4. SANAT KURULTAYI BİLDİRİSİ / SANAT VE SİYASET YÜCEL ERTEN Yıkılan Berlin duvarının kalıntılarında şöyle bir grafitti vardı: “Siyasetle sanat yapılamaz. Sanatla siyaset, belki!”. Biraz paradoxal tınlayan bu sözü, “sanat” ve “siyaset” alanlarının birbiri ile çok geçişimli olduğunu vurgulamak için seçtim. Ama kim ne derse desin, nereye ne yazarsa yazsın; insan siyasal bir varlıktır. Sanatı da kuşkusuz siyasal bir tutum içerir. Ülkemizde özellikle ödenekli sanat kurumlarımızın, “Aman siyasetten uzak duralım” şeklinde ortaya koyduğu yaklaşım bizi yanıltmasın. Çünkü son duruşmada, “siyasete bulaşmamak” düşüncesi de, bir siyasal anlayışın hizmetinde durmak anlamına gelir. Burada bir tek şeyin ayrımını iyi yapmak gerekir: “Siyasal duruş” ile “gündelik siyasete ve parti politikalarına yanaşma”nın farklı şeyler olduğunu bilmek. Benim gözlemlerim, özellikle ödenekli sanat kurumlarımızda, siyasetten uzak durduğunu sanmakla birlikte, iktidarların dümen suyuna girivermek, ya da dümen suyundan çıkamamak gibi bir çelişkinin yaşandığı biçiminde. Yani sanatı siyasetten soyutlamayı düşünmekten; tam da gündelik parti politikalarının, geçici iktidar isterlerinin enstrümanı olmak gibi bir şey. Oysa kurumların, özgün sanat politikalarının olması gerekir. Ben konuya bu cepheden yaklaşmak istiyorum. Önce ilginç bir soruyu öne çıkarmakta yarar var. Çünkü bu soru, Kültür Bakanlığı’nın 2000 Ekim'inde Ankara'da düzenlediği uluslararası bir sempozyumun hazırlık ve davet belgesinde yer almıştır. Soru şöyle: "Siyasal iktidarların değişiminden etkilenmeyecek kalıcı bir sanat politikası nasıl bir sistemle gerçekleşmeli?" Bu gerçekten önemli bir sorudur. Belki de en önemli sorudur. Öyle ki, bu sorunun yanıtını kafamızda ve gönlümüzde aydınlığa kavuşturmadan, ortak bir ilerleme sağlamamız zor olacaktır kanısındayım. Çünkü yalnızca biz sanatçılar, düşünürler, yazarlar filan, kendi aramızda değil; siyasiler ve yöneticiler de bu sorunun muhatabıdır! Sanırım, önce çok yalın bir gerçeğin kabul edilmesi gerekiyor: Çağdaş devlet, sanatın özgürce üretilmesini sağlar, ama sanatın nasıl olması gerektiğine karışmaz. Burada hemen "Nereye kadar özgür?" sorusuyla karşılaşacağımı biliyorum. "Özgürlüğün bir sınırı, bir çerçevesi olmayacak mı?"… Olacak tabii: Türkiye Cumhuriyeti Anayasası. Anayasa çerçeveyi, sınırı belirlemiştir. Bu çerçevenin içinde sanat özgürdür. "İyi ama, devletin hiç yönlendirmesi olmayacak mı?" Soru bundan ibaretse, işte yanıtını vermiş olduk: Devletin yönlendirmesi anayasanın ve demokratik, laik, sosyal hukuk devletinin temel isterlerinde saklıdır. Bence bunun hiç tartışılacak bir yönü yok. Gelgelelim bu soru, içinde kamufle edilmiş olarak başka bir soruyu, "Hükûmetlerin hiç bir yönlendirmesi olmayacak mı?" sorusunu taşıyorsa; burada cesaretle bu sorunun gözlerinin içine bakmak ve yüzleşmek gerekir. Ve yanıtımız açık olmalıdır: "Hayır! Sanatın içeriği ve biçimi, hükûmetlerin, 1 yerel yöneticilerin, yani siyasal iktidarların konusu değildir, olamaz!"