islam toplumu mılllî görüş

advertisement
Perspektif
FEBRUAR / ŞUBAT 2010 • Jg./Yıl: 16, Nr./Sa yı: 182
İslam Toplumu Millî Görüş aylık yayın organı
“Umre, kendisiyle öbür Umre arasında
işlenmiş günahlar için keffârettir.”
-Hadis-i Şerif-
IGMG Hadsch-Umra & Reisen GmbH
Boschstr. 61-65, D- 50171 Kerpen
Telefon: +49 (0) 2237 97 46-0
Faks:+49 (0) 2237 97 46 19
www.igmghacumre.com
E-Mail: info@igmghacumre.com
BANKA HESAP NUMARASI:
IGMG Hadsch-Umra&Reisen GmbH
Kreissparkasse Köln
Kontonr.: 149 27 77 81• BLZ: 370 502 99
İmamları Almanya’da yetiştirmek
Bu yeni yılı Almanya’daki Müslümanların kurumsallaşmasını müzakere ettiğimiz ve iki gün süren toplantımızla karşılarken, daha sonraki haftalarda, diğer birimlerimizin toplantıları ile devam ettik. Yeni yılın ilk haftalarını, İrşad, Eğitim, Teşkilatlanma, Gençlik Teşkilatı,
Kadınlar Teşkilatı, Hac ve Umre Organizasyonu, Sosyal
Hizmet Başkanlığı, Bölge Başkanları ve Üniversiteliler Yatılı Seminerleri gibi programlarla Genel Merekez’imizde yoğun bir tempoyla geçirdik. Tabiî bu arada bölge ve
cemiyetlerimizdeki pek çok toplantı ve programa da iştirak etme durumunda kaldık. Cemiyetlerimizin ve bölgelerimizin hizmet ve yükümlülüklerinin bilincinde olarak çalışmalarını görmek, bizleri de şevklendiriyor, karşılaştığımız sıkıntıları göğüslememize yardımcı oluyor.
Teşkilatımızda Allah rızası için çalışan ve bu uğurda gayret gösteren tüm kardeşlerimizden Allah razı olsun derken, Allah’tan, gayretlerinin mükafatını da bahşetmesi niyazında bulunuyoruz.
Her ne kadar şu anda gündeme Almanya Eğitim Bakanlığı tarafından getirilmiş olsa da, imamların Almanya’da
yetiştirilmesi, entegrasyon tartışmaları çerçevesinde aslında hep gündemde tutuldu. Bu konuda bir tartışma programına da katılan Abdulgani E. Karahan, bu talepleri
değerlendirdiği yazısında, konunun, entegrasyon tartışmalarından ziyade, Müslüman cemaatlerin ihtiyaçları göz
önünde bulundurularak değerlendirilmesi ve yalnızca bir
Perspektif
IGMG AYLIK YAYIN ORGANI
FEBRUAR/ ŞUBAT 2010 Yıl/Jg.: 16, Sayı/Nr.: 182
Boschstr. 61-65, D- 50171 Kerpen
Tel.: 02237/ 656-0 • Fax: 02237/ 656 555
www.igmg.de E-Mail: dergi@igmg.de
YAYINCI · HERAUSGEBER
Islamische Gemeinschaft Millî Görüş • IGMG e.V. • Amtsgericht Bonn, VR
6621 • Vertreten durch den Vorstand: Osman Döring, Vorsitzender;
Oguz Ücüncü, Generalsekretär ; Ali Bozkurt, stellv. Vorsitzender
GENEL YAYIN YÖNETMENİ · CHEFREDAKTEUR:
Oğuz Üçüncü (V.i.S.d.P)
DİZGİ-LAYOUT: İlhan BİLGÜ • BASKI · DRUCK: Yavuzsöhne-Duisburg
EDİ TÖR
ülke veya mekanın yer olarak seçilmesinin probleme kayda değer bir çözüm getirmeyeceğini gündeme getiriyor.
Teşkilatımız, Müslüman cemaat haricinden gelen talepleri
göz ardı etmese de, cemaatimiz ve diğer cemaatlerin de
ihtiyaçlarını göz önünde bulundurarak, gerek hâlen imam
olarak görev yapan, ya da zaman zaman bu görevi ifa eden,
veya, ifa edebilecek durumda olan kardeşlerimizi desteklemek amacıyla iki yıldan beri sürekli yatılı kurslar
düzenliyor. Bu programların gerek muhteva ve gerekse
katılım bakımından daha da genişletilmesi çalışmalarımız da devam ediyor.
Teşkilat olarak, İslam dünyasının genelinden farklı
bir sosyal ve kültürel ortamda yaşadığımızın ve bu ortamda kendi kimlik, gelenek ve inancımızla varlığımızı, ümmet ile bağlarımızı koparmadan sürdürmemiz gerektiğinin bilincindeyiz. Bu bilinçden hareketle, cami vecemiyetlerimizde görev yapacak olan imamlarımızın vasıflarının daha da genişlemesi gerektiğini biliyor ve buna göre hazırlıklarımızı yapıyoruz. Fakat, bazılarının söylediği gibi, bu vasıfları sadece bir “dil” bilgisine indirgemenin de çözüm olmadığını biliyoruz.
Önümüzdeki Mevlid Kandili’nizi tebrik ederek gelecek sayımızda buluşmak üzere, Allah’a emanet olun.
• Oğuz ÜÇÜNCÜ
Yayınlanan makale ve fikir yazılarının sorumlulukları yazarlarına aittir.
Die in der Zeitschrift veröffentlichten Meinungen binden die Autoren, nicht die IGMG
İLAN SERVİSİ · ANZEIGENSERVICE:
Tel.: 02237/ 656-201 • Fax: 02237/ 656 555 • E-Mail: tanitma@igmg.de
ABONE SERVİSİ · ABONNEMENT:
Islamische Gemeinschaft Millî Görüş
Lastschriftabteilung: Boschstr. 61-65, D- 50171 Kerpen
Tel.: 02237/ 656-0 • Fax: 02237/ 656 555 • E-Mail: mitglied@igmg.de
Yıllık abone ücreti: 59,-EURO • Jahresabonnement: 59,-EURO
IGMG Genel Merkez Üyelerine Ücretsizdir
Für Vereinsmitglieder der IGMG kostenlos
Der Bezugspreis ist im Mitgliedsbeitrag enthalten
HESAP NO · BANKVERBINDUNG:
DENIZ BANK AG Kontonr.: 20 41 27 45 50 BLZ: 500 307 00
İÇİNDEKİLER
5
6
8
8 10
12
14
16
19
Helâl yaşam
İslam ve Yahudi düşmanlığı
benzerliği
Almanya’da imam yetiştirmek
Üniversiteliler, yatılı
eğitim seminerinde buluştu
Almanya Müslümanlarının
kurumsallaşması toplantısı
Kerpen'de yapıldı
21
23
25
27
19 29
Aile, çocuklar ve
Namaz eğitimi
“İslam Hukuku, Geçmişi
ve Bugünü”
Gençlerimiz ve ergenlik
31
34
36
23 38
10
İslam dünyası, Darfur
konusunda neden sessiz?
Kazakistan
Mikro kredi ve
Muhammed Yunus
Ameliyatlar ve aletler
Namaz ve karakter gelişimi
„Das islamische Recht.
Geschichte und Gegenwart“
Familie, Kinder und
die Heranführung zum Gebet
Klausur-Tagung zur muslimischen Institutionalisierung in Deutschland
Islamfeindlichkeit und
Judenfeindlichkeit
27
to p l um
İslam ve Yahudi düşmanlığı
benzerliği
ve neslini heteroseksuel olarak devam ettirir,” yargısıyla,
İslam ve Yahudi düşmanlığnın birbirine benzemediğini savunuyordu.
Kendisi de Yahudi asıllı olan Prof. Dr. Wolfgang Benz’e
göre, 19. yüzyıl Yahudi düşmanları ile günümüz “İslam
erlin Teknik Üniversitesi Yahudi Düşmanlıeleştirmenleri” çoğu zaman birbirine benzer argümanğı Araştırmaları Merkezi, 2008 yılı Aralık ayınlar ve usullerle çalışıyor. İnsanların kafasında oluşan “düşda “Feindbild Muslim – Feindbild Jude” isimman tasavvuru”nun bir histeriden kaynaklandığını ve bu
li bir konferansla Almanya’da kamuoyunda İsdüşman tasavvurunun da siyasal ve sosyal korkuları azalltlam ve Müslümanlar aleyhine oluşan havanın Yahudi
tığını belirten Benz, İslam dünyasındaki batı karşıtlığı
düşmanlığına benzediğine dikkat çekmişti. Merkez’in
ile Batı’daki İslam düşmanlığı arasında da benzerlikler
Müdürü Prof. Dr. Wolfgang Benz ve çalışma ekibi o zabulunduğuna işaret ediyor. Benz, “Arab kültür çevremandan bugüne pek çok hakarete maruz kaldı. Özellerindeki ‘Batı’ düşmanlığı tasavvurunun, Batı dünyalikle böyle bir mukayese yapması ile Yahudilere karşı yasındaki popülistlerin “düşman tasavvuru”nda görüldüpılan soykırımın (Holokost) önemsizleştirildiğine dağünü ifade ederken, her iki düşman tasavvurunun da ayir suçlamalarla karşılaşan Prof. Benz, geçen ay da Südnı yapısal prensipten hareket ettiğinin üzerinde durudeutsche Zeitung’da “Hetzer mit Parallelen” -Tahrikçiyor. “Kendilerine “İslam eleştirmenleri” denilenler tarafından
ler yan yana- başlıklı bir makale yayınladı.
Müslümanların bir grup olarak bilinç dışı ve kaba saba bir
Prof. Benz, yaptığı araştırmaların bilimsel araştırşekilde karalanmasının tarihi paralellikleri var. Şu anda
malar olduğunu belirttiği yazısında, Yahudi düşmanİslam, düşünsel olarak ekstremizm ve terörle bağlantılanılığı ile İslam düşmanlığı arasındaki paralelliğin gözyor, ki böylece İslam dinine mensub olanlar ve bu kültür bir
den kaçamayacak kadar benzerliğine işaret ettiği yadüşman tasavvuru ile sarılıp, ayırımcılığı hak ettiği söyzısına, aralarında yazar-yayıncı Henryk M. Broder’in
leniyor.”
de bulunduğu pek çok kimsenin tepkisini çekti. ABD
“İslamofobi” teriminin yanı sıra özellikle “İslam eleşve İsrail’de de bir yıldan beri eleştirilere muhatap olan
tirmenleri” tanımlamasını kullanarak, İslam ve MüslüBenz’in makalesine karşı, Alman kamuoyunda alaycıman düşmanlığını tesbit etmeye çalışan Benz’in “İslam
lığı ve tahrikkârlığı ile tanınan Broder, yazdığı “Müseleştirmenleri” şeklindeki kullanımı da eleştiri yağmulümanlar günümüzün Yahudileri midir?”
runa yol açtı. Henryk M. Broder, İslam
başlıklı makalesinde her şeyin birbiriyle
düşmanlığını izah etmeye çalışan Prof.
mukayese edilebileceğini, ama eş değerde
Benz’in tezlerine ise “Yahudi düşmanlıgörülemeyeceğini belirtirken, Benz’in,
ğı histerik korku ve iftiralara dayanırken,
İslam düşmanlığının Yahudi düşmanİslamofobya gerçek bir temele dayanıyor”
lığına benzerlik gösterdiği yolundaki teşeklinde cevap vererek, bu konuda kenzini reddediyordu.
disine göre örneklemeler de vermeye
Fakat, “Bikini ile Burka’yı mukayese
çabalıyor. Ancak Prof. Benz, “Avrupa’nın
edebilirsiniz,” diyen Broder burada poİslamlaşmasına karşı sürdüren mücadelemiğe başlıyor ve “Sözde İslamofobi ile
le Müslüman kadınların lohusa yataklaYahudi düşmanlığı arasında bir bağlanrına kadar girmiş durumda” olduğunu betı olduğu mukayesesini yaparsanız, şu
lirterek, İslam eleştirmenlerinin Müslüönermede tam olarak yanlış olmaz. Su aymanlara karşı ayırımcılığı meşru göstegırı ile bir insanın bazı benzerlikleri
recek yola düşmemeleri uyarısında buvardır: Su aygırı da yer, uyur, hazmeder
lunuyor.
Konferansın dökümanları
İlhan Bilgü • ibilgu@igmg.de
B
Ş U B AT / F E B R U A R 2 0 1 0
/5/
g ünd e m
Almanya’da imam yetiştirmek
Abdulgani Engin Karahan • akarahan@igmg.de
on verilere göre Almanya’da yaşayan 4.5 milyondan
fazla Müslüman, farklı büyüklüklerde 2000’den
fazla olan cami ve mescidlere gidiyorlar. Sözkonusu camilerde cemaate verilecek olan hizmetler ve ve bu cemaatlerin ihtiyaçlarının karşılanması için
gerçekten de büyük bir teşkilatlanma gerekiyor.
Şurası bir gerçektir ki, Türkiye’den gelen imamlar, Almanya’da karşılaşılan problemlere her zaman cevap bulamadıkları gibi, cami cemiyetleri de, cemaatin ihtiyaç
duyduğu hizmetleri sunabilen yeteri kadar imam bulamıyorlar. Ama, başarılı bir imam ile cemaat arasında iyi
bir ilişkinin yirmi yıl süreceğine dair garanti de yok, tabiî ki. Nitekim, şimdiye kadar bazı yerlerde çok sıklıkla
imam değiştirildiğine şahit oluyoruz.
Almanya’da dinî bir cemaatin en önemli görevlerinden birisi, mensuplarına, anlaşabilecekleri ve ihtiyaçlarına cevap verebilecek ve cemaate gelecek perspektifi sunabilecek imamları yetiştirme görevidir. Hatta, bazı yerlerde cemaatin büyüklüğü sebebiyle bir imam yeterli olamıyor. Bir dinî cemaat için bunun anlamı, ister yurtdışından getirerek olsun, isterse burada yetiştirilmiş olsun
mutlaka imam ihtiyaçlarının karşılanması gerektiğidir.
S
İmamın vasıfları
Hakikaten iyi bir dinî eğitim almış, vasıflı ve cemaatin içinde bulunduğu şartları ve ihtiyaçlarını bilip buna
göre hizmet veren bir imamın, aslında, eğitimini aldığı
ülke bir yönüyle pek de önemli değildir. Çünkü cemiyet
için önemli olan, cemaatin imam ile sağlıklı ilişki kurabilmesi ve imamın da, cemaatin içinde bulunduğu durumları
kavrayarak onlara yön gösterebiliyor olmasıdır. Fakat, bir
diğer yönüyle, yani yetişme tarzı ve aldığı eğitim kültürü sebebiyle imam, cemaatin genciyle ihtiyarı ile ilişki kuramayıp zihnen cemaatin bulunduğu ortamın dışında yaşıyorsa, böyle bir imamın cemaate yeni perspektifler sunması mümkün değildir.
Elbette ki, cemaat için kendisine gösterecekleri güven açısından imamın eğitim aldığı yer ve müessese önem
arzeder. Bununla birlikte, imamın Avrupa’daki Müslümanların
/6/
IGMG • PERSPEKTİF
özelliklerinden olan çift kültürlülük gerçeğini de benimsemesi
ve bunu gözönünde tutarak cemaatine öncülük etmesi de
önemlidir. Bu, sadece burada yaşadıkları ortamı tanımak
ile değil, aynı zamanda buradaki Müslümanları asıl geldikleri toplumlardan miras aldıkları geleneksel kültürel
kodları tanımak ile ve bunların üzerinden kendileri ile bağ
kurmaktan geçer. Eğitimin Avrupa’da alınmış olması, elde edilen dinî donamın kalitesi iyi olsa da bu özellikler
yoksa, dinî donanım, cemaat-imam ilişkisini geliştirmede fazlaca bir rol oynayamaz. Üstelik, gözden kaçırılmaması gereken noktalardan bir tanesi de imamların cemaatin
anadilini biliyor olmasıdır. Örneğin cemaatin bir kısmı
her ne kadar Almanca biliyor olsa bile, iyi Almanca bilen, fakat, cemaatin anadilini konuşamayan her hangi bir
imamın Türklerin, Boşnakların ya da Arabların çoğunlukla gittikleri camideki başarısı az olacaktır. Hem, cemaatin anadilini bilen, hem de, Almancayı iyi bilen bir
imam ise daha faydalı olacaktır.
İmamın en önemli vasıflarından birisi cemaatle sağlıklı bir ilişki kurarak cemaatin tüm ihtiyaçları ile ilgilenebilme kabiliyetine sahip olmasıdır. Diğer taraftan,
imamların cemaatin geldiği ülkelerin kültürü ile de bağı olması bu ilişkiyi daha sağlamlaştıracaktır. Cemaatin
neye, nasıl sevindiği veya neye nasıl üzüldüğü, dinlediği
müzik, boş zamanlarında neler yaptığı veya yapmak istediği, sosyal ilişkilerdeki davranış şekilleri, düğün, cenaze, dargınların barıştırılması gibi konulardaki kültürel farklılıklara dayanan özellikleri bilmesi cemaat ile imam arasında kurulan ilişkiyi pekiştirecektir.
İmamın eğitim yeri
Şunu da unutmamak gerekir ki, imamların yetişme yerleri elbette ki onların davranış ve dünyayı değerlendirişlerine etki eder. Mesela, mevcut eğitim sistemleri içinde
Türkiye’de eğitilen bir imamın yetişmesindeki ana nokta, Türkiyedeki insanların ihtiyaçlarıdır. Dolayısıyla Türkiye’de aldıkları eğitimde Almanya, Avusturya, Hollanda, ya da genel olarak Avrupa’nın özellikleri ve buradaki Müslümanların ihtiyaçları ya hiç göz önünde bulundurulmaz, ya da, bu ihtiyaçlar, ikinci derecede yer alır. Bu
açıdan değerlendirildiğinde imamların Almanya’da yetiştirilmeleri ve Almanya’daki Müslümanların ihtiyaç ve
problemlerini dikkate alan bir müfredat çerçevesinde eğitim görmeleri tercih edilir. Çünkü o zaman imam, eği-
g ünd e m
tim sürecinde de cemaatin problemleri ve ihtiyaçlarını görecek, aldığı eğitimin belirli bir amaca yönelik olduğu bilincinde olacaktır. İmam zaten böylece bizzat kendi ihtiyacı ve problemlere arayacağı cevabı ile cemaatten biri
olacağı için de, öncülük edeceği cemaati iyi anlayacak, cemaat de imamı anlayacaktır. Ne var ki, Almanya’da
imamların dinî eğitimleri için gerekli müesselerin olmayışı, imam eğitim meselesinin tamamıyla Almanya’da gerçekleştirilmesini mümkün kılmamaktadır. Onun içindir
ki, örneğin Türkiye’de yüksek din eğitim veren ilahiyat fakülteleri ile buradaki eğitim müesselerinin işbirliği bir zorunluluktur. Buradaki eğitim müesseselerinin de Müslümanların ihtiyaç ve problemlerini iyi tesbit edip değerlendirmeleri ve İslamî cemaetlerle gerek müfredat hakkında gerekse eğitim sürecinde işbirliği yapmaları gerekir. Almanya’daki dinî cemaatler bu gerçeğin farkındadırlar.
Bu yüzden, zaman zaman gerek görevli imamların gerekse
imamlık görevi yapmak isteyen ve belirli dinî eğitimi olan
kişilerin eğitimlerini ilerletmek için kurslar düzenlenmektedir.
Şu bir gerçektir ki, Almanya’daki toplumsal çevre ile Türkiye’deki toplumsal çevre birbirinden çok farklıdır. Globalleşmenin sonucu ve iletişimdeki gelişmeler sebebiyle göçmenler, içinde yaşadıkları toplumda bile, kendi ülkelerinden bir hatıra yaşatmak isterler ve geldikleri ülkelerdeki kültür ve alışkanlıklarını canlı tutarak yeni bir hayat kurmak
isterler. Kurulan bu yeni hayat, ne tam Almanya, Fransa
ya da Avusturya’dır ne de tam Türkiye. Fakat bu yeni hayatın, hem yaşanılan ülke ile güçlü bir bağı vardır hem de
Türkiye ile. İnsanların, böyle bir çözüm üreterek hayatın
problemlerine karşı direnebilmeleri aslında sosyal açıdan
da gelişmelerini sağlar. İşte bunun içindir ki, imamların sadece yaşadıkları ülkelerin dilini öğrenmelerinin işi kolaylaştıracağını düşünmek yanlış olacaktır. Mesela Almancayı bilip bilmemesi imamlardan beklenen hizmet ve görev
problematiğinin parçalarından yalnızca bir tanesidir. Toplumda hem cemaatin hem de çoğunluk toplumunun değişen zihniyetini ve giderek değişip farklılık arzeden bir dindarlığı anlayamayan, farklı sosyal alanları tanımayan/bil-
meyen bir imamın sadece yabancı dili biliyor olması, bu
problemlere cevap bulmaya yetmez.
Görüldüğü gibi, imamların Avrupa’da yetiştirilmesi,
gerek göçten kaynaklanan gerekse tüm toplumun karşılaştığı problemlerden etkilenen Müslüman cemaatlere perspektif sunabilecek bir imam probleminin çözümü için kendi başına sihirli bir formül değildir. Üstelik, böyle bir iddia, daha baştan büyük beklenti ve umutlar ortaya koyduğu için gerçekleşmekten uzak kalacaktır.
Tartışmaların bu noktasında, “imamların Avrupa’da yetiştirilmelerine ihtiyaç var mıdır?” sorusuna verilecek cevap önemlidir. Müslüman cemaatler ve “entegrasyon” politikası yürütme çabasındaki siyasetçiler böyle bir ihtiyaç
olduğu kanaatinde fikir birliğindedirler. Yalnız bu ittifak,
“ama ne için” sorusuna gelince ihtilafa dönüşmektedir. İslamî cemaatler, en azından kendilerini anlayan, aynı zihniyete sahip ve aynı problemlerle karşılaşan ama, aldığı
eğitim sebebiyle kendilerine yol gösterebilecek, gençleriyle dertleşebilecek bir “imam”a ihtiyaç duyuyorlar. Böyle bir imam, Türkiye’deki imamlardan daha farklı ve geniş bir görev alanından sorumludur. Bu imam, aynı zamanda bir pedagoktur, sosyologdur, danışmandır; hatta
psikologdur da.
