KURULUŞ: OCAK -1975, YIL : 23, SIRA SAYI: 90 Sahibi : Yargıtay Adına Birinci Başkan Müfit UTKU Yayın Müdürü : Yargıtay Yayın İşleri Müdürü Ali Rıza GENİŞ Y A Y IN KURULU Başkan : Hakkı DİNÇ (2. H ukuk Dairesi Üyesi) Üyeler : Şener GÜNGÖR (10. Ceza Dairesi Üyesi) Dr. Ş. Ekrem SERİM (9. H ukuk Dairesi Üyesi) Erol ERTEKİN (15. Hukuk Dairesi Üyesi) Halil K ILIÇ (17. Hukuk Dairesi Üyesi) • D e rg id e y a y ın la n a n y a z ıla r, y a z a rla rın k iş ise l g ö rü ş le rin i y a n sıtır. M ü d ü rlü ğ ü ­ • m ü z ü b ağ lam az . G ö n d e rile n y a z ın ın hiç b ir y e rd e y a y ın la n m a m ış o lm a sı g e rek ir. A k si d u ru m d a • • y a z a r (telif) h a k k ı ö d e n m e z . Y a y ın la n a n y a z ıla r için y ö n e tm e lik te b e lirle n e n ü c re t ö d e n ir. Y a z ıla rın y a y ın la n ıp y a y ın la n m a m a sın a Y ay ın K u ru lu k a ra r v erir. Y a y ın la n m a ­ • • y an y a z ıla r is te n d iğ in d e g eri v erilir. P o sta ile g ö n d e rm e le rd e P T T . g id e rle ri y azı sah ib in e aittir. Y a y ın la n m a y a n y a z ıla r için g e re k ç e b ild irm e z o ru n lu lu ğ u y o k tu r. D e rg id e y a y ın la n a n y a z ıla r k a y n a k g ö ste rile re k a k ta rıla b ilir. G e re k g ö rü ld ü ğ ü n d e , y a z ın ın ö zü n e d e ğ in m e y e n y az ım ve tü m c e d ü z e ltm e le ri y a p ıla b ilir. • • • • • • • • • • • • • Yargıtay Yayın İşleri Müdürlüğü'nce üç ayda bir yayınlanır. Yönetim ve yazışma adresi: Yargıtay Yayın İşleri Müdürlüğü (Yargıtay Ek Bina­ sı, Vekâletler Caddesi No: 3) 06658 Ankara. Telefon: (0-312) 425 16 32 - 425 16 49 Faks : (0-312)419 41 11 Abone Servisi : 417 44 60 / 3505, 3506 Santral (ek b in a ): (0-312) 417 44 60 (20 hat); 417 51 10 (5 hat) % 1 oranındaki katma değer vergisi içinde, 1997 yılı Yargıtay Dergisi abone be­ deli, 1.010.000.-liradır. Dergi bedeli, Ziraat Bankası Kızılay Şubesi'ndeki 304230/110-4 sayılı veya Posta Çekleri Merkezi'ndeki 92932 numaralı hesaplarımızdan birine aktarılarak yada PTT. kanalıyla gönderilerek veya Müdürlüğümüz Veznesine yatırılarak abone olunur. Abone işleri için Müdürlüğümüze başvurulmalıdır. Yıllık abone olmaları koşuluyla, Hâkim ve C. Savcıları ile Hukuk Fakültesi Öğ­ rencilerine % 20 indirim uygulanır. Ödemeli gönderilmez, temsilcimiz yoktur. Dış kapak d ü ze n i: Ertekin KAYA İç kapak d üzeni: Faruk AFŞAR ISSN 1300 - 0195 İÇİNDEKİLER 1- DEVLETLER ÖZEL HUKUKU Sayfa a) Prof. Dr. Mehmet GENÇ 2- T ü rk iy e - A T İliş k ile rin d e U y u ş ­ m a z lık la rın Ç ö z ü m ü n e Y ö n e lik B e n im se n e n Y ö n te m le r .................... 5-20 CEZA HUKUKU a) Doç. Dr. Sami SELÇUK b) Coşkun ERBAŞ : Y ö n e tim ve C e z a H u k u k la rın d a M e m u r K a v r a m ı.................................. 21-45 : T a rih i G e lişim İç in d e G ö z e tim le E rte le m e (D e n e tim li S e rb e s tlik S u rsis A v ec M ise A L 'e p re u v e ) ve F ra n sa 'd a k i U y g u la m a sı İle K o n u y a İlişk in T ü rk C e z a K a n u n u Ö n ta sa rı M e tin le ri I V ........................................... 46-84 : K ira y a V e rile n T a şın m a z ın B ir B a şk a sın a (Ü ç ü n c ü K işiy e) D e v ir E d ilm e si H alin d e K iracın ın H a k la n . 85-104 : B a sın -Y a y ın Y o lu y la K işilik H a k ­ la rın a S ald ırı ve H u k u k i S o ru m lu ­ lu k ............................................................. 105-136 3 - BORÇLAR HUKUKU a) Nihat YAVUZ b) Dr. Bilal KARTAL 4 - MEDENİ USUL HUKUKU a) Yrd. Doç. Dr. : K o lle k tif H u k u k i H im a y e M e d e n i Nevhis DEREN YILDIRIM U su l H u k u k u n d a S o ru n B a şla n g ıc ı m ı, E tk in H u k u k i H im a y e n in V a z ­ ........... g e ç ilm e z U n su ru m u ? 137-154 5 - İCRA VE İFLAS HUKUKU a) Y. Semih ÖKTEMER Sayfa : îc ra ve İflasK an u n u n u n 6 8 /b ve 150/1. M a d d e le rin e İlişk in U y g u la ­ m a ............................................................... 6- TÜKETİCİ HUKUKU a) Levent YAVUZ 7- T ü k e tic in in K o r u n m a s ı.................... 171-177 : M era D av ala rı ve M e rala rın Ö zel M ü lk iy e te D ö n ü şü m ü n ü Ö n g ö ren D ü z e n le m e le r 178-202 : A v ru p a İn san H a k la rı M a h k e m e s i­ nin A k d i v a r ve D iğ e rle ri-T ü rk iy e O la y ın a İlişk in 16 A ra lık 1996 T a rih li K ararı 203-212 : B a n k a G a ran tisi 213-220 AVRUPA İNSAN HAKLARI SÖZLEŞMESİ VE TÜRKİYE a) Doç. Dr. Şeref ÜNAL 9- : A m e rik a B irle şik D e v le tle ri'n d e ÖZEL HUKUK a) Mehmet Handan SURLU 8- 155-170 FEDERAL MAHKEME İÇTİHATLARI a) Doç. Dr. Kemal DAYINLARLI — oOo— • VS - — .. = DEVLETLER ÖZEL HUKUKU ......— ....................... TÜRKİYE - AT İLİŞKİLERİNDE UYUŞMAZLIKLARIN ÇÖZÜMÜNE YÖNELİK BENİMSENEN YÖNTEMLER Prof. Dr. Mehmet GENÇ (*) • ANLATIM D Ü Z E N İ: I- Giriş. II- A T Hukukunun Tanıdığı İhtiyari ve Zorunlu Yargı Yetkisi, a- İptal Davaları, b- İhlal Davaları, c- Zarar Giderim Davaları, d- Eylemsizlik Davaları, e- Topluluklar ve Çalışanları Arasındaki Uyuşmazlıklarla İlgili Davalar, f- Avrupa Yatırım Bankası ile İlgili Davalar, g- Ön Karar Yöntemi ile Açılan Davalar. III- Türkiye-AT Ortaklık Mevzuatının Uyuşmazlıkların Çözümüne Yönelik Öngördüğü Yöntem. IV- S o n u ç. I - Giriş Türkiye-AT Ortaklık Konseyi, 6 Mart 1995 günü yapılan 36. Toplantı­ sında Türkiye ile Topluluk arasında, Ankara Andlaşması, Andlaşmaya ek Katma ve Tamamlayıcı Protokolleri ile belirlenen takvim ve yöntemler uya­ rınca ve bu düzenlemelerin hükümlerine halel getirmeksizin Gümrük Birliği oluşturulmasını kararlaştırmıştır. Karar, Ankara Andlaşması ve onun ta­ mamlayıcı protokollerine istinad etmektedir. Diğer bir deyişle bu karar Or­ taklık Konseyi'nin bir aracı tasarrufudur, bir devletler hukuku kurucu işlemi değildir. Bu nedenle Gümrük Birliği kararına atfen Türk kamuoyunda özellikle kitle iletişim araçları veya çoğunluk politikacı aracılığıyla yapılan "Andlaşma" değerlendirilmesi yanlış ve yanıltıcı olmanın ötesinde sakıncalıdır da. Zira, bu işlemin bir "Andlaşma" olarak kabul edilmesi hali yürürlüğe konulabilmesinde konusu ve unsurları itibariyle Anayasa'mızın 90/1 ve 104. maddeleri, dolayısıyla 244 ve 1173 sayılı Yasalar uyarınca TBMM'nin uygun bulma yasası yapmasını ve Cumhurbaşkanının onayını zorunlu kılardı ki; işlemin doğrudan bir devletler hukuku tasarrufu olmaması nedeniyle hukuk tekniği (*) Uludağ Üniversitesi, İİBF. Uluslararası İlişkiler Bölümü, Devletler Genel Hukuku Anabilin) Dalı Öğretim Üyesi. 6 TÜRKİYE - AT İLİŞKİLERİNDE UYUŞMAZLIKLARIN ÇÖZÜMÜNE YÖNELİK BENİMSENEN YÖNTEMLER açısından şüphesiz buna gerek yoktur. Diğer taraftan, Türkiye dışındaki Ortaklık Konseyi üyelerinin, bu kararın yürürlüğe girmesini Avrupa Parlamentosu'nun tamamlayıcı işlem gücünde "onaylamasına" bağlaması da AT hukukunun bir şartı olarak düşünülemez. Bu bir siyasi tercihtir. Çünkü, bu kararla ilgili Parlamentonun onay yetkisini, hukuksal bir gereklilik olarak ne karara veya Ankara Andlaşması ve Tamamlayıcı Protokollere, ne de açık veya üstü örtülü AT Andlaşması'na istinad ettirmek olası değildir. Zira, Or­ taklık Mevzuatı uyarınca, Ortaklık Konseyi'nin kararları ulusal hukuk itibariyle veya AT hukuku itibariyle, AT organlarının aracı tasarrufuna ihtiyaç hisse­ dilmemesi halinde, ki bu kararın uygulanmasında böyle bir gereklilik yoktur, doğrudan uygulanabilirlik kabiliyetine sahiptir. Ankara Andlaşması, bağıtlılar arasında şartlara ve takvime bağlı Güm­ rük Birliği'ni kapsayan bir ortaklık ilişkisi öngörmektedir. Ortaklık ilişkisi ile ekonomik bazda dikey-yatay bir entegrasyon benimsenmiştir. Taraflar bu sürecin hazırlık, geçiş ve son dönemden oluşmasını kararlaştırmışlardır (2/3). Son dönem "Gümrük Birliği"ne dayandırılmakla ve tarafların ekonomi politi­ kalarının koordinasyonlarının yoğunlaştırılması amaçlanmaktadır (2/2 ve 5). Gümrük Birliği mal alış-verişlerinin tümünü kapsar (10/1). Bağıtlılar Gümrük Birliği ile ithalat ve ihracatta gümrük vergileri ve eş etkili resimlerin, miktar kısıtlamalarının ve andlaşmanın hedeflerine aykırı olabilecek her türlü ko­ ruma önleminin yasaklanmasını (10/2) ve AT (AET) Andlaşması 9. madde­ sinde öngörülen esaslar taraflarca aynen kabul edilerek üçüncü kişilere karşı Türkiye'nin son dönemle Ortak Gümrük Tarifesi'ni (OGT) kabul etmesini be­ nimsemişlerdir (10/3). Ortaklık rejimi, şarta bağlı tarım ürünlerini de kapsa­ dığı gibi (11), emeğin (12), hizmetin (14) serbest dolaşımını ve yerleşme hakkını (13) da içermektedir. Ulaştırma (15), rekabet, vergilendirme ve mevzuat uyumu (16) konularında da taraflar şart ve ilkelere bağlı olarak uyuşmuşlar ve uygulanacak konjoktür- mali ve para politikalarının ortaklık amacından sapma oluşturmayacak nitelikte olması yükümünü kabul etmiş­ lerdir (17). Ağırlıklı olarak ilkesel veya programsal düzenlemeleri içeren An­ kara Andlaşması'nın, öngördüğü ortaklık rejiminde, 1970'de imzalanan ve onaylama işlemlerinin tamamlanmasıyla 1973'de yürürlüğe giren Katma Protokol ile Geçiş Dönemi başlamış ve taraflar arasında Gümrük Birliği tak­ vime bağlanmıştır. Katma Protokol'ün yürürlüğe girmesiyle Topluluğun, Tür­ kiye çıkışlı dış alıma uyguladığı gümrük ile eş etkili vergileri ve resimleri kaldırma yükümü (9) oluşurken (Topluluk bu yükümünü 1971'de geçici bir protokolle bazı istisnalar dışında tek taraflı erken yerine getirmiştir), Türki Prof. Dr. Mehmet GENÇ 7 ye'nin Topluluk çıkışlı mallara uyguladığı benzer vergileri (7-16) ve miktar kısıtlamalarını kaldırması (21-30) ve OGT'yi kabulü(17-20 Md.ler) takvime bağlanmıştır. Bu takvim, gümrük vergilerinin ve miktar kısıtlamalarının kal­ dırılması (11. ve 25-8. Md.) ve OGT'nin Türkiye tarafından kabulü (19) iti­ bariyle 22 yıldır ve 1995 yılı sonunu Son Dönem'in, diğer bir deyişle Gümrük Birliği'nin başlaması için öngörmektedir. Ankara Andlaşması'nın yarattığı bu durum, bağıtlılar için yeni bir olgu değildir. Bağıtlıların akitleri ile ulaşmak istedikleri mutlak bir sonuç da değildir. Tarafların bu mevzuat ile benimse­ dikleri Gümrük Birliği tam üyelik hedefine yönelik bir araçtır, bir yöntemdir. AT sürecinde kendine özgü bir tam üyelik yöntemi olarak örneğinin teki de olsa, Gümrük Birliği ile Türkiye - AT ilişkilerinde olumlu ve olumsuz yönleri ile yeni bir dönem başlayacaktır. Gümrük Birliği Kararı, Türk ekonomik ve hukuk yapısında önemli deği­ şimlere ve gelişmelere neden olacaktır. Mevzuatımızın, özellikle ilk aşamada Şirketler Hukuku, Rekabet Hukuku, Kamu İhaleleri, Devlet Yardımları, Fikri ve Sınai Mülkiyet, Tüketicinin Korunması, Vergilendirme, Sınai Mevzuatı, Ulaştırma, Dış Ticaret ve Gümrükler konusunda AT hukukuna uyumlaştırıl­ ması zorunluluğu vardır. Gümrük Birliği Kararı, Türkiye açısından önemli bazı hukuksal olum­ suzluklar içermektedir. Örneğin, Ankara Andlaşması'nın öngördüğü karar alma organı olan Ortaklık Konseyi'nin ve bu organın karar alma usulü olarak benimsenen oybirliği yönteminin korunması, Türkiye'nin çıkarlarının temsi­ linde sorunlara neden olabilecek özelliktedir. Gümrük Birliği kapsamında Türkiye'yi de ilgilendirecek AT yasama faaliyetine Türkiye'nin belirli konularda asgari düzeyde ve teknik-danışsal nitelikte katılımının öngörülmesi diğer bir sorun alanını oluşturmaktadır. Ancak, hukuksal alanda en önemli zaafiyetin uyuşmazlıkların çözümü konusunda olduğunu ileri sürmek uygun olur. Zira, Gümrük Birliği Kararı, Ankara Andlaşması'nın öngördüğü, işlevsel olması tamamen bağıtlıların (siyasi) iradesinden bağımlı olan uyuşmazlıkların çö­ zümü konusundaki yöntemi korurken, belirli konularda şarta bağlı tahkim esasını da benimsemektedir. Türkiye - AT arasındaki mevzuatın uyuşmazlıkların çözümüne yönelik öngördüğü yöntemleri somutlaştırmadan önce AT hukukunda ihtilafların çö­ zümüyle ilgili benimsenen mekanizmayı soyut olarak da olsa incelemek uy­ gun olur. 8 TÜRKİYE - AT İLİŞKİLERİNDE UYUŞMAZLIKLARIN ÇÖZÜMÜNE YÖNELİK BENİMSENEN YÖNTEMLER II. AT Hukuku'nun Tanıdığı İhtiyari ve Zorunlu Yargı Yetkisi AKCT-And. 7., AAET-And. 3/1. ve AET-And. 4/1. maddeleri uyarınca ATAD, Toplulukların ana organlarından biridir. Bu andlaşmalar (AKÇT-3144. Md., AAET-136-160. Md., AET-164-188. maddeleri) dolayısıyla Divan Statüsü Protokolleri bu organın görev ve yetkilerini belirlemektedir. ATAD'ın yetki kapsamının belirlenmesinde önemli bir kaynak da içtihatlarıdır. Özel­ likle AKÇT-And. ile diğer iki andlaşma arasında bazı konularda önemli ad­ dedilebilecek farklılıklara rağmen ATAD, genel ve soyut anlamda AT huku­ kunun bütünlüğünün korunmasında ve etkinliğinin sağlanmasıda asli ve nihai olan yorumlama yetkisine münhasıran sahip olmasının yanı sıra, Topluluk organlarının işlem ve tasarruflarının ve üye devletlerin Topluluk hukukuna istinad eden sorumluluklarının gereği kullandıkları tasarrufların AT hukukuna uygunluğunun denetiminde, dolayısıyla yaratacakları ihlallerin tespitinde yetkili olduğu gibi, AT hukukuna istinad eden konulara ilişkin, bu hukukun süjeleri arasında çıkabilecek uyuşmazlıkların çözümünde de zorunlu yargı yetkisi olan görevli yargı organıdır. AT hukukunun çok farklı konuları kapsaması (örneğin, kömür-çelik en­ düstrisi, nükleer enerji, gümrük vergileri ve eşdeğer sonuçlara sahip vergiler, rekabet, patent, idare hukuku vb.) ATAD'ın ulusal hukuk sistemlerinde çeşitli yargı organlarının (Anayasa, İdare, İş, Hukuk Mahkemeleri) görev alanına giren davalarla benzerlikler içindeki davalarda yargı yetkisi zorunlu ve mün­ hasırdır. Ancak bu yetki ATAD'ın bir Topluluk organı olması nedeniyle andlaşmalarla sınırlıdır. Bu durum olağan olarak ATAD'ın yargı yetkisine andlaşmalarla getirilen sınırlamalar dışında, dolayısıyla tersinden bir yorumla andlaşmalarla tanınan yargı yetkisinin dışında kalan konularda ulusal yargı organlarının da Topluluklar hukukuna istinad eden davalarda yargı yetkisinin çerçevesini belirlemektedir. Örneğin, AT (AET)-And. 183. Md. yine aynı Andlaşma'nın 5, 181, 187, 192. maddeleri gibi birçok hükmüyle birlikte de­ ğerlendirildiğinde veya ulusal özel hukuk kapsamında gerçek ve tüzel kişiler arası AT hukukunu konu alan ihtilaflarda (177. Md.) veya ulusal tasarrufların Topluluklar hukuku açısından geçerliliğine ilişkin davalarda olduğu gibi. Genel olarak ATAD, "Zorunlu" yargı yetkisinin yanı sıra "İsteğe Bağlı (ihtiyari)" yargı yetkisine de sahiptir. Ayrıca ATAD'ın danışsal nitelikte de zorunlu ve ihtiyari görevleri vardır. ATAD'ın bunların dışında özel birtakım yetkileri de bulunmaktadır. Prof. Dr. Mehmet GENÇ 9 11.1. AT hukukunun konu itibariyle kapsamı, muhataplarının çok türlülüğü, andlaşmalara istinaden sekunder norm yapılabilmesi ve bu anlamda or­ taya çıkan hukuksal dinamizm, primer ve sekunder AT hukuku normlarının karakteristik özellikleri itibariyle doğrudan uygulanabilir kabiliyette olabilmesi, gerek doğrudan gerekse devletlerin aracı tasarrufları vasıtasıyla uygulana­ bilen AT hukuku normlarının ulusal hukukta yarattığı sonuçlar, ATAD'ın zo­ runlu yargı yetkisinin kapsamını nitel ve nicel olarak belirlemektedir. Andlaşmalar itibariyle ATAD'ın zorunlu yargı yetkisine giren davaları genel hatlarıyla şu şekilde tespit edebiliriz: a) İptal Davaları (AKÇT-33/2, 34/1, 35/3, 36/2, 38, 80, 88; AAET-146/ 2, 147; AT-173, 174, 184, 17/62 no'lu Konsey Tüzüğüne ve AKÇT-88. Md.'ye) istinaden Komisyon'un gerekçeli bir kararla tespit etmiş olduğu ihlal fiillerinde verebileceği para cezalarına karşı, tabi birinci dereceden de AT ve AAET andlaşmalarına istinad eden bağlayıcı Konsey - Komisyon tasarrufla­ rına, dolayısıyla tüzüklere, direktiflere, kararlara veya AKÇT Andlaşması'na istinad eden Komisyon'un bağlayıcı tasarruflarına, yani genel veya bireysel kararlarına, tavsiyelerine karşı Topluluk organlarının, üye devletlerin ve şartlara bağlı gerçek veya özel hukuk tüzel kişilerinin açabilecekleri dava­ lardır. b) İhlal Davaları (AKÇT-88, 89; AAET-142, 143; AT-93/2, 169, 170, 171, 225. Md.). Üye devletlerin yüküm ihlallerinde, üye devletler veya Ko­ misyon tarafından açılabilen davalardır. Bu konuda özellikle AKÇT-88. Md.'nin öngördüğü yöntemle diğer iki andlaşmanın yöntemi arasında önemli farklılıklar vardır. c) Zarar Giderim Davaları (AKÇT-40; AAET-151, 188/2; AT-178, 215/ 2. Md.). Topluluk organlarının veya görevlilerin görevlerini yaparken veyahizmet kusuru (AKÇT) nedeniyle sebep oldukları zararlara ilişkin açılabilen tam yargı davalarıdır. d) Eylemsizlik Davaları (AKÇT-35; AAET-148; AT-175. Md.). Konsey ve Komisyon'un kurucu andlaşmaları uyarınca kullanmaları gereken bir ta­ sarrufu kullanmamaları nedeniyle oluşturdukları ihlal fiillerine karşı Topluluk organlarının, üye devletlerin ve şarta bağlı özel kişilerin açabildikleri dava­ lardır. e) Topluluklar ve Çalışanları Arasındaki Uyuşmazlıklarla İlgili Davalar (AAET—152, 188/4; AT-179, 215; Füzyon And.-10/2, 13. Md.). Topluluklar ile 10 TÜRKİYE - AT İLİŞKİLERİNDE UYUŞMAZLIKLARIN ÇÖZÜMÜNE YÖNELİK BENİMSENEN YÖNTEMLER çalışanları arasındaki her türlü (iş akitleri, hizmetin genel şartları, çalışanların genel hukuki durumları, statüleri veya disipline ilişkin, vb.) ihtilaflar bu dava­ ların konusunu oluşturmaktadır. f) Avrupa Yatırım Bankası (AYB) İle İlgili Davalar (AT-163, 173, 180/ a,b,c fıkraları). Bu düzenlemelere istinad eden ihtilaflar, AYB'nin Guvernörler Konseyi ile Yönetim Kurulu kararları nedeniyle çıkabilmektedir. AT-163, 173. Md. kapsamındaki ihtilaflarda bir üye devlet ya da Komisyonun dava açma yetkisi vardır. AT-180. Md.'ye istinad eden ihtilaflarda ise, bir üye devlet, Komisyon ve AYB Yönetim Kurulu'nun dava açma yeteneği vardır. Ayrıca, AYB Statüsü'ne taraf olan devletlerin yüküm ihlalleri de ATAD'ın zorunlu yargı yetkisi kapsamında girmektedir. g) Değişik 171. Md. itibariyle Divan’ın diğer bir yetkisi de ihlal kararlarına uymayan devlete karşı, bu eylemi nedeniyle Komisyon'un önereceği toplam bir para cezası veya para cezasının cebri icra yoluyla uygulanmasına karar verebilmesidir. h) Ön Karar Yöntemi İle Açılan Davalar (AKÇT-41. (Sınırlı); AAET-150; AT—177. Md.). Bu çerçevede ATAD, Kurucu andlaşmaların yorumu üzerine, Topluluk organlarınca yapılan tasarrufların geçerliliği ve yorumu üzerine ve Konsey'in bir tasarrufu ile kurulan kurumların statülerinin öngörmesi halinde, bu statülerin yorumu üzerine on yargı yoluyla karar vermeye yetkilidir. 11.2. Genel ve kaba olarak somutlaştıracak olursak zorunlu yargı yetkisi, tarafların istencine (iradesine) bağlı olmaksızın yargı yetkisinin kullanılması yetkisini kapsarken, isteğe bağlı yargı yetkisinde, bir ihtilafa taraf olanların (davalı-davacı) yetki şartını özgür istençleriyle oluşturması gerekir. Ancak, AT-And. 219. Md.'ye atfen belirli durumlarda ATAD'ın isteğe bağlı yargı yetkisi, ATAD dışında başka bir yargı organına başvurunun yasaklanması nedeniyle üstü örtülü bir zorunluluk durumu yaratabilir. AKÇT 89/2; AAET 154; AT 182. Md.'lerinin getirdiği düzenlemeler uyarınca, ATAD'ın üye dev­ letlerarası ihtilaflarda yargı yetkisi, tarafların yargı yetkisini birtahkimname ile oluşturmalarına bağlıdır. AT 219. Md. hali saklı kalmak üzere, bu hükümler uyarınca isteğe bağlı yargı yetkisi ihtilafın adli çözümünün yanı sıra başka yollarla, örneğin, siyasi yöntemlerle halledilebilmesini de üye devletlerin ira­ desine bırakmıştır. AKÇT 42; AAET 153; AT 181. Md. uyarınca Toplulukların veya Topluluklar adına yetki kullanma yetkisine sahip organların, bir ulusal kamu hukukuna veya özel hukukuna istinad eden akdi sorumluluklarında da Prof. Dr. Mehmet GENÇ 11 bir tahkim kuralı ile ATAD'ın yargı yetkisi tanınmış olabilir. Bunun ötesinde AT 215/1. Md.'de Topluluğun akdi sorumluluğunun ortaya çıkması halinde de, akde mesnet oluşturan hukuka göre ihtilafın çözümünün düzenlenmesi öngörülmektedir, ancak bu tip bir akitde tahkim şartı varsa; ATAD, ihtilafı kendi yargılama usul hukuku ve ihtilafın esasına uygulanacak ulusal hukuka uygulayarak çözümleyebilir. 11.3. ATAD danışsal nitelikte görüş verme yetkisine de sahiptir. Bu görevi ile ilgili ATAD, yargı organı olarak değil hukuksal danışma organı olarak fonksiyon üstlenmektedir. Ancak ATAD'ın bu konudaki görüşlerinin yukarıda da belirtildiği gibi hukuksal sonuçları vardır. - AKÇT 95/4 Md. uyarınca, AKÇT Andlaşması'nın düzenlediği konular­ da, zamanla koşullarda köklü değişiklikler meydana gelmesi nedeniyle, Yüksek Otorite (Komisyon)'nin Andlaşmada yapacağı revizyonlarla (95/3 Md.) ilgili ATAD'ın görüşüne başvurması gereklidir. AKÇT Komisyon'u ve Konsey'i tarafından hazırlanan revizyon tasarılarını ATAD, Andlaşmanın te­ mel hükümlerine uygunluk açısından denetlemekte ve bu konuda bir görüş bildirmektedir. ATAD, tasarıyı Andlaşmanın genel yapısı, taraflar arasındaki ilişkiler, Andlaşmanın öngördüğü organik yetki dağılımı itibariyle uygunluk açısından denetlemektedir. Bir başka ifadeyle ATAD bu göreviyle, 95/3. Md. kapsamında, Andlaşmanın 96. Md.'sinde öngörülen büyük revizyon yönte­ minin işletilmemesini sağlamaktadır. -A TA D 'ın, AAET 103, AET 228. Md.'leri uyarınca, Toplulukların üçüncü kişilerle yapacağı andlaşmalara ilişkin yapılacak andlaşmanın, Toplulukların kurucu Andlaşması'na uygunluğunun denetimi yetkisi bulunmaktadır. Kon­ sey, Komisyon veya üye devletlerden biri, konuya ilişkin ATAD'dan görüş isteyebilir. ATAD'ın görüşünün olumsuz olması halinde yapılacak andlaşma ancak AET 236 Md.'de öngörülen yöntemle yürürlüğe sokulabilir. 11.4. ATAD'ın yukarıda genel hatlarıyla belirlediğimiz görev ve yetkilerinin yanı sıra özel yetkilendirmelere istinaden kullandığı yetkiler de vardır: - AET 186. Md.'si uyarınca, "Adalet Divanı el koyduğu davalarda gerekli geçici önlemleri alabilir". - Adalet Divanı nezdinde açılan iptal davaları, tasarrufun yürütülmesini durduramaz. Ancak ATAD, gerekli hallerde uygun görürse yürütmenin durdu­ rulması kararını alabilir (AKÇT 39; AAET 157 ve AT 185. Md.'ler uyarınca). 12 TÜRKİYE - AT İLİŞKİLERİNDE UYUŞMAZLIKLARIN ÇÖZÜMÜNE YÖNELİK BENİMSENEN YÖNTEMLER - AT Konsey ve Komisyonu’nun gerçek ve tüzel kişilere parasal yüküm getiren kararları (örneğin, 17/62 sayılı kararname uyarınca) yaptırım ilamı niteliğindedir. Zorla yaptırım (icra), uygulanacağı üye devlet ülkesinde geçerli olan medeni usul hukuku kurallarına göre yapılır. Zorla yaptırım, ancak, ATAD'ın bir kararıyla askıya alınabilir (AT 192. Md.). -T o p lu lu k malları üzerinde haciz işlemlerinin yapılmasına izin verilmesi (AT İmtiyaz ve Muafiyetlerine Dair Protokol 1. Md.). - AAET Andlaşması uyarınca gerektiğinde Lisans verilmesiyle ilgili şartların belirlenmesi (12. Md.). - Fuss. And. 10 ve 13. Md. uyarınca Komisyon üyelerinin görevine son verilmesi. III. Türkiye-AT Ortaklık Mevzuatının Uyuşmazlıkların Çözümüne Yönelik Öngördüğü Yöntem Türkiye-AT arasındaki ortaklık ilişkisi kuran mevzuat, asli ve türeme kaynaklardan oluşmaktadır. Asli kaynak olarak Ankara Andlaşması, bu Andlaşmanın eki olan Geçici Protokol, Mali Protokol ve Son Senet ile bun­ ların ekleri olan Bildiriler ve Mektuplar yer almaktadır. Çerçeve andlaşması niteliğindeki Ankara Andlaşması'na geniş boyutlarda içerik kazandıran Kat­ ma Protokol ve bunun ekleri, Mali Protokol, AKÇT yetki alanına giren mad­ delerle ilgili andlaşma, Son Senet, Ortak Bildiriler, Yorum Bildirileri ve Federal Almanya'nın AKÇT yetki alanına giren maddelerle ilgili andlaşmaya ilişkin Bildirileri de primer kaynakları oluşturmaktadır. Sekunder kaynaklar ise, primer kaynakların yetki kullanma yetkisi tanı­ dığı ölçüde Ortaklık Konseyi'nin tasarruflarına istinad etmektedir. Bu anlam­ da, en önemli kaynaklardan biri, 6 Mart 1995'te, 36. Ortaklık Konseyi top­ lantısında, bu organın Ankara Andlaşması'nın 2. Md., 3. Prgf. ve 5. Md.'sine istinad eden ve Katma Protokol'ün Gümrük Vergileri'nin kaldırılmasıyla ilgili 11. Md.'sinin, miktar kısıtlamalarının kaldırılmasıyla ilgili 25/8. Md.'sinin ve OGT'nin Türkiye tarafından kabulüyle ilgili 19. Md.'sinin öngördüğü 22 yıllık takvim uyarınca düzenlenen son dönemin, dolayısıyla Gümrük Birliği'nin başlamasına ilişkin kararıdır. Genel çerçevesine göndermede bulunduğumuz Türkiye-AT Ortaklık Mevzuatı'nda taraflar arasında uygulamada veya yorumlamada ortaya çıka­ Prof. Dr. Mehmet GENÇ 13 bilecek uyuşmazlıkların çözümüne yönelik benimsenen yöntemler, ağırlıklı olarak siyasi yöntemlerdir. Ancak yetki şartına bağlı hukuksal yöntemler de öngörülmektedir. Ankara Andlaşması'nın 25. maddesi bu konuda belirleyici bir düzenle­ medir. Bu düzenleme uyarınca taraflar arasında bu andlaşmanın uygulan­ masında veya yorumlanmasında ortaya çıkabilecek uyuşmazlıklar, Ortaklık Konseyi'nin yetkisine sunulacaktır (25/1 Md.). Ortaklık Konseyi, uyuşmazlığı kendisi çözebileceği gibi ATAD"a veya başka bir yargı mercine götürme yetkisine de sahiptir (25/2. Md.). Uyuşmazlığı çözümüne yönelik karar veya hükmün gerektirdiği önlemleri taraflar almak zorundadır (25/3 Md.). Aynı hükmün 4. paragrafı ise bu yöntemlerle çözülemeyecek uyuşmazlıkları, Andlaşmanın 8. Md.'si uyarınca Ortaklık Konseyi'nin geçiş ve son dönem için düzenleyeceği tahkime veya oluşturacağı yargı yetkisi şartına istinaden bir yargı organına sunma imkanını soyut nitelikte düzenlemektedir. Uyuşmazlıkların çözümüne ilişkin benimsenen bu yöntem genel ve so­ yut anlamda karma bir yöntemdir. 25/1 Md. ile 25/2 Md.'nin ilk cümlesi birlikte değerlendirilecek olursa görüşme yöntemi, bir diğer ifadeyle diplomatik yön­ tem benimsenmektedir. 25/2 Md. ilk cümle itibariyle ise, bu yöntem devletler genel hukukunun öngördüğü hukuksal sonuçları da olan uzlaştırıcılık yetki kullanma yetkisi unsurlarına da sahiptir. Ancak bu düzenlemenin şekil veya esas açısından dikkate alınması gereken önemli bir özürü, siyasi veya hu­ kuksal uzlaştırıcılık yetkisinin devrinin veya tanınmasının üçüncü kişi veya kişilere değil de Ortaklık Konseyi'ne yapılmış olmasıdır. Bu düzenleme lafzı itibariyle bu andlaşmaya istinad edebilecek siyasi uyuşmazlıklarla, Andlaşma'nın uygulama veya yorumunda ortaya çıkabile­ cek hukuksal uyuşmazlıklar arasında bir ayrım yapmadığı gibi, uyuşmazlık­ ların çözümüne yönelik birinci dereceden Ortaklık Konseyi'ni yetkili kılması, yöntemin önemli bir zaafiyetini, bir başka deyişle olası hukuksal uyuşmaz­ lıkların çözülmesi veya hukuksal yöntemlere sunulabilmesi yetkisinin siyasi bir organ olan Ortaklık Konseyi'ne tanınması oluşturmaktadır. Böylece tah­ kim kuralı unsurlarını da içinde barındıran 25. Md.'nin uygulanabilirliği akit tarafların iradelerinden bağımlı hale gelmektedir. Zira 25. Md., 23. Md. 3. paragraf ile birlikte değerlendirildiğinde bir ihtilafın çözümünde veya hukuksal yöntemlere sunulabilmesinde bile bu organın oybirliği ile karar almasının öngörülmesi, bu yöntemin hakkaniyete uygun nitelikte adaleti sağlayabilece­ ğine ilişkin inancı, dolayısıyla hükmün etkin bir şekilde uygulanabilirliğini sı­ 14 TÜRKİYE - AT İLİŞKİLERİNDE UYUŞMAZLIKLARIN ÇÖZÜMÜNE YÖNELİK BENİMSENEN YÖNTEMLER nırlamaktadır. Bu nedenle hukuksal bir ihtilafı siyasi bir organın çözümüne sunmadaki hukuksal sakıncaların da ötesinde, Ortaklık Konseyi'nin doğru­ dan taraf olabileceği bir uyuşmazlık (örneğin, andlaşmanın ilgili bir hükmüne rağmen hareketsizliği) bu organı ihtilafa hem taraf, hem de yargıç konumuna getirecektir; ki bu durum bu hükümdeki esasla veya usulle ilgili soyutlukların veya belirsizliklerin yanısıra, hukukun "bir kişi bir davada hem taraf, hem yargıç olamaz" ilkesi ile de bağdaşmamaktadır. Bu düzenleme, MC Andlaşması 11-12. Md.'leri veya BM Andlaşması 33/1 Md. düzenlemelerini çağrıştırmaktadır. Biçimsel de olsa benzerlik uyuşmazlıkların siyasi ve hukuksal unsurlarını dikkate alan bir ayrım yap­ maksızın öncelikle siyasi yöntemlerle çözümü ile sınırlı değil, aynı zamanda hukuksal içerikteki bir uyuşmazlığın hukuksal yöntemlerle çözüme sunulma­ sında da andlaşmaya bağıtlı devletlerin iradelerinin belirleyici olmasındadır. Örneğin, Ankara Andlaşması'nın 25/2 Md.'si uyarınca Ortaklık Konseyi'nin bir uyuşmazlığı ATAD'a veya diğer bir yargı yetkesine sunabilmesine ilişkin karar alma yeteneği, özü itibari ile yargı yetkisi şartı oluşturan bir tahkimname yapma yetkisini kapsamaktadır. Ortaklık Konseyi'nin bu konuda oybirliği ile karar alabilmesi ile devletler genel hukuku uyarınca bir hukuksal uyuşmaz­ lıkla ilgili yargı yetkisi şartı oluşturmaya yönelik ihtilafa taraf devletlerin ortak iradeleriyle yapabildikleri tahkim usulü arasında benzeşmenin de ötesinde örtüşme vardır. Ankara Andlaşması'nın 25/4 Md.'si uyarınca Ortaklık Konseyi'nin, Katma Protokol ile başlayan "Geçiş Dönemi" içinde düzenleyebileceği zorunlu tah­ kim veya yargı yetkisi şartı, Ortaklık Konseyi'nin 1/95 sayılı kararı uyarınca zorunlu tahkim niteliğinde "Son Dönem", dolayısıyla Gümrük Birliği için anı­ lan kararın 59-60. Md.'leri ile düzenlenmiştir. Ortaklık Konseyi'nin 1/95 sayılı kararınının 59. Md.'si, Ankara Andlaşması'nın 25. Md.'sinin 1-3. paragraf hükümleri saklı kalmak kaydıyla aşağıda belirleyeceğimiz konularda çıkacak ihtilaflar, ihtilafa neden olan tasrrufun yürürlüğe girmesinden itibaren 6 ay içinde tarafların benimseyeceği bir yön­ temle (siyasi yöntemler düşünülebilir) veya Ankara Andlaşması'nın 25/2. Md.'si uyarınca Ortaklık Konseyi'nce çözülemezse, ihtilafa taraflardan birinin uyuşmazlığı Ortaklık Konseyi'nin 1/95 sayılı kararının 60. Md.'sinde öngö­ rülen usullerle hakemlik yetkisine sunmasına cevaz vermektedir. Hakemlik kararları kesin, nihai ve bütün unsurları ile bağlayıcıdır. Prof. Dr. Mehmet GENÇ 15 59. Md.'deki düzenleme ile taraflar, ortaklık mevzuatının uygulanması veya yorumlanmasına istinad eden her uyuşmazlığı tek taraflı hakemlik yetkisine götürebilmeyi kapsayacak zorunlu hakemlik yetkisi şartı oluşturacak tahkim usulü yerine, bu usule başvuru yetkisini konu itibari ile sınırlamışlar­ dır. Şöyle ki, bu düzenleme ile getirilen zorunlu tahkim koşulu; 1. Ortaklık Konseyi 1/95 sayılı kararın 56/2. Md.'si uyarınca GümrükBirliği'nin işleyişini doğrudan ilgilendiren bir konuda Topluluk ve Türk Ulusal mevzuatı veya bu mevzuatın uygulanmasında belirecek farklılıkların ticaret sapması oluşturması, malların serbest dolaşımını engellemesi veya engel­ leme tehdidi oluşturması ve bundan etkilenen tarafın acil önlem alabilmesi nedeniyle ortaya çıkabilecek ihtilaflar, 2. Aynı kararın 61. Md.'si, Katma Protokol'ün 60. Md.'sine atfen, akit tarafların ortaklık mevzuatını uygulamada sektörel ve bölgösel bazda ortaya çıkabilecek ciddi ekonomik bozukluklara veya dış mali istikrarını tehlikeye düşürebilecek durumlara karşı koruma önlemlerine tek taraflı başvurabilme yetkilerine istinaden alacakları önlemler ile ilgili oluşabilecek ihtilaflar, 3. 1/95 sayılı Ortaklık Konseyi kararının 62. Md.'si uyarınca, aynı kara­ rın yukarıda atıfta bulunduğumuz 56/2 Md.'sine veya 61. Md.'sine, dolayı­ sıyla Katma Protokol'ün 60. Md.'sine istinad eden bir koruma önleminin bu kararın yarattığı hak ve öngördüğü yükümler arasında bir dengesizlik oluş­ turması halinde, koruma önlemine muhatap olan devlet, önleme başvuran devlete karşı dengeleme önlemleri alabilir. Bu durumun, Gümrük Birliği'nin işleyişini engellemesi halinde ortaya çıkacak ihtilaflar ile sınırlanmıştır. Ortaklık Konseyi'nin aynı kararının 60. Md.'si, zorunlu tahkim kuralının işletilmesinde üç üyeli bir hakemlik komitesi öngörmektedir (60/1 Md.). Uyuşmazlık halinde, uyuşmazlığa taraf olan iki devlet birer hakem ataya­ caktır (60/2 Md.). Atanan iki hakem akit taraflardan birinin uyrukluğunu taşı­ mayan, diğer bir deyişle Ortaklık Andlaşması'na üçüncü kişi olan bir devletin uyrukluğunu taşıyan bir hakemi aday göstereceklerdir. Bu konuda iki ay içinde taraflar anlaşamazlarsa Ortaklık Konseyi'nin hazırlayacağı yedi kişilik bir listeden üçüncü hakem seçilecektir. Ortaklık Konseyi, kendi çalışma usullerinde öngörülen yöntemlerle böyle bir listeyi hazırlayacaktır (60/3 Md.). Aynı hükmün 4. paragrafı Hakemlik Komitesi'nin Brüksel'de çalışmasını, aksi saklı olmak kaydıyla kendi çalışma usul kurallarını belirleme yetkisini ve kararların oyçokluğu ile alınmasını öngörmektedir. 16 TÜRKİYE - AT İLİŞKİLERİNDE UYUŞMAZLIKLARIN ÇÖZÜMÜNE YÖNELİK BENİMSENEN YÖNTEMLER Bu düzenleme de potansiyel olarak kendi içinde önemli olabilecek bir takım ihtilaf unsurlarını taşımaktadır. Hakemlik Komitesi'nin öngörülen nicel yapısı ve üyelerinin seçimine ilişkin yetkilendirme konusundaki düzenleme sözü ve lafzı itibariyle iki taraflı bir uyuşmazlığı dikkate almaktadır. Hakemlik yetkisine sunulabilecek uyuşmazlık konuları ve özellikle Katma Protokol'ün 60. Md.'si anılan kararın 61. Md.'sine atfen incelenecek olursa korunma tedbirleri veya dengeleme tedbirleri ile ilgili oluşabilecek bir uyuşmazlığın çok taraflı olma ihtimali son derece güçlü gözükmektedir. Bu mekanizmanın iki taraflı uyuşmazlıklara ilişkin öngörülmüş olması savı, konuyu düzenleyen hükümde soyut olarak benimsenen "akit taraf" kavramı ile güçlenmektedir. Akit taraftan, Türkiye ve Topluluğun anlaşılması hali, taraflar arası ihtilafı doğal olarak iki taraflı kılar. Ancak akit taraftan Türkiye ve Topluluğun yanı sıra, Ankara Andlaşması'nın diğer bağıtlıları, dolayısıyla uyum andlaşmalarıyla ortaklık mevzuatına mahutap olan diğer AT üyesi devletleri anlamak gerekir ki; bu durumda anılan konularda çok taraflı uyuzmazlıkların çıkma ihtimali güçlüdür. Tahkim esasının iki taraflı uyuşmazlık ihtimalini öngörmesi nedeniyle çok taraflı bir uyuşmazlıkta bu yola başvurup, başvurulamayacağı konusu ise başlı başına bir sorun olacaktır. Üçüncü hakemin atanmasına ilişkin yetkilendirme belirsizlik içermekte­ dir. Atıfta bulunduğumuz 60/3. Md., atanan hakemlere belirlenen şarta bağlı olarak üçüncü hakemi aday gösterme yetkisini tanımaktadır. Buna karşın, aynı paragrafın ikinci cümlesi, bu konuda bir ihtilaf çıkması halinde Ortaklık Konseyi'nin hazırlayacağı listeden üçüncü hakemin seçilmesi yetkisini ön­ görmektedir. Belirsizlik, üçüncü hakemin atanma yetkisinin nasıl kullanıla­ cağına ilişindir. Dolayısıyla, bu düzenlemede atanan hakemlerin yetkisinin öz itibariyle aday göstermeyi mi, yoksa atamayı mı kapsadığı, ikinci cümlede kullanılan "onlar" kavramının ihtilafa taraf devletlere mi, yoksa atanan ha­ kemlere mi izafe edilmesi gerektiği soyut olarak belirlenmiştir. Hakemlik Ko­ mitelerinin oluşturulmasında ihtilafa taraf devletlerin kendi uyrukluğunu taşı­ yanlar veya üçüncü devlet uyrukluğunda olanlardan atama yetkisi veya ata­ dıkları hakeme tanıdıkları yetki kullanma yetkisi, devletler hukuku itibariyle değerlendirilecek olursa, "karma" diyebileceğimiz bir yöntemin uygulanabilir­ liğini göstermektedir. Bu konudaki birçok tahkimname itibariyle izlenen yön­ temde veya 1928 Hakemlik Genel Sözleşmesi veya 1957 Strasburg Sözleş­ mesi itibariyle ihtilafa taraf devletler kendi atadıkları hakemler dışındaki ha­ kem veya hakemlerin atama yetkisini ortaklaşa kullanabildikleri gibi bu ko­ nudaki yetki kullanma yetkisini atadıkları hakemlere veya ihtilafa üçnücü kişi durumundaki devlet veya devletlere geçirebilmektedirler. Olağan olarak yılda Prof. Dr. Mehmet GENÇ 17 iki defa toplanan Ortaklık Konseyi toplantı halinde değilse, hakemlik komite­ sinin üyelerinin seçiminde çıkabilecek ihtilaflarda üçüncü hakemin seçimine ilişkin liste hazırlama yetkisine sahip olan Ortaklık Konseyi'nin olağanüstü toplantıya davet edilip, edilemeyeceği konusu, açık veya üstü örtülü belir­ lenmemiştir. Ortaklık Konseyi'nin liste hazırlama konusunda hareketsiz kalması ve yetki kullanamaması hali bu yöntemin işletilmesini güçleştirmektedir. Bu be­ lirsizliklerin giderilmesinde benimsenebilecek bir yöntem, Sürekli Hakemlik Komisyonu oluşturulması veya daha da işlevsel olabilecek bir yol ATAD'ın zorunlu yargı yetkisinin tanınması olabilirdi. Türkiye'ye yapılacak bir yardım hakkında üye devletlerden birinin AT mevzuatına aykırılık iddiası, aynı kararın 37. Md. 5. paragrafı uyarınca Türkiye tarafından Ortaklık Konseyi'ne götürülebilecektir. Düzenleme lafzı itibariyle bu durumda Türkiye'ye Ortaklık Konseyi'ni gerekli hallerde olağa­ nüstü toplantıya çağırma yetkisi de vermektedir. Ortaklık Konseyi böyle bir uyuşmazlığı üç ay içinde çözemezse uyuşmazlık Adalet Divam'na götürüle­ bilecektir. Bu düzenlemenin soyutluğu uygulamada başlı başına sorun ya­ ratacak niteliktedir. "Götürülebilecektir" terimi ile bu konuda Ortaklık Konse­ yi'ne bir takdir yetkisi tanınmış mıdır? Yoksa, Ortaklık Konseyi gerekli ta­ sarrufu kullanmak zorunda mıdır? Konu, Ankara Andlaşması'nın 25/2. Md.'si ile birlikte değerlendirilecek olursa Ortaklık Konseyi'nin bu konuda takdir yetkisine sahip olduğu sonucuna ulaşmak olasıdır. Ancak, böyle bir ihtiiafın çözümüne yönelik Ortaklık Konseyi'ne üç aylık bir süre tanınmış olması takdir yetkisini bozucu, dolayısıyla hak düşürücü olarak değerlendirilmesi halinde, bu tasarrufun kullanılması zorunluluğu savlanabilir. Bütün bunların dışında, yönlendirici olacak diğer bir belirsizlik de Ankara Andlaşması'nın 23. Md.'sinde öngörülen Ortaklık Konseyi'nin oybirliği karar alma usulü nedeniyle 37/5 Md.'sine istinaden itirazı ile uyuşmazlığa neden olan bir Topluluk üyesi, aynı zamanda Ortaklık Konseyi üyesi sıfatıyla oybirliği kararlarına katılıp, katılmayacağı sorunudur. 37/5. Md.'sine atfen dile getirilebilecek diğer bir muğlaklık da yetkili yargı organı nitelemesinde kullanılan "Adalet Divanı" terimidir. Zira, Ankara Andlaşması'nın anılan 25. Md.'sinin 2. paragrafı ATAD'ı zikredip yine Ortaklık Konseyi'nin takdir yetkisiyle bir ihtilafı ATAD dışında başka bir uluslararası yargı organına, bu anlamda örneğin, Uluslararası Adalet Divam'na götüre­ bilmesi yetkisini öngörmektedir. 18 TÜRKİYE - AT İLİŞKİLERİNDE UYUŞMAZLIKLARIN ÇÖZÜMÜNE YÖNELİK BENİMSENEN YÖNTEMLER Bu nedenle "Adalet Divanı" nitelemesi açık değildir. Ancak bu terimden ATAD anlaşılmalıdır. Zira, böyle bir ihtilaf özü itibariyle AT mevzuatına ay­ kırılık iddiası ile oluşabilir. Dolayısıyla AT mevzuatının yorumlanması yetkisi yine AT mevzuatı uyarınca ATAD'a tanınmaktadır. 1/95 sayılı Ortaklık Konseyi kararının eklerinden olan 7 sayılı Ek, gümrük konularında idari makamlar arasında karşılıklı yardım konusunu düzenlemektedir. Bu düzenleme 11/2. Md. itibariyle gümrük mevzuatına ay­ kırılıklarda, aykırılıklarla ilgili bilgilerin, yasal veya idari soruşturulmalarda kullanılmasına cevaz vermektedir. Aynı düzenlemenin 3. paragrafı akit taraflara, şikayetleri, ithamları, bil­ gileri, raporları, kanıtları, yeminli ifadeleri yargı organına da sunma yetkisi tanımaktadır. Bu düzenlemedeki "yargı organı" nitelemesi, yetkili yargı or­ ganı belirlenmesi veya yargı yetkisinin zorunluluğu konusunda bir açıklık getirmemektedir. Bu konuya, bu ekin 1. Md.'si ile getirilen tanımlarda da yer verilmemiştir. Ancak bu ekin, bütünlük içinde değerlendirilmesi halinde "mahkeme" terimi ile ulusal yargı organlarını kastettiği anlaşılmaktadır. "Gümrük Mevzuatı'na aykırılık" fiili oluşturacak eylem veya işlem, aynı ko­ nudaki AT mevzuatına uyumlaştırılmış veya onun uygulanması için oluştu­ rulmuş ulusal gümrük mevzuatına aykırı olacak özel hukuk kişilerinin eylem veya işlemleridir. Zira, aksi halde doğrudan Ortaklık Mevzuatı mesnedli bir ihtilaf, Ankara Andlaşması 25. Md. düzenlemesi ile benimsenen yöntemle çözümlenmek durumunda olurdu. Bu kategoride oluşacak bir ihtilafa ilişkin ulusal yargı yetkisinin kullanılması, ATAD'la işbirliğini zorunlu da kılabilir. IV. S o n u ç Ortaklık Mevzuatı'nın özellikle Gümrük Birliği kararı ile ulaştığı düzey, bu mevzuatın sujelerini salt devletlerle sınırlı tutmayı mümkün kılmamakta­ dır. Bu mevzuat doğrudan devleti, dolayısıyla belirli durumlarda bazı kamu hukuku tüzel kişilerini süje olarak alsa da, doğal olarak konusu itibariyle do­ laylı da olsa bunların yanı sıra özel hukuk kişilerini de, yani gerçek kişileri ve özel hukuk tüzel kişilerini de muhatap durumuna getirmektedir. Ortaklık Mevzuatı'nın, uyuşmazlıkların çözümüne ilişkin doğrudan ön­ gördüğü yöntemlerde devletin suje olarak alınması veya Ortaklık Konseyi'nin yetki kullanma yetkisinin öngörülmüş olması ve ağırlıklı olarak devlet irade­ lerinin uyuşma şartına bağlı siyasi çözüm yollarının benimsenmiş olması, hakların, özellikle de özel hukuk kişilerinin haklarının korunmasında adaleti Prof. Dr. Mehmet GENÇ 19 sağlamakta veya adaleti zamanında sağlamakta yetersiz kalacaktır. Zira özel hukuk kişilerinin bu mevzuata, dolayısıyla bu mevzuatla hiyerarşik ilişkisi ol­ duğu kadarıyla AT mevzuatına istinad eden ihtilafların bu yöntemle çözümü, Ankara Andlaşması bağıtlısı devletlerin böyle bir ihtilafı devletlerarası bir ihtilaf niteliğinde çözme istençlerinden bağlıdır. Bu mevzuatın öngördüğü durumlarda Ortaklık Konseyi'nin kullanması gereken aracı tasarrufları kul­ lanmaması (Katma Protokol'ün 36. Md.'sinin takvime bağladığı emeğin ser­ best dolaşımı konusunda olduğu gibi) veya örneğin, veto/veto tehdidi nede­ niyle (1/95 sayılı Ortaklık Konseyi Kararı'nın eki olan "Mali işbirliği ile İlgili Topluluk Deklarasyonu" mali yardım konusunda takvim düzenlemesine rağ­ men bu konuda henüz etkin bir gelişmenin olduğu söylenemez veya 25 Mart 1996'da toplanması öngörülen Ortaklık Konseyi'nin Yunanistan'ın veto teh­ didi nedeniyle toplanamaması gibi) kullanamamasının yaratacağı hareket­ sizliğin zorlama davası konusu olamaması, bu mevzuata istinad ettirilen ta­ sarrufların hukuka uygunluğunun tespiti ve gerekli hallerde iptalinin, akit ta­ rafların olası ihlal fiillerinin tespiti ve müeyyide belirlenmesi yetkisinin, akdi olmayan sorumluluklara istinad edebilecek zarar-ziyan davalarının zorunlu yargı yetkisine tabii kılınmamış olması, bir takım hukuksal ihtilaflarda önemli sorunlara veya en iyimsel yaklaşımla adaletin sağnanmasında ve hakların konunmasında gecikmelere neden olacaktır. Yukarıda da göndermede bulunulduğu gibi, bu mevzuatın uygulanma­ sına veya yorumlanmasına istinad edecek ihtilaflarda özellikle özel hukuk kişilerinin örneğin ulusal mevzuatlardaki olası teknik engellemeler nedeniyle taraf olması halinde iihtilafların çüzümü konusundaki belirsizlikler veya boş­ luklar, AT-Andlaşması 177. Md.'sinde öngörülen "Ön Karar Prosedürü"nü, her ne kadar bu yöntem Ortaklık Mevzuatı'nda açıkça öngörülmemiş de olsa, de jure işlevsel ve bazı drumlarda da başvurulması zorunlu bir mekanizma haline getirmektedir. Zira geniş bir yorumla (ATAD çok sayıda davada geniş yorum yöntemini benimsemiştir) gerek Ankara Andlaşması, gerekse Katma Protokol, AT-Andlaşması 228. ve 238. Md.'ler uyarınca bağıtlıların yanısıra Konsey'in de Topluluk adına tasurruf kullanması nedeniyle bir Konsey ta­ sarrufudur ve bu nedenle de Ön Karar Prosedürü'nün ortaklık mevzuatı içinde iddia edilebilmesi uygundur (*). Kaldı ki; Katma Protokol'ün 36. Md.'si (*) A T -A dalet Divanı aşağıda anılan kararlarında Ortaklık Andlaşm aları hüküm lerinin Topluluk hukukunun cüz’ü mütemmimi, yani onun tamamlayıcı unsuru olduğu prensibini benimsemiştir. Bkz., 181/73 Haegemann-EUGHE 1974, 65/77 Razanatsimba-EUGHE 1977, 87/75 Bresciani-EUGHE 1976, 104/81 Kupferberg-EUGHE 1982, vb/veya Demiral, Sevince, Kuş, Eroğlu davaları,. 