… Siyasal iktidarların yönlendirmesine açık sanat kurumları, tarihte örnekleri görüldüğü gibi, gün gelir siyasetin boyunduruğu altına girerler. Bunun sonucu olarak da militarizmden fundamentalizme, faşizmden komünizme kadar, uç noktalara itilebilir ya da sürüklenebilirler. Herhangi bir siyasal iktidar mensuplarının "Ama biz öyle şeyler yapmayız ki" demesinin burada herhangi bir kıymet-i harbiyesi yoktur. Çünkü siz belki yapmazsınız, ama yolu açık bırakırsanız, başkaları gelir, yapar! Sanırız, önce bu netliğe ihtiyacımız var. Üstelik siyasal erk, bu yalın, ama çetin gerçeği kabul etme cesaretini gösterebildiği zaman; işi çok daha kolaylaşacaktır. Düşünsenize, o zaman sanatsal üretim için politika belirlemek gibi, “siyasetçi”nin tabiatına aykırı bir görevden kendini kurtarmış olacaktır. (“siyasetçi” sözcüğünü tırnak içinde kullandığımı belirteyim.) Evet, tırnak içindeki siyasetçi, sanatsal üretim için politika belirlemek gibi bir zahmetten kurtulmuş olacaktır. Ama geriye halâ çok önemli bir görev kalır: Anayasanın emirleri ile sanatın özgürlüğünü bağdaştırmak! Bir başka deyişle: Halkın vergilerinden oluşan kaynaklarla hizmet veren sanat kurumlarının nasıl yaşayacağına ve nasıl yönetileceğine dair kalıcı politikalar oluşturmak. Ve madem ki sanat özgürdür; bunu gerçekten siyasal iktidarların değişiminden ve çalkantısından etkilenmeyecek biçimde yapmak! Yani kendi iktidar sürecinin, kendi zaman diliminin ötesini de görerek; kurumları sağlam, objektif ve demokratik yasal dayanaklara kavuşturmak! Bunun, siyasetçiyi de yüceltecek, (yani tırnak içinde anılmaktan kurtaracak) bir tercih olacağını ayrıca vurgulamama gerek var mı bilmiyorum. Demek ki devletin, hükümetin ya da Kültür Bakanlığının ya da Kültür ve Turizm Bakanlığının sanat politikası ancak şu olabilir: "Sanat kurumları için, sanat politikası değil; siyasi iktidarların değişiminden etkilenmeyecek, kalıcı bir yönetim politikası oluşturmak"… Başka şey değil! Bunun sağlıklı gerçekleşmesi için; üç ayrı katmanın anlayış ve davranış birliği gerekir: Siyasal erk, kurum yöneticileri ve kurum çalışanları. Sözkonusu dönüşüm, ancak bu üç cephenin birden, bu anlayışa sahip olmaları ve içtenlikle savunmaları durumunda gerçekleşebilir. Ama ne yazık ki genelde, her üç cephede de ne yazık ki bu irade görünmüyor. Onun yerine objektif bakmayı başaramayan siyasetçiler, yöneticiliği siyasal iktidara yanaşmak şeklinde anlayan kurum yöneticileri ve başarıyı yöneticilere yanaşmakta arayarak gündelik hesapların açmazından çıkamayan çalışanlar görünüyor. Bu saptamaların kapsamadıkları alınmasınlar lütfen. Ayrıksı durumlar kuralı bozmaz… Bir başka saptamam da şudur: Bu tür tartışma ortamlarında, iki ayrı konu, gereksiz bir biçimde birbirinin içine giriyor ve bir bulanıklık oluşturuyor. Bunlardan birisi, Türkiye'deki sanatçı örgütlerinin bir birlik oluşturma girişimidir. Türkiye'deki sanatçı örgütleri biraraya gelerek, bir federasyon, bir konsey ya da benzeri bir yapı oluşturabilirler. Bu, doğaldır, yararlıdır. Desteklenmesi gereken bir girişimdir. Safları sıklaştırır, örgüyü güçlendirir. Bunu da bu örgütlerin temsilcileri, yöneticileri bir araya gelip yaparlar. Ne alâ. Buna kimsenin itirazı yok. Ama zaman zaman bununla karıştırılan ikinci bir konu var ki, orası biraz daha 2 düşündürücü. O da, bugün Türkiye'de