Devlet politikalarında hedeflenen, hükümetlerin siyaset edindikleri “entegrasyon”u teşvik edecek, sözde “Avrupa İslamı”nı anlatacak, her türlü toplumsal aktörün muhatabı olacak ve bir güvenlik siyasetine hizmet edecek olan
bir imam ise, Müslümanların ihtiyacını karşılamaktan uzaktır. Kaldı ki bu şartlarda yetişse bile, dinî eğitim ve ehliyeti ne kadar iyi olursa olsun cemaatin itimadını kazanamayan bir imama kim görev verecektir?
Sorunu tek yönlü soruyla, dolayısıyla cevapla çözümlemek mümkün değildir. En sağlıklısı cemaatlerin ihtiyaçlarına göre, hem Türkiye’nin, hem de, Avrupa’nın eğitimini almış, aldığı dinî eğitimle her iki kültürü ve toplumsal mentaliteyi kavrayan, nesiller arası çatışmada yol
gösterici olabilecek, karşılaşılan problemleri bizzat kendi problemi gören bir imam eğitimi programı olacaktır.
Ş U B AT / F E B R U A R 2 0 1 0
/7/
te ş k il at
Üniversiteliler, yatılı eğitim
seminerinde buluştu
GMG Gençlik Teşkilatı Üniversiteliler Birimi’nin Özel Eğitim Projesi başlığı altında düzenlediği
Yatılı Eğitim Semineri, Avrupa’nın çeşitli bölgelerinden gelen seçkin üniversitelilerin katılımı ile
23 Aralık – 3 Ocak tarihleri arasında IGMG Genel Merkezi’nde gerçekleştirildi.
En temel meselemiz kendine ve ait olduğu medeniyete olan güvenini kaybetmiş nesillerle karşı karşıya
oluşumuzdur. Bu meselede çözüm: Özgüveni yüksek,
hem kendi medeniyetini hem de içinde yaşadığı medeniyeti
tanıyan, analiz yapıp kararlar alabilecek nesiller yetiştirmektir.
Hala kendi içimizden çıkmış ilim ve fikir adamlarımız yok denecek kadar az sayıda. Bundan kastımız sadece mensuplarımız tarafından kabul gören değil, bizim dışımızdaki insanlar tarafından da takdir edilen
alanıyla ilgili konularda uzman aramızdan yetişmiş insanlar olmasıdır. Bütün insanlığı kucaklama ve onlara
kurtuluş reçetesi sunma iddiası, bütün insanlığı kucaklayabilecek ve onlara kılavuzluk edecek fikirler üretmekten
geçmektedir.
Bizim medeniyetimiz ağırlıklı olarak örnek şahsiyetler üzerinden kurulmuş ve gelişmiştir. Bu yolu her
ne pahasına olursa olsun yeniden inşa etmemiz gerekmektedir. Bu da ancak yaşayan örneklerle mümkündür.
I
/8/
IGMG • PERSPEKTİF
Hayatta olmayan örnekler hayalimizde bir dünya kurdurabilir fakat realite bunun zıddına gelişiyorsa hayalci nesiller yetiştirmekten başka bir şey yapmış olmayız.
Daha kötüsü hayallerini realiteye satan nesiller elde edebiliriz ancak. Esneklikleri ahlaksızlığa dönüşmeyecek nesiller yetiştirmeliyiz.
Kur’an ve sünnet her zaman temel kaynaklarımız olarak kalacaktır. Fakat bu iki temel kaynağı anlayan nesillerin ortaya çıkardığı geleneği analiz etmeden sözkonusu
kaynaklardan en doğru ve verimli bir şekilde istifade edemeyeceğimizi de unutmamalıyız.
Yukarıda ifade edilen düşüncelerle hazırlanan Özel
Eğitim Seminerleri, üniversitelerin tatilde olması sebebiyle
on iki gün boyunca yoğun bir program altında gerçekleştirildi. Türkiye’den gelen misafir konuşmacıların katılımıyla beraber tam bir zihin fırtınasına dönüşen Yatılı Eğitim Semineri, üniversitelilerin fikir hayatında vizyon oluşturacak dersler silsilesine dönüştü.
İslam aleminin asırlardır ilim dünyasına çok büyük
katkıları olmuştur. Öyle büyük alimler gelmiş geçmiş ki
bırakın eserlerini mütalaa edebilmek; isimlerini ezberlemek, kendilerini tanımak dahi bizler için güç gözükmektedir.
Özellikle fıkıh, tefsir, hadis, kelam dallarındaki
eserler her asırda yenilerinin eklenmesiyle binlerce cilt
te ş k il at
olarak büyük hacimler oluşturmuşlardır. Öyle ki bu ilimlerin herhangi birisiyle ilgilenen kimse, yazılmış eserleri bırakın, matbu olan bütün eserlerden faydalanmak
istese neredeyse bu bile mümkün olmamaktadır. Ulaşamadığı bir eser mutlaka bulunur.
Hatta İslam ulemasının özelliklerinden biri de yukarıda sayılan bütün ilimler hususunda eserlerinin bulunmasıdır. Hem de, herbiri hakkında yüksek ihtisas sahibi olarak. Bizimle onlar arasındaki uçurum günümüzde
öyle bir hal almış ki, maalesef onların telif ettikleri eserleri tercüme etme hususunda bile ciddi zafiyetler gösteriyoruz.
İşte bunlardan bir tanesi olan Ömer Nesefi’nin Akaid Metni’ni şerh eden Taftazani’nin Şerhul Akaid kitabıdır. Üniversiteliler Eğitim Başkan Yardımcısı Selman Dilek Şerhul Akaid derslerini verdi.
Bir diğer önemli şahsiyet Ebheri, Hidayetü´l-Hikme ve İsaguci adlı eserleri, başta Selçuklu ve Osmanlı medreseleri olmak üzere İslam dünyasının birçok
yerinde asırlarca ders kitabı olarak okutulan önemli
bir düşünürümüz olmasına rağmen, bugüne kadar ne
yazık ki hakettiği ilgiden mahrum bırakılmıştır. Bu
bağlamda “Mantık bilmeyenin ilmine güvenilmez” diyen Gazali’nin, bu vecizesine sahip çıkan gençler ile,
Ebheri’nin İsaguci adlı eserini Üniversiteliler Eğitim
Başkanı Ersin Kocakaya her gün “İlm-i Mantık’a Giriş” dersleri adı altında işledi.
Türkiye’den misafir seminerist olarak gelen Doktor Müjdat Uluçam, Hadis Usulüne Giriş dersini işlediği seminerlerinde, hadis ilminin temel kavramlarını tasnifsel şekilde ele aldı. İkinci misafir konuşmacı
olarak söz alan Prof. Dr. Arif Ersoy ise, “İslam Toplumu Milli Görüş’ün Dünü Bugünü Yarını” başlığı altında, IGMG’nin ne demek olduğunu, nasıl geliştiğini ve
hedeflerinin neler olduğunu ayrıntılı bir şekilde üni-
versiteli gençlere anlattı. Seminerlerin haricinde molalarda da misafir konuşmacılarla sohbet etme imkanı bulan üniversiteliler, her iki hocanın da engin bilgi ve tecrübelerinden faydalandılar.
Programın en önemli unsurlarından biri de, katılımcı
her üniversitelinin, daha evvelden hazırladığı kitap özetlerini diğer katılımcılara sunmasıydı. Muhtelif kitapların konu edinildiği özet sunumları sayesinde hem üniversitelilerin kitap dağarcığı gelişti hem de kendi fikirlerini beyan edebilecekleri müsbet bir tartışma ortamı
oluştu.
Seminerlerin dışında yine ders niteliğinde sayılabilecek “Sinema Akşamları” ile günün yorgunluğunun atıldığı YES’te, sanatsal değerler taşıyan, üzerinde düşündürüp yorum yaptıran türde filmler seyredildi.
Programın son gününde, İslam Toplumu Milli Görüş’ün üzerindeki haksız itham ve yargıların nasıl asılsız iddialardan ibaret olduğunu aktarmak için,
IGMG Genel Sekreter Yardımcısı Mustafa Yeneroğlu
söz aldı. İddiaların asılsızlığını ispatlarıyla ortaya koyan Yeneroğlu, “Bu gibi ithamlarla ne bizi davamızdan vazgeçirebilirler ne de yolumuzda yürümekten yıldırabilirler” dedi.
Ş U B AT / F E B R U A R 2 0 1 0
/9/
te ş k il at
Almanya Müslümanlarının
kurumsallaşması toplantısı
Kerpen'de yapıldı
“Almanya’da Müslümanların Kurumsallaşması” isimli özel
toplantı serisinin ilki IGMG Genel Sekreterliği tarafından Kerpen'de düzenlendi. Toplantıda“Teori ve Pratikte Dini Cemaatler”
konusu ele alındı.
üslümanların Kurumsallaşması toplantısının açılış konuşmasını yapan IGMG Genel Sekreteri Oğuz Üçüncü, İslamî dinî
cemaatlerden beklentilerin her geçen
gün artış gösterdiğini kaydetti.
Üçüncü, eyaletlerdeki şuralar, çatı kuruluşları ve federal çapta koordinasyon yapılanmalarının oluşturulması
gibi gelişmelerin, devletin öncülük ettiği yuvarlak masa toplantıları ve İslam konferansına katılımların ve de
İslam din dersleri gibi konuların, geçtiğimiz yıllarda hiç
olmadığı kadar, Almanya’daki Müslüman dinî cemaatlerin ilgili yerlerde resmi temsillerini gerektirdiğini belirtti.
Üçüncü, bu noktada olası problemli alanların ve so-
M
/ 10 /
IGMG • PERSPEKTİF
runların, şimdiye kadar İslami yaşamın kurumsallaşması
ve Almanya’daki toplumsal yaşama eşit manada katılım
açısından tartışılmadığı veya hiç bahsinin dahi geçmediğini söyledi.
Eyalet veya bölge dernekleri bazında konuların çeşitliliği ve içinde bulunulan farklı koşullar nedeniyle, önümüzdeki problemlere yönelik ortak bir diyalog ortamının gerekli olduğunun altını çizen Üçüncü, bu nedenle “Müslümanların kurumsallaşmasının geleceği” konulu
bu özel toplantı serisinin ilkine, alanında aktif arkadaşların
davet edildiğini ifade etti.
Üçüncü ayrıca yapılan bu özel toplantıların süreklilik arz edeceği ve bu toplantılarda bir yandan pratik
alanda edinilen tecrübeler paylaşılırken, diğer yandan
gelecek için gerekli olan teorik altyapının oluşturulacağını
vurguladı.
Daha sonra söz alan Bekir Altaş sunumunda “devlet ve kilise ilişkilerinin tarihi gelişimine” değindi. Altaş, devletin dinî tarafsızlığının Avrupa’daki reform hareketleri ve din savaşlarının bir neticesi olduğunu ortaya koydu. Reformasyonun aslında dinî birliği zedelediğini, din özgürlüğü getirmek yerine yalnızca dinî düalizmi getirdiğini belirtti.
te ş k il at
Bazı eyalet yönetimleri, Müslümanların hukuken
dinî cemaat olarak “tanınmaları” için ne kanunen
ne de mahkeme kararıyla öngörülmeyen bazı
şartlarda ısrarcı oluyor.
Altaş ayrıca Almanya’da tarafsızlık ve din özgürlüğü konularında açıklamalarda bulunarak, bunların 19.
yüzyıldan itibaren gösterdikleri gelişimlere değindi. Almanya’daki Devlet Kilise Hukuku/Din Anayasa Hukuku
dinamiklerine işaret eden Altaş, bu bağlamda dinî cemaatlerin kamu yaşamına katılımları yönünde imkân ve
isteklerini dikkate alan yeni din anayasa hukuku sistemi oluşturulması taleplerine dikkatleri çekti.
Mustafa Yeneroğlu ise sunumunda “Müslüman bir
dinî cemaatin özellikleri ve görevlerine” değindi. Bu kavram üzerinde özellikle Müslümanlar arasında yanlış anlaşılmaların olduğuna işaret eden Yeneroğlu, dinî cemaat olarak hukuki tanınma düşüncesinin yanlış olduğunu söyledi. Yeneroğlu bu karışıklığın sebebinin Alman hukukunda “dinî cemaat” kavramından anlaşılması
gerekenin ne olduğu ve bir grubun dinî cemaat olarak
değerlendirilebilmesi için hangi şartları yerine getirmesi
gerektiğinin tespit edilmemesi olarak gösterilebileceğini
belirtti.
Buna göre bir dinî cemaat üç özelliği bünyesinde barındırır: dinî bir mutabakat, bu mutabakat temelinde birlik oluşturma ve bu mutabakatı toplumsa alanda gerçekleştirmeyi onaylama. Dinî cemaat mensuplarının hepsinin aynı mezhebe/dine mensup olmaları gerekmez. Demokratik bir içyapı da kendi davranış biçimini tayin hakkı nedeniyle talep edilemez.
Yeneroğlu, çatı kuruluşlarının dinî cemaat olup olamayacağı sorusunun cevabının ise Federal İdare Mahkemesi’nin (BVerwG) 23.02.2005 tarihli kararında
yattığını belirtti. Buna göre birliğin en alt tabakası gerçek kişilerden oluşuyorsa bir çatı kuruluşu da dinî cemaat olabilir. Kapsamlı dinî tahakkukun gerekliliği çatı kuruluşu katmanında da geçerlidir. BVerwG tarafından geliştirilen kriterler genel olarak değil, aksine yalnızca dinî cemaatlerin kendini tanımlayışı ve buradan
yola çıkarak dinî yaşamın konumlandırılması olarak tartışılabilir.
Yeneroğlu, Federal İdare Mahkemesi’nin (BVerwG) kriterlerini IGMG’ye uyarlayarak, IGMG’nin açık bir şekilde dinî cemaat olduğunu belirtti. Yeneroğlu son olarak dev-
let ile işbirliği sorununa değinerek, farklı işbirliği imkânları ile bu imkânların koşulları ve neticelerinden bahsetti.
Abdulgani Engin Karahan “Bugün pratikte kurumsallaşma” konulu sunumunda farklı eyaletlerdeki inisiyatifleri ele alarak, bunların Yeneroğlu’nun saydığı kriterlere uygunluğunu sınadı. Eyaletlerde, dinî cemaat olduğu iddiasında birçok inisiyatifin bulunduğunu belirten Karahan, bu inisiyatiflerin tüzükleri, görevleri, hedefleri ve ortaya koyduğu faaliyetleri bakımından gerçekten dinî bir cemaatin koşullarını gerçekleştirip gerçekleştirmediklerini inceledi.
Karahan bu noktada dinî cemaatlerin yalnızca pratik nedenlerle değil, aynı zamanda düşünsel nedenlerle işbirliği içerisinde olması gerektiğini vurguladı. Özellikle dinî cemaatin varlığı bağlamında ortaya çıkan çoğu alanda uzlaşımsal çözümlerin gerekliliğinin altını çizdi. Aksi halde düşünülmeden atılan adımların diğer eyaletler ve özellikle Almanya’da yaşayan Müslümanların
geleceği açısından ciddi sonuçlar doğurabileceğini belirtti.
Karahan ayrıca Müslümanların kurumsallaşmasında bugüne kadar ortaya çıkan eksikliklere değindi. Bu
alandaki aktörlerin sürekli olarak bu konularla meşgul
olmak zorunda olmalarına rağmen, çoğu zaman dinî anayasa hukuku ve gelişimi üzerine esaslı bir bilgi eksikliği olduğunu belirten Karahan, toplum içerisinde sekülerizm, laiklik ve dinin yeri sorununun yeterli derecede
araştırılmadığı ve tartışılmadığını ifade etti.
Zorlukların yalnızca Müslüman kesim tarafından kaynaklanmadığı, politika ve yönetim tarafından da başarılı bir kurumsallaşmayı zorlaştıran düşünce ve tavırların sergilendiğine işaret eden Karahan, politika sahasında Müslüman cemaatleri kendi kimlikleriyle kabul
etme konusunda politik isteksizliğin olduğunu belirtti. Bazı eyalet yönetimlerinin hukuken dinî cemaat olarak “tanınmaları” için ne kanunen ne de mahkeme kararıyla öngörülmeyen bazı şartlarda ısrarcı olduklarını
söyleyen Karahan, bazı eğitim bakanlıklarının da devlet ve kilise ayrımına rağmen Hristiyan yönetim idaresini aşamadıkları intibasını bıraktıklarını belirtti.
Ş U B AT / F E B R U A R 2 0 1 0
/ 11 /
i sl a m ve hayat
Helâl yaşam
İnsan, helâl dairesinde kendisine verilen her türlü nimetten istifade etmeli, haram sınırını zorlamamalıdır. Buna rağmen haram sınırı zorlanmış ise, yeniden helâl sınırlarına dönmeli ve daha bu dünyada iken haramın insana getireceği
zararları yok etmelidir.
M. Hulusi Ünye • mhulusiunye@hotmail.com
elâl dediğimiz zaman aklımıza hemen yeme,
içme ve giyinme gibi konularda helâle dikkat
etme hususları geliyor. Halbuki helâlin sınırları çok geniştir. Helâl, mübah ve câiz olmak, haramdan dışarı çıkmak; Allah tarafından yapılmasına müsaade
edilen mübah şeyler demektir. Helâlin zıddı haramdır.
Haram ise, Allah tarafından kesin emirle yasaklanan şeydir. Haram sayılı ve sınırlı olmasına rağmen helâlin çerçevesi daha geniştir. “Eşyada aslolan helâl olmasıdır” kaidesi bize bunu gayet açık bir şekilde beyan eder. Bir başka deyişle hakkında yasaklığına dair bir hüküm gelmemiş olan şeyler helâldir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyurulur: “O, Allah ki yerde olanların hepsini sizin için
yarattı” (Bakara Sûresi, [2:29]); “Allah’ın göklerde ve yerde olanları sizin emrinize verdiğini ve size açık ve gizli
nimetlerini bolca ihsan ettiğini görmez misin?” (Lokman
Sûresi, [31:20])
Hayatın bütün yönlerini kapsayan hal, hareket, uygulama, yeme, içme, giyinme vs. hususlarda sayıları belli olan haramlardan uzak bir hayat yaşanması dinimizde arzulanan şeydir. Yani insan, helâl dairesinde kendisine verilen her türlü nimetten istifade etmeli, haram
sınırını zorlamamalıdır. Buna rağmen haram sınırı
zorlanmış ise, yeniden helâl sınırlarına dönmeli ve daha bu dünyada iken haramın insana getireceği zararları yok etmelidir.
Allah, bize zarar verecek işlerden bizi nehyetmiştir.
Yasak olan işlerde dünyamız ve âhiretimiz için birtakım
H
/ 12 /
IGMG • PERSPEKTİF
zararlar bulunmaktadır. Bu zararlar açıklanmış olsun veya olmasın, bizim aklımız kavrasın veya anlamamış olsun, bir fark yoktur. Haram kılınan bu şeyler, çirkin ve
zararlı olduğundan dolayı yasaklanmış ve bunlara İslâmiyet günah adını vermiştir. Günah, Allah’a isyan anlamına geldiği için büyük bir suçtur. Fakat günah olan
şeyler, kendi aralarında küçük ve büyük olmak üzere bir
tasnife tâbi tutulmuştur. Büyük günahlardan sakınılması
halinde, yapılacak olan güzel ameller küçük olan hatalara keffaret olabilir. Şu ayet-i kerime buna işaret buyurmaktadır: “Eğer yasak edildiğiniz büyük (günah) lardan kaçınırsanız, sizin (öbür) kabahatlerinizi örteriz ve
sizi şerefli bir mevkie (getirip) sokarız.” (Nisâ Sûresi, [4:31])
Helâl sınırları içinde bir hayat sürebilmek, işte bu
büyük ve küçük günahlardan uzak bir hayat yaşamaktır. Ancak haram ve günah olan şeyler sayılarının sayılı olmasına karşın hayatın her alanında kendilerini gösterebilirler. Onlara karşı uyanık olmak gerekir.
Dinimizce yasaklanmış olan büyük günahları şöylece sıralayabiliriz: Allah’a şirk (ortak) koşmak, namuslu bir insana zina iftirasında bulunmak, bir insanı öldürmek, cihat meydanından kaçmak, yetim malını yemek, Allah’ın rahmetinden ümidini kesmek, faiz yemek, yalan yere yemin etmek, domuz eti yemek, içki içmek, kumar oynamak, zina etmek, içki içilen sofrada
oturmak, altın ve gümüş kaptan yeyip içmek, erkeklerin ipek elbise giymesi, altın yüzük takınması, çocuklara nazar boncuğu takılması ve bundan fayda umulması, sihir ve büyücülük yapılması, vurgunculuk ve ihtikâr
yapmak, para ile kan satmak, domuz ve şarap gibi haram maddelerden kazanç temin etmek, kadınların çok
dar ve altını gösterecek kadar ince elbise giymeleri, gıybet etmek, sövüp saymak, iftira etmek ve insanların arasını bozmak için söz taşımak, insanlarla alay etmek, kötü lâkap takmak, herhangi bir canlıya ateş veya bir başka şeyle işkence yapmak, canlı bir hayvanı hedef olarak
dikip ona atış yapmak, harpte bile olsa kadın, çocuk ve
yaşlıları öldürmek …. vs. Bir insanın hakkıyle Müslüman olabilmesi ve helâl dairesinde bir hayat yaşayabilmesi için kendini işte bu önemli bir kısmını saydığımız günah ve hatalardan koruması gerekir.
Bir şeyin mübah ve helâl olduğu şu üç şeyden biri-
i sl a m ve hayat
Helâl çerçevesinde bir hayat sürmek, yukarda da ifade edildiği gibi hayatın bütün yönlerini kapsar. Yasak getirilmemiş
konularda bile aşırı hareket etmek, gereğinden fazla israf ve
lükse dalmak, enerji ve zamanı gereksiz yerlerde sarfetmek,
aslı helâl olsa da bir müddet sonra kişiyi yasak hududuna
taşıyabilir.
siyle anlaşılabilir: Günah olmadığı bildirilmekle, haram
olduğuna dair bir nass (ayet veya hadis) bulunmamasıyla, helâl olduğuna dair bir delil (nass) bulunması ile.