20 TÜRKİYE - AT İLİŞKİLERİNDE UYUŞMAZLIKLARIN ÇÖZÜMÜNE YÖNELİK BENİMSENEN YÖNTEMLER itibariyle ortaklık Konseyi'nin nihai tasarrufu bugüne kadar kullanmamış ol­ masına rağmen, örneğin; Demiral, Kuş, Sevince, Eroğlu Davaları'nda olduğu gibi AT hukukuna istinad ettirilen bir hak ve yükümle ilgili ulusal yargı or­ ganlarında görülen bir davanın ATAD'a yorumlama yetkisiyle de olsa götü­ rebilmesi yolu açılmıştır. Özellikle özel hukuk kişilerinin, bu arada Türk özel hukuk kişilerinin de hak aramalarında önemli bir dava yolu, AT organlarının Andlaşmalara isti­ naden kullandıkları genel karakterli yani muhataplarının hukuki durumları üzerinde zorunlu etki yaratan tüzük, direktif, karar, tavsiye (AKÇT) gibi bağ­ layıcı tasarruflara karşı AT-Adalet Divanı nezdinde, örneğin; AT-And. 173/ II. Md.'ye istinaden "esaslı şekil sakatlığı, andlaşmanın veya onun uygulan­ masına ilişkin bir kuralın ihlali, yetkisizlik veya yetki saptırması" iddiası ile iptal davası açabilmeleri bu düzenlemenin dava açabilme ehliyeti ile üye devletlerin uyrukluğunu taşıma arasında ilişki kurmaması nedeniyle müm­ kündür. Ancak özel kişilerin, iptal davası açabilmesinin belirli özel şartlara veya hak düşürücü nitelikte süre şartına bağlanmış olması, Türk özel kişile­ rin, Ortaklık Mevzuatının uygulanmasında etkin olacak AT türeme normları­ na karşı denetim davası açma yetkisini son derece sınırlamaktadır. Buna karşın ihtilaf halinde AT türeme düzenleyici normlarına istinaden ihdas edilen Konsey veya Komisyon kararlarına karşı, kararın kişiyi doğrudan muhatap alması veya "doğrudan" veya "bireysel" olarak ilgilendirmesi halinde 173/5. Md.'de öngörülen süre şartı aranmaksızın AT Andlaşması 184. Md. uyarınca Divan nezdinde karara kaynak oluşturan örneğin, A T - Tüzüğü hakkında hukuka aykırılık defi, yani ihtilaf konusunda uygulanamazlığı ileri sürülebilir ki; kabulü hali kararın iptali sonucunu yaratır. Bu hak yukarıda A T Andlaşması 173. Md.'ye atfen anılan sınırlamayı özel hukuk kişileri menfaati açısından yumuşatmakta ve belirli ölçüde de olsa genel karakteristik özel­ likleri olan türeme normların olası olumsuz etkilerini önleyebilmektedir. r? — • ............ - = = CEZA HUKUKU .......... V ^- İDARE VE CEZA HUKUKLARINDA MEMUR KAVRAMI Doç. Dr. Sami SELÇUK (*) • ANLATIM DÜZENİ: I- Giriş. II- Memur Kavramı Anlayışında Yaşanan Evreler. III- İdare Hukukunda Memur. IV- Ceza Hukukunda Memur, a- Kamu Görevi ve Kamu Hizmeti Kavramları, aa- Kamu Görevi ile Kamu Hizmetini Eşanlamlı Sayan Görüş, bb- Kamu Görevi ile Kamu Hizmetini Ayıran Gö­ rüşler. I - GİRİŞ 1. T. Ceza Yasasında, memurlarla ilgili iki temel yasada ve başka ya­ salarda "memur" terimine yer verilmiş; bu arada, T.B.M.Meclisinin yorum, Yargıtay ve Danıştay kararları; öğretideki değişik görüşler, kavramı büsbütün karmaşıklaştırmıştır. Gerçi bu karmaşıklık, biraz da konunun özünden kaynaklanmaktadır. Ancak, Batıda, özellikle Roman, Cermen ve Kilise hukuklarının uzantısı olan ülkelerde, sözgelimi Fransa (1) ve İtalya'da (2), Almanya, Belçika, İspanya, (*) Yargıtay 4. Ceza Dairesi Başkanı. (1) (1) AUBY, Jean-M arie/A UBY, Jean-Bernard, Droit de la fonction publique, Dalloz, Pa­ ris, 1993 n. 21 vd; PLANTEY, Alain, Traı'te pratique de la fonction publique, L.G.D.J., Paris, 1971,1. n. 25 vd.; PEISER, Gustave, Droit administratif, Dalloz, Paris, 1990, s. 511; LECLERCÇ), Claude/CHAM INADE, Andre, Droit administratif, Litec. Paris, 1992, s. 461-468; DUPUIS, Georges/GUEDON, m .-Jose, Droit administratif. Paris, 1993, s. 283 vd.; VITU, Droit penal special, I, n. 246; CHAPUS, Rene Droit administratif general, Pa­ ris, 1995,11, n. 31,32. (2) DI BENEDETTO, P. Severino, Modifıche in tema di delitti dei pubblici ufficiali contro la pubblica amministrazione, La Legislazione penale, estratto dal n. 3/90 Rivista tremestrale, Torino (1990), s. 335-354; GRISP1GNI, Filippo, Pubblici ufficiali e incariati di pubblico servizio, Şeritti giuridici di onore di V. Manzini, Padova, 1954, s. 563 vd.;. 22 İDARE VE CEZA HUKUKLARINDA MEMUR KAVRAMI Arjantin, Tunus, Brezilya ve İsviçre'de (3) karmaşanın bizdeki boyutlarda ol­ madığı da bir gerçektir. ANTOLISEI, Francesco, Sulla nozione di publico ufficiale, aynı yapıt, s. 29-37, Manuale di diritto penale, p. speciale, Milano, 1977, II, s. 707-713; PAGLIARO, Antonio, Delitti dei pubblici ufficiali contro la pubblica aministrazione, Milano, 1995, s. 6-14; ZUCCALA, C. Stella, Comm entario breve al Codice penale, Padova, 1992, s. 657 vd.; GOLDONI, Commentario breve al Codice penale, Padova, 1992, s. 657 vd.; GOLDONI, Umberto, (ortak yapıt), Codice penale commentato, Torino, 199 0 ,1, s. 664, 665; SEGRETO, Antonio/DE LUCA, Gaetano, I delitti dei pubblici ufficiali contro la pubblica amministrazione, Milano, 1995, s. 5 vd., s. 51 vd.; RUSSO, Vincenzo, I reati contro la pubblica amm inist­ razione, Napoli, 1991, s. 6; MANZINI, Trattato di diritto penale, italiano, Torino, 1982, V, n. 1267-1285; MAJNO, Luigi, Commento al Codice penale italiano, Torino, 1924, II, n. 1063, 1074; FIORELLA, Antonio, Ufficiale pubblico, incarico di un pubblico servizio o di un servizio di pubblica necessitâ, Enciclopedia del diritto, Milano, 1992, XLV, s. 563-582; GIANNINI, M. Severo, Impiego pubblico, Enciclopedia del diritto, Milano, 1970, XX, s. 293-305; COLACITO, Mario, Impiego statale, aynı yapıt, s. 305-367; TERRANOVA, Salvatore, Funzionario, Enciclopedia del diritto, Milano, 1969, XVIII, s. 280-289. (3) KNAPP, Blaise, Precis de droit administratif, Bâle, 1991 n. 3107 vd.; RODRIGUEZ DEVESA, J. M aria-SERRA N O GOMEZ, Alfonso, Derecho penal espanol, p. especial, Madrid, 1993, s. 1124-1130; ERM AN, Sahir, Ceza tatbikat ve takibatında memur, S.B.O. Dergisi, 1947, sayı: 1-2, s. 236, 238; KOENİG, Pierre, La fonction publique de la republique federale allemande, Strazbourg, 1962, s. 1 vd.; LOGOZ Paul, Commentaire du Code penal suisse, p. generale, Neuchâtel, 1939, s. 402, 403. İngiltere, ABD, Almanya, Rusya, İtalya, Ispanya, Fransa'da yerel yönetim ve görevlileri hakkında bakınız: DEBBASCH, Charles, Institutions et droit administratif, PUF, Paris, 1 9 9 1 ,1, s. 372-436; Les fonctions publiques locales, comparaisons europeennes, I.I.A.P., yayını, Paris, 1991; DURUPTY, Michel, Institutions administratives et droit administratif tunisiens, Paris, 1973 s. 296; BUTTGENBACH, Andre, Manuel de droit administratif, Bruxelles, 1966, n. 347; M AST, Andre (ed. adaptee et completee par A. Alin et J. Dujardin), Precis de droit administratif, Bruxelles, 1989, n. 138; FLOM ME, II, n. 263 vd.; VELU, Jacques, Drait public, Bruxelles, 1 9 8 6 ,1, n. 461, 462; DEM BOUR, Jacques, Droit administratif, Liege, 1972, n. 146; PA ­ RADA, Ramon, Derecho administrativo, Madrid, 1994, II, 420 vd.; MEIRELLES, H. Lopez, Direito administrativo brasileiro, Sâo Paulo, 1986, s. 393 vd.; DI RUFFIA, Biscaretti, Diritto costituzionale, Napoli, 1968, n. 57; M UNOZ CONDE, Francisco, Derecho penal, p. especial, Valencia, 1993, s. 758-762; NAVARRETE, M. Polaino, (ortak yapıt), M anual derecho penal, p. especial, Madrid, 1994, s. 241-243; BARJA DE QUIROGA, J. Lopez, M anual de derecho penal, p. especial, Madrid, 1992, III, s. 150 vd.; BALESTRA, Carlos Fontân, Derecho penal, p. especial, Buenos Aires, 1992, s. 805; DE JESUS, Damasio, E. Direito penal, Sâo Paulo, 1988, IV, s. 101-103; DAL COSTA JR., Paulo Jose, Curso de direito penal, 1992, III, s. 178. 24 Kasım 1995 tarihinde Resmi Gazetede ya­ yımlanan ve son 7. maddeye göre yayımlanmasından altı ay sonra 25 Mayıs 1996'da yü­ rürlüğe giren 1995 tarihli İspanya Ceza Yasasının 24. maddesinin 2. bendine göre: "Bir Yasa hükmünce doğrudan ya da seçimle, yetkili mercice atanmayla kamu görevini yerine getirmeye katılan kimse memur" sayılmaktadır. (Kanımca yayımlama tarihine göre Ya­ sanın 24 Mayıs 1996'da yürürlüğe girmesi gerekir. Nitekim, Yasanın yayımlanmasından sonra basılan bir yapıtta bu tarih gösterilmiştir (LUZON PENA, Diego, Manuel, Curso de derecho penal, p. general, I, Madrid, 1996, s. 127-128). Ancak, İspanya Yüksek Mahkeme eski üyesi meslektaşım Prof. M arino Barbero Santos, sorunun İspanya'da uzun tartışm a­ lara yol açtığını ve sonunda Yasanın 25 Mayıs 1996'da yürürlüğe girdiği görüşünün be­ nim sendiğini, Freibourg'daki incelemelerim sırasında bana açıklamıştır). Doç. Dr. Sami SELÇUK 23 Bu konuda karmaşa sürmektedir. Kimi ülkelerde de karmaşa bulunması, bizdeki karmaşanın elbette özrü olamaz. 2. Kanımca ilk karmaşa, kural/istisna ilişkisinin koordinatlarının iyi belirlenmemesinden kaynaklanmıştır. Ceza Yargılama Yasası, genel bir Yasadır ve yargılama birliği ilkesinin gereği olarak da, bu Yasanın hükümlerinin herkese uygulanması kuraldır. Buna karşılık, MYY (Memurin Muhakematı Hakkında Kanun-u Muvakkat), belli bir küme insanı kapsayan özel bir Yasadır ve bu Yasanın hükümlerinin uygulanması da, yargılama birliği ilkesinin ve dolayısıyla C. Yargılama Ya­ sasının bir istisnasını oluşturmaktadır. Aşağıda değineceğim 1255 sayılı T.B.M.Meclisi yorum kararından sonra T.C. Yasasının 279. maddesinde ön­ görülen "memur" tanımına giren herkes hakkında MYY'nın uygulanarak ge­ nellik kazanması ve kimi yasalarda MYY'nın uygulanmayacağına ilişkin hü­ kümlerin gereksiz olarak yer alması; uygulamada bu Yasanın genel ve uygu­ lanmasının asıl/kural olduğu, ancak özel yasalarda açıklık bulunduğu takdir­ de uygulanmaması gerektiği yolunda birsam yaratmıştır. Bu yanlıştır. Ancak, bu yanılgının düzeltilebilmesi için, her şeyden önce iki şeyin düzeltilmesi zo­ runludur. Bunlardan biri yasamayı ilgilendirmektedir. Özel yasalarda MYY'nın uygulanmayacağına ilişkin hükümlere her zaman yer verilmemelidir. Çünkü, istisnai yasada hüküm olmayınca, genel olan C.Y. Yasası kendiliğinden uy­ gulamaya girecektir. Eğer böyle hükümler her zaman konulursa, yineleme pahasına belirteyim ki, MYY geneldir sanısı ve hatta kanısı sürüp gidecektir. Bu konuda, aşağıda değinileceği üzere, bir ilke kararı geliştirilmelidir (1). İkincisi de yargıyı ilgilendirmektedir. Yargı T.C. Yasasının 279. maddesinde yer alan "memur tanımım", MYY'nda yer alan "memur kavramı"yla özdeşleş­ tirmekten vazgeçmeli, MYY'nın kavramının ışığında idare hukuku ile ceza hukukunun bileşkesini alarak, MYY hükümlerinin uygulanacağı "memur" teri­ minin sınırlarını özenle çizmelidir. Nitekim, 1930 tarihli İtalyan Ceza Yasası­ nın T.C. Yasasının 279. maddesine kaynaklık eden 357. maddesindeki me­ mur tanımı yapılırken bu yöntem izlenmiş; Zanardelli Yasasının 207. mad(2) (1) ERMAN, Sahir, Ceza tatbikat ve takibatında memur, Siyasal Bilgiler Okulu Dergisi, 1947, sayı: 3-4, s. 275; DÖNMEZER, Sulhi, Mahkeme İçtihatları, İ.Ü.H.F.M., 1943, sayı: 1-4, s. 319, T.B.M .M eclisinin 27.1.1930 tarih ve 543 sayılı ve Yargıtaym 14.3.1940 tarih ve 27/48 sayılı İçtihatları Birleştirme Kararı da aynı doğrultudadır (BEŞE, Hakkı Kâmil, M em urlar Hakkında M uhakeme Usulleri, Ankara, 1943, s. 12, 13. Karşı görüş: ÖZEK. Çetin, Türk Hukukunda M emurların M uhakemesi, İ.Ü.H.F.M ., 1961, sayı: 1-4, s. 44, 45; ÖZTÜRK, Bahri, M emurların özel bir muhakeme usulüne tabi olmasının sakıncaları ve Anayasa M ahkemesinin kararları, Ceza Hukuku ve Kriminoloji Dergisi, İstanbul. 1978, sayı: 1, s. 62). İDARE VE CEZA HUKUKLARINDA MEMUR KAVRAMI 24 desinde yer alan tanımdaki öznel (sübjektif) anlayış eleştirilmiş ve idare hu­ kuku ile ceza hukuku arasındaki ikiliğin kaldırılması amaçlanmıştır. Kanımca sorunu çözmek için, MYY'nın istisnai niteliği gözetilmeli ve Yasanın uygulanması, idare hukuku ile ceza hukukunun kesiştiği "memur" kavramı ile sınırlandırılmalıdır. "Memur" kavramının incelenmesine geçmeden önce şunu da belirt­ mekte yarar vardır. Yasanın adında ve tüm maddelerinde "memur" terimi kullanıldığı halde, 4. maddesinde "müstahdem: hizmetli" sözcüğüne yer ve­ rilmesi, bu sözcüğün ayrı bir anlam taşımasından değil, belki memur kavra­ mını yorumlama, ona yollama yapma çabasından (2) ya da yasa koyucunun gerekli özeni göstermemesinden kaynaklanmaktadır. Çünkü, Yasanın adın­ da, öbür hükümlerinde bu sözcük geçmemektedir. Ayrıca soruşturma bel­ gelerinin verileceği mercii belirleyen 4. maddede "kaza ve liva" yönetim ku­ rullarından söz edilirken sözcüğe yer verildiği halde, "vilayet" yönetim kuru­ lundan söz edilirken sözcük kullanılmamaktadır. Demek, bu bir özensizlik ürünüdür. Ayrıca o dönemdeki yazılı hukukta da böyle bir ayırıma rastlanmamaktadır. O nedenle Yasada "müstahdem" sözcüğü memur sözcüğüyle eşanlamlı kullanıldığından, burada yalnızca memur kavramı üzerinde duru­ lacaktır. II- MEMUR KAVRAMI ANLAYIŞINDA YAŞANAN EVRELER 3. Memurun tanımı konusunda üç evre yaşanmıştır. Birinci evrede belirleyici öğe, yapılan görevdir. Osmanlı döneminde Kanunu Esasiye göre Danıştayın (Şurayı Devlet) yasaları yorumlama yetkisi bulunuyordu. Danıştay 27.8.1918 (1334) tarihli kararında memur niteliğinin saptanmasında belirleyici öğenin, görevlinin görevlendiriiiş biçimi değil, gördüğü kamusal görev olduğu sonucuna ulaşmıştır. Maaşlı, maaşsız, ücretli, ücretsiz, asaleten ya da vekâleten "umur-u hükü­ mete ait muamelatı" yerine getirmekle yükümlü olan, yani kamusal görev yapan herkes "memur" olup, MYY'da bunlara uygulanacaktır. Bu ölçüt, kuş­ kusuz klasik memur tanımına göre geniştir. Çünkü maaş v.b. öğeleri dışla­ maktadır. Ancak, devlete ait işlemleri yapma, yani kamu görevi ölçütü göze­ tildiğinde dardır. Çünkü devlet işlerine ait maddi hizmet görevlerini dışla(2) BEŞE, s. 10, 11. Doç. Dr. Sami SELÇUK 25 mıştır. Bu ise devlet işlerinin çok az alanda yürütüldüğü o dönemin gerekle­ rine hem uygun düşmekte (1), hem de, T.C. Yasasının 279. maddesinde yer alan memur tanımıyla hemen hemen örtüşmektedir (2). 4. İkinci evre; yasamada saymaca (kazuistik) ve yargıda ampiriktir. Birinci evre, 27.1.1930 tarih ve 543 sayılı T.B.M.Meclisinin kararına de­ ğin sürmüştür. Bu tarihten önce, memuru idare hukuku açısından 1. mad­ desinde tanımlayan Memurlar Yasası (Memurin Kanunu) ve ceza hukuku açısından 279. maddesinde tanımlayan T.C. Yasası yürürlüktedir. Parla­ mento 543 sayılı kararında, Memurlar Yasasının 1. maddesi doğrultusunda devlet hizmetinde çalışan, özel sicilde kaydı olup genel ya da özel bütçeden maaş alan kimseleri "memur" olarak tanımlamış ve böyle olmayan kişiler hakkında istisnai nitelikteki MYY'nın değil, C. Yargılama Yasasının uygula­ nacağını belirtmiştir. Bu nedenle o dönemde özel yasalar saymaca (kazuis­ tik) yöntemi benimsenmiş, MYY'nın uygulanıp uygulanmayacağı konusunda açık hükümler getirmişlerdir (1). Ne var ki, aynı yıl 10.4.1930 tarih ve 556 sayılı Meclis kararında, 543 sayılı kararın tersine, Memurlar Yasasının 1. maddesindeki tanımdan uzaklaşılarak, "ücretli müstahdem" sayılanların da MYY uyarınca yargılanacakları görüşü benimsenmiştir (2). Bu kargaşa kar­ şısında yargı, ampirik bir yöntem izlemiş, her olayda MYY'nın uygulanıp uygulanmayacağını çözme yoluna gitmiştir. Yargıtayın da çıkış noktası, ge­ nelde Meclis kararı doğrultusunda, yani Memurlar Yasasının 1. maddesi ol­ muştur. Nitekim Yargıtay 14.3.1940 tarih ve 27/48 sayılı İç. Bir. Kararında, failin MYY gereğince yargılanıp yargılanmayacağının saptanması için, ilkin Memurlar Yasasının kapsamına ve tanımına girip girmediğinin araştırılma­ sını; o tanıma girmediği takdirde, o zaman özel yasasında bir hüküm bulunup bulunmadığının incelenmesini, yoksa genel hükümlere göre yargılanmasını öngörmüştür. 5. Üçüncü evre, T. Ceza Yasasındaki memur tanımını odak yapmıştır. (3) (1) DÖNMEZER, s. 820; ÖZEK, s. 41; BEŞE, s. 11; KIRMIZIGÜL, Hüsamettin, Uygu­ lama ve Teoride M emurlar Hakkında Tahkikat ve M uhakeme Usulü, İstanbul, 1995, s. 37. (2) ERMAN, s. 271. (4) (1) KIRMIZIGÜL, s 52. (2) GÖZÜBÜYÜKOĞLU, İzzet, Memurlar Hakkında Tahkikat ve Muhakeme Usulü, An­ kara, 1942, s. 20. 26 İDARE VE CEZA HUKUKLARINDA MEMUR KAVRAMI Yargıtayın 1940 tarihli kararı karşısında, bir milletvekilinin isteği üzerine, T.B.M.Meclisi 8.8.1941 tarih ve 1255 sayılı yorum kararıyla, T.C. Yasasının 279. maddesinde öngörülen memur tanımının yalnız ceza uygulamasında değil, ceza kovuşturmasında da esas alınacağına karar vermiştir. Böylece bir ilke kararına ulaşılmıştır. Bu yorum kararı (yasası) yürürlüktedir ve yargı kararlarına ışık tutmayı sürdürmektedir (1). Artık sorun, T.C. Yasasının 279. maddesindeki memur tanımının yorumunda düğümlenmiştir. Tartışma bu tanımın üzerinde odak­ laşırken, bir başka tartışma daha ortaya çıkmıştır. O da şudur: 1255 sayılı yorum kararından sonra acaba MYY artık mutlak anlamda genel bir yasa kimliğini mi kazanmıştır? Bence, hayır (2). Yasa, C. Yargılama Yasasına göre yine özeldir, istisnaidir. Çünkü Yasa, yalnızca T.C. Yasasının 279. maddesindeki tanıma giren memurlar için uygulanabilecektir. Ancak, kimi devlet kuruluşlarının özel yasaları, MYY'na göre elbette daha özeldir. O za­ man yapılacak iş şu olmalıdır. Eğer o kuruluşun görevlileri T.C. Yasasının 279. maddesindeki memur tanımına giriyorlar ve yasa koyucu da böyle isti­ yorsa, ayrıca hüküm getirmeye gerek yoktur. MYY, o yasaya göre daha genel olduğundan, uygulama çevrimine girecektir. Tam tersine görevliler memur tanımına girmiyorsa ve yasa koyucu da bu kişilerin MYY'na göre yargılan­ malarını istemiyorsa bunu ayrıca belirtmeye yine gerek yoktur. Haklarında C. Yargılama Yasası uygulanacaktır. Ama, tersini istiyorsa o zaman istisna­ nın istisnası olarak ayrıca hükme gerek vardır. Özetle T.C. Yasasının 279. maddesi burada anahtar hükümdür. Bu madde anlamında memur sayılma­ yanlara MYY'nın uygulanmaması asıl olmalı ve uygulanması yolundaki is­ tisnai hükümlere, ayrıcalıklı bir katman (sınıf) yaratmamak için, ilke olarak yer verilmemelidir. Bu nedenlerle MYY, C. Yargılama Yasasına göre daima özel ve istisnai, ancak kurumların özel yasalarına göre geneldir. Bir yasanın kural/istisnai, genel/özel olup olmadığını eşitlik ve koruma kaygıları (3) değil, niteliğinin ve kapsamının belirlediği inancındayım. Ayrıca MYY, memur ya- (5) (1) Örneğin, Y.C.G.K., 25.4.1988, 171/187. (2) Karşı görüş: ÖZEK, s. 44, 45. Yargıtay bir kararında MYY., "Sade özel bir usul Ya­ sası olup Ceza Yasasındaki hükümlere göre kapsamının genişletilmesi düşünülemez" dem iştir (C.G.K., 18.9.1972, 271/282). Bir başka kararda da memurların görevlerinden dolayı kovuşturulacak suçlarda da MYY'nın kural olduğu belirtilm iştir (C.G.K., 28.5.1996, 11/117). (3) ÖZEK, s. 44, 45; MUMCU, Uğur, İngiliz Hukukunda Ultra Vires Kavramı, A.Ü.H. F.D., 1970, s. 149, 150. Doç. Dr. Sami SELÇUK 27 rarına (4) değil, devlet yönetimi yararına bir Yasadır. Uygulamanın sürgit memur yararını gözetmesi ve bu yüzden Yasanın gerçek yörüngesinden çıkması yalnızca bir yanılgıdır. Yanılgılar ise kıdem kazancına doğru dö­ nüşmez, yalnızca müzminleşirler, o kadar. Üstelik, ceza yasalarının uygulamasında "memur" tanımı, özel hüküm­ lerde yer almakla birlikte, T.C. Yasasının 10. maddesine göre, öbür özel ceza yasalarına aykırı düşmedikçe uygulanması gereken genel bir kuraldır. Ancak ceza kovuşturmasında kimi açmazlara yol açabilecek niteliktedir. Çünkü ceza uygulamasında devlet ya da kamu kurumuyla iş (istihdam) ilişkisi içinde ol­ madığı halde memur sayılan bir kimseye bu yasayı uygulamak eylemli olarak olanaksızdır. Dahası geniş uygulamanın ayrıcalıklı bir katman oluşturması tehlikesine her zaman açık uçludur; bu da, olması gereken hukuk açısından, suç ve ceza politikasıyla bağdaşmamaktadır. O yüzden ceza kovuşturması bakımından memur tanımının idare hukuku kapsamında kalan yazılı huku­ ka, sözgelimi Devlet Memurları Yasasına göre algılanması gerektiği ileri sürülmüştür (5). Bu görüş ise bir çırpıda çürütülebilecek nitelikte değildir. Öyleyse yapılacak iş bellidir. İdare ve ceza hukuklarının memur tanı­ mında kesiştikleri alanı belirlemek. Şimdi bunu görelim. III- İDARE HUKUKUNDA MEMUR 6. İdare hukukunda memur tanımının çok karmaşık olduğu, tek anlamda kullanılmadığı ve hiçbir ülkede devlet memurlarının türdeş bir yapı sergile­ mediği sık sık söylenegelmiştir (1). Kuramsal açıdan idare hukukuna göre memur, kavramın genel ve ortak öğeleri gözetilerek, kendisine bir kamu hizmeti verilen, yönetimin sürekli, yerleşip oturmuş, olağan kamu hizmetleri kadrosu içine girmiş ve bu kadro­ nun dereceleri içinde kaynaşmış bir kimsedir (2). (4) ÖZEK, s. 44; MUMCU, U „ s. 150. (5) ERM AN, s. 275; ÖZEK, s. 43, 44; KEYMAN, Selahattin, Memurin Muhakematı Ka­ nunu, A.Ü.H.F.D., 1962, s. 187. (6) (1) TERRANOVA, Salvatore, funzionario, Enciclopedia del diritto, Milano, 1969, XVIII, s. 280; PLANTEY, Traite ..., n. 29; M A ST-... n. 138; DUPUIS/..., s. 283; CHAPUS, II, n. 131. A; ONAR, Sıddık sami, idare Hukukunun Umumi Esasları, İstanbul, 1966, 3. bası, II. s. 1074; KEYMAN, s. 183; BAŞKÖY, Sabri, Memurin Muhakematı Hakkında Ka­ nunla İlgili bazı öneriler, Türk İdare Dergisi, Mart 1993, s. 215; GREGOIRE, Roger, La structure de la fonction buplique Turque, Abadan'a Armağan, Ankara, 1969, s. 341. (2) ONAR, II, s. 1075-1078; ŞEKERCİOĞLU, C. Metin, Ceza Hukukunda M emur Kavra­ mı, İstanbul, 1974, s. 11. 28 İDARE VE CEZA HUKUKLARINDA MEMUR KAVRAMI Görüldüğü üzere, idare hukukunda memur anlayışı, devlet ya da kamu yönetimiyle görevli arasındaki bağlantıyı gözetmekte, atama ya da organik ilişkiye dayanmaktadır. Bunları öznelci (sübjektif) kuramlar adı altında top­ lamak olanaklıdır (3). 7. Türk yazılı hukukunda ilk "memur" tanımını, 1926-788 Memurlar Ya­ sası yapmıştır (md. 1): "...Kendisine devlet hizmeti tevdi olunan ve sicilli mahsusunda mukayyet olarak umumi veya hususi bütçelerden maaş alan kimseye memur denir." Buna göre, bir kimsenin memur olabilmesi için, ken­ disine bir devlet hizmetinin (görevinin) verilmesi, özel bir sicilde yazılı olması, genel ya da özel bütçelerin birinden maaş alması gerekmektedir. Bu tanım her ne kadar dar ise de, yukarıdaki kuramsal tanıma az çok uymaktadır. Zira sicilde yazılı olmak, kamu görevi kadrosuyla kaynaşmaktan başka bir şey değildir. Ancak Danıştayın o dönemdeki kararına göre genel bütçe Devlet, özel bütçe özel idarelerin bütçesi anlamına geldiğinden, bele­ diye görevlileri bu tanımın dışında kalmış; sonradan 2919 sayılı Yasa ile ücretliler için de sicil tutulduğundan sicille yazılı olmak koşulu ve 3656 sayılı Yasayla Memurlar Yasası dışında kalanlar da maaşa bağlandığından, maaş ölçütü önemini yitirmiştir (1). 1961 Anayasasının 117. maddesi de: "Devletin ve diğer kamu tüzel ki­ şilerin genel idare esaslarına göre yükümlü oldukları kamu hizmetlerinin ge­ rektirdiği asli ve sürekli görevler memurlar eliyle yürütülür". "Memurların nitelikleri, atanmaları, ödevleri ve yetkileri, hakları ve yü­ kümlülükleri, aylık ve ödenekleri ve diğer özlük işleri kanunla düzenlenir" di­ yordu. Maddede sözü edilen Yasa, kuşkusuz daha sonra çıkarılan 14.7.1965 tarihli ve 657 sayılı Devlet Memurları Yasasıdır. Bu Yasanın değişik 4. maddesi kamu hizmetlerinin memurlar, sözleşmeli personel, geçici personel ve işçiler eliyle yürütüleceğini belirttikten sonra (A) bendinde memuru şöyle tanımlamıştır: "Mevcut kuruluş biçimine bakılmaksızın, devlet ve diğer kamu tüzel kişilerince genel idare esaslarına göre yürütülen asli ve sürekli kamu hizmetlerini ifa ile görevlendirilenler, bu kanunun uygulanmasında memur sayılır." (3) EREM, Faruk, Türk Ceza Kanunu Şerhi, Ankara, 1993, II, s. 1493. (7) (1) KIRM IZIGÜL, s. 38; Benzer bir tanım 3 Haziran 1968 tarihli Yasanın 2. başlığında yer alan 16. maddesinde Tunus yazılı hukukunda yer almıştır (DURUPTY, s. 296). Doç. Dr. Sami SELÇUK 29 "Yukarıdaki tanımlananlar dışındaki kurumlarında genel politika tespiti, araştırma, planlama, programlama, yönetim ve denetim gibi işlerde görevli ve yetkili olanlar da memur sayılır." Öte yandan Yasanın kapsamı 1. maddede şöyle çizilmiştir: "Bu Kanun, genel ve katma bütçeli kurumlar, il özel idareleri, belediyeler, il özel idareleri ve belediyelerin kurdukları birlikler ile bunlara bağlı döner sermayeli kuru­ luşlarda, kanunlarla kurulan fonlarda, kefalet sandıklarında veya beden ter­ biyesi bölge müdürlüklerinde çalışan memurlar hakkında uygulanır." Yasanın kapsamı dışında kalan memurlar ise aynı maddenin son fık­ rasında yer almıştır. Yasanın 33. maddesinde de memurun kadrosuz çalışamayacağı öngö­ rülmüştür. 8. İdare hukuku açısından da "kamu hizmeti", devlet ya da öbür kamu tüzel kişileri ya da bunların gözetim ya da denetimleri altında bir özel girişim tarafından genel ve ortak gereksinmeleri karşılamak ve gidermek, kamu ya­ rarını sağlamak için yürütülen, kamuya sunulmuş bulunan sürekli ve düzenli etkinliklerdir (1). Bu hükümler ve bilgilerin ışığında idare hukukuna göre memur; devlet ya da bir kamu tüzel kişiliğinde, asli ve sürekli biçimde kadrolu olarak kamu hizmetini yürüten kimse olarak tanımlanabilir. Ulaştığım bu tanım yukarıdaki kuramsal tanıma az çok denk düşmek­ tedir. 11.1.1984 tarihli Fransız Yasasının 2. maddesinde de Devlet Memur­ ları Yasasının 4. maddesine benzer bir tanım yer almış; memurun tek yanlı bir idare işlemiyle atanması, yaptığı işin sürekli olması, yönetsel hiyerarşide bir derecenin sahibi olması gerektiği belirtilmiştir (2). Şunu da ekleyelim ki, 1982 Anayasasının 128. maddesi de 1961 Ana­ yasasının 117. maddesi doğrultusundadır. Yalnızca "diğer kamu görevlileri" (8) (1) ONAR, 1,5.13. (2) PEISER, s. 8; LECLERCQ/...„ s. 463-465; CHAPUS, II, n. 32. 7.2.1964 tarihli İs­ panyol Yasasının 1. maddesinde de benzer bir tanıma rastlanm aktadır (RODRIGUEZ DEVESA, J. Maria/SERRANO GOMEZ, Alfonso, s. 1126). Ayrıca aynı ülkede 2.8,1984 tarihli Yasanın 1. ve 2 Nisan 1985 tarihli Yasanın 89. ve bunları izleyen maddelerine ba­ kınız. 30 İDARE VE CEZA HUKUKLARINDA MEMUR KAVRAMI ve "kamu iktisadi teşebbüsleri" terimleri eklenmiştir. Böylece Anayasa, Devlet Memurları Yasasına, yani yürürlükteki yazılı hukuka bir kez daha hukuksal dayanak olmuştur. IV - CEZA HUKUKUNDA MEMUR 9. T. Ceza Yasasının 279. maddesine göre; "Ceza Kanununun tatbika­ tında: 1 - Devamlı veya muvakkat surette teşrii, idari veya adli bir amme vazifesi gören devlet veya her türlü amme müesseseleri memur, müstah­ demleri; 2 - Devamlı veya muvakkat, ücretsiz veya ücretli, ihtiyari veya mecburi olarak teşrii, idari veya adli bir amme vazifesi göre diğer kimseler memur sayılır. "Ceza Kanununun tatbikatında amme hizmeti görmekle muvazzaf olan­ lar: 1 - Devamlı veya muvakkat surette bir amme hizmeti gören devlet veya diğer amme müessesesinin memur ve müstahdemleri; 2 - Devamlı veya muvakkat, ücretli veya ücretsiz, ihtiyari veya mecburi surette amme hizmeti gören diğer kimselerdir." Daha önce de değinildiği üzere, bu madde, ceza kovuşturmasında değil ve fakat ceza uygulamasında özel (yan) ceza yasalarına da uygulanacaktır (T. Ceza Yasası, md. 10). "Memur", etkin ya da edilgin özne (fail, mağdur) olarak, kimileyin bir suçu öbür suçlardan ayıran önkoşul ya da bulunması zorunlu kurucu öğe, kimile­ yin de ağırlaştırıcı neden bulunduğundan, ceza hukuku uygulamasında çok önemli bir kavramdır. Bu, hemen hemen tarihin her döneminde böyle ol­ muştur. Eski Roma, Yunan, Cermen ve Kilise hukuklarında buna rastlanmaktadır (1). Çağdaş ceza yasalarına gelince, devlet yönetimine karşı suçları ayrı bir bölümde düzenlemeyen, yasaya serpiştirenlerde genellikle bir tanıma rastlanmamaktadır. Öbürlerinde ise memur tanımı, ya tanımlar bölümünde ya da memurlarla ilgili özel kesimde yapılmaktadır. Tanıma yer verenlerden bir bölümü (Avusturya, md. 74/4, İtalya, md. 357, 358; İsviçre, md. 110/4; Türk, md. 279) memuru, deyim yerindeyse, çift çatallı (dichotomique) biçimde tanımlamaktadır. Bir bölümü ise (Alman 1872 Yasası, md. 359,1975 Yasası, md. 11; Arjantin, md. 77, Hollanda, md. 84, Yunan, md. 13/a, Yugoslavya, (9) (1) ERMAN, s. 237,238. Doç. Dr. Sami SELÇUK 31 md. 99, Brezilya, md. 327) tek boyutlu bir memur tanımına yer vermiştir (2). Kanada (md. 2), 1962 İsveç (XX-md. 12) ve 1995 İspanya (md. 24/2) ceza yasaları gibi kimileri de memurun kimler olduğunu saymışlar ve uzun uzun tanımlamışlardır. 10. Kaynak Zanardelli Yasasının 207. maddesine oranla memuru çok kısa tanımlayan T.C. Yasasının ilk metninde: "Kanunun tatbikatında, devlet ve vilayet ve nahiye ve kariyelerin nezareti altında bulunan bir hizmette, maaşlı veya maaşsız, daimi veya muvakkat vazife görenler memur sayılır" deniyordu. Zanardelli Yasasının kamu görevlisini (pubblico ufficiale) tanım­ layan 207. maddesinde 1. bent genel tanımı vermiş, 2. ve 3. bentlerde ise saymaca yöntem benimsenerek duraksamalar giderilmeye çalışılmıştı. İtal­ ya'da bu madde bile ağır eleştirilerin konusu olmuş (1) iken, Türkiye'deki özet düzenlemenin gereksinmeleri karşılayamayacağı açıktı. Milletvekillerini dış­ lıyor, rüşvet suçunda yeni bir tanım (md. 211) yapılıyordu. Bu nedenle 1930 tarihli İtalyan Ceza Yasasının 357. ve 358. maddelerinden esinlenilerek 11.6.1936 tarih ve 3038 sayılı Yasayla yeni bir düzenlemeye gidildi. Ancak bu Yasanın "kamusal zorunluluk sonucu hizmet yapan kişilerle ilgili 359. maddesi Yasamıza alınmadı ve bu nedenle Kaynak Yasadan ve görüşlerden yararlanma bir ölçüde sınırlanmış oldu. Kanımca bu tutum tutarlı olmamış­ tır. Memur kavramıyla ilgili tanımı bu olan T.C. Yasasının terim birliği ko­ nusunda da titiz olmadığı görülmektedir. Salt "memur"dan söz eden mad­ delerin (md. 202, 208, 209, 228, 229, 230, 235, 237, 240 gibi) yanı sıra, "işçi niteliğini taşımayan kamu hizmeti görevlisinden (md. 236), "memur veya amme hizmetini ifa ile mükellef kimse"den (md. 138), "hidematı ammeden biri ile muvazzaf bulunan şahıslardan biri"nden diye kaleme alınan maddeleri de vardır. Bunlar, yasa koyucunun terim birliği konusunda hiç de titiz olmadığını göstermektedir. T. Ceza Yasasının 279. maddesinde kullanılan sözcükler ve ayırımlar kanımca dikkati çekmektedir. Bunlar, memur, müstahdem, diğer kimse, kamu hizmeti görevlisi (amme hizmetini görmekle muvazzaf olan) (2), kamu görevi (2) ÖNDER, Ayhan, Türk Ceza Hukuku, Özel Hükümler, İstanbul, 1994, s. 92; ER ­ MAN, s. 238. (10) (1) ERMAN, s. 239. (2) 1987'de tanımlanan Türk Ceza Yasası Öntasarısında buna "kamu hizmeti yapmakla görevli olan kimse" denm iştir (md. 4, bent 4, fıkra 2). İDARE VE CEZA HUKUKLARINDA MEMUR KAVRAMI 32 (amme vazifesi) ve kamu hizmeti (amme hizmeti) ve kamu kuruluşu (amme müessesesi) terimleridir. a) Kamu görevi ve kamu hizmeti kavramiarı 11. "Memur" tanımının saptanmasında en çok tartışılan konu "kamu görevi" ile "kamu hizmeti" ayırımında odaklaşmış ve bu kavramlar nedeniyle, idare hukukunun tersine ceza hukukunda nesnel nitelikte bir memur kavramı geliştirilmiştir (1). T. Ceza Yasası Öntasarısında da, onca eleştiriye ve tar­ tışmaya karşın, bu ayırımın korunduğu gözlenmektedir (md. 4/4). 1990 ve 1992 değişikliklerinde İtalyan Ceza Yasasının da ayırımı koruduğu anlaşıl­ maktadır. Yasada bu kavramlar tanımlanmadığına göre, öğreti ve uygula­ manın bunu yapması zorunludur (2). Nitekim, İtalya'da da bu konu ve ayırım çok ciddi tartışmalara ve çelişik yargı kararlarına konu olmuştur. Çünkü orada da "kamu görevlisi" ile "kamu hizmeti yapmakla yükümlü/görevli olan kimse" ayırımı, son çözümlemede "kamu görevi" ve "kamu hizmeti" ayırı­ mıyla bütünleşmektedir (3). Yasanın gerekçesinde de bunun çözümünün ceza yasası koyucusuna değil, idare hukuku bilimine başvurularak öğreti ve yargıya bırakıldığı belirtilmiştir. Ne var ki, bu gerçekçi bir tutum değildir. Çünkü bu konuda görüşler uzlaşmamaktadır (4). Aynı konuda Türk öğretisi ilkin ikiye bölünmüştür. aa) Kamu görevi ile kamu hizmetini eşanlamlı sayan görüş 12. Azınlıkta kalan bu görüş, her iki terimin eşanlamlı sayılabileceğini ileri sürmekte, Danıştayın bir kararıyla (1.D., 10.11.1941, 3092/2900), 1936 tarihli Yasa değişikliğinin gerekçesini gözetmekte ve sonuçta, görev ve hiz­ mette temel öğenin kamu gücünün kullanılması olduğunu belirtmektedir (1). (11) (1) EREM, Faruk, Türk Ceza Kanunu Şerhi, Ankara 1993,11, s. 1493. (2) ÖNDER, s. 95. (3) ANTOLISEI, Francesco (L. Conti) Manuale di diritto penale, p. speciale, Milano, 1995,11, n. 174, 175; ZUCCALA, C. Stella, Commentario breve al Codice penale, Padova, 1992, s. 657 vd.; 664 vd.; GOLDONI, Umberto, (ortak yapıt), Codice penale commentato, Torino, 1 9 9 0 ,1, s. 664 vd., 671 vd.; PAGLİARO, s. 6-18; RUSSO, s. 5-8; SEGRETO/..., s. 5-82. (4) ANTOLISEI, n. 175; KUNTER, Nurullah, Ceza Kanunu Tatbikatında Amme Vazife­ si, Amme Hizmeti Tarifleri, İ.Ü.H.F.M., 1947, s. 1-4, s. 762. (12) (1) DÖNM EZER, s. 822; BENGÜ, Cemil, Ceza Tatbikatında Memur, Siyasal İlimler Mecmuası, 1944, sayı: 158, s. 119. Doç. Dr. Sami SELÇUK 33 Görev yaparken kamu gücünü kullanmayan ya da bu gücün kulanılmasını gerektiren icrai karara katılmayan, gereç sağlamayan kişilerin anılan mad­ deye girmeyeceğini belirterek, hükmü sınırlandırmakta (2) ve bir ölçüde ör­ tülü olarak ayırıma yanaşmaktadır (3). Bu görüşü paylaşmak olanaksızdır. İlkin, T.C. Yasasının 279. maddesi, 1930 tarihli İtalyan Ceza Yasasının iki maddesini birleştiren bir maddedir. Bunlardan 357. madde kamu görevli­ sini (memur, müstahdem) tanımlamakta ve bunukamu görevi temeline oturtmaktadır. Bu madde T.C. Yasasının 279. maddesinin ilk fıkrasına yan­ sımıştır. 1930 İtalyan C. Yasasının 358.. maddesi ise kamu hizmeti görevli­ sini tanımlamakta ve bunu da "kamu hizmeti" temeline yerleştirmektedir. Bu madde ise T.C. Yasasının 279. maddesinin 2. fıkrasına yansımıştır. Fıkranın bentleri ise birbirinin hemen hemen benzeridir. Kamu görevi ile kamu hiz­ metini eşanlamda kullanan bir yasa koyucunun böyle bir yinelemeye (totoloji) başvurması elbette düşünülemez. 1936 değişikliğinden önce yalnızca "memur"u tanımlayan Yasa, gerekçede belirtildiği gibi, T.C. Yasasının öbür maddelerinde geçen (md. 138, 483) kamu hizmeti görevlisini de tanımlamak gereğini duymuştur. Kaldı ki, böyle bir yorum, ceza hukukunda metne bağlılık ilkesine aykırı olduğu gibi, yerindelik açısından da sakıncalıdır. Zira o zaman kamu kuru­ luşlarında çalışan herkes "memur" olarak benimsenecek, onların işledikleri ya da onlara karşı işlenen suçların cezaları artacaktır. Oysa yasa koyucu bu açıdan o denli cömert değildir. Salt "memur" kavramı odağında biçimlenen suçları özenle sınırlandırmıştır. Dahası, Yasanın sistemine göre, kamu görevi gören memurların eylem ve cezaları kamu hizmeti görenlere, kamu hizmeti görenlerin eylem ve cezaları sıradan yurttaşlara oranla daha ağırdır (4). Öte yandan, salt "memurlarla ilgili olan MYY'nın uygulama alanı da çok genişleyecek, gereksiz yere birçok insanın olağan yargıdan kurtulmasına yol açacaktır (5). (2) DÖNM EZER, s. 824. (3) ÖNDER, s. 94; KEYMAN, s. 186. (4) ANTOLISEI, n. 176. (5) KUNTER, Ceza ..., S: 759-762; ERM AN, s. 353-356. ONAR ve KEYM AN (s. 186), mem ur kavramını T.C. Yasasının 279. maddesinin iki fıkrasını kapsayacak biçimde al­ gılamaktadırlar. 34 İDARE VE CEZA HUKUKLARINDA MEMUR KAVRAMI Günümüz Türk hukukçuları arasında, bu görüşü savunan hemen hemen kalmamış, ayırıma karşı çıkan sayın yazarımız da daha sonra bu ayırımın varlığını benimsemiştir (6). bb) Kamu görevi ile kamu hizmetini ayıran görüşler 13. İlkin şunu belirteyim ki, ceza hukuku ve ceza yargılaması hukuku açısından, bu ayırımın önemi yasama ve yargıda değil, özellikle yürütme erkini kullanmada, yani yönetimde ortaya çıkmaktadır. Gerçekten yasama ve yürütme erkini kullanırken devlet zaten bunlara özgü etkinliklerin özünde saklı olan amaçlarına ulaşır. Yasama ve yargı gö­ revleri devletin amacı değil, devletin genel yararı gerçekleştirme amacını hazırlayan etkinliklerdir. Yasama, yazılı hukuk kurallarını koyarak hukuk düzenini kurar. Yargı, somut olaylara onu uygulayarak hukukun ne olduğunu açıklar. Amaçları bir, kullandıkları yöntem ayrıdır. Bunların amacı hukuk­ saldır. Bunlar devletin düşünen beyinleridir; hukuk oluşturmakla yetinirler. Özellikle yargı edilgindir; hukuku açıklayıcıdır. Oysa yürütme/yönetim, adı üstünde, etkindir. Yaratılan ve açıklanan hukuk kurallarını yürütür, uygular, onlara göre davranışlar sergiler. Her gün değişen gereksinmeleri ve kamu yararını karşılamak için, hukuka uygun olarak ve genel yararı gözeterek eylemli davranışlar içine girer. Yasama görevinin soyut, genel, nesnel etkin­ likler olmasına karşılık, yönetim görevi somut, belirli ve bireysel, öznel et­ kinlikler, işlemler bütünüdür. Yönetim bütün bunları bir örgütlenme içinde ve insanlar aracılığıyla yapar. Yine yönetim organları ve kamu kuruluşları, hiz­ metleri bireylerle ilişkilerinde yönetimin üstünlük ve ayrıcalığını sağlayan kamu gücünü kullanarak gerçekleştirir. Kamu görevi ya da kamu hizmetini yürütecek olan kişiler ise, kamu görevlileri, yani memurlar ya da kamu hiz­ metini gören kimselerdir (1). İşte bu gerçek karşısında, kamu görevi ve kamu hizmeti konusundaki T.Ceza Yasasında sergilenen ayırım yönetim açısından önem kazanmakta, bunların içerik ve sınırlarını belirlemek öğreti ve yargıya düşmektedir. Çünkü yasama ve yargı etkinliklerinin kamu görevine girdikleri konusunda bir tar­ tışma yoktur. (6) DÖNMEZER. Sulhi, Özel Ceza Hukuku Dersleri, İstanbul, ] 984, n. 85. (13) (1) ONAR, 1., s. 1-8; M1ELE, Pubblica funzione e pubblico servizio, Archivio giuridico, 1933, s. 172 vd.; ERM AN, Sahir, Kamu İdaresine Karşı İşlenen Suçlar, İstanbul, 1992, n. 818. Ayrıca bakınız: dip not, n. 80/3. Doç. Dr. Sami SELÇUK 35 Kimi yazarlara göre, kamu görevi (pubblica funzione) kamu kuruluşunu temsil niteliğini haizdir. Bir başka deyişle kamu kuruluşunun iradesini biçim­ lendirip oluşturan ya da bu oluşuma katılan ve bu iradenin yürütülmesinde onu temsil eden güçtür. Kamu hizmeti (servizio pubblico) ise, zorunlu kamu etkinliği şeması içinde kalmadığı takdirde, böyle bir niteliği haiz değildir (2). İkinci bir görüş, yönetimin hukuksal ve toplumsal etkinliğini gözetir. Devletin hukuksal etkinlikleri, temel görevlerini; toplumsal etkinlikleri ise, yalnızca toplum için yararlı olanları amaçlar. Bu İkinciler, birlikte yaşayan toplum bireylerinin bedensel, düşünsel ve ekonomik iyileşmeleriyle uğraşır. Birinci etkinliğinden devlet vazgeçemez. İkinci etkinliklerinden vazgeçebilir ve onları özel kesime, bireylere bırakabilir. Bu berikileri devletin kendisinin yapması, onların özünü değiştiremez. İşte bunlardan birinci etkinlikler kamu görevine; İkincilerse kamu hizmetine girerler (3). Üçüncü bir görüşe göre, egemenlik ya da yön verme (komuta etme) iradesini içeren, bir başka deyişle, yurttaşların gücüne göre hukuken daha üstün bir gücü yansıtan, üstün ve önce olma hakkının yerine getirilmesinde somutlaşan iradeyi içerenler kamu görevi, bundan yoksun olanlarsa kamu hizmetidirler (4). Bu görüş Fransız ve Türk İdare hukukunda geçen egemenlik ve iş gör­ me (temşiyet) işlemleri ayırımına uygun düşmektedir (5). Kamu hizmetinin özel etkinlikten ya da girişimden ayrılmasının ölçütleri ise çeşitlidir. Uygulanan hukuksal rejim ya da devlet tarafından da yapılabilir olması yahut da kamu hizmetlerinin genel/kamusal gereksinmeleri karşıla­ mak için devlet ya da kamu kuruluşlarınca yerine getirilmesidir (6). (2) MALINVERNI, Pubblico uffıciale, incarico di pubblico servizio nel diritto penale, Torino, 1951, s. 5 vd.; SEGRETO/..., s. 12 vd., 34 vd., s. 64 vd., s. 75 vd., PAGLİARO, s. 10 vd., s. 14 vd., s. 17 vd. (3) Ayrıntılı bilgi için bakınız: GALLO, Mairo, Nozione del pubblico ufiiciale, dell'incaricato di un pubblico servizio e dell'esercente di un servizio di pubblica necessitâ nel nuovo Codice penale, Annali di diritto e procedura penale, 1933, s. 1053 vd., 1224 vd., 1934 s. 49 vd.; 173 vd., 194 vd.; SEGRETO/..., s. 12-82; PAGLİARO, s. 5-20; QUERALT, Joan, El concepto penal de funcionario publica, Cuadernos de politica criminal. 1985, n. 27, s. 477-507; ERMAN, s. 244, 245. (4) Ayrıntılı bilgi: COSTA, Studio suelle nozioni di pubblico ufficiale, incaricato di pubblico servizio, esercenti servizio di pubblica necessitâ e sue applicazioni, Torino, 1933. (5) ONAR, III, s. 1869, 1870; ERMAN, Ceza..., 245-247; ÖNDER, s. 95. (6) ONAR, I, s. 26; KUNTER, Ceza..., s. 766; LECLERCQ..., s. 36-37. 36 İDARE VE CEZA HUKUKLARINDA MEMUR KAVRAMI 14. Kuşkusuz bütün bu görüşler çeşitli açılardan eleştirilebilir ve bu ko­ nuda belirsizliğin bugün de sürdüğü söylenebilir. Hatta bu konudaki tartış­ maların kesin çözüm getiremeyeceği, sürgit kuramsal planda kalacağı ileri sürülebilir (1). Ancak, bu, öğretinin bir ölçüt koymamasının özrü olamaz. Değil mi ki Yasa bu ayırım üzerine temellendirilmiş, öyleyse öğreti ve yargı­ nın görevi, bu konudaki içerik ve sınırları saptamaktır. Görüldüğü üzere, kamu görevini yalnızca etkinliğin konusu değil, öznesi de belirlemektedir. Kamu görevi, kamu yararının gerçekleştirilmesi için dev­ letçe, kamu kuruluşlarınca zorunlu görülen bir etkinliktir. Kamu hizmeti ise nesnel hukuki anlamda kamu görevi gibi zorunlu değildir. Dahası kamu gö­ revi mekanik değildir. Oysa kamu hizmeti mekaniktir. Öznel hukuki anlamda kamu hizmetinin ille de devlet ya da kamu kuruluşunca yapılması zorunlu olmuyor. Ancak politik ve ekonomik anlamda hukuken ve fiilen tekelci bir ni­ telik sergilediğinden, bir kamu organının denetimine açık bulunuyor (2). Şimdiye dek yazılanların bileşkesini aldığımızda şu sonuca ulaşmak sanırım olanaklıdır: Kamu görevi, yasama ve yargı etkinliklerinin yanı sıra devletin olmazsa olmaz birincil amaçlarının gerçekleşmesi için, öznel açıdan devlete özgü, devletçe yapılması zorunlu; egemen/üstün gücün, yetkinin ve kamu hukuku kurallarına (genel idare esaslarına, Anayasa, md. 128) göre oluşturulan iradenin kullanılıp örgütlenmesini yansıtan etkinlikler bütünüdür. Kamu hizmeti ise, devletin ikincil nitelikteki amaçlarını gerçekleştirmek için, başkalarına da bırakabildiği etkinliklerdir (3). (14) (1) ANTOLISEI, n. 175, 176. (2) M ANZINI, Trattato di diritto penale italiano, Torino, 1983, V. n. 1261. (3) ERM AN, Devlet idaresine..., n. 918; ERMAN, Ceza..., s. 251, 252; DÖNMEZER, Özel..., n. 95; POLATCAN, İsmet, M em ur ve Resmi Heyetlere Karşı Hakaret ve Sövme Cürümleri, İstanbul, 1983, s. 54; KUNTER, Ceza..., s. 765; ANTOLISEI, n. 176; SEGRETO/..., s. 12-82; PAGLIARO, s. 5-20; KÜÇÜKBAYRAK, A. Adnan, M em ur Kavramı veC Y U Y .nın 154. Maddesi Üzerine Bir inceleme, Mali Hukuk Dergisi, 1986, sayı; 6, s. 47; YARSUVAT, Duygun, Devlet İdaresi Aleyhine işlenen Cürümlerin Genel Prensip­ leri, I.