J apon Mucizesinin For mül ü POLİTİK PSİKOLOJİ BÜLTENİ Psikanaliz, Uluslararası Đlişkiler, Siyaset Bilimi, Tarih, Đletişim ve Diplomasinin Birleştiği Kavşak... YIL 2, SAYI 1 2010 Doğu ve Batı Dünyalarını Anlama Çalıştayı Düzenlendi International Dialogue Initiative bu kez Politik Psikoloji Derneği evsahipliğinde Ankara’da biraraya geldi. Psikanalist, psikiyatrist, Psikolog, diplomat, uluslararası Đlişkiler, tarih ve iletişim uzmanlarının bulunduğu International Dialogue Initiative Dünyada ortaya çıkan çatışma ve Sorunlara psikanalitik bir bakış Açısıyla yaklaşmaya çalışıyor. Daha önce Ankara, Đstanbul ve Belfast’ta toplanan grup Doğu ve Batı arasındaki algı farklılıklarının ortaya çıkardığı sorunları incelemeyi esas amacı olarak görmektedir. 21.yy’da öteki’ni anlamak uluslararası ilişkiler açısından son derece zordur. Milletler ve Abdlkadir Çevik, Robi Friedman, Vamık D. Volkan, B. Senem Çevik, Regina Scholz, Lord topluluklar arasında çatışmalara yol açan birçok faktör bulunmaktadır. Her ne kadar büyük gruplar arasında gerçek John Alderdice farklılıklar olsa da, psikoloji bilimi çerçevesinde gerçekleşen diyaloglar karşılıklı anlayışı geliştirebilir ve önyargıları yıkabilir. Bu bağlamda International Dialogue Initiative büyük grupların farklılıklarını ve bu farkların algılanmasındaki duygusal etmenleri incelemektedir. Bu çerçevede geçmişte yaşanmış travmalar ve güncel bazı sorunlar incelenmektedir. International Dialogue Initiative grubu üyeleri farklı kültürlerden gelen bireylerin birbirleri ile iletişimini dikkate almadan yapılan çalışmaların küresel sorunları çözmede yeterli olmayacağını düşünmektedir. Bu disiplinlerarası grubun amacı yanlış algılar ve abartılı önyargıların psikolojik dinamiklerini anlayarak çözüme yardımcı olmaktır. International Dialogue Initiative özgün bir çalışma şekli ile gruplar arası düşman imgelerini ve mantık dışı algılamaları çözmeye çalışarak gruplar arası empatiyi geliştirmeyi amaçlamaktadır. International Dialogue Initiative’in Şubat 2010 toplantısında Doğu ile Batı arasındaki algılama uçurumunun temelleri irdelenmeye çalışılmış, dünyadaki toplumların genelinde bir regresyon görüldüğü kanaatine varılarak yeni paradigmalar sorgulanmıştır. Jerry Fromm, Robi Friedman, Regine Scholz ve Ed Shapiro Ankara Samanpazarı ziyareti sırasında Lord John Alderdice, Regina Scholz, Vamık D. Volkan, Abdülkadir Çevik, Ed Shapiro açılış yemeğinde POLĐTĐK PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ Sayfa 2 Osmanlı Đmparatorluğundan Türkiye Cumhuriyetine Kimliğimiz Prof. Dr. Abdülkadir Çevik ve Sn. Cezmi Bayram Avrasya Bir Vakfının bu haftaki konferans konusu “Osmanlı Đmparatorluğundan Türkiye Cumhuriyetine geçiş sürecine bağlı olarak yaşanan kimlik sorununun PsikoPolitik Analizi” idi. Konuşmacı Ankara Üniversitesi Psikiyatri Anabilim Dalı Başkanı ve Türkiye Politik Psikoloji Derneği kurucu ve kurucu başkanı Prof. Dr. Abdülkadir Çevik’ti. Konferansın oturum başkanlığını Türk Ocakları Đstanbul Şubesi Başkanı Dr. Cezmi Bayram bey yaptı. Cezmi Bayram konferansı açış konuşmasında özetle şunları söyledi: “I. Dünya Savaşının sonrasında ve Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşunu müteakip Kafkaslardan, Kırımdan, Balkanlardan ve Orta Asya’dan Anadolu’ya zorunlu göçler meydana geldi. Böylece 12 milyon civarındaki nüfusun %50’sini bu göçle gelen insanlar teşkil ediyorlardı. Ata yurtlarından hatıralarını bırakarak kopup gelen ve Anadolu’yu vatan belleyen bu insanların ‘Acaba bu felaket başımıza tekrar gelir mi?’ korkusu bugünkü olayları ve tepkileri değerlendirirken aklımızdan çıkartmayacağımız bir hassasiyeti ifade etmektedir.” Prof. Çevik konferansında özetle aşağıdaki hususları ifade etti: “Konumuzu iyi anlayabilmemiz için ben sizlerle öncelikle ana rahminde cenin halindeki bir çocuğun gelişimini ve hassasiyetlerini paylaşmak istiyorum; Đnsan kişiliği döllenme anından itibaren başlıyor. Bugünkü teknik imkanlarla ilk evreden çocuğun doğumuna kadar ki gelişimi izleyip değerlendirebiliyoruz. Bu değerlendirme bize her kişinin farklı bir yapıda ve farklı donanımlarla mücehhez olarak dünyaya geldiğini anlatıyor. Beyaz bir kağıdı düşünün bunda bile ne kadar ton farkı, ne kadar gramaj farklı, ne kadar cins olabileceğini bunların arasındaki farkın gözle bile seçilebildiğini biliyoruz. Bu kadar yeknesak yapı da bile bu çeşitlilik insan varlığı ile mukayese edildiğinde ne kadar karmaşık bir durumla karşı karşıya olduğumuzu bize ifade eder. Her insanda doyum noktası, seslere karşı duyarlılık, tat alma, koku alma gibi temel hassalar anne rahminde iken teşekkül eder ve her birey için farklıdır. Her doğan bebek annesinin kokusunu, her annede bebeğinin kokusunu bilir ve tefrik edebilir. Çocuk doğduğu zaman tamamen yabancı bir ortam ile karşılaşır. Biyolojik ve psikolojik dengeyi kurmak için içe çekilme hareketi baş gösterir bu süreç iki hafta kadar sürer ve bundan sonra anneye bağlanma süreci başlar. Bu dönemde annenin tavrı çocuğun dünyaya adaptasyonu bakımından olumlu veya olumsuz etkiler yapar. Annenin çocuğa öncelikle sevgi ve şefkatle yaklaşması, bilinçli bir anne olması bu süreci olumlu etkiler, aksi durumlar ise bu süreci olumsuz etkiler. 6 ay süre ile adete çocuk anneye yapışık ve kendini onunla aynı hisseder. 6 aydan sonra farklı bir kişilik belirtisi göstermeye başlar. Artık anne olanla olmayanı ayırabilmektedir. Bizim toplumumuzda bu evrede ve devamında çocuğun bir avantajı vardır. Anne baba dışında; amca, hala, teyze, dayı, dede, nine hatta komşular, sokaktaki insanlar çocuğa sevgi ile muamele ederler ve bu sevgilerini ifade ederler. Batı toplumunda bu tamamen farklıdır. Onlarda büyük anne, büyük baba bile çocuğa böyle bir ilgi gösteremez. Bunun için batı toplumlarında bir ötekileştirme ve ötekinden korkma duygusu gelişir. Bu duygu ırkçı düşüncenin de temelini teşkil eder. Bizde böyle bir duygu olmadığı için milletimizde de ırkçılık eğilimleri görülmemektedir. Osmanlı Đmparatorluğunun temelinde ve en uzun ömürlü imparatorluk olarak devamında bu psikolojinin payı büyüktür. Çocukların hayatında emeklemeye başlama devresi ile dişlerin çıkması çok önemlidir. Emeklemeye başladığında bağımsızlık duygularını tadar, dişleri ile emme anında anneyi rahatsız ettiğinde memenin çekilmesi zarar vermeme duygusunu geliştirir. Her iki duygu ilerleyen aylarda gelişirken çocuk 1,5 yaşında yürümeye ve tam bir bağımsızlık iddiasına hazırlanır. Sözleri dinlememeye başlar ve bazı olumsuzluklarla karşılaşır. Gördüğü zararlar ve gelişen idraki çevreden korkmaya ve güvensizlik duygusuna sebep olur. Đki yaşına geldiğinde bu duygularını annesine sığınma, annesine geri dönme ve annesinin eteğini bırakmama şekli ile ifade eder. Anneler eğer bu evreyi bilmiyor ve davranışları huysuzlukla nitelendiriyorlarsa çocuğun sevgiye, güvene, cesaretlendirilmeye en çok ihtiyaç duyduğu bir anda onu yalnızlık ve endişe duygusu ile baş başa bırakmış olurlar ki bu çocuk için çok önemli sorunlar doğurur. Bu evreyi biz ‘yeniden barışma duygusu’ olarak ifade ederiz. Şayet bu dönüş normal bir kabul ile karşılanmazsa çocuk toplumda yalaka diye tabir ettiğimiz kişilik bozulması ile karşı karşıya gelir. Çünkü çocuk kendini kabul ettirmek için olur olmaz davranışlara müracaat etmek zorunda kalacaktır. Đşte hayatımızın 4-5 yaşlarında insan kimliğinin iskeleti böyle teşekkül etmektedir. Çocuk geliştikçe onda iki temel duygu yapısı gelişiyor. Birisi kişiye haz veren duygular. Diğer de elem veren, endişe veren korkutan duygular. Đlk dönemlerde çocuğun anneden ve aileden gördüğü yeterli ilgi ve sevgi onun haz alma duygularını güçlendirecektir. Bunun aksi ise yani çocuk ne kadar istismar edilmiş, ne kadar ihmal edilmiş ve ne kadar doyurulmamış ve kötü muamelelere muhatap olunmuşsa bu da olumsuz duygularının, korkunun, endişenin ve saldırganlığın kişiliğine hakim olmasına yol açacaktır. Adeta beynimizde ve iç dünyamızda bir refüşle ayrılış beyaz ve siyah şerit şeklinde birbirine paralel iki yol teşekkül etmektedir. Bu yapı oluştuğunda kişi dış dünyada beyaz gördüklerini beyaz kanala, siyah gördüklerini siyah kanala ilave eder. Beyin kapasitesi yeterli düzeye geldiğinde (genellikle 4 yaşında) beyaz ve siyah alanlardan griyi oluşturma becerisini göstermeye başlar. Đşte bu durum insan hayatı için en hassas dönemi ifade eder. Şayet kişinin hayatında siyahlar daha fazla yet tutuyorsa o beyazları korumak adına hiçbir zaman siyahla karıştırmaya yanaşmayacak yani gri alanı oluşturamayacaktır. YIL 2, SAYI 1 Sayfa 3 Aynı zamanda bu olumsuzluk derinleşerek devam edecektir. Biz buna bölünmüş kimlik veya parçalanmış kişilik adını vermekteyiz. Çocuğun griyi meydana getirmesi demek bazen beyazlarından bazen siyahlardan (düşmanlıklarından) fedakarlık yapması demektir. Bunu yapabilmesi onun ‘yas tutabilme kapasitesinin oluşmasına imkan verir.’ Bu insan psikolojisinde çok önemli bir mekanizmadır. Çünkü yas tutan insanların saygı duydukları hatıraları hayattan edindikleri bilgileri olur. Yas tutmayanların ise ikonları, putları ve kesin inançları olur. Ancak şunu unutmamak lazım. Griyi oluştururken sağlam psikoloji sahibi her insan ve her toplum bütün beyazlardan ve bütün siyahlardan vazgeçmez. Mutlak suretle dini gibi milliyeti gibi tarihi önderleri gibi değerlerini beyaz alanda muhafaza eder. Aynı zamanda yaşadığı hayatın ve içinde bulunduğu toplumun tecrübelerinden elde ettiği sonuçları muhtemel tehlike odaklarını tespitte kullanır ve kendisi için tehlike arz eden bu odakları da siyah alanda tutmaya devam eder. Biz millet olarak kimliği zaferlerle kurulmuş bir milletiz. Kendimizi ifade için daima zaferleri kullanırız. Mağlubiyetlerimizi değerlendiremediğimiz için bu halimizin bizi zarara uğrattığı dönemleri aklımızdan çıkartmamız lazım. Bunun en tipik örneklerinden biri Ruslarla yaptığımız Prut Savaşıdır. Bu savaşı büyük bir zaferle sonuçlandırmış olmamıza rağmen kötü bir anlaşma ile geleceğimizi tehlikeye atmış olmamızın altında da bu psikolojimiz yatmaktadır. Yine Osmanlı Đmparatorluğundan Cumhuriyete geçişte yas tutma dönemini idrak edemediğimiz için bir kısmımız Osmanlı’nın bütün değerlerini yok saymışız, bir kısmımızda Cumhuriyetimizin bazı değerlerini yok saymışızdır. Bu olumsuzluk kendimizi anlamakta, anlatabilmekte ve milli tesanütü sağlamakta bize çok büyük zarar vermiştir. Ben inanıyorum ki eğer Atatürk’ün ömrü yetebilseydi o dâhî insan toplumumuz için en ideal gri alanı oluşturacak ve Osmanlının değerleri ile Cumhuriyetin değerlerinin barışmasını ve kaynaşmasını sağlayacaktı. Özetle şunu söyleyebilirim ki yası tutulmayan olaylar, felaketler, yenilgiler ‘seçilmiş travma’ denilen bir psikolojik olgu meydana getirmektedir ve bu hal nesilden nesile de aktarılmaktadır.” Büyük bir ilgiyle izlenen toplantı soruların cevaplandırılması ile sona erdi. Burcu Selimoğlu Avrasya Bir Vakfı ASAM Avrasya Bir Vakfı Başkanı Sn. Şaban Gülbahar, Prof. Dr. Abdülkadir Çevik, Avrupa Konseyi Daimi Üyesi Sn. Cevdet Akçalı, Bahçeşehir Üniversitesi Öğretim Üyesi Dr.. Cezmi Bayram POLĐTĐK PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ Sayfa 4 Đslam Devrimi’nin 31. Yılında Đran 1979 yılında Şah yönetimine son verilerek Şah muhaliflerinin (Humeyni taraftarı olan Đslamcı kesim, Tudeh taraftarı olan solcu kesim ve Batı yanlısı olan liberaller) gerçekleştirdiği devrimle Đran yeni bir yola girerek hem iç politikada hem bölgesel hem de uluslararası sistemde ciddi değişikliklerin yaşanmasına sebep oldu. Şah’ın baskıcı yönetimine ve onun dış desteğine karşı oluşan muhalefetin gücüyle gerçekleşen devrim, Humeyni’nin ve düşüncesinin baskın gelmesiyle ilk önce her devrim gibi kendi çocuklarını yedi. Devrimde etkin rol oynayan gruplardan Tudehli solcular ve Batı yanlısı liberaller hızlı bir şekilde yeni siyasal sistemin dışına itildiler. Aslında bu hareketle devrim Đslamcı özelliğini ön plana çıkartıp çoğulcu olma özelliğini yok etmiş oldu. Böylece devrim bu girişimiyle ilk ciddi hatasını yapmış oldu. 12 Haziran 2009 tarihinde Đran’da yapılan başkanlık seçimlerinden beri Đran’daki muhalefet hareketinin derinliklerini devrimin bu hatasına kadar götürmek mümkündür. Çünkü çoğulcu özelliğini ilk başta ortadan kaldıran devrim bir anlamda kendi iç güvenliğini muhalif hareketlerin çıkış yollarını kapatarak tehlikeye atmış oldu. Devrimle birlikte Đran dış politikada yayılmacı (rejim ihracı) bir politikayı uygulamaya koyarken iç politikada da baskıcı bir yönetimi tercih etti. Bir anlamda devrimin galipleri dış politikada yayılmacı iç politikada ise baskıcılığı rejimin güvenliğinin gereği olarak gördü. Her geçen yıl devrim içte baskıcılığını arttırırken dışta (uluslararası ve bölgesel alanda) düşman kazanmaya devam etti. 1980–88 yılları arasında Irak ve Đran arasında yaşanan sekiz yıllık savaş aslında rejimi bitirme savaşıydı. Başta ABD olmak üzere Batı ve Sünni Arap yönetimleri tarafından Đran’a karşı Saddam yönetimindeki Irak desteklendi. Fakat bu savaş destekçilerinin beklentilerinin tam tersi bir etki doğurdu. Bu savaşla birlikte rejim içte otoritesini daha da güçlendirdi. Şunu açıkça söylemek mümkündür ki; ister seküler olsun isterse dini olsun eğer bir yönetim otoriter/totaliter ise o yönetimin barışçıl ortamda yaşaması zor olmaktadır. Otoriter/baskıcı yönetimler daha çok içte baskıcı dışta ise çatışmacı bir dil ve yöntem kullanarak varlıklarını sürdürmeye çalışırlar. Đran’ın yürütmüş oluğu iç ve dış politika bu görüşü doğrulayan iyi bir örnektir. Ne zaman Đran-Irak savaşı bitti ve bölgede bir barış durumu ortaya çıktı, Đran’ın iç politikasında ki olumsuz gelişmeler konuşulmaya başlandı. 2009 Haziran’ından bu yana her fırsatta ortaya çıkan ve dinmeyen muhalif hareketler bunun göstergesidir. Đran’daki devrimle iş başına gelen yönetim ve anlayışı 31. yılında artık hem iç politikada hem de dış politikada tıkanma noktasına gelmiş gözükmektedir. Đç politikada oluşan muhalifler artık susturulamaz ve ikna edilemez bir hız kazanmış durumladırlar. Eğer muhalif hareketler ikna/tatmin edilemez ise yaşanan/yaşanacak gelişmeler sadece Ahmedinejad/Hamaney ikilisini sallamakla kalmayıp dini temelli siyasal sistemi de kurumlarıyla birlikte tartışmaya açacak gibi gözükmektedir. Dış politikada ise Đran son yıllarda yürütmüş olduğu nükleer faaliyetleriyle başta ABD olmak üzere Batının ve Orta Doğu’da başta Đsrail olmak üzere Sünni Arap yönetimlerinin tepkilerini üzerine çekmiştir. Bu süreç Ahmedinejad’ın uranyum zenginleştirmesini %20’lere çıkarma talimatıyla daha da gergin bir hal almıştır. Bugün ABD öncülüğünde yürütülen Đran karşıtı çalışmalar başta Körfez ülkeleri olmak üzere bölge devletleri tarafından da desteklenmektedir. Yaşanan gelişmeler göstermektedir ki; Đran yürütmüş olduğu iç ve dış siyasetle bir dönüm noktasına gelmiş gözükmektedir. Bugün, Đran hem uluslararası kamuoyunun hem de bölgenin en sıcak konusunu oluşturmaktadır. ABD öncülüğünde hareket eden Batı, Đran’ın nükleer faaliyetlerine karşı olan tavrında geri adım atmayacak gibi gözükmektedir. Tarih göstermektedir ki Batı herhangi bir gelişmeyi “hayati çıkarı” olarak tanımlıyorsa o gelişmeyi ortadan kaldırana kadar politikasını inatla sürdürmektedir ve Batı’nın bu politikası o gelişmeye sebep olan devlet için katlanılmaz bir bedel olmaktadır. Đran’ın nükleer faaliyetleri konusundaki Batı-Đran çekişmesi de Đran’ın geri adımıyla sonuçlanacak gibi gözükmektedir. Đran’daki iç gelişmeler de göstermektedir ki; Haziran 2009 seçimleriyle ortaya çıkan muhalif hareketlerin istekleri karşılanmadığı zaman Đran’daki iç karışıklığın durmayacağı görülmektedir. Eğer Đran hem iç politikadaki tıkanıklığı hem de dış politikadaki sıkışıklığı/kuşatılmışlığı aşmak istiyorsa hem iç politikada hem de dış politikada “açılım” yapması kaçınılmaz gözükmektedir. Tarihi Fars deneyimleri dikkate alındığında Đran’ın bu tür bir politikayı devreye sokması hiç de ihtimal dışı değildir. Yrd. Doç. Dr. Mehmet Şahin Gazi Üniversitesi Đktisadi ve Đdari Bilimler Fakültesi Öğretim Üyesi Akademik ORTADOĞU dergisi Editörü Muhalif Yeşil Hareket YIL 2, SAYI 1 Sayfa 5 Göç Yazı Dizisi-2 Göçler ve Psikososyal Sonuçları Đnsanlık tarihi var olduğundan beri sürekli bir değişim ve gelişim içindedir. Ancak bu değişim ve gelişim zaman zaman hızlanıp yavaşlayabilmektedir. Her değişimde olduğu gibi mutlaka bir bedel ödenir. Bu değişimin bireyler ve insanlık için getirdikleri de götürdükleri de olacaktır. Bireyler ve toplumlar gerek iç dünyaları ve gerekse dış dünyalarını yani kısaca hayatlarını etkileyen değişim sürecine zaman zaman şiddetli dirençler gösterse de değişim gelişime, gelişim de değişime paralel olarak kaçınılmazdır. Ancak değişim hayatı tehdit eden bir durum olarak algılanıyorsa bu değişime karşı direnç daha güçlü olur. Son yüzyılda özellikle teknoloji ve iletişim alanındaki gelişmeler bireylerin ve toplumların bu gelişime ayak uydurmaları yönünde ciddi bir baskı oluşturmaktadır. Değişim aile ilişkilerini ve tümüyle sosyal yaşamı etkilemekte ve hem bireysel hem de toplumsal psikoloji ve kimlik özellikleri bu değişimden nasibini alabilmektedir(1) Değişim toplumda var olan dinamik durağan dengeyi sarsarak yeni dengelerin ya da dengesizliklerin yaşanmasına neden olmaktadır. Zorunlu göçler savaşlar, savaş benzeri durumlar, ırkçı veya ideolojik cezalandırmalar gibi durumlarda görülür. Zorunlu göç edenlerin yaşadıkları uyum veya uyumsuzlukları biliyoruz. Genelde istemli göç edenler daha iyi bir uyum sağlarlar. Đster istemli ister zorunlu göç çalışmaları göçmenlerin yas sürecini kapsamaktadır. Yas sürecini etkili bir biçimde tamamlayabilme kapasitesi olan göçmen kendine ait göç öncesi kendilik imajı ile göç sonrası self imajını yan yana koyabilir. Bunu yaparak göçmen kendi kimliğinde bir continum (süreklilik) yaşar. Bir göçmenin kimlik sorunu ile ilgili mücadelesine yas süreci eşlik eder. Başlangıçta göçmen kültürel şok yaşar(2). Çünkü onun olağan olarak alışageldiği çevresinde değişiklik olmuştur. Yani göçmen için yeni çevre tahmin edilemeyen bir çevredir. Garza-Guerrero(3) göçmenin geride bıraktıklarıyla ilgili olarak etkili biçimde yasını tamamlamışsa yeni ülkenin hemen tüm özelliklerini ya da iki kültürlülüğü içeren yeni bir kimlik kazanabildiğini belirtir. Julius(4) göçmenin bu “iyi” uyumu pozitif yönden algılayarak önceki ve yeni kimliklerini bir kontinum (yelpaze) içinde tutarak her ikisine de tümden sahip olabileceğini ifade eder. Akhtar(5) göçmenin uyumunu üçüncü bireyleşmeye benzetir. Bu söylem Mahler’in(6) tanımladığı çocuklukta oluşan birinci ve Blos’un (7) tanımladığı ergenlik dönemindeki ikinci bireyleşmeyi izleyen bir süreç olarak ele alınmıştır. Gerçek olan şu ki değişebilmek ve değişime ayak uydurmak oldukça güç bir durumdur. Bir kimsenin saç modelini değiştirmesi ya da giyim tarzını değiştirmesi bile bazen günlerce düşünmesini gerektirirken kimlik özelliklerini değiştirmesinin zorluğu açıkça görülmektedir. içindeki göçmenin kendine veya diğerlerine şiddet göstermesi ihtimali vardır. Melez kimlik yeni çağa , yeni duruma ve yeni ortama uyum yapıp o yaşanan grupla bütünleşebilmiş ve zenginleşmiş bir kimliktir. Bunun örneklerini ülkemiz dışında yaşayan ve yaşadığı ülkeyle çok iyi bütünleşen ancak ülkesinde de eski kimlik özelliklerini kaybetmeden buraya göre yaşamasını bilen insanlarda görebilmekteyiz. Ancak yas tutmada başarısız olunması halinde, idealize edilmiş kayıp nesnelerin sürekli aranması, yeni nesneleri sevme yetersizliği, birinin şimdiki yaşantısında var olan nesneleri protesto etmesi ve nostaljik anılarını durmaksızın kovalaması durumu görülür. Bu durum gerçek hayatın yaşanmasında sınırlanmalara neden olur.