Şu iki ayette olduğu gibi: “Şüphesiz O, size murdar eti,
kanı, domuz etini, Allah’tan başkası anılarak kesilen hayvanı haram kılmıştır; fakat darda kalana, aşırı gitmemek
ve haddi aşmamak şartıyle günah yoktur” (Bakara Sûresi, [2:173]) “Bugün, size temiz olan şeyler helâl kılındı…”
(Mâide Sûresi, [5:5])
Bir şeyin helâl ve mübah oluşu, vakit ve çeşidini tayinle alakalıdır. İnsan nezih bir şekilde eğlenebilir. Ancak bütün vaktini eğlence ile geçirmesi câiz olmaz. Yaşamak için helâl bir şey bulunmaması hâlinde, haram
olan şeyler ölmeyecek miktarda yenilip içilebilir. Cenabı Hak, nimetinin eserini kulunun üzerinde görmek ister. Meşru şekilde giyinmek ve süslenmek helâldir. Ayeti kerimelerde şöyle buyurulur: “Ey Âdem oğulları, avret yerlerinizi örtmeniz ve süslenmeniz için size elbiseler
gönderdik. Ey Âdem oğulları, her mescide girdiğinizde süsünüzü alın; yiyiniz, içiniz. israf etmeyiniz” (A’raf Sûresi, [7:26-31]); “De ki, Allah’ın kulları için çıkardığı süsü
ve güzel rızıkları kim yasakladı? De ki onlar dünyada mü’minler içindir, âhiret de tamamen mü’minlerindir” (A’raf Sûresi [7:32]).
Vücudu ruhen ve bedenen geliştirecek sporlar helâldir. Ok atma, ata binme, yüzme, güreş, at yarışları ve
kahramanlık oyunları, yapılması sünnet olan sporlardır.
Allah elçisi evin geniş olmasını severdi ve şöyle buyururdu: “Üç şey ademoğlunun mutluluğundandır: Saliha kadın, geniş mesken ve iyi bir binit.” 1 Buna bazı rivayetlerde “iyi komşu“ da eklenir.2 Bazen da şöyle dua
ederdi: “Allah’ım günahımı bağışla, bana evde genişlik ver,
rızkımı bereketlendir” 3
Tarım, ticaret ve hayvancılık gibi meşru işler yaparak rızık kazanmak hem helâl bir çalışma hem de kişiye ibadet sevabı kazandıran amellerdendir. Hangi kazancın daha helâl olduğu sorulduğunda Peygamber Efendimiz (sas), şöyle cevap vermiştir: “Kişinin elinin emeği
ve hayırlı olan (mebrûr) alış-veriştir.” 4
Helâl çerçevesinde bir hayat sürmek, yukarda da ifade edildiği gibi hayatın bütün yönlerini kapsar. Yasak
getirilmemiş konularda bile aşırı hareket etmek, gereğinden fazla israf ve lükse dalmak, enerji ve zamanı gereksiz yerlerde sarfetmek, aslı helâl olsa da bir müddet
sonra kişiyi yasak hududuna taşıyabilir. Dolayısı ile, helâl konusu gündeme getirilirken sadece alem olmuş bazı yeme içme, giyinip kuşanma ve alıp satarken ortaya
çıkabilecek tehlikeli durumlar göz önünde tutulmamalı. Hayatta lazım olan her şeyde helâli aramalıdır. İnsani ilişkilerin her boyutunda helâl çizgiyi muhafaza etmeli, insan haklarına tecavüz olduğu noktalarda; maddi hak ise, imkan dahilinde hak geri ödenmeli, hak manevi se, yapılabiliyorsa özür dilenmeli, yoksa tövbe istiğfarla beraber, alacaklı olan insana dualar edilmelidir. Haklarını helâl etmesi için Allah’a yalvarmalıdır.
Bu alem şöyle bir rüya imiş yahut hakikatmiş,
Evet ukbada anlarsın ne müdhiş bir hakikatmiş!
Mehmed Âkif
Kaynaklar:
1
Ahmet b. Hanbel, I,168
Ahmet b. Hanbel, III, 407, 408
3
Ahmed b. Hanbel, IV, 63,188, V, 65, 367, 370; Tirmizi, Dua, 78
4
İbn Hanbel, II, 466; IV, 141; el-Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, III,
60, 61
2
Ş U B AT / F E B R U A R 2 0 1 0
/ 13 /
i sl a m ve hayat
Aile, çocuklar ve
Namaz eğitimi
Ahmet Arslan @ ahmetasl@yahoo.com
nsanı yaratan, onu yaratılmışların en üstünü kılan Allah (cc), onu yalnız bırakmamıştır. İnsanlık tarihinde peygamberlerin getirdiği ilahi mesajlar, insanın
sınırlı dünya hayatını ebedi mutluluğa vesile kılma
imkânını sunmaktadır. Onun yaratılış gayesi doğrultusunda
hayatını sürdürmesi doğal olarak yine Yaratıcı’nın çizdiği sınırlar çerçevesinde mümkün olabilecektir. Bütün mesele bunun kendi benliğimizde, aile hayatımızda ve yetiştirmekle sorumlu olduğumuz nesillerin dünyasında nasıl gerçekleştirilebileceğinde düğümlenmektedir. Zaten hayat imtihanı da bu meselenin etrafında şekillenmektedir.
Kendi inanç değerlerimize göre düzenlenmemiş hayat şartlarında kendimizi, ailemizi ve çocuklarımızı koruma hedefini gütmeye başlamakla aynı zamanda büyük bir mücadeleyi göze almış olmaktayız. Bu mücadelede yalnız ve
yardımsız bırakılmamış olmak ne büyük bir nimettir.
Kur’an-ı Kerim’in emrettiği ibadetlerin insan için hayati öneme sahip oldukları her inanan için kolay idrak edilebilecek bir husustur. Yukarıda çizilen çerçeve içinde hayatını sürdürmek durumunda olan insan, ibadetleri bir yük,
zorunluluk olmaktan öte yaratılışa uygun en doğal ödevler olarak görecektir. Bu ödevler insanı insan eden, onu
benliğinin esiri olmaktan kurtarıp özgürleştiren vazgeçilmez
kurtuluş, çözüm reçeteleridir.
İmandan sonra en büyük hakikat olarak nitelenen namaz ibadeti, öncelikle müslüman ferdin hayatında tartışılmaz yerini kazanmalıdır. Bir şeyi bilmeyenin başkasına öğretmesi, o şeyin bilincine ulaşamamış kimsenin başkasını bilinçlendirmesi söz konusu olamaz.
Aile hayatında namazı, çocukları namaza alıştırmayı,
onlara namazı öğretmeyi konu edindiğimizde gayet tabii
olarak ferdin hayatında namazın olması gereken yerini bulduğunu, alıştırma ve öğretme konumunda olan kimsenin
namazının bilincinde olduğunu, onu koruduğunu farzetmek durumundayız. Namazın utanmazlıklardan ve kötülüklerden alıkoyduğunu (Ankebut Suresi, [29:45]), insa-
İ
/ 14 /
IGMG • PERSPEKTİF
nı Allah’ın yardım ve desteğine ulaştırdığını (Bakara Suresi, [2:45]), ona rızık kapılarını açtığını (Taha Suresi, [20:132]),
Allah’ın rızasına ulaştırdığını (Meryem Suresi, [19:55]),
imanın göstergesi olduğunu (Enfal Suresi, [8:3-4]), insanı kurtuluşa (A’la Suresi, [87:14-15]) ve Firdevs cennetlerine ulaştırdığını kavrayan, bunlara inanan kimseye göre namaz; aile hayatında ve çocukların eğitiminde en önemli konuma sahip olacaktır.
Niyet ve amaç açıkça belirlendikten sonra başarıya ulaşmada gerekli olan uygun yöntemleri bulmak ve sabırla uygulamaktır. Ancak ulaşmak istediğimiz hedeflerin hidayet boyutu da göz ardı edilmemelidir. Allah Teâla’nın yardımını dilemek, sabırlı ve hikmetli davranma konusunda
dikkatli olmamızı sağlayacaktır. Lakin Mü’minler önce kendilerini, sonra eş ve çocuklarını yakıtı insanlar ve taşlar olan
ahiret azabından korumakla emrolunmuşlardır. (Tahrim
Suresi, [66:6])
Kur’an-ı Kerim’in hatırlattığı Nuh (as)’ın oğlunun tavrı her meselede olduğu gibi, bu meselede de gayret ve çalışmalarımızın sonucunun yüzde yüz elimizde olmadığını hatırlamamızı ve aşırılıklardan kendimizi korumamızı kolaylaştıracaktır. (Hud Sûresi, [11:42-43])
Yukarıda geçen kişinin kendisini ve ailesini dünyada
kötülüklerden dolayısıyla da ahirette ateşten koruması hedefine ancak devamlı bir terbiye ile ulaşılabilir. İyilikleri
hatırlatma, güzel örnekler olma/ bulma/ getirme, sevdirme, teşvik etme, korkutma, hikâyeler anlatma, alışkanlık
kazandırma, izleyip takip etme bu terbiyenin yöntemleri
arasında olabilecektir.
İyiyle kötüyü, hayırla şerri birbirinden ayıramayacak
yaşlarda çocuklara kazandırılan güzel alışkanlıklar, onların ileriki yaşlarda iyiye ve hayırlıya yönelmelerini kolaylaştıracaktır. Şayet çocuk hareketlerine yön verecek otoriteyi bulamazsa endişeli, şaşkın, iradesi ve şahsiyeti zayıf
birisi olarak yetişecektir.
Çocukları Namazla Yetiştirmek
Çocukları namaza alıştırmada sünnetin işaret ettiği metod üç aşamalı olarak ele alınabilir (Ebu Davud, Ahmed
bin Hanbel): Yedi yaşından önceki dönem, yedi-on yaş arası dönem, on yaş ve sonrası dönem. Namaz terbiyesi ile
ilgi her üç aşamada uygulanacak yöntemler çocuğun yaş
i sl a m ve hayat
özelliklerine göre şekillenecektir. Bununla beraber bütün
aşamalarda genel olarak zamana, izlemeye, sabra ihtiyaç
olduğu göz önünde tutulmalıdır. Yine çocukların anlayışlarına
hitap etmek, onlara söylenenlere dikkat edebilmelerini öğretmek, onların kişilik özelliklerini dikkate almak ve bütün süreçlerde anne-babanın fikir ve eylem birliğinde olmaları genel kurallar arasında sayılabilir. Çocukların etraflarında güzel örnekleri görmeleri ve niçin namaz sorusuna seviyelerine göre cevap verebilmelerini sağlamak
işi kolaylaştıracaktır. Bu arada anne- babanın namaz eğitimi dışında çocuklara yaklaşımı da pedagojik prensiplere uygun olmalıdır ki; namaz konusundaki çabalar çocuklar
tarafından itici bulunmasın. Onları, güzel davranışlarından dolayı taktir etmek, usulünce övmek de ihmal edilmemelidir. Bayram ve cuma günlerinin özellik ve farklılıklarından istifade edilmelidir. Yine genel olarak çocuklara sevdikleri şeylerle uğraşırlarken başka emirler verilmemeli, istenilen işin
açık ve basit olmasına
gayret edilmeli ve onlardan bir anda birden
çok istekte bulunulmamalıdır. Ve nihayet
her işte olduğu gibi bu
hususta da çokça dua etmelidir. Bilindiği gibi
ana babanın çocuğuna
yaptığı dua makbuldür.
Bu genel hususlardan
sonra yedi yaş öncesi
merhalede şu hususlara
dikkat edilmesi gerektiği söylenebilir: Bu dönemdeki çocuklara
tekrar tekrar namaz emredilmemeli, onların sadece namazın vakitlerini ve hareketlerini algılamalarına yardımcı olmalı,
yani anne-baba namazları onların gözü önünde kılmalıdır.
Bu hususta Peygamber aleyhisselam:
‘Namazlarınızdan bir pay da evlerinize ayırın, evlerinizi kabirlere çevirmeyin. (Buharî, Müslim)‚ ve ‘ Farzın
dışında kişinin kıldığı en efdal namaz, evinde kıldığı namazdır., (Buharî) şeklinde buyurmaktadır. Böylelikle çocukların o masum dimağlarında namaz tabii bir gereklilik olarak yer bulacaktır. Bu yaştaki çocukların abdest almaları ve avret yerlerini örtmeleri konusunda ısrarcı davranmak gereksizdir. Henüz mükellef olmamış çocuğu azarlamak, ona sert ve katı davranmak, onun namazdan nefret etmesine sebep olacaktır. Onlara zor gelmeyecek kısa
dua, sûre ve namaz tesbihatını tekrarlatarak öğretmeye çalışmak, abdest ve namazla ilgili boyama kitaplarıyla, bunlarla alakalı çocuk şarkılarıyla onları meşgul etmek bu dönemde yeterli olabilecektir.
Yedi- on yaş arası dönem ise; alıştırma merhalesi olarak adlandırılabilir. Artık okul çağına giren çocuk öğrenme
konusunda da mesafe katetmektedir. O artık anne-babanın terbiyesiyle namaz için hazırlık olarak temizlik pren-
siplerini; tuvalette su ile temizlenmeyi, abdest almayı öğrenmelidir. Ancak diğer ibadetlerde de olması gerektiği
gibi kuru şekilcilikten ziyade temizliğin ve abdestin manevi taraflarından da söz edilmelidir.Bu hususta Peygamber
aleyhisselam: ‘ Müslüman abdest aldığında kulağı, gözü, elleri ve ayaklarıyla işlediği günahları dökülür...’ (Ahmed bin Hanbel) buyurmaktadır. Yine bu dönemde namazın şartları ( dışındaki farzları) ve rükunları (içindeki farzları) tek tek belletilmeye, ezberletmekten ziyade
sıkmadan anlamları öğretilmeye çalışılmalıdır. Cami adabı öğretilmeli, cuma namazlarının ortamından yararlanılmalıdır. Cuma namazından sonra çocuğun dikkatini
çekmek maksadıyla hutbenin konusu hakkında onunla
konuşulmalıdır. Ancak asla çocuğu zorla cumaya götürmeye çalışmamalı, onun henüz mükellef olmadığı, cuma namazının süresinin onu sıkabileceğini unutmadan
cumaya ve cemaate ilgi duymasına yardımcı olmalıdır. Çocuğun sevdiği şeyler ve
onunla yapılan randevüler namaza bağlanmalıdır ki, namaz ve vakitleri iyice onun hayatına yerleşsin. Çocuğun kılacağı ilk farz
namazda veya daha
öncesinde, mesela yaş
gününü namaza başlamaya bağlayarak bir
kutlama yapmak çocuğun
dünyasında
önemli bir etki oluşturabilecektir. Terbiyede
ödül ve övgü araçları da usulüne uygun, ölçülü bir tarzda namaza alıştırma konusunda kullanılmalıdır. Meselâ ödül verilirken çocuklara ödülün en büyüğünün Allah katında olacağı, namazın kişiyi cennete ulaştıracağı
hatırlatılmalıdır. Ödülü onlar namaz kılmaya başlamadan vaadetmek yerine, namazı kılmaya başlamalarından
sonra vererek ödülün sadece davranışı pekiştirici bir unsur olması sağlanmalıdır.Yine onları aşırı öğerek davranışlarını sırf onay almak için yapmalarına sebep olunmamalıdır.
Çocuklara küçük yaşlarda seccade, takye, tesbih, namaz örütüsü, namaz kılarken giyilebilecek özel kıyafetler
hediye etmek onları hem çok sevindirecek hem de onların namaza olan ilgi ve bağlılıklarını artıracaktır. Onların
odalarına namazı ve vakitlerini hatırlatacak listeler, boyama,
işaretleme ödevlerinden oluşabilecek olan namaz takvim
ve saatlerinin asılmasının da faydası olacağı aşikârdır.
Bu sayılan hususlar dışında çocukların namaza alıştırılmaları, onlara namazın öğretilmesi konusunda daha onlarca husus ve yöntemden bahsedilebilir. İslami terbiyenin genel prensipleri dışında yeni metodlar da geliştirilebilir. Yeter ki, anne – babalar namazın bilincinde, çocukları namaza alıştırmanın samimi gayretinde olsunlar.
Ş U B AT / F E B R U A R 2 0 1 0
/ 15 /
i sl a m ve hayat
“İslam Hukuku,
Geçmişi ve Bugünü”
Konuyla alakalı nesnel bir tartışmanın yürütülmesi bir hayli zor olsa da Prof. Mathias Rohe, “İslam Hukuku. Bugünü
ve Geçmişi” isimli kitabında İslam hukukunu ele alıyor.
Ali Mete • amete@igmg.de
slam hukukunun Alman Anayasası ile olan uyuşmazlığı, kadınları aşağılayıp erkekleri avantajlı bir
konuma yükseltmesi ve hatta gelişim sürecini tamamlayamadan kaskatı ve eklemsiz şekli ile tarihin gerisinde kaldığı söylenegelmektedir. Müslümanlar ise ağırlıklı olarak İslam hukukunun çağdaş, demokratik özgürlükçü hukuk devleti şemalarıyla ölçülemeyeceği (ya da sadece bunlarla ölçülemeyeceği) ve bu
mukayasenin nakıs olduğu kanaatini taşımaktalar. Lakin tarih sahnesinden bir çok misal göz önünde bulundurulduğunda İslam hukukuhnun modern, yeniliğe açık ve esnek olduğu anlaşılacaktır.
Buna benzer argümanlar belki sayfalarca yazılabilirse de, aşikar olan bir nokta var ki, o da bu meyanda
söz konusu olan şeyin hukukun kendisinden ziyade, birbirine karşı biçimde konumlandırılan şeriat-anayasa, gerici-modern, katı-esnek gibi kavram çiftleri üzerinden
yürütülen bir “kültür mücadelesi”dir. Konuyla alakalı nesnel bir tartışmanın yürütülmesi bir hayli zor olsa da Prof.
Mathias Rohe, “İslam Hukuku. Bugünü ve Geçmişi” isimli kitabında bunları irdeliyor.
İ
/ 16 /
IGMG • PERSPEKTİF
“İslam Hukuku da hukuktur.”
Bilhassa Almanya’da İslam araştırmaları ve Oryantalizm bünyesinde yürütülen yoğun bilimsel araştırmaların neticesi olarak Almanca’da İslam hukuku literatürü ile alakalı çok sayıda eser bulunmaktadır. Ancak Prof.
Rohe’nin eseri, hem konu hakkında belirli bir malumata
sahip olanlar, hem de bu alana bir giriş yapmak isteyenler
için tavsiye edilebilecek nitelikleri haizdir. Eseri, diğer
eserler arasından ön plana çıkartan ve ilginç kılan unsur ise yazarın çıkış noktası olarak gösterilebilecek olan
şu cümlesidir: “İslam hukuku da hukuktur.” (s. 3) Basit
gibi görünen bu cümlenin daha derin bir manası “geçmişte ve günümüzde, kültürel sınırları aşarak benzer işlevlere
sahip hukuk düzenleri bulunduğu,” (s. 3) tespit nazar-ı dikkate alındığında açığa çıkmaktadır. Bunu aynı zamanda bir hukuk sisteminin toplumsal yansımalara indirgenemeyeceği, daha çok kendi delil ve kökenlerinin yakından bilinmesi sayesinde tanınabileceği şeklinde te’vil
etmemiz de mümkündür. Bu manada –bütün diğer hukuk sistemleri gibi – İslam hukuku da yalnızca geleneksel/klasik hukukdan ibaret değildir.
Keyfîlikten ziyade canlılık ve çeşitlilik
Bahsettiğimiz noktadan hareketle Mathias Rohe, iki
yüz sayfası referans ve dipnotlardan oluşan toplam altı yüz sayfalık kitabının önemli bir bölümünü şeriat ve
hukuk kavramları (s. 1-18) ekseninde İslam hukukunun
(s. 19-164) ve 19. yy’dan sonraki gelişiminin (s. 165-274)
anlatılmasına tahsis etmiş. Peşisıra “İslam hukukunun
diasporada izlediği yol” meselesine de yer veren (s. 275394) Rohe, kitabının son bölümünü (s. 395-403) küreselleşen dünyada İslam Hukuku perspektiflerine ayır-
i sl a m ve hayat
Hükümlerin İslam’ın hukukî kaynaklarından çıkarılması ile iştigal eden Fıkıh Usulü – Rohe burada kanaatimizce uygun olmayan Almanca ‘Dogmatik’ kavramını kullanıyor – olarak bilinen ilim dalı çok erken zamanlarda geliştirilmiştir.
mış ve bunu Hindistan, Kanada ve Almanya örnekleri
üzerinden izah etmeye çalışmış.
Rohe’nin tespitine göre bir yandan geniş, dinî ve hukukî normları ve bunları tespit etmemize, bulmamıza
ve yorumlamamıza yarayan mekanizmaları kapsayan (s.
9); diğer yandan ise sadece hukukî boyutu dikkate alan
bir şeriat anlayışı bulunmakta. Halbuki kendisine göre şeriat bir kanun kitabından ziyade, normların bulunmasını
ve yorumlanmasını sağlayan karmaşık bir normlar-kurallar sistemi olarak anlaşılmalıdır. (s. 16)
Burada göze çarpan canlılık ve çeşitlilik elbette keyfî hüküm vermek anlamlarına gelmemektedir. Zira hükümlerin İslam’ın hukukî kaynaklarından çıkarılması ile
iştigal eden Fıkıh Usulü – Rohe burada kanaatimizce
uygun olmayan Almanca ‘Dogmatik’ kavramını kullanıyor – olarak bilinen ilim dalı çok erken zamanlarda
geliştirilmiştir. Daha sonra İslam hukukunun kaynakları ve hüküm bina etmek için gerekli olan usuller (Kur’an,
İcma, Kıyas, Örf gibi) teker teker incelenerek İslam Hukuku’nun yürürlülük sahası gösterilmiş ve mesele işaret edilen referanslarla daha anlaşılır hale getirilmiş.