Ü.H.F.M ., 1964, sayı: 1-4, s. 683-685; MALKOÇ, tsmail/GÜLER, M ahm ut, Öğreti-U ygulam a-M evzuat Eşliğinde Zim met, İrtikâp, Rüşvet ve Başlıca M em ur Suçları, Ankara, 1993, s. 477. A ynca tanım ve örnek kararlar için bakınız; ÇAĞLAYAN, Muhtar, Ceza K ovuşturmasında M em ur Kavramı, Memurları Yargılam a Üsulü Kanunu ve Uy­ gulamalarımız, Adalet Dergisi, 1976, sayı; 1-2, s. 33-37; YURTCAN, Şehr, IV, s. 352424; YAŞAR, Osman, Uygulamada ve Öğretide Asliye Ceza Davaları, Ankara, 1994, s. 394-442; SAVAŞ, Vural-MOLLAMAHMUTOĞLU, Sadık, Türk Ceza Kanunu Yorumu, Ankara, 1995, II, s. 2575-2630; MALKOÇ/..., s. 248-289; PINAR, İbrahim,, Açıklamahİçtihatlı M em ur Suçlarında İdari Soruşturma, Ankara, 1987, s. 61-144; YAŞAR, Hakkı, Ceza Kanunu Uygulamasında M em ur Kavramı ve Memuriyet Görevini İhmal ve Kötüye Kullanma Suçlarının Tahlili ve Tatbiki, Adalet Dergisi, 1966, sayı; 11, s. 793 vd. 37 Doç. Dr. Sami SELÇUK Bu tanımı Grispigni'den esinlendiğim aşağıdaki tablo içinde biçimlendir­ mek olanaklıdır (4). Yasama (hukuksal etkinlik) Kamusal etkinlik Yargı (hukuksal etkinlik) Hukuksal etkinlik Yasama (Yönetim) _ (karma etkinlik) Kamu görevi Devlet (birlik) yararına Toplumsal etkinlik Kamu (Umumun) 'yararına Kamu hizmeti 15. T. Ceza Yasasına göre memurları da ekli çizelgeye göre somutlaş­ tırmak olanaklıdır. (4) GRISPIGNI, Filippo, Pubblici ufficiali e incaricati di pubblico servizio, Şeritti giuridici inonore di Vincenzo Manzini, Padova, 1954, s. 572. 00 T.C. Yasasına Göre Memur Sayılanlar (1) (md.: 279, fıkra:(1, bent: 1 ve 2) - görevliler - KIT görevlileri - Noterler - Gemi kaptanları - İflas idaresi memurları (3) - Özel güvenlik görevlileri (495 sayılı Yasa) - Sermaye Piyasası Kurulu Başkan ve Üyeleri - Kamusal/yönetsel bir işleme tanık olarak katılanlar (noterde, evlenmede v.b...) - Avukatlar Hakemler Bilirkişiler Tanıklar Çevirmenler Jüri üyeleri Mühürlenen/el konulan mal koruyucular (TCY. md. 274, 276, İİY. md. 88) - Suçüstünde birini yakalayanlar (CYY, md. 127) Not; Bu sayfaya ilişkin dip notlar 39. sayfadadır. KAVRAM I - - Milletvekili seçimlerinde görev üstlenen il ve ilçe seçim kurullarına seçilmiş parti temsilcileriyle sandık kurulu başkan ve üyeleri MEMUR - - Yüce Divan başkan ve üyeleri - Yargıçlar - C. Savcıları - Hazine avukatları - Mahkeme ve savcılık yazı işleri müdürleri ve yazmanları - İcra memurları - Adli kolluk ve buna yardım eden bekçiler ve jandarmalar - Adli Tıp Kurumu uzman ve görevlileri HUKUKLARINDA - Cumhurbakanı (2) TBMM Başkanı (2) Bakanlar (2) Bakanlık merkez ve taşra örgütlerinde görev alanlar Danıştay idari dairelerinde görevli başkan ve üyeler (2) Yönetsel görevleri bakımından Sayıştay başkan ve üyeleri Adalet Bakanlığında çalışan yargıç ve savcılar Katma bütçeli kurum ve yerel yönetimlerdeki VE CEZA - İDARE - Parlamento üyeleri - Milletvekili seçimlerinde görev üstlenen seçim kurulları görevlileri (Yüksek, il, ilçe seçim kurullarında görev alan ve devletle aralarında iş bağlantısı olanlar, kurul başkanları ya da seçimlerde görev alan yargıçlar) - Anayasa Mahkemesi başkan ve üyeleri oo Doç. Dr. Sami SELÇUK 39 Kuşkusuz bu çizelgede belirtilen esaslar, kamu hizmeti görevlileri için de uygulanır. Yeter ki, görevlinin yaptığı etkinlik, yukarıda açıklananlar doğrul­ tusunda bir kamu görevi değil, kamu hizmeti olsun (4). 16. Bu çizelgelerden de anlaşılacağı üzere, yasama ve yürütme etkin­ likleri hukuksal nitelikte ve her zaman kamu görevi kapsamındadır. Yönetim etkinliğinin hukuksal nitelikte olanları ise yine kamu görevi içindedir. Ancak toplumsal etkinlik biçiminde olanlardan devletin devlet olarak bütünlüğüyle ilgili olanlar kamu görevi, herkesin yararına olanlar ise kamu hizmeti kapsamındadırlar. Kanımca bu çizelgeler, yukarıdaki ayrıntılı tanımı yalınlaştır­ mama, devletin kendi kamusal gereksinimini gidermeye yönelik etkinliğini kamu görevine; halkın tüm bireylerinin gereksinmelerini gidermeye yönelik etkinliğini de kamu hizmetine sokmaktadır (1). Yargıtay ve Danıştay kararlarının da kamu görevi ve kamu hizmetini birbirinden ayırdıkları görülmektedir. Danıştay çeşitli kararlarında bu ayırıma değinmiştir (2). Yargıtay Özel Dairesi neredeyse elli yıl önce devletçe yapılması zorun­ luluk ölçütünü benimsemiş (3), aynı ölçütü daha sonraki kararlarında (4) da sürdürmüştür. (15) (1) Bu çizelge, Rahmetli Prof. Dr. Sahir ERM AN'ın "Kamu İdaresine Karşı Suçlar" adlı yapıtından (n. 919-926) ve "Ceza tatbikat ve takibatında memur" başlıklı incelemesinden (s. 257-270) esinlenilerek düzenlenmiştir (S. Selçuk). (2) Cum hurbaşkanı, TBM M. Başkanı, Bakanlar, Danıştay Başkan ve Üyeleri yasam a işlem lerinde teknik ve hukuki açıdan görüş bildirirken yasama görevi yapan memurlardan sayılırlar (ERMAN, Ceza tatbikat..., s. 259, 260). (3) ERM AN, bunları yapıtında yönetim (n. 924), incelemişinde (. 268, 269) adli kamu görevi yapan memurlar kesimine sokmaktadır. (4) ERM AN, Kamu..., n. 927. (16) (1) GRISPIGNI, s. 567. (2) Örneğin 2. D., 14.2.1984, 4521/457; 27.10.1983, 3291/2443, PINAR, İbrahim, Açıklanm alı-İçtihatlı M emur Suçlarında İdari Soruşturma, Ankara, 1987, s. 133, 140. (3) 4.3.1947, 173/116 (POLATCAN, s. 54, dip not: 41). (4) 5. CD., 3.2.1982, 3889/232; 4. CD., 28.6.1993, 3652/5219 (ÇETİN, Erol, Açıklamalı-İçtihatlı KİT Personelinin ve Kooperatif görevlilerinin Ceza Sorumlulukları, Ankara, 1994, s. 13). 4. CD., 30.6.1992, 4413/4920, 8.7.1993, 4661/5206, 14.9.1995, 5141/5683, 3.10.1995, 5178/6226, 3.7.1995 853/5042, 15.9.1992, 4526/5443, 25.6.1992, 3622/4795, 28.6.1993, 3652/5219, 17.10.1994, 5399/8241, 24.11.1994,7439/10167, 8.2.1995, 130/867. İDARE VE CEZA HUKUKLARINDA MEMUR KAVRAMI 40 Nihayet Yargıtay C. Genel Kurulu ayrıntılı bir kararında; "devlete ait hukuki bir erk ve yetkinin kullanılmasına ilişkin hukuksal işlem ve eylem" ve "bunların gerçekleştirilmesine kamu hukuku yöntemine uygun biçimde katıl­ ma ve yardım" etkinliklerini kamu görevi olarak benimsemiştir (5). Yüce Yargıtayın bu konuda nesnel bir ölçüt geliştirdiği ve ayırımı bu ölçüte göre yaptığı söylenebilir (6). Ancak ne olursa olsun, her iki kavram arasındaki belirsizlik bugün de sürmektedir. Bunun başlıca nedeni, belki de ceza hukukunun bu konuda kendini tam özerk ilan ederek idare hukukundan uzaklaşması olarak gösterilebilir. Ancak idare hukukunda da geniş anlamda kamu hizmeti kavramı saydam değildir. Bir de bunun içinden kamu görevi ve dar anlamda kamu hizmeti kavramlarını çıkarmak, kuşkusuz oldukça güç bir çabadır. En iyisi, Anayasadaki "toplumsal devlet" kavramının gereğine uymalı, kamu yönetiminin sarsılmaması için, ceza yasası metinlerinin açık ve sınır­ ları çizilebilir kesinlikte olması ilkelerinin ışığında ve ceza hukukunun amaçları doğrultusunda "memur" kavramı yeniden tanımlanmalı, belirsiz kavramlara yer verilmemelidir (7). Bu nedenlerle Öntasarının (md. 4/4) T.C. yasasının 279. maddesindeki tanımı, dili yalınlaştırarak alması yerine olmamıştır. 17. Ceza uygulamasında kişi olarak memur ve kamu hizmeti görevlisi tanımlarına geçmeden önce, anılan 279. maddedeki kimi kavramlar üzerinde durmayı sürdürelim. "Kamu kuruluşu ya da kurumu (ente pubblico)", bir bireyler topluluğu biçiminde ortaya çıkar ve kamu yönetiminin yanı sıra malvarlığının bir amaca özgülenmesi ve kamu yararına işletilmesi olarak kendini gösterir (1). Devletin (5) CGK., 25.11.1985, 410/595. 25.4.1988,41/168. Aynı doğrultuda: CGK., 21.12.1987, 500/673; (6) EREM, Faruk, Türk Ceza Kanunu Şerhi, II, Ankara, 1993, s. 1498; KIRMIZIGÜL, s. 43. içtihatlar için bakınız: ÇAĞLAYAN, s. 46-48, 1876, sayı: 3-4, s. 228-237. (7) EREM, s. 1499.. (17) (1) ONAR, II, s. 1002 vd.; OTTAVIANO, Vittorio, Ente pubblico, Enciclopedia del diritto, XIV, Milano, 1965, s. 963-975; BARILE, Paolo, Istituzioni di diritto pubblico, Padova, Doç. Dr. Sami SELÇUK 41 ve kamu kuruluşlarının yaptıkları ise, kamu etkinlikleridir. Bunlar kamu görevi ya da kamu hizmeti olarak ortaya çıkarlar (2). Öyleyse, yukarıdaki kamu görevi ve kamu hizmeti kavramlarının tanımı ışığında, ceza yasası uygulamasında "memur"; kamu görevini/etkinliklerini yapan, onları oluşturan, onlara katılan kimsedir. Kamu hizmeti görevlisi de, bu hizmeti yürüten kimsedir. Şimdi de "müstahdem" ve "diğer kimse" terimlerine geçebiliriz. "Müstahdem" ve "diğer kimse" terimleri, T.C. Yasasının hem kamu gö­ revi ve hem de kamu hizmetinden söz eden fıkralarında kullanılmıştır. "Müstahdem" bir bedel karşılığında, kendi özgür iradesiyle sürekli olarak bir işi yapan kimsedir. Eğer o işi zorla yaparsa, "müstahdem” değil, "yükümlü (mükellef)'1 söz konusu olur. Devlet Memurları Yasasının 4. maddesindeki memur tanımı aslında "müstahdemin tanımıdır. O yüzden, bir "memur" ya da "kamu hizmeti görevlisi", ceza hukuku anlamında kamu yönetiminin ya da kuruluşunun müstahdemi olur ya da olmaz. Söz konusu 279. maddenin 1. ve 2. fıkralarının ilk bentlerinde müstahdem sayılan memur ve kamu hizmeti görevlilerinden bu nedenlerle söz edilmiştir (3). Öte yandan iş/çalışma (istihdam) bağlantısı olmayan kimseler de vardır. Anılan 279. maddelerin 1. ve 2. fıkraların 2. bentlerinde de bunlardan söz edilerek, müstahdem olmadığı halde memur ya da kamu hizmeti görevlisi sayılan kimselere değinilmiştir. Böylece ortaya çıkan sonuç şu olmaktadır: T. Ceza Yasasının 279. maddesine göre, memur sayılanların bir bölü­ mü, kamu yönetimi ve kuruluşlarıyla bir iş/çalışma (istihdam) bağlantısı içindedirler. Bunlar yasama görevini yapan milletvekilleri; yargı görevinde çalışan yargıçlar, savcılar, adliye yazı işleri müdürleri, tutanak yazmanları, icra müdür ve memurları vb. ile yönetimde görev alan Cumhurbaşkanı, ba­ kanlar, müsteşarlar, bakanlıklarda ya da taşra yönetiminde, katma bütçeli kuruluşlarda, yerel yönetimlerde çalışanlar vb.dir. Memur sayılan "diğer 1972, s. 361; ALESSI, Renato, Principi di diritto amministrativo, Milano, 1971,1, n. 38, 39; MORTAT1, Costantino, İstituzioni di diritto pubblico. Padova 1972, Iı, s. 821 vd. (2) ERMAN, Ceza..., s. 258. (3) ERMAN, Ceza..., s. 257, 258. İDARE VE CEZA HUKUKLARINDA MEMUR KAVRAMI 42 kimseler" ise, iki kesimde toplanabilirler. Bir bölümünün iş bağlantısı vardır, ama teknik anlamda müstahdem değildir. Çünkü görevlerini meslek edin­ memişler, kadroya girip görevle kaynaşmamışlardır. Bunlar "fahri ajanlar" olup, eğer yukarıda tanımlandığı gibi kamu görevi yapıyorlarsa memur, ka­ mu hizmeti yapıyorlarsa kamu hizmeti görevlisidirler. "Diğer kimseler"in me­ mur sayılan ikinci kesimi ise özgür bireylerdir. İş ilişkileri yoktur. Kamu görevi ya da hizmeti görmeleri, ya bir zorunluluktan ya da kamu yararından kay­ naklanır. Memur sayılan bu diğer kimselere, yasamada görev yapan seçim sandık kurulu üyeleri; yargıda görev yapan tanık, bilirkişi, çevirmen, yedie­ min; yönetimde görev yapan noterler, gemi kaptanları, iflas idaresi memur­ ları, sermaye piyasası başkanı ve üyeleri, özel güvenlik görevlileri girerler. Memur sayılmayan kamu hizmeti görevlilerinin iş bağlantısıyla çalışan kamu iktisadi devlet teşebbüsleri çalışanları ile odacı, kaloriferci, şoför, aşçı, otobüs biletçisi, itfaiye eri ve çavuşu, park ve mezarlık bekçileri gibi kişiler, "diğer kimseler"dir (4). 18. İdare ve ceza hukukuna göre memur kavramını belirledikten sonra, bunların hiç de birbirleriyle örtüşmediklerini söylemek gereğini bile duymu­ yorum. O nedenle, T. Ceza Yasasındaki "memur" tanımının idare hukukun­ daki, yani Devlet Memurları Yasasının 4. maddesindeki tanıma oranla daha dar (1) ya da geniş (2) olduğunu a priori olarak söylemek olanaksızdır. Gerçek şudur: Ceza ve idare hukuklarındaki tanımlar kimi zaman çakı­ şırlar. Sözgelimi, vali, kaymakam, hem yönetimin kadrosu içinde asli, sürekli kamu görevlerini yürütürler, bu açıdan idare hukukuna göre memurdurlar ve hem de yukarıda tanımlanan anlamda kamu görevi yaparlar ve bu açıdan ceza hukukuna göre memurdurlar. Kimi zaman da idare hukuku anlamında memur kavramı ceza hukuku anlamında memur kavramından daha geniştir. Sözgelimi KİT personeli idare (4) ERMAN, Ceza..., s. 257-270; Kamu İdaresine..., n. 919-927; ANTOLISEI, n. 176; FIORELLA, Antonio, Ufficiale pubblico, incarico di un pubblico servizio o di un servizio di pubblico necessitâ, Enciclopedia de diritto, Milano, 1992, XLV, s. 563 vd.; RUSSO, s. 5-8; ZUCCALA, s. 657-667; GOLDONİ, Umberto, (ortak yapıt), Codice penale commentato, Torina 1990, I, s. 664-673; PAGLİARO, s. 6-18; SEGRETO/..., s. vd., 51 vd; GRISPIGN1, s. 572-57; RANIER1, Silvio, Manuale di diritto penale, p. speciale, II, Padova, 1962, s. 185 vd.; Modifiche..., s. 335 vd. (18) (1) ÖNDER, s. 71 ve CGK., 20.1.1969, s. 31/17. (2) KEYMAN, s. 183. Doç. Dr. Sami SELÇUK 43 hukuku anlamında memurdur. Ama ceza hukuku anlamında, 11.2.1992 tari­ hinde yürürlüğe giren 3771 sayılı Yasada özel hüküm (md. 3) bulunmasa idi, yine memur sayılamazlardı. Çünkü bu personel ceza hukukundaki anlamda kamu görevi yapmamaktadır. Maaşlı imam, vaiz de böyledir. Kimileyin de durum tersinedir. İdare hukuku anlamında memur, ceza . hukuku anlamında memur kavramından daha dardır. Sözgelimi, bilirkişi, ta­ nık, noter ceza hukuku anlamında memur, idare hukuku anlamında memur değildir (3). 19. O nedenle T.B.M.Meclisinin 1255 sayılı yorum kararı, ceza uygula­ ma ve kovuşturmasındaki memur kavramlarını özdeşleştirmekle tam bir ya­ nılgıya düşmüştür. Karar öncesi Adalet Komisyonunun 16.5.1941 tarih ve 4/27-44 sayılı gerekçesinde belirtildiği gibi, MYY'dan sonra çıktığı halde T.C. Yasasında ayrıca “memur" tanımlamasının yapılması ve 279. maddede yalnızca "ceza uygulamasında" denilmesi de bunu gösteriyordu. Buna kar­ şılık Meclis İçişleri Komisyonunun 4.8.1941 tarih ve 4/27-37 sayılı düşünce yazısında bunun tersi savunulmuş ve 1255 sayılı karar da bu görüşü be­ nimsemiştir. Oysa, bu görüş, yanlış kavram ve temellere dayanıyordu. Bu görüşün gerekçesine göre, memurun MYY'na göre yargılanması, görevini karşılayan bir "hak"tı. İşte yanlış olan buydu. Zira "hak" kavramında iradilik vardır. Haktan vazgeçilebilir. Oysa, bir memur, MYY'na göre yargılanacaksa bundan vazgeçemez. Tıpkı milletvekilinin yasama dokunulmazlığından vazgeçememesi gibi. İkinci gerekçeye göre özel yasalarda kimi memurların MYY'na tabi olduklarının gösterilmesi, bu Yasanın D. Memurları Yasasıyla sınırlı olmadığını göstermektedir. Gerçek durum tam tersinedir. Çünkü o zaman özel yasalarda gösterilmeyen durumlar nasıl açıklanacaktır? Üçüncü gerekçe de şu idi: (O dönemdeki) Memurlar Yasası, MYY'nın kapsamını belirleyemezdi. Peki daha sonra yürürlüğe giren T.C. Yasası MYY'nın kap­ samını nasıl çizecektir? Dördüncü ve beşinci gerekçeler ise ne Danıştay kararlarını ve ne de Ceza Yasasının 279. maddesini doğru algılayabilmiş­ lerdir (1). Yukarıdaki açıklamalara göre, MYY, yönetimin saygınlığını korumak amacını taşıdığına göre, elbette buradaki memur, her şeyden önce idare hukuku anlamında memur olmalıydı. Ancak, ceza hukuku anlamında memur (3) Aynı görüş: DE JESUS, Damasio, E., Direito penal, Sâo Paulo, 1988, IV, s. 101-103. (19) (1) BEŞE, s. 14-20; ERMAN, Ceza..., 273, 274. 44 İDARE VE CEZA HUKUKLARINDA MEMUR KAVRAMI ile bunun sınırlı tutulması yerinde olacağından, doğru yargı da şu olmalıydı: "Hem idare ve hem de ceza hukukunda memur kavramının örtüştükleri kişiler hakkında MYY uygulanmalıdır". Zira, idare hukukundaki her memur ceza hukukunda memur olmadığından, KİT görevlileri, imam, vaizler hakkında MYY uygulanmayacaktır (2). Öte yandan, ceza hukukundaki her memur da idare hukukunda memur olmayacağından, tanık, bilirkişi, noter hakkında da MYY uygulanamayacaktır. Esasen bu, eylemli olarak olanaksızdır. Öte yandan Emekli Sandığı (3), Bağ-Kur (4) personeli hakkında da MYY. uygulanmamaktadır. Buna karşılık, köy muhtarları (5) ve 4541 sayılı Yasanın 3. maddesin­ deki görevlerini yaparken işledikleri suçlar nedeniyle mahalle muhtarları (6), köy bekçileri ^korucuları) (7), 4081 sayılı Yasanın 23. maddesi uyarınca çiftçi mallarını koruma bekçileri (8), 2803 sayılı Yasanın 15/d maddesi gereğince Jandarma erleri (9) hakkında MYY uygulanacaktır. Görüldüğü gibi, bugün de yürürlükte olan 1255 sayılı TBMM kararı, son derece yüzeysel ve uygulamacıyı açmazlara düşürücü niteliktedir. Uygula­ macının bu konuda idare hukukundaki ve ceza hukukundaki memur kav­ ramlarının boyutlarını iyi algılaması ve geometrik izdüşümlerin kesişme noktalarına göre alanını belirlemesi zorunludur. Bu nedenlerle 4235 sayılı Ankara Elektrik ve Havagazı ve Adana Elektrik Müesseseleri İdare ve İşletmeleri Hakkında Yasanın 17; 2804 sayılı Maden Tetkik ve Arama Enstitüsü Yasasının 12; 4750 sayılı İller Bankası Yasasının 2. maddeleri, görevliler hakkında MYY'nın uygulanmayacağını öngörmüşlerdir. (2) ERM AN, Ceza..., s. 262; CGK., 8.4.1985, 891/214; 26.5.1986, 97/310. (3) Danıştay 2. D., 23.5.1961, 643/1971. . (4) ÇETİN, Erol, M emurların Y argılanmalarına İlişkin Yasa Yürürlükten K aldırılm alı­ dır, Mali Hukuk Dergisi, Ocak-Şubat 1994, Sayı: 49, s. 19. Nitekim Yargıtay, bir kara­ rında M eclisin 1255 sayılı kararını dışlayarak, T. Ceza Yasasına göre mem ur sayıldıkları halde trafik muayene ve sınav kurulu üyeleri hakkında MYY'nın uygulanm ayacağına ka­ rar verm iştir (CGK., 18.9.1972, 271/282). (5) CGK., 11.2.1980,8/56. (6) CGK., 21.2.1987, 443/562. (7) 5. CD., 16.10.1983, 1583/2255. (8) CGK., 23.9.1985, 310/481. (9) 4. CD., 11.11.1988, 6633/7136. 45 Doç. Dr. Sami SELÇUK Buna karşılık 1329 tarihli İdare-i Umumiye-i Vilayet Yasasının 77/2. maddesi özel idare memurlarının, 1580 sayılı Belediye Yasasının 102. maddesi belediye başkanı, belediye memurları ve müstahdemlerinin, 442 sayılı Köy Yasasının 11. maddesi köy muhtarı ve suç ortaklarının, 2843 sayılı Yasayla değişik 625 sayılı Özel Öğretim Yasasının 49. maddesi uya­ rınca özel öğretim kurumlan yöneticisi ve öğretmenlerinin görevlerinden do­ ğan ya da görev sırasındaki işledikleri suçlardan dolayı MYY'nın uygulana­ cağı öngörülmüştür. Yargıtay, haklı olarak, özel yasalarda yer alan "memur gibi cezalandırı­ lır" biçimindeki deyişleri, "memur gibi yargılanır" anlamında algılamamış ve özel hüküm olmadıkça bu kişilerin MYY'na tabi olmayacağı sonucuna ulaş­ mıştır. Danıştayın kararları da bu doğrultudadır (10). —oOo— (10) CGK., 8.3.1971, 467/87, 25.11.1971, 382/32; KIRMIZIGÜL, s. 56. TARİHİ GELİŞİMİ İÇİNDE GÖZETİMLE ERTELEME (DENETİMLİ SERBESTLİK - SURSİS AVEC MİSE Â L'EPREUVE) VE FRANSA'DAKİ UYGULAMASI İLE KONUYA İLİŞKİN TÜRK CEZA KANUNU VE ÖNTASARI METİNLERİ (*) (IV) C oşkun E R B A Ş (**) • ANLATIM D Ü ZE N İ: l-B) Konuyla İlgili 1989 Tarihli Türk Ceza Kanu­ nunu Öntasarısı Madde Metinleri ve Gerekçeleri. Cezanın Ertelenmesi ve Hükmün Geri Bırakılması. 204- Cezanın Ertelenmesi. 205. Gerekçe. 206HükmünGeri Bırakılması. 207- Gerekçe. Güvenlik Tedbirleri. 208- Güvenlik Tedbirleri, Nev'ileri. 209- Gerekçe. 210- Güvenlik Tedbirlerine Hükmediimesi ve Tedbirlerin Uygulanması. 211- Gerekçe. 212- Güvenlik Tedbirlerine Hük­ medilecek Diğer Haller. 213- Gerekçe. 214- Şahsi Hürriyeti Bağlayıcı Güvenlik Tedbirleri. 215- Gerekçe. 216, Haklardan Yoksunluğu Gerektiren Güvenlik Tedbirleri ve Önleyici Kefalet. 217- Gerekçe. 218- Güvenlik Tedbirlerinin Re­ jimi. 219- Gerekçe. 220- Tedbirler, Cezalar. 221- Gerekçe. 222- Koruyucu Tedbirler. 223- Gerekçe. 224- Tedavi Edici Tedbirler. 225- Gerekçe. 226Eğitici Tedbirler. 227- Gerekçe. 228- Tekdir. 229- Gerekçe. 230- Çocuğun Yükümlere Tabi Tutulması. 231- Gerekçe. 232- Kamu Yararına Bir İşte Ça­ lıştırma. 233- Gerekçe. 234- Çocuklar Hakkında Para Cezası. 235- Gerekçe. 236- Çocuklara ve Küçüklere Özgü Hapis Cezası. 237- Gerekçe. 238- Ço­ cukların Cezalandırılması. 239- Gerekçe. 240- Tedbirlerin ve Cezaların Uy­ gulanması. 241- Gerekçe. Küçüklere Ait Ceza Rejimi. 242- Küçüklerin Ceza­ landırılması. 243- Gerekçe. 244- Küçükler Hakkında Para Cezası. 245- Ge­ rekçe. 246- Küçükler Hakkında Tedbir Uygulanması. 247- Gerekçe. 248- Sağır-Diisiz Çocuk ve Küçükler. 249- Gerekçe. 250- İnfaz Rejiminde Değişiklik. 251- Gerekçe. Çocuk ve Küçükler Hakkında Müşterek Hükümler. 252- Sınır Dışı Edilme. 253- Gerekçe. 254- Hükmün Geri Bırakılması. 255- Gerekçe. 256- Cezanın Ertelenmesi. 257- Gerekçe. 258- Şartla Salıverilme. 259- Ge­ rekçe. 260- Denetim. 261- Gerekçe. SEKİZİNCİ BÖLÜM. 1-§ Kaynakça ve kısaltılan eser isimlerine göre kaynakça. B- Kısaltmalar. (*) Yargıtay Dergisi, E kim -1996, Sayı: 4, Sayfa: 452-490'dan devam. (**) Yargıtay 8. CD. Tetkik Hâkimi. Coşkun ERBAŞ l-B) 47 KONUYLA İLGİLİ 1989 TARİHLİ TCK.NUN ÖNTASARISI MADDE METİNLERİ VE GEREKÇELERİ Cezanın Ertelenmesi ve Hükmün Geri Bırakılması 204- Cezanın ertelenmesi Madde 7 9 - Suçun işlenmesinden önceki beş yıl içerisinde kasıtlı bir cürümden dolayı üç aydan fazla bir şahsi hürriyeti bağlayıcı ceza ile mahkum edilmemiş olan kimse, işlediği suçtan dolayı ağır veya hafif para veya iki yıla kadar (iki yıl dahil) hapis veya hafif hapis cezalarına mahkum edilir ve geç­ mişteki hali ve suç işleme hususundaki eğilimine göre ertelenmesi ilerde suç işlemekten çekinmesine sebep olacağı hususunda mahkemece kanaat geti­ rilirse, cezanın ertelenmesine hükmolunabilir. Evvelce para cezasına hü­ kümlülük ertelemeyi engellemez. Suç tarihinde altmıbeş yaşını ikmal etmiş bulunanların para cezaları ile üç yıla kadar (üç yıl dahil) şahsi hürriyeti bağlayıcı cezaları hakkında da yukardaki fıkra hükümleri uygulanır. Erteleme kararının infazı failin gücü oranında şahsi hakların tazmini veya temini şartına tabi tutulabilir. Tazminat kabilinden olan para cezaları ve zabıt veya müsaderesi ka­ nunen mecburi olan eşya ve yargılama giderleri hakkında verilen hükümlerin infazı ertelenemez. Cezaların içtimai halinde hâkim, erteleme kararını bunlardan bazılarına hasredebilir. Erteleme, mahkeme kararında aksi belirtilmedikçe, fer'i cezaları da kapsar. Cezası ertelenen hükümlü hakkında bir yıl ile beş yıl arasında tespit edilecek bir denetim süresi belirlenir ve bu süre içerisinde hükümlü 93 üncü maddenin A/2 bendine göre denetimli serbestlik tedbirine tabi tutulur. Hâkim, hükümlünün özelliklerine göre belirleyeceği bu sürenin tedbire tabi tutulmadan geçirilmesine de karar verebilir. Ceza, denetimli serbestlik altında ertelendiğinden, denetim süresi içeri­ sinde özellikle mesleki faaliyetler, ikâmet yeri, tıbbi kontrol, alkollü içkilerden 48 TARİHİ GELİŞİMİ İÇİNDE GÖZETİMLE ERTELEME VE FRANSA'DAKİ UYGULAMASI İLE KONUYA İLİŞKİN TÜRK CEZA KANUNU ÖNTASARI METİNLERİ (IV) uzak kalma bakımından hükümlüde uygun sosyal davarınş biçimlerinin yer­ leşmesine çalışır. Hâkim bu süre içerisinde hükümlüye, denetimli serbestlik tedbiri bakımından tüzüğünde gösterilen diğer bir kısım mecburiyetleri de yükleyebilir ve gerektiğinde bunları kaldırabilir veya değiştirebilir. Denetim süresi içinde hükümlü, şahsi hürriyeti bağlayıcı cezayı gerekti­ ren kasıtlı bir cürüm işler veya kendisine yüklenen davranış mecburiyetlerini, hâkimin uyarısına rağmen, ihlâlde ısrar eder veya denetimli serbestlik ted­ birinin uygulanmasından kaçacak olursa, ertelenen cezanın kısmen veya tamamen infazına karar verilir veya şartları varsa tekerrür hükümleri uygu­ lanır. Suçun denetim süresi içerisinde işlenmesi yeterlidir. Denetim süresi kanuna uygun olarak geçirildiğinde hükümlülük yok sa­ yılır. 205- Gerekçe Madde 7 9 - Madde cezanın ertelenmesi yönünden Türk ceza hukukuna çok önemli değişiklikler getirmektedir. Madde, bir kere çağdaş kanunların benimsendiği ana prensibi vurgulamış ve kısa süreli şahsî hürriyeti bağlayıcı cezaların infazından mümkün oldukça kaçınma ilkesine uygun olarak dü­ zenlenmiştir. Bu sebepledir ki, erteleme imkânı geniş tutulmuş ve iki yıla kadar (iki yıl dahil) hapis veya hafif hapis cezalarının ertelenebileceği mad­ dede belirtilmiştir. Ayrıca altmışbeş yaşını ikmâl etmiş bulunanların üç yıla kadar (üç yıl dahil) olan hapis ve hafif hapis cezalarının ertelenebileceği bir istisna olarak kabul edilmiştir. Ertelemenin mahkumiyete ait şartları bakımından da erteleme imkanı genişletilmiştir: Bir kere cürümden dolayı üç aydan fazla şahsi hürriyeti bağlayıcı cezaya mahkumiyet ertelemeye engel etki yapmakta ve bu hü­ kümlülüğün de suçun işlenmesinden önce beş yıl içerisinde ve kasıtlı bir cürümden dolayı gerçekleşmiş bulunması gerekmektedir. Beş yıl geçtikten sonra gerçekleşen mahkumiyet, ceza ne olursa olsun, ertelemeye engel ol­ mayacaktır. Ertelemenin ehliyet şartı olarak da madde "geçmişteki hali ve suç işleme hususundaki eğilimi" ölçü olarak almış ve böylece insan haysiyetine daha uygun bir ölçü tercih edilmiştir. Mahkeme kararlarının gerekçeli olması hakkındaki ilke gözönünde tu­ tularak ertelemenin veya cezayı ertelemenin sebeplerinin kanunda yer alan Coşkun ERBAŞ 49 ibarelerin tekrarı mahiyetinde olmayacak biçimde anlam taşıyacak surette belirtilmesinin lüzumu açıktır. Madde bu esası belirtmek âmacıyla üçüncü fıkrasında hüküm ihtiva etmektedir. Diğer yandan tazminat kabilinden olan para cezalarının, maddenin dör­ düncü fıkrasında, ertelenemeyeceği belirtilmiş ayrıca zapt ve müsaderesi gereken eşya ile yargılama giderlerinin de erteleme hükmü için ithal edile­ meyeceği açıklanmıştır. Cezaların içtimai halinde ise hâkim erteleme kararını bunlardan bazıla­ rına hasredebilecektir. Ertelemenin fer'i cezalar üzerindeki etkisine gelince: İlke ertelemenin fer'i cezaları da kapsamasıdır; ancak hâkim kararında ertelemenin fer'i cezaları kapsamadığına karar verebilecektir. Öntasarının erteleme kurumu bakımından getirdiği önemli bir yenilik de, cezası ertelenen hükümlünün hâkim tarafından belirlenecek bir süre ile de­ netime ve bu süre içerisinde 93* üncü maddenin A bendine göre denetimli serbestlik tedbirine tabi tutulmasıdır. Hâkim süreyi bir yıl ile beş yıl arasında tâyin edebilecektir. Ancak, hükümlünün özelliklerini nazara alan hâkim bu sürenin tedbire tabi olmadan geçirilmesine de karar verebilecektir. Maddenin 9 uncu fıkrası denetimli serbestliğin esas amacının, hüküm­ lüde uygun sosyal davranış biçimlerinin yerleştirilmesi olduğunu belirtmek ve bu maksatla mahkumun özellikle mesleki faaliyetleri, ikamet yeri, tıbbi kont­ rol, alkollü içkilerden uzak kalma gibi hususlarda etkin olmayı gerektireceğini açıklamaktadır. Hakim bu süre içerisinde hükümlüye tüzüğünde gösterilen diğer bir takım mecburiyetleri de yükleyebilecektir. Hâkim bu yükümlere ge­ rek kalmadığını tespit ettiğinde bunları kaldırabileceği gibi değiştirmek im­ kanına da sahip bulunmaktadır. Maddenin onuncu fıkrası, denetim süresi içinde hükümlünün hürriyeti bağlayıcı cezayı gerektiren kasıtlı bir cürüm işlemesi veya kendisine yükfenen davranış mecburiyetlerini ihlal etmesi veya denetimli serbestlik tedbirinin uygulanmasından kaçması hallerinde ne yapılacağını göstermektedir. Bu takdirde hâkim ertelenen cezanın ya tamamen ya da kısmen infazına karar verecektir. Bunun anlamı şudur ki, hükümlü bu halde mutlaka cezanın tü­ münü çekecek değildir. Ancak hükümlü hakkında, şartları varsa tekerrür hükümleri uygulanacaktır. 50 TARİHİ GELİŞİMİ İÇİNDE GÖZETİMLE ERTELEME VE FRANSA'DAKİ UYGULAMASI İLE KONUYA İLİŞKİN TÜRK CEZA KANUNU ÖNTASARI METİNLERİ (IV) Söz konusu hükümlülerin uygulanması için suçun denetim süresi içeri­ sinde işlenmiş olması yeterlidir, yoksa ikinci suçtan dolayı hükmün denetim süresi içinde verilmiş veya kesinleşmiş bulunması şart değildir. Maddenin son fıkrasına göre denetim süresi olaysız yani kanuni şartlara uygun geçirildiğinde hükümlülük yok sayılacak ve artık hiçbir hukuki sonuç doğurmayacaktır. 206- Hükmün geri bırakılması Madde 8 0 - Sanığa isnat olunan suçtan dolayı yapılan yargılama so­ nunda fiilin cezası, para cezası veya en çok bir yıla kadar (bir yıl dahil) hapis veya hafif hapis cezasından ibaret bulunduğunda hâkim, bir yıl ile iki yıl arasında tesbit edeceği bir denetim süresi içinde suçluyu denetimli serbestlik tedbirine tabi tutarak, hükmün tefhimini geri bırakabilir. Hükmün geri bırakılması için gerekli şartlar şunlardır: a) Kasıtlı bir cürüm sebebiyle sanık aleyhinde ilk defa kamu davası açılmış olması; b) Sanığın yeniden suç işlemeyeceği hususunda kanaat gelmiş olma­ sı; c) Sanık hakkında kişilik özellikleri itibariyle bir cezaya hükmedilmesine gerek görülmemesi; d) Suçun sebebiyet verdiği zararların telafi edilmiş olması; e) Suçla bozulan huzur ve sükunun avdet etmiş bulunması. Bu karara karşı acele itiraz yolu açıktır. Hakkındaki hüküm geri bırakılmış olan sanık, denetim süresi içinde ka­ sıtlı bir cürüm işler veya denetimli serbestlik tedbirinde kendisine yüklenen davranış kurallarını ısrarla ihlal edecek olursa hakim geri bıraktığı hükmü açıklar. Denetim süresi kanun ve nizamlara uygun olarak geçirildiğinde davanın düşmesine karar verilir. Müsadere olunan veya mülkiyeti Devlete geçmiş olan şeyler iade olunmaz. Coşkun ERBAŞ 51 207- Gerekçe Madde 8 0 - Maddede yeralan "hükmün geri bırakılması" bugün hemen bütün batı ülkelerinin ceza mevzuatında yer alan bir kurumdur. Özellikle, 1950'li yıllardan sonra Kara Avrupası ceza hukukuna girmiş ve bugün gerek Batı ve gerek Doğu Avrupa ülkeleri ceza sistemlerinde yerini almıştır. "Hük­ mün geri bırakılması" kurumu önce Anglo-Sakson hukukunda ortaya çıkmış ve daha sonra Kara Avrupası hukukunu etkileyerek ceza kanunlarına gir­ miştir: Nitekim, Fransız hukukunda bu kurum ilk önce 2.2.1945 tarihli Kanun ile küçük suçlular hakkında uygulanmaya başlanmış, daha sonra 1975 yı­ lında yapılan değişiklik ile yetişkinleri de kapsamı içine almıştır. Belçika'da aynı kurum 29 Haziran 1964 tarihli bir kanun ile hukuk sistemine getirilmiştir. Bu örneği, Hollanda, Japonya, Polonya, İsviçre gibi ülkelerde de görmek mümkündür. Hükmün geri bırakılması kurumu Anglo-Sakson hukuk sisteminde yar­ gılanması tamamlanmış olan sanığın belli bir süre denetim altında tutulması "probation" esasına dayanır. Hâkim sanığın suçluluk ve kusurluluğunu tesbit etmekle beraber cezaya hükmetmeyi geri bırakmakta ve onu belirli bir süre içerisinde denetim altında tutmaktadır. Davranışları, tâbi tutulduğu denetim süresi içinde olumlu bulunduğu takdirde suçlu için bir mahkûmiyet kararı verilmemektedir. Böylece deneme süresini başarıyla geçirmiş olan suçlu, hakkında verilmiş bir yargı kararına muhatap olmamaktadır. Bu kurum, çağdaş ceza hukukunun amaçlarından biri olan kişiyi mümkün olduğu kadar damgalamamayı ve toplum ile uyum sağlanmasını gerçekleştirici bir uygu­ lama niteliğindedir. İşte çağdaş ceza hukukunda vatandaşlık hakkını kazanmış olan bu kurum, bu Öntasarıyla Türk hukukuna getirilmektedir. Böylece Türk ceza uygulamasında yeni bir döneme gidildiğini söylemek mümkündür. Öntasarının bu maddesinde yer aldığı şekliyle hükmün geri bırakılması konusunda hâkime tam bir takdir hakkı verilmiştir. Maddede, hükmün geri bırakılması ile ilgili şartların somut olayda gerçekleşmiş olması sanık hak­ kında hükmün geri bırakılması için bir hak teşkil etmemektedir. Hükmün geri bırakılması kurumun uygulanması için suçlunun yargılan­ ması ve işlediği fiil karşılığında kanunda para cezası veya bir yıldan fazla (bir yıl dahil) hapis cezasının öngörülmemiş bulunması gereklidir, dikkate alına­ cak ceza, kanunda fiil karşılığında öngörülmüş bulunan soyut cezadır. 52 TARİHİ GELİŞİMİ İÇİNDE GÖZETİMLE ERTELEME VE FRANSA'DAKİ UYGULAMASI İLE KONUYA İLİŞKİN TÜRK CEZA KANUNU ÖNTASARI METİNLERİ (IV) Hâkim yargılamakta olduğu suçla ilgili olarak sanığın kişisel durumunu, işlediği fiili bütün yönleriyle inceleyecek, delilleri toplayacak ve yargılamayı bitirecektir. Ancak nihai hükmü tefhim etmeyecektir. Bunun yanısıra hâkim, sanığa bir ilâ iki yıllık bir denetim süresi içinde, denetimli serbestliğe tabi tutulacağını ve hükmün geri bırakıldığını bildirecektir. Hâkimin tamamen takdir yetkisi içinde kalan bu kurumun uygulanabil­ mesi için beş şartın var olması gerekmektedir: a) Sanık aleyhine kasıtlı bir cürüm sebebiyle ilk defa kamu davası açıl­ mış olması; b) Sanığın yeniden suç işlemeyeceği hususunda kanaat husule gelmiş bulunması; c) Sanık hakkında kişilik özellikleri itibariyle cezaya hükmedilmesine gerek görülmemesi; daha açık ifadesi gerekli ise, ceza ile amaçlanan sonu­ cun esasen mevut bulunması; d) Suçun sebebiyet verdiği zararların telâfi edilmiş olması; e) Suçla bozulan huzur ve sükunun avdet etmiş bulunması. Maddede yeralan diğer şartlar ise cezanın ertelenmesine ait şartlarla benzerlik arzetmektedir. Hakkında verilecek hüküm geri bırakılmış olan sanık, tabi tutulduğu denetim süresi içinde kasıtlı bir cürüm işlediği veya denetimli serbestlik ted­ birinin getirdiği davranış kurallarını ısrarla ihlal ettiği takdirde hâkim, yargı­ lama sonunda ulaştığı hükmü açıklayacaktır. Buna karşılık sanık, denetim süresi içinde denetim şartlarına uygun olarak hareket ettiğinde hâkim adı geçen hakkında açılmış bulunan kamu davasının düşmesine karar verecektir. Böylece hükmün geri bırakılmasına tâbi tutulan kişiye suçlu damgası vurulmamış olacaktır. Ancak, yargılama sonunda bazı şeylerin müsaderesine karar verilmiş veya bir kısım eşyanın mülkiyeti Devlete geçmiş ise, davanın düşmesine karar verilse de, bu şeyler iade olunmayacaktır. Maddede, ayrıca bu karara karşı kanun yolu da gösterilmiş bulunmak­ tadır. Hükmün geri bıkakılması kararına karşı ilgililerin acele itiraz yoluna Coşkun ERBAŞ 53 başvurma hakları vardır. Davanın düşmesine karar verildiği hallerde de genel hükümlere göre temyiz yolu açık bulunmaktadır. GÜVENLİK TEDBİRLERİ 208- Güvenlik tedbirleri, nev'ileri (1) Madde 9 3- A) Şahsi hürriyeti bağlayıcı güvenlik tedbirleri şunlardır: 1. Bir eğitim-iş evinde veya tarım işletmesinde islâh edilme, 2. Denetimli serbestlik, 3. Belli yerlerde ikâmetin yasaklanması, 4. İçki içilen veya benzeri yerlere gitmekten yasaklanma, 5. Akıl maluliyeti veya diğer bir ruhi zaaf veya sakatlık sebebiyle cezaları indirilmiş olan suçluların bu husus için kurulmuş bir sağlık kurumunda tedavi altına alınmaları, 6. Sarhoşluğu veya uşuturucu madde kullanmayı alışkanlık haline ge­ tirmiş bulunan suçluların tedavi altına alınmaları, 7. Yabancılar hakkında sınır dışı edilme. B) Haklardan yoksunluğu gerektiren güvenlik tedbirleri şunlardır: 1. Füruuna veya eşine karşı hapis cezasını gerektiren bir suç işlemiş bulunan hükümlünün, füruu üzerindeki velâyet hakkının veya vasilik veya kayyımlık sıfatının kaldırılmasına ilişkin olup Türk Kanunu Medenisinde yer alan hükümlerin uygulanmasına ve failin kocalık haklarından yoksun kılın­ masına, işlenen suçun niteliği, fail ile mağdur arasındaki ilişkiler, suçlunun kişilik özellikleri gözönüne alınmak suretiyle karar verilebilmesi, 2. Hakkında hapis cezasına hükmedilen failin cezanın infazı süresince mahcuriyet halinde bulundurulmasına karar verilebilmesi. C) Önleyici kefalet. (1) Krş. geride n. 96 vd., 184 vd., 194 vd., ilerde n. 220 vd., 230 vd. 54 TARİHİ GELİŞİMİ İÇİNDE GÖZETİMLE ERTELEME VE FRANSA'DAKİ UYGULAMASI İLE KONUYA İLİŞKİN TÜRK CEZA KANUNU ÖNTASARI METİNLERİ (IV) 209- Gerekçe Madde 9 3 - Öntasarının bu maddesi güvenlik tedbirlerinin çeşitlerini göstermektedir. Bilindiği üzere, bugün Batı kanunları arasında suçlunun ıslâhını sağlamak ve bu yolla sosyal savunmayı güvence altına almak amacıyla, güvenlik tedbirlerine yer vermeyen, hemen hemen, hiç bir ceza kanunu kalmamıştır. Güvenlik tedbirlerinin değişik tasnifleri arasında 93 üncü madde, bu tedbirleri şahsi hürriyeti bağlayıcı ve haklarından yoksunluğu gerektirici ol­ mak üzere iki gruba ayırmış bulunmaktadır. Maddede yer alan güvenlik tedbirlerinden birinci grubu şahsi hürriyeti bağlayıcı güvenlik tedbirleri teşkil etmektedir; bu tedbirlerin ne gibi süreler için hükmedilebilecekleri ise 96 ncı maddede gösterilmiştir. Şahsi hürriyeti bağlayıcı güvenlik tedbirlerinden birincisi "bir eğitim-iş evinde veya tarım işletmesinde suçlunun ıslâh edici maksat güden bir eğiti­ me tâbi tutulmasıdır. "Denetimli serbestlik" genel olarak, özel şekilde seçilmiş suçlular hak­ kında kamu davasının açılmasının veya duruşma yapılmasının veya ceza­ nın hükmedilmesinin şartlı olarak geri bırakılmasını ve serbest bırakılan suçlu hakkında onun kişiliğini hedef tutan bir kontrol yönetme ve idare sis­ teminin uygulanmasını belirleyen bir tedbirdir. Amaç 96 ncı maddenin ikinci fıkrasında açıkbir şekilde belirtilmiştir. Ancak Öntasarı bu tedbiri suçtan do­ layı aslî cezalardan birisine mahkum edilmiş bulunan suçlunun, cezasını çektikten sonra tâbi tutulabileceği bir tedbir olarak kabul etmiş ve bir kısım Batı kanunlarından böylece ayrımış bulunmaktadır. Sadece 80 inci madde­ nin öngördüğü kurum ayrıca kabul edilmişti. 97 nci maddenin 2 nci bendi gereğince bu tedbir yerine hâkim önleyici kefalete de hükmedebilecektir. “Belirli yerlerde ikâmetin yasaklanması" aslî cezanın çekilmesinden sonra hâkimin, kanunun yetki verdiği hallerde, suçlunun belirli yerlerde ikâmetini men edebilmesidir. Bu tedbirin, mevzuatımızdan artık çıkarılmış olan "belirli yerlerde ikâmete mecbur etme" ile ilgisi yoktur. Burada söz ko­ nusu olan tedbir, suçluyu kendisini suç işlemeye şevketmiş bulunan etkiler­ den kurtarmaktır ve onu belirli bir yerde ikâmete mecbur etmek değildir. Hükümlü mahkemenin tayin edeceği bir yer dışında istediği yerde ikâmet edebilir. Hâkim hatta bir şehri belirli bir mahallesini de yasaklayabilir. Coşkun ERBAŞ 55 "İçki içilen veya benzeri yerlerde gitmekten yasaklanma" failin asli ce­ zasını çektikten sonra hakimin kararında açıkça belirteceği içki içilen veya benzeri, meselâ barlar, kumarhaneler gibi yerlere gitmekten yasaklanması­ dır. 33 üncü maddede tam olarak veya önemli derecede şuur ve hareket serbestliğini ihlal eden akıl maluliyetine uğramış kişilerin cezaen sorumlu bulunmadıkları açıklanmıştır. Aklî veya ruhî durumları itibariyle bu halde bulunmamakla beraber, gene de aklî ve ruhî hallerinin temel-cezanın tesbitinde nazara alındığı ve bu hal takdiri hafifletici sebep sayılarak cezanın in­ dirilmiş bulunduğu hallerde ise işte bu maddenin 5 inci bendinde yer alan tedavi tedbirine hâkim tarafından hükmolunabilecektir. Bu tedavinin mutlaka yatırılarak yapılması şart değildir; ayakta tedavi de mümkündür. 33 üncü maddenin ikinci fıkrası gereğince hâkim bu halde güvenlik tedbirinin ceza yerine geçeceğine de karar verebilecektir. 35 inci maddenin 2 nci bendinde yazılı halde ise kanuni bir hafifletici sebep söz konusudur ve orada yazılı hüküm uygulanacaktır. Maddenin 6 ncı bendinde aynı suretle sarhoşluğu veya uyuşturucu madde kullanması iptila mertebesinde olmayan ve fakat alışkanlık düzeyinde bulunan suçlunun asli ceza ile birlikte tedavi altına alınması tedbirine yer verilmiştir. Maddenin 7 nci bendinde yer alan sınırdışı edilme tedbiri idari mercilerin yurt dışına çıkarma hususundaki yetkilerini kaldırmış değildir; bu yetkiler mahfuzdur. Haklardan yoksunluğu gerektiren güvenlik tedbirlerinden birincisi suçlu hakkında, belirli şartlarla velâyet hakkının veya vasilik veya kayyımlık sıfa­ tının kaldırılmasına veya kocalık haklarından yoksun kılınmasına karar verilebilmesidir. Bu tedbirin uygulanabilmesi için şart, suçlunun füruu veya eşine karşı hapis cezasını gerektiren bir suç işlemesidir. Böyle bir halde hâkim velâyetin nez'ine veya kayyımlık sıfatının kaldırılmasına veya koçaklık hak­ larından yoksun kılınmasına karar verebilecektir. Ancak, kanun hâkimin söz konusu yetkisini kullanabilmesi bakımından şu takdir unsurlarını vazetmiş bulunmaktatır. Hâkim suçun niteliğini, fail ile mağdur arasındaki ilişkileri, suçlunun kişilik özelliklerini nazara alacaktır. Sözgelimi fiilin taksirli bir suç teşkil etmesi, 56 TARİHİ GELİŞİMİ İÇİNDE GÖZETİMLE ERTELEME VE FRANSA'DAKİ UYGULAMASI İLE KONUYA İLİŞKİN TÜRK CEZA KANUNU ÖNTASARI METİNLERİ (IV) mağdurun hatalı hareketleriyle suça sebebiyet vermiş olması, olayda çok ciddi takdiri hafifletici sebeplerin varlığı gibi hallerde bu tedbiri tatbik etmeyebilecektir. Maddenin ikinci fıkrasında ise, daha ziyade suçluyu korumak amacına yönelik bir tedbire yer verilmiştir: Buna göre hapse mahkûm edilen suçlu hakkında cezanın süresi ne olursa olsun bu tedbire yani suçlunun hacir altına alınmasına karar verilebilecektir. C bendinde yer alan "önleyici kefalet" Öntasarıda hâkimin takdirine göre 93 üncü maddenin, A/1, 2, 3, 4, 7 nci bentlerinde öngörülen tedbirler yerine ikâme edilmek üzere getirilmiş bir tedbirdir. Hâkimin takdirine göre, hakkında maddede belirtilen tedbirlere hükmedilebilecek olan veya kanunun emri ge­ reği bu tedbirlerden birisinin uygulanması gereken suçlu hakkında, maddede belirtilen aşağı ve yukarı sınırlar arasında hâkimin tayin edeceği bir meblağı suçlunun kefalet olarak vermesine veya yanı değerde ipotek göstermesine veya muteber bir kefil göstermesine karar verebilmesidir. Bu gibi hallerde önce belirli bir süreyle yukarıda sözü edilen tedbirlere hükmedilecek ve sonra bunları hâkim takdirine göre önleyici kefalete çevirebilecektir. Tedbirler için hâkim tarafından tayin edilen süre içerisinde suçlu yeniden bir suç işlemez veya tedbirlere ait yasaklara uyacak olursa, kefalet hükümlüye iade olunur; aksi halde ise Hâzineye irad kaydedilir ve tedbir tam olarak uygulanır. 210- Güvenlik tedbirlerine hükmedilmesi ve tedbirlerin uygulanması Madde 9 4 - Haklarında güvenlik tedbiri uygulanacağı veya uygulanabi­ leceği kanuda belirtilen suçlular için 93 üncü maddede gösterilen tedbirlerden birinin uygulanmasına hâkim tarafından karar verilir. Güvenlik tedbiri hük­ medilebilecek birden fazla suç işleyenler hakkında tedbirlerden yalnız birine hükmedilir ve bu tedbir uygulanır. Hâkim, gerekli gördüğünde uygulanmakta olan güvenlik tedbirini değiş­ tirebilir. Bu halde esas hükümde belirtilen tedbir süresi değişmez ve sadece geri kalan müddet yeni tedbire göre ikmal ettirilir. Güvenlik tedbirlerinin devamında yarar kalmadığı hallerde, tedbirin aşağı sınırı infaz edilmiş olmak şartıyla, tümüyle kaldırılmasına hükmü veren mahkeme tartından karar verilebilir. Coşkun ERBAŞ 57 93 üncü maddenin (A) fıkrasının 5 ve 6 ncı bentlerinde yer alan güvenlik tedbirlerinin infazına derhal başlanır ve cezanın infazı tehir olunur. Bu hal­ lerde tedbirin uygulanması suretiyle geçirilen süre ceza süresinden indirilir. 