kültür ve sanat alanına kaynak ayıran, yatırım yapan, destekleyen siyasi otoritenin ya da Kültür Bakanlığının bazı işlevlerini üstlenmeye aday olacak bir yapı. Yani anayasal bir kurum ya da kuruluş. Bu ikisi ayrı şeyler. Ve bunlardan birisi, öteki değil. Bu ikisinin birbirine katıştırılması ya da karıştırılması, sakıncalı sonuçlar doğurabilir kanısındayım. Kanımca, özerk yapılanmada, kurumlardan meslek alanına ve meslek alanından da Türkiye geneline doğru kurulacak bir piramit esastır. Yani sözgelimi sahne sanatları alanında, Devlet Tiyatroları, Şehir Tiyatroları, Devlet Opera ve Balesi ve benzeri kuruluşlar, özerkliklerine kavuşmuş olmalıdırlar. Bu temeldir. Özerklik anlayışı içinde çalışan bu kuruluşların üstünde, salt bu sanat alanına destek sağlayacak bir özerk kurum, örnekse "Türkiye Tiyatro Kurumu" bulunmalıdır. Diğer alanlarda Türkiye Sinema Kurumu, Türkiye Müzik Kurumu ve benzerleri olabileceği gibi. Bu kurumların üzerinde de, güvencesini anayasadan alan ve demokratik temsiliyet esasıyla bu kurumlara güvence veren bir üst kuruluş olabilir. Bunu da "Türkiye Özerk Sanat Kurumu" diye adlandırmak mümkün. Bu çözümün dışındaki her çözüm, kanımca bir ölçüde sakıncalıdır. Çünkü Anayasada güvencesini bulmayan ve gerek akçasal, gerekse yönetsel bakımdan tam özerk olmayan bir kurum, yalnızca yeni bir patron anlamına gelecektir. Gelin bunun yanıtını, sahne sanatları alanından vermeye çalışalım: Bugün devlet, şu ya da bu yolla Devlet Tiyatrolarına, Devlet Opera ve Balesine, diğer tam ödenekli kuruluşlara, yerel yönetimlerdeki tiyatrolarına, özel tiyatrolara, çeşitli yol ve yöntemlerle, nakdi ya da ayni katkılarda bulunmakta, kaynak ayırmaktadır. Alana yapılacak yatırımların, ayrılacak kaynağın ya da desteğin, nasıl daha anlamlı kılınabileceği konusunda; Kültür Bakanlığı düzeyinde de bir oluşumdan sözedilebilir. Yine demokratik yöntemlerle hayata geçirilmesi şart olan bu oluşumda, konunun rasyonelleri araştırılabilir, tartışılabilir. Halkın vergilerinden oluşan kaynağın, nasıl daha adaletli yönlendirilebileceği, Türk sanatının geleceğine nasıl daha fazla katkıda bulunabileceği irdelenebilir. Evet. Ama işte oraya kadar! Ondan ötesi, kurumların ve kuruluşların kendi işidir. O noktada sözkonusu olan, kurumların özerkliğini geliştirmektir. Yoksa, hükûmetin altında, kurumların üstünde bir formül; bugün globalleşme, yarın millileşme, öbürgün sektörleşme, ya da ne bileyim seçkinleşme, özelleşme ve benzeri sapmaların ya da yaptırımların yatağı olur. Söz buraya gelince, Devlet Tiyatroları özeline girmeden geçmek mümkün değil. O bakımdan kısaca Devlet Tiyatroları açısından da durumu değerlendirelim. Öyle sanıyorum ki, bu ölçekteki gözlem ve vargılarımız, diğer birçok ödenekli sanat kurumu için de geçerli olacaktır. Bilindiği gibi, Devlet Tiyatroları, bu ülkenin, tiyatro alanında fizikî bakımdan en geniş yeri tutan kuruluşudur. Yarım yüzyılı aşan geçmişi ile bu kurumun önemini tartışmayı gereksiz bulurum. Bununla zamanınızı almayayım. Ne var ki bu kuruluş, bir yandan artık yetersiz kalan yasası, bir yandan siyasi müdaheleler, bir yandan değnekçi-devletçi-merkeziyetçi yönetimler, bir yandan 3 istikrarsız iç politikalar, bir yandan potansiyel genel müdür adaylarının didişmeleri, bir yandan da sanatçıların üzerine sinmiş olan memuriyet kokusu ile, bugün yaralı bir devi andırmaktadır. İşte bu gerçeğin sancısını çeken kurum mensupları, 10 yılı aşkın bir süredir, kurumu dinamikleştirecek, sorumlu bir biçimde geleceğe taşıyacak bir çözümün, bir rasyonelin peşinde koştular. Bu çalışmaların temelinde şu asgari müşterek yatıyordu: 1. Devlet Tiyatroları üst yönetiminin, yani Genel Müdürlüğün, Bakanlığa olan bağımlılığını azaltmak, siyasi erk ile ilişkisini daha uygar bir hale getirmek gerek. 2. Tek tek bütün tiyatrolarımızın, hatta büyük kentlerde Birim'lere ayrılacak olan tiyatrolarımızın, Genel Müdürlüğe bağımlılığını azaltmak, Genel Müdürlükle ilişkisini daha uygar bir hale getirmek gerek. Bir başka deyişle söylersek: Bakanlığın müdahalelerini asgariye indirmek ve bir imparatorluğu andıran, artık kaotik görünen uçsuz bucaksız yapıdan, "yerinden yönetim" yapısına, "özyönetim" anlayışına geçmek. "Demokratik bir oluşumla, yerinden yönetilen, öz erkine sahip" tiyatrolara kavuşulması. Her tiyatroya, tek başına, en geniş özerklik durumunun sağlanması. Yıllarca savladığımız ve savunduğumuz bu “kurumsal özerklik” anlayışı, başlangıçta sözünü ettiğim, “devletin kalıcı yönetim politikaları oluşturması” ilkesi ile ters düşmez, örtüşür. Öte yandan, modüler biçimde öngörülen piramit yapısına da ters düşmez. Yani tek tek özerkliğe sahip ödenekli “tiyatro kuruluşları”, onların kaynaklarını rasyonalize edecek özerk “Türkiye Tiyatro Kurumu” ve bütün sanat alanlarındaki benzeri kuruluşlara çatı oluşturacak, özerk “Türkiye Sanat Kurumu” anlayışı ile de çelişmez, örtüşür. Türkiye'nin birçok kurum ve kuruluşuyla, merkezci olmayan yönetim biçimlerini özlediği, amaçladığı, hedeflediği bir ortamda; sanat kurumları için tepeden tırnağa öz erk gerekeceği açıktır. Üstelik bunun böyle olması gerektiğini destekleyen, önemli bir de deney var: İzmit Şehir Tiyatrosu. İzmit Büyükşehir Belediyesi’nin 6 yıl önce kurduğu, katma bütçeli, yani ödenekli bir kurum. Bir Genel Sanat Yönetmeni ile yönetim kuruluna dayalı yönetim biçimi, 23 kişilik sanatçı kadrosu, tek sahneli yapısı ile, yıllardır sözünü ettiğimiz “Birim Tiyatro”nun sanki bir modeli. Benim artık sözetmekten usandığım, o çok bildik müzmin parasal sorunlara rağmen; bir yıl içinde seyircisini % 70 oranında artıran, ulusal çerçevede övgülerle anılan, uluslararası bir ödülü evine taşıyan bu tiyatro bütün bu başarılarını neye borçludur dersiniz? Tabii ki bir ekip olarak tutumuna, enerjisine, emeğine ve yaratıcılığına. Ama salt bunlara değil. Aynı zamanda tiyatronun öz erkini tanıma erdemini gösterdikleri için, tırnak içinde anılmayan yerel yöneticilere. Bütün kurumlarımızın bu uygarca yaklaşımdan nasibini almasını gönülden diliyorum ama; bunun raslantılara bağlı kalmaması için, sözlerimin başına dönüyorum: "Sanat kurumları için, siyasi iktidarların değişiminden etkilenmeyecek, kalıcı bir yönetim politikası oluşturmak" ve bunun güvencesi olarak, “her katmanda özerkliği gerçekleştirmek” hedefimiz olmalıdır. Saygılarımla. Yücel Erten 08.12.2003 İstanbul 4