İslam hukuku, 19.yy’a kadar bir süreklilik arzederek gelişmiştir, ancak Rohe, bu konuda yargıya varmanın güç olduğunu, o zamanın hukuk kitaplarının pratik hayata ne kadar tekabül ettiğini tespit etmek için imkanlarımızın kısıtlı olduğunu dile getirmektedir. (s. 167)
Sömürgeciliğin de önemli tesiri ile parçalanmaya başlayan, buhranlar yaşayan ve batı medeniyeti ile yüzleşmek durumunda kalan İslam hukuku batılı devletlerin
reform ve modernleşme yolunu tuttuğu dünyada bir takım yeni problemlerle karşı karşıya kalmış. Sömürge döneminin sona ermesiyle oluşan birçok devlet, modern
dünyanın şartlarına ayak uydurmaya uğraşırken bu
modernleşme çabaları geleneğe bağlı müslümanlar tarafından bariz bir biçimde reddedilmiştir. Çünkü onlar
için dışarıdan gelen sömürgenin etkisinden kurtulmanın ve içerideki baskılara karşı durabilmenin yolu, büyük ve güçlü bir geleneğin tevarüs edilmesinden geçmekte idi.
Şu halde, makalemizin, İslam hukuku kavramına başka maksatlar güdülerek bir işlev verilmeye çalışıldığını
belirttiğimiz çıkış noktasına da geri dönmüş oluyoruz.
Ancak geriye azınlık – Rohe’nin tabiriyle diaspora da
yaşayan müslümanlar – olarak İslam gibi önemli bir mesele kalıyor.
Gayri Müslim Ülkelerde İslam hukuku
Rohe, Hindistan’ın 150 milyon nüfusa sahip Müslüman azınlığının gelenekselliğe bir temayülü olduğu kanaatini sarih bir biçimde dile getiriyor. (s. 304) Bu gelenekçi hava içersindeki etkili akım ise Diyobend Okulu olarak bilinmektedir ki, buradan mezun olanlar reform hususunu mütalaa etmek için ne bir irade ne de
imkan sahibidirler. (s. 305) Rohe’ye göre Hindistan Müslümanları’nın marjinallikten kurtulmalarının tek çaresi eğitim ve iş sahalarının emniyet altına alınmasından
geçiyor.
Ş U B AT / F E B R U A R 2 0 1 0
/ 17 /
i sl a m ve hayat
Yazara göre, nisbeten bir çok kültürlülüğe sahip olan Kanada’da ise İslam hukukunun kısmen uygulanması ve bu
şekilde gelecek için kıstasların bulunması mümkün görünüyor.
Nisbeten çok kültürlülüğe sahip
olan Kanada’da ise İslam hukukunun kısmen uygulanması ve bu şekilde gelecek
için kıstasların bulunması mümkün görünüyor yazara göre. Bunun en güzel örneğini ise 2004 senesinde kurulmuş olan
“Islamic Sharia Court” (İslam Şeriatı Mahkemesi) teşkil ediyor. “Islamic Sharia Court”‘un yanı sıra ülkede, Katoliklerin, Yehova Şahitlerinin, İsmaililerin ve kimi başka inanç sahiplerinin de Kanada’da aile
ve miras hukuku ile alakalı danışabilecekleri
kendi makamları bulunmaktadır. İslam
hukuku ile yerel hukukun düzenlemeleri arasındaki uyuşmazlıklar ise Müslümanlarda güven eksikliği duygusu meydana getirmemek kaygısı ile dillendirilmemeye çalışılıyor. Aynı zamanda Kanada’nın çok kültürlü yapısı ile alakalı bir
tartışma sürüp gidiyor. Fakat bu, daha ziyade Fransızca ve İngilizce konuşan yerli Kanada’lılar arasında cereyan eden bir
tartışma. (s. 336)
Dinin özgürce yaşanmasını, din hürriyeti kapsamında garanti altına alan
Alman hukuku da dahil olmak üzere her
hukuk düzeni, doğal olarak kendi yürürlülük
alanında sınırsız bir yetki sahibi olma iddiasındadır. Bunun dışında, seküler bir hukuk devletinde, kanun koyucu olarak dinî bir topluluk değil, ancak devlet kabul edilir. Rohe, buna rağmen, başka (dinî) normların tatbik edilmesinin
ise uluslararası medenî hukuk çerçevesinde ve bütün hukuk sistemlerinin eşit değere sahip olduğu düşüncesinden hareketle mümkün olduğunu, medenî hukuk örneği
üzerinden gösteriyor. Ayrıca Rohe’ye göre zorunlu hukukun tersine tamamlayıcı eşya hukuku çerçevesinde
özel durumlarda sözleşmeler yoluyla kanunî düzenlemelerin dışına çıkılarak uygulama imkanları olabilir. Ör-
/ 18 /
IGMG • PERSPEKTİF
neğin finans işlemleri bağlamında bu düşünülebilir.
Netice olarak Prof. Rohe, İslam hukukunun gelişmesini ise ilk elde kaynakları yeniden ele alış biçimi ve dinamik bir okuma
şekline, yani mana ve normların tarihi bağlamları içinden değerlendirilmesine imkan
veren bakış açısının varlığı şartına bağlıyor.
(s.402) Çünkü, sosyo-kültürel değişimlerle ortaya çıkan meselelerin değişime kapalı gelenekçiler tarafından bir çözüm noktasına getirilmeleri imkansız görünmektedir.
Uyum mu yoksa yenilik mi?
Bu noktada akıllara İslam hukukunun
geçmişte, hem de Fas’tan Malezya’ya kadar her zaman ve coğrafyadaki kültür ve
gelenekler içerisinde ortaya çıkan meselelerin çözümü için nerede ise yeniden keşfedildiği meselesi gelmektedir. Aslında eski meselelerin reprodüksiyonlarının yapılmasının çok da bir manası olmadığı gibi, İslam hukukunun değişik vecheleri ile
alakalı olarak yürütülen ve değil müslüman
toplumların, İslam hukukunun dahi oluşumunda rol almadığı münazaraların amacı da siyasî, sosyal, kültürel ve iktisadî manada basit bir uyum ve harmoni olamaz.
Yapılması gereken bir kaç adım, geriye giderek meseleyi daha derinden tahlil etmek
ve İslam hukukunun temel hedeflerini gözardı etmeksizin ve meselenin temelinden başlayarak uygulanması mümkün modeller geliştirmektir.
Özetle şunu söyleyebiliriz. Mathias Rohe’nin kitabı hem bir giriş hem de kısa bir kaynak kitap özelliklerini taşımakta ve İslam hukukunun potansiyel ve kapsamını dışarıda bırakmayan yeni bir anlayışın geliştirilmesi
imkanını sunmaktadır.
(Tercüme: Hüsnü Yavuz Aytekin)
to p l um
Gençlerimiz ve ergenlik
Dipl. Päd. Mehmet Gedik • mgedik@igmg.de
ocuklarımız ve gençlerimizin, yaşadıkları
toplum içerisinde sağlıklı bir kimlik geliştirebilmeleri ve başarılı olmaları için dikkat edilmesi gereken en önemli konulardan biri de
hiç şüphesiz “ergenlik sorunları”dır.
Ergenlik dönemi hakkında, toplum ve toplumun sağlıklı gelişimi çerçevesinde sosyolojik açıdan birçok çalışmalar yapılmıştır. Bu konuda gerek sosyal kurum ve
kuruluşlar ve gerekse okullar bünyesinde ebeveynleri bilgilendirme programları yapılmaktadır.
Bizler de kişilik oluşumunda ergenlik döneminin ehemmiyetine binaen, Eğitim Başkanlığımız bünyesinde
“Aile Eğitim Seminerleri” çerçevesinde bu konuları ele
alarak velilerimizi bilgilendirmekte, gençlerimiz ile de
ergenlik süreçlerini dikkate alarak sohbet halkaları
oluşturmaktayız.
Ç
Ergenlik sorunlarının kaynakları
Çocukların, gençlerin sorunları ebeveynleri ve toplumu en çok meşgul eden konulardandır. Pek çok ebeveyn kendi bireysel tutumlarının tüm olumsuzluklarını bir yana koyarak, sorunları çoğunlukla çocuklara, gençlere fatura etmektedir. Bir çoklarına göre sorunlar; sosyal çevreden kaynaklanmaktadır, gençlerin bu duruma
düşmelerine sebep, toplum içerisinde bulundukları başıboşluk, okullarda aldıkları eğitimin ahlaki boyutundaki eksikliklerdir.
Çoğu zaman, çocuklarımız ile ilgili sorun ve problemler
alabildiğince büyüyüp, ilişkilerin kopma noktasına gelmesinden sonra bir çözüm yolu aramaya başlamışızdır.
Bir çoğumuz deneme yanılma metodları ile çocuklarımıza yaklaşmışızdır. İçerisinde yaşadığımız toplumun farklılıklarını gözetmeden geleneksel yöntemlerle, yani ailelerimizden nasıl görmüşsek aynı şekilde çocuklarımıza yaklaşmışızdır. Bu tür metodların yanlış olduğunu bilimsel
metodlarla yüzleştiğimizde anlayabilmekteyiz.
Nereden başlamalıyız?
Ebeveyn önce kendi ergenlik dönemini kısa bir hatırlamaya çalışarak, ergenlik döneminin nasıl bir devre
olduğunu anlamaya çalışmalıdır. Anne ve babalar kendi ergenlik dönemlerini, kitlenmiş sayfalarda bırakmamalı, yaşanmış birer tecrübe olarak değerlendirmelidir.
İşe önce kendilerini çocuklarının yerine koyarak başlamak durumundadırlar. Veliler çocuklarının yaşlarında
iken, nasıl bir ergenlik dönemi ile karşı karşıya kalmışlardır? O dönemlerde kendi ebeveynlerinden beklentileri nelerdi? Kendilerini gerçekten anlayabilmişler miydi? Nasıl bir anlayış beklemişlerdi? Hangi tür davranışlarla
karşı karşıya kalmışlardı?
Tüm o zamanlarda yaşanılanlardan ne gibi olumlu ve olumsuz sonuçlar çıkarılacaktır. Öncelikle ebeveynler olarak bunlardan ders çıkararak çocuklarımızı daha iyi anlamaya çalışmakla işe başlamalıyız. Yani bu konuda çocukları, gençleri, problemlerin merkezine koyup, sadece onların problemleri çözebileceğini düşünmek tek taraflı yanlış bir deneme metodu
olacaktır. Madem sorun bir bütün olarak ele alınmalıdır, o zaman işe önce ebeveynler olarak bilgilendirilmekle
ve eğitilmekle başlamalıyız. Çocuklar ve gençler için
“ergenlik safhaları” nelerdir? Bu dönemlere çocuklar
nasıl hazırlanılmalıdır ve gençler ergenliği başarılı bir
şekilde nasıl geçirebilirler? Ebeveynler olarak onlara
nasıl yardımcı olunmalıdır? gibi konularda bilinçli hareket edilmelidir.
Sağlıklı bir ergenlik döneminin geçirilmesi için, çocukluk dönemi ergenlik hazırlıklarının da gözden kaçırılmaması gerekir. Bu hazırlıkların ergenlik dönemi gelişimleri ile karşı karşıya olan bireyin çocukluk çağlarında yapılması önemlidir. Bu konuda ebeveynler bilirkişilerden yönlendirici bilgiler almanın yanısıra konu ile
ilgili kitapları okuyup, internet sitelerinden bilgi alarak
faydalanabilirler. Ergenlik devrelerinin önemli bir ilk adımının da bebeklikten çocukluğa geçiş devrelerinde de
yaşandığı göz ardı edilmemelidir. Onun için üç ve dört
yaş grubu çocukluk devrelerinin önemini kavrayarak hareket edilmelidir. Ergenlik konusu sadece duygusal olarak sosyal açıdan değil, aynı zamanda psikolojik ve fizyolojik açıdan vücut hormonlarının değişimi, gelişimi
dikkate alınarak değerlendirilmelidir.
Ş U B AT / F E B R U A R 2 0 1 0
/ 19 /
to p l um
Ergenlik nedir?
Ergenlik (Pubertät), insanın
bedensel ve ruhsal gelişim dönemine verilen addır. Çocukluk
döneminden yetişkinlik dönemine
geçişte psikolojik ve somatik
olarak yaşanan değişimdir. Bu dönem içerisinde bireyin içinde
bulunduğu psikolojik dünyası
ile bedensel işlevleri arasında
yakın bir ilişki, güçlü bir bağ vardır. Zaman zaman bu güçlü bağ
bireyde psiko-somatik (Bedensel ve ruhsal) hastalıklara yol açabilmektedir.
Ergenlik, bireyin, çocuksu
hal, hareket ve davranışlarının yerini gelişen zaman içerisinde yetişkinliğe, olgunluğa, erişkinliğe bıraktığı dönem olarak
da halk arasında adlandırılmaktadır.
Ergenlik döneminde “Duygusal Zeka” gelişiminde
sosyal toplum bilinci, toplumsal kabullenme kavramları “süperego” gelişmektedir. Bireyin, yaşadığı toplum içerisinde olduğundan fazla görünmek, kendini ispat için
benlik seviyesi süperego ve egosu gelişmektedir. Bu gelişmelere paralel olarak çocukluk devrelerini geride bırakmaya başlayan ve gençliğe adım atmakta olan bireyde
hormon değişimi ve gelişimi meydana gelmektedir. Artık genç, cinsiyet hormanları ile ilgili bazı bedensel ve
ruhsal gelişimleri kendisinde keşfetmeye başlar. Buluğ
çağı olarak da adlandırdığımız bu döneminin en önemli ve göz ardı edilmemesi gereken en büyük değişimi “ostrojen” veya “antrojen”lerin vücutta cinsellik ile ilgili üretimidir. Bu değişim ister istemez ergenlik gelişim sürecinde olan gençlerde, sebepli sebepsiz psikolojik değişimlere sebep olur.
Ergenlik yaşları, bölgesel iklim faktörleri dikkate alınarak ele alınmaktadır. Bunun yanısıra, aileden alınan genetik yapı, sosyo-ekonomik konum, hangi iklim şartlarında
olursa olsun bireyin ergenliğinde ayrı bir rol oynamaktadır. Küresel iklim bozukluklarının etkisi ve sosyo-ekonomik durum değişiklikleri, eğitim ve medya boyutu ile cinselliğin çok erken yaşlarda çocuklara sınırsız ve ölçüsüzce sunulması, ergenlik yaşının daha da küçük yaşlara kadar indiği birçok boyutu ile ortaya konulan bir tesbittir.
Her ne kadar ergenlik döneminin daha erken yaşlarda belirginleştiği tezi günümüzde sunulsa bile genel olarak ergenlik yaş sınırlaması 11 - 20 yaşları ile sınırlandırılmaktadır. Kız çocukları, erkek çocuklarına oranla daha önce
ergenlik çağına ulaşmaktadırlar.
Nasıl yaklaşmalıyım?
Bedensel ve ruhsal değişimler gözönünde tutularak,
çocuğunuzun ergenliği ile ilgili konumuna kendinizi ha-
/ 20 /
IGMG • PERSPEKTİF
zırlayabilirsiniz. Çocuğunuzun
bu dönemi sağlıklı atlatabilmesi için en çok size ihtiyacı olacaktır. Onu anlayabilmek, sorunlarını paylaşmak, yapabileceğiniz en ufak bir destek en isabetli ilk yardım olacaktır.
Ergenlik başlangıcı, en çok
psikolojik değişikliklere sebebiyet
veren kızlarda ostrojen, erkeklerde antrojen hormonlarının çok
hızlı bir şekilde gelişmesi nedeni
ile kendilerini keşfetmek zorunda
oldukları en önemli andır.
Özellikle vücutlarındaki cinsellik ile ilgili yaşadıkları değişiklikler bilinçli bir şekilde ebeveynler tarafından kabullenilmelidir. Çok normal ve doğal bir süreç olarak ele alınıp, önemle dikkatlerde tutularak davranışlar kontrol edilmelidir. Bu dönemlerde önce anne ve babalar olarak ama
en önemlisi de arkadaş olarak sorunlara yaklaşılmalı ve
paylaşılmalıdır. İçerisinden kolayca çıkabileceklerini
sandıkları, değişim süreçlerinde gençlerin kendileri ile
başbaşa bırakılması yalnış olur. Gençlerin açılamadıkları ve paylaşamadıkları bu konularda yalnız bırakılmaları,
onların yanlış adımlar atmalarına ve ömür boyu beraberlerinde taşımak durumunda kalacakları sorunlar
oluşmasına neden olabilir.
Gençlerin cinsel konular ile ilgili durumları, ebeveyn
ile konuşulmaz ve paylaşılamaz tabular olarak benimsemesinden kaçınılmalıdır. Bu şekilde aşılamaz tabular olarak görülen meseleler, gençlerin aile içerisinde dışlanmış
hissetmesine ve aşağılık kompleksine kapılmalarına sebebiyet
verebilecek, genç kendisini yanlış bir şekilde keşfetmeye
mahkum kalabilecek ve içine kapalı bir birey olabilecektir. Bu gibi konuları arkadaşları ile paylaşımları ve toplum
içerisinde özgürlük adına medyatik bilgi kirliliğinden nasiplenmeleri, onların yanlış yönlenmelerine sebebiyet verebilecektir. İçerisinde yaşadığı çelişkilere sağlıklı cevap bulamayan genç, psikolojik bunalımlara düşecek, sağlıksız bir
kişilik gelişimine itilmiş olacaktır. Onun içindir ki, gençlere önce anne ve baba olarak yaklaşmalı ama onlarla arkadaş olunması da ihmal edilmemelidir. Ergenlik konuları doğal bir süreç çerçevesinde biliçli bir şekilde sevgi ve
saygı ölçülerine riayet ederek paylaşılmalıdır. Pisikolojik,
sosyolojik ve pedagojik boyutlarla ele alınması gereken yaklaşımlarla hareket edilmeli ve ergenlik konuları ile ilgili
kitapların okunması teşvik edilmelidir.Genç hangi durumla
yüz yüze kalırsa kalsın, ailesini yanında hissetmelidir. Sonuç olarak aile ergenlik sürecinde olan çocuğuna,“Başına ne gelirse gelsin, biz senin yanındayız. Biz burdayız”
duygusunu hissettirmelidir. Düştüğü zaman elinden tutulup kaldırılacağı hissi kendisine verilmelidir.
tod üpnya
l um
İslam dünyası,
Darfur konusunda neden sessiz?
Darfur sorunu yaklaşık yedi yıldır devam ediyor olmasına rağmen hâlâ üzerine ciddî bir söylem inşa edilememiştir. Hem
batının “soykırım yapılıyor’” iddiası hem de Beşir’in “sorun
yok” vurgusu gerçeği izah etmekten uzaktır.
Mehmet Özkan • metkan82@hotmail.com
990’lı yıllarda Bosna ve Kosova’da yaşanan savaş ve ölümler sonrası hemen hemen tüm İslam
dünyası, gerek sivil toplum kuruluşlarıyla olsun
gerekse İKÖ ve Arap Ligi gibi uluslararası örgütleriyle işbirliği yapmışçasına gösteriler düzenlemiş
ve acil çözüm çağrıları yapmıştı. Bugün Darfur’da yaşanan olaylar sonrasında ölenlerin sayısının son derece
spekülatif olmakla beraber en az 200 bin ile 400 bin arasında olduğu tahmin edilmektedir. Bu rakam aslında ilk
Bosna savaşında ölenlerin yaklaşık iki katı olmasına rağmen İslam dünyası Darfur konusunda derin bir sessizlik içindedir. İslam dünyasında hem örgütler düzeyinde hem de sivil toplum örgütleri düzeyinde kendini gösteren bu sessizliği nasıl yorumlamak/anlamak gerekir?
Bu yazı temel olarak Darfur sorununa İslam dünyasının yaklaşımını etkileyen sebepleri küresel ve bölgesel
düzeyde dikkate alarak İslam dünyasının bu soruna yönelik sessizliğini sorgulamayı amaçlamaktadır.
Herşeyden önce sürecin genel seyrini anlamak için
Darfur sorunun üç safhaya ayırmak mümkündür. Sorunun başladığı Şubat 2003 ile 2004 sonuna kadar olan
birinci safha çatışmaların en çok yaşandığı ve ciddî ölümlerin olduğu dönemdir. Bu dönemde ölenlerin sayısının sorunun var olduğu tüm süreçte yaşanan ölümlerin
en az yarısı kadar olduğu tahmin edilmektedir. İkinci
safha olarak adlandırabileceğimiz ve 2005 başından Temmuz 2008’de Uluslararası Ceza Mahkemesi’nın (UCM)
1
Sudan Devlet Başkanı Ömer el-Beşir’i savaş suçuyla itham etmesine kadar olan dönem çatışmaların ciddî biçimde azaldığı bir zaman dilimi olmasına rağmen
Darfur’a yönelik uluslararası kampanyanın en yoğun olduğu dönem olmuştur. UCM sonrası dönem olarak adlandırılan ve Ağustos 2008’den günümüze kadar olan
son safhada çatışmalar hemen hemen sıfır noktasına gelmiş gözükmektedir. Ayrıca bu safhada Doha’da yapılan barış görüşmeleri yoğunlaştırılmış bir biçimde devam ediyor olmasına rağmen Beşir’e yönelik yargılama
ve kampanya son haddine ulaşmıştır. UCM’nin Beşir
hakkında tutuklama kararı almasından sonra ise hem
Sudan hükümeti hem de Beşir’in kendisi Darfur’da çatışan gruplara verdiği desteği azaltmıştır. Bugün için ise
çatışmalar fiili olarak bitmiş olmakla beraber çatışmalardan geriye kalan yıkım, evsiz kalmış ya da yurdunu
terk etmiş insanlar ve Darfur’un yeniden yapılandırılması gibi sorunlar acil çözüm beklemektedir.