5 ve 6 ncı bentlerde yazılı tedbirlerin ayakta infazı halinde bu fıkra hükmü uygulanmaz. Haklardan yoksunluğu gerektiren güvenlik tedbirleri, mahkumiyet hük­ münün kesinleşmesi tarihinden itibaren uygulanmaya başlanır. Cezayı düşüren sebepler, güvenlik tedbirini de düşürür. Güvenlik tedbirlerinin infazından kaçan suçlu hakkında 455 inci mad­ denin gösterdiği cezalar uygulanır. 211- Gerekçe Madde 9 4 - Madde güvenlik tedbirlerine hükmedilmesi ve bunların uy­ gulanması hususundaki esasları göstermektedir; söz konusu esaslar şöyle belirtilebilir: 1. Öntasarı güvenlik tedbirlerinin uygulanmasını bazı hallerde mecburî kılmış, bazı hallerde ise hâkimin takdirine bırakmıştır. Ancak, her halde bu tedbirlerin hükmolunabilmesi ve uygulanabilmesi hâkimin kararına bağlıdır. Böylece idari kararlarla güvenlik tedbirlerine hükmolunabilmesi veya uygu­ lanması mümkün değildir; güvenlik tedbirlerine hükmolunması bir yargı işle­ midir. 2. Güvenlik tedbirleri ancak bir suçtan dolayı aslî bir cezaya mahkumiyet halinde hükmedilebilir. Kişinin mücerret tehlike hali, Öntasarının kabul ettiği sistemde, güvenlik tedbirlerinin hükmedilmesine imkân vermez. 3. Bir suçlu hakkında, işlediği suçların sayısı ne olursa olsun içtima veya tekerrür halinde de ancak bir tek güvenlik tedbirine hükmedilecektir; yoksa her suç karşılığı ayrı ayrı güvenlik tedbirlerine hükmolunmayacaktır. Bu hu­ sus, birinci fıkranın ikinci cümlesinde açıkça belirtilmiştir. 4. İkinci fıkra gereğince, hükmü veren hâkim veya mahkeme gerekli gördüğü takdirde uygulanmakta olan güvenlik tedbirini değiştirebilir. Böylece güvenlik tedbirinden failin gerektiği ölçüde yararlanmadığı anlaşıldığında, hâkim bunun yerine başka bir tedbire hükmedebilecektir. Ancak bu halde esas hükümde belirtilen tedbir süresi aşılmayacak ve suçlu hakkında hükme 58 TARİHİ GELİŞİMİ İÇİNDE GÖZETİMLE ERTELEME VE FRANSA'DAKİ UYGULAMASI İLE KONUYA İLİŞKİN TÜRK CEZA KANUNU ÖNTASARI METİNLERİ (IV) nazaran tedbirin geri kalan kısmı yeni tedbirin şartlarına göre uygulanacak­ tır. 5. Herhangi bir güvenlik tedbirinin uygulanmasında, artık fail veya top­ lum bakımından bir yarar kalmadığının tesbit olunduğu hallerde, tedbire ait 96 nci maddede belirtilen alt sınırların çekilmiş olması kaydıyla, hükmü ve­ ren hâkim tedbirin tümüyle kaldırılmasına karar verebilecektir. Bu hususta, suçlu, savcı da tabii olarak hakime başvurabileceklerdir. 6. Maddenin dört ve beşinci fıkralarında hükümden sonra güvenlik ted­ birlerinin uygulanmasına ne zaman başlanacağı gösterilmiştir: Şahsi hürriyeti bağlayıcı güvenlik tedbirleri cezanın infazından sonra, şartla salıverilme ha­ linde ise, salıverilme tarihinden itibaren uygulanacaktır. Haklardan yoksun­ luğu gerektiren güvenlik tedbirleri ise, mahkumiyet hükmünün kesinleşme­ sinden sonra uygulanacaktır. 7. Maddenin altıncı fıkrasında, hükmedilen cezanın düşmesini gerekti­ ren kanuni sebeplerin, güvenlik tedbirlerini de düşüreceği belirtilmiştir. Maddenin son fıkrasında, güvenlik tedbirlerinin infazından kaçan suçlu hakkında 445 inci maddenin gösterdiği cezalara hükmedileceği açıklanmış­ tır. Tabii olarak 97 nci maddenin 2 nci bendinde yazılı halde, uygulanacak müeyyide saklıdır. 212- Güvenlik tedbirlerine hükmedilebilecek diğer haller> Madde 9 5 - Kanunun İkinci Kitabının Birinci Kısmının Yedinci; İkinci Kısmının Birinci, İkinci, Üçüncü, Dördüncü ve Beşinci Bölümlerinde yer alan cürümlerden dolayı beş yıldan fazla şahsi hürriyeti bağlayıcı bir cezaya mahkum edilenler hakkında, fiilin niteliği, fail ile mağdur arasındaki ilişkiler, failin kişilik özellikleri gözönüne alınmak suretiyle, cezaya ek olarak ayrıca bir güvenlik tedbirine hükmedilebilir. İki yılı aşmayan bir şahsi hürriyeti bağlayıcı cezaya mahkum edilmiş suçlunun birinci fıkrada belirtilen özellikler gözönüne alınarak cezasının aynı süreyle 93 üncü maddenin A fıkrasının 1 ve 2 nci bentlerinde gösterilen bir güvenlik tedbirlerine çevrilmesine mahkemece karar verilebilir. Bu halde gü­ venlik tedbirinin süresi içinde fail başka bir suç işlemez ve şartlara uygun surette hareket ederse ceza çekilmiş sayılır; aksi halde hükmedilen cezanın geri kalan kısmı aynen çektirilir. Coşkun ERBAŞ 59 İkinci fıkra hükmü, kanun gereği 93 üncü maddede gösterilen bir gü­ venlik tedbirinin hükmedilmesi zorunlu olduğu veya hâkimin böyle bir tedbire hükmedebileceği hallerde uygulanmaz. 213- Gerekçe Madde 9 5 - Maddenin birinci fıkrasında, Öntasarının belirli bölümlerinde yer alan kasten veya taksir ile kamu bakımından tehlike yaratma karakterini taşıyan suçlardan dolayı hâkimin bir güvenlik tedbirine hükmedebilmesi ön­ görülmüştür. Bu halde, güvenlik tedbirinin uygulanması için hâkimin ne gibi hususları gözönüne alacağı maddede teker teker açıklanmıştır. Dolavısıyle bu gibi hallerde güvenlik tedbirine hükmolunduğu takdirde, hakimin kararında söz konusu hususların bir güvenlik tedbirinin tatbikini gerektirmekte olduğuna ilişkin gerekçeyi göstermesi şarttır. Bu gerekçeye göre Yargıtay'ın da icap eden kontrolü yapacağı şüphesizdir. Maddenin ikinci fıkrasında ise, iki yılı aşmayan bir şahsi hürriyeti bağlayıcı cezaya mahkum edilmiş suçlunun, ki­ şilik özellikleri gözönüne alınarak cezasının aynı süreyle 93 üncü maddesinin A bendinin bir ve ikinci fıkralarında yazılı bir güvenlik tedbirine çevrilmesine mahkemece karar verilebilmesini ifade eden bir hüküm yer almaktadır. Bu halde güvenlik tedbirlerinin süresi olaysız olarak sona erdiğinde ceza çekil­ miş sayılacak, aksi halde ise hükmedilen cezanın olayın çıktığı andan son­ raki kısmı aynen çektirilecektir. Böylece cezai müeyyidelerin ferdileştirilme­ sini sağlayacak çok etkin bir araç hâkimin eline verilmiş olmaktadır. Maddenin son fıkrasında ise, ikinci fıkranın uygulanamayacağı haller gösterilmiştir. Kanun gereği bir güvenlik tedbirine hükmedilmesi gerektiği hallerde ikinci fıkra uygulanmayacaktır; 42, 43, 44 üncü maddelerde olduğu gibi. Gene hâkimin bir güvenlik tedbirine hükmedilebileceğinin kanunda be­ lirtildiği hallerde de bu fıkra hükmü uygulanmayacaktır; bu maddenin birinci fıkrasında yazılı hallerde olduğu gibi. 214- Şahsi hürriyeti bağlayıcı güvenlik tedbirleri (2) Madde 9 6 - 1. Bir eğitim - iş evinde veya tarım işletmesinde ıslah edilme tedbirinin süresi üç aydan üç yıla, 2. Belli yerlerde ikametin yasaklanmasının süresi bir yıldan üç yıla, (2) Krş. geride n. 147 vd., 192 vd., 200 vd.; ileride n. 216, 226, 228, 230, 232, 246, 254, 256. 60 TARİHİ GELİŞİMİ İÇİNDE GÖZETİMLE ERTELEME VE FRANSA’DAKİ UYGULAMASI İLE KONUYA İLİŞKİN TÜRK CEZA KANUNU ÖNTASARI METİNLERİ (IV) 3. İçki içilen veya benzeri yerlere gitmekten yasaklanmanın süresi altı aydan üç yıla, 4. Denetimli serbestlik tedbirinin süresi üç aydan iki yıla, kadardır. Denetimli serbestlik tedbirinin amacı, hükümlüyü yeniden suç işlemeye teşvik edici etki ve ilişkilerden uzaklaştırmak ve hükümlünün hayatta suç iş­ lemeden yaşayabilmesi için ona sosyal ve gerektiğinde maddi yardımların sağlanmasıdır. Bu maksatla hükümlü bir denetim görevlisinin kanun ve ni­ zamlara uygun gözetimi altında tedbir süresini geçirir ve bu suretle toplum ile yeniden bütünleşmesine katkıda bulunulur. 5. Akıl malûliyeti veya diğer bir ruhi zaaf veya sakatlık sebebiyle ceza­ ların indirilmiş bulunan suçlu hakkındaki zorunlu tedavi, hükümlünün bu ha­ linin salah bulmasına kadar devam eder. 6. Sarhoşluğu veya uyuşturucu madde kullanmayı alışkanlık haline ge­ tirmiş bulunan hükümlünün, zorunlu tedavi altına alınması, bu halin ortadan kalkmasına kadar devam eder. 7. Ülkede suç işlemiş bulunan yabancıların, kanunun ayrıca belirttiği haller saklı kalmak üzere, hükmedilecek cezaya ek olarak sınırdışı edilme­ lerine mahke nece her zaman karar verilebilir. 215- Gerekçe Madde 9 6 - Öntasarının bu maddesi şahsi hürriyeti bağlayıcı güvenlik tedbirlerinin aşağı ve yukarı sınırlarını göstermektedir. Maddenin 4 üncü bendinde yeralan denetimli serbestlik tedbirinin süresi ile amacı belirtilmiştir. Esas amaç hükümlüyü yeniden suça teşvik edecek, suça doğru yönlendirecek etki ve ilişkilerden uzaklaştırmakla beraber ayrıca onun suç işlemeden yaşamasını kolaylaştırıcı yardımlarda bulunmaktır. Bu sebeple denetimli serbestliğin bir eğitim tedbiri niteliğini taşıması gereklidir. Maddenin açıkça belirttiği gibi suçluya hem sosyal ve hem de maddi yardım sağlanacaktır. Bütün bu hizmetler de bir denetim görevlisi marifetiyle verile­ cektir. Suçlunun toplum ile bütünleştirilmesini sağlamak üzere bu görevli gereken her şeyi yapacaktır. Maddenin 5 inci bendinde geçen "salah" tabiri için 33 üncü maddenin gerekçesine bakılmalıdır. Coşkun ERBAŞ 61 Maddenin 7 nci bendinde söz konusu sınır dışı etme kararı, 95 inci maddenin ikinci fıkrasında belirtilen hallerde, tabii olarak suçlunun asli cezayı çekmeden derhal sınır dışı edilmesini gerektirebilecektir. Hükmedilen ceza­ nın iki yıldan fazla olması halinde işe, asli cezanın infazından sonra sınır dışı edilme tedbirinin uygulanması gerekecektir. Hâkim yabancı hakkında sınır dışı edilme kararını hükmün kesinleşmesinden sonra da verebilir. 216- Haklardan yoksunluğu gerektiren güvenlik tedbirleri ve önleyici kefalet Madde 9 7- 1. 93 üncü maddenin B/1 bendindeki şartlar gözönünde bu­ lundurulmak suretiyle, failin kocalık haklarından veya füru üzerideki velayet hakkından veya vasilik veya kayyımlık sıfatından doğan haklardan süresiz veya belirlenecek bir süreyle yoksun kılınmasına mahkemece karar verilir. 2. 93 üncü maddenin A/1, 2, 3, 4, 7 nci bentlerinde yer alan tedbirler yerine failin Devlet Hâzinesine ellibin liradan az olmayan bir meblağı'kefalet olarak yatırmasına veya aynı değerde bir ipotek tesis etmesine veya muteber bir kefil veya başkaca bir teminat göstermesine mahkemece karar verilebilir. Tedbirler için belirlenecek süre içerisinde fail kasıtlı bir suç işlemez ve ted­ birlere ait yasaklara uyacak olursa kefalet hükümlüye geri verilir, aksi halde Hâzineye irat kaydedilir ve tedbir tam olarak uygulanır. 217- Gerekçe Madde 9 7 - Madde, 1 inci bendinde, 93 üncü maddenin B/1 bendinde öngörülen güvenlik tedbirinin hakimin takdirine göre muvakkaten veya müebbeten hükmedilebileceği hükmünü getirmiştir. Maddenin 2 nci bendinde ise, kanunen hükmedilmesi gereken veya hakimin takdirine göre uygulana­ bilecek olan güvenlik tedbirlerinin, hakimin takdirine göre "önleyici kefalet"e değiştirilebileceği kabul edilmiştir. Böylece müeyyidenin ferdileştirilmesini sağlayan bir araç hâkime verilmiş olmaktadır. 218- Güvenlik tedbirlerinin rejimi Madde 9 8- Güvenlik tedbirlerinin infazında uygulanacak rejim tüzüğün­ de gösterilir. 219- Gerekçe Madde 9 8- Güvenlik tedbirlerinin nev'ileri, uygulanma şartları, süreleri 93 ilâ 97 nci maddelerde gösterilmiştir. Kanunun böylece söz konusu ted­ 62 TARİHİ GELİŞİMİ İÇİNDE GÖZETİMLE ERTELEME VE FRANSA'DAKİ UYGULAMASI İLE KONUYA İLİŞKİN TÜRK CEZA KANUNU ÖNTASARI METİNLERİ (IV) birlerin niteliklerini, uygulanacağı halleri belirtmiş bulunmaktadır. İnfaz reji­ minin muhtevasını tayin ise, tüzüğe bırakılmıştır. Nitekim cezalarda da, ötedenberi aynı yol tutulmuş ve muhtevanın tayini, kanunun gösterdiği di­ rektifler çerçevesinde tüzük ve yönetmeliklere bırakılmıştır. ÇOCUKLAR HAKKINDA UYGULANABİLECEK TEDBİRLER VE CEZALAR 220- Tedbirler, cezalar Madde 102- Ceza sorumluluğu olan çocuklar hakkında uygulanabilecek tedbirler ve cezalar aşağıda gösterilmiştir: A) Çocuğun, koruma, tedavi ve eğitim noksanlığını giderici tedbirler: 1. Yargılama neticesinde, velayet ve vesayete ilişkin yetkilerin kötüye kullanıldığı veya görevin ihmal edldiği sabit olduğunda, çocuk hakkında ve­ layet ve vesayetle ilgili kanuni tedbirlerin alınması, 2. Beden veya ruh sağlığı bozuk olan veya arızalar mevcut bulunan çocuğun ayakta veya yatırılarak tedaviye tabi tutulması, 3. Ahlâk ve beden bakımından tehlike içinde bulunduğu anlaşılan ço­ cuğun eğitim yardımlarına veya denetimli eğitime tabi tutulması, 4. Kanunun 93 üncü maddesinin A fıkrasının 5 ve 6 ncı bentlerinde öngörülen tedbirlerin uygulanması. B) Disiplin tedbirleri: 1. Tekdir, 2. Çocuğun yükümlere tabi kılınması, 3. Kamuya yararlı bir işte çalıştırma. C) Cezalar: 1. Para cezası, 2. Çocuklara ve küçüklere özgü hapis cezası. 221- Gerekçe Madde 102- Altıncı Kısımdaki hükümleri ile Öntasarı, ceza sorumluluğu olan çocuklar hakkında hükmedilebilecek müeyyideleri üç kısma ayırmıştır. Bunlar: Coşkun ERBAŞ 63 1) Çocuğun koruma, tedavi ve eğitim noksanlığını giderici tedbirlerden, 2) Disiplin tedbirlerinden, 3) Cezalardan, ibarettir. İşlenen suç ne olursa olsun ceza sorumluluğu olan çocuklar hakkında çocuk mahkemesi 112 nci maddede yer alan hükümler dairesinde bunlardan birisine veya bir kaçına hükmedebilecektir. 102 nci maddeyi izleyen maddelerde, bu maddede listesi gösterilen tedbirler ve cezalar teker teker gösterilmiştir. Bu maddelerin gerekçelerinde gerekli açıklamalar yapılacaktır. Maddenin (A) fıkrasının 4 üncü paragrafın­ da yeralan tedbirler bakımından Kanunun 93 üncü maddesinin (A) fıkrasının 5 ve 6 nci bentlerine atıf yapılmış olduğundan, sözü geçen paragrafların gerekçelerine bakılmalıdır. 222- Koruyucu tedbirler Madde 103- Suç işlemiş çocuğun, velayet veya vesayet yetkilerinin kö­ tüye kullanılması veya görevlerin ihmali sebebiyle ahlak ve beden bakımın­ dan tehlike içine düşmüş bulunduğu anlaşılması halinde, Türk Kanunu Me­ denisinin ve diğer kanunların bu hususlara ilişkin hükümleri çocuk mahke­ mesince de uygulanabilir. Veli veya vasi uygun yardımda bulunabilecek bir kuruluş veya kişiyle işbirliği yapmayı üstlendiklerinde birinci fıkrada yer alan tedbirlere başvurulmayabilir. 223- Gerekçe Madde 103- Koruyucu tedbirlerin nelerden ibaret olduğu 102 nci mad­ denin (A) bendinin 1 numaralı paragrafında gösterilmiştir. Bu tedbirler, yar­ gılama neticesinde suç işleyen çocuk hakkında velayet veya vesayetle ilgili kanuni tedbirlerin alınmasıdtır. 103 üncü madde ise, söz konusu tedbirlerin ne gibi hallerde alınacağını gösermektedir. Maddenin birinci fıkrasına göre, suç işlemiş çocuk üzerindeki velayet veya vesayet yetkilerinin kötüye kulanıldığı veya görevlerin ihmal edildiği anlaşıldığı ve bu sebeple çocuğun ahlak ve beden bakımından tehlike içine düşmüş bulunduğu anlaşıldığı takdirde Türk Kanunu Medenisinin ve ilgili mevzuatın hükümleri çocuk mahkemesince de uygulanabilecektir. Böyle bir durumun mahkemece yargılama sonunda 64 TARİHİ GELİŞİMİ İÇİNDE GÖZETİMLE ERTELEME VE FRANSA'DAKİ UYGULAMASI İLE KONUYA İLİŞKİN TÜRK CEZA KANUNU ÖNTASARI METİNLERİ (IV) tesbit olunduğu hallerde, eğer veli veya vasi, uygun yardımda bulunabilecek bir kuruluş, mesela yetkili bir çocu.< kliniği veya yetkili bir çocuk hekimi ile işbirliği yapmayı kabul ettiklerinde mahkeme maddenin birinci fıkrasında belirtilen tedbiri almayabilecektir. 224- Tedavi edici tedbirler Madde 104- Ruh ve beden sağlığının bozuk veya arızalı olduğu belir­ lenen çocuk hakkında ayakta veya yatırılarak gerekli ruhi veya tıbbi tedavinin yaptırılmasına karar verilir. 225- Gerekçe Madde 104- Madde, 102 nci maddenin A bendinin 2 nolu paragrafında gösterilen tedavi tedbirlerinin ne suretle uygulanacağını göstermektedir. Te­ davi tedbirleri beden ve ruh sağlığı bozuk olan veya beden ve ruh sağlığında arızalar bulunan çocuğun ayakta veya yatırılarak tedaviye tâbi tutulmasıdır. Suç işleyen çocuğun, yargılama sırasında veya sonunda beden ve ruh sağlığının bozuk veya arızalı olduğu tesbit edildiğinde mahkeme, tedbir sıfatı ile çocuğun ruhi veya tıbbi tedavisinin yaptırılmasına karar verecektir. Tedavi kurumu veya tedavi edecek uzman mahkemece tayin olunacaktır. 226- Eğitici tedbirler Madde 105- Eğitim bakımından gerekli özenin gösterilmediğinin veya bu hususta uygun şartların mevcut bulunmadığının belirlendiği hallerde ço­ cuğun kendi ailesi içinde veya başkabir aile nezdine verilerek veya bir eğitim veya iş kurumu veya yurdunda veya buralara yerleştirilerek eğitilmesine ço­ cuk mahkemesince karar verilebilir. Gerektiğinde bu yardımlar denetimli olarak da uygulanabilir. Tedbirlerin süresini, onsekiz yaşını geçmemek üzere, mahkeme belirler. Bu süre gerektiğinde azaltılıp, çoğaltılabilir. 227- Gerekçe Madde 105- Madde, 102 nci maddenin (A) bendinin 3 numaralı parag­ rafında yer alan eğitim noksanlığını giderici tedbirlere ne gibi hallerde hükmolunabileceğini göstermiş bulunmaktadır. Üç numaralı paragrafa göre eği­ tim noksanlığını giderici tedbirler ahlâk ve beden bakımından tehlike içinde bulunduğu tesbit olunan çocuğun eğitim yardımlarına veya denetimli eğitime tabi tutulmasına karar verilmesidir. Coşkun ERBAŞ 65 105 inci madde; yukarıda belirtilen eğitim noksanını giderici tedbirlere ne gibi hallerde hükmedilebileceğini göstermektedir. Bir kere tedbirin amacı suç işleyen çocuğun fiili ile ortaya çıkan eğitim noksanını telâfi etmektir, yoksa suçluluğu ve sorumluluğu değerlendirip buna karşı tepki tesis etmek değildir. Bu bakımdan söz konusu tedbirlerin suç sebebiyle değil "suç vesi­ lesiyle" uygulanacağını belirtmek yerinde olacaktır. Ayrıca bu tedbirlerin ço­ cukta noksanı tesbit edilen sorumluluk duygusunu güçlendirmek maksadıyle de uygulanması söz konusu olabilir. Ancak bu tedbirlerin maksadı bastırma (tenkil) değildir. Belirttiğimiz amaca yönelik olan eğitici tedbirlerin uygulanacağı halleri ile 105 inci madde göstermektedir. Suç işleyen çocuğun eğitimi hususunda ge­ rekli özen gösterilmediği veya bu hususta uygun şartların bulunmadığı yar­ gılama sonunda tesbit olunduğunda çocuğun bir eğitim veya iş kurum ve yurdunda eğitilmesine çocuk mahkemesince karar verilecektir. Eğitim, çocu­ ğun ailesi nezdinde kalarak veya başka bir aile nezdine verilerek temin olu­ nabileceği gibi, çocuğun kurum veya yurda yatırılmasına da karar verilebilir. Bu takdirde 122 nci madde çerçevesinde denetim altında olarak eğitim nok­ sanını izale edici tedbir uygulanmasına devam olunur. Eğitimin çocuğun aile nezdinde bırakılarak veya başka bir aile nezdine verilerek sağlanması halinde, mahkemece çocuğun eğitim bakımından sair yardımların icrasına da karar verilebilir. Bu tedbirlerin süresini de keza mahkeme tayin edecektir. Ancak çocuğun onsekiz yaşını doldurması ile tedbir sona erer. Eğitimin denetimli olarak icrasına mahkemece karar verilebilir. 228- Tekdir Madde 106- Tekdir, çocuk mahkemesinin, fiilin haksızlığını belirterek şiddetli biçimde tarizde bulunmak suretiyle çocuğu ayıplamasıdır. Çocuk kural olarak kanuni mümessillerinin huzurunda tekdir edilir. Bu tedbire bir yıldan az şahsî hürriyeti bağlayıcı cezayı gerektiren bir suç işlendiğinde başvurulabilir. 229- Gerekçe Madde 106- Madde suç işlemiş çocuk hakkında uygulanabilecek disiplin 66 TARİHİ GELİŞİMİ İÇİNDE GÖZETİMLE ERTELEME VE FRANSA’DAKİ UYGULAMASI İLE KONUYA İLİŞKİN TÜRK CEZA KANUNU ÖNTASARI METİNLERİ (IV) tedbirlerinden "tekdir"i tanımlamakta ve bunun ne gibi hallerde, nasıl uygu­ lanacağını göstermektedir. Tekdir, çocuk mahkemesinin, ilke olarak kanuni mümessillerinin huzurunda, suç işleyen çocuğa fiilin haksızlığını belirterek tarizde bulunması ve onu ayıplamasıdır. Birinci fıkrada belirtilen çerçeve ve maksat içerisinde tekdirin içeriğini mahkeme takdir ve tesbit eder. Mahkeme çocuğa yaptığı tarizde dikkatini, fiilinin toplum ve suç mağduru bakımından sebep olduğu zararlara çekmelidir. Tekdiri yazılı veya sözlü olarak yapmak mahkemenin takdiri içindedir. Disiplin tedbirleri ağırlık itibariyle eğitim noksanını giderici tedbirlerle cezalar arasında yer almış bulunmaktadır ve amaçları ıslâhtır. Tekdirin temel amacı da çocuğu işlediği hukuka aykırılık hususunda bir vicdan muhasebesi yapmaya sevketmektir. ancak tekdir disiplin tedbirlerinin en hafifidir ve işle­ nen suçun bir yıldan az şahsi hürriyeti bağlayıcı cezayı gerektirmesi halinde bu tedbire hükmedilebilecektir. 230- Çocuğun yükümlere tabi tutulması Madde 107- Çocuğun gücünü aşmamak şartıyla, hayat tarzını düzen­ lemek ve böylece eğitimini desteklemek üzere aşağıda gösterilen yükümler­ den bir veya bir kaçına uyması hususunda çocuk mahkemesince karar ve­ rilebilir: 1. Mahkemece gösterilecek yerde ikamet etmek, 2. Belirli bir aile nezdinde veya bir yuvada veya kurumda yaşamını sür­ dürmek, 3. Belirli bir çıraklık işini veya diğer bir uğraşı kabul etmek, 4. Belirli bir hizmeti yerine getirmek, 5. Belirli kişilerle temastan veya belirli yerlere gitmekten kaçınmak, 6. Suçunun sebebiyet verdiği zararı elinden geldiğince gidermek, 7. Kamu yararını amaçlayan bir kuruma yardımda bulunmak. Bu yükümlerin süresini iki yılı aşmamak üzere çocuk mahkemesi belirler. Kendisine yüklenen yükümleri, uyarılara rağmen, kusuru sebebiyle ye­ rine getirmeyen çocuk bir yılı aşmamak üzere çocuklara ve küçüklere özgü hapis cezasına mahkum edilir. Coşkun ERBAŞ 67 231- Gerekçe Madde 107- Madde disiplin tedbirlerinden ikinci grubu oluşturan çocu­ ğun yükümlere tâbi tutulması tedbirlerini göstermekte ve bunlara ne gibi hallerde çocuk mahkemesince hükmolunabileceğini göstermektedir. Yükümlerin nelerden ibaret bulunduğu birinci fıkranın 1 - 7 nci bentle­ rinde gösterilmiştir. Söz konusu yükümlerin temel amacı çocuğu zararlı et­ kilerden korumak ve sebebiyet verdiği zararları, elinden geldiğince giderme­ sini sağlamaktır. Bunun için çocuğun hayat tarzını yeniden düzenlemek ve eğitimini desteklemek gerekeceğinden bu son husus birinci fıkrada açıkça belirtilmiştir. Ancak madde çocuğun tabi kılınacağı söz konusu yükümler bakımından iki sınır getirmiştir. Bir kere söz konusu yükümlerin çocuğun gücünü aşma­ yacak şekilde ve yoğunlukta olarak hükmedilmesi gerekir. İkinci olarak yükümlerin süresi iki yıldan fazla olamaz. Maddede 1 ilâ 7 numaralar altında gösterilen yükümlere ait ifadeler ye­ terli derecede açık olduğundan bunlar hakkında ayrıca izahat verilmesine lüzum görülmemiştir. Mahkeme bu tedbirlerden birden fazlasına da aynı za­ manda hükmedebilir. Maddenin son fıkrası yükümlerin yerine getirilmemesi halinde müeyyi­ deyi göstermektedir. 232- Kamu yararına bir işte çalıştırma Madde 108- Çocuğun, çalışmanın amacını anlayabilecek yetenekte ol­ ması halinde, çocuklara ve küçüklere özgü hapis cezası yerine kamu yararına bir hizmeti ücretsiz olarak yerine getirmesine mahkemece karar verilebilir. Hizmet, kişilik özellikleri gözönüne alınarak belirlenir, hapis cezası sü­ resini aşamaz ve yedi günden az olamaz. 233- Gerekçe Madde 108- Maddede yer alan disiplin tedbirlerinden üçüncüsü "kamu yararına bir işte çalıştırma"dır. Öntasarının 61 inci maddesinde büyük suç­ lular hakkında da kabul edilmiş olan bu tedbir bakımından 61 inci maddenin gerekçesine bakılmalıdır. Ancak 108 inci madde söz konusu tedbirin çocuk­ lar hakkında uygulanması bakımından bazı özellikler tesbit etmiştir. 68 TARİHİ GELİŞİMİ İÇİNDE GÖZETİMLE ERTELEME VE FRANSA'DAKİ UYGULAMASI İLE KONUYA İLİŞKİN TÜRK CEZA KANUNU ÖNTASARI METİNLERİ (IV) Söz konusu tedbire hükmolunabilmesi için bir kere mahkemenin 102-107 nci maddelerde sözkonusu tedbirlere değil ve fakat çocuklara ve küçüklere özgü hapis cezasına hükmetmeyi uygun saymayı sonra da bu ceza yerine suçlunun kamu yararına bir hizmeti ücretsiz olarak yerine getirmesine karar vermesi gerekecektir. İkinci olarak hürriyeti bağlayıcı cezanın kamu yararına bir hizmetin ye­ rine getirilmesine karar verilebilmesi için, çocuğun çalışmanın amacını an­ layabilecek yetenekte olması gereklidir. Çocuk, çalışmanın kendisine ızdırap vermek üzere, işkence gibi uygulandığını sanıyorsa bu tedbir uygulanma­ malıdır. Üçüncü olarak, söz konusu tedbire hükmetmek için çocuğun rızasının mevcut bulunmasına lüzum yoktur. Nihayet yine 61 inci maddeden farklı olarak tedbirin süresi en çok hapis cezası süresi kadar olabilir. Ancak maddenin inici fıkrası gereğince mahke­ me süreyi de tayin edebilecektir. Ancak süre yedi günden az olmayacaktır. Küçüklere özgü hapis cezasının süresi yedi günden az da olsa küçükler için söz konusu cezanın bu tedbire çevrilmesine karar verilebilir. Hizmetin niteliği, nev'i ise çocuğun kişilik özelliği nazara alınarak tesbit edilecek ve sevebileceği bir hizmetin tesbitine çalışılacaktır. 234- Çocuklar hakkında para cezası Madde 109- Çocuklar hakkında verilebilecek para cezası, suç karşılığı olarak kanunda gösterilen cezanın alt sınırının üçte birinden ve herhalde beşyüzbin liradan fazla olamaz. İşlenen suç şahsi hürriyeti bağlayıcı ceza ile birlikte para cezasını da gerektiriyorsa çocuk hakkında yalnızca şahsi hürriyeti bağlayıcı cezaya hükmedilebilir. Ödenmeyen para cezaları hapis cezasına çevrilemez. 235- Gerekçe Madde 109- Çocuklar hakkında uygulanabilecek cezalardan birisi de para cezasıdır. Para cezası bakımından genel hükümlere nazaran özellikler şunlardır: Coşkun ERBAŞ 69 Bir kere, çocuklar bakımından hafif ve ağır para cezası ayırımı söz ko­ nusu değildir. Zira, çocuklar bakımından para cezasının nev'ine göre farklı neticeleri söz konusu değilir. İkinci olarak, kanunda yazılı miktarı ve nev'i ne olursa olsun para cezası beşyüzbin lirayı aşamayacaktır. Mahkeme para cezasını serbestçe tesbit edecek ve fakat bu miktar o suç için kanunda yazılı cezanın aşağı sınırının üçte birinden fazla olamayacaktır. Üçüncü olarak, işlenen suç karşılığı kanun hürriyeti bağlayıcı ceza ile birlikte para cezası da koymuşsa, bu takdirde artık ayrıca para cezasına hükmedilmeyecektir. Nihayet ödenmeyen para cezaları hapse çevrilmeyecektir. Belirtilen özel hükümler dışında, kanunun para cezaları hakkındaki genel hükümleri uygu­ lanacaktır. 236- Çocuklara ve küçüklere özgü hapis cezası Madde 110- Çocuklar hakkında şahsi hürriyeti bağlayıcı cezaya, 102 ilâ 108 inci maddelerde belirtilen tedbirlerin, suçun ve kusurun ağırlığı veya çocuktaki tehlikeli eğilimlerin giderilmesi yönünden yetersiz kalacağının an­ laşıldığı hallerde hükmedilir. Temel cezanın belirlenmesinde, eğitici etkinin sağlanması amacı daima gözönünde bulundurulur. Suç karşılığı kanunda yer alan hapis ve hafif hapis cezaları, çocuk ve küçükler bakımından, çocuklara ve küçüklere özgü hapis cezası sayılır ve bu cezaya ait rejime göre çektirilir. Çocuklara ve küçüklere özgü hapis cezası, çocuk ve küçükler için özel olarak tesis edilmiş infaz kurumlarında ve eğitici amaç daima gözönünde bulundurularak çektirilir. 237- Gerekçe Madde 110- Madde, çocuk ve küçükler için kabul edilmiş ikinci ceza olarak "çocuklara ve küçüklere özgü hapis cezası"nın niteliğini göstermek­ tedir: Madde bir kere çocuk ve küçüklere özgü hapis cezasının temel amacını tesbit ediyor. Söz konusu hürriyeti bağlayıcı ceza daima eğitici amaç gözö- 70 TARİHİ GELİŞİMİ İÇİNDE GÖZETİMLE ERTELEME VE FRANSA'DAKİ UYGULAMASI İLE KONUYA İLİŞKİN TÜRK CEZA KANUNU ÖNTASARI METİNLERİ (IV) nünde bulundurularak ve çocuk ve küçükler için özel olarak tesis edilmiş infaz kurumlarında infaz olunacaktır. Bu sebepledir ki, madde bu şahsi hürriyeti bağlayıcı cezayı ayrıca isimlendirmekte ve özel bir şekilde amacını belirt­ mektedir. Suç işleyen çocuk ve küçükler hakkında kanunun öngördüğü tedbir ve cezaların asıl amacı çocuk ve küçükteki tehlikeli eğilimlerin giderilmesidir. İşte çocuklar ve küçüklere özgü hapis cezasının tatbikine gerek suçun ve gerek faildeki kusurun ağırlığı ve çocuktaki tehlikeli eğilimleri gidermek ba­ kımlarından 102-108 inci maddelerde yeralan tedbirlerin yetersiz kalacağı hususunda mahkemece kanaat getirilmesi halinde başvurulabilecektir. Maddenin üçüncü fıkrasında suç karşılığı temel ceza belirtilirken eğitici etkinin sağlanması amacının gözönünde bulundurulacağı açıklanarak şahsi hürriyeti bağlayıcı cezalarda temel ceza tayin olunurken gözönünde bulun­ durulacak esaslardan ayrılınmaktadır. Maddenin son fıkrasında ise, çocuk ve küçükler bakımından suçlar karşılığı kanunun koyrnuş bulunduğu hapis ve hafif hapis cezalarının ço­ cuklara ve küçüklere özgü hapis cezası sayılacağı ve bu cezaya ait rejime göre infaz olunacağı belirtilmektedir. Cezaların ne suretle tesbit edileceği ise 111 inci maddede gösterilmiş­ tir. 238- Çocukların cezalandırılması Madde 111- Çocuklar işledikleri suçlardan dolayı aşağıdaki şekilde ce­ zalandırılırlar: 1. Suç ölüm cezasını gerektirdiği takdirde yedi yıldan dokuz yıla, mü­ ebbet hapis cezasını gerektirdiği takdirde beş yıldan yedi yıla kadar çocuk­ lara ve küçüklere özgü hapis cezasına hükmolunur. 2. Diğer cezaların üçte ikisi indirilir; ancak her fiil için verilecek çocuklara ve küçüklere özgü hapis cezası dört yıldan fazla olamaz. 239- Gerekçe Madde 111- Madde, 110 uncu maddeye göre mahkemece çocuklara ve küçüklere özgü hapis cezasına hükmolunması gerekli görüldüğünde, ceza­ Coşkun ERBAŞ 71 nın ne suretle tesbit olunacağını göstermektedir. Ceza, maddenin 1 ve 2 nci bentlerinde gösterilen esaslara göre tesbit edilecektir. 240- Tedbirlerin ve cezaların uygulanması Madde 112- Suçun ortaya koyduğu tehlikeli eğilimlerin giderilmesi ve topluma uyumlu bir hayata hazırlanması için çocuğun eğitilip yetiştirilmesi bakımından bir veya birden çok tedbirin uygulanması yeterli sayıldığı hal­ lerde cezaya hükmedilemez. Birinci fıkrada belirtilen amacın elde edilmesi hususunda uygulanan tedbirlerin yetersiz kaldığı anlaşıldığında, tedbirler değiştirilebilir veya suçun karşılığı olan para cezasına veya çocuklara ve küçüklere özgü hapis ceza­ sına hükmedilebilir. Bu takdirde tedbirde geçirilen süre nazara alınarak 111 inci maddeye göre belirlenecek ceza yarısına kadar indirilebilir. Amaçlarına ulaştığı anlaşıldığında tedbir uygulanmasına son verilir. 102 inci maddenin A fıkrasında öngörülen tedbirlerle cezalara birlikte hükmedi­ lebilir. 241- Gerekçe Madde 112- Madde, çocuk suçları hakkında geçen maddelerde belirtil­ miş olan değişik tedbir ve cezaların çocuk mahkemesince uygulanması hu­ susundaki esas ve ilkeleri belirtmektedir. Bu hususta temel kural maddenin birinci fıkrasında açıklanmıştır: Ceza ve tedbir uygulamasında temel hedef, suçun çocukta varlığını ortaya koyduğu tehlikeli eğilimlerin giderilmesidir. Bu gideme, çocuğun topluma uyumlu bir hayata hazırlanması maksadıyla eğiti­ lip yetiştirilmesi suretiyle sağlanacaktır. İşte söz konusu hedefe en iyi bir tarzda ulaşılabilmesi için mahkemece bir veya birden çok tedbirin uygulanmasının yeterli olacağı kabul edildiğinde artık cezaya hükmedilmeyecek ve tedbir uygulaması ile yetinilecektir. Demek oluyorki, çocuk suçları karşısında tedbir uygulanması esastır; cezanın uy­ gulanması istisnadır. Tedbir ile bu hedefe ulaşılamayacağı kanaatine varıl­ dığında ise ceza uygulanacaktır. Ancak tedbir uygulandıktan sonra bu yolla birinci fıkrada belirtilen hedefe ulaşılamaz ve ulaşılamayacağı alaşılabilir ise bu takdirde ikinci fıkra hükmü gereğince çocuk mahkemesi tedbirleri değiştirilebilir veya suçun karşılığı olan para cezasına veya çocuklara ve küçüklere özgü hapis cezasına hük­ 72 TARİHİ GELİŞİMİ İÇİNDE GÖZETİMLE ERTELEME VE FRANSA'DAKİ UYGULAMASI İLE KONUYA İLİŞKİN TÜRK CEZA KANUNU ÖNTASARI METİNLERİ (IV) medebilir. Bu takdirde, tedbirde geçirilen süre nazara alınarak 111 inci maddede gösterilen usule göre belirlenecek cezayı mahkeme yarısına kadar indirebilecektir. Tedbirlerin amaçlarına ulaştığı anlaşıldığında ise uygulamalarına yine mahkemece son verilebilecektir. Dikkat edilmelidir ki, Tasarı tedbirler bakı­ mından azami bir süre tayin etmek suretiyle "süresi belirli olmayan hüküm" usulünü uygulamaktadır. Mahkeme 122 nci maddede belirtilen usul çerçe­ vesinde tedbirlerin çocukta meydana getirdiği etki ve sonuçları kontrol ede­ bilecektir. 112 nci maddenin belirlediği ilkelerden önemli birisi de son fıkrada yer almaktadır. Buna nazaran 102 nci maddenin A bendinde yer alan ve çocuğun koruma, tedavi ve eğitim noksanlığını izale edici nitelikte olan tedbirlere ce­ zalarla birlikte hükmedilebilecektir. ÜÇÜNCÜ BÖLÜM KÜÇÜKLERE AİT CEZA REJİMİ 242- Küçüklerin cezalandırılması Madde 113- Küçükler işledikleri suçlardan dolayı aşağıdaki şekilde ce­ zalandırılırlar: 1. Suç, ölüm cezasını gerektirdiği takdirde oniki yıldan onsekiz yıla; müebbet hapis cezasını gerektirdiği takdirde yedi yıldan on yıla kadar ço­ cuklara ve küçüklere özgü hapis cezasına hükmolunur. 2. Diğer cezaların yarısı indirilir; ancak her fiil için konulacak çocuklara ve küçüklere özgü hapis cezası altı yıldan fazla olamaz. 243- Gerekçe Madde 113- Tasarının suç işleyen küçükler hakkında kabul etmiş bu­ lunduğu temel ilke ise, çocuklardan farklı olarak, bunlar hakkında esasda cezaya hükmedilmesidir. 115 inci maddede öngörüldüğü üzere, bunlar hak­ kında suçtan dolayı tedbire hükmolunması istisnadır. 113 üncü madde, bu ilke çerçevesinde küçüklerin işledikleri suçlardan dolayı hapis cezasının ne suretle hesaplanıp, belirleneceğini birinci fıkrası­ nın 1 ve 2 nci bentlerinde göstermiş bulunmaktadır. Coşkun ERBAŞ 73 244- Küçükler hakkında para cezası Madde 114- Küçükler hakkında verilebilecek para cezası, suç karşılığı olarakkanunda gösterilen cezanın alt sınırının yarısından ve her halde bir milyon liradan fazla olamaz. İşlenen suç şahsi hürriyeti bağlayıcı ceza ile birlikte para cezasını da gerektiriyorsa küçük hakkında yalnızca şahsi hürriyeti bağlayıcı cezaya hükmedilebilir. Ödenmeyen para cezaları hapis cezasına çevrilemez. 245- Gerekçe Madde 114- Madde küçükler hakkında verilebilecek para cezalarının miktarını göstermekte ve 109 uncu maddede hükmedilecek bu para cezala­ rına ilişkin esasları tekrarlamaktadır. Arada, sadece hükmolunabilecek mik­ tarlar bakımından fark mevcut bulunmaktadır. Bu itibarla, 109 uncu madde­ nin gerekçesi bu madde bakımından da geçerlidir. 246- Küçükler hakkında tedbir uygulanması Madde 115- İşlediği suçun cezasının yukarı sınırı üç yılı aşmadığı ve küçüğün suç ile ortaya çıkan tehlikeli eğilimlerinin giderilmesi ve topluma uyumlu bir hayata hazırlanması için eğitilip yetiştirilmesi yönünden 103 ilâ 108 inci maddelerde yazılı bir veya birden çok tedbirin uygulanmasının ye­ terli sayıldığı hallerde ceza yerine bu tedbirlerle ilgili hükümlerin uygulan­ masıyla yetinilebilir. Bu halde 112 nci maddenin iki ilâ dördüncü fıkralarındaki hükümler kü­ çükler hakkında da uygulanabilir. 247- Gerekçe Madde 115- 113 üncü maddenin gerekçesinde suç işleyen küçükler hakkında cezaya hükmedilmesinin esas olduğu ancak 115 inci maddede bu ilkeye istisna teşkil edebilecek bir halin yeraldığı beyan edilmiştir. Böylece 115 inci madde suç işleyen küçükler hakkında ceza yerine tedbir uygulaması yapılabilecek halleri, şartları ile göstermiş bulunmaktadır, şartları şunladır: 1) İşlenen suçun cezasının yukarı sınırı üç yılı aşmayacaktır, 2) Küçüğün suçla ortaya çıkan tehlikeli eğilimleri giderilerek topluma uyumlu bir hayata hazırlanması için eğitilip, yetiştirilmesi yönünden Tasarının 74 TARİHİ GELİŞİMİ İÇİNDE GÖZETİMLE ERTELEME VE FRANSA'DAKİ UYGULAMASI İLE KONUYA İLİŞKİN TÜRK CEZA KANUNU ÖNTASARI METİNLERİ (IV) 103 ilâ 108 inci maddelerinde yazılı tedbirlerden bir veya bir kaçına hükmedilmesinin yeterli olacağına mahkemece kanaat getirilmiş olacaktır. Tedbir uygulamasının maddenin birinci fıkrasında belirtilen amaç ve hedefe ulaşılmasını mümkün kılmadığı veya kılmayacağının anlaşıldığı veya bu halde suçun cezasının hapis cezası ile birilkte para cezası olduğu takdirde ve tedbirlerin amacına ulaşıldığında 112 nci maddenin 1 ilâ 4 üncü fıkralarının küçükler hakkında da uygulanabileceği maddenin ikinci fıkrasın­ da açıklanmıştır. 248- Sağır - dilsiz çocuk ve küçükler Madde 116- 1. Fiili işlediği tarihte onaltı yaşını doldurmamış sağır dilsiz çocuk hakkında 100 üncü madde hükümleri uygulanır. 2. Fiili işlediği tarihte onaltı yaşını doldurmuş, onsekiz yaşını bitirmemiş sağır dilsiz küçük hakkında 101 ilâ 112 nci maddeler hükümleri uygulanır. 249- Gerekçe Madde 116- Madde sağır dilsizlerden onaltı yaşını bitirmemiş olanları 100 üncü maddede belirtilen oniki yaşını doldurmamış küçüklerle aynı işleme tabi tutmaktadır. Onaltı yaşını bitirmiş ve fakat onsekiz yaşını bitirmemiş olanları ise suç işlemiş çocukların rejimine tâbi tutmaktadır. Dolayısıyle bunlar hakkında 100 ilâ 112 nci maddeler hükümleri uygulanacaktır. Onkesiz yaşını doldurmuş sağır dilsizler hakkında ise 36 ncı madde hükümleri uy­ gulanacaktır. 36 ncı maddenin gerekçesine de bakılmalıdır. 250- İnfaz rejiminde değişiklik Madde 117- Çocuklara ve küçüklere özgü hapis cezasının süresi, kü­ çüğün onsekiz yaşını doldurmasından sonra da infaza devam olunmasını gerektirdiğinde, geri kalan süre bir yıldan fazla olmadığı takdirde, ceza infaz rejiminde bir değişiklik yapılmaz. Süre bir yıldan fazla olduğunda ceza genel hükümlere göre infaz edilir. 251- Gerekçe Madde 117- Tasarının 111 inci maddesinde çocuklar ve 113 üncü maddesinde küçüklerin işledikleri suçlardan dolayı hükmedilecek hürriyeti bağlayıcı cezaların sınırları göserilmiştir. Coşkun ERBAŞ 75 Çocuk veya küçük hakkında hükmedilmiş bulunan hürriyeti bağlayıcı cezanın infazı adı geçenlerin onsekiz yaşını bitirmelerinden önce sona er­ diğinde herhangi bir mesele çıkmayacaktır; ancak, cezanın süresi onsekiz yaşını ikmâli ile sona ermediği takdirde 117 nci madde hükmüne göre işlem yapılacaktır. İnfazı gereken geri kalmış süre bir yıldan fazla olmadığı tak­ dirde çocuklara ve küçüklere özgü hapis cezasının infazına devam oluna­ caktır. Bu halde geri kalan süre bir yılı aştığı takdirde ceza genel hükümlere göre infaz edilecektir. DÖRDÜNCÜ BÖLÜM ÇOCUK VE KÜÇÜKLER HAKKINDA MÜŞTEREK HÜKÜMLER 252- Sınır dışı edilme Madde 118- İşlediği suçtan dolayı hakkında tedbire hükmolunması uy­ gun görülen yabancı tabiyetteki çocuk veya küçükler hiç bir tedbire tâbi tu­ tulmaksızın 93 üncü maddenin (A) fıkrasının (7) numaralı bendinde öngö­ rülen sınır dışı edilme tedbirine tâbi tutulabilirler. Cezaların infazından sonra da mahkemece bu tedbire hükmolunabilir. 253- Gerekçe Madde 118- Madde yabancı tâbiiyette olup da Türkiye'de suç işlemiş bulunan çocuk ve küçükler hakkında, 93 üncü maddenin (A) parağrafının 7 nci bendinde yazılı sınırdışı edilme güvenlik tedbirinin uygulanmasına dair özel bir hüküm getirmiş bulunmaktadır. Bu hükme nazaran işledikleri suçtan dolayı haklarında tedbir uygulaması yeterli görülüş çocuk ve küçüklerin, herhangi bir tedbir uygulamasına tabi tutulmadan mahkemece sınırdışı edilmelerine karar verilebilecektir. Mahkeme uygun gördüğü takdirde cezanın infazından sonra da küçük hakkında bu tedbiri uygulayabilecektir. 254- Hükmün geri bırakılması Madde 119- Üç yıldan az şahsi hürriyeti bağlayıcı bir cezayı gerektiren suçu ilk defa işleyen çocuk veya küçüğün yeniden suç işlemeyeceği ve mahkemece belirlenecek yükümlülere uyacağı ve tehlikeli eğilimlerinin ço­ 76 TARİHİ GELİŞİMİ İÇİNDE GÖZETİMLE ERTELEME VE FRANSA'DAKİ UYGULAMASI İLE KONUYA İLİŞKİN TÜRK CEZA KANUNU ÖNTASARI METİNLERİ (IV) cuklara ve küçüklere özgü hapis cezasının uygulanmasını zorunlu kıldığı hususunda kesin kanaat elde edilemediği takdirde, çocuk mahkemesi so­ rumluluğu tespit etmekle berber, cezaya hükmedilmesini geri bırakabilir. Hükmün geri bırakılması kararı verildiğinde çocuk veya küçük, altı ay ile iki yıl arasında mahkemece belirlenecek bir süreyle denetimli serbestlik reji­ mine tâbi tutulur. Süre kararın kesinleştiği tarihten itibaren işlemeye başlar. Denetim süresi iiçerisinde çocuk veya küçük şahsi hürriyeti bağlayıcı bir cezayı gerektiren yeni bir suçtan dolayı mahkum edildiği veya uyması gerekli yükümleri ihlâl eylediği veya gösterdiği kötü davranışlar, tehlikeli eğilimlerinin varlığını sürdürmekte bulunduğunu açıkça belirttiği takdirde denetimli ser­ bestlik kararı geri alınır ve suçtan dolayı çocuklara ve küçüklere özgü hapis cezasına hükmedilir. Denetim süresi kanun ve nizamlara uygun olarak geçirilirse, davanın düşmesine karar verilir. 255- Gerekçe Madde 119- Madde, 80 inci maddede yeralan "hükmün geri bırakılması" müessesenin çocuk ve küçükler hakkındaki özel şeklini ve şartlarını göster­ mektedir. Müessesenin niteliği hakkında gerekli tafsilât 80 inci maddenin gerekçesinde verilmiş bulunduğu için bu madde dolayısıyle gerekçede sa­ dece özel şart ve hükümler hakkında bilgi verilmiştir. Maddeye göre çocuk ve küçükler hakkında hükmün geri bırakılması için şartlar şunlardır: 1) İşlenen suç üç yıldan fazla şahsi hürriyeti bağlayıcı bir cezayı ge­ rektirmeyecektir. 2) Çocuk ve küçük ilk defa bir suç işlemiş olacaktır. 3) Çocuk veya küçüğün yeniden bir suç işlemeyeceği hususunda mah­ kemede kanaat hâsıl olacaktır. 4) Çocuk veya küçüğün belirlenecek yükümlere uyacağı anlaşılacaktır. 5) Çocuk veya küçükteki tehlikeli eğilimlerin, haklarında çocuklara ve küçüklere özgü hapis cezasının uygulanmasını zorunlu kıldığı hususunda mahkemece kesin kanaat elde edilmemiş olacaktır. Coşkun ERBAŞ 77 İşte söz konusu beş şartın gerçekleştiği hallerde mahkeme sorumluluğu tesbit ve fakat cezaya hükmedilmesini geriye bırakabilir. Bu takdirde mah­ keme altı ay ile iki yıl arasında olmak üzere belirleyeceği bir süreyle suçluyu denetimli serbestlik rejimine tâbi kılar. Bu süre içerisinde çocuk veya küçük şahsi hürriyeti bağlayıcı bir cezayı gerektiren yeni bir suçtan dolayı mahkum edilecek olur veya aynı süre içerisinde tâbi tutulduğu yükümleri ihlâl eder veya tehlikeli eğilimlerinin devam ettiğini açıkça gösteren kötü davranışlar içinde bulunacak olursa fail hakkında denetimli serbestlik kararı geri alınarak geri bırakılmış olan çocuklara ve küçüklere özgü hapis cezasına hükmedi­ lir. Buna karşılık denetim süresi kanun ve nizamlara uygun olarak geçirile­ cek olursa mahkeme davanın düşmesine karar verir. 