Başyazı - Garanti

advertisement
Başyazı
Garanti Bankası ve Kobi'ler...
Ergun Özen
Bundan tam 2 sene önce yine bu köşede, ekonomimiz henüz çalkantılı dönemden çıkmamışken,
"Bankacılık Sorumluluğu" başlığıyla bir yazı yazmıştım. Garanti Bankası olarak, o gün içinde
bulunduğumuz zor günlerden ancak birbirimize destek olarak çıkabileceğimizi, üzerimize düşen
sorumluluğun da bilinciyle, inisiyatifi ele aldığımızı belirtmiştim.
Türkiye'nin ekonomik alanda yaşadığı sorunlara en kalıcı çözüm yollarından birinin, çağdaş üretim ve
yönetim araçlarıyla donanmış KOBİ'ler olduğu inancıyla bir dizi eylem planı başlatmıştık. Ticaret ve
Sanayi Odaları'yla yaptığımız özel anlaşmalar ve Anadolu Sohbetleri'yle ulaştığımız onbinlerce
KOBİ'nin takdirlerini kazandık...
O günlerden bugüne ekonomimizde çok olumlu değişimler yaşandı. Türk ekonomisinin bel kemiği
KOBİ'lerimiz hak ettiği değeri ve desteği görmeye başladı. Sektörde öncülüğünü yaptığımız
çalışmaların başka kurumlarca da benimsenip geliştirilmesinden gurur duyuyoruz.
KOBİ'ler Garanti Bankası için her zaman çok farklı bir anlam ifade etti, ediyor ve edecek. Bugün
geldiğimiz noktada, kurum olarak KOBİ'lerle ilişkimizi yalnızca finansal değil kültürel açıdan da
zenginleştirmek için özel fırsatlar yaratmaya çalışıyoruz. Bu ay Osmanlı Bankası Müzesi 'nde
başlayan "Lonca'dan KOBİ'ye: Esnaf ve Sanatkârın Dünü" sergisi de böyle bir arayışın ürünü.
Tasarımını Bülent Erkmen'in yaptığı sergi, Prof. Dr. Zafer Toprak'ın metinleri ve Fotoğraf Tarihçisi
Engin Özendes'in koleksiyonundaki 52 fotoğrafla, KOBİ'lerin zaman tünelindeki yansımalarını bir
araya getiriyor.
Sergi, geçmişi ahiliğe ve loncalara kadar uzanan günümüzün KOBİ'lerinin Türk ekonomisindeki yerini
ve katettiği mesafeyi değerlendirmek açısından önem taşıyor. Türk girişimcisi, daha 1 yüzyıl öncesinin
Türkiye'sinde, ağırlıklı olarak bedensel çalışmaya dayanan bir sistemi, bugün en ileri teknolojilerin
kullanıldığı, dünyayla rekabet eden bir sisteme başarıyla dönüştürmeyi başarmış. Sergiyi gezerken bu
kıyaslamayı çok net yapabiliyorsunuz. Sanatseverlerin yanı sıra, KOBİ sahibi ve yöneticilerinin de
sergiden farklı tatlar alacağını ümit ediyorum.
Garanti Bankası'nın müşterisini dinleyen, çözüm üreten ve değer katan kimliğine eklenen bu yaratıcı
çalışmada emeği geçen herkese teşekkür ediyorum.
Dünyada Ekonomi
POLONYA EKONOMİSİNDEKİ GELİŞMELER
Yazan: Başar Şener – Kredi Analiz ve Yurtdışı Koordinasyon Yetkilisi
Sovyetler Birliği'nin çökmesi ve dünyada komünizmin zayıflaması sonucu 1989'da ilgisini Batı'ya
çeviren Polonya, bu tarihten sadece 15 yıl sonra Mayıs 2004'te Avrupa Birliği üyeliğine kabul
edilmiştir. Birinci genişleme sürecinde AB'ye katılan 10 ülkenin en büyüğü olan Polonya, geçtiğimiz
15 yıl içinde çok büyük bir değişim yaşamış ve çevre ülkelere örnek olacak şekilde başarılı ekonomik,
alt yapısal ve sosyal reformlar gerçekleşmiştir.
Devlet kontrolünden serbest piyasa ekonomisine…
1989 yılına kadar merkezi planlamaya dayanan bir ekonomik politika izlenen Polonya'da komünist
olmayan ilk partinin hükümete seçilmesiyle serbest piyasa ekonomisine geçiş yönünde emin adımlar
atılmaya başlanmıştır. Ülkenin son yıllarda görülen hızlı gelişimi için gerekli temeller sözkonusu
hükümetin belirlediği 3 ana karara dayanmaktadır. İlk karar fiyatların serbest bırakılması olmuştur.
Sosyalist hükümetlerin uyguladığı devlet tarafından belirlenen sabit fiyat
sisteminin bırakılmasıyla serbest piyasa ekonomisinin en temel şartı yerine
getirilmiştir. İkinci karar devlet bütçe açıklarının yasal olarak
sınırlandırılmasıdır. Kanun dahilinde Merkez Bankası'nın para basarak bütçe
açıklarını kapatması da yasaklanmıştır. Üçüncü karar ise para politikasıyla ilgili
olup, nominal faiz oranları yükseltilerek yüksek reel faiz uygulamasına
geçilmiştir.
Bu üç temel kararın uygulamaya alınmasını takiben reform programları kısa
zamanda ekonomiyi canladırmış ve 1992 itibariyle ülke büyüme trendine
girmiştir. 1990 yılında sadece $60 milyar olan GSYİH 10 yıl içinde iki buçuk
kat artarak $158 milyara ulaşmıştır. Ekonomideki hareketlilik üyelik
müzakereleri sürecinde oldukça artmış olup, GSYİH 2004'te de %5.3 oranında
büyüme göstermiştir.
Sosyalist dönemden kalan verimsizlikten dolayı %600'ü bulan enflasyon ilk etapta 1991'de %70'e daha
sonra da istikrarlı bir düşüş sonucu 2004'te %2.3'e kadar gerilemiştir. Ekonomideki sağlıklı büyüme
özellikle özelleştirmeler ve özel sektörün gelişmesi ile sağlanmıştır.
Ekonomik reformlar içinde en önemli rolü özelleştirmeler oynamıştır. 1990-1998 yılları arasında
toplam devlet işletmelerinin %70'i (6.129 adet müessese) özelleştirilmiştir. Böylece 7 yıl gibi kısa bir
sürede özel sektörün GSYİH'nın %59'unu oluşturması sağlanmıştır. Ancak, özelleştirmeler dışında da
özel sektör oldukça hızlı bir büyüme göstermiştir. 1989'da GSYİH'nın sadece %18'ini temsil eden özel
sektör 2001 yılına gelindiğinde %72'ye ulaşmıştır. Öte yandan, özel sektör bugün toplam ihracatın
%89'unu ithalatın ise %92'sini gerçekleştirir duruma gelmiştir. Devletçiliğin terk edildiği bu dönemde
özel sektör istihdamı da büyük ölçüde desteklemiştir. Zira 2004 itibariyle toplam çalışaların %63'ü
özel sektörde çalışır hale gelmiştir. Ülkenin yakın geçmişi göz önüne alındığında, sadece 15 yıl içinde
böylesi değişimlerin yaşanması son derece başarılıdır.
Geçmişten beri en sorunlu alanlardan biri olan sanayii sektöründe de gelişme ve reformlar
sürmektedir. 1989 öncesi komünist rejimin de etkisiyle Polonya ekonomisi ağır sanayiye fazlasıyla
dayanır duruma gelmiştir. Bu dönemde özellikle kömür, bakır ve sülfür üretimi yapılan ülkede bu tip
endüstirilerin yoğunluğundan dolayı çevre kirliliği ciddi ölçüde artmıştır. Ayrıca tüketicilere hitap
etmeyen endüstrilerin çoğunlukta olması ülkenin yabancı pazarlada çok fazla aktif olamamasına ve
rekabet avantajı sağlayamamasına yol açmıştır. Ancak 1990'lı yılların sonlarına doğru bu durum
değişmeye başlamış ve hizmet sektörünün ekonomideki ağırlığı artmıştır.
Ekonominin son durumu…
Özellikle son 10 yılda çok başarılı bir ekonomik büyüme kaydeden Polonya ekonomisinin göreceli
olarak yavaşladığı dikkat çekmektedir. 2005'te büyümenin %4'e kadar gerilemesi beklenmekte olup, iç
talepteki ve yatırım harcamalarındaki daralmanın bu durumu tetiklediği
düşünülmektedir. Reformlara ilk başlandığı yıllarda enflasyonu frenlemeyi
hedefleyen sıkı mali politikalar büyümeyi az seviyede etkilemişti, ancak belli
bir olgunluğa ulaşmış olan ekonomi artık bu tip uygulamalardan daha fazla
olumsuz yönde etkilenmektedir. Buna paralel olarak ekonominin yavaşlaması
sonucu işsizliğin artması dolayısıyla tüketici harcamalarındaki düşüş iç talebin
daralmasında önemli rol oynamaktadır.
Ancak sıkı mali politikaların sürdürülmesi halen ciddi önem taşımaktadır.
Buna örnek olarak cari işlemler açığının oldukça gerilemiş olsa da halen
yüksek bir seviyede olması gösterilebilir. 2000 yılında $10 mia seviyesinde
olan cari işlemler açığı 2003 yılında $4.6 milyara (GSYİH'nın %2.2'si) kadar
gerilemiştir. Bu açığın kapatılmasında yabancı sermayenin önemli rol
oynaması beklenmektedir. Ayrıca, gelişmekte olan tüm ekonomilerin sorunu ve aynı anda gereksinimi
olan dış borç da yüksek seviyelere tırmanmıştır. 2003 yılında $79 milyar olan borcun %49'u kamuya,
%41'i özel sektöre ve %10'u bankalara ait durumdadır.
Bu gelişmelerin yanında halen yeni teknolojilerin ülkedeki verimliliği artırması, kalifiye ve deneyimli
elemanların şirketleri daha iyi yönetmesi ve yabancı sermaye girişi gibi alanlarda ihtiyaçlar
bulunmaktadır.
Politik gündem…
Başarılı reform programları uygulanmasına rağmen, son yıllarda halkın hükümete desteği giderek
azalmış olup, yapılan araştırmalara göre 25 Eylül'de yapılacak olan parlamento ve 9 Ekim'de yapılacak
olan başkanlık seçimlerinde ülke yönetiminin tümüyle değişmesi beklenmektedir. Seçimlerde sağ
liberal partilerin oluşturduğu bir koalisyonun galip gelmesi beklenirken, dört yıl önce oyların %41'ini
alan mevcut hükümetin bu seçimlerde %10 oy toplamasının bile zor olacağı belirtilmektedir.
Öte yandan, en yeni AB ülkelerinden biri olan Polonya'nın gündemindeki önemli başka bir konu da 9
Ekim'de başkanlık seçimleri ile birlikte yapılacak olan AB anayasasının referandumu olacaktır. Fransa
ve Hollanda'nın AB anayasasını reddetmesinin toplulukta ciddi boyutta bir krize yol açmış olması,
Polonya'da yapılacak olan referandum sonucunun merakla beklenmesine yol açmıştır. Ülkede çok
sayıda AB karşıtı olmasına rağmen şu anki tahminlere göre referandumdan olumlu sonuç çıkması
beklenmektedir.
Kısaca özetlemek gerekirse ; son 15 yılda önemli ölçüde gelişen Polonya geçtiğimiz AB genişleme
sürecinde topluluğa katılmış ve AB'nin önemli ülkelerinden biri durumuna gelmiştir. Neredeyse Batı
ülkeleri düzeyinde bir işleyen piyasa ekonomisi haline gelen Polonya'nın gelecekte değişen AB
dengeleri içinde nasıl yer alacağı merakla izlenmektedir. AB'nin ciddi bir kriz içinde olduğu şu
günlerde Birliğin İspanya, Portekiz ve Yunanistan'a sağladığı boyutta bir finansal yardımı son katılan
10 ülkeye sağlayıp sağlamayacağı henüz netlik kazanmamıştır. Bu doğrultuda Polonya'nın AB'ye
girmesine rağmen gelişme sürecini mevcut hızıyla ne kadar daha sürdürebileceği de önümüzdeki
yıllarda görülecektir.
Dünyada Bankacılık
YENİ "BASEL SERMAYE YETERLİLİĞİ ÇERÇEVESİ" - 2
1988 yılında Bank for International Settlements (BIS) bünyesinde toplanan Basel Committee on
Banking Supervision (Komite), "Basel Accord" adlı tasarı ile sermaye yeterliliğine uluslararası bir
standart getirmiştir. 1992'de yürürlüğe giren bu tasarı ile birlikte, tanımlanan sermayenin risk ağırlıklı
aktiflere oranının minimum %8 olması öngörülmüştür.
Zaman içinde uygulamada ortaya çıkan aksaklıklar ve son yıllarda yaşanan global
krizlerin uluslararası düzeyde aktif bankaların taşıdığı risklerin boyutunu ortaya
çıkarması, düzenlemenin yeterliliği konusunda soru işaretlerinin doğmasına sebep
olmuştur. Böylece Komite, 1999'da yeni bir sermaye yeterlilik sistemi önermiş ve
yoruma açmıştır. Öneri, 1988-Basel Accord'un sermaye gereğinin risk temeline
dayandırılması yaklaşımını korumakta, ancak bankaların üstlendikleri risklerin daha
gerçekçi bir şekilde yansıtılmasını ve bu risklerin gözetim ve denetim otoritelerince daha etkin
izlenmesini amaçlamaktadır.
Tasarı, uluslararası finans çevrelerinde pek çok tartışmayı da beraberinde getirmiş; gelen yorumların
değerlendirilmesi sonucunda hazırlanan yeni taslak Ocak 2001'de tekrar görüşlere açılmış, bu tasarıya
da pek çok yorum gelmesi sonucunda yeniden revizyona gidilmiştir. Garanti Dergisi Eylül 2001
sayısında bu taslakları detaylı olarak incelemiştik. Bu yazımızda ise 2001 taslağını kısaca hatırlayıp,
bu taslak üzerine yapılan son değişikliklere değinmeye çalışacağız.
YENİ SERMAYE YETERLİLİK SİSTEMİ İLE HEDEFLENENLER…
1988 tarihli Basel Accord; sermaye kavramının bankaların beklenen ya da beklenmeyen kayıplarını
karşılama kapasitesini yeterince ifade etmediği, kullanılan risk ölçütünün yeterli olmadığı ve aktifler
arasındaki risk ayrımını gerekli hassaslıkta yapamadığı yönünde eleştirilere hedef olmuştur. Bu
eleştiriler üzerine Komite, piyasanın ihtiyaçlarını daha fazla dikkate alan ve öncekine göre daha geniş
kapsamlı bir çerçeve üzerinde durmuştur. Mevcut uygulamada olduğu gibi, yeni düzenlemede de
öncelikli hedef olarak uluslararası piyasalarda etkin bankalar belirlenmiş olmakla birlikte, diğer
bankaların da uygulayabileceği nitelikte olmasına özen gösterilmiştir.
Yeni tasarının temel hedefleri şu şekilde belirlenmiştir:
Mali sistemlerin güvenliğinin ve sağlının artırılması,
Bankalar için rekabet eşitliğinin yaratılması,
Riskler konusunda öncekine göre daha kapsamlı bir yaklaşım oluşturulması.
OCAK 2001 Taslağı:
1. Minimum Sermaye Gereği: Gelişmiş kredi değerlendirme sistemine sahip bankaların iç risk
değerleme modellerini kullanabilmeleri, diğer bankaların ise kredi derecelendirme kuruluşlarının risk
ağırlıklarını kullanması (Standart Yaklaşım) öngörülmektedir.
A. Standart Yaklaşım:
i. Ülkelerin risk ağırlığı: 1999 Taslağı ile aynıdır.
ii. Bankaların risk ağırlığı: Yine 2 alternatif sunmaktadır;
a. Bankaya uygulanan risk ağırlığının ülkeninkinden bir derece fazla olması,
b. Bankaların dış derecelendirme kuruluşlarından aldıkları ratinge ve riskin vadesine göre bir
ağırlıklandırma söz konusudur. 3 aydan kısa vadeli işlemlerin risk ağırlığını uzun vadelilere göre daha
düşük olması öngörülmüştür.
iii. Firmaların risk ağırlığı: 1999 tasarısındaki gibi, risk ağırlığı şirketlerin ratinglerine bağlı hale
getirilmiş, ancak not ve ağırlık aralıkları değiştirilmiştir.
AAA:AA- A+: A-
BBB+:
BBB-
BB+ : B-
B-'den
düşük
Notsuz
Ülkeler
%0
% 20
% 50
% 100
% 150
% 100
Bankalar (Alt.1)
% 20
% 50
% 100
%100
% 150
% 100
Bankalar (Alt.2-3 aydan uzun)
% 20
% 50
% 50
% 100
% 150
% 50
Bankalar (Alt.2-3 aydan kısa)
% 20
% 20
% 20
% 50
% 150
% 20
Firmalar
AAA:AA-
A+: A-
BBB+: BB-
BB-'den
düşük
Notsuz
% 20
%50
%100
%150
%100
*Teminata ve kredi türüne göre risk ağırlıkları da değişmektedir.
B. İç Değerlendirmeye Dayalı Yaklaşım:
Özellikle global bankalar tarafından uygulanması beklenen bu metodun kullanımı,
Komite'nin geliştirdiği standartlara dayalı olarak denetleme kuruluşlarının iznine
bağlı kalmak şartı ile bankalara borçlunun kredibilitesini kendi yöntemleriyle
belirleme izni vermektedir. Denetleme kuruluşlarınca dikkat edilecek başlıca
kriterler; kredi risklerinin doğru sınıflandırılması, iç değerlendirme sisteminin içeriği
ve bankanın faaliyetleri ile uyumu, sağlıklı IT sistemlerine sahip olunması ve
bankanın şeffaflığıdır.
2. Sermaye Yeterliliğininin Denetimi: Amaç, bankaların doğru şekilde değerlendirilmiş risklerine
karşılık sahip olmaları gereken sermayeyi belirleyecek iç yöntemlere sahip olduklarından emin
olabilmektir. Denetim kuruluşları ise, bankaların riskleri oranında sermaye tutmaları konusunda
sorumlu olacaklardır ve risk yönetim mekanizmaları gerektiğinde denetim kuruluşlarının
müdahelesine açık olacaktır.
3. Piyasa Disiplini: Amaç, bankaların daha şeffaf bir yapıya sahip olmalarını sağlamaktır. Böylece
piyasada faaliyet gösteren tüm kişi ve kuruluşların, bankaların sermaye yeterliliği ve risk profili
konusunda bugünkünden daha detaylı bilgiye sahip olması sağlanacaktır. İlk taslak bankalara 3 alanda
bilgilendirme şartı koyarken, son paket 4 alandaki (sermayenin kompozisyonu, sermayelerin
desteklediği kredi, piyasa ve faiz riskleri) verilerin ayrıntılı bir şekilde açıklanmasını bekliyor.
Komitenin Ocak 2001 taslağına getirilen yorumlar sonrası Temmuz 2002'de yaptığı değişiklikler:
Kredi kartı gibi bazı süreklilik arzeden bireysel krediler için daha riske duyarlı bir İç Değerlendirmeye
Dayalı (İÇD) risk ağırlıklandırma eğrisi oluşturulması karara bağlanmıştır.
İÇD yaklaşımının en gelişmiş metodunu kullanan bankalar sermayeyi hesaplarken kredinin kalan
vadesini göz önünde bulundurmak zorundalar, ancak ulusal mercilerin onayı ile küçük yerel borçlular
bu kuralın dışında tutulabilecekler.
En çok eleştirilen maddelerden biri olan küçük ve orta ölçekli firmaların kredileri için gereğinden fazla
sermaye ayrılması konusu haklı bulunmuş ve gerekli değişikliklerin yapılması onaylanmıştır.
Operasyonel risk minumum sermaye yeterliliğini hesaplamada kullanılacak bir gösterge olmaya
devam edecek, ancak bazı esneklikler sağlanacak.
İÇD yaklaşımı içerisinde iki farklı (Temel ve Gelişmiş Yaklaşım) metodu kullanan bankaların
ayıracakları sermayeler arasında oluşabilecek farklılıklar en aza indirgenecek.
Komite, ulusal otoriteler ile birlikte Ekim 2002'de bir anket çalışması yapacak. Bankalardan
sağlanacak veriler sayesinde firmaların yeni sistemden nasıl etkileneceği belirlenmeye çalışılacak.
Piyasa disiplininin gerçekleştirilmesi amacı ile bankaların sermaye yeterliliği ve risk profili konusunda
kamuoyunu bilgilendirmesi şartı bankacılar tarafından olumsuz olarak değerlendirilmişti. Komite
yaptığı açıklamada her türlü bilginin değil ancak bankanın risk profili konusunda yeterli bilginin
verilmesi gerekliliğini vurgularken hangi bilgilerin açıklanması gerekeceği konusunda ayrıntılı bir
açıklama yapmamıştır.
Komite genel olarak gelen yorum ve değişikliklerden memnun olduğunu ifade etmiş, 2003 son
çeyreğinde yeni sermaye yeterliliği çerçevesinin tamamlanacağını ve 2006 yılsonuna kadar 3 yıllık bir
adaptasyon sürecine izin vereceğini bildirmiştir.
Merve Genç
İç Ekonomi
EKONOMİDE UZUN VADELİ SORUNLAR
Yazan: Sertan KARGIN
2001 sonunda GSMH'nın %78'ine ulaşan dış borçların (kamu+özel) ve GSMH'nın %68'i dolayında
gerçekleşen iç borçların sürdürülebilirliği Türk ekonomisinin en önemli sorunudur. Bu noktada, Türk
ekonomisinin borç dinamiklerinde (faiz-kur-büyüme-faiz dışı fazla -enflasyon) program hedeflerine
yaklaşması gerekmektedir.
Öncelikle, ekonomideki tüm kesimler, enflasyon konusunda hassasiyet göstermelidir. Çünkü, iç
borcun %84'lük kısmının kısa vadeli faiz oranlarına, dövize ve enflasyon gerçekleşmelerine
endekslenmiş olması, enflasyonu bir finansman aracı olmaktan çıkarmış; borç yaratan bir faktör haline
getirmiş bulunmaktadır. Enflasyonda hedefin tutturulması bu açıdan büyük önem arzetmektedir.
Liberal ekonomiye geçişten 2001 yılının başına kadar TCMB yönetiminde uygulanan kur politikası ve
endeksleme, döviz kuru-enflasyon ilişkisine kuvvetli bir atalet kazandırmıştır. Örneğin, döviz
kurundan çekirdek enflasyona geçiş oranı %60 civarında seyretmektedir. Bu kapsamda, 2002 yılı
enflasyon hedefinin tutabilmesi için USD/TRL kuru, kanımızca, 1.88 milyon TL'i aşmamalıdır.Söz
konusu ataletin kırılabilmesi için istikrarlı bir iktisadi ortamda en az 5 yılın geçmesi gerekmektedir.
Dalgalanan kur rejiminden dolayı, dış ekonomilerdeki ve siyasetteki gelişmeler döviz kuruna eş anlı
yansıdığından, borç dinamikleri dış şoklara açıktır.Döviz yükümlülüklerinin %65'i IMF borçlarından
oluşan TCMB'nin döviz rezervi 'şok emici' görevini yerine getirememektedir.
Piyasa ekonomisinin işleyişi altında iç borçların çevrilmesi, önümüzdeki 4 yılda kamu maliyesine
yıllık ortalama %21'lik bir reel faiz maliyeti yüklemektedir. Söz konusu maliyetin taşınabilmesi ise bu
dönemde GSMH'nın %6.5'i gibi oldukça yüksek bir faiz dışı fazla düzeyi ile mümkün olabilecektir.
Bu düzeydeki faiz dışı fazla rakamının sağlanabilmesi için iktisat politikalarının istihdam yaratarak ve
enflasyonu düşürerek gelir dağılımını iyileştirmesi gerekmektedir. Enflasyondaki ataleti kıracak bir
nominal çapa seçeneğinin mevcut olmaması ve programın istihdam ayağındaki işleyişin yetersizliği,
faiz dışı fazla hedefini zora sokabilecek bir unsur olarak karşımıza çıkmaktadır. Sosyal güvenlik
açıkları ve sübvansiyonlar, kamu maliyesi üzerinde ağır bir yük olarak kalmaya
devam etmektedir. Bu iki transfer kalemindeki sapmadan dolayı 2002 yılı faiz dışı
harcama seviyesinde 7 katrilyon TL'lik (4.5 katrilyon TL'si sosyal güvenlik) bir
sapma ortaya çıkabilecek gibi görünmektedir.
Ziraat bankası ile TCMB'den sağlanan 3.5 katrilyon TL'lik kâr aktarımı bütçeyi bir
miktar rahatlatmış gibi görünmektedir. Bu rakamlar çerçevesinde, faiz dış fazla
hedefi yakalansa dahi, bir defalık kâr aktarımları ile mevcut olabilecektir ki
program hedefinde kâr aktarımları dikkate alınmamıştır. Büyüme tarafına gelince: Bu yıl politik
gerginliğe rağmen, özellikle sanayi üretimindeki yüksek performans ile (ilk altı ayda %7.2'lik artış),
%3.0'lük hedef aşılabilir durmaktadır. Tahminimiz %4.2. Ancak, 2002 yılı hedefinin tutturulması
sürdürülebilir büyüme safhasının başladığı anlamına gelmemektedir.
Dış borç stoku belli eşik değerleri aşınca, gelişmekte olan ülkelerin büyüme
performansları üzerinde negatif yönde bir baskı oluşmaktadır. Gelişmekte olan
bir ülkede 'toplam dış borç/GSMH oranı' %35-40, 'toplam dış borç/ihracat oranı'
da %160-170 seviyelerini aştığında, büyümeyi azaltıcı bir etkinin ortaya çıktığı
görülmektedir. Bu bir anlamda, yüksek borçlu bir ülkede yapılacak 1 birimlik
yatırımdan (iç veya dış) sağlanacak marjinal getirinin marjinal maliyetin altında
kalabileceğine işaret eder. Türkiye'de ise bu oranlar sırası ile 2001 sonunda %78
ve %327 seviyelerinde gerçekleşmiştir. Dolayısıyla, yüksek dış borç stoku
yabancı yatırımlar önünde bir engel teşkil etmektedir.
Bu ortamda amaç, ekonomideki borçluluk oranını ve dolayısıyla, dış borç ödeme gücünü koruyarak
iktisadi atılım yapmak olmalıdır. Neticede, borçluluk yaratmayan doğrudan sermaye girişlerine azami
önem verilmelidir. Bu açıdan bakıldığında, Türk ekonomisi önümüzdeki beş yılda yıllık ortalama
GSMH'nın %5-7'si arasında doğrudan yabancı sermaye girişi sağlamalıdır. Bir diğer bakış açısıyla,
önümüzdeki 5 yılda yabancı sermaye girişlerinin, büyümenin sübvansiyonunda, IMF ve Dünya
Bankası kredilerinin yerini alması gerekmektedir. Fakat net yabancı sermayeye ilişkin 2002-2004
hedefleri, bu konuya gereken önemin verilmediğini göstermektedir. Yabancı sermayeye ilişkin (vergi
kolaylığı sağlayacak ve bürokrasiyi azaltacak) düzenlemeler henüz yapılamamıştır.
Yabancı sermayenin en önemli bacağı olan özelleştirme ise 2002 yılında neredeyse ihmal edilmiş
durumdadır (hedef:900 milyon USD). Enerji ihalelerinde kamu kurumları arasındaki koordinasyon
kopukluğu nedeni ile yaşanan belirsizlik, yabancı yatırımcıların şevkini kırmaktadır.
Ekonomi Haberleri
EKONOMİDE SON DURUM
2001 sonunda GSMH'nın %78'ine uluşan dış borçların (kamu+özel) ve GSMH'nın %68'i dolayında
gerçekleşen iç borçların sürdürülebilirliği Türk ekonomisinin en önemli sorunudur. Bu noktada, Türk
ekonomisinin borç dinamiklerinde (faiz-kur-büyüme-faiz dışı fazla -enflasyon) program hedeflerine
yaklaşması gerekmektedir. Öncelikle, ekonomideki tüm kesimler, enflasyon konusunda hassasiyet
göstermelidir.
Çünkü, iç borcun %84'lük kısmının kısa vadeli faiz oranlarına, dövize ve enflasyon gerçekleşmelerine
endekslenmiş olması, enflasyonu bir finansman aracı olmaktan çıkarmış; borç yaratan bir faktör haline
getirmiş bulunmaktadır. Enflasyonda hedefin tutturulması bu açıdan büyük önem arzetmektedir.
Liberal ekonomiye geçişten 2001 yılının başına kadar TCMB yönetiminde uygulanan kur politikası ve
endeksleme, döviz kuru-enflasyon ilişkisine kuvvetli bir atalet kazandırmıştır. Örneğin, döviz
kurundan çekirdek enflasyona geçiş oranı %60 civarında seyretmektedir. Bu kapsamda, 2002 yılı
enflasyon hedefinin tutabilmesi için US$/TRL kuru, kanımızca, 1.88 milyon TL'ı aşmamalıdır. Söz
konusu ataletin kırılabilmesi için istikrarlı bir iktisadi ortamda en az 5 yılın geçmesi gerekmektedir.
Dalgalanan kur rejiminden dolayı, dış ekonomilerdeki ve siyasetteki gelişmeler döviz
kuruna eş anlı yansıdığından, borç dinamikleri dış şoklara açıktır. Döviz
yükümlülüklerinin %65'i IMF borçlarından oluşan TCMB'nin döviz rezervi 'şok
emici' görevini yerine getirememektedir. Piyasa ekonomisinin işleyişi altında iç
borçların çevrilmesi, önümüzdeki 4 yılda kamu maliyesine yıllık ortalama %21'lik bir
reel faiz maliyeti yüklemektedir. Söz konusu maliyetin taşınabilmesi ise bu dönemde
GSMH'nın %6.5'i gibi oldukça yüksek bir faiz dışı fazla düzeyi ile mümkün olabilecektir. Bu
düzeydeki faiz dışı fazla rakamının sağlanabilmesi için iktisat politikalarının istihdam yaratarak ve
enflasyonu düşürerek gelir dağılımını iyileştirmesi gerekmektedir.
Enflasyondaki ataleti kıracak bir nominal çapa seçeneğinin mevcut olmaması ve programın istihdam
ayağındaki işleyişin yetersizliği, faiz dışı fazla hedefini zora sokabilecek bir unsur olarak karşımıza
çıkmaktadır. Sosyal güvenlik açıkları ve sübvansiyonlar, kamu maliyesi üzerinde ağır bir yük olarak
kalmaya devam etmektedir. Bu iki transfer kalemindeki sapmadan dolayı 2002 yılı faiz dışı harcama
seviyesinde 7 katrilyon TL'lık (4.5 katrilyon TL'sı sosyal güvenlik) bir sapma ortaya çıkabilecek gibi
görünmektedir. Ziraat Bankası ile TCMB'den sağlanan 3.5 katrilyon TL'lık kâr aktarımı bütçeyi bir
miktar rahatlatmış gibi görünmektedir. Bu rakamlar çerçevesinde, faiz dış fazla hedefi yakalansa dahi,
bir defalık kâr aktarımları ile mevcut olabilecektir ki program hedefinde kâr aktarımları dikkate
alınmamıştır.
Büyüme tarafına gelince: Bu yıl politik gerginliğe rağmen, özellikle sanayi üretimindeki yüksek
performans ile (ilk altı ayda %7.2'lik artış), %3.0'lük hedef tutturulabilir. Tahminimiz %3.4. Ancak,
2002 yılı hedefinin tutturulması sürdürülebilir büyüme safhasının başladığı anlamına gelmemektedir.
Dış borç stoku belli eşik değerleri aşınca, gelişmekte olan ülkelerin büyüme performansları üzerinde
negatif yönde bir baskı oluşmaktadır. Gelişmekte olan bir ülkede 'toplam dış borç/GSMH oranı' %3540, 'toplam dış borç/ihracat oranı' da %160-170 seviyelerini aştığında, büyümeyi azaltıcı bir etkinin
ortaya çıktığı görülmektedir. Bu bir anlamda, yüksek borçlu bir ülkede yapılacak 1 birimlik yatırımdan
(iç veya dış) sağlanacak marjinal getirinin marjinal maliyetin altında kalabileceğine işaret eder.
Türkiye'de ise bu oranlar sırası ile 2001 sonunda %78 ve %327 seviyelerinde gerçekleşmiştir.
Dolayısıyla, yüksek dış borç stoku yabancı yatırımlar önünde bir engel teşkil etmektedir.
Bu ortamda amaç, ekonomideki borçluluk oranını ve dolayısıyla, dış borç ödeme gücünü koruyarak
iktisadi atılım yapmak olmalıdır. Neticede, borçluluk yaratmayan doğrudan sermaye girişlerine azami
önem verilmelidir. Bu açıdan bakıldığında, Türk ekonomisi önümüzdeki beş yılda yıllık ortalama
GSMH'nın %5-7'si arasında doğrudan yabancı sermaye girişi sağlamalıdır. Bir diğer bakış açısıyla,
önümüzdeki 5 yılda yabancı sermaye girişlerinin, büyümenin sübvansiyonunda, IMF ve Dünya
Bankası kredilerinin yerini alması gerekmektedir. Fakat net yabancı sermayeye ilişkin 2002-2004
hedefleri, bu konuya gereken önemin verilmediğini göstermektedir. Yabancı sermayeye ilişkin (vergi
kolaylığı sağlayacak ve bürokrasiyi azaltacak) düzenlemeler henüz yapılamamıştır. Yabancı
sermayenin en önemli bacağı olan özelleştirme ise 2002 yılında neredeyse ihmal edilmiş durumdadır
(hedef: 900 milyon Dolar). Enerji ihalelerinde kamu kurumları arasındaki koordinasyon kopukluğu
nedeni ile yaşanan belirsizlik, yabancı yatırımcıların şevkini kırmaktadır.
Bankacılık Sistemindeki Sorunlar ve Çözüm Önerileri:
Sürdürülebilir büyüme ve borç dinamikleri açısından bir diğer önemli noktada da bankacılık
sektörünün istikrarıdır. Bankacılık sektörünün istikrara kavuşması, güvenin yeniden tesisi, kârlılık ve
finansal piyasalardaki volatiliteyi azaltacak mikro düzenlemeler neticesinde mümkün görünmektedir.
2001 yılında ortaya çıkan sistemik kriz tam anlamı ile aşılmadan güvenin oluşması ve iç-dış kredi
kanalların tam akışkanlık kazanması beklenemez. Sistemik krizin tamamen sona ermesi ise 'finans
kesimindeki yeniden yapılanmanın reel sektörün yapılanması ile tamamlanması' durumunda mümkün
görünmektedir. Bu aşamada, bankaları yeniden sermayeledirme planının büyük ölçüde gelecekte
yaşayamaz duruma gelebilecek kredilerin sistemde yaratacağı zararların telafisi için dizayn edildiğini
dikkate alırsak, özel sektör borç yapılandırması kritik bir noktaya gelir. 'İcra-iflas kanununun' çalışır
vaziyete getirilmesine olduğu kadar, firmaların borç ödeme kapasitelerini yükseltecek finansal
tekniklere de (borç/sermaye dönüşümü veya düşük getirili bono/sermaye swapı gibi) ihtiyaç
duyulabilecektir. Aksi durumda, güven ortamının kurulması gecikebilecektir. Güven ortamı
kurulmadan da iç ve dış kredi kanallarının, bir diğer bakış açısı ile kaynak aktarım kanallarının,
açılması pek mümkün görünmemektedir.
Borcun çevrileceği yer bankacılık sistemidir. Gerek büyümenin ve gerekse kamu
finansmanının sürdürülebilir platforma oturtulabilmesi için, bankacılık isteminin
güçlü özkaynakla çalışması gerekmektedir. Bunun için de sistemde kesintisiz kârlılık
sağlanmalıdır. 1991-2001 yılları arasında, bankacılık sisteminin dolaylı ve doğrudan
tabi olduğu toplam mali yükün yıllık ortalaması 3.1 milyar Dolara ulaşmıştır. TCMB,
şu anda, TL zorunlu karşılıklara %22, DTH'a ise ortalama %1.2 oranında faiz
ödemektedir. Dolayısıyla, söz konusu uygulama gelecek yıllarda da sürdürülürse,
bankacılık sistemi, zorunlu karşılıklara faiz uygulamasından, yılda ortalama 350 milyon Dolar
dolayında bir kaynak sağlayabilir.
Ancak, inancımız, söz konusu ödemelerin AB standartlarında yapılmasının TCMB'nin para
politikalarında herhangi bir sorun yaratmayacağı yönündedir. Söz konusu yüklerin, kamu finansman
dengesini sarsmadan ve para politikalarının etkinliğini azaltmadan, yıllık ortalama 3.1 milyar
Dolar'dan 1.9 milyar Dolar seviyesine çekileceği inancını taşımaktayız. Sonuç olarak, 57. hükümetin
bankacılık sistemindeki mali yükleri azaltmak için gösterdiği çaba aksamadan devam etmelidir.
Finansal piyasalardaki volatiliteyi azaltacak mikro düzenlemeler:
Piyasa Yapıcılığı Sistemi dahilinde, piyasa yapıcısı bankalara getirilen maliyet avantajları ve bono
piyasasına ilişkin esneklikler cesaret vericidir. Buna ek olarak, DEK kağıtlarında
düz reeskont muhasebe sistemine izin verilmesi, banka kârlılıklarında g özlemlenen
dalgalanmaların azalmasını sağlamıştır. (Bankacılık sistemi, önceden, DEK
kağıtlarının döviz kağıdı değil de dövize endeksli olmasından dolayı, kupon
ödemeleri ve anapara ödemeleri dönemlerinde pozisyon açılmaları ile karşı karşıya
kalmakta idi. Bu da kurlarda ani sıçramalara yol açmakta idi). Hazine'nin yeni
uygulamaları kendisine göreli bir borçlanma kolaylığı sağlayabilecektir. Ancak,
piyasa yapıcılığı kapsamında getirilen yenilikler yeterli değildir. Kamu ve fon bankalarının mevduata
yüksek faiz ödemesi nedeniyle Bankaların fonlama maliyetleri yükselmektedir. Mevduattan eksik
kalan fonlama ihtiyacını repo veya interbank piyasalarında karşılama arayışına giren özel bankalar,
piyasa üzerinde bir fon talebi yaratmaktadır. Bu da TCMB'nin piyasalardan çekileceği yakın gelecekte,
faiz piyasalarındaki oranları ve muhtemelen volatiliteyi arttıracaktır. Kaynak maliyetindeki artışlar
bankaların, DİBS'lere olan ilgisini azaltabilecektir. Mevduata verilen her ilave yüksek faiz, reel
sektöre kullandırılacak kredi faiz oranının yükselmesine sebep olmaktadır. Bu da yatırımların artması,
büyüme ve istihdam için engel teşkil etmektedir. Öte yandan, özellikle politik istikrarsızlığın ortaya
çıkması ile birlikte, döviz piyasasındaki derinliğin ve likidite piyasadaki işleyişin bankacılık sisteminin
finansal yapısı üzerindeki olumsuz etkisi belirginleşmiştir.
Fiyatlar ani şekilde aşağı veya yukarı oynamakta; hem gün içi, hem de dönemsel (günlük, haftalık,
aylık) volatiliteler kabul edilebilir seviyelerin olduçka üstüne çıkabilmekte, fakat bu fiyatlardan işlem
olup olmadığı görülememektedir. Bu nedenle, döviz fiyatının, manüpülasyonlara göre değil, gerçek
arz ve talep dengesine göre oluşturulması gerekmektedir. Gözlemlenen aşırı volatilitenin ortadan
kaldırılması için bono-tahvil piyasasındaki Piyasa Yapıcılığı Sistemine geçilmesinin gerekli olduğuna
inanıyoruz. Bu sistemde, fiyatlar, ithalat ve ihracat işlemlerinde ve yurtdışı müşteri işlemlerinde pazar
payı yüksek olan bankalar tarafından verilmelidir. Ödemeler dengesi akımlarını yakından takip
edebilecek bu bankaların vereceği fiyatlar, piyasanın manüpülatif hareketler yerine, ekonominin
gerçeklerine daha uyumlu hareket etmesini sağlayabilecektir. Bu arada, sistem, kendi başına etkin bir
şekilde işlemeye başlayana kadar, TCMB, aracılık görevini sürdürmeye devam etmelidir.
Kültür Sanat
VENEDİK FİLM FESTİVALİ ÖDÜLLERİ DAĞITILDI
Avrupa'nın en eski film festivali olma özelliğini elinde bulunduran ve bu yıl 59'uncusu düzenlenen
Venedik Film Festivali'nde Altın Aslan'ı, yönetmenliğini Peter Mullan'ın yaptığı "The Magdalene
Sisters" adlı film kazandı.
"The Magdalene Sisters"ın, İrlanda'da yaşayan iki rahibenin tecavüze uğradıktan sonra
yaşamlarını konu almasının, Vatikan'daki bazı kesimleri rahatsız ettiği söyleniyordu.
Festivalde En İyi Erkek Oyuncu dalında Altın Aslan'ı "Un Viaggio Chiamato Amore"
adlı filmdeki rolüyle İtalyan aktör Stefano Accorsi aldı. Accorsi, Ferzan Özpetek'in
son filmi Cahil Periler'de de başrol oynamıştı.
Todd Haynes'in "Far From Heaven" filmindeki rolüyle Juliana Moore'un En İyi Kadın Oyuncu
seçildiği festivalde, Jüri Özel Ödülü yönetmen Shinya Tsukamoto'nun "A Snake of June" adlı filmine,
San Marco Ödülü ise Tian Zhuangzhuang'ın "Springtime in a Small Town" adlı filmine verildi.
Başkanlığını Çinli aktris Gong Li'nin üstlendiği festivalin jüri üyeleri arasında Türk yönetmen Yeşim
Ustaoğlu, Fransız yönetmen ve senarist Jacques Audiard, İtalyan aktris Francesca Neri, Alman
yapımcı Ulrich Felsberg, Macar görüntü yönetmeni Laslo Kovaç ve Rus ozan Evgeni Evtusenko yer
aldı.
Festivalde ayrıca, En İyi Yönetmen Ödülü'ne "Oasis" filmiyle Lee Changdong (Çin), Jüri Büyük
Ödülü'ne Andrej Konchalovsij'in "La Maison de Fous" adlı filmi, Mastroianni Ödülü'ne Oasis'deki
rolüyle Moon So-ri, En İyi Kısa Metrajlı filmde Gümüş Aslan Ödülü'ne İrina Efteeva'nın "Clown" adlı
filmi ve Avrupa'daki En İyi Kısa Metraj Ödülü'ne de Szofia Peterffy'in "Lover of Pirates" filmi layık
görüldü.
Venedik'de 143 filmin gösterildiği festivalin bu yılki ünlüleri Sofia Loren, Gwyneth Paltrow, Salma
Hayek, Tom Hanks, Harrison Ford, modacı Valentino ve Giorgio Armani oldu.
Batık Titanic'in Üç Boyutlu Filmi Çekiliyor
Ünlü yönetmen James Cameron'un, batık Titanic transatlantiğinin filmini üç boyutlu kameralarla
çekmeye hazırlandığı bildirildi.
"Denizdibi Hayaletleri" adlı belgeselin parçası olan proje için kardeşi Mike ve filmci Vince Pace'den
yardım alan ünlü yönetmenin, üç boyutlu film çekebilen çok hafif sualtı kameraları kullanacağı
kaydedildi.
Özel olarak geliştirilmiş iki robotun bu kameralarla geminin içine gireceği ve bugünkü halini gözler
önüne sereceği ifade edildi. Çekilecek ham filmin 300 saat uzunluğunda olacağı ve ilginç bölümlerinin
kullanılacağı söyleniyor.
Yepyeni Bir Cameron Diaz
Son olarak The Sweetest Thing filminde izlediğimiz Cameron Diaz, artık 30 yaşında ve kendi stilini
belirlemiş bir yıldız. Ancak Diaz henüz kariyerinde istediği yerde olduğunu düşünmüyor. Yaptığı her
işte yeni şeyler öğrenmenin verdiği haz, onu hayattan daha da fazlasını istemeye itiyor.
Cameron Diaz, kendini filmlerinde komik duruma düşürmekten korkmayan bir oyuncu. Ayrıca
hayranlarından ve izleyicilerden gelen tepkilere de büyük önem veriyor. Örneğin, The Sweetest
Thing'i sinemada hiç tanımadığı insanlarla pek çok kez izlemiş.
Güzel oyuncu kendini bu filmde oynadığı karaktere çok benzetiyor. İlişkilerinde son derece verici
olduğunu ifade eden Diaz, bu yüzden epey sorun yaşamış. Nitekim kısa süre önce uzatmalı sevgilisi
Matt Dillon'dan da ayrıldı.
Seyahat etmenin ve yeni kültürler tanımanın kendisi için çok önemli olduğunu vurgulayan Cameron
Diaz'a göre, insanların yaşadıkları yerler onların kişiliğinin belirlenmesinde çok önemli bir rol
oynuyor.
Cameron Diaz'ın bir sonraki film projesi ise, Charlie'nin Melekleri-2. Haziran ayında hazırlıklarına
başlanan bu film, Diaz'ın çekimleri sırasında en eğlendiği filmlerin başında geliyor.
Picasso Koleksiyonu Açık Artırmada
Ünlü ressam Pablo Picasso'nun 250 eserinin yer aldığı resim ve seramiklerinden oluşan koleksiyonu,
Ekim ayında London's Christie's Müzayede Salonunda açık artırmaya sunulacak.
London's Christie's Müzayede Salonu, Pablo Picasso'nun unutulan resim ve seramiklerinin açık
artırmasına ev sahipliği yapıyor. 9 Ekimde yapılacak olan açık artırmaya pek çok zengin ve ünlü
sanatseverin katılacağı tahmin ediliyor.
Açık artırmada sanatçının birbirinden değerli 250'ye yakın eseri satışa sunulacak. Örneğin, 1959 yılı
Corrida serisine ait eserlerin 18-25 bin sterlin arasında müşteri bulması bekleniyor. London's Christie's
Müzayede Salonu'nda açık artırmaya çıkarılan esrlerin bir başka özelliği ise, çağdaşlarının
Picasso'daki etkilerini ortaya çıkarması.
11 Eylül'e Sanatsal Bakış
11 Eylül 2001'de yapılan terörist saldırı New York'u yakarken dünyayı da dehşete düşürdü. Yaşanan
şokun ardından, sanatçılar da tepkilerini farklı biçimlerde ortaya koydular. Bruce Springsteen uzun bir
aradan sonra geçen ay çıkardığı "The Rising" adlı albümünde, 11 Eylül'le bağlantılı beş şarkıya yer
verdi. Terör, barış, komplo ve küreselleşme gibi temaları işleyen kitaplar yayımlandı. Springsteen, son
olarak MTV Amerika ödül töreninde 11 Eylül kurbanlarının anısına sahneye çıktı.11 Eylüle farklı
bakış açılarını yansıtmak amacıyla bir film projesi gerçekleştirildi ve plastik sanatlar alanında üretilen
çalışmalar sergilendi.
11 Eylül'e 11 Film
Saldırının dünya çapındaki etkileri, farklı coğrafyalardan on bir yönetmenin kısa filmlerinden oluşan
11' 09" 01. adlı Fransız yapımına yansıdı. Her biri 11 dakika 9 saniye süren 11 kısa filmin genel
eğilimi "İnsanın kalbinde, o gün ölenlerin yanı sıra diğer trajedilere de yer ayırması gerektiği"
yönünde. Mira Nair, Samira Makmalbaf, Ken Loach, Sean Penn ve Danis Tanoviç gibi tanınmış
yönetmenlerin katıldığı projede Mısırlı sinemacı Yusuf Şahin'in filminin ise açık biçimde Amerikan
karşıtı bir tavırda olduğu belirtiliyor.
"Hiçbiryerde"ye Montreal'den Ödül
Genç Türk yönetmen Tayfun Pirselimoğlu'nun ilk uzun metrajlı filmi "Hiçbiryerde" Kanada'da
düzenlenen Montreal Film Festivali'nde Jüri Özel Ödülü'ne değer görüldü. Festivalin bir başka sürprizi
de Fransız oyuncu Sophie Marceau'nun ilk yönetmenlik denemesi Parlez Moi d'Amour (Bana
Sevgiden Sözedin) ile en iyi yönetmen ödülünü alması oldu.
Bu Yıl 26'ncısı Düzenlenen Montreal Film Festivali Ödül Dağılımı Şöyle:
En iyi yönetmen: Sophie Marceau (Parlez-moi d'amour/ Bana Sevgiden Sözedin),
En iyi erkek oyuncu: Aleksi Çadov (Savaş),
En iyi kadın oyuncu: Maria Bonnevie (I am Dina) ve Leyla Hatemi (İstigeh-ı Metruk),
En iyi senaryo: Diego Arsuaga (El Ultima Train),
Jüri Özel Ödülü: Tayfun Pirselimoğlu (Hiçbiryerde),
Büyük Amerika Ödülü: Yön: Cristina Comencini (Il Pui Bel Giono Della Mia Via/ Yaşamımın En
Güzel Günü),
Sanata en iyi katkı: Carlos Saura (Salome)
Venedik Mimarlık Bienali: "Geleceğin Gökdelen Mimarisi"
Venedik Mimarlık Bienali, geleceğin gökdelen mimarisini büyüteç altına alıyor. Bienalin İngiliz
küratörü Dejan Sudjic'e göre 11 Eylül bile gökdelen tutkusunun önüne geçemedi. Geleceğin
mimarisinin sergileneceği Uluslararası Venedik Mimarlık Bienali, 8 Eylül-3 Kasım 2002 tarihleri
arasında devam ediyor. 'Next' başlığı altında oluşturulan bienal, 140 yeni projenin ışığında geleceğin
müze, konut, kamu binası, havalimanı, istasyon mimarisine ışık tutacak. Bienalin en ilgi çekecek
bölümlerinden biri ise, "gökdelen mimarisi"ni konu alıyor.
Bu yılki bienalin küratörlüğünü üstlenen İngiliz Dejan Sudjic'in de vurguladığı gibi New York'ta 11
Eylül 2001'de ikiz kulelere düzenlenen saldırının neden olduğu şok, gökdelen mimarisine set çekmedi.
Ancak 21. Yüzyılda hem yeraltında işleyen metroya, hem de çok yüksek binalara karşı bir korku
gelişti. Sudjic'e göre metropol olabilmek, havalimanları ve metro ağından önce dev gökdelenlere sahip
olmayı gerektiriyor. Bienal kapsamında ABD pavyonunda ikiz kuleleri konu alan bir fotoğraf sergisi
açılacak ve kulelerin yeniden ayağa kaldırılması amacına yönelik geliştirilen 7 yeni proje de
tanıtılacak.
Domus dergisinin yöneticisi olan küratör Dejan Sudjic, bienal öncesi La Repubblica'nın Venerdi
ekinin kendisi ile yaptığı söyleşide herkesin korkulu rüyası olan gökdelenlerin baş döndürücü bir hızla
Hong Kong'dan Toronto'ya, Kuala Lumpur'dan Rotterdam'a kadar bütün dünyada yayıldığını ve kule
mimarisi konusundaki görüşlerini anlattı.
11 Eylül saldırısı şehirlere yönelik mimari tasarımları çok etkilemedi. New York'taki saldırı herkese
mimarlığın simgesel gücünü hatırlattı. İkiz kuleler, Manhattan açısından bir dönüm noktasıydı. Batıya
düşman olanlar da bu gerçeğin farkındaydı. Kamikaze pilotlardan biri, mimarlık öğrencisiydi. Bu
önemli bir ayrıntı. Bu saldırı bile yükseğe olan tutkuyu engelleyemedi.
Başlangıçta bir şok yaşandı, çok yüksek binalar karşısında bir güvensizlik hâkimdi. Ama sonra bu
gerilim aşıldı.
Mimarlık, geleceğe bakabilen, iyimser bir disiplin. Korku ile yaşaması mümkün değil. Gökdelen inşa
etmenin en mantıklı gerekçesi büyük kentlerdeki kalabalık nüfus.
Garanti Galeri
Türkiye'de Seçim Afişleri Sergisi Garanti Galeri'nde...
Garanti Galeri, 4-27 Ekim tarihleri arasında Türkiye'de Seçim Afişleri Sergisi'ne ev
sahipliği yapacak. Tarih Vakfı ve Garanti Bankası'nın işbirliğiyle, Beyazıt
Kütüphanesi ve Milli Kütüphane'nin katkılarıyla hazırlanan sergide, en ilgi çekici
tarihsel belgeler arasında yer alan seçim afişleri izleyicilerle buluşacak. Sergi, çok partili sisteme
geçişten sonraki 57 yıllık dönemde 17 seçim yaşayan, sayısı yüzleri bulan siyasi partiyle tanışan Türk
insanına, 18. seçimin öncesinde, siyasi tarihimizin bir özetini sunacak.
Sergide yer alacak afişler, yalnızca siyasi tarihimizi değil, toplumsal ve ekonomik gelişimimizi de
izlemeyi mümkün kılıyor. Örneğin, siyasi partilerimizden birinin, nal mıhı, kalsiyum ve penisilin
yokluğuyla ilgili eleştirisini, 1957 seçimlerinde "Nal Mıhı, Kalsiyum, Penisilin" başlığıyla afişlerine
taşıdığı görülüyor. Bir başka siyasi parti, 1973 seçim kampanyasında kullandığı "Avrupa'yı Asya'ya
Bağladık" sloganıyla, boğaz köprüsünün kendi döneminde yapıldığını vurguluyor.
Seçim afişleri; sloganları, tasarımları, renkleri ve boyutlarıyla tarih, siyaset, sosyoloji, iletişim ve dil
bilimleri açısından değerli ipuçları içeriyor. Tarih Vakfı, elinde benzeri afişler bulunan kişi ve
kuruluşları, afişleri sergiye bağışlamaya ya da kopyalarının alınmasına izin vermeye çağırıyor.
Türkiye'de Seçim Afişleri Sergisi
4 - 27 Ekim 2002
Garanti Galeri
İstiklal Cad. No:187 Beyoğlu
(0212) 293 63 71
Platform
Platform’da Video Enstalasyonları
Platform Garanti Güncel Sanat Merkezi,
13 Eylül 2002 tarihinden itibaren Amerikalı Sanatçı Burt Barr'ın video enstalasyonuna ev sahipliği
yapıyor.
Çalışmalarını "hareketli imgeler" olarak nitelendiren Barr'ın "Angel" (Melek), "Focus/Trisha"
(Odak/Trisha) ve "Focus/Elizabeth" (Odak/Elizabeth) adlı
3 video filmi, 18 Ekim’e kadar izlenebilecek.
Çalışmalarının fonu ve anlatımının sembolü olarak doğayı kullanan güncel sanatçı, genellikle şehir
insanlarının boş vakitlerinden örnekleri yansıtıyor. Üst üste 2 projeksiyonla gösterilen "Angel"da, dans
eden çiftin görüntüsüne, dans eden ağaç
ve yapraklar karışıyor. İzleyiciye/kameraya doğru yaklaşmalarına rağmen görüntüleri netleşmeyen iki
kadının seyredileceği "Focus"larda ise gerçeğin asla tamamını göremeyeceğimiz duygusu
hissettiriliyor.
Video çalışmalarıyla, izleyicinin dikkatini sinemanın "sahte" tarafına çekmeye çalışan Barr, genelikle
siyah-beyaz ve sessiz yapıtlarıyla tanınıyor. Alışılagelmiş sinema uygulamalarından farklı olarak,
çekimlerde tek kamera kullanan sanatçının filmlerinde, tanınmış güncel sanatçılar rol alıyor. 1980’li
yıllardan bu yana video çalışmalarıyla ilgilenen Burt Barr, dünyanın önemli güncel sanat
merkezlerinde izleyiciyle buluşuyor.
Platform Garanti Güncel Sanat Merkezi
İstiklâl Cad. No: 276 Beyoğlu
Tel: (0 212) 293 23 61
Faks: 0 212 293 30 71
Galeri
Çarşamba-Perşembe 13:00-20:00
Cuma-Cumartesi 13:00-22:00
Arşiv
Pazar ve Pazartesi hariç her gün, 13:00-18:00
Portre
ERNEST HEMINGWAY
Sadece kendi gözleriyle gördüğü, kendi tecrübeleriyle yaşadığı zorlukları ve mutlulukları yazan bir
bilge: Ernest Hemingway...
Hemingway, 21 Temmuz 1899 yılında Chicago'nun Illinois kasabasında doğdu.
Babası doktordu, annesi ise piyano ve ses dersleri veriyordu. Ernest'in en büyük
isteği hayatı boyunca gerçek bir gezgin olmaktı. Ailenin yazları Michigan'da
geçirmelerinin temel sebebi, Ernest'in balık tutmaya olan merakıydı.
Sade yaşama duyduğu büyük özlem ve istek, Hemingway'in her yapıtında
gözlemlenebilir. Yaşadığı sade yaşamı romanlarına ve kısa hikayelerine de
yansıttı. Hemingway'in büyük halk kitlelerine ulaşmasını ve bu kitlelerce çok sevilmesini sağlayan,
sade diyalogları ve dilinin anlaşılır olmasıydı.
Serüven Dolu Bir Yaşam ve Paris Yılları
Hemingway'in avcılığı, serüvenciliği, kavgacılığı yapıtlarında gerçek izler yarattı. Göz bozukluğu
nedeniyle çok istediği halde I. Dünya Savaşı'na gidemedi. Savaşta İtalyan cephesinin kırmızı hattında
ambulans şoförü olarak çalışmış olması, onu Oak Park'a geri döndüğünde bir halk kahramanı yaptı ve
hiç kuşkusuz yazılarına başka bir boyut kattı.
Yazı dünyasına ilk adımı, 1917 yılında Kansas City'deki Star Gazetesi'nde muhabir olarak
çalışmasıyla gerçekleşti. Sherwood Anderson'ın tavsiyesi üzerine Paris'e yerleşmesi, kısa hikayeler ve
romanlarına giriş yapmasında yardımcı oldu. Uzun senelerini geçirdiği Paris, yazara oldukça cömert
davrandı.
Paris ona Hemingway stilini armağan etti. In Our Time adlı ilk kısa öykü kitabını yazdı. Bu kitap
Hemingway stilinin kusursuzluğuna en iyi örneklerden biridir. 1937 senesinde katıldığı İspanya İç
Savaşı'nı, 1940 yılında kaleme aldı. For Whom The Bell Tolls, yazarın en bilinen
yapıtları arasında yer aldı.
Evlilikler Dizisinin İlki 1921 yılında Saint Louis'li Hadley Richardson ile evlendi.
1923 yılında John adlı bir oğulları oldu; bu onun tek evliliği ve tek çocuğu
olmayacaktı. Paris'e yerleşmelerinin hemen ardından, Hemingway, Toronto Star
Gazetesi'nde çalışmaya başladı.
Karısına miras kalan bir evde yaşıyorlardı ve Hemingway o dönemde mutlu
olduğunu düşünüyordu. Aile, Bumby adıyla çağırdıkları oğulları ile birlikte, kışları kayak yapabilmek
için tüm Avrupa'yı dolaştı. İspanya gezilerinde edindiği tecrübeler, 1926 yılında yayınlanan ilk romanı
The Sun Also Rises için devasa bir malzeme sağladı.
1926 yılında çok varlıklı olan H. Pauline Pfeiffer ile tanışınca, Richardson ile olan evliliğini sona
erdirdi. Pauline ile Florida'da Key West'teki evlerine yerleştiler ve burada 10 yıl yaşadılar. Patrick ve
Gregory adlarında iki oğullarının ardından, Hemingway üç oğul babası oluverdi. Bu aşk da fazla uzun
sürmedi.
1930'ların sonlarında kendisi de bir gazeteci ve yazar olan Martha Gellhom'la büyük bir aşk yaşamaya
başladı ve 1940 yılında onunla evlendi. Aşklarına, çalkantılarına bir yenisini ve sonuncusunu ekleyen
Hemingway, 1945 yılında son evliliğini yaptı; Martha'dan boşandı ve Mary ile evlendi. Burtigan'ın
dediği gibi: "Bazen aradığınız kadına rastlamak yıllarınızı alır ve onu asla bir kadınla uzun seneler
yaşamadan bulamazsınız."
1954'de Gelen Nobel Ödülü
Çok popüler bir yazar olmanın dışında 20. Yüzyılın Yıldızı ünvanını da taşıyan yazarın Türkçe'ye
Çanlar Kimin İçin Çalıyor adıyla çevrilen For Whom The Bell Tolls, 1954 yılında Hemingway'e
Nobel Ödülü'nü getiren İhtiyar Adam ve Deniz, (The Old Man and the Sea), In Our Times, The Green
Hills of Africa, Moveable Feast, The Sun Also Rises, A Farewell To Arms yapıtları birer Hemingway
klasiği olma özelliğini koruyor ve en çok okunan eserleri arasında.
Ernest Hemingway'in aldığı Nobel Ödülü'nün en temel sebebi olarak, romandaki anlatım sanatı ve
kendi döneminin stili üzerindeki etkisi gösterilir.
1964 yılında Hemingway'in anıları A Moveable Feast adlı bir kitapta toplandı. Bu kitap Hemingway
hakkında diğer sanatçıların yazdıklarından ve 1920'li yıllardaki Paris
sosyetesinin Hemingway ile ilgili anılarından oluşuyor. Hemingway adına
pek çok etkinlik gerçekleştiriliyor. John F. Kennedy Kütüphanesi'nin
yazara ait koleksiyonunu genişletmek amacıyla başlatmış olduğu
kampanyada diğer etkinliklerden.
Idaho'daki Hemingway sergisindeki fotoğraflar yazarı bambaşka bir açıdan
görüyor. Ayrıca yazar adına açılan yarışmalarda, Hemingway hayranları
adına umut verici. Kısa Hikaye Yarışması, İlk Roman Yarışması, Oyun
Yazarlığı Yarışması, şiir Yarışması, en ilginç ve ilgi göreni de Kedi Fotoğrafı Yarışması.
Hemingway'in Kuşkulu İntiharı
62 yaşındaki yazar, kaplan avında kullanılan bir tüfekten çıkan tek kurşunla kafasından vurulmuş bir
halde, kendi yatak odasında ölü bulundu. Teknik açıdan bu bir intihardı, çünkü silahlar konusunda
uzman olan Hemingway, kazara kendini vuramazdı.
Ancak eserlerine bakıldığında, Hemingway kendi yaşamına son verecek bir karaktere sahip değildi.
Romanlarında ve hikayelerinde intiharın adı korkaklıktı. Yarattığı karakterler, fiziksel dayanıklılık ve
cesaret konusunda tam anlamıyla birer kahramandılar. Ama Hemingway'in ölümündeki muamma o
kadar da önemli değil. Çünkü bu kez her şey planlandığı gibi gitti: Ölümü de tıpkı yarattığı
karakterlerinki gibiydi. Hepsinden öte; o, karakterleri için öldü.
Ölümünün ardından geçen birkaç günde hayranlarının duyduğu derin üzüntü, eleştirmenlerin belirsiz
yargılarıyla bir çelişki oluşturdu.
Temel soru şuydu: Hemingway ne kadar iyi bir yazardı ve kendisinin bile herhangi bir hikayenin
parçası olarak algıladığı intiharı bu kadar büyütülmeye değer miydi?
İşin aslı Hemingway, insan doğasının getirdiği davranış tarzından çok, bireysel hareketlerin gönüllü
bir tanığıydı. Seçtiği kahramanlar dünyanın herhangi bir köşesinden, herhangi bir durumda, herhangi
bir toplumsal sınıftan ortaya çıkan, sadece hayatta kalmak için değil, zafere ulaşmak için pervasızca
savaşan karakterlerdi. Onlar için zafer, en basitinden fiziksel çaba ve ahlaki tutarsızlıktan üstündü.
Hemingway'in evreninde zafer en güçlüye bahşedilmiş bir ödül değildi. En akıllı olan, bilgisini
tecrübelerinden elde edenler gerçek zaferi hak ediyordu. Buna göre, Hemingway bir idealistti.
Kitaplarında, kaba kuvvet nadiren bilgeliğin üstesinden gelebiliyordu. Akıllı küçük balık, büyük balığı
yerdi.
Aklın, Güce Üstünlüğü
Hemingway'in bütün iyi ve kötü özelliklerinin sentezini ortaya koyan Yaşlı Adam ve Deniz'de, peşini
bırakmayan tersliklerden bitkin düşen yalnız bir balıkçı, dünyanın en büyük balığına karşı bir zafer
kazanır. Bu bir güç savaşı değil, akıl savaşıdır.
Hemingway, insani güdüleri kavrama gücü ve sanatının incelikleri hakkındaki bilgisiyle, küçük bir
yazar olarak, büyük yazarlara karşı başarı kazandı zamanla. Bir söyleşide, yaptığı işi dev bir
buzdağıyla karşılaştırarak çok iyi açıklamıştı: "Suyun üzerinde 1/8'i var, ama suyun altındaki sabit
7/8'lik bir kütle tarafından destekleniyor."
Hemingway'in Bilge Yönü
Hemingway'in doğaüstü başarısı, yani yaptığı işi suyun üzerinde tutan güç, derinlerdeki gizli ve büyük
bilgeliğinden kaynaklanıyor. Objektif, doğrudan, basit bir yapıya sahip olan ve dramatik olaylarda bile
gerçekleri yumuşatmayan, her şeyi bütün çıplaklığıyla ortaya koyan bir tarz. O, sadece kendi
gözleriyle gördüklerini, kendi tecrübeleriyle yaşadığı zorlukları ve mutlulukları yazdı. Bu onun
inanabileceği tek şeydi.
Heminway'in hayatı sürekli ve tehlikeli bir yazı yazma antrenmanıydı. Fazlaca da dürüsttü: Yarattığı
karakterlerin en basit bir hareketini bile güvenilir bir biçimde aktarabilmek için çok kez hayatını
tehlikeye attı.
Hemingway, olmak istediğinin altında veya üstünde bir insan olmadı. Hayatının her dakikasını
gerçekten yaşadı.
Bazı yönlerden, Hemingway'in kaderi, kendi dünyalarının bir köşelerinde geçici olarak varlık gösteren
ve yok olan, ama onları sevenler tarafından ölümsüzleştirilen kahramanlarına benziyor. Belki de
Hemingway'in gerçek önemi budur...
Bir Konu Bir Konuk
Adnan Memiş
İstanbul Yaklaşımı hangi koşullarda hayata geçirildi, amaçları, işlevi,
Çerçeve Anlaşması ve Varlık Yönetim Şirketi
Garanti Bankası Genel Müdür Yardımcısı Adnan Memiş, Türkiye Bankalar
Birliği Yeniden Yapılandırma Çalışma Grubu Başkanlığı'nı yürütüyor.
İstanbul Yaklaşımı'nın "hangi koşullarda hayata geçirildiğini, amaçlarını,
işlevini, Çerçeve Anlaşması ve Varlık Yönetim Şirketi'ni" kendisinden
dinliyoruz.
İstanbul Yaklaşımı hangi koşullar altında hayata geçirildi?
2002, Haziran ayına gelindiğinde, bu program yasal düzenlemeler anlamında büyük ölçüde hayata
geçirilebilir noktadaydı. Ancak bu dakikaya kadar yerine getirilmiş olan kritik başarı faktörleri daha
çok reel kesim lehine olan düzenlemeler içeriyordu. Aslında bu program bir taraftan reel kesimin
sorunlarını çözmeye yönelmişken, aynı zamanda ve eş anlı olarak mali kesim üzerinde de var olan bir
takım sorunların aşılmasını beraberinde getiriyordu. Bu konuyla ilgili düzenlemeler, bir kısmı oldukça
önemli olmakla birlikte, henüz yerine getirilmemişti. Ancak kamuoyu nezdindeki beklentiler dikkate
alınarak, buradaki gecikmenin bir ölçüde bankalara mâl edileceği kaygılarından da hareketle daha
fazla beklenilmeden programın hayata geçirilmesine karar verildi. Nitekim Temmuz ayından itibaren
bu program uygulamaya kondu.
Bugün gelinen noktaya baktığımız zaman, ki şu sıralarda Ağustos ayının ilk yarısını yaşamaktayız,
yaklaşık 1,5 aylık bir süreç içersinde küçümsenmeyecek sayıda firmanın sonunda bu sürecin içerisine
katılmış olduğu, bankaların oluşturdukları konsorsiyumlar aracılığıyla bu firmaların durumlarını
müzakere etmeye başladıkları ve yaz aylarının bu yoğunlukla geçeceği görülüyor.
Yine başlangıçta küçük firmalarla ilgili bir takım kaygılar vardı. Şu anda büyük ölçekli firma
sayısından daha fazla sayıda küçük ölçekli firmanın da bu süreç içerisinde değerlendirildiğini
görüyoruz.
Biz bu programla neyi amaçlamıştık?
Bu programla, Türkiye'de makro dengeler ekonomimizin otoriteleri tarafından yerli yerine
oturtulmaya çalışılırken, bir taraftan da geçmişle kıyaslanmayacak ölçüde hasara uğramış olan mikro
ölçekli işletmelerin üzerlerinde var olan kaotik ortamın, özellikle de mali açıdan oluşan kaotik ortamın
kaldırılması gerekiyordu. Bu, geçmişle kıyaslanmayacak ölçekteydi. Bir çok firma üzerinde, bir çok
mali kuruluşun birbiriyle çatışan, çelişen, birbirinden daha önce tahsil etme gayreti içerisinde, hukuki
takip süreçlerini başlattıkları bir ortam vardı. Türkiye'de var olan hukuk düzeni çerçevesinde de,
mevcut alacakların tahsilat süreci içerisinde de bunların her iki taraf açısından da tahribata neden
olacak uzun süreler içerisinde çözülmesi mümkündü ve bu çözülme sonucunda da özellikle de Mali
Kesimde olmak üzere, çok geniş kapsamlı, alacakların tahsil edilememeleri gibi bir sorunu da
beraberinde getirecekti.
Bizim programımız işin bu tarafına büyük ölçüde çözüm getirerek, bu meselelerin bir uzlaşma
platformu etrafında çözülmesi ortamını yaratıyordu. Bu ortamın yaratılması elbette kolay değildi. Bu,
oldukça farklı çıkar noktalarında bulunan muhalif kurumların ve bu kurumların her birinden farklı
beklentiler içerisinde bulunan Reel Sektör temsilcilerinin gerçekten kurumsal bir disiplin içerisinde
meselelere bakabilmelerini sağlayabilecek bir ortamı gerektiriyordu.
Çerçeve Anlaşması dediğimiz ve bu programın belkemiğini oluşturan anlaşma işin bu tarafını
düzenliyordu. Bizim çalışma grubumuz da Çerçeve Anlaşmasını bütün bu süreç içerisinde, giderek
olgunlaştırarak, olabilecek bir takım sorunları minimalize etmeye çalışarak Haziran sonu itibariyle,
bankalar tarafından imzalanabilir bir noktaya getirdi. Nitekim bugün ağırlıklı olarak Yabancı Bankalar
ve bir kaç "Yabancı Banka evliliği arifesinde olduğu anlaşılan" bankamız hariç olmak üzere, tüm
bankalarımız tarafından, Kamu Bankaları tarafından, BBDK tarafından ve aynı zamanda tasfiye
halindeki Emlak Bankası tarafından bu Çerçeve Anlaşması imzalanmış durumda.
Çerçeve Anlaşması'nın İşlevi.
Çerçeve Anlaşması kapsamında başlatılan süreçte, herhangi bir firmaya ilişkin süreç içerisinde,
öncelikle firmaların durumu bir kesit olarak ele alınıyor. Bu program kapsamında firmaların ileriye
dönük bir katma değer yaratma kabiliyeti olup olmayacağı ve katma değer yaratırken bir taraftan da
yarattıkları fonlarla ilgili bankalara olan yükümlülüklerini yerine getirip getirememeleri yönündeki
değerlendirmeler yapılıyor. Bu incelemeler, doğal olarak bankaların ya müşterek oluşturdukları Mali
Analistler tarafından, ya bankaların firmalarla anlaşarak belirledikleri Bağımsız Denetim Kuruluşları
tarafından, ya da yine bankaların müşterileriyle anlaşarak belirledikleri Yatırım Bankaları aracılığıyla
yapılıyor. Dolayısıyla oldukça objektif kıstaslar dahilinde, tamamen bankacılık tekniği dahilinde
yürütülen ve yürütülmesini beklediğimiz çalışmalar bunlar.
Bu konu üzerinde doğal bir hassasiyet gösteriyoruz, çünkü Türkiye kaynakları kıt bir ülkedir. Mevcut
verimsizliği ilerde başka verimsizliklere konu olabilecek firmalar yerine, gerçekten üzerindeki bu
kaotik ortam kaldırıldığı taktirde emin adımlarla ilerleme kaydedebilecek, dünya rekabetine açık,
yurtiçi-yurtdışı rekabete açık firmalar üzerinde durulması bizim daha çok üzerinde durduğumuz bir
konudur.
Konuyla ilgili gerekli deneyimler kazanılmıştır.
Bu süreç sonunda başlamıştır. Başlangıç aşamasında tabii ki ilk günlerin yarattığı gerek bankalar,
gerekse firmalar açısından yeni başlanılan bir iş olmasının getirdiği bir takım deneyimsizlikler ilk
toplantılarda tabii ki yaşanmıştır. Ama biz bunu çok doğal kabul ediyoruz ve gerek şahsım ve gerekse
çalışma grubumdaki arkadaşlarım bankaların bu konulardaki toplantılarına olabildiğince katılarak
toplantıların doğru ve hızlı adımlarla ilerlemesini sağlayacak desteği vermeye çalışıyoruz. Nitekim şu
sıralarda özellikle bu sürece başlanılması ve ilk toplantıların sağlıklı bir şekilde yapılması yönünde
belirli deneyimler kazanılmıştır.
Organizma bir bütün olarak şu anda çalışır durumdadır. Gerek sürecin bankalar açısından çalışır
olması, gerekse bu konuda son derece önemsediğimiz Koordinasyon Sekreteryası TSKB tarafından
yerine getirilmektedir. Bu sekreteryanın hizmetleri düzenli bir şekilde verilmektedir. Öngörülen
nisabın altında, belirli bir aralıkta alınan kararlarla ilgili olarak oluşturulan, büyük ölçekli firmalara
yönelik Hakem Heyeti de çalışmalara başlamış ve hatta kendisine ilk başvuru yapılmış ve bu
başvuruyla ilgili kararını da öngörülen süre içerisinde Hakem Heyeti vermiştir.
Bunlar son derece önemli ve bundan sonraki çalışmalarda da dayanak alınacak, ışık tutacak
çalışmalardır. Hakem Heyetinde alınan kararların, izleyen benzeri problemlerin çözümünde, bankalara
yön gösterici bir nitelik kazanacağı anlaşılmaktadır. Bu yönüyle de hız kazandıracaktır meseleye. Bu
anlamda baktığımız zaman programın işlerliğe büyük ölçüde kavuştuğunu ve her geçen gün daha fazla
yol alınmaya başlandığını hissediyoruz, görüyoruz.
Çerçeve Anlaşması ve Varlık Yönetim Şirketi'nin bütünleşmesi, İstanbul Yaklaşımı'nın gücünü
artıracak, daha çok işlevsellik kazandıracak.
Ancak bu programın bir Varlık Yönetim Şirketiyle de desteklenmesi gereği üzerinde de duruyoruz. Bu
konuda bir takım çalışmalar, BBDK'nın bu konudaki yönlendirmeleri ve inisiyatif kullanmasıyla
Bayındır Bank nezdinde yapılmakta ve burada oluşturulan bir proje grubu tarafından Varlık Yönetim
Şirketi üzerinde ciddi olduğunu gördüğümüz çalışmalar yapılmaktadır. Bizim çalışma grubumuz da
Bankalar Birliği açısından bu çalışmalara zaman zaman katılarak elden geldiğince destek vermeye
çalışmaktadır. Bu da sağlıklı bir yapı içerisinde hayata geçirilebildiği takdirde, özellikle Varlık Takası
sonucunu doğuracak işlemlerin İstanbul Yaklaşımı içerisinde daha kolaylıkla, daha seri, Mali Sektörün
kaynaklarını daha iyi kullanabileceği bir ortamda sonuçlandırılacağı kanısındayız.
Aynı zamanda Varlık Yönetim Şirketi faaliyetlerini belirli bir şekilde sürdürebilme kabiliyeti olmayan
ve İstanbul Yaklaşımı çerçevesine de çözüm getirme olanağı bulunmayan firmalara yönelik
çözümleyici bir fonksiyon icra edecektir kanısındayız.
Dolayısıyla bu iki program bütünleştiği takdirde İstanbul Yaklaşımı daha çok yaşama kabiliyeti olan,
katma değer yaratan, görevlerini yerine getirebilme gücü, kendisine ortam sağlandığı takdirde
görülebilen ve bu anlamda baktığınız zaman ekonomiye marjinal anlamda daha fazla etki yapabilme
kabiliyeti olan firmalara soluk aldıracak, ekonomiye kazandıracaktır. Varlık Yönetim Şirketi de etkin
bir şekilde uygulamaya konulabildiği takdirde bu faaliyetleri ciddi bir şekilde destekleyip, bir takım
varlıkların el değiştirmesi ve duruma göre daha verimli bir şekilde kullanılabilecekleri ortamlara
sunulması olanağını kazandıracaktır.
Bütün bunlara baktığımız zaman biz programdan ümitliyiz, umutluyuz. İyi sonuçlar alınacağını
düşünüyoruz ve inanıyoruz.
Download