Darfur sorunu yaklaşık yedi yıldır devam ediyor olmasına rağmen hâlâ üzerine ciddî bir söylem inşa edilememiştir. Hem batının ‘soykırım yapılıyor’ iddiası hem
de Beşir’in ‘sorun yok’ vurgusu gerçeği izah etmekten
uzaktır. Aslında İslam dünyasının Darfur konusunda ürettiği söylem bu iki basit yaklaşımın ötesine geçmeye çalışan fakat hem izahatta hem de pratikte yer bulamayan bir görüntü arz etmektedir. Çatışmaların çok yoğun yaşandığı birinci safhada hem İslam dünyasının hem
de uluslararası kamuoyunun Amerikan işgali dolayısıyla
Irak üzerine yoğunlaşmış olması bir nevi Darfur sorununun görmezden gelinmesine yol açmıştır. Irak savaşı İslam dünyasını her açıdan mobilize etmiş olmakla
beraber diğer sorunlara yönelik ciddî bir ilgisizlik de getirmiştir. Özellikle özünde Müslüman Afrikalılar ile Müslüman Arapların çatışması olan ve her iki tarafın da Müslüman olmasından dolayı İslam dünyasının doğal olarak ilgi göstermesi gereken Darfur sorunu dönemin uluslararası şartları gereği ciddî ihmale uğramıştır. İkinci safhada İslam dünyasının yaklaşımını belirleyen temel etken aslında yine dönemin şartlarıdır. Batının ‘teröre karşı savaş’ yürüttüğü ve bu süreçte neredeyse bütün Müs-
Ş U B AT / F E B R U A R 2 0 1 0
/ 21 /
d ü nya
lümanların terörist olarak görüldüğü bir dönemde batının Darfur üzerinden oluşturmaya çalıştığı ‘soykırım’
söyleminin İslam dünyası tarafından kabul edilmesi mümkün değildi. Bilakis İslam dünyasının batının Darfur sorunu üzerine empoze etmeye çalıştığı soykırım söylemini kabul etmesi hem batının ‘İslam ve terör’ üzerine
yürüttüğü kampanyaya doğal destek olacak hem de Müslümanlar açısından savunulamaz bir durum oluşturacaktı.
Bu açıdan bakıldığında aynı dönemde Arap dünyasının tüm gücüyle Beşir’e destek vermesi ve İslam dünyasından yükselen ‘Müslüman soykırım yapmaz’ vurgusunu
aslında batının oluşturmaya çalıştığı söylemi yıkmaya
yönelik hamleler olarak görmek gerekir. Bu safha aynı
zamanda Çin’in Darfur’dan petrol çıkarmak için ciddî
kazanımlar elde ettiği ve Irak savaşı dahil bir çok konuda batıya ters düştüğü dönem olması dolayısıyla batının yürüttüğü soykırım kampanyasına İslam dünyasının destek vermesi aynı zamanda batının Çin’e karşı
yürüttüğü güç mücadelesinde dolaylı olarak batıya destek vermek olacaktı.
İslam dünyasının Darfur konusuna ‘gerçek ve etkili’ ilgisi ancak son safhada ortaya çıkmış ve halen Doha’da İKÖ ve Arap Ligi gibi uluslararası örgütlerin de
desteğiyle barış görüşmeleri devam etmektedir. Bugün
için hem Afrika Birliği hem de Arap Ligi’ne üye devletler bir yandan UCM kararının ortaya çıkardığı ‘tehlikeli belirsizlik’ durumunu düzeltmeye çalışırken diğer
yandan da gerek Sudan içinde gerekse Sudan dışında
kalıcı barış için çalışmalarını yürütmektedir. İşin ilginç
tarafı bu son dönemde batının Darfur’a yönelik ilgisi hergeçen gün azalmaktadır.
Genel olarak bakıldığında İslam dünyası son döneme kadar bir Darfur söylemi oluşturamamıştı. Aslında
takip etmek istediği temel strateji Sudan iç dinamiklerini devreye sokarak dış müdahale olmadan sorunun çö-
/ 22 /
IGMG • PERSPEKTİF
zümüne yardımcı olmaktı. Şunu açıkça ifade etmek gerekir ki İslam dünyası batı ve Beşir arasına sıkışan Darfur için oluşturmaya çalıştığı üçüncü yol yaklaşımını hem
söylemleştirmede hem de pratiğe geçirmede çok geç kalmıştır. Bu durumun en temel sebebi Darfur konusunda İslam dünyasında yaşanan ciddî bilgisizliktir. 2009
itibariyle bile İslam dünyasındaki dominant dillerde Darfur ile ilgili çıkan ciddî bir kaynağa rastlamak son derece zordur. Normalde İslam dünyasında hareketlenmeyi
sağlamakta hayli başarılı olan sivil toplum kuruluşları
da Darfur konusunda derin bir sessizliğe bürünmüştür.
Dünyanın herhangi bir köşesinde Müslümanlara yapılan küçücük bir muamele, bir çok sivil toplum kuruluşunu ayağa kaldırırken Darfur konusundaki göreceli sessizlik ciddî şekilde tartışılmalıdır. Bu durumun belki de
en çarpıcı örneği İslam dünyasındaki bir çok insan hakları örgütünün Darfur raporunda, oradaki çatışma ve ölümlerin sanki küçük bir iç savaş gibi sunulmasıdır.
En basit bir ifadeyle bugün için İslam dünyası açısından Darfur sorunu önceden sahip çıkılıp kolay bir
çıkış yolu bulunmadığı için sömürgeciliğin geride bıraktığı yıkım ve enkazı devralmaktan ibarettir. Bu yıkım hem söylemsel hem de pratik düzeyde kendini göstermekte olup tamiri uzun süreç gerektirmektedir.
Darfur tecrübesinin bize gösterdiği ve teorik anlamda
sorulması gereken soruyu şu şekilde formüle etmek mümkündür: İlk defa İslam dünyası tepkisellik yerine olgun
ve derinden bir anlayışla mı hareket ediyor yoksa son
yıllarda İslami anlayış ve tavırdaki değişim ve dönüşümler
sonucu eski tepkiselliğini de mi yitirdi? Her ne kadar
İKÖ ve çeşitli yardım kuruluşları konuyu zaman zaman
gündemde tuttuysa da, bu soruya verilecek cevap hem
İslam dünyasının diğer sorunlara yaklaşımını anlamamızı kolaylaştıracak hem de İslam dünyasına yönelik kavrayışımızı derinleştirecektir.
d ü nya
Kazakistan
Yusuf Ziya • yza301@hotmail.com
ovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından diğer Türk cumhuriyetleri gibi 1991 yılında bağımsızlığını ilan eden Kazakistan, “kendi başına buyruk hareket eden yiğit, cesur, bekâr” anlamlarına gelen “Kazak” ismini taşıyan, Orta Asya’da Hazar Denizi’nden Çin sınırına kadar uzanan topraklarda yaşayan bir Türk topluluğunun ülkesidir.
S
Genel Bilgiler
Resmi adı Kazakistan Cumhuriyeti olan ülke, topraklarının genişliği bakımından 2.724.900 km2 ile
dünyanın dokuzuncu büyük ülkesidir. Orta Asya ve Doğu Avrupa’nın arasındaki konumu ile kuzey ve kuzeybatısında Rusya, güneyinde Türkmenistan, Özbekistan
ve Kırgızistan, doğusunda ise Çin Halk Cumhuriyeti
ile komşudur. Ülkenin batısında Hazar Denizine kıyısı vardır. 17 milyona yaklaşan nüfusa sahip olan Kazakistan’ın başkenti 1998 yılından beri Astana’dır. Diğer
önemli şehirlerini eski başkent Almatı, Çimkent, Terez, Karaganda ve Ust Kamenogosk olarak sıralayabiliriz. Ülkenin resmi dili Kazakça ve Rusçadır.
Nüfus, Din ve Dil
Sovyetlerin dağılmasının ardından 1997 yılında yapılan sayımlarında nüfusun yüzde 40’ını Ruslar, yüzde
38’ini Kazaklar, yüzde 6’sını Ukraynalılar, geriye kalanları
da Tatarlar, Beyaz Ruslar, Koreliler, Almanlar ve Özbekler oluşturuyordu. Bu dönemde Kazakların kendi ülkelerinde azınlıkta kalmalarının en büyük nedeni Çarlık Rusyası döneminde buraya yönelen Rus göçleriydi.
Kazakistan’ın bağımsızlığını kazanmasının ardından Rusların ve diğer unsurların büyük kısmının geri dönmeleri neticesinde Kazak nüfusu yüzde 60’lara yükselmiştir.
Her geçen yıl Kazak nüfusunun oran olarak artması ve
Rus kültüründen kendi kültürlerine dönüşün hızlandığı görülmektedir. Ülkede Kazakların büyük kısmı kırsal bölgelerde yaşarken, Ruslar genellikle şehirlerde toplanmıştır. Öte yandan Kazakistan dışında 30’dan fazla ülkede Kazak yaşamakta ve dünyanın farklı yerlerdeki Kazakları ülkeye çekmek için teşvikler devam ettirilmektedir. Zira bugün itibariyle 15 milyon nüfuslu
dünya Kazaklarının sadece 10 milyonu Kazakistan’da yaşamaktadır.
Dinî mensubiyet açısından bakıldığında nüfusun yüzde 60’ının Müslüman, yüzde 30’unun Rus Ortodoksu,
yüzde 2’sinin Protestan, geri kalan yüzde 7’nin ise diğer dinlere mensup oldukları görülür. Kaynaklarda Kazak toplumunda İslamiyet’in 18. yüzyıla kadar fazla etkili olmadığı, yöneticiler ve eşrafın kendilerini Müslüman olarak tanımlamalarına karşın halkın büyük bir kısmının Şamanizm gibi geleneksek inançlara bağlı oldukları
yer alır. 17. yüzyıldan itibaren İslam merkezleriyle olan
ilişkilerin artması ve Müslüman sûfîlerin gayretleri sonucu Kazak bozkırlarında İslam daha fazla yaygınlaşmıştır. Müslümanlar Sovyet döneminde kapatılan camileri, bağımsızlık sonrasında yeniden açmaya ve yeni
camiler yapmaya başlamışlardır.
Türkçe’nin Kıpçak dil grubuna giren Kazak dili, Kazakistan, Doğu Türkistan, Moğolistan, Kırgızistan ve Özbekistan’da konuşulmaktadır. Üç defa alfabe değiştiren
Kazaklar 1929’a kadar Arap alfabesi, sonra 11 yıl Latin alfabesi ve ardından da Kiril alfabesini kullandılar.
Sovyet döneminde Kazakistan’da resmî dil Rusça idi. Ruslar, Kazak dilini eğitim dili olarak kabul etmeyip, halka bu dili yalnızca köylerde konuşulan bir dil olarak benimsetmeye çalışmışlardır. Şüphesiz Kazak dilinin bu
dönemde Rusçadan büyük ölçüde etkilendiğini söylemek mümkündür. Bağımsızlık sonrasında Kazak millî
kimliğinin yeniden oluşturulmasına yönelik olarak resmi dil Kazakça olmuş, ancak Rus nüfusun yüksek olması nedeniyle Rusça’da kullanılmaya devam etmiştir.
1999 yılından itibaren ise tüm resmi yazışmalar Kazakça
yapılmaya başlanmıştır.
Kazakistan’ın Kısa Tarihi
Eski çağlardan beri bugünkü Kazakistan topraklarının bulunduğu topraklar çeşitli kabile ve kavimlerin
geçit bölgesi olmuştur. Tarihi kaynaklar Orta Asya’dan
genellikle batı ve doğu olmak üzere Türkistan olarak söz
eder. Doğu Türkistan bugün hâlâ Çin işgalindedir. Batı Türkistan ise Sovyetlerin dağılmasından sonra bağımsızlığını elde eden Kırgızistan, Özbekistan, Türkmenistan, Tacikistan ve Kazakistan’ın bulunduğu bölgedir. Bölgede geniş bir alan üzerinde hüküm süren ve
Müslüman Türkler tarafından yönetilen ilk devlet Karahanlılar devletidir. Daha sonra bu bölgede çok sayıda hanedanlık ve devlet kurulup, yıkılmıştır. Bu zaman
Ş U B AT / F E B R U A R 2 0 1 0
/ 23 /
d ü nya
gulanmaya başlanan ve iszarfında Türk kökenli
tikrara kavuşan Kazahalkların bu bölgedeki
kistan bugün doğal kayvarlığı sebebiyle Türk dil
nakları ve coğrafyası itive kültürü oldukça
bariyle dünyanın sayılı ülyaygınlık kazanmıştır.
kelerinden biridir.
İlk birleşik Kazak
Hanlığı’nın 16. yüzyıl
Kazakistan’dan Notlar
başlarında Kasım Han
Bugün Kazakistarafından kurulduğu,
tan’ın büyük şehirleri
bunun ardından Kazak nüfusunun hızla
bir zamanların doğu
artmasıyla otlak ihtibloğu ülkelerinin şehir
yacından dolayı sınırplanlamacılığını yansıların genişlediği ve 17.
tır. Geniş caddeler ve yayüzyılda neredeyse buya kaldırımları, meygünkü Kazakistan sıdanlar, parklar, büyük
nırlarına ulaştığı bilinkonutlar, devlet binamektedir. 18. yüzyıla
ları, alışveriş, eğitim,
kadar Kazak toplumu,
dinlenme tesisleriyle
sakin göçebe hayatı yadüzenli bir altyapıya saşayan, hayvancılıkla
hiptir. Şehir merkezleuğraşan, geleneksek
rinin yeşilliği göz kakurumları ve ahlaki
maştırıcı derecededir.
değerlerin etkin olduBu anlamda şehirler
Pavlodar şehrindeki Meşhur Yusuf Camii
ğu bir toplum özelliği
modern bir görünüm
taşımaktaydı.
arz etmektedir. 1998 yı19. yüzyıla gelindilında ülkenin başkenti,
ğinde, kurulmuş büyük
modern bir dünya şehdevletlerin parçalanarak küçük hanlıklara ayrılmış olmari özelliklerini taşıyan Astana’ya taşınmıştır. Astana şehsı bu dönemde bölgede emelleri olan Rusların Batı Türrinin ismi, İstanbul’un eski isimlerinden biri olan ve başkistan üzerinde hâkimiyet kurmasını kolaylaştırmıştır. Kaşehir manasına gelen “Âsitâne” isminden gelmektedir.
zak topraklarında Rus hâkimiyeti beraberinde yeni idari
Bütün Kazakistan’ın en görkemli yapısı Türkistan şehve hukuki düzenlemeleri getirdi. 19. yüzyılın ikinci yarırindeki Hoca Ahmed Yesevi Türbesidir. Hoca Ahmed
sından itibaren Kazak topraklarında yeni iskân merkezYesevi Türk dünyasının manevi hayatında asırlardır taleri kurularak Ruslar yerleştirildi. 20. yüzyılın ilk çeyresarrufu devam eden büyük bir Türk mutasavvıfıdır. Zağinde Bolşeviklerin işbaşına gelmesinin ardından Kazamanında Timur tarafından yaptırılan 600 yaşını aşkın
kistan’ı tamamen idareleri altına alan Ruslar, burada bübu görkemli abidevi külliye, içerisinde kütüphane, kuyük bir asimilasyon siyasetine girişmiş, bu dönemde ibayuhane, çilehane, mescid, medrese gibi bölümleri barındırır.
det hürriyeti kaldırılmış ve camiler kapatılmıştır. Bütün
Sovyet döneminde bakımsız ve yıkılmaya bırakılan bu
topraklar devlet malı ilan edilmiş, Kazaklar göçebe hayabüyük külliye bağımsızlık sonrasında Türkiye’nin sahip
tını bırakıp, yerleşik hayata ve ziraata zorlanmışlardır. İnçıkmasıyla restore edilmiştir.
sanlara çeşitli yollarla ateistlik aşılanmaya çalışılırken, din
Kazakistan’da bazı olumsuz gelişmelerin yaşandığı
aleyhtarı kitaplar Kazakçaya çevrilmiştir. Rus yönetimi bölgerçek bir vakadır. Alkol tüketimi ve kumar belasının
gedeki Türk lehçeleri arasındaki farklılıkları artırarak Türk
da ülkenin büyük problemlerinden biri olduğu bilinmektedir.
halklarını birbirinden uzaklaştırmaya çalışmıştır. Millî külBu problemlere yönelik yapılan girişimlerin olumlu netürü hatırlatan edebi eserlere yasak getirilmiş ve Kazaktice vermesi ümit edilir. Ancak diğer yandan güzel gelar millî kültürlerinden uzaklaştırılarak asimile edilmeye
lişmelerde olmaktadır. Bir hafta içerisinde 20 yeni caçalışılmıştır. Tüm bu baskılara rağmen halkın büyük bir
minin açılışının yapılması ve tüm Kazakistan’da cami sakısmı dinine ve kültürüne sahip çıkmayı başarmış ve özelyısının 2500’lere ulaşması tüm Müslümanları sevindilikle kırsal kesimlerde dini faaliyetler bağımsızlığa kadar
ren gelişmelerdendir.
gizlice devam ettirilmiştir.
Sovyet döneminde Kazakistan yalnızca bir hammadKaynaklar
de kaynağı olarak kullanılmış, bu nedenle yer altı zenginliklerini
• TDV İslam Ansiklopedisi, “Kazakistan”, “Kazaklar”, 25. Cilt, s.121–134
çıkarma endüstrisi gelişirken, üretim endüstrisi geri kal• Yeni Rehber Ansiklopedisi, “Kazakistan”, 11.cilt, s.305–307
mıştır. Bağımsızlık sonrasında özelleştirme siyaseti uy-
/ 24 /
IGMG • PERSPEKTİF
d ü nya
Mikrokredi ve
Muhammed Yunus
dik’ diyor ve üniversite hayatına son
verip Jobra’ya gidiyor. ‘Jobra benim
üniversitem. Orada oturan halk ise
benim profesörlerim olacak’ diyerek fakirliği durdurabilmek için
profesör bir arkadaşı ve birkaç öğ“Kredi” kelimesi Latince “credere”
rencisiyle yola koyuluyor.
kelimesinden türemektedir. AnlaGittiği Jobra şehrinde 21 yamı ise güven ve inanmaktır. Mikşındaki bir köylü bayanın elinde bamrokredi sistemiyle ekonomik ve
bu ağaçları görünce, bunları nasıl satoplumsal kalkınmayı alttan sağlatın aldığını soruyor. Kendisi bunu
maya yardımcı olma çabaları çer5 Taka (0,22 $ cent) karşılığında kiçevesinde Nobel Barış Ödülü alan
raladığını ve gün boyu ağaçlardan
Muhammed Yunus, küçük kredioturaklar yapıp, günün sonunda
lerle fakir ve yoksul insanlara güvenip,
Muhmmed Yunus
ise 5,50 Taka (0,24 $ cent) karşılıekonomik ve sosyal yönden kalğında sattığını ifade ediyor. Tüm çakınmalarını sağlıyor. Her ne kadarda
bası, günün sonunda sırf 0,50 Taka (2 cent) kâr yapıp
Muhammed Yunus’un bu sistemi olumlu olarak algılansa
hayat mücadelesine devam etmek olduğunu anlayan Yuda, yıllık %20 oranında faize dayanmaktadır.
nus, bir öğrencisine, köy halkının yaşadığı sıkıntıdan kurtulup, kendi ayakları üzerinde durup iş yapabilmesi için
Hayatı
ne kadar krediye ihtiyacı olduklarına dair bir araştırma
28 Temmuz 1940 tarihinde Bangladeş’in ikinci büyapmasını ister. Araştırma sonunda 42 kişilik köy halyük şehri olan Chittagong’da kuyumcu oğlu olarak dünkının toplam 856 Taka (27 Dolar) ihtiyacı olduğu oryaya gelir. Chittangong’un en kaliteli okulunda okur. Üstaya çıkıyor:
tün başarısından dolayı yaşıtlarından daha erken bir yaş“Bu kadar gülünç bir rakam olduğundan dolayı köyta üniversiteye geçiş yapma imkanı sağlanır ve iktisat bödeki insanlar ile şehirdeki bankalar arasında köprü ollümünden 21 yaşında mezun olur. 1961-1965 arası okumak istiyordum. Dakka’da bir Banka Yöneticisi’ni ziyaret
duğu üniversitede hocalık yapar. 1966 yılında doktora
ettim. Kendisinden bu insanlara kredi vermeleri için tayapmak için Amerika’nın elit Üniversitelerinden biri olan
lepte bulundum. O ise böyle bir teklifi kendisine götürmeme
Vanderbilt Üniversitesi’ne burslu olarak gider. 1972 yıçok şaşırmıştı. ‘Böyle birşey yapamayız. Onlar fakir ve
lında ülkesinin gelişmesine aktif olarak katkı sağlamak
yoksul. Hiç bir şeye sahip olmayan insanlara para veriçin tekrar ülkesine döner ve Chittangong Üniversitediğimizde gidip karınlarını doyuracaklar ve geri ödesi’nde profesör olur.
yemeyecekler. Bundan dolayı fakirlere kredi veremeyiz’
cevabını verdi. Bu cevabı aldıktan sonra çok şaşkın ve
Mikrokredi’ye adım atarken
sinirlı bir şekilde orayı terk ettim. Bundan sonra yeni
Ders verdiği öğrencilerine batıda öğrenmiş olduğu
bir banka sistemi üretip, bu insanları kurtarmalıyım’ diekonomi teorilerini ve çözüm noktalarını anlatıyor, fayerek yeni bir sistem kurmaya karar verdim.”
kat çözümün bu teorilerle olamayacağını da görüyorBöylelikle Grameen Banka’sının ilk tohumları atıldu. ‘Dünya insanına rahatlık getirecek olan ekonomi teomış oldu. Geliştirmiş olduğu yeni sistemi 1983 yılında
rileri fayda sağlasaydı, sokaklarda aç insanları görmezTaner Doğan • taner.dogan@web.de
Ş U B AT / F E B R U A R 2 0 1 0
/ 25 /
d ü nya
tam bir banka olarak hayata geçirerek, adını Grameen
Bank, yani: Köy Bankası koydu.