256- Cezanın ertelenmesi Madde 120- Suçun işlenmesinden önceki iki yıl içerisinde kasıtlı bir suçtan dolayı çocuklara ve küçüklere özgü hapis cezasına mahkum edilme­ miş olan çocuk veya küçük, işlediği suçtan dolayı üç yıldan az çocuklara ve küçüklere özgü hapis cezasına veya para cezasına mahkum edilir ve bu mahkumiyetin hakkında bir uyarı teşkil edeceğine ve uygulanacak denetim marifetiyle, cezanın etkisine ihtiyaç olmadan ilerisi için topluma uyumlu bir hayatı sürdürmesinin kendisinden beklenebileceğine kanaat getirilirse, ce­ zanın ertelenmesine karar verilir. Birinci fıkrada söz konusu kanaatin oluşması bakımından, çocuk veya küçüğün kişiliği, geçmişi, fiiline ilişkin özellikler, fiilini işledikten sonraki dav­ ranışları ve içinde bulunduğu hayat şartları gözönünde bulundurulur. Erteleme kararını veren çocuk mahkemesi bir yıldan az ve üç yıldan fazla olmamak üzere bir denetim süresi belirler; çocuk veya küçüğün davra­ nışları gözönünde bulundurularak belirlenmiş olan denetim süresi üç yılı aşmamak üzere uzatılabilir veya bir yıldan az olmamak üzere kısaltılabilir. Çocuk mahkemesi, çocuk veya küçüğü denetim süresi içerisinde yü­ kümlere de tâbi kılabilir; gerektiğinde bu yükümler değiştirilebilir, kaldırılabilir veya sayıları azaltılıp çoğaltılabilir. Denetim süresi olaysız ve kanun ve nizamlara uygun surette geçirildiği­ ne mahkumiyet yok sayılır. \ 78 TARİHİ GELİŞİMİ İÇİNDE GÖZETİMLE ERTELEME VE FRANSA’DAKİ UYGULAMASI İLE KONUYA İLİŞKİN TÜRK CEZA KANUNU ÖNTASARI METİNLERİ (IV) Denetim süresi içerisinde çocuk veya küçük şahsi hürriyeti bağlayıcı bir cezayı gerektiren kasıtlı bir suçtan dolayı mahkum edilir veya yapılacak uyarılara rağmen denetim şartlarına uymamakta ısrar edecek olursa ertele­ me kararı geri alınır. 257- Gerekçe Madde 120- Madde çocuk ve küçükler bakımından cezanın ertelen­ mesini birtakım şartlarla özel bir şekilde düzenlemektedir. Bu kurumun niteliği ve temel şartları hususunda 79 uncu maddenin gerekçesinde yeterli izahlar verilmiştir. Burada sadece çocuk ve küçükler bakımından getirilen özel hü­ kümler üzerinde durulacaktır. Bir kere çocuk ve küçükler bakımından ceza ertelemesinin hükümlülü­ ğüne ilişkin şartı, hükmedelin çocuklara ve küçüklere özgü hapis cezasının süresinin üç yıldan az olması veya para cezasından ibaret bulunmasıdır. Ertelemenin suçluya ilişkin şartları ise şunlardır: 1) Fail suçun işlenmesinden önceki iki yıl içerisinde kasıtlı bir suçtan dolayı şahsî hürriyeti bağlayıcı bir cezaya mahkum edilmemiş olacaktır. 2) Mahkumiyetin suçlu üzerinde bir uyarı tesiri yapacağı hususunda kanaat hâsıl olacaktır. 3) Uygulanacak denetim marifetiyle cezanın etkisine ihtiyaç olmadan ilerisi için topluma uyumlu bir hayatı sürdürmesinin kendisinden beklenebi­ leceğine kanaat getirilmiş olacaktıf. Madde yukarıda kaydedilen şartların gerçekleşmiş bulunup bulunmadı­ ğını tesbit bakımından hangi hususların nazara alınacağını ikinci fıkrasında göstermiştir: Bu maksatla çocuk ve küçüğün kişiliği, geçmişleri, fiile ilişkin özellikler, fiilin işlenmesinden sonraki davranışlar ve içinde bulunulan hayat şartları nazara alınacaktır. Erteleme kararı ile birlikte çocuk veya küçük, çocuk mahkemesince tayin olunacak bir süre ile denetime tabi tutulacaktır. Bu süre bir yıldan az ve üç yıldan fazla olamaz. Bu süre üç yılı aşmamak üzere uzatılabilir. Denetimin amacı ve ne suretle icra olunacağı 122 nci maddede gösterilmiştir. Bu süre içerisinde fail 107 nci madede gösterilen yükümlerden bir veya bir kaçına da tabi kılınabilir. Ayrıca, tesbit olunan yükümler kaldırılabilir veya çoğaltılıp azaltılabilir. Coşkun ERBAŞ 79 Süre olaysız ve kanun ve nizamlara uygun surette geçirildiğinde mah­ kumiyet yok, vuku bulmamış sayılacak, buna karşılık kasıtlı bir suçtan dolayı mahkumiyet gerçekleştiğinde erteleme kararı geri alınacaktır. Denetim şart­ larına uymamakta ısrar olunduğunda da keza erteleme kararı geri alına­ caktır. 258- Şartla salıverilme Madde 121- Hakkında hükmedilen çocuk ve küçüklere özgü hapis ce­ zasının en az iki ayını ve ceza süresinin yarısını çekmiş bulunan ve başka suç işlemeyeceği ve belirlenecek yükümlere uyacağı hususunda kanaat ge­ tirilen çocuk veya küçüklerin şartla salıverilmelerine hükmü veren çocuk mahkemesince karar verilebilir. Mahkeme, şartla salıverilen için, altı ay ile üç yıl arasında bir denetim süresi belirler. Bu süre içinde hükümlünün uyması gereken yükümler mah­ kemece belirtilir. Çocuk veya küçüğün denetim süresi içinde belirlenen yükümlere, uya­ rılara rağmen uymamakta direndiği tesbit olunduğunda şartla salıverilme kararı geri alınabilir. Şartla salıverilmeye ilişkin diğer hususlarda 65 inci madde hükümleri uygulanır. 259- Gerekçe Madde 121- Madde şartla salıverilme bakımından çocuk ve küçüklere özgü özel hüküm ve şartları tesbit etmektedir. Temel kurum hakkında 65 inci maddenin gerekçesine bakılmalıdır. Çocuk ve küçüklerin şartla salıverilmeye tâbi tutulabilmeleri için cezanın en az iki ayını ve tüm ceza süresinin yarısını çekmiş bulunmaları gerekir. Bu şartı yerine getirmiş olan hükümlünün yüklenen yükümlere uyacağı ve başka suç işlemeyeceği hususunda kanaat getirilmeside gerekecektir. Bu şartlar gerçekleştiğinde çocuk mahkemesi şartla salıvermeye karar verebi­ lecektir. Ancak şartla salıverilen çocuk veya küçük 122 nci maddede belirtilen şekilde bir denetime tabi tutulacaktır. Denetim süresini, altı ay ile üç yıl ara­ sında olmak üzere, çocuk mahkemesi belirler. Ayrıca bu süre içerisinde hü­ 80 TARİHİ GELİŞİMİ İÇİNDE GÖZETİMLE ERTELEME VE FRANSA’DAKİ UYGULAMASI İLE KONUYA İLİŞKİN TÜRK CEZA KANUNU ÖNTASARI METİNLERİ (IV) kümlünün uyması gerekli yükümler de aynı mahkemece tayin olunur. Hü­ kümlü denetim süresi içinde bu yükümlere, uyarılara rağmen, uymamakta ısrar ettiği takdirde şartla salıverme kararı geri alınabilir. Yukarıda belirtilen konu ve hususlar dışında 65 inci madde hükümlerine uyulacağı maddenin son fıkrasında beyan edilmiştir. 260- Denetim Madde 122- Bu kısmın çeşitli maddelerinde yer alan denetimden mak­ sat; çocuk veya küçüğün denetim süresince kendisine nasihat ve tavsiyeler­ de bulunacak, yardım edecek nitelikli bir denetim görevlisinin gözetim ve idaresine tevdi edilmesidir. Mahkemece bu görev söz konusu hizmeti meslek olarak icra eden kişilere verilir. Mahkeme, gerekli niteliklere sahip olduğunu tespit ettiği gönüllü kişileri de bu hizmetle görevlendirebilir. Mahkeme, üyelerinden birisini denetim görevlisi ile temas hususunda görevlendirir. Denetim görevlisi, görevlendirilen mahkeme üyesi ile sürekli olarak te­ masta bulunur ve onunla mutabakat halinde çocuk veya küçüğün yüküm ve taahhütlerini doyurucu biçimde yerine getirmesi hususunda çaba gösterir. Görevli, bütün imkânları sonuna kadar kullanarak çocuk veya küçüğün ka­ nuni mümessili ve eğitiminden sorumlu olan kişilerle uyuşma halinde, eğiti­ mini destekler. Görevli, bütün kaynaklara başvurarak çocuk veya küçüğün hayat tarzı hakkında bilgi elde eder ve görevli mahkeme üyesince belirlene­ cek aralıklarla çocuk veya küçüğün gelişmeleri hakkında raporlar verir. 261- Gerekçe Madde 122- Madde, çocuk ve küçüklere ilişkin olmak üzere muhtelif maddelerde söz konusu olan denetimden maksadın ne olduğunu, bunun ne suretle icra olunacağını ve işlemlerin nasıl yürütüleceğini göstermektedir. Maddeye göre, çeşitli maddelerde yer alan denetimden maksat, çocuk veya küçüğün denetim süresince kendisine nasihat verecek, tavsiyelerde bulunacak ve yardım edecek nitelikli bir denetim görevlisinin gözetim ve idaresine tevdi edilmesidir. Coşkun ERBAŞ 81 Esasta, söz konusu hizmet, uzmanlık kazanmış, bu hususta eğitim görmüş, konuyu bir meslek olarak icra eden kişilere tevdi olunur. Kişiyi çocuk mahkemesi görevlendirir. Ancak mahkeme bu görevi, gerekli niteliklere sahip bulunduğunu tesbit ettiği kişilere de verebilir. Mahkemenin işi, çocuk ve küçük ile olan ilgisi, hükmün verilmesi ile sona ermeyecektir. Geçen maddelerin gerekçelerinde değinildiği üzere mahke­ menin hükmettiği tedbirleri de değiştirmek, bunlara yenilerini eklemek, ted­ birden vazgeçerek cezaya hükmetmek gibi, hükmün infazı sona erinceye kadar devam edecek yetkileri vardır. Kanun çocuk ve küçükler konusunda mahkemenin infaz hâkimliğine benzer bir görevi de üstlenmesini uygun gör­ müştür. İşte bu fonksiyonun yerine getirilebilmesi için bilgi alma ihtiyacını karşı­ lamak üzere maddenin ikinci fıkrasında, mahkemenin, üyelerinden birisini denetim görevlisi ile temas hususunda görevlendireceği açıklanmıştır. Bu görevli, üye ile sürekli temasta bulunacak ve çocuk veya küçük hakkında uygulanacak program hususunda onunla mutabık olacaktır. Bu işbirliğinin amacı çocuk veya küçüğün yüküm ve taahhütlerini doyurucu biçimde yerine getirmesini sağlamaktır. Bu maksatla görevlinin bütün imkanları kullanması ve çocuk veya küçüğün eğitimini desteklerken çocuk veya küçüğün kanuni mümessili ve eğitiminden sorumlu olacak kişilerle uyuşma sağlaması gerek­ mektedir. Bu faaliyetin uygun biçimde yerine getirilmesi ise çocuk veya küçüğün kişiliği veya hayat tarzı hakkında bilgili olmayı gerektireceğinden bu husus üçüncü fıkrada ayrıca vurgulanmıştır. Görevli, ödevlendirilen mahkeme üyesine onun tarafından belirlenecek aralıklarla çocuk veya küçüğün gelişmeleri hakkında raporlar verecektir. ■oOo— 82 TARİHİ GELİŞİMİ İÇİNDE GÖZETİMLE ERTELEME VE FRANSA'DAKİ UYGULAMASI İLE KONUYA İLİŞKİN TÜRK CEZA KANUNU ÖNTASARI METİNLERİ (IV) SEKİZİNCİ BÖLÜM KAYNAKÇA VE KISALTMALAR l-A, a- Yazarlarına Göre Kaynakça, b- Eser İsimlerine Göre Kaynakça ANCEL, Probatiorı system, R.P.D.., 1948, s. 6; La probatiorı en France, II1Cours International de criminologie, Paris, 1963; L'institution de la mise a l'epreuve, Rev. int. de dr. compare, 1950. BERGER, Le systeme de probation anglais et le sursis Continental, Geneve, 1953. BOYER, Le sursis assorti de l'obligation d'accomplir un travail d'interet general n'est-il qu'une simple variante du sursis avec mise a l'epreuve? R.P.D.P., 1987. BREDIN, Deux ınstitutions nouvelles du Code de procedure penale: le juge de l'application des peines et le sursis avec mise â l'epreuve, J.C.P., 1959.1.1517. CALEB, L'experience lilloise de la peine differe, R.S.C., 1956. ÇALKIN, Ertelemenin Muhtelif Şekilleri, Ad. Der. 1946.IV. CLERC, Du pouvoir d'apprecation du juge en matiere de sursis â iexecution de la peine, Jurnal des Tribunaux no 5, Yıl 1941. P. CORNIL, Sursis et probation (la loi belge du 29 juin 1964), R.S.C., 1965. COUVRAT, A propos de deux decrets du 14 Mars 1986, Les prescriptions du sursis avec mise a l'epreuve et de la liberation conditionnelle, R.S.C. 1986. DÖNMEZER-ERMAN, Nazari ve Tatbiki CEZA HUKUKU, Cilt-lll, 1985. EREM, Türk Ceza Hukuku, Cilt I, 1966. FRANSES-MAGRE, Le manquement a une mesure ou a une obligation relative au regime de la mise a l'epreuve constitue-t-il une infraction penale? R.S.C., 1971. FRANSES-MAGRE, Aynı konuda, imp. adm. 1971; XVUe Journees de defense sociale (Vicence, 1969), Aspects theoriques et pratiques de la probation, R.S.C. 1970. FRANSES-MAGRE, De l'obligation du probationnaire d'acquitter les sommes dues a sa victime, J.C.P., 1965.1.1940. GERMAIN, Le sursis et la probation, R.S.C., 1951. GERMAIN, Le projet de loi sur la probation devant le Parlement, R.S.C., 1957. INFOSTAT JUSTICE, Numero 20 Mars 1991,Imprimerie Administrative Melun. KENSEY-LE TOQUEUX, Vingt ans d'activite des comites de probation et d'assistance aux liberes, İnfostat Justice, Mars 1991. LEVASSEUR, Un precedent inquiretant pour l'avenir de la probation (la loi d'amnistie du 30 Juin 1969), D., 1969. MARC, Suggestions pour l'extension de la mise a l'epreuve, R.S.C., 1968. MARC, Mise a l'epreuve et observation, R.S.C., 1970. MARC, Le nouveau pouvoir reconnu au juge de l'application des peines d'imposer des obligations supplementaires aux probationnaires en cours d'epreuve, R.S.C., 1971. Coşkun ERBAŞ 83 MARTİNE, La mise a l'epreuve des delinquants et les principes traditionnels du droit penal, R .S .C ., 1961. MERLE, Droit penal general complementaire, Themis 1957. MERLE-VITU, Traite de Droit Criminel, Edition Cujas, 8. Bas/c/, 1988. NORMANDEAU, Le Mythe de la rehabilitation, R.D.P.C. Avril 1979. ORVAIN, LAUTECAZE, PLANOUES, BATBIE, J. CLUZON, R.MERLE, Le fonctionnement du sursis avec mise â l'epreuve (Travaux des IXe Journees de defense sociale, Ed. Dalloz, 1961. ÖNDER, Ceza Hukukunda Tecil ve Benzeri Müesseseler, İstanbul, 1963. PAULIAN, Sursis a l'execution de la peine et sursis a la condamnation, R.P.D.P., 1953. PERDRIOLLE, Le Travil d'interet general, Deviance et societe, 1984. PONS, Le sursis avec mise a l'epreuve et les problemes que souleve son application, Etudes penitentiaires, no 3, 1961. POUPET, La probations des delinquants adultes en France, Ed. Cujas, 1955. PRADEL, Les dispositions de la loi du 17 juilet 1970 sur l'execution des peines, D. 1971. LA PROBATION, (Regime de la mise a l'epreuve) et Les MESURES ANALOGUES, Imprimerie Administrative Melun (France) 3285-D. 1953. RAPPORT SUR LE FONCTİONNEMENT DU MILIEU OUVERT, Mai 1983, İmprimerie Admi­ nistrative Melun 2534/83. RAPPORT GENERAL SUR L'EXERCICE, 1988, İmprimerie Administrative Melun. REBOUL, Grandeur et miseres de l'experience toulousaine de la probation, R.S.C., 1954. ROSSI, De l'association du juge de I'application despeines a la juridiction de jugement, R.C.P., 1964.1. ROUX, Cours de droit criminel Français (İkinci baskı) SALVAGE, Le cumul des sursis, R.S.C., 1978. SOROUR, Fondement et caracteres juridiques de la probation, R.S.C., 1966. TAFT, Criminolgy, 1955. TANER, Ceza Hukuku, 3. Basım, 1953. TRENSZ, Le sursis aux fins de la mise a l'epreuve en droit allemand, R.S.C., 1968. TÜRK CEZA KANUNU ÖNTASARISI, Komisyonca hazırlanan metin, Ankara 1987. TÜRK CEZA KANUNU ÖNTASARISI, İkinci Komisyonca hazırlanan metin, Ankara Mart 1989. VIALATTE, Des obligations du probationnaire, J.C.P., 1963.1. VITU, Procedure Penale, Themis 1957. VOUIN, Probation et mise a l'epreuve en Belgique et en France, R.P.S., 1957. Y. MARX, Le systeme de la mise a l'epreuve, R.I.D.P., 1950. YURDAKURBAN, İngilterede Çocuk Mahkemelerinin İşleyişi, Mart 1988, Adalet Bakanlığı Araştırma Raporu. 84 TARİHİ GELİŞİMİ İÇİNDE GÖZETİMLE ERTELEME VE FRANSA'DAKİ UYGULAMASI İLE KONUYA İLİŞKİN TÜRK CEZA KANUNU ÖNTASARI METİNLERİ (IV) C - Kısaltıan Eser İsim lerine Göre Kaynakça C.P. C.P.P. : CODE PENAL : CODE de PROCEDURE PENALE, (1990 Litec) C.P.P. et C.J.M. : CODE de PROCEDURE PENALE et de CODE de JUSTICE. D. : Dalloz (Recueil Dalloz). J.C.P. : Jurisclasseur periodique(Semaine R.D.P. R.D.P.C. R.l.D.C. R.I.D.P. R.P.D.P. R.P.S. R.S.C. R.S.C.D.P.C. : : : : : : : : S. : Sirey (Recueil Sirey). MILITAIRE, 1989-1990 Dalloz. Juridique). Recueil de droit penal. Revue de droit penal et decriminologie. (Rev. int. dr. compare) Revue internationale de droit compare. (Rev. int. dr. pen.) Revue internationale de droit penal. revue penitentiaire et de droit penal. Revue Penale Suisse. Revue de Science criminelle et de droit penal compare. Revue de Science criminelle et de droit penal compare. B - Kısaltm alar Ad. Der. age. Ann. Art. B. : : : : : Adalet Dergisi, Adı geçen eser. Annexe. Article. Bulletin des arrets de la cour de cassation, chambre criminelle. Bkz. CIC. : Bakınız. : Code d'instruction criminelle. Chr. CMUK CRIM : Chronique. : Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu. : Cour de Cassation, Chambre Criminelle; Arret de la chambre de la Ed. Fr. JO. : Edition. : Fransız. : Journal Officiel. COUR de CASSATİON. İİK : İcra İflas Kanunu. Krş. : Karşılaştırınız. Md. n. : Madde. : Paragraf numarası. nt. : Dipnot. p. s. : Paragraf. : Sayfa. sk. : Sayılı kanun. TCK. T.Enf. Tüz. vd. 1-261 : : : : : Türk Cza Kanunu Tribunal pour enfants. Tüzük, Ve devamı. Eserde yer alan pragraf numarası sayıları. • BORÇLAR HUKUKU : yy KİRAYA VERİLEN TAŞINMAZIN BİR BAŞKASINA (ÜÇÜNCÜ KİŞİYE) DEVREDİLMESİ HALİNDE KİRACININ HAKLARI Nihat YAVUZ (*) • ANLATIM DÜZENİ : A- Muvazaalı Devir Halinde, a- Genel Olarak, aa- Kiracı, Kiralayana Karşı Butlan İleri Sürebilir, bb- Kiracı, Muvazaa Ya­ panlara Karşı Tazminat Davası Açabilir, b- İtiraz defi, c- Hukuksal Yarar, dDavanın Tarafları, e- Muvazaaya İlişkin Butlanın Hukuksal Mahiyeti, f- Tah­ liye Davalarında Kiracı, Muvazaa İddiasında Bulunabilir mi? aa- Bu Konudaki Görüşlerin Dökümü ve Eleştirisi, bb- Görüşümüz. B- Muvazaasız Devir Ha­ linde. a- Kiraya Verilen Taşınmazın Bir Başkasına Devredilmesi Sonucunda Kiracının Uğradığı Zararın Tazmini Sorunu, b- Bilinsel Dayanakların Özeti. A) MUVAZAALI DEVİR HALİNDE a) Genel Olarak aa) Kiracı kiralayana karşı butlan ileri sürebilir Bilimsel öğretide savunulan bir görüşe göre kendilerini tahliyeye zorla­ mak amacıyla taşınmazını muvazaalı olarak bir başkasına devir eden malike (kiralayana) karşı kiracısı tarafından butlan ileri sürülebilecektir. Kiracı, iddi­ asını tanık beyanı dahil her türlü delil ile isbatlayabilir (1). (*) Yargıtay 3. Hukuk Dairesi Başkam . (1) Esener, sh. 100 vd. İsviçre'de hâkimin emriyle kocasının evinde ikamet etmesine izin verilen karının, sözkonusu evin m uvazaalı olarak satılması halinde satış sözleşmesinin muvazaa nedeniyle hükümsüz olduğunun tesbitini isteyebileceği kabul edilmektedir. Bkz. Kramer, Art. 18; Nejat Aday: Taşınm az M ülkiyetinin Naklinde M uvazaa, İst. 1992, sh. 75, dip not: 376. Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz. aşağıda (f) başlığı altındaki bölü­ me. 86 KİRAYA VERİLEN TAŞINMAZIN BİR BAŞKASINA (ÜÇÜNCÜ KİŞİYE) DEVREDİLMESİ HALİNDE KİRACININ HAKLARI bb) Kiracı muvazaa yapanlara karşı tazminat davası açabilir Yapılan bir sözleşme ile kendi hakları ortadan kalkan üçüncü kişilerin zararının giderilmesi elbette gereklidir. Burada haksız eylem yoluyla ahlâka aykırı hareket edilmesi sonucu zarar meydana geliyor. Gerçekten de (yeni malik, kiralayan eski malik ile) işbirliği yaparak muvazaalı bir şekilde tapulu taşınmazın mülkiyetinin aktarılmasını sağlamış ise haksız fiil işlemiş demektir (2). Tuhr ve Funka göre de eğer taraflar muvazaa ile üçüncü kişiyi kâsden zarara uğratmış iseler (zarara uğrayan) bu kişi muvazaayı yapanlara karşı BK.nun 41/2. fıkrası gereğince tazminat isteminde bulunabilecektir (3). Gö­ rüşüme göre sadece muvazaalı işlem ile bir üçüncü kişiyi zararlandırmak (bir başına) tazminat ödetmeye yetmez. Ayrıca, o kişinin ahlâka aykırı bir surette kasden zarara uğratılması gerekir. Zira, adalet ve ahlâk duyguları ancak bu halde verilen zararın ödettirilmesini haklı kılar. Gerçekten de bu fıkraya göre, ahlâka aykırı bir eylem ile başka bir kişinin zarara uğramasına "bilerek" yol açan kimse meydana gelen zararı gidermekle yükümlüdür. Ahlâktan amaç; dürüst ve makul düşünen insanların fikirleri ve telakki tarzları olmak gerekir. Kiracının kiralayana karşı olan hakkı (şahsi) nisbidir. Nisbi haklar, yani alacak hakları kural olarak ancak borçlu tarafından ihlal edilebilir. Fakat, Gelpke'ye göre nisbi hakların da üçüncü kişiler tarafından ihlali olanaklıdır ve bu ihlâl BK. mad. 41 anlamında hukuka aykırılık teşkil edebilir. Öte yandan, üçüncü kişi (yeni malik) sırf kiracıya zarar vermek amacıyla ve ahlâka aykırı surette borçluyu (eski malik olan kiralayanın) borcunu yerine getirmemeye sevkederse, BK. mad. 41/11 gereğince ondan da tazminat iste­ nebilir (4). Kural olarak, üçüncü kişinin (inançlı işlemlerdeki) inanılandan yaptığı iktisap (kazanım) hukuken korunur. Bununla beraber, üçüncü kişi müktesibin (örneğin mülkiyeti kazananın), inanılanı kasden inanç anlaşmasını ihlâle teşvik ettiği hallerde, BK. 41/2 uyarınca inanana bir tazminat isteme hakkı tanımak yerinde olur. Ancak, bu şekilde sözleşmeye aykırılığa sevk ve teş­ (2) 4. HD. 25.9.1989; 7047/6940. Muvazaalı işlemin aynı zamanda haksız eylem teşkil et­ mesi halinde genel kurallar uyarınca tazminat istenebileceği konusunda bkz. Erman/Brox, Aday, sh. 76 dip not: 380a. (3) Tuhr, sh. 275; Funk, sh. 29. (4) Tandoğan, Haluk: Türk Mes'uliyet Hukuku, Ank. 1961, sh. 22, dip not: 33 ve sh. 23. 87 Nihat YAVUZ vikten doğan tazminat istemleri için; sevk ve teşvikin ahlâka aykırı bir şekilde, sırf inanana zarar vermek kasdı ileyapılmış olması da şarttır (5). b) İtiraz—Defi İtiraz, davalının, davacı tarafından aleyhine ileri sürülen hakkın doğ­ mamış olduğuna veya evvelce mevcut iken sonradan ortadan kalktığına delâlet eden yeni bir takım olayların ileri sürülmesidir. İtiraz, bir hakkın kul­ lanılması olmayıp bir olayın ileri sürülmesinden ibarettir. Taraflardan birinin muvazaayı ileri sürmesi hukuk tekniği bakımından defi olmayıp bir itiraz olarak nitelenmelidir (6). Davalı defi'yi (yani kendisinin aslında borçlu olduğu bir edimi özel bir nedenle, örneğin zamanaşımı nedeniyle yerine getirmekten kaçınmasına olanak tanıyan bir hakkı) açıkça ileri sürmesi gerekir. İtiraz ise (yani bir hakkın doğumuna engel olan veya o hakkı sona erdiren, örneğin medeni hakları kullanma ehliyetinin bulunmaması ya da borcun ödenmiş olması gibi vakıaları) Hakimin re'sen (kendiliğinden) gözetmesi gerekir (7). c) Hukuksal Yarar Üçüncü kişinin (kiracının) muvazaa iddiası, mahiyeti itibariyle bir tesbit (tazminat davasında ise eda) davası görünümü arzetmektedir. Bu tür bir davanın dinlenebilmesi için de davacının bir menfaatinin bulunması gerekir (8). Kısaca hukuksal yararı olan üçüncü kişilerin sözü edilen davayı muva­ zaayı yapan her iki taraf aleyhine açabileceklerini saptayabiliriz (9). Örnek: "Davacı kiracı olup bağış nedeniyle taşınmaza malik olan diğer davalının açtığı tahliye davası sonucunda taşınmazdan çıkarılmıştır. Kiracının bundan dolayı bir zararı varsa eda davası açarak tazminat isteyebilir. Bunun haricinde eski malikin yeni malike yaptığı hibenin muvazaalı olduğunun tesbitini müstakil (bağımsız) bir dava ile isteyemez. Zira, bu durumda hukuksal bir yarar sözkonusu değildir" (1 0 ). Üçüncü kişilerin muvazaa nedeni ile bir sözleşmenin geçersizliğini ileri sürmesi, onun alacağı bir sonuçtan herhangi bir şekilde menfaattar veya (5) (6) Özsunay, Ergun: İnançlı Muameleler, İst. 1968,sh. 191 ve orada anılan literatür. Funk, mad. 18, No: 8; Esener, sh. 56 vd. (7) (8) (9) (10) Kuru, Baki: Hukuk M uhakemeleri Usulü, İst.1990, C. Esener, sh. 93. Becker, mad. 18, No: 33; Esener, sh. 104. 13. HD. 1.11.1990; 2995/6954. 11, sh.1213 vd. 88 KİRAYA VERİLEN TAŞINMAZIN BİR BAŞKASINA (ÜÇÜNCÜ KİŞİYE) DEVREDİLMESİ HALİNDE KİRACININ HAKLARI alâkadar olmasına bağiıdır. Esasen tarafların muvazaa ile bir üçüncü kişiyi kasten zarara sokmaları ona karşı işlenmiş bir haksız eylem niteliğindedir (11) ve bundan dolayıdır ki, üçüncü kişi BK.nun 41/11. fıkrası gereğince mu­ vazaayı yapanlardan tazminat istemek hakkını haizdir (12). d) Davanın Tarafları Tazminat davası kötüniyet sahibi olan asıl sözleşmeyi kuran (yapan) aleyhine açılabileceği gibi diğer sözleşen bu muvazaalı işlemi bilerek buna iştirak etmiş ise kuşkusuz onun aleyhine de açılabilir. Fakat, bilmiyor veya bilebilecek durumda bulunmuyorsa kendisi (diğer sözleşen) tazminat dava­ sının davalısı olamaz. Zira, onun bu sözleşmeyi yapmasındaki amacı mün­ hasıran üçüncü kişinin zararına olmalıdır (13). Muvazaalı sözleşmenin ya­ pılması yasa tarafından yasaklanmadığı için bu yönde bir işlem başlı başına haksız eylem olarak telakki edilemezse de, ahlâka aykırı nitelik taşıdığı sü­ rece tazmine neden olabilir. Genellikle halk vicdanına aykırı olarak kabul edilen hususlar (14) âdaba aykırı işlem sayılmaktadır. Taşınmaz satış sözleşmesinin muvazaaya dayalı olmasından doğacak dava hakkı taşınmazın gerçek maliki ile onun ardıllarına (haleflerine) aittir. Kendisinin bizzat taraf olmadığı satışın muvazaa nedeniyle iptalini isteyen kimsenin muvazaa iddia etmeye esasen hakkı yoktur (15). Bu tür davaları MK.nun 933. maddesi gereğince yalnızca taşınmaz mal üzerinde ayni hakkı veya bu güce sahip bir hakkı haleldar olan kimse açabilir. Öyleki kütüğün düzeltilmesindeki yararı ne kadar büyük olursa olsun, ayni hakka sahip olmayanların düzeltme (tashih) davasında davacı sıfatı olamaz (16). Bu nedenle davacı kiracı, davalıların aralarında taşınmazları muvaza­ alı olarak aktardıklarını ileri sürerek kaydın iptalini isteyemez. Zira, davacı kiracı (ayni olmayan) şahsi (kişisel) bir hakka sahip bulunmaktadır. Öte (11) Tunçomağ, Kenan: İHFM. C. XXIX, sayı: 1-2, sh. 384; Renda/Onursan: C. II, sh. 66. Ayrıca bkz. Dipnot: 83 deki Yargıtay 4. HD.nin kararına. (12) Funk, sh. 29 vd; Tunçomağ, sh. 192. (13) İyi ya da kötü niyet ancak ayni haklar konusunda olup yalnızca kişisel bir hakkı bilmek ya da bilmesi gerekmek kötü niyet sayılamaz (Sungurbey, İsmet: Kişisel Hakların Tapu Kütüğüne Şerhi, İst. 1963, sh. 2, dip not: 5). (14) Kayaoğlu, sh. 167. (15) 1. HD. 24.4.1951; 950/6265. Aynı görüşte, Esener; sh. 56. (16) Üstündağ, Saim: Tapu Kütüğünün Tashihi Davası, İst. 1959, sh. 73. Nihat YAVUZ 89 yandan, davalılardan birisi olan Anonim Şirket (A.Ş.)in taşınmazın yeni maliki sıfatıyla, davacı aleyhinde açtığı kira parasının tesbiti davasında veya açıl­ ması olasılığından sözedilen tahliye davasında savunma olarak ileri sürüle­ bilecek hususlar, ayni (nesnel) hakkı etkileyecek bir konuda, davacıya dava açma hakkını kazandırmaz (17). e) Muvazaaya İlişkin Butlanın Hukuksal Mahiyeti Muvazaadan doğan butlan, klasik anlamdaki butlan sonuçlarını doğur­ maz. Bir başka anlatımla herkes tarafından herkese karşı ileri sürülemez. Bunun, butlan ve fesih kabiliyetinin iki nihai uç ve bunlar arasında mevcudi­ yetini kabul eden modern nazariyeyi doğruladığı söylenebilir (18). Bu ne­ denle kural olarak hâkim yine de muvazaayı istek olmaksızın kendiliğinden dikkate almak durumundadır. Ancak, kendiliğinden (re’sen) gözönünde tutma halini muvazaa nedeni ile açılmış davalara hasretmek gerekir (19). Jaeggı/Gauch'a göre muvazaalı işlemin etkisizliğinin re'sen nazara alınması, taraflar arasındaki ilişki bakımından çok aşırıdır. Butlanın re'sen nazara alınmasına haklılık kazandıran nedenler, muvazaalı işlemler bakı­ mından söz konusu değildir (20). f) Tahliye Davalarında Kiracı Muvazaa İddiasında Bulunabilir mi? aa) Bu konudaki görüşlerin dökümü ve eleştirisi Bir taşınmazın maliki kiracısını tahliyeye zorlamak için taşınmazını başka bir kimseye muvazaalı olarak nakleder. Bu takdirde, muvazaalı söz­ leşmenin taraflarına göre üçüncü kişi durumunda olan kiracılar acaba mu­ vazaa iddia edebilir mi? Bilimsel öğretide genellikle buna olumlu cevap verilmektedir (21). Yar­ gıtay'ın bazı kararlarında da bu görüş savunulmuştur. Örnekler: (17) 1. HD. 31.12.1979; 14213/15362. Not: Bu hususların gerek kira tesbiti ve gerekse de tah­ liye davalarında (savunma olarak ileri sürülmesi) son derece tartışmalıdır. Bana göre ise olanaklı değildir. Bu nedenle Yüksek 1. HD.nin gerekçesine katılamıyorum. (18) Esener, sh. 57. (19) Özmen/Özkaya, sh. 15; Kayaoğlu, sh. 151. "Muvazaa, taraflar yönünden ileri sürülme­ miş olsa bile, Hakim tarafından doğrudan doğruya gözetilir" 4. HD. 27.12.1966; 10257/ 11091; HGK. 2.10.1971; 1/622-565. (20) Aday, sh. 24, dip not: 115. (21) Esener, sh. 100; Aday, sh. 75; Özmen/Özkaya, sh. 38. 90 KİRAYA VERİLEN TAŞINMAZIN BİR BAŞKASINA (ÜÇÜNCÜ KİŞİYE) DEVREDİLMESİ HALİNDE KİRACININ HAKLARI 1 - "Gayrimenkul satışı sırf tahliyeyi temin maksadıyla muvazaalı bir surette ya­ pıldığı takdirde, tahliye davası mesmu olmaz" (2 2 ). 2 - "Esas itibariyle sükna hakkı bir kimseye hayatta bulunduğu müddetçe oturabi­ leceği bir yer temini gayesiyle kabul edilmiştir. Böyle olmakla beraber bu hakkın muay­ yen bir müddet için tesisinde kanuni bir mani yoktur. Ancak, hadisede dava konusu apartman dairesi üzerinde davacı lehine sükna hakkı tanıyan şahıs daha evvel davalı tarafı mecurdan çıkarmak için teşebbüse girişmiş ve bu maksatla davacıya ihtarnameler de göndermiştir. Bu durum gözönünde tutulduğu takdirde, malik tarafından davacı lehine 7500 lira karşılığında beş sene müddet için tanınmış sükna hakkının bir muvazaadan başka bir şey olmadığı, sırf davalının mecurdan çıkarılmasını temin maksadiyle bu yola baş vurulduğu anlaşılmıştır. Bu itibarla davacının talebine uygun olarak mecurun tahli­ yesine karar verilmesi 6570 sayılı Kanunun hükümlerini ortadan kaldırma gayesini hedef tutan kanuni bir hilenin müsamaha ile karşılanması demek olur ki bu da terviç edilemez. Mahkemece bütün bunlardan zuhûl edilerek reddi gereken davanın kabulü kanuna ay­ kırı ve temyiz itirazları yerindedir" (23). Yüksek Mahkeme bilahare uygulamasını şu şekilde geliştirmiştir: Kiracı muvazaa dermeyan edebilir ve fakat bu iddia açılmış bir tahliye davasında incelenemez (24). Yargıtay HGK.da aynı görüşü benimsemiştir. Örnek: "Davacı, babasının hibesi sonucu iktisap ettiği kiralanan için 6570 sayılı Kanunun 7/d maddesine dayanarak bu da­ vayı açmıştır. Davalı iktisabın muvazaalı olduğunu savunmuştur. Bu savunma bu davada incelenemez. İhtiyaç sabit olduğu takdirde tahliyeye karar verilmek gerekir" (25). (22) 3. HD. 12.7.1949; 9133/533. (23) 6. HD. 6.2.1960; 11021/909. (24) 6. HD. 27.11.1989; 16268/18279. Aynı şekilde: "Davacı, kiralananı tapu ile satın aldığı­ na göre bu satışın muvazaalı bulunduğu bu dava dosyası içerisinde incelenemez. A kra­ badan satın alınması da muvazaanın mevcudiyetini göstermez... Bu nedenlerle ihtiyaç iddiasının gerçek ve samimi olduğu kabul olunarak, kiralananın boşaltılm asına karar ve­ rilmek gerekir" (6. HD. 16.4.1985; 4187/4915). Yüksek özel dairenin bu konudaki görüşü giderek kökleşmiştir. "Davacı kiralananı satın aldığını ve kiralanan fırını kendisinin işleteceğini ileri sürerek kiralananın boşal­ tılm asını istem iştir. M ahkem ece kiralananın müteaddid el değiştirdiği ve satış bedelinin düşük bulunuşu nedeniyle satışın kiralananın boşaltılm asına yönelik olduğu ve bu se­ beple samimi bulunm adığı kabul edilerek davanın reddine karar verilmiştir. Kiralanan davacıya tapu ile intikal etmiştir. Tapuda yapılan satışın muvazaalı bulunduğu hususu bu dava içerisinde incelenemez. Dosyada toplanan diğer deliller ise ihtiyaç iddiasının samimi olup olmadığı bakım ından incelenmemiştir. Tüm deliller toplanıp ihtiyacın samimi ve gerçek olup olmadığı hakkında kesin bir sonuca varılmalıdır" (6. HD. 4.2.1985; 14439/ 752). (25) HGK. 2.7.1982; 119/765. Aynı paralelde: HGK. 19.12.1990; 580/640. Nihat YAVUZ 91 Yukarıda sözü edilen uygulama bilimsel öğretide şu şekilde eleştirilmiş­ tir: “Gerçekten, kiracının bu durumda muvazaa dermeyanında bulunması, davacının tahliye talebini hükümden düşürmeye yönelik bir defi niteliğindedir. Taşınmazın devrine konu olan işlem muvazaa nedeniyle geçersizse, bu işleme dayalı tesçil geçersiz olaca­ ğından tahliye davacısının malik sıfatını kazanmamış olduğu anlaşılır. Şu halde, açılmış bir tahliye davasında davalının muvazaa dermeyanında bulunmakta hukuki menfaatinin varlığı kabul edilmek gerekir. Sonuçta davalı muvazaa iddiasını ispatlarsa, yeni malik sıfatı ile açılan tahliye davası reddedilecektir. Davalının, aleyhinde açılan bir davayı hükümden düşürebileceği bir iddiayı tahliye davasında değil de nerede ileri sürebileceği sorusuna makul bir cevap verilebileceğini sanmıyoruz. Ancak belirtelim ki, yeni malik sıfatıyla açılan tahliye davasında davalının muva­ zaa dermeyanında bulunması bir def'i niteliğinde olup, davacının tahliye talebini hü­ kümden düşürmeye yöneliktir. Kiracının iddiasını isbatı durumunda sadece tahliye da­ vasının reddine karar verilecek; ancak bu hüküm, tapu kütüğünün asıl malik lehine dü­ zeltilmiş olduğu anlamına gelmeyecektir" (26). bb) Görüşümüz Önce bazı saptamalar yapmalıyız: aaa) Hemen belirtilmelidir ki yeni malik tapu kaydına ve mülkiyet hakkına dayanarak tahliye davası açmaktadır. MK.nun 633. maddesinde taşınmaz­ ların nasıl kazanılacağı açıkça belirtilmiştir. Tapuda yapılacak bir değişikliğe kadar kimin adına kayıtlı ise onu malik saymak gerekir. Haklı bir neden ol­ maksızın ayni (nesnel) hakları haleldar olan bir kimse kaydın silinmesini is­ teyebilir (MK. mad. 933). Tesçil hukuki nedene bağlı bir işlemdir. Hukuki sebepten yoksun bir tesçil yolsuz tesçil olup mülkiyetin intikalini sağlamaz. Örnek: "Türk Medeni Ka­ nunu, ayni hakkın kullanılmasında tesçilin haklı ve geçerli bir hukuki nedene dayanma­ sını zorunlu kılmıştır. Bu nedenle haksız ya da lüzum ifade etmeyen bir işleme daya­ nılarak yapılan tesçil geçersiz bir tesçildir. Tesçilin geçerli bir hukuki sebebe dayanma­ ması ayni hakkın doğumunda ve kazanılmasında kurucu unsur olan tesçil işlemini te­ melde sakat duruma getirir" (27). Saik, sözleşmede ifadesini bulmayan psikolojik bir olguyu ifade eder. Kısaca iradi faaliyetlere esas olan istek, duygu veya düşüncedir. Bu nedenle (26) Aday, sh. 75. (27) 1. HD. 9.6.1989; 6084/7468. 92 KİRAYA VERİLEN TAŞINMAZIN BİR BAŞKASINA (ÜÇÜNCÜ KİŞİYE) DEVREDİLMESİ HALİNDE KİRACININ HAKLARI eski malik (kiralayan) satış ya da hibe işlemini çeşitli ruhsal isteklerin, duygu­ ların veya düşüncelerin etkisi altında yapabilir. İlke olarak yalnızca eski mali­ kin (kiralayanın) güttüğü amaç (örneğin, kiracısını tahliye ettiremediğinden ötürü ona kızması hususu) sözleşmenin geçerliğine zarar vermez, çünkü işbu amaç hukuksal işleme yabancıdır. Böylece alıcı olan (yeni malik) eski malikin kiracısı olan davalıya kızarak taşınmazı satması hususunu bilmesi sözleş­ meyi sakatlı hale getirmez. Zira, ilke olarak karara etkili olsalar dahi saikler, hukuksal işlemin unsuru sayılamazlar ve bundan ötürü irade beyanının ge­ çerliği üzerinde hiç bir etki yaratamazlar (28). Özetle, kazandırıcı işlemin hu­ kuksal sebebini mutlaka saikinden ayırt etmek gerekir. Zira, her kazandırıcı işlemlerde hukuki sebep gibi saik te bulunmaktadır. Kazandırıcı işlemlerde saik, pratik gayeyi ifade eder. Taraflar, kural olarak saik üzerinde konuşmazlar ve yine kural olarak hukuk düzeni de kazandırmanın saikleri ile ilgili değildir. Buna karşı tarafların hukuksal sebep üzerinde uyuşmaları aranır (29). Sözleşmenin âdaba aykırı sayılabilmesi için sözleşmedeki saik'in ahlâka aykırı olması yeterli değildir. Zira, bu sonuç için bizzat sözleşmenin ahlâka aykırı (hile) damgası taşıması gerekir. BeckeKn verdiği örneğe göre: "iki işadamı, sevmedikleri üçüncü kişiye karşı, yıkıcı rekabet yapmak üzere kin ve intikam hisleriyle bir şirket kursalar, bu sözleşme geçersiz değildir; yani ahlâken tasvip görmeyen saik, aslında hukuka uygun bulunan şirket sözleş­ mesini, yapılması caiz olmayan bir sözleşme haline getirmez. Bizzat söz­ leşme (ahlâk dişilik) damgasını taşıyorsa durum farklı olur" (30). İsviçre Federal Mahkemesi'nin 1.9.1967 tarihli bir kararına göre "Bir sözleşmenin ahlâka aykırı olup olmadığı hususu konusuna veya muhtevasına göre tayin olunmak gerekir". Fransa'da ise saik ve amaç çok daha önemli rol oyna­ maktadır (31). (28) Tuhr, sh. 249, 279. (29) Özsunay, sh. 91. (30) Becker, H: Borçlar Kanunu, çev. Kemal Reisoğlu, Ank. 1967, sh. 99. (31) Bkz. Tekinay, Borçlar Hukuku, C. 1, 5. bası, İst. 1985, sh. 537, dip not: 9. Şurası unutul­ mam alıdır ki bir sözleşmenin ahlâka aykırı sayılması için mutlaka onun içeriğinin ahlâka aykırı bulunması gerekmez. Sözleşmenin içeriği kadar tarafların sözleşme ile güttükleri amaç da sözleşmeyi ahlâka aykırı bir duruma sokabilir (Ataay, Aytekin: Borçlar Huku­ kunun Genel Teorisi, İst. 1975, sh. 244). Bir hakkın başka bir kimseye karşı dürüstlüğe aykırı olarak kazanılm ış olması ya da daha önceki bir davranış gözönünde tutuldukta (bu hakkı) ileri sürmenin dürüstlüğe aykırı düşmesi durum unda bir hakka dayanma, ahlâka aykırıdır (RGR. Kommentar, Berlin 1960, 11. bası, 826. Çenberci, Satış Vaadi, Ank. 1973, sh. 36). Nihat YAVUZ 93 bbb) Muvazaa, her zaman üçüncü kişilere zarar vermek niyetiyle yapılan bir işlem olmadığı gibi hukuka da aykırı bir muamele değildir. Gerçekten de bir baba oğullarını çalışmaya sevketmek için mallarını muvazaalı bir temliki tasarrufla devredebilir. Keza bir kişi kendi durumunu başkalarının merakın­ dan kurtarmak için de muvazaa yoluna başvurabilir. Tüm bu işlemler hukuka aykırı değildir. "Eğer böyle olsaydı kanun muvazaayı himayeden mahrum bırakır ve nazarında muteber kılmazdı" (32). ccc) Tahliye davalarında genellikle taşınmazın rayiçten az bir bedelle satılarak tahliye davasının gerçekleştirildiği, bunun da muvazaalı temlike dayandığı ileri sürülmektedir. Bu dahi geçerli bir savunma olamaz. Ucuz bir bedel yerine taşınmaz bir başkasına hibe edilse dahi yeni malik koşulları oluştuğunda tahliye davası açabilmelidir. Kaldıki "bedelde muvazaa" nede­ niyle resmi sözleşmenin geçersizliğinin öne sürülemeyeceği bilimsel öğretide genellikle kabul edilmektedir (33). ddd) Yasa koyucu tahliye davalarının bir an önce karara bağlanmasını gerçekleştirmek için HUMK.da bazı değişiklikler yapmıştır (34). 6570 sayılı Yasanın tahliye nedenlerine bakıldığında hiç birisinin de gecikmeye taham­ mülü bulunmadığı hususu kendiliğinden anlaşılır. Kötü niyetli muvazaa sa­ vunmaları (def'ileri) işin gereksiz yere uzamasına neden olabilir (35). Kaldı ki yeni maliklerin ihtiyaç iddiasına dayanarak dava açabilmesi için, bu ihti­ yacın gerçek olması gerekir (36). Aksine bir davranış MK. 2'deki dürüstlük kuralına aykırı düşer. İşte olsa olsa (muvazaa) savunması bu bağlamda dikkate alınabilir. Öte yandan, 6570 sayılı Yasanın 15. maddesine göre "ki­ ralayan, 7. maddenin b,c,d bentlerinde yazılı sebeplerden dolayı tahliye et­ (32) Esener, sh. 12; Kayaoğlu, sh. 95; Özmen/Özkaya, sh. 8. Ayrıca bkz. üçüncü kişileri al­ datm ak kastının muvazaa anlaşmasının dışında ve ayrı bir unsur olarak söz etm enin ye­ rinde olmadığı hakkında: Aday, sh. 8 vd. (33) Esener, sh. 66 vd; Özmen/Özkaya, sh. 10. (34) Erdoğan, Celâl: Tahliye Davaları, Ank. 1985, sh. 48. (35) Davalının sırf bekletici sorun yaratabilmek için sonradan bir dava açması halinde bunun bekletici sorun olarak kabul edilemeyeceği hakkında bkz. Kuru, c. III, İst. 1991, sh. 2438, 2356. (36) İddianın samimiyeti ve gerçek ihtiyacın varlığı hususlarında Hakim delilleri takdir ede­ rek bir sonuca varacaktır. Delillerin takdiri Hakime ait olduğundan dolayı, takdirde bir hata bulunm adıkça Yargıtay kararı onaylamak durum unda kalacaktır. Kira bedelini art­ tırmak, başkasına kiraya vermek yahut sırf kiracıyı rahatsız etmek gibi başka amaçların takip olunduğu, kısacası, davanın samimi bulunmadığı yolunda bir kanaati doğuran da­ valar reddedilmelidir. Bu hususun takdiri hâkime aittir (Feyzioğlu, sh. 635). 94 KİRAYA VERİLEN TAŞINMAZIN BİR BAŞKASINA (ÜÇÜNCÜ KİŞİYE) DEVREDİLMESİ HALİNDE KİRACININ HAKLARI tirdiği gayrımenkulü mücbir sebep olmaksızın üç sene müddetle eski kiracı­ sından başkasına kiralayamaz". eee) Dava hakkının kötüye kullanılması Anayasanın 36. maddesi, herkesin meşru vasıta ve yollardan yararlan­ mak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve sa­ vunma hakkına sahip olduklarını belirtmektedir. Bu hükümle anayasa güvencesine kavuşan dava hakkı, ancak dürüstlük kurallarına uygun bir biçimde kullanılabilir. O halde, davacı haksız olduğunu bilerek dava açmamalıdır. Bunun sonucu olarakta dava hakkının kötüye kullanıldığı hallerde, bu genel kurala dayanarak davacının dava hakkının bulunmadığına karar verilmelidir (3 7 ). Örnek: "Dava konusu yer bir dairedir. Davalı burayı konut olarak kullanmaktadır tarihinde buranın 5/100 payı davacıya satmış, 95/100 pay kiralayan üzerinde bırakılmıştır. Kira akdinin hitamını müteakip... satıştan 5 gün sonra da bu dava açılmıştır. Paydaşın payına dayanarak pay ve paydaş çoğun­ luğunun muvafakatıyla ihtiyaca dayalı tahliye davası açması yasal hakkıdır. Ancak, bu hakkın MK.nun 2. maddesi uyarınca iyiniyetle kullanılması da şarttır. İyiniyetin varolup olmadığını 3.11.1980 gün ve 2/3 sayılı ve 4.11.1985 gün, 2/7 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararları uyarınca her hadisenin özelliğine göre değerlendirmek gerekir. Olayımızda davacı iyiniyetli değildir. Zira, bir dairenin 5/100 payının satın alınması bu cüz'i hisseden yararlanma imkânsızlığı nedeniyle olağan bir işlem sayılamaz. Belli ki sırf davanın açılmasına zemin hazırlamak için satış yapılmıştır. Satıştan 5 gün sonra davanın açıl­ ması ve büyük hisse sahibi kiralayanın buna muvafakat etmesi bunun açık delilidir. MK.nun 2. maddesinin 2. fıkrası uyarınca iyiniyetli olmayan kimseyi kanun himaye et­ meyeceğinden davanın bu yönden reddi doğru olmakla" (38). fff) Örtülü inançlı münasebetler Adli yardımdan faydalanmak veya bazı def'ilerin ileri sürülmesini önle­ mek amacıyla yapılan devirler ya da alacaklılara zarar vermek amacıyla ku­ rulan diğer inançlı ilişkileri İsviçreli yazar Gerstle, Alman bilimsel öğretisinden yararlanarak "örtülü inançlı münasebetler" içinde incelemektedir (39). (37) Arslan, Ramazan: Medeni Usul Hukukunda Dürüstlük Kuralı, Ank. 1995 sh. 73. Bkz. ve karş. Eren, Fikret: Medeni Kanunun Mülkiyet Kavramına Verilecek Anlam, Medeni Ka­ nunun 50. Yılı, Ank. 1977, sh. 173 vd. (38) 6. HD. 13.3.1986; 2125/3382 (YKD., 1986/7, sh. 968). (39) Özsunay, sh. 42, dipnot: 15. Bu bilgi, özel olarak inceleme konusu yapılan olaya benzer­ liği dikkate alınarak ve de mukayeseli düşünmeyi sağlamak amacı için verilmiştir. Nihat YAVUZ 95 ggg) Bir alacağın adli yardımdan faydalanmak amacıyla devri Şahsi durumu bakımından güvence göstermekle yükümlü olan bir kişi (HUMK. mad. 97) bu yasal güvenceyi göstermek yükümünden kurtulmak amacıyla bir alacağı inançlı olarak bir başkasına devredebilir. Vollfa göre böyle bir inançlı devir, kanuna karşı hile sayılamaz. Zira, belirli bir kişiyi gü­ vence göstermekle yükümlü kılan bir usul hükmünden bir devir yasağı çı­ karmak olanaklı değildir (40). hhh) Değerlendirme O halde ne yapmak gerekir? Bize göre kiracı, tahliye davası sonuçla­ nıncaya kadar yapılan temlikin münhasıran kendisini tahliye ettirmeye yö­ nelik (ve de muvazaalı işlemle kasden kötü duruma düşürüldüğüne) dair bir ilam istihsal (!?) ederek mahkemeye ibraz ederse bunun dikkate alınaca­ ğında duraksamamak gerekir. Fakat bu yöndeki soyut bir savunmaya hiç mi hiç itibar edilmeyecektir. Zira yeni malikin (kiralayanın) kiralanana olan sa­ mimi ihtiyacı gerçekleşmiştir. Kiracının kendisine karşı işlenmiş bir haksız fiil nedeniyle tazminat davasını (koşulları oluştuğu takdirde) açmakta ise öz­ gürdür. Bunun aksi bir uygulama yeni malik olan (kiralayanın) kira sözleşmesi ile olan ilişkisini (tahliye bakımından) süresi belli olmayan bir şekilde askıya alınmasına neden olur. İhtiyaç iddiası(nın) kiralayan veya mal sahibine göre değerlendirilmesi gerekir. Mal sahibi veya kiralayanın bu hakkı nasıl elde ettiği tahliye davası içinde tartışılamaz. Zira, böyle bir tartışma davanın amacı ile bağdaşamaz. Bu nedenle taşınmazın el değiştirmesinin muvazaalı olup olmadığının incelen­ mesi ve böyle bir sebebe dayanılarak davanın red edilmesi gerekmez (41). Haksız eylem nedeniyle (taşınmazı boşaltmak zorunda kalmak suretiyle) mal varlığında iradesi dışında bir eksilme meydana gelen kiracının haksız eylemi yaratanlara yani (muvazaalı olarak taşınmazı satan ve alan kişilere) karşı maddi ve manevi tazminat davası açma hakkının bulunduğu düşünü­ lebilir. Böyle bir davada zararın oluşabilmesi için ise, öncelikle kiracının ta­ şınmazdan tahliye edilmesi gerekir. Dava, BK.nun 41. maddesinin 2. fıkra­ sına dayandırılacaktır. BK. 41/2. fıkraya göre, âdâba aykırı eylem (haksız eyleme) kıyas yoluyla benzetilmekte ve tazminat ancak ve ancak kasten (40) Özsunay, sh. 51, dipnot: 56. (41) 6. HD. 15.11.1989; 15486/17501. 