(8) Örneğin 40 yıl kadar önce Afyon’un Emirdağ ilçesinden Brüksel’e göç eden Türk Đşçiler Brüksel’in aynı mahallesinde toplanarak orada yaşamaya başladılar. Bu işçiler orada Türkiye’deki yakınlarından daha sıkı bir şekilde geleneklerini göreneklerini sürdürmekte ve dini kimliklerini daha etkin bir şekilde ortaya koymaktadırlar.(9) Brüksel’deki Emirdağ’lı Türkler kendi istekleriyle göç etmelerine rağmen Belçikalılar gibi olmaya direnç gösterirken onların bazı yanlarını günlük hayatlarına katmışlardır. Onların genelde topluca bir bölgede yaşamaları yabancı kültürün etkisinden kendilerini korumaya yönelik bir sınır koyma ve birlikte toplanmanın oluşturduğu grup gücüdür. Kimliklerine yönelik farklı kültürün oluşturduğu tehdit onlarda engellenme ve agresyon çıkarmakta, bu agresyon kendi kendilerine çevrilerek kimi zaman depresyon ve somatizasyon ile alkol ve madde bağımlılığına yol açabilmektedir. Belçika’da yaşayan başta Emirdağlılar olmak üzere göçmen vatandaşlarımızın yıllar içerisinde belki hala Türkiye’deki kadar olmasa da değişimi yakalamaya başladıkları ve toplumsal olarak gelişime açık olmaya başladıkları görülmektedir. Sağlıklı bir melez kimliğini oluşturmayı başaran göçmen vatandaşlarımız kendilerini Türk kökenli Belçikalılar olarak toplum nezdinde başarıyla temsil edebilmektedir. KAYNAKÇA (1)Volkan, VD, Cevik A. (1989) Turkish Fathers and their families in a transitional society. Fathers and Their Families (Ed.) S.Cath, A.Gruwitt, L.Grunsberg. The Analytical Press: Hillside NJ, 347-364; Kimmel,MS. (2003) . Globalization and its Mal (e) contents. The Gendered Moral and Political Economy of Terrorism. International Sociology. Vol. 18 (3): 603-620. (2)Ticho,G. (1971) Cultural aspects of transference and countertransference. Bulletin of Meninger Clinic, Vol: 35: 313-334. (3)Garza-Guerrero, A.C. (1974). Culture shock: Its mourning and vicissitudes of identity. Journal of the American Psychoanalytic Association, Vol :22 : 400-429. (4)Julius, D.A. (1992). Biculturalism and international interdependence. Mind and Human Đnteraction, Vol:3: 53-56. (5)Akhtar,S. 1995. A third Đndividuation: Immigration, Identity and the Psychoanalytic Process. J.of the Amer Psychoanal Assn. 43: no 4, pp 1051-1084. (6)Mahler,M.S. (1968). On Human Symbiosis and the Vicissitudes of Individuation. New York :Intarnational Universities Press. (7)Blos,P.(1967) The second individuaation process of adolescense. Psychoanal. Study Child. 22: 162-186 (8)Werman,D.S (1977) Normal and Pathological Nostalgia . J.Amer. Psychoanal.. Assn, 25: 387-398. (9)Çevik,A.(1999). Avrupadaki Göçmen Türklerde Kimlik Sorunlarının Reaktivasyonu ve Bunun Kliniğe Yansıması: Yas Kimlik Sorunları ve Somatizasyon. Türkiye Klinikleri Psikiyatri Dergisi. Cilt 1,sayı 1,55-62. Prof. Dr. Abdülkadir Çevik A.Ü.T.F Psikiyatri Anabilim Dalı Başkanı Politik Psikoloji Derneği Başkanı POLĐTĐK PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ Sayfa 6 Osmanlı’dan Cumhuriyete Sosyal Hayatın Değişimi ve Hilafetin Kaldırılması 1. Bölüm Toplumlar, hem maddi bakımından hem de manevi bakımdan olmak üzere bir yaşama şekli geliştirirler. Bu yaşam şekli her toplumda değişik şekiller ve değerleri getirir. Ancak toplumlar ve insanlar devamlı etkileşim hâlinde oldukları için birbirlerini etkilemişlerdir.(1) Sosyal hayat, bir toplumda yaşayan insanların geçmiş alışkanlıklarının etkisiyle, hayatlarını biçimlendirmesi, toplumun bütünüyle ve o toplumu oluşturan fertlerle kurduğu ilişkiler ve ortaya koyduğu eserler bütünüdür. Tarihte ilk kez sosyoloji kelimesinden bahseden düşünür August Comte’dır. Batı dünyasında ortaya çıkan Aydınlanma Çağı’nın bir düşünürü olarak ortaya çıkan Auguste Comte’a göre toplum bilimsel olarak incelenmelidir. Karl Marx ise sosyal hayatı değerlendirilirken sınıf faktörünü gündeme getirmiştir. Emile Durkheim’ın da sosyoloji ve sosyal teorilerinin gelişmesinde önemli katkıları olmuştur. Diğer iki düşünürün aksine Durkheim, toplumu olduğu gibi siyasal ve ideolojik bağları karıştırmadan açıklamak gerektiğini ifade etmiştir. Durkheim’a göre fertler, belirli bir toplum içinde doğar, yaşar ve ölürler. Ancak toplumda ferdin doğmasından önce mevcut değerler bütünü ferdin yaşamında etkili olur. Max Weber’e göre ise sosyal realite, onu bizatihî yaşayanların terimleriyle açıklanabilir. Almanca “verstehen” yani “anlamak” kavramıyla Max Weber, insanların bir davranışı “nasıl” yaptıkları değil “hangi güdüelerle ve amaçla” yaptığının tespit edilmesini işaret etmiştir. Böylece davranışların gerisinde yatan gerçeklik ortaya çıkarılabilecektir.(2) Bu çalışmada 1920-1924 yılları arasındaki sosyal hayat ve o dönemdeki değişimin günümüze olan etkisi incelenecektir. Tarihi incelemelerde bir olay anlatılırken, o olayı etkileyen geçmişin de açıklanması zaruridir. Nitekim, her tarihî olay genellikle kendisinden önceki olayın sonucu ve kendisinden sonraki olayın da nedenidir.(3) Bu açıdan bakıldığında, 1920-1924 yılları arasında dünyada ve Türkiye’de oluşan sosyal yapıyı derinden etkileyen ve sarsan I. Dünya Savaşı göz ardı edilemeyecek derecede önemlidir. Nitekim, savaşın ardından yapılan Mondros Mütarekesi ile Osmanlı Devleti’nde siyasi yapı değişmiş, yönetimdeki Đttihat ve Terakki Cemiyeti liderleri ülkeyi terk etmiştir ve idare Đtilaf Devletleri yanlısı, Sultan Vahideddin’e kalmıştır. Bu otoriter ve toplumun gelişmesine aykırı, aynı zamanda da millî çıkarları zedeleyici yönetim anlayışı işgallerle birleşince, Mustafa Kemal Paşa’nın Anadolu’ya çıkışına ve Millî Mücadele’nin ivme kazanmasına sebebiyet vermiştir. Yukarıdan bahsedilen yıllar, Đstanbul ve Anadolu’da savaşın yıkıcı etkilerinin çok derinden hissedildiği ve halkın çok zor iktisadi şartlara göğüs germek zorunda olduğu yılları kapsamaktadır. Bu olumsuz şartlara karşın, Đtilaf Devletleri’nin himayesinde Türkiye’yi işgal eden Yunanlıların ülkeden çıkarılması için Türk halkı olağanüstü fedakârlıklar yapmak zorunda kalmıştır. Đtilaf devletleri işgali altında bulunan Đmparatorluk başkenti Đstanbul’da çeşitli sosyal hayatlar mevcut idi. Bunları genel olarak ikiye ayrılabiliriz. Bir tanesi savaşın bütün zorluklarıyla boğuşan Türk halkı ve ülkenin işgal edilen ve diğer yerlerinden gelen mültecileri; diğeri ise Đtilaf işgal kuvvetleri, yüksek komiserler ve bu güçlerle işbirliği yapan gayri müslim unsurlardır. Tahmin edilebileceği gibi, asli unsurlar çok zor şartlar altında yaşarlarken, işgalciler ve Đstanbul’daki yardımcıları büyük bir debdebe ve lüks içinde yaşamışlardır. Sosyal hayatı, sadece insanların alışkanlıkları, zevkleri, hobileri ve yaşama biçimleri olarak değerlendirmek yetersiz olacaktır. Siyaset de toplum yaşantısının bir kesimidir, ve bu yaşantıyı doğrudan etkilediği düşünülürse toplum yaşantısında önemli bir yer tutmaktadır. Nitekim, millî mücadelenin başarıya ulaştırılmasından sonra girişilen köklü inkılâplar siyaset yoluyla yapılmıştır ve toplumun yapısını köklerinden sarsmıştır. Đncelediğimiz zaman diliminde gerçekleşen siyasi inkılâplar arasında belki en önemlisi Cumhuriyet’in ilanı olmasına rağmen iç ve dış kamuoyunda yükselen tepkiler bakımından en tartışmalısı hilafetin kaldırılması olmuştur. Saltanatın kaldırıması, zaferden sonra Barış Konferansı’na Türkiye’nin davet edilmesi sırasında çıkan ikilik nedeniyle gündeme gelmiştir. Đngilizler, barış konferansında Türk hükümetine isteklerini daha rahat kabul ettirebilmek için hem Đstanbul hem de Ankara hükümetlerini ayrı ayrı davet etmişlerdir. Đstanbul hükümetinin barış görüşmelerinde temsil ısrarı üzerine Mustafa Kemal Paşa, milletin tek temsilcinin Ankara’da bulunan Türkiye Büyük Millet Meclisi olduğunu belirtmiştir. Đstanbul’un ısrarcı tavrı ve Milli Mücadele sırasında takındığı tavır milletvekilleri tarafından ağır eleştirilere maruz kalmıştır. Yapılan müzakerelerde Sinop vekili Rıza Nur’un ve 82 vekilin katıldığı bir önerge ile Saltanatın kaldırılması istenmiştir. Bu önerge 1 Kasım 1922 tarihinde oy birliği ile kabul edilmiştir. 308 sayılı kanunla hilafet ve saltanat ayrılmış, hilafete dokunulmamış ve saltanat kaldırılmıştır.(4) Ayrıca aynı gün, Rauf Bey tarafından verilen bir önerge ile 1 Kasım tarihi Hakimiyeti Milliye Bayramı ilan edilmiştir. Saltanatın halifelikten ayrılmasından ve kaldırılmasından sonra, padişahın isminin zikredildiği cuma hutbelerinde değişikliğe gidilmiş ve hutbe “Halife-i Müslimin VI. Mehmet” adına okunmuştur.(5) Saltanatın kaldırılmasının ardından kağıt üzerinde bulunan Tevfik Paşa’nın idaresindeki Đstanbul hükümeti istifa etmiştir. 17 Kasım tarihinde de Saltanatı ilga edilmiş olan Halife Vahideddin can güvenliğini tehlikede görüp, dünya müslümanlarının önemli bir kısmına hakim olan Britanya Krallığı’ndan yardım istemiş ve Kraliçe hükümetine ait Malarya isimli gemi ile Đstanbul’u terk etmiştir.(6) 18 Kasım tarihinde Şeriye Vekili Vehbi Halife Vahideddin’in hal’i ile ilgili fetvayı okumuştur.(7) Millet Meclisi’nin yaptığı aynı toplantıda Osmanlı hanedanından Abdülmecit Efendi 14’e karşı 148 oy ile Halife seçilmiştir(8). Ancak Türkiye’de ve dışarıda halifenin yetkilerinin sadece dini olması tartışmalara yol açmıştır(9). Ancak, saltanatın siyasi bir makam olarak değerlendirilmiş ve siyasi işlerin milli meclisçe yapılmasından dolayı saltanatı kaldırılması olağan görünmüştür. Türkiye Büyük Millet Meclisi, hilafet makamına Abdülmecit Efendi’yi seçtikten sonra, bu makamın siyasi emellere alet edilebileceğini düşündüğü için çok dikkatli davranmış ve deyim yerindeyse halifenin bütün hareketlerini mercek altına almıştır. Ayrıca salatanat ve hilafet haklarından feragat ettiğine dair fetvayı kabul etmeyen Vahideddin’in de hareketleri yakın takibe alınmıştır. Milli Mücadele’yi başarıya ulaştıran kadro, düşmanın Türk yurdundan kovulmasından sonra bir yol ayrımına girmiştir. Mustafa Kemal Paşa, imparatorluk düzeni ile Türk milletinin çağdaş medeniyet seviyesine ulaşamayacağı, Sevr Anlaşması şartlarının emperyalist devletler tarafından fırsatı gelince dayatılacağı ve Türklerin Anadolu’dan kovulacağı görüşündedir. Bunun engellenmesi Sayfa 7 YIL 2, SAYI 1 için, Mustafa Kemal’in izlediği yol 1789 yılında meydana gelen Büyük Fransız Đhtilali sonrasında dünyaya yayılan ulus-devlet kavramının benimsenmesi ve Türk milletinin bilimi rehber edinerek gelişmesi ve gelişmiş ülkelerle her alanda rekabet edecek bir noktaya gelmesidir. Bu görüşe karşın, Đstiklâl Harbi’nde Mustafa Kemal Paşa’nın yanında yer alan bazı komutanlar, vatan kurtulmuş olduğu için Milli Mücadele başlatılırken ifade edilen, hilafet makamı olan Đstanbul işgal altındadır, Milli Mücadele’nin amacı bu esarete son vermektir gibi söylemler karşısında hakimiyeti esas sahibi olan hilafet makamına geri vermek gerektiğini düşündüler. Bu amaçla, saltanatın hilafetten ayrılıp, kaldırımasına ses çıkarmayan bu hizip, hilafet makamının Mustafa Kemal Paşa’ya karşı siyasi bir güç unsuru olarak kalmasına özen göstermişlerdir. Ancak, Mustafa Kemal Paşa, hilafetin Müslüman dünyası için büyük önemini bilmesine karşın, sosyal yapısı henüz oturmamış, siyasi kültürü zayıf olan bir millet içerisinde din gibi mukaddes bir kavramın, Türk milletinin girişeceği sosyal ve siyasi inkılâbları engellemek için bir takım kişiler tarafından kullanılabileceğini görmüş ve kaldırılması için en uygun zamanı beklemiştir. Bu noktada, Lozan görüşmelerinde kendisinin tercih edilmemesinden dolayı kırgın olan Rauf Bey, hilafet makamının daha etkin bir rol oynaması gerektiğini savunan Refet Bey, iktidardan uzaklaştırılan eski Đttihatçılar, hatta saltanatın hilafetten ayrılaması ile ilgili önergeyi veren Rıza Nur’un da hilafet makamının yetkilerinin artırılması görüşündekilere katıldığı görülmektedir. Bu kişilerin yanında, Đstanbul’da bulunan ve Cumhuriyetin ilanının erken olduğunu düşünen Tevhidi Efkar, Vakit ve Tanin gazeteleri başyazarları Velid Ebüzziya, Ahmet Emin ve Hüseyin Cahit Beyler ile başkentin Ankara’ya alınması ile çıkarları zedelenen yerli ve yabancı çevreler hilafetin yanında saf tutmuşlardır.(10) Ancak bu görüşler, Mustafa Kemal Paşa’nın cumhurbaşkanı olduğu yeni Cumhuriyet Hükümeti tarafından itibar edilmemiştir. 3 Mart tarihine kadar geçen sürede Halife Abdülmecit Efendi’nin kendisinin Cumhuriyet hükümeti tarafından yalnızlığa itildiğini düşünmesi ve her fırsatta öne çıkma isteği yeni Türk hükümetinin gözünden kaçmamıştır. Bu dönemde, muhteşem at ve arabalarla Cuma namazlarına gidişler, 14 kürekli kayıkla Boğaz’ı geçmeler, yeşil bir zemin üzerindeki kırmızı dairenin içine yerleştirilmiş beyaz ay yıldızlı ve daireden çıkan sekiz şuadan oluşan bir de bayrak icat etmiştir.(11) Ayrıca Abdülmecit Efendi bir türlü saltanatın sürdüğü dönemlerdeki alışkanlıklarından vazgeçememiştir. Bunlardan bir tanesi de güncel siyasi konular hakkında yabancı gazetecilerle yapılan mülakatlardır. Vahideddin’in padişah olduğu zaman, veliaht olarak yaptığı mülakatlar göze batmaz iken sadece dini bir anlamı kalan hilafet makamında iken yaptığı bu görüşmeler, Türkiye Cumhuriyeti hükümetinin antipatisini kazandırmıştır. Bu aşamada Mustafa Kemal Paşa’ya Başbakan’dan, Halife Abdülmecit’in hükümetin kendisiyle ilgilenmemesi ve temas etmemesinden şikayet etmesi ve ödeneğinin artırılması isteğini bildiren bir yazı gelmiştir.(12) Bunun üzerine Mustafa Kemal, “Halife kendinin ve makamının ne olduğunu sarih olarak bilmeli ve bununla yetinmelidir.” demektedir. Mustafa Kemal Paşa Şubat 1924’te Đzmir’de Hilafet’in kaldırılması kararını almıştır ve bu kararını 1 Mart 1924’te Meclisin açılış nutkunda da dile getirmiştir: “...intisabı ile mutmain ve mutlu bulunduğumuz Đslam dinini, yüzyıllardan beri teamül haline getirilmiş olduğu üzere siyasi bir vasıta olmaktan kurtarmanın ve yükseltmenin elzem olduğu gerçeğini görüyoruz. Kutsal ve tanrısal inanışımızı ve vicdanımızı karışık ve türlü renge giren ve her türlü çıkar ve ihtirasların tecelli sahnesi olan politikadan ve politikanın bütün kötülüklerinden ir an önce ve kesinlikle masun bulundurmak, milletin dünya ve ahirette mutluluğunu emrettiği bir zarurettir...”(13) 3 Mart 1924 tarihinde Urfa mebusu Şeyh Saffet Efendi ile 53 arkadaşı hilafetin kaldırılması ve Osmanlı hanedanının Türkiye dışına çıkarılması ile ilgili kanun teklifinde bulunmuşlardır.(14) Uzun süren müzakerelerden sonra bu kanun teklifi kabul edilmiştir.(15) Kanunun tebliğinden bir gün sonra Abdülmecit ve Osmanlı hanedanlığı ülkeden uzaklaştırılmıştır.(16) 6 Mart tarihinde Diyanet Đşleri Başkanlığı tarafından yayınlanan bir tebliğ ile halifelik kurumunun kaldırılmış olmasından dolayı hutbelerde millet ve cumhuriyetin selamet ve saadetine dua edilmesi istenmiştir.(17) Türkiye Cumhuriyeti hükümeti, saltanat ve hilafetin kaldırılmasının ardından toplumda bu kurumları hatırlatacak resim ve armaların kaldırılması konusunda kararlar almıştır. Bu konuda Bakanlar Kurulu’nun kararlaştırdığı bir kararname ile “bilumum hükümet binalarında devair-i resmiye ve mekteplerde bulunan arma, tuğra ve saltanat resimlerinin Cumhuriyet mefhumuyla” ters düşmesinden dolayı kaldırılmıştır(18). Halifeliğin TBMM tarafından kaldırılması Türkiye dışında geniş yankı bulmuştur. Batı basınında halifeliğin kaldırılması onaylanır görülmesine rağmen, Türkiye ile Lozan Konferansı’nda bazı sorunlarını çözemeyen Đngiltere bu olayı Türkiye’ye karşı bir fırsat olarak değerlendirmiştir. Hep kendi sömürgelerinde yaşayan müslümanların hilafet makamının siyasi gücünden etkilenmesini önlemeye çalışan Đngiltere, bu fırsatı kullanarak müslümanların Türkiye’ye tepki duymasını sağlamaya yönelik çalışmalar yapmıştır. Fransız basını ise bunu olumlu bir gelişme olarak kaydetmiştir. Batı dünyasının daha olumlu görüşlerine karşın, Arap ve müslüman dünyası bu karara daha sert tepki vermişlerdir. Burada şunu da belirtmek gerekir ki Arap dünyasının Türk milli mücadelesine ve halifelik kurumuna bu kadar değer vermesi, sadece halifelik kurumunun Đstanbul’da olmasına bağlanamaz. Bunda belki de daha önemli olan, Türkiye’nin emperyalist Avrupa devletlerine karşı zafer kazanan tek Müslüman ülke olması ve bu başarıyı bağımsızlıklarına kavuşmak isteyen Müslüman halkların örnek olarak görmesidir.