Köy Bankasınn özellikleri
Grameen Bankası’nın hedef kitlesi dünyanın en fakir ve yoksulları. Normal bankalardan kredi almak isteyenlerin ipotek göstermeleri veya iş garantileri olması gerekirken, Yunus’un bankası insanların yaşamasını
en güvenli ipotek olarak görüyor. Verilen borçların %99
geri ödenmesiyle dünyadaki tüm bankaların önüne geçiyor Grameen Bankası. Yapılan araştırmada verilen kredileri erkeklerden %85, bayanlardan ise % 100 oranında geri ödendiği sonucu çıkıyor. Araştırma sonucunda
bayanlara yönelik daha fazla kredi verilmesi gerektiğini ve verilen kredilerle bayanların daha çabuk iş yaptıkları tespit ediliyor.
Mikrokredi koşulları
Bir kişi Grameen Bankası’ndan kredi almak istiyorsa,
yanında kredi almak isteyen 4 kişi daha götürmeli. Önce iki kişiye dört ile altı hafta içinde geri ödeyecek şekilde 12-15 Dolar’lik mikrokredi veriliyor. Kredi alan
kişiler aldıkları krediyi ödedikleri takdirde, diğer iki kişide kredi alma hakkını elde ediyor.
Böylelikle grup içerisindeki herkes sorumluluk bilinciyle hareket etmiş oluyor. Kredi grubu aynı zamanda motive grubudur. Böylelikle kardeşlik bilinci gelişiyor. Bir köyde bir çok kredi alan grup olduğunda karşılıklı birbirlerini motive etme olanağı artıyor.
Aile içerisinde sorun ve sıkıntıların çıkmaması için gruba dahil edilecek şahıslar, akrabalardan oluşmuyor. Bangladeşlilerin % 55’inin okuma yazma bilmeyen insanlar
olmalarına rağmen, Grameen Bankası’ndan kredi almak
isteyenler, mecburen isimlerini yazmasını ve para saymasını
da öğreniyorlar. Bugün birçok banka binasına bakıldığında
gücü sembolize etmesi açısından görkem ve ihtişamı görmemek mümkün değil. ‘Bizden birşey isteyen, bize gelsin’ anlayışıyla çalışmaktadırlar ve bundan dolayıda gelişmemiş olan ülkelerde sırf büyük şehirlerde temsil edilmektedirler. Afrika gibi bir ülkede bilhassa kadınların yalnız başına şehre gitmesinin zor olduğunu göz önünde bulundurarak, Grameen Bankası ihtiyaç sahiplerinin ayağına gidiyor. Köyün en önemli şahısları olan Muhtar, Öğretmen ve Din Adamları’na Mikrokredi sistemini anlattıktan sonra, köy halkına kredi koşullarını ve avantajlarını anlatıyorlar.
‘Dünya Bankası Başkanı olmuş olsaydınız’
Amerikalı bir gazeteci bir gün Muhammed Yunus’a
“Dünya bankası başkanı olsaydınız hangi önerilerde bulunurdunuz?” diye bir soru yöneltiyor. Yunus ise ‘Öncelikle dünya bankasının merkezini Bangladeş’in başkenti olan Dakka’ya aldırırdım. Çünkü bu bir çok açıdan önem arz etmektedir. Fakirliğin ne anlama geldi-
/ 26 /
IGMG • PERSPEKTİF
ğini bilmeyen gözleri fakirliğin merkezlerinden biri olan
Bangladeş’e çekmiş olurdum. Sırf para veya kariyer karşılığı değilde, gönülden çalışarak dünyadaki fakirliği ortadan kaldırmak isteyen insanlarla birlikte çalışırdım. Diğer yandan Bangladeş’teki yaşam standardı Wasington’a
göre çok düşük olmasından dolayı personel giderleri ve
maaşları da büyük ölçüde düşmüş olurdu’ diyerek soruyu cevaplandırıyor.
550 Milyon İnsan
2007 yılının başına kadar yaklaşık 110 milyon insana mikrokredi verilerek, ortalama olarak 5 kişilik bir aileyi gözönünde bulundurduğumuzda yaklaşık 550 milyon insana ulaştığını hesaplayabiliyoruz. Yarım milyar
insan ve dolayısı ile dünyadaki fakirlerin altıda biri. Birleşmiş milletlere göre günde 2 doların altında yaşam sürmek zorunda olanlara fakir deniliyor.
Almanya’nın Stuttgart şehrinde düzenlenen bir
konferansta konuşan Yunus, fakirlik ve yoksulluk hakkında şöyle diyor: ‘Bir gün fakirliğini müzesinin yapılacağını düşünüyorum. İnsanlar bu müzeye gidip fakirliğin
ne olduğunu görecek ve ‘keşke daha erken fakirliğe karşı birşeyler yapsaydık’ diyecekler. 2030 yılında dünyada
kimsenin fakir olarak adlandırılmamasını hayal ediyorum. Böyle olduğunda ‘fakirlik ve fakir’ kelimelerinin bir
anlamı olmamış olacak’ diyor Yunus.
Faize dayanıyor
Yazının belki bu bölümüne kadar okunduğunda, sırf
olumlu bir proje olduğu düşünülebilinir. Fakat yazının
başındada belirttiğimiz gibi, bu bankanın sistemi de bir
çok banka gibi faize dayanmaktadır. Bir yandan verilmiş olan mikrokredilerle insanların yoksulluktan kurtulmaları ve kendi ayakları üzerinde durup, ticaret yapabilmeleri söz konusu olurken, diğer yandan yıllık %20
faiz ile mikrokredileri geri ödenme şartı gözden kaçmamalı.
‘Muhtaç insanlara faizsiz para verdiğinizde, bunu sadaka
olarak görüyorlar ve hazıra alışıyorlar’ diyor Yunus. Muhammed Yunus ‘Merhamet sınırlıdır, fakat ticaret sınırsızdır’
diyerek kendisinin de faydalandığı bir ticaret boşluğu
bulmuşa benziyor.
Aylık faizin tefecilerde yüzde 20’yi bulduğu bir ülkede,
böyle bir proje ile dikkatleri çeken Muhammed Yunus, aslında Mudarebe usulü ile çalışsaydı, çok eleştirdiği kapitalist sisteme alternatif yeni bir sistem oluşturabalirdi.
Kaynaklar:
http://www.spiegel.de/wirtschaft/0,1518,481659,00.html
http://www.dünyagündemi.com/261/MuhammedYunus.html
www.muhammadyunus.org
Banker der Armen – Peter Spiegel,
Creating a world without poverty - Muhammad Yunus / Die Armut besiegen - Muhammad Yunus
k ül t ür
Ameliyatlar ve aletler
Müslümanların günlük yaşamımıza katkıları
etmiş, eserinde de bu alet yardımıyla nasıl taşların yokedileceğini anlatmıştır. Zehravî’nin kitabını tercüme
eden son isimler Lewis ve Spink bu aletin orjinalliğini
tanımlarlar ve konuyu şöyle yorumlarlar: “Albucasis’in ale0. yy’a dönüp güney İspanya’ya gidebilseydik, Batinin doğru bir lithotripter (safra kesesi ve böbrek taşlarıtı’da Albucasis adıyla tanınan devrin önde genı parçalamada kullanılan bir alet) tarzında modern delen cerrahlarından Zehravî ile tanışma imkanı
virden yüzlerce yıl evvel yapıldığı ve sonra gözden kaybolduğu
bulabilirdik. Zehravî “et-Tasrif ” adını verdiği bir
görülmektedir. Öyle ki, Ortaçağ’ın büyük tenasül ve idrar
tıp ansiklopedisi yazmıştır. Et-Tasrif bünyesindeki “Ceryolları cerrahları Franco, Paré ve Frére Cômethe Doyen bu
rahî’ye Dair” adlı kısım 200’den fazla cerrahî aletin taaletin adından bile bahsetmemiştir.”
nıtıldığı bir bilimsel inceleme eseridir.
12.yy’da yaşamış Sevillalı hekim İbn Zuhr çelik çubuğun ucuna elmas takarak mishab denen bu aleti daAletler
ha da geliştirmiştir. Zehravî bu sonda-matkapların yaAmeliyatlarda aletlerin kullanılması tıp alanında bir
nı sıra sistolitotomide (mesanenin açılarak taşının çıdevrim niteliğindedir ki, bu sayede bilimin spekülatifkartılması) kullanılmak üzere çeşitli bıçaklar geliştirmiştir.
kurgusal olmaktan çıkıp deneysel olmasına imkan sağZehravî’nin binlerce yıl önce eserinde ele aldığı ve
lanmıştır . “Cerrahi’ye Dair” adlı bilimsel eser
titizlikle tartıştığı aletlerin çoğu çok ufak
tıp tarihinde cerrahî aletlerin tanıtıldığı,
değişikliklerle günümüz modern tıbbında
resmedildiği ilk bilimsel eserdir. Bu devirde
hâlâ kullanılmaktadır. Onun eserinde tarkullanılan aletlerin dizaynı o kadar muaztıştığı diğer aletler şunlardır:
zamdı ki, milenyuma gelindiğinde aletler
Değişik ebat ve şekillerdeki koterizasyon
üzerinde çok ufak değişiklikler yapıldığıaletleri, neşterler, çeşitli kesme ve açma işlemnı görürsünüz. Bu aletlerin Avrupa’ya talerinde kullanılan çok keskin bıçaklar, genelnıtılması ile Avrupa’da cerrahînin temelde keskin bir yarım daire ile biten çengeller ki
leri atılmıştır.
bunlar günümüzde hâlâ aynı şekilde kullanılEn doğru ve en kesin olanı elde etmek ve
maktadır, damarlara kan pıhtısını temizlemek
bunun için de gerekli mükemmel aletleri yapiçin yerleştirilen keskin olmayan çengeller, yamak için tutarlı ve istikrarlı araştırmalar yapZehravî anısına Suriye pulu
ra köşelerinin geri çekilebilmesi için küçük bezmak Müslüman bilim adamları için bir kuleri tutmak ve kaldırmak için kullanılan kesral olmuştu, bu kural bugünkü modern bilim
kin çengeller. Forsepler yani kıskaçlar, iki tuiçin de temel bir prensip olmuştur. Bu çalışmasında Zehtacağı olan metal aletlerdi, operasyonlarda bezleri ve diğer şeyravî aletleri açık ve net el çizimi taslaklarla resimlendirmiş,
leri çekmek, tutmak, itmek gibi çeşitli işlevleri vardı. İki ağızhangi aletin nasıl, hangi amaçla ve ne zaman kullanılacalı ezici kıskaçlar mesane taşlarının ufalanması ve çıkarılmağını da ayrıntılı bir şekilde anlatmıştır.
sında kullanılıyordu. Zehravî’nin buluşu olan ve anne karÖrneğin koterizasyon (yaranın ısı verilmek suretiynından dışarı normal olarak ilerlemeyen çocuğu çekmeye yale tahrip edildiği, yani yakılıp, dağlandığı tedavi metorayan ve uçları yarı dairesel biçimde olan forseplerde hâlâ hasdu) işlemi için Zehravî şunları ifade eder: “Eski hekimtanelerde kullanılan aletler arasında yer almaktadır.
ler koterizasyonda altın kullanmanın demir kullanmaktan daha iyi olduğu görüşündedirler. Bizim görüşümüze göCerrahî
re ise demirin kullanılması daha hızlı ve daha doğrudur.”
Modern cerrahî yüzyıllardır kendilerini hayat kurİdrar yollarındaki taşlar da Zehravî’nin eserinde çok
tarmaya adamış insanların keşif ve katkılarıyla bugunsayıda sayfada ele alınmıştır. Zehravî bu taşları ufalakü halini almıştır. Bu “hayat kurtarma” ahlakı 1000 yıl
mak için “al-mishab” adında bir çeşit sonda-matkap icat
önce güney İspanya’daki Müslümanların da kalbinde
İlknur Melekoğlu • imelekoglu@yahoo.de
1
Ş U B AT / F E B R U A R 2 0 1 0
/ 27 /
k ül t ür
yatıyordu. Bu Müslümanlar vascurif ’te ne kadar çok mevzunun ele alınlar (damardan), genel ve ortopedi
dığını anlamaya yetecektir.
olmak üzere 3 farklı ameliyat türü
Jinekoloji alanında da onun eseuygulamışlardır.
ri, diğer Müslüman cerrahlarla beraKordoba’da yaşayan Ebu elber öncülük etmiştir. Zehravî ebeleKasım al-Zehravî bu dönemdeki en
rin yetiştirilmesi için açıklamalar
ünlü Müslüman cerrahlardandı. O
yapmış, sorunlu doğumlarda ve dogözlemledi, inceledi, uyguladı ve her
ğum sonrası müdahalelerde neler
hastasına yetenek ve ustalıkla cevap
yapılması gerektiğini anlatmıştır.
verdi. Devrinin en güzide hekim13.yy da yaşamış Suriyeli hekim İbn
lerinden biri olarak tanınan Zehul-Qutff da jinekoloji alanında bilravî Endülüs Hükümdarı Mansur’un
giler vermiş ve bayanlarda cerrahî müsaray hekimi idi.
dahelelerin zorluğunu vurgulamıştır.
Zehravî tıpta getirdiği yeni işlemlerle,
Ez Zehravî gibi tıb alanında çıtanıttığı 200’den fazla cerrahî aletle,
ğır açan pek çok Müslüman cerrah
diş ve diş sağlığı, eczacılık ve cerrahî
vardır, 11.yy’da Özbekistan’da yaşayan
disiplinler hakkında verdiği ayrıntıİbni Sina da bunlardan biridir. Gelı hesaplar ve bilgilerle cerrahî alanında
lecek yazımızda ayrıntılı olarak ele
köklü değişiklikler yapmıştır.
alacağımız İbni Sina eseri “Canon”
O, et-Tasrif kitabında her gün
da tıp alanında pek çok meseleyi ele
karşılaşılan tıbbi durumlar karşısında
almıştır. Ona göre: Kanser alevlenyapılması ve yapılmaması geremeyen, başta ağrısız bir “soğuk tüZehravî’nin kullandığı ve kitabında tanıttığı tıbbî aletler
(www.muslimheritage.com)
kenleri sayarak pratik tıbbın kumör”dür, ilerlediği zaman genelde terallarını koymuştur.
davisi olanaksızdır ve tıpkı yengeç
Zehravî’nin geliştirdiği işlembacakları gibi merkezin dışında gelerden birisi de koyun, kedi gibi hayvanların bağırsağından
lişir. İç kanserler hasta farketmeden ortaya çıkar, ağrıyapılan belli bir süre sonra rezorbe olan cerrahî dikiş ipi
larına karşın hastalar uzun süre yaşayabilirler. Sınırlı kanolan “catgut”(katgüt) un iç dikişlerde kullanılmasıdır ki,
serlere cerrahlar müdahele edebilir, ancak kesikler tübu yöntem bugün en basitten en karmaşık ameliyatlamörün tamamen alınabileceği şekilde mükemmel olara varana kadar her türlü işlemde kullanılmaktadır. Catrak yapılmalıdır. Bununla birlikte kanser yeniden nükgut vücut tarafından kabul edilen ve vücutta parçalanabilen
sedebileceği için ameliyat her zaman kesin çözüm sağtek doğal maddedir. Catgut’u ameliyatta kullanan ilk
lamaz. Bakır ya da kurşun oksit kanseri tedavi edemekişi Zehravî’dir. Koyundan dikiş atmada faydalanan ilk
se de yayınmasını engellemekte etkilidir.
kişi de Razi’dir. Razi müzik aletlerinde kullanılan büİbni Sina, Zehravî gibi pek çok meseleyi ele almış,
külmüş ince teli ameliyatlar da da kullanmıştır.
onun gibi mesane taşı tedavisinde kullanılan yöntemZehravî’nin getirdiği köklü değişikliklerden biride
leri anlatmıştır ki, onun bahsettiği yöntemler bugünkü
kayıp, eksik dişlerin tedavisi alanındadır. Kayıp dişlemodern ürologların yöntemlerine benzer. İbn ul-Qutff
rin yerine kenik yerleştirilmesi yöntemini geliştirmiş, sağda bu konuyla ilgilenmiş, büyük taşlar daha kolay hislıklı dişlerin kayıp-harap dişlere altın yada gümüş telsedildiği için tedavisinin küçük taşların tedavisinden dale nasıl bağlanacağını anlatmıştır.
ha kolay olduğunu belirtmiştir.
Pamuğu kanamaları kontrol etmede ilk kez kullaTüm bunlar, 1000 yıl önce insanların hastanelerde
nan da yine odur. Nefes borusu ameliyatı yapan, düzenli
özenle muayene edildiğinin ve iyi bir şekilde onlarla ilşekilde alçı kullanan, idrar yollarındaki taşlar için idrar
gilenildiğinin göstergeleridir. Bugün bizler başarı ya da
geçiti boyunca matkap geliştiren de odur.
hayatta kalabilen kişi istatistiklerine sahip değiliz anBurun yumrusunun alınması gibi en basit ameliyatları
cak günümüzden binlerce yıl öncesinden bu büyük cerda eserinde ele almış, kendi geliştirdiği forseplerle anrahların notlarına sahibiz. Herkesin iyiliği için, hatta 21.yy’da
ne karnından ölü fetüsün alınması gibi en karmaşık opebile bizler için, bu notlar uygulandı ve bu doğrultuda
rayonlara da yer vermiştir. Ağrıyı azaltmak ya da duryapılan araştırmalar cerrahîyi geliştirdi.
durmak için derinin yakılması ya da koterizasyonu da,
çıkık omuz tedavisini de anlatmıştır. Zehravî, “CerraKaynak:
hî’ye Dair” kitabının altmış ve altmışbirinci bölümleri• 1001 Inventions-Muslim heritage in Our World, Prof.Salim T S
ni tamamen mesaneden taşların çıkarılması konusuna
Al-Hassani, 2006, Foundation for Science, Technology and
ayırmıştır. Cerrahî üstüne’nin onun et-Tasrif ’ini oluşCivilisation
turan 30 kitaptan sadece biri olduğunu düşünmek, Tas-
/ 28 /
IGMG • PERSPEKTİF
k ül t ür
Namaz ve karakter gelişimi
Arabca, Salâ kelimesinden türeyen namaz, namaz kılan bireyin namaz sayesinde kendini Allah’ın azabı olan yakıcı ateşten uzaklaştırarak izale etmesi; istiğfar, rahmet, övgü, bağlılık ve devamlılıkla O’na lâyık olan yüceltme, şeref ve tazim ifadeleriyle yüce yaratıcıyı anmak, anlamına gelir.
Murat Kurt • muratkurt66@hotmail.com
sma Sayın Ekerim’in Uludağ Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Din Psikolojisi Anabilim Dalı’nda yaptığı Yüksek Lisans tez çalışması olan Namaz ve Karakter Gelişimi isimli kitabın, ilk baskısı 2006 yılında, İnsan Yayınları tarafından basıldı.
Yazar, eserini, İbadet Kavramı, Karakter Kavramı, Namaz İbadeti, Tasavvufi Açıdan namaz ve Namazın Karakter Gelişimi Üzerindeki Etkisi başlıklarında beş bölüme ayırarak konuyu etraflı bir şekilde anlatmaya çalışmıştır. Kitabın sonunda bir kaynakça bulunmaktadır.
Yazar kitabın bazı yerlerinde gereğinden fazla tekrarlara düşmüş olsa da, bu çalışması sahasında yazılan az
sayıda kitaptan biri olma özelliği ile öne çıkmaktadır.
Kitabın önsözünde bu çalışmanın namaz aşkının, zihinlerde namaz bilincinin canlanması için kaleme alındığı belirtilmektedir. Namazın bir hayat olduğunu,
kalbin azığı, gönlün sevinci, zihnin ve ruhun yükselişi
olduğuna vurgu yapan yazar, namazı hayatın merkezine alarak konuyu anlatmaya başlamıştır.
E
İbadet ve Karakter
Kitabın birinci bölümünü teşkil eden ibadet kavramı başlığı altında ibadet kelimesi; boyun eğmek, saygı
göstermek, hizmet etmek, itaat ve kulluk, tevazu ve tapınmak olarak açıklanmıştır. Psikolojik ve sosyolojik açıdan ibadetin etkileri cemaat anlayışı ve ibadetlerin, bireyin kendisine ve başkalarına güven duygusu kazanmasını sağlarken, dini ibadetler ve törenlerin, insan hayatına bir anlam ve amaç kazandırdığı ve insani ilişkileri belli bir düzene soktuğuna vurgu yapılmıştır.
Karakter kavramı olarak adlandırılan kitabın ikinci bölümünde, karakterin tanımı yapılmış ve karakter
unsurları üzerinde durulmuştur. Karakter, kişiye has davranışların bütünü olup, insanın bedeni, hissi ve zihni faaliyetine çevrenin verdiği değer olarak tanımlanmıştır. Alfred Adler’den alıntı yapılarak karakterin doğuştan gelmediğini, hayatın meseleleri karşısında, bir insanın ruhunda meydana gelen çeşitli ifade şekillerinin karakter
olarak ifade edildiği belirtilmektedir. Bunun yanısıra kişiliği karakterden ayırarak insanın kişiliğinin, doğuştan
getirilmiş ve sonradan kazanılmış ruhsal niteliklerin tümü olarak ele alınmaktadır.
Yazar kitabının üçüncü bölümünde namaz ibadetini ele alarak, Arapça, “Salâ” kökünden gelen namazı, “dua,
tebrik, iki varlık arasında cereyan eden birincisinin diğerine yüceliğini, kudretini, şerefini ve ululuğunu bütün samimiyetiyle ifade etmesi; namaz kılan bireyin namaz sayesinde kendini Allah’ın azabı olan yakıcı ateşten uzaklaştırarak
izale etmesi; istiğfar, rahmet, övgü, bağlılık ve devamlılıkla
O’na lâyık olan yüceltme, şeref ve tazim ifadeleriyle yüce yaratıcıyı anmak” olarak tarif etmektedir. Devamla, Allah’ın
namaz kılan inanan kişilere “salâtının” manasını, onları “eksik, kusur ve günah gibi olumsuz karakter özelliklerinden temizleyip kurtarması olarak ifade etmektedir. Yine kitabın üçüncü bölümünde namaz ibadetinin önemi ve içeriğini ruh sağlığına olumlu yönde etki etmesi açısından ele alıp namaz ibadetinin, Erich
Fromm’un işaret ettiği gibi ahlâkî problemlerin yaşandığı nevroz sorununa duygusal, ruhsal ve zihinsel olarak çözümler sunmakta olduğunun altını çizmektedir.