96 KİRAYA VERİLEN TAŞINMAZIN BİR BAŞKASINA (ÜÇÜNCÜ KİŞİYE) DEVREDİLMESİ HALİNDE KİRACININ HAKLARI verilen zarar ile sınırlandırılmaktadır (42). Davacı, acaba yukarıda sözü edilen hakkını aleyhine açılan tahliye davasında savunma olarak iteri süre­ bilir mi? Buna kesinlikle olanak tanımıyoruz. ZİRA, APAYRI KOŞUL VE YÖNTEME TABİ BİR DAVA HAKKI, HİÇ BİR SURETLE AÇILAN BİR TAHLİYE DAVASINDA DEFİ OLARAK İLERİ SÜRÜLEMEZ. O halde kira­ cının bu aşamada -zira henüz tahliye edilmemiştir- böyle bir dava hakkı da esasen bulunmamaktadır. Aslında kiracısını tahliye ettiremeyen ilk malikin sırf zarar vermek ve tahliyeyi sağlamak amacı için taşınmazın mülkiyetini yeni malike aktarması olgusu (bana göre) ne muvazaa ve ne de BK. 20 gereğince hükümsüzdür (43). Zira, bu tür işlemleri ilke itibariyle taraflarca gerçekten istenmiş geçerli bir işlem olarak kabul etmek gerekir. Çünkü, tarafların istedikleri amaca ula­ şabilmeleri için mülkiyetin ciddi olarak devrini istemiş olmaları zorunludur. Eğer taraflar (eski veya yeni malikler) iradelerini kiracıyı zararlandırmak amacı ile birleştirmiş (örneğin, kiracının tahliyesini gerçekleştirmek için ta­ şınmazın mülkiyetini aktarmış) iseler (koşulları oluşmak suretiyle) sorumlu­ luklarının kaynağı BK.nun 41/11. fıkrası olmak gerekir. Zira, (ister muvazaalı olsun ister olmasın) bir sözleşme nedeniyle kasten zarara uğratılan her üçüncü kişi, BK. 41/11. fıkraya dayanarak zarar ve ziyan isteyebilir. (42) Karş. Tuhr, sh. 369. (43) HGK.'nun 5.10.1960; 243/250 sayılı kararına göre bir kimsenin mallarını görünüşte başkasına devredip de gerçekte onların sahibi kalması BK. 19'daki sözleşme özgürlüğü esaslarına uygundur; böyle bir devir emredici hükümlere ve ahlâka aykırı olmadığından geçerlidir. Bu konuda tarafların inanç anlaşması yaptıkları da ileri sürülebilir. Zira, inançlı iş­ lemde taraflardan biri (güvenen = ilk malik), diğer tarafa (güvenilen ikinci malike) bir hakkı (taşınmazın mülkiyetini) ve bu suretle hak kendisine devredilen taraf da, aralarında daha önce kararlaştırm ış oldukları (güven anlaşması) üzere, o hakkı (mülkiyeti) belli amacın gerçekleşm esi uğrunda kullandıktan (bir başka anlatışla kiracının tahliyesini sağladıktan) sonra devreden kişiye iade eder (Karş. Ataay, Aytekin: Borçlar Hukukunun Genel Teorisi, Birinci Ayırım, 2. bası, İst. 1975, sh. 190). Görüldüğü üzere mülkiyet hakkı tarafların gerçek niyetine uygun olarak karşı tarafa geçer. Bu mülkiyet devri, gerek üçüncü kişilere karşı, gerekse taraflar arası ilişkiler yönünden tam ve geçerlidir (Reisoğlu, Saza: Borçlar Hukuku, Genel Hükümler, Ank. 1983, sh. 57). Olayın kanuna karşı hile ile ilgisine gelince; bilindiği üzere taraflar, kanunun geçerli saydığı hukuksal işlemleri, kanuna aykırı sonuçlara varmak amacı ile yaptıkları takdirde "kanuna karşı hile"den sözedilir. Ne var ki tarafların bu amacını hukuk düzeni destekle­ mez ve yapılan işlemi geçersiz sayar. Kiracı gerçekleştirilen satım akdinin iptalini isteyem eyeceğine göre uyuşm azlığa "kanuna karşı hile" ilkesi uygulanamaz. Bu nedenle dip not (23) de sözü edilen Yüksek 6. HD.'nin kararının gerekçesine katılmaya olanak bulun­ mamaktadır. Nihat YAVUZ 97 III) Sonuç Bir hak kendisine karşı kötüye kullanılan kişinin doğrudan doğruya bu davranışa yönelik dava açma hakkının bulunduğunu az yukarıda incelemiş­ tik. Hakkın kötüye kullanılması yüzünden zarara uğrayanın tesbit davası açma hakkının da olabileceğini kabul etmek gerekir. Öte yandan, hakkın kötüye kullanılmasından dolayı hukuksal koruma isteminde bulunmaya hakkı olan kişi dava açacağı yerde bu hakları kendisine karşı açılacak davada iti­ raz veya defi olarakta ileri sürebilir (44). Bu kural tahliye ve kira tesbiti da­ valarında da geçerlidir. Öyle ise davalı (kiracı) ilke olarak sırf kendisini tahliye ettirmek amacına yönelik ve kötü niyetli bir tasarrufla taşınmazın mülkiyetinin diğer kişiye intikal ettirildiğini ileri sürebilecek, fakat bu savunma asla bir tahkikat (hadise) biçiminde, tahliye ya da kira tesbiti davasına bakan mah­ kemede incelenip araştırılmayacaktır. Sözü edilen savunmaya mahkemece değer verilebilmesi için ileri sürülen itiraz ya yukarıda (eee) bölümünde açıklanan Yargıtay 6. HD.'nin kararında olduğu gibi son derece açık olacak veya mahkemenin ayrıca araştırmasına gereksinim bırakmayacak (örneğin, savunmayı saptayan kesinleşmiş bir mahkeme ilamı veya bu işlemi yapan­ ların ikrarı gibi) bir delile dayanacaktır. Böyle bir çözüm tarzı Alman bilimsel öğretisinde ortaya konup "interressen Jurisprudenz" adı verilen menfaat bağdaştırma metodu diyebileceğimiz usule de uygundur. Zira, maddi olayda karşılaşan iki yarar arasında birleştirme ve bağdaştırma yapılarak uygun bir yol bulunmuştur. B) MU V AZA ASIZ DEVİR HALİNDE a) Kiraya Verilen Taşınmazın Bir Başkasına Devredilmesi Sonucunda Kiracının Uğradığı Zararın Tazmini Sorunu Kiralayanın, taşınmazı bir üçüncü kişiye devretmesi halinde kira söz­ leşmesi kural olarak sona ermez. Zira kiracı, kiralayan eski malikten kira sözleşmesinin aynen ifasını temin, mümkün olmazsa zararın tazmin edil­ mesini isteyebilir (BK. mad. 254/1-2, 96). Yasadan doğan bir hakkın bu yasa hükümlerine uygun olarak kullanımı aynı zamanda o tarafın sözleşme ile yükümlendiği borçlarına aykırılık teşkil ediyorsa, diğer taraf bu aykırılık nedeniyle oluşan zararı isteyebilir. Bu itibarla zararın oluşmasına neden olduğu ileri sürülen işlem ve olguların, yasalara (44) Arslan, sh. 35 ve dipnot: 113'te anılan yazarlara bkz. 98 KİRAYA VERİLEN TAŞINMAZIN BİR BAŞKASINA (ÜÇÜNCÜ KİŞİYE) DEVREDİLMESİ HALİNDE KİRACININ HAKLARI uygun olmakla birlikte sözleşmeye ve sözleşmeden doğan borçlara aykırı­ lıktan ileri gelip gelmediği araştırılıp değerlendirilmeli ve böylece sonuca ulaşılmalıdır. Örnek: "Davacı, mülkiyeti davalıya ait Kayseri-Argınak Mahallesi, 3. Cadde, Cami Durağı, No: .... adresinde bulunan dükkanı noterlikçe onaylı 1.1.1989 başlangıç tarihli 5 yıl süreli kira sözleşmesiyle kiraladığını, davalı kiralayanın sözleşmedeki yükümlülüklerinden kurtulmak amacıyla danışık olarak taşınmazı 16.4.1990 tarihinde kızına sattığını, kızınında yeni iktisap ve ihtiyaç nedeniyle aleyhine açtığı tahliye davası sonucunda kirala­ nanı 30.7.1991 tarihinde tahliye etmek zorunda kaldığını, davalının danışıklı işlemlerle sözleşmeye aykırı davranmasından doğan zararının faizi ile birlikte tahsiline karar ve­ rilmesini istemiştir. Davalı, davanın reddine karar verilmesini savunmuştur. Mahkemece, kiralananın üçüncü bir kişiye satılmasında yasaya aykırılık olmadığı gibi; davacının tahliyesinin de yasaya uygun olarak sağlanmış bulunması karşısında davalının haksız bir eyleminden söz edilemeyeceği gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiş, hüküm davacı tarafça temyiz edilmiş; dairemizce onanmış, bu defa davacı karar düzeltme isteminde bulunmuştur. Gerçekten kiralayan malik, kira sözleşmesinin kurulmasından sonra yasadan kay­ naklanan mülkiyet hakkını kullanmak suretiyle kiralananın mülkiyetini her zaman bir üçüncü şahsa temlik edebilen ve üçüncü şahsın bu yolla elde ettiği ayni hak da kiracının kişisel hakkına oranla üstün olur. Ne var ki, kiralanan üzerinde üçüncü şahsın böyle bir hak elde etmesi, mevcut olan kira sözleşmesini ortadan kaldırmaz. Kural olarak kira sözleşmesi hukuki varlığını sürdürüp ve kiralayanın kiracıya karşı bu sözleşmeden do­ ğan borçları da devam eder. Değişik bir anlatımla, kiracı kiralayan eski malikten kira sözleşmesinin aynen ifasını temin, bunun mümkün olmaması halinde zararın tazmin edilmesini isteyebilir (BK.nun 254/1-2 ve 96. maddesi). Sözleşme sorumluluğunda; yasadan doğan bir hakkın bu yasa hükümlerine uygun olarak kullanımı aynı zamanda o tarafın sözleşme ile yükümlendiği borçlarına aykırılık teşkil ediyorsa, diğer tarafın bu aykırılık nedeniyle oluşan zararını isteyebileceğinde te­ reddüt yoktur. O sebeple, zararın oluşmasına neden olduğu ileri sürülen işlem ve olgu­ ların salt yasa hükümlerine uygun olduğu, haksız fiil sayılamayacağı gerekçe gösteril­ mek suretiyle sorumluluğun bulunmadığı kabul edilemez. İşlem ve olguların, yasalara uygun olmakla beraber, sözleşmeye ve sözleşmeden doğan borçlara aykırılıktan ileri gelip gelmediği araştırılıp değerlendirilmeli ve böylece sonuca ulaşılmalıdır. Somut olayda ise; taraflar arasında 1.1.1989 başlangıç tarihli, 5 yıl süreli kira sözleşmesinin düzenlendiği, kiralananın 16.4.1990 tarihinde davalı tarafından kızına Nihat YAVUZ 99 satıldığı, bu kişininde 6570 sayılı Yasanın 7/d maddesi hükmüne uğun olarak yeni ikti­ sap ve ihtiyaç nedeniyle açtığı tahliye davası kabul ile sonuçlanıp kesinleşmesi üzerine davalının 30.7.1991 tarihinde kiralananı tahliye etmek zorunda kaldığı ve böylece kira sözleşmesinin sözleşmede öngörülen 5 yıllık süreden önce hukuken sona erdiği belir­ gindir. Davalı kiralayan bu sözleşme ile 5 yıllık bir süre için kiracıya kiralananı, kiralama amacına uygun olarak kullandırma ve kullanmasını temin etme borcunu üstlenmiştir. Oysaki davalı bu borcuna rağmen kiralananın mülkiyetini bir üçüncü şahsa devretmiş, üçüncü şahıs ise kira sözleşmesini benimsememiş, yasal haklarını (6570 s. Kanun 7/d ve BK. 254/2 md.) kullanmak suretiyle kiracıyı taşınmazdan tahliye ettirmiştir. Davalının maliki olduğu taşınmazın mülkiyetini bir üçüncü şahsa temliki doğrudan mülkiyet hakkı­ nın kullanımı ile ilgili isede sonuçta bu hakkının kullanımı, kiracının 5 yıl süre ile kira­ lananı kullanması imkânını ortadan kaldırmış, dolayısıyle de kiralayanın az yukarda açıklanan borcuna aykırılık teşkil etmiştir. Bu durumda davacı kiracının, borca aykırılık nedeniyle oluşmuş zararlarını davalı kiralayandan isteyebileceği kabul edilmelidir. O halde mahkemece yapılacak iş, davacının dava dilekçesinde açıkladığı zarar kalemleri üzerinde tet tek durulup, gerçekten davacının zararı olup olmadığı, var ise bu zararın az yukarda açıklanan (davalının NY) borcuna aykırılıktan ileri gelip gelmediği araştırılıp sonucuna uygun bir karar vermekten ibarettir. Somut olayın özelliğine uygun düşmeyen ve sözleşme sorumluluğu ile bağdaş­ mayan gerekçelerle davanın reddine karar verilmesi usul ve kanuna aykırı olup hükmün bu sebeple bozulması gerekir iken, zuhûlen dairemizce onandığı bu defa yeniden ya­ pılan incelemeyle anlaşılmış olmakla davacının karar düzeltme isteminin kabulüne, onama kararının kaldırılmasına, hükmün bozulmasına karar verilmelidir" (44a). b) Bilimsel Dayanakların Özeti IKira, kişisel borçlar doğuran bir sözleşmedir. Kiralananın satılması kiracının kişisel hakkını bozamaz; kiralayan kiracısına karşı devamlı bağlı­ dır. Kiralananı iktisap eden üçüncü kişi kiracıyı kiralanandan çıkarabilir. Fa­ kat kiracı da, sözleşmenin hükümlerinin yerine getirilmesini kiralayandan is­ teyebilir. Kiracıya tanınan bu hak, yeni maliki bağlamayacağına göre kiracı, satım nedeniyle kiralananı terke mecbur kalmasından dolayı uğradığı zarar ve ziyanı kendi kiralayanından isteyebilir (BK. mad. 96). Böyle bir istek kar­ şısında kalacağını düşünen kiralayan giderim (tazminat) yükümlülüğünden kurtulmak için gereken önlemleri almak zorunda kalır; ya kira sözleşmesini (44a) 13. HD.. 19.1.1995; 14/273. 100 KİRAYA VERİLEN TAŞINMAZIN BİR BAŞKASINA (ÜÇÜNCÜ KİŞİYE) DEVREDİLMESİ HALİNDE KİRACININ HAKLARI tapuya tescil ettirir; bu takdirde kiracı yeni malikten kiranın devamını istemek yetkisine sahip olur. Veya satım sözleşmesinde kiranın feshi hakkından alı­ cısını (müşterisini) vazgeçirir; bu durumda üçüncü kişi lehine yapılmış bir sözleşme karşısında olunacağından yeni malik kira sözleşmesi hükümlerine uymaya mecbur kalır (BK. mad. 111/2). Bundan başka yeni malikin kiracı ile kira sözleşmesini yenilemesi (BK. mad. 114) veya satıcı ile anlaşarak kira­ cıya karşı giriştiği borçları üzerine alması (BK. mad. 174) olanaklıdır. Her iki surette de kiracının onayının alınması gerekir (45). Borçlar Kanunu (mad. 254), kiralayanın sözleşmeyi yerine getirmek veya tazminat vermek borcu altında olduğunu göstermektedir. Diğer bir anlatımla, yeni malikin yüklendiği borca rağmen, temlik eden (eski malik) kira sözleş­ mesi ile bağlı kalmaktadır. Bu görüş kira sözleşmesinin bağlayıcı niteliğine uygundur; taraflardan biri tek taraflı bir eylemle bu sözleşmeye son veremez. Zira kira sözleşmesini üstüne alan müktesip (malik), kiracının yeni borçlu­ sudur. Burada, kurtarıcı borç yüklenmesi değil, borca katılma vardır ve bu borca katılma eski ve yeni borçlu arasında teselsül yaratır. İlk kiralayan karşı tarafa fesih (bozma) bildiriminde bulunmak suretiyle borçlarından kurtulabil­ mek ve fesih ihbarından, fiilen bulunduğu âna kadar kiralayan, kiracıya karşı bağlı kalır (46). Gerçekten de yeni malik yalnız yardımcı değil, aynı zamanda BK. 254/I gereğince kiralayan ile müteselsil olarak ikinci bir borçludur. Burada amaç, kiralanan şeyin temliki ile hakları zayıflayan kiracının durumunu kuv­ vetlendirmektir. Kiralayanın sözleşmenin yerine getirilmesine ilişkin borçları, yeni malike de (müktesip) yüklenmiştir ve müktesibin sözleşmeyi ihlal etmesi karşısında yeni malikle (müktesiple) birlikte kiralayan da (eski malik) kiracıya karşı sorumludur. Örneğin, kiralayan tarafından bir han kiracıya kiralanmıştır. Sonradan bu han satılmış ve yeni malik hanın ruhsat akkını satarak hükümet kararı ile hanın kapatılmasını sağlamıştır. İsviçre Federal Mahkemesi bura­ da, müktesiple (yeni malikle) birlikte (eski malik) kiralayanın da tazminatla sorumlu olduğuna karar vermiştir (47). Gerçekten de kiralayanın taşınmazı devir etmesinden dolayı kınanması düşünülemez ise dö, yeni malikin zarar verebileceğini önceden görmek olanağına sahip olmadığnı ileri sürerek onun (yeni malikin) faaliyetinden kiracıya karşı sorumluluktan kurtulamaz. Yukarı­ daki örnekte olduğu gibi, hanı kapattırmak suretiyle yeni malik sözleşmeyi (45) Arsebük, Esat: Hususi Akit Tipleri Etrafında İncelemeler, AHFM. C. VI, sayı: 1, sh. 26. (46) BGE 82 II 525. (47) BGE 70 II 386. Nihat YAVUZ 101 kusurlu olarak ihlal etmiş ise, kiralayan (eski malik) bu kusurdan kendi kusuru imişcesine kiracıya karşı sorumlu tutulur (48). 2BK. 254. maddenin Almanca metni şöyledir: "Kira sözleşmesinin ku­ rulmasından sonra, kiralayan kiralanan şeyi temlik ederse ya da şey cebri icra veya iflas yolu ile elinden alınırsa, kiracı üçüncü kişiden sözleşmenin devamını, yalnız onun kirayı üstüne alması halinde isteyebilir, ancak kirala­ yan sözleşmeyi ifa ya da tazminat borcu altında kalır". Fransızca metninde ikinci cümle birinci cümleden virgülle değil, noktalı virgülle ayrılmıştır, şöyleki; "o (kiracı) yalnız kiralayandan sözleşmenin ifa­ sını veya tazminat isteyebilir". Dikkat edilecek olursa Türkçe metin, anlam yönünden Almanca metne daha uygundur. Fransızca metne itibar edilirse, sözleşmenin ifasının veya tazminatın ancak kiralanan şeyi iktisap edenin kirayı üstüne almaması halinde istene­ bileceği sonucuna varılır. Bu yorum Federal Mahkeme tarafından kabul edilmemiştir (49). Eğer kanun yalnız tazminatı saklı tutsaydı, belki bu yorum kabul edilebilirdi; oysa kanun kiralayanın sözleşmeyi ifa etmek ya da tazmi­ nat vermek borcu altında olduğunu söylemektedir. Diğer bir anlatımla, yeni malikin yüklendiği borca rağmen, temlik eden kira sözleşmesiyle bağlı kal­ maktadır. Kabul edilmesi gereken bu görüş kira akdinin bağlayıcı niteliğine uygundur; taraflardan biri tek taraflı bir davranışla bu sözleşmeye son vere­ mez. Kira sözleşmesini üstüne alan yeni malik, kiracının yeni bir borçlusudur. Kurtarıcı borç yüklenmesi değil, borca katılma vardır ve bu borca katılma eski (ve) yeni borçlu arasında teselsül yaratır. İlk kiralayanın ömrü boyunca kiracıdan gelecek istemlerin tehdidi altında olduğunun söylenmeside doğru değildir. Çünkü, sözleşme ya da kanun hü­ kümleri gereğince, karşı tarafa bozma bildiriminde bulunarak, borçlarından kurtulabilir. Bozma bildiriminde bulunabileceği ve eylemli olarak bulunduğu ana kadar kiralayan bağlı kalacaktır. Ancak bu sonuç adalete aykırı değildir; çünkü yüklendiği borç budur. Bundan başka kiralanan şeyi elden çıkararak, sözleşmenin ifa edilmemesi tehlikesini kendisi yaratmıştır. Yeni malikten te­ minat isteyerek bu tehlikeye karşı kendisini koruyabilir. (48) BGE 82 II 525. (49) BGE 79 II 385; Kaneti, C. II, sh. 97. 102 KİRAYA VERİLEN TAŞINMAZIN BİR BAŞKASINA (ÜÇÜNCÜ KİŞİYE) DEVREDİLMESİ HALİNDE KİRACININ HAKLARI 3 - Kural olarak kira sözleşmesinin kiralayana yüklediği borçlar kirala­ nanın satılmasına rağmen devam eder. Bir başka deyişle kiralananın satıl­ masına rağmen kiralayanla kiracı arasındaki bu sözleşmeden doğan borç ilişkisi devam eder. Gerçektende BK. 254/1'den açıkça anlaşılacağı üzere, kiralanan el değiştirse (üzerinde üçüncü kişiler kiracının hakkıyla bağdaş­ mayacak nitelikte haklar kazanmış olsalar) bile kiralayanla kiracı arasındaki borç ilişkisi kural olarak sözleşme sonuna kadar devam edecektir (50). Kiralayanın, kiralanan malı başkasına satmış olması yalnız başıria akdin sona ermesini gerektirmez. Ancak, onun gereği gibi yerine getirilmesine engel olabilir. Bu nedenle BK.nun 254. maddesi uyarınca kiralanan malın satılması halinde kiracıya aktin yerine getirilmesini veya tazminat verilmesini istemek hakları tanınmıştır (51). Taraflara karşılıklı borç yükleyen diğer sözleşmelerde olduğu gibi, kira sözleşmesinde de, taraflardan herhangi birisi; diğer taraf sözleşme ile yük­ lendiği borcu gereği gibi yerine getirdiği halde, sözleşmeye aykırı davranırsa, kanunla belli şartlar uyarınca, aykırı davranana karşı ya sözleşmeye uygun davranmaya zorlama, yahutta sözleşmenin bu aşırı davranış yüzünden bo­ zulması sonunda halele uğrayan faydalarının ödetilmesini isteyebilir (52). 4 - Davalı tarafın aykırı bir eylem olup hükmünce gidermekle olduğu dava üzerine vardır (53). kira sözleşmesine karşın malı satması sözleşmeye bundan doğan zararları davalı BK.nun 96. maddesi yükümlü olur. Bu zararlar arasında yeni malikin açmış davacının ödemek zorunda kaldığı icra giderleri de Tazminat isteme hakkı kira sözleşmesinin kusurlu olarak yerine getiril­ memesine dayanır. Kusur, kira sözleşmesini tüm yükümlülükleri ile birlikte iktisap edene (yeni malike) yüklenememesinden doğmaktadır. Tazminat alacağı, ifa çıkarlarını (müsbet zarar) kapsar. Kira sözleşmesinin ihlali satı­ şın sonucunda gerçekleşiyorsa ve kira sözleşmesine aykırılığın saiki kazanç hırsı idiyse, kusur özellikle ağır sayılır. Tazminatın belirlenmesi için genel hükümler uygulanır (BK. mad. 96). Tazminat olarak, örneğin yeni kiralanan (50) Feyzioğlu, Feyzi Necmeddin: Borçlar Hukuku, Özel Borç İlişkileri, C. 1 ,4 . Bası, İst. 1980, sh. 415,416. (51) HGK. 26.6.1971:4599/4. (52) 4. HD. 1.2.1965; 964/1637. (53) 4. HD. 6.5.1958; 5347/3035. Nihat YAVUZ 103 yer için fazla olarak yapılmış giderler, taşıma giderleri, kullanma kaybı, para ve zaman gerektirmiş diğer çalışmalar, yoksun kalınan iş kazancı gözönünde tutulmalıdır (54). 5 - Kiracının henüz taşınmazda zilyed olmadığı durumda, örneğin, ki­ racının, mülkiyet değişikliği zamanında henüz kiraya başlamamış olması halinde, feshi ihbarın zorunlu olup olmadığı tartışmalıdır. Beckefe (55) göre soruya olumlu cevap vermek gerekir. Burada önemli olan kiraya başlama değil, kiranın kurulması tarihidir. Zira, BK.nun 254/2. fıkrasının yorumunda gözönünde tutulması zorunlu olan 254/1. fıkranın (söylemi) böyledir. Gerçi sözleşme ile kendisine gelecek için bir konut sağlamak isteyen kiracının (neden) bir satım ile aynı amaç için çabalayan alıcı önünde önceliğe malik olması gerektiği sorunu ortaya atılmıştır. Bunun nedeni alıcının daha sonra mülkiyet kazanmasıdır. 6 - Bir kimsenin gerçekten ihtiyacı olmadığı halde, ihtiyacı varmış gibi dava açarak kiracısını çıkarmış olması nedeniyle kiracının uğradığı zarar­ lardan da BK. 96 hükmünce sorumlu tutulması gerekir. Zira, hiçbir kimse kanun hükümlerini kendi arzusuna alet ederek kanunun korumak istediği menfaatleri baltalayamaz. MK.nun 2. maddesi hükmü'bilhassa (özellikle) bu hareket tarzlarını önlemek ve hukuki bakımdan sonuçsuz bırakmak amacıyla da kanunumuzda yer almıştır (56). 7 - Çeşitli Olasılıklar a) Zarar miktarının belirlenmesinde BK.nun 254 ve 262. maddelerinin gözönünde tutulması gerekir. Bu maddeler hükümlerine göre gerekli ihbarın yapılması şarttır. Kira sözleşmesinde gösterilen sürece bu yerde oturma yetkisini taşıyan kiracının bu olanaklardan yararlanmaması halinde ilk ma­ likten (kiralayandan) tazminat istemeye hakkı yoktur (57). b) Kiralananın sözleşme sona ermeden satılması halinde cezai şart ödenmesine ilişkin koşul geçerlidir (58). (54) Becker, H: Borçlar Hukuku, Çeşitli Sözleşme İlişkileri, Çev. Suat Dura, Ank. 1993. (55) Becker, mad. 254. (56) HGK. 9.9.1959; 42/42; 4. HD. 20.1.1976; 9673/670. (57) 13. HD. 17.12.1991; 7480/11501. (58) 13. HD. 24.9.1991; 6737/8340. 104 KİRAYA VERİLEN TAŞINMAZIN BİR BAŞKASINA (ÜÇÜNCÜ KİŞİYE) DEVREDİLMESİ HALİNDE KİRACININ HAKLARI c) Kiralananın kira süresi içinde satılması nedeniyle kullanamamaktan doğan olumlu zarara hükmedildiğine göre, ifa yerine geçen cezai şarta karar verilemez (59). d) Faydalı giderler, davalının bu yeri satın almasından önce yapılmıştır. Davalı taşınmazı mevcut hali ile satın almış ve eski malikle arasındaki satış bedeli buna göre belirlenmiştir. Böylece, davacının taşınmazda yaptığı ileri sürülen işler dolayısıyle davalının değil, eski malikin mal varlığında bir zen­ ginleşme meydana gelmiştir (60). —oOo— (59) 13. HD. 2.5.1991; 2508/4864. (60) 13. HD. 26.3.1985; 1469/2036. BASIN-YAYIN YOLUYLA KİŞİLİK HAKLARINA SALDIRI VE HUKUKİ SORUMLULUK Dr. Bilal KARTAL (*) • ANLATIM D Ü Z E N İ: I- Yayın. II- Kişilik Haklan. 1- Fiziki Kişilik De­ ğerleri. 2- Duygusal Kişilik Değerleri. 3- Sosyal Kişilik Değerleri, a- Doğuştan Sahip Olduğu Sosyal Kişilik Değerleri Taşıyan Haklar, aa- Şeref ve Haysiyet, bb- Kişinin Özel Yaşamı, cc- İlmi ve Mesleki Kimlik, dd- Özgürlükler, eeResim (fotoğraf). III- Yayın Yoluyla Kişilik Haklarına Saldırı. IV- Basın Yo­ luyla Gerçekleşen Saldırının Başlıca Türleri. 1- Olay Açıklamaları (Haber). 2- Kişi veya Kişiler Hakkında Değerlendirme Yapılması (Makale Yazılması, Yorum Yapılması). 3- Açıklamada Kullanılan Araç, a- Resim, b- Karikatür. V- Yayından Dolayı Hukuki Sorumluluk. 1- Basının Sorumluluğunun Hukuki Şartları, a- Basın Yoluyla Yapılan Açıklama İle Şahsın Kişilik Hakkı Saldırıya Uğramış Olmalıdır, b- Bir Zarar Meydana Gelmelidir, c- Saldırı ile Zarar Arasında illiyet Bağı Bulunmalıdır. VI- Yayının Hukuka Uygunluk Nedenleri. 1- Zarar Görenin Rızası. 2- Yayının Yapılmasında Kamu Yararı Bulunmalı­ dır. 3- Yayın Güncel Olmalıdır. 4- Yayın Gerçek Olmalıdır. 5- Yayında, Özle Biçim Arasında Biçimsel Bir Bağ Bulunmalıdır. 6- Yasadan Doğan Bir Yet­ kinin Kullanılması. VII- Kusur. VIII- Manevi Tazminat. IX- Kişilik Haklarına Saldırı Halinde Açılacak Davalar. 1- İhtiyati Tedbir İstenmesi. 2- Tespit Da­ vası. 3- Saldırının Önlenmesi Davası. 4- Durdurma Davası. 5- Nedensiz Zenginleşme Davası. 6- Vekaletsiz İş Görmeden Doğan Dava. 7- Maddi Tazminat Davası. 8- Manevi Tazminat Davası. X- Davanın Tarafları. 1- Da­ vacı. 2- Davalı. XI- Yetkili Mahkeme. XII- Zamanaşımı. S o n u ç . I- YAYIN Bir toplumun demoktarik bir nitelik kazanabilmesinin, önemli unsurların­ dan biri ferdin temel hak ve özgürlüklerini serbestçe kullanmasıdır. Bu hak­ (*) Yargıtay 4. Hukuk Dairesi Üyesi. 106 BASIN-YAYIN YOLUYLA KİŞİLİK HAKLARINA SALDIRI VE HUKUKİ SORUMLULUK ların en önemlisi düşünme, düşündüğünü ve bildiğini serbestçe yaymadır. Diğer bir anlatımla, elektronik iletişimin egemen olduğu çağımızda, bir yan­ dan her çeşit haberi yayma hakkı öte yandan her türlü sansürün ve baskının kaldırılması zorunluluğu önem taşımaktadır. Böylece habere ulaşabilme hakkı, güvence altına alındığı ölçüde, o ülkede demokratik düzen gerçek­ leşmiş olacaktır. Doğal olarak yayının özgür olması, o toplumun niteliğini yansıtır. Haberleşmede demokratikleşmenin anlamı, var olan iletişim araç­ larına toplumun genel olarak daha geniş biçimde girmesidir. Bu demoktarikteşmenin bir parçasıdır. Ülkede olup-bitenlere, etkinliklere, okuyucu, izleyici ve dinleyicilerin daha fazla katılımı sağlanmadıkça gerçek demokratikleş­ meden söz edilemez. Özgür bir toplumun oluşabilmesi için, fertlerin siyasi kararlara en fazla sayıda katılımının sağlanması, bunu engelleyecek olguların ortadan kaldı­ rılması ve bu engel teşkil eden vasıtaların tek elde toplanmasına olanak ta­ nımamak gerekir. Çünkü, şu bitf gerçek ki, haberin yayımını sağlayan araç­ ların üzerinde devletçe ya da özel girişimcilerce kurulacak bir denetim, de­ mokratik bir toplumun can damarı olan söz söyleme özgürlüğüne karşı ciddi bir tehlike oluşturacaktır. Böylece yayın, ya yapılmayacak, ya da gerçek gizlenerek yapılacak. Bu durumda, toplumun gerçeği bilmesi ve görmesi engellenecektir. Özellikle içinde bulunduğumuz toplumların gelişmesinde etken olan hakların başında, habere ulaşma hakkının önemli insan haklarından biri ol­ duğu kabul edilmiştir. Bunun sonucu olarak da, bu haklar ülkelerin Anaya­ salarında güvence altına alındığı gibi, uluslararası bir güç ve işlerlik kazan­ ması için de, Avrupa Konseyi İnsan Hakları ve Ana Hürriyetleri Korumaya Dair Sözleşme kabul edilmiş ve bu sözleşmenin 10. maddesinde, her ferdin düşüncesini ifade ve açıklama hakkına sahip olduğu belirtilmiştir. Yine 19 Aralık 1966 tarihinde, Birleşmiş Milletler tarafından kabul edilen vatandaşlık ve siyasi haklar için Uluslararası Sözleşme ve UNESCO'nun 1978 tarihli Kitle İletişim Araçlarına İlişkin Temel İlkeler Bildirgesi ile de aynen: "Kamunun bilgi edinebilmesini güvence altına almak, kamunun kullanabileceği bilgi kaynak ve araçlarının çeşitliliği ile olur. Böylece, her bireyin gerçeklerin doğruluğunu araştırabilmesi ve olayları yansız olarak değerlendirebilmesi sağlanır. Bu yüzden gazetecilerin haber verme özgürlüğü ve bilgi toplayabilmek için her türül olanakları bulunmalıdır" biçiminde açıklama yapılmıştır. Bundan sonra da UNESCO, 1980 yılında bir genel kurul toplantısı yapmış, bu toplantıda, “İletişim ve Toplum-Bugün ve Yarın" adı altında hazırlanan Sean Mac Bride Dr. Bilal KARTAL 107 raporu tartışılmış ve önemli sonuçlara varılmıştır (UNESCO Türkiye Milli Komisyonu Yayını, Ankara/1993). Tüm bunlar da açıkça gösteriyor ki, bir toplumun sosyal, siyasal, eko­ nomik ve kültürel yapısı, benimsediği iletişim sistemi ile yakından ilgilidir. Buna göre denilebilir ki, "iyi haber alamayan kişi, ömrü boyunca tebaa kalır, iyi haber alabilen kişi ise gerçek vatandaş olur" (Prof. Dr. Nermin Abadan Unat, SBF Anayasa Semineri, 22 Ağustos 1982). Şu duruma göre kişi, duyarlı, mutlu ve sorumlu bir yurttaş olarak yaşa­ yabilmesi, hak ve yetkilerini yerinde ve zamanında kullanabilmesi için, ola­ naklar elverdiği ölçüde, olup-bitenlerden haberdar olması gerekir. Aldığı ve edindiği bilgiler tam ve gerçek olmalıdır. Ancak bu şekilde sağlıklı ve gele­ ceğe yönelik kararlar verebilecektir. Her zaman güvenilir kaynaklardan gelen haberlere gereksinme duyacaktır ve bu ona sağlanmalıdır. Çağımız insanı, şimdiki yaşamında karmaşık sorunlarla karşı karşıyadır. Bunların çözümü için kavramı düzeyi yüksek ve yetenekli yurttaşlara gereksinme vardır. Eğer İnsan Hakları Evrensel Bildirisi ve Uluslararası Vatandaşlık Hakları ve Si­ yasal Haklar Sözleşmesinde yer alan haklar gereğince iç hukukta yapılan düzenlemelerin sonucu olarak sağlanan ve kamuyu ilgilendiren sorunların çözümüne katılmak bir yurttaşlık hakkı olduğu kabul edilip, bu hak v$ ilkeler yaşama geçirilmek isteniyorsa, herkesin tam ve doğru olan haberden bilgi­ lendirilmesi olanağı sağlanmalıdır. Aksi halde, tam veya yarı otoriter siyasal ve demoktarik olmayan bir iletişim yapısı ortaya çıkar. İç Hukukumuzda, başta Anayasa olmak üzere yasalarla kişinin hakları güvence altına alınmıştır. Anayasanın Temel Haklar ve Ödevler başlığı al­ tında ve 12-16. maddelerinde düzenlenen haklar ile, Kişinin Hakları ve Ödevlerini belirleyin ve 17-40. maddelerinde yer alan haklara tam olarak sahip olunabilmesi ve bunların özüne uygun biçimde kullanılabilmesi için, haber alma hakkının sağlanması zorunludur. Bunun içinde Anayasanın 26. maddesinde herkesin düşünce ve kanaatlerini söz, yazı, resim veya başka yollarla tek başına yahut toplu halde açıklama ve yayma hakkına sahpi ol­ duğu ifade edilmiştir. Düşüncenin, basın ve yayın yoluyla açıklanmasında ortaya çıkacak tüm engeller, Anayasanın 28. maddesinde yer alan basının özgür olduğu, sansür edilemeyeceği ilkesi ile önlenmek istenmiştir. Demek oluyor ki, tüm temel hak ve özgürlüklerin, serbestçe kullanılması için kişinin, önce bilinçlendirilmesi, olup-bitenleri öğrenmesi, bununda ancak özgür bir yayın aracılığı ile edinmesi, mümkün olacaktır. Bu da ancak, basına sansür konulmaması ve önündeki her türlü engelin kaldırılması ile sağlanacaktır. 108 BASIN-YAYIN YOLUYLA KİŞİLİK HAKLARINA SALDIRI VE HUKUKİ SORUMLULUK İç Hukukumuzdaki düzenlemede, basın özgürlüğünün özellikle yazılı yayınlar için geçerli olduğunu, görsel ve sözlü yayınlarda bu ölçüde bir öz­ gürlüğün bulunmadığını görmekteyiz. Çünkü, yazılı yayınlarla ilgili olan ba­ sın özgürlüğü Anayasanın 28. maddesinde güvence altına alındığı halde, görsel ve sözlü basın için aynı şeyi söylemek mümkün değildir. Nitekim yazılı basın özgürlüğü Anayasanın "Kişinin Hakları ve Ödevleri" bölümünde yer almasına karşın, Radyo ve Televizyon ve haber ajanslarına Anayasanın yürütme ile ilgili kısmında yer verilmiştir. Ne var ki, son yıllarda özellikle özel televizyon kanallarının yasalaşması ile, görsel ve sözlü yayınında, yazılı basındaki gibi yetki ve sorumluluklarının bulunduğu sonucu ortaya çıkmıştır. Diğer bir anlatımla, yazılı yayınların özgürce hareket etmelerinin yasal hak­ ları olduğu, aynı hakkın görsel ve sözlü yayınlar için bulunmadığı sonucu çıkarılamaz. Görsel ve sözlü basında, yazılı basın gibi objektif biçimde yayın yapmak, mesleki kurallara saygılı ve kişilik haklarına karşı duyarlı biçimde yükümlülüklerini yerine getirmesi gerekmektedir. Basına bu özgürlüğün tanınmasının nedeni, kamu yararı gereksinme­ sinden doğmuştur. Kamu yararının bulunduğu yerde bu yarardan kişi de yansıma yoluyla yararlanacaktır. Bu görevde, ancak bağımlı olmayan, özel­ likle siyasi iktidara karşı kendini yükümlü hissetmeyen, salt toplumun yararını düşünen tarafsız ve özgür bir yayınla mümkün olabilecektir. Basın yetkisini kötüye kullanmadığı kendi ahlâk kurallarına bağlı kaldığı, kişi ve kişilerin ki­ şilik haklarına saygı gösterdiği ölçü ve kapsamda bu haklardan yararlanabi­ lir. Açıklamaya çalıştığımız bu ilkeler, hem görsel ve hem de yazılı yayın için geçerlidir. Son yıllarda, görsel yayının, yazılı yayından daha fazla önem taşıdığı, kişileri etkilemede öne geçtiği görülmektedir. Bunun nedenleri ara­ sında, okumanın daha fazla bir zamanı ve çalışmayı gerektirdiği, görsel ya­ yında bu tür külfetler olmadan habere kavuşulduğu görülmektedir. Diğer bir neden de, görsel yayının o anda ve canlı olarak tüm yönleri ile görüntüyü yansıtmasıdır. Görsel yayındaki haberler görüntü olarak verildiğinden bunun doğru ve­ ya yanlış olması, o an için artık tartışma konusu olamamaktadır. Olay ne ise, olduğu biçimi ile görüntülenmektedir. Görüntü tam olarak verildiğinde, ayrıca bir yorum getirilmesi de gerekmeyebilir. Ancak, bir olay veya konu hakkında yorum yapılırken yazılı yayında olduğu gibi, bu yorumun yansız ve baskısız yapılması gerekir. Bu halde, görsel yayınında özgürlüğünden sözedilir. Dr. Bilal KARTAL 109 Gerek yazılı ve gerekse görsel yayın, kamu yararı amacı ile kendisine tanınan özgürlüğe hem haber vermede ve hem de o olay hakkında eleştiri hakkını kullanırken sahip bulunmaktadır. Diğer bir anlatımla, gerek haberin verilmesi gerekse eleştiri ve yorum yapılası, bir hak olduğu kadar bir yükümlülüktürde. Yazılı ve görsel yayın yapanlar, haberi vermede kaçınmaya­ cakları gibi, onun eliştiri ve yorumundanda suskun kalamazlar. Kalmamaları gerekmektedir. Aksi halde o konuda yayın yapılmamakla görevi de savsak­ lamış olurlar ve böylece o konuda toplumu bilgilendirilmemiş bulunurlar. Bu­ nun sonucunda da yayın kurumlarına tanınan hak, zayıflamış olur. Bu ba­ kımdan, yayın kuruluşları, haberi doğru vermek hakkına sahip oldukları ka­ dar, onu vermemek yetkisine sahip değillerdir. Haber hiç verilmediği durum­ larda, şüphesiz yapılacak yasal bir yaptırım bulunmamaktadır. Ne var ki, kamuoyu, o yayın kuruluşunu bu savsaklaması yüzünden dışlayacaktır. Di­ ğer bir anlatımla bu tür bir savsaklamanın yaptırımı, kamuoyunun açık veya gizli tepkisi olacaktır. Basın, uygun gördüğünü gördüğü biçimde yazmak ve açıklamakla, kendisine tanınan ayrıcalığın yarattığı sorumluluğunu yerine getirmiş olmaz. Onun görevi objektif sınırlar içinde kalmak suretiyle hareket etmektir. O an için,o olay veya konu ile ilgili olan, görünen, bilinen herşeyi araştırmak, incelemek ve olmaları gereken biçimi ile yayınlamak zorundadır. Bundan kaçınamaz ve bu konuda zayıflık gösteremez. Araştırmak, bilgi toplamak ve sonuçlarını kamuoyuna açıklamakla yükümlüdür. Aksi halde, kendisine tanınan ayrıcalığı hak etmemiş ve bu konudaki görevlerini yap­ mamış olur. Yani basın, olanı tam doğru ve tarafsız biçimde vermekle yü­ kümlü olduğu kadar bunu vermekten de kaçınamaz. II- KİŞİLİK HAKLARI Yapılan yayınla, kişilik haklarına saldırı olup-olmadığının tesbiti için öncelikle kişilik haklarının ne olduğunun belirlenmesi gerekmektedir. Kişilik haklarının sınır ve kapsamları bilinmeden, yayın yoluyla yapılan açıklama­ nın, bu sınır ve kapsama ne ölçüde tecavüz ettiğinin saptanması mümkün olamaz. Bundan dolayıdırki, kişilik haklarının belirlenmesinde zorunluluk vardır. Kişilik hakları pozitif hukukumuzda tanımlanmamıştır. Zaten bu nitelik­ teki hakların yasada bir tanımlanmasını yapmak,onların sınırlandırılması sonucunu doğururki, bir tanımlamanın yapılmamış olmasını biz de yerinde ve uygun bir sonuç olarak görmekteyiz. Medeni Kanunda, herkesin bu hak­ lara sahip olduğu belirtildikten başka, bir tanım verilmeden anılan Yasanın 110 BASIN-YAYIN YOLUYLA KİŞİLİK HAKLARINA SALDIRI VE HUKUKİ SORUMLULUK 24. maddesinde "kişilik hakkfndan söz etmiş ve bu hakkın saldırıya uğra­ ması halinde yaptırımları belirtilmiştir. Aynı zamanda bu hakka saldırının yaptırımları, BK.nunda ve bazı özel yasalarda da düzenlenmiştir, ileride bu durumları belirteceğim. Kişilik hakkının bir tanımı yasalarda yer almamakla birlikte, gerek teoride ve gerekse yargısal kararlarda bunun tanımları yapılmıştır. Yapılan tanımlar birbiri ile benzerlik ve uyum sağladıkları gibi, birbirinide tamamlamaktadırlar. Aslında, bu haklar sayılı ve sınırlı olmadıkları için bunları saymakta mümkün olamamaktadır. Bu hakları, kişinin yaşamı sağlığı vücut ve ruh bütünlüğü ile toplum içindeki yerini koruyan haklar olarak tanımlayabiliriz. Diğer bir anla­ tımla bu haklar kişiye varolmak, yaşamak, gelişmek, özgür olmak, saygı ve hürmet görmeyi sağlarlar (Prof. Dr. Aytekin Ataay, Şahıslar Hukuku, İst./ 1978, Sayfa: 122-123). Kişilik hakları, özel bir nitelik taşıyıp mali bir değere sahip olmamaları nedeniyle, şahıs varlığı hakları içinde yer alırlar. Bu özelliği gözönünde tu­ tulduğunda, bu hakların saldırıya uğramaları halinde, tazminatı gerektirme­ yeceği sonucu çıkarılamaz. Hükmolunan tazminat, saldırıya uğrayan kişilik hakkının karşılanması amacını değil, saldırı sonunda uğranılan zararın gi­ derilmesini öngörmektedir. Kişiiik hakkını oluşturan değerleri, Fiziki, duygusal ve sosyal kişilik de­ ğerleri olarak üçe ayırmak mümkündür (Doç. Dr. Hasarı İşgüzar, Kişilik Hakkının İhlali Nedeniyle Manevi Tazminat Davasının Şartları, Ankara Ba­ rosu Dergisi, Sayı: 1990/6). 1 - Fiziki Kişilik Değerleri: Kişinin yaşamı ve vücut bütünlüğü üzerin­ deki haklarını oluşturur. Kişinin ruhsal sağlığıda fiziki değerler içinde yer alabilir. Bu değerlerin hukuka aykırı bir eylemle saldırıya uğraması duru­ munda yaptırımı, BK.nun 47. maddesinde belirtilmiştir. Diğer bir anlatımla, kişinin fiziki kişilik değerlerinin zarar görmesi durumunda talepedilen manevi tazminat da olsa, uygulanacak hüküm, BK.nun 49 veya MK.nun 24. maddesi olmayıp, BK.nun 47. maddesi olacaktır. 2 - Duygusal Kişilik Değerleri: Kişinin toplum içindeki yeri ve birlikte yaşadığı ailesi ve yakınlarının değer alanı içine giren haklardır. Bu haklar, kişinin bizzat kendi şahsına bağlı olmayıp, özellikle aile hukuku kapsamı içinde yer alan değerlerdir. Örneğin, kişinin ailesi, nişanlısı, çocukları ile olan ilişkileri, duygusal kişilik değerlerdir. Bir kişinin, duygusal kişilik değerleri alanı Dr. Bilal KARTAL 111 içinde yer alan konularla ilgili olarak yayın yapılması, o kişinin kişilik hakla­ rına saldırı teşkil eder. Ailenin sahip olduğu değerlere karşı yapılan hukuka aykırı bir eylem,ailenin bir ferdine karşı da işlenmiş olsa, diğer aile fertlerininde kişilik haklarına saldırı teşkil eder. Bir kimsenin çocukluğuna karşı yapılan bir cinsel taciz veya buna ilişkin yanlış veya sınırı aşan bir yayın, tüm aile fertlerinin kişilik haklarına zarar vermiş olur. Eşin zina yapması, diğer eşe tazminat isteme hakkı sağlar. Bu konuda Yargıtay'ın uygulaması yerleşmiş durumdadır. Ancak zina yapan kişinin, çocuğunun, zina yapanlara karşı tazminat isteme hakkının olup-olamayacağı hususu uygulamada görülme­ mekle birlikte, benim karşılaştığım ve ilk defa öğrendiğim bir Yargıtay kara­ rında (Yargıtay 4. HD., 9.5.1996 gün ve 1996/3538-E., 1996/3787 K. sayılı, yayınlanmamıştır) çocuklarında manevi tazminat istemeleri kabul edilmiştir ki, bize göre, bu son derece yerinde bir karardır. Çünkü, aile bütünlüğü içinde yer alan çocuğun, ailenin bir ferdi olarak, toplumun bu günkü değer hükümleri gözetilerek kişilik değerlerinin zarar gördüğü düşünülmeli ve manevi tazminat istemi kabul edilmelidir. 