1 İSLAM TARİHÇİLERİ DERNEĞİ KUDÜS BİLİM ve KÜLTÜR GEZİSİ NOTLARI (04 - 07 Mayıs 2017) Kudüs - Erîha - el-Halil - Beytülahm - Yafa / Telaviv Prof. Dr. Ali Aktan İslam Tarihçileri Derneği Tüzüğü’nün 2’inci maddesi, 11 başlık hâlinde faaliyet alanı belirlemiştir. Bunlardan yedincisi şudur: İslam tarihi alanında yarışmalar düzenlemek, araştırma ve inceleme gezileri ile çeşitli sosyal faaliyetleri ve organizasyonları tertip etmek. Bu çerçevede Endülüs, Balkanlar, Fas ve Özbekistan, İran’a kültürel amaçlı geziler düzenlenmişti. Biz, bu gezilere de katılmış, Balkan, Fas ve İran gezileri hakkında hazırlamış bulunduğumuz notları, derneğin WEB sayfasında yayınlamıştık. Öncekiler gibi Filistin / İsrail’e de bir gezinin düzenleneceği duyurulunca, İslam tarihi öğretim üyeleri ve yakınlarından oluşan ve bizim de aralarında bulunduğumuz 50 kişi geziye katılacaklarını bildirmişlerdir. 04 Mayıs 2017 Perşembe günü sabahı 08.40’ta İstanbul Sabiha Gökçen Hava Limanı’ndan Pegasus Hava Yollarına ait PC-781 sefer sayılı uçakla 1 saate yakın bir rötarla hareket ettik. İki saat kadar süren bir yolculuktan sonra saat 11.30 sularında İsrail’in başkenti Telaviv’de bulunan Uluslararası Ben-Gurion Hava Limanı’na indik. Geziye katılacak olanlardan 10 kişi, elde olmayan nedenlerle uçağı kaçırdıkları veya yurt dışına çıkışta vize sorunu yaşadıkları için, 5 eksikle sonradan gelmişler ve gruba ancak akşamleyin dâhil olmuşlardır. Telaviv hava limanına adı verilen Ben-Gurion (David Green) (1886-1973), Polonya asıllı bir Yahudi olup gençlik çağında İstanbul’a gelerek iyi derecede Türkçe öğrenmiş, 1913 ve 1914 yıllarında iki yıl süreyle Dârülfünun Hukuk Mektebi’ne öğrenci olarak devam etmiştir. Daha sonra Osmanlı vatandaşlığını da elde eden Ben-Gurion, Siyonist hareketin şiddet yanlısı bir lideri hâline gelmiş ve nihayet 14 Mayıs 1948 yılında kurulan İsrail devletinin ilk başbakanı olmuştur. Filistin dâhil bütün Arabistan’ın Osmanlı devletinden ayrılmasına alet olan Şerif Hüseyin’e gelince, İstanbul’da doğmuş (M.1853), tahsilini Mekke’de tamamlamıştır. 1908’de Sultan Abdülhamid tarafından Mekke Emîri olarak atanmıştır. Birinci Dünya Savaşı yıllarında, sözde İttihat ve Terakki Fırkası’na muhalefet ederek İngilizlerle iş birliği yapmakta gecikmedi (M.1916). Hatta onların, kendisini Büyük Arabistan kralı yapacakları vaadine inanarak isyan ettiyse de savaştan sonra ancak Hicaz’a kral olabildi (M.1917). İngilizlerin Filistin’deki manda yönetimine karşı çıkması bir işe yaramadı. Düşmanla iş birliği yaptığı açığa çıkınca Arapların gözündeki itibarı azaldı. Vehhâbi ayaklanması sonucunda tahtını terk etmek zorunda kaldı (M.1924). İşlevini tamamlamış ve değeri kalmamış bir aktör olarak Kıbrıs’a mülteci gibi İngilizlere sığındı. 1930 yılında hastalanınca, oğlu Abdullah’ın kralı bulunduğu Ürdün’e gitti ve orada öldü. Cenazesi Kudüs’te Mescid-i Aksâ’nın batı duvarının orta bölgesindeki revaka gömüldü. Ne var ki yattığı toprak, oğlu ve Ürdün’ün ilk kralı I. Abdullah‘ın torunu, kendisiyle aynı adı taşıyan Kral Hüseyin 2 zamanında İsrail tarafından işgal edilmiştir. Şerif Hüseyin’in, büyük Arabistan krallığı hayaliyle Osmanlı Devleti’ne isyan ederken, mezarının İsrail bayrağı gölgesinde kalacağı herhâlde hiç aklına gelmemiştir. Mezarının önünden geçerken, geleneğimizde ölünün arkasından kötü söylemek yakışmadığı için “Allah taksirâtını affetsin” demekle yetiniyoruz. 1917 tarihi itibarıyla Filistin topraklarının yüzde 2,5’i Yahudilerin elindeydi; nüfusun ise ancak yüzde 9’u Yahudi idi. İngiliz mandası döneminde devlet topraklarına yerleştirilen Yahudilerin sayısı giderek artmış; Hitler’in Yahudi mezalimi bahanesiyle iş çığırından çıkmıştır. İngilizler ikinci dünya savaşı yıllarında Yahudilerin hamiliğini sözde bırakmışsa da Amerika bu görevi üstlenmiş, Filistin’in parçalanmasını ve burada bağımsız İsrail devletinin kurulmasını sağlamıştır. Günümüzde de ABD İsrail’in en büyük destekçisi durumundadır. Kuruluş tarihi olan 1948’de Yahudilerin toprakları yüzde 6’ya, nüfusları yüzde 32’ye çıkmıştır. Bu tarihe kadar Filistinli Araplar, Yahudi göç ve yerleşimlerine karşı birçok kez ayaklanmışlarsa da, İngilizlerin ikiyüzlü politikası ve Yahudilere verdikleri destek yüzünden neticesiz kalmıştır. İsrail yeni topraklara, yerli halka uyguladığı baskı, şiddet ve nihayet savaşlarla sahip olmuştur. Öyle ki toplam 27.000 km 2’lik bir alana sahip olan eski Filistin’den, günümüzde 21.000 km 2’si doğrudan doğruya İsrail’in egemenliği altındadır. Geri kalan 6.000 km2’lik Batı Şeria ve Gazze bölgeleri ise Sözde Ulusal Filistin Yönetimi’ne bırakılmıştır. Başkenti Ramallah’tır. Diğer büyük şehirleri Gazze, el-Halil ve Nablus’tur. Ülkemizde, mazlum Filistin halkının dedeleri tarafından, ilk zamanlarda Yahudilere vatan topraklarının para karşılığında satıldığı şeklinde bir kanaat vardır ki, istisnalar hariç bunun gerçeklikle bir ilgisi yoktur. İsrail’in nüfusu, kurulduğu 1948 yılında 2 milyon 65 bin iken, 4 kat artarak günümüzde 8 milyon 500 bini bulmuştur. Bunun yüzde 75’i Yahudi, yüzde 20’si Filistinli Arap, yüzde 5’i de diğer milletlerden oluşmaktadır. İsrail bölgesindeki Araplar bu ülkenin vatandaşıdırlar ve isterlerse İsrail veya Ürdün pasaportu alabilmektedirler. Ancak söylendiğine göre Ürdün pasaportunu İsrail pasaportuna tercih ediyorlar. Filistin Ulusal Yönetimi’ndeki Filistinlilerin sayısı ise 5 milyondur. Gezi haftamız, İsrail’in 69’uncu bağımsızlık yılı kutlama hazırlıklarına denk geldi. Biraz da bu yüzden olsa gerek, bütün meydanlara, 3 evlere ve arabalara İsrail bayraklarının asılmış olduğu dikkatimizi çekti. Tabiî bu günlerin, Filistinliler için bir felaket ( Yevmü’n-nekbe ’) یوم النکبةin yıl dönümü olduğunu söylememize bile gerek yoktur. Ancak Filistinlilerin olup biteni izlemekten başka yapabilecekleri fazla bir şey yok gibi görünüyor. Türkiye ve İsrail aynı saat diliminde bulunduğu için saatlerimizin ayarlarında herhangi bir değişiklik yapmamız icap etmedi. İsrail para birimi olan 1 şekelin değeri, aşağı yukarı 1 Türk lirası ile aynı seviyededir. Alışverişlerde Amerikan doları ve az da olsa bizim paramız geçerli olduğu için döviz bozdurmak zorunda kalmadık. Bir sonraki Pegasus seferi ile gelip tura katılacak olan arkadaşlarımızla, 3 gün boyunca kalacağımız otelde akşamleyin buluşmak üzere Ben-Gurion hava limanından ayrıldık. Gezi boyunca, 50 yaşlarında Muhammed adında bir İsrail vatandaşı olan Filistinli dindaşımız bize rehberlik etti. Rehberimiz gerek güzel Türkçesi ve gerek bilgi birikim ve samimiyeti ile hemen hepimizin takdir ve sevgisini kazandı. 1. KUDÜS Üç ilâhi dinde de kutsal sayılan çok önemli bir şehirdir. Öte yandan, halkın inancına göre insanlığın dünyaya yayıldığı ve kıyamet günü haşr edileceği ( )أرض المحشر و المنشرyerdir. Lût Gölü’ne 24, Akdeniz sahiline 52 km. uzaklıkta bulunan Kudüs’te ilk yerleşimin M.Ö. dördüncü bin yılda yapıldığı tahmin edilmektedir. Yahudiler ilk mabetlerini burada yapmışlardır. Bâbilliler M.Ö. 6. yüzyılda şehri tahrip edince, İsrail oğullarından bir kısmı Hicaz’a doğru göç etmiştir. Yarım yüzyıl sonra Kudüs’ü tekrar ele geçiren Yahudiler M.S. 70’e doğru, Romalılar tarafından ikinci defa şehirden çıkarılarak mabetleri yıkıldı; yıllarca geri dönmelerine izin verilmedi. Hıristiyanlara göre Hz. İsa Kudüs’te öldürülmüş ve defnedildiği mezarından bir gün sonra göğe yükselmiştir. Doğu Romalılar (Bizans), Hıristiyanlığı kabul ettikten sonra, Süleyman mabedinin yerinde inşa ettikleri tapınağı yıkmışlarsa da eski mabedin yeniden ihyasına izin vermemişlerdir. Ancak o devirde üstü açık, şimdi ise Kubbetü’s-Sahre’nin içinde bulunan Hacer-i Muallâk’ın üzerinde Yahudilerin ağlamalarına ve yılda bir kez yağ sürmelerine izin vermişlerdir. Burası Müslümanların fethine kadar harabe hâlinde kalmıştır. Şehrin adı ilk olarak M.Ö. 19. yüzyıla ait Mısır metinlerinde Urusalim diye zikredilmektedir. Bu isim Latinceye Jerusalem olarak geçmiştir. Arapça Kudüs adı ise Kutsal Ev anlamına gelen Beytü’l-Makdis’i ifade etmektedir. Pek çok peygamberin hatırasını yaşatan Kudüs âdeta bir peygamberler şehridir. Herhâlde bunun için olsa gerek Hz. Muhammed de, Mekke ve Medine’den sonra üçüncü bir yer olarak Kudüs ziyaretini tavsiye etmiştir. Hicretten sonra, bir seneden fazla bir süre ile Müslümanların kıblesi olan Kudüs, Miraç gecesinde Hz. Muhammed’in uğradığı bir yer olarak da kabul edilmektedir. Sözlükteki anlamı merdiven olan ‘mi’râc’ kelimesi, terim olarak Hz. Peygamber’in göğe, Allah katına çıkışını ifade etmektedir. Kur’an’da hiç geçmeyen bu kelimeye, ‘urûc’ kökünden türemiş fiiller hâlinde bazı ayetlerde, merdivenler anlamına gelen ‘me’âric’ şeklinde ise yalnız bir ayette rastlanmaktadır. Semaya yükseliş tasavvuru eski Hint ve İran mitolojileriyle diğer semavi dinlerde de vardır. Bizdeki miraç inancına göre ise, peygamberimiz Hz. Muhammed’in yolculuğu iki merhalede gerçekleşmiştir. 4 Bunlardan Mescid-i Harâm’dan Mescid-i Aksâ’ya kadar olan birinci kısmı ayetle; Mescid-i Aksâ’dan sonra yedi kat göğe kadar olan kısmı hadislerle sabittir. Ancak bu mucizenin algılanış biçimi hakkında İslam âlimleri arasında görüş birliği bulunmamaktadır. Nitekim: 1. Miracın başlangıç ve bitiş noktaları, 2. Miracın bedenen, ruhen veya sadık rüya hâlinde mi gerçekleştiği, 3. Mescid-i Aksâ’nın Kudüs’teki mescit olup olmadığı gibi bazı hususlarda farklı görüşler ileri sürülmüştür. Buna karşılık İsrâ ve miraç olayı hakkında birçok tarihî ve edebî eserler kaleme alınmıştır. Miraç ile ilgili rivayet ve anlayışları bir tarafa bırakarak Kudüs’ün tarihini kısaca şöyle özetleyebiliriz: Hz. Ebu Bekir döneminde Bizans aleyhine Suriye cephesinde başlayan fetih hareketleri Hz. Ömer döneminde de devam etmiştir. Bu çerçevede Filistin’de Kudüs hariç bütün şehirler zapt edildi. Bölgeyi Müslümanlara karşı savunan ünlü Bizans komutanı Areteon ise Kudüs’e kaçarak oraya sığınmıştı. Dört ay devam eden kuşatmadan da bir sonuç alınamadı. Ancak şehir halkı, Suriye’nin büyük bir bölümünü zapt eden Müslümanlar karşısında kendileri için de bir kurtuluş imkânının kalmadığını anladılar; Müslümanların, şehri savaşarak ele geçirmeleri hâlinde kutsal kiliselerinden sürüp çıkaracaklarından korktular. Bu sırada Başkomutan Ebu Ubeyde’den, barış yoluyla teslim olmalarını teklif eden bir mektup alınca, bunu fırsat bilip bir durum değerlendirmesi yaptılar. Görüşme sonunda Kudüs’ü barış yoluyla teslim etmeye razı oldular. Ancak teslim sırasında halife Ömer’in hazır bulunmasını ve bizzat onun güvence vermesini istediler. Bu sırada Medine’de bulunan Hz. Ömer, Kudüs’e giderek, ora halkı için bir antlaşma imzaladı. Kendisinin kaleme aldığı bu anlaşmada Kudüs halkına canları, malları ve kiliseleri konusunda güvence verdi. Buna göre şehri terk etmek isteyenler, mallarını da yanlarına alarak istedikleri yere gidebileceklerdi. Şehirde kalmaya devam edecek olan gayrimüslimler, zimmî statüsüne girip cizye (vergi)’ye bağlandılar (M. 637). Ancak Rumlar buna dâhil olmayıp Kudüs’ten kesinlikle çıkarılacaklardır. Sonraki yüzyıllarda Kudüs, bir asırlık Haçlı işgal dönemi hariç, sırasıyla: Emeviler, Abbasiler, Eyyûbiler ve Memlûklerin ardından 1517’de Osmanlıların hâkimiyeti altına girdi. Tam dört yüz yıl Osmanlı yönetiminde kalan şehir, bu dönemi barış içinde geçirdi. Etrafını kuşatan surlar yenilenmek suretiyle imar edildi. 1.1. Mescid-İ Aksâ Halkımızın yaygın kanaatinin aksine, Mescid-i Aksâ bir caminin değil, içinde çok sayıda kutsal mekânın bulunduğu, yaklaşık 150 dönüme yakın genişlikteki bir sahanın adıdır. İçinde birkaç tane mescit bulunmaktadır. 1.1.1. Kubbetü’s-Sahre Sahre kelimesi tek parça sert ve büyük taş demektir. Hz. Ömer Kudüs’ü teslim aldığında, bu sahada bulunan ve Hz. Peygamber’in üstüne basarak göklere çıktığı rivayet edilen böyle bir kayanın 5 (Hacer-i Muallâk) yerini sorup öğrenmiştir. Bu kayanın yaklaşık 17 x 13 metre ebadında dairemsi bir kütlesi vardır. Miraç sırasında Hz. Peygamber’in peşinden onun da göğe çıkmak istediği, yerle temasının kesildiği ve peygamberimizden aldığı ‘Dur!” emri üzerine havada asılı kaldığı, yüzyıllarca sonra altının doldurulduğu kıssa olarak anlatılırsa da bunun gerçekle bir ilgisi yoktur. Taşın altında bulunan ve merdivenle inilen doğal mağara, biraz da insan eliyle genişletilerek 4 x 4 ebadında küçük mescide dönüştürülmüştür. Mescid-i Aksâ’nın tam ortasında bulunan Hacer-i Muallâk’ın olduğu yer, Bizanslılar döneminde âdeta bir çöplük hâlindeymiş. Hz. İbrahim, Hz. Musa, Hz. Süleyman, Hz. Davut ve Hz. Yahya ile de ilişkilendirilen Hacer-i Muallâk’ın üzerine, Emeviler devrinde ilk mescit yapılmıştır. Taşın üstünü örttüğü için Kubbetü’s-Sahre adı verilen bu mescit, günümüze kadar birçok tadilat, tahribat ve tamirat geçirerek, sekizgen temel üzerinde yükselen, görkemli ve büyük kubbesi altın yaldızla kaplı bir yapı olarak ulaşmıştır. Kubbetü’ss-Sahre’nin dışında kuzeydoğu tarafında ve 5-6 m uzaklığındaki bir yerde, 8 adet sütunun üzerine oturtulmuş küçük bir kubbenin altında tek kişinin namaz kılabileceği büyüklükte bir mihrap vardır. Miracın bedenen gerçekleştiğini kabul edenlerce, Peygamberimiz, miraçtan önce burada diğer bütün peygamberlere namaz kıldırmıştır. Bundan dolayı buraya Mihrab-i Nebî adı verilmiştir. 1.1.2. Kıble Mescidi Kudüs’ün teslim alındığı sırada Mescid-i Aksâ’nın en güneyinde bulunan Eski Süleyman Mabedi çoktan yıkılmış ve yerinde ancak molozları kalmış bulunuyordu. Hz. Ömer bizzat çalışarak bu molozları temizletip mabedin yerini tesviye etmiş ve cemaate namaz kıldırmıştır. Daha sonra da buraya sade bir mescit inşa ettirmiştir. Emevi halifelerinden Abdülmelik b. Mervan ise burayı, kıbleye dikey 15 sahınlı büyük bir mescide dönüştürmüştür. Abbasiler zamanında yapılan büyük bir depremin ardından yapılan tadilat ve onarımdan sonra, hemen hemen bugünkü görünümüne kavuşmuştur. İki taraftan 4’er olmak üzere 8 sahın iptal edilmiştir. Buna rağmen Eyyûbiler, Memlûkler ve Osmanlılar tarafından da birçok defa tamirat görmüştür. Günümüzde Kubbeye dik 7 sahından oluşmaktadır. Alt katta kalmış olan, ilk mescidin bulunduğu yere ise, avluda soldan üçüncü sahının önündeki taş merdivenden inerek girilmektedir. Burada bulunan yapı taşlarının, Kıble mescidinin en eski inşaat malzemeleri olduğu kabul edilebilir. 6 1.1.3. Mervan Camii Kıble Mescidi’nin bulunduğu zemin kod farkından dolayı güney tarafından birinci kat durumundadır. İnşaat sırasında altta kalan kısım toprakla doldurulmaktansa, güney taraftan mescide ulaşımı sağlamak için çok amaçlı koridorlar şeklinde inşa edilmiştir. Eskiden Kıble Mescidi’nin bir kısmı bu koridorları oluşturan kemerlerin üzerinde durmakta idi. Mescidin banisi Abdülmelik b. Mervan tarafından yaptırılmış olduğu tahmin edilmektedir. Haçlı işgali sırasında atlar için ahır olarak kullanılmıştır. Son yüzyılda hurda eşyanın bırakıldığı hizmet dışı bir yer hâlinde iken Yahudiler tarafından sinagoga dönüştürülmek istenmiştir. Bunun üzerine Müslümanlar tarafından temizlenip 1996’da mescit yapılmıştır. İsrail’in 2000’de burayı kapatmak istemesi olayların çıkmasına sebep olmuştur. Mervan döneminden unsurlar taşıdığı için mescide onun adı verilmiştir. 1.1.4. Burak Mescidi Mescid-i Aksâ sınırları içerisinde ve Ağlama Duvarı’na bitişik olarak Emeviler zamanında yapılmış bir mescittir. Hz. Peygamber’in İsrâ hadisesi sırasında binit olarak kullandığı rivayet edilen Burak ile ilişkilendirilmektedir. Buna göre Hz. Peygamber, bazı hadislerde ifade edildiği üzere Mescid-i Aksâ’ya kadar Burak isimli bir binitin sırtında gelmiştir. Yer seviyesinin altında olduğu için mescide merdivenlerle inilmektedir. Aşağıda Burak’ın kaçmaması için bağlandığı yeri temsilen, kıble duvarına demirden yapılmış bir halka yerleştirilmiştir. Cansız, şuursuz ve somut bir nesne olan Hacer-i Muallâk’ı Hz. Peygamber’in arkasından havaya kaldıran anlayışın, esasen soyut bir varlık olan Burak’ı somutlaştırarak, Hz. Peygamber’i sırtından indirdikten sonra kaçmaya hazır bir at imiş gibi tasavvur etmesi düşündürücüdür. 1.1.5. Ağlama Duvarı Yahudilerin Beit-ha-Mikdaş (Beytü’l-Makdis) dedikleri Süleyman Mabedi’nden günümüze kaldığına inandıkları ve kutsal kabul ettikleri duvardır. Bu duvar aynı zamanda bizim Mescid-i Aksâ’nın da batı duvarıdır. Bâbilliler ve Romalılar tarafından yıkılan mabet yeniden inşa edilmişse de Süleyman Mabedi’nden orijinal bir şey kalmamıştır. Bugünkü duvar, toprak seviyesinden 18 metre yükseklikte olup büyük taşlarla örülmüş 24 sıradan oluşmaktadır. Bu taş sıraların üstten 11 dizisi İslami döneme aittir. Kanuni Sultan Süleyman 7 zamanında duvarın dibinde ince bir koridor Yahudilere bir dua yeri olarak tahsis edilmiştir. 1929’da onların bu koridoru genişletmek istemesi yüzünden Müslümanlarla aralarında kanlı çatışmalar çıkmıştır. Kudüs 1967’de İsrail tarafından işgal edilince, duvarın önündeki evler yıkılmış ve alan olabildiğince genişletilmiştir. Yahudilerin nihai hedefleri Süleyman Mabedi’nin yerine yenisini yapmaktır. Bu da ancak Kubbetü’s-Sahre’nin yıkılması ve Mescid-i Aksâ sahasının işgal edilmesiyle mümkündür. Ne var ki bu hedef bütün İslam dünyasının asla kabul edemeyeceği bir husustur. Mescid-i Aksâ’nın kapılarından, eskiden Ağlama Duvarı’ndan tarafa açılan Faslılar Kapısı (Bâbü’l-Meğâribe / ) باب المغاربةkilitli olup önünde silahlı nöbetçi beklemektedir. Ağlama Duvarı tarafında, direkler üzerine inşa edilmiş olan üst geçidin ise söz konusu kapıya dayandığı görülmektedir. 1.1.6. Zeytin Dağı Hıristiyan inancında Hz. İsa’nın yakalanıp çarmıha gerilmezden önceki gün, bu dağın eteğindeki Getsemani bahçesinde gizlendiğine inanılır. Yahudilikte ise kıyamet günü sırat köprüsü kurulduğunda cennete ilk girecek olanların, öldükleri zaman bu dağa defnedilmiş kişiler olacağı kabul edilir. Zeytin Dağı ile Mescid-i Aksâ’nın arasında bir vadi bulunmaktadır. Vadinin doğu tarafında Yahudi, batı yakasında ise Müslüman mezarlığı bulunmaktadır. Vadinin eteğinde ve Hıristiyanlara ait olan mezarlık ise nispeten küçüktür. Dünyadaki en büyük Yahudi mezarlığı burada olup, bu mezarlıktan yer almak isteyen Yahudilerin 500 bin dolar gibi bir parayı gözden çıkarmaları gerekiyormuş. Kesme taşlardan yapılmış Yahudi kabirleri birer lahit formunda olup, üzerlerine ziyaretçileri tarafından konan yumurta büyüklüğündeki taşlar, haklarındaki tezkiyeyi temsil ediyormuş. İklimin müsait olmasına karşılık mezarlıkta hiç ağacın yetiştirilmemiş olması dikkatimizi çekmektedir. Bazı müfessirler, Kur’an-ı Kerim’de üzerine yemin edilen ‘Zeytûn’ ile bu mukaddes beldenin kastedildiği görüşündedirler (Tîn / 1). Dağın en yüksek noktası doğuda Lût Gölü’nün bulunduğu, Ürdün vadisi de denen Gavr vadisine ( ) وادی الغور, batıda ise Kudüs’e bakmaktadır. 1.2. Râbiatü’l-Adeviyye Makamı Basra’da fakir bir ailenin dördüncü kızı olduğu için Râbia ismi verilmiştir. Azatlı kölesi olduğu Kays b. Adî kabilesinden ötürü Adeviyye nispetiyle meşhur olmuştur. Hayatında hiç evlenmemiştir. Evliliği ilâhî aşkın önünde âdeta bir perde gibi görmüştür. 8 İslam ve Batı kültüründe ilâhî aşkın sembolü hâline gelmiştir. Miladi 8’inci yüzyılın sonunda Basra’da vefat etmiş ve burada toprağa verilmiştir. Ziyaret edeceğimiz türbe, eğer başka birine ait değilse, onun adına yapılmış olan bir makamdır. Filistin topraklarında, diğer İslam ülkelerinde olduğu gibi önemli kişilere ait çok sayıda makam türbeler vardır. Bu sayıyı, İslami gelenekte sanatçıların resim ve heykel yapmaya mesafeli durmalarının artırmış olabileceğini düşünüyoruz. Türbe makamlar, önemli şahısların hatırasını yaşatan önemli görsel unsurlar olarak değerlendirilmiş olmalıdır. 1.3. Selmân-i Farsî’nin Makamı Medine’de bir köle iken İslamiyeti kabul eden İran asıllı ilk sahâbidir. Hz. Peygamber onu özgürlüğüne kavuşturmuş ve kendisini manevi olarak Ehl-i Beyt’inden saymıştır. Hz. Ömer zamanındaki Irak fetih hareketlerinde büyük yararlıklar göstermiş ve eski Sasani başkenti olan Medâin’e vali olarak tayin edilmiştir. Hz. Osman zamanında da valilik görevini sürdürmüş ve görevi başında vefat etmiştir (M.656). Mezarı Bağdat yakınlarında bulunan Selmânıpâk kasabasındadır. Zeytin Dağı üzerinde Râbiatü’l-Adeviyye makamına yakın ve onun adı verilmiş olan sokağın güney tarafında Selman Farsî Mescidi bulunmaktadır. Tur Mezarlığı’na (Makberetü’t-Tûr / ) مقبرة الطورbitişik olan caminin içindeki kabir ise bir makamdır. Mardin’de de buna benzer bir makam türbe bulunmaktadır. 1.4. Siyon Tepesi Hz. Davut’un kabri Mescid-i Aksâ’nın güney batısında, eski Kudüs’ün sakin bir yerinde, Siyon tepesinin üzerinde bulunuyor. Tevrat’ın bazı ayetlerinde Kudüs yerine Siyon adı geçmektedir. Yahudilerin Siyon merkezli bir dünya hâkimiyeti ideali Siyonizm olarak nitelendirilmektedir. Hz. Davut’un kabri üzerinde Osmanlılar tarafından yapılan bir cami vardır. Caminin mermer mihrabı Kanuni Sultan Süleyman devrine aittir. Adı geçen cami, sözde müzeye çevrilmiştir. Yahudiler, Caminin kuzey duvarına bitişik olarak bir Sinagog inşa etmişlerdir. Sinagogun hemen batısında ise büyük bir kilise yükselmektedir. Burası Hıristiyan inancına göre ise, Hz. Meryem’in vefat ettiği yer olarak kabul ediliyor. Böylece üç dinin ibadet yerleri Kudüs’te bir kez daha aynı noktada buluşmuş oluyor. Her üç dinin de peygamber olarak tanıdığı Hz. Davut’un kabri, ortak ziyaret mahalli olarak âdeta arabuluculuk ediyor. Hz. Davut’a ait olduğu kabul edilen kabri, erkekler ve kadınların ayrı cihetlerden ziyaret etmelerine izin veriliyor. Erkeklerin ziyaret ettiği tarafta mezar girişindeki kapı, işlemeli özel bir perde ile örtülü idi. Önündeki küçük odada iki Yahudi sandalyelere oturmuş dua kitabı okuyorlardı. Mezarın bulunduğu binanın çatısında üstü kubbe ile örtülü küçük bir oda İsrail 9 cumhurbaşkanına sembolik makam odası olarak tahsis edilmiştir. Binanın avlusunda ise, musikiyle yakın ilgisi olduğunu bildiğimiz Hz. Davut (King David)’u elinde arp çalıyor olduğu hâlde temsil eden bir heykel bulunmaktadır. Tepedeki en görkemli yapı Hz. İsa Kilisesi (Erlöserkirche / Kurtarıcı Kilise)’dir. Sultan Abdülaziz zamanında Alman İmparatoru III. Friedrich’e bir Protestan kilisesi inşası için hediye edilen bu yere, sonraki yıllarda Alman İmparatoru II. Wilhelm tarafından yaptırılmıştır (M.1898). 1.5. Kıyâme Kilisesi Hıristiyanlık inancında göre Hz. İsa’nın defin ve diriliş yeri olan tepenin üstünde inşa edilmiştir. Bütün Hıristiyanların dünyadaki en kutsal kilisesi olup 60 x 80 metre ebadında bir alana kurulmuştur. Kumâme Kilisesi olarak da bilinir. Kilise, eski şehirdeki Hıristiyan mahallesinde bulunmaktadır. Bizans İmparatoru Konstantin’in annesi Azize Helena tarafından yaptırılmıştır. Tarihî süreç içerisinde kilise bazı değişikliklere uğramıştır. Şimdiki hâlini Miladi 12. yüzyılda alan kilise, farklı mezheplere bağlı Hıristiyanlar arasında daima bir sürtüşme ve kavga konusu olmuştur. Hatta bu yüzden kilisenin kapısını açıp kapama görevi, yüzyıllardan beri iki Müslüman ailenin elinde bulunmaktadır. Günümüzde Katolik, Rum Ortodoks, Ermeni Apostolik Ortodoks, Süryani Kadim Ortodoks, İskenderiye Kıptî ve Habeş Ortodoks kiliseleri tarafından ortaklaşa kullanılmaktadır. 1.6. Hz. Ömer Camii Kudüs’ün en önemli camilerinden biridir. Hz. Ömer, Kıyâme Kilisesi’ni gezerken namaz vaktinin girmesi üzerine, Piskopos Sofronius kendisine kilisede ibadet edebileceğini söylemiştir. Ancak o, Müslümanların kiliseyi daha sonra camiye dönüştürebileceğini düşünerek teklifi kabul etmeyip namazını kilisenin dışında kılmıştır. Aradan 500 küsur yıl geçtikten sonra, onun bu asil davranışının hatırasını yaşatmak üzere, 1193’te Eyyûbi sultanı el-Efdal tarafından aynı yere küçük bir cami inşa edilmiştir. 1.7. Getsemani Hıristiyan inanışına göre Hz. İsa meşhur son akşam yemeğini havarileriyle birlikte Kudüs’te yedi. Bu yemek esnasında tutuklanacağını daha önceden onlara haber vermişti. Ardından, bu şehirde bulunan Getsemani (Zeytin Sıkımevi) mağarasının yakınındaki bir kayanın üstüne kapanıp dua etti. Havarilere 10 de dua etmelerini ve ayrılma vaktinin yaklaştığını söyledi. Hıristiyan rivayetlerine göre Hz. İsa sık sık adı geçen mağaraya gidermiş. Sonradan Getsemani, Zeytin Dağı eteğindeki bahçe ve çevresinin adı hâline gelmiş. Yine Hristiyanlara göre Hz. İsa, son olarak adı geçen mağarada iken Yahuda İskaryot’un ihbarı ile Romalı askerler tarafından tevkif edilmiş, yargılanmış ve çarmıha gerilerek öldürülmüştür. Bizim inancımıza göre ise Hz. İsa öldürülmemiş ve bilakis Allah onu kendi katına yükseltmiştir (Nisâ Suresi / Ayet 156 -159) ki bu konuda İslam âlimleri farklı yorumlarda bulunmuşlardır. Günümüzde küçük bir kaya kiliseye dönüştürülmüş bulunan mağarayı ziyaret ettiğimizde, içinde Hristiyan cemaati iki papasın yönetiminde ilâhiler okuyarak dua ediyorlardı. Onun için sessizce birkaç fotoğraf alıp dışarı çıktık. Getsemani Zeytin Bahçesi ve Milletler Kilisesi: Mağaranın yakınında içinde yüzlerce yıllık 8 adet zeytin ağacı bulunan bir bahçe vardır. Hristiyan geleneğine göre bu ağaçlar Hz İsa’nın buradaki duasına tanık olmuşlardır. Çok eskiden beri, bu bahçeye bitişik olarak mevcut olduğu bilinen eski bazilikanın yerine, 20. yüzyılın ilk çeyreğinde Milletler Kilisesi adını taşıyan modern bir kilise inşa edilmiştir. Adından da anlaşılacağı üzere kilisenin inşasına çok sayıda Hıristiyan ülke katkıda bulunmuştur. Hz. Meryem Kilisesi: Mağaranın yanında Hz. Meryem’in mezarı üzerine yapılmış olan bir kilisedir (Azize Bâkire Mezar Kilisesi). Yer seviyesinden oldukça aşağıda bulunduğun için, mezar kiliseye, merdivenli uzun bir koridordan inilmektedir. Ortodokslara ait olup M.395’te inşa edilen kilisenin tavanı yüzlerce kandil, duvarları azizlerin resimleriyle süslüdür. Efes’te, Antakya’da ve Şam’da da Hz. Meryem’e nispet edilen mezarlar bulunduğu için adı geçen mezarın gerçekliği kuşkuludur. Bununla birlikte gerçeğe en yakını bu mezar olsa gerektir. 2. ERÎHA Erîha, Filistin yönetiminin Batı Şeria bölümünde, Şeria Nehri yakınında yer alan eski bir yerleşim birimidir. İlk yerleşime ait izler M.Ö. 7000’li yıllara kadar dayanır. Deniz seviyesinden 260 metre aşağıda olup dünyanın en düşük rakımlı şehridir. Nüfusu 20.000 den fazladır. Dünyanın ilk şehri olarak kabul edilen Erîha, İncil’deki ismiyle ‘palmiyeler şehri’ ve ‘parfüm’ anlamına gelir. Etrafı çölle çevrili bir vahada, güzel kokulu çiçekler ile donanmış, yeşil bir bitki örtüsüne sahiptir. Gerçekten de Erîha tarıma elverişli ve en iyi hurmaların yetiştiği münbit bir araziye sahiptir. Lût Gölü’nün 9 kilometre kuzeyinde bulunmaktadır. Bu vadideki verimli toprakların ilk ve en meşhur sahibinin, Mısır’ın son Helenistik kraliçesi Kleo- 11 patra (M.Ö. 69-30) olduğu söylenmektedir. İsrail’in kuruluşundan sonra binlerce Filistinli bu şehre sığınmak zorunda kamıştır. 1967 savaşıyla tekrar yerlerinden sürülen göçmenler doğuya çekilmişlerdir. İsrail 1994 Oslo Antlaşmasıyla, Filistin’in sözde özerkliğini tanıyınca Erîha, özerk Filistin bölgesine ait bir şehir statüsüne kavuşmuştur. Buna karşılık Filistinliler de İsrail’in meşruiyet iddiasını resmen kabul etmiş oldular. 2.1. Lût Gölü Kur'an'da adı geçen Lût peygamber, Tevrat'a göre Hz. İbrahim’in yeğenidir. Kelimenin İbranca veya Süryanca kökenli olduğu ileri sürülmektedir. Çok miktarda koyunu bulunan Lût, günümüzde onun adıyla bilinen gölün (Ölü Deniz) güneyindeki Sodom bölgesine yerleşmiştir. Sodom halkı günahkâr ve homoseksüel bir topluluktu. Sodom’un yanı başında bulunan Gomore kenti de aynı durumdaydı. Bu yüzden yüce Allah, bir gece vakti sabaha karşı, bölge halkının başına gökten kızgın taşlar, çamurlar yağdırmış; şehirlerini ise alt üst etmiştir. Lût kıssası, Kur’an-ı Kerim’de de ayrıntılı bir şekilde anlatılmış olup Hz. Lût’un bu felaketten, karısı hariç diğer yakınlarıyla birlikte Allah tarafından kurtarıldığı ifade edilmektedir. Yaklaşık 600 km2’lik bir alanı kaplayan Lût Gölü deniz seviyesinden 380 küsur metre aşağıdadır. Gölü besleyen su kaynakları azaldığı için seviye her yıl biraz daha düşmektedir. Normal deniz suyundan 10 kat daha tuzlu olup içinde canlı yaşayamamaktadır. Sahilindeki plajlarda insanlar hem yüzmekte hem de şifa niyetiyle çamur banyosu yapmaktadırlar. 2.2. Ayartma Manastırı (Deyrü Karantal / ) دیر قرنطل Hıristiyanların inanışına göre İsa bu dağa gelmiş ve geceli gündüzlü 40 gün boyunca burada yiyip içmeksizin hep ibadet etmiştir. Kendisini ayartıp yolundan alıkoymak için çeşitli vaatlerde bulunan şeytana uymadı ve ona üstün geldi; Tanrıya bağlı kalmayı tercih etti. Hıristiyanlar, manastırın bulunduğu 350 metre yükseklikteki dağa, Latince ‘kırk’ anlamına gelen ‘quadraginta’dan telaffuz değişimiyle ‘Karantal’ adını vermişlerdir. Arapçada ise Tecrübe Dağı ( ) جبل التجربةdiye bilinmektedir. Otobüsümüz dağın eteğindeki park yerinde durdu. Uzaktan manastıra yürüyerek veya teleferikle çıkanları gördük. Ancak biz vakit darlığı yüzünden manastırın fotoğrafını bulunduğumuz yerden çekmekle yetindik. Burada verdiğimiz kısa mola zarfında, turistlere hizmet veren bir marketten makul fiyatlarla Erîha hurmalarından hediyelik olarak satın aldık. 2.3. Hişam Saray (Hırbetü’l-Mefcer) Emevi halifelerinden Hişam b. Abdülmelik tarafından M. 724-743 yılları arasında çok amaçlı olarak inşa edilmiştir. İnşaatın, Hişam’dan sonraki halife Velid b. Yezid tarafından tamamlanmış olması da 12 muhtemeldir. Erîha şehrinin 2 km kadar kuzeyinde bulunmaktadır. İnşaatın tamamlanmasından çok kısa bir zaman sonra meydana gelen büyük bir zelzelede yıkılmıştır. Günümüzde arkeolojik kazıya konu olan saray, Mozaik süslemeleri, sıcak su hamamı ve yüzme havuzu gibi mimarî unsurlarıyla bir özellik arz etmekte, Bizans ve Sasani sanatının etkisinde kaldığı değerlendirilmektedir. UNESCO başta olmak üzere, ulusalararası kültürel kuruluşlarca kazı ve yenileme çalışmaları yapılmaktadır. 2.4. Musa Peygamber’in Makam Mezarı Kur’an-ı Kerim’de Hz. Musa’nın hayatı ve Firavun ile mücadelesi hakkında geniş malumat verilmektedir. Mezarının nerede olduğu hakkında ise kesin bir bilgi bulunmamaktadır. Hz. Peygambere nispet edilen bir rivayete göre, mukaddes diyara yakın bir yerde, yol kenarında kırmızı kum tepesinin yanına defnedilmiştir. Ziyaret edeceğimiz kabrin yeri bu rivayetten esinlenerek Selahaddin-i Eyyûbi tarafından tespit edilmiş ve daha sonra buraya onun tarafından bir türbe ve külliye inşa edilmiştir. Ancak bu mezar Yahudiler tarafından gerçek kabul edilmemektedir. Mezarın ziyaretçileri genellikle Türkler olduğundan, sandukanın başucundaki duvara ay yıldızlı al bayrağımız asılı bulunmaktadır. Hatta sandukanın üstündeki yeşil çuha da İstanbul’dan götürülmüştür. 3. El-HALİL (HEBRON) Kudüs’ün 35 km güneyinde yer alan şehir 5 bin yıllık bir geçmişe sahiptir. Adını İbrahim peygamberin Halîlu’r-Rahman (Allah Dostu) unvanına borçludur (Nisâ / 125). Hz. İbrahim bir süre bu şehirde oturmuştur. Bundan dolayı şehre Medinetü’l-Halil (Halil Kenti) ismi verilmişse de, zamanla Medine kelimesi atılmış ve geriye el-Halil kalmıştır. Şehir Museviler tarafından da kutsal kabul edilir. Burası İshak, Davut ve diğer bazı peygamberlerin de yaşadıkları bir yer olmuştur. Nüfusu 700 binin üzerinde olup tamamına yakını Müslümandır. Şehrin en önemli yapısı peygamber kabirlerinin bulunduğu mağara ve üzerindeki İbrahim Camii’dir. Harran bölgesinde doğmuş ve yaşamış olan Hz. İbrahim daha sonra buraya göç etmiş ve burada vefat etmiştir. 3.1. Hz. İbrahim Camii ve Peygamber Kabirleri Tevrat’a göre Hz. İbrahim, eşi Sâre öldüğünde onu defnetmek üzere, bilahare kendisinin de gömüleceği, içinde bir mağara bulunan araziyi satın almıştır. Gerçekten adı geçen yerdeki mağara (Makpela) zamanla İbrahim ailesinin bir mezarlığı hâline gelmiştir. Halk arasında Âdem ve 13 Havva’nın da burada gömülü olduklarına inanılmaktadır. Ünlü Yahudi Kralı Herod (M.Ö. 40-04), mağaranın etrafına duvar ördürmüştür. Bu yapı tarih boyunca birçok değişikliğe uğramıştır. Abbasiler burayı camiye çevirmişlerdir. Haçlılar caminin yerine bir kilise yapmışlar ise de, 1187’de şehri Haçlılardan geri alan Selahaddin Eyyûbi, onların yaptığı kiliseyi tekrar camiye dönüştürmüştür. Sonraki yıllarda Memlûkler ve Osmanlılar zamanında da önemli tadilat ve tamiratlarla bugün, Hz. İbrahim Camii ( المسجداإلبراهی – الحرم )اإلبراهیمیdenilen son şeklini almıştır. Şehrin sembolü olan cami üzerinde, 1967 savaşında Arapların yenilmesinden sonra Yahudiler, giderek artan miktarda hâkimiyet tesis ettiler. 1994 yılı Ramazan ayında sabah namazı sırasında iki Yahudi, camiye düzenledikleri silahlı saldırıda cemaatten 29 kişiyi şehit ve kendi hayatlarını da kaybetmişlerdir. Bunu bahane eden İsrail hükümeti Müslümanların ibadet yer ve saatlerini daha da kısıtladı. Günümüzde caminin kuzey yarısı Yahudilerin kullanımında olup Müslümanların girişine kapalıdır. Müslümanlara tahsis edildiği söylenen güney kısmına ise, ancak İsrail’in sıkı güvenlik kontrolüyle girmek mümkün olabilmektedir. Camiye gelen Müslümanların, demir parmaklık ve turnikenin dışında girebilecekleri başka bir nokta da bulunmamaktadır. El-Halil, Filistin Ulusal Yönetimi’nin bölgesi olmasına rağmen, caminin kontrolünü İsrail kendi elinde tutmaktadır. Rehberimiz, askerlerin ve görev yerlerinin fotoğrafını çekmenin yasak olduğunu daha önce bize söylediği için turnike ve polisleri fotoğrafla tespit etmedik. Caminin ahşap minberi Nureddin Zengi tarafından yaptırılmışsa da yerine koymak kendisine nasip olmamıştır. Rivayete göre vasiyetini uygun olarak fetihten sonra Selahaddin Eyyûbi tarafından yerleştirilmiştir. Orijinal hâliyle günümüze ulaşan minberin tarihî ve manevî değeri Müslümanlar açısından ölçülemeyecek kadar büyüktür. Camiye ulaşan uzun sokak eskiden çok canlı bir alışveriş merkezi olup, sokağın iki tarafındaki sıra dükkânlar camiye gelip giden cemaatle dolup taşıyormuş. Sokağın sonu, cami kapısında âdeta bir çıkmaz sokakla bittiği için günümüzde dükkânlar müşterisizlikten kepenklerini tamamen indirmek zorunda kalmışlar. Öyle ki çarşı, iş günü olmasına rağmen âdeta terk edilmiş bir kasabayı andırmaktadır. Caminin Müslümanlara ayrılan bölümüne kuzeydoğu köşedeki küçük bir odadan girilmektedir. Bu odadan, yan hücrede Hz. İbrahim’in eşi Sâre’ye ait sanduka demir parmaklıkların arkasında görülüyor. Caminin harimi kıbleye paralel üç sahından ibaret olup orta sahının iki tarafında, Hz. İshak ve eşi 14 Rıfka’nın, üzeri siyah dikdörtgen çatı ile örtülü taştan türbeleri vardır. Yine harimin kuzey batısındaki bir odada ise Hz. İbrahim’in sandukası parmaklıkların öte tarafındadır. Hz. İbrahim ve eşinin sandukaları, caminin sinagoga dönüştürülmüş olan diğer kısımdan Yahudiler tarafından da görülebiliyormuş. Yakup Peygamber ve eşi Leah’ın mezarları ise sinagogun içinde kaldığı için Müslümanlar tarafından görülememektedir. Ziyaret ettiğimiz İbrahim ve İshak peygamberlerin mezarlarıyla, Yakup’a ait olan mezarın gerçekliği konusunda üç dinin mensupları arasında görüş birliği vardır. 4. BEYTÜLAHM / BETLEHEM ŞEHRİ Batı Şeria’da, Filistin özerk bölgesinde ve Kudüs’ün 10 km kadar güneyinde bulunan bir şehirdir. Hz. İsa’nın doğduğu yer olan olarak meşhur olmuştur. Doğuş (Nativity) Kilisesi ve Hz. Ömer Camii, şehrin yegâne meydanının iki ucunda yer almaktadır. Beytülahm ismi Et-Evi anlamına gelmektedir. Doğrusu Ekmek-Evi olmalıdır. Çünkü ekmek, Hristiyanlıkta önemli bir âyin olan Ekmek-Şarap ayininin vazgeçilmez bir unsurudur. 200 bin nüfusa sahip Beytülahm halkının yüzde 75’i Müslüman geri kalanı Hıristiyandır. Fakat halkın tamamı etnik olarak Filistinli Araplardan oluşmaktadır. Batının desteğiyle Hıristiyan Arapların maddi durumları ve İsrail devletinin nazarındaki itibarları, Müslümanlara nazaran daha iyidir. Nitekim sayıca az oldukları hâlde şehrin belediye başkanının Hıristiyanlardan seçilmesi bir kural olarak yerleşmiştir. Filistinli Hristiyan Arapların toplam sayısı, Filistin’in toplam nüfusunun yüzde 5’i kadardır ve bunların çoğu kendilerince kutsal olan yerlerde yaşamaktadır. 4.1. Doğuş Kilisesi Hz. İsa’nın, kaynaklarda Nâsıra’lı olarak geçmesine ve Nâsıra’da yaşamasına rağmen Beytülahm’deki bir mağarada doğduğu kabul edilmektedir. Rivayete göre Hz. Davut’un da doğum yeri bu şehirdir. Mağaranın üzerindeki Doğuş (Nativity) Kilisesi, Romalılar döneminde imparator Konstantin ve annesi Helena tarafından M.327’de yaptırılmıştır. Sonraki yüzyıllarda her mezhepten cemaat, kendileri için birer bölüm ekleyerek kilisenin alanını genişletmişlerdir. Bütün Hıristiyanlar için önemli olan Kilisenin altında bulunan mağara ise toplu ziyaretlere elverişli olmadığı için içeriye küçük gruplar hâlinde ziyaretçi kabul edilmektedir. Bizim de sıraya girip birkaç saat beklememiz gerektiği için kiliseyi gezmekle yetiniyor ve yan taraftaki kiliseye geçiyoruz. Bu ikinci kilisenin avlusunda bir köşede İsa’nın, heykelciklerden oluşan temsilî doğum sahnesi canlandırılmıştır. 15 4.2. Hz. Ömer Camii 1860 yılında şehir meydanında ve Doğuş Kilisesi’nin karşısında yapılan tek minareli bir camidir. Cami’ye Kudüs’ü fetheden Hz. Ömer’in adı verilmiştir. Mimarî bakımdan bir değeri bulunmayan caminin cemaat mahalli bir buçuk kat yukarıdadır. Dolayısıyla yukarıya apartman merdivenlerinden farksız geniş merdivenlerle çıkılmaktadır. 5. YAFA / TELAVİV Kudüs’te üç gece konakladığımız Ritz Hotel’den 07 Mayıs Pazar sabahı 08.00 sularında çıkışımızı yapıyor ve gezimizin son durağı olan Yafa’ya hareket ediyoruz. Eski devirlerde Kudüs’ün Akdeniz’e açılan bir penceresi durumunda olan tarihî Yafa kenti deniz seviyesinden 38 m yüksekliktedir. Tarihte adı ilk kez M.Ö. 15’inci yüzyılda, eski Mısırlılar tarafından zapt edilen şehirler arasında geçmektedir. Halife Hz. Ömer zamanında Müslümanlar tarafından fethedilmiştir (H. 15 / M. 636). 1099’da Haçlıların eline geçen Yafa, bazı kısa aralıklarla Müslümanların hâkimiyetine geçtiyse de, Memlûkler tarafından 1268’de nihai olarak geri alınıncaya kadar hep Haçlıların elinde kalmıştır. Mercidâbık Savaşı’nın ardından bütün Suriye ile birlikte Osmanlı hâkimiyetine girdi. Bu dönemde iki asır kadar bir süre ile küçük ve sakin bir sahil kasabası olarak varlığını sürdürdü. Kasaba, 18’inci yüzyılın ikinci yarısından itibaren tekrar gelişmeye başladı. Sultan Abdülhamid zamanında Kudüs’e demiryolu ile bağlandı. 20. yüzyılın başlarında Yafa’da örgütlenen Yahudiler bölgeye planlı bir şekilde yerleşmeye başladılar. Bu bağlamda Yafa’nın kuzey varoşunda oluşturulan Yahudi yerleşim birimi, zamanla gelişerek bugünkü Telaviv kentini oluşturdu. Ara yerdeki boşluk zamanla dolduğu için eski ve yeni şehirler birleşmiş oldu. Yafa şehri günümüzde bir sayfiye merkezi olarak önemini korumaktadır. Akdeniz ikliminin bütün meyveleri bölgede bolca yetişmektedir. Ülkemizde meşhur olan Yafa portakalı adını buradan almaktadır. Osmanlıların son dönemlerine ait bazı mimari eserler günümüzde Yafa’nın tarihî dokusunu yansıtmaktadırlar. 5.1. Deniz Mescidi Şehrin en eski camisi olduğu belli olan Deniz Mescidi (Mescidü’l-Bahr /)مسجد البحر, deniz kenarındaki dik yamaç üzerine iki kat hâlinde bina edilmiştir. Denizle arasından sadece sahil yolu vardır. Caminin hemen üst tarafında ise, sonradan 16 yapıldığını tahmin ettiğimiz bir kilise bulunmaktadır. Yapısal olarak daha büyük olan kiliseyi inşa edenlerin camiyi gölgede bırakmak istedikleri anlaşılıyor. Duvarındaki tamir kitabesinden H. 1415 (M.1994)’te onarım geçirdiği okunmaktadır. 5.2. Mahmudiye Camii Adını Osmanlı Sultanı II. Mahmut’tan alan cami Yafa’nın en büyük ve önemli Osmanlı eseridir. Cami, ilk olarak 1710’da aynı yerde inşa edilmiş olan eski ve küçük bir mescidin yerine Sultan Mahmut adına yeniden yapılmıştır (H.1227 / M.1812). Yafa Ulu Camii ( جامع یافا الکبیر )المحمودیةolarak da bilinmektedir. Kıble duvarına bitişik hâlde Süleyman Paşa'nın yaptırdığı bir sebil yer almaktadır. Günümüzde caminin güney tarafı hariç dış duvarlar büyük oranda dükkânlarla kuşatılmış durumdadır. Buna rağmen yine de 2 kubbesi ve iki şerefeli yüksek 1 minaresiyle Yafa’nın sembolü olmaya devam etmektedir. Harimde, her iki kubbenin altında bulunan ve aynı büyüklükte olan iki ayrı mihrabın, iki ayrı mezhebe (Şafiî ve Hanefî) tahsis edilmiş olduklarını değerlendiriyoruz. Anadolu’da Allah, Muhammed ve Dört Halifenin isimlerinden başka bir isme pek yer verilmezken burada ilave olarak pandantiflerde, bölgenin dinî hatırasına uygun olarak İbrahim, Nuh, İsa ve Musa peygamberlerin isimlerine de yer verilmiş olması dikkatimizi çekmiştir. 5.3. Saat Kulesi Yafa’da sapasağlam ayakta duran diğer bir Osmanlı eseri ise saat kulesidir. Sultan Abdülhamit’in tahta çıkısının 25’inci yılı münasebetiyle inşa edilen kule, Mahmudiye Camii’nin doğu tarafından geçen çift şeritli yolun orta kaldırımında yer almaktadır. Üç basamaklı bir kaide üzerine kare planlı ve 3 katlı olarak inşa edilmiştir. İkinci kattaki pencerenin hemen üstünde bulunan, mermer satıh üzerine yazılmış olan orijinal tuğra doğal olarak Sultan Abdülhamit’e aittir. Tuğranın zaman içerisinde okunamayacak kadar aşınmış olduğu görülmektedir. Çatı katında yer alan iki adet saat kadranından biri güneye, diğeri kuzeye batmaktadır. Cadde üzerinde karşılıklı olarak sıra- 17 lanmış olan eski dükkânlar Osmanlıların son dönemlerine ait olmalıdır. Söz konusu caddenin doğusunda ve saat kulesinin hemen yakınındaki eski hükümet binası ise büyük ölçüde bir restorasyon geçirmiştir. Bu bina 1918’de Osmanlılar bölgeyi terk edinceye kadar mutasarrıflık/valilik olarak kullanılmıştır. Aynı cadde üzerinde yine Osmanlılardan kalma ve günümüzde lokanta olarak kullanılan taş binada öğle yemeklerimizi yiyoruz. Bu arada Türkçemizdeki çevirme kelimesinin ses değişimiyle, bizdeki bir çeşit döner anlamında 'şaverma'ya dönüştüğü ve lokanta tabelalarına yazıldığını görüyor ve öğreniyoruz. Lokantanın caddeye bakan 3 kemerli cephesinde, her kemerin üstündeki duvar taşlarında kabartma şeklinde Allah ( ) هللاkelimesi okunmaktadır. Camisi, hükümet binası ve dükkânlarıyla bir Osmanlı çarşısında dolaşıyormuşçasına Yafa gezimizi tamamladıktan sonra, bizi havalimanına götürmek üzere park yerinde bekleyen otobüsümüze yöneliyoruz. 6. DEĞERLENDİRME Günümüzde İsrail’in siyasi sınırları içerisindeki yerlerde egemenlik hakkını Yahudiler kullanmaktadır. Ancak askerî ve sivil yönetim tarzları bakımından yerleşim yerleri ve topraklar üç gruba ayrılmaktadır. Birinci bölgede bulunan yerlerin askerî ve mülki idaresi doğrudan doğruya İsrail’e aittir ki buraların yüzölçümü 21 km2’ye yakındır (A Bölgesi). Filistin Ulusal Yönetimi’ne bırakılmış olan yerlerin idaresi ise iki şekildedir: Güvenliği İsrail’in kontrolünde olup sivil idaresi Filistinlilere bırakılan yerler (B Bölgesi) ve son olarak da hem güvenlik hem de sivil yönetimi Filistinlilere bırakılan yerlerdir (C Bölgesi). Bununla birlikte C Bölgesi’nde bulunduğu hâlde bazı stratejik yerler A Bölgesi statüsüne sokulmuştur. Meselâ Hz. İbrahim Camii, C Bölgesi’nin önemli bir merkezi olan el-Halil kentinin orta yerinde bulunmasına rağmen A Bölgesi kurallarına tabidir. Bu konuda karar verecek olan yegâne siyasî organ İsrail hükümetidir. İsrail ve Filistin bölgelerinde bulunan araçların plakalarında farklı renk uygulaması vardır. Sarı plakalı İsrail araçları her üç bölgede serbestçe dolaşma hakkına sahip oldukları hâlde, yeşil plakalı Filistin araçlarının A Bölgesi’ne geçmeleri yasaktır. Ancak B ve C Bölgelerinde dolaşabilirler. Öte yandan B ve C bölgelerinin çevresi milyarlarca dolarlık harcamalar yaparak beton duvarlarla tecrit edilmekte ve bu bölgelerden A Bölgesi’ne geçecek olanları İsrail güvenlik kuvvetleri, lüzum gördükleri takdirde, giriş-çıkış kapılarına kurdukları güvenlik noktalarında kontrol edebilmektedirler. Diğer bir ifade ile Filistin Ulusal Yönetimi altında yaşayan Araplar âdeta bir açık hava hapishanesindedirler. Bununla da yetinmeyen İsrail hükümeti, B ve C Bölgelerinde Yahudiler için yeni yerleşim merkezleri kurmaya çalışmaktadır. Bu durum zaman zaman yerli halk ile İsrail güvenlik güçlerini karşı karşıya getirmektedir. Buna rağmen fiilî durum yaratan İsrail, C statüsündeki Gazze ve Batı Şeria bölgelerinde inşa ettiği 170 yeni yerleşim merkezine, toplam 750 bin Yahudi yerleştirmeyi başarmıştır. Filistinlilerin A Bölgesi’ne geçmesini bile kısıtlayan İsrail yönetimi, ucuz iş gücü temini için Eritre gibi yerlerden gelen kaçak işçilere oldukça müsamahalı davranmaktadır. İsrail ve Filistin halkı arasındaki gelir dağılımında ise bir uçurum vardır. Öyle ki satın alma gücü paritesi İsrail vatandaşları için yıllık kişi başına 35 bin dolar iken Filistin vatandaşlarınınki bu miktarın onda biri bile değildir. Tarım ve hayvancılığın dışında Filistin’in uğraştığı yegâne ekonomik sektör mermer ocakları işletmeciliğidir. O da ağır bir iş kolu olduğu için Filistinlilere bilinçli olarak bırakılmış gibidir. Esasen bu memleketteki evlerin, yazın serin ve kışın sıcak tuttuğu için taşla kaplanması bu sektörü ayakta tutmaktadır. İsrail diğer bütün sektörlerde olduğu gibi tarım sektörünün meyve ve tohum yetiştiriciliği konularında oldukça ileridir. Bizim basınımıza yansıdığı şekilde bir ezan yasağının uygulandığına şahit olmadık. Fakat Yahudiler için kutsal olan Cumartesi (Şabat) günleri bazı yerlerde 18 haricî ezanlara izin verilmediği söyleniyor. Dahası bu günlerde Yahudi mahallelerine ait ana giriş noktalarının, hiçbir şey yapmama adına bariyerlerle araç girişlerine kapatılmış olduklarını gördük. Dikkatimizi çeken bir husus ise Kudüs’ü ziyaret eden turistlerin çok büyük miktarda Türkiye ve Asya İslam ülkelerinden gelmiş olmalarıdır. Nitekim Türk vatandaşlarınca Kudüs seyahatlerinin neredeyse umre turları kadar ilgi görmekte olduğunu burada öğreniyoruz. Buna karşılık diğer Arap ülkelerinden ziyaretçi pek göze çarpmamaktadır. Rehberimizin de esefle belirttiği bu durum izaha muhtaç bir keyfiyettir. Etnik, dinî ve mimari bakımdan çeşitlilik ve çelişkilere karşın, trafikte sürücülerin yayalara oldukça saygı göstermeleri takdir edilecek bir şey. Yayanın yola adım attığını gören sürücüler durup yol veriyor. Ülkemizde de benimsenmesi gereken bir medeni davranış olmasına rağmen bu durum ilk anda bizim için şaşırtıcı olmuştur. Haklı mücadelelerinde Arap devletleri tarafından âdeta kaderlerine terk edildiklerini düşünen Filistinliler, ülkemizde pek fark edilmese de Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın şahsında Türkiye’den çok şey ümit etmektedirler. Ne var ki sorun, yakın gelecekte çözülecekmiş gibi görünmüyor. Nihai ve âdil çözüm, başta Türkiye olmak üzere İslam ülkelerinin, bilim, teknik, askerî ve iktisadi konularda ABD ile boy ölçüşebilecek kadar güçlenmesine bağlıdır. Bu süre içerisinde mazlum Filistin halkı, maddî ve manevi bakımdan uluslararası platformlarda bütün İslam ülkelerince olabildiği kadar desteklenmelidir. Yafa gezimizi tamamladıktan sonra dönüş için Telaviv Havalimanı’na hareket ettik. Güvenlik işlemlerini tamamladıktan sonra PC784 sefer sayılı Pegasus Hava Yolları uçağıyla 16.30 sularında havalandık. Telaviv-İstanbul yolculuğumuz yaklaşık 2 saat sürüyor ve saat 18.30’da Sabiha Gökçen Havalimanı’na iniyoruz. Bilimsel etkinlikler nedeniyle akademisyenlerin yurt dışında yaptıkları geziler, çoğu zaman etkinliğin düzenlendiği şehirle sınırlı kalmaktadır. Geniş kapsamlı kültürel amaçlı gezilerin gerçekleştirilmesi ise çok iyi bir organizasyonu gerektirmektedir. Turizm ve seyahat acenteleri tarafından düzenlenen geziler ise genellikle popüler ve turistik beklentilere göre şekilleniyor. Bu bakımdan aynı kültürel birikime sahip olan kişiler olarak, İslam tarihçilerinin yaptıkları kültürel amaçlı dört günlük Kudüs seyahati çok yararlı ve anlamlı olmuştur. İslam Tarihçileri Derneği, bu geziyle bir faaliyetini daha başarıyla neticelendirmiştir. Şüphesiz bunda dernek başkanı Prof. Dr. Mehmet Şeker’in güven verici ve iş bitirici kişiliğinin payı büyüktür. Bunun için kendisine ve gezinin gerçekleşmesi konusunda emeği geçen herkese teşekkür etmemiz bir değerbilirlik gereğidir. Temennimiz kültürel amaçlı bu gezilerin bundan sonra da devam ettirilmesidir.