Aynı bölümde yazar, insanın tatminsizliğini namaz
ibadeti ile pozitif karakter yapısına dönüştürebilirse, insanı hem bilinçli bir ruhi gelişmeye, hem de bütün bencillik ve düşkünlüklerden uzaklaşmaya götürebileceğini söylemekte ve Kur’an’da, Ankebut Sûresi’nin 45. ayetinde, “Muhakkak namaz hayasızlıktan ve fenalıktan vazgeçirir.” örneğini vermektedir.
Namaz ve Tasavvuf
Kitabın tasavvufi açıdan namaz başlıklı dördüncü bölümünde, klasik tasavvuf anlayışına göre namaz kılan kimse, kalbiyle Allah’a yolculuk yaparak hevasına, dünyasına ve Allah dışındaki her şeye veda etmektedir diye
tanımlanmaktadır. Ayrıca namaz Allah ile karşılıklı konuşma ve tadına doyulmaz bir sohbettir diyerek sübhaneke,
Ş U B AT / F E B R U A R 2 0 1 0
/ 29 /
k ül t ür
tahiyyat, salli-barik, rabbena
atina, rabbena’ğ-firli duaları ve
fatiha süresinin ne manalara
geldiğini teferruatıyla açıklamaktadır. Bunların yanısıra yine tasavvufî açıdan niyet, kıyam,
kıraat, rükû ve secdenin psikolojik etkileri üzerinde geniş bir
izahatta bulunmaktadır. Yazar bu
açıklamalarında, namaz kılan bireyin, Allah’ın kusursuzluğuna
rağmen kendi eksikliklerinin, zaaflarının, olumsuz karakter
özelliklerinin farkına varması neticesinde kişinin “kendini tanıma” sürecine gireceğine vurgu
yapmaktadır. İnsanlardaki kıskançlık duygusunun korkunç bir
kine neden olabileceğini, insanlar
arasındaki sıcaklık-yakınlık eksikliği, rekabetçi ve tatminsiz bir
ruhun kıskançlığa neden olacağını
belirten yazar, bu noktada namaz ibadetinin, bireydeki övgü,
minnet, takdir duygularının Allah’a sunulmasını motive etmesi yönüyle kin, nefret, kıskançlık ve kibir duygularını; ruhsal doygunluk ve tatmin, minnet ve takdir
edilme, sevgi duyulma duygularına dönüştürmekte olduğunu ifade etmektedir.
Bununla beraber namaz kılan bireylerin, alemlerin
Rabbi Allah’ı övgü, minnet, takdir, şükran, sevgi ve saygı ifadeleri içerisinde anması esnasında başka insanlara sunulan bütün nimetlerin aslında onlara Allah tarafından verildiğini idrak edecek ve övgüsünü, minnetini, takdirini, şükrünü sadace Allah’a sunacaktır. Övgü
ve şükrünün sonucunda kendisine sunulan nimetlerin
Allah tarafından arttırıldığını fark edecek ve böylece kendisini haset ve kıskançlık duygusuna motive edebilecek
her durumu ortadan kaldırabileceğini söylemektedir.
Rükû ve secdenin insanda tevazu duygusunu geliştireceğini, kibir, küstahlık, bencillik, başkalarından kendini üstün görme gibi kötü duygulardan sıyrılacağını ve Allah’tan başka hiç bir varlığa tam olarak bağlanmanın manasızlığını öğreteceğini belirtmektedir. Bu bölümde secdenin üzerinde bir hayli duran yazar, Allah’ın sıfatlarını
tek tek manalandırarak secde de bu isimlerin manalarının düşünülerek ibadet yapmanın önemine işaret etmektedir.
Namaz ve Karakter Gelişimi
Esma Sayın Ekerim hanımefendi kitabının beşinci
ve son bölümüne ibadetin karakter gelişimi üzerindeki etkisi ismini vermiş ve şu konulara dikkat çekmiştir;
ibadetin en temel faydalarından birisi insanın ruhî yönünü yüceltmesi ve kötülüklere mani olmasıdır. İbadetler
/ 30 /
IGMG • PERSPEKTİF
şuurlu bir şekilde yapıldığında,
kişiliğin gerek içe ve gerekse dışa dönük yönünün gelişmesine
yardımcı olurlar demekte ve ibadetlerin insana, bedensel ve ruhsal birtakım güçlüklere katlanmayı da öğreteceğine dikkat
çekmektedir.
Yazara göre namaz kılan
mümin ilâhî şuur odaklanmasını ifade eden huşuu sağlamak için
açlığını gidermeli, ihtiyaçlarını
karşılamalı ve namaz esnasında
dikkat ve konsantrasyonunu bozacak hususları ortadan kaldırmalıdır. Böylece bütün zihinsel,
duygusal, ruhsal güçlerini namazda
toplamış, kalbi ve aklı boş düşüncelerden arınmış; duygusal,
ruhsal ve zihinsel anlamda Allah’a yönelmiş ve diliyle söylediklerine zihni ve kalbi de uyum
göstermiş olur. Ve namaz vasıtasıyla Allah’a karşı saygısını
gösteren kişinin, kimin huzuruna çıktığının farkında olursa Allah’ın kullarına karşı hürmetsiz davranamayacağını,
iyiliğin onun ayrılmaz vasfı olacağını belirtmektedir.
Kur’an-ı Kerim namaz kılan kişilerin, sahip oldukları mallar üzerinde, fakirlerin, yardıma muhtaç kimselerin ve bir takım maddi şeylerden yoksun olanların, hak
sahibi olduklarını kabul ettiklerini ifade etttiğini bu şuurla namazını kılanların başkalarına yardım ederek vicdan duygusunun gelişimine yardımcı olduğunu ve kötü
düşüncelerine ket vurarak bunları kontrol etmeyi öğrendiğini,
böylece de sorumluluk sahibi, yardımsever, bütünleşmiş
kişilik özelliklerini geliştirdiğini belirtmektedir.
İbadetler, özelde de namaz gibi belirli zamanlarda
yapılan ibadetler hayat ve disiplin programı olarak vakti ve hayatı düzenler. Bütün ibadetler insanda içsel gelişim ve olgunlukla birlikte büyük bir disiplin sağlarlar
ve iradeyi güçlendirirler. Bununla beraber insanın her
gün beş defa namaz kılmasının bireyin psikolojisi ve ruh
sağlığı üzerinde önemli etkileri bulunmaktadır diyen yazar, özetle, namaz kılan kişi insanın ve bütün canlıların
hayatında yaşanan doğmak, büyümek, duraklamak, ihtiyarlamak ve ölmek gibi beş temel süreci tecrübe etmekle kalmayacak; aynı zamanda bu süreçleri yaşayan
bir birey olarak maddi varlığı ile manevi varlığı arasında psikolojik ve ruhsal bir denge kurabileceğini ifade etmektedir.
Kitabının sonuna doğru yazar namaz-sorumluluk duygusu, ahlaki değerleri koruma, tevbe, sabır, vefa, dürüstlük,
alçakgönüllülük ve şükür ilişkisini örnekleri ile açıklayarak eserini tamamlamaktadır.
i sl a m und l e b e n
„Das islamische Recht.
Geschichte und Gegenwart“
An Fachliteratur zum islamischen Recht im deutschsprachigen Raum fehlt es – vor allem vor dem Hintergrund intensiverer islamwissenschaftlicher/orientalistischer Studien in Deutschland – zwar nicht, doch
mit Rohes Arbeit liegt ein Buch vor, dass das Thema
auch für – zugegeben rechtlich bewanderte und interessierte – Laien zugänglich macht.
Ali Mete • amete@igmg.de
as islamische Recht ist unvereinbar mit dem
deutschen Grundgesetz. Es begünstigt
Männer und unterdrückt, ja erniedrigt
Frauen. Die Entwicklung des islamischen
Rechts ist in der Entstehungszeit stehen geblieben, hat
also nicht wirklich stattgefunden. Somit ist es rückständig und starr. Dies sind Vorwürfe, mit denen sich
Muslime immer wieder auseinander setzen müssen.
Diesen Thesen setzen Muslime entgegen, dass es sich
bei dem islamischen Recht, welches üblicherweise mit
der Scharia gleichgesetzt wird, nicht unbedingt um Ge-
D
setze im Sinne eines normativen Rechts handelt und der
Vergleich zumindest hinkt. Ferner habe sich das islamische
Recht durchaus entwickelt, was anhand vieler historischer Beispiele aufgezeigt werden könne. Demnach sei
es modern, reformfähig und flexibel.
Diese und ähnliche Sätze könnten noch seitenlang
weitergeführt werden. Dabei ist leicht ersichtlich, dass
es hierbei nicht wirklich um das Recht geht. Vielmehr
wird ein wie auch immer verstandener „Kampf der Kulturen“ anhand solcher Begriffspaare (Scharia-Grundgesetz, rückständig-modern, starr-flexibel) ausgetragen. Umso schwerer ist es, eine sachliche Diskussion
zu diesen Themen zu führen. Trotzdem hat es Prof.
Mathias Rohe1 in seinem neuesten Buch „Das islamische Recht. Geschichte und Gegenwart“ versucht.
„Auch islamisches Recht ist Recht.“
An Fachliteratur zum islamischen Recht im
deutschsprachigen Raum fehlt es – vor allem vor dem
Hintergrund intensiverer islamwissenschaftlicher/orientalistischer Studien in Deutschland – zwar nicht,
doch mit Rohes Arbeit liegt ein Buch vor, dass das Thema auch für – zugegeben rechtlich bewanderte und interessierte – Laien zugänglich macht. Wichtiger und
ausschlaggebend für die erfreuliche Resonanz des Werkes ist jedoch die Ausgangsannahme des Autors: „Auch
islamisches Recht ist Recht.“ (S. 3)
Diese an sich simple Feststellung ist jedoch insofern vielsagend, da hiermit dem Fakt Rechnung getragen wird, dass es „in Geschichte und Gegenwart über
alle Kulturgrenzen hinweg vergleichbare Funktionen
von Rechtsordnungen gibt“ (S. 3). Dies impliziert auch
die Aussage, dass Recht nicht auf soziale Erschei-
Ş U B AT / F E B R U A R 2 0 1 0
/ 31 /
i sl a m und l e b e n
nungen reduziert werden kann, sondern dessen Argumente, deren Herleitung und die Rechtsinstrumente bekannt sein müssen. Weiterhin bedeutet dies,
dass islamisches Recht genauso wie jedes andere
Recht nicht auf etwa das klassische Recht beschränkt
werden darf.
Vielfalt und Dynamik, nicht Beliebigkeit
Auf dieser Grundlage versucht Mathias Rohe in
seinem 600seitigen Buch, von denen allein 200 Seiten
von Anmerkungen, Quellennachweisen und Literaturhinweisen eingenommen werden, ausgehend von
den Begriffen Scharia und
Recht (S. 1-18), die Geschichte des islamischen
Rechts nachzuzeichnen (S.
19-164) und die Entwicklung des islamischen
Rechts ab dem 19. Jahrhundert zu schildern (S.
165-274), um anschließend
„Wege des islamischen Rechts
in der Diaspora“ (S. 275394) am Beispiel Indiens,
Kanadas und Deutschlands
aufzuzeigen und in einem
kurzen Schlusskapitel „Perspektiven des islamischen
Rechts in einer globalisierten
Welt“ (S. 395-403) zu besprechen.
Rohe stellt fest, dass es
ein weites, „alle religiösen
und rechtlichen Normen,
Mechanismen zur Normfindung und Interpretationsvorschriften“ (S. 9) umfassendes und ein enges, nur
die rechtlichen Anteile einschließendes Scharia-Verständnis gibt. Die Scharia sei
aber kein „Gesetzbuch, sondern ein höchst komplexes
System von Normen und Regeln dafür, wie Normen aufgefunden und interpretiert werden können.“ (S. 16)
Diese Vielfalt und Dynamik ist jedoch nicht mit
Beliebigkeit gleichzusetzen, da mithilfe der Lehre von
den Rechtsquellen und Methoden der Rechtsfindung
(Usûl al-Fikh) – Rohe benutzt an dieser Stelle den
nicht passenden Begriff der Dogmatik –, die schon sehr
früh entwickelt wurde, der Urteilsfindung eine solide
Grundlage gegeben wurde. Darauf folgt eine systematische Darstellung einzelner Rechtsquellen und Methoden der Urteilsfindung (Koran, Sunna, Konsens,
/ 32 /
IGMG • PERSPEKTİF
Analogieschluss, „Für-besser-Halten“, Gewohnheitsrecht, usw.), um schließlich Geltungsbereiche des klassischen islamischen Rechts in kurzen Ausführungen,
aber mit zahlreichen Anmerkungen und Quellenhinweisen, darzulegen.
Bis ins 19. Jahrhundert hatte sich das islamische Recht
fortentwickelt und genoss weitgehende Gültigkeit, auch
wenn laut Rohe zu bedenken gibt, das dies schwer zu beurteilen sei, „weil insgesamt wenig Information darüber vorhanden ist, inwieweit die klassischen Rechtswerke mit der
Praxis übereinstimmen“ (S. 167). Mit den darauffolgenden Umbrüchen in der islamischen Welt – zumeist vor einem kolonialem Hintergrund – und den inneren
Krisen, aber auch der Auseinandersetzung mit den westlichen Gesellschaften, wurde das islamische Recht vor
neue Herausforderungen gestellt, auf die viele der neuen
Staaten mit Reform- und
Modernisierungsversuchen
reagierten. Diese wiederum
seien von jenen Muslimen
boykottiert worden, die das
Festhalten an der Tradition
als ein Mittel des Widerstandes gegen postkoloniale
Einflussnahme von außen
und Despotismus und Korruption von innen betrachteten.
Und damit wären wir
auch schon am Ausgangspunkt dieses Artikels angelangt, an dem wir auf die
Funktionalisierung des Begriffs des islamischen Rechts
oder einzelner Aspekte als
Diskussionsplattform für andere Zwecke hingewiesen
hatten. Jedoch gibt es noch
die Erfahrung des Islams als
Minderheit – oder in der Diaspora, wie es Rohe bezeichnet.
Islamisches Recht in nichtmuslimischen Staaten
Der Autor attestiert den Muslimen Indiens, immerhin 150 Millionen, eine „Tendenz zum Traditionalismus“ (S. 304). Hier überwiege der Einfluss der traditionalistischen Deoband-Schule, deren Absolventen
„weder willens noch in der Lage zu qualif izierten Reformdebatten“ (S. 305) seien. Rohe sieht die Befreiung
aus der marginalisierten Lage der muslimischen Min-
i sl a m und l e b e n
Jede Rechtsordnung beansprucht für sich eine uneingeschränkte Gültigkeit in ihrem Geltungsbereich.
Dies gilt auch für die deutsche Rechtsordnung, in
der die Religionspraxis im Rahmen der verfassungsmäßig garantierten Religionsfreiheit gewährleistet ist.
derheit Indiens in der Sicherung von Bildung, Ausbildung und Arbeitsplätzen.
In dem explizit multikulturellen Kanada gebe es
vereinzelte Möglichkeiten, islamisches Recht anzuwenden, was der Autor als Möglichkeit ansieht,
Maßstäbe für zukünftige Entwicklungen abzuleiten.
Ein Beispiel hierfür ist das „Islamic Sharia Court“ in Ontario, welches 2004 eingerichtet wurde, als es bereits
ähnliche Instanzen für Katholiken, Mennoniten, die
Zeugen Jehovas und Ismaliliten gab, und welches beispielsweise bei Familien- und Erbrechtsfragen angerufen werden kann. Inhaltliche Konflikte zwischen einzelnen islamischen und gesetzlichen Regelungen in Kanada würden laut dem Autor nicht wahrgenommen
bzw. thematisiert werden und eher Verunsicherung bei
den Muslimen stiften. Zugleich habe eine Diskussion
über die Multikulturalität Kanadas begonnen, welche
bisher hauptsächlich „anglo- bzw. franko-kanadische Unterschiede und Gegensätze sowie die Positionen der Ureinwohner“ (S. 336) umfasste.
Jede Rechtsordnung beansprucht für sich eine uneingeschränkte Gültigkeit in ihrem Geltungsbereich.
Dies gilt auch für die deutsche Rechtsordnung, in der
die Religionspraxis im Rahmen der verfassungsmäßig
garantierten Religionsfreiheit gewährleistet ist. Ferner gilt, dass im säkularen Rechtsstaat nur der Staat
Recht setzen darf und nicht etwa eine Religionsgemeinschaft. Die Möglichkeit der Anwendung fremder – darunter auch religiöser – Normen bestehe nach
Ansicht Rohes zum einen im Rahmen des Internationalen Privatrechts, wo ausgehend von dem Gedanken der Gleichwertigkeit aller Privatrechtsordnungen das Heimatrecht auch nach Einreise in
Deutschland gültig ist. Inwieweit dies bereits geschieht, schildert der Autor ausgiebig anhand des
Eherechts. Zum anderen ist laut Rohe eine Anwendungsmöglichkeit im Rahmen des sogenannten dispositiven Sachrechts möglich, bei dem im Gegensatz
zum zwingenden Recht im Einzelfall durch Vertrag
von gesetzlichen Regelungen abgewichen werden
kann, so etwa im Hinblick auf Finanzgeschäfte.
In seiner abschließenden Betrachtung der Perspektiven macht Rohe deutlich, dass eine Entwicklung des
islamischen Rechts in erster Linie von einer neuen Herangehensweise an die Quellen über eine „dynamische Leseart“ abhängig ist, „welche nach dem Sinn von Normen
fragt und dabei ihren historischen Kontext im Auge hat“
(S. 402). Mit der Orientierung der sogenannten Traditionalisten am Wortlaut der Quellen könnten die aufgrund soziokultureller Veränderungen aufkommenden
Fragen nicht angegangen werden.
Anpassung oder Erneuerung?
Ohne die Notwendigkeit einer solchen Herangehensweise infrage zu stellen, könnte an dieser Stelle gefragt werden, ob das islamische Recht, welches sich
in der Vergangenheit innerhalb neuer Umstände und
kultureller Traditionen – von Marokko bis Malaysia –
quasi immer wieder neu erfunden hat, wirklich nicht
die nötigen Mittel hat, um auch Antworten für aktuelle Fragestellungen zu liefern. Selbstverständlich ist
eine einfache Reproduktion alter Antworten nicht
sinnvoll, jedoch kann es auch nicht sein, dass die Diskussionen um Aspekte des islamischen Rechts eine
simple Anpassung, eine Harmonisierung mit politischen,
kulturellen, sozialen oder wirtschaftlichen Verhältnissen, an deren Entstehen muslimischen Gesellschaften, geschweige denn das islamische Recht, kaum
beteiligt waren, zum Ziel hat. Vielmehr ist es notwendig, einige Schritte zurückzugehen, um die Gesamtlage von neuem zu betrachten und ausgehend
von den allgemeinen Zielen des islamischen Rechts neue
praktische Ansätze zu entwickeln, ohne dabei die
Rechtstraditionen zu verwerfen.
Zusammenfassend kann gesagt werden, dass das
Buch von Mathias Rohe sowohl als Einführung als
auch kurzes Nachschlagewerk dienen kann. Es bietet eine Grundlage für die Entwicklung des Verständnisses
Ş U B AT / F E B R U A R 2 0 1 0
/ 33 /
i sl a m und l e b e n
Familie, Kinder und
die Heranführung zum Gebet
Ahmet Arslan @ ahmetasl@yahoo.com
llah erschuf die Menschen und sandte ihnen Propheten, die den Menschen seine
Botschaft vermittelten. Diese göttliche Botschaft birgt die Möglichkeit dem kurzen, irdischen Leben der Menschen ein ewiges Leben im
Glück folgen zu lassen. Ein Leben entsprechend des
Schöpfungsgrundes zu führen, ist wiederum nur innerhalb der vom Schöpfer vorgegeben Grenzen möglich. Das Wesentliche hierbei ist die Frage, wie wir dies
für uns selbst, in unserem Familienleben und bei unseren Kindern, für deren Erziehung wir verantwortlich
sind, umsetzen können. Im Grunde genommen ist diese Frage der Gegenstand der Prüfungen des irdischen
Lebens. Mit dem Ziel uns selbst, unsere Familien und
Kinder in einer nicht ideal gestalteten Umgebung vor
Übel zu bewahren, haben wir eine große Herausforderung angenommen. Es ist ein großes Geschenk Gottes, dass wir bei dieser Herausforderung und Bemühung nicht allein und hilflos gelassen werden.
Die wesentliche Notwendigkeit der im Koran vorgegeben Gottesdienste (pl. Ibâdât) ist für jeden Gläubigen mühelos zu begreifen. Ein Mensch, der ein Leben innerhalb der vorgegebenen Grenzen führt, wird die
Gottesdienste nicht als eine Last empfinden, Die gelassene Selbstverständlichkeit, mit der der Muslime
diesen Gottesdiensten nachgeht, ist es, das den Menschen zum Menschen macht, ein Bewusstsein, das den
Menschen von allen anderen Abhängigkeiten befreit.
Zunächst muss das Gebet (Salâh), welches im Islam
als die wichtigste „Wahrheit“ (Hakîka) nach dem Glauben (Îmân) angesehen wird, seinen unstrittigen Platz im
Leben des Muslims einnehmen. Ein Unwissender kann
einem anderen wohl kaum etwas lehren; wer sich seiner Sache nicht bewusst ist, kann niemanden zu diesem
Bewusstsein verhelfen.
Wenn wir uns mit dem Thema Gebet im Famili-
A
/ 34 /
IGMG • PERSPEKTİF
enleben beschäftigen und uns damit auseinandersetzen, wie man Kinder an das Gebet heranführen kann,
müssen wir zunächst davon ausgehen, dass das Gebet
ein fester Bestandteil im Leben der erziehenden Person ist. Die Einsicht darüber, dass das tägliche Gebet
den Menschen vor Schamlosigkeit und Übeln bewahrt
(Sure Ankabût, [29:45]), ihm Gottes Hilfe beschert
(Sure Bakara, [2:45]), ihm Segen bringt (Sure Tâhâ,
[20:132]), er damit Gottes Wohlgefallen erreicht (Sure Maryam, [19:55]), dass das Gebet ein Zeichen des
Glaubens ist (Sure Anfâl, [8:3-4]), den Menschen den
Weg zur Erlösung, (Sure A’lâ, [87:14-15]) und die Wege zu den Gärten des Paradieses ebnet, wird dazu führen, dass das Gebet einen wichtigsten Platz im Familienleben und in der Kindererziehung einnimmt.