3Sosyal Kişilik Değerleri: Gerek görsel ve sözlü, gerekse yazılı ya­ yın karşısında en çok saldırı ile karşı karşıya gelen haklar bu grup içinde yer almaktadırlar. Nedeni bu grup hakların özelliklerinden kaynaklanmaktadır. Çünkü, kişilik haklarının en karmaşık ve özellik arzeden hakları bu grup içinde yer almakta ve aynı zamanda, bu tür haklar, kişideki manevi değerlerin toplamını ifade ederler. Sosyal kişilik değerleri taşıyan haklarda, kendi içinde gruplara ayrılırlar. Bunların bir kısmı kişide doğuştan var olan haklar olduğu gibi, diğerbir kıs­ ımda, sonradan kişinin kendi davranış ve çalışmaları ile kazanılan haklardır. O halde bu hakları kişinin doğuştan sahip olduğu haklar ve sonradan ka­ zandığı haklar olarak ikiye ayırabiliriz. a) Doğuştan Sahip Olduğu Sosyal Kişilik Değerleri Taşıyan Haklar aa) Şeref ve haysiyet: Bir kimsenin toplum içindeki değeridir, yeridir. Bu değerlere saldırı, o kişinin toplum içindeki konumunu sarsar. Şeref ve haysiyeti, hukuksal ve ahlâksal şeref ve haysiyet olarak da ayırabiliriz. Kişinin, hukuk kuralları karşısındaki davranışları hukuksal yerini, (katillikle, dolandırıcılıkla, kaçakçılıkla vs. ile suçlamak gibi) ahlâksal şeref ve haysiyet ise, topluma karşı yerine getirmekle yükümlü olduğu ahlaksal 112 BASIN-YAYIN YOLUYLA KİŞİLİK HAKLARINA SALDIRI VE HUKUKİ SORUMLULUK görevlerine ilişkin değerlerdir. Bu değerlere bağlı kalmamanın yasal bir yap­ tırımı olmamakla birlikte, uygun davranmadığı konusunda yayın yapılması (ikiyüzlü, yalancı, utanmaz, uşak vs. gibi) o kişinin ahlaksal değerlerine bir saldırı teşkil eder. bb) Kişinin özel yaşamı: Kişinin ve çok yakınlarının içinde yaşadığı alandır. Jaggi bu alanı, özel açıklamalara olduğu kadar basın açıklamalarınada açık olan ortak yaşam alanı ve özel açıklamalara açık, basına kapalı olan ortak yaşam alanı olarak ikiye ayırmaktadır (Prof. Dr. Ahmet Kılıçoğlu, Şeref ve Haysiyet ve Özel Yaşama Basın Yoluyla Saldırılardan Hukuksal Sorumluluk, Ank./1993, Sayfa: 90-91). Diğer bir ayrım da, gizli alan, özel alan ve ortak alan olarak üçe ayrıl­ maktadır (Prof. Dr. Fikret Eren, Borçlar Hukuku Genel Hükümler, C: II, s: 399, Ankara-1989; Prof. Dr. Bilge Öztan, Şahsın Hukuku Hakiki Şahıslar, s: 125 vd., 3. Bası, Ank./1990; Prof. Dr. Ergun Özsunay, Gerçek Kişilerin Hukuku Durumu, s. 126, İst./1979; Prof. Dr. Aydın Zevkliler, Medeni Hukuk, s. 431, Ank./1989; Prof. Dr. Mustafa Dural, Türk Medeni Hukukunda Gerçek Kişiler, s. 143, 3. Bası, İst./1987). Kişinin özel yaşama alanını, bu denli ayrıma tabi tutmak, somut olayla karılaştırdığımızda, farklılık gösterebilir. Hangi olayın veya şeyin gizli, özel veya ortak alana girdiğinin belirlenmesi, zamana, yer ve kişiye göre yer yer farklılıklar gösterebilir. Örneğin, bir kimsenin aile resimleri, mektupları gibi şeyler gizli alan içine girdiği için, kişinin rızası dışında hiç bir zaman açık­ lanmaması gerekir. Ancak kamu yararı ve o kişinin o anda içinde bulunduğu özel durum itibariyle açıklanması, kişilik haklarına saldırı teşkil etmez. Ano­ nim kişiler için, bu tür şeylerin hep gizli kalması gerekli iken, tanınmış politi­ kacılar, sanatçılar için aynı şeyi söylemek olası değildir. Diğer yandan, alalade bir kişi için ortak alanın (ismi, mesleği, vs.) hiçbir gizliliği olmamakla beraber, bazı durumlarda, o kişinin mesleği hakkında açıklama yapılması, uygun görülmeyebilir. Hatta böyle bir açıklama zaman itibariylede yerinde olmayabilir. İleride de açıklayacağımız üzere, kişinin özel yaşamı ile ilgili açıklamaların uygunluğu yararların tartılması ilkesi gözönünde tutularak de­ ğerlendirilecektir. Örneğin, kişinin banka hesapları onun gizlilik alanına girer. Ancak bu hesabın açıklanmasında, yararlar dengesi itibariyle, kamu yararı varsa, gizlilik koşulu ortadan kalkar. Ayrıca, koşullar ne olursa olsun, kişinin sır alanına hiçbir şekilde girilemez. Kişinin cinsel yaşamı bu türdendir. Dr. Bilal KARTAL 113 cc) İlmi ve mesleki kimlik: Kişinin bilimsel çalışmaları, mesleği ve kimliği de, sosyal kişilik değerleri arasında yer alır. Bu konuda, gerçeği yansıtmayan söylentiler çıkarılması, yetersizliğinden söz edilmesi, ünvanm yetenekleri sonucu değil, başka yollardan sağlandığı gibi açıklamalar, bu alandaki kişilik haklarına saldırı teşkil eder. Hatta kişinin yazdığı bir yazının veya bir ko­ nuşmanın, kişiyi küçük düşürecek biçimde yanlış ve eksik yayınlanmasıda, onun kişilik haklarına saldırıdır. dd) Özgürlükler: Kişinin kişi olması nedeniyle, hukukdüzeni tarafından kendisine tanınan sosyal kişilik değerlerin başında, kişinin özgürlüğü gel­ mektedir. Bunlar kişinin, kişisel özgürlüğü, ekonomik, politik ile duygu ve düşünce özgürlüğü gibi özgürlüklerdir. ee) Resim (fotoğraf): Kişinin resim üzerindeki hakkı da, sosyal kişilik değerleri içinde yer alır. Kişiler, resimleri üzerinde mutlak bir hakka, (kişilik hakkına) sahiptirler. Kişinin izni olmadan, başkaları tarafından basılması ve yayını, kişilik hakkını ihlal eder. Özel ve olağanüstü bir olayı görüntüleyen fotoğrafta kişinin resminin yer alması veye tanınmış kişilerin fotoğraflarının yayını, kural olarak kişilik haklarına saldırı teşkil etmez. Ancak, buna karşın, yayınlanan resmin, kişiyi küçük düşürmeyecek bir görünüm taşıması, alay konusu olmayı da gerektirmemesi, özellikle gizli yaşamı ile de ilgili olmaması gerekir. III- YAYIN YOLUYLA KİŞİLİK HAKLARINA SALDIRI Yukarıda, I ve II nolu başlıklar altında, kısaca yayın ve kişilik haklarının kapsam ve önemini belirtmeye çalıştım. Açıklandığı üzere, gerek görsel ve sözlü ve gerekse yazılı yayının, (basın) toplum yararına bir işlevi olduğunu, bundan dolayıda özgürce hareket etmesi gerektiği özgür basının aynı za­ manda, kişileri de özgür kıldığı sonucu ortaya çıkmaktadır. Kişilik haklarına gelince, kişinin doğuştan ve sonradan bu haklara sahip olduğu, bu hakların vazgeçilmez ve kısıtlanamaz haklar olduğu, Anayasa ve Yasal güvenceler altında bulunduğu anlaşılmıştır. Şu duruma göre, bir taraftan Anayasanın 28. maddesinde, basının özgür olduğu, sansür konulamayacağı güvence altına alınmış, 5680 sayılı Basın Yasasının 1. maddesinde de, basının serbest olduğu belirtilmiştir. Öte yandan, Anayasanın Temel Haklar ve Ödevler bölümünde yer alan Temel Hak ve Özgürlükler (ki bunların en önemlilerini kişilik hakları oluşturur) 1 14 BASIN-YAYIN YOLUYLA KİŞİLİK HAKLARINA SALDIRI VE HÛKUKİ SORUMLULUK güvence altına alınmış, bu hakların saldırıya uğraması halinde, yaptırımları bazı özel yasalar dışında, özellikle MK.nun 24, 24/a ve BK.nun 49. madde­ lerinde düzenlenmiştir. Yukarıda da açıklandığı üzere basının temel görevi, toplumun çıkarını ilgilendiren konu ve olaylar hakkında toplumu bilgilendirmek, daha doğru ve güzel olanı için kamuoyu oluşturmaktır. İşte basın bu görevini yerine getirir­ ken, bazı kişi ve kişileri, kurumlan eleştirmek zorunda kalabilir. Zaten ge­ nellikle de durum böyle olmaktadır. Bunun sonucunda, basın özgürlüğü ile kişilerin, kişilik değerleri karşı karşıya gelmektedir. İşte sorun bu değerlerden hangisine üstünlük tanınacağı noktasında toplanmaktadır. Bir taraftan basın, özgürce yayın yapmakla görevli ve yetkili kılınırken, hatta bunu yapmak zo­ runda iken, diğer yandan, yapılan bir açıklama ve yorumla, kişinin kişilik haklarının zarara uğraması karşı karşıya gelmektedir. Böylece, karşı karşıya bulunan ve birbiri ile uyuşmayan ve hukuk düzenince koruma altına alınan yararlar, çatışma içine girmiş gibi bir görünüm ortaya çıkmaktadır. Halbuki hukuk düzeninin, çatışan iki yararı aynı zamanda koruma altına alması düşünülemez. Aksi halde, hukukun kendisi, kendi kuralları ile çatış­ mış olur. Aslında, konu biraz yakından incelendiğinde, her iki yararın aynı anda ve birbirine karşı korunmadığı, çatışma durumunda, birinin diğerine üstün tutulması gerektiği, böyle bir sonucunda yine hukukun vazgeçilmez ve temel ilkelerinden kaynaklandığı görülecektir. Buda her somut olayda, birinin diğerine üstün tutulması, üstün tutulanında objektif olarak hukuka uygunluğu nedenine dayandığı anlaşılacaktır. Hukuka aykırılığın özünü, hukukun ko­ ruduğu yararların saldırıya uğraması oluşturduğuna göre, hukuka uygunluknedenleri de bu bakış açısına göre saptanabilir (Prof. Dr. Selim Kaneti, Ça­ tışan Değerlerin Tartılmasına Dayanan Hukuka Uygunluk, s. 147). Hukuka uygunluk nedenlerinde, korunan kişinin korunmakta ya bir çıkarı yoktur ya da korunan çıkar karşısında yer alan ve onunla çatışan değer daha üstünlük taşımaktadır. Bunun sonucunda da, daha az üstün olan yarar, daha çok üstün olanı karşısında, hukuk düzenince çiğnenmesi uygun görülmektedir. Böylece ya "çıkar eksikliği veya yokluğuna dayanan hukuka uygunluk" ya da, "çıkar üstünlüğüne dayanan hukuka uygunluk" söz konusu olmaktadır (S. Kaneti, agm., s. 148). Burada teorik olarak düşünce ayrılığına yol açan tar­ tışmalarda ileri sürülen bir görüşe göre; hukuk kuralının çiğnenmesi ile soyut olarak, hukuka aykırılık gerçekleşmektedir. Ne var ki somut olaydaki özel olgular nedeniyle hukuka aykırılık ortadan kalkmaktadır (S. Kaneti, agm., s. 144-145). Bu düşünce biçimine göre, eylemin ortaya konması ile, soyut ola­ Dr. Bilal KARTAL 115 rak ve önceden hukuka aykırılık gerçekleşmektedir. Ancak, somut olgular itibariyle, bu hukuka aykırı olan durum ortadan kalkmakta ve saldırı gerçek­ leşmemiş sayılmaktadır. Öteki görüşe göre ise, önce hukuka aykırı olduğu kabul edilen olayın, özel olgular nedeniyle sonradan hukuka uygun hale getirilmesi olanağı yok­ tur. Burada, eylemin hukuka aykırı sayılmasını engelleyen nedenlerin varlı­ ğından dolayı, eylem baştan itibaren hukuka uygundur. Diğer bir anlatımla, önceden hukuka uygun durumdadır (S. Kaneti, agm., s. 245). Tartışma son derece teorik olmakla birlikte, doğru bir sonuca varılabil­ mesi bakımından da üzerinde durulmayı zorunlu kılmaktadır. Uygulamada, basın tarafından yapılan bir açıklama üzerine, soyut olarak kişilik haklarına saldırı gerçekleşmiş olmaktadır. Şimdi bu saldırının hukuka uygun olduğunun kabulü için, yapılan saldırıda, üstün bir yararın bulunması gerekmektedir. Açıklanan şu sıralama itibariyle sanki üstün yararın varlığı sonradan anlaşıl­ dığı kanaatini uyandırmakta ise de, aslında yapılan açıklama sırasında hatta ondan önce o üstün yarar mevcut bulunmaktadır. O halde, yapılan eylemden önce hukuka uygunluğun bulunması nedeniyle eylem saldırı teşkil etmemek­ tedir. Yapılan yargılama ile ortaya çıkan bu sonuç, sadece bir açıklama bir tespit niteliğini taşımakta olup, yenilik doğuran bir özellikte değildir. IV-BASIN YOLUYLA GERÇEKLEŞEN SALDIRININ BAŞLICA TÜRLERİ Konu, ağırlıklı olarak yazılı yayın yoluyla kişilik haklarına saldırıya ilişkin bulunması nedeniyle, bizde basın açıklamaları üzerinde duracağız. Basın açıklamaları, yapılan açıklamanın sayısına, niteliğine ve kullanılan araca göre sınıflandırılabilir. Basında yer alan açıklama, bazan bir haber olur, bazan bir makale veya yorum biçiminde açıklanabilir. Bunun için farklı araçlarda kullanılabilir. Buna göre bir gruplandırma yapılabilir. 1 - Olay Açıklamaları (Haber) Olay açıklamaları denince akla haberler gelir. Kural olarak haberlerin diğer tüm yayınlarda olduğu gibi, objektif ve tarafsız biçimde verilmesi gere­ kir. Bu nitelikteki açıklamaların doğruluk ölçülerinin denetimi kısmen mümkün olduğundan, hukuka uygunluğunun tesbiti daha kolay olabilir. Bu yolla verilen haberin gerçekliği verilişindeki güncellik ve kamu yararının olup olmadığı hususunu ileride inceleyeceğiz. 116 BASIN-YAYIN YOLUYLA KİŞİLİK HAKLARINA SALDIRI VE HUKUKİ SORUMLULUK 2 - Kişi veya Kişiler Hakkında Değerlendirme Yapılması (Makale Yazılması, Yorum Yapılması) Olay açıklamaları bir olayın objektif olarak yansıtılması olduğu halde, değerlendirmede bir kişi hakkındaki sübjektif bir düşünceyi içerir. Değer yargısının doğruluğunun kanıtlanması daha da güçlük taşır. Bazan, hak­ kında değerlendirme yapılan kişi, somut bir olayın muhatabı olarak da gös­ terilebilir. Böyle bir değerlendirmenin kanıtlanması mümkün ise de, soyut bir takım değer yargılarının kanıtı daha da güçlükler taşıyabilir. Örneğin bir kişi için ikiyüzlüdür, karakteri zayıftır, dengesizdir gibi yapılan bir değerlendir­ menin doğruluğunu kanıtlamak son derece güçtür. Aslında değerlendirme biçimindeki yayınlar, toplumdaki aksaklıkları, çözüm yollarını ve daha iyi bir yaşam tarzı için yol gösterici bir özellik taşırlar. Bu bakımdan basının bu yöndeki açıklamaları daha da önemlidir. 3 - Açıklamada Kullanılan Araç Açıklama, bir olayın haber olarak verilmesi şeklinde olabileceği gibi, başka yollar ve vasıtalarla da yapılabilir. Bunları şu şekilde gruplandırabiliriz: a) Resim: Kişinin kendisi ve aile çevresi üzerinde, sosyal kişilik değerleri içerikli hakları bulunmaktadır. Kişinin izni bulunmadan resminin yayını, kişilik haklarına saldırıdır. Ancak bu yargı her olay için aynı sonucu doğurmaz. Bir toplumsal olayda hareket ve görünüm itibariyle özellik arzeden bir resmin yayını kişilik haklarına saldırıyı oluşturmaz. Aynı durum, topluma mal olmuş kişilerin normal görünümdeki resimlerinin yayımda, kural olarak hukuka ay­ kırılık teşkil etmez. Bu durum, Fikir ve Sanat Eserleri Kanununun 86. mad­ desinde de düzenleme altına alınmıştır. Anılan maddede, yayının uygun olduğu hallerin saldırı teşkil etmeyeceği belirtildikten başka, MK.nun 24. maddesindeki kuralında saklı olduğu ifade edilmiştir. Topluma mal olmuş da olsa o kişinin resmi, işgal ettiği yer ve taşıdığı ünvana, onun mesleki itabarını küçük düşürücü bir biçimde yapılan bir yayın özel yaşamına ilişkin olan re­ simler izinsiz yayınlanmışsa, orada saldırının varlığı kabul edilmelidir. Diğer bir anlatımla, yayınlanan resim, o andaki haber ve yoruma uygun olmalıdır. Örneğin topluma mal olmuş kişidir diye, onun resmini, izinsiz olarak bir rek­ lamda kullanmak kişilik haklarına saldırı teşkil eder. Her somut olaya göre, bir değerlendirme yapılması gerekmektedir. b) Karikatür: Karikatür, belli bir olay ve konu hakkında, önemli anlamlar taşıyan bir düşünce yansıtılmasıdır denebilir. Sayfalar tutan bir yazı ile Dr. Bilal KARTAL 117 açıklanacak konular bir karikatürle verilebilir. Hatta anlatımı ve veriliş biçimi zaman almadan konu hakkında kısa yoldan bilgi vermesi nedeniyle de, ya­ zıdan daha etkili sonuçlar doğurabilir. İşlevi itibariyle, yazıdan ve resimden daha abartılı olarak konuyu yansıtır. Karikatür, resimden farklı olarak, sa­ dece olay açıklaması için değil, aynı zamanda değer yargılarını da yansıtır. Karikatürün bu özelliği itibariyle daha çok olay açıklaması veya değer yargıları biçiminde yapılan bir yayın türü olarak işlevini yerine getirir. Kari­ katür zaman zaman veya komik bir etki yaratacak şekilde de bir görünüm taşıyabilir. V - YAYINDAN DOLAYI HUKUKİ SORUMLULUK Başlık, "yayın"dan kaynaklanan hukuki sorumluluğa ilişkin ise de, bu başlık altında, özellikle basının hukuki sorumluluğunu işleyeceğim. Sorum­ luluk ve bunun koşulları yönünden görsel ve sözlü yayın ile (RadyoTelevizyon) yazılı yayın (basın) arasında fazlaca bir ayrım bulunmamaktadır. Fark, kanıtların değerlendirilmesindedir. 1 - Basının Sorumluluğunun Hukuki Şartları Anayasanın Temel haklar ve ödevler bölümünde kişinin hakları belirtil­ miş ve güvence altına alınmıştır. Özellikle Anayasa'nın 17. maddesinde ki­ şinin yasama ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkına sahip olduğu, 20. maddesinde ise, özel yaşamın gizliliğinin korunmasından söz edilmiştir. MK.nun 24 ve 24/a maddeleri ile BK.nun 49. maddesi, kişilik haklarının sal­ dırıya uğraması halinde, uygulanacak yaptırımlar düzenleme altına alın­ mıştır. İşte güvence ve koruma altına alınan haklara saldırı halinde, diğer haklarda olduğu gibi, uğranılan zararın giderileceği anlaşılmaktadır. Bunun içinde şu koşulların bulunması gerekmektedir. a) Basın yoluyla yapılan açıklama ile, şahsın kişilik hakkı saldırıya uğ­ ramış olmalıdır: Hangi hallerde ihlalin gerçekleşmiş olduğunu veya olmadı­ ğını biraz ileride açıklayacağım. Diğer bir anlatımla, yayının hukuka aykırı olup olmadığını belirteceğim. Hiç şüphesiz sorumluluk için,öncelikle, yayının hukuka aykırı olduğunun sabit olması gerekir. b) Bir zarar meydana gelmelidir: Sorumluluk Hukukunun genelilkesi, burada da geçerlidir. Zarar yoksa, sorumluda yoktur. Bu zarar, maddi olabi­ leceği gibi, manevi de olabilir. Ancak, yayın yoluyla kişilik haklarına yapılan 118 BASIN-YAYIN YOLUYLA KİŞİLİK HAKLARINA SALDIRI VE HUKUKİ SORUMLULUK saldırıda genellikle, zarar gören kişinin manevi değerleridir. Bunun sonucu olarakda istenecek tazminat manevi bir nitelik taşımaktadır. c) Saldırı ile zarar arasında illiyet bağı bulunmalıdır: Bu da, sorumluluk için gereken koşullardan biridir. Bu koşuldan amaç, meydana gelen zararın uygun nedeni, zorunlu şartla, sonuç arasındaki bağdır. Tazminat talep ede­ bilmek için olayların olağan akışına ve genel yaşam deneylerine göre kişilik hakkını ihlal eden davranış, somut olayda ortaya çıkan zararın gerçekleş­ mesine elverişli olmalıdır. Uygulamada, uygun illiyet bağı, kişilik haklarının saldırıya uğraması halinde başka bir açıdan karşımıza çıkmaktadır. O da yansıma yoluyla kişi­ lerin, kişilik haklarının saldırıya uğramalarının kabul edilip edilmeyeceğidir. Örneğin, belli bir kimseyi hedef almadan, o meslektekiler için saldırı teşkil edebilecek sözler kullanılması halinde, o meslek mensupları kendilerine saldırı olduğundan bahisle tek tek dava açabilecekler midir? Bu husus yargı kararlarında tam olarak açıklığa kavuşmamıştır. Örneğin, Yargıtay 4. Hukuk Dairesi'nin 11.2.1992 tarih ve esas 1990/12650, karar 1992/1742 sayılı ka­ rarında bu yön kabul edilmediği halde, aynı Dairenin 23.5.1995 gün ve esas 1994/6361, karar 1995/4352 sayılı kararı ile kabul edildiğini görmekteyiz. Tarafımızdan, Dairenin 11.2.1992 gün ve 1990/12650, 1992/1742 sayılı kararına karşı yazılan karşı oy yazısında; "somut olayda,davalı gazetenin 13.12.1988 günlü sayısındaki bulmacada, (Ehli sünnet dışı sapık bir mezhep)in ne olduğu sorulmuş, takip eden 14.12.1988 günündeki sayıda verilen cevapta ise bunun, (Alevilik) olduğu belirtilmiştir... Eldeki dava ile davacı, Alevi olduğunu, belirtilen yayından dolayı dini inançlarına, dolayısıyle kişinin haklarına saldırıda bulunulduğunu belirterek, manevi tazminat isteminde bulunmuştur. Yerel mahkemece ... istem reddedilmiş. Dairenin onama kararına karşı tarafımız­ dan aşağıdaki değerlendirme yapılarak yerel mahkeme kararının bozulması ileri sürül­ müştür. "...kişi gücünü toplum içinde sahip olduğu değerlerden alır. Bunlar onun yaşa­ mında elde ettiği başarıları ve bağlı olduğu ve sahibi bulunduğu manevi değerlerdir. Manevi değerlerin içine kişinin onuru ve dini inançlarıda girer. Benimsediği inancın başkaları tarafından küçük görülmesi, horlanması, yanlış ve iyi bir inanç olmadığının açıklanıp söylenmesi o kişiyi doğrudan doğruya incitir. Toplum içinde o kişi hakkında yanlış kanaat ve sonuçların yerleşmesi sonucunu doğurur. O kişilerin gittiği yolun eğri, sapık olduğunu söylemek o kişilerinde normal olmadığını belirtmekle eş anlamlıdır” şeklinde açıklamada bulunmuş ve saldırının gerçekleştiğini belirterek dü­ şüncemi aktarmıştım. Dr. Bilal KARTAL 119 Bu tür olaylarda diğer bir önerimiz de şudur. Yayınla belli bir kişinin mesleği, inancı ve düşüncesi hedef alınmayıp, o meslek, o inanç ve düşün­ cede olanlar hedef alındığında, o meslek veya düşünce ile inanç sahiplerinin tek tek dava açmaları, (ki açabilirler) zarar vereni büyük tazminatla sorumlu tutma sonucunu doğuracaktır. Aslında burada dava sahiplerinin istemi tazmi­ nat olmayıp zarar verinin eyleminin hukuka aykırı olduğunun'tesbiti ve kı­ nanmasıdır. Kaldı ki, bu tür davalarda, zarar gördüğünü iddia edenin, mame­ lekinde bir azalmanın olduğu da zayıf bir varsayımdır. Bu yön de gözetilerek özellikle tazminat yerine BK.nun 49. maddesinin son fıkrasında öngörülen önlemlerden birine karar verilmesinin, somut olayın özelliğine daha uygun düşeceği kanaatindeyim. Çünkü, hem yayının hukuka aykırı olduğu saptan­ mış olacak, hem de, davalının sorumlu tutulacağı manevi tazminatın çokluğu nedeniyle, hüküm altına alınan miktarların infazındaki zorluklarla karşılaşıl­ mayacak ve kararın etkisizliği önlenmiş olacaktır. Böylece yansıma yoluyla dava açma talebinin güçlüğü ortadan kalkacaktır (Yargıtay 4 üncü HD.'nin 23.5.1995 gün ve esas 1994/6361, karar 1996/4352 sayılı karara karşı yaz­ dığımız karşıoy). V I- YAYININ HUKUKA UYGUNLUK NEDENLERİ Basın açıklama ve değerlendirme yapmak görevi ile karşı karşıyadır. Bu görevini yerine getirirken, Anayasa ve yasaların tanıdığı yetkisini kullanırken, hukuk kuralları içinde kalmak, kişilerin kişilik haklarına saldırıda bulunma­ makla da yükümlüdür. Aksi halde cezai ve hukuki sorumluluğuna gidilir. Görüldüğü üzere basın, yaptığı yayından dolayı özgür olduğu halde, bu özgürlüğünü kişinin kişilik haklarına saldırı yönünde kullanamaz. Bir taraftan basının özgürlüğü, öte yandan, kişilik hakları karşı karşıya geldiğinde, birine üstünlük tanımak zorundayız. Kişi hakları, zaten kişinin varlığı nedeniyle mevcut olan ve vazgeçilmeyen haklardır. Yayının da özgürce yapılma hak­ kına sahip olmasına rağmen, bunun hukuka uygun olması için, somut olay nedeniyle bazı koşulların bulunması gerekmektedir. 1 - Zarar Görenin Rızası Medeni hakları kullanma ehliyetine saip olan ve temyiz kudreti bulanan kimse, rızaen zarara neden olmuşsa, zarar verenin eylemi rıza nedeniyle hukuka aykırı sayılmaz. Ancak bu rıza, MK.nun 23. maddesinde de belirtil­ diği üzere medeni haklardan veya onları kullanmaktan vazgeçme anlamında olmamalıdır. Kişilik haklarına karşı yapılan saldırıda gösterilen rıza, aynı 1 20 BASIN-YAYIN YOLUYLA KİŞİLİK HAKLARINA SALDIRI VE HUKUKİ SORUMLULUK maddenin son fıkrasında belirtildiği üzere ancak insan kökenli biyolojik maddelerin alınmasına ilişkinolabilir. Resminin basılıp yayınlanması ile ilgili bulunabilir. Kendi yaşamı hakkında bir yazı yazılmasına rıza gösterebilir. Bunun sonucunda yapılan yayınlar, kişinin rızasına dayandığı için hukuka aykırılık ortadan kalkmış olur. Şahsın kişilik hakları ile ilgili olarak yapılacak yayında, rızanın sonuca etkili olması için, hukuka ve ahlaka aykırı olmaması (her konuda ve sürekli bir rızanın olamayacağı gibi) rızanın saldırıdan önce verilmiş bulunması, açıklamanın rıza gösterilen kısımla ilgili olması ve rıza gösteren kişinin bu hakları kullanma ehliyetine sahip bulunması gerekir. 2 - Yayının Yapılmasında Kamu Yararı Bulunmalıdır Basına tanınan özgürlüğün temel dayanağı kamu yararıdır. Kamu ya­ rarının ne olduğu konusunda, açık ve sınırları bilinen bir tanım yapmak mümkün olmamakla birlikte, kamu yararını, ferdin, kişisel çıkarları değil, toplumun çıkarlarının üstün tutulması olarak tanımlayabiliriz. Bunun nedenide, hukuk düzenince güvence altına alınan ferdin ve toplumun yarar­ larıdır. Bu iki yarar şu veya bu nedenle karşı karşıya geldiğinde, ikisini birden korumak mümkün olmadığına göre, birinin diğerlerine feda edilmesi gerek­ mektedir. Hangisi daha üstünse o korunmalıdır. Somut olayda, bireyin mi, yoksa toplumun yararının mı daha üstün tutulacağını hâkim saptayacaktır. Hukukun ana amacı, çıkar çatışmalarını dengelemek olduğuna göre, bu çatışmayı çözüme götüren bir yasa kuralının bulunmaması bir yasa boşluğu olarak görülebilir. Ancak, öyle bir boşluk için düzenleme getirilmesi duru­ munda, çözümden öte çözümsüzlük doğar. Diğer bir anlatımla, adalete uy­ gun olmayan şekli bir çözüm getirilmiş olur. Bu bakımdan, böyle bir sorunla karşılaşıldığında, hakimin MK.nun 1. maddesi gereğince, hukuk yaratma yetkisini kullanarak sorunu çözmelidir. İşte kamu yaranda toplumun, kedini ilgilendiren konularda bilgilendiril­ mesini gerekli görmektedir. Ancak, bu halde toplum olup bitenlerden bilgi­ lendirilmiş olacak ve buna göre davranışlarında tercihini koyacaktır. Hatta öyleki, zaman zaman yol da gösterecektir. Ancak bu şekilde basın işlevini yerine getirmiş olacaktır. İşte bu açıklamalar sonucu yetkisini kullanan basın, bazı kişi ve kişilerin kişilik haklarına saldırmış olabilir. Eğer somut olayda, kamu yararının üstün tutulması gerekiyorsa, üstün yarar ilkesi nedeniyle yapılan yayının hukuka uygun olduğu kabul edilecektir. Değilse, saldırının gerçekleşmiş olduğu sonucuna varılacaktır. Dr. Bilal KARTAL 121 3 - Yayın Güncel Olmalıdır Haberin güncel olması, somut olayın açıklandığı tarihlerde kamu yara­ rının bulunması esasına dayanır. Açıklama, anında yapılmamış olabilir. Olay unutulup üzerinden zaman geçmiş ve artık hatırlatılmasında kamu yararı yoksa, yapılan açıklamanın sırf o kişinin kişilik haklarına saldırı nedeniyle yapıldığı kabul edimelidir. Kişinin, yakın geçmişteki bir suçu ile ilgili olarak açıklama yapılırken, geçmişte işlediği ve üzerinden uzun zaman geçen başka bir suçunun açıklanması, güncel kabul edilebilir. Ayrıca, belli görevlere talip olan kişilerin geçmişi ile ilgili açıklama yapılması gerçek olmak koşulu ile geçmişlerinin eleştirilmesinde, hukuka aykırı bir yön olmamak gerekir. Çün­ kü, bu ve benzeri kişilerin sade vatandaştan daha fazla eleştirilmeye muha­ tap olmaları işin doğasından kaynaklanmaktadır. Kişi ile ilgili olan geçmişteki olayın güncelliğini kaybettiği kabul edilse dahi, kişinin yeniden toplumsal olayların muhatabı olmasının güncel olmasından dolayı, geçmişteki olay gündeme gelebilir. Diğer bir anlatımla, geçmişe ait olup güncelliği kaybolan olay, kişinin şimdi güncellik kazanan ortamda eskiden karıştığı olayın da açıklanmasını gerekli kılabilir. 4 - Yayın Gerçek Olmalıdır Basının görevi, gerçek olanı açıklamak ve o konuda halkı bilgilendir­ mektir. Gerçek olan bir olgunun açıklanması hiçbir zaman kişilik haklarına saldırı teşkil etmez. Gerçek olanın aynı zamanda güncel de olması gerekir. Gerçeklik, orta düzeydeki bir dinleyici veya okuyucunun bundan edineceği kanıya göre belirlenir. Açıklamanın gerçek olduğunu kanıtlamak açıklamayı yapana düşer. Tersini kanıtlama yükümlülüğü, saldırıya uğrayana düşmez. Yayın yoluyla kişilik haklarına saldırının en çok oluştuğu durumlardan biride, açıklamanın gerçek olup olmamasından kaynaklanmaktadır. Yahutta, haber kısmen gerçek kısmen değilse o halde de saldırının varlığı kabul edilmelidir. Açıklama yapılırken, ana açıklama dışında bazı detaylar da ve­ rilmektedir. Bazı durumlarda ana noktada bazı durumlarda ise detayda aşma yanlış değerlendirme biçiminde oluşmaktadır. Yan noktalardaki yanlışlık, saldırıyı oluşturmamış olabilir. Ancak, bu yanlışlık ana olguyu değiştirmemeli ve başka anlama gelecek bir kanı uyandırmamalıdır (Ahmet Kılıçoğlu, age., s. 166-167). Yayın doğru olmakla beraber abartılı olabilir. Eğer abartı orta düzeydeki okuyucu üzerinde, gerçek olan olaydan başka bir anlam çıkarmak sonucunu doğuruyorsa hukuka aykırılığın varlığı kabul edilmelidir. 122 BASIN-YAYIN YOLUYLA KİŞİLİK HAKLARINA SALDIRI VE HUKUKİ SORUMLULUK Yayın kuruluşları veya haberi veren kişiler, yayıncılık ve özellikle gaze­ tecilik mesleğinin bir gereği olarak olayı en ince noktasına kadar araştırmalı, incelemeli, tüm gerçekleri saptadıktan sonra yazmalıdır. Gazetecilik mesle­ ğinin kuralları, yazılı olanlardan daha geniştir. Gazeteci; hiçbir ticari, kişisel ya da toplum çıkarına aykırı olan konularda gerçekleri saptırma yoluna git­ memelidir. 5 - Yayında Özle Biçim Arasında Biçimsel Bir Bağ Bulunmalıdır Bir olayın açıklanmasında, kullanılan dil ve sözcükler, orta düzeydeki, bir okuyucu üzerinde, başka bir anlama gelecek şekilde yer almamalıdır. Hiç şüphesiz yayın ve haber bütünü ile ele alınmalı, yazı içinde bazı sözcüklere göre yorum yapılmamalıdır. Ayrıca, yazının bütünü ile yorumunda, gerçek olmayan bir sonuç çıkarılmamalıdır. Kullanılan sözcükler kişiyi incitici, iğne­ leyici, aşağılayıcı ve kafalarda başka soru yaratacak biçimde olmamalıdır. Bir kimsenin hırsızlıktan hüküm giydiği belirtildikten sonra, "meğer adam hırsızmış" şeklindeki bir ifade biçimi, o kişinin sanki doğuştan hırsız olan biriymiş gibi bir anlam doğuracağından, özle biçim arasında denge bozula­ cağından, bu da kişilik haklarına saldırı oluşturur. Yayın, uygun olan amaç için veya uygun olan amaca varabilmek için uygun bir araç olarak kulanılmalıdır. Verilen haberde, kullanılan sözcükler yerine, incitici ve somut olaydaki gibi anlama gelmeyecek sözcük ve ifadeler kullanılarak verme olanağı varsa, buna rağmen uygun olan sözcükler kulla­ nılmamışsa, saldırının varlığı kabul edilmelidir. Açıklama, kamu yararını gözetme yerine, kişisel bazı amaçlara yöne­ likse, aracın yerinde kullanılmadığı sonucuna varılabilir. Örneğin, fazla sü­ rüm, sansasyon, kin ve küçük düşürme amacı güdülebilir (A. Kılıçoğlu, age., s. 170). Verilen haber gerçek olmakla birlikte, haberin verilişinde sözcükler özenle seçilmelidir. Olaydaki açıklamanın başka bir anlama gelmesi önlen­ melidir. Bir olayla ilgili olarak verilen haberin dışında, bir değerlendirme yayını yapıldığı zamanda, aynı özen gösterilmelidir. Kişi veya kişiler eleştirilirken, yine objektif değerlendirmeler yapılmalıdır. Eleştiri, herhangi bir konuda de­ ğer hükmü verme demektir. O değer hükmü yine gerçeğe dayanmalıdır. Aksi halde, araçla amaç arasında uygunsuzluk doğuracağından kişilik haklarına yapılan saldırı gerçekleşmiş olur. Her somut olayda, o günün koşulları, top­ Dr. Bilal KARTAL 123 lumun olaya karşı olan ilgisi olayın açıklamasında ve değerlendirilmesindeki kamu yararı tümüyle gözönünde tutularak, saldırının olup olmadığı ne ölçü­ de olduğu, mahkeme tarafından takdir ve tayin edilmelidir. Bu konuda ön­ ceden kesin ve sayılı biçimde kurallar koymak, bizi yanlış sonuçlara götüre­ bilir. 6 - Yasadan Doğan Bir Yetkinin Kullanılması Yasadan doğan bir yetkinin kullanılması sonucu, kişinin kişilik hakları sınırlanabiliyor veya zarar görüyorsa, bu saldırı yasadan kaynaklandığı için eylem hukuka aykırı olmayacaktır. Bu yetki, kamu hukukundan doğabileceği gibi özel hukuktanda doğabilir. Bir kişinin tutuklama emri gereğince, cezae­ vine konulması, anababaya çocuk üzerinde tanınan haklar, zilyedin kuvvet kullanması, meşru savunma halleri buna örnek teşkil edebilir (H. İşgüzar, agm., s. 870). Ancak yasadan doğan bu yetkinin, hukuka uyun sayılabilmesi içinde, yasal sınırlara tecavüz edilmemeli ve özellikle, yasa ile tanınan yetki, amacına uygun biçimde kullanılmalıdır. Kişiyi küçük düşürücü, ezici bir nitelik taşımamalıdır. V II- KUSUR Kusur, sorumluluk hukukunun temel öğelerinden birisidir. Kusurun ol­ madığı yerde, sorumluluktanda söz edilemez. Ancak bazı özel durumlarda ve yasada gösterilen hallerde kusur olmadan da zararla eylem arasında uy­ gun illiyet bağının bulunması koşulu ile sorumluluğun kabul edildiğini gör­ mekteyiz. Kişilik haklarına karşı yapılan saldırının yaptırımları, özellikle BK.nun 49., MK.nun 24 ve 24/a maddelerinde belirtilmiştir. BK.nun 49. maddesinde, 3444 sayılı Yasa ile 4.5.1988 tarihinde bir değişiklik yapılmıştır. Bu değişik­ likten önce, kişilik haklarına yapılan saldırının gerçekleşmiş olması için, "zararın ve kusurun özel ağırlığı" koşulu aranmakta idi. Anılan maddede yasa koyucu tarafından yapılan bu değişikliğe karşın sorumluluğun "kusur­ suz sorumluluk" olduğu düşünülemez. Çünkü, BK.nun 49. maddesinin ilk fıkrası "Şahsiyet hakkı hukuka aykırı bir şekilde tecavüze uğrayan..." hük­ münü getirmiştir. Ayrıca, maddenin meclise şevkinde yer alan ve "ancak bu zararı doğuran tecavüz basın ve yayın yoluyla vuku bulduğu takdirde dava açılması için kusur şartı aranmaz" biçimindeki fıkranında maddeden çıkarıl­ ması ile sorumluluğun kusursuz sorumluluk olmadığı anlaşılmaktadır. O halde, yayından dolayı sorumluluk için kusurun varlığı zorunludur. Bu kusu­ 1 24 BASIN-YAYIN YOLUYLA KİŞİLİK HAKLARINA SALDIRI VE HUKUKİ SORUMLULUK run ağır veya hafif olması ihmal derecesinde bulunması, sonuca etkili değil­ dir. Sadece bu ölçüler tazminat kapsamının belirlenmesinde önem taşırlar. V III- MANEVİ TAZMİNAT Kişilik haklarına yapılan saldırı sonucu, doğan zararın tazmininin iste­ nebileceği, gerek MK.nun 24/a ve gerekse BK.nun 49. maddesinde ifade edilmiştir. Ancak, MK.nun 24/a maddesinde "maddi ve manevi tazminat" da­ valarının açılabileceği halde, BK.nun 49. maddesinde sadece "manevi taz­ minattan" söz edilmiştir. Saldırının özlükle maddi değerlerle ölçülemeyen ki­ şilik haklarına yönelik olması nedeniyle, genellikle manevi tazminatı gerek­ tirmektedir. Maddi bir zarar oluşmuşsa, onunda istenebileceği doğaldır. Sorun, yayın yoluyla kişilik haklarına yapılan saldırıda, manevi tazminat miktarının, düzeyi ve bu ölçünün hangi ölçütlere göre belirlenmesi gerektiği­ dir. Yasalarda bu konuda bir düzenleme yer almamaktadır. Sadece, 3984 sayılı Radyo ve Televizyonların Kuruluş ve Yayınları Hakkındaki Kanunun 28. maddesinin son fıkrasında, tazminat miktarının yüz milyon liradan az olamayacağı hükme bağlanmıştır. Tazminat miktarının bu şekilde saptan­ masının doğru olmadığm düşünmemle birlikte, bir ölçü verilmek istendiği kanaatini taşımaktayım. Böyle bir belirlemeye katılmamamın nedeni, hakimin her somut olaya göre yapacağı takdir yetkisini ortadan kaldıracağıdır. Diğer yönden, çok hafif bir saldırının var olduğu durumlarda, bu miktarda bir taz­ minat gerekmeyebilir. Ayrıca yasa böyle bir sınır koymakla, uygulamada bu miktarın üzerine çıkarak hüküm kurulması da önlenmiş olabilir. Zaman içinde para değerindeki düşmeler sonucu yasada yer alan bu miktar çok düşük kalabilir. BK.nun 49. maddesinde, hüküm altına alınacak manevi tazminat mik­ tarının belirlenmesi bakımından, 3444 sayılı Yasa ile yeni ölçütler getiril­ miştir. Buna göre hâkim, tarafların sıfatını, işgal ettikleri makamı, sosyal ve ekonomik durumlarını gözönünde tutmak suretiyle tazminat miktarını belir­ leyecektir. Ayrıca, gerekirse tazminattan ayrı başka bir yaptırıma da davalıyı mahkum edebilir. Diğer yaptırımların ne olduğu maddenin son fıkrasında yer almış olup, tazminatta ilave olunacağı gibi tek başınada hüküm altına alı­ nabilir. Bunların neler olabileceği örnek kabilinden sayılmıştır. Maddede yer alan ve tazminat miktarının belirlenmesine ilişkin hususlar, eşitsizliğe neden oldukları düşüncesi ile eleştirilebilirler. Kişinin sıfat ve ünvanına, ekonomik ve sosyal durumuna göre, tazminat miktarım belirlenmesinin Anayasanın eşitlik ve genellik ilkesine aykırı bulunduğu ileri sürülebilir. Dr. Bilal KARTAL 125 Biz, maddenin şu düzenleniş biçimindeki ölçütlerin eşitliği bozduğu, ka­ nısında değiliz. Çünkü manevi tazminat, kişinin kişilik haklarında, iradesi dı­ şında meydana gelen eksilmenin giderilmesi amacını taşır. Yayın yoluyla yapılan bir saldırı sonucu, toplumun daha çok kesimi tarafından bilinen kişi­ ler, daha fazla sayıdaki kişi katında kendi itibarını yitirmektedirler. Ayrıca mevkii sahibi de, saldırı ile birlikte onun sahip olduğu otorite ve yetkide zaafa uğratılmış bulunmaktadır. Öyle bir kişinin bundan böyle bir yere getirilme­ mesi, gelmemesi gibi bir sonucun doğmasına neden olmaktadır. Zarar veren görsel sözlü ve yazılı yayın kurumunun durumu, konumu ve açıklamayı yapan gerçek kişinin isim ve mevkii de, tazminat miktarının be­ lirlenmesinde etken olmalıdır. Çünkü yayını yapan, gazete vs. ile açıklamayı yapan kişi, ne kadar güvenilir ve ciddi birisi ise, o ölçüde yayının doğru ol­ duğu kabul edilecek ve zararda buna göre artmış olacaktır. Yayının daha fazla trajı olan bir gazetede yapılması ile, az trajlı bir gazetede yapılması da tazminat miktarını etkileyecektir. Gazete, yazılı bir belgedir ve kalıcıdır. Yıllar sonrasında, onu her an okumak olasıdır. Bundan dolayı da görsel ve sözlü basından daha etkindir. Tazminat miktarının tesbitinde, tarafların ekonomik ve sosyal durumlarınında gözönünde tutulmasını öngören ölçütte yerindedir. Aksi halde, taz­ minatı ödemekle yükümlü olan kişiye, ekonomik gücünün çok üstünde bir tazminata hükmedilmesi, onun ödetilmesini imkânsızlaştıracağından, hük­ mün etkisiz kalması sonucunu doğurabilir. Ayrıca, tazminat miktarını belir­ lenmesinde saldırının ağırlığı da önem taşır. Ağır bir saldırı için hükmedilen tazminat, hafif saldırı için hükmedilenden mutlaka fazla olmalıdır. Kusurun ağırlığına göre, tazminat miktarı belirlenmelidir. Saldırının yayınla yapılması halinde yayının kapsadığı alanda tazminat miktarının takdirinde etken olmalıdır. Tüm yurt düzeyinde, hatta yurt dışında da yayın ve dağıtımı olan yayın ile küçük bir bölgeyi kapsayan yayın için tazminat miktarı aynı olmamalıdır. Tazminat miktarı bir ceza değildir. Ancak bu tazminatın, zarar vereni caydırma amacı gütmediği anlamına gelmemelidir. Hukuk, bozulan dengeyi düzeltmek işlevi yanında, aynı zamanda o dengenin korunmasını ve bozul­ mamasını da amaçlar. Tazminatın, az takdir edilmesi durumunda, zarar ve­ renin o eylemi sürdürmesini önlemede etkin bir rol oynamaz. Takdir edilen tazminat miktarı, özellikle yayın yoluyla yapılan saldırının etkinliği gözetile­ 1 26 BASIN-YAYIN YOLUYLA KİŞİLİK HAKLARINA SALDIRI VE HUKUKİ SORUMLULUK rek, onun bir daha aynı eylemi yapmasını engelleyecek ve caydıracak dü­ zeyde olmalıdır. Çünkü yayınla, bazı durumlarda çok büyük yararlar sağ­ lanmaktadır. Yayının izleme ve satışı artmaktadır. Böylece yayınla haksız kazanç da elde edilmektedir. İşte, hüküm altına alınacak tazminat miktarının yüksek tutulmasında, hem haksız kazancın miktarı aşağı çekilmekte ve hem de, aynı saldırının bir daha işlenmesinde, daha çekingen ve dikkatli hareket etme sonucunu sağlamaktadır. Kişilik hakkı saldırıya uğrayan kimse, tazminatı almakla, kaybolan iti­ barını sağlayamamaktadır. Yayın, büyük bir kitle tarafından öğrenilmekte, toplumda o kanının doğru olduğu kabul edilmektedir. Açılan dava ile, hak­ sızlığın kanıtlanması, çok az sayıda ve ancak davacının dar çevresi tara­ fından bilinmektedir. Saldırının haksızlığı yayınlanmış olsa dahi, artık olay üzerinden uzun süre geçtiği için toplumun edindiği yargıları değiştirmede, beklenen sonucu sağlayamamaktadır. Bazan öyle haksız ve yersiz yayınlar yapılmakta ki, o kişinin tüm toplumsal yaşamı ve itibarı bir daha eski duru­ muna ulaşamamaktadır. IX - KİŞİLİK HAKLARINA SALDIRI HALİNDE AÇILACAK DAVALAR Kişilik haklarının saldırıya uğraması durumunda, açılacak davalar, özellikle MK.nun 24, 24/a ve BK.nun 49. maddelerinde belirtilmiştir. Bu da­ vaların isimlerini ve yerin darlığı nedeniyle de niteliklerini kısaca belirtece­ ğim. 1 - İhtiyati Tedbir İstenmesi Kişilik haklarının saldırıya uğraması ihtimali olan veya uğradığı halde bunun devam edeceği anlaşılan durumlarda kişi, bu saldırının durdurulma­ sını tedbiren hakimden isteyebilir. Örneğin, ilk yayında, bir saldırı gerçek­ leşmiş ve devam edeceği anlaşılmışsa, bunun tedbiren durdurulması iste­ nebilir. Böyle bir talep, Anayasanın 28/6 fıkrasında yer alan, hakimin olaylar hakkında yayın yasağı koyamayacağı kuralına aykırı düşmez. Çünkü aynı fıkrada, "kanunla belirtilecek sınırlar içinde, hakim tarafından verilen kararlar saklı kalmak üzere..." ilkesi de yer almıştır Kaldı ki, kişilik hakkı saldırıya uğrayanın, bu saldırı basın yoluylada olsa, durdurulmasının istenmesi, en doğal hakkıdır. Durdurmanın gerekli olup olmadığının takdiri hâkime aittir. Böylece zararın artmasıda önlenmiş olur. Hâkim, yayının gerçek olduğu ka­ naatine varırsa, tedbire itiraz halinde HUMK.nundaki ilkeler gereğince kal­ dırma yetkisine de sahiptir. Dr. Bilal KARTAL 127 2 - Tesbit Davası MK.nun 3444 sayılı Yasa ile yapılan değişikliğinden önce, tesbit davası sadece kişinin ismi üzerindeki hakkı için kabul edilmişti (MK. 25). Ne var ki, uygulamada, kişinin diğer kişilik haklarının zarar görmesi halinde de, tesbit davası açılmakta ve genel ilkeler uyarınca dinlenebilmekte idi. Sonradan 3444 sayılı Yasa ile MK.nun 24/a maddesinin 1. fıkrası ile tesbit davasının açılabileceği, bir yasa kuralı haline de getirilmiştir. Bu dava ile saldırıya uğrayan kişi, saldırının hukuka aykırılığının tesbitini ve gerektiğinde, bu aykırılığı saptayan yargı kararının yayınlanmasını hâkimden isteyebilecektir. Tesbit davasının dinlenebilmesi için, eda davası açma olanağının bulunmaması gerekir. Çünkü, her eda davasının kabulü için, eylemin hukuka aykırılığınında tesbiti zorunludur. Bunun içindir ki, önce bir tesbit, sonra bir eda davasının açılması gereken hallerde, davacının, tesbit davasını açmada hukuki yararı bulunmamaktadır. 3 - Saldırının Önlenmesi Davası Bu dava, maddi ve usul hukukunda yer alan "men'i müdahale", "haksız el atmanın önlenmesi" davaları ile aynı anlama gelmemektedir. Buradaki "önleme" yapılan saldırı sonuçlarına ilişkin olmayıp saldırı fiiline ilişkin bu­ lunmaktadır (A. Kılıçoğlu, age., s. 198). Böyle bir ayrım son derece teorik gibi görünsede, bize doğru gelmekte­ dir. Çünkü, alelade önleme davasında, gerçekleşmiş bulunan bir tecavüzün önlenmesi, ortadan kaldırılması istenmektedir. Davanın kabulü ile de, bu eski haline dönüşmüş olmaktadır. Halbuki, basın yoluyla kişilik haklarına bir sal­ dırı olmuşsa, artık bunun önlenmesine karar verilmesinin sonuca hiçbir etkisi olamaz. Ancak henüz saldırı gerçekleşmemişse, yapılacak saldırının ön­ lenmesi için böyle bir dava açılarak, saldırı yapılmadan önlenmiş olur. Bun­ dan dolayıdırki, bu dava sonunda verilecek kararla davalı, bir eylemi yap­ maya değil, yapmamaya mahkum edilmektedir. O da saldırı fiiline başlan­ madan durdurulmasıdır. Böyle bir dava sonunda verilen karara uymayan davalı, özellikle İİK.nun 343. maddesi uyarınca cezalandırılacaktır. Kararda ayrıca bu maddenin yazılmasına hiç gerek yoktur (A. Kılıçoğlu, age., s. 204 aksi görüşle). Çünkü, mahkeme kararlarına uymamanın yaptırımı zaten bellidir. Ayrıca bunu ka­ rara yazmak fazla bir tekrardan ibaret olacağı gibi karar tekniğinede uygun düşmemektedir. 128 BASIN-YAYIN YOLUYLA KİŞİLİK HAKLARINA SALDIRI VE HUKUKİ SORUMLULUK 4 - Durdurma Davası MK.nun 3444 sayılı Yasa ile yapılan değişikliğinden önce, bu isimde bir dava yer almamış olmasına rağmen, kişilik hakları, bir zaman dilimi içinde yapılan periyodik yayınlarla saldırıya uğrayan kişi, bu yayının durdurulma­ sını isteyebilmekte idi. Böyle bir uygulama, kişilik haklarının özelliğinden ve hukukun genel ilkelerine dayanmaktadır. Ne var ki, 3444 sayılı Yasa ile MK.nunda yapılan değişiklikle, bu isimde bir davanın açılabileceği aynı ya­ sanın 24/a maddesi ile hüküm altına alınmış bulunmaktadır. Bu dava, kişilik haklarının hukuka aykırı olarak saldırıya uğraması ve bu saldırının devam etmesi durumunda, bunun durdurulmasına karşı açılan bir davadır. Bu dava ile davadan önceki yayınlar değilse, sonraki yayınların durdurulması amaçlanmaktadır. Zaten, önceki yayınlar yapılıp sonuçlarını doğurduklarından, durdurmada artık söz konusu olmaz. Ancak, tazminat davasına konu olabilirler. 5 - Nedensiz Zenginleşme Davası Bu isimde bir dava türü, MK.nun 24 ve 24/a maddesinde yer almamak­ tadır. Bu davadan amaç, kişilik haklarına yapılan saldırı sonucu, zarar ve­ renin malvarlığında, zarar görenin aleyhine bir çoğalma olmuşsa, bu yüzden oluşan zenginleşme haklı bir nedene dayanmadığından, bunun zarar görene iadesi gerekmektedir. Bu isimdeki davanın yasal dayanağı BK.nun 61. maddesidir. Ancak, yayın yoluyla kişilik haklarına yapılan saldırıda hüküm altına alınan paranın, bir tazminat olduğu, uğranılan zararın karşılığını teşkil ettiği düşüncesindeyiz. Bundan dolayı, zarar verenin BK.nun 63. maddesi gereğince, ancak elinde kalan miktarı ödeyeceğinin doğru olmadığını tama­ mının istenebileceği görüşünü taşımamtayız. 6 - Vekaletsiz İş Görmeden Doğan Dava Kişilik haklarına karşı yapılan saldırıdan dolayı açılacak davalar ara­ sında, bu isimde bir davanın ilk defa MK.nun 24/a maddesinde yer almış olduğunu görmekteyiz. Hukuki nedeni zarar verenin, sanki zarar gören adına hareket etmiş ve bunun sonucunda, sağladığı haksız kazancın zarar görene iadesi esasına dayanmaktadır. Böyle bir dava türünün, kişilik haklarına karşı yapılan saldırıda uğranılan zararın tazmininin talebi için yasada yer alması, bize uygun düşmemiştir. Çünkü, vekaletsiz iş gören, işin başından beri, vekil edilenin yararına hareket etmektedir veya öyle olması gerekmektedir. Diğer Dr. Bilal KARTAL 129 bir anlatımla, vekil eden vekile vekaleti verseydi, vekil nasıl hareket edecek ise, vekil burada da bilerek onun zararına hareket etmeyecektir. Halbuki so­ mut olayda "vekil" olarak kabul edilen kişi, davacının zararına hareket et­ mektedir. Aslında, böyle bir dava, maddi tazminat davası içinde ve somut olayın özelliğine göre, tazminatın kapsamı belirlenerek çözümlenebilir. Ayrı­ ca, bir isim ve hukuki bir nitelendirmeye gerek bulunmamaktadır. Zaten bu güne kadar da, böyle bir düzenleme olmadığı halde aynı sonçları doğuracak davalar açılıp sonuçlandırılmıştır. 7 - Maddi Tazminat Davası Kişilik aklarına yapılan saldırıda, maddi tazminat davasının açılacağı tabiidir. Miktarın belirlenmesinde uygulanacak yöntem diğer maddi tazminat davalarından farklı değildir. Davacının aktifindeki azalma, pasifindeki çoğal­ manın toplamı, onun maddi zararını oluşturur. Maddi tazminat davalarında aranan ilkeler, aynen buradaki dava türü içinde geçerlidir. Diğer bir anlatımla, hukuka aykırı eylem olacak, zarar ola­ cak, zararla eylem arasında uygun illiyet bağı bulunacak ve davacı bu za­ rarını kanıtlamış olacaktır. Bu tür davalar özellikle, saldırıya uğrayanın elde etmek istediği kazançtan yoksun kalması ve cismani zararlar karşılığını oluşturan tazminatları kapsar. 8 - Manevi Tazminat Davası Bu dava ile ilgili olarak daha önce geniş açıklamalarda bulundum. Şunu hemen belirteyimki, kişilik haklarının saldırıya uğraması durumunda, ilk akla gelen dava manevi tazminat davasıdır. X - DAVANIN TARAFLARI 1 - Davacı: Davacı kişilik hakkı hukuka aykırı biçimde saldırıya uğrayan kişidir. Bunların kimler olabileceğini, daha önceki açıklamalarımda belirttiğim için yeniden tekrar etmiyeceğim. 2 - Davalı: Yazılı yayının süreli ve süreli olmamasına göre, davalılarda değişiklik arzetmektedir. Süreli yayınlarda (Gazete, dergi gibi) haberi veya değerlendirme yazısını yazan kişi, yayının sahibi ile sorumlu yazı işleri mü­ dürü aleyhine açılacaktır (Basın Kanunu mad. 16/1 ve 17). Ayrıca, saldırı teşkil eden olay bunların dışında başka kişilerin açıklamasına dayanılarak verilmişse, o da aynı şekilde ve hepsi birlikte zincirleme olarak sorumludurlar. 