa sürükleyen protest hareketin bir parçası olan Suriye’deki iç savaş, köklü bir medeniyete sahne olan ülkeyi bahardan çok, kışa döndürmüştür. Yüzbinlerce kişi bu korkunç savaşta hayatını kaybetmiş, milyonlarca insan da cehennemi andıran bu iç savaştan kaçarak, başta Türkiye olmak üzere değişik ülkelere sığınmıştır. Çocuklar babasız kalmış, birçok yuva dağılmıştır. Katil Kabil’in kardeşi mazlum Habil’i katlettiği bu şehirde bugün geçmişe dair hiçbir iz yok. Her taraf kan ve barut kokuyor. Modern çağın ırkçı ve ulusçu Kabilleri kuşatmış bu toprakları. Uzaktan kumandalarıyla idare ediyorlar İslâm’ın haremini. Kardeşi kardeşe düşürmüşler bu asi çağda. İdrakleri zorlayan desiselerle zulümde sınır tanımıyorlar. Suriye’deki iç savaş ne yazık ki ülkedeki tarihî mirasa da çok büyük zarar vermektedir. Günümüzde Suriye’de kelimenin tam anlamıyla bir trajedi yaşanmaktadır. Kimin kimin yanında yer aldığı, kimin ne yaptığı belli değildir. Yani tam bir kaos yaşanmaktadır ülkede. Tarihin aynası olan bu kadim topraklar, zalimlerin olmayan insafına bırakılmamalıdır. Taşların taş olmaktan çıkıp adeta ruh elbisesi giydiği Ümeyye Mescidi’nin, Ak Minare’nin, Hamidiye Çarşısı’nın, Süleymaniye Camii ve Külliyesi ile Hicaz Demir Yolu’nun bulunduğu, kadim zamanın her dem zindeleştiği mekândır bu kutlu şehir. somuncubaba 19 SÛFİ PERSPEKTİF / Kadir ÖZKÖSE* Kadere İman Her Türlü Keder ve Hüznü Giderir Akacak kan damarda durmaz, takdîr-i ilâhîye engel olunmaz. Zira altı olur, yedi olur, hep Allah’ın dediği olur. Allah, bir kapıyı kaparsa bin kapıyı açar. Diğer yandan kazâ gelmez kula, kul azmayınca; belâ gelmez kula Hak yazmayınca. Çünkü takdîrle yazılan tedbirle bozulmaz. İnsan Fiillerinin Yaratıcısı Allah’tır Kur’ân âyetlerini okuduğumuzda sık sık Allah’ın hükümranlığı, kulun acziyeti vurgulanır. Şöyle ki: “(Rasûlüm!) De ki: ‘Göklerin ve yerin Rabbi kimdir?’ De ki: ‘Allah’tır.’ O halde de ki: ‘O’nu bırakıp da kendilerine fayda ya da zarar verme gücüne sahip olmayan dostlar mı edindiniz?’ De ki: ‘Körle gören bir olur mu hiç? Ya da karanlıklarla aydınlık eşit olur mu?’ Yoksa O’nun yarattığı gibi yaratan ortaklar buldular da bu yaratma onlarca birbirine benzer mi göründü?’ De ki: ‘Allah her şeyi yaratandır. Ve O, birdir, karşı durulamaz güç sahibidir.”1 “Biz, her şeyi bir ölçüye göre yarattık.”2 Allah’ın yaratmasında bozukluk, aksaklık ve eksiklik olmaz. Yaratılan her şey bir mîzân, ölçü ve âhenk içerisinde vücûda gelmiştir. Kozmik dengenin âhengi mikro bağlamda da fiillerimize yansıdığı zaman huzûra ermiş olacağız. Bütün gayretimizle ilâhî ölçüye yaraşır şekilde davranmaya çalışmak zorundayız. Hz. Ömer bir defasında Peygamber Efendimiz’e: “Ey Allah’ın Rasûlü! Amellerimiz konusunda görüşün nedir? Yapılan işler önceden takdîr edilen ve bitirilen bir plana göre mi, yoksa yeni baştan ve doğrudan doğruya insanların yapmaları ile mi vukûa gelmektedir?” diye sorunca, 20 MART 2015 Peygamber Efendimiz: “Önceden takdîr ve tesbît edilen bir plana göre vukûa gelmektedir.” cevabını verir. Hz. Ömer konuşmasının devamında: “O halde buna dayanarak çalışmayı terk mi edelim?” diye sorunca Peygamber Efendimiz: “Çalışın, çünkü herkes kendisi için yaratılan şeye müyesser olur. Bir kimse neyi yapmak için yaratılmışsa o şeyi kolayca yapar.” buyurdu. “Hastalıktan kurtulmak için kendimizi okutuyor ve ilaçla tedâvi oluyoruz. Acaba bunlar Allah’ın kaderini geri çevirir mi?” diye sorulunca, Peygamber Efendimiz de: “Bunlar da Allah’ın kaderindendir.” buyurmuştur.3 Yine Hz. Peygamber (s.a.v.): “Vallahi Allah’a, Allah’ın kaderine hayrın ve şerrin Allah’tan olduğuna inanmadıkça iman etmiş olmazsınız.” buyurmuştur.4 “Gecede ve gündüzde barınan her şey O’nundur. O her şeyi işitendir, bilendir.”5 âyetini tefsir ederken Ebu Bekir Vâsıtî şöyle diyor: “Deprenme ve kıpırdama özelliğine sahip olup da gece ve gündüz sükûn halinde bulunan ve onun için de Allah’ın mülkünden olan bir şeyin bir kimse kendisi için, kendisi ile kendisine ve kendisinden olduğunu iddiâ eder (ve bu şey benimdir, benim sâyemde vardır, neticede bana ait olacaktır, benden olmuştur, derse) ilâhî kuvvetle çekişmiş ve Allah’ın izzetini zayıf görmüş olur.”6 somuncubaba 21 Kazâ ve Kader İnancının Mezheplerce Siyâsî Tartışma Boyutuna Taşınması Mezheplerin teşekkülünde kazâ ve kader inancının önemli bir etken olduğu görülmektedir. Kazâ ve kader inancı kimi mezhepler tarafından inanç konusundan çok siyâsî tartışma zeminine çekilmiştir. “İşlediği fiillerde kulun rolü nedir? Kulun fiillerinde Allah’ın dahli var mıdır? İrâde ve mes’ûliyet hangi düzeydedir?” gibi sorular siyasal bağlamda cevaplandırılmaya çalışılmıştır. Kulda ihtiyar ve irâde kabul etmeyenler, ortaya çıkan siyâsî ihtilaflarla bu ihtilafların sonucunda işlenen hareketlerin ve dökülen kanların mes’ûliyetini Allah’a yükleyerek işin içinden çıkmaya çalışmışlardır. Kulda mutlak bir irâde ve ihtiyar kabul edip Allah’ın, her şeyin ne olacağını bilmesinin, kulu, o işi yapmaya zorlamadığını söyleyenlerse bir yandan mes’ûliyetin kula ait olduğunu bildirerek tenkîdi, en dokunulmaz sanılan kişilere kadar teşmîl etmişler, bir yandan da Allah’ı yapılan işlerden tenzîh ederek onu, münâkaşa edilmeyecek derecede kâmil bir adalet sahibi tanımışlar, herkesin, yaptığının karşılığını çekeceğine inanmışlardır. Mûtezile ve Şîa, bu inancı benim- seyenlerdir. Sünnîlerse kulda cüz’î bir irâde olduğunu, bu irâdeyi kulun hayra yahut şerre sarf etmesi üzerine Allah’ın hayır ve şerri yarattığını kabul etmek suretiyle ortalama bir yol tutmakla beraber kulda ihtiyar ve irâde kabul etmeyenlere, yani Cebrîlere yaklaşmışlardır.7 Kaderiyye ve Cebriyye sarkacında kemikleşen kazâ ve kader tartışmalarının yoğun olarak yaşandığı bir dönemde Emevî halîfesi Abdulmelik b. Mervân, Hasan-ı Basrî (ö. 110/728)’den kader ve cebr ile ilgili bilgi istemiş, bunun üzerine Hasan-ı Basrî de ona hitâben bir risâle yazmıştır. Hasan-ı Basrî’ye nisbet edilen bu risâle Emevi iktidarının Cebriyeci tavrına reddiye niteliği taşıdığı görülmektedir.8 Allah’ın Kaderine Kaçıyoruz Siyâsî zemine taşınan bu tartışmaların ötesinde teklif ile irâde arasında bir denge ortaya koyan Kur’an, kulun sorumluluklarıyla irâdesini bir bütün olarak ele almamızı istemektedir. Yaratma eylemi Allah’a mahsustur. Mevcûdâtın her biri ilâhî kader dairesi içerisinde mevcûdiyetini devam ettirir. Zira Allah (c.c.) şöyle buyurmaktadır: “Kadere iman hayır ve şerri Allah’tan bilmektir. Yoksa kulun robotlaşması değildir. Kadere iman kulun tercihini yok saymak değildir. Kadere iman kulun irâdesini devre dışı bırakmak değildir. ” “Yeryüzünde vukû bulan ve sizin başınıza gelen herhangi bir musîbet yoktur ki, Biz onu yaratmadan önce, o bir kitapta yazılmış olmasın. Şüphesiz bu Allah’a göre kolaydır.”9 Allah’ı hesap etmeden gerçekleşen her eylem beyhûdedir. Kudret-i Huda’nın kontrolünde hayatiyet kesbetmek huzur kaynağıdır. Bu bağlamda Peygamber Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır: “Kadere îmân etmek, her türlü keder ve hüznü giderir.”10 Kadere iman hayır ve şerri Allah’tan bilmektir. Yoksa kulun robotlaşması değildir. Kadere iman kulun tercihini yok saymak değildir. Kadere iman kulun irâdesini devre dışı bırakmak değildir. Kadere iman kulun sorumluluğu Allah’ın üzerine atması hiç değildir. Kadere imanla kul tedbîri, tercîhi ve irâdesini devre dışı bırakacak değildir. Hz. Ömer’in konuya ilişkin şu değerlendirmesi oldukça câlib-i dikkattir. Hz. Ömer (r.a.), bir yolculuktayken, gitmek üzere oldukları Şam’da salgın hastalık zuhûr ettiğini haber alınca gerekli istişâreler neticesinde Şam’a gitmekten vazgeçmiştir. Aslında Cenâb-ı Hakk’ın ve Peygamber Efendimiz’in emrine daha muvâfık olan bu ihtiyat ve tedbir karşısında sahâbeden Ebû Ubeyde bin Cerrah (r.a.), Hz. Ömer (r.a.)’a: “Allah’ın kaderinden mi kaçıyorsun?” diye sormuş, Hz. Ömer (r.a.) ise, o âlim ve fâzıl sahâbîden böyle bir suâli beklemediği için: “Keşke bunu senden başkası söyleseydi ey Ebû Ubeyde! Evet, Allah’ın kaderinden, yine Allah’ın kaderine kaçıyoruz. Ne dersin, senin develerin olsa da bir tarafı verimli, diğer tarafı çorak bir vâdide inseler ve sen verimli yerde otlatsan Allah’ın kaderiyle otlatmış; çorak yerde otlatsan yine Allah’ın kaderiyle otlatmış olmaz mıydın?”11 İlâhî kader programını yok saymak seküler zihniyete dâvetiye çıkarmaktır. Allah’ın ilmi her 22 MART 2015 şeyi kuşatmıştır. Allah’ın ilmi zaman ve mekân kaydından uzaktır. Olmuş ve olacak her şey Allah’ın ilminde sabittir. Her şey takdîr-i ilâhîye uygun bir şekilde cereyan etmektedir. Peygamber Efendimiz’in şu evrensel mesajını gözümüzden ırak tutmamamız gerekmektedir: “Sizden birinizin yaratılışının başlangıcı, annesinin karnında kırk günde derlenir toplanır. Sonra ikinci kırk günlük süre içinde pıhtı hâline döner. Sonra da bir o kadar zaman içinde bir parça et olur. Daha sonra Allah bir melek gönderir ve melek, ona ruh üfler. Bu melek dört şeyle; anne rahmindeki canlının rızkını, ecelini, amelini, iyi biri mi, yoksa kötü biri mi olacağını yazmakla emrolunur.”12 Kader Sırrını Tefekkür Üstat Necip Fâzıl Kısakürek kader sırrını tefekkür gerçeğini şu misallerle özetlemektedir: “… Meselâ bir gün Eminönü Meydanı’nda bir otomobil, bir adamı çiğner. Hâdiseden on dakika evveline gidelim. Adam, meselâ Gülhâne Parkı’nın önündedir. Otomobil de faraza Taksim’den geliyor. Manzarayı görüyor musunuz? Geliyor! Bin otomobil içinde bir otomobil ve yüz bin adam içinde bir adam. Ne adam çiğneneceğini bilir; ne de otomobil çiğneyeceğini… İkisi de bir sürü tesâdüflerle (!) bilmeden birbirine doğru yaklaşırlar. Meselâ adam bir dükkânın önünde durur. Bir kutu kibrit alır. Bir-iki adım atar. Bir arkadaşıyla konuşur. Bir vitrini seyreder. Bu mâsum hareketlerin bile birkaç dakika sonra kopacak fâciada hisseleri vardır. Bütün bu hâdiseler, birbirine esrarlı bir şekilde geçe geçe nihâyet o fâcia ânını doğururlar. O an, gâyet basit bir son sebebe dayanır. Bir dalgınlık, bir bilgisizlik, şu, bu… Tesâdüflerin (!) kim bilir nasıl ve nereden idâre edilen son derece girift ve içinden çıkılmaz bir riyâziyesi/hesâbı vardır.”13 İşte bunun gibi hayattaki hâdiseleri lâyıkıyla tefekkür edebilen bir insan, kâinât sahnesinde sergilenen sonsuz sayıdaki senaryoların, ilâhî bir kalemin çizgileri istikâmetinde zuhûra geldiğine inanmaktan kendini alamaz.14 somuncubaba 23 “Bu da Geçer ya Hû!” ile Mukadderatı Kabulleniş Üstadın piyesinde üzerinde durduğu kimi sebeplerin yol açtığı gerçeklikler kimi zaman bizim irâdemizi de aşan durumlardır. Cüz’î irâdemizin küllî irâdeye muvâfık olması kazanımlarımızın göstergesidir. Hayatın her karesinde küllî irâdeyi hesap ederek yaşayanlar engin bir huzura dalarlar. Kadere imanla kulun Hakk’a teslîmiyetinin zirve yaptığına vurgu yapan Kemal Sayar, Batılılarla Müslümanların hayata bakış farklılıklarını kader inancı bağlamında şöyle izah etmektedir: “Kader programı yanında öngörülebilirlik o kadar zayıf bir terim, o kadar etkisiz bir ifade biçimidir ki, tartışmak bile nâfile. Ne kadar hesap ederseniz edin, ne kadar yatırım yaparsanız yapın ilâhî takdîre muvâfık olmadıkça sonuç almanız nâfiledir. Hepimiz meçhuller dehlizinde yaşam sürüyoruz. Kimse yarınından emin değil. Batı insanı belirsizliğe tahammül edemediği için cinnet geçirirken, yaşanan acı ve tatlı serencâma tatlı bir tebessümle nazar eden Müslümanlar âsûde kalmanın tadını çıkarmaktadır. Zira Müslümanların belirsizliğe tahammülü Batılı insanlara göre daha fazladır. Bu yönüy- le Doğu ve İslâm toplumlarının, ‘Bu da geçer yâ Hû!’ anlayışında cisimleşen, keder ve ıstırâbın uçuculuğunu imgeleyen, dünyanın yerleşmek için heveslenilecek bir yer olmadığını, dolayısıyla da onun derdiyle sermest olmamayı öğütleyen yaklaşımı oldukça mânîdârdır. İslâm medeniyetinde ibnü’l-vakt olmak, zamanın seyrini seyre dalmak esastır. Başa gelen her musîbet, karşılaşılan her zorluk, mâruz kalınan her menfî durum Allah’a teslîmiyetle aşılır ancak. ‘Bu da geçer ya Hû!’ diyebildiğimiz anda hayat bizler için kesintiye uğramaz. ‘Bu da geçer ya Hû!’ diyebildiğimizde hayatın bir ırmak gibi kimileyin usul usul, kimileyin çağıl çağıl akacağını peşinen kabulleniriz. Süreklilik duygusunun hayatlarınızda taşıdığı önem azalır. Hayat ve ölümün birbirine akmaya yazgılı iki ırmak olduğu bir yerde, niye kesinti olsun ki? Hem hayatın kaoslarında da derin anlamlar gizli olabilir. Hastalık bize ötelerden bir bildiri getirebilir. Bizi yakıp yıkacağını sandığımız felâketler birer esenlik bildirisine dönüşerek hayatımıza daha önce tatmadığımız anlamlar katabilir. Dert molasında eğleşmeye lüzum yok. Kervan yürüyor. Hayat devam ediyor. ‘Bu da geçer.’ Bu kısacık cümle, hayat hakkında bambaşka bir oluşu, bambaşka bir duruşu ifade ediyor.”15 “Lûtfun da hoş, kahrın da hoş.” fehvâsınca olanlara doğal bir bakış açısı sergileyen Müslümanın geçmişle avunması, gelecek kaygısı, elindekilerle avunması ve sahip olmadıklarından ötürü hayıflanması imanıyla bağdaşmaz. Onun kitabında keşke sözcüğüne yer verilmez. Çünkü Peygamber Efendimiz bizlere şu şaşmaz ölçüleri öngörmüştür: “Kuvvetli mü’min, (Allah katında) zayıf mü’minden daha hayırlı ve daha sevimlidir. (Bununla beraber) her ikisinde de hayır vardır. Sen, sana yararlı olan şeyi elde etmeye çalış. Allah’tan yardım dile ve aslâ acz gösterme. Başına bir şey gelirse, ‘Şöyle yapsaydım, böyle olurdu.’ diye hayıflanıp durma. ‘Allah’ın takdîri bu, O, ne dilerse yapar.’ de. Zira ‘Eğer şöyle yapsaydım.’ sözü şeytanı memnun edecek işlerin kapısını açar.”16 İlâhî kaderden kaçış mü’mine yakışmaz. Her türlü tedbîri almakla yükümlü olsa da mü’min Allah’ın yed-i emînine kendini teslim eder. Konunun en bâriz örneği Hz. Ali Efendimiz’dir. Amr b. Ebû Cündeb anlatmaktadır: “Sıffîn’de Saîd b. Kays’ın yanında oturuyorduk. Karanlığın yeni bastığı bir sırada Hz. Ali (r.a.) asasına dayanmış bir halde yanımıza geldi. Bu durumu gören Saîd: ‘Gelen mü’minlerin emîri midir?’ diye sordu. Hz. Ali: ‘Evet’ diye cevap verince: ‘Birinin sana suikast yapmasından korkmuyor musun?’ dedi. Hz. Ali şöyle cevap verdi: “Hiç kimse yoktur ki, kuyuya düşmek, dağdan aşağı yuvarlanmak, taş isâbet etmesi ya da bir hayvanın zarar vermesi gibi durumlardan koruması için yanında Allah’ın görevlendirdiği bir melek olmasın. Ancak kader geldiği zaman, onu kendi kaderiyle baş başa bırakırlar.”17 Özetle kader dediğimiz planın kalın çizgilerini Hz. Allah çizer. O bütün her şeyi kapsayan, zaman ve mekânı kuşatan ilmiyle onu planlar. İnsanın irâdesi, Allah’ın irâdesi karşısında cüz’îdir. Ama bu, “İnsanın yapıp ettiklerinde hiç “Bu da Geçer ya Hû!” 24 MART 2015 gücü yoktur yahut son derece zayıf-sönük bir gücü vardır.” anlamına gelmez. Elbette insan kendisine verilen aklıyla yapıp edeceklerini belirler, tayin eder ve karar verir. Sonra da yine kendini verilen güçle onları bizâtihî kendisi yapar ve sonuçlarına da kendisi katlanır. İnsan kendisine verilen irâde, güç oranında yapıp ettiklerinden sorumludur. Yüce Allah onu, sahip olduğu imkân ve fırsatların ötesinde bir güç ve kudretten dolayı yargılamaz. Dipnot * Prof. Dr. Kadir ÖZKÖSE 1. 2. 3. 4. 5. 6. 13/Ra’d, 16. 54/Kamer, 49. Tirmizî, Tıbb, 22; İbn Mâce, Tıbb, 1; İbn Hanbel, Müsned, III, 16. Tirmizî, Kader, 8. 6/En’âm, 13. Tâcu’l-İslam Ebu Bekir Muhammed el-Kelâbâzî, et-Taarruf li-Mezhebi Ehli’t-Tasavvuf, thk. Mahmud Emin en-Nevevî, el-Mektebetu’l-Ezheriyyetu li’t-Turâs, Kahire 1992, s. 58-60; Doğuş Devrinde Tasavvuf–Ta’arruf-, haz. Süleyman Uludağ, Dergâh Yayınları, II. Baskı, İstanbul 1992, s. 73-75. 7. Abdülbâki Gölpınarlı, Mevlânâ Celâleddîn Hayatı, Eserleri, Felsefesi, İnkılap Kitabevi, 5. Baskı, İstanbul 1999, s. 12-13. 8. Seyfullah Kara, Büyük Selçuklular ve Mezhep Kavgaları, İz Yayıncılık, İstanbul 2007, s. 23. 9. 57/Hadîd, 22. 10. Suyûtî, Câmiu’s-Sağîr, I, 107. 11. Buhârî, Tıb, 30. 12. Buhârî, Bed’ü’l-halk 6, Enbiyâ 1, Kader 1; Müslim, Kader 1. 13. Necip Fazıl Kısakürek, Bir Adam Yaratmak, s. 43. 14. Osman Nûri Topbaş, Son Nefes, Erkam Yay. 15. Kemal Sayar, Merhamet Kalbe Dönüş İçin Son Çağrı, Timaş Yayınları, 8. Baskı, İstanbul 2012, s. 151. 16. Müslim, Kader 34. İbn Mâce, Mukaddime 10. 17. İsmail Hakkı Bursevî, Rûhu’l-Beyân, Erkam Yay., c. IX. somuncubaba 25 TASAVVUF / Abdurrahman MEMİŞ* Mevlâna Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri (k.s.) Nakşbendîyye Tarîkatı’nın 18. yy. da bir kolu olarak teessüs eden Hâlidiyye Tarîkatı’nın kurucusu Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’nin asıl adı, Hâlid b. Hüseyin en-Nakşbendî el-Hâlidî eşŞafii’dir. Irak’ın Şehrezûr beldesine bağlı Karadağ da dünyaya gelmiş “Ziyaüddin” lakabı ve “el-Bağdâdî” nisbesi ile şöhret bulmuştur. Mevlânâ Hâlid Hazretleri’nin kendi eserlerinde ve konu ile ilgili diğer kaynaklarda babasının Hüseyin adında bir zat olduğu isminden anlaşılmaktadır. Hz. Osman (r.a.) neslinden olan Hâlid-i Bağdâdî Şafiî mezhebine mensubtur. İ’tikaden Eş’ari, tarîkaten Nakşî ve meşreben Müceddidi’dir. Mevlânâ Hâlid en-Nakşbendî’nin doğum tarihi ile ilgili olarak değişik tarihler verilir. Ama kendisinin bir ifadesi bu noktada bize ışık tutar. 1826 yılında Şam’da vefat eden Mevlânâ Hâlid’in 1242/1826’da vuku bulan vefatından hemen önce vasiyetini yazdırırken İsmail Gazzi’ye söylediği “Ömrümüz 50’ye ulaşmıştır. 35 senelik farzları ıskat ve kaza ediniz.” şeklindeki sözlerinden doğum tarihinin 1192/1778 olduğu söylenebilir. Mevlânâ Hâlid Hazretleri, 12 Zilkade 1242/1826 Cuma günü akşam ezanı okunurken ruhunu teslim etti. Yıkama, tekfin ve teçhiz işlemlerinden sonra Emeviyye Camii’nde kılınan namazdan sonra cenaze, Kasiyon Dağı’nda bulunan “Tell” tepesine getirildi ve burada tekrar kılınan cenaze namazından sonra defnedildi. İlmî Kişiliği “El-Bağdâdî (k.s.), İslâm’ın öngördüğü çizgiler içinde hizmetini yürütmeye çalışmıştır. Mektup ve tavsiyelerini incelediğimizde talebelerinden öncelikle Kur’an ardından fıkıh ve hadis öğrenmelerini istemiştir.” 26 MART 2015 Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî, küçük yaşta ilim tahsiline başlamış değişik ilim dallarında kendini yetiştirmiş, eserlerinin çoğunu tasavvufa intisab etmeden önce yazmıştır. Medreseleriyle ünlü Karadağ’da dünyaya gelen el-Bağdâdî (k.s.)’nin ilmî bir atmosferde hayatı tanımaya başlaması, okuduğu ilimler, talebeleri, tavsiyeleri tarîkatında ve düşüncelerinde ilmi ön plana çıkararak müridlerinin ilim sahibi olmasını istemesi, ilmî icâzeti olmayana hilâfet verilmemesini vazgeçilmez prensip olarak benimsemesi neticesi Hâlidiyye tarîkatına “İlmiyye sınıfının tarîkatı” pâyesini kazandıran tutumu, ilmî şahsiyetini tanımamıza yardımcı olan hususlardır. El-Bağdâdî (k.s.), İslâm’ın öngördüğü çizgiler içinde hizmetini yürütmeye çalışmıştır. Mektup ve tavsiyelerini incelediğimizde talebelerinden öncelikle Kur’an ardından fıkıh ve hadis öğrenmelerini istemiştir. Aldığı icazetler, katıldığı ilim cemiyetleri, hizmete açtığı medreseler dikkate alındığında hayatı boyunca adeta ilimsiz tasavvufun olmayacağı mesajını bizlere ulaştırmıştır. Disiplin ve samimiyeti anlayışının bir parçası olarak gören el-Bağdâdî, tarîkat içi tutum ve davranışlarında Abdulvehhab es-Sûsî gibi fevri davrananları affetmemiş ve bu tip tavırlara taviz vermemiştir Eserleri, halifelerinin özellikleri ve sohbetlerinde ilmî değerlere önem veren el-Bağdâdî (k.s.)’nin eserlerini Arapça ve Farsça yazmış olması, kendisinin bu dillere hem okutacak hem de eser verecek derecede vâkıf olduğunu gös- somuncubaba 27 terdiği gibi ilmî kudretini isbâta kâfi bir delil olarak düşünülebilir. Tavsiyelerinde “Çeşitli ilim dalları vardır. Onlar çok derindir. Mutlu kişi, ilimlerin en tatlı kaynağını talep edendir. İhlâslı olarak ilimleri yaymakla meşgul olunuz.” buyurması bu konudaki hassâsiyetini göstermektedir. Tasavvufî Kişiliği Mevlânâ Hâlid el-Bağdâdî (k.s.), 1205/1805 yılına kadar tedris faaliyetiyle uğraşmasının ardından hem hac ibâdetini eda etmek, hem de hissettiği mânevî bir boşluğu gidermek için kâmil bir mürşid aramak gayesi ile hacca niyet ederek yola çıktı. Medine’de kaldığı süre içerisinde vaktinin tamamını Mescid-i Nebevî’de geçiren ve salih zatlarla görüşen Bağdâdî Hazretleri bu mukaddes yolculukta kendisini tasavvufa bağlayan hadiseyi şöyle nakletmektedir; “Medine’de bulunduğum bir gün, istikamet ve riyazât sahibi olduğu anlaşılan Yemenli âlim ve âmil bir zatla karşılaştım. Hiç bir şey bilmeyen bir kimsenin bir âlimden nasihat istemesindeki tavrını takınarak bana nasihat etmesini istedim. Bana birçok nasihatte bulundu ve: “Mekke-i Mükerreme’de bulunduğun süre içinde dine ters gibi görünse bile gördüğün hiç bir harekete hemen tepki verip karşı çıkma.” dedi ve gitti. Yanımda bulunanlarla Mekke’ye ulaştım. Yemenli zatın nasihatlerini unutmamaya gayret ediyordum. Bir Cuma günü, mescide ilk gelenlere vaad edilen bir deve kurban eden kimsenin ecri kadar sevaba nail olmak için Mescid-i Haram’a erken geldim. Kâbe’ye karşı oturup Delail-i Şerif okumaya başladım. Bu arada siyah sakallı, sıradan birinin kıyafeti gibi giyinmiş bir adamın sırtını Kâbe’nin duvarına dayayıp yüzünü bana çevirdiğini gördüm. İçimden; ‘Bu adam Kâbe’ye karşı niçin edeb dışı davranıyor.’ diye düşündüm. Fakat o zata hiç bir şey söylemedim. Ben bu hal içinde iken o zat kalkıp yanıma geldi ve bana hitaben; ‘Bilmez misin, Allah katında mü’min olan bir kimseye saygı ve hürmet, Kâbe’ye hürmetten daha büyük ve önemlidir. Yüzümü sana dönmeme niçin itiraz ediyorsun. Medine’de sana yapılan nasihati ne çabuk unuttun.’ dedi. Bunun üzerine onun velî bir zat olduğunu anladım ve hemen ellerine kapandım. Ondan özür dileyerek beni irşad etmesini istedim. Bana hitaben; ‘Senin irşadın bu diyarda değildir.’ deyip eliyle Hindistan tarafını işaret etti. ‘Sana bu yönden işaret gelecektir ve irşadın orada olacaktır.” diyerek sözünü tamamladı. 28 MART 2015 Foto: Orhan DURGUT Mevlâna Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri Türbesi Genel Görünüm Bunun üzerine, beni amaç ve maksadıma ulaştıracak mürşidi, Mekke ve Medine’de bulmaktan ümidimi kestim ve haccın menasikini tamamlayıp Şam’a döndüm.” Hac dönüşü bu mânevî işaretin verdiği müjdenin tahakkukunu beklemek ümidi ile Süleymaniye’ye döndü ve müderrislik görevine devam etti. Şeyh Abdullah ed-Dihlevî halifesi Mirza Rahimullah Muhammed Derviş Azim-abadi’ye görev verip; “Hâlid’e selamımızı ilet, bu tarafa gelsin.” diyerek Süleymaniye’ye gönderdi. Şeyh Mirza Rahimullah Süleymaniye’ye geldi ve “Benim kâmil, âlim, mürşid ve ârif olan Tarîkat-ı Nakşbendîyye’ye mensub, irşad ve sülûkun inceliklerini bilen Muhammedî ahlâka, ilm-i hakikîye sahip bir şeyhim var. Şeyhim senin Cihanabad’a gelmeni istedi ve bu sebeple beni buraya gönderdi. Ben, şeyhimden bir zatın yanına geleceğini ve yanında arzusuna kavuşacağını” söylediğini duydum deyince beklediği zamanın geldiğine inanan el-Bağdâdî, talebelerinin ısrarlarına rağmen, Şeyh Mirza Rahimullah ile birlikte 1224/1809’da Hindistan’a gitti. 1225/1810’da Hindistan’a ulaşan Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri, Şeyh Abdullah edDihlevî’nin hizmetine başlayıp, mânevî terbiyesine girmiş, seyr ü sülûke tabi’ tutularak beş ay gibi kısa bir sürede huzur ve müşahede ehli olarak hocasından icazet almış ve hocası tarafından irşâd görevi ile memleketine gönderilmiştir. Bağdat’a bağlı Medinetü’s-selam kasabasına gelen el-Bağdâdî, 1226/1811’de Süleyman Paşa’nın oğlu Said Paşa’nın vezareti sırasında Bağdat’a gelerek Abdülkadir Geylani’nin zaviyesine yerleşti. Mevlânâ Hâlid (k.s.) zaviyeye yerleşince başta Said Paşa olmak üzere âlimler ve devlet ricali kendisini ziyaret etti. Said Paşa ziyareti sırasında el-Bağdâdî’nin celal ve safvetiyle kendinden geçtiği, şeyhin celali cemale dönünce kendisinden dua talep ettiği belirtilir. Said Paşa nasihat isteyince Mevlânâ Hâlid kendisine şöyle demiştir; “Ey Said! Kıyamet günü herkese dünyada yaptığı amelleri sorulacaktır. Fakat sen yönetici olman dolayısıyla hem kendinden hem de ve- somuncubaba 29 layetin altında bulunan bütün insanlardan he- Bu noktadan hareketle, onun ruhânî latîfeler saba çekileceksin. Bunun için Allah’tan kork ve üzerinde seyr ü sülûk prensibini esas alan azab çekmene vesile olabilecek davranışlardan ve “zikr-i hafî” yi benimseyen Nakşbendîyye uzak dur.” Tarîkatı’nın usûl ve âdâbı çerçevesinde yoğun- Daha sonra El-Bağdâdî (k.s.), Bağdat’tan ayrılarak halife ve müridleri ile Şam’a gitmiştir. Şam’a yerleşen el-Bağdâdî ev ve arazi almış, arazisinin bir kısmını mescid olarak vakfedip Şam’da bulunan harap mescid ve medreseleri de tamir ettirerek ilim ve hikmetin yayılması için çaba göstermiştir. Nakşbendîyye, Kâdiriyye, Kübreviyye, Çeştiyye ve Müceddidiyye tarîkatlarından yaklaşık 36 yaşlarında iken icâzet alan el-Bağdâdî, Hâlidî literatürüne dâir kaleme alınmış eserler- laşan bir tasavvuf ve tarîkat anlayışına sahip olduğu görülür. Önceleri eğitim-öğretim hizmetleri, ilmî çalışmaları ve özellikle kelam, akâid ve fıkıh ilmine dâir kaleme aldığı eserlerle ortaya çıkan ve tarîkat neşri için gönderdiği halifeler sayesinde tarîkatının yayılması ile şöhreti artan el-Bağdâdî’nin, çocukluğundan başlayarak Hindistan’a gidinceye kadar ömrünün 34 yılını ilmî çalışmalara verdiğini söyleyebiliriz. Toplumun Her Kesimini Kucaklayan Bir Tasavvuf Çizgisi de: “İ’tikaden Eş’arî, fıkhî yönden Şâfii, meşreb Beş tarîkattan icâzetli ve bu yönüyle açısından Nakşbendî-Müceddidî” diye tanıtıl- “Câmiu’t-turûk” olan el-Bağdâdî’nin müridleri- maktadır. ne söylediği: “Meşreblerini geniş tutma ve tarîkat ihvânının sürçmelerini görmeme” prensibiyle toplumun her kesimini kucaklayan bir tasavvuf çizgisi üzerinde olduğu söylenebilir. hem halifeler hem de müridlerce benimsenme- Yine; “Kişinin nefsini davranış ve hareketlerinde iflâs etmiş olarak görmemesi cehâletin en son noktasıdır.” diyen el-Bağdâdî’nin halifelerinden, “Hüküm sahibi hiçbir emîrin işlerine girmemeyi, devlet adamları ve hâkimlerin işlerine karışmaktan kaçınmakla beraber, istişârî mâhiyette fikir sorulduğu zaman en doğru sözün söylenmesine gayret ve itinâ gösterilmesini” vazgeçilmez bir prensip olarak istemesi dikkat çekicidir. Şeyhinden aldığı hilâfet ile ayrılırken kendisine son arzusunun ne olduğuna dair yöneltilen bir soruya; Şerîatı neredeyse fıkhî yönüyle anlaması, 30 MART 2015 miştir. Bu anlayışı ise kopukluğun önüne geçip davranış bütünlüğü sağlamaya yöneliktir. ilmi ön planda tutması ile tarîkatına yeni bir anlayış getiren ve ona adeta “İlmiyye sınıfının tarîkatı” vasfını kazandıran el-Bağdâdî, müridlerinden âlim ve hâfızlara hürmet göstermelerini, güçleri nisbetinde Kur’an’la meşgul olmalarını, fıkıh ve hadis ilimleriyle diğer ilimlerden daha fazla ilgilenmelerini, irşâd hizmetlerinin kitab ve sünnet esasları çerçevesinde yürütülmesine hassasiyet göstermelerini istemiştir. Buradan hareketle kendisinin tarîkat hedef- “Din ve dinin kuvvet bulması için dünyayı da isterim.” cevabını veren el-Bağdâdî Hâlidiyye tarîkatının irşâd prensiplerine esas olacak bir noktaya o zaman şu sözleri ile işaret etmiştir: lerine ancak şerîata sıkı sıkıya bağlılıkla ulaşıla- “Çünkü din insanlara dünyada teklif edilmiştir. Dini olmayan bir dünya ve dünyası olmayan bir din düşünülemez. İslâm dini sadece ibâdetler noktasında insanlara teklif getiren bir din değildir. İslâm dini ibâdetler dışında insanın kendisi, ailesi, komşuları ve diğer insanlarla olan hukuku ile ilgili olarak da hükümler koyan bir dindir. yük bir fıkhî eserler koleksiyonunun olması bu Dolayısıyla hiç kimse dini sadece ibâdet olarak algılayamaz. Bir Müslümanın her anı Allah tarafından melekleri vasıtasıyla denetim ve kontrol altında tutulduğundan kişi hayatının her anını dinin emrettiği şekilde organize etmek zorundadır.” Mevlâna Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri Türbesi sini vazgeçilmez bir prensip olarak telakki et- bileceğini kast ettiğini söyleyebiliriz. Kütüphânesinde tasavvufla ilgili eserlerin az olması fakat Şâfii ve Hanefî fıkhına ait büfikrimizi te’yid eder mâhiyettedir. Ayrıca gelişmelerden onun bu fıkhî yönelişinin Bağdad, İstanbul, Şam ve başka yerlerde yüksek dereceli ulemâyı görülmemiş bir ölçüde Hâlidiyye tarîkatına çekmeyi sağlamıştır. Hâlidiyye tarîkatını diğer tarîkatlardan ayıran özelliklerden biri olan ve bir müridin tarîkata girebilmesi için atılması gereken ilk adım olarak belirtilen kâmil bir şeyhle sohbet ve râbıta üzerinde özellikle duran el-Bağdâdî, kerâmet sahibi bir velî olmasına rağmen tarîkatta istikâmetin esas olduğunu belirtmiş ve bu konuda Şam’daki halifesi Ahmet Hatîb Erbîlî’ye yazdığı mektubun- Bunun içindir ki el-Bağdâdî, dünyayı dinin selameti ve sağlıklı olarak yaşanması için talep etmiştir. da; “Allah’tan sizler ve bizler için istikâmetin de- Bir beldede ancak bir halifenin bulunmasına dikkat çeken el-Bağdâdî, gereksiz, faydası olmayacak tefrika ve çekişmelere meydan verilmemesini, İstanbul ve Mekke gibi önemli bölgelerde ise en kıdemli halifeye itaat etmenin hayırlıdır.” diyerek bu konudaki düşüncelerini vamını dileriz. İstikâmeti elde etmeye çaba gösteriniz. Çünkü bir istikamet bin kerâmetten daha ifade etmiştir.1 Dipnot 1. Daha Geniş Bilgi İçin Bkz. Dr. Abdurrahman Memiş, Mevlâna Hâlid-i Bağdâdi Hazretleri, Nasihat Yayınları, Ankara, 2014. somuncubaba 31 SAHABE DÜNYASI / Ali SEYYAR* Hüzün Dolu Hayatı Cömertlikle Haysiyetini Koruyan Peygamber Torunu Hz. Hüseyin Bin Ali (r.a.) Hz. Hüseyin (r.a.), Hicret’in 4 yılında (626) Medine’de dünyaya gelmiştir. Doğduğu zaman Hz. Peygamber (s.a.v.), ağabeyi Hz. Hasan (r.a.)’a yaptığı gibi adını kulağına bizzat ezan okuyarak koydu ve doğumunun yedinci gününde akika kurbanı kestirip kızı Hz. Fatıma (r.anha)’dan saçının ağırlığınca fakirlere gümüş dağıtmasını istedi. Hz. Hüseyin ile Hz. Hasan, ilk iki halife döneminde cereyan eden önemli olaylarda fiilen yer almadılar. Hz. Hüseyin, Halife Hz. Osman (r.a.) zamanında Kufe’den Horasan’a yapılan bir sefere (30/651) ağabeyi ile birlikte katıldı. Halife Hz. Osman’nın evini kuşatan isyancılara karşı, babası Hz. Ali tarafından yine ağabeyi ile birlikte halifeyi korumak ve evine su taşımak üzere görevlendirildi. Babasının halifeliği sırasında Hz. Hüseyin, Kufe’ye giderek onun bütün seferlerine katıldı. Şehadetinden sonra da yine onun vasiyetine uyarak ağabeyine itaat etti. Bu arada ağabeyi Hz. Hasan, Muaviye ile anlaştıktan sonra onunla birlikte Medine’ye geri döndü. Hz. Hasan’ın vefatından (49/669) sonra Hz. Muaviye’nin oğlu Yezid’in hilâfet makamına gelişine kadar (60/680) kendini ibadete vererek, züht ve takvaya dayalı bir hayat sürdürdü. Ancak Hz. Hüseyin, Halife Hz. Muaviye’ye karşı takındığı olumlu tavır, Hicrî 56 (Miladî 676) yılından sonra değişmiştir. Çünkü bu yılda anlaşmalara aykırı olarak Muaviye, kendinden sonra pek güvenilmeyen oğlu Yezid’e biat edilmesini istemiştir. Bu durum birçok sahabiyi rahatsız ettiği gibi Hz. Hüseyin’i de tedirgin etmiştir. “Rasûlullah’ın ev halkası olan ehl-i beyt, Peygamberimiz (s.a.v.)’in evlatları, eşleri, torunları ve damadı Hz. Ali’den oluşmaktadır. Bu âyet iner inmez Peygamberimiz (s.a.v.) hemen kızı Hz. Fatıma’yı, Hz. Ali’yi, Hz. Hasan ve Hüseyin’i mübarek elbisesinin altına aldı ve şöyle bir duada bulundu: “Ya Rab, bunlar benim ehl-i beytimdir. Bunlardan günah kirini gider ve onları tertemiz yap!” 32 MART 2015 Ancak Hz. Hüseyin, ağabeyi Hz. Hasan ile Hz. Muaviye’yle yaptığı barış anlaşmasına sadık kalmıştır. Hz. Hasan şehit olduğunda Iraklılar Hz. Hüseyin’e mektup yazıp Hz. Muaviye’ye karşı kıyam etmesi halinde kendisini destekleyeceklerini bildirdiler. Hz. Hüseyin, bu teklifi reddederek, “Benimle Muaviye arasında imzalanmış bir anlaşma var. Muaviye hayatta olduğu sürece benim ahdime sadık olduğumu göre- ceksiniz!” dedi. Aslında bu anlaşma Hz. Hasan ile Muaviye arasında imzalanmıştı ama dolaylı olarak Hz. Hüseyin’i de bağlıyordu. Hz. Hüseyin, Hz. Hasan’ın verdiği sözü, bizzat kendisinin verdiği bir söz olarak kabul ediyordu. Sonra korkulan oldu. Muaviye vefat etti ve oğlu Yezid, anlaşmalara aykırı olarak kendisini halife olarak ilan etti. Dolayısıyla Hz. Hüseyin, Yezid’in halifeliğini kabul etmedi ve Kufelilere güvenerek, hilafet davası için harekete geçti. Ne var ki hilafet sorunu, bu sefer siyasî bir anlaşma ile çözülemedi. Hz. Hüseyin, Hicret’in 61. yılında Yezid’in askerleri tarafından Irak’ın Kufe bölgesinde bulunan Kerbela’da şehit edildi. Hz. Hüseyin’in soyu Hz. Ali Zeynelabidin vasıtasıyla devam etmiştir.1 Kendisi ve Ehl-i Beyt Hakkında Âyet İnmesi Peygamberimiz (s.a.v.) hemen her gün torunlarını görmek isterdi. Bunun için bazen kendisi kızının evine gider, bazen de Hz. Fatıma onları Peygamberimiz (s.a.v.)’in yanına getirirdi. Bir gün Peygamberimiz hanımı Hz. Ümmü Seleme’nin yanında iken Hz. Fatıma, çocuklarının ellerinden tutup, eşi Hz. Ali ile birlikte dedelerinin yanına getirdi. Hep birlikte yemek yediler. Bu sırada bir âyet indi: “Evlerinizde oturunuz, eski Cahiliye âdetinde olduğu gibi açılıp saçılmayınız. Namazı kılınız, zekâtı veriniz; Allah’a ve Peygamberine itaat ediniz. Ey Ehli beyt! Allah, sizden sadece günah kirini gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor.”2 Bu âyet, özel olarak ehl-i beyt için gönderilmiştir. Rasûlullah’ın ev halkası olan ehl-i beyt, Peygamberimiz (s.a.v.)’in evlatları, eşleri, torunları ve damadı Hz. Ali’den oluşmaktadır. Bu âyet iner inmez Peygamberimiz (s.a.v.) hemen kızı Hz. Fatıma’yı, Hz. Ali’yi, Hz. Hasan ve Hüseyin’i mübarek elbisesinin altına aldı ve şöyle bir duada bulundu: “Ya Rab, bunlar benim ehl-i beytimdir. Bunlardan günah kirini gider ve onları tertemiz yap!” 3 somuncubaba 33 Şam Mesnevîsi Osmanlı sonrasında nice şehirler garip Onlara, sömürgeci yâhut kuklalar sâhip On şehirden biridir, mübârek Şam-ı Şerîf Mekke, Medine, Kudüs, İstanbul gibi latîf Âlimlerin beşiği, âriflerin eşiği Tâliplerin ışığı, hak, hakîkat âşığı Onsuz uygarlığımız, eksik ve noksan kalır Nebî, sahabi şehri, Harameyn’den nur alır İnsanlık, yeni baştan Altın Çağ’ı arıyor Adâleti özleyen o noktaya varıyor Hz. Hüseyin (r.a.) Türbesi Haysiyetini Korumak İçin Darda Olana Yardım Etmesi Ensardan birisi Hz. Hüseyin (r.a.)’e ihtiyacını karşılaması için ricada bulunmak istediğinde, O şöyle buyurdu: “Ey Ensarî kardeş, yüzünün suyunu dökme, isteğini bir kâğıda yaz, ben Allah’ın izniyle seni sevindirecek bir şey yaparım.” Ensarî şöyle yazdı: “Ya Eba Abdullah, filan adamın benden beş yüz dinar alacağı vardır, beni sıkıştırıyor; durumum düzelinceye kadar bana mühlet vermesi hakkında onunla konuş.” Hz. Hüseyin, mektubu okuyup evine girdi ve içerisinde bin dinar olan bir kese getirip Ensarî’ye verdi ve ona şöyle bir nasihatte bulundu: “Bu beş yüz dinarla borcunu öde, geri kalan beş yüz dinarla da geçimini sağla. Bu üç kimsenin dışında hiç kimseye ağız açma: Dindar, yiğit ve soylu. Çünkü dindar kendi dinini koruması için ihtiyacını karşılar. Yiğit de (seni ümitsiz etmeyi) kendi yiğitliğine sığdırmaz, utanır. Soylu ise ihtiyacın için yüzünün suyunu dökmeye mecbur kaldığını bildiğinden, haysiyetini korumak için seni eli boş geri çevirmez.”4 Medine Halkının En Mert İnsanı Olması Bir bedevi, Medine’ye gelip şehrin en cömert insanının kim olduğunu sordu. Sokaktakiler “Hüseyin bin Ali.” dediler. Bedevi, Hz. Hüseyin (r.a.)’i camide buldu, namaz kılmakla meşguldü. Bedevi, Hz. Hüseyin’in namazını bitirmesi- 34 MART 2015 ni bekledi, selam verir vermez derdini anlatıp “Size bel bağlayan pişman olmazmış diye söylediler.” dedi. Hz. Hüseyin, hemen kalkıp evinin yolunu tuttu, bedevi de onu takip etti. Evine ulaştığında bedevi kapıda durmuş, Hz. Hüseyin de içeri girmiş ve hizmetçisi Kanber’e “Hicaz malından bir şey kalmış mıdır?” diye sordu. Kanber de “Evet, dört bin dinar kalmıştır.” dedi. Hz. Hüseyin “O paraları getir; o mala bizden daha müstahak olan bir kimse gelmiştir.” buyurdu. Çok kısa bir süre sonra Hz. Hüseyin, içinde 4.000 dinar sarılı bir bohçayla geri dönüp onu bedeviye verdi ve eğer az olursa onu affetmesini istedi. Bedevi neye uğradığını şaşırarak bohçayı eline aldı ve gözyaşı içinde şöyle dedi: “Böylesine mert bir insanın günün birinde toprağın bağrına gitmesi yazık olmaz mı?” Sonra şöyle bir şiir okudu: “Mertlik ölür mü hiç? Cömertlik toprağın altında kalır mı? İnsanlığını toprağa gömebilmek mümkün müdür insanın? Mertlik güneşe benzer, geceleri gündüze çevirip insanların yolunu aydınlatır.”5 Dipnot İslâm, Şam-ı Şerîf’e; Dımışk, İslâm’a hasret Barış, huzur, sükûna, dâr’üs selâm’a hasret Beldeleri yıkana; zâlim, gaddâr denmez mi? Dolunay karanlığı, Hak bâtılı yenmez mi? Herkeste bir bekleyiş, toprak susamış suya Zaman doğuma gebe, şeytan yatmış pusuya Şam, Halep, Hama, Humus… İki gün iki gece Gezip görmek nasipmiş, büyük yıkımdan önce Her yanda buram buram Osmanlı’nın izleri Vahîdüddin, kabrinde karşıladı bizleri Medeniyetimizin ilim merkezlerinden Dünya ve âhiretin üstün sentezlerinden Şerefli Şam değil mi, şehirlerin sunası? Nasıl kıydılar sana, elleri kuruyası? Sana doymak mümkün mü, tarihten kadîm şehir? Ezelden tâ ebede, sonsuza akan nehir… Bekir OĞUZBAŞARAN * Prof. Dr. Ali SEYYAR 1 2 3 4 5 Türkiye Diyanet Vakfı; İslâm Ansiklopedisi; C. XVIII; ss:518524. 33/Ahzab, 33 Tirmizî; Menâkıb: 32. Nasıri; Bihar; Nasırî, Mahmud; Dastanha-i Biharu’l-Envar; (Terc.: Fahrettin Altan); İmam Ali Kuruluşu Yayınları; 1999.; C. 78; s. 118. Nasıri; Bihar; C. 44; s. 190. somuncubaba 35 HATIRALAR / Musa TEKTAŞ Busra’dan Şam’a Güzel Hatıralarla Şam-ı Şerif ’i Ziyaret “Vakıf Mütevelli Heyet Başkanımız H. Hamidettin Ateş Efendi 40 kişilik bir heyetle 13 Mart 2008 Perşembe günü beş günlük Hindistan gezisi içi yola çıkarlar. Hindistan’da yaşayan 1 milyar 125 milyon nüfusun, sadece 150 milyonu Müslümandır. Müslümanlar maalesef bu ülkede de garip...” 36 MART 2015 2007 yılının Mayıs ayında H. Hamidettin Ateş Efendi, bir grup arkadaşla önce Ürdün, sonra Suriye olmak üzere bir hafta süren bir Ortadoğu seyahatine çıkarlar. Suriye ziyaretini ve bazı hatıraları bu sayımızda sizlerle paylaşacağız. Ürdün’den Suriye sınırına geçildikten sonra ilk ziyaret edilen yer Busra’dır. Şam’ın yaklaşık 130 km. kadar güneyinde, Ürdün sınırına yakın bir bölgede olan Busra şehri, tarihte Hıristiyanlığın önemli merkezlerinden birisidir. Romalılar zamanında yapılmış olan amfitiyatro ile eski dönemlerden kalan han ve hamamlar görülmesi gereken yerlerindendir. Busra asıl anlam ve önemini Peygamberimiz’in gençlik yıllarında bu beldeyi şereflendirmesiyle kazanır. Hz. Muhammed (s.a.v.) 12 yaşında iken amcası Ebu Talip’le bu beldeye gelir. Burada yaşayan Bahira adındaki bir rahip, Hz. Muhammed (s.a.v.)’in peygamberlik nişaneleri taşıdığını görünce durumu Ebu Talip’e anlatır. Rahip Bahira’nın Hz. Muhammed (s.a.v)’in peygamber olacağını keşfettiği manastır ziyaret edilir, Peygamberimiz’in yürüdüğü o sokaklarda yürür ziyaretçi grubu... Manastırın hemen yakınında Selahattin Eyyubi’nin yaptırdığı Hz. Fatıma Mescidi edilir daha sonra… Busra /Süriye Antik amfitiyatro da Hulûsi Efendi Hazretleri’nin Dîvân’ından ilahiler okunup, akustik ses sisteminin asırları aşan yankısına birde ezan-ı Muhammedî sesi karışır… H. Hamidettin Ateş Efendi ve beraberindeki arkadaşlar, Peygamberimiz’in müjdesiyle, “Meleklerin üzerine kanatlarını gerdiği” Şam şehrine geçerler. Darendeli Derviş Paşa Camii’ni gördükten sonra, Şam’ın kalbi kabul edilen Emeviye Camii ve Külliyesi’ne varırlar… somuncubaba 37 Emeviye Camii Şehrin en büyük, en eski ve görkemli camisi Emeviye Camii, kilise olarak kullanılmakta iken Şam’ın Müslümanlar tarafından fethedilmesinden sonra, 705 yılında Emevi Halifesi Velid bin Abdülmelik tarafından bir kısmı camiye çevrilmiştir. Daha sonraları yapılan tadilatlarla genişletilerek bugünkü halini almış ve tamamı cami olarak kullanılmaya başlanmıştır. Müslümanlar tarafından, kıyamete yakın zamanda Hz. İsa’nın yeryüzüne ineceği rivayet edilen “Ak minare” bu camiye aittir. Camide ayrıca, Hz. Yahya Peygamber’in kabri ile İmam-ı Hüseyin (r.a.)’in Kerbela’da Yezid’in adamları tarafından vücudundan ayrılarak Şam’a getirilen mübarek başlarının defnedildiği ve ziyaret edildiği bölüm bulunmaktadır. Avluda bulunan 8 sütun üzerine yükselen hazine kubbesi, kamu hazinesini korumak amacıyla Abbasiler döneminde yapılmıştır. Caminin ilginç yönlerinden birisi de, dört farklı mezhebi temsilen dört ayrı mihrap yapılmış olmasıdır. Ünlü İslâm âlimi İmam-ı Gazali Hazretleri meşhur eseri İhya-u Ulumi’d-din’i bu camide kaleme almıştır. Emeviye Camii’nin kapladığı 7000 m²’lik alanda ayrıca Selahaddin Eyyubî Türbesi, Hz. Hüseyin’in kızı Seyide Rukiye Camii ve Türk Şehitliği ile turistik eşya satan birçok dükkân bulunmaktadır. Tasavvuf Büyüğü Mevlâna Halid-i Bağdadî (k.s.) Şam’daki en önemli son ziyaret yerlerinden biri de, Tarikat-ı Nakşbendî pirlerinden Mevlâna Halid-i Bağdadî Hazretleri’nin Kasiyun Dağı eteğindeki, büyük kabristanlıkta bulunan “Halid-i Hadra” diye adlandırılan türbesidir. Abdurrezzak Halebi ve Nizar Hatip Camiinin kıble tarafındaki kapısından içeriye giren H. Hamidettin Ateş Efendi burada Külliye Müdürü, önemli Hanefi âlimlerinden seksen yaşlarında olan, Abdurrezzak Halebi’yi ziyaret ederler. Minberin sol tarafında, caminin ön tarafına yakın bir mahalde Hz. Yahya Peygamber’in mübarek başı bulunmaktadır. Hz. Yahya (a.s.)’da, babası Hz. Zekeriyya (a.s.) gibi kendi milleti tarafından şehid edilmiştir. Bir tamirat esnasında Hz. Yahya (a.s.)’ın başının içinde olduğu tabut bulununca, yüz yıllardır Emeviye Camii’nde ziyaret edilmektedir H. Hamidettin Ateş Efendi ve beraberindekiler, caminin iç avlusuna çıkarken o arada, Peygamberimiz’in ciğerparesi Hz. Fatıma’nın evladı, cennet gençlerinin Efendisi, Hz. Hüseyin (r.a.)’ın mübarek başının bulunduğu kutlu mekânı ziyaret ederler. Daha sonra Emeviye Camii’nin hemen yakınında bulunan, Selahaddin-i Eyyubî’nin kabrini ziyaret edip, Selahaddin-i Eyyubî Türbesi’nin avlusunda, 1914 yılında Filistin’de uçakları düşen ve ilk hava şehitlerimiz olan Fethi Bey, Sadık Bey ve Nuri Bey’in kabirlerine Fatihalar okurlar. Emeviye Camii Ziyareti 38 MART 2015 Sonra, Sultan II. Abdülhamid’in yaptırdığı Hamidiye Çarşısı gezilir. Oradan ayrılıp müezzinlerin piri Bilal-i Habeşi Hazretleri ve civarındaki sahabi efendilerimizin kabirlerini ziyaret ederler. Sultan II. Abdulhamid zamanında tamirat gören Mevlâna Halid-i Bağdadî Türbesi’ne dar yollardan gidilir. Türbe-i şerifte diz üstüne oturulur ve silsile-i şerif okunur. Çok maneviyatlı bir ziyaret gerçekleşir. Çıkışta H. Hamidettin Ateş Efendi ilgililerden bilgi alır. Bu mekânın da tamir edilmesi gerektiğini vurgular. O sırada ilgililer, bu ziyaretgâhın bir Türk firması tarafından tamir edileceğini, projenin yakın zamanda hayata geçeceğini müjdelerler. Mevlâna Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri Türbesi Ziyareti Süleymaniye Külliyesi Şam’daki Osmanlı mimarisinin güzel örneklerinden biri olan Süleymaniye Külliyesi, 1554 yılında Kanuni Sultan Süleyman tarafından Mimar Sinan’a yaptırılmıştır. Külliye’ye 1566 yılında Süleymaniye Medresesi eklenmiştir. Son derece yalın ve abartısız bir iç mimarî düzene sahip olan külliye, özellikle Türk ve diğer yabancı turistlerin uğrak mekânlarından birisidir. Osmanlı Devleti Son Padişahı Sultan Vahidettin Kabri Ziyareti Avluda şu anda bir Askerî Müze bulunmasının yanı sıra külliye kısmında da turistik eşyalar satan bir kaç dükkân mevcuttur. Yine Süleymaniye Külliyesi içerisinde, 1926 yılında İtalya’nın San Romeo kentinde vefat eden son Osmanlı Padişahı Sultan Vahdettin’in mezarı ziyaret edilir. Bu arada turizm firması görevlilerinden biri, kabristan civarındaki dut ağacından iki tane dut koparır ve H. Hamidettin Ateş Efendi’ye uzatır. Hamidettin Efendi: “Nereden aldınız bu dutları?” diye sorar. O arkadaş da kabristanlıktaki dut ağaçlarından aldım der. Hamidettin Ateş Efendi: “Burası vakıf malıdır, külliyedir, vakıf ağaçlarının dutlarını biz yiyemeyiz.” diyerek manidar bir cevap verir. Oradan ayrıldıktan sonra, Şam pazarında kilolarca taze dut satın alınır ve arkadaşlara ikram edilir… Şam ziyaretinde, Peygamber Efendimiz’in torunu, Hz. Ali ve Hz. Fatıma’nın kızı, İmam-ı Hasan ve Hüseyin (r. anhüm)’in kız kardeşi Seyide Zeynep (r.ah.)’in kabri de ziyaret edilir. Kabri Şam’daki Seyide Zeynep Camii içerisindedir. Hz. Zeynep (r.a) Kerbela vakasını bizzat yaşamış, bütün yakınlarının ölümünü izlemiş, çok cefalar çekmiş, yüksek manevî makamlara sahip hanımlardandır. Seyide Zeynep Camii çok güzel bir şekilde yapılmış, adeta yeniden imar edilmiş ve bir külliye somuncubaba 39 Seyide Zeynep Camii Mustafa Hâki Efendi’nin Kabri Fatih/İstanbul Mustafa Hâki Efendi’nin Torunu Nurettin Hocazade ile Şam’da Görüşme Mustafa Hâki Efendi’nin Oğlu Bahattin Efendi ve Torunu Nurettin Hocazade’nin Kabirlerini Ziyaret Dost Sohbeti, Dost Muhabbeti O gün Hamidettin Efendi, Tokatlı Mustafa Haki Efendi’nin oğlu Bahattin Efendi’nin mahdumu Nurettin Hocazade ve evlatlarıyla, torunlarıyla Şam’da görüşürler. Naif, yaşlı bir beyefendidir Nurettin Hocazade… Babası Bahattin Efendi’nin ihvanın bölünmemesi için Şam’a hicret ettiğini anlatır, eski hatıraları yâd eder. Hulûsi Efendi Hazretleri’nin karayolu ile hacca gittiği zamanlar mutlaka kendileriyle görüştüğünü ve kendisine çeşitli hediyeler verdiğini dile getirir. Bu arada Hulûsi Efendi Hazretleri’nin merhum babasına yazdığı kabir kitabesi okunur: Hüvel-Evvel Hüvel-Âhir Hüvel-Batın Hüvez-Zahir Tokadî aslı men fâhir Neseb-i Seyyid-i tahir Bu kabri pâkidir zâir Behaeddin-i Hâki’nin (2.12.1975) 40 MART 2015 Nurettin Hocazade’nin Evlatları ile Mustafa Hâki Efendi’ni Annesi Saliha Hatun’un Kabri Kat/Turhal Bahattin Efendi’nin fotoğrafları ile bazı evraklarını gösterir muhterem mahdumu. Darende’ye, gönül dostlarına daima bağlılıklarını belirtir. Kendisi Hakk’ın rahmetine yürür bir müddet sonra. Aradan geçen yıllar Şam için hüzün yıllarıdır. Suriye’deki iç savaştan kaçan evlatlarına torunlarına H. Hamidettin Ateş Efendi kucak açar. İstanbul’da misafir eder… İş bulur, ihtiyaçlarını temin eder, barınacakları ev tahsis eder… Bu arada daha önceki haklarını kullanarak yeniden Türk vatandaşlığı haklarını kazanmalarına yardımcı olur. Hatta bu yıllarda H. Hamidettin Ateş Efendi Mustafa Haki Tokadî Hazretleri’nin Fatih Külliyesi haziresindeki kabri şerifini yeniden imar ettirir. Mustafa Haki Hazretleri’nin annesi Saliha Hatun’un Turhal’ın Kat kasabasındaki kabrinin yerine tespit ettirip, kaybolmaya yüz tutmuş kabrini de yeniden inşa ettirir. Vefanın manevi irtibatın, bağlılığın böylesi tarihte az görülür… Muhyiddin İbni Arabî’nin kabri Seyide Zeynep (r.ah.)’in kabri Ziyareti haline gelmiştir. Cami gayet temiz ve bakımlıdır. Üçüncü gün ilk uğranılan yer, Şam’ın önemli ziyaret yerlerinden biri olan Muhyiddin İbni Arabî’nin kabrinin bulunduğu mekândır. Önce yanındaki Yavuz Sultan Selim Camii’ne girilir. İki rekât namaz kılınır. Caminin ana kapısından çıkınca hemen sağında aşağı doğru inilir, merdivenler ziyaretçi grubunu Muhyiddin İbni Arabî’ye kavuşturur. Bu fasılda Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi’nin şu mısraları hatıra gelir. Mektûbat’ında geçen şu mısralar Muhyiddin-i Arabî Hazretleri’nin huzurunda okunur: Su Dolapları’nın tarihi ve çalışması hakkında bilgi alırlar. Yunus Emre misali Hulûsi Efendi Hazretleri’nin Mektûbat’ındaki şu mısralar burada hatırlanır: Dolabın meyli âba Âbın meyli dolâba Ma’kûs olan dü meylin Devri bir inkılâba Su Dolapları Söz atan Hazret-i Muhyiddin’e Töhmet etmiş olur ehlü’d-dîne Sözünü bilmeyen erbâb-ı garaz Kendisi lâyık olur tel’îne Ziyaretçi grup, Türkiye’ye dönüşte, Şam karayolu üzerindeki Hama’ya uğrarlar. Hama’daki somuncubaba 41 Umeyyed Camii içerisinde Hz. Yahya’nın babası olan Hz. Zekeriyya Peygamber’in türbesi de bulunmaktadır. Büyük ve sade bir mihrabın yanındaki el işçiliği ahşap minber, tarihin nakışlarını üzerinde taşımaktadır. Külliye’nin avlusu gayet geniştir, mermer döşeli ve çok ferahtır. Umeyyed Külliyesi 2006 yılında çok güzel bir restorasyon ile tanzim edilmiştir. Halen süren savaş sebebiyle yıkık vaziyettedir. (Dolap suya, su dolaba meylederse uygundur. Lakin meylin tek istikamette olmaz iki yöne birden olursa, o zaman iş tersine gider. Niyetinde iyi bir inkılâp yani değişim olmaz, istikametini tek yöne veremezsen, yanlış tarafa doğru sen değişirsin ki, o da ne acıdır.) Bir sonraki şehir Humus’tur. Suriye’nin diğer şehirlerine göre yapıların ve temizliğin daha belirgin olduğu göze çarpan şehir, turizm açısından pek çekici olmasa da; tarihî eserlere ulaşım açısından önemli bir konuma sahiptir. Halid Bin Velid Hazretleri’nin türbesinin de içerisinde bulunduğu cami bu şehirdedir. Bu arada Halep’te, Ömer ibni Abdülaziz (II. Ömer)’in türbesi ve içerisinde bulunduğu cami ziyaret edilir. Fatihalar okunur. Burada da güzel bir manevî hava teneffüs edilir. merkezi olarak kullanılmıştır. Halep’teki ilginç eserler arasında yer alan bu mekân turistler tarafından da ilgiyle gezilmektedir. Halid Bin Velid Hazretleri Hz. Peygamber (s.a.v.)’in, hakkında “Ne güzel kul.” diye buyurduğu sahabidir. Lakabı Seyfullah (Allah’ın Kılıcı)’dır. Hz. Peygamber (s.a.v.) Mute Savaşı’ndaki başarısından ötürü onu Allah’ın kılıcı diye övmüştür. Hicrî yedinci yılda Müslüman olmuştur. Kabri Suriye’nin 3. büyük şehri, Humus’ta Halid bin Velid Camii’ndedir. Türbedeki kabrinin yanındaki küçük kabir de Hz. Halid’in oğlu Halep Kalesi Âdiliye ve Kerimiye külliyelerine uğranır. Kerimiye Camii’nde Peygamberimiz’in mübarek ayak izi ziyaret edilir. Üzerinden akan sudan bir bardak içer sırayla ziyaretçiler. Peygamberimiz’e salât-u selâm getirerek ziyaretlerini tamamlarlar. Abdurrahman’a aittir. Ayrıca cami içerisinde Hz. Ömer’in oğlu Ubeydullah’ın kabri de vardır. Burada da kurbanlar kesilir, fakirlere dağıtılır. Halep’te Ziyaretler Humus’tan Halep’e geçilir. Türk sınırlarına yaklaşık 60 km. mesafede bulunan Halep, aynı zamanda Suriye’nin ikinci büyük şehridir. Halep’teki en önemli gezi ve ziyaret yerlerinden Ömer ibni Abdülaziz (II. Ömer)’in türbesi olan Halep Kalesi ziyaret edilir. Daha sonra da Hz. Zekeriya (a.s.)’nın kabrinin bulunduğu camii (Umeyyed Camii) ziyaret edilir. Halid Bin Velid Hazretleri Kabri Ziyareti 42 MART 2015 Umeyyed Camii ziyareti Hz. Zekeriya (a.s.)’nın kabri Halep Kapalı Çarşısı’nda dolaşmaya, tarihe tanıklık etmeye devam edilir. Sokaklarının uzunlukları toplamının 10 km’den fazla olduğu söylenen çarşının büyük bir kısmı 15. yüzyılda yapılmıştır. Ortadoğu’daki en uzun çarşı niteliğinde olan bu çarşı, birbirini takip eden hanlardan oluşmaktadır. Çarşı içindeki çok sayıda kervansaray günümüzde imalathane olarak kullanılmaktadır. Bu büyük çarşıda işkollarına göre ayrılmış esnaflar genel olarak; turistik eşyalar ile baharat, halı-kilim, ip, giysi, dokuma ve el işleri satarlar. Grup daha sonra Memluk Valisi Argun Al Kamil tarafından akıl hastaları için yaptırılan Bimaristanı gezer. Bir zamanlar su ve müzikle tedavinin etkin olarak kullanıldığı önemli bir tarihî sağlık Bu arada birkaç yıl önce Umre ziyaretinde tanışılan Halepli İbrahim Abdullah ve ailesiyle görüşülür. Bu hatırayı da bu arada zikretmekte fayda vardır. 2005 yılındaki Umre ziyaretinde Uhud’da Okçular tepesinde otururken, aşağıdan gelen üç kişi gören Hamidettin Efendi: “Şu arkadaşlar Sivaslılara benziyor, çağırın tanışalım.” buyurur. O kimseleri arkadaşlar çağırdıkları zaman sorulunca; “Biz Suriye’de yaşayan Türk asıllı kimseleriz.” diyerek cevap verirler. Sonra bir dostluktur başlar ve ilerler… Bu konu Halep’te anlatılınca, İbrahim Abdullah’ın babası söze karışır: “Seyyid Hamidettin Efendi doğru buyurmuş. Bizim aslımız Türkiye’den, Sivas şehrinden 300-400 yıl önce Suriye’ye gelmiş” deyince işin sırrına vâkıf olunur… Artık Türkiye’ye dönüş yakınlaşmıştır. Türkiye sınır kapısına gelinir. Türk bayraklarını görünce herkes heyecanlanır. Türkiye’ye¸ aziz vatanımıza kavuşmanın heyecanı yürekleri kaplar. Kendi vatan topraklarına ayak basarlar. Sağ salim ülkemize döndükleri için şükrederler. somuncubaba 43 KÜLTÜR /Enbiya YILDIRIM* Değerlerden Ödün Vermenin Tehlikeleri “Asıl olan dış dünyadan kopmadan, yeryüzünün ve diğer milletlerin sunduğu, geliştirdiği nimetlerden istifâde etmek, ama bunun yanında kendi değerleri üzerinde durabilmek, başkalarının etkisi altında eriyip yok olmamaktadır. Dolayısıyla hem dışa açık olmalı hem de kimliğini kaybetmemelidir.” Her milletin geçmişten getirdiği değerleri vardır. Bunları koruyabildikleri oranda kendi hüviyetlerini muhâfaza ederler. Bunun yanında derin ormanların içinde yaşayan bazı kabîleler vardır. Bunların dış dünyayla hiç irtibatları olmadığı için yüz yıl önce nasılsalar şimdi de aynıdırlar. Lakin bu durum arzulanan bir hal değildir. Asıl olan dış dünyadan kopmadan, yeryüzünün ve diğer milletlerin sunduğu, geliştirdiği nimetlerden istifâde etmek ama bunun yanında kendi değerleri üzerinde durabilmek, başkalarının etkisi altında eriyip yok olmamaktadır. Dolayısıyla hem dışa açık olmalı hem de kimliğini kaybetmemelidir. 44 MART 2015 Batılı ülkelere baktığımızda aynı din etrafında oluşmuş olan kültürleri sebebiyle birbirlerine çok benzediklerini görürüz. Hatta bu benzerlik o kadar birbirine yakındır ki, her hangi bir Avrupa ülkesini ziyaret ettiğinizde, diğerlerini merak etmenize gerek yoktur; üç aşağı beş yukarı hepsi aynıdır. Aynı mimari yapılar, aynı kültür ve gelenekler öne çıkar. Bir takım yöresel farklılıklar kalmış olsa da büyük oranda birbirlerine benzeşirler. Bu sebeple de Batı kültürü dediğimizde, Batı’nın ortak olarak geliştirdiği değerleri ve medeniyeti anlarız. Onlar dünyaya yön verdiklerinden kendileri dışındakilerden etkilenmeleri çok azdır. Bilakis herkes onlardan etkilenir. Bu gerçek yanında, Avrupa ve Amerika’nın dışında kalan güçlü toplumların da değerlerine daha güçlü bir şekilde sahip çıktıklarını görürüz. Meselâ Çin ile Japonya’ya baktığımızda, Batı kültüründen etkilenmelerine rağmen kendi değerlerini de canlı tutmaya çalışırlar. Gelenekten Geleceğe Değerler Her şeye rağmen az veya çok her toplum baskın olan kültürün etki alanındadır. Bu sebeple Çin ve Japonya gibi toplumlarda bile Avrupa ve Amerika’ya ait değerlerin toplumlarda derinden derine yerleşmeye başladığını ve özellikle gençlerin kendi geçmişlerinden savrulduklarını söylememiz mümkündür. Yeryüzündeki genel tabloya baktığımızda ibrenin Batı’dan ve Amerika’dan yana kaydığı ortadadır. Dünyanın neredeyse tamamı yönünü Batı’ya dönmüştür. En muhâfazakâr toplumlarda bile durum böyledir. Hıristiyan olan toplumlar sonuçta aynı inanca sahip olanlarla bütünleştikleri için kendi açılarından fazla bir sorun görmemektedirler. Lâkin sorun bizim gibi farklı inanç sistemlerine sahip olan coğrafyalardadır. Bir taraftan tarih boyunca bizi biz yapan değerler, diğer tarafta bütün iletişim imkânlarıyla toplumumuzu ahtapot gibi kuşatmış olan Batı’nın kültürü, İslâm coğrafyasında o kadar hızlı bir dönüşüm yaşanmaktadır ki, her İslâm ülkesinin yaşlıları gençlerle birbirlerini anla- makta zorlandıklarından şikâyet etmektedirler. Çünkü bir başkalaşım söz konusudur. Dedenin hayal dünyası, konuştukları ve gençliğinde yaşadıkları ile zamâne gençliğinin dünyası çok farklıdır. O yüzden bir araya gelerek on dakika sohbet etmek gençlere işkence gibi gelmektedir. Delikanlının veya genç kızın dünyası cep telefonu, internet, film yıldızları ve futboldur. Ancak dedesinin bu konularda konuşacak bir şeyi olup olmaması bir yana merakı da yoktur. Sorun sadece ilgi alanlarında değil elbette. Yaşam felsefeleri de çok değişti. Bir gencin hayata bakışıyla bir yaşlınınki hiç de aynı değil. Farklı gezegenlerde yaşıyor gibiler. Doğrusu bu kopuş, bu uzaklaşma ve yabancılaşma bizim kendi öz değerlerimizden kopuşumuzun da bir göstergesidir. Tarihî Mirası Çağa Uygun Bir Şekilde Aktarabilmek “Dünyayla bağımızı keselim, kendi içimize kapanıp değerlerimizi kaybetmeden yaşayalım.” demiyoruz. Zaten bu korkaklık ve eziklik alâmetidir. Mümkün de değildir. Asıl olan dünyaya açık olmak ama bunu yaparken de kendi değerleri üzerinde ayakta kalabilmektir. Bunu becerebilmenin yolu da neyin değer neyin değişken olduğunu doğru belirlemek ve genç kuşakları buna göre yetiştirmektir. Tarihî mirası onlara sağlıklı ve çağa uygun bir şekilde aktarabilmektir. somuncubaba 45 Endişemizin boyutlarını anlatabilmemiz için bazı kıyaslamalar yapmamız sorunumuzun ne kadar büyük olduğunu anlamamıza yardımcı olacaktır. Eskiden “Selâmünaleyküm” ifadesini daha fazla duyardık. Artık insanlar özellikle de okumuş kesim bunun yerine diğer selâmlama kelimelerini tercih etmektedir. Selâm vermek bazı muhitlerde sanki gericilik, modern olamamak gibi algılanıyor. Yemekten önce ve sonrasında elleri yıkamak bizim olmazsa olmaz değerlerimizdendi. Bugün evlerimizde bile bunun fazla uygulanmadığını görmekteyiz. Büyüklerimiz hatırlayacaklardır, onların çocukluk zamanlarında takkesiz namaz kılan insan çok azdı. Günümüzde ise özellikle Cuma günlerinde camilerin ikinci katından ana cemaat mahalline baktığınızda, takke takanların azınlığa düştüğünü görürsünüz. Oysa Hz. Peygamber (s.a.v.)’in ihramlı olmak dışında başı açık asla namaz kılmadığını hepimiz biliyoruz. Evinde bile başı açık namaz kılmazdı. Bunun yanında cenâze namazlarımızda alışık olmadığımız manzaralarla karşılaşmaya başladık. Ölenin fotoğrafı yakalara takılmakta, kadınlar erkeklerin saflarına hatta en ön safa girmeye çalışmaktadırlar. Kaybettikleri yakınlarına ne kadar düşkün olduklarını göstermek için aynı safta erkeklerle namaza durmak is- temektedirler. Sanki arkada durunca (hâşâ) Allah’ın haberi olmayacakmış gibi! Bunun yanında cenâze kabre götürülürken alkış tutulmakta veya tekbir getirilmektedir. Oysa bu tür şeylerin hiçbiri dinimizde yoktur, aslâ tasvip edilemezler. Yapılan yanlışlar dinin ve Müslümanların değerleriyle oynamaktan ibarettir. Eğer cenâzeye İslâm bilginlerinin fetvâlarına göre muâmele yapılacaksa bunun gereklerine uyulması gerekir. Cenâzeyi hem camiden kaldırıp hem de başka din mensuplarının âdetlerini Müslümanlara dayatmak anlamsızdır. Bizler de değerlerimizle oynanmasına müsaade etmemeliyiz. Bu tür yanlışlara düşmemek hususunda dikkatli olmalıyız. Değerlerimizi Unutmamalıyız Kezâ bizlerin komşuluk dediğimiz bir değerimiz vardı. Ancak insanlar dinî değerlerinden uzaklaştıklarından komşuluklar da bitme noktasına geldi. Önceden din kardeşliği komşuları bir araya getiriyordu. Komşuluk, arada din bağı olduğu için oluyordu. Şimdi herkes kendisine bir ideoloji tutturunca komşuluk da komşuluk değerleri de tükendi. İnsanlar aynı apartmanlarda birbirlerine yabancılaştılar. Lâkin bizim edep kitaplarımıza baktığımızda şöyle dediklerini görürüz: “Mü’minler komşularının hakkını gözetmelidir. Kokusu olan bir yiyecek pişirirler- se bundan komşularına da ikram etmelidirler. Meyve aldıklarında da bir miktarını komşularına sunsunlar ve meyveyi evlerine kesinlikle gizli getirsinler, açıktan getirmesinler. Çünkü görüp de elde edemeyenlerde kalp burukluğu oluşur. Aynı şekilde çocukları ellerine meyve vererek sokağa çıkarmasınlar.” Geçmişimizle günümüzü karşılaştırabileceğimiz bu tür örnekleri çoğaltmak pekâlâ mümkündür. Bu aynı zamanda, bize uzak olan pek çok şeye alıştığımızın da bir delilidir. Nitekim eski kitaplarımızdaki edep bahislerini okuyarak günümüz ile kıyas ettiğimizde hepimiz şaşırıp kalırız. Sanki başka bir âlemden bahsediliyormuş gibi gelir. Oysa bizim büyüklerimiz böyleydi. Bu kitaplarda anlatılan şeyler başka gezegendekilerin hayatından bahsetmiyor, dedelerimizin ve ninelerimizin yaşadıkları hayattan ve onların değerlerinden söz ediyor. Ülkemizdeki duruma baktığımızda endişe etmemizi gerektirecek pek çok sebep bulunmakla birlikte ümitsizliğe düşmek de mü’mine yakışan bir durum değildir. Kaybettiklerinize üzülürsünüz ama bir silkelenirsiniz ve eskisinden daha güzel bir duruma gelirsiniz. Dolayısıyla her şey kaybettiklerimizin farkına varmaya ve bunları yeniden kazanmak hususunda çaba sarf etmeye bağlıdır. Zaten gayretli sivil toplum kuruluşlarımız yanında devlet ricâlinin müsbet yönde attığı adımlar sebebiyle daha fazla ümitvar olabiliyoruz. İnşaallah bu millet kendi değerlerine her zaman sahip çıkacak ve eski dönemlerde olduğu gibi ümmete yeniden ağabeylik yapacaktır. Yükü Beraberce Kaldırabilmek Ertuğrul Gazi Türbsi 46 MART 2015 Hz. Peygamber (s.a.v.) sorumluluk alan herkesi çobana benzetmişti. Bu sebeple bir yerde bir sorumluluk üstlenmiş olan kişi önce neler yapabileceğine bakmalıdır. Baba ise evde yaşatması gereken değerlere, anne ise çocuklara öğretmesi gereken kıymetlere odaklanmalıdır. Aynı şekilde bir iş yerinde patron olan kardeşimiz çalıştırdığı insanlara kendi değerlerimizden Fatih Sultan Mehmed Han neleri kazandırabileceğine, bir din görevlisi ise mahallesindeki mü’minlere öğretebileceği hususlara yoğunlaşmalıdır. Bir okulda öğretmen ise hocanın karşısında ayak ayaküstüne atılmayacağını ve diğer değerlerimizi belletmelidir. Dolayısıyla herkes bir tarafından tuttuğunda çok da endişe etmemize gerek kalmayacağını anlarız. Unutmayalım ki, şer her zaman olmuştur ve olacaktır, ancak hak şerre sürekli galebe çalmıştır, çalacaktır. Bize düşen, bunun gerçekleşmesi için üzerimize düşen sorumluluğu yerine getirmek ve çabalamaktır. Hz. Peygamber (s.a.v.) Hacerü’l-Esved’i bir bezin ortasına koyup her kabileden bir kişiye tutturmuş ve o mübârek taşı olması gereken yere kaldırmıştı. Bizler de üzerimize düşen görevleri hakkıyla yaparak, taşın altına elimizi koyup yükü beraberce kaldırabiliriz. Böylece sağlıklı bir nesil yetiştirebilir ve ülkemizin daha iyiye gitmesi yönünde bir katkı yapmış oluruz. Unutmayalım ki, bunların hepsi âhiret sermayemizi artıran güzel amellerdir. Dipnot * Prof. Dr. Enbiya YILDIRIM somuncubaba 47 TARİH / Resul KESENCELİ Nizamü’l-Mülk, Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nun ünlü vezirlerinden ve Müslüman Şark’ın yetiştirdiği en büyük devlet adamlarındandır. 1018-1092 yılları arasında yaşayan bu değerli insan, Horasan’ın eski kültür merkezlerinden Tûs şehrine bağlı, Nukan adlı bir kasabada dünyaya geldi. Asıl adı ‘’Hasan” olup, babası kasabanın dihkanı, yâni idarecisi idi. Varlıklı ve itibarlı bir aileye mensup olduğundan iyi bir tahsil yapma imkânı buldu. 11-12 yaşlarında Kur’an-ı Kerim’i ezberleyip hıfzını tamamladı. Kısa zamanda fıkıh ilminde temayüz etti. Edebiyat ve hitabette ileri bir seviyeye ulaştı. Büyük Devlet Adamı Yönetici olduğu dönemlerde âlimleri himaye ettiği gibi onlara geniş maddî imkânlar sağladı. Vezirlik görevini sürdürdüğü yıllarda da “Nizamiye” adıyla ün salan üniversiteler açtırdı. Böylece yüksek öğretim bu medreselerde yapılmaya başladı. Binlerce talebenin öğrenim gördüğü bu eğitim kurumlarından yüzlerce büyük âlim ve mütefekkir yetişti. Bağdat, Nişabur, Herat, Merv, Belh, Isfahan ve Musul’da açılanları bunların önde gelenleriydi. Bu okulların bir benzerleri Anadolu Selçukluları tarafından Konya, Kayseri, Sivas ve Erzurum’da açılmıştı. Buralarda uygulanan ders programları da oldukça kapsamlı idi. Dinî ilimlerin yanı sıra pozitif ilim dallarından tıp, astronomi, matematik, felsefe tarih vb. gibi dersler de okutulmaktaydı. Yine bu müesseselerde hocalık yapacakların yabancı dil bilmesine ve ahlâkî yönüyle fazilet sahibi kimselerden olmasına dikkat edilirdi. Talebeleri de zekâ yönüyle ileri seviyede olanlar arasından seçilip belirlenirdi. Bir dönemin bilim merkezi olarak toplumu aydınlatan Nizamiye Medreseleri Osmanlı, medreselerine de örnek olmuştur. İyi ve kuvvetli bir dinî tahsil temelinde, zamanla yüksek bir edebî kültür ve idarî kabiliyet kazanmış olan Nizamü’l-Mülk, 1083 yılında Sultan Alparslan’ın vezirliğine kadar yükseldi. Şehzade Melikşah’a da atabek olarak, siyaset ve idare işlerinde onun yetişmesine nezaret etti. Vezirliği, tahta geçmesine yardımcı olduğu Sultan Melikşah zamanında da devam ederek, toplam 29 yıl kadar sürdü. Nizamü’l-Mülk’ün askeriye, adliye ve devlet teşkilâtında yaptığı yenilik ve düzenlemeler, daha sonraki bütün İslâmTürk devletlerine esas ve örnek olmuştur. O, Selçuklu İmparatorluğu’nun idarî, siyasî, askerî, malî, içtimaî ve kültürel yönleri için kıymetli bir vesika mahiyetinde olan; devlet idaresi ve toplum yapısı hakkındaki kendi görüşlerini ve icraatı- Nizamü’l-Mülk “Nizamü’l-Mülk, İslâm dinine büyük hizmetlerde bulunmuştur. O zamanki Selçuklu İmparatorluğu’nun siyasî, dinî ve fikrî hasmı olan, bozguncu Mısır Fatımîleri’ne ve ülke içindeki Batinîlere karşı çalışmalar yapmış; ülke halkını sağlam ve hakiki İslâm inançları çevresinde toplamağa gayret etmiştir. O emsalsiz idarî dehasıyla, yükselmenin ancak, ilim ve ahlâk ile sağlanabileceğini görmüş; huzur ve nizamı temin için gerekli kadroyu ve diğer manevî güçleri sağlayacak olan eğitime önem vermişti. ” 48 MART 2015 somuncubaba 49 nın gerekçelerini ihtiva eden, Siyasetnâme adlı, çok değerli bir eser de kaleme almıştır. Kendi sahasındaki diğer eserlerden muhtevaca çok yüksek olan bu kitabın Farsça aslı birkaç defa neşredilmiş ve çeşitli Garp dillerine tercümeleri yapılmıştır. Türkçe tercümesi de vardır. Tahsilinin ve yetişme tarzının tabiî bir sonucu olarak Nizamü’l-Mülk, İslâm dinine büyük hizmetlerde bulunmuştur. O zamanki Selçuklu İmparatorluğu’nun siyasî, dinî ve fikrî hasmı olan, bozguncu Mısır Fatımîleri’ne ve ülke içindeki Batinîlere karşı çalışmalar yapmış; ülke halkını sağlam ve hakiki İslâm inançları çevresinde toplamağa gayret etmiştir. O emsalsiz idarî dehasıyla, yükselmenin ancak ilim ve ahlâk ile sağlanabileceğini görmüş; huzur ve nizamı temin için gerekli kadroyu ve diğer manevî güçleri sağlayacak olan eğitime önem vermişti. Bu maksatla, başta Bağdat olmak üzere, Basra, İsfehan, Nişabur, Belh, Merv ve Herat’ta kendi adıyla anılan, meşhur Nizamiye medreselerini açtırmış, kütüphaneler tesis etmiştir. Ayrıca tasavvufa ve erbabına da büyük ilgi göstermiştir. O, böylece ilmî çalışmaya ve ahlâkî terakkiye büyük hız ve canlılık kazandırdı. İslâm âlemi bu hayırlı hamlenin, feyizli meyvelerinden uzun zaman istifade etmiş; büyük âlimlerin, ihlâslı bir kadronun yetiştirmesine, değerli eserlerin vücuda getirilmesine şahit olmuştur. Örnek olarak, Kuşeyrî, Gazalî, Abdullah-ı Ensarî, Pezdevî, Serahsî, Ebû İshak-ı Şirazî, Cüveynî, Şehristânî gibi dev isimleri zikredebiliriz. Siyasetname / Siyerü’l-Mülük “Siyasetname” veya diğer ismiyle “Siyerü’lMülük”, Büyük Selçuklu Devleti veziri Nizamü’lMülk’ün eseridir. Siyasetname; siyasetle, devlet yönetimi ile ilgili eser anlamına gelmektedir. Siyasetnameler, yazıldığı devrin padişahlarına, ileri gelenlerine, dolayısıyla daha sonra bu görevi üstlenecek olanlara yol göstermek, tavsiyelerde bulunmak amacıyla kaleme alınırlar. Siyasetnameleri yazanlar, devirlerinin gereklerini, en iyi devlet idaresinin nasıl olması gerektiğini, halkın yaşadıklarını dile getiren; başta hükümdar olmak üzere devletin diğer memurlarına adaleti öğreten, hemen hemen her devirde idarecileri uyaran, nasihat eden, yol gösteren fikir adamlarıdır. Siyasetnameler esas konu olarak, devlet yönetimini ele aldığına, devletin bütün güç ve yetkisi de hükümdarda bulunduğuna göre, hükümdarlar için kaleme alınmış eserler “Siyasetname” veya diğer ismiyle “Siyerü’l-Mülük”, Büyük Selçuklu Devleti veziri Nizamü’l-Mülk’ün eseridir. Siyasetname; siyasetle, devlet yönetimi ile ilgili eser anlamına gelmektedir. 50 MART 2015 olarak kabul edilirler. Bu eserlerden, çağın sosyal ve toplumsal hayatını, askerî ve malî örgütlerini, yasa ve tüzüklerini, toplumun dayandığı gelenek ve görenekleri öğrenmek mümkündür. Siyasetname, belirttiğimiz özelliklerinden dolayı, özellikle Selçuklular üzerine çalışanlar ve siyasetnamelerle ilgilenenlerin dikkatini çekmiş ve zamanımıza kadar üzerinde çalışmalar yapılmıştır. Eserinde Nizamü’l-Mülk, yalnız nasihat vermekle yetinmemiş, dönemindeki bazı olayları da nakletmiştir. Yine eserinde, Selçuklu Devleti’nin işleyişi, aksayan tarafları, alınması gereken tedbirler, müesseselere işlerlik kazandırmak için yapılması gereken düzenlemeler üzerinde de durmuştur. Ebu Ali Fârmedî Hazretleri’nin Nizamü’l-Mülk ile Görüşmesi Ebu Ali Fârmedî Hazretleri Merv’e giderek Büyük Selçuklu Veziri Nizamü’l-Mülk ile görüştü ve onun yanında büyük itibar gördü. Cüveynî ve Kuşeyrî gibi devrin âlimlerine ve şeyhlerine saygı gösteren ve onlar huzuruna geldiklerinde ayağa kalkan Nizamü’l-Mülk, Fârmedî Hazretleri geldiğinde ise hürmetle ayağa kalkmakla birlikte, onu kendi makamına da oturturdu. Nizamü’lMülk’e Fârmedî Hazretleri’ne gösterdiği bu saygının sebebi sorulduğunda şu karşılığı verirdi: “Diğer âlim ve şeyhler beni yüzüme karşı övüyorlar. Bu da nefsimin hoşuna gidiyor. Fârmedî Hazretleri ise beni yüzüme karşı övmediği gibi kusurlarımı, yanlışlık ve haksızlıklarımı da söylüyor ve beni ikaz ederek irşad ediyor. Ben de onun bu söylediklerinde hayır görerek ona saygı göstermeye çalışıyorum.” Hacca İzin Yok! Abdullah Es-Savecî şöyle anlatır: “Bir gün Nizamü’l-Mülk hacca gitmek için Sultan Melikşah’tan izin istedi. Sultan Melikşah’ın rızası üzerine hazırlanarak yola çıktı. Yanında benden başkaları da vardı. Dicle kenarına gelince, çadırlarımızı kurduk. Bir müddet orada kalacaktık. Bir gün ben çadırımdan çıktım. Nizâmül-Mülk’ün çadırının kapısında fakir bir zât duruyordu. Hâlinden tasavvuf ehli olduğu anlaşılıyordu. Bana: “Nizâmül-Mülk’ün bende bir emaneti var sana versem, verir misin?” dedi. Ben evet deyince, katlanmış bir kâğıt uzattı. Nizamü’l-Mülk’ün yanına varıp, kâğıdı verdim. Açıp okuyunca, ağlamaya başladı. Ben, emanet olduğundan, kâğıtta neler yazılı olduğuna bakmamıştım. Onu böyle ağlar görünce, keşke kâğıdı açıp okusaydım. Eğer kötü bir şeyler yazılı olduğunu bilseydim, hiç vermezdim.” diye düşündüm. Daha sonra bana dönerek, “Bu mektubu kimden aldın?” diye sordu. Ben de: “Şöyle şöyle bir zâttan aldım.” dedim. “O fakiri yanıma getirin.” deyince, dışarı çıktım fakat onu bulamadım. Tekrar Nizamü’l-Mülk’ün yanına girdim. Onu bulamadığımı söyleyince, o kâğıdı okumam için bana uzattı. Kâğıtta: “Ben Rasûlullah Efendimiz (s.a.v.)’i rüyamda gördüm. ‘Sen Vezir Hasan’ın yanına git ve ona de ki: ‘Neden Mekke’ye hac etmek için gider. Onun haccı buradadır. Ona: ‘Bu Türk olan padişahın yanında kal ve ümmetimin muhtaçlarına yardım et dememiş miydim?” yazıyordu. Bunun üzerine hemen geri döndü ve hacca gitmekten vazgeçti. Daha sonra Nizamü’l-Mülk: “Eğer o zâtı görürsen, yanıma getir. Onunla tanışalım.” dedi. Bir gün, o zâtı Dicle kenarında gördüm. Eski ve yamalı elbisesini yıkıyordu. Yanına gidip; “Vezirimiz Nizamü’l-Mülk sizi görmek istiyor.” dedim. Bana; “Ne ben onunla görüşürüm, ne de o benimle! Bende bir emaneti vardı. Onu kendisine verdim. Başka bir şey yapmadım.” dedi. Kaynaklar Evliyâlar Ansiklopedisi, İstanbul 1990. H. Kâmil Yılmaz, Altın Silsile, ErkamYayınları, İstanbul 1994. İbni Kesir, El-Bidâye ven-Nihâye; (Çev: Mehmet Keskin),c.12. İbnü’l-Esîr, El-Lübâb fî tehzîbi’l-ensâb, c. II, Beyrut 1980. İbrahim Kafesoğlu, Büyük Selçuklu İmparatoru Melikşah, İstanbul, 1973. İbrahim Kafesoğlu, “Büyük Selçuklu Veziri Nizamü’l-mülk’ Eseri Siyasetnâme ve Türkçe Tercümesi”, Türkiyat Mecmuası, c.12, İstanbul, 1955. Mehmet Altay Köymen, Selçuklu Devri Türk Tarihi, Ankara, 1998. Nizamü’l-Mülk, Siyasetname, (Haz. Mehmet Altay Köymen), Ankara, 1982. Yeni Rehber Ansiklopedisi, c. VI, İstanbul 1993-1994. somuncubaba 51 KÜLTÜR / Muhsin İlyas SUBAŞI Şam, İslâm tarihinin olduğu kadar Türk tarihinin de önemli işaret noktalarından birisidir. Onun Hz. Nuh (a.s.)’un oğlu Sam tarafından kurulduğu yolundaki rivayet, adıyla da örtüşüyor gibi gelmektedir bize. ‘Sam’ın zamanla ‘Şam’a dönüşmesi hiç de şaşılacak bir şey değildir. Hz. Ebu Bekir (r.a.)’in halifeliği sırasında, değişik tarihlerde buraya üç ayrı ordu göndererek (13/634) fethini gerçekleştirmesi, bir yıl sonra Hz. Ömer (r.a.)’in yine bu bölgeye gönderdiği iki seferle şehri tamamen Müslümanlaştırması, Şam’ın tarihî kimliğinin, asıl kimliğinin ruhaniyetini ifade eder. Ne acıdır ki, böyle bir fetih hadisesine rağmen, buradaki Müslümanların iktidar kavgası, o yıllardan başlayan bir talihsizliğin fitilini ateşlemiş oldu. Hz. Muaviye’nin ayrı bir devlet kurarak Şam’ı başkent yapması, İslâm siyasî tarihinde ilk kırılmanın önemli işaretlerinden birisidir. İslâm’ın dışa açılımındaki ilk hedef noktalarından birisi Şam olmuştu. Şam’ın İslâmlaşması, Arap coğrafyasının bütünüyle yeni bir kimliğe yönelmesi demekti. Bilal-i Habeşî (r.a.), bu şehrin sokaklarında yankılanan o büyüleyici ve iç titreten sesiyle ilk ezanı okuduğunda, şehrin şahsiyeti gömlek değiştirmiş ve kendi yeni ve kalıcı kimliğinin rengine bürünmüştü. Bu rengi Şam halkının aidiyetine dönüştüren ise Selahaddin Eyyubi olmuştu. Kanlı Haçlı saldırılarında, şehri koruyarak küfrün çizmesinde ezdirmemişti. Bu iki İslâm büyüğünün burada yatıyor olmasından olacak ki, Hıristiyanlar ‘Mesih’in, bazı Müslümanlar ise ‘Mehdi’nin Şam’da insanlığı yeniden irşada döneceklerine inanmışlardır. Şam’ın hep handikaplarla, iç boğuşmalarla dolu tarihine baktığımızda, Fâtimîler, Eyyûbîler, Abbasîler, Zengîler, Kölemenler, Moğollar, Memluklar, İlhanlılar, hep bu topraklar üzerinde birbirleriyle didişip durduklarını görürüz. On asra yakın bu iç boğuşmalar kanın ve gözyaşının bu şehrin ana rengi haline gelmesine sebep olmuştur. Şam, dolayısıyla Suriye, 1516’da Ya- Ağlayan Şehir Şam! “Unutmamak lazım ki, şehirlerin en zalim yöneticileri, ona bir şeyler katmadan onun itibarını kemirerek ayakta duranlardır. Ancak, bu saltanat, o insanların ikbal sınırlarıyla çevrilidir. O koltuğu bıraktıkları gün, şehirler hürriyetlerine kavuşmuş olurlar.” Umeyyed Camii Son Hâli 52 MART 2015 somuncubaba 53 vuz Sultan Selim’in fethiyle Osmanlı toprağına dönüşmesinden sonra, 1920 yılında Fransızların işgal edeceği tarihe kadar, iç isyanlarla pek de huzurlu sayılmayan, yeni bir döneme daha girecektir. Hatta bu de yetmeyecek, bağımsızlığına kavuştuğu 1946 yılına kadar Fransız, Avusturalya ve İngilizlerle boğuşacak ve yüz binlerce evladını kayıp verecektir. Yürek Sızısını Doğuran Bir Ana Gibi Bir şehrin üzerinde bunca zaman bela bulutları niye dolaşır? Bize göre, İslâm tarihinin en trajik olaylarından birisi olan Kerbela’dır. Kerbela dramı, o yıllarda bu şehir halkının vaadinden dönmesinin sonucunda ortaya çıkan bir hadisedir. Eğer Kûfeliler, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in torunu Hz. Hüseyin (r.a.)’e verdikleri sözü tutsalardı, taahhütlerinden dönmeselerdi, büyük ihtimalle ‘Kerbela Vakası’ yaşanmayacaktı. Galiba bu şehir böyle bir yürek sızısını doğuran bir ana gibi, gözyaşlarını asırlardır ufuklarında saklayarak bugünlere geldi. Bugün de kendi insanını boğazlayan bir anlaşılmaz otorite çılgınlığının mekânına dönüştü. Halid Bin Velid Cami’nin Son Hâli Halid Bin Velid Hazretleri Kabri’nin Son Hâli Unutmamak lazım ki, şehirlerin en zalim yöneticileri, ona bir şeyler katmadan onun itibarını kemirerek ayakta duranlardır. Ancak, bu saltanat, o insanların ikbal sınırlarıyla çevrilidir. O koltuğu bıraktıkları gün, şehirler hürriyetlerine kavuşmuş olurlar. Bugün Şam da öyledir. Çünkü Şam demek, Suriye demektir. Şam demek, klasik kültürün menşeine sahip olmak demektir. Şam demek trajedi demektir. Bunun içindir ki, dün olduğu gibi bugün de Şam yaralıdır, yanıktır, hüzün içindedir. Bugün Şam, sürüklendiği talihsizliğin sızısıyla kavrulmaktadır. Bir ülkeye başkent olmak, o ülke insanının ana şehri olmak demektir. Bugün nüfusunun yarısını toprağından atan bir ülkenin ana şehri, nasıl ağlamasın bu evlatlarına? Dışardan düşmanı anlarsınız, o gelir yakar yıkar gider. Fransızların, çeyrek asır, bu şehirde kalıp sonra arkalarına bakmadan defolup gittikleri gibi... Ancak içeriden düşmanını koynunda besleyen bir şehrin çaresizliği göz- 54 MART 2015 yaşından başka ne doğurabilir ki? Çünkü onun ihtirasını yok edemezsiniz! Kaynaklar onu, dünyanın tarihi bilinmeyen ‘en eski şehri’ olarak tanıtır. Dün ona; ‘El Fahya/ Güzel Kokan’ şehir unvanını takanlar, acaba bugünkü halini görseler, kan kokusu, kin kokusu arasında bunalan bu şehre yine o sıfatı verebilirler miydi? Şehirleri insanlar kurar. Onu imar edip geliştiren, anıtlaştıran da insanlardır. Onu aynı zamanda insanlar yıkar, yok eder. Tarihin çöplüğüne bakın, insanlar eliyle kıyıma uğrayarak terkedilmiş nice şehirler vardır. Bu şehirler, kendi medeniyetlerinin sırlarıyla gömülüp gitmişlerdir. Bugün Şam da buna doğru mu sürükleniyor acaba? Acaba, Haçlı Seferleri’nin tahribatından daha derin yaralarıyla mı sızlanıyor Şam? Şam’ın gözyaşı geleceğin karanlık günlerini aydınlığa doğru yıkayabilecek mi acaba? somuncubaba 55 TARİH /İsmail ÇOLAK Osmanlı’nın Hiroşima’sı: ÇANAKKALE Çanakkale neden Hiroşima’ya benzetilebilir? Çünkü her ikisinde de büyük kayıplar ve acılar yaşandı; bugün hâlâ izleri ve etkileri devam ediyor. 6-9 Ağustos 1945’te Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan iki atom bombasıyla toplam 360 bin insan hayatını kaybetti, on binlercesi de kalıcı yaralar aldı veya sakat kaldı. Şubat 1915’te başlayıp Ocak 1916’ya kadar süren, tarihimizin en kanlı ve zorlu savaşı Çanakkale’de bizim toplam kaybımız ise 250 binden fazla. Çanakkale’de milletimiz tarih sahnesinden silinmek, yok edilmek istendi; Hiroşima’da ise Japon milleti... Çanakkale, milletçe bizim yeniden doğup ispat-ı vücut ettiğimiz ve millet olma bilincini ve melekesini kazandığımız bir “diriliş yeri” olurken Hiroşima da Japonların yeniden doğup ayağa kalktığı ve bugünkü ‘Japon mucizesinin’ temelini attığı başlangıç noktası oldu. Fakat iki benzetme veya karşılaştırmanın birbirinden ayrıldığı bana göre iki temel nokta var: Hiroşima’dan sonra Japonların geldiği nokta belli, Çanakkale’den sonra bizim geldiğimiz nokta ortada... Japonlar Hiroşima’dan gerekli ibreti ve dersi fazlasıyla almış, bugün her anlamda zirveyi yakalamış; biz ise bugün içinde bulunduğumuz hâl ve geldiğimiz gelişmişlik ve kalkınmışlık düzeyini dikkate aldığımızda demek ki Çanakkale’den gerekli dersi alamamışız ve hâlâ emekleme ya da yerinde sayma safhasındayız! “Çanakkale’de milletimiz tarih sahnesinden silinmek, yok edilmek istendi; Hiroşima’da ise Japon milleti... Çanakkale, milletçe bizim yeniden doğup ispat-ı vücut ettiğimiz ve millet olma bilincini ve melekesini kazandığımız bir “diriliş yeri” olurken Hiroşima da Japonların yeniden doğup ayağa kalktığı ve bugünkü ‘Japon mucizesinin’ temelini attığı başlangıç noktası oldu. ” 56 MART 2015 Diğer bir temel farklılık ise şu: Japonlar, Hiroşima’dan gerekli millî-manevî ruhu ve tarih şuurunu çıkarmış, bu şuuru eğitimin ve tarih derslerinin merkezine yerleştirmiş iken biz ise hâlâ büyük bir hasret ve özlemle “Çanakkale Ruhu’nu” arıyoruz; üstelik eğitimimizde ve tarih derslerinde Çanakkale merkezî ve ağırlıklı bir konuma henüz sahip değil. Bizim de Çanakkale’miz Var! Dilerseniz buraya kadar bahsini ettiğim hususları ibret verici bir hatıra ile biraz daha açmaya çalışayım: Bir dönem, Türkiye’deki eğitimi görmek amacıyla ziyarete gelen Japon yetkililerinden biri Türk yöneticilere: -Biz çocuklarımızı, atom bombasının atıldığı Nagazaki ve Hiroşima’ya götürürüz ve “Bakınız, eğer çalışmazsanız ülkemiz bu hâle gelir. Yok, eğer çalışırsanız mevcut durumumuzdan daha iyi oluruz.” diyerek gençlerimize hem tarih şuuru hem de ideal veririz, der. Oradaki Türk idareci ise: -Bizim Nagazaki ve Hiroşima’mız yok ki, cevabını verince Japon yetkili şaşırır ve şu ibretli sözü söyler: -Sizin de Çanakkale’niz var ya! Çanakkale’ye Atom Bombası Atıldı! İngiliz Deniz Bakanı Churchill, Çanakkale’de hedeflenen başarıya bir türlü ulaşamadıklarını görünce Avam Kamarası’nda Osmanlı askerlerinin zehirli gazla yok edilmesini teklif etmekten çekinmemiş ve Vandalizm’in tarihine mühim bir çentik atmıştır. Teklifine hümanizm namına karşı çıkanlara şu sadist ruhla cevap vermiştir: “Biz insanları zehirlemeyeceğiz ki! Siz Türkleri insandan mı sayıyorsunuz? Onlar, köpek ve domuz gibi ancak hayvan sayılabilir!” Churchill’in talimatıyla hareket eden İngilizlerin Çanakkale’de kimyasal silah kullandıklarını, Savunma Bakanlığı’nın yayınladığı “Cepheden Mektuplar” adlı eserde geçen, Tanin Gazetesi yazarı Cemil Hakkı’nın Ocak 1916’da cephede edindiği şu izlenim ispatlamıştır: “Bu ateş sahasının ve siperlerimizin çoğunluğunda koyu paslı sarı, yeşilimsi geniş lekelere tesadüf olunuyor. Bunlar, düşmanın attığı boğucu gazlı mermilerden meydana gelmiştir. İngilizleri medenî harpten uzaklaştıran bu kimyasal gazı kullanmaları, belki tabiatlarından belki de âcizlik neticesidir.” Bu öylesine uğursuz ve amansız bir taarruzdu ki, 259 günlük savaş süresince, metrekareye 6 bin mermi isabet etmiş; 231 gemi ve 1155 top, ağaçları, dağları ve taşları cehennem yerine çevirmişti. O kadar ki, toplam kaybımız, yaralı, hasta ve şehit olmak üzere 252.300’ü somuncubaba 57 bulmuştu. Savaştan sonra devletin yetim ve kimsesiz şehit çocukları için açtığı Darüleytamların (Yetimhaneler) mevcudu, 16 bini aşmıştı. Şu hâlde Çanakkale, Osmanlı’nın Hiroşima’sı değildi de ya neydi? Büyük Kayıp ve Kaht-ı Rical Çanakkale Savaşı’nda milletimizin yaptığı en büyük fedakârlıklardan biri de geleceğin aydın, ilim adamı, din adamı (âlim) ve yönetici zümresini teşkil edecek olan havas tabakayı feda etmek oldu. Kesin olmayan rakamlara göre, o günün şartlarında ülkenin “beyin takımını” oluşturan 10 binden fazla öğretmen, öğrenci, mülkiyeli, tıbbiyeli ve diğer eğitimli-okumuş yüksek tahsilli kesim kaybedildi. Şehitlerin 70 bin kadarı rüştiye mezunu, 50 bin kadarı da medreseliydi. Birinci Dünya Savaşı, özellikle de Çanakkale Savaşı, Osmanlı’da (Türkiye’de) eğitimli/nitelikli genç nüfusun giderek erimesine yol açtı. Mesela Denizli örneğinde şehitlerin yaş gruplarına göre dağılımını incelendiğimizde bunu açıkça görürüz: Şehitlerin % 26’sı 16-25 yaş aralığında; yani her 4 kişiden biri 25 yaşın altında. 26-30 yaş grubuna girenlerin oranı ise % 35. 30 yaşın altında olanların toplam oranı ise % 51. Yani her iki şehitten biri 30 yaşın altında. 35 yaş altındaki şehitlerin toplam şehitlere oranı ise % 83. İstanbul, Çanakkale ve çevre illerdeki birçok seçkin lisenin yanı sıra Darülfünun’da (İstanbul Üniversitesi) eğitime ara verildi ve okullar 1 yıl boyunca kapalı kaldı. Liselerde 1900 doğumlular dahi mecburiyetten askere alındı. Askere alınma yaşı 15’e kadar düştü. O yıl ve ertesi yıl çoğu okul mezun veremedi. Zira büyük ekseriyeti şehit düştü ya da gazi oldu. Diplomalarını şehitlik beratı olarak Cennet-i Âlâ’da aldılar. Bir hilal uğruna, din, vatan ve milletin selameti adına nice genç fidanlar, nice kınalı kuzular kendilerini feda ettiler! İngilizler, şehit olan gençlerimizi, “çiçeğin tomurcuğuna ve vakti gelmeden solan gül goncası”na benzetmişlerdi. İngiliz generali Aspinall-Oglander bu acı gerçeğe şöyle işaret etmişti: “Gelibolu’daki kanlı muharebeler, Türk ordusunun çiçeğini bitirmiştir. Çanakkale’de biz Türk milletinin okumuş aydın kesimini imha ettik ve Türkiye’nin geleceğini aldık.” Çanakkale Savaşı’ndaki bu münevver (aydın), din adamı ve subay kıyımı, günümüze kadar uzayıp gelen bir kaht-ı ricalin (adam kıtlığının) ortaya çıkmasına yol açtı. Türkiye hâlâ bunun sancı ve sıkıntısını çekmeye devam etmektedir. Neden Ağır Kayıp Verdik? Kara harekâtı esnasında Osmanlı Ordusu, tarihte hiçbir savaşta olmadığı kadar ağır kayıplar verdi. Bunun iki temel sebebi vardı: Birincisi, düşman ordusunun her türlü maddî-askerî imkâna ve çağının en gelişmiş silah gücüne sahip olması; bizimse tam aksine siperlerimizin, silahlarımızın ve maddî imkânlarımızın düşmanla orantısız bir şekilde zayıf ve yetersiz kalmamızdı. Dolayısıyla düşmanın ölüm yağdıran silahlarına karşı insan gücüyle ve mübarek şehitlerimizin bedenlerinden siperler ve kaleler örerek savaşmak zorunda kaldık. Bu da, asker kaybımızın normalden çok fazla olmasına yol açtı. Kayıplarımızın yüksek olmasının ikinci temel sebebi de; Cephe Komutanı General Liman von Sanders ile Başkomutan Vekili Enver Paşa’nın birliklerimizi yersiz, tedbirsiz ve yanlış bir şekilde gereğinden fazla saldırıya geçirmeleriydi. Savunmada kalıp saldırıyı kırmamız, gücümüzü buna harcamamız gerekirken; sık sık karşı saldırıya geçmemiz ve bunlarda başarısız olmamız, normalin çok üzerinde kayıplar vermemize sebep oldu. Zaten Sanders Paşa, ileride yazacağı “Türkiye’de Beş Yıl” isimli hatıra kitabında, bu hatayı kabul ve itiraf edecekti. 58 MART 2015 Konuyla ilgili, Çanakkale gazilerimizden İsmail Ufki’nin şu anısı, komuta kademesinin yaptığı taktik hataya parmak basması açısından oldukça önemlidir: “Bir ara cepheye, (Sultan Abdülaziz’in oğlu) Veliaht Yusuf İzzeddin Efendi geldi ve gezdi. Bizi teftiş etti. Enver Paşa da oradaydı. Enver Paşa’ya; “Bu kadar askeri niçin kırdırıyorsunuz? Savunma yapacağınıza niçin taarruz yaptırıyorsunuz?” diye çıkıştı. Enver Paşa tabancasını çekip, Yusuf İzzeddin Efendi’nin ayaklarına doğru ateş etti. Veliaht da dönüp, İstanbul’a gitti.”1 Kaynaklar 1. Cepheden Mektuplar, Milli Savunma Bakanlığı Yayınları, Hazırlayanlar: Hülya Yarar, Mustafa Delialioğlu, Ankara 1999; Veysi Akın, Çanakkale Savaşı’nda 11. Piyade Tümeni ve Denizlili Şehitler, Uluslararası Çanakkale Kongresi, 1718-19 Mart 2006, İstanbul; İsmail Bilgin, “Çanakkale’de Rakamların Dili,” Tarih ve Düşünce Dergisi, Şubat 2004 Sayısı; Şerif Mardin, Türkiye’de Toplum ve Siyaset, Haz: M. Türköne, T. Önder, İstanbul 1991; Nuri Köstüklü, “77. Yıldönümünde Çanakkale Zaferi ve Düşündürdükleri”, Konya, 1992, Konferans Metni; Cihat Göktepe, “Birinci Dünya Harbinde Şehit Olan Askerler Hakkında Bazı Değerlendirmeler (Konya Örneğine Göre)”, Türk Dünyası Araştırmaları, Aralık 2000, Sayı: 129; Hayat Tarih Mecmuası, Kasım 1976, Sayı: 11; Fazıl Yazıcı, Çanakkale’nin Bilinmezleri, İstanbul 2010, s.131. Ayrıntılı malumat için bkz. İsmail Çolak, Okuldan Çanakkale’ye, Genişletilmiş 5. Baskı, İstanbul 2015, Nesil Yayınları. somuncubaba 59 FIKIH / Abdullah KAHRAMAN* İtikâfın Hikmeti İtikâf, Hac, Cihâd ve Kurbanın Hikmetleri İtikâf, akıllı, bulûğ çağına gelmiş veya temyiz kudretine sahip bir Müslümanın beş vakit namaz kılınan bir mescidde ibadet niyetiyle bir süre durmasıdır. İtikâf, Kur’an ve sünnetle sâbit bir ibâdettir. Kur’an’da Ramazan ayının gecelerinden söz edilirken: “... Camilerde itikâfta iken de hanımlarınıza yaklaşmayın...”1 buyurulur. Başka bir âyette itikâf ibadetinin daha önceki ümmetlerde de yapıldığına işaret edilir.2 Hz. Peygamber (s.a.v.)’in özellikle Ramazan içinde ve Ramazan’ın son on gününde itikâf yaptığını bildiren çeşitli hadis-i şerifler vardır. Meselâ Hz. Âîşe’nin şöyle dediği nakledilmiştir: “Rasûlullah (s.a.v.) Ramazan’ın son on gününde itikâf yaparlardı. Bu durum vefat zamanına kadar bu şekilde devam etmiştir. Daha sonra Hz. Peygamber (s.a.v.)’in zevceleri itikâfı sürdürmüşlerdir.”3 Ebû Hanîfe’ye göre içinde beş vakit namaz kılınan her mescidde itikâfta bulunmak caizdir. Ebû Hanîfe ve İmam Mâlik’e göre itikâfın nâfile olarak en azı bir gündür. Ebû Yusuf en az süreyi, bir günün yarıdan çoğu olarak belirlerken İmam Muhammed, itikâf için bir saati de yeterli bulur. Mesciddeki itikâf erkeklere mahsustur. Kadınlar evde mescid edindikleri bir yerde itikâfta bulunabilir. İtikâf üçe ayrılır: 1. Vâcip olan itikâf: Adak olan itikâf vâciptir. Bu, en az bir gün olur ve gündüz oruçla geçirilir. Fotoğraf: Emre AYDOĞAN 60 MART 2015 İtikâf sırasında kötü ve çirkin söz söylememek, Ramazanın son on gününü ve cemâati kalabalık olan mescidi tercih etmek, itikâf günlerinde Kur’an, hadis, Allah’ı zikir ve ibadetle meşgul olmak ve temiz elbise giyip güzel kokular sürünmek itikâfın âdâbındandır. İtikâfın meşrû olmasındaki hikmet ve maslahata gelince, bu pek önemlidir. Rasul-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz Medîne-i Münevvere’ye hic- 2. Sünnet olan itikâf: Ramazan’ın son on gününde itikâfa girmek sünnettir. retinden sonra âhirete göçüşlerine kadar her 3. Müstehab (mendub) olan itikâf: Vâcip ve sünnet olan itikâfların dışında itikâfa girmek müstehabdır. Bunun belirli bir vakti yoktur. Hatta mescide giren kimse çıkıncaya kadar itikâfa niyet ederse orada kaldığı sürece itikâfta sayılır. Bu itikâfta oruç şart değildir. İhlâs ile yapılan bir itikâf, amellerin pek Kadının itikâfa girebilmesi için kocasının iznini alması şarttır. Ramazan’ın son on gününü itikâf ile geçirirlerdi. şereflisi sayılmaktadır. Bu sayede kalpler bir müddet olsun, dünya işlerinden uzak kalır ve Hakk’a yönelir. Birer Beytullah olan mescidlerden birine şu şekilde devam eden bir mü’min çok kuvvetli bir kaleye sığınmış, Kerim olan ma’bûdunun feyiz ve yardım kapısına sığınmış olur. somuncubaba 61 İslâm büyüklerinden Atâ demiştir ki: “İtikâf yapan, ihtiyacından dolayı büyük bir zatın kapısında oturup dilediğini elde etmedikçe ‘Buradan ayrılıp gitmem.’, diye yalvaran bir kimseye benzer ki, Allah’ın bir mâbedine sokulmuş, beni bağışlamadıkça buradan ayrılıp gitmem demektir.” Bir mü’minin her gün azalmakta olan hayat günlerinden faydalanarak böyle kutsal bir yerde bir zaman ebedî ve ezelî yaratıcısına olanca varlığı ile yönelir. Böyle saf bir kalp ve temiz bir dil ile ibadette bulunması, mânevî bir zevke dalması ne büyük bir nimettir. İtikâf yapan bir kimse, bütün vakitlerini ibadete, namaza ayırmış demektir. Çünkü fiilî olarak namaz kılmadığı vakitlerde de mescid içinde namaza hazır bir haldedir. Bu bekleyiş ise namaz hükmündedir.4 Haccın Hikmetleri Haccın meşrûiyetinde pek çok hikmet vardır. Bunları kısaca şöyle ifade edebiliriz: Hac; İslâm’ın izzetini, Müslümanların birliğini ve kardeşliğini ortaya koymaya vesiledir. Her taraftan gelip toplanmış olan Müslümanlar, birbirinden çok istifâde edebilirler. Hac, çok faydalı ve kudsî bir seyâhattir. Orada toplanmış, dünya elbisesinden soyulmuş, beyaz ihramlara bürünmüş olan muazzam bir kitle, büyük haşirden bir numûne teşkil eder. Hacda, nefsi öldürme vardır. Her hacı, ailesinden ve alışmış olduğu kimselerden ayrılmış, zevklerini ve şehvetlerini bırakmış, çöllere düşerek kendisini bir takım tehlikelere atmış fedakâr bir Müslümandır. Arafat, arasattan bir numûnedir. Hacer-i esved’i selamlamak da mîsâk günündeki ahdi yenilemek demektir. Hac âleminde, “Ölmeden evvel ölünüz.” sırrı tecellî eder. Bu ölümü tercih sebebiyle de insan için güzel bir hayat yüz gösterir, bir rûhî canlılık tecellî eder, sonsuz ilâhî lütuflara nâiliyet meydana gelir.5 Cihâdın Hikmetleri Müslümanların değerlerini korumaları, bağımsızlıklarını elde etmeleri, zilletten kurtul- maları, zulme son vermeleri için bütün çeşitleriyle cihâd kaçınılmaz olabilir. Cihâd her zaman ve her durumda fiilî ve silahlı mücâdeleyi ifade etmez. Silahlı savaş yoluyla cihâd, Kur’ân ve sünnette ifadesini bulan cihâdın anlamlarından sadece biridir. Hatta Hz. Peygamber (s.a.v.)’in ifadesine göre, nefisle yapılan cihâda göre küçük cihâddır. Esas büyük cihâd nefisle yapılandır. Cihâdın en özlü ifadesi, İslâm ile insanlar arasındaki engeli kaldırmaktır. Bu da değişik vesîlelerle olabilir. Cihâd; Allah’ın adının ve dininin yüceliğini dünyaya yaymaya, İslâm varlığını muhâfazaya, yüce peygamberlerin gönderilişlerindeki gayeyi gerçekleştirmeye vesîledir. Onların gönderilişlerindeki gaye, kulları Hak yoluna davet, âlemi bozulmaktan koruma, insanları ebedî kötülüğe ve cehennemlik olmaya sebep olan küfürden kurtarmaktır. Cihâdda Hakk’ın düşmanlarını cezalandırma, Allah’ın dostlarının sînelerini arındırma ve süsleme vardır. Bir yönüyle bakılırsa cihâda, kullara eziyet ve işkence, memleketleri tahrip de vardır. Fakat cihâd, daha çok bir maslahatı içerdiği için meşrû bulunmuştur. Her işin hükmü, kıymeti, neticelerine ve âkıbetlerine göredir. Hızır (a.s.)’ın bir takım fakirlere ait bir gemiyi tahrip etmesi, hasta bir şahsın acı bir ilâç içmesi birer güzel âkıbeti elde etmeye dayanır. İlâhî nimetlerle dolu bir âlemin ebedî hayat ve saâdetine kavuşmak için de fanî hayatı Hak yolunda fedâ etme yönü tercih edilir. Bir gazi her halde iki güzellikten, iki nimetten biriyle nasiplenmiş olur. Bu, ya ganîmetle sevâba nâiliyettir veya akıl sahiplerinin gıpta edecekleri şehidliktir. İmam Ali (r.a.) demiştir ki: “Ölüm her halde kesin olarak gelecektir. Artık ölümün Allah yolunda olması daha iyi ve daha evlâdır.” Hâsılı, yurdunu ve mukaddesâtını müdâfaa için cihâd meydanına atılan bir mü’minin yaşaması da ölmesi de gıptalara şâyandır.6 62 MART 2015 Kurbanın Hikmeti Vâcib olan kurban görevi, Hak yolunda fedakârlığın bir alâmetidir. Yüce Allah’ın verdiği nimetlere karşı yapılan bir şükürdür. Bunun sonucu da sevâba ulaşmak ve bir takım belâlardan korunmaktır. Şu gerçek de bilinmeli ki, insanların ihtiyaçları için yeryüzünde yüz binlerce hayvan kesiliyor. Fakat bunlardan yalnız durumları yeterli olanlar yararlanıyor. Kurban Bayramı’nda ise, Hak rızâsı için birçok hayvan kesiliyor. Bunların etlerinden ve derilerinden çok fakir kimseler de yararlanıyor. İktisâdî olan mesele, dinî ve ahlâkî bir mâhiyet kazanıyor. Şahıs menfaati yerine toplumun menfaati bulunmuş oluyor. Bunun için kurban kesilmesi, İslâm’a ait insânî ve sosyal büyük bir fedakârlık demektir.7 Dipnot * Prof. Dr. Bilal KEMİKLİ 1. 2/Bakara, 187. 2. 2/Bakara, 125. 3. Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 67, 129; bk. Buhârî, İ’tikâf, 1-18; Müslim, İ’tikâf, 1-6; Ebû Dâvud, Ramazân, 3; Savm, 77. 4. Bilmen, Büyük İslam İlmihali, 324. 5. Bilmen, Hukûk-ı İslamiyye, I, 205; a.mlf., Büyük İslam İlmihali, 375-376. 6. Bilmen, Hukûk-ı İslamiyye, I, 205-206. 7. Bilmen, İlmihal, 410. somuncubaba 63 PSİKOLOJİ/Mustafa Doğan KARACOŞKUN* Aşk Var, Mutluluk Var! Mevlâna Düşüncesinde Mutluluk Mevlâna düşüncesinde insan; bedenini ve aklını, kendi aslî yönünü ortaya çıkarmaya yönelttiğinde mutluluk yoluna doğru bir şekilde yürümeye başlıyor demektir. Çünkü ona göre insan kendini gerçek anlamda görmeye ve bilmeye başladığı anda, sûretleri değil hakikati görmeye ve bilmeye başlamıştır. Hakikati gördükçe ve idrak ettikçe mutluluk yoluna girmiş olur. Çünkü kendi özünü ve aslî görevini gerçekleştirmektedir. Mevlâna’nın mutluluk tezine göre, sevinç olarak algıladığımız dünyevî tatminler yerine, keder ve üzüntü, mutluluk kaynağı olmaktadır. Çünkü amaç hakikate ulaşmaksa, ona ulaştıracak şeyler iyi, ondan uzaklaştıracak şeyler kötüdür. Hatta bize kötülük eden kimseler veya kötü sonuçlar doğurduğunu düşündüğümüz olaylar bile, aynı amaca hizmet ettiğinde, Mevlâna düşüncesinde iyi olarak görülüp mutluluk kaynağı olabilmektedir. Mevlâna’ya göre insan olumsuz olarak nitelenen sıkıntı ve belalardan değil, olumsuz ahlakî davranışlardan uzak durmalıdır. Bunun yolu yahut en güçlü motivasyonu da Allah aşkıdır. Allah’a kul olmaya çalıştıkça ve bunu aşkla besledikçe, her sıkıntı ve belâ, bir mutluluk vesilesi olabilecektir. Çünkü Allah’ı bilmeye dayalı bir aşk, insanı her türlü olumsuz sıfatlardan da koruyacaktır. Mevlâna düşüncesinde aşk, kuru ve sıradan dünyevî bir sevda değildir. Allah’tan başka her şeyi aşan ve yalnız Rabb’e odaklanan bir sevgidir. İşte bu bağlamda Mevlâna’ya göre, başa gelen her türlü bela, sıkıntı ve musibetler, insan için sevinç ve mutluluk kaynakları; kötü olaylar ise olgunlaşma vesileleri olabilmektedirler. Başa gelen musibetin Allah’ın emriyle olduğunu bilen insan, imtihan sürecinin bilincinde olarak bu durumu kendi isteğiyle mutluluk ve özgürlüğe çevirebilir. Nitekim bu düşüncelerini Mevlâna şu sözleriyle ifade eder: “Allah isterse bizzat gam, neşe; bizzat ayak bağı, azatlık ve hürriyet olur.” 64 MART 2015 “Gam görünce istiğfar et. Çünkü gam, Halik emriyle tesir eder.” Yine o, olumsuzlukların insanı olgunlaştıracağına inanır. Mevlâna’ya göre insan cahil ve sonunu göremediği içindir ki başına gelen şeylere üzülür. Ona göre, üzüntü ve keder, değerini bilen kişiler için birer hazinedir. Bu yüzden kederle mutlu olunması gerekir. Çünkü bunlar ahlakî olgunlaşma sürecinde sevindirici şeylerdir. Bu konudaki düşüncelerini de Mevlâna şöyle dile getirir: “Allah faydasıyla faydalanın. Şüphe yok, Rabbim, sevinen, öğünen kişileri sevmez. Allah’ın size ihsan ediverdiği şeylere sevinin, neşelenin. Sizi işgal eden şey, sizi Hak’tan alıkoyar, aldatır. Gamdan neşelen, ondan başka bir şeyden neşelenme, sevinme. Dert ve gam bahardır, başka şeyler kış! somuncubaba 65 Ondan başka her şey, seni yavaş yavaş helâke doğru götüren düşüncelerindir. İsterse sana taç, taht, mal, mülk olsun! Gamdan sevin. Gam vuslat tuzağıdır. Bu yolda aşağıya düşüş, hakikatte yükseliştir. Gam bir hazinedir. Senin zahmet ve meşakkat çekişine rağmen. Fakat bu söz, çocuklara nerden tesir edecek? Çocuklar, oyun adını duydular mı hepsi de yaban eşeğiyle yarışa girişirler. Ey yaban eşekleri, bu yanda tuzaklar var. Bu yandaki tuzaklarda kan içiciler var. Oklar uçuşup durmakta, yay, gayb âleminde gizli. Gençlere yüzlerce ihtiyarlık oku erişmekte. Gönül ovasına adım atmak gerek. Çünkü bu ovada ferahlık, genişlik, neşe olamaz.” Mevlâna başka beyitlerinde bela ve sıkıntılar hakkında şunları söyler: Şu sitemlerle dopdolu olan bedeni bir zırh bil; ne kışa yarar ne yaza. Sabredersen kötü arkadaş iyidir. Sabır, insanın göğsünü açar, insanı genişletir. Ayın gece sabretmesi, onu apaydın bir hale kor. Gülün dikene sabrı, onu güzel kokulu bir hale getirir. Aslanın pislik ve kan içinde kalıp sabretmesi, onu deve yavrularıyla doyurur.” “Gam fikri, neşe yolunu vurursa gam yeme. O, hakikatte başka neşeler hazırlamadadır. Gönle Nasihat O, hayrın aslından yeni bir sevinç, yeni bir neşe gelsin diye evi, başkalarından sıkıca süpürür. Gel boşu boşuna gamlanma gönül Feryadın, figanın, ahın var ise Rabbim her derdine derman yaratmış Şükreyle güneşin, mâhın var ise Gönül dalındaki sararmış, kurumuş yaprakları ayırır, daldan yeni ve yeşil yapraklar bitmesine yardım eder. Bu âlemden öte bir âleme yeni bir zevk gelsin diye eski sevinci, kökünden çeker, çıkarır. “Her zahmete, her meşakkate kızar, kinlenirsen cilâlanmadan nasıl ayna olacaksın?” Gam, üstü dallarla yapraklarla örtülü yeni kökü bitirsin diye çürümüş, porsumuş olan eski kökü yerinden söküp çıkarır. “Bedenin hasta oldu mu sana ilaç aratır, kuvvetlendi mi seni şeytanlaştırır, bir put haline sokar. Gam, gönülden neyi döker yahut koparırsa karşılık olarak mutlaka daha iyisini verir. Hele derdin, gamın, yakın ehline kul olduğunu iyice bilene daha fazla lütuflarda bulunur.” Sonuç olarak Mevlâna’ya göre, Allah aşkı diğer tüm acı, keder, gam ve sıkıntıları sıradanlaştıran, onlarla mücadeleyi kolaylaştıran ve insanın mutluluğunu engellemelerine izin vermeyen güçlü bir mutluluk kaynağı ve hayat ilacıdır. Mutluluk aşksız olmayacağına göre, aşka düşmek gerekir. Bu düşüş, gerçekte eşrefi mahlûkat olmanın sırrına yükselişten başkası değildir. O halde Mevlâna’yı ve onun mutluluk tezini başlıkta belirttiğimiz şu ifade en net olarak ortaya koymaktadır: Aşk var, mutluluk var. Toprak sarar, kar üşütür, od yakar Gül yanında diken bile gül kokar Ummanda fırtına kopsa ne çıkar Dümenin başında Nuh’un var ise Mevlâ’m istemezse güneş doğamaz “Yağ” demezse yağmur bile yağamaz Cümle cihan gelse başın eğemez Zalime baş eğmez ruhun var ise Deli gönül derbedersin, naçarsın Tevbe eder, şükre kapı açarsın Sırat’tan kuş gibi uçup geçersin Başta ol Muhammed şahın var ise Kenan ÇARBOĞA Dipnot * Prof. Dr. Mustafa Doğan KARACOŞKUN. 66 MART 2015 somuncubaba 67 KÜLTÜR / M. Arif YÜKSEL Siyere dair bilgilerimizi gözden geçirdiğimizde Peygamberimiz (s.a.v.)’in mülkiyeti kendisine ait bir evi olmadığı sonucuna varıyoruz. Bu çıkarım, benim vardığım bir sonuçtur. İslâm tarihi uzmanları bunun aksini ispat eder ve beni uyarırlarsa da müteşekkir olurum. Peygamberimiz (s.a.v.)’in Evi Var mıydı? “Hicret esnasında henüz Müslüman olmamış olan Peygamberimiz’in amcazadesi Hz. Ali (r.a.)’nin de kardeşi olan Akil, Hz. Hatice’nin evine yerleşmişti, daha sonra da sanki kendi eviymiş gibi bu evi bir müşrike satmıştı. Bu sebeple Peygamberimiz bu evle ilgili hak iddiasında bulunmadı. Sahabeden bazıları, ‘Ya Rasûlallah, nerede kalacaksınız? Size bir ev satın alalım mı ya da yeni bir ev yapmamızı ister misiniz?’ diye sorduklarında içindeki burukluğu izhar ederek, ‘Akil bize duracak ev mi bıraktı?’ dedi.” 68 MART 2015 Bilindiği gibi Allah Rasûlü (s.a.v.) babasından kalma (şu anda kütüphane olarak kullanılan Ebu’l-Kubeys Dağı’na takriben 100 m. mesafedeki) evde dünyaya geldi. Altı yaşında vefat edince dedesi Abdulmuttalip’in yanında, sekiz yaşında dedesi de vefat edince Amcası Ebu Talip’in yanında kalmaya başladı. Ebu Talip’in evi de Safa Tepesi’nin sol tarafında 15 metre mesafede Ebu’l-Kubeys Dağı’nın eteklerindeydi. Allah Rasûlü Hz. Hatice (r.anha) ile evlendiğinde Hz. Hatice’nin evinde ikamet etti. Bu ev de Merve Tepesi’ne 15 metre mesafede bir yerde bulunuyordu. Peygamberimiz (s.a.v.)’in oğlu İbrahim hariç altı çocuğu bu evde dünyaya gelmişti. İkamet Ettiği Hücre-i Saadet Peygamberimiz (s.a.v.) Medine’ye hicret edince Mescid-i Nebevî’nin hemen yanına şu anda yeşil kubbenin altındaki kabrinin bulunduğu yere hane-i saadet yapıldı. Allah Rasûlü vefat edinceye kadar burada ikamet etti ve bu yer vefatından sonra vakıf olarak mescide dâhil edildi. Hz. Fatıma (r.anha) Hz Ebu Bekir (r.a.)’den, babasından kalma mirası istediğinde, “Peygamberler miras bırakmaz.” cevabını almıştı. Buradan da anlıyoruz ki Peygamberimiz (s.a.v.)’in Medine’de ikamet ettiği hücre-i saadet, onun özel mülkü değildi. Medine’nin fethinden sonra muhacirler Kâbe’yi tavaf ettikten sonra ilk iş olarak hicret esnasında terk ettikleri o an itibarı ile Mekkelilerin işgali altında bulunan evlere gittiler, evin kendilerine ait olduğunu iddia ettiler. Evde işgalci olarak oturanlar da bu durumu zaten bildiklerinden hiç itiraz etmeden, evi asıl sahibine iade ettiler fakat biri müstesna. Peygamberimiz de merhum eşi Hz. Hatice’den kalma evine gittiğinde evde oturan Mekkeli, bu evi Akil bin Ebi Talip’ten satın aldığını söyledi. Peygamberimiz de buna bir şey diyemedi. Hicret esnasında henüz Müslüman olmamış olan Peygamberimiz’in amcazadesi Hz. Ali (r.a.)’nin de kardeşi olan Akil, Hz. Hatice’nin evine yerleşmişti, daha sonra da sanki kendi eviymiş gibi bu evi bir müşrike satmıştı. Bu sebeple Peygamberimiz bu evle ilgili hak iddiasında bulunmadı. Sahabeden bazıları, “Ya Rasûlallah, nerede kalacaksınız? Size bir ev satın alalım mı ya da yeni bir ev yapmamızı ister misiniz?” diye sorduklarında içindeki burukluğu izhar ederek, “Akil bize duracak ev mi bıraktı?” dedi. Allah Rasûlü’nün fetih sevinci böylece kısmen gölgelenmişti. Peygamberimiz (s.a.v.), Mekke dışında şu anda Mekke Mezarlığı olarak kullanılan Cennetü’l-Mualla’ya yakın bir yer olan Hacun Dağı eteğinde Bahta denilen mevkide çadır kurmuş ve burada ikamet etmiştir. Allah Rasûlü Veda Haccı’na geldiğinde de çadır kurarak burada ikamet etmiştir. Peygamberimiz (s.a.v.) bu tavrı ile artık Mekke’ye ait olmadığını, vatan olarak Medine’yi ittihaz ettiğini, Mekke’de misafir gibi olduğunu somuncubaba 69 Sevmek Öyle kolay sanma gülü sevmeyi, O sevgi bir ömrün sermayesidir. Bilir misin aşka boyun eğmeyi? O ateş yüreğin pervanesidir. Kavura kavura yakmışsa ateş, Ateşi boynuna takmışsa güneş, Hummalı sevdaya talipse bir eş, O ateş sevginin numunesidir. göstermek istiyordu. Fetih esnasında bazı Medineliler, Hz. Peygamber (s.a.v.) nasıl olsa vatanına kavuştu, belki de bizi terk eder, şeklinde bir kanaat belirtince, “Ben sizi hiç terk eder miyim? Mekkeliler beni bu şehirden çıkarmak isterken siz bana kucak açtınız. En zor zamanımda yanımda oldunuz.” buyurarak vefakârlığını ortaya koymuş, fetihten sonra Medinelilerle birlikte dönmüştü. Böylece Peygamberimiz (s.a.v.), İslâm’ın en önemli ikinci şehrini onurlandırmış, İslâm Devleti’nin başkenti olan Medine’nin başkent olarak kalmasını temin etmişti. Eğer Peygamberimiz fetihten sonra Medine’ye dönmemiş olsaydı devlet merkezini de Mekke’ye taşımış olsaydı, Medine şu anki önemine asla kavuşamazdı. Sadece İslâm tarihinin hicret sonrası döneminin yaşandığı tarihî bir şehir olarak kalırdı. Dünyayı Mamur Etmek İçin Ahireti Harap Etmek Akıl Kârı Değildir Kimseye muhtaç olmayacak düzeyde aylık gelir, başını sokacak ev, bir yere intikali sağlayacak binek, ilk insandan beri her zaman, herkesin elde etmek istediği zaruri ihtiyaçlar listesinde yer alır. Bu üç ihtiyacın elde edilmesi insana huzur ve güven verir, olmaması ise sıkıntı 70 MART 2015 sebebidir. Günümüzde de herkes en azından düzenli bir gelirim, bir arabam ve bir evim, dairem olsun ister. Bunlar gerekli ve makûl isteklerdir. Ancak, kiracı olarak oturduğumuz ev de kirasını ödediğimiz sürece bizim sayılır. Mülkiyeti bize ait olmayan bir evimizin olmaması bu bakımdan sorun sayılmamalıdır. Yolculuk için para bulduğuz sürece şahsımıza ait bir aracın olmaması da sorun değildir. Birçoğumuz, daha iyi bir evde oturmak için borçlanıyor, kredi çekiyoruz. Aracın modelini yükseltmek için bile kredi çekiliyor ve dinimizin haram saydığı faiz, adeta zihinlerde meşrulaştırılıyor. Dünyayı mamur etmek için ahireti harap etmek akıl kârı değildir. Dünya evi, yaşadığımız sürece -ki o da ne kadar süreceği belli değil- bizimdir. Vefatımızı müteakip varislerimize intikal edecektir. Vefatımızdan sonra varislerimiz, bizim faiz günahını göze alarak aldığımız evde ikamet edecekler, bize de ahirette hesabını vermek düşecek. Kalbinin solunda başlarsa sancı, Zevke dönüşürse çektiğin acı, Tabipte yok ise derdin ilacı, O ateş sinenin birtanesidir. Haşmetli dağları eğip bükersen, Bozulan bağlara fidan dikersen, Uzayan yollara güller dökersen, O ateş gönülün gül hanesidir. Kav edip önüne katmışsa rüzgar, Şöyle bir bakışta çarpmışsa nazar, Almışsa ömrünü aşk azar azar, O ateş bir aşkın teranesidir. Böyledir sevginin günahı, ahı, Sevenin başına taçtır nigahı, Gülüne otağsa can sevdegahı, O ateş sevdanın pinhanesidir. Rabia BARIŞ Kanaatimce ev sahibi olmamayı fazla sorun yapmamak gerekir. Ev alacak imkâna sahip olmak bir nimet, olmamak ise bir imtihandır. Allah Rasûlü’nün bile mülkiyeti kendine ait bir evinin olmaması, evsizlere için bir teselli kaynağıdır. somuncubaba 71 İLİM ve HAYAT / Mehmet SOYSALDI* İnsan yaratılışı gereği, toplum halinde yaşamak zorundadır. Onun mutluluğu, huzuru, toplumun huzur ve mutluluğuna bağlıdır. Zira kişisel bazda huzur ve mutluluk toplumun huzur ve mutluluğu yakalaması ile mümkündür. Toplum halinde yaşamanın belirli ilke ve kuralları vardır. Bu ilke ve kurallar yerine göre hukuk, yerine göre dinî ve yerine göre de ahlakî kurallar olarak karşımıza çıkmaktadır. Aynı toplumda yaşayan insanların birbirlerini sevmeleri, saymaları, sıkıntı ve eziyetlere katlanmaları, bütün söz ve davranışlarda nezaket kurallarına uymaları gerekir. Yapılan hataları, hoşgörüyle/kibar ve efendice karşılamak, iradesi güçlü ve olgun insanların yapabileceği; içtimai hayatın en zor fakat en değerli âdâb-ı muaşeret kurallarındandır. Ancak söz konusu bu âdâb kurallarına uymada, her bireyin aynı dikkat ve duyarlılığı gösterdiği söylenemez. Böyle olunca, toplumdaki bireyler çok farklı sebeplerle birbirlerine kırılmış, küsmüş olabilirler. İnsanlarla İyi Geçinmenin Formülü “ İnsanlar arasında meydana gelen küskünlükler; bir münakaşada öfke ve kızgınlık sonucu sarf edilen sözlerden kaynaklanabileceği gibi, kimi zamanda bir başkası tarafından taşınan sözlerden meydana gelmektedir. Her ne şekilde olursa olsun, bu durumda asıl olan, söz konusu kırgınlığın/dargınlığın, daha ileri boyutlara taşınması değil, kardeşlik anlayışı ve hukukun yeniden tesisi için her bireyin çaba sarf etmesidir. ” 72 MART 2015 İnsanlar arasında meydana gelen küskünlükler; bir münakaşada öfke ve kızgınlık sonucu sarf edilen sözlerden kaynaklanabileceği gibi, kimi zaman da bir başkası tarafından taşınan sözlerden meydana gelmektedir. Her ne şekilde olursa olsun, bu durumda asıl olan, söz konusu kırgınlığın/dargınlığın, daha ileri boyutlara taşınması değil, kardeşlik anlayışı ve hukukun yeniden tesisi için her bireyin çaba sarf etmesidir. Yüce dinimiz, bu tür istenmeyen hadiselerin ortadan kaldırılması için bir dizi tedbirler almış ve bazı yollar göstermiştir. Nitekim Peygamber Efendimiz: “Bir Müslümanın Müslüman kardeşiyle üç günden fazla küs/dargın durması helal değildir.”1 buyurmuştur. Dolayısıyla mü’minler arasında vuku bulan dargınlığın fazla büyütülmemesini, bu halin üç günü geçmemesini tavsiye etmektedir. Atalarımız da: “Müslümanın Müslümana küskünlüğü tülbent kuruyuncaya kadardır.” diyerek insanların birbirleriyle küs durmamalarını ve kısa zamanda barışmalarını en güzel bir şekilde dile getirmişlerdir. İslâm, beşerî ilişkilere çok önem vermiştir. İnsanların birbirine karşı daima sevgi ve saygıyla davranması gerekir. Zira birbirini seven, birbirine karşı hoşgörülü olan insanlardan meydana gelen bir toplumda huzur, barış ve esenlik olur. Kur’an getirmiş olduğu prensiplerle insanların birbirine karşı hoşgörülü olmasını ve yapılan hataların affedilmesini istemektedir. Nitekim Yüce Allah, Fussilet Suresi 34-35.ayetlerde şöyle buyurmaktadır: “İyilikle kötülük bir değildir. O hâlde sen kötülüğü en güzel tarzda uzaklaştırmaya bak. O vakit seninle kendisi arasında düşmanlık bulunan kişi candan bir dost oluverir. Ama kötülüğe karşı iyilik yapma hasleti, ancak sabredenlerin kârıdır, faziletten yana nasibi bol olanların kârıdır.” Bu iki ayette insanlar arasındaki anlaşmazlık ve çekişmelerin sonucu meydana gelen kırgınlık ve düşmanlığı gidermenin yolu açıklanmaktadır. İyilik ve kötülük elbette bir değildir. Yapılan iyiliğe karşı iyilik yapmak her insandan beklenen ve her insanın yapabileceği bir davranıştır. Ancak kötülüğe karşı iyilik yapmak her insanın yapabileceği bir şey değildir. İşte Kur’an bu ayetlerde bize insanlar arasındaki dargınlık, kırgınlık ve düşmanlığın giderilmesinin en güzel yolunu göstermektedir. O da; yapılan kötülüğe iyilikle karşılık vermektir. İnsan, kendisine yapılan bir kötülük karşısında, kötülüğü yapan insana bir iyilik yapsa böylece aradaki dargınlık, kırgınlık ve düşmanlık bir anda eriyip yok olur. Kötülük yapan insana iyilikle karşılık verildiğinde insan hatasını anlar ve kendisine iyilik yapana karşı öfke ve kini bırakıp sevgi beslemeye başlar. Çünkü kalpler iyilik yapana karşı sevgi duymak üzere yaratılmıştır. Asıl önemli olan kendisine kötülük yapılan insanın, nefsini ve şeytanın vesvesesini yenip kendisine kötülük yapana karşı iyilik yapmaya yönelmesidir. Tabi ki bu davranış her insanın yapabileceği bir şey değildir. somuncubaba 73 Yapılan kötülüğe kimler iyilikle karşılık verebilir ve kimler bu olgunluğu gösterebilir? Yukarıda zikrettiğimiz ayette şu iki sıfata sahip olan insanların ancak böylesine bir olgunluk gösterebilecekleri belirtilmektedir: Hz. Ebu Bekir (r.a.)’ın Mıstah adında fakir ve muhtaç bir akrabası vardı. Bu zat onun halasının oğlu olup onun evinde barınan bir yetimdi. Hz. Ebu Bekir, hem ona hem onun ailesine karşılıksız yardım ederdi. a) Sabretmesini bilen erdemli mü’minler, Peygamberimiz (s.a.v.)’in kıymetli eşi, Hz. Ebu Bekir’in de kızı olan Hz. Aişe validemize ağır bir iftira atılması şeklindeki İfk Hadisesi gerçekleştiğinde, Mıstah’ın da bu iftirayı yayanlar arasında adı geçiyordu. Bu sebeple Hz. Ebu Bekir, Mıstah’a çok kızmıştı. Ona artık yardım etmeyeceğine dair yemin ederek: “Kalkın buradan! Ben sizden değilim ve siz de benden değilsiniz. Bundan böyle hiçbiriniz benim yanıma gelmesin.” dedi. Mıstah ise, kendinin masum olduğunu iddia ediyordu. Söylediğine göre o, iftirayı atanlardan değildi. Sadece şair Hassan’ın bu konu ile ilgili söylediği bir şiire gülmüştü. b) Allah yolunda hizmette büyük paya sahip olan, faziletli insanlar. Böyle durumlarda şeytan, durmadan insanın nefsine sinyaller gönderip kötülüğe kötülükle karşılık vermesini telkin eder. Nefis ise kötülüğe daha çok yatkındır. Cenâb-ı Hak, mü’minin sözü edilen vesvesenin tesirinden kurtulması için en kestirme yolu şöyle belirlemektedir: “Şeytandan sana bir vesvese gelecek olursa, hemen Allah’a sığın. Çünkü O, duaları işitip icabet eden ve her şeyi bilendir.”2 Kur’an, bu ayetle bizlere insanlar arasındaki ilişkilerin düzenli bir şekilde başarıyla yürütülmesinin metodunu vermektedir. Kur’an’ın verdiği bu yöntem gerçekten çok güzel bir yöntemdir. Nasıl ateş karşısında hiçbir buzun dayanması mümkün değilse erimeye ve yok olmaya mahkûmsa aynı şekilde iyilik karşısında da insanın öfke ve kini, düşmanlığı ne kadar çok olursa olsun dayanması mümkün değildir. Burada asr-ı saadetten bir örnekle konumuzu daha anlaşılır kılmak istiyoruz: Mıstah, yeminler ederek Hz. Ebu Bekir’e: “Bizi başkalarına muhtaç etmemen için Allah’a, İslâm dinine, şefkatin ve akrabalığımızın namına sana yemin ederim. O işte bizim hiçbir günahımız yoktur.” demişti. Ancak Hz. Ebu Bekir ikna olmamıştı. Onun bu ağır yeminine karşı: “İftira hakkında söz söylemedinse de, söyleyenlere gülmedin mi?” dedi. Hz. Ebu Bekir ile Mıstah’ın arasında mücadele böyle sürüp giderken, Peygamber (s.a.v.)’e şu ayet vahyedildi:3 “İçinizden fazilet ve servet sahibi kimseler, akrabaya, yoksullara, Allah yolunda göç edenlere (mallarından) vermeyeceklerine yemin etmesinler; bağışlasınlar, feragat göstersinler. Allah’ın sizi bağışlamasını arzulamaz mısınız? Allah çok bağışlayandır, çok merhametlidir.”4 Vahyin inmesinden sonra, Peygamber Efendimiz, derhal Hz. Ebu Bekir’e haber gönderdi: “Allah, bana bir ayet vahyetti. Mıstah ve ailesini evden çıkarmaktan seni nehyediyor!” dedi. Bu haberi duyan Hz. Ebu Bekir, ‘Allahu Ekber’ diyerek tekbir getirdi ve çok sevindi. Hemen 74 MART 2015 Rasûlullah’ın yanına giderek hakkında inen ayeti kendisine okumasını rica etti. Peygamber Efendimiz ona ayeti okumaya başladı. Hz. Ebu Bekir, ayetteki, “Allah’ın da sizi bağışlamasından hoşlanmaz mısınız?” ifadesini duyunca: “Evet Ya Rabbi! Rabbimin beni bağışlamasından elbette hoşlanırım ve onları kovmaktan kesinlikle vazgeçtim.” dedi. Mıstah’a hemen adam göndererek bu durumdan onu haberdar etti. Bu olay üzerine Hz. Ebu Bekir, “Allah’a yemin ederim ki daha evvel yaptığım yardımı fazlasıyla yapacağım.” diyerek Mıstah’a önceki yardımının iki katını yapmaya başladı. Dindar, muttaki, faziletli ve varlıklı zengin kişiler, fakirlere, muhtaçlara yapmakta oldukları yardımı, onların işledikleri günahlardan ve hatalardan dolayı kesmemelidirler. Onların işledikleri suçları affederek daha evvel yaptıkları yardımlarına devam etmelidirler. Bu şekilde davrananların günahlarını da Allah affeder ve onları cennete koyar. Bizler, nasıl Allah’ın, günahlarımızı affetmesini istiyorsak, o hâlde biz de bize karşı hata yapan insanları affetmeliyiz. Affetmek en büyük fazilet ve hayırdır. Yüce Allah, Şura Suresi’ndeki 36-37. ayetlerde gerçek mü’minlerin, Allah’a tevekkül eden, büyük günahlardan, çirkin işlerden kaçınan ve kızdıkları zaman da bağışlayan kimseler olduğunu belirtmekte, Al-i İmran Suresi 134. ayette de yine öfkelerine hâkim olan mü’minleri övmekte, onlara genişliği göklerle yer arası kadar olan cennet bahçelerini vereceğini vaad etmektedir. Hz. Peygamber (s.a.v.)’in ifadesine göre asıl kahraman kızdığı zaman öfkesine hâkim olabilen insandır. Nitekim Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.)’in: “Merhamet etmeyene, merhamet olunmaz.” buyruğu ile de Allah’ın kendisini bağışlamasını isteyen kulların hata yapan insanları affetmeleri gerektiğini belirtmektedir. Atalarımız da, “İyiliğe iyilik her kişinin kârı, kötülüğe iyilik er kişinin kârıdır.” demişlerdir. Netice olarak diyebiliriz ki; 1. Kötülük yapanı affetmek, insanın kâmil iman sahibi olduğunu gösterir. Beşerî ilişkiler- de daima bağışlayıcı ve hoşgörülü olmak, bağışlayıcı ve hoşgörü sahibi olmanın mü’minlere yakışan güzel hasletlerden olduğunu unutmamak gerekir. 2. Daima Cenab-ı Hakk’ın bizi bağışlamasını arzu etmek gerekir. İyilikte bulunduğumuz, insanları affettiğimiz, hoşgörüyle davrandığımız nispette Cenab-ı Hakk’ın rahmet ve mağfiretine lâyık düzeye gelebileceğimizi unutmamalıyız. 3. Hayırlı bir işin terki için yemin eden kimse yeminini bozarak o hayırlı işi yapmalı ve yemini için kefaret vermelidir. 4. Mal ve serveti faziletle birleştirmek; böylece muhtaç durumda olan yakınlara ve akrabalara yardıma devam etmek gerekir. İnsanın yalnız kendisi için değil, ailesi, akrabaları ve çevresi için de çalışıp kazandığı şuurunda olması gerekir. Çünkü fert toplumun kopmaz bir parçasıdır. Aynı zamanda ahlak ve faziletten kopuk bir servette hayır ve rahmet bulunmamaktadır. 5. Yakınların ve akrabaların bütün iyiliklere rağmen nankörlük etmelerine kızıp onlardan yardımı kesmemek, yaptığımız ve yapacağımız iyiliklerin karşılığını yalnız Allah’tan beklemek gerekir. İnsanlardan takdir ve teşekkür beklemeye gerek yoktur. Dipnot * Prof. Dr. Mehmet SOYSALDI 1. 2. 3. 4. Tirmizî, Birr ve Sıla, 21. 7/Araf, 200. Buhârî, Şehâdât, 15. 24/Nur, 22. somuncubaba 75 KİTAP / Meryem Aybike SİNAN Kalemi Kılıçtan Keskin Selçuklu Veziri Eğitimci-Yazar Mürsel Gündoğdu’nun ‘Kalemi Kılıçtan Keskin Selçuklu Veziri: Nizamü’lMülk’ kitabı Nesil Yayınları’ndan çıktı. Selçuklu devlet teşkilatının planlayıcısı, Nizamiye Medreselerinin kurucusu, Siyasetname adlı şaheserin yazarı, Haşhaşileri dize getiren devlet adamı ve Büyük Selçuklu Devleti’nin koca veziri Nizamü’l-Mülk’ün baş döndürücü hayat hikâyesi ‘Vezir’ ile yazıldı. Siyasi tarihimizde büyük padişahların yepyeni bir çığır açtıklarını, devleti ve toplumu bambaşka mecralara taşıdıklarını biliriz. Alparslan, Fatih Sultan Mehmet, Yavuz Sultan Selim, Kanuni Sultan Süleyman bu meyanda ilk planda akla gelen padişahlardır. Ama sadece padişahlar damga vurmamışlardır tarihimize; zaman zaman padişahları da gölgede bırakırcasına büyük devlet adamları, vezirler, komutanlar, kendi isimlerini yazdırmışlardır yaşadıkları döneme. Osmanlı’da Sokollu Mehmet Paşa, Halil ve Ali Paşalarıyla Çandarlılar, 17. yüzyılda Köprülüler, padişahları aşan bir şöhrete, başarıya ve güce erişmişlerdir. Selçuklu tarihinde de bu payeye erişebilen zirve bir isimdir Nizamü’l-Mülk. Kendisi pek çok açıdan yaşadığı çağa damga vurmuş, getirdiği yenilikler yüzyıllarca sürmüş, devlet yönetiminde belirlediği standartlar yaygın uygulama hâline gelmiştir. Mürsel Gündoğdu, Nesil Yayınları arasında çıkan Vezir adlı romanında bu büyük devlet 76 MART 2015 adamının hayatını romanlaştırdı. Tarih kitaplarını okumak bazen sıkıcı ve zor gelebilir ancak Mürsel Gündoğdu’nun akıcı üslubu ve Nizamü’l-Mülk’ün olağanüstü ve çarpıcı hayat hikâyesiyle rahat okunur ve zevkli bir eser ortaya çıktı. Haşhaşilerin Korktuğu Devlet Adamı Roman, Nizamü’l-Mülk’ün suikasta uğradığı Bağdat seferiyle başlıyor. İlk bölümün suikasti konu edinmesinin romana heyecan kattığı söylenebilir. İkinci bölümden itibaren kronolojik sıra takip edilerek Nizamü’l-Mülk’ün hayatı, çocukluğundan başlayarak anlatılıyor. İlk bölümde yer alan suikastçı Ebu Tahir Arrani’nin hançeri göğsüne sapladığı anda Koca Vezir, dostlarının değil düşmanlarının eliyle şehadete ulaştığı için seviniyordu. Selçuklu ülkesinde terör estiren Haşhaşilerle yaman bir mücadeleye girişmişti Koca Vezir. Bu mücadeleye baş koymuş, nice tehditlere pabuç bırakmamış, nice suikast girişimlerini önemsememişti. Çünkü adaletin hâkim kılınması, ehlisünnet itikadının savunulması, barış ve huzurun korunması, kendi hayatından daha değerliydi. Bunun bilinciyle hayatı pahasına doğru bildiği yolda yürümeye devam etti. Ancak Nizamü’l-Mülk suikastı çok katmanlı, şaşırtıcı ve bugün bile hâlâ üzerindeki sis perdesi tamamen kaldırılamamış bir olay. Suikastçının Haşhaşi olduğuna dair iddialar bulunmakla birlikte suikastın arkasındaki karar vericinin Sultan Melikşah olduğuna yönelik göz ardı edilemeyen varsayımlar da bulunmaktadır. Nizamü’l-Mülk’ün ölümü üzerindeki bu kadar spekülasyon, şüphesiz hayatını dolu dolu yaşaması ve büyük işlere imza atması dolayısıyladır. Yoksa tarihte pek çok suikast yaşanmış ancak bunların üzerinde bile durulmamıştır. KİTAPLIK Ağla Rabia C. Brodbeck Sufi Kitap Tel: 0212 511 24 24 Örnek Bir Devlet Adamı Hikâyesi Nizamü’l-Mülk’ün en büyük ve kalıcı eserlerinden biri, kurduğu Nizamiye Medreseleridir. Kendi ismini alan medreseler, zamanın fitnelerine karşı ehlisünnet itikadını savunmak, öğretmek ve yaymak için kuruldu. Bağdat Nizamiye Medresesi’nin başında da İmam-ı Gazalî gibi büyük bir âlim vardı. Koca Vezir, sadece bir devlet adamı değil, aynı zamanda eşine az rastlanır bir ilim ehliydi. Siyasetname, devlet yönetiminin ve devlet adamlarının nasıl olması gerektiğine yönelik, geçerliliğini yüzyıllarca sürdürecek olan bir şaheserdir. Kısaca özetlemek gerekirse; Haşhaşilerin can düşmanı, Nizamiye Medreselerinin kurucusu, Siyasetname adlı şaheserin yazarı, Selçuklu-Osmanlı devlet teşkilatının planlayıcısı, Büyük Selçuklu Devleti’nin koca veziri Nizamü’l-Mülk’ün baş döndürücü hayat hikâyesinin ele alındığı sürükleyici bir romanla karşı karşıyayız. Siyasî entrikaların girdabında yuvalanan bir suikastın elem verici sırrının dehlizlerinde dolaşan heyecan verici bir serüven... Yaklaşık bin yıl önce yaşanmasına rağmen “Ne kadar da az şey değişmiş!” dedirtecek benzerlikler… Cennet Kapısı Çanakkale Yusuf Dursun Nar Yayınları Tel: 0212 551 32 25 Sır Mektupları Recep Garip Lore Kitap Tel: 0212 255 63 33 Kalplerin Makamları Hacı Bayram Başer Hayykitap Tel: 0 212 352 00 50 Hazret-i Zehrâ’nın Fazîletleri Hâkim en-Nişâburî Revak Kitabevi Tel: 0216 342 47 97 Mürsel Gündoğdu, Kalemi Kılıçtan Keskin Selçuklu Veziri: Nizamü’l-Mülk, Nesil Yayınları, 2014. somuncubaba 77 DENEME / Abdullah Agâh BÜYÜKTANIR Çam Sakızı Çoban Armağanı “Hediyeleşmek kuş gibi hafifletir bizleri, çünkü Allah rızası için sevdiklerimize beslediğimiz muhabbeti gönlümüze perçinlemenin yansımasıdır.” Hediye sunduğumuzda bir yakınımıza; gönlümüzden hep daha fazlası kopar ve bir o kadar da hediye verdiğimizi -ahbabımızı, akrabamızı, yarenimizi- çok daha kıymetlilerine layık görürüz fakat elden pek bir şey gelmez; iş bu sebepten “Çam sakızı çoban armağanı” diye serzeniş edip hediyemizle birlikte çağlayan halini almış duygularımızı takdim ederiz. Tabir yerindeyse bu söz, hislerimizin tercümesi olup hediyeleşmenin adab-ı muaşereti haline gelmiştir bizde. “Hediyeleşin ki; muhabbetiniz artsın, çünkü hediye aranızdaki sevgiyi artırır, kalpteki kötü hisleri giderir.” buyuran Efendiler Efendisi (s.a.v.)’in hadisini yaşam şekline getirecek bir nezaketin terennümüdür bu. Kelimelere atalarımız ne derin manalar yüklemiş ve bu atasözü meydana gelmiş. Hediyeleşme, atalarımızın elinde ilk olarak madde boyutundan arındırılıp duyuşlar ve görüşler üstü bir merhaleye erişti ve sonra manevî bir nokta-ı nazardan değerlendirilip, sünnet zaviyesinden ibadet gözüyle görüldü. Hediyeleşmek bizleri kirlerimizden arındırıp rızkımızı bereketlendirmiştir. Zira Efendiler Efendisi (s.a.v.)’in buyruğunu emir telakki etmişizdir. Hediyeleşmek kuş gibi hafifletir bizleri, çünkü Allah rızası için sevdiklerimize beslediğimiz muhabbeti gönlümüze perçinlemenin yansımasıdır. yıllarında ellerini öptüğümüz nine ve dedelerin hemencecik ceplerinden çıkartıp verdikleri şekerlerle kaimdir. Hediyeleşmek bir bakıma bizim mizacımızda vardır. Birilerine bir şeyler ısmarlama çabamız da bu mizacımızdan kaynaklansa gerek. Elimiz boş gitmeyi kendimize yakıştıramayız asla. Hediyesiz kapı çalmaktan ar ederiz. Kimin ne bahanesi olsa koşarız, hediyemizle. Gayemiz; sevdiklerimizin zor günlerinde yaralarına Hediyeleşmekten esas kastettiğimiz, kalpleri ikram etmekten başka şey değildir. Bu sebepten hediyeleşmek kalpten kalbe olmalı ve kalplere tesir etmelidir. em olabilmek, mutlu günlerinde ise mutluluk- Verecek bir şey bulamayız bazı vakitler; fakat bir tatlı sözle, şiirle, türküyle, maniyle hediyeleşiriz, çoğu kez. Yani engelleyemez hiçbir şey içimizde ki hediyeleşme aşkını. Hevesimizi kıramaz hiç bir şey. olarak. Çocuk doğduğunda, yürüdüğünde, dişi Nasıl ki hediyeleşmek sünnetse; geri çevrilmez gelen hediye de. Geri çeviren ise sadece karşıdakinin gönlünü incitmekle kalmaz elbette ki… 78 MART 2015 Hediye belki de hepimizin aklında çocukluk larını daha da çoğaltmaktır. Hayatın her döneminde hediyeleşmek için kendimizce bahaneler bulmuşuzdur, millet çıktığında, evlilikte, hastalıkta, bir şeyler kazandığında, kaybettiğinde… Hatta öylesine benimsedik ki, hediyeleşmeyi, ölülerimizin ardında bıraktıkları yadigârları bile hediye edecek bir gönül genişliğini ve cömertliğini boynumuza borç bildik ve ölenimize ahirette faydası olması umuduyla konu komşu kimi bulduysak dağıttık. somuncubaba 79 En güzel hediyeleri bulmuş ikram etmişiz sevdiklerimize. Gâh yeni pişmiş sıcak ekmekle gönülleri celp ederek gâh sıcak çorba ile muhabbetimizi pekiştirerek. Kimi zaman hediyemiz çalışana su veya soğuk ayran iken kimi zaman yolda kalmışa evimizin kapılarını aralayarak sünneti ihya etmenin huzurunu yaşamak ve yaşatmak olmuş. Cânânım Deyû Yaratan yaratmış bana kul demiş Sinendeki gonca açan gül demiş Âsi olma Muhammed’i bul demiş Bun can ağlar ağlar cânânım deyû Kırk yıl hatırı akıllarda taze kalan kahve hediyemizken bazen, bazen de Allah’ın selamıdır. Anadolu coğrafyası, hediyeleşmeyi öylesi bir raddeye eriştiriştir ki -misilsiz nezaket tüter buram buram. Hediyeleşmenin en güzidesi, hacca giden kimsemize selam götürmesini rica ederiz ve geldiğinde getirdiği nur kokulu doyumsuz selamı alırız bizlerde. Hediyeleşmenin en mükemmel boyutu… Selamı götüren ve getiren de ne aziz ahbap… Ve O’nun topraklarından gelen hediyeler. Ve o hediyeleri getirenin gönlümüzdeki yeri… Birçoğunun hayır sahibi belli olmayan sadaka-i cariyeler vardır birde, insanlığın hayrına tüm ümmete hediye edilmiştir. Ve dahi kurdun kuşun, İlahî rıza maksadıyla, rızkını temin eden veya onların faydasına hayırda bulunan büyüklerimiz de bir nevi hediyeyi başka mecra da gerçekleştirmezler mi? Dua ederiz, hediye yerine çoğu vakit. Belki hediyeye gücümüz yetmediğinden hediyelerin en makbulü olan duayla hediyeleşiriz. Haberimiz dahi olmaz fakat bunlar sayesinde ayakta dururuz. Bunlar sayesinde yolumuzdaki taş ayağımıza takılmaz. Bazı dualar da tüm vatan coğrafyasına ve tüm ümmete hediye edilir ki, üzerimizdeki rahmete vesiledir. Hediyelerimizden dar-ı bekaya göçenleri de unutmayız, asla. Her namazda, salavatta, ibadette, Kur’an ziyafetinde onlara da bağışlarız, hediyelerin en munisini ve en muhlisini; elbette ki en başta Efendimiz (s.a.v.)’in aziz ruhuna hediye ettikten sonra. Görüldüğü gibi medeniyetimizin mimarları hediyeleşmek mevzuunu ilmek ilmek her hususta kıymetlendirmişler. Duayı, Peygamberimiz (s.a.v.)’e selam salmayı, selamlaşmayı, ikramda bulunmayı ve sadaka-i cariyeyi hep hediyeleşme olarak addetmiş ve hediyeleşmeyi ise ibadet olarak kabul etmiş bir milletiz. Başka bir medeniyet var mıdır acaba hediyeleşmeyi bu boyutlara çıkarıp destanlar yazan? Başka milletlerde hediyeleşme üzerine böylesine zengin kültür inşa edilmiş midir? Başka kim hediyeleşmeyi maddeden -kuru kuruya alış veriş mantığından- soyutlamıştır ve başka kim estetik, nizam ve ruh katabilmiştir? 80 MART 2015 Amanın komşular etmen temaşa Bir haber yollayın hekim ulaşa Yârelerim azdı düştüm telâşa Gönül ağlar ağlar cânânım deyû Yanarım yanarım duman görünmez Ne çekerim bu âlemde bilinmez Yârem sıra sıra merhem olunmaz Bun can ağlar ağlar cânânım deyû Bir mübarek dûşe düçâr olsaydım Bir kez olsun nur cemalin görseydim Arayı arayı yolun bulsaydım Gönül ağlar ağlar cânânım deyû Toprak yanar yağmur yağar can olur Bülbülün feryadı hep figan olur Kul Cihangir aşkla derdin bin olur Bin can ağlar ağlar cânânım deyû Cihangir DOĞAN somuncubaba 81 ÖRNEK HAYAT / Yusuf HALICI Şam Velîler Tıpkı büyük zatlar gibi, büyük insanlar gibi bazı şehirleri de sadece isimleriyle anmak ve söylemek sanki edebe aykırı kabul edilir. Ki öyledir de... Nasıl ki büyük insanlardan bahsederken onları sadece isimleriyle söylemek doğru değilse; öyle mekânlar, öyle beldeler, öyle şehirler vardır ki onları da yalnız başına isimleriyle zikretmek doğru değildir. Mesela Müslümanlar, Mekke yerine Mekke-i Mükerreme, Medine yerine Medine-i Münevvere, Kudüs yerine Beytü’l-Makdis derler. Bununla bu beldelere karşı olan hürmet, muhabbet ve saygılarını göstermek isterler. Bu beldelerden biri de Şam, Şam-ı Şerif’tir. Hadis-i şeriflere göre; yeryüzünde yaratılan ilk toprak Şam-ı Şerif’tir. Denilir ki insanoğlunun yaratıldığı ve dünyaya gönderildiği o eski zamanlardan beri insan yerleşimine açık tek şehir Şam’dır. İnsanoğlu en fazla bu şehirde yaşadı. İnsanın en eski evi bu şehirdir. Yeryüzünde zulmün başlangıcı sayılan Kabil’in Habil’i katletme olayı bu şehirde gerçekleşti. Kasyum Dağı’nda gerçekleşen o ibret verici olayın hatıraları hâlâ mevcut. Habil’i katleden Kabil, kardeşinin cansız cesedini uzun bir süre taşıyarak suç mahallinden uzaklara, Kasyum’un 25 kilometre kadar ötesine götürmüş ve ancak bir karganın kılavuzluğunda defnedebilmişti. Ziyaretçilere açık olan Habil’in kabri Zebedan’da insanlık için bir ibret vesilesi olarak ziyaretçilerini beklemektedir. Dünyanın en önemli ve en özel şehirlerinden birisi olan Şam, asırlarca büyük İslâm medeniyetinin en önemli şehirlerinden birisi oldu. Şam hem bir Peygam- 82 MART 2015 berler yurdu hem de binlerce sahabi ile kâmil insanların yattığı bir beldedir. Bu şehirde, nerdeyse başınızı çevirdiğiniz her yerde bir büyük insanın yattığına şahit olursunuz. Kimi sayacaksınız ki? Yahya (a.s.)’dan tutun da, Bilal-i Habeşi (r.a.)’a, Halid bin Velid (r.a.)’dan tutun da mahzun padişah Sultan Vahdeddin’e kadar birçok büyük insan bu topraklardaki ebedi istirahatgâhındadır. İmam-ı Nevevî Evliya-i kiramın büyüklerindendir. Aynı zamanda yaşadığı asrın en büyük hadis bilginlerinden ve İslâm hukukçularındandır. 1233 yılında Şam yakınlarındaki Neva köyünde doğdu ve doğduğu yere nispetle Nevevî olarak anıldı. Asıl ismi Yahya ibni Şeref’tir ve İslâm dinine olan hizmetlerine bakılarak kendisine, dini ihya eden kimse anlamında Muhyiddin lakabı verilmiştir. Babası küçük yaşta onu Kur’an-ı Kerim öğrenmesi için mektebe gönderdi. Kısa zamanda Kur’an-ı Kerim’i ezberledi. On yaşına geldiğinde hiç de sevmemesine rağmen babasının dükkânında çalışmaya başladı. Çocuk olmasına rağmen akranlarıyla oyun oynamayı da çok sevmeyen Nevevî, her fırsatta ezberlediği Kur’an’ı okumaktan büyük zevk duyardı. On dokuz yaşına kadar memleketinde bir yandan dükkânda çalışırken diğer taraftan fırsat buldukça etrafında bulunan âlimlerden dersler okumaya gayret etti. On dokuz yaşına gelince, babası onu, ilim tahsili amacıyla Şam’daki Revâhiyye Medresesi’ne gönderdi. Önceleri tıp ilmine merak saran Nevevî, İbni Sina’nın ‘El-Kanun’unu okumaya başladı fakat bu işten sıkıldı ve kendini tamamıyla başta hadis dersleri olmak üzere İslâmî ilimlere verdi. Kemaleddin Sellar Erbilî, Ziya ibni Temmam, İbrahim ibni Ömer el-Vasıtî, İbrahim ibni İsa el-Muradî, Abdurrahman ibni Muhammed, İshak ibni Ahmed el-Mağribî, Abdurrahman ibni Nuh, Ömer ibni Bündâr et-Tiflisî, İbni Mâlik et-Tâî’ gibi devrin birçok meşhur âliminden ders aldı. Her gün hocalarından on iki ayrı ilim okurdu. Tasavvufta da Yasin bin Yusuf Hazretlerinin sohbetlerine katıldı. Babasıyla birlikte hacca gitti. Medine-i Münevvere’de kaldığı bir buçuk ay içinde oradaki âlimlerin derslerine katıldı. Kendisinde ilme karşı öyle bir iştiyak vardı ki, bizzat söylediğine göre, iki yıl boyunca yere uzanıp yatmadı. Uykusu gelince kitaplarına yaslanarak biraz uyuklardı. Onun ilme olan düşkünlüğü darb-ı mesel hâline geldi. Hocalarına gidip gelirken bile, okuduklarını tekrar ederdi. Yıllar sonra yazacağı eserlerde belirttiği gibi, ona göre “İlimle uğraşmak, Allah rızasını kazanmak için tutulan en iyi yol ve en üstün ibadetti. İlim tahsili nafile oruç, namaz ve zikirden daha faziletliydi.” Bu kadar azimli ve gayretli çalışması sonucunda on yıl gibi bir zamanda devrinin meşhur bir ilim adamı oldu. O tarihten itibaren de kitap yazmaya başladı ve hadis, İslâm hukuku, ahlak, dil ve edebiyat alanlarında eserler verdi. Özellikle İslâm hukuku ve hadis alanlarında zamanın ender şahsiyetlerinden oldu. Nevevî Hazretleri çok kanaatkâr olup nefsî ve dünyevî arzu ve isteklerden uzak dururdu. Ahirete duyduğu özlem sebebiyle dünya zevklerine, yiyip içmeye, giyinip kuşanmaya, kısaca rahat yaşamaya değer vermezdi. Günde bir defa o da geceleyin, sadece bir çeşit yemek yerdi. Sofrasında iki çeşit yiyecek nadiren bulunurdu. Zahit, vera’ sahibi, vakur ve heybetli bir görünüşü vardı. Doğru konuşur, yerinde söyler, gecelerini ibadet ve itaatle geçirirdi. En büyük ibadetin samimi bir niyetle helâl ve haramları öğrenmek olduğunu söylerdi. Görev yaptığı medreselerden kendisine verilen aylıkla kitap alır, sonra da bunları o medreseye vakfederdi. Takva ehliydi. Şam’da pek çok vakıf arazisinin bulunduğunu, bunların titizlikle idare edilmediğini, ortaklığın meşru bir şekilde yapılmadığını, dolayısıyla bu meyvelere haram karıştığını söyler, bundan dolayı da Şam’da yetişen şeylerden yemez, memleketinden, anne-babasının yanından getirdiği, helâl olduğundan tam emin olduğu şeyleri yemekle kanaat ederdi. Büyük âlim Şeyh Kutbuddin elYununî’nin şu sözleri onu en iyi şekilde tarif etmektedir: “İlim, vera’, ibadet, azla yetinmek ve hayatın sıkıntılarına katlanma hususunda zamanında tek idi.” Kırk dört yıllık hayatında, kırkın üzerinde eser veren Nevevî, özel yaşantısıyla da örnek şahsiyetlerden olmuştur. Bunların tümü önemli eserler olmakla birlikte Rizayü’s-Salihin, Kırk Hadis ve Sahihi Müslim Şerhi oldukça meşhur olmuş ve özellikle Rizayü’s-Salihin Nevevî’nin ismiyle özdeşleşmiş eserlerdir. İslâm tarihinde en önde gelen fıkıh âlimlerindendir. İmam Nevevî’nin yaşadığı dönemde İslâm Dünyası büyük bir sıkıntı ve çalkantı içerisinde bulunuyordu. Bir taraftan Haçlı Seferleri diğer taraftan Moğol istilası yüzünden İslâm coğrafyası büyük bir sıkıntı yaşamakta idi. Yaşadığı çağın insanlarını aydınlatma ve doğru yola iletme hususunda önemli gayretleri olan İmam Nevevî, 1277 yılında, genç denebilecek bir yaşta, kırk dört yaşında bu dünyadan ayrılmıştır. somuncubaba 83 EĞİTİM / Fehimdar ÇİFTÇİ Genç Nüfus Masalı “Gözlemlerimize göre, genç kuşaklarla, yaşlı insanlar arasında büyük farklar bulunmaktadır. Bu sadece yaşlıların yaşından, gençlerin genç olduklarından değil, duygular düşünceler, istekler arasında da birçok farklar bulunmaktadır.” Çocukluğumdan beri dinliyorum. Her zaman bir gençlik ve genç nüfus sözlerini duyuyorum. Anadolu’nun köylerini dolaşıyorum; koskoca köyler bomboş, bir kaç bacadan çıkan dumanlardan anlaşılıyor ki, bu köyde birkaç ihtiyar yaşıyor. Ya da bir cami duvarının dibinde elinde bastonu bir iki kişi daha… Kimi yalnız kaldığına, kimi torunlarını göremediğine, kimisi gurbete çıkan çocuklarının hasreti ile yanmaktadır. Biraz sohbet edince bütün ihtiyarlar, “Benim genç olduğum vakit…” diye söze başlıyor ve sohbetin sonuna doğru gözlerinin yaşlarla dolduğunu görüyorum. Sosyal değişmeye maruz kalan bir milletin kültürel, sosyal ve ekonomik yapısı eski yerini koruyamaz. Mevcut duruma göre yeniden yapılanmak, yeni duruma göre yeni hedefler geliştirmek kaçınılmazdır. Millete hizmeti esas alan bir devlet, olası durumlar için yeni yaklaşımlarda sergilemelidir. Dünyadaki değişmelere paralel olarak, bizde de değişme kaçınılmazdır. Dost veya düşman herkes bundan bahsetmekte objektif tespitler de yapmamaktadır. Aksine bu değişmeyi bütün boyutları 84 MART 2015 ile yönlendirme, kendi stratejilerine uyumlu hale getirmenin de yollarını aramaktadır. Esefle belirtelim ki, yerli yabancı işbirliği ile Türk gençliği yönlendirilmiş bir “kontrol” altına girmiştir. Sanayileşmeyle birlikte, yoksulluk problemi de şiddetini artırarak gelmektedir. Nedenlerini ve sonuçlarını tam olarak birbirinden ayırmakta zorlansak da, adaletsiz gelir dağılımı, göçler, bölgeler arası eşitsizlikler ilk akla gelen sebeplerdir. Gerçek anlamda sosyal bir sorundur. Bu yüzden doğduğu toprakları terk eden insanlar, gittikleri yerlerde de başka büyük sosyal sorunlara yol açmaktadır. Bu mesele ile ilgili unvanı büyük birçok insan birçok sebep ileri sürebilir. Sosyal bir değişme yaşadığımız doğrudur. Bu değişim, uzun vadeli ve hayatî önemi haiz bir olgu olduğu, kaçınılmaz bulunduğu, yaşanacak bir sonuç olduğu da izah edilebilir. Ancak niçin bu insanları doğduğu yerde toprağına bağlayacak bir gayret gösterilmedi? Bunun sonucu olarak yükünü çekemeyen şehirler, çarpık kentleşme, gecekondulaşma, eğitimsizlik, suç oranlarının ve çeşitlerinin artması, sosyal izolasyona uğrama gibi sosyal sorunlar ortaya çıktı. Yasalardan kaçmayı başaran insanlar, kent kültürünün getirdiği serbestlik içinde dik başlı ve kabadayı karakterler olarak toplumun içine girmekte, onların hallerinden doğan hatıralar, filmlere konu olup, köyde kalması gereken geçliğimizi de şehirlere somuncubaba 85 sürüklemektedir. Gençliğin bu “delikanlı” hususiyetlerini bilenler, buna göre plan, program ve stratejiler geliştirerek, onlara emir ve kumanda etmektedirler. Artık Anadolu’nun sakin ve suskun delikanlısının yerini, kentlerin hırçın ve bıçkın delikanlıları almıştır. Bunlar, yeni modeller ortaya koyarak, yeni hırçın gençleri peşinden sürüklemiştir. Bu yapı farkları derinleştirmiştir. Gözlemlerimize göre, genç kuşaklarla, yaşlı insanlar arasında büyük farklar bulunmaktadır. Bu sadece yaşlıların yaşından, gençlerin genç olduklarından değil, duygular düşünceler, istekler arasında da birçok farklar bulunmaktadır. Biz yetişkinler onlarla aynı dili konuşsak da, aynı kavramları kullansak da gençler bizleri ağır ve hantal bulmaktadır. Sorunlar karşısında onların ani ve aceleci tavırları, yetişkinlerin ise düşünme ve irdeleme durumları zaman kaybı olarak algılanmaktadır. Öyle bir duruma geldik ki, en ufak bir sorun karşısında çocukları ve gençleri suçlamak kolay bir yol oldu. Çocuk, çocuktur ama her zaman sorun kaynağı değildir. Sorunlu ve kusurlu yetişkinler, analar ve babaların varlığı göz ardı edilmektedir. Yetişkin sorunlarının çoğu, insanı eşitsizleştiren ve bunu derinleştiren adalet kavramının yanlış algılanması sonucunda meydana gelmektedir. Şu bir gerçek ki, herkese eşit davranmak adalet değildir. Suçlunun cezasını, suçsuzunda mükâfatını aldığı durum adalet olabilir. Bu dünyada ister genç, isterse yaşlı ol, her devir ve dönemde bir “insan olma” sorunu yaşanmaktadır. Bu sorunu dünya ölçekli düşündüğünüz zamanda bir gençlik ve eğitim sorunu olarak karşımıza çıkmaktadır. Gençlerin en güzel yaşları okul zamanlarında geçmektedir. En güzel hatıralar o yıllarda saklıdır. En iyi arkadaşlıklar o zamanlarda vardır. Okul, önemli bir toplumsal kurumdur. Okul insana hayatında gerekli olacak değerleri ve bilgileri kazandırırken, topluma uyum sağlaması için gerekli sosyalleşme becerilerini de kazandırır. Önemli sorun sosyalleşmedir. Çünkü genç tamamen bir arkadaş grubuna ve topluluk içine girmektedir. Okulları ayrı istikametlerde koşan, ayrı otoritelerin gölgesinde yol alan bir Türkiye, istikbalde nasıl birlik olabilir? Her zaman övünürüz. Türkiye genç bir nüfusa sahiptir. Bu şimdilik doğru kabul edilebilir. Bu kadar genç nüfusu olan bir ülke, bu nüfusu iyi organize edebiliyor mu? Avrupalı uyanıktır, onların zaten Türk adı ile tarihsel süreçte birçok problemleri vardır. AB tam üyelik sürecinde bulunan Türkiye’nin nüfus varlığı tartışma konusu olmayı sürdürmektedir. Türkiye’nin nüfus varlığının doğru ve sağlıklı değerlendirilmesi için AB ve Türkiye’nin demografik nüfus hareketlerinin karşılaştırılması yoluna gidilmektedir. Avrupa’da genç nüfusun azalması, Avrupa’nın güvenliği için de bir ”Türk riski” oluşturmaktadır. İngiliz çıkarcıdır. Hem tarih içinde yaşananlar bu durumu doğrulamakta, hem de Irak’ın işgalinde sergilediği yakın durum ortada bulun- 86 MART 2015 maktadır. ABD kendine faydacıdır. Stratejilerini bu amaç doğrultusunda geliştirir. İdeolojisi küreselleşmedir. Bununla; devletlerin egemenlik anlayışını kırmış, moral değerlere saygıyı azaltmış, piyasa kurallarına direnci yok etmiş, kimliklerin istikrarı ciddi biçimde sorgulanmıştır. Sosyal değişmenin kaçınılmaz olduğu bir gerçektir. Ancak bu değişme bir vizyona dayanmadığı için gençliğimiz kendi milletine yabancılaşmış, bu durum istismara kapı aralamıştır. Millet olma suni bir yapılanma değildir. Batı kendi değerlerini korurken, gelişmekte olan ülkelerde çözülmenin hızlanması için etkili yöntemler denemiştir. Bu işi başarmışta sayılır; o kadar başarmıştır ki, aynı vatanda kültür ikizleşmesi yaratmış, yok olma ile karşı karşıya bırakmıştır. Batılı devletler orijinal kalmak için yollar aramakta ve yok olmak istememektedir. Aksine gelişmek, zengin olmak, yeni sömürgeler elde etmek, müreffeh yaşamak için birçok enstrümanın bütün bileşenlerini kullanmaktadır. somuncubaba 87 2015 yılında aboneliğinizi yenilerken, yakınlarınızı da Somuncu Baba’nın ilim ve kültür dünyasına katın. Onların da abone olmasını sağlayın. 2015 Yılı Aile ve Çocuk Ekiyle Birlikte Yıllık Abone Bedeli 95 Türkiye : 95 Avrupa: 72 Euro ABD: 102 USD Banka / Posta çeki hesabınıza yatırdım. Dekont İlişiktedir. ABONE İLETİŞİM HATTI Adı / Soyadı: 444 36 61 Kurum Adı: (0422) 615 15 54 (0546) 544 60 44 Ünvan: Dergi Teslim Adresi: Posta Kodu: Şehir Telefon: Faks: E-posta: Vergi Dairesi: Vergi No: Abone Başlangıç Tarihi: İmza: Faturayı adıma kesiniz Faturayı şirket adına kesiniz Visan İktisadi İşletmesi Zaviye Mah. Hacı Hulûsi Efendi Cad. No: 71 44700 Darende Malatya Tel: (422) 615 15 00 Gsm: (546) 544 60 44 Faks: (422) 615 28 79 bilgi@somuncubaba.net www.somuncubaba.net Posta Çeki (Darende Postanesi) : 1361068 Ziraat Bankası TR 56 0001 0003 2026 7984 8050 01 Vakıf Bank TR 04 0001 5001 5800 7299 7740 58 Gönderilerin abone adına yatırılmasından sonra lütfen arayınız. Derginizin elinize sağlıklı bir şekilde ulaşabilmesi için yukarıdaki alanları eksiksiz bir şekilde doldurunuz. NASİHAT YAYINLARI KAPIDA NAKİT ÖDEME SİSTEMİ HİZMETE GİRMİŞTİR... Aile Eki ÇIKTI Şefkat ve Merhamet Prof. Dr. Osman TÜRER Hulûsi Efendi’nin Düğün Günü Raziye SAĞLAM Müslüman Genç Kız Nasıl Olmalı? Büşra Sümeyye YILDIZ Hz. Aişe (r.ah) Validemizin Üstünlüğü Asuman Kolsuz SEYYAR Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı - VİSAN İktisadi İşletmesi Zaviye Mah. Hacı Hulûsi Efendi Cad. No: 71 (44700) Darende / MALATYA Tel: (422) 615 15 00 - Faks: (422) 615 28 79 www.somuncubaba.net - aile@somuncubaba.net 444 36 61 (0422) 615 15 54 (0546) 544 60 44 ONLİNE SİPARİŞ VE SATIŞ www.nasihatyayinlari.com www.somuncubaba.net AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ YIL: 21 • SAYI: 173 • MART 2015 • Fiyatı: 8 TL Mevlâna Hâlid-i Bağdâdi Hazretleri (k.s.) El-Bağdâdî (k.s.), İslâm’ın öngördüğü çizgiler içinde hizmetini yürütmeye çalışmıştır. Peygamberler Şehri: Şam-ı Şerif İslâm’ın kadim şehirlerinin başta gelenlerindendir bugün bir harabeye dön(dürül)en Suriye’nin payitahtı Şam-ı Şerif. 00169 AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ 173