Nachdem das Ziel klar ist, müssen Methoden gefunden
werden, um das Ziel auch zu erreichen. Das Ziel darf
dabei niemals aus den Augen verloren werden. Gottes
Hilfe zu ersuchen, wird uns helfen uns geduldiger und
einsichtiger zu verhalten. Denn die Muslime sind in
erster Linie dafür verantwortlich sich selbst, dann ihre
Ehepartner und ihre Kinder vor dem Höllenfeuer zu bewahren (Sure Tahrîm, [66:6]).
Das Verhalten des Sohnes des Propheten Noah (as),
welches im Koran Erwähnung findet, erinnert uns daran, dass das Ergebnis unserer Bemühungen nicht in
unserer Hand liegt (Sure Hûd, [11:42-43]).
Das Ziel sich selbst und die Familie vor Schlechtem
im Diesseits und vor dem Höllenfeuer im Jenseits zu bewahren, ist nur mit einer konsequenten Bemühung zu
erreichen. Methoden wie an das Gute zu erinnern, ein
gutes Vorbild zu sein, Liebe für das Gebet zu erwecken, Ehrfurcht zu vermitteln, Geschichten zu erzählen, Gewohnheiten zu vermitteln und zu beobachten,
können bei der Erziehung behilflich sein.
Sofern Kinder in einem Alter sind, in dem sie noch
nicht zwischen Gut und Böse unterscheiden können, wird
ihnen dies später ihre Hinwendung zum Guten erleichtern. Wenn es jedoch in der Erziehung des Kindes
an einer richtungweisenden Autorität mangelt, wird es
sich zu einem unsicheren, charakter- und willensschwachen Menschen entwickeln.
i sl a m und l e b e n
Heranführen der Kinder an das Gebet
Die in der Sunna empfohlene Methode zur Heranfürung von Kindern an das Gebet kann in drei Abschnitte unterteilt werden (Abû Dâwûd, Ahmad bin Hanbal): Die
Phase zwischen 0-7 Jahren, 7-10 Jahren und über 10 Jahren. Die angewandten Methoden sind jeweils dem Alter des
Kindes und seinen altersabhängigen Besonderheiten anzupassen. Dabei sollte stets vor Augen gehalten werden,
dass Ausdauer, Kontrolle und Geduld erforderlich sind.
Des Weiteren sollten Eltern das Niveau des Kindes ansprechen, ihre Aufmerksamkeit und Konzentration fördern, ihre charakterlichen Eigenschaften bei der Erziehung
beachten und mit dem Ehepartner eine gemeinsame Haltung zu Tage zu legen. Wenn Kinder von guten Vorbildern
umgeben sind und sie altersgerechte Antworten auf ihre
Fragen nach dem Sinn des Gebets erhalten, so wird sich das
ebenfalls positiv auf die Erziehung auswirken. Auch außerhalb der Heranführung zum Gebet sollten sich Eltern
an anerkannte pädagogische Grundsätze halten und eine
gute Beziehung zum Kind aufbauen, so dass die Bemühungen in der Erziehung zum Gebet fruchten können. Eltern dürfen es nicht vernachlässigen ihre Kinder zu bestätigen und sie für gute Taten zu loben. Die Festtage und
Freitage sollten als Gelegenheiten wahrgenommen werden, Kindern eine Freude zu machen. Während Kinder einer ihrer Lieblingsbeschäftigungen nachgehen, sollte man
ihnen keine Aufgaben erteilen. Bei der Aufgabenerteilung
sollte generell auf Verständlichkeit und Einfachheit geachtet werden. Letztendlich sollten Eltern auch bezüglich
dieser Angelegenheit viele Bittgebete sprechen. Denn Gott
nimmt die Bittgebete der Eltern für ihre Kinder an.
Nach diesen allgemeinen Informationen sei zu erwähnen, dass bei Kindern bis 7 Jahre Folgendes beachtet werden sollte: In dieser Phase sollten Kinder nicht wiederholt zum Beten aufgefordert werden. Ihnen sollte lediglich dabei geholfen werden die Gebetszeiten und -abläufe zu verstehen. Daher sollten Mütter und Väter ihre Gebete vor den Kindern verrichten. Diesbezüglich
sagte der Prophet: „Hebt euch einen Teil eurer Gebet für
Zuhause auf, macht eure Häusern nicht zu Gräbern.“ (Buchârî, Muslim) und „Abgesehen von den Pflichtgebeten ist
das zu Hause verrichtete Gebet das wertvollste.“ (Buhârî) Auf
diese Weise wird sich das Gebet im Bewusstsein der
Kinder als eine natürliche Notwendigkeit verankern. Vor
dem Gebet permanent an die Waschung (Wudû) und die
Bedeckung zu erinnern, ist überflüssig, da Kinder in dem
Alter noch nicht dazu verpflichtet sind. Wenn Kinder dennoch mit Strenge daran erinnert werden, werden sie eine Abneigung gegen das Gebet entwickeln. Um das zu
vermeiden, ist es in dieser Altersstufe ausreichend, den
Kindern kurze, einfache Bittgebete und Koranverse beizubringen, ihnen Mal- und Bilderbücher über die Waschung und das Gebet zu schenken oder etwa Kinderlieder über das Gebet zu lernen.
Das Alter zwischen 7 und 10 Jahren kann als Gewöhnungsphase bezeichnet werden. Das Kind im Schulalter macht im Bereich des Lernen auch schon Fortschritte. Es muss nun mit Hilfe der Eltern die Prinzipien
der Sauberkeit sowie die Waschung lernen. Aber ebenso wie bei anderen Gottesdiensten muss dem Kind anstelle der bloßen Nachahmung die Bedeutung der Waschung deutlich gemacht werden. Diesbezüglich sagte der
Prophet: „Wenn ein Muslim die Gebetswaschung vornimmt,
werden ihm die Sünden, die er mit den Ohren, den Augen
und den Füßen beging, vergeben.“ (Ahmad bin Hanbal)
Darüber hinaus sollten dem Kind die Pflichten des Gebets gelehrt werden. Anstelle des reinen Auswendiglernens, sollte das Kind die Bedeutung dieser Handlungen
verstehen. Diese dem Kind zu vermitteln, ist die Aufgabe
der Eltern. Moscheebesuche, insbesondere Freitagsgebete,
sollten als Gelegenheiten wahrgenommen werden, das
Kind an das Gebet in der Gemeinschaft heranzuführen. Nach dem Freitagsgebet das Thema der Hutba aufzugreifen und mit dem Kind zu besprechen, kann beim
Kind Interesse für das Freitagsgebet wecken. Jedoch sollte versucht werden dies ohne jeglichen Zwang zu tun. Es
sollte dabei berücksichtigt werden, dass das Kind noch
nicht dazu verpflichtet ist und sich unter Umständen
während der Dauer des Freitagsgebets langweilen kann.
Interessen des Kindes, Termine und Verabredungen sollten von den Gebetszeiten abhängig gemacht werden, so
dass diese einen festen Platz im Leben des Kindes finden. Das erste Pflichtgebet oder den Beginn des regelmäßigen Betens mit einer kleinen Feier zu etwas Besonderem zu machen, wird einen nachhaltigen Eindruck
beim Kind hinterlassen. Das Belohnungsprinzip sollte auch
in der Gebetserziehung in Maßen angewendet werden.
Beim Belohnen sollte das Kind etwa daran erinnert werden, dass die größte Belohnung von Gott zu erwarten ist
und dass man durch das Gebet ins Paradies gelangen
kann. Anstatt den Kindern die Belohnung im Voraus
zu versprechen, ist es ratsamer sie erst im Nachhinein
zu belohnen, so dass die Belohnung nicht der größte
Antriebsfaktor ist. Darüber hinaus sollte übermäßiges
Loben vermieden werden, damit Kinder nicht nur wegen der Bestätigung, die sie erfahren, beten.
Eine weitere Methode das Interesse der Kinder für das
Gebet zu wecken ist, ihnen Gebetsteppiche, Gebetsketten
oder etwa Kleidung für das Gebet zu kaufen. Bastelaufgaben
über Gebetszeiten anzufertigen und diese im Kinderzimmer aufzuhängen, wird ebenfalls nützlich sein.
Außer den genannten Methoden gibt es zahlreiche
andere Wege und Möglichkeiten Kinder an das Gebet
heranzuführen. Hierfür können auch neue Methoden
entwickelt werden. Die Hauptsache hierbei ist, dass der
Wille vorhanden ist, sich in aufrichtiger Weise dieser
Aufgabe zu widmen.
(Aus dem Türkischen übersetzt von Fatma Yılmazer.)
Ş U B AT / F E B R U A R 2 0 1 0
/ 35 /
ve r b a nd
Klausur-Tagung zur muslimischen
Institutionalisierung
in Deutschland
Klausur-Tagung zur muslimischen Institutionalisierung in
Deutschland, die vom IGMG-Generalsekretariat in Kerpen
ausgerichtet wurde, stand unter dem Thema „Die Religionsgemeinschaft in Theorie und Praxis“.
n seiner Eröffnungsrede stellte der Generalsekretär der IGMG, Oğuz Üçüncü heraus, dass die Erwartungen an die islamischen Religionsgemeinschaften stetig gestiegen sind.
Entwicklungen wie die Schuren in den Bundesländern, die Bildung von Dachverbänden und Koordinierungsstrukturen auf Bundesebene, die Teilnahme an
staatlich initiierten Runden Tischen und Islamkonferenzen aber auch die anhaltenden Diskussionen um
Themen wie den Islamischen Religionsunterricht und
die Herausforderungen an die Muslime in Deutschland erforderten heute von muslimischen Religionsgemeinschaften eine weitaus größere öffentliche Beteiligung, als dies noch vor Jahren für viele noch abzusehen
war.
Dabei würden bisher nicht einmal alle möglichen Problemfelder und Fragen hinsichtlich der Institutionalisierung des muslimischen Lebens und der gleichberechtigten Partizipation am gesamtgesellschaftlichen
Leben in Deutschland diskutiert oder gar angegangen
werden.
Aufgrund der Vielfalt der Themen und den unterschiedlichen Voraussetzungen in den Landes- bzw. Regionalverbänden, sei ein gemeinsamer Dialog über die
anstehenden Probleme und Herausforderungen notwendig.
I
/ 36 /
IGMG • PERSPEKTİF
Aus diesem Grund hätte man zur ersten Sitzung
einer Tagungsreihe zur „Zukunft der muslimischen Institutionalisierung“ eingeladen.
Dabei sollen die Klausurtagungen ein dauerhaftes
Gremium bilden. Zum einen sollen sie dazu dienen,
gemeinsame Erfahrungen aus der praktischen Arbeit auszutauschen, zum anderen aber auch das nötige theoretische Gerüst für weitere Schritte bereitstellen.
Zunächst ging Bekir Altaş in seinem Vortrag auf
die „geschichtliche Entwicklung des Verhältnisses von
Staat und Kirche“ ein. Altaş stellte heraus, dass die religiöse Neutralität des Staates ein Ergebnis der Entwicklung seit der Reformation und den europäischen Religionskriegen ist. Die Reformation habe zwar die Glaubenseinheit zerbrochen, aber noch längst keine Glaubensfreiheit gebracht, sondern nur Glaubenszweiheit.
Altaş machte darüber hinaus Ausführungen zur
Neutralität und Religionsfreiheit in Deutschland und
ging auf deren Entwicklung ab dem 19. Jahrhundert
näher ein. Dabei zeigte er auch die Dynamik des Staatskirchenrechts/Religionsverfassungsrechts in Deutschland auf. Er verwies in der Hinsicht auf aktuelle Forderungen in der Politik, die eine Neujustierung des religionsverfassungsrechtlichen Gefüges anstreben, um
die Möglichkeiten und Ansprüche von Religionsgemeinschaften aus dem öffentlichen Leben zu drängen.
Mustafa Yeneroğlu ging in seinem Vortrag auf die
„Merkmale und Funktionen einer (islamischen) Religionsgemeinschaft “ ein. Er verwies auf zahlreiche
Missverständnisse, die es um diesen Begriff gab. So wäre die Vorstellung von einer abstrakten Anerkennung als
Religionsgemeinschaft falsch. Man müsse politisch begründete oftmals unsachliche Forderungen gegenüber
den Muslimen von juristischen Erwägungen trennen.
ve r b a nd
Auch gebe es keine gesetzliche Regelung die festlege,
was im deutschen Recht unter dem Ausdruck „Religionsgemeinschaft“ zu verstehen ist und welche Voraussetzungen eine Gruppe erfüllen muss, um als Religionsgemeinschaft anerkannt zu werden.
Eine Religionsgemeinschaft trage drei Kennzeichen: Ein religiöser Konsens, ein personeller Zusammenschluss auf der Basis dieses Konsenses und die umfassende Bezeugung (Verwirklichung) dieses Konsenses auf der gemeinschaftsbezogenen Handlungsebene.
Der Religionsgemeinschaft müssten dabei nicht alle
Angehörigen der gleichen Konfession/Religion zugehörig sein, auch eine demokratische Binnenstruktur
könne aufgrund des Selbstbestimmungsrechts nicht
gefordert werden.
Die Frage, ob Dachverbände Religionsgemeinschaften sein könnten, sei spätestens mit dem Urteil
des BVerwG vom 23.02.3005 überholt. Danach könne auch ein Dachverband Religionsgemeinschaften
sein, wenn die Vereinigung auf der untersten Ebene
auf natürliche Personen aufbaut. Die vom BVerwG
entwickelten Kriterien könnten jedoch nicht allgemein,
sondern nur konkret im Hinblick auf das Selbstverständnis der Religionsgemeinschaft und die sich daraus ergebende Verortung des religiösen Lebens erörtert werden.
Yeneroğlu zeigte mit der Anwendung der BVerwGKriterien auf die IGMG an, dass demnach die IGMG
unstreitig eine Religionsgemeinschaft darstelle.
Schließlich ging Yeneroğlu auf die Frage der Kooperation mit dem Staat ein und stellte unterschiedliche Kooperationsmöglichkeiten, ihre Voraussetzungen
und Folgen vor.
Abdulgani Engin Karahan blickte in seinem Vortrag
„Institutionalisierung in der derzeitigen Praxis“ auf die
Initiativen in verschiedenen Bundesländern und fragte nach der Erfüllung der von Yeneroğlu angeführten
Kriterien. Es gebe zahlreiche Initiativen in den Ländern,
die mit dem Anspruch auftreten, eine Landesreligionsgemeinschaft zu sein. Karahan stellte die Frage, ob
diese Initiativen ihrer Satzung, ihrer Funktion und Ziel-
setzung und ihre faktischem Auftreten auch tatsächlich die Voraussetzungen für eine Religionsgemeinschaft erfüllen.
Karahan hob dabei die Notwendigkeit einer Zusammenarbeit in Landesreligionsgemeinschaften hervor, nicht nur aus praktischen, sondern auch aus ideellen Gründen. Insbesondere unterstrich er die Notwendigkeit, in vielen Bereich, die im Zusammenhang
mit dem Dasein als Religionsgemeinschaft auftauchen,
konsensuale Lösungen anzustreben. Andernfalls könnten mit unbedachten Schritten sowohl ein negativer
Status Quo festgeschrieben und damit gewichtige Folgen für andere Bundesländer und insbesondere für die
Zukunft der Muslime in Deutschland haben.
Weiterhin führte Karahan auch Defizite an, die bei
der Institutionalisierung der Muslime bisher besonders
hervorgetreten sind. So mangele es bei vielen Akteuren
oftmals an einem Wissen über das Religionsverfassungsrecht und dessen Entwicklung, obwohl sie aufgrund der Themen immer wieder gezwungen sind, sich
damit auseinanderzusetzen. Die Auseinandersetzung
um Säkularität, Laizismus und der Bedeutung der Religion in der Gesellschaft könne oftmals nicht entsprechend verfolgt und mitgestaltet werden. Auch müsse bzgl. der anstehenden konkreten Kooperationsfelder die Kompetenzbildung entwickelt werden.
Für Schwierigkeiten sorge jedoch nicht nur die Haltung auf muslimischer Seite. Auch auf Seiten der Politik und der Verwaltung gebe es Meinungen und Haltungen, die eine erfolgreiche Institutionalisierung erschweren. So fehle es in der Politik oftmals am politischen Willen, die muslimischen Gemeinschaften auch
nach ihrem eigenen Selbstverständnis wahrzunehmen.
Manche Landesverwaltung würde auf weder gesetzliche, noch gerichtlich vorgegebene Voraussetzungen
verharren, um eine vermeintliche „Anerkennung“ als
Religionsgemeinschaft auszusprechen, die es so jedoch
nicht gebe. Auch hinterlasse manch ein Kultusministerium den Eindruck, als wäre das konsistoriale Denken trotz der Trennung von Staat und Kirche nicht
überwunden.
Ş U B AT / F E B R U A R 2 0 1 0
/ 37 /
ko m m e nt a r
Islamfeindlichkeit und
Judenfeindlichkeit
İlhan Bilgü • ibilgu@igmg.de
as Zentrum für Antisemitismusforschung
der Technische Universität Berlin hat vor einiger Zeit mit einer Konferenz mit dem
Titel „Feindbild Muslim – Feindbild Jude“
auf die Parallelen zwischen Islamfeindlichkeit und Judenfeindlichkeit aufmerksam gemacht und für Diskussionen gesorgt. Der Leiter des Zentrums, Prof. Dr.
Wolfgang Benz, und seine Mitarbeiter mussten sich
damals viel Kritik gefallen lassen, darunter den Vorwurf der Relativierung des Holocausts. Unter dem Titel „Hetzer mit Parallelen“ veröffentlichte Prof. Benz
vergangenen Monat einen Artikel in der Süddeutschen
Zeitung.
Darin weist Prof. Benz darauf hin, dass es sich bei
seiner Arbeit um eine wissenschaftliche handle und
führte aus, dass es unübersehbare Parallelen zwischen
Islamfeindlichkeit und Judenfeindlichkeit gebe. Er wurde dafür unter anderem von Henryk M. Broder heftig
kritisiert. Der für seine polemischen und provokativen
Äußerungen bekannte Broder lässt in seinem Essay
„Sind Muslime die Juden von heute?“ das Argument, wonach man „das eine mit dem anderen nicht gleichsetzen, sondern nur vergleichen“ wolle, nicht gelten und lehnt etwaige
Parallelen zwischen Islamfeindlichkeit und Judenfeindlichkeit ab.
Selbstverständlich könne man alles mit allem vergleichen. „Die Wehrmacht mit der Heilsarmee, einen Bikini mit einer Burka und die GEZ mit der Camorra.“, aber
eben auch – und hier wird es polemisch – Menschen mit
D
/ 38 /
IGMG • PERSPEKTİF
Nilpferden, „wenn man bedenkt, dass ein Nilpferd mit einem Menschen einiges gemeinsam hat: Es isst, schläft, verdaut und pflanzt sich heterosexuell fort.“ Nach Broder
können also Islamfeindlichkeit und Judenfeindlichkeit
nicht verglichen werden.
Nach Prof. Dr. Wolfgang Benz, der selbst jüdischer
Herkunft ist, verwenden die Judenfeinde des 19. Jahrhunderts und heutige „Islamkritiker“ dieselben Argumente und Methoden. Die Feindbilder in den Köpfen
der Menschen seien „Produkte von Hysterie“ und diese
würden „politische und soziale Frustrationen“ lindern, so
Prof. Benz, der auch dem Feindbild „Westen“ im arabischen Kulturkreis und dem Feindbild „Islam“ im Westen dieselben „Konstruktionsprinzipien“ attestiert. Ferner habe die „unterschwellig bis grobschlächtig praktizierte
Diffamierung der Muslime als Gruppe durch so genannte
“Islamkritiker” […] historische Parallelen. Derzeit wird
der Islam gedanklich mit Extremismus und Terror verbunden, wodurch alle Angehörigen der islamischen Religion und Kultur mit einem Feindbild belegt und diskriminiert werden sollen.“
Auch die Verwendung des Begriffs „Islamkritiker“
vonseiten des Historikers Benz, der neben der Bezeichnung „Islamophobie“ auch diesen Begriff auf seine islamfeindlichen Implikationen hin untersuchte,
wurde heftig kritisiert. Indes hält Henryk M. Broder Prof.
Benz entgegen und versucht zu belegen, dass Antisemitismus auf hysterischen Ängsten basieren könne, wohingegen „die Islamophobie eine reale Basis“ habe. Doch
Prof. Dr. Wolfgang Benz warnt die vermeintlichen Islamkritiker davor, die Diskriminierung von Muslimen
salonfähig zu machen. „Die Parallele ist unübersehbar,
wenn als taktische Waffe im geargwöhnten Kampf um die
“Islamisierung Europas” heute das Wochenbett der muslimischen
Frau beschworen wird.“
Allahümme salli alâ Muhammedin
ve alâ âl-i Muhammed
Âlemlere rahmet olarak gönderilen
Peygamber Efendimiz
Hazret-i Muhammed
sallallahu aleyhi vesellemin
dünyayı teşriflerinin sene-i devriyesi
münasebetiyle Âlem-i İslam’ın
Mevlid Kandili’ni tebrik eder;
Allah’tan, O’na layık ümmet olma
azmi nasib etmesini niyaz ederiz.
İslam Toplumu Millî Görüş Merkez Yürütme Kurulu
En acılı
gününüzde
y
anınızdayız
7 gün
24 saat
.
İSLAM TOPLUMU MILLLÎ GÖRÜŞ
Cenaze Fonu
Boschstr. 61-65. D- 50171 Kerpen
Tel: 02237-656 313 • 02237 656-0 (Santral) • Faks: 02237-656 555
Cenaze Fonu Acil Tel.: 0177-478 83 34 • cenazefonu@igmg.de
Download