Tam Metin - Gazi Üniversitesi Açık Arşiv

advertisement
T.C.
GAZİ ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
SİYASET VE SOSYAL BİLİMLER ANA BİLİM DALI
KEMALİZM VE DEMOKRAT PARTİ
YÜKSEK LİSANS TEZİ
Hazırlayan
İbrahim Barbaros Akçakaya
Tez Danışmanı
Prof. Dr. Ahmet Çiğdem
Ankara-2010
ONAY
İbrahim
Barbaros
Akçakaya
tarafından
hazırlanan
“Kemalizm
ve
Demokrat Parti” başlıklı bu çalışma, 10.06.2010 tarihinde yapılan savunma
sonucunda oy birliği ile başarılı bulunarak jürimiz tarafından Siyaset ve
Sosyal Bilimler Anabilimdalı’nda Yüksek Lisans tezi olarak kabul edilmiştir.
İmza
!!!.!!!!!!!!.
Ünvan, Adı ve Soyadı, Başkan
Prof. Dr. İşaya Üşür
İmza
!!!!!!!!!!!!
Ünvan, Adı ve Soyadı
Prof. Dr. Ahmet Çiğdem
İmza
!!!!!!!!!!!..
Ünvan, Adı ve Soyadı
Yrd. Doç. Dr. Belma Tokuroğlu
ÖNSÖZ
2003 yılında Gazi Üniversitesi Siyaset ve Sosyal Bilimler Ana Bilim
Dalı’na başvurduğumda iki yüksek lisans programını “zaman yokluğu” nedeni
ile yarıda bırakmıştım. Üçüncü bir denemeye teşebbüs etmemdeki ana saik
akademik dünyadan kopmama isteği olmuştu. Normal bir eğitim süresini
aşmış olsa da, nihayetinde yüksek lisansımı tamamlamış bulunmaktayım. Bu
noktada siyaset biliminin “kışkırtıcı” bir alan olması, farklı düşünme
imkânlarına kapı aralaması ve çalışmış olduğum konunun “cazibesi”
bitirmemde oldukça önemli roller oynadı. Demokrat Parti’nin Türk siyasi
tarihinde önemli bir yere sahip olması ve taşıdığı anlamlar, Türkiye’nin siyasi
tarihinin öncesi ve sonrasına da bakarak bütüncül bir okuma zorunluluğunu
doğurmaktaydı.
Demokrat
Parti
ile
Kemalizm
arasındaki
ilişkiyi
sorunsallaştırmak bir bakıma o güne değin süren modernleşme çabalarının
geldiği noktayı anlama çabasıydı. Dolayısıyla çalışılan sadece Demokrat
Parti değil, Türk siyasal modernleşmesinin serencamıdır. Bununla beraber
farklı bir bölümden mezun olmanın verdiği avantajları da kullanarak bir çeşit
siyasal kültür çalışması yapmış bulunmaktayım. Demokrat Parti ile başlayan
süreci kronolojik bir şekilde ele almaktan ziyade daha bütüncül bir
perspektifle ve siyasal kültüre ilişkin bir bağlam içinde anlama çabasında,
tarihsel süreklilikleri ve kopuşları da ihmal etmeden ele almamda farklı bir
lisans programından geliyor olmak oldukça etkili oldu. Bu anlama ve analiz
çabasının başarısı ya da derinliği tartışılabilir olsa da meseleyi farklı bir
noktadan ele almış olmak kanaatimizce önemli bir noktadır.
Bu tezin yazılması esnasında eşim Hülya’ya kızımız Zeynep Sena’nın
tüm sorumluluğunu üzerine aldığı için, tezde oldukça fazla emeği olan
Ayşenur Erken’e yoğun çalışmaları için, ihtiyacım olan kitapların temininde
desteğini esirgemeyen Fatma Demir’e emekleri için, Prof. Dr. İsmail
Coşkun’a bu tezi yazmamın ne kadar önemli olduğunu ısrarla anlattığı için,
Hatem Ete’ye kütüphanesinden faydalanma imkânı sunduğu için ve “ebedi
ağabeyim” Mustafa Şahin’e tezi yazmam noktasında yaptığı iğnelemeleri için
II
teşekkürü borç bilirim. Bu saydığım isimler olmasaydı bu tez kesinlikle
yazılamazdı. Son olarak değerli Hocam Prof. Dr. Ahmet Çiğdem’e yeterince
ve gereğince öğrencilik yapmayan bir öğrenciye gösterdiği tahammül ve iyi
niyet için teşekkür ederim.
İbrahim Barbaros Akçakaya
Ankara - 2010
III
İÇİNDEKİLER
ÖNSÖZ!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!. I
İÇİNDEKİLER!!!!!!!!!!!!!!!!!!...!!!!!.. III
KISALTMALAR!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!.. V
GİRİŞ!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!
1
BİRİNCİ BÖLÜM
DEĞİŞMEMEK İÇİN DEĞİŞTİRMEK: TÜRK MODERNLEŞMESİ
1.1. SİYASAL MODERNLEŞME SÜRECİ VE YENİ
SİYASALLLIĞIN OLUŞUMU!!!!!!!!!!!!!!!!.
1.2. KURTULUŞ REÇETELERİ: SİYASAL DÜŞÜNCELER VE
PARTİLER (1876-1920)!!!!!!!!!!!!!!!!!!.
1.2.1. Siyasal Düşünceler!!!!!!!!!!!!!!!!!!
1.2.1.1. Yeni Osmanlılar!!!!!!!!!!!!!!!!!.
1.2.1.2. Jön Türkler!!!!!!!!!!!!!!!!!!!.
1.2.2. Üç Tarz-ı Siyaset Dönemi!!!!!!!!!!!!!!!.
1.2.2.1. Osmanlıcılık!!!!!!!!!!!!!!!!!!...
1.2.2.2. İslâmcılık!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!.
1.2.2.3. Milliyetçilik!!!!!!!!!!!!!!!!!!......
1.2.2.4. Batıcılık!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!...
1.2.3. Siyasal Partiler!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!
1.2.3.1. İttihat ve Terakki Cemiyeti!!!!!!!!!...!!!
1.2.3.2. Ahrar Fırkası!!!!!!!!!!!!!!!!!!..
1.2.3.3. Hürriyet ve İtilaf Fırkası!!!!!!!!...!!!!!.
9
13
13
15
17
19
21
21
24
25
25
26
27
27
İKİNCİ BÖLÜM
TÜRK MODERNLEŞMESİNDE RADİKAL DÖNEM: KEMALİZM
2.1. MODERNLEŞME PROJESİ OLARAK KEMALİZM!!!!!!..
2.2. KEMALİST MODERNLEŞMENİN SÜREKLİLİĞİ VE
FARKLILIĞI!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!.
2.3. SİYASAL MODERNLEŞME BAKİYESİ VE
KEMALİST SİYASALLIĞIN KURULUŞU!!!!!!!!!!!
2.4. KEMALİZM’İN SİYASAL ÇERÇEVESİ:
FARKLI YORUMLAR VE TARTIŞMALAR!!!!!!!!!..!
2.5. SİYASAL SİSTEMİN REHABİLİTASYONU:
ÇOK PARTİ DENEMELERİ!!!!!!!!!!!!!!!!..
2.5.1. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası!!!!!!!!!!!...
2.5.2. Serbest Cumhuriyet Fırkası!!!!!!!!!!!...!!..
30
32
34
38
45
46
49
IV
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
ÇOK PARTİLİ SİSTEME GEÇİŞ VE DEMOKRAT PARTİ
3.1. ÇOK PARTİLİ SİSTEME GEÇMEDEN ÖNCEKİ DURUM!!!...
3.2. ÇOK PARTİLİ HAYATA GEÇİŞİ HAZIRLAYAN GELİŞMELER!.
3.2.1. Siyasal, Sosyal ve Ekonomik Gelişmeler!!!!!!!!...
3.2.2. Uluslar Arası Gelişmeler!!!!!!!!!!!!!!!...
3.2.3. CHP Politikalarının Dönüşümü: 1939-1946!!!!!!!...
3.3. ÇOK PARTİLİ HAYAT VE DP’NİN KURULUŞ SÜRECİ!!!!..
3.4. DP’NİN MUHALEFET YILLARI: 1946-1950!!!!!!!!!...
3.5. DP’NİN İKTİDAR YILLARI: 1950-1960!!!!!!!!!!!!
3.5.1. DP’nin Politikalarının Dönüşümü!!!!!!!!!!!!.
3.6. DP’NİN TOPLUMSAL DİNAMİKLERİ!!!!!!!!!!!!..
3.7. DP’NİN POLİTİKALARI: DEVLET-TOPLUM-DİN!!!!!!!..
55
56
56
58
62
65
69
75
78
83
85
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
KEMALİST SİYASALLIĞIN KRİZİ VE DEMOKRAT PARTİ
4.1. KEMALİZM VERSUS DEMOKRAT PARTİ!!!!!!!!!!
4.2. KEMALİST SİYASALLIĞIN KRİZİNİN TEMELLERİ!!!!!!.
4.3. KEMALİZM’İN KONSOLİDASYONU: DEMOKRAT PARTİ!!!.
4.3.1. Siyasal Konsolidasyon: Siyasallığın Katılıma Açılması!!...
4.3.2. Sosyolojik Konsolidasyon: Merkez – Çevre Bütünleşmesi!.
4.4.3. İdeolojik Konsolidasyon: Devrimlerde Radikalizmin Terki!...
90
94
98
100
105
107
SONUÇ!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!
109
KAYNAKÇA!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!
115
TÜRKÇE ÖZET!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!...... 119
İNGİLİZCE ÖZET!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!... 120
V
KISALTMALAR DİZİNİ
BMM
: Büyük Millet Meclisi
CHP
: Cumhuriyet Halk Partisi
CMP
: Cumhuriyetçi Millet Partisi
DP
: Demokrat Parti
MP
: Millet Partisi
SCF
: Serbest Cumhuriyet Fırkası
TCF
: Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası
TBMM
: Türkiye Büyük Millet Meclisi
GİRİŞ
Modern dünyada siyasal olan her yerdedir. Artık herkesin çok rahatça
ifade edebildiği bu cümle, siyasetin sadece devletle ilgili bir faaliyet olarak
tanımlanmaması gerektiğini, salt devlet iktidarına odaklı çözümlemelerin
siyasetin ne olduğunu anlamayı zorlaştıracağını hatta imkânsızlaştıracağını
ifade etmektedir. Bu yaklaşım doğru olmakla beraber, siyasal olanın her
yerde olarak tanımlanması aslında onun hiçbiri yere ait olmaması gibi bir
sorunla malûl hale getirebilir.
Siyasal olanın birçok inceleme yolu olabilmektedir. İktidarın inşa
edildiği en mikro alanlardan en makro alanlara kadar geliştirilebilecek olan
analiz düzeyleri, siyasal süreç ve yapı analizleri ile desteklendiği takdirde
ortaya çıkan analiz anlamayı daha mümkün kılacaktır. Bu çalışma da siyasal
kurumların
gelişimini,
oluşturdukları
siyasallıklarla
birlikte
anlamaya
çalışmakta ve bir siyasal yapı analizi yapmaktadır. 1946 yılında meydana
gelen değişimi bu siyasallığın gelişimi, siyasal modernleşme, siyasal kültür
gibi kavramlar üzerinden anlamaya çalışılmaktadır.
Türkiye’nin 1946’da çok partili siyasal sisteme geçmesini zorunlu kılan
iç ve dış koşullar nelerdi? Bununla birlikte henüz 4 yıllık bir partinin 27 yıllık
tek parti iktidarını 1950 yılında yapılan seçimler yoluyla iktidardan
uzaklaştırması nasıl açıklanabilir? Bu sorulara cevap veren yani bu süreci
açıklayan üç yaklaşım biçimi vardır: Bunlardan birincisi, bu geçişi dış koşullar
çerçevesinde ele almakta ve dışarıdan dayatılan zorunlu bir durum olarak
ifade etmektedir. Bu yaklaşıma göre, Türkiye’yi çok partili siyasal bir sisteme
götüren ana unsur, 2. Dünya Savaşı’nın sonucunda otoriter rejimler
karşısında demokratik rejimlerin zafer kazanmasıdır. Yani, yeni kurulan
dünya düzeninde galip ülkeler yanında yer alabilmek için Türkiye siyasal
sistemini bu yeni duruma göre düzenleme zorunluluğundan dolayı böyle bir
geçiş yapmıştır. Bu yaklaşım Türkiye’nin siyasal dönüşümünde dış faktörlerin
etkisinin altını çizmekle yetinmemekte, yaşanan değişimlerin (sadece DP’yi
2
değil) tamamını bu nedenselliğe indirgeyerek açıklamaktadır. Böyle bir
açıklama modelinin eksikliği kuşku götürmez. Eğer çok partili siyasal yaşam,
yeni dünya sisteminin demokrasi temelinde kurulacağından hareketle
başlatılan bir uyum süreciyse, 1960’da bu sürecin darbe ile akamete
uğratılması da dış koşullardan kaynaklanmış olmalıdır. Kurulan yeni dünya
düzeni demokratik ilkeler çerçevesinde kuruluyorsa 1960 darbesinin de tutarlı
bir açıklamasına imkân vermelidir. 1960 darbesinin “NATO’ya, CENTO’ya
bağlıyız” şeklindeki uluslar arası sistemle uyumlu söylemi dikkate alındığında,
dünya sistemi ile uyumlu olduğu sürece siyasal sistemin nasıl olduğunun
problem edilmediğini rahatlıkla gözlemleyebilmekteyiz. O halde, Türk siyasal
elitleri dünya sistemi ile uyumlu bir ilişki biçimini 1946 yılında neden tercih
etmediler? Bugün için bu sorunun bir anlamı kalmamıştır. Nihayetinde
Türkiye 1946 yılında çok partili bir siyasal sisteme geçmiştir. Eğer bu geçişte
dış etki aranacak ise (ki aranmalıdır) asıl üzerinde durulması gereken nokta
iç siyasal gelişmede yaşanan tıkanıklığın aşılması için uluslar arası
konjonktürün nasıl bir nesnel bir zemin sağladığıdır. Kısacası dış koşullar
tarafından belirlenmiş değil ama desteklenen bir geçiş süreci olarak
tanımlamak daha mümkün görünmektedir. Nitekim, Türk Demokrasi Tarihi
adlı kitabında Kemal Karpat, dışarıdan kaynaklanan baskıların çok partili
hayat geçişte etkili olduğunu ama bunun tek etken olarak kabul edilmemesi
gerektiğini söylemektedir (Karpat, 1996: 129).
DP ile beraber yaşanan süreci açıklamaya çalışan bir diğer yaklaşım
ise ekonomi-politik temelinde yapılan çalışmalarla ortaya konmuştur. DP
süreci ile ilgili nesnel ve anlamaya dayalı bir karaktere sahip olan bu
çalışmalar, DP’yi ortaya çıkaran koşulları, ekonomik modellerin dönüşümü ve
sınıfsal çözümleme ile anlatmaktadır. Bu çalışmaların temel eksikliği ise
açıklayan değil nedensellik ilişkisini temel alan bir yöntemi benimsiyor
olmaları ve siyasal geçişlerin sadece dinamiklerini anlaşılır kılması olarak
söylenebilir (Kahraman, 2008: 99). Dinamikleri anlaşılır kılarken, Türkiye’deki
siyasal yapıların gelişimini siyasal süreçlerden bağımsız bir şekilde ele
alması, siyasal bir okuma yapmaya olanak vermemektedir. Bu yaklaşım
3
dolaylı olarak, siyaseti dışsal dinamiklerin belirlediği pasif bir alan olarak
tanımlamaya
yol
açmaktadır.
Neticede
siyasal
gelişmeler
ekonomik
gelişmelerle mutlaka doğrudan ilişkili olmakla birlikte, siyasal süreçlerin kendi
iç dinamikleri olduğu gerçeği ihmal edilerek yapılan çalışmaların eksik
kalması söz konusu olacaktır.
Bir diğer yaklaşım ise, sosyolojik gelişmeler çerçevesinde meseleyi ele
almakta ve anlaşılır kılmaya çalışmaktadır. Ancak bu yaklaşımda da sadece
durum belirten analizlerin ön plana çıktığını görmekteyiz. Örneğin DP’yi
destekleyen toplumsal kesimlerin neden desteklediği üzerine yoğunlaşma ve
sürecin kendisinden kaynaklanan sonuçları üzerine çalışmaktadır. Bu
yaklaşımın temel eksikliği siyasal süreçleri salt bir sosyolojizm çerçevesinde
ele almasıdır.
Bu bahsedilen üç yaklaşımın yanı sıra, DP’ye ilişkin siyasal analiz
çalışmaları da yapılmaktadır. Bu çalışmalar doğrudan siyasal içerikli olmakla
beraber, genel olarak siyasal süreçleri, özel olarak da DP sürecini ve
Kemalizm
ile
ilişkisini,
çoğunlukla
bir
karşıtlık
ilişkisi
biçiminde
sorunsallaştırmaktadır. DP’yi, Kemalizm’le ilişkisini sorunsallaştırarak anlama
çabası oldukça yerinde olmakla beraber bunun farklı kavramsal düzeylere
tekabül eden çok boyutlu dinamiklerini ortaya çıkartmak bir gerekliliktir.
Ağırlıklı olarak DP’yi bir kopuş olarak okuyan bu ilişkilendirme biçimleri Türk
siyasal modernleşmesinin gelişim noktalarını ve siyasal temsil süreçlerinin
kavramsallaştırılmasını imkânsız kıldığı gibi bir ideoloji olarak Kemalizm’in
farklı tarihsel formlarda yeniden üretildiğini görmeyi de zorlaştırmaktadır.
Kemalizm’i Türk modernleşmesinin tarihsel momenti olarak alırsak,
DP’yi Kemalizm’in hatta siyasal modernleşme sürecinin konsolide edilmesi
olarak okumak farklı anlama imkânlarına kapı aralayacaktır. Bu okumanın
taşıdığı risk DP’nin konsolidasyon işlevini yerine getirirken Kemalizm’in
taşıyıcısı olma durumuna indirgenmesi ve CHP ile olan farklılıkları
silikleştirmesine yol açma ihtimalidir. Bu nedenle tezde bu farkındalığın altı
4
çizilmiş ve geliştirilen analiz biçiminde de korunmuştur. Bir slogan olarak
“Yeter! Söz Milletindir” söylemi, DP ile girilen sürecin Mosca’cı anlamıyla
sadece bir elit dönüşümü olarak okunmaması gerektiğinin güçlü bir işaretidir.
Yani DP’nin “çevre”nin siyasal süreçlere katılımında oynadığı kurucu rol bu
farkındalığın korunmasında önemli bir nokta teşkil edecektir.
Yukarıda bahsedilen tüm yaklaşım biçimlerinin doğru yönleri vardır ve
dikkate alınmalıdır. Ancak bu açıklama modellerinin her biri siyasallığın
yapısal olarak kendi iç dinamiklerinin nasıl geliştiğinin anlaşılmaya çalışıldığı
bir perspektifle ya da okuma biçimi ile birleştiği zaman anlamlı bir bütün
haline gelecektir. Türk siyasi tarihine ilişkin olarak, özellikle de son iki yüz
yıldır yaşananlar bir tarih olarak defalarca yazılmakla birlikte sürecin
dinamikleri ve yapısal analizi ile ilgili çalışmalar sınırlı kalmıştır. Bu çalışma
kronolojiye bağlı kalmış ancak onunla yetinmemeyi amaçlamış, var olan
kronolojiyi kavramsallaştırma yolunu tercih etmiştir.
Kavramsal olarak
Batılılaşma, devlet, ideoloji, siyasal sistemin konsolidasyonu, merkez-çevre,
siyasal katılım, siyasal partiler gibi birçok tartışma etrafından geliştirilmeye
çalışılmıştır. Dönemin siyasallıkları üzerinden yapılan bir kavramsallaştırma
eşliğinde siyasal analiz geliştirilmiştir. Kavramsal düzeyde yapılan bir
çalışmanın kronolojik gelişmeleri bir soyutlamaya tabi tutarak dönemin
siyasallığını anlamaya çalışması, hele de Türk modernleşmesi gibi birçok
karmaşık sürecin iç içe geçtiği bir süreç söz konusu olunca oldukça zor
olmaktadır. Özellikle kopuşları sürekliliğe bağlamak, sürekliliklerin kopuşlarını
görmek zor olabilmekte veya tek başına anlamsız olan bir gelişmenin
bağlamını tespit ederek anlamlı bir bütünlük içinde görmek için ciddi çaba
sarf etmek gerekmektedir. Bu noktada yapılan bu çalışma bu zorlukları
aşmaya çalışmış ancak doğal olarak her zaman aşamamıştır.
Çalışmanın birinci bölümünde, Türk modernleşmesinin kurumsal ve
siyasal gelişimi ele alınmıştır. Burada devleti kurtarma refleksi ile girişilen
“kurumsal modernleşme” süreçleri, bürokrasinin ortaya çıkışı, devletin dağılış
sürecini merkeziyetçi politikalarla engelleme çabası irdelenmiştir. Ancak
5
bürokratik aygıta karşı “hürriyet” söylemi ile bürokrasinin gücünü sınırlamayı
amaçlayan siyasal bir alanın oluşumu da tespit edilmiş ve bunun oluşturduğu
siyasallık incelenmeye çalışılmıştır. II. Meşrutiyet döneminin çoğul siyasal
yapısı ele alınmış ve bu siyasallığın (artık siyasallık-lar) gelişimi irdelenmiştir.
II. Meşrutiyet’le beraber çoğalan siyasallıkların, meşruiyet arayışına paralel
olarak siyaseti toplumsallaştırmaları ve beraberinde modernleştirmeyi de
toplumsallaştırmalarına yol açmıştır. II. Meşrutiyet’le beraber siyasal alanın
oluşumunda yeni bir durum oluşmuş ve meşruiyetini toplumsallıktan alan (en
azından söylem düzeyinde) bir siyasal alanın nasıl oluştuğu tespit edilmiş ve
Cumhuriyet’in ilanına kadar giden bu sürecin önemi anlaşılmaya ve
anlatılmaya çalışılmıştır. Son olarak siyasal çeşitliliği göstermeleri ve siyasal
kurumsallaşmanın örnekleri olmaları açısından düşünce akımları ve siyasi
partiler betimsel bir dille ve tekabül ettikleri ideolojik formasyonları da
anlatacak şekilde ele alınmıştır.
İkinci bölümde, Cumhuriyet tecrübesi üzerinden hareketle Osmanlı
siyasallığının geldiği nokta üzerinde durulmuş, Kemalizm’in sürekliliği ve
farklılığı anlatılmıştır. Özellikle Kemalist siyasallığın kuruluşu ele alınarak, bu
siyasal sistemin Osmanlı bakiyesi ile olan ilişkisi sorgulanmıştır. Cumhuriyet
dönemi siyasallığının gerçekleştirmiş olduğu radikal reformlara rağmen
siyaseti kurumsal bir değişime indirgeyerek toplumsal alandan uzaklaştırdığı
tespiti yapılmıştır. Siyasetin toplumsallaşması, siyasal katılım ve temsil
noktasında 1. Meclis ve hatta II. Meşrutiyet dönemi siyasal yapılarından
geriye gidişin olduğunun altı çizilmiştir. Ancak tüm bunlara rağmen Kemalist
siyasi elitin bu durumun farkında olarak siyasal katılımı olmasa bile bir
muhalefeti oluşturma çabaları da ele alınmış ve değerlendirmeye tabi
tutulmuştur. Ayrıca Kemalist siyasallığın neden Osmanlı’daki tecrübeyi
geliştirip daha iyi bir noktaya taşımayarak böyle yaptığı sorusuna cevap
bulmak açısından Kemalist siyasallığın kuruluşunu etkileyen faktörler de ele
alınmıştır.
6
Üçüncü bölümde, Cumhuriyet’in tek partili siyasal sisteminin gerek iç
koşullar gerekse de dış koşullar gereğince sürdürülemeyeceğinin anlaşılması
ve çok partili sisteme geçiş ele alınmıştır. Bu geçiş sürecinde CHP’nin
üzerine oturduğu “tarihsel blok” arasındaki ayrışmaya dikkat çekilmiş ve DP’yi
oluşturan toplumsal dinamikler ya da ittifaklar anlatılmıştır. DP’nin kurulması
ile yaşanan sert tartışmalar, sonrasında DP’nin kendi içinden ayrılan bir grup
tarafından muvazaa olarak suçlanması 1946-1950 yıllarının siyasi açıdan
oldukça gergin geçmesine yol açmasının geçiş sürecindeki rolü incelenmiştir.
1950’ye gelindiğinde Türk siyasi tarihinde ilk olarak uygulanan seçim sistemi
dolayısıyla (genel oy, tek dereceli sistem ve adli güvence) önemli bir
dönüşüm gerçekleşmiş ve Cumhuriyet siyasi elitinin arzu ettiği ama ülkenin
hazır
olmadığı
gerekçesi
ile
ertelediği
sürecin
başlamasına
ilişkin
değerlendirmeler yapılmıştır. Siyasal katılımın sağlanmış olması, siyasettin
toplumsallaşmasını
sağlamış,
dahası
yukarıdan
modernleşme
süreci
aşağıdan modernleşmeye dönüşmüştür. Bu dönüşümün nasıl gerçekleştiği
incelenmiştir. 1923 yılında başlayan modernleşmenin “demokrasi olmadan
modernleşme” sürecinin “demokratikleşme ile beraber modernleşme” haline
gelişi ele alınmıştır.
Dördüncü bölümde, DP’nin Kemalizm ile ilişkisi kavramsal düzeyde ele
alınmıştır. Kemalist siyasallığın krizi ve bu krize neden olan faktörler
anlatılmıştır. DP’nin siyasal, toplumsal ve ideolojik düzeyde gerçekleşen bu
krizi nasıl ortadan kaldırdığı ele alınmıştır. Özellikle merke-çevre ilişkileri
bağlamında siyasal katılımının yolunun açılması dolayısıyla toplumsal
konsolidasyon,
siyasal
merkezin
dönüşümü
bağlamında
siyasal
konsolidasyon ve radikal modernleşmeden vazgeçilmesiyle de ideolojik
konsolidasyon tartışılmıştır. Bu noktada farklı kavramsal düzeyler arasındaki
geçişler doğru bir kurgulamaya tabi tutulmaya çalışılmıştır. En son olarak da
Türk siyasal modernleşmesinin zirvesine 1923’te Cumhuriyet’in ilanı ile değil,
1950’de gerçekleşen dönüşüm ve siyasettin toplumsallaşması bağlamında
ulaştığı söylenerek çalışma bitirilmiştir.
7
Sonuç olarak 1946 yılında yaşanan süreçle ilgili olarak Cumhuriyet
devrimlerinden geri mi gidildiği yoksa ileri mi gidildiği merkezli çalışmalar
halen yaygınlık arz etmektedir. Buna mukabil siyasal sorunları kavramsal
düzeyde ele alan, yeni kavramlarla yeni açıklama imkânları sunan
çalışmaların sınırlılığı da düşünüldüğünde, bu çalışma farklı kavramsal ve
tarihsel düzeyleri birbiri ile anlamlı bir ilişki içinde ele almayı deneyen
literatürü dikkate alan bir yol takip etmiştir.
1. DEĞİŞMEMEK İÇİN DEĞİŞTİRMEK: TÜRK MODERNLEŞMESİ
“Hiçbir şeyi değiştirmemek için her şeyi değiştirmek gerekiyordu.”
Prens Lampedusa
Modern kelimesinin etimolojisi bir kurtuluş durumunu ya da başka bir
şekilde söylersek hakikatin tecelli etmesi durumunu ifade eder.
Nitekim
Hristiyanlığı kabul eden Romalılar kendilerini “modern”, Hristiyanlaşmamış
kavimleri ise “pagan” olarak nitelemişlerdir. Hristiyanlığı kabul ederek
hakikate ulaştıklarını düşünen Romalılar, “modern” olduklarını söylerken
mutlak anlamda daha iyi ve “üstün” olduklarını ifade ediyorlardı. Bu ifade,
“modern” kelimesindeki çağrışımların sadece bir kelime olmasından öte
anlamları olduğuna işaret etmektedir: Sonradan gelen her şeyin ‘iyi’ye işaret
ettiğine dayalı naif ama önemli bir anlam (Kahraman, 2008: 46). Sonradan
gelenin ‘iyi’ olarak ifade edildiği bu dikotomi, kendisini geleneksel olan ve
modern olan karşıtlığı üzerinden kurgulamaktadır. İki karşıt toplum tipinden
oluşan bu dikotomi modern olma durumunu doğal olarak iyi olan ve
ulaşılması gereken bir ‘iyi’ye sabitlemektedir. Kötü olan ise doğal olarak
gelenektir ve uzaklaşılması gereken bir ‘kötü’ olarak sabitlenmektedir. Tarihin
ilerleyişinin evrimsel bir kavrayışla hep daha iyiye gittiğine ilişkin bu çizgisel
kavrayış, Aydınlanma düşüncesinin “ilerleme” (terakki) vurgusu ile de pekişir
(Türköne, 2003: 506).
Modern olanın ulaşılması gereken bir hedef olması aslında Türk
modernleşmesi açısından bir açıklamaya muhtaçtır. Nitekim ilk dönem
Osmanlı bürokratlarının modernleşmeden algıladıkları, yukarıda modernliğe
ilişkin söylenenlerle örtüşmemektedir. Modernleşmeyi bir ideoloji olarak iyinin
kendisi olarak tanımlamak, aynı zamanda Batılı toplumların da üstünlüğüne
olan bir inancı gerekli kılar. İlk dönem Osmanlı modernleşmesinde bu inancın
olduğuna dair elimizde herhangi bir karine yoktur. Bilakis toplumsal ve dünya
9
görüşsel anlamda bir şüphe yoktur. Hatta bu bakış açısını 1800’lü yılların
ortasına kadar sürdürebiliriz.
Bu nedenle 1800’lü yılların ortasına kadar olan tüm çabalara
‘yenileşme’ diyebiliriz ancak bu bağlamda ‘modernleşme’ diyemeyiz. Nitekim
modernleşmenin kendisi (moderniteden ayrı biçimde) Batılılaşma kavramı
eşliğinde düşünülmesi gereken bir süreçtir. Osmanlı’nın belli bir döneme
kadar Batılılaşmak gibi bir meselesi olmadığı gibi, bilakis Batılılardan “üstün”
olunduğu
düşüncesi
bir
ideal
olarak
varlığını
korumuştur.
Osmanlı
yenileşmesinin modernleşmeye dönüşmesi ancak bir “dünya görüşü”
dönüşümü ile mümkün olmuştur ki, bu da ancak 1800’lerin ortasında
olmuştur. Hatta bu tarihten sonraki “kurumsal modernleşme” çabaları bile bu
minvalde devam etmiş ve aslında yapılan şey “değişmemek için değişmek”
şeklinde özetlenebilir. Benzer şekilde “süreklilik içinde değişim olarak da
tanımlanabilecek bir süreçtir. Ancak sonradandır ki “modern” eğitim
kurumlarının da etkisi ile bir fikir olarak modernleşmeci ya Batılılaşmacı
hareketler ortaya çıkmıştır.
Aşağıda ele alınacak mesele modernleşme sürecini spesifik bir alanda
tutmaya dikkat ederek “kurumsal modernleşme” sürecini ve bunun siyasal
sonuçlarını irdeleyecektir. Dolayısıyla modernleşme denildiğinde özel olarak
belirtilmemişse kastettiğimiz siyasal ve kurumsal modernleşme olacaktır.
1.1. SİYASAL MODERNLEŞME SÜRECİ VE YENİ SİYASALLIĞIN
KURULUŞU
Devleti algılayış tarzımız modernleşme tarihimizi de
derinden
etkilemiştir. Tüm siyasal ve toplumsallığın merkezindeki devlet, girilen
gerileme süreci ile beraber, eski otoritesini tesis etmek için dönüşümün
merkezi/nesnesi haline getirilmiştir. Dolayısıyla ilk modernleşme çabalarının
devlet veya kurumsal merkezli olmasının altında yatan gerçek budur.
10
Devletin her şeyin merkezinde kodlandığı nizam-ı âlem, devleti ebed-i
müddet, din-ü devlet, devleti âli, gibi kavramlar etrafında örülen bir dünya
görüşünün öncelikli olarak devleti tahkim etmekten başka bir şeye yönelmesi
de düşünülemezdi. İlk dönem yenileşmeci sadrazamlardan, son dönem fikir
akımlarına kadar herkesin temel amacı “devlet nasıl kurtulur” sorusunun
cevabını bulmaktı (Kahraman, 2008: 58; Türköne, 2003: 248).
Tanzimat modernleşmesine kadar olan yenilikçiler, askeri alanda
yapılacak müdahalelerin “devleti kurtarmaya” yeteceğini düşünmüşlerdi.
Ancak Tanzimat’a gelindiğinde askeri modernleşmenin tam olarak başarılı
olabilmesi için bir takım hukuki ve idari reformların da gerekli olduğu
düşüncesi hakim olmaya başladı. Nitekim Tanzimat’a kadar merkezi devleti
güçlendirmek
için
çabalar
yapılırken,
Tanzimat’tan
sonra
devleti
merkezileştirme eğilimi başlamıştır. Bu dönüşümün en önemli nedeni askeri
harcamaların finanse edilebileceği bir yapıyı tesis etmekti.
Devletin merkezileştirmesine ve otoritesinin tesis edilmesine, öncelikli
olarak Yeniçerilerin tasfiyesi ve sonrasında ûlemanın idari bir teşkilatlanma
şeması içine dahil edilmesi ile başlanıldı ve bu merkezileşme eğilimine
direnebilecek unsurlar etkisiz hale getirildi (Lewis, 2009: 135). Toplumsal
değişikliği ön görmeyen bu modernleşme çabasının devlet merkezli
yaklaşımı, zamanla elit merkezli, tepeden inmeci ve yukarıdan modernleşme
eğilimini pekiştirmiştir. Toplumsal bir iyinin yaratılmasından çok, ülkenin
konumunu güçlendirmeyi amaçlayan bürokratik ağırlıklı bir anlayışın
oluşmasının kökleri buraya dayanmaktadır. Nitekim bu modernleşmenin hem
pratikte hem de ideolojik olarak taşıyıcılığını bu bürokrat kadrolar yapacak ve
Batı’da gelişen modernleşmeden farklı olarak “yukarıdan modernleşme”
sürecinin başlatacaklardır (Kahraman, 2008: 5).
Devletin
bu
merkezileşme
eğilimi
Padişah’ı
klasik
Osmanlı
dönemindeki rolünden farklılaştırmış ve bürokrasinin rolünü arttırmıştır. Saray
karşısında Bab-ı Ali’yi güçlendiren bu süreç, Weberci anlamı ile “patrimonyal
11
bürokrasi”den, rasyonel bürokrasi sürecine geçiş olarak tanımlanabilir. Öte
yandan Tanzimat döneminin (1839-1876) sonlarında doğru bir grup aydının
özellikle Tanzimat paşaları olan Ali ve Fuat Paşalara karşı sergiledikleri
muhalefet siyasal alanı baştan sona değiştirmiştir. Yeni Osmanlılar olarak
bilinen bu hareket “bürokrat zulmüne ve keyfiliğine” karşı eleştiriler dile
getirmişlerdir.
Bu
eleştiriyi
dile
getirirken
doğal
olarak
Tanzimat
modernleşmesini de kıyasıya eleştirmişlerdir. Zaten 1859 yılında tarihe
“Kuleli Vakası” olarak geçen isyan bu mutlakiyetçiliğe karşı duyulan
rahatsızlıkların erken bir tarihte dışa vurumu olarak da değerlendirilebilir
(Mardin, 1997: 285). Yeni Osmanlılar, uluslar arası bir krizin ortasında
bulunan Osmanlı Devleti’nin aşırı merkeziyetçi eğilimlerini ve bürokrat
keyfiliğini önlemenin yolu olarak bir Meclis’in ilan edilmesini sağladılar.
Aslında Osmanlı siyasal sistemi için meclis yeni bir olgu değildi. 1850’li
yıllardan beri faaliyette olan yerel meclisler vardı, ancak bu meclisler yerel
yöneticilerin rahat çalışabilmesi için gerekli olan iletişim kanalı işlevini
görüyordu. Oysa bu Meclis, beraberinde 1830 Belçika Anayasası’nın temel
alındığı bir anayasa (Kanun-i Esasi) ile belli konularda denetim yapacak
“ulusal” bir Meclis olarak hayata geçiyordu (Zürcher, 1998: 114). Osmanlı
modernleşmesinin merkezileşme eğilimine karşı bunu denetleyecek bir
mekanizma olarak gelişen bu Meclis, yeni bir siyasal alan açıyordu. Kurumsal
modernleşmeyi dengeleme işlevi görecek siyasal bir alan olarak Meclis
tecrübesi, yasal olarak çok fazla imkâna sahip olmasa da siyasal sonuçları
itibariyle önemli bir gelişmedir. Meclis, siyasal merkezileşme eğilimine ve
“yukarıdan modernleşme” eğilimine karşı “aşağıdan modernleşme”yi teşvik
edecek bir süreci başlatabilirdi. Ancak bir ferman ile ilan edildiği için
yürürlükten kaldırılması kolay olan bu Meclis ve Anayasa, yukarıdan
modernleşme eğiliminin baskısını göğüsleyememiş ve feshedilmiştir. Nitekim
II. Abdülhamit, Meclis’i kapatmadan önce “Ben artık Sultan Mahmut’un
yolundan gitmeye mecbur olacağım” diyerek Meclis’i tatil ettiğinde dolaylı
olarak bunu ifade etmiştir (Tanör, 1999: 160). II. Abdülhamit döneminin,
muhalifler tarafından “istibdat” olarak nitelenmesinin altında, siyasal kültür ve
kurumlar açısından bu geri gidişin etkisi vardır. Bununla beraber II.
12
Abdülhamit’in yönetme biçimi bürokratların da karar alma ve yönetme gücünü
ciddi anlamda sınırlamıştır. II. Abdülhamit döneminin tüm politikaları, özellikle
de ulaştırma ve eğitim politikaları, Tanzimat döneminin merkezileştirme
eğilimlerinin de ötesine geçmiştir. Bu merkezileştirme ve modernleştirme
sürecinin sonunda ironik biçimde, II. Abdülhamit, açmış olduğu ya da
yaygınlık kazandırmış olduğu okullardan yetişen asker-bürokrat-aydın ittifakı
ile devreden çıkartılmıştır.
II. Meşrutiyet’e gelindiğinde Meclis yeniden açılmış (1908) ve Kanun-i
Esasi yeniden ilan edilmiştir. Öncekine göre daha özerk bir alana sahip
olarak ilan edilen bu anayasa, Padişah’ın yetkilerini daha da daraltmış ancak
siyasal
alanı
güçlendirmek
yerine,
bürokratik
merkeziyetçi
eğilimi
güçlendirmiştir. Bu durumun oluşmasındaki en temel faktörlerden birisi I.
Meşrutiyet’in Yeni Osmanlılar tarafından ilan ettirilmesi, II. Meşrutiyet’in ise
asker-bürokrat kadro tarafından ilan ettirilmesidir. Ancak yine II. Meşrutiyet’in
siyasal dünyası oldukça hareketli olmuş ve o güne kadar görülmemiş bir
siyasal çeşitliliğe sahne olmuştur. II. Meşrutiyetle ilgili söylenebilecek en
önemli noktalardan birisi 19. yy. anayasal gelişmelerinin tamamı toplumun
üst kesimlerinden gelmelerine rağmen, II. Meşrutiyet nispeten daha geniş bir
toplumsal temele sahip olarak gerçekleşmiştir (Tanör, 1999: 177).
İlk Meclis’in açıldığı 1876 yılından, kapanmış olduğu 1919 yılına kadar
6 genel seçim yapılmıştır. Bu seçimler her ne kadar tam anlamı ile temsil
mekanizmasını oluşturmasa da başarılı bir işlev görüyorlardı. Siyasettin
toplumsallaşması (o günün şartlarında sınırlı da olsa) olarak siyasallığın bu
yeni biçimi önemli bir gelişmedir. Nitekim “kurumsal modernleşme” olarak
adlandırılabilecek bir süreci, toplumsallaştıran tek unsur olarak Meclis’ler
siyasal modernleşme sürecini “normalleştiriyordu”.
Osmanlı Devleti’nin Cumhuriyet’e devrettiği en önemli siyasal bakiye
olan bu Meclis ve siyasal kültür, bir sonraki aşamada önemli ölçüde
gerileyecek ve 1946’da yeniden gerçek işlevine dönecektir. Osmanlı dönemi
13
siyasallığının geldiği seviyenin anlaşılması için meclis, seçim gibi unsurlar
doğal olarak tek başına yeterli olmayacaktır. Bu bağlamda aşağıdaki
bölümlerde dönemin siyasallığının çeşitliliği açısından son dönem fikir
akımları ve grupları ele alınmıştır.
1.2. KURTULUŞ REÇETELERİ: SİYASAL DÜŞÜNCELER VE
PARTİLER (1876 – 1920)
Bu bölümde kısaca Osmanlı’nın son dönemlerinde gelişen fikir
akımları ve bu akımların bir şekilde tezahürleri olan gruplar ele alınacaktır.
Osmanlı siyasallığında birçok farklı siyasal akım olmakla beraber bunları belli
başlıklarla sınırlandıracağız. Daha ziyade bu fikir akımlarının genel özellikleri
ele
alınarak,
Osmanlı’dan
Cumhuriyet’e
geçmeden
önceki
siyasal
modernleşmenin hem kurumsal hem fikirsel anlamda geldiği düzeyin
anlaşılabilmesi için ele alınacaktır. Nitekim 4. Bölümde de detaylı bir şekilde
ele alınacağı üzere, 1946 yılındaki çok partili siyasal hayata geçişin siyasal
modernleşme açısında temelleri bu dönemde atılmıştır. Bu sürekliliğin
izlerinin sürülebilmesi açısından incelenmesi gerekli olan bu dönemin siyasi
düşünceleri, aynı zamanda 1946 yılındaki siyasi ayrışmanın da nüvelerini
içinde barındırması, hem siyasal çeşitliliği hem de siyasal sonuçları itibari ile
önemli bir eşiğe tekabül etmektedir. Ancak araya savaşın girmesi,
Cumhuriyet’in aşırı merkeziyetçi eğilimleri ve 30’ların siyasal kültürü bu eşiği
aşağı çekerek siyasal alanın genişleme eğilimini daraltmıştır.
1.2.1. Siyasal Düşünceler
İmparatorluğun son yılları, yaşanan krizin de etkisi ile oldukça hareketli
bir düşünsel iklime sahip olmuştur. Aslında bu “düşünsel” hareketliliği,
devletin içine düştüğü açmazdan çıkış “stratejileri” olarak değerlendirebiliriz.
Yeni Osmanlılarla başlayan bu düşünsel çabalar, kendinden sonraki tüm
14
hareketleri etkilemiştir. Sonrasında gelişen Jön Türk hareketi hem politik
olarak hem de sosyolojik olarak bir önceki nesilden farklılık gösterse de
onların açtığı yolda ilerlemiştir. Yeni Osmanlılardan başlayarak, Jön Türklere
uzanan, oradan kendi içinde çeşitli akımlara bölünen bu siyasallığın temel
meselesi devleti nasıl kurtarabiliriz olmuştur. Aşağıda ele alacağımız siyasal
düşüncelerin birçok noktada ayrışıyor olmakla beraber ortak noktası bu soru
olacaktır. Her ne kadar reçete itibariyle farklı bir tedavi ön görseler de teşhis
aynıdır. Dolayısıyla bu siyasallıkların siyaseti toplumsallaştırma eğilimlerine
karşılık söylemlerinin öznesi “devlet”tir. Aslında bu anlamı ile bu dönemin tüm
aydınları da “organik aydın” kapsamında değerlendirebilir.
Devleti kurtarmaya yönelik düşünce akımlarını incelerken tarihsel
sıralamaya özen gösterilmiştir. Böyle bir yöntemle amaçladığımız ise siyasal
düşüncelerin gelişme evreleri ve gelişme düzeylerini görebilmektir. Ancak
Yeni Osmanlılar ve Jön Türkler bir süreklilik ilişkisi içinde ele alınırken,
İslâmcılık, Batıcılık ve Osmanlıcılık, Üç Tarz-ı Siyaset Dönemi başlığı altında
paralel olarak ele alındı. Bunun en önemli nedeni, bu siyasallıkların II.
Meşrutiyet dönemi ile beraber devlet merkezli bir düşünme biçimi ile beraber,
toplumun niteliği hakkında ya da topluma yönelik proje geliştiren akımlar
haline gelmiş olmalarıdır. II. Meşrutiyet döneminin entelektüel ve siyasi
hayatı, muhafazakârlar ve modernleşmeciler arasındaki tartışmaların en
hararetli olduğu dönemdir (Lewis, 2009: 554). Bu siyasal tartışmalar, birbirleri
ile sürekli rekabet eden üç akım arasında olmaktadır: Osmanlıcılık, Türkçülük
ve İslâmcılık. Sonradan bunlara Batıcılık da eklenmiştir (Zürcher, 1998: 208).
İslâm Birliği’nin kurulmasını savunan İslâmcılar bir tarafta, Türklerin
Osmanlı’dan önce de köklü bir mazileri olduğunu hatırlatarak, Türk Birliği’nin
kurulmasını savunan Türkçüler bir tarafta, Osmanlı devletini bir Osmanlılık
kimliği üzerinden tanımlayarak vatandaşlık kavramını ön plana çıkartan
Osmanlıcılar bir taraftaydı. Batının sadece fen ve tekniğinin değil, her şeyinin
iktibas edilmesi gerektiğini savunan Batıcıların da katılması ile bu fikir
akımları arasında çok yoğun tartışmalar yapılmıştır (Türköne, 2003: 515).
15
1.2.1.1. Yeni Osmanlılar*
Yeni Osmanlılar’ın bir hareket olarak ilk ortaya çıkışlarının tarihi
1865’tir (Tanör, 1999: 123; Lewis, 2009: 209; Mardin, 1999: 87). Belgrad
Ormanlarında düzenlenen bir piknik görüntüsü ile kurulan örgüt ilk zamanlar
“Yurtseverler Birliği” adını almışsa da kısa bir süre adını Yeni Osmanlılar
Cemiyeti olarak değiştirmiştir (Çavdar, 2008: 31). Yeni Osmanlılar’ı
getirdikleri eleştiriler ve kamuoyunu etkilemeye çalışmaları itibariyle “ilk
muhalefet partisi” olarak tanımlamak mümkündür (Tanör, 1999: 127).
Hareketin temel kalkış noktası Tanzimat reformlarının yeterli olmadığı
ve bu politikaların devletin yıkılmasına yol açacağına inanmalarıydı (Zürcher;
1998: 105). Tanzimat’ın temel hedeflerini bu şekilde eleştirirken aynı
zamanda Tanzimat’ın uygulayıcısı olarak Ali ve Fuad Paşalara karşı da bir
başkaldırı niteliği gösteriyorlardı (Mardin, 1999: 87). Tanzimat bürokratlarının
politikalarını gerçek bir hukuki ve sosyal reform olarak değil, dışarıya karşı bir
göz boyama olarak görüyorlardı (Tanör, 1999: 123). Onlara göre Tanzimat bir
kültür taklitçiliğiydi ve Müslüman topluluğu temelden sarsmıştı. Yeni
Osmanlılara göre Tanzimat’ın, ahlaki değerlerin kökünü oluşturacak bir
zemini yoktu ve Tanzimatçılar Osmanlı sistemini bir kenara atarak çürük bir
temele oturtmuşlardı (Mardin, 1999: 217). Yeni Osmanlılar sadece devleti
kurtarmaya ve bürokratik aygıtı geliştirmekten başka bir işe yaramadığını
düşündükleri reformlara karşılık “hürriyet” istiyor ve bunun anayasal zemine
dayalı bir parlamento ile sağlanabileceğini düşünüyorlardı (Mardin, 1999: 87).
Bu anayasal sistemi Batılı değerler manzumesi içinde değil İslâm’ın kendi
*
1867 yılı Şubat ayı başlarında Belçika gazetesi Le Nord, Prens Mustafa Fazıl’ın Türkiye’de bir banka
kurduğuna dair bir haber yayınladı. Prens Mustafa Fazıl bu yanlışı düzeltmek için gazeteye gönderdiği
mektubunda, Türkiye’de destekleyenlerden bahsederken, Avrupa’daki Genç Fransa, Genç Almanya,
Genç Đtalya ifadelerinden esinlenerek, “Genç Türkiye” (Jeune Turquie) diye atıfta bulunmuştu. Bu
tekzip mektubu, Beyoğlu’nda bulunan Courrier d’Orient gazetesince (ki yayıncısının Osmanlı
hürriyetçileriyle dostça ilişkileri vardı) adı geçen Belçika gazetesinden alıntılandı ve ardından 21
Şubat 1867 tarihinde Muhbir’de Türkçe olarak yayınlandı. “Jeune turquie” adı Ali Suavi ve Namık
Kemal tarafından beğenildi, Türkçe karşılık bulmaya çalıştılar ve sonunda Yeni Osmanlılar ifadesinde
karar kıldılar (Lewis, 2009: 211).
16
geçmişine atıfla anlamlandırılıyorlardı. İslâm siyaset felsefesindeki kavramları
referans olarak kullanıyorlardı. Kuşkusuz toplumdaki değişimi kavrama biçimi
Tanzimatçılara göre daha derinlikli olan Yeni Osmanlılar, henüz sistematik ve
net olmasa da birçok dikkate değer fikri ilk olarak dile getirmiş olmaları
nedeni ile sonraki nesiller üzerinde oldukça etkili olmuşlardır (Lewis, 2009:
236). “Vatan”, “hürriyet”, “anayasa” gibi birçok kavramı siyasal dile sokmuş ve
Türkiye’de anayasal ya da demokratik düşüncelerin temelini atmışlar ve
siyasal bir alanın oluşmasında önemli rol oynamışlardır (Çavdar, 2008; 37).
Yeni Osmanlılar hareketi genel olarak bütüncül bir incelemeye konu
edilse de aslında Şinasi, Namık Kemal ve Ali Suavi üzerinden üç farklı
eğilimin olduğunu söylenebilir (Mardin, 1999: 11). Yeni Osmanlılar,
kendilerinden sonraki bir hareket olan Jön Türklere nazaran, toplumun üst
tabakasına
daha
yakındılar,
hatta
üyesiydiler.
Dolayısıyla
düşünsel
radikalizm noktasında çok ileri gitmemişlerdi (Lewis, 2009: 623). Siyasal
yazıların yayınlandığı Tasvir-i Efkar, Hürriyet gibi gazeteler çıkarttılar
(Çavdar, 2008: 29; Lewis, 212). Büyük güçlerin de içinde yer aldığı bir
diplomatik krizin de yardımıyla Yeni Osmanlılar, 1876’da bir anayasanın ilan
edilmesi için rejimi zorlayabildiler (Ahmad, 2009: 41). Ancak Yeni Osmanlılar
yönetici elitler arasında küçük bir topluluktu. Sadece entelektüel bir grup
olmaları ve herhangi bir toplumsal tabanlarının bulunmaması nedeni ile aynı
anayasanın kısa bir süre sonra askıya alınmasını engelleyemediler. Anayasa
askıya alınmış olsa da yaşanan gelişmeler “kurumsal modernleşme” ve
“siyasal modernleşme” sürecini hızlandırmıştır (Kahraman, 2008: 29).
Yeni Osmanlılar çok fazla net olmayan söylemleri, kendi içinde farklılık
arz eden eğilimleri tek bir kalıba konulması zor bir gruptur. Ancak bu grubun
temel
karakteri
incelemeye
alındığında,
Tanzimat
modernleşmesini
eleştirmek, bu modernleşmenin ortaya çıkarttığı bürokrasi sınıfını eleştirmek
ve anayasal bir sistemi uygulamaya koymak temel özellikler olarak
belirmektedir.
17
1.2.1.2. Jön Türkler
1890’larda etkinleşmeye başlayan Jön Türk hareketi, modern eğitim
görmüş bürokrat ve subaylardan oluşan bir topluluktur. Devleti ve toplumu
modernleştirmek ve güçlendirmek temel hedefleriydi (Zürcher, 1998: 15).
Tıpkı Yeni Osmanlılar gibi, Jön Türklerin de tutarlı bir doktrini yoktu (Tanör,
1999:168). Genel dünya görüşlerinde bir tutarlılık olmasa da düşüncelerine
şekillendiren ana unsurlar pozitivist bir akılcılık, anayasal bir rejim isteği ve
Yeni Osmanlılardan tevarüs etmiş olan “hürriyet” isteğiydi. Gerçi hürriyet
talepleri 1876 Anayasasını tekrar yürürlüğe koymaktan başka bir anlama
sahip değildi (Mardin, 1999, 100). Devletin içinde bulunduğu krizden çıkış
olarak modernleştirmeyi temel çıkış stratejisi olarak benimsiyorlardı. Ancak
Tanzimat modernleştirmecileri ve Yeni Osmanlılara göre ilk defa olarak
“toplumun geri kalmışlığı” meselesini gündemlerine aldılar. Toplumsal olanı
dönüştürmeye yönelik olarak gelişen bu tasavvur, çok sonra Kemalist
modernleşme projesinin de nüvesini oluşturacaktır.
Yeni Osmanlılara göre daha alt sınıflara mensup olan Jön Türkler, bu
sosyoloji nedeniyle siyasal olarak daha radikal bir tutum benimsediler. Üst
sınıflarla doğrudan iletişim imkânlarının olmayışı bu radikalizmdeki temel
etkenlerden biridir. II. Abdulhamid’i iktidardan uzaklaştıracak olan bu
kadrolar, onun yaygınlaştırdığı okullardan çıkmışlardır. Bu okullarda Avrupalı
öğretmenlerden ders alan öğrenciler, teknik beceriler kazanmanın dışında
birçok fikirlerle tanışmaktaydılar (Lewis, 2009: 182). Bu fikirlerle donanmış
olarak ilk örgütlü muhalefetin temellerini Fransız Devrimi’nin 100. yılında
“İttihad-ı Osmani” adı altında İbrahim Temo öncülüğünde attılar (Lewis, 2009:
267; Çavdar, 2008: 60). 1895’e kadar olan çalışmalarında daha ziyade gizli
toplantılar yaptılar ve üye kazanmak için çalıştılar. Bu tarihten sonrada
“Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti” adını alan hareket, 1896 ve 1897
yılında başarısız iki darbe teşebbüsünde bulundu (Tanör, 1999: 168).
18
Jön Türkler içinde oldukça farklı eğilimler vardı. Bu eğilimleri, Ahmet
Rıza ve Meşveret Gazetesi, Murat Bey ve Mizan Gazetesi, Abdullah Cevdet
ve İçtihad Dergisi, Osmanlı Gazetesi çevresi, Prens Sabahattin çevresi,
Şuray-ı Ümmet grubu olarak sınıflandırabiliriz (Çavdar, 2008: 83). Bu
eğilimler etrafında 4-9 Şubat 1902 tarihlerinde Paris’te Birinci Jön Türk
Kongresi yapıldı (Tanör, 1999: 171; Çavdar, 2008: 82). Sayısız hizbin
varlığına rağmen kongre iki farklı tezin tartışılmasına sahne oldu. Bu iki tezi
kavramsallaştırırsak, liberaller ve merkeziyetçiler (İttihatçılar) demek uygun
düşecektir.
Liberal tezin liderliğini Le Play’den etkilenmiş olan Prens Sabahattin
yapmaktaydı (Kahraman, 2008: 127). Liberaller sınıfsal olarak toplumun daha
üst sınıflarına mensuptular (bu özellikleri itibariyle Yeni Osmanlıların devamı
sayılabilirler). Genel olarak Osmanlıcılık fikri üzerinden anayasal bir
monarşiyi benimsemekteydiler (Ahmad, 2009: 47). Aynı zamanda devletçimerkeziyetçi görüşlere karşı çıkıyor ve birey, kişisel özgürlük temalarını ön
plana çıkartıyorlardı (Tanör, 1999: 171). Sabahattin ve çevresinin bu modeli,
merkezi bürokrasiyi ürkütmüş ve kendilerini iktidar dışı bir denklemde görmek
istemedikleri için bürokrat-aydın kadrolar tarafından destek bulamamıştır
(Kahraman, 2008: 128).
Merkeziyetçi (İttihatçı) tezin liderliğini ise Le Bon’dan etkilenen Ahmed
Rıza yapmaktaydı. Ahmed Rıza’nın felsefi görüşü katıksız bir pozitivizmdi ve
bu haliyle Yeni Osmanlı düşüncesinin sürekliliğinde yer almamaktadır
(Mardin, 1998: 287). Savundukları düşünceler “seçkinci-otoriter” tezlerle
beraber “aydın despotizmi”ni savunmaya kadar gidiyordu (Tanör, 1999: 170).
Ahmet Rıza önderliğindeki İttihatçı-merkeziyetçi eğilim Türklerin yönetici ve
egemen konuma geçmelerini siyasal bir gereklilik olarak görmekteydi. Ulusdevlet fikri zihinlerde yer almasına rağmen, bunu siyasal bir kalıba
dökmekten de kaçınmışlardır. Nitekim o günkü şartlarda imparatorluğu
kurtarmak için uğraşan bu kadronun bunu siyasal bir projeye dönüştürmesi
sonun başlangıcı demek olacaktı.
19
Jön Türk’lerin bu iki ana eğilimi arasındaki mücadelede ağır basan
İttihatçılar, gerileyen ise Prens Sabahattin’in görüşleri oldu. Prens Sabahattin
ve çevresi daha sonra Teşebbüs-i Şahsi ve Adem-i Merkeziyet Cemiyeti’ni
kurarak (1096) ayrı bir siyasal örgütlenmeye gitti (Lewis, 2009: 275; Tanör,
1999: 172). 1908 yılına gelindiğinde Jön Türklerin İttihatçı kanadı II.
Meşrutiyet’in ilan edilmesini sağlayarak, siyasal gücünün zirvesine ulaştı ve
1920’lere kadar ve hatta sonrasında Kemalist kadrolar arasında yerlerini
alarak siyasal erki ellerinde tuttular. Jön Türklerin kendi içlerindeki bu
bölünme sonraki yılların siyasal gelişmelerini tamamen belirleyecek ve Ahrar
Fırkası, Hürriyet ve İtilaf Fırkası tamamen bu bölünmenin eseri olarak antiİttihatçı cepheyi oluşturacaktır. Hatta daha da ileri giderek söyleyebiliriz ki
1946 yılında CHP’den ayrılanların kurduğu bir parti olan DP’nin ayrışma
noktasının kökleri bile burada saklıdır (Zürcher, 1998: 317).
Jön Türk
hareketi Türk siyasal modernleşmesini kökten etkileyerek, aydın-bürokratasker üçlüsünün oluşturduğu “tarihsel blok”un temellerini atmıştır. Hareket
içinde, ağırlığı aydın-bürokrat kanat oluştursa da, 1906 kongresi ile bu denge
askerler lehine değişmiş, 1914 yılından sonra ise tamamen askerlerin
üstünlüğü ile devam etmiştir (Tanör, 1999: 204).
1.2.2. Üç Tarz-ı Siyaset Dönemi
Osmanlı Devleti’nin en zor zamanları düşün ve siyaset hayatı
açısından en hareketli dönemi olmuştur. II. Meşrutiyet’in ilanı ile beraber fikir
hayatında çok ciddi bir canlanma olmuş, birçok siyasal akım billurlaşmış ve
kendi söylemlerini dile getirmeye başlamıştı. Bu söylem çeşitliliği salt bir
entelektüel çaba olmasının ötesinde aynı zamanda bir güç mücadelesiydi.
Kazananın devletin yönünü tayin edeceği bir güç mücadelesinin şiddetli
tartışmalara yol açması ise kaçınılmazdı.
II. Meşrutiyet döneminde devletin kurtuluşuna yönelik “reçete”ler
sunan siyasal akımlar Osmanlıcık, İslâmcılık, Türkçülük ve Batıcılıktır. Bu
20
akımlarla beraber Meslek-i İçtimai, Sosyalizm gibi akımlar da olmakla
beraber etkili olma açısından diğer üçü kadar başarılı olamamıştırlar
(Nişancı, 2009: 559). Üç tarz-ı siyaset denilmesine rağmen dört siyasal
akımın olması bu nitelendirmenin dönemi ifade ederken, galat-ı meşhur
haline gelmesinden kaynaklanmaktadır. Bu isimlendirmenin sahibi olan Yusuf
Akçura, Mısır’da çıkan Türk gazetesine gönderdiği bir makale ile (1904)
tartışmayı başlatmış ve devletin kurtuluşu ile ilgili üç temel siyaseti analiz
etmiştir. 1 Türkçülüğün manifestosu olarak da nitelen bu makale, o günden
sonra tüm siyasal analizlerin temelini oluşturmuştur (Lewis, 2009: 44;
Zürcher, 1998: 189). Bu makaleye göre devletin kurtuluşu ile ilgili olarak üç
aidiyet
oluşturulabilir
durumdadır.
Bunlar
Osmanlıcılık,
İslâmcılık
ve
Türkçülüktür. Osmanlıcılığı iç koşulların imkânsız kıldığını, İslâmcılığı ise dış
koşulların imkânsız kıldığını iddia eden yazar, Osmanlıyı kurtaracak olanın
Türkçülük esasına dayalı siyaset olacağını belirtmiştir (Lewis, 2009: 442).
Daha sonra bu eserden yaklaşık olarak on yıl sonra Ziya Gökalp meseleyi
yeniden ele almış ve “Üç Cereyan” başlığı altında yazdığı yazıyı
“Türkleşmek, İslâmlaşmak, Muasırlaşmak” olarak kitaplaştırmıştır (Nişancı,
2009: 59). Dikkat edileceği gibi aradan geçen on yıl gibi kısa bir sürede
Osmanlıcılık
iddiasını
yitirmiş
ve
Gökalp’in
değerlendirmesinde
yer
bulamamıştır. Aslında adı üç kendi ise dört olan akımların durumu ana hatları
ile bu şekildedir. Burada genel olarak gözden kaçan bir nokta, Batıcılığın
siyasal bir proje olmaktan çok değişimin yönünü tayin edici bir işleve sahip
olmasıdır. Örneğin diğer üç akım vatandaşlık ve vatan sorunsalını yeni bir
çerçevede ele alırken, Batıcılık böyle bir tartışmaya girmeyerek kültüralist
denilebilecek bir takım reformları önermiştir. Siyasal coğrafya ve o
coğrafyada yaşayanların statüsü asla tartışma konusu yapılmamıştır. Gerek
Osmanlıcılığın gerekse İslâmcılığın bu bağlamda Batıcılık ile ilişkisi
sorunluyken, özellikle 1910 yılından sonra Türkçülük ve Batıcılık akımı zımni
1
Rus Đmparatorluğundan gelmiş ve ailesi Türkiye’ye yerleşmiş bir Tatar olan Yusuf Akçura eğitimini
Fransa’da tamamladıktan sonra Abdulhamit’in kapıları kendisine kapadığını görüp Rusya’daki
doğduğu köye geri dönmüştür (Lewis, 2009: 441).
21
bir ittifak içine girerek siyasal akışı doğrudan belirlemişlerdir. Biri yeni bir
vatandaş inşa ederken, diğeri ise o vatandaşın nasıl olacağını tayin etmiştir.
Sonuç olarak 1908-1918 yıllarında yaşanan Üç Tarz-ı Siyaset
tartışmaları, yaklaşık olarak 150 yıllık modernleşme/Batılılaşma sorunsalının
tümünü kapsayan ve yönünü tayin eden bir tartışma olmuştur (Nişancı, 2009:
59).
1.2.2.1. Osmanlıcılık
Osmanlıcılık, yani inanç ve dil gözetmeksizin bütün tebânın anayasal
bir sistem içinde devlette karşı eşit haklara sahip ve “sadık” yurttaşlar haline
geleceği düşüncesidir. Gerek Yeni Osmanlıların gerekse de Jön Türk
hareketinin siyasal projesi olarak ifade edilebilir. Aslında Osmanlıcılık, Jön
Türk hareketi içinde Prens Sabahattin ve çevresinin savunduğu bir projeydi.
İttihatçı eğilim, geri planda Türk milliyetçiliğini benimsemiş olsa da
konjonktürel olarak Osmanlıcılığı savunmak durumunda kalmıştır. Bu yüzden
de II. Meşrutiyet’in resmi ideolojisi Osmanlıcılıktır denilebilir (Zürcher, 1998:
117). II. Meşrutiyet hareketi, İmparatorluktaki Türk ve Türk olmayan
unsurların beraberce, bir anlaşma zemini içinde giriştikleri ilk ve son
harekettir. Bu nedenle de eylemin ön plandaki ideolojisi Osmanlıcılık olmak
zorundaydı (Tanör, 1999: 177). 1913 yılından sonra Balkan Savaşları’nın
ağırlığı altında bu proje tamamen gündemden çıkmıştır.2
1.2.2.2. İslâmcılık
Teorik arka plan itibariyle çok eski tarihlere kadar götürülebilecek bir
akımdır.
2
Ancak
İslâmcılık
denilince
akla
gelmesi
gereken,
İslâm
Ziya Gökalp’in yukarıda bahsedilen eserinin tarihi de 1913’tür ve eserinde Osmanlıcılık akımından
bahsetmez.
22
toplumlarında, belirsiz olarak başlayan özlem ve taleplerin 19. yy. sonuna
doğru bilinçli bir akım olarak şekillenmesi gelmelidir (Mardin, 1998: 26). Bu
dönem içinde İslâmcılıkta üç eğilim vardır. Bunlardan birincisi Cemaleddin
Afgani’nin başlattığı söylenebilecek olan tecditçi-ıslahatçı ve İslâm dünyasına
bir silkiniş projesi sunan “aktivist İslâmcılık”tır (Lewis, 2009: 463). İkincisi ise
Abdulhamid tarafından bir devlet politikası olarak İngiliz yayılmacılığına karşı
oluşturulmuş olan Pan-İslâmist “politika”dır. Üçüncü ise II. Meşrutiyet
döneminde entelektüel olarak canlı bir hareket olan İslâmcılıktır. Her ne
kadar Yeni Osmanlılarda siyasal literatürde proto-İslâmcılar olarak geçse de,
onların İslâm kavrayışları politik bir konfigürasyon olmaktan uzak, kültüralist
bir içerik taşımaktadır. Bu noktada İslâmcılık başlığı altında yukarıda
saydıklarımız arasında II. Meşrutiyet döneminin bir siyasallığı olarak
bahsettiğimiz İslâmcılık akımını ele alacağız. Nitekim Afgani’nin İslâmcılık
siyaseti konumuz dışında olduğu, Abdülhamid’in projesi ise politik bir hamle
olarak iç siyasal hareketlilikle ilişkili olmadığı düşünüldüğü için dikkate
alınmayacaktır.
Abdülhamid’in
Ancak
burada
Pan-İslâmist
şunu
politikaları
da
belirtmekte
İslâmcı
akımı
fayda
nesnel
var
ki,
olarak
güçlendirmiş ve bir proje olarak üç siyaset tarzından birisi olmasında önemli
bir katkı sağlamıştır (Çavdar, 2008: 54).
İslâmcılık, Sırat-ı Müstakim, Sebilürreşad, Ceride-i İlmiye, Beyanül
Hak gibi yayın organlarında görüşlerini dile getiren, Sait Halim Paşa, Eşref
Edip, Ebû’lula Mardin, Ömer Ferit, Mehmet Akif, Babanzade Ahmet Naim,
Şemsettin Günaltay gibi kişilerden müteşekkildir (Mardin, 1998: 18; Nişancı,
2009: 66).
İslâmcıların temel argümanı “İslâm terakkiye mani değildir” şeklinde
özetlenebilecek apolojik bir söylem etrafında şekillenmekteydi. İslâmcıların,
dinin gelişmeye mani olmadığını ispat etme çabasının zaruri olması böyle bir
söylemi zorunlu kılıyordu. Bu temel argümanla beraber bir diğer önemli
söylem de Osmanlıların Tanzimat’la beraber girmiş oldukları sürecin “benlik
kaybına” yol açtığı eleştirisidir (Mardin, 1999: 91). İslâmcılık akımı, İttihatçılar
23
tarafından kimi zaman “işlevsel” görülerek kullanılsa da, Batılı eğitim almış,
yüzü Batıya dönük aydın kesim açısından hiçbir zaman cazip olmamıştır
(Lewis, 2009: 465).
1.2.2.3. Milliyetçilik
Osmanlı İmparatorluğundaki insanlar içinde milliyetçilik fikrinden
etkilenmeyecek ilk grup hiç kuşkusuz bizzat yönetici elitlerdi (Lewis, 2009:
46). Türk kimliğinin siyasal bir söylem olarak kurgulanması ”ölümcül kimlik”
olma riski taşıdığı için, devleti kurtarmaktan ziyade parçalamaya hizmet
edebilirdi. Nitekim Jön Türkler, milliyetçilik fikrini benimsemiş olmalarına
rağmen ‘pasif’ bir konumda tutmak zorunda kalmışlardır. II. Meşrutiyet’le
beraber
iktidarı
ele
almalarına
rağmen
açık
bir
program
olarak
uygulayamadılar. Bu nedenle ilk Türk milliyetçiliği dalgasını henüz siyasal
yansımaları olmayan “kültürel” bir hareket olarak değerlendirmek daha
açıklayıcı olacaktır.
‘Türk’ün
siyasal bir özne
olarak ortaya
çıkmasını hazırlayan
gelişmelerin en başında Avrupa’daki Türkoloji bilimi sayılabilir. Bunun yanı
sıra, Mustafa Celâlettin Paşa, Leon Cahun, Arminius Vambery ve Şemsettin
Sami bu akımın oluşumunda oldukça önemli isimlerdir. Bunlara ilaveten
Avrupa’ya giden öğrenciler modern ulusçuluk akımları ile tanışıyor ve geri
dönüşlerinde bunu taşıyorlardı (Lewis, 467-471). Ayrıca İsmail Gaspıralı,
Fethali Ahundzade, Ahmet Agayev (Ağaoğlu) ve Yusuf Akçura’da Rus
milliyetçiliğine karşı Türk milliyetçiliği teorisini geliştiriyor ve bunu siyasal bir
projeye dönüştürüyorlardı. Bu noktada Yusuf Akçura’nın yazmış olduğu “Üç
Tarz-ı Siyaset” adlı eser oldukça belirleyici olmuş ve Türk milliyetçiliğini
siyasal bir projeye dönüştürmüştür. Sonradan Ziya Gökalp tarafından daha
“yerli” bir müdahaleyle 1913 sonrasının ana siyasal akımı haline gelecektir.
24
Türk Yurdu dergisi etrafında geliştirilen bu teori ile birlikte “Anadolu”
inşa ediliyor ve orası ‘Türk’ün Yurdu’ oluyordu. Siyasal coğrafya çoğunlukla
“Turan” hayali ile süslense de, siyasal konjonktür el vermediği için daha
gerçekçi biçimde “Anadolu” ikametgâh olarak benimsemek durumunda
kalıyordu. Mehmed Emin Yurdakul, Ahmet Ağaoğlu, Ziya Gökalp, Ömer
Seyfettin, Yusuf Akçura bu akımın en önemli temsilcileri olmuşlardır (Lewis,
2009: 474). Osmanlı’nın gerilemesine çare olarak üretilen akımlardan birisi
olarak Türkçülük, sınırlı bir coğrafyayı kabul ediyor hatta gerekirse yeni bir
vatan tahayyül ederek (Turan) yenilgiyi kabul eden bir çizgide siyaset
yapıyordu. Bu yenilgi psikolojisinin doğal sonucu olarak Batıcılığın en rahat
ittifak kurduğu proje olmuştur. Hatta Batıcılığın tezahür ettiği siyasal akım
olmuştur. Türkçülük akımının içinde Ziya Gökalp gibi “hars ve medeniyet”
ayrımına dikkat çekenler olmasına rağmen, Yusuf Akçura gibi tamamen
Batılılaşmayı savunanlar ağırlıklı yeri işgal etmişlerdi. 3 Osmanlı’nın etnik
yapısındaki
çeşitliliğinin
kalmaması,
milliyetçiliği
bir
söylem
olarak
savunulabilir hale getirmiş olsa da, milliyetçilik akımı Meşrutiyet döneminin en
kafası karışık akımıdır. İmparatorluğa bir çıkış stratejisi olmaktan ziyade bir
“sığınak” işlevi görerek, Batıcılıkla eklemlenmiş ve sonraki süreçte tüm
siyasal gidişatı belirlemiştir. En son 1. Dünya Savaşı esnasında Arap
aşiretlerinin bir kısmı İttihatçıların Türkçü politikalarını “gerekçe göstererek”
isyan
etmiş
ve
bu
durum
ironik
olarak
İslâmcılığın
iflası
olarak
değerlendirilmiştir.4
1.2.2.4 Batıcılık
Batıcılar ya da Batılılaşma taraftarları siyasi açıdan tutarlı bir millet ve
devlet doktrini vermemiş olsalar da dönemin siyasallığı içerisinde oldukça
3
Kemalizm’in modernleşme pratiği ve algısı, sanılanın aksine Ziya Gökalp etkisinde değil, Yusuf
Akçura’nın etkisi altında gelişmiştir. Ziya Gökalp etkisini çok sonra muhafazakâr milliyetçi hareketler
üzerinde gösterecektir.
4
Resmi tarih Arap isyanları ile ilgili olarak Đngiliz işbirliğini ön plana çıkartmaktadır. Ancak burada
bir gerçek ön plana çıkartılırken, diğer bir gerçek mistifikasyona uğra(tıl)maktadır.
25
etkili olmuşlardır. Bir hedef olarak tüm siyasal akımlara sirayet etmiş, hatta
İslâmcılığın bazı biçimlerinde bile etkisini göstermiştir (örneğin Şemsettin
Günaltay). Batıcılık fikrinin oluşumunda ve yaygınlaşmasında Abdullah
Cevdet ve onun çıkardığı İctihad dergisi önemli bir rol oynamıştır (Nişancı,
2009: 60). Abdullah Cevdet’in başını çektiği akımın içinde Celal Nuri,
Kılıçzâde Hakkı gibi isimler yer almaktadır.
Bu isimlerin etkisi o gün için değilse bile yaklaşık olarak on yıl sonra
kurulacak olan Cumhuriyetin uygulamaya koyduğu projelerde görülecektir.
Örneğin Kılıçzade Hakkı’nın İctihad dergisinde önermiş olduğu 12 maddelik
yapılması gerekenler programı, Kemalist modernleşme projesinin icraatları ile
bire bir örtüşmektedir (Hanioğlu, 1981: 354-371).
1.2.3. Siyasal Partiler
Osmanlı’nın son dönemindeki siyasal ve düşünsel hareketlilik bir takım
örgütlenmeleri de beraberinde getirmiştir. Özellikle Jön Türk hareketi içindeki
bölünme neticesinde ortaya çıkmış olan iki grup 1920’ye kadar siyasal
gelişmelerin belirleyicisi olmuştur. Jön Türkler içindeki İttihatçı eğilim ile
Prens Sabahattin özelinde somutlaşan “liberal” eğilim arasındaki gerilimler bu
dönemin (1908-1920) siyasal hayatını şekillendirmiştir. Prens Sabahattin’in
kurmuş olduğu derneğin sonradan Ahrar Fırkası ve sonrasında Hürriyet ve
İtilaf Fırkası’na dönüşmesi bu partileri, anti-İttihatçıların merkezi haline
getirmiştir.
Bu partileri anlatmaya geçmeden önce bazı fikir akımlarının da
kurumsal yapılara kavuştuğunu belirtmek gerekir. 31 Mart vakasının
hazırlayıcısı olan İttihad-ı İslâm derneği, 22 Eylül 1919’da kurulan ve 1919
seçimlerine İstanbul, İzmir, Eskişehir ve Niğde’den aday göstermiş de olan
Türkiye İşçi ve Çiftçi Sosyalist Fırkası, İttihatçılardan ayrılanların 1910 yılında
kurduğu Ahali Fırkası (sonradan Hürriyet ve İtilaf Fırkası ile birleşmiştir),
26
İştirak dergisini çıkaran Hüseyin Hilmi’nin 1910 yılında kurduğu Osmanlı
Sosyalist Fırkası bu iki akım dışındaki örgütlenmelerdir (Çavdar, 2008: 262;
Timur, 2008: 266; Zürcher, 1998: 52). Bunlardan başka olarak Mutedil
Hürriyetperveran Fırkası, Islahat-ı Osmaniye Fırkası, Hizb-i Cedit’i de
eklemek gerekir (Zürcher, 1998: 151). Ancak Türk siyasal yapısının
şekillenmesinde ve sonraki süreçteki siyasal belirleyiciliklerinin sınırlılığı
nedeni ile bu gruplara değinilmeyecektir.
1.2.3.1. İttihat ve Terakki Cemiyeti
Fransız Devrimi’nin yüzüncü yılında 1889’da kurulan İttihat ve Terakki
Komitesi’nin üyeleri anayasalcı ve görece liberal denilebilecek bir rejimi
savunuyorlardı (Ahmad, 2009: 47). İttihat ve Terakki, köken olarak üst
kademede oluşan yarı soyluluk sistemine tepki olarak ortaya çıkmıştır.
Bundan dolayı İTC’nin iktidara ilk geldiğinde yaptığı ilk iş, seçkin ailelere
mensup oldukları için hızla yükselmiş subayların rütbesini indirmek olmuştur
(Mardin, 1997: 113,179).
Osmanlı siyasal elitlerinden olmayan bu kadro taşralı ve orta sınıf
özellikleri göstermekteydi ve siyasal radikalizmlerini besleyen en önemli
faktör bu sosyolojiydi.
Daha sonra 1895 yılında İttihat ve Terakki ismini
alacak bu örgüt siyasi tarihimizde oldukça kritik bir rol oynayacaktır. İtttihat ve
Terakki’nin 1906’daki kongresinde askeri kanat ağırlığını koymuş, Bahattin
Şakir ve Dr. Nazım öncülüğündeki bir grup olarak daha örgütlü ve disiplinli
hale gelmişlerdir (Mardin, 1999: 98; Kahraman, 2008: 133).
İttihat ve Terakki kadroları 1908 yılında II. Meşrutiyet’in ilan edilmesini
sağlamışlardır. Ancak iktidarı doğrudan ele almamışlardır. Bu durum 1912
yılına kadar devam etmiş, “sopalı seçim” diye bilenen seçimlerin sonrasında
İttihat ve Terakki iktidara kendisi gelmiş ve bu durum 1918 yılına kadar
devam etmiştir (Tanör, 1999: 198). Ayrıca İttihat ve Terakki kadroları her
27
noktada ve aşamada Kemalist hareketin oluşmasına da evrilmesine de
katkıda bulunmuşlardır (Kahraman, 2008: 133).
1.2.3.2. Ahrar Fırkası
Bu oluşumun kökleri 1902 yılında yapılan Jön Türk kongresinde
yaşanan tartışmalardan sonra ayrılan liberallerde yatmaktadır. Jön Türklerin
liberal kanadı tarafından, 14 Eylül 1908’de kurulmuştur. İlkeleri itibariyle
Prens Sabahattin’e yakın olan bu fırka, “Terakki” isimli bir gazete çıkarıyordu.
Ahrar fırkasının en temel tezlerinden birisi, ekonomide “memur ve asker
zihniyetine” son verilmesinin gerekli olduğu teziydi (Çavdar, 22008: 120-121).
Kendilerini İttihatçılardan giderek ayrıştıran Ahrar Fırkası’nın, İttihat ve
Terakki ile kamuoyu önündeki ilk çatışması seçimler dolayısıyla oldu. Ne var
ki, o dönemde İttihat ve Terakki’nin prestiji çok yüksek olduğu için Ahrar
Fırkası’nın adaylarından sadece Mahir Sait Ankara’dan meclise girebildi
(Çavdar, 2008: 121).
1.2.3.3. Hürriyet ve İtilâf Fırkası
Hürriyet ve İtilaf Fırkası, 21 Kasım 1911’de kurulmuştur (Tanör, 1999,
199). 1909 ile 1911 yılları arasında İttihat ve Terakki’ye karşı olan birçok parti
kuruldu.
Bunlar
genellikle
liberal
ya
da
muhafazakâr
eğilimli
eski
İttihatçılardan oluşuyordu. Mutedil Hürriyetperveran Fırkası, Islahat-ı Esasiyei Osmaniye Fırkası, Ahali Fırkası, Hizb-i Cedit bu şekilde oluşmuş fırkalardı.
Hepsinin ortak özelliği İttihatçı politikaları tasvip etmiyor oluşlarıydı.
İttihatçıların gizli bir cemiyet olmayı bırakması gerektiğini söylüyorlardı
(Zürcher, 1998: 151).
28
Bu şartlar altında tüm muhalefet tek bir çatı altında birleşme
noktasında anlaştılar. Meclisi Mebusan’da bulunan muhalif milletvekillerinin
de katılımı ile Hürriyet ve İtilaf Partisi (Fransızca adıyla Entente Liberale)
kuruldu. En belirgin özelliği anti-İttihatçı bir cephe olmasıydı. Partinin en
önemli amacı İttihat ve Terakki’yi iktidardan uzaklaştırmaktı. Partinin
başkanlığına Damat Ferit Paşa seçildi. Başta Şehzade Vahdettin olmak
üzere saraya mensup bazı kişilerde bu partiyi destekliyordu (Zürcher, 1998:
153; Çavdar, 2008: 138).
2. TÜRK MODERNLEŞMESİNDE RADİKAL DÖNEM: KEMALİZM
Manisa Mebusu Kazım Nami Duru (5. Kurultay (29
Mayıs 1939): “Kemalizm nedir? Eğer biz bunu yalnız
programın heyet-i umumiyesine atfedip de onun esasını
görüşmeyecek olursak, halkımız ve parti mensuplarınca
Kemalizm’in yalnız bir kelimeden ibaret olduğu
zannedilmek ihtimali vardır. Bendeniz memleketin her
tarafını gezerim. Her tarafta arkadaşlarla ve
vatandaşlarla temas ederim. Görüyorum ki birçok
yerlerde Kemalizm’in ne olduğunu bilenler yoktur. Hatta
parti arkadaşlarımız arasında partimizin,
Türkün
amentüsü sayarak onu okumuş, hatmetmiş ve ona göre
hareketi kendisine prensip ittihad etmiş olanlar azdır….
Yalnız çok temenni ederim ki Kemalizm esaslarını halkın
anlayacağı bir dil ile ilmi esaslara dayanarak izah edici
bir kitap yazdırsın veya yazsın bunu bütün vatandaşlara
tevzi etsinler…. Arkadaşlar, Kemalizm bir ideal değildir.
Tahakkuk ettirilmiş bir takım realitelerdir…. Mesela
Kemalizm ve Sosyalizm arasında ne gibi bir benzerlik ve
mübayenet vardır. Komünizm ile Kemalizm arasında ne
gibi benzerlik veya mübayenet vardır. Đşte bu esaslar
dahilinde bir kitap yazdırılmasını partiden rica ediyorum
(Çavdar, 2008: 400).
Osmanlı – Türk Modernleşmesi kendi içinde bir sürekliliğe sahiptir.
Ancak bu okuma biçiminin bütüncüllüğü ve sürekliliği esas alan düşünme
biçimi,
önemli
açabilmektedir.
sayılabilecek
Örneğin
bazı
Tanzimat
noktaların
silikleşmesine
bürokratlarının
de
yol
modernleşmeden
anladıkları ile Jön Türklerin anladıklarının aynı olmadığı gibi, Jön Türk
hareketinin bir devamı olan Kemalistlerin de Jön Türklerle aynı şekilde
anlamadıkları açıktır. Bu noktada meselenin daha net anlaşılabilmesi için
silikleşen bu noktaların aydınlığa kavuşturulması önem arz etmektedir.
Kemalizm kendinden önceki modernleşmeci hareketlerden farklı olarak bu
sorunu kökten bir kavrayış ile ele almış ve müdahaleleri palyatif çabalar
olmaktan çıkartarak tüm toplumsal ve siyasal katmanlarda “radikal” bir
dönüşüm başlatmıştır. 1 Bunu ne kadar başardıkları tartışmalı bir mesele
olmakla beraber, kavrayış düzeylerine ve yapmaya çalıştıklarına bakıldığında
1
Kemalizm’in önceki modernleştirmeci hareketlerden farkıyla kast edilen, iktidar olanlar içindeki
hareketler bağlamında söylenmiştir. Zira Kemalist hareket sahnede yokken 1900’lü yılların başında
düşünsel çevrelerde çok daha radikal söylemler geliştirilmiş bulunmaktaydı. Ancak onlar hiçbir zaman
icracı durumda olmadılar.
30
bu radikal kavrayış net olarak görünmektedir. 1923 sonrası kadroların
tartışılması gereken en başat özelliği ortaya koydukları reformların daha
önceki dönemlerle mukayese edildiğinde gösterdiği ciddi farktır (Kahraman,
2008: 97). Türkiye’nin modernleşme tarihi, Cumhuriyetten yaklaşık olarak iki
yüz yıl önce başlamasına rağmen toplumu etkileyen ve toplumsal hayat
üzerinde büyük değişimler yaratmaya çalışan en önemli hamleler, hiç
şüphesiz Atatürk’ün “tek adam” olarak en etkin pozisyonda olduğu 1923-1938
yılları arasında yaşanmıştır (Türköne, 2003: 516).
2.1. MODERNLEŞME PROJESİ OLARAK KEMALİZM
Osmanlı bürokrat ve aydınlarının ilk modernleşme girişimlerini
başlatırken sordukları soru, “devlet nasıl kurtulur” sorusuydu. Bu soru
Cumhuriyet modernleşmesinde de temel bir soru olmakla beraber içerik
kısmen değişmiş ve “ülke nasıl kurtarılır” sorusuna dönüşmüştür (Kahraman,
2008: 143). Ancak bu, düşman karşısında bir yenilgiden kurtulma değil,
yenilgiye neden olduğu var sayılan, yani geri kalmışlığa yol açan
nedenlerden
kurtulma
bağlamında
sorulan
bir
soruydu.
Cumhuriyet
öncesinde 1908-1918 döneminin modernleşme algısı da yakın bir yerde
duruyorsa da toplumsal yapıları karşına alacak kadar ileri bir noktaya
gitmemişti. Kemalist modernleşme projesi, siyasal varlığın tehlikede olmadığı
bir konjonktürde, bakışlarını tamamen toplumsala yönlendirmiştir. Özellikle
“yeni bir vatan” olarak Anadolu romantik temalar üzerinden işlenilerek,
aydınlatılacak bir yer olarak inşa edilmiştir. Yüzyıllardır ihmal edildiği
iddiasıyla “halka doğru” bir hareket başlatılacak ve geri kalmışlığından
kurtarılacaktı. Kemalist tahayyül dünyası radikal bir kavrayışla uyumlu
biçimde geri kalmışlıktan kurtulmanın yolunu Doğu’nun değerlerinin yerine
Batılı değerleri koymak olarak tespit ediyordu (Çaylak ve Çelik, 2009: 107).
Rasyonalite, bilim, ilerleme ve akıl kavramları yeni toplumun ruhunu
oluşturacak öğeler olarak tasarlanıyordu. Aslında kendi toplumuna ilişkin bu
naif kavrayış “yabancılaşma”nın da ciddi bir işaretiydi. Bu bağlamda Kemalist
31
elitin
modernleşme
kavrayışı,
sanılanın
aksine
Gökalpçi
izleri
taşımamaktadır. Osmanlı bürokrasisi ve aydınları da kültürel olarak
“farklılaşmış” durumdaydılar ama en azından toplumun kurucu değerleri
itibariyle “yabancılaşma” noktasında değildiler. Yaşam tarzları itibariyle
toplumun geneli ile ciddi bir uyuşmazlık söz konusu ise de tahayyül dünyaları
paradigmatik bir dönüşüm geçirmemişti.
Kemalizm’i bir modernleşme projesi olarak incelediğimizde karşımıza
çıkan en önemli ve farklı unsur, ikincil toplumsallıkların tasfiye edilmesi,
toplumsal değerlerin, bağların ve yükümlülüklerin geri dönülemez biçimde
yıkılmasıdır (Lewis, 2009: 561; Türköne, 2003: 406). Aşırı bir merkezileşme
ve beraberinde ikincil toplumsallıkların tasfiyesi Kemalist modernleştirmeyi
halka yaklaştırmak bir yana daha da uzaklaştırmış bulunmaktaydı. Özellikle
dinsel kurumların tasfiyesi ile başlayan bu süreç öncelikli olarak “kurumsal
dini” eski rejimin kalıntısı olduğu gerekçesi ile tasfiye etmiş, ancak bununla
da yetinmeyerek, halk katmanlarında “yaşayan dini” de hedef tahtasına
oturtmuştur. Osmanlı döneminde ulemaya yapılan her sınırlayıcı girişim
modernleşmeye karşı çıkma ihtimaline karşı alınmış bir önlemdi. Ancak
Cumhuriyetle beraber bu bir güç meselesi olmaktan çıkarak “aydınlanma”
sorunu haline getirildi. Dinin rolü batılı bir ulus devletteki role indirgenmeye
çalışılırken, dine daha milli bir şekil verme işi de ihmal edilmemekteydi
(Lewis, 2009: 552). Kemalizm sadece ibadet dilinin Türkçeleştirilmesini değil,
dinin de Türkleştirilmesini esas aldı (Çaylak ve Çelik, 2009: 117). Bu
nedenledir ki laiklik T. Timur’un da dediği gibi Türk devriminin en hırslı
tartışmalarına yol açmıştır (Timur, 2008: 290). Gerek laiklik uygulamasının o
günkü koşullarda çok ileri taşınması gerekse toplumsal dine yönelik tasfiye
girişimleri merkez ile çevre arasında ciddi bir kopukluğa neden oldu. Ş.
Mardin’in çözümlemesine göre devrimler halka hizmet götürmek ve taşrayı
kazanmak yoluyla da yapılabilecekken bu seçenek reddedilmiştir (Mardin,
1997: 61).
32
Cumhuriyet
güçlendirmiştir.
devrimleri
Özellikle
bürokrat
son
dönem
ve
aydınların
Osmanlı
ve
konumlarını
Cumhuriyet
modernleşmesini sağlayan sınıfsal ve sosyal yapıya baktığımızda askerbürokrat-aydın üçlemesini görmekteyiz. Bu ittifakın yarattığı en temel sonuç,
modernleşmenin tepeden gelmesine yol açmasıdır. Osmanlı modernleşmesi
tepeden gelmekle beraber sıradan vatandaşın gündelik hayatına çok da etki
etmiyordu. Öte yandan Cumhuriyet modernleşmesi direk toplum merkezli bir
projeyi uyguladı, ancak verili toplumsallıkları tasfiyeye giriştiği için, “halka
rağmen halkçı” bir çizgiden öteye geçemedi.
Modernleşme projesi olarak Kemalizm, Osmanlı modernleşmesinin bir
devamı olarak nitelenmelidir. Ancak bu modernleşme projesinin öncekine
göre farkı; ülkenin artık tamamen Batı medeniyetinin bir parçası olması
gerekliliğini düşünüyor olmasıydı. Bu yeni yaklaşıma göre Batı medeniyeti
kendi içinde ayrılmaz bir bütündür ve bütün olarak alınmalıdır. Buna bağlı
olarak da halkın görüş, duyuş ve düşünüş tarzının değiştirilmesi gerekliydi
(Türköne, 2003: 517). Bunun doğal sonucu olarak merkez ile çevre
arasındaki hissediş farkı da giderek açılmıştır. Ayrıca belirtmek gerekir ki
Kemalizm özü itibariyle kültürel bir harekettir. Toplumsal dönüşümü
gerçekleştirmeyi öngören kültürel çıkış, onun niteliklerini daha iyi tarif
etmektedir (Kahraman, 2008: 119).
2.2. KEMALİST MODERNLEŞMENİN SÜREKLİLİĞİ VE FARKLILIĞI
Kemalizm’in bizzat Atatürk’ten başlayarak başlayarak bütün kadroları
itibariyle Jön Türk ideolojisinden etkilenmediğini söylemek imkânsızdır. En
basit yöntemle her birinin biyografisine bakmamız bile bu sürekliliği görmek
açısından yeterli olacaktır. Bu yüzden Kemalist reformları, Osmanlı
reformlarının bir uzantısı olarak görmek yanlış olmayacaktır. Bu iddiayı dile
getirmek için biyografik bir temel yetmeyebilir. Ancak Kemalist reformların
1910’lu yıllarda, Cumhuriyet kurulmadan çok önce İctihad dergisinde,
33
Kılıçzade Hakkı tarafından 12 madde halinde yayınlamış olması bu sürekliliği
tespit etmemizde biyografik geçmişten daha iyi bir delil olacaktır (Kahraman,
2008: 153). Türk devriminin geçmişinin Jön Türk devrimine kadar uzandığı
ve Cumhuriyet rejiminin kurulmasının temellerinin 1908’de atılmış olduğu bir
gerçektir (Mardin, 1998: 167). Düşünsel olarak Kemalistler, İttihatçılar gibi,
siyasal iktidarın amacının toplumsal ve ekonomik dönüşümü gerçekleştirmek
olduğuna inanıyorlardı (Ahmad, 2009: 91). Hali hazırda modernleşme
sürecinin taşıyıcısı olarak aydın-bürokrat-asker’in oluşturduğu “tarihsel blok”
Jön Türklerden başlayarak Cumhuriyet’te de etkisini daha da arttırarak
devam etmiştir. İttihatçıların 1913 ile 1918 arasında başlatmış olduğu reform
programını devam ettirmiş olan Cumhuriyet modernleşmesinin öncesi ile bir
süreklilik ve bağı olsa da, bu bağ modernleştirmenin taşıyıcıları, hedefi
açısından söylenebilir (Zürcher, 1998: 252). Hedefler ve taşıyıcı kadrolar
açısından bir süreklilik mevcutsa da, bu süreklilik yöntemi açısından
söylenemez. Cumhuriyet modernleşmesini öncesi ile ayıran en temel fark,
meseleyi sadece devlet nasıl kurtulur noktasından çıkartarak, millet nasıl
kurtulur noktasına taşımış olmasıdır. Her ne kadar daha önceki dönemde
yapılan hukuki reformlar da bunu sağlamaya dönük olsa da, arada ciddi bir
fark oluşmuştur. Daha ziyade hukuki, idari ya da eğitim reformu yoluyla
yapılmaya çalışılan bu modernleşmeye nazaran Cumhuriyet modernleşmesi,
toplumsala ilişkin her şeyi ötekileştirmiş ve değişimin nesnesi, hedefi haline
getirmiştir. Bu nedenle de merkez ve çevre arasındaki hissediş farkı daha da
açılmıştır.
Osmanlı
ve
Cumhuriyet
modernleşmelerinde
birçok
noktadan
benzerlik ve süreklilik vardır. Ancak Kemalizm’in uygulamaya koyduğu proje
çok daha radikal bir nitelik arz etmektedir. En modernleşmeci aydınların bile
temel bazı kurumların (saltanat, hilafet, şeyhülislamlık) meşruluğunu
sorgulamadığı bir dönemden, Cumhuriyet’e ulaşıldığında bu kurumların ilga
edilmesinin yanı sıra gayrı meşru ilan edilmeleri söz konusu olmuştur. Aynı
şekilde bir Osmanlı modernleşmecisinin aklına dahi gelmeyecek bir
uygulama olarak toplumsal alana ilişkin müdahaleler bu radikalizmin örnekleri
34
ve somutlaştığı alanlardır. Gerçekleştirilen radikal reform ya da devrimlerin
arkasında yatan temel anlayış, Osmanlı yönetici elitlerinden farklı olarak
Kemalist elitlerin Batı’yı bir bütün olarak kavrama biçimleridir. Nitekim siyasal
kurumların oluşumundan, toplumsal değerlerin niteliğine kadar tüm katmanlar
Batı standartlarına göre inşa edilmek istenilmiş ve bu yönde müdahaleler
yapılmıştır. Cumhuriyet modernleşmesine göre sorun teknik ya da idari bir
reform sorunu değil, bir zihniyet meselesidir. Dolayısıyla da değişmesi
gereken öncelikli olarak bu zihinsel yapı ve yapıyı şekillendiren değerler
bütünüdür (Türköne, 2003: 515).
Osmanlı modernleşme hareketlerini “süreklilik içinde değişim” olarak
nitelemek mümkünken, Kemalizm’i ise “değişim içinde süreklilik”
olarak
tanımlamak daha doğru bir ifadelendirme olacaktır. Bununla beraber
Kemalizm’in kendisinden önceki hareketleri aştığı üç unsur ise, cumhuriyet,
laiklik ve egemenlik kavramlarıdır. Buna yurttaşlık da eklenebilir (Kahraman,
2008: 155). Öte yandan önceki modernleşme hareketlerinden geriye götüren
unsur ise, bir toplum tasavvuru üzerinden toplumsal yapıları ve ikincil
toplumsallıkları etkisizleştirmiş ve de yerine yenilerini ikame edememiş
olmasıdır. Bu sonucunda ise toplumsal işleyiş sağlıksız hale gelmiş ve
toplumsalın siyasal ile olan ilişkisi sorunlu bir hal almıştır. Devletin kurtulması
için Osmanlıcılık ve İslâmcılıktan farklı olarak Batıcılık ve Türkçülüğün bir
sentezi olarak değerlendirilebilecek Cumhuriyet modernleşmesi, İslâm ve
Osmanlı geçmişini Osmanlı modernleştirmecilerinden farklı olarak, yeni
kimliğin bir unsuru olarak değil, “ötekisi” olarak görmüşlerdir (Çaylak ve Çelik,
2009: 101)
2.3.
SİYASAL
MODERNLEŞME
BAKİYESİ
VE
KEMALİST
SİYASALLIĞIN KURULUŞU
1919 yılının son aylarında Osmanlı İmparatorluğu’nun son seçimleri
yapıldığında Osmanlı siyasal modernleşmesi yeni bir döneme girmek
35
üzereydi (Zürcher, 1998: 203). Parlamento tarihimizin en kısa ömürlü ve en
sorunlu Meclis’i olan son Osmanlı Mebusan Meclisi 12 Ocak 1920’de açılmış
ve 16 Mart Salı günü kapanarak tam 64 gün açık kalabilmiştir (Akbal, 2009:
165). 1876 yılında başlayan Osmanlı parlamentarizmi o güne kadar 5 seçim
yapmıştı. İlk olarak Osmanlı ordularının yenilmesi karşısında bir çözüm
olarak başlayan yenileşme hareketleri sonradan siyasal bir dönüşüm sürecini
de başlatmış ve en sonunda Kemalist modernleşme projesi ile birlikte
toplumsal dönüşümü de içinde almıştır.
Cumhuriyet’in ilan edilmesi ile başlayan süreç arkasında çok ciddi bir
siyasal birikimi taşımaktadır. Cumhuriyet devrimleri radikal müdahaleler olsa
da köksüz değillerdi. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e giden süreçte, en zor
zamanlarda devreye girmiş bir Meclis, İstanbul’da işgal güçlerini protesto
ederek kendini fesh etme süreci ve sonrasında Ankara’ya geçerek Kurtuluş
Savaşını yönetmiş bir Meclis. Üstelik oldukça farklı toplumsal ve siyasal
kesimlerin olduğu bir Meclis olarak Milli Mücadele’yi yürütme tecrübesine
sahip olmasına rağmen, Kemalist elitlerin sonradan tek parti rejimine doğru
gidişi, bu birikimi yok saymış ve bu anlamıyla siyasal modernleşme
tecrübemizde geriye doğru bir gidişin başlangıcı olmuştur. Siyasal gelişmeler,
ilk Meclis’in açıldığı 1876 yılından, 1908’e ve sonrasında 1920’ye kadar gelen
süreçte, anayasal bir sistemin kuruluşunu adım adım gerçekleştirmiş ve
sınırlı da olsa siyasal bir alan inşa etmişti. Savaş koşullarında, 1. Meclis’in
açılışında Meclis Başkanlığı seçimi yapılacağı sırada Ali Şükrü Bey’in meclis
iradesi daha oluşmadığı için böylesi seçimlerin yapılmasını uygun bulmaması
ve bunun üzerine bir süre daha beklenilmesi “millet iradesi” kavramının
öneminin hangi düzeyde olduğunu anlamak açısından iyi bir örnektir (Akbal,
2009: 167). Aynı Meclis, savaşın en yoğun zamanında bile Meclis’in
yetkilerini kısıtlayacak şekilde, Atatürk’ün yetkilendirilmesine karşı çıkmış ve
sonrasında bunu sadece 3 aylığına vermiştir. Yine aynı Meclis, Osmanlı –
Türk Anayasacılığının hazırlanış özellikleri bakımından en demokratik
anayasasını (1921 Teşkilatı Esasiye Kanunu) yapmıştır (Tanör, 1999: 250).
Savaş yönetmiş bir Meclis’in çoğulculuğu ve belli ilkelere dikkat etmesi dikkat
36
çekicidir. Aslında önceki dönemin siyasal birikimi göz önüne alındığında çok
şaşırtıcı değildir ancak sonraki süreçlerle kıyaslandığında şaşırtıcıdır. Böyle
bir Meclis’ten, sırf isyan çıktığı için, herhangi bir ilişki kurulamamasına karşın
TCF kapatılmasına kadar gidilmiş ve sonrasında tek parti rejimine dayalı bir
sistem inşa edilmiştir.
Osmanlı modernleşmesinden aldığı birikimle Cumhuriyeti ilan eden
yeni siyasal elit, yaptığı anayasa ile de egemenliği halka ait kılarak en temel
dönüşümlerden
birisini
gerçekleştirmiş
bulunuyordu.
Gerçekten
de
Cumhuriyet’in ilanı ve halk egemenliği olgusu önemli bir dönemeçtir. Ancak
bunun yanı sıra çoğulculuk ve demokratik anlayışlar açısından da bir geriye
gidiş söz konusu olmuştur. Özellikle 1925’ten 1946’ya kadar olan tek parti
dönemi (kısa bir süreliğine SCF tecrübesi dışında) tüm siyasal birikimin bir
kenara atıldığı dönem olmuştur.
Kemalist siyasallığın kuruluşunda rol alan faktörler incelendiğinde, iki
döneme ayırmak mümkün olmaktadır. 1920’den 1945’e kadar olan dönemi
1920-1930 ve 1930-1945 diye ikiye bölerek bu siyasallığın kuruluşunu
anlayabiliriz.
Nitekim
bu
dönemselleştirme
özsel
bir
farklılıktan
kaynaklanmamaktadır. Sadece siyasallığın oluşumundaki faktörleri anlamak
açısından gerekli bir dönemselleştirme olarak düşünülmüştür. Her ne kadar
Tanzimat’tan
Cumhuriyet’e
kadar
olan
modernleşme
süreci
devleti
merkezileştirme eğilimi taşıyarak iktidarı tesis etme saiki ile hareket etmişse
de, bu sürece paralel biçimde siyasal modernleşme süreci de devam etmişti.
Bürokrasinin ağırlığına karşı bu siyasal alan sürekli bir direnç mekanizması
oluşturmuştu.
Sonuçta
adına
modernleşme
ya
da
Batılılaşma
da
diyebileceğimiz bu süreç, devleti merkeze alan bir proje olmakla beraber,
devletin bu derecede hakim bir hale geldiği dönem Cumhuriyet dönemi
olmuştur (Kahraman, 2008: 192).
Kemalist siyasallığın kuruluşunda iki faktör etkili olmuştur. Bunlardan
birincisi 1920’de başlayan ve 1923’e kadar olan Meclis içi ve dışı muhalefet
37
ve sonrasında TCF deneyimidir. Bu muhalefet, siyasal iktidarı hırçınlaştırmış
ve yapacaklarına engel olacağı düşüncesi ile tasfiye edilmiştir. Nitekim 1924
sonrasında radikal reformlar muhalefetin olmadığı “siyasetsiz” bir iklimde
gerçekleştirilmiştir. 2 Diğer faktör ise 1930’larda genel olarak Avrupa’da ve
dünyada demokrasinin önemli bir siyasal değer olmaktan çıkarak, otoriter
yönetimlerin iş başına gelmesi olarak söylenebilir. Kemalizm’in siyasal
modernleşme bağlamında tek sesliğe yol açarken, belli noktalarda da
kendisinden önceki dönemlerin ilerisine geçtiği durumlarda söz konusudur.
1924 Anayası’na konulan bir madde ile seçme veya seçilme için gerekli olan
vergi verme şartı kaldırılmıştı. Sonrasında kadınlara verilen seçme ve
seçilme hakları (1930, 1934) temsiliyet ve katılımı daha geniş bir kesime
yaydığı için normalleştirici bir etki oluşturmakla beraber, uygulanan seçim
sistemi değişmediği için siyasal sistem asla gerçek bir temsil ve katılım
mekanizmasına kavuşmadı. Kökleri 1876 yılında atılan iki turlu seçim sistemi
Cumhuriyet döneminde de değiştirilmeden devam etmiştir. Gerek 1.
Meclis’teki muhalefet gerekse sonrasında TCF ve SCF’nin programlarında
hep tek dereceli seçim sistemi savunulmuş ancak bir türlü hayata
geçememiştir.
Benimsenmiş
yaygın
görüşe
göre
bu
seçim
sistemi
merkezdeki bürokrat-siyasetçilerin taşradaki güç odakları ile ittifakının bir
sonucu olarak değiştirilmemişti. Çok partili siyasal sisteme geçene kadar
ülkede her 4 yılda bir düzenli seçimler olmuş ama bunlar formaliteden öte
gidememiştir. Bu noktada Atatürk siyasal sistemi rehabilite etmek için bir parti
(SCF) kurdurmuş ama aşırı ilgiyi görünce kapatılmasını istemiştir. Uygulanan
seçim sistemi Osmanlı döneminden kalma hali ile birçok probleme sahipti.
Kemalist siyasi elit gerek 1921 Anayasası yapılırken gerekse 1924
Anayasası
yapılırken
değiştirilmesi
önerilen
bu
sistemi
iktidarını
sürdürebilmek için değiştirmemiştir.
2
Hilafetin kaldırılması (3 Mart 1924), Şeyhülislâmlığın ve Evkaf Vekaletinin lağvı (3 Mart 1924), dini
mahkemelerin kaldırılması (18 Nisan 1924), Şapka Đnkılabı (25 Kasım 1925), dini tarikatlerin
dağıtılması (30 Kasım 1925), Miladi Takvimin kabulü (1 Ocak 1926), yeni ceza kanunun kabülü (1
Temmuz 1926), Đsviçre Medeni Kanunu’nun kabulü (4 Ekim 1926), Đslâmiyetin devletin resmi dini
olmaktan çıkarılması (10 Nisan 1928), Latin alfabesinin kabulü (1 Kasım 1928), Ezan’ın
Türkçeleştirilmesi (3 Şubat 1932) zikredilebilir (Mardin, 1998: 97).
38
Bunun sonucunda Kemalist siyasal sistem temsilin gerçekleşmediği ve
katılımın olmadığı bir sistem olarak normalleşememiştir. Çünkü herhangi bir
siyasal katılımın olmadığı sistemin normalleşme imkânı ancak katılım ve
temsil ile mümkün olabilir. Bu siyasal duruma ek olarak, Kemalist
modernleşme projesinin radikal uygulamalara yönelmesi ve toplumsal
yapıdaki ikincil toplumsallıkları yani ara grupları tasfiye etmesi ile birlikte
merkez ile çevre arasındaki siyasal kopukluğun beraberinde ideolojik ve
toplumsal bir kopukluk da eklenmiştir. Bunun neticesinde Kemalist siyasal
sistem rehabilite edilerek değil ancak konsolide edilerek işlerliğine devam
edebilir hale gelmiştir. Nitekim bir sonraki bölümde (3. ve 4. Bölüm) DP’nin 3
nokta üzerinden Kemalist sistemi nasıl konsolide ettiği ele alınacaktır.
2.4. KEMALİZMİN SİYASAL ÇERÇEVESİ: FARKLI YORUMLAR VE
TARTIŞMALAR
Tarihi yapan unsurlar nelerdir? Bireyler midir, toplumsal sınıflar mıdır
yoksa kitleler midir? Eğer bireylerse Bonapartizm, Leninizm, Maoizm,
Peronizm ve tabi ki Kemalizm gibi isimlendirmelere rağmen toplumsal
harekete tek başına damgasını vurmuş bireylerden söz edilebilir mi? (Timur,
2008: 247). İsimlendirmeler bireyler üzerinden gelişse de sadece tek bir
kişiye hasredilebilecek bir şeyden söz etmek mümkün değildir. Nitekim
Kemalizm de tarih üstü bir ideoloji olarak değil kendinden önceki birçok
gelişmenin ekseninde değerlendirilmeye muhtaçtır. Kemalizm’’in ne olduğunu
anlamak için öncelikli olarak Türk devletinin kuruluşunda ve belli bir süre
genel politikasının yürütülmesinde temel olan fikir ve ilkeler bütününe bakmak
önemli bir başlangıç olacaktır. Bu ilkeler ve politikalar aslında kökleri Jön
Türklere ve II. Meşrutiyet’e dayanan gelişimin bir merhalesi olarak
değerlendirilebilir (Timur, 2008: 108). Bu yaklaşım her ne kadar aradaki
farkları silikleştirme riskleri taşıyorsa da, Kemalizm’’in düşünsel arka planını
anlamak açısından elzemdir. Bu sürekliliği burjuva siyasal değerlerine özlem,
pozitivizm, Fransız Devrimi olarak söylersek, Jön Türklerden Kemalizm’e
39
kadar olan çizginin ideolojik bel kemiğini oluşturan temel öğeleri tespit etmiş
oluruz (Kahraman, 2008: 135). Özellikle Jön Türklerden itibaren etki alanı
genişleyen pozitivist bir dünya algısı (ilerleme, rasyonalite) Kemalist kadroları
da önemli ölçüde etki alanına aldı (Timur, 2008: 113). Aslında Tanzimat’tan
itibaren girişilen “batılılaşma” hareketine yönelik Atatürk’ün tavrı menfi idi:
“Avrupa kanunlarını almak, Avrupa nizamlarını almak, Avrupa’nın elbisesini
giymek gibi bir takım ıslah teşebbüsleri”ni hayata geçirmeyi yanlış görüyordu
(Timur, 2008: 119). Ancak bu yanlış görme bir reddediş değil, tamamen
alınması gerektiğini düşündüğü içindi.
Yumuşak, değişken ve sistemli olmayan yapısı ile Kemalizm’in bir
ideoloji olmadığını iddia edenler olduğu gibi, bunun tam tersini savunanlar da
mevcuttur (Türköne, 2003: 141). Kemalizm’in ideolojik mahiyetine ilişkin
olarak sürdürülen tartışmalar Kemalist rejimin sosyo-ekonomik karakterine de
yoğunlaşmaktadır. Bu konuda iki farklı görüşün varlığından söz etmek
mümkündür. İlkine göre Kemalist rejim orta sınıf radikalizminin temsilcisi
olmuştur
(Timur,
2008:
129).
Yani
küçük
burjuva
rejimi
olarak
tanımlanmaktaydı. İkinci görüş ise Kemalist rejimi, devlet aygıtını kontrol
eden asker- sivil bürokratlarla, kırsal alanda hakim olan toprak ağalarının
ittifakı olarak görmekteydi (Türköne, 2003: 141).
Kemalizm’i tutarlı bir ideoloji olarak görmek oldukça zordur. Yukarıda
bahsettiğimiz modernleştirmeci karakteri ve dayanmış olduğu ittifak dışında
söylenebilecek çok bir şey yoktur. Ancak burada Kemalizm’in tutarlı
olmamasına
rağmen
kendi
içinde
oluşan
yorumlarından
bahsetmek
Kemalizm’in niteliğini anlamak açısından daha elverişli olacaktır. Bu farklı
Kemalizm yorumları genel olarak siyasal pratikte kendini göstermiştir. Burada
farklı Kemalizm yorumları dört ana başlık altında ele alınarak Kemalizm
içindeki farklı yorum ve tartışmalar açıklığa kavuşturulmaya çalışılacaktır.
Kemalizm’in ne olduğunu açıklığa kavuşturmaya çalışırken, aslında bir değil
birden fazla Kemalizm olduğunu ya da Kemalizmler olduğunu söyleyebiliriz.
Bunun temel nedenlerinden birisi, Kemalizm’in korunaklı bir adlandırma
40
olarak meşruiyet imkânını sunmasıdır denilebilir. Bu durumun farkındalığı ile
oluşturulan dört kategorinin ikisi Kadro Dergisi ve Ülkü Dergisi, diğer ikisi ise
Celal Bayar ve İsmet İnönü olarak oluşturulmuştur. Dergiler meselenin
siyasi/teorik kısmını, iki isim ise siyasi/pratik kısmını göstermesi açısından
ayırt edici olacağı düşüncesi ile ele alınmıştır. Ancak bu Kemalizm’leri
tartışmaya geçmeden önce 1930 öncesinin kısa bir analizini yapmakda fayda
vardır.
İzmir İktisat Kongresi’nde kabul edilen ‘İktisadi Misak’a ve uygulanan
politikaya bakarak bu dönemi “liberal dönem” olarak da niteleyebiliriz (Timur,
2008: 105). Bu nitelemenin dönemin uygulamaları göz önüne alındığında çok
abartılı kaçacağı aşikârdır. Ancak o dönemde gerçekleştirilen uygulamaların
temelinde 1930 sonrasının otoriterizmi gibi teorize edilmiş bir bilinçlilik değil,
merkezileştirme sürecinin daha başında olunması ve de yapılan radikal
dönüşümlere itiraz edilmemesi esas neden olmuştur. Şayet rejimin genel
zihniyeti bu otoriterizm üzerine otursaydı Takrir-i Sûkun yasası 1929 yılında
kaldırılmazdı. Liberal dönem olarak adlandırılan bu dönemin oluşmasında bir
zaruret de Lozan Antlaşması gereği gümrük vergilerinin 1929 yılına kadar
düşük tutulmasının zorunlu olmasıydı. 1929 yılına gelindiğinde vergilerle ilgili
bu tahditin kalkmasının yanı sıra iki önemli gelişme daha oldu. Birincisi, 1929
ekonomik buhranı tüm dünyayı etkisi altına aldı ve liberal ilkelerin altın çağı
sona erdi. Yeni dönem devlet merkezli ekonominin altın çağıydı. İkinci olarak,
bu krizle de ilişkili olmakla beraber, Avrupa’da giderek artan hoşnutsuzluk
faşist iktidarları iş başına getirmiş ve 1. Dünya Savaşının kapanmamış
hesabının görüleceği siyasal bir iklimi hızla oluşturmaya başlamıştı. Bu
dönemde liberal ve demokratik değerler birçok Kemalist’in gözünde itibarını
kaybetmişti (Ahmad, 2009: 79). Hobsbawn’ın da belirttiği gibi 1930’lu yıllar
“felaketler çağı”ydı. Ekonomik kriz ve o krizin tetiklediği siyasal krizler
çağıydı. Türkiye’de devletçi ekonominin yoğun olarak gündeme geldiği yıllar
bu şartlarda gelişti. Gerçi Türkiye, İttihat ve Terakki Cemiyeti’den bu yana
devletçi bir ekonomiyi “milli burjuvazi” oluşturmak için kullanıyordu ama
bunun politikanın da nihai hedefi bir burjuva sınıfı yaratarak kapitalist
41
ekonomi ve siyaset ile bütünleşmekti. Yani devlet bir anlamda hızlandırıcı
işlev görüyordu. Ancak 1930’dan sonra ortaya çıkan eğilim bu devletçiliğin
araçsallığını ortadan kaldırarak bir “kendi için devlet” anlayışını ikame etmeye
yönelikti. Özellikle 1931 Kongresi’nde alınan kararlar ve devletçiliğin parti
programı
haline
gelmesi
gibi
örnekler anlayış
değişikliğinin
etkisini
göstermektedir. Bu yeni anlayışın tepe noktası 1935 yılında parti ile devletin
birleştirilmesidir. Nazi örneğini izleyen bu uygulamaya göre CHP Genel
Sekreteri, İç İşleri Bakanı oluyor, partinin il başkanları da o ilde vali olarak
görev yapıyorlardı. Sonrasında ise Atatürk’ün ölümünden sonra toplanan
olağanüstü kongrede (1938), Atatürk “ebedi şef”, İsmet İnönü ise “sürekli
başkan” ve “Milli Şef” unvanını alıyor, rejim ise “tek parti, tek ulus, tek lider”
şeklinde benimsenen slogan ile daha da otoriter bir biçim kazanıyordu.
Kadro Dergisi, 1930’ların siyasal eğilimleri içinde Kemalizm’e bir
yorum katmayı hatta sıfırdan inşa etmeyi en sistematik ve ne yaptığının
farkında olarak yapan bir aydın “kadrosuydu” (Türkeş, 2002: 464-476).
Şevket Süreyya, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Vedat Nedim Tör ve
arkadaşlarının çıkardıkları “Kadro” amaçlarının Türk devrimlerine ideoloji
yapmak olduğunu açıkça belirtmektedir (Bilgin, 2007: 256). 1932 – 1934
yılları arasında yazdıkları ile Kemalist kadroları, devrimin öncüsü olacak bir
seçkinler
zümresine
dönüştürmek
istiyorlardı
(Zürcher,
1998:
287).
Kadro’nun ilk sayısında derginin çıkış amacı şöyle açıklanmaktadır: “Türkiye,
inkılap içindedir. Bu inkılap durmadı. Bugüne kadar geçirdiğimiz hareketler,
şahit olduğumuz muazzam kıyam manzaraları, onun yalnız bir safhasıdır. Bir
ihtilal geçirdik. İhtilal, inkılabın gayesi değil, vasıtasıdır. Bu ihtilal safhasında
dursaydık inkılabımız akim kalırdı. Halbuki o genişliyor, derinleşiyor. O henüz
son sözünü söylemiş, son eserini vermiş değildir.” (Çavdar, 2008: 342).
Marksizm’in yerli bir yorumu ile devletçi bir ekonomik kalkınmayı ön gören
Kadro’cular, Türkiye’nin kapitalist olmayan bir yolla sanayileşmesi gerektiğini
savunmuşlardır (Timur, 2008: 179). Ancak bunun kapsadığı devletçilik
sadece ekonomik alanla sınırlı değil, tam tersine siyasal alanın tamamını da
kuşatacak bir şekildedir (Kahraman, 2008: 107). Kadrocular dönemin ruhu
42
içinde çok fazla bir etki alanına sahip olamamışlardır. Tabi ki bu etkisizliği
değerlendirirken devrime ideoloji üretme iddiasını gerçekleştirilememiş
olmalarını dikkate alarak söylüyoruz. Entelektüel bir hareket olarak sol
Kemalist bir yorum üretmiş ve yorumlar 1960’larda ağırlıklı olarak etkisini
göstermiştir. Kadrocuların dönemlerinde etkileri sınırlı da olsa bir noktada çok
önemli işlev görmüşlerdir. 1930’ların Türkiye’sinde faşizm tartışmalarına
katılarak, faşist bir yönetim “anlayışının” yeşertilmesi girişimlerine teorik
düzeyde müdahale etmişlerdir (Ahmad, 2009: 84). Kemalizm’in, Faşizme
(tabi ki başka ideolojilere de) benzemezliği üzerinden geliştirdikleri teori bu
noktada önemli işlev görmüştür.
Faşist eğilimlerin daha ağır bastığı bir yayın organı olan Ülkü Dergisi
de bir teori dergisi olarak devrimin ideolojisine katkı yapmak açısından
Halkevleri’nin yayın organı olarak çıkmıştır (Varlık, 2002: 268-272). Ülkü
dergisi otoriter eğilimleri ile tanınan Recep Peker tarafından çıkartılmaktadır.
Daha ziyade dil ve tarih konularına yoğunlaşan bu dergi, yeni ulus ve tarih
inşasında önemli bir işlev görmüştür. Dergi, devletçiliği savunuyor ancak bu
söylemi daha ziyade otoriter eğilimleri meşrulaştırmak ve güçlendirmek için
kullanılıyordu. Recep Peker’in 1946’da bile çok partili rejime geçmek için
erken olduğunu söylediği düşünülürse 30’ların dünyasındaki düşünce
biçiminin sertliği daha iyi anlaşılacaktır. Parti içindeki liberalleri sürekli
küçümseyen Peker, Avrupa’da liberalizmin çöktüğünden ve devletçiliğin
zaferini kazandığını iddia ediyordu. Belki de resmi ideoloji açısından tarihin
sonunu ilan ediyordu. Ancak çok geçmeden Atatürk, Peker’in liberallerle
yapmış olduğu mücadeleye bizzat müdahale ederek, 1936’da Peker’i Genel
Sekreterlik’ten istifaya zorladı. Muhtemelen Atatürk’ün bu müdahalesinde
liberallerle aynı safta yer almasından ziyade, uluslar arası gelişmeleri Peker’e
göre daha iyi okuyor olması yatıyordu. Recep Peker ve Ülkü dergisinin çizgisi
teorik bir iz bırakmasa da bürokratik mekanizmalara hakim bir kadro olmaları
nedeniyle pratikte onlar söz sahibiydi. Nitekim 1940’lı yıllarda uygulamaya
konulacak birçok kanun, bu kadro tarafından icra edilecektir.
43
Recep Peker’i istifaya zorlayan neden parti içindeki dengeleri bozacak
şekilde liberallerle uğraşması olmuştu. Nitekim bu kadronun İş Bankası
çevresi olarak parti içinde önemli bir ağırlığı vardı. Kadro dergisinin benzeri
bir işlevi parti içinden bu kadrolardan sürdürdüler. Ülke yönetiminin faşizme
kaymaması için önemli çabalar gösterdiler. Bu çevrenin liderliğini Celal Bayar
yapıyordu. Önce Recep Peker’in istifası ardından da 1925 Mart’tan beri
Başbakanlık görevini yürüten İsmet İnönü’nün yerine 1937 yılında Celal
Bayar’ın atanması liberallerin önemli bir kazanımı oldu (Ahmad, 2009: 87).
Ancak Atatürk’ün vefatı nedeniyle bu eğilim akamete uğramıştı. Eğer
yaşasaydı Atatürk’ün parti içindeki bu eğilimi daha da güçlendireceği
rahatlıkla söylenebilir. Aslında 1946 yılında kurulan ve 1950 yılında iktidara
gelen DP hareketi bu eğilimin parti içindeki temsilcilerinin örgütlenmesidir.
İlerideki bölümlerde de söyleyeceğiz ama DP, Kemalizm içindeki bu yorum
farkından doğmuş bir hareket olarak Kemalizm’i tabana yayarak (ideoloji
olarak değil) konsolide etmiştir. Kemalizm’in bu yorumu aslında kökleri Jön
Türk hareketi içindeki liberal ve merkeziyetçi ayrışmasının bir devamıdır.
Aradaki fark CHP, tüm oluşumları kendi içinde mâs ettiği için, ayrı bir siyasal
oluşum olarak değil de parti içinde bir klik olarak varlıklarını devam
ettirmişlerdir. Celal Bayar, İnönü karşısında Atatürk’ün ölümü ile akamete
uğrayan galibiyetini, 1950 yılında halk tabanlı bir hareket ile tamamlayacaktır
(tabi ki İnönü 1960’ta bunun rövanşını sert bir şekilde alacaktır).
1925 yılında Fethi Okyar hükümetinin TCF karşısında başarısız olması
ve isyanı bastıramaması nedeniyle sertlik yanlısı İsmet İnönü Başbakan
olmuştu. Bu Başbakanlık 1925 yılından 1937 yılına kadar sürecek ve
Atatürk’ün ölümünden sonra Cumhurbaşkanlığı ile devam edecektir. İsmet
İnönü istisnasız olarak Atatürk’ten sonra en güçlü isimdi. Gerek TCF gerekse
SCF denemelerinde sertlik yanlısı tutumu ile oldukça olumsuz bir rol
oynamıştı. Yine tarihin bir ironisi olarak Türkiye’de çok partili siyasal yaşama
geçişte İnönü’nün iradesi etkili olmuş ve bu sürecin sonunda 10 yıllık bir
“muhalefet” tecrübesi yaşamıştır. İsmet İnönü’nün bir ideoloji olarak
Kemalizm’e olan katkısı 1930 yılında Sivas’ta bir demiryolu açılışında Fethi
44
Okyar’a polemik olarak verdiği bir cevapta “devletçilik” ilkesini zikretmiş
olmasıdır. SCF’nin sistematik olarak ekonomik durumu eleştirdiği bir
konjonktürde kendini savunmak için söylenen bir söz Kemalizm’in ayırt edici
vasıflarından birisi haline gelmiştir. Nitekim sonradan Kadro ve Ülkü dergileri
bu devletçiliğin içini doldurmaya çalışmışlardır.
Devletçilik, CHF’nin 1930 programında ilk kez altı ilke birlikte ele
alınmış ve parti programına girmiştir. Aslında Kemalizm’in bir ideoloji olarak
ortaya çıkışı da 3. Parti Kongresinin altı temel ve değişmez ilkeyi
benimsemesi ile başlatılabilir. Sonradan bu ilkelere 1937’de Anayasa’nın 2.
Maddesinde yer verilerek, parti programının ilkeleri devletin ilkeleri haline
getirildi. Esasında yapılan malumun ilanından başka bir şey değildi.
Kemalizm’i bir ideoloji olarak sınıflandırırken onu, ilkel bir pozitivizme
indirgeyebiliriz ancak bu onu anlamak için yeterli değildir (Timur, 2008: 129).
Kemalizm esnek bir kavram olarak kaldı ve dünya görüşleri çok farklı insanlar
kendilerine Kemalist diyebildiler (Zürcher, 2009: 89). Aslında bu denli yorum
farkları Kemalizm’in bir ideoloji olmadığının da temel göstergesi olarak
düşünülebilir. Ancak eğer bir Kemalizm tanımı yapacaksak ortaya çıkan tablo
şöyle özetlenebilir. Pozitivizm ilkesinin dayandığı bir anlam dünyası ile
beraber modernleştirici ve milliyetçi güdülerle güçlü bir devletçiliğin
harmanlanmasına dayanan, tepeden inmeci ve zorlamacı karakterine
rağmen totaliter değil, otoriter bir ideoloji diyebiliriz (Türköne, 2003: 143).
Ayrıca Kemalizm’in, ne sosyal adaletin nasıl gelişeceğine ilişkin kapsamlı bir
açıklaması vardı, ne de topluma, sosyal ilişkilerlini itibarlı bir ideolojiden
çıkaran daha genel bir ahlaki dayanak sağlıyordu. Kemalizm’le beraber
uygulamaya koyulan ve tam başarıya ulaşmış tek ideoloji Türk milliyetçiliği
olmuştur (Mardin, 1998: 142).
45
2.5.
SİYASAL
SİSTEMİN
REHABİLİTASYONU:
ÇOK
PARTİ
DENEMELERİ
Siyasal sistemlerin sağlıklı işleyebilmesi için denge ve meşruiyet
oldukça önemlidir. Denge siyasal sistemin iç işleyişinin, meşruiyet ise
toplumla kurduğu ilişkinin yönünü tayin eder. Denge mekanizması sistemin
aksayan yönlerini tespit ederek bir nevi rehabilitasyon işlevi görür. Eğer
rehabilitasyon yapılabilecek noktadan çok ileri gitmişse, yani meşruiyet
problemi de söz konusu ise konsolide etmeyi zorunlu kılan bir süreç
başlayacaktır. Bunun içindir ki DP’ye kadar olan unsurlar bir rehabilite çabası
olarak nitelendirilmiştir, rehabilitasyon tabiri bir açıdan muhalefet olarak görev
yapmaları ön görüldükleri için de söylenebilir.
Türkiye’nin 1920 yılından başlayarak girmiş olduğu yeni süreç, içinde
gerek
bağımsız
muhalefet
hareketlerini barındırmaktadır.
hareketleri
gerekse
güdümlü
muhalefet
Bu noktada güdümlü ya da bağımsız
olmalarına bakılmadan kimi zaman dolaylı kimi zaman da direk olarak siyasal
sistem içinde bir denge unsuru olmaları söz konusu olmuştur. 1923 ve 1946
yılları arasında tek parti rejiminin ülkeyi yönetmesine rağmen benzeri
arayışların olması, siyasal sistemin denge arayışı çerçevesinde anlaşılabilir.
Rejim en katı olduğu zamanlarda bile bir denge arayışı içinde olmuştur.
Örneğin parti ve devlet birlikteliğinin en yoğun olduğu zamanlarda dahi
işlevsiz de olsa parti içinde bir “müstakil grup” kurulması manidardır. Her ne
kadar örgütlü bir muhalefete 1931’den sonra izin verilmese de, CHP içindeki
klik çatışmaları bu dengenin korunmasında önemli işlev görmüştür. Öte
yandan Türkiye’nin siyasal modernleşme geçmişi “muhalefet” olgusuna çok
da uzak olmadığı için bu tarz girişimlerde bulunulabilmiştir. Hali hazırda
Türkiye’nin o güne kadar ki siyasal deneyimi çok partili bir sistemi anormal
olarak değil, tek partili bir sistemi anormal olarak değerlendirebilecek bir
birikime sahipti. 1. Meclis’te birbirinden farklı olarak Tesanüt Grubu, İstiklal
Grubu, Müdafaa-i Hukuk Grubu, Halk Zümresi, Islahat Grubu şeklindeki
oluşumların varlığı, 1. Grup ve 2. Grup ayrışmaları ve sırasıyla TCF ve SCF
46
tecrübeleri ve son olarak da Müstakil Grup tecrübesi Cumhuriyet’in başından
beri bir denge arayışında olduğunun en önemli örnekleridir (Çaylak, 2009:
42). Bu örneklere ek olarak 1920 öncesinin tecrübeleri de eklendiğinde
ortaya çıkan tablo işaret ettiğimiz noktayı daha belirgin kılacaktır. Bu
saydığımız örnekler çok partili siyasal hayata kalıcı olarak geçiş sürecinin
anlaşılması açısından oldukça önemlidir. Nitekim yukarıda ismi geçen
oluşumların hepsi aslında çok partili siyasal sisteme giden sürecin
parçasıdırlar.
Bu tespit sadece tarihsel ve yapısal bir okumanın sonucu
değildir. Nitekim DP’nin kurucularının birçoğunun SCF’li olması da bu
bağlamda değerlendirilmesi gereken bir unsurdur.
DP’nin siyasal sistem içinde nasıl bir etki yaptığının anlaşılması için
daha önceki tecrübelerin anlaşılır olmasının önemine işaret etmiştik. Bu
doğrultuda yukarıda ismi geçen oluşumlardan TCF ve SCF’nin siyasal
tecrübelerini aşağıda ele alacağız. Bu iki oluşumu seçmemizde her ikisinin de
örgütlü bir güce dönüşmüş olmaları, her iki partinin kurucularının da siyasal
sistemin elitleri olmaları ve birinin sahici bir muhalefet, diğerinin ise kontrollü
(muvazaa) bir muhalefet olması nedeniyle iki farklı tecrübeyi bize
göstermeleridir.
2.5.1. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası
Türkiye’nin çok partili bir siyasal sisteme geçiş tecrübesi olarak kabul
edilen Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası tecrübesi, aynı zamanda Milli
Mücadele döneminin önder kadrosu içinde de ilk ciddi ayrışmanın ortaya
çıkması neticesinde ortaya çıkmıtır. Bir tarafta Mustafa Kemal ve İsmet
İnönü, diğer tarafta ise Kazım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy, Caffer Tayyar ve
Rauf Orbay vardır (Küçükyılmaz, 2009: 38). Bir başka deyişle ilk muhalefet
partisi TCF, Kurtuluş Savaşı’nın liberal ve muhafazakâr liderleri tarafından
kuruldu (Çolak, 2009: 225). Aslında 1923 seçimleri ile 1. Meclis’in çok sesli
yapısı kısılmış olsa da 2. Meclis’in içinden yeni bir muhalefetin çıkması
47
şaşırtıcı değildir.
Bu muhalefetin başını özellikle Rauf Orbay çekiyordu
(Çavdar, 2008: 293).
2. TBMM üyeleri Mustafa Kemal’in süzgecinden geçerek seçilmişlerdi.
Buna rağmen bağımsız davranan üyeler bakımından çok zengin bir tablo
gösterdi (Tanör, 1999: 314). Ancak tek partinin damgasını vurduğu
Meclis’teki muhalefet etkisiz kaldı ve sonuç olarak Halk Fırkası’ndan istifa
ederek 17 Kasım 1924’te bir muhalefet partisi kuruldu (Ahmad, 2009: 74).
Genel Başkan Kazım Karabekir, Genel Başkan Yardımcıları Adnan Adıvar ve
Rauf Orbay’dı. Genel Sekreter Ali Fuat Cebesoy, Yönetim Kurulu üyeleri
Muhtar Bey, İsmail Canpolat, Halis Turgut, Ahmet Şükrü, Necati Bey, Faik
Bey ve Rüştü Paşa’dan oluşmaktaydı. Fırkanın Meclis Grubu 29 kişiydi
(Çavdar, 2008: 296). Yeni parti beyannamesini ve programını yayınladığında
Batı Avrupa’ya has liberal nitelikte bir parti izlenimi veriyordu. Aslında CHF
gibi laik ve milliyetçi politikalardan yanaydı. Ancak CHF’nin radikal,
merkeziyetçi ve otoriter eğilimlerine açıkça karşı çıkıyordu (Zürcher, 1998:
246). Her ne kadar Mustafa Kemal, The Times muhabirine verdiği 21 Kasım
1924 tarihli beyanatta CHF ile TCF arasındaki siyasal farklılıkların, ihmal
edilebilecek
kadar
küçük
olduğunu
ve
bölünmenin
yalnızca
kişisel
düşmanlıklardan kaynaklandığını belirtmiş olsa da sonraki gelişmeler pek
öyle olmadığını net bir şekilde göstermiştir (Çaylak, 2009: 45). Atatürk’ün
söylediklerinde doğruluk payı olmakla beraber onun “kişisel husumet” diye
geçiştirdiği nokta, TCF’nin onun şahsında “kişi diktatoryasına”
karşı
çıkmasıydı. Mustafa Kemal’in bu şartlarda meseleyi kişisel almasından daha
doğal bir şey olamazdı. Aslında her iki taraf da “halk” için çalıştığını ileri
sürüyordu. Ama bu söz TCF için merkeziyetçilikten kurtulma, Kemalistler için
ise plebisitçi demokrasi ve “aradaki” grupların kaldırılması gerektiği anlamına
geliyordu (Mardin, 1997: 59). Aslında T. Çavdar’ın da yerinde bir şekilde
belirttiği gibi CHF, İttihatçı siyasal anlayışı devam ettirmesine karşılık, TCF
daha özgürlükçü bir yapıdaydı (Çavdar, 2008: 297).
48
TCF’nin 58 maddelik bir programı ve 64 maddelik bir tüzüğü vardı
(Çavdar, 2008: 297). Parti programının birinci maddesinde, “Türkiye devleti
halkın egemenliğine dayalı bir Cumhuriyettir.” deniliyordu. İkinci maddede,
partinin, liberalizme ve halkın egemenliğine (parantez içinde ‘demokrasi’
yazıyordu) bağlı olduğu belirtiliyordu. Ayrıca Parti “dini düşünce ve inançlara”
saygı göstermeye söz veriyordu. Aynı zamanda program şehir ve kırdaki
seçkinler lehine olan iki turlu dolaylı seçim sistemi yerine genel oy hakkı ve
doğrudan seçim öneriyordu (Ahmad, 2009: 75). TCF ilk şubesini Urfa’da
açmış ve örgüt Doğu Anadolu’da büyük rağbet görmüştür (Timur, 2008: 19).
TCF’nin yükselişini önlemek için Atatürk yakın arkadaşlarından oluşan ve
hatta liberal bilinen kişilerden bir hükümet oluşturdu (Çolak, 2009: 225).
Ancak bu eğilim çok fazla sürmeyecek ve Şeyh Sait isyanının çıkmasıyla
beraber Fethi Okyar hükümetinin yerine İnönü hükümetinin gelmesi ile sertlik
politikaları uygulanmaya başlayacaktı. İnönü Hükümeti, Meclisten 23 ret
oyuna karşılık 154 oy alarak göreve başladı. Hemen akabinde 4 Mart 1925
tarihinde Takrir-i Sükun kanunu kabul edildi (Çolak, 2009: 226). Bu kanunun
çıkması üzerine Rauf Orbay, Meclis kürsüsünden sert bir konuşma yaptı. Bu
konuşmada “5 ayaklanma oldu diye Cumhuriyetin ve ulusal egemenliğin
temeli olan Anayasa bozulamaz. Kuşkumuz kişisel değil, vatan ve millet
içindir. Kurtuluş Savaşı’nın en çetin olayları karşısında bile Millet Meclisi
herhangi bir kanunu ihlal etmemiş, anayasaya aykırı davranmamıştır.”
demiştir. Buna karşılık Kazım Karabekir ise hükümetin teklifine destek
vermiştir.
Ancak
“hükümetimizin
kanunlara
uygun
olan
kararlılığına
varlığımızla yardımcıyız” diyerek şerhini de düşmüştür (Çavdar, 2008: 306310). Rauf Orbay her ne kadar “kuşkumuz kişisel değil” demişse de, partinin
ayaklanma ile ilintili olmadığı bilindiği halde, programında “dini inançlara
saygılı olunacağı” hükmü bulunduğu için, TCF irticayı kışkırttığı gerekçesi ile
3 Haziran 1925 tarihinde kapatıldı (Küçükyılmaz, 2009: 39). Akabinde de
bütün muhalefet grupları kısa süre içinde ezildi (Ahmad, 2009: 76). Her ne
kadar partinin kapatılması ile bağımsız kalan milletvekilleri muhalefetlerini
1925 yılına kadar sürdürmüşlerse de etkili olamamışlar ve sonraki seçimlerde
tamamen elenmişlerdir (Çolak, 2009: 227). Sonraki süreçte TCF’nin
49
kurucuları arasında yer alan 6 kişiden Rüştü Paşa, Miralay Ayıcı Arif, İsmail
Canpolat, Ahmet Şükrü Bey, Abidin Bey ve Halis Turgut Bey İzmir Suikastı
davasının uzantısı olarak Ankara İstiklal Mahkemesi tarafından asıldılar. On
üç kişi ise 2. Meclis’ten sonra politika sahnesinden silinmişlerdi. Diğerleri ise
1939’dan sonra ancak Meclis’e dönebilmişlerdi (Çavdar, 2008, 296).
TCF, 17 Kasım 1924’ten 3 Haziran 1925’e kadar ancak 7 ay
yaşayabilmişti.
Cumhuriyetin
çok
partili
ilk
denemesi
başarısızlıkla
sonuçlanmış ve bu tarihten sonra siyasal rejim daha otoriter eğilimler
göstermeye başlamıştır. Çok partili tecrübenin ilk zamanlarında rejim
kendisini rehabilite etmiş ve muhalefeti “dengelemek” için ılımlılardan oluşan
bir hükümet kurarak otoriter eğilimlerini sınırlama ihtiyacı hissetmiştir. Ancak
ilişkili olmadıkları bir isyan nedeniyle parti kapatılmış ve otoriter eğilim tekrar
ortaya çıkmıştır. Buradan şöyle bir sonuca varabiliriz ki çok partili bir rejim o
günün siyasal kültüründe çok da alışık olunmayan bir şey değildir. Nitekim
tüm otoriter eğilimlerine karşın mevcut statüko bu harekete göz yummak
zorunda kalmış, partiyi kapatmak için ise alakasız olsa da bir neden
göstermek zorunda kalmıştır. Partinin kapatıldığı tarihten, 12 Ağustos 1930’a
kadar, yani Atatürk’ün bizzat isteği ile kurulacak olan SCF’ye kadar siyasal bir
muhalefet olmayacaktır. Zaten o tarihlerde TCF kurucularından kimse
kalmamış, etkili muhalefet yapabilecek Milli Mücadele önderlerinin hepsi bir
kenara çekilmiş bulunmaktaydı (Küçükyılmaz, 2009: 39-40). 1926’dan sonra
girilen radikal devrimlerin karşılığının da test edileceği yeni bir rehabilitasyon
çabası ihtiyacı doğdu. Ancak bu seferki ilkinden farklı olarak “muvazaa”
niteliği taşıyordu.
2.5.2. Serbest Cumhuriyet Fırkası
1929 ekonomik buhranı olarak bilinen büyük kriz yeni bir dönemi
açmıştı. Avrupa’da birçok ülkenin ekonomik sistemleri bu krizin etkisi ile
sarsılmış ve siyasal sistemler bu sarsıntıyla uyumlu bir değişiklik yaşamıştı.
50
Avrupa’da liberalizm çağı kapanmış ve Keynesyen ekonominin kuralları
krizden çıkış için reçete olarak benimsenmiş, aynı zamanda Avrupa’nın
birçok ülkesinde otoriter ve totaliter eğilimler iktidar gelmeye başlamıştı.
1930-1938 yılları Eric Hobsbawn’a göre “felaketler çağı”ydı. İki dünya savaşı
arasındaki bu döneme siyasal krizlerin yanı sıra ekonomik krizin de
eklenmesi işleri iyice karmaşık hale getirmişti. Türkiye’nin böyle bir dönemde
siyasal hayatta kontrollü de olsa bir muhalefet partisini “ihdas etmesi” hangi
çerçevede anlamlı olacaktır. Bunlardan ilki hiç kuşkusuz kökleri I.
Meşrutiyet’e kadar giden çoğulcu bir siyasal kültürdür. Bir diğer neden ise
ekonomik koşulların gittikçe kötüye gitmesi ve dış krediye ihtiyaç duyuluyor
olması nedeniyle, kredibilitenin yükseltilmesi için gerekli olan “demokratik
makyaj”dı. Ayrıca bunlara ek olarak iyice yer altına inen muhalefetin ortaya
çıkartılması için Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın kurucularından Ahmet
Ağaoğlu’nun da belirttiği gibi “fırka teşkili, muhalefet fikri taşımak gibi cüretleri
ta kökünden kesip atmak” gibi bir amaçla da yapılmış olması muhtemeldi
(Ahmad, 2009: 77; Timur, 2008:176). Aslında bu saydıklarımızın hepsini
önemli bir faktör olarak değerlendirebiliriz. Ancak bir gerçek var ki o da TCF
deneyiminden sonra “radikal dönüşümler” ileri sürülerek otoriterleşen
sistemin kendisini kontrol etmek istemesi gerçeği vardır.
Nitekim rejim
başarısız her rehabilitasyon girişiminden sonra daha da otoriterleşme eğilimi
göstermektedir. SCF tecrübesi olumsuz sonuçlandığında sistem bir kez daha
ve sert biçimde otoriterleşecek ve bu sürecin sonunda ise dengesini
kaybeden siyasal sistem konsolidasyona zorunlu hale gelecektir. Ama
yaklaşık olarak 16 yıl geçmesi gerekecektir. İşte SCF deneyimi de kontrollü
olması düşünülen bir denge mekanizması olarak siyasal tarihte yerini alacak
ve Atatürk’ün muhalefetin bir şekilde patlak vermesinden ve merkezi
denetimin yitirilmesinden korkmasının da etkisi ile kurulacaktı (Çavdar, 2008:
329).
Fethi Okyar, TCF’nin muhalefet gücünü kırmak için 1925 tarihinde
Başbakan olmuş, ancak sürecin istenildiği şekliyle gitmemesi üzerine
görevinden alınmış ve Paris’e büyükelçi olarak gönderilmişti. Yukarıda
51
bahsedilen şartlar içerisinde 1930 yılının Temmuz ayında Fethi Okyar geri
çağrıldı (Ahmad, 2009: 76). Fethi Okyar’ın, 1925 yılında muhalefetin önünü
kesmek gibi bir görevi varken, bugün ise muhalefet lideri olarak görev
yapması isteniyordu. Sonuçta Fethi Okyar, siyasal elitler arasında Atatürk’ün
her zaman için en çok güvendiği isimlerden birisi olmuştur. Nitekim Atatürk,
SCF’ye kurucu olarak en yakın arkadaşı Nuri Conker’i de katmıştır. Atatürk,
Fethi Okyar ile yaptığı görüşmede SCF’ye niye ihtiyaç duyduğunu şöyle dile
getirmektedir: “Bugünkü manzaramız aşağı yukarı bir diktatör manzarasıdır.
Vakıa bir mecis vardır; fakat dahil ve hariçten bize diktatör nazarıyla
bakıyorlar. Geçen sene Ankara’yı ziyaret eden Alman muharrirlerden Emil
Ludwig
bana
şekl-i
idaremiz
hakkında
tuhaf
sualler
sormuş
ve
diktatörlüğümüze kanaat ederek geri dönmüş ve bu kanaatini de yazmıştır.
Halbuki ben cumhuriyeti şahsi menfaatim için yapmadım. Hepimiz faniyiz.
Ben öldükten sonra arkamda kalacak müessese bir istibdat müessesesidir.
Ben ise millete miras olarak istibdat bırakmak ve o surette tarihe geçmek
istemiyorum... Mesele memlekette cumhuriyetin şahısların hayatına bağlı
kalmayarak kökleşmesidir. Siz bu işi deruhte etmelisiniz.” (Okyar, 1980: 392393; Küçükyılmaz, 2009: 55). Aslında yukarıdaki ifadelerin içinde “Batılılar ne
der?” kaygısından kaynaklanan bir meşruiyet kaygısının olduğu belli
olmaktadır (Yerasimos, 2006: 103).
Fethi Okyar, tarafından hazırlanan 11 maddelik bir program Atatürk’ün
onayına sunulmuştur (Çavdar, 2008: 331). SCF aslında CHP’nin devletçiliğe
kaydığı bir yılda kuruldu. Programını Atatürk’ün onayladığı fırkaya “Serbest”
ismini bulan ise, ironik bir şekilde tek parti döneminde devletçiliği en katı
şekilde savunan ve uygulamaya çalışan Recep Peker olmuştur (Timur, 2008:
176). 3 Sonuç olarak SCF’ye sadece 15 milletvekili katılmıştı. F. Okyar’ın,
Atatürk’e sunarak onaylattığı beyanname 1924’teki TCF Beyannamesini
çağrıştırmaktaydı. Liberal bir ekonomi, ifade özgürlüğü ve tek dereceli seçimi
savunuyordu (Zürcher, 1998: 26).
3
Serbest ya da serbesti kavramları o günkü kullanımı itibariyle ekonomik çağrışımı ağır basan
kavramlardı. Yani direk olarak siyasi özgürlük anlamına gelecek şekilde kullanılmıyordu.
52
Yeni kurulan parti güdümlü bir muhalefet olsa da, büyük kalabalıklar
Fethi Okyar’ı Anadolu’da gittiği her yerde coşkuyla karşıladılar ve rejime
yönelik bütün muhalefet Serbest Fırka’nın çevresinde toplandı. (Ahmad,
2009: 77). Eleştirilerini halktan kopuk bir bürokrasi ve liberal bir ekonomik
model üzerinde toplayarak çeşitli toplumsal kesimleri peşinden sürükledi
(Timur, 2008: 176). SCF çatısı altında birleşen kesimler; CHF’li fakat İsmet
Paşa’ya karşı olanlar, tüccar, sanayici ve yerel eşraf arasında CHF’nin
kararlarına karşı olanlar ya da bunları içine sindiremeyenler, cumhuriyete
karşı olanlar, laik uygulamalara karşı olanlar ve demokratik özlemlerle daha
sivil bir toplumun yaşama geçmesini isteyen aydınlar şeklindedir. Halkın
Fırka’ya karşı gösterdiği büyük ilgi Fethi Okyar ve arkadaşlarının İzmir
gezisinde tüm açılığıyla ortaya çıktı. Fethi Okyar ve Fırka yöneticileri 4 Eylül
1930 sabahı Konya vapuruyla İzmir’e geldi ve coşkulu bir kalabalık onları
karşıladı (Çavdar, 2008: 332). Halkın hiç beklemediği ilgisi karşısında
sarsılan Atatürk, muhalefetin memleketi anarşiye sürüklediği gibi gerekçelerle
partinin kapatılmasını istedi (Ahmad, 2009: 77). Partinin kapatılmasına yol
açan son olay, TBMM’de Fethi Okyar’ın belediye seçimlerinde yapılan
yolsuzluklara ilişkin önergesinin tartışılması sırasında ortaya çıktı. Bu
tartışmalar sırasında Fethi Okyar, CHF milletvekilleri tarafından rejim
düşmanlığıyla suçlandı (Çavdar, 2008: 334). Fethi Okyar, SCF hakkındaki
iddiaları yani, “mürtecilik, Arap harflerini geri getireceği, halka tekrar fes
giydireceği ve vergileri kaldıracağı” iddialarının hepsini reddederek, sadece
“halkın tahammülünü aşan bazı vergilerin tahfifi prensiplerimizdendir” diye
cevap verecektir (Küçükyılmaz, 2009: 46). İktidar kendine halk tabanı
yaratmak istemektedir. Diğer muhalefet unsurlarını tasfiye ederken yeni bir
muhalefet oluşturma çalışmasının altında bu gerçek yatar. İktidar halka
dayanmak istemekte, karşıt hareketleri de önceki muhalefetlerden çok,
kendine benzeyen bir örgütte somutlaştırıp sınırlamayı amaçlamaktadır.
Ancak
Serbest
Fırka
sanılandan
fazla
bir
teveccüh
gördüğü
için
Terakkiperver Fırka kadar da yaşamayacak, dört ay içinde kapanacaktır
(Kayalı, 2005: 47).
53
SCF siyasal hayattaki yeri açısından bir değerlendirmeye tabi
tutulduğunda önemli bir nokta daha karşımıza çıkmaktadır. Fethi Okyar,
İsmet İnönü ile girdiği polemikler neticesinde ilk defa olarak İnönü tarafından
“devletçilik” prensibi siyasal biri ideolojinin zemini haline getirilmişti. Nitekim
1931 sonrası siyasal yapı gerçekten de devletçiliğin en katı biçimde
uygulandığı bir dönem olacaktır. İnönü’nün, Sivas’ta demiryolu açılışı
münasebetiyle yaptığı bu konuşma devletçilik ilkesinin ilk defa olarak dile
getirildiği yer olması ile beraber, Türkiye Cumhuriyeti siyasi tarihinde bir
iktidar partisi liderinin muhalefet liderini muhatap alarak düzenlediği ilk miting
olması bakımından da önemlidir (Küçükyılmaz, 2009: 43).
Gerek TCF gerekse SCF, Mustafa Kemal’in Milli Mücadele’yi beraber
yaptığı arkadaşları, yakınları tarafından kurulmuştur. Fakat ikisine de mevcut
CHP iktidarı hoş görüyle bakmamıştır. İkisine de ortak bir suçlama
yapılmıştır: Karşı devrimci, gerici unsurları barındırmak. Yaşamlarının belirli
bir bölümünü Avrupa’da, bir nevi sürgünde geçiren Adnan Adıvar ve Halide
Edip Adıvar, Rauf Orbay, Fethi Okyar, Refet Bele’nin “gericilikle” uzak yakın
ilgisi olmadığı gibi, liberal demokratik özlemleri olan kişiler olarak sayılabilirler
(Çavdar, 2008: 384).
Cumhuriyet kurulduğu 1923 yılından itibaren, 1. Meclis’in yapısındaki
çoğulculuğundan çok şey kaybetmişti. Hali hazırda 1. Meclis üyelerinden Ali
Şükrü Bey’in şaibeli ölümünden sonra bu yönde bir eğilimin olacağı net
olarak görünmekteydi. 1925 yılına gelindiğinde ise tüm muhalif gruplar tasfiye
edilmiş,
bir
parti
kapatılmış
durumdaydı.
Sonradan
İzmir
Suikastı
gerekçesiyle yapılan tasfiyeler de eklenince ortada muhalif bir denge unsuru
kalmamıştı. Gerçi bunun verdiği rahatlıkla en radikal dönüşümler (siyasal
değil de toplumsal modernleşme adına) bu dönemde yapılmıştır. Ancak tek
partili bir rejimin bir yanının hep eksik kaldığı bilinci siyasal elitler yeni bir
formül üretmeye yol açmış ve kontrollü bir muhalefet partisi kurmuşlardır.
Ancak gösterilen ilgilinin fazla olması nedeni ile ürkülmüş ve kapatılması
istenilmiştir. Bu tarihten sonra 1939 yılındaki “müstakil grup” girişimi sayılmaz
54
ise bağımsız bir muhalif unsur olmamıştır. Herhangi bir muhalefetin olmadığı
bu dönemde,
denetlemeyi olmasa da dengeyi koruyan en önemli faktör,
CHP içindeki klik çatışmaları olmuştur. Özellikle İnönü – Peker ittifakına karşı
Celal Bayar’ın başını çektiği İş Bankası çevresi önemli bir denge unsuru
olmuştur.
Tarihin
bir
ironisi
olarak,
1946
yılına
gelindiğinde
biri
Cumhurbaşkanı, biri Başbakan diğeri ise yeni muhalefetin lideri olacaktır.
Bayar önce Peker’i sonra da İnönü’yü siyasal olarak yenecektir.
3. ÇOK PARTİLİ SİSTEME GEÇİŞ VE DEMOKRAT PARTİ
Aristidis, zamanımızdan 2500 yıl kadar önce
Atina’da itibarlı bir hakimdi. Her seçimde o
seçiliyordu. Aleyhinde hiç kimse bir şey
söylemiyordu. Bu yıllar boyu böyle devam edip
gidiyordu. Gene bir seçim günü Aristidis seçim
alanına giderken, bir köylü elinde bir midye
kabuğuyla Aristidis’e yaklaştı. Bunun içine usule
göre seçilecek birinin adını yazmasını rica etti.
Aristidis’i tanımıyordu. Aristidis sordu: Kimin
adını yazalım? Aristidis’i yazma da kimi yazarsan
yaz! Niçin? Aristidis’in büyük suçları mı var?
Hayır, ama artık bıktık! Hep Aristidis! Artık bu
değişmeli!... ”
(Şevket Süreyya Aydemir, Menderes’in Dramı
1899-1960, 1976: 199)
3.1. ÇOK PARTİLİ SİSTEME GEÇMEDEN ÖNCEKİ DURUM
1940’lardaki Türk siyasi sisteminin kökleri 1920’lerin başındaki Milli
Mücadele dönemine uzanır. Bu siyasal sistem kentli orta sınıf ve aydınlar,
ordu ve devlet görevlileri ile Anadolu eşrafı arasında zımni bir ittifakın
sonucuydu (Ahmad, 2007: 15). 1 CHP, 1930-1945 arasında çok sıkı bir
ideolojik katılığı olan tek parti olarak Türkiye’yi yönetmiş ve bu dönem
içerisinde Parti ve Devlet örgütü birleştirilmişti (Çavdar, 2008: 364).
Bu siyasal ittifakı perçinleyen en unsurlardan birisi çıkar birliği olduğu
gibi seçim sistemi de bu ittifakı pekiştirecek bir niteliğe sahipti. Nitekim
uygulanan seçim sistemi gerçekte I. Meşrutiyet ve II. Meşrutiyet dönemlerinin
bir kalıntısıydı. Oy verenler, sonradan kendi vekillerini Meclis’e gönderen bir
1
Birçok Đngiliz subayının Anadolu’daki adamlarla temas halinde olduğuna inandıkları Ahmed Đzzet
Paşa’yı ziyaret edip Anadolu’dakilerin tamamen Bolşeviklere bağlı olup olmadıkların öğrenmek
istediklerinde Đzzet Paşa onlara şu cevabı vermiştir: “Büyük bir kısmı yüksek rütbeli askerden,
memleket eşrafı, arazi sahipleri ve münevverlerinden oluşan bu heyetin komünizm nazariyatına
temayül etmeleri tasavvur olunamaz. Ancak Batı devletleri tarafından haksızca yapılan baskı
sürdürülürse Rusya’nın kucağına atılma ihtimalleri yok değildir.” (Lewis, 2009: 628).
56
seçmenler topluluğunun seçtiği dolaylı bir sistemdi. 1946’ya kadar yürürlükte
kalan bu sistem, yerel nüfuz sahiplerinin bütün tek parti dönemi boyunca güç
ve nüfuzlarını Meclis’te muhafaza etmelerini sağladı (Ahmad, 2007: 17).
Cumhuriyet’in kuruluş sürecindeki “radikal dönüşümleri” tersine
çevirebilecek odakları tasfiye etmek adına sertlik politikaları uygulanmış ve
bir muhalefetin yeşermesine izin verilmemişti. Kemalist siyasal sistemin 1930’
a kadar pratik bir zorunluluk olan bu yönelimi, başka ülkelerde yaşanan
siyasal gelişmeler neticesinde teorik bir düzleme geçiş yaptı. 1920’li yıllarda
faaliyet göstermeye başlayan Alman Nazileri 1930’ların ilk üç yılında
Almanya’da iktidara geldiler. İspanya’da da Franko ile onu izleyen
Portekiz’deki Salazar faşist düzenleri kuruldu. Özetlemek gerekirse 1930’lar
adı ne olursa olsun faşist niteliklere sahip düzenlerin yükselişine tanık oldu
(Çavdar, 2008: 401). Tüm bu yaşananlar neticesinde Cumhuriyet’in zorunlu
olarak geçmiş olduğu tek parti rejimi, uluslar arası siyasi atmosferinde müsait
olması nedeniyle, CHP’nin 1935 Kongresinde parti ile devletin birlikteliği
şeklinde zirvesine ulaştı (Ahmad, 2007: 21). Ancak yeni dünya düzeninin
geldiği nokta Türkiye’deki siyasal sistemin değişmesini zorunlu kılıyordu.
Türkiye bu şartlar altında yeni bir siyasal sisteme evrimle yolunda önemli
adımlar attı.
3.2. ÇOK PARTİLİ HAYATA GEÇİŞİ HAZIRLAYAN GELİŞMELER
3.2.1. Siyasal, Sosyal ve Ekonomik Gelişmeler
Yukarıda da belirttiğimiz gibi Cumhuriyet rejimi bir siyasal ittifaka
dayalıydı. Özellikle 1930’lar boyunca uygulanan ekonomik kalkınma programı
belirli bir ölçekte “milli burjuvazi”nin gelişmesine yol açmıştı. Bu gelişen
burjuvaziye yönelik olumsuz tutumlar, II. Dünya Savaşı’nın ortaya çıkarttığı
siyasi ve ekonomik sıkıntılar, bu ittifakın sürdürülebilirliği noktasında ciddi
57
soru işaretleri oluşturdu. Savaşın olağanüstü koşullarında gelişmeyen bu
muhalefet
ortaya
çıkmak
için
savaş
sonrasını
bekleyecekti.
Savaş
döneminde çekilen sıkıntılar, işçi, köylü ve memurların hükümete karşı bir
tutuma girmelerine neden olduğu gibi; Varlık Vergisi, Milli Koruma Kanunu,
toprağa ilişkin yasalarda büyük ve orta boy sermaye ile toprak sahiplerini
gücendirmişti. (Çavdar, 2008: 448). Aslında burada daha ilginç olan, otoriter
yönetim tarzının çıkarlarına hizmet ettiği durumdan farklı olarak, kendi
çıkarların söz konusu olduğu bir duruma geçilmesiyle birlikte, bu yeni
sınıfların rejimin muhalifi olmaları ve nihayetinde rejimin varlığını ortadan
kaldıracak siyasal girişimlere destek olmasıydı (Lewis, 2009: 657).
Bu tarihsel ittifakın bozulmasını biraz daha detaylı irdelemek gerekirse
bunlar sırasıyla şöyle ifade edilebilir: 18 Haziran 1940 tarihli Milli Koruma
Kanunu, Kasım 11 Kasım 1942 tarihli Varlık Vergisi ve devletle halkın arasını
açan Toprak Mahsulleri Vergisi yasasıdır. Söz konusu vergiyi düzenleyen
yasa 26 Nisan 1942 günü kabul edilmiştir. Bu yasa, Osmanlı’ da uygulanan
ve devlet – halk arasındaki en ciddi çelişkilerden birini meydana getiren,
Cumhuriyet yönetiminin kaldırmakla övündüğü Aşar Vergisinin geri gelmesi
şeklinde algılanmıştı (Ahmad, 2007: 24; Kahraman, 2008: 201). 1940 yıllarda
Türkiye, 2. Dünya Savaşı’nın getirdiği ekonomik yıkımı en geniş şekilde
yaşadı. Köylü, 1938 sonrasında çıkarılan çeşitli yasalarla ezildi (Kahraman,
2008: 199). Bu ekonomik gelişmelerin yanına 1923’ten itibaren uygulanan
tepeden inmeci devrimlerin halkın yaşamında hiçbir iyileşme sağlamaması ve
rejimin yabancılaşması da ekstra hoşnutsuzluk nedeni olmuştu. Toprak
Reformu Yasası (Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu) yukarıda sayılanlardan
farklı olarak köylülere yönelik bir açılım niteliği taşısa da, bu yasa tasarısının
en dolaysız sonucu CHP içinden bir muhalefetin kristalize olmasına yol
açmasıdır (Kahraman, 2008: 202; Ahmad, 2007: 27). Tüm bunlara ek olarak
1939-1945 yılları arasında basına uygulanan şiddet ve sansürü, antidemokratik yaklaşımları eklediğimizde CHP neredeyse hiçbir toplumsal
sınıfın desteklemediği bir parti haline gelmişti. CHP’nin “tarihsel blok”u
58
tamamen
dağılmış
ve
sadece
asker/bürokrat
kanat
sadık kalmıştır
(Kahraman, 2003: 203).
Özellikle sermaye ve toprak sahipleri CHP’nin savaş döneminde
uygulamış olduğu politikalardan ürkmüş ve siyasal alanda söz sahibi olacak
şekilde sahneye çıkmıştır (Eroğul, 2003: 90). Varlık Vergisi gibi uygulamalar
kimi iş çevrelerinde sermaye dönüşümüne yol açmış ve bunu fırsat olarak
kullanmışlarsa da, iktidarın keyfiliği onları da ürkütmüştür (Keyder, 2006: 51).
Aynı
şekilde
toprak
sahipleri
de
Toprak
Reformu
ve
ormanların
devletleştirilmesi gibi düzenlemelerin tekrar edebileceğini düşünerek benzeri
bir kaygıyı yaşamışlardır (Eroğul, 2006: 114). Nitekim yeni dönemde
muhalefetin dışarıdan değil de CHP içinden çıkması, egemenler arasındaki
bir siyasal ihtilafa işaret etmektedir. Ayrıca muhalefetin sözcülüğünü yapan
ve sonrasında DP’yi kurarak bir döneme damgasını vuran Adnan Menderes
büyük bir çiftçi, Celal Bayar ise ‘İş’ çevrelerinin yakından tanıdığı önemli bir
siyasetçidir.
3.2.2. Uluslar Arası Gelişmeler
Burjuvazi, toprak ağaları ve asker-sivil bürokrasi arasında Kurtuluş
Savaşı sırasında kurulan zımni ittifak, savaş dönemi baskılarının bir sonucu
olarak sonunda dağılmıştı. Savaş sürdükçe bu ittifakı muhafaza etmek
zorunlu olmuştu; ancak savaş sona erince, yeni bir siyasal düzen kurulacak
ve pek çok şey savaştan zaferle çıkan müttefiklere bağlı olacaktı (Ahmad,
2009: 90).
Müttefik zaferinin ufukta göründüğü 1942 yılından itibaren Türkiye’nin
kendi saflarında savaşa girmesi yönündeki baskılar da arttı. İlk olarak 30-31
Ocak 1943 tarihinde Adana’da, Churchill – İnönü görüşmesi gerçekleşti.
Türkiye üzerindeki baskılar, 1943 yılının son aylarında daha da arttı. Özellikle
Tahran Konferansı’nda Churchill, Türkiye’nin savaşa katılması konusunda
59
üçlü daveti reddettiği takdirde, İngiliz hükümetinin artık Türkiye’nin toprak
bütünlüğü ve Boğazlar’daki hakları konusunda ilgi duyamayacağını ifade etti
(Timur, 2003: 53). 4-7 Aralık 1943 tarihinde Kahire’de İnönü – Churchill –
Roosevelt arasındaki toplantıda İngiltere Başbakanı gene ısrarla 15 Şubat
1944’te Türkiye’nin savaşa girmesini istedi (Çavdar, 2008: 414). Churchill,
1944 Mayısında bir demeçle tutumunu şöyle açıkladı: “Türkiye’nin şimdiye
kadar takınmış olduğu ve takınmakta olduğu vaziyet, benim fikrimce, barış
sırasında, Türklere müttefiklere katıldıkları takdirde elde etmiş olacakları
kuvvetli mevkii temin edemeyecektir.” (Timur, 2003: 53). Türkiye’nin Almanya
ile ilişkileri kesmesinin savaşa yönelik stratejileri açısından önemli gören
müttefiklerin talepleri doğrultusunda, Türkiye 2 Ağustos 1944’te Almanya ile
ekonomik ve diplomatik ilişkilerini kesti (Seydi, 2009: 294).
4-11 Şubat 1945’de Stalin, Roosevelt ve Churchill Yalta’da toplandılar.
Aldıkları karar gereğince Mart ayına kadar Almanya ve Japonya’ya savaş ilan
etmeyen devletlerin Birleşmiş Milletler üyesi olamayacağını ilan ettiler.
Türkiye, Sovyet ordularının Berlin’e 50 km yaklaştıkları bir dönemde 23 Şubat
1945’te Almanya ve Japonya’ya savaş ilan etmiş ve Birleşmiş Milletler
Beyannamesi’ne katılma kararı almıştır (Çavdar, 2008: 415). İkinci Dünya
savaşı sırasında, savaşın dışında kalmayı başaran Türkiye, izlediği
politikanın olumlu – olumsuz sonuçlarını savaşın sonunda yaşamaya
başlamıştır. Her şeyden önce Batılı müttefikler savaşa girmede ayak direyen,
Almanya’ya son anda savaş ilan eden Türkiye’ye karşı bu dönemde
başlangıçta mesafeli bir tutum sergilemiştir (Erol, 2009: 346). 28 Nisan
1945’de San Francisco’ya giden Türk heyeti, Reuters Ajansı’na “Türkiye’de
Cumhuriyet rejiminin siyasi bakımdan modern demokrasi yolunda ilerlediğini
ve savaştan sonra her türlü demokratik cereyanların gelişmesine müsaade
edileceğini” söylemiştir (Karpat, 1996: 128).
İkinci dünya Savaşı öncesinin uluslar arası politik güç dengesini
oluşturan devletler, 1945’ten sonra güçlerini kaybetmiş ve sonucunda da
savaşın sona ermesiyle uluslar arası sistemde büyük bir değişiklik söz
60
konusu olmuştur (Erol, 2009: 345). Türkiye savaş boyunca faşist ve demokrat
cepheler arasında tahterevalliyi andıran bir denge politikası uyguladıktan
sonra demokrasiyi tercih etmesinde dış dinamiklerin etkisi olmuştur (Çavdar,
2008: 416). 17 Ekim 1939 tarihli Türk – İngiliz – Fransız üçlü ittifak
anlaşmasına rağmen İkinci Dünya Savaşı’nda tarafsız kalmayı tercih eden
Türkiye, savaşın hemen sonrasında yalnızlığa terk edilme korkusuyla (biraz
da acele ile) Batı ile ittifak arayışlarına girdi (Seydi, 2009: 296). Türkiye, Batılı
demokratik ülkeler ile birlikte hareket etmek istediğine göre siyasal hayatını
da bu çizgide sürdürmek zorunluluğu hissediyordu. Her şeyden önce, savaş
öncesinin aksine otoriter rejimlerin yenilmesiyle birlikte dünyada artık
demokrasi rüzgârları esmeye başlamıştı (Seydi, 2009: 297). İnönü’nün 12
Ekim 1945’te ABD Senatörü Claude Pepper’le yaptığı görüşmede söylediği
şu sözler onun bu değişime ne kadar önem verdiğini gösterir: “Kendimi, Millet
Meclisi’mizde bir muhalefet partisi başkanı olarak gördüğüm gün, hayatımın
vazifesini yerine getirmiş sayacağım” (Derin, 1995: 178). Ali Fuat Başgil’e
göre ise eğer İnönü, Franco’nun İspanya’da İngiliz desteğini alabildiği gibi
kendi iktidarını sürdürebilecek bir desteği alabilseydi Türkiye’de demokrasi
söz konusu edilmeyecekti (Yetkin, 1983: 55). İnönü de o dönemde iç ve dış
etkileşimi şu sözleriyle doğrulamıştır. “Hiçbir harici meseleyi dahili mesele ile
itilaf etmeden ve hiçbir dahili meseleyi harici mesele ile karıştırmadan
hallettiğimi bilmiyorum. Biri mutlaka diğerini tahrik eder.” (Barutçu, 2001:
752).
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Türkiye’nin dış politikasına egemen
olan ve ona istikamet veren unsur, savaş sonrası Avrupa dengesinde
meydana gelen boşluklardan yararlanan Sovyetler Birliği’nin Türkiye
üzerindeki istekleri olmuş ve bu çerçevede bloklaşan dünyada Türkiye bloklar
arasında bir tercih aşamasına gelmiştir (Erol, 2009: 345). İkinci Dünya
Savaşı’ndan sonra, Sovyetler Birliği, Türkiye’yi ürkütecek bir emniyet çemberi
siyasetini uygulamaya kalkışmıştır. Mart 1945’te Ankara’ya verdikleri bir nota
ile Sovyetler Birliği, 17 Aralık 1925 antlaşmasını, yeni şartlara uymadığı
gerekçesiyle uzatmayacaklarını bildirmişti (Eroğul, 2003;19; Erol, 2009: 347).
61
12
Mart
1947
tarihinde
ABD
Başkanı
Truman,
Türkiye
ve
Yunanistan’ın Sovyet tehdidine maruz kalması nedeniyle bu iki ülkeye yardım
programı açılacağını ilan etti (Çufalı, 2004: 171). Amerikan meclisinin birleşik
toplantısında
açıklanan
bu
doktrinin
yürütülebilmesi
için,
Amerikan
kamuoyunun Türkiye’nin demokratik bir yönetime gittiği yolunda ikna edilmesi
gerekiyordu. Truman Doktri’nin sonucu olan ilk Türk – Amerikan askeri
işbirliği antlaşması da, 12 Temmuz 1947’de, aşağıda belirtilecek olan
Cumhurbaşkanlığı bildirisiyle aynı günde imzalanmıştır (Ahmad, 2007: 45;
Eroğul, 2006: 118). İnönü, heyette bulunan Feridun Cemal Erkin’e şunları
söylemişti: “Amerikalılar çok partili demokrasiyi ne zaman kuracağımızı
bizlere sorabilirler.. İnönü’nün rolü, reformları raylarında perçinleştirmek ve
Atatürk’ün arzu ettiği gerçek, tam demokrasiyi kurmak olacaktır. İnönü
şimdiye kadar bu çığıra gitmek istiyordu. Harbin çeşitli tehlike ve sorunları
buna
imkân
vermedi.
Savaş
bitince
bu
amacı
gerçekleştirmek
Cumhurbaşkanı’nın en aziz arzusudur.” (Yeşil, 1988: 54).
Blokların şekillendiği, soğuk savaşın başladığı ve geri kalmış ülkelerin
başkaldırdığı, bir kelimeyle yeni düzenin temellerinin atıldığı bu karmaşayı,
bütün ülkeler gibi Türkiye de merak ve endişe içinde izlemekteydi. Milli Şef,
“Büyük Başbuğ” İsmet İnönü’nün önderliğinde, ülkenin yönetici seçkinleri, bu
yeni düzene uymaya çalışıyorlardı (Eroğul, 2003; 17). Düzen değişikliğine yol
açan en önemli etkenlerden biri kuşkusuz, dış durumdu (Eroğul, 2006: 114).
Ayrıca 1944 sonbaharında kapatılmış olan Tan, Vatan ve Tasviri Efkar
gazetelerine 22 Mart 1945 tarihinde yeniden yayınlanmaları izninin 25 Nisan
1945 tarihinde başlayan San Francisco Konferansı’ndan hemen önce
verilmesi de ayrıca dikkat çekici bir gelişmedir (Koçak, 1992: 138-139).
Savaş sona ererken, yeni kurulan dünya düzenine Türkiye’nin demokratik bir
siyasal sistemle katılması çeşitli bakımlardan zorunlu görünüyordu (Timur,
2003: 13). Bu suretle Türkiye’de otoriter rejim, bir yandan iç huzursuzluğa,
diğer yandan da uluslararası gelişmelere bir “güdümlü demokrasi” ile yanıt
vermeye çalışmıştı (Timur, 2003: 33). Bu arada belirtmekte fayda var ki dış
62
dünyanın demokrasi yönündeki baskılarının çok partili hayata geçişte etkili
olduğunu ama bunun tek etken olmadığını kabul etmek gerekir (Karpat,
1996: 129).
Sonuç olarak Keyder’in de belirttiği gibi, Türkiye Marshall yardımından
payını alınca, hükümet, bir muhalefet partisinin, Demokrat Parti’nin (DP),
kurulmasına izin verdi (Keyder, 2006: 52). Başlı başına bu bilgi bile uluslar
arası dinamiklerin etkisini göstermektedir.
3.2.3. CHP Politikalarının Dönüşümü: 1939 – 1946
Atatürk’ ün ölümünden sonra Cumhurbaşkanlığına seçilen İsmet İnönü
(11 Kasım 1938) gelecek yıllarda alacağı kararlarla Türkiye’nin çok partili
siyasal yaşama geçişinde oldukça önemli bir rol oynayacaktır. Bugünden
geriye baktığımızda bunun çok da isteyerek alınmış bir karar olduğunu
söylemek zordur. Gerek iç siyasal dengeler gerekse savaş sonrası dünyanın
içinde olduğu dengeler Türkiye’yi bu tarz bir dönüşüme zorunlu kılmıştı. Eğer
olayı bu şekilde analiz etmeden direk olarak İnönü’nün kişiliği üzerinden bir
analiz
yapmaya
kalkarsak,
gerek
TCF
deneyiminde
gerekse
SCF
deneyiminde oynamış olduğu rol ve Kemalist kadrolar içinde devletçi –
otoriter bir çizgiyi temsil etmesi nedeniyle bu geçişi çok da istemediği
sonucunu rahatlıkla çıkarsayabiliriz (Çufalı, 2004: 36). Buna mukabil İnönü
daha 1938’de iktidara yeni geldiğinde çok partili hayata geçişi düşündüğünü
savunur. Ona göre II. Dünya Savaşı’nın başlaması bu kararın hayata
geçirilmesine engel olmuştu (Çufalı, 2004: 32). Her ne olursa olsun İnönü’nün
bu
geçiş kararını alırken
iç ve
dış baskılara
kayıtsız kalamadığı
görünmektedir (Burçak, 1998: 46).
26 Aralık 1939 tarihinde parti tüzüğü gereği yapılan CHP Olağanüstü
Kongresinde İsmet İnönü’ye Milli Şef ve Değişmez Genel Başkan sıfatları
verildi (Seydi, 2009: 258). Bu durum aynı zamanda İnönü’nün siyaset üstü bir
63
onursallığa sahip olarak siyasal süreci yönlendirmesi için oldukça işlevsel bir
katkı yapmıştı. Nitekim parti içinde halen kendisine karşı olan bir grubun
varlığı bilinmekteydi. Özellikle Atatürk’ün ölmesine az bir zaman kala İsmet
İnönü’yü Başbakanlık’tan istifa ettirmesi ve yerine Celal Bayar’ı ataması
halen hafızalarda tazedir. İnönü, 1939 yılının Mart ayında İstanbul’daki bir
üniversiteyi ziyareti sırasında demokratikleşme denilebilecek gelişmelerin
haberini verdi (Çavdar, 2008: 395). Aynı yıl 29 Mayıs’ ta CHP’nin 5. Olağan
Kurultayı toplandı. Bu kurultayda parti içinde ‘Müstakil Grup’ oluşturulmasına
karar
verildi
(Çavdar,
2008:
398;
Çufalı,
2004:
35).
Bu
grubun
oluşturulmasındaki temel amaç kontrol dışı bir muhalefeti engellemek olsa da
siyasal sistemin tek parti rejimini daha fazla kaldıramayacağının da itirafı
anlamına gelmekteydi. Siyasal tarih yazımında sonraki girişimlerin haberini
vermesi açısından önemli bir adım olan bu oluşum aynı zamanda 1930’ların
Serbest Fırka tecrübesini hatırlatacak şekilde kurgulanmasına rağmen
siyasal cesaret açısından o girişime göre daha geri bir noktada kalmaktadır.
Müstakil Grup, CHP toplantılarına katılmakta, fakat oy vermemekteydi. Her
yönüyle yapay olan bu uygulama CHP’nin güdümlü çok seslilik yaratma
girişimi olarak ilginç de olmaktaydı. Her şeye rağmen parti kadroları
içerisinde kalmak kaydıyla sınırlı bir demokrasi ve hoşgörünün kıvılcımları
olarak görülmelidir (Çavdar, 2008: 397-398). Müstakil Grup’un kendisini
olmasa bile, Avrupa’da “tek parti, tek şef” sistemlerinin pek canlı olduğu ve
bunun Türk siyasi sistemine pek uygun düştüğü bir sırada, Türkiye’de her
şeye rağmen örgütlü bir muhalefet fikrinin terk edilmemiş olmasını
göstermesi açısından önemsenmesi gereken bir noktadır. Nitekim Saraçoğlu
hükümeti sırasında, Celal Bayar’a Grup Başkan Vekilliği teklif edilince, Bayar
“Müstakil Grup Başkanlığını kabul ederim” şeklinde yanıt vermiştir. Demek ki,
bütün siyaset adamlarının CHP’li olduğu bir dönemde, müstakbel DP
kurucusu,
bu
göstermelik
muhalefet
grup
başkanlığını,
Parti
Grup
Başkanlığı’na tercih etmiştir. (Timur, 2003: 13).
CHP’ deki demokratikleşme eğilimi farklı noktalarda kendini gösterdi.
Bu noktada 1946’ya gelene kadar CHP’nin girişimlerini şöyle özetleyebiliriz:
64
1943 milletvekili genel seçimlerinde tek parti olan CHP, gerekenden fazla
aday göstererek ikinci seçmenlere tercih hakkı tanıdı (458 milletvekilliği için
530 aday) (Tanör, 1999: 339). İkinci önemli adım, 17 Haziran 1945 günü
yapılacak ara seçimlerde adayların merkez yoluyla belirlenmeyeceğinin
açıklanması olmuştur (Çufalı, 2004: 45) Yani CHP aday göstermeyerek
halkın tercihine bırakmıştır (Eroğul, 2006: 113).
CHP Genel Başkanı, İsmet İnönü, 1 Kasım 1945 tarihli Meclisi açış
konuşmasında, Türkiye’nin tek eksiğinin çok partili rejim olduğunu açıklıyor
ve bu rejime geçişte bir anayasa sorunu olmadığını da ifade etmiş oluyordu.
(Tanör, 1999: 345; Eroğlu, 2006: 113). Gerçekten de Türkiye’de Anayasal
olarak parti kurmanın önünde bir engel yoktu. Türkiye’de o tarihlerde siyasal
partiler Cemiyet Kanunu hükümlerine bağlıydı. 1938 tarihli bu yasa,
derneklerin
(bu
arada,
siyasal
dernek
sayılan
partilerin)
faaliyete
geçebilmesini “tescil” koşuluna bağlamıştı. Aslında bu bir “izin sistemi”ydi.
1946’da Cemiyetler Kanunu’nda değişiklikler yapıldı. Bunların en önemlileri,
“tescil” koşulunun kaldırılması ve serbestlik ilkesinin kabulü ile idarenin
derneklerin faaliyetini yasaklama yetkisinin ve sınıf esasına dayalı dernek
(parti) kurma yasağının kaldırılmış olmasıdır (Tanör, 1999: 347). 1 Kasım
konuşmasının devamında İnönü şöyle diyecekti: “Demokratik karakter bütün
cumhuriyet devrinde prensip olarak muhafaza olunmuştur. Diktatörlük
prensip olarak hiçbir zaman kabul olunmadıktan başka zararlı ve Türk
milletine yakışmaz olarak, daime itham edilmiştir.” (Tanör, 1999: 340). Aynı
şekilde 19 Mayıs 1945’te yaptığı ünlü konuşmada İnönü, savaş bittiğine göre
artık demokrasi yolunda yeni adımlar atılabileceğini bildirmiştir (Eroğul, 2006:
113).
Aynı
konuşmasında
siyaset
ve
fikir
hayatımızda
demokrasi
prensiplerinin daha geniş ölçüde memleketimizde hüküm süreceğini haber
vermiştir (Tanör, 1999: 339).
Olağanüstü
kongre
10
Mayıs
1946’da
toplandı
ve
CHP
demokratikleştirme noktasındaki iradesini göstermeye devam etti. 1938’de
Cumhurbaşkanı seçilmesinden hemen sonra İnönü’nün kendisine verdiği
65
“Milli Şef” ünvanı kaldırıldı. Aynı şekilde partinin “Değişmez Başkanlığı”
ünvanı da kaldırıldı. Milli Şef ünvanı sahibi birisinin kendi yetkilerinden
vazgeçmesi elbette kolay değildir. Ayrıca diğer yönetici ve parti yetkililerinden
bazılarının bu karara karşı çıktıkları da unutulmamalıdır (Çufalı, 2004: 35).
Dört yılda bir toplanacak kongre tarafından başkan seçilecekti (Ahmad, 2007:
33). CHP’nin 9-11 Mayıs 1946 tarihli Kurultay’ında kabul ettiği ilkeler
doğrultusunda tek dereceli seçimlerin 21 Temmuz 1946 tarihinde yapılmasını
kararlaştırıldı (Çaylak ve Nişancı, 2009: 312). Seçim Hukuku alanındaki
düzenlemeler bu dönemin en olumlu katkısıdır. Seçimlerle ilgili yapılan bu
yeni düzenleme önemli olmakla beraber seçimlerin gerçekten adil ve dürüst
olmasını sağlayan yasa 1950 tarihinde yürürlüğe girecek olan Milletvekilleri
Seçimi Kanunu’dur (Tanör, 1999: 347).
CHP’nin İnönü liderliğinde başlattığı bir dizi hamle Türkiye’yi 1946’da
çok partili bir siyasal sisteme taşımıştır. Yukarıda söylediklerimizden
hareketle bu çok partili sisteme geçişte bir taraftan iç dengeler ve çıkar
çatışmaları bir taraftan da dış siyasal dengeler önemli ölçüde etkili olmuştur.
Ancak bunların da ötesinde Türk siyasal hayatının geçmişteki tecrübeleri ve
birikimleri de (Birinci Meclis’in kozmopolit yapısı gibi) etkili olmuştur. O güne
kadar kesintilere uğramış olsa da 70 yıllık bir parlamenter deneyime sahip
olunması büyük ölçüde etkili olmuştur. Bu minvalde söylenenler ışığında çok
partili siyasal sisteme geçiş sadece konjonktürel bir zorunluluğun değil yanı
sıra Tanzimat’tan beri süregelen, Kemalizm ile doruğa çıkan, tek partinin de
resmi
ideolojisi
olan,
Batılılaşma
siyasetini
sürdürme
kaygısından
kaynaklanmıştır denilebilir (Eroğul, 2006: 115).
3.3. ÇOK PARTİLİ HAYAT VE DP’NİN KURULUŞ SÜRECİ
Türkiye çok partili siyasal hayata gerek dış dengelerin gerekse
içerideki sıkışmışlığı aşmak için geçti. Bu bağlamda ilk parti 7 Temmuz
1945’te Nuri Demirağ tarafından kuruldu (Ahmad, 2007: 29). CHP tekeline
66
meydan okuyan ilk partinin bir politikacı tarafından değil de bir sanayici
tarafından kurulması dikkate değer bir noktadır (Ahmad, 2007: 158). Ancak
bu muhalefet partisi çok etkili olamadı ve gerçekten de CHP’ye alternatif
olmaktan uzak bir siyasal söyleme sahipti. Öte yandan şu da bir gerçektir ki;
CHP oluşacak muhalefetin kendi kontrolünde olmasını istiyordu (Çufalı,
2004: 47). Muhtemelen CHP’nin siyasal hedefinde gerçek bir muhalefet
partisinin oluşması değil, kontrollü (muvazaa) bir muhalefet partisinin olacağı
“biçimsel bir demokrasi” vardı. Nitekim Demokrat Parti’nin Celal Bayar
liderliğinde kurulacağı anlaşıldığında Falih Rıfkı Atay, Ulus gazetesinde
şunları yazmıştı: “Celal Bayar’ın Kemalizm davasına ve Türk devrim
geleneklerine uygun bir muhalefet partisi kurmaya ve işletmeye muvaffak
olmasını biz de en aşağı kendisi ve arkadaşları kadar dilemekteyiz.” (Çufalı,
2004: 62). Bayar’ın CHP’nin bir ürünü olduğu ve yeni partisinin ayrıldığı
partiyle aynı ideolojik zeminde olacağı belirtiliyordu. CHP’ye sempati duyan
hemen herkes, DP’nin CHP’yle aynı temel ilkeleri benimsemesinden hoş bir
şaşkınlığa uğradı (Ahmad, 2007: 31). Hali hazırda Celal Bayar bunun için en
uygun kişiydi. Kemalist liderliğin içinde öteden beri çatışan iki akım vardı.
İnönü’nün başını çektiği akım Türkiye’nin durumunda devletçiliği daimi bir
çözüm olarak görüyor ve onu liberal kapitalizmden daha tercih edilebilir
buluyordu. İş Bankası Genel Müdürlüğü de yapmış olan Celal Bayar’ın çektiği
öteki akım ise devletçiliği, Türk sanayisi kendine yeter hale gelene kadar
gerekli bir geçiş aşaması olarak görmekteydi (Zürcher, 1998: 287). Buna
karşılık DP kurulur kurulmaz, muvazaa isnadı ile yüz yüze kalmıştır. Bu
konuda Bayar, “Muvazaa hafifliktir. Kimse böyle bir teklifte bulunmamış,
kimse de böyle bir şeyi kabul etmemiştir” diyerek, kamuoyunu tatmin etmek
yönünde açıklamalar yapmak zorunda kalmıştır (Çaylak ve Nişancı, 2009:
310). Ancak şu da bilinen bir gerçek ki Türkiye’de 1945’te doğup gelişen
muhalefetin başarıya ulaşması için iki büyük unsur vardı.
Birincisi,
Cumhuriyet’in büyük yasaklarına dokunmaması, ikincisi ise kamuoyuna
iktidarın bir oyunu olarak görünmemesiydi (Eroğul, 2003: 87). Celal Bayar’ın
laiklik ve devrim kanunları konusundaki titizliği İnönü’ye güven veren bir
unsurdu. Bayar, 1 Aralık 1945’te yeni parti kuracağını açıklarken, partisinin
67
Kemalizm ideolojisinden, yani tam bir demokrasiden mülhem olarak,
kurulacağını belirtiyordu (Timur, 2003: 30). Celal Bayar büyük yasaklara
dokunmayacağını bu şekilde söylerken, ileride muvazaalı lider olarak
suçlanacağını doğal olarak bilmiyordu.
DP’yi kuracak olan kadroların ilk önemli muhalefeti, Ocak 1945’te
Meclis’e sevk edilen Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu üzerinde tartışmaların
başladığı Mayıs 1945’de ortaya çıktı (Çufalı, 2004: 40). Muhalifler, reforma
doğrudan doğruya itiraz edemediklerinden, dolaylı yolları tercih etmekteydiler
(Eroğul, 2003; 26). Daha sonra bütçe görüşmelerinde yapılan oylamalarda da
muhalefet tavrını netleştirdi. Oylama Türk siyasal hayatında yeni bir dönemi
açmıştı. Bütçe 5’e karşı 370 oyla kabul edildi. Bu ret oyları Celal Bayar,
Adnan Menderes, Refik Koraltan, Fuat Köprülü ve Emin Sazak’a aitti (Çufalı,
2004: 43). Parti içindeki muhalefet 7 Haziran 1945’te açıkça kendilerini
gösterip ilk kez iktidar sorununu gündeme getirdi. Gelecekteki DP’nin dört
kurucusu (Celal Bayar, Refik Koraltan, Fuad Köprülü ve Adnan Menderes),
Anayasada belirtilen ‘Milli Egemenlik’ ilkesinin tam olarak uygulanmasını ve
parti işleyişinin demokrasinin temel ilkelerine göre yürütülmesini isteyen bir
öneriyi Parti Meclis Grubuna sundular (Ahmad, 2007: 29). Bir yandan da
gazetelere eleştirel demeçler verdiler. Bu durum, parti disiplinini bozma
olarak değerlendirildi ve 21 Eylül 1945’te Adnan Menderes ve Fuat Köprülü
partiden ihraç edildi. Bu ihraçları parti tüzüğünü ihlal olarak eleştiren Refik
Koraltan da ihraç edildi. Celal Bayar, Meclisteki görevinden istifa etti ve 1
Aralık’ta da partiden ayrıldı (Ahmad, 2007: 30). Artık yeni partinin
kurulmasının zemini oluşmuştu ve DP’nin doğuşuna yol açan en önemli
neden olan, Halk Partisi’ne duyulan muhalefet çok yaygın ve köklü bir hale
gelmişti. Bu muhalefet başlıca ilk kaynaktan besleniyordu. Bunların birincisi
yeni gelişen “burjuvazinin” artan iktidar arzusu; ikincisi ise, halkın yaygın
bıkkınlığı idi (Eroğul, 2003: 85). Partinin kurucuları arasında burjuvazinin
sonsuz güvenine sahip olan Celal Bayar ile büyük toprak sahiplerinin
temsilcisi Adnan Menderes bulunmaktaydı (Çavdar, 2008: 456). Adnan
Menderes (1899-1961) böyle bir görevi gerçekleştirecek kişi olarak
68
görülüyordu. Gelişmiş Batı Anadolu’nun Aydın vilayetinde toprak sahibi
zengin bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi ve 1930’da kısa ömürlü
Cumhuriyetçi Serbest Fırka’ya katılarak siyasete girdi. Bu parti kapatıldığında
Menderes, CHP’ye geçti ve 1945’te ihraç edilene kadar bu partide kaldı
(Ahmad, 2009: 139). 7 Ocak 1946’da kurulan Demokrat Parti’nin dört kurucu
–Celal Bayar, Adnan Menderes, Refik Koraltan ve Fuat Köprülü- CHP üyesi
idiler. Celal Bayar, Atatürk’ün son Başbakanıydı ve parti kuruluş süreci içinde
İnönü ile sürekli ilişki içinde olmuştu. Kısacası bu isimlerin kuracağı bir parti
ile tam bir “sadık muhalefet” modeli yaratılmaya çalışılmıştır denilebilir
(Eroğul, 2006: 115). 80 maddelik bir program oluşturulmuş ve bu iki bölüme
ayrılmıştı: Genel hükümler ve Hükümet İşleri. Bunları iki başlık altında
toplamak gerekirse ana hatlarıyla liberal bir ekonomi ve demokrasi
vurgusunun ön plana çıktığını görmekteyiz (Eroğul, 2003: 31).
Aynı zamanda rejimin güvenliği için bazı şartlarda söz konusuydu. Bu
şartlar, laiklik ve antikomünizm idi (Eroğul, 2003: 87). Demokrat Parti, bu
öğeleri doğru olarak değerlendirdi. Kurulduğu andan itibaren, muhalefeti rejim
içi bir çizgide tutmaya büyük dikkat harcadı. Bir kere kurucular, siyasal
hayatın o günlere kadar geliştirdiği esas felsefeye tamamen sadık kişilerdi.
Hiçbiri ne din devletini, ne de komünizmi istemekle suçlanamazdı (Eroğul,
2003: 87). Kendilerine çok benzeyen Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın
içine düşürüldüğü oyuna gelmemeyi başardılar. Öte yandan, Serbest Fırka’ya
da benzememesini bildiler (Eroğul, 2003: 88). İnönü, Celal Bayar ile parti
kurulmadan birkaç gün önce yaptığı görüşmede hassasiyetlerini bir kez daha
tekrarladı. Bu hassasiyetler Terakkiperver Fırka’nın “itikadı diniyyeye
riayetkarız” maddesinin yeni partide olmaması, Köy Enstitüleri ve ilkokul
seferberliğine muhalefet edilmemesi ve son olarak da dış politika konusunda
fikir ayrılığı olmamasıydı (Çufalı, 2004: 62).
Bunlara karşılık DP,
kendisini yine de tam olarak güvende
hissetmemekteydi. 1944 yılında Genelkurmay Başkanlığı’ndan emekli
olduktan sonra CHP’nin tüm ısrarlarına karşı siyasete girmeyen Fevzi
69
Çakmak, Bayar’ın ricası üzerine DP listesinden bağımsız aday olmayı kabul
etti (Çaylak ve Nişancı, 2009: 312). Haziran sonunda siyasal mücadeleye
katılmaya karar veren Mareşal Çakmak, Demokrat Parti listesinde bağımsız
aday olmayı kabul etmişti. Bu katılma CHP’yi ürküttü. Zira, Mareşal,
Atatürk’ün yakın arkadaşı olması, İstiklal Savaşı’nda oynadığı önemli rol,
dindarlığı, vs. gibi sebeplerle memlekette büyük bir saygınlığa sahipti. DP’liler
devletten yalıtık olduklarının farkındaydılar ve bu nedenle, emekli Mareşal
Fevzi Çakmak ve diğer generalleri kendi saflarına çekerek İnönü’nün
nüfuzunu dengelemeye çalıştılar (Ahmad, 2007: 188).
DP, programından dolayı olmasa da,
kökleri egemen “Jön Türk”
koalisyonu içerisindeki bir ihtilafta yatan, ülkenin modern tarihinde, desteğini
serbest bir seçimde dile getirebilmiş çok büyük sayıda gerçek taraftara sahip
ilk siyasal örgüt olmasından dolayı Türk siyasetinde tamamen yeni bir
olguydu (Zürcher, 1998: 317). Yeni partinin örgütü, hazırlanan tüzüğe göre,
merkezde üç organdan oluşacaktı: Genel Başkan, Genel İdare Kurulu ve
Merkez Haysiyet Divanı. Bu kurullar iki yılda bir toplanacak olan genel
kurulca seçilecekti. Öte yandan yurt çapındaki örgüt ise il, ilçe, bucak ve ocak
örgütleri olarak dört aşamalıydı (Çavdar, 2008: 456). Etkin bir muhalefet
partisi haline gelecek olan DP hareketinin içinde birçok Serbest Fırkalı vardı
(Kayalı, 2005: 56). DP’den hariç olarak Türkiye Sosyalist Partisi 14 Mayıs
1946’da İstanbul’da kurulmuştur. Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisi
19 Haziran 1946’da kurulmuştur. Bu parti gizli TKP’nin legal yüzü olarak
algılanmıştır. Bu partiler 6 ay faaliyette bulundu. 16 Aralık 1946 tarihinde
sıkıyönetim komutanlığı tarafından kapatıldılar (Çavdar, 2008: 451-452).
3.4. DP’NİN MUHALEFET YILLARI: 1946 – 1950
Cumhuriyet siyasal rejimi önemli bir hamle ile çok partili hayata
geçmişti. Ancak bunun bir anda sancısız ve sarsıntısız olma ihtimali hiç
şüphesiz ki mümkün değildi. Bu nedenle DP’nin muhalefette olduğu yıllar
70
gerginlik yılları olarak adlandırılırsa yanlış olmayacaktır. 7 Ocak 1946’da
resmen kurulmuş olan DP, kuruluşunun üzerinden çok fazla geçmeden,
teşkilatlanmasını tamamlamadan CHP’nin normalde 1947 yılında yapılması
gereken seçimleri 1946 yılına alması ile zor bir durum ile karşı karşıya kaldı.
Bu durum CHP tarafından yeni muhalefetin işini zorlaştırmak amacı ile
yapılmıştı (Eroğul, 2006: 116). CHP çoğunluklu Meclis 10 Haziran 1946 tarihli
kararıyla genç muhalefeti hazırlıksız yakalamak niyetindeydi (Tanör, 1999:
341). DP’liler bu karara itiraz ettiler ve seçimleri boykot etmeyi bile
düşündüler (Zürcher, 1998:308). Ama DP örgütlenmesini tamamlamamış
olmasına karşın bu seçimleri çok ciddiye almış ve etkin bir kampanya
yürütmüştür. DP’nin seçim sloganı “Yeter, Söz Milletindir” şeklindeydi. Bu
slogan DP’nin afişlerinde “dur” işareti veren bir el olarak yansımıştı (Çavdar,
2008: 458). Etkili bir kampanya çalışmasına rağmen 18 Temmuz tarihlerinde
partiler
adaylarını
açıkladığında
DP’nin
16
ilde
seçime
giremediği
görülmektedir.2
Çok partili siyasal hayatın ilk genel seçimleri 21 Temmuz 1946
tarihinde yapıldı (Ahmad, 2007: 38). Bu seçimler neticesinde CHP 403, DP
54, Bağımsızlar 8 milletvekili kazandılar (Tanör, 1999: 341). 3
Seçimler
CHP’nin ezici bir zaferi ile sonuçlandı. Seçimlerden sonra hiç bitmeyecek bir
biçimde yaşanan yolsuzluklar ve mazbata oyunları, seçim sonuçlarına
yapılan müdahaleler çok ciddi tartışmalara yol açtı. Zaten seçimlerdeki “açık
oy, gizli sayım” ilkesi başlı başına bir tartışma konusuydu. 1946 seçimleri II.
Meşrutiyet’in ünlü 1912 seçimleri (Sopalı Seçim) kadar çok tartışılan bir
seçim olarak tarihe geçmiştir (Çavdar, 2008: 457). Bu arada genel seçimlerin
yarattığı kargaşalık dinmeden, 1 Eylül’de İl Genel Meclisleri seçimi yapıldı.
DP’liler usulsüzlük yapıldığı gerekçesi ile 56 ilçede seçimden çekildiler
(Eroğlu, 2003: 38). İlerleyen süreçte 1947 yılının Şubat ayında yapılan
2
Bu iller: Ağrı, Bingöl, Bitlis, Çorum, Diyarbakır, Gümüşhane, Hakkari, Kars, Kırşehir, Malatya,
Mardin, Muş, Niğde, Rize, Siirt ve Van
3
Bu rakamlar çeşitli kaynaklarda farlı olarak geçmektedir. Göktepe, 2009: 361; Çufalı, 2004: 81;
Eroğlu, 2003: 36; Ahmad, 2007: 38
71
Muhtar seçimleri ve Nisan ayında yapılacak İstanbul ara seçimleri de
gerilimin artmasına yol açmıştı (Çaylak ve Nişancı, 2009: 315). Seçimler her
ne kadar tek dereceli usule göre yapılıyor olsa da seçimlerle ilgili yolsuzluk
iddiaları dinmek bilmiyordu.
Seçimlerin akabinde uzun yıllar sonra Cumhuriyet tarihinin ilk çok
partili meclisi 5 Ağustos 1946’da açıldı. CHP’liler Cumhurbaşkanlığına
İnönü’yü, Meclis Başkanlığına Kazım Karabekir’i aday gösterdiler ve doğal
olarak seçtiler (Eroğul, 2003: 37). İnönü 338 oyla, Karabekir 379 oyla seçildi.
İnönü, hükümeti kurma görevini Recep Peker’e verdi (Çufalı, 2004: 86).
Peker, tek parti rejiminin ülke için daha iyi olduğuna inanan birisiydi ve parti
içindeki sertlik eğiliminin başını çekiyordu. Bu tavır CHP’nin ya da daha
doğrudan İnönü’nün niyetleri hakkında şüphe uyandırıyordu. Yaşanan
gerginliklere ek olarak ekonomik koşulların zorlaması 1947 yılında bütçe
görüşmelerinin sertleşmesine neden oldu. Özellikle Menderes oldukça sert
eleştiriler getiriyordu. Bunun üzerinde Recep Peker yapılan eleştirilerin
“Psikopat bir ruhun ifadesi” olduğunu söyleyince siyasal gerginlik bir krize
dönüştü ve DP’liler Meclis’i toplu bir şekilde terk ettiler. Bunalım 9 gün sürdü
ve İnönü’nün araya girmesi ve Bayar ile birçok görüşme yapmasından sonra
DP’liler tekrar Meclis’e döndüler (Çavdar, 2008: 461).
DP’nin bu dönemdeki temel talepleri; anti-demokratik yasaların
değiştirilmesi,
seçimlerin
dürüstlüğü,
sıkıyönetime
son
verilmesi
ve
bürokrasinin tarafsızlığının güvence altına alınması şeklindeydi (Ahmad,
2007: 33). DP’nin taleplerinin böyle olduğu bir durumda bir yılını tamamlamış
ve birinci kongresine doğru yaklaşmıştı. DP birinci büyük kongresini
Türkiye’de ilk defa yaşam savaşını kazanmış bir muhalefet partisi olarak
açıyordu (Eroğul, 2003: 43). 7 Ocak 1947 yılında yapılan ve 5 gün süren DP
1. Kongresi bu taleplerin dile getirildiği bir bildiri yayınlamış ve adına da
“Hürriyet Misakı” adı verilmiştir. Bu bildirgede Cumhurbaşkanlığı ve Genel
Başkanlık görevlerinin ayrılması yukarıda saydığımız temel politikalar arasına
eklendi. Bunların temel politika yapılmasının yanı sıra bu talepler karşılanmaz
72
ise “milletin sinesine dönmek” tehdidinde bulunuldu (Tanör, 1999: 341). Bu
kongre ülkenin karşı karşıya bulunduğu temel sorunları tespit etmekle
yetinmiyor, adına “Ana Davalar Komisyonu” adı verilen ve gelişmeleri takip
edecek bir heyet oluşturuyordu.4 Kongrenin genel havası demokrasi bayramı
havasını yansıtıyordu. Örneğin Konya delegesi Himmet Ölçmen konuşurken
Başkan kendisini fazla uzatmaması için ihtar edince, delegeler heyecan
içinde “istediğin gibi konuş, şimdiye kadar söyleyemeyen milyonların namına
konuş. İstersen sabaha kadar konuş!” diye bağırmışlardır. İkinci gün yaptığı
konuşmada Samet Ağaoğlu, “!bizi buraya hürriyet hasreti topladı. Şahıs
idaresine, zümre hakimiyetine son vermek kararı topladı!” diyerek
kongrenin havasını dile getiriyordu (Eroğul, 2003: 47). Bu süreçte DP sıklıkla
1924 Anayasası’na atıf yapıyor ve oraya dayanarak meşruluğunu sağlıyordu.
Ayrıca DP, kendi siyasal çizgisini “hürriyet” kavgası olarak niteliyor ve Ulusal
Kurtuluş savaşının bir devamı olarak niteliyordu (Timur, 2003: 38-39). DP’nin
bütün muhalefet dönemi boyunca bütün söylemi “demokrasi” kelimesinin
etrafında şekillenmiştir (Eroğul, 2003: 49).
Savaş sonrası dünyanın yeniden şekillendirdiği dengeler Türkiye’nin iç
siyasal dengelerini de derinden etkiliyordu. Şüphesiz Türkiye’nin geçirdiği
dönüşümler sadece dış etkiyle açıklanamaz. Birçok nedenle 1947 yılı birçok
faktör açısından yeni gelişmelerin olduğu bir yıldır. Bu noktada çok partili
sisteme geçişte İnönü’nün 1 Kasım 1945 Meclis açılış konuşması kadar
önemli olan ve siyasal tarihimize 12 Temmuz Beyannamesi adıyla geçmiş
olan bildirisi de önemli bir dönemeçtir. 5 Bu beyannamede İnönü, iki taraf
arasındaki şiddetli suçlamalarda gerçeklik payı olduğunu ama bunları tekrar
açmanın yararsız olduğunu belirtiyor iki tarafın artık birbirine daha anlayışlı
4
Ana Davalar Komisyonu Raporu: “Anayasaya aykırı bulunan kanunların süratle değiştirilmesi, yerine
demokratik kanunların konmasını istiyoruz. Bu hususta Demokrat Parti Meclis Grubu tarafından
verilecek takrir kabul edilmediği takdirde Meclis Grubunu Meclis’ten çekerek milletin sinesine
dönmek kararını vermeye Genel Merkezi selahiyetli kılıyoruz. Bu takdirde CHP’yi kendi kader ve
mesuliyetleriyle baş başa ve büyük hakim milletle karşı karşıya bırakıyoruz.” (Eroğu 2003: 49).
5
Aslında bu bildiri 11 Temmuz tarihinde yayınlanmıştır. Basında 12 Temmuz’da yayınlandığı için
siyasal literatüre bu şekilde geçmiştir.
73
yaklaşmasını salık veriyordu. Muhalif partinin “karşı-devrimci” değil kanunlara
riayet eden bir parti olarak güven içinde çalışacağını, bunu sağlamak için de
üzerine düşen vazife konusunda kendisini iki tarafa da eşit uzaklıkta
gördüğünü belirtti (Çufalı, 2004: 106). Bu tavır açık olarak Recep Peker’i
hedef alıyordu. Peker, her ne kadar kendisinin Meclis’e karşı sorumlu
olduğunu hatırlatsa da daha fazla direnemeyerek 26 Ağustos 1947 tarihinde
istifa etti.6 İstifa sürecine giderken CHP içinde, muhtemelen İnönü tarafından
yönlendirilen “35’ler Grubu” oldukça etkili oldu (Tanör, 1999: 342). Yerine
daha önce bakanlık yapmış ve liberal eğilimleri ile tanınan Hasan Saka
getirildi (Göktepe, 2009: 362). Kurulan 1. ve. 2. Hasan Saka hükümetleri,
İnönü destekli ılımlıların kabinesi oldu. Son Saka kabinesi 9 Haziran 1948’de
istifa ederek yerini Şemsettin Günaltay kabinesine bıraktı (Tanör, 1999: 343).
Günaltay kabinesi tarihsel olarak çok önemli bir rol oynayarak 1950 tarihinde
çokça eleştiri alan seçim kanununda yaptığı değişiklik ile gizli oy, açık sayım
ve adli teminat ilkesini getirmiştir. Bu yasa Meclis’ten oy birliği ile geçmiştir
(Tanör, 1999: 343). Ayrıca 1950’ye gelmeden önce İslâm’a karşı sert
politikalar terk edildi. Seçmeli din dersleri ve İlahiyat Fakültesi’nin açılması
gibi adımlar dinde liberalleşme eğilimini güçlendirmişti (Timur, 1991: 61-63).
Kuşkusuz bu adımlar DP’ye karşı CHP’nin kendisini tahkim etme
manevralarıydı. Yıllar içinde halkla temas etmeyen bir seçim sistemi içinde
faaliyet gösteren kadrolar, halkın taleplerine uygun olacak “popülist” hamleler
yapmaktan başka bir seçeneklerinin kalmadığını görmekteydiler. Gerçi bu
sürecin bir sonucu olarak CHP ve DP arasında hemen hemen hiçbir ciddi
fark kalmayarak “ikiz partiler demokrasisi”ne doğru hızla gidilmekteydi.
Menderes, parti programları arasındaki benzerliği şu şekilde mazur
göstermeye çalışmıştır: “Amerikan demokrasisini zaman zaman nöbetleşe
idare eden Cumhuriyetçi ve Demokrat partiler arasında da esaslı ve külli
farklar müşahade olunmuyor. Ekleyelim mi, CHP’ye karşı Demokrat Parti
adının seçiminde de Amerika modeli rol oynamıştır: Orada da bir
Cumhuriyetçi Parti bir de Demokrat Parti yok muydu?” (Timur, 2003: 49).
6
Bir başka kaynağa göre istifa tarihi 9 Eylül 1947 olarak geçmektedir (Çufalı, 2004: 108).
74
Nitekim bu benzeşme giderek iki parti içinde de rahatsızlıklar
yaratmaya başlamıştı. Hem CHP’de hem de DP’de bir tür “müfrit-mutedil”
ayrımı baş gösterdi (Çaylak ve Nişancı, 2009: 316). CHP içinde Günaltay’ın
atanması rahatsızlığın iyice dışarı vurulmasına yol açmış ve şair Behçet
Kemal Çağlar görevinden istifa etmişti. Hatta “Kemalist Parti” adında yeni bir
parti kuracakları söylenmekteydi (Ahmad, 2007: 51). Kurulacağı söylenen
partinin adı bile CHP’nin ne ile suçlandığı hakkında fikir vermektedir. Aslında
CHP’nin yapmış olduğu değişiklikler CHP’nin 17 Kasım - 4 Aralık 1947 tarihli
7. Kongresinde alınan kararların bir devamıydı. Kongrede dinin ihmal edilmiş
olduğu ve dinin bir pekiştirici olarak önemi vurgulanmıştır. Hatta Hamdullah
Suphi Tanrıöver, Türk Devriminin dini aşağılamadığını, ilk zamanlar dini
kurumların zarar verdiği gerekçesi ile kapatıldığını, bugün ise endişe edecek
bir durum olmadığı için bu kurumların tekrar canlandırılması gerektiğini
savunmuştur. Hatta daha da ileri giderek evliya ve sultanların türbelerin
açılmasını ve imam yetiştirmek için okullar açılmasını savunmuştur.
Demokrat Parti içinde ise bu yakınlaşmanın etkileri daha sarsıcı
olmaktaydı. Bayar ve ekibinin izlediği “yumuşak” muhalefet acımasızca
eleştirilmeye başlanmıştı. Bayar, kendi ılımlı politikasını elinden geldiğince
savunarak, bu belgenin (12 Temmuz Beyannamesi) bir muvazaa belgesi
olduğunu söyleyenlere “bu beyanname istikbale ait bir vaadin senedinden
ibarettir. Zamanı gelince tediyesini isteyeceğiz” demektedir (Çaylak ve
Nişancı, 2009: 317). Buna karşılık DP içindeki aşırıların liderlerinden Hikmet
Bayur, beyannameyi muvazaa belgesi olarak nitelemiştir. Aynı şekilde
Mareşal Çakmak da, İnönü’nün samimi olmadığını ve muhalefeti uyuşukluğa
sevk etmek için yayınlandığını iddia ederek, belgeyi “bir tilki masalı” olarak
nitelemiştir. Ayrıca partinin etkili isimlerden İstanbul İl Başkanı Kenan Öner
ise tüm bu olanların iktidarın Bayar’la gizlice anlaştığını gösterdiğini ve
muhalefetin bizatihi kendisinin artık bir muvazaadan ibaret olduğunu
söylemekteydi (Çaylak ve Nişancı, 2009: 317). DP liderlerini gereğinden fazla
ılımlı bulan bazı milletvekili grupları partiden koptu. Ayrıca DP içinde ilk
muhalefetin belirmesinden sonra Osman Bölükbaşı istifa etti. Müstakil
75
Demokrat grubundan hariç olarak partiden ayrılan bir diğer grup 20 Temmuz
1948’de Millet Partisi’ni kurdu. Bir yıl sonra Müstakil Demokratlar, bu parti ile
birleşti (Ahmad, 2007: 49). Millet Partisi’ne Fevzi Çakmak başkanlık etmeyi
kabul etti. Tüm bu kopuşlar DP açısından Meclis’teki sandalye sayısının yarı
yarıya azalması ile sonuçlansa da, sert muhalefet anlayışını savunanların bu
şekilde ayrılması hem DP’yi çatışmacı çizgiden uzaklaştırmış hem de DP
yöneticileri açısından daha homojen bir partiye yol açtığı için daha yönetebilir
bir zemin sunmuştur.
DP kurulurken, Menderes, “Halk Partisi’ne nazaran iki parmak daha
soldayız” diyordu. 1946 seçimlerinden sonra da DP milletvekilleri, Meclis’teki
“sol” sıraları istemişlerdi. Halk Partisi’nin baskıları karşısında sonradan
politikalarını değiştirmiş olsalar da partinin kuruluşu sırasında sol eğilimli
aydınlarla geniş temasları olmuş ve bunların dergilerine yazı ve sermaye vaat
etmişlerdi (Timur, 2003: 44). CHP ve DP arasında 1946-1950 yılları arasında
yaşanan sert tartışmalara rağmen, aşırı sol ve sağ siyasal eğilimlerin sistem
dışı ilan edilerek tasfiye edildiği bir süreçte her iki partinin de ittifak yaptığını
görmekteyiz (Çaylak ve Nişancı, 2009: 331). DP ile ilgili olarak muvazaa
iddiaları resmen ispatlanamıyor olsa da siyasal gelişmelere baktığımızda
CHP siyasal elitlerinin bir muhalefet olacaksa bunu CHP içinden çıkacak
kadroların yapmasını istediğini ve hatta teşvik ettiğini söyleyebiliriz. Sonuç
olarak tek parti rejimi kendini en uygun bu şekilde konsolide edebileceğini
düşünmüş ve başarmıştır. Belki de yanıldıkları tek nokta CHP’nin hep
iktidarda kalarak, muhalefetin ise onları eleştirecek bir grup olarak varlığını
devam ettireceği beklentisiydi. 1950 yılına gelindiğinde ortaya çıkacak
manzara CHP’ye bu yanılgının maliyetini sert bir şekilde ödetecektir.
3.5. DP’NİN İKTİDAR YILLARI: 1950-1960
Meclis 1949 Aralık ayında seçimlerin yargı güvencesinde yapılmasını
kabul ederek dört yıldır siyasal hayatın en önemli tartışmalarından birisini
76
yoluna koydu. Öte yandan bu değişiklik 1946 yılında yapılan değişiklik
neticesinde tek dereceli hale gelen seçim sisteminin “açık oy, gizli tasnif”
düzenini, “gizli oy, açık tasnif” haline getirilerek siyasal değişimin en önemli
nedeni olmuştur. 16 Şubat 1950’de yapılan oylamada DP’liler ve CHP’liler
birlikte lehte oy kullandılar. Böylece siyasal hayatta demokratikleşme adına
çok önemli bir adım atılmış oldu. Seçim sisteminin etkisiyle olacak katılım
oldukça yüksek düzeyde olmuştu. Türk halkı ilk defa olarak kendi
yöneticilerini seçmek için sandığa gitti. Nitekim kayıtlı seçmenin %88’i oy
kullanmıştı. Cumhuriyet rejiminin çok partili ilk meclisi yeni seçim için 14
Mayıs 1950 tarihini uygun gördü ve 24 Mart’ta aldığı bir kararla kendini fesh
etti. Seçim günü geldiğinde çok yüksek bir katılım olmuş, buna karşılık büyük
bir sakinlikte geçmişti (Eroğul, 2003: 81-83).
14 Mayıs 1950 seçimlerinde DP %53,35 oy oranıyla 408 milletvekili,
CHP %39,78 oy oranıyla 69 milletvekili, MP ise %3,03 oy oranıyla 1
milletvekili çıkarmıştı.7 Bağımsızlar ise 9 milletvekili çıkarmıştı. DP toplam 63
ilin 46’sında tamamen, 10 ilde kısmen; CHP ise 8 ilde tamamen, 10 ilde
kısmen kazanmıştı. CHP eğer bu seçimleri 1947 veya 1948 yılında yapsaydı
aldığı oyların yarısını ancak alırdı. CHP son yıllarda takip etti liberal politikalar
neticesinde bu oyları almıştı (Karpat, 1996: 202). Yeni Meclis 22 Mayıs’ta
toplandı ve Refik Koraltan’ı Meclis Başkanlığı’na seçti. Cumhurbaşkanlığı
seçiminde ise Bayar 387, İnönü ise 64 oy aldı. Bayar, 1930’lardan beri
rekabet halinde olduğu İnönü karşısında ezici bir zafer elde etmişti. Böylece
sessiz sedasız bir şekilde iktidar el değiştirmiş ve 27 yıllık tek parti yönetimi,
muhalif bir partinin doğup gelişmesine izin vermiş ve milletin iradesine boyun
eğerek iktidarı bu muhalefete terk etmişti. Bu gerçekten de bir “kansız
ihtilal”di (Eroğul, 2003: 84). Gerçi bir başka açıdan bu süreci “devrim”,
“kansız ihtilal” olarak yorumlamak yerine bir süreklilik içinde görmek daha
makul olacaktır (Timur, 2003: 30). Bayar, Adnan Menderes’i Başbakan olarak
atadı ve Menderes 29 Mayıs’ta programını sundu. Menderes, Meclis’te
7
Bahsedilen oranlara yakın olmakla birlikte bazı kaynaklarda oranlar farklı olarak verilmektedir. Bkz:
Çufalı, 2004: 157; Çaylak ve Nişancı, 2009: 331
77
yapmış olduğu konuşmada “5birçok açıdan 9. Büyük Millet Meclisi
tarihimizde ayrı bir yere sahip olacaktır. Tarihimizde ilk defa, milli iradenin
tam ve serbest tecellisinin bir sonucu olarak bu güzide Meclis milletin kaderini
belirleyebilecek bir duruma gelmiştir. Bu tarihi günü (14 Mayıs 1950) sadece
partimizin değil, Türk demokrasisinin de zafer günü olarak hatırlanacaktır.”
demiştir (Ahmad, 2007: 55). Gerçektende 1950, Türkiye’de tarihsel bir
dönüşüm anıdır (Kahraman, 2008: 122). 1950’de başlayan ve 27 Mayıs 1960
hükümet darbesine kadar sürecek olan bu dönem, “DP Dönemi” olarak
isimlendirilmiştir. Bu dönem aynı zamanda Adnan Menderes’in üstlendiği DP
Genel Başkanılığı ve ülkenin Başbakanlığı görevlerinden dolayı “Menderes
Dönemi” olarak da isimlendirilmektedir (Göktepe, 2009: 363).
Hükümet, ilk iş olarak İnönü’nün asker üzerindeki nüfuzunu kullanarak
hükümeti devirmeye çalışacağını düşünerek, 6 Haziran’da Genelkurmay
Başkanı ve birçok üst rütbeli subayı görevden almış, CHP ile hiç ilişkisi
olmamış askerleri getirmişti. Bu arada 3 Eylül 1950 tarihinde yapılan mahalli
seçimlerde 600 belediyenin 560’ını kazanan DP’nin lideri Menderes yaptığı
açıklamada, “Türk Milleti, Halk Parti’sini 14 Mayıs’ta iktidardan tasfiye etmişti,
3 Eylül’de de muhalefetten tasfiye etti.” diyerek siyasal tabloyu özetlemiştir
(Göktepe, 2009: 364). Meselenin siyasal polemiği bir tarafa, gerçekten de
CHP bir müddet hiçbir faaliyette bulunmamıştı. 27 yıldır iktidarda bulunan
partinin muhalefete düşmesinin getirdiği bir şokla kala kalmıştı. Gerçi bu
durum çok fazla sürmeyecek ve İnönü liderliğinde CHP muhalefet rolünü
benimseyecek ve hırçın denilebilecek ama başarılı bir muhalefeti DP’ye karşı
sürdürecekti. Nitekim CHP muhalefetini sertleştirdikçe DP yasal önemlere
başvurmaya başlayacak ve giderek olumsuz bir havanın oluşmasına neden
olacaktı. Bir açıdan 1946-50 yılları arasında yaşanan gerginlikler 1954
yılından sonra tekrar başlayacak ve 1960 yılına kadar sürecektir.
78
3.5.1. DP’nin Politikalarının Dönüşümü
DP, parti adında
“demokrat” sıfatını kullanarak daha sonraki
dönemlerde bu kavramın Türk siyasetine temel bir referans olarak girmesini
sağlamıştır. Adnan Menderes her ne kadar bu isimlendirmenin Amerikan
sisteminden esinlendiğini belirtmiş olsa da “demokrasi” kavramı siyasal dilin
merkez kavramı haline gelmişti (Küçükyılmaz, 2009: 66). Bununla beraber
DP’nin on yıllık süre zarfında siyasal alana ilişkin temel bakış açısının tek
parti döneminden pek farklı olmadığı anlaşılmaktadır. DP’nin tüzüğünün iki
kavram etrafında şekillendiğini daha önce söylemiştik. Tekrar hatırlamak
gerekirse bu iki kavram demokrasi ve liberalizm kavramlarıydı. Liberalizm
algıları daha ziyade ekonomik bir indirgemecilikle maluldü. Demokrasi
kavramını anlama düzeyleri ise sadece çok parti rejimiydi. DP iktidarda
olduğu sürece hep iktisadi kalkınmayı öncelemiş ve demokratik haklar
noktasında önemli adımlar atmamıştı. Bilakis kısıtlayıcı önlemler almaya
devam etmişlerdir. Siyaseti tek parti yıllarının CHP’sinde öğrenen bu
kadroların en nihayetinde o pratikten sıyrılmaları kolay olmayacaktır. Nitekim
DP’nin 10 yıllık performansına baktığımızda ortaya çıkan tablo hiç de olumlu
değildir. Özellikle 1954 yılından sonra ekonomideki olumsuz gelişmeler
arttıkça DP siyasal olarak daha da hırçınlaşmış ve kendisini iktidara getiren
toplumsal mutabakatı ciddi anlamda zedelemiştir. DP’nin oy oranlarının
gidişatı incelendiğinde 1960 yılında darbe ile iktidardan uzaklaştırılmasaydı,
muhtemelen CHP’nin tekrar iktidara geleceği bir sonucu görmek şaşırtıcı
olmazdı.
DP iktidarının ilk yarısındaki en önemli gelişme ve değişmenin
ekonomik alanda olduğu yadsınamayacak bir gerçektir. Türkiye’nin içine
girdiği gelişme çok belirgin olarak görünmektedir. Gerçi ekonomi literatüründe
kalkınma ve büyüme arasındaki farka dikkatlerimizi yoğunlaştırdığımızda
DP’nin ilk icraat döneminin kalkınma olarak mı yoksa büyüme olarak mı
adlandırılması gerektiği belirsizliğini korumaktadır. Özellikle Kore Savaşı’nın
getirdiği etkilerle tarımsal alanda ihraç ekonomisinin gelişmesi görece bir
79
refah sağlamışsa da sonraki dönemlerde bu refah artışı sürdürülememiştir.
Olasıdır ki DP, ilk iktidar döneminden başlayarak istikrarlı bir ekonomik
gelişme sağlayabilseydi, siyasal krizlere bu kadar açık hale gelmezdi. Aslında
siyasal krizleri yaratan bir diğer faktör de “adi çoğunluk sistemi”nin getirdiği
adaletsiz sonuçlardı. Bu sistemde bir parti aldığı oya nispetle çok fazla
milletvekiline sahip oluyor, bu durum muhalefetin gerçek gücünü sınırlıyordu
(Tanör, 1999: 351). DP’nin sertleşmesinde etkili olduğunu düşündüğümüz bir
diğer faktör ise 1954 seçimlerinin milletvekili profillerinde saklıdır. Bugüne
kadar çok fazla gündeme gelmemiş bu konuya odaklandığımızda, DP Meclis
Grubu’nun
bileşimi
karşılaştırıldığında
Menderes’in
eski
devlet
memurlarından oluşan bir kadro ile yoluna devam ettiği görülecektir. Bunu
oransal olarak ifade etmek gerekirse 1950’de seçilenlerin %50’si 1954’te
yeniden aday gösterilmediler (Ahmad, 2007: 118). 1950 seçimlerinde
milletvekillerinin %80’i teşkilat tarafından belirlenirken, 1954 seçimlerinde
teşkilatlar yine etkili olmakla beraber adaylar, Genel Merkez’in sıkı bir
süzgecinden geçmiştir.
DP ilk iş olarak basın özgürlüğüne yönelik ciddi kısıtlamalar getiren
yasal düzenlemeler yaptı. 1951 yılında resmi ilan yayınlanacak gazeteleri
hükümetin takdirine bırakan yasal bir düzenleme yapıldı (Tanör, 1999: 354).
İlerleyen süreçte DP’nin kamuoyundaki algısını zedeleyen olaylar şu şekilde
ifade edilebilir. Basın kanunun sertleştirilmesi, bir parti tarafından reddedilen
bir adayın ertesi seçimde başka bir partiden aday olamaması, devlet
memurlarının aday olmak istediklerinde altı ay önceden görevlerinden istifa
etmelerinin zorunlu hale getirilmesi, muhalefet partilerinin karma liste
oluşturmalarının yasaklanması ve son olarak muhalefet partilerinin artık
devlet radyosundan yararlanamaması gibi örnekler sayılabilir. Oysa iktidar
partisi radyodan yararlanmaya devam edecekti ki bu sorun DP’lilerin
muhalefet yıllarında CHP’ye yönelttikleri en temel eleştirilerden bir tanesiydi
(Ahmad, 2007: 80).
80
Bunların yanı sıra Meclis, profesörleri ve meslekte 25 yılını geçirmiş ya
da 60 yaşını geçmiş yargıçları da kapsayan devlet görevlilerini geçici olarak
görevden alma ve bir dönem sonra emekli etme yetkisini hükümete veren
yeni bir yasayı kabul etti. Bu yasa bürokrasinin bağımsızlığına son verdi
(Ahmad,
2007:
80-81).
Ayrıca
üniversite
öğretim
üyelerinin
siyasi
kuruluşlarda görev almaları ve siyasi beyanda bulunmaları yasaklandı. Tüm
bu yaşananları bir noktaya kadar DP’nin siyasal sistemdeki konumunu
pekiştirmesi olarak değerlendirmek pekala mümkündür. Ancak 1954
seçimlerine gidilirken Millet Partisi’nin kapatılması, daha sonrasında MP’nin
yerini alacak olan CMP’ye oy verdiği için Kırşehir’in ilçe yapılması, CHP’nin
çoğunluk oyunu aldığı Malatya’nın ikiye bölünmesi, partilerin seçim dönemleri
dışında miting yapamamaları siyasal açıdan kabul edilebilir durumlar değildi
(Tanör, 1999: 352). Nitekim 6 Eylül 1957’de DP’nin dört kurucusundan biri
olan Fuat Köprülü partiden istifa etti ve muhalefete geçti. Verdiği demeçte,
“Programından ayrılmış, eski hüviyetini tamamen değiştirmiş olan bugünkü
DP zihniyeti ile uyuşmak benim için imkânsız olduğu cihetle DP’den
çekiliyorum.” dedi (Eroğul, 2003, 198).
Bu
arada
Fuat
Köprülü’den
çok
önce
partiyi
içeriden
demokratikleştirebilme umutlarını kaybeden bir grup, DP’den ayrılarak 25
Aralık 1952’de Hürriyet Partisi’nin kurmuştu bile (Ahmad, 2007: 82). Hürriyet
Partisi’nin ortaya çıkması siyasal hayata ciddi bir hareketlenme getirmişti.
Ancak bu ayrılmanın dolaylı sonucu Menderes’in parti üzerindeki kontrolünü
daha rahat hale getirmiş olmasıydı. Öte yandan parti içindeki liberal kanadın
neredeyse tamamının bu oluşuma geçmesi DP’nin siyasal çizgisini daha da
sertleştirecekti.
Bu şartlar altında 17 Ocak 1958’de basın orduyu isyana teşvik
suçlamasıyla 9 subayın tutuklandığı haberini verdi. İşkence de dahil uzun
süren bir soruşturmaya karşın, yetkililer herhangi bir şey açığa çıkaramadı.
Hapis cezasına mahkûm edilen ihbarcı subay hariç dokuz subay serbest
bırakıldı. Darbe iddiaları ortada dolaşırken Irak’taki 14 Temmuz 1958 devrimi
81
Türk siyaset yaşamına yeni bir boyut kattı. Bu olay, askeri müdahaleyi kendi
iktidarlarına potansiyel bir tehdit olarak görmeye başlayan DP yöneticilerini
derinden etkiledi (Ahmad, 2007: 91).
12-15 Ocak 1959 tarihleri arasında toplanan CHP 14. Kurultayını
gerçekleştirdi. Bu kurultayda “İlk Hedefler Beyannamesi” kabul edildi.
Partizanlığın kaldırılması, Millet Meclisi’nden başka bir ikinci meclisin
kurulması, seçim güvenliğinin sağlanması, Anayasa Mahkemesi kurulması,
yüksek yargıçlar kurulu oluşturulması, memurların mahkemeye başvuru
haklarının tanınması, basın hürriyetinin Anayasa ile güvenceye alınması,
üniversite özerkliğinin sağlanması, bir yüksek iktisat şurası kurulması ve
sosyal adaletin anayasaya girmesi talep ediliyordu (Eroğul, 2003: 228).
18 Nisan 1960’da muhalefetin yasal sınırları çiğnediğine dair
suçlamaları soruşturmak üzere bir Meclis Tahkikat Encümeni oluşturuldu.
Bütünüyle DP’lilerden oluşan ve dolayısıyla da tarafsız olması çok zor
Encümen’e, Meclis’in ve mahkemelerin yetkilerini geride bırakan ve bu
nedenle de bizzat Anayasa’nın ihlali demek olan olağanüstü bir yetki verildi.
27 Nisan‘da Encümen’e basını sansür etme, gazeteleri toplatma, celpname
çıkarma ve komisyonunun çalışmasına engel olan ve zorlaştıranlara üç yıla
kadar hapis cezası verme yetkisi veren bir kanun tasarısı meclisten geçti
(Ahmad, 2007: 98). Bu süreçte İnönü şöyle demişti: “Biz ihtilal metotları takip
ederiz, seçimsiz iktidara gelmek isteriz, derler. Şimdi iktidarda bulunanların,
milletleri ihtilale nasıl zorladıkları insan hakları beyannamesine girmiştir. Eğer
bir idare insan haklarını tanımaz, baskı rejimi kurarsa, o memlekette ihtilal
behemehal olur. Böyle bir ihtilal dışımızda, bizimle münasebeti olmayanlar
tarafından yapılacaktır. Bu yolda devam ederseniz, ben de sizi kurtaramam.
Şimdi arkadaşlar şartlar tamam olduğu zaman milletler için ihtilal meşru bir
haktır. İhtilal meşru bir hak olarak kullanılacaktır.” (Eroğul, 2003: 243;
Tanör,1999: 353; Zürcher, 1998: 349).
82
27 Mayıs 1960 sabahı erken saatlerde ordu birlikleri Ankara ve
İstanbul’daki
bütün
hükümet
binalarına
el
koydu,
Menderes
ve
Cumhurbaşkanı Celal Bayar dahil DP’li bütün bakan ve milletvekilleri
tutuklandılar (Zürcher, 1998: 350). Her ne kadar bazı tarihçiler ve siyaset
bilimciler 27 Mayıs hareketini DP iktidarının girmiş olduğu tek partili rejim
eğilimine karşı yapılmış bir “karşı darbe” olarak nitelendirilse de, yapılan şey
Türkiye’deki çok partili rejimi akamete uğratmak ve siyasetin alanını
daraltmaktan başka bir şey değildir. Nitekim DP’nin seçim performanslarına
baktığımızda göreceğimiz tablo halkın memnuniyetsizliğini sandığa yansıttığı
şeklindedir. Seçimlerde nasıl CHP iktidarına son verilmişse, aynı şekilde DP
iktidarına da son verilebilirdi. DP’nin 10 yıl süren siyasal hayatındaki seçim
performanslarını hatırlarsak ne demek istediğimiz daha iyi anlaşılacaktır:
1950 seçimlerinde DP % 53. 35 oy oranıyla TBMM’de % 83.57’ lik bir temsil
oranı ve 408 sandalyeye, CHP % 39.78 oy oranıyla % 14.40’lık bir temsil
gücüne ve 69 sandalye erişmişti. 1954 seçimleri Menderes açısından çok
büyük bir başarı idi. 1954 seçimlerinde DP’nin oy oranı % 56.61, temsil oranı
% 92.98 ve 503 sandalye, CHP’nin oy oranı %34.78, temsil oranı % 5.52 ve
31 sandalye şeklindedir. 1958’de yapılması gereken seçimler alınan bir erken
seçim kararıyla bir yıl öne çekilmiş ve 27 Ekim 1957’de yapılmıştır. Seçimlere
katılım oranı önceki seçimlerde %90’lara yakınken bu seçimde % 78
olmuştur. Seçimde DP’nin oy oranı % 54.77 vekil sayısı 424, CHP’nin oy
oranı % 40.82 vekil sayısı ise 178 olmuştur. Kalan oy dağılımları ise, CMP %
7.19 oy ve 4 milletvekilli, Hürriyet Partisi % 3.85 oy ve 4 milletvekili,
Bağımsızlar ise 2 milletvekili çıkarmışlardır (Göktepe, 2009: 371). 1957
seçimleri
DP
açısından
kırsal
kesimdeki
belirli
bir
destek
kaybını
gösterecekti, ama yine de parti köylü halkın çoğunluğunun desteğini
tartışılmaz şekilde elinde tutuyordu (Zürcher, 1998: 260). Çok daha ciddi olan
sorun, aydınlar, bürokrasi ve ordu mensuplarının desteğinin eksilmesiydi
(Zürcher, 1998: 334). Nitekim bu desteğin eksilmesinin sonucu 27 Mayıs
1960’da kendisini göstermiştir.
83
3.6. DP’NİN TOPLUMSAL DİNAMİKLERİ
Kemalist siyasal sistem daha önce de belirttiğimiz gibi tarihsel bir
ittifaka dayanıyordu. Bu ittifakın içinde burjuvazi ve eşraf siyasal süreçlere
doğrudan müdahil olmuyor sadece pozisyonunu korumak ve geliştirmek için
siyasal elitlere kısmi bir toplumsal destek sunuyordu. Ancak gerek
burjuvazinin artık belirli bir güce ulaşması ve siyasal yapıyı kendi talepleri
doğrultusunda değiştirebilecek gücü kendinde görmesi gerekse Tek Parti
Rejiminin savaş dönemi uygulamalarının yarattığı geniş hoşnutsuzluk artık
yeni ittifakların kurulması zorunluluğunu ortaya çıkarıyordu. DP tam da böyle
bir konjonktürde ortaya çıkan bu yeni ittifakın siyasal aracı haline geldi. Bir
farkla ki, merkezdeki elitlerin gücünün kırılabilmesi için gerekli olan gücü
aradığı yer itibariyle farklı bir kimlikle inşa ediyordu. Bu gücü halktan
temerküz etmeye çalışıyordu. CHP karşısında siyasal bir alternatif olarak DP,
Marksist terminolojiye başvurursak sınıfsal çıkarları çelişen sınıfların çelişkili
bir ittifakıydı. Bu ittifakın oluşmasında CHP’nin on yıllardır uyguladığı tepeden
inmeci politikalar ve sonrasında savaş döneminin ekonomik sıkıntıları
neticesinde CHP’nin bir “nefret nesnesi”ne dönüşmüş olması temel
belirleyicilerden birisidir. Aslında DP, bazı özellikleri itibariyle daha önceki
muhalefet örgütlenmelerinden pek farklı değildir. CHP’nin siyasal örgütlerinde
yetişmiş, onun ideolojisinin temellendirilmesinde etkili roller oynamış bir grup
siyasetçinin kurmuş olduğu bir partidir. Dolayısıyla yukarıda söylediklerimiz
birlikte düşünüldüğünde DP’nin toplumsal temelleri üzerine düşünmek
oldukça önemlidir. Bu kadar farklı bir yelpazenin bu kadar kısa sürede ittifak
yaparak ve başarıyı elde etmesi nasıl mümkün olmuştur? DP’nin 1950’de
Türkiye’nin batısındaki daha gelişmiş bölgelerde yüksek oy almasını
açıklamaya çalışan kuramlar, genellikle bunu toprak reformu yasasına
bağlarlar
(Mardin,
1997:
67).
Ancak
bu
açıklama
çok
yeterli
görünmemektedir.
Türkiye’nin siyaset değişikliğine gitmesinde dışsal faktörler önemliydi.
Bununla birlikte, asker-bürokrat seçkinler, toprak sahipleri ve burjuvazi
84
arasındaki siyasal ittifakta mevcut durum sürdürülebilir olmaktan çıkmıştı
(Ahmad, 2009: 126). Ancak mevcut durum sadece toprak sahipleri ve
burjuvaların ittifakı ile açıklanamaz. Buna karşılık DP’yi sadece “çevre”
modeli ile de açıklamaya çalışmak yeterli değildir. DP geniş bir sosyolojiye ve
sınıfsal çeşitliliği hitap etmektedir. Dolayısıyla 1950’de başarıya ulaşan bu
hareket, gücünü bir koalisyon oluşundan alır. Buradaki koalisyon çok
katmanlı bir oluşumdur. Büyük burjuvazi, küçük üretici, köylülük, demokrasi
arayışı içinde olan entelektüel çevreler bu oluşuma destek vermişlerdir. Ama
tüm bu faktörler içinde en büyük desteğin taşradan geldiği açıktır (Kahraman,
2008: 174). Zaten iktidara geldikten sonra DP’li siyasilerin bürokrasinin
gücüne ve prestijine indirdikleri darbeler taşrada daha da sevilmelerine yol
açmıştı. Ayrıca yeni parti, köylüye hizmetler getireceği, köylünün gündelik
sorunlarını siyasetin gündemine taşıyacağı, bürokrasiyi azaltacağı ve dinle
ilgili uygulamaları esneteceği sözünü vermişti (Mardin, 1997: 70). Başlıca
hedeflerinin demokrasiyi geliştirmek olduğunu söylüyorlardı. Bunun anlamı
hükümet
müdahalesini
mümkün
olduğu
kadar
azaltmak
şeklinde
algılanıyordu (Ahmad, 2009: 128). Türk siyasi tarihinde ilk olarak ve özellikle
tek partili cumhuriyet döneminde baskı altında tutulan toplumsal kesimlerin
“Yeter, Söz Milletindir” sloganının simgesel çağrısı ile siyasete katılmalarının
yolu DP ile açılmıştı (Çaylak ve Nişancı, 2009: 333).
DP kuruluş koşulları ve toplumsal dayanakları bakımından hem bir
devamlılığı hem de bir değişikliği temsil eder (Timur, 2003: 152). Burada
kurduğumuz cümlenin değişikliği temsil eder kısmı tabi ki doğrudan halkın
siyasal katılımına işaret etmektedir. Aslında DP yönetici sınıfların kendi
içindeki bir ittifakın ürünü olmasına karşın, halkın siyasal katılımını sağlamış
olması nedeniyle salt bir güç ilişkisinin ittifakı olarak okumak imkânsızdır.
Dolayısıyla Cem Eroğul’un DP ile ilgili kitabında belirttiği “Demokrat Parti, II.
Dünya Savaşı’ndan sonra, Türkiye’de, iktidara tamamen sahip olabilmek için
halk hareketini araç edinen asalak egemen sınıfların siyasal örgütüdür.”
ifadesine katılmak mümkün görünmemektedir. Ayrıca halkın ilk defa siyasal
katılım yoluyla siyasete müdahil olma imkânını ıskaladığı için sorunlu olarak
85
nitelendirilebilir. Genel bir tespit yapmak gerekirse DP, yönetici kadro
bakımından
merkezde
yer
alan,
ancak
eleştirdiği
baskıcı,
devletçi
uygulamalar nedeniyle çevredeki geniş toplumsal kesimlerin desteğini
alabilen bir siyasal oluşumdur denilebilir (Küçükyılmaz, 2009: 65). Hepsinin
CHP’ye yaklaşımı veya eleştirisi farklıydı. Kimi gruplar için dinsel öncelikler
söz konusuydu. Kimi gruplar demokratik bir düzene geçilmesini istiyordu.
Kimisi ise toprak reformunun menfaatlerine zarar vereceği endişesiyle,
diğerleri ise varlık vergisinin keyfiliği karşında ürkerek DP’yi destekliyordu. Bu
arada sol muhalefeti de unutmamak gerekir (Çufalı, 2004, 67). Tüm bunlarla
ilişkili olarak DP milletvekillerinin özelliklerine baktığımızda tek parti
döneminden farklılık göze çarpmaktadır. DP milletvekilleri arasında hemen
hemen hiç asker veya bürokratik formasyona sahip kimse yoktu. Türkiye’de
farklı bir toplumsal grup Meclis’te bulunmaktaydı. Taban düzeyindeki ittifak
Meclis’in profiline de yansımış bulunmaktaydı (Zürcher, 1998: 321).
3.7. DP’NİN POLİTİKALARI: DEVLET – TOPLUM – DİN
DP’nin temel politikaları ele alındığında CHP’den temelde çok farkları
olmadığı görülmektedir. Aradaki farkın yöntem farklılığından kaynaklandığını
söylemek yanlış olmayacaktır, bilakis açıklayıcı olacaktır. Nitekim aradaki
benzerliği hatırlatmak açısından 1950 seçimlerine giderken her iki parti
arasında temel politikalar bağlamında hiç fark kalmamış olduğunu yukarıda
belirtmiştik. Aslında bu düşünceyi en iyi DP’li bir milletvekili ifade etmiştir.
Bununla ilgili DP’li Mükerrem Sarol yaptığı konuşmada, “Cumhuriyet Halk
Partisi ile alıp veremediğimiz hiçbir şey yoktur; mesele İnönü meselesidir.
İnönü olmasaydı aramızda halledemeyeceğimiz hiçbir şey olmazdı” diyerek
aradaki “farksızlığa” işaret etmektedir (Ahmad, 2007: 70). Hatta bu “farksızlık”
durumu “biçimsel demokrasi” eleştirilerine yol açtığı gibi her iki parti içindeki
“müfrit”ler bu farksızlıktan rahatsız bile olmuşlardır. Tabi ki DP’nin CHP’den
hiçbir farkı olmadığını iddia etmek mümkün değildir. Bu noktada özellikle
86
toplum, devlet ve din algılarındaki ya da politikalarındaki farkları anlamaya
çalışmak bu farkın kristalize olmasını sağlayacaktır.
Devletçilik 40’ların sonundan itibaren ciddi bir değişim sürecine girdi ve
muhalefet partilerinin politikalarından çok Marshall yardım programı bunu
hazırlamıştı (Ahmad, 2007: 160). 1948’de Türk ekonomisi ile ilgili bir
araştırmayı yöneten Max Thornburg’un faaliyeti, “devletçiliğe son verip
serbest girişimden yana olmanın, Amerikan yardımının ön koşulu olması
gerektiğine ve bunun geniş ve etkili görüşme üzerinde etkisi olacağına
inanılmasından ötürü” anlamlıydı (Ahmad, 2007: 160).8 DP Türkiye tarihinde
tamamen anayasal ve parlamenter yollarla iktidarı kazanan ilk parti olarak
hızla bu politikaları uygulamaya koyuldu (Lewis, 2009: 519). DP’ nin devleti
kavrayış düzeyi daha teknik bir noktadan hareket etmektedir. Klasik liberal
siyaset teorisinin sınırlı devlet düşüncesinin izlerini çok net görebiliriz. Devleti
araçsal bir konuma indirgeyen bu siyaset biçimi, devletin müdahalesinin ne
kadar az olursa o kadar iyi olduğu varsayımına dayanıyordu. Bu noktada
CHP’nin burjuvazi yaratma projesi ile eklemli ancak yöntem olarak farklı bir
uygulama ortaya çıkıyordu. Devletin ekonomik alandaki sınırlayıcılığı bir kere
kabul edildikten sonra bunun siyasal yansıması da doğal olarak demokratik
bir sistemi ya da o günün algısı ile söylersek birden fazla partinin varlığını
kabul etmeyi içeriyordu. DP’nin “devlet”in rolü ile ilgili bakışı sınırlı bir teorik
kavrayış içerse de ana teması bürokrasinin gücünün kırılması, bürokratik
mekanizmaların azaltılması gibi noktalara odaklanmaktaydı.
DP’nin sistematik bir toplum tasavvuru olduğu söylenemez, hali
hazırda toplumsal bir tasavvur genel olarak totaliter veya otoriter eğilimli
partiler ve onların geliştirdiği teorilerle mümkündür. DP’nin siyasal pozisyonu
ise CHP’den kişisel husumetlerle ayrılmış, bürokrasinin keyfiliğine eleştirel
yaklaşan bir grubun muhalefet bayrağını açması ile söz konusu olmuştur.
8
Max Thornburg: California Standard Oil Company’nin Mühendisler Kurulu Başkanı ve ABD Dış
Đşleri Bakanlığı’nın petrol danışmanı idi.1956’da Menderes ekonomik konularda kendi danışmanı
yaptı (Ahmad, 2007: 160).
87
Hareketin ortaya çıkmasından sonra toplum tarafından bir karşılık verilerek
kitleselleşmesi mümkün olmuştur. Bir teorisi olmaktan çok biriken bir tepkinin
zemini ve “katalizörü” olmuştur. Bu söylediklerimiz DP siyaset yapıcılarının
bir toplum tasavvuru olmadığı anlamına gelmemektedir. Ancak topluma
müdahale etmeyi mümkün kılan teorik bir çerçevenin yokluğuna işaret
etmektedir. Yani toplum kavramı politik bir nosyonu olmayacak şekilde ya da
mühendislik alanı olarak kurgulanmamaktadır. DP’lilerin topluma ilişkin bakış
açısını anlamak için, Tek Parti yönetiminin toplumu dönüştürme politikalarını
askıya almaları üzerinden gitmek faydalı olacaktır. Nitekim Adnan Menderes,
tutan devrimler ve tutmayan devrimler ayrımı yaparak, tutan devrimleri geriye
doğru götürecek düzenlemeler yapmayacaklarını ve fakat tutmayanlar için ise
özel bir çaba sarf etmeyeceklerini belirtmiştir. Bu söylem, toplumu olduğu gibi
kabul etmekten ziyade, toplumsal gelişimin mühendislik meselesi olmadığı
vurgusunu içermektedir.
DP iktidar olduğu süre boyunca dinsel akımlara taviz verdiği yönünde
ciddi eleştirilere maruz kalmıştır. Hatta DP’nin iktidar süresini bir karşı devrim
olarak niteleyen bir külliyat bile mevcuttur. Bu külliyatın oluşmasında ezanın
Türkçe bir dil dışında bir dilde okunmasını yasaklayan ceza kanunun 526.
maddesini değiştirmesi önemli bir argüman olarak kullanılmaktadır. Bu
yasa(k) 16 Haziran 1950’de DP’nin iktidara gelir gelmez değiştirdiği en
önemli yasalardan birisiydi. Ancak şu nokta unutulmamalıdır ki bu yasa
CHP’lilerinde değişiklik lehinde oy kullandığı bir yasadır. Her ne kadar
değişiklik DP’nin iktidarının ilk zamanlarında yapılsa da, 1947 yılından beri
önemli değişimler geçiren CHP’nin de, şayet iktidar olarak kalsaydı böyle bir
değişikliği yapacağını tahmin etmek güç olmayacaktır. Ancak siyaset gereği
CHP, DP’yi bu noktada sürekli baskı altında tutmuştur. Hatta Milliyet
Gazetesi‘nin 21 Mart 1951 tarihli haberinde Başbakan Yardımcısı Samet
Ağaoğlu, “irtica başını kaldırdığı her yerde ezilecektir.” İfadesini kullanarak
tavırlarını net olarak ortaya koymuştur (Ahmad, 2007: 466). Doğal olarak o
günkü konjonktürde irticadan kasıt, dinsel temalı her türlü hareket
anlaşılmaktadır.
Ayrıca aynı yıl 5 Temmuz 1951 tarihinde çıkarılan bir
88
kanunla Atatürk büstleri, devrimleri vb. kanuni bir korumaya alınmıştır
(Göktepe, 2009: 368). Aynı şekilde dini siyasi amaçları için istismar etmekle
suçlanan Büyük Doğu, Sebilurreşad ve İslâmiyet gibi yayın organlarına da
soruşturmalar açıldı (Ahmad, 2007: 64). Bu uygulamalar ilerleyen yıllarda
devam etmiş, DP Samsun Milletvekili Hasan Fehmi Ustaoğlu devrimleri
eleştiren yazılar yazdığı için partiden atılmıştı. Şair Necip Fazıl hapis
cezasına çarptırılmış ve Said Nursi mahkemeye verilmişti. Son olarak ise 23
Temmuz 1953’te dinin siyasi amaçlarla istismarını önlemek için “Vicdan
Özgürlüğünü Koruma Kanunu” çıkarıldı (Ahmad, 2007: 468). Adnan
Menderes 1 Mart 1953 tarihinde yaptığı konuşma ile durumu net bir şekilde
ifade etmiştir: “Dini inançlar baskı altında değildir. O halde siyasi partilerin bu
meseleyi programlarına almalarına gerek yoktur. Böyle yapan herhangi bir
grup veya parti varsa bunların amacı din aracılığıyla baskı kurmak ve
kendilerine demagojik bir silah sağlamaktır. Partiler din ile siyaseti birbirine
karıştırmayacaklarına açıkça söz vermedikleri sürece, bu silahın meşru
olmayan kullanımı bu ülkenin çıkarlarının gerektirdiği yoldan sapmak
demektir. Bizi komünizmi bertaraf etmeye zorlayan aynı nedenlerle, bu
tehlikeli yola girenlerin serbest dolaşmasına izin veremeyeceğimiz bir gün
gelebilir. Ülkede gerici bir canlanma tehlikesinin olmadığını söylemek,
gericiliği yaratma çabalarının başıboş bırakmanın nedeni değildir.” Bu
konuşmadan yaklaşık olarak 1 yıl sonra 27 Ocak 1954’te Millet Partisi
kapatılacaktı (Ahmad, 2007: 470).
Görüldüğü gibi DP’nin iktidarının ilk zamanlarında dinsel hareketlere
ve yayınlara yaklaşımı biraz da eleştirileri savuşturmak açısından sert
olmuştur. Ancak sonradan ekonomik gelişmelerin de kötüye gitmesi
nedeniyle dinsel öğelerin ön plana çıktığı bir siyasal dil belirginleşti. Sonuç
olarak DP hükümeti dinsel alanda çok önemli adımlar atmasa da, baskı altına
alacak girişimlerde de bulunmamıştır. Nitekim gidebileceği en ileri uygulama
CHP döneminde seçmeli ders olarak müfredata giren din derslerini zorunlu
hale getirmekten daha da ileriye gitmemiştir. DP, din hürriyetini temel
hürriyetlerden biri saymış ve parti sözcüleri, Türk toplumu ekseriyetle bir
89
İslâm
toplumu
olduğuna
göre
vatandaşların
dini
“günlük
politikaya
karıştırmadan” dinsel ihtiyaçlarını istedikleri şekilde ve istedikleri dilde yerine
getirebilmeleri gerektiğine işaret etmişlerdir (Göktepe, 2009: 368). Nitekim
CHP’nin yenilgisinde, diğer sosyo- ekonomik sıkıntıların oluşturduğu bir
muhalefetin payı varsa da, laik reformların uygulamaya konulduğu dönemde
vatandaşlara vicdan hürriyetinin tanınmamış olmasından kaynaklanan bu
duygu da önemli rol oynamıştır (Mardin, 1998: 172).
Yukarıda
söylediklerimizin
tamamımı
bir
cümle
ile
özetlemek
gerekirse: DP’nin ideolojisi ve programında vurgulanan hususlar, halk için
daha fazla hürriyet, liberal ekonomik politika, devlet sektörü yerine özel
sektöre daha fazla destek ile dini konularda daha az sınırlama olarak
belirtilebilir (Göktepe, 2009: 364).
4. KEMALİST SİYASALLIĞIN KRİZİ VE DEMOKRAT PARTİ
Đsmet Đnönü, Đnönü Savaşları
sırasında Bursa’dan geriye dönen
bir kafileyi durdurarak, subayları
bir tarafa çeker ve onlara şöyle der:
“Đçinde bulunduğunuz vaziyeti
bilesiniz. Padişah düşmanınızdır.
Yedi düvel düşmanınızdır. Bana
bakın, kimse işitmesin, millet
düşmanınızdır” (Timur, 2008: 19).
Siyasal modernleşmeyi kurumsal düzeyde ele almak iki noktaya temas
etmeyi zorunlu kılmaktadır. Bunlardan birincisi siyasal alanını kuruluşu ya da
siyasallığın oluşumudur. İkincisi ise bu siyasallığın kurumsal düzeyde
tezahürüdür. Demokrat Parti’nin, Kemalizm ile ilişkisini inceleyebilmek için
denge ve konsolidasyon kavramları açıklayıcı olacaktır. Bu bağlamda
Kemalist siyasallığın kuruluşunu anlamak ve DP’nin orada nasıl bir işleve
matuf olduğunu tespit etmek bu bölümdeki temel amaç olacaktır. Siyasallığın
kuruluşu, hem kurumsal hem de ideolojik düzeyde siyasal sistemin dengesi,
siyasal sistemlerde temsiliyet ve sistemin konsolidasyonu anlamlı bir
bütünlük içinde değerlendirilmeye çalışılacaktır.
4.1. KEMALİZM VERSUS DEMOKRAT PARTİ
Demokrat Parti’nin CHP ile ilişkisinin sorunlu olduğu bilinmektedir (bkz.
Bölüm 3). DP’nin Kemalizm ile ilişkisinin CHP’nin o günkü yönetimi üzerinden
okumak bugün dahi hatalı bir takım çıkarsamalara yol açabilmektedir. DP’nin
kurulma ve iktidar sürecini Kemalist devrimlerden bir sapma olarak
nitelendiren bu yaklaşıma göre DP, bir “karşı devrim” hareketidir. Aslında
sürecin gelişimi ve DP’lilerin söylemleri incelendiğinde bir karşı devrimin
olmadığı rahatlıkla görülecektir. 2. Bölümde Kemalizm’in farklı yorumlarının
tartışıldığı bölümde (Bölüm 2.4) Celal Bayar liderliğindeki grubun (İş Bankası
91
çevresi) Kemalizm’in bir yorumu etrafında şekillendiği belirtilmişti. Kökleri Jön
Türkler
(bkz. 1. Bölüm) içindeki bir ayrışmada yatan bu farklılık “Türk
Modernleşmesi”
içindeki
iki
ana
akımın
tarihsel
mücadelesi
olarak
değerlendirilebilir (Zürcher, 1998: 317). Gerçi Atatürk’in bir İttihatçı olarak bu
ayrışmada tarafı belli olmakla beraber, bir soyutlama ile Kemalizm’i
modernleşme ideolojisinin tarihsel momenti olarak tanımlayabiliriz. Eğer
Kemalizm hegemonik bir söylemle, tüm modernleşmeci akımları “tek bir
çatı/parti” altında toplamışsa, Jön Türkler arasındaki ayrışmanın CHP’nin
kurumsal kimliği içinde olmaması kaçınılmazdır. CHP “içinden” çıkarak, bir
muhalif parti kuran DP’nin bir karşı devrim süreci olmaktan çok Kemalizm’in
bir yorumunun diğer yorumlarını (İnönü ve Peker yorumları) tasfiyesi olarak
değerlendirmek daha doğru olacaktır.
DP’nin
kuruluşu
süreci
incelediğinde
ve
kullanılan
söyleme
bakıldığında DP’nin bir karşı devrim hareketi olmadığını gösterecek oldukça
fazla emareye rastlamaktayız. Bu emareleri belirtmeye geçmeden önce şunu
hatırlatmakta fayda var ki; DP kurulduktan sonra bir grup DP’li, parti
yöneticilerini muvazaa ile suçlayarak ayrılmışlardır ve DP’lileri “dava”ya
ihanet etmekle itham etmişlerdir. Gerçektende DP’nin dört kurucusu da CHP
milletvekilliğinden istifa ederek kurdukları yeni partinin kuruluş sürecinde
İnönü ile sürekli temas halinde olmuşlardır. Kendilerinin öyle bir niyeti olmasa
bile, uluslar arası sistemin getirdiği zorunluluk ve içerideki siyasal sıkışma
neticesinde İnönü, muhalefetin kontrol edilemez bir merkezden çıkma
ihtimaline karşı, CHP içinden çıkacak “sadık bir muhalefet”i teşvik etmiştir
(Eroğul, 2006: 115). Nitekim Bayar, daha parti kurulmadan önce programını
bizzat İnönü’ye götürmüş ve dış politika ve laiklik konularında teminat
vermiştir (Timur, 2003: 42). İnönü ile Bayar arasında şu şekilde bir diyalog
olmuştur:
“İnönü;
Terakkiperverlerde
olduğu
gibi,
itikadatı
diniyeye
riayetkarız, diye bir madde var mı? diye sorar. Bayar: Hayır Paşam, Laikliğin
dinsizlik olmadığı var, diye cevap verir. İnönü; Ziyanı yok. Köy enstitüleriyle,
ilkokul seferberliğiyle uğraşacak mısınız? diye ekler. Bayar; Hayır, yanıtını
verir. Daha sonra İnönü: Dış politikada ayrılık var mı? diye sorar. İnönü,
92
Bayar’dan yok yanıtını alınca, o halde tamam. (Aydemir, 1998: 313). Bu
şartlar altında kurulan DP ile ilgili olarak o günün CHP yanlısı basını
incelendiğinde Bayar’ın CHP’nin ürünü olduğunu belirttikleri ve CHP’ye
sempati duyanların bile DP’nin programı ile CHP’nin programı arasındaki
şaşırtıcı benzerliği hoş bir şekilde karşıladıkları görülüyordu (Ahmad, 2007:
31). Celal Bayar liderliğinde kurulan DP için Falih Rıfkı Atay, Ulus
gazetesinde şunları yazıyordu: “Celal Bayar’ın Kemalizm davasına ve Türk
devrim geleneklerine uygun bir muhalefet partisi kurmaya ve işletmeye
muvaffak olmasını biz de en aşağı kendisi ve arkadaşları kadar
dilemekteyiz.” (Çufalı, 2004: 62). 1945 Ağustos ayında yazdığı daha önceki
bir yazıda yeni kurulacak partinin nasıl olması gerektiğini tarif ettikten sonra
böyle bir yazıyı yazması ise oldukça anlamlıdır, “Türk Demokrasisi” diyor
Falih Rıfkı; (Kemalizm’in)! disiplini ve kanunları içinde gelişecektir. İkinci,
Üçüncü, dördüncü parti, hepsi yalnız bu amacı güttükleri zaman ve ancak bu
amacı güttükleri kadar itibar bulacaklardır. Sözün kısası bu!” (Eroğul, 2003:
115).
DP’nin kuruluş süreci izlendiğinde gerçekten de ideolojik olarak
“uyumlu bir muhalefet” beklentisinin olduğu görülecektir. Ancak DP’yi
kuranlar açısından bu bir muvazaa durumu olmaktan çok samimi olarak
inandıkları bir yorumlama durumuydu. DP’liler kendilerini Türk tarihinde
“devrimi” son aşamasına taşıyacak yeni bir güç olarak görüyorlardı. DP’lilerin
Kemalizm yorumuna göre Atatürk, Türkiye serbest girişime dayalı kapitalist
bir sistem içinde Batılılaşabilsin diye kendi reform programını uygulamıştı.
Hem iç koşulların hem de dünyadaki durumun bu denemenin sürdürülmesine
izin vermemesi üzerine 1930’ların başında terk edilmişti. Asıl amaç milli
burjuvazi yaratmaktı ya da bir özel girişimciler sınıfı yaratmaktı. Bu sınıf yeteri
derecede geliştiğinde, devlet girişimleri onlara devredilecek ve bir piyasa
ekonomisi kurulacaktı. DP’lilerin gerçekleştirmeye çalıştıkları dönüşüm buydu
ve bunu, Kemalizm’in esas amaçlarına bağlı kalmak olarak görüyorlardı.
Kendi çizgilerinin Kemalizm ilkelerine daha sadık hatta Kemalizm’in nihai
olarak varması gereken yer olduğunu iddia ediyorlardı. Kendilerine yöneltilen
93
anti-Kemalizm suçlamalarına kızıyor, amaçlarının Kemalizm’in “canlı bir
yorumunu” hayata geçirmek olduğunu iddia ediyorlardı (Ahmad, 2007: 6065). Atatürk’ün başlattıklarını tamamlayacak kişiler olarak görüyorlardı.
Atatürk ulusal bağımsızlığı sağlamış ve Türk toplumunda reform yapmıştı,
şimdi onlar demokrasiyi getirerek Atatürk’ün reformlarını tamamlayacaklardı
(Zürcher, 1998: 310). Celal Bayar’a göre yeni atılımın özü, Atatürk
devrimlerinin “hürriyet” ve “demokrasi” ile tamamlanmasından başka bir şey
değildi (Tanör, 1999: 345). Kemalizm’in farklı yorumları olan İnönü ve Peker’e
karşı çıkmalarının altındaki inanç bu şekilde temellenmişti. Bir ihtimaldir ki
CHP’yi ele geçirebileceklerini düşünmüş olsalardı ayrı bir parti kurma
gereksinimi dahi hissetmeyebilirlerdi. DP’li Mükerrem Sarol’un şu sözleri bu
bağlamda oldukça anlamlı bir çerçeveye oturmaktadır: “Cumhuriyet Halk
Partisi ile alıp veremediğimiz hiçbir şey yoktur; mesele İnönü meselesidir.
İnönü olmasaydı aramızda halledemeyeceğimiz hiçbir şey olmazdı” (Ahmad,
2007: 70).
Sonuç olarak DP’yi kuran veya kurduran iradenin iktidar seçkinleri
içindeki bir kadro olduğu açıktır. Kökleri Jön Türklere kadar götürülebilecek
bu ihtilaf vurgular farklı olmakla beraber Kemalist modernleşme projesine
sahip çıkıyor, hatta ileri taşıdığını iddia ediyordu (Ahmad, 2009: 127-133).
1950
tarihinde
Menderes’in
ilk
meclis
konuşmasında
“devr-i
sabık
yaratmayacağız” biçiminde özetlenebilecek sözlerinden yola çıkarsak, DP’nin
karşı-devrimci bir siyasal çizginin temsilcisi biçiminde görülmesinden ziyade,
radikal ve elitist Kemalizm’i, kendi siyasal amaçları uğrunda sulandıran bir
siyasal parti olarak değerlendirilmesi daha uygun olacaktır (Çaylak ve
Nişancı, 2009: 305). Yönetici kadro bakımından merkezde yer alan, ancak
eleştirdiği baskıcı, devletçi uygulamalar nedeniyle çevredeki geniş toplum
kesimlerinin
desteğini
alabilen
bir
siyasal
oluşum
haline
gelmeyi
başarabilmiştir (Küçükyılmaz, 2009: 65). DP, dönemin koşulları içinde birçok
parti kurulmasına rağmen resmi olarak kabul gören, tek partinin ideolojisiyle
sadece yöntemsel bir farka sahip, devletçilik uygulamaları noktasında daha
farklı politikalar uygulanmasını savunan, yarı liberal bir muhalefettir (Eroğul,
94
2006:
115).
Çok
partili
siyasal
yaşama
geçilirken
çok
fazla
kriz
yaşanmamasının altında DP’nin bu politikaları bulunmaktadır. Şayet bir karşı
devrim hareketi olsaydı, süreç bir şekilde tıkanırdı (Serbest Fırka deneyimi).
4.2. KEMALİST SİYASALLIĞIN KRİZİNİN TEMELLERİ
Türk siyasal modernleşmesini bir tarih ile başlatacaksak bunun için
1839’dan daha doğru bir tarih olamaz. Modernleşme sürecimiz kurumsal ve
hukuki “gelişimini” sürdürürken beraberinde yeni bir siyasal alanda inşa
ediyordu. Hatta bu siyasallık Tanzimat’ın merkezileşme eğilimine yönelik bir
eleştirellik sayesinde gelişmişti. Merkezileşme eğiliminin getirdiği kurumsal
modernleşme ile buna karşı bir tepki olarak siyasal modernleşme çatışarak
gidiyor ama en nihayetinde birbirini besleyerek gelişiyordu. Bunun en somut
yansıması 1876 yılında ilan edilen Kanun-i Esasi oluyordu. İktidarın yani
Saray ve Bab-ı Ali’nin keyfi uygulamalarına karşı bir nevi yasal güvence olan
bu belge,
ilk olarak bürokrasinin Saray karşısında güçlenerek fiili olarak
sınırladığı alanı, yasal bir belge (ferman) ile bürokrasi aleyhine tekrar
sınırlıyordu. Uzun ömürlü olmayan bu belge, beraberinde bir Meclis’i de
siyasal hayata kazandırmıştı. Siyasetin toplumsal bir düzeye yayılmadığı bir
zaman diliminde iki dereceli bir seçim sistemi ile bu siyasallığı sağlamıştı.
Nitekim temsil kabiliyetinin eksikliğine rağmen Meclis aritmetiği ülkedeki etnik
grupların dağılımını hemen hemen yansıtıyordu. Bu noktadaki başarısız
tecrübeden
sonra
zaman
içinde
gelişen
fırka/cemiyetler
siyasetin
toplumsallaşmasını biraz daha arttırırken, II. Meşrutiyet’e gelindiğinde bu
siyasallaşma eşik noktasına ulaşmıştır (Kahraman, 2008: 206). Kanun-i
Esasi’de yapılan esaslı değişikliklerle Padişah’ın yetkileri iyice sınırlanmış ve
canlı bir siyasal hayat ortaya çıkmıştır. Ancak seçim sisteminin getirdiği
olumsuzluklara rağmen siyasal sistemi krize götüren faktör İttihat ve
Terakki’nin bürokrat-asker eksenli yaklaşımı olmuştur ve nitekim en sonunda
Meclis’in fesh ettirilmesi ile sonuçlanmıştır.
95
Cumhuriyet kurulduğunda Osmanlı Modernleşmesinin biri siyasal biri
de kurumsal olarak iki önemli unsurunu tevarüs etti. Bunlardan birincisi belli
bir eşiğe gelmiş olan siyasal alanın genişlemesi süreciydi. Meclisteki
gruplaşmalar bağlamında kendi kurumlarını da oluşturmuş olan bu
siyasallıkla beraber ikinci olarak merkeziyetçi eğilimleri de tevarüs etmişti. Bu
iki eğilimin çatışması kaçınılmaz olacaktı ve nitekim öyle de oldu. Kemalist
siyasallığın krize girmesi olarak tanımlanabilecek olan bu süreç radikal
modernleşme projelerinin de hayata geçirilmesi ile sadece belli bir seviyeye
gelmiş siyasallıkla değil, toplumun kendisi ile de krizli bir ilişkiye geçmiştir.
Osmanlı siyasal elitleri (merkez) bile tüm kapalılıklarına rağmen
toplumun geri kalanından (çevre) dünya görüşü ya da ideolojik olarak tam bir
kopuş yaşamamıştı. Üstelik merkez ile çevre arasındaki organik ilişkileri
sağlayan “ikincil toplumsallıklar” önemli bir iletişim kanalı olarak görev
yapıyordu (Ahmad, 2009: 79). Cumhuriyet modernleşmesinin toplumsal bir
proje olarak hayata geçirilmesi ile beraber, direnç oluşturabileceği düşünülen
bu ikincil toplumsallıkları sert bir şekilde tasfiye etti. Toplumsal ilişkiler
bağlamında yapılan bu tasfiye ile beraber eski “merkez değerlerin” tasfiye
edilmesi ve bunların yerine topluluğu simgesel anlamda merkeze bağlayacak
yeni değerlerin oluşmaması Kemalizm’in en büyük eksikliği olarak tezahür
etmiştir ve Kemalizm ile toplum arasında “yarılma”ya yol açmıştır (Mardin,
1998: 243). Daha net bir ifade ile söylersek pozitivizmle desteklenen laiklik,
kendisini dini formlarla ifade eden halk kültürüne karşı bir cephe/blok
oluşturmuştur (Türköne, 2003: 404). Bu anlamda Cumhuriyet modernleşmesi
gerçek anlamıyla halkçı olamamış ve halkçılık bir özenti, bir fantezi halinde
kalmıştır (Selek, 1965: 405). Nitekim CHP’li seçkinler kitlelere güvenmeyen
seçkinler
olarak
yabancılaştığı
kaldılar
gibi,
20
(Keyder,
yıl
2006:
boyunca
50).
uygulanan
Kemalistler
topluma
yukarıdan
aşağıya
modernleştirme çabaları halkın yaşamında hiçbir önemli iyileşmeye yol
açmamış ve
onları Kemalist rejimden yabancılaştırmıştı.
Dolayısıyla
toplumun merkezi ile iktidarın merkezi arasında hem ideolojik bir bağ hem de
96
organik bir bağ kalmayarak karşılıklı bir yabancılaşma süreci yaşanmıştır
(Ahmad, 2007: 25).
Siyasal kriz ise, öncelikli olarak 1. Meclis’teki çoğulcu yapının tasfiye
edilmesi, sonrasında TCF’nin tasfiyesi ve diğer muhalif unsurların tasfiyesi,
en son olarak da SCF deneyiminin “ürkütücü” hale gelmesi ile başlamıştır.
Siyasal sistemde bir denetleme mekanizmasının
olmaması sistemin
dengesini bozmuş, aynı zamanda temsiliyet mekanizmasını işlevsiz kılmıştır.
Ancak bu sadece muhalefet için söz konusu olan bir şey değildir. Siyasal
katılımın biçimi de bu dengesizliği pekiştiriyordu. Osmanlı’dan kalan seçim
sistemi ile yapılan seçimler merkezdeki bürokratlar ile taşradaki eşrafın
ittifakına dayanıyordu. Kurulan bu ilişki siyasetin tüm toplumsal dinamiklerini
yok ettiği gibi, siyasal katılım, temsil gibi noktalarda da zaaf gösteriyordu.
Gerek 1921 Anayasası’nda gerekse 1924 Anayasası’nda tek dereceli genel
oy ilkesi önerilmiş olsa da, bu öneriler reddedilerek sistem aynı şekilde
devam ettirilmiştir. Bu anlamda siyasallığı öldürdüğü söylenebilecek olan bu
politikalar,
Cumhuriyet
ilan
edildikten
sonra
girilen
sürecin
siyasal
modernleşme olarak tanımlanabilmesini mümkün kılmamaktadır (Kahraman,
2008: 12,179). Cumhuriyet modernleşmesinin bu merkezileşme eğilimi
“demokratik diktatörlük” olarak nitelense de ortada bunu işaret edecek bir
gelişme görülemeyecektir (Timur, 2008: 289). Ancak Duverger’in “vesayetçi
tek parti” yaklaşımından hareketle böyle bir söylem geliştirilebilir. Yine de bu
söylemin unuttuğu en önemli nokta, Türkiye Cumhuriyeti’nin tek parti rejimi
olarak değil de çoğulcu bir yapı olarak doğduğudur. Siyasal sistem çoğulcu
yapısından tek parti yönetimine evrilmiştir (Koçak, 1992: 85).
Siyasal katılımı teşvik etmek adına oy verme hakkının kısıtlanmasına
yönelik düzenlemelerin esnetilmesi gibi uygulamalar (vergi mükellefiyeti
şartının kaldırılması, kadınlara seçme ve seçilme hakkı vb.) olumlu bir etkiye
sahip olmamıştır. 1. Dünya Savaşından önce İttihat ve Terakki tarafından
başlatılan, sonra CHP tarafından sürdürülen modernleşme, ne köylüleri, ne
kentte yaşayan alt sınıflar ne de küçük burjuvaziyi söz sahibi yapan bir
97
siyasal katılımın yasal çerçevesini kurmamıştır (Keyder, 2006: 49). Tek Parti
dönemi boyunca dört yılda bir milletvekili seçimleri yapılmış, ancak bu
seçimlerin sadece biçimsel bir işlevi olmuştur. Meclisteki sandalyeler için
aday listeleri parti genel başkanı, fiili genel başkan ve genel sekreter
tarafından belirleniyor, sonra da parti kongresinde onaylanıyordu (Zürcher,
1998: 259).
Yukarıda söylenenler ışığında diyebiliriz ki, Kemalist siyasallık üç ayrı
noktada kriz yaşamıştır. Bunlar toplumsal kriz, ideolojik kriz ve siyasal krizdir.
İlk ikisi Kemalizm’in ürettiği radikalizmin bir sonucu olarak ortaya çıkmıştı.
Siyasal kriz ise, Osmanlı döneminde başlayarak temsil ve katılım
mekanizmalarının sıkıntılı olması nedeniyle zaten problemliydi. Ancak
Osmanlı siyasal sisteminde kriz olarak tanımlanabilecek bir duruma yol
açmıyordu.
En
nihayetinde
Meclis’in
siyasal
pozisyonu
egemenliğin
kendisinden kaynaklandığı ve bunu millete dayanarak elde ettiği bir zemine
dayanmıyordu. Oysa Cumhuriyet dönemi Meclis’i ise egemenliği kendine
mahsus kılıyor ve bunu da millet adında kullandığını söylüyordu. Oysa ortada
bulunan siyasal sistem milletin değil temsilci olmasını, siyasal katılımını bile
engelleyecek şekilde işliyordu. Cumhuriyet modernleşmesi bu anlamıyla
kurumsal modernleşme anlamında ileri bir hamle ve fakat siyasal
modernleşme açısından bir geriye gidiştir. Siyasal alanı genişletmemiş bilakis
daraltmıştır. Bu siyasal krizi pekiştiren diğer iki kriz ise ideolojik ve toplumsal
kriz olmuştur. Bu krizlere neden olan en temel faktör ise Kemalizm’in
toplumsalda olan birçok şeyi eski rejimin (ancient regime) kalıntısı olarak
görerek “öteki”leştirmesiydi. Dolayısıyla toplumsalın değerleri ile siyasal
merkezin değerleri birbirine yabancılaşmıştır.
Bu haliyle bir siyasal sistemin sürdürülebilir olmadığı ortadadır. Nitekim
SCF deneyimi, CHP içindeki eğilimlerin birbirini dengelemesi, Müstakil Grup
oluşumu, bunların tamamı siyasal sistemi rehabilite etmeye yönelik, denge
kurma çabalarıdır. Ancak siyasal katılım ve temsilliyet düzeyindeki eksiklikler
98
ve sahici bir muhalefetin olmadığı bir yapay denge arayışı siyasal sistemin
konsolide edilmesini zorunlu hale getirmiştir.
4.3. KEMALİZM’İN KONSOLİDASYONU: DEMOKRAT PARTİ
Kemalizm,
Türkiye’de
1800’lü
yıllarda
başlayan
modernleşme
hareketinin 1923 sonrasındaki momenti olarak kabul edildiği takdirde,
Kemalizm’in konsolidasyon ihtiyacının köklerini de Cumhuriyet öncesinden
başlatmak doğru bir yaklaşım olacaktır. İlk modernleşme çabalarının
“yukarı”da başlaması geri kalmışlığa ilişkin çözüm önerilerinin “teknik” bir
algılamadan hareket etmesi ile ilişkilidir. Toplumsallığı merkez almayan bu
dönüşüm süreci Türk modernleşmesini “kurumsal modernleşme” ya da başka
bir ifade ile söylersek “pasif modernleşme” şekline sokmuştur (Kahraman,
2008: 178). Bu kurumsal modernleşmenin temel hedefi siyasal merkezi daha
etkin hale getirmekten başka bir amaç taşımıyordu. Bu noktada bu sürecin
taşıyıcısı olan yeni bir sınıf olarak bürokrasi, zamanla ideolojik bir dönüşüm
geçirmiş ve bu süreci topluma yabancılaşmış bir şekilde devam ettirmiştir. Bu
yabancılaşmanın Osmanlı dönemindeki örneği olarak İttihat ve Terakki’nin
reformları Kemalist dönüşüm projesinin hazırlayıcılığı rolünü ifa etmiştir.
Bu
noktada
beliren
en
temel
unsur,
“yukarı”daki
bir
takım
dönüşümlerin artık “yukarıdan aşağıya” doğru şekillendirme gayesiyle
beraber “aydın despotizmi” denilen bir sürecin başlamış olmasıdır. Burada
ilerletilmesi gereken bir toplumsal yapı olduğu varsayımı söz konusudur.
Özellikle ikinci toplumsallıkların gelişme önünde engel olarak düşünülmesi ile
beraber tasfiye edilmesi, yeni bir cemaat tasarımı üzerinden yeni bir birey
inşa etme projesi ile eş zamanlı olacaktı. Buna göre yeni cemaatin aidiyeti
“ulus” olacak ve cemaatin öznesi “vatandaş” olacaktı. Buraya kadar
yapılmaya çalışılanlar modernleşme projesinin siyasal hedefleri açısından
zaten ulaşmaya çalıştığı yerdir. Ancak tüm anlamları ile beraber siyasal bir
lügatçenin kavramları olan “ulus” ve “vatandaş” bu siyasallığı yaşama
99
geçirme noktasında yeterli araçlara sahip olma imkânından mahrum
bırakılmıştı.
Pratikte
karşılığı
bulunmayan
siyasal
bir
dil
inşa
edilmişti.Kemalizm’in kendisinden önceki modernleştirici hareketlere nazaran
bu krizi yaşamasının altında bu iki neden yatmaktadır. İkincil toplumsallıkların
tasfiyesi, bunun yerine ikame edilen bireyin ise siyasal bir özne olarak ve
fakat bu siyasal öznenin siyasal bir mahrumiyet hali ile malul oluşu. Bu kriz
belli müdahalelerle aşılmaya çalışılsa da yapısal bir kriz olduğu için palyatif
müdahalelerle çözülebilir olmaktan uzak bir krizdir.
Demokrat Parti’nin Kemalizm ile ilişkisi siyaset literatüründe oldukça
geniş bir polemik ve tartışmaya yol açmıştır. Bir söylem biçimi “46 karşı
devrimi” derken, bir diğer söylem biçimi “46 Ruhu” diyerek siyasal bir
kutuplaşma dili üzerinden meseleyi tartışmışmaktadır. Ancak meselenin bu
şekilde ele alınarak tartışılmaya devam etmesi, DP’nin siyasal tarihte ya da
siyasal modernleşme açısından ne anlam ifade ettiğini anlatabilmekten
yoksundur. Böyle bir tartışma zeminine girmeden yetkin bir kavramsal
çerçeve üzerinden meselenin daha iyi anlaşılması mümkündür. Bu noktada
önce bir yanlışı düzeltmekle işe başlamak uygun bir yöntem olacaktır. Birçok
görüşünde ifade ettiği gibi Türkiye çok partili siyasal sisteme 1946 yılında
geçmemiştir (Tanör, 1999: 333). Bu temel yanılgı da yukarıdaki söylem
biçimlerine ek olarak DP’nin anlaşılmasını imkânsızlaştırmaktadır. Osmanlı
siyasal tecrübesinin siyasal birikimi ve özellikle bunun 1. Meclis özelindeki
yansıması ne demek istediğimizin anlaşılması açısından oldukça önemlidir
(Tanör, 1999: 232). Türk anayasal ve siyasal sisteminin en gelişmiş örneğini
savaş şartlarında dahi tavizsiz bir şekilde yerine getirmiş bir siyasal birikimi
Cumhuriyet devralmıştı. Normal şartlarda olması gereken, bu siyasal kültür
birikimine eklenecek uygun kurumsallaştırmalarla siyasal modernleşme
sürecini devam ettirmek olması gerekirken, Cumhuriyet elitleri reform
programlarını rahat uygulayabilmek için giriştikleri aşırı merkezileşme
neticesinde bu siyasal birikimi yok saymış, hatta yok etmiştir denilebilir.
Cumhuriyet’in yaptığı tüm siyasal reformların beraberinde siyaset-dışı olarak
kurgulandığı bir ortam ortaya çıkmıştır.
100
DP’yi
anlaşılır
kılacak
kavramsal
çerçevenin
oluşturulmasında
konsolidasyon (sağlamlaştırmak/yerleştirmek) kavramı oldukça önemli bir
işlev görecektir. 2. Bölümde Kemalist Siyasallığın Kuruluşu bu bölümde ise
Kemalist Siyasallığın Krizi başlığı altında yapılan irdelemeler bu kavramsal
çerçeveye ışık tutacak niteliktedir. Kemalizm’in üç krizinden bahsedilecektir
ve DP’nin bu üç krizde de yerine getirdiği işlevin ne “46 ruhu” ne de “46
sapması” şeklinde değerlendirilmenin çok ötesinde bir işleve matuf olduğu
anlatılmaya çalışılacaktır. Bu arada tekrar hatırlamakta fayda var ki; DP,
Kemalizm’in bir yorumu olarak bu konsolidasyonu yapmıştır.
4.3.1. Siyasal Konsolidasyon: Siyasallığın Katılıma Açılması
Daha önceki bölümde siyasal konsolidasyonu gerekli kılan koşullar ele
alınmıştı. DP’nin siyasal sistemi konsolide etmesi öncelikli olarak bir
muhalefet partisi olarak ortaya çıkmasıyla başlamıştır. Öncelikli olarak siyasal
sistemi bir dengeye kavuşturan bu durum konsolidasyon için yeterli
olmamıştır. DP’nin 1946 yılında başlayarak 1950 yılına kadar sürdürdüğü
muhalefetin en temel unsuru olarak “genel oy, gizli oy-açık sayım ve adli
güvence” hususları için ne kadar sert bir mücadele yaptığı bilinmektedir.
Siyasal sistemi konsolide edecek araçların DP tarafından bu kadar ısrarla
savunulması bir tesadüf olmanın ötesindedir (bkz. 3. Bölüm).
Türk siyasi tarihinde 1876 yılları ile 1950 yılları arasında 14 genel
seçim yapıldı. Bunlardan ikisi I. Meşrutiyet zamanında, dördü de II.
Meşrutiyet zamanında yapıldı. Geri kalanlar da TBMM döneminde yapıldı.
1877 ile 1908 arasında parlamento fesh edildiği ve Kanun-i Esasi askıya
alındığı için hiçbir seçim yapılmadı. Yapılan seçimler incelendiğinde, bu 14
seçimden sadece 5’inde birden fazla parti mücadele etti. Bu 5 seçimin üçü
1908, 1912 ve 1919 seçimleridir ve diğer ikisi ise 1946 ve 1950 seçimleridir
(Lewis, 2009: 513). Cumhuriyet dönemi siyasallığının, siyasal katılım
101
imkânlarını arttırma açısından bir geriye gidiş olduğu bu verilerden
anlaşılmaktadır.
Bunun yanı sıra ilk olarak 1877 seçimlerinde uygulanan “iki dereceli
seçim” sistemi de oldukça sağlıksız bir siyasal katılım mekanizmasıydı. Bu
seçim sisteminde oy kullanabilmek için, erkek olmak, bir miktar mülke sahip
olmak gibi şartların yanı sıra, milletvekillerini seçenler, önceden oluşturulmuş
idari meclislerin üyeleriydi (İstanbul hariç). Daha önce seçilmiş olmaları
nedeniye “İkinci seçmen” olarak kabul ediliyorlardı. Osmanlı döneminde
görece olumlu olan böyle bir seçim sistemi, 1921ve 1924 Anayasalarıyla
kaldırılmak istenilmiş ancak başarılamamıştır. Nitekim 1. Meclis döneminde
bu seçim sisteminin kaldırılmasını isteyenler 2. Grup üyeleri, 2. Meclis’te ise
TCF olmuştur. Ayrıca muvazaalı bir şekilde kurulan SCF bile bu seçim
sisteminin kaldırılmasını istemiştir. Bu seçim sistemi kaldırılmamıştır çünkü
iktidar mekanizması bir kere doğru bir biçimde dizayn edildiğinde kontrol
elden çıkmıyordu. Merkezdeki bürokrasi ile çevredeki eşrafın ittifakına dayalı
sistem, bu seçim sistemi ile çok rahat sürdürülebiliyordu.
1921 Anayasası gibi Osmanlı-Türk Anayasacılığında ileri bir noktayı
temsil eden bir anayasa bile bu seçim sistemini korumuştur. Bu seçim
sisteminin sağlıksızlığı o günlerde bile çok sert tartışmalara yol açmış
olmasına rağmen değiştirilememiştir. 1924 Anayasası döneminde yapılan bir
iyileştirme ile birinci veya ikinci seçmen olabilmek ya da mebus olabilmek için
vergi vermek şartı kaldırıldı. Ancak bu olumlu değişikliğin siyasal pratikte bir
karşılığı olmayacaktır. Tek örgütlü güç olan CHF, örgütlü olmayan bir
muhalefete karşı adayları istediği gibi belirliyor ve kendi adaylarını
seçtiriyordu. Hali hazırda bu adaylarda Parti tarafından belirleniyordu. Çok
partili siyasal bir rejimi ön gören bir Anayasa olan 1924 Anayasası, siyasetin
tek parti tekeline alınması dolayısıyla işlevini yitiriyordu (Tanör, 1999: 315324). 1924 Anayasası’nda Meclis’in en yüce makam olması ve halk
102
egemenliğine atıf yapılması, Meclis’in siyasal kontrolü CHF’de olduğu sürece
iktidarını meşrulaştırmaktan öteye gitmiyordu.1
1925 yılından itibaren iyice yerleşen tek parti rejimine dayanan siyasal
sistem, gerek temsil açısından gerekse halkın hoşnutsuzluğunu ifade
etmesine yönelik hiçbir imkân sunmamaktaydı (Zürcher, 1998: 259). Seçimler
dört yılda bir yapılmaya devam etmesine rağmen, adaylar, liderler tarafından
çok sıkı bir şekilde denetlenmiş ve siyasal yapı kapalı bir mekanizmaya
dönüşmüştür (Çolak, 2009 229). Bu şekilde seçilen milletvekilleri toplum ile
iletişime geçmeye gerek duymamış ve soyutlanmıştır. Bu durum Meclis’i
bürokratik bir mekanizmaya dönüştürmüş ve merkezi iktidarın siyasal alanı
kontrol etmesi ile sonuçlanmıştır. Halbuki hatırlanacak olursa, ilk Osmanlı
Meclis’i bürokrasiye karşı siyasal bir alan açarak merkezileşme eğilimine
karşı bir denge unsuru olarak gelişmişti.
1946 yılına kadar devam eden bu sistem, tek dereceli seçim sisteminin
benimsenmesi ile beraber önemli bir dönüşüm geçirmiştir. Ancak açık oy-gizli
sayım uygulamasından dolayı seçim sonuçları sağlıklı olarak yansımamıştır.
Bir sonraki adım olan adli güvence ilkesi, 1946-1950 arasının en sert siyasal
polemiklerine yol açmışsa da 1950 yılına gelindiğinde ilk defa olarak adli
güvence de verilerek 14 Mayıs 1950’de seçimlere gidildi. Her seçim
bölgesinde, vali yerine yargıcı en yüksek seçim makamı haline getiren bu
değişiklik, 1950 seçimlerinin asli güvencelerinden birisi oldu (Lewis, 2009:
512). Seçimler DP’nin ezici bir zaferi sonuçlandı. Ancak bu seçimler DP’nin
kazanmasının ötesinde anlama sahip olarak Türk siyasal hayatını temelden
dönüştürdüler.
1
1950 yılında DP iktidara geldiğinde bu anayasanın avantajlarını kullanmıştır. 1950’ye kadar CHP’nin
kendisini meşrulaştırmak için kullandığı “halk egemenliği” vurgusu Meclis kontrollerinde olduğu
sürece problem teşkil etmeyecekti. Ancak 1950’de farklı bir partinin iktidara gelmesi ile bu
Anayasa’nın “suiistimal” edileceğini gören bürokratik elit, 1960 Anayasası ile siyasal rejimi yeniden
kurdu ve Meclis’in gücünü, Anayasa Mahkemeleri ve diğer yüksek yargı organları lehine daralttı.
Dolayısıyla iktidarda CHP’nin olmadığı duruma göre önlemler alınmış oluyordu.
103
19.
yy’dan
beri
modernleşme/Batılılaşma
sürecinde
bulunan
Türkiye’nin siyasal modernleşmesi hedefine ulaşmıştı (Çufalı, 2004: 6;
Eroğul, 2006: 115). En azından demokrasinin biçimsel özelliklerinden olan
genel oy ilkesi hayata geçirilmişti. Bunun yanı sıra siyasal modernleşmenin
en önemli parametresi olan siyasal muhalefet ve egemenlik kavramları da ön
plana
çıkmıştır.
Bu
nedenle,
1950
seçimleri
modernleşmesinin önemli bir durağıdır.
Osmanlı-Türk
Osmanlı ile
başlayan
siyasal
pasif
modernleşme süreci 1950’de yaşanan siyasal gelişmelerle beraber aktif
modernleşme
sürecine
geçişin
başlangıcı
olmuştur.
Aynı
zamanda
Cumhuriyetle beraber girilen siyaset dışı bir dönüşüm modeline karşı siyasal
bir başkaldırı olarak da ayrıca bir öneme sahiptir (Kahraman, 2008: 13, 122,
173).
1920’deki çoğulcu Meclis yapısı içinde bile 138 memur ve 53 asker
vardı (Lewis, 2009: 626). Bu durum dönemin koşulları ile açıklanabilir olsa da
aslında Türk modernleşmesinin bürokratik karakterinin de somut bir
yansımasıydı. 1950’ye gelindiğinde DP, adayların %80’inin teşkilatların
belirlemesine izin vermiş geriye kalanları ise merkez yoklaması ile belirlemişti
(Ahmad, 2007: 111). DP milletvekillerinin özelliklerine bakıldığında önceki
dönemlerden, özellikle tek parti döneminde önemli ölçüde ayrıldığı
görülmektedir. CHP ile olan en önemli farklılık bürokratik veya askeri
formasyona sahip milletvekilinin neredeyse yok denecek kadar az olmasıydı.
Türkiye’de siyasal elit önemli bir dönüşüm geçirmişti (Zürcher, 1998: 321).
DP milletvekilleri arasında yüksek öğretimli olanların sayısı daha az olmakla
beraber yaş ortalamaları daha gençti. Bölgeleri ile yakın temas halindeki bu
yeni siyasetçi kuşağında tüccar ve avukatlar daha fazlaydı (Göktepe, 2009:
363). Seçim bölgeleri ile yakın temasa sahip bu milletvekilleri, siyasetin temsil
işlevinin tekrar yerine getirmiş bulunuyordu. Zaten yeni seçim sistemi de
bunu zorunlu kılıyordu. Eskiden parti merkezinin onayı milletvekili olmak için
yetiyor ve herhangi bir toplumsal ilişkiler ağına girmeye gerek kalmıyordu.
Tek dereceli seçim sistemi oy ile iktidar arasında doğrudan bir ilişki kurmuştu.
Bu nedenle yeni dönemde uzaktan saygıyla bakılan şahsiyetler olarak
104
görülen milletvekilleri, halkın ayağına gitmeye başlamışlar, oy toplamak için
köy yollarını aşındırır olmuşlardı (Eroğul, 2003: 94).
Osmanlı siyasal sistemi keskin bir biçimde yönetenler ve yönetilenler
ayrımına dayanmıştı. Kurumsal modernleşme süreci bunu daha da
pekiştirmişti (Türköne, 2003: 403). Cumhuriyetle devam eden bu süreç
siyasal katılımı tamamen öldürmüş ve siyasal alanı bürokratik bir mekanizma
haline dönüştürmüştür. Siyasal katılımın olmadığı bir sistemin sağlıklı olduğu
söylenemez. Siyasal katılım toplumdaki bireylerin siyasal karar süreçlerinde
yer alabilmesi ve bu kararları etkileyebilmesidir. Katılımın önemli bir aracı
olarak seçimler önemli bir role sahiptir ve oy olgusu ön plana çıkmaktadır.
Oysa Türkiye’deki seçim sistemi oy olgusunu anlamsızlaştıracak bir şekilde
işletiliyordu (Çavdar, 2008: 157-160). Siyasal katılımın yaygınlaşması ve
etkinleşmesi, siyasal merkez ile toplum arasındaki özdeşliği pekiştirir ve
siyasal sistemi normalleştirir. DP döneminde milletvekilleri profilindeki
değişim ve genel oy ilkesinin bir sonucu olarak seçimlere katılım oranı
1950’de %89.06, 1954’te %88.75 ve 1957’de %77.15 olmuştu (Ahmad, 2007:
87).
Siyasal modernleşme süreçlerinin sonunda ilk defa olarak halk, kendi
arzusu ile yöneticilerini değiştirdi. Özellikle II. Meşrutiyet’le başlayan siyasal
bir vurgu olarak “halk” genellikle sahnede olmamış ve o güne kadar yapılan
reformlara engel olacağı düşüncesiyle reformlar yukarıdan aşağıya doğru
yapılmıştı (Eroğul, 2003: 278). Buna karşılık 1950 seçimleri ile halk aşağıdan
modernleşme girişimini başlatmıştır. 1950’nin bir sonucu da siyasal katılımın
sağlanması, temsiliyetin sağlanması, muhalif bir partinin iktidara gelmesi gibi
süreçlerle beraber siyasal alan genişlemiş ve siyasal sistem sıkışmışlığını
aşarak
konsolide
olmuştur.
Nitekim
Samet
Ağaoğlu,
siyasi
tarihte
meşrutiyetten beri iktidara gelmiş veya gelememiş tüm partilerin asker-sivil
bürokratlardan oluştuğunu, sadece DP’nin toplumsal temelli bir hareket
olduğunu söyleyerek dolaylı olarak bunu ifade etmiştir (Çaylak ve Nişancı,
105
2009: 304). Siyasallık toplumsallıkla kesişmiş sağlıklı bir siyasal sistemi
oluşturmuştur.
4.3.2. Sosyolojik Konsolidasyon: Merkez – Çevre Bütünleşmesi
Yakın zamana kadar, merkez ile çevrenin karşı karşıya gelmesi, Türk
siyasasının temelinde yatan en önemli toplumsal kopukluktu ve yüz yıldan
fazla süren modernleşmeden sonra da varlığını sürdürmüştü. Osmanlı’da
merkez, Osmanlı Devleti’nin bir arada tutmayı başardığı merkezi bürokratik
aydınları olduğu kadar, bu devletin işlemesini mümkün kılan meşruiyetin
özünü de temsil etmekteydi. Çevre ise, geri kalan toplumsal alana,
merkezden ayrı yaşayan ve onunla ancak gevşek bir bütünleşme içinde olan
kurumlara işaret etmektedir. (Mardin,1999: 37, 275). Osmanlı sistemi net bir
şekilde yönetenler ve yönetilenler ayrımına dayanıyordu. Ancak bu ayrım
çeşitli ikincil toplumsallıklar ve dünya görüşündeki özdeşlik nedeniyle sistemi
sosyal ve siyasal açıdan ciddi bir şekilde sıkıntıya sokmuyordu (siyasal
sistemin nasıl geliştiği ve karşı karşıya olduğu krizler ele alındığı için bu
bölümde sadece toplumsal kriz üzerinde durulacak). Türk modernleşmesinin
merkezileşmeci bir eğilim göstermesi ile beraber merkez ile çevre arasında
gittikçe artan gerilim, yeni bürokrat sınıfın toplumsala yabancı bir değerler
manzumesini içselleştirmesi nedeniyle iyi pekişti. Ancak bir şekilde Osmanlı
modernleşmesinin yeni kurumlar oluştururken eskisini yerinde tutma refleksi
toplumsallıkların merkezle ilişkisi açısından bir krize yol açmadı. Osmanlı
modernleşmesi elit merkezli ve toplumla kurduğu hiyerarşik ilişkiye rağmen
böyle bir krizi önleyecek şekilde ikincil toplumsallıkları çok tasvip etmese de
muhafaza etti. Ancak Cumhuriyet modernleşmesi ile beraber, ikincil
toplumsallıkların sert bir şekilde tasfiyesi, var olan siyasal ve ideolojik krizi,
toplumsal bir krizle pekiştirdi (Türköne, 2003: 406). Merkez ile çevre
arasındaki bağ tamamen kopmuş ve merkez tamamen yabancılaşmıştı.
Gerçi merkez tasfiye ettiklerinin yerine hem ideolojik olarak hem de
örgütlenme olarak Halkevleri, Köy Enstitüleri gibi kurumları ikame etse de
106
başarılı olamamıştı. Aynen devrimler gibi bu kurumlarda tepeden inme
şeklinde oluşturulmuş ve sahici bir rol alamamıştılar. B. Lewis’in de yerinde
tespiti ile “batılılaştırma yolunda getirdikleri yeniliklerin çoğunlukla yüzeysel
ve gelip geçici olduğu ortaya çıkarken, diğer yandan da eski toplumsal bağlar
ve yükümlülükler sistemi geri dönülemez biçimde yıkılmaktaydı.” (Lewis,
2009: 654).
Bu şartlar altında 1950 seçimleri uzun bir tarih boyunca devam etmiş
merkez’in iktidarına karşı çevreyi hakim kılarken yeni bir siyasallaşmayı da
beraberinde getirdi. Bu siyasallık asker-bürokrasi-aydın ittifakından oluşan
“tarihsel blok”u dağıtamayacak ama onun karşısına somut bir seçenek olarak
siyasal alanı yeniden kurgulayacaktır. Gerçi siyasal sistemde muhalif
hareketler olmuştu. Hatta parlamentoda temsil imkânına da sahip olmuştu.
Ancak hiçbirisi DP gibi toplumsal bir desteğe sahip olamamıştır. Kaldı ki
zihinsel olarak ”çevre”ye açılabilecek siyasal donanımları da yoktu. 1950
sonrasında oluşan bu siyasallık ve onunu doğuran siyasal hareket aslında
devlete karşı toplumsalın siyaset üstünden kendini ifadesi olarak görülebilir
(Kahraman, 2008: 108, 197). Tarihsel bloka karşı bu siyasallığı oluşturan
burjuvazi ve eşrafa en büyük desteği taşranın verdiği kuşku götürmez.
Aslında bu durum merkezde oluşan modernleşme projesinin aşağıya nüfuz
ettiğinin de bir göstergesi olarak değerlendirebilir. Bu bağlamda çevre siyasal
sistem yoluyla eklemlendiği merkezi de dönüştürecektir. Yani karşılıklı
bütünleşmeden kaynaklanan değişim iki tarafı birbirine benzeşik hale
getirmiştir. Siyasal sistemin ve katılma imkânlarının oluşmasıyla başlayan bu
siyasal süreç, sistemin normalleşmesi ve halk nezdinde itibar görerek
meşrulaşmasını sağlamıştır. Bir yandan da merkez, tüm bir toplumsallığı
ötekileştirmenin bir çıkış olmadığını görerek, uygun aktörler üzerinden
sisteme eklemlenmeye izin vermiştir (Kahraman, 2008: 174). Çok partili
siyasal sistemin getirdiği en önemli yenilik merkez ile çevreyi birbirine
yakınlaştırması olmuştur. DP’nin çevrenin değerlerini resmileştirmesi ve
meşrulaştırması, siyasal merkezi zorunlu olarak dönüştürmüştür (Türköne,
2003: 248). DP’nin siyasal yaşamda ve beraberinde toplumsal alanda yerine
107
getirdiği en önemli işlev bu yakınlaşmayı sağlayarak, gidermiş olduğu siyasal
krizin açtığı yolda toplumsal krizi de gidermiş olmasıdır.
4.3.3. İdeolojik Konsolidasyon: Devrimlerde Radikalizmin Terki
Kemalist siyasallığın beraberinde getirdiği ideolojik yabancılaşma
yukarıda bahsettiğimiz yabancılaşma kadar önemlidir. Nitekim siyasal
sistemin kapatılması neticesinde bu ideolojik yabancılaşma oldukça fazla bir
şekilde eleştiri konusu olmuştur. Kemalistlerin kendilerinden önce söylenmiş
birçok fikri hayata geçirdiği bilinmektedir.
Bu anlamda Kemalizm’in
sürekliliğini ihmal etmek doğru değildir. Ancak Kemalistleri kendinden önceki
modernleştirmeci hareketlerden farklı kılan unsur, ön gördüğü değişimleri
radikal bir şekilde uygulamasından kaynaklanmaktadır. Nitekim Kemalizm
modernleştirmeci olduğu için değil bu modernleşmeyi toplumsallıkları tasfiye
ederek ve radikal bir biçimde yapması nedeniyle eleştirilmiştir ve ideolojik
krize yol açmıştır. Örneğin İttihatçılar da Kemalistler gibi ideolojik olarak
yabancılaşmış olmalarına rağmen bu konuda Kemalistler kadar radikal bir
müdahaleye girişmedikleri için problem yaşamamışlardır.
DP’nin
Kemalizm’i
ideolojik
düzeyde
konsolide
etmesi,
anti-
modernleşmeci olmasından ya da uygulanan radikal reformların özüne ilişkin
bir eleştiriden kaynaklanmaz. Farklı bir modernleşme projesini benimsemiş
olmasından kaynaklanmaktadır. DP, merkez-çevre bütünleşmesinde iki tarafı
da dönüştürürken başardığı şeyi burada da başarmıştır. Modernleşme
projesini siyasal düzeye çekerek, parlamenter demokrasi vurgusu yapmış ve
Cumhuriyet’in asli hedefinin çok partili bir yaşama geçiş olduğunu
vurgulayarak, kendilerinin bu amacı gerçekleştireceklerini ifade etmişlerdir.
Aynı şekilde modernleşme projesinin bir diğer ayağını kalkınma söylemi
üzerinden
kurgulayarak
“teknik
modernleşme”
vurgusunu
ön
plana
çıkartmışlardır. Bu modernleşme eğilimine toplumsal düzeyde bir karşıtlık
oluşmayacağı aşikardır. Ayrıca bu modernleşme yönteminin doğal varsayımı
108
“toplumsal modernleşmenin” de zaten kendiliğinden olacağıydı. DP’nin
modernleşme algısı bu haliyle 1923 öncesine benzemektedir. Kemalizm’in
toplumsal dönüşüm için uyguladığı radikal tedbirleri benimsememiş, bunun
yerine toplumsalı siyasal ve ekonomik modernleşme üzerinden dolaylı bir
şekillendirmeye tabi tutmuştur.2 Bu yöntem farklılığı kökleri geçmişte olan iki
modernleşme stratejisine kadar gitmektedir.
Aynı şekilde DP yöneticilerinin partiyi kurarken (Bayar – İnönü
görüşmeleri) verdikleri taahhütleri, sonradan yapmış oldukları “tutan ve
tutmayan devrimler” ayrımı ile beraber düşünürsek iki radikal pozisyonu bir
şekilde birbirlerine eklemledikleri görülecektir. Nitekim Kemalist projenin
başaramadığı toplumsal dönüşümü DP çok daha kısa zamanda başarmış ve
Kemalizm’in kabul edilebilir bir yorumunu üreterek toplumsal meşruiyeti de
yeniden
sağlamıştır.
Gerçi
CHP
1947
kongresi
ile
özellikle
din
politikalarındaki radikal tutumundan vazgeçmişti. Ancak bu değişimin de DP
sayesinde olduğunu unutmamak gerekir.
DP, Türk Modernleşmesi sürecinde radikal bir dönem olan Kemalist
reformlar dönemini, 1923 öncesinin siyasal ve ekonomik modernleşme
modeline geri döndürerek karşısında oluşan tepkiselliği azaltmıştır. Öte
yandan modernleşme ideolojisinin taşıyıcılığını yöntemi farklı olmakla
beraber başarılı bir şekilde yerine getirmiştir. Bu noktada dinsel politikaları
yumuşatması ve toplumsalı esnek bir kavrayışla kendi haline bırakması
ideolojik krizi ortadan kaldırmıştır. Yukarıda da belirttiğimiz gibi toplumda
oluşan
direnç
modernleşmenin
kendisine
değil,
Kemalizm’in
radikal
müdahalelerine yönelikti. Aslında ideolojik kriz bir yöntem sorunundan ve
siyasal kanalların tıkanması nedeniyle ortaya çıkmıştı.
2
DP’nin tarımsal kalkınma yaklaşımı neticesinde ortaya çıkan fazla nüfus, kentlere göç etmiş ve
kırsaldaki yalıtılmış hayattan çıkarak kentlerdeki yeni yaşam üzerinden modernleşme projesine
eklemlenmişlerdir.
SONUÇ
Siyasal literatürde tek partiden çok partili siyasal yaşama geçişin
nispeten sancısız olması bir başarı olarak anlatılmaktadır. Bu siyasal tarih
yazıcılığında altı sıkça çizilen bir husustur. Bu yaklaşım biçimi alt metin
olarak tek parti sistemini normal, bu geçişi ise “olağanüstü” bir durum olarak
okumaktadır. Halbuki Türk siyasal yaşamında 1946’ya gelmeden çok daha
önce, 1876’dan bu yana parlamenter bir sistem deneyimine ve çoğul
siyasallıklara sahip bir birikim oluşmuştu. Yanı sıra 1908-1913 yılları, 1920
Meclis’i, 1923-1925 yılları ve hatta 1930’daki çok parti denemesi önemli bir
siyasal mirasa işaret etmektedir (Zürcher, 1998: 317).
Siyasal modernleşme tarihimizin gelişim evreleri incelendiğinde
giderek gelişen bir siyasallık ve özellikle de farklı siyasallıkların geliştiği bir
siyasal zeminin oluştuğunu görmekteyiz. Türkiye 1950’ye geldiğinde şu ya da
bu şekilde üç tane parlamenter hükümet, 14 tane genel seçim görmüştü ve
bu seçimlerin birçoğu birden fazla parti arasında geçmişti (Lewis, 2009: 511).
Bu nedenle Türkiye’de çok partililiği 1946’da başlatmak siyasal tarih
okumaları açısından oldukça hatalı bir yaklaşımdır (Tanör, 1999: 333). Zira
hürriyetlerin korunması ve siyasal katılmaya dair bir geleneğin gücü ve
birikimi olmaksızın, Türkiye’de çok partili demokrasinin gelişimini anlamak
mümkün değildir (Mardin, 1999: 122).
DP ile başlayan süreç özü itibariyle Türk modernleşmesinde bir geriye
dönüş değildir. Bilakis kökleri yüzyıl öncesine giden siyasal alanın evrilmesi
neticesinde gelişmesi beklenen bir süreçtir. Tek Parti Dönemi’nin bile bu
anlamda Duverger’in tanımı ile “vesayetçi tek parti” olarak çok partili yaşama
geçişi sağlamak gibi bir işlevle malûl olması bu çerçevede anlaşılabilir. 1946
yılında çok partili siyasal bir yaşama geçerken her hangi bir anayasal
düzenlemeye bile gerek kalmaması 1924 Anayasasının nasıl bir sistem ön
gördüğü hakkında da önemli bir fikir vermektedir.
110
Neticede DP, o günkü koşullarda çok gelişkin olmasa da siyasal
modernleşme tarihi açısından önemli bir eşiği geçerek, 1876 yılında başlayan
parlamenter siyasal yaşamı, doğrudan halkın müdahalesi ile dönüştürmüş ve
siyasal süreç yukarıdan aşağıya değil de aşağıdan yukarıya doğru
belirlenmeye başlamıştır. F. Keyman’ın ifadesi ile bu sürecin anlamı
demokrasi olmadan modernleşme sürecinden demokratikleşmeyle beraber
hareket eden modernleşme sürecine geçmektir ve bu önemli bir dönüşümdür
(Keyman, 2009; 15).
DP’nin kuruluş, iktidar geliş süreci ve 10 yıllık iktidarı boyunca yaşanan
tartışmalar, kamplaşmalar Türk siyasal hayatının gelişimini temelden
etkilemiştir. Sonraki siyasal süreçleri temelden etkileyen DP’yi anlayabilmek
için sonrasında yaşanan tartışmalardan uzak kalmak elzemdir. Nitekim bu
tartışmaların
tarafları
konumlandırmalardan
DP’yi
olumlu
bağımsız
ya
da
olarak
olumsuz
DP’nin
anlamda
anlaşılmasını
imkânsızlaştıracak bir tartışma yürütmektedirler. Bu tartışmalarda çoğunlukla
gündelik siyasetin dili ile konuşulmakta ve DP demokrasinin yıldızı ya da
Türkiye’deki siyasal yapının yozlaşmasının sorumlusu olarak nitelenmektedir.
Halbuki bu tarz dikotomilerin veya karşıtlıkların kurulmasının siyaset biliminde
kavramsal bir karşılığı yoktur. Dolayısıyla DP’yi anlamak için gerekli hareket
noktası bu karşıtlık ilişkisi olmamalıdır. Eğer DP’nin Türk siyasi yaşamında ne
anlama geldiği ve nasıl bir duruma tekabül ettiği anlaşılmak isteniyorsa DP
öncesinde yaşanan siyasal gelişmeleri ve siyasal yapının oluşumunu
anlamak oldukça önemlidir. Burada önceki derken, doğal olarak on yıl gibi bir
zaman diliminden değil de, 1850’li yıllardan itibaren gelişen siyasal yapının
tarihsel formları ve evrildiği nokta kast edilmektedir.
Cumhuriyet Osmanlı siyasal modernleşmesinden aldığı birikimle
yoluna devam etmemiş ve girdiği radikal reform süreci ile beraber toplumsal
ve ideolojik anlamda krize girmiştir. Toplumsal kriz Osmanlı siyasal
sisteminden kalma ikincil toplumsallıkları tasfiye ederek, çevrenin siyasal
merkeze ulaşımının kesilmesi ile ortaya çıkmıştır. Osmanlı toplumsal yapısı
111
merkez ve çevre olarak katı bir şekilde bölünmüş olsa da, hem aracı
kurumların varlığı hem de ideolojik olarak merkezin çevreyle uyumlu bir
durumu söz konusuydu. Kemalizm’in ideolojik krizi, ikincil toplumsallıkların
tasfiyesi sonrasında çevre ile kopan organik bağların yanına ideolojik olarak
yabancılaşmış bir merkezin ikame edilmesiyle ortaya çıkmıştı. Toplumsal
yapıya hem organik hem de ideolojik anlamda yabancılaşan yeni rejim,
toplumsallıkları merkeze eklemleyecek yeni araçlar geliştirmediği gibi,
eklemlenmesini sağlayacak araçları da tasfiye ederek, siyasal yapıyı tek
partili bir sisteme doğru kaydırmış, siyasetin denge, meşruiyet ve temsiliyet
üzerine kurulması gereken unsurlarını ihmal etmiştir. Tüm bunların
neticesinde ortaya bir de siyasal kriz çıkmıştır. Yaşanan bu krizler tekillik arz
etmekten öteye geçerek ve genel anlamda rejimi bir krizle karşı karşıya
bırakarak, konsolidasyon ihtiyacını zaruri kılmıştır. DP’nin kurulması ve
başarılı bir şekilde yoluna devam etmesi öncelikli olarak siyasal sistemi
konsolide etmiş, sonra DP’nin siyasal süreçlere katılımı teşvik eden politikası
ve 1950 seçimlerinde uygulanan sistem ile toplumsal konsolidasyon
gerçekleştirilmiş ve sonrasında DP’nin politikaları neticesinde ideolojik
konsolidasyon gerçekleşmiştir.
Tek Partili sistemin devam edemeyecek duruma gelmesi neticesinde
yeni bir parti arayışı ortaya çıkmış ve öteden beri CHP’nin belli başlı
politikalarına muhalefet eden bir grup bu eksikliği kapatacak bir çabanın içine
girmiştir. CHP siyasi elitlerinin bir kanadı olan bu hareketin doğmasını o
zaman ki mevcut statüko da benimsemiş ve hatta istemiş denilebilir. En
nihayetinde CHP kendi içinden çıkan güvenilir kişiler tarafından kurulacak bir
muhalefet partisini, kontrolü dışında gelişebilecek ve ideolojik olarak tam
karşıtı bir harekete tercih ediyor ve muhalefeti bu kadroların sürdürmesini
teşvik ediyordu. DP’nin kurulması beraberinde siyasal sistemin denge
unsurunu yeniden sağlıyordu ancak siyasal konsolidasyon için bu yeterli
değildir.
112
1950 yılına gelindiğinde Türk siyasi tarihinde ilk defa seçmenlerin
müdahalesi ile bir iktidar dönüşümü yaşanıyordu. 1876 ile 1950 arasında 14
genel seçim yapılan Türkiye, bu seçimlerin sonuçlarına bağlı olarak ilk defa
iktidar değişikliğine şahit oluyordu (Lewis, 2009: 513). 1950 yılında iktidar
değişikliğine yol açan seçimlerde, genel oy ve tek dereceli seçim sistemi
uygulanmıştı (1946’da uygulandı ancak açık oy gizli sayım ilkesi nedeni ile
istenilen sonucu vermedi). Türkiye tarihinin en yüksek katılımlı seçimleri
olarak gerçekleştirilen bu seçimlerde, milletvekillerinin profili değişmişti. DP’li
milletvekillerinin %80’inin teşkilatları belirlemiş olması nedeniyle siyaset
toplumsallaşmış ve çevre bu şekilde siyasal sisteme eklemlenebilecek yeni
bir kanala sahip olmuştur. Bu kanalların yeniden açılması ile beraber hem
siyasal sistemin kendisi konsolide olmuş hem de toplumsallık siyasal
merkezle yeniden bağ kurduğu için beraberinde toplumsal konsolidasyonda
gerçekleşmiştir.
Bu iki sürecin doğal getirisi olarak merkez, bir dönüşüm geçirmiştir.
Ancak çevre de, bu süreçte merkeze yaklaşırken bir dönüşüm geçirerek
siyasal sisteme ideolojik olarak eklemlenme ihtiyacı hissetmiştir. Merkez ise
radikal tavırlarından vazgeçerek bu süreci desteklemiş ve ideolojik krizde bir
anlamda bu şekilde konsolide olmuştur.
Yukarıda bahsettiğimiz konsolidasyonla ilgili bir noktada tüm bu
gelişmelerin CHP’nin iradesi ile şekillendiği gerçeğidir. Aslında siyasal sistemi
konsolide eden DP değil CHP’dir de diyebiliriz. Ancak bunun taşıyıcı aktörü
DP olduğu için, CHP’nin destekleyici aktör rolünü ön plana çıkartmak başka
çalışmalara konu olabilecek niteliktedir. DP’nin dolaylı ya da dolaysız olarak
gerçekleştirdiği bu konsolidasyon katmanları, kendisinden önceki siyasallığın
gelişimini nihayetine erdirmiştir. Başka bir deyişle kökleri yüz yıl öncesine
giden modernleşme süreci “pasif modernleşmeden”, “aktif modernleşmeye”
geçmiştir (Kahraman, 2008: 179). Bu sürecin en belirgin özelliği siyasal
iktidar tarafından belirlenmeye çalışılan toplumsallık, ilk defa olarak siyasal
113
iktidarın toplumsallık tarafından dönüştürülmesi anlamında nihayetine ermiş
ya da daha doğru bir mecrada ilerlemeye başlamıştır.
DP süreci ile başlayan yeni durum süreci nihayetine erdirse de, en
azından ilişki biçimini yeniden tanımlamak anlamında olumlu bir gelişme olsa
da, DP’nin siyaset yapma tarzı, iktidara geldikten sonra CHP içinde
yetişmeleri nedeniyle benzer sertlik politikalarına yönelmelerine neden
olmuştur. Demokrasi ve siyaset anlayışlarını CHP’den çok farklı olmadığı
anlaşılmıştır. Ancak DP ile başlayan süreç, onların siyaset yapma tarzlarının
ötesine geçen anlamlara matuftur. Nitekim, II. Abdülhamit’e karşı muhalefet
eden İttihat ve Terakki’nin söyleminin kurucu ilkesi “hürriyet” olmuştur ama
iktidara gelir gelmez geliştirdikleri siyasallık “hürriyet”i unutmuştur. Aslında
İttihat ve Terakki’nin “hürriyet” derken kastettiği II. Abdülhamit’in yokluğu
demekti. II. Abdülhamit’in “hâl edilmesi” ile beraber hürriyet gereksizleşmişti.
Ancak bugünden geriye baktığımızda görülen tüm olumsuzlara rağmen, II.
Meşrutiyet’in yapısal sonuçları da ortadadır. Anayasal bir sistemi oluşturmak,
halk egemenliği söylemini merkeze almak, Padişah’ın yetkilerini sınırlamak
gibi hukuki sonuçlarının yanı sıra dönemin siyasal ve düşünsel hareketliliği
de II. Meşrutiyet’in sonucudur. Bu bağlamda DP içinde “demokrasi” CHP’nin
yokluğu ile tanımlı bir kavramdı. Nitekim CHP’nin iktidardan uzaklaşması
neticesinde
DP’nin
geliştirdiği
siyasallığı
bu
çerçevede
düşünmek
durumundayız. Ancak nasıl ki II. Meşrutiyet’in kurucu ilkesi “hürriyet”
olmuşsa, 1946 ile girilen sürecin kurucu ilkesi de “demokrasi” olmuştur. Bu
kurucu ilkeyi siyasal lügatçeye kazandırması itibariyle DP’nin siyasal sisteme
ve söyleme kattıkları, politik mücadele sürecindeki performansından
bağımsız olarak değerlendirilmelidir.
Sonuç olarak bir konsolidasyon partisi olarak DP’den başka bir aktörün
bu süreci başarması o günün şartlarında çok da olanaklı görünmemektedir.
Liberal ve muhafazakâr bir ittifaka dayalı bu hareket, düşünsel kökleri
itibariyle Jön Türk hareketi içindeki bir tartışmanın taşıyıcısı, sonradan
Kemalist hareket içindeki bir ekol olarak Kemalizm’le organik ve ideolojik
114
olarak bağlantılı olması gibi nedenlerden dolayı başarılı olmuştur. 1946’da
başlayan ve 1950’de başarılan şey iki modernleşme ekolünün güç
mücadelesidir. Jön Türk hareketi içindeki merkeziyetçi eğilime sahip
“bürokrat-aydın-asker” ittifakına karşı liberal ve reformcu eğilimin geç kalmış
bir zaferidir. Bu tarihsel bloka karşı zaferin sağlayan en önemli faktör, belli bir
güce ulaşmış burjuvazinin, eşraf ile ittifakı ve bu ittifakın toplumsallaştırılması
sayesinde olmuştur.
KAYNAKÇA
AHMAD, Feroz; Demokrasi Sürecinde Türkiye: 1945-1980, Çev: Ahmet
Fethi, İstanbul, Hil Yayınları, 2007.
AHMAD, Feroz; Modern Türkiye’nin Oluşumu, Çev: Yavuz Alogan,
İstanbul, Kaynak Yayınları, 2009.
AKBAL, İsmail; Milli Mücadele Dönemi–II, Türkiye’nin Politik Tarihi: İç ve
Dış Politika, Edi: Adem Çaylak, Cihat Göktepe, Mehmet Dikkaya, Hüsnü
Kapu, Ankara, Savaş Yayınevi, 2009.
ALBAYRAK, Mustafa; Türkiye Siyasi Tarihinde Demokrat Parti (19461960), İstanbul, Phoenix Yayinevi, 2004.
Aydemir, Şevket Süreyya; Menderes’in Dramı: 1889-1960, İstanbul, Remzi,
1998.
AYDIN, Mustafa; Siyasetin Sosyolojisi, İstanbul, Açılım Kitap, 2006.
BARUTÇU, Faik Ahmet; Siyasi Hatıralar, Cilt: 2, Ankara, 21. Yüzyıl
Yayınları, 2001.
BİLGİN, Vedat; Türkiye’de Değişimin Dinamikleri: Köylülükten Çıkış
Yolları, Ankara, Lotus Yayınevi, 2007.
BURÇAK, Rıfkı Salim; Türkiye’de Demokrasiye Geçiş 1945-1950, Olgaç,
1979
ÇAVDAR, Tevfik; Türkiye’nin Demokrasi Tarihi (1839-1950), Ankara, İmge
Kitabevi, 2008.
ÇAVDAR, Tevfik; Türkiye’nin Demokrasi Tarihi (1950’den Günümüze),
Ankara, İmge Kitabevi, Ankara, 2008
ÇAYLAK,
Adem,
ÇELİK,
Adem;
Osmanlı
ve
Cumhuriyet
Modernleş(tir)mesinde Tarih, Din ve Etnisite Algısı, Türkiye’nin Politik
Tarihi: İç ve Dış Politika, Edi: Adem Çaylak, Cihat Göktepe, Mehmet
Dikkaya, Hüsnü Kapu, Ankara, Savaş Yayınevi, 2009.
ÇAYLAK, Adem, Şükrü NİŞANCI; Türkiye’de Çok Partili Siyasal Sürece
Giriş: Demokrasiye Geçiş mi Siyasal Rejimin Restorasyonu mu?
Türkiye’nin Politik Tarihi: İç ve Dış Politika, Edi: Adem Çaylak, Cihat
Göktepe, Mehmet Dikkaya, Hüsnü Kapu, Ankara, Savaş Yayınevi, 2009.
116
ÇAYLAK, Adem; Osmanlı’dan Cumhuriyet’e İktidar Muhalefet İlişkileri,
Türkiye’nin Politik Tarihi: İç ve Dış Politika, Edi: Adem Çaylak, Cihat
Göktepe, Mehmet Dikkaya, Hüsnü Kapu, Ankara, Savaş Yayınevi, 2009.
ÇOLAK, Yılmaz; 1923-1929 Dönemi Türkiye’de İç Politika, Türkiye’nin
Politik Tarihi İç ve Dış Politika, Edi: Adem Çaylak, Cihat Göktepe, Mehmet
Dikkaya, Hüsnü Kapu, Ankara, Savaş Yayınevi, 2009.
ÇUFALI, Mustafa; Türkiye’de Demokrasiye Geçiş Dönemi (1945-1950),
Ankara, Babil Yayıncılık, 2004.
DAVER, Bülent; Siyaset Bilimine Giriş, Ankara, Siyasal Kitabevi,1993.
EROĞUL, Cem; Çok Partili Düzenin Kuruluşu: 1945-71, Geçiş Sürecinde
Türkiye, Der: İrvin C. Schick, E. Ahmet Tonak, İstanbul, Belge Yayınları,
2006.
EROĞUL, Cem; Demokrat Parti: Tarihi ve İdeolojsi, Ankara, İmge Kitabevi,
2003.
EROL, M. Seyfettin; 1946-1950 Dönemi Türk Dış Politikası, Türkiye’nin
Politik Tarihi: İç ve Dış Politika, Edi: Adem Çaylak, Cihat Göktepe, Mehmet
Dikkaya, Hüsnü Kapu, Ankara, Savaş Yayınevi, 2009.
GÖKTEPE, Cihat; Demokrat Parti Dönemi İç ve Dış Siyasi Gelişmeler
(1950-1960), Türkiye’nin Politik Tarihi: İç ve Dış Politika, Edi: Adem
Çaylak, Cihat Göktepe, Mehmet Dikkaya, Hüsnü Kapu, Ankara, Savaş
Yayınevi, 2009.
HANİOĞLU, Şükrü; Bir Siyasal Düşünür Olarak Dr. Abdullah Cevdet ve
Dönemi, İstanbul, Üçdal Neşriyat, 1981.
KAHRAMAN, Hasan Bülent: Türk Siyasetinin Yapısal Analizi – I:
Kavramlar Kuramlar Kurumlar, İstanbul, Agora Kitaplığı, 2008.
KAPANİ, Münci; Politika Bilimine Giriş, Ankara, Bilgi Yayınevi, 2005.
KARPAT, Kemal H.; Türk Demokrasi Tarihi, İstanbul: Afa yayınları, 1996.
KAYALI, Kurtuluş; Ordu ve Siyaset: 27 Mayıs 12 Mart, İstanbul, İletişim
Yayınları, 2005
KEYDER, Çağlar; Türkiye Demokrasisinin Ekonomi Politiği, Geçiş
Sürecinde Türkiye, Der: İrvin C. Schick, E. Ahmet Tonak, İstanbul, Belge
Yayınları, 2006.
117
KEYMAN, E. Fuat; Türkiye Siyasi Tarihi ve Demokratikleşme, Türkiye’nin
Politik Tarihi: İç ve Dış Politika, Edi: Adem Çaylak, Cihat Göktepe, Mehmet
Dikkaya, Hüsnü Kapu, Ankara, Savaş Yayınevi, 2009.
KOÇAK, Cemil; “Siyasi Tarih 1923-1950”, Yay Yön: Sina Akşin, Türkiye
Tarihi 4: Çağdaş Türkiye, 1908-1980, İstanbul, Cem Yayınları, 1992.
KÜÇÜKYILMAZ, Mücahit; Türkiye’de Siyasal Katılım: Tek Parti’den Ak
Parti’ye Siyasal İslam ve Demokrasi Tartışmaları, İstanbul, Birey
Yayınları, 2009.
LEWİS, Bernard; Modern Türkiye’nin Doğuşu, Çev: Boğaç Babür Turna,
Ankara, Arkadaş Yayınevi, 2009.
MARDİN Şerif; Türk Modernleşmesi, İstanbul, İletişim Yayınları, 1999.
MARDİN, Şerif; Siyasal ve Sosyal Bilimler, İstanbul, İletişim Yayınları,
1994.
MARDİN, Şerif; Türkiye’de Din ve Siyaset, İstanbul, İletişim Yayınları, 1998.
MARDİN, Şerif; Türkiye’de Toplum ve Siyaset, İstanbul, İletişim Yayınları,
1997.
SELEK, Sabahattin: Anadolu İhtilali, Cilt 2, İstanbul, Güneş Matbaacılık,
1965.
SEYDİ, Süleyman; 1939-1945 Dönemi iç ve dış Politika, Türkiye’nin
Politik Tarihi: İç ve Dış Politika, Edi: Adem Çaylak, Cihat Göktepe, Mehmet
Dikkaya, Hüsnü Kapu, Ankara, Savaş Yayınevi, 2009.
ŞÜKRÜ, Nişancı; Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Önemli Siyasal Akımlar ya
da Türkiye’de Siyasetin Üç/İç Yüzü, Türkiye’nin Politik Tarihi: İç ve Dış
Politika, Edi: Adem Çaylak, Cihat Göktepe, Mehmet Dikkaya, Hüsnü Kapu,
Ankara, Savaş Yayınevi, 2009.
TANÖR, Bülent; Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmeleri: 1789-1980, İstanbul,
Yapı Kredi Yayınları, 1999.
TİMUR, Taner; Türk Devrimi ve Sonrası, Ankara, İmge Kitabevi, 2008.
TİMUR, Taner; Türkiye’de Çok Partili Hayata Geçiş, Ankara, İmge
Kitabevi, 2003.
TÜRKEŞ, Mustafa; “Kadro Dergisi”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce:
Kemalizm, Cilt 2, İstanbul, İletişim Yayınları, 2002.
118
TÜRKÖNE, Mümtaz’er; Siyaset, Lotus Yayınevi, 1. Baskı, İstanbul,2003.
VARLIK, M. Bülent; “Ülkü: Halkevleri Mecmuası”, Modern Türkiye’de Siyasi
Düşünce: Kemalizm, Cilt 2, İstanbul, İletişim Yayınları, 2002.
YERASİMOS, Stefanos; Tek Parti Dönemi, Geçiş Sürecinde Türkiye, Der:
İrvin C. Schick, E. Ahmet Tonak, İstanbul, Belge Yayınları, 2006.
YEŞİL, Ahmet; Türkiye’de Çok Partili Siyasal Hayata Geçiş: 1946-1950,
Ankara, Kültür Bakanlığı, 2001.
YETKİN, Çetin; Türkiye’de Tek Parti Yönetimi:1930-1945, İstanbul, Altın
Kitaplar, 1983.
YILMAZ,
Murat;
1930-1938
Döneminde
Türkiye’de
Siyasi
Hayat,
Türkiye’nin Politik Tarihi: İç ve Dış Politika, Edi: Adem Çaylak, Cihat
Göktepe, Mehmet Dikkaya, Hüsnü Kapu, Ankara, Savaş Yayınevi, 2009.
ZÜRCHER, Erik Jan; Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, İstanbul, İletişim
Yayınları, 1998.
119
ÖZET
AKÇAKAYA, İbrahim Barbaros. Kemalizm ve Demokrat Parti, Yüksek
Lisans Tezi, Ankara, 2010
Bu çalışma Kemalizm ile Demokrat Parti ilişkisini Türk Siyasal
Modernleşmesi bağlamında yeniden kavramsallaştırması ve bu doğrultuda
anlamayı amaçlamaktadır. Çalışmada 1839 yılı milat kabul edilerek 1950
yılına kadar olan gelişmeler süreklilik ve kopuş ilişkileri ihmal edilmeden
yapısal bir dönüşümü okumayı mümkün kılacak şekilde incelenmiştir. Türk
modernleşmesi, Kemalizm ve Demokrat Parti üzerine yazılan literatür
taranarak hazırlanmıştır. Bir dönem incelemesinden ziyade kronolojk
gelişmelere bağlı kalınarak farklı düzeyde anlama imkânları araştırılmıştır.
Demokrat Parti, “46 Ruhu” ya da “46 sapması” argümanlarından bağımsız bir
şekilde ele alınmayı zorunlu kılmaktadır. Bu bağlamda Kemalizm ile
Demokrat Parti, 3 nokta üzerinden sorunsallaştırarak anlaşılmaya
çalışılmıştır. Bu üç nokta Demokrat Parti’nin Kemalizm’i konsolide ettiği üç
nokta olarak tasarlanmıştır. Bunlar siyasal konsolidasyon, toplumsal
konsolidasyon ve ideolojik konsolidasyondur. Demokrat Parti’nin 1946 yılında
kurulup, 1950 yılında iktidara gelmesi ile öncelikli olarak siyasal katılımın
kanalları açıldığı için, siyasal konsolidasyon; sonrasında bu siyasal katılımın
doğal sonucu olarak siyasal merkez ile toplum arasında kurulan ilişki
neticesinde toplumsal konsolidasyon ve devrimlerde radikal yöntemin terk
edilerek modernleşmenin ekonomik bir kalkınma sürecine çekilmesi ile de
ideolojik konsolidasyon gerçekleşmiştir. DP bir anlamıyla da Türk
modernleşmesinin bürokratik-merkeziyetçi eğilimlerine karşı siyasal alanın
yeniden ihyası ile sınırlayıcı bir müdahale olarak değerlendirilmiştir.
Anahtar Sözcükler
1. Türk Modernleşmesi
2. Siyasal Modernleşme
3. Demokrat Parti
4. Kemalizm
5. Konsolidasyon
120
ABSTRACT
Akcakaya, Ibrahim Barbaros, Kemalizm and Democratic Party, MA thesis,
Ankara, 2010
This thesis aims to offer a new conceptualization of the relationship between
Kemalizm and Democratic Party (DP) by contextualizing the relationship into
the framework of Turkish political modernization. The political developments
from 1839, treated as a turning point, to 1950 has been discussed in a way
enabling to reveal a structural transformation, without forgetting continuities
and ruptures. The study formed through in-depth reading of the literature on
the Turkish modernization, Kemalizm and DP. Rather than being an erastudy, the research follows a thematic and chronological order. It is contented
that a proper reading on the DP, requires distancing itself from certain forms
of argumentation such as “the spirit” or “deviation” of 1946. The relationship
between Kemalizm and the DP is discussed through three levels, which are
the thesis posits to be the levels through which the Party enabled Kemalizm
to be consolidated. DP, founded in 1946 and coming into power in 1950,
expanded the political space and channels for political participation, and
hence brought a political consolidation. Through the political consolidation,
the Party has managed to create a social consolidation by easing the tension
between social periphery and political centre. As an effect of both mentioned
consolidations, there has also been an ideological consolidation since, the
new form of the relationship between the state and the society enabled the
party to leave the implementation of radical methods in modernization politics
and to redefine the modernization as merely a matter of economic
development. The thesis, in a nutshell, contents that Democratic Party, rather
than being merely a counter-Kemalist or counter-modernist project, should be
treated as a political intervention, redefining the organization of the political
space in contrast to bureaucratic-centralist tendencies in Turkish
modernization.
Key words:
1. Turkish modernization
2. Political modernization
3. Democratic Party
4. Kemalism
5. Consolidation
Download