(19) Mustafa Kemal Paşa’nın liderliğindeki yeni Türkiye Cumhuriyeti, Türk milletinin oluşturulması için Đslam birliği fikrinden tamamen vazgeçmiştir. Halifelik kurumunun var olduğu bir durumda, ülke üzerinde her zaman için Arap ve dünya müslümanlarının baskı oluşturma ihtimali vardı.(20) Ancak Türkiye, imparatorluğun kendisine bıraktığı politik mirası bir anlamda reddederek Türk POLĐTĐK PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ Sayfa 8 Son Halife Abdülmecit Efendi ulus-devletinin inşasına ve sağlam temeller üzerine oturtulmasına önem vermiştir. Bu bağlamda Đngiltere ile Musul sorunu yaşanan bir dönemde, sömürgelerinde çok büyük sayıda müslüman yaşayan Đngiltere’ye karşı halifelik kozunu bir kenara itmesi ayrıca, yeni devletin temel siyaseti hakkında bilgi vericidir. Yurt içinde ise bazı münferit olayların dışında, daha önceden de bahsettiğimiz bazı silah arkadaşlarının siyasi nedenlerle bir hizip oluşturup daha sonra Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın kurulması ve Musul sorunu dolayısyla Đngiltere ile ilişkilerin gerginleştiği sırada, bu devletin Türkiye’yi içeride güçsüz bırakmak için kışkırtmasıyla “dinin elden gittiği” teması ile Doğu Anadolu bölgesinde Şeyh Sait ayaklanması vuku bulmuştur. Ancak hilafetin geri getirilmesi adına kitlesel eylem ve ayaklanmalar gerçekleşmemiştir. Amerikalı sosyolog Donald E. Webster, halkın tepkisizliğini kadercilik anlayışının etkili olmasına bağlamaktadır. Webster’a göre kadercilik yalnızca Đslam dininin getirdiği bir olgu değil, aynı zamanda Bizans’ın ve Şark’ın tipik davranış biçimidir.(21) Yurt içinde bu inkılâpçı kararın ardından bazı silahlı eylemlerin de yapıldığı tespit edilmiştir. Olay Silifke’de Askeri Hoca isminde bir zat tarafından gerçekleştirilmiştir. Buna göre bu hoca, halkı hükümet aleyhinde kışkırtmış ve bu nedenden ötürü sorguya çekilmiştir, ancak bundan dolayı camiye gidemeyince yöre halkı telaşlanmış ve hükümeti basıp hocayı kurtarıyorlar ve halka karşı direnen vilayet serkomiseri kalabalık tarafından tartaklanmıştır. Daha sonra Mersin’den gelen kuvvetler tarafından tutuklanmış ve halk bu gibi kışkırtıcılara karşı vali tarafından ikaz edilmiştir. Bunun gibi yerel ayaklanmlalar Bursa’da, Reşadiye’de ve Adapazarı’nda da görülmüştür.(22) Bunun yanısıra Dahiliye vekaletine 14 Mayıs 1924 tarihinde bildirildiği üzere Erzurum’un Đspir kazasında müftülük yapan Ahmet efendinin bayramda camide ve hükümet dairesi önünde dua ve hutbe esnasında hilafet ve saltanatın mehdinin geleceği vakte kadar kalacağına dair konuşmasından ötürü görevden alınıp hakkında soruşturma açılmıştır.(23) Kars iline bağlı Digor nahiyesinde Cumhuriyet aleyhinde ve hilafet lehinde propaganda yapıldığı Halk Fırkası reisi Bekir Bey tarafından şu satırlarla merkeze bildirilmiştir: “Emval-i Metruke hanelerini takdir-i kıymet etmek üzere Digor nahiyesine izam edilen emval-i metruke katibi Fehmi, muhasebe sabık katibi Đbrahim Beylerden müteşekkil heyet iki kısma ayrılarak köylerde hükümet-i cumhuriyemizin tarh ettiği vergilerin gayet ağır olup bunları imha edecek vaziyette bulunduğu bilhassa Kürtleri mahvetmek mukarrer olduğu, yakın zamanda bu idarenin yıkılıp devrinde refah ve saadetle yaşanacak hilafetin tekrar geleceğini bilumum memurinin bu fikirde olduğunu nutuk irad edercesine malum halka telkin ettiklerini rapor etdik. Keyfiyeti tahkik için gönderdiğiniz memur-u mahsusdan da alınan malumat keyfiyeti teyit etmiş olduğu malumat husulü için arz olunur efendim.” Bunun üzerine Cumhuriyet Fırkası mıntıka müfettişi Esad Bey’in emriyle “memurların derhal merkez vilayete celpleriyle göz önünde bulundurulmaları ve bu memurları tahkik için gönderilen mülkiye müfettişi Niyazi Bey’in vuruduna kadar vazifesini teshil için şimdiden tahkikat-ı ibtidaiyeye tevessül olunması Kars vilayetine” bildirilmiştir.(24) Yine aynı şekilde Dahiliye Vekili’nin 12 Kasım 1927 tarihinde Başbakanlığa gönderdiği bir yazıda Đnegöl’de saltanat lehinde propoganda yapıldığı şu satırlarla tespit edilmiştir: “Đnegöl kazasının Cerrah karyesinde Karaca muhacirlerinden olup Ağustos ayı içinde koza satmak üzere Bursa’ya giden Toros Abdullah namındaki Susurluk’ta Beyaz Rafet’in hanesinde misafir kaldığı zaman merkum Rafet’in kendisine Abdülhamid’in oğlu Selim’in tekrar padişah olacağını ve Cumhuriyet taraftarı Türkleri keseceğini ve mübadil muhacirinin tekrar memleketlerine gönderileceğini ifade ettiği haber alınması üzerine tahkikata mübaşeret edilmiş ve filhakika merkumun bu suretle hezeyanda bulunduğu anlaşılmıştır. Hakkında tanzim olunan evrak-ı tahkikiyenin cihet-i adliyeye derdest tevdi bulunduğu Bursa vilayetinden bildirildi...”(25) Toplum hayatlarında verilen bazı kararlar, o toplumun sadece o gününü değil geleceğini de yakından etkiler. Nitekim, 19201924 yılları arasında Mustafa Kemal Paşa’nın liderliğinde girişilen inkılâplar Türkiye’nin bugün hâlâ Orta-doğu coğrafyasında tek lâik müslüman devlet olarak kalmasının altyapısını hazırlamıştır. Her inkılâbın, mutlaka yansımaları ve tepkilerinin olması sosyal bir vakıadır. Bu sebeple bu çalışmada daha çok, Osmanlı Đmparatorluğu’nun bakiyesi üzerine inşa edilen Türkiye Cumhuriyeti’nin devraldığı saltanat ve hilafetin kaldırılmalarının iç ve dış tepkileri incelenmiştir. Yeni Türkiye Cumhuriyeti, Türkiye’nin her açıdan tekrar bağımsızlık savaşı vermek zorunda kalmaması için bu tepkileri göğüslemeyi bilmiş ve doğru bildiği yoldan bir adım geri atmamıştır. Bir sonraki sayıda: Saltanat ve hilafetin kaldırılmasının günümüzdeki toplumsal yansımaları Sayfa 9 YIL 2, SAYI 1 KAYNAKÇA (1)Mehmet Akif Tural, “Atatürk Đnkılâpları ile Yaşanan Sosyal Değişme”, IV. Uluslarası Atatürk Kongresi, C. II, Ankara, Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, 1999, s. 1247. (2)Sosyal çatışma teorilerinin bir değerlendirmesi için bakınız: Sosyal Hayat ve Çatışma, Editör: Aytül Kasapoğlu, Ankara, Phoenix Yayınevi, 2008, s. 11-31. (3)E. Semih Yalçın, Türkiye Cumhuriyeti Tarihi I Kaynaklar, Ankara, Siyasal Kitabevi, 2004, s. 26. (4)E. Semih Yalçın ve Diğerleri, Türk Đnkılâp Tarihi ve Atatürk Đlkeleri, 2.B, Ankara, Siyasal Kitabevi, 2003, 263-265. (5)Gotthard Jaeschke, Türk Kurtuluş Savaşı Kronojisi II, 2.B., Ankara, TTK Yayınları, 1989, s. 7. (6)Gotthard Jaeschke, Kurtuluş Savaşı ile Đlgili Đngiliz Belgeleri, 2.B., Çev: Cemal Köprülü, Ankara, TTK Yayınları, 1991, s. 252. (7)Bu fetvanın asıl metni şu şekildedir: “Vahideddin Efendi’nin düşmanın umum-i Müslimin aleyhinde mucib-i mahv olan tekalif-i şedidesini bila zaruretin kabul ile hukuk-u islamiyeyi müdafaadan aczini izhar... ecnebi himayesine iltica ederek makam-ı hilafeti terk ve firar ile hilafetten bilfiil feragat etmeklekle şeri münhal olduğundan makam-ı hilafete Büük Millet Meclisi’nce Abdülmecid Efendi hazretleri intihab buyurulmuş oldukları...” Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi, Tarih: 19.11.1922, Fon Kodu: 51.0.0.0, Yer No: 13.113.62. (8)Yapılan oylamada Abdürrahim Efendi’ye 2, Selim Efendi’ye 3 oy verilmiş 9 vekil de çekimser oy kullanmışlardır. T.B.M.M.Z.C., Tarih: 18.11.1338, D:1, Đ:140, C.5, s. 565. (9)Vahidettin’in padişahlığı devrinde şeyhülislamlık yapan ve Milli Mücadele’nin başarıya ulşaması ile diğer Ankara Hükümeti muhaliflerleriyle birlikte yurdu terkeden Mustafa Sabri, urt dışın yayınladığı bir risaleyle halifeliğin yetkilerinin biirildiğini şu satırlar ile ifade etmektedir: “...Halife diye tayin ettikleri şahıs ne padişahtır, ne de hükümette bir yetkisi var. Atama yapması veya azletmesi, kanunlar imzalaması veya reddetmesi, bir şey emretmesi veya nehyetmesi gibi hiçbir yetkisi yoktur. Kelimenin tam anlamıyla göstermeliktir...Kemalistler hilafete ihanet etmişlerdir”. Mustafa Sabri Efendi, Hilafetin Đlgasının Arkaplanı, çev: Oktay Yılmaz, Đstanbul, Đnsan Yayınları, 1998, s. 96. (10)Orhan Koloğlu, a.g.e., s. 334. Bu dönemde Đstanbulda bulunan Fransız gazeteci Paul Gentizon, cumhuriyetten hoşnutsuz bu grubu şöyle tarif etmektedir: “Bunlar saltanatın geri gelmesinde doğrudan doğruya yararı olan kişilerdi. Örneğin eski saray mensupları, mabeynciler, saray memurları, muhafız subaylar, tümü Türkleşmiş azınlık olan ve padişahın çevresini oluşturan, özet olarak imparatorluğun kalıntılaro, bunlar, sayıları bir kaç bini bulan, makamlarını kaybetmek zorunda kalan memurlar, işsiz kalan diplomatlar, yarı ücretli subaylar, vergilerin yükseldiğini, hayatın pahalılandığını, Ankara’nın, ekonomiyi millileştirmekle yanılgıya düştüğünü yayan hoşnutsuzlardı...” Paul Gentizon, Mustafa Kemal ve Uyanan Doğu, 2.B., Çev: Fethi Ülkü, Ankara, Bilgi Yayınevi, 1994, s. 47. (11)Orhan Koloğlu, a.g.e., s. 340. B.C.A., Tarih: 11.1.1923, F.K.: 030.18.1.1, Y.N.: 6.45.3. (12)Mustafa Kemal’e gelen şikayet yazısı ve Mustafa Kemal’in verdiği cevap için bakınız: Naşit Hakkı Uluğ, Halifeliğin Sonu, Đstanbul, Đş Bankası Kültür Yayınları, 1975, s. 153-154. (13)Naşit Hakkı Uluğ, a.g.e., s. 159. (14)Kanun teklifi şu cümlelerle başlamaktadır: “Türkiye Cumhuriyeti dahilinde makamı hilafetin vücudu Türkiye’yi dahili, harici siyasetinde iki başlı olmaktan kurtaramadı. Đstiklalinde ve hayatı milliyesinde müşareket kabul etmeyen Türkiye’nin zahiren ve zımmen bile olsa ikiliği tahammülü yoktur...” T.B.M.M.Z.C., Tarih: 3.3.1340, D:2, Đ:2, C.7, s. 27. (15)Kanunun sureti için bakınız: B.C.A., Tarih: 6.3.1924, F.K.: 51.0.0.0, Y.N.: 2.12.7. (16)Bu kanunun sakıt halife Abdülmecit Efendi’ye tebliğ edilmesinin ayrıntılaı için bakınız: Paul Gentizon, a.g.e., s. 61-65. (17)B.C.A., Tarih: 6.3.1924, F.K.: 51.0.0.0, Y.N.: 2.12.8.Naşit Hakkı Uluğ eserinde bu tarihten itibaren camilerde hutbelerin Türkiye Cumhuriyeti ve Đslam milleti adına okunmağa başladığını bildirmektedir. Naşit Hakkı Uluğ, a.g.e., s. 176. (18)B.C.A., Tarih: 31.5.1925, F.K.: 30.18.1.1, Y.N.: 14.37.17. Ancak, milli saraylarda bulunan ve sanat ve tarihi eser değeri taşıyan eserlerin üzerinde saltanat ve hilafete ait arma ve tuğraların bulunmasını istisna olarak görmüştür. Çünkü, bu eserlerin bulunduklar yerlerden çıkarılmaları “bir çok müşkülat ve tadilatı mucib olacağı” bildirilmiştir. B.C.A., Tarih: 16.9.1925, F.K.: 30.18.1.1, Y.N.: 15.59.12. (19)Fazlur Rahman, “Muhammad Iqbal and Atatürk’s Reforms”, Journal of Near East Studies, C. XLIII, S. 2 (1984), s. 157. (20)Samuel Haig Jameson, “Social Mutation in Turkey”, Social Forces, C. XIV, S. 4 (Mayıs 1936), s. 486. (21)Ayrıca, kitlelerin bu isteksizliğini aşmak için tek partinin bir doktrin oluşturup bunu uygulamaya koymasının gerekliliğinden bahsetmektedir. (22) Donald E. Webster, “State Control of Social Change in Republican Turkey”, American Sociological Review, C. IV, S.2 (Nisan 1939), s. 248-249. (23)Seçil Akgün, a.g.e., s. 224. (24)B.C.A., Tarih: 14.5.1924, F.K.: 030.10, Y.N.: 102.667.1. (25)B.C.A., Tarih: 25.9.1927, F.K.: 030.10, Y.N.: 102.667.5. (26)B.C.A., Tarih: 12.11.1927, F.K.: 030.10, Y.N.: 102.667.18. Arş Grv. Alper Ersaydı Uşak Üniversitesi Atatürk Đlkeleri ve Đnkılapları Araştırma Merkezi Politik Psikoloji Tarih Çalışmaları Sayfa 10 Japon Mucizesinin Formülü Japon mucizesi olarak da adlandırılan Japon modernleşmesi aslında iyi ayrı bölümde incelenebilir. Birinci dönem 1850’lerde başlayan, Meiji dönemi ile devam eden ve Japonya’nın Đkinci Dünya Savaşı öncesinde büyük bir emperyal güce, güneş imparatorluğuna dönüşmesine neden olan ancak sonu oldukça kötü bitecek olan dönemdir. Đkinci Dünya Savaşı öncesinde doruklarına ulaşan Japon militarizmi ve yayılmacılığı savaş sonunda ülkenin tam anlamıyla yıkılmasına yol açan büyük bir felakete dönüşmesine karşın, Japonya savaş sonrasında yeniden ayağa kalkmayı ve özellikle ekonomi alanında dünyanın en güçlü ülkelerinden biri olmayı başarmıştır. Ben bu yazıda Japonya’nın Đkinci Dünya Savaşı sonrasında başardığı mucizevi ekonomik kalkınmayı kısaca sizlere aktarmaya çalışacağım. Đkinci Dünya Savaşı’nda yenik, güçsüz, aşağılanmış, dışlanmış ve neredeyse taş üstünde taş kalmayacak ölçüde bombalanmış, yıkılmış bir şekilde çıkan Japonya, Batı Almanya ile beraber Đkinci Dünya Savaşı sonrasında tarihin belki de en büyük geri gelişlerinden ve kalkınma mucizelerinden birine imzasını atmıştır. Bu inanılmaz olayın gerçekleşmesinde kuşkusuz birçok faktör etkili olmuştur. Öncelikle söylenmesi gereken tabii ki Amerika Birleşik Devletleri’nin Japonya’ya yaptığı yardımlardır. ABD’nin 1948 yılında başlattığı Marshall Yardımı’ndan en fazla yararlanan ülke olan Japonya savaştan 8 yıl sonra henüz 1953 yılında savaş öncesi üretim miktarını yakalayabilmiştir. Bu durumda etkili olan faktörler ABD yönetiminin dünya kamuoyundaki eleştirilerin de etkisiyle atom bombası denemelerinden dolayı suçluluk ve Asya’da Çin Devrimi sonrası ABD’nin Truman Doktrini ve Sovyetler Birliği’ni çevreleme politikası doğrultusunda komünizmin daha fazla yayılmasını engellemek için Japonya’ya yardımda ısrarcı olmasıdır. ABD bu yolla iyi de bir ticari ortak kazanmayı ve küresel kapitalizmi yaymayı hedeflemiştir. Japonya’nın şansını arttıran bir diğer faktör Kore’de iç savaşın çıkması ve Amerikalıların ancak delilerin destekleyebileceğini düşündüğü komünist ideolojinin ve Sovyet sempatisinin Asya’da da fazlasıyla şiddetli bir şekilde hissedilmesidir. Bu nedenle ABD Marshall Planı uyarınca Japonya’ya oldukça büyük yardımlarda ve hibelerde bulunmuş dahası Avrupa ülkelerini Japonya ile ticaret yapmak için teşvik etmiştir. Bu yolla Đkinci Dünya Savaşı’nda büyük bir antipati toplayan Japonlar da dünya kamuoyundaki imajlarını düzeltebilmişler ve ABD ve Avrupa ülkeleri ile güçlü ilişkiler geliştirmişlerdir. Dahası ABD’nin Çin tehlikesine karşı Japonya’nın yeniden kendisine bağımlı güçlü bir ordu kurmasına olanak tanımış ve hatta destek olmuştur. Japon ekonomik büyümesi 1950’lerdeki dikkat çekici oranlarından sonra 1960’larda % 11 gibi çok önemli bir orana ulaşmıştır. Şimdi bu noktada biraz detaya girerek bu büyümenin nedenleri üzerine kafa yoralım. Öncelikle ABD Soğuk Savaş döneminde Japonya’ya büyük yardım yapmakla kalmamış, normalde kabul etmediği ve bu nedenle bugün gelişmekte olan ülkelerin inanılmaz ölçüde canlarını yakan serbest piyasa ekonomisi kurallarının Japonya tarafından tam anlamıyla uygulanmamasına izin vermiştir. Bu şekilde Japonya korumacı ekonomi politikaları, yüksek gümrük vergileri sayesinde kendi ekonomisi ve üreticisini korumayı başarmıştır. Đngiltere, Fransa gibi ülkelerde savaş nedeniyle tahribat Japonya ve Almanya’ya göre göreceli olarak çok düşük düzeyde kaldığı için bu ülkelerde endüstriyel üretim eski tip fabrikalarda devam ederken, Japonya ve Batı Almanya’da son teknolojiyle yeni fabrikalar kurulmuş, Amerika’dan yeni makineler getirilmiştir. Bir diğer çok önemli faktör Japonya’da serbest piyasa ekonomisinden çok devlet ve özel sektörün uzlaşarak uyguladığı planlı bir milli ekonomi anlayışının uygulanıyor olmasıdır. Japon Ticaret ve Endüstri Bakanlığı ülkenin ihtiyacı olan sektörlere yönelik uzun vadeli bir kalkına planını uygulamaya sokmuş ve bu milli karma ekonomi anlayışı büyük bir harmoni içerisinde yürütülmüştür. Çok önemli bir diğer etken Japonya’da fabrika patronları ve işçiler arasındaki ilişkinin alışılmış kapitalist modelin ötesine çıkarak adeta bir baba-oğul ilişkisi içerisinde yürümesi ve zaten oldukça çalışkan ve disiplinli olan Japon toplumunun Đkinci Dünya Savaşı nedeniyle duydukları suçluluğun da etkisiyle çalışmayı bir ibadet haline getirmesidir. Dahası Japon işçi sınıfı devletin özel sektöre baskı yaparak sağladığı yüksek sayılabilecek maaş oranları ve yaşam standartları nedeniyle rejime büyük bir bağlılık göstermişlerdir. Erdal Güven’in anıları da bu tezleri güçlendirmektedir. Güven’e göre Japonlar dünyada bir eşleri bulunmayacak ölçüde çalışkan ve üretken bir toplumdur. Henüz ilkokuldan başlayarak uzun çalışma saatlerine alışkın olan Japonlar ayrıca eğitim için yurtdışına en fazla öğrenci yollayan toplumlardan birisidir. Japonların özellikle mühendislik alanında mükemmel bir eğitim sistemine sahip olması kuşkusuz bu mucizevi kalkınmada çok etkili olmuştur. Ayrıca patronların yarıTanrı hüviyetinde bir prestijlerinin bulunması ve işçilerinden büyük saygı görmeleri Güven’in aktardığı konular arasındadır. Bir diğer önemli etken Japonların para harcamaktan çok biriktirmeye, saklamaya gayret eden bir toplum olmasıdır. Bu sayede Japonya’da çok güçlü bir finans sistemi gelişmiş ve yeni yatırımlar için uygun bir finans düzeni kurulmuştur. Japonya doğal kaynakları son derece sınırlı ve ekonomik olarak dış alıma bağımlı bir ülke olmasına karşın tüm bu etkenlerin bir araya gelmesiyle inanılmaz bir ekonomik büyüme oranı yakalamıştır. Japonya’nın bir diğer başarısı ürünlerini yurtdışında çok iyi pazarlayabilmesi ve modernleşmeyi ve serbest piyasa düzenini kendi geleneklerinden kopmadan başarılı bir şekilde kültürüne entegre edebilmesinde yatmaktadır. Japon kültüründe zaten var olan çalışkanlık, disiplin ve kolektif başarı motivasyonu gibi unsurlar Japon firmalarında başarıyla kapitalist düzene uyumlu POLĐTĐK PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ hale getirilmiştir. Bu yolla Batı toplumlarında ortaya çıkan meta fetişizmi, tüketim kültürü ve toplumu gibi zararlı kapitalist eğilimler ve olgular Japonya’da düşük oranda ortaya çıkmıştır. Bir anlamda Japonya Batı’nın yalnızca üretim modelini örnek almış ve tüketim toplumu batağına saplanmamıştır. Japon ekonomisi 1974 yılındaki Opec Petrol Krizi’nden kötü etkilense bile kısa sürede toparlanmayı başarmış ve 1980’li yıllara yine çok güçlü bir şekilde girmiştir. Tabii ki bu gelişmeler neticesinde Avrupa ülkeleri ve ABD Japonya’ya karşı büyük dış ticaret açıkları vermeye başlamış ve bu ülkelerde sosyal devletin emperyalizmin dağılmasıyla beraber zar zor ayakta durabilir olması ve işsizliğin tavana vurması gibi faktörler nedeniyle Japonya Batı dünyasında büyük tepki çekmeye başlamıştır. Kalitesi ve düşük fiyatıyla tercih edilen teknolojik Japon mallarının Batı dünyası pazarlarını ele geçirmesi üzerine Amerika ve Avrupa’da Japonya’ya yönelik eleştiriler sertleşmiş ve Japonya yeniden Pearl Harbor baskını dönemindeki bir imajla yansıtılmaya başlanmıştır. Japon yöneticiler ise bu durumdan Batılı ekonomistleri sorumlu tutmuş ve Batı dünyasının tüm ısrarlarına karşın korumacı ekonomik politikalar uygulamaktan vazgeçmemiştir. Japonya’nın mucizevi geri dönüşünün, ekonomik kalkınmasının biraz olsun yavaşlaması Soğuk Savaş’ın bitmesi ve Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla gerçekleşmiştir. ABD ve Avrupa ülkeleri artık Japonya’ya daha yüksek bir seste korumacı politikalardan vazgeçmesini belirtmektedir. Üstelik Çin ve Asya kaplanlarının ekonomileri de Japonya’ya önemli bir rakip olarak ortaya çıkmışlardır. Bu nedenle Japonlar korumacı ekonomiden biraz olsun taviz vermek ve gümrük vergilerini düşürmek durumunda kalmışlardır. Ancak Japonya her şeye rağmen Đkinci Dünya Savaşı sonrasında büyük bir disiplin ve özveriyle uyguladığı 2035 yıllık korumacı milli iktisadiyatın etkisiyle bugün hala dünyanın en büyük ekonomik güçlerinden birisidir. Asya finansal krizini de fazla yara almadan atlatmayı başaran Japonya, günümüzde dünya siyasetinde söz sahibi olmak için ekonomik başarının kaçınılmaz olduğu gerçeğini ortaya koyan bir örnektir. Japonya tecrübesinden çıkarılabilecek en büyük ders ĐMF ve Batı dünyasının bugün ülkemiz de dâhil olmak üzere gelişmekte olan birçok ülkeye dayattığı ve korumacı uygulamaları engelleyen serbest piyasa modelinin kalkınmakta olan ülkelerde başarıya ulaşmasının güç olduğudur. Japonya’nın başarısında kilit faktör siyasal konjonktürü çok iyi kullanarak kendi milli ekonomisini inşa edebilmesi ve planlamacılıktan asla vazgeçmemesinde yatmaktadır. Bugün AKP hükümetiyle Türkiye’nin tüm önemli kuruluşları özelleştirilirken, Türkiye ekonomik olarak artık tam anlamıyla bir sömürge haline getirilirken Japonya mucizesinden önemli dersler çıkarmak Türk iktisatçılarının önemli bir görevidir. Sayfa 11 Ancak Japonya’nın tüm ekonomik-teknolojik başarılarına karşın, II. Dünya Savaşı sonrası ABD’ye bağımlı dış politikası nedeniyle bağımsız bir uluslararası politika aktörü olmaktan uzak pozisyonu bu ülkenin ekonomik gücünü gölgelemektedir. Dahası son küresel ekonomik krizden fazlasıyla etkilenen Japonya’da 50 yıllık Liberal Demokrat Parti iktidarının sona ermesi ve yeni bir dönemin başlaması yakın bir gelecekte bu ülkede yaşanabilecek köklü değişimleri işaret etmektedir. KAYNAKLAR: Güven, Erdal, “Samuray Sam Amca'nın Tahtını Đstiyor”, 1999, Đstanbul: Bilgi Yayınevi McWilliams, Wayne C. & Piotrowski, Harry, “The World Since 1845”, 2001, Colorado: Lynne Rienner Publishers Đnc. Okur, Đbrahim, “Japonya Bir Yükselişin Kısa Hikayesi”, 2009, Đstanbul: Okursoy Yayınları Sönmez, Attila, “Doğu Asya Mucizesi ve Bunalımı Türkiye Đçin Dersler”, 2003, Đstanbul: Đstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları Esenbel, Selçuk & Demiroğlu, A. Murat, “Çağdaş Japonya’ya Türkiye’den Bakışlar”, 1999, Đstanbul: Simurg Yayınları ABD, Almanya ve Japonya’nın Yıllara Göre Üretim Değerleri Öğr. Grv. Ozan Örmeci Politik Psikoloji Siyaset Bilimi Çalışmaları Uşak Üniversitesi Đ.Đ.B.F. Öğretim Üyesi POLĐTĐK PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ Sayfa 12 Kosova Đzlenimleri Đlk Bakışta Kosova Ege Üniversitesi Uluslararası Đlişkiler Topluluğu 3-7 Mart 2010 tarihleri arasında Kosova’da bir saha çalışması gerçekleştirilmiştir. Yoğunluklu olarak başkent Priştine ve -soydaşlarımızın yoğun olarak yaşadığı- Prizren şehirlerinde gerçekleştirilen çalışma kapsamında çeşitli temaslarda bulunulmuştur. Bağımsızlığını henüz iki sene önce ilan eden Kosova’yı 65 Birleşmiş Milletler üyesi ülke tanımış durumdadır. Türkiye, Kosova’yı ilk tanıyan ülkeler grubundadır. Ülkeye giriş yapar yapmaz, ülkenin ekonomik durumunun etkileri rahatça gözlemlenebilmektedir. Kosova’da, resmi rakamlara göre yüzde 40, gayri-resmi rakamlara göre ise yüzde 60 işsizlik oranı bulunmaktadır. Kendi kaynakları ile yeterli yatırımı finanse edemeyen ülke, istihdam yaratıcı dış yatırım beklemektedir. Türkiye’nin Priştine Büyükelçisi Metin Hüsrev Ünler, Türkiye’nin, belirtilen yatırım ihtiyacının bir kısmını karşılayabilmek amacı ile çeşitli çalışmalar yürüttüğünü belirtmiştir. Genelde TĐKA tarafından koordine edilen çeşitli yardım ve yatırımların geçtiğimiz sene 700 milyon dolar seviyesine ulaştığı belirtilmiştir. Bazı kaynak aktarımları ise belediyeler arasında doğrudan gerçekleştirilmekte, Türkiye’deki belediyeler tarafından Kosova’ya destek sağlanmaktadır. Çoğunluğunu Türklerin oluşturduğu ve ziyaret ettiğimiz Mamuşa Belediyesi, belirtilen bölgelere iyi bir örnektir. Beş sene önce yolu olmayan ve köy statüsünde olan Mamuşa, alt ve üst yapıda hızlı bir gelişim sağlamıştır. Gözlemlerimiz, Türk Büyükelçiliği ve TĐKA’nın Kosova Koordinatörlüğü tarafından yapılan çalışmaların son derece etkin olduğu yönündedir. Belirtilen çalışmalar sonucunda, ülkede Türkiye’nin ağırlığı hissedilir derecededir. Kosova için geleceğe yönelik risk faktörü olmayı sürdüren bir diğer sıkıntı Sırpların yoğun olarak yaşadığı Mitroviça’nın kuzey bölgesinde devlet kontrolünün sağlanamamış olmasıdır. Kosova’nın bağımsızlığını ilan etmesinden sonra Sırbistan’dan yana tavır alan Mitroviça’daki Sırplar, ülkenin politik işleyişine dahil olmamakta ısrarcı davranmaktadır. Mevcut konjonktürde, bölgede yaşayan Sırplar, yapılan son yerel seçimlere de katılmamıştır. Bölgeye elektrik Sırbistan’dan aktarılmaktadır. 2011 yılından itibaren devreye girecek yeni yasal düzenlemeler kapsamında, ülkedeki etnik topluluklara ayrılmış olan sandalyelerin yarısı Sırplar’a ayrılmış, etnik topluluklar ile ilgli kararlarda söz konusu sandalyelerin üçte ikisinin onayı gerektiğinden, Sırplara, söz konusu kararlarda, veto hakkı tanınmıştır. Ancak, belirtilen düzenlemeler dahi, mevcut durumda, Sırpları sistem içine çekmeye yetmemiştir. Sırbistan, Kosova’nın bağımsızlığının gayri-hukuki olduğu gerekçesi ile Uluslararası Adalet Divanı’na başvurmuştur. Beklentiler, yaz aylarında, tavsiye niteliğinde olacak kararın çıkması yönündedir. Çıkacak karara bağlı olarak, ülkede gergin bir dönemin yaşanması olasıdır. Kosova’daki Türkler Dağılan Yugoslavya döneminden bu yana ülkede, nüfus sayımı yapılmamış olduğundan, etnik toplulukların dağılımı konusunda kesin veriler bulunmamaktadır. Önümüzdeki sene yapılacak nüfus sayımının ardından etnik toplulukların oranları kesinleşmiş olacaktır. Ülkenin yüzde 90’ın üzerinde Arnavut çoğunluğu bulunmasına karşın, sistem çok etnikliliğe bağlı olarak kurulduğundan, söz konusu nüfus sayımı önemli bir mihenk taşı olabilir. Ülkenin birçok bölgesinde Türkler yaşamasına rağmen, Prizren şehri, Türklerin ve Türkçe’nin en yoğun olduğu bölge durumundadır. Tarihsel olarak Türklerin şehirli olmaları ve şehirde Türkçe konuşmanın işlevsel olarak neredeyse zorunlu olması, bugün dahi etkilerini sürdürmektedir. Prizren’de, sonradan kırsaldan göç edenler hariç, hemen hemen herkesle Türkçe konuşmak mümkün olmaktadır. Şehrin tarihi dokusu Türkiye’yi andırmaktadır. Bölgede görev yapan Türk Taburu ve TĐKA’nın yaptığı çalışmalar her yerde göze çarpmaktadır. Kosova’daki Türkler, Kosova Demokratik Türk Partisi çatısı altında siyaset yapmaktadırlar. Gözlemlerimiz, soydaş politikacıların bilgi, deneyim ve kültür düzeyleri sayesinde Kosova içinde etkin oldukları yönündedir. Ancak, resmi belgelerde Türkçe’nin kullanımı konusunda var olan zorluklar başta olmak üzere, çeşitli sıkıntılar mevcuttur. Ayrıca, Kosova Demokratik Türk Partisi yetkilileri, yapılacak nüfus sayımının önemine vurgu yaparak, Türkiye’nin, Kosova’daki soydaşlarına yönelik atacağı adımların, sayımın sonuçları ile ilgili bir takım olumsuzlukları çözecek olmasından ötürü etkili olabileceğini değerlendirmektedir. Kosova’da gerçekleştirilen çalışma, önümüzdeki dönemde ayrıntılı bir rapor halinde okuyucuya sunulacaktır. Yukarıda bahsi geçen konuların ayrıntıları ile birlikte bir takım öneriler yayımlanacak raporda bulunabilecektir. Son söz olarak kısa bir not Kosova’daki Türkler birçok sivil toplum kuruluşu bünyesinde çeşitli faaliyetler yürütmektedirler. Prizren’de, 1951 yılından bu yana Türk kültürünü yaşatan bir dernek var: Doğru Yol Derneği... Ege Üniversitesi ULIT topluluğu olarak ziyaretimiz sırasında yıllarca unutamayağımız anları hep birlikte yaşadığımız dernek üyelerine, kendimizi bize hatırlattıkları için teşekkür etmeyi bir borç biliyoruz. Bugünlerde, Ege Üniversitesi’nde 12 kişi, her sabah, Kosova’da güneşin nasıl doğduğunu merak ederek uyanıyor. Barış Kırdemir Politik Psikoloji Uluslararası Đlişkiler Çalışmaları Ege Üniversitesi ULIT Başkanı YIL 2, SAYI 1 Sayfa 13 Türkiye-Azerbaycan Đlişkileri ve Nabucco Projesi Son dönemde Rusya-Azerbaycan ilişkilerinde yaşanan gelişmeler ve iki ülke arasında imzalanan gaz anlaşmaları dikkat çekmektedir. Đki ülke arasında 2009 yılının son aylarında imzalanan anlaşma çerçevesinde Azerbaycan, 2010 yılında Rusya’ya satacağı gaz miktarını iki kat artırmış bulunmaktadır.(1) Bu durum ilk olarak Nabucco Projesi’nin geleceği tehlikeye mi giriyor, sorusunu akıllara getirmiştir. Nitekim Nabucco Projesi’ne en fazla gaz sağlaması beklenen ülke Azerbaycan’dır. Bu gelişmelere paralel olarak Türkiye-Azerbaycan arasındaki gaz alışverişinde de yeni bir fiyat belirlemesine gidilmiştir. Azerbaycan, son dönemde sık sık Türkiye’nin Azerbaycan’a gaz için ödediği fiyatın çok düşük olduğunu gündeme getirmeye başlamıştı. Bu durumun sonucu olarak Türkiye bin metreküp gaz için Azerbaycan’a ödediği 120 dolarlık fiyatı, 300 dolara çıkartmıştır. Ayrıca bu süreçte Türkiye, Azerbaycan tarafından Nabucco sürecini sekteye uğratmakla da suçlanmıştır. Bu konuda Aliyev 2010 Şubat ayının ilk haftasında yaptığı bir açıklamada şu ifadeleri kullanmıştır: “Nabucco projesi çerçevesinde Türkiye’nin bizim gaza verdiği fiyat bizi kesinlikle tatmin etmiyor. Türkiye’nin takındığı bu tutum karşısında bizim projenin ilerlemesi için katkıda bulunmamız söz konusu olamaz.”(2) Ancak tüm bu gelişmelerde dikkat çeken bir nokta bulunmaktadır. Gerek Azerbaycan’ın Rusya ile imzaladığı yeni gaz anlaşması gerekse Türkiye’ye yönelik gaz fiyatı ve Nabucco Projesi konusunda yaptığı eleştiriler, Türkiye-Ermenistan arasında yaşanan yakınlaşma sürecine paralel olarak gelişmiştir. Bu durum da akıllara Azerbaycan’ın söz konusu girişimlerinin, Türkiye-Ermenistan yakınlaşmasına karşı bir hamle olup olmadığı sorusunu akıllara getirmektedir. Đlk olarak şu noktayı hatırlatmakta yarar vardır. Türkiye, Dağlık Karabağ Sorunu çözülmeden protokollerin işleme konulmasının söz konusu olmadığını birçok kez resmi ağızlardan dile getirmiştir.(3) Ancak, Azerbaycan-Türkiye ilişkilerinde yaşanan gelişmelere bakıldığında bu açıklamaların Azerbaycan cephesini tatmin etmediği anlaşılmaktadır. Eğer Türkiye-Ermenistan arasındaki yakınlaşma süreci çerçevesinde imzalanan protokoller söz konusu olmasaydı, Azerbaycan Türkiye’ye doğal gaz fiyatı ve Nabucco Projesi konusunda bu tür sert eleştirilerde bulunur muydu, ya da, Rusya ile enerji konusunda yeni bir anlaşmayı kısa sürede uygulamaya koyar mıydı? Đki ülke arasındaki ilişkilerin geldiği noktanın anlaşılabilmesi açısından, bu soruların cevabı oldukça önemlidir. Türkiye’de konu ile ilgilenen ya da olayları yalnızca haberlerden takip eden birçok kişi, Azerbaycan’ın bu girişimlerinin TürkiyeErmenistan yakınlaşmasına bir tepki olarak ortaya çıktığını düşünmektedir. Elbette bu düşüncenin, en azından bu yönde soru işaretlerinin, Türkiye’deki politikacıların zihninde de oluşması kaçınılmazdır. Bu durumun, Türkiye-Azerbaycan arasındaki ilişkileri olumsuz yönde etkilemesi kuvvetle muhtemeldir. Bu noktada insanlar zihinlerinde yer etmiş olan, “tek millet, iki devlet” kavramını da sorgulamaya başlayacaklardır. Türkiye’nin Ermenistan ile yakınlaşma süreci sonrasında, Azerbaycan’ın Rusya ile doğalgaz anlaşması imzalamasını ve doğalgaz fiyatı konusunda Türkiye’den zam istemesini, tarafsız bir gözle bakıldığında kabul edilebilir bir gelişme olarak değerlendirmek mümkündür. Türkiye Rusya’dan aldığı doğalgaza bin metreküpü için 330 dolar öderken, Azerbaycan’a 120 dolar ödemesi ve bu noktada Azerbaycan’ın Türkiye’den gaz fiyatı konusunda zam istemesi normaldir. Ancak önemli olan nokta, fiyat artışı konusundaki talebin Aliyev tarafından Türkiye’yi eleştirir bir tarzda ve basın karşısında söylenmesidir. Bu durum, ister istemez Türk yetkililerin zihninde Azerbaycan’a yönelik tereddütlerin oluşmasına yol açacaktır. Bir başka konu ise Azerbaycan’ın Rusya’ya verdiği gazı 2 katına çıkarması ve sonrasında Türkiye’yi Nabucco Projesi’ni yavaşlatmakla itham etmesidir. Bu noktada ilk olarak belirtilmesi gereken şudur ki, Nabucco Projesi’nin yavaşlatılması ya da hızlandırılması Türkiye’nin inisiyatifinde olan bir durum değildir. Türkiye’nin projeye yönelik tavrı nettir. Herkesin bildiği gibi, Nabucco Projesi’nin temel sorunu, hem gazı tedarik edecek ülkelerin hem de tedarik edilecek olan bu gazı alacak ülkelerin hala muğlâk olmasıdır.(4) Bu noktada Azerbaycan tarafından Türkiye’nin projeyi yavaşlatmakla suçlanması manasız ve temelsizdir. Ancak Azerbaycanlı yetkililerin yaptıkları bu açıklamaların arkasında da Türkiye-Ermenistan yakınlaşmasının oluşturduğu olumsuz bir psikolojinin yattığını söylemek mümkündür. Bu noktada, Türkiye-Ermenistan yakınlaşmasının Azerbaycanlı siyasiler üzerinde, Azerbaycan’ın son dönemde izlediği politikaların ise Türk siyasileri üzerinde olumsuz bir psikolojik etki yarattığı görülmektedir. Bu psikolojik etki iki tarafın yöneticilerinin de açıklamalarına yansımaktadır. Ancak Türkiye-Azerbaycan ilişkileri son derece önemlidir ve devlet yöneticileri bu tür etkilerden uzak kalarak ikili ilişkileri yürütmelidirler. Belki de bu noktada ilk yapılması gereken şudur: Türkiye ile Azerbaycan karşılıklı olarak ortak çıkarlarını belirlemelidir. Hangi konularda birlikte hareket edeceklerini net bir şekilde ortaya koymalıdırlar. Ortak bir paydada bulaşamadıkları konular üzerinde ise nasıl bir çözüm üretebileceklerini tartışmalıdırlar. Bu yönde atılacak adımlar, iki ülke ilişkilerinin daha sağlam temellere oturmasını sağlayacaktır. KAYNAKÇA (1)“Rus-Azeri Gaz Anlaşması Ortalığı Karıştırdı” Euractiv 30 Haziran 2009, Son Erişim: 22 Şubat 2010 http:// www.euractiv.com.tr/enerji/article/rus-azeri-gaz-anlasmasi-ortaligi-karistirdi-006195 (2)“Nabucco Olmazsa Gazı Rusya’ya Veririz”, Hürriyet, 30 0cak 2010 (3)Lütem, Ömer Engin “Olaylar ve Yorumlar” Ermeni Araştırmaları Sayı 33-34, Aralık 2009 (4)Halit Gülşen, “Düello’nun Yeni Adı: Güney Akım-Nabucco” Stratejik Analiz, ASAM, Haziran, 2010 Halit Gülşen AVIM Uzmanı Politik Psikoloji Uluslararası Đlişkiler Çalışmaları POLĐTĐK PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ Sayfa 14 Ekopolitik Çalıştay: Demokratikleşmeye Doğru Ekopolitik (ADAM) Derneği’nce Đstanbul Beykoz Halkbankası Tesisleri’nde “Türkiye’nin Büyük Çatısı: Demokratikleşmeye Doğru” çalıştayı düzenlenmiştir. Politik Psikoloji Derneği’ni çalıştayda gözlemci olarak PPD Yönetim Kurulu Üyesi B. Senem Çevik temsil etmiştir. Farklı görüşlere sahip katılımcıların yer aldığı çalıştayda Türkiye’nin önemli bir sorunu olan ve farklı görüşlerce “Kürt sorunu”, “Terör sorunu”, “Güneydoğu sorunu” olarak ifade edilen toplumsal meseleler ele alınmıştır. Prof. Dr. Vamık Volkan’ın gözleminde gerçekleşen çalıştay neticesinde aynı coğrafya ve aynı ülkede yaşayan tüm insanların birbirine karşı daha toleranslı olması ve birlikte anlayış çerçevesinde yaşabilmeleri gerekliliği dile getirilmiştir. Çalıştayda tüm kesimlerin ortak olarak ifade ettikleri bir konu da “ortak bir dil oluşturmak” olmuştur. Tarafların birbirini anladığı, yapıcı ve ayrım yapmaksızın tüm insanlar için demokrasi ile hukukun üstün olduğu bir dilin oluşturulması gerekliliğinden söz edilmiştir. Çalıştayda toplumsal algıların grup fikriyatını etkilediği gözlemlenmiştir. Önyargı ve algılar kimi zaman içlerinde gerçekleri barındırsa da genellikle abartılı yansımalardan ibarettir. Psişik gerçeklerin, hakikat olarak algılanabildiğini ifade eden Prof. Dr. Vamık Volkan grupların birbirlerine B. Senem Çevik, A. Tarık Çelenk, Prof. Dr. Vamık karşı büyük bir güvensizlik içerisinde olduğunu ve bunun da dürüst söylemler ve Volkan ortak dil ile değiştirilebileceğini belirtmiştir. Çalıştayda ayrıca geçmişteki kırgınlıklar ve acıları hatırlayarak anımsatarak değil, gelecekteki birlikte yaşama isteğini geliştirerek barışcıl bir ortamın oluşturulabileceği belirtilmiştir. PPD Dostları Facebook’ta Biraraya Geliyor Son yıllarda hızla gelişen teknoloji gündelik hayatımıza birçok fayda sağlamıştır. Haberleşmedeki hız ve sanal ağ üzerinden paylaşımlar sayesinde dünyada yaşanan gelişmeler, fikirler kolayca gözlemlenebiliyor. Gelişen iletişim ve haberleşme teknolojilerine yakından takip eden Politik Psikoloji Derneği sanal iletişim ağı Facebook’ta “Politik Psikoloji Derneği Grubu” kurdu. Politik psikoloji bilimi ve Politik Psikoloji Derneği hakkında birçok bilgiye ulaşabileceğiniz Facebook’taki resmi grup sayfamıza tüm dostarımızı bekliyoruz. Facebook grubu aracılığı ile PPD’nin duyuru, bülten, çalışma ve haberlerine anında ulaşabilirsiniz. Die Welle (Dalga) Politik Psikoloji Derneği çalışma grupları biraraya gelerek Die Welle filmini izledi ve film üzerinde tartıştı. Toplumsal dinamikler ve grup psikolojisinin anlatıldığı Die Welle (Dalga) filmi Almanya’da geçmektedir. Okuldaki bir ödev projesi gereği gruplara ayrılan öğrenciler farklı yönetim biçimlerini uygulamalı olarak gözlemlemektedir. “Faşizm” yönetim biçimini ödev olarak çalışan bir grup gencin kitle psikolojisi ile harekete geçişini anlatan filmde propaganda konusu da detaylı olarak işlenmektedir. Genç grup bir sure sonra ödev projesinde kendini kaptırmakta, propaganda ve baskı yöntemleri ile karşıtlarını ve zayıfları ezmeye başlamaktadır. Kısa sure içerisinde büyük bir güce sahip olan ve kendilerine dalga adını veren grup önderlerinin de sözünü dinlemeyerek kontrol dışı hale gelmektedir. Filmde ayrıca lider ve liderlik konularına da değinilmiştir. Liderlerin toplumları yönlendirme ve yönetmedeki önemini açıkca gösteren filmde sınıf öğretmeni grubun lideridir. Öğrencilerin ödev gereği saygı gösterdikleri öğretmen bir sure sonra bu davranış biçimine alışmış ve tek otorite olduğu hissine kapılmıştır. Bir oyun olarak başlayan ancak farkında olmadan büyüyen ve trajik bir şekilde sonlanan bu filmi tüm politik psikoloji dostlarının izlemesini tavsiye ederiz. YIL 2, SAYI 1 Sayfa 15 Türk Sorunu, Ümit Özdağ 21. Türkiye Enstitüsü Başkanı Prof. Dr. Ümt Özdağ’ın Kripto Yayınları tarafından 2009 yılı sonlarında yayınlanan Türk Sorunu kitabi temelde Kürt sorununu ele alan bir çalışmadır. Türkiye suni yollarla bir T ü rk - Kü r t a y r ı ş t ı r ı l m a s ı yapıldığını belirten Özdağ, ortaya çıkan Kürt sorununun aynı zamanda bir Türk sorunu da doğurduğunu açıklamaktadır. Terör, etnikçilik ve Kürt politikalarına değinen Özdağ, propaganda aracılığı ile bazı grupların kendilerinin mağdur ve mazur olduklarına inandıklarını söylemektedir. Son yıllarda Türklerin de Kürtler tarafından mağdur edildiğini söyleyen yazar tüm bu mağdurluk hissinin içinden çıkılması zor bir hal aldığını, T ü r k s o ru n u i l e Kü r t sorununun karşı karşıya getirildiğini anlatmaktadır. Terör, etnik ve politik sorunlar içiçe geçmiş; terör bölgesinde yaşayan halkın bir kısmında seçilmiş travma söylemi hakim olmuştur. Ancak son yıllarda yaşanan gelişmeler ve terörün devam ediyor olması kendisini Türk olarak tanımlayan halk açısından da travmatik sonuçlar doğurmuştur. Siyasal bir Kürt kimliğinin inşa edilmesini son derece sakıncalı bulan yazar, yurttaşlık temelli bir demokrasi düzenini en sağlıklı çözüm olduğunu önermektedir. Atatürk’ün Uşak Ziyaretleri Kitap Haline Getirildi Atatürk’ün ölümünün 71.yıldönümünde özel olarak yayınlanan “Atatürk’ün Uşak Ziyaretleri” adlı çalışma Yrd. Doç. Dr. Mehmet Karayaman, Öğretim Görevlisi Ayşin Şişman ve Araştırma Görevlisi Alper Ersaydı tarafından hazırlandı. Aynı zamanda Politik Psikoloji Tarih Çalışmaları grubu içerisinde bulunan Alper Ersaydı Atatürk’ün Uşak Ziyaretleri çalışmasını hazırlarken Cumhurbaşkanlığı ve ATASE (Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı) ar- şivlerinden yararlandı. Kitabın tanıtım kokteylinde bilgi veren Uşak Üniversitesi Rektörü Prof Dr Adnan Şişman “Ege ve Đç Anadolu arasında geçiş noktası olan Uşak, Atatürk’ün sürekli ilgisini çekti. 1920 ve 1934 yılları arasında 8 defa ilimize gelen Atatürk, tren istasyonu, Türk Ocağı, belediye ve hükümet konağında halka hitaben konuşmalar yaptı. Ziyaretler sırasında eşi Latife Hanım’ın da akrabalarıyla tanışma fırsatı buldu. Atatürk’ün akıllarda en çok yer eden ziyareti ise Şevkat Yurdu’na 1925 yılında yaptığı ziyarettir. Mustafa Kemal Atatürk’ün 1920 ve 1922 yılında yaptığı ziyaretler sırasında konakladığı ev ise Etnografya Müzesi olarak tarihi yaşatmaktadır. Atatürk, Başkomutanlık Meydan Muharebesini kaybeden ve Türk askerlerine teslim olan General Trikopis ve üst düzey Yunan generalleri ile Uşak’ta görüştü.” dedi. Başbuğ, Ercan Çitlioğlu Bahçeşehir Üniversitesi Stratejik Araştırmalar Merkezi (BÜSAM) Başkanı Sn. Ercan Çitlioğlu’nun hazırladığı Destek Yayınları tarafından yayınlanan Başbuğ /Orgenerak Đlkler Başbuğ ile Tarih ve Gelecek adlı kitap Genelkurmay Başkanı Orgeneral Sn. Đlker Başbuğ’un hayatı, Türkiye Cumhuriyeti’nin temel değerlerine bakışı, Türkiye’nin yaşadığı güncel sorunları ve uluslararası güvenlik meseleleri ile ilgili değerlendirmelerini ele almaktadır. Orgeneral Baş- buğ ile Sn. Çitlioğlu’nun yaptığı mülakatlardan ve Başbuğ’un konuşmalarından çeşitli alıntılardan oluşan kitap aynı zamanda ordu ve medya ilişkilerine de değinmektedir. Ordu ile ilgili toplumsal algıların da ele alındığı kitapta Orgeneral Başbuğ Emekli Büyükelçi, Đstanbul Milletvekili, Politik Psikoloji Derneği Kurucu Üyesi Sn. Gündüz Aktan’ın yokluğunun hissedildiğini , örnek aldığı bir kişi olduğunu söylemektedir. Bir Genelkurmay Başkanı halen görevde iken hakkında ve kendisi ile görüşülerek yapılan ilk kitap olma özelliğini taşıyan Başbuğ: Orgeneral Đlker Başbuğ ile Tarih ve Gelecek adlı çalışma özellikle medya ile ilişkiler konusunda aydınlatıcı niteliğe sahip. POLĐTĐK PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ Sayfa 16 Kürt Sorunu ve Çözüm Önerileri Politik Psikoloji Derneği üyesi olan Uşak Üniversitesi Kamu Yönetimi bölümü öğretim üyesi siyaset bilimci Ozan Örmeci, Bilkent Üniversitesi Siyaset Platformu Kulübü'nün davetiyle 14 Aralık 2009 tarihinde Bilkent Üniversitesi'nde "Kürt Sorunu ve Çözüm Önerileri" konulu bir konferans düzenledi. Son dönemde yaşanan gelişmeleri yorumlayan Örmeci, Kürt sorunu olgusuna akademik literatürdeki farklı bakış açılarını özetleyen Örmeci demokratik açılım konusuna da değindi. Kürt sorunu olarak dile getirilen meselenin ekonomik, siyasi ve psikolojik açılarını irdeleyen Örmeci, konuya bilimsel olarak üç farklı bakış açısından bakılabileceğini ifade ederek yapılan analizlerin bu çerçevede daha net anlaşılabileceğini belirtti. Kitap Tahlili Mustafa Akyol, Kürt Sorununu Yeniden Düşünmek, Doğan Kitap, 2007. Yazar Mustafa Akyol, Boğaziçi Üniversitesi U.Đlişkiler ve Siyaset Bölümü mezunudur. ABD’de bir düşünce kuruluşunda bilim ve din ilişkisi üzerine çalışmalarını sürdürmektedir. Hâlihazırda kendi adını taşıyan görüşlerini paylaştığı internet sayfası bulunmaktadır. Bunun yanı sıra Star Gazetesi’nde köşe yazarlığı yapmaktadır. Günümüz Türkiye'nin en önemli sosyal ve siyasi problemlerinden biri olan “Kürt Sorununu” her açıdan masaya yatıran bu kitap önemli yargı ve yorumlar içeriyor. “Kürt Sorununu Yeniden Düşünmek” adlı kitabın analizi ise, 2009 yılında başlayan ve 2010’da Türkiye’nin ajandasında yer alan çok ciddi tartışmaları da beraberinde getiren “Demokratik Açılım” sürecinde artıları ve eksileri ile tekrardan incelenmesi gereken bir kitaptır. Sırasıyla kitapta bahsedilen temel konulara gelince; yazar klasik olarak meseleye Türkler ve Kürtlerin ayrı mı millet mi yoksa aynı millet mi olduğundan yola çıkarak giriş yapmıştır. Yazar, kitabın tamamına yakınında ise kültür ve dil bakımından Türkler ve Kürtlerin iki farklı millet oldukları tezini öne sürmüş, ortak nokta olarak da tarih ve kader birliğinden bahsetmiştir. Bunun yanı sıra; yazar popüler tarih konularını kapsayan, Kürtler Osmanlı Đmparatorluğu'na kendi rızalarıyla nasıl ve neden katıldılar, Sultan II. Abdülhamid neden "Kürtlerin babası" olarak ünlendi, Araplar Osmanlı'yı gerçekten arkadan vurdu mu, Kürtler, I. Dünya Savaşı'nda ve Milli Mücadele'de işgalcilere karşı Türklerle omuz omuza nasıl savaştı gibi günümüzde dahi merak edilip tartışılan güncel konular hakkında çarpıcı değerlendirmelerde bulunmuştur. Cumhuriyet Dönemiyle ilgili olarak, Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı sırasında Kürtlerle ilişkisi, Sevr Anlaşması’ndaki Kürt tepkisi, Hilafet'in kaldırılmasının Kürt sorununa etkileri, Tek Parti döneminde Kürtlere karşı uygulanan politikalar özgün ve farklı bakış açıları ile değerlendirilmiştir. Bu bağlamda yakın tarihin aydınlanması ve tarafsız bilginin okurlara ulaştırılması için yazar tarafından ciddi kaynak taraması yapılmış. Genelde Kürt milliyetçilerinin dillendirdiği çok sayıda marjinal sorulara ve fikirlere de kitapta yer verilmiştir. Kitapta Kürt milliyetçilerinin olaya tarihi, sosyolojik, politik, psikolojik ve dini bakış açıları sıklıkla yer bulmuştur. Yazar, küresel anlamda etnik çatışmaların çözülmesi ve çıkarılabilecek dersler gibi demokratik açılım sürecinde de sıkça tartışılan konularla ilgili analizlerde bulunmuştur. Bölgesel anlamda ise Irak Kürtleri’nin Türkiye'ye etkisini ve Kuzey Irak’ın Türkiye için bir tehlike mi, yoksa imkân mı olduğunu irdelemiştir. Akyol, “Kürt Sorunu” olarak dile getirilen meseleye çok yönlü yaklaşmaya çalışıyor. Mustafa Akyol’un ifade ettiği birinci teze göre, Kürtçenin Anayasa’da resmi dil olarak serbest olması, bu bağlamda dil ve uluslaşma sürecinde dilin bağ olması, ileride Türkiye’de Kürtlerin uluslaşma sürecine yol açacak ve bu da çok kanlı olacaktır. Đkinci teze göre ise, Kürt vatandaşlarımız kendilerine sağlanan ayrıcalıklardan sonra rahatlayacak ülkeye ve toplumsal şartlara entegre olacaktır. Akyol’a göre Müslümanlık bağı her iki tarafın da etnik milliyetçiliğini törpüleyecektir. Kitapta farklı düşüncelerin temelini oluşturacak zengin malzemeyi bulmak mümkün. Bunun yanı sıra eser çok önemli analizler içeriyor, akıcı bir üslûp ve bilgi içeriğine sahip. Eserin gözle görünür bir eksiği ise Kürt milliyetçilerinin görüşlerine yer verirken, Türk milliyetçilerinin görüşlerinin ele alınmaması olmuştur. Emrah Altınkaya Politik Psikoloji Uluslararası Đlişkiler Çalışmaları YIL 2, SAYI 1 Sayfa 17 PPD Başkanı Prof. Dr. Abdülkadir Çevik’e ABD Psikanalistlerinden Fahri Üyelik Politik Psikoloji Derneği Başkanı ve Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Abdülkadir Çevik dünyada psikanaliz üzerine en seçkin kuruluşlardan birisi olan American College of Psychoanalysis’e fahri üye seçildi. Akademik kriterler ve psikanalitik bilgilere göre seçici bir şekilde üyelerini belirleyen ACOPSA 1969 yılında önde gelen psikanalistler ve psikoterapistler tarafından Florida’da kurulmuştur. Her yıl düzenli olarak toplanan ACOPSA’nın bu yılki başkanlık görevini Türkiye ve Kıbrıs’ın yetiştirmiş olduğu dünyaca ünlü psikanalist ve PPD Onursal Başkanı Vamık D. Volkan yapmaktadır. Akademik Ortadoğu Dergisinde Politik Psikoloji Akademik Ortadoğu dergisinin Mart 2010 sayısında Onursal Başkanımız Vamık D. Volkan’ın “Đntihar Bombacıları” başlıklı çalışması Türkçe olarak okuyuculara sunulmaktadır. Çevirisini B. Senem Çevik’in hazırladığı makale Ortadoğu’da yaşananlardan yola çıkarak Filistinli bazı çocukların intihar bombacısı olma yolundaki psikolojik süreçlerden bahsetmektedir. 2001 yılında hazırlanan ve Vamık D. Volkan’ın Akademik Ortadoğu dergisi için yeniden düzenleyip güncelleştirdiği çalışma semboller, hikayeler ve kültürel anlatıların tarih ve travmalar ile yoğrularak grup kimliğini nasıl biçimlendirdiğini anlatmaktadır. Dördüncü yayın yılını başarı ile tamamlayan Akademik Ortadoğu dergisinin 8. sayısına Dost Kitabevi ve diğer seçkin kitabevlerinden ulaşabilirsiniz. Detaylı bilgi için: http://www.akademikortadogu.com/ Osmanlı’nın Yasından Atatürk’ün Türkiye’sine, Vamık D. Volkan, Nuriye Atabey Dünyaca ünlü politik psikoloji dehası, bu bilim dalının kurucularından ve Derneğimiz Onursal Başkanı Prof. Dr. Vamık Volkan ile usta gazeteci ve yapımcı Nuriye Atabey’in birikte hazırladığı “Osmanlı’nın Yasından Atatürk’ün Türkiye’sine” adlı çalışma Kripto yayınlarından çıktı. Okuyucularıyla Ocak ayından buluşan bu değerli çalışma Nuriye Atabey’in Vamık Volkan ile yaptığı söyleşi ve görüşmelerinden oluşuyor. Yedi bölüme ayrılan kitapta başta politik psikoloji konusuna değinilmiş daha sonra onarıcı lider Büyük Atatürk, etnik kimlik, Ermeni sorunu, tarikatlar, Obama ve Kıbrıs gibi konular incelenmiştir. Osmanlı’da modernleşme akımlarının Cumhuriyet dönemine yansımalarından bahseden Volkan, Atatürk’ün dini asla yok etme düşüncesinde olmadığını, dinin toplum tarafından daha iyi anlaşılması için Türk kültürü ile harmanlamaya çalıştığını ifade etmiştir. Bazı liderlerle toplumun özdeşleştiğini belirten Volkan, Türk toplumunun onarıcı ve büyük lider Atatürk ile özdeşleştiğini belirtmektedir. Etnik ve milli kimlik gibi konulara da açıklık getiren bu çalışmada Volkan, ABD’nin Türkiye’nin aksine sentetik bir ülke olduğunu belirtmiştir. Kitapta Cumhurbaşkanı Sn. Abdullah Gül ile Türk-Ermeni ilişkileri konusundaki görüşmelerine ve TARC’daki (Türk-Ermeni Barış Komisyonu) anılarına da yer veren Vamık Volkan Ermenilerin psişik gerçeklerini değiştirmelerinin olası görünmediğini söylemektedir. Türklerin Ermenilere karşı genel bir “sessizlik” sorunu içerisinde olduğunu gözlemleyen Volkan, buna bir bakıma Türklerin kendi acılarının neden olduğunu söylemektedir. Osmanlı’nın son dönemlerindeki yoğun Balkan göçlerine ve bu göçün Türk toplumu üzerinde yarattığı travmatik anılara değinen Volkan, Osmanlı’nın yasını tutamadığımızı ve bu nedenle günümüzde “Biz kimiz” sorunsalı ile karşılaştığımızı ifade etmektedir. Prof. Dr. Vamık Volkan ve Nuriye Atabey’in hazırladığı, Prof. Dr. Abdülkadir Çevik’in Takdim’ini yazdığı Türk kimliği ve Türkiye Cumhuriyeti’ne ışık tutan bu kıymetli çalışmayı tüm politik psikoloji dostlarına öneriyoruz. POLĐTĐK PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ Sayfa 18 Amerika Birleşik Devletleri’nin Yeni Afganistan Stratejisi Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Barack Obama yeni Afganistan stratejisini 1 Aralık 2009’da New York’ta açıkladı. ABD’nin Afganistan’da “sonsuz bir savaş” stratejisinin olmadığını ve bu ülkeyi işgal etme niyetlerinin olmadığını tekrarladı ve Afganistan’ın ikinci bir Vietnam olmayacağını söyledi.(1) Bilindiği gibi, ABD’nin Afganistan’ı işgal etmesinden 8 yıl sonra, Taliban ve El Kaide tehdidi, sadece Afganistan’da değil, Pakistan’da da hissedilmeye başlandı. Son aylarda Taliban’ın Afganistan’da inisiyatifi ele geçirmesi ve Kuzey bölgelere sızmaya başlaması ve Pakistan’da El Kaide ve bağlantılı örgütlerle işbirliği ile Pakistan Talibanı’nın birlikte gerçekleştirdikleri eylemler bölge gündemine damgasını vurmuştu. Aylardır beklenen bu açıklama ile birlikte Stratejinin en önemli parçasını oluşturan kaç askerin daha ülkeye gönderileceği konusu da böylece açıklığa kavuşmuş oldu. Obama Hükümeti, askeri liderlerin sundukları seçenekler içinde Afganistan’da savaşan 68.000 kişilik Amerikan Ordusu’na takviye olarak 30.000 askerin daha bölgeye gönderilmesi kararını aldı. Bu plana göre yeni birlikler, 2010’nun ilk yarısından itibaren bölgeye gitmeye başlayacak. Amerikan Ordusu’nun stratejisindeki en önemli nokta ise “Taliban’ın çıkışını tersine çevirmek olacak.” 2011 Temmuz’undan itibaren sorumluluk Afgan güvenlik güçlerine devredilerek Amerikan birlikleri Afganistan’dan çekilmeye başlayacak.(2) Ayrıca Obama, yeni politikasında, Afganistan’daki savaşın başarıyla sonuçlandırılması, bunun için de tüm zorluklara rağmen kaybedilmediğinin altını çizdiği Afganistan’daki ana hedefinin, El Kaide terör örgütünün yenilgiye uğratılması olduğunu söylemektedir. Şu anda El Kaide, 2001’deki gücünde olmasa da, özellikle Afganistan- Pakistan sınırında kendine kolaylıkla yer bulabilmektedir. 11 Eylül’deki saldırıların Afganistan’dan yönlendirildiğini hatırlatan Obama, “ABD ve Amerikan halkının güvenliğinin Afganistan’da tehlikede olduğunu düşünmesem, her bir askerimizin yarın evine dönmesi için memnuniyetle talimat verirdim!”(3) diyerek, Afganistan’daki El Kaide tehdidinin önemine dikkat çekmeye çalıştı. NATO üyesi ülkelere de çağrıda bulunan Obama, müttefiklerinin takviye kuvvet gönderme konusunda kendilerini memnun edecek politika izleyeceklerine emin olduğunu söyledi ve buradaki güvenlik zafiyetinin sadece NATO için değil, bütün dünya için tehlikeler oluşturabileceğini de açıklamalarına ekledi.(4) Obama’ya göre, Amerikan askerleri ve NATO müttefiklerinden bekledikleri ek kuvvetlerle, sorumluluğun Afgan güçlerine devri süreci hızlandırılabilecek, dolayısıyla da Temmuz 2011’den itibaren, Afganistan’daki askerler, bu ülkeden ayrılmaya başlayabileceklerdir. Son dönemlerde Taliban’ın Afganistan’daki direniş ve eylemlerini güçlendirmesi ve Pakistan’da da yavaş yavaş etkili olmaya başlaması, Batı’da büyük endişe ile izlenmeye başlamıştı. Aylardır ABD’li General Stanley McCrystal’ın ek olarak 40.000 asker ihtiyacını belirtmesine karşın, bu konuda hareketsizlik sürmekte ve hatta “ABD, Afganistan’da yeni bir Vietnam bataklığına saplandı!” değerlendirmeleri yapılmaktaydı. Bu iki olayın karıştırılmaması gerektiğini söyleyen Obama, bu değerlendirmelerin “tarihin yanlış okunmasından” kaynaklandığını söylemişti. (5) Obama’nın bu planından memnun olan ülke liderlerinin başında Afganistan Devlet Başkanı Hamid Karzai gelmektedir. Bunu Đngiltere Başbakanı Gordon Brown izledi. Obama yönetimin Afganistan'daki asker sayısını 100.000'e çıkartması kararı NATO tarafından da destekleniyor. Bölgede askeri olan Đngiltere, Almanya, Polonya, Đtalya gibi ülkeler de sembolik artışlar sağlayacak gibi görünüyor. Fransa ise, asker sayısının yeterli olduğu ama etkinliğini artırabileceği imasında bulundu(6). Japonya da, Obama’nın Afganistan’a 30 bin ek asker göndermesini desteklerken, askeri destek yerine ülkenin yeniden yapılanması için sivil katkı sağlamaya hazır olduğunu, Afganistan’ın yeniden inşası için 5 milyar dolar yardımda bulunacaklarını açıkladı(7). Barack Obama’nın “Yeni Afganistan Stratejisi” nin gereği olarak Afganistan’a göndereceği 30.000 ek asker ile birlikte, bu ülkede askeri bulunun 43 ülkenin toplam asker sayısı 143.000’e çıkacaktır. Halen Afganistan’da görev yapan uluslararası güce katkı sağlayan ABD dışındaki başlıca ülkeler ve kuvvet mevcutları şöyledir: Đngiltere: 9.000, Almanya: 4.500, Fransa: 3.750 ve 150 civarında jandarma, Kanada: 2.830, Đtalya: 2.795, Hollanda: 2.160, Polonya: 1.910, Avustralya: 1.350, Đspanya: 1.000, Romanya: 990, Türkiye: 720, Danimarka: 690. Belçika (530), Norveç (480), Çek Cumhuriyeti (480), Bulgaristan (460), Đsveç (430), Macaristan (360), Yeni Zelanda (300), Hırvatistan (290), Arnavutluk (250), Litvanya (250), Slovakya (245), Letonya (175), Finlandiya (165), Makedonya (165), Estonya (150), Yunanistan (145), Portekiz (145), Slovenya (130), Azerbaycan (90), Birleşik Arap Emirlikleri (25), Bosna-Hersek (10), Ukrayna (10), Singapur (9), Đrlanda (7), Lüksemburg (8), Ürdün (7), Avusturya (4), Đzlanda (2) ve Gürcistan (1) da askeri destek sağlamaktadır. (8) Türkiye’nin muharip asker gönderme konusuna kısaca bir göz atacak olursak; ABD Ankara Büyükelçisi James Jeffrey, yaptığı açıklamada, ABD Başkanı Barack Obama’nın son Afganistan stratejisi çerçevesinde diğer müttefik ülkelerin yanı sıra Türkiye’den de ek katkı beklediklerini ve buna asker göndermenin dâhil olduğunu açıkladı. (9)Jeffrey, bu konunun hâlihazırda üst düzey seviyede Türk yetkilileriyle görüşülmekte olduğunu belirterek, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın ziyareti sırasında konunun gündemde yer alacağını bildirdi. Büyükelçi Jeffrey, görev tanımı konusunda da Türkiye’den esneklik beklediklerini söyleyerek, Afganistan’a giden her askerin aslında muharip güç sayılacağını belirtti. (10) Sayıda artış söz konusu olsa bile askerlerimizin 'çatışan güç' konumuna gelmesine ne Türk Silahlı Kuvvetleri ne de hükümet sıcak bakıyor. Türkiye'nin savaşta değil, barışı kurma aşamasında aktifleşmesi daha makul görünüyor. Afganistan’da hâlihazırda Kabil Bölge Komutanlığı’nda görev yapan birlikleri olan Türkiye’nin pozisyonu muharip, yani operasyonlara katılacak birlik göndermemek yönündedir Türk askerinin bugüne kadar sürdürdüğü pozisyonunu koruması ve kendisine ait olmayan savaşlarda muharip rolü oynamaması en doğrusudur. Bu konu 7 Aralık Pazartesi günü Vaşington’da bir araya gelen Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile Sayfa 19 YIL 2, SAYI 1 Barack Obama arasında da önemli konulardan biri olarak konuşuldu. (11) Yeni Strateji Đşe Yarar mı? Aslında bu yeni strateji uzun zamandır ABD yetkilileri tarafından dile getirilmekteydi. ABD’nin Afganistan’daki Komutanı McChrystal ve Merkezi Kuvvetler Komutanı Orgenerel David Petreus, daha 2008 yılı sonlarına doğru, “Daha çok Taliban öldürmek yerine, Afgan halkını kazanmanın” öneminden bahsetmişlerdi. Çünkü buradaki kötü uygulamalar, tarafsız Afgan halkını Taliban sempatisi kazanmasına ve Taliban’a desteğin artmasına neden oluyor. Öyle ki, 2008 yılı sonlarına doğru Taliban’la mücadelede ABD kuvvetlerinin öldürdüklerinin neredeyse yüzde 40’ı masum Afgan vatandaşıydı. Bunun menfi propagandası da Taliban tarafından “acite” edilerek çok iyi yapılıyordu.(12) Olayın bir de başka boyutuna bakacak olursak, ABD Afganistan’da savaş için harcadığı paranın onda birini Afganistan halkı için harcamış olsaydı, bugün ne Taliban olurdu ne böyle yeni stratejiler yeni uygulamalar hatta El Kaide bile olmaya bilirdi. Ama ortada büyük bir rant var ve Amerikan Şirketleri bu savaş sayesinde kârlarını artırmaktalar. Bir yerler bombalanacak, silahlar satılacak ki, bu şirketler ayakta kalabilirsin. Taliban’a zarar vermekle Taliban’ın daha fazla yandaş toplaması arasında ince bir çizgi ve çok hassas bir denge var. ABD, 2001’den bu yana bu dengeyi iyi kuramadığı için bugün hala sorun yaşamakta. Taliban diye bombalanan masum köyler ve ölen masum vatandaşlar artıkça, Taliban daha da fazla destek bulacağı şüphesiz. Keza Afganistan devlet başkanı Karzai’nin de yolsuzlukla suçlanması ve ABD’nin ve NATO’nun Karzai’ye koşulsuz destek vermesi de halkın gözünde NATO ve ABD’nin imajını daha da zedeliyor. Washington yönetiminin 2009 bütçesinde Afganistan ve Irak operasyonları için harcadığı para 175 milyar dolar olarak yer almış. Fakat biz de bu rakamın daha da fazlası harcandı. ABD Kongresince hazırlanan bir rapora göre, Irak ve Afganistan operasyonlarının ABD için toplam maliyeti 2015 yılına kadar 2,7 ila 4,5 trilyon dolar arasında gerçekleşecek. (13)Birleşmiş Milletler’in ve BM’ye bağlı tüm ajansların yaptıkları yıllık harcamaların toplam miktarı sadece 27 milyar dolar. Yani BM, tüm insani yardımlar da dâhil olmak üzere, tek başına ABD’nin askerî alan için harcadığının yaklaşık sekizde birini harcıyor. Afganistan’ın 2008 yılında Gayrisafi Yurtiçi Hâsılası, satın alma gücü paritesine göre, 22,32 milyar dolar. Ama döviz kuru dikkate alındığında bu rakam 11,71 milyar dolar olarak ortaya çıkıyor. Kişi başı milli gelir ise 800 dolar. Bu haliyle Afganistan, dünyadaki 229 ülke ve bölge arasında 219. sırada yer alıyor. Afgan halkının üçte ikisi günlük 2 doların altında bir gelirle yaşamaya çalışıyor. (14)Ama Obama’nın son açıklamasına bakılacak olursa Afgan halkını kurtarmaya kimsenin niyeti yok. Obama’nın yeni stratejisinin uygulanmaya başlamasıyla birlikte Afganistan’da savaşın seyrinin değişmesini beklemek hayalcilik olur. Böyle bir savaşa 30.000 asker daha göndererek savaşı kazanmaya çalışmak mümkün gözükmemektedir. Sonuç Obama’nın “Yeni Afganistan Stratejisi” ile Afganistan’daki durumun hızlı bir şekilde değişmesi beklenmemelidir. Böyle bir savaşta askerlerin ve harcanan paraların fazla olması değil, askerlerin görevlerinin ne olduğu ve harcamaların nasıl yapıldığı önemlidir. ABD söylem farkında az da olsa değişiklik göstermiştir. Konuşma dost ve müttefik ülkelerle çalışmaya, diplomasiye ve Amerika’nın değerlerine güçlü vurgular içermektedir. Bunun yanı sıra ABD’ye yönelik en büyük tehdit El Kaide’nin yürüttüğü “şiddetli aşırılıkçılık” (violent extremism) olarak tanımlanırken “Đslamizm, Đslamcı terör, Đslamofaşizm” gibi terimler hiç geçmemektedir Afganistan konusunda, bir başka yaklaşım farkı da Obama’nın Afgan hükümetinin, şiddeti reddeden ve insan haklarına saygılı Taliban gruplarıyla görüşmeler yapmasını destekleyeceğine dair teminatıdır. Taliban arasında bu şekilde bir ayrım gözetmek ve seçilen unsurlarla görüşmelerde bulunmak son zamanlarda çeşitli şekillerde gündeme gelmişti. ABD Başkanının konuşmasında dile getirilmesi ise Afganistan’daki tutum değişikliğini görülmektedir. Türkiye’den bu sefer istenen farklıdır ve Türk askerinin bizzat sıcak bölgelerde yani Afganistan’ın Doğu ve Güney kısmına doğru kaydırılması yani Türk askerinin savaşması istenmektedir. Kendi topraklarında PKK terör örgütü ile uğraşan Türkiye’nin kendisinde doğrudan ilgilendirmeyen ve Afganistan halkı ve devleti ile uzun tarihsel iyi ve dostluk bağlarının da göz önüne alındığında savaşması son derece mantıksızdır. Devlette bu şekilde düşündüğünü açık bir şekilde ifade etmiş ve Türk askerinin konumunun değişmeyeceğini söylemiştir. Orhan Karaoğlu Politik Psikoloji Uluslararası Đlişkiler Çalışmaları (1)“Obama Yeni Afganistan Stratejisini Açıkladı”, 2.12.2009, http://www.cnnturk.com/2009/dunya/12/02/ obama.yeni.afganistan.stratejisini.acikladi/553816.0/index.html (2)http://www.milliyet.com.tr/Siyaset/SonDakika.aspx?aType=SonDakika&KategoriID=12&ArticleID=1168722&PAGE=1 (3)http://www.turksam.org/tr/a1875.html (4)“Obama Yeni Afganistan Stratejisini Açıkladı”, 2.12.2009, a.g.y. (5)http://www.turksam.org/tr/a1875.html, a.g.y (6)http://www.aksam.com.tr/2009/12/09/yazar/15404/deniz_ulke_aribogan/afganistan_a_asker_gondermek.html (7)http://www.turksam.org/tr/a1875.html, a.g.y (8)http://www.turksam.org/tr/a1875.html, a.g.y (9)http://www.milliyet.com.tr/Siyaset/SonDakika.aspx?aType=SonDakika&KategoriID=12&ArticleID=1168722&PAGE=1 (10)http://www.milliyet.com.tr/Siyaset/SonDakika.aspx?aType=SonDakika&KategoriID=12&ArticleID=1168722&PAGE=1 (11)http://www.stratejikboyut.com/haber/erdogan-obama-2-saat-ne-konustu--27862.html (12)http://www.turksam.org/tr/a1875.html, a.g.y (13)http://www.usakgundem.com/yazar/1334/obama-afganistan-%C4%B0%C3%A7in-%E2%80%98%C5%9Ferefli-ricat%E2%80%99-borusu-% C3%A7ald%C4%B1.html (14)http://www.usakgundem.com/yazar/1334/obama-afganistan, a.g.y POLĐTĐK PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ Sayfa 20 Đklim Meselesinin Güvenlikleştirilmesi ABD savunma bakanlığı yayınlandığı son raporunda, terör ve enerji gibi konuların yanında, « iklim değişikliğini » ilk defa ABD için bir güvenlik meselesi olarak tanımladı. Yazımızda, Pentagon’daki bu paradigma değisikliğinin sebebini ve bu gelişmeyi nasıl okumamız gerektiği üzerinde duracağız. 1995 yılında kaleme aldığı bir makalede, Ole Waever(1) « güvenlikleştirme » (securitization) kavramı üzerinde durmuş, siyasi ve sosyal meselelerin karar vericiler tarafından nasıl birer güvenlik sorununa dönüştürüldüğünü irdelemiştir. Waever’e göre bir ülkenin yöneticileri, seçkinleri, belirledikleri bazı sosyal ve siyasi sorunları bir söz eylemle (speech act) güvenlik sorunu haline getirerek o konuyu güvenlikleştirirler. Söz konusu sorunun gerçekten tehdit niteliği taşiyıp taşımadığından ziyade, Waever’ün asıl dikkat çektiği husus bir iktidar sahibinin bir sorunu o şekilde tarif etmesiyle ilgilidir ve bunun doğurabileceği olası neticeleridir. Çünkü güvenlik konusu olarak tanımlanması o sorunun çözülmesini acil ve zorunlu kılar. Bu durum ise mümkün olan her türlü imkan ve yönteme - ve gerektiğinde olağanüstü yöntemlere - başvurulmasını meşru hale getirir. Başka bir deyişle, bir lider, bir sorunu tehdit gibi göstererek, söz konusu « tehdit » ve olası etkilerini bertaraf etme adına askeri imkanlara dahi başvurma imkanını elde eder. Waever’ün bahsettigi o « söz eyleminin » bir devletin bir soruna yaklaşım tarzına ne tür bir etki yaratabileceğini, son olarak Barack Obama’nin başkanlığa seçilmesiyle birlikte, ABD yönetiminin iklim meselesinde geçmiş yönetimlere göre farklı bir tavır sergilemesiyle görmek mümkün olmuştur. Selefi Georges W. Bush’un aksine Barack Obama, iklim konusunu bir tehdit olarak değerlendirmiş ve bunu çesitli platformlarda dile getirmiştir. Örneğin 22 eylül 2009 tarihinde BM genel kurulundaki konuşmasında « iklim değişikliği tehdidini[n] » « ciddi », « acil » ve giderek büyüyen bir hal aldığını söylemiştir(2). Đklim konusunun ABD Başkanı tarafından bir tehdit olarak değerlendirilmesinin, ABD Savunma Bakanlığı’nı da harekete geçirdiği anlaşılmıştır. Nitekim 01 subat 2010 tarihinde yayınladığı dört yıllık savunma stratejisi gözden geçirme raporunda(3) ABD Savunma Bakanlığı iklim değişikligi meselesini ilk kez ABD milli çıkarları ve uluslararası güvenlik için bir tehdit olarak değerlendirmiştir. Amerikan istihbarat kaynaklarına dayanan raporun iklim değişikliği ile ilgili bölümünde(4), önümüzdeki 20 yıl boyunca, küresel iklim değişikliğinden dolayı dünyanın bazı bölgelerinde göç patlaması yaşanabileceğini, yoksulluğun artacağını, su ve gıda kıtlıkları yaşanacağını, zayıf devletlerin daha da zor duruma düşebileceğini, bütün bu dinamiklarin dünya ölçeğinde önemli jeopolitik etkilere sebep olabileceği ileri sürmüştür. Đklim değişikliğinin dünyada istikrarsızlığı ve çatışmaları tetikleyebileceğini ve bunların Amerikan milli çıkarlarını tehlikeye sokabileceği ima edilen değerlendirilirmede, Pentagon’un bu yeni parametrelere göre plan ve politikalar geliştirdiği, Amerikan ordusunun icap ettiğinde bu tür görev ve operasyonlara hazırlandığı belirtilmiştir. Yukarıda da belirttigimiz üzere, güvenlikleştirilmiş her sorun askeri bir müdahaleye sebebiyet vermez. Ancak söz konusu tehdide hedef olarak gösterilen devletin veya düzenin iktidar sahiplerine askeri yöntemlere başvurma fırsatı verir. Waever’e göre de zaten asıl mesele, güvenlikleştirilmiş bir sorunun, kendisine sunduğu olağanüstü imkanlardan ötürü, bir iktidar tarafından istismar edilme olasılığıdır. Böyle bir olasılık ABD yönetimlerinin önümüzdeki 20 yılda iklim ve iklime bağlı meseleleri yeni birer müdahalele gerekçesi olarak kullanabileceği hususunu akla getirmektedir. KAY(AKÇA (1)WAEVER, Ole, " Securitization and Desecuritization ", in Ronnie Lipshutz (ed.), On Security, Columbia University Press, 1995, pp. 46-86. (2)« Les changements climatiques constituent une menace grave et croissante, dit M. Obama », 22 eylül 2009, http://www.america.gov/st/envfrench/2009/September/20090922165834eaifas0.3898432.html (3)Quadrennial Defense Review Report, Washington D.C., Secretary of Defense, 01 şubat 2010, pp. 85-87, www.defense.gov/QDR/. (4)Adı geçen ülke ve bölgeler için bkz. BLAIR, Dennis C., Annual Threat Assessment of the US Intelligence Community for the Senate Select Committee on Intelligence, 02 şubat 2010, pp. 39-41, http://intelligence.senate.gov/100202/blair.pdf Mustafa Alperen Özdemir Politik Psikoloji Diplomasi Çalışmaları Sayfa 21 YIL 2, SAYI 1 Sanat, Sır ve Politika Đnsan, binlerce yıldır özgürlük ve mutluluk arayışı içindedir. Đnsanın kişisel çıkarları, yakın çevresinden başlayarak toplumun çıkarlarıyla örtüşmüyorsa özgürlük ve mutluluk arayışında yol katetmek olası değildir. Bir insanın özgür iradesinin baskı altında olması başlı başına mutsuzluk sebebidir. Đnsan doğası gereği, daha bebeklik dönemlerinde bile kendi seçimlerini yapmak, kendi deneyimlerini edinmek için sabırsızdır. Đnsanlar duygu ve düşüncelerini çeşitli yollarla ifade etmiş, sevinçlerini-kaygılarını-sorunlarını paylaşarak kazanımlar elde etmiş, ilkeler-yöntemler belirlemiştir. Bir davranış biçimi, bir düşünce yapısı ile hareket eden insan ve insan ilişkileri politiktir. Felsefe, sanat ve bilim; insanın özgürlük ve mutluluk arayışının vazgeçilmez anahtarları olmuş, insanın politik kimliğinde eşitlik, adalet, gerçek gibi kavramların bileşenlerini durmaksızın aramıştır. Sanat aracılığıyla egemen güçlerin, ideolojilerin egemenlik anlayışlarını-yaptırımlarını eleştirmiş, insani duyarlılıklara dikkat çekmiş, felsefe ve bilimle onları kavramlaştırmış, ilkelerini belirlemiş, uygulanabilir olanaklar geliştirerek insanlık lehine edinilenleri bir daha yitirmemek üzere kayıt altına almıştır. Kendi politik kimliğini oluşturamamış, kendi ahlakı ve kendi vicdanını içselleştirememiş toplumlar, farklı nedenlerle bazen din ideolojisi ile bazen bir sınıfın ya da bir düşüncenin otoriter yönetimine katlanmış, demokratik hak ve özgürlüklerini kullanmaktan mahrum kalmış bazen de kendi demokratik seçimleri sonucu yönetime getirdikleri iktidarların daha sonraki süreçlerde kendi lehlerine geliştirdikleri düzenlemelerle ve/veya çoğunluğa asgari popüler hedefleri idealize ederek insan haklarına rağmen yıkımlara, acılara neden olmuştur. Đnsanlık tarihine cinsiyetler açısından bakıldığında bile tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de demokrasinin gereği, kadın haklarının elde edilmiş olması, binlerce yıllık süreçte henüz çok yenidir. Eğitim ve sağlık konusunda bugün “ileri ülkelerin” gelecek planlarında gelir dağılımından en düşük payı alan çoğunluğun aleyhine yeni düzenlemeler yapıyor, hazırlıyor olmaları gündemdedir. Đnsan hakları açısından bakıldığında insanlığa; felsefe, sanat ve bilimin ışığında biriktirdiği binlerce yılın birikimini, emperyalist ülkelerin çıkarları için feda etmeye yönelik tutumlar dikte edilmekte, birçok kültür kendi coğrafyalarının da dışındaki diğer kültürler tarafından çeşitli araç ve figürlerle işgal edilmektedir. Somut bir dış düşmana karşı haklarını, hayatları pahasına savunacak birçok ülke vatandaşı bu kültürel kimliksizleştirmeye, yabancılaşmaya karşı mücadele de güçlük çekmekte, konunun uzmanlarının da tespit ettiği üzere kişilerin ve toplumların iç dünyalarında gerileme yaşanmaktadır. Evrensel değerinin ötesinde her sanat yapıtı öncelikle kendi kültürüne hizmet eder, kendi toplumunu aydınlatır. Hegel 1823’de, modern yaşamın sanata uygun olmadığını; insan ruhunu bencil tutku ve kaygılara süren o günün aşırılıkları, sosyal ve politik yaşamın karmaşıklığı içinde artık sanatın eski yüksek amaçları söz veremeyeceği tespitiyle, “sanatın sonu” nu ilan ediyordu. Burada sözü edilen “eski yüksek amaçlar” belli bir ırkı, sosyal sınıfı, seksüel kimliği değil tüm insanlığı işaret eder. Murathan Mungan “Yaz Geçer” diyor ve “Yazınca da geçmiyor.” diye ekliyor, fakat yazmaya devam ediyor. Geçmişten günümüze yazmaya, söylemeye, paylaşmaya devam ediyorlar. Öykülerini, romanlarını, müziklerini, resimlerini paylaşıyorlar. Bizi bize kurmaca bir yanılsamada çoğaltarak gösteriyorlar, iç barışımıza katkıda bulunuyorlar. Dolaysız bir aynada sesimiz, yüzümüz, hüznümüz, sevincimiz, kırgınlığımız, kavgamız, hoşgörümüz, birikimimiz, kahkahamız, sevgimiz oluyorlar. Onlar gözümüzden kaçanları, üstünde durmadıklarımızı, kolayına kaçtıklarımızı, örtmeye çalıştıklarımızı hatırımızda tutacaklar. Bazen “hayır” deyip uzaklaşmaya çalışacağız, bazen inkar edip kaçacağız ama yüreğimizin derinliklerinde bileceğiz neyi işaret ettiklerini. Her kuşak bir önceki kuşağa oranla anlayışı çoğaltmak, eksiklikleri gidermek, kendinden sonraki kuşakları daha donanımlı, daha güçlü, daha güzel, daha zeki, daha yetenekli, vatanına-milletine daha yararlı bireyler olarak yetiştirebilmek için çaba gösteriyor. Mevlana, Karacaoğlan, Behçet Necatigil, Ahmet Hamdi Tanpınar, Nazım Hikmet, Edip Cansever, Oğuz Atay; daha niceleri yazmışlar. Bugün de yazıyorlar, yarın da yazacaklar. Filmler çekilecek, onca besteye yenileri eklenecek, oyunlar yazılacak, sahnelenecek. Özümsedikleri dünyayı paylaşacaklar, özgürce. Tarihte din ideolojisi Kuran-ı Kerim’in dahi okunması, anlaşılması dolayısıyla içselleştirilmesini engelledi. Matbaanın yaygınlaşmasında, kanımca diğer öne sürülen nedenlere rağmen, bilgiyi tekelinde tutmak isteyen politikanın payı önceliklidir. Bugün de bu gecikmenin önemi hissediliyor. Đslam dininin şekilden öte öze dönük engin hoşgörüsünün, kardeşlik, eşitlik, adalet felsefesinin inananlara ulaşması engellenip, bazı dünyevi çıkarlara alet edilmesi ile toplum; okuma, bilgilenme, gelişmeden mahrum bırakıldı. Hala dinimizin dogmalarla, kulaktan kulağa yorumlanıyor oluşu, anlaşılmayan bir dilde okunmak odaklı içselleşememiş olması; toplumun “öteki” kültürlere bu kadar teşne, kuşak çatışmalarının diğer toplumlardan daha güçlü yaşanmasına açık, daha gündelik düşünür, şeklin gereğinden fazla önemsendiği bir toplum haline dönüşmesine zemin hazırlayan etkenlerindendir. Sanat, egemen ideolojilerin ya da din ideolojisinin tepeden inme “günah” deyip, kestirip attığı sapmalarda dahil tüm verili davranış kalıplarını, bir arada yaşamanın gereklerini, arzuyu, sevgiyi, düşmanlıkları insanın kendi ahlakında, kendi vicdanında içselleşme süreçlerini yeniden yorumlar. Dolaysız bir aynada benzerleriyle karşı karşıya gelen insan, insana dair hiçbir duruma yabancı değildir, yargılamayı amaç edinmez. Her birey bir diğerini kendi ahlakı, kendi vicdanıyla görecek olgunluğa eriştiğinde etik ve demokrasi ekseninde insan ilişkileri daha hoşgörülü, daha incelikli olabilir. Cennete girmek için değil de Allah rızası için iyi insan olmayı hedeflemek, ruhun terbiyesi için farklı disiplinlerden geçmeyi gerektirir. Bu topraklarda nasıl, yeniden ve hep birlikte olduğumuza tarih tanıktır, hiç birimizin bir diğeri için öteki olmaya hiç niyeti yoktur. Onca gücüne rağmen sömürgeci olmayı etiğiyle bağdaştırmamış mazlum ulus kimliğimizi, naif dünyamızı destanlarımız, romanlarımız, şarkılarımız, türkülerimiz anlatır durur. 80’li yıllarda kültür yozlaşmasından, kültür bunalımından söz edilirdi. Bazen ortalık her ne kadar toz dumansa da onlar, gözle görünmez kopmaz bağlarla bizi birbirimize, bizi başka coğrafyalarda başka hayatlara bağlar. Tek bir sanat yapıtı bir konser, bazen bir film, bir oyun bir sergi aynı anda kitlelerle buluşuyor olsa da her bir karşılaşma tektir, eşsizdir. Nitelikli bir yapıtta her hayat kendi algısıyla sanatı algılar, dönüştürür, iyi ve kötü yanlarıyla bağdaştırır, vazgeçilmezliğini teslim eder. Bunun tam tersi de mümkündür. 1959’da yayınlanan Yarım (Sahte)- Kültürlülük Kuramı’nda Theorie der Halbbildung şöyle der: “Yarım anlaşılan ve yarım yaşananlar kültürün ilk aşaması değil, ölümcül düşmanıdırlar. Bilincin sürekliliğinin parçası olmaksızın bilince giren kültür unsurları zehirli maddelere dönüşürler.” Modern yaşamda iletişimin olanakları arttıkça, ticari kültür ürünleri hayatımızı sorgusuz sualsiz işgal edip tekdüze, derinliksiz, yüzeysel yaklaşımlarıyla hayatlarımızda kabul gördükçe daralttıkları bizim hayatlarımız olacak, tehdit altında olan bizim gelecek beklentilerimiz, düşlerimiz, giderek toprağımızın bütünlüğü, dirliğimiz, düzenimiz olacaktır. Bir tek sırdan bahsetmedik, artık hayatımızda sır yok. Şükran Elmalıoğlu Politik Psikoloji Kültür Çalışmaları POLĐTĐK PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ Sayfa 22 Analiz: Son Dönem Azerbaycan-Türkiye Đlişkileri Azerbaycan’da geçtiğimiz aylarda yaşanan bayrak krizi Son birkaç yıldır Türkiye’nin dış politika ekseninde attığı adımların öncelikle komşu devletlerle geliştirilmesi hedeflenen girişimler olduğu göze çarpmaktadır. Bu çıkışın “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” anlayışıyla yapıldığını ve sıfır sorun azami işbirliği formülüyle farklı bir Türkiye imajının oluşması gerektiğini savunan bürokratik ve aydın kesimin atladığı bazı tarihi ve kültürel arkaplanın olduğu da aynı şekilde kendisini belli etmektedir. Nitekim ortak değerleri paylaştığımız kardeş devlet Azerbaycan’la son birkaç yıldır yaşanan farklı ilişkilerin bu durumu ispatlar halde olması atılan çoğu adımın kısa vadeli amaçlara sahip olduğunu gösterir. Bugün Azerbaycan’ın, bağımsızlığından bu yana Türkiye’ye karşı hiç olmadığı kadar farklı tavırlar içerisine girmesinin bir dizi sebebi bulunmaktadır. Bunların büyük çoğunluğu Türkiye tarafının eksik ve kısa vadeli beklentilerle oluşturduğu politikalardan kaynaklanmaktadır. Aynı şekilde Türkiye’nin içinde bulunduğu bu durumu yanlış değerlendirmeye müsait olan Azerbaycan medyasının da payını inkar etmemek gerekir. Fakat bunu ılımlaştırabilecek araçlar da Türkiye’nin elindedir. Özellikle son yaşadığımız “bayrak krizi”ne yönelik tepkilerin altında, geçtiğimiz yıllarda tarafımızdan kaynaklanan bazı girişimlerin büyük etkisi vardır. Bizim Türkiye ve Azerbaycan ilişkilerinin varlığını anlayabilmemiz için olayların tarihi arkaplanını bilmemiz ve bugüne nasıl gelindiğini görmemiz gerekmektedir. Çünkü yaşanan hiçbir gerilimin basit bir sebebi yoktur. Meselenin temellerinin kavranmasıyla uzun vadeli ve etkin adımlar gelişecektir. Türkiye ve Azerbaycan arasında son yüzyıl boyunca üç aşamalı yakınlaşmalar olmuştur. Bunun ilki, bugün dahi büyük bir toplumsal moral kaynağı olan Kafkas Đslam Ordusu’dur. 1918 yılında doğunun ilk Müslüman cumhuriyeti olarak kurulan Azerbaycan Cumhuriyeti, bağımsızlığını ilan ettikten sonra büyük güç Rusya bu topraklarda Ermeni anarşisi oluşturmaya başlar. Çatışmalarla ve yağmalarla artık içinden çıkılmaz bir vaziyete bürünen Azerbaycan’a yardım eli bir süre sonra Türkiye’den uzanır. Kafkasya cephesindeki mağlubiyetten önce Azerbaycan’a ulaşma hedefinde olan Harbiye Nazırı Enver Paşa, bu sefer çoğunluğu gönüllü birliklerden oluşan yeni bir orduyu kardeşi Nuri Paşa ile birlikte Bakü’ye gönderir. Kısa sürede batı topraklarından Bakü’ye kadar zafer elde eden ordunun o tarihte oluşturduğu büyük imaj en küçük köylere kadar sinmiş ve bugünkü ilişkilerin en sağlam temelini oluşturmuştur.(1) Dikkat edilirse son yaşadığımız gergin ilişkiler, devamlı surette 1918 zaferine yapılan atıflarla yumuşatılmaya çalışılmıştır. Đkinci nokta, Sovyetler Birliği dönemidir. Bu süreç Türkiye ile Azerbaycan’ın neredeyse yok olmaya yüz tutan ilişkilerinin yaşandığı dönemdir. Ancak kültür köprülerinin varlığı, Türkiye’nin adını hafızalarda tutmayı başarmıştır. Bu bağlamda Türkiye’nin Sovyetler Birliği dış politikasında da etkinliğini koruduğu söylenebilir. Bu köprünün en önemli taşı ise, ilk şiir kitabı 1927’de Azerbaycan’da yayımlanan Nazım Hikmet’tir.(2) Şairin Azerbaycan’daki varlığı, Türkiye hasretiyle yanan kardeş halka bir nebze teselli olmuş ve bu yüzden kendisini baş tacı etmişlerdir. Ayrıca Azerbaycan edebiyatındaki serbest şiir etkisi üzerinde Nazım’ın katkıları kaçınılmazdır. Aynen Nazım’da olduğu gibi bu kültür köprüsünü kuran bir diğer etki de Serteller’den gelmiştir. Türk gazetecilik tarihinin önemli isimleri Zekeriya ve Sabiha Sertel’in bu süreçte Türkiye ve Azerbaycan ilişkilerine olan etkileri bugün dahi önemli bir konumdadır. Nazım’ın kendilerine çeşitli yardımlarda bulunmasıyla Bakü’de Serteller etkisi oluşmaya başlamıştır.(3) Sabiha hanım, yazılarıyla Tevfik Fikret şiirlerini Azerbaycan’a tanıtmış, Zekeriya bey “Mavi Gözlü Dev Adam” kitabını burada yazmış ve kızları Yıldız hanım ise Azerbaycan Đlimler Akademisi’nde araştırmacı olarak çalışmalarını sürdürmüştür. 1970’lerden sonra ise yoğun istekler üzerine, popüler kültürümüzün önemli isimlerine ait şarkı ve film kasetleri kaçak yollarla Azerbaycan’a ulaştırılmıştır. Đşin, Sovyet politikalarına gelen kısmı ise oldukça ilgi çekicidir. Kıbrıs Barış Harekatı ile ilgili olarak Bakü Ahundov Kütüphanesi’nde yaptığımız incelemelerde en çok dikkatimizi çeken durum, Sovyetler Birliği’nin Kıbrıs ile ilgili olarak genelde Rum tarafını desteklemesi ancak Türkiye aleyhinde hiçbir şekilde yayın yapmamasıdır. Türkiye yerine NATO’yu suçlayan yayınlar 1974’ten 1983’e kadar aynı çizgide devam etmişlerdir. Bu siyasi yaklaşımlarda kültür köprülerimizin Azerbaycan toplumunun belleği üzerindeki rolü azımsanmamalıdır. Sayfa 23 YIL 2, SAYI 1 Đlişkilerimizdeki üçüncü nokta ise, bağımsızlık dönemidir. Sovyetler’in yıkılmasıyla karşısında hiç ummadığı ve hakkında hazırlık dahi yapmadığı bir Türk dünyası bulan Türkiye, çeşitli aralıklarla etkisiz olmamak için gayret sarfetmiş ve çoğu zaman istenen başarıyı yakalamıştır. Özellikle Azerbaycan’la her alanda gerçekleştirilen işbirliklerinin iki devlete olan etkisi zaman zaman üçüncü tarafları dahi kıskandırır vaziyete gelmiştir. Ancak 2008 itibariyle yaşanan bazı olaylar Azerbaycan kamuoyu üzerinde olumsuz etkiler bırakmıştır. Đlk olarak Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün, hızlı bir şekilde ilerlettiği Türkiye - Ermenistan yakınlaşmaları öncelikle sadece söylem bazında bir hareket olarak algılanmıştır. Ancak Erivan’da başlayan futbol diplomasisi Azerbaycan cephesinde ilk kırgınlığı meydana getirmiştir. Azerbaycan’a göre, bölgedeki ve dünyadaki ağırlığını tarih boyunca hissettiren Türkiye’nin bir gönül alma girişimi için kendi liderini Erivan’a göndermesi bir şanssızlıktır. Aynı süreçte Türkiye’de bir kısım aydının başlattığı “Ermeniler’den özür dileme kampanyası” artçı şok olarak etkisini göstermiştir. Azerbaycan kamuoyunda dışarıda gerçekleşen herhangi bir olayın tüm topluma mal edilebilmektedir. Bu çerçevede son gelişmeler özellikle Azerbaycan gençleri üzerinde olumsuz etkiler bırakmıştır. Şaşkınlığını gizleyemeyen gençlerin son gelişmeler karşısında herhangi bir yorumda bulunmaktan kaçınmaları göze çarpmıştır. Bu mesele kendileri için, haklı iken hakkını savunamama acizliğinin bir ifadesi olarak görülmektedir. Bu dönemin ayrı bir önemi de Kafkas Đslam Ordusu’nun Bakü’yü Fethi’nin 90. yıldönümü oluşuydu. Bakü’de yapılan kutlamalarda Enver Paşa’nın torunu Arzu Enver Sadıkoğlu Bakü’de oldukça yoğun ilgi görmüş ve yıl sonuna dek medyada yer alan kardeşlik sloganları 1918’e atfedilmiştir. (4) Đki zıt gelişmenin aynı dönemde gerçekleşmesi bir nevi zehir-panzehir ikilisi gibi varlık göstermiştir. Bu dönemde, tarafların hassasiyetlerine duyarlı bazı çevreler kırgınlıkları gidermek amacıyla bir dizi etkinlikler düzenlemiştir. 24 Nisan’a doğru ise, ABD telkinleriyle hız verilen Ermeni ilişkilerinin geliştirilmesi konusu artık bir alışılmışlığın ifadesiyle yorumlanmıştır. Sınırların açılması ve Ermeni tarafının çeşitli şekilde gönlünün alınması söylemleri gündemi etkilemeye yetmekte ve Azerbaycan eleştirileri özellikle Türk hükümetine yönelmekteydi. Bu konuda devlet-hükümet-millet ayrımının yapılabilmesi, Azerbaycan ve Türkiye medyasının itidalli kalemleri sayesinde gerçekleşmiştir. Ancak aynı dönemde Eurovision yarışmasında, her sene olduğu gibi, Ermenistan’a gönderilen Türk oyları tartışma konusu olmuş, bu konuda da Azerbaycan’da bulunan Türklerin sivil girişimleri önleyici vazife görmüştür. Aynı süreçte Türk-Ermeni ilişkilerinde Dağlık Karabağ meselesinin göz önünde bulundurulması gerektiğini ısrarla vurgulayan Azerbaycan’a yönelik olarak Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın verdiği sözler teselli kaynağı olmuş ve Erdoğan’ın Azerbaycan Milli Meclisi’nde yaptığı konuşma ortamı yatıştırmaya yetmiştir. Dağlık Karabağ meselesinin sürekli surette vurgulanması gerektiğini belirten Azerbaycan için son tartışma konusu da onaylanmaya hazır hale getirilen Türkiye - Ermenistan ilişkileri ile ilgili protokol olmuştur. Türkiye’nin verdiği sözlerde durmayacağı ve sınırların açılıp Azerbaycan aleyhine çeşitli gelişmelerin yaşanacağını düşünen Azerbaycan halkına yönelik olarak çeşitli provokasyon hazırlıkları sürmekteydi. Ekim 2009’da Bursa’da gerçekleştirilen Türkiye - Ermenistan milli maçında yaşanan bayrak krizi ise bardağı taşıran son damla olmuştur. Azerbaycan bayrağının çeşitli provokasyoncular tarafından çöp kutusuna atılmasına, Bakü’deki Türk şehitliğinde bulunan Türk bayraklarının indirilmesiyle cevap verilmiştir. Bir müddet yaşanan bu kriz çeşitli diplomatik girişimlerle önlenmiş ve ilişkiler eski haline döndürülmeye çalışılmıştır. Bugün birçok girişim sonucu eski haline döndürülmeye çalışılan Türkiye-Azerbaycan ilişkileri herhangi bir olay olmadığı sürece iyimserliğini koruyacak ve farklı alanlarda işbirliklerinin doğmasına sebep olacaktır. Ancak vurguladığımız üzere, bugün yaşanan gelişmeler meselenin geçmişi bilinmeden yorumlanamaz ve hedeflenen ideal ilişkiler ise tarihi paylaşımlarımız bilinmeden gerçekleştirilemez. KAY(AKÇA (1) Akif Aşırlı, Azerbaycan Halk Cumhuriyeti Dönemi Basınında Kafkas Đslam Ordusu, Qismet Yay., Bakü, 2008. (2) Aslan Kavlak, Bakü'ye Gidiyorum Ay Balam - (azım Hikmet'in Azerbaycan'daki Đzleri (1921- 1963), Yapı Kredi Yay. 2007. (3) Yıldız Sertel, (azım Hikmet ile Serteller, Everest Yayınları, Đstanbul 2008. (4) Enver Paşa Dergisi, “Kafkas Đslam Ordusu’nun Bakü’yü Fethi”, Bakü, Eylül 2008. (5) Sinan Oğan, “Azerbaycan ile Yaşanan Kriz: Đki Yanlış Bir Doğru Eder mi?”,TÜRKSAM, 19.10.2009. M. Fatih Öztarsu Politik Psikoloji Uluslararası Đlişkiler Çalışmaları POLĐTĐK PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ Sayfa 24 Toplum Psikolojisi ve Habur Olayı Büyük grup olarak ifade edilebilecek milletlerin de psikolojik tepkiler verebileceği politik psikoloji biliminin temel argümanıdır. Milletler de tıpkı kendilerini oluşturan bireyler gibi duygusal davranabilirler. Uluslararası ilişkilerde psikolojinin ve duyguların önemi gittikçe belirginleşmektedir. Örneğin Avrupa Birliği, Türkiye’nin AB üyesi olma bahsi açıldığında birliğin hazmetme kapasitesinden bahsederek, milyonlarca Müslümanın AB üyesi sayılmasını ve Orta Doğu’ya komşu olma ihtimalini bir tehdit olarak görmüştür. AB’nin bu tutumunda Đslam dinini sembolize eden Türkler ile tarihsel yaşanmışlıkların payı olduğunu söyleyebiliriz. Tıpkı AB ve Türkiye örneğinde olduğu gibi yaşanmış olaylar toplumlar veya etnik gruplar arasında duygusal travmalara dönüşebilmektedir. Dominique Moisi duyguların dünya siyasetine yön verdiğinden bahsetmektedir. Moisi’e göre korku, aşağılanma ve umut duyguları içerisinde olan toplumlar dünyayı yeniden şekillendirmektedir. Korku, aşağılanma ve umut duyguları mağduriyet psikolojisi şemsiyesi altında öne çıkarılmaktadır. Bu duyguların ortaya çıkmasında “öteki”ne önemli bir pay biçen Moisi’e göre kürselleşme çağında öteki ile olan ilişkiler her zamankinden daha önemli olmuştur. Bebeklik çağlarından itibaren aile ortamı ile yeşeren, sosyalleşme ile kimliğimizde yer edinen öteki, bizden olmayan, bize benzemeyen, her türlü olumsuzluğu dışlaştırabileceğimiz bir tür haznedir. Öteki ile olan ilişkilerde korku duygusu örneğin Avrupa Birliği’nin kendi kimliği ile ilgili olan korkularında, Türkiye gibi muhtemel yeni katılımlarla ilgili tereddütlerinde görülebilir. Öteki ile ilgili olan korku duygusu ABD’nin 11 Eylül olaylarından sonra yaşadığı toplumsal gerilemede görülebilir. Öteki ile olan ilişkilerde belki de en önemli duygu utanç ve aşağılanmadır. Aşılması son derece zor olan toplumsal aşağılanma genel olarak Müslüman ve Arap dünyasında görülmektedir. Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda büyük bir yenilgiye uğrayan, büyük devletler tarafından toprakları işgal edilen Osmanlı Đmparatorluğu bir dünya devleti iken savaş sonrası bağımsızlığını kaybetmişti. Dünya nezdinde son yıllarında “hasta adam” olarak görülen Osmanlı büyük bir aşağılanma duygusundan kurtulmayı Atatürk gibi onarıcı ve vizyoner bir lider sayesinde başarmıştır. Büyük cihan devleti Osmanlı’ya duyulan toplumsal özlem özellikle son yıllarda öne çıkmıştır. Bu gelişme bir açıdan Osmanlı’nın yıkılışının toplum psikolojisindeki bilinçaltı etkisini göstermektedir. Buradan da anlaşılacağı gibi tarihte yaşanan önemli kırılma noktaları toplumsal bellekte yer edinerek büyük grup psikolojisini etkilemektedir ve aradan onlarca yıl geçse de unutulmamakta ve nesilden nesile aktarılmaktadır. 15 Ekim 2009’da bir kısım PKK’lının Habur sınır kapısından gösteriler ile giriş yapması da bu bağlamda toplumsal bellekte yer edinmiştir. Habur olayları öncesi yaklaşık bir yıldır gündemde olan demokratikleşme söylemlerinin toplumun tümünü kucaklamamış olmasından dolayı genel bir güvensizlik ve korku oluşmuştur. Habur’da yaşanan gösteriler ve PKK’lıların Türkiye’ye girerken medyaya yansıyan demeçleri Türk halkı nezdinde unutulmayacak yaralar açmıştır. PKK’lıların Türkiye’ye girişi sırasında terör örgütünün bayraklarının, dağ kıyafetlerinin, terörü çağrıştıran simgelerin kullanılması ve barış elçisi olarak Kandil ve Habur’dan gönderilen PKK’lıların bir bayram havasında karşılanması toplumsal tabanda tepki çekmiştir. Gazete ve televizyonlarda defalarca karşımıza çıkan Habur görüntüleri toplum genelinde bir rövanş alma veya terör örgütünün galibiyeti olarak yorumlanmıştır. 34 kişinin sivil kıyafetler yerine terör örgütünin neredeyse resmi üniforması olan kıyafetler ile Türkiye’ye gelmesi basında da eleştirilmiştir. Türk toplumu açısından bu 34 kişinin kıyafeti teslim olmayı değil zaferle dağdan inmeyi çağrıştırmıştır. Konvoydaki araçlardan sarkan Öcalan bayrakları gerilimi daha da arttırmış meydan okuma olarak algılanmıştır. Dağdan inen teröristlerin bu meydan okuma algısının gelişmesinde “Bizler eve dönmek ve teslim olmak için gelmedik, af yasasından yararlanmak istemiyoruz” gibi sözleri de etkili olmuştur. Açılım ile ilgili tereddüt ve korku yaşayan Türk toplumu bu kez de kendini ve devletini aşağılanmış hissetmiştir. Kriz anlarında regresyona girerek psikolojik gerileme yaşayan bireyler gibi toplumlar da benzer tepkiler vermektedir. Habur olaylarında da yaşanan krize karşı devletin aciz ve çaresiz kaldığı izlenimi oluşmuş, bu nedenle de toplumsal bir regresyona girilmiştir. Habur olaylarının öncesi ve sonrasının iki farklı Türkiye olduğunu söyleyebiliriz. Öyle ki, Habur görüntüleri öncesi görülmeyen bazı önyargılı davranış ve yaklaşımlar Habur olaylarının yarattığı psikolojik etki ile toplumsal bir tepki haline gelmiş, Kürt kökenli vatandaşlarımıza ait bazı işyerlerine saldırılar gerçekleşmiştir. Habur ile çözülmeye çalışılan Kürt sorununun farkında olmadan bir “Türk sorunu” da yarattığını söyleyebiliriz. Törensel bir şekilde dağdan inen 34 kişinin kahramanca karşılanması Türk toplumunun yanlızca gururunu kırmakla kalmamış aynı zamanda teröre kurban verdiği evlatlarının acısını katlayarak arttırmıştır. Travma olarak nitelendirilebilecek böylesi toplumsal aşağılanmalarda taraflar keskinleşerek “ben” ve “öteki” ayrımı iyicene belirginleşir. Kutuplaşmalar artarken tolerans her iki grup için de azalır. Böylesi bir ortamda ise diyalog gelişmesi mümkün olamaz. Yeterince planlanmadan, biraz acele, karşılıklı beklentilerin paylaşılmadan, ortak bir karara varmadan gerçekleşen Habur olayı diyalog girişimlerinin ve barışcıl çözümlerin zamana yayılarak, karşılıklı hassasiyetlere saygı göstererek gerçekeşecek uzun bir bir süreç olduğunu göstermiştir. B. Senem Çevik Politik Psikoloji Đletişim Çalışmaları Sayfa 25 YIL 2, SAYI 1 “Türk-Ermeni Đlişkileri Disiplinlerarası Yaklaşım” Eğitimi Düzenlendi Dışişleri Eski Bakanı Sn. Yaşar Yakış Politik Psikoloji Derneği’nin Ankara Üniversitesi ve Bahçeşehir Üniversitesi Stratejik Araştırmalar Merkezi işbirliği ile düzenlediği “Dünden Bugüne Türk-Ermeni Đlişkileri: Disiplinlerarası Yaklaşım” konulu sempozyum 25-26 Aralık 2009 tarihlerinde gerçekleştirilmiştir. Sempozyumda Türk-Ermeni ilişkilerine farklı disiplinlerden akademisyen, uzman ve gazeteciler sunum yapmışlardır. “Tarihi ve Siyasi Boyutlarıyla Türk-Ermeni Đlişkileri” konulu sunumunda Gazi Üniversitesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Semih Yalçın, günümüzde Türk toplumu açısından Ermeni Sorunu diye tabir edilen bir sorun olmadığına, Lozan’da tüm sorunların çözüme kavuşturulmuş olduğuna dikkat çekmiştir. Ancak Yalçın, günümüzde konunun yeniden gündeme bir sorun olarak taşınmaya çalışıldığını ifade etmiştir. TürkErmeni ilişkileri açısından 77-78 Osmanlı Rus Harbi’nin bir kırılma noktası olduğunu vurgulayan Yalçın, Balkan Savaşları ve bunları müteakiben Birinci Dünya Savaşı sırasında yenilgilerin de artmaya başlaması ile birlikte Ermeniler ile yaşanan sorunların da zirveye çıktığını belirtmiştir. Tehcir’in Osmanlı devletinin kendi topraklarında kontrolü kaybetmeye başlaması üzerine alınmış bir önlem olduğunun altını çizen Yalçın, Türk devletinin de tehcir tartışmaları ile alevlenen Ermeni sorununa önceleri kayıtsız kaldığını, ancak ileriki dönemlerde yapılan çalışmalar ile konuya gereken önemin verilmeye başladığını ifade etmiştir. Yalçın Tehcir’in isyanlara yol açtığı yönündeki Ermeni tezinin gerçek dışı olduğunu, aslen o bölgedeki isyanların Tehcir kararının temelini oluşturduğuna dikkati çekmiştir. Ankara Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Cemal Taluğ “Ermeni Sorununun Gelişmesi ve Bugünü” konulu sunumunda Avrasya Đncelemeleri Merkezi Başkanı Emekli Büyükelçi Ömer Engin Lütem, Türk-Ermeni ilişkileri ve Ermeni toplumunun ayrıntılı bir incelemesini sunmuştur. Lütem, günümüzde öncelik kazanan Ermeni milliyetçiliği ve Diaspora milliyetçiliği konularına değinerek, aslen 1946’da ortaya çıkan asimilasyon korkusu fikrinin, günümüzde Ermeni soykırım iddialarının süreklilik arz eden bir söylem haline getirilmesinin temelinde yattığını belirtmiştir. Nitekim Lütem’e göre asimilasyon tehlikesinin bertaraf edilmesi için Ermeni toplumunun kanaat önderleri tarafından soykırıma atıfta bulunulması ve Türk düşmanlığının yayılmasını, Ermeni kimliğinin ayakta tutulabilmesi amacıyla girişilmiş bir toplumsal propaganda aracı olarak görülmesi gerektiğine dikkat çekmiştir. 70’li yıllarda başlayan Ermeni terörünün konuya uluslararası kamuoyunun dikkatini çekmeyi amaçladığı, nitekim 80’li yıllarda Avrupa Parlamentosu’nda alınan karar gibi birçok tasarı ve kararın da söz konusu terör olayları sonrasında ortaya çıkmaya başladığını ifade etmiştir. Lütem, terörün bittiği ve sürecin siyasallaştığı dönemde Ermeni soykırım propagandasının bir uluslararası “Ermeni Soykırım Endüstrisi” olarak ortaya çıktığını öne sürmüştür. Endüstrinin faaliyetleri sonucunda sürecin siyasallaştığı ve özellikle 2000 sonrasında Avrupa’da Ermeni soykırım iddialarının geçerlilik kazanmaya başladığı vurgulanmıştır. Bu süreçte Türkiye’nin Ermenistan’ı tanıdığı ancak diplomatik ilişkilerin, karşılıklı anlaşmazlıklar sebebiyle başlatılmadığını belirten Lütem, Türkiye’nin Ermenistan’dan üç temel talebinin (1. Toprak bütünlüğünün tanınması, 2. Soykırım iddiaları konusunda makul bir mutabakata varılması, 3. Karabağ konusunda Ermenistan’ın politikalarını gözden geçirmesi) ise kabul görmediğini, Azerbaycan topraklarının işgal edildiğini ve sonuç olarak Türkiye’nin Ermenistan ile sınırlarını kapattığını ifade etmiştir. Lütem Protokoller’in imzalanması sürecinin her iki taraf açısından da kazanımlar getirdiğine, ancak metnin tümü dikkate alındığında Türkiye’nin bu süreçten kesinlikle avantajlı çıktığına dikkat çekmiştir. Ayrıca, sürecin tıkanmasının Ermenistan’a, Türkiye açısından doğabilecek zarardan çok daha fazla bir şekilde zarar vereceğini ifade etmiştir. “Psikolojik Savaş ve Ermeni Sorunu” konulu bildiriyi 21. yy. Türkiye Enstitüsü Başkanı Prof. Dr. Ümit Özdağ yerine sunmuş olan Dr. Murat Köylü, uluslararası alanda ve Türkiye içerisinde bir psikolojik savaş yaşandığını ifade etmiştir. Köylü, Amerikan istihbarat talimnamelerinde “seçilmiş bilgi ve kaynak göndererek hasmın sahip olduğu gücü kullanma irade ve kapasitesini sınırlandırmak” olarak adlandırılan propaganda faaliyetlerinin Ermeni sorununun, Türk ve dünya kamuoyuna sindirilmesi amacıyla kullanıldığını ve günümüze kadar bunun başarılı olduğunu ifade etmiştir. “Türk-Ermeni Đlişkilerine Hümanist Yaklaşım” konulu bir sunum yapan Gazi Üniversitesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Vahdet Keleşyılmaz, soruna bütüncül bir bakış açısı ile bakarken hümanizmin öne çıkarılması gerektiğini ifade etmiştir. Keleşyılmaz, maziye bakılınca Ermenilerin, “bu toprağın çocukları” olarak görüleceğini, inanç, değerler ve din farklılığı olsa da ortak kültür ve ortak dilin (iletişim) sorunun çözümünde temel alınması gerektiğini vurgulamıştır. Bu çerçevede tehcirin yapılma sebeplerinin unutulmaması gerektiği, devletin sorumlu ve zorunlu bir politika yürüttüğünü, yaşanan acıların ise devletin o dönemdeki imkân ve kapasitesinin yetersizliğinden, programsızlıktan kaynaklandığını belirtmiştir. Ermeni psikolojisinin mağduriyeti öne çıkaran temel argümanlarının, aslen Türk mağduriyetini göz ardı ettiğini vurgulayan Keleşyılmaz, savaşlar ve yenilgiler ile ortaya çıkan psikolojinin tehcir ve öncesinde Osmanlı politikalarını da etkilediğini kaydetmiştir. Sayfa 26 YIL 2, SAYI 1 “Ermeni Sorununun Hukuksal Boyutu” konulu bildirisinde Başkent Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Sadi Çaycı, “soykırım iddialarının tanınması” “özür dileme” gibi ifadelerin hukuki kavramlar olarak geçerli olabilmesi için gerekli olan hukuki süreçler ve Türk-Ermeni ilişkilerinde soykırım hukukunun uygulanabilirliğini incelemiştir. 1948 tarihli “Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması” ve 1968 tarihli “zamanaşımı uygulanmayacak suçlar sözleşmeleri”ne değinen Çaycı, sorunun bu ki sözleşme çerçevesinde tanımlanabilirliğini sorgulamıştır. Buna göre Osmanlı hükümetinin, anayurt savunması ve ayaklanmaların bastırılması, suçluların soruşturulması ve kovuşturulması, tehcir ve bunun maddi-manevi sonuçları bakımından doğabilecek hasar ve zararların giderilmesine çalıştığını öne sürmüştür. Buna karşılık Ermenilerin isyan ve ayaklanma ile Osmanlı kuvvetlerine karşı düşman ile işbirliği yaptığı gibi kanıtların bulunduğunu ifade etmiştir. Ayrıca Türkiye ve Ermenistan arasında ikili hukuki ilişkilerin de Kars Antlaşması 15. Madde, Ankara Antlaşması 5. Madde ve Lozan Antlaşması 58’nci madde ile ek VIII’de çözüme kavuşturulduğunu vurgulamıştır. Çaycı 1915 olaylarının soykırım hukuku kapsamı dışında kaldığını, Türkiye ile Ermenistan arasındaki konuların hâlihazırda çözümlenmiş olduğunu belirtmiştir. Ancak Çaycı, günümüzde Ermeni tarafının yeni bir hukuki çerçeveyi Türkiye’ye kabul ettirmeye çalıştığını ifade etmiştir. ODTÜ Felsefe Bölüm Başkanı Prof. Dr. Ahmet Đnam, “Ermeni Sorununun Ahlaki Boyutu” konulu sunumunda antik Yunan’dan bu yana ahlak sorunu üzerine değerlendirmelerde bulunmuştur. Đnam Batı’da ahlakın birey temelinde gelişmiş olduğuna dikkat çekmiş, bunun ise yalnızca eylemler üzerinden değil, karakter üzerinden tanımlandığını vurgulamıştır. Đnam Aristo’nun erdem ahlakı olarak tanımladığı bu prensibinin uluslararası ilişkilerde uygulanabilirliği üzerinde durmuştur. Buna göre bir arada yaşamanın ancak ideal devlet ile olabileceğini ifade eden Đnam, günümüzde ideal devlet anlayışının, devletlerin ahlaki sorumluluğu ve karakterinin sorunlu olduğuna dikkat çekmiştir. Buradan hareketle Đnam, Anadolu’nun en önemli değerlerinden birisi olan misafirlik kavramına dikkat çekmiş ve Batı’dakinin aksine Anadolu’da ortak bir ahlaki değer olarak misafirliğin gelişmiş olduğunu, bunun Türk-Ermeni ilişkilerinde, her iki tarafın da birbirine karşı olan sorumluluğunu akla getirdiğini belirtmiştir. Türk-Ermeni ilişkilerine ahlaki bir yaklaşım geliştirebilmenin ise ancak özgür irade ve dürüstlük ile mümkün olduğuna vurgu yapmıştır. Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı Başkanı ve Politik Psikoloji Derneği Başkanı Prof. Dr. Abdülkadir Çevik “Türk Ermeni Đlişkilerinin Psikolojik Boyutu” konulu sunumunda Türk ve Ermeni toplumları arasındaki dil ve kültür gibi ortak değerlerin mevcut olduğuna dikkat çekmiştir. Günümüzde ortak değerlerin bir kısmının kaybedilmeye başlandığının altını çizen Çevik, bunun sebepleri üzerinde durulması gerektiğini ifade etmiştir. Çevik Türk toplumunun da geçmişinde mağduriyetler yaşadığını, ancak zafer ve başarılar ile övünülerek bu acıların inkâr edildiğini öne sürmüştür. Geçmişi bugünün değerleri ile yargılamanın hatalı bir yaklaşım olacağını ifade eden Çevik, Yahudi Soykırımı sonrasında duyulan sempatinin Ermenileri cezbettiğini, ancak uluslararası toplumun Ermeni iddialarına olumlu yaklaşmasında Kıbrıs Barış Harekâtı’nın da etkisi olduğunu belirtmiştir. Göçlerin toplumsal kimliklerde gerileme, çaresizlik, yabancılık, zorluk tecrübesi gibi olumsuzluklara yol açtığını, bu asimilasyonun ise öfke ile toplumu bir arada tutma çabasına dönüştürüldüğünü ifade etmiştir. Türk toplumunun düşmanlaştırma yapmadığını, yaşanan acıların yasının tutulmadığını ifade eden Çevik, Ermenilerle doksanlı yılların başında ilişkilerin kurulması adına atılan adımların bir sonuç vermediğine ve Karabağ’ın işgal edilmesi üzerine sınırların kapatıldığına vurgu yapmıştır. Ermenilerin Türkiye’ye saldırmaya cesaret edemeyerek Karabağ’a saldırısının aslında sembolik olarak Türkiye’ye karşı bir saldırı olduğunu ifade etmiştir. Siyasal Bilgiler Profesörü Hikmet Özdemir, konuşmasına Gündüz Aktan’ı anarak başlamıştır. Türk-Ermeni ilişkilerinin kendine özgü bir derinliği ve karmaşası bulunduğunu kaydeden Özdemir, Ermenilerin tek taraflı bir iddiada bulunduğunu ve Soykırım Sözleşmesi’nin geriye dönük yürütülerek uygulanmasına çalıştığını belirtmiştir. Özdemir, Anadolu’da o dönemde gerçekleşen olayların, düşman devletlerin genelkurmaylarının emrinde başkaldıran Osmanlı Ermenilerinin isyanı olduğunu ifade etmiş, bu isyanlar sonucunda sivil Osmanlı toplumuna yönelik katliamların yapıldığının altını çizmiştir. Tehcirin bir benzerinin Amerika Birleşik Devletlerince Pasifik’ten yapılacak bir çıkartma tehlikesine karşın Japon halkına karşı yapıldığını ve tüm dünyada buna benzer politikaların yürütüldüğünü ifade etmiştir. Özdemir, Osmanlı Devletinin imha kastı olmadığını, bunu kanıtlayacak tek bir belge veya emir bulunmadığını, ihmali bulunanların ise yargılandığını ve sorumluların cezalandırıldığını vurgulamıştır. Ayrıca tehcir edilenlerin korunması adına komisyonlar kurulduğunu, bunun devletin eliyle yürütülen kasıtlı bir ihmalin olmadığının en önemli kanıtı olduğuna dikkat çekmiştir. Özdemir, Ermenilerin isyanının uluslararası hukuk açısından ele alınmadığı hiçbir platformda bulunulmaması gerektiğini ifade etmiştir. Ermeni propagandalarının 2005 yılı itibariyle artık Türkiye’de de gündemin temeline yerleştirildiğini belirten Özdemir karalama ve iftira kampanyasının Türkiye’de yürütülmeye devam ettiğinin altını çizmiştir. Özdemir, anıtların restore edilmesi, Ermenilerin Türkiye topraklarını ziyaret etmesi ve aile tarihi araştırmalarının desteklenmesi gibi üç başlık altında yürütülen faaliyetlere karşı dikkatli olunması gerektiğini belirtmektedir. Yrd. Doç. Dr. Şenol Kantarcı konuşmasında diaspora ve Ermenistan’ın Türkiye içerisine olan ve gittikçe büyüyen etkisine değinmiştir. Türk halkının algılarının değiştirilmesi için çaba harcandığını belirten Kantarcı, yapılması gerekenin öncelikle Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarını ikna etmek olduğunu ifade etmiştir. POLĐTĐK PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ Sayfa 27 USAK Başkanı Doç. Dr. Sedat Laçiner “Diaspora’nın Türkiye’ye Bakışı” konulu sunumunda Ermeni Diaspora’sını dünyadaki en nüfuzlu diasporalardan birisi olarak tanımlamıştır. Laçiner, Diaspora’nın kan akıtacak kadar onları bir arada tutan bir dava etrafında kenetlenmiş olduğuna dikkat çekmiş, Ermenilerin maruz kaldığı göçün, 1915 olayları öncesi ve sonrasında yaşananların günümüz Ermeni Diaspora’sının oluşumuna yol açtığını kaydetmiştir. Ermeni toplumunun Anadolu kültüründen beslendiğini dolayısıyla, 1915 sonrasında yaşanan ayrışmanın da Ermeniler açısından büyük bir tahribata yol açtığını ifade etmiştir. Nitekim göç sonrasında Ermeni kimliğinin yeniden yaratıldığını vurgulayan Laçiner, bu sebeple Ermeni milliyetçiliğini “tatmin olmamış milliyetçilik” olarak tanımlamıştır. Ermeni toplumunun zafer hikâyesinin olmadığını, genelde mağduriyet ve yenilgileri hatırladıklarını ifade eden Laçiner, devletsizliğin bu tatmin edilmemişliğin temelinde yer aldığını belirtmiştir. Ermeni siyasi partilerinin bu duyguları kullanarak asimilasyona maruz kalan Ermeni toplumuna yeni bir siyasi kimlik oluşturmaya başladıklarını ifade eden Laçiner, bu nefretin 2’nci ve 3’üncü nesillerde çok daha yüksek derecede görülebildiğine dikkat çekmiştir. Laçiner, Ermeni Diaspora’sının Türklere olan bu kininin, iki toplum arasında iletişim kanallarının açılması durumunda ortadan kalkacağını ve Ermeni kimliğinin dayanak noktasının da ortadan kalkacağını belirtmiştir. Laçiner, Diaspora’nın Türkler ve Ermeniler arasındaki bu psikolojik duvarın kalkması ihtimalinden çekindiği ve bu sebeple tepki verdiğini ifade etmiştir. Ankara Üniversitesi DTCF Öğretim Üyesi Prof. Dr. Birsen Karaca “Yeni bir Toplumsal Bilinç Oluşturma Çabalarına Ermeni Senaristlerin Katkıları” adlı sunumunda, Ermenilerde toplumsal bilincin oluşturulması aşamasında edebiyat ve medyada yapılan atıfları analiz etmiştir. Bu çerçevede Karaca, çalışmaya Ermeni iddialarının da dâhil edilme sebebini, bu iddiaların süreklilik arz etmesi ve Türkiye’yi hedef alıyor olmasına dayandırmıştır. Çalışmasında Ermeni toplumsal bilincinde Türk imgesinin Ermenilere ait olmayan tüm kötü özellikleri temsil eden bir imge olarak betimlenişini, sinema ve edebiyat eserleri ile medyada çıkan makaleler temelinde incelemiştir. Karaca 20. yüzyılın ikinci yarısından sonra “soykırım” kavramının, tüm bu çalışmalarda kullanılan “tehcir” kavramının kelime anlamına yüklendiğini ifade etmiştir. Böylece Karaca, tehcirin tarihsel gerçeklikten kopartılarak anlatılmaya başladığını vurgulamıştır. Ermeni toplumsal belleğinin 1915 tehcirine odaklandığını öne süren Karaca, Ermeni terörünün de benzer şekilde 1915 olaylarından kaynaklandığı, iddia edilen mağduriyet ile meşrulaştırılmaya çalışıldığını, Ermeni terör eylemlerinden duyulan pişmanlığın değil, kin ve hıncın öne çıkarıldığını ifade etmiştir. Radikal Gazetesi’nden Murat Yetkin, 2008 yılında Ermenistan Devlet Başkanı Sarkisyan ile röportaj yapması ve daha sonra protokollerin imzalanmasına kadar geçen sürece ilişkin görüşlerini paylaşmış, Ermenistan’ın Türkiye’yi göz ardı etme lüksünün olmayışına değinerek ülkenin Türkiye ile ilişkilerini geliştirmek zorunda kaldığına dikkat çekmiştir. Prof. Dr. Vahdet Keleşyılmaz ve Prof. Dr. Abdülkadir Çevik Prof. Dr. Birsen Karaca ve Doç. Dr. Sadi Çaycı Prof. Dr. Ahmet Đnam panel yöneticisi Öğr. Grv. Ozan Örmeci YIL 2, SAYI 1 Sayfa 28 Ankara Üniversitesi Türk Đnkılâp Tarihi Enstitüsü Müdürü Prof. Dr. Temuçin Faik Ertan, Ermeni sorununun anlatılması ve ele alınması sürecindeki sorunlara değinmiştir. Ertan’a göre Türkiye’de eğitim sistemi öğrencilere soruna ilişkin yeterli derecede ve derinlikli bilgi veya ilgi verememiştir. Ertan Türkiye’de akademisyen ve siyasetçilerin Ermeni iddiaların karşısında savunma konumuna geçmelerini eleştirerek, Ermenilerin iddialarını kanıtlamak zorunda olduklarının altını çizmiştir. Ertan Đttihat ve Terakki’nin söz konusu dönemin zor siyasi ve askeri koşullarında sorumlu ve zorunlu bir karar aldığını ifade etmiştir. Günümüzde ise Ermeni sorununun tamamen küresel ve bölgesel temelleri olan siyasi bir konu olduğuna vurgu yapmıştır. Bahçeşehir Üniversitesi Uluslararası Güvenlik ve Stratejik Araştırmalar Merkezi Başkanı Ercan Çitlioğlu, soykırım iddialarını gündeme getiren karar, tasarı ve diğer önergelerin bir değerlendirmesini yapmıştır. Çitlioğlu, tarihsel olarak incelendiğinden müttefik Amerika Birleşik Devletleri’nin söz konusu süreç içerisinde, hem eyalet bazında, hem de uluslararası alanda Ermeni iddialarının en büyük destekçisi olduğuna işaret etmiştir. Nitekim Çitlioğlu’na göre 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı’nın ABD açısından Ermeni iddialarının uluslararası alanda gündeme getirilmesinde bir kırılma noktası olduğuna dikkat çekmiştir. 1975 yılında başlayan Ermeni terörünün bu kırılmanın bir sonucu olduğunu ifade eden Çitlioğlu, yine aynı dönemde ABD’de 24 Nisan günlerinde karar tasarılarının gündeme gelmeye başladığına işaret etmiştir. Birinci Dünya Savaşı öncesinde Anadolu’daki Amerikan faaliyetlerine dikkat çeken Çitlioğlu, sorunun ilk ortaya çıktığı 1915 yılı öncesi ve sonrasında ABD’nin Ermeni sorunu konusunda merkezde yer aldığını ifade etmiştir. Lozan Antlaşması’nın bir zafer belgesi olduğunu ifade eden Çitlioğlu, Lozan zabıtlarının, bu zaferin elde edilmesi sürecine ışık tutması açısından detaylı bir şekilde incelenmesi gerektiğini vurgulamıştır. Azınlıklar Komisyonu zabıtlarında, Türk heyetinden Dr. Rıza Nur’un yabancı temsilciler karşısında yaptığı konuşmalardan bölümler okuyan Çitlioğlu, Lozan zaferinde Türkiye’nin ortaya koyduğu bu gururlu ve onurlu tavrın bugün unutulduğunu belirtmiştir. Prof. Dr. Abdülkadir Çevik ve Prof. Dr. E. Semih Prof. Dr. Birsen Karaca, Sn. Büyükelçi Ömer Engin Lütem, Dışişleri Eski Bakanı Sn. Yaşar Yakış Dr. Murat Köylü Prof. Dr. Hikmet Özdemir ve Dr. Özcan Erdoğan Doç. Dr. Sedat Laçiner Aslan Yavuz Şir AVIM