1 30 BASIN-YAYIN YOLUYLA KİŞİLİK HAKLARINA SALDIRI VE HUKUKİ SORUMLULUK Zarar gören, bunlardan biri veya bir kaçı aleyhine dava açabileceği gibi, ta­ mamı aleyhine de açabilir. Yayın, başkasının açıklamasına dayandığı ileri sürülerek, yayının sahibi, yazıyı yazan ve sorumlu yazı işleri müdürü sorumluulktan kurtulamaz. Çünkü, hukuka aykırı olan eylemi yazıp yayınla­ makla, haksız eyleme onlar da katılmış bulunmaktadırlar. Süreli olmayan yayınlarda ise, yine Basın Yasasının 17. maddesindeki yollama karşısında eser sahibi (yazarı, çevireni ve çizeni) yayınlayan, bası­ mevi sahibi, satan ve dağıtımı yapanlar sorumludurlar. Görsel ve sözlü yayına gelince, yayını yapan kurumun kendisi, sorumlu habermüdürü ve haberi veren, yorumu yapanlar birlikte sorumludurlar. Bu şekildeki bir yayının yapılmasında katkıları olan başkaları da varsa, onlarda aynı şekilde sorumlu tutulurlar. Bu konuda, 3984 sayılı Radyo ve Televiz­ yonların Kuruluş ve Yayınları Hakkındaki Kanunda, özel bir düzenleme yer almış değildir. Ancak, anılan Yasanın 28/son maddesinde, genel hükümler uyarınca dava açılabileceği hükme bağlanmıştır. Genel hükümlere yollama yapıldığına göre, haksız eyleme katılan herkes aleyhine dava açılabileceği anlaşılmalıdır. X I- YETKİLİ MAHKEME Kişilik haklarına saldırı, mahiyeti itibariyle bir haksız eylemdir (BK. 41). Haksız eylemden doğan davaların, haksız fiilin işlendiği yer mahkemesinde açılacağı HUMK.nun 21. maddesinde genel bir kural olarak belirtilmiştir. Burada "haksız fiilin işlendiği yer"den amaç, "zararın gerçekleştiği ve böylece haksız eylemin tamamlandığı yer" olarak anlamak gerekir. Haksız eylemden doğan dava, yalnız haksız eylemi işleyene değil, aynı zamanda bu eyleme katılanlar aleyhinede açılabilir. Böylece haksız eylem birden fazla kişi tarafından işlenmişse, bu kişilere karşı açılacak tazminat davası, ortak yetkili mahkeme olan zararın gerçekleştiği yer mahkemesidir. Açıklanan bu kuralları, yayın yoluyla kişilik haklarına karşı yapılan sal­ dırı nedeniyle doğa zararın tazmini için açılacak davada yetkili mahkemenin tesbitine uyarladığımızda, yayının ve dağıtımın yapıldığı her yerde zararın gerçeleştiği sonucuna varılmalıdır. Bu duruma göre, gerek görsel ve sözlü ve gerekse yazılı yayın hangi alan içinde yayın ve satışını ve dağıtımını yapmışsa, zararda o yerde gerçekleşmiş olacağından, tüm bu yerlerin ortak yetkili mahkemler olduğu kabul edilmeli ve bunlardan herhangi birinde dava Dr. Bilal KARTAL 131 açılabilmelidir. Bu yer gerek davacının (zarar gören) ve gerekse davalının veya davalılardan birinin ikametgahının bulunduğu yer mahkeesi olabileceği gibi, bize göre bunların dışında yayın yapılan yerlerde olmak koşulu ile başka bir yer mahkemesi de olabilir. Yargıtay 4 üncü Hukuk Dairesi'nin yeni bir kararında, (18.3.1996 gün ve 1996/697-1999 sayılı) görsel ve sözlü yayın ile yazılı basın yoluyla kişilik haklarına karşı yapılan bir saldırı olayında davacının, gerek kendisinin ve gerekse zarar verenin ikametgahı dışındaki yer mahkemesinde açılan da­ vaya mahkemenin bakmaya yetkili olmadığına karar vermiştir. Bu karara karşı yazdığımız karşıoy yazısında, eylemin TRT'de "Gündem" programında yayınlandığı, bu yayının Türkiye'nin ve hatta dış ülkelerde de gösterime girdiği belirtilerek, zararın bu yerlerde gerçekleşmesi nedeniyle, Türkiye'nin herhangi bir yerindeki mahkemesinde de dava açılabileceği, davacı İzmir'de oturmasına karşın davayı Bursa'daki mahkemede açmış olmasının yasaya ve genel hukuk ilkelerine aykırı bir yönün bulunmadığı açıklanmıştır. Somut olayda, davalıların yetki itirazının dinlenmesinde, hukuki bir yararı olmadığıda ifade edilmiştir. Ayrıca, zarar görenin, zararın gerçekleştiği her yerde dava açabilme hakkına sahip olması, onun karşı tarafı zor durumda bırak­ tığı, tabii hâkim dışında başka bir yere taşıdığı, böylece hakkını kötüye kullandığı da savunulamaz. Çünkü, yasadan doğan bir hakkın kullanılması, kötü niyetle hareket etme sonucunu doğurmaz. Ayrıca, aynı külfete, davayı ikametgâhında açmamakla davacının kendisi de katlanmış bulunmaktadır. X II- ZAMANAŞIMI Yayın yoluyla kişilik haklarına yapılan saldırılara karşı açılacak davalar da, belli bir zamanaşımı süresine tabidirler. 5680 sayılı Basın Yasasının 35. maddesinde, süreli yayınlarda üç, süreli olmayan yayınlarda ise altı aylık süre içinde ceza davasının açılması ge­ rektiği hükme bağlanmıştır. Maddenin düzenleniş biçimindende anlaşılacağı üzere, bu sadee açılacak ceza davaları içindir. Hukuk davaları için genel kurallar dışında, özel bir düzenleme anılan yasada yer almamıştır. O halde, yayın yoluyla açılacak davaların (ki bunlar nitelikleri itibariyle maddi-manevi tazminat, nedensiz zenginleşme, vekaletsiz işgörme gibi) BK.nun 60 ve 66. maddelerinde yer alan zamanaşımı sürelerine tabi olduğunu görmekteyiz. Buna göre, zararın ve failin öğrenildii günden itibaren zamanaşımı işlemeye başlayacaktır. 132 BASIN-YAYIN YOLUYLA KİŞİLİK HAKLARINA SALDIRI VE HUKUKİ SORUMLULUK Yayın yoluyla kişilik haklarına karşı yapılan saldırı, yayının yapıldığı anda zarar gerçekleşmiş olur. Olağanüstü bir durum yoksa, yayının kendi niteliğinden dolayı, yayın tarihinde zarar görenin, zararı öğrendiği kabul edilmelidir. Fail için de öğrenme tarihi başlangıç olarak kabul edilmelidir. Ancak, bazı karmaşık durumlarda, sağlıklı bir tesbit için makûl bir araştırma süresi tanınabilir. Eğer yayın, yazılı basın yoluyla yapılmışsa orada sorumlu kişiler açıkça belirtilmiş olduğundan (sahibi, sorumlu yazı işleri müdürü) bu kişilere karşı dava açma süreside o andan itibaren başlayacaktır. Süreli olmayan yayının zarar gören tarafından öğrenilmesi sorun olabilir. Diğer bir anlatımla, kitabın yayınlandığı günden itibaren zarar görenin bunu öğrenmemiş olması ihtimali daha kuvvetlidir. Bunun aksini savunan davalı kanıtlamalıdır. Öğrenme her türlü delille kanıtlanabilir. Basın yoluyla kişilik haklarına karşı yapılan saldırı sonucu açılacak da­ valarda ceza zamanaşımının da uygulanabilip uygulanmayacağı tartışmalı­ dır. BK.nun 60. maddesinin 1. fıkrasının 2. cümlesinde yer alan ceza zamnaşımının yayın yoluyla gerçekleşen haksız eylemden doğan tazminat da­ valarında uygulanmayacağını savunan düşünceye göre (Çetin Özek, Türk Basın Hukuku, İst./1978, s. 713 vd.; Ahmet Kılıçoğlu, age.r s. 194 vd.). BK. nun 60.f ll'deki ceza zamanaşımına ilişkin kuralın, Basın Yasasının 35. maddesi karşısında uygulanamayacağı yönündedir. Gerekçe olarak da, ya­ yının sahibi ve sorumlu yazı işleri müdürünün çalıştıran durumunda olması nedeniyle, anılan hükmün bunlar hakkında uygulanmayacağıdır. Ayrıca, ceza zamanaşımı için daha kısa süre öngörülmüşken hukuk davası için daha uzun bir sürenin kabul edilmesi, uygun düşmez. Yasa koyucunun, Basın Yasasının 35. maddesindeki düzenleme ile TCK.nun 102. maddesinde ön­ görülen zamanaşımı sürelerinden ayrıldığı ifade edilmiştir. Böylece, yayın yoluyla kişilik haklarına karşı yapılan saldırı sonucu açılacak hukuk davala­ rının, bir ve on yıllık zamanaşımı süresine tabi olacağı ifade edilerek, bu davalarda TCK.nun 102. maddesinde belirtilen sürelerin zamanaşımı yö­ nünden gözönünde tutulamayacağı sonucuna varılmıştır. Yargıtay ise, yerleşmiş kararlarında, (Örnek, 4 üncü HD.'nin 20.9.1979 gün ve 1979/4725-9975 sayılı kararı, YKD. 1980/sayı: 8, sayfa: 1082/1085). Basın Yasasının 35. maddesinde kabul edilen üç ve altı aylık sürelerin ceza davasıın açılması için öngörülen en fazla süreler olduğu yönündedir. Bu sürelerin, basın yoluyla işlenen suçun ceza hukukunda (TCK. 102. mad.) belirtilen zamanaşımı süreleri ile bir ilgisi olmadığı ifade edilmiştir. Dr. Bilal KARTAL 133 Bize göre, Yargıtay'ın vardığı sonuç, yasa maddesinin düzenleniş biçi­ mine, zamanaşımının mahiyetine uygundur. Saldırı teşkil eden eylem, aynı zamanda suç teşkil edip cezayı gerektiriyorsa, o ceza davasının devam edeceği süre kadar, hukuk davasının açılmasını kabul etmek gerekir. Çünkü, kural olarak suç teşkil eden olayın gerçekleştiği tarihten itibaren o eylem için öngörülen ceza miktarı esas alınarak, kovuşturulmaya tabi tutulacağı süreler, TCK.nun 102. maddesinde belirtilmiştir. Diğer bir anlatımla, kamu davasının açılabileceği süreler anılan yasa maddesinde ayrı bentler halinde yer al­ mıştır. Basın Kanununun 35. maddesinde yer alan süreler ise, maddede de belirtildiği üzere, kamu davasının açılması için öngörülen sürelerdir. Olaydan itibaren, süreli yayında üç ay, diğer eserlerde ise atı ay içinde bir ceza davası açılmamışsa, ondan sonra artık açılamaz. Açılmış ise dinlenemez. Dava bu süreler içinde açılmışsa, artık TCK.nun 102. maddesinde yer alan kendine özgü süre kadar devam edebilecektir. TCK.nunda öngörülen sürede, ceza mahkemesi henüz nihai bir sonuca varmamışsa, artık işin esası hakkında değilde, TCK.nun 102. maddesi uyarınca davanın ortadan kaldırılmasına karar verilecektir. İşte bu süre doluncaya kadar hukuk davası açılabilecektir. Halbuki, öteki düşünceyi kabul ettiğimiz takdirde, TCK.nun 102. maddesinde yer alan sürelerin hukuk davasında gözönünde tutulmaması gerekecektir. Sonuç olarak, açılacak tazminat davaları, kural olarak bir ve on yıllık zamanaşımı süresine tabidir. Eğer eylem, suç teşkil edip cezayı da gerekti­ riyorsa, BK.nun 60. maddesinin birinci fıkrasının ikinci cümlesi uyarınca, ceza zamanaşımı süreside gözönünde tutulacaktır. Yani ceza zamanaşımı süresi kadar, hukuk davası zamanaşımına uğramamış olacaktır. SONUÇ İncelememizde basın ve yayının önemini belirttik. Bu o denli önemlidir ki, özgür ve bilinçli bir basını bulunmayan uluslarında, özgür olmadığı so­ nucuna varlabilir. O gibi durumlarda, yöneten veya egemen güçler, topluma neyin ulaşmasını istiyorlarsa, ancak onun bilinmesini isterler. Tam demok­ rasinin olmadığı bu tür ülkelerde, yöneticilerin bu şekilde davrandıkları, hatta haberlerin iktidar ve egemen güçlerin emrindeki yayın kuruluşları vasıtasıyla verildiği görülmüş ve bilinmektedir. Onlarda, ancak, kendilerine zarar ver­ meyecek, kendilerini halka karşı güçlü ve olumlu yönlerini gösterecek bilgileri yayınlamakta, hiçbir hatalı yönlerinin yayınına izin verilmemektedir. Toplum ancak fısıltı haberlerle merakını giderebilmektedir. 1 34 BASIN-YAYIN YOLUYLA KİŞİLİK HAKLARINA SALDIRI VE HUKUKİ SORUMLULUK Böyle bir toplumun demokratik bir yönetime kavuşması ve fertlerinin mutlu olması olanaksızdır. Çünkü, bilgiden yoksun bırakıldığı için, karşılaş­ tırma yapamayacaktır veya yaptıramayacaktır. Bunu yapamayıncada iyi yö­ neticiyi seçemeyecektir. Olaylardan tam olarak bilgilendirilmediği için iyiyi kötüden ayırt edemeyecektir. Düşünme ve doğruyu bulma düzeyine ulaşa­ mayacaktır. Böylece mutlu ve çağdaş bir düzeyde yaşayamayacaktır. Bunun için bilgilendirilme, ön koşuldur. Bu bilgilendirme, basın ve yayın yoluyla yapılacaktan Yayın kuruluşları, yayının varoluş amacına uygun ve onun ilkelerine bağlı kalarak yayın yap­ maları gerekir. Bu ona tanınan özgürlüğün karşıtı olan sorumluluğun bir ge­ reğidir. Yetki ne kadar geniş ve etkinse, sorumlulukda o öçüde ağır bir yü­ kümlülüğü gerektirir. Bunun içinde, basın yayın kuruluşları ve çalışanları son derece duyarlı, yansız ve araştırmacı davranmak zorundadırlar. Onların amacı, doğruyu araştırmak, bulmak ve onu topluma tarafsız biçimde ve tam olarak uygun ve olması gereken bir dille aktarmaktır. Ayrıca, çağın ulaştığı bu günkü iletişim düzeyi itibariyle, basın ve yayın, toplumları yönlendirmede, bilgilendirmede önemli ölçüde etkinlik kazanmış­ tır. Toplum, doğru ve yansız bilgilendirildiği ölçüde sorunlara karşı ilgisi ar­ tacak, çözüm üretecek ve bilinen, önüne getirilen şablon kalıplara itibar et­ meyecektir. Bundan dolayıdır ki, özellikle yazılı basının bu gün içinde bulunduğu durumu, zaman geçirmeden terketmesi, gerçek işlevine uygun davranması gerekmektedir. Hiç kuşkusuz bu öneri her kişi ve kurum içinde geçerlidir. Ancak bu basının sorumluluğunun ve önderlik görevinin bir gereği olarak öncelik taşımaktadır. Özellikle yazılı basın, Basın Yasasında ve yazılı olmayan ahlâksal ba­ sın kuralları ile, ona tanınan özgürlüğün amacına uygun biçimde yayın yapmalıdır. Onun satışı, gazete dışında vardiği hediyelere değil, içinde ta­ şıdığı fikirler olmalıdır. Gazete artık haber için alınmıyor. Çünkü haberler gün boyu televizyon ve radyolardan enine boyuna verilmektedir. Haber o kadar örgün ki, gazeteyi ertesi gün "dün ne olmuş" diye öğrenmek için almak yerine "bu gün ne olacak", "yarın ne yazarlar" diye almaya yönlendirmek gerekir. Bunun için de gazetelerin satışına, o gazetenin ürettiği düşünceler neden ol­ malıdır. Diğer bir anlatımla gazeteyi, düşünce sattırmalıdır. Ülkemizin içinde bulunduğu şu dönemde, özellikle buna önemli ölçüde gereksinme vardır. Dr. Bilal KARTAL 135 Basın, önemlilik arzeden ve vazgeçilmeyen bu görevini yerine getirirken, kişilerin haklarına kesinlikle saldırmamalıdır. Onların hukuk düzeni ve top­ lumun değer hükümleri uyarınca koruma altına alınan kişilik haklarını yaralamamalıdır. Eğer kamunun üstün yararı gerektiriyorsa, gerektiği ölçü ve kapsamda sınır aşılmadan kişinin, o alan içindeki hakları o olaya özgü olarak saldırıya uğramış olabilir. Bu da ancak gerçek olan ve kamu yararını ge­ rektiren bir olayın yayını için uygun görülebilir. Bunun tersi olan her yayın, kişilik haklarına saldırı teşkil eder. Basının, haberi veya değerlendirme yazısını yayınlamadan önce konu hakkında ciddi araştırmalar yapması, topladığı bilgileri başka yönlerden de­ netlemesi, böylece doğru olduğuna dair elinde kanıtlar olduğu takdirde ya­ yınlanması gerekir. Aksi halde büyük yaptırımlarla karşılşabilir. Bu gün için Türk Hukukunda uygulanan tazminat miktarları dünya standartlarına göre çok düşüktür. Ancak, bunun hep bu düzeyde kalacağı sonucu çıkarılmama­ lıdır. Heyecan yaratmak, böylece trajı artırmak amacı ile flaş haberlerden kaçınılmalıdır. Özellikle, haberin başlığı (manşet) ile içerik birbiri ile uyum sağlamalıdır. Haber, kişilik haklarına saldırı teşkil etmesede, zaman zaman heyecan verici bir başlık atılmakta, alt kısımlarda ise, başlıkla bağdaşmayan ve do­ yurucu olmayan bilgiler yer almaktadır. Böyle bir yöntem gerçek basının uygulayacağı bir uygulama değildir. Sonuç olarak; basın olmalı, özgür olmalı, ama kişilik haklarına saldır­ madan düşünce üretmeli, toplumu gerektiği ölçüde bilgilendirmeli ve aydın­ latmalıdır. 136 B A SIN -Y A Y IN Y O LU Y LA K İŞ İL İK H A K LA R IN A SA LD IR I V E H U K U K İ S O R U M L U L U K B İBLİYO G RAFYA Ahm et Kılıçoğlu Şeref ve Haysiyet ve Özel Yaşama Basın Yoluyla Saldırılardan Hukuksal Sorumluluk, Ankara-1993. Birçok Ses Tek BirDünya : UNESCO Türkiye Milli Komisyonu Yayını, Ankara-1993. Nermin Abadan Unat : SBF Anayasa Semineri, 22 Ağustos 1982. Haşan İşgüzar : Kişilik Hakkım İhlali Nedeniyle Manevi Tazminat Davasının Şartları, Ankara Barosu Dergisi, Sayı: 1990/6. Fikret Eren : Borçlar Hukuku Genel Hükümler, C: II, I. Bası, Ankara-1989. Fikret Eren : Basında Hukuki Sorumluluk, (Aynı Bası). Bilge Öztan : Şahsın Hukuku. Hakiki Şahıslar, 3. Bası, Ankara-1990. Ergün Özsunay : Gerçek Kişilerin Hukuki Durumu, İstanbul-1979. Aydın Zevkliler : Medeni Hukuk, Ankara-1989. M ustafa Dural : Türk Medeni Hukukunda Gerçek Kişiler, 3. Bası, İstanbul-1989. Selim Kaneti Aytekin Ataay Yargıtay Kararları Çatışan Değerlerin Tartışılmasına Dayanan Hukuka Uygunluk. : Şahıslar Hukuku, 3. Bası, İstanbul-1978. r? • . = M E D E N İ USUL H U K U K U -------- Vs KOLLEKTİF HUKUKİ HİMAYE MEDENİ USUL HUKUKUNDA SONUN BAŞLANGICI MI, ETKİN HUKUKİ HİMAYENİN VAZGEÇİLMEZ UNSURU MU? (D Yrd. Doç. Dr. Nevhis DEREN YILDIRIM (*) • ANLATIM D Ü ZE N İ: Giriş. I- Kollektif Hukuki Himayeye Yer Verilme­ sinin Nedenleri. II- Medeni Usul Hukukunun Amacı ile Kollektif Hukuki Hi­ maye Arasındaki İlişki. III- Kollektif Hukuki Himayeyi Sağlamaya Yönelik Yöntemler. 1- Anglo-Amerikan Hukukundaki Grup Davası, a- Grup Davası­ nın Amacı, b- Tarihi Gelişimi, aa- İngiltere'de, bb- Amerika Birleşik Devletleri’nde. c- Şartları, aa- Kanunun Aradığı Şartlar, bb- Anayasanın Aradığı Şartlar, aaa- Grup Üyelerine Bildirim Yapılması (Notice). d- Çeşitleri, e- Kesin Hüküm. GİRİŞ Temeli iki taraflı dava sistemine dayanan Medeni Usul Hukuku, geçmişte olduğu gibi günümüzde de öncelikle Özel Hukuktaki sübjektif hakların ko­ runmasına hizmet etmektedir. Hakkın birden fazla kimseye, örneğin iştirak halinde maliklere, müşterek maliklere ait olduğu hallerde açılan davalarda, aynı tarafta birden fazla kimsenin yer alması da, esas itibarile bizi iki taraflı dava sisteminden uzaklaştı rmamaktadır. Bireyci ve liberal dünya görüşüne göre, bireylerin menfaatlerini mahke­ meler önünde "bizzat" ileri sürmeleri sonuç itibarile kamu yararına da hizmet etmektedir. Fakat günümüzde, özellikle gelişmiş endüstri ülkelerinde, yalnız bireyin Özel Hukuk anlamındaki sübjektif haklarına hizmet eden Medeni Usul (*) Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Medeni Usul ve İcra-İflas Hukuku Anabilim Dalı Öğretim Üyesi. 138 KOLLEK TİF H UK UK İ HİM AYE M EDENİ USUL HUKUKUNDA SONUN BAŞLA NG ICI M I, ETKİN H UK UK İ HİM AYENİN VAZGEÇİLM EZ UNSURU MU? (I) Hukuku anlayışının etkin hukuki himayeyi sağlamakta yetersiz kaldığı görü­ şü giderek yaygınlaşmaktadır (1). Medeni Usul Hukuku esasları çerçevesinde bireysel hukuki himayenin yanında, kollektif hukuki himayenin nasıl sağlanacağı, ABD., Almanya, Ja­ ponya gibi ülkelerde doktrinin en çok tartıştığı hususların başında gelmek­ tedir. Bu konuda çeşitli yöntemler geliştirilmiştir. Amerika Birleşik Devletle­ rimde uygulanan yöntem, grup davasıdır (2). Almanya'da ise, dernek davası (3) modeli karşımıza çıkmaktadır. Kollektif hukuki himaye Türk Hukuku'na da yabancı bir kavram değildir. 2821 sayılı Sendikalar Kanunu'nun 32. (4), Ticaret Kanunu'nun 58. (5) ve nihayet 1995 yılında kabul edilen 4077 sayılı Tüketicinin Korunması Hak­ kında Kanunun 24. maddesindeki (6) hükümler bunu doğrulamaktadır. 1994 yılında kabul edilen 4054 sayılı Rekabetin Korunması Hakkında Kanun ise, derneklere kollektif hukuki himayeyi sağlama konusunda herhangi bir yetki tanımamış; rekabetin korunmasını rekabet kuruluna bırakmıştır. Oysa, Almanya'da 1990 tarihli Rekabeti Kısıtlayıcı Faaliyetler Hakkındaki Kanunun 35. maddesi, ekonomik menfaatleri zedelenen derneklere de re­ kabeti kısıtlayan faaliyetin önlenmesi için dava açma imkanı tanımaktadır. Hukukumuz açısından Rekabet Hukuku (Kartel Hukuku) alanında derneklere bu imkanın verilmemesi yerinde olmamıştır (7). (1) Basedow, s. 336-337; Cappeletti/Garth, s. 128; Gilles, s. 1 vd.; Gottwald, s. 1 vd.; Leipold, Verbandsklage, s. 57 vd. (2) class action. (3) Verbandsklage. (4) Bu hüküm uyarınca sendika, çalışm a hayatından, mevzuattan, toplu iş sözleşm esinden, örf ve âdetten doğan hususlarda işçileri ve işverenleri temsilen husumete ehil olacaktır. (5) III. Fıkra şu hükmü içermektedir: "..Ticaret ve sanayi odaları, esnaf dernekleri, borsalar ve nizamnamelerine göre azaların iktisadi menfaatlerini korumaya selahiyetli bulunan di­ ğer mesleki ve iktisadi birlikler dahi kendilerinin veya şubelerinin azalan bir ve ikinci fıkralar gereğince dava açmak hakkını haiz oldukları takdirde (a), (b) ve (c) bendlerinde yazılı davaları açabilirler". (6) I. Fıkra: "...Satışa sunulan bir seri malın ayıplı olması durum unda Bakanlık veya tüke­ tici örgütleri ayıplı seri malın üretim inin ve satışının durdurulm ası ve satış am acıyla elinde bulunduranlardan toplatılması için dava açabilirler...". (7) Löwe, Rekabet Hukuku'nda iradi kontrol mekanizmasının varlığının, tüketicilerin korun­ ması açısından yeterli bir teminat oluşturmadığı fikrindedir (s. 404). Yrd. Doç. Dr. Nevhis DEREN YILDIRIM 139 Alman doktrininde, derneklere kollektif hukuki himaye konusunda yetki veren tüketiciyi korumaya yönelik, sosyal angajmana sahip kanunların (8), Medeni Usul Hukukunun bireyci ve liberal yapısı ile nasıl bağdaştırılacağı tartışılmaktadır. Gilles (9), dernek davasının Medeni Usul Hukuku sistemine entegrasyonunun günümüzün en büyük sorunlarından birini oluşturduğunu ileri sürmektedir (10). I. Kollektif Hukuki Himayeye Yer Verilmesinin Nedenleri Kanunkoyucunun neden özellikle tüketici haklarının korunduğu alanlar­ da derneklere dava açma imkanını bahşettiği noktası üzerinde düşünmekte yarar görmekteyiz. Konuya, Haksız Rekabetin Önlenmesi Hakkındaki Kanun çerçevesinden bakan Hadding (11), derneklere haksız rekabetin men'ine yönelik dava açma imkanının tanınmasını, lonca teşkilatına ait yargı merciilerinin kaldırılmasına bağlamaktadır. Yazara göre, haksız rekabetin önlenmesini, mahkeme önünde talep etme yetkisini yalnız hakları haleldar olana tanımak her ne kadar Medeni Usul Hukuku'nun esasları ile daha iyi bağdaşmakta ise de, yaşanan tecrübeler, hakları haleldar olanların zarar verenler aleyhinde dava açmaktan çoğunlukla kaçındıklarını göstermektedir. Bireylerin haklarını ko­ ruma hususunda gösterdikleri bu pasif tutum karşısında, haksız rekabetin önlenmesi için ortaya başlıca iki seçenek çıkmaktadır. Bunlardan ilki, kurul aracılığı ile merkezden mücadele etmek; İkincisi ise, derneklere dava açma imkanı vermektir ki, sonuncusu çok daha etkilidir. Genel İşlem Şartları Hakkındaki Kanunun dernek davasına yer vermesi de benzer gerekçeler ile açıklanmaktadır. Leipold (12), genel işlem şartların­ daki hukuka aykırılıkların bertarafına yönelik davaların açılması hususunda yalnız tüketici konumundaki bireylere güvenmenin son derece sakıncalı ol­ duğunu; genel işlem şartlarını kullanan tarafın hasmının çoğunlukla ekonomik (8) Bu kanunların başında Genel tşlem Şartları Hakkındaki Kanun ile Haksız Rekabetin Önlenmesi Hakkındaki Kanun gelmektedir. (9) s. 2. (10) Alman H ukuku’nda dernek davasına yer veren başlıca düzenlem eler şunlardır: Haksız Rekabetin Önlenmesi Hakkındaki Kanun § 13/1; Genel İşlem Şartları Hakkındaki Kanun § 13; Rekabeti Kısıtlayıcı Faaliyetler Hakkındaki Kanun § 35. (11) s. 311-312. (12) Verbandsklage, s. 60. Aynı fikirde: Hohmann, s. 592. 140 K O LLEK TİF H UK UK İ HİM AYE M EDENİ USUL HUKUK UNDA SO NUN BAŞLA NG ICI M I, ETKİN H UKUKİ HİM AYENİN VAZGEÇİLM EZ UNSURU MU? (I) bakımdan güçsüz ve hukuk nosyonundan yoksun olacağını, bu nedenle kanunkoyucunun demeklere bu imkanı bahşettiğini belirtmektedir (13). Kuşkusuz 4077 sayılı Tüketicinin Korunması Hakkındaki Kanunun 24. maddesi de benzer endişeler ile ülkemizde tüketici örgütlerine ayıplı seri malın üretiminin ve satışının durdurulmasına ve malın toplatılmasına yönelik dava açma imkanı getirmiştir. II. Medeni Usul Hukukunun Amacı İle Kollektif Hukuki Himaye Arasındaki İlişki Medeni Usul Hukukunda kollektif hukuki himayeye yer verebilmek, yani bireyüstü menfaatlerin korunmasına imkan tanımak, bunun söz konusu hu­ kuk dalının amacı ile bağdaştığı oranda mümkündür. Bilindiği üzere, Medeni Usul Hukukunun tek bir amacı yoktur. Monografik eserlerde ve'ders kitapla­ rında bu dalın birden fazla amaca hizmet ettiğinden söz edilmektedir. Bu amaçlar arasında sübjektif hakların temin edilmesi (14), objektif hukukun korunması, hukuk barışının ve hukuk güvenliğinin sağlanması, gerçeğe ulaşılması gibi hususlar yer almaktadır (15). Kollektif hukuki himaye için önem taşıyan husus; Medeni Usul Hukuku­ nun münhasıran Özel Hukuk anlamındaki hakların, yani sübjektif menfaat­ lerin korunmasına hizmet edip etmediğidir. 1877 tarihli Alman Medeni Usul Kanunu, liberal dünya görüşünün etkisi altında hazırlandığı için, Medeni Usul Hukukunun "münhasıran" birey menfaatlerine hizmet ettiği anlayışını ihtiva etmektedir. Kanunun gerekçesindeki şu ifade bunu açıkça ortaya koymak­ tadır: "... Medeni Usul Kanunu amaca uygun ve uygulanma kabiliyetini haiz olmalı ve en basit, kısa ve emin yoldan bir hükme ulaştırmalıdır.." (16). (13) Aynı fikirde: Marotzke, s. 166-167 (Haksız Rekabetin Önlenmesi Hakkındaki Kanunun getirdiği dava açma imkanı için) Karş.: Poroy, s. 546 vd. (14) Karş.: Üstündağ, Usul, s. 2 vd. (15) Türk doktrininde usulün birden fazla amacının olduğu belirtilmek ile birlikte asıl amacın "gerçeğe ulaşma" olduğu kabul edilmektedir. Bkz.: Alengoya, s. 86 vd.; Arslan s. 3; Pekcanıtez, s. 24; Yıldırım, s. 32 vd.; Yılmaz, s. 7-8. Y argıtay’ın da bu yönde kararlan mevcuttur: "...asıl olanın, olayda maddi gerçeğe ulaşmak bulunduğu, bunun şekle feda edilemeyeceği.." (HGK. 27/11/1991, E. 1991/2-428, K. 596; İKİD. 1992, S. 374, s. 8541). Üstündağ ise (Kanun, s. XVI vd.), maddi gerçeğe ulaşma uğruna usul kurallarının hiçe sayılması hususunda endişe duym akta, gerçeğe ulaşma idesinin daha farklı anlaşılması gerektiğini vurgulamaktadır. (16) Gaul, AcP 168, s. 36. Yrd. Doç. Dr. Nevhis DEREN YILDIRIM 141 Alman Medeni Usul Kanununda hakim olan bu bireyci ve liberal anlayış, doktrinde bazı yazarlar tarafından kabul görmemiştir. Örneğin, VVatch'a göre, Usul Hukuku esas itibarile objektif hukukun gerçekleştirilmesine hizmet et­ meli ve özel hukuka ilişkin menfaatlerin korunması ikinci plana itilmelidir (17). Dolayısıyla usulün amacını sübjektif şekilde ele almak yanlıştır. Usulün amacı, davanın taraflarınca güdülen, davacı tarafından ulaşılmak istenen amaç değildir (18). Bu nedenle davanın amacı ile usulün amacını birbirinden ayırd etmek gerekmektedir. Wach (19), Alman Medeni Usul Kanunundaki anlayışın aynı zamanda devleti dava konusuna ilgisiz kalmaya sevk ettiği düşüncesindedir. 1895 tarihli Avusturya Medeni Usul Kanununu hazırlayanlar ise, bireyci ve liberal anlayışa itibar etmemişler, Frans Kleiri\r\ etkisinde kalarak, sosyal eğilimler taşıyan bir düzenleme ortaya koymuşlardır. Klein (20), Özel Hukuktaki uyuşmazlıkları, toplumdan soyutlanmış iki bireyin kavgası olarak değil; toplumun bütününü etkileyen ve sosyal önemi olan "toplumsal bir olay" olarak ele almaktadır. Yazar, Avrupa Kıtası'nda artık liberal dünya görüşünün terk edildiğini, sosyolojik açıdan bakıldığında hu­ kukun korunmasının modern devletin en baş işlevlerinden birini oluşturdu­ ğunu kabul etmektedir (21). Bunun dışında, kamu hukukunun bir dalı olarak Usul Hukuku, özel hukuka ilişkin menfaatlerin yanında, toplumdaki üst de­ ğerleri de korumakla yükümlüdür (22). Görüldüğü üzere, yazar yalnız özel hukuka ilişkin hakların korunması üzerinde yoğunlaşmamakta, Medeni Usul Hukukunun kollektif menfaatleri de korumasını istemektedir. Avusturya Medeni Usul Kanununun taşıdığı sosyal eğilimler, Alman­ ya'daki kanun değişikliklerini etkilemiş ve 1909, 1924 ve 1933'de yapılan değişikliklerde; yargılamanın hızlandırılması, hâkimlerin gücünün arttırılma- (17) Handbuch, s. 3. Aynı fikirde: Yılmaz, s. 7 (tarafları tatmin eder biçimde ortadan kaldır­ masının -d iğ er bir deyişle, uyuşm azlığı tem izlem esinin- yanında ondan çok daha önemli olarak, toplumsal barışı sağlamaya yönelik olmasıdır..); Arslan, s. 4 (.. Hatta, kamu dü­ zeninin ve hukuksal güvenliğin sağlanması amacı, çoğu zaman usul hukukunun klasik amacından önce gelir...). (18) W ach, Handbuch, s. 4. (19) Vortraege, s. 2. (20) s. 186 vd. (21) Klein, s. 188. (22) Klein, s. 190. 142 KOLLEK TİF H UK UK İ H İM AYE M EDENİ USUL H UK UKUNDA SO NUN BAŞLANG ICI M I, ETKİN H UKUK İ H İM AYENİN VAZGEÇİLM EZ UNSURU M U? (I) sı, nihayet taraf hakimiyetinin azaltılması yoluna gidilmiştir. Yine taraflar için doğruyu söyleme yükümlülüğü de bu dönemde getirilmiştir (23). Nasyonal sosyalistlerin iktidarda olduğu dönemde yapılan 1933 kanun değişikliğine Klein'in davayı toplumsal bir olay olarak ele alan usul hukuku anlayışı ta­ mamen egemen olmuştur. Buna göre, Medeni Usul Hukuku esas itibarile kamunun menfaatlerine hizmet edecek; bireyin menfaatleri ise arka planda kalacaktır. Yani söz konusu dal, sadece taraf menfaatlerine hizmet ile yetin­ meyecek, aynı zamanda halkın tamamının hukuk güvenliğine kavuşmasını sağlayacaktır (24). İkinci Dünya Savaşı sonrasında da aynı anlayışı sürdüren bazı hukuk­ çular olmuştur. Örneğin Schönke, Medeni Usul Hukukunun amacını, objektif hukukun korunması ile hukuk barışının sağlanmasından ibaret görmüştür (25). Sauer de, Medeni Usul Hukukunun kesinlikle sübjektif hakların korun­ masına hizmet etmediği ve hâkimin tarafları korumakla yükümlü olmadığı, asıl amacın objektif hukukun korunması olduğu fikrindedir (26). Ancak bugün Alman doktrininde hakim görüş (27), Medeni Usul Huku­ kunun öncelikle Özel Hukuka ilişkin hakların korunmasına hizmet ettiği şek­ lindedir. Buna rağmen Medeni Usul Hukuku bireyüstü (kollektif) menfaatleri de korumayı ihmal etmeyecektir. Gaul (28) ise, Özel Hukuka ilişkin sübjektif hakların korunması ile bire­ yüstü (kollektif) menfaatlerin korunması arasında bir hiyerarşi bulunduğunu reddetmekte, Medeni Usul Hukukunun her iki tür menfaati de koruması ge­ rektiğini düşünmektedir. Esasen sübjektif hakların korunmasına öncelik tanımak, kamu menfa­ atinden ziyade insan şahsiyetine duyulan saygıyı ön plana çıkaran Anayasa Hukuku anlayışı çerçevesinde hukuk devletinin ilkelerini zedelememektedir. Sorun, bireyüstü menfaatlere üstünlük tanıyarak, Medeni Usul Hukukunun (23) Z P O § 138 I. (24) Geniş bilgi için bkz.: Thiere, s. 7 vd. (25) s. 11. Schönke'nin fikirlerinin eleştirisi için bkz.: D eren-Y ıldırım , Yargıtay Dergisi, s. 232. (26) s. 1 vd., özelikle s. 7. (27) Grunsky, s. 5 (§ 1 II); Henckle, s. 58 vd.; Jauernig, ZPR, § 1 II 1; Rosenberg/Schvvab/ Gottvvald, § 1,111. (28) A cP 168, s. 37 vd. Yrd. Doç. Dr. Nevhis DEREN YILDIRIM 143 amacını objektif hukukun korunmasından ibaret gören hukuk sistemlerinde ortaya çıkmaktadır. Leipold (29), "Medeni Usul Hukuku ve İdeoloji" adlı makalesinde, objektif hukukun korunmasına ve hukuk güvenliğinin sağlan­ masına öncelik tanıyan hukuk düzenlerinde, taraf hakimiyetine yapılan mü­ dahaleler ile bireylerin hukuki himayeden nasıl yoksun bırakıldıklarını çok iyi yansıtmıştır. Yazar, Almanya'da Nasyonal sosyalistlerin iktidarda olduğu dönemde ve Demokratik Alman Cumhuriyeti'nde yaşanan tecrübelere işaret etmiştir. Sübjektif hakların korunması ile objektif hukukun korunması amaçları arasındaki bu irtibat karşısında, demokratik hukuk devletinde bireyüstü menfaatlerin akibetinin ne olacağı sorusu akla gelebilir. İlk olarak şu hususu tespitte yarar vardır: Medeni Usul Hukukunda bireyüstü menfaatlerin korun­ masına imkan tanımak için, mutlaka objektif hukukun korunmasına öncelik vermek gerekmez. Sübjektif hakların korunmasına öncelik veren liberal bir hukuk düzeninde de, bireyüstü menfaatler korunabilir. Hatta teknolojinin ve endüstrinin bu kadar hızlı geliştiği günümüzde sübjektif hakların yanında, kollektif (bireyüstü) menfaatlerin korunması da bir zorunluluktur. Bunun için Kara Avrupası'nda dernek davasına hangi alanlarda kanunkoyucunun yer verdiğine bakmak yeterlidir. Söz konusu alanların başında Kartel Hukuku, Haksız Rekabet Hukuku ve Tüketicinin Korunması Hukuku gelmektedir. III. Kollektif Hukuki Himayeyi Sağlamaya Yönelik Yöntemler 1. Anglo-Amerikan Hukuku'ndaki Grup Davası Anglo-Amerikan Hukuku'nda kollektif hukuki himayeyi sağlayan dava türlerinin başında "class-action" adıyla anılan davalar gelmektedir (30). Class-action (grup davası) aracılığıyla davacı, açıkça bu konuda yetki sahibi olduğunu ileri sürmeksizin bir şahıs topluluğunun (grubun) veya kamunun menfaatlerini korumak istemektedir. Bir topluluktan (gruptan) bahsedebilmek için topluluğa dahil olan kişilerin çıkarlarının aynı doğrultuda olması aran­ maktadır. Grup davası, davacıya kendisine ait olmayan hakları ileri sürmesi hususunda bir yetkinin açıkça verilmediği hatta davacının hak sahiplerinin (29) JZ 1982, s. 444 vd. Aynı fikirde: Jauem ig, JuS 1971, s. 333. (30) Kamunun menfaatlerini korumaya yönelik diğer davalar ise, Şirketler Hukuku'na ilişkin "derivative action" (derivative suit) adıyla anılan davalar ile idarenin kamunun menfaat­ lerini korum ak am acıyla açtığı "public action" adıyla anılan davalardır. Geniş bilgi için bkz.: Koch, Prozessführung, s. 40 vd., 53 vd. 144 KO LLEK TİF H UK UK İ H İM AYE M EDENİ USUL HUK UK UNDA SONUN BAŞLANG ICI M I, ETK İN H UKUKİ HİM AYENİN VAZGEÇİLM EZ UNSURU M U? (I) isimlerini dahi bilmediği durumlarda dahi mahkeme tarafından kabul edile­ bilmektedir (31). a) Grup Davasının Amacı Grup davasının işlevleri şu şekilde sıralanabilir (32): Birincisi, dava ekonomisine hizmet etmek ve hukuk güvenliğini sağla­ maktır. Açılan tek bir davadaki hükümden bütün grup üyeleri yararlandığı için onların bireysel başvurularına gerek kalmamakta ve mahkemelerin böylece işyükü hafiflemektedir. İkincisi, cüz'i oranlarda zarara uğrayan kişilerin de hukuken korunmasını sağlamaktır. Endüstri devriminden sonra edinilen tecrübeler, tüketicilerin za­ rara uğramaları halinde mahkemelere başvurmaktan çoğunlukla kaçındıkla­ rını göstermiştir. Dava açmaktan kaçınma nedenleri; yargılama giderlerinin yüksekliği, bireylerin idari ve yargı yollarına başvurma konusunda deneyim ve bilgi sahibi olmamaları veya genelde dava açma hususunda tembel ve ilgisiz olmaları şeklinde sıralanabilir (33). Üçüncüsü, grup davasının hukuki himayeyi sağlamada en etkin araç­ lardan biri olarak görülmesidir. Dördüncüsü, *grup davası aracılığı ile hukukun gelişmesini temin et­ mektir. Bu şekilde toplumdaki azınlıkların ve ekonomik bakımdan güçsüz olanların korunması amaçlanmaktadır. Grup davasından özellikle ırkçılıkla mücadele ve tüketicinin korunması gibi alanlarda yararlanılmak istenmiştir. Bu davalar ile her zaman kamu menfaatini koruma amacı güdülmediğinden ötürü, grup davasının en belirgin özelliği, kollektif hukuki himayeye yönelik olmasından ziyade, kesin hükmün sübjektif sınırlarını bertaraf et­ mesidir. (31) W itzsch, s. 278. Cappeletti/Garth ise grup davası modelinin Kanada, Avustralya, İsrail gibi ülkeler tarafından da benimsendiğini belirtmektedir (s. 144). (32) Geniş bilgi için bkz.: Koch, K ollektiver Rechtsschutz, s. 17 vd. (33) Cappeletti/Garth, s. 147. Yrd. Doç. Dr. Nevhis DEREN YILDIRIM 145 b) Tarihi Gelişimi aa) İngiltere'de Kollektif hukuki himayeyi temine yönelik grup davaları aslında yüzyıl­ lardan beri İngiliz Hukuku'nda tanınmaktadır (34). İngiliz Hakkaniyet Hukuku uygulaması, taraflar arasında dava arkadaş­ lığı kurulmasının elverişli olmadığı durumlarda, bir şahıs topluluğundaki bi­ reylerden birinin veya birkaçının temsilci olarak dava açması imkanını ge­ tirmiştir (35). Fakat davanın kabulü, topluluktaki kişilerin dava konusu üze­ rinde ortak menfaatlerinin bulunmasına bağlıdır. Hakkaniyet Hukukunun ge­ tirdiği bu imkan aslında Örf ve Âdet Hukukunun esaslarına aykırı idi, çünkü Örf ve Âdet Hukuku uyarınca, birden fazla kimsenin haklarının haleldar ol­ ması halinde, bireyler haklarını ya bizzat ya da aralarında dava arkadaşlığı kurarak ileri sürebiliyorlardı. Bugün İngiltere'de "representative action" adıyla anılan grup davaları geçerliliklerini korumakla beraber, sadece tespit ve içtinap davası şeklinde açılabilmekte, tazminat davası biçimindeki grup davaları ise reddolunmaktadır (36). İngiliz Hukuku'nda ilginç olan husus, Amerikan Hukuku'da üzerinde uzun süre tartışılan davaya katılmayan grup üyelerinin kesin hükümle bağlılığının 1842 tarihli düzenlemede kabul edilmiş olmasıdır (Federal Equity Rules, Rule 48). Davaya katılmayan grup üyelerinin kesin hükümle bağlı olmalarının kabulünün ardında, grup üyeleri arasında açılması muhtemel davaları önle­ me düşüncesi yatmakta idi (37). bb) Amerika Birleşik Devletleri'nde Amerika Birleşik Devletleri'nde grup davalarının gelişimi eyaletlere göre farklılık göstermiştir. Grup davalarına yönelik ilk düzenleme New York Eyaleti'nde yapılmış, söz konusu düzenleme, diğer eyaletlerdeki düzenlemelere örnek olmuştur (38). 1938 yılında yürürlüğe giren "Federal Rules of Civil (34) Bu konuda geniş bilgi için bkz.: Koch, Kollektiver Rechtsschutz, s. 25 vd. (35) Bunge, s. 72. (36) Bkz.: Rule of the Supreme Court o f Judicature, 1965, Order 15, 12. (37) Koch, Kollektiver Rechtsschutz, s. 26. (38) New York Session Laj 1849. 146 K O LLEK TİF H UK UK İ H İM AYE M EDENİ USUL H UK UK UNDA SONUN BAŞLANG ICI M I, ETKİN H UK UK İ H İM AYENİN VAZGEÇİLM EZ UNSURU MU? (I) Procedure" isimli düzenleme, grup davalarının Federal mahkemeler nezdinde bazı şartların yerine getirilmesi halinde açılmasını kabul etmiştir (39). Bu Kanunun 23. maddesinde, 1966 yılında yapılan değişiklik ise, tazminat da­ vası şeklinde grup davası açılmasına izin verdiği için çok önemlidir. Tazminat davası şeklinde grup davalarının geçerli addedilmesi, önceden öngörülme­ yen bir durumun ortaya çıkmasına neden olmuş, kazançlarını arttırmak is­ teyen avukatların bu yola çok sık başvurması sonucunda yargının yükü art­ mıştır. Koch (40), tazminat davası şeklinde grup davalarına izin verilmesinin ilk yıllarda yarattığı coşkunun zamanla yerini endişeye bıraktığını, nihayet Carter'in Başkanlığı döneminde (41) bu tür grup davalarının sınırlandırıl­ masına yönelik bir kanun taslağı hazırlandığını, ancak bunun yürürlüğe konmadığını belirtmektedir. c) Şartları aa) Kanunun Aradığı Şartlar Federal Medeni Yargılama Kanunu'nun 23. maddesi, Amerika Birleşik Devletleri'nde grup davalarının açılması için aranan şartları şöyle sırala­ mıştır (42). Bir gruba dahil olan üyelerin biri veya birkaçı adına temsilci şu şartların varlığı halinde dava açabilir: 1 - Gruba dahil kişilerin sayısının davaların sübjektif birleşmesi için uy­ gun olmayacak kadar çok olması, 2 - Hukuki ve fiili bakımdan bütün grup için ortak sorunların bulunması, (39) Gottvvald, s. 3. (40) Prozzessführung, s. 26. (41) Adalet Bakanlığı'nın 1977 yılında hazırlattığı taslakta "telafi edici grup davası" (class compensatory action) adı verilen bir davaya yer verilmiştir. Bu dava özellikle ilaç en­ düstrisinin, uçak kazalarının ve çevre facialarının yol açtığı zararlar için uygundu, ancak bunun için her bir kişinin uğradığı zararın 300 A merikan Doları'nı aşması ve davadan zarar görenlerin en az % 40'ına hizmet etmesi gerekiyordu. Tasarı bu telafi edici grup davasının yanı sıra halk davasına (public action) yer ver­ mişti. Halk davası, tüketiclerin uğradıkları cüz'i oranlardaki zararların ortadan kaldırıl­ masına yönelik, Başsavcı veya zarar gören tüketicilerden biri tarafından açılabilen bir davaydı. Başsavcı veya tüketicilerden birinin halk davasını açabilmesi, en az 200 kişinin zarar görmesi ve her bir zarar tutarının 300 Amerikan Doları'nı aşm asına bağlıydı. (42) Hamburger/Kötz, s. 118 vd.; Thiere, s. 326; W itzsch, s. 278. Yrd. Doç. Dr. Nevhis DEREN YILDIRIM 147 3 - Davadaki temsilcilerin taleplerinin veya itirazlarının grubun diğer üyelerinin iddia ve savunmaları için tipik bir örnek oluşturması, 4 - Temsilcilerin grup üyelerinin menfaatlerini en uygun şekilde koruma­ ları. Gruba dahil kişilerin sayısının çok olması aranmış ise de, mahkemeler, davacı veya davalı tarafta, grup davasının kabulü için bir sayı belirlemekten ve standart oluşturmaktan kaçınmışlardır. Uygulamada üyelerin toplam sa­ yısına bakılmamakta, daha ziyade hukuki uyuşmazlığın ardındaki nedenler göznünde tutulmaktadır (43). 23. maddede aranan ikinci şartla, yani ortak hukuki ve fiili sorunların olması şartı ile ne kastedildiği tartışmalıdır. Yani burada davalının grup üyelerine karşı takındığı tavra mı, yoksa grup üyelerinin benzer biçimde zarar görmüş olmalarına mı bakılacaktır? Bu husus özellikle davalının hak­ sız rekabet nedeniyle birçok kimseye değişik biçimlerde zarar verdiği du­ rumlarda önem kazanmaktadır. Doktrinde grubun homojen olmasının aran­ madığı kabul edilmektedir (44). Genellikle grup davasının kabulü için ortak bir sorumluluk nedeninin bulunması yeterli gömmektedir (45). Üçüncü şart ise, davacının talebinin (grubun davacı olduğu hallerde) veya davalının savunmalarının (grubun davalı olduğu hallerde) bütün grup üyeleri için tipik bir örnek oluşturmasıdır ki, bu şart ikinci şart ile sıkı irtibat halinde olan ve hakimler tarafından birlikte incelenen bir husustur (46). Söz konusu şart, aslında grup davasını açan temsilcinin bizzat hakkının haleldar olmasına yöneliktir. Temsilcide aranan bu özellik aynı zamanda grubun sı­ nırlandırılmasını da sağlamaktadır (47). Temsilcinin grubun menfaatlerini en uygun şekilde korumasına ilişkin şartın ise, hukuki boyutunun yanısıra sosyopolitik boyutları vardır. Davada yer almayan grup üyelerine tebliğ yapılmasının yanı sıra grubun uygun şe- (43) ABD.'de açılan grup davalarında toplulukların üye sayısının 3 ila 600.000 arasında de­ ğiştiği tespit edilm iştir (Koch, Kollektiver Rechtsschutz, s. 34, dn. 117'de anılan W right, Charles A./Miller, Arthur R., Federal Practice and Procedure, St. Paul, Minn. 1972). (44) Koch, Prozessführung, s. 27. (45) Thiere, s. 326. (46) Gottwald, s. 5. (47) Aynı fikirde: Koch, Prozessführung, s. 28. 148 K O LLEK TİF H UKUKİ HİM AYE M EDENİ USUL H UKUKUNDA SO NUN BAŞLANG ICI M I, ETKİN H UKUKİ H İM AYENİN VAZGEÇİLM EZ UNSURU MU? (I) kilde temsilinin aranması, derdest davada haberdar olmadıkları halde, bu davada verilen hükümle bağlı olan grup üyelerini koruyan bir mekanizmadır (48). 1966 değişikliğinden sonra ABD.'de bazı mahkemeler grubun menfa­ atlerinin uygun biçimde temsil edilip edilmediğini belirlemek için sayısal, üs­ tünlüğe ağırlık vermişlerdi. Örneğin, Hohman ile Packard Instrument ara­ sındaki davada (49), makeme, grup üyelerinin sayısını 600 olarak tahmin ederek, üyelerin temsilcinin davayı yürütmesine muvafakat edip etmediklerini bildirmelerini istemişti. Bunlardan ancak yüzde otuzu olumlu cevap verip, kalan üyelerin birçoğu hiç cevap vermeyince, mahkeme, grup üyelerinin da­ vacının temsilci olmasını istemedikleri, yani aranan dördüncü şartın ger­ çekleşmediği sonucuna varmış ve davayı reddetmişti. Ancak, ilk derece mahkemesinin bu kararını İstinaf Mahkemesi, önemli olan hususun sayısal üstünlük olmadığı gerekçesiyle bozdu. Günümüzde mahkeme kararları, grubun uygun biçimde temsil edilip edilmediğinin saptanması için kantiteden çok kalitnin önemli olduğu yönündedir (50). Sayısal üstünlüğe ilişkin bir başka husus ise, temsilcinin dava konusu üzerinde ne oranda pay sahibi olması gerektiğidir. Bu noktada da, temsilcinin çok cüz'i oranda ekonomik menfaatinin olