T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ KAMU YÖNETİMİ VE SİYASET (SİYASET BİLİMİ) ANABİLİM DALI OSMANLI MODERNLEŞMESİ VE JAPON İMGESİ (1839–1908) Yüksek Lisans Tezi Yusuf AVCI Ankara–2013 T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ KAMU YÖNETİMİ VE SİYASET (SİYASET BİLİMİ) ANABİLİM DALI OSMANLI MODERNLEŞMESİ VE JAPON İMGESİ (1839–1908) Yüksek Lisans Tezi Yusuf AVCI Tez Danışmanı Prof. Dr. Zeliha ETÖZ Ankara–2013 T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ KAMU YÖNETİMİ VE SİYASET (SİYASET BİLİMİ) ANABİLİM DALI OSMANLI MODERNLEŞMESİ VE JAPON İMGESİ (1839–1908) Yüksek Lisans Tezi Tez Danışmanı: Prof. Dr. Zeliha ETÖZ Tez Jürisi Üyeleri Adı ve Soyadı İmzası Prof. Dr. Zeliha ETÖZ Prof. Dr. Gökçen ALPKAYA Yrd. Doç. Dr. Nazan ÇİÇEK Tez Sınavı Tarihi .................................. TÜRKİYE CUMHURİYETİ ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ MÜDÜRLÜĞÜNE Bu belge ile, bu tezdeki bütün bilgilerin akademik kurallara ve etik davranış ilkelerine uygun olarak toplanıp sunulduğunu beyan ederim. Bu kural ve ilkelerin gereği olarak, çalışmada bana ait olmayan tüm veri, düşünce ve sonuçları andığımı ve kaynağını gösterdiğimi ayrıca beyan ederim.(……/……/200…) Tezi Hazırlayan Öğrencinin Adı ve Soyadı Yusuf AVCI İmzası ……………………………………… İÇİNDEKİLER İÇİNDEKİLER ..................................................................................... i RESİM VE FOTOĞRAF LİSTESİ .................................................... iii GİRİŞ .................................................................................................... 1 I. TANZİMAT DÖNEMİ VE OSMANLI İMPARATORLUĞU’NDA JAPON İMGESİNİN OLUŞUMU ...... 18 A. Devletin Modernleşmesi ve Kamunun İnşası .....................................18 1. Modernleşmenin ‘Yan Etkileri’................................................................ 34 2. Güçlenen Muhalefet ................................................................................. 42 B. Japonya ile Karşılaşma ve Japon İmgesinin Netleşen Çizgileri ........45 1. Değişen İmge: Japonya ve Japonlar ......................................................... 52 2. İmgeyi Güçlendiren Olaylar .................................................................... 60 II. İKİNCİ ABDÜLHAMİD DÖNEMİ: MODEL VE İMGE OLARAK JAPONYA VE JAPONLAR ............................................ 66 A. İkinci Abdülhamid’in Reaksiyoner Modernizmi ve Japonya ...........69 1. Kamunun Gözündeki Japonya ................................................................. 72 2. Japon İmgesi ve Sansür ........................................................................... 78 B. Arzu ve İmkân: Ertuğrul Fırkateyni ..................................................85 1. Osmanlı-Japonya İlişkileri: Ziyaretler, Nişanlar ve Hediyeler ............... 85 2. Ertuğrul’un Yolculuğu ............................................................................ 90 3. Ertuğrul Japonya’da ve Son Perde .......................................................... 96 C. Bir Facianın Ardından: Ertuğrul Faciası .........................................100 D. 1894–1895 Çin Japon Savaşı ............................................................. 107 III. İKİNCİ ABDÜLHAMİD, JÖN TÜRKLER VE 1904-1905 RUSJAPON SAVAŞI ............................................................................... 119 A. Jön Türk Muhalefeti .........................................................................119 1. Muhalefette Bölünmeler ......................................................................... 122 2. Muhalefette Yol Ayrımı ......................................................................... 128 B. 1904–1905 Rus-Japon Savaşı ............................................................130 1. İktidar Savaşı İzlerken: İkinci Abdülhamid ve İç Basın ....................... 132 i 2. Jön Türk Cephesi: Jön Türk Gazeteleri ve Savaş ................................. 142 3. İktidardan Muhalefete Ortak Japon Tahayyülü ................................... 145 4. Savaşın Sonuçları: İkinci Abdülhamid’in ve Jön Türklerin Değerlendirmeleri ....................................................................................... 153 5. İkinci Abdülhamid’in Sonu .................................................................... 155 SONUÇ ............................................................................................. 161 KAYNAKÇA .................................................................................... 170 ii RESİM VE FOTOĞRAF LİSTESİ 1. Amiral Matthew C. Perry .............................................................. 29 2. Amiral Perry’nin Japonya’ya gelişi............................................... 30 3. Batılı kıyafetleriyle İmparator Meiji ve ailesi ............................... 56 4. Tomomi Iwakura ............................................................................ 59 5. Avrupa ülkelerine gönderilen Japon öğrenciler ........................... 60 6. Genichiro Fukuchi .......................................................................... 61 7. “Japonya’da istihmâm” ................................................................. 82 8. “Japonya’da bir şaire” ................................................................... 83 9. Prens ve Prenses Komatsu ............................................................. 86 10. Sultan II. Abdülhamid.................................................................. 88 11. Osman Paşa................................................................................... 91 12. Oshima Adası kayalıklarından bir görünüm .............................. 96 13. Hiei ve Kongo gemileri ................................................................. 99 14. Shotaro Noda .............................................................................. 102 15. (Abdülhalim) Noda’nın Müslüman olmasıyla ilgili haber ........ 104 16. Japonya İmparatoru Mutsuhito ve Japonya Başbakanı Kont İto ........................................................................................................... 110 17. “Ahîren şehrimize gelen Japonya devleti telgraf ve posta nâzırı Mösyö Don”, “Japonya telgraf nezâreti hukuk müşâviri Mösyö Maçunya”, “Japonya turuk ve maabir nezâret kâtibi Mösyö Tanaka” ............................................................................................ 114 18. “Japonya imparatoru haşmetli Mikado hazretleri” ................. 131 19. “Rusya imparatoru haşmetli İkinci Nikola hazretleri” ............ 134 20. “Sibirya demiryolu hattı üzerinde Rus askeri” ........................ 136 21. “Bir Japon sefinesi dâhilinde bulunan zabitan” ....................... 137 22. “Mançurya’da Rus topçularının yürüyüşü” ............................. 138 iii 23. “Japon askeri” ............................................................................ 139 24. “Port Arthur pîş-gâhında [önünde] Rusları şaşırtmak üzere Japonlar tarafından sallar üzerine fenerler îkadı [yakılması]” ..... 140 25. “Mezkûr kandiller üzerine ateş icrası” ..................................... 141 26. “Japonya rakkaseleri”................................................................ 148 27. “Japonya’nın yeni kadınları: Tokyo darülfünununda aşçılık dersi” ................................................................................................. 149 28. “Port Arthur’a hücum eden – Japon donanması kumandanı ve baş amirali “Togo” ........................................................................... 151 iv GİRİŞ Osmanlı İmparatorluğu içindeki farklı toplum kesimlerinde on dokuzuncu yüzyılın ortalarından itibaren Japonya’ya ve Japon halkına yönelik bir ilgi ortaya çıkmıştır. Bu ilginin en başta gelen nedeni, Japonya’nın modern dünya sistemine eşit bir biçimde eklemlenirken “Doğulu” kültürel özünü de kaybetmediği algısıdır. Dolayısıyla Osmanlı İmparatorluğu’ndan göründüğü haliyle Japonya bir sentez başarısını temsil etmiştir. Bu algı Osmanlı İmparatorluğu içerisinde Japonya’ya yönelik ilginin temel motivasyonudur. Japonya’nın, önce 1895 Çin-Japon Savaşı’nda Çin’i ve ardından da 1904– 1905 Rus-Japon Savaşı’nda Rusya’yı yenmesi Osmanlı İmparatorluğu’nda büyük bir dikkatle takip edilmiştir. Ama Osmanlı İmparatorluğu içinde, Japonya ile ilgili fikirlerin oluşumu bu tarihlerden epey önceye gitmektedir. Tanzimat döneminin başlarından itibaren görünür olmaya başlayan gazete haberleri Japonya’yı Osmanlı gündemine belli belirsiz de olsa sokmuştur. Bu noktada Japonya’ya yönelik ilginin Osmanlı İmparatorluğu’nun içsel dönüşümüyle büyük bir paralellik arz ettiğini söylemek gerekir. Osmanlı İmparatorluğu’nun “en uzun yüzyılında” karşılaştığı fırsatlar ve krizler, Japonya’ya olan bakışın farklı momentlerde değişen biçimler almasına neden olmuştur. Osmanlı İmparatorluğu, on dokuzuncu yüzyıl itibariyle, dünya sisteminin ağırlık merkezini oluşturan Batı Avrupa kaynaklı kapitalist dönüşüm dinamikleri karşısında bir cevap üretmek durumunda kalmıştır. Müzakere ve mücadele arasında gidip gelen bu cevap üretme çabası içinde Japonya örneği bir sentez başarısı olarak dikkat çekmiştir. Japonya’nın bu yönüyle dikkat çekmesi şaşırtıcı değildir. Zira, Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinden bugüne değin, Türkiye tarihi aynı zamanda bir sınır idaresi performansının da tarihidir. 1 Sınır idaresi, kendi ve öteki arasında sürekli bir tanımlama mücadelesine işaret eder. Yani sentez sorununun Osmanlı İmparatorluğu’ndan bugüne değin süren bir tarihi vardır. Bu nedenle “Doğu” ve “Batı” ikiliğinin kurgu ve gerçeklik arasında gidip gelen salınımında sınırlar çizmek, Osmanlı-Türkiye düşüncesinin başat sorunlarından birisi olmuştur. Modernliğin başlıca görünümlerinden birisinin işgal tehdidi olması ise bu mesaiyi bir tercihten ziyade zorunluluk haline getirmiştir. Bu nedenle Osmanlı İmparatorluğu’nun karşı karşıya olduğu ve Osmanlı yönetici sınıfının bir cevap üretmek zorunda kaldığı “Batı sorunu”nun bir model olarak Japonya’nın yükselişinin zemini olduğu söylenebilir. Osmanlı İmparatorluğu’nun Batı sorununun yarattığı gerilimlerin çözümünde Fransa, İngiltere, Almanya ve Japonya gibi farklı modeller ortaya çıkmıştır. On dokuzuncu yüzyıldan bugüne kapitalist genişlemenin etkisine giren tüm toplumlarda, çeşitli modernleşme modellerin öne çıkması – yani sadece Osmanlı İmparatorluğu içinde değil- yaygın bir eğilimdir.1 Açıkel, model-bağımlılık olarak kavramsallaştırdığı bu eğilimi şöyle tanımlamaktadır: Model-bağımlılık… dünya sisteminin batı yarım küresinde billurlaşan modernlik deneyimlerinin siyasal-idari, ekonomik ve askeri-teknolojik alanlarda ilham kaynağı kognitif-kurumsal modeller olarak ortaya çıkması, ve seçkinler tarafından yerel düzeylerde yeniden üretilmesi sürecidir; kapitalist modernliğin model-kurumlarının dünya sisteminde dolaşıma girerek somut uygulama alanları bulmasıdır; ülkelerin ve seçkinlerin, mukayeseli dezavantajlarını ortadan kaldırmak 1 Osmanlı İmparatorluğu’nun dönüşümünde “dış etki” 1960’ların modernleşme literatürü çerçevesinde çokça öne çıkarılmıştır. Ward ve Danwart tarafından derlenen ve – modernleşme paradigması içinden yazılmış olmakla birlikte - bir klasik hüviyeti kazanan Political Modernization in Japan and Turkey içindeki makalesinde Davison, Osmanlı-Türk modernleşmesinde dış katkıları ele almıştır: (Davison, 1964: 91–116).içindeki makalesinde Davison, Osmanlı-Türk modernleşmesinde dış katkıları ele almıştır: (Davison, 1964: 91–116). 2 için benimsedikleri uzun-erimli kurumsal oluşumlara verebileceğimiz bir addır (Açıkel, 2007a: 80). Model-bağımlılık, Berkes’in “Batı sorunu”nun adını koyan – Türk Düşününde Batı Sorunu - eserinde iddia ettiği gibi basit bir uyduculuk (Berkes, 1975: 178–184) ya da taklitçilik sorunu olarak anlaşılamaz. Aksine yarattığı sonuçlar bakımından kurumsal ve bilişsel (cognitive) patika-bağımlılık (path-dependency) yaratarak toplumsal dönüşümü uzun vadede belirleyebilecek tercihler ve zorunluluklar ortaya çıkarmaktadır (Açıkel, 2007a: 81). Patika-bağımlılık, basitçe, tarihsel süreçlerin belirleyici ve kurucu rollerini, yani geçmiş olayların günümüz üzerindeki toplam etkisini ifade etmektedir. Dolayısıyla patika-bağımlılık, özellikle kritik tarihsel momentlerde yapılmış tercihlerin ortaya çıkardığı niyetlenilmemiş sonuçlara dikkatimizi çeker. Bu tercihler katlanarak çoğalabilir, değişik faktörlerin etkisiyle dönüşebilir ya da tarihsel değişimde etkili olan başka süreçlerin bağlamına oturabilirler (Ergut, 2007: 164–165). Disiplinlerarası sınırları ihlal etmek pahasına, patika-bağımlılığı bir de hukukun kaynaklarından biri olan örf ve adet hukuku ile birlikte düşünmek aydınlatıcı olabilir. Model-bağımlılık ekseninde düşünüldüğünde, belirli şartlar altında seçkinler tarafından tercih edilen ya da edilmek zorunda kalınan modeller, toplumsal düzeyde kurumsal ve bilişsel ‘adetler’ ya da “teamüller” oluştururlar. Aynı biçimde örf ve adet hukuku da maddi ve manevi öğelerden oluşur. Maddi unsur aslolarak devamlılık ve tekrarlanmadır. Yani bir âdetin ya da geleneğin belli durumlarda sürekli biçimde uygulanmasıdır. Manevi unsur ise belli geleneklere ve adetlere uyulmasının gerekli olduğuna yönelik duyulan inançtır (Akıntürk, 2002: 81–82). Dolayısıyla bir modele yatırım yapmanın hem maddi yani kurumsal, hem de manevi yani bilişsel ya da psikolojik birtakım kalıplar, şablonlar yaratacağı; sonuç 3 olarak gelenekler (âdetler) ya da patika-bağımlılık oluşturacağı kesindir. Örf ve adet hukukunda belli bir kural, varlığını ve gücünü bizatihi tekrardan ve ortaya çıkan manevi bağlılıktan almaktadır. Patika bağımlılıkta da belli bir patikanın tercih edilmesi uzun vadede alternatif maliyetleri artırdığı için geri dönüşleri ya da başka patikalara geçişi, imkânsız kılmasa da zorlaştırmaktadır. Dikkat edilmesi gereken nokta, seçkinlerin yatırım yaptıkları çeşitli modeller neticesinde ortaya çıkacak tarihsel örüntünün (pattern) karmaşık bir denklemin sonucu olduğudur. Zira modellerin ortaya çıkışında olduğu gibi sonuç vermesinde de uluslararası etkilerin, merkezi seçkinlerin ve yerel güçlerin diyalektik etkileşimi etkili olur. Köksal’ın vurguladığı gibi merkez ve yerel ilişkilerini sadece çatışma olarak değil işbirliği olarak da kavramak gerekir (Köksal, 2009: 213–214). Osmanlı İmparatorluğu özelinde düşündüğümüzde iki modelin öne çıktığı görülmektedir. Bunlardan ilki özellikle Tanzimat döneminde (1839–1878)2 öne çıkan Fransız modelidir. İkinci model ise II. Abdülhamid dönemi ile İttihat ve Terakki dönemi boyunca etkisini sürdüren Prusya (ya da Alman) modelidir (Açıkel, 2007a: 98). Japonya ise büyük bir ilgiye mazhar olsa da somut uygulamalarla desteklenen bir model olarak ortaya çıkamamıştır. Bunun çeşitli nedenleri vardır. Öncelikle Japonya’nın on dokuzuncu yüzyılın ortalarına kadar süren içe kapanma dönemini saymak gerekir. Japonya ile Osmanlı İmparatorluğu arasındaki coğrafi uzaklık etkileşim imkânını oldukça kısıtlayan önemli bir engeldir. Son olarak, iki toplum arasındaki dilsel farklılık bir diğer engel olarak sayılmalıdır. Açıkel, iki kültür 2 Tanzimat döneminin hangi tarihsel aralığı kapsadığıyla ilgili bir tartışma vardır. Burada, Köksal’ın tarihlendirmesini kabul ediyorum. Köksal, II. Abdülhamid’in Meclis-i Mebusan’ı kapattığı ve iktidarını pekiştirdiği 1878 yılını Tanzimat’ın bitiş tarihi olarak alıyor (Köksal, 2009: 194). 4 arasındaki mesafenin de Japon modelinin uygulama imkânı bulamamasında etkili olduğunu düşünmektedir (Açıkel, 2007a: 106). Tam aksine ben, – uygulama alanı bulamamış olsa da - Japonya modelinin yükselişindeki en önemli faktörlerden birisinin, iki ülkenin kültürel kodlarının birbirine yakın olması ya da yakın olduğunun düşünülmesi olduğunu iddia ediyorum. Bu noktada, Japon ve Osmanlı kültürel kodlarının birbirine “gerçekten” yakın olup olmadığı ile ilgili bir tartışma yürütmek anlamlı değildir. Önemli olan, Osmanlı İmparatorluğu içerisinde; kitaplar, gazeteler, resimler, diplomatik ziyaretler, doğrudan gözlemler vb. yoluyla Japonya’nın kültürel olarak Osmanlı toplumuna yakın olduğuyla ilgili bir anlatının gelişmiş ve yayılmış olmasıdır. 3 Japonya’nın uygulamaya geçmemiş bir model olduğu yargısı aslında tam olarak doğru değildir. Zira II. Abdülhamid döneminden itibaren etkili olan Prusya modeli, Japonya’nın öne çıkmasını sağlayan birçok özelliği içinde barındırmaktadır. Hem II. Abdülhamid hem de İttihat ve Terakki döneminde Prusya’nın önemli bir model olmasının yanı sıra Japonya ilgisinin yüksek olması bununla bağlantılıdır. II. Abdülhamid döneminde Osmanlı İmparatorluğu, tebaası gittikçe Müslümanlardan oluşmaya başlayan ve fakat hala etnik ve dinsel anlamda heterojen; askeri zayıflığını, uluslararası dengeleri gözeterek diplomatik manevralarla telafi etmeye çalışan; iktisadi anlamda istikrarsız bir devlet görüntüsü çizmektedir. Prusya, “muhafazakâr-otoriter bir modernlik…” (Açıkel, 2007a: 104) örneği olarak II. Abdülhamid devletinin sorunlarına önemli bir açılım getirmiştir. Modernliğin 3 Sonuç olarak, burada ve metnin bütününde, Japonya’nın ya da Japonların “gerçekten” ne olduğu ya da ne olmadığı sorusu dikkate alınmamıştır. Bunun yerine Japonların ve Japonya’nın Osmanlı İmparatorluğu içindeki algılanma ve temsil edilme biçimi olduğu gibi kabul edilmiştir. 5 teknolojik araçlarının bizatihi modernliğin sonuçlarından birisi olan muhalefetin etkisizleştirilmesi, ortadan kaldırılması veya saf dışı edilmesi için seferber edilmesi bize modernliğin doğasını anlamak açısından önemli içgörüler sağlayabilir. Ama önce kavramsal berraklık için, modernlik ve modernleşme ile ilgili kısa bir tartışma yapmak zorunludur. Fakat bu berraklığın sağlanması hiç de kolay değildir. Tam da bu yüzden Wagner, modernliğin bir sosyolojisini yapmanın totolojikliğinden bahseder, zira “sosyoloji, modern toplumu anlama yönünde sistematik bir girişim olmaktan başka nedir ki?” (Wagner, 1996: 9). Yine de belli perspektiflere değinmek mümkündür. En başta modernliği kümülatif bir dönüşüm süreci olarak ele alan Giddens sayılabilir. Giddens’a göre modernlik “on yedinci yüzyılda Avrupa’da başlayan ve sonraları neredeyse bütün dünyayı etkisi altına alan toplumsal yaşam ve örgütlenme biçimlerine işaret eder” (Giddens, 2010: 9). Bu anlamda modernlik (Poole ve Swingewood için de); ekonomik, politik ve kültürel değişimdeki karmaşık süreçlerle karakterize edilen ve Batı kaynaklı olmakla birlikte zor ve/veya rıza eşliğinde yayılma eğilimi gösteren yeni bir toplum biçimine denk düşmektedir (Swingewood, 1998: 9; Poole, 1993: 10). Bermann ise Giddens’ın küresellik vurgusuna katılmakla birlikte modernliğin bir deneyim olarak önemine işaret eder: “[modernlik] dünyanın her köşesindeki insanlarca paylaşılan hayati bir deneyim tarzı[dır]” (Bermann, 2010: 27). Modernliğin kaynakları konusunda da belli ölçülerde bir uzlaşmadan bahsedilebilir. Jeanniere’e göre modernliğin gelişimi konusunda belirleyici olan bilimsel, siyasal, kültürel ve endüstriyel devrimlerdir (Jeanniere, 1994: 16). Wagner, on sekizinci yüzyılda gerçekleşen demokratik ve endüstriyel devrimleri modernliğin 6 başlangıcı olarak görmektedir (Wagner, 1996: 11). Bermann’a göre ise modernliğin kaynağında karmaşık süreçler bulunmaktadır: Fiziksel bilimlerde gerçekleşen, evrene ve onun içindeki yerimize dair düşüncelerimizi değiştiren büyük keşifler; bilimsel bilgiyi teknolojiye dönüştüren, yeni insan ortamları yaratıp eskilerini yok eden, hayatın tüm temposunu hızlandıran, yeni tekelci iktidar ve sınıf mücadelesi biçimleri yaratan sanayileşme; milyonlarca insanı atalarından kalma doğal çevrelerinden koparıp dünyanın başka ucunda yeni hayatlara sürükleyen muazzam demografik altüst oluşlar; hızlı ve çoğu kes sarsıntılı kentleşme; dinamik bir gelişme içinde birbirinden çok farklı insanları ve toplumları birbirlerine bağlayan, kapsayan kitle iletişim sistemleri; yapı ve işleyiş açısından bürokratik diye tanımlanan, her an güçlerini daha da arttırmak için çabalayan ve gitgide güçlenen ulus-devletler; siyasal ve ekonomik alandaki egemenlere karşı direnen, kendi hayatları üzerinde biraz olsun denetim sağlayabilmek için didinen insanların kitlesel toplumsal hareketleri; son olarak, tüm bu insanları ve kurumları bir araya getiren ve yönlendiren, keskin dalgalanmalar içindeki kapitalist dünya pazarı (Bermann, 2010: 28). Bu tanım ve kavramsallaştırmalar çokça uzatılabilirse de, hemen hepsinin – farklılıkları olmakla birlikte - ortaklaştıkları temalar da hemen göze çarpmaktadır. Tanımların genel olarak ortaklaştıkları noktalar, modernliği hem bir deneyim hem bir toplum biçimi hem de bilimsel, endüstriyel ve siyasal dönüşümler olarak kavramalarıdır. Modernleşme ise en kestirme biçimde “eylem halindeki modernliği” ifade etmektedir (Touraine, 1994: 43–44). Böylece modernleşme, modernliği “doğuran ve onu sürekli bir oluş halinde yaşatan süreçler[i]” anlatır (Bermann, 2010: 28–29). Sayılan yaklaşımların, modernliği ve modernleşmeyi kavramamıza yönelik belli katkıları olsa da dikkat etmemiz gereken önemli noktalar vardır. Öncelikle, Giddens örneğinde Avrupa-merkezciliğin, yani uzun zaman önce eleştirisine başlanmış bir arkaizmin izlerini görmek mümkündür. Dolayısıyla, Avrupa- 7 merkezciliğin sosyal bilimlerin derinlerine nüfuz etmiş ön kabullerine karşı hassas olmak önemlidir. Avrupa-merkezcilikle bağlantılı bir diğer sorun ise modernliği ve modernleşmeyi doğrusal bir süreç olarak ele alma tehlikesidir. Dünya tarihini, Avrupa medeniyetinin, yani “insanlığın ideal halinin” ya da Tinin açılımının bir takipçisi olarak gören bu anlayışın hem Aydınlanma düşüncesinden hem de Hegel’den gelen kökleri vardır. Tüm toplumsal deneyimlerin aynı yolu takip edeceklerine yönelik bu arkaik bakış da I. ve II. Dünya Savaşları, Nazi deneyimi ve Yahudi Soykırımı, Sovyetler deneyimi gibi tarihsel olgular tarafından çoktan yerle bir edilmesine rağmen (Bauman, 2007); II. Dünya Savaşı sonrasında sosyal bilimlerde etkili olmuştur. Bu durum, küresel siyasal gelişmelerin yarattığı güçlü çekim karşısında sosyal bilimlerin bağımsız kalamamasının bir sonucudur. Son olarak konjonktürel nedenler dışında, güçlü eleştirmenlerine rağmen Said’in dikkatimizi çektiği gibi, Batı-dışı toplumlar hakkında üretilen oryantalist söylemin yarattığı çarpıtmalara karşı dikkatli olmak gerekmektedir (Said, 2010). Tüm bu uyarılardan sonra, alternatif yaklaşımlar içinden, modernlik ve modernleşme bağlamında, bu tez açısından en elverişli yaklaşımlar Therborn ve Açıkel’den gelmektedir. Açıkel’e göre; kapitalist ekonominin gelişimi, özellikle dünya sisteminin merkezindeki devletlerin genel anlamda yönetim, kontrol ve baskılama kapasitesinin artmasına ve toplumsal-siyasal sistemlerinin merkezileşmesine yol açmıştır. Modernlik, bu anlamda, iddia edilebilir ki her şeyden önce kapitalist endüstriyel ve kentsel bir sosyo-ekonomik zemin üzerinde, devletlerin askerî aygıtlarının ve bürokratik kadrolarının etkinliğini artıran bir süreçtir (Açıkel, 2006: 43). Modernliğin bu tür bir tanımı bize on dokuzuncu yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’nun dönüşüm “yörüngesi” hakkında önemli bir içgörü sağlar. Fakat, (tekrar etmek pahasına) teleoloji tuzağına düşmemek gerekir; dolayısıyla süreç bir 8 ulus-devlet doğuracak biçimde kavranamaz. Aynı şekilde, içsel ve dışsal rakipler tarafından sürekli bir meydan okumaya maruz kalan bir imparatorluktaki merkezileşme sürecinin doğrusal biçimde ol(a)mayabileceğini kabul etmek de gerekir. Therborn ise, modernliğin büyük anlatılarının aksine türdeş bir modernlikten değil, karmaşık modernitelerden (entangled modernities) bahsetmemiz gerektiğini söyler. Özünde, modernliği kültürel biçimde, bir gelecek ve yarın kavrayışı olarak görür. Çoğul ve karmaşık bir modernite fikrinden yola çıkarak modernlik sahasından geçen dört faklı yol ayırt eder. Birinci yol Avrupa’yı; ikinci yol Yeni Dünya’ya yapılan göçler sonrası oluşan bağımsız devletleri; üçüncü yol modernliğin bir dışsal tehdit olarak ortaya çıktığı yerleri; dördüncü yol da sömürgecilik ve işgal yoluyla modernlik yörüngesine giren bölgeleri kapsamaktadır (Therborn, 1996: 63–73). Therborn’a göre Osmanlı İmparatorluğu, emperyal güçler tarafından tehdit edilen ve böylece modernliğin bir dış tehdit yoluyla ortaya çıktığı üçüncü yolun önemli örneklerinden birisidir. Therborn’un “tepkici modernleşme” adını verdiği bu yolda “modernite, kendi yönetim alanlarının şiddetli bir yabancı tehdide maruz kaldığını düşünen ülke içi elitlerin bir kısmı tarafından dışarıdan alınmış ve yine geleneksel yönelimler izlenerek nüfusa yukarıdan dayatılmıştır” (Therborn, 2012: 85). Therborn’a göre “burada kilit aktör, hem devleti hem toplumu dış meydan okumaya ve tehdide uyarlamaya çalışan yöneticiler, daha doğrusu yönetici gövdenin modernleştirici bir parçasıdır” (Therborn, 1998: 70). Açıkel’in ve Therborn’un çizdikleri modernlik tanımları çerçevesinde düşünüldüğünde; Osmanlı İmparatorluğu’nun son yüzyılında tarihsel nedenlerle merkezi elitlerin öznellik alanlarının küresel anlamda daraldığı, imparatorluğun iç 9 bağlamında ise genişlediği söylenebilir. Modernliğin, Osmanlı toplumuna giriş biçimi belirli sınırlamalar, olanaklar ve yatkınlıklar yaratmıştır. Dolayısıyla bürokratik seçkinler için belirli tarihsel momentlerde bazı modellerin seçimi kolaylaşmış bazı modellerin seçimi ise zorlaşmıştır. Modellere yapılan yatırımlar çeşitli patika bağımlılık süreçleri yaratarak, alternatif patikalara geçişi zorlaştırmıştır. Japonya’nın bir imge ve model olarak gündeme gelişinde Osmanlı modernleşmesinin karşılaştığı imkânlar ve sınırlılıklar birinci derecede önemlidir. Bu yüzden, Japon imgesi ele alınan dönem boyunca (1839–1908) aynı kalmamıştır. Hem Japonya’nın hem Osmanlı İmparatorluğu’nun hem de küresel sistemin dönüşümü bu imgenin değişmesinde etkili olmuştur. Tanzimat dönemi boyunca öne çıkan Fransız modeli siyasal liberalleşme, anayasacılık ve kültürel alanın Batılı normlara göre dizayn edilmesi gibi birçok alanda etkili olmuştur. Osmanlı İmparatorluğu’nun Avrupa’nın bir parçası olduğunun kabul edildiği bu dönemde Japon imgesi de Osmanlı İmparatorluğu’na Avrupa dolayımıyla gelmiştir. Buradan çıkan bir sonuç, Japonların uzun bir süre boyunca Osmanlı İmparatorluğu içerisinde “ilkel” bir toplum olarak görülmesidir. Makdisi’nin ve Deringil’in tartışmalı tezlerinde işaret ettikleri türden bir “Osmanlı oryantalizmi” en azından Tanzimat dönemindeki Japon imgesi bağlamında dikkate değer görünmektedir. Oryantalizm en temelde özcü bir “Batı” ve “Doğu” ayrımına dayanmaktadır: Şarkiyat, “Şark” ile (çoğu zaman) “Garp” arasındaki ontolojik ve epistemolojik ayrıma dayanan bir düşünme biçemidir. Aralarında ozanların, romancıların, felsefecilerin, siyaset kuramcılarının, iktisatçıların, imparatorluk yöneticilerinin de olduğu kalabalık bir yazar topluluğu, Şark’a, Şark’ın insanına, törelerine, “aklına”, yazgısına vb. ilişkin kuramları, destanları, romanları, toplum 10 betimlemelerini, siyasal kayıtları işleyip inceltirken, Doğu ile Batı arasındaki temel ayrımı başlangıç noktası saymıştır (Said, 2010: 12). Makdisi ise Batı ve Batı-dışı gibi bir ikiliğin ötesinde, oryantalizmin daha geniş bir bağlamda tartışılması gerektiğini düşünmektedir. Buna göre “Osmanlılar Batı oryantalizminin siyasi ve sömürgeci pratiklerine direnirken, bu oryantalizmin temelinde yatan ilerleme ve zaman mantığını benimseyerek onun gücünün farkına varıp tepki gösterdiler” (Makdisi, 2007: 273). Zamansal mesafe fikri sömürgeciliğin ve dolayısıyla oryantalizmin temel bileşenlerinden birisidir. Japonya söz konusu olduğunda tedavüle giren “vahşi” imgesi de bu zaman mantığı çerçevesinde Osmanlıların kendileriyle Japonlar arasında koydukları zamansal bir mesafeyi imlemektedir. Özellikle Tanzimat dönemindeki eğilim imparatorluğun Avrupalı yönünü vurgulamak üzerinedir. II. Abdülhamid döneminde, bir oranda zorunluluklar nedeniyle, bu kez Avrupalı bir güç olma iddiasından vazgeçmeden imparatorluğun İslami-Doğulu kökenleri vurgulanmaya başlanmıştır. Fakat bu geçişi bir kopuş olmaktan ziyade bir süreklilik ve vurgu değişikliği olarak okumak gerekir. Japonlarla ilgili Osmanlı imgeleminde ortaya çıkan oryantalist eğilimlerin bir diğer dikkat çekici sonucu 1890 sonrası dönemde Japonya’nın sentez başarısına duyulan ilgide kendisini göstermiştir. Japonların bir “Doğulu” toplum olarak “Batı” tekniğini kendilerine mâl etme konusunda gösterdikleri performans Osmanlı toplumunda büyük bir dikkatle izlenmiştir. Bu dikkatin temelinde Al-‘Azm’ın ontolojik oryantalizm kavramıyla ifade ettiği Doğu-Batı ilişkilerini özler arası ilişkiler olarak mutlak bir uyuşmazlık ve benzemezlik üzerinden okumanın etkileri görülmektedir. Osmanlı İmparatorluğu bir taraftan Batı’nın parçası olurken diğer taraftan asla tam olarak Batı’ya ait ol(a)mayan olarak konumlanmıştır. Bunun 11 temelinde hem Batı için hem de Osmanlı elitleri için Al-‘Azm’ın öne sürdüğü türden “özsel” farklılık iddiasının yattığı iddia edilebilir. Dolayısıyla Japonya’nın dünya sistemine kendi kalarak yani Doğulu özünü kaybetmeden eklemlenebilmesi tüm Batı dışı coğrafyalarda olduğu gibi Osmanlı İmparatorluğu’nda da büyük bir ilgi yaratmıştır. Osmanlı oryantalizmi tartışmaları konusunda dikkate alınması gereken bir nokta, her ne kadar Makdisi, Lübnan üzerinden bazı girişimleri örnekliyor olsa da, Osmanlı İmparatorluğu’nun maddi altyapısının Osmanlı elitlerinin oryantalist kurgularını emperyalist bir düzlemde sürdürmelerine imkân vermeyecek düzeyde zayıf oluşudur. Dolayısıyla söylem düzeyinde etkilerini görebileceğimiz bir eğilimin maddi ve pratik yansımalarıyla sömürgeciliğe uzanması mümkün olmamıştır. Hatta ve hatta, çalışmanın ilerleyen bölümlerinde görüleceği gibi, Japonya örneğinde, Osmanlı elitlerinin bir emperyalist tehdit algıladıkları görülmektedir. Dolayısıyla Osmanlı oryantalizminden bahsederken son derece kırılgan bir öznellik alanından söz edildiği akılda tutulmalıdır. Yine metin içinde ayrıntılı bir biçimde incelenecek olan Ertuğrul Fırkateyni’nin seyahati, bize, imparatorluğun maddi altyapısının düşüklüğü ölçüsünde yüksek olan emperyal tahayyülerinin nasıl bir trajedi doğurduğunu göstermektedir. Seyahatin planlanmasından, Ertuğrul’un batışına kadar geçen süredeki olaylar zincirinin her halkası arzuyla realite arasındaki büyük mesafeyi göstermektedir. Japonların “vahşi” olarak görüldüğü Tanzimat döneminden, bir sentez başarısını temsil ettiği düşünülen kabaca 1890 sonrası döneme ve en nihayet 1908 yılına kadar Japonya ve Japonlarla ilgili en başta gelen bilgi kaynağı gazeteler olmuştur. 1890 sonrasında yayınlanan kitaplar bilgi kaynaklarını çeşitlendirmiş olsa 12 da gazete haberlerinin ve makalelerin önemlini koruduğu söylenebilir. Gazeteler sadece Osmanlı İmparatorluğu’nda değil tüm dünyada kamusal alanın kuruluşunda başat bir yere sahiptir. Ayrıca gazeteler, devlet alanından görece özerk bir entelektüel kesimin oluşumuna da katkı sağlamıştır. Çalışmada, kamuoyu ele alınırken Kırlı’nın kuramsal tercihleri referans alınmıştır. Kırlı’ya göre kamuoyu kavramının Batı’daki varlığı son derece tartışmalıdır. Buna rağmen kavram, modernleşme kuramları çerçevesinde Batı dışı olanı işaretlemek için kullanılan referans noktalarından birisi haline gelmiştir. Batı dışı tarihyazımı ise bu normatif gündem karşısında savunmacı bir pozisyona çekilmiş ve kamusal alanları neredeyse icat etmeye koyulmuştur. Sonunda kavram insanların birbiriyle görüştüğü her yerin kamusal alan ilan edildiği muğlâk bir kullanıma açılmıştır. Diğer taraftan kamuoyunun 18. yüzyılda Avrupa’da doğmadan önce bu bölgelerde ortaya çıktığı iddia edilmiştir. Bu kuramsal tavırlar karşısında Kırlı’nın önerisi kavrama daha pratik yaklaşmak yönündedir: “[K]amu”nun ve “kamuoyu”nun 19. yüzyılın ikinci çeyreğinde siyaseti yeniden tanımlayan bir dizi yeni yönetimsel pratik sürecinde oluşturulmuş olduğunu ileri süreceğim. Her ne kadar kamuoyu (efkar-i umumi) terimi 1860’lardan önce Osmanlı siyaset terminolojisinin belirgin bir parçası değilse de, 19. yüzyılın ikinci çeyreğinden itibaren Osmanlı yönetim zihniyetinde yeni bir siyasi öge olmuştur. Kamunun inşası ve kamuoyunun zımni bir otorite kaynağı haline gelmesi, Osmanlı devletinin yasamadan vergilendirmeye, kurumsal örgütlenmelerden törensel pratiklere kadar uzanan yeni yönetim pratikleri ile yakından bağlantılı süreçlerdir (Kırlı, 2009: 17). Gazetelerin ortaya çıkışını da bu sürecin bir parçası olarak okumak gerekir. İlk gazetenin (yani Takvim-i Vekayi’nin) ortaya çıkışı tam da toplumun siyasal bir özne olarak kabul edilmesinin sonucudur. Kamuoyunun varlığı kabul edilmiş; devletin eylemlerini tebaaya anlatması, bir anlamda kamuoyunu inşa etmesi ve yönlendirmesi 13 amaçlanmıştır. Gazetelerin, “Doğu” ve “Batı” kimliklerinin sürekli olarak birbirine girdiği bir toplumsal bağlamda üstlendikleri çok önemli görevlerden bir tanesi de, inşa edilmeye çalışılan “sentez”in başlıca mecralarından birisi olmalarıdır. Esenbel kimliğini tanımlama ve sentez sorununun Türkiye ve Japonya toplumlarını ortaklaştırdığına dikkat çekmektedir: Son iki asırdır Japonya ve Türkiye’deki her nesil, toplumsal ve bireysel kimliğini bu tarihsel eklektik model doğrultusunda görmekte ve modernliğin parçası olarak neyin yerli neyin Batılı olarak algılanması gerektiğini yeniden ele alıp tartışmaya devam etmektedir (Esenbel, 2012: 247). Daha önce de belirtildiği gibi, bir sınır idaresi sorunu olarak görülebilecek bu meselede gazeteler önemli işlevler üstlenmiştir. En basit haliyle, herhangi bir araç, eylem ya da performansın Batı’nın ahlakına mı yoksa tekniğine mi ait olduğu konusundaki bilirkişiliğin en başta gelen mecralarından birisi gazetelerdir. Elbette bu sınır idaresi sorunu bir iktidar alanı da yaratmaktadır. Bu durumu daha da açmak için Esen’in Ahmet Mithat Efendi’nin romanlarını çözümlerken vurguladığı anlatıcımuhatap ilişkisine bakmak verimli olabilir. Esen’e göre Osmanlı İmparatorluğu’nun 19. yüzyılda geçirdiği türden hızlanmış tarihsel süreçlerde ortaya çıkan eserler, içerdikleri inanç ve değerleri toplumda hazır bulamayabilirler. Bu durumda yazar, yeni değerleri ya da dünya görüşünü tanıtmayı amaçlayabilir; bazı inanç ve değerleri desteklemeye, bazılarını geri plana itmeye çalışabilir. Esen’e göre “Ahmet Mithat, yeni ortaya çıkan roman okurları için eserini yorumlamak zorundadır” (Esen, 2006: 63). Esen’in roman konusunda söyledikleri gazete haberleri, makaleleri ve tefrikaları için de geçerlidir. Çalışmanın ilerleyen bölümlerinde görülebileceği gibi Japonya ile ilgili yayınlanan haberlere bazen gazete tarafından yorumlar eklenmiştir. Daha da ötesi, “objektif” bir dilin olmadığı düşünülürse, haber metnine eklenmiş ayrı 14 yorumlar olmasa dahi, her haberin aynı zamanda bir yorum olduğu da ortadadır. Dolayısıyla Japonlarla ve Japonya’yla ilgili her haber, makale ve hatta görsel materyal bir imgeyi inşa etmiş ve okuyucu için yorumlamıştır. Diğer taraftan, özellikle II. Abdülhamid döneminde saray ve muhalefet arasında bir enformasyon savaşının sürdüğü görülmektedir. Japonya ekseninde bu mücadelenin biçimi, her iki tarafın da Japonya’yı ve Japonları yorumlama biçiminde ortaya çıkmaktadır. II. Abdülhamid, sansür yoluyla devletin kamusal alanı kapsayıcı bir söylem üretmesine çabalarken, muhalifler de yurtdışında yayınladıkları gazeteler yoluyla hem Osmanlı elitlerine hem de Osmanlı toplumuna seslenmeye çalışmışlardır. Japon imgesinin, Osmanlı İmparatorluğu’ndan Türkiye’ye kadar büyük bir olumlulukla devam etmesi toplum içinde derin bir anlam kazanmasıyla mümkün olmuştur. Osmanlı İmparatorluğu’nun kamusal alanları olan kahvehaneler, köşk toplantıları, kışlalar gibi alanlarda gazetelerden okunan, tartışılan ve kontrolsüzce yayılan haberler bunun başlıca nedeni olarak görülebilir. Japonya ile ilgili toplumsal bilgilenmenin temel kaynakları gazeteler ve kitaplar olsa da devlet düzeyinde en az bunun kadar etkili bir kaynak diplomatik ilişkilerdir. Özellikle II. Abdülhamid döneminde gerçekleşen diplomatik görüşmeler yönetici elitler için çok önemli bir bilgi kaynağı olmuştur. Azalan askeri güç nedeniyle öne çıkan diplomatik ilişkiler, yönetici elitlerin reel politik kavrayışları nedeniyle toplumsal düzeyden çok daha realisttir. Özellikle, Japonya’nın kapitülasyon talepleri Osmanlı bürokrasisinde büyük bir kuşku yaratmıştır. Bu nedenle tez içerisinde diplomatik ziyaretlere de önemli bir yer ayrılmıştır. Tezin kuramsal uzamını genel olarak kat eden giriş bölümü temel alınarak çalışmada ayrı bir başlıkla kuramsal ve metodolojik tartışmaya yer verilmemiştir. 15 Aksine, çalışma boyunca kullanılan tarihsel dökümanlar, veriler ve olaylar giriş bölümünde tartışılan kavramsal araçlarla çerçevelendirilmiştir. Bu tercihin nedeni, çalışmayı birbiriyle ilişkili ama aslında kopuk – kabaca teorik ve pratik olarak adlandılarabilecek- iki ana bölümden oluşan bir yapı biçiminde kurgulamanın belki daha kolay ama kesinlikle daha az açıklayıcı olmasından kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla giriş bölümünde geliştirilen kuramsal düzlem çalışmanın sınırlarını tayin etmiş, böylece çalışmada ayrı bir metodoloji bölümü yer almamıştır. Ampirik ve kuramsal malzeme – gerilimli de olsa- bir arada götürülmeye çalışılmıştır. Tez üç bölümden oluşmaktadır. Tezin birinci bölümünde, Tanzimat dönemini odağa alarak Osmanlı modernleşmesi incelenmektedir. Japonya ile ilgili ilk haberlerin ortaya çıkışı da Osmanlı modernleşmesi bağlamına yerleştirerek ortaya konulmaya çalışılmıştır. Böylece birinci bölüm, Osmanlı modernleşmesini merkeze alan ve Japonya ile karşılaşmayı, Japon imgesinin Osmanlı toplumunda ortaya çıkışını ve güçlenmesini anlatan iki alt bölümden oluşmaktadır. İkinci bölüm, II. Abdülhamid dönemini temel almaktadır. II. Abdülhamid’in reaksiyoner modernleşmesi ve Japonya’nın bu süreçteki yeri bölümün alt başlıklarından ilkidir. Bu bölümün ikinci alt başlığı ise Osmanlı İmparatorluğu’ndan bugüne Japonya ile ilişkilerde başlıca referans noktası olan Ertuğrul Fırkateyni’nin yolculuğunu konu edinmektedir. Üçüncü bölümde de Ertuğrul’un batmasından sonraki gelişmeler aktarılmaktadır. Son bölümde ise Japonya’nın önemli bir güç olarak yükselişini haber veren 1894 Çin-Japon Savaşı ve bu savaşın Osmanlı İmparatorluğu’ndaki yansımaları anlatılmaktadır. Tezin üçüncü ve son bölümü, 1908 devrimine kadar olan dönemde Japon imgesini II. Abdülhamid ve Jön Türkler arasındaki mücadelenin bağlamına 16 oturtmaktadır. Jön Türk muhalefetinin doğuşu ve muhalif hareketin iç mücadeleleri bölümün ilk alt başlığını oluşturmaktadır. İkinci alt başlık ise tüm dünyada olduğu gibi Osmanlı İmparatorluğu’nda da büyük ilgi uyandıran 1904–1905 Rus-Japon Savaşı’nı ve savaşın Osmanlı toplumundaki algılanışını, Osmanlı siyasal alanındaki yankılarını konu edinmektedir. 17 I. TANZİMAT DÖNEMİ VE OSMANLI İMPARATORLUĞU’NDA JAPON İMGESİNİN OLUŞUMU A. Devletin Modernleşmesi ve Kamunun İnşası Osmanlı Devleti’nde Japonya ile ilgili ilk bilgiler 19. yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkmıştır. Bu döneme kadar hem aradaki mesafenin fazlalığından hem iletişim olanaklarının kısıtlılığından ve özellikle Japonya’nın Tokugawa yönetimi altında 1854 yılına kadar süren içe kapanma döneminden dolayı iki ülke ve toplum arasında ilişki kurulamamıştır. Ziya Şakir’e göre Japonya diye bir ülkenin varlığı Osmanlı münevverleri ve hacca gidenler tarafından uzun müddettir bilinmektedir. Halk tarafından bilinirliğinin artmasında ise 1866 yılında İstanbul’da “Çörçil” isminde bir İngiliz tarafından (Türkçe olarak) yayınlanan “Ruznâme-i Ceride-i Havadis” isimli gazetede Japonya ile ilgili ardı ardına yayınlanan haberlerin etkili olduğunu söylemektedir (1994: 6– 8).4 Koloğlu ise Osmanlı İmparatorluğu’nda Japonya ile ilgili ilk bilgilerin 1866’dan daha önce Avrupa’dan yapılan çeviriler vasıtasıyla ortaya çıktığını göstermektedir. Avrupa’dan yapılan tercümelerle gelişen bu dolaylı bilgilenme süreci uzun süre devam etmiştir. Japonya ile ilgili Osmanlı gazetelerinde çıkan ilk haber Koloğlu’nun tespitine göre Ceride-i Havadis’in 28.08.1841 tarihli kırk dokuz numaralı sayısında çıkan haberdir: 4 Ziya Şakir’in verdiği bilgiler (özellikle tarih ve yer konusundaki saptamalar) ihtiyatlı biçimde kullanılmalıdır. Çalışmanın ilerleyen bölümlerinde de görülebileceği gibi Şakir’in verdiği bilgilerde hata çıkabilmektedir. Şakir’in kitabının hiçbir yerinde atıf olmadığı, dolayısıyla kaynakçasının bulunmadığı da eklenmelidir. Aynı soruna Worringer de ikinci bölümün on sekizinci dipnotunda dikkat çekmektedir (Worringer, 2001: 58–59). 18 Çin’den uzak olmayarak Yapon dedikleri denizde (…) ince ve uzun büyük ve küçük birkaç kıtadan ibaret Yapon adaları olup bunların yazı gayet sıcak ve yağmur ve borası çok ve kışı pek soğuk olarak havası sağlam ve toprağı münbit ve nemadar bir mahal olmakla mecmu [tüm] ahalisi 30 milyondan mütecaviz olup padişahları iki tanedir ve makarrı [başkenti] Yedo şehridir… (Akt: Koloğlu, 2001: 19). Bu haberin geçtiği gazete olan Ceride-i Havadis, Osmanlı İmparatorluğu içinde özel bir kişi tarafından yayınlanan ilk gazetedir ve (Ziya Şakir’in “Çörçil” diyerek belirttiği gibi) bir İngiliz olan William Churchill tarafından 1840 yılında yayımlanmaya başlanmıştır (Zürcher, 2009: 107; Findley, 2011a: 59). Dolayısıyla Şakir, Japonya ile ilgili ilk haberin yayınlandığı gazeteyi doğru tespit etmekle birlikte zamanı yanlış vermiştir. Kamusal alan oluşumunun temel bileşenlerinden olan gazetelerin ortaya çıkışıyla Osmanlı İmparatorluğu içinde bir Japon imgesinin oluşumu arasında önemli bir ilişki söz konusudur. Benedict Anderson’un matbaa kapitalizminin 5 (ve dolayısıyla gazetenin) gelişiminin ulusun tahayyül edilmesini kolaylaştırdığı ve hatta mümkün kıldığı (Anderson, 1996) tespiti göz önüne alınırsa, gazetenin (ve genel olarak matbaa kapitalizminin) başka ulusların tahayyül edilmesini de mümkün kıldığı iddia edilebilir. Osmanlı İmparatorluğu’nda ilk özel gazetenin 1840 tarihinde yayınlanmaya başlaması elbette bir tesadüf değildir. Aksine bu olay 1831’de Takvim-i Vekayi adlı ilk gazetenin (resmi bir gazeteydi) yayınlanmasının (Yazıcı, 1994: 68) açtığı yolda, yani bir bütün olarak Osmanlı modernleşmesi içinde önemli uğraklardan birisi olarak 5 Carter V. Findley, Osmanlı İmparatorluğu’nda özellikle Tanzimat dönemi için matbaa kapitalizminin gelişimini özenle vurgulamaktadır: (Findley, 2011b). 19 düşünülmelidir. 1840 yılı aynı zamanda Tanzimat döneminin başı olması dolayısıyla sembolik olarak da önemlidir. 1839’da ilan edilen Tanzimat Fermanı ile başlayan ve 1870’lere kadar devam eden Tanzimat dönemi ıslahat siyasetinin yoğun ve istikrarlı biçimde uygulandığı bir dönem olmuştur. Tahtta 1839 ile 1861 arasında Abdülmecit, 1861 ile 1876 arasında ise Abdülaziz vardır. Bununla birlikte gerçek iktidar Bab-ı Âli’ye kayacaktır. Bab-ı Âli’nin başında ise önce Tanzimat’ın en önemli ismi olan Mustafa Reşit Paşa ve sonrasında da öğrencileri Âli Paşa ile Fuat Paşa vardır. Tanzimat ve daha öncesinde özellikle II. Mahmud’un saltanatını da içeren süreç, aslında Osmanlı Devleti’nin bir modern devlet formasyonu kazanması sürecidir. 6 II. Mahmud’la birlikte merkezi idarenin karşısında bir güç odağı olan Yeniçeri Ocağı kaldırılmış, ayanların gücünü kıran idari düzenlemeler yapılmıştır. İmparatorluk sınırları içerisinde ulaşım ve haberleşmenin geliştirilmesi, iltizam sisteminin kaldırılarak doğrudan vergilendirme sisteminin getirilmesi de merkezileşmeyi artırmıştır. Ulemanın konumu, maddi dayanaklarını oluşturan vakıfların devlet kontrolüne alınmasıyla ve modern eğitim kurumlarının öne çıkmasıyla zayıflatılmıştır (Zürcher, 2011: 16–18). II. Mahmud’un saltanatının önemli boyutlarından bir tanesi de devletin (Mehmet Ali Paşa ile yaşanan Mısır bunalımında açıkça ortaya çıktığı üzere) Avrupa ülkelerinin desteği olmadan askeri bakımdan savunulamayacağının açıkça anlaşılmış olmasıdır. İmparatorluk, Mehmet Ali Paşa’nın desteği olmadan Yunan Bağımsızlık Savaşı’nı kazanamamış, Avrupa devletlerinin desteği olmadan da Mehmet Ali Paşa’yı durduramamıştır. Askeri alandaki bu zayıflık devlet içinde diplomasinin ve 6 Osmanlı yönetiminin, sınırları içindeki iktidar odaklarını ortadan kaldırmak ve doğrudan yönetimi yaygınlaştırmak için aldıkları önlemler için bkz: (Rogan, 1999: 2–17). 20 sivil bürokrasinin önemini artırmıştır. Bu gelişme Tanzimat döneminde, II. Mahmud’un güçlü iktidarının hemen sonrasında iktidarın Bab-ı Âli’ye geçişini de açıklamaktadır (Findley, 2011: 39). Zira Osmanlı bürokrasisi için dış güçlerin etkisi hem padişahı hem de modernleşme siyasetine karşı durabilecek diğer aktörleri kısıtlamak için işlevseldir. Kendi iktidarlarını padişahın (y)etkisinin kısıtlanması ile güçlendirebilecek Bab-ı Âli bürokratları için bu tür politikaların harekete geçirilmesinde Batı etkisi veya zorlaması önemli bir imkân yaratmıştır (Ergut, 2004: 81–102). Abou-El-Haj’a göre II. Mahmud’un Osmanlı İmparatorluğu’nun tarihsel dönüşümündeki önemi Osmanlı siyasal yapısı içinde padişahın konumu üzerine süren uzun soluklu mücadeleyi geri dönüşü olmayacak biçimde sonlandırmış olmasından kaynaklanmaktadır modernleşmesinin dinamikleri (Abou-El-Haj, konusunda 2000: “dışsal” 120–124). etkiden ziyade Osmanlı “içsel” dönüşümlere odaklanmayı öneren bu paradigmaya göre yönetici elitin farklı fraksiyonları arasında iki yüz yıl boyunca iktidarın dağılımı konusunda bir çatışma yaşanmıştır. Mücadele, padişahın otoritesinin kısıtlanmasını, kararların yönetici elit içindeki uzlaşılarla alınmasını ve vezir/paşa kapılarının siyasal gücün dağılımında temel birim haline gelmesini isteyen yönetici elit mensupları ile padişah ve padişahın mutlak otorite konumunda olmasından çıkar sağlayan klikler arasındadır (Abou-ElHaj, 2011: 133–140). Padişahların tahttan indirilmesi, başkent ve civarında yaşanan isyanlar, üst düzey görevlilerin idamı gibi “çalkantıların” bu iktidar mücadelesi çerçevesinde okunması gerekir. II. Mahmud’un tarihsel önemi Yeniçeri Ocağı ve ulema arasındaki uzun vadeli ittifakı çözmesi; adem-i merkeziyetçi güç odağı olarak ayanları peyderpey tasfiye etmesi; sadrazamlık makamını görevlerini dağıtarak 21 başvekillik biçiminde zayıflatması ve tüm bunların sonucunda mutlakiyetçiliği ve merkezileşmeyi/doğrudan yönetimi temel alan bir model yaratmasıdır. Padişah bir taraftan çeşitli politikalarla merkezi otoriteyi güçlendirirken paradoksal biçimde kendi iktidarını sınırlayan bir siyasal özne olarak bürokrasiyi güçlendirmiştir. 7 17. yüzyıldan beri gelişmekte olan, padişahın kişilik ve varlığından ayrı bir odak olarak devlete bağlılık gösteren bir bürokrasi adım adım gücünü artırmıştır. Dolayısıyla II. Mahmud sonrasında iktidar mücadelesi özellikle padişah ve yenilenmiş bürokrasi arasında gerçekleşecektir (Sönmez, 2012: 25–32; Berkes, 2009: 169–179). Merkezileşmenin yönetici sınıflar açısından ticari ve ekonomik avantajları ortadadır. Merkezileşmenin ulaşım, haberleşme, sağlık hizmetleri, iletişim, eğitim gibi boyutlarının tüm dünyada kapitalist ekonominin gereksinimleri olarak rasyonalist kapitalist devlet oluşumunun temel bileşenlerinden olduğu gözden kaçırılmamalıdır (Abou-El-Haj, 2000: 120–121). Nadir Özbek, modern devletin ayırıcı özelliğinin “sosyal alana müdahale eğilimi ve bu alanı kontrol edebilme kapasitesi” olduğunu söylemektedir. Nüfusun üretken kapasitesini artırmayı hedefleyen koruyucu sağlık hizmetlerinden, dul ve yetim maaşlarına veya dilenciliğin kontrolüne değin birçok alanda yaşanan dönüşüm geniş bir modernite bağlamına oturmaktadır (Özbek, 2002: 11–13).8 Ordunun modernizasyonu da 7 Bürokrasinin güçlenmesi olgusunun, modern devletin belki de en önemli tanımlayıcı özelliği olduğunu hatırlatmaya gerek bile yok. 8 Osmanlı İmparatorluğu’nda sosyal devletin gelişimini detaylı olarak inceleyen bir çalışma için bkz: (Özbek, 2002). 22 bunlara katılırsa, yaşanan aynı zamanda bir bütün olarak devlet kapasitesinin artışıdır. 9 Elbette, modernliğin özgürlük ve denetlemeyi içeren çelişkili (Wagner, 2005: 14–21) karakterine uygun olarak merkezileşmenin yanı sıra gelişen ve devlet-birey ilişkilerini dönüştüren yurttaşlığı da dikkate almak gerekir. Hem merkezileşme siyaseti sonucunda ortadan kaldırılan aracı kurumların bıraktığı boşluğun doldurulması hem de 19. yüzyıl boyunca Rusya tehdidi ile birlikte imparatorluğun en büyük “mesele”si olan ayrılıkçı isyanların durdurulması için devlet ve tebaa arasındaki bağların yenilenmesi/dönüştürülmesi zorunlu hale gelmiştir. Bu dönüşüm aynı zamanda kapitalist bir ekonominin gerektirdiği hukuksal altyapının kurulması ile çok yakından ilgilidir. Osmanlı Devleti için devlet ve tebaa ilişkilerinin düzenlenmesi II. Mahmud’la başlamış ve Tanzimat Fermanı ile yeni bir boyut kazanmıştır. Bu yeni bağı kurma çabasının siyasal alanda bir ideoloji olarak görünümü ise Osmanlıcılık olmuştur. Osmanlıcılık esas olarak Tanzimat’la ilişkilendirilse de köklerinin daha önceye dayandığı görülmektedir. Osmanlı toplumsal yapısındaki iki temel ayrım olan müslim/gayrimüslim ayrımının kaldırılması ve yöneten/yönetilen ayrımının da modern bir devlet formasyonuna uygun hale getirilmesi hedeflenmiştir. Böylece padişahın ve/ya devletin bir “baba” figürü olarak tüm topluma aynı “yakınlıkta” durması amaçlanmıştır (Somel, 2009: 92). Örneğin II. Mahmud’un ülke içi gezilere çıkan ilk padişah olmasını devletin 9 Osmanlı modernleşmesini “devlet kapasitesi” bağlamında tartışan bir değerlendirme için bkz: (Turan, 2008). 23 değişen meşruiyet siyaseti ile ilişkilendirmek açıklayıcıdır. 10 1830–1839 arasında beş yurtiçi seyahate çıkan padişah; Tekirdağ, Çanakkale, Edirne, İzmit ve Rumeli gibi bölgeleri (Varna, Silistre, Rusçuk, Şumnu, Veliko Tırnova, Kazanlık ve Stara Zagora) gezmiştir. Bu geziler sırasında mabetleri ziyaret etmiş, müslim ve gayrimüslim halkın sorunlarını dinlemiş, yörenin önde gelenleri ile görüşmüş ve yardım vaat etmiştir (Finkel, 2010: 391). Şumnu gezisinde başkâtip tarafından okunan nutkunda padişah tebaası arasında ayrım gözetmediğini şu sözlerle anlatmıştır: [S]iz Rumlar, siz Ermeniler, siz Yahudiler, hepiniz Müslümanlar gibi Allah’ın kulu ve benim tebaamsınız; dinleriniz başka başkadır, fakat hepiniz kanunun ve İrade-i Şahanemin himayesindesiniz. Size tarh edilen [belirlenen] vergileri ödeyin; bunların kullanılacakları maksatlar sizin emniyetiniz ve sizin refahınızdır (Akt: Somel, 2009: 93). Bab-ı Âli bürokrasisi de III. Selim zamanından beri yurtdışı elçilikleri ve Tercüme Odası vesilesiyle Avrupa’da gelişen mülkiyet hakları, meşrutiyet, eşitlik ve anayasacılık gibi fikirlere ve yönetim tekniklerine aşinalık kazanmıştır. İmparatorluğun rakipleriyle arasındaki farkın kapatılmasının sadece sınırlı askeri reformların ötesinde bir dönüşümü gerekli kıldığı uzun zamandır bilinmektedir. Tebaanın verimliliğini11 ve itaatini artıracak idari, ekonomik ve hukuksal tedbirlerin alınması gerektiği yaygın biçimde kabullenilmiştir (Mardin, 2007: 11–12). Tek bir örnekle yetinilecek olursa, 1837’de Viyana elçiliğine atanan ve sonrasında 10 Osmanlı hanedanın meşruiyet stratejilerini (Quataert; 2004) özellikle II. Abdülhamid ekseninde inceleyen metinler için bkz: (Karpat, 2010: 411–443; Deringil, 2002; Deringil; 2007: 53–92 ve 111– 140). 11 Mardin’in metninde (Mardin, 2007: 13) kullanılan “verimlilik” ifadesinin Foucaultyen biyo-politika literatürüyle yakın bir ilişkisi olduğuna dikkat edilmeli (Foucault, 2004: 248). 24 Tanzimat’ın en önemli isimlerinden biri olan Sadık Rifat Paşa’ya göre, Avrupa’nın ulaşmış bulunduğu “sivilizasyon” düzeyinde bir devletin çıkarları; nüfusuna, kalkınmışlık düzeyine ve ülke içinde asayişi sağlayabilmesine bağlı görülmektedir. Bunların temelinde ise “can ve mal ve ırz itibarı hakkında emniyet-i kâmile” vardır (Findley, 2012: 499).12 1839’da ilan edilen Tanzimat Fermanı bu arka plan üzerine yükselmiştir. Ferman, tüm tebaanın yaşama ve mülk edinme hakkını, ırz ve namus dokunulmazlığını güvence altına almıştır. İltizam sisteminin yerine düzenli bir vergilendirme sistemi getirilmiş ve zorunlu askerlik kabul edilmiştir. Ferman, tüm tebaanın din farkı gözetilmeksizin kanun önünde eşit olduğunu ilan etmiştir (Faroqhi, 2012: 98; Zürcher, 2000: 79–80).13 Fermanla birlikte başladığı kabul edilen Tanzimat döneminde saray II. Mahmud’un saltanatındaki mutlak iktidar konumunu yitirmiş ve tam da II. Mahmud tarafından güçlendirilen Bab-ı Âli iktidarı ele geçirmiştir. Tanzimat Fermanı’nın hazırlayıcısı Mustafa Reşid Paşa 14, kişisellikten uzak bir devlet yönetimi fikirini savunmuş, padişahın konumunu sembolik bir düzeye indirmekten bahsetmiştir: Sultan Mahmud’un taraftar göründüğü yeni müesseseler bazen zorluklara düçar olmuş ise, bunların tesisi anından beri ileriye bir tek adım atılamamış ise, bunun sebebini, o müesseseleri halkın işine yarayacak bir meyve vermekten uzak kılmış, gösterişli nümayişler haline getirmiş olan hükümdarın kibrinde aramak icabeder (Mardin, 2012: 151). 12 Sadık Rifat Paşa’nın fikirlerinin ayrıntılı bir incelemesi için bkz: (Mardin, 2010: 191–219 ve 2012: 155–165). 13 Fermanın tam metni için bkz: (Tanzimat Fermanı, 13–16: 2012). 14 Mustafa Reşid Paşa’nın hayatı ve fikirleri ile ilgili olarak bkz: (Kaynar, 1991). 25 Reşid Paşa’ya göre Osmanlı İmparatorluğu ancak “değişmez esaslara müstenit [dayanan] bir iç idare”nin yerleşmesiyle kurtulabilirdi. Zira yaşanan gerileme “dayanılmaz bir istibdadın acıları[ndan]” kaynaklanmaktadır (Mardin, 2012: 150). Reşid Paşa’nın sözleri II. Mahmud’un kişisel iktidarının Osmanlı yönetici sınıfı içinde yarattığı tepkinin büyüklüğünü göstermektedir (İnalcık, 2012: 103). Ama Reşid Paşa’nın sözleri ve fikirleri Tanzimat’ın kökleri konusunda bizi yanıltmamalıdır. Daha önce de ifade edildiği gibi II. Mahmud kişisel bir iktidar kurmuş olsa da, örneğin 1826’da devlet adamları için müsadereyi kaldırarak mal güvenliği konusunda önemli bir adım atmıştır (Zürcher, 2000: 67). Dolayısıyla padişahın kişisel iktidarının sınırları, tam da otoriter bir padişahın yönetimi sırasında, bireysel niyetlerden bağımsız olarak, modern bir devlet formasyonunun getirdiği yapısal zorunluluklar nedeniyle daralmaya başlamıştır. Donald Quataert’e göre Tanzimat siyasi olarak Gülhane Hatt-ı Hümayunu 15 ile başlatılıyorsa da ekonomik olarak dönemi anlamak için 1826’ya, Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasına dönmek gerekir. Zira bu olay aynı zamanda, ekonomik imtiyazlara sahip ve loncaların temsilcisi olan bir sınıfın direnişinin yıkılmasını ifade etmektedir. En güçlü himaye taraftarlarının ortadan kaldırılması liberal bir ekonomik görüşün uygulanma koşullarını yaratmıştır. Böylelikle de 1838 İngiliz-Osmanlı (Balta Limanı Ticaret) Antlaşması için uygun ortam hazırlanmıştır (Quataert, 2012: 731; Quataert, 2004: 889). Baltalimanı Ticaret Antlaşması 16, devletin Mehmet Ali Paşa ile olan mücadelesinde İngiltere’nin desteği için verilmiş bir bedeldir. Antlaşma 15 Fermanın düşünsel temelleri, hazırlanışı ve amaçları ilgili olarak bkz: (Abu-Manneh, 1994). 16 İngiltere cephesinde antlaşmanın imzalanmasından önce ve sonra yaşanan tartışmalar için bkz: (Çiçek, 2010: 181–186 ve 224–230). 26 imparatorluğun dış ticaretini serbest ticaret ilkeleri çerçevesinde şekillendiriyor ve devlet tekellerini yok ediyordu. Ama geniş açıdan bakıldığında Osmanlı İmparatorluğu’nun dünya kapitalizmiyle eşitsiz bütünleşmesinin önemli kilometre taşlarından birini temsil etmektedir (Kazancıgil, 2009: 217; Sander, 2006: 203–204). 1820’lere gelindiğinde Sanayi Devrimi’ni tamamlamış olan İngiltere, Napolyon Savaşları ile Fransa’yı yenerek hegemon ülke haline gelmiştir. Osmanlı İmparatorluğu için Balta Limanı Antlaşması’nın imzalanmaması gibi bir seçenek mümkün görünmemektedir. Belirsiz olan bunun zamanıdır ve bu fırsat da Mehmet Ali Paşa ile yaşanan savaş sonrasında ortaya çıkmıştır. İngiltere, 1820 sonrası dönemde diplomatik ve askeri baskılarla tüm dünya çapında birçok ülkeye serbest ticaret antlaşmalarını dayatmıştır (Pamuk, 2005: 16–22 ve 2007: 204–209). Bu ülkelerden biri de 1842 yılında Nanking Antlaşması’nı (Afyon Savaşları’nda uğradığı hezimet sonucu) imzalayan Çin’dir. Her iki ülke de kapitalizmin çevreye yayılmasının resmi ya da gayrı resmi sömürge olmaktan farklı, üçüncü bir biçimini deneyimlemiştir. Siyasal bağımsızlıklarını sürdürmekle birlikte sömürgeci devletler arasında rekabet ve paylaşım mücadelelerine konu olmuşlardır. Genellikle süreç Avrupalı güçlerin kısa vadeli destekler karşılığında ödünler koparması biçiminde işlemiştir (Pamuk, 2005: 7–10; Keyder, 2005; 54–55). Japonya ise 1840 itibariyle henüz dış dünyaya açılmamıştır. Zira Japonya, 1630’lu yıllarda başlayan ve 1853 yılında ABD’nin Komodor Matthew Perry aracılığıyla gönderilen limanları açma talebinin 1854 yılında kabul edilmesiyle son bulan iki yüz yılı aşkın içe kapanma dönemi yaşamıştır (Altın, 2012: 381). Osmanlı İmparatorluğu ve Çin gibi ülkelere serbest ticaret antlaşmalarının dayatıldığı 1840’larda Japonya da dışa açılmaya zorlanmaktadır. ABD’nin Doğu Hindistan filosu amirali olan Biddle 1846 yılında 27 Uraga limanına gelerek diplomatik ilişki kurulması ve karşılıklı ticaretin başlatılması taleplerinde bulunmuştur (Erkin, 2004: 79). Bu tür girişimler Osmanlı İmparatorluğu’nda da yankı bulmuştur. Zira kapitülasyon ve dış müdahale tartışmaları Osmanlı İmparatorluğu içinde de başta gelen tartışma konularından birisidir. Dolayısıyla kapitülasyon ve dış müdahale konularının ilgi çekmesi anlaşılabilir. 1847 yılında Takvim-i Vekayi’nin 3 Ocak tarihli 314. sayısında “Yaponya ile ticaret yapmak üzere ABD askerî gemi ve sefir yolladı. Yaponya red etti, top atıp uzaklaştırdılar ama yeni gemiler geldi ve harp başladı” (Akt: Koloğlu, 2001: 19) haberi çıkmıştır. Takvim-i Vekayi’nin Avrupa gazetelerinden çevirerek okurlarına ulaştırdığı haberden de anlaşılabildiği gibi 1800’lerin ilk yarısı boyunca birçok gemi Japon limanlarına girmek istemiştir. Özellikle Rusya ve İngiltere, Uzakdoğu’da öncelikle ekonomik ve dolayısıyla siyasi ve askeri genişlemeyle ilgilenmişlerdir (Sansom, 1950: 275). 28 Japonya’nın iki yüz yılı aşkın süren içe kapanma süreci boyunca sadece Hollandalı ve Çinli tüccarlara Nagazaki kentiyle sınırlı bir ikamet izni verilmiştir. Fakat 19. yüzyılın ortalarında artık bu tür sınırlamaların sürdürülebilirliği kalmamıştır. Özellikle Çin’in Afyon Savaşları’ndaki yenilgisi ve İngiltere tarafından antlaşmaya mecbur edilmesi Japonya’da büyük bir ilgi ve hatta korku uyandırmıştır. 17 Çin savaş gemilerinin İngiliz donanması karşısında yaşadığı acziyetin Japonya tarafından keşfedilmesi, Tokugawa Şogunluğu’nun askeri gücünün göreli zayıflığının da anlaşılmasını sağlamıştır (Trimberger, 2003: 99). Osmanlı 17 Tokugawa Şogunluğu’nun İngiltere’den algıladığı tehdit bu dönemde Hollandalılardan aldıkları yıllık raporlarda Afyon Savaşları’nın ilk gündem maddesi olmasından da bellidir. Hatta Tokugawa Şogunluğu Hollandalılardan her yıl verilen yıllık raporlar dışında, gelişmelerden daha hızlı haberdar olmak için, yıl içinde de ek raporlar vermelerini talep etmiştir. Bu nedenle 1840–1858 arası dönemde yıllık raporlara ek raporlar sunulmuştur (Erkin, 2004: 67). 29 yönetici sınıfının Avrupa ile doğrudan ilişki nedeniyle uzun zamandır yaşadığı “Batı Sorunu”18 bu vesileyle Japon elitlerinin de gündemine tartışmasız biçimde girmiştir. Takvim-i Vekayi’nin 317. sayısında Japonya üzerindeki bu rekabete dikkat çekilmiştir: “İngiltere Yaponya ile ticaret kurmaya çalışıyor, Felemenkliler engellemek çabasındalar.” (Akt: Koloğlu, 2001: 19). Haber, 200 yıldır Japonya ticaretinde tekel konumunda bulunan Hollanda’nın İngiltere karşısında konumunu koruma mücadelesini yansıtmaktadır. Yaşanan mücadele tarihsel ölçekte düşünüldüğünde ticaret sermayesinin (Hollanda), sanayi sermayesi (İngiltere) karşısındaki düşüşünü göstermesi açısından manidardır.19 Osmanlı İmparatorluğu’nda Avrupa ülkelerinin Japonya üzerindeki baskıları bilindiği gibi Japonya’nın içe kapanma stratejisi de bilinmektedir. Osmanlı 18 Osmanlı elitlerinin “Batı Sorunu”nu, “Doğu Sorunu” ile birlikte basit bir etki-tepki ilişkisinden daha geniş biçimde düşünmeyi öneren bir çalışma için bkz: (Çiçek, 2010). 19 Wallerstein, Hollanda’nın düşüşünü ve İngiltere’nin yükselişini, Modern Dünya Sistemi üçlemesinin ikinci kitabında hegemonya bağlamında tartışmaktadır: (Wallerstein, 2010). 30 İmparatorluğu’nda ortaya çıkan tür bir ilgi ve dikkat, “Batı”nın “Doğu”yu tanımlamaya ilişkin çabasının bir sonucudur. Osmanlı elitleri için bu durum bir tür “sınır idaresi” sorunu ortaya çıkarmaktadır. Doğu ve Batı arasında bir kendi tanımlamak aynı zamanda bu iki “uzlaşmaz” dünyayı tanımlamak anlamına gelmektedir: Avrupa ahalisiyle temastan ziyadesiyle çekindikleri sebebiyle ülkelerine bir ecnebi adamın girmesini tecviz etmeyerek [izin vermeyerek] aşırı dikkat etmeklerinden başka daima ahalinin onlara nefretinin artması için ‘yerzmi’ tabir ettikleri günde Hıristiyanların hürmet ettikleri eşyaları parçalarlar (Akt: Koloğlu: 2001: 19–20). Takvim-i Vekayi’nin 1847 yılında verdiği haberin geri kalan kısımlarında ise Japonların Çin’le yakın bir ilişki içinde olduklarından, Japoncanın Çince ile benzer özellikler gösterdiğinden, Japonya’da çeşitli dinlere inanıldığından, çeşitli hayvanlara tapıldığından bahsedilmektedir. Ayrıca Japonya’nın siyasi ve idari örgütlenmesinden gelir kaynaklarına kadar birçok özet bilgi yer almaktadır. Japonya dışa açılma yönünde gelen baskılarla mücadele ederken Osmanlı İmparatorluğu 1839’dan 1853 Kırım Savaşı’na kadar sürecek bir barış dönemi yaşamıştır. Tanzimat reformlarının uygulanmaya çalışıldığı bu dönemde; II. Mahmud’un da hedefi olan ordu, bürokrasi, taşra yönetimi, vergilendirme, eğitim ve haberleşme gibi alanlara odaklanılmıştır. Ama bunlara ek olarak danışmaya dayalı yöntemlere ve hukuki reformlara ağırlık verilmiştir. Yönetim alanında başlıca gelişme bürokrasinin Avrupa örneğine göre bakanlıklar ve uzman kurullar biçiminde örgütlenmesidir. Daha önce de ifade edildiği gibi bu dönemde güç merkezi saraydan Bab-ı Âli’ye geçmiştir. Bürokrasi içinde ise Hariciye Nezareti etkisini ve gücünü arttırmıştır. Bunda hem nezarette çalışan kadroların gereken uzmanlığa sahip 31 olmaları hem de ordunun azalan gücü nedeniyle diplomasinin önem kazanması etkilidir. Nezaret dış işlerinin yanı sıra tüm reform alanlarında etkinlik kazanmıştır. Yeni nezaretlerin açılması kadar önemli bir diğer gelişme, nezaretlere bağlı birçok danışma meclisi ve kurulu kurulmasıdır. Bu danışma meclislerinden en önemlisi II. Mahmud zamanında kurulmuş olan ama gittikçe önemini artıran Meclis-i Vâlâ-yı Ahkâm-ı Adliye’dir. Yeni yasaların tartışıldığı Meclis aynı zamanda idari davaların görüldüğü bir mahkeme işlevi görmüştür. Üyeleri seçimle işbaşına gelmemesine rağmen bir danışma organı olarak parlamento benzeri bir işlev üstlenmiştir. Meclisin toplantıları için Bab-ı Âli’de bir merkez oluşturulması iktidarın saraydan Bab-ı Âli’ye geçişinin sembolik bir görünümü gibidir. Meclis 1850’lerin ortalarına değin Mustafa Reşit Paşa önderliğindeki birinci kuşak reformcuların egemenliğindedir. 1854 sonrası ise adli görevler Meclis-i Vâlâ’da kalırken, yasama görevi reformların hızlandırılmasını isteyen ikinci kuşağın önderlerinden olan Fuat Paşa başkanlığındaki Meclis-i Âli-i Tanzimat’a geçer. Meclis daha sonra da değişiklikler geçirmiş ve en sonunda 1868’de Hıristiyan ve Müslüman üyelerin temsil edildiği, kanunların hazırlandığı bir kurum olarak Devlet Şûrâsı ismini almıştır. (Zürcher, 2009: 92–96; Shaw ve Shaw, 2000: 110–114). Mali alanda ise Hatt-ı Şerif’te ilan edilen iltizam sisteminin kaldırılması 1840 yılında gerçekleştirilmesine rağmen bu değişiklik uzun vadeli olmamıştır. Vergilerin merkezden gönderilen memurlar tarafından toplan(ama)ması yüzünden vergi gelirlerinde yaşanan büyük düşüşten dolayı iki yıl içinde iltizam sistemi geri getirilmiştir (Davison, 2005: 46). Maliye örgütlenmesi; kaynakların etkin biçimde saptanamaması ve düzenli olarak toplanamaması, denetleme ve kayıt sisteminin geliştirilememesi gibi nedenlerle zayıf kalmıştır. Aslında maliye örgütlenmesi ve 32 tekniğindeki gelişmeler 1880’deki Düyun-u Umumiye kuruluşuna kadar yavaş ilerlemiştir. Bu tespit vergi kaynaklarının belirlenmesi ve vergilerin toplanması için de geçerlidir (Ortaylı, 2009: 149–152). Diğer taraftan Osmanlı ekonomisinin dönem boyunca Batı ve Orta Avrupa ülkeleriyle olan bağları güçlenmiştir. İngiltere tüm dünyada olduğu gibi Osmanlı İmparatorluğu’nun dış ticaretinde de egemen konumdadır ki 1880’lere kadar bu durum değişmemiştir (Pamuk, 2004: 210–211). Hukuk alanında yapılan değişiklikler en çok dikkat çekenler olmuştur. 1840 yılında Fransız Ceza Kanunu’ndan esinlenilerek yeni bir ceza kanunu ilan edilmiş ve 1841 yılında ticaret kanununun değiştirilmesi için çalışmalara başlanmıştır. Fakat bu hızlı değişim Reşid Paşa’nın bir süre sadrazamlıktan azline neden olmuştur. Reşid Paşa, 1845 yılında hariciye nazırı ve ertesi yıl da sadrazam olarak kısa bir aradan sonra eski görevine geri dönmüştür. 1847 yılında karma hukuk ve ceza mahkemeleri hayata geçirilmiştir. 1850’de ise daha önce Reşid Paşa’nın görevinden olmasına neden olan ticaret kanunu yürürlüğe konmuştur. Ticaret mahkemeleri tarafından uygulanacak olan bu kanunla ilk defa ulemadan ve şeriattan bağımsız bir hukuk ve yargı sistemi getirilmiştir (Lewis, 2009: 149–160). Simgesel öneme sahip değişikliklerden birisi din değiştiren Müslümanlara uygulanan ölüm cezasının kaldırılmasıdır. Hukuk alanında yaşanana benzer biçimde eğitim alanında da eğilim laikleşme yönündedir. Ahmed Cevdet Paşa önderliğinde öğretmen yetiştirmeyi amaçlayan Dârül Muallimîn (1848) kurulmuştur. Mühendishane, Tıbbiye ve Harbiye genişletilmiş ve mezunlarından bazıları yurtdışına gönderilmiştir (Berkes, 2009: 230–231). Bununla birlikte eğitim alanındaki asıl gelişmeler Kırım Savaşı ve Islahat Fermanı sonrasında gerçekleşmiştir. II. Mahmut döneminde kurulmaya başlanan laik eğitim 33 veren rüştiyeler ağının genişletilmesi özellikle ordunun kurduğu askeri rüştiyelerle 1855’ten itibaren artmaya başlamıştır. 1859’da Mülkiye Mektebi’nin kurulması ve 1869’da Fransız Eğitim Bakanlığı tarafından önerilen yeni bir Maarif Nizamnamesi’nin yayınlanması diğer adımlardır (Zürcher, 2009: 100–101). 1. Modernleşmenin ‘Yan Etkileri’ Tanzimat dönemindeki reformlar sadece devlet iktidarını genişletmemiş aynı zamanda 1860’lardan itibaren ivmelenecek bir muhalefet ortaya çıkmıştır. Eleştirilerin bir boyutu, Tanzimat döneminde imparatorluğun gündelik hayatına etkin bir biçimde giren Batılı yaşam ve tüketim kalıplarından kaynaklanmıştır. Dolayısıyla reformların dini temelleri sorgulanmıştır. Diğer taraftan bu eleştiriler, tam da uygulanan reformların yüzeysel olduğunu ve daha temel değişikliklere ihtiyaç olduğunu savunmaktadır. Ayrıca Ali Paşa ve Fuat Paşa ikilisinin otoriter bir yönetim biçimi benimsediği de eleştirilerin bir başka yönüdür. Bu listeye yönetim kademesinden dışlanmanın getirdiği kişisel itiraz ve küskünlükler de eklenmelidir. Reformların belirleyicisinin dış devletlerin etkileri (hatta baskıları) olduğu düşüncesi ki tümüyle temelsiz değildir, önemli itiraz noktalarından birisi olmuştur. Tanzimat’a yönelik bu tepkilerin oluşmasında 1856’da Kırım Savaşı sonrasında ilan edilen Islahat Fermanı özel bir yere sahiptir (Mardin, 2007: 13–15). Savaşın nedeni Rusya’nın Kudüs’teki kutsal yerler üzerinde Fransa ile süren rekabetini bahane ederek Temmuz 1853’te Boğdan’a girmesidir. Ama asıl olarak diplomatik girişimlerin sonuçsuz kalmasını müteakip Fransa ve İngiltere’nin Osmanlı İmparatorluğu’nun yanında savaşa girmeleriyle başlamıştır. Aralık 1856’da 34 Rusya’nın barış talebinde bulunmaması halinde müttefiklerin yanında savaşa gireceğini söyleyen Avusturya’nın tehdidi üzerine başlayan görüşmeler 30 Mart 1856’da Paris Antlaşması ile sonuçlanmıştır. Antlaşmanın önemi Osmanlı İmparatorluğu’nun Avrupa Uyumu’nun bir üyesi olarak kabul edilmesi ve toprak bütünlüğünün güvence altına alınmasıdır. Islahat Fermanı 18 Şubat 1856’da, tam da Paris’te barış konferansı sürerken ilan edilmiştir. İstanbul’daki Fransız ve İngiliz büyükelçileri fermanın ilan edilmesinde büyük etki sahibidir (Finkel, 2010: 404–407; Zürcher, 2009: 88–89). Islahat Fermanı, Tanzimat Fermanı’nın verdiği eşitlik sözlerini daha ayrıntılı ve güçlü biçimde yinelemektedir. İltizamın kaldırılacağı yine ilan edilmiştir. Ayrıca askerlik hizmeti gayri-müslimler için de zorunlu hale getirilmiştir. İslam dininden ayrılanların ölümle cezalandırılmayacağı ilkesi yinelenmektedir. Ferman ayrıca karma mahkemelerin kurulması, mali krizin aşılması için Avrupa sermayesinden yararlanılması, bütçenin yıllık olarak denetlenmesi, ceza ve ticaret kanunları ile ilgili sözler vermiştir. Dolayısıyla Tanzimat Fermanı ile getirilen tüm Osmanlı İmparatorluğu vatandaşlarının 20 eşitliği ilkesi güçlü bir şekilde yeniden onaylanmıştır (Davison, 2005: 57). Islahat Fermanı açık bir şekilde Avrupa baskısı ile ilan edilmiş ve içeriği Müslümanlar tarafından “Ehl-i İslâm’a bu bir ağlayacak ve matem edecek gündür”21 20 Ferman, Osmanlı saltanatının dayanağının tüm Osmanlı tebaasının “vâbıt-ı kalbî-ı vatandaşî” ile birbirine bağlı olması olduğunu söylüyordu. Dolayısıyla fermanda “vatandaş” kavramı geçmekteydi. Somel, Islahat Fermanı’nın, Osmanlı İmparatorluğu’nda “vatandaş” kavramının geçtiği ilk resmi belge olabileceğini söyler (Somel, 2009: 96). 21 Ahmed Cevdet Paşa, ferman ilan edildikten sonra oluşan tepkileri şu sözlerle ifade etmektedir: “Ehl-i İslâm’dan çoğu, ‘abâ [ata] ve ecdâdımızın kanıyla kazanılmış olan hukûk-ı mukaddese-i milliyemizi bugün gâ-ib ettik. Millet-i İslâmiye, millet-i hâkime iken böyle bir mukaddes haktan 35 şeklinde algılanmıştır. Oluşan tepki Islahat Fermanı ile ilgili olduğu kadar genel olarak yapılan reformlardan Hıristiyan tebaanın daha çok yararlanmasından kaynaklanmıştır. Bu tepkisellik, çok daha kozmopolit Osmanlı toplumunda Japonya’da yaşandığı gibi bir yabancı düşmanlığı haline bürünmemiş olsa da sınıfsal farklılıklar dinsel ve etnik bölünmelerle birleşerek farklı biçimlere bürünmüştür. Ekonomik kapasite, organizasyon bilgisi, eğitim düzeyi gibi üstünlüklere sahip olan Hıristiyan tebaa, Avrupa ülkelerinin de desteğiyle Müslümanlardan daha avantajlı bir konuma geçmiştir (Mardin, 2007: 14). En önemlisi ise, yüzyılın başından itibaren imparatorluğun kapitalizmle eşitsiz bütünleşmesinden yarar sağlayan yani iktisadi alanı kontrol etmeye başlayan gayri-müslimlere karşı yönetim kadrolarını, yani siyasal alanı kontrol eden Müslümanlar arasında Göçek’in Osmanlı burjuvazisinin bölünmesi dediği sürecin yaşanmasıdır (Göçek, 1999: 305). Islahat Fermanı, Hıristiyanlara cemaat içi sorunların çözümünde kullanılacak siyasi gücü laikleştirebilme hakkı vermiş, dolayısıyla dinsel önderlerin gücü azalmıştır. Bu karar güçlenen bir orta sınıfla birlikte cemaatlerin ulus niteliği kazanmaya başlamasında ve kendi tarih, dil ve edebiyat rönesanslarını gerçekleştirmelerinde önemli bir rol oynamıştır (Zürcher, 2011: 44; Mardin, 2010: 26–27). Uzun süredir gelişen muhalefetin görünür olduğu olaylardan ilki 1859 yılında yaşanan ve Kuleli Vakası olarak bilinen darbe girişimidir. İsyanın odağında Âlî Paşa mahrûm kaldı. Ehl-i İslâm’a bu bir ağlayacak ve matem edecek gündür’ deyü söylenmeye başladılar.” (Akt. Mardin, 2010: 25–26). Ahmet Cevdet Paşa’nın aktardığı bu sözler, Osmanlı İmparatorluğu’nda yaşanan elit dönüşümünün bir yansıması olarak okunabilir. Yabancı dil bilmek, yeni okullardan mezun olmak, Batılı kültür kodlarını anlayabilmek gibi yetenek ve performanslar bu dönemde oluşan tepkiyi anlamamızı kolaylaştıracaktır. Şerif Mardin’in “Tanzimat döneminde aşırı batılılaşma” olarak ifade ettiği bu dönüşümü yeni bir habitusun yükselişi olarak görmek gerekir. 36 ve Fuad Paşa ikilisine ve sultana duyulan tepki vardır. Hıristiyanlara verilen ayrıcalıklar, imparatorluğun Avrupa devletleri karşısında düştüğü zor durum ve onlardan gelen baskılar da diğer faktörlerdir. İsyancıların başında Şeyh Ahmed isimli bir medrese vaizi bulunmaktadır ve kendisini destekleyenler arasında çok sayıda ulema ve medrese öğrencisinin yanında subaylar ve halktan kişiler vardır. İsyanın/Darbe girişiminin ortaya çıkmasını sağlayan da katılması istenen subaylardan birinin ihbarıdır. Darbeyi planlayan kırk beş kadar elebaşı tutuklanmış ve bazıları mahkûm olurken bazıları sürgün cezasına çarptırılmıştır (Davison, 2005: 105–106). Kuleli Vakası, Osmanlı modernleşmesinin çelişkileri ve gerilimleri üzerinde yükselen yeni bir muhalif dalganın habercisidir (Riedler, 2011: 29–51). Kısa bir süre sonra, 1865’te kurulan İttifak-ı Hamiyyet adlı gizli örgüt daha sonra Yeni Osmanlılar hareketi haline gelmiş ve Osmanlı-Türk siyasal hayatında derin etkiler bırakmıştır (Ortaylı, 2009: 299–300). Yeni Osmanlılar hareketinin temellerini atan kişi ise 1862 yılında Tasvir’i Efkâr’ı yayımlamaya başlayan Şinasi’dir. Aslında 1860’ta arkadaşı Âgâh Efendi ile birlikte Tercümân-ı Ahvâl’i yayımlamaya başlamış, ama iki yıl sonra anlaşamayarak gazeteden ayrılmış ve Tasvir’i Efkâr’ı çıkarmaya başlamıştır. Tasvir’i Efkâr’ın önemi, kendisinden önceki gazetelerin yarı resmi görünümünden farklı olarak kısa zamanda siyasi fikirlerin ve hükümete yönelik eleştirilerin yapıldığı bir forum haline gelmiş olmasından kaynaklanmaktadır. Gazetenin sade dili ve kolay okunabilir olması, onun yarı resmi ve elitlerle sınırlanmış küçük bir grubun ötesinde bir kamuoyuna seslenmesini sağlamıştır (Mardin, 2010: 281–285 ve 2007: 166–169). Gazetenin siyasal meselelerin kamusal olarak tartışılabilirliğine yönelik bu tutumu çok temel bir dönüşümün göstergesidir. Zira mutlakiyetçi rejimlerin hükümdar ve tebaa ilişkileri açısından temel varsayımı siyasetin hükümdarın tekelinde olmasıdır. 37 Cengiz Kırlı’ya göre Osmanlı İmparatorluğu’nda 1840 sonrasında yöneten ve yönetilen arasındaki bu kalın çizgi aşınmaya başlamıştır. Yaşanan dönüşümü hafiyelik üzerinden inceleyen Kırlı’ya göre 1840 öncesinde hafiyeler tarafından “devlet sohbeti” yaptığı tespit edilenler cezalandırılmaktadır. 1840’lardan sonra ise jurnallerde22 adı geçenlerin cezalandırılması sistemi ortadan kaldırılmıştır. Zira yöneten ve yönetilen ayrımının dönüşüme uğramasıyla, tebaa artık bir siyasal özne olarak “devlet sohbeti”nden dışlan(a)mamaktadır. Aksine devlet tarafından sunulan “resmi hakikat” ile yönetilenlerin fikirlerine atfedilen “yalanlar” arasındaki ayrım yok olmaya başlamıştır. Dolayısıyla, kamuoyunun, yani devletin susturmaktan öte dinlemesi, gözetlemesi, nüfuz etmesi ve etkilemesi gereken özerk bir alanın ortaya çıkışı söz konusudur (Kırlı, 2009: 22–26). Fakat diğer taraftan Tanzimat dönemi boyunca Âli ve Fuat Paşalar tüm reformist yaklaşımlarına rağmen siyasal alanın genişlemesi mevzu bahis olduğunda oldukça hasistirler. Buradan çıkarılabilecek bir sonuç, toplumsal ve siyasal formasyonun farklılaşma sürecinin doğrusal bir biçimde değil çelişkili ve karmaşık bir biçimde anlaşılabileceğidir. Öyle ki, Tanzimat döneminde Âli ve Fuat Paşalar hem toplumun Batılılaşma düzeyinin vardığı aşırı boyutlar yüzünden, hem de siyasal modernleşmenin eksikliği yüzünden eleştirilebilmişlerdir. Dolayısıyla çelişkilerin ve gelgitlerin sadece sistemik düzeyde değil, bireysel öznelerin zihinlerinde de var olduğu öne sürülebilir. 23 22 Jurnal kavramı, Fransızca’da günlük, günce, günlük gazete gibi anlamlara gelen “journal” kelimesinden türemiştir. Jurnal, en genel anlamda, iktidarı ilgilendirdiği düşünülen herhangi bir konuşmanın hafiyeler tarafından dinlenmesi ve rapor halinde resmi makamlara bildirilmesidir. Konu ile ilgili olarak bkz: (Kırlı, 2009). 23 Shayegan bu zihinsel karmaşa ya da çelişki durumunu şöyle tasvir etmektedir: 38 Şinasi, Tasvir’i Efkâr’da siyasi yazı ve eleştiriler yayımlamanın yanı sıra sadece üsluptaki sadelikle dahi Âli ve Fuat Paşaların “imparatorluğu etkileyecek kararların sadece yüksek hükümet çevrelerinde tartışılması gerektiği fikrine dolaylı bir saldırı” (Mardin, 2007: 169) yapmış oluyordu. Şinasi, Tercüman-ı Ahval’deki sunuş yazısında siyasal alanı genişletme hedefini de açıkça ilan eder: Mademki bir heyet-i içtimaiyyede [sosyal toplulukta] yaşıyan halk bunca vezaif-i kanuniye [kanunî vazifeler] ile mükelleftir, elbette kalen ve kalemen [sözle ve kalemle] kendi vatanının menafine [çıkarlarına] dair beyan-ı efkâr etmeyi [fikirlerini söylemeyi] cümle-i hukuk-u müktesebesinden [kazanılmış haklarının bütününden] addeyler… (Dizdaroğlu’ndan aktaran: Mardin, 2011: 19). Şinasi’nin Genç Osmanlılar hareketi için hazırladığı zemin Osmanlı İmparatorluğu’nda Japon imgesinin oluşumu için de bir ölçüde geçerlidir. Gazetesini bir tartışma platformu olarak kurgulayan Şinasi, sonraki yıllarda Japon modeli “Tüm derinliğiyle karşımda yayılan yeni nesneler ve beni hazırlıksız yakalayan yeni fikirler bana yabancı. Bunları tanımak için zihnimde ne elverişli sözcükler ne de uygun tasvirler var. Bilgi alanımda apansız ortaya çıkıveriyorlar ve ele geçirilmez tarafları var. Bunları gördüğüm, bunlardan yararlandığım, bunlara hükmettiğim kadar maruz kaldığım da doğru, fakat hafızamın akışında bir yerlerde asılı kalıyorlar. Oluşumlarının tarihini çizemiyorum, doğuşlarına da tanık olmadım. Ne ortaya çıkışlarından önce art arda gelen bunalımları yaşadım, ne de onlara varolma olanağı veren üretim biçimlerini. Sıyırıp atamadığım zorlamaları başıma musallat eden, alışkanlıklarımı altüst eden ve bir türlü açıklığa kavuşturamadığım akıl almaz şeyler bunlar. Bununla birlikte onlardaki bir taraf beni cezbediyor, çekiyor ve tüm çabamı harcamama rağmen onlardan yardım almaktan alıkoyamıyorum kendimi.” (Shayegan, 2002: 13) 39 üzerine yapılacak tartışmaların da zeminini hazırlamıştır denilebilir. 24 Hem kendisine gelene değin hem de kendi döneminde çıkan gazeteler içinde en ciddiye alınan ve fikri açıdan önem atfedilen gazete olan Tasvir-i Efkâr’da (Selman, 2007: 38–41). Japonya ile ilgili 1863 yılında çıkan bir haber, nitelik açısından daha önce yayımlananlardan farklı şekilde sansasyonel bir dilden ziyade ciddi bir değerlendirme görünümündedir. Haber, Tasviri Efkâr’ın25 elli sekizinci sayısında “Bazı evrakı havadisde [gazetelerde] görülen bir bendin hulasa vechile [özet halinde] tercümesidir” başlığı ile yayınlanmıştır. Haberde Japonya’nın yönetim biçimi ile ilgili bilgiler verilmekte ve son dönemde yaşanan gelişmeler özetlenmektedir. Ayrıca 1854 yılından itibaren dış dünyaya açılmak zorunda kalan Tokugawa Şogunluğu’nun dış ticaret rakamlarından bahsedilmektedir: “Avrupa’nın oraca olan ticaretine gelince 1862 altı ayı zarfında 5.255.410 frank ithalat ve 14.021.193 franklık ihracat vuku bulmuştur…” (Akt: Koloğlu, 2001: 21). 1854 yılında Komodor Perry tarafından dayatılan ticaret anlaşmasını Tokugawa Şogunluğu 1858 yılında imzalamış, böylelikle Afyon Savaşları sırasında Çin’in yenilgisi sonrası algıladığı tehdidin boş olmadığı ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla 1860’lara gelindiğinde Japonya da kapitalizmin çevre ülkeleri arasında yerini almış bulunuyordu. Tokugawa Şogunluğu’nun 1858 antlaşmasını imzalayarak kapitülasyonlar rejimini kabul etmesi Japonya’nın iç politik durumunu da kökten değiştirmiştir. Kapitülasyonlar rejimi hem birçok daimyonun (feodal bey) ve 24 Şinasi, bizatihi kendisi de Tasvir-i Efkâr’da Japonya ile ilgili birçok haber yayınlamıştır. 1862’den, Şinasi’nin Paris’e gittiği 1865 yılına kadar Tasvir-i Efkâr’da Japonya ile ilgili otuz altı haber yayınlanmıştır (Hayta, 2002: 776–779). 25 Tasvir-i Efkâr’da 1862–1869 yılları arasında Japonya ile ilgili olarak toplam kırk iki tane haber çıkmıştır (Hayta, 2002: 776–779). 40 samurayın Tokugawa Şogunluğu aleyhinde toplanmasına hem de ülkenin ekonomik yapısının sarsılmasına neden olmuştur. Tüm bu gelişmeler 1858 sonrasında Japonya’da bir iç bunalım yaşanmasını tetiklemiştir ki süreç 1868’de Meiji Restorasyonu’yla sonuçlanacaktır (Tözeren, 1984: 39–43). Tasvir’i Efkâr yaşanan bu gelişmeleri şöyle aktarmıştır: Soylular ise o zamandan beri kaybettikleri nüfuzu geri almaya çalışarak bu amaçla ahali arasında hatırası gayet canlı olan eski imparator hanedanıyla birleşmeye gayret ederler. Şimdi ise imparatorun çocuk olmasını vesile sayarak çabalarını artırdılar. Ve geçende ortaya çıkan fesada sebep oldular. Bunlar kanunen daima payitahtta oturup bir yere gidecek oldukları takdirde evlat ve eşleri rehin bırakılması lazım iken bu düzeni iptal ettirdiler ve devlet için yapmaya mecbur oldukları hizmetlerin hepsinden muaf oldular. Kısacası bir imtiyazı mahsusa nail oldular ki devlet adeta asilzâdegan idaresi şekline girdi. Ve Yedo ahalisi bu durumdan pek kırıldılar. Ve asilzadeler Avrupalılarla olan bozulmayı bahane ederek din adamı güruhunun da hükümet aleyhinde taasubunu tahrik ettiler (Akt: Koloğlu, 2001: 21). Tasvir’i Efkâr’ın Japonya’dan aktardığı iç savaş haberleri özellikle 1860 sonrası Osmanlı İmparatorluğu için hiç de yabancı değildir. 26 1859–1864 arasında Eflak ve Boğdan kendi hükümdarlarını seçmiş, bir anayasa ilan etmiş ve en sonunda otonomi kazanmıştır. 1860’ta Hersek’te isyan ortaya çıkmış, Karadağlılar’ın da katıldığı isyanın kontrol altına alınması iki buçuk yıl sürmüştür. Aynı yıl Lübnan’da çıkan krizde Müslümanlar ve Dürzîler arasındaki çatışmaya zamanında müdahale etmediği iddia edilen paşa ve iki yardımcısı kurşuna dizilmiştir. Bu infazın Avrupalı devletleri yatıştırmak için yapıldığı düşüncesi Müslüman halkın gerilimini artırmıştır. 26 İki ülkede de bir iç çatışma olmakla birlikte aradaki farkı göz ardı etmemek gerekir. Osmanlı İmparatorluğu’nda etnik ve dinsel bölünmelerden kaynaklı “bağımsızlık” mücadeleleri ve/ya isyanlar yaşanırken; Japonya’da bir iktidar mücadelesi yaşanmaktaydı. 41 1862’de Belgrad’daki Türk garnizonu ile şehir halkı arasında çatışma çıkmıştır (Mardin, 2010: 24–25; Çiçek, 2010: 20). 2. Güçlenen Muhalefet Osmanlı İmparatorluğu’nda yaşanan sadece etnik çatışma değildir. Tanzimat reformlarından ve kurumlarından yetişmiş ama devlet kademesinde istedikleri kadar yükseğe ulaşamamış, liberal düşünceleri İslâm içinden temellendirme konusunda hassas, yeniliklerin yüzeysel kaldığını düşünen, imparatorluğun üzerindeki Avrupa baskısına ve Tanzimat yöneticilerinin özellikle de Âli ve Fuat Paşaların otokratik yönetimlerine tepki duyan yönetici elit üyeleri arasından ciddi bir muhalefet ortaya çıkmıştır (Shaw ve Shaw, 2000: 170). Bu muhalefetin örgütsel bir biçim alması 1865 yılında kurulan İttifak-ı Hamiyyet’le birlikte gerçekleşmiştir. Mardin’e göre, İttifak-ı Hamiyyet’in kurucu üyelerinin, aşırı vatanseverlikleri onlara reformları Osmanlılar için, Osmanlılar tarafından ve İslâmî çerçevede düşündürmekte ise de, kendilerini siyaseten Avrupa’yı izlemeyi amaç edinmiş kişiler olarak görüyorlardı (Mardin, 2010: 29). İttifak-ı Hamiyyet, İtalyan Carbonari modeline göre hücreler biçiminde örgütlenmişti. İlk adımı Belgrad ormanlarında bir piknikte atılan örgütün kurucuları arasında Namık Kemal, Mehmed Bey, Ayetullah Bey, Refik Bey, Nuri Bey ve Reşad Bey vardır. Hemen hepsi Tercüme Odası’nda çalışmışlar ve burada yabancı dillerini geliştirmişlerdir. Örgütün amacı mutlakiyetçi yönetimin yerine meşruti bir yönetim biçimi getirmektir (Davison, 2005: 195–197). Kısa sürede birkaç yüz kişiye ulaşan örgütün içindeki isimlerden Namık Kemal, Ziya Paşa ve Ali Suavi bilhassa önemlidir. Örgütün içinde Sultan Abdülaziz’in yeğenleri olan Veliaht Murad ve 42 Şehzade Abdülhamid de vardır. İttifak-ı Hamiyyet’in sonunu getiren ya da bir başka deyişle Yeni Osmanlılar hareketine dönüşmesine neden olan en önemli iki gelişme, Girit’te başlayan isyan hareketi ve Mehmed Ali Paşa’nın soyundan gelen Mısırlı Mustafa Fazıl Paşa’nın sultana yazdığı meşruti monarşi talebi içeren meşhur mektubudur (Lewis, 2009: 209; Mardin, 2010: 32). Girit’te 1866 yılında başlayan isyan Osmanlı toplumunda ve siyasal alanında birkaç nedenle önemli etkiler yaratmıştır. Yunanistan’ın desteği ve adanın Yunanistan’la birleşmesinin isyanın en önemli amaçlarından biri olması başta gelen nedendir. Yarım yüzyıldan az bir süre önce imparatorluktan ayrılmış Yunanistan’ın Girit için imparatorluğa meydan okuması emperyal tahayyül/kibir açısından büyük bir şok yaratmıştır. Girit meselesi aynı zamanda Büyük Güçler’in Osmanlı İmparatorluğu’na yönelik müdahale ve baskılarını açık bir şekilde ortaya çıkarmıştır. İsyanın, imparatorluk tarafından dış müdahaleye meydan vermeden çözülüp çözülemeyeceği sorunu, aynı zamanda iç ve dış kamuoyu önünde devletin gücünün göstergesi olarak yorumlanmıştır. Kamuoyunun konu üzerindeki bu hassasiyeti İttifak-ı Hamiyyet üyeleri için de geçerlidir. Şinasi’nin bir yıl önce ansızın Paris’e kaçmasıyla Tasvir-i Efkâr’ın editörlüğünü yürütmeye başlamış olan Namık Kemal, Girit konusunda isyancıları, Yunanistan’ı ve Rusya’yı suçlayan yazılar yazmıştır. Dolayısıyla bu ilk dönemde Namık Kemal’in eleştirilerinin odağında Bab-ı Âli yoktur (Çiçek, 2010: 71–77). Ali Suâvi’nin editörlüğünde çıkan Muhbir de Girit isyanı ile ilgili yayınlar yapmıştır. Fakat Âli Paşa’nın tepkisini çeken asıl olan olay, Muhbir’in Şubat 1867’de isyancılar tarafından evlerinden sürülmüş olan Giritliler için bir yardım kampanyası düzenlemesi olmuştur. Kampanya gazetenin şöhretini büyük oranda arttırmış ve Bab-ı Âli’yi sinirlendirmiştir. 8 Mart’ta ise Ali Suavi, 43 Belgrad kalesinin terk edilmesini eleştiren sert bir yazı yazmış ve gazete hemen ertesi gün bir aylık kapatma cezası almıştır. Namık Kemal, Tasvir’i Efkâr’da, Muhbir’in sahibi Filip Efendi’nin kapatma cezası ile ilgili protesto açıklamasını yayınlayarak olaya dâhil olmuştur. Aynı sayıda, Avrupa ülkelerinin Girit konusuna müdahalelerini eleştiren bir yazı da yer almıştır. Bu olayların sonucunda Tasvir-i Efkâr kapatılmış ve Ali Suavi tutuklanmıştır. Ayrıca, sıkı bir sansür içeren yeni basın kanunu ilan edilmiştir (Mardin, 2010: 34–36). İttifak-ı Hamiyyet’i Yeni Osmanlılar’a bağlayan önemli dönüm noktalarından diğeri ise Mustafa Fazıl Paşa’dır. Mısır Hidivi İsmail Paşa’nın kardeşi olan Mustafa Fazıl Paşa uzun süre Bab-ı Âli’de üst düzey görevler üstlenmiştir. Hidivliği kendi hanedanına hasretmek isteyen kardeşi İsmail Paşa’nın 1866 yılında bu amacına ulaşması Mustafa Fazıl Paşa’nın (arasının zaten bozuk olduğu) Âli ve Fuat Paşalara karşı muhalefetinin dozunu artırmasına neden olmuştur. Mustafa Fazıl Paşa hükümet karşıtı kışkırtmalara katıldığı suçlamasıyla 4 Nisan 1866’da Paris’e sürgüne gitmek zorunda kalmıştır. İstanbul’daki muhalif çevrelerle bağlantısını ise Giampietri isimli bir İtalyan tarafından çıkarılmakta olan Courier d’Orient gazetesi vasıtasıyla sürdürmüştür. Giampietri aynı zamanda İttifak-ı Hamiyyet üyelerini Carbonari kitaplarıyla tanıştıran kişidir. Mustafa Fazıl Paşa 7 Şubat 1867’de Brüksel’de çıkan Le Nord gazetesinde yayınlanan bir açıklamasında Avrupa’da ulusal davalarla meşgul olduğunu, “Jeune Turc” partisinin kurulduğunu ve kendisinin de bu partinin temsilcisi olmaktan gurur duyduğunu belirtmiştir. Dahası, bu açıklamadan önce, İstanbul’da çıkmakta olan Journal des Débats’ın 25 Ocak ve 6 Şubat tarihli nüshalarında da Mustafa Fazıl Paşa, Jeune Turc’lerin lideri olarak gösterilmiştir. Dolayısıyla Brüksel’de çıkan haberden İstanbul’daki çevrelerin zaten haberi vardır. 44 Mustafa Fazıl Paşa’nın Le Nord’da çıkan açıklamasının çevirisi önce Muhbir’de sonra da Tasvir-i Efkâr’da yayımlanmıştır (Berkes, 2009: 278–280). Sürecin kırılma noktasını ise 7 Mart’ta Mustafa Fazıl Paşa’nın Sultan Abdülaziz’e yönelik yazdığı açık mektup oluşturmaktadır. Yani, Ali Suavi’nin Sırbistan konusunda Bab-ı Âli’yi eleştiren makalesinin 8 Mart’ta yazılmış olması bir tesadüf değildir. Bu andan sonra hükümet, Ali Suavi, Namık Kemal ve Ziya Paşa üçlüsünü çeşitli atamalarla İstanbul’dan uzaklaştırılmaya çalışmıştır. Onlar da Mustafa Fazıl Paşa’nın Paris’e gelmeleri yönünde yaptığı teklifi kabul ederek 17 Mayıs’ta kaçmışlardır. İstanbul’da kalan İttifak-ı Hamiyyet üyelerinin birçoğu ise kentte yükselen tansiyondan endişeye kapılan Âli Paşa’nın emriyle tutuklanmış ve/veya sürgün edilmişlerdir (Davison, 2005: 216–219). B. Japonya ile Karşılaşma ve Japon İmgesinin Netleşen Çizgileri Yeni Osmanlıların önde gelen üç isminin Paris’e gitmesinden kısa bir süre sonra Sultan Abdülaziz, İmparator Napolyon tarafından, Paris’te yapılacak olan 1867 Paris Dünya Fuarı’na27 davet edilmiştir. Böylece, Sultan Abdülaziz’e “yurtdışı 27 19. yüzyıl boyunca Paris, Londra gibi metropollerde düzenlenen dünya fuarları “Doğu” ve “Batı”yı hem kuruyor hem de bozuyordu. Örneğin 1867’de Sultan Abdülaziz, Paris mahfillerinde yeterince otantik bulunmamıştı (Zaptçığlu, 2012: 11–38). Findley, çelişkilerin ve kırılmaların “söylem oluşumu”nun (discursive formation) sistematik işleyişini çürütmeyeceğini, daha ziyade bu işleyişi yansıttığını düşünmektedir. Her halükarda oryantalist ve/veya garbiyatçı düşüncenin anlaşılmasında dünya fuarlarının önemli bir yeri olduğu açıktır. Konu ile ilgili olarak bkz: (Mitchell, 1988: 1–33; Findley, 1999). 45 gezisine çıkan ilk ve tek Osmanlı padişahı” payesini kazandıran ünlü Avrupa seyahati gerçekleşmiştir. Sultanın yokluğunda ortaya çıkabilecek bir komplo ihtimaline karşı Murad ve Abdülhamid’in padişahla beraber Paris’e gitmesine karar verilmiştir. Her iki ismin İttifak-ı Hamiyyet’in üyesi olduğuna yönelik iddialar ve İstanbul’da Murad’ın sultan olmasını isteyen çok sayıda kişi olduğu düşünüldüğünde bu önlem anlaşılmaz değildir (Çiçek, 2010: 86–89). Gezinin konumuz açısından önemi ise Japonya’nın da Paris Dünya Fuarı’na katılmış olmasından kaynaklanmaktadır. Osmanlı İmparatorluğu’nun bizzat padişah da dâhil olmak üzere birçok üst düzey yöneticisinin Japonya ve Japonlarla ilgili ilk gözlemlerinin bu fuarda gerçekleştiği anlaşılmaktadır. Hatta Japonya adına 1867 Paris Dünya Fuarı’na katılan heyette yer alan Şibusava Eiiçi, Japonya’ya döndükten sonra 1871 yılında yayınladığı “Kosai Nikki” (Batı Yolculuğu Günlüğü) adlı seyahatnamesinde Osmanlı heyetinden bahsetmektedir. Şibusava’ya göre iki ülkenin heyetlerinin ilk bir araya gelişi fuarın açılışında olmuştur. Açılışta Osmanlı ve Japon heyetleri yan yana yer almışlardır. Şibusava, Osmanlı heyetinde yer alanlardan Sultan Abdülaziz, Şehzade Abdülhamid ve Fuat Paşa’nın isimlerini de vermektedir. Dolayısıyla iki heyet arasında doğrudan bir temas olduğuna dair bir işaret olmasa da 1867 Paris Dünya Fuarı iki ülkenin üst düzey yetkililerinin müştereken katıldıkları ilk etkinliğe işaret etmektedir (Erkin, 2004: 84–85). Osmanlı ve Japon heyetlerinin Paris Dünya Fuarı’ndaki karşılaşmaları, Batı’nın tanımladığı ve düzenlediği “evrensel” bir düzenin otantik parçaları arasındaki karşılaşmaya denk düşmektedir (Zaptçıoğlu, 2012: 38). Avrupalılar; Osmanlılar ve Japonlar gibi “otantik” kültürler üzerinden kendi evrensel imgelerini kuruyorlardı. Osmanlılar ve Japonlar da kendilerini ve birbirlerini, Avrupa 46 aynasından bakarak tanımlıyorlardı. Aslında bu durum, Osmanlı gazetelerinde 1867 yılına dek çıkan haberlerin hepsinin Avrupa kaynaklı olduğu göz önüne alınırsa yeni değildir. Osmanlı gazeteleri ve kamuoyu, Avrupa aynasından görmenin sonucu olarak Japonya’yı, uzun bir süre boyunca ilkel ve vahşi olarak tanımıştır. Zaten Japon modernleşmesinin ilgi uyandırmasının bir nedeni de kısa süre önce “ilkel” bir toplum olan Japonların “medeniyet” alanında çok hızlı ilerlediğinin düşünülmesidir. 1866 yılında Ruzname-i Ceride-i Havadis, Japon halkının içinde bulunduğu vahşetten ve bu vahşetten kurtulma çabalarından bahsetmiştir: Yedi, sekiz sene evvel İngiliz ve Fransızları öğrenip yavaş yavaş diğer milletlerle münasebete başlamışlar ise de, vahşetin karanlık gecesinden çıkıp henüz cihanın her tarafını dünya gözüyle görmemişlerdir. Japonya Hükümdârının, geçenlerde İngilizler’den bir vapur satın alarak ve içine bazı Japon memur ve subaylarını bindirerek, keşif ve muayene maksadile dünyanın beş kıt’asını gezip dolaşmaya ve mümkün oldukça gördüklerini raporlarla bildirmeye memur etmiş olduğunu gazeteler yazıyor (Şakir, 1994: 7). Bu haberden kısa bir süre sonra Japon hükümdarının vefat ettiğini ve bu hükümdarın kendisinden önceki hükümdarlardan farklı olarak Avrupa devletleriyle dostluk kurmaya çabaladığını belirten bir haber daha yayınlanmıştır. Şakir’e göre İstanbul halkının Japonya’ya ilgi duymasına neden olan olay ise imparatorun ölümünden sonra ona hizmet etmek için intihar eden Japonların anlatıldığı bir haberdir: Japonya’nın ruhanî hükümdarı geçenlerde vefat etmiş olduğundan, ahrette dahi kendisinin hizmetinde bulunmak gibi bâtıl bir arzu ile, dairesi halkından pek çoğu kendilerini öldürmüş oldukları gibi, memleketin büyüklerinden sekiz on kişi de bu şerefe nail olmak için cismanî hükümdara dilekçe vermişlerdir. Hükümdar bunlardan yalnız beşine ruhsat vermiş ve bunlar da, şu büyük inayete kavuştuklarından dolayı, teşekkür ederek kendi elleriyle keskin kılıçları karınlarına sokmuşlar ve canlarına kıymışlardır. (Şakir, 1994: 7–8). 47 Haber o kadar dikkat çekicidir ki gazete bu çeviri haberin altına bir yorum yazmak durumunda kalmıştır: Bu yolda fikirlerin ne derece bâtıl olduğunu tarife hacet yoktur. Hindistan’da dahi, gerek bu usul ve gerekse kocasının vefatında karısının kendisini yakmak kaidesi yakın vakte kadar varken, İngiltere devleti bu uygunsuz halleri güç hal ile men edebilmiştir. Hattâ, Japonya’da bir adam diğerine: ‘Şimdi, senin için kendimi telef ederim’ demiş olsa, o kimse, kanı, üzerinde kalır korkusuyla, her ne talep ederse îcabını yerine getirmektedir (Şakir, 1994: 8). Şakir’e göre bu haber Ceride-i Havadis’in 29 Kasım 1866 tarihli 551. sayısında yayınlanmıştır. İki haber de oryantalizmin bir söylem olarak nasıl dolaşıma girdiğini, genişlediğini, öteki hakkındaki bilgiyi sarmaladığını, dünya ve içindeki halklar hakkında hakikat olarak kurulduğunu somutlamaktadır. Oryantalizm herhangi bir toplumu ilkel olarak kodlayarak “tarihsizleştirmek” (İnan, 1983: 10) ve “tarihsel olarak dondurmak” (Bayart, 1999: 45) ya da bir medeniyet olarak kodlayarak “kültürel tutarlılık atfetmek” (Bayart, 1999: 66) gibi biçimlerde işleyebilmektedir. 1866 yılında Japonya uzun süren içe kapanma döneminden yeni çıkmıştır ve bu ilk dönemde Japonya ile ilgili oryantalist söylem Afrika’daki ya da Güney Amerika’daki antropolojik söylemin “ilkelleştirme/vahşileştirme” biçimine denk düşmektedir. İlk haberde geçen “…bir nevî vahşet hayatı…” veya “…vahşetin karanlık gecesinden çıkıp…” gibi ifadeler oryantalist bilginin vahşi olarak kodlayarak tarihsizleştirmesidir. İkinci haberin içerdiği batıl inançlarla kendilerini öldüren irrasyonel vahşiler fikri de aynı çerçevede değerlendirilmelidir. Haberin yorumunda verilen Hindistan-İngiltere örneği ile gerçekliğin “vahşi-medeni” ikiliği üzerinden kurulumu tamamlanmış ve vurgulanmıştır. Esen ve Köroğlu, Tanzimat romanında anlatıcı-muhatap ilişkisi üzerinden bir “medenileştirme süreci”nin işlemekte 48 olduğunu tespit etmiştir. Buna göre yazar, anlatıcı yoluyla okura ilerlemenin, medenileşmenin, Doğu’nun, Batı’nın, medeniyetin ne olduğunu, ne olmadığını anlatmaktadır (Esen ve Köroğlu, 2012). Romanın bu noktada gördüğü işlevin gazeteler için de geçerli olduğu görülmektedir. 28 Burada da yazar haberi okura tercüme etmektedir. Haberler, muhayyel cemaatin kuruluşu konusunda düşünmek için de yeni ipuçları vermektedir: Japonları “batıl fikirler ve karanlıklar içindeki vahşiler” olarak resmederek Osmanlı’nın da “Doğu”suna göndermekte ve dolaylı olarak Osmanlı’yı “medeniyet” sınırlarına dâhil etmektedir. Avrupa ile karşılaştırıldığında “Doğu”da olan Osmanlı’nın Japonya ile karşılaştırıldığında “Batı”da yer alması sabitlenmek istenen kimliklerin ve konumların aslında ne kadar akışkanlık gösterebildiğini ispatlamaktadır. Vahşi Japonya ile çelişkili medeni bir Osmanlı fikri, muhayyel bir Osmanlı toplumunu da gerçekten var etmektedir. Başta da söylendiği gibi matbaa kapitalizminin gelişimi yoluyla bir taraftan kendini hayal eden toplum aynı zamanda ötekini de hayal etmektedir. Oryantalist bakışın dünyayı zıt ikilikler yaratarak düşünme hali, haberdeki vahşi-medeni ya da Hindistan-İngiltere örneklerinde temayüz etmektedir. İlerleyen dönemde modernleşme literatürünün de yaslanacağı temel dayanaklardan olan bu 28 Ayrıca dönemin romanlarının birçoğunun –Avrupa’daki örneklerine benzer biçimde- gazetelerde tefrika edilmiş olması da bu dönemde gazete ve roman ilişkisinin çok daha yakın olduğu fikrini desteklemektedir. Romanın bir eğitim aracı olarak görülmesini sadece Tanzimat romanı ile sınırlamak mümkün değildir. Tek Parti Dönemi boyunca ve hatta İslâmi hidayet romanları göz önüne alındığında çok daha yakın dönemlere ve hatta belki bugüne kadar, bu tür bir anlayış, romana yönelik farklı kavrayışların yanı sıra, sürmüştür. 49 ikilikler; kadın-erkek, ileri-geri, modern-geleneksel, Doğu-Batı gibi çeşitlemeleriyle sürecektir. Japonya’nın modern-kapitalist bir toplum formasyonu kazanmasından sonra ise vahşi söylemi tamamen ve tam tersi yönde değişecektir. “Vahşi” 29 kodlaması “binlerce yıllık Japon kültürü” formülasyonu ile yer değiştirecek ve bu kez de Japon kültürüne bir medeniyet payesi biçilerek binlerce yıldır süregelen bir kültürel tutarlılık atfedilecektir. Elbette bu kültürel tutarlılık söyleminin arka planında ‘a priori’ medeniyetlerin dünya tarihinin temelini oluşturduğu ve her medeniyetin kendine has bir ‘öz’ (geist) içerdiği kabulü bulunmaktadır (İnan, 2010: 36–37). Al-‘Azm, Doğu ve Batı arasındaki farklılığın ampirik ya da tarihsel temellere dayanmaktan öte kültürel, psişik ya da ırksal özlerden kaynaklandığını iddia eden yaklaşımlara “ontolojik oryantalizm” adını vermektedir (Al-‘Azm, 2000: 230). Osmanlı kamuoyunda da Doğu ve Batı arasındaki farklılığın algılanmasında etkili olan bu yaklaşım ilerleyen dönemde Japonya’nın “teknik” düzeydeki gelişiminden duyulan “büyülenmenin” başlıca nedenidir. Japonya’nın da Osmanlı gibi “Doğu”da konumlanması ve Avrupa ile ontolojik (Japon kültürü) bir farklılık arz ettiğinin kabul edilmesi, bununla birlikte “Batı bilimini” alabilmiş olması Japonya’ya olan ilginin 29 Bu “vahşi” söyleminin farklı örnekleri görülebilir. Örneğin Ruzname-i Ceride-i Havadis, 1861 yılında çıkan 151 numaralı sayısında da bir “akvamı vahşiye” olarak Japonlardan bahsetmektedir: “Yaponya’da İngiltere sefareti memurlarından biri bir polis devirmiş, polis kılıcını çekip öldürecekken bu sefaret memurudur yapma denince kınına sokmuş ama bir kere kınından çıkan kılıç, adam kanına bulanmadıkça yerine konmaz ve hükm ve itibarı kalmaz denince kılıcı çekip kendini öldürmüştür. Hükümdarın oğluna hürmetsizlikte bulunan biri çeşmenin suyu altına oturtulup beyni donarak öldürülmüştür. Bazıları yanar ateşe atılarak öldürülmüştür. İşbu akvamı vahşiyenin ahkâmı kanuniyeleri böyledir.” (Koloğlu, 2001: 20) 50 katlanarak artmasına ve popülerleşmesine neden olduğu gibi aynı zamanda ontolojik oryantalizmin bir yaklaşım olarak yerleşmesinde de önemli katkılar yapmıştır. AlAzm’ın vurguladığı gibi, Batı ile Doğu’nun herhangi bir tarihsel temele dayanmayan bu ontolojik farklılığı dolayısıyla sorunların ya da farklılıkların ampirik ya da tarihsel düzeyde bir çözümü de bulunmamaktadır. Farklılık değiştirilemez, sabit “öz”lere dayandığı için bir benzeşme, yakınlaşma ve hatta iletişim mümkün değildir. Modernleşme literatüründe ise farklılıkların ontolojik değil kültürel olduğu kabul edilir. Dolayısıyla ilerleme ya da gelişme tarihsel bir süreç olarak herkes için mümkündür. Ancak bu kabul ediş güncel hiyerarşilerin olumsallığını tarihsel bir zorunluluk olarak dayatmak için kültürel bir dolayımla tarih-dışı özcü sonuçlara ulaşmak dışında pek bir anlam ifade etmez. Wallerstein bu kültür dolayımının nasıl bir “çıkmaz ayın son çarşambası” vaadi içerdiğini şiirsel bir dille ifade eder: Her şey bir yana, yeni kavramlar umut veriyordu. Hiç şüphesiz Afrika tekeri icat etmemişti; Asya dinleri kaderciydi; İslam teslimiyeti buyuruyordu ve Latinler, ırksal melezleşmelerini, girişimcilikle birleştirememişlerdi. Hâlbuki bu kusurların biyolojik değil sadece kültürel sebepleri olduğu ileri sürülebiliyordu artık. Ve tıpkı Japonlar gibi, azgelişmiş ülkeler de Kalvinizmin yerli bir versiyonunu icat edebilecek kadar zeki olsalardı, çocuklarına okuttuklarının (tabii çocuklara önce okuma öğretilmiş olmalıydı) içeriğini değiştirmeye ikna olabilselerdi; transistörler ücra köylere girmiş olsaydı, ya da uzağı görebilen elitler, diğerkâm yabancıların yardımıyla cahil kitleleri harekete geçirselerdi ve eğer (...), işte o zaman azgelişmişlik de Şeria Irmağı'nı geçecek ve süt ve balla dolup taşan bir toprağa varacaktı. Modernleşme teorisyenlerinin verdiği umut işte buydu (Wallerstein, 1979: 133). Avrupa’dan yapılan çeviriler yoluyla Osmanlı İmparatorluğu içinde Japonya’ya yönelik bir ötekileştirmenin ortaya çıkması aynı zamanda oryantalist söylemin bizatihi Batı-dışı dünya içinde kendini nasıl yeniden ürettiğini 51 göstermektedir. Oryantalist söylemin Batı-dışı coğrafyalarda bu yeniden üretiminin bir adım sonrası ise emperyalizmin saldırısına cevap üretme çabasının garbiyatçı bir biçim alması olmuştur. Batı-dışı toplumların kültürel ya da siyasal elitleri kendi toplumları ile ilgili Batı’da üretilmiş bilgi birikimini içselleştirerek dönemin uygarlık projesine garbiyatçı rezervlerle eklemlenmeye çalışmışlardır; sonuçta gerçekleşen bir oto-oryantalizasyon olmuştur (Arlı, 2009: 11). 1. Değişen İmge: Japonya ve Japonlar Osmanlı ve Japon heyetlerinin 1867 Paris Dünya Fuarı’nda karşılaşmaları bu çerçeve içinde (Doğu-Batı, ilkel-medeni gibi ikilikler üzerinden) düşünüldüğünde sembolik olarak önemli bir ana denk düşmektedir. Ayrıca 1870 sonrasında Japonların, Osmanlı kamuoyu tarafından algılanışı tamamen değişmiştir. Sadece değişmekle kalmamış imparatorluk içindeki siyasal tartışmalara da eklemlenmiştir. 1870’li yıllar birçok açıdan Osmanlı İmparatorluğu için kriz yılları olmuştur. Tanzimat dönemi boyunca bürokrasiyi kontrol eden ve saray karşısında Bab-ı Âli’nin gücünü pekiştiren Fuad Paşa 1869’da, Âli Paşa ise 1871’de vefat etmiştir. Sultan Abdülaziz, Âli ve Fuad paşaların ölümünü iktidarı tekrar kendi ellerine almak için bir fırsat olarak görmüştür. Sadrazam olan Mahmud Nedim Paşa, iktidarın saraya geri dönmesi yönündeki fikirleriyle II. Abdülhamid’in iktidarına giden yolu açmıştır. 30 Diğer taraftan sadece siyasal değil ekonomik olarak da imparatorluk büyük sorunlar yaşamıştır. 1873–1875 arasındaki Anadolu’yu etkileyen kıtlık, kitlesel insan ve 30 Abu-Manneh, Mahmud Nedim Paşa’nın Tanzimat karşıtı fikirlerini ayrıntılı olarak incelemiştir: (Abu-Manneh, 1990). 52 hayvan ölümlerine neden olmuştur. Kıtlık nedeniyle kentlere yönelen göç dalgası hem felaketin etkisini şiddetlendirmiş hem de vergi kaybına yol açmıştır. Uluslararası piyasalarda 1873 yılından itibaren yaşanan çöküş nedeniyle devletin dış piyasalardan borç alması zorlaşmış ve sonuçta imparatorluk borçlarını ödeyemeyecek duruma gelmiştir. Maliyenin çöküşü, kıtlıktan etkilenmemiş olan Balkan eyaletlerindeki vergi yükünü artırmıştır. Bu ise ekonomik nedenlerle doğmakla birlikte kolayca dini ve ulusal şiddet dalgalarına dönüşebilen isyanlara neden olmuştur. Hıristiyan Bulgar köylülerinin Nisan 1876’daki isyanı bastırılırken binlerce köylünün öldürülmesi Avrupa devletlerinin tepkisini çekmiştir. Özellikle İngiltere’de Kırım Savaşı’ndan beri sürmekte olan Osmanlı yanlısı hava yok olmuştur.31 Siyasi alandaki gelişmelerin doruğu ise 30 Mayıs 1876’da Sultan Abdülaziz’in Midhat Paşa önderliğindeki bir grup tarafından tahttan indirilmesidir. Uzun zamandır muhalefet hareketinin padişah adayı olarak görülen Veliaht Murad tahta çıkmıştır. Kısa bir süre tahtta kalan Sultan Murad’ın akli dengesinin yerinde olmadığı anlaşılınca meşrutiyetin ilanı konusunda söz veren padişahın kardeşi Şehzade Abdülhamid tahta çıkmıştır (Zürcher, 2000: 109–113). Osmanlı İmparatorluğu’nun bu çalkalantılı döneminde dönen tartışmalarda Japonya da – her haber ve yorum gibi- siyasal bir bağlama oturmuştur. Namık Kemal’in de yazılar yazdığı Ebuzziya Tevfik’in Hadika Gazetesi32 10 Ocak 1873 (11 31 32 Bulgar katliamlarının İngiltere’deki yankıları için bkz: (Aydın, 2002). Ziya Şakir bu haberin yayınlandığı gazetenin ismini “… istanbul’da intişar eden (Hakikat) ismindeki gazetenin…” diyerek önce “Hakikat” olarak vermekte ve sonra “…(Hâdika) gazetesi de bu yazıların altına…” diyerek “Hâdika” olarak değiştirmektedir. Gazetenin isminin Hakikat olması mümkün değildir zira 1873 yılında İstanbul’da bu isimde bir gazete yayınlanmamaktadır. Ahmet Mithat Efendi tarafından yayınlanan Tercüman-ı Hakikat 1878’de yayınlanmaya başlanacaktır (T.C. 53 Zilkade 1289) tarihli kırk üç numaralı sayısında Japonya’nın “medeniyet dairesine” girmek için yaptığı atılımlardan bahsetmiş, “şura-yı ümmet teşkili” için yapılan hazırlıklara vurgu yapmıştır: “Şura-yı ümmet teşkili dahi mukarrer olarak [kararlaştırılmış] önümüzdeki ayda altı yüzden ibaret mebusân payitahta tecemmü [bir araya gelerek] ile menâfi-i vatana dair müzâkerâta mübâşeret edeceklerdir [başlayacaklardır]”.33 Dolayısıyla “Japon’un her tarafında âsâr-ı temeddün M.E.B., 2011: 19). Hadika ise 1869’da (Topuz, 2003: 30; Çakır, 2002: 50) ya da 1871’de (Nalcıoğlu, 2005: 263) yayınlanmaya başlanmıştır. Dolayısıyla Şakir’in bahsettiği gazete Hadika’dır. Ebüzziya Tevfik ve Hadika ile daha ayrıntılı bilgi için bkz: (Gür, 1990). 33 Hadika Gazetesi’nde çıkan haberin tam metni şöyledir: “(Gazet Universül Dogsborg)’a Japonun (Yokohama) şehrinden yazılan mektup: “Düne gelinceye kadar hâb-ı gaflet [gaflet uykusu] ve batâlette [boşlukta] olan (Japon) memleketinin bir an evvel medeniyet dairesine girmek için az zaman içinde her milletten ziyade terfi edişi mülahaza olundukça insana hayret getirir!!! Japon hükümeti iptida [önce] 1854 senesinin martında Amerika Memâlik-i Müctemiasıyla [Amerika Birleşik Devletleri] bir ticaret muâhedesi [antlaşması] akdettikten sonra der-akab [hemen arkasından] milel-i saire ile [diğer milletlerle] dahi akd-i münasebât etmekle 1856 tarihinde (Japon)’un (Nangasaki) ve (Hokodadı) şehirleri küre-i arzın en büyük ticaretgâhlarından biri oldu. Dokuz sene sonra Japon’un her tarafında âsâr-ı temeddün [medeniyet eserleri] zuhur etmeye mektepler küşad olunmaya [açılmaya], ulûm ve fünûn ve sanâyi’ ve ticaret terakki etmeye kavânîn [kanunlar] ve nizâmât ıslah ve tekmîl olunmaya [tamamlanmaya] başladı. Ahali-i asliyenin ümem-i ecnebiye [yabancı milletler] hakkındaki nefret-i kadimeleri bertaraf olarak Avrupalılar ile icra-yı ticaret ve rabt-ı münasebat etmektedirler. Hükümdar (Mikado) teba ve devletinin ahvaline vakıf olmak için her nevi ihtişamdan azade olarak memalikinde ikide birde seyahat ediyor. Demiryolu ve telgraf hatları memalikin her tarafına temdîd olunuyor [yayılıyor]. Şura-yı ümmet teşkili dahi mukarrer olarak [kararlaştırılmış] önümüzdeki ayda altı yüzden ibaret mebusân payitahta tecemmü [bir araya gelerek] ile menâfi-i vatana dair müzâkerâta mübâşeret edeceklerdir [başlayacaklardır]. 54 [medeniyet eserleri] zuhur etmeye mektepler küşad olunmaya [açılmaya], ulûm ve fünûn ve sanâyi’ ve ticaret terakki etmeye kavânîn [kanunlar] ve nizâmât ıslah ve tekmîl olunmaya [tamamlanmaya]” başlaması ile millet meclisinin kurulma çalışmaları arasındaki bağ açıktır. Osmanlı kamuoyu “düne gelinceye kadar hâb-ı gaflet [gaflet uykusu] ve batâlette [boşlukta] olan (Japon) memleketinin” “ümem-i ecnebiye [yabancı milletler] hakkındaki nefret-i kadimeleri[ni]” bilmektedir. Dolayısıyla “(Japon) memleketinin bir an evvel medeniyet dairesine girmek için az zaman içinde her milletten ziyade terfi edişi mülahaza olundukça insana hayret getirir!!!” Japonya’nın bu ilerlemesinin formülü ise millet için çalışan hükümdardan ve meclis açılmasından yani meşruti bir monarşiden başka bir şey değildir: Hükümdar (Mikado) teba ve devletinin ahvaline vakıf olmak için her nevi ihtişamdan azade olarak memalikinde ikide birde seyahat ediyor. Demiryolu ve telgraf hatları memalikin her tarafına temdîd olunuyor [yayılıyor]. Şura-yı ümmet teşkili dahi mukarrer olarak [kararlaştırılmış] önümüzdeki ayda altı yüzden ibaret Hükümet keremi-yi tâm [tam bir niyetle] ile her nevi esbâb-ı terakkiye teşebbüs eylemiştir. Esir ticareti kaviyyen [kesinlikle] memnu olarak Japonun hiçbir tarafında icra olunmamaktadır. Binalardan Japon ve Çinin usûl-u kadîmesi terk olunarak Avrupa usûlü üzere a’lâ-yı metîn [çok sağlam] binalarla şehirleri tezyin ediyorlar [süslüyorlar]. (Gazet Destranje) nin yazdığına göre Viyana Sergisinde Japon komisyonu için on iki bin murabba kademden ibaret olarak iki mahal tahsis olunmuş ve Japondan hükümdar Mikado’nun ammî [amca] Prens Arisogavatomaya’nın taht-ı riyasetinde [yönetiminde] olarak otuz kişiden ibaret gelecek komisyonun götürecekleri eşya kesret ve sanat ve nefâsetçe fevkalade bir surette bulunacak ve Japon şura-yı devleti reisi (Uhoyina) komisyona mürafakat edecek ve hatta Hükümdar (Mikado) dahi bizzat sergiye gitmek niyetinde imiş. (Japonların derece-i terakkileri hakkındaki mütalaamızı âtîye ta’lîk eyledik [ileriye erteledik]. Hele biz pek iyi anladık ki küre-i arzda böyle giderse bizden cahil –bizden batî [yavaş] – bir kavim kalmayacak. Yazık ki kisve-i temdînde [medeniyet elbisesini] lâbis [giymiş] bulunuyoruz.)” 55 mebusân payitahta tecemmü [bir araya gelerek] ile menâfi-i vatana dair müzâkerâta mübâşeret edeceklerdir [başlayacaklardır]. Hadika’nın haberin altına eklediği yorumda da Yeni Osmanlıların Tanzimat’a yönelik temel eleştirilerinden birisi olan “şekilcilik” eleştirisini yinelemiştir: (Japonların derece-i terakkileri hakkındaki mütalaamızı âtîye ta’lîk eyledik [ileriye erteledik]. Hele biz pek iyi anladık ki küre-i arzda böyle giderse bizden cahil –bizden batî [yavaş] – bir kavim kalmayacak. Yazık ki kisve-i temdînde [medeniyet elbisesini] lâbis [giymiş] bulunuyoruz.) Şakir’e göre bu makale İstanbul’un “en yüksek mahfillerinden en ücra köşelerdeki mahalle kahvelerine kadar” konuşulmuş ve özellikle aydınlar arasında uzun tartışmalara neden olmuştur (Şakir, 1994: 16). Bu ifadenin birebir doğru olup olmadığından daha önemlisi 1873 dönümünde Osmanlı İmparatorluğu’nun ve özellikle de İstanbul’un durumudur. Âli Paşa’nın ölümünden sonra Sultan Abdülaziz’in mutlakiyetçiliği, keyfi olarak memurların yerlerini ve görevlerini değiştirmesi, savurganlığı gibi konular büyük rahatsızlıklar yaratmıştır. Hatta horoz dövüşünde kazanan horoza yüksek nişan verdiği gibi sansasyonel söylentiler akıl 56 sağlığı konusunda da şüpheler doğurmuştur (Davison, 2005: 290–292). Hadika’nın haberi, kahvehane ikliminin abartısı ve kontrol edilemez doğası ile büyüyen bu söylentiler içinde anlam bulmaktadır. Böyle bir çerçeve içinde Japon İmparatoru’nun debdebe ve ihtişamdan kaçındığından bahsetmenin kendisi doğrudan padişaha yönelik itirazlar taşımaktadır. Padişahın lüks ve ihtişam düşkünlüğünün karşısına Japon imparatorunun “her nevi ihtişamdan azade” yaşayışı konulmaktadır. Şakir’e göre o gün, henüz tahta çıkmamış Şehzade Abdülhamid Efendi, Veliaht Murad Efendi’yi ziyaret etmiş, Murad Efendi de kendisine Hadika’da yer alan yukarıdaki makaleyi göstermiştir. Şehzade Abdülhamid bu makaleden çok etkilenmiş ve özel doktoru olan Mavroyani Bey’den Japonlar ve Japonya ile ilgili bilgi toplamasını istemiştir. Şakir, Şehzade Abdülhamid’in Japonya ilgisinin başlangıcını 1873 yılında Hadika’da çıkan bu haberle ilişkilendirmektedir (Şakir, 1994: 16–20). Burada da yine Şakir’in aktarımının doğruluğundan bağımsız olarak haberi hem Veliaht Murad’ın hem de Şehzade Abdülhamid’in muhalefet ile olan ilişkileri bağlamında anlamak gerekir. Her iki isim de İttifak-ı Hamiyyet’ten itibaren muhalif örgütlerle ilişki içindedir. Hatta Sultan Abdülaziz Avrupa seyahatine çıkarken olası bir darbeden şüphelenerek Veliaht Murad ve Şehzade Abdülhamid’i yanında götürmüştür. Zaten bu haberin üzerinden dört yıl geçtikten sonra önce Veliaht Murad’ı sonra da Şehzade Abdülhamid’i tahta geçiren bir darbe gerçekleşmiştir. Dolayısıyla her ikisinin de Padişah Abdülaziz’e yönelik eleştirilere ilgileri şaşırtıcı değildir. Hadika gazetesinin haberindeki önemli noktalardan birisi Japonya’nın Amerika Birleşik Devletleri ile yaptığı ticaret antlaşmasından ve ticaretin artışından övgü ile bahsetmesidir. Daha önce de ifade edildiği gibi bu antlaşma bir kapitülasyon 57 antlaşması olarak Avrupa ülkelerinin baskısıyla imzalanmıştır. Ama gazete bunu bilmediği için ya da taktik nedenlerle, antlaşmayı Japonya için yararlı bir antlaşma gibi sunmaktadır. Yeni Osmanlıların, Osmanlı İmparatorluğu’nun Avrupa ile ilişkilerindeki eşitsiz konumuna yönelik itirazlarına benzer şekilde Meiji elitleri de kapitülasyon antlaşmalarının feshedilmesi için çalışmışlardır. Zaten 1868 yılında Tokugawa Şogunluğu’nun yıkılmasında ve Meiji Restorasyonu’nun gerçekleşmesinde Avrupa ülkeleri ile imzalanan kapitülasyon anlaşmalarına duyulan tepkinin önemli bir yeri vardır. Bu nedenle Meiji yönetiminin kurulması ile birlikte hemen kapitülasyon antlaşmalarının Japonya lehine değiştirilmesi gündeme gelmiştir. İlk olarak 1871 yılında bir Japon hükümet heyeti kapitülasyon anlaşmalarının değiştirilmesi talebiyle Avrupa ve Amerika’ya gitmiştir (Tözeren, 1984: 41–42). Iwakura Tomomi liderliğinde kırk sekiz hükümet kurmayından oluşan ve bu nedenle “Iwakura Heyeti” olarak adlandırılan bu heyet kapitülasyon anlaşmalarını Japonya lehine değiştirmek konusunda başarısız olmuşsa da Avrupa’da ve Amerika’da yaptığı incelemelerle Japonya’nın modern-kapitalist bir ulus devlet formasyonu kazanması ve kapitalist dünya ekonomisine eklemlenebilmesi için yapılması gerekenler konusunda gözlem yapma imkânı bulmuştur. 58 Heyet askerî kurumlardan, parlamentolara, adliyelere, kiliselere, banka ve okullara, müze ve fabrikalara kadar birçok farklı alanda gözlemlerde bulunmuştur. Iwakura Heyeti yola çıkarken hükümetin sağladığı burslarla yanında 350 Japon öğrenci götürmüş ve bu dönemden itibaren hem yurtdışına öğrenci göndermek hem de yurtdışından uzman getirmek Meiji yönetiminin temel politikalardan biri olmuştur. Iwakura Heyeti’nin gözlemleri 1878 yılında beş cilt halinde yayınlanarak Japonya’nın modernleşmesi için yapılması gerekenlere yönelik bir rehber kitap haline getirilmiştir (Altın, 2012: 382–383). 59 2. İmgeyi Güçlendiren Olaylar Osmanlı İmparatorluğu topraklarına ayak bastığı bilinen ilk Japon da Iwakura Heyeti’nin 1871–1873 yıllarını kapsayan gezisinde tercüman olarak yer alan Fukuchi Genichiro’dur. Meiji Hükümeti, Osmanlı İmparatorluğu’nun da kapitülasyon anlaşmaları imzaladığını göz önüne alarak bu konuda incelemeler yapmak üzere Genichiro’yu görevlendirmiştir. Genel olarak Osmanlı İmparatorluğu’nun hukuki yapısı, özellikle de vatandaşlar ve yabancılar arasındaki davaların nasıl çözüldüğü, konsolosluk mahkemelerinin yetkileri ve kapitülasyon anlaşmalarının hukuk sistemi üzerindeki etkileri, Genichiro’nun ilgilendiği başlıca konulardır (Esenbel, 2003: 15). 60 Genichiro, Osmanlı İmparatorluğu’nun hukuki yapısını araştırmak üzere İstanbul’a gelmiştir ve fakat İstanbul’a geliş tarihi konusunda belirsizlikler vardır. Bu konu üzerine yazılmış birçok eserde (Kazuhiko, 2003: 55; Takahashi, 1978: 6; Mütercimler, 1993: 83; Şahin, 2001: 13) Genichiro’nun İstanbul’a geliş tarihi olarak 1871 yılı verilmektedir. Ancak Nakaoka’nın, Genichiro’nun Japonya’ya döndükten sonra verdiği rapor üzerine yazdığı ayrıntılı incelemeye göre Genichiro’nun İstanbul’a geliş tarihi tam olarak 11 Nisan 1873’tür (Nakaoka, 1988: 13).34 34 Ziya Şakir, 1867 yılında gayrı resmi olarak bazı Japonların İstanbul’a geldiklerini ve Ziraat Nezâreti ile Osmanlı topraklarında çay yetiştirme konusunda görüşmelerde bulunduklarını ama sonuç alamayarak geri döndüklerini iddia etmektedir (1994: 21). Şakir, bilginin kaynağını “O devirde yaşamış ve günlerin hâdiselerine karışmış olan birkaç zat, garip bir rivayette bulunuyorlar” (1994: 21) diyerek verdiği için bu bilginin doğruluğunu test etmek mümkün değildir. 61 Genichiro, İstanbul’a geldikten sonra Hariciye Nazırı Server Paşa’nın huzuruna çıkmak ve kendisine Osmanlı İmparatorluğu’nun Paris büyükelçiliğinden aldığı takdim mektubunu sunmak istemiştir. Server Paşa’nın o günlerde Rusya ile müzakereler yüzünden meşgul olması nedeniyle bu görüşme gerçekleşmemiştir. Bunun gerçek nedeni gizleyen bir mazeret olup olmadığını bilmemiz mümkün değildir. Ama Genichiro’nun Tokugawa Şogunluğu döneminde yapılan RusyaJaponya görüşmelerinden tanıdığı Nikolay Ignatyev’in35 Rusya’nın Osmanlı büyükelçisi olması Genichiro’nun işini kolaylaştırmıştır. Ignatyev, Genichiro’ya Osmanlı İmparatorluğu’nun karma mahkeme hukukunun ticari davalar konusunda yetersiz olduğunu, Mısır’ın gelişmekte olan bir ülke olarak daha iyi bir hukuk rejimine sahip olduğunu söylemiştir. Mısır Dışişleri Nazırı Nubar Paşa, Büyük Güçler’le karma mahkeme konusunu yeniden görüşmek üzere o günlerde İstanbul’da bulunmaktadır. Genichiro, Nubar Paşa ile tanışarak Mısır tarafından düzenlenen yeni anlaşma taslağını inceler. Osmanlı İmparatorluğu ile Büyük Güçler arasında yargılama usullerine dair yapılan antlaşmalara erişimi ise engellenir. Genichiro’nun ne Nazır Server Paşa ile görüşmesine ne de antlaşmalara erişmesine izin verilmemesi, Bab-ı Âli’nin kendisine sıcak bakmadığını düşündürmektedir. Diğer her şey dışarıda tutulsa bile Ignatyev ile yakınlığı buna neden olmuş olabilir. Bu engellemeden sonra çalışmalarını Mısır’ın karma mahkeme sistemi üzerine 35 Nikolay Ignatyev, 1860’ların ortasından 1870’lerin sonuna kadar Rusya’nın Osmanlı büyükelçisi olarak çalışmıştır. Büyükelçilik süresi boyunca İstanbul’daki en aktif kişiliklerden birisi olan Ignatyev özellikle Sultan Abdülaziz’in sağ kolu olarak görülen Mahmut Nedim Paşa ile yakın ilişki içindeydi. Öyle ki Nedim Paşa’ya “Nedimof” lakabı takılmıştır. Pan-Slav hareketinin en önemli destekçilerinden olan Ignatyev büyükelçiliği döneminde Osmanlı siyasetindeki güçlü konumu ve Balkanların her yanına yayılmış ajanları ile etkili olmuştur (Shaw, 156–189). 62 yoğunlaştırır. Yaptığı incelemeler sonucunda Mısır karma mahkeme sisteminin Japonya tarafından bazı değişikliklerle kabul edilebileceği kanısına varmış ve raporunda bunu belirtmiştir. Genichiro, Japonya için – en azından şimdilik - Mısır tipi karma mahkemelerin kabulünü kaçınılmaz bulmaktadır. Eğer Japonya dış ticareti geliştirmek istiyorsa bu zorunludur. Hatta Japonya, Büyük Güçler’le müzakere ederse Mısır’dan daha iyi sonuçlar veren bir anlaşma yapılabilir. Gelecekte Japonya ulusal gücünü arttırarak Büyük Güçler’le eşit şartlarda müzakereler yapabildiğinde anlaşmaların değiştirilmesi mümkün olabilecektir. Genichiro, İstanbul’da on üç gün kalmış ve Filistin yoluyla Mısır’a uğrayarak Japonya’ya dönmüştür (Nakaoka, 1988: 13–25) . Osmanlı İmparatorluğu ve Japonya arasındaki ilk ziyaretin konusunun en genel anlamda “Batı genişlemesi”nin her iki ülkeye etkileri çerçevesinde şekillenmesi tesadüf değildir. Osmanlı, Avrupa’da ortaya çıkan ekonomik ve askeri gelişmeden ilk elde etkilenmiştir. İmparatorluk bir yandan ekonomik olarak yarı sömürge pozisyonuna itilirken bir yandan da Habsburglar ve Rusya tarafından yeni askeri teknolojiler vasıtasıyla istilaya ve paylaşıma konu oluyordu. 1870 sonrasında Doğu Sorunu çerçevesinde Osmanlı İmparatorluğu’nun varoluşu iyice tartışmalı hale gelmiştir. Avrupa hegemonyası Osmanlı’yı uzun süren bir üstünlük pozisyonundan sürdürülmesi giderek zor hale gelen bir bağımlılığa doğru itmekteydi (İnalcık ve Quataert, 2006: 542). 1853 yılında Amiral Perry’nin Japonya sahillerinde görünmesinden bu yana Japonya da benzer süreçleri yaşıyordu. Dolayısıyla 1873 yılına gelindiğinde kapitalist dünya-sisteminin çevresinde ya da en iyi ihtimalle yarıçevresinde yer alan iki ülke (ve/veya iki ülke elitleri) arasında en basit haliyle bir empati ya da anlayışın, ileri boyutlarıyla da bir işbirliği ya da ittifakın zemini vardı. 63 Bu zemin ise en genel anlamıyla iki ülkenin de bir cevap üretmeye çalıştıkları Batı sorunudur. Genichiro’nun ziyareti dışında, iki ülke ilişkilerinin “Batı sorunu” üzerinde temellendiğine işaret eden başka olaylar da vardır. İlki 1875 yılında Japon Dışişleri Bakanı Terajima Munenori’nin Başbakan Sanjo Sanetomi’ye “…Türkler gayri Hıristiyan batı milleti olarak Avrupalılar ile diplomatik ilişkilerde bulunuyorlar, bu bakımdan Japonlara benziyorlar. Biz de onlardan çok şeyler öğrenebiliriz. Dolayısıyla onlar ile diplomatik ilişkileri açarsak bizim için faydalı olacak…” diyerek Osmanlı İmparatorluğu ile diplomatik ilişkilerin başlatılması önerisinde bulunmasıdır (Komatsu, 1992: 30). Bu öneri üzerine Munenori tarafından İngiltere’deki Japonya temsilcisi Ueno Kanegori’ye bir talimat gönderilmiş, Osmanlı İmparatorluğu’nun Londra büyükelçiliği ile ilişki kurması istenmiştir. Talimat ayrıca Osmanlı İmparatorluğu’nun içinde bulunduğu şartların incelenmesini ve Japonya ile Osmanlı İmparatorluğu arasında bir ticaret ve dostluk antlaşması imzalanma olasılığının görüşülmesini içermektedir (Esenbel, 2012a: 282). İsmi belirsiz bir İngiliz devlet adamı ise Sadrazam Midhat Paşa’ya gönderdiği mektupta “Uzak Doğu’daki imparatorluklarla siyasî olarak temasa geçmesini ve oraya siyasî ağırlığı olan bir kişinin başkanlığında müstesna bir heyet göndermesini öğütlüyordu” (Story, 2002: 102).36 Bu mektubun geliş tarihi Tersane Konferansı 36 Worringer, bu olayın tarihi olarak 1875 yılını vermektedir. Bu tarih yanlıştır çünkü Worringer’in de kaynak olarak kullandığı İsmail Kemal Bey, hatıratında, Midhat Paşa’nın kendisine bu mektubu okutma tarihi olarak Tersane Konferansı’nın dağılmasından sonrayı işaret etmektedir (Story, 2009: 101–102). Buradan çıkarılabilecek sonuç doğru tarihin 1877 yılının başları olduğudur. Ayrıca Worringer, “Sadrazam” Midhat Paşa’nın bu sırada (1875) Kanun-ı Esasi’nin hazırlanmasıyla meşgul olmasından dolayı bir sonuç alınamadığını ifade etmektedir. 1875’te Midhat Paşa sadrazam olmadığı 64 ertesine denk düşmektedir. Kanun-ı Esasi, Balkanlara ilişkin konuların görüşüleceği konferans başlamadan ilan edilmiş ve bu sayede konferans gereksiz hale getirilmeye çalışılmıştır. Büyük umutlarla ve uzun yılların birikimiyle ilan edilen Kanun-ı Esasi, II. Abdülhamid’in incelikli siyasetiyle tüm detaylarını belirlediği bir belge olarak, sultana hiçbir sınırlama getirememiş, parlamentoya da hemen hiçbir güç ve güvence sağlayamamıştır. Zaten Berkes’e göre Kanun-ı Esasi’nin hedefinde Bab-ı Âli’nin bürokratik egemenliği vardır (Berkes, 2009: 328–335). Dolayısıyla Kanun-ı Esasi’nin sonunun gelmesinde, II. Abdülhamid’in kurnazlığından çok muhalefet hareketinin politik ve düşünsel yatkınlıkları etkili olmuştur. Örneğin, Yeni Osmanlılar hareketinin önde gelen isimlerinden Ziya Paşa’nın bir rüya biçiminde kurguladığı makalesine göre, kurulacak millet meclisi, sultanın “meşru bağımsızlığına” halel getirmeyecektir. Sultanın konumu konusundaki bu belirsizlik Namık Kemal’in düşüncelerinde de görülmektedir (Mardin, 2010: 346; 385). Dolayısıyla ortaya çıkan metnin sorunları tesadüfî gelişmeler kadar Osmanlı elitlerinin zihinsel haritalarındaki çelişkilerde aranmalıdır. Bir taraftan padişahın yetkilerinin korunması diğer taraftan tüm Osmanlı unsurlarını kapsayacak bir meclisin oluşturulması, anayasal bir yönetimin kurulması gibi birbiriyle bağdaşması zor ve hatta imkânsız talepler ortaya çıkan anayasa metnine yansımıştır. gibi (Tektaş, 2002: 573) henüz Sultan Abdülaziz’in tahttan indirilmemiş olduğu göz önüne alınırsa Kanun-ı Esasi ile meşgul olması da mümkün değildir. 65 II. İKİNCİ ABDÜLHAMİD DÖNEMİ: MODEL VE İMGE OLARAK JAPONYA II. Abdülhamid, imparatorluğun karşı karşıya olduğu krizleri kendisini tahta çıkaran ama bunun için iki padişahı tahttan indiren kadrolardan kurtulmak için kullanmıştır. Midhat Paşa, Namık Kemal gibi isimler İstanbul’dan uzaklaştırılmıştır. Ayrıca 1877–1878 Savaşı’nda (93 Harbi) Rusların, Yeşilköy’e kadar gelmesini bahane ederek meclisi süresiz olarak tatil etmiştir (Berkes, 2009: 335–336). Dolayısıyla ilan edilmesi için yıllarca çaba gösterilen meşrutiyet rejiminin yıkılışı hazırlık sürecinin aksine çok hızlı olmuştur. Tanzimat döneminin temel karakteristiği olan Bab-ı Âli iktidarı, II. Abdülhamid döneminin başından itibaren hızla değişmiştir. Dolmabahçe yerine Yıldız Sarayı’na yerleşen ve Yıldız’ı yeni bir yönetim merkezi haline getiren padişah, iktidarın merkezini de Bab-ı Âli’den tekrar saraya taşımıştır. II. Abdülhamid, eğitimden dış politikaya kadar tüm alanları bizzat yönetmiştir. Nezaretlerin ancak tali meselelerde sorumluluk alabildikleri bir yönetim biçimi kurulmuştur. İktidarın merkezini saraya almakla Tanzimat’tan köklü bir şekilde ayrılan padişah merkezileşme ve reform siyasetini ise geliştirerek sürdürmüştür. Memur sayısı merkezde ve taşrada artmıştır. Kırım Savaşı ile döşenmeye başlayan telgraf hatları II. Abdülhamid döneminde imparatorluğun en ücra köşelerine kadar yayılmıştır. Demiryolu hatları 1880’lerden sonra büyük gelişme göstermiş, Balkanlar’dan başlayarak Anadolu’ya ve Arap eyaletlerine uzanmıştır. Bu gelişmeler sayesinde II. Abdülhamid daha önce hiçbir padişahın başaramadığı oranda iktidarı bireyselleştirebilmiştir. Bu nedenle modernliğin özgürlük/denetleme gibi çelişkili nitelikleri onun iktidarı döneminde çok açık biçimde gözlemlenebilir. Telgraf sistemi 66 taşrada olan her şeyin denetlenebilmesine ve aynı zamanda jurnal ağının tüm ülke çapına yayılabilmesine olanak sağlamıştır. Saraydan çıkmayan padişah, tüm ülkeyi fotoğraflar aracılığıyla görünür kılabilmiştir (Findley, 2011b: 146–160). II. Abdülhamid’in otoriter yönetimi, siyasal özgürleşmeyi merkeze alan Fransız modelinin 1870’li yıllarda Prusya karşısında aldığı yenilginin Osmanlı modernleşmesindeki izdüşümü olarak okunabilir. Prusya zaferinden sonra Osmanlı İmparatorluğu içinde Batı medeniyetini en üstün biçimde temsil eden ülke olarak Prusya görülmeye başlanmıştır.37 Prusya modeli, Junker38 kökenli askeri-bürokratik kadroların egemenliğinde otoriter bir yönetim modeline dayanması kadar bu yönetimin devamlılığını sağlayacak askeri-teknolojik modernleşme stratejisiyle de II. Abdülhamid’in iktidarına uygundur. Diğer taraftan, müttefiksiz kalan Osmanlı İmparatorluğu’nun Fransa zaferinden sonra yayılma stratejileri güden Prusya ile işbirliği yapması uluslararası konjonktüre uygun düşmektedir. Böylece Prusya, II. Abdülhamid’in muhafazakâr modernlik stratejisinin modeli ve partneri olmuştur (Açıkel, 2007a: 98–105). 1890 yılında Japonya da Fransız askeri misyonlarını göndererek eğitim için Alman subaylarını çağırmıştır. Almanya’nın hem Osmanlı 37 Örneğin Namık Kemal, Âli Paşa için 1871 yılında yazdığı layihada Prusya’nın teknik üstünlüklerinden dolayı Osmanlı İmparatorluğu’nun ileride Fransa ya da İngiltere’yi değil Prusya’yı takip etmesini önermiştir (Mardin, 2010: 74). 38 Junker, köken olarak Jung Herr yani “genç efendi” ifadesinden türemiştir. Soylu ailelerin mirastan yoksun bırakıldığı için doğudaki sınır topraklarına gitmiş olan küçük oğulları ifade ettiği düşünülmektedir. Genel olarak Almanya tarihinde toprak sahibi aristokrasiyi ifade etmek için kullanılır (Fulbrook, 2011: 38–39). Büyük Elektör ünvanlı Friedrich Wilhelm tarafından subaybürokrat zümresi olarak sarayla bütünleştirilen Junkerler, Almanya tarihinde önemli bir yere sahiptir (Belge, 2011: 183). 67 elitlerinin hem de Meiji elitlerinin modernleşme repertuarlarına benzer dönemlerde dâhil olması Jeffrey Herf’in “reaksiyoner modernizm” kavramıyla açıklanabilir. Herf “reaksiyoner modernizm” kavramıyla, yabancı ve bozucu olan “Zivilisation”un bileşenlerinden birisi olan tekniğin buradan kopartılarak Alman “Kultur”uyla bütünleşmesinin savunulmasını kastetmektedir. 39 Aydınlanmanın akıl ve rasyonel düşünce gibi bileşenlerini reddederek teknik getirilerini kucaklayan bu düşünce, teknik olarak ileri ama özünü yitirmemiş bir Alman toplumunu hedeflemektedir. Geleneksel muhafazakârların temel ikilemi olan “teknik ya da kültür” ikilemi, reaksiyoner modernleşmeciler için “teknik ve kültür” birlikteliğine dönüşmektedir. Sonuçta reaksiyoner modernizmin politik muhafazakârlığın teknikle buluşmasına uygun bir zemin sağladığı söylenebilir (Herf, 2003: 1–3). II. Abdülhamid iktidarının muhafazakâr modernleşme stratejisi de reaksiyoner modernizmin hedef ve uygulamalarıyla benzerlik göstermektedir. Japonya’nın II. Abdülhamid’in ilgi alanına girmesi de yine reaksiyoner modernizm çerçevesinde olacaktır. 39 Elias, İngilizce’de ve Fransızca’da “uygarlık” (Zivilisation - civilization) ve Almanca “kültür” (kultur - culture) kavramları arasındaki gerilimleri ve farklılıkları ayrıntılı olarak incelemiştir. Uygarlık, daha evrenselci ve dışa dönük bir tutumu yansıtırken; kültür, içe dönük ve sınırlayıcı anlamlara sahiptir. Alman burjuvazisi ulusal bilincin taşıyıcısı rolünü üstlendikten sonra bu ikilik de ulusal düzeye taşınmıştır. Bkz: (Elias, 2000: 73–110). 68 A. İkinci Abdülhamid’in Reaksiyoner Modernizmi ve Japonya II. Abdülhamid’in reaksiyoner modernizminin şekillendirdiği devlet modelinin öncelikli hedefi eğitim olmuştur. Eğitim altyapısının geliştirilmesi, becerikli ve sadık askeri/bürokratik kadroların yetiştirilmesi için devletin başta gelen amacıdır. II. Abdülhamid’in sadrazamlığını da yapan Küçük Said Paşa 1880 yılında padişaha sunduğu bir layihada eğitimin önemini vurgulamaktadır: Bu durumu düzeltmek için ilk olarak ve öncelikle halk eğitimini geliştirecek ciddi ve güçlü bir çaba harcanmalıdır. Halk eğitimi yaygınlaşmadığı sürece İmparatorluğun dâhili ve harici işlerini makul biçimde idare etmeye muktedir hiçbir yönetici çıkmaz. Ayrıca kamu yasalarını adaletli biçimde idare edecek hiçbir hakim, Ordu’yu yetkin biçimde yönetecek hiçbir kumandan ve ekonomik ilkelere uygun olarak gelir kaynaklarını yönetip arttıracak hiçbir mali uzman da olmaz. Halkın zenginliğine ve refahına hizmet eden bu kurumların ve faaliyetlerin hiçbiri eğitim yaygınlaştırılmadığı sürece hayata geçirilemez… (Lewis, 2009: 244)40 Küçük Said Paşa’nın eğitimin önemine vurgu yapan fikirleri sadece teorik düzeyde kalmamıştır. II. Abdülhamid döneminde büyük bir eğitim seferberliği başlamıştır. Mekteb-i Mülkiye ve Harbiye gibi yüksek öğretim kurumları yeniden düzenlenmiş ve genişletilmiştir. 1861’de 33 kişi mezun eden Mekteb-i Mülkiye 1885 yılına gelindiğinde mezun sayısını 295’i yatılı olmak üzere 395 kişiye çıkartmıştır. 40 Küçük Said Paşa’ya göre eğitim sadece becerikli memurlar yetiştirmek için gerekli değildir. Paşa, eğitimin devletin ideolojik aygıtlarından birisi olduğunu mükemmel bir biçimde kavramıştır. Küçük Said Paşa, Hıristiyan tebaanın devlete bağlılığının sağlanması için de eğitime ihtiyaç olduğunu söylemektedir: “Re’is-i umurda bulunanların vazife-i me’muriyetlerini cehl ve hatadan salim olarak ifa etmeleri, memleketin hüsn-i idaresi, bir cem’iyyet-i medeniyeye layik suretinde yaşanılması ve düşmanlarımıza mukavemet olunması, hatta maarif kuvvetiyle zihinleri açılmakta olan ahâli-i hrıstiyaniyenin ba’dema taht-i idârede tutulması maarife muhtaçtır” (Akt: Kurşun, 1991: 143) 69 Eski okulları geliştirmenin yanı sıra maliye, hukuk, güzel sanatlar, ticaret, veterinerlik gibi alanlarda eğitim veren yeni okullar kurulmuştur. Bu okullara öğrenci hazırlayan ilk eğitim kurumları olan rüşdiyelerin sayıları arttırılmıştır. Özel olarak askeri okullara öğrenci hazırlayan askeri rüşdiyeler kurulmuştur. Sayıları arttırılan okullar arasında orta öğretim kurumları olan idadiler de vardır (Lewis, 2009: 246– 248). Okulların amacı eğitim seviyesinin yükseltilmesi, devletin ihtiyaç duyduğu kadroların yetiştirilmesidir. Ama reaksiyoner modernist bir çerçevede eğitim aynı zamanda padişaha ve (padişahın tanımladığı biçimde) devlete sadık kişiler yetiştirmeyi hedeflemiştir. Zaten eğitim hamlesinin motivasyonlarından biri de II. Abdülhamid’in imparatorluk çapında örgütlenmiş yabancı okulların ve azınlık okullarının Osmanlı tebaasını padişah ve devlet aleyhine döndürdüğünü düşünmesidir. Bu nedenle, Abdülhamid devleti, misyonerlerle çetin bir mücadeleye girmiştir. Doğu Anadolu’daki Kürt aşiretlerini devlet safına çekmek için Aşiret Mektepleri (Mekteb-i Aşiret) kurulmuştur.41 Devletin eğitim yoluyla tebaanın sadakat ve bağlılığını artırmayı hedeflemesi nedeniyle eğitimde imparatorluk geleneği ve İslâmi ahlâk anlayışı önemli bir rol oynamıştır (Fortna, 2011: 85).42 İslâm sadece eğitim sisteminin değil, genel olarak imparatorluğun bütünleştirici ideolojisi haline gelmiştir. 1878 Berlin Antlaşması’yla kaybedilen topraklar ve bu topraklardan gelen muhacirler imparatorluk içinde Müslüman tebaanın 41 oranını artırmıştır. Balkanlar’daki toprakların büyük bölümünün Kieser, II. Abdülhamid ve misyonerler arasındaki mücadeleyi detaylı bir şekilde anlatır: (Kieser, 2005: 234–264). 42 Fortna’nın II. Abdülhamid döneminde Osmanlı eğitim sistemi üzerine önemli çalışması için bkz: (Fortna, 2005). 70 kaybedilmesiyle imparatorluğun Anadolu, Arap Yarımadası ve Afrika kıtasındaki toprakları öncelikli hale gelmiştir. Avrupa emperyalizmine karşı iç bütünlüğün sağlanmasında İslâm elverişli bir imkân sunmaktadır. İmparatorluğun içinde bütünleştirici ve dolayısıyla pozitif bir politika olan Pan-İslâmizm, dışarı bakan yönüyle negatif bir politikadır. II. Abdülhamid, bu yolla Büyük Güçler’e, Müslüman sömürgeleri üzerinde halife sıfatıyla etki sahibi olduğunu hatırlatıyordu (Fortna, 2011: 82). II. Abdülhamid her ne kadar dışarıda Pan-İslâmizm siyasetini sürdürmeye çalışsa da birçok alanda olduğu gibi burada da karşısına mali sorunlar çıkmıştır. Finansman sorunu imparatorluk içindeki faaliyetlerde daha az sorun olmuştur. Zira ülke içinde, belli başlı dini önderlerin desteklenmesi, madalyalar ve hediyelerle hoş tutulması ya da Sünni imamların görevlendirilmesi gibi görece az maliyetli eylemlerle sonuç alınabilmiştir. Buna karşın ülke sınırlarının ötesine geçildiğinde yapılabilenler sınırlıdır. Yine de Avrupalı güçler II. Abdülhamid’in halifelik sıfatıyla sahip olduğu etkiyi – çoğunlukla abartarak- büyük bir tehdit olarak görmüşlerdir. Özellikle İngiltere, halifeliğin simgesel gücünü azaltmak için Arap hilafeti fikrini yoğun biçimde desteklemiştir. II. Abdülhamid’in İslâm siyasetinin ülke dışına yönelik en iddialı ve kuşkusuz en trajik şekilde sonuçlanan girişimi 1889 yılında Japonya’ya gönderilen ve dönüş yolunda batan Ertuğrul Fırkateyni’dir. Fakat iki ülke arasında bu tarihten önce gerçekleşen ve Ertuğrul Fırkateyni’nin yolculuğuna zemin hazırlayan birçok olay vardır: Meiji elitlerinin dünyaya yönelik ilgilerini yansıtan ziyaretler, diplomatik görüşmeler, antlaşma imzalama girişimleri, çeşitli hediye ve madalya alışverişleri. İlk bakışta diplomasi alanını ilgilendirdiği düşünülen bu konular, Osmanlı elitlerinin ve kamuoyunun Japonlarla ilgili düşüncelerinin şekillenmesinde son derece etkili olmuştur. 71 1. Kamunun Gözündeki Japonya İstanbul halkının Japonlarla tanışmasını sağlayan ilk ziyaret 1878 yılında Japon donanmasına ait bir okul gemisi olan Seiki’nin İstanbul’a gelmesidir. Japonya’ya bir gemi gönderilmesi fikri de ilk defa Seiki’nin bu ziyareti sırasında ortaya çıkmıştır. Geminin Çanakkale Boğazı’ndan geçişi için gereken izin İngiliz büyükelçiliği vasıtasıyla istenmiştir. Sultan tarafından verilen izinle gemi boğazı geçmiş ve Haliç’e demirlemiştir. Seiki ve personeli İstanbul’da on iki gün kalmıştır (Lee, 1989: 24; Takahashi, 1978: 7). Gemi personeline padişah tarafından nişan verilmiştir. Üç yıl sonra 1881’de ise Japonya’dan bilgi toplama amaçlı yurtdışına çıkan heyetlerin en ünlülerinden biri olan Yoshida Heyeti İstanbul’a gelmiştir. Yoshida Heyeti bazı kaynaklarda (Lee, 1989: 24–25; Şahin, 2001: 15) Prens Kato Hito ziyareti olarak da geçmektedir. 43 Heyet Japon Dışişleri Bakanlığı tarafından toplanmıştır. Delegasyon, heyete başkan olarak atanan Dışişleri Bakanlığı Hanedan Sorumlusu Masaharu Yoshida’ya nispetle Yoshida Heyeti olarak anılmaktadır (Misawa, 2011: 35). Heyette bulunan diğer kişiler ise Imperial Hotel yöneticisi Yokoyama Nagaichiro, Genelkurmay temsilcisi Yüzbaşı Fukurawa Nobuyoshi ve Tsuchida Seijiro, Asada Iwataro isimli tüccarlardır. Heyetin Japonya’dan çıkış tarihi 43 Şahin (2001: 15), Lee’yi (1989: 24–25) referans göstererek Prens Kato Hito başkanlığında resmi olmayan bir heyetin İstanbul’a geldiğini belirtmektedir. İlerleyen bölümde ise 1881 yılında yapılan diğer bir ziyaret olarak Yoshida Heyeti’nden bahsetmektedir. Lee’nin Prens Kato Hito başkanlığındaki heyetin İstanbul’a geliş tarihi olarak verdiği 1881 yılı Şubat ayı dikkate alındığında Lee’nin de Yoshida Heyeti’nden bahsettiği anlaşılabilir. Dolayısıyla Şahin’in bu yıl içerisinde iki heyet geldiğine dair yaptığı tespitin hatalı olduğu görülmektedir. Ayrıca heyette Prens Kato Hito’nun yer aldığına dair bir bilgiye diğer araştırmacıların (Worringer, 2001; Takahashi, 1978; Esenbel, 2012) çalışmalarında rastlanmamaktadır. Dolayısıyla bu bilginin de hatalı olduğunu söylemek mümkündür. 72 5 Nisan 1880’dir. Yolculuk için Hiei ve Kongo isimli savaş gemilerinin seçilmiş olması 1880 gibi erken bir tarihte Japonya’nın Büyük Güç olma ve bu yönde bir imaj oluşturma arzusunu göstermektedir. Gemi, Hong Kong üzerinden geçerek 20 Mayıs’ta Basra Körfezi’ndeki Buşehr’e varmıştır. Buşehr’den sonra heyet Haziran ayında Osmanlı İmparatorluğu topraklarına girerek Bağdat ve civarını dolaşır. 25 Temmuz’da kervan yoluyla Şiraz üzerinden İsfahan’a ve 10 Eylül’de de Tahran’a varır. Tahran’da 120 gün kalan heyet 30 Aralık’ta Tahran’dan yola çıkmış ve Kafkasya’ya gitmiştir. Tiflis ve Bakü’ye uğrayarak, Karadeniz üzerinden 12 Şubat 1881 günü İstanbul’a ulaşmıştır. Heyet İstanbul’da sıcak bir şekilde karşılanmıştır. II. Abdülhamid iki ülke arasında bir antlaşma imzalanması konusunda görüşmelere başlanmasını istemiş, ama bu süreçte bir antlaşma imzalanmamıştır. Heyet 22 Mart’ta İstanbul’dan deniz yoluyla Varna’ya sonra da trenle Romanya ve Budapeşte’ye gitmiş, Viyana’ya ulaşmış ve burada dağılmıştır. Tüccarlar ve Yokoyama Londra’ya, Fukurawa İtalya üzerinden Japonya’ya, Yoshida St. Petersburg’a gitmiştir (Esenbel, 2012a: 274–275). Ziya Şakir, bu ziyaret sırasında Japon heyeti ile Sadrazam Küçük Said Paşa arasında geçtiğini iddia ettiği bir konuşmayı aktarır. Japon heyetinin antlaşma teklifine sadrazam “evet” diyememiştir: — Hay hay… Zaten bunu bizim hükümdarımız da pek çok arzu ediyor. Derhal münasebete girişelim. Diyemedi… Çünkü Sultan Hamit, birdenbire Japonlarla münasebete girişerek, (Çar)’ı kuşkulandırmaktan ve ânî bir tecavüze uğramaktan, şiddetle içtinap etmekte idi. Buna binâen: — Evet… Böyle bir münasebetin, iki hükûmet içinde fâideli olacağına kaniyim. Memleketinize avdet ettikten sonra, icap edenlerle görüşünüz. Aramızda teessüs edecek ticaret münasebetlerinin iyi neticeler verebileceğini söyleyiniz. 73 Demekle iktifa etti. (Şakir, 1994: 24). II. Abdülhamid döneminde Osmanlı siyasal alanının dönüşümünü büyük bir açıklıkla gösteren bu konuşma özel olarak sadrazamın genel olarak ise Bab-ı Âli’nin iktidarının 1881 yılı itibariyle sınırlarını göstermektedir. Saray artık dış politikanın belirlenmesinde başat konuma geçmiştir. Şakir’e göre “Sultan Hamit, bu temastan evvelce haberdar olduğu için, Sait Paşa’ya icap eden talîmatı vermişti” (Şakir, 1994: 23). Bu talimat da yukarıdaki konuşmadan anlaşıldığı gibi, Rusya’nın tepkisini çekecek herhangi bir eylemin gerçekleştirilmemesidir. Padişahın bu ölçülü ve dikkatli tutumu ‘93 Harbi’nden çıkardığı derslerle ilgilidir. II. Abdülhamid bu savaştan ve savaş sonrasında imzalanan Berlin Antlaşması’ndan imparatorluğun başka savaşlardan mutlak olarak kaçınması gerektiği sonucunu çıkartmıştır. Ayrıca Ayastefanos Antlaşması’nın Berlin’de değiştirilmesi padişaha, Büyük Güçler arasındaki rekabetin imparatorluğa sınırlı kazanımlar sağlayabileceğini göstermiştir (Fortna, 2011: 80–81). Diğer taraftan, Rusya’nın Japonya ile yapılacak bir antlaşma ya da yakınlaşmayı kendisine yönelik bir ittifak olarak algılayabileceği öngörüsü yanlış değildir. Zira Japon heyetinin İran ve Kafkasya’da uzun zaman geçirdikleri bu ziyaretin başlıca amaçlarından birisi Japonya’nın Rusya’nın güneye doğru genişlemesinden duyduğu rahatsızlıktır. Kore Yarımadası’nın kontrolü konusunda yaşanabilecek çatışmaya yönelik önleyici bir hamle olarak Yoshida Heyeti, Rusya’nın Batı sınırı olan İran ve Kafkasya’da incelemelerde bulunmuştur. Bununla birlikte Worringer, Osmanlı bürokrasisinin de bir ticaret antlaşması konusunda istekli olduğunu söylemektedir (Worringer, 2001: 57). Görüşmelerin uzun bir süre boyunca devam etmesini göz önüne alarak, Osmanlı bürokrasisinin Japonya ile ilişkilerini ilerletmek, ama bunu Rusya’nın tepkisini çekmeden yapmak istediğini söylemek 74 mümkündür. Şakir de II. Abdülhamid’in Paris Sefiri Çorlulu Salih Münir Paşa ile yaptığı bir görüşmeye dayanarak padişahın Japonya ile ilgili görüşünü bu minvalde açıklamaktadır: Mikado ile, uzaktan şahsî ve kuvvetli bir dostluk kurmak, fakat Çarlık’ı ürkütmemek için, şimdilik Japonya ile siyasî bir münasebete girişmemek, fakat icap ederse, tam lüzum görüldüğü anda o dostluğu, derhal bir (ittifak) şekline kalbedivermek… (Şakir, 1994: 30). Yoshida heyetinin Osmanlı İmparatorluğu’nu ziyareti bir antlaşma ile sonuçlanmasa da bir antlaşma taslağıyla sonuçlanmıştır. Viyana’dan St. Petersburg’a geçen Yoshida, buradaki Japonya orta elçisi Yanagihara Yoshimitsu’ya yaptığı gezi ile ilgili bir rapor iletmiştir. Yanagihara, Osmanlı büyükelçisi Şakir Paşa’dan da Osmanlı İmparatorluğu’nun mevcut durumu ile ilgili bilgiler almıştır (Arık, 1991: 19–20). Yanagihara, Yoshida’nın raporunu ve Şakir Paşa’dan edindiği bilgileri bir araya getirerek Japon Dışişleri Bakanlığı’na bildirmiştir (Takahashi, 1978: 8). Yanagihara, Japon Dışişleri Bakanlığı tarafından kendisine verilen talimatla bir antlaşma taslağı hazırlamış ve bunu Şakir Paşa’ya sunmuştur. On üç maddeden oluşan bu ticari anlaşma taslağının içerisinde; — İki ülke arasında karşılıklı olarak konsoloslukların ve ticari temsilciliklerin kurulması, — Her iki ülke vatandaşlarının diğerinin ülkesinde ticari girişimlerinin serbest olması ve buna müsaade edilen devletlerin vatandaş ve gemilerine gösterilen muamelenin aynısının gösterilmesi, — Savaş gemilerinin karşılıklı girişinin serbestleştirilmesi, 75 — Her iki ülkede bulunan diğer ülke vatandaşlarının hukuki konularda kendi ülkesinin konsolosluğunun yetkili olması gibi maddeler yer almaktadır (Şahin, 2001: 16–17). Antlaşma taslağı bu haliyle Japonya ile Osmanlı İmparatorluğu arasında karşılıklı olarak en ziyade imtiyaza mazhar memleket kuralının (most favoured nation clause) işletilmesi anlamına geliyordu. Şakir Paşa, 1856 Paris Antlaşması sonrasında en ziyade imtiyaza mazhar memleket kuralının kaldırıldığını iletmiştir. Zira 1856 Paris Antlaşması ile “Avrupa Uyumu”na dâhil edilen Osmanlı İmparatorluğu’nun toprak bütünlüğü garanti altına alınıyor ve Osmanlı, Avrupalı bir güç olarak tanınıyordu.44 Paris Antlaşması, Osmanlı İmparatorluğu’nu kapitülasyon anlamına gelen eski antlaşmalardan kurtarmıyorsa da kapitülasyon niteliği taşıyan yeni antlaşmalardan muaf olmasını sağlıyordu. Japonya’nın sunduğu antlaşma taslağı bu muaf olma kuralına halel getireceği için Osmanlı bürokrasisi tarafından kabul edilemez bulunmuştur. Küçük Said Paşa hatıratında Japonya’nın sunduğu antlaşma taslağının onaylanmamasını savunmasına rağmen Japonya’nın Büyük Güçler’in yararlandığı ayrıcalıklardan yararlanma talebini anlaşılır bulduğunu ifade etmektedir. (Esenbel, 2012a: 284–285). Küçük Said Paşa’nın Büyük Güçler’in ayrıcalık taleplerine yönelik bu anlayışlı tavrı istisnaları olmakla birlikte Geç Osmanlı ve Erken Cumhuriyet siyasal düşüncesinin genel özelliklerinden biridir. Gerçekten de 44 Paris Antlaşması ile Avrupa devletler topluluğuna kabul edilmek Osmanlı İmparatorluğu için herhangi bir koruma sağlamamış olsa da Osmanlı diplomasisi bundan yararlanmaya çalışmıştır. Osmanlı İmparatorluğu’nun toprak bütünlüğünü garanti altına alan bu antlaşma ancak 1870’lere kadar işleyebilmiştir. 1869 Süveyş Kanalı’nın açılması ve 1870 Fransa-Prusya Savaşı’nın sonucu Avrupa’daki dengeleri değiştirmiştir (Fortna, 2011: 77–78). Dolayısıyla Osmanlı İmparatorluğu’nun Paris Antlaşması ile kazandığı garanti büyük oranda kâğıt üzerinde kalmıştır. 76 Yeni Osmanlıların, İslamcılık üzerinden geliştirdikleri bir eleştirellik haricinde Osmanlı İmparatorluğu’nda tutarlı ve istikrarlı bir “anti-emperyalist” düşünce yakalamak zordur. 45 Bunun en belirgin örneklerinden birisi Avrupa dışındaki sömürge toplumlarla anti-emperyalist bir dayanışma içine girme fikrine yakın durmamalarıdır. Örneğin Güney Afrika’daki Boer Savaşı’nda (1899–1902) Jöntürklerin büyük bir çoğunluğu İngiltere’yi desteklemiştir (Kuyaş, 2002: 247). Avrupa’nın dünyanın geri kalanı üzerindeki askeri ve iktisadi egemenliğini bilimsel olarak rasyonelleştiren sosyal Darwinizm Osmanlı aydınları üzerinde etkili olmuştur. II. Abdülhamid döneminde sansür nedeniyle bu fikirler yeterince açık ifade edilememiş ancak II. Meşrutiyet’in ilanından sonra ortaya çıkan fikir ortamında yoğun biçimde tartışılmıştır. Avrupa’nın ilerlemesi nedeniyle diğer toplumlar üzerindeki tahakkümünü normal ve hatta haklı gören düşünceler genel olarak yaygındır. 1905 Rus-Japon Savaşı sonrası Japonya’nın zaferi aynı zamanda Japonya’nın modern dünya sisteminin “çevre”sinden “merkez”ine geçişinin göstergesi olarak yorumlanacak ve on dokuzuncu yüzyılın egemen sosyal Darwinist düşüncesinde önemli bir kırılma yaratacaktır. Ancak ileride daha ayrıntılı olarak tartışılacak olmakla birlikte şu kadarı söylenebilir ki Japonya’nın Rusya karşısındaki zaferi bile sosyal Darwinist düşünce çerçevesinde ele alınmıştır. 45 Yine de yeni araştırmaların bu konudaki fikirlerimizi değiştirebileceği konusunda bir ihtiyat payı bırakmak gerekiyor. Turan, – şimdilik istisna olarak dursa da - Ahmed Rıza örneğinde anti-kolonyal eleştirinin ipuçlarının yakalanabileceğini gösterdi: (Turan, 2009: 6–45). 77 2. Japon İmgesi ve Sansür Japonya’nın II. Abdülhamid dönemi siyasal elitlerinin ilgi alanına girmesini sağlayan bu ziyaretler dışında daha geniş bir kamunun gözündeki anlamının ipuçları için dönemin gazeteleri incelenmelidir. Burada dikkat edilmesi gereken öncelikli mesele dönemin matbuat dünyasını etkisi altına almış olan güçlü sansür dalgasıdır. II. Abdülhamid dönemi sansürünün, padişahın vesveseli, otoriter olması gibi kişisel özelliklere indirgenmesi, sansürün modern niteliğinin gözden kaçırılmasına yol açmaktadır. Buna karşın dönemin sansür anlayışı – farklılıkları olmakla birlikte- hem öncesi (Tanzimat) hem de sonrası (II. Meşruiyet) ile bir devamlılık oluşturmaktadır. Ayrıca aynı dönemde benzer sansür mekanizmaları Avrupa ülkelerinde ve Osmanlı İmparatorluğu’na çok benzer biçimde Rusya ve Japonya’da da görülmektedir. Böyle bakıldığında dönemin sansür anlayışının basına karşı olmayı içermediğini, tam aksine basının, reaksiyoner modernizmin bir parçası olarak toplumun devlet ve padişaha olan bağlılığını güçlendirecek bir araç olarak kullanılmak istendiğini gösterir.46 Bu sayede toplum, devletin öngördüğü siyaset çerçevesinde konsolide edilebilecektir. Sansür, II. Abdülhamid devletinin kendine özgü modernlik yaratma çabasının billurlaştığı noktalardan birisidir (Hanioğlu, 2007: 11–19). Bir süzgeç olarak sansür belli fikirlerin, kelimelerin, tekniklerin imparatorluğa girmesine engel olurken bazılarının yayılmasını kolaylaştırmakta ve teşvik etmektedir. Reaksiyoner modernist anlayışın sansüre bir diğer yansıması, sansürün bu dönemde gayet sistematik ve kurumsal bir nitelik kazanmış olmasıdır. Sansür uygulamakla görevli 46 Aslında sansür, bir mantık ya da teknik olarak zaten bir şekilde iktidarı tahkim etmeyi amaçlamaktadır. Ama II. Abdülhamid dönemindeki sansür uygulamalarıyla ilgili oluşan psikolojist açıklamalar bu apaçık gerçeğin vurgulanmasını gerekli kılıyor. 78 Matbuat Müdürlüğü’nün bağlı bulunduğu nezaretler değiştirilmiş ve daha etkin çalışılabilmesi için birçok rapor hazırlanmıştır. Osmanlı İmparatorluğu içinde yayın yapan gazeteleri (yabancı dilde yayın yapanlar da dâhil olmak üzere) incelemek üzere uzman kurullar oluşturulmuştur.47 Yurtdışındaki elçilikler ise hem yabancı basın tarafından yapılan yayınları hem de yurtdışında yayın yapan muhalif Osmanlı basınını ciddiyetle takip etmişlerdir (Demirel, 2007: 43–49 ve 107–109; Deringil, 2002: 143–147). Dolayısıyla sansür, tesadüfî ya da kişisel bir eğilimden kaynaklanmamaktadır. Modern devletin toplumsal alana nüfuzunu derinleştirmek için etkin olarak kullanmak istediği bir araçtır. II. Abdülhamid devleti, buna ilave olarak modernliğin teknolojik altyapısını – ne olduğu büyük bir muamma olan ve tarihsel olarak sürekli değişen- kendi kültürel “öz”üyle bütünleştirmeyi amaçlamıştır. Sansürün Japonya ile ilgili haberlere etkisi gazetenin yayınlandığı yer, haberin yayınlanma tarihi gibi değişkenlere göre farklılaşmıştır. İstanbul’da yayın yapan gazeteler dönemin genel eğilimine uygun biçimde gitgide daha az politik hale gelmişlerdir. Bunun sonucu olarak Japonya ile ilgili haberler de Japonya’nın coğrafyası, bitki örtüsü, dini inançları, ticaret ürünleri, tarihi gibi alanlara odaklanmıştır. Ayrıca Avrupa ülkeleri gibi Osmanlı İmparatorluğu’nu doğrudan etkileyen bir ülke olmaması dolayısıyla Japonya’da yaşanan iktidar değişikliklerinden de bahsedilebilmiştir. Bunda Japonya’nın örneğin Rusya gibi Osmanlı dış politikasının temel hedeflerinden birisi olmaması etkili olmuş olmalıdır. 47 “Yıldız arşivlerindeki en büyük koleksiyonlardan birinin, The Times ve Debat’dan, Sırp ve Bulgar yayınlarına kadar değişik 100’ü aşkın gazete kupüründen oluşması bir rastlantı değildir. Bu gazeteler, Hariciye Nezareti Dış Matbuat Müdürlüğü tarafından, Osmanlı Devleti’ne zararlı ve olumlu materyallerin saptanması için günlük olarak taranıyordu.” (Deringil, 2002: 143). 79 II. Abdülhamid döneminin başlarında Japonya ile ilgili çıkmış yazılardan birisi 1880 yılında Bağçe’de yayımlanmış “Japon” başlıklı makaledir. Yurtdışındaki gazetelerden alıntılanan bu makale, Mahmud Celaleddin tarafından çevrilmiştir. Makale Japonya’nın coğrafi güzelliklerini, uzun bir süre boyunca içe kapalı kaldığını ve Hıristiyanlığın bir dönem Japonya’da yasak olduğunu anlatmaktadır. Makalede ayrıca Japonya’nın dışa açılma dönemi ve samuraylardan da bahsedilmektedir (Bağçe, 1880: 229–230). Aynı yıl yayınlanan bir diğer haber ise Mecmua-i Ebüzziya’da çıkan “Japon” başlıklı haberdir. Dokuz sayfalık haberde Japonya ile ilgili birçok konuda bilgi yer almaktadır. Japonya’nın coğrafi konumunun anlatılmasıyla başlayan haber, ülkenin jeolojik yapısı ve ikliminin anlatılmasıyla devam etmektedir. Nüfus, dini, siyasi ve ekonomik yapı gibi alanlara değinilmekte ayrıca Japonya’da kadınların durumu gibi konular hakkında da bilgi verilmektedir. Mecmua-i Ebüzziya haberde kısaca Japonya’daki meclislerden de bahsetmiştir: Japonya imparatorluk suretiyle idare olunur. El-yevm [bugün] calis-i taht [tahtta bulunan] hükümdarı olan (mikado) yani imparatorun namı (monet sohito) dur. Memleketin kavanini [kanunlarını] mükemmel olarak bir şevari [şuralar] devleti ve 750 nefer aza-yı müntehibeyi [katılan üyeyi] havi [kapsayan] bir şevari ümmeti ve ashabı akarın [gelir sahibinin] en mütemevvillerinden [önde gelenlerinden] otuz kişiden ibaret bir de senato yani meclis-i ayanı vardır (Mecmua-i Ebüzziya, 1880: 174–182). Gazetede, Japonya’nın hızlı gelişmesinin milli ahlâkın bozulmasına meydan vermeden gerçekleştiği de vurgulanmıştır: “Japonya, eski hâlini günden güne değiştirerek, Avrupa medeniyet ve usûl idaresini (fakat ahlâk-ı milliyelerine tatbîkan) taklîde teşebbüs etmiştir” (Mecmua-i Ebüzziya, 1880: 181). 80 1884 yılında ise Tulû’da M. Nuri tarafından “Japonya Ülkesi” başlıklı bir yazı yayınlanmıştır. 48 Yazıda Japonya’nın “şayan-ı hayret bir suretle terakki etmekte bulunan memalik sırasına geçmek bahtiyarlığına mazhar” olduğundan bahsedilmektedir: Avrupa seyyahından bazılarının zapt ettiği ahval-i tarihiye ve mahalliye göre mezkûr [adı geçen] Japonya ülkesinde on dört senede husule [meydana] gelen terakkiyattan bilhassa zikre şayan olan maarif madde-i mutenası olduğu tahakkuk etmiştir (M. Nuri, 12 Ağustos 1884: 21). Yazıda Japonya’da ilkokuldan üniversiteye kadar çeşitli okulların sayıları hakkında bilgiler yer almıştır. Öğrenci ve öğretmen sayılarının yanı sıra belli yıllarda basılan kitap, gazete sayıları da yazıda yer almıştır. Bu haber devletin eğitim konusundaki seferberliğiyle de uyumludur. 48 Tulû’nun başında açıklama olarak “Siyasetten başka her şeyden bahseder ve her şehr-i rumii ihtidasıyla onbeşinde cüz cüz neşrolunur risale-i mevkutedir” ifadesinin yer alması dikkat çekicidir. 81 Sansür 1880 sonlarında etkisini artırmıştır (Georgeon, 2006: 188). Bunun sonucunda makalelerin bir kısmı “Japonya’da Kıllı Adamlar” (Servet-i Fünun, 18 Ocak 1894), “Japonya’nın Cüce Ağaçları” (Servet-i Fünun, 1 Aralık 1897), “Japonya’da İdam Cezası” (Mecmua-i Edebiye, 28 Aralık 1899), “Japon Tiyatrosu” (İrtika, 8 Mart 1902) gibi konulara odaklanmaya başlamıştır. Ama daha önce de ifade edildiği gibi sansüre, sadece negatif bir siyasi konularda yayın yaptırmama politikası olarak bakmak açıklayıcı olmayacaktır. Aynı zamanda M. Nuri’nin makalesinde olduğu gibi eğitim, ahlâk ya da devlete bağlılık gibi konuların yayınlarda yer bulmasını sağlamayı amaçlayan pozitif bir politikadır. Bu konuda örnek oluşturabilecek bir metin Arnavutluk’un önde gelen ailelerinden birisinin üyesi olan Avlonyalı Süreyya Bey’in kendi bastırdığı “risale-i mevkute”si [süreli yayın] 82 Zerrat’ta çıkan makalesidir. 49 Süreyya Bey, Japonya’da Fransa’ya ve diğer Avrupa ülkelerine göre boşanma oranının çok daha düşük olduğunu söylemektedir. Ayrıca “Japonyalıların hüsn [güzel] ahlâkı sayesinde kadınlar [Japonya’da] her yerden ziyade mesud ve bahtiyardırlar”. Ayrıca Süreyya Bey’e göre bu güzel ahlâkın korunması için de durmadan çalışılmaktadır: “Kadınların terbiyesi için gösterilen himmet fevkalade sayılmakta ve terbiye-i ahlâklarına, vezaif-i beytiyelerine [evdeki görevlerine], hukuk-u zevcâtın muhafazasına dair her gün birçok eser neşrolunmaktadır” (Zerrat, 1887: 78–82). Süreyya Bey, II. Abdülhamid’e benzer şekilde Arnavutluk’taki çiftliğinde modern tarım yöntemleri kullanmış, hatta bu yüzden padişaha şikâyet edilmiştir. Dolayısıyla Batı’dan gelen yeniliklere ilkesel olarak kesinlikle kapalı değildir. 49 Avlonyalı Süreyya Bey ve Zerrat’la ilgili olarak bkz: (Kırmızı, 2009: 17–73). 83 Makalesinde Japonya’da kadınların ahlâkının geliştirilmesi için birçok eser yayınlanmasından övgüyle bahsetmektedir. Muhafazakâr ahlâki normların yerleştirilmesi ve yaygınlaştırılması için modernliğin teknik altyapısının seferber edilmesini önemsemektedir. Fortna’nın “Hamidiye eğitiminin rekabetçi yönü” olarak tarif ettiği eğilim Süreyya Bey’in yazısında da görülür. Fortna’ya göre Osmanlılar, eğitim yoluyla imparatorluğa giren ve Osmanlı yaşam tarzına tehdit olarak gördükleri gelişmelere karşı kolaylıkla boyun eğmemişlerdir. Batı Avrupa kurum ve fikirlerini uyarlayarak yeni sentezlere ulaşmışlardır (Fortna, 2005: 28–29). Süreyya Bey’in Japonya ile ilgili verdiği bilgiler, Osmanlı İmparatorluğu için de benzer bir tahayyülü içermektedir. Savunmacı olmaktan çıkarak – kısıtlı imkânlarıyla- saldırgan bir siyaset izleme çabasını yansıtmaktadır. 50 Süreyya Bey’in ahlâk eğitiminin hedefi olarak kadınları vurgulaması dikkate değerdir. Kadının, toplumun yeniden üretiminde üstlendiği rol ve dolayısıyla yerel “öz”ün korunması konusundaki önemi, kadınlara yönelik ahlâk eğitimini özellikle önemli hale getirmektedir. Bunun gerisinde, bizatihi kadının ahlâken “düşük” ya da bozulmaya meyilli olduğu düşüncesi de olabilir (Chatterjee, 2002: 27–28; 110). Eğitim hem kadınların anne ve eş olarak görevlerini daha iyi yapmalarını hem de “iffetlerini” daha iyi korumalarını sağlayacaktır (van Os, 2009: 340). 50 İmkânların kısıtlılığıyla ters orantılı olarak arzuların büyüklüğü meselesi Geç Osmanlı ve Erken Cumhuriyet dönemleri arasındaki önemli sürekliliklerden birisi olarak araştırılmaya muhtaçtır. Ertuğrul Fırkateyni’nin trajik yolculuğunda bu çelişki doruk noktasına çıkar. 84 B. Arzu ve İmkân: Ertuğrul Fırkateyni 1. Osmanlı-Japonya İlişkileri: Ziyaretler, Nişanlar ve Hediyeler II. Abdülhamid dönemi boyunca Osmanlı gazetelerinde, Japonya ile ilgili metinler artarak devam etmiştir. Ama 1890 öncesinde Japonya’yı Osmanlı İmparatorluğu’nda gündeme getiren en önemli olay kuşkusuz Ertuğrul Fırkateyni’nin Japonya yolculuğudur. Bu yolculuktan önce Japonlar tarafından yapılan bazı ziyaretler hazırlayıcı olmuştur. Osmanlı tarafı bu ziyaretlere iade-i ziyaretle karşılık vermemiş olsa da nişanlar ve hediyeler göndererek mukabelede bulunmaya çalışmıştır. İlkin, 1883’te Japonya tarafından Osmanlı İmparatorluğu’nun çeşitli görevlilerine nişanlar gönderilmiştir. Osmanlı hükümeti de St. Petersburg Sefareti’ne Japon imparatoruna bir nişan verilmesi ile ilgili fikirlerini sormuştur. Sefaret, nişanın verilmesinin ikili ilişkilerin gelişmesi açısından uygun olacağını belirtmiştir. 1884’te ise Japonya Başbakanı Sanjo Sanetemi kendisine verilen nişan için St. Petersburg Sefareti yoluyla teşekkür etmiştir (Şahin, 2001: 18–20). Ticaret antlaşmasının imzalanamamış olmasının ilişkileri “soğutmaması” amacıyla her iki ülke dekarşılıklı bir çaba içine girmiştir. Bu dönemde İstanbul’a gelen bir diğer ziyaretçi ise 1886 yılında Avrupa ve Amerika seyahatinin parçası olarak payitahtı ziyaret eden Japon İmparatoru’nun özel müşaviri Kont Kiyotaka Kuroda’dır. Osmanlı hariciyesinin dikkatle izlediği bu seyahatin amacı Sibirya’nın mülki ve askeri idaresi konusunda incelemeler yapmak olarak açıklanmıştır. St. Petersburg Sefareti, Kuroda ve heyetine daha önceki Japon ziyaretçilere olduğu gibi gümrükte kolaylık sağlanmasını istemiş ve bu talep yerine getirilmiştir (Worringer, 2001: 63–64). Kont Kuroda’nın Ekim 1886’daki ziyaretinden kısa bir süre sonra Aralık ayında bu kez Japonya Ticaret ve Ziraat Bakanı Generel Vikont Tani’nin ziyareti 85 gündeme gelmiştir. Viyana Sefareti, Tani’nin gelişini İstanbul’a bildirmiş, kendileriyle ilgilenilmesini talep etmiştir (Şahin, 2001: 21). 1887 yılına gelindiğinde iki ülke arasındaki en üst düzey ziyaret gerçekleşmiştir. Japon İmparatoru’nun amcası olan Prense Komatsu ve eşi Avrupa’daki askeri durumu araştırmak için Avrupa’nın çeşitli başkentlerini dolaştıktan sonra İstanbul’a gelmişler ve II. Abdülhamid’le görüşmüşlerdir (Takahashi, 1978: 9). Heyet İstanbul’da sıcak bir şekilde karşılanmış, II. Abdülhamid tarafından Yıldız Sarayı’nda kabul edilmiş ve kendilerine Göksu Kasrı tahsis edilmiştir. Resmi olmayan bu ziyaret sırasında heyete çeşitli nişanlar verilmiştir. Prens Komatsu ve II. Abdülhamid uluslararası meselelerle ilgili görüş alışverişinde bulunmuşlardır. Prens Komatsu da ülkesine döndükten sonra Osmanlı İmparatorluğu’nda gördüğü sıcak ilgiye ve takdim edilen nişanlara karşılık hediye ve nişan göndermiştir (Arık, 1991: 25–26). 86 Görüldüğü gibi Ertuğrul Fırkateyni’nin ziyaretinden önce iki ülke arasında oldukça olumlu ilişkiler kurulmuştur. En önemli dönüm noktalarından birisi ise hiç şüphesiz Ertuğrul Fırkateyni’nin 1889 yılında Japonya’ya gönderilmesidir. Ertuğrul’un Japonya’dan dönüş yolculuğu sırasında batmasıyla ortaya çıkan trajedi Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra da Japonya söz konusu olduğunda hem toplumsal bellekte hem de siyasi ilişkilerde ilk akla gelen referans noktası haline gelmiştir. Ne var ki, Ertuğrul’un seyahati yaşanan trajedinin büyüklüğü nedeniyle yoğun bir duygusal yük taşısa da planlanması ve gerçekleştirilmesi son derece reel politik hesaplara dayanmaktadır. Hatırlanacağı gibi 1878 yılında Seiki isimli okul gemisi İstanbul’u ziyaret etmiştir. Komatsu’ya göre bu ziyaret sırasında II. Abdülhamit gemi kaptanı Yarbay İnoue’ye Japonya’ya bir gemi gönderme niyetinden bahsetmiştir. Ayrıca padişahın, Yoshida’nın ziyareti sırasında da “…Şimdi Avrupalılar ile uğraşıyoruz. Fakat ileride durum düzelince mutlaka Japonya’ya harp gemisi göndereceği[z]” dediği iddia edilmektedir (Komatsu, 1992: 32). Buna karşın II. Abdülhamid gibi her eyleminde dış politik sonuçları göz önüne alan bir padişahın bu kararı “nezaketle” açıklanamaz. 1870’lerden itibaren Osmanlı İmparatorluğu’nun bütünlüğünün korunması politikasını değiştirmeye başlayan İngiltere’nin, Almanya karşısında Rusya ve Fransa ile yakınlaşması, Osmanlı İmparatorluğu’nu müttefiksiz bırakmıştır. Fransa’nın 1881’de Tunus’u, İngiltere’nin de 1882’de Mısır’ı işgal etmesi, bu ülkelerin Rusya karşısında Osmanlı İmparatorluğu’nun müttefiki olmadıkları gibi imparatorluğun toprak bütünlüğü için bizatihi tehlike oluşturduklarını göstermiştir. Bu gelişmeler imparatorluğun yönünü Almanya’ya doğru çevirmiştir (Karpat, 2010: 383–410). Japonya, Osmanlı İmparatorluğu için Prusya gibi asli bir müttefik olamasa da 87 özellikle Rusya karşısındaki konumu onu önemli kılıyordu. Dolayısıyla Ertuğrul’un ziyareti Osmanlı İmparatorluğu’nun içinde bulunduğu uluslararası durum göz önüne alındığında iyi hesaplanmış bir manevra olarak anlaşılmalıdır. Konu ile ilgili araştırmalarda II. Abdülhamid’in, Avrupa ülkelerinin ve özellikle Rusya’nın tepkisini çekmemek için resmi bir heyeti değil bir okul gemisi olan Ertuğrul Fırkateyni’ni gönderdiği ileri sürülmektedir. II. Abdülhamid’in birkaç kişilik bir heyetle yapılabilecek olan ziyareti, mürettebatı 600’den fazla olan bir firkateynle yapmayı tercih ettiğini ve bununla birlikte bu ziyaretin “dikkat çekmemesini” istediğini düşünmek gerçekçi değildir. Ziyaretin başlıca amaçlarından 88 birisi halifeliğin Güneydoğu Asya’daki etkilerini güçlendirmektir. Fakat Deringil’in vurguladığı gibi diğer Pan hareketlerden farklı olarak savunmacı bir hareket olan Pan-İslamizm, Osmanlı hilafetine dış dünyada nüfuz temin etmeyi amaçlıyor ve bu nüfuzun oluşumunda yer alan tüm politikaları kapsıyordu (Deringil, 2007: 30). 51 Dolayısıyla Avrupa ülkelerinin halifeliğe atfettiği güç, aslında II. Abdülhamid’in sahip olduğundan çok daha fazlaydı. İngiltere ve Fransa – özellikle Tunus’un ve Mısır’ın işgalinden sonra- II. Abdülhamid’in halifeliği bir araç olarak kullanmasından ve kontrol ettikleri bölgelerde bir isyan örgütlemesi ihtimalinden oldukça çekinmişlerdir. Bu yüzden de Ertuğrul’un ziyaretinin simgesel gücünü azaltmak için çabalamışlardır. Ertuğrul’un ziyareti II. Abdülhamid ve İngiltere arasında yer yer bir propaganda mücadelesine dönüşmüştür. II. Abdülhamid, Londra gazetelerinde Ertuğrul’un yolculuğu sırasında yaşanan teknik arızaların ön plana çıkarılmasından oldukça rahatsız olmuştur. Bu rahatsızlık, Ertuğrul’un yolculuğunun öne çıkmasından değil, aksine hilafetin gücünü göstermeyi ve etki alanını genişletmeyi amaçlayan seyahatin etkilerinin İngiltere tarafından zayıflatılmaya çalışılmasından kaynaklanmaktadır. Seyahatin Pan-İslamist yanları olmakla birlikte elbette Japonya ile Osmanlı İmparatorluğu arasındaki ilişkilerin geliştirilmesi bakımından da büyük bir önemi 51 Pan-İslâmizm, en genel anlamda on dokuzuncu yüzyıl sonunda Batı’nın genişlemesi karşısında İslâm etrafında bütünleşme sağlama amacıyla ortaya çıkmış bir harekettir. Osmanlı İmparatorluğu açısından bakıldığında özellikle II. Abdülhamid tarafından içte kendi meşruiyetini korumak ve güçlendirmek; uluslararası alanda ise büyük güçler karşısında (bilhassa bu ülkelerin Müslüman sömürgelerini dikkate alarak) diplomatik bir denge oluşturmak amacıyla seferber edilen pratikleri içerdiği söylenebilir (Lee, 1999: 363). 89 bulunmaktadır. Prens Komatsu tarafından gerçekleştirilen üst düzey ziyarete karşılık olarak yapılacak bu ziyaretle Japonya ile ilişkiler daha da geliştirilecekti. 2. Ertuğrul’un Yolculuğu Yolculuk için Ertuğrul’un seçimi kolay olmamıştır. Önce padişah, Japon İmparatoru’na hediye ve nişan götürmek için bir talim gemisi gönderilmesine karar vermiştir. Ardından, Sadrazam Kamil Paşa tarafından Bahriye Nezaretine bu yolculuk için hangi geminin uygun olduğu sorulmuştur. Bahriye Nazırı Hasan Hüsnü Paşa, 25 Şubat 1889 tarihli cevapta Ertuğrul Fırkateyni’nin bu yolculuk için uygun olduğunu ve Mart ayı sonunda yola çıkabileceğini bildirmiştir. Bunun üzerine Sadaret tarafından gönderilecek geminin ve mevsimin uygun olduğu bildirilmiş ve gemi komutanının dil bilmesi üzerinde durulmuştur. Bahriye Nezareti’nin 6 Nisan 1889 tarihli cevabında gemi komutanı olarak Osman Bey’in atandığı ve gemi komutanına geminin uğrayacağı limanlar ve yolculuk sırasında kendisinin ve mürettebatın uyması gereken kurallarla ilgili bir talimat gönderildiği belirtilmiştir. Ayrıca gemi için mızıka ve yolculuk için gerekli tahsisat talep edilmiştir. Gemi komutanına gönderilen on bir maddelik talimatın birinci maddesinde geminin uğraması istenilen limanlar belirtilmiştir. Sadaret bu cevaba karşılık gerekli taleplerin karşılanacağını bildirmiş ve geminin eksiklerinin giderilmesini emretmiştir. Sadaret ayrıca, 4 Haziran 1889 günü hareket edilmesini istemektedir. Bu süreçte Ertuğrul’un bu yolculuğu tamamlayıp tamamlayamayacağı konusunda bir belirsizlik ve şüphe ortaya çıkmıştır. Çeşitli incelemeler ve raporlar hazırlanmış ve bu nedenle de 90 Ertuğrul’un planlanan yolculuk tarihi olan 4 Haziran 1889’da yola çıkması mümkün olmamıştır (Şahin, 2001: 35–42). Geminin bu yolculuğa dayanamayacağı konusunda çeşitli uyarılar yapılmasına rağmen Bahriye Nezareti geri adım atmamıştır. Böylece 14 Temmuz 1889 tarihinde Ertuğrul Fırkateyni İstanbul’dan Japonya’ya doğru yola çıkmıştır. Ertuğrul’un en sonunda batmasıyla sonuçlanacak aksilikler çok geçmeden başlamıştır. Gemi Süveyş Kanalı’ndan geçerken 27 Temmuz’da kuma oturmuş ve ancak ertesi gün kurtarılabilmiştir. Kurtarıldıktan sonra bu kez de sahile bağlanırken kontrolden çıkmış ve gövdesi zarar görmüştür. Geminin yolculuğa dayanıp dayanamayacağı uzun tartışmalara neden olduğundan daha yolculuğun başında yaşanan bu kaza İstanbul’da (asıl olarak Bahriye Nezaretinde) büyük bir telaş yaratmıştır. Önce seferin iptaline karar verilmişse de onarımın mümkün olduğu anlaşılınca devam etme kararı verilmiştir. Bahriye Nezareti’nin talimatında seferin dost-düşman herkes tarafından izlenmekte olduğundan dolayı başarısız olmasının yaratacağı üzüntü vurgulanmıştır. Seferin, Osmanlı İmparatorluğu’nun ve özel olarak hilafetin görünürlüğünü arttırmaya yönelik olduğu ve dolayısıyla dikkat çektiğinin 91 farkında olunduğu da bu vurgudan anlaşılmaktadır. Ertuğrul onarım çalışmaları için bir aydan fazla Süveyş’te beklemiş; en sonunda 23 Eylül 1889’da onarımı tamamlanarak yola çıkabilmiştir. Ertuğrul, Süveyş Kanalı’ndan çıktıktan sonra Cidde, Aden, Bombay, Kolombo üzerinden 15 Kasım’da Singapur’a ulaşmıştır. Geminin yolculuk sırasında uğranılan limanlarda yerli müslüman halk tarafından coşku ile karşılandığı İstanbul’a bildirilmiştir (Komatsu, 1992: 5–8). Ertuğrul’un seferi ile ilgili İstanbul’a gönderilen bu haberler Osmanlı basınında da yankı bulmuştur. Mizan gazetesi, geminin Malaga, Sumatra ve Cava’da ziyaretçi akınına uğradığını ve her gün ziyafetlere davet edildiğini bildirmektedir (Mizan, 28 Teşrîn-i Sânî 1889’dan akt: Şahin, 2001: 64).52 Ceride-i Bahriye’de de Osman Paşa’nın gönderdiği telgraflar yayınlanmıştır. Haberlerde geminin gittiği her yerde yerli halkın büyük sevgi ve hürmetini kazandığı bildirilmektedir. Örneğin 20 Ekim’de Bombay limanına yanaşan gemiyi limana gelişinden ayrılana kadar her gün 5000–6000 kişi ziyaret etmiştir. Gemi personelinin, uğranılan limanlarda Cuma namazlarına iştirakinden özellikle bahsedilmektedir (Mütercimler, 1993: 135–136). Zaten daha yolculuk başlamadan önce gemi personeline Bahriye Nezareti tarafından verilen on bir maddelik talimatın altıncı maddesinde gemi personelinin dini vecibelerin yerine getirilmesi konusunda titiz olması istenmiştir: … Altıncı Madde: Her hâl ve mahâllinde ferâ’iz-i mukaddese-i dîniyyenin hüsn-i îfâsına dikkat ve riâyet etmek lâzıme-i İslâmiyyet ve insâniyyet olduğundan ‘umûm mürettebât-ı sefînenin [geminin] evkât-ı hamsede [beş vakitte] salât-ı mefrûzayı [farz namazları] cemâ’atle edâ ve da’vât-ı mefrûza-i [farzlara davet] hazret-i Padişâhî’yi îfâ eylemelerine dikkat olunacaktır… (Aktaran: Komatsu, 1992: 37). 52 Hizmet gazetesi de Ertuğrul’un yolculuğu ile ilgili Ceride-i Bahriye’de yayınlanan bir haberi alarak aynen yayınlamıştır (Hizmet, 24 Ağustos 1889’dan akt: Şahin, 2001: 56). 92 Dolayısıyla gemi personeli yolculuktan önce dini ibaretlerini dikkatli bir şekilde yerine getirmeleri konusunda uyarılmıştır. Bombay’dan sonra Kolombo’da da gemi sahile yanaşırken selamlama için top atışları yapılmış; bunu gören halk sahile akın etmiştir. Kandi ve Galli şehirlerinden de gelenlerle birlikte gemi bir ziyaretgâh halini almıştır. Gidilen hemen her yerde şehrin ileri gelenleri tarafından Ertuğrul subaylarına ziyafet verilmiştir. Örneğin Kolombo’da Osmanlı İmparatorluğu’nun fahri konsolosu olan Min Liye Mariler ve Müslüman milletvekilleri İsmail Efendi ve Saad Efendi tarafından subaylar ziyafete davet edilmişlerdir. Ayrıca Padişah adına hutbe okunmuş ve halifenin adı başta söylenmiştir (Mütercimler, 1993: 136–137). Bombay’da yayımlanan iki gazetede Ertuğrul’un ziyaretinden bahsedilmiştir. Bu gazetelerden “Kasıdı Bombay” isimli gazetenin haberi Ceride-i Bahriye’de de yayınlanmıştır. Haberde mürettebatın Cuma namazına katılımı, kıyafetlerinin ve ahlâklarının güzelliği ve daha önemlisi İngilizlerden ahlâken üstün olmaları üzerinde durulmuştur. Gazete, Hindistan Müslümanlarının padişaha olan sevgilerinin gemiyi ziyaret etmek için gösterdikleri heyecandan da anlaşılabileceğini söylemektedir (Şahin, 2001: 58). Ceride-i Bahriye’de ve diğer gazetelerde Ertuğrul’un seyahati ile ilgili yayınlanan bu tür haberlerin aynı zamanda Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde de sultana kendi kamuoyunu istediği biçimde yönlendirme imkânı verdiğini gözden kaçırmamak gerekir (Esenbel, 2012a: 290). Sultanın meşruiyet alanının uluslararası alandaki genişlemesinin ülke sınırları içinde de işlevsel olduğu görülmektedir. 15 Kasım’da Singapur’a ulaşan Ertuğrul burada da yoğun ilgi görmüştür. Ayrıca Sumatra, Cava gibi civar adalardan gelen ziyaretçiler de olmuştur. Bildirildiğine göre gemide secdeye giden, dua eden halk tarafından Ertuğrul ve 93 mürettebatına neredeyse kutsiyet atfedilmiştir. Bando ekibi ise şehir merkezinde halka bir konser vermiştir. Singapur’a ulaştıktan sonra Ertuğrul’un Japonya’ya gidip gitmeyeceği bir süre belirsiz kalmıştır. Bahriye Nezareti, Şura-yı Bahriye’ye konuyla ilgili iki seçenek sunmuş ve cevap istemiştir. İlk seçenek, Ertuğrul’un Japonya’ya gitmesidir. Diğeri ise Osman Paşa’nın yanına aldığı bazı subaylarla birlikte posta vapuru ile Japonya’ya gitmesi, bu sırada Ertuğrul’un da Singapur civarındaki Müslüman halkları ziyaret etmesidir. Bu belirsizlik sürerken yolculuğun Osmanlı maliyesi için yarattığı külfet de artmıştır. Osman Paşa ve İstanbul arasında mürettebatın yiyecek masrafı için verilen paranın yetmediği ya da Japonya’ya gidip dönmesi için yeterli kömürü olmadığı için tahsisat çıkarılması gibi konularda yazışmalar olmuştur. Gemi mürettebatı için Osman Paşa tarafından istenen elbiseler de Ertuğrul’a ulaştırılmıştır. İstenen tahsisat da Banker Ohannes Aşiyan Efendi aracılığıyla Osman Paşa’ya gönderilmiştir. Ertuğrul yola devam etmek için beklerken geçen süre dört ayı bulmuştur. Bu gecikmenin nedeni olarak İngiliz “Times” ya da Kolombo’da çıkan “Ceylon Observer” gibi gazetelerde geminin kömür alacak parasının olmaması ve liman ücretini ödeyememesi gösterilmiştir. Haberler farklı ülkelerdeki gazetelerde de yayınlanmıştır. Ertuğrul’un seyahati Osmanlı İmparatorluğu için uluslararası alanda bir profil yükseltme çabası olduğu gibi Güneydoğu Asya’da çıkarları olan İngiltere ve Hollanda gibi ülkeler için de bir tehdit olarak algılanıyordu. Dolayısıyla seyahat karşılıklı bir enformasyon mücadelesi biçimi de almıştır. Hem İstanbul’daki Hariciye ve Bahriye bürokrasisi hem de Osman Paşa bu tür haberlerin yayımını ve tekzip edilmesini dikkatle takip etmişlerdir. Örneğin Singapur’da yayımlanan “Free Press” gazetesinin Ertuğrul’un arıza nedeniyle yola devam edemediği ve nişanların posta vapuruyla gönderildiği 94 haberi tekzip ettirilmiştir. Singapur’da gemiyi ziyaret eden Sumatra, Cava ve Malaga Müslümanlarının, Hollandalıların kendilerine yaptıkları eziyetlerle ilgili iki şikâyet dilekçesini Osman Paşa’ya vermiş olmaları aslında tam da hilafet etrafında yaratılmak istenen muhayyel cemaat 53 fikrinin başarıya ulaştığını göstermektedir. Diğer taraftan bu dilekçelerin Meclis-i Vükela’da görüşülmesi ve diğer Avrupa devletleri ve özellikle İngiltere’den bu konuda yardım istenmesinin kararlaştırılmış olması da Osmanlı İmparatorluğu’nun Pan-İslamist politikalarının sınırını göstermektedir (Şahin, 2001: 60–66). Hilafet etrafında küresel çapta bir İslam ümmeti fikrinin genişletilmesi ve yoğunlaştırılması için Osmanlı İmparatorluğu’nun elinde yeterli araç ve olanaklar yoktur. Ertuğrul, Japonya’ya gitmesine karar verildikten sonra 22 Mart tarihinde Singapur’dan Saygon’a doğru yola çıkmıştır. Fakat şiddetli rüzgâr ve Singapur’da alınan kömürün yetersiz kalması yüzünden Saygon limanına yanaşmış ve kömür tedarik etmiştir. 3 Nisan’da Saygon’dan hareket etmiş ama hava şartlarının uygun olmaması nedeniyle geri dönmüş ve 20 Nisan’a kadar Saygon’da beklemiştir. Ertuğrul, Hong Kong’a ancak 26 Nisan’da ulaşabilmiştir. Hong Kong’dan tekrar kömür alarak 5 Mayıs’ta Nagazaki’ye doğru yola çıkmış ama kötü hava ve kömür yetersizliği yüzünden bu kez de Foçu limanına yanaşmış ve 18 Mayıs’a kadar Foçu’da beklemiştir. Nagazaki’ye 22 Mayıs’ta ulaşan Ertuğrul, 7 Haziran’da sonraki durağı olan Yokohama’ya ulaşmayı başarmıştır. Dolayısıyla yola çıkışından neredeyse bir yıl sonra hedefine ulaşabilmiştir (Komatsu, 1992: 13). 53 Deringil’e göre Pan-İslâmizm, hilafet etrafında bir muhayyel cemaat oluşturmayı amaçlayan her tür uygulamayı ifade etmektedir. Osmanlı halifesinin dünya Müslümanları nezdinde daha görünür kılınmasını ve bütünleştirici bir figür haline getirilmesini hedefleyen bu uygulamalar olabildiğince kapsayıcı tutulmaya çalışılmıştır (Deringil, 1991: 51–52). 95 3. Ertuğrul Japonya’da ve Son Perde Ertuğrul, Japonya’da sıcak bir şekilde karşılanmıştır. Osman Paşa başkanlığındaki bir subay heyeti, İmparator Mutsuhito tarafından 13 Haziran’da kabul edilmiştir. Ziyaret sırasında padişah tarafından gönderilen mektup, nişan ve hediyeler takdim edilmiştir (Arık, 1991: 31–32). İmparator ziyaret edildikten sonra da Osman Paşa, Japonya’daki çeşitli ülke elçiliklerini ziyaret etmiştir. Ertuğrul’un Japonya’daki görevini tamamlamasından sonra dönüş hazırlıkları başlamıştır. Fakat bu sırada gemi mürettebatı kolera salgınına yakalanmış, karantina nedeniyle bekleme süresi uzamıştır. Sonuçta Japonya’da bir ay sürmesi beklenen ziyaret üç ay sürmüştür. En sonunda 15 Eylül 1890’da yola çıkılmıştır (Şahin, 2001: 67–74). Ertuğrul yola çıktıktan kısa bir süre sonra,16 Eylül günü Oshima Adası Kashinozaki Feneri civarındaki kayalıklara çarparak batmıştır. Kazada 500’ün üzerinde denizci ölmüş, sadece 69 kişi kurtulabilmiştir (Dündar, 2011a: 387). 96 Kazada ölenlerden cesetlerine ulaşılabilen 260 kişi Oshima Adası’na defnedilmiştir. Kurtulan denizciler ise bir Alman savaş gemisi tarafından Kobe’ye götürülmüştür. Japon gazetelerinin ve Japon kamuoyunun da dikkatini yoğun biçimde çeken faciadan sonra halk tarafından ölen ve yaralanan denizciler ve geride kalan aileleri için yardım toplanmıştır. Kazadan hemen sonra Osmanlı hükümetini bilgilendirmek ve taziyeleri bildirmek için Japonya Dışişleri Bakanı Kont Aoki tarafından bir telgraf yollanmıştır (Worringer, 2001: 71–72). Kaza haberi İstanbul’a ulaşınca Osmanlı hükümeti olayın kontrolsüz bir biçimde yayılmaması için sansürü devreye sokmuştur. 24 Eylül 1890 tarihinde yayımlanan 34 sayılı Ceride-i Bahriye, Ertuğrul için özel sayı olarak ve sadece iki sayfa çıkmıştır. Haberde Ertuğrul’un gittiği yerlerde Müslümanlar tarafından coşkuyla karşılanması, Osmanlı bayrağını Japonya’da dalgalandırması övülmektedir. Haberde dikkat çekici olan nokta geminin tamirinin Süveyş’te tam olarak gerçekleştirilmiş olduğunun vurgulanmasıdır. Böylece kazanın bir “takdiri ilahi” olduğuna ve herhangi bir insani hatadan dolayı gerçekleşmediğine işaret edilmiştir (Komatsu, 1992: 15–16). Tarik gazetesi de 23 Eylül ve 24 Eylül tarihli sayılarında Ertuğrul’un batışına yer vermiştir. Tarik’de de Ertuğrul’un vazifesini hakkıyla yerine getirdiği ama “Maharet ve şecâat [yiğitlik] veyahut fenn-i melâhatta ehliyet ile men’ olunamayan bir kaza-yı lâyetegayyeri [sonucu değiştirilemez bir kaza]…” sonucunda battığı bildirilmektedir (Tarik, 23 Eylül 1890’dan akt: Yetkin, 1990: 5). Tarik’in Standard gazetesine dayanarak verdiği 24 Eylül tarihli habere göre, Ertuğrul’un batmasına sebep olan fırtına daha geçen sene inşa edilmiş olan Panifro isimli bir geminin de batmasına sebep olmuştur. Gazete böylece Ertuğrul’un batmasında eski ya da yetersiz olmasının etkili olmadığını vurgulamaktadır: 97 Londra’da tab olunan Standard Gazetesi Ertuğrul Fırkateyn-i Hümayunun gark olmasına [batmasına] sebep olan fırtınanın tesirât-ı şedîdesi [kuvvetli tesiri] daha geçen sene inşa olunmuş olan (Panifro) nâm sefinenin dahi gark olmasına bâdî [sebep] olduğunu neşr ve ilân ettiği telgraf havadisindendir… (Tarik, 24 Eylül 1890’dan akt: Yetkin, 1990: 5). Osmanlı İmparatorluğu kaza sonrası yardım ve ilgilerinden dolayı birçok kişiye çeşitli nişanlar ve madalyalar göndermiştir. Japonya Dışişleri Bakanlığı da Ertuğrul’un enkazından çıkarılan eşyaları İstanbul’a göndermiştir. Kazazedelerin İstanbul’a getirilmesi için Rusya ve Japonya teklifte bulunmuştur. Osmanlı İmparatorluğu önce her iki teklifi de reddederek kazazedelerin posta vapuru ile gönderilmesini istemiştir. Japonya’nın ısrarlı tutumu üzerine Japon savaş gemileri Hiei ve Kongo kazazedelerin İstanbul’a getirilmesi görevini üstlenmiştir. Japon savaş gemilerinin Çanakkale Boğazı’ndan geçmemesi ve kazazedelerin Osmanlı vapurları ile İstanbul’a getirilmesi için Kaptan Rıza Bey bir vapurla Port Said’e gönderilmiştir. Osmanlı hükümetinin, kazazedelerin İstanbul’a Japon savaş gemileri ile getirilmesini ve bu gemilerin Çanakkale Boğazı’ndan geçmesini istememesi iki nedene bağlanabilir. Öncelikle Japon gemilerinin boğazı geçmesi Avrupa devletlerinin ve özellikle de Rusya’nın tepkisini çekebilirdi. İkinci olarak da kazazede Osmanlı denizcilerinin İstanbul’a bir Japon savaş gemisiyle gelmelerinin kamuoyunda kötü bir intiba uyandıracağı düşünülmüş olabilir. Bununla birlikte yaralıları İstanbul’a götürme konusunda bizzat Japon İmparatoru tarafından görevlendirilen gemilerin İstanbul’a sokulmamasının da imparatora saygısızlık olarak görülme ihtimali bulunuyordu. En sonunda gemilere izin verilmiş ve gemiler Çanakkale Boğazı’nı geçerek 2 Ocak 1891’de İstanbul’a ulaşmışlardır (Worringer, 2001: 74–76). Japon denizciler İstanbul’da büyük bir heyecanla karşılanmışlardır. Şakir’e göre “Bütün 98 ecnebi gemileriyle halkın temasından ve bilhassa coşkunluklarından hiç hoşlanmayan Sultan Hamid, (Mikado)’nun şerefine olarak birkaç gün müsamahaya karar vermişti. Misafirlerin samimî bir şekilde karşılanmasını arzu etmişti.” (Şakir, 1994: 63). Japon denizciler için İstanbul’da büyük bir seferberlik yaşanmıştır. Japon denizcilere mihmandarlık yapmak üzere İngilizce bilen bahriyeliler görevlendirilmiştir. II. Abdülhamid tarafından Japon mürettebata çeşitli derecelerde madalyalar, gemi kumandanlarına hediyeler ve Japon imparatoruna teslim edilmek üzere bir teşekkür mektubu verilmiştir (Şahin, 2001: 83). II. Abdülhamid tarafından bir basın heyetinin Japon gemilerini ziyaret etmesine de izin verilmiştir. Sabah, İkdam ve Tercüman-ı Hakikat gibi gazetelerden bazı yazarlar Hiei gemisini ziyaret etmişlerdir. Şakir’e göre gazeteciler Japon gemisinin salonuna girdiklerinde “… Millî Japonya ile Asrî Japonya birbirleriyle imtizaç etmiş, muhafazakârlıkla terakkiperverliği…” görerek büyük bir şaşkınlık yaşamışlardır (Şakir, 1994: 66). Tercüman-ı Hakikat’te Mehmet Refik de Japonları Fransızlarla kıyaslamaktadır. Geçmiş yıllarda Japonların ilkellikle ilişkilendirildikleri göz önüne alınırsa aradaki farklılık daha da çarpıcı hale gelir: 99 Bugünkü Avrupa uygarlığını kabulde bir sürat-i fevkalade ile hareket eden milletlerin en birincisi Japonlardır. “Münteha-yı Şark [Doğu’nun sonu] Fransızları” olan Japonlar, Fransızlar kadar nazik, dostluğu ve misafirperverliği sever bir kavimdir. Cihanın dikkat nazarını ve teveccühünü artık tamamıyla çekmeye başlamış olan işbu “Doğu Fransızları” ile biz de yeni bir şekilde iyi ilişkiler kurmakta bulunduğumuzdan dolayı ne kadar iftihar etsek yine azdır (Aktaran: Koloğlu, 2 Kasım 1990). Japon gemileri Şubat 1891 başında İstanbul’dan ayrılmak için izin istemişlerdir. II. Abdülhamid hem misafirperverlik gereği hem de Japon İmparatoru için hazırlanan hediyelerin tamamlanması amacıyla bir süre daha kalmalarını istemiştir. II. Abdülhamid, İmparatora hediye olarak cins atlar hazırlatmıştır. Japon gemileri 10 Şubat günü geride atları getirmesi için birkaç kişi bırakarak İstanbul’dan Japonya’ya doğru yola çıkmışlardır. Atlar daha sonra Marsilya ve Kolombo üzerinden gönderilmiştir (Koloğlu, 2 Kasım 1990). C. Bir Facianın Ardından: Ertuğrul Faciası Ertuğrul Faciası sonrası hem Japonya’da hem de Osmanlı’da kazada hayatını kaybeden denizcilerin aileleri için yardım kampanyaları düzenlenmiştir. Japonya’da düzenlenen yardım kampanyasında Kobe Yushin Nippo ve Jiji Shinpo isimli gazeteler öne çıkmıştır. Osmanlı İmparatorluğu bünyesinde de padişahın emriyle bir yardım komisyonu kurulmuştur. Ülke içinde ve dışında toplanan yardımların yerlerine ulaştırılmasıyla ilgili konularda yetkili olan komisyonun ismi Askerî İane Komisyonu’dur. Komisyon tarafından, vefat eden denizcilerin eşlerinin, anne ve babalarının, çocuklarının, kız kardeşlerinin olup olmadığı titizlikle araştırılmıştır. Ceride-i Bahriye’de yardım yapan kişiler ve verdikleri miktarlarla birlikte toplanan 100 yardım miktarı ve yardım yapılan kişilerle ilgili bilgiler de yayınlanmıştır (Şahin, 1998a: 17–18; Şahin, 1998b). Japonya’da toplanan yardımların bir kısmı Jiji Shinpo’nun muhabirlerinden birisi olan Noda Shotaro tarafından İstanbul’a getirilmiştir. Noda gazete yöneticilerinin isteğiyle kazazedeleri taşıyan Hiei gemisine binerek gazete tarafından toplanan 4000 Yen tutarındaki parayla birlikte İstanbul’a gelmiştir. Noda yolculuk sırasında Ali Efendi isimli bir subaydan Türkçe dersleri almaya başlamış ve kendisine Türkçe bir kartvizit hazırlamıştır. Noda, Hiei gemisinin Japonya’ya hareket etmesinden iki gün önce verilen ziyafette II. Abdülhamid ile de tanışmıştır. Noda’nın Türkçe öğrenme çabalarından haberdar olan II. Abdülhamid, tüm masraflarının saray tarafından karşılanacağı garantisini vererek Noda’dan İstanbul’da kalarak Japonca öğretmenliği yapmasını istemiştir (Misawa ve Akçadağ, 2008: 223–224). Noda’nın teklifi kabul etmesi üzerine Harp Okulu bünyesinde ilk Japonca sınıfı kurulmuş ve Noda da Osmanlı İmparatorluğu topraklarına yerleşen ilk Japon olmuştur (Dündar, 2011a: 389). 101 Koloğlu’nun aktardığına göre Noda ile tanışmış olan İstanbul gazetecilerinden birisi Noda’yla ilgili şu bilgileri vermektedir: 24–25 yaşlarında bir delikanlı olup, az İngilizce ve ondan da az Türkçe biliyor. Dil zorluğuna rağmen kendisiyle bazı hususlara dair yaptığımız konuşmadan ikimiz de çok memnun kaldık. Devletlerimiz arasında ilişki kurulmasından son derece memnun. Bundan sonra Japonlar’ın ayaklarının İstanbul’dan kesilmeyeceğini ve muhakkak bir ticaret ilişkisinin başlayacağını umut ediyor (Aktaran: Koloğlu, 2 Kasım 1990). Noda, İstanbul’da kaldıktan sonra birçok ziyaret yapmış ve birçok kişi ile görüşmüştür. Bab-ı Âli’ye giderek Sadrazam başta olmak üzere birçok nazırla bir 102 araya gelmiştir. Şura-yı Devlet gibi dairelerin çalışmaları ile ilgili ayrıntılı bilgiler edinmiştir. Tercüme Odası görevlilerinden Arif Paşazade Ali Fuad Bey, bu ziyaretlerden birinde Noda ile bir araya gelmiş ve bu sohbetten edindiği bilgilerle Sabah gazetesinde “Japonyalılar” başlıklı bir yazı kaleme almıştır. Ali Fuad Bey yazıda Japonların din anlayışını İslami bir tevhit inancını akla getirecek biçimde anlatmaktadır: Kalem Müdürü Moiz Bey’le birlikte, misafirlerimiz Japon kruvazörlerinin âbidleri (din adamları anlamında) Hokan, Kovizomi ve Şimpo gazetesi muharriri Noda efendilerden Japonya ahvaline dair sağladığım bilgileri sunuyorum… Acaba bunların mezhebi nedir? Japonya’da 12 çeşitli mezhep mevcut olup hükümetçe Budizm mezhebi resmen tanınmış, korunma altına alınmıştır. Dolayısıyla Japonlar puta, ateşe ve güneşe itaatli değil, sadece “Vahdaniyet-i İlahiyeye” (Allahın tekliğine) bağlıdırlar. Tabiiyet-i diniyeleri, zanlarınca layezel ve münezzeh anel mekân (Zamandan ve mekândan münezzeh) olan Amuta Buda (Ki Japon dilinde Allah demektir) kutsal ismini verdikleri bir ilaha münhasırdır. Amuta’nın altında, insanların üstünde bulunan ve 2800 yıl önce ölmüş olan Gotama ismindeki azizleri Pitaka namında üç kitap bırakmıştır… (Aktaran: Koloğlu, 3 Kasım 1990). Osmanlı Müslüman kamuoyuna Japonya’yı örnek göstermek konusunda en “netameli” konu Japonların Müslüman olmamasıdır. Dolayısıyla Japonların Müslüman olmasalar da en azından Allah’ın birliğine yani tevhide inandıklarının ortaya konulması önemlidir. Mehmet Akif’in Japonların yaşayış biçimlerinin zaten İslami olduğunu ve Müslümanlık konusunda tek eksiklerinin kelime-i şahadet olduğunu iddia etmeye kadar vardıracağı düşünce yavaş yavaş Osmanlı kamuoyunda yürürlüğe girmeye başlamıştır (Ersoy, 2009: 338–340). Noda’nın 1891 yılında Müslüman olarak Abdülhalim ismini alması da oldukça dikkat çekmiştir: Japonyalı Noda Efendi’nin Din-i Mübin-i İslâm’ı bil-kabul bir iki gün evvelki sünnet-i seniyye ile dahi mübeccel [onurlanmış] olduğunu ve ismi Abdülhalim tesmiye edildiğini [konulduğunu], karşı gazetelerinden naklen refiklerimiz yazmışlar idi. 103 Bu babda icra ettiğimiz tahkikata nazaran, Abdülhalim Efendi, Diyanet-i İslâmiye’yi bir mücâhede ve mübâhase-i [tartışma] akliye neticesi olarak kabul eylemiştir. Mümaileyh [bahsi geçen kişi] ile münazara-i diniyeye girişmiş olan zat ise, Liverpool’daki karındaşlarımızın reisi olan Abdullah William (Gulliam) Efendi’dir. Abdullah Efendi, ahiran Dersaadet’te bulunduğu sırada, Abdülhalim Efendi ile görüşerek, din-i Mübin-i İslâm’ın muktezayat-ı tabiyeye [yaradılışın icabına] ve akliyat ve mantıkiyata derece-i tevafukunu [uygunluğunu] müsbit olmak [ispat etmek] üzere İngilizce bir mübahaseye girişip serd eylediği berahin [delillerin], mümaileyh Abdülhalim Efendi’ce makul görülerek hidayet-i Rabbaniye ile salik-i [yolcu] Sırat-ı Müstakim olmuştur (Tercüman-ı Hakikat, 29 Mayıs 1891). Noda’nın Müslüman olmasından sonra 1892 yılında Torajiro Yamada İstanbul’a gelmiştir. Yamada bu tarihten sonra uzun yıllar İstanbul’da kalacak ve 104 Japonya ile Osmanlı İmparatorluğu arasında fahri bir konsolos görevi görecektir (Erdemir, 2012: 375). Yamada, Ertuğrul’un batmasından sonra düzenlenen yardım kampanyalarında aktif olarak rol almıştır. Bazı kaynaklarda Dışişleri Bakanı Aoki Shuzo’nun Yamada’dan kampanya sonucunda toplanan parayı İstanbul’a götürmesini istediği ileri sürülüyorsa da bu iddianın sağlam bir dayanağı olmadığı görülmektedir (Misawa, 2007: 64–65). Yamada, Ertuğrul kazazedelerini İstanbul’a getiren Hiei gemisinin kaptanı olan Amiral Tanaka’dan referans mektubu alarak 4 Nisan 1892’de İstanbul’a ulaşmıştır (Esenbel, 2012b: 349–350). Noda, İstanbul’a gelişinden itibaren Yamada’ya yardımcı olmuştur. Yamada, padişah için getirdiği hediyelerin takdiminde de Noda’nın yardımına başvurmuştur (Tufan, 2010: 77–78). Noda, Yamada’yı Harb Okulu’nda verdiği Japonca derslerine davet etmiştir. Ayrıca Yamada’yı birçok kişi ile tanıştırmıştır. İstanbul Ticaret Odası Başkanı olan Spiraki Alexandri özellikle önemlidir zira Yamada ticari faaliyetlerini gerçekleştirebilmesinde Alexandri’nin desteğini görmüştür. Yamada, İstanbul’da dört veya beş ay kaldıktan sonra Japonya’ya dönmüştür. Japonya’ya döndükten sonra ticari faaliyetleri için finansman aramaya başlayan Yamada en sonunda Osaka’da Nakamura ailesinin desteğini almış ya da Nakamura ailesi Yamada’nın açtığı mağazaya ortak olmuştur. 1893 yılı sonlarına doğru İstanbul’daki ilk “Japon (Nakamura) Mağazası” Yamada tarafından açılmıştır. Bu tarihten sonra Yamada, Osmanlı İmparatorluğu ile Japonya arasında iki tarafın da kabul ettiği bir iletişim kanalı haline gelmiştir. Yamada İstanbul’a gelen Japon misafirler için ise doğal bir mihmandardır. Nakamura Mağazası genellikle lüks ürünler satan ve en önemli müşterisi Osmanlı sarayı olan bir dükkân hüviyetindedir (Misawa, 2011: 73–89). Avrupa’da 1700’lerden itibaren ortaya çıkan Japon mallarına yönelik talep 105 Yamada’nın mağazası ile birlikte Osmanlı İmparatorluğu’nu da etkilemiştir. Örneğin bu dönemde Avrupa saraylarında görülen Japon köşesi ya da odası oluşturma modası Osmanlı İmparatorluğu’nda da gözlenebilir. Dolmabahçe Sarayı’ndaki Japon Salonu adı verilen bölüm ya da Yıldız Sarayı’ndaki Japonya kaynaklı ürünler bu ilgiye örnek olarak verilebilir. Osmanlı saraylarında porselenden tekstile kadar Japon menşeli birçok ürün vardır. Bu ürünlerin birçoğu Yamada tarafından temin edilmiştir (Tufan, 2010: 81–82; Erdemir, 2011: 222). Yamada sadece Japonya’dan ürünler getirmekle kalmamış Osmanlı İmparatorluğu’ndan Japonya’ya da tütün, pamuk, yün, deri ve tuz gibi ürünler ihraç etmiştir (Matsutani, 2000: 1249). Yamada’nın bu süreçte Osmanlı sarayı tarafından himaye edilmiş olduğu görülmektedir. Örneğin yurt içinde yaptığı ziyaretlerde ilgili vilayetlerdeki valiliklerden kendisine gereken kolaylığın gösterilmesi istenmiştir (Tufan, 2010: 80). Yamada’nın iki ülke arasındaki ticari faaliyetlere getirdiği açılım bir ticaret anlaşması ihtimalini de ortaya çıkarmıştır. Zaten Ertuğrul faciası sırasında Dışişleri Bakanlığı yapmakta olan Kont Aoki Shuzo, Osmanlı İmparatorluğu ile bir ticari anlaşma yapma ihtimalini araştırmak üzere Zenjuro Horikoshi isimli bir memuru Hiei gemisiyle birlikte İstanbul’a göndermiştir (Misawa, 2011: 59–60). Horikoshi, Osmanlı İmparatorluğu’nda üretilen ürünler hakkında bilgi almak için Hariciye Nezareti’ne başvurmuş, Ticaret ve Naifa Nezareti’ne yönlendirilmiştir. Ticaret Odası gibi kurumlardan istediği bilgileri elde eden Horikoshi Londra’ya doğru yola çıkmıştır. Horikoshi’nin araştırmaları Osmanlı kamuoyunun da ilgisini çekmiştir. Sabah Gazetesi olayı şöyle aktarmıştır: Saye-i hazret-i padişahide [padişahın himayesiyle] Japonya ile hasıl olan ilişkimizin gerçekten memnuniyet verici sonuçlar yaratacağı büyük bir mutlulukla tahmin ediliyor. İstanbul’un ticaret erbabı Japonya’nın ticari durumu ve mali 106 eğilimleri hakkında doğrudan doğruya elde ettikleri gerçek bilgiler üzerine Japonya’ya memalik-i şahaneden [Osmanlı ülkesinden] üzüm, incir ve benzeri ürünlerinden göndermek üzere bir ticari şirket kurmaya teşebbüs etmiştir. Şirketin esas ticareti özellikle Aydın vilayetinin yetiştirmekte olduğu ürünlere ait olduğundan, bu konuda bilgi edinmek için İzmir tüccarlarından bilgi edinilmesine girişilmiştir (Aktaran: Koloğlu, 3 Kasım 1990). Hizmet gazetesinde de bu konu ile ilgili haberler çıkmıştır. Haberde İstanbul’daki ticaret erbabının Japonya ile ticaret yapmak için bir şirket kurma ve Japonya’da daimi bir temsilci bulundurma isteğinden bahsedilmektedir. Ayrıca gazeteye göre İzmir Ticaret Odası görüşmelerden haberdar olarak ticaret faaliyetlerinde yer alma talebini İstanbul’a iletmiştir (Şahin, 2001: 101–102). D. 1894–1895 Çin-Japon Savaşı 1892 yılında Tercüme Odası kâtiplerinden Mehmet Zeki tarafından “Japonya’nın Mâzisi, Hâli, İstikbâli” başlıklı bir kitap yazılmıştır. Kitap bugün dahi yeni ürünlerini görmenin mümkün olduğu bir türün ilk örneğidir. “Japonya’nın Batı medeniyetinin tekniğini alırken manevi kültürünü muhafaza etmesi” Zeki’nin kitabının temel sorunsalıdır ki bu tarihten sonra Japonya ile ilgili yazılan eserlerin büyük çoğunluğunun da gündeminde bu mesele olacaktır. Zeki’ye göre Japonya’nın ilerlemesinin temelinde yüksek ahlâk, vatanseverlik, askeri cesaret ve yetenek vardır. Nezaket ve terbiyenin tüm topluma yayılmış olmasını Japonların ayırt edici özellikleri olarak görmektedir. Zeki’ye göre Japonya’nın ilerlemesinde en dikkat çekici ve önemli kısım askeri alanda yaşanan gelişmelerdir (Worringer, 2001: 164– 165). Osmanlı İmparatorluğu’nun karşı karşıya olduğu askeri baskı birçokları gibi 107 Zeki’nin de bakışını şekillendirmiştir. Son dönem Osmanlı düşüncesinin en önemli belirleyicisi olan bu yapısal gerçeklik (iktidarda kimin olduğundan bağımsız olarak) elitlerin dünyaya bakışlarında sınırlılıklar ve yatkınlıklar yaratmıştır. Açıkel’in de vurguladığı gibi elitlerin modernleşme süreçlerinde göz önüne aldıkları örnekler serbest birer seçimin konusu olmamakta, aksine ulusal ve uluslararası kısıtlara ve olanaklara göre şekillenmektedir (Açıkel, 2007b: 92). İçeriden ve dışarıdan sürekli bir askeri baskı ile karşı karşıya olan Osmanlı İmparatorluğu için askeri alanda cari teknolojik düzeyi yakalamak hayati bir önem arz etmektedir. Bu yüzden Zeki’nin Japonya özelinde askeri gelişmeye yaptığı vurgu şaşırtıcı değildir. Tercüme Odası’nda yetişmiş, yabancı dil bilen bir bürokrat olan Mehmet Zeki’nin Yeni Osmanlıların anayasa, meclis gibi fikirlerine aşina olmaması düşünülemez. Tercüme Odası mensubu bürokratlar Tanzimat döneminden beri Avrupa’yı ve Avrupa dillerini (özellikle Fransızca) bilmek dolayısıyla yenilikçi fikirlere en açık grubu oluşturuyorlardı (Zürcher, 2009: 106–107; Findley, 2011: 280–281). Zeki de muhtemelen Japonya’nın ilerlemesinde anayasal bir rejimin ilanının etkisini önemsiyordu. Ne var ki II. Abdülhamid’in iktidarda olması nedeniyle bu fikirlerini açık etmemiş daha ziyade alttan alta süren imalarla yetinmiştir (Worringer, 2001: 165–166). 1893 yılında Japonya’nın Almanya Büyükelçisi olan Aoki, Japon Dışişleri Bakanlığı’ndan, İstanbul’a giderek Osmanlı İmparatorluğu’nun kapitülasyonları kaldırma çalışmalarını ve bir ticaret anlaşmasının şartlarını incelemek için izin istemiştir. İznin verilmesiyle Mayıs 1893’te İstanbul’a gelerek II. Abdülhamid’le görüşmüştür. Aoki’nin Tokyo’ya gönderdiği detaylı rapora göre II. Abdülhamid iki ülke arasında ticaret anlaşması imzalanması konusunda istekliydi ve Aoki’nin bu 108 konuda çaba göstermesi için özel olarak ricacı oldu. Hatta II. Abdülhamid hemen bir anlaşmanın imzalanmasını istemiş ama Aoki’nin bu konuda yetkisinin olmaması nedeniyle hayal kırıklığına uğramıştır. Antlaşma konusunda Osmanlı İmparatorluğu’ndan aldığı olumlu izlenimleri Japon hükümetine ileten Aoki’nin çabaları Berlin’de de devam etmiştir. Aoki iki yıl boyunca Japon Dışişleri Bakanlığı’ndan cevap beklemiştir (Arık, 1991: 42–46). Ticaret antlaşmasının gerçekleşmemesi kişisel düzeydeki ziyaretleri engellememiştir. 1887 yılında İstanbul’u ziyaret eden Prens Komatsu’nun oğlu olan Prens Yoritomo Komatsu 1894 yılında İstanbul’u ziyaret ederek babasının gönderdiği hediyeleri II. Abdülhamid’e takdim etmiştir. Prens, St. Petersburg’dan yola çıkarak Odesa üzerinden İstanbul’a gelmiştir. Bu ziyarette dikkat çekici olan Prens Komatsu’nun kimliğinin Japonlar tarafından gizli tutulmuş olmasıdır. Muhtemelen Çin-Japon Savaşı nedeniyle Prens gezisi sırasında “Kont Mishima” ismini kullanmıştır (Worringer, 2001: 86–87). Osmanlı İmparatorluğu ile Japonya arasında ilişkiler resmi sonuçlar doğurmayan ziyaretler biçiminde devam ederken 1894–1895 Çin-Japon Savaşı yaşanmıştır. Savaş uluslararası alanda yarattığı etkiler nedeniyle Osmanlı İmparatorluğu için de oldukça önemli sonuçlar ortaya çıkarmıştır. Savaşın Japonya’nın zaferiyle sona ermesi İngiltere’nin Asya siyasetinde Japonya’yı kendisine müttefik olarak seçmesine neden olmuştur. Başta Hindistan olmak üzere Asya kıtasındaki çıkarlarını Rusya karşısında korumaya çalışan İngiltere’nin Asya’da müttefik olarak Japonya’ya yakınlaşması Rusya karşısında Osmanlı İmparatorluğu’na olan ihtiyacını azaltmıştır. İngiltere ile Japonya arasındaki yakınlaşma 1902’de İngiliz-Japon İttifakı ile aşikâr hale gelmiştir (Beşikçi, 2007: 109 63). Ayrıca Japonya 1895’ten itibaren İngiltere ile imzalamış olduğu kapitülasyon antlaşmalarının da kademeli olarak lağvedilmesini sağlamıştır. Böylece 19. yüzyıl sonuna gelindiğinde Japonya dünya sistemine merkez ülkelerle eşit şartlarda dâhil olan bir ülke haline gelmiştir (Esenbel, 2012a: 286; Hunter, 2002: 42). 1894–1895 Çin-Japon Savaşı, Osmanlı kamuoyu ve hükümeti tarafından da sıkı bir şekilde takip edilmiştir. Yurtdışındaki temsilcilikler bulundukları ülkelerin 110 savaşla ilgili tutumlarını yakından izlemiş ve İstanbul’a bildirmişlerdir (Şahin, 2001: 105; Şahin, 2003). Gazeteler ise savaşı yakından takip ederek okuyucularını haberdar etmişlerdir. Bahçesaray’da İsmail Gaspıralı tarafından çıkarılmakta olan Tercüman gazetesi savaşın, Osmanlı kamuoyunda Japonya’nın “yükselen güç” olarak imajına katkısını göstermektedir: Bundan birkaç sene önce Japonya’nın adı işitilmekte idiyse de buna kulak veren hiç yok gibi idi. Her ne kadar Japonya’nın nizamı askeri tertip edip, Avrupa usulü bazı ıslahat icra ettiği malum idiyse de Kore, Çin ve Annam gibi Moğol kıtalarından pek de fark olmuyor idi. Bu halde Japonya’nın birden bire koca büyük Çin’e karşı gösterdiği galebe herkesi hayrete koyup cümlenin dikkatini topladı (Tercüman, 2 Nisan 1895). Tercüman’da yayınlanan “Ramazan-ül Mübarek ve Terakki-i Japon” başlıklı bir başka yazıda ise Japonya’nın Avrupa ülkelerinde dahi örnek olmasından bahsedilmiştir: Yaponya askerinin gösterdiği intizam serdarlarının gösterdiği maharet bahriyesinin denizde hareketi değil yalnız destan emsal tutuluyor. Germanya imparatoru bunların hareketi harbiyesini ibret tutup fünun-u harbiye akademiyasında mahsus müzakere ediyor. Yaponyalılar gibi davranmak lazım olduğunu söylüyor (Tercüman, 19 Şubat 1895). Japonya’nın askeri alandaki başarısının dışında sahip olduğu okulların, sanayi ve ticaret alanındaki gelişminin ve vatan sevgisinin de bir tesadüf olamayacağı vurgulanmaktadır. Uluslararası hiyerarşi içinde Japonya’nın değişen konumunun dikkat çektiği de görülmektedir. Tercüman en çok konsolosluk mahkemelerinin yetkilerinin kaldırılmasını önemsemektedir. Yarı sömürge statüsünün işaretlerinden biri olan konsolosluk mahkemelerinin kaldırılması, Japonya’nın Büyük Güçlerin eşit bir üyesi olarak yükselişini simgelemektedir. Ayrıca haberde Japonya’nın başarılarını 111 mümkün kılan güç olarak bahsedilen “hissiyatı milletperesti” İsmail Gaspıralı’nın Rusya Müslümanları arasında kurmaya çalıştığı birliğin işaretlerini vermektedir. “Ahval-i Yapon” başlıklı yazıya göre de Japonya “…Avrupa’dan idare-i meşruta usulünü, Fransa’dan muhakeme usulünü, Germenya’dan askerlik usulünü, İngiltere’den bahriye usulünü ve Amerika’dan ticaret ve muamele usulünü tahsil ve nakil” (Tercüman, 2 Nisan 1895) ederek ilerlemiştir. Aynı yazının baş kısmında da Japonlar’ın “20-30 senelik bir gayret ve tahsilin semeresi olarak … serdarlar, siyasiyunlar yetiştirip muntazam asker … meclis-i mebusan ve sanayi sahibi oldukları” ifade edilmektedir. Siyasi ve askeri elitlerin öncülüğünde meşruti bir monarşinin Japonya’nın ilerlemesindeki yeri konusu Tercüman’daki tüm yazılarda üzerinde durulan bir konudur. Tercüman’ın Çin-Japon Savaşı ile ilgili yaptığı haberlerde göze çarpan temalardan birisi de Japonya’nın seçici bir modernleşme benimsediğidir: … Japonların kamil ihtiyatı ile davrandıklarını tahsin görmemek mümkün değildir. Her ne kadar fünun, sanayi ve ticaret efrenciyeden hisse, ders ve ibret almak gayretinde iseler de her gördüklerini ve işittiklerini mizan tenkide çekip kabul ettikleri kavmiyet ve hususiyetlerine mania ve ziyan olmamasını gözetiyorlar (Tercüman, 2 Nisan 1895). II. Abdülhamid’in şüphe ile yaklaştığı ve gazetesinin İstanbul’a sokulmasına izin vermediği (Karpat, 2010: 452) Gaspıralı’nın bu sözleri seçmeci bir modernleşme bağlamında II. Abdülhamid’in fikirleriyle uyum içindedir. Chatterjee’nin Batı’nın maddi egemenliği karşısında ulusun kimliğinin kurulması ya da korunması için, kimliğin merkezi olarak görülen özlerin korunması konusunda söyledikleri Gaspıralı’nın “kavmiyet” ve “seçicilik” vurgusu ile paraleldir: Öte yandan manevi alan, kültürel kimliğin "özünü oluşturan" işaretleri taşıyan "içerideki" bir alandır. Bu sebeple, maddi alanda Batı'ya has becerileri taklit 112 etmede kişi ne kadar başarılı olursa, kendi manevi kültürünün farklılığını muhafaza etme ihtiyacı da o denli fazla olmaktadır. Bu formül, bana göre, Asya ve Afrika'daki sömürgecilik karşıtı milliyetçiliklerin temel bir özelliğidir (Chatterjee, 2002: 22). Gaspıralı, Japonya’nın sentez başarısını överken yalnız değildir. II. Abdülhamid iktidarıyla yakın ilişki içerisinde olan Mehmed Tahir Bey’in Ma’lumat gazetesi de Japonya’nın “az zamandan beri, Aksa-yı Şark’da kuvvet ve vücudunu hissettirerek, bütün cihanın nazar-ı dikkat ve hayretini celb [ettiğini]” söylemektedir. Gazete ayrıca Japonya’nın “ağuşunu [kucağını]” büyük bir süratle “Avrupa’nın ulum ve fünun ve terakkiyat[ına]” açtığını söylemektedir. Haberin devamında Japonya’nın Osmanlı İmparatorluğu’nda bir elçilik açma isteğinden bahsedilmektedir (Ma’lumat, 24 Ağustos 1897). 113 Ahenk gazetesinde de Tercüman’dan alıntılanan bazı haberler yayınlanmıştır. Ahenk de Japonya’nın önlenemez yükselişini okurlarına hatırlatmaktadır: “Tercüman refikimizin dediği gibi bugün cümlenin ağzında Japonya ile Japonlar deveran etmekte bulunduğu” (Aktaran: Şahin, 2001: 106). 1895 Çin-Japon Savaşı, Japonya’nın hızla modernleşen bir ülke olduğu düşüncesinin popülerleşmesi konusunda önemli katkılar sağlamıştır. Tercüman ve Ma’lumat, Japonya’nın eğitim, askeri güç, demiryolu gibi teknik modernleşme 114 konularındaki gelişiminden ve bunu vatanseverlik, ahlâki üstünlük gibi manevi değerlerle bütünleştirme başarısından etkilenmişlerdir. Fark ise Tercüman’ın Japonya’nın gelişmesinin siyasi yönünden yani millet meclisinden de bahsetmesindedir. Bu fark aynı zamanda II. Abdülhamid karşısında gelişmeye başlayan muhalefetin tek gerçek ortak paydasını oluşturmaktadır: II. Abdülhamid’in devrilmesi ve Meclis-i Mebusan’ın tekrar açılması. Japonya’nın Çin karşısında kazandığı zaferle sömürgeleri olan bir Büyük Güç haline gelmesi Osmanlı İmparatorluğu ile ilişkilerinde kapitülasyon beklentilerini de güçlendirmiştir. Nitekim savaş sonrasında ticari antlaşma konusu tekrar gündeme gelmiştir. Bu minvalde Ağustos 1895’te Japon Dışişleri Bakanlığı, Kont Aoki’nin iki yıl önce gönderdiği taslakla ilgili cevabi bir metin yayınlamıştır. Metin, esas taslağa ekonomik açıdan en ziyade imtiyaza mazhar millet statüsü eklemekte ve diğer alanları olduğu gibi bırakmaktadır. Ayrıca Aoki bakanlık tarafından müzakereler için tam yetkili olarak görevlendirilmiştir. Aoki, Osmanlı İmparatorluğu’nun Berlin Büyükelçisi ile temasa geçerek Japon hükümetinin teklifini iletmiştir. Osmanlı tarafı 1877 yılında verdiği cevapta antlaşmanın sadece ticari hususları içermesini ve yargılama gibi konuların taslaktan çıkarılmasını istemiştir (Arık, 1991: 45–46). Japon hükümeti ise adli imtiyaza yer verilmemesinden dolayı Osmanlı tarafının tasarısını (1888) kabul etmemiştir (Takahashi, 1982: 133–134). 1894–1895 Çin-Japon Savaşı sırasında Japonya tarafından ele geçirilen Port Arthur ve Liaotung yarımadası Japonya’nın geri çekilmesinden üç yıl sonra 1898’de Rusya ile Çin arasında yapılan anlaşma sonucunda Rusya’ya kiralanmıştır. Ayrıca 1891 yılında Rusya, Trans-Sibirya demiryolunun inşasına başlayacaktır. Bu gelişmeler Rusya’nın Güney Asya’daki etkinliğini ve dolayısıyla da Japonya’nın 115 tedirginliğini arttırmıştır (Dündar, 2011b: 141). Aynı gelişmelerin bir sonucu olarak hem Japonya’ya uluslararası alanda müttefik bulmak hem de askeri istihbarat ve keşif gezileri için Japonya’dan birçok ziyaretçi Osmanlı İmparatorluğu’na gelmiştir. Örneğin Albay Fukushima Yasumasa 1895–1897 arasında Orta Asya’yı kapsayan uzun bir yolculuk yapmış ve Japon Genelkurmayı’na bir rapor sunmuştur. Diğer bir istihbarat gezisi ise 1899’da Ienaga Toyokichi’nin afyon üretimi hakkında Osmanlı İmparatorluğu ve Hindistan’a yaptığı yolculuktur (Esenbel, 2012a: 275–276; Misawa, 2011: 91). Diplomatik alanda ise 1898 yazında Japonya Dışişleri Bakanı Makino, Japonya’nın Viyana temsilcisini bu şehirdeki Osmanlı temsilcisi ile ticaret antlaşması konusunu görüşmesi görevlendirmiştir (Arık, 1991: 47). Japonya Dışişleri Bakanlığı adli ayrıcalıklar konusunda İstanbul’da bulunan Torajiro Yamada’yı kullanmıştır. Japonya, Yamada’yı öne sürerek Japon vatandaşlarının kapitülasyon verilmiş olan Avrupa devletlerinin vatandaşları ile eşit muamele görmesini istiyordu (Esenbel, 2012b: 356). Japonya’nın hukuki ayrıcalıklar konusunda diretmesi, Osmanlı tarafının ise var olan kapitülasyonlara bir yenisini eklemekten imtina etmesi nedeniyle antlaşma meselesi yine sonuçsuz kalmıştır. Osmanlılar için kapitülasyonların kaldırılması (bu tür antlaşmalara zorlanan Japonya için olduğu gibi) dünya sistemine eşit biçimde eklemlenmenin önemli işaretlerinden biriydi. Bu yüzden Japonya’nın Büyük Güçlerle yaptığı eşitsiz antlaşmaları tadil etmesi dikkatle izleniyordu: Yaponya’nın taaccüp edilecek diğer bir ciheti vardır ki ona dikkat edelim. Geçenlerde İngiltere ve Portugalya hükümetleri ile akdettiği ahidnameler hükmüne binaen bunların teb’aları Yaponya’da bulunacak Yapon idaresine ve mahkemelerine tabi olacaktır. İngiliz ve Portugal kansüllerinin umuru ticaretten maada Yaponya’da ilişiği kalmamıştır. Ağalık zamanları geçmiştir. Bu yolda ahidnameler Germanya ve Rusya ile dahi müzakere olunuyor. 116 Yaponların bu muvaffakiyetleri Çin’e galabelerinden daha büyüktür. Çünkü hukuku milli ve düveliye tam mutasarrıf oluyorlar. Avrupanın akvam-ı mütemeddinesi ile bir derecede olmuş oluyorlar (Tercüman, 19 Şubat 1895). Dolayısıyla Japonya’ya olan ilginin temel motivasyonlarından birisi Japonya’nın kapitülasyon antlaşmalarını kaldırılmasıyken, Japonya ile eşitsiz bir antlaşma yapmak Osmanlı İmparatorluğu için (Büyük Güçler gibi bunu askeri gücün gölgesinde dayatmadığı takdirde) söz konusu değildi. Diğer taraftan emperyalist yarışa geç kalan Japonya’nın Güneydoğu Asya’dan bu kadar uzak bir bölgeye müdahale olasılığı olmadığı için diplomatik baskılar, askeri girişimlerle desteklenememiştir.54 Antlaşma sorununun yanı sıra Japonların Osmanlı İmparatorluğu’nu ziyaretleri devam etmiştir. 1899’da Japon hükümeti tarafından Saint Petersburg’a gönderilen Prens Konoye iki hafta süreyle İstanbul’da kalarak eğitim alanında incelemeler yapmıştır (Worringer, 2001: 92). 1900 yılının başlarında Japonya Maliye Bakanlığı memuru Keizaburo Hashimoto ve tarım uzmanı Zenjiro Sasaki tarım alanında incelemeler yapmak üzere İstanbul’a gelmiştir. Hemen akabinde Nisan 1900’de ise Prens Kotohito İstanbul’u ziyaret etmiştir (Misawa, 2011: 92). 1902’de de Albay Nagaoka bilinmeyen bir sebeple İstanbul’a gelmiştir. Aynı yıl, İngiltere’ye giderken Singapur’a uğrayan Prens Komatsu buradaki Osmanlı elçisi ile Japonya’da bir Osmanlı temsilciliği ve daha sonrasında da büyükelçilik açılması konusunda görüş alışverişinde bulunmuştur. 1904 yılında ise Japon devlet akademisinde görevli 54 Worringer’in aktardığı bir belge (BBA HR. HMŞ. İŞO 48/3) Osmanlı yöneticilerinin Japonya’nın Siyam’da “savaş botu diplomasisi” (gunboat diplomacy) ile kapitülasyon imtiyazları elde ettiğini bildiğini göstermektedir. Dolayısıyla Osmanlı yöneticilerinin, Japonya’ya karşı şüpheci olmaları için yeterli kanıta sahip oldukları söylenebilir (Worringer, 2008: 96). 117 olan Mimar Dr. Ito, Osmanlı İmparatorluğu’na gelmiş ve İstanbul başta olmak üzere birçok vilayette incelemelerde bulunmuştur (Worringer, 2001: 93–94). 1902 yılının Ocak ayında İngiliz-Japon ittifakı kurulmuştur. İttifaka göre İngiltere, Japonya’nın Kore üzerindeki haklarını tanımıştır. Ayrıca taraflardan birisi üçüncü bir ülke ile savaşa girerse öteki bu savaşın dışında kalacak, ancak savaşa bir düşman ülke daha katılırsa ittifakın diğer tarafı da savaşa girecektir. İttifakın önemi Rusya ile Japonya arasındaki olası savaşa üçüncü bir ülkenin girmesi durumunda İngiltere’nin de savaşa girecek olmasından kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla ittifak Rusya ve Japonya arasındaki mücadelenin genişlemesi önünde engel oluşturarak kendi aralarında bir savaşı güdülemiştir (Hunter, 2002: 46). Bu senaryo 1904–1905 Rus-Japon Savaşı sırasında etkisini gösterecek ve iki taraf üçüncü bir ülkenin katılımı olmadan karşı karşıya geleceklerdir. 118 III. İKİNCİ ABDÜLHAMİD, JÖN TÜRKLER VE 1904–1905 RUSJAPON SAVAŞI 1904–1905 Rus-Japon Savaşı tüm dünyada olduğu gibi Osmanlı İmparatorluğu’nda da büyük bir etki yaratmıştır. Fakat savaşın Osmanlı İmparatorluğu içindeki etkilerini anlayabilmek için öncelikle imparatorluk içinde II. Abdülhamid’e karşı gelişmekte olan muhalefet hareketine bakmak gerekmektedir. A. Jön Türk Muhalefeti II. Abdülhamid rejiminin temel açmazlarından birisi kurduğu modern eğitim kurumlarıyla, iletişim ve ulaşım ağını genişletmesiyle kendisine karşı oluşan bir muhalefet hareketini beslemesi olmuştur (Zürcher, 2011: 30). İlk muhalif örgütlenmeler de hem Yeni Osmanlılardan miras kalan düşüncelerden hem de okudukları kitaplar vesilesiyle anayasal ve liberal fikirlerden etkilenen Tıbbiye, Mülkiye ve Harbiye öğrencileri arasında kurulmuştur. Bu okullar Namık Kemal’in hürriyet, vatan, millet konularındaki duygu yüklü şiir ve yazılarının okunup tartışıldığı alanlar haline gelmişlerdir. Özellikle Mizancı Murad Bey ya da Recaizade Mahmud Ekrem gibi isimlerin derslerde yaptıkları konuşmalar dönemin öğrencileri üzerinde büyük etkiler bırakmıştır. Diğer taraftan biyoloji gibi dersler ve okunan kitaplarla gelişen yoğun bir pozitivizm de göz ardı edilmemelidir. Ahmet İhsan’in Mülkiye’deki nebatat dersi ile ilgili anıları bu etkinin gücünü naif bir biçimde göstermektedir: Salih Efendi’nin Kanlıca’daki yalısının bahçesi Türkiye’nin ilk nebatat bahçesi idi. O, derse geldiği günler bahçesinden getirdiği çiçeklerin, yaprakların ilmî 119 yaşayışlarını anlatırken bizim batıl itikatlarla doldurulmuş olan zihinlerimizi sanki süpürür ve temizlerdi (Akt: Mardin, 2008: 48). II. Abdülhamid’in muhafazakâr modernleşmesinin destekleyicilerinden olmakla birlikte Ahmed Midhat Efendi de Tercüman-ı Ahval yoluyla dönemin tartışma ortamına önemli katkılar yapmıştır. Avrupa’dan yapılan materyalizm tartışmalarını Osmanlı kamuoyuna – eleştirerek de olsa - aktararak bir kanal işlevi görmüştür. Tercüman-ı Ahval aynı zamanda Beşir Fuat’ın yazdığı yazılar yoluyla da pozitivist düşüncenin genişlemesini sağlamıştır (Mardin, 2008: 50–64). Beşir Fuat’ın Tıbbiye mezunu olması bir rastlantı değildir. Bu okullarda bilimsel materyalizmden yoğun biçimde etkilenmiş bir kuşak yetişmiştir.55 Büchner’in Kraft und Stoff (Güç ve Madde) adlı kitabı İstanbul’daki askeri okul öğrencileri arasında büyük ilgi görmekteydi (Findley, 2011b: 163). Tıbbiye’deki öğrenciler II. Abdülhamid istibdadının yıkılışına yönelik taktiklerini kimyadan devşirecek kadar pozitif bilimleri önemsiyorlardı: Kimya okuyoruz, hattâ hasis bir cismin diğer bir hasis cisim ile ittihadından hararetler, kuvvetler, elektrikler husule geldiğini görüyoruz. Bu iki madde-i hasise birleşince dürlü hevâssı haiz kıymetli bir cisme tebdil ediveriyor. Birleşelim müdhiş bir kuvvet meydana gelir. Sonra hücum edelim. İstibdad kalesinin bize karşı kurulmuş olan burcunu biz elimizle yıkalım… (Akt: Hanioğlu, 1981: 12) Böylece bu okullar Osmanlı İmparatorluğu’nun yeni elitlerini meşruti bir yönetim, hürriyet, biyolojik materyalizm gibi fikirlerle donatarak muhalif örgütlenmelerin temellerini atmışlardır. İlk örgüt, anayasayı ilan etmek ve meclisi açmak amacıyla 1889 yılında Mekteb-i Tıbbiye’de kurulan İttihad-ı Osmanî Cemiyeti’dir. Cemiyet oldukça yavaş 55 Osmanlı İmparatorluğu’nda pozitivizmin gelişimi için bkz: (Korlaelçi, 1986). 120 büyümesine rağmen sultanın hafiyeleri tarafından ortaya çıkarılmış ve baskılar sonucunda bazı üyeleri Paris’e kaçmıştır. İstanbul’dan kaçan muhalifler Paris’te bir önceki kuşaktan kalan meşrutiyetçi ve padişah karşıtı bir kadro ile karşılaşmışlardır. Paris’te oluşan bu muhalif hareketin önde gelen ismiyse Bursa eski maarif müdürü olan Ahmed Rıza Bey’dir. Hareket Ahmed Rıza önderliğinde İttihat ve Terakki Cemiyeti (İTC) ismini almıştır (Zürcher, 2009: 136). Örgütün bu ismi almasında Comte pozitivizminin etkili olduğu açıktır. Comte’un “düzen ve ilerleme” ilkesinin Osmanlı İmparatorluğu’nun “birlik” ihtiyacına göre revize edilmesiyle “İttihat ve Terakki” ismi ortaya çıkmıştır. Comte pozitivizmi bu dönemde sadece Osmanlı İmparatorluğu’nda değil tüm dünyada geniş bir takipçiler zinciri oluşturmuştur. Örneğin, 1889 yılında kurulan Brezilya Cumhuriyeti’nin bayrağına da “düzen ve ilerleme” ilkesi işlenmiştir (Findley, 2011b: 163). Ahmed Rıza, Paris’te Halil Ganem ile birlikte Türkçe ve Fransızca olarak Meşveret ve Mechveret gazetelerini yayınlamaya başlamıştır. Fransızca Mechveret’in mottosu “Ordre et progrés” (düzen ve ilerleme) olarak belirlenmiştir (Sönmez, 2012: 73).56 Kanun-ı Esasi’nin yirminci yılı için Paris’te yapılan kutlamalara Ahmed Rıza’nın çok etkilendiği Fransız pozitivistlerinin lideri Pierre Laffitte de katılmıştır. Halil Ganem, toplantıda Osmanlı elitlerinin pozitivizmin evrenselciliğinden ne kadar etkilendiklerini, Doğu ve Batı arasında kendilerini nasıl konumlandır(ama)dıklarını açıkça gösteren bir konuşma yapmıştır: Bizim kardeş ziyafetimize katılmış olduğunuz için teşekkür ederim beyler. Bizim sizden olduğumuzu, aynı aileye, yegâne çocuğu terakki (progrés) olan hürriyetin büyük ailesine ait olduğumuzu düşündünüz. Pekâlâ! Yanılmıyorsunuz. 56 Osmanlıca Meşveret’in başında ise Namık Kemal’in Hürriyet gazetesinde olduğu gibi “Ve şâvirhum fi’l emr” (İş hakkında onlara danışınız) yazmaktadır (Sönmez, 2012: 73). 121 Biz Asyalıyız, biz Avrupalıyız, biz Osmanlıyız ve biz Fransızız. Irk olarak Asyalıyız, eğitim bakımından Avrupalıyız. Kan ve kalbimizle Osmanlıyız. Özgürlük düşüncesi, medenî milletler ruhu ile ve devrim ilkelerine bağlılığımızla Avrupalıyız… (Akt: Korlaelçi, 1986: 212–213). Aynı toplantıda Ahmed Rıza’nın yaptığı konuşma da Osmanlı elitlerinin kendi modernliklerini ölçmek için “model” olarak aldıkları Batı’nın onayına duydukları ihtiyacı göstermektedir: Sizin bu toplantıda bulunuşunuz, sadece vatanımız için gösterilen sempatinin delili olarak değil, bütün gücümüzle takibettiğimiz düzen (Ordre) ve ilerleme (Progrés) fikrinin tasvibi olarak yorum yapmamıza müsaade ediyor… (Akt: Korlaelçi, 1986: 212). Ahıska’nın Kemalist seçkinler için yaptığı tespitler burada da geçerlidir: “Modelin” asli sahiplerinin onayları, Doğulu ve Batılı olmanın sınırlarını çizmek konusunda yaptıkları sınır idareleri, Osmanlı aydınlarının kendi politik öznelliklerini inşa etmelerinde önemli bir yere sahip olmuştur. Bu aynı zamanda hayali bir Batılı gözle kendisine bakarak kendi kimliğini inşa etmek anlamına gelmiştir (Ahıska, 2008: 46–47). 1.Muhalefette Bölünmeler Jön Türk hareketi üyeleri ya da daha genel olarak dönemin tüm elitleri pozitivist eğilimlere sahip olsalar da Ahmed Rıza’nın radikal bir pozitivist olarak görülmesi sorunlar yaratmıştır. Şerafettin Mağmumi, Ahmed Rıza’dan “dinsiz ve hamiyetsiz bir herif…” olması nedeniyle rahatsız olduğunu dile getiriyordu. Bu rahatsızlığı açık biçimde görünür kılan gelişme ise Mizancı Murad Bey’in 1896 122 yılında Paris’e gelmesi olmuştur. Mekteb-i Mülkiye’deki hocalık döneminden başlayarak cesur ve yenilikçi fikirleriyle öne çıkan Murad, önce İstanbul’da sonra da Kahire’de yayınladığı Mizan gazetesi ile büyük bir üne kavuşmuştu. Murad Bey, Ahmed Rıza’ya göre İslam’a ve hilafete daha büyük bir önem atfediyordu. Dış müdahale, istibdada karşı kullanılacak yöntemler, Ermeni sorunu ve Girit meselesi gibi konularda da Ahmed Rıza ve Murad Bey arasında fikir ayrılıkları vardır. Bu görüş ayrılıkları 1896 yılında Murad Bey’in cemiyetin liderliğine getirilmesiyle bir sonuca bağlanmıştır. Meşveret’in yayınının durdurulmasına ve Mizan’ın cemiyetin yeni yayın organı olmasına karar verilmiştir (Sönmez, 2012: 75–78). 1894–1896 yılları arasında yoğunlaşan Ermeni sorunu padişahın ülkeyi bir arada tutmadaki başarısızlığına yorulmuş ve muhalifleri güçlendirmiştir. Bu gelişmeler hemen padişahı devirmeyi amaçlayan planların ortaya çıkmasına neden olmuştur. Yapılan planların padişah tarafından öğrenilmesi sonucunda ise yüzlerce kişi tutuklanmıştır. 1876 yılında gerçekleşen bu olaydan bir yıl sonra bu kez askeri okullarda hazırlanan bir komplo ortaya çıkartılmıştır. Çok sayıda öğrenci okuldan atılmış, birçok kişi de sürgüne gönderilmiştir (Findley, 2011b: 161–162). 1897 yılında ise Osmanlı-Yunan Savaşı’nın Osmanlı İmparatorluğu’nun zaferiyle sonlanması II. Abdülhamid tarafından meşruiyetini artırmak için kullanılmıştır. Bu durumun örgütte yarattığı rahatsızlık ve hayal kırıklığı Meşveret’in savaşla ilgili yaptığı yorumlara yansımıştır: Sulh-i kati muâhedesi imzâlandı. Yunan muhârebesi hitama erdi. Biz muzaffer olduk. Lakin bu muzafferiyetden bilmem ne kazandık… Muhârebeye sar edilen paranın miktarını ahâlî bilmiyor. Kâr ettik sanıyor. Bu masrafın, zararın acısını bir sene sonra his edecektir. Galibiyet neşesi düşünmeğe mâni’ oluyor. Muzafferiyet yalnız pâdişahın zâhiren sahte vekarını, servetini artırdı… Kavmin musîbetinde fâide, ni’met arıyor (Meşveret, 24 Kanûn-ı Evvel 1897). 123 II. Abdülhamid, Yunan zaferinin ve Ermeni olaylarının en kötü döneminin atlatılmasının getirdiği itibarı yurtdışı muhalefetini bastırmak için kullanmıştır (Zürcher, 2009: 137). Padişah bir taraftan diplomatik yollarla İttihat ve Terakki Cemiyeti (İTC) üyelerinin faaliyette bulundukları Avrupa ülkelerinden İTC üyelerine karşı önlem almalarını istemiştir (Finkel, 2010: 448). Diğer taraftan da af, para, makam ve reform gibi özendiricilerle yurtdışındaki örgüt üyelerini muhalefetten koparmaya çalışmıştır. Murad Bey’in 1897 yılında İstanbul’a dönmesi padişahın çabalarının boşa gitmediğinin bir göstergesidir (Findley, 2011b: 162). Murad Bey’in İstanbul’a dönüşü muhalefet hareket açısından büyük bir moral bozukluğu ve prestij kaybı yaratmıştır. Padişahın verdiği reform sözlerinden hiçbirisini gerçekleştirmemesi, mahkûm edilen ya da sürgün cezası verilen cemiyet üyelerinin affedilmemesi, bu geri dönüşü bir hezimet haline getirmiştir (Hanioğlu, 1989: 241– 242). Ahmed Rıza, Murad Bey’in dönüşünden sonra dağılmanın eşiğine gelen cemiyeti toparlamaya çalışmış ve öncelikle Osmanlıca Meşveret’i (Halil Ganem’le birlikte) tekrar yayınlamaya başlamıştır. Ahmed Rıza, kısa bir süre önce kendisini hareket içinde etkisiz hale getiren Murad Bey’in padişahla anlaşmasından dolayı onu ve arkadaşlarını “önüne atılan kemiği kapan yalayan alçaklar” diyerek aşağılamıştır (Sönmez, 2012: 81). Murad Bey’in gidişinden sonra güç duruma düşen Cenevre grubunda İshak Sukûti, Tunalı Hilmi, Abdullah Cevdet, Nuri Ahmet Paşa, Reşit, Halil Muvaffak, Akil Bey, Refik Bey Osmanlı gazetesini çıkarmaya karar vermişlerdir. Grup gazeteyi çıkarmadan önce padişaha isteklerini bildiren bir tasarı göndermiştir. Dolayısıyla muhalefet hareketi ile padişah arasında bağlar sürmektedir (Mardin, 2008: 144). Mardin’in Jön Türklerin II. Abdülhamid’i babalık görevini yerine getirmekte kusuru 124 olan bir baba gibi gördüklerini söylediğini hatırlamak bu tavrı açıklamakta yardımcı olabilir (Mardin, 2008: 87). Diğer taraftan Sönmez’e göre Ahmed Rıza dışındaki Jön Türklerin bu uzlaşmacı tavrını muhaliflerin kendilerini iktidarla aynı elit formasyonunun üyeleri olarak görmeleriyle ilişkilendirmek gerekir. Yeni Osmanlılarda çok daha net olan bu eğilim, Jön Türk hareketi içinde belli bir dönem için geçerli görünmektedir (Sönmez, 2012: 82–83). Ama özellikle 1905–1906 sonrasında bizzat padişahı hedef alan suçlama ve hakaretler bu eğilimin ortadan kalktığını da gösterecektir. Dolayısıyla bu dönemden sonra uzlaşmacı olmaktan çok yıkıcı bir muhalefet hareketi ortaya çıkacaktır. Osmanlı gazetesi (her ne kadar Cenevre grubu sonunda padişahla uzlaşmış olsa da) bu tür ihtilalci bir muhalefetin işaretlerini vermesi bakımından önemlidir. Zira gazete, İshak Sukûti gibi gençler ve Miralay Şefik, Yüzbaşı Çürüksulu Ahmet Bey gibi askerler tarafından idare ediliyordu. Osmanlı gazetesini yayınlayanların ihtilalci niteliği, hürriyet isteyen Japonların hırsla çalışmalarından ve Japon harbiye nazırının imparatoru devirmek isteyen bir örgüte katılmış olmasından övgüyle bahsetmesinden anlaşılabilir (Oğuz, 2006: 34). Osmanlı bu durumu “bizim Serasker Paşa’ya ne güzel bir numûne-i imtisal!” diyerek yorumluyordu (Hanioğlu, 1989: 67). Paris şubesi, muhtemelen Ahmed Rıza’nın şiddet karşıtlığının etkisiyle eğitim gibi uzun vadeli konulara daha fazla eğilmiştir. Bu dönemde Paris şubesinde yer alan ve 1905 sonrasında Bahaeddin Şakir’le birlikte örgüte yeni bir dinamizm getirecek olan Dr. Nazım, Japonya’nın ilerlemesinde en önemli faktörün yurtdışına gönderdikleri öğrenciler olduğundan bahsetmektedir: Evladının tahsîli için ayda iki yüz frank tedârik edebilecek pederler bizde çoktur bu kadar cüz’î himmet ile hasıl olacak menâfiin derecesi hakkında bir fikir-i sahîh etmek için Japonyalılar’ın daha dün bizden ayrılan Sırplarla Bulgarlar’ın 125 gösterdikleri âsâr-ı terakkiyi nazar-ı insâfa almak kifâyet eder. Bu terakki hep Avrupa’ya gönderilen talebeler sayesinde husûle [meydana] geldiğine kim iştibâh [şüphe] eder? (Akt: Coşkun, 2006: 88). Görüldüğü gibi Nazım, ülkenin gelişmesi için yurtdışına öğrenci gönderilmesini önemsemektedir. Nazım’ın Avrupa ısrarı boşuna değildir, ona göre “Avrupalılar pek büyük himmetler sarf ederek, hayatlar fedâ’ ederek bu ni’meti elde etmişler, meydana koymuşlardır”. Nazım, “Avrupa’da tahsîle dince bir mani’ tasavvur eden babalara” “İslâmiyyet cehâlet düşmânı ilm hâmîsi ol[duğunu]” hatırlatmaktadır: “Biz bu ni’met-i uzmâyı bu kıymeti takdîr olunmaz cevheri hazır buluyoruzda niçin elde etmeğe cehd etmiyoruz?” Ayrıca “hüsn-i idâreye nâil olan milletlerden hangisinin ma-sevk-i ahvâli tedkik edilse bu derece-i terakkinin asırlarla süren hemen mütevaliye [sıranın] mahsûlü olduğu görülüyor.” diyerek Ahmed Rıza’nın devrimciliği reddeden muhafazakâr pozitivist evrimciliğine yaklaşmaktadır. Fakat dikkat çeken nokta Paris şubesinde olmasına rağmen Nazım’ın yazdıklarının gençlerin ve askerlerin yönetimindeki Cenevre şubesiyle oldukça yakın olmasıdır. Nazım yazıya “Vatan ateş-i ihtilâl içinde kavruluyor.” diyerek başlamaktadır. Osmanlı’nın seraskeri isyana davet etmesinden daha düşük tonda olmasına rağmen Dr. Nazım da II. Abdülhamid’in istibdadına rağmen onun emri altında çalışan memurlara kızgındır: “nâmûslu bir me’mûrun idâre-i hâzıra icrâat-ı zulümkârânesine âlet olmak zilletini kabûl edişine… teessüf etmemek de elimizden gelmiyor!” (Akt: Coşkun, 2006: 87–88). Genel olarak Nazım’ın sözleri değerlendirildiğinde hem kendisini Ahmed Rıza ya da Mizancı Murad gibi örgütün yaşlı kadrolarından ayıran devrimci bir heyecana hem de kısa vadeli olmaktan ziyade uzun vadeli çalışmaları önemseyen bir sistematikliğe sahip olduğu söylenebilir. 126 Dr. Nazım’ın büyük bir önem verdiği Avrupa’da eğitim konusuna cemiyetin Mısır şubesinin başında bulunmuş ve Kanun-ı Esasi gazetesini yayınlamış olan Hoca Kadri’nin gözünden bakmak Jön Türk hareketinin parçalı yapısını anlamayı kolaylaştıracaktır. Kadri, 1899 yılında Mısır’da yayınlanmış olan İstinsâf adlı kitabında yurtdışına gitmenin öğrencilerin ahlâkını bozduğu söylemektedir. Bu konuda Japonya’yı ve Rusya’yı örnek gösteren Kadri’ye göre bu ülkeler artık yurtdışına öğrenci göndermeyi bırakmışlardır (Korkmaz, 2006: 11–12). Kadri “...usül- u İslâmiyeden olan meşverete müstenid bulunan Avrupa hükümât-ı âhiresinin terakkisi meydandadır...” (Hanioğlu, 1981: 134) diyerek meşruti bir rejim istediğini belirtse de Avrupa’ya eğitime gitmenin gençlerin ahlâkını bozacağını düşünmesi onu Nazım’dan ya da Ahmed Rıza’dan ayırmaktadır. Japonya örneğinin üç isim tarafından da eğitim bahsinde öne çıkarılması ayrıca dikkate değerdir. Son dönem Osmanlı düşüncesinin reform listesinde eğitim her zaman için en başta gelen unsur olmuştur. Mardin’in dolaylı olarak vurguladığı gibi eğitime verdikleri önem Jön Türkler arasındaki temel ortaklıklardan birisidir. Mizancı Murad Bey, Ahmet Rıza, Abdullah Cevdet, Prens Sabahattin gibi isimler ya da onlar tarafından çıkarılan Meşveret, İçtihad, Şura-yı Ümmet gibi yayınlar aralarındaki farklılıklara rağmen eğitime verilen önem paydasında birleşmişlerdir (Mardin, 2008). Pozitivizmin muhafazakâr yaklaşımının devrim yerine uzun vadeli evrimci bir yöntemle daha kolay uyum sağlaması bunda etkili olmuştur. Diğer taraftan hem kurtuluşu bir elit sınıfının yaratılmasında görenler hem de daha popülist bir biçimde kurtuluşu halkın düşünce ve eylemlerinin radikal biçimde değişmesiyle ilişkilendirenler eğitime önem vermede birleşmişlerdir. 127 Cenevre grubu 1899 yılında maddi sıkıntılar, İsviçre hükümetinin baskısı ve Reşad Efendi’yi tahta geçirmeyi hedefleyen Reşadiye Komitesi’nin başarısızlıkla sonuçlanması gibi nedenlerle padişahla tekrar pazarlığa oturmuştur. Uzun pazarlıklar sonucunda anlaşma sağlanmıştır. Anlaşmaya göre Cenevre şubesinde bulunan Abdullah Cevdet, İshak Sukûti, Tunalı Hilmi, Halil Muvaffak gibi isimler çeşitli dış temsilciliklere atanmışlardır. Kendi uzmanlık alanları dışında padişah aleyhinde yazı yazmayacaklarına teminat vermelerine karşılık padişah da Trablusgarp’ta ve Fizan’da bulunan siyasi tutukluları serbest bırakmıştır (Hanioğlu, 1981: 38–40). Mizancı Murad Bey’den sonra Cenevre şubesinin diğer üyelerinin de padişahla anlaşması hareket için bir kez daha yıkım olmuştur. 2. Muhalefette Yol Ayrımı Cemiyeti içine düştüğü umutsuz durumdan kurtaran kişi ise muhalefete katılmak için 1899 yılında oğulları Sabahattin ve Lütfullah’la birlikte Avrupa’ya gelen II. Abdülhamid’in kayınbiraderi Damat Mahmud Celâlettin Paşa’dır. Bir kuşak önce Yeni Osmanlılar için Mustafa Fazıl Paşa’nın oynadığı rolü, bu kez Jön Türkler için Damat Mahmud Celâlettin Paşa oynamıştır (Zürcher, 2009: 138). Celâlettin Paşa, örgütün Cenevre şubesiyle ilişkiye geçmiş ve 1900’den itibaren Osmanlı gazetesinde yazmaya başlamıştır. Bu süreçte Jön Türk hareketine katılan bir diğer önemli isimse Mithad Paşa’nın arkadaşı olan İsmail Kemal Bey’dir. Örgüt açısından dönüm noktalarından birisi hareketi derleyip toparlayacak bir kongre toplanması fikridir. Böylece Prens Sabahaddin ve kardeşi Lütfullah Bey tarafından yapılan bir çağrıyla 1902 yılında I. Jön Türk Kongresi Paris’te toplanmıştır. Kongrede tartışma 128 yaratan iki temel konu vardır: İlki, II. Abdülhamid’e karşı nasıl muhalefet yapılacağı yani meşrutiyetin tesis edilmesinde askeri kuvvetlerle işbirliği yapılıp yapılmayacağına dairdir. İkincisi ise dış güçlerin müdahalesi konusunda nasıl bir tavır alınacağına ilişkindir. Kongreye katılanlar müdahale konusunda takındıkları pozisyona göre “müdahale taraftarları” ve “adem-i müdahaleciler” olarak ikiye ayrılırlar (Sönmez, 2012: 88–89). Başında İsmail Kemal Bey57, Prens Sabahaddin, Damat Mahmud Celâlettin Paşa gibi isimlerin bulunduğu müdahale taraftarı grup kongrede çoğunluğu ele geçirmiştir. Ahmed Rıza önderliğindeki müdahale karşıtı grupsa azınlıkta kalmıştır. Bununla birlikte imparatorluk içindeki ulusal grupların desteğini almış olan çoğunluk grubu bir arada tutulması zor, gevşek bir koalisyonu temsil etmekteydi. Ahmed Rıza önderliğindeki grupsa sayıca az olmakla birlikte daha türdeş bir topluluk olması itibariyle daha etkin olmuştur (Hanioğlu, 1981: 45– 46). Kongrede yaşanan bölünme Prens Sabahattin tarafından önce Osmanlı Hürriyetperverân Cemiyeti’nin ve daha sonra 1906 yılında da Teşebbüs-i Şahsi ve Adem-i Merkeziyet Cemiyeti’nin kurulmasıyla resmiyet kazanmıştır (Zürcher, 2009: 139). Ahmed Rıza ve taraftarları ise kongrenin ardından çeşitli Jön Türk gazetelerini birleştirerek 10 Nisan 1902’den itibaren Osmanlı Terakki ve İttihad Cemiyeti adına Şura-yı Ümmet gazetesini yayınlamaya başlarlar. Kurulduğu dönemde Şura-yı Ümmet’in yayın çizgisi; anayasal yönetim talebini, Avrupa ülkelerinin müdahalesine karşıtlığı, Osmanlı birliğini savunmak üzerine kuruludur. Ayrıca daha önce de 57 Sönmez, kongredeki temel bölünmenin “liberal ve adem-i merkeziyetçi” Prens Sabahaddin ile “Türk milliyetçisi ve merkeziyeçi” Ahmed Rıza olduğuna yönelik yaygın kanıyı güçlü biçimde eleştirmiştir. Buna göre kongredeki bölünmede çoğunluk grubunun başında yer alan kişi İsmail Kemal Bey’dir. Geniş bilgi için bkz: (Sönmez, 2012: 89–96). 129 belirtildiği gibi halkın eğitilmesi, bilincinin yükseltilmesine de önem verilmiştir. 1905 yılından itibaren ise bu politika değişmeye ve gazete daha militan ve aksiyoner bir çizgi takip etmeye başlamıştır (Sönmez, 2012: 114–119). Bu değişimde etkili olan faktörlerden birincisi 1905 yılında Paris’e gelen Bahaeddin Şakir’in gazete ve grup üzerinde etkisinin artmaya başlamasıdır. İkinci faktör ise 1904–1905 Rus-Japon Savaşı’nın Japonya zaferiyle bitmesidir (Zürcher, 2009: 139). B. 1904–1905 Rus-Japon Savaşı 1904–1905 Rus-Japon Savaşı ve Japonya’nın bu savaşta kazandığı zafer sadece Şura-yı Ümmet’i değil tüm Osmanlı toplumunu etkilemiştir. Aslında Osmanlı toplumundan da öte küresel çapta önemli etkiler ortaya çıkarmıştır. Savaşın ardından Rusya’daki otokratik rejim yıkılarak, meşruti yönetime geçilmiştir. Rusya’da otokrasinin yıkılması hem Osmanlı İmparatorluğu’nda hem de İran’da 58 meşruti yönetime geçilmesinde etkili olmuştur (Kansu, 1995: 3; Saygılı, 2012). Dolayısıyla savaşın Osmanlı İmparatorluğu’ndaki etkilerini hem Japonya’nın zaferinin anlamı üzerinden hem de bu zaferin tetiklediği olaylar üzerinden değerlendirmek gerekir. Özellikle beyaz ırka mensup Avrupalı bir güç olan Rusya’nın, Avrupalı olmayan sarı ırka mensup Japonlar tarafından yenilmesi ırk temelli emperyalist hiyerarşilerin sorgulanmasına yol açmıştır. Lenin’e göre Rus-Japon Savaşı ve Rus Devrimi Asya halkları açısından siyasal dönüşümü hızlandırıcı etki yaratmıştır (Tellal, 2010: 633). Savaş daha başından itibaren Osmanlı toplumu tarafından dikkatle izlenmiştir. Hem II. Abdülhamid hem de muhalif hareket savaşın gidişatını yakından 58 Rus-Japon Savaşı’nın İran’daki yankıları için bkz: (Rajabzadeh, 1988). 130 takip etmiştir. Jön Türk muhalefeti Rusya’nın Japonya karşısında kaybettiği her muharebeyi meşrutiyete karşı otokrasinin bir kaybı olarak görmüştür. Dolayısıyla yurtdışında yayınlanmakta olan Şura-yı Ümmet, Osmanlı, İçtihad gibi Jön Türk gazetelerinde savaşla ilgili birçok haber yayınlanmıştır. 131 1. İktidar Savaşı İzlerken: İkinci Abdülhamid ve İç Basın II. Abdülhamid savaşı yakından takip edenlerin başında gelmektedir. Padişah daha savaş başlamadan önce, 1902 yılında yapılan İngiliz-Japon ittifakından itibaren Rusya ve Japonya arasındaki gerilim sürecini izlemiştir: Bir süreden beri Avrupa basını Mançurya meselesinden dolayı bir ihtilaf oluşacağından endişe duymaktadır. Bu ihtilaf Rusya ve Japonya arasında vukua gelecekmiş. Fakat Japonya bu işte İngiltere’nin desteğini alarak yalnız kalmayacakmış. Ayrıca Ruslar Kore hükümetinin iznini almadığı halde Kore sınırları içerisinde bir telgraf hattı tesis ettiklerinden dolayı Japon Hükümeti rahatsızlık duymuştur… (BOA, Y.PRK.HR. 33/90, 07 R 1321’den akt: Kuşçuluo, 2009: 44). Padişah, Alman Justus Pertes isimli yayınevi tarafından hazırlanan bir atlastan Rus ve Japon taraflarının donanma kuvvetlerini de ayrıntılı bir şekilde öğrenmiştir (Kuşçuluo, 2009: 52–53). Ayrıca savaş başlamadan kısa süre önce 18 Ocak 1904 tarihinde Dâhiliye Nezareti Tesri-i Muamelat ve Islahat Komisyonu memuru olan Es-Seyyid Mehmed Kemal tarafından padişaha “Aksa-yı Şark Mesele-i Hazırası ve Japonya ile Rusya Arasında Harp Vukuu Takdirinde Devlet-i Aliyye’nin Fevaid-i Güzide ve Mahsusası” isimli bir layiha sunulmuştur. Savaş başladıktan sonra ise 8 Nisan 1904’te General George B. Williams tarafından padişaha Japonya ile ilgili bilgiler içeren yeni bir layiha daha sunulmuştur (Oğuz, 2007: 280). Padişah ayrıca Komodor Bagnam isimli Amerikalı bir subayı “hususi yaver” ve “donanma müfettişi” ünvanlarıyla istihdam ederek kendisinden her gün savaşla ilgili rapor almıştır. Yurtdışındaki elçilikler de savaş boyunca elde ettikleri bilgileri payitahta aktarmışlardır. Rusya ile ilgili gelişmeler Novoye Vremya gibi önemli gazetelerden takip edilmiş ve haberler günü gününe çevrilerek padişaha sunulmuştur (Saygılı, 2012: 63). 132 II. Abdülhamid diplomatik alanda ise savaş süresince tarafsız bir politika gütmeye çalışmıştır. Zira savaş II. Abdülhamid açısından karmaşık anlamlara sahiptir. Öncelikle, Rusya’nın Uzakdoğu’daki yenilgisi yönünü tekrar Balkanlara yani Osmanlı yönüne çevirmesine neden olabilirdi. Ayrıca Jön Türk muhalefetinin gösterdiği gibi Rusya’nın yenilgisi Çar’ın olduğu kadar II. Abdülhamid’in de yenilgisi olarak görülebilirdi. Rusya’nın galibiyeti ise Osmanlı İmparatorluğu’nun 200 yıl boyuna karşı karşıya olduğu temel gücün daha da güçlenmesi anlamına gelecekti. Dolayısıyla savaş sonunda hangi taraf kazanırsa kazansın Osmanlı İmparatorluğu ve II. Abdülhamid açısından karmaşık sonuçlar doğuracağı kesindi. Osmanlı İmparatorluğu’nun tarafsızlık politikasının savaş boyunca en görünür olduğu kısım Rus savaş gemilerinin boğazlardan geçişi konusudur. 1904 yılı başlarında Rus Büyükelçiliği tarafından iletilen talep doğrultusunda boğazlardan Rus savaş gemilerinin geçişiyle ilgili görüşmeler başlamıştır. İngiltere’nin 1841 Londra Boğazlar Antlaşması’na göre bu geçişe izin verilemeyeceğini Osmanlı İmparatorluğu’na ve Rusya’ya bildirmesi durumu daha da karmaşıklaştırmıştır. Ayrıca Rusya ve Osmanlı İmparatorluğu arasında 1891 yılında yapılan antlaşma doğrultusunda da silah ve cephane taşıyan savaş gemilerinin boğazlardan geçişi yasaklanmıştı (Saygılı, 2012: 59–60). İngiltere, Japonya ile olan ittifak antlaşması gereği bu sürecin takipçisi olmuştur. Gemi geçişi konusundaki sorunlar sürmekle birlikte, Rus savaş gemileri, silahlarını sökerek ve ticari bayrak çekerek boğazları geçmişlerdir. Gemiler boğazları geçtikten sonra Atina’da tekrar silahlandırılmışlardır. İngiltere’nin bu konudaki protestoları ise sürmüştür (Kuşçuluo, 2009: 77–79). 133 Savaşın İstanbul basınındaki yansımaları, sansür dolayısıyla, yurtdışındaki Osmanlı gazetelerine nazaran, doğrudan eleştiri bakımından oldukça zayıf kalmıştır. II. Abdülhamid’in tarafsızlık politikası gazetelerin Rusya’nın kayıpları karşısında halkın gösterdiği büyük sevinci yansıtmasına engel olmuştur. Savaşla ilgili yayınlarda temel ilke “Rusya’nın aczini ve Japonyalıların satvet ve kudretini” vurgulamamaktır. Yayınlanan iradeye göre: Dahiliye Mektubu Kalemi, Rusya ve Japonya arasında vuku bulmakda olan muharebe menazırına [manzaralarına] dair ahabir [hikayeler] Atina’da ve sair memalik-i ecnebiyyede tab olunmuş bir takım hayali resimlerin zokaklarda ve kahvelerde satılmakda olduğu anlaşılarak sırf hayale müstenid olan [dayanan] 134 matbuat-ı mezkurenin suret-i tertibi Rusya’nın aczini ve Japonyalıların satvet ve kudretini eda-i maksadını tazmin idüb egerçi haricde cereyan iden vakayia karşı devletin mevki-i bîtarafisi mağlum ise de kahvehanelerde ve mecmuu’ insani olan [insanların toplanmış olduğu] yerlerde böyle bir takım resimlerin … saltanat-ı seniyyeye dost olan bir devlet aleyhinde (BOA. DH.MKT. 851/38, 29 S 1322.’den akt: Kuşçuluo, 2009: 75). yayılmasının uygun olmadığı ifade edilmiştir. İstanbul gazetelerinin sansüre bulduğu çözüm ise haberleri yurtdışındaki gazete ve ajanslara dayandırmak olmuştur. Örneğin, İkdam gazetesi yaptığı bir haberi Tokyo’daki ve Berlin’deki kaynaklara dayandırmış, Daily Telegraph’tan ve Ajans Haves’ten alıntılar yapmıştır (İkdam, 31 Aralık 1905). Hükümetin uyarısına rağmen Japonya’ya karşı gösterilen sempatiye dair işaretler bulunabilir. Savaşa dair yayınlanan resimli mecmua ve kitaplarda, Japon askerleri ve Rus askerleri arasındaki farklılıklar bu anlamda dikkat çekicidir. Rusya ve Japonya Muharebesine Ait Musavver Resim Mecmuası’nda Rus askerlerinin Sibirya’da karlar içinde ısınmaya çalışırken, yorgun ve dağınık görüntüsü verilmiştir: 135 Diğer taraftan aynı dergide, Japon subayları; bir kruvazörün güvertesinde, modern üniformaları içinde gergin ve canlı bir biçimde savaşın gidişatını tartışırken resmedilmiştir: 136 Benzer biçimde Rusya ve Japonya Muharebesine Müteallik Panorama’da da Japon ve Rus askerleri arasındaki farklılıklar dikkat çekicidir. Resimde Rus askerleri bir karmaşa içinde ilerlemeye çalışırken görülmektedir. Top arabalarının devrilmesi ve arabaları çeken atların canhıraş bir şekilde kurtulma çabaları resmedilmiştir: 137 Japon askerleri ise üniforma ve silahları tam, dikkatli bir biçimde gizlenmiş, gergin bir vaziyette gösterilmiştir: 138 En ilginç örneklerden birisi ise Port Arthur’da Japonlar tarafından yapılan fener aldatmacasını gösteren resimlerdir. Buna göre, Japonlar, küçük salların üzerine fenerler yakarak Rusları kandırmışlar ve Ruslar da bu salları gerçek sanarak bombalamışlardır. Resimler, oryantalist kurgunun saf yerli ve elindeki çeşitli araçlarla (ayna, saat vb.) onu şaşırtan, onun saflığıyla bir taraftan eğlenen ama bir taraftan da bu saflığa ve cehalete şaşıran medeni beyaz gibi kurgularını alt üst eden bir yapıya sahiptir. Doğulu ve sarı ırktan Japonlar, beyaz adamın diğer toplumlara gülebilmesini sağlayan tekniğini almış ve böylece şaşırtma, gülme iktidarı ters çevrilmiştir. Şaşıran ve gülünen artık Ruslardır: 139 140 Dolayısıyla hükümet ne kadar engellemeye çalışırsa çalışsın Osmanlı basını – Ahmet Agayev’in sözleriyle – “Rusya gibi azîm ve vâsi’ [geniş] sath-ı arza [toprağa] sahip, geniş sahilleri olan bir devletin, bu kadar koşun [ordu] ve … harbiye ile Japonya gibi… bir devletin elinde, zebun [aciz] ve zelil [aşağı] kalması[nı]” ve savaşın “berkadîm bin yıldan beri kaim, zahiren büyük azîm şahlı [dallı] ve budaklı, lakin bâtınen çürümüş ağaca balta ilişmesi gibi” olduğunu bir şekilde yansıtmıştır (Hayat, 12 Haziran 1905: 1–2). 141 2. Jön Türk Cephesi: Jön Türk Gazeteleri ve Savaş Yurtiçindeki yayınları kontrol etmeyi belli oranlarda başaran hükümet, yurtdışında yayınlanan gazete ve dergilerin ülke içine sokulmaması için de çaba harcamıştır. Maarif Nezareti; Mısır, Roma, New York, Paris, Londra ve Belçika’da yayınlanan “muzır neşriyat”ın ülke içine sokulmaması için emir vermiştir. Hükümet özel olarak bazı metinler konusunda da tedbir almaya çalışmıştır. Örneğin “Rusya ve Japonya Muharebesi” isimli risalenin ülkeye sokulmaması istenmiştir. Paris’te yayınlanan “Rusya ve Japonya Muharebesi Tarihi” isimli derginin seksen üç numaralı sayısının ülkeye girişinin engellenmesi ve ülke içinde bulunan nüshalarının da toplatılması emredilmiştir (Saygılı, 2012: 71). Hükümetin, savaşla ilgili, yurtdışında yayınlanan gazete ve dergilerin girişine engel olmaya çalışması anlaşılabilir. Zira özellikle yurtdışı muhalefeti tarafından savaş, otokrasi ve meşrutiyet arasında bir mücadele olarak görülmüştür. Savaş, Jön Türk muhalefeti tarafından yakından takip edilmiştir. Cenevre sefaretinden gönderilen bir bilgi notu Rus-Japon Savaşı’nın hükümet ve muhalefet arasında nasıl bir tansiyon yarattığını göstermektedir: Japonlar tarafından Port Arthur’un zaptı üzerine burada bulunan Jön Türklerin kâffesi Japonya İmparatoruna Paris’deki Sefiri vasıtasıyla tebriki havi bir telgrafnâme çektiklerini şimdi haber aldığımda arz-ı müsaraat eylerim. Ol babda emr-ü ferman hazret-i men leh-ül emründür (Paris Büyükelçiliği Arşivi, D. 287’den akt: Hanioğlu, 1981: 187). Jön Türklerin savaşa ilgi duydukları ilginin en kolay takip edilebileceği yer yurtdışında yayınlanan Jön Türk gazeteleridir. Savaş başladığı andan itibaren 142 Japonya’nın zaferleri bu gazetelerde büyük bir yer bulmuştur. Osmanlı59 savaşın daha en başında, 15 Mart 1904’te, “müstebid ve müstevli” Rusya karşısında “adil, gayretli, hür ve hiss-i namus” sahibi Japonya’ya desteğini ilan etmiştir: “Müstebid ve müstevli Rusya’nın inhizam ve harabiyatını; adil, gayretli, hür ve hiss-i namus ile harbe mecbur olan Japonya’nın, muvaffakiyet ve muzafferiyetini temenni ederiz.” (Akt: Saygılı, 2012: 45). Şura-yı Ümmet ise yaptığı yorumda Japonların zaferlerinin Abdülhamid dışında tüm Müslümanları sevindirdiğini bildirmektedir: Japonyalıların bilâ-pervâ [korkmadan] Ruslar üzerine hücum ederek bahren galebe çalmaları dünyanın her tarafında hak ve adalet ve insaniyet dostlarını memnun ettiği gibi Memalik-i Osmaniye’deki Müslümanları da … herkesten ziyade sevindirdi, yalnız Abdülhamid’i memnun etmedi. Padişah velinimeti ve hâmisi olan çar hazretlerini gücendirmek ve milletin hiçbir vakit güldüğünü görmek istemediğinden ahaliyi izhâr-ı sürûr ve şâd-mânîden [sevincini göstermekten] men eyledi. Rusya’nın bende-i fermânpârı [emir kulu], İslam’ın adüvv-i ekberi [en büyük düşmanı] olan Abdülhamid’in bu ızdırap ve telaşı hakkındaki mütaalamızı geçen nüshamıza yazmış ve yalnız kuru bir memnuniyetle iktifa eyleyip fırsattan, vukuattan istifade edilmesi lüzumunu da ayrıca bildirmiştik (Şura-yı Ümmet, 17 Nisan 1904: 2). Her iki haberde de Japonlara yüklenen olumlu özellikler ve Japonlarla kurulan özdeşleşme hemen dikkat çekmektedir. Bu doğallaşmış bağlantıları, Osmanlı İmparatorluğu içinde uzun süredir Japonya’ya ve Japonlara yönelik yapılan haberlerin bir semeresi olarak görmek gerekir. Ayrıca, Şura-yı Ümmet’in haberinde II. Abdülhamid için kullanılan “bende-i fermân” ve “adüvv-i ekber” ifadeleri artık 59 Osmanlı, 1902 kongresinden sonra müdahale yanlısı grup tarafından resmi yayın organı olarak ilan edilmiştir. 16 Nisan 1902 tarihli 104. sayıdan itibaren de Osmanlı Hürriyetperverân Cemiyeti adındaki örgütün yayın organı haline gelmiştir. 143 padişaha karşı hiçbir şekilde saygı gösterilmediğini (Mardin, 2008: 283) göstermektedir. Dolayısıyla Ziya Paşa’dan Mizancı Murad’a uzanan “padişah babanın muzır evlatları” türü bir pozisyona sıkışmış olan muhalefet anlayışının artık kesin olarak terk edildiği anlaşılmaktadır. Değişen ve sertleşen muhalefet Şura-yı Ümmet’in uzlaşmaz bir tutumla “Çar[ın], yaşlı Abdülhamid’in cehennemdeki arkadaşı…” olduğunu vurgulamasında da görülebilir (Şura-yı Ümmet, 21 Mart 1905’ten akt: Yaşar, 2003: 50). Abdullah Cevdet ise çara yönelen her eleştirinin II. Abdülhamid’i de vurduğunun bilinciyle çarı zalimlik ve ülkesini düşünmemekle suçlamaktadır: Savaş için çarlık, zorla biçare köylüleri topluyor, vagonlara tıkıp Mançuriye sevk ediyor. Kadınlar ve çocukları ile beraber trenlerin önüne kendilerin atıyorlar. Fakat zalim, bu masum bedbahtların vücudlarını şimendifere çiğneterek ‘hırs ve hırasata’ devam ediyor. Çar muharebeyi devam ettirmek istiyor. Çünkü orada en uzak akrabasından bile bir tek kişi yok. Karısıyla çocuklarıyla debdebesiyle Petersburg’da zevk ve sefa ile meşgul! (İçtihad, Nisan 1905’ten akt: Saygılı, 2012: 51). Japonların üstünlükleri ve Rusların geri kalmışlıkları konuyla ilgili hemen her haberde ve makalede vurgulanmaktadır. Japonların hem cesaret, ahlâk ve vatanseverlik gibi manevi hem de silah gücü, taktik ve yönetim gibi teknik üstünlükleri Jön Türkler tarafından büyük bir coşkuyla aktarılmıştır: [Japon generalleri] harekât-ı Harbiyeleriyle Napolyon generallerine rüçhanlarını [üstünlüklerini] isbat ediyorlar. [Japonlar] bütün cihan medeniyetlerini hayrette bıraktı. Japonyalılar Çinlilerin arazi-i mukaddeseden addettiği Mukden’le beraber, 400 milyon nüfus-ı insaniyesinin kulûbunu da fethediyorlar. Şu on beş gün zarfında Japonyalılar istihkâmlar, memleketler, kıtalar aldılar. Rus ordularının hemen hemen mâ-melek-i harbiye ve askeriyesini zabt ettiler. (Şura-yı Ümmet, 6 Nisan 1905: 1-2’den akt: Saygılı, 2012: 52). 144 Japonların bu üstünlüklerinin kaynakları da Jön Türklerin yer verdikleri konuların başında gelmektedir. Abdullah Cevdet, Japonların ardı ardına kazandıkları muharebeleri onların eğitim konusunda yaptıkları atılımlara bağlamaktadır: Ruslar her mağlup oldukça mutası [sürekli] papazlara dua ettiriyorlar. Beri tarafta arslan Japonlar ulum ile fen ile ruhlarını tenvir ediyor… ‘dua ile peynir gemisi yürümez’ darb-ı meselini hatırlamalı… Japon askerinin bu tefazzulu [iyiliği] mektep hocalarından gelmiyor da nereden geliyor? Rusya askerinin cehalet ve gabaveti [beceriksizliği] istikrah olunur [tiksindirici] derecededir (İçtihad, Ocak 1905: 11). Abdullah Cevdet’in üzerinde durduğu bir diğer konu ise Japonların yüksek bir ahlâka sahip olmalarıdır: Japonlar muharebede katlettikleri Rus zabitan ve neferatının üzerlerinde buldukları altın yüzük, saat gibi zi-kıymet eşyayı mazbut kutulara koyup Fransa sefiri vasıtasıyla Petersburg’a gönderiyorlar. Ne yüksek ahlâk, ne derin fazilet. Biz mal-i ganimet diyerek bu eşyayı mubah addederiz. Düşünülürse bunun muvafık-ı hak ve adalet olmadığı meydandadır. Bir zabit muharebede ölür ölmez, üzerinde ve memleketinde her nesi varsa kanun-ı veraset ile evlad ve ailesine intikal eder ve teslim-i ruh ettiği dakikadan itibaren emvali mal-i yetim olur. Emval-i yetime tecavüz ise dinen ve ahlâken makduh [ayıp]dur. İşte bu dakika-i ahlâkiyeyi [ahlâki inceliği] cihana Japonlar öğretiyor. Alçak boylu, yüksek tabiatlı Japonlardan biraz ibret alsak, Ey Türkler, Ey müslümanlar, Ey Osmanlı kardeşler bu alçaklıktan biraz olsun kurtuluruz (İçtihad, Ocak 1905: 12–13). 3. İktidardan Muhalefete Ortak Japon Tahayyülü Japonların, Avrupalı bir güç olan Rusya’yı yenecek kadar üstün bir askeri güce sahip olmaları ve daha önemlisi bunu üstün bir ahlâkla birleştirebilmelerine 145 duyulan hayranlık tüm Osmanlı toplum kesimlerini yatay olarak kesmektedir. Japonların yüksek ahlâkı temasının hem hükümet hem de muhalefet tarafından vurgulandığı görülmektedir. II. Abdülhamid daha 1901 yılında, Hitomi isimli bir Japon tarafından yazılmış olan “Japonya Ahlâk ve Mü’essessâtına Dair Nümûne” adlı bir kitabı çevirtmiş ve özel kütüphanesine koymuştur (Worringer, 2001: 171). Ayrıca Kont Bouvard tarafından yazılan “Japonya Sularında” isimli kitap, 23 Mart 1905–21 Nisan 1905 arasında Musavver Terakki gazetesinde tefrika edilmiştir. Ayanzade Namık Ekrem tarafından çevrilen eser daha sonra kitap olarak da basılmıştır. Namık Ekrem kitaba bir bölüm ekleyerek Japonya ile ilgili değerlendirmelerine yer vermiştir (Ayata, 2002: 122–125). Kitapta Japonların inanışları, karakter özellikleri, ahlâkları ve eğitime verdikleri önem gibi konular işlenmektedir. Jön Türk yayınlarından farklı olarak bu metinde siyasal alana dair yorumlar yoktur. Diğer taraftan ahlâk ve eğitim konularının II. Abdülhamid’i rahatsız etmediği ve hatta reaksiyoner modernleşme çerçevesinde bizatihi birer hedef olduğu görülebilir: Avrupa’nın medeniyet-i hâzırası sanki asırlarca evvel Japon sularında temevvüc etmiş, ne sokaklarında bir arbede, ne çarşılarında, panayırlarında bir gürültü görülmez. Yolda geçerken birbirlerini gayet samimâne selamlar. Her zaman dudaklarından tebessüm dökülür. Yekdiğerine karşı asla hiddet, şiddet göstermezler (Bouvard, 1905: 22-23’ten akt: Ayata, 2002: 126). Namık Ekrem’in kitaba yazdığı ek 1906 yılında Japonlar başlığıyla ayrı bir kitap olarak basılmıştır. Kitapta genel olarak Japonya’da eğitim, sanayi, ticaret, ziraat ve kadınlardan bahsedilmektedir. İlkokuldan yüksek öğretime kadar Japonya’da eğitime büyük önem verildiğini vurgulayan Namık Ekrem’e göre “Bugün Japonya’da tahsil-i ibtidai nizâmâtı pek sıkıdır” (Ekrem, 1906: 8’den akt: Ayata, 146 2002: 138). Ekrem’e göre Japonya’da, okullarda esas olan öğrencinin ahlâkıdır. Zeki de olsa, güzel ahlâka sahip olmayan öğrenci mükâfata layık görülmemektedir. Ayrıca Japonya darülfünunlarında, kayıt esnasında öğrenci devlete ve hükümdara hizmet etmeye ve sadık kalmaya söz vermektedir. Ekrem, Japonların ticaret ve ziraat konusundaki üstünlüklerini de sayılarla anlattıktan sonra “Japonlar zamanın, mevkiin, muhitin icabatına göre her şeyi tatbik ve icraya müsteid bir kavimdir” (Ekrem, 1906: 54’ten akt: Ayata, 2002: 143) diyerek Japonya’nın seçmeci modernleşmesini de felsefi bir ilke tonunda vurgular. Japonların temizliği, zarafet ve nezaketi, tutumluluğu ve geleneklerine bağlılığı gibi temaları Hanımlara Mahsus Gazete’de de görmek mümkündür: Japonyalıların ileri gelenleri arasında büyük bir nezaket ve hürmet hüküm sürer. Misafirliğe giden Japonyalı ev sahibine pek çok ihtiram ibraz eder ve onun evsaf ve ahvalini medhe kalkışarak hattı mübalağanın son derecelerine kadar ilerler… Japonya kadınları metin bir tahsil ile beraber pek mükemmel bir terbiye de görürler. Daha çocuk denecek bir senede iken ama hocalardan musiki talim eylerler (Hanımlara Mahsus Gazete, 19 Mart 1904: 149). Japonya kadınları ev işlerine büyük bir dikkat ve ihtimam gösterirler. Zaten hane umurunda pek mahirdirler (Hanımlara Mahsus Gazete, 13 Mayıs 1904: 163). 147 Servet-i Fünun da Japon kadınlarının eğitimine verilen önemi vurgulamıştır. Buna göre bizzat imparatoriçe tarafından seçilen birçok Japon kızı her yıl yurtdışında eğitim almaktadır: Japonların yirmi otuz sene zarfında umumiyetle Avrupa medeniyetine ne dereceye kadar meyil ve inhimak göstermiş ve ne derece, terakkiyat-ı ulumiye ve fünunca Avrupa ve Amerikadan aşağı kalmamak için ne mertebede cehd ve ikdam edilmiş olduğu malumdur. Bu mesaiden Japon nisvanı da dur kalmamıştır. İmparatoriçe hazretleri mesarifi kendisi tarafından tesviye edilmek üzere en mükemmel derecede tahsil ve terbiye görmeleri için Amerika’ya 1871 senesinde bir hayli Japon kızları göndermiş idi (Servet-i Fünun, 8 Ocak 1905: 279). 148 Worringer’in vurguladığı gibi Rus-Japon Savaşı ile ilgili Osmanlı İmparatorluğu içinde çıkan haber ve yorumlar, genel olarak, hükümetin istediği vurguları taşımıştır: İmparatorluğun korunması için Batı teknolojisinin alınması ve toplumun dini ve manevi değerlerinin (özünün) korunması (Worringer, 2001: 197). Dolayısıyla Japonya’da eğitim, ticaret; Japonların ahlâki üstünlükleri, faziletleri ya da Japon kadınlarının terbiyesi gibi konular II. Abdülhamid’in reaksiyoner modernleşmesinin parçaları olarak okunmalıdır. Jön Türkler de Japonların Batı teknolojisini almalarını ve ahlâki değerlerini korumalarını vurgulamak konusunda hükümetle aynı fikirdedir. Bununla birlikte “Batı tekniği”nin içine nelerin girdiği konusundaki fikirleri farklıdır. Jön Türkler için “Batı tekniği”nin anlamı en başta siyasal iktidara erişebilecekleri bir yönetim modeliydi. Bunun da o günkü anlamı 149 meşruti bir monarşi olarak görülüyordu. II. Abdülhamid’in inatçı tavrı Jön Türkleri radikalleştirmiştir. Abdullah Cevdet, bireylerin sadakat odağı olarak hükümdarı almalarının toplumsal ahlâkı bozucu niteliğini vurgulamıştır. Saltanatın kaldırılmasına doğru giden bir yolun işaretleri bu yazıda gözlenebilmektedir: Japon donanmasının galebe imkânı, Ruslar için artık gayri mümkün görünüyor. Karadaki ahval meydanda, Rus ordusunun kumandanları Rusya’nın şan ve şevketi için çalışmıyorlar. Takip ettikleri maksat, ancak Çar’ın gözüne girmektir. Bu ise, ancak ona körcesine itaat ile elde edilir olduğundan, Rus neferatının [erlerinin] kanları Mançuri beyabanlarında [çöllerinde] sel gibi akıp gidiyor… (İçtihad, Şubat 1905’ten akt: Saygılı, 2012: 49). Padişahın ve çarın otoriter yönetimleri dolayısıyla askerlerde ve vatandaşlarda vatan sevgisinin yok olması sadece İçtihad’ın değil Şura-yı Ümmet’in de dikkat çektiği bir konudur. Şura-yı Ümmet’e göre Japonlarda büyük bir vatan sevgisi vardır: […] her neferi hararet-i vataniye ile yanıp tutuşan Japonya ordusu karşısında …. [Ruslar] şüphe yok ki eriyip tükenecektir. Çünkü istikbal-i vatan daiyesiyle [arzusuyla] meydana atılan Japonyalıların hayat-ı tarihiyesi ve terbiye-i milliye ve askeriyeleri bunu teyit ediyor (Şura-yı Ümmet, 1 Mayıs 1904: 3). Dikkat çekici olansa Jön Türklerin bu gözlemlerinin padişah tarafından Japon ordusuna gözlemci olarak gönderilen Pertev [Demirhan] Paşa tarafından da yinelenmesidir. Pertev Paşa, padişaha gönderdiği raporda Rus askerlerinin ve subaylarının ülkeleri yenilirken bile bunu umursamadıklarını bildirmiştir: Şanghay da Askold ve Mançuri ismindeki iki Rus zırhlı krovazörü ile bir Rus topçekeri gördüm ki son Port Arthur muhaberesinde mağlûben Japonların önünden buraya kaçmışlar ve sığınmışlardır… Gemilerin Rus zabitlerinin düşman donanmasına göğüs gerecek yerde Şanghay limanına vardıklarının ertesi günü Şanghay da bir balo vererek eğlenmeleri bu gün Rus kavmini ve bilhassa Rus 150 askerlerini kaplamış olan kayıtsızlık ve gevşekliğe bir misal olsa gerektir (Demirhan, 1943: 65). Jön Türkler, Japonların, Ruslar karşısındaki üstünlüklerinden ırkçı teorileri reddetmek için de faydalanmışlardır. Şura-yı Ümmet, 1904 yılında yayınladığı bir makalede “Türkleri, insan cinsinin aşağı kısmından sayanlar[a]” “bin sene boyunca zulm cehl ve tedenni” içinde yaşayan, “sarı cinsten” Japonyalıların kısa sürede gösterdikleri ilerlemeyi örnek göstermektedir. Türk milleti çalışkan, metanetli, cesur bir millettir. Sadece halkın içindeki bu kuvvetlerin uyarılması gerekmektedir: 151 […] bazı Avrupalılar ve her gördüklerini bilmeyerek taklit eden bazı Osmanlılar bizleri ecnas-ı aliye-i insaniyenin [üstün insan gruplarının] madununda [aşağısında] bir kavim addediyorlar. Türkçe söyleyelim. Türkleri, insan cinsinin aşağı kısmından sayıyorlar. Bu iftira-yı tabiatı, bu bühtan-ı hilkati [yaradılışa dair yalanı] ve elhasıl bu fikr-i sakimi [hastalıklı fikri] bugün sarı cinsten olan Japonyalılar memleketlerinde terakkileriyle Mançurya’da topları tüfekleriyle yıkıyorlar (Şura-yı Ümmet, 24 Ekim 1904: 1). Abdullah Cevdet de hemen tüm düşüncelerini benimsediği Gustave Le Bon’un Japonları ve Türkleri orta ırklar içinde saymasını kabul etmemiştir. Abdullah Cevdet’e göre Japonlar, Asyalıların ilerleme kapasitesine sahip olduklarını göstermektedir. Sadece bu örneği takip edebilmek gerekmektedir: […] Japonya, Asya’da medeniyet yolundaki âli vazifesini gittikçe daha şuurlu bir şekilde idrak etmektedir. O, yalnız kaleler almayı ve kıtalar fethetmeyi değil, aynı zamanda yeni ufuklar, hakaretkâr müstebidler ve onların mekruh maarif düşmanlığı tarafından ezilmiş olan Asyalılar için ziyadar ufuklar açmayı bilmektedir. Şu halde Japonya hem kılıç, hem meşale taşıyıcıdır. Zorbalara, küstah müstevlilere karşı kılıç, ezilenler, ziyasızlıktan solan ve ölenler için ise meşale. Takip edilecek şâyan-ı takdir bir misâl… (İçtihad, Nisan 1905: 77’den akt: Hanioğlu, 1981: 188). Ahmed Rıza ise Japon örneğinin ırkçı teorilerde yol açtığı yıkımı çok daha doğrudan vurgulamaktadır. Bu sert tutumda, Jön Türklerin zamanla naif bir Avrupa imgesinden uzaklaşmaları etkili olmuştur. Mardin’e göre kapitülasyon aleyhtarlığı, Avrupa devletlerinin Türklere karşı kuşkucu tutumu ve Avrupa aydınlarının şovenizmi gibi bileşenler Meşveret gazetesinden itibaren Jön Türk hareketinde Avrupa’ya karşı bir hayal kırıklığı yaratmıştır (Mardin, 2008: 212): Bu harple Japonların “üstün ırklara” verdikleri çok haklı dersler vardır. Üstün olduğu kabul edilen milletlerin çoğu tarafından sözde aşağı ırk olarak kabul edilen Japonların, sosyal ve siyasi kurumlarının üstünlüğünden kimsenin şüphesi olamaz. Japonların müthiş zaferi Hıristiyan dünyasının kibrini ispatlamıştır; bir milletin ahlâk, medeniyet ve terakki kabiliyeti kazanması için Hıristiyanlığı kabul 152 etmesi şart değildir… Hakeza, Aksa-yı Şark hadiseleri bir milletin ilerlemesi için Avrupa müdahalesinin – eğer çok zaman olduğu gibi zararlı değilse – yararsız olduğunu ispatlamıştır. Aksine, bir millet Avrupalı istilacılarla ve yağmacılarla ne kadar az temas etmiş ve ne kadar iyi muhafaza olmuş ise, akli terakki yolundaki ilerleyişi o kadar kolaydır (Mechveret Supplément Français, 1 Kasım 1905: 2’den akt: Worringer, 2004: 220). Japonya örneği sözde-bilimsel ırk teorilerine karşı sadece Jön Türklere değil küresel düzen tarafından yabancılaştırılan tüm toplumların elitleri için önemli bir açılım sağlamıştır. Böylece eğitimli bir elit sınıf önderliğinde bu toplumların da ilerleyebileceği “medeni” milletler safına geçebilecekleri, “terakki” yeteneğine sahip oldukları görülmüştür. Daha önemlisi, bu gelişme için Avrupa ülkelerinin müdahale etmesine yani beyaz adamın yükü sırtına almasına gerek olmadığının da ortaya çıkmış olmasıdır (Worringer, 2008: 97). Ahmed Rıza’nın sarih biçimde söylediği gibi dış müdahaleden uzak kalan Japonya “ahlâk, medeniyet ve terakki” yönünden Avrupa’nın ilerlemesine “yardım ettiği” birçok toplumdan daha öndedir. 4. Savaşın Sonuçları: İkinci Abdülhamid’in ve Jön Türkler’in Değerlendirmeleri Savaşın yol açtığı dönüşümler, özellikle Rusya’da meclisin açılması da Jön Türkler ve padişah tarafından dikkatle izlenmiştir. II. Meşrutiyet’in ilanının hemen öncesinde Balkan gazetesinin yazdığı gibi “Fransa inkılab-ı kebiri on dokuzuncu asrın nasıl … felah ve necatı olduysa Japonlar[ın]…” Ruslar karşısındaki zaferi de yirminci asrın en önemli olaylarından biridir (Balkan, 13 Mayıs 1908: 1). Balkan’a göre savaşın ve Japon zaferinin önemi Rusya’da, İran’da, Afganistan’da ve 153 Anadolu’da yol açtığı sonuçlarla ilgilidir. Balkan, savaştan sonra Rusya’da başlayan devrimin önemini vurgulamaktadır: Bu inkılabat oldukça mühim bir hürriyet-i fikir ve vicdaniye temin eyledi. Rusya’da meclis-i mebusan açıldı. Matbuata kanun ve edeb dahilinde hürriyet verildi… Demek oluyor ki şu birkaç sene içinde bütün Avrupa’yı sarsan Asya’nın uyanıklığı, Japonların Aksa-yı Şark muzafferiyetiyle başlıyor. Avrupalılar[d]a Asya korkusunu bu muzafferiyet [hasıl] ediyor. O halde bir gün gelecek ki Japonlar değil yalnız Asya’nın, yirminci asrın mader-i medeniyet ve hürriyeti olacak (Balkan, 13 Mayıs 1908: 1). Azerbaycan’da yayınlanan Hayat gazetesinde, yine bir Jön Türk olan, Hüseyinzade Ali Bey de çarın bu yenilgi sonrası ilan ettiği hürriyetin binlerce yenilgiye değeceğini vurgulamıştır: Rusya’nın öz dahilinde muharebenin tesiriyle vücuda getirdiği tecdid ve ıslahat öyle nafi [yararlı], gelecekte netayic-i hasene-i mesudası [mutlu güzel sonuçları] muhakkak öyle azîm bir hadisedir ki, muharebe meydanlarında kazanılan bin zaferlere bedeldir, muaddeldir [denktir]… Bir devlet Duması için bir Mançurya değil, yirmi Mançurya feda etmek mümkün idi (Hayat, 6 Eylül 1905: 2’den akt: Saygılı, 2012: 56–57). Rusya’da meclisin açılmasından çok etkilenen Jön Türklere göre Japonya’nın bu zaferi de zaten anayasal bir monarşi olmasından kaynaklanmaktadır. Japonya’nın çökmekte olan Avrupa uygarlığının aksine katliamlar yapmadığını, vatanseverleri sürgüne göndermediğini ve eziyet etmediğini vurgulayan Şura-yı Ümmet, asıl bu “sarı medeniyetin” yayılması gerektiğini iddia etmektedir. Bu medeniyetin temelleri ilkeli, inançlı ve akılcı bir örgütlenme üzerine kurulmuştur. Fakat en önemlisi bu medeniyetin dayanağı anayasal monarşidir: […] hepsinin fevkinde bu, kanun-ı esasi ile yönetilen bir hükümetin eseridir. Osmanlı vatanperverlerinin tüm gayreti de bunun içindir. Osmanlı vatanperverleri, bu gayeye ancak, Abdülhamid’in zulüm batağına saplanmış zavallı Türk milletinin 154 kanun-ı esasi hükümetine ne denli muhtaç olduğunu idrak ettikleri zaman ulaşabilirler (Mechveret Supplément Français, 1905’ten akt: Worringer, 2004: 207). Şura-yı Ümmet’e göre Japonya’nın otuz beş sene gibi kısa bir zamanda medeniyetin en ileri temsilcileri olan Avrupa devletleriyle aynı seviyeye gelebilmesinde mebusan ve ayan meclislerinin açılması en önemli gelişmelerdir. Şura-yı Ümmet’e göre “[Japonlar] o meclisleri tesis ettikten sonra tarik-i terakkide [ilerleme yolunda] bir başka şevk ile, bir şitâb ile [hızla] ilerlediler” (Şura-yı Ümmet, 2 Şubat 1904: 1). 5. İkinci Abdülhamid’in Sonu Muhalefetin II. Abdülhamid’in tahttan indirilmesi ve meclisin tekrar açılması konusundaki bu taleplerinin fiiliyata geçmesinde asıl kırılmayı yaratan ordu içindeki örgütlenmelerdir. Cemiyetin, özellikle Paris kanadı, 1905 sonrasında ordu içindeki subaylara yönelmiştir. Bu gelişmeyi Paris kanadının yayın organı olan Şura-yı Ümmet’te görmek mümkündür. Dikkate değer bir örnek, Şura-yı Ümmet’te imzasız olarak yayınlanan “Gorki’nin Rus Zâbitânına Bir Mektubu” isimli metindir. Gazeteye göre bu mektup Gorki tarafından Rus askerlerine hitaben yazılmıştır. Mektupta önce ülkenin sorunlarından bahsedilmekte sonra da çözüm olarak meşruti idare gösterilmektedir: Şu satırları hevl-nâk [korkunç] bir zamânda, Rusya’nın ferâmûş edemeyeceği [unutamayacağı] bir günde yazıyoruz… Bu hâlde daha ziyâde yaşamak kâbil değildir. Rus milleti ekmeğe, adl ü hakka, hürriyete muhtâcdır. Bunsuz büyük bir millet olamaz. Bunsuz kendi hukûk u hürriyetini bile müdâfaa edemez. Memleket, şu zamânda içinde bulunduğu mevkı-i mühlikten kendini kurtarabilmek için bir çâre vardır: Millet derin yarasını ancak kendi tedâvî edebilir. Bunun için de 155 Rusya imparatorluğuna yeni bir kânûn lâzımdır: Rusya meşrûtiyet-i idâreye muhtâcdır (Şura-yı Ümmet, 21 Mart 1905’ten akt: Yeşil, 2005: 769). Gorki’ye göre Rusya’nın başına gelen felaketlerden kurtuluşun yolu adalet, hürriyet ve ekmektir. Bu çareyi uygulamaya koyabilecek tek güç ise milletin kendisidir. Acil olarak yapılması gerekense kanuna dayalı bir yönetime yani meşruti yönetime geçmektir. Gorki’ye göre medeni ülkelerin hepsi bu şekilde ilerlemişlerdir. Ayrıca Rusya’nın hâlihazırda savaşmakta olduğu Japonya da bu şekilde güç kazanmıştır: Her medenî memlekette bu vâsıtaya mürâcaat olundu. Elyevm [Şu anda] kendisiyle, muvaffakıyet kazanamamaksızın, harb etmekte olduğumuz Japonya da bu sâyede kudret ve kuvvetini ihrâz [elde] etti. Târîhin musırrâne[ısrarla] taleb ettiği bu kazıyeyi [hususu] ancak Rusya hükûmeti anlamak istemiyor veyâ anlayamıyor (Şura-yı Ümmet, 21 Mart 1905’ten akt: Yeşil, 2005: 769). Yazının sonunda ise doğrudan Rus askerleri muhatap alınmaya başlanmıştır. Rusya’da sokağa çıkan halkla karşı karşıya gelen askerlere yukarıdan verilen emirlere itaat etmemeleri ve halkın safına geçmeleri söylenmektedir. Fakat Osmanlı İmparatorluğu’nda halk tarafından başlatılmış bir isyan olmaması Osmanlı askerleri için mesajın anlamını farklılaştırmaktadır. Rusya’da askerlerin pasif kalarak halkın karşısına çıkmamaları devrim için yeterli olmasına rağmen Osmanlı İmparatorluğu’nda askerlerin aktif sorumluluk almaları gerekmektedir: Rus askeri zâbitânı, siz vazîfe adamlarısınız. Sizler vatan için, lâzım olduğu takdîrde hayâtınızı bile vermek vazîfe ve mes’ûliyet-i azîmesini üzerlerinize aldınız. Vicdânınıza sorunuz: Yeriniz neresidir? Her zamân kan dökmeğe müheyyâ [hazır] olan delilerle mi yoksa zulmdîde [zulüm görmüş] millet ile berâber olmanız lâzımdır? Hâl-i hayâtınızda hiss-i nâmûsa mâliksiniz: Yeriniz neresidir? Bir arzıhâli kabûl etmekten bile korkanların yanımı yoksa nâmûskâr ve mazlûm olan bütün Rusya mı? (Şura-yı Ümmet, 21 Mart 1905’ten akt: Yeşil, 2005: 770). 156 Hanioğlu, Şura-yı Ümmet’in 1906 yılına kadar muhafazakâr bir çizgiyi sürdürdüğünü iddia etse de (Hanioğlu, 1985: 849) 21 Mart 1905 tarihinde yayınlanan bu mektup gazetenin yayın çizgisinin 1905 yılından itibaren devrimci bir çizgiye evrildiğini göstermektedir. Mektubun aynı zamanda muhalefet hareketi içindeki farklılaşmalara da ışık tutmaktadır. Şura-yı Ümmet’in Gorki’ye atfettiği bu mektupla, Abdullah Cevdet’in eğitim konusuna yaptığı – yukarıda da örnekleri verilen- vurguyu beraber okuduğumuzda, Ahmed Rıza ve Bahaeddin Şakir Bey grubunun komitacı eğilimleriyle Abdullah Cevdet arasındaki mesafenin büyüdüğünü kolaylıkla tespit edebiliriz. Zaten 1904 yılından itibaren İçtihad’ı çıkartmaya başlayan Abdullah Cevdet de diğer Jön Türk yayınlarının yüzeyselliğinden şikâyet etmiştir (Mardin, 2008: 231). Şura-yı Ümmet’in aksiyon odaklı, kısa vadeli, sonuç alıcı, yani devrimci muhalefetiyle; Abdullah Cevdet’in, eğitim gibi, uzun vadeli planlarla halkı aydınlatmayı amaçlayan, yani evrimci muhalefeti arasında “amaçlar” bakımından değil, ama “araçlar” bakımından büyük bir fark vardır. Jön Türk hareketinin 1902’deki kongresinden sonra, önce Osmanlı Hürriyetperverân Cemiyeti’ni sonra da 1906’da Teşebbüs-i Şahsî ve Adem-i Merkeziyet Cemiyeti’ni kuran Prens Sabahattin ise II. Abdülhamid’in tahttan indirilmesinin ya da meşrutiyetin ilanının toplumsal değişme gerçekleşmediği takdirde fazlaca bir anlam ifade etmediğini savunmuştur. Bu yaklaşım, grubun yayın organı olan Terakki’nin (Rus-Japon Savaşı sonrasında) Rusya’daki gelişmeleri değerlendirdiği yazısında net biçimde görülebilmektedir: Bunlar da bizim gibi ihtiyacat-ı hakikiyelerini henüz idrak edememişler. Çar’dan hürriyet koparmak yahud hükümete nihayet vermekle her maksadlarına vasıl olacaklarını zannediyorlar. Herhalde neşriyatları bu esasa müstenid. 157 Esaret ile hürriyetin doğrudan doğruya milletin tarz-ı mesaisinden geldiğini onlar da bizim gibi hatırlarına getirmiyorlar (Terakki, 1906: 4-8’den akt: Saygılı, 2012: 94). Jön Türkler arasındaki bu farklılıklara karşın öne çıkan ve etkili olan görüş Şura-yı Ümmet’in görüşü olmuştur. Bunun en önemli nedenlerinden birisi Osmanlı ordusunda gelişen eğilimlerdir. Askeri anlamda Almanya ile gelişen ilişkiler Osmanlı ordusunun genç subaylarının, ordunun ve askerin toplum içindeki rolü konusundaki fikirlerinde büyük bir etkisi olmuştur. Colmar Freiherr von der Goltz gibi örnekler, ordunun, toplumun modernizasyonunda öncelikli bir yere sahip olduğu, askerlerin toplumsal ve siyasal alanda etkin olmaları gerektiği yönündeki fikirlerin yayılmasını sağlamışlardır (Akmeşe, 2006: 64–65). Ayrıca maaşların ödenmemesi, liyakat sisteminin bozukluğu, alaylı ve mektepli subaylar arasındaki gerginlikler de genç subayların muhalefet saflarına geçişini kolaylaştıran faktörlerdir. 1906 yılında Selanik’te, genç bürokrat ve subaylar tarafından kurulan Osmanlı Hürriyet Cemiyeti ile İttihat ve Terakki Cemiyeti arasında tesis edilen yakınlaşma ordu içindeki büyümeyi daha kolaylaştırmıştır. Ahmed Rıza’nın 1906 döneminde yazdığı “Vazife ve Mes’uliyet: Asker” adlı broşürü imparatorluğun savunulmasında ve ilerlemesinde askere nasıl görevler düştüğünü açıklamayı amaçlamıştı (Moreau, 2010: 145–168). Böyle bir vasatta, Japonya’nın Rusya karşısında kazandığı zafer de askeri okullarda büyük bir ilgiyle takip edilmiştir. Pertev Paşa, anılarında, öğrencilerin bu savaşla ilgili konuşurken kendisini nasıl ilgiyle dinlediklerini anlatmaktadır: Talebeme Japon sularındaki deniz harekâtı ile Mançuri deki kara harekâtını harita üzerinden anlatırken ve harekâtın gidişine göre Japonların bu harpten muzaffer çıkacağına kanaat getirdiğimi söylerken onların nasıl derin bir şevk ve heyecanla beni dinlediklerini görmekten büyük bir zevk duyuyordum (Demirhan, 1943: 7). 158 Aynı yıllarda Harbiye’de okumakta olan İsmet İnönü de savaşın genç subay adayları arasında yarattığı büyük heyecanı aktarmaktadır: Biz Akademideyken, 1905 Rus-Japon seferi olmuştu. Mektebin her sınıfında sefer, heyecanla takip edilirdi. Okuduğumuz dersler ve hazırlandığımız meslek için büyük ölçüde tatbikat karşısındaydık. Pek güçlükle malumat alabilirdik. Büyük ecnebi gazeteleri bulmak nadir ve zor bir fırsattı. Hocalarımızdan bize anlatmalarını ısrar ile isterdik. Hangi sınıfta, hangi hoca, bir şey anlatmışsa hemen duyardık (İnönü, 1992: 22) Dolayısıyla 1906 yılına gelindiğinde subayların bir siyasal aktör olarak harekete geçmesi çok şaşırtıcı değildir. Bu noktada Selanik merkezli Osmanlı Hürriyet Cemiyeti’nin önemi ve katkısı büyüktür. Cemiyetin, hücre biçimindeki örgütlenmesinde Makedonya’daki devrimci örgütlerin etkisi görülmektedir. Ayrıca Selanik’te etkin olan Mason locaları ve bağlantıları da örgütün yayılmasında etkili olmuştur. Cemiyetin gelişimindeki en önemli kırılma ise 2. Ordu ve 3. Ordu içinde hızla yayılmasıdır. Mart 1907’de Paris’e kaçan örgüt üyeleri Ömer Naci ve Hüsrev Sami, örgüt tarafından Ahmed Rıza ve Prens Sabahattin gruplarının programlarını incelemekle görevlendirilmiştir. İttihat ve Terakki’nin programını kendisine daha yakın bulan Osmanlı Hürriyet Cemiyeti, uzun tartışma ve müzakerelerden sonra 27 Eylül 1907’de İttihat ve Terakki Cemiyeti ile birleşmiştir. Bir diğer önemli gelişme ise Ermeni örgütlerinin davetiyle ikinci bir kongre düzenlenmesidir. İkinci kongre, ilk kongreye göre daha başarılı olmuş ve genel bir uzlaşmayla sonuçlanmıştır. Kongre sonunda Ahmed Rıza da şiddet içeren yöntemlerin kullanılmasını kabul etmiştir. Makedonya sorununun gün geçtikçe büyümesi, yabancı müdahalesi ihtimalinin artması ve ülke içinde yaşanan isyanlar durumun aciliyetini arttırmıştır. 15 Eylül’de Avusturya ve Rusya, hemen ardından 18 Aralık’ta da İngiltere, Makedonya’da yabancı müdahalesini genişleten tasarılar ortaya atmışlardır. 159 Dolayısıyla tüm örgütlerin cephe halinde birleşmesi ve sonuç alıcı eylemlere girişmesi zorunlu görülmüştür (Akşin, 1987: 61–65). Sürecin hızlanmasın sağlayansa yine Makedonya sorunu olmuştur. 1908 yılının Haziran ayında bir araya gelen Rusya ve İngiltere, Almanya karşısındaki birlikteliklerini güçlendirmişler ve Makedonya konusunda yeni önlemler alınmasını karara bağlamışlardır. Bu haberin Selanik’te duyulmasıyla harekete geçen İttihatçı subayların birbiri ardına dağa çıkmaları sonucunda bir isyan dalgası ortaya çıkmıştır. II. Abdülhamid’in isyanı bastırmak için gönderdiği birliklerin öldürülmesi ya da doğrudan isyancılara katılmaları sultanı çaresiz bırakmıştır. Çaresiz kalan sultan otuz yıl sonra 23 Temmuz 1908’de Kanun-ı Esasi’yi tekrar yürürlüğe koymuştur (Zürcher, 135–136). 160 SONUÇ Osmanlı modernleşmesinde Japon imgesini incelemeyi amaçlayan bu tez, tarihsel olarak 1839–1908 yılları arasına odaklanmıştır. Osmanlı İmparatorluğu’nda Japon imgesi temel olarak üç dönemde incelenebilir: İlk dönem Japonların vahşi bir toplum olarak kabul edildiği 1839–1873 dönemidir. İkinci dönem Japonların hızla medeniyet yolunda ilerlediğinin düşünüldüğü kabaca 1873–1895 arası dönemdir. Üçüncü dönemse Japonya’nın herkes tarafından bir sentez başarısını temsil ettiğinin kabul edildiği 1895–1908 arası dönemdir. Elbette bu dönemlendirmede kullanılan aralıklar kesin tarihler olarak düşünülmemelidir. Japon imgesinin oluşumunu ve dönüşümünü çevreleyen bağlam Osmanlı modernleşmesinin yörüngesidir. On dokuzuncu yüzyıl, içinde bulunduğumuz coğrafyanın en uzun yüzyılı olmasının yanında, bu coğrafyada zamanın hızlandığı bir dönemdir. İmparatorluklar çağının sonuna doğru gelinirken, Osmanlı İmparatorluğu da içsel ve dışsal birçok meydan okumayla karşılaşmıştır. Modernlikle karşılaşmasına bir işgal tehdidinin eşlik ettiği Osmanlı toplumu, bu karşılaşmadan önce Avrupalı rakiplerine denk merkezi bir siyasal yapıya sahip olmanın sonucu olarak, elitlerin öncülüğünde bir dönüşüm sürecine girmiştir. Bu dönüşümün temel ekseni “Batı sorunu”na bir cevap üretmektir. Japon imgesinin devreye girdiği nokta burasıdır. Japonya’nın Batı-dışı bir toplum olarak Batı ile olan ilişkisinin “ideal” bir sentez olarak kabul edilmesi, onu, Osmanlı İmparatorluğu içerisindeki tüm kesimlerin gündemine çok olumlu biçimde taşımıştır. Osmanlı Devleti’nde Japon imgesinin oluşumu birbiriyle ilişkili ve yer yer çelişen/çatışan farklı düzeylerdeki kaynaklar vasıtasıyla gerçekleşmiştir. Öncelikle 161 devletlerarası düzey diyebileceğimiz yani Osmanlı İmparatorluğu ile Japonya arasındaki diplomatik ilişkileri içeren bir düzey ayırt edilebilir. İki ülke arasındaki diplomatik ilişkiler herhangi bir ittifak veya antlaşma doğurmamıştır. Hatta bu görüşmeler, iki ülke arasında resmi diplomatik temsilciliklerin açılmasını dahi sağlayamamış olmasına rağmen Osmanlı’da Japon imgesinin oluşumu ve gelişimi açısından önemli bir yere sahiptir. Özellikle Japonya, 19. yüzyılın ortalarından itibaren I. Dünya Savaşı’na kadar geçen sürede gittikçe artan özgüvenine paralel olarak, Osmanlı Devleti’nden ekonomik ayrıcalıklar elde etmek ve Rusya karşısında Osmanlı Devleti ile askeri ve siyasi bir ittifak tesis etmek için Osmanlı İmparatorluğu ile ilişkilerini geliştirme çabasına girmiştir. Japonya’nın bu çabasında Pan-Asyacı yayılmacı perspektifinin katkısı da gözden kaçırılmamalıdır. Osmanlı yönetimi içinse II. Abdülhamid’in (1876–1908) tahtta olduğu bu dönem uluslararası sistemde büyük güçler arasında yaşanan çıkar farklılaşmaları gözetilerek diplomatik girişimlerle devletin göreli gücünün korunmaya çalışıldığı bir dönemdir. Yüzyıllardır Rusya karşısında büyük hezimetlere uğrayan Osmanlı yönetimi için Rusya’nın doğu sınırında güçlü bir devletin ortaya çıkması şüphesiz ki kısmi bir rahatlama sağlamıştır. Bununla birlikte Osmanlı yönetimi bu hassas dönemde Rusya’nın tepkisini çekmemek için Japonya ile olan ilişkilerinde oldukça dikkatli davranma zorunluluğunu hissetmiştir. II. Abdülhamid yönetimindeki Osmanlı diplomasisi her ne kadar Rusya’nın Japonya tarafından meşgul edilmesinden dolayı önemli bir rahatlama yaşamışsa da resmi düzeyde mümkün olduğunca iki ülke arasındaki (Rusya-Japonya) ilişkilerde tarafsız bir görüntü çizmiştir. 162 Japonya uluslararası alanda artan gücüne paralel olarak Osmanlı İmparatorluğu’ndan diğer büyük güçler gibi özellikle ticari alanda çeşitli ayrıcalıklar (kapitülasyonlar) istemiştir. Uluslararası alanda yaşadığı sorunların birçoğunu kapitülasyonlarla ilişkilendiren Osmanlı yönetimi doğal olarak Japonya’nın bu isteğinden memnun olmamış ve talebi doğrudan reddetmese de görüşmeleri mümkün olduğunca sürüncemede bırakarak Japonya ile ilişkileri germeden bu talepten kurtulmaya çalışmıştır (Deringil, 2003: 44–46). Kapitülasyon talebi imparatorluğun varlığını diplomatik manevralarla devam ettirmeye çalışan Osmanlı yönetiminin realpolitik algısı içinde Japonya’nın da büyük güçlerle aynı amaçlara sahip olduğu algısını yerleştirmiştir. İhtiyacı olan son şey yeni bir emperyalist güçle uğraşmak olan Osmanlı yönetimi Japonya ile ilişkilerde kapitülasyon talebinden sonra çok daha şüpheci bir tavır takınmıştır (Deringil, 2003: 48; Şakir, 1994: 120). Japonya ve Osmanlı İmparatorluğu arasındaki ilişkilerin arka planında yatan gerilimlerden bir tanesi de Japonya’nın, 1895 Çin-Japon Savaşı’nda Çin’i ve özellikle de 1905 Rus-Japon Savaşı’nda Rusya’yı yendikten sonra Batı-dışı halklar arasında (ki önemlice bir kısmını da müslüman halklar oluşturuyordu) artan popülaritesinin Osmanlı İmparatorluğu’nun merkezine halifeliği oturttuğu Panİslamizm politikasını zayıflatma kapasitesidir. Japon İmparatoru Meiji’nin ve Japon halkının müslüman olma söylentileriyle beslenen ve Japonya’nın Pan-Asyacı genişleme politikası dolayısıyla Japonya tarafından da desteklenen bu söylentiler Sultan II. Abdülhamid’in Japonya’dan duyduğu tedirginliği arttırmıştır (Dündar, 2011). İmparator Meiji müslüman olursa İslam dünyasının yeni koruyucusu olarak hilafetin Japonya’ya geçmesi ihtimali başta II. Abdülhamid olmak üzere Osmanlı bürokrasisinin Japonya’ya yönelik şüphelerini arttırmış olabilir. Diğer taraftan 163 İmparator Meiji’nin ve Japon halkının müslüman olmasının Avrupa ülkeleri karşında İslam dünyasına büyük bir güç kazandıracağı da düşünülebilirdi (Worringer, 2001: 52). Bu karmaşık politik hesaplar devlet katında Japonya’ya yönelik şüpheyle karışık yoğun bir ilgiyi güdülemiştir. Osmanlı İmparatorluğu’nda Japon imgesinin oluşumunda bir diğer kaynak, Osmanlı İmparatorluğu’nun bölünmüş burjuva sınıf yapısı içinde bir taraftan devlet bürokrasisiyle iç içe olan, bir taraftan da padişahın doğrudan otoritesinden bağımsızlaşmış olan aydınlardır. Genellikle Batı tipi eğitim kurumlarında yetişen ya da İslami bilimlerle birlikte modern eğitimi birleştirmiş olan bu kişiler özellikle matbaa kapitalizminin kendilerine açtığı alanda seslerini duyurmuşlardır. Bir kamuoyunun oluşumunda katkıları olan bu kişiler Osmanlı kamuoyuna gazete, kitap, tiyatro, şiir, konferans, toplantı, seyahat gibi birçok farklı araç ve yolla seslenme imkânına sahiptiler (Göçek, 1999: 278–279). Japonya’nın Osmanlı İmparatorluğu’ndan bugüne kadar devam eden pozitif imajının kökeninde bu imgenin yukarıda sayıldığı gibi çok farklı kaynaklardan beslenmesi önemli bir yer tutmaktadır. Diğer taraftan Japonların, Avrupa’dan ihtiyaç duyduklarını alıverdikleri düşüncesi, içerdiği pragmatizmle Osmanlı-Türk siyasal alanındaki önemli bir ihtiyaca cevap vermiştir. Japonya’ya yönelik bu heves, II. Dünya Savaşı sonrası “Küçük Amerika” olma isteğinin erken bir ifadesi olarak okunmalıdır. Japon ve Amerikan modellerinin bu pratikliklerine karşın, Fransız modeli kendisini öteden beri bir Civilization olarak sunmuştur. Teknik olanın çok ötesinde, bir kültürel kod dönüşümü olarak görülen Fransız modelinin esas alındığı Tanzimat döneminin de Yeni Osmanlılardan itibaren ihanet, taklitçilik ya da en hafifinden züppelik olarak görülmesi bununla ilişkilidir. Kültürel kod dönüşümünde 164 tutturulması gereken yolun ne olduğu sorunu, yönetici elitin farklı kesimleri tarafından farklı biçimde cevaplanmıştır. Neticede de ortaya farklı çözümler çıkmıştır. İttihat ve Terakki’den başlayarak Kemalizmin bu soruna yönelik çizdiği sınırlar, II. Meşrutiyet’in İslamcı düşünürlerine göre daha geniştir. Bu anlamda, Kemalizmin sentez sorununa bakışında “Batı”dan ithal edilebilecekler listesinin diğer rakiplerine göre daha geniş tutulmuş olduğu söylenebilir. II. Dünya Savaşı sonrası çok partili hayatla beraber iktidara gelen muhafazakâr kadroların Fransız modeli gibi büyük bir kültürel bagajı olmayan bir model arayışlarına Amerika ve Japonya bir cevap oluşturmuştur. 1980 sonrası dönemde Özal’ın Japonya’ya yönelik özel ilgisi, tam da “işini bilen” memurların, pratik ve akışkan olmanın öne çıktığı; bürokratik-devletçi bir kalkınma modelinin yerini serbest piyasanın aldığı; ideolojilerin ölümünün ilan edildiği bir dönemin ruhuna uygundur. Japon imgesinin Osmanlı-Türk modernleşmesinin ortak referans noktalarından biri olması, bu modernleşme deneyiminin “muhafazakâr” karakteriyle ilgilidir. Bunun nedeni, tarihsel olarak Osmanlı-Türk modernleşmesinin bir savunma arayışı içine doğmasından kaynaklanmaktadır. Batı dışı başka modernleşme deneyimlerinde de görülebilecek bu muhafazakâr eğilimli modernleşme anlayışı Osmanlı-Türk oluşturmaktadır. modernleşmesinin Osmanlıcılık, de İslamcılık, temel parametrelerinden Türkçülük ve Batıcılık birisini olarak sınıflandırdığımız son dönem Osmanlı fikir akımlarının hepsinin Japon imgesi noktasında birbirine yaklaşması muhafazakâr bir özü koruma talebinin tüm bu fikir akımlarının ortak paydası olmasından dolayıdır. Bu açıdan bakıldığında, belki de, son dönem Osmanlı düşünce akımlarını sınıflandırırken farklı değişkenlerin tedavüle sokulması daha zihin açıcı sonuçlar verebilir. 165 Osmanlı-Türk modernleşmesinin, muhafazakâr bir modernleşme deneyimi olmasının yarattığı en başat sonuçlardan birisi modernliğin teknik bir mesele olarak kavranması eğilimidir. II. Abdülhamid’den bugüne gelinceye değin etkilerini sürdüren bu yaklaşım, modernliğin özneleşme ve özgürleşme süreci olmasının karşısına, disipline edici bir teknik olarak modernliği çıkarmaktadır. İrem, bu farklı modernlik yorumlarını Wallerstein’ın “teknolojik modernite” ve “özgürleşme modernitesi” ayrımına dayanarak açıklamaktadır. Böylece, teknolojik modernite, özellikle ekonominin ve toplumun yönetim ve denetimine katkı sağlayan idari-teknik gelişmelere açık bir modernlik yönelimini ifade etmektedir (İrem, 2011: 29–30). Teknolojik modernite; siyasal liberalleşme, demokratikleşme ve bireylerin öznel kapasite ve özgürlük alanlarının genişlemesi gibi yönelimlere de – tamamen ol(a)masa da görece- kapalıdır. Modernliğin teknik altyapısının bizatihi özneleşme ve özgürleşme süreçlerinin baskılanması için seferber edilmesinin tarihine bakıldığında; II. Abdülhamid, İttihat ve Terakki, Kemalizm ve AKP gibi birbiriyle uzak ideolojik pozisyonlarda yer aldığı düşünülen politik aktörler yan yana gelebilmektedir. Bu tür bir yaklaşım, topluma belirli bir yön ve biçim verme iradesine atıf yapmakta, dolayısıyla da bir toplumsal mühendislik projesi anlamına gelmektedir. Göle, Osmanlı-Türk modernleşmesinde mühendislerin üstlendiği ayrıcalıklı rolü değerlendirirken, modernliğin sınırlarını belirlemek için toplumsal mühendisliğin bir çözüm olarak görüldüğünü vurgular. Bu nedenle toplumsal mühendisliğin de birbirinden çok farklı – ve hatta karşıt- ideolojileri yatay kesen bir hat oluşturduğunu belirtir (Göle, 1998: 11–13). Bu yaklaşım, toplum karşısında yönetici elitlere verdiği geniş öznellik alanıyla da işlevseldir. 166 Japon imgesi ve modeli sadece Osmanlı İmparatorluğu’nda değil, daha birçok Batı dışı toplumda ideal bir sentez olarak görülmektedir. Bu veri dikkate alındığında, Osmanlı-Türkiye deneyiminin, diğer Batı dışı toplumlarla karşılaştırılması kavrayışımızı geliştirmek bakımından çok verimli olabilir. Zira Batı Avrupa deneyimleriyle yapılan karşılaştırmalar, genel olarak “Batı”da olan ve “Doğu”da olmayan kurum, süreç ve aktörlerin bir dökümü haline gelmeye meyillidir. Buna karşın Osmanlı-Türkiye deneyimini farklı Batı dışı toplumlarla karşılaştırmalı olarak çalışmak, bu deneyimin hem özgüllüklerini hem de farklı örneklerle olan ortaklıklarını yakalamamıza olanak verebilir. Japon imgesinin Osmanlı İmparatorluğu içindeki ilk oluşum döneminden devşirebileceğimiz derslerden birisi ise Osmanlı oryantalizmi tartışmalarına yöneliktir. Osmanlı merkezi elitlerinin devleti, toplumu ve kendi kimliklerini nasıl kurguladıklarına yönelik önemli çıkarımlar yapabilmemize olanak sağlama potansiyeline sahip bu tartışma, farklı toplumların Osmanlı İmparatorluğu içindeki temsillerinin ve imgelerinin araştırılmasıyla daha da berraklık kazanacaktır. Japon imgesinin ve modelinin sadece burada incelenen tarihsel aralıkla sınırlı olmadığı açıktır. Özellikle II. Meşrutiyet dönemindeki tartışmaların derinlikli olarak incelenmesi gerekmektedir. Çalışmanın belli sınırlarının olması bir zorunluluk olduğundan burada incelenmeyen II. Meşrutiyet döneminde, Japon imgesi ve modeli ile ilgili çok yoğun tartışmalar yaşanmıştır. Bu dönemde Japonya’nın da modernleşen bir Doğu toplumu olarak kendi imajını hem Avrupa’ya hem de Asya’ya yayma çabası çeşitli yayınların ortaya çıkmasını sağlamıştır (Worringer, 2001: 226). Örneğin, Doktor Ichikawa imzalı “Japonya Tarih-i Siyasîsi” 1912 tarihli kitap bu tür yayınlardan biridir (Ichikawa, 2007). Yine Pertev Paşa’nın 1911’de yayınladığı 167 “Rus-Japon Harbinden Alınan Mâddî ve Manevî Dersler ve Japonların Esbâbi Muzafferiyeti: Bir Milletin Tâli’i Kendi Kuvvetindedir!” başlıklı kitabı Osmanlı kamuoyunda Japonya’nın 1908 sonrasında da yoğun biçimde tartışılmasına katkı sağlamıştır (Worringer, 2001: 236). İttihatçıların kendilerini tarif ederken kullandıkları “Ortadoğu’nun Japonyası” ifadesi ise Japonya’nın ve Japon imgesinin II. Meşrutiyet sonrası kazandığı önemi anlamamız için dikkate değerdir (Ahmad, 2010: 87). Bununla birlikte bu ilginin sadece II. Meşrutiyet dönemi ile sınırlı kaldığını düşünmek yanıltıcı olur. Türkiye tarihi boyunca da Japonya’ya yapılan atıflar sürmüştür. Özellikle Özal döneminde Japon imgesi ve modeli üzerine çalışmak neoliberal muhafazakâr ideolojinin çözümlenmesine katkı sunabilir. Neoliberal politikalar uygulandıkları tüm ülkelerde kapsamlı toplumsal dönüşümlere ve sonuç olarak da siyasal ve toplumsal çatışmalara neden olmaktadır. Toplumsal sorunları bireyselleştirme üzerinden toplumu atomize eden neoliberal ideolojinin yarattığı tahribat bizatihi toplumun temelini sarsmaktadır. Neoliberal politikaların, Amerika’da Reagan ve İngiltere’de Thatcher gibi muhafazakâr politik aktörler tarafından uygulanmaya koyulması bu nedenle şaşırtıcı değildir (Bedirhanoğlu, 2010: 44–45). Zira neoliberal politikalar, 12 Eylül 1980 darbesinden de anlaşılabileceği gibi ancak toplumsal denetimin ve baskının arttırılması ve toplumsal muhalefetin zayıflatılması – ve hatta yok edilmesi- yoluyla uygulamaya konulabilmektedir. Dolayısıyla Japon modernleşmesinin toplumsal denetimi sağlayacak teknolojik altyapıyı güçlendirirken, bir özgürleşme olarak moderniteyi gündemine almayan bir örnek olarak sunduğu zengin kapasite, neoliberal dönemin ruhuyla son derece uyumludur. Muhafazakâr bir sosyal mühendislik yoluyla toplumun neoliberal ideoloji ekseninde dönüştürülmesi ve refah devletinin peyderpey tasfiye edilmesiyle 168 ortaya çıkan toplumsal krizi muhafazakâr bir toplumsal iklim yoluyla hegemonize etmek için de Japon imgesi işlevseldir. Dolayısıyla 1980 sonrası Türkiye siyasal hayatını anlamamız için Japon/ya imgesinin önemli düşünüyorum. 169 imkânlar sunacağını KAYNAKÇA Süreli Yayınlar: Balkan, 13 Mayıs 1908. Hadika, 10 Ocak 1873. Hanımlara Mahsus Gazete, 19 Mart 1904; 31 Mart 1904; 19 Nisan 1904; 13 Mayıs 1904. Hayat, 12 Haziran 1905. İçtihad, Ocak 1905. İkdam, 31 Aralık 1905. İrtika, 8 Mart 1902. Ma’lumat, 3 Aralık 1896; 24 Ağustos 1897. Mecmua-i Ebüzziya, 1880. Mecmua-i Edebiye, 28 Aralık 1899. Meşveret, 24 Kanûn-ı Evvel 1897. Musavver Cihan, 24 Haziran 1891 Servet-i Fünun, 18 Ocak 1894; 25 Ekim 1894; 1 Aralık 1897; 8 Ocak 1905; 8 Ocak 1911; 21 Ocak 1911. Şura-yı Ümmet, 2 Şubat 1904; 17 Nisan 1904; 1 Mayıs 1904; 24 Ekim 1904. Tercüman, 19 Şubat 1895; 2 Nisan 1895. Tercüman-ı Hakikat, 29 Mayıs 1891. Zerrat, 1887. 170 Kitaplar ve Makaleler Abou-El-Haj, Rifa’at Ali, 1703 İsyanı, Çev. Çağdaş Sümer, Ankara, Tan Kitabevi Yayınları, 2011. -------, Modern Devletin Doğası, Çev. Oktay Özel ve Canay Şahin, Ankara, İmge Kitabevi, 2000. Abu-Manneh, Butrus, “The Islamic Roots of the Gülhane Rescript”, Die Welt des Islams, C. 34, S. 2, 1994, s. 173–203. -------, “The Sultan and the Bureaucracy: The Anti-Tanzimat Concepts of Garnd Vizier Mahmud Nedim Paşa”, International Journal of Middle East Studies, C. 22, S. 3, 1990, s. 257–274. Açıkel, Fethi, “Entegratif Toplum ve Muarızları: ‘Merkez-Çevre’ Paradigması Üzerine Eleştirel Notlar”, Toplum ve Bilim, S. 105, 2006, s. 30–69. -------, “Model-Bağımlı Modernleşme Üzerine Kavramsal Bir Deneme: Seçkinler ve Osmanlı-Türk Modernliğinin Bilişsel-Kurumsal Repertuarı”, Tarihsel Sosyoloji, Ed. Ferdan Ergut ve Ayşen Uysal, Ankara, Dipnot Yayınları, 2007a, s. 79–110. -------, “‘Models of Revolution’ and ‘Institutional Reproduction’: Or How Recolutionary Elites Contribute to Institutional Model-Dependence in the World System”, Revolutions: Revisited, Revised, Redesigned, Ed. Agata Stopinska, Anke Bartels and Raj Kollmorgen, Frankfurt, Peter Lang, 2007b, s. 91–104. Akıntürk, Turgut, Hukuka Giriş, Eskişehir, Anadolu Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi Yayınları, 2002. Ahmad, Feroz, Bir Kimlik Peşinde Türkiye, 4. Baskı, Çev. Sedat Cem Karadeli, İstanbul, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2010. 171 Ahıska, Meltem, Radyonun Sihirli Kapısı, İstanbul, Metis Yayınları, 2005. Akmeşe, Handan Nezir, “The Japanese Nation in Arms: A Role Model for Militarist Nationalism in the Ottoman Army, 1905–14”, The Islamic Middle East and Japan, Ed. Renée Worringer, Princeton, Markus Wiener Publishers, 2006, s. 63–89. Akşin, Sina, Jön Türkler ve İttihat ve Terakki, İstanbul, Remzi Kitabevi, 1987. Al-‘Azm, Sadik Jalal, “Orientalism And Orientalism In Reverse”, Orientalism A Reader, Ed. A. L. Macfie, New York, New York University Press, 2000, s. 216–238. Altın, Uğur, “1850–1900 Yılları Arasında Yurtdışına Gönderilen Japonların ve Japonya’ya Gelen Yabancıların Çalışma Alanlarına Göre Dağılımları”, Türkiye’de Japonya Çalışmaları Konferansı – I, Ed. Selçuk Esenbel ve Erdal Küçükyalçın, İstanbul, Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, 2012, s. 380–389. Anderson, Benedict, Imagined Communities, Yenilenmiş Baskı, Edinburgh, Verso Books, 2006. Arık, Umut, A Century of Turkish-Japanese Relations: A Special Partnership, 2. Baskı, The Japan-Turkey Friendship Centenary Program Committee, 1991. Arlı, Alim, Oryantalizm, Oksidentalizm ve Şerif Mardin, 2. Baskı, İstanbul, Küre Yayınları, 2009. Aydın, Mithat, “1876 Bulgaristan Ayaklanmasının Osmanlı-İngiliz İlişkilerine Etkisi”, Pamukkale Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi, C. 2, S. 12, 2002, s. 80–87. 172 Bauman, Zygmunt, Modernite ve Holocaust, Çev. Süha Sertabiboğlu, İstanbul, Versus Kitap, 2007. Bayart, Jean-François, Kimlik Yanılsaması, Çev. Mehmet Moralı, İstanbul, Metis Yayınları, 1999. Bayer, Selman, Tanzimat Edebiyatının Din Anlayışında Şinasi Örneği, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Bursa, Türk İslam Edebiyatı Bilim Dalı, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Uludağ Üniversitesi, 2007. Bedirhanoğlu, Pınar, “Türkiye’de Neoliberal Otoriter Devletin AKP’li Yüzü”, AKP Kitabı: Bir Dönüşümün Bilançosu, 2. Baskı, Der. İlhan Uzgel ve Bülent Duru, Ankara, Phoenix Yayınevi, 2010, s. 40–65. Belge, Murat, Militarist Modernleşme, İstanbul, İletişim Yayınları, 2011. Berkes, Niyazi, Türk Düşününde Batı Sorunu, Ankara, Bilgi Yayınevi, 1975. -------, Türkiye’de Çağdaşlaşma, 14. Baskı, Haz. Ahmet Kuyaş, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 2009. Bermann, Marshall, Katı Olan Herşey Buharlaşıyor, Çev. Ümit Altuğ ve Bülent Peker, 13. Baskı, İstanbul, İletişim Yayınları, 2010. Beşikçi, Mehmet, “Japon Emperyalizminin Yükselişi”, Toplumsal Tarih, Sayı: 161, 2007, s. 60–63. Celaleddin, Mahmud, “Japon”, Bağçe, 1880. Chatterjee, Partha, Ulus ve Parçaları, Çev. İsmail Çekem, İstanbul, İletişim Yayınları, 2002. 173 Coşkun, Ahmet, 1895–1898 Yılları Arasında Yayınlanan Meşveret Gazetesinin Transkribt ve Değerlendirmesi, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Kayseri, Tarih Anabilim Dalı, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Kayseri Üniversitesi, 2006. Çakır, Hamza, Osmanlıda Basın-İktidar İlişkileri, Ankara, Siyasal Kitabevi, 2002. Çiçek, Nazan, The Young Ottomans, London, Tauris Academic Publishing, 2010. Çiğdem, Ahmet, "Batılılaşma, Modernite ve Modernizasyon", Modern Türkiye'de Siyasi Düşünce: Modernleşme ve Batıcılık, Ed. Tanıl Bora ve Murat Gültekingil, Cilt 3, 4. Baskı, İstanbul, 2007, s. 68–81. Davison, Roderic H., Environmental and Foreign Contributions: Turkey, Political Modernization in Japan and Turkey, Ed. Robert E. Ward and Dankwart A. Rustow, New Jersey, Princeton University Press, 1964, s. 91-116. -------, Osmanlı İmparatorluğu’nda Reform, 1856–1876, 2. Baskı, Çev. Osman Akınhay, İstanbul, Agora Kitaplığı, 2005. Demirhan, Pertev, Rus-Japon Harbi (1904–1905), İstanbul, Matbaai Ebüzziya, 1943. Deringil, Selim, İktidarın Sembolleri ve İdeoloji, Çev. Gül Çağalı Güven, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 2002. -------, “Osmanlı İmparatorluğu’nda “Geleneğin İcadı”, “Muhayyel Cemaat” (“Tasarımlanmış Topluluk”) ve Pan-İslâmizm”, Simgeden Milllete, İstanbul, İletişim Yayınları, 2007, s. 19–51. 174 -------, “Ottoman-Japanese Relations in the Late Nineteenth Century”, The Rising Sun and the Turkish Crescent, Ed. Selçuk Esenbel and Inaba Chicaru, İstanbul, Boğaziçi University Press, 2003, s. 42–48. Dündar, Ali Merthan, “Muhayyel Tarihe İtiraz: Ertuğrul Faciası, Yamada Torajiro ve Abdülhalim No Shotaro Üzerine”, A.Y.Ü. IV. Uluslar arası Türkoloji Kongresi, 2011a. -------, Panislâmizm’den Büyük Asyacılığa, 2. Baskı, İstanbul, Ötüken Neşriyat, 2011b. Elias, Norber, Uygarlık Süreci, Çev. Ender Ateşman, C. 1, İstanbul, İletişim Yayınları, 2000. Erdemir, A. Volkan, “A Realistic Approach to the Achievements of Torajiro Yamada and His Relationship with Turkey”, Anadolu Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, C. 11, S. 1, 2011, s. 217–228. -------, “Geç Meiji Japonyasında Türk Kadını İmgeleri”, Türkiye’de Japonya Çalışmaları Konferansı – I, Ed. Selçuk Esenbel ve Erdal Küçükyalçın, İstanbul, Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, 2012, s. 370–379. Ergut, Ferdan, Modern Devlet ve Polis, İstanbul, İletişim Yayınları, 2004. -------, “Tarihsel Bilginin Özgüllükleri: Zaman ve Patikaya Bağımlılık”, Praksis, S. 17, 2007, s. 159–171. Erkin, Hüseyin Can, Geçmişten Günümüze Japonya’dan Türkiye’ye Bakış, Ankara, Vadi Yayınları, 2004. Ersoy, Mehmet Akif, Safahat, Haz.: A. Vahap Akbaş, İstanbul, Beyan Yayınları, 2009. 175 Esen, Nüket, “Ahmet Mithat’ta Anlatıcı ve Muhatabı”, Merhaba Ey Muharrir! Ahmet Mithat Üzerine Eleştirel Yazılar, Haz. Nüket Esen ve Erol Köroğlu, İstanbul, Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, 2006, s. 59–72. Esen, Nüket, Köroğlu, E., “Edebiyat ve Tarih Etkileşimi Bağlamında Osmanlı’da Romanın Ortaya Çıkışı”, Tarih Vakfı Ankara Tartışmaları, Yayınlanmamış Panel Sunumu, Ankara, 20 Nisan 2012. Esenbel, Selçuk, “Alacakaranlık Diplomasisi: Japonların Osmanlı İmparatorluğu’na İlgisi”, Japon Modernleşmesi ve Osmanlı, İstanbul, İletişim Yayınları, 2012, s. 270–306. -------, “İstanbul’da Fin de Siécle Bir Japon Romantik: Yamada Torajiro’nun Yaşamı ve Eseri Toruko Gakan”, Japon Modernleşmesi ve Osmanlı, İstanbul, İletişim Yayınları, 2012, s. 341–370. -------, “Japanese Perspective of the Ottoman World”, The Rising Sun and the Turkish Crescent, Ed. Selçuk Esenbel and Inaba Chicaru, İstanbul, Boğaziçi University Press, 2003, s. 7–41. -------, “Medeni Davranışın Aczi: Türk ve Japon Modernleşmesinin “Uygarlık Süreci” Kavramı Açısından Mukayesesi”, Japon Modernleşmesi ve Osmanlı, İstanbul, İletişim Yayınları, 2012, s. 243–270. -------, “Yüzyılın Sonunda İstanbul’da Bir Japon Romantik: Yamada Torajiro ve Pera’nın “Japon Mağazası”, Hilal ve Güneş: İstanbul’da Üç Japon, İstanbul, Pera Müzesi Yayınları, 2010, s. 13–67. Faroqhi, Suraiya, Osmanlı İmparatorluğu Tarihi, Çev. Ercan Ertürk, İstanbul, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2012. 176 Findley, Carter V., Ahmed Midhat Efendi Avrupa’da, Çev. Ayşen Anadol, İstanbul, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1999. -------, Kalemiyeden Mülkiyeye, 2. Baskı, Çev. Gül Çağalı Güven, İstanbul, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2011a. -------, Modern Türkiye Tarihi, Çev. Güneş Ayas, İstanbul, Timaş Yayınları, 2011b. -------, “Osmanlı Siyasal Düşüncesinde Devlet ve Hukuk: İnsan Hakları mı, Hukuk Devleti mi?”, Tanzimat Değişim Sürecinde Osmanlı İmparatorluğu, 2. Baskı, Ed.: Halil İnalcık ve Mehmet Seyitdanoğlu, Ankara, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2012, s. 491-502. -------, “Tanzimat”, Türkiye Tarihi; Modern Dünyada Türkiye 1839-2010, C. 2, Çev. Zuhal Bilgin, Ed.: Reşat Kasaba, İstanbul, Kitap Yayınevi, 2011, s. 37–69. Finkel, Caroline, Rüyadan İmparatorluğa Osmanlı, 4. Baskı, Çev. Zülâl Kılıç, İstanbul, Timaş Yayınları, 2010. Fortna, Benjamin C., “II. Abdülhamid’in Saltanatı”, Türkiye Tarihi: Modern Dünyada Türkiye 1839-2010, Çev. Zuhal Bilgin, Ed. Reşat Kasaba, İstanbul, Kitap Yayınevi, 2011, s. 71–97. -------, Mekteb-i Hümayun, Çev. Pelin Siral, İstanbul, İletişim Yayınları, 2005 Foucault, Michel, Toplumu Savunmak Gerekir, 3. Baskı, Çev. Şehsuvar Aktaş, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 2004. Fulbrook, Mary, Almanya’nın Kısa Tarihi, Çev. Sabri Gürses, İstanbul, Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, 2011. 177 Georgeon, François, Osmanlı-Türk Modernleşmesi 1900–1930, Çev. Ali Berktay, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 2006. -------, Sultan Abdülhamid, Çev. Ali Berktay, İstanbul, Homer Kitabevi, 2006. Giddens, Anthony, Modernliğin Sonuçları, Çev. Ersin Kuşdil, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2010. Göçek, Fatma Müge, Burjuvazinin Çöküşü İmparatorluğun Yükselişi, Çev. İbrahim Yıldız, Ankara, Ayraç Yayınevi, 1999. Göle, Nilüfer, Mühendisler ve İdeoloji, 2. Baskı, İstanbul, İletişim Yayınları, 1998. Gür, Âlim, Ebüzziya Tevfik’in Hayatı, Dil, Edebiyat, Basın, Yayın ve Matbaacılığa Katkıları, Doktora Tezi, Ankara, Yeni Türk Edebiyatı Anabilim Dalı, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara Üniversitesi, 1990. Hanioğlu, M. Şükrü, Bir Siyasal Düşünür Olarak Doktor Abdullah Cevdet ve Dönemi, İstanbul, Üçdal Neşriyat, 1981. -------, Bir Siyasal Örgüt Olarak Osmanlı İttihad ve Terakki Cemiyeti ve Jön Türklük, 2. Baskı, C. 1, İstanbul, İletişim Yayınları, 1989. -------, “Jön Türk Basını”, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi, C. 3, Ed.: Murat Belge, İstanbul, 1985, s. 844–850. -------, “Sunuş”, II. Abdülhamid Döneminde Sansür, İstanbul, Bağlam Yayıncılık, 2007. Hayta, Necdet, Tarih Araştırmalarına Kaynak Olarak Tasvir-i Efkâr Gazetesi (1278/1862–1286/2002), Ankara, Türkiye Cumhuriyeti Kültür Bakanlığı Yayınları, 2002. 178 Herf, Jeffrey, Reactionary Modernism, Cambridge, Cambridge University Press, 1984. Hunter, Janet E., Modern Japonya’nın Doğuşu, Çev. Müfit Günay, Ankara, İmge Kitabevi, 2002. İnalcık, H., Quataert, D., “Genel Giriş”, Osmanlı İmparatorluğu’nun Ekonomik ve Sosyal Tarihi, 2. Baskı, Ed. Halil İnalcık ve Donald Quataert, C. 2, İstanbul, Eren Yayıncılık, 2006. İnalcık, Halil, “Sened-i İttifak ve Gülhane Hatt-ı Hümayunu”, Tanzimat Değişim Sürecinde Osmanlı İmparatorluğu, 2. Baskı, Ed. Halil İnalcık ve Mehmet Seyitdanoğlu, Ankara, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2012, s. 89–110. İnan, Huricihan, “Osmanlı Tarihi ve Dünya Sistemi: Bir Değerlendirme”, Toplum ve Bilim, S. 23, 1983, s. 9–39. İnönü, İsmet, Hatıralar, 2. Baskı, C. 1, İstanbul, Bilgi Yayınevi, 1992. İrem, Nazım, “Türk Muhafazakâr Modernleşmesinin Sınırları: Kültürcü Özgünlük ve Eksik Liberalizm”, Doğu Batı, S. 58, Ankara, Doğu Batı Yayınları, 2011, s. 27–36. İsmail Kemal Bey’in Hatıratı, Çev. Adnan İsmailoğulları ve Rubin Hoxha, Ed.: Story, Sommerville, İstanbul, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2007. Jeanniere, Abel, “Modernite Nedir?”, Çev. Nilgün Tutal Küçük, Modernite Versus Postmodernite, 2. Baskı, Der. Mehmet Küçük, Vadi Yayınları, Ankara, 1994, s. 4–16. Kieser, Hans-Lukas, Iskalanmış Barış, Çev. Atilla Dirim, İstanbul, İletişim Yayınları, 2005. 179 Lee, Hee Soo, “II. Abdülhamid ve Doğu Asya’daki Pan-İslâmist Siyaset”, Osmanlı, C. 2, Ed. Güler Eren, Ankara, Yeni Türkiye Yayınları, 2009, s. 363–372. Lee (Cemil), H.-S., İlhan, İ., Osmanlı Japon Münasebetleri ve Japonya’da İslamiyet, Ankara, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 1989. Lewis, Bernard, Modern Türkiye’nin Doğuşu, 2. Baskı, Çev. Boğaç Babür Turna, Ankara, Arkadaş Yayınevi, 2009. Kansu, Aykut, 1908 Devrimi, Çev. Ayda Erbal, İstanbul, İletişim Yayınları, 1995. Karpat, Kemal H., İslam’ın Siyasallaşması, 4. Baskı, Çev. Şiar Yalçın, İstanbul, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2010. Kaynar, Reşat, Mustafa Reşit Paşa ve Tanzimat, 3. Baskı, Ankara, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1991. Kazancıgil, Ali, “Türkiye’de Modern Devletin Oluşumu ve Kemalizm”, Türkiye’de Politik Değişim ve Modernleşme, 4. Baskı, Der. Ersin Kalaycıoğlu ve Ali Yaşar Sarıbay, Bursa, Dora Yayıncılık, 2009, s. 207–232. Kazuhiko, Shiraiwa, “The Japanese Image of Turkey in Meiji Literature”, The Rising Sun and the Turkish Crescent, Ed. Selçuk Esenbel and Inaba Chicaru, İstanbul, Boğaziçi University Press, 2003, s. 49–85. Keyder, Çağlar, Türkiye’de Devlet ve Sınıflar, 11. Baskı, İstanbul, İletişim Yayınları, 2005. Kırlı, Cengiz, Sultan ve Kamuoyu, İstanbul, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2009. 180 Kırmızı, Abdulhamit, “Avlonyalı Mustafapaşazade Mehmed Süreyya Bey”, Osmanlı Sonrası Arnavutluk (1912–1920), Haz. Abdulhamit Kırmızı, İstanbul, Klasik Yayınları, 2009. Koloğlu, Orhan, “Mikado’yu Bir Sünnet Edebilseydik – 3”, Milliyet Gazetesi, 2 Kasım 1990. -------, “Mikado’yu Bir Sünnet Edebilseydik – 4”, Milliyet Gazetesi, 3 Kasım 1990. -------, “Osmanlı’da İlk Yapon Haberleri”, Tarih ve Toplum, 2001, C. 37, S. 218, s. 19–21. Komatsu, Kaori, Ertuğrul Faciası: Bir Dostluğun Doğuşu, Ankara, Turhan Kitabevi, 1992. Korkmaz, Dilek, Hoca Kadri Nâsıh’ın Hayatı Eserleri ve Görüşleri, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul, Kelam Bilim Dalı, İlahiyat Anabilim Dalı, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Marmara Üniversitesi, 2006. Korlaelçi, Murtaza, Pozitivizmin Türkiye’ye Girişi, İstanbul, İnsan Yayınları, 1986. Köksal, Yonca, “Tanzimat ve Tarih Yazımı”, Doğu Batı, S. 51, Ankara, Doğu Batı Yayınları, 2009, s. 193–214. Kurşun, Zekeriya, Küçük Mehmed Said Paşa (Siyasî Hayatı, İcraatı ve Fikirleri) 1838–1914, Yayımlanmamış Doktora Tezi, İstanbul, Yakınçağ Tarihi Anabilim Dalı, Tarih Bölümü, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Marmara Üniversitesi, 1991. 181 Kuşçuluo, Ayhan, Japon-Rus Savaşı ve Türkler, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Kayseri, İslam Tarihi Bilim Dalı, İslam Tarihi ve Sanatları Anabilim Dalı, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Erciyes Üniversitesi, 2009. Makdisi, Ussama, “Osmanlı Oryantalizmi”, Çev. Aytaç Yıldız, Oryantalizm Tartışma Metinleri, İstanbul, Doğu Batı Yayınları, 2007, s. 271–315. Mardin, Şerif, Jön Türklerin Siyasî Fikirleri 1895–1908, 15. Baskı, İstanbul, İletişim Yayınları, 2008. -------, Tanzimat Fermanı’nın Mânası: Yeni Bir İzah Denemesi, Tanzimat Değişim Sürecinde Osmanlı İmparatorluğu, 2. Baskı, Ed. Halil İnalcık ve Mehmet Seyitdanoğlu, Ankara, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2012, s. 145–165. -------, Türk Modernleşmesi, 17. Baskı, Der. Mümtaz’er Türköne ve Tuncay Önder, İstanbul, İletişim Yayınları, 2007. -------, Türkiye, İslam ve Sekülarizm, Çev. Elçin Gen ve Murat Bozluolcay, İstanbul, İletişim Yayınları, 2011. -------, Yeni Osmanlı Düşüncesinin Doğuşu, 9. Baskı, Çev. Mümtaz’er Türköne, Fahri Unan ve İrfan Erdoğan, Haz. Ömer Laçiner, İstanbul, İletişim Yayınları, 2010. Matsutani, Hiranao, “Osmanlı Son Dönemlerinde Japon-Türk İlişkileri”, XII. Türk Tarih Kongresi Ayrıbasım, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 2000, s. 1247–1251. Misawa, Nobuo, “The Origin of the Commercial Relationship Between Japan and the Ottoman Empire: The Tactics of Young Torajiro Yamada, As a “Student Merchant”, The Bulletin of Faculty of Sociology, Toyo University, C. 45, S. 1, 2007, s. 51–87. 182 -------, Türk-Japon Ticaret İlişkileri, İstanbul, İstanbul Ticaret Odası Ekonomik ve Sosyal Tarih Yayınları, 2011. Misawa, N., Akçadağ, G., The First Japanese Language Education in the Ottoman Empire (1891-1892): Shotaro Noda’s Lectures in the Ottoman Military School, The Bulletin of Faculty of Sociology, Toyo University, C. 46, S. 1, 2008, s. 219-248. Mitchell, Timothy, Colonising Egypt, Cambridge, Cambridge University Press, 1988. Musavver Rusya ve Japonya Vakayi'-i Harbiyesi, İstanbul, Matbaa-i Ahmed İhsan ve Şürekâsı, 1322 Mütercimler, Erol, Ertuğrul Faciası ve 21. Yüzyıla Doğru Türk-Japon İlişkisi, İstanbul, Anahtar Kitaplar Yayınevi, 1993. Nakaoka, Saneki, “Japanese Research on the Mixed Courts of Egypt in the Earlier Part of the Meiji Period in Connection with the Revision of the 1858 Treaties”, The Journal of Sophia Asian Studies, N. 6, 1988, s. 11–47. Nalcıoğlu, Belkıs Ulusoy, “Tanzimat Dönemi Gazeteciliği ve Türk Basınının İlkleri”, Manas Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, S. 14, 2005, s. 253–267. Nuri, M., “Japonya Ülkesi”, Tulû, 12 Ağustos 1884. Oğuz, Gülser, Osmanlı Gazetesi (1895–1902), Yayınlanmamış Yükse Lisans Tezi, Ankara, Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Anabilim Dalı, Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Enstitüsü, 2006. Oğuz, Mustafa, II. Abdülhamid’e Sunulan Lâyihalar, Ankara, Yayınlanmamış Doktora Tezi, Yakınçağ Tarihi Bilim Dalı, Tarih Anabilim Dalı, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara Üniversitesi, 2007. 183 Ortaylı, İlber, İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı, 28. Baskı, İstanbul, Timaş Yayınları, 2009. -------, Osmanlı İmparatorluğu’nda Alman Nüfuzu, 11. Baskı, İstanbul, Timaş Yayınları, 2010. Özbek, Nadir, “Osmanlı’dan Günümüze Türkiye’de Sosyal Devlet”, Toplum ve Bilim, İstanbul, S. 92, 2002, s. 7–33. -------, Osmanlı İmparatorluğu’nda Sosyal Devlet, İstanbul, İletişim Yayınları, 2002. Pamuk, Şevket, Osmanlı Ekonomisinde Bağımlılık ve Büyüme 1820–1913, 3. Baskı, İstanbul, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2005. -------, Osmanlı-Türkiye İktisadî Tarihi 1500–1914, 4. Baskı, İstanbul, İletişim Yayınları, 2007. Poole, Ross, Ahlak ve Modernlik, Çev. Mehmet Küçük, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 1993. Quataert, Donald, “19. Yüzyıla Genel Bakış: Islahatlar Devri 1812–1914, Osmanlı İmparatorluğu’nun Ekonomik ve Sosyal Tarihi, C. 2, Çev. Süphan Andıç, Ed.: Halil İnalcık ve Donald Quataert, İstanbul, Eren Yayıncılık, 2004. -------, Osmanlı İmparatorluğu 1700–1922, 3. Baskı, Çev. Ayşe Berktay, İstanbul, İletişim Yayınları, 2004. -------, “Tanzimat Döneminde Ekonominin Temel Problemleri”, Tanzimat Değişim Sürecinde Osmanlı İmparatorluğu, 2. Baskı, Ed. Halil İnalcık ve Mehmet Seyitdanoğlu, Ankara, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2012, s. 729–740. Rajabzadeh, Hashem, “Russo-Japanese War as Told by Iranians”, Annals of Japan Association for Middle East Studies, N. 3–2, Tokyo, 1988, s. 144–166. 184 Riedler, Florian, Osmanlı İmparatorluğu’nda Muhalefet ve Meşruiyet, Çev. Azize F. Çakır, İstanbul, Picus Yayıncılık, 2012. Rogan, Eugene L., Frontiers of the State in the Late Ottoman Empire, Cambridge, Cambridge University Press, 1999. Rusya ve Japonya Muharebesine Ait Musavver Resim Mecmuası, İstanbul, Mihran Matbaası,1322. Rusya ve Japonya Muharebesine Müteallik Panorama, Matbaa-i Ahmed İhsan ve Şürekâsı, İstanbul, 1320. Said, Edward W., Şarkiyatçılık, 5. Baskı, Çev. Berna Ülner, İstanbul, Metis Yayınları, 2010. Sander, Oral, Anka’nın Yükselişi ve Düşüşü, 4. Baskı, Ankara, İmge Kitabevi, 2006. Sansom, George, The Western World and Japan, New York, Knopf, 1950. Saygılı, Hasip, 1905 Rus Devriminin Osmanlı İmparatorluğu’na Etkileri, Yayınlanmamış Doktora Tezi, İstanbul, Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Anabilim Dalı, Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Enstitüsü, İstanbul Üniversitesi, 2012. Shaw, S. J., Shaw, E. K., History of the Ottoman Empire and Modern Turkey, C. 2, New York, Cambridge University Press, 2002. Shayegan, Daryush, Yaralı Bilinç, 4. Basım, Çev. Haldun Bayrı, İstanbul, Metis Yayınları, 1991. Somel, Selçuk Akşin, “Osmanlı Reform Çağında Osmanlıcılık Düşüncesi (1839–1913), Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce: Tanzimat ve Meşrutiyet’in Birikimi, 8. Baskı, Ed. Mehmet Ö. Alkan, İstanbul, İletişim Yayınları, 2009, s. 88– 116. 185 Sönmez, Erdem, Ahmed Rıza Bir Jön Türk Liderinin Siyasi-Entelektüel Portresi, İstanbul, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2012. Spurr, David, The Rhetoric of Empire, Durham and London, Duke University Press, 1993. Swingewood, Alan, Sosyolojik Düşüncenin Kısa Tarihi, Çev. Osman Akınhay, Bilim ve Sanat Yayınları, Ankara, 1998. Şahin, F. Şayan, “Ertuğrul Faciası ve Şehit Ailelerine Bağlanan Maaş”, Tarih ve Toplum, S. 176, 1998a, s. 17–20. -------, “Ertuğrul Faciası Şehitlerinin Aileleri İçin Ülkede Toplanılan Yardım”, Türk Dünyası Araştırmaları, S: 112, 1998b, s. 109–152. -------, “Bazı Arşiv Belgelerinde ve Ahenk Gazetesi’nde Çin-Japon Savaşı (1894–1895)”, Sosyal Bilimler Dergisi, Celal Bayar Üniversitesi, C. 1, S. 2, 2003, s. 79–91. -------, Türk Japon İlişkileri (1876–1908), Ankara, Kültür Bakanlığı Yayınları, 2001. Şâkir, Ziya, Sultan Abdülhamid ve Mikado, İstanbul, Boğaziçi Yayınları, 1994. T.C. Milli Eğitim Bakanlığı, Türk Basınının Doğuşu ve Gelişimi, http://megep.meb.gov.tr/mte_program_modul/modul_pdf/321GM0024.pdf, 06.07.2011. Takahashi, Tadahisa, Türk – Japon Münasebetlerine Kısa Bir Bakış (1871– 1945), Türk Dünyası Araştırmaları Dergisi, S. 18, 1982, s. 124–148. 186 Takahashi, Tadahisa, Türk – Japon Münasebetlerine Kısa Bir Bakış (1871–1945), Yayınlanmamış Bilim Uzmanlığı Tezi, Ankara, Tarih Bilim Dalı, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Hacettepe Üniversitesi, 1978. “Tanzimat Fermanı”, Tanzimat Değişim Sürecinde Osmanlı İmparatorluğu, 2. Baskı, Ed.: Halil İnalcık ve Mehmet Seyitdanoğlu, Ankara, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2012, s.13-16. Tektaş, Nazım, Sadrâzamlar, İstanbul, Çatı Kitapları, 2002. Tellal, Erel, “1905 Rus Devrimi’nin 1908 Üzerine Etkileri”, 100. Yılında Jön Türk Devrimi, Ed.: Sina Akşin, Sarp Balcı ve Barış Ünlü, İstanbul, Türkiye İş Bankası Yayınları, 2010, s. 633–642. Therborn, Göran, Dünya Bir Kılavuz, Çev. Ebru Kılıç, İstanbul, Versus Kitap, 2012. -------, “Modernlik Yoluyla Modernliğe Giden Yollar”, Postmodernizm ve İslâm Küreselleşme ve Oryantalizm, Der.: Abdullah Topçuoğlu ve Yasin Aktay, Vadi Yayınları, Ankara, 1996, s. 57–80. -------, “Sivil Toplumun Ötesi: Demokratik Deneyimler ve “Ortadoğu”ya Ugunlukları”, Sivil Toplum, Demokrasi ve İslam Dünyası, Çev. Ahmet Fethi, Ed.: Elisabeth Özdalga ve Sune Persson, İstanbul, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1999, s. 61-73. Topuz, Hıfzı, Türk Basın Tarihi, İstanbul, Remzi Kitabevi, 2003. Touraine, Alain, Modernliğin Eleştirisi, Çev. Hülya Tufan, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 1994. Tözeren, Selçuk, “Japonya’da Toprak Düzeni ve Kapitülasyonlar”, Toplum ve Bilim, S. 25–26, 1984, s. 39–57. 187 Trimberger, Ellen Key, Tepeden İnmeci Devrimler, Çev. Fatih Uslu, İstanbul, Gelenek Yayıncılık, 2003. Tufan, Ömer, “Sultanların Japon Kültürü ile Tanışması ve Yamada Torajiro’nun Katkıları”, Hilal ve Güneş: İstanbul’da Üç Japon, İstanbul, Pera Müzesi Yayınları, 2010, s. 69–87. -------, “Hasta Adam” Metaforunu Aşmak: Osmanlı Modernleşmesi ve Devlet Kapasitesi”, Muhafazakâr Düşünce Dergisi, S. 16–17, 2008, s. 143–164. -------, “Oryantalizm, Sömürgecilik Eleştirisi ve Ahmed Rıza: Batı’nın Doğu Politikasının Ahlâken İflası’nı Yeniden Okumak”, Toplum ve Bilim, S. 115, 2009, s. 6–45. Wagner, Peter, Modernliğin Sosyolojisi, Çev. Mehmet Küçük, İstanbul, Ayrıntı Yayınları, 2005. Wallerstein, Immanuel, Modern Dünya Sistemi, C. 2, Çev. Latif Boyacı, İstanbul, Yarın Yayıncılık, 2010. -------, The Capitalist World-Economy, Cambridge, Cambridge University Press, 1979. Worringer, Renée, “Avrupa’nın Hasta Adamı” mı Yoksa “Yakın Doğu’nun Japonyası mı: II. Abdülhamid ve Jön Türkler Döneminde Osmanlı Modernliğinin İnşası”, Çev. Celalettin Güngör, Muhafazakâr Düşünce, S. 16–17, 2008, s. 87–118. -------, Comparing Perceptions: Japan As Archetype For Ottoman Modernity, 1876–1918, Dissertation Thesis, Chicago-Illionis, Department of History, University of Chicago, 2001. 188 -------, “Sick Man of Europe” or “Japan of the near East”?: Constructing Ottoman Modernity in the Hamidian and Young Turk Eras”, International Journal of Middle East Studies, V. 36, N. 2, 2004, s. 207-230. Yazıcı, Nesimi, "Tanzimat Dönemi Basını Konusunda Bir Değerlendirme", Tanzimat'ın 150. Yıldönümü Uluslararası Sempozyumu, Ankara, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1994, s. 55–84. Yetkin, Meliha, “Osmanlı Basını’nda Yüz Yıl Önce Bu Ay”, Tarih ve Toplum, C. 14, S. 81, 1990, s. 4–5. Zaptçıoğlu, Dilek, “Yeterince Otantik Değilsiniz Padişahım” Sultan Abdülaziz 1867 Paris Dünya Fuarı’nda: Otantiklik Meselesine Bakış”, “Yeterince Otantik Değilsiniz Padişahım”, İstanbul, İletişim Yayınları, 2012, s. 11–38. Zürcher, Erik Jan, Millî Mücadelede İttihatçılık, 7. Baskı, Çev. Nüzhet Salihoğlu, İstanbul, İletişim Yayınları, 2011. -------, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, 7. Baskı, Çev. Yasemin Saner Gönen, İstanbul, İletişim Yayınları, 2000. -------, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, 23. Baskı, Çev. Yasemin Saner Gönen, İstanbul, İletişim Yayınları, 2009. 189 ÖZET Avcı, Yusuf, Osmanlı Modernleşmesi ve Japon İmgesi (1839–1908), Yüksek Lisans Tezi, Danışman: Prof. Dr. Zeliha Etöz, 189 s. Tezin konusu, 1839–1908 yılları arasında Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Japon imgesidir. Japon imgesinin dönüşümü, tezde, Osmanlı modernleşmesinin bağlamı içinde incelenmektedir. Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Japon imgesi hem Japon toplumundan hem uluslararası gelişmelerden hem de Osmanlı toplumunun dönüşümünden etkilenmiştir. Bu çerçevede, Osmanlı modernleşmesinin farklı momentlerinde farklı biçimler almıştır. Japon toplumu, Tanzimat döneminde vahşi bir toplum olarak algılanmış, II. Abdülhamid döneminden itibaren ise hızla modernleşen bir toplum olarak görülmeye başlanmıştır. Japonya’nın muhafazakâr bir modernleşme gerçekleştirdiği düşüncesi, onu II. Abdülhamid döneminde özel bir konuma yükseltmiştir. Ayrıca, Japonya’nın Doğulu bir toplum olarak on dokuzuncu yüzyıl sonundan itibaren Avrupa ülkeleriyle eşit bir büyük güç olarak ortaya çıkması Osmanlı İmparatorluğu’nda Japonya’ya duyulan ilgiyi arttırmıştır. Japonya’nın 1904–1905 Rus-Japon Savaşı’nda Rusya’yı yenmesi ise Osmanlı toplumunun tüm kesimlerinde Japonya’ya yönelik büyük bir hayranlık ortaya çıkarmıştır. Japonların, Osmanlı toplumu için Doğu ve Batı arasında bir sentez başarısını temsil etmesi, Japonya’nın Osmanlı siyasal alanı içindeki tartışmalarda önemli bir yer bulmasını sağlamıştır. Üç bölümden oluşan tezin ilk bölümünde Tanzimat döneminde Japon imgesi incelenmiştir. İkinci bölüm, II. Abdülhamid’in muhafazakâr modernleşme stratejisi ekseninde Japon imgesini ortaya koymaya çalışmıştır. Üçüncü bölümde ise II. Abdülhamid ve Jön Türkler arasındaki mücadele ekseninde Japon imgesi incelenmiştir. 190 SUMMARY Avcı, Yusuf, Ottoman Modernization and the Image of Japan (1839–1908), Master’s Thesis, Advisor: Prof. Dr. Zeliha Etöz, 189 p. The topic of this thesis is the shifting image of Japan in the Ottoman Empire between 1839 and 1908. The transformation of this image is examined within the context of Ottoman modernization. The image of Japan in the Ottoman Empire historically changes depending on the influence of the Japanese society, the international context and the transformation of the Otoman society itself. Whereas the Japanese society was perceived as “savage” in the Tanzimat era, it was conceived as a society undertaking rapid modernization from the period of Abdülhamid II onwards. The idea that Japan was able to achieve a conservative modernization provided her with a privileged status in the Hamidian period. The emergence of Japan in the late nineteenth century as a strong eastern state holding equal power with the European states in the late nineteenth century has triggered further interest in Japan. The victory of Japan over Russia in the 1904– 1905 Russo-Japanese War incited a great admiration for Japan all over the Empire. Furthermore, the representation of Japan as an embodiment of a successful Eastern-Western synthesis, has rendered her a significant reference used in the internal political debates of the Ottoman society. In the first of the three chapters constituting the thesis, the image of Japan during the Tanzimat Era is investigated. The second chapter locates this image in the context of Abdülhamid’s strategic attempt at conservative modernization. In the third and final chapter, the image of Japan is discussed with respect to the conflict between Abdulhamid and the Young Yurks. 191