BAHÇEŞEHİR ÜNİVERSİTESİ HÜKÜMET VE LİDERLİK OKULU iii İÇİNDEKİLER: ÖNSÖZ 1 Rauf DENKTAŞ “Kıbrıs” 3 Mesut YILMAZ “AB” 39 M.Ali TALAT “Kıbrıs” 71 Süheyl BATUM “Anayasa Ve Seçim Sistemleri” 103 Faruk ÇELİK “Türkiye’de Siyasi Parti Yapılanması” 135 Hasan KÖNİ “Dış Politika” 169 A. Müfit GÜRTUNA “Yerel Yönetimler” 193 iv Turhan ÇÖMEZ “Türk-Amerikan İlişkileri” 225 Ali KIRCA “Siyaset-Medya İlişkisi” 251 M. Ali BAYAR “Türkiye’de Diplomasi Ve Lobiler” 279 v ÖNSÖZ Bu kitap, Türkiye’deki reformunun ispatıdır. çok önemli bir eğitim 2004 tarihinde Bahçeşehir Üniversitesi Rektörü’nün odasında kendisiyle yaptığımız bir konuşma esnasında, iki farklı konu üzerinde görüş alışverşinde bulunduk. Bunlardan ilki, Sayın Batum’un da defalarca belirttiği gibi, bir üniversite sadece ve sadece ÖSS’yi kazanan değerli öğrencilerimizin okuduğu ve eğitim aldığı ve sadece ama sadece kayıtlı öğrencisine akademik eğitim verip onları mezun eden bir kurum değil, halkın her kesiminden ekonomik durumu, eğitim seviyesi, ihtisas alanı ne olursa olsun, eğitime aç ve muhtelif konularda kendini geliştirmek isteyen insanlara açık olan bir kuruluş olmalıdır. Yani Üniversitenin, bir kitlenin veya grubun malı değil, bütün topluma eğitim vermekle mükellef bir kurum olduğu gerçeğidir Sohbetimizin diğer konusu ise Türk siyasetindeki gizli kahramanların, diğer bir deyişle partilerin il, ilçe, belde teşkilatlarındaki çok kıymetli siyasetçilerin ve siyasetçi adaylarının ülkelerinin idare ve geleceğine dair ellerine bir imkan geçtiğinde bu imkanları kullanmak için ne kadar donanımlı olduklarıdır. Bu iki mühim soru ve görüşten yola çıkarak Bahçeşehir Üniversitesi Hükümet ve Liderlik Okulu 1 bünyesinde oluşturulan Siyaset Okulu, Türk toplumuna ve siyasetçisine büyük bir hizmet sunmak için hayata geçirilmiştir. Siyaset Okulu, her meslek grubundan, her siyasi partiden ve farklı görüşten ayırım yapmaksızın kaydolan öğrencilerine yine bir çok siyasi partinin ve farklı görüşlerin temsilcilerinden eğitim alma olanağı vermiştir. Doğrunun, her zaman farklı bakış açılarından değişik görülebildiğini, şartların her koşulu değiştirebildiğini, insanların uzlaşmak, hizmet etmek ve toplumun ihtiyaçlarını karşılamak için yaptıkları siyasette, en önemli şartın analitik düşünce ve önyargısız bir fikir olduğunu ispatlamaya çalışmıştır. Okuyacağınız bu kitap, Siyaset Okulu 1’e katılan değerli konuşmacılarımızın, diğer bir deyişle sevgili hocalarımızın yapmış oldukları konuşmalardan seçilmiş ve derlenmiştir. Böyle önemli bir eğitim reformunun yapılmasında çok ciddi katkı sahibi olan ve üniversitenin akademik bağımsızlığını ve tarafsızlığını, net bir şekilde ortaya koyan Bahçeşehir Üniversitesi Mütevelli Heyeti Başkanımız Sayın Enver Yücel’e ve Bahçeşehir Üniversitesi Rektörü Prof.Dr.Süheyl Batum’a tüm Siyaset Okulu öğrencileri adına sevgi ve şükranlarımı sunarım. Burak KÜNTAY Başkan Hükümet Ve Lidelik Okulu 2 Rauf DENKTAŞ “Kıbrıs” 3 Kıbrıs’ı konuş diyorlar bana. 1964’te Kıbrıs ateşler içerisindeyken Roma’dan geçiyoruz. BBC, acele randevu istedi. Kıbrıs’ı konuşacağız. 3 dakikada bize meseleyi anlat dediler. Hayretler içerisinde kaldım. Üç dakikada Kıbrıs meselesini anlatabildiğim kadar anlattım. Üç dakika... O zamanlar bir telefon konuşması üç dakikaydı biliyorsunuz ve uzun bir zamandır; eğer hayatta dakikaların kıymetini, zamanın değerini bilirseniz. New York’a geçtik, Amerikanın Sesi Radyosu acele randevu istedi. Kıbrıs meselesini bir dakikada konuşabilir miyim! Bunlar ders olarak kaldı bizim aklımızda. Kıbrıs meselesi nedir, konuşur musun dendiğinde verilen zamana göre kendimizi ayarlarız. Ve o zaman dilimi içerisinde Kıbrıs meselesini anlatırız. Kıbrıs meselesi nedir? Size göre nedir? Bir düşününüz ve kendi cevabınızı lütfen veriniz ve sonra benim söylediklerimle örtüşecek mi bir bakınız. Nedir Kıbrıs meselesi sizin için? Milli dava mı? O halde Annan Planı nedir? Milli hâl çaresi mi? Milli dava ise niçin milli davadır ve Annan Planı niçin milli hâl çaresi değildir? Kıbrıs meselesinin tarifi yapıldı mı? Bir teşhis kondu mu? 40 yıldır bir mesele halledilmiyorsa bunu halletmeye soyunmuş olan Amerika Birleşik Devletleri, İngiltere gibi, Güvenlik Konseyi gibi taraflar Kıbrıs meselesine bir teşhis niye koymuyorlar? Maksatları nedir? Bunları hiç düşünüyor musunuz? Zaman zaman uzlaşamamanın nedeni olarak bir günah keçisi bulurlar. Bu bir zaman Kipriyanu, çoğu zaman 4 Denktaş, şimdi de Papadopulos olur! Acaba öyle bir uzlaşmaz var da Kıbrıs meselesi onun için mi uzlaşılamadı? Zaman içerisinde iyi niyetle “aman bu mesele halledilsin, halkımız kan vermekten, can vermekten kurtulsun” diye ödünler verirsiniz. “Aman Türkiye’nin başına bela olmaktan kurtaralım artık bu meseleyi hallederek” diyerek iyi niyetle ödünler verirsiniz. Karşı taraf bunları cebine atar. Bir noktada görüşmeler kesilir. Yeniden başlar. Verdiğiniz ödünlerden başlamak mecburiyetindesiniz. Niçin, çünkü meseleye teşhis konmamıştır. Çünkü meseleyi çözmek için soyunmuş olanların bir art niyetleri vardır. “Zaman her şeyi halleder”, diyorlar. Bu doğru olabilir, zaman uzadıkça 30 yıllık arşivler açılır. O arşivlere bakarsınız ve meselenin niye halledilmediğini görmeye başlarsınız. Adada adalet için değil, kendi çıkarları için uğraştıklarını görürsünüz. Çıkarlar üzerine idare edilen bir dünyada adalet arıyorsanız, adalet bulamazsınız. Hakkınızı koruyacak güçte ve kararlılıkta değilseniz büyük devletler sizi “sizin dediğiniz asla olamaz ve kabul edilemez” diyerek kendi istedikleri yere sürüklemeye çalışırlar. Uluslararası ilişkilerde hak ve adalet yoktur, milli çıkarlar vardır. Gördüğünüz gibi bugün Amerika Birleşik Devletleri Irak meselesinde Birleşmiş Milletler’i ayaklar altına alarak, masum insanlara gece gündüz bomba yağdırarak, işgale direnenleri terörist addederek, “O ülkeye demokrasi götürdük, o ülkeyi bir diktatörden kurtardık”, diyebiliyor. Bu gelişmeler karşısında dirilmek ve ayağa kalkmak mecburiyetindesiniz. Dirilecek ruhunuz yoksa sinersiniz ve susarsınız. Hatta korku içinde yaşamaktansa bunları 5 yapanlarla birleşmek onlara yardımcı olmak daha iyi diyebilirsiniz. O halde tekrar soruyorum. Kıbrıs meselesi nedir? Annan Planı’nın reddedilmemesi için uğraşan Clerides, Papadopulos’a evet deyin diyor. İngiliz Dışişleri Bakanı Jack Straw da EVET deyin diye ısrar ediyor ve Papadopulos’a soruyor: “Türk askerinin adadan tümüyle çıkmasını istemiyor musunuz?” Annan Planı bunu yapıyor. Rum göçmenlerin yeni yerlerine gitmesini istemiyor musunuz? Annan Planı bunu da hallediyor. KKTC’nin tanınmamasını istiyorsunuz. Annan Planı bunu da yapıyor. Türk askerinin Ada’dan çıkmasını da sağlıyor. Gerisi size kalmış bir iştir. Ne demektir bu? Yine Clerides ve Papadopulos’un da iştirak ettiği Akritas Planı mucibince 1960’daki yazılı bir anlaşmayı nasıl halletmişlerse -1960 Uluslararası Anlaşmasını- bunu da hallederiz diyor. Esas mesele Türk askerinin Adadan çıkması. Türkiye’nin haklarının ortadan kaldırılması. Annan Planı bunu yapıyor, daha ne istiyorsunuz? Demek ki Rumlar için mesele Türkiye’nin 1960’ta Kıbrıs üzerinde temin etmiş olduğu hakların ortadan kaldırılmasıdır. Ne idi bu haklar ve niçin temin edilmişti? Özel haklar ve garantiler 1960 antlaşmalarına niçin konmuştu? Ne vardı Kıbrıs’ta? Kıbrıs’ta İngiliz Müstemleke İdaresi’ne karşı Rumların başlattığı bir direniş, bir terör aktivitesi vardı: Eoka tethiş örgütü kurulmuştu; adayı Müstemleke idaresinden kurtarıp bağımsızlığa kavuşturmak için değil, Enosis için, benzeri mücadeleler bağımsızlık için yapılan mücadelelerdir. Tabiatı ile bütün halk buna iştirak eder. Dünyanın her yerinde bu olmuştur. Kıbrıs’taki mücadele, bilinmiyor belki ama, 6 bağımsızlık için değildi. Enosis içindi. Ve dünyaya verilen mesaj şuydu: Kıbrıs halkı kendi kaderini tayin etme hakkını kullanarak Enosis istiyor. Tek halk varmış Kıbrıs’ta, iki toplumdan oluşan, yüzde 80’i Rum, yüzde 20’si Türk tek bir halk! O çerçeve içerisinde, Kıbrıs’ın geleceğini tayin etme hakkını kendilerinde görüyorlar ve Kıbrıs’ı almak istiyorlar; 1954’te Yunanistan Kıbrıs meselesinin bu formülünü Birleşmiş Milletler’e götürüyor. Ancak o zaman Türkiye uyanıyor ve itiraz ediyor. “Kıbrıs’ta iki halk vardır, iki eşit cemaat vardır. Tek halkın arzusu üzerine Kıbrıs, koloni idaresini değiştiremez. Yunan kolonisini getirmek istiyorlar.” Mücadele Enosis için başlıyor 1954-55’te; terör ‘58’e kadar devam ediyor. 1958’de Yunanistan bakıyor ki Türkiye kararlı. Duvar gibi önüne çıkmış. Ya Kıbrıs Türkiye’ye gider, tarihi jeopolitik hakları vardır veyahut da Türk-Yunan savaşı olur. İki Nato üyesi savaşmasın diye ABD araya girer. İngiltere Rum-Yunan ikilisine “kaderi tayin hakkı Kıbrıs’ta iki tarafındır, tek yanlı kullanılamaz” der. Taksim formülü (çift Enosis) gündeme gelir. Rum-Yunan ikilisi bunu reddeder. Makarios “katıksız, ödünsüz Enosis” der. Türk köyleri basılmaktadır. 33 köyden göç başlar. Şehit sayısı yüzlere tırmanır. Türkiye Taksim’de kararlı azimli duruyor. Yunanistan’ın siyaseti, Kıbrıs’ı Türkiye ile savaşmaksızın almak. Türkiye’nin savaşı dahi göze aldığını görünce diyorlar ki o halde ortaklaşa bir cumhuriyet kuralım Kıbrıslılar arasında eşit şartlarda. Garantileyelim ve Enosis’i, Taksim’i yasaklayalım. Siz de rahat, onlar da rahat, bu iş bitsin. Türkiye iyi niyetle bunu da kabul ediyor. Ve 1960 Anlaşması bu şekilde yapılıyor. İki eşit halk ve iki eşit garantör. 1960’daki anlaşmalar, Lozan’daki 7 Türk-Yunan dengesini Kıbrıs üzerine getiriyor. Buna dikkat buyurun. Türk Yunan dengesi Kıbrıs’ı da içeren bir hale sokuluyor. Ve Kıbrıs’ta yapılacak herhangi bir anlaşmanın kalıcı olabilmesi için bu dengenin korunması lazım. Bu denge Yunanistan lehine bozulursa, 1960 anlaşmalarında Türkiye’ye verilmiş olan haklar ortadan kalkarsa, Enosis’i önleyecek hiçbir şey kalmamış demektir. Ve ne yapıyorlar? 1960’da anlaşma imzalanıyor. Aynı aylarda Makarios, Rum parti liderlerine milis kuvvetler kurma hakkını tanıyor. İçişleri Bakanı, eski Eoka vurucusu Yorgacis’in başkanlığında bir teşkilat kuruluyor: Akritas teşkilatı. Teşkilatın önemli hususu şu, diyor ki: Esas hedef Enosis, ancak katiyen bunu söylemeyeceksiniz. Safha safha açılacağız. Birinci safha, Silahlı Kuvvetlerimiz hazır olduğunda anayasayı tadil etme safhasıdır. Dünyayı inandırmalıyız ki 1960 Anlaşması Rumlara haksızlıktır. Kıbrıs halkına haksızlıktır. Ve değişmesi lazım. İkinci safha, bunu başardıktan sonra eğer Türkler itiraz ederlerse baskı uygulamak. Baskı şiddete dönüşürse süratle Türkleri top yekün sindirmek; öyle ki kimse müdahale edemesin. Türkiye’nin müdahale etme olasılığı var. Hiç merak etmeyiniz milli güçler ve Amerika Birleşik Devletleri bunu önler. Hangi safhaya geldik? 1963’ten 1974’e kadar içteki dengeyi bozdular. Bizi küçücük bölgelere hapsettiler. Yola çıkanları alıp kaybettiler. Direnen varsa toplu mezarlara gömdüler. Ekonomiyi sıfırladılar. Kızılay’la, Kızılay yardımlarıyla yaşayan bir duruma geldik ama direnişe devam ettik, niye? Çünkü Ankara, milli davadır, garantörlük haklarımızdan asla vazgeçmeyiz, Kıbrıs’ı Yunan’a asla 8 bırakmayız diyor. Bir avuç Kıbrıs Türk’ü bu inanç içerisinde. Milli davaya, Türkiye’nin jeostratejik davasına, milli davasına öncülük ediyor, cephede vuruşuyor, inancı, güveni, gururu içerisinde görevini yapıyor. Her şeyini ortaya koyarak. Er geç gelecekler, er geç bizi bırakmayacaklar inancı içerisinde tarihi bir direniş. Ve 1974 oluyor. Yunanistan artık bakıyor ki Makarios işi uzatmakta! Yunan Cuntasının acelesi var. Halbuki Makarios akıllı davranıyor, sorunu zaman içine yayarak safha safha halledecek. Makarios kralcıdır. Kıbrıs’ı Cunta’ya bırakmaz. Cunta aleyhine çalışmakta, Cunta aleyhine ses çıkarmakta, hatta Kıbrıs’tan Atina’ya diplomatik yollardan silah göndermekte. Dolayısıyla Cunta Makarios’tan kurtulmak istiyor bir an evvel ve darbeyi yapıyor. Türkiye garantör İngiltere’ye gidiyor. Diyor ki; “Kıbrıs’taki üslerinizden birlikte göstermelik bir müdahale başlatalım. Etkili olmazsa, ilerleriz, kan akmasın, darbe hakkımızı kullanmış olalım. Yunanistan bunu anlar, mesele halledilir.” İngiltere hayır diyor. Hangi İngiltere? 1963’te uluslararası anlaşmaları çiğnemiş olan, Kıbrıs’ta insan haklarını çiğnemiş olan, masum insanları toplu mezarlara gömen ve anayasaya rağmen “ben meşru hükümetim” diyen, İngiliz’in garanti ettiği ortaklık haklarını ortadan kaldırıp Türklere “azınlık hakkını kabul et, etmezsen istediğin yere git” diyen Makarios’u meşru Kıbrıs hükümeti olarak tanımış olan İngiltere. Türkiye’ye “böyle bir müdahaleyi gerektirecek bir durum yok” diyor. Niye böyle diyorlar? Çünkü Türkiye’nin bir savaş yapamayacağı inancındadırlar. Gitsin, rezil olsun, ondan sonra icabına bakarız düşüncesindedirler. Niçin böyle?; çünkü İngiltere’nin esas yaklaşımını ve Amerika’nınkini 9 arşivlerinden görüyoruz. “Kıbrıs meselesinin halli, Kıbrıs’ın Yunanistan’a verilmesi ile mümkündür. Türkiye de gücendirilmemelidir.” görüşündeler. Bu nedenledir ki bizim direnişimiz devam ederken 6374 yılları arasında ellerini uzatıp, parmaklarını uzatıp zerre kadar yardım yapmadılar. Çökmemizi beklediler. Direnişin sona ermesini beklediler. Direndik, direnişe devam ettik ve direnişin devam etmesinde rol oynadık diye bizi uzlaşmaz düşman bildiler. Barış harekatının başarılı olması nedeni ile Türkiye’ye ceza verdiler. ABD dört yıla varan silâh ambargosu uyguladı, Kıbrıs’ta Türk’ün hakkını korudu, soykırımını önledi diye! Türkiye gelmeseydi Kıbrıs’ta muazzam bir katliam olacağının bilinci içerisindedirler. Geldiği halde katliam olmuştur. Üç dört köyde, arka arkaya, Türkiye oralara gidinceye kadar, bütün köy halkı sivil halk toplanarak kadın çocuk çoluk 16 günlük bebekler, birkaç yaşına giren çocuklar, 90 yaşındaki ihtiyarlar dahil kurşuna dizilmiş, toplu mezarlara gömülmüştür. Ve bu dostlar, parmaklarını bile oynatmadılar. Niçin; çünkü çökmemizi beklediler. Başlangıçta 40 yıl devam eden bir meselenin nasıl olup da çözülmediğine değinmiştim. Cevabı basitti. Çözülmesini istemeyenler, Kıbrıs’ın Yunanistan’a verilmesi sureti ile meselenin halledilmesini kendi çıkarları açısından tercih edenler “meşru Kıbrıs hükümeti Makarios’un idaresidir” demek sureti ile esas siyasetlerini yürütmüşler ve halen de yürütmektedirler! 10 Devamlı surette yazdık ve söyledik. Ortaklık cumhuriyetini yıkıp bütün Kıbrıs’a sahip çıkmak için bunu yapıyorlar. Siz ABD ve diğerleri kendilerine “meşru Kıbrıs hükümeti” dediğiniz sürece bunların bizimle yeni bir ortaklık kurmak ihtiyaçları olmaz. Bunlara meşru hükümet olmadıklarını, Türklerin hükümetleri olamayacaklarını söyleyin ki Kıbrıs’ın birleşmesi için bize ihtiyaçları olsun. Bunları söylememekle kalmadılar ve 1992’lerde garantör İngiltere’nin öncülüğü ve desteği ile “meşru Kıbrıs hükümeti” olmayan, sadece bu ismi alıp kaçmış olan, terörist bir idareyi Avrupa Birliği’ne Kıbrıs’ın tümünü temsilen üye yapma yoluna girdiler. Bunlar acı gerçeklerdir. Bunları görmeden, değerlendirmeden ve bilmeden Kıbrıs meselesini halletmeye kalkmak bunların istediği yola girmek demektir ve bu öyle bir yoldur ki bu yola girdiniz mi geri dönüş hakkınız yoktur meğer ki geri dönüş hakkınızı kararlılıkla ve büyük bir dirilişle, milli bir ruhla, siz kendiniz kullanmış olasınız. Aksi takdirde korumaya çalıştığınız ne varsa gider. Annan Planı’nı hazırlayanlar aynı Amerika Birleşik Devletleri ile İngiltere’dir. Genel sekreterin adını kullanarak, onunda yardımcısının yardımları ile birdenbire bir Annan Planı ortaya çıkarılmıştır. Klerides’in beyanatı var. Basın kendisine soruyor: “Denktaş gülümseyerek çıktı bu son toplantıdan, İsviçre’den bir taviz mi verdin?”. Cevabı: “Ne tavizi ya? Bilmiyor musunuz biz masaya taviz vermek için değil, taktik icabı otururuz. Taktiğimiz çok başarılı olmuştur. Türk tarafını uzlaşmaz 11 göstermekteyiz. Onun için buna devam edeceğiz. Ne tavizi?”. Ve devam ediyor, başka bir defa da diyor ki: “İçimizde bir Türk Cumhurbaşkanı muavini yok. Türk başbakanlar yok. Türk personel yok. Bütün buna rağmen dünya bizi meşru hükümet diye tanıyor. O halde biz ne diye Türkleri tekrar içimize alacağız? Ya tekliflerimizi kabul ederler yada çekip giderler”. Şimdi Amerika ve İngiltere, sendromu; 1964’te ülkede kan akarken, duman varken, silahlar patlarken, açlık devam ederken, 103 köy yıkılıp yakılırken, Türkler küçük küçük bölgelere hapsedilmişken, “anayasa ölmüştür, gömülmüştür” diyen uluslararası anlaşmaları çiğneyen bir adamı meşru hükümet diye başına taç yapmış olan ABD, İngiltere ve Sovyetler artık meselenin Rumlar için halledildiğini görmüyor muydular? Tabiatı ile görüyorlardı, bilerek yaptılar. Çıkarları bunu gerektiriyordu. Bugün ne yapıyorlar? Annan Planı deyip, Annan Planı ile oturup, Annan Planı ile kalkıyorlar. 9000 sayfalık bir planı halkın önüne koyuyorlar. Halka olmadık yalanı söylüyorlar, aklınıza gelmeyecek kadar para yağdırıyorlar. Yalan yanlış propaganda gece gündüz devam ediyor. Ve biz; “Aman sakın ha, hayır deyiniz, aksi takdirde pazarlık gücünüz elden gider, daha pazarlık yapılması gereken çok şeyler vardır. Biz bile bunların tümünü görmedik” diye feryat ederken son ağırlığı Türkiye de koyuyor. Türk hükümeti “Annan Planı kabul edilebilir, görüşülebilir” deyince ve hatta halkımıza “Evet dediğiniz takdirde Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin tanınma yolu açılacaktır ve açacağız” vaatleri yapılınca “hayır derseniz neticesine katlanırsınız” diye tehdit konunca Türk kökenli vatandaşlarımıza özel ulaklarla, telefonlarla “Evet demeniz Türkiye’nin lehinedir, Anavatanın 12 istemidir” diye haberler gidince yüzde 65 oyla halkımız buna evet dedi. Bu şartlarda halkın yüzde 35’inin “hayır” demiş olması, milli omurganın sağlamlığını gösterir! Evet dediğimiz takdirde mükafatlandırılacaktık. Hayır demiş olsaydık neticesine katlanacaktık. Rumlar hayır dedi. Papadopulos diyor ki “Hayır dersek cezalanacağız diyordunuz. İşte görüyorsunuz Avrupa Birliği üyesi olduk. Hiçbir hakkımız kısıtlanamaz ve kısıtlanamamıştır. Dolayısıyla ben haklıydım” diyerek övünüyor ve “Sertlikle aldığımızı sertlikle koruyacağız” diyerek yoluna devam ediyor. Geçenlerde bir bakanının itirafı ilginçtir: “Biz Avrupa Birliği üyesi olarak Türkiye’nin önünü kesmek, Türkiye’den istediklerimizi çeke çeke almak niyetindeyiz. Biz hiçbir zaman uzlaşma niyetinde değildik!” Evet diyen kardeşlerime ben diyorum ki “Herhalde Annan Planı’nda beğendiğiniz bir şeyler var ki onun için evet dediniz.” “Evet çok şey var” diyorlar, hakikaten bunların altını boşaltmamış olsalardı güzel şeyler vardı. O “güzel şeyler” plana nasıl girdi? Benim masa başımda dirsek çürütmemle. Bütün görüşmelerde bizim koruduğumuz ilkelerin bazılarını almışlar, plana koymuşlar ama tümünü okuduğunuzda, bunların altını nasıl boşalttıklarını görürsünüz. Ben diyorum ki, ben bir mimar isem, yaptığım bu binayı beğenmiş iseniz, “aman girelim” diye kapıya yığılmışsanız, ben bu binanın mimarı, mühendisi olarak haykırıyorum, diyorum ki: “Aman ben inşa ettim ancak sağlam değildir, bunun demiri eksik, kumu bozuk, şusu busu bozuk. Girerseniz başınıza yıkılacak, yapmayın bekleyin”. Beklemediler. Ne oldu? Yine büyük ülkelerin kalleşliğine bakınız. Bize evet 13 dedirtinceye kadar- Rumların da evet diyeceklerine inandıkları için- bütün baskıyı bize yaptıklarını unutmayalım. Hiçbir şart yok, “Evet derseniz kapılar açılacak, ambargo kalkacak, uçaklar gelecek, turistler dolacak, paralar yağacak, işler iyi olacak.” Rum hayır deyince diyorlar ki “Annan Planı’nda devletiniz yok, egemenliğiniz yok, bağımsızlığınız yok. Annan Planı’na evet demekle Rumlarla birleşmeyi kabul ettiniz. Aferin akıllı çocuklarsınız, sizi çok severiz. Sakın bu çizgiden yukarıya tekrar çıkmayasınız, çıkmamanız kaydı ile size yardımcı olmaya çalışacağız.” Yardımcı olabilmeleri için de “üyemiz Kıbrıs hükümetinin rızasını almaya çalışıyoruz” diyorlar. Bizi getirdikleri noktayı görüyor musunuz? O halde o bayramlar neydi, o zaferler, o kazandık hikayeleri. Neyi kazanmışız? 40 yıldır Rum’un önüne duvar gibi koyduğumuz, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nce altı çizilmiş kararlarla tespit edilmiş bir siyaseti bırakıyoruz. Yani devleti, egemenliği bırakıyoruz ve Rum’a yama olacak bir duruma getiriliyoruz. Evet’in mükafatı bu ise başlarına çalsınlar diyecek bir halk ve hükümetler bekliyoruz. Bu yapılmadığı takdirde demek ki girdiğimiz bu kanalda yürüyeceğiz, bilerek yürüyeceğiz, hem de bizi nereye götüreceklerini gördüğümüz halde. Yani Kıbrıs’tan Türk askeri, şehidin kemiklerini de torbalara koyarak çıkacak. Bu millete bu acı da yaşatılacak. Neticede ne kazanılmıştır belli değil. Ucu açık bir yolda Türkiye 10-15 yıl gidecek 15 yıl sonra bakalım tam üye olur musunuz, olmaz mısınız, olmaya layık mısınız, değil misiniz münakaşası başlayacak. Bunları görüyoruz ve şöyle değerlendiriyoruz. Annan Planı 1960 Uluslararası Antlaşmaları ile Kıbrıs üzerinde stratejik haklarını korumuş olan; bu 14 haklarını tespit ve tescil etmiş olan Türkiye’yi adadan çıkarmak için hazırlanmış bir plandır. Avrupa Birliği “stratejik açıdan Kıbrıs’ı istiyoruz” diyor. Kıbrıs’ın bütününü yani! İngiltere Avrupa Birliği üyesi olduğu halde üslerini Avrupa Birliği’ne sokmadı. Amerikalılarla birlikte kullanabilsin diye. Samimi olan diplomatlara soruyorum. “Nedir bu küçük adanın sizce bu kadar ehemmiyeti? Üzerimize düştünüz, 40 yıldır meselenin hallini önlüyorsunuz.” Samimi olanların cevabı: Bölgede İslam terörü baş göstermiştir. Petrol kuyuları meselesi vardır. Teröristlerin eline geçmesi önlenmelidir vs; Devam ediyorlar. Biraz daha samimi olanlara soruyoruz: “Peki Türkiye’nin stratejik hakkını niye ihlal ediyorsunuz? Niye Türkiye’yi çıkarıyorsunuz adadan?” Cevapları düşündürücüdür. “Gün gelir Türkiye’de de kökten dinci bir idare yerleşebilir. Türkiye’yi de kontrol etmemiz gerekiyor. Türkiye stratejik açıdan adadan çıkacak, Rumlar gelecek. Peki Türkiye buna evet diyebilir mi? Evet, demek tabiatı ile elinde. Büyük Millet Meclisi’nde kararı alır, Kıbrıs’ı veriyorum der, verir. Veyahut da Kıbrıs’ta verici bir idareyi kullanarak verir. Barış budur, Türkiye böyle istiyor diyerek verir, verdirtir. Ve “Kıbrıs Türkleri böyle istedi, ne yapalım?” der millete. Kıbrıs davası Kıbrıs Türkleri’nin kendilerine öz bir dava değildir. Milli davadır. Atatürk’ün sözü var. Genç subaylara soruyor 1938’de. “Yeniden İstiklal Savaşı verecek olsak, işgal altındayız, ikmal yollarımız nelerdir?” Genç subaylar Suriye üzerinden, İran üzerinden yol gösterirler, Irak derler, şu derler, bu derler. Atatürk haritaya gider, “Beyler Kıbrıs’a dikkat ediniz, Kıbrıs düşman elinde ise ikmal yollarınız tıkanmıştır” der. İnönü ile, 1965’te Kıbrıs’ta kan gövdeyi götürürken Ankara’ya 15 bir heyet gelir. Heyetle birlikte kendisini ziyaret ederiz. Heyetin dediği şu: “Paşam artık sabredemiyoruz, sabrımızın sonuna geldik. Bir aya kadar ya gelir bizi kurtarırsınız veya biz artık teslim olmak mecburiyetindeyiz.” O günkü günleri hatırlayanlar, gazete okuyanlar, düşünenler bunun abartılı veyahut sorumsuz bir söz olmadığını bilirler. İnönü bakınız ne dedi: “Biz mesuduz, bahtiyarız ki Kıbrıs’ta vatanını korumak için ayağa kalkmış insanlarımız var. Size elden gelen yardımı yapıyoruz. İşte Kızılay’la şu kadar un, şu kadar şeker, şu bu her ay gönderiyoruz. Vatan müdafaasında Türk’ün sabrı bittiği yerde başlar. Türk, vatan müdafaasında sabrım bitti diye teslim olmaz. Türk iseniz sabredeceksiniz. Karşınızdaki Yunan ise göreceksiniz, birbirlerine düşecekler.” Sanki 1974’ü görmüş gibiydi. Ve Türk halkı sabretti hala sabrediyor. Rahmetle anıyorum. Korutürk’e göre “Kıbrıs düşman elinde ise Türkiye denizlere açık bir ülke olmaktan çıkar.” Güney sahilleriniz 12 ada ile zaten sarılmış. Kıbrıs adası 13. ada olarak birleşti mi Yunan adaları ile, bu iş bitmiş demektir. “Safha safha Enosis” diye yola çıktılar, en son söylenecek sözü söyleme safhasına geliyorlar, Avrupa Birliği bunları alır almaz “dolaylı Enosis” başarılmıştır demeye başladılar. Kiliselerde şampanya açıldı. Daha ne desinler ve ben daha ne diyeyim? Halkıma benim söylediğim şu: Yeniden Annan Planı’nı canlandırmak isteyenler var. Annan Planı’ndan başka bir plan yoktur diyorlar. Evet oyumuzu yorumlamışlar ve devlet istemediğimiz kararını vermişler. Rumlar pazarlık kozlarını ellerinde tutarak daha neler neler istiyorlar? Yani Annan Planı masaya tekrar gelirse Rumları daha nasıl memnun edeceğiz, Rumlara daha neler vereceğiz? Bunları konuşacağız ve tekrar 16 ediyorum, devletten, bağımsızlıktan vazgeçeceğiz. Türk askerini güle güle uğurlayacağız. Türkiye’nin müdahale hakkı kalkacak, garantörlük hakkı kağıt üzerinde kalacak. Genel sekreter Rumlara diyor ki “Müdahale hakkı kalkmıştır, merak etmeyin”. Halkıma ben diyorum ki bağımsızlık bir kitlenin, bir milletin ulaşabileceği en yüksek zirvedir. En kıymetli şeydir. Bunu verip de aynı kıymette, ondan daha kıymetli, daha güzel bir şey alamazsınız. Yoktur böyle bir şey. Atatürk der ki “Barış diliyorsam, bağımsızlığımı murat ediyorum.” Bağımsız değilsen barış yapamazsın. Bağımsız değilsen azınlıksın. Başkalarının verdiği ile yetineceksin ve başkaları da sana verdiğini geri almak hakkına sahiptir. 1960’da bunu yaşadık. Dolayısıyla biz ne istiyoruz? Kalıcı bir barış istiyoruz. Yırtılıp atılmayacak bir barış istiyoruz. Fiili durumun yeni barışa temel olmasını istiyoruz ki Rum yeniden “Türk azınlık isyan etti” diyemesin. Çok mu istiyoruz? Amerika’ya göre çok istiyoruz. İngiltere’ye göre çok istiyoruz. Ben Türk milletine göre çok mu istediğimi öğrenmek istiyorum. Ve gittiğim yerlerde gördüğüm heyecan, bulduğum destek bana diyor ki Türk milleti, Türk askerinin şehit kemiklerini toplayarak adadan çıkmasını hazmedemeyecek durumdadır. İnşallah o günleri görmeyiz. O halde Kıbrıs meselesi nedir bize göre? Bağımsızlığımızı koruyarak, yeni bir ortaklık anlaşması yapmak meselesidir yapabilirsek. Yapamazsak bağımsızlığımızı sonuna kadar korumak meselesidir. 17 Rum’a göre Kıbrıs meselesi nedir? Ben meşru Kıbrıs hükümetiyim. İşgal kalksın, göçmenler yerlerine gitsin. Türk askeri adadan çıksın ve bir daha müdahale hakkı olmasın meselesidir. Annan Planı bu meseleyi hallediyor kendilerine. Bunları bilerek konuşmalıyız ama bunları bilemezsiniz, çünkü basın bunları size söylemez duyurmaz ve duyurmayacaktır. Türk milletine ve Avrupa Birliği’ne basının vermiş olduğu mesaj “Kıbrıs’ta Türk tarafı şimdiye kadar uzlaşmazdı ama bak şimdi uzlaşır hale geldi. İşte Rumlar da masaya gelsin, bu iş bitsin”. Verilen mesaj bu. Türkiye üzerindeki baskılar da bu ölçüde artıyor. Halbuki Avrupa Birliği bilse ki Türk ulusu Kıbrıs meselesini sadece jeopolitik bir mesele olarak değil, aynı zamanda bir namus ve şeref meselesi olarak görmektedir ve şehitlerinin kemiklerini sızlatmayacak, Kıbrıs’ı (hiç olmazsa kuzeyini) Rum’a, Yunan’a bırakmayacaktır; Halkın hissiyatı budur. Bunu bilseler Türk hükümeti üzerinde bu kadar baskı olmayacaktır. Kıbrıs Rumları uzlaşma peşinde değil Kıbrıs’ın tümüne sahip olma peşindedir. Rum’un bundan başka bir davası yoktur. Ve ben Avrupa Birliği’ne diyorum ki Kıbrıs’ta iki ayrı referandum yaptınız. Bunun manası nedir? Hiç olmazsa oradan başlayın. Evet, Rumların dediği gibi tek halk olmuş olsaydı, tek referandum yapılırdı. Niye çift referandum yaptınız; çünkü iki halk var. Tek başına Rum, Kıbrıs’ın kaderini tayin edemez. Rum, Kıbrıs Türkünü temsil edemez. O halde çift referandum. Oradan başlayın. Masaya yeniden oturmadan Rum’a hiç olmazsa bunu kabul ettirin. İki halk vardır, iki halkın hükümeti vardır ve bu hükümetler devam edecektir. Konuşulacak konu, uluslararası arena açısından ortaklık olur mu olmaz mı. İkincisi 18 Türkiye’nin demesi lazım ki, 1960 anlaşmaları Kıbrıs’ın, Türkiye’nin üye olmadığı bir yere giremeyeceğine amirdir. Kıbrıs meselesini biz Avrupa Birliği’ne girdiğimizde karara bağlarız. O güne kadar halledilmesi için uğraşırız ama o güne kadar madem ki sen bana ucu açık bir yol verdin, ben de Kıbrıs meselesini ucu açık bırakıyorum. Ben AB’ne tam üye olduğumda Kuzey de girebilir ve hangi şartlarda gireceğini işte o zaman konuşacağız. Bu konuda Türkiye fiilen haklıdır. Uluslararası anlaşmalarla haklıdır. Ama bu haklılığın gerektirdiği sesi henüz duyamıyoruz. İnşallah bundan sonra duyarız. • Rauf Bey, sadece şunu sormak istiyorum ben: Kıbrıs sorununun bu hale gelmesinde, iyice çözümsüzleşmesinde Türk diplomasisinin zayıflılığını görüyor musunuz? Örneğin 1974’te yapılan müdahale gerçekten uluslararası anlaşmalar çerçevesinde gayet haklı bir müdahale iken daha sonra Rumların masaya oturmamakta direnmesi üzerine pazarlıkta kullanılabilecek daha fazla toprak almak için ikinci bir işgalin yapılması ya da Gümrük Birliği Anlaşmaları sırasında, Türkiye’nin kabul edilmesi için bu anlaşmaya sessiz bir onay verilmesi. Bu tarz şeyleri Kıbrıs sorunun çözülmemesine bir sebep olarak görüyor musunuz acaba? (DENKTAŞ): Biraz evvel söylediğim gibi 1964’te Kıbrıs kan revan içerisinde ve Makarios bütün hukuk kurallarını, insanlık açısından bütün kuralları çiğnediği, Amerika ve İngiltere kendi çıkarları için Rumları meşru Kıbrıs hükümeti olarak tanıdıkları andan itibaren Kıbrıs meselesinin bizim istediğimiz şekilde, 19 yeni bir ortaklık kurarak halli imkansız hale getirildi. Meşru Kıbrıs hükümeti olsunlar diye saldırdılar. Bizim mukavemetimiz devam ediyor. Biz boyun eğmiş değiliz. Doktor Küçük’ün idaresi altında Türk idaresi kurulmuş. Küçük küçük bölgelerde olsa dahi Türkler direnişe devam ediyor ama meşru Kıbrıs hükümeti unvanı Rumlara hediye edildi. Yıllar sonra ben bu haksızlığı niçin yaptıklarını sorduğumda bana Amerikalı diplomat şöyle dedi: “Makarios bizi tehdit ediyordu. Sovyetler’i getirecek diye Kıbrıs’a. Kıbrıs Akdeniz’de bir Küba olacaktı. Bu korku ve endişe nedeni ile kendisini meşru Cumhurbaşkanı ve yüzde yüz Rumlardan oluşan idareyi de meşru hükümet olarak tanımak zorunda kaldık.” Peki yıllar geçti hala niye ısrar ediyorsunuz? Neye göre devam ediyorsunuz? Soruma “Artık siyasi karar verilmiştir, değişemez” demiştir. Dolayısıyla bizim sonradan yapmış olduğumuz veya yapmamış olduğumuz şeyler Rum’a sadece yoluna devam etmek için bir imkan vermiş olabilir ama meselenin halledilmesi için bir neden teşkil edemez., çünkü Rum meselesini halletmiştir. Söylediğini size açıkladım. Bütün dünya bizi tanıyor, ne diye Türk’e biz tekrar taviz vereceğiz diyor. İkinci Harekât toprak almak için değildi. İkinci Harekât; Rum’dan istediklerimiz vardı. Cenevre’de ben Klerides’e gidip şu taleplerde bulundum: “İşgal altında bulunan çevrelediğiniz halkımızı derhal serbest bırakınız. Normal hayat yaşasınlar. Değirmenlik civarında Türk askeri etrafına mayınlar döşemektesiniz, derhal durdurunuz, mayınları sökünüz. Yunanistan’dan yola bugün iki gemi dolusu asker çıkmıştır, buraya geliyor, derhal geri gönderiniz. Türk askeri ile sizin aranızda bir tampon bölge çizelim ki Türk askeri bu daracık yerde sıkışmış olmasın. Tehlike içerisinde olmasın.” Bunların tümünü Klerides reddetti. Türkiye Yunanistan’dan aynı şeyleri 20 istedi, onlar da reddetti. İkinci Harekât bu nedenle yapıldı. Toprak almak için değil. Güvenlik için ve Kıbrıs Türkleri’ne yapılan zulmün sona ermesi için yapıldı. Ticaret anlaşması, Gümrük Anlaşması konusunda atılan adımları, Avrupa Birliği Türkiye’nin bir tavizi olarak kabul etti. O zamanın hükümeti Sayın Karayalçın her ne kadar da bu açılımın Kıbrıs Rum İdaresi’ni tanıma anlamına gelmediğini yazılı ve sert bir belge ile duyurmuşsa da bize Avrupa Birliği üyeleri devamlı suretle biz Türkiye’nin bu açılımı yaptığı kanaatindeyiz ve bunu böyle değerlendiriyoruz demek suretiyle kendi açılımlarını müdafaa etmektedirler. Bütün mesele şu. Yunan ve Rum diplomasisi büyük başarıdır kendileri için. Avrupa Birliği üyelerini şuna inandırdılar: Denktaş ile Klerides görüşüyor. Çok az fark kaldı aralarında. Eğer Kıbrıs’ı Avrupa Birliği’ne alacağınızı gösterirseniz artık o farklar da ortadan kalkacak ve bu suretle Kıbrıs meselesi halledilecek. Kıbrıs’a yani Rumlara bu davet yapıldığında ve müracaatları kabul edildiğinde bu konuyu yürüten diplomatla konuştum ben. Maalesef dedi, oybirliği ile alınan bu karardan önce hepimiz aldandık, aldatıldık. Ama şimdi oybirliği ile bir karar aldık, bunu değiştiremeyiz. Onun için bir siyasi durumla karşı karşıyasınız. Bununla yaşamak mecburiyetindesiniz. İşte ben de diyorum ki direndiğimiz takdirde Avrupa Birliği madem ki Kıbrıs’ın tümünü istiyor ve yarısı bizim elimizdedir, en büyük koz bizim elimizdedir. Pazarlık yapmak için acele etmeye lüzum yok. Boyun eğmeye lüzum yok. Türkiye’ye verilen 10-15 yıllık ucu açık zaman yarın için öbür gün için değil. Pazarlığımızı erkekçe yürütmek mecburiyetindeyiz, başka çaremiz yok. 21 • 50 yaş üstündekiler çok iyi hatırlıyoruz. Mitinglerde ya istiklal, ya ölüm dedik. Sizin ve Türkiye Cumhuriyeti’nin sayesinde bağımsız bir devlet kuruldu ve 21 yıldır yaşıyor. Şimdi soruma geliyorum müsaade ederseniz. AKP hükümeti “win, win, win” yani “kazan, kazan, kazan”ı Irak’ta uyguluyor. Avrupa Birliği’nde uyguluyor kendisine göre ve Kıbrıs’ta uyguluyor. Şimdi ben bunu şöyle diyorum. Bu “kazan, kazan, kazan” değil kazı kazan. Şimdi Kuzey Irak’ta askerimizin başına çuval geçirildi. Ve Irak’ta yokuz, yani kazındık. Ve Kıbrıs’ta Annan Planı’na evet denildi; oradan da kazınmak üzereyiz. Sizden bir şey öğrenmek istiyorum. Nisan’da seçim var. Acaba Ankara’da milli bir hükümet, milli duruşlu bir hükümet olursa siz göreve devam eder misiniz? (DENKTAŞ): Efendim ben buraya hükümetleri tenkit etmek için gelmiyorum. Ve henüz cumhurbaşkanlığı mevkiinde olduğum içinde bu sorulara açıkça cevap vermek istemiyorum. Çıktıktan sonra daha rahat konuşabiliriz ama şu hükümet olsaydı bu hükümet olsaydı değil bütün mesele şu. Şunu söyleyeyim. Sayın Erdoğan hatırlayacaksınız Genel Sekreter Annan Planı konusunda beni kandırmıştır, aldatmıştır, demiştir; biz rahat ettik. Sonra birden bire görüşülebilir denmiştir. Kırmızı çizgilerimiz var denmiştir. Hemen hemen hiçbirini koruyamadılar. Ve tekrar ediyorum. Eğer Annan Planını tekrar masaya taktik icabı getirirlerse ve yani “Biz uzlaşmaya hazırız da Rum yine göreceksiniz hayır diyecek” oyunu oynanacaksa, ne kazanacaksınız? “Annan Planı’nı kabul etmekle bağımsızlık istemiyorsun, devlet istemiyorsun” tefsiri yapılmıştır. Buna ne KKTC Hükümeti, ne de Türk 22 Hükümeti itiraz etmiştir. Bu tefsiri kabul etmediğimizi Türkiye’nin kayda geçirmesi lazım, haykırması lazım. Basının haykırması lazım. Bunları bekliyoruz biz. Ben aday olur muydum olmaz mıydım? Annan Planı kabul edildikten sonra benim aday olmam düşünülemez. Eğer başka bir hükümet de kabul etmiş olsaydı, ben yine aday olamazdım. Hükümet meselesi değil, icraat meselesidir. Annan Planı kabul edildikten sonra ben bunun çerçevesinde yürütülecek bir müzakerenin Kıbrıs’ta bizi 1960 anlaşması gibi bir kağıt üzerine bağlayacağını, Türkiye’nin 60 anlaşmalarındaki haklarını alıp götüreceğini, Türkiye’yi adadan çıkaracağını gördüğüm için son nefesime kadar karşısında olacağım ve benimle olan halkımla, sesimizi millete duyurmaya çalışacağız. • Sayın Cumhurbaşkanım, 1967’de yarım kalan çıkartma harekatından geri dönüldü. O tarihte ben askerdim. 45 gün Trablus’ta kaldık biz. O harekat o zaman gerçekleşseydi, ikinci harekattan daha mı iyi bir neticeye ulaşacaktık? İkinci sorum 45 yıllık Kıbrıs davanızda keşke diye bir kelime kullanacağınız bir olay oldu mu? (DENKTAŞ): Efendim tabi 67’de çıkarma olsaydı ne olurdu? 67’de biliyorsunuz iki köye baskın yapmışlardı. 40 kadar kişi ölmüştü. Bütün halk büyük bir tehlike içerisinde idi ve Demirel hükümeti çıkarma kararını aldı. Araya Amerikalılar girdi. Ve şöyle bir durum hasıl oldu: Amerikalı Sayın Çağlayangil’e veya Demirel’e soruyor, diyor ki: Peki gideceksiniz, görüyoruz, tamam hazırlığınız var, gidiyorsunuz. Maksadınız ne? Maksat bu kangreni durdurmak mı? Evet. Yunan askeri var, onları çıkartmak mı? Evet. Köy halkına, ölenlere Makarios’un 23 tazminat vermesi mi? Evet. Ve müzakerelerin başlaması. Makarios Türklerle müzakere etmiyordu o güne kadar, konuşmuyordu. Azınlık hakkını kabul ederseniz geliniz diyordu. Rum tarafı 1960 Antlaşmaları ile Enosis’ten vazgeçme sözünü vermişti ancak Yunanistan ile birlikte bu sözünü tutmayıp Enosis için harekete geçer geçmez Türkiye hazırlıklı değildi, ama 67’lere doğru hazırlanmıştı. Keşke peki Enosis’i kabul ediyorum, Enosis’i yapın siz, ben de Enosis’i yapıyorum diyerek taksim sentezine dönmüş olsaydık ve bunu güçlü bir şekilde müdafaaya başlasaydık. O zaman belki Rumlar eşit şartlarda yeni bir ortaklığa razı olurlardı. Yani pazarlık yapacakken insan aklından bir çizgi koyar, ben buraya ineceğim ama pazarlığa o çizgiden başlarsan bir daha seni o çizgiye çıkartmazlar tabiatı ile. Barış Harekâtı’ndan sonra “federasyon” dedik. Rum bunun içini oya oya üniter bir devlet şekline sokmaya çalıştı. Sonra, yıllar sonra Sayın Cem’in Dışişleri Bakanı olduğu zamanda baktık ki olmayacak, federasyon istemiyorlar, konfederasyon dedik ama onda da bizi yine ABD ve diğerleri desteklemediler. Hele hele bu Annan Planı’ndan sonra konfederasyon büsbütün ortadan kalktı. Bence şimdi konfederasyondan başka bir şey olmaz. İki bağımsız devlet esasında bir ortaklık. Bunda ısrar etmeliyiz sonuna kadar; eğer kalıcı bir anlaşma istiyorsak. Bir kağıt anlaşması iki üç sene sonra bizi yine belaya sokacak. Bu sefer Türkiye de içimizde olmayacak. Türkiye’nin müdahale hakkı da olmayacak. Avrupa Birliği tümüyle Kıbrıs’ın içerisinde olacak. Felaket olacak onun için iki bağımsız devlet esası üzerinde konfederasyon varılacak bir neticedir, kalıcı neticedir. Kalıcı barış isteyenler bu bölgede konfederasyona dönmek mecburiyetindedirler. 24 • Bağımsızlık mücadelenizde inanıyorum ki tarih sizi hep anacaktır. Onun için saygı duyuyorum. Sayın Cumhurbaşkanım, Kıbrıs’ta Türklere soykırım yapılmıştır diyebilir miyiz? İki, devletin varlığına inanmayan sayın Mehmet Ali Talat yerinize cumhurbaşkanı seçilirse 50 yıldır sürdürülen Türk politikaları devam edebilir mi? Tabi Türkiye’deki mevcut Türkiye Cumhuriyeti hükümetini de dikkate alırsak. (DENKTAŞ): Efendim. Sayın Mehmet Ali Talat Cumhuriyetçi Türk Partisi’nin başkanıdır. Bu parti çok uzun yıllar Rum Akel Partisi ile işbirliği içinde çalışmıştır. Komünistler kardeştir, komünistler ırkçılık yapmaz inancı içerisinde ve bu bayrak altında da hakikaten bizleri ve Türk ulusunu inciten, rencide eden çok şeyler söylenmiştir, çok şeyler yapılmıştır. Sayın Talat’ın bir beyanatı var geçenlerde. Akel beni kandırdı, diyor. Komünist Partisi’nin evet diyeceğini zannediyordum, ‘evet’ diyeceklerini söylediler, referandumda onun üzerine ben de halkıma evet dedirttim kabilinden bir beyanatı var. Ve başbakan olduğu günden itibaren Rumların kendisine yapmış olduğu muamele, yapmış olduğu hakaret, verdikleri sözlerden dönmüş olmaları vs. Rumları iyice anlamasına neden olmuştur. Rumlar uzlaşma istemiyor. Kıbrıs’ın tümünü istiyorlar. Rumlar bizim hükümetimiz değildir, hiçbir zaman hükümetimiz olmayacaklar diyor ama Türk hükümetinin doğrultusunda Annan Planı çerçevesinde bir uzlaşma yapabileceğine inanıyor, hala taktik icabı ve ambargoların kalkması için uğraş veriyor. Talat’ın bu yaklaşımına -yani KKTC için tanınma istememesine- Türkiye’de büyük reaksiyon 25 oluştu, “Senin bu söylediğin saçmalık” diye! Onun cevabı şu oldu: “Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti olarak tanınmayı beklemek hayaldir dedim. Devlet yoktur, devlet hayaldir demedim”. Şimdi efendim, demokratik bir düzende evet kampanyasını yüzde 65 oranında yürüten bir kardeşimiz son seçimlerde yüzde 44 oy aldı. Yüzde 20, 21 eksilme oldu yani . Şimdi cumhurbaşkanlığı seçimlerine girecek karşıtlarını bir görelim. Nasıl çalışacaklar bir görelim. Kazanabilir farz edeceğiz. Kazandığı takdirde devleti ve bağımsızlığı korumak için and içip makama oturacak. Devleti ne kadar kaale alacak göreceğiz. Mesele bence sayın Talat değil, mesele Türk hükümetidir. İnşallah Türk hükümeti sayın Talat’a milli davanın bağımsızlığımızı korumaktan geçtiğini söyler ve kendisini o yönde destekler. 44 bin oy aldı. 44 bin oy Milli dava dediğimiz Kıbrıs davasında 70 milyonun jeopolitik hakkını ortadan kaldırmaya kafi değildir. Türkiye ayağa kalktığında Kıbrıs’ta deprem olur. Konu Türkiye ne diyor? Ne yapacak? Kıbrıs’tan vazgeçecek mi konusudur. • Sayın Cumhurbaşkanım, aslında ben 34 yaşındayım. 34 yıldan beri Kıbrıs davası kanımıza kadar işlemiş. Hangi hükümet ne kadar oy alırsa alsın, Türk halkı Kıbrıs’ı bırakmayacaktır. Şimdi Sayın Cumhurbaşkanım benim sorum şöyle olacaktır: Bizim köyümüzde, memleketimizde, çok özür diliyorum, bir merkep inatçılık yaptığında “Makarios gibisin” sözü çok söylenir. Bildiğiniz gibi Annan Planı’na yüzde 60’tan fazla evet çıktı Kıbrıs halkında. Belki Türkiye halkında bu yapılsa, bu yüzde 50’lere yüzde 40’lara gerileyeceği inancındayım. Acaba Annan Planı gerçekten Kıbrıs halkına anlatılamadı 26 mı? Yoksa Kıbrıs halkının başka sıkıntıları mı vardı? Başka dertleri mi vardı? Bunu neye bağlıyorsunuz? (DENKTAŞ): Her ikisi de gerçek. Evvela yıllardır beni uzlaşmaz kişi olarak takdim ettiler halkıma ve özellikle gençlere, beni yakından tanımayan gençlere. Denktaş sarayda otursun diye, cebini doldursun diye Kıbrıs meselesini halletmiyor ve bak büyük fırsatlar kaçıyor, diye gençlik benim aleyhime iyice hazırlandı. Orta yaş insanlar geçmiş hükümetlerin istikrarsız haksızlığı veyahut da yan tutması taraf koruması gibi nedenlerle öfkeli. Milliyetçi olduğu halde öfkeli. Dolayısıyla referandum öncesi seçimlerde bir öç alma yoluna gitti çoğu. Milliyetçi olduğu halde CTP’ye verdi oyunu. Referandum safhasına geldiğinizde yine içimizde yıllardır hazırlanan sivil toplum örgütleri vardı. Bunların başları Amerika, Avrupa Birliği ya da İngiltere tarafından ele geçirilmiş, beslenmiş takviye edilmiş ve gruplar halinde bilahare sivil toplum örgütü kurulmuş. Biz farkında değiliz ki bunlar hep aynı yolda yetiştirilmektedir. Bunlar da kullanıldı ve referandum gününe geldiğimizde muazzam bir kampanya başlatıldı. Dediğim gibi Rum tarafı taktik icabı evet diyecek diye Amerika’yı ve İngiltere’yi sonuna kadar kandırdı. Onlar da Türkiye’yi kandırdı. ‘Evet’ denecek, bizimkiler de evet derse bu iş bitecek, Türkiye Kıbrıs’tan kurtulacak ve önü açılacak. Buna inandırıldı Türkiye de ve üzerimizde muazzam bir baskı başladı. Bu tehdit biraz önce söylediğim gibi: “Hayır derseniz neticeye katlanırsınız.” Yani başınıza ne gelirse Türkiye artık yanınızda yok. “Evet derseniz Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti tanıtılacaktır, yüceltilecektir.” Göçmenlerimize gazetelerde her gün villaların resimleri çıktı. Bu villalar verilecek size diye. 27 Yalan, hepsi yalan. Ondan sonra ambargolar derhal kalkacak, uçaklar derhal inecek, turistler dolup taşacak, gençlerimiz Avrupa’da okuyacak vs. Bütün bunlar yığıldı ve bu propagandaya muazzam paralar sarf edildi. Nereden geldiği bilinmeyen paralar sarf edildi. Bu kadar kampanya karşısında yüzde 35 halkımın beni dinleyerek hayır demiş olması bence büyük başarıdır. Ve o evet diyenlerin içerisinde de yine birçok insan vardır ki dediğim gibi reaksiyon olarak o tarafa vermiştir. Şimdi devletinden vazgeçilecek desek bu tarafa gelir. Nasıl yüzde 20 yine geriye dağılmıştır. Türkiye kökenliler yüzde 30 oy sahibidirler. Belki de fazla. Türkiye’den muazzam bir telkin gelmiştir. Türkiye’nin çıkarı için evet demeniz lazım diye. O yüzde otuzu milliyetperver Türkiye kökenli insanlar, Anavatana bağlı insanlar verdiler. Bu yüzde otuzu bu tarafa alsanız işte yüzde 65 hayır demiş olurdu. Dolayısıyla, “Kıbrıs Türkünün iradesine saygılı olmalı” dediklerinde ben hafifçe gülümserim. Çünkü Kıbrıs Türkünün iradesi değil Türkiye’nin iradesi geçerli olmuştur ve kısmen de diğer ülkelerin paraları ve baskıları. Bizi serbest bırakmış olsalardı ve Kıbrıs Türküne sen Annan Planı’na evet dersen devletin ortadan kalkacak egemenliğin kalkacak, Rumlar senin içine dolacak meselesi iyice anlatılmış olsaydı, sonuç bu olmazdı. Sonuç %70-80 hayır olurdu. Evet’in oluşumunda Türkiye’nin ağırlığı var. • Sayın Cumhurbaşkanım, gençlerin çoğunluğunun Güney Kıbrıs Rum kesiminden pasaport almaları... Bunun oranı ne durumdadır ve bunun Kıbrıs’ın geleceğine etkisi nasıl olur? Ve gençler bu konunun idrakında mı? 28 (DENKTAŞ): Gençlere, evet derseniz Avrupa Birliği pasaportu alacaksınız, derhal Avrupa’ya açılacaksınız, dünya dili konuşacaksınız diye büyük telkinler yapıldı ve gençlerin çoğu bu düşünce ile evet demiştir. Şimdi pasaport meselesi şöyledir. 1960 ile 63 arasında Kıbrıs pasaportu hakkı olanlar müşterek pasaport aldılar. O zaman pasaportu olanların ve onların çocuklarının bu pasaportu alma hakkı var. Ve bu pasaport yoluyla Avrupa Birliği pasaportu alırlar, alabilirler. Bu büyük bir kolaylık sağlar kendilerine. Şimdi biz yasaklamayı düşündük ve yasaklasaydık ve kimse bizi dinlemeseydi, Rum tarafında olduğu gibi o zaman tabiatı ile çok zor durumda kalacaktık. Yasaklanmadı, meclis yasaklama koymadığına göre bu açıktı. Dolayısıyla biz şunu dedik. 1960-63 arası bu hakkı olanlar Avrupa Birliği pasaportu almak için, yani gasp edilmiş bir hakkı almak için uğraşırlarsa biz müdahale etmeyeceğiz. Söyledikleri gibi yüz binle falan değildir. Geçenlerde bir istatistik gördüm ben galiba 5000 mi ne bir şey denmiştir alanlar. Daha da alacak olanlar olabilir. Mesele şu ki bu pasaport konusunda binlerce çocuğumuz aldı aldı aldı. Kimse bir şey söylemedi. Benim torunum alınca Denktaş’ı kötülemek için bir sebep daha bulundu. Denktaş’ın torunu bile aldı. Torununa bile aldırttı falan diye. Halbuki bu çerçeve içerisinde atılmış bir adımdır. Bu çocuklar hiçbir şekilde pasaport aldı diye Rum tarafına tabi değildirler. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin sadık kullarıdırlar, askerliklerini bizde yaparlar ama ellerine bir imkan geçmiştir. Avrupa Birliği’nden istifade edebilirlerse buyursunlar etsinler. 29 • Basının Avrupa’ya ve Türkiye’ye bazı şeyleri söylememesinin nedeni nedir? Burada söylediklerinizin basında yayınlanmasını yasaklayan kim? (DENKTAŞ): Evet kim yasakladı ben bilmiyorum ama basın yazmıyor. Ve bunların çoğu arkadaşım benim. Yüz yüze geldiğimde konuşuyorum şikayetimi de yapıyorum. Gülüp geçiyorlar. Zannediyorsam patronların siyasetine uygun gelmiyor Kıbrıs meselesinin gerçeklerini söylemek . Bu halka “Avrupa Birliği’ne girmek için Kıbrıs’tan vazgeçelim mi?” sorusu sorulsa yalan bir soru sorulmuş olur. Çünkü Türkiye Kıbrıs’tan vazgeçse de kimse size, Türkiye’ye Avrupa Birliği’ne giriş garantisi vermez ve veremez. Yolun ucu yine açıktır. Yine Ermeni meselesi gelecektir. Yine Kürt meselesi gelecektir. Yine efendim vilayetlere özerklik, bilmem ne meselesi gelecektir. Gelecektir, gelecektir. Dolayısıyla Kıbrıs’ı verirsek yol açılır diye bir durum yok. Bütün mesele şu Avrupa Birliği’ne girebilmek için hangi hükümetten, hangi üye devletten milli bir davasından vazgeçmesi istenmiştir ki Türkiye’den isteniyor ve niçin Türkiye’den isteniyor Kıbrıs meselesinin halli? Kıbrıs meselesini yaratan Türkiye mi? Devam ettiren Türkiye mi? Rum halâ ilan ediyor, açıklıyor, “Biz uzlaşma istemiyoruz, biz Avrupa Birliği’ne girmek suretiyle Türkiye’den hak koparmak niyetindeyiz” diyor. Hala bu gerçeği görmüyor mu Avrupa Birliği? Kıbrıs meselesini başlatan, devam ettiren, kan akıtan, anayasayı ayaklar altına alan, uluslararası anlaşmaları çiğneyen, toplu mezarlar açan Rum idaresine bunları hallet öyle gel denmiyor, Türkiye’ye bu söyleniyor. Bunun karşısında Türkiye’nin isyan etmesi lazım, bunu yapamazsınız demesi lazım. Geliniz Kıbrıs’taki gerçekleri görünüz demesi lazım ve 30 benim telkinim ve devamlı surette söylediğim şu: Şimdi durmadan Türkiye’ye Kıbrıs meselesini hallet, Kıbrıs’ı tanıt dediklerinde bir beyaz kitap hazırlanmalıdır. Beyaz kitabın içinde bunların kim oldukları, yaptıkları soykırım anlatılmalı. Kıbrıs’ta eğer Türkiye gelmeseydi, bugün tek bir Türk kalmayacaktı. Türk askeri çıksın, Türkiye çekilsin, kısa bir zaman içinde yine tek bir Türk kalmaz orda. Mümkün değil bırakmazlar. Soykırımmış, Ermeni soykırımı. Sen olmamış hikayeyi al Türkiye’nin önüne koy. Kıbrıs’ta soykırım var, geliniz toplu mezarları görünüz diyorum. Tek bir diplomatı toplu mezarlara götüremedim. Rum kızar diye gelmezler. Ondan sonra otururlar, Lefkoşe’nin Rum kesiminde Kıbrıs hakkında rapor yazarlar. Dolayısıyla bu haksızlık karşısında biz hakikaten milli bir davadan böyle soğuyup vazgeçersek bir şeyler alacağız diye bekliyoruz ve ne alacağımızı da pek bilmiyoruz. Alıp almayacağımızı da hiç bilmiyoruz. En haklı en güçlü olduğun davada ver Kıbrıs’ı. Bu çorap söküğünün başı. Bundan çektin mi arkasından hepsi gider. Bu kadar haklı ve güçlü bir davayı koruyamayan bir Türkiye hangi davasını koruyacak? Ve artık Türkiye’den kim, falan davasını dış Türklerin filan meselesini halletmesi için yardım isteyebilecek? Çok önemli bir konumdayız. • Öncelikle sayın Denktaş, politikanıza çok hayran olduğumu belirtmek isterim. Birbiri ile bağlantılı iki kısa sorum olacak. Kıbrıs sorununun dünü, bugünü, yarını... Konumuzda dün ibaresi, başlangıç tarihi iki cumhuriyet için de, hem Kıbrıs Cumhuriyeti için, hem de Türkiye Cumhuriyeti için aynı tarih midir? Hemen arkasından Kıbrıs sorununun çözümü konusunda 1960 yılından 31 sonraki stratejik çıkarlar doğrultusunda politika yapılıyor. Yunanistan, Türkiye, İngiltere ve ABD için. Acaba bu sorunun çözümünde 1960 yılının öncelerini tartışmaya gerek görülmüyor mu? (DENKTAŞ): Tabi Türkiye açısından 1950’lilere kadar ada İngiliz idaresinde. Biz, Rumların Enosis için faaliyetlerini görüyoruz. Türkiye’yi uyarmaya çalışıyoruz. Sedat Simavi, Allah rahmet eylesin, Hürriyet Gazetesi’nde, Kıbrıs’a geliyor, Kıbrıs’taki durumu görüyor ve ateşli yazılar yazarak bir Türklük vardır meselesini ayyuka çıkarıyor. O günlerde Yunanistan kımıldamaya başlamış Enosis için. Türk Dış İşleri Bakanı’na bir gazeteci soruyor; sizin için Kıbrıs meselesi var mı diye. Cevabı hayır, bizim için Kıbrıs meselesi yoktur. Bunu Türkiye’nin aleyhine kullanmaya çalışırlar. Halbuki bence akıllıca bir cevaptı. İngiltere orada oturmuş ben çıkmayacağım diyor. Yunanistan tahrik etmeye başlıyor. Türkiye de müttefiki İngiltere’nin yanında, bizim için Kıbrıs meselesi yoktur diyor ama bizim için vardı. Biz tehlikeyi görüyorduk. Doktor Küçük, ikide bir Ankara’ya gelir, hükümeti görmeye çalışır, kendisini kabul etmezler, bekletirler vs. vs. Hasılı 1956’lara kadar ‘55’lere kadar Türkiye pek ilgili olmadı Kıbrıs meselesi ile. biz devamlı surette Türkiye’yi uyarmaya çalıştık. Bugün benim bilmek istediğim tek bir şey vardır. Kıbrıs meselesini halledeceğiz, uzlaşmadan yanayız, uzlaşacağız diyen hükümetler, bizim hükümetimiz ve Türk hükümeti uzlaşmanın temelini bağımsızlığımızın teşkil etmesi olarak kabul ediyor mu? Etmiyor mu? Bu konuda ben sade bir cevap istiyorum ve halkımın hakkıdır diyorum bu cevabı bilmesi. Uzlaşmayı hepimiz istiyoruz. Ama uzlaşmanın temeli bağımsızlık 32 olmalıdır. Bağımsızlık olmazsa kağıt üzerinde bir anlaşmadır ve yok edilmiş oluruz. Bu Kıbrıs meselesinin 1960’da geçici bir ortaklık cumhuriyeti şeklinde halledilmesini Amerika’da, İngiltere’de destekledi. Tekrar ediyorum arşivlerime baktığımda görüyorum ki Yunanistan gibi onlar da bunun geçici olabileceğini kabul etmişler. Bu nedenle Makaryos 60 Anlaşması’nı ‘63’te bozduğunda ses çıkartmadılar. Onun için bu arşivleri çok iyi tetkik etmek lazım. Bugün hala Amerika aynı akılda gidiyor öyle anlaşılıyor. Ama Türkiye kendilerine bir şeyi anlatabilir diye düşünüyorum. İstikrar istiyor musunuz Akdeniz’de? İstiyorsanız Kıbrıs’ta kalıcı bir anlaşma yapın. Kağıt üzerinde bir anlaşma yaparak 3-5 yıl sonra yeniden kan akmasını, yeniden Türk milletinin ayağa kalkmasını gerektirecek bir anlaşmaya cevaz vermeyin diye uğraşmak lazım. • Sayın Cumhurbaşkanım, şimdi Türkiye’nin iradesinden bahsettiniz. Bizim burada kalıcı bir anlaşma olmazsa Kıbrıs’tan bir tek asker çekmeyiz diyen Kara Kuvvetleri Komutanımız, Finlandiya gezisini Rum Büyükelçisi gelecek diye erteleyen bir Cumhurbaşkanımız ve Papadopulos’u diplomatik muhatap kabul edip, Kıbrıs’ta Lefkoşe’de kabul edip sorunu çözeriz diyen bir hükümetimiz var. Hangi halkın hangi iradesi? Siz bunu nasıl tanımlıyorsunuz? İkincisi Kuzey Kıbrıs gündemine uygun bir soru sormak istiyorum. Siz Cumhurbaşkanı seçimlerinde müsteşarınız Ergün Olgun’u işaret etmenize rağmen halen daha kronik partizanlıkla kaybedeceği çok belli olan Derviş Eroğlu’nun demokrat partiyle anlaşamayarak aday olduğunu görüyoruz. 33 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde halen daha sizin tabirinizle Annan Planı’na karşı uluslararası duruş sergileyen partilerin bu şekil hareket edebilmelerini nasıl yorumluyorsunuz? (DENKTAŞ): Ben kendilerine müşterek birini çıkarmalarını söyledim. İsim verdim. Kendilerinin ortaya koydukları isimleri destekleyeceğimi söyledim. Bir türlü uzlaşamadılar. Büyük bir eksiklik hissediyoruz. Neticede demokrasi çarkları dönecek, ortaya bir şey çıkacaktır. Türkiye’nin iradesini Büyük Millet Meclisi’ndeki Kıbrıs’la ilgili kararlarda görürüm. Güvenlik Konseyi kararlarını da görürüm. Bunun ötesinde Türk hükümetlerinin meseleyi halletmek için mücadelesi bizce yakından izlenmektedir. Ama bu kararlar çerçevesinde kalındığı sürece biz rahatız. Kararların dışında hareket edildiğini gördükçe büyük huzursuzluk içerisinde oluruz. Ama ben Büyük Millet Meclisi’ndeki kararlar değişinceye kadar Kıbrıs meselesinin çözümünü iki bağımsız devlet üzerinde konfederal bir şekilde ve Türkiye’nin haklarının devamı şeklinde görüyorum. Türkiye’nin elinde büyük koz vardır. Ben üye oluncaya kadar Kıbrıs meselesinin hali düşünülebilir, konuşulabilir. Ama Kuzey Avrupa Birliği’ne benimle birlikte girer, kozunu güçlü bir şekilde kullanabilir diye düşünüyorum. • Kıbrıs için savaş yapıldı, kazanıldı. Kıbrıs 21 yaşında genç bir ülke. Bu ülkemizde bulunan, özellikle KKTC sınırları dahilinde bulunan Maraş bölgesi ile ilgili bir soru sormak istiyorum. Burada bulunan evler Rumlara mı aitti? Şu an KKTC vatandaşı Türkler burada niye oturamıyor? Birleşmiş Milletler niye bunu Kıbrıs’a dayatıyor? Rum 34 kesiminde de Türklere ait olan bir bölgede onlar oturamıyor mu? Ben bunu merak ediyorum. Ayrıca ikinci sorum da BM, Nato ve AB ülkeleri özellikle hangi ülkelerden oluşmakta? Nato’ya üye olan bir ülke, özellikle biz Türkiye, ilerde AB’ye gireceğiz. AB’ye girdiğimizde AB bizden bir şeyler isteyecek, NATO bizden bir şeyler isteyecek. Biz hangisinin dediğini yapmak zorundayız. Bu birliklerin büyükten küçüğe doğru nasıl bir yaptırımı var? Daha neyi dayatıyor, neyi yapmaya çalışıyorlar? (DENKTAŞ): Efendim, bu kadar detaylı cevap verebilecek miyim bilmiyorum ama Maraş meselesini halledelim. Maraş eğer görmüşseniz otelleri, büyük binaları ile gayet modern bir kasaba. Bu binaların yapıldığı toprak, % 70 vakıf toprağıdır. Vakfa aittir ve vakıftan hile ile alınmıştır. Habersiz alınmıştır. Karşılığı verilmeksizin alınmıştır. Zamanında efendim okula verilmiştir. Buraları benim küçüklüğümde hatırlıyorum. Tamamen kum yığını ve verimsiz yerlerdi. Halk herhalde bu nedenle ilgilenmedi. Ondan sonra oralar parsellendi ve satıldı. O binalar meydana geldi. Şimdi biz bunun % 70’i vakıf malıdır diye davalar açıyoruz ve bu konu üzerinde hakkımızı bulmaya çalışıyoruz. Büyük bir olaydır. Aynı şekilde daha fazla büyük bir vakıf arazisi vardı: “Efendiler Çiftliği”. Bu da aynı şekilde alınmıştır. Rumlar parselledi ve aldılar. ‘74’te ben bir tapu yasasına atfen bunlara ihbarname gönderdim. Dedik ki yanlış kayıt edilmiştir. Bir aya kadar itirazınız varsa bildiriniz, aksi taktirde vakıf mallarına geçecektir. Hiçbiri itiraz etmedi. Maraş’ta bu yapılamadı çünkü binalar var. Şöyle bir durum hasıl oldu. ‘74 harekatı yapıldı. Türkiye bir beyanatta bulundu dedi ki; “Bizim harekat planımızın içerisinde Maraş yoktu. Boş 35 bırakıldığı için muhafazaya alındı. Mal sahiplerine iadeye hazırız.” Bu kayda geçti. Ambargolar devam ediyor. Ambargoların kalkması için daima bu kayıt çerçevesinde hareket edildi. Ve biz Rumlara çağrı da yaptık geliniz diye, gelmediler çünkü onlar bütün Kıbrıs’ı istiyor. Sadece Maraş’ı alırlarsa aleyhlerine olur düşüncesiyle gelmediler. Tabi birçok bina harap oldu. Neticede bir gün üniversitede yurt ihtiyacı doğdu ve dolayısıyla ben iki oteli çocuklara yurt olarak açtırdım. Beni New York’a davet ettiler derhal. Sırf bu konu için. Gittim öfkeli öfkeli insanlar bağırıyor, çağırıyor. Biz bu binayı sırtımıza alıp başka yere götürmedik. Tamir ettik, içerisine sokakta kalmak zorunda olan öğrencilerimizi koyduk. Günü geldiğinde kim kimindir, kime verilecektir kararı verildiğinde yine bu karar uygulanabilir dedim. Ve aleyhimize bir karar çıktı yine. Türkiye sorumludur vesaire diye. Hala Türkiye’yi sorumlu tutuyorlar Maraş’tan ve kaş oynatmıyorlar. Keşke o zaman 2 otel yerine 22 otel açsaydım. Yanımıza kalacaktı. Onun için, madem ki siyaset okulundayız, şunu bilin ki bu gibi hallerde hakkınızı alırsanız alırsınız, kimse size vermez. Kim verecek bize hakkımızı? Kimse vermez, aldığımız kadarını verecekler. Esasen şimdi size ne diyor Avrupa Birliği? Siz istediniz üye olmayı, üyelik şartlarımızı biliyorsunuz. Bizimle fazla dalaşmayın. Şartlarımızı uygulayın ve gelin diyorlar. Onun için işimiz zor. • Sayın Cumhurbaşkanım yaklaşık 40 seneden beri Kıbrıs meselesinin savunucususunuz. Ve eğer batılılar açısından- özellikle Avrupa ve İngiltere açısından söylüyorum- madem bu meselenin önündeki en büyük engel sizdiniz, niçin Rahmetli Özal, ya da Arafat ya da 36 Bitlis Paşa gibi sebebi belli olmayan bir ölüme kurban gitmediniz de 40 seneden beri bu dava sürüyor ve bu mesele kilitlendi? (DENKTAŞ): Belki o kadar önemli atfetmiyorlar beni. Birkaç defa teşebbüs edildi ama Allah korudu. Daha da hayat olduğuna göre inşallah görmezsiniz o günleri de. Şimdilik varız. • 45 yıldır Kıbrıs’ta çözüm arayan bir Türkiye Cumhuriyeti iradesi var. Ve yıllar öncesine gittiğimiz zaman Hatay’da savaşmadan çözümü bulan başka bir Türkiye Cumhuriyeti iradesi var. Peki bu iki iradenin farkı nedir? Daha doğrusu eksiklikler nelerdir ki biz hala bugüne kadar bir çözüm bulamadık. Bunun hakkında birşeyler söyleyebilirseniz sevinirim. (DENKTAŞ): Efendim biz çözümü bulduk da bulduğumuzun farkında değiliz. Nasıl bulduk? Rum bütün Kıbrıs’ı almak istedi. Meşru Kıbrıs hükümeti ünvanını çaldı ve Amerika ile İngiltere kendi çıkarı için bu ünvanı ona verdi. Rum da bu nedenle artık bizimle uzlaşma gereğini duymadı. Bu ünvanın arkasına saklanarak bütün Kıbrıs’ı alma mücadelesini yürütüyor. Bize saldırdığı an bizim müdafaamız neydi? Hükümetimiz değilsin ve olamazsın. Kıbrıs tümüyle senin değildir, bir ortağınız var, bizim de hakkımız var. 11 yıl bu müdafaadan sonra barış harekatı oldu. Rum’la anlaştık iki kesimli, bundan sonra iki kesimde olacak hayatımız. Biri diğerinin hükümeti olmayacak vesaire. Türkiye’nin garantisi devam edecek. Rumlar ile Federasyonu konuştuk. Adamların federasyon istemediğini 37 anladık ve 1983’te devletimizi ilan ettik. O an mesele halledilmişti. Kıbrıs’ın tümünü alamazsın deyip biz görüşmeye devam etmemiş olsaydık ve ancak kabul edildiğimiz taktirde görüşürüz demiş olsaydık Kıbrıs meselesi şimdiye başka türlü halledilmiş olurdu. Ama saldırı karşısındayız, Kıbrıs’ta hak iddia eden biziz. Hakkımızı almak isteyen Rum’dur. Hakkımızı 1983’te en nihayet devlet ilan etmek suretiyle ve Türkiye’de de tanınmak suretiyle kurtarmış olan biziz. Hala bunu teraziye koyup tartmanın, masaya koyup pazarlık etmenin anlamı yoktur. Bu kabul edilmeden görüşmeyiz demek zamanıdır. Bunu ancak Türkiye söyleyebilir. Bu kabul edilecektir. İşte, Türkiye’nin elinde şimdi en büyük fırsat vardır. Ucu açık yolda, ucu açık Kıbrıs meselesi. Siz bu bağımsızlığa dokunamazsınız. Dokunmayacaksınız. Bunu söylemek Türkiye’nin elindedir. Bizim içimizde bu siyaseti tamamıyla benimsemeyen bir hükümetimiz oluşmaktadır. İnşallah bu siyasete yaklaşır ama Türkiye’nin kendisine yol göstermesi lazım. 38 Mesut YILMAZ “Avrupa Birliği” 39 Bir Avrupa Birliği fikri, geçmişte ve Avrupa Birliği’nin kuruluşundan çok önce birçok defalar dile getirildi. Bunu zannediyorum ki ilk defa ortaya atan ünlü Fransız yazar Victor Hugo’ydu. Bir Avrupa Birleşik Devletleri, bir Avrupa Birliği fikri, ilk defa onun tarafından dile getirilmişti. Fakat bugünkü Avrupa Birliği’nin asıl temelini oluşturan düşünce, 1948’de yani İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminden sonra, İkinci Dünya Savaşı’nın galip ülkelerinden İngiltere’nin savaş sırasındaki Başbakan Churchill’in savaştan sonra muhalefet lideri veya eski başbakan olarak İsviçre Zürih’te yaptığı bir konuşmasında dile getirilmiştir. Churchill, 1948’de Zürih’te verdiği bir konferansta, Avrupa’da barışın kalıcı olarak sağlanmasının yolunun Fransa ve Almanya liderliğinde kurulacak bir ekonomik birlikten geçtiğini dile getirmişti. Churchill’in 1948’de ortaya attığı bu fikir bugünkü Avrupa Birliği’nin ilk çekirdeğini oluşturmaktadır. Daha sonra bu yönde Almanya ile Fransa arasında temaslar yürütüldü ve ilk defa 1950 yılında Schumann deklarasyonu diye bilinen Fransa ile Almanya’nın ileride, İkinci Dünya Savaşı’na benzer felaketlerin yeniden yaşanmaması için Avrupa’da demokratik yönetimler arasında bir ekonomik işbirliği kurulmasına ilişkin çağrısı yayınlandı. 1950 yılında yayınlanan bu Schumann Deklarasyonu’nda Fransa ile Almanya kömür ve çelik üretiminde işbirliği yapmak için bir teşkilat kurmayı amaçladıklarını ve bu teşkilata katılmak için Avrupa’daki bütün demokratik ülkelere çağrıda bulunduklarını ilan ettiler. O zaman ki Avrupa ülkelerinden Belçika, Hollanda, Lüksemburg bir de İtalya bu çağrıya olumlu cevap verdiler ve neticede 1951 yılında altı ülke arasında (yani Almanya, Fransa, Hollanda, Belçika, Lüksemburg ve İtalya) Avrupa Kömür ve Çelik Teşkilatı’nın kurulmasına ilişkin anlaşma 40 imzalandı. Dolayısıyla Avrupa’nın bugünkü Avrupa Birliği’nin kurulmasına ilişkin ilk hukuki dökümanı, 1951 yılında Paris’te imzalanan Avrupa Kömür Çelik Teşkilatı’nın kurulmasına ilişkin yapılan anlaşmadır. Eğer bunu başlangıç kabul ederseniz Avrupa Birliği bugün itibari ile 1951’den 2005’e, demek ki 54 senelik bir geçmişe sahiptir. ‘51’de Paris’te imzalanan bu anlaşma ile kurulan Kömür Çelik Teşkilatı 1953 yılında resmen yürürlüğe girdi. Özellikle o zamanki Avrupa’nın sanayi ülkeleri açısından, en önemli girdilerini oluşturan bu iki üründür. Bu konularla, sınırlı ve münhasır bir işbirliği kurmak için altı ülke böylece bir araya gelmiş oldular. Avrupa Kömür Çelik Teşkilatı 1953’ten 1957’ye kadar beş yıl süre ile oldukça etkili bir şekilde yaşamına devam etti. 1957 yılı geldiğinde üye ülkeler artık bu işbirliğini sadece kömür ve çelikle sınırlı tutmayıp, bunu daha geniş bir alana yaymak, ekonominin tümünü kapsayacak bir şekilde genişletmek amacıyla; yeniden bir araya geldiler ve 1957’de Roma’da yeni bir anlaşma imzaladılar. Bu anlaşma iki yeni teşkilatın kurulmasına ilişkin anlaşmadır. Birisi Avrupa Ekonomik Topluluğu’dur ve ikincisi Avrupa Atom Enerjisi Teşkilatı’dır. Yani ilk olarak kömür ve çelik alanında başlayan bu işbirliği 1957 Roma Anlaşması ile ekonominin tümünü kapsayacak şekilde genişletilmiştir. Bir de ayrı bir teşkilat olarak atom enerjisi alanında da işbirliği yapan yeni bir kuruluş oluşturulmuştur. 1957’de Roma’da imzalanan, Roma’da kuruluşu anlaşmaya bağlanan bu iki teşkilat 1958 yılında Roma Anlaşması’nın yürürlüğe girmesi ile fiilen hayata geçmiştir. Dolayısıyla 1958’den itibaren Avrupa Kömür Çelik Teşkilatı artık Avrupa Ekonomik Topluluğu olarak yoluna devam etmiştir. O zaman halk dilinde, sadece bizde değil Avrupa’da da halk dilinde, Ortak Pazar olarak adlandırılan 41 teşkilat böylece 1958’de ilk defa hayata geçmiştir ve bunun hukuki dayanağı da 1957 Roma Anlaşması’dır. Avrupa Ekonomik Topluluğu bugünkü Avrupa Birliği’nin, geçmişteki şeklini oluşturan teşkilat, 1958’den 1973 yılına kadar 15 yıllık bir konsolidasyon devresi, bir gelişme dönemi yaşamıştır. Bu 15 yıl içerisinde teşkilat biraz önce saydığım Kömür Çelik Teşkilatı’nın kurucusu niteliğinde olan altı üye ülke ile yoluna devam etmiştir. Ama bu süre içerisinde teşkilata üye olmak için başta İngiltere olmak üzere bazı ülkelerin başvuruları gündeme gelmiştir. Aslında bu noktada, o tarihte Avrupa’da yaşanan rekabeti de dile getirmem gerekiyor. Avrupa Ekonomik Topluluğu’nun birinci amacı; üyeleri arasında bir gümrük birliğini oluşturmaktır. Aynı amacı izleyen rakip bir kuruluş olarak İngiltere’nin öncülüğünde, EFTA kurulmuştur. EFTA ile Ortak Pazar’ın yani EFTA ile Avrupa Ekonomik Topluluğu’nun rekabeti 1960’lı yıllarda olanca hızıyla devam etmiştir; ama görülmüştür ki bu rekabette bariz bir şekilde Avrupa Ekonomik Topluluğu’nun üstünlüğü söz konusudur. Ve bunun üzerine EFTA üyesi ülkeler Avrupa Ekonomik Topluluğu’na katılmak için başvuruda bulunmuşlardır. Bunların en önemlisi olan İngiltere’nin başvurusu Fransa’da iki defa veto edilmiştir. O tarihte Fransa’nın yönetiminde söz sahibi olan General Charles de Gaulle iki defa İngiltere’nin üyeliğini veto etmiştir.(1963 ve 1967’de) Daha sonra Charles de Gaulle’un ölümünden sonra Fransa’da İngiltere’nin üyeliğine, dolayısıyla Avrupa Ekonomik Teşkilatı’nın geleceğine Charles de Gaulle’den farklı bir yaklaşımla bakılmasının sonucu olarak 1972’de Avrupa Ekonomik Topluluğu İngiltere’nin ondan sonra Danimarka’nın, İrlanda’nın ve Norveç’in katılmasını kabul etmiştir. 1972’de altı üyeli Avrupa Ekonomik Topluluğu, bu dört 42 üyeyi de arasına almayı kabul etmesine rağmen, Norveç’te yapılan halk oylamasında Norveç halkının yarıdan fazlası Avrupa Ekonomik Topluluğu’na katılmayı reddetmiştir. Yani Norveç’in başvurusu Avrupa Ekonomik Topluluğu tarafından kabul edilmiş olmasına rağmen halk oylaması ile Avrupa Ekonomik Topluluğu’na katılmaktan vazgeçmiştir. 1973 yılından itibaren artık Avrupa Ekonomik Topluluğu yeni üç üyenin de katılımı ile 9 ülke olarak yoluna devam etmektedir. İngiltere, İrlanda ve Danimarka altı kurucu üyeye ilaveten Avrupa Ekonomik Topluluğu’nun diğer yeni üyeleri olmuşlardır. Böylece Avrupa Ekonomik Topluluğu veya bugünkü adı ile Avrupa Birliği ilk genişleme dalgasını, ilk büyüme hareketini 1973’te gerçekleştirmiştir. Avrupa Ekonomik Topluluğu’nun ikinci genişlemesi 1981 yılında olmuştur. Komşumuz Yunanistan 1981 yılında Avrupa Ekonomik Topluluğu’na üye olarak katılmıştır. Biliyorsunuz Yunanistan’da 1960’lı yıllarda bir askeri darbe olmuştu. O askeri darbeden sonra -ki o askeri darbe 1974 Kıbrıs Harekatı ile son bulmuştur- hemen Karamanlis’in başkanlığındaki Yunan Hükümeti, Avrupa Ekonomik Topluluğu’na üyelik başvurusunda bulunmuştur ve 1981’e kadar geçen yedi yıllık bir süre sonunda da Yunanistan’ın tam üyeliği gerçekleşmiştir. Dolayısıyla Avrupa Ekonomik Topluluğu’nun veya bugünkü adı ile Avrupa Birliği’nin ikinci genişlemesi 1981 yılında gerçekleşmiştir ve Yunanistan’ın üyeliği ile birliğin dokuz olan üye sayısı ona çıkmıştır. Yunanistan’ı da arasına alıp on üyeli bir teşkilat olarak yola devam eden Avrupa Birliği, 1986’da General Franco ve Salozar yönetimlerinin tarihe karışmasından sonra yeniden demokrasiye geçen İspanya ve Portekiz’i de tam üye olarak almıştır. Ve 1986’da Avrupa Birliği’nin üçüncü 43 genişleme dalgası bu iki İber ülkesinin, İber Yarımadası’ndaki bu iki ülkenin katılımı ile gerçekleşmiştir. Yani 1986’da Avrupa Birliği 12 üyeye ulaşmıştır. 1986’dan sonra biliyorsunuz dünyada çok önemli bir değişim yaşandı. 1980’lerin sonunda demir perde çöktü ve Doğu Avrupa ülkeleri -o zamana kadar komünizm yönetimi ile yönetilen- demokrasiye geçtiler. Demokrasiye geçtikten sonraki ilk hedefleri de Avrupa Birliği üyeliği oldu. Doğu Avrupa’daki bütün üyeler ve bütün ülkeler o güne kadar Sovyetler Birliği’nin hegamonyası altında yaşayan Doğu Avrupa ülkeleri birbiri ardına Avrupa Birliği’ne başvuruda bulundular. Onlarla birlikte artık fiilen işlemez hale gelen veya etkinliğini geniş ölçüde yitirmiş olan EFTA’nın geri kalan üyeleri de Avrupa Birliği’ne üyelik için başvurdular. Bu ülkeler zaten uzun zamandan beri çok partili demokratik rejimi uygulayan ülkelerdi. Bunların üyeliği herhangi bir sorun yaratmadı ve 1996 yılında Avusturya, İsveç ve Finlandiya üç eski EFTA ülkesi de dördüncü genişleme dalgası olarak Avrupa Birliği’ne katıldılar. Dolayısıyla Avrupa Birliği’nin dördüncü genişlemesi bu üç eski Efta ülkesini Avusturya, İsveç ve Finlandiya’yı da arasına katmak sureti ile 1995 yılında gerçekleşti. Avrupa Birliği’nin eski sosyalist bloğa mensup Doğu Avrupa ülkeleri tarafından bu şekilde rağbet görmesi sonunda Avrupa Birliği, genişleme meselesini gündemindeki en önemli konulardan birisi haline getirdi ve Kopenhag’ta yapılan zirve toplantısında özellikle bu Doğu Avrupa ülkeleri için ve o tarihten sonra üye olacak ülkeler için yeni bir takım kriterler tesbit etti. Bu kriterler Türkiye’de de Türkiye’nin adaylık sürecinde geniş ölçüde gündeme girmiş olan “Kopenhag 44 Kriterleri” diye anılmaktadır. Ve Kopenhag Kriterleri Avrupa Birliği’ne 1990’lı yılların ikinci yarısından itibaren aday olacak ülkelere uygulanacak kriterlerdir. 2004 yılında yani geçtiğimiz sene Avrupa Birliği 10 yeni ülkenin daha katılımıyla 25 üyeli bir birlik haline gelmiştir. Bu 10 ülke bildiğiniz gibi üç Baltık ülkesi Estonya, Letonya, Litvanya; iki Akdeniz ülkesi Malta ve Güney Kıbrıs ile Polonya, Çek Cumhuriyeti, Slovakya, Macaristan ve Slovenya olmak üzere Orta Avrupa ülkeleridir. Bu on ülkenin katılımı ile geçtiğimiz yılın Mayıs ayından itibaren Avrupa Birliği artık 25 üyeli bir birlik haline gelmiştir. 25 üyeli Avrupa Birliği bugün dünyanın en önemli ekonomik birliğidir, aynı zamanda da dünyanın en etkili siyasi güçlerinden birisi olma yolundadır. Gerçi bu alanda daha kat edeceği çok mesafe olduğu bizzat birlik yetkilileri tarafından da dile getirilmektedir. Ama hiç şüphe götürmeyen bir husus Avrupa Birliği’nin bugün dünyadaki en önemli birlik olduğu ve tarihin kaydettiği en başarılı ekonomik entegrasyon hareketi olduğudur. Avrupa Birliği’nin bugüne kadarki gelişimini bu şekilde özetledikten sonra Avrupa Birliği bugün genişleme sürecinin neresindedir, onu da eklemem lazım. Avrupa Birliği’ne üye olmak için başvurup da henüz üye olmamış dört tane ülke var. Bunlardan ikisi Bulgaristan ve Romanya. Zaten üyelik süreci takvime bağlanmış olan iki ülkedir. 2007 yılında Bulgaristan ve Romanya eğer bundan sonra herhangi bir aksilik söz konusu olmazsa bu ülkelerden kaynaklanan bir gecikme söz konusu olmazsa Avrupa Birliği’ne tam üye olacaklardır. Müzakerelerini tamamlamışlardır. Dolayısıyla 2007 yılında artık Avrupa Birliği’nin 27 üyeli bir birlik haline geleceği bugünden bilinmektedir. Romanya ile Bulgaristan’ın bu durumunu da 45 ifade ettikten sonra geriye iki ülke kalmaktadır. Bunlardan bir tanesi Türkiye’dir, bir tanesi de Hırvatistan’dır. Türkiye ile Avrupa Birliği ilişkileri zaten bu toplantının konusunu oluşturmaktadır. Ona ayrıca geleceğim. Hırvatistan konusu, geçtiğimiz günlerde önemli bir gelişme yaşamıştır. Hırvatistan dört, dört buçuk milyon nüfuslu bir ülkedir. Avrupa kültürünün geniş ölçüde egemen olduğu bir ülkedir. Avrupa Birliği’nin tam üye olarak alma konusunda herhangi ciddi tereddüt yaşamadığı bir ülkedir. Ama Lahey Savaş Suçları Mahkemesi ile Bosna krizine ilişkin yeterli işbirliği yapmadığı gerekçesi ile Avrupa Birliği yaklaşık iki hafta önce Hırvatistan’ın üyelik sürecini askıya almıştır. Burada bir parantez açmak istiyorum. Hırvatistan’ın üyelik sürecinin bu şekilde askıya alınması Türkiye’nin geçtiğimiz Aralık ayında Brüksel’de Brüksel Zirvesi’nde belirlenen üyelik sürecini nasıl etkiyecektir sorusu kamuoyunda gündeme getirilmiştir. Bunun Türkiye üzerinde de olumsuz etkileri olabileceği ifade edilmiştir ama esas itibari ile Türkiye’nin üyeliğinin Hırvatistan’ın üyelik süreci ile herhangi bir doğrudan ilişkisi sözkonusu değildir. Dolayısıyla bunun yani Hırvatistan’ın AB ilişkilerinde ortaya çıkan bu pürüzün bizim üyelik sürecimizi olumsuz etkileyeceğine ben şahsen ihtimal vermiyorum. Türkiye’nin üyelik sürecini etkileyecek başka unsurlar gündeme gelebilir. Onları zaten biraz sonra mercek altına alacağız. Dolayısıyla Avrupa Birliği şu anda 25 üyeli ekonomik ve siyasi bir birliktir. Bu dediğim kronoloji içerisinde artık Avrupa Ekonomik Topluluğu olmaktan çıkmış Avrupa Birliği adını almıştır. Avrupa Birliği olarak aynı zamanda siyasi bir birlik niteliği de kazanmıştır. 46 Avrupa Birliği’nin bu genişleme konusu yanında yakın geçmişteki diğer bir faaliyeti de bir Avrupa Anayasası’nın hazırlanması olmuştur. Bu amaçla 2000 yılında Brüksel’de bir Avrupa Konvansiyonu toplanmıştır. Bir buçuk yıl süren bu konvansiyon çalışmaları sonunda bir Avrupa Anayasası kabul edilmiştir. Bu anayasanın çalışmalarına Türkiye de katılmıştır. Ben oraya hükümet temsilcisi olarak katıldım. Ayrıca parlamento temsilcileri, sivil toplum temsilcileri her ülkeden katılmışlardır. Ve bir buçuk yıllık bu konvansiyon çalışması sonunda bir Avrupa Anayasası hazırlanmıştır. Bu Avrupa Anayasası, ilgili ülkelerin mevzuatlarına göre bazı ülkelerde parlamento kararı ile bazı ülkelerde ise doğrudan doğruya halk oylaması ile yürürlüğe girecektir. Şu anda Avrupa Birliği içerisindeki en önemli tartışma yeni anayasanın halk oyuna sunulacağı bazı ülkelerde reddedilme ihtimalidir. Zannediyorum 29 Mayıs’ta Fransa’da ve Haziranın başında da Hollanda’da referandum yapılacaktır. Yapılan kamuoyu araştırmalarına göre hem Fransa’da, hem de Hollanda’da gerçi az bir çoğunlukla da olsa anayasanın reddi eğilimi ağır basmaktadır. Anayasanın reddedilmesi Türkiye’nin üyelik süreci de dahil Avrupa Birliği’nin gündemindeki bir çok konuyu yakından etkileyebilecektir. Onun için şu anda Avrupa Birliği’nde bütün öncelik başta bu iki ülke olmak üzere Avrupa Anayasası’nın halk oylamasına sunulacağı diğer ülkelerde kamuoyunun anayasa lehine yönlendirilmesine verilmiştir. Bu Avrupa Anayasası’nın bizi özellikle ilgilendiren bazı noktalarına da kısaca değinmek istiyorum. Avrupa Anayasası evvela ulusal vatandaşlık yanında, bir Avrupa vatandaşlığı kavramını gündeme getirmiştir. Yani birlik üyesi ülkelerin vatandaşları bu anayasanın yürürlüğe girmesinden sonra iki 47 ayrı kimliğe sahip olacaklardır. Birisi mensup oldukları ülkenin kimliğidir. İkincisi Avrupa Birliği kimliğidir. Avrupa Birliği kimliği ile Avrupa Birliği’ne dahil olan insanlar istedikleri ülkede serbestçe dolaşma ve yerleşme hakkına sahip olacaklardır. Burada dikkat çeken bir husus, anayasa, üye ülke vatandaşlarına otomatikman birlik üyesi herhangi bir ülkede çalışma garantisi getirmemektedir. Halbuki şu andaki uygulamaya göre Avrupa Birliği’ne üye olan herhangi bir ülke vatandaşı diğer bir üye ülkede gidip rahatça iş bulabilir, çalışabilir ve o ülkenin mevzuatındaki çalışma hayatına ilişkin bütün haklardan yararlanabilir. Bu Avrupa Birliği’nin daha önceki konsey kararlarında alınmış olan, yapılmış olan bir düzenlemedir ve şu anda Avrupa Birliği üyesi ülkelerin vatandaşlarına bu hakkı vermektedir. Fakat yeni anayasa serbest dolaşımı, serbest yerleşmeyi, ikameti düzenlediği halde üye ülke vatandaşları için çalışma hakkını bir hak olarak vermemektedir. Bunun Türkiye’yi ilgilendiren yönüne biraz sonra Türkiye ile ilgili bölümde tekrar döneceğim. Bu anayasanın konvansiyon tartışmaları sırasında en çok üzerinde durulan konulardan birisi başlangıç kısmında Hristiyanlık’a atıf yapılıp yapılmaması konusu olmuştur. Bazı üye ülke siyasi partileri, özellikle Katolik partiler, Hristiyan partiler Hristiyanlık’ın Avrupa’nın ortak değeri olduğunu ve mutlaka anayasanın başlangıç bölümünde Hristiyanlık kültürüne, Hristiyanlık dinine atıf yapılması gerektiği görüşünü savunmuşlardır. Ama tartışmalarda Avrupa’daki laik gelenek ağır basmıştır ve neticede başlangıç bölümünde böyle bir ifadeye yer verilmemiştir. Bu Türkiye açısından çok önem taşıyan bir konuydu. Bizim konvansiyonda özellikle üzerinde durduğumuz bir konuydu. Netice itibari ile orada bizi rahatsız 48 edecek herhangi bir ifadeye yer verilmemiştir. Yeni anayasa Avrupa Birliği’nin yeni yönetim yapılanmasını da beraberinde getirmektedir. Mesela anayasanın yürürlüğe girmesinden sonra Avrupa Birliği komisyonunun, komisyon başkanının yetkileri bugünküne oranla çok daha arttırılmaktadır. Avrupa Parlamentosu’nun yetkileri arttırılmaktadır. Aynı zamanda bugün yüksek komiser denilen bir komisyon üyesi tarafından yürütülen dış ilişkiler, Avrupa Birliği Dış İşleri Bakanı denilebilecek bir şahsın kontrolüne verilmektedir. Yani bir anlamda Avrupa’nın dış işleri bakanı yeni anayasa ile belirlenmektedir. Yeni anayasa ulusal hükümetlerle Avrupa Birliği organları arasındaki yetkileri yeniden düzenlemektedir. Yerel yönetimlerin yetkileri önemli ölçüde arttırılmaktadır, velhasıl yeni anayasanın getirdiği en önemli yenilik Avrupa Birliği’nin bugünkünden farklı bir yönetim şablonuna kavuşmasıdır. Avrupa Birliği’nin bu genel çerçevesi içerisinde Türkiye’nin yeri nedir? Türkiye-Avrupa Birliği ilişkilerinin bugüne kadarki gelişimi nasıl bir seyir izlemiştir; onu kısaca izah edeceğim. Türkiye daha Avrupa Birliği, Avrupa Ekonomik Topluluğu iken 1959 yılında Avrupa Birliği’ne veya o zamanki adı ile Ortak Pazar’a veya Avrupa Ekonomik Teşkilatı’na üye olmak için resmen başvuruda bulunan ikinci ülkedir. Birinci ülke Yunanistan’dır; o da 1959’da başvurmuştur. Yunanistan’ın hemen arkasından zannediyorum iki üç hafta sonra ilk başvuruyu yapan ülke Türkiye olmuştur. 1959 Temmuz ayında. Türkiye’nin 1959’da bu başvuruyu yapmasındaki en dikkat çekici husus şudur: Avrupa Ekonomik Topluluğu’nun Türkiye’nin geleceği açısından Türkiye’de ciddi bir analizi 49 yapılıp, bir fayda maliyet hesabı yapılıp böyle bir başvuru yapılmış falan değildir. Zaten o zaman Türkiye’de bir planlama teşkilatı filan söz konusu değildir; ama bugün geçmişe dönüp baktığımız zaman, o zamanki belgeleri incelediğimiz zaman, ne hükümet katında, ne Dış İşleri Bakanlığı, ne Hazine ne de diğer bir kurum içerisinde böyle bir çalışmanın yapıldığını göremiyoruz. O zaman Türk Hükümeti’ni, Türk siyasi karar organlarını Avrupa Ekonomik Topluluğu’na başvuru için harekete geçiren en önemli saik zaten 1964’te bu anlaşmayı imzalayan o zamanki Dış İşleri Bakanının da söylediği gibi Avrupa trenine kanca atmak olmuştur. Zamanlama konusunda en önemli saikte Yunanistan’ın gerisinde kalmamak, Yunanistan’dan ayrı düşmemek veya Yunanistan’ın Avrupa’daki bu entegrasyon hareketinde Türkiye’ye göre öncelik almasını önlemek olmuştur. Yoksa Avrupa Ekonomik Topluluğu gelecekte nasıl bir lehçe kazanacak, bu Türkiye’nin gelişimini nasıl etkileyecek, Türkiye açısından bu konuda nasıl bir strateji geliştirilmesi lazım; bu soruların hepsi o günkü kısır siyasi tartışmalar içerisinde arka plana atılmıştır. Ama o zaman bu başvuruyu yapanların, yani o zamanki Demokrat Parti yöneticilerinin bu konuda samimi olduklarına, bu konuyu içtenlikle arzuladıklarına hiç şüphe yoktur. Hatta 1961’de Yassıada’dan İmralı’ya haklarında verilen ölüm cezalarının infazı için götürülürken rahmetli Celal Bayar’la rahmetli Fatin Rüştü Zorlu’nun sohbet konusu Türkiye’nin Ortak Pazar üyeliği idi. Yani kendi hayatlarının ötesinde bu konuya gönül veren insanlar olmuşlardır. Bu konuya o kadar inanan, bu konuyu gönülden arzulayan insanlardır ama dediğim gibi baktığınız zaman bu konu Türkiye’de ne akademik çevrelerde, ne siyasi çevrelerde öyle geniş şekilde tartışılmış, oluşturulmuş bir konu 50 olma özelliğini taşımamıştır. Halka hele hiç intikal etmemiştir. 1959’da Türkiye’nin yapmış olduğu bu başvuru 1963 yılında ilk meyvesini vermiştir. Biliyorsunuz 1960’da Türkiye’de bir askeri darbe yaşanmıştır. 1961’de tekrar parlamenter sisteme geçilmiştir. İşte bu gelişmeler nedeni ile dört senelik bir süreç sonunda 1963’te Ankara Anlaşması imzalanmıştır. Ankara Anlaşması, Türkiye’nin Avrupa Ekonomik Teşkilatı’na üyeliği için gerekli şartları sağlamayı amaçlayan bir anlaşmadır. 22 yıllık bir süreç sonunda Türkiye’nin Avrupa Birliği ile, Avrupa Ekonomik Topluluğu ile ekonomik entegrasyonunu öngörmektedir. Türkiye için birtakım koruma tedbirleri öngörülmüştür. Avrupa Birliği baştan itibaren pazarlarını Türkiye’ye açmaktadır ama Türkiye etkileyici bir süreç sonunda ancak Gümrük Birliği’ni gerçekleştirecektir. Türkiye’nin Avrupa Ekonomik Topluluğu’na ileride tam üye olarak kabulü veya katılması ise anlaşmada bir hedef olarak tesbit edilmiştir. Türkiye’nin bu anlaşmadan doğan bir talep hakkı söz konusudur. Türkiye 1987 yılında o zamanki Anavatan Partisi iktidarı döneminde bu hakkına dayanarak Avrupa Birliği’ne resmen üyelik başvurusunda bulunmuştur. 14 Nisan 1987’de Türkiye Avrupa Birliği’ne üye olmak için resmi başvurusunu yapmıştır. ‘87’de Türkiye’nin yaptığı bu başvuru demin söylediğim Avrupa Birliği’nin genel genişleme kronolojisi hatırlanırsa Avrupa Birliği’nin en fazla rağbette olduğu henüz daha demir perde yıkılmamakla birlikte EFTA’nın fiilen etkisizleştiği EFTA üyesi ülkelerin de Avrupa Birliği’ne katılmak için sıraya girdikleri bir döneme rastlamaktadır. Zaten ‘89 yılı geldiğinde Avrupa’da demir perde de çökecektir ve bütün Avrupa, Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri de Avrupa Birliği’ne tam üyelik için başvuracaklardır. Avrupa Birliği Türkiye’nin bu 51 başvurusunu iki sene bekletmiş ve 89 yılında Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliğine ehil bir ülke olduğunu teslim etmekle birlikte bunun ancak uzun bir süreç sonunda ve Türkiye tarafından belli edimlerin yerine getirilmesi ile sonuçlanacağına ilişkin karar almıştır. Bir anlamda Türkiye’nin üyeliğini zamana bırakan flu bir karar almıştır. 1989’da alınan bu karar Türkiye’yi ‘89 yılından sonra başvuruda bulunan Doğu ve Orta Avrupa ülkeleri ile yani geçtiğimiz sene üye olan şu anda da bazıları üyelik sürecinde olan diğer ülkelerle aynı kategoriye itmiştir. Türkiye aslında bu ülkelerden çok daha önce Avrupa Ekonomik Topluluğu ile işbirliği yaptığı halde, bununla ilgili bir anlaşma imzaladığı halde, bu anlaşmayı uyguladığı halde, o ülkelerle aynı kategori içerisine sokulmuştur. Ama buna rağmen Türkiye bir önemli adım daha atmıştır. 1995 yılı sonunda Avrupa Birliği ile Gümrük Birliği Anlaşması imzalamıştır. Bu Avrupa Birliği’nin tarihinde ilk defa yaşanan bir olaydır. Yani henüz tam üye olmayan bir ülkenin kendi pazarını Avrupa Birliği ülkelerine tümü ile açması Avrupa Birliği ile bir gümrük birliği gerçekleştirmesinin ilk örneği Türkiye’dir. Türkiye’nin Gümrük Birliğine geçmesinde en önemli amil, en önemli etken bunun Türkiye’nin tam üyelik sürecini hızlandırabileceği ümididir. Ama görülmüştür ki Türkiye’nin bu 1950’lerden beri Avrupa Birliği ile devam ede gelen müktesebatı, 1990’ların ortasında Avrupa Birliği’ne pazarlarını tümüyle açması, Gümrük Birliği Anlaşması’nı imzalaması dahi Türkiye’ye adaylık statüsü verilmesi için yeterli olmamıştır. 1997 yılında, 1997 sonunda Lüksemburg’ta toplanan AB zirvesi kendisine o tarihe kadar başvuruda bulunan 13 ülkeden 12’sine adaylık statüsünü vermiştir. Türkiye’ye vermemiştir. Diğer 12 ülke için, -ki bunların on 52 tanesi demin söylediğim geçen sene tam üyeliği gerçekleşmiş olan ülkelerdir, iki tanesi de 2007’de üyeliği kesin gerçekleşecek olan iki ülkedir- Avrupa Birliği adaylık statüsünü tanımıştır. Bazıları ile hemen müzakerelere başlama kararı almıştır. Bazıları ile müzakere takvimini belirlemiştir. Ama Türkiye’ye gelince yeni bir ilişki statüsü önermiştir. Bu imtiyazlı üyelik denilen, imtiyazlı ortaklık denilen aslında Türkiye’nin Ankara Anlaşması ile kazandığı statüden hiç bir farklılık göstermeyen ne olduğu Avrupa Birliği tarafından da açıkça konamayan yeni bir statüdür. Türkiye buna çok sert tepkide bulunmuştur. Özellikle kendisinden çok sonra başvuruda bulunan, birçok açıdan -çoğulcu demokrasi açısından, ekonomik sistemin olgunluğu açısından- kendisinin çok daha gerisinde olan ülkelere göre Türkiye’ye uygulanan bu muamelenin ayrımcı bir muamele olduğu gerekçesi ile Avrupa Birliği ile siyasi diyaloğunu askıya alma kararı almıştır. Bu tabi Avrupa Birliği Türkiye ilişkilerinde çok ciddi bir kriz yaratmıştır. Bu kriz 1997’den ‘99’a kadar sürmüştür. ‘99’da Avrupa Birliği Lüksemburg kararını revize etmiştir. Yani Lüksemburg’ta Türkiye’ye vermemiş olduğu üye adaylık statüsünü Helsinki’de tanımıştır. Helsinki’de Türkiye’ye tam üyelik için yeni bir perspektif verilirken aynı zamanda Türkiye’nin diğer üye ülkelerle eşit muameleye tabi olacağını hükme bağlamıştır. 1999 sonunda Helsinki Zirvesi’nde alınan bu karar TürkiyeAvrupa Birliği ilişkilerinde bir dönüm noktası olmuştur. O tarihten itibaren Türkiye-Avrupa Birliği ilişkileri büyük bir ivme kazanmıştır. 2002 Kopenhag Zirvesi’nde Helsinki Zirvesi’nden sonra Avrupa Birliği Komisyonu tarafından hazırlanan Katılım Ortaklığı Belgesi’ne göre Türkiye’nin tespit ettiği ulusal stratejide yapması gereken hususların büyük kısmını yerine 53 getirmiş olduğu tespit edilmiştir. Geri kalanlarının da tamamlanması ve 2004 yılı sonundan önce Avrupa Birliği Komisyonu’nun Türkiye’nin Kopenhag kriterlerini yeterince yerine getirdiğine ilişkin bir rapor hazırlaması halinde yani Türkiye için pozitif bir rapor hazırlanması halinde Türkiye ile üyelik müzakerelerinin bekletilmeksizin başlatılması 2002 Kopenhag Zirvesi’nde karara bağlanmıştır. Türkiye bu kararında vermiş olduğu teşvikle reform sürecini devam ettirmiştir ve 2004 Ekim ayında yayınlanan Avrupa Birliği komisyon raporunda Türkiye’nin Kopenhag kriterlerini yeterli ölçüde yerine getirdiği tespit edilmiştir. Buna rağmen Avrupa Birliği komisyonu diğer daha önceki aday ülkelere yapmadığı bir muameleyi Türkiye için yapmıştır ve Türkiye’nin müstakbel üyeliğine ilişkin yeni birtakım koşullar önermiştir. Bu koşullar nedir? İşgücünün serbest dolaşımının daimi sayılabilecek bazı kayıtlara bağlanması. Türkiye’nin tam üyelik süreci içerisinde daha doğrusu bu müzakere süreci içerisinde o güne kadar var olmayan yeni bir prosedürün belirlenmesi. Bu iki hususu biraz açmak istiyorum. Serbest dolaşım aslında Avrupa Birliği’nin en önemli ilkelerinden birisidir. Ortak Pazar’dan itibaren Avrupa Birliği’ne vücut veren ilkeler içinde en önemlisi mal ve hizmetlerin, sermayenin ve insanların işgücünün birlik içerisinde hiçbir kaydı olmadan serbestçe dolaşımı ilkesidir. Avrupa Birliği Nice Zirvesi’ne kadar bu ilkeyi tam olarak gerçekleştirmiştir. Yani Avrupa Birliği 1990’a kadar söylediğim o genişleme süreci içerisinde yeni üye olarak arasına aldığı ülkelerin vatandaşlarına serbestçe üye ülkeden diğer bir üye ülkeye gidip orada o ülke vatandaşları gibi serbestçe iş sahibi olabilmelerine, çalışabilmelerine de 1990 yılına kadar hiçbir kayıt altına almadan müsaade edebilmiştir. Ama Avrupa’da 54 ekonomik konjonktür değişince, özellikle Almanya başta olmak üzere işsizlik sorunu Avrupa Birliği ülkeleri içerisinde ciddiyet kazandıkça bu konuda kısıtlamalar getirilmesi fikri gündeme gelmiştir. İlk defa ‘91 yılında Alman Başbakanı bir konuşmasında bu konunun eski üyelerinde ekonomik çıkarlarını gözeten şekilde yeni bir düzenlemeye bağlanması fikrini gündeme getirmiştir. Neticede bu söylediğim son genişleme hareketinde yani 10 tane yeni üyenin Avrupa Birliği’ne katılmasında Avrupa Birliği o güne kadar uygulamadığı yeni bir düzenleme getirmiştir. Bu yeni düzenleme şudur: Yeni 10 üye ülkeden ikisi için, Malta ve Güney Kıbrıs için hiçbir kısıtlama yoktur. Bu iki ülkenin vatandaşları tıpkı diğer daha önceki ülkeler gibi istedikleri bir ülkeye gidip orada serbestçe çalışabilirler. O ülkenin mevzuatının kendi vatandaşlarına tanıdığı bütün haklardan yararlanabilirler. Ama diğer sekiz ülke bunlar Polonya, Çek Cumhuriyeti, Macaristan, Estonya, Litvanya, Letonya, Slovenya, Slovakya, bu ülkeler üye olmakla birlikte iki yıl süre ile bu haktan yararlanamayacaklardır. Yani bu ülkelerin vatandaşlarının 2 yıl süre ile tam üyeliklerinin gerçekleştiği 2004 yılından itibaren -uzatılması ve eğer konjonktür gerektiriyorsa sonsuza kadar ertelenebilmesi imkanı zorlanmakla birlikte- serbest çalışma hakkı yoktur. Fakat bunu sağlamak için ne AB Anayasası’nda ne AB’nin bugüne kadar kabul etmiş olduğu dökümanlarda bir hukuki zemin mevcut değildir çünkü dediğim gibi insanların serbest dolaşımı tıpkı malların ve sermayenin serbest dolaşımı gibi AB’ye vücut veren ana ilkelerden birisidir. Herhangi bir ülkeyi hem tam üye olarak aramıza almak hem de onun vatandaşlarına AB’nin temel ilkelerinden birisini, temel haklarından birisini vermemek 55 AB’nin kendi hukukçuları arasında da şu anda bir tartışma konusudur. Ve böyle düzenlemenin AB yargı organları tarafından da iptal edilebileceği şu anda galip düşüncedir. Türkiye’nin tam üyelik sürecinin neresindeyiz; onu zannediyorum hepiniz yakından izliyorsunuz. Bürüksel’de 17 Aralık’ta kabul edilen karar uyarınca Türkiye’ye müzakerelere başlaması için bir tarih verilmiştir. Ama Türkiye’ye verilen bu tarihin fiilen geçerlilik kazanabilmesi için gerek Türkiye’nin gerekse AB’nin yerine getirmesi gereken bazı yükümlülükleri söz konusudur. Bu yükümlülükler iki taraf tarafından da aradan geçen 4 ay içerisinde yerine getirilmemiştir. Türkiye için Ankara Protokolü’nün yeni üye ülkelere uygulanması şartı söz konusudur. Bu Türkiye açısından siyasi sorun yaratabilecek bir konudur çünkü Güney Kıbrıs’ın Türkiye tarafından resmen tanınması anlamına gelecektir. Şimdi bunu aşabilmek için Türkiye diplomatik bir yol arayışı içerisindedir. Bu tanımanın nasıl resmen tanıma anlamına gelmeyeceği arayışı içindedir. Öbür taraftan da AB Türkiye ile müzakerelere başlamak için evvela bir tarama süreci yapmak zorundadır. Tarama sürecinden kasıt AB mevzuatıyla, müktesebatıyla Türkiyedeki mevzuat arasında bir karşılaştırma. Türk mevzuatının AB müktesebatından farklılıklarını ortaya çıkarmayı amaçlayan bir tarama çalışmasıdır. Bu çalışmanın yapılabilmesi için evvela dökümanların tercüme edilmesi lazım. Bu dökümanlar 140150 bin, 160 bin sayfa tutuyor. Bunların 4 ayda henüz tercümesine bile başlanmamıştır. Bunların tercüme edilebilmesi, ondan sonra bu şekilde birlikte bir tarama sürecinin yürütülebilmesi, şu anda ekim ayına kadar mümkün görülmemektedir. Geçen 4 ay içerisinde bu konuda hiçbir şey 56 yapılmamıştır. Yine AB’de şu anda Türkiye’ye yönelik yapılan eleştirilerden birisi Türkiye’nin Aralık zirvesinden itibaren bu tarihe kadar çok hızlı ve çok verimli bir şekilde yürüttüğü reform çalışmalarını birden bire askıya almış olmasıdır. Bu da hepimizin tesbit etmiş olacağı gibi bir gerçektir. Hatta 1 Nisan’da yürürlüğe girmesi öngörülen yeni Türk Ceza Kanunu’nun yürürlüğe girmesi dahi 2 ay ertelenmiştir. Aradan geçen zaman zarfından daha önceki reformların devamı niteliğinde olan, tamamlanması gereken reformların hiçbirisi gerçekleşmemiştir. Türkiye bir anlamda reform yorgunluğu yaşamaktadır. Ama bütün bunlar AB’ye, bu yeniden yapılanma ihtiyacının Türk Hükümeti tarafından yeterince özümsenmediği, yapılanların sadece AB’ye hoşgörünmek, AB ile müzakereleri başlatmak amacıyla olduğu izlenimini vermiştir. Dolayısıyla genel olarak Türkiye’nin, özel olarak da bugünkü Türk Hükümeti’nin AB gözündeki itibarı Aralık’tan bu yana geçen 4 ay içerisinde düşüş göstermiştir. Tabi buna işte kadınların polis tarafından coplanması, yok bilmem bir takım gereksiz tartışmaları da eklerseniz şu anda maalesef geçtiğimiz Aralık ayının daha gerisinde kaldığımız üyelik süreci açısından, ümit ediyorum ki Türkiye’de önümüzdeki aylarda bu eksiklik kamuyonun da baskısıyla Hükümet tarafından çözülmek istenecektir ve bunun gereği yerine getirilecektir. Maalesef üyelik müzakerelerinin yürütülmesine yönelik kurumsal düzenlemelerin de hiçbiri yapılmamıştır. Ne Türkiye’nin bir müzakere stratejisi belirlenmiş ne de bir baş müzakereci belirlenmiştir. Şu anda 17 Aralık gününe oranla atılmış olan en ufak bir adım, katedilmiş en ufak bir mesafe söz konusu değildir. Dolayısıyla geçtiğimiz 4 ay Türkiye-AB arasında aslında kaybedilmiş süre olarak göze çarpmaktadır. 57 Aslına bakarsanız Türkiye’nin AB ilişkileri bugün itibariyle bir kaybedilmiş fırsatlar tarihi niteliğindedir. Türkiye 1970’li yıllarda, o zaman da Avrupalı’ların da teşvikine rağmen atmadığı adımları atmış olsaydı bugün AB sürecinin çok farklı bir noktasında olurduk. Ama o tarihte Türkiye’nin kendi iç kavgalarına, çekişmelerine hapsedilmiş olması AB misyonunun henüz daha kamuoyu tarafından benimsenmemiş olması, o zamanki yönetimlerin de AB fikrini tam olarak özümsememiş olmaları Türkiye’nin bu fırsatları kaçırması sonucunu doğurmuştur. Şimdi Türkiye bir anlamda kaçırdığı fırsatları telafi etmenin çabası içerisindedir. Burada da bir mehter hızıyla yürüdüğümüzü söyleyebilirim. Helsinki’den Bürüksel’e kadar Türkiye büyük bir mesafe katetmiştir. Avrupalı’ları bile şaşırtan bir hızla reform süreci yaşamıştır. Ama o tarihten beri de büyük bir duraklama içerisindedir. Kamuoyunun bu meseledeki desteğinin de zaman içerisinde giderek azaldığı gözlenmektedir. Bu tabi bir yandan AB’nin Türkiye’ye uyguladığı ayrımcılıktan, çifte standarttan kaynaklanmaktadır. Ama bir yönüyle de gündemde bu kadar önemli bir yer işgal etmiş olmasına rağmen AB’nin Türk halkı için önemini kaybetmesi, insanlar için sağladığı, sağlayabileceği faydaların, artıların vatandaşlara yeterince anlatılmamasından, AB konusunda toplumun yeterince aydınlatılamamasından kaynaklanıyor. Türk halkı zaman içerisinde karanlıkta, el yordamıyla kendi geleceğini iyileştirebilecek olan bir proje olduğunu sezmiştir ve buna şu anda araştırmalara göre 3/2 oranında bir destek sözkonusudur. Ama zaman içerisinde bu desteğin korunabilmesi zannediyorum Türkiye’deki AB destekçilerinin en önemli kaygısı olacaktır. Çünkü yaşanan bütün olumsuz 58 gelişmeler bu desteği aynı olumsuzluk içerisinde etkileyebilmektedir. Türkiye AB ilişkilerinin bütün bu söylediğim kronoloji içerisinde birkaç özelliğini sonuçta tekrar vurgulamak istiyorum. Birincisi Türkiye AB’ye bütün bu aday ülkeler içerisinde, yeni üye ülkeler içerisinde, hatta eski üyeler içerisinde en eski ilişki kurmuş olan en köklü geçmişe sahip olan ülkedir, daha 1959’dan beri AB’ye üyelik amaçlayan bir ülkedir. İkincisi Türkiye AB’ye tam üye olmadan AB ile Gümrük Birliğini gerçekleştiren tek ülkedir. Üçüncüsü AB’nin bugüne kadar katetmiş olduğu tüm genişleme süreçleri içerisinde Türkiye en büyük ülkedir. Türkiye’nin nüfusu itibariyle söylüyorum, Türkiye çapında bir ülke, Türkiye büyüklüğünde bir ülke şu ana kadar AB’ye katılmamıştır. Bu aslında AB üyelik sürecinde yaşadığımız sorunların da en önemli nedenini oluşturmaktadır. AB, Türkiye konusunda bir anlamda hazım güçlüğü çekmektedir, çünkü Türkiye sadece nüfus olarak Avrupa’ya göre çok fazla olan bir ülke değildir. Aynı zamanda fert başına geliri çok düşük olan bir ülkedir. AB ortalamasının ¼’ü düzeyinde bir ülkedir. Böyle fakir ve büyük bir ülkeyi içine almak AB açısından çok ciddi bir uyum sorunu yaratmaktadır. Tabi buna kültürel ve din farklılıklarını da eklediğiniz zaman AB içerisinde Türkiye’ye karşı çok ciddi bir direnç söz konusudur. Bu dirençle Türkiye’nin üyeliği aşamasında, halk oylamaları çok ciddi bir engel oluşturmaktır. Onun için önümüzdeki dönemde Türkiye bir yandan AB ile müzakereleri yürütürken, AB ile mevzuat durumunu gerçekleştirecek çalışmaları yaparken, diğer yandan bu ülkelerin kamuoyunu hem aydınlatmak hem de kendi yolunda etkilemek için çok ciddi bir strateji izlemek zorundadır. Ama dediğim gibi ne bu yönde ne de öbür yönde şu anda Türk hükümeti’nin böyle bir 59 çaba içerisinde olduğunu söylemek mümkün değildir. Adeta geçtiğimiz Aralık ayında savaş kazanılmıştır. Şu anda savaşın kutlaması devam etmektedir. Oysaki orada kazanılan bir savaş değil, başlayan bir savaş sözkonusudur ve ondan sonra Türkiye’nin her gününü değerlendirmesi sorumluluğu vardır. Ama bugüne kadarki görünen kesinlikle bir kayıp süre olmuştur. AB’nin Türkiye’yi içine alma, tam olarak üyeliğine alma kaygılarından birisi de yeni anayasaya göre Türkiye’nin nüfusu itibariyle yönetimde sahip olacağı ağırlıktır. Yeni anayasaya göre AB Parlementosu’nun üye sayısı 750 olarak dondurulmuştur. Şimdi 750 üyeyle Avrupa Parlementosu’nda en fazla nüfusa sahip ülkenin nüfusu ne olursa olsun sahip olacağı üye sayısı dondurulmuştur. Bu da 96’dır. Yani şu demektir; Türkiye bu nüfusuyla AB’ye katıldığı taktirde 750 parlementerin 96 tanesi Türk olacaktır. AB aynı zamanda Bakanlar Kurulu niteliğindeki komisyonların sayısını da anayasayla dondurmuştur. Buna göre toplam komite sayısı 15’dir. Bu 15 komitenin bir tanesi daim Türk olacaktır. Bu nüfus oranına göre, bazı dönemlerinde iki tane Türk olacaktır. Dolayısıyla Türkiye, Parlemento’ya % 20'ler oranında etki edecek, bazen 15 üyeden biri bazen ikisi olarak çok önemli bir yönetim ağırlığına sahip olacaktır. Türkiye’nin bu kadar ağırlıklı olarak AB içerisinde söz sahibi olması da Avrupa’nın diğer önemli bir direnç nedenidir. Dolayısıyla AB Türkiye ile ilişkilerinde önümüzde hala çözülmesi gereken zorunluluklar ve aşılması gereken engeller ve sağlanması gereken uzlaşmalar sözkonusudur. • Sayın Yılmaz, Türkiye 17 Aralık’tan sonra 4 aylık bir kayıp süreci yaşıyor dediniz. Aynı zamanda çok köklü bir 60 işleyişi var Türkiye-AB ilişkilerinin. 1997–99 yılları arasında da birtakım böyle iç süreçler başlaması, dondurulması gibi olaylar nedeniyle toplamda sizce ne kadarlık bir kayıp var zamanlama açısından? (YILMAZ) Tabi matematik bir cevap vermemi istiyorsanız veremem. Şunu söylüyorum; daima Türkiye’nin kendi konjonktürü Avrupa’nın konjoktüründen bu kadar farklı olmasaydı Türkiye 1980’li yıllarda AB’ye tam üye olabilecek bir ülkeydi. AB, Yunanistan’ı tam üye olarak arasına almakta bir direnç göstermiştir. Yunanistan aslında AB açısından Türkiye gibi hazmı güç bir ülke değildir. Nüfus itibariyle değildir. Gelişmişlik olarak değildir. Ayrıca biliyorsunuz Avrupa uygarlığının kökleri de Yunanistan’la büyük ölçüde özdeşleşmiştir. Dolayısıyla Avrupa’nın gözünde Yunanistan kolayca üye olabilecek bir ülkeydi. Fakat bu süreç bazı nedenler öne sürülerek kesintilerle uzatıldı. Bunun esas nedeni Türkiye ile bağlantı kurmak suretiyle Yunanistan’ın üyeliğini de zamana bırakabilmekti. Geciktirebilmekti. Ama ne yazık ki Türk yöneticileri bunu iyi değerlendirememişlerdir. Zaten bugünkü süreç içerisinde AB fikrini de yeterince benimsememişlerdir. Dolayısıyla Türkiye 1970’li yıllarda konjonktürü çok daha müsait olduğu halde böyle bir başvuruda bulunmamıştır. Türkiye’nin böyle bir başvuruda bulunmaması ve Fransa’nın AB içerisindeki ağırlığını Yunanistan’ın tümüyle arkasına vermiş olması Yunanistan’ın aslında birçok tereddütlere, birçok dirençlere rağmen 81 yılında tam üye olması sonucunu doğurmuştur. Yunanistan’ın üyeliği konusuna konuşmamda değinmedim. Belki sizin sorunuz üzerine onun altını çizmekte fayda var. Yunanistan’ın üyeliği, 61 Türkiye’nin tam üyeliğini geciktiren en önemli etkenlerden birisi olmuştur. Türkiye ile Yunanistan arasındaki ikili sorunlar nedeniyle Yunanistan uzun zaman Türkiye ile alınmış kararları bloke ile veto etmiştir. Ve Türkiye için tesbit edilmiş ekonomik yardımların önemli bir bölümü Yunanistan’ın vetosu nedeniyle gerçekleştirilememiştir. Avrupa Birliği adeta Türkiye’ye yardım etmek için Yunanistan’ı by pas edecek suni yollar arayışı içine girmiştir. Çoğu zaman da bunları başaramamıştır. Dolayısıyla Türkiye AB ilişkileri 1981 Yunanistan’ın tam üyeliğinden sonra, tabi buna bir de Türkiye’deki askeri darbeyi eklerseniz ciddi bir gecikmeye uğramıştır. • Dönemin dışışleri bakanı Murat Karayalçın tarafından imzalanan Gümrük Birliği anlaşması konusunda Türkiye’de çeşitli görüşler vardır. Olumlu veya olumsuz. Bu konudaki görüşlerinizi alabilirmiyiz? (YILMAZ) Ben bu konudaki görüşlerimi daha önce çeşitli vesilelerle dile getirdim. O tarihde ben Muhalefet Partisi Başkanı’ydım. ‘94 sonrası Gümrük Birliği Anlaşması imzalandığı zamanda ifade ettim. Bu anlaşma netice itibariyle Türkiye’nin lehine olan bir anlaşmadır. Türkiye AB ilişkilerine ivme kazandıran bir anlaşmadır. Ankara anlaşmasının da devamı niteliğinde olan bir anlaşmadır. Dolayısıyla, Türkiye AB ilişkilerinde Gümrük Birliği’ne karşı olmak o zaman işte bazı liderlerin ileri sürdüğü gibi bunun Türk ekonomisini batıracağı, Türkiye’nin yerli sanayiini öldüreceği iddiaları destek görmemiştir. Biz prensip olarak Gümrük Birliği’ne taraftar olan bir siyasi kuruluştuk ve bizim açıklamalarımız bu yöndedir. Bizim itirazımız şudur: Böyle bir anlaşma yapılırken Türkiye’nin 62 bazı konularda çok daha iyi pazarlık etmesi gerekirdi. Türkiye iç politikadan kaynaklanan bir telaş içerisinde bu pazarlığı yeterince yerine getirmemiştir. Anlaşma bir sene daha geç yapılabilirdi. Bu bir seneden Türkiye’nin bir zararı olmazdı. çünkü Türkiye’nin esasen AB ile yapılan Ankara Anlaşması’yla ve 71. Protokol’e dayalı olarak ikili ilişkileri, ekonomik ilişkileri yürüyordu. Türkiye’de maalesef, o tarihte kamuoyu AB konusunda o kadar az aydınlatılmıştı ki, Gümrük Birliği’ne girmek o günkü iktidar tarafından AB’ye girmek diye kamuoyuna takdim edilmişti. Hatta hatırlıyorum okulları filan tatil etmişlerdi. Talebeler çıkıp AB ve Türk bayrakları sallamışlardı sanki Türkiye AB’ye üye olacak gibi, tabi mesele anlaşılana kadar. Bir ay sonra da seçim olacağı için bunun o iç politika kargaşası içerisinde meyvelerinin alınması amaçlanmıştı. Ben her zaman Türkiye’nin dış politika meselelerinin iç politika malzemesi yapılmasına karşıyım. O zamanda savunduğum şu idi; bu anlaşmayı artılarıyla eksileriyle oturalım mecliste görüşelim. Bunu iktidarıyla, muhalefetiyle mecliste birlikte şekillendirelim. Seçim kaygısından uzak bir şekilde. Tercihen seçimden sonra sonuçlandıralım. Böyle olmadı. Adeta Gümrük Birliği Anlaşması meclisten kaçırılarak yapıldı. Kıbrıs meselesinde bugün hala yaşadığımız pürüzün altında yatan önemli bir sebep bu meselenin Türkiye açısından sakıncalı bir şekilde düzenlenmiş olmasıdır ve bu sakıncalar bugün önümüzdedir. Bugün Ankara Protokolü’nün yeni üye ülkelere uygulanması meselesiyle Türkiye’nin karşı karşıya olduğu sorun aynı Gümrük Birliği Anlaşması’nda Kıbrıs’la ilgili düzenlemenin benzeridir. Ve onun daha arkasında da Türkiye’nin Kıbrıs meselesi ile ilgili kalıcı ve sağlıklı bir politikasının olmamasıdır. 63 Ama netice itibariyle söyleyeceğim şu: Gümrük Birliği hele bugün geriye baktığımız zaman 13 senelik bir uygulama sonunda Türkiye’nin yararına olmuş bir anlaşmadır. O zaman bu anlaşmadan sonra çökeceği iddia edilen otomotiv sanayi şu anda Türkiye’nin ihracatının önemli bir bölümünü oluşturmaktadır. Dolayısıyla Gümrük Birliği ayrıca Türk sanayiine rekabet kazandırmada çok önemli bir etken olmuştur. Ama bizim o zaman eleştirdiğimiz husus burada Türkiye’nin haklarını yeterince korumadığı ve pazarlığın Türkiye açısından yeterince iyi yürütülmediği konusundadır. Bu görüşlerimizi hala muhafaza ediyoruz. • Siz Avrupa’ya sık sık gittiniz. Görüşmelere katıldınız. Gerçekten Avrupalılar bize karşı ön yargılı ve kompleksli mi? Biraz açar mısınız? (YILMAZ) Şimdi AB içerisinde özellikle kamuoylarında Türkiye’ye karşı ciddi bir direnç olduğunu daha önce de söyledim. Bana göre Türkiye’ye karşı AB’de hakim olan bu direnci ikiye ayırmak lazım. Bunun bir bölümü Türkiye’yi hiçbir zaman tam üye olarak aralarında görmek istemeyen, Türkiye’nin farklı bir kültüre, farklı dine mensup olduğunu düşünen ve bu ayrı özelliklerini kıskançlıkla korumak isteyen, bunu kendi tekelinde tutmak isteyen bir anlayıştır. Kimdir bunlar? Daha çok Hristiyan partileridir. Muhafazakar partilerdir. Bazen Türkiye’nin coğrafi yerinin Avrupa’da olmadığını söylüyorlar. Mesela Alman Hristiyan Partileri, Hristiyan Demokrat Partileri... Geçen sene, evvelki sene, Türkiye bir Avrupa ülkesi değildir, Türkiye’nin çoğu, yüzde 95’i Asya’dadır, dediler. Biz de dedik ki, Türkiye’nin Avrupa ülkesi olduğunu 64 sizin imza koyduğunuz Ankara Anlaşması kabul etmiştir. Sizin Kohl’ün başbakan olduğu zirve toplantılarında Türkiye’nin üyeliğe aday ehil bir ülke olduğu kabul edilmiştir. Coğrafi nedenlerle Avrupa Birliği’ne üye olamayacak bir ülke örneği arıyorsanız mesela Fas başvurmuştur. Fas’a verilen cevapta siz Avrupa ülkesi değilsiniz, Avrupa’da toprağınız yok, onun için sizin müracaatınızı dikkate alamıyoruz demişlerdir. Ama Türkiye’nin başvurusunu her zaman siz Avrupa Birliği üyeliğine ehilsiniz ama şu şu şu şartları yerine getirmeniz lazım şeklinde cevaplamışlardır. Dolayısıyla coğrafi argüman aslında Türkiye’ye karşı bu süreç içerisinde veya bundan sonra hiçbir zaman kullanılamayacak olan bir argümandır. Buna rağmen daha yeni, geçen sene mesela, bu argümanı Alman politikacılar dile getirebilmişlerdi ama bu argüman aslında paravan bir argümandır, asıl argüman değildir. Bazen de Türkiye’deki demokratik eksiklikleri söylerler bu çevreler; bu da asıl kastettikleri değildir. Bazen ekonomik zorlukları söylerler. Onlar da aşılabilir veya başka düzenlemeler yapılabilir. Ama bunları hiçbir zaman Türkiye’nin üyeliğine ikna edemezsiniz çünkü bunların üyeliğe temelde bir karşıtlığı söz konusudur. Bu da bizim dinimizden, bizim kültürümüzden kaynaklanmaktadır. Bu çevreleri, bu mihrakları tam üyeliğimiz açısından ümitsiz vaka olarak kabul etmek lazım. Bunlarla uğraşmamak lazım. Bunların Avrupa politikalarının belirlenmesinde belirleyici bir ağırlığı da yoktur. Eğer olsaydı Avrupa Anayasası’na Hristiyanlık’ı koyarlardı, koyamadılar. Avrupa’da halen laik partiler, merkez partiler, sol partiler şu anda yönetimde ağırlıktadır ve yakın gelecekte de bu dengenin değişmesi söz konusu olmayacaktır. Öyle gözükmektedir. Tutucu çevrelerin, muhafazakar çevrelerin 65 Türkiye’yi hiçbir zaman aralarında görmek istemeyen çevrelerin Avrupa siyasetindeki ağırlığı giderek azalmaktadır. Ama şu olabilir, belli ülkelerde o ülkelerin kendi iç konjonktürüne dayalı olarak bu partiler iktidara gelebilirler ve bu partilerin iktidara gelmeleri Türkiye ile üyelik sürecinde Avrupa Birliği’nin Brüksel’de benimsediği yeni stratejinin verdiği imkanlarla çok ciddi engeller çıkarabilir. Yani bu ülkeler bize gelecekte çok ciddi pürüzler yaratabilirler. Gecikmelere neden olabilirler, ama bizi önleyemezler. Asıl bizim dikkate almamız gereken diğer çevrelerin bize yönelttiği eleştirilerdir. Bu çevreler Türkiye’nin üyeliğine temelde karşı olmayan Türkiye ile bir arada yaşamayı, Türkler’le bir arada yaşamayı içlerine sindirebilen ama Türkiye’nin de bu konuda belli adımları atmasını haklı olarak bekleyen çevrelerdir. Nedir bu adımlar? Büyük kısmı bizim attığımız adımlardır. Demokrasimizi geliştirmektir. İnsan haklarına saygılı olmaktır. Hukuk devletini güçlendirmektir. Azınlık haklarını korumaktır. Velhasıl demokratik uygar bir ülke olmaktır. Bu yönde adım attığınız bu çevreleri kazandığınız zaman ekonomik meselelerde de belli konsansüsleri, belli uzlaşmaları sağlamamız gerekir. Mesela serbest dolaşımda, biz tam üye olduğumuz gün bütün vatandaşlarımız için serbest dolaşımı, bütün Avrupa Birliği ülkelerinden talep ediyoruz dersek bu gerçekçi bir talep olmaz. Adamlar Polonya’ya, Çek Cumhuriyeti’ne, Macaristan’a dahi yedi yıllık bir bariyer koymuşlar, bir geçiş dönemi koymuşlar ve Türkiye gibi yüzde on işsizliği olan yetmiş milyon nüfuslu bir ülkede üstelik kendileri de böyle bir işsizlik, istihdam sorunu yaşarken bu geçiş sürecinin makul bir süre olması lazım. Belki bizim için on senelik on beş senelik geçiş süresi olması lazım. Dolayısıyla 66 bu tür uzlaşmalar sağlanarak bugüne kadar Avrupa Birliği sürecinin yardımı ile atmış olduğumuz demokratik adımları devam ettirerek bu çevreleri yanımıza çekersek bize karşı olan grupların direncini aşabiliriz. • Geçtiğimiz hafta Profesör Mahir Kaynak bize bu noktada bir konferans verdi ve Avrupa Birliği Türkiye ilişkilerine değindi. Almanya ve Fransa’nın bizi almamasının temel nedeni olarak global sermayeyi gösterdi. Yani İtalya ve Polonya gibi ülkelerde global sermaye etkilidir. Ve Türkiye’yi de bu yüzden almak istemiyorlar. Çünkü Türkiye’de de global sermaye etkili. Eğer Türkiye alınırsa Avrupa’daki ekonomik ve siyasal güç global sermayenin etkisi altına girecek. Bu yüzden bizi almak istemiyorlar dedi. Bu konu hakkında görüşleriniz nelerdir? Doğruluk payı var mıdır? (YILMAZ) Yani ben meselenin tek yönlü ve bu kadar basit izah edilebilecek bir mesele olduğunu sanmıyorum. Şüphesiz ki benim burada dile getiremediğim, zaman nedeniyle değinemediğimiz çok çeşitli nedenler arasında bu da zikredilebilir bir neden olabilir. Fakat sadece bununla bu direnci izah etmek bence gerçekçi olmaz. • Benim sorum Avrupa Birliği ile ilgili olmayacak. Eski Başbakan’ımız ve eski Dışişleri Bakanı’mız olarak son bir haftadan beri Türk kamuoyunu veya Türk basınının özellikle dile getirdiği ve Türk kamuoyunu meşgul eden bu Ege’deki 12 mil meselesini nasıl görüyorsunuz? 67 (YILMAZ) Türkiye’nin Yunanistan’la arasındaki varolan ikili sorunlar ve Kıbrıs sorunu Türkiye’nin Avrupa Birliği üyesi olması halinde farklı çözüm imkanına sahiptir. Türkiye’nin Avrupa Birliği üyesi olamaması halinde çok daha pürüzlü, çok daha çetin meseleler olarak kalmaya devam edecektir. Eğer Türkiye Avrupa Birliği’ne tam üye olursa karasularının genişliği meselesi iki ülke arasında artık bugünkü gibi ciddi bir ikili sorun halinde kalamaz. Bugün Türkiye Yunanistan’ın 12 millik karasuyu iddiasını kabul ederse, bunun pratik sonucu nedir biliyor musunuz? İstanbul’dan kalkan geminin diyelim Marmaris’e gitmek için en az dört beş defa Yunan karasularından geçmesi demektir. Yani Yunan bayrağı takmak mecburiyetinde kalması demektir. Ege’nin tümünün yaklaşık yüzde 85’inin 86’sının Yunan egemenliğine girmesi demektir. Türkiye’nin bunu kabul etmesi mümkün değil. Türkiye’nin bunu kabul etmemesi için çok haklı uluslararası anlaşmalara dayalı nedenleri vardır. Dolayısıyla 12 millik karasuyu meselesi, Yunanistan’ın Türkiye’ye karşı uluslararası platformda haklı olarak savunabileceği bir mesele değildir. Türkiye’nin bu konuda eli daha kuvvetlidir. Türkiye’nin arkasındaki uluslararası hukuk desteği daha fazladır. Burada Türkiye Yunanistan’ın bir emri vaki ile tek taraflı olarak karasularını 12 mile çıkarmasını bir savaş nedeni olarak kabul edeceğini daha önce ilan etmiştir. Zannediyorum Yunanistan’ı caydıran en önemli neden de budur. Türkiye-AB ilişkileri bir netlik kazanmadan, Türkiye’nin AB üyeliği bir kesinlik kazanmadan, Ege Denizi’ni bir Yunan gölü haline getirecek olan böyle bir emrivaki karşısında Türkiye’nin daha önceki tutumunda tereddüt yaratacak açıklamalar bence yanlıştır. Böyle ciddi konuların özellikle sorumluluk taşıyan insanlar tarafından daha 68 dikkatli dile getirilmesi gerekir. Bunlar hükümetten hükümete günden güne değişebilecek olan konular değildir. Türkiye’nin bu konudaki tutumu bugüne kadar değişen hükümetler tarafından hiçbir zaman bir farklılık göstermemiştir. Farklı hükümetlere rağmen hep aynı tutum devam ettirilegelmiştir. Şimdi şu veya bu nedenle burada tereddüt yaratacak Türkiye’nin bu tutumundaki devamlılığı sorgulayacak bir değişiklik bence yanlıştır. 69 70 Mehmet Ali TALAT “Kıbrıs” 71 Şimdi tabi konuya nereden başlıyacağım diye düşünürken, bu sürecin her şeyden önce hangi noktada olduğunu tanımlamak ile başlamanın daha doğru olacağını düşünüyorum. Şimdi nasıl bir noktadayız? Çok kısa olarak, belki geriye bakarak, bu noktaya nasıl geldik, ona da değiniriz, sonra da nereye gidiyoruz, geleceğe dair ne yapmalıyız? Herhalde esas ağırlıklı olarak onun üzerinde dururum. Önce hangi noktadayız? Bugün Kıbrıs Rum tarafı, bütün Kıbrıs’ı temsilen Avrupa Birliği üyesi. Bu tespit çok önemli, şimdi niye bütün Kıbrıs’ı temsilen? Bu niçin böyle oluyor? İşte bütün Kıbrıs’ı temsil etmiyorlar, sadece Kıbrıslı Rumlar’dan oluşuyorlar. Kıbrıs’ın kuzeyinde egemenlikleri yok, sadece güneyde var. Kıbrıs Cumhuriyeti anayasasına göre 70’e 30 oranında Kıbrıslı Türk ihtiva etmesi gereken kurumlarının tümü Kıbrıslı Rum. Yani meclisin 15 üyesi Türk, 35 üyesi Rum olması gerekirken şimdi tümü Rum. Gerçi sayıyı da biraz yükselttiler ama oran aynı kaldı; 35 Rum, hiç Türk yok. Hükümette 3 tane Türk bakan olması lazım, hiçbiri yok. Mahkemelerinde Kıbrıslı Türk yargıçlar olması gerekir, onlar da yok. Hepsini sayabilirsiniz. Ama niye bütün Kıbrıs’ı temsil ediyorlar? İşte kritik soru bu. Bütün Kıbrıs’ı temsil ediyorlar çünkü 1963 yılında Kıbrıs Cumhuriyet’i yıkılırken, Kıbrıslı Türkler hükümet organlarından, devlet kurumlarından atılırken, Kıbrıs Türk tarafı da o dönemde taksim fikri ile, yani ayrılık fikri ile zaten aynı hedefi güdüyordu. Devlet organlarından bu kez kaçma hedefi güdüyordu. Sonuçta Kıbrıs Cumhuriyeti, Birleşmiş Milletler’in üyesiydi ve bir devletin devamlılığı esastır. Yani onun hükümeti ile anayasasının bozulması veya düzgün çalışmasıyla bağlantılı değildir. Ve sonuçta, 1963 72 yılında ortaya çıkan yeni durumda egemen hale gelen Kıbrıs Rum tarafı Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararlarıyla da tescil edilerek Kıbrıs Cumhuriyeti fonksiyonlarını tek başına üstlendi. Tabi biliyorsunuz bu durumlarda bir sürü mahkemelik konular ortaya çıkar. Kıbrıs Yüksek Mahkemesi’nde davalar açıldı. Dendi ki; Kıbrıslı Türkler burada yoktur, o yüzden bu geçerli değildir. Kıbrıs Yüksek Mahkemesi de dedi ki zorunluluk ilkesi nedeniyle bu kararlar yasaldır ve meşrudur. Böylece zorunluluk ilkesi nedeni ile Rum yönetiminin yaptığı bütün icraatlar yasal kabul edildi. Tabi ki bu durum Kıbrıslı Türkleri büyük ölçüde rahatsız etti ama Kıbrıs Rum tarafı bütün dünyaya sürekli olarak çözüm istediğini, Kıbrıslı Türkler’i de sisteme katmak istediğini, Kıbrıs sorununu çözmek istediğini ama bundan sürekli olarak Kıbrıslı Türkler’in kaçtığını anlattı. Nitekim 1974’ten sonra bunun, birçok planın Kıbrıs Türk tarafınca ve günün Türkiye hükümetleri tarafından reddedilmesini gerekçe olarak gösterip: “İşte bakın biz yeniden birleşmek istiyoruz ama buna rağmen Kıbrıslı Türkler kaçıyor ne yapalım yani? Demek ki zorunluluk doktrini gereği, zorunluluk ilkesi gereği biz meşrutiyetimizi sürdürmeliyiz” dediler ve bu hep böyle kabul edildi. Dikkat ederseniz, bilmiyorum belki aranızda Kıbrıslı’lar varsa onlar çok iyi bilecek, Kıbrıs’ı izleyen varsa da tabi ki bilecek; referanduma kadar Kıbrıs Rum tarafının ve Kıbrıs Rum halkının çözümden yana olduğuna bütün dünya kalıbını basardı. Kıbrıslı Türkler’in ise çözüm istemedikleri düşünülür; Kıbrıslı Türkler Türk ordusunun, güçlü Türk ordusunun koruması altında Kıbrıs’ın bir bölümünü kullanan fırsatçı bir toplum olarak görülürdü. Bu uzun yılların yarattığı imaj. Sonuçta biliyorsunuz Kıbrıs sorunu gündeme bir şekilde geldi. Annan Planı öncesi 1999 yılı 73 sonunda Türkiye’nin Helsinki’de Avrupa Birliği’ne aday kabul edilmesi ve onun arkasından aynı günlerde başlatılan Kıbrıs’la ilgili müzakereler Kıbrıs sorunu ile Türkiye’nin Avrupa Birliği sürecini ilişkilendirdi ve sonuçta Türkiye’nin Avrupa Birliği sürecinin bir unsuru haline geldi. Zorunlu bir gelişme olarak görüldü Kıbrıs sorununun çözümü. Türkiye’nin Avrupa Birliği sürecinde; sınır sorunları başta olmak üzere aday ülkenin kendi aralarında ve ülkelerle sorunlarını çözmesi, çözemezse Dünya Adalet Divanı’na başvurması şeklinde işlettildi Helsinki Zirve kararları. Dolayısıyla Kıbrıs sorunu Türkiye’nin önüne bir engel olarak kondu demeyeceğim, zaten vardı; tescil edildi, işaret edildi. Niçin zaten vardı dedim? Çünkü takdir edersiniz ki sorunlu, özellikle sınır sorunları olan ülkeler, birlikte, Avrupa Birliği’nde bulunamazlar. Kıbrıs Rum tarafı belli ki daha önce girecekti Avrupa Birliği’ne, o zaman henüz girmemişti. Ama Rum tarafı girdikten sonra, Kıbrıs’la sorunu olan Türkiye’nin girebilmesi için Avrupa Birliği’ne, Kıbrıs sorununu çözümlemesi gerekiyordu, bu kadar doğaldı bu. Onun için bu zaten vardı ama Helsinki kararı ile işaret edildi sadece. Sonunda Türkiye’nin Avrupa Birliği sürecinin ayrılmaz bir parçası haline gelen Kıbrıs sorunu az önce anlattığım zorunluluk ilkesi de düşünüldüğünde, artık Türkiye tarafından mutlaka çözümlenmesi gereken bir sorun olarak görülmeye başlandı bütün dünya tarafından da. Zor da değildi bu, çünkü zaten Rum tarafı hazırdı, zaten onlar çözüm istiyordu, zaten onlar Kıbrıs’ın yeniden birleşmesini istiyordu, sorun Türk tarafındaydı. O yüzden Türk tarafı bu sorunu çözmeye karar verirse hiçbir sorun kalmayacaktı. Hatta bilmem yine hatırlar mısınız, Kıbrıs Rum tarafı, Kıbrıs sorunu çözülsün, Kıbrıs öyle Avrupa Birliği’ne girsin iddiaları yapıldığında şu gerekçe ile 74 karşı çıkıyordu: “Biz Kıbrıs sorununu zaten çözmek istiyoruz. Ama yani kusura bakmayın, Türkiye hem Kıbrıs sorununun çözümünü engelliyor hem de bu yolla, yani çözümü engelleme yolu ile Kıbrıs’ın Avrupa Birliği’ne girişini bloke ediyor. Üye olmayan bir ülkenin, Kıbrıs’ın Avrupa Birliği’ne girmesini nasıl veto edebileceğini Avrupa Birliği kendisi açıklamalıdır, açıklayabilmelidir; böyle bir şey mümkün değil. Hem Avrupa Birliği üyesi olmayan bir ülke olacaksınız, hem de Avrupa Birliği’ne girmek isteyen bir ülkeyi veto edeceksiniz. Nasıl? Çözümü sağlamayarak, çözümü engelleyerek. O yüzden çözümü bir koşul olarak koymamanız lazım, Kıbrıs’ın Avrupa Birliği’ne girişinde.” En güçlü argümanları buydu ve bu yer buldu. Sonuçta dediğim gibi Helsinki’de Güney Kıbrıs’ın Avrupa Birliği üyeliğinin önünde, Kıbrıs sorununun çözümü şartı kaldırıldı. Aynı zamanda o günün şartlarında “durum yeniden gözden geçirilecek” ibaresi konularak, el altından da kimin çözümden yana kimin çözüme karşı olduğu bakılarak karar verilecek dendi. Dolayısıyla bütün bu ilişkileri düşündüğünüzde, bütün bu bağlantıları düşündüğünüzde görüyorsunuz ki zorunluluk ilkesi nedeniyle bütün Kıbrıs’ı temsil eden Kıbrıs Rum tarafı, çözüm istemeye devam ediyordu, bunu engelleyen Türk tarafıydı; o yüzden bu iş eğer Türk tarafı isterse kolayca çözülebilirdi. Nitekim müzakerelerde bunun böyle olduğu izlenimi daha da pekişti. 1999 yılı sonunda Aralık’ta iki toplumun dolaylı görüşmeleri başladı, aracılı görüşmeleri başladı. Newyork’ta Cenevre’de devam etti. Sonra birdenbire Rum tarafını doğrularcasına sayın Cumhurbaşkanı Denktaş Türkiye’ye geldi, Türkiye hükümeti ile görüşmelerde bulundu ve Ankara’da görüşmelerden çekildiğini açıkladı. Yani Rum’ların iddiasını bir kez daha doğruladı: 75 çözüm istemiyorduk, birleşme istemiyorduk; Rum tarafı istiyordu, biz her olanağı kullanarak kaçıyorduk. Bu izlenim daha da pekişti. Ta ki hep beraber gözlemledik Annan Planı hazırlık aşamalarına gelinceye kadar. O sıralarda Türkiye’de bazı hareketlenmeler oldu, Kıbrıs’ta hareketlenmeler oldu. Kıbrıs’ta kitle hareketleri başladı, eylemler başladı. Önce bunlar Kıbrıs sorununa yönelik değildi, bu eylemler, toplumsal kimlik ve toplumsal onur içindi. Bu arada bankalar krizi patlak verdi, birçok banka Kıbrıs’ta battı. Bu sırada Türkiye’de krizler yaşandı ve Türkiye’deki krizler nedeniyle Kıbrıs’a ekonomik paketler gönderilmeye başlandı; kemer sıkma paketleri. Buna Kıbrıslı Türkler’in tepkileri doğdu. Bu neredeyse Türkiye karşıtlığına dönüşürken Kıbrıs sorununda genel sekreterin planı gündeme geldi. O sıralarda kitle eylemleri vardı bankalar krizine yönelik. Az önce söylediğim toplumsal onur eylemleri neredeyse almış başını giderken bir de Annan Planı gündeme geldi. Annan Planı tartışmaları Kıbrıs Türk tarafında çok yoğun bir biçimde olmuştur. Bu tartışmalara katılan birisi olarak, hatta bu tartışmaların belki öncülüğünü yapan partinin başkanı olarak ben çok televizyon programları, çok açık oturumlar, çok radyo programları, sorulu cevaplı tartışmalı köy gezileri, kahve toplantıları gördüm, her türlü etkinliğe katıldım. Annan Planı’nın en ince ayrıntısına kadar Kıbrıs Türk toplumu içinde tartışmasını hep beraber yaşadık. O dönemde hareketlenme daha da büyüdü. Kıbrıs Türk halkı, Cumhurbaşkanı Denktaş’ın politikalarının yanlış olduğu düşüncesi ve az önce söylediğim “Kıbrıs Avrupa Birliği’ne girerse de artık daha da güçlenecek ve Kıbrıs Türkü’nün önüne büyük engeller çıkaracak, ancak Kıbrıslı Türkler 1960’taki hakları ile Kıbrıs Cumhuriyeti’ne bir yama olabilecekler” endişesi, korkusu, düşüncesi Kıbrıslı 76 Türkleri daha da kamçıladı. Çözümün gerekliliğini kavrama konusunda Kıbrıslı Türkler önemli zihinsel değişimler yaşadı. Daha önceki ben sonuna kadar direnirim, iki ayrı devlet olarak kalırım diye haykıran, kararlılık gösteren insanlar, birer birer “iyi de bu iş nasıl olacak” demeye başladı. Bir yandan Türkiye Avrupa Birliği’ne girecek, bunun için Kıbrıs sorununu çözmek zorunda. Eşyanın tabiatına aykırı Kıbrıs sorununun devam etmesi, mutlaka çözülecek. Çözülürken “Eğer Kıbrıs Rum tarafı Helsinki kararına göre çözümden önce Avrupa Birliği’ne girerse büyük bir güç elde edecek, benim karşıma dikilecek. Bu işin sonu nereye varacak?” diye değerlendirmeler yapılmaya başlandı. O eylemlerin de etkisiyle bu bir harekete dönüştü, bir heyecana dönüştü, bir kabarma yaşandı. Kıbrıs Türk halkı arasında çok büyük eylemler, tarihi büyüklükte eylemler gerçekleşti. Bu eylemleri küçümseyen, bunlara karşı tavırlar sergileyen ve Kıbrıslı Türklerin o günlerde moda deyimiyle de statükocu dediği hükümet ve cumhurbaşkanlığı sonuçta toplumdan büyük bir kopuş ve savrulma yaşadı. Cumhurbaşkanı Denktaş’a sordular: “Referandum olursa ve Kıbrıslı Türkler evet derse bu plana, Annan Planı’na, siz ne yaparsınız?”, “Ben yine imzalamam” dedi. Yani halkın iradesine rağmen ben imzalamam diyebildi Cumhurbaşkanı; bu tam bir kopuş demekti. Halktan kopuş, halktan ayrılma demekti. İşte bütün bu kaynaşmaları siz de gözlemlediniz; öğrenciler olarak, öğretim üyeleri olarak, basın mensupları olarak. Siz de gözlemlediniz ve sonuçta bilinen gelişmeler oldu. Kopenhag zirvesinde Kıbrıs Türk tarafı anlaşmaya hayır dedi, reddetti. Daha sonra Lahey’e davet yapıldı, Lahey’de yine Türk tarafı reddetti ama bu arada Türkiye’de de seçim oldu ve yeni bir hükümet kuruldu. AK Parti hükümeti 77 çözümden yanaydı, AK Parti hükümeti Avrupa Birliği’nden yanaydı, AK Parti hükümeti Avrupa sürecini ciddiye alma eğilimi içindeydi. Bu sıralarda Kıbrıs’ın kuzeyinde de bu hareketlenmeler yaşanıyordu. Kıbrıslı Türkler en nihayetinde 11 Mart Lahey Zirvesi’nde Denktaş’ın yine planı reddetmesiyle büyük bir hayal kırıklığı yaşadı ve toplum kendi içine döndü, iç hesaplaşmaya döndü yani. Sonuçta lideri ve hükümeti, kendinden ayrı bir düşünceyle, kendinden farklı bir düşünceyle; desteklediği bir çözüme, desteklediği bir plana hayır demişti ve artık iş bitmişti. Başka yapılacak bir şey yoktu. 2003 yılı sonunda seçimler vardı, toplum ona yöneldi, ona konsantre oldu. Tabi bu arada 16 Nisan’da sayın Papadopulos bütün Kıbrıs adına Avrupa Birliği’ne giriş anlaşmasını imzaladı ve Kıbrıs böylece 1 Mayıs 2004’de Avrupa Birliği üyesi olmayı bekler duruma geldi. Anlaşma imzalandı, mesele kapandı. Yani aslında artık 1 Mayıs yürürlüğe giriş tarihiydi; onu durdurmak, onu geri çevirmek mümkün değildi. Esas anlaşma 16 Nisan 2003’te imzalandı ve işte o günden sonra dediğim gibi seçimler oldu. Seçimlerde benim partim birinci parti geldi, hükümeti kurduk. Bu hükümet toplumsal barış ve çözüm hükümeti adını aldı, bu hükümet çok kritik bir denge üzerine kuruldu. Yirmi altı milletvekili, ellide yirmi altı milletvekilinin desteği vardı ve sonuçta bu hükümet bu hedefle yola çıkarken Türkiye hükümeti de artık son aşamalara gelindiğinin farkında olarak Kıbrıs sorununun çözümlenebilmesi için başbakan nezdinde genel sekreterle temas ederek “Türk tarafı bir adım önde olacak” sözünü verdi ve görüşmelere hazır olduğunu duyurdu. Sonra da biliyorsunuz süreç başladı, müzakereler başladı, müzakereler Kıbrıs’ta oldu, Kıbrıs’ta devam etti. Sonuçta da 24 Nisan referandumuna doğru artık son günleri 78 saymaya başladık. Rum tarafı Newyork’a davet olunduğunda nasıl olsa Denktaş bu işi bozacak, Denktaş bozmazsa Türk ordusu bozacak, o yüzden gidelim şu Newyork’a sonuçta yine temiz taraf olarak diğer tarafı suçlayarak geri döneriz düşüncesindeydiler. Bunu tahmin olarak söylemiyorum, Rum önde gelen politikacılarla yaptığım konuşmalardan edindiğim bilgiler çerçevesinde söylüyorum. Hiçbir zaman Türk tarafının Newyork’tan olumlu bir duruşla geri döneceğini düşünmediler, inanmadılar buna hiç. Dolayısıyla Newyork’a gittik, dedikleri gibi olmadı. Burada nasıl olsa bu işi bozar dediler, burada da bozulmadı. Sonra biz haberleri aldık, Kıbrıs’ta Rum yönetimi lideri hayır kampanyasını, “Ohi” kampanyasını başlatmıştı bile resmi devlet kampanyası olarak. Diğer partiler, iki büyük parti, “evet”ten yana bir durum içindeydiler, ancak, toplum lideri başlatmıştı kampanyayı, çünkü artık iş başa düşmüştü. Belliydi ki Kıbrıslı Tükler kabul edeceklerdi, Kıbrıslı Türkler’in kabulü ile Kıbrıs sorunu çözülecekti. Halbuki Papadopulos’un esas niyeti Kıbrıs sorununu çözmemekti, daha doğrusu Kıbrıslı Türklerle güç paylaşımına girmemekti. Devleti eşit olarak bölüşmek niyeti kesinlikle yoktu. Nitekim konuşmasında “Ben bir devlet aldım, toplum teslim edemem gelecek nesillere” diyerek ağladı bile, 7 Nisan konuşmasında. Ve onun da etkisiyle Güney Kıbrıs’tan hayır oyu çıktı. Burada konuşmamın başında sözünü ettiğim zorunluluk ilkesi ile bir bağ kurmaya çalışalım. Ne yapalım Kıbrıslı Türkler kaçtı veya atıldı; herneyse, hiç önemli değil, Kıbrıslı Türkler yoktur; anayasada yeri olsa bile, olmayanlar yüzünden devlet fonksiyonları durur mu diyerek, zorunluluk ilkesi gereği bu devlet fonksiyonları devam edecek diyen anlayışla bu kez yepyeni bir tartışma gündemi çıktı. Kıbrıslı Türkler çözüme, adanın yeniden 79 birleşmesine, Birleşmiş Milletler’in bugüne kadar ortaya koyduğu, Güvenlik Konseyi’nin ortaya koyduğu ilkelere uygun bir birleşmeye, bir çözüme evet dedi ama öte yandan, o mutlaka normal bir devlet yapısına dönmek için elinden geleni yapması gereken ve hükümeti, devleti elinde tutan Rum tarafı ise hayır diyerek zorunluluk ilkesinin elinde tuttuğu avantajları kullanmaya devam ediyor. Yani hem çözüme hayır diyor hem de çözümsüzlüğün nimetlerinden yararlanıyor, hem hayır diyeceksiniz hem de hayırın size sağladığı nimetlerden yararlanmaya devam edeceksiniz, yani çözümü engelleyeceksiniz ve çözümsüzlükten elde ettiklerinizi korumayı sürdüreceksiniz. Bu zorunluluk ilkesini artık ortadan kaldırıyor. Yani demek ki şimdiye kadar Rum yönetimi meşru değildi. Bunu kimse inkar edemez. Meşru değildi çünkü iki toplumdan bir tanesini temsil etmezdi. Yani Kıbrıslı Türkler açısından meşru bir yönetim değildi. Kıbrıslı Türk Papadopulos’u kendi Cumhurbaşkanı olarak görmedi, Rum polisini kendi polisi olarak görmedi, Rum yargıçları kendi yargıcı olarak görmedi; bunu demek istiyorum. Meşru değildi yani Kıbrıslı Türkler açısından ama uluslararası hukuk bakımından yasaldı, zorunluluk ilkesi gereği. Artık galiba yasal da değil, çünkü zorunluluk ilkesi artık geçerli değil. Geçerli olmadığına göre hem çözümü engellemek, hem bunun avantajlarını kullanmak sürdürülebilir bir durum olmadığına göre artık Rum yönetimi yasal da değil. İyi güzel de Avrupa Birliği ile anlaşmayı imzaladı, yani Kıbrıs Rum tarafı bütün Kıbrıs’ı temsilen Avrupa Birliği’ne girdi. Genişleme anlaşmasının, katılım anlaşmasının altında imzası var Kıbrıs Cumhurbaşkanı olarak. Yani orada bir yasal yükümlülüğe Kıbrıs’ı soktu, o günün şartlarındaki Kıbrıs’ı soktu, bütün Kıbrıs 80 adına soktu. Peki o zaman bu yasallık tartışması bizi nereye götürebilir? Şimdi bu yasallık tartışması tabi ki Birleşmiş Milletler nezdinde yapılması gereken bir anlaşmadır. Çünkü Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi 1964 yılında Kıbrıs’a barış gücü gönderirken aldığı kararda Kıbrıs hükümetinin izni ile gönderdiğini ifade etmiştir. Kıbrıs Cumhuriyeti’ni elinde tutan Rum tarafı olduğu için de Rum tarafının egemenliğini, bir anlamda zorunluluk ilkesinin de getirdiği zorlamalarla boyun eğerek kabul etti. Ama bugün Rum tarafı hayır diyerek, çözüme hayır diyerek, adanın birleşmesine hayır diyerek, hem Birleşmiş Milletler’in kendisinin bizzat, hem de Avrupa Birliği’nin destek vererek öne çıkardığı bir planı, gündeme getirdiği bir planı, yani Kıbrıs’ın yeniden birleşme planını, Annan Planı’nı reddetti. Bundan dolayıdır ki Genel Sekreter Güvenlik Konseyi’ne sunduğu raporda Rum tarafı sadece basit bir planı reddetmediğini dile getirmiştir. Sadece bu planı reddetmedi, doğrudan doğruya çözüm mantığını reddetti. Ayrıca bundan dolayı Genel Sekreter, geçmişte Kıbrıslı Türkler ayrılıkçıdır diye onları izole etme yönünde takındığımız tavrı yeniden gözden geçirmeliyiz; çünkü Kıbrıslı Türkler artık ayrılıkçı olmadıklarını ispat ettiler, diyor. Bu da çok önemlidir. Buna bizim hayır cephesi büyük tepki gösterdi. Kıbrıslı Türkler ayrılıkçı olmadıklarını, ayrı devlet peşinde koşmadıklarını ispat ettiler dediği için Genel Sekreter ‘bakın işte evet dediniz devletten vazgeçtiniz’ diye anladılar, evet demenin zararıdır bu diye göstermeye kalkıştılar. Halbuki söylediği o değildi Genel Sekreter’in, Genel Sekreter: “Kıbrıslı Türkler ayrılıkçı politikalardan vazgeçtiler, o nedenle onları izole etmeye gerek yoktur, tersine izolasyonu kaldırarak Kıbrıslı Türkler’i gereksiz, anlamsız baskılardan kurtarmalıyız.” dedi ve devletlere çağrı 81 yaptı, uluslararası kuruluşlara çağrı yaptı. İşte tam da bu noktada Birleşmiş Milletler’le Güvenlik Konseyi’nin konuyu ele alması bildiğiniz gibi engellendi. Özellikle Rusya tarafından ve biraz da Fransa tarafından. Halbuki Güvenlik Konseyi bu konuyu ele alsaydı, izolasyonların kaldırılması konusunda karar vermiş olsaydı, bugün yasal zemin çok daha farklı olacaktı. Az önce söylediğim gibi, biliyorsunuz Güvenlik Konseyi kararları uluslararası hukukun bir parçasıdır. Uluslararası hukukta yeri olan, yeni bir durum tescil edilmiştir. Bu henüz başarılabilmiş değil. Ama değerli katılımcılar, dinleyiciler biliyorsunuz ki bu tür çabalar, bu tür mücadeleler öyle üç beş ayda sonuç vermez. Otuz yılın getirdiği bir sonuç bir yılda ortadan kaldırılamaz. Şu anda Kıbrıslı Türkler’in ve Kıbrıslı Türkler’in politikasının dünya tarafından onaylandığı bir süreç yaşıyoruz. Kıbrıslı Türkler’in tutumunun benimsendiği, desteklendiği, alkışlandığı bir dönem yaşıyoruz. Bu kez geçmişte bizim başımıza gelen tecritte, Rum tarafının, Rum liderliğinin başına gelme eğilimi görülüyor. Henüz adım atılmış sonuç alınmış değil ama Rum yönetimi, Papadopulos hükümeti, onun büyükelçileri, hatta Yunan büyükelçileri artık dünyada eskiden olduğu gibi ellerini kollarını sallayarak gezemiyorlar. Büyük bir sıkıntı içindedirler, büyük bir tecrit içindedirler. Bizim geçmişte yaşadıklarımıza benzer davranışlarla karşılaşmaktadırlar. Ve tabiki bizim her zaman öne çıkardığımız beklentimiz izolasyonların kaldırılmasıdır. Bunu niçin istiyoruz? İzolasyonların kaldırılmasını istiyoruz çünkü hem Kıbrıslı Türkler için hayatın kolaylaşmasını sağlayacaktır bu, yani doğrudan ticaret, doğrudan uçuşlar, Ercan’dan dünyanın diğer ülkelerine uçuşlar ile sportif, kültürel izolasyonların kaldırılması hem Kıbrıslı Türkler’in hayat 82 kalitesini hem de ekonomik durumunu ileriye doğru götürecektir ama bundan da önemlisi Rum yönetimini tekrar masaya getirecektir. Bugün Papadopulos “Ben masaya oturmam” diyor. Türkiye Kıbrıs’ı da içine alan ek protokolü, Ankara Anlaşması’nı içine alan ek protokolü imzalasın sonra düşünürüz diyor. Acelesi yok, çünkü alıştı hayır diyerek, çözümsüzlüğü destekleyerek onun nimetlerinden yararlanmaya. Şimdi de Avrupa Birliği üyeliğinin nimetlerinden yararlanıyor. Dolayısıyla Rum yönetimini, Papadopulos’u bundan uzaklaştırmak ancak izolasyonların kalkması ile olur. Yabancılara hep bunu anlatıyoruz. Niçin? Çünkü Papadopulos hayır çağrısı yaptığında: “Merak etmeyin Kıbrıslı Türkler hiçbir şey kazanamayacak, biz Avrupa Birliği’ne gireceğiz. Daha güçlü olacağız, her şeyi dayatacağız.” demişti. Bunun doğru olmadığını, bunu tolore etmeyeceğini kanıtlarsa dünya, o zaman Papadopulos masaya oturacak. Ben Türkiye ile konuşurum, niçin? Şu imajı yaratmak için: “Benim sorunum Türkiye iledir, Kıbrıslı Türkler’le bir sorunum yok. Türkiye ile sorunum da malum Türk askerinin Kıbrıs’taki varlığıdır, yani işgaldir. Yani Kıbrıs’ta aslında Kıbrıs Devleti ile Türk Devleti arasında bir sorun vardır. 1974 yılında Türkiye durup dururken veya genişleme amacıyla Kıbrıs’ı işgal etmiştir. O yüzden ben o devletle görüşürüm.” diyor. “İç sorunlar, ufak tefek sorunlar var, onları da Kıbrıslı Türklerle görüşürüm.” demektedir. Avrupa Birliği üyeliğiyle kendisini Türkiye ile denkleşmiş kabul ediyor, çünkü o eşit Avrupa Birliği üyesidir. Veto hakkı var, üstelik Türkiye’yi de veto edebilir. Bu hakla, bu yetkiyle, bu güçle Türkiye ile denklik görmektedir, denklik iddiasında bulunmaktadır. İşte bütün bunlara karşı bizim çözüm öngören esnek Avrupa Birliği’nin temelinde olan değerlere bağlı 83 politikalarımızı sürdürmemiz gerekiyor. Kıbrıs Türk tarafı olarak ve Türkiye olarak, dayanışma içinde, işbirliği içinde, yakın görüş birlikleri oluşturarak, Avrupalı ve dünyalı çağdaş insanların, devletlerin kabul edebileceği bugünkü politikamızı hiç aksatmadan sürdürmek ve geçmişte bizi dünyanın tecrit etmesini sağlayan faktörleri, yani uzlaşmazlık ve esnek olmama gibi faktörleri Rum tarafına yükleyerek, Rum yönetimini köşeye sıkıştırmamız gerekiyor. Bunu yapabildiğimiz takdirde Kıbrıs sorununun çözümünde hem önemli adımları atabiliriz, hem de avantajlar elde edebiliriz. Şunu bilmeliyiz; 3 Ekim’den sonrası daha zor olacak, 3 Ekim’den sonrası eğer Kıbrıs sorunu çözülmemiş olursa Türkiye için daha zor olacak. Çünkü 3 Ekim’de masaya oturduğunda Türkiye her kademede balıkçılıktan tutun tarıma, ticarete, hava güvenliğine, neresi aklınıza gelirse, hangi konuda Avrupa Birliği ile uyum süreci yaşayacaksa ve masaya oturacaksa, karşısında Kıbrıslı Rumları da bulacaktır, çünkü eşit ülkedir. O nedenle 3 Ekim’e kadar yani Türkiye müzakerelere başlayıncaya kadar Kıbrıs sorununda önemli gelişmeler yaşanmasını Türkiye ve Kıbrıs Türk tarafı olarak istiyoruz. Dünya da bunu böyle benimsiyor, böyle kabul ediyor. Zaten genel eğilim, genel inanış biliyorsunuz bütün dünyada cumhurbaşkanlığı seçimlerinden sonra Kıbrıs sorununda hareketlenme yaşanacağı ve Kıbrıs sorununun çözümü için masaya oturulacağıdır. İnanç budur, konuşulan budur. Basından tutun hükümetlere kadar herkes bunları konuşuyor, bunları tartışıyor. Genel inanış bu olduğuna göre bu politikayı, bu inanışı bizim de desteklememiz ve Papadopulos’un “3 Ekime kadar benim yapmam gereken bir şey yoktur.” iddiasını engellememiz gerekmektedir. Şu anda böyle bir yol izliyoruz. 84 Geleceğe dair umutsuz olmaya gerek yok, çünkü Rum tarafı uzun süreli bir mücadele yürüterek, sorumlulukları hep Türk tarafının üzerine yıkarak, kendi uyumsuzluklarını hep gizleyerek bugünkü noktaya gelebilmiştir, Avrupa Birliği’ne üye olabilmiştir. Bunun için hepimizin sorumlulukları vardır. Eski hükümetlerin, eski yönetimlerin sorumlulukları vardır. Birçok kez uyarılmışlardır, buna rağmen farklı bir politika güderek bunu engellemek yerine adeta teşvik etmişlerdir. Sonuçta bu noktaya gelinmiştir. Ama dediğim gibi bundan sonra artık dünya gerçekleri ile uyumlu yeni politikaları istikrarlı bir şekilde sürdürmek dışında bir seçeneğimiz yoktur. İşte bu nedenle geçtiğimiz günlerde 20 Şubat’ta yapılan seçimlerde KKTC Birleşik Güçleri yani benim partim, Kıbrıslı Türkler’in yüzde 45 oyunu almıştır. Avrupa Birliği izolasyonları kaldırmadığı halde, dünya kaldırmadığı halde, Kıbrıslı Türkler kırgın, öfkeli ve üzüntülü oldukları halde CPT Birleşik Güçler’e her iki vatandaştan biri oy vermiştir. Niçin, nedeni gayet açıktır. Çünkü bu politikanın dışında alternatif inandırıcı bir politika yoktur, böyle bir politika tanımlanmamıştır. Bu nedenle bütün kırgınlıklara, kızgınlıklara, hayal kırıklıklarına rağmen CPT Birleşik Güçler iki kişiden birinin oyunu alabilmiştir. Bu politikayı halkın da verdiği destekle ve tabiki Türkiye’nin verdiği destekle götürmek durumundayız. • Avrupa Birliği’nden, özellikle bu KKTC’de yapılacak başkanlık seçimlerinden sonra izolasyonların kaldırılmasına yönelik bazı adımlar bekliyor musunuz, bekleyebilir miyiz? İkinci sorum da Güney Kıbrıs, yahut bütün problemin temelini teşkil eden Papadopulos’un 85 toplumdan bulduğu desteğin emareler görüyor musunuz? zayıflaması yönünde (TALAT) Evet Avrupa Birliği veya dünyanın izolasyonlar karşısındaki tutumu gerçekten zaman zaman şaşırtıcı olabiliyor ama gelin görün ki özellikle Avrupa Birliği’nin izolasyonları kaldırma konusundaki sıkıntıları çok büyük. Çünkü Avrupa Birliği bir sözleşmedir. Yani bir anlaşmalar bütünüdür. Bu anlaşmalar bütünü ne yazık ki izolasyonların kaldırılması konusunda fazla umut vermiyor. Ama Amerika Birleşik Devletleri hem süper güç olarak hem de hızlı karar alabilen ve çoğu zaman da uluslararası hukuku teğet geçebilen kararlar da alabilen bir güç olarak izolasyonları kaldırma konusunda daha fazla adım atma imkanına sahiptir diye düşünüyorum. Ve bu konuda özellikle direkt uçuşlar, yani Ercan Havaalanı’na yapılacak direkt uçuşlar, ortak projeler, Amerikalı işadamlarının Kıbrıs’ta yatırım yapması, şu anda yürüttükleri Kıbrıs Türk yönetiminin statüsünü birazcık daha yükseltmeye yönelik tutumlar oldukça etkili olabilir. Sadece bir grup Türkiye’de konuşlanmış Amerikan iş çevresi temsilcisinin Kıbrıs’a yaptığı ziyarete Papadopulos’un tepkisini hatırlayacak olursanız bunun ne kadar etkili olduğunu da görürsünüz. Ancak Avrupa Birliği’nin Papadopulos’un biraz daha uzlaşmazlığını tescil ederek dışlanması ve basitçe dikkate alınmaz hale gelmesi gibi bir sürecin sonunda adım atabileceğini düşünüyorum. Özellikle doğrudan ticaret konusunda, yani ne denir ona, açık olmayan diplomasi yoluyla da yürütülen müzakereler bana bunu gösteriyor. Yani henüz açığa çıkmamış kamuoyu önünde tartışılmamış konular gösteriyor ki Avrupa Birliği’nin daha süreye ihtiyacı var. Avrupa 86 Birliği’nin büyük bir telaşı var. O meşhur 259 milyon EURO’nun onaylanacağı, acilen hemen onaylanacağı bir çalışma yapmak istiyorlar çünkü eğer bu yıl da geçecek olursa yani 2005 yılı da geçecek olursa bu paranın kullanımı çok zora girecek. Bu nedenle ivedi olarak onu geçirip doğrudan ticareti biraz daha geride tutma gibi bir eğilim içindedirler. Sanıyorum ki seçimlerden sonra bu konuda adım atacaklar. Güneyde Akel’in tutumunda bir değişiklik olabilir mi? İzolasyonların bir miktar zayıflaması bize yönelik olarak Akel’in tutumunda da ciddi olarak bir değişikliğe yol açabilir. Bu olmazsa Akel’in tutumunda değişiklik olabilir mi? Bunun için bir sene beklememiz lazım, 2006 yılı yanılmıyorsam Eylül veya Ekim’inde seçimler var güneyde. Bu seçimlerde Rum halkından alacakları destek onlar için uyarıcı olacak. Ben oy desteklerinin düştüğü izlenimini ediniyorum. Eğer bu gerçek, bir şekilde sandığa yansırsa Akel için bir uyarıcı olacak, ciddi bir uyarı olacak. Bunun dışında, izolasyonların kalkması ancak onları uyarabilir. Ve bunlar olduğu takdirde de Papadopulos’un masaya gelmesi mümkün olabilir. Bunun dışında bugünkü şartlar devam ettiği takdirde Papadapulos çok rahattadır. • Daha önce sayın Denktaş bize konuşmacı olarak katıldı. Kendisine Kıbrıs davası ile ilgili keşkelerini sordum. “60’daki tek yanlı taksimde keşke biz de tek taraflı bağımsızlığımızı ilan etseydik.” şeklinde konuştu. Sizin bununla ilgili bir keşkeniz var mı? Bir de kendisi cumhurbaşkanı adayı değil tabi. Olmayacakmış fakat davasına devam edecekmiş. Oğlu Denktaş’ın sizinle olan koalisyonu ve Denktaş’ın davasına devam etmesi çelişki 87 değil midir? etkileyecektir? Veya sizin koalisyonunuzu nasıl (TALAT) Benim keşkem var tabi. Benim keşkem, Kopenhag Zirvesi’ni kaçırmasaydık. Yani Kopenhag Zirvesi esas dönüm noktası oldu. Kopenhag Zirvesi’ne kadar gündemde olan Annan Planı’nın birinci versiyonu. Birinci versiyonunda yapılacak olan referandumun sorusu şöyleydi, diyordu ki: “Garanti ve ittifak anlaşmalarını kabul ediyor musunuz, bir. İkincisi bu anlaşmayı ekleri ile birlikte kabul ediyor musunuz? Üçüncüsü Kıbrıs’ın Avrupa Birliği üyeliğini kabul ediyor musunuz?” Üçüne birden ya evet ya hayır diyecektik. Ve Rum tarafı hiçbir zaman buna hayır diyerek Avrupa Birliği üyeliğini de gözden çıkaramazdı. O yüzden eğer Kopenhag Zirvesi’ne kadar çözüm sağlanmış olsaydı, yani onu kaçırmasaydık, sanıyorum ki durum çok farklı olacaktı bugün. Kıbrıs bir bütün olarak Avrupa Birliği’nde olacaktı ya da Kıbrıs sorunu eğer çözülmezse yine Rumların hayırı ile Kıbrıs, Avrupa Birliği üyesi olmamış olacaktı. Türkiye onun çok önünde olacaktı Avrupa Birliği üyeliği sürecinde. Bunu daha detaylı tartışmak mümkün ama bu kadarını söyleyeyim. Davasına devam edeceği tabi bir hayaldir, zemini olmayan bir dava olamaz, bir davanın zemini olması lazım, üzerinde yükseleceği onu besleyecek bir ortamın olması lazım. Eğer uygun bir ortam olmazsa orada bir şey üremez. Eğer uygun bir toprak olmazsa orada bitki yetişmez, ağaç büyümez. Dolayısıyla Sayın Denktaş’ın davasının büyüyebileceği bir ortam yok. Annan Planı’na örneğin yüzde 35 hayır oyu çıktı. Bugünkü durumun bir felaket olduğunu söylüyor birileri, halbuki siz ona hayır diyerek hiç olmazsa bugünkü durumu muhafaza etme şansına sahipsiniz. 88 İnsanlar o yüzden “Aman Tanrım, daha kötüsü olacağına bari hiç olmazsa bu olsun, bu devam etsin.” diyebildiler. Ve incelerseniz, analiz ederseniz kimler hayır dedi, bunlar yaşlı, eğitim düzeyi düşük insanlar oldu. Denktaş Bey’in destekçileri bunlar. Bunlarla hangi davayı yürütecek bilmiyorum. Buna bağlı olarak sorduğunuz, bizim sayın Serdar Denktaş’la hükümetimizin bununla bağlantısı veya çelişkisi. Tabi ben şimdi Serdar Bey adına konuşamam ama bizim üzerinde uzlaştığımız koalisyon protokolü, Kıbrıs sorununun çözümünü öngörüyor. Kıbrıs sorununun Annan Planı esas alınarak müzakereler yoluyla çözümünü öngörüyor. Dolayısıyla biz o zeminde bu koalisyonu yürütüyoruz. Bundan sonra da bu zeminde yürütmeye devam edeceğiz. Sayın Cumhurbaşkanı’ndan bağımsız ve farklı olarak. • Konuşmanızın başından beri çözümsüzlük politikası sürdürdüğünü belirttiğiniz Rum kesimi ile ortak bir devlet kurma uğruna savaşılarak uzun mücadeleler sonunda kurulan ve başbakanı olduğunuz, cumhurbaşkanlığına adaylığınızı açıkladığınız Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin tanınması hayaldir diyerek neden bağımsızlığından vazgeçiyorsunuz? Türkiye’de olmayan bir azınlık meselesi yaratmaya çalışan Avrupa Birliği’ni, Türkiye, Yunanistan ve İngiltere’nin garantörlüğüne rağmen yaşatılamayan iki toplumun ortak devleti Kıbrıs Cumhuriyeti’ni Rumlar’ın hakimiyetinde yeniden kurma girişimi acaba Anadolu Türklüğü’nün Anadolu’ya hapsedilmesi projesinin bir parçası mıdır? Sizde, Türkiye’de bazı siyasi parti liderleri barışı bozacak konuşmalar yapıyor. İç işlerinize karışmasın derken 89 Avrupa Birliği uğruna yapılan siyasi teslimiyetin gerçekten barışı sağlayacağına inanıyor musunuz? 1974 yılından bu tarafa Kıbrıs’ta barışı bozucu bir unsur var mıdır? Ayrıca Kıbrıs Davası ne sizin, ne sayın Denktaş’ın şahsi davanızdır. Bu dava Kıbrıs Türkü’nün olduğu kadar Türkiye Cumhuriyeti’nin hayati ve milli davasıdır. Bu nedenle Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin bağımsızlığından vazgeçerken Türkiye Cumhuriyeti’nde bir referandum yapılması gerekmez mi? Çünkü Kıbrıs adası en az Anadolu kadar bedeli Türkler tarafından ödenmiş bir Türk yurdudur. (TALAT) Evet şimdi bakın. Tabi ideolojik duruşunuza karşı söyleyecek bir şeyim yok. Hayır ona bir şey söyleyemem. Hakkım da yok zaten. Bu ideolojik duruş sonuçta Avrupa Birliği karşıtlığı. Yani bütün söylediklerinizden o çıkıyor. Böyle bir yorumu yapmanıza da olanak sağlıyor tabi. Ben buna bir şey söyleyemem. Avrupa Birliği’nin Türkiye’yi böleceğine, Avrupa Birliği’nin Kıbrıs Cumhuriyeti’ni destekleyerek Kıbrıslı Türkleri yama yapacağına veya dışlayacağına, Avrupa Birliği’nin Türkiye’nin milli davasına karşı olduğuna inanan bir anlayış, bir ideolojidir. Ben buna saygı duyarım, ama katılmam. Fakat benim bildiğim Türkiye’nin milli politikası, Türkiye’nin ulusal politikası, Türkiye’nin zenginleşmesi, çağdaşlaşması Avrupalılaşması, Türkiye’nin Avrupa Birliği’nin saygın ve güçlü bir üyesi haline gelmesi, Türkiye’nin bölgede ve dünyada güçlü bir ülke ve sözü dinlenen bir ülke olması hedefini güder. Benim bildiğim Türkiye’nin milli politikası, Türkiye’yi batılılaşmaktan ayıran bir politika değildir. Burada iki ayrı duruş var. Bu iki ayrı duruşun arasını bulmaya çalışmaya gerek yok diye 90 düşünüyorum. Sonuçta bir taraf galip gelecek, diğer taraf kaybedecek. Şimdi burada önemli olan nokta şudur; bir kere Kıbrıs sorunu elbette ki şahsi davası olamaz kimsenin ama Kıbrıs sorununu bugünkü şekli ile sürdürebilir miyiz, nasıl sürdürebiliriz? Bunun izah edilmesi lazım. Kıbrıs Türk halkı buna inanmıyor, inanmıyor ki yüzde 65 riskleri olmasına rağmen, evini değiştirecek, yerini değiştirecek, ne olacağını bilmiyor, birçok alanda. Buna rağmen bir plana, bir anlaşmaya evet diyor. Niçin, çünkü inanıyor ki bu durum sürdürülemez. Siz daha rahat olabilirsiniz. Ama Kıbrıslı Türkler rahat olamaz, çünkü sonuçta belki bu Türk milletinin davasıdır, belki uğrunda yine ölümlere gidilecek bir davadır ama sonuçta eğer bu dava kaybedilirse Kıbrıslı Türkler’in gidecek başka bir yurdu yoktur. Kıbrıslı Türkler, Kıbrıs’ta yaşamak istiyorlar ve Kıbrıs’ta onurlu bir toplum olarak yaşamak istiyorlar. Bundan dolayıdır ki Kıbrıslı Türkler Kıbrıs sorununun çözümünü ve bu işin artık bitmesini istiyor. Bu referandum veya buna benzer bir anlaşma taslağı için; referandum 5 yıl önce olsaydı belki de bu sorun çıkmazdı, çünkü o zaman Kıbrıslı Türkler de inanırlardı ki bu mesele sürdürülebilir. Türkiye’ye sığınarak Türkiye’nin arkasına saklanarak Türkiye’nin koruması altında sürdürülebilir diye görüyorlardı. Ama Türkiye’nin artık öylesine büyük projeleri var ki bu projelerin içerisinde Kıbrıs sorununu çözmeme uğruna bu projeleri mahvetme hakkı kimsenin yok. Dolayısıyla sürdürülemez bir sorun olduğu için Kıbrıs sorunu, artık bu sorun çözümlenmek durumundadır. Ve bunu sadece Kıbrıslı Türkler değil; Türkiye içinde Türkler de istemektedir, sadece kendileri için değil. Çünkü bunu görüyorlar, gözlemliyorlar, bu sorun devam edemez. Ben size bir şey söyleyeyim, Türkiye, Avrupa Birliği’nden vazgeçsin, bu sorun 91 yinede devam edemez, çünkü Türkiye’nin bütün uluslararası ilişkilerini zehirleyen bir sorun olmaya devam ediyor Kıbrıs sorunu. Bu sorunu çözmek zorundasınız, çözmek için elinizden geleni yapacaksınız. Artı çözmek demek Kıbrıs’tan vazgeçmek demek değil, tersine Kıbrıs’ta sahip olduklarınızı dünyasal düzeye çıkarıyorsunuz bir çözümle. Şu anda esamelerinizi okuyan yok Kıbrıs Türk Devleti olarak. Ama Kıbrıs sorunu çözüldüğü zaman size çok basit bir şey söyleyeyim, Paris, Londra, Newyork, Washington, bir Avrupa Birliği, Türkiye, Yunanistan, bu yerlerde Kıbrıs’ın bütününü temsilen -on yerdir bunlar- beş tanesinde Kıbrıslı Türkler bulunacak büyük elçi olarak. Şu anda biz sadece Rum tarafının verdiği pasaportları alabiliriz, halbuki o zaman bu pasaportları vereceğiz. Kıbrıs’ı kaybetmek ne demek? Çözüm Kıbrıs’ı kazanmak demektir, kaybetmek değil, yanlış değerlendiriyorsunuz. Niye yani, çözüm niçin kaybetmek demek değildir, neyi kaybediyoruz? Kıbrıs’ın kuzeyinde egemen olarak bizim yetkilerimizi anayasada, anlaşmada yazan yetkilerimizi biz kullanacak değil miyiz? Neyi kaybediyoruz? Üstelik de bu devleti dünya ile kucaklaştırıyoruz, dünyada temsiliyeti olan bir hale getiriyoruz ve siz bana bunu kayıp olarak niteliyorsunuz. Bu kayıp değil tersine kazançtır! • Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin Avrupa Birliği ile bütünleşmesi ve dünya ile bütünleşmesi, bundan bahsettiniz. 80 yıl kadar evvel Türkiye’yi bölen Türkiye’yi parçalayan Yunanistan, Fransa, İngiltere ve İtalya’yla beraber bir birliğe katılmak için 40 senedir uğraşıyoruz. Şu öneriye nasıl bakarsınız?: Kuzey Kıbrıs Türk 92 Cumhuriyeti, Egemen Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, Türkiye, İran ve mesela Rusya; biz Avrupa Birliği’nden vazgeçsek, hani bağımsızlıktan falan vazgeçiyoruz ya, vazgeçsek de şöyle dörtlü bir birlik kursak. Bu öneriye nasıl bakarsınız? (TALAT) Şimdi bu öneri tabiki zemini olmayan bir öneri, çünkü böyle bir şey yok. Avrupa Birliği var ama. Avrupa Birliği var, ben batılılaşma demedim sadece, Avrupa Birliği ile bütünleşme dedim. Avrupa Birliği var, Avrupa Birliği’ne katılmakla bölünen dağılan ülke yok. Avrupa Birliği’ne katılmakla sadece zenginleşen, yapısı güçlenen ülkeler var. Ama sizin dediğiniz başka bir ittifaktır. O ittifakı Avrupa Birliği içerisinde de kurabilirsiniz, Avrupa Birliği kurallarına göre. Avrupa Birliği bir uygarlık projesidir, Avrupa Birliği bir ittifak olarak alınamaz. Bir uygarlık projesidir, oraya katılırsınız ve o vardır, öbürü yoktur sadece bir güzel hayaldir belki o kadar. • Bir konuşmanızda sayın Denktaş Bey’in dünyaya açılan pencereleri kapattığını söylemiştiniz. Sizin liderliğinizde bu pencereyi açacak ilk adımınız ne olacaktır? Bir de Denktaş Bey buradaki konuşmasında Türkiye’nin Kıbrıs’taki gölgesi, yani politikalarının bir gölgesi olduğunu söylemişti. Rum tarafının da kesinlikle uzlaşır tarafı olmadığını, yani bizle anlaşmak için masaya oturmadıklarını söylemişti. Yapılan anlaşmalara bakıldığı zaman da bizim lehimize gelişen hiçbir şey olmadığını görüyoruz. Acaba sizin liderliğinizde önceki tarih tekerrür eder mi? Yani savaşta aldığımız yerler masada geri verilebilir mi? 93 (TALAT) Şimdi bir konuda daha anlaşmamız lazım bu sorulara cevap verebilmek için. Aldığımız yerler geri verilebilir mi? Bakın Türkiye’nin hiçbir politikasında yer alma yoktur. Var mı, ben duymadım. Bakın şöyle bir Dışişleri Bakanlığı’nın ta eskiden, yani yeni değil, bugüne kadarki açıklamalarına bakın, böyle bir şey görmezsiniz. “Biz Kıbrıs’ta bir şey aldık.”, yok böyle bir şey, yok. “Kıbrıslı Türkler’in can ve mal güvenliklerini ve 1960’ta Kıbrıslı Türkler’e sağlanan güvenceleri sağlamlaştırmak için Türkiye 1974’te adaya müdahale etti ve 2 bölgeli, iki kesimli bir federal çözümle bu Kıbrıs sorununu taçlandırmak, bitirmek, tamamlamak istiyoruz.” Ben böyle bir şey duymadım. Yani “Aldığımız yerleri, kanla aldığımız yerleri nasıl verirsiniz?” falan. Alma ve verme yok. Türkiye ne için müdahale etti? Kıbrıslı Türkler’in haklarını korumak, güvencelerini sağlamak için. Onu yaparsak yetmez mi? Çünkü zaten benim bildiğim Türkiye Kıbrıs’ı ilhak etmedi, Türkiye’nin Kıbrıs üzerinde toprak iddiası yok. Hiç duymadım. Bazen zaman zaman duyuyorum münferit kişilerden ama Türkiye’nin böyle bir politikası yok. Varsa o açıklanır, onu tartışırız ama şu benim duyduğum; ne şimdi, ne geçmişte, hiçbir hükümet döneminde, Türkiye’nin böyle bir politikası olmadı. Dolayısıyla bunu varsaymıyorum ben. Kıbrıs Türk halkının güvencesi için, Türkiye’nin Kıbrıs sorununa müdahil olduğunu kabul ediyorum. Ve eğer böyleyse de sonuçta varılacak bir anlaşmada bunları elde etmesi Türkiye’nin, bir başarı olacaktır, hedefine ulaşmış olacaktır. İlk adım ne olacak? Şimdi pencereleri kapattı demiştim, Denktaş keşke sadece pencereleri kapatsa yani, bütün dünyayla kavga ettik. Avrupa Birliği Büyükelçisi’nin kuzeye geçişine biz yasak koyduk. O dönemlerde yasaktı kuzeye gelişi, o günün hükümetinin ve Denktaş Bey’in kararı 94 ile yasaklanmıştı, bütün dünya ile bağlarımız kesilmişti. Bugün cumhurbaşkanlığında Avrupa Birliği sorunlarından anlayan bir tek özel kişi yoktur, sadece işte sayın müsteşar çok engin bilgi sahibi bir insandır, birikimli bir insandır, onun bilgileri dışında bilgisi olan bir insan yoktur neredeyse. Niçin, çünkü öyle bir oryantasyonu, öyle bir yönelimi yoktu Cumhurbaşkanı’nın. İşte benim temel hedefim; cumhurbaşkanlığını, dünyayla Kıbrıslı Türkleri bütünleştirecek bir mekanizma haline dönüştürmektir. Dolayısıyla ilk yapacağım, elbetteki cumhurbaşkanlığını bu görevleri yükümlenebilecek hale getirmektir. Kadroları ile örgütlenişi ile vesaire. İlk hedef bu olmalıdır diye düşünüyorum. • Rum tarafının politikası belli, dünyanın tanımadığı bir KKTC var, diğer taraftan AB’ye girmek isteyen bir Türkiye var. Ve sizin biraz önceki söylemlerinizden, AB ile Türkiye’nin masaya oturduğu tarihe kadar bir çözüm veya çözüme yönelik adım atılması gerekli. Eğer yanlış algılamıyorsam bu adımların atılması için de sadece Papadopulos’un ya masaya gelip oturması canı isterse, yahut da bizim onu zorlayıcı birtakım şeyler yapabilmemiz gerekiyor. Sorum şu: 3 Ekim tarihine kadar Papadopulos’u masaya getirecek bizim zorlayıcı veya onun gelmesini sağlayıcı yöntemlerimiz var mı? Varsa somut olarak nedir? Eğer gelmezse 3 Ekim’den sonra daha zorlaşacak olan dönemde ne yapılabilir? Yine somut olan adımlar var mı? (TALAT) Şimdi efendim, tabi gerçekten son derece zor bir soru. Cevaplaması zor bir soru. Onu da söyleyeyim, bazı 95 adımları önce ufak ufak atarsınız, önünüze bir şeyler görünür, bir şeyler çıkar ve ona göre politikalarınızda ince ayarlar yaparsınız. Şimdi şu anda geldiğimiz noktada bizim bana göre yapabileceğimiz; yani Türk tarafı olarak, Türkiye ve Kıbrıs Türk tarafı olarak yapabileceğimiz yegane iş veya atabileceğimiz yegane adım dünyanın izolasyonları kaldırmak konusunda hareketlenmesini sağlayıcı diplomatik ve bazen de zorlayıcı tedbirler almak. Zorlayıcı tedbirler var aslında. Ne var; işte biliyorsunuz, 17 Aralık’a yönelik komisyon raporunu hatırlayın, Türkiye ile ilgili orada bir şeye işaret ediyordu. Kıbrıs, Türkiye limanlarına Kıbrıs bandıralı gemilerin girişi hala yasak diyordu. Ve bu doğru değil, şimdi Ankara Anlaşması’nı Kıbrıs’ı da kapsayacak şekilde genişleten ek protokolle Avrupa limanlarının Kıbrıs gemilerine açılacağı doğal sonucunu bekliyor. Ama biz Türk tarafı olarak hayır diyoruz, bu doğal sonuç değil. Gemilere limanların açılabilmesi için mutlaka Kıbrıslı Türklerin de doğrudan ticaret imkanına kavuşması lazım, yani Magosa Limanı’nın açılması lazım. Yani eğer siz Türk limanlarına Kıbrıs bandıralı gemilerin gelmesini, serbest ticaret için, gümrük birliği için zorunlu görüyorsanız; Kıbrıslı Türkler’in de serbest ticaret hakkı olduğunu kabul ediyorsunuz demektir. O zaman Kıbrıslı Türkler’in de serbest ticaret hakkını sağlayacak adımları atın diye Türkiye bir pazarlığa oturmalıdır. Bu önemli bir güçtür ve sanıyorum ki haklıdır da. Bu bir tanesidir, bunun dışında tabi Türkiye’nin büyük bir ülke olarak yapabileceği birçok şey var. Biliyorsunuz Türkiye hava sahası Kıbrıs uçaklarına kapalıdır vesaire, yani Türkiye’nin yapabileceği şeyler vardır. Ama bunlar nasıl ele alınacak? Bunlar benim işim değil, her şeyden önce Türkiye’nin işidir. 96 Ama benim de konuyla ilgili görüşlerim vardır, zaten yaptığımız görüşmelerde de bunları iletiyoruz. • Geçmişte bir dönem Rum Akel partisiyle çalıştığınız, ortak çalışmalarda bulunduğunuz biliniyor. Bu dönemi kısaca biraz anlatabilir misiniz? (TALAT) Geçmişte değil hâlâ çalışıyoruz. Partiler arası diyalog her zaman için vardır ve olmalıdır. Biz hiçbir zaman diyalogdan kaçmadık. Bizde diyalogdan kaçan bir tek parti var, o da Ulusal Birlik Partisi’dir. Hiçbir zaman Rum partileri ile bir araya gelmemiştir. Ama onun dışındaki bütün partiler katılmıştır, bütün partiler. Benim partim bu işin duayeni olmuştur. En baştan beri organizatör de olmuştur. Ben başbakan iken ve işte Annan Planı referanduma konulacağı günlerde yine Güney’e gittim, Akel’i ziyaret ettim ve plana destek vermelerini istedim. Disi’yi ziyaret ettim. Plana destek vermesini istedim. Geçtiğimiz günlerde Akel Genel Sekreteri beni ziyaret etti. Galiba Salı günü, önümüzdeki Salı günü Disi Genel Başkanı geliyor ziyaretime, dolayısıyla benim her zaman için Rum partileri ile diyaloğum vardır, olmuştur ve bundan sonra da olmaya devam edecektir. Ama bunun herhangi bir sakıncası olduğunu da sanmıyorum. • 1995 yılından beri KKTC’de milletvekili olarak bulunuyorsunuz. Ettiğiniz yemine sadık kalarak ve şu anki mevcut hükümetin de başbakanı olarak uluslararası platformlarda yapmış olduğunuz veya yapacağınız görüşmelerde, halen mevcut olan devletinizin temsilcisi olarak mı, yoksa Kıbrıs’ta mevcut bulunan iki toplumdan 97 birinin temsilcisi olarak mı bulunuyorsunuz? Devletinizi temsilen görüşmelere katılıyorsanız KKTC meclisinde etmiş olduğunuz yemine sadakatla bağlısınız demektir. Ben Kıbrıs Türk toplumunun temsilcisiyim diyorsanız, ettiğiniz yeminle çelişkiye düşmüyor musunuz? (TALAT) Ben 1998’den beri milletvekiliyim. Daha önce yeminim yoktu yani. Şimdi ‘98 Aralık’ta yemin ettim ve tabi bilmediğiniz bir şey var, onu anlatmaya çalışayım. Kıbrıs’ta Birleşmiş Milletler şemsiyesi altında yürütülen görüşmeler KKTC ile Kıbrıs Cumhuriyeti veya Kıbrıs Rum yönetimi arasında yürütülmüyor. İki toplum lideri arasında yürütülüyor. Onun için Birleşmiş Milletler şemsiyesi altında yürütülecek olan çözüm müzakereleri iki toplum lideri arasında yürütülecek yine. Niye? Şundan, biz Kıbrıs Rum Yönetimi’ni devlet olarak tanımıyoruz. Onlar da KKTC’yi devlet olarak tanımıyor, o nedenle Birleşmiş Milletler bir formül buldu. Madem ki Birleşik Kıbrıs kurulacak, sonunda tek bir devlet çatısı, şemsiyesi kurulacak o zaman iki toplum müzakere etmelidir dedi ve iki toplumu siyasi eşit olarak masaya oturttu. Yani BM şemsiyesi altındaki görüşmelerde toplum liderleri görüşüyor. Denktaş Bey o sıfatla görüşüyordu. KKTC’nin kurucusu ilan edilen kişi olarak, Kıbrıs Türk toplumu temsilcisi olarak görev yapıyordu. Ben de aynı yapacağım ama örneğin Avrupa Birliği’ne ben bir mektup yazdığımda Avrupa Parlamentosu’na veya Avrupa Konseyi’ne veya Komisyon’a kullandığım unvan, o arenada kullandığım unvan, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Başbakanı’dır. Bunu onlar kabul etmez, ama Kıbrıs Türk toplumu adına diye kabul eder. Fark etmez ama ben öyle gönderirim. Cumhurbaşkanı olarak, yine işte President Office 98 olarak gönderirsiniz mektubu, cumhurbaşkanı olarak imzayı atarsınız. Onun ne kabul ettiği, o kendine bağlıdır. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin Türkiye dışında herhangi bir başka ülke tarafından tanınmadığını sanıyorum biliyorsunuz. Dolayısıyla siz ne sıfat öne sürerseniz sürünüz sonuçta karşınızdaki sizi alan, sizi dinleyen ne kabul ederse odur. Siz yine iddianızı yaparsınız. Yeminime sadık mıyım? Sonuna kadar. Ben Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti halkının çıkarlarını sanıyorum ki birçok geçmiş politikacıdan daha iyi koruyorum ve daha iyi sonuç alıyorum. Kıbrıs Türkü’nün hakları, çıkarları dünyada şimdi daha iyi algılanıyor görülüyor. Dünya bize şimdi daha fazla rağbet ediyor. Farkında değil misiniz bunun? Ne diyorlar bize yani? Bunlar işte davalarından vazgeçtiler mi diyorlar? Yok öyle bir şey. Biz haklarımızı çok daha iyi koruyoruz, çok daha iyi savunuyoruz. Kıbrıs Türkü’nün bağımsızlığını sanıyorum benim kadar savunan yoktur. Dolayısıyla bu konuda işte yemine sadık mıyız değil miyiz vesaire gibi şeyleri öne çıkarmak sanıyorum ki doğru değil. Kıbrıs’tan da yapılıyor bunlar ama. En azından buradan bakarken daha objektif olabilmeyi ben bekliyorum. Daha objektif, çünkü gerçekler buradan daha rahat görülüyor. Kıbrıs’a göre, burası daha rahat objektif bakılabilecek bir yer, çünkü biz tam göbeğindeyiz. Onun için yeminimize de sadığız, halkımızın bize yükümlediği diğer görevleri de yerine getirmek için elimizden gelen her türlü çabayı ortaya koyuyoruz. • 1999 ve 2003 senelerinde Kıbrıs’taydım. Benim Kıbrıs’ta gördüğüm, Kıbrıs gençlerinde gördüğüm, Avrupa Birliği’ni sadece dolaşım hakkını kolaylaştıran, bir şekilde ticarete açık, ülkeyi daha çok zenginleştirecek bir birlik olarak 99 düşünüyorlar. Bunun haricinde bir şekilde Rum tarafının kendilerini çok kolay bir şekilde sindirebileceğini düşünmüyorlar. Çünkü Kıbrıs gençliğinde gördüğüm, Annan Planı okunmuyor veya belli bir şekilde ticaret bağları düşünülmüyor. Sadece dolaşımın kolaylaşacağı düşünülüyor. En fazla İngiltere’ye gidip gelmenin kolaylaşacağı düşünülüyor. Benim demek istediğim, Kıbrıs gençliği çok kolay bir şekilde sindirilebilecek bir durumda benim gördüğüm. Ayrıca sizin biraz önce dediğinizde, üç tane bakanlık verilecek. Peki Kıbrıs, iki taraf arasında anlaşma olduktan sonra bu üç bakanlıkta milletvekillerimiz de sindirilemez mi? Ben bunu çok kolay bir şekilde sindirilebilecek görüyorum, yani benliğinizi çok kolay bir şekilde kaybedebileceğinizi görüyorum Kıbrıs’ta. Özellikle gençlerin benliğini çok kolay bir şekilde verebileceğini görüyorum. Çünkü hiç kimse şu an yapılan planı okumuyor. (TALAT) Evet peki şunu söyleyin, bakın. Gençlik güvendiği liderlerin, akademisyenlerin, toplum önderlerinin yorumlarını dikkatlice dinliyor. Belki katılırım size, belki okumayan genç sayısı fazladır, belki öyle bir zahmete girmek istemiyorlar. Ama bunun nasıl bir çoğunluk olduğunu ben bilemem. Siz içinde yaşadığınız için o dönem gençliğini benden iyi bilebilirsiniz. Ama mesela Nice Anlaşması kaç sayfaydı? İşte binlerce sayfaydı, tüm Avrupalılar Nice Anlaşması’nı okuyarak gidip oy vermediler referandumda. Kime baktı? Güvendiklerine baktı. Bu işi komisyonlar inceledi. Annan Planı 9000 sayfadır, yani 150 sayfa ana metindir. Ekleriyle, yasalarıyla 9000 sayfadır ve bütün yasaları ben dahi okumadım. Okuyamam zaten 100 anlamam da okusam. Düşünün, telekomünikasyonla ilgili yasayı kaç kişi anlayabilir? Çok teknik, son derece bilgi sahibi olanların anlayabileceği bir yasadır. Ya da örneğin müktesebatla ilgili yasalar vesaire. Bütün bunlar sadece 48 tane. 112, 118 yasanın 48 tanesi denizcilikle ilgili yasadır. Denizcilikten kaç kişi anlar bu salonda, okuyacak da anlayacak bu yasaları? Yani 9000 sayfayı insanlar okuyarak karar vermez sonra araştıran, inceleyen, bu konuda rapor veren, görüş veren güvendiği kurumlara veya kişilere göre davranır. Dolayısıyla gençler bunu belki biraz daha fazla yapar ama buna güvenerek oy verir. 101 102 Prof. Dr. Süheyl BATUM “Anayasa Ve Seçim Sistemleri” 103 Baktığınız zaman özellikle anayasa varsa, kuralları neler getirmiş, yazılı anayasacılık dönemlerinin başlamasıyla birlikte, bu anayasa kuralları neler getirmiş, devleti nasıl sınırlamış, bunlarla yetinilir. İlk anayasacılık hareketlerinin, yani yazılı anayasa yapma hareketinin ortaya çıkmasıyla da ilk amaçlanan şuydu: Devletler, krallar, imparatorlar güçlü, bütün yetki ellerinde. İmperyum, hükmetme yetkisi ellerinde. İnsanlara karşı, uyruklara karşı kurallar koyuyorlar. Acaba bu uyrukların hakları var mıdır? Kralların, padişahların, imparatorların yetkileri nerede sınırlanabilir? Nereye kadar sınırlanabilir? Bu ilk anayasalar hep bunu düşündüğü için acaba kral nasıl seçilecek, yönetici nasıl seçilecek, bu konuda herhangi bir düzenleme getirilmesine gerek yoktu. Zaten düşünülmüyordu da. Önemli olan kralın karşısındaki, imparatorun karşısındaki, padişahın karşısındaki kişilerin, uyrukların hakları var mıdır yok mudur? Kralın yetkilerinin sınırı şudur, insanların dinine, malına, namusuna dokunulmaz, mülküne dokunulmaz gibi bir takım düzenlemeler getirmek suretiyle anayasalar ilk düzenlemeleri yapıyordu. Şimdi 20. yüzyıldaki ilk anayasalarda baktığınız zamanda sadece şu vardır. Devlet nedir? Hangi organlar vardır? Nasıl kurulur? Bir düşünün; bizim de ilk anayasamızı 1876 anayasasını. Meclisi Mebusan nedir? Heyeti Ayan nedir? Heyeti Mebusan nedir? Neye hangi yetkileri vardır? Padişahın yetkileri bunlara karşı neler getirir? Sadece bunlarla sınırlı bir de Osmanlı vatandaşlarının hak ve özgürlüklerini içeren kurallardı. Peki bu meclisler nasıl seçilir, ne şekilde seçilir, ne yapılır, o bile bir muvakkat yani talimatı muvakkat ile bir geçici düzenlenme ile düzenlenmişti, anayasanın içinde yeri yoktu. Çünkü kimse seçimlerle anayasaların, hatta devletin iç içe girmesi 104 gerektiğini düşünmezdi. En önemli unsurlardan bir tanesi oydu. Anayasa öğretisinde de yoktu. Oysa, yavaş yavaş anayasa kuralları uygulanmaya başlandığında şöyle bir gerçek çıktı ortaya. Bir ülkedeki aynı kurumları, parlamento mu, parlamento; ikili parlamento mu, ikili parlamento; işte başkan mı, başkan; cumhurbaşkanı mı, cumhurbaşkanı; kral mı, kral.... Aynı kurumları başka bir ülkeye getir, aynı uygulanmıyor. Farklı uygulamalara yol açıyor. İlk başta bu, o uygulandığı toplumun farklılığından kaynaklanıyor, kültüründen ileri geliyordu. O ülkedeki faraza, siyasal kültürün farklılığından ileri geliyordu. Aynı kuralları koyduğunuz zaman bile değişiyordu.O zaman sadece yazılı anayasa kurallarının dikkate alınmaması, bunun dışında farklı bir şeylerin daha dikkate alınması gerektiği anayasa hukuku öğretisinde anlaşılmaya başlandı. Yani biz sadece anayasayı koyuyoruz, kuralları koyuyoruz. Oradan sistemi anlamaya çalışıyoruz, olmuyor. Aynı kuralları başka bir ülkeye getirirsen farklılaşıyor. Nitekim bunun en önemli örneklerinden bir tanesi: Amerika’da başkanlık sistemi uygulanır. Amerika’daki başkanlık sistemini alıp aynıyla başka bir ülkeye getireyim koyayım dersiniz. Türkiye’de de bu çok tartışıldı. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi kürsüsünde beraber asistanlık yaptığımız, şu anda Anayasa Komisyonu Başkanlığı yapan Burhan Kuzu arkadaşımız var. Biz beraber asistanlık yaptık orada. Yardımcı doçentlik yaptık, doçentlik yaptık. Şimdi o mesela başkanlık sistemini savunurdu, halen de savunur. Tabiki farklı sistemleri savunabilecektir. Ama bir de şöyle savunanlar var: Getirelim Amerika’daki sistemi buraya oturtalım işte. Olur, bunu sadece Türkiye değil mesela Güney Amerika’da bir sürü ülke söyledi. Afrika’daki bir sürü ülke söyledi sömürgelikten kurtulduktan 105 sonra. Dediler, bak ne güzel Amerikan sistemi var. Amerika’da dünyanın hakimi, yeniden Amerika’yı keşfetmeye gerek yok ya. Alalım onun sistemini getirelim. Başkan ne yapar? Karşısında meclis ne yapar? Bir bakıldı ki sistem çok farklı. Meclis başka çalışıyor. Hatta o denli ki Şili’de aynı sistemi getirdiler. Amerika’da şimdi görüyorsunuz başkanla meclis gayet güzel çalışabiliyor. Ayrı fikirlerden olsalar da çalışabiliyor. Şili’de farklı, parti meclis birbirlerine girdiler. Kan gövdeyi götürmeye başladı. Tabi biraz da Amerika’nın ITT ’nin, CIA’in etkisi ile parlamento destekli silahlı kuvvetler Başkanlık Sarayı’nı bastı. İşte meşhur Allende’yi öldürdü. Bu tek Şili’dedir. Başkanlık sisteminin uygulandığı başka yerde böyle bir şey olmaz. Oysa bir bakıldı ki farklı bir nedenle, çok da geç değil bundan 10 sene önce Rusya’da benzer bir olay oldu. Yeltsin, Parlamentosu’nu -aynı sistem aşağı yukarı- topa tuttu. Amerika’nın da o zaman Parlamentosu’nu böyle bir 10 senede bir topa tutması lazım. Ha demek ki bir takım kurallar başkanın getirdiği filan değil, başka bir şey var farklı yürüyen. Başka bir şey var. Nedir? O zaman işte demek ki seçim sistemleri ve partiler sistemi gibi birtakım farklı unsurların anayasal kuralların uygulanmasında, o kuralın kendisi kadar hatta daha fazla etkisi var. Bugün artık 21. yüzyılda baktığımız zaman şunu söylüyoruz değerli arkadaşlar. Dünyada ne kadar ülke varsa, o kadar farklı anayasal sistem var diyoruz. Bunların anayasaları bazılarında aynı. Hatta Sovyetler Birliği yıkıldıktan sonra Sovyetler Birliği’ne eski bağımlı ülkeler demokratik esaslara göre anayasalarını yeniden yaparken asla her biri dur bakayım ne yapayım diye düşünmedi. Bu Avrupa Konseyi’nin içersinde Venedik Komisyonu denilen bir örgüt vardır. Hukuk yolu ile demokrasi esas adı. O, hazır anayasalar verdi o 106 devletlere. Macaristan, Romanya, al dedi, bu anayasalar hazır, ne uğraşacaksın. Al anayasayı yap. Onlar da aldılar, tamam dediler. Arka tarafta parmakları kaldırın, kabul mu kabul. Parmakları kaldırdılar, anayasaları oldu. Yine dediğim gibi, ne kadar ülke, o kadar farklı anayasal sistem. Ne kadar ülke varsa o kadar anayasal sistem var, neden? Çünkü anayasal sistem dediğiniz şey; farklı farklı birtakım kurumların, siyasal kurumların birbirleri ile ilişkilerinin, hatta kendi içlerindeki ilişkilerin oluşturduğu bütünlüktür. Tekrar söylüyorum. Anayasal sistem dediğimiz şey salt bir anayasa varlığı değil, o ülkede ne kadar anayasal veya anayasal olmayan kurum varsa, siyasal kurum varsa, onları kendi içlerindeki ya da birbirleri ile olan ilişkilerinin oluşturduğu bütün. Ne var? Bir kere ilk temel, hiç değişmeyen iki tane kilit kavram var her ülkede. Bir tanesi bireylerden oluşan toplum. Bir tanesi de hani bir zamanlar hep kalkacak kalkacak diye baktığımızdevlet. Ama görün ki devlet şu anda kalkmıyor. Nitelik değiştiriyor falan ama devlet hala duruyor. Dolayısıyla iki tane kilit kavram var, ama bu iki kilit kavramın içersinde işte cumhurbaşkanı, başkan, bir meclis, iki meclis, her biri bunların birer kurum. Yeterli değil. Temel hak ve özgürlükler her ülkede farklı farklı. Hak ve özgürlükler listesi var. Yeterli değil. Bunları birbirine bağlayan çok önemli bir unsur var, nedir? Seçim. Her ülkede farklı farklı var. Yeter mi? Hayır. Her ülkede farklı farklı siyasal parti anlayışları var. Siyasal parti sistemleri var. Yeter mi? Hayır. Her ülkede farklı yerel yönetimler var. Yerel yönetim anlayışları var. Yeter mi? Yetmez, anayasal sistem için. Her ülkede farklı baskı grupları, NGO dediğimiz hükümet dışı kuruluşlar var. Sivil toplum örgütleri diyoruz bugün. Bazı ülkelerde var. Bazı ülkelerde şimdi bir ülkeyle Fransa’yla aynı 107 sistemi getir, bundan 10 sene önce Türkiye’ye yerleştir. Aynı olabilir mi? Hayır, neden? Çünkü 10 sene önce bizde siyasal baskı grupları yasaktı. Baskı gruplarının siyasete girmesi, siyasetle uğraşması, partiyi desteklemesi yasaktı. Fransa’da yasak değildi. Tam tersine yap diyordu. Demek ki aynı kuralları da getirsen sistemin aynı olabilmesi mümkün değil. Bir unsur farklılaşıyor. Sadece bu da değil. Siyasal kültür, ekonomik sistem, ordunun yeri, hepsi oturuyor ve neyi oluşturuyor? O ülkenin anayasal sistemini oluşturuyor. Dolayısıyla onun işleyişini oluşturuyor. Bir ülkedeki partiler sistemi; seçim sistemi, insanların anlayışı farklı. Tek parti mi, çok parti mi, başkan mı az, yetkili başkan mı çok, ordunun gücü mü, sivil toplum örgütleri mi, onların yetkisi mi? Hepsi değişebildiğine göre anayasal sistem de hem onlara göre değişiyor, hem de bunların hepsine bağlı. İşte değerli arkadaşlar, bu anayasal sistemin içersinde en önemli etken olan unsurlardan bir tanesi de seçim, seçim sistemleri. O yüzden bugün bu anayasal sistem içersinde seçimden bahsedeceğim. Seçim sistemlerinden bahsedeceğim. Çünkü çok önemli, dünyanın uygulayabildiği bir seçim sistemini bir farklı özelliği nedeni ile biz Türkiye’de ‘60 öncesinde uyguladık, kan gövdeyi götürdü. Neden? ‘60 öncesinde hangi seçim sistemini uygulamıştık? Çoğunluk sistemi dediğimiz sistemini uygulamıştık. Çoğunluk sistemini uygularken listeli çoğunluk sistemini uygulamıştık biz. Yani bir yerde oyların bir tane fazlasını alan parti oradaki milletvekilliklerinin tamamını alıyor. Faraza deyin ki İstanbul’da seçime katılıyor veya Ankara’da seçime katılıyor. 24 milletvekilinin tamamını alıyor bir oy fazla alsa. Böyle bir listeli çoğunluk sistemi uyguluyorduk. Kan gövdeyi götürdü. Tek unsur tabi o değil. 108 Peki çoğunluk sistemi dünyada uygulanıyor mu? Uygulanıyor. Demek ki o kadar önemli ki, bir maddesini değiştiriyorsun, bir sistemini değiştiriyorsun, tamamıyla farklı sonuçlara yol açabiliyor. Bir de demin söylediğim gibi başka şeyler de değiştiği için. Fransa’da o kadar belirgindi ki, Fransa dünyada en fazla cumhuriyet yaşatan ülkelerden bir tanesi. Bugün beşinci cumhuriyetteler. Onların beşinci cumhuriyeti şöyle: Her arada bir darbe ile ya da bir olayla kesilmiş cumhuriyetlerin her birine ad veriyorlardı. Birinci cumhuriyet sonra bir imparatorluk dönemi yaşandı. İkinci cumhuriyet sonra yine bir krallık ve imparatorluk dönemi yaşandı. Sonra üçüncü cumhuriyet. Üçüncü cumhuriyetin sonunda savaş çıktı bitti. Dördüncü cumhuriyet 2. Dünya Savaşı oldu bitti. Faşist bir hükümet geldi. Beşinci cumhuriyet. Hep böyle aralar verildiğinde bir şeyle kesiyorlar onu. Bir, iki, üç, dört, beş cumhuriyet. Üçüncü ve dördüncü cumhuriyetler Fransa’da bugünkü sistemin aynısını uyguladılar. Bugünkü sistemin neredeyse aynısını uyguladılar. Üçüncü, dördüncü cumhuriyet istikrarsızlıklar dönemi diye geçti, üç ayda bir hükümet değişti. Aynı seçim sistemi, ancak bir farklılık vardı. Birazdan söyleyeceğim o farklılığın ne olduğunu. Dedim ya her şey değişir diye. Fransızlar 3. ve 4. cumhuriyetten illallah dediler, aman dediler bir daha kimse yaklaştırmasın. Hatta 4. cumhuriyette yine De Gaulle, böyle yapmayın, 3. cumhuriyete benzer yapmayın demişti ama diğer partilerin hepsi, bu şekilde yapacağız dediler. De Gaulle de üzüldü gitti benim dediğimi dinlemediniz diye. Sonra Fransa’da Cezayir krizi çıktı. İlk önce biz orda hemen birkaç kişi öldürürsek çözeriz dediler. Bir baktılar ki bir milyon kişi öldürdüler. Çözülmüyor, mümkün değil, sonra şunu söylediler. Dediler ki Cezayir’de hiçbir Cezayirli kalmasa dahi 109 biz Cezayir’i çözeceğiz. Baktılar, gene çözülmüyor. Bunun üzerine De Gaulle'ü tekrar çağırdılar. Hatta o arada yine çözemeyeceklerdi de Fransa’da büyük bir kavgaya, içeride büyük bir gürültüye sebebiyet verdi. Bayağı ordu üstünden uçmaya başladı. Cezayir’deki ordu isyan etti, tanımıyoruz Paris’i dedi. De Gaulle'e sen gel bari kurtar bizi dediler. De Gaulle’de çıktı meclise ve bir şartla kurtarırım sizi dedi. Bütün yetkileri bana vereceksiniz, ben size ilk önce bir seçim sistemi yapacağım. Bu dördüncü cumhuriyette bırakacağım bu işleri, böyle partilerle benim işim yok dedi. Hayır dediler, olmaz dediler. O zaman dedi ben de gidiyorum şimdi. Birazdan paraşütçüler iner buraya. Ben dedi, sizin başınıza gelenleri düşünmekle emeklilik günlerimi geçireceğim. Sizin başınıza gelenlere üzülmekle deyince, tamam dediler. Oyları kaldırdılar, De Gaulle'e bütün yetkileri verdiler. De Gaulle'de ne yaptı? Hem anayasayı değiştirdi, hem de seçim sistemini değiştirdi. Şimdi demek ki seçim sisteminin uygulanması dahi farklılık yaratabiliyor. Sonra bir tane daha var seçim sistemini değiştiren: İtalya. İtalyanlar, malum temiz eller operasyonu olurken, siyasal sistemi suçladılar. Dediler ki siyasal sistem suçlu. Siyasal sistem yüzünden oluyor bu. Haklı mıydılar? Haklıydılar ve seçim sistemini tamamıyla değiştirdiler. İtalya gibi nisbi temsilin uygulandığı bir ülkede çoğunluk sistemine geçtiler. Bir düzelticisi var onun. Birazdan onu da söyleyeceğim. Demek ki değerli arkadaşlar seçim sistemi bir ülkenin en önemli unsurlarından bir tanesi. Her zaman da öyle olmuş. Haklı, çünkü her şeyi etkiliyor . Seçim sisteminin bir özelliği daha var. Ülkede uygulanan siyasal parti sistemini de belirler. Ülkede uygulanan siyasal parti sistemini de çok yakından etkiler. Nasıl etkiler? Öyle tecrübeyle, deneyimle 110 görülmüştür ki bir ülkede nisbi temsil sistemini uygularsanız, saf nisbi temsil sistemini, aşırı çok partililik olmaktadır. 20 parti, 30 parti, 40 parti 50 parti. Çok partililik oluşmaktadır genelde. Eğer iki türlü çoğunluk sistemini uygularsanız, o ülkede ılımlı çok partililik olmaktadır. Yani genelde iki, üç bloğa ayrılmış, onların etrafında toplanmış bir çok partililik. Bloklaşmış bir çok partililik. Eğer tek türlü çoğunluk sistemini uygularsanız bu sefer de, yani Amerika’da görüldüğü gibi, İngiltere’de görüldüğü gibi iki partili sisteme yol açar. Nedir bu uygulanan seçim sistemleri? Nerede düzenlenmiştir? Ve Türkiye’nin bu konudaki konumu, yeri, uyguladığı nedir? Türkiye’nin özellikle uygulaması nedir? Bir kere bizim anayasamıza bakalım. Yani gördüğümüz gibi seçim sistemi çok önemli bir şey. Her ülke için önemli. Ancak diğerleri önemli değil mi? Önemli. Partiler sistemi önemli dediğim gibi. Baskı grupları var mı, önemli. Toplumun hakları önemli, toplumun kültür anlayışı önemli, siyasal kültürü algılaması çok önemli. Her şey önemli. Tekrar bir şeye dönüp söyleyeyim. O yüzden bazen diyorlar ki başkanlık sistemini uygulayalım. Uygulayalım diyenler bile bazen diyorlar ki biz sonra bunları düzeltiriz. Bir kere bir başkanlık sistemine geçelim, istif arkadan gelir. Hayır, gelmez. Dünyanın hiçbir yerinde gelmemiş. Neden? Amerika’da bir başkan çıkıp dese ki ben çok sıkıldım arkadaş, biraz diktatörlük yapalım, partisi de ona olmaz, olsa senden iyi diktatör mü olur dese, helal olsun. Şu yasaları şöyle değiştirelim, parmakları kaldırın dese, hepsi de kaldırsa parmakları, tamamıyla istisnasız diktatörlüğe geçebilir mi? Hayır. Neden geçemez? Bırakın o sivil toplum örgütünü, bir kere eyaletlerin çoğu der ki bana ne, senin yasa 111 yapma yetkin yok ki. Sadece dış ticareti düzenlersin. Bütün ceza yasalarını ben kendim düzenlerim. Medeni yasaları kendim düzenlerim. İş yasalarını ben kendim düzenlerim. Partilerin yasası varsa ben kendim düzenlerim. Dalga mı geçiyorsun, Washington’da oturmuş beni yöneteceksin der. Yani hepsi birbirine bağlıdır bu hususta. En önemlisi de seçim sistemidir. Şimdi anayasamız ne demiş seçim sistemi için? Bizim anayasamız bakalım ne getirmiş seçim sistemine? Bizim anayasamız şunu söylemiş: Vatandaşlar kanununda gösterilen şartlara uygun olarak seçme, seçilme ve bağımsız olarak veya bir siyasi parti içinde siyasi faaliyetlerde bulunma ve halk oylamasına katılma hakkına sahiptir. Demek ki nedir? Seçeceğiz, seçileceğiz. Bu hakkımız var çünkü bu zaten toplumla devlet arasındaki o söylediğim her siyasal sistemde mutlaka olan iki kilit unsur arasındaki ilişkiyi sağlayan en önemli unsur. Eskiden seçme var mıydı? Yoktu. XIV. Lui’nin en önemli sözü nedir? Adam, devlet benim demiş. Neden ‘Devlet benim’ demiş? Haklı mı? Haklı tabi. O zaman devlet dediğiniz kendi kendine orada oturan, nerden sen buraya geldin dediğinde, beni tanrı buraya seçti, Allah buraya seçti getirdi ya da benim babam da kraldı, babamın babası da kraldı diyen, ırKtan geçen, orada oturmuş, etrafına soylulardan veya akrabalarından birkaç kişi toplamış bir adam. Seçim var mıydı? Bu adam seçimle mi gelmiş? Hayır. Toplum tarafı da şuydu. Hani o kral 14. Lui bir gün böyle komşu ülkenin kralı gelse, bir tepenin üstüne çıksa, gösterdiği şey; “Bak görüyor musun? Şu ağaçtan şu güneşin battığı yere kadar burada oturan bütün adamlar benim uyruğum, tebaam, istediklerime uyarlar.” dedikleri bir kalabalıktır. Burası da tanrıdan geldiğine, seçildiğine inanılan, atanıldığına inanılan ya da babası, onun 112 babasının babası, babasının babası, babasının babası da kral olduğu için orada oturan bir adam. Ne zaman seçim geldi sistemin içine, toplum ve devlet ilişkisi yavaş yavaş bir anlam kazanmaya başladı. Şimdi bu ilişkinin temel unsurlarına anayasal sistem diyoruz. Bu anayasada ne diyor? Seçimler serbest, eşit, gizli, tek dereceli, genel oy, açık sayım ve döküm esaslarına göre yargı, yönetim ve denetimi altında yapılır. 18 yaşını dolduran her Türk vatandaşı da seçme ve halkoylamasına katılma hakkına sahiptir. Ondan sonra şunlar şunlar şunlar da oy kullanmazlar. Bu kadar. Hangi sistem getirilmiş burada? Hiçbir şey. Hangi sistem acaba? Hatta son, son derken ‘95’te şöyle bir şey eklendi: Seçim kanunları, temsilde adalet, ve yönetimde istikrar ilkelerini de bağdaştıracak şekilde düzenlenir. Demek ki ilkeleri belirliyoruz; hangi seçim sistemi var ve birde hangi seçim sistemini benimsediğini söyleyeceğiz. Temsilde adalet, yönetimde istikrar ilkelerini bağdaştıracak biçimde düzenlenir diyor. Bu bir ipucu veriyor şimdi. Hangi seçim sistemi? Ama ipucu geçerli değil. Şimdi geri döneceğim oraya tekrar. Demek ki, ne diyor? Bu hangi seçim sistemi? Şimdi açıklıkta bunu bir daha görmek lazım. Diyor ki seçimler serbest olur. Ne demek serbest olması? Yani herkesin seçimlere katılabilmesi demek. Şu koşulları taşımak koşuluyla: belli bir yaşta olacak, kısıtlı olmayacak, asker olmayacak, taksirli suçlardan hüküm giymemiş olacak, ceza infaz kurumunda hükümlü olmayacak. Demek ki herkesin oy kullanma hakkı var. İki, eşit olacak. Ne demek eşit? Bir oy, bir kişi; bir kişi, bir oy demek. Farklı olur mu? Tabi İngiltere’de, Avustralya’da, Zelenda’da, çok uzun süre Fransa’da şu uygulandı: Soyluların oy hakkı daha fazla olarak uygulandı. Bugün yok, eşit. Gizli ne demek? 113 Gideceksen bir yerde, kimse görmeden, baskı altında kalmadan kullanacaksın. Tek dereceli ne demek? Bir kerede oy kullanacaksın ve adamını belirleyeceksin demek. Eskiden tek dereceli oyun olmadığı dönemler vardı. Mesela bizim 1876 anayasasının, o Talimatı Muvakata demiştim, orada da tek dereceli değildi. İlk önce belirli ikinci seçmenleri seçerlerdi. O ikinci seçmenler de otururlardı, seçilecek olan livaların temsilcilerini seçerlerdi. Bugün iki dereceli seçimin uygulandığı bir yer var. Artık biraz tek dereceliye dönüşmüş ama hangi ülke? İki dereceli bir seçim sistemi uygulanıyor. Hep yaşıyoruz da böyle balonlar atılıyor, biz de hep beraber izliyoruz, kim seçilecek diye. Bir ülkede uygulanıyor. Amerika Birleşik Devletleri’nde. Amerika Birleşik Devletleri’nde başkanı seçerken iki dereceli bir seçim yapılıyor. Halk ilk önce gidiyor ikinci seçmenleri seçiyor. Onlar gidiyorlar bir yerde toplanıp başkanı belirliyorlar. Ama sistem değişti dedim. Çünkü ikinci seçmenler zorunlu olarak kendilerini seçenlerin doğrultusunda oy vermek zorunda olduğu için artık bir anlamda bu ikinci seçmen olarak anlamını biraz yitirdi. Ama Türkiye’de böyle bir şey yasak. Neden? Anayasasında diyor ki tek dereceli olacak. İşte açık sayım döküm. Yani herkesin önünde açacaksın ve sayacaksın. Bizim kanunumuz olağanüstü düzenlemeler getirmiş. Bakmayın siz bizim kanunumuzun seçim sistemimizin çok tartışıldığına ve kötü olduğuna, hakikaten kötü. Ama neyimiz kötü? Seçim sistemimiz kötü. Oysa seçim uygulamamız genelde birçok ülkeden daha iyidir. Neden? Çok iyi düzenlenmiştir. ‘61 anayasası döneminden itibaren çok önemli bir gelenek elde edilmiştir. O yüzden bu uyum yasaları sırasında maalesef nasıl olduysa biz şöyle bir yanlışlığa kapıldık. Haydi gidiyoruz, uyum yasaları, ne yapalım, ne 114 isterlerse çıkartalım derken Avrupalılar şöyle bir madde de koydular. Seçimler için her seçimde uluslararası gözlemciler gelip Türkiye’deki seçimlerin demokratik olup olmadığına bakacaklar . Biz de bunu alkışlarla kabul ettik, muhteşem bir madde diye. Ya dedik, saçmalamayın, bu ancak yeni bağımsızlığına kavuşmuş ülkelerde olabilir, sömürgeden yeni çıkmış. Adam anayasasına, yasasına böyle şey koyar mı gelip bakacaklar diye? İşte şimdi yeni Sovyetler Birliği güdümünden çıkan Kazakistan seçim yapıyor, gidiyor oraya bakıyorlar. Hatta ilk başlarda seçimlerde şöyle çıkıyordu: 100 kişinin oy kullandığı yerde 104 kişi başkana oy veriyordu. Böyle yerlerde olur. Türkiye çok önemli bir geleneği olan bir ülke. Bazı yazılar çıktı, Avrupa’dan mı korkuyoruz, gelsin baksınlar diye. Zihniyet inanılmaz. Türkiye’de çok önemli bir gelenek vardır. Seçimlerin temel hükümleri hakkındaki kanunu açın. Çok uzun bir kanundur. Ama oldukça güzel bir kanundur. O kadar güzel yapmış ki.. Seçimlerde mutlaka partilerden müşahitler vardır. Onlar imzalamadan bu sistem kabul edilmez. İtiraz edebilirsin. Hatta der ki oylamayı yapacağın zaman böyle bir salonda yap der, hakim burada otursun der, sizler de burada oturun der. Çok mu kalabalık? Bir ip çek der, bir ip. Bir ipi belirle, sen yine bu tarafına geçme. Yani güzel, iyi seçimlerin dürüstlüğüne ilişkin denetimi getirmiş güzel bir kanundur. Bakmayın, biz bunu bilmeyiz. Yabancıları getirelim, onlar daha iyi bilirler zannederiz ama, iyi bir kanundur. Hatta bir şey daha söyleyeyim; seçimler sırasında, 1990’ların başında, 89’larda Sovyetler Birliği yıkılınca Sovyetler Birliği’nin eski toprakları içerisinde yaşayan devletlerden, cumhuriyetlerden 6-7 tanesi birleşti. Moskova Üniversitesi de İstanbul Üniversitesi’ne geldi. Ben o zaman İstanbul Üniversitesi’nde idim. Bunlar seçim 115 komitelerinde yer alan adamlar. Bunlara bir “seçim nasıl yapılır” dersi verelim dendi. Yani istiyorlar. Çünkü ilk seçimlerini yapmışlar, felaket. Adam 120 oy kullanmış. 200 oy çıkmış sandıktan. Tabi rezillik derken, ben onları küçümsemek için söylemedim. Kötü manasında söyledim. Ve geldiler buraya, bir de Antalya efsane gibi anlatılıyor. Antalya’ya gittik. Antalya’da İstanbul Üniversitesi’nden birkaç arkadaş var. Antalya'da Ersin Kalaycıoğlu vardı ve birkaç kişi de İstanbul’dan, İlhan Hoca da bunlardan biri. Biz bunlara seçimi anlattık ve adamlar şaşırdı bizim sistemimize. Şaşırdı, sizde şimdi, ilçe seçim kurulları var, il seçim kurulu var. Bunun içinde hakim var. İktidar doğrudan doğruya atamaz mı adamı oraya? Olmaz dedik. Allah Allah, dediler. Amma acayip iş yapıyorsunuz dediler. Türkiye’de iyi bir seçimin temel hükümleri hakkında kanun vardır. Birazdan seçim kanunu hakkındaki sıkıntıları söyleyeceğim. Şimdi anayasamızdaki sistem bu. Gizli oyla, açık sayımla, eşit, serbest. Peki hangisi seçim sistemi? Peki hangi seçim sistemi olabilir, dünyada hangi seçim sistemleri var ki bunlardan bir tanesi olabilir? Dünyada, değerli arkadaşlar, hangi ülkeye bakarsanız bakın farklı bir seçim sistemi uygulanmakta olduğunu görürsünüz. Her ülkede farklı farklıdır ama esasında bunların sayısı sadece ve sadece 2 tanedir. Yani bütün farklı seçim sistemleri esasında iki tane temel seçim sisteminin uygulaması niteliğindedir. Nedir bu seçim sistemleri? Biri nisbi seçim sistemi, biri çoğunluk sistemidir. Nisbi temsil sisteminin özelliği şudur: ne kadar oy, o kadar sandalye. Bir yerde 100 kişi mi oy kullandı, prensip olarak, A partisi 30, B partisi 30, C partisi 30, D partisi de 10 mu aldı? 3 sandalye varsa 10 tane sandalye dağıtılacak, üç, üç, üç, bir olarak dağıtılır. Ne kadar oy, o 116 kadar sandalye. Ama tabi biz öyle bir uyguladık ki birazdan söyleyeceğiz. Çoğunluk sisteminden bile acayip sonuçlara varabildik uzun zamandır. İkincisi de çoğunluk sistemidir. Çoğunluk sisteminin özelliği nedir? Çoğunluk sisteminin özelliği de kim daha fazla oy almışsa, milletvekilliğini ya da milletvekilliklerini o alır. Yani ilkinin ilkesi temsilde adalettir. Temsilde adalet ne kadar oy aldıysan o kadar sandalyen olsun. Öbürü ise bir yerde bir fazla oy aldıysan çoğunu sen al. Bunun da adı yönetimde istikrardır. Birinin ilkesi temsilde adalet, birinin ilkesi yönetimde istikrar. Bizim anayasamızda ne diyor? Seçim sistemleri, temsilde adalet ve yönetimde istikrar ilkelerini bağdaştıracak biçimde uygulanır diyor. Demek ki biz öyle bir seçim sistemi uygulayacağız ki, hem temsilde adalet olacak, hem yönetimde istikrar olacak. Yani hem biraz çoğunluk olacak hem biraz da nisbi temsil olacak. Tabi bunu yapabilen yok. Yaptığımızda çok inanılmaz sonuçlar çıktı. Şimdi onu kısaca söyleyeceğim. Demek ki seçim kanunlarının, seçim sistemlerinin en önemli unsuru budur. Uygulanacak seçim sistemini belirleyeceksin. Nisbi mi, çoğunluk mu, ya da bunların varyantlarından bir tanesi mi? Dünyadaki bütün seçim kanunlarını açıp bakın. Her ülkede seçim kanunu var. Her ülkede siyasi partiler kanunu yok ama her ülkede seçim kanunu var. Bu seçim kanunlarının ayırt edici özelliği şu: Birinci yaptığı şey seçimde nisbi temsil mi, çoğunluk mu bunların hangisi düzenleyici onu düzenlerler. Bunu düzenlerken de çok kısaca genel ilkeler üzerinde şöyle biraz daha durayım. Nisbi temsilde farklı farklı uygulamalar vardır. Barajlı nisbi temsil koyarsın, barajsız koyarsın. Mesela bizdeki gibi dersin ki nisbi temsili kabul ediyorum, partiler arasında dağıtılacak ama şu kadar oy almamış partiler bu sıralamanın 117 bu sınıflandırmanın içine girmesinler. Bunun adı ne? Bizim ülkede uygulanan barajlı sistem. Biz bazen bunu ‘83 sonrasında hatta ‘86 sonrasında çok abarttık. O zaman sayın Turgut Özal cumhurbaşkanı olmamıştı, hesapta adamı olduğu için başbakanlıkta, seçimlerde baktı ki oylar gidebilecek, yani yavaş yavaş oylar düşüyor. O zaman oturdular bir seçim sistemi geliştirdiler ve bu seçim sistemi seçimlerden de 15 gün önceye kadar çok tartışıldı. En son 15 gün önce Anayasa Mahkemesi karar verdi ve dünyanın enteresan seçim sistemlerinden birini uyguladık: çift barajlı ve kontenjanlı bir sistem. Neydi çift baraj? Bir, genel baraj vardı. Genel baraj yüzde 10’u aşmayan partiler bir kere kafadan dışarıda bırakılıyordu. İkincisi, çevre barajı vardı. O da neydi? Bir yerde 3 milletvekili mi çıkıyor alınacak oyu üçe bölüyordun. Yani yüzü üçe bölüyordun. Yüzde yüzün oylarından 33,3’den az oy alanlara milletvekilliği vermiyorduk. Dolayısıyla şöyle oluyordu: Genelde bir tek ANAP’ın 33,3’ü aştığı yerlerde, 32 alanların hepsi dışarıda bırakılıyordu ve de üç milletvekilini nisbi temsil olmasına rağmen 3’te 3 çıkartıyordu. Peki ya 7 milletvekili olursa, yine aradan biri sıyrılır, ikisi sıyrılabilir. Onun da önlemi alınmıştı. Kontenjan getirildi. Dendi ki bir tanesi kafadan atılır. Altı ise beşe bölünür. O altı da en çok oyu alan partiye verilir. Beş yüzde on gitti. Çevre barajı da gitti. Dolayısıyla diğer partilere bir tane ancak kalabiliyordu. Ama adı nisbi temsil idi. Şimdi çoğunluk sistemi de böyle nisbi temsil, iki barajlı, üç barajlı uygulanabilir. Bunun üstünde sonra siz sorarsanız tartışırız. Çoğunluk sisteminin de dünyada iki tane uygulanışı vardır. Biri, İngilizler’in ve Amerikalılar’ın uyguladığı sistem, biri de özellikle Fransızlar’ın uygulamaya başladığı ve bugün dünyaya yayılmış olan sistem. İngiliz ve Amerikalılar’ın 118 uyguladığı tek turlu çoğunluk sistemidir. Tek tur. Gladyatör savaşı gibi bir şey. Girersin ülke bölgelere, dar bölgeye ayrılır. Her bölgede bir milletvekili çıkacaktır. Ve orda yoğun bir kavgaya girerler. Diğerinden bir oy fazla alan milletvekilliğini alır. Budur. İsterse tabi bunun sonucu şu olabiliyor: Varsayın ki bir parti 577 bölgenin 577’sinde de bir tane oy çoğunluğu ile aldı. Yani düşünün ki %50,01 oy aldı. Öbürü %49,99’la sıfır milletvekili çıkartabilir. %50,1 oyla 577 milletvekilini de alır. Böylesi de olur mu, insaf, hiç olmaz. Ama şu oluyor, İngiltere’de son seçimlerde oldu. Daha önce çok oldu. Bir parti çok oy almasına rağmen az milletvekili çıkartabiliyor. Neden dar bölge sisteminden ve tek turlu çoğunluk sisteminden. Çünkü tam bir gladyatör savaşı. Giriyorsun, çarpışıyorsun biri kırılıyor. Fransızlar demişler ki sistem bu kadar da gaddar olmasın. İki turlu yapalım. Nedir bu? Birinci turda insanlar gitsinler oylarını versinler. Bu oyların eğer salt çoğunluğunu bir parti alıyorsa bir aday seçilsin. Yani yüzde 50’nin üstünde oy almış ise seçilsin ama yüzde 50’nin üstünde oy almamışsa, isterse yüzde 49’da kalmış olsun, bir ikinci tur yapılsın. İkinci turda çoğunluğu alan seçilsin. Böylece şu imkanı vermek istiyor Fransızlar: Bir bakalım, 50’yi almışsa zaten tamam, halkın yüzde 50’si bunu kabul ediyor demektir. Ama almamışsa belki birbirlerine oy verirler. Çekilirler, güç birliği yaparlar. Nitekim bariz örnekleri görülmüştür. Mesela Sosyalist Parti ‘98 seçimlerinde ilk turda yüzde 33,3’le en çok oyu alan parti olmuştur ülke genelinde. Fakat ikinci tura gelindiğinde sağ partiler aralarında anlaşabildiler, dediler ki, burada senin için çekiliyoruz. Burada senin için çekiliyorum. Sosyalistler ise yanlarına yandaş bulamadılar. Ve ikinci turda yüzde 33,3’le aşağılarda kaldılar. Sağ partiler iktidarı ele geçirdiler. Amaç 119 şunu vermek halka. Yüzde 50 aldıysa tamam senin adayın budur almadıysan bir ikinci tur daha var. Aranızda anlaşın. Koalisyon yapın görüşün. Yüzde 50’yi alabilecek bir adamı bulun. Bulamıyorsanız 33’ü alan gene 1. olur. İktidarı alır. Şimdi demek ki bir seçim sisteminin birinci özelliği budur. Nisbi temsili çoğunluk sistemi bunu belirliyor. İki tane daha temel unsur vardır. Dünyadaki bütün seçim sistemlerini açsanız kanunlarını, bu ikisini görürsünüz. Bizde maalesef buna biraz tepki vardır. Ve son derece sınırlı düzenlenmişlerdir. İkincisi şu, adayların belirlenmesi. Seçeceğiz ya kimi seçeceğiz? Adayların belirlenmesi. Maalesef partilerimiz bunu biraz dejenere etti. Mesela şöyle söyleyeyim: İlk ‘83 seçimi askerlerin döneminde yapılan 83 seçimi yasası- daha sonraki kadar anti demokratik değildi. Adaylar ön seçimle belirlenir diyordu. Tabi askerlerin kafasında şu vardı. Bunu aynen onların ifadesiyle söylüyorum. Siyasiler pencereyi kirletiyor. Kirletmeyenleri belirlemek için ön seçimle gidelim. O gücü ellerinden alalım. Siyasi partilerin ilk değiştirdikleri o oldu. Hatta ‘86’da ‘87’de ön seçim yasaklandı. Bu Türk siyasetinin hani kült denir ya veya tabu noktası, işte bu o noktalardan bir tanesidir. Ben 2001 yılında bir siyasi partiler kanunu hazırladım. Öneri hazırladım. Hatta TÜSİAD bunu bastırdı, sundu. Ankara’da bir toplantı yapıldı. Bütün siyasi partiler, 2001’deki partilerle, bir toplantı yapıldı. Hatta bizim şimdiki Milli Eğitim Bakanı’mız da o zaman Doğru Yol Partisi’nin Van Milletvekili idi. O da katılmıştı. Ben bu adayların belirlenmesi konusunun demokratik olmadığını, demokratik olması gerektiğini, bunun için Amerika’yı keşfetmeye gerek olmadığını, birtakım önerileri bunun için getirdiğimi söylemiştim. Aşağı yukarı bütün partiler büyük bir tepki 120 gösterdiler. Dediler ki olmaz böyle bir şey. Oysa bana göre bu, tabi sadece bana göre diyorum, tartışabiliriz onu, burası bir Siyaset Okulu diye söylüyorum, Türk siyasetinin en kötü yönlerinden bir tanesidir. Dünyanın hiçbir yerinde, Edirne’nin bir ilçesine atanacak belediye başkan adayının, tek başına elinde kalem, Ahmet olsun, Mehmet olsun, Hüseyin olsun diye belirlenebildiği, bu yetkinin olduğu bir uygulamanın olmaması gerekir. Tabi başka şeyler de var. Bir partiden ayrılıp diğer partiye geçtiğinde ilk partide, ilk kontenjanda veya merkezden gösterilememesi gibi bir öneri getirmiştik. Çünkü o paraşütle inmeler artık Türk siyasetini allak bullak etti . Adam bir partinin içinde yüzyıllarca çalışır. 10 yaşından başlar bilmem kaç yaşına kadar gider. Sonunda bir bakarsınız seçime bir gün kala partiden istifa eden adam, diğer partiye gelmiştir. Neden? O daha garantidir. Bunların hepsinin değiştirilmesi gerekli diye düşünmüştük. İkinci kilit, tabu noktası budur. Bir partinin seçim sistemini düzenleyebileceği, kanunun düzenleyebileceği üçüncü şey de şudur: Seçimlerin parasal denetimi nasıl yapılacak? Seçimlerde harcamalar nasıl denetlenecek? Buna ilişkin de Amerika’da, Fransa’da, İngiltere’de maddeler var. Onlara benzer, ama yine de onlardan da biraz farklı olarak bir sistem getirmiştik. O da çok etki yapmadı. Bizim partilerin seçim denetimi yok. Efendim, yapmıyor mu Anayasa Mahkemesi? Anayasa mahkemesi neyi yapacak? Binlerce işi arasında belge üzerinden yapıyor. Hiç etkisi yok, hiç. Hatta öyle kurallar koymuştuk. Bunlar Türkiye’de hep yaşandığı için söylüyorum. Bir zamanlar Türkiye’de bir tane kanal vardı, TRT. Sonra yanına bir de İnter Star televizyonu çıktı. Biz seçimlere girdik. İnter Star televizyonunda ilk önce 15 dakikada bir, sonra 5 dakikada bir, sonra, 1 dakikada bir, sonra da sırf o, 121 hadi bakalım eller, Mesut Yılmaz’ın propagandası, hiç unutmayacaksınız. Haklı, tabi yapacak ama artık dakikada bire döndü. Başka program yok. Bir dakikada bir, devamlı hadi eller. Harika da bir seçim, herkes oynuyor hep beraber. Ben tahmin ediyorum ki yüzde üçü dördü olmuştur. Peki bunun denetimi var mı? Yok. Peki buna bir para ödüyor mu? Yok. Televizyon, yok ağabey, ben onu sevabına yaptım diyor. Onu sevabına yapıyor. Öbür partiye neden sevabına yapmıyor? Ben tanırım, çok severim onu diyor. Böyle bir şey yok. Dünyanın hiç bir yerinde olamaz böyle bir şey. Anayasa Mahkemesi paralı reklamı iptal ettiği için böyle. Ben para almıyorum, çok severim arkadaşı diyorlar. Böyle bir sevme sevmeme unsuru değil bu. Bu bir demokrasi sorunu. Bir dakika ona veriyorsan, bir dakika da öbürüne vereceksin. Mecbur. Bunun parasal denetimini getirdik. Bir de milletvekili ne kadar harcıyor bakalım. Ne harcıyor seçilirken? Bu denetimler milletvekilliği düşürür. Fransa’da iki milletvekilinin milletvekilliği düştü. Getir dediler ne harcadın. Tabanı aştın dediler düşürdüler. Neden? Çünkü seçim adaleti var. Benim elimde namütalait paralar var. Ben milyarderim, o parasız. Ben seçileceğim o zaman. Böyle bir şey olabilir mi? İstediğim televizyonda reklam da verebiliyorum. Bir dakikada bir gösterebiliyorum. Bunun bir denetimi de yok o zaman. O zaman ben seçilirim. Ben seçmenler, delegeler adamı paraya göre seçer demiyorum. Para alıp seçerler demiyorum. Ama en azından böyle bir imkan var. Dolayısıyla bunun denetlenmesi lazımdı. Türkiye’de bunları açın, çok güzel kanunlardır ama milletvekili seçimi kanununda bunlar eksiktir. Maalesef düzenlenmemiştir. Oysa bunların çok iyi düzenlenmesi lazım. Seçim nasıl yapılır? Nerden yapılır? Ne şekilde yapılır? Bunlar 122 çok ayrıntılı olarak düzenlenmiştir. Türkiye’de bu seçim sistemlerinden hangileri uygulandı? 1876 anayasasından itibaren Türkiye’de ilk başta bir iki dereceli çoğunluk sistemi uygulanmaya başlandı. Daha sonra, esas 1960 sonrasında, Türkiye’ye çoğunluk sistemi girdi. Fakat bu çoğunluk sisteminin bir kötü yönü vardı. Listeli çoğunluk sistemiydi. Yani bir yerde 10 milletvekili seçiliyor. Diğerinden bir oy fazla alan 10 milletvekilini de götürüyor. 15 milletvekili seçiliyor. Diğerinden bir fazla oy alan parti 15 milletvekilini de götürüyor. Çok büyük bir dengesizliğe yol açtı. Hele ‘57 seçimlerinde, ilk başta Demokrat Parti CHP’ye inanılmaz farklar atıyordu. Parlamento da ona göre anormal farklarla oluşuyordu. Neden? Çünkü dediğim gibi bir yerde bir tane de olsa oy çoğunluğunu alan milletvekillerinin tamamı listeyi kaplıyordu. ‘61 buna bir tepki olarak doğdu. Tepki olarak diyorum bunu da bir parantez içinde söyleyeyim, değerli arkadaşlar, bizde bir laf vardır böyle: tepki anayasası. Bu tepki kanunu. Dünyada tepki anayasası olmayan hiçbir anayasa yoktur. Neden? Çünkü bütün anayasaların dünyada hatta yasaların bile diyebiliriz, iki tane altın değişmez kuralı vardır. Biri eski döneme tepki duyarak gelmiştir. Zaten güllük gülistanlık olsaydı eski dönem, yeni anayasa yapmaya ne gerek vardı? Bir şey olmuştur farklı, tepki duyarak onu değiştirmeye yönelir anayasa. Mutlaka hafızalı rejimlerdir anayasal rejimler. Hafızalı rejimlerdir. Eskiyi hatırlar. Ona göre düzen getirir. Dünyanın her ülkesinde. İkinci altın kural da, o anayasayı yapan güçler dengesi ya da dengesizliği ne şekilde ise anayasayı o yapsın. O yapsın mutlaka. O güçler dengesi devam ediyorsa anayasa devam eder. Bugün Fransız anayasası bizim anayasamızdan iyi. Bizde, ‘82 anayasası çok kötü bir anayasa, rezil anayasa, 123 dünyada örneği görülmemiş. Açın bakın ‘82 anayasasını. Elimize gelen bir tane temel hak ve özgürlük maddesi yok. Ne güvencesi, ne koruması, tek bir tane güvence maddesi yok. 1958 Anayasası’nda Cumhurbaşkanı’na acayip yetkiler vermiş. 1958 Anayasası Cumhurbaşkanı ile Başbakan, Meclis arasındaki ihtilaflara çözüm getirememiş. Anayasa Mahkemesi’ni komik bir durumda ilk başta düzenlemiş. Neden eskiyi hatırlamış getirmiş? Ama Fransız Anayasası’ndaki o denge bozulmadığı için bugüne kadar geldi 1958 Anayasası. Oysa biz ‘61 Anayasası’nı hazırlattık. Kime hazırlattık? Demokrat Parti yaptı. Onun devamındaki partide yaptık. CHP hazırladı. İlk seçimde CHP iktidarı kaybetti. Denge pat dedi bozuldu. O anayasanın bozulması mümkün değildi. Anayasa kötü olduğundan mı, hayır, dengeye dayalı, güçler dengesi yansıtacak ya da yansıtmayacak. ‘60 sonrasında tepki olarak oradan geldi. Tepki olarak nisbi temsil kuruldu. Saf nisbi temsil. Ne kadar oy, o kadar sandalye. O kadar ileri götürdük ki, ‘68 seçimlerinde milli bakiye sistemini uyguladık. Yani küçük partilere daha fazla oy verdik. Artık oyları topladık. Milletvekili çıkartamamış partilere dağıttık. Türkiye İşçi Partisi, Türkiye’de ilk defa, 15 milletvekili çıkarttı. Öyle bir nisbi temsildi ki, hatırlayacaksınız, ‘77 seçimlerinde Ecevit yüzde 42 oy aldı. Çoğunluğu sağlayamadı. 42 ye 42 tam nisbi temsil. 42 oy mu aldın 42 sandalye alırsın mecliste. Böyleydi. Ve bu da çok hoş değildi. İyi değildi, değiştirdik. Yunanlılarda da iyi değildi, Yunanlılar da değiştirdi. ‘83’te neye geçtik? Yine nisbi temsil. Bir barajlı nisbi temsil. Ne barajı? Yüzde 10 barajı. ‘86’da iki barajlı ve kontenjanlı nisbi temsili devam ettirdik. Daha sonra ‘91’de Anayasa Mahkemesi ilk defa kontenjan sistemini iptal etti, ve ‘95’te de çevre barajını iptal etti. 124 Anayasa’ya aykırı buldu. O günden beri tek baraj sistemini uyguluyoruz. O günden bugüne tek barajlı yani yüzde 10 barajlı bir seçim sistemi uyguluyoruz. Şimdi de tartıştığımız bu barajı daha da küçültme. Düşürmeyelim mi? Ne yapalım bunu tartışıyoruz. Demek ki Türkiye’de genelde çoğunluk sistemi çok başarılı olmadı. Nisbi temsil sisteminde de çok başarılı olduğumuz söylenemez. Çünkü memnunsuzuz. ‘80 sonrasında da memnunsuzduk. 2000’lerde de memnunsuzuz ama memnunsuz olmamızın tabi bir nedeni de var. Sonuç itibarıyla oldukça kötü bir durum ile karşı karşıyayız. Nisbi temsili uyguluyorum diyen bir ülkede yüzde 50 aşağı yukarı oranındaki oyun parlamentoya hiç yansımamış olması bir nisbi temsili en azından nisbi temsil anlayışından tamamıyla uzaklaştıran bir sistem. Bu sistemi bugünkü siyasi partiler mi getirdi? Hayır ama sistem kötü bir sistem ve öyle bir nisbi temsil ki yüzde 30 oyla icabında yüzde 35 oyla, parlamentoda onun çok üstünde bir parlamenter çıkartabilme imkanınız var, koşullar yerine gelirse. Nitekim son örnekte görüldüğü gibi. • Yıllardır Türkiye Milletvekilliği diye bir şey duyarız. Bu pratikte uygulanabilecek bir şey midir? Doğru bir şey midir? (BATUM) Türkiye Milletvekilliği şunun için getirilen bir şeydi: Partiler her zaman şöyle bir ayırım yaparlar aralarında. Ben bu ayrıma esasında karşıyım. Bir siyasette uzun zamandan beri çalışan, uzun zamandan beri uğraşan, bunun püf noktalarını iyi bilenler, delegeleri daha fazla bilenler başarılı olurlar. Partilerde de hep şöyle bir şey vardır. Bir de çok başarılı, çok yetenekli insanlar var, biz bunları bir şekilde parlamentonun 125 içine atalım. O yüzden merkez yoklaması ile başka kontenjanla adamlar getirirler. Birinci sırada da kontenjan koyarlar. Bunların şahikasından bir tanesi sayın Tansu Çiller’dir. A takımı diye bir şey getirmişti. Beş altı kişiyi A takımı diye yerleştirdi. Bakıyorsunuz olağanüstü kendi alanlarında. Ben bunların siyasette çok başarılı olduğu kanaatinde değilim. Böyle bir tür kelaynak kuşu gibi onlar oturur parlamentoda, bir ay sonra sıkılırlar. Gel git, parmak kaldır indir filan. Bana göre bu, sistemi düzenleyen bir şey değil. Ha milletvekilinin seçimle gelmesi, seçimle derken, o adayın belirlenmesindeki nedenin çıkması daha önemli bir unsur diye düşünüyorum. Daha demokratik bir unsur ama bu husus siyasi partileri hep meşgul etti. Şöyle meşgul etti. Biz böyle yapınca, partilere parlamentoya bir türlü değerli insanlar -tırnak içinde söylüyorum- değerli insanlar giremiyor. O zaman biz Türkiye’nin ihtiyacı olan değerli insanları bir şekilde parlamentonun içine atalım. Nasıl atalım? Türkiye milletvekilliği diye bir şey koyalım. Bunlar ayrı bir kontenjandan belirlensin. Adam, oy kullandığında kullandığı oya göre, aldığı oy oranında bir de Türkiye milletvekilliği belirleyelim. Anayasa Mahkemesi haklı bir gerekçe ile Türkiye milletvekilliğini iptal etti. Biz de Türkiye milletvekilliği diye ayrı bir milletvekilliği getirilmişti,onu iptal etti. Bana göre de iptal etmesi zorunluydu. Ama tekrar söylüyorum, bu Türkiye milletvekilliği çok tartışılan bir şeydir. Prensibi budur. Tartışılan derken, bu aspirin gibi her derde deva ileri sürülen bir şeydi. Yani bu parlamentoya değerli insanlar, tekrar tırnak içinde söylüyorum, girmiyorlar. Biz bunları bir şekilde böyle parlamentoya, siyasete fazla bulaştırmadan içeri atalım. Bana göre bu iyi bir şey değil. Yani parlamentonun tabiki değerinin yükselmesi lazım ama bunun 126 için önemli olan şu esastır: Orada oturan adamın oturduğu yerin Türkiye Cumhuriyeti’nin Parlamentosu olduğunun bilincinde olması lazım. Biz parlamentoyu zaten 10, 20 yılda bir ortadan kaldırmışız. İkincisi oraya gelirken adam biliyor ki ben liderle iyi geçinirsem hep orda olurum. Hatta bir şey daha söyleyeyim. Adını da vermeyeceğim ama bu partilerle bu görüşme tartışılma yapılırken bir tane milletvekili vardı. Çok da değerli insandı . Dört dil bilir, beş dil bilir. Şimdi bu atanmanın işini söylediğimde en çok o karşı çıktı. Olmaz böyle saçma şey, dedi. Ben dedim ki tabi olmaz. Ya biz bunları biliyoruz zaten dedi. Ne anlatıyorsunuz bunları dedi. Niçin getirdiniz bunu dedi. Ben de onun üzerine dedim ki, tam sizin gibi değerli milletvekilleri için getirdim. Ön seçime girip son sırayı alan ama lideri tarafından birinci tarafa çıkartılmış milletvekili adayları, değerli milletvekilleri adayları için getirdim dedim. Orası karıştı tabi ki, onun da hoşuna gitmedi, sonra dediler ki böyle yanlış anlaşıldı. Şimdi bu bana göre, Türkiye milletvekilliği olur ama kelaynak kuşu gibi kalmasının da bir esprisi yok. Hep kendimden örnek veriyorum. Bir gün partilerden bir tanesi bana; seni genel idari kurula sokalım dedi ama epey oldu. Ben dedim ki, peki ne yapacağım. Ben İstanbul’dayım, üniversiteden, öğrencilerden, öğrencilerle beraber olmaktan çok memnunum. Gelmenize gerek yok zaten, orda kalın dediler. Yani bir koltuk olacak orda. Profesör oturttuk diyecek adam oraya ve de orda kendince iş yapacak. Düşününce, bana göre Türkiye milletvekilliği de bunun biraz daha tatlı bir versiyonu. O bakımdan Anayasa Mahkemesi iptal etti. Ben karşıyım. Ama diyorum ki böyle kesin olmaz diye bir şey yok. Bunu Anayasaya’ya uygun bir sistemde getireceksiniz ama dediğim gibi Türk siyasetinin en önemli 127 eksiğini gidermez. Gidermeyeceği en belirgin olarak Tansu Çiller’in getirdiği parlamentoda gözüktü. • Cumhurbaşkanlığı süresi ile parlamento seçimi süresini birleştirmenin mantığı doğru mudur? Bence doğrudur. Cumhurbaşkanı’nın, milletvekilleri seçimleri ile beraber halk tarafından seçilmesini bağdaştırır mısınız? 1924 anayasası, 1961 anayasası, 1982 anayasası ve bugün Türkiye yeniden anayasayı tartışıyor. Bir anayasa yapılırken, size göre -anayasa profesörüsünüz- hangisini temel almak Türkiye için daha yararlı olur? (BATUM) Siyaset Okulu’nda da Hukuk Fakülteleri’nde de söylediğimiz hiçbir şeyin tek doğrusu kesinlikle yok. Zaten hukukun tek doğrusu yok. Bir prizma gibi herkes ne tarafından bakıyorsa kendi tarafını görüyor. Önemli olan bu farklılıkların, bu farklı görüşlerin belli platformda söylenebilmesi, insanların da bunlardan hangisi hoşuna gidiyorsa veya kendi bilgisine, görgüsüne, düşüncesine uygun geliyorsa onu seçmesi. Ben Türkiye’de denenmiş şeyleri tekrar tekrar denemenin çok yararı yok diye düşünüyorum. Parlamenter rejimin özelliği şudur: Cumhurbaşkanı çok yetkili değildir. Esas yetkili olan başbakandır. Cumhurbaşkanı’nın sadece yürütmenin başı olarak onu denetleme ve bir anlamda frenleme gücü vardır. Nerden çıkmıştır bu frenleme gücü? Bundan 250-300 yıl önce Montesquieu şöyle dememiş mi? “Ezeli bir tecrübe ile sabittir ki elinde kuvvet bulunduran onu kötüye kullanmaya meyleder.” O günden bugüne çağdaş, liberal, demokratik anayasa hukukunun hiç istisnasız bir ilkesi olmuş. Kuvvetleri birbirinden ayırabilmek mümkün olduğu kadar, yasamayı, yürütmeden 128 ayırmak, yargıyı ikisinden ayırmak, mümkünse yasamayı iki tane organ olarak birbirinden ayırmak. Senato, temsilciler meclisi gibi, heyecanla bir anda iş yapmasın diye. Bugün çıktı, yerel yönetimleri onlardan ayırmak. Sivil toplum örgütlerini ayırmak. Amaç budur, çoğulculuğu yaratmak. Bu çoğulculukta ne olacak? Anayasanın verdiği şeylere göre başbakan mı yönetecek? Veya Amerika’da başkan yönetecek. Başbakan yönetirken cumhurbaşkanı biraz onu denetleyecek. Yargı tam denetleyecek. Sistemin özü buna dayanmıştır. Bizde bu tam algılanmaz. Bizde denir ki; Cumhurbaşkanı nereden çıkıyor kardeşim. Biz istediğimizi yaparız. Hatta bizim Meclis Başkanımız da, bana göre tekrar söylüyorum, onu hiç anlamadığını gösterdi dedi ki: Ben Meclis Başkanıyım, istediğimi yaparım bunlar ne oluyor? Halbuki öyle değil. Onlar orda, yoksa bir meclis seçerdik, başka kimseye de gerek kalmazdı. Bunlar hepsi o meclisi frenleyebilsin diye. Meclis kanun yapsın; öbürü, hukuk, insanlık, demokrasi filan çerçevesinde kalmasını denetlesin. Başbakan iş yapsın; öbürü, Sayın Başbakan burada bir hata var, bunu imzalamayayım ben desin. Denetlesin, güç tek elde toplanmasın. Şimdi bu güçleri aynı elde topladığınız takdirde hep sıkıntı yaşanmıştır. Hele Türkiye gibi ülkede yargı var mı? Var. Yani bir Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu ile çok iyi hakimlerimiz var ama çok ciddi bir hakimler denetiminin olduğunu söyleyebilmek mümkün değil. İki, sivil toplum örgütleri var mı? Baskı, sıfıra yakın. Yerel yönetimler var mı? Var sıfıra yakın. Zavallılar ne yapsınlar? Zaten ne yapacağız, herhangi bir denetleme işlemleri yok. Peki kim denetleyecek birbirini? O arada eğer bunları da aynı ele toplarsanız sıkıntılar yaratır. Başka ülkelerde toplayabilir miyiz? Eğer bunu 129 hakikaten yargının çok güçlü olduğu Amerika’da toplarsan topluyorsun. Toplayabiliyorsun, ama yargı çok güçlü. Koskoca Amerikan Başkanı Clinton’u, hırsızlık yaptı falan diye bile değil, Monica Lewinsky ile beraber oldu, halka da yalan söyledi diye, dünyanın en güçlü başkanını yargı denetledi. Oturttu böyle karşısına, söyle dedi. Adam ezik büzük, kusura bakmayın, yanlış yaptım dedi. Kusura bakmayın. Şimdi düşünebiliyor musunuz? Bizde öyle oturtacak, maalesef iktidardan düştükten sonra yapabilir ancak Yüce Divan. Şimdi öyle bir ülkede, cumhurbaşkanının görev süresini mecliste aynı süreye koyduğunda, 1950-60 arasında olan olur. Her meclis haklı olarak kendi milletvekilini seçer. Kendi başkanını seçer. Her başkan da o meclisin başkanıdır. O başkan, ya cumhurbaşkanı ya o partinin lideri olur. Sayın Turgut Özal örneğinde gördüğümüz gibi bütün ipleri yanına alır. Amerikan Başkanı ile görüşmeye gittiğinde Cumhurbaşkanı, Başbakan’a sen kenarda bekle bakayım der. Anayasal sistemin tamamıyla dışında Dışişleri Bakanı’nı içeri sokmaz. Bunlar hatıralarda var. Çık dışarı der. Ya da o partinin lideri olmaz. Bir cumhurbaşkanı gene ne imzalayayım sayın başbakanım, ne yapayım der durur. Oysa Türkiye’de bu olduğu için Türkiye ‘61 anayasasında bunu değiştirme yoluna gitmiştir. Demiştir ki birini 4 yıl yapayım. Birini 7 yıl yapayım. Birinin yetkilerini tam belirleyeyim, öbürünü belirlemeyeyim. Birinde ilkokul mezunu olmak, yani Türkçe okuma yazmak yeterli olsun, öbürünü yüksek tahsilli yapayım. Birini senatodan çıkartayım. Niçin yapmış bunu? Bunları birbirinden ayırmak için yapmış. Ben bunun tekrar aynı elde toplanmasının Türkiye açısından yaşadığımız bitmiş unutulmuş tartışmaları tekrar geri getireceğini tahmin ediyorum. Türkiye’nin bunlara ihtiyacı yok. 130 Yani böyle tartışmalara ihtiyacı yok. Türkiye derhal ciddi yollar almak zorunda. Fransa bunu çok yaşadı. Fransa gibi bir ülkede ki Cumhurbaşkanı güçlü, Başbakan seçilmiş gelmiş o gün. Cumhurbaşkanı dedi ki imzalamıyorum kardeşim yürü dedi. Fransızlar buna ne getirdiler? Oturdular, anayasamızı tamamen değiştirelim demediler. Kuabilitasyon dedikleri yöntemi getirdiler. Türkiye böyle bir anayasa ile kuabilitasyon yani beraber oturma sistemini yapamayınca sonunda boş verin siyasal iktidar kimi istiyorsa onları seçsin, onları atasın, onları getirsin, kendi yürütsün işini dedi. Bunu demeyi ben Türkiye’nin birikimine uygun görmüyorum. Bana göre efendim 24, 61, 82 tekrar söylüyorum çok tartışmalıdır. Ama liberal demokratik sistemi, liberal demokratik, insan haklarına dayalı, bireyin ön plana çıktığı bir hukuk devletini kim daha iyi gerçekleştiriyorsa o anayasa bana göre en iyi anayasadır. Ben bakıyorum 1961 Anayasası, bu demokratik liberal, insan haklarına dayalı hukuk devletini daha iyi yansıtıyor gibime geliyor. Anayasa Mahkemesi’ni ilk defa o getirdi. Yargı denetimini ilk defa o getirdi. Sivil toplum örgütlerini ilk defa o getirdi. Özel kuruluşları ilk defa o getirdi. Bana göre iki meclisi o getirdi. Bana göre 1961 anayasası çok iyi bir anayasaydı. İşlememesi son derece normaldir. Tekrar söylüyorum, güçler dengesini yansıtmadığın sürece o anayasanın yürümesi mümkün değildir. Bugün anayasamıza açın bakın. Hiçbir yerde partilerin içişleri liderlere bağlı olur diye yazmaz. Ne yazar? Tam tersine çok demokratik olacaktır diye yazar. Bugün hiçbir partinin çok demokratik olduğunu görmezsiniz. Neden? Çünkü yazdığınız kuralla güçler birbirine uymaz. İşte ‘61 anayasasının ortadan kalkması kötü bir anayasa olmasından değildi. O güçlerin birbirleri ile 131 örtüşmemesindendi. Bir yerde haklıydı Adalet Partisi. Diyordu ki bu anayasayı ben yapmadım. Bu anayasayı bana karşı yaptın. Beni sokmadın söz söyletmedin. Demirel ilk gününden şunu diyordu . Bu anayasa ile ülke yönetilmez. Haklı mı, haklı kendine göre. Ama anayasa var, o yüzden uygulanamadı. Dünyanın hangi ülkesinde çoğunluğu eline geçiren bir akım, o anayasanın yapılışında dışlanmış olursa veya bu anayasa ile bu ülke yönetilmez derse, o ülke, o anayasa ile yönetilmez. Bakın Fransızlar şimdi bir şey taktılar kafaya. Fransa anayasası çok acayip, Avrupa çok mu kötü? Diğerleri kabul ediyor. Fransızlar dediler ki bu anayasayı biz istemedik. Reddedeceklerdi, bu, o anayasanın çok kötü olduğunu kabul eden diğer ülkelerin salak olduğunu mu gösteriyor? Hayır. Fransızlar buna dediler ki siyasi akım olarak biz bunu beğenmedik, yaşaması mümkün değildir. • Bir milletvekilinin milletvekili olmadan önceki suçundan dolayı dokunulmazlık zırhını muhafaza etmesi, dokunulmazlık zırhına girmesi anayasal bir hak mıdır? (BATUM) Seçilmeden önce soruşturmasına başlanmamış olmak kaydıyla. Dokunulmazlık bizde böyle. Yani eğer milletvekili olursanız hakkınızda açılmış soruşturma yarıda kalır, daha sonra işlerseniz de hakkınızda soruşturma açılmaz. Bu Anayasa’nın bir düzenlemesi. Bu düzenlemenin çok geniş olduğu kanaatindeyim ben de. Ben, milletvekilini sadece ve sadece tutuklanmaktan, göz altına alınmaktan, suçüstü prosedürünün uygulanmasından, ve diğer kişi özgürlüğünü ortadan kaldıracak güvenlik tedbirlerine çarptırılmaktan muaf tutulması dışında soruşturmanın yapılması kanaatindeyim. 132 Ağır cezalık ve suçüstü hali olursa ayrı, ama ben bunun dışında da milletvekilinin sorgulanabilmesi, milletvekilinin soruşturulabilmesi gerektiği kanaatindeyim. Bizdeki uygulama geniş bir dokunulmazlık veriyor. Bunun böyle devam etmesi gerektiğini savunanlar şunu söylüyorlar: Bunların içlerinde milletvekilleri de var. Diyorlar ki, bizde yargı bağımsız değil ki. Bizi iktidarın gücüyle alır içeri atar adamlar veya hakkımızda soruşturma açarlar. Dikkat edin, bunu söyleyen milletvekillerinin olduğu bir ülkenin, hukuk devleti olduğuna inanıyoruz ve öğrencilere onu anlatıyoruz. Ve bizler de hukuk devletinde yaşadığımızı zannediyoruz. Halbuki o yöneten milletvekili, burada hukuk devleti olmadığı için ben bunu değiştirmem diyor. Biz de bu yaman çelişkinin farkına varmadan devam ediyoruz. Ama dediğim gibi Türkiye bunu aşacaktır. Çok önemli birikimi olan bir ülkedir. Yavaş yavaş o hukuk devletini de milletvekili dokunulmazlığını da, bir takım yalan yanlış şeyleri de ortadan kaldıracaktır diye düşünüyorum. Çünkü Türkiye önemli, büyük, birikimli, çok birikimli bir ülkedir. Fransızlar kendilerine laboratuar ülke derler . Biz 20 tane anayasa yaptık. Türkiye Bugüne kadar 1808’den başlayarak bir sürü anayasa 1808, ‘39, ‘61, ‘76, 1909, ‘21, ‘24, ‘61 ve ‘82 ve bunun dışında da çok temel 1971 ve 2001 değişiklikleri gibi neredeyse yeni bir haklar sistemi düzenleyecek kadar önemli anayasalar ve anayasal belgeler yapmış bir ülkedir. Bunun birikimi, biz beğenmesek de istemesek de farkına varmasak da karşımızdadır diye düşünüyorum. 133 134 Faruk ÇELİK “Türkiye’de Siyasi Parti Yapılanması” 135 Sizlerle beraber olmaktan duyduğum memnuniyeti ifade etmek istiyorum. Şimdi Siyaset Okulu diye duyunca; “Allah Allah, siyasetin okulu olur mu?” dedim. Bu nasıl bir şey; benim bildiğim siyasetin okulu olmaz. Siyasetin okulu yok diye bize öğretildi veya biz siyasi yaşamımızda siyaset okulu deneyimlerinden istifade ederek gelemedik. Farklı yerlerden geldik. Şimdi 1989 seçimlerinde Bursa’da adayım, yeni ismimiz çıkmaya başlamış. Arkadaşlar da merak etmişler, Bursa’nın merkezine davet ettiler. Dediler ki buyrun orada konuşma yapın. Gittik, büyükçe bir köy ve o köyde kalabalık bir kahve de konuşmaya başladık. Konuşurken Osman Gazi’den başladım, Orhan Gazi’nin Bursa’yı fethine geldim. Işıklar Askeri Lisesi’nin bahçesine gelip Bursa’ya bakışını anlattım. Ve Osman Gazi, ben eğer Bursa’yı fethedemezsem oğluna vasiyette bulunuyor- karşıdaki tepeye beni defnedersiniz, götürürsünüz diyor. Düşünün, Osmanlı’nın kuruluşu, Bursa’nın fethinden başladık; nereye geleceğiz, bugüne geleceğiz. 700-800 yıllık bir tarihi özetlemeniz gerekiyor. Fatih’i atladık, geliyorum geliyorum; fakat karşıda kazan sobalar vardır köyde. O sobanın yanında kasketli bir adam, böyle yan yan bakıyor. Tam bana doğru oturmuyor. Yan bakarak beni izliyor. Ben de huylanıyorum aslında, hoşuma gitmiyor, çünkü ilgisi hoş değil. Ne olacak dedim. Biraz daha devam edince, 1700’lerde dururken dedi ki; be oğlum, sen ne anlatıyorsun. Domatesleri, traktörlerle götürüp dereye devirdik, domates satamadık, sen bilmem tarihten coğrafyadan bahsediyorsun. Şimdi tabi kahvede bir sessizlik oldu, cümleyi nasıl tamamlayacağımı da şaşırdım. Ama bir şekilde toparladım ve oradan ayrıldım. Bence çok ciddi bir siyaset dersiydi benim için. Oturdum dedim ki bu işin okulu 136 mahalle, köy, kahve, vatandaş, insan ve ondan sonra halkla iç içe olma, halkın sorunlarını birebir alma ve halkla diyalog neticesi sonunda problemlere çözüm üretme çabası içinde olma. Yani bize siyaset okulu olmalı mı diye sorulur idi. Biz dedik ki siyaset okulu olmaz. Siyaset okulu; halkın içinde, halkın arasında elde edeceğiniz birikimler ve onlara üreteceğiniz çözümler veya halkla birlikte düşünebilme, halkla birlikte çözüm üretebilme işidir. Söyledik ama zaman değişmiş tabi. 1989’dan 2005’e geldik. Bu süre içersinde böyle bir girişimi saygıyla karşıladığımı, takdirle karşıladığımı ifade etmek istiyorum. Mutlaka işin bilimsel yönü de olmalı. Bu bilimsel yönüyle birlikte de mutlaka hatıralar da ortaya konacak. Onlar da aynı zamanda bizi mahallelere, köylere götürmüş olacak. Değerli arkadaşlar, bana konu olarak Türkiye’de siyasi parti yapılanmalarını vermişler. Siyasi parti yapılanması önemli bir konu. Ve zor bir konu; hele siz siyasetin içinde iseniz bu konuyu anlatmak çok daha zor. Objektif olursak, şimdi deseniz ki ben doğruyu konuşacağım; o zaman mevcut durumunuzla bir çelişki arzediyor konu. Hayır, siyasi yapılanmalarda mevcut durumu savunacağım dediğinizde de gerçeklerle çelişki arzedeceksiniz. Çok zor bir olay bir siyasetçi için, siyasi parti yapılanmalarını ve Türkiye’deki siyaseti konuşmak; ama bir çıkış kapısını da mutlaka bulmamız gerekiyor. Temel birgün bir lokantaya girer. Lokantadan çıkmadan der ki bana hesabı kitabı getirin. Hesabı kitabı getiriyorlar; bakıyor ki çok yüksek bir rakam. Beklemediği bir fiyat geliyor. Kim diyor lokantanın sahibi, çağırın gelsin. Garson gidiyor, lokantanın sahibine haber veriyor, geliyor adam; tabi halk tabiri ile çam yarması bir 137 adam. İri yapılı, 2 metre boyunda. Temel şöyle süzüyor, bakıyor. Ne istiyorsun kardeşim diyor lokantanın sahibi. Diyor ki fiş getirdiler ama altında kdv’yi ilave etmemişler. Şimdi bizde zor bir konu, karşımızdaki arkadaşların da çok deneyimli olduğunun bilincindeyiz. Aylardır da bu programları yapıyorsunuz. Uzaktan duyabildiğimiz kadarıyla enteresan sorularla da insanları terletiyorsunuz. Ama bu zor konu içerisinden Temel gibi bir çıkış noktasını bulacağız inşallah ve yara bere almadan buradan ayrılacağız. Şimdi efendim, insanlık, yönetimde en iyiyi aramanın çabası içerisinde olmuş. Ve bunu hep sorgulayarak gelmiş bugüne kadar. Nasıl bir yönetim olmalı ki mükemmel yönetim olsun? Yıllarca uğraşmış ve ilk insandan bugüne, krallıklar, şahlıklar, sultanlıklar, hakanlıklar, önderlikler adı altında, tek kişi yönetimi altında, tek kişinin diktatöryası altında çok acılar çekerek, çok deneyimler elde ederek bu noktalara gelmiştir insanlık. Ve seçtiği yöneticilerle de acılarını bir nebze olsun dindirme noktasına ulaşmış. Demokratik yönetim, en iyi yönetim olarak değil ama en az kusurlu yönetim olarak bugün insanlığın ulaştığı yönetimdir. En az kusurlu diyorum; çünkü doğrudan demokrasi imkanı yok. Bugünkü şehirler ve bugünkü nüfus açısından, bugünkü yapılanma açısından, sosyolojik açıdan baktığınız zaman doğrudan demokrasiyi gerçekleştirme imkanı olmadığından, yani temsili demokrasiden dolayı demokrasiye dört dörtlük bir sistem, dört dörtlük bir yönetim anlayışı deme şansını maalesef elde edemiyoruz. Çünkü hemen karşımıza şöyle bir soru çıkıyor. Acaba temsili demokrasi ne derece vatandaşın taleplerini gerçekleştirme konusunda başarı elde ediyor? Bizler 138 seçilmişiz. Sizler adına iş yapıyoruz. Ama ne derece biz siziz? Biz siz miyiz, değilmiyiz konusu demokrasinin bir açığı, açık kapısı olarak öteden beri sorgulanıyor. Bunu kapatmak için referandum müesseseleri anayasamıza konmuş. Çok önemli konularda halka gidilerek bu açık veya demokrasinin bu az kusurlu tarafının kapatılma çalışmaları yapılmaktadır. Aynı zamanda demokrasi bildiğiniz gibi çoğunlukçu bir sistem değil. Çoğunlukçu bir yönetim anlayışı değil. Çoğulcu bir yönetim anlayışıdır. Yani demokrasi, demokratizm değildir. Böyle bir girizgahı yapma ihtiyacını neden duydum? Siyasi partiler demokrasilerin vazgeçilmez unsurlarıdır. Bunların yapılanmaları demokrasinin varlığı ile mümkündür. Demokrasi demek ki ulaştığımız en az kusurlu sistem, en az kusurlu yönetim anlayışı. Bu anlayışa ulaşmışız ve siyasi partiler de bu sistemin vazgeçilmez unsurları. Ve bunların yapılanmaları konusunu işleyeceğiz. Bu anlamda siyaset, siyasi partiler ve seçim çok önem arzediyor. Şimdi siyasi partilerin yapılanmaları ve siyasi partileri tarihsel olarak iki dakika içinde özetlemek istiyorum. Tarihi olarak ilk siyasi örgütlenmeler, Osmanlılar’da 1839 Tanzimat Fermanı ile birlikte başlıyor. 1878’e kadar cemiyetler adı altında çeşitli siyasi oluşumlar meydana geliyor. 1878’de İstibdat dönemi, meclis kapatılıyor ve 1908’e, İkinci Meşrutiyet’e kadar da yine siyasi yapılanmalar devam ediyor ama zemin bulamadıkları için ya yurtdışında yapılanmalar ya da yurt içinde gizli örgütlenmeler şeklinde devam ediyor. İşte yeni Osmanlılar Cemiyeti, Ferayiler Cemiyeti gibi sayabileceğiniz onlarca cemiyet gerek 1878 öncesinde gerekse 1878 sonrasından 1908’e kadar çalışmalarını sürdürmüşler. 1908’de bu yapılanmalar bir 139 farklılık arz ediyor. Kurtuluş Savaşı’na kadar fırka ismini alıyor. Fırka Farsça parti demek. Cemiyetten fırka ismine dönüşüyor. Ve İkinci Meşrutiyet’ten Cumhuriyet’e, Kurtuluş Savaşı’na kadar da çeşitli fırkalar kuruluyor. İttihat Terakki Fırkası gibi. Bildiğiniz gibi Radikal Avam Fırkası, Müstakil Sosyalist Fırkası gibi birçok fırkalar bu şekilde oluşturuluyor. 1919-1923 tarihleri arasında ise 1. meclis kuruluyor. Kurucu meclis. Bu meclis döneminde de meclis içinde gruplar oluşuyor. Gruplarda o gün Türkiye’nin ihtiyacına göre isimler alıyorlar. Mesela gruplardan bir tanesi Islahat grubu. Türkiye’nin değişime, dönüşüme, ıslaha ihtiyacı var. İmparatorluk sonrası Türkiye’de böyle bir grup oluşuyor. Tesanüt grubu diye bir grup oluşuyor. Tesanüt dayanışma grubu. Milli birliğin, bütünlüğün oluşturulması ile ilgili bir grup oluşuyor. İstiklal grubu diye bağımsızlığı öne alan bir grup oluşuyor. Müdafai hukuk, merhum Atatürk’ün de içinde bulunduğu grup. Hakkın, hukukun müdafaasını ön planda tutan gruplar oluşuyor ve devamı da var. Ve bunların sonunda da Cumhuriyet’le birlikte 29 Ekim 1923’te Halk Fırkası kuruluyor. 1924’de de Cumhuriyet Halk Fırkası adını alıyor. İlk siyasi parti diyebileceğimiz fırka bu şekilde oluşmuş oluyor. 1924’le 1946 yılları arasında 19 parti kuruluyor. 19 partinin 12’si kapatılıyor. 5’i kendiliğinden kapanıyor. 1946’da Demokrat Parti kurulduğu için Demokrat Parti ile Cumhuriyet Halk Fırkası ancak varlığını sürdürebiliyor. 1946’dan 1980 yılına kadar 71 parti kuruluyor, 12’si kapatılıyor. 1980’den 2005 yılına kadar ise 18 parti kapatılıyor. Şu anda Türkiye’de Yaşar Nuri Öztürk Hoca’nın kurmuş olduğu partiyle beraber 49’dan 50’ye çıktı parti sayısı. Tabelası fiili olarak var olan 50 parti, siyasi hayata devam ediyorlar. Bunların 20’sinin, yani 50 partiden 20 partinin 2001-2002 yıllarında kurulması çok 140 enteresandır. Biliyorsunuz çok ciddi ekonomik krizlerle, belki de sosyal bunalımlara götürecek sorunlarla karşı karşıya bulunduğumuz bir noktada 20 siyasi partinin kurulması değerlendirmeye değer bir konu diye düşünüyorum. Türkiye’nin demokraside aldığı mesafeler açısından ben çok önemsiyorum bunu. Çözüm siyasettir diyorum, vatandaş veya ilgililere veya böyle bir önemli sayıdaki parti kurucularına. Türkiye’nin bu sorunlarını ancak siyasetle çözebiliriz. Benim bildiğim, benim düşündüğüm tarzdaki bir siyasi yapılanmayla çözeriz deyip siyasi partiye yönelmeleri, zor dönemde yönelmeleri dikkate değer bir durum diye düşünüyorum. Siyasi partiler ilk defa 1961 anayasası ile bir güvenceye kavuşuyorlar ve 1965’de çıkan siyasi partiler yasası ile de yasal bir güvenceye kavuşmuş oluyorlar. Şimdi siyasi partiler tarihçe olarak 1879’dan bugüne bu şekilde özetlendi. Siyasi partilerin yapılanmalarında tabiki fikri temelleri çok önemlidir. Bir fikir olacak ki bir siyasi parti, bir siyasi oluşum olsun. Eğer bir fikri temel yoksa siyasi partiden de bahsetmek sözkonusu değildir ama Türkiye’nin özel şartlarında bir anlamda bu fikirlerin halkla uyumu, halk tarafından benimsenip, benimsenmediği önem arz ediyor. Diğer açıdan da bu fikirlerin devletle uyumu ne ifade ediyor diye, her kurulan siyasi parti, mutlaka bunu da perde arkasında gözden geçirme durumu ile karşı karşıyadır. Çünkü Türkiye Cumhuriyeti yeni bir devlet, yeni kuruluyor, sistem oturtulmak isteniyor ve tek parti, bugünkü ifade ile Cumhuriyet Halk Partisi, solu da sağı da temsil ediyor. Adeta devletin partisi. Sistemi oturtmaya çalışan bir siyasi parti olarak 1946’lara kadar görevini yapıyor. Dünyadaki gelişmeler dikkate alınarak 1946’da çok partili sisteme geçilme kararı alınıyor. Ve özellikle yine bazı sosyologların ifadesine göre 141 Mustafa Kemal Atatürk’ün ölümünden sonra merhum İnönü ile başlayan ‘38 sonrası süreçte Cumhuriyet Halk Partisi daha ağırlıklı sol bir ideolojiye doğru kaydığından dolayı buna muhalefet eden Cumhuriyet Halk Partisi içindeki siyasiler Demokrat Parti’de bir araya gelerek Demokrat Parti’yi oluşturuyorlar. Aslında sistemin istediği de, dünyadaki gelişmelerden kastım da o. Türkiye’yi iki eksenli siyasetin üzerine oturtmak veya ulaşılması mümkün olmayan bir vadide karşılıklı olarak insanları buluşturmanın yolu olarak iki ayaklı bir direk üzerinde, iki kolon üzerine tabanı döşeyip vatandaşın rahat bir şekilde üzerinde yürümesini sağlamak. Hedef budur. Bu hedefin kaynağı nedir? Bildiğiniz gibi, 1789 Fransız İhtilali’yle toplanan ulusal mecliste, yeni düşüncelerini savunanlar meclisin sol tarafında, eskinin ve kralın yanında olanlar ise meclisin sağ tarafında oturdukları için sağcılar ve solcular ifadesi o şekilde siyasi literatürde yerini almıştır. Daha sonra Avrupa’da ve demokratik ülkelerde Sanayi Devrimi’nden sonra işçi hareketleri, sermaye işçi karşıtlığı neticesinde sağ ve sol zemin, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda da çok partili sisteme geçerken böyle bir oluşumun temelleri üzerinde Türkiye Cumhuriyeti inşa ediliyor. Siyasi inşasından bahsediyorum. İki parti üzerinde sistem oturtulmaya çalışılıyor. Madem sol ve sağ eksenler üzerinde siyaset bütünleştirilecek, Cumhuriyet Halk Partisi ne kadar solcu? Veya Demokrat Parti ve onun devamı olan partiler; Anavatan Partisi, Doğru Yol Partisi, Adalet Partisi gibi partiler ne kadar sağcı? Veya sağcılıktan ne anlıyoruz. Solculuktan ne anlıyoruz? Bu konular ister istemez gündeme geliyor. Türkiye Siyasi tarihinin belirli dönemlerinde aileler ikiye bölünmüş idi. Birbirleri ile ilişkileri keser noktaya gelmişlerdi. 1950’li, 60’lı, 70’li yıllarda sen 142 solcusun, sen sağcısın diye ayrıma girmişlerdi. İdeolojik çatışma dönemini söylemiyorum. Demokrat Parti ve Halk Parti dönemlerinde yaşanan sıkıntılardan bahsediyorum. Şimdi solcu olan parti, 50’lilerde şeker fabrikası, çimento fabrikası, barajlara karşı çıkıyor. Demokrat Partiye karşı bir mücadele veriyor. Adalet Partisi döneminde boğaz köprüsüne karşı çıkıyor, yapılmayacak diyor. Daha sonra köprüyü, yapılan köprüyü sattırma mücadelesi veriyor. Şimdi bugün de biz iktidardayız, mesela programlarımızda var. 2B işgal edilen orman arazileri, vasfını kaybetmiş orman arazileri satılsın. Çünkü işgal altında zaten, ikimizin de programında var. Buna engel olunuyor. Yerel yönetimler, kamu reformu, köy hizmetlerinin devri, sağlıkta bir bütünlük, sosyal güvenlikle ilgili birçok konuda karşı çıkıyorlar. Özelleştirme ile ilgili sıkıntılarımız var mesela. Bunu bir antiparantez olarak söylüyorum. Özelleştirmelerde tenkit edilecek konular var, tenkit edilmeyecek konular var. Onlar tenkit edeceklerine, tümden özelleştirme karşıtı politika izliyorlar. Aslında özelleştirme nasıl olmalıyı konuşmamız gerekiyor. Ondan ziyade satıyorsunuz, sattırmam, satılır, satılmaz gibi sığ bir tartışma içerisinde konu değerlendiriliyor. Neden böyle diye baktığımız zaman değerlendirmede devletin partisi olmadan kurtulamıyor. Oysa siyaset halkla yapılıyor. Devlet, hepimizin devleti ama halkın talepleri demokratik yapı içerisinde son derece önem arz ediyor. Bir bürokratik çevre ve orta sınıf diyebileceğimiz, orta sınıf üstü seçmen kitlesi, yani seçmen kitlesi dediğiniz zaman bir sol partide olmaması gereken bir seçmen kitlesine hitap eden bir siyasi sol parti ile karşı karşıyayız. Bunları siyasetçi olarak konuşuyoruz da amaç o değil. Türkiye’deki çarpıklığı ortaya koyma açısından 143 söylüyorum yoksa Cumhuriyet Halk Parti’li arkadaşlar da sizin gördüğünüz gibi değil. Ekranda hep kavga etsek bile perde arkasında dostluklarımız çok derin. Şimdi sebepleri nedir diye bakıyoruz. 1965’e, 1970’lere kadar Cumhuriyet Halk Partisi’nin bir rakibi olmamış. Devletin kuruluşundan beri olan bir siyasi hareket, rakip de olmayınca kendi sol kulvarında, kendisini geliştirme konusunda ciddi sıkıntılarla karşı karşıya kalmış. Oysa sağ kulvarda çok didişmeler var, çok çatışmalar var, dolayısıyla siyasi kulvarın sağda gelişimi, kendisini geliştirmesi daha bir farklılık arz ediyor. Ama solda bu durum 70’li yıllara kadar ne yazık ki olamamış. Dünyadaki değişim ve dönüşüm takip edilememiş. Ve bundan dolayı da halen belki de bir çağ gerisinden olaylar takip edilmeye çalışılıyor. Yani sosyal devlet anlayışı, 19. yüzyılda yok denecek noktada idi. Üretim araçları devletin elinde, işçi sınıfının karşı karşıya bulunduğu bir durum var. İşçi sınıfının örgütlenmesi var, hak arayışları var ama zaman içerisinde devlet, sosyal devlete dönüşünce, devlet sosyal devlet olma vasfını kazanınca, üretim araçları el değiştirip devletler zengin olunca, sosyal devlet imkan sunmaya başlayınca, 19. yüzyıldaki sol anlayış, 20. yüzyılın sonunda çok farklı bir noktaya gelmiş oldu. Bunları izleyememenin veya izleseniz bile bunlara çözüm üretememenin getirmiş olduğu sıkıntılar solun açmazı olarak karşımızda duruyor. Dolayısıyla bu gelişmeleri okuyamamanın neticesinde halktan kopuk bir anlayış ortaya çıkıyor. Şimdi sağ partilere bakıyorsunuz, sağ partiler meydanlarda çok farklı, ama Ankara’da çok daha farklı. Meydanlardan Ankara’ya dönünce farklılık arz ediyorlar. Yani meydanlarda halkın partisi, Ankara’da da devletin partisi... Sağ partilerin de böyle bir sıkıntısı olagelmiş eskiden beri. Ve daha ağırlıklı seçmen 144 kitleleri, sol seçmen kitlesi olması gereken kitleler, sağ seçmen kitlesi olarak sağ partileri desteklemiş. Köylüler, işsizler, kentin varoşunda olan kitleler sağ partileri destekliyorlar, desteklemeye de devam ediyorlar ve bu da sağ partilerin daha popülist bir yapıya kavuşmalarını sağlamış. Gelene veriyorsunuz, geçene veriyorsunuz, iki anahtardan tutun bilmem neye varıncaya kadar, ver Allah ver. Verip oyu aldıktan sonra da hesap verememe gibi bir durumu yıllarca yaşamışlar, yaşamaya da devam ediyorlar. Şimdi, iki eksen üzerine oturtulmak istenen siyasi partilerimizin de iç dünyaları böyle. Bence, gayet net söylüyorum, ne sağcılar sağcı, ne solcular solcu. Ama sağcılığa da solculuğa da ihtiyaç var mı derseniz, bence artık ihtiyaç da kalmamıştır. Değişen üretim araçlarının el değiştirmesiyle gelişen dünya şartlarına baktığınız zaman, varlıklarına ihtiyaç yoktur demeyelim de çok ciddi bir yeniden yapılanmaya ihtiyaçları var. Rastgele bir gelişleri olmuş. Sorumsuz bir gelişleri olmuş ve topluma da bu sorumsuzlukları yüklemişler ve toplum bunun maliyetinin altında şu anda ezilmektedir. Bunun yanında siyasi partilerde yapılanmadaki fikri temellerin dışındaki sıkıntılardan bir tanesi de ihtilaller. 1960’da başlayan ihtilalleri, ‘71’i, ‘80’i, 28 Şubat’ta devam eden süreçleri Türk Siyasi hayatı ve Türk milleti ne yazık ki yaşadı. Bu siyasetin kurumsallaşmasında çok ciddi engel teşkil etti. Siyasetin yapılanmasını, yeniden yapılanmasını zorlaştırdı. Nitelikli insanların siyasetten uzaklaşmasına sebep oldu. Yani millet bilmez anlayışı hakim kılınmaya çalışıldı. Siyasetçiler, “Bunlar da hiçbirşey bilmez, bu halk tercihini yapıyor ama hiçbir şey bilmez.” mantığı çerçevesinde, ana sorunlara temas etmeden, bu problemler nereden geliyoru düşünmeden hareket etmişler, düşünüp çözme noktasına 145 gelseler bile çeşitli müdahalelerle karşı karşıya kalmışlardır. Yapılan müdahalelere halk hep tepki göstermiştir. İlk etapta memnuniyet gibi algılanan müdahalelere bir göz geçirip kapatalım. Menderes’i yok ettik dedik ama onun devamında Süleyman Demirel’i getirdik oturttuk. Yani vatandaş. Bu nedir? Tepkidir. ‘80’de Süleyman Demirel’i götürdük dedik ama Özal çıktı oraya oturdu. 28 Şubat’ta Erbakan’ı götürelim dedik ama o siyasi hareketin içinden çıkan insan daha büyük oy alarak geldi oturdu. Bunu niye söylüyorum? Bence Türk siyasetine müdahalelerin halk tarafından verilen cevabını herkesin iyi hesap etmesi gerekiyor. Çünkü bu ülke bizim. Gidecek başka bir yer yok. Başka bir Türkiye yok. Halkı hiçe sayarak bir siyaset, halkı hiçe sayarak bir yönetim anlayışı olamaz, olmamalı. Demokrasi demokrasi diyorsak, bu platformları oluşturuyorsak mutlaka bu hassasiyetleri de dikkate almamız gerekiyor. Ve tepeden inme yapılanmaların demokratik bir yapıyla bağdaşmadığını, halkın bilincinin yükseltilmesi ile bu sorunların çok daha kolay aşılabileceğini değerlendirmemizin doğru olacağını düşünüyorum. Bir diğer konu; sistem Türkiye’de çatışma ve korku üzerine kurulmuş. Bakın bizim gençliğimizde ben hatırlıyorum. Sabahleyin komünizm geliyor, gelmiyorsa akşama kesin geliyor. Sahip çıkın vatanınıza. Bugün mahsurlu gördüğümüz birçok şeyi de o gün çok meşru diye nesillerimize takdim ettik. Bugün mahsurlu diyoruz. 20 yıl önce niye mahsurlu değildi peki? O gün, başka bir şey ile korkutuluyor idik. Bugün başka bir şey ile korkutuluyoruz. Korku üzerine bir sistemi bina ederseniz, çatışma üzerine kavgadan medet umar bir sistem oluşturursanız, ondan birileri istifade ediyor ama yetmiş milyonun istifade etmediği kesindir. 70 milyon bundan bir fayda sağlamıyor. Böyle bir sistem 146 yıllarca devam etti. Şu son günlerde ibretle hepiniz izliyorsunuz. Bayrak olayı. Terör örgütünün toplantılarında ben hiç Türk bayrağı görmedim. Bazı illegal yaptıkları toplantılarda hiç Türk bayrağı göremedim. Böyle bayrak falan yok. Ama iki çocuğun eline bayrak tutuşturulmuş. Amaç ne? Provokasyon. Bir bayrak olayı aldı gidiyor Türkiye’de. Ya bayrak hepimizin bayrağı, kanımız canımız her şeyimiz. Yapılan ne, devamında yapılmak istenen ne? Yeni çatışma alanları. Ulusallıktı, milliyetçilikti. Bu ülkenin evladı, nüfus cüzdanını taşıyan biri, bu ülkenin insanıyım diyor ise bu insan milliyetçi bir insandır. Vatanperver bir insandır. Vatansever bir insandır. Büyük hedefi belirlemiş Mustafa Kemal Atatürk’ün, Cumhuriyet’i kuranların muasır medeniyet seviyesi batılılaşma. 200 yıllık ve son Cumhuriyet döneminde çok ciddi ivmelerin kat edildiği batıya yürüyüşte, çağdaş dünyayla entegre konusunda eğer çok kritik bir noktada, 17 Aralık sonrasında siz ulusalcılık ve milliyetçilik tartışmalarının ayarını kaçırıyorsanız, o zaman biz oturur başka konuşabiliriz. Oturun buyrun konuşalım. Türkiye’nin hayrı neyse onu konuşalım. Ama neydi bu 70 yıllık 80 yıllık geniş yürüyüş, neydi bu hedef gösterilen? Hedefte bir yanlışlık yoksa doğru gidiyoruz şu anda. Eğer o hedefte bir yanlışlık varsa o zaman 40 yıldır niye birilerine takılıp gidiyoruz. O zaman oturup baştan değerlendirelim. Böyle bir zemin, böyle bir platform, böyle bir tartışma ortamı değil; istenenler çatışma, gürültü, kaos ve belli kesimlerin bundan nemalanması. Bu konuda çok hassas olunması kanaatindeyim. Devletler hedef belirlerler. 10 yıllık, 20 yıllık, 50 yıllık hedefleri olacak, planları olacak, o planlar çerçevesinde iktidarlar da değişse devletin ve milletin hedefinin değişmemesi gerekiyor. O hedefe doğru elbirliği ile koşmamız 147 gerekiyor. Yoksa gerisi günü birlik politikalardır. Anı kurtarmadır, ayı kurtarmadır. Mevsimi kurtarmadır. Mevsimleri kurtararak biz bir yere varamadık ama ana bir plan çerçevesindeki Türkiye’nin Avrupa Birliği konusu, devlet politikası haline gelmiştir. Devlet politikasıdır. 1959’dan başlayan bu yürüyüşte farklı zeminlere olayı kaydırmayı ben sağlıklı bir düşüncenin ürünü olarak görmüyorum. Şimdi iki devlet açısından da baktığınız zaman ikinci bir önemli konu var. Bakınız. Biz Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılması neticesinde oluşan bir devletiz. Osmanlı İmparatorluğu toprak parçasına, Osmanlı coğrafyasına bakınız. Türkiye Cumhuriyeti Misak-ı Milli sınırlarına bakınız. Şimdi bütün kavgaların sürdüğü, bütün sıkıntıların yaşandığı şu andaki coğrafya Osmanlı coğrafyasıdır. Kafkaslar’da öyle, Ortadoğu’da öyle, Balkanlar’da öyle. Bu coğrafya eski bizim coğrafya. Şimdi diyoruz ki Türkiye Cumhuriyeti öyle bir misyon üstlensin ki bu coğrafyaya hükmedecek veya bu coğrafyada tekrar dengeleri oluşturacak bir anlayışı öne çıkaralım. Balkanlar, Kafkaslar ve Ortadoğu’da gücünü koruyan bir Türkiye anlayışı bizim planımız, projemiz olsun. Bu hedef doğrultusunda koşalım. Alacağın cevap; olmaz. Neden? O defteri biz kapattık. İyi, saygı duyuyoruz. Kapattık. Açtığımız defter ne? Açtığımız defter çağdaş muasır ülkeler, çağdaş dünyayla entegre, batıyla buluşma. O halde bu konuda ne yapılması gerekiyorsa onu yapmamız gerekiyor. Bu konuda çok şey yapmaya kalktığın zaman olmaz. Bakın, Türkiye’nin açmazı bu. Siyaset üstü siyasetin oluşturduğu sıkıntı bu. Batıysa buyur. Ne gerekiyorsa bir sene içinde elbirliği içinde yaparız biz. Avrupa Birliği’nden yana isek, entegrasyondan yana isek, samimi isek, gelin kolkola girelim. Türkiye Büyük Millet Meclisi yaz tatilinde, 148 tatili aradan çıkaralım. Bir senede, karar süreci de dahil, yapılması gereken tüm değişiklikleri yapalım. Bitsin bu iş. Fransız Cumhurbaşkanı da, geçen hafta Başbakan onu ifade ediyordu, 10 yıl 15 yılı bırakın diyor. 3-5 yıl içerisinde derelerin altından çok su akar diyor. Çok şeyler değişecek diyor. Bugün sıkıntılı bir süreç var. Biliyorsunuz batıdaki seçimlerden dolayı yaşanan, kriz olmayan bir kriz, kriz olarak takdim ediliyor. Baş müzakereci var mı, yok mu? Öyle bir şey, böyle bir talep yok ki. Uygulamada, çalışmada, Avrupa Birliği sürecinde baş müzakereci belirlendi mi belirlenmedi mi diye bir talep yok Türkiye için. Ama böyle bir şey varmış gibi son derece enteresan yaklaşımlar manşette ve süreci sorgulamaya dönük değerlendirmeler yapılıyor. Şimdi demek ki Türkiye’de, birilerinin derin devlet diye tabir ettiği, eski cumhurbaşkanlarının sayfa sayfa işlediği konularda, bizim aslında derinliklerde de hangi hedefe doğru Türkiye’yi koşturduğumuz, hangi plan çerçevesinde Türkiye’yi nereye taşımak istediğimiz konusunda da çok belirgin bir görüş ortada yok. Avrupa sıkıntı, tarihi miras, o da sıkıntı. Bence esas sıkıntı, bu iki noktada kararsızlığımızdır. Yoksa Türkiye çok hızlı bir şekilde yol alacak ve yoluna devam edecektir. Ayrıca diğer bir konuda kavramlar bir türlü netleştirilemiyor. Şimdi bu dönemde de bakın tekrar bütün konuşmaları dinliyorsunuz. Laiklik. Bu milletin laiklikle bir derdi yok. Bu hükümetin laiklikle bir derdi yok. Bu parlamentonun laiklikle ilgili derdi yok. Böyle bir sorun yok. Tanımlayalım, şu laiklikten ne anlıyorsanız yazalım. Sizin dediğiniz gibi yazalım ve millet neye uyacaksa, şuna uyulacak diye. Hiç gereği yokken, hiç hesapta yokken laiklik tartışmalarını, hani böyle ciddi bir sorun varmış gibi ortaya çıkarmanın anlamı ne? Ama amaç şu: Tanımlanmayan 149 kavramlar var ve herkes o kavramlara kendisine göre bir elbise giydiriyor, kendisine göre tanım yapıyor. Oysa bu kavramlar netlik kazansa vatandaş da bilecek ki bu budur, ben de buna uymak durumundayım diye. Çünkü hukuk devleti. Ama bu konuda da bir kargaşanın yaşandığını hepiniz biliyorsunuz. Peki dünyada demokrasi ne? Dünyadaki bakış ne? Arkadaşlar maalesef dünyayı da izliyorsunuz, görüyorsunuz. Dünyanın patronu olduğunu söyleyen devletleri de dikkatli izliyoruz. Menfaat varsa demokrasi sonuna kadar. Menfaat varsa oligarşik bir yapı sonuna kadar. Yani bir düşünün; şu yaşadığımız terör ve terör olayları ile ilgili çeşitli isimleri besleyenler, büyütenler, yaşatanlar, onlarca yıl bölgemizde savaşları çıkaranlar ve bu savaşlarda milyonlarca insanın ölümüne sebep olanlar, Birleşmiş Milletler’i kuranlar, bu kurdukları uluslararası kurumların kararlarını hiçe sayanlar. Hangi açıdan ele alırsanız alın. Bir bakıyorsunuz ki dünyada da görüntüde bir demokrasiye evet ama menfaat ilişkileri geldiği zaman hiç önemli değil. Menfaatim devam etsin, orada ne olursa olsun anlayışı ne yazık ki hakim. Bu samimiyetsizlik insana reva görülecek bir samimiyetsizlik değildir. Çünkü bir can çok önemlidir. Bir insanın mutlu olması çok önemlidir. Bir insanın ömrünü, kısacık ömrünü huzurlu geçirmesi çok önemlidir. İnsanların mutluluğuna olacak şeylere katkı sağlayacaklarına, mutsuzluğuna katkı sağlayacak olaylarda var olan ve sözde de çok demokrat nutuklar atanlar, artık aydınlanmış ufku açık nesiller ve insanlar tarafından çok daha sağlıklı bir şekilde değerlendiriliyor. Yani sorun yalnız kendi ülkemizde mevcut değildir. Dünyanın yönetimi açısından baktığımızda da bazı flu sahnelerin olduğunu belirtmek istiyorum. 150 Son olarak bir iki cümlede partilerin yapılarını anlatalım. Partiler yukarıdan aşağıya doğru teşkilatlanıyorlar. Genel başkan, Genel Merkez, il, ilçe, belde teşkilatları delegeler... Burada gerçekçi olmamız gerekiyor. Parti kuruluncaya kadar benim partimdir. Kurulduktan sonra artık benim partim değil. Yani benim partim derken ben de o partiliyimdir ama benim partim olamaz o parti. Çünkü demokrasinin vazgeçilmez unsuru, toplumun malı haline gelmiştir artık. Herkesin partisidir veya gönül verenlerin partisidir. Sevenlerin partisidir. Çünkü bizde ana sıkıntı nedir? “Partiyi ben kurdum, buradan çivi söktürmem, çivi çaktırmam arkadaş.” Ana sıkıntı buradan kaynaklanıyor. Oysa o rahatlığa bir ulaşabilsek; partiyi kurdum, topluma emanet ettim, bu sağlıklı kuracağım yapı beni tercih ediyorsa ben baştayım, beni alaşağı ediyorsa başkası baştadır. Ve ben inanıyorum ki bu düzen, bu anlayış en sağlıklı anlayıştır. Ama biz topluma hiçbir şey emanet edemiyoruz. Çünkü ben öncelikli bir anlayış tüm siyasilerde hakim. Şimdi çok uzatmadan delege sayısı sorunu nerede başlıyor,ona bakalım. En alt kademede başlıyor. İl teşkilatında bir problem yok. Genel merkezde bir problem yok. Siz ilçedeki yapılanmayı sağlıklı hale getirirseniz siyasi partiler tümden düzelir. Nasıl yapacaksınız bunu? 400’den aşağı üyesi varsa partinin, delege seçimi yapmıyor. O üyeler, ilçe başkanının yazdığı üyelerle kongreye gidiyor, kendisi birilerini seçiyor. Seçtikleriyle de il başkanını seçiyor. İl başkanı da il yönetimini seçiyor. Sıkıntının bir tanesi bu. Şimdi de atadınız bir ilçe başkanını, partiyi kurarken o ilçe başkanı kafasına göre yönetimi oluşturuyor. O, yukarı doğru seçimleri devam ettiriyor gidiyor. Benim kanaatim ilçe yönetim ve ilçe başkanlık seçimleri üye bazında yapılmalı. Üye bazında çarşaf liste ile 151 yaparsanız, aşağıdaki, tabandaki vatandaş yönetiminde kimi ilçe başkanı görmek istiyorsa, kimi il delegesi yapmak istiyorsa, vatandaşın iradesi ile bir yapı oluşur. O insanlar da il başkanını seçmiş olurlar. Onlar da genel başkanı seçerler. Ama hastalık tabanda duruyor. Merkezin rahatsızlığı, hastalığı yok mu? Hepimiz biliyoruz, lider cuntası diyoruz. Lider cuntasını halletmenin yolları vardır. Başkanlık sistemine baktığınız zaman orada seçmen tabanlı, halk tabanlı bir siyasi yapılanma var. Parlamenter sistemde ise şu bahsettiğimiz bir iki ciddi düzenlemeyi yapacak olursanız teşkilat başındaki insana tabi olmayacak, halktan destek alıp geldiği için, yönetici olduğu için halka hesap veren konuma gelecek. Dolayısıyla doğruyu söyleme, yanlışa müdahale etme imkanı olacak. Şimdi seçimler oluyor, genel merkez adayları belirliyor. Ön seçim yok, ön seçimi delege bazında yapsanız hiçbir anlamı yok. Üye bazında ön seçimi yapıyorsanız bir anlam ifade eder. Ön seçim yapılmadan ağırlıklı olarak siyasi partiler parlamentoyu oluşturuyorlar. Esas bir sıkıntı da parlamentoda. Yasama, yürütmenin emrinde gibi. Neden seni ben seçmişim, milletvekili yapmışım? İçinden de Bakanlar Kurulu’nu çıkarmışım. Biz yaparız, siz el kaldırırsınız onaylarsınız. Yasamanın, yasama faaliyetine katkısı çok sınırlıdır öteden beri. Türkiye’de gerçekten tavrını net koyabilen, açık sözlü, ne yaptığını bilen, hizmetten başka bir şey düşünmeyen insanların sayısı böyle çoğalırsa inanıyorum ki o zaman yasama faaliyetinde bir renklilik meydana geliyor. Aksi taktirde hükümet yani yürütme tasarıyı hazırladı. Siz de ne yapacaksınız; bunu onaylayacaksınız. Onay makamı konumundasınız. Böyle bir yapı var. Bunun değişmesi çok zor değildir. Önümüzdeki süreçte inanıyorum ki Türk siyasi 152 hayatında bu anlamda önemli değişimler olacak, siyasi partiler kanununda olsun, seçim kanununda olsun, milletvekili seçim kanunlarında olsun. Çok ciddi değişiklikler yapılacak, gerekirse anayasa değişiklikleri yapılacak ve Türkiye, Avrupa normları çerçevesinde demokrasiyi daha da özümsemiş, parlamenter sistem içerisinde bir buyruk gibi değil, gerçekten toplumun talepleri doğrultusunda bir yasama faaliyetini, denetim faaliyetini gerçekleştirir bir noktaya ulaşacak. Bu yasal düzenlemeleri umuyorum ki elbirliği ile gerçekleştireceğiz. Şimdi söylenecek çok şey var ama son bir fıkra ile bitirelim. Temel, Valide Sultan Cami’nin oraya geliyor. Valide Sultan Cami’nin orada kuşlar var, kuşlara bir tabak buğday atıyor. Kuşun birisi de havalanıyor, Temel’in kafasına ediyor. Temel diyor ki bu kuşlar var ya, bunlar aynı bizim siyasetçiler gibi. Beslersiniz, beslersiniz, sonunda da yükselince Ankara’ya çıkıp oturunca bu kuşun yaptığı gibi yaparlar insana diyor. Maalesef Türk siyaseti böyle olumsuzluk dönemlerini yaşadı. Toplumdan yana değil, belki siyasi menfaatler doğrultusunda çok daha fazla çaba sarf etti. Ve neticede de acıları hep birlikte 70 milyon olarak çektik. Şu andaki durumla ilgili olarak Yaşar Bey’in söylediğine göre çok farklı değerlendirmeler yapılıyor. Ama ben şunu söyleyeyim. Popülizme kaçmadan, çok ciddi, ne yaptığını bilen, adımlarını bilerek atan bir yönetim anlayışını sergilemeye çalışıyoruz. Eğer popülizme dönük, halkı günübirlik sevindiren, mevsimlik sevinçlere boğan bir anlayışı hakim kılmaya çalışsak işimizin çok kolay olduğunu biliyoruz. O imkanlar da iktidarın elinde var ama o çözüm değildir. Türkiye enflasyonu mahkum etmek durumundadır. Türkiye faizle, yüksek faizle, uzun süreli reel faizlerle daha fazla yaşama şansına sahip değildir. Türkiye yeni bir ekonomik 153 krize hiç hazır değildir. Türkiye’deki makro dengeler oturmak durumundadır. Yeni Türkiye’de, Avrupa Birliği’ne açılan Türkiye’de herkes hesabını yeni Türkiye şartlarına göre yapmak durumundadır. Bu derli toplu gidiş, sosyal güvenlik, yakın zamanda bankalar ve özelleştirmedeki seri uygulamalarla desteklenirse inanıyorum ki Türkiye çok kısa süre içerisinde bu badirelerden sıyrılacaktır. Tekrar bize bu imkanı verdiğiniz için çok teşekkür ediyorum. • Sayın başkan, bu meclis yasama dönemi tatilleri sizce gerekli mi? Gerekli ise bu kadar uzun olması gerekli mi? Demin siz de bahsettiniz, bir sürü bekleyen mesele var. Sizin kişisel siyasi tecrübenize göre bunu nasıl izah edersiniz? (ÇELİK) Tatil, 1 Temmuz’dan 1 Ekim’e kadar sürüyor. Uzun bir süre gibi geliyor ama şöyle bir sıkıntı var. Uzaktan bakınca uzun bir tatil. Ama işin içinde olanlar açısından söylüyorum, mecliste bir genel kurul çalışmaları var bir de genel kurulun perde arkası çalışmaları var. Yani komisyon çalışmaları var. Bunlar çok yıpratıcı ve çok zaman alıcı çalışmalar. Dolayısıyla dikkat ederseniz son 2.5 yılda biz normal çalışma saati olan 15-19 saatleri arasında çalışma yapmadık. Hiç yapmadık desem yeridir. Ağırlıklı olarak 8 saat 10 saatlik çalışmalar gerçekleştirdik, dolayısıyla yorucu bir dönemden çıkıyorsunuz. Bu bir. İki, tabi seçmen kitlesi ile karşı karşıyasınız. Seçmenleriniz var, seçim bölgeleriniz var. Buradaki vatandaşlara da meclisin mesai dönemlerinde çok zaman ayırma imkanı bulamıyorsunuz. Size gelip ulaşabilen veya hafta sonu bir gün ulaşabildiğiniz insanlarla görüşme 154 imkanınız var ama yaz döneminde dükkan dükkan, mahalle mahalle, köy köy gezme imkanı buluyorsunuz. Dolayısıyla görev yalnız yasama ve denetim değildir. Aynı zamanda, o üç aylık dönem içerisinde vatandaştan alacağınız izlenimleri yasamaya taşıma, parlamentoya taşıma açısından da, halktan kopmama adına son derece önemli bir tatil süreci diye değerlendiriyorum. Ama bir milletvekili bu süreyi böyle değil de Antalya’da tatilde geçiriyorsa o anlamda çok haklısınız. Bir ay bile fazladır. • Sayın başkan, konuşmanız esnasında demokrasiden bahsederken çoğunluk ve çoğulcu demokrasi deyimini kullandınız. Onu biraz daha açmanızı istiyorum. Bir de Türkiye’de parti enflasyonundan bahsetmenizi isteyeceğim. Şöyle ki ‘46’dan bu yana 50 parti kuruldu tahmin ediyorum. 50 küsur. Şu an yeni kurulan partiler de var. Avrupa’da durum nasıl? Orada bir ülkede, Fransa’da veya Almanya’da veya İngiltere’de kaç tane parti var? Bunları biraz anlatırsanız sevineceğim. (ÇELİK) Batıdaki rakamları yanıma almadım ama batıda bence siyasal sistem oturmuş durumda. Biz geçen ay Amerika Birleşik Devletleri’nin başkanlık sistemini incelemek için heyet olarak gittik. Orada da sistem başkanlık sistemi çerçevesinde oturmuş durumda. Ama sorun gelişmekte olan ülkelerde. Dikkat ederseniz İngiltere’de seçimlerde 3 parti yarıştı, yine Blair ipi göğüsledi. 3. kez göğüsledi. Arkasından Hristiyan demokratlar, muhafazakarlar yanılmıyorsam geldiler, yani orada böyle bir sorun yaşanmıyor. Çünkü ana sorunlar çözülmüş. Ana sorunlar çözülünce siyaset bir hizmet aracına 155 dönüşmüş. Burada ise ana sorunlar çözülemediği için ben çözerim anlayışının ortada olmasını ben pozitif değerlendiriyorum. Ben çözerim anlayışı yok olursa, çok tehlikelidir diye düşünüyorum. Varsın partiler kurulsun. Varsın siyasete ilgi artsın ki bu toplantılar da siyasete ilgiyi arttırma toplantıları. Bu ve benzeri kuruluşların, siyasi yapılanmaların, toplum üzerinde çok müspet katkıları var diye düşünüyorum. • Maliyet olarak da kurulmasından dolayı? artış olmuyor mu partilerin (ÇELİK) Maliyet olarak, bu elli partinin tamamı yardım almıyor. Yardım alan partiler için yasal olarak sınırlar konmuş nasıl yardım alacakları ile ilgili. Baraj şartları var. Dolayısıyla bu yardımlarda da, o yardımlarda da sıkıntı var. Oranları düşürme çalışmamız var şu anda. Partiler kaynaklarını tabanlarından, üyelerinden bulmalı. Bir aidiyet sözkonusu ise, siz bir partinin mensubu iseniz o partiyi ekonomik olarak da belli bir ücret karşılığı desteklemeniz gerekiyor. Bu sistem Türkiye’de iyi çalışmıyor, tam tersi şeyler oluyor. Bakıyorsunuz bir parti, bir milyon üyesi var. Bir milyon üyem var diyor. Seçime giriyor, 300 bin oy alıyor. Yani böyle bir üyelik anlayışı ve temel sıkıntılar var. Bizde siyaset bu anlamda tam oturmadığı için, kurumsallaşma tam gerçekleşmediği için bir bocalama döneminin neticeleridir. Yani demokrasi, azınlıkları ezen bir sistem değil. Onun için demokrasiyi çoğunlukçu diye anlamayı hiç kimse, demokrat olan hiç kimse kabul etmez. Bu onun için demokratizm dedim. Bu demokrasi çoğulcu bir anlayışı ortaya koyar ve o anlayış çerçevesinde de çoğul yani çok olanlar azınlığın fikirlerine itibar ederler, dikkate alırlar, 156 değerlendirmeye alırlar. Eğer bunu gerçekleştiremiyorsanız o zaman çoğunlukçu bir anlayıştan yanasınız ki bence demokrasiye de yapabileceğiniz en büyük kötülüktür. • Bir ülkede Başbakan’la Cumhurbaşkanı aynı paydada buluşamazsa, Anayasa Mahkemesi Başkanı ile Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı aynı paydada buluşamazsa, Cumhurbaşkanı Meclis’ten gelen her yasayı veto ederse ya da birtakım kişiler Meclis’te yapılan her önergeye bir açıklama yaparsa, bu ülkede yasama, yargı, yürütme organları nasıl uyumlu bir şekilde işler? (ÇELİK) Şimdi vatandaş şunu istiyor: Bir Cumhurbaşkanı, Başbakan -ben sürekli halkla olan, halkın içinde olan bir milletvekili olarak söylüyorum- Genel Kurmay Başkanı, yan yana, diyelim ki Milli Güvenlik Kurulu toplantısından çıkıyorlar ve kahve içiyorlar. Bir yerde buluşuyorlar ve faizlerin iki puan düşeceğine inanıyorlar. Faizler iki puan aşağı düşer ama bu maalesef gerçekleştirilemiyor. Neden gerçekleştirilemiyorun siyasi anlamdaki cevabına gelince bence açık siyasette bir problem yok. Siyasi anlamda söylüyorum. Bir problemin olmadığını net bir şekilde ifade edebiliyorum. Bunun olması gerekir. Türkiye artık bu açılımları, bu rahat görüntüleri sergilemeli. Neticede Başbakan dediğiniz milletin seçtiği Başbakan, Cumhurbaşkanı dediğiniz Parlamento’nun seçtiği Cumhurbaşkanı. Genel Kurmay Başkanı dediğiniz, ömrünü Türkiye’nin Milli Birlik beraberliği ve Türkiye’nin harici ve dahili olumsuzluklarına karşı adamış kendisini yetiştirmiş kıymetli komutan. Yani zirve noktasında Türkiye bu görüntüleri sağlamalı. Mesela Genel Kurmay Başkanı’mız bu konuda çok 157 farklı bir yapıya sahip, onu da kabul edelim. Çok demokrat bir yapıya sahip Genel Kurmay Başkanı. Bu tür platformlarda bulunmaktan ve bu platformlara katılmaktan, görüntü vermekten çekinmediğini ben müşahede ediyorum. Çok rahat bir yapı. Ama Cumhurbaşkanı için aynı şeyi söyleyemiyorum. • Eti, Hava Kurumu, Petrol Ofisi, Şişe Cam, Pektim, Seka şimdi de Ereğli Demir Çelik’in özel teşebbüsü terk edilip telekom ve bankacılık da yabancı sermayeye yüksek oranda teslim edilirken, acaba ne kadar haklarımız savunulabilmektedir? Ve milli menfaatlerimiz nasıl ve ne oranda korunuyor? Bunu sizden öğrenmek istiyorum. Ben çok önemli bir husus olarak görüyorum. (ÇELİK) Şimdi efendim özelleştirmede son rakamlar, belki 3-4 ay önceki rakamlar olabilir, ortalama 11 katrilyon gelir, 11 katrilyon giderimiz var. Şimdi bizden sonra Varşova Paktı’na bağlı olan ülkelerin nasıl mesafe almaya başladıklarını iyi biliyorsunuz. Almanya, Doğu Almanya’yı aldığı zaman oradaki fabrikaları, bizim sanayicilerimize alın götürün mesalesinde dağıttılar. Şimdi özelleştirmeyi tartışalım. Olmayıversin özelleştirme. Devletçi bir anlayışla bütün bu kurumlar devletin elinde kalsın yürütelim. Yürütemediğimiz için bu noktaya geldik. Şöyle düşünelim ütopik olarak. Nitelikli insanları, vatanperver insanları bu işletmenin başına getirelim ve bu insanlar, bu kurumları kar ettirsinler. Bu doğrudur, olabilir ama sürekliliği mümkün değil. Şu saydığınız kurumlara bir bakınız, geçmiş dönemlerde nasıl arpalık olarak kullanmışlar. Neler yapılmış, neler yapılmamış? Siyasetin oyuncağı haline getirilmiş devletin elinde olduğu için bunlar. Size bir örnek 158 olsun diye söylüyorum. Bir adam bir yerin bakanı olmuş, oradaki ilçelerin tümünde spor salonu yaptırmış. 2-3 bin nufüslu ilçelerde. Şimdi bir fabrikayı bulmuşlar; bakın TRT Genel Müdürü geçenlerde diyor. 2700 kişi ile diyor TRT’yi götürme imkanınız varken, 6400 kişi var şu anda kurumda. 2700 kişi bana yeter diyor adam. Şimdi bu TRT kalsın diyoruz. Kalsın, o zaman şöyle yapalım. Ben şimdi yeni iktidara geldim. Bana da tanıyın 1000 kontenjan, 7400 olsun ne olacak ki. Biz de alalım öyle ya. Yıllar boyunca böyle olmuş bu işler. Erdemir’de böyle olmuş. Bakın ben mesela Murgul Bakır İşletmeleri’ni biliyorum. Aynen bu şekilde batırıldı. Türkiye dediğim gibi hukuk devletidir efendim. Türkiye’de bir şeyin peşkeş çekilmesi filan söz konusu değil. Yargıyı görüyorsunuz, yargıdan dönüyor. Ama bizim istediğimiz o değil. Bizim şu anda yaklaşımımız şu: Yasaması, yürütmesi, yargısı, oturalım Türkiye’de; artık Türkiye’nin kaldıramadığı işleri, sürükleyemediği işlerle ilgili atacağımız adımları hep beraber öncesinde konuşalım. Ne gibi yasal düzenleme gerekiyorsa, o düzenlemeleri gerçekleştirelim ve bunları elden çıkaralım. Hangi oranda çıkaralım, nasıl çıkaralım? Türkiye sahipsiz değil, efendim. Yani hepimiz aynı hassasiyeti gösteriyoruz ama böyle bir yapının, yani özelleştirmeye direk karşı olma gibi bir anlayışın sergileniyor olmasından rahatsızlık ifade ettim ben. Yoksa Türkiye’nin bu konudaki menfaatleri konusundaki görüşünüze zaten katılıyorum. • Konuşmanızın başında dediniz ki demokrasi en az kusurlu sistemdir. Bize göre ideal sistemdir. Size göre demokrasi en az kusurlu bir sistemse, ideal olanı nedir birinci sorum bu. İkinci sorum AKP kurulurken Fazilet 159 Partisi’nden seçilen milletvekillerinin katılımı ile kuruldu ve hazineden çok büyük paralar alarak seçim kampanyasını yürüttü. Cumhuriyet Halk Partisi kurulurken o zamanın SHP’sinden ayrılarak milletvekilleri partiyi kurdu ve yine hazineden çok büyük yardımlar aldı. Son dönemlerde beş milletvekili CHP’den ayrıldı, bir başka siyasi partiye gitti ve sizden de beş on tane milletvekili ayrıldı, bir başka oluşuma katıldı. Her ne hikmetse devletin çok önemli konularında bir türlü bir araya gelemeyen AKP ve CHP bir akşamda bu iki partinin birer trilyon parasını kesmek için anlaştı ve ısrarla Cumhurbaşkanı’nın vetosuna rağmen tekrar geri gönderdi ve yasa onaylandı. Bu devletin iki trilyonuna acıdığınız için midir; yoksa o iki tane hareketin birisinin sizin için, birisinin de CHP için tehlike oluşturduğu için mi böyle bir karar aldınız, teşekkür ediyorum. (ÇELİK) Şimdi demokrasi en az kusurlu sistemdir derken demokrasiye yönelen bir eleştiri değil bu. İnsanlığın bugüne kadar gelişte bulabildiği en iyi, ideal sistem demokrasi ama bunun da tanımı yapılırken en az kusurlu sistem denebilir, mükemmel değil. Çünkü mükemmeli siz bu şekilde sınırlarsanız bundan sonrası için kapıları kapatmış olursunuz, arayışları durdurmuş olursunuz. Ben o anlamda söylüyorum, bu benim tanımım da değil. Genel bir yaklaşımdır, ideali vardır. İdeali belki demokrasinin daha gelişmiş şeklidir. Belki bizler değil, bizden sonraki nesiller yine koşmaya devam edecekler. Bilimsel gelişmeler, toplumsal değişmeler sürdükçe sistemlerde de bu tür değerlendirmeler olur anlamında; yoksa başka bir yere çekilmesine ben de üzülürüm. AK Parti’ye 160 kuruluşunda Fazilet Partisi’nden arkadaşlar katıldılar dediniz, doğrudur, ama Hazineden yardım alamadılar, zaten seçim oldu. Yani alelacele bir seçim kararı alındı ve seçime gidildi. AK Parti seçime girişte çok ciddi ekonomik sıkıntılar yaşadı. Seçimden çıktıktan sonra büyük bir oy oranına çıktığı için, seçim öncesinde siyasi partilere yapılan cüzi yardımı almışken, seçimden sonra ciddi bir yardım daha aldı. Şimdi CHP’li bu üç milletvekili ile ilgili düzenlemeye gelince, daha önce bundan 7-8 ay önce Cumhuriyet Halk Partisi’ne mensup bir arkadaşımızın kanun teklifi bu bahsettiğiniz. Siyasi partilerin bu ek 16. maddesi yanılmıyorsam, 1992 yılında Ecevit seçime giriyor ama barajı aşamıyor biliyorsunuz. Sayın Ecevit’e bir imkan sağlama açısından yapılan bir düzenlemedir geçici 16. madde. Şimdi şöyle bir durumla karşı karşıya kalındı bakınız. Parlamentoda 2,5 yılını doldurunca seçim olur mu? Erken seçim olmaz, bunu bütün samimiyetimle paylaşıyorum. Olabilir de, adam düşünüyor. Şimdi beni bu parti tekrar aday yapar mı, yapmayabilir. Ben bir arayışa gireyim mi gibi, 2,5 yıl sonrasında -parlamentoda olan biri- arayışlara, zemin yoklamalarına veya ziyaretlere başlar. Gelecek dönem acaba ben tekrar seçilebilir miyim anlayışı yavaş yavaş hakim olmaya başlar. Şimdi bu yasal açık kenarda durunca, mevcut herhangi bir partiye 3 milletvekili katılsa bu gece bu parayı alır. İki hafta, bir hafta sonra da istifa eder. Bir başka partiye katılsa yine 3 milyar parayı alır. Yani istismara açık bir kapı. İyi niyetle belki geçmişte 91 seçimlerinde sayın Ecevit’e sağlanan bu imkanın, bu dönemde açık bir şekilde istismara dönüşeceği kulislerde çok net bir şekilde ifade ediliyor. Diyor ki mesela adam, geçelim partiye, 3 milyar lirayı alırız, 2 milyar alırız, bakarız çaresine. Şimdi 50 tane parti söyledim ben size. Tabi olarak 161 duruyor bunların çok önemli bir bölümü. Siz gitseniz, bir partiye, bir buçuk trilyon lira alırsınız. 500 milyar o partiye verirsiniz. 1 trilyon lira siz alırsınız. Bunlar konuşulması bile doğru olmayan şeylerdir. Ama ne yazık ki bu yasal, iyi niyetle yapılan düzenlemeyi istismara dönük çabalar ve çalışmalar 2,5 yılın sonunda başladı. Bu anlamda bu teklifi ben çok önemsiyorum. Hatta başka şeyler de varsa ki ben az önce konuşmamda da söyledim, siyasi partilere yapılan yardımla ilgili bölümü tekrar gözden geçirmek gerekiyor. O marjları düşürmek gerekiyor. Daha çok kendi üyelerinden sağlayacak bir düzene kavuşturmak gerekiyor. Bir istismarı önlemek içindir o. Bütün samimiyetimle söylüyorum. Bir soru daha vardı. Bir araya gelmeyen iki parti, bu doğru değil. Yani siyasette kavgalar, gürültüler tartışmalar oluyor ama şu anda mecliste iktidarı ile ana muhalefeti ile çok önemli tasarılara, çok önemli yasalara imza attık. Elbirliği ile, beraber. Bunlar belki anlatmakta zorlandığımız yasalardı çünkü 550’yi geçti. Geçmiş dönemlerde, iki yasama döneminde, iki dönemde çıkarılan yasaları 2,5 yılda çıkarabilmiştir ve muhalefetinde ortak paydada buluştuğumuz yasalarda çok büyük desteğini gördüğümüzü burada ifade etmek durumundayım. • AK Parti’nin kuruluş aşamasında ve hatta daha öncesinde fikir babası olan sayın Korkut Özal da buradaydı. Sizin oturduğunuz koltukta, iki ay önce yaklaşık şöyle bir tespitte bulunmuştu bize. Siyasal partiler kanunundaki değişiklik Türkiye’nin en önemli dönüm noktasıdır demişti. Bu hükümet, bu parti bunu 162 yaparsa bu işi başarır. Bunu yapamazsa onların da işi biter demişti ve süreç bu şekilde de işledi. Yasama yılı bitecek. Siyasi partiler yasasında bir değişiklik gündeminizde mi? Çünkü siz konuşmanızda da bahsettiniz, delegenin, seçmenin katılımının olmadığı bir partiler kanununda istediğimiz kişiye oy veremiyoruz. Genel başkanın seçtiği bir milletvekili de haliyle yanar döner bir şekilde 3-5 partiyi gezebiliyor. Bu ikisini birbirine bağlamanızı istiyorum. Çünkü maalesef 3 Kasım seçimlerindeki listelerde bir genel başkan hakimiyetini duyduk. Birçok milletvekilinden de duyuyoruz, duymaya da devam ediyoruz. Bunun önünü kesmek için miydi? Az önceki soruyla da bağlamak istiyorum. (ÇELİK) Şimdi Anayasa değişiklikleri gündemimizde, meclis iç tüzüğü ile ilgili çalışmalarımız gündemimizde. Mecliste etik kurul kurulması ile ilgili yani milletvekilleri kendi sorunlarını, kendi bünyelerinde halletsinler anlayışı çerçevesinde bir etik kurul kurulması ile ilgili çalışmalarımız gündemimizde. Ve siyasi partiler yasasında, seçim yasalarında yapılacak olan değişiklikler gündemimizde. Umarım 2007 yılı, biz seçim takvimini öyle belirledik. Yani ilk olarak Türkiye 5 yılda bir seçim yapsın. 2005’in sonu ve 2006’nın başlarında şu saydığım değişiklikleri gerçekleştiririz. O çaba içerisinde olacağız, ama burada bir şey var. Toplumsal konsensüs çok önemli. Gerek anayasa metinlerinde, gerekse siyasi partilerle ilgili. Türkiye’nin özel şartı dediğimiz bir şey var. Mesela bu yüzde 10 barajı ile ilgili sıkıntı var. Şimdi bunu yüzde 5’e indirelim. Bu temsilde adaletin yanında yönetimdeki istikrarı çok ciddi sıkıntıya sokuyor. Buna karşı bir çabamız var, işte bu 163 değişiklikler için söylüyorum. Türkiye milletvekilliği. Biliyorsunuz Anayasa Mahkemesi iptal etmişti. Acaba bütün insanların, siyasal görüşlerin, bütün fikirlerin mecliste temsilini sağlayacak bir yapılanma nasıl olabileceği konusunda şu anda ciddi çalışmalar var. Umuyorum ki böyle bir paket olarak, bir bütün olarak iç tüzüğü ile siyasi partiler kanunu ile, anayasa ile yeni bir reforma imza atmış oluruz ve böyle buyrukçu bir siyasetten ziyade gerçekten halka dayalı, halka hesap veren, seçmene hesap veren bir parlamentonun oluşumunu hepimiz arzu ediyoruz. Yani bu konuda samimiyiz. Aksi takdirde görüyorsunuz iki yıl sonra, üç yıl sonra bazı sıkıntılar parlamento bünyesinde meydana geliyor. Milletvekilleri halka dayalı gelmiş olsa bence Ankara’da da hiçbir sıkıntı veremeyecektir. Çünkü halkta güçlü olan, tabanda güçlü olan bir insan yukarıda parti yönetimi ile ne bir sorun yaşar, ne de parti yönetimi onun önüne sorun koyar. Onun için ciddi bir çalışma içindeyiz. • Az önceki siyasi partilere yapılacak yardıma ilişkin görüşünüze katılmıyorum. Neden; çünkü orada parti milletvekillerine değil, siyasi partilere verilir. Dolayısıyla da siyasi partileri denetleyen bir Sayıştay vardır. Sayıştay da o yardımın nereye gittiğini, milletvekiline mi verildiğini çok net bir şekilde önünüze koyar. Dolayısıyla da sayın Cumhurbaşkanı’nın yasayı tekrar mecliste görüşülmesi için gönderme gerekçeleri çok açık. Şimdi benim sorum dokunulmazlıkların kaldırılması ile ilgili. En son meclisimiz enteresan bir şeye sahip oldu. Sanırım İzmir milletvekili, CHP milletvekili. Artık benim dokunulmazlığımı kaldırın deyip kafasını kürsüye vurdu ve de siz iktidara gelirken 164 halka bu konuda söz verdiniz. Dokunulmazlıkları kaldırma hususunda. Bu konuda talebi olan milletvekillerine şu ana kadar hiçbir şekilde cevap vermediniz. Hep dokunulmazlıklarla ilgili fezlekelerin görüşülmesini dönem sonuna bıraktınız. Bu konuda niçin samimi değilsiniz? (ÇELİK) Evet siyasi partilerin hesapları Anayasa Mahkemesi tarafından inceleniyor. Şimdi bu bir. İkincisi dokunulmazlıklarla ilgili çok samimiyiz. Nasıl samimiyiz söyleyeyim. Şimdi 83. madde değişsin. 100. madde değişsin. Nasıl değişecek? Bizim teklifimizde Avrupa Birliği sürecinde Avrupa Birliği’nde bu dokunulmazlıklar konusunda nasıl alındıysa o şekilde değişsin. Oturup çalışalım. Ama bir şey daha söylüyoruz, diyoruz ki mecliste bir uzlaşma veya uyum komisyonu gibi bir komisyon kurulmuş; neden, siyasi partilerin görüşleri var. ‘83’le ilgili ben böyle istiyorum. Siz farklı bir şey söylüyorsunuz. Bu anayasa metni olduğu için, bir uyum komisyonu, eşit üyeliğin uyum komisyonu, bugüne kadar hep çalışmış, biz bunun başkanını atadık. Kendi komisyon üyelerimizi verdik. Cumhuriyet Halk Partisi’ne diyoruz ki siz de verin 3 tane üyeyi. Bunlar bir ay, on beş gün, ne kadar çalışacaklarsa çalışsınlar. Hangi maddeleri getireceklerse getirsinler. Dokunulmazlık maddesi başta olmak üzere bu düzenlemeyi yapsınlar komisyondan geçirelim. Diyor ki hayır biz getirmeyiz. Arkadaş verin üyeyi, bu komisyon çalışsın getirsin ne şekle sokacaksınız. Kesinlikle diyorlar hayır. Şimdi bakın RTÜK yasası geliyor. RTÜK’le ilgili anayasa değişikliği geliyor. Ayın 24’ünde RTÜK’le ilgili değişiklik gelince Cumhuriyet Halk Partisi diyor ki evet birlikte değiştirelim. Şimdi komisyon çalışıyor. Yani iki grubun RTÜK’le ilgili değişiklik talepleri bir 165 araya geliyor, değerlendirme yapıyoruz. O değerlendirmede mutabakat var. Şimdi göreceksiniz 24’ündeki ilk oylama, 26’sındaki ikinci oylamayla RTÜK’le ilgili anayasa değişikliği gerçekleşecek. Peki RTÜK’le ilgili gerçekleştiriyoruz da ‘83’le ilgili neden gerçekleştirmiyoruz? Bunu Cumhuriyet Halk Partili’lere sorun. Bakın ben Grup Başkan Vekiliyim. Gayet net, meclisin kürsüsünden de söylerim. Açık ve net, hiç sağa sola çekmeye gerek yok. Biz anayasa değişikliğinin bir paket olmasının, ama bu paketin ilk maddesinin de 83. madde olmasından yanayız. Nasıl olacak, siz dokunulmazlığı kalkacak deyince arkadaşlarımız ne anlıyorlar, ben onu bilemiyorum. Dokunulmazlığın kalkması, yani dokunulmazlığın sınırlandırılması yasama, yürütme, yargı erkleri çerçevesinde birlikte düşünülmesi gereken bir olaydır. Yani yalnız yasamanın dokunulmazlığını kaldıralım, o zaman dengeyi nasıl sağlayacaksınız? Yargının meydana getireceği bir sahneyi, bir tabloyu nasıl dengeleyeceksiniz? Onun için üçlü saç ayağı üzerine oturan bu sistemde dokunulmazlık konusu üçlü saç ayağı üzerinde değerlendirilmesi gereken bir konu. Biz bu konuda çekinmiyor, kaçınmıyoruz ki. Buyrun diyoruz, bakın arkadaşlar üyeyi versinler, pazartesi gününden itibaren biz çalışmaya başlayacağız. Ve 83. maddeyi getireceğiz. Ama ısrarla diğer anayasa değişiklerinde destek veren Cumhuriyet Halk Partisi, bunu bir politika malzemesi yapmaya devam ediyor, bakın açık ve net söylüyorum. • Sayın Başkan, eskiden bir milletvekilinin veya bir bakanın bir demeci ile İstanbul Borsası değeri düşerken, 166 Türk lirasının değeri düşerken, geçenlerde 30 bin insanımızın katili, bölücü başının İnsan Hakları Mahkemesi’nde yeniden yargılanması kararının çıkmasına rağmen İstanbul Borsası yükseldi. Türk lirası değer kazandı. Ben de gerçekten ümitlendim. Dedim ki herhalde ekonomik tablolarda gördüğümüz durum gerçekleşiyor ama aynı gün IMF’den sağlanan krediye rağmen borç ertelemesine gidildi. Neden? (ÇELİK) IMF’nin ertelediği borç, 2006 yılı borcu, öyle tahmin ediyorum, 2007’ye ertelendi. IMF ilişkiler stand-by 3 yıllık bir anlaşma biliyorsunuz. Bu yeniden imzalandı. Bu borsanın yükselmesinin altında yatan da o antlaşmadır. Yoksa bölücübaşı ile ilgili bir durum değil. Orda da yanlış şey var. Henüz nihai karar Avrupa Konseyi’nden, Bakanlar Konseyi’nden verilmiş değil ve çıkan kararın da bir usul kararı olduğunu hatırlatmak istiyorum. Usulde bir yanlışlık şeklinde. Yoksa esasta Türk mahkemelerinin almış olduğu kararda oraya bir atıf sözkonusu değil. Onunla ilgili süreç ayrı bir süreç. Şimdi Türkiye’nin ekonomik sorunları aşılmaya başlanmış durumda. Ve genel yapı son derece pozitif bir şekilde gidiyor. Ama geçmiş yıllardaki yüksek faizle borçlanmaların getirdiği sıkıntılar ve krize giren Türk ekonomisinin IMF’nin kapısına dayanması, IMF’ye mahkum duruma gelmesi, 2.5 yılda telafi edilecek bir olay değildir. Ve IMF’den aldığımız 30 milyar doları, o kriz döneminde, Sayın Derviş döneminde krizden çıkış için aldığımız 30 miyar doların getirdiği sorunları takdir edersiniz ki çok kısa süre içerisinde çözmek mümkün değil. Şu anda bu borç 18 milyar dolara inmiş durumdadır. İyi ilişkilerin neticesinde de bu borçların 167 ötelenmesi, Türk ekonomisi açısından bir kayıp değildir. Artı bir değerdir. İnanıyorum ki bu 3 yılın sonunda, mali disiplinden kopmadan, 70 milyona sıkıntıyı paylaştırarak- bakın, belli kesimlere değil 70 milyona- ve toplumun alt katmanlarını biraz daha destekleyerek, enflasyonun üstünde destekleyerek kimseye muhtaç olmadan Türk ekonomisi kendi ayaklarının üzerinde duracaktır. Onun için bu ayarlamaları da bu çerçevede değerlendirmeniz doğrudur diye düşünüyorum. Saygılarımla 168 Prof. Dr. Hasan KÖNİ “Dış Politika” 169 Son günlerde derste işlediğimiz bir konuyu önünüze getirmek isterim. Bu konu ekonomik güvenlik ve ekonomik dış politika. Bu konunun bir değişik şekli “uluslararası ilişkilerin ekonomi politiği” adı altında birkaç üniversitede ders olarak okutuluyor. Aslında ekonomik güvenlik ve ekonomik dış politika üzerinde eskiden beri duruluyor. Ancak konu diğer konuların arasına kaynamış olarak ele alınıyor. Şimdi ise konu artık ayrı bir ders konusu olarak ele alınıyor. Ekonomik dış politika ne demek? Ekonomik dış politika devletin ekonomik araçlarla hem ekonomik çıkarlarını koruması hem de ekonomik araçları kullanarak dış politika çıkarlarını kabul ettirmesidir. Ekonomik dış politika araçlarının kullanılmasının örnekleri çok var. Örneğin teknoloji transferi, ekonomik yardımlar, hibeler, kredi ve borç verme, yatırım fonlarını yönlendirme, bankaları satın alma, uzmanlar göndererek yardım etme -Kemal Derviş örneği gibi- Türkiye tarihine bakıyoruz 1939-1945 arası bir tarafsızlık dönemi var. Ancak o dönemde dahi ekonomik olarak Almanya’ya dayanmışız. Niye? Almanya Türk kromunun büyük bir kısmını yüksek fiyatla satın alıyor. Böyle bir pazar bulmak mümkün değil. O 1939-41 yıllarını gözden geçirirseniz ve Türkiye’deki azınlıkları dinlerseniz Türkiye’de birden bire milliyetçi akımların coştuğunu görürsünüz. Alman Subayları Türk Harp Okullarında ders vermektedir. Birdenbire Orta Asyacılık ve Turancılık canlanır ve azınlıkların mallarını kaybetmesine neden olan “Varlık Vergisi” yasası çıkarılır. Niye? Almanya’nın Kromla Türkiye’yi kendisine bağlamış olması belli davranış kalıplarını Türkiye’ye transfer etmiştir. Daha sonra 1941’de Kiralama Ve Ödünç verme adı altında Amerikan yardımları 170 başlıyor. İkinci Dünya Savaşının nedenlerini araştıranlar, savaşın asıl nedeninin zayıflayan ekonomilerin doğurduğu gerilimden kaynaklandığını anlıyorlar. Yeni bir savaşı önlemenin koşulunun uluslararası ekonominin kurallarını yeniden kurmak yeni ekonomik örgütler oluşturmak olduğunu anlıyorlar. İşte daha savaş bitmeden IMF, Dünya Bankası, ve ticareti özgürleştirmek için Gümrük Ve Tarifeler Birliği (GATT) bugünkü adıyla Dünya Ticaret Örgütü, Uluslararası Eximbank ve Avrupa’yı kalkındırmak için Marshall Planı bugünkü adıyla Avrupa Ekonomik İşbirliği Örgütü’nü yapılandırıyorlar. Dikkat ederseniz bir askeri yapının kurulması Sovyetler Birliği’nin bu ekonomik yapılara üye olmayı reddetmesinden sonradır. NATO denilen askeri savunma örgütü 1949’da kurulmuştur. NATO’nun önemli bir boyutu kendisine bağlı üyelerin ekonomik yapılarını çok iyi denetim altına almasıdır. Günümüzde Avrupa’nın ayrı bir savunma örgütü kurma çabalarının altında NATO’nun ekonomik egemenliğinden kurtulma güdüsü yatmaktadır. Marshall planının birde pek bahsedilmeyen bir siyasi yanı vardır. Bu planın sağladığı ekonomik yardımdan faydalanan ülkelerin demokratik, çok partili ülkeler olması gerekmektedir. Sovyetler Birliği bu kriteri kabul etmediği için ekonomik yardımı da kabul etmemiş olmaktadır. Türkiye’de Amerikan yardımlarını almaya başladığında ve 1945’de savaşı demokrasiler kazandığında çok partili yaşama geçmek durumunda olmuştur. İktidardaki parti seçimleri kaybedeceğini bilerek çok partili bir yaşamı kabul etmek zorunda kalmıştır. Ülkenin varlığının korunması için iktidarlarını feda etmek zorunda kalmışlardır. 171 Önce ekonomiyle siyaset iç içe girmiş bulunuyor. Eğer serbest bir ticari yapıya sahipseniz aynı zamanda siyasi açıdan demokratik de olmak zorundasınız. Bu dengeler in olabilmesi için. İşte ekonomiyi dünyanın şekillendirme boyutu bu şekilde ortaya konuyor ki bir daha Nazizme, faşizme, daha sonra uğraşacakları komünizme ve aşırı sosyalizme dönülmesin. Hatta arşivlerde araştırırken bulduğumuz bazı telgraflar var. Mesela çok ilginç bulduğumuz bir telgraf. Fransız Dışişleri Bakanlığı Amerika’ya bir telgraf çekiyor. Diyor ki, “Biz biliyorsunuz çok şarap içilen bir ülkeyiz. Çocuklara da sulandırılmış şarap veriyoruz. Bununda ihracatını yapıyoruz. Fakat sizin bir içeceğiniz var, Coco Cola. Bu içecek bütün piyasayı kapladı. Şarap satışlarında müthiş bir azalma oldu. Özellikle genç kesim öğle yemeklerinde bunu tercih ediyor. Acaba bu Coco Cola içeceklerinizi geri çekmeniz mümkün değil mi. Bu içeceği geri çekin çünkü gıda yardımları içinde bunlarda geliyor.” Şimdi Amerika’nın verdiği cevap çok ilginç, diyor ki, “Dünya skoda uçaklarını görünce Alman Nazizmini hatırlıyor. Dünya doğan ve batan güneşi görünce Japon hegemonyasını hatırlıyor. Dünya Rusya’yı düşününce demir perdeyi hatırlıyor. Fakat dünya Coco Colayı görünce demokrasiyi hatırlıyor. Geri çekelim mi?” Tabi Fransa “Hayır kalsın.” diyor. Anti demokratik olmak istemiyor. Dikkat ederseniz bizde hem Coco Cola, hem Pepsi kola ikisi de var. Türkiye bu yüzden demokratik bir ülke olduğunu Amerika’ya gösteriyor. Hatta Turka kola da var. Tabi bu malın yani bu telgrafların ifade ettiği olay şu. Bir ekonomik mal, bir rejimin örneği olabiliyor. Bu düşünce tarzı ‘45’ten sonra yoğun şekilde sistemin içine giriyor. Tabi az gelişmiş ülkelerin stratejiyi bu boyutlu algılamaları mümkün değil çünkü ekonomiyi bilmeleri 172 mümkün değil. Dikkat ederseniz biz siyaset bilimi derslerinde veya uluslararası ilişkiler bölümünde çok ekonomi okutmayız. Yani siyaset ilişkileri, ne kadar askeri var, onun ne kadar gücü var, sınır sorunları, etnik sorunlar, son zamanlarda çıkan dini sorunlar. Fakat makroekonomik çözümlemelerde dünya sistematiği nasıl yönetiliyor tarzında bir analizimiz yoktur. Siyaset bilimini bilen ekonomiyi bilmez. Ekonomi departmanı da pek siyaseti bilmez. Ayrı bir boyutmuş gibi gelir fakat ikisinin karışımı asıl yönetim boyutunu oluşturuyor. Ama bunu pek ortaya koymadan 1973’lere kadar klasik ekonomi politikaları ile uluslararası sistemi yönlendirmişlerdir. İşte dikkat ederseniz bizim Amerika’dan aldığımız yardımlar daha çok askeri yardımlar. İlk Truman Doktrin’i ile gelen para askeri yardım. Marshall Planı ile gelen para askeri yardım. Sonra tarımsal alanlara, diğer alanlara gelmişti ama genellikle ana müttefikin sağladığı yardımlar askeri yardımlar tarzında. Çünkü kendisi ile ilgili ön cephe imajını geliştiriyor. Öbür türlü temel ürünlere ana teknolojileri Türkiye’nin boyutlarını değiştirme olayı yok ama Türkiye’de de bunu anlayan yok. Bu klasik güvenlik stratejileri yani silahların gelişmesi nükleer yarış konvansiyonel güçlerin oluşturulması, askeri stratejiler, uluslararası ilişkiler literatüründe 1973’lere kadar çok önemli yer tutmuştur. Fakat 1973’te o zamana kadar hiçbir makalede incelemediğimiz ve görmediğimiz -bizde zaten yok da dışarıda da çok az- bir Filistin-İsrail savaşı sonunda petrol ambargosu. İlk defa az gelişmiş ülke bir batı için kolay elde edilen bir kaynağı kullanarak batı siyasal yapısını kökünden sarsmıştır. Petrol ambargosu. Hollanda’da kuyruklar. Amerika stokunda tüketimler ilk defa dünya fiyatlarının üzerinde. Amerika içinde kargaşa, piyasaların altüst olması ve beklemedikleri Arap 173 ülkelerinden gelen bir sermaye büyümesi. Petrodolarlar o dönemde ortaya çıkmıştır. Ajda Pekkan’da şarkı yarışmasına katılırken aman petrol diye o şarkıyla onun yansımasıdır, sosyal hayata kadar gelen bir boyut. Şimdi ilk defa olarak, Walter Mondeo Amerikan Başkan Yardımcısı Ekim 1974’te şöyle bir yazı yazmış. Yumuşamanın ilerisinde uluslararası ekonomik güvenliğe doğru Mondeo şöyle diyor: Uluslararası güvenlik sorunları stratejik nükleer silahlarda gelişme ve çatışma boyutunun ortaya çıkması. Değişik siyasal sistemler arasında bu dönemde sağ sol çatışma. Avrupa’da ittifaklar arasında çatışma. Büyük güçlerin küçük güçleri kullanarak, yani proksi savaşlara katılım gibi hususlar şimdi uluslararası ekonominin, batının denetiminden çıkmasıyla gölgede kalmıştır diyor. Şimdi 1974 yılında bu cümlenin ne olduğunu Türkiye’de anlayan kimse yoktu. Silah almaya çalışıyoruz. Kıbrıs nedeniyle fark ediyorlar ki Türkiye’nin üç tarafı deniz ama çıkarma gemisi yapmayı unutmuş. Herhalde karadan Kıbrıs’a saldırmayı düşünüyorlardı. Benim babam kaptandı. 1964 yılında ne kadar şehir hatları vapuru varsa askeriye toplamıştı. Şehir hatları vapurları ile Kıbrıs’a çıkarma yapacaklardı. Bu yapı diyor ki bu gelişme yani uluslararası ekonominin bizim kurduğumuz denetimin dışına çıkması batı demokratik yönetiminin ulusal güvenliğine bundan daha büyük bir darbe düşünülemez. Ekonomik sorunlar dünya siyasal liderlerinin ajandalarında iç ve dış politikanın önüne geçerek yeni bir yer işgal ediyor. Şimdi bu yazı önemli. Çünkü Amerika yapacağı stratejilerin bir kısmını böyle yayınlıyor. Dış ilişkiler konseyinin çıkarttığı bir dergide. Önce ne yapacağını karşı tarafa bildiriyor. Yani gelip seni döveceğim diye açıkça söyliyeyim der, bir güce sahip olduğu için. Petrol parasının 174 ortaya çıkması ve bunun çeşitli fonksiyonları hakikaten dünya stratejisini önemli ölçüde değiştirmeye başlamıştır. 1979’da İran devrimi ikinci bir petrol krizi daha yaratmıştır. İran krizinden sonra tekrar bir toparlanma dönemine girilmiştir. Özellikle enerji konusunda yeni enerji kaynakları, yeni enerji boyutları ortaya çıkarılmıştır. Hızla fiyatlar düşürülmüştür ama az gelişmiş ülkeler Rusya 1973 sonrası krizini ememediği için sallanmaya başlamıştır. Tabi 1982’de de Kaliforniya’nın tanınmış kovboylarından Ronald Reagan sahaya çıkıyor ve diyor ki: “Bu kötülük imparatorluğunu artık bitirme zamanı geldi ama kötülük imparatorluğunu nasıl bitirecek. Kötülük imparatorluğunu yeni bulunan nükleer silahlar, uçaklar, top tüfekle mi bitiriyor arkadaşlar. Rusya’nın çöküşüne bakıyorsunuz bir tek kurşun atıldığını görmeniz mümkün değil.” Bu o zamana kadar dikkat edemediğimiz -bugünde pek öğrendiğimizi zannetmiyorum- izlenen ekonomi politikaları ve ekonomik araçların ortaya konması ile olmuştur ve 1980’den itibaren ekonomik liberalleşme dünyaya yayılmıştır. Tüm boyutları ile uluslararası yeni düzen adıyla ortaya çıkan bu boyut 1990’lara kadar çok büyük umut veren bir sistem ortaya çıkarmıştır. Yeni ortaya çıkan uluslararası şirketler 1980’de dünyaya yayılmaya başlamıştır. Rekabet bloklar arası ekonomik rekabete dönüşmüştür. Yani Avrupa Birliği’nin o zamanki adı ortak Pazar. Ortak pazarın karşısında Pasifik’te gelişen Japonya’nın başı çektiği Aseyan bölgesi ve Amerika’da yavaş yavaş kendi etrafında bir ekonomik blok oluşturmaya başlamıştır. Dünyaya baktığınızda bu senelerde Sovyetler Birliği ve uyduları ekonomik açıdan sarsılırken Amerika Avrupa Birliği rekabetine karşı kendi ekonomik bloğunu oluşturma çabaları içerisinde ve Latin Amerika’yı da 175 kendisine bağlıyor. Avrupa Birliği ortaklık antlaşmalarıyla Türkiye ve Afrika’nın kuzeyini tamamen içine alarak genişleme moduna girmiş. Asya Pasifik bölgesinde de büyük bir genişleme var. 1976 yılında Çin, Çin denizine bakan, yani Pasifik’e bakan dört büyük şehrini batı ekonomisine açmış. Böylece sosyalist ülkeler bu ekonomik blokların içine sıkışmıştır. Ve sermaye akımı gittikçe serbestleşerek bu alanlara yayılıyor ve arka arkaya yeni yatırımlar bu alanlara yöneliyor ve elde de yoğun şekilde birikmiş petrol parası var. Mesela 1973 başında Suudi Arabistan’ın petrolden elde ettiği para 6 milyar 250 milyon dolar. 1979’da sadece petrol satışı net kar 92 milyar dolar. Suudiler ne yapacaklarını şaşırıyorlar. Yüzme havuzları bedava, okullar bedava, bedava hastaneler, Amerika’da kullanamayacakları kadar silahları alıyorlar. Mecburen Amerikalı uzman veya pilotları getirmek zorunda çünkü o teknolojiyi anlamaları mümkün değil ama olsun. Hatta şuraları buralarıda altın kaplatmaya başlıyorlar. 92 milyar dolar. 10-12 milyonluk bir ülke için kişi başına 300-400 milyon dolar düşüyor. Bu sadece bir Suudi Arabistan’la körfez şeyhlikleri durak İran şahı, İran şahı biliyorsunuz 1976’da İran’da Awacs uçakları vardı. Daha Türk ordusu Awacs uçağının yanından geçti mi geçmedi mi bilmiyorum. Ne olduğunu uçarken görmüşümdür ama 1976 yılında var ,sene 2005 işte burda F16. 2050 de de böyle giderse F16’ya devam edeceğiz gibi geliyor. İlginç bir boyut petrolün getirdiği bu para kredi ve borç olarak bütün dünyaya yayılıyor 1978 yılında. Ekonomist dergisi bu haftadaki de yazdı. Diyor ki dünyanın hiçbir yerinde bu kadar büyük kredi miktarı bu kadar risk alınarak bedava şekilde dağıtılmamıştır. Korkunç bir para dağıttı. Bu sırada tabi Japonya’da korkunç bir üretim boyutu 176 içine girmiş. Amerika kendisi diyor ki pazarlarını aç yoksa kötü olacak. Fakat ekonomik ve teknolojik açıdan güçlenen Japonya bir kitap yayınlıyor. O sırada ben de Wasıngton’da John Hepton da öğretim üyesiydim. Bu kitap Amerika’yı sarstı. Kitabın adı Japan De No. Haydi gülen Japonya. Sony grubunun genel müdürü olan kişi yazmış. Diyor ki siz ırkçı Amerikalılar bize iki tane atom bombası attınız. 1945 ten sonra sizin gösterdiğiniz yolları takip ettik. Serbest piyasa ekonomisiyse serbest piyasa ekonomisi, demokrasi ise demokrasi ama diyor sizi geçtik. Şimdi elimizde sizde olmayan mikroçip teknolojisi var. Bizi kızdırırsanız bunu diyor Sovyetler Birliği’ne veririz. Daha 91 yıkılmadan önce. ve diyor bu nükleer silahların tam hedefe vurmasına neden olur. Bilgisayar teknolojisi de sizin önünüze geçer bizi kızdırmayın. İkincisi diyor ki elektromanyetik teknoloji de bizde bunu da diğer ülkelere verdiğimizde ulaşım hızları korkunç artacağından size karşı ulusal bütünleşmelerini çok çabuk tamamlayıp karşınıza yeni bloklar çıkartırlar. Onun için yine bizi kızdırmayın diyor. Hemen alelacele o yıllarda Amerika’da yeni bir kitap yayınladı. Psikolojik olarak Japonlar korksun diye. Kani World japan. Japonya ile yaklaşan savaş. Bizde de Metal Fırtına çıktı biliyorsunuz. Korkudan titremeye başladık. Bu kitabın benzerini 1998 de sayın Kamuran İnan büyükelçi Hayır Diyebilen Türkiye diye yazdı ama arkasındaki Japonya’nın ekonomik tehdit yüzü yoktu. Böyle bir ortama girdik. Fakat 1990’lardan sonra küreselleşme yeni bir boyut ortaya koymaya başladı. Şöyle bir boyut ortaya koymaya başladı. Karşılıklı bağımlılık, bazı ülkeleri korkuturken ekonomik intedependisi. Ekonomik olarak karşılıklı bağımlı olma olayı az gelişmiş ülkelere de değişik boyutlarda rol oynar. Mesela Asya Pasifik 177 bölgesinde Taylan, Tayvan, Endonezya, Filipinler bu karşılıklı bağımlılığa yapışarak kendi dış politikalarını geliştirdiler. Yani kendilerinin karşısındaki Çin, Sovyetler Birliği gibi ülkelere karşı Batı ile yoğun ekonomik işbirliği içine girerek Batının vazgeçilmez bir parçası olarak bunların karşısında durdular. Diyorlardı ki Sovyetler bize saldıramaz. Çünkü Batının bir sürü üretimini biz kendimizde yapıyoruz. Mallarının bütün boyutlarını teknoloji devleri bizden alıyorlar. O halde bunlar bize saldıramaz. Yani ekonomi politikaları güvenlik stratejilerinin en önemli boyutunu oluşturmaya başladılar. Giren yatırımlar belli bir boyutta bu ülkelerin kalkınmasına yol açtı. Mecburen askeri kesimde çoğu ülkelerde geleneksel uluslararası politikadan vazgeçmek zorunda kaldılar. Yani askeri gücün öne çıktığı stratejilerden bir başka boyuta geçmek zorunda kaldılar. Stratejideki oranlar değişti. Ekonomik stratejiler yüzde 60, öbür stratejiler yüzde 40. Bu ikisi daima var olacaktır ama oran değişti ne gibi. Çünkü askeri teknolojideki gelişmeyi, gelişmiş batı ülkelerinde bu sermayeye sahip olan sivil sektör yapmaya başladı. Eğer sivil sektörün bu önemini ortaya koyamazsanız konvansiyonel askeri yapınızda da gerileme çıkmaya başlar. Yeni müesseseler, yeni boyutlar. Ekonomi askeri sektörün bir zamanlar ikinci dünya savaşında olduğu gibi ertkisi altındaydı. Askeri sektör ekonomiyi çeken bir boyuttaydı. İşte 25 bin tank üreteceğini söyleyen bir politikacımız vardı. Hala var galiba ama aktif değil dimi. Diyor di ki amma palavra atıyor. Ama Amerika 2. Dünya savaşında bunu yapıyordu. Sene de 25 bin tank, 3 bin uçak, bilmem ne kadar gemi. Buda tabi ekonomiyi çeken bir boyut oldu. Değişen 80 lerden sonra özel sektörün ve ekonominin kalkınmayı çekmesi askeri teknolojiyi yukarı çekmesi. Değişen 178 boyut bu. Stratejilerde değişen boyut bu oldu. Ekonomik Exchange, değiş tokuşa girmeyen uluslararası piyasalara giremeyen ülkelerde hızlı bir askeri boyutta gerileme görülmeye başladı. Buna da mecbur kaldılar. Ama öte yandan bu küreselleşme ve patlayan uluslararası ekonomik gelişmeler devletler açısından bazı zor durumları ortaya çıkardı. Bir tanesi üretim özel sektör tarafından yapıldığından devletlerin diğer devletlere karşı kullandıkları ekonomik araçları kullanma imkanı kalmadı. Çünkü özel sektörde artık mesela Amerika’daki büyük firmaların ana merkezleri vergi vermek için Amerika içinde değil nerde Panama’da, işte Kuveyt’te Dubai’de şurada burada. Artık ulusal sektörden uluslararası bir ekonomik sektöre girdi. Biliyorsunuz ki şu malı Irak’a satmayı yasaklıyorum. Adam diyordu ki kârımı azaltamam. Amerika’daki üreticiyi tutuklarsanız öbür tarafta üretim yapıp yine satmaya devam ediyor. Böylece state centrik yani devlet merkezli ekonomik politikalarda bir zayıflama oldu. Ve kaynak sağlama çeşitlendi. Dünyanın bu tarafında yasaklarsanız öbür tarafından o malı veriyor. Aynı mal birkaç fiyatla her yerde üretiliyor. Size ambargo koyuyor. Ben 74 ambargosunu hatırlıyorum. O sırada askerlik yapıyordum. Bayağı malzeme konusunda lojistik konusunda sıkıntıya girmiştik. Bugün yok. Her yerden istediğiniz malı bulabilirsiniz biraz paranız varsa. Bir zamanlar Çeçenler evin önüne tankı alıp koyuyorlardı. Rusya’ya gidiyorsunuz. Çeçen lobisine ne lazım. Ya işte İstanbul’da trafik zor tank getirin. 25 bin dolar abi. Peki. Bir ay sonra evinizin önünde tank duruyor. Rus tankı araba şeklinde modernize edilmiş ve ondan sonra sabah korkmadan saat 8’de köprüyü vuruyorsunuz. Bu kadar basit bir hale gelmiş. Zaten Rus halkından silah almaya kalkarsanız zor görürsünüz. 179 Ama kalaşnikov istiyorsanız 120 dolara satıyorlar tanesini. Doğuda her evde var. Yani arz konumda devletin yapabileceği bir şey kalmadı. Bu da korkuttu. Ekonomik boyutu az kullanılabilir hale geldi. Çünkü özel ekonomiler çok fazla kuvvetlendiler. Bir başka boyut daha oldu. Sınır güvenlikleri kalktı. Denemek için mesela bir malı Endonezya’da sisteme sokuyorlar. Bir buzdolabı çok ucuza yapılmış ve takip ediyorlar. Bu nereye kadar satılıp gidebiliyor. Çeşitli gümrükler var. Gümrüklerden geçmeden mal gümrük kaybı yok. Endonezya’dan başlıyor Tayvan, Tayland, Vietnam, Çin, Güney Kore, Kuzey Kore. 1500-2000 millik yolu hiçbir gümrükten geçmeden takip edip öbür tarafta çıkıyor. Burada devletin kontrol etmesi mümkün değil ve aynı zamanda illegal örgütlerde öyle. Ordan başlayıp öbür taraflara çatışmaya giriyor. Yani Afganistan’daki herif gidip Avrupa içinde de vurabiliyor. Onun hesapları Avrupa içinde de kendisini takip ediyor. Böylece ulus devlet gücünde bu sermaye boyutuyla yeni bir tehdit oluşturuyor. Peşinden bu sermayenin girişi ile 2. bir boyut oluşuyor. Çünkü kuralları koyanlar uluslararası ekonominin kurallarını koyanlar, birlikte oturup bu kuralları gelişmekte olan ülkelerle bir arada kurmamışlar. Bu kurallarını kendilerine göre kurmuşlar. Mesela 90’lardan sonra en büyük kültür boyutu özelleştirme. Özelleştirme yeterli değil. Yanında delegilasyon, yani finansal piyasalardaki sermaye girişini ve sermaye üzerine yapılacak işlemleri yeniden düzenleme ve azaltma gerekli. Bu boyut içinde milyarlarca dolar bu ülkelere doğru geliyor. Bu ülkelerin bankaları da bu paraları çekmek için -şimdi ekonomik terimler kullanmayayım- usulsüzlükler yapıyor faiz yükseltiyor aman bana gelin. Ben sizin dolarınıza yüzde 20 veriyorum. Para girince faiz yüzde 25’e çıkıyor. 180 Öbürü diyor ki ben yüzde 30 vereceğim. Çünkü bir saniyede elektronik olarak bunlara elektronik sürü diyorlar- bir milyar dolar, beş milyar dolar, bankanın senelerce yahut binlerce kat vererek toplayabileceği para geliyor. bilgisayardan. Patronuna diyorlar ki Latin Amerika üzerinden iki milyar geldi. Suudi Arabistan üzerinden 800 milyon dolar geldi. Bilmem nerden şu kadar ve sizde onu 5 misli kredi veriyorsunuz. Kredi alanlar memnun bankalar memnun. Fakat faizi indirmeye kalktığınız zaman diyor ki ne kadar indi, şu kadar. Tayvan ne kadar veriyor. Türkiye’den yüzde beş daha fazla veriyor. Bilgisayara giriyor. Türkiye’deki bir milyar bilmem kaç doları Tayvan’daki bilmem ne bankasına geçiriyor. Az gelişmiş ülkeler yerlerde. Meksika, Latin Amerika, Afrika’da kalkınmakta olan ülkeler, sosyalist blok 1988, ‘89 krizlerinde tepeden aşağı gitmiştir. Biliyorsunuz Polonya’da bir Solidanuş hareketi vardı. Bir işçi devletinde işçiler devlete karşı yürüyorlardı. Sebebi maaşlarımızı ödeyin. Bundan daha büyük bir sarsıntı olamazdı. Tabi bütün sarsıntılarda maneviyata bir dönüş oluyor. Polonya asıllı papayı tam Hıristiyanlığın da merkezi olan Polonya’da 2 milyon kişi karşılayıp papa bizi kurtar dediği zaman o rejim sallanıp bitmiştir. İstediğiniz kadar askeriniz olsun. Silahlar, toplar, stratejiler, özel güçler, otuz saniye. Tahmin edilemeyen boyutlar ve sallantılar. Bakın bir örnek anlatayım. O dönemde, 1987 sonları 88-89 Haziranında Bulgaristan’da yaşayan soydaşlarımıza karşı yapılan olayları uluslararası insan hakları konferansında görüşmek üzere -sivil bir konferanstı- Türkiye adına ben Danimarka’daki bu konferansa katıldım. O zamanki Danimarka büyük elçisi Onur Öymen dedi ki bunların patronu bu Rus elçisidir. Konferanstan sonra iyice bir giydir. Yahu uluslararası insan haklarının 181 geliştiği ortamda böyle bir şey yapılır mı Türklerin dinini, ismini değiştiriyorsunuz başka yapıyorsunuz. İşte Türkiye’ye gönderiyorsunuz falan. Onu dedi şeye gönderin. Lüks bir lokantada yemek yedir. Bunların karnı tamamen aç ve dedi durumu anlat Rus elçisine. Götürdük konuştuk konuştuk. Hakikaten pahalı bir lokanta. Pahalı lokantalarda Ruslar çok konuşur. Dedim ki ben bir mülkiyeli öğretim üyesi olarak anlamadığım bir şey var. Siz dedim üstün nükleer teknolojiye sahipsiniz. Siz uzaya adam gönderen bir komünikasyon sistemine sahipsiniz. Nasıl oluyor da dedim Sovyetler Birliği çöküyor. Bunu anlamak mümkün değil. Teknoloji ise teknoloji silahsa silah, strateji ise strateji. 2 milyon 600 bin kişilik bir askeri güç. Mig 29 uçakları, 600 yüzbin KGB ajanı filan. Ben klasik bir öğretim aldım dedim. Dedi ki bazı sorular soracağım. Bu soruları cevaplarken durumu anlayacaksınız. 1. sorusu dedi ki siz bir Rus müzik seti almak istiyor musunuz? Varsa alırız yani dedim. Dedi Rus buzdolabı almak ister misiniz? Dedim sizde buzdolabı yok zaten orası soğuk. Yok dedi var öyle şey mi olur. Soruyor Rus çamaşır makinesi, Rus giyim markası, Rus bir tek nükleer silah var bildiğim. Başka hiçbir şey yok. Bakın elimizde makineli tüfek fakat altımızda donla bu uluslararası ortamda yaşamamız mümkün değil diyor. Sistemin yaşaması için gereken hem topu hem de yağı aynı eşitlikte üretmek. Hatta yağın toptan biraz daha fazla olması lazım. Bu mümkün değil. Jigordan da korkmayın dedi. Bir iki ay içinde çöker. Hakikaten Ağustos Eylül ayında Jigon ışınlandı gitti. 300 bin vatandaş kazanmış oldu. Bir kısmı sonradan tahmin ediyorum geri döndü. İstanbul’daki sarışınların çoğu ordan Bulgaristan’dan gelenlerin bir kısmıdır diye düşünüyorum. Bu yapılar tabi uluslararası güvenlikte yeni 182 terminolojileri oluşturdu. O da ekonomik güvenlik. 1990’lardan itibaren Birleşmiş Milletler toplanarak şöyle bir konu ortaya attı. Güvenlik Konseyi artık klasik kalmıştır ve uluslararası güvenliği koruyamamaktadır. O halde ne kuralım? Aynı güce sahip az gelişmiş ülkelerinde bulunduğu ekonomik güvenlik konseyini kuralım. Bu 2000 yılında Ottova’da tartışıldı. Peşinden 1945’lerde kurulan IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü gibi örgütler uluslararası ekonomik güvenliği koruyamadılar. Bunların da yapısını değiştirdiler. Şimdi hem yeni uluslararası güvenlik konseyi bunlardan sonra kurulma çabaları devam ediyor. Az gelişmiş ülkelerin tekrar bu krizlere düşmemeleri açısından. Hem de ülke içlerinde bir daha çatışmalara neden olunmaması için. Yeni yapılanmalar mesela finansal sistemlerin düzenlenmesi. Az gelişmiş ülkelerin gece gündüz gözetlenmesi. Sermaye piyasalarının, yahut piyasa sistemlerinin derinleştirilmesi. İşte geçen gün biz de de bir uyanma var. Dışarıdan gelen sıcak paranın en aşağı Türkiye’de 6 ay kalması ve de vergilendirilmesi. Yani yüzde 25, yüzde 30 faiz alıp, yüzde bir yüzde iki hiç vergi bile ödemeden zıp zıp büyük karlarla girip çıkmasının önlenmesi gibi boyutlar uluslararası sisteme geliyor. Hele Sovyetler Birliği çöktükten sonra eşit güç kalmayan Amerika’da asıl çatışmaların bu yüzden çıkacağını hesaplıyor. Ve eğer az gelişmiş ülke iseniz bu boyutu tek başınıza karşılayamayacağınız için bu ekonomik bloklardan birine çeşitli fedakarlıklar yaparak girmek zorunda kalıyorsunuz. Eğer ekonomik bloklardan birine girmemişseniz, sizi bekleyen yapı sınır çatışmaları, etnik çatışmalar, dini çatışmalar. Ya bu veyahut vereceğiniz bazen ulus devlet modeli içinde yetişmiş 183 insanların tahammülünü aşan istekler bundan sonraki ortamda tercih, tabi kamuoyunun olacaktır. • Ekonominin siyaset üzerinde ve dünyadaki gelişmeler üzerindeki etkisini anlattınız. İkisinin askeri güçle bir arada olduğunu. O zaman kapitalist ülkelerde, güçlü iş çevrelerinin dünya siyasetini yönlendirdiğini söyleyebilir miyiz? (KÖNİ) Size Amerikan Dışişleri Bakanlığı’nın konuşmasından bir parça okuyacağım. Diyor ki, biz milli güvenliğimizi neye borçluyuz? Amerikan şirketleri uluslararası alanda oynadıkları rolle Amerika’nın güvenliğini sağlayan en önemli kurumlardır ve bu kurumlar bizim askeriyemizin önündedir. Alan Pirlarson Amerikan Dışişleri Bakanı Yardımcısı. Konuşmasının adı da ‘Uluslararası Ekonomik Politikayla Güç ve Güvenlik Oluşturmak’. Peşinden diyorki, hükümetlerin rolü de iş çevrelerine yardım etmektir. Küçük ve büyük firmalarımız bizim dışarıya gönderdiğimiz en büyük silahlarımızdır, diyor. • Yerel alanda enerjinin hammaddesinin bulunduğu bir bölge olarak Zonguldak’tan Çinliler ihaleleri takip ediyor ve Çinliler burada ihale kazanıyor. Kendi işçileri ile geliyor. İşi yaptıktan sonra geri dönüyor. Ulusal alanda da Venezuela gibi petrolün çokça çıktığı bir ülke ki buraya Avrupa Birliği bile müdahale edemiyor, Amerika kıtasında olduğu için burada yine Çinliler anlaşma yapıyor. Buradan uygun fiyatla petrol alıyor. Çinlilerin dünya enerjisini, dünyadaki bu hammaddeyi alması daha etkin, daha büyük bir ülke olmaları açısından son derece önemli. Kendilerini 184 bu derece büyütüyorlar, bu derece geliştiriyorlar. Türkiye’nin Çinlilerle bu ilişkisi sizce ne olmalı? Dış politika da ne kadar birliktelikleri olmalı? Türkiye’nin Çin’le birlikteliği ne olmalı? (KÖNİ) Hem Çin’le epeyce gidip gelme oldu. Hatta bu ilişkilerin gelişmesi pahasına Sikiyan bölgesindeki gelişmelere de ses çıkaramıyoruz. Dikkat ederseniz orda bir takım kımıldanmalar var. Doğu Türkistan yani açıkçası. Onu bile gözardı ederek gelişiyoruz. Amerikan stratejilerinde 2020 yılı Çin’le dönüp uğraşacakları bir yıl olarak gözüküyor. Şu anda ekonomik yayılmalarına ses çıkarmıyorlar. Sebebi şöyle; Adam Smith’ten gelen bir düşünce tarzı. Eğer ihtiyacı olan hammaddeleri pazarlık yoluyla alabiliyorlarsa uluslar ve onun karşılığında da bir şey veriyorlarsa savaş çıkmayacak. Şimdi Çin biliyorsunuz çok yakında Dünya Ticaret Örgütü’nün bir parçası da oluyor. Böylece çatışma boyutundan yoğun ekonomik rekabet boyutuna doğru kaydırıyorlar yoksa 1 milyar 300 milyonluk bir ülkeyle savaşa girmeyi ve belli teknolojisi de var, cesaret edemeyeceklerini biliyorlar. Bu yatıştırma ve içeriye çekme politikaları uygulanıyor. Türkiye’de tahmin ediyorum böyle bir yakınlaşma içinde. Şu anda tekstil korkumuz var. Tekstilde de bizi perişan edebilecek bir duruma doğru hızla geliyorlar. Orda hafif bir kota sistemimiz var ama diğer konularda yakınlaşma olduğunu tahmin ediyorum. • Amerikan Başkanı’nın Savunma Bakan Yardımcısını Dünya Bankası Başkanlığına önermesini hem yakın Ortadoğu politikaları hem de dünyanın yakın politikaları 185 çerçevesinde ve ekonomik değerlendiriyorsunuz? güvenlik olarak nasıl (KÖNİ) Volfovitz Johns Hopkins’de bizim dekanımızdı. O zaman sakin bir Museviydi. Yani başının arkasına kızdığı zaman şey takıyorlar ya, öyle değildi. Fakat herhalde ona sert rol oynama emri verildi çünkü bunlar iki tane büyük parti olduğu için bir kısmı demokrat, yumuşak rolü oynuyor, o tarafa geçiyorlar. Bir kısmı cumhuriyetçi sert rolü oynuyor. Sonra değişiyorlar aynı adam bu tarafa geçiyor, o tarafa geçiyor. Fakat hepsinde belli bir lobi iktidarda kalıyor. Şimdi tabi Dünya Bankası’na Volfovitz’un gelmesi az gelişmiş ülkeler açısından Amerika’nın bir ekonomi politikası uygulayacağını gösteriyor. Yani onları sıkıp, kendi dostlarına daha çok kredi açan bir boyut uygulayacağını gösteriyor ki bundan sonra dostu olmayan ve de gelişmekte olan ülkeler açısından durum tehlikeli. Bu içerde de oluyor. Niçin bu kadar büyük siyaset yarışı yapılıyor? Çünkü siyaset şu: Kimin, neyi, nasıl, ne zaman alacağının belli bir otorite tarafından belirlenmesi maddi manevi. Şimdi sizin partiniz geldiği zaman bütün ihaleleri siz alıyorsunuz. Birden bire yeni iş adamları, yeni zenginler türemeye başlıyor. Öbür tarafta da yeri öpenler başlıyor. Aynı şey uluslararası alanda da geçerli. O yüzden bundan sonra İsrail’e daha iyi davranmaya başlayacağız gibi geliyor. • Sayın hocam bu Amerika’daki yapı ile ilgili özet bir bilgi verebilir misiniz acaba? 186 (KÖNİ) Devlet, federal devlet kuruluşu ve içerdeki diğer devletlerin ekonomik politikalarını kontrol ediyor. Şimdi bizde bu Avrupa Birliği anlatılırken pek anlatılmayan bir konu var. Anlatılmayan konu şu: Amerika, Fransa ve Almanya’ya büyük yatırımlar yapıyor, altyapılarına. Fakat bu yatırımlar yoğun şekilde emiliyor çünkü Fransa, Almanya’nın tekrar birleşmesinden tekrar Nazizmin horlaşmasından korkuyor. O yüzden Almanya’ya karşı hak teminatı ve diğer baskıları ortaya koyuyor. Almanya’da Fransa’yı dengelemeye çalışıyor. Zaten yakılmış, yıkılmış ülkede gelen bütün parada tüketimde emiliyor. Şimdi 1948 yılında New York Times’ta bir yazı çıkıyor 81 işadamı imzalı. Başında da o zamanki New York valisi var. Standart oyunun başkanı diyor ki, bu iki ülke birbirini böyle yemeye, bizim de yatırdığımız sermayeler bu iki ülke tarafından emilmeye devam ederse biz bu yatırımı keseceğiz ve bu ülkelerin nereye doğru kayacağına da aldırmayacağız. Size bir model öneriyorum, diyor. Model, Amerikan Federal sistemidir. Yani pazarlarınızı birleştirin, hiç olmazsa birleşebileceğiniz bir mal bulun. O sırada yeniden yapılanma sırasında en önemli mal, çelik ve kömür. Bu ikisi birleşip birkaç tane ufak Avrupa Birliği Benelüx ülkelerini aldığında öyle büyük kâra geçiyorlar ki bunun üzerine bir ortak banka kurmak zorunda kalıyorlar. Niye? Değiş tokuş hadlerini sabit tutabilmek için kendi içlerindeki para geçişlerini sağlayabilmek açısından. İşte Federal Rezerv Bank bu boyutu sağlıyor. 50’ye yakın eyalet arasındaki para dengeleri, paranın korunması, altın rezervlerinin sağlanması ve federal yapıya göre denetlemesini yürütüyor ve Avrupa’nın kuruluşuna bakarsanız ‘supranational’ yani uluslar üstü bir takım kuruluşlar ve yetkiler oraya devrediliyor. Ve en önemli devredilen yetkide paranın 187 oraya devredilmesi. Para konusundaki yetkilerin devredilmesi. İşte bu Federal Rezerv Bank para konusundaki yetkilerin devredildiği federe devletler tarafından ana merkez bankası rolünü oynayan bir boyut. Şimdi yeni teklifleri de bir uluslararası merkez bankası kurulması. Yani Avrupa, Amerika, Kanada, NAFTA ülkelerini, Asya ülkelerini alan isteyenin katılabileceği bir uluslararası rezerv bank. Şimdi bu disiplini sağlamak için mesela cari açığınız fazla ise Avrupa Birliği içinde açığı fazla olan ülke mali disipline uymadığı için bu bankaya ceza parası ödüyor. İşte ne bilim bakıyorsunuz ki çiftçiler çok fazla ondan oy alacaksınız onlara bir sübvansiyon veriyorsunuz cari açık büyüyor. Banka diyor ki sübvansiyon verdiğin kadar bana ceza vereceksin. Böylece ülke içinde hokkabaz politikalar uygulanmasın diye. Federal Rezerv Bank’ın rolü budur. Aynı boyutu da diğer ekonomik kuruluşlara ve dünyaya yetirme çabası içindeler. Kendi içlerindeki modeli şu anda uyguluyorlar. Biliyorsunuz bu yüzyıl maalesef veya beğenirseniz Amerikan yüzyılı. • Sayın hocam ben de bu elektronik sistem ile müsaade ederseniz bir soru sormak istiyorum. Thomas Reagan’ında bir tanımı belki bilmiyorum siz mi yaptınız. Bu elektronik sürünün bugünkü küresel sistemin en büyük oyuncularından biri olduğunu sizler de ifade ettiniz ama ben bu elektronik sürünün tamamen kendi başına hareket etmediği, başında bazı siyasi çobanlar olduğunu değerlendiriyorum. Siz bu konuda ne diyorsunuz? (KÖNİ) Amerikan sisteminde hükümetle özel sektör iç içedir. Biliyorsunuz dışişleri bakanları genellikle büyük şirketlerin 188 başkanları oluyor ve hukuki yöneticileri oluyor. Bizdeki gibi az maaşlı memur yükselerek büyük elçi olmuyor. Az maaşlı insan çok büyük kararlar alamaz. Devlet memurundan çok büyük kararlar beklemek yanlış onu fark etmişler bugünkü sistemde. Risk göze alabilen davranışlarda bulunuyorlar. O yüzden dediğiniz doğru ama zaten özel sektörden devlete geldi. Devlet insanların refahı için var. Devlet merkezli toplumdan insan merkezli topluma geçildi. Bunu anlayamayanlar kaybetmiş devletler olacaklar. • Hocam 90’ların başındaki bir Amerikan Japon çekişmesi bugün hala devam ediyor mu yada ne oldu da sona erdi bu çekişme? (KÖNİ) Çekişme devam ediyor. Şimdi Japonya kayıtsız şartsız dışa açılma yapmamış. Mesela Amerikan mallarına açmıyor. İki elma yarım kilo falan ediyor Japonya’da beş dolar. Bunu Amerika’dan alırsa 10 sent. Ama bir daha elma üretmeyecek. Onun yerine yatırımlarını Amerika içine yapıyor. Birde Amerikan lobi sistemini öğrenmiş. Mesela telekomünikasyonu özelleştirecek, gidiyor Amerika’nın içinde oturuyor. O özelleştirme de hatalar var, o özelleştirmeyi yapan Amerikalı yüksek memurları yüksek maaşla işe alıyor veya Amerikan bürokrasisine karşı onları gönderiyor. Mesela eski bakan, maliye bakanı gelip size Japon endüstrisi konusunda lobi yapıyor. Amerikalılar buna çok kızdılar. Amerika’da bazı üniversitelerde öğle yemeklerinde de ders devam ediyor. Şu tarzda mesela Japon elçiliğinden 8 kişiyi getiriyorlar. Saat ikideki derslere kadar Amerikalılarla tartışmalar yapıyorlar. Mesela Amerikanın bütün ekonomik grubu gelmişti oraya. 189 Onlar da dediler ki biz çok çalışarak teknik açıdan tüketim mallarında sizi geçtik. Siz de bu ticareti öğrenin yani tekniğinizi geliştirin sizde bizi geçin sizin mallarınız satsın. Bir de tabi Japonya ekonomik açıdan Amerika ile savaşıyor. Asıl savaş boyutunu öğrenmiş. O daracık adada bir takım askeri nükleer silah bilmem ne filan geliştirse yine perişan olacak ama ekonomik boyutta onları geçerse ki asıl boyut o Amerika’yı perişan edeceğini biliyordu. Mesela 1978’de dostluk olsun diye Japon araba şirketlerine piyasayı açtılar. Arabalar çok ucuz ve ufak. Biliyorsunuz Amerikan arabalarını yerleştirmek zor oluyor, Ditroit’te bir sürü araba fabrikası iflas etti. Japonlara diyorlar ki siz bizim arabalarımızı alacaksınız. O ejderha gibi arabaları Japon adasında nereye sokacağım, almıyoruz. Bunun üzerine Amerikalılar kafayı yedi ve Japonların büyük şirketini sıkıştırdılar ve Sony firmasının Genel Müdürü de bu kitabı yazdı. Sonradan Japonlarla konuşurken dedim ki siz bu 1945’lerde size atılan atom bombasından dolayı bir üzüntü duyuyor musunuz? “Hayır, bizim kimseye garezimiz yoktur. Biz böyle şeyleri unuttuk. Kimseyi de kınamak istemiyoruz. Amerika’ya karşı bir garezimiz yok.” Peki, dedim ben Mitsubishi firmasının, Sony firmasının Genel Müdürü ile görüşmek istiyorum. Onu görevden attınız mı Amerika kızınca, dedim. Yok, dedi, bir görev yapıyor ama bilmiyorum. Sonra tekrar, “Bir saniye, o Tokyo valisi oldu” dedi. Yani çaktırmadan herkes intikamını içinde saklıyor. Onu da fark ettim. • Biraz önce bir beyefendi sormuştu ama üzerinde durmadık kanaatindeyim. Volfovitz’in Dünya Bankası Başkanlığına önerilmesi konusunun üzeri kapalı kaldı. Sizce bu kaymakamlıktan vali yardımcılığına bir terfi yapıp 190 şık bir tasfiye mi? Yoksa Amerika’nın mevcut, bilhassa Ortadoğu’daki o Büyük Ortadoğu Projesi esasında yürüttüğü hadise içerisinde ekonomik kıstasları da göz önünde bulundurularak oluşturulacak bir yaptırımı mı? (KÖNİ) Şimdi artık çok fazla askeri güç kullanma olayı yavaş yavaş bitiyor. Ekonomik araçları kullanacaklar. Artık Araplarda dövüşecek hal kalmadı. Öbür tarafta seçim yaptırdı, bundan sonra Araplar kendi aralarında Irak’ta dövüşür hale gelecek gibi geliyor bana. O halde artık ekonomik Levoris politikalarını yani ekonomik kaldıraç politikalarını uygulayacak. Bunu da 12 lobinin güvenlik görüşüne göre düzenleyecek bir adama ihtiyaçları var. Bu adam Volfovitz yani hem Musevi lobisinin en iyi adamlarından biri hem de Amerikan sağ politikasını ekonomi politikasını en iyi uygulayacak adam. Ona göre de danışmanları var. 76’ya yakın Washington’da düşünce grubu var. 56’sı Musevi asıllıdır. Bu kadar düşünce gücü en aptal adamı bile zekiye çevirebilir. Ekonomi bilip bilmemesi hiç önemli değil. 191 192 Ali Müfit GÜRTUNA “Yerel Yönetimler” 193 Bütün dostları, sevgiyle saygıyla selamlıyorum… Öncelikle Siyaset ve Liderlik Okulunu önemseyip burada toplanmış olmanızı doğrusu ben de çok önemsiyorum. Bu benim en çok üzerinde durduğum konu. Onun için hepinizi tebrik ediyor, başarılar diliyorum. Böyle bir organizasyon içerisinde bizi de davet eden sevgili Burak Küntay’ı da başarılardan dolayı tebrik ediyor, kendisine teşekkür ediyorum. Bize ayrılan konu “yerel yönetimler ve liderlik” olarak ifade edildi. Türkiye’de maalesef bu konuların çok fazla anlaşılmadığı kanaatindeyim. Çok fazla teknik konulara boğulmak istemiyorum ama yerel yönetimler konusunda da çok öz olarak, bilgi sahibi olmak bakımından arz etmek istiyorum. 1983 yılında siyasete atılma noktasında merhum Turgut Özal’dan teklif aldım, fakat ben siyasetin içine çok girmek istemedim o zaman. Kurucu olarak ve yine milletvekili olarak arzu etmedim. Fakat 1984 seçimlerinde gıyabımda benim ismim belediye meclis üyesi listesinde başa yazılmış. Bir gün baktım önüme liste geldi. Dedim ki “Ben belediyecilikten anlamam benim adımı buraya niye yazdınız?” Yerel yönetimler ile ilgili bazı araştırmalarım, çalışmalarım olmakla beraber; belediyecilik konusunda belediye başkanlığı kavramının ötesinde fazla bir bilgim yoktu. Ve ısrarla, “Olsun burada faydalı olacağınıza inanıyoruz…” diyerek bizi ikna ettiler. Kader işte… 1984… Şimdi 2005… Huzurlarınızda yerel yönetimleri anlatma durumundayım. 194 Türkiye’de yerel yönetimlerin tarihine şöyle bir bakarsak; özellikle İstanbul’da 1453’te Kadı Hızır Bey Çelebi ilk Belediye Başkanı ve Kadı olarak tayin edilir. Ondan itibaren belediye teşkilatı oluşturulur ve daha çok ihtisab ağalığı denilen tarzda ortaya çıkar. Daha sonra bu subaşılık şeklinde herşeyi görüp gözeten, organize eden bir yapıya geçer. 19. asrın ortalarından itibaren de modern belediyecilik anlamında tanzimatla birlikte çabalar oluşur ve bu anlamda belediye teşkilatı kurulur. Belediye reisi daha sonradır. 20. yüzyılda belediye başkanı ve belediye teşkilatı ortaya çıkar. Çok özet ifade ediyorum. 1876 da Kanun-i Esasi ilk ana metin olarak yerel yönetim, genel yönetim yapılanmasını belirler ve 1924 anayasamız da o ayrışmayı esas alarak düzenlemeye devam eder. Fakat bana göre en önemli en bariz düzenleme 1930’da yürürlüğe giren 1580 sayılı belediye kanunudur. Bana göre o kanun, o döneme göre çok ileri bir kanundur. 1930’ları düşünün bütün dünyada totaliter rejimlerin hakim olduğu totalitarizm, faşizm, komünizm benzeri sistemlerin dominant bir rüzgar estirdiği dönemde gerçekten halka dönük, demokrasiye dönük önemli bir atılımdır. Bizim insanımıza duyulan önemli bir güvendir ve verilen de önemli bir görevdir. Bu bakımdan 1930’da çıkan kanunu fevkalade önemsiyorum. Daha sonraki yıllarda bunun gelişmesi gerekirken maalesef yeteri kadar geliştirememişiz. 1984’te merhum Özal’ın Başbakan olduğu süreçte 3030 sayılı Büyükşehir Belediye Kanunu çıkmış ve yine 1580 sayılı kanunda değişiklikler yapılarak 1930’dan sonra en önemli aşamayı kaydetmiş ve ciddi yetkiler verilmiştir yerel yönetimlere. Fakat ne yazık ki 1988-89’dan itibaren siyasi iktidarın zayıflamasından sonra yetkilerini ellerinden kaçırmış olan Ankara bürokrasisi huruç 195 harekatı ile tekrar kaybettiği yetkileri geri almaya başlamışsa da, kısıtlama yeniden başlamış ve ne yazık ki 1997’den itibaren çok bariz bir şekilde kısıtlama geri gelmiştir. Ben bir hesap, daha doğrusu bir bilanço çıkartmıştım. 1997, 20022003 arasında 50’den fazla ortaya çıkarılan kanun, genelge, bakanlık talimatları, başbakanlık talimatları vs. Hepsini topladığımızda hemen hemen hepsinin yerel yönetimlere verilen yetkilerin hatta verilmeyenler de dahil olmak üzere iyice kısıtlandığı bir süreci yaşadık. Onun için o sürecin arkasından biz 1999’da kurulan hükümetin de ortaya koyduğu ilk tavırdan çok ümitlenmiştik. İşte yerel yönetim reformu çıkıyor, çıkacak. Biz de o zaman yeni belediye başkanıyız. Bütün Anadolu’da yeni belediye başkanlarımızla bir araya geldik. Her partiden. Her partinin temsilcisi arkadaşlarımızla, ciddi bir yerel yönetim reformu diyebileceğimiz kanun taslağını üç gün çalıştık. Tabi öncesi var da, üç gün bir kodifikasyon yaptık. Yani onu bir metne dönüştürdük aynı zamanda. Ve en son gün, İçişleri Bakanlığı Mali İdareler Genel Müdürlüğüne geldi bir kanun metni olabileceği şekli ile. İdari şekli ile değil, olabileceği şekli ile dönüştürdük. 1999 Kasım ayı, Ekim-Kasım’dı yanlış hatırlamıyorsam, neyse gönderdik. Tabi o tarihte biz çok ümitvar olmakla beraber bazı tecrübeli arkadaşlarımız, örneğin; Celal Doğan bize demişti ki “Ya sakın fazla ümitlenmeyin ben 10 senedir hep bunları yaşıyorum”. Fakat bize öyle bir hava verilmişti ki, biz cidden ümitlenmiştik. Ama zaman geçtikçe ümitlerimiz eridi. En son bu hükümet kurulduğunda aynı hava esti. Aynı toplantıları yaptık ama zaman geçtikçe yine eridi ve geçtiğimiz yıl iki farklı kanunda Belediye Kanunu ve Büyükşehir Belediye Kanunu- değişiklikler yapıldı, ama bu sadece biraz düzenleme şeklinde oldu. Bizim 196 düşündüğümüz ciddi anlamdaki yerel yönetim reformu maalesef asla gerçekleşmedi. İşte bütün bunlara baktığımızda Türkiye’de ortaya çıkan bir eksikliği ifade etmiş oluyoruz. “İlle de kanun”. Osmanlı’nın son döneminde kanunu Muatkat bir geçici kanun olarak çıkmıştı, 100 yıldır devam ediyor. İyi ki geçici demişler kalıcı deselerdi herhalde kaç yüzyıl sürecekti. Tabii ne iş yapar bu yerel yönetimler? Önemi ne? Niye uğraşılsın, niye yetki verilsin? Şöyle baktığınız zaman insanın doğumundan ölümüne kadar hayatının pratik yaşantısının her alanına yerel yönetim hizmeti yansıyor. O bakımdan ciddi bir önem ifade ediyor. Şehirlerimizin var olması, gelişmesi ve bir iddia sahibi olması açısından büyük önem ifade ediyor. Ve yerel yönetimlere biz gereği gibi önem vermediğimiz için bu gün şehirlerimizin haline baktığımızda genel olarak hiç de iç açıcı olmadığını görüyoruz. Halbuki yerel yönetimler en az merkezi yönetimler kadar önemlidir. Eğer biz merkezi yönetimleri bir ülkeyi önden çeken motor olarak algılıyorsak bir tren katarının, yerel yönetimler de en az arkadan iten veya o kadar değilse bile birincil güce yakın önemde güçleridir. Çünkü şöyle baktığınızda şehirlerin alt yapı hizmetlerini belediyeler, veya köylerde, kentlerde özel idareler yapıyor. Yerel yönetim deyince tabi aklımıza -onu da bir cümle ile ifade edeyimsadece belediyeler değil, belediyeleri kademelendirirsek büyükşehir belediyeleri, il, ilçe belediyeleri, İl genel meclisi, il özel idaresi ve muhtarlıklar şeklinde köy ve mahalle muhtarlıkları ortaya çıkıyor. Her birinin kendine göre görevleri var. Detaya girmek istemiyorum. Ana hatları ile ifade etmek istiyorum. Ama yıllar yılı parasızlık, yetkisizlikle boğuşan yerel yönetimlerimiz şehirlerimizi dünyanın gereği şekilde maalesef 197 hazırlayamamıştır. Birçoğu tecrübesizlikten, birçoğu imkansızlıktan, Ankara kapılarında para aramaktan şehirlerine hizmet verme imkanı ve fırsatı bulamamıştır. Bugünün meselesi olarak demiyorum. Elli yılın meselesi belki. Dolayısıyla yapılması gereken hizmetlerin yeteri kadar üremediğini görüyoruz. Nedir? Bir kere planlama hizmeti bir şehrin nereye taşınması gerektiğini ifade eden o şehrin vizyonunu, misyonunu belirleyen planlama kavramı şehirlerimizde yeteri kadar yer almamıştır. Hep planlama deyince oluşanı legalleştirme şeklinde kavranmıştır. Halbuki plan, oluşan marangozluk hatalarını legalize etme anlamında değildir. Plan demek; her şeyden önce o şehre bir misyon, bir vizyon yüklemektir ve onun gereğini bir sürece bağlamaktır. Süreç yönetimine bağlamaktır. Maalesef bu olgu yeteri kadar yerel yönetimlerimize yerleşmediği için bunu gerçekleştiremiyoruz. Bakıyorum yeni seçilen belediye başkanlarımıza veya bazı bakanlarımıza şöyle beyanatlar duyuyorum. Şehirde toplu konut hamlesi yapacağız. İşte sosyal konut yapacağız benzeri cümleler. Bunlar elli sene evvelinden kalmış cümleler değerli dostlar. Sosyal konut atakları, toplu konut atakları elli sene evvel bile yanlış olan kavramlardı, değil şimdi… Şehirlerimizi insan deposuna dönüştüremeyiz. Bakın şehir ayrı bir şey, bina ayrı bir şey. Şehir binalardan ibaret insan deposu değildir. Yerel yöneticilerimizin ve merkezi yöneticilerimizin herşeyden evvel bunu iyi görmesi lazım. Ankara merkezi yönetimi, yerel yöneticilerimizi hep birer çöp toplama memurluğu olarak gördü ve algıladı. İkincisi güvenmedi. Yani ideolojisine güvenmedi, fikrine güvenmedi, kalitesine güvenmedi, kariyerine güvenmedi. Bunlar, işte sağdan soldan toplama adamlar 198 memleketi şehirleri mahvederler. Haklılık payı yok mu? Vardır. Ama peki memleketi mahvedenler merkezi hükümet değil mi? Eğer olay sadece mahvetme kavramına dayanıyorsa ölçeğin o olmaması lazım. O zaman bizim mahvetmeyen sistem üretmemiz gerekiyor. Hatta benim teklifim şu olmuştu. Seçim olsun, üç ay sonra göreve başlasın seçilen başkan ve meclis üyeleri. Neden? Çünkü biliyorum ki seçilen arkadaşlarımızın birçoğu daha evvel belediye konusunda bilgisi olmayan, tecrübesi olmayan insanlar. Onu öyle diye suçlamamak lazım. O zaman sistemin açığını başka bir şekilde kapatmak lazım. Seçilen arkadaşlarımız geliyor, kulaktan dolma bilgilerle işte toplu konut yapacağız diyor. Şurda şunu yapacağız, burda bunu yapacağız. Şehri irdelememiş, şehrin misyonunu bilmiyor, olması gerekeni bilmiyor. Dünya ölçeğinde araştırması yok. Birikim yok. Ne olacak, işte kulaktan dolma bilgilerle iş yapmaya çalışacak. Kulaktan dolma bilgilerle bir şehir yönetilemez asla, bir ülkenin yönetilemeyeceği gibi. Şehir yönetimi ülke yönetiminin bir şekilde daha küçük bir ölçeğidir. Birbirinin tamamlayıcısıdır. O bakımdan en azından işte o üç aylık süreçte belediye başkanı ve ekibi, meclis üyeleri bütçe nedir? Kaynak kullanımı nedir? Planlama nedir? O şehrin üstlenmesi gereken rol nedir? Bunların irdelenip yerleştirilmesi lazım. Dünya ölçeğinde yerel yönetim nedir? Türkiye ölçeğinde nedir? Başarılı örnekler nelerdir? Başarısızlar nelerdir? Bunların hep bilinmesi lazım. Çünkü neticede başarıya giden yol bir şekilde bazı hatalardan da geçer. Hani bir başarılı kişiye, bilgeye sormuşlar. “Başarınızın sırrı nedir?” demişler. İki kelime demiş cevap “Doğru kararlar”. Peki doğru kararın sırrı ne? Bir kelime demiş: “Tecrübe”. Peki 199 tecrübenin sırrı ne? Tecrübeyi neye bağlıyorsunuz? Onun da cevabı iki kelime demiş: “Yanlış kararlar”. Şimdi elbette yöneticinin yanlış karar vermekten korkmaması gerekiyor. Ama kararların habire yanlış olarak tekrar edilmesi bir ülke adına kötü. Onu filtre edecek, onu süzecek mekanizmaların oluşması lazım. Tecrübeleri bir başka kuşağa aktaracak ve sonradan gelenlerin de aynı hataları yapmamasını sağlayacak mekanizmalar oluşturmak gerekiyor. İşte bir başka olay da şu; seçiliyor belediye başkanımız veya yerel yöneticimiz yanında seçimde çalışan bir sürü arkadaşlar var. Heyecanla hepsini belediyeye dolduruyor. Doldurduğu her adam bir adım sonrasında başının püsküllü belasıdır. İki sebepten: bir torpille gelmiştir iş yapmaz, çalışmaz o ayrıcalıklıdır. Diğer self gibi gördüğü belediye personeli gibi hissetmez kendini. O ayrıcalıklı, seçilmiş adam olarak geldiği için farklı hisseder. İkincisi bir sürü adamı doldurduğu için bir müddet sonra onun maaşını veremez hale gelir ve dolayısıyla bir eğitimden de geçirmeden getirdiği için, kendini de üstün insan gördüğü için, o gelen belediye başkan yardımcısı oluyor veya işte üst düzey müdür oluyor. Aşağısını da kabul etmezler yani öyle geldikleri için, alın size bir kıyım makinesi. İlla kötü niyetli olmak şart değil. Yani iyi niyetli de olsa bu anlamda yapılan hatalar neticede o şehre yansıyor. Bu bakımdan ben şahsen bir üç aylık eğitim sürecinin seçilenlere de çok yardımcı olacağını düşünüyorum. Yani burada demek ki, değerli arkadaşlar yerel yönetim kavramını evvela yerli yerine bir oturtmak lazım. Ankara’nın baktığı gibi çöp toplama memurluğu olarak bakmamak lazım. Yerelden bakıldığı gibi adam doldurulan veya rant üreten mekanizmalar olarak bakmamak lazım. O zaman ne diye bakacağız. Peki nedir yerel yönetimlere bakış 200 açımız. Bir yerel yönetimler o şehri geleceğe hazırlayan beyinlerdir iradelerdir, güçtür. Şehir nedir peki? Yani şehir ne? Şehir insan deposu mu? Toplu konut deposu mu? Hayır. Kent dediğimiz kavram, bir insanın bir toplumun yaşayışı içerisinde ihtiyacı olan herşeyin insanca karşılandığı yaşama mekanlarıdır. Bakın birinci ölçek komşuluğun olduğu, hakkın hukukun olduğu, yardımlaşmanın olduğu, dayanışmanın olduğu, insanların birbirini tanıdığı, sevdiği, sevginin saygının üretildiği mekanlar. İki, kültürün, sanatın üretildiği mekanlardır şehir. Şehir eski dilde medeniyetin köküdür. Medeniyetle şehir aynı kelimeden gelir özdeştirler. Şehirsiz medeniyet olmaz. Medeniyetsiz şehre de şehir denmez. O zaman demek ki bizim şehirlerimizin kültür, sanat, bilim, bilgi ve bilgin üretmesi gerekiyor ki bu üretimlerden uygarlık dediğimiz üst kavram sistem ortaya çıksın. Bunun altyapısı sadece fiziki altyapı değil sosyolojik altyapı, kültürel altyapı, sanatsal altyapı, tarihi altyapı. Şehirlerimizde bunları oluşturabilirsek şehirlerimizi uygarlık merkezine dönüştürebiliriz. Aksi halde şehirlerimizi değer üreten mekanizmalar olmaktan çıkartırız. Peki ne olur? Değer yutan dev kara deliklere dönüşür. İşte bakıyorsunuz çöküyor. Değer yutuyor. Komşuluk var mı? Sanat ne kadar? Kültür ne kadar? Yani özü itibari ile şu kadarını söylemek istiyorum. Büyüyen şehirlerimiz büyük şehirlerimiz iki olayı iç içe taşırlar. Bakın bunun altını çizerek söylüyorum. Hem fırsattırlar, imkandırlar. Hem büyük dezavantajdırlar. Stratejik olarak. Eğer siz onu iyi değerlendirirseniz o fırsatı bir ülkeyi taşıyan güce dönüştürürsünüz. Lokomotife dönüştürürsünüz. O şehirle siz kültür üretirsiniz, sanat üretirsiniz, gelecek üretirsiniz, uygarlık üretirsiniz, muazzam medeniyeti üretirsiniz. Sizin için bir güçtür aynı zamanda. Ekonomik alanda da güç 201 üretirsiniz. Ama bunu iyi yönetemezseniz bunu algılayamazsanız bunun ne olduğunu gelecek vizyonunu oluşturamazsanız, değer yutan kara deliklere dönüştürürsünüz. O bakımdan bu avantajlı ve dezavantajlı iki olgu iç içe geçmiştir. Bunu okuyamayan bunu algılamayan olayı götürür, çok kötü bir noktaya taşır. Onun için değerli dostlar, yerel yönetim kavramı son derece önemlidir. Evvela bu önemi bu anlamda kavramamız lazım. Stratejik olarak, kültür, sanat, uygarlık açısından, ekonomik üretim açısından, hepsi bir bütündür. Onun için burada Türkiye’deki bu yerel yönetimlerin geri kalışının da sebebini bir nebze ifade etmek istedim. Ama batıda bakınız. Birçok araştırmalarım oldu benim. Özellikle Avrupa’da, Amerika’da Dünya Bankası’nın çalışmalarında dünyadaki önemli organizasyonlarda hep gördüm ki, yerel yönetimler fevkalade önemseniyor. Ve bu önemseme içerisinde de hem kaynak olarak desteklenmiş hem de yetki olarak desteklenmiş. Türkiye’de ise tam bir vesayet altında tutulmuş. İdari vesayetle kıpırdayamazsın. Bir bakan gerektiğinde belediye başkanını “şak” diye görevden alabilir. Kaynak yönünden de vesayet altında. Bütçe olarak Ankara ne kadar para verirse o kadar bütçeniz var. Böyle bir şey olamaz. Kendi kaynağını üretme yetkisi yok. Kendi planlarını bile üretme yetkisi tam anlamıyla yok. O şekilde de hukuki, idari ve mali olarak vesayet altındadır ve politik tavırla karşı karşıyadır. Ben hiç unutmuyorum. New York Belediye Başkanı’nın seçim kampanyasını incelemiştim. Adam öldürme ile ilgili cezadan tutun vatandaşlık kabulüne kadar her alanda yetki üretiyor ve vaatlerde bulunabiliyor. Biz yıllar yılı bırakınız bu yetkileri; dış politika, vatandaşlık kabulü filan gibi kendi görev alanımız ile ilgili olaylarda mücadele verdik ve maalesef 202 istediğimiz noktaya getiremedik. Onun için batıdaki yerel yönetim, bir kere kaynak olarak Avrupa’da ortalama yüzde 4050’lerdedir. İskandinav ülkelerinde ise; kuzey ülkelerinde üretilen kaynağın yüzde 70’i, 80’i yerel yönetimlere devrediliyor. Newyork belediyesinin bütçesi 45 milyar dolardır. İstanbul olarak bizde bütçe- ki nüfus olarak aynı- yaklaşık 3 milyar dolar. Şimdi aradaki farkı düşünün. Ama buna rağmen Allah’a şükür Newyork belediye başkanı bizi ziyaret ettiğinde, bizim hiç borcumuzun olmadığını söylediğimizde çok şaşırmıştı. Bizden hatta borç para istemişti. Şimdi demek ki gerekli destek olduğu zaman çok şey hallediliyor. Tabii bilgi toplumuna geçişin yansımalarını batıda görmek mümkün. 1980 sonrası insana bakış açısının yansımasını yerel yönetimlerde görmek mümkün. Batıyla ilgili kısaca birkaç şey söylemek istiyorum. Hizmet yerelleşiyor hatta diyebilirim ki yerel bile yerelleşiyor. Onun için yerelleşme anlamında sadece fiziki hizmet değil katılım anlamında da bu yerelleşmenin cidden sağlanması gerekiyor. “İdari etkinlik” ve “yönetişim” kavramı yine benim üzerinde durduğum ve Türkiye’de konuşulur hale gelmesini istediğim bir kavramdır. Bunun üzerinde çok çaba gösterdim. Bize görev verildi ama “bunu paylaşalım, kararların en doğru alınması için her türlü katılımı sağlayalım” tarzına olayı taşımaya gayret ettik. Bunun tabi hukuki altyapısı olmadığı için bir yere kadar yapabiliyorsunuz. Ama önemli olan karşılıklı sektörler arasında iletişim. Sosyal gruplar arasında iletişim, hatta meslek örgütleri arasında iletişim. Bunlar olabildiğince sağlandığında ciddi faydaların olduğunu da gördük. 203 Burada benim başka üzerinde durmak istediğim bir konuda yerelleşme ile ilgili. Değerli dostlar yerelleşme olmadan demokratikleşmenin olamayacağı kanaatine vardık. Çok açık olarak söylüyorum. Bu bir süreçtir. Yerelleşme, sivilleşme ve demokratikleşme. Yerelleşme ile, yerel dinamiklerin harekete geçmesi ile, yerel kültürün güç kazanması ile sivil olgu gelişiyor. Sivilleşme süreci gelişiyor. Sivil toplum olayı gelişiyor. Kültürel yapı gelişiyor. Bireyin varlığı ve gelişmesi ile birlikte toplumsal organizasyonlar gelişiyor ve bunlar demokrasinin doğal sahipleri haline geliyorlar. Bu süreç yaşanmadığı zaman, yerelleşme ve sivilleşme süreci yaşanmadığı zaman demokrasi bir üst kurum olarak kalıyor. İsteyenin istediği gibi uğraştığı, karıştırdığı, oynadığı, sağa sola çektiği kavramlar dizisine dönüşüyor. O bakımdan arzu ettiğimiz demokratikleşme olayı yerelleşmeden başlıyor. Ha genel bir söz var. “Yerel idareler demokrasinin beşiğidir” diye. Fakat bu Türkiye’de biraz şu anlamda algılanmış: “Demokrasinin büyüdüğü değil de, uyuduğu bir beşik” şeklinde algılanmış onun için bu beşiği de artık biraz değiştirmemiz lazım. Demokrasinin hakikaten büyüdüğü güçlendiği bir beşiğe dönüştürmemiz lazım. Onun için bu kavramı da demokrasinin geleceği açısından önemsiyorum. Yerelleşmenin bir başka etkisi ise; bakınız yerelleşme ne kadar güçlü ise alınan kararlar o kadar doğrudur çünkü bir karar halka ne kadar yakın bir noktadan alınıyorsa o kadar doğruluk payı vardır. Halktan ne kadar uzakta alınıyorsa, doğruluk payı o kadar azdır. Onun için halka yönelik hizmette alınan kararların en doğrusu halka en yakın noktadan alınan kararlardır. İkincisi kararın uygulama hızı, yine halka ne kadar yakınsa o kararın uygulama hızı da o kadar fazladır. Ankara 204 bürokrasinin bakanlıkl odalarından birisinde bir bürokratın aldığı kararın Erzurum’un hangi ilçesinde veya İstanbul’un hangi bölgesinde veya Eskişehir’in hangi mahallesinde uygulanacağı oradaki insanın çok umurunda değildir. Çok da bilmez. Ve alınan kararların birçoğu yanlıştır. Doğru olsa bile oraya gidinceye kadar o kararın güncelliği ortadan kalkar. Artık ona ihtiyaç kalmamıştır. Bir başka olay da maliyettir. Bir bakan dostumun söylediği bir şey vardı ilginçtir! “Bir yere spor salonu yaptıracağım demişti. Ben oradaki yerel yönetici ile belediye başkanı ile anlaştım. 70-80 milyara mal ettim, halbuki Ankara’dan yaptırsaydım 600-700 milyara yaptıramayacaktım.” Demek ki; yerele indirgediğiniz zaman kararların doğruluğu ve hızının yanında uygulanan projelerin maliyetinin de son derece düşük olduğunu, dolayısıyla ülkede kaynak israfının ortadan kalktığını da görmüş oluyoruz. Onun için hangi açıdan bakarsak bakalım burada ciddi anlamda faydayı görüyoruz. Tabi burada yerel siyaset kavramı ortaya çıkıyor. Türkiye’de yerel siyaset hep küçümsenen bir olaydır. Özellikle son 20 senede bu biraz daha ortaya çıktı. Yerel yönetimin, yerel siyasetin ülke için de, şehirler için de ne kadar önemli olduğunu, iyi yöneticiler getirdiğiniz zaman o şehrin nasıl ihya olduğunu, ama iyi yöneticiler getirmediğiniz zaman da nasıl berbat olduğunu çok bariz bir şekilde gördük. O bakımdan yerel siyasetin önemsenmesi gerektiğini düşünüyorum. Üniversitelerde kariyer ve liderlik konferanslarına çok gidiyorum. Bunu önemsiyorum. Hemen hemen birçok üniversiteye gittim. Hepsini de bitiremedik ama imkanımız olduğunca kariyer yönetimi ve liderlik dersleri, ders 205 demeyeyim de konferansları veriyoruz. Burada kitabi anlamda değil anlattıklarım. İşte bu kitabi anlamda “Şöyle duracaksınız, böyle karar vereceksiniz, karar verirken şunlara dikkat edeceksiniz”… filan gibi üniversitede hocalarımızın zaten çok güzel ifade ettikleri konuların ötesinde ben Türk insanının başının dikleşmesi anlamında motivasyon sağlamaya gayret ediyorum. Ama genel olarak bizim siyaset kültürümüz slogana dayanmış, hamasete dayanmış ve istismara dayanmış. Hazırlık yapmak uzun bir iştir. Program üreteceksiniz, projeler, vizyon araştıracaksınız. Çok uzun iş bunlar. Ama iki slogan söylediniz mi çok kolay. Hamaset: “Vatan, Millet, Sakarya...” İstismar: Din, etnik kök, mezhep, yoksulluk… o kadar çok istismar edilecek şey var ki Türkiye’de, ne diye uğraşacaksınız plan, proje diye. Şimdi böyle olunca siyaset üretken olamıyor. Pazarı düşünüyor siyasetçimiz, yani seçimi. Bir de bunun Pazartesisi var değil mi? Pazartesi seçildiniz işe başladınız. Gittiniz bürokrasi soracak, hani dağarcığınızda ne getirdiniz bize? Biz bürokrasiden bekliyoruz. Çok beklersiniz. Ondan sonra da bürokrasiden şikayet etmek zorunda kalırsınız. Türkiye de çok bekler. Onun için herşeyden evvel önemsediğim konu olayın bu yönünün kavranması. Kolaycılık değil. Sakallı Celal isimli malum cumhuriyetimizin ilk yıllarının meşhur bir yazarı var. Onun güzel bir sözü var. Der ki: “Meşrutiyeti ilan ettik olmadı. Cumhuriyeti ilan ettik olmadı. Bari ciddiyet ilan etsek…” Şimdi; ideolojiler güzeldir, sloganlar güzeldir, hamaset güzeldir ama siz bir yönetime talipseniz, talip olmasanız bile bir birey olarak bir vatandaş olarak ciddiyet içerisinde olmamız gerekiyor. Ciddiyetten maksat asık suratlılık, ben merkezlik değil. Ne iş yapıyorsak onu en güzel şekilde yapma iradesidir. Ona layık olmaktır. Onun gereğini 206 yapmaktır. Herşeyi ile gereğini yerine getirmektir. Onun için burada işte ortaya çıkan konu evvela iddia sahibi olmaktır. Türkiye iddiasını kaybetti. Maalesef üzülerek söylediğim bu. Hepimize iddiamızı kaybettirdiler. Başaramayız, beceremeyiz, yapamayız, edemeyiz başkası yapsın biz işte tabi olalım. Hayır, hayır bu ülke dünyanın en nadir ülkesidir. Asla hamaset olsun diye söylemiyorum. Bu millet dünyanın gelmiş geçmiş en büyük milletidir. Birçok ülkesini gezdim dünyanın, önem ifade eden hemen hemen her yerini dolaştım. İnanın bizim insanımız kadar becerikli, kabiliyetli, hareketli, üretkenini görmedim. Ama eksik olan ne? iddiamız gitmiş. İddiamız yok. Onun için herşeyden evvel işte iddia sahibi olmayı önemsiyorum. Emperyal duygular yani büyük devlet olma olgusu kayboldu. Büyük millet olma duygusu kayboldu. Eskiden Osmanlı deyince imparatorlar düşünün, kimler: Fatihler, Yavuzlar, Kanuniler gelirdi akla değil mi? Şimdi imparator deyince kim geliyor aklınıza İbrahim Tatlıses geliyor, Fatih Terim geliyor. İşte iki ruh halimiz değerli dostlar. Asla küçümsediğim için değil, yani bir kıyas yapmak babında. İşte bu haleti ruhiyeyi bir kere bizim terk etmemiz lazım. Kötü bir elbiseyi çıkarır atar gibi o haleti ruhiyeyi atmamız ve kendine güvenen lider insan, lider ülke duygusunu bizim içimize sindirmemiz sığdırmamız gerekiyor. Tabi bu topyekün bir olaydır. Topyekün bir dalgadır. Vedat Dalokay’ı bilirsiniz Ankara belediye başkanlığını yapmış kıymetli bir mimarımız. Bir gazeteci dostum geçenlerde anlattı. O zaman mesleğe yeni başlamış 1970’lerde Süleymaniye ile ilgili bir haber yapmak için oraya gitmiş. O sırada Vedat Dalokay orayı geziyormuş. Bu gazeteci arkadaşım demiş ki 207 Vedat Dalokay’a işte “Biz şimdi niye Mimar Sinan gibi mimarlar yetiştirip böyle Süleymaniye gibi eserler yapamıyoruz?” Biraz Vedat Bey alınmış, bir mimar olarak. Yani sanki onun eksikliği gibi. O da ilginç bir cevap vermiş. “O zaman başımızda Muhteşem Süleyman vardı, şimdi Çoban Sülü var” gibi bir cevapla ifade etmiş duygularını. Şimdi, hepsi birbirini pozitif ve negatif etkiliyor. O bakımdan değerli arkadaşlar, evvela birey olarak kendimizden başlayacağız. “Ben varım! “ Bunu diyor muyuz? Orada var olmaya başlıyoruz demektir. Bunu demediğimiz sürece biz yokuz. Fiziken varsak bile güç olarak yokuz. İşte nerde olursak olalım, hangi atmosferde ne iş yaparsak yapalım; bu ortamı bizim üretmemiz, bu duyguyu üretmemiz lazım. Bir yazarımızın, bir fikir adamımızın enteresan bir cümlesi var yine, diyor ki: “Eskiden vezirler üç tuğlu olurdu, şimdi üç tüylü oluyor”., İşte bu genel görüntü. Siyaset, sanat, mimari, şehircilik, yönetim, aydınlarımız, üniversitelerimiz… Çöküş “genel”. Öyleyse; diriliş de varoluş da “genel” olacak hep beraber. İşte bir tane adam çıkaralım bir lider bu ülkeyi kurtarsın. Böyle bir şey yok arkadaşlar. Hem o insanı aldatırız hem kendimizi aldatırız. Türkiye’nin üretmesi gereken ne peki? “Liderlik”. Lider demiyorum, “liderlik”. Liderlik bir bütün halinde bir ülkenin yönetme kabiliyetidir. Algılama, algıladığını bilgiye dönüştürme, geleceği üretme, geleceği yönetme ve iddiasını ortaya koyma kabiliyetidir. O bakımdan burada bu kavramı önemsiyorum. Acizane şahsım adına nasıl yansıttığımı şöyle arz etmek istiyorum: 1998 Kasım ayında belediye meclisinden belediye başkanı seçildim önce. Sonra Nisan’da halk tarafından seçildim. Düşündüm Allah’ın lütfu. İstanbul’a belediye başkanı olmak gibi bir şerefe nail oldum. Peki ne yapmam lazım? Önümde iki yol vardı. Bir: Rutin 208 hizmetleri sürdürmek. İşte çöp, şu, bu benzeri şeyler… bir sürü iş yapabilirsiniz. Ama düşündüm ki –bu da ikinci yoldu- bana düşen misyon, İstanbul’un geleceğini belirlemektir. Ben nasıl bir İstanbul düşlüyorum? Nasıl bir İstanbul düşünüyorum? İstanbul’un fonksiyonu ne olmalıdır? Misyonu ne olmalıdır? Ve bu misyonu, bu görevi üstlenirken ne gibi bir gelecek üretilmelidir? Nasıl bir vizyon üretilmelidir? İşte üniversitelerimizden kendi uzmanlarımızdan oluşturduğumuz değişik komisyon ve heyetlerle İstanbul’un 25 yılını planladık. 1998-2023 yani Cumhuriyetimizin 100. yılına vardığımızda nasıl bir İstanbul’u ben Türkiye’ye dünyaya hediye etmeliyim? 25 yıllık periyot. Üçe ayırdık. Birinci etap: yaşanabilir İstanbul. Bu birinci etap 2005’e kadar. İkinci etap: Yöneten Şehir İstanbul’u üretmek. Bu da 2010 yılına kadar. Yaptığım araştırmalarda gördüm ki; dünya gittikçe şehirleşiyor. Türkiye de öyle. 1950’de şehirlerde yaşayan nüfus % 30’larda iken 1975’lerde % 50’lere çıkmış. 2000’leri geçerken bu % 70’leri geçmiş. Gelecekte % 90’lara varacak. Yani dünya nerdeyse şehirlerden ibaret hale gelecek. İkincisi 10 önemli şehir öne çıkacak. Dünya şehirlerden yönetilecek. Küreselleşme olgusu ile birlikte devlet kavramı eridi. Ama yerelleşmenin önemi arttı. Şehirlerin önemi arttı. Onun için küreselleşme sürecini iyi okumak, yerelleşme dediğimiz lokalizasyonu da iyi kavrayıp onu iyi algılayarak bir program üretmek gerekiyor. Biz bunun adına küreselleşme veya globalizasyon dedik. Küreselleşmeyle yerelleşmeyi birlikte algılayıp küresel düşünüp küresel algılama yapıp yerel programları üretebilme kabiliyetini geliştirelim istedik. Onun için yöneten şehir olmamız lazım. Bu lafla olmaz asla. Nasıl olacak siz kongre merkezi olursanız yöneten şehir olursunuz. Fuarlar merkezi, 209 finans merkezi olursanız, karar merkezi olursanız, iş merkezi, ticaret merkezi olursanız yöneten şehir olursunuz. Lafla ben yöneten şehir oldum diyemezsiniz. Onun da alt yapısını hazırlamak zorundasınız. İşte 2010 yılına kadar hedefimiz yöneten şehir kavramını oluşturmak ve kültürel açıdan da, sosyo kültürel açıdan da Avrupa kültür başkenti olmayı sağlamaktı. Bunların bütün alt yapıları hazırlandı 2010’dan sonra ise; problemlerini çözmüş, yöneten şehir olmanın kurallarını sağlamış, onun üzerine lider şehir İstanbul’u bina etmek. Üçüncü etap: 2023 e vardığımızda herkesin İstanbul’da yaşayanlara hayranlık duyduğu bir İstanbul’u ortaya çıkarmak. Şimdi 25 sene. Baktığınızda çok uzun gibi geliyor değil mi? Değerli dostlar, ama düşünüyorsunuz bu program diyorsunuz 25 sene evvel başlasaydı şimdi bitmişti. Onun için bir yerden başlamak gerekiyordu. Biz onu düşündük ha bu büyük bir iddia. Vurgulamak istediğim o. Bu kadar büyük bir iddiayı yapabilir miydik? Yaparız dedik. Bu büyük iddiayı ürettik: “Lider Şehir”. Dünya lideri, Avrasya coğrafyasının lideri İstanbul’u üretme noktasında eylem planı oluşturduk, geliştirdik ve hakikaten -burada çok detaya girmeyeceğim ama- özü itibari ile gördüğünüz gibi İstanbul’un genel makro seviyede konsept projelerini üretirken, satır başları ile yazdığımız alt projeleri de ürettik. Ulaşım projeleri dedik, master planı hazırladık, raylı sistemler, kara yolları, deniz bütün hepsini entegre edecek sistemler geliştirdik. Araştırdık problemleri. Yine çevre master planı yaptık. Ve inanın çevre konusunda hakikaten çok büyük hamleler yaptık. Eskiden bir çöp olayı yaşanırken İstanbul’da, çöpü nasıl çözmüşler diye biz dünyayı araştırmaya giderken çöpten geri dönüşüm projelerini inceledik ve inanın Japonya’dan Almanya, 210 Amerika’ya kadar uzmanlar bizi incelemeye geldiler. Ve bütün altyapı problemlerini bitirmeyi hedefledik. %90’ı benim zamanımda bitmişti. Ve derelerin ıslahı % 90 oranında bitmişti. Onun sonucudur ki; İstanbul’un havası dünyanın en temiz havası olmuştur. İstanbul Boğazı, Marmara Denizi balık cennetine dönmüştür ve Haliç çok imkansız denilen Haliç, yüzülebilir seviyeye gelmiştir. İşe giriştiğimizde 1999 Mayıs ayı. Nisan’da seçim olmuş, Mayıs’da bütün arkadaşları, ekibimi topladım. Mayıs başı. 26 Nisan’da mazbata aldım. Mayıs başında bütün ekibimizi topladık. Hedefler ortaya koyduk dedim ki 2003 yılında Haliç’te yüzülecek. Bu kadar. Herkes yapması gerekeni üstüne aldı. O zaman tabi bu çok imkansız deniyordu ama gereğini yaptık. 2002 de Allah’a şükür biz Haliç’te yüzdük. Gerçekten Haliç bizim için sadece ekolojik anlamda değil kültürel anlamda da, tarih anlamında da, sanat anlamında da bir etkinlikler vadisine dönüştü. Ticari anlamda da canlandı. Altınboynuz yeniden geldi. Ve yeşile hasret İstanbul’da biz 100 milyon metrekareye yakın yeni yeşil alan yarattık. Eskiden İstanbul’a girip caddelerinde gezerken “yeşile hasret” derdik. Şimdi Allah’a şükür az da olsa dünya standartlarına ulaştık. Kişi başına bir buçuk metrekare yeşil alan düşüyordu. Şimdi 7 metrekareye çıkardık. Dünya standardıdır. Ama yeter mi? Daha da artırmamız lazım. Onun için, bunları söylememdeki sebep zor olan çalışmalardı bunlar. Haliç projesi ile ve çevre projelerimizle 2003 yılında, 2002 yılında dünya çevre ödülü aldık. Metropolis Dünya Büyükşehir Belediyeler Birliği tarafından. Kentsel tasarım projelerimiz şehircilikte yaptığımız hamleler. Birçok şey… Şimdi detaya girmek istemiyorum. 2003 yılında Paris’te Sorbon Üniversitesi ki geleneklerine çok bağlı bir üniversitedir. -Halen rektörün 211 odasında klima cihazı yoktur. Tarihi bina olduğu için takılmamıştır.- Bu kadar geleneklerine bağlı bir üniversitede dünyada yılın belediyesi ve yılın belediye başkanı seçildik. İlk defa Fransa dışından da bir belediye başkanına bu ödülü verdiklerini söylediler. Şimdi değerli dostlar, birde hiç akıllara gelmeyen bir konudur. Teknoloji alanında çok ciddi hamlelerimiz oldu. Dedik ki; dünyanın en ilerisi olacağız. Akla çok zor geliyor. Ama hedefi ortaya koyduk. Gerçekten e-belediyecilik, e-ulaşım, eİstanbul, altyapı bilgi sistemleri. Dünyaya teknoloji ihraç eder hale geldik ve yine 2003 Mayıs ayında Washington’da altyapı bilgi sistemlerinde birincilik ödülünü aldık. Bütün bunları arz etmemin sebebi; bir iddianız varsa, geminiz var, rotanızı da belirlemişseniz rüzgarın size faydası olur. Ama rotanız yok, yelkeninizi şişirmemişsiniz, rüzgar ne kadar iyi eserse essin size bir fayda vermez. O bakımdan burada yapmak istediğimiz olay şehir yönetiminde ve ülke yönetiminde iddia sahibi olmaktır. Birey anlamında iddiayı ortaya koymaktır. Şunu unutmamak lazım: Şehir yönetimi bir süreç yönetimidir. Çok iyi bir belediye başkanı gelir bir şeyler yapar arkasından bunlar devam etmezse yapılanlar heba olur gider. Haliç’in temizliği bize -sadece temizliği değil bir bütün olarak Haliç projeleri- 600 milyon dolara mal olmuştur. Çok büyük bir paradır. Bu ülkenin emeğidir, kaynaklarıdır. Tabi etrafında kültür merkezleri vs. vs. tesisleri var, ama bazen hiç geri kazanamayabilirsiniz. Yani parayı sarf etseniz bile kaybettiklerinizi geri kazanamayabilirsiniz. Onun için en rantabl, en kârlı, en kolay olanı iyi yönetmek ve 212 kaybetmemektir. Kaybetmemek. Özellikle sosyal alanda, kültürel alanda, çevre alanında… iİşte bütün mesele bu. Süreci iyi yönetmek burada arz etmek istediğim konulardan birisi de değerli dostlar bahsetmek istediğim. Sadece fiziki hizmetler değil. Altyapı, yol, kavşak vs. kadar önemsediğim bir şey de; kültürel dokudur, sanatsal yapıdır ve estetiktir. İnsanlarımız ve özellikle yöneticilerimiz estetik kavramını terk edip olaya sadece günlük açıdan yaklaştığı için şehirlerimiz mimari anlamda değer üreten, kültürel anlamda değer üreten noktalardan çıkmış işte bir problemler yumağına dönüşmüş. Eski İstanbullu tarif edilirken şu tabirler kullanılırmış: “Zevki selim sahibi, hissi selim sahibi, aklı selim sahibi” denirmiş. Yani zevki selim; estetik duygu, sanatsal duygu, hissi selim; güzel duygular, iyi insan olma. Fedakar, erdemli, yardımsever, nazik İstanbul insanını bilirsiniz. Dünyada örnek insan tipidir. İstanbul beyefendisi, İstanbul hanımefendisi tipi. Kültürü kaybederken bu tiplerimizi de kaybetmişiz. İşte kültürümüzü değerlerimizi kazanırken bu insan tiplerimizi de geri getirmiş olacağız. Ve aklı selim sahibi, akıllı bilgili ve üretken insanlar ve böylece ne olacak değerli dostlar? Sadece güzel şehirlere kavuşmuş olmayacağız. Aynı zamanda uygarlık merkezlerine ve huzur kentlerine, huzur şehirlerine de kavuşmuş olacağız. Bugün Türkiye’mizin de, dünyamızın da huzur kentlerine ihtiyacı var. İşte gasp artıyor, hırsızlık artıyor, çete artırıyor sadece İstanbul’da mı tüm dünyada. O bakımdan şehir yönetiminin, Türkiye yönetiminin bütün bunları algılayıp görmesi gerekiyor. Türkiye’nin imkanları bitiyor. Şu an 330 milyar dolara yaklaşan bir borç stoğu ile karşı karşıyayız. Ve bu bize siyaseten bağımlılık getiriyor. Siyaseten bağımlılık yapmak isteklerimizin önüne engel çıkartıyor. Onun için değerli 213 dostlar başı dik insanlara ihtiyacımız var. Başı dik. Hayal kurabilecek insanlara, geleceği düşünen insanlara ihtiyacımız var. O bakımdan arz etmek istediğim konuları şöyle bir toparlayarak sözlerimi tamamlamak istiyorum. Bir kere var olacağız. Var olmak iddia sahibi olmaktır. Bunu unutmamamız lazım ve üreteceğiz. Üretemeyen toplum yok olur. Fikir, proje, emek, vizyon ve gelecek üreteceğiz. Bunları üretemezseniz yoksunuz, yokuz. Onun için üretim kavramı sadece mal ve hizmetten ibaret değildir. Bütünü ile değerler zinciri üreteceğiz bunu genel olarak ifade edebiliriz. Bu üretkenliğimizi dış dünya, iç dünya bütün bu koşulları ortaya koyup ifade edeceğiz. Ama dediğimiz gibi bunları yapmak için içeride ve dışarıda önümüze çok engeller çıkacak. Yeteri kadar ekip bulamayacaksınız. İnsan unsurunun eğitimsizliğini göreceksiniz. İnsanlardaki değer kaybının yarattığı huzursuzluklar moral bozacak. Ama asla moral bozmak yok. Bu ülke bizim. Bu ülke bizim. Onun için her şeyden evvel işte içimizdeki gücü üreteceğiz. Bunu unutmayın “içimizdeki güç”. Bunu bir misalle size şöyle ifade etmek istiyorum. Tavuk yumurtalarının arasına bir tane kartal yumurtası koymuşlar. Civcivler çıkmış. tavuk almış bunları hepsini beraber gezmeye götürüyor. Dışarıya çıkarmış. Kartal yumurtasından çıkan civciv bakmış ki gökte birşeyler uçuyor. “Anne” demiş tavuğa. “Bu uçan şeyler ne? Gökte bir şeyler geziyor”. “Onlar kartaldır yavrum” demiş tavuk. Peki biz neyiz? Biz tavuğuz biz gökte uçamayız, yerde gezeriz. Kartal yumurtasından çıkan civcivin genlerinde var ya, arzu ediyor. “Allah’ım” diyor “Ne olurdu beni kartal olarak yaratsaydın da bende gökte uçabilseydim”. Aslında değerli dostlar bu bir kartal yavrusu. Genlerinde var Allah ona bu özelliği vermiş. İstese hemen uçup gidecek ama 214 uçamıyor, niye? Kendini tavuk zannediyor. Problem burada. Kartal olduğunun farkına varsa iş bitecek hemen o anda uçup gidecek. İşte o başlama vuruşunu yapamıyoruz. Bütün mesele iddiamızı kaybettirme sürecinden şöyle bir silkinmemiz. İçimizdeki bu varlığı, bu enerjiyi üretmemiz gerekiyor. İşte bu enerji üretimi ile birlikte hedefe kilitlenmek gerekiyor. Motivasyon sağlayacağız. Bunun arkasından konsantrasyon. Vazgeçmek yok değerli arkadaşlar. Hangi engelle karşılaşırsak karşılaşalım şahsımız adına, ailemiz adına, bu ülke adına, geleceğimiz adına vazgeçmek yok. Onun için iradeyi sağlam ortaya koymak lazım. Fatih İstanbul’u fethederken çok büyük zorluklarla karşılaşmış ama demiş ki: “Ya ben İstanbul’u alırım ya İstanbul beni”. Bu iradeyi sergilemiş ve İstanbul’u almış. Mustafa Kemal Paşa, işgal kuvvetleri İstanbul’u işgal edince Dolmabahçe rıhtımından bakar ve derki: “Geldikleri gibi gidecekler”. Bu bir irade sergilemesidir. Bir duygu ifadesi değil. Bakın duygu temenni olur “Gitsinler” der. ”Ah keşke geldikleri gibi gitseler”… Bu bir temennidir. Hayır “Geldikleri gibi gidecekler” diyor. “Ya İstanbul beni alır ya ben İstanbul’u” diyor. İrade sergiliyor, bir iddia sergiliyor. Onun için zor anda enerji üretmek çok önemli. Bunun başka iki misali daha var. Yavuz Sultan Selim’in Çaldıran seferinde aylarca süren yolculuklarda yaya yürümüş askerler, yeniçeriler. Tabi hoşnutsuzluk başlayınca çıkıp haykırıyor: “Benimle gelmek isteyenler erkekçe gelirler. Gidip evlerinde oturup ağlamak isteyenler geri dönsünler”. Bu bir tavır ve herkes geliyor. Yine Mustafa Kemal Paşa’nın Çanakkale’deki olayı: Askerin cephanesi bitmiş geri çekilmeye başlıyor. Bir yılgınlık. Çıkıyor diyor ki “Ben size savaşmayı değil ölmeyi emrediyorum”. Bir tavır sergiliyor. İşte liderlik, 215 komutanlık orda o tavırla o direnç noktasında ortaya çıkıyor. O bakımdan işte bütün bunları bizim pozitif bir enerji olarak üretmemiz bir irade olarak üretmemiz ve iddia sahibi olarak üretmemiz gerekiyor. Geleceği üretip uygulamaya koymamız gerekiyor. Bütün bunlar, değerli dostlar misalleri çoğaltırız ama genelde hep birileri gelsin de bizi kurtarsın deriz. Birileri gelsin de şu işi yapsın deriz. Ah şöyle şöyle olsa ben yapacağımı bilirim, deriz. Hiç şart aramaya gerek yok. Hiç gerek yok. O meşhur Simurg hadisesi vardır. Bir grup kuş toplanmışlar Kaf Dağı’nın arkasında, kuşlar padişahı Simurg’u o dev kuşu bulmak için yola çıkıyorlar. Gidiyorlar, gidiyorlar, gidiyorlar… Uzun kilometrelerce yol gidiyorlar. Uçuyorlar bir türlü kuşu bulamıyorlar. Yorulunca bakıyorlar ki bulamayacaklar geri dönmeye karar veriyorlar. Yorgunluk psikolojisi ile birbirlerine yaklaşıyorlar ve destek oluyorlar. Bakıyorlar ki altta yerde dev bir kuş gölgesi var. Onlarla beraber uçuyor. “Allah Allah bu kuş da ne?” diyorlar. Etrafa bakıyorlar öyle dev bir kuş yok. Görüyorlar ki kendilerinin bir araya gelmelerinden doğan bir pozisyon oluşmuş. Anlıyorlar ki Simurg kendileri. “Simurg kendilerinin birliği”. “İşte bu ülkenin derununda var olan enerji” değerli arkadaşlar ayrıştırılmaya çalışılıyor. Her birimizi kategorize ederek farklı odalara koymak istiyorlar. Ayrışmalar; sol-sağ dedik ayrıştık, Alevi-Sünni dedik ayrıştık. Türk-Kürt, sağcı-solcu, Fenerli –Galatasaraylı, şucu-bucu… ayrışmak için birileri bir şey üretti, bizde bahane aradık. Artık bu ayrışmaları bir kenara atalım. Gücümüzü, enerjimizi, dirayetimizi, iddiamızı ortaya çıkardığımızda göreceğiz ki; inanın bütün yüreğimle inanıyorum ki “Bu ülkenin başaramayacağı hiçbir iş, hiç bir 216 proje yoktur”. Aşamayacağı hiçbir engel yoktur. Onun için burada ben bu duygularla sizlere hitap ettim. Hepinize başarılar diliyorum. İşlerinizde başarılar diliyorum. Emeğiniz bereketli olsun, bahtınız açık olsun. Ülkenin bahtı açık olsun. • Newyork belediye başkanı ile olan bir anınızdan bahsettiniz. Ve burada iki belediyenin bütçelerinden konuştuğunuzu ve bunun akabinde de Newyork belediye başkanına borcunuz olmadığını hatta kendisinin sizden borç istediğini söylediniz. Ben bu noktada bir şey öğrenmek istiyorum. Belediyenin ihaleleri ve bu ihaleleri alan müteahhitlere olan borçlar borç sayılmıyor mu? Ve bu ödenmesi gereken paralar belediyenin alışıla gelmiş borçları olduğundan belediyenin borçları değil de merkezi yönetimin borçları mı sayılıyor? Teşekkür ederim. (GÜRTUNA) Hayır. Onlar zaten bütçeleme içerisinde karşılıkları gösterilen olaylardır. Faaliyet programı hazırlarsınız, o faaliyetlerinizin karşılığını bütçede gösterirsiniz. O rutin olarak o yılın içerisinde ödemesi yapılır. Onları borç olarak görmüyoruz çünkü zaten karşılığı var ve hak ediş uygulaması yapılır parası ödenir. Benim belediye başkanlığım süresince daha önceden kalan bir buçuk milyar dolar ekstra borç ödedik. Kredi borçlarından vs. O kadar yatırımla beraber ve zannediyorum sıfır noktasına kadar İstanbul’u getirdik. Yani bu kadar iş ve hizmetlere rağmen görürsünüz zaman zaman gazetelerde çıkar işte şu belediyenin şu kadar borcu bu belediyenin bu kadar borcu vardır diye. Ama İstanbul Büyükşehir Belediyesinin adı geçmez. 217 • Saygılar sunuyorum. Şimdi demin bir anınızdan bahsettiniz. Vedat Dalokay’dan. O zaman ben üniversite tahsili yapıyordum 1970’lerde, yalnız Vedat Dalokay ideolojik davrandı. Rahmetli Ekrem Baybars’ın açtığı Kızılay’da şu anda emekli sandığının karşısındaki çukur yer altı dükkanları ve ileride Metro olacak şekilde düzenlenmişti. Ondan sonra Vedat Dalokay sırf ideolojik davrandığı için o çukuru geldi kapattı ve oraya bir göbek yaptı. Ama ne oldu. Aynı çukuru üç dört yıl önce Melih Gökçek yeniden kazıp alt geçit ve dükkan yapmak zorunda kaldı. Bu da Adalet Parti Demokrat Parti zihniyetinin ileriyi görmesini gösteriyor bu bir. İkinci sorum. Belediye demek yatırım demek, proje demek. Şimdi size diyorum ki Florya’da başkanlığınız döneminde 40 trilyon keşif bedelli 2003 fiyatları ile bir akvaryum temeli attınız. İhale ettiniz. Sonra bu yönetim durdurdu. Yani 40 trilyon büyük para. Mesela şu anda Esenler otogarını bilenler bilmiyorum arkadaşların çoğu biliyordur. Esenler Otogarının maliyeti de 40 trilyon. Akvaryum inşaatı 40 trilyon ve bu yönetim durdurdu, ne diyorsunuz? Birde siz Tayyip Bey’le 4 yıl beraber çalıştınız ve sizi aday yapmadı. Bu konuda fikrinizi rica ediyorum. (GÜRTUNA) Şimdi biraz evvel söyledim. Her iki konu da; akvaryum meselesi de, Vedat Beyle ilgili olan çukur meselesi de söylediğim konu ile özdeşleşiyor. Yani şehir yönetimi bir süreç yönetimidir dedim. Tabi çok detaya giremiyoruz burada. Yani hadiseler birbirini pozitif takip ediyorsa sonuçları almaya başlıyorsunuz. Yoksa birinin gelip yaptığını öteki bozuyorsa sinerji üremiyor enerji boşa gidiyor. Onun için maalesef o tür 218 olaylar yaşandı. Hala da yaşanıyor. Üzücü olan bu. Zaten 21. yüzyıl diyoruz. Üçüncü bini yaşadığımızı söylüyoruz. Hala benden olan-olmayan, işte “O yaptıysa onun adı olmasın” kabilinden yaklaşımlar Türkiye’nin enerjisini boşa götürüyor. Halbuki yapılacak olan nedir: “Kim yaptıysa yaptı, Allah razı olsun” demek lazım. Teşekkür etmek lazım. Sahip çıkıp devam ettirmek lazım. Ben şahsım adına bırakınız benden önceki dönemi, 1950’lerden itibaren İstanbul için hazırlanan ne kadar proje varsa hepsini indirttim ve neleri uygulayabileceğimizi gördüm ve yürüdüm. Şimdi Haliç. Haliç sadece benim eserim değil. Sayın Dalan’la başlayan bir süreç. Benim yaptığım artık bu iş uzadı bir irade koyup bir takvime bağlamak ve kısa zamanda sonuç almayı hedeflemekti. Öncekiler yapılmasaydı, sadece benim yaptıklarımla o sonuca ulaşamazdık. Ben; “Ya işte buna Sayın Dalan başlamış. Sayın Sözen, Sayın Erdoğan devam etmiş ya onlarında adı olursa!” diye bu işi bıraksaydım şimdi Haliç bataklıktı öyle mi? O bakımdan değerli arkadaşlar artık o tür kompleksleri bu ülkenin aşması lazım. Bu Kızılay çukuru benim bizzat yaşadığım bir olaydır. Maalesef olmaması gereken bir şeydi. Akvaryum, bakınız 40 trilyon İstanbul için büyük para değil, yani buna değer. Akvaryum olayı; Barcelona bir buçuk milyon nüfusu olmayan bir şehirdir, ikincisini yapıyor akvaryumun. Birincisini yıllar önce yapmışlar şimdi yenisini açtılar. Hayvanat bahçesi ve safari parkı projemiz kalktı ortadan. Eğer masraf olacak diye düşünürsek pek iş yapmamamız lazım. Ama üstelik, bu akvaryum projesi geri dönüşlü bir proje. Biz Miniatürk’ü yaptık, bir senede parasını geri kazandık. Fena mı oldu? Yine akvaryum Avrupanın en büyük projelerinden biri olacaktı ve turistik açıdan, eğitim açısından İstanbul’un bir 219 ciddi esere kavuşması açısından önemliydi. Şimdi Gazi Osman Paşa’da büyük bir hayvanat bahçesi ve safari parkı projemiz vardı. İstanbul’un birçok yerini aradık oraya karar verdik. Neden? Çünkü o projeyle İstanbul 2,5 milyon metre kare yeni bir yeşil alana kavuşuyor, öyleki çöküş alanı olan gecekondulaşma alanı olan o bölge cazibe merkezi haline gelip kentsel dönüşüm yaşayarak modern şehircilik konseptine kavuşuyor. Burası Alibeyköy barajı havzası sonrası gecekondulaşacak. Biz şantiyeyi bile zor kurduk, gelip bastılar şantiyeyi etrafımızda gecekonducular. Birkaç sene sonra orası gecekondu olacaktı. Bir başka olay; İstanbul’da yine cazip alanlar oluşarak merkezin yükü hafifleyecek İstanbul çok kanatla uçmaya başlayacak. Bir başka olay turizm. Sultanahmet turizmine İstanbul sıkıştırıldı, halbuki turizmi çeşitlememiz İstanbul’un her yerine yaymamız gerekiyor. Tatil, kültür turizmi elbette şart. Onu da İstanbul’un her yerine yaymamız lazım ama çok farklı kesimlerden insanlar İstanbul’a gelmeli. Eğlence için gelmeli, gastron için gelmeli ve hayvanat parkı, Miniatürk, botanik parkı vs. Daha yapmamız gerekenler neler? Topkapı’da eski garajların olduğu yer vardı şehrin hemen yanında, sur dibinde Trakya–Anadolu garajı onu hatırlayanınız var mı bilmiyorum. Ne kadar kötüydü, şimdi dünyanın en güzel parklarından birini yaptık. Ama panoramikleşsin diye. Şimdi bunların hepsi İstanbul için kazanımlardır. Yani değer insan olmaktan çıkarıp değer üreten olmayı hazırlıyoruz. Bu tür projeler geri dönüşü olan projelerdir. Şehircilikte olay sadece rant değildir. O zaman hiç bir çevre projesini hayata geçirmemeniz lazım. Hiçbir sanata destek vermemeniz lazım. İşte gidiyor para, hayır şehir hayatı bir bütündür. Bütçenizi dengelersiniz. Nereye ne kadar 220 harcamanız gerektiğini tasnif ederseniz. Öncelikle düşünürsünüz, ama İstanbul iddiası olan bir şehirdir değerli dostlar. Biraz evvel onu vurgulamaya çalıştım. Bir yandan siz yöneten şehir üretmeye çalışacaksınız, dünya lideri şehir üretmeye çalışacaksınız, bir yandan da kısır düşüncelerle kolunu, bacağını, kanadını kırpıp ortada bir kuş üreteceksiniz. Olmaz. Bir de adaylık konusu, benim hiçbir partiden adaylık konusu talebim olmaz. O zamanlar sayın Erdoğan’la bir iki görüşmemiz oldu. Genel siyaset üzerine, siyaset yapmamla arayışlar üzerine olan fikirlerimi söyledim. İstanbul’un vizyonel yaklaşımını anlattım, olması gerekeni. Burda düşündüğüm şeylerden bir tanesi “Finanskent”dir. İstanbul’un finans merkezi olmasını sağlayacak bir finanskent projesiydi. Bir kaç ay sonra ise buranın toplu konut alanı olarak satışa çıkarıldığını gördüğümde çok dehşetle üzülmüştüm. • Anlatırken dediniz hasbelkader ben bu işe girdim. Türkiye’de yerel yönetimlerde lider olmak bir milli piyango gibi birşey midir? Yoksa torpil sistemi mi işlemektedir. Türkiye’de yerel yönetimler lideri olmak bu kadar kolay mı? Ve siz verdiginiz bilge kişi örneğinde olduğu gibi yanlış yapa yapa mı tecrübe kazandınız? Diğer bir soru da siz gerçekten kendinizi başarılı kabul ediyorsunuz. Bende öyle değerlendiriyorum. Fakat tam en popüler olduğunuz dönemde AK Parti’ye karşı bile bağımsız adaylığınızı koyduğunuzda zorlayacağınız bir dönemde adaylığınızı koymamanız çok şaşırtıcı geliyor bana. Cesaretinizi kıracak birşey mi vardı da adaylığınızı koymadınız, daha 221 sonra her hangi bir düşünüyormusunuz. değerlendiriyorsunuz. siyasi AK partide yer Partiyi almayı nasıl (GÜRTUNA) Ben çok objektif olarak halet-i ruhiyemi yani 2004’deki pozisyonumu ifade ettim. Fakat değerli arkadaşlar burada hazır olmak çok önemli. Bakınız bunu arzetmeye çalıştım birazda. Siz sonbaharda pırasa toplamak istiyorsunuz, ıspanak ekerseniz pırasa toplayamazsınız. Veya trenle bir yere gitmek istiyorsunuz, otobüs durağında beklerseniz tren hiç gelmez. İstediğiniz kadar bekleyin. Önemli olan bizim ülke adına ve şahsımız adına bir miktar üretmemiz, onun gereklerini yerine getirmek üzere çaba göstermemizdir. Bu çok önemli. Ben üniversite yıllarımda 70’li yıllarda çok araştırma yaptım. Kültür Dernekleri, sanat dernekleri başkanlıkları yaptım. Çok sosyal olayların içinde bulundum. Eğitim konusu dahil çok çeşitli araştırmalar yaptım. TRT parlamento muhabirliği yaptım. Siyasi konuları oradan biliyorum. Hatta çeşitli araştırmalar hazırladım. Çok okudum, çok araştırdım. Ve öğrenci liderliği yaptım. Yani böyle boş durarak değil, tesadüfen değil. Durduk yerde olmaz bu iş yani birşey vardı. Yine 70’li yıllarda sayın Demirel partisinin propoganda işleri konusunda bizimle beraber çalışmayı teklif etmişti. O dönemin kültür danışmanı Kültür Bakanlığı faaliyetleri konusunda bizimle koordinasyonlu olarak çalışmayı arzu etmişti. Cidden kültür, sanat, siyaset konularında çok pratik konuşmalarımız olmuştur. Bu işler basit yani kader çizgisinin nasıl akacağını bilemezsiniz. Siz sadece üzerinize düşeni yaparsınız. Ve 1989‘da Kartal Belediye başkanlığına zorla aday olduk kaybettik seçimi. Ama daha sonra yine enterasan olan bir şey 222 Büyükşehir Belediye Meclis Üyeliği ve Büyükşehir Belediye Başkanlığı. Fakat bu sürede şunu arzetmek istiyorum. Ben çok ciddi bir çaba gösterdim. Nedir onlar? Örneğin; orta olan yabancı dilim savsamıştı, onu pekiştirdim. Yerel yönetimler konusunda dünyada ve Türkiye’de birçok toplantılara katıldım. İstanbul için; yerel yönetim konusunda nasıl organize olmak gerekiyorsa onun olması için çaba gösterdim. Belediye başkanı olduk, belediye başkanı illa olacağım da değil, esas olanın bulunulan mevkiye layık olmak gerektiğini ve bir vizyon üretmek gerektiğini düşündüğüm için bunları yaptım. Tesadüflere bağlamayalım. Bunu toplumsal bir bağa dönüştürelim. Her insanımız özellikle gençler siyasetin içinde olalım. Siyasetin içinde olmak illa siyaset mesleğinin içinde olmak değil, ülke sorumluluğunu idrak edelim. Siyaset karalanıyor. Maalesef halk için bütün siyasetçiler kötü. Elbette iyileri var. Birçoğu vatansever insanlar. Ama siyaset karalana karalana, darbelene darbelene prestijini kaybediyor. Halbuki bugünü, siyaset geleceğe taşıyacak. En onurlu mesleğin siyaset mesleği olması lazımken, onu kendi ellerimizle darbeliyoruz. O zaman yapmamız gereken burada hepimizin bu sorumluluğu taşıması ve pozitif seleksiyonu gerçekleştirmemiz. Maalesef Türkiye’de tersten seleksiyon yaşanıyor. Demokraside, siyasette vs.de. işte iyilerin dayanışması sağlanırsa herkes iyi ölçüleri kendine rehber edinirse pozitif seleksiyon; kabiliyetli olanın öne geçtiği bir ortamı sağlar, torpille olanı değil, o bakımdan işte burada olmamızı fevkalade önemsiyorum. Keşke bu sayılar milyonlarca olsa. Ve şu bu halk tasnifini asla yapmıyorum. Bunu yapmayında lütfen. Her partide yeni insanlar kabiliyetli insanlar olsun, üreten insanlar olsun bundan memnuniyet 223 duyarız, gurur duyarız. Ve siyasal farklılaşmayı çözüm arama gibi düşünelim. Benden olan, olmayan gibi değil. O, o yoldan çözüm arıyor, ben bu yoldan çözüm arıyorum ve birbirimize ihtiyacımız var diye düşünelim. Sahip çıkalım, layık olalım, iyilerin dayanışmasını gerçekleştirelim. Siyaseti bu anlamda düşündüğüm için her zaman siyasetin içindeyim. Ne yapıyorum; para konusunda, bilişim konusunda, işsizliğin önlenmesi konusunda, devletin yeniden yapılandırılması, yerel yönetim, şehircilik, şehirlerin rolü -hala Türkiye’de şehirlerin rolü algılanmıyor maalesef- ve bunun gibi birçok konuda şahsım, arkadaşlarım ve üniversitelerdeki dostlarla çeşitli araştırma çalışmaları yapıyoruz. İsteyene bunun servisini yapıyoruz. Buyrun uygulayın diyoruz, birikimlerin yansımasını sağlıyoruz. Ve gereken neyse asla boş durmaksızın Cumartesi, Pazar, bayram, tatil demeksizin inanın çalışmaya devam ediyoruz. Bir yıl oldu ben üstüste bir hafta tatil yapmadım. Halbuki rahat bir hayat süreceğimi düşünüyordum ama hala gayretle çalışıyoruz. Bu, bizim vecibemiz, vatan borcumuz öyle görüyoruz. Mevki, makam arayışı filan değil. Asla öyle de düşünmeyin. Siz hazırsanız, görev sizi gelir bulur hiç endişe etmeyin. Bütün mesele bireysel makam arayışı da değil zaten, öyle düşünmeyelim. Liderlik makamdan gelmez, lider makama güç verir. 224 Turhan ÇÖMEZ “Türk-Amerikan İlişkileri” 225 Değerli arkadaşlar, hepiniz hoş geldiniz. Ben iki yıllık siyasetçiyim ve uzun yıllar hekim olarak çalıştım. Genel cerrahi uzmanıyım. Bugün belki diğer uzman hocalarımız gibi bu konuda çok fazla teknik bilgi vermeyeceğim ya da veremeyeceğim ama sizlerle son zamanlarda Türkiye ile Amerika arasındaki ilişkilerin hangi boyuta geldiğini, bu boyuta bizleri hangi sürecin taşıdığını ve nelerin olduğunu, Ankara’nın gözü ile, Ankara’nın kulağı ile ve bir siyaset adamı kimliği ile konuşmak ve paylaşmak istiyorum. İnanıyorum ki toplantının sonunda sizlerin de bu sürece önemli katkılarınız olacaktır. 1999 yılında dönemin Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Clinton, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne geldi ve bir konuşma yaptı. Bu konuşma tutanaklarına baktığınız zaman, düzeyi ve dozu son derece yüksek ve sonucunda da milletvekillerinden çok büyük bir tahlif ve alkış almış bir konuşma olduğunu göreceksiniz. Ve o zamanda Türkiye Clinton’u ve Clinton’un Amerika’sını çok sevdi. Bugün Türkiye’de insanların Amerika’ya yüzde 85 gibi bir karşıtlığından bahsediliyor. Peki ne oldu? Yani 5 yıl önce Türkiye’de böyle bir hava varken bugün niye böyle bir konjonktür tartışılır oldu? İnsanlar Türkiye ile Amerika arasındaki ilişkileri neden sorgular hale geldiler? O dönemde Clinton, tarafları Ortadoğu, Filistin, İsrail barış görüşmeleri için davet ettiğinde ve bu süreç tıkandığında, hepiniz hatırlayacaksınız, Türkiye bu süreci tıkayan kişinin Arafat olduğuna inandı ve o dönemde İsrail’e karşı farklı bir sevgi ortaya koydular. Yine böyle bir süreçten -bugün özellikle Amerika ile ilintisinin olduğunu da altını çizerek ifade etmek istiyorum- bizler İsrail’le olan ilişkilerimizde İsrail’in aşırı güç kullandığı süreci bir devlet terörü olarak neden sorgular ve yargılar hale geldik? Türkiye niye bugünlere geldi? Bunların 226 bütün detaylarını biraz sonra sizlerle konuşacağım. Önce bir BBC anketi yayınlandı ve dendi ki Türkiye’deki insanların yüzde 82’si, 83’ü Amerika’ya ve Amerikan politikalarına karşı. Peki bu karşı olanlar Amerikan düşmanı mı? Hayır değil. Tabi soruyu siz nasıl sorarsanız öyle yanıt alırsınız. Bu insanlar özellikle son dönemde Amerika’nın Ortadoğu politikalarını, Ortadoğu’yu ilgilendiren bütün politikaları ve bu süreçte Amerika’nın davranışlarını ve tutumunu dostça görmediklerini ifade ettiler. Dolayısıyla bu ayrımı çok iyi yapmamız lazım. Yani bu anket sonuçlarında Türkiye’nin Amerika’ya ve Amerikan halkına bir karşıtlığı söz konusu değil. Uygulanan politikaların Türkiye’de ve Türk insanında oluşturduğu tedirginlik, tereddüt ve rahatsızlık ifadesidir. Eğer siz bunu Amerika’ya uyarlayacak olursanız, seçimlerde Amerikan Başkanı Bush özellikle kampanyasını 11 Eylül saldırılarına, Saddam rejimine, küresel teröre ve Irak’ta yaşanan olaylara endeksledi ve hemen hemen Amerikan halkının yüzde 50’si de Bush’un ortaya koymuş olduğu ve seçim kampanyasına temel dayanak teşkil eden bu politikalarına karşı olduğunu vurguladı. Dolayısıyla aynı gözden baktığınız zaman Türkiye’deki yüzde 85’lik bir karşıtın aslında Amerika’da da yüzde 50’lik bir karşıtlık yanıtını bulduğunu söylememiz mümkündür. Peki Türk insanı neden böyle bir tereddüt ve endişe ifade eden tavır içerisine girdi? Aslında Türk halkının tarih kökenlerinden gelen genetik kodlarına baktığınızda yaşadığı deneyimler, yaşadığı tecrübelerin de zorlamasıyla özellikle dış politik yaklaşımlarda biraz da kuşkucu olduğunu gördüğümüzü söyleyebilirim. Yine Ankara’dan göründüğü kadarı ile bu pencereyi sizlerle paylaşmak istiyorum. Amerika’nın Irak’a demokrasi getirmeyeceği, aslında niyetinin petrolü kontrol etmek olduğu, 227 yine Amerika’nın Irak’ı bölmek gibi bir niyetinin olduğu, PKK’yı bize karşı kullanacağına dair bazı çekincelerin, endişelerin, tereddütlerin olduğu ve buna dair insanların ve kamuoyunun bir rahatsızlığının olduğunu söylemek mümkün. Peki son dönemde BBC’nin anketi ve daha sonra bazı Türk medyasının yaptığı ankette de ortaya çıktığı gibi neden bu politikalara karşı bir duruş var? Neden bir rahatsızlık var? Bunları aslında teker teker irdelemek lazım. Çünkü tek ya da birkaç olay değil bu sonucu doğuran. Birinci Körfez Savaşı’na gittiğimiz zaman o dönemlerde Amerikan politikalarının yeterince açık olmadığına ve aslında Amerika’nın gizli bir ajandasının olduğuna dair bir şüphe oluştu insanların kafasında ve insanlar Amerika’nın o dönemden bu güne kadar yaşadığımız süreç içerisinde, Türk kamuoyunun kuşkularını azaltacak, Türk kamuoyunun gönlünü ve kafasını rahatlatacak net bir duruş, net bir politik açılım sağlamadığını ifade ediyorlar. Türkiye ve Amerika ilişkileri; tarihe baktığımız zaman, 1830’lu yıllara dayanıyor ve bu süreçten bugüne kadar Türkiye ile Amerika ilişkileri arasında zaman zaman iniş çıkışlar ve bazı gerekçelere göre de zaman zaman gerginlikler olduğu bilinen bir gerçek. Amerika ile Osmanlı arasındaki ilk ilişki, bir ticaret anlaşması ile, 1830 yıllarına dayanıyor. Daha sonra belli bir dönem düşük dozlu ticari ilişkiler devam etti. Ancak 1917 ve 1927 yılları arasında Amerika ile diplomatik ilişkilerimiz tamamen kesildi çünkü ABD senatosu, dostluk ve ticaret anlaşmasını o dönemde onaylamadı. 2. Dünya Savaşı’na kadar ilişkiler böyle devam etti; ancak 2. Dünya Savaşı sonrasında özellikle Sovyetler Birliği’nin etkisini sınırları ötesine taşıma anlayışını temsil etmesi, bir emperyalist güç olarak ortaya çıkması, askeri gücünü konvensiyonel ve nükleer alanda pekiştirmesi ve 228 Amerika Birleşik Devletleri’ne ve dünyanın bütün coğrafyasında rakip olabileceğini hissettirmesi Türkiye ile Amerika Birleşik Devletleri arasında yeni bir yakınlaşma sürecini ortaya koydu. Yine bu dönemden sonra Sovyetler Birliği’nin Macaristan ve Çekoslovakya’ya yaptığı askeri müdahaleler ve özellikle boğazların geçişinin düzenlenmesinde Sovyetler’in aleyhine bir tutum ortaya konduğuna dair Sovyetler’in iması ve Türkiye’nin de bundan rahatsız olması Türkiye ile Amerika Birleşik Devletleri arasında bir yakınlaşma, bir sıcaklık ortaya koydu. Sovyetlerin bu yayılmacı politikalarına karşı Türkiye hür dünya ile beraber hareket etti ve Kore’de Birleşmiş Milletler gücüne katıldı. Bununla ilintili olarak 1952 yılında Nato’ya üye oldu. Bu süreçten sonra ilişkiler gayet iyi devam etti ancak 1964 yılında Kıbrıs Türkleri’nin Enosis adına katledilmesi ile ilgili süreçte Türkiye’nin rahatsızlığı ve Kıbrıs’a bir müdahale sinyali ile birlikte Amerika’dan gelen meşhur Johnson mektubu Türk Amerikan ilişkilerine önemli bir sekte vurdu. Ardından 1960’lı yıllarda Türkiye ile Amerika ilişkileri tekrar bir soğukluk dönemine girdi. Aslında burda Amerika, Türkiye’nin Kıbrıs’a müdahalesi riskine karşılık Türkiye ile Yunanistan arasında bir savaş çıkabileceğini ve bu savaşın da Nato’nun güney kanadını çökertebileceğini düşündüğü için yeni bir kargaşayı, yeni bir kaosu ve Rusya’nın sıcak denizlere inişinin daha kolay olacağını da gerekçe göstererek bu sert mektubu Türkiye’ye gönderdi. Ve 1960’lardan sonra 1974’e kadar biraz soğuk, biraz sıcak bir dönem yaşandı. 1974 yılında Türkiye’nin Kıbrıs Barış Harekatı sonrasında Amerika’dan 4 yıl süren bir ambargo neticesinde yine Türkiye’nin Amerika ile ilişkileri bir soğukluk ve bir rahatsızlık dönemi yaşadı. 1990’lı yılların 229 başında Soğuk Savaş sonrasında dünya yeni bir düzleme oturdu ve Türkiye’nin bu yeni düzlemde, özellikle tek kutuplu dünyada, yeni jeopolitik ve siyasi önemi ortaya çıktı. Bu önemi, pek çok ülke, özellikle Avrupa Birliği ve Amerika Birleşik Devletleri kavrayıp değerlendirmede gecikmedi. Bunları çok özet olarak sizlerle paylaştıktan sonra, Türkiye ile Amerika Birleşik Devletleri arasındaki şu anda var olan ortak zemini konuşmak ve tartışmak istiyorum. Sonra da özelikle son iki yılda yaşadıklarımızı ve Irak savaşı ile birlikte Türk tarafının Amerika’ya karşı neden bazı çekincelerinin olduğunu da madde madde irdelemek istiyorum. Öncelikle Amerika, Türkiye’nin Birleşmiş Milletlere girmesine büyük destek oldu. İki ülke AGİT’in kurucu üyeleri, NATO müttefiki, yine Kore, Bosna Hersek, Birinci Körfez Savaşı, Kosova, Somali ve Afganistan’da birlikte hareket edildi ve Soğuk Savaş döneminde Sovyet yayılmacılığına karşı az önce de ifade ettim, Amerika ile Türkiye ortak hareket etti. Yine pek çok uluslararası konularda Türkiye ile Amerika’nın ortak bir zemini var. Terörizm, kökten dincilik, ırk ayrımcılığı, uyuşturucu ile mücadele, fakirlikle mücadele, insan hakları, basın özgürlüğü, serbest ticaretin geliştirilmesi, küresel kirlilik ve yabancı düşmanlığı; bunlar uluslararası konular ve Türkiye ile Amerika’nın bu uluslararası platformda da net bir mutabakatı var. Yine hepinizin çok iyi bileceği gibi Türkiye’nin AB üyeliği sürecine Amerika Birleşik Devletleri net bir destek verdi. Yine NATO çerçevesinde askeri yardımlar ve serbest piyasa ekonomisine geçiş döneminde de önemli ekonomik yardımlar yapıldı. Son dönemde dönemin başbakanı Ecevit tarafından da ifade edildiği gibi, bölücü başının Türkiye’ye teslim edildiği süreçte de Amerika Birleşik Devletleri’nin önemli katkıları oldu. 230 Yine Türkiye için hayati önemi olan Bakü-Ceyhan boru hattı projesinde de Amerika Birleşik Devletleri’nin çok net bir desteği ve yardımı oldu. Mecliste ifade edilen bir konuyu da anlatarak sözde Ermeni soykırımı ve Amerikan kamuoyunda bunun yansımalarını da birkaç cümle ile ifade etmek istiyorum. Özellikle bazı Avrupa ülkelerinde, başta Fransa’da, sözde Ermeni soykırımının kabul edilmesine rağmen, Amerika’da her 24 Nisan döneminde çok tartışılan ve Ermeni lobileri tarafından da baskı yapılan sözde Ermeni soykırımı Amerika’da bugüne kadar kabul edilmedi. Aslında burda Amerika’daki önemli Musevi lobilerinin de desteğinin olduğunu ifade etmeliyiz. Bu arada sözde Ermeni soykırımının kabul edilmesi ne anlam ifade ediyor? Ben Justin McCarthy’nin Mecliste yaptığı konuşmanın sonunda koyduğu bir haritayı sizlerle paylaşmak istiyorum. Çok net olarak Justin McCarthy’nin söylediği şu: Siz bu yapılan çalışmaların, yılda 30 bine yakın Diaspora’da düzenlenmiş olan sözde Ermeni Soykırımı ile ilgili etkinliklerin sadece bir siyasi kazanım amacı ile yapıldığını mı zannediyorsunuz? İşte harita bu. Sonuçta sizleri böyle bir soykırımı tanımaya ve kabul etmeye zorlayarak aslında atalarınızla ilgili yalan söylemeye zorluyorlar. Çünkü bunların nihai hedefi Türkiye’nin doğusunu ve güneydoğusunu sizden kopartarak büyük bir Ermenistan hayalidir, nihai hedef budur. “Ben Türkler’in ne Avrupa Birliği’ne girme ne de başka gereçlerle ataları hakkında bazı yalan politik teorileri kabul etmeyeceğine inanıyorum” dedi. Dolayısıyla Amerika’da sözde Ermeni soykırımı ile ilgili güncel tartışmaların son derece önemli olduğunu ve bizim için de bunun önemli olduğunu özellikle siyaset adamları için de önemli olduğunu ifade etmek için bunu söyledim. 1. Körfez 231 Savaşı’nda Türkiye Amerika Birleşik Devletleri’ne tam bir destek verdi ve Irak Savaşı’nda da aslında birçok destek verdi. Sadece 1 Mart tezkeresi ile ilgili Meclisin kararını çok yakından biliyorsunuz ve son zamanlarda da çok tartışma konusu yapıldı; bu doğru muydu yanlış mıydı? Buna dair biraz sonra kendi kanaatlerimi de sizlerle paylaşacağım. Dolayısıyla hem 1. Körfez Savaşı’nda hem Irak Savaşı’nda, 1 Mart tezkeresi hariç Türkiye yine Amerika’nın yanında oldu. Yine Türkiye, Amerika ile ilişkileri çok iyi olan İsrail’i devlet olarak tanıyan ilk Müslüman ülkedir ve İsrail’le ilişkileri son derece iyi olan tek Müslüman ülkedir. Bugün Türkiye ile Amerika Birleşik Devletleri arasında 8 milyar dolarlık bir ticaret hacmi söz konusu. Türk-Amerikan ilişkilerinde şu anda diplomatik düzeyde yürüyen çalışmaların beş ana başlığını da sizlerle paylaşmak istiyorum. Özellikle Irak, Kıbrıs, geniş Ortadoğu, Kuzey Afrika girişimi, Ortadoğu barış süreci ve Afganistan konusunda da halen Amerika Birleşik Devletleri ile çok detaylı diplomatik ilişkilerimiz var. Peki sıkça tartışılan ve belki de uzunca bir süre artıları ile eksileri ile tartışılacak olan 1 Mart tezkeresi neden reddedildi? Ben bu tezkere sürecini çok yakından bilen, bütün boyutları ile yaşayan, buna hayır da diyen evet de diyen bütün milletvekilleri ile yakın teması olan bir arkadaşınızım. Ve belki de bunu bugüne kadar hem basının önünde hem kamuoyu önünde çok fazla tartışmadık. Ama bugün sizlerle bu sürecin neden böyle olduğunu büyük bir açık yüreklilikle tartışmak istiyorum. Önce Amerika Birleşik Devletleri bu tezkerenin reddedilmesinden rahatsız olmalı mı bunu konuşmamız gerekir. İki şey söylenebilir: Önce hayır, Amerika bundan rahatsız olmamalı. Çünkü Amerika Büyük Ortadoğu Projesi ile özellikle Ortadoğu’daki demokrasinin 232 yerleşmemiş olduğu ülkelere demokrasi getirme niyeti ile yola çıktığını ifade ediyor, iddia ediyor. Dolayısıyla böyle bir müttefikin, demokratik parlamenter rejime sahip olan Türkiye’nin, halkın iradesini temsil ettiği Meclisinin aldığı karara saygı duyması gerekir. Dolayısıyla Amerika’nın bu karardan öncelikle rahatsız olmaması gerekir. Ancak daha sonra gerekçeleri konuşurken ifade edeceğim. Eğer bu tezkere Meclise getirilmeden, Türkiye’nin yönetiminde bulunan bazı insanlar, Amerika’ya birtakım taahhütlerde bulunmuşlarsa, bazı sözler vermişlerse, -ki Amerikan savaş gemilerinin bu tezkere öncesinde Mersin açıklarına gelmesi de bu bilgiyi teyit ediyor- eğer böyle bir süreç varsa -ki milletvekili olarak ben bunu bilmiyorum ve haberim yok- Amerika’nın 1 Mart tezkeresi ile ilgili çekincelerini ve rahatsızlıklarını ortaya koyması da haklı kabul edilebilir. Peki birçok milletvekili neden 1 Mart tezkeresine hayır dedi? Basın çok şey yazdı, söyledi, özellikle bazı muhafazakar tabandan gelen milletvekillerinin bazı duygusal kriterlerle buna hayır dediği söylendi. Bazı köşe yazarları; özellikle doğu, güneydoğu milletvekillerinin buna hayır dediğini söyledi. Bunların ikisi de doğru değil. Birçok arkadaşımızın, iktidardan muhalefetten bu tezkereye hayır derken kendilerine özgü bazı nedenleri vardı. Öncelikle milletvekilleri Amerika Birleşik Devletleri’nin Irak’ta ne yapmak istediğini tam olarak bilmiyordu. Biz gerçi bu tezkere sürecinde iki gün boyunca kapalı kapılar ardında çok şey konuştuk, tartıştık. Ama bu tartışılanlar belki de bir anlamda havanda su dövmeydi. Çünkü çıkan herkes birbirine sordu, Amerika ne yapmak istiyor? Birçok arkadaşımız bu soruya cevap veremedi. Belki de en temel neden buydu 1 Mart Tezkeresi’nin reddedilmesinde. Birçok arkadaşımız ABD’nin Birleşmiş 233 Milletler Güvenlik Konseyi’nden böyle bir operasyon için tam destek alamadıklarını dile getirmişti ki o dönemde Sayın Cumhurbaşkanımızın da buna benzer beyanatları olmuştu. Bu tezkerenin reddedilmesi için bunu bir gerekçe saydı. Kitle imha silahları ile ilgili ortaya konan kanıtlar, yeterli kanıt değildi. Nitekim daha sonra bu silahlara dair hiçbir işaret bulunamadı ve hem CIA’den hem de İngiliz istihbarat yetkililerinden, bu bilgileri çok abarttıklarını ve bu konuyu aslında çok da doğru enforme etmediklerini ifade eden beyanatlar yakın zaman içerisinde de geldi. ABD’nin savaş gemilerinin o dönemde Mersin açıklarına kadar gelmesi Mecliste bir emrivaki olarak algılandı ve birçok arkadaşımız Meclis iradesinin bu konuya ipotek konma güdüsü ile yaklaştığını söyledi bundan dolayı tavır koydu 1 Mart tezkeresine. Yine eğer Türk askerinin, Amerika ile birlikte hareket edilecekse, Kuzey Irak’ta neler yapabileceği, nereye kadar gidebileceği, hangi limitlerde ve hangi davranışları sergileyebileceği konusunda da çok net, çok tatmin edici bilgiler paylaşılmadı. Yine o sürede Türkiye’nin bu vereceği destek karşılığında Amerika’dan alacağı birtakım parasal desteklerden ya da kredilerden söz edildi. Bunlarla ilgili yapılan spekülasyonlar bu konunun çok flu olması ve bu konunun tarafı olan Bakanlara bile bunu sorduğumuzda net bir yanıt alamayışımız yönündeydi; bu da aslında milletvekillerinde önemli bir soru işareti oluşturdu. Belki de tezkerenin reddi ile ilgili süreçte bu önemli bir neden oldu. O dönemde Sayın Başbakan; eğer biz bu 1 Mart tezkeresini kabul etmezsek, bu tezkereden beklenti içerisinde olduğumuz parasal destek Türkiye’ye gelmeyecek, Türkiye özelikle önemli bir ekonomik kriz yaşayacak, sorun yaşayacak belki de memurun maaşını bile ödeyemeyecek diye ifade etti ve birçok 234 milletvekili de bundan rahatsız oldu. Ben dahil. Çünkü Türk milletinin şu konjonktürde Amerika’dan gelecek olan para ile maaşını verme zorunluluğunun, kamuoyuna deklare edilmesi bizi gerçekten Meclis üyeleri olarak rahatsız etti. Yine o süreçte Amerika Birleşik Devletleri’nde, pek çok medya kuruluşunda Türkiye’nin bu tutumunu eleştiren, bazen de tahkir eden rahatsız edici yayınlar, karikatürler vs. gündeme geldi ve Meclisteki milletvekilleri bu süreçten çok rahatsız oldular. Özellikle Türk halkının Irak’la olan yakınlığı, Irak’a olan sempatik yaklaşımı, duygusal yaklaşımı, dinsel bağları, tarihsel bağları, komşuluk ilişkileri ve Türk halkının bu gerekçelerle savaşa karşı net bir duruşu, milletvekilleri üzerinde çok etkileyici bir baskı yarattı. O dönemde birçok milletvekilinin cep telefonlarına her gün onlarca, yüzlerce mesaj geldi bu tezkerenin reddedilmesi ile ilgili olarak. Bunlar da takdir edersiniz ki halkla siyaset yapan ve halkın baskısından etkilenen Parlamentoda önemli etkiler yaptı. Yine kişisel nedenler ve tarihi faktörler bu tezkerenin reddinde önemli etki oluşturdu. Mesela, bunu hiçbiriniz bilmiyorsunuz; tam oylama yapıldığı an bütün milletvekillerinin cep telefonlarına bir mesaj geldi: “Saddam geri adım attı, Essamud füzelerini tahrip etme, yok etme kararı aldı.” O zaman herkesin kafasında şöyle bir şey oluştu. Demek ki Saddam barışçıl bir adım attı. Bütün bunları alt alta koyduğunuz zaman herkesin kendine özgü gerekçeleri oluştu ve 3 oy farkla bu tezkere reddedildi. Özellikle bir konunun daha altını çizmek istiyorum. Meclisimizde Amerika ile çok iyi ilişkilerinin olduğunu bildiğimiz, Amerika ile yakın temasının olduğunu bildiğimiz bazı milletvekilleri çok açık bir şekilde, Amerika’nın bu konuda baskısını ve bu tezkerenin geçmesi gerektiği konusundaki 235 görüşlerini kamuoyu ve milletvekilleri ile paylaştılar. Ve milletvekilleri arasında Amerika ile beraber olduğunu açıkça deklare eden bazı arkadaşlarımızın bu şekilde pozisyon alması, bu şekilde tavır alması bizde reaksiyon oluşturdu. Ve bu da tezkere ile ilgili sürece bir başka etki sağladı ve aslında Mecliste bulunan 550 milletvekilinden Saddam’ın o coğrafyada yaptığı zulmün farkında olmayan kimse yoktu. Hepimiz Saddam’ın Irak coğrafyasında bulunan herkese, Şiiler’e, Kürtler’e, Türkmenler’e, Sünniler’e, herkese büyük zulümler yaptığını biliyorduk ama Saddam’ın operasyon dışında, savaş dışında görevinden alınabileceği, indirilebileceği ve Saddam Rejimi’nin yıkılabileceği konusunda insanların yine kafalarında oluşmuş bazı kanaatler vardı. 1 Mart tezkeresi reddedildi. Ve Hükümet bu konuda sorumlu tutuldu. Ancak ben Hükümetin net olarak bu konuda sorumlu tutulması gerektiğine de inanmıyorum. Çünkü o dönemde sanıyorum bütün bakanlar bu tezkereyi imzalayarak Meclise gönderdi. Daha sonra bazı bakanların imzalamadığı ve çekince koyduğu speküle edildi ancak bunların hiçbirisi kamuoyuna açıklanmadı ve milletvekillerinin oyları da yasa gereği açıklanmadı. 10 yıl sonra bunlar arşivlerden çıkacak; çünkü yasa 10 yıl gizli kalması gerektiğini söylüyor. Fakat şunu ifade edeyim; hem dönemin Başbakanı Abdullah Gül, hem dönemin AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan kapalı oturumlarda bu tezkerenin geçmesi gerektiği konusunda çok ısrarcı oldular ve milletvekillerine bu konuda önemli davet ve çağrıda bulundular. Fakat az önce de ifade ettiğim gibi Amerika’nın gerçek niyetlerinin, bizler tarafından, Türk kamuoyu tarafından net olarak bilinmediği ve anlaşılmadığı artık kabul ediliyor. Nitekim geçenlerde Başkan Bush’un Washington Post 236 Gazetesi’ne verdiği bir mülakatta, Dışişleri Bakanı Rice’dan Amerika Birleşik Devletleri’nin niyetinin dünyaya anlatma amaçlı bir kampanya başlatmasını istediğini söyledi. Demek ki artık Amerika tarafında da Amerika’nın niyetlerinin dünyada çok iyi algılanmadığı ve bilinmediği konusunda çekinceler ve tereddütler oluşmaya başlamış. Peki tezkere süreci bitti. Artılarıyla eksileriyle, doğrularıyla yanlışlarıyla bu süreç bitti. Aslında bu süreç daha sonra, özellikle Amerika tarafından çok sorgulandı, yargılandı, eleştirildi, tartışıldı. Türkiye’de de siyaset kurumunda pek tartışılmadı ama medyada ve aydınlar tarafından çok tartışıldı. Bundan sonraki süreçte belki de İran’la ilgili önümüzdeki dönemde alınacak bazı kararlarda yine bu 1 Mart tezkere süreci tartışılacak ve gündeme alınacak. Ancak bugün Amerikan politikalarına karşı Türk halkının neden yüzde 85’i rahatsızlık duyuyor ve Amerikan politikalarını neden tehlikeli buluyor? Bunları isterseniz yine 1 Mart’tan itibaren Irak Savaşı ile ilgili sürece de ilintileyerek teker teker irdeleyelim. Öncelikle Amerika Birleşik Devletleri’nin Irak’ta uyguladığı politikalarının bazılarının yanlışlığı artık kamuoyu önünde net olarak cereyan etti. Ebu Gureyb Cezaevi’nde yaşananlar dünyanın her yerinde rahatsızlıkla karşılandı. Birçok yerde nefretle kınandı. Ve takdir edersiniz ki hem komşuluk hem din ilişkisi olan Türkiye tarafından da çok ciddi rahatsızlıkla karşılandı. Bir de Felluce’de yaşananlara, özellikle o dönemde Türkiye Büyük Millet Meclisi İnsan Hakları Komisyonu Başkanı Mehmet Elkatmış reaksiyonunu fehmi bir çıkışla ortaya koydu ve bunu soykırım olarak ifade etti. Felluce’de yaşananlar Türk kamuoyu tarafından çok negatif algılandı. Fakat Elkatmış’ın bunu bir soykırım olarak nitelendirmesini gerektirecek -az önce Sayın 237 Aktan’ın ifade ettiği şekliyle- uluslararası kriterlerin de olmadığını hem hükümet, hem bizler kabul ettik ve bunu teyit ettik. Onun ötesinde kitle imha silahları hala bulunamadı. Çünkü Irak Savaşı ile ilgili savaş öncesinde çok fazla ön plana çıkartılan ve Saddam’ın elinde bulunan kitle imha silahlarının dünya barışını tehdit ettiği tezleri maalesef gerçek çıkmadı. Dolayısıyla Türkiye’de bu saydığım gerekçelerle Amerika’nın Irak politikalarına karşı soru işaretleri giderek arttı. Daha sonra bir Süleymaniye sendromu yaşadık. Türk Halkı askerine karşı çok derin bir muhabbet besler ve askerine karşı takınılmış olan tutumu direkt kendine takınılmış bir tutum olarak algılar. O dönemde Süleymaniye’de Türk Askeri’nin başına çuval geçirilmesi, Türk Askeri’nin esir edilerek alınıp götürülmesi ve buna dair açıklama yapılmayışı Türk halkında derin bir rahatsızlık uyandırdı. İnsanların tahmin ettiğinden daha fazla bir rahatsızlık uyandırdı. Yine bununla ilintili olarak Musul’da şehit edilen 5 güvenlik görevlisi, emniyet mensubu arkadaşımız, kardeşimiz ile ilgili süreçte Türk halkı işgal toprağı olduğu için Amerika’nın yeterince sahip çıkmadığını, Amerika’nın bu olayda sorumluluğunun olduğunu düşündü. Yine yüze yakın Türk şoförü bugün Irak coğrafyasında hayatını kaybetti. Bu Türk şoförlerinin hemen hepsi taşıdığı malları Amerikan Birliklerine ve Amerikalılara taşımaktaydı ve Türkiye işgal toprakları altında bu şoförlerin güvenliğini sağlayamayan Amerika’yı da bir anlamda sorumlu tuttu. Amerika binlerce mil öteden terör gerekçesi ile Irak coğrafyasına geldi. Gerekçesi kitle imha silahları, Saddam’ın olumsuz baskıcı rejimi ve ulusal ve global terörle mücadele etmekti. Fakat Türk halkı bunu sorgulamaya başladı. Binlerce mil öteden terör gerekçesi ile gelen Amerika, neden Kandil 238 Dağları’nda barınan, Kuzey Irak’ta, Türk iye’ye yüz milyarlarca dolara mal olmuş, binlerce insanı katleden bu örgüte bir şey yapmadı? Neden lojistik destek sağlamadı Türkiye’ye? Neden enformatik destek sağlamadı ve bununla ilgili sürece neden destek olmadı? Türkiye buna da çok büyük soru işaretleri ile yaklaştı. Yine bu süreçte Kürt liderlerinin Türkiye aleyhinde çok olumsuz beyanatları oldu ve Türkiye tarafında da bu olumsuz beyanatları veren Kürt liderlerin aslında Amerika’nın bilgisi ve izni dahilinde konuştuğu şeklinde bir imaj ortaya çıktı. Irak’ın kuzeyinde Kürt faaliyetleri konusunda Türkiye’de derin endişeler oluştu. Ben savaşın hemen sonrasında Saddam’ın heykelinin yıkılmasından birkaç gün sonra Bağdat’ta, Kuzey Irak’ta ve özellikle orta bölgede bir çok çalışma yaptım. Gittim, oraları yerinde gördüm. Birçok insanla konuştum. Ve orada yaşanan olayları anlamaya, algılamaya çalıştım. Kerkük’te konuştuğum insanlar, savaşın hemen sonrasında özellikle Kürt birlikleri tarafından Kerkük’teki Türkmenler’e ait birtakım evrakların, kayıtların, nüfus idarelerinin, tapu idarelerinin yağmalandığını, yakıldığını ve yok edildiğini söylediler. Daha sonra bu, Türk basınına da yansıdı; kamuoyuna da yansıdı. Dolayısıyla savaşın hemen ardından yaşanan bu süreç, Türkmenler’le ilgili bir gizli gündemin mi, bir gizli ajandanın mı bulunduğu konusunda insanların kafasında soru işaretleri oluşturdu. Yine 30 Ocak seçimlerinde, hepiniz çok yakından biliyorsunuz, pek çok mülteci Kerkük’e getirilerek oy verdi ve oy kullandırıldı. Bu dönemde Irak Anayasasının geçici 58. maddesi buna dayanak kabul edildi. Fakat Saddam zamanında Kerkük’ten uzaklaştırılmış, sürülmüş Türkmenler buraya getirilmezken Kerkük’e ait olmayan pekçok Kürt -ki rakamın yüz binleri 239 bulduğu söyleniyor- Kerkük’e geldi ve oy kullandı. Ben o dönemde savaşın hemen sonrasında Kürt mülteci kamplarının yavaş yavaş Kerkük civarında oluşturulduğunu gördüm ve gittim, o mülteci kamplarında insanlarla görüştüm. İnsanlar, birileri geldi, bizi Süleymaniye’den kamyonlarla aldı, buralara taşıdı dediler. Pekçok Kürt bunu söyledi ve bunun gerekçesini biz 30 Ocak seçimlerinde gördük. Bu insanlar buraya oy kullandırılmak için getirilmiş. Nitekim de Kerkük’te çıkan sonuçlar hepimizin gözleri önünde cereyan etti. Yine 30 Ocak seçimlerinde Kerkük’te yasal olmayan referandum sandıkları kondu. Bu referandum sandıklarında bir Kürt Devleti istenip istenmediği, bir federatif yapının istenip istenmediği soruldu ve bunun sonucu da yüzde 95 popülasyonun istediği doğrultusunda çıktı ve bunlar da dünya kamuoyu ile paylaşıldı. Yüzde 95 civarında bir talebin olduğu ifade edildi. Ve Türkiye aslında yine bir gizli gündemin, gizli ajandanın olduğunu düşündü. Böyle bir algılama ortaya çıktı. Özelikle Ramsfeld’in yakın bir zaman önce de tekrar ifade ettiği gibi Orta Bölge’de, Sünni Bölgesi’nde yaşanan direnişin faturasını 1 Mart tezkeresinin geçmeyişine yorması ve buna bağlaması bizlerde bir hayal kırıklığı, bir rahatsızlık oluşturdu ve Türk kamuoyunda da bir olumsuz hava esmesine neden oldu. İkinci tezkere süreci sorunsuz bir şekilde Mecliste yaşandı. İkinci tezkere yani Türk Askeri’nin Irak’a girişi ile ilgili süreç, Meclisten olumlu bir şekilde geçti ve Türk Askeri bu sürece hazırlanırken özellikle peşmerge liderlerinin bazı açıklamaları, Türk Askeri’nin istenmediği şeklindeki açıklamaları Amerika tarafından sessizlik ile izlendi ve takip edildi. Ve o dönemde de Türk halkı aslında bu söylemlerin arkasında Amerika’nın olduğunu düşünmeye başladı. Yine hepinizin bildiği gibi olaylar 240 Türkiye’de derin rahatsızlık uyandırdı. Telafer hepinizin çok yakından takip ettiği gibi Türkmen bölgesidir ve Türkmen popülasyonun çok yoğun yaşadığı bir bölgedir. Irak’ta federatif bir yapının kurulacağı şeklindeki tartışmalar kamuoyunda dikkat çekmeye başlayınca, Türkiye’de insanlar Irak’ın bölüneceği endişesini, kuzeyde bir Kürt Devleti’nin kurulacağı endişesini taşımaya başladı. Bu da bu sürece, bu yüzde 85’lik sürece olumsuz bir katkı sağladı. Yine Ruhban Okulu açılması konusunda -altını çiziyorum Hükümet Ruhban Okulu’nun açılmasına olumsuz bakmıyor- bu konuda son derece olumlu görüşlerin olduğunu, kapalı toplantılarda da bunun teyit edildiğini ifade etmeliyim ve pek çok siyaset adamı da bunu kamuoyunda ifade etti. Amerika tarafından gelen baskıcı bir görüntü yine Türkiye’de olumsuz bir havanın esmesine neden oldu. Nihayet Ankara’daki ABD Büyükelçiliği’nde Patriğin Ekümenik sıfatı ile davet edilmesi ve bu davet sürecine özellikle Ankara’nın tepki koyması, reaksiyon göstermesi, bunun ardından büyükelçilikten de “Şimdilik bunu not ettik” şeklinde bir beyanatın verilmesi Ankara’da bazı soğuk rüzgarların esmesine neden oldu. Kıbrıs sürecinde Türkiye, Amerika Birleşik Devletleri’nden daha sıcak, daha pozitif, daha net destekler bekledi. Annan Planı’nı hepiniz biliyorsunuz. Türk tarafı, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti olumlu yanıt verdi. Güney buna olumsuz yanıt vermesine rağmen, AB sürecinde çok önemli kazanımlar elde etti ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ne Amerika Birleşik Devletleri çok küçük bazı desteklerin dışında - işadamlarının girişi, bazı ticari yardımların yapılması- pek bir destek sağlamadı diye düşünüldü. Burada da Türk halkı, Kıbrıs konusunda Amerika’dan beklentilerinin gerçekleşmediği konusunda bir rahatsızlık, belki de biraz ümit 241 kırıklığı yaşadı. Ermeni Soykırımı aslında sürekli gündeme taşınan bir problem. Ve zaman zaman Amerika Birleşik Devletleri’nin devlet adamları tarafından yapılan açıklamalarda, beyanatlarda, Ermeni Soykırımı’na dair imaların bulunması ve bazı politik konularda Amerika’nın baskıcı olabileceğine dair tavırlar, Türk halkı üzerinde olumsuz etki yaptı. Yine Amerika Birleşik Devletleri Dışişleri Bakanı Rice, özgür ve özerk bir medyamız vardır diyerek bunları savundu, ancak, Türkiye bunu böyle algılamadı ve medyada çıkan pek çok olumsuz televizyon dizileri, yayınlar, beyanatlar yine Türkiye’de bazı olumsuz gündemlerin oluşmasına neden oldu. Aslına bakarsanız bu süreç sadece Türkiye’de böyle algılanmadı. Az önce de ifade ettim; hem CIA, hem de İngiliz istihbaratı Irak’ta Amerika’nın saldırılarının haklı olduğuna dair gereçlerinin çok yeterli olmadığını ifade ettiler ve kitle imha silahları ile ilgili ellerindeki bilgilerin aslında çok da fazla doğruyu yansıtmadığını söylediler. Bundan bir kaç ay önce Eski Dışişleri Bakanı Allbright Ankara’da bir kahvaltılı toplantıda –Benim de bulunduğum ve kendisine soru yönelttiğim bir toplantıda- Saddam’ın mutlaka devrilmesi gerektiğine inandığını ama savaşın bir haklı gerekçeye dayanmadığını ifade etti. Belli ki artık Amerika tarafında da bu savaşın gereçleri ve sonuçları daha fazla tartışılır hale gelmiş. Nitekim geçenlerde Soros’un ve Povar’ın da buna benzer ifadeleri oldu. İki ülke ilişkilerini belirleyen zeminler neler? Önce, dış politika yapıcıları ve devlet adamları bu zeminin önemli bir parametresi. İkincisi, askerler arasındaki diyaloglar. Üçüncüsü, iki ülke arasındaki medyanın ortaya koyduğu, takındığı tavır ve nihayet halklar arasındaki ilişkiler ve halkın görüşleri. Dış politika yapıcıları ve devlet adamları son 242 zamanlarda sıcak mesajlar verdiler hem Amerika tarafından hem de Türkiye tarafından. Gerek Dışişleri Bakanı Rice’ın Türkiye ziyareti, gerek Sayın Başbakan’ın NATO toplantısında Amerikan Devlet Başkanı ile yaptığı görüşme ve bundan sonra verilen sıcak mesajlar, aslında sürecin devletler arasında olumlu olduğunun göstergesiydi. Nitekim askerler arasında General Abizeyd’in verdiği mesajlar ve Türkiye tarafından da Genelkurmay İkinci Başkanı Başbuğ Paşa’nın verdiği mesajlar askeri düzeyde de ilişkilerin son derece iyi olduğunun göstergeleriydi. Halk arasında bir problem yok. Yani sokaktaki insana sorsanız “Amerika ile bir sorununuz var mı?” diye, Amerikan halkına, Amerikalılar’a karşı bir tavrın olmadığını rahatlıkla duyabilirsiniz, ki aynı şeyin ben Amerika’da da olduğuna eminim. Yaptığım ziyarette bunun nabız yoklamasını da yaptım. Bunu insanlarla görüştüm. Onlar da kendi ülkelerinin Irak politikalarını eleştiriyorlar. Dolayısıyla halklar arasında böyle bir sorun yok ancak medyada geçen dönemde sorun yaşamadığımızı söyleyemeyiz çünkü hem Amerikan medyasında hem Türk medyasında bu süreçle ilgili sert eleştiriler, sert tartışmalar yaşandı. Türkiye ile Amerika arasında, Osmanlı zamanında başlayan ve günümüze kadar inişli çıkışlı seyreden bu ilişki bundan sonra nasıl devam edecek, nasıl devam etmeli? Johnson mektubu, Kıbrıs’la ilgili süreçte yapılan ambargo, daha gerilere gittiğimiz zaman Kore, diğer ilişkiler, bunlar bundan sonra nasıl şekillenecek? Takdir edersiniz ki Türkiye ile Amerika ilişkileri bugüne kadar olumlu bir ortalama trend üzerinde seyretti. Şüphesiz bundan sonra da böyle devam etmeli. Çünkü her iki ülkenin çıkarları da bunu gerektiriyor. Ancak burada öncelikle ortak çıkar zeminlerinin çok iyi tespit edilmesi gerekir ve buna dair çalışmaların son 243 derece şeffaf, net ve açık olarak sürdürülmesi gerekir. Örtüşen menfaatlerimize bakmamız lazım. Hem Amerika hem Türkiye bundan sonraki süreçte nelere dikkat ederse, hangi ortak zemini ön plana çıkartırsa iki ülke çıkarlarına riayet edilir. Bunlara bakılması gerekir ve suni duygusal gündemlerden de uzak durulması gerekir. Anlaşılabilen konulara öncelikle ağırlık verilmesi gerekir. Önümüzdeki dönemde Türk-Amerikan ilişkilerinin sadece siyasi, sadece ekonomik boyutunun olmayacağını, İran’la ilgili nükleer çalışmaların, Suriye ile ilgili sürecin, İsrail-Filistin barış sürecinin, Kafkaslar’daki gelişmelerin, Orta Asya’daki gelişmelerin ve Rusya’daki gelişmelerin, Türk Amerikan ilişkilerini önümüzdeki dönemde belirleyecek etmenler ve faktörler olduğunu sizlere söylemek istiyorum ve bunların altını çizmek istiyorum. Bir cerrah gözüyle, bir operatör gözüyle Türk-Amerikan ilişkilerinin kısa bir tarihsel seyrini ve Ankara’da yaşanan siyasi gelişmeleri bir anlamda sizlerle paylaşmak istedim. Belki bu çok teknik olmadı ama benim bakış açımı sizlere yansıtmaya çalıştım. Bundan sonra isterseniz biraz interaktif olalım, sizlerden gelecek soruları alalım ve bunları hep beraber tartışalım. • Sayın milletvekilim, Türk-İsrail ilişkilerindeki Başbakan’ın çıkışı sonucunda acaba Musevi Lobisi bir rövanş almak için Ermeniler’e bu noktada destek verip, Amerikan Senatosu’ndan Ermeni Soykırım Tasarısı’nı geçirebilir mi? Teşekkür ederim. (ÇÖMEZ) Ben teşekkür ederim. Musevi Lobisi’nin Amerika’da çok etkin olduğunu hepimiz biliyoruz. Ve Amerika ile İsrail ilişkilerinin ne düzeyde olduğunu da hepimiz çok yakından 244 takip ediyoruz. İsrail’in bazı operasyonlarının Türkiye’de rahatsızlık uyandırdığı bir gerçek. O dönemde Sayın Başbakan’ın “İsrail devlet terörü yapıyor” şeklindeki çıkışı Türkiye’de bazı çevrelerde olumlu algılansa da Amerika’da ve Musevi cemaatlerinde olumsuz algılandığı bir gerçek. Tam o süreçte ben Amerika’daydım ve bazı Musevi cemaatleri ile de bir araya geldim. Israrla bunu sordular. Çünkü kendileri bu coğrafyada müttefik veya iyi ilişkiler kurduğu tek Müslüman ülke olarak Türkiye’yi görüyorlar. Türkiye’yle her koşulda ne pahasına olursa olsun iyi ilişkileri sürdürme gayreti içerisindeler. Böyle bir trendde Başbakan’ın böyle bir ifadede bulunması orda derin bir kaygı ve endişe yaratmış. Kendileri Ermeni Lobileri’nin Amerika’da, sözde Ermeni Soykırımı’nı tanıma ile ilgili süreçte yaptığı çalışmalarda engel olduklarını ısrarla söylediler ve altını çizdiler. Bundan sonra da Türkiye’nin yanında olacaklarını ifade ettiler ve Türkiye ile İsrail ilişkilerinin iyi olmasının, pozitif olmasının Türk-Amerikan ilişkilerine de olumlu katkı sağlayacağını ifade ettiler. Nitekim bu gergin atmosferden sonra Türkiye’den başta Adalet Bakanı Sayın Cemil Çicek, daha sonra Dışişleri Bakanı Sayın Gül ve bazı milletvekilleri İsrail ziyaretinde bulundular. Önümüzdeki günlerde de Sayın Başbakan’ın bir İsrail ziyareti olacak. Ben de geçenlerde bir vesile ile İsrail Büyükelçisi ile Ankara’da görüştüm. Türk-İsrail ilişkilerinin problemli bir dönemden geçmediğini, iyi bir trendde olduğunu, hatta Türkiye ile İsrail arasında ticari ilişkilerin İsrail-Rusya arasındaki ticari ilişkilerin bile çok ötesinde, çok üstünde olduğunu ifade etti. Dolayısıyla önümüzdeki dönemde muhtemel sözde Ermeni Soykırımı çalışmalarına Yahudi Lobileri’nin destek vermeyeceğini ve bu süreçte Türkiye’nin yanında olacaklarını söyledi. Nitekim 245 oralarda temasta bulunan bazı siyaset adamları -Amerika’dan döndükten sonra kendileri ile görüştüm- sözde Ermeni Soykırımı’na Musevi Lobileri’nin destek olmayacağını ve Türkiye’nin yanında olacaklarını ifade ettiler. • Bir şeyi çok merak ediyorum. Şimdi bu Mart tezkeresi ile ilgili, milletvekillerinin tatmin edici bilgiye sahip olmadıklarını söylediniz. Aslında çok çeşitli maddelerden bahsettiniz. Size gerçekten çok teşekkür ederim. Böyle açık yüreklilikle konuları ortaya serdiğiniz için. Ancak biz burdaki okulda hiçbir zaman dış politikanın duygusallığa yer vermediğini öğrendik hocalarımızdan. Bu kadar kısa sürede hiç mi bir şey göremiyoruz, dış politikayı doğru okuyamıyor muyuz? Hiç bir milletvekilimiz de mi görmedi, ABD’nin yaklaşımlarını, bu kadar mı kısırız dış politika alanında? Bunu çok merak ediyorum. Teşekkür ederim. (ÇÖMEZ) Tabii dış politika konusunda şu anda hükümetimizin takındığı tavır daha etken, daha olayların önünde olan bir politik tavır. Tercih ettiği yöntem bu. Bunu ne kadar gerçekleştiriyor ve ne kadar sonuç alıyor derseniz, bunu sizler de takip ediyorsunuz, biz de takip ediyoruz. 1 Mart tezkeresi hala tartışılmalı. Aydınlar arasında da tartışılmalı, dış politik bilimciler arasında da tartışılmalı. Meclis’te de tartışılmalı. Hala birçok insan tezkere iyi ki geçmedi diyor. Bazıları geçseydi sonuçları iyi olmazdı diyor. Bunu zaman gösterecek. Ama ben burda anlatırken bu olayın tüm boyutlarının irdelenmediğini ve olayın bütün şeffaflığı, bütün açıklığı ile milletvekilleri ile tartışılamadığını ve bu dönemde daha fazla sorgulayan araştıran ve daha fazla irade ortaya koyan milletvekilinin 246 Meclis’te bulunduğunu söylemek için bunları anlattım teker teke ve birçok milletvekilinin kendine özgü gerekçesi vardı. Kimisinin daha muhafazakar bir yapısı vardı; dedi ki “Oradakiler Müslüman kardeşlerimiz, Amerikalı’lar oraya gitmesin.” Kimisi dedi ki “Bizim paraya ihtiyacımız yok, Amerikan medyası bizimle dalga geçiyor, onun için geçmesin bu tezkere.” İşte saydım size nedenleri ama burada verilen izahatlar, ortaya konan vizyon ve milletvekillerine verilen enformasyon demek ki çok sağlıklı ya da sonuç verici bir tarzda olmamış. Ben onu ifade etmek istedim. • Birinci Körfez Savaşı’na baktığımızda Turgut Özal, savaşa ABD’nin yanında girersek ekonomimizin düzeleceğini, Avrupa Birliği’ne giriş yolunun hızlanacağını ve Kıbrıs üzerindeki baskının azalacağını düşünerek girmişti. Savaşın sonuçlarına baktığımızda Türkiye 100 milyar dolar zararla çıktı, AB yolunda bir hızlanma olmadı ve Kıbrıs üzerindeki baskı hala devam ediyor. Recep Tayyip Erdoğan’ın tezkereyi onaylama sebebi acaba olaya Turgut Özal gibi çok iyimser bir yönden mi bakmasıydı? (ÇÖMEZ) Bunu Sayın Başbakan’a sormak gerek ama o dönemde kendisi Partinin Genel Başkanı olarak bu tezkerenin geçmesi gerektiği konusunda son derece ısrarcı oldu, bunu ben söyleyebilirim. Bu süreçte Amerika ile beraber olunmasının, müttefik olunmasının çok önemli olduğunu ve Türkiye’nin çıkarlarının bu noktada olduğunu kendisi ifade etti. Ama demek ki ortaya konan vizyon, ortaya konan gerekçeler özellikle iktidar partisinin milletvekillerini çok tatmin etmemiş olmalı ki yüzde 95 civarında hayır oyu çıktı iktidar partisi 247 milletvekillerinden sonuçlandı. ve süreç sizin de gördüğünüz gibi • Şimdi konumuz gereği Amerikan ilişkileri açısından bakıyoruz ama bence 1 Mart tezkeresinin Amerikan ilişkilerinden daha ziyade Türkiye’nin stratejik çıkarları ile alakası vardı. Bu bahsettiğiniz şeylerin hepsi bir kenara ama insanın o anda Türkiye’nin 10-15 sene sonra karşı karşıya kalabileceği durumu analiz etmesi gerekirdi diye düşünüyorum. Şu an öyle bir durumla karşı karşıyayız. Teşekkür ederim. (ÇÖMEZ) Bu herhalde bir soru değil bir düşüncenizi paylaştınız. O dönemde birçok insan da şunu söyledi: Eğer Türk Askeri Amerikan askeri ile beraber Irak’a girerse ordan bir süre sonra şehit tabutları Türkiye’ye gelmeye başlarsa -ki şehitler konusunda çok hassas bir ülkeyiz, PKK ile uğraşmış, 30 bin can vermiş, pek çok şehit vermiş bir ülke böyle bayraklı tabutlarla karşılaşmaya başlarsa- Türkiye acaba ne tür bir kaosa, ne tür bir iç soruna sürüklenir? Bu da bir başka tartışma konusuydu. Bunlar tabi çok yönlü değerlendirilmesi gereken, bütün boyutları ile ele alınması gereken sorunlar. Belki bir süre sonra Türkiye, İran’la ilgili süreçte bazı konularda İran’la karşı karşıya kalacak. Belki bir süre sonra İran’la şu anda bulunduğu söylenen nükleer tesislerle ilgili Türkiye karar vermek zorunda kalacak. Onun için az önce arkadaşımızın söylediği gibi dış politikada ilişkiler duygularla yürütülmez, dostluklarla da yürütülmez. Bir anlamda dostluklarla yürütülür ama işin realitesi vardır ve Türkiye için asıl olan Türkiye’nin ulusal çıkarlarıdır. Bizim için esas odur. Ondan sonra el 248 sıkıştığımız dostlarımızla ve müttefiklerimizle tabii ki ortak zeminleri bularak, her iki ülkenin ulusal çıkarlarına uygun politikalar üretmek bizim tercih ettiğimiz bir politik duruştur. Onun için bundan sonra Amerika ile pek çok platformda biz yine bir araya geleceğiz. Çünkü -hepiniz takip ediyorsunuzUkrayna ile, Gürcistan ile başlayan, Lübnan’la devam eden sürç Kırgızistan’la noktalandı. Ama bunun belliki arkası gelecek ve bu hareketli coğrafyada dünyanın belki de en zengin enerji havzalarına sahip, en hareketli coğrafyasında çok stratejik bir konumda bulunan Türkiye, Amerika ile ilişkilerinde mutlaka pek çok parametreyi dikkate alacaktır. Burada ne verdiğiniz, ortaya ne koyduğunuz, sonuçta ne aldığınız, Türkiye’nin 5 yıl, 10 yıl, 50 yıl sonrasında ne tür çıkarımlar ve kazanımlar elde ettiği çok önemli. İşte onun için sadece siyaset adamları değil, diplomatlara da çok önemli sorumluluklar düşüyor. Dış politikayı üreten, yapan kademelere de. Ve belki de aydınlara, araştırmacılara da çok önemli sorumluluklar, çok önemli görevler düşüyor. O konuda haklısınız ama şunu ifade etmeliyim ki; şu anda, kurulduğundan beri eğitim düzeyi çok yüksek, en fazla sorgulayan Meclise sahip Türkiye. O yüzden belki de çok fazla sorgulandı ve birçok konuda yeterince tatmin olunmadığı için böyle bir tablo ortaya çıktı. 249 250 Ali KIRCA “Siyaset-Medya İlişkisi” 251 Günaydın herkese. Gerçekten de bu salon yabancısı olduğumuz bir salon değil. Herhalde Bahçeşehir Üniversitesi’nden daha çok kullanıyoruz biz burayı Siyaset Meydanı olarak. Ben bu yıl meslekte 30. yılımı dolduruyorum. Bu yılların büyük bölümü TRT’de geçti. Yani bir kamu kurumu olan veya başka bir tanımlamayla devlet televizyonu olarak da anılabilecek TRT’de geçti. Ondan sonraki son 12, 13 yılı da özel kanallarda geçirdim ve geçirmeye devam ediyorum. Dolayısıyla medya-siyaset ilişkisine, Türkiye üzerinde devlet ve özel televizyonların penceresinden kendi deneyimlerimle bakabildiğimi sanıyorum. Aynı zamanda bu kuramsal meselenin sadece Türkiye üzerinde ele alınmaması gereken evrensel boyutları olduğunu da hepimiz biliyoruz. Aslında biraz da öyle bakmak gerekiyor. Yani medya siyaset ilişkisini Türkiye’nin kendi koşulları içerisinde değil her ülkenin kendi koşulları içerisinde ama daha da önemlisi insanlığın geçirdiği demokrasi evresi içerisinde görmek gerekiyor. Böyle bakıldığında medya ve siyaset arasındaki etkileşimin her ülkede ya da her demokratik sistemde farklı olduğunu görebiliyoruz. Şimdi çok yaygın bir alışkanlıkla veya yaygın bir kanıyla Türkiye’de şöyle bir önyargı var. Ya da yargı var diyelim, önyargıdan daha iyi tanımlar. “Medya siyaseti etkiler. Medya siyaseti etkileyen kurumdur. Medya belirler siyaseti, bazen daha da başka kavramlar bulunabilir. İşte, derin medya siyaseti yönlendirir. Türkiye’de hep böyle olmuştur. Seçimleri medya belirlemiştir, başbakanları bazen medya seçmiştir. Hükümetleri medya belirlemiştir, siyasetin akışını medya belirlemiştir”, gibi önyargılar ya da yargılar vardır. Ben bunların hiçbirisine katılmıyorum. Yani ben, Türkiye’de medyanın siyaseti etkileyebildiğine ve medyanın siyaseti etkileme 252 gücüne sahip olduğuna katılmıyorum. Bunu Türkiye özelinde söylüyorum. Bizim dışımızdaki ülkelerde veya öğütüldüğümüz batılı demokrasilerde sürecin aynen böyle işlemediğini de yine çok rahatlıkla söyleyebiliyorum. Yani medyanın siyaseti etkileme gücünün ve etkileyebilmesinin aslında batı demokrasilerindeki sistemin önemli ayaklarından biri olduğunu biliyoruz, görüyoruz, gözlemliyoruz ama Türkiye’de bunun olmadığını söyleyebiliyoruz. Tabi bunu sadece gözlemlerden ve sonuçlardan söyleyemeyiz. Bunun teorik temellerini de bir yere oturtmak zorundayız. Ancak gözlemlerden hareket etmek işin en doğrusu. Ondan sonra belki niye öyle olduğunun tahlilini yapabiliriz. Ve bilinen yargının aksine, medya Türkiye’de siyaseti etkilemiyor ya da etkileyemiyor derken çok eskilerden başlayarak medya ile siyaset arasındaki, medya ile demokratik işleyiş arasındaki münasebetlere belki örnekleyerek bakmak gerekir. Tabi ki tek parti döneminin medyasını geçiyoruz. Hatta Demokrat Parti döneminin medyasını geçiyoruz ama ‘61 anayasasından sonra nisbi bir demokratik kurumlaşmanın sağlandığı, içerisinde medyanın da en azından kendi ayakları üzerinde durabilen bir gelişim sağladığı dönem sonrasında ilişkilere bakmak gerekiyor. Öyle olduğunda hem seçimle işleyen mekanizmalardaki medyanın etkisine hem de başka seçim dışı, demokrasi dışı dönemlerinde medyanın etkisine baktığımız zaman sanıldığı gibi medyanın çok da siyaset üzerinde etkili olmadığını pekala görebiliriz. Mesela 12 Mart süreci ile başlarsak antidemokratik bir yönetimin olduğu dönemde, medyanın da büyük ölçüde o antidemokratik mekanizmayı düzenleyen kurumların etkisinde olduğunu görürüz. Mesela TRT’nin 12 Mart sonrasında Cumhurbaşkanlığı seçimi ile ilgili olarak koymuş olduğu 253 ağırlıklı tavır vardır. Bir eski Genelkurmay başkanını, Cumhurbaşkanı seçtirmek için bütün gücü ile bir propaganda yapmıştır. İçsel bir propagandadır çünkü neticede Cumhurbaşkanını seçecek olan halk değildir, hiçbir zaman olmamıştır anayasaya göre. Meclis üzerinde etki yaratabilmek için de kamuoyu üzerinde bir etki yaratıp onu meclisin üzerine yönlendirme çabası örneğin başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Bütün çabalara, medyanın bütün çabasına o zamanki etkili medyanın bütün çabasına rağmen o Genelkurmay başkanı Cumhurbaşkanı seçtirilememiştir. Tam tersine meclis içinde o medya etkisine rağmen bir araya gelen siyasal güçler başka bir isim üzerinde anlaşmışlardır. Bu tabii çok daha özgün bir durum. Ama demokratik sistemin işleyişi açısından daha genel birtakım sonuçlara bakılabilir. Yine 12 Mart sonrasındaki ilk seçimi düşündüğümüzde -tabi ki sizlerin hatırlaması, yani genç arkadaşlarımızın hatırlaması mümkün değil ama tarih kitaplarından ya da yakın tarihi anlatan belge ve bilgilerden bilenler vardır- dönemin önemli siyasetçilerinden CHP Genel Sekreteri Ecevit genel başkanlık için 12 Mart bana karşı yapıldı söylemi ile hareket etmiştir. Gerçekten de 12 Mart’ın sonrasında sesinin duyurulmaması için herşey yapılmıştır. Yine bir başka cenahta bir başka tarafta da -Milli Nizam Partisi olarak sonra Milli Selamet Partisi’ne dönüşen- kökleri milli görüşçü olan hareket de yine o zamanki medya tarafından dışlanan bir hareketti. Özellikle de medya derken o zamanki görsel medyanın altını çizmek istiyorum. Çünkü düşününüz ki tek kanallı bir devlet televizyonu var. O tek kanallı devlet televizyonu bir yönde yoğun bir etkileme imkanı var ve o imkan siyasal erk tarafından kullanılıyor. Bütün bu kullanıma rağmen 1973 seçimlerinden medyayı kullanamayan ve tam 254 tersine medya aleyhinde kullanılan iki siyasi hareket; Cumhuriyet Halk Partisi ve Milli Selamet Partisi başarılı çıkmış ve nitekim ‘73’ten sonra da hükümet olmuş ve oluşturmuşlardır. Örneklemeleri bugüne kadar çoğaltmak mümkün. Yine 1977 yılında, yani 12 Eylül’e doğru giden süreç içerisinde Ecevit’in Cumhuriyet Halk Partisi hareketi o dönemde muhalefettedir. 1977, 5 Haziran seçimleri öncesinde, Birinci Milliyetçi Cephe Hükümeti olarak anılan bir koalisyon işbaşındadır. O dönemde TRT’nin özerk yapısı tamamen kaldırılmıştır. 12 Mart anayasa değişiklikleri ile de devletin doğrudan güdümüne girebilen bir yapıya dönüşmüştür TRT’nin işleyişi. Ve bunu sadece dışarıdan gözlemim olarak söylemiyorum. Artık bu noktadan itibaren kendi içinde yaşadığım bir süreci sizlere anlatıyorum. Mesela 1977, 5 Haziran seçimleri öncesinde Ecevit’in veya o zamanki Cumhuriyet Halk Partisi’nin neredeyse TRT’de sesi ve adı bile duyulmamıştır. Çok yoğun bir propaganda ile seçimlere gidilmiştir. Tamamen iktidarın sesi duyulmuştur. Muhalefete söz hakkı mümkün olduğunca tanınmamıştır. Medyanın bütün bu çabasına ve etkileme gücüne rağmen -buna yazılı basını da dahil edebilirsiniz, yazılı basın da aynı şekilde etkisini o dönemde iktidardan yana kullanmıştır- 1977, 5 Haziran seçimleri Türkiye’de belki de bir sol partinin tarihinde sağladığı en büyük başarı, yüzde 41,5 oyla sandıktan çıkmasını getirmiştir. Sadece seçim sisteminin azizliğidir. Yüzde 41,5 oy bugünkü seçim sistemi ile olsa anayasayı değiştirecek çoğunlukla o dönem iktidara gelebilirdi. Yani medyanın bütün etkilemesine rağmen bir siyasal parti anayasayı değiştirecek kadar çoğunlukla halktan oy alabilmiştir. Medya bu anlamda siyasette belirleyici olamamıştır. Devam edelim 1979 ara 255 seçimleri yapılmıştır. Bu kez Ecevit’in çok kısa dönem bir yıllık bir iktidarı vardır. Ve o iktidar içerisinde beş milletvekillik bir ara seçime gidilmiştir. Ve bu kez Ecevit’in Cumhuriyet Halk Partisi TRT’nin veya o dönemde yazılı medyanın da bütün imkanlarını kullanmıştır ama seçimlerden beş-sıfır yenik ayrılmasını engelleyememiştir. Beş milletvekilliğini de kaybetmiştir. Ağır bir yenilgiye uğramıştır. Devam ediyoruz... 12 Eylül’den sonra belki yaşananları daha hafızalar hatırlar. Ya da yaşayanlar hatırlar. 12 Eylül sonrasının medyası tümü ile tahmin edilebileceği gibi askeri yönetimin etkisi içerisindedir. Yazılı basın ister istemez aynı etki içerisindedir. Görsel medya ise zaten emri altındadır. Ve o dönemde askeri yönetimin kurdurduğu bir siyasal partinin iktidar olabilmesi için bütün mekanizmalar kullanılmıştır. Neredeyse seçime sokulmamak için çaba gösterilmiş, son anda seçime “Canım nasıl olsa hiçbir şey olmaz bunlardan” diyerek girmesine izin verilmiş Turgut Özal’ın Anavatan Partisi, bütün engellemelere rağmen o seçimden çok büyük bir başarı ile çıkmıştır. 12 Eylül’ün geriye dönüş virajı 1983 seçimleri ile birlikte alınmıştır. Medyaya rağmen. Bütün bu örnekleri devam ettirebilirsiniz. Yakın döneme gelebilirsiniz. İşte, medya siyaseti etkiliyor filan... Bütün bunları konuşurken bir 28 Şubat sürecini hatırlayabilirsiniz. Sonrasında yaygın medyanın karşı durduğu veya iktidara gelmemesi için çalıştığı bir siyasal hareketin, bugün büyük bir çoğunlukla iktidarda olduğunu da görebilirsiniz. Bütün bu örneklemeler bize şunu gösteriyor. Sanıldığı gibi medya Türkiye’de siyasetin belirleyicisi değil, siyaset üzerinde sanıldığı gibi etki sahibi de değil. Bu batıda böyle mi? Hayır. Tam tersine batıda medya, yazılı ve görsel medya aslında siyasetin kaderini ve siyasetin kaderi üzerinde 256 etkili olan seçmenin ve kamuoyunun kaderini belirleyen birinci güçtür. Ancak burada teorik bir analize gidebiliriz belki, yani bunun sebebine doğru hareket edebiliriz. Bunun sebebi aslında çok açık. Batıda medya, siyaset tarafından kurulmuş bir organ değildir. Yani batıda medya emir ve talimat zinciri ile oluşturulmuş bir mekanizma, bir dördüncü güç diye kurulmuş bir organ değildir. Tam tersine medya batılı demokrasilerde, demokrasi hareketinin, demokratik sürecin ve insan hak ve özgürlüklerinin bireysel özgürlüklerinin sonucu olarak, o süreç içerisinde organizmanın doğurduğu ve organizmanın asıl yaşatıcı parçası olan bir kurum olarak ortaya çıkmıştır. Yani devletler ve hükümetler tarafından oluşmamıştır. Tam tersine demokratik sürecin oluşturduğu ve ortaya çıkardığı bir alandır, medya alanı. Öyle olduğu için de hükümetlerden devletlerden bağımsız olarak kendisini yaratan kamuoyu, kamuoyu gücünün ve demokratik sürecin bir parçası olarak ortaya çıkmış ve öyle de hareket etmiştir. Dolayısı ile medya kamuoylarını etkileyen temel güç olarak belirmiştir. Bizde olmamasının sebebi hem yazılı medyanın hem görsel medyanın tarihsel süreç içerisinde devletler tarafından, hatta hükümetler tarafından bizzat emir komuta zinciri içerisinde oluşturulmuş bir kurum olmasındandır. Yani batıda medya, siyaseti kurmuştur, oluşturmuştur. Bizde siyaset medyayı kurmuştur. Öyle olduğu için de etkileşimler ters yönde cereyan etmiştir. Akım ters yönde işlemiştir. Bizde cumhuriyet döneminden başlayarak tek parti döneminde -hatta daha sonrasındahep kurulan medyalardan, kurdurulan medyalardan söz ederiz. Bu yazılı basın için de böyledir. Elbette bugünlere gelindiğinde sermayenin kendi kendine oluşturduğu ve sonuçta başlangıç olarak, tarihsel köken olarak 257 kurulan ve kurdurulan medyalardan söz ederiz. Yazılı medya için, özellikle görsel medya için bu böyledir. İşte, devlet televizyonunun nasıl oluşturulduğu bellidir ama mesela özel televizyon Türkiye’de bir Cumhurbaşkanının doğrudan müdahalesi ile harekete geçirilmiştir. Startı verilmiştir. Üstelik de Cumhurbaşkanının oğlu tarafından başlatılmıştır. Yani ilk Star Televizyonu’nun çıkışını da herhalde biliyorsunuzdur. Ahmet Özal’ın Cem Uzan’la ortaklığı ile Türkiye’de özel televizyonlar çağı korsan da olsa başlamıştır. Bunda Özal’ın elbette çok büyük etkisi ve kararı vardır aslında. Ha bu kararı tartışmak ayrı konu. Bence iyi ki başlatılmıştır. Yıllar önce matbaanın Türkiye’ye gelişi de nasıl geç olmuşsa bence demokrasinin önemli emniyet sübaplarından biri olan özel kanalların Türkiye’ye gelişinde de hiç değilse erken davranılması açısından bu korsanlık belki de onaylanabilir bir şey olmasa da işe yaramıştır. Aslında baktığınız zaman birçok batılı ülkede de aynı mekanizmanın işlediğini görürsünüz. Yani devlet eliyle değil belki ama İtalya’da falan duymuşsunuzdur; özel televizyonlar gemilerden yapılan, gönderilen sinyallerle başlamıştır. Bizde de Star ilk önce Almanya’da yerleşmiştir. Almanya’dan Türkiye’ye yayın yapmıştır. Sonra Show TV İngiltere’den yayın yapmıştır. Kanal D Fransa’dan yayın yapmıştır. Sonrasında ATV ile birlikte Türkiye’den, Türkiye sınırları içerisinden yapılan özel yayınlara geçilmiştir. Şunu söylemek istiyorum, yani özel kanalların başlangıcında da sonuçta devletin eli, devletin oğlu vardır. Ama bundan daha önemli olan bir şey Türkiye’deki ekonomik sistemle ekonomik yapı ile ilgilidir. Bankacılık ve ihale sisteminin devletin yüzde yüz kontrolünde olduğu -en azından 2001 krizi öncesinden söz ediyoruz- ekonomik sistem içerisinde özel kanalları kuran 258 sermayenin devletten tümüyle bağımsız hareket edebilmesi düşünülemez. Çünkü sonuçta bankacılık sistemi ve ihale sistemi devletin kontrolündedir. Sadece medyanın özerkleşmesi ve özgürleşmesi açısından değil, ekonominin çarklarının da özgürce işleyebilmesi açısından 2001 krizinin de sebepleri arasında sayılan bu sistemin giderek etkisinin azaltılması yolundaki çabaları zaten hepimiz biliyoruz. O çabalar zaten geliştikçe ve ilerledikçe Türkiye’de de medyanın daha özgürleşmesi ve özerkleşmesi mümkün olabilecektir. Şimdi bu gerçekten karşılıklı etkileşimdir. Bir de medyanın yapısının siyasetle ilişkisi açısından genel olarak söylenebilecek sözlerdir. Özel örneklere geçildiğinde bütün bu yapının hem içinde hem dışında söylenebilecek medyanın doğrudan siyaseti etkileme gücüne hem bizden hem dışarıdan örneklerde verilebilir. Mesela Amerika’da başkanlık tartışmalarının seçimlerin kaderi üzerinde doğrudan etkili olduğunu hepimiz biliriz. İlk yaşanan deneyimde, 1960 seçimlerinde John Kennedy çok genç bir başkan adayı olarak ortaya çıkar. İnsanların henüz tanımadığı, gençliği nedeni ile de fazla güvenmediği bir isimdir. Buna karşılık Richard Nixon yıllarca başkan yardımcılığı yapmıştır. Eisenhower döneminden gelen deneyimli bir politikacıdır ve onun devlet deneyimi tecrübesi Kennedy ile kıyaslanamayacak kadar ağırlıklıdır ve öyle olduğu içinde seçimlerde neredeyse favori olarak gitmektedir. Genç Kennedy de işte oyalanacaktır filan... Ama başka bir şey olur. İki başkan üç kez karşı karşıya gelirler. Canlı yayında, kamuoyunun karşısında bunu yaparlar ve süreleri eşittir. Tam demokratik bir işleyiş içerisinde olur. Kennedy o seçimde insanların karşısına çıktığında gençliği ile dinamizmi ile ve ondan sonra yapılan yorumlarında işaret ettiği 259 gibi yakışıklılığı ile bir çok seçmenin birden bire gözünde çok büyük sempati kazanır. Mesela Nixon, eski kafa politikacı oluşunun ötesinde o geceki ilk tartışma akşamında bir seçim propagandasından döndüğü için sakal tıraşı olmaması ve sakallı olarak ekrana çıkmasını bütün analizlerde en az beş altı puan kaybettirdiğini söylemiştir. Yani bir sakallı görüntü ve karşısında genç dinamik ve yakışıklı bir politikacı, pekala daha ağzından çıkan sözler duyulmadan kamuoyu üzerinde etkili olmuştur. Yani medyanın bu ölçüde siyaseti değil siyaseti belirleyen seçmen gücünü etkileme noktasında ne ölçüde etkili olduğunu dış örneklerden görebiliriz. Bu örnekler bugünlere de taşınabilir. Çünkü bütün batı medyasında sadece Amerika’da değil artık televizyonun siyasetçiler tarafından siyaseti değil siyaseti yapan seçmeni etkilemek için kullanıldığını biliyoruz. Yine Amerika’dan örnek vermek gerekirse Clinton’da yine bu medyanın bir siyasetçi tarafından kullanılmasının en canlı ve renkli örneklerinden biridir aslında. Mesela Clinton’un seçim öncesinde ilk seçilişinin öncesinde oylarının rakibi karşısında yüzde on artmasını sağlayan Arsenio Hall yani işte bizde Beyaz gibi Zaga gibi bir gece şovunda talk şovunda çıkıp saksafon çalmasıdır. Yani beş dakika saksafon çalınmasıyla oyların yüzde on arttığı bir seçim sisteminden söz ediyoruz bir başkanlık yarışında. Bütün bunlar çok etkilidir çünkü o saksafon çalış olayı elbette aman ne güzel saksafon çalıyor, bizim de saksafon çalan bir başkanımız olsun meselesi değil. Ama Amerikan seçmeni orada kendisini kasmayan, kendisi gibi olan rahat, insanlara yakın duran, sokaktaki insanın diliyle konuşan bir Arsenio Hall gibi -ki o Arsenio Hall Show bizim Beyaz’la Zaga’yla kıyaslanamayacak bütün talk şovların en sulu olanıdır aslında- en sulu şova çıkıp orada çok rahat 260 hareket edebilmiştir ve gerçekten de seçim başarısında çok etkili olduğu söylenegelmiştir. Tabii ki siyasi programını, ekonomik programını, sosyal programını özellikle sosyal güvenlik sistemi ile ilgili halka vaat ettiklerini filan bunları biliyoruz ama bunların halka iletilebilmesinin bir sihirli yolu medyanın bu biçimde kullanılmasından da geçiyor. Onu söylemek ve altını çizmek istiyorum. Aynı olay tabi bizde de daha sonraki yıllarda etkili olmuştur. Yani seçim konuşmaları sırasında siyasi parti liderlerinin ekran karşısındaki tavırlarının da aynı şekilde etkili olduğunu biliyoruz. Yani medyanın siyaseti etkilemesinden demin benim altını çizdiğim asıl temel kurumsal ve kuramsal meselenin dışında özel örneklerle medya tabii ki etkilidir. Ama neyin üzerinde etkilidir? Seçmen üzerinde etkilidir. Siyaset Meydanı bu anlamdaki örneklerden biridir. Biz tabii ki adı Siyaset Meydanı olan bir program olmakla birlikte siyaset yapmak için yola çıkmadık. Biz gazetecilik yapmak için, biz programcılık, biz yayıncılık yapmak için yola çıktık. Ama işte bu salonda devam etmekte olan ama evvelinde 12 yıl önce ATV’nin çok mütevazı bir stüdyosunda başlayan ki öyle olduğunu bugün arşiv görüntülerine baktığımız zaman görüyoruz. Yani benim ve herkesin televizyonculuk ölçülerine bakıldığında aslında hepimizi tebessüm ettiren programlar. İlk Siyaset Meydanları teknik açıdan ve yayın kalitesi açısından stüdyonun durumu açısından filan baktığımızda ilkel aslında, yani çok ilkel şartlarda program yapmışız. Böyle arka arkaya bankları sıralamışız. İnsanları tahtaların üzerine oturtmuşuz. Sıkışık bir nizam içerisinde 45 kişiyi bir araya getirmişiz. Dar bir stüdyoda ve işte mikrofon düzeni bile çok uygun değil. Işıklandırma öyle. Baktığınız zaman hakikaten bugün televizyonculuk açısından 261 not verilse televizyonlarda öyle notlarla programlar ekrana çıkabilse işte on üzerinden üç alır çakar ekrana da çıkarılmaz öyle bir program. Ama o program ekrana çıktı. Çünkü o programın teknik kapasitesinden, teknik niteliklerinden daha önemli olan içinde yapılmak istenen ve içinde yapılanlardı. Tekrar ediyorum yapılmak istenenler açısından biz siyasetin belirleyicisi olarak ortaya çıkmadık. Siyaset meydanının ilk beş altı yılı yani 1994 ten 2000 yılına kadar geçen süreç en etkili olduğu dönemdir programın. Bu hem reyting açısından hem soyut etki açısından da söylenebilir. Reyting açısından baktığınızda işte bugün kaynanaları konuşan Türkiye kaynanaları niye konuşuyor. Reytingi ile konuşuyor. Reyting yapmasa kaynanalar, biz kaynanalar diye bir programı konuşmayız. Eleştirmeyiz, söz konusu bile edilmez böyle platformlarda. O dönem Siyaset Meydanı onu yapıyordu. Yani kaynanalar reytingini yapıyordu. Maç reytingini alıyordu. Gece 12’lerde 12, 13, 14 reytingler alıyordu. Reytingleri bilirmisiniz bilmiyorum ama bu rakamlar hani şaşırtıcı rakamlardır televizyonculuk açısından. Öyle bir dönemdi öyle bir yayıncılık dönemiydi o Siyaset Meydanı açısından. Tabi siyaset meydanı açısından değil sadece, ben kendi yayıncılık başarım falan bundan söz etmiyorum. Hatta siyaset meydanının başarısı olarak da söz etmiyorum. Sadece dönemsel olarak birçok şeyin bir araya geldiğini ve bir dönemin ihtiyaçlarını çok iyi karşıladığını, o dönemin sesi olarak o dönemin rengi olarak ortaya çıktığını söylüyorum. Şans, bizde oradaydık, o işin başındaydık yani. Şimdi o dönemde çok şey yazıldı çizildi. İşte Siyaset Meydanı üzerinde doktora tezleri hazırlandı. Master tezleri hazırlandı. Yurt dışından geldi çeşitli yayın kuruluşları mesela Fransızların en etkili gazetesi Le Mond bir Pazar günü 262 Siyaset Meydanı eki çıkardı. İnanılır gibi değil ama Siyaset Meydanı eki çıkardı. Türkiye’de sessiz devrim başlığı altında Washington Post bir sayfa ayırdı. Independent İngiltere’den geldi. Onlar yarım sayfalık röportajlarla Siyaset Meydanı yaptılar. Gelen yabancı televizyonların sayısını bilemiyorum. Çünkü onlar için son derece şaşırtıcı bir şey oluyordu Türkiye’de. Bir kere saatleri ve günleri açısından şaşırtıcı idi çünkü bilenler bilir. Siyaset Meydanının ilk günü Pazar akşamları idi. Yani işte bugün herkesin maraton programlarını ve futbolu seyrettiği Pazar akşamlarında Siyaset Meydanı’na kilitleniliyordu. Ve ertesi gün iş günü olmasına rağmen geç saatlere kadar izlenebiliyordu. Mesela pek çok üniversitede biz şunu biliyoruz haber yapmıştık çünkü Siyaset Meydanı nedeni ile dersler öğleden sonra başlayacaktır diye amfilerin filan kapısına bannerler yapıştırılıyordu. Şimdi o dönemden yine pek çok alanda yurt içinde de bildiriler filan yayınlandı işte Birikim Dergisi özel sayı yayınladı. Siyasetin basitçe tartışıldığı bir alan değil doğrudan siyasetin yapıldığı bir alandı Siyaset Meydanı diye konuşulmuştu ki en çok ve en iyi özetleyen konulardan biride buydu. O dönem tabii ki Siyaset Meydanının seçimlere, seçim sonuçlarına -çünkü birçok seçim yaşandı 12 yıllık süre içerisinde- herhangi bir etkisi olmadı. Yani Siyaset Meydanında böyle konuşuldu diye ertesi günü seçim kaybeden seçim kazanan partiler ve liderler filan olmadı. Ama başka bir şey oldu. Siyaseti genel olarak çok uzun bir süreç olarak, demokratik süreci uzun bir süreç olarak düşündüğünüzde Türkiye’de anlayışların, Türkiye’de algılamaların, Türkiye’de hayata bakışların, Türkiye’de dünyaya bakışların değiştiği ve zihinlerde değiştirildiği bir süreci başlattı. Bugün mesela Avrupa Birliği ile ilgili olarak pek 263 çok reform yapılıyor ve bu reformların çoğunu hâla belki içimize sindirmekte zorlanıyoruz ama o dönem bu reformlarda yer alan pek çok unsurun zihinsel alt yapısının hazırlanmasına en azından yardımcı olduğunu düşünüyorum. Çünkü kafalarda o güne kadar mevcut olan pek çok tabuyu yıkıp değiştirmiş idi. Yani bu anlamda siyasetin tabii asıl belirleyicisi olan kamuoyunu etkilemek açısından bir gücü olduğunu söyleyebiliyoruz. Tekrar ediyorum bunu ben kendi programım olarak da söylemiyorum. Bir öğünme payı çıkarmak istemiyorum. Türkiye’nin o döneminin ortaya çıkardığı önemli bir kurumdu diye düşünüyorum. Çünkü gerçekten adını öyle koymak gerekiyor bir program değil bir siyasal kurumdu. Siyasetçiler çünkü öyle koymuşlardı. Mesela o dönemde programa katılan pek çok siyasetçi Siyaset Meydanı’nın ikinci parlamento işlerini gördüğünü kendileri söylemişlerdi ama mesela daha önemli sözleri de duyduk biz. Faili meçhul cinayetler diye yaptığımız bir programda milletvekilleri iktidar ve muhalefet milletvekilleri hep bir ağızdan programın sonunda şunu söylediler. Biz bu konuları Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde konuşamıyoruz. Yani öyle bir dönemdi. Bu anlamda bu programın ve bu tarz programların siyasetin asıl belirleyicisi olan kamuoyu ve milli irade, siyasal irade üzerinde etkili olduğunu söyleyebiliriz ama doğrudan Türkiye’de Medya Siyaset ilişkisinde batıdaki demokratik süreç gibi bir etkilemenin olduğunu söylemenin de en azından bugün itibari ile güç olduğunu belirtmeliyim. • Siyaset Meydanının ne kadar etkili olduğunu ben yaşadım. 2000 yılında ben de Gençler ve Siyaset diye bir programınıza katılmıştım. Orada üç dakikalık dört 264 dakikalık bir sunum yapmıştık. Kıbrıs’a gittiğimde beni polis aramadı sizi televizyonda gördüm buyrun diye, o kadar etkiliydi. Siz Siyaset Meydanı o dönemden 2000’e kadar çok etkili dediniz. 2000’den sonra bu etkisinin azalmasını neye bağlıyorsunuz? Ve kaynanaların bu kadar reyting almasını neye bağlıyorsunuz? (KIRCA) Teşekkür ediyorum. Ben bunu birçok defalar açıkladım. Birkaç gazete röportajında ve katıldığım televizyon programlarında. Aslında çok basit nedeni var. Beklenmeyen bir şey değildi. Şaşırtıcı da değil. Bugün o etkisinin olması mümkün de değil. Birkaç neden var. Önce şu etkisini söyleyeyim. Gerçekten de siz Kıbrıs’a giderken polis bakmamış. O dönemde yine Türk Yunan ilişkilerinin çok gergin olduğu bir dönemdi işte Apo krizi de vardı. Biz Yunanistan’dan dört önemli gazeteciyi buraya davet ettik. Televizyoncu ve gazeteci hani bizdeki isimler isimlendirmeyeyim şimdi isimlendirince tekrar gazetecilerin ağırlığı olup olmadığı gibi bir şey çıkar ortaya ama Türkiye’de ilk dört gazeteciyi sayarsanız. Onların karşıtı olan Yunanistan’ın en önemli dört gazetecisini Türkiye’ye çağırdım. Çok da önemli bir program oldu. Ve onlara aslında Türkiye’yi göstermiş olduk. Çok da şaşırdılar. Yani Türkiye konusunda biliyorsunuz özellikle Yunanistan’da önyargılar çok fazladır. Batıda çok da demokrasi olgunlukları olan kişilerdi bunlar, görmüş geçirmiş kişilerdi, onların bile kafalarında önyargılar vardı ve çok olumlu izlenimlerle ayrıldılar. Kafalarında Türkiye’ye dair en azından o güne kadarki bildikleri konular üzerinden şüphelerle programdan ayrıldılar. Soru işaretleri idi ama asıl söylemek istediğim o değil. Ertesi akşam tekrar birlikte olduk onlarla bir vesileyle. 265 İşte günü davetlimiz olarak İstanbul’da gezmekle geçirmişler. İstiklal caddesinde herkes imza almış onlardan yani akşam üç dört saat katıldıkları programdan Yunan televizyoncular ve gazetecilerden İstiklal Caddesinde gezerken imza istemişler. Herkes gitmiş kutlamış, bir şey söylemiş, fikrini belirtmiş. Çok şaşırmışlardı. Öyle bir etkileme gücü vardı. Buna devam ederiz yani Siyaset Meydanı’nın şöhret yaptığı, sanatçı yaptığı, hiçbir şeyken işte bir yerlere gelmesine, hiçbir şey değilken, -tabii kendi güçleri vardı- tanınmazken bir yerlere getirdiği milletvekili yaptığı, bakan yaptığı çok sayıda insan var. Onları da konuşuruz. Öyle bir etkileme gücü de var. Bir yan unsur olarak ama sorunuza gelince ben bunun çok doğal bir süreç olduğunu söylüyorum ve düşünüyorum. Siyaset Meydanının ilk altı yılı yani 1994 ve 99, 2000’e kadar geçen süreçte Türkiye’de üç önemli çatışma ekseni var idi. Siyaset Meydanı bu üç önemli çatışma ekseni üzerinde tartışmalarını oturtmuştu ve taraflar bu eksenler üzerinde karşı karşıya gelmiş ve bulunmuşlardı. Bunlardan bir tanesi Kürt sorunu idi. Güneydoğu sorunuydu ya da. İkincisi Türkiye’de cumhuriyet tarihinden beri var olan ama özellikle 90’lardan sonra ve 94’ten sonra çokta belki rastlantısal biçimde etkisi olan İslamcı laik tartışması veya çatışması, adına ne derseniz. Üçüncüsü yüzde yüzü aşan, yüzde yüzonlara varmış enflasyonun toplumda yarattığı ve neticede iki dev ekonomik krizle sonuçlanan büyük sosyal ve ekonomik çalkantıların içindeki bir Türkiye idi. Üçüncü çatışma ekseni de sosyal ve ekonomik çatışma ekseni idi. Yani Siyaset Meydanı o dönem bu çok sıcak çatışmaların üzerinde yol aldı. Şimdi bunlar bitti mi? Hayır yani Güneydoğu sorunu bitti mi, yok, bunu kim söyleyebilir. Türkiye’de İslamcı laik çatışması ile ilgili bütün 266 soru işaretleri ve bütün kamplaşmalar ortadan kalktı mı, hayır. Türkiye’nin bütün sosyal ve ekonomik sorunları çözüldü mü, hayır. Ama söylemek istediğim şu: O dönem bunlar toplumsal hayatta, bireysel hayatta sokaktaki insanın yaşamında belirleyici unsurlardı. Yani Güneydoğu sorunu dediğiniz zaman bugün işte Avrupa Birliği ile ilgili olarak devam eden meseleler var. Yeniden işte siyasallaşması var o yönde çabaları var vs. Ama başka bir şeyden bahsediyoruz. Günde otuz kırk kişinin öldüğü Türkiye’nin altı ilinde olağanüstü halin uyguladığı, birçok yasakların olduğu, hergün ölüm haberlerinin geldiği, şehit cenazelerinin kalktığı böyle bir Türkiye’de bu mesele konuşuluyordu. Yani bugün işte Kürtçe şarkıları televizyonlara çıkıp herkes söylüyor. Bir şey de olmuyor. İbrahim Tatlıses de söylüyor televizyonda, herkes söylüyor bütün normal büyük televizyon kanallarında. Siyaset Meydanı başladığında televizyonlarda Kürt sözcüğü kullanılamıyor idi. Yani öyle bir dönemde başladı. İslamcı laik çatışması işte 28 Şubat’a varan süreç biliniyor. Bunun üzerine fazla konuşmak gerekmiyor ama mesela İslamcı laik çatışmasının, çatışmaların veya tartışmaların içerisinde yine bir yan unsur olarak duran Alevilik meselesi üzerinde de durmak gerekir. Bugün Alevilik ile ilgili sorunlar çözüldü mü? Hayır ama o dönemde başka şeyler yaşanıyordu Türkiye’de. Mesela Cem evleri ile ilgili tartışmaların veya Alevilik ile ilgili en küçük sözlerin bile insanları sokağa döktüğü çok sıcak bir çatışma alanı vardı en azından. Bu tarihsel bir boyutu olan, yani Türkiye’de belki on yıllardır, yüzyıllardır devam eden alandı ama o yıllarda sıcak biçimde yaşanıyordu. Alevilik meselesini bugün birçok programda görebilirsiniz. Alevilik konuşuluyor bakmıyorsunuz bile. Yani Alevilik gece bir yığın tartışma programlarına konu 267 yapılıyor. Güneydoğu sorunu tartışılıyor, Kürt meselesine bakmıyor insanlar bile. Çünkü bu meseleler insanların hayatında sıcak ve öncelikli konular olmaktan çıktı. Sorunlar devam ediyor ama televizyonlarda ilk defa tartışılan, ilk defa konuşulan konular olmaktan çıktı. Mesela Alevilik meselesi bugün her yerde konuşulur ama ilk defa Siyaset Meydanı’nda konuşuldu. Yani bir Alevi dedesi çıkıp Siyaset Meydanı’nda şunu söylemişti: 700 yıldır ilk defa bugün, burada, bu akşam konuşuyoruz. Ve biz Alevilik ile ilgili programı yaparken son derece hassas dengeler içerisinde yürüdüğümüzü biliyorduk. Mesela o nedenle programa katılacak olan Alevi ve Sünni temsilcilerini programdan üç gün önce davet ettik. Bir masada buluşturduk ve neyi konuşacağımızı hangi doğrultuda konuşacağımızı söylemlerimizin ne olacağını karşılıklı olarak konuştuk çünkü yanlış bir sözün tabanda ya da ulaştığı yerlerde farklı algılanması olabilirdi. Bunu asla istemedik. Amacımız bir tartışmayı bir çatışmaya dönüştürmek değil, tam tersine bir tartışmada ortak paydaları bulup birlikte yaşamanın sınırlarını belirleyebilmekti. Mesela Alevilik ile ilgili programımız dört saat sürdü ama yaptığımız o ön tartışma yedi saat devam etti. Ama gerçekten de program da çok yapıcı çıktı ve o noktadan sonra Türkiye’de başka biçimlerde konuşulmaya tartışılmaya başlandı. Söylemek istediğim bu, yani bugün o programların eskisi kadar ilgi çekmemesinin sebebi yerini başka şeylerin almış olması ayrı bir konu. Yani kaynanalar meselesinin konuşuluyor olması ama onun alternatifi o değil elbette. Ben demin sadece reyting anlamında o karşılaştırmayı yaptım. Yoksa o programlar olmadığı için yerini kaynanalar almadı. Kaynanaların seyredilme nedenleri başkadır. Onun başka sosyo-ekonomik, sosyal nedenleri, 268 sosyal-psikolojik nedenleri vardır. Ben onları yazılarımda çokça ifade ettim Kaynanalarla ilgili tespitlerimi kendimce. O ayrı bir konu ama yerini almış değildir. Ben sadece 94-2000 arasındaki altı yıllık süreçte bu programların neden çok ilgi gördüğünü, bugün neden normale dönüştüğünü söylemeye çalıştım ki sihirli kelime budur aslında. Normalleşme sürecinin içindeyiz. Normalleştik demiyorum. Normalleşmeye giden sürecin içindeyiz. Onun için o ilk dönemdeki o anormal koşulların içinden çıktığımızı düşünüyorum. • Sayın Kırca 10 yıl önce kaleme aldığınız ve 24 Mart 2005 günü sabah gazetesinde yayınlanan yazınızla ilgili bir soru sormak istiyorum. Bu yazınızda bayrak bir ırkın sembolleri filan değil, bir ülkenin sevinçlerini ve matemlerini kucaklayan hatıralarıdır. O hatıraları paylaşmak istemeyenlere bir şey denilemez. Tercihleridir diyorsunuz. Bağımsızlığın sembolü olan Türk bayrağının bir hatıra olarak değerlendirmek isabetli mi? Ayrıca bu ülkede yaşayanların Türk bayrağına saygı gösterip göstermemek gibi bir tercihleri var mıdır? Dün Türk bayrağını kongre salonlarından indirenlerin bugün yakmaya kalkışması karşısında Türk milletinin bayrağına gösterdiği saygı ırkçılık mıdır? (KIRCA) Sorunuz için teşekkür ederim ama iki cümle okudunuz yazımdan. Yazımla ilgili açıklama yapmam. Yazılar açıklamalarını kendileri yaparlar. Yazıları bir de açıklamaya kalkarsak eyvah ki eyvah bize. Yazılar kendilerini anlatır zaten ben anlatacağımı anlatmışımdır. Bunun üzerine konuşmak zaten yani bir köşe yazısını kaleme alan insan için fazladan 269 söz olur. Eğer fazladan söz olsaydı orada yazardım. O kadar yazmışım. Orada bitmiş benim yazım. Herkes istediği gibi algılayacak. • Konuşmalarınızdan tekrar medya siyaset ilişkisine dönecek olursak. Eğer sabah mahmurluğu ile notlarımı yanlış almadıysam şöyle. Şimdi şöyle dediniz Türkiye’de medyanın siyaseti etkilediğine katılmıyorum. Yani siyasal iktidarları seçtiğine, 12 Mart dönemindeydi sanıyorum cumhurbaşkanlığı seçiminde etkisi olduğunu düşünmüyorum dediniz. Akabinde şöyle bir cümlenizi yazmışım. Medyanın siyaseti belirleyen seçmen gücünü etkilemekte rolü vardır cümlenizi yazdım. Bu iki cümle arasında bir tenakuz var mıdır? Bu bağlamda da eğer birinci cümlenize dönersek Türkiye’nin medyanın siyaseti, siyasal iktidarları belirlediğine inanmıyorum düşüncesine, geçen hafta okuduğum iki yazar medyanın siyasal iktidarları seçme gücü olmadığına ama siyasal iktidarları koltuğundan etme gücü olduğuna inandıklarını söyleyen iki yazı yazmıştı. Bu çerçevede neler düşünürsünüz? (KIRCA) Bir, ilk söylediğinizde çelişki yok ben tam tersine içiçe geçmiş mekanizmadan söz ettim yani medyanın kurumsal olarak siyaseti etkileme gücü yoktur ama seçmen üzerinde sadece etkileme gücü olabilir. O dönemde farklı biçimde işleyebilir ama esas olarak da ben daha çok bu örnekleri dışarıdan verdim. Medyanın siyaseti etkilediği, siyaseti değil siyaseti oluşturan kamuoyunu yani iradeyi etkileme gücü olduğunu dışarıdan örneklerle verdim ama medyanın da zaten asıl etki alanı odur. Varsa orda etkili olabilir medya. Türkiye’de 270 öteki anlamda siyaseti doğrudan etkileme gücü olduğuna ben inanmıyorum, bu benim kişisel görüşüm elbette başkaları buna katılmayabilirler. Ben bilmiyorum o köşe yazarlarının, siyaseti filan değiştirme gücü olduğuna da inanmıyorum. O medyanın kendi kararı ile oluşmuş bir harekete geçme güdüsü değildir. Yani onu o nedenle medyanın bizatihi kendisinin böyle büyük bir gücü olduğuna ve kendisine böyle güç vehmedebileceğine inanmıyorum. Bu benim kişisel görüşüm. • Şu son bayrak tartışması ile ilgili bir soru soracağım. Medyanın gücünden ve kamuoyunu ne kadar etkilediğinden bahsettik burada. Daha düne kadar Kürt Alevi sorunlarından yada sorun olduğunun bile üzerinden geçemiyorduk. Şu son AB süreci belki de kafamızdaki soru işaretlerini arka masaya yatırabileceğimizi gösterdi. Tabuların da yıkılabileceğini, artık insani evrensel değerler üzerinden de konuşabileceğimizi gösterdi. Fakat medya bayrak olayından sonra televizyon kanallarının köşelerinde duran bayrak resminin, hani kenarda köşede sokak aralarında kalan bu faşizan milliyetçilik düşüncesini hortlatabileceğini düşünmüyor mu? Sonuçta çok büyük bir medeniyetiz. Çok büyük bir ülkeyiz. Bu kadar küçük bir olayı bu kadar büyüterek göz önüne sokmak bizim bu kadar kendimize güvensizliğimizi mi gösteriyor. (KIRCA) Yani tabi bayrak meselesi üzerine tartışmaya girmeyi istemem doğrusu ama sadece orada işte iki çocuğun yaptığı bir hareketle ilgili olduğunu düşünmüyorum. Yani öyle olsa başka türlü hareket edilirdi. O boyutta tepki gösterilirdi. O boyutta tepki gösterilmediğine göre meseleye sonuçları 271 açısından bakmak lazım. Yani bu küçük bir meseledir niye bu kadar büyütüldü yerine, ya bu küçük bir mesele iken bu kadar büyütüldü ise bu tepkinin sebebi ne diye bakmak lazım. Bir sebebi var ki bu tepki doğdu. Ve kabul etmelisiniz ki -yine medyanın etkisi açısından söyleyeceğim- medya sonradan geldi aslında. Yani bu tepki kendiliğinden doğdu. Bir kesimde doğdu. Medya sonradan bu tepkiye bir yerinden katıldı. Bence de doğru bir şey yaptı. Yani köşelere bayrak koyarak hani bunlar tabii batı demokrasilerinde filan alışılmış şeyler değil. Orada kimse ne Amerikan televizyonunda ne Fransız televizyonunda ne İspanyol televizyonunda -ki İspanyollar bu sorunu yaşıyorlar- ekranlarının köşesinde bayraklar falan görünmez oralarda. Bizde görülüyor yani işte bütün mesele o. Bu normalleşme ile demokratikleşme ile henüz birçok şeyi yaşıyor olmamızın arasındaki farklardır bunlar. Şunun için diyorum yani medya belki doğrusunu yaptı. İşte sokaklarda çok daha radikal biçimde ve belki hepimizi üzecek birtakım tepkilerin ortaya konması yerine genel olarak herkesin -varsa eğer- o duygularını ifade etti. O duygularına belki tercüman olacak bir sembolle bence işi çatışma alanına dökmeden daha sertleştirmeden sembolik biçimde noktaladı. Sonuçta o bayrağın orada köşede duruyor olmasının sokakta insanların çatışmasından daha sağduyulu bir gösteri olduğunu düşünüyorum. Bu yapılmalı mıydı yapılmamalı mıydı ayrı. Bu yapılıyorsa meselelere öyle bakmak lazım. Yapılıyorsa demek ki bir sebep var, onu doğuran bir şeyler var. Toplumsal bir tepki var. Dediğim gibi ben sadece iki üç çocuğun hareketi olarak görüldüğünü düşünmüyorum. Kendi açımdan söylemiyorum sadece kendi tesbitlerimi dışarıdan belirtiyorum. Kamuoyunun bunu böyle algıladığını düşünmüyorum. Öyle 272 algılasa iki üç çocuğun kulağını çekerlerdi filan biterdi. Kulağını çekmediler. Başka türlü baktılar, demek ki onun arkasında başka kişiler olduğunu gördüler. Öyle bir tepki verdiler. Yani ben bu tepkiyi doğuran sebeplere bakılması gerektiğini düşünüyorum. Bu tepki yanlış mıdır doğru mudurdan çok neden bu tepki doğdu, ona bakmak gerekiyor. Bu tepki yanlışsa o yanlışlığın üzerinde bundan sonra tartışmak gerekiyor. Belki onu ortaya çıkarması açısından da hayırlı bir iş olmuştur diye düşünüyorum. Belki de o tepkilerin yani o hareketin yanlışlığı kadar o tepkilerin yanlışlığını da konuşmaya başlayacaksak bu anlamda hayırlı bir iş olmuştur diye düşünüyorum. • Medyanın Türkiye’deki karar mekanizmalarındaki rolü nedir? Yani Türkiye’de malum yasama, yürütme, yargı üç tane resmi bilinen ve tanınan güç var bir de resmi olmasa da fiili olarak mevcut olan ordu ve medya gücü var, yani Türkiye bir beşli güçle yönetiliyor. Medya burada karar mekanizmalarında ne kadar rol alabiliyor. Yani Türkiye’deki belki halk oyunu doğrudan etkileme gücü çok fazla değil ama Türkiye’nin istikbalini belirleyen konularda karar alınırken medyanın rolü gücü nedir? (KIRCA) Bunu anlatmaya çalıştım örnekleyerek. Sonuç olarak medya bu etkileme gücünü hep göstermeye çalışıyor ama ortaya çıkan tablolar onun o niyeti ile o harekete geçme güdüsü ile ters orantılı geliştiğini gösteriyor. Anlatmaya çalıştığım buydu yani bu istek var ama bu istek sanıldığı gibi etkili olmuyor. Yani medya içinde, ordu içinde her şey içinde sonuçta gelinen noktaya bakmak gerekiyor. 273 • Belli bir dönemde ülke yönetimine aday olan siyasi parti liderlerinin seçim öncesinde televizyonlarda böyle bütün halkı televizyon ekranlarına kilitleyecek şekilde tartışmalara neden olduklarını ve tartıştıklarını gördük canlı yayınlarda. Ama son dönemde ise bunları görme imkanımız olmuyor. Sizin bu konuda bir talebiniz mi yok, yoksa mevcut siyasi parti liderlerinin kendilerine güvenlerimi yok. (KIRCA) Yani her ikisi de değil. Bizim talebimiz tabii ki var. Güvenleri olmadığını da düşünmüyorum. Tam tersine aşırı güvenleri olduğunu düşünüyorum. Türkiye’de belki de işte hep konuştuğumuz nedenlerle medyanın siyaset üzerinde o kadar da sanıldığı gibi etkili olmadığını önce siyasetçiler fark etti ve çok da fazla ekranlarda görünmeye ihtiyacı olmadığını düşünmeye başladılar. Gerektiği anda katılmak ihtiyacını duyarlarsa katılıyorlar. Onun dışında katılmamakla bir şey kaybetmediklerini gördüler. Yani eskiden olduğu gibi seçim tartışmaları, bütün adayların katıldığı seçim tartışmaları filan yaşanmıyor, olmuyor. Son 2002 seçimlerinde belki hiç olmayacaktı. Ama son anda işte Uğur Dündar Tayyip Erdoğan’la Deniz Baykal’ı bir araya getirdi. O da hani adet yerini bulsun diye oldu aslında. Seçim öncesi tartışma yapılmadan hani bir bayram geleneği gibi filan. Türkiye’de insanlar onu istiyorlar. Ama o tartışma seçmenin iradesi üzerinde ne kadar etkili oldu? Yani geçmişte olduğu gibi insanlar öyle kilitlendiler mi onu bilmiyorum. Siyasetçiler ve daha çok da iktidar partisine bağlı siyasetçiler artık medyayı bu anlamda çok da fazla kullanmanın ya da kendilerini 274 yıpratacak tartışmalar içerisine girmenin doğru olmadığını düşünüyorlar. Bu yeni de değil aslında. Yani 1997 ve 99 seçimleri ile başlayan bir süreç. Pek çok aday bu tartışmalardan kaçarak yıpranmadan seçime gitmeyi başardı aslında. Bunun örneklerini gördük. Ben bundan sonra da, yani Türkiye’de eskiden olduğu gibi bütün adayların katılacağı bir seçim tartışması seçim programları ya da normal zamanlarda da karşı karşıya gelecekleri programlar olacağını zannetmiyorum. Mesela liderleri bir araya getirmek belki seçim zamanı bir kez mümkün olabilir ama seçim öncesindeki normal olağan zamanlarda ve şartlarda bir araya geleceklerini düşünmüyorum. Yani milletvekilliği düzeyinde ve bazında bir araya gelebilirler, konuşabilirler. Onlar da çok az izliyorsunuzdur. Özellikle iktidar olunduğu zaman karşılıklı olarak bir araya gelip de kendisini yıpratacak bir pozisyon içerisinde olmayı istemiyorlar. Hani kendilerine güvensizlik mi? Zannetmiyorum sadece bunu bir ihtiyaç olmaktan çıkardılar. • Bir örnekten yola çıkarak bir şey sormak istiyorum. İstanbul’un bir ilçesine bağlı yerel gazetede bir röportaj için gittiğimde beni bırakmak istediklerinde son model bir BMW ile gazetenin editörü geldi. Aa dedim, ne güzel hayırlı olsun araba almışsınız çünkü gazetenin sorunlarından bahsediyordu. Sağ olsun yerel seçimler dedi. Nasıl dedim. İşte yerel seçimler olduğu zaman haberlerini yapalım diye istek geldi, bu şekilde aldık bu arabayı dedi. Herkese de eşit ölçüde aldık. Hepsinin de haberi yapıldı. Topladık bu arabayı aldık dedi. İşler böyle mi yürüyor dedim. İşler böyle yürüyor Ece hanım tarzında birşeyler söyledi. Genç bir arkadaştı bunu söyleyen. Siz 275 hani etkili değil diyorsunuz ama seçim kampanyalarında işte belli paralar dönüyor. İş dünyası destekliyor ya da medya ile bu tarz seçim kampanyalarında ilişkiler nasıl? (KIRCA) Paralarını sokağa atıyorlar. Böyle diyeyim sokağa atıyorlar. Bu çabalar beyhude çabalar. Ben ne yerel seçimlerin ne genel seçimlerin kaderi üzerinde bu tür çabaların etkili olduğunu düşünmüyorum. Tekrar söylüyorum bunu. Yani bir yerel aday işte bir yerel televizyonda çıkayım iki üç saat konuşayım. O imkanı sağlayın diye bir yerel televizyoncuya bir BMW veriyorsa valla gitsin o arabayı oğluna filan alsın. Daha hayır duasını alır. Ben hiçbir işe yaradığını düşünmüyorum. Yani iki üç dakika, iki üç saat oraya çıktı diye hah işte biz de bu adamın konuşmasını bekliyorduk diye insanların ona oy vereceğini filan düşünmüyorum. Hem genel seçimlerde hem yerel seçimlerde seçmenin kararını belirleyen ülkenin içinde bulunduğu genel sosyal, siyasal ve ekonomik duruma, adayın filan değil o siyasal partinin getirdiği ya da insanların getireceğini düşündüğü çözümler etkili oluyor. Şunu söylemeye çalışıyorum. Birçok aday seçimlerde yerel ya da genel işte çeşitli çabalar gösteriyorlar pankartlarını asıyorlar, afişler asıyorlar. Küçük mitingler yapıyorlar. Yerel radyolarda, yerel televizyonlarda filan konuşuyorlar. Ama bir genel siyasi hareket Türkiye’nin o günkü koşulları içerisinde Türkiye’nin siyasal alternatifi olabilmişse bu çabaların hiçbir anlamı kalmıyor. Geçmişe bakalım. Milliyetçi Hareket Partisi, Demokratik Sol Parti beklenmedik yükselişler gösterdiler. Bu yükselişlerin ardından seçimlere katılan ve parlamentoya girmeyi başaran milletvekilleri işte orada burada konuştukları, afişleri astıkları, yerel televizyonculara BMW’ler aldıkları için 276 mi milletvekili oldular ya da seçim kazanabildiler? Hayır. Mensubu oldukları siyasal parti o günkü konjonktür içerisinde mesela MHP için Aponun yakalanışı DSP içinde aynı süreç farklı farklı nedenlerle ikisini de iktidara taşıdı. İktidar ortağı da yaptı sonunda. Yüzde 20’lere ulaştırdı oy oranlarını. Aklından hayalinden geçmeyen belki de hiçbir seçim çalışması yapmayan laf olsun diye yedinci sırada aday olan birisini milletvekili yaptılar ve parlamentoya taşıdılar. Onun ötesinde işte oraya buraya afişlerini astıranlar deyim yerinde ise nal topladılar. Aynı şekilde işte AK Parti’nin bugün yükselişinin nelere bağlı olduğunu hepimiz biliyoruz. Yani kendi ideolojik tabanı veya kendi ideolojik çekirdeğinin dışında 2001 krizinin Türkiye’de yarattığı derin hayal kırıklıkları, umutsuzluklar, işsizlik, insanların bir gecede eriye eriye yoksullaşması bütün bunlar bu temel sebepler arasında ve mesela AK Parti’de de aynı şekilde beklenmedik biçimde yedinci sekizinci dokuzuncu onuncu sırada olan adaylar hiç hayal etmedikleri halde parlamentoya gittiler. Öte yanda istediği kadar sözgelimi seçimlerde çok para harcayan Anavatan Partisi’nin adayları, belki çok daha fazlasını harcayan işte BMW’lerin anahtarlarını filan ordan oraya geçirtenler BMW’leri kaybetmekle kaldılar. Yani Türkiye’de bu anlamda seçimler üzerinde ve seçmen üzerinde hâla etkili olunabileceğini düşünmüyorum. Hepsi beyhude çabalardır. Hepsi boşa gitmiş çabalardır. 277 278 Mehmet Ali BAYAR “Türkiye’de Diplomasi Ve Uluslararası Lobiler” 279 Beni siyasete iten en önemli nedenlerin başında genç insanların, Türkiye’nin genç insanlarının enerjisini siyasete taşımak gelir. Siyaseti onlara sevdirmek ve siyasetin neden uğraşılması, uğrunda çaba sarf edilmesi gereken bir uğraş olduğunu şahsi gayretle onlara gösterebilmekti amacım. Bir teşvik amacıyla. 1988 senesinde Dışişleri Bakanlığı’na girdim. 2002 senesine kadar Dışişleri Bakanlığı’nda görev yaptım diplomat olarak. Bu süre zarfında Azerbaycan’da, New York Birleşmiş Milletler Daimi Temsilciliği’mizde ve en son olarak da Ankara’da, Washington’da Türkiye Büyükelçiliği’nin siyasi müsteşarlığı görevlerinde bulundum ve istifa ederek oradan siyasete girdim. Şimdi konunun başlığı, Türkiye’de diplomasi ve uluslararası lobiler, onların Türk dış politikasına etkileri gibi bir genel başlık. Lobiler kısmına gelmeden evvel birçoğunuz ileride umarım dış politika ile ilgilenirsiniz. Diplomat olursunuz. Çok da tavsiye ederim. Dünyanın en güzel mesleklerinden bir tanesi. Dünyanın en eski bir iki mesleğinden bir tanesi olduğu söyleniyor. Bir çok sevdiğim diplomasi tarifi ile gireyim söze. Rahmetli İhsan Sabri Çağlayangil Türkiye’nin efsanevi dışişleri bakanlarından, kendisini tanımak şansına sahip oldum. Çok genç yaşta da olsa. Onun söylediği bir laf var. Diplomasi diyor bir ince sanattır. Yani güzel sanatlar diye bugün kullandığımız ifade aslında eski Türkçe’de ince sanat anlamında. Bu bir sanattır. Diplomasi yoktan var edilmemiştir. Bir ihtiyacın karşılığıdır. Savaşmamak için insanlar diplomasiyi ve diplomasinin imkanlarını, o sanatın inceliklerini icat etmişlerdir. Çünkü diplomasinin bittiği yerde veya olmadığı yerde savaş olur. Gayet açık bir denklemdir bu. Ve o yüzden yine İhsan 280 Sabri Bey de sık sık söylerdi. Diplomasinin bittiği yerde de yine diplomasi başlar. Yani bittiği bir noktada bir diplomasi imkanı vardır. Eğer bir savaş çıkmışsa iki şeyden dolayıdır. Ya kötü diplomasi olmuştur ya da savaşanların savaşma azmi ve iradesi barışma ve barış yapma azmi ve iradesinden kuvvetlidir. Savaşacak olanları, kafasında savaş olanları diplomasiye çekmek, diplomasi yoluyla barışa çekmek o da aslında bir sanattır da, o bir noktadan sonra imkansız hale gelmektedir. Türkiye’de diplomasi dediğimiz vakit başlıktan hareketle yola çıkacağım. Önemli bir İngiliz yazarı bir kitap yazdı, “Dünyanın Dört Büyük Diplomasisi” diye. Bunlardan bir tanesi Türk diplomasisi. O, Osmanlı geleneğini irdeleyerek Türkiye Cumhuriyeti’ne taşıdı. Dünyada dört büyük temel diplomasi olduğunu söylüyor. Bunlardan bir tanesi Fransız diplomasisi. Bir tanesi Çin diplomasi geleneği. Daha doğrusu gelenekler bakımından söylüyorum. Bir tanesi İngiliz diplomasisi, geleneksel ve efsanevi ve biri de Osmanlı diplomasisi diyor. Türk diplomasisi, ikisini karıştırarak söylüyor. Bu önemli bir tespit. 190 ülke var. İnsanlık tarihi boyunca çok büyük imparatorluklar kurulmuş, yıkılmış bizim yakın coğrafyamızda, ama bunlardan dört tanesi insanlığın tarihi kadar eski bir mesleğin temsil kabiliyetine sahip dört gelenek. Yani Türk diplomasisinden bahsettiğiniz zaman veya Türkiye’de diplomasiden bahsettiğiniz zaman evrensel bir olgudan bahsediyoruz aslında. Bu tabi bize büyük bir tarihi miras derinliği ama aynı zamanda da çok önemli bir sorumluluğu yüklüyor. Çünkü yine Napolyon’un büyük sözü; bir ülkenin, bir milletin dış politikası coğrafyasıdır diye de tercüme edebiliriz bunu. Aynı mantıkla coğrafyası da dış politikasıdır. Yani sizin dünya ile münasebetlerinizi, etrafınızla 281 münasebetlerinizi, dış politikanızı tayin eden faktörlerin başında nerede yaşadığınız geliyor, kimlerle komşu olduğunuz, hangi coğrafi şartlarla çevrelendiğiniz. Türkiye’nin yaşadığı coğrafyayı siz benden daha iyi biliyorsunuz ve bunun tarihsel geçmişini. O yüzden diplomasinizi zenginleştiren böyle problematik bir coğrafyada, böyle buhranlı bir coğrafyada yaşamak zorunda olmanız. Bu bir yaşamsal işlev. Mümkün olduğu kadar savaştan kaçınacaksınız. Bir; milli kaynaklarınızı maksimize ederek, milli menfaatinizi maksimize ederek kendinize bir yaşam alanı sağlayacaksınız. İki; bu yaşam alanını güvenli bir duvarın arkasında koruyacaksınız. Yani bir güvenlik yaratacaksınız. Üç; sizin güvenliğiniz bir başkasının güvenliği açısından tehdit olarak algılanmayacak ki size yönelik bir tehdit uygulaması ortaya çıkmasın. Dört; bir de bütün bu duvarların arkasında böyle bir güvenlik zırhının arkasında, bu alanda, diğer yaşamsal alanlar arasında yakın veya uzak temas içinde olacaksınız. Yani bir münasebetiniz olacak. Bunu ayarlayacaksınız. Bu ilişkileri kuracaksınız. Diplomasinin görev alanı bu. Bir yaşamsal alanı tanımlıyor diplomasi. Sadece anlaşmalar imzalamak, onları müzakere etmek falan değil. Her şeyden önce bir çıkarı, yaşamsal çıkarı maksimize etmek meselesi var. Fakat tabi şöyle bir sorun çıkıyor ortaya. Siz çıkarınızı maksimize ederken bir başkası da maksimize etmek istediğinde işte orada gerginlik alanları, temas alanları baş gösteriyor. O yüzden çıkarların maksimizasyonu yerine çıkarların optimizasyonu diye bir kavram diplomasi tarihinde veya diplomasi mesleğinde gündeme geldi. Yani nereye kadar ben gidebilirim. Ve o gittiğim noktada nereye kadar karşımdakini rahatsız etmem. Yani karşımdaki nereye kadar bana gelebilir ve o noktada beni 282 rahatsız etmez. Çıkarlarıma halel getirmez. İşte diplomasi burada o ince sanat olma vasfını kazanıyor. O optimaliteyi nasıl sağlıyorsunuz? Şimdi en kolay şey nedir? Benim haklarım şunlar, ben bunları istiyorum. Kaşınızdaki de kendi haklarının ne olduğunu söyleyecek, o da onları isteyecek. En kolay şey burada karşı karşıya gelmek ve bitmek bilmeyen sorunlarla uğraşmak veya bunların sorunları ile uğraşamayıp bunları savaşa götürmek. En zor iş optimaliteyi bulmak o matematik denkleminde. Hakkımı ne kadar, nereye kadar koruyabilirim? Neyi, nerede, ne kadar verebilirim ki karşılığında şunu alabilirim. Bir defa bunu diplomasi sanatının temel belirleyicilerinden olarak söyleyeyim. Vermeden almak yoktur diplomaside. Eğer vermeden almak gibi bir müzakereye oturuyorsanız veya böyle bir yaklaşımınız varsa o diplomasi değildir ve oradan zaten bir şey alamayacaksınız demektir. Diplomasi tarihi bir rakibin, başka bir rakibi kandırarak, amiyane tabirle, atlatarak veya ona yalan söyleyerek edindiği kazanımların karşılığında çok büyük felaketlerin olduğunu gösteriyor. İkinci Dünya Savaşı’nın çıkış nedeni budur. İkinci Dünya Savaşı’nda Hitler, İngiliz Başbakanı Chamberlain’i 1938’de, Münih’te, meşhur Münih Antlaşması’nda, zamanımızda barışı elde ettik dedirtecek kadar kandırmıştı. Ve inandı müttefikler Hitler’in o imzayı attığında hakikaten zamanımızda barışı temin ettiğine. Tam 8 ay içinde Hitler’in yalan söylediği, o masada kendilerini atlattığı ortaya çıktı. Zaten yapacak bir şey yoktu. Adam gitti yerleri işgal etti ve savaş başladı. Yani o kafayla vermeden alma gibi bir strateji ile girilmiş veya yalan söylenerek ulaşılmış neticeler diplomatik başarı değildir. Diplomatik netice değildir. Bu da bir unsur. Bir devletin hayatı bakımından diplomasinizin mutlaka kalıcı 283 sonuçlar ve başarılar üretmesi gerekmektedir. Kalıcı anlaşmalar gerekir, imzası kurumadan bozulan, yırtılıp atılan kağıtlar değil. İşte o optimalite meselesini getiriyor gündeme. Bunu biraz uzun tuttum. Çünkü bu bizim kamuoyumuzda çok fazla takdir edilen bir unsur değil. Bizim ulusal sorunlarımız var. Bizim, tarihten devraldığımız, vazgeçemeyeceğimiz, bizim yok farz edemeyeceğimiz ve aslında bizi bu yaşam alanında biraz da canlı ve diri tutan neticeleri birer adrenalin salgısı gibi canlı ve diri tutan sorunlarımız var. Mesela Kıbrıs sorunumuz var. Mesela Ege var. Mesela milli azınlıklar meselesi var veya yeni tabirle azınlıklar meselesi var veya Lozan’ın tayin ettiği bir sorunlar veya meseleler yumağı var. Yeni yeni eklenenler var buna. Doğrudan bizim milli meselemiz olmayan ama milli meselemiz kadar bizi ilgilendiren Karabağ var, Bosna var. Gene Batı Trakya var. Şimdi bunların yanısıra bizim yüzde yüz haklı olduğumuz bir Ermeni meselesi var. Şimdi Kerkük var. Bütün bunlarda biz yüzde yüz haklıyız. Zaten hiçbir millet yüzde 90 haklı olduğuna inanmaz böyle meselelerde. Eğer yüzde 90 haklı olduğuna inanırsa zaten o meseleyi savunmak mümkün değil. Biz bunların hepsinde yüzde yüz haklıyız. Bunda bir tereddüt yok. Ama burada yalnız yaşamıyoruz. Bu meselelerin ortaya çıkması iki tarafı ilgilendiriyor. Bir de karşı tarafı var meselelerin. Bazı yerlerde üç tarafı var. Dört tarafı var. Uluslararası alana mâl olmuş meseleler var, dünyanın, dünya sisteminin entegrasyonunu düşünürseniz. Şimdi bu haklılıklarınız, bunu önceki optimalite meselesini biraz açmak için söylüyorum, sizi galip hale getirmiyor. Haklısınız ama mağlüpsünüz bazı meselelerde. Haklı olup nasıl galip çıkacaksınız ve galip olmaya devam edeceksiniz konusuna çare, diplomaside yatıyor. En kolay şey diplomatları ve 284 diplomasiyi suçlamak. Haklarımızı yeterince müdafaa etmediler veya şu anlaşmadan dolayı şu oldu, bu anlaşmadan dolayı bu oldu gibi. Yorumun en kolayı. Mesela Lozan’ın açıklanmış telgraflarını, yani Ankara ile Lozan arasında, Atatürk ile İsmet Paşa arasında o uzun müzakereler boyunca birebir yapılan yazışmayı kitap haline getirdi Bilal Şimşir. Çok tavsiye ederim. Mutlaka okunması gereken, aslında milli bir kitap. Bunların okunması gerekiyor. Atatürk ne demiş, İsmet Paşa ne cevap vermiş, neler olmuş? Bir de yazılmamış telgrafları var. Onları da mesleğim icabı büyük bir şans olarak addediyorum. Onları görebilme imkanım oldu, hariciyenin arşivlerinde. Şimdi orada baktığınız zaman Lozan’da çıkan sonuçlar ne, Atatürk’ün tam istediği sonuçlar ne, karşı tarafın tam istediği sonuçlar ne? Yani ne karşı tarafa bıraksanız size Lozan’da bunları vermek isterler, ne Atatürk’e bıraksanız Lozan’da bu kadarını almak ister. Ama gelinen nokta bu ve Lozan 80 küsur senesi, 81. senesini yaşayan bir çözüm. İşte diplomasinin mükemmelliği burada. Atatürk İnönü diplomasisinin mükemmelliği burada. Her türlü tenkit söylenebilir. 12 Adalar şöyle alınamadı. Efendim Musul, Kerkük bırakıldı. Batı Trakya şöyle kaldı; şu oldu, bu oldu. Ama 81 yıldır Türkiye’yi bu sınırlar içinde, baştaki tarife dönüyorum, yaşam alanınız içerisinde güvenli, hür, bağımsız egemen kılan bir kalıcı kağıt ortaya çıktı. Bir kağıdın önemi de onun taraflarının veya taraf olmayanların o kağıda addettikleri önemdir yani onun varlığına, önemine, ağırlığına. Buradan bir unsuru daha söylemek istiyorum: dünya sahnesinde ülkelerin milletlerin yeri. Şimdi diplomasinizin bir şey ifade etmesi için ülkenizin bir şey ifade etmesi gerekiyor. Bir diplomasinin arkasında eğer güçlü bir ulusal ekonomi, ulusal devlet 285 organizasyonu, siyaset diyeyim, var da güçlü bir askeri formasyon, bir güvenlik gücü yoksa o diplomasi akademik bir diskurdan veya egzersizden öteye gidemez ve onun üreteceği hiçbir şey de kalıcı olamaz. Yani ülkeniz bir şey ifade edebilmeli ki diplomatlarınız ülkenizi savunabilsinler veya onun gücü ile menfaatlerini optimalize edebilsinler. Buraya çok dikkat etmek lazım. Dünyada kitabın yazdığının en azamisinde ciddi devlet, yani bunu da kimse yanlış anlamasın ama, ekonomisi ile, askeriyesi ile, diplomasisi ile, eğitimi ile, örgütlenmesi ile devlet organizasyonu dediğiniz zaten bir avuç ülke var. Belki dünyada 190 tane ülke var ama bir ulusal devlet, bir ülke örgütlenmesinde mükemmel denecek seviyeye ulaşmış bir avuç ülke var. Bunlardan bir tanesi Türkiye. Şimdi Türkiye’nin kendisini nasıl gördüğü, nasıl tarif ettiği, diplomasisinin karakteri bakımından son derece önemli. Türkiye Sovyetler Birliği yıkılana kadar 20 demokrasiden bir tanesi, Sovyetler Birliği yıkıldıktan sonra ortaya çıkan ve Balkanlar yıkıldıktan sonra ortaya çıkan ülkeleri de oraya katsanız gene elle tutulur 20-25 demokrasiden bir tanesi. İşte yenileri yavaş yavaş Avrupa Birliği’ne bizden önce girme durumuna geldiler ne yazık ki. Ama burası bir demokrasi; bir. İki, bunu tanımlayan bir emperyal geçmişi var. Bir imparatorluk var. Onun yüklediği tarih var. Onun yüklediği sorumlulukları var. Üç; Türkiye 50 yıldır Batı demokrasisi ile dayanışma içerisinde, kendisi gibi diğer demokrasiler ile bir güvenlik sisteminin mensubu. Yani NATO’nun mensubu, NATO üyesi. Bunun ortaya koyduğu çok ciddi, hukuksal, siyasal anlaşmalar var. Ve bu NATO üyesi olmaktan dolayı da sadece ve sadece kazanım sağlamış bir ülke. Soğuk savaştan galip çıkmışların yanında yer alan bir ülke. Şimdi dünyanın başka yerlerine 286 gittiğiniz zaman bir diplomat tecrübesi ile söylüyorum. Hatta Türkiye’nin biraz güneyine ve doğusuna geçtiğiniz zaman yani çok da ötelere gitmeye gerek yok, size nasıl baktıkları, sizin kendinize nasıl baktığınızdan da önemli. Oralarda siz, dünya düzenine şekil veren bir avuç ülkeden biri olarak gözüküyorsunuz. Neden? Bu vasıflarınızdan dolayı. Emperyal geçmişinizden dolayı. Tarihin içinde bir yeriniz var, bir derinliğiniz var. Bu çok önemli. Geçen gün Endonezya’nın en büyük gazetesinin genel yayın müdürü ile bir yemek yedim. Çok başarılı bir hanım. Harvard mezunu. Kendisine senin ekranında Türkiye nasıl gözüküyor, yani baktığın zaman nedir diye sordum. Türkiye dediğim zaman hiç sektirmeden Avrupalı bir ülke dedi. Yani bu işte dünyanın en büyük Müslüman nüfusunu barındıran, Endonezya’nın en büyük gazetesinin genel yayın müdürü. Bir Avrupalı ülke dedi. Yani öykünerek, saygı duyarak, hatta çekinerek. Bu, bunu bilmek, yani bir dünyanın gidişatını ve dünyanın siyasetini her zaman öyle olmasa bile belirleyen ülkelerin arasında görülmek, sizin ulusal gücünüzü başkaları nezninde arttıran ve dolayısıyla müzakere kabiliyetinizi arttıran bir unsur. Bunu unutmamak gerekiyor. Biz kendimizi daima küçültüyoruz veya biz kendimizi daima yerden yere vurmayı bir ulusal hobi haline getirmiş bir milletiz. En ufak bir gerilemede, golü yediğimizde moralimiz bozuluyor. Hep kendimizi birilerine ispat etme gayreti içindeyiz. Biz öyle değiliz, böyleyiz demek için. Ama bu gayreti çok fazla zorlamaya da gerek yok. Çünkü öylesiniz. Başkalarının sizi nasıl algıladığı sizin gücünüzle ilgili, çok önemli değil mesele. Siz, biz öyle değiliz gibi bir çabanın içine girdikçe kendinizi tanımlamamanız gereken alanlara ittikçe, mazlum rollerini oynamaya başladıkça sizi de öyle görmeye başlıyorlar. Yani 287 sizden zaafınızı fark ederek, bir yerine iki alabileceğini ümit ediyorsa adam, masadaki tavrı daha farklı olabiliyor. Bütün bu çerçeveyi çizdikten sonra peki Türkiye nasıl müzakere ediyor? Peki Türkiye neden haklarında her zaman karşılığını alamıyor? O inanca göre konuşuyorum. İşte orada, başkalarının sizinle nasıl müzakere ettiği meselesi gündeme geliyor. Şimdi bu tanımlamadan hareketle Nato üyesi batı demokrasisi, dünya ekonomik sisteminin ayrılmaz bir parçası. 190 ülke var, Türkiye’nin en kötü olduğu, tarihinin en büyük yıkımından sonra, yani 2001 krizinden sonra 2002 açısından söylüyorum, 19. büyük ekonomi. Yani Türkiye’deki yolsuzluklar, Türkiye’deki yapısal çarpıklar, Türkiye’deki gelir dağılımı adaletsizlikleri, Türkiye’deki kaynak israfı, Türkiye’de kamu sisteminin içinde olduğu hal, ekonomik kriz, icralar, iflaslar, fakirlikler, fukaralıklar bütün bunları yan yana koyuyorsunuz . Bir de yeni tabiri ile yönetim eksiklikleri, bütün bunları koyuyorsunuz, 2001 senesinde bunların üstüne dünyanın en büyük 19. ekonomisi. Bunu biz söylemiyoruz. Bu Avrupa Birliği’nin ve Dünya Bankası’nın tespiti. 1999 senesinde 16. büyük ekonomisi. 16’dan 19’a geriledik 2001 krizinde ama hâla ilk 20’nin içinde. 45 de olabilirdi, 112 de olabilirdi. Yani bir de ekonominizin o boyutlarda olduğunu düşünün, bu sorunlarınızla başa çıkacaktınız. Burada, ekonomik gücünüzün, yani yaşayabilirliğinizin ekonomik bakımdan ve refah üretme potansiyelinizin altını çizmek istiyorum. Bu dünyada diplomasinizin de siyasetinizin de güçlü olabilmesinin temel unsuru. 19. yüzyıl ve 20. yüzyıl dünyasında askeriye iken askeri gücünüz iken, giderek ekonomik gücünüz ve yaşayabilirliğiniz, refah üretme gücünüz 288 öne çıkmıştır. Bunu burada vurgulamak istiyorum. Şimdi 312 milyar dolar iç ve dış borç, bu rakamı veriyorum ama bu rakamın 350 küsurlara geldiği söyleniyor son 8 ayda. Benimki eski bir rakam. 350 küsur milyar iç ve dış borcu olan bir ülkenin, sağlıklı borçlanmıyorsa eğer ve bu borçlarını ödemek konusunda kendi dışında dünya konjönktürüne çok anbeje olmuş bir ülke ise, bu ülkenin dış siyasetinin risk içermemesi mümkün değildir. Böyle bir ülkenin dış siyasetinin bağımsız dış politika izlemesi mümkün değildir. 21. yüzyılda zaten kimsenin bağımsız dış politika izlemesi mümkün değildir. Amerika dahil. Şimdi bu noktayı da tespit ettikten sonra neden Türkiye’nin gücünü arttırmak için dostlara veya ortaklara ihtiyacı var? Bir defa bu dost, düşman konusunu açmak gerekiyor. Yani bir diplomat gözüyle. Dünyada ebedi dostluklar veya ebedi düşmanlıklar olduğuna inanmıyorum. Dünyanın şartları bunu zaten mümkün kılmıyor. Hani diyeceksiniz ki Pakistan mesela çok sevdiğimiz, hakikaten bizimle en ufak bir sorunu olmayan ve daima yakın olan bir ülke. Evet ebedi bir dost, kardeş ama bilemezsiniz. Yani Pakistan’da yarın herhangi bir rejimin ne yapacağı ne edeceğini. Veya bizdeki herhangi bir rejimin birdenbire ne yapacağını. Onun için ebedi dostluklar ve ebedi düşmanlıklar üzerine bina edilmiş bir diplomasi olmaz. O safilik olur, yanlış bir diplomasidir zaten. Ebedi hayranlıklar ve ebedi nefretler de olmaz. Her ikisi de bir aşağılık kompleksinin tezahürüdür. Yani bir yerlere ebedi hayranlık veya bir yerlerden ebedi nefret duymak da bir ülkenin aşağılık kompleksidir. Böyle de bir ülke olamaz. Türkiye akıllı bir ülke olabilir, bir imparatorluk varisi olarak. Dünya şartlarını takip eden, dünyanın değişen şartlarını değerlendiren, hesabını kitabını iyi yapan, açığa düşmeyen bir ülke olabilir. İşte 289 Abdülhamit diplomasisi ki, o İngiliz’e, dünyanın dört büyük diplomasi geleneği vardır dedirten olgudur. Sultan Abdülhamit diplomasisi aslında bizim diplomisi geleneğimizin mükemmelleşmiş şahikasına ulaşmış timsalidir. 33 sene tektonik anlamda değişen Avrupa coğrafyasında, Avrupa ve Orta doğu coğrafyası içinde, şartları iyi okuyup, onu iyi kullanıp, dostlukları ve düşmanlıkları ona göre ayarlayıp, menfaatini maksimize ve müdafaa etmiş ve yıkıma doğru giden süreyi iyice uzatmış. O arada kendi ulusal ekonomisini kurmak veya kurumlarını kurmak bakımdan da adımlar atmış, o ayrı. Türkiye bunu yapabilir, dostluklarını ve düşmanlıklarını akıl süzgecinden geçirerek olgunlaştırır ve bu dostluklarının ve düşmanlıklarının kalıcı olmadığını da iyi hesap ederek oluşturur. Çünkü eğer bunu kafanızdan atarsanız, o zaman çocukcasına hayal kırıklıkları veya çocukcasına sevinçler de ortadan kalkar. Yani hani bir diplomatik seferden döndükten sonra, işte kazandık veya bütün dünya bizi seviyor gibi bir efora veya kimse bizi sevmiyor, lanet olsun gibi bir nefrete ihtiyaç olmaz. Ciddi devletler bu iki hissiyatın içinde bir pandülün savrulması gibi gidip gelemezler. Orta yolu daima bulmak zorundalar. O yüzden ulusal gücünüzü, ulusal menfaatlerinizi en iyi şekilde müdafaa edebilmek için arttırmak zorundasınız. Arttırabileceğiniz yerin sahaları da bellidir. Yani uzanabileceğiniz sınırlar bellidir o gücünüzü arttırırken. Mutlaka gücünüze güç katmak zorundasınız. Çünkü uluslararası sistemin bir parçasısınız. Uluslararası sistemin belirleyici parçalarından birisiniz. Size rağmen kolay kolay iş olmaz. Avrupa’da veya dünya siyaset sahnesinde böyle alışmıştır Türk diplomasisi. Mutlaka bir yerinden bir kağıda, bir belgeye, bir uluslararası anlaşmaya veya antlaşmaya 290 müdahildir. Onu müzakere eden en önemli ülkelerden bir tanesidir. Silahsızlanma konferansı diye bir konferans var. Türkiye’de silahsızlanma ve silahlanma ile ilgili bir mesele yoktur ama onun önemli bir üyesidir. Silahsızlanma belgelerinin oluşumunda bile Türkiye mutlaka o müzakere masasında vardır. Yakın tarihimizde Bosna krizinin, Bosna faciasının veya Kosova faciasının aşılmasında uluslararası koalisyonun oluşmasında ve harekete geçmesinde belirleyici rol oynamıştır. İşte Irak’ın meselesi ortadadır. Hemen burada bir vurgu yapayım. Bağdat’taki hiçbir rejim veya Şam’daki hiçbir rejim Türkiye tarafından tanınmadığı takdirde meşruiyet kazanması mümkün değildir. Yani Ankara ile arası iyi olmayan bir Ortadoğu rejiminin meşru olması, kendi halkının gözünde dahi mümkün değildir. Onun için onlar Ankara’ya bizim onlara baktığımızdan veya bizim kendimize baktığımızdan, bizim İstanbul’dan oturup Ankara’ya baktığımızdan çok daha farklı şekilde bakarlar. Bunu kafamıza koymak lazım. Şimdi burada gücümüzü arttıracaksınız. Yani çok fazla gücünüzü arttıracaksınız. Birilerine ihtiyacınız var. Deminki öncelikleri alt alta koyduğunuz vakit öncelikli önemli ülkeler sıralamanız bellidir. Nefret edin, sevmeyin, sevin. İşte bir Amerika Birleşik Devletleri diye bir olgu var dünyada. Nefret edin, sevin sevmeyin, işte Rusya Federasyonu diye bir olgu var. Yakında Çin diye bir mesele geliyor dünyanın gündemine veya çok karmaşık duygular içinde olduğumuz İngiltere var, Fransa var. Bunlar sizin mutlaka dostluğunuzun veya ilişkilerinizin düzgün gitmesi gereken ülkeler. Çünkü neticede dünya sisteminin belirlenmesindeki beş vetolu Birleşmiş Milletler sistemi durduğu yerde bunların hepsinin bir gücü var. Bunlar sizin meseleleriniz üzerinde mutlaka bir söz sahibi olabilen, menfi 291 veya müspet anlamda etki edebilen, olumlu veya olumsuz anlamda ülkeler. Bu noktada seminerimizin başlığında yer alan lobiler meselesine çok fazla vakit kaybetmeden gelmek istiyorum. Bu noktada lobiler denen ve uluslararası siyasetin artık bir parçası haline gelmiş bu yeni olguyu çok ciddi incelemek gerekiyor. Bu ülkelerle dostluğa ihtiyacınız var mı? Var. Bu ülkeleri yanınıza alma ihtiyacınız var mı? Var. Bunlar üzerinden menfaatlerinizi korumak ve güçlü tutmak ihtiyacınız var mı? Var. O zaman bunları iyi analiz etmek durumundayız. Son 521 yılda, 19 büyük savaş yaptık ve Balkanlar’daki ve Kafkaslar’daki kaderimiz ve imparatorluğun kaderi, o savaşların neticesinde belli oldu. Rusya ile ilgili Türkiye’de bir Rusya enstitüsü yok. Bir Rusya akademisi yok. Bir Rusya üzerine, bir think tank yok. Böyle bir şey olabilir mi? Moskova’ya gittiğiniz zaman Türkoloji üzerine, Türkiye üzerine, Türkiye tarihi üzerine, onlarca yüzlerce insan buluyorsunuz bir kurumda, bir akademide veya bir üniversitede veya bir think tankte, şu anda harıl harıl çalışan, her şeyi analiz eden. Sadece bugünün meselesi değil, bu yıllardır böyle. 50 yıldır kaprisli bir aşk yaşadığınız ve hayatiyetinizi direk ilgilendiren, sadece sizin değil bütün dünyanın, Amerika ile ilgili burada bir enstitü yok. Yani buradan girmek istiyorum lobilere. Amerika nasıl karar veriyor veya bu Fransa nasıl karar veriyor? Ülkeler nasıl karar veriyorlar? Bu ülkelerin kararlarına hangi unsurlar doğrudan veya dolaylı etkide bulunuyorlar? Bunları inkar etmek, bunlara kızmak, lanet etmek, sövmek mümkün. Ama bunlar neticede bir karar üretiyorlar, Türk kültürüne yeni eklenmiş bir tabirle, sizin kimyanız bozuluyor. Alabora oluyorsunuz, savruluyorsunuz. Şimdi bakın Ermeni meselesine. İşte Ermeni soykırımının Türkiye’ye kabul 292 ettirilmesi veya ettirilmemesi meselesi. Bu mesele ile ilgili bugün bir sürü ülke bir sürü şey yapıyor ama Fransa gibi, Amerika gibi, İngiltere gibi, Almanya gibi, Rusya gibi ülkelerin parlamentolarının bu konuda bir karar kabul etmesi sizin menfaatinize doğrudan zarar veriyor mu vermiyor mu? Hadi vermiyor, benim umurumda değil, bundan hiç etkilenmiyorum diyorsanız zaten bu meselelere enerji harcamanıza gerek yok. Zaten öyle bir olay yoktur. Zaten o zaman da öyle bir ihtiyacın içine girmezler oradaki lobiler veya oradaki toplumlar. Ama eğer Fransa, bugünkü gündemdedir, böyle bir kararı bir daha alacak olursa, ki bundan iki üç sene önce aldı, başlıyorsunuz, sefirinizi çekiyorsunuz. Onlar sefirlerini geri çekiyorlar. Siz onlara verdiğiniz bazı ekonomik veya ticari imtiyazları donduruyorsunuz, askıya alıyorsunuz veya iptal ediyorsunuz. Müthiş bir enerji sarf etmeye başlıyorsunuz ve neticede bir bakıyorsunuz mesela Kıbrıs’la ilgili güvenlik konseyi oylamasında gene gidiyorsunuz Fransa’nın önüne. Ne olur şunu veto et veya kabul et veya etme gibi onunla münasebet içinde olmak zorunda kalıyorsunuz. Yani hani ben seni tanımıyorum, ben de seni tanımıyorum deyip Karadenizli’nin dediği gibi kurtulup gidemiyorsun. Bundan daha vahimi dünya siyasetini belirleyen Amerika’nın kongresi. Bakın demiyorum ki buna mutlaka bir aydınlık getirmek lazım, bir ışık tutmak lazım. Amerika’yı sadece yönetimi idare etmiyor, kuvvetler ayrılığı ilkesinin mükemmeliyete ulaşmış yeridir. Amerikan anayasasına göre, kuvvetler ayrılığına göre Amerikan kongresi hem bütçe yapma yetkisine sahiptir hem de yasa yapma yetkisine sahiptir. Yönetime rağmen yasa yapabilme imkanına, kabiliyetine sahiptir. Amerikan kongresi eğer bugüne kadar yapmadığını, bugün yapma imkanı bulursa o lobilerin etkisi ile, 293 ve o kararı geçirirse önümüzdeki 3, 5, 8 ay içinde mutlaka Amerika ile tamiri uzun yıllar zor olacak, mümkün olmayacak demeyeyim ama zor olacak bir itişip kakışmanın içine gireceğiz. Girmediğiniz takdirde sizin en önemli lobiniz sizi rahatsız edecek. Kendi kamuoyunuz bir defa, her ülkenin kamuoyu kendi lobisidir. İşte o lobi dediğimiz olaydır. İstikrar, istikrar yanlış bir kelime, sevmediğim de bir kelime, çünkü çok relative bir kelime, istikrar fobisi ve istikrar köktenciliği var bana göre. İstikrar adına her türlü suskunluğun kabul edilebildiği bir demokrasi olamaz. Çünkü istikrar nedir? Kendine güvenen hükümetler ve liderlik vasfı olan siyasiler en önemli lobiyi yani kendi kamuoylarını, doğru olan yönde etkileyebilirler. Yönlendirebilirler. Görevleri odur. Çünkü bir ülkeyi yönetenlerin elindeki bilgiye herkes sahip değildir. Bir ülkeyi yönetenlerin, bir devlet örgütünün, bu sadece siyasiler değil, askeriyesi ile hariciyesi ile üniversitesi ile ben sayıyorum çünkü bilgi buradan geliyor, onların ellerindeki, onların karşılarındaki tehdit algılaması veya bir ülkeye yönelen tehlikeler bizim sokakta, kahve sohbetinin ötesinde edindiğimiz şeyler olmayabilir ve çoğu da öyledir. De Gaulle’ün büyük bir lafı var. Büyük devletler siyasetlerini sokakta yapmazlar diyor. Yapmazlar. Bakın eğer öyle olsaydı 1977 ile 1982 arasında bütün Avrupa başkentlerinde Paris, Londra, Berlin, Madrid, Roma her yerde, o zamanın başkentlerinde, zamanın sol muhalefeti, Avrupa sol muhalefeti, Sovyetler Birliği’nin de büyük desteği ile milyonları sokaklara döktü, milyonları. Orta menzilli Amerikan füzeleri veya NATO füzeleri bu topraklara yerleştirilmesin diye. Çünkü öyle bir konu çıktı Sovyetler Birliği yeni bir nesil füzeyi yaklaştırınca Avrupa’ya, Amerika kendi füzelerini Avrupa sahasına, buna müdahale etmek için koymak 294 ihtiyacı hissetti. NATO çerçevesinde milyonlar sokağa çıktı. Eğer o milyonların dediği olup da o füzeler Avrupa’ya yerleştirilmeseydi Sovyetler Birliği yıkılmazdı. O füzeler oraya yerleştirildi, bir tanesi bile kullanılmadı. Caydırıcılık unsuru geldi ve Sovyetler öyle bir teknoloji ile mücadele edemedikleri için parasal anlamda da gerilediler. Yıkılmanın başlangıcı oradaki gerilemedir aslında. Şimdi bakın sokağa, sokak önemli değil, kamuoylarınız önemli değil. Ama kamuoylarınız daima doğru mu düşünüyor, doğru mu hissediyor? Kamuoylarınızın önüne bir ilave bilgi koyduğunuzda bir ilave done koyduğunuzda acaba o kamuoyu öyle düşünmeye devam edecek mi? Yani size 15 sene 30 bin ölüme mal olmuş tarihin en kanlı savaşlarından birini yaşatmış olan bir Suriye, bir günde sizin dostunuz, ahbabınız, akrabanız falan mı haline geldi? Bugün bağımsız, egemen ülkeyi 20 yıldır işgal eden ve orayı yağmalayan -yani Lübnan’ı-, bir Suriye burada konuştuğumuz. Suriye halkının kaderi değil, Lübnan halkının kaderi mesela. Şimdi bir siyasi iktidar eğer kamuoyu ona ne derse yapacaksa o siyasi iktidara ihtiyaç yok. O lidere ihtiyaç yok. O zaman sadece kamuoyu yoklamaları ile bir ülkeyi idare edebilirsiniz. Kamuoyu yoklamalarının ortalamasını alırsınız ve dersiniz ki kamuoyu bunu diyor. Seçime de ihtiyacınız yok o mantıkla o zaman. Çünkü her gün önümüze bir kamuoyu yoklaması konuyor. Seçim sandığına ne ihtiyaç var? Bir siyasi iktidar ve bir lider, halkına çıkıp acı lokmayı da acı ilacı da içirebilme imkanına sahip olmalı. Benim anladığım liderlik tanımı terazinin bir kesesinde 100, bir kefesinde sıfır varken 100’ü seçmek değil. Yüzü herkes seçiyor. Bir kefesinde 50 bir kefesinde 50 varken bu iki ellinin arasında neden bunun seçilmesi gerektiğini, eğer onu seçip anlatabiliyorsanız lider 295 olursunuz veya bir kefesinde 51 bir kefesinde 49 varken 49’u seçmenin neden ülkenizin menfaatlerine olduğunu anlatabiliyorsanız, lider olursunuz. Kenedy, Küba, füze krizi sırasında eğer kendisine sunulan önerileri dinleseydi savaş ilan etmesi gerekirdi. Nükleer füzeleri kaldırması gerekiyordu Sovyetlere karşı ama yapmadı, gitti anlaştı. Popüler olmayanı seçti. Birçok kimse onu taviz gibi gördü. İşte kendi füzelerini bir yerlerden sökmek zorunda kaldı, burası da dahil olmak üzere. Şimdi bu yüzden muhataplarınız, etkilemek zorunda olduklarınız, sizin üzerinizde etkileri olanlar nasıl karar veriyorlar, bunu çok iyi incelemek durumundasınız. Lobilerin önemi burada meydana geliyor. Amerika’yı alalım. Amerikan iç siyasetinin dünya umrunda değildir. Amerikan iç siyasetçisinin birçoğu dünyanın nerede olduğunu bilmezler. Ama dünya üzerinde verdikleri kararlarla rol oynarlar. Amerikan iç siyasetinde lobiler yoğunlukta ve siz sadece Ermeni lobisi, Rum lobisi diye bir şey duydunuz ama yarın bizim nüfusumuz etkin bir seviyeye ulaşır, daha doğrusu Türk kökenli insanların Amerika’da seviyesi, oy verebilme imkanına sahip olan vatandaş anlamında, etkin bir seviyeye ulaşır ve bunlarda bir iki kritik eyalette yoğunlaşırlarsa, bütün Türk lobisi olacak. Onlardan bir başkaları şikayet edecek. Mesela bugün bizim dikkat etmediğimiz, çok önemli bir Polonya lobisi var. En az dört beş eyalette başkanlık, kongre seçiminde doğrudan etkili Polonya kökenli. İşte meşhur The Hunter filminin cereyan ettiği Pensilvanya’da bir Polonyalı. Bir Polonya kolonisinin, Polonya kökenli Amerikalılar’ın hikayesidir o. Şikago’nun yarısı Polonyalıdır. Katolik İrlandalıların lobisi, bir başkası Hint lobisidir. Hindistan kökenli Amerikalılar’ın, özellikle Kaliforniya eyaletinde, Silikon Vadisi ve Hollywood’a olan hakimiyetleri ile, 296 yeni yeni hakimiyetleri ortaya çıkmaktadır. Tabiki bu bir Musevi lobisidir. Müthiş kuvvetli bir Musevi lobisidir. Çok güçlü bir şekilde Amerikan iç siyasetine ağırlığını koymuş olan bir siyah Amerikalılar, Afrika kökenli Amerikalılar lobisi vardır. Şimdi bunlar bu ülkenin iç siyasetini, özellikle finansman yoluyla etkiliyorlar. Bunların içinde Ermeniler’in Ermeni kökenli Amerikalılar’ın yoğunlaştığı iki büyük eyalet, iki önemli eyalet Massachusetts, Boston ve civarı ve California artı New York, Chicago gibi yerlerde de önemli etkileri var. Bazen düşünün ki 528 oyla bir Amerikan başkanı bir yerden bir yere gitti. Seçim 2000’de, hatırlarsanız, 528 oy bir Florida’da dünyanın kaderini değiştirdi. Düşünün bakalım Bush başkan olmasaydı bugün neler olurdu? Bunlar olur muydu, olmaz mıydı? Bana göre olmazdı, böyle olmazdı. 528 tane oy, o zaman 300 bin Ermeni Kaliforniya’da oy veren, veya 200 bin Ermeni oy veren, veya 200 bin Rum New York’ta oy veren, bunlar çok önemli bir hale geliyor. Biz peki ne yapabiliriz de bu lobileri etkileyebiliriz? Bunları doğrudan etkileyemezsiniz. Çünkü bunların meselesi ile sizin meselesiniz çakışıyor ama siz başka lobiler üzerinden Amerikan siyasetini etkileyebilirsiniz. Sadece yönetilmek ve konuşmak bir sonuç vermiyor. Yönetim size sonuçta diyor ki ben ne yapayım. Kongre böyle karar veriyor. Git diyor, şu Kaliforniya’nın şu bölgesindeki şu kongre üyesine veya şu senatörü etkile diyor. Tabi medya kendisi biliyor. Medyayı kontrol edebilen lobiler var. Medyaya etki eden lobiler var. Fransa keza aynı hikayede. Fransa’nın içinde, Fransa’nın kararlarının nasıl verildiği çok daha kompleks bir hikaye çünkü, Avrupa’yı Amerika’dan ayıran birtakım özellik var. Yani ikisi de Batı, bir sürü Batı var. Biz bir Batı diye bir çuvalın içine her şeyi koyup o çuvalı tekmelemeyi de tercih ediyoruz ama bir 297 Avrupa Batısı var. Bir Amerika Batısı var. Avrupa Batısı, emperyaller, geçmişlerin verdiği bir historisizme sahiptir. Tarihselcilik yaparlar. Mutlaka bugünün meselesini konuşurken arşivlerinden o meselenin kökenini kendilerince oluşturan bir dosyayı çekip 300 yıl önceye gidebilirler. Ve ona göre karar da alırlar, ona göre etkileyebilirler de. Ama Amerika bir ulus devlet olmadığı için -bu arada Avrupalılar’ın hepsinin birer ulus devlet olduğunu unutmayalım- böyle bir saplantıya, tarihselcilik gibi bir saplantıya kapılmamıştır. Amerika her gün menfaatini dünyanın şartlarına bakarak yeniden tanımlayabilme imkanına sahip belki yegane ülkedir. Yarın İran’la ne yapacaklarını kestirmek hiçbir şekilde mümkün değildir. İran’ın en yakın dostu olabilirler. İşte Vietnam, bugün Vietnam’ın en önemli ticaret ortağı Amerika’dır ve diplomatik ilişkileri, siyasi ilişkileri de çok süratli ilerlemektedir. Bu bir ülkenin de avantajıdır. Bunda yapacak bir şey yok. Yani kızacak birşey yok. İşte demin söylediğim gibi diplomaside, yani uluslararası siyasette ebedi dostluklar yoktur. Ebedi düşmanlıklar yoktur. Ebedi nefretler yoktur. Ebedi hayranlıklar da olmamalıdır. Gerçekçilik olmalıdır. İsmet Paşa’nın zamanında söylediği gibi. kendisine Kıbrıs olayları meydana geldiğinde “Paşam çizmeyi giyecek misin?” diyenlere, “Çizmem yok, aklım var.” demiştir. Çizmem yok aklım var. • Sayın Bayar, 17 Aralık’ta ne oldu? (BAYAR) 17 Aralık’ta şu oldu. Eğer 17 Aralık gününü alırsanız, ne olduğunu biliyoruz. Eğer o günü tartışacaksanız 17 Aralık’a gelmeden evvelki bir yılı, iki yılı, üç yılı, dört yılı belki de 40 yılı tartışacak olursanız başka bir yorumlamada 298 bulunabilirsiniz. Bana göre 17 Aralık’ta ne bekleyeceğini, ne beklemesi gerektiğini iyi hesap edemeyen siyasi iktidar hüsrana uğradı. Yani 17 Aralık’ın önemini bir defa vurgulayayım. Türkiye tarih attı, bu küçümsenecek bir şey değil. Küçültebilirsiniz, inkar edebilirsiniz efendim. Tarih almadı ama tarih için tarih aldı diyebilirsiniz. Şunu diyebilirsiniz, bunu diyebilirsiniz, ama 40 yıl devlet olarak, siyaset kurumu olarak, Cumhuriyet olarak, insanlarınızı bunun bir hayal olmadığına ikna etmişsiniz. Peşine bütün bir ülkeyi takmışsınız. Nüfusunun yüzde 99 nokta bilmem şu kadarı Müslüman olan bir ülkede kimisinin Hristiyan dünyası, kimisinin batı kulübü falan diye gördüğü bir projenin peşine takılmışsınız 40 yıl ve 40 yılın sonunda da geri dönülmez bir noktaya getirmişsiniz. Bu aslında siyaset kurumunun, modernleşmenin demokrasi fikrinin bir başarısı. Çünkü bunun olmayacağını, olamayacağını iddia ederek siyaset yapanlar var Türkiye’de. Diyeceksiniz ki neyi aldık? 10 yıl sonra ne olacağını biliyor muyuz? Bunlar aşama aşama, biz buraya aşamalarla geleceğimizi biliyorduk. O zaman 40 yıllık süreci niye yaşadık? Şu da var: 40 yıl sonra, bu ülkeyi geçmişte idare etmiş veya bugün idare edenler 40 yıl sonra gelip de bu projeyi küçümsemeye, küçültmeye, inkar etmeye başlarlarsa, kendileri -ben buna sadece siyasiler olarak bakmıyorum kurumlar olarak da bakıyorum- askeriyesi ile diplomasisi ile her türlü kurumu ile gelip de, zaten canım bu şöyleydi, böyleydi, bunlar bize bunu yapmak istiyorlar demeye başlarlarsa; o zaman işte sizin en büyük lobiniz size şunu sormaya başlar: Peki biz sizi akıllı sandık. Size bu desteği verdik. Siz bizi peşinize taktınız. Demek ki siz yaptığınız işi bilmiyordunuz. Demokratik laik Cumhuriyet’in önemli ve 299 yaşamsal bir sorunu bu, bir hayalin peşinden bir ülkeyi takan bir rejim. Başkalarının arayıp da bulamayacağı bir imkanı da vermiş olursunuz. Onun için önce şunu tespit edeyim:17 Aralık çok önemli bir kazanımdır. Türkiye’nin kazanımıdır. Hasbel kader de bunun iki yılına bu hükümet ortak olmuştur. 59’da ilk imzayı atan merhum Menderes ve Zorlu’nun imzalarıyla başlayan bir süreçtir bu. Demokrat Parti’den bu yana gelmiş tüm hükümetlerin bunda hatası ve sevabı ile bir payı vardır. Önemlidir bu, ama 17 Aralık özeline alırsanız, bu hükümet özellikle 17 Aralık’a giderken son bir iki senede bu halkın, bu kamuoyunun 17 Aralık’tan ne beklemesi gerektiğini doğru düzgün anlatamamıştır Türkiye’ye. Bu yönde bir çabası da olmamıştır. Yapılan temas, müzakere, konuşma hepsi kapalı kapılar ardındadır. Kamuoyu diplomasisinin en az kullanıldığı dönemlerden bir tanesidir bu dönem. Hem bir diplomat olarak, hem de bir siyasetçi olarak söylüyorum. En az kamuoyu diplomasisinin kullanıldığı dönemdir. Aksine, aksi yöndeki şartlandırmaların veya yönlendirmelerin de bu kadar ayyuka çıktığı bir dönemdir. Yani bu projenin sahipleri veya bu projeyi bugün müzakere etme konumunda olan siyasi iktidar kamuoyunu hazırlamamıştır. Onun için 17 Aralık’ta hüsran olmuştur ki bu hüsranın birtakım dışa vurumlarını bugün yaşıyoruz. Bir şey daha söyleyeyim. Bu hükümetin gerçek dış politika denen şeyi 18 Aralık sabahı başlamıştır aslında. Çünkü 17 Aralık’a kadar, takribi 10 Aralık 1999 Helsinki’sinde belirlenmiş bir Avrupa Birliği süreci, belli bir takvimdi. İsteseniz de o takvimin dışına çıkamazdınız. O takvim gelmiştir. 17 Aralık’ta doğal sürecini, süresini tamamlamıştır. İkinci takvimde hepimizin bildiği gibi bir IMF programıdır, onun da takvimi bellidir. Onu da devralmışlardır bir önceki hükümetten. 300 Onun da doğal süresi geldi 15 Aralık’ta. O gün orada malum meşhur karar, IMF’nin, IMF Yönetim Kurulu’nun ilan ettiği, ama bir türlü imzalamadığı meşhur karar, 10 milyar dolar daha verip programı uzatma kararı, bu iki takvim 18 Aralık günü itibari ile bitmiştir. Şimdi bu hükümetin ve Türkiye’de siyaset ve devlet kurumunun hem Avrupa Birliği ile hem Amerika Birleşik Devletleri ile Ortadoğu krizi bağlamında, yani bütün Irak ve Ortadoğu krizi bağlamında hem de IMF ile -eğer gerekiyorsa, onlar daha iyi biliyor ekonominin iç dengelerinin ne olduğunuyani hükümet anlamında, bu üçü ile yeni bir ilişkiler manzumesi oluşturması, bir yol haritasına gitmesi gerekmektedir. Bocalama oradan geliyor. Dış siyasetleri yok çünkü bu konuda ne yapacaklarını bilemiyorlar. Bugüne kadar kolaydı. Belirlenmiş, önü arkası belli, beklentilerinin ne olduğu belli iki takvimi getirdiler. Irak meselesinde doğru dürüst getiremediler. Orada da savruldular. Ama şimdi, 17 Aralık’a hazırlamadıkları için hem kendileri hem kamuoyu, hayal kırıklıkları içindeler. Şimdi bakın 6 Ekim raporu var. 6 Ekim 2004 tarihli, 17 Aralık kararına zemin teşkil eden meşhur malum rapor. O rapora giren bir çok ifade, Türk kamuoyuna böyle soğuk duş gibi geldi. İşte azınlıklar meselesi, Kürtler’in, Aleviler’in azınlık olarak gösterilmesi ve o çevrede karman çorman birtakım ifadeler. Hatay’ı bile hatırlatacak bir Suriye paragrafı. Bölgedeki suların, işte var ya malum laf, bölgedeki suların uluslararası yönetimi gibi tercümesi de, kendisi de muğlak bir ifade. Ve soykırım lafı kullanılmadan, aslında Türkiye’nin ulusal tezini de çok hatırlatan, hatırlatacak şekilde olan bir Ermeni meselesinin o 6 Ekim raporuna girmesi... Şimdi bunlar 6-7 Ekim sabahı uyandığımızda karşılaştıklarımız. Dedim ya, kimse bize bunu böyle anlatmadı. 301 Avrupa Birliği bu değildi. Hani Avrupa Birliği’ne girecektik. Hepimiz ortak bir devlet üstü, uluslar üstü, güçlü, dünyanın en güçlü kurumunun veya oluşumun içinde eşit güç olacaktık. Zengin olacaktık, bizim de gelirimiz onlar gibi olacaktı. Serbest dolaşacaktık. Bir de o var tabi serbest dolaşım falan yok. Bunlar olacaktı ama bütün bunlar olmadı. Bir de Kıbrıs’la beraber onu da eklersek başka bir şey oldu. Şok oldu kamuoyu. Niye şok oldu? Çünkü kimse bunların beklenmesi gerektiğini veya bunların olabileceğini onlara anlatmadı. Artı başka bir şey daha söyleyeyim. 6 Ekim raporunun, kimsenin bundan alınmasını istemiyorum, bunların dış işleri filan varsa alınsınlar, ama 6 Ekim raporuna giden sürede o raporun iyi müzakere edildiğini falan zannetmiyorum. Bu iş böyle olmuyor. Yani birisi oturuyor, bir rapor tutuyor orada, kendi kendine birtakım şeyler yazıyor ve birden bire bir sabah o rapor ilan ediliyor ve siz o raporu ilk defa görüyorsunuz diye bir durum yok. Çünkü hatırlarsanız 6 Ekim raporunun, haftalar önceden, bu unsurları gazetelerde yer aldı. Özellikle bu Alevi, Kürt unsurları. Haftalar önce, bir yerlerden, bu öyledir, uluslararası organizasyonlar bazen de böyle çalışır diye. Bir yerlerden bir yere tepkileri ölçmek için sızdırırlar, gelecek resmi tepkiye bakarlar. 6 Ekim raporuna tepki önceden verilmeliydi. Yazım sırasında ne yapılıp yapıp, diplomasi, siyasi baskı veya diğer her türlü şahsi dostum, arkadaşım, kardeşim ilişkileri kullanılır. 6 Ekim raporunun mutlaka Türk kamuoyunu rahatsız etmeyecek veya bundan sonrası açısından mayınlı olabilecek konuları içermeyecek bir şekilde yazımına etkide bulunulabilir veya 6 Ekim raporuna daha 7 Ekim sabahı tepki verilebilirdi. Ben başka bir şey daha söyleyeyim. Türkiye 2000 senesinde yani Helsinki’de belirlenen takvim çerçevesinde, 1999 10 302 Aralık’ından sonra, 2000 senesinde ve 2003 senesinde iki tane katılım ortaklığı belgesi imzaladı. Birinci katılım ortaklığı belgesinin, yani 57. hükümet zamanında 2000 senesinde imzalanan katılım ortaklığı belgesinin müzakere unsurları ve müzakeresi, şimdi hafızalar çok eskiye gitmediği için hatırlanmıyor, kamuoyuna mal olmuştu. Benim söyleyeceğim o katılım ortaklığı belgesinin müzakeresi, müzakere unsurları, o katılım ortaklığı belgesindeki çekişme -2000 senesinden bahsediyorumkamuoyuna yansımıştı. Bilinerek de yansıtılmıştı, zamanın Başbakan’ı sayın Ecevit ve zamanın Dışişleri Bakanı sayın Cem’in siyasetçi kişiliklerinin de bir gereği olarak. Zaten bir siyasetçi bütün yükü, bütün sorumluluğu, bütün günahı, yanlışı üstüne almak isteyebilir mi? Olabildiği kadar bunu paylaşacaktır, olabildiği kadar kendi kamuoyunu arkasına almak isteyecektir. Diplomasinin bir gücü de demin burada bahsettiğim gibi arkanızdaki kamuoyudur. Dönüp de muhataplarınız, ben ne yapayım, tamam aklım yatıyor ama bak şu kamuoyuna, diyebilme imkanına da sahip olabilmelidir. Eğer o da gerekiyorsa o yönde yönlendirmelidir. İşte deminden beri bahsettiğim liderlik meselesi, siyasetçi meselesi bu. 2000 yılındaki katılım ortaklığı belgesinde bu unsurlar yok. 2000 yılı katılım ortaklığı belgesine zemin teşkil eden aynı türden komisyon raporunda da bu unsurlar yok. İstemedikleri için mi yok? Onlar yine onları oraya koydular. Ama onlarla gidildi kapıların arkasında cana can, dişe diş mücadele edildi. Yazımlar değiştirildi, esnekleştirildi, İstenen konu çıkartıldı, yapılabilen yapıldı. Sonra gelindi, yapılamayan noktada kamuoyuna bu mal edildi. Mesela Kıbrıs’la ilgili 2000 yılındaki katılım ortaklığı belgesinde -yani çok detaya giriyor ama zaten şeytan ayrıntıda gizlidir, diplomasi de odur- 303 Kıbrıs’la ilgili paragrafta teşvik eder gibi bir cümle vardır. 2003’tekinde direk talep eder, talep edildiğini vurgulayan bir cümle vardır. Önemlidir, adam talep etmeyi yazarsa talep ettirir, onu yazdırır. Sen muvaffak olursan başka türlü yazdırırsın ama şunu söylemek istiyorum. 17 Aralık’a tekabül eden dönemde bunların ne kadarından Türk kamuoyu haberdardır, bunların bu raporda olacağından veya kararın bu kadar çetrefil bir süreçte çıkacağından? 17 Aralık gecesi, şimdi okuduğumuzda bakın bunu tekrar ediyorum, Cumhuriyet Devleti’nin bir başarısıdır. 40 yılın bir başarısıdır. Bunu küçümsemeye de kimsenin hakkı yoktur, o ayrı, ama sanki öyle olmuştur ki sayın Başbakan’ımız veya onunla beraber oraya gidenler çocukçasına da bir hayal kırıklığı içerisinde, bunu da gayet açığa da vurarak serzenişte bulunmuşlardır. Beklemeleri gerekiyordu. • Dışişleri Bakanlığı’nın veya devletin diğer birimlerinin dış politika ile ilgili eleman alımında izlediği politika nedir? Yani aldıkları elemanın eğitimini göz önünde bulunduruyorlar mı yoksa başka özellikler de arıyorlar mı? (BAYAR) Valla beni aldıklarına pişman oldular herhalde, şu kadarını söyleyeyim, işte dedikodu, tevatür, söylenti, cahillikten, cehaletten falan söylenen laflar, bana göre Türkiye’de bu konuda kabul edilebilecek hatalar budur. İnsan kaynakları değerlendirmesi çok hataya açık bir konudur ama bu konuda en düzgün çalışan kurumdur. Bu kadar iddialı söyleyebilirim. Tabi üniversitenizi veya üniversiteleri bunun içine almıyorum çünkü o hiç bilmediğim bir konu, son derece cahilim bu konuda. Ama bildiğim kadarı ile üniversiteler, 304 özellikle son yıllarda, çok düzgün, özellikle genç akademisyenleri değerlendirme konusunda önemli mesafeler aldılar. Ama ben bildiğim kadarını söylüyorum. Kamuoyunda bu işi en düzgün yapandır. Hiç öyle efendim şu okuldan gelirseniz, önceliğiniz vardır, orda ahbap çavuş, ağabey kardeş ilişkisi vardır veya şu vardır bu vardır, yani dediğim gibi kabul edilebilir hataların dışında bu böyledir. Kavun değil ki koklayasınız. Herkesi de bir imtihanla alamıyorsunuz. En düzgün işleyen kurumdur. Bilgi olarak soruyorsanız, bilgi olarak soruyorsunuz, işte bellidir. İlan ederler, o ilanın içerisinde hangi meslek kökenlerinden veya fakültelerinden alacaklarını söylerler. Son yıllarda buna işletme falan da dahil edildi yanılmıyorsam. Yine belli birtakım asgari olmazsa olmaz şartları vardır. Mesela bir lisanı en azından mükemmel derecede konuşup yazma meselesi, o ölçü dış işlerin kendine ait uzun yıllar içinde oluşmuş bir ölçüsü vardır. Yazılı imtihanı vardır. Sözlü imtihanı vardır. Bana göre, bundan daha önemlisi uzun yıllar bu çok ihmale de uğradı, Türkiye’nin genel konjönktürü de Türkiye’de ihmale uğradı ama Dışişleri neyseki bu hatadan döndü veya bunu bir şekilde daha iyi yapıyorlar anladığım kadarıyla. Türkçe çok önemlidir. Hepimizin unuttuğu bir lisan var Türkçe diye. Türkçe’nin iyi ifade edilmesi, yazılması bugün bana göre önemli bir şey oldu. Bu Dışişleri’nde de birinci vurgu haline geldi. Üniversitenin bilgisine sunuyorum bunu. Birçok arkadaşımız geliyor, mükemmel yabancı lisanları var. Birçoğunun uluslararası tecrübeleri var. İşte üniversitelerde okumuş, uzun yıllar dışarıda kalmış olanlar var. İmtihanı kazanıyorlar fakat Türkçe’yi ifade edemiyorlar. Bu mesleğin silahı, aracı, ekmeği, maması, lisanı yazma çizme konuşmadır ve kendi dilini iyi 305 ifade edemeyen insanların yabancı dili iyi kullanmaları falan mümkün değildir. Yani bazen dinlersiniz uzun uzun çok düzgün cümlelerin arka arkaya sıralandığını ama içinde hiçbir şey söylenmediğini fark edersiniz yabancı dilde. Çünkü kendi dillerini düzgün konuşup yazamazlar. Onun için Dışişleri’ne girmeyi düşünen insanların, arkadaşlarınızın özellikle kompozisyon kabiliyetlerini, kelime haznelerini falan geliştirmelerinde çok büyük fayda var. Tabi sizden istenen birtakım şeyler vardır. İşte hukuktan, uluslararası politikaya kadar, hukukun bazen çok detaylarından. Bana mesela borçlar hukuku ile ilgili soru gelmişti imtihanda ve tabi güncel bilgi. Uluslararası ilişkiler bilgisi, bunları sizden isterler ama onlardan daha önemlisi demin söylediğim gibi kendini ifade yeteneğidir. Temsil kabiliyetidir. Neticede ülkenizin aynasıdır bu insan veya ülkenizin göstergesidir. Dışarıya sunduğunuzda, bir Türk diplomatı demin söylediğim uzun geleneğin üzerinde birşey ifade etmelidir. Ama şunu söyleyeyim. Egeritaryal, eşitlikçi bir süreçtir. Kimseye kapalı bir süreç değildir. Dışlayıcı bir süreç değildir. Her kesimden insanı, özellikle son 15-20 yılda her kesimden insanı, her kökenden insanı orda rahatça bulabilirsiniz. Önemli olan liyakattir. Neyi, ne kadar iyi yaptığınızdır. • Amerika’da Ermeni lobisi veya Musevi lobileri, birtakım lobiler var. Fransa’da da aynı şekilde. Yani birçok ülkede dünya siyasetini yönlendiren lobiler var. Türk lobisi olarak bizim oradaki konumumuz ve etkimiz nedir? Fransa’da olsun, Amerika’da olsun, bu konuyu merak ediyorum. Derecemiz, yatkınlığımız ne kadardır? 306 (BAYAR) Lobinizin kuvvetli olması için başka bütün unsurların yanında oy verebilme imkanı olmalıdır. Yani eğer bir ülkede yaşayan insanlarınız oy vermiyorsa o ülkede, onların hiçbir ağırlığı yoktur. Sadece gürültü yaparlar. Hatta problem de olurlar o ülkeler içinde. Her zaman da ilk hedef haline gelirler. Bakın Almanya’nın, büyük bir siyasi akımının, yani sosyal demokratların Alman siyasetinin en önemli iki ana akımından biri olduğunu söyleyebiliriz. Önemli ölçüde liberallerin ve hatta şimdi yeni bir fenomen, çok da önemsediğim bir fenomen, Yeşiller Hareketi’nin Türkiye meselesi ile kendi meseleleriymişçesine yani kendi iç meseleleriymişçesine ilgilenmeye başlamaları ve Türkiye’ye başka bir gözle bakmaya başlamaları, Türkler’in artan oranlarda oy vermesiyle doğru orantılıdır. Tabi adam oy veriyor. Oy vermiyorsanız sayılmıyorsunuz. Amerika’da da böyledir. Her yerde de böyledir. Yani şimdi Türkiye’de mesela 500 bin Afganlı oy veriyor olsa, Türk vatandaşı olarak ve ciddi bir Afgan meselesi geliyor Türkiye’nin gündemine. Yani Afganistan’daki hadiseler, sizin iç hadiseleriniz haline gelir. Bu bağlamda ben birşey söyleyeyim lobilerin neden nasıl çalışacağını görebilmek için, lobi sadece örgütlü bir kurum değildir. Bir sosyal fenomendir de aynı zamanda. Bakın Türkiye için, Kıbrıs’ı özellikle bir yerde tutuyorum ama ayrıdır, Bosna meselesi, Kosova meselesi, Karabağ meselesi, Kuzey Irak meselesi, Türkmenler ve Kerkük meselesi, Azerbaycan meselesi, KarabağAzerbaycan meselesi, Batı Trakya meselesi, bunlar birer dış politika konusu değildir. Bunlar birer iç politika konusudur. Bunlar bizim mutfak sohbetimizdir. Büyük bir bölümü Kafkaslar’dan, Balkanlar’dan ve Ortadoğu’dan savrularak buralara gelmiş, anavatanına gelmiş insanlar beraberlerinde o 307 bağlarını da getirdiler. Bunlar yüreklerini dağlayan meselelerdir. Yani yabancıları, özellikle Bill Clinton, ki bakın bir Amerikan Başkanı’nın ne kadar belirleyici olabileceği Bosna’da görülmüştür, bütün Avrupa bu işin üstüne yatıp oradaki mezalimi seyrettiği sırada bir şey yapma imkanı yoktu. Amerikan Başkanı meseleyi böyle görüp, bir insanlık sorunu olarak görüp, değerlendirip müdahale etti. Ama ona bir takım şeyler anlatıldı. Bu ülkenin siyasetçileri ve liderleri sadece parlamentoda oylama yapılacağı gün hadi sizi serbest bıraktım, şunu diyeyim, bunu diyeyim diyemezler. Gideceklerdir, deminden beri söylemek istediğim oydu. Gideceklerdir, bu meselede birinci derecede belirleyici rol olan diğer liderleri eğer çok da dost ahbaplarsa, ikna edeceklerdir. Bir anektod anlatayım. Rahmetli Özal ameliyat için Amerika’ya gitti. O sırada yeni bir hükümet vardı Türkiye’de. DYP-SHP koalisyonu vardı. Yeni hükümet mi, Özal mı idare edecek Türkiye’yi sorusu bir sorundu yani. Ve neticede anlaşıldı ki yeni hükümet kendi ağırlığını rahmetli Özal’a karşı kabul ettirecekti. Ve Özal ameliyata gitti. 11 gün randevu bekledi Bill Clinton’dan. 11 gün. Şimdi ben Özal’ı kabul edersem, hem de Cumhurbaşkanı adam, Özal’la görüşürsem mevcut hükümet rahatsız olur mu olmaz mı? Birtakım hesaplarını yaparken hariciye devreye girdi, bu randevu alındı. Böyle 10-15 dakikalık bir randevu olacaktı ama ne oldu? Rahmetli Özal burada elle çizdirdiği, o anda harita bulamadığı için, bir haritayı götürdü Bill Clinton’un önüne koydu. Bunu o toplantıya katılanların ifadesinden anlatıyorum. Yazıldı çizildi bunlar ve o arada Bosna’yı işaret ederek 1993 senesinde neden Bill Clinton’un ve Amerika’nın Bosna’da Boşnaklar’ın ve Hırvatlar’ın, Sırplar tarafından mezalime uğrayan Boşnaklar’ın 308 ve Hırvatlar’ın yanında bu işe müdahale etmesi gerektiğini anlattı harita üzerinde ve dedi ki: Bak burası bir kırılma noktasıdır. Burada bir insanlık faciası var. Hıristiyanlık’ın Müslümanlık’ın kırgın bir fay hattıdır bu, birleştiği bir temas noktasıdır. Bir insanlık faciasıdır. Çok kültürlü, çok sesli Avrupa’yı müdafaa ederken, bunun içinde Müslüman bir Bosna’yı yaşatmayacak olan bir Avrupa, senin Amerikan siyasetinin içine nasıl oturur? Bunları anlattı, 15 dakika için planlanan görüşme bir saate yakın sürdü. Ve Clinton’un kendi hatıratını bugün okuyanlar diyeceklerdir ki o Türkiye’nin önemli hatıratlarındandır uluslararası ilişkilerde. David Oven, o zamanki Avrupa Birliği müzakerecisi ve İngiltere’nin ve Avrupa Birliği’nin Bosna temsilcisi; Richard Hallbork Amerika’nın Bosna temsilcisi ve Dayton Anlaşması’nın mimarı. Bu iki hatıratı çok dikkatli okumak lazım. Orada Türkiye’nin ve Türkiye’yi o yollarda idare eden insanların, Özal’ın, Demirel’in vs. belirleyici rollerini görüyorsunuz. Tabi son nihayetinde Clinton yeni çıktı. Buralara gidin bakın, buralardaki adamların, bir başka dünyanın da temsilcisi olarak gördükleri Türkiye’nin gelip o başka dünyanın meselelerini ve hassasiyetlerini kendilerine nasıl anlatabildiklerini görün. Siyaset ve diplomasi de bunun için var. Yani buradan hemen gireyim ve bir şey daha söyleyeyim, polemik de olabilir ama söyleyeyim.1 Mart’ta Türkiye’yi böyle cami avlusunda bırakılmış bir çocuk gibi, bir tezkerenin bilinmez neticesi ile karşı karşıya bırakan siyasi iktidar vebal altındadır. Eğer hayır dedirtecekse ve hayır durumu var idi ise neden Amerika’ya evet gibi bir izlenim verdiler? Amerika’ya evet dersiniz, evetinizin arkasında durursunuz. Veya herhangi bir kimseye hayır dersiniz, hayırınızın arkasında durursunuz. Türkiye’nin ve Türk 309 diplomasisinin değişmez bir vasfı vardır. Maalesef bu vasıf aşılmıştır. Ahde vefa denen meselede sözüne güvenilir bir ülkeydi Türkiye. Türkiye bir şeye evet dedi mi evet, hayır dedi mi de hayırdı. Biz bunu bıraktık bu meselede. 1997’de, biraz evvel Rektör’ünüze de yemekte bunu anlattım, hareket olarak onu anlatmamı istedi. Onun için anlatayım. 1997’de zamanın Clinton yönetimi, Ankara’ya, zamanın savunma bakanı Cohen’i gönderdi. ‘97 dikkat buyurun. Ve özel bir mektupla gönderdi Clinton Cumhurbaşkanı Demirel’e. Ben o zaman onun danışmanıydım, o toplantıda vardım ve açıkça ‘97 senesinde de Cohen bütün körfezi dolaşıp gelmişti. Dedi ki biz Saddam meselesini halletmeye karar verdik. Ve ülkenizden kara birliklerini sevk edecek bir izni vermenizi istiyoruz. Açıkça hem mektupta, hem sözlü. Sayın Murat Yetkin’in ‘Tezkere’ diye bir kitabı yayınlandı, mutlaka tavsiye ediyorum. Birinci kaynak ve kişi ile belgelerden yazılmış bir kitaptır Tezkere. Orada anlatılıyor, giriş bölümüdür. Ve dedi ne düşünüyorsunuz? Buna sayın Demirel’in, o zaman 50 yıllık birikiminin tecrübesinin, devlet adamlığının da yardımı ile verdiği cevap önemlidir. Dedi ki; bakın ben 1967’de Bağdat’a gittim. Hasan Ali, Bağdat’ın, Irak’ın devlet başkanıydı, onunla görüşüyorum. Resmi görüşme sırasında çok arkalarda birisinin bir masada tek başına oturup puro içtiğini gördüm ve bu beni rahatsız etti, rencide de etti. Ben burada devletin başkanı ile görüşürken aynı odada nasıl olur diye. Çıkarken o zamanki sefirimize sordum. O da bana dedi ki asıl olan budur. Bunun adı Saddam Hüseyin’dir. O Hasan El Bakri’nin kuzenidir. Ülkeyi asıl bu idare eder. Yakında da bu geçecek başa dedi. Ve Demirel bu anektodu anlattıktan sonra Cohen’e döndü, bak dedi, sayın bakan, benden bunu isteyemezsin, ben bunu 310 yapamam. Türkiye böyle bir şey yapamaz. Böyle bir şey yapmanızı size de tavsiye etmem. Ortadoğu’yu birbirine katarsınız, altından kalkamazsınız. Eğer yapabiliyorsanız bugün Saddam’ın arkasında puro içen adamı bulun, o meseleyi halleder dedi. Şimdi Amerikalı da bunu aldı, ne rencide oldu, ne gücendi, ne kızdı. Bunu da değerlendirdi ve yapmadılar o operasyonu. Clinton yönetimi yapamadı, yapmadı. İyi bir değerlendirme yaptı. Sonuçlarının vahim olacağını gördü herhalde veya Türkiye’siz yapamayacağını da. Türkiye’siz yaptığı takdirde neler olabileceğini değerlendirdi. Yani şunu söylemek istiyorum. Siz hayır derseniz, arkasında durursunuz. Onu da izah edersiniz. Kendi kamuoyunuza da izah edersiniz. Evet dediğiniz takdirde de, eveti, her şeye rağmen o eveti parlamentonuzdan geçirmeye mecbur olursunuz. Kamuoyunuzu da demin söylediğim gibi o evetin arkasına koymaya mecbur olursunuz. Neden? Çünkü evet dediğiniz zaman da, hayır dediğiniz zaman da onun sonuçlarını ölçmekle mükellef olan sizsiniz kamuoyu değil. Bugün Kuzey Irak’ta geri döndürülemeyecek bir süreç neticeye bundan birkaç sene sonra ulaşırsa ve bu Türk çocuklarının da yeniden Kuzey Irak operasyonları ile canına mal olacak olursa bunun sorumluluğunu, o gün hayır diyenler mi alacak, evet diyenler mi alacak? Siyaset, diplomasi ve siyaset, hiç öyle siyah beyazla ifade edilebilecek meseleler değildir. Dediğim gibi yüzde 51’le 49 arasında, 49’u seçebilmek ve onu anlatabilmektir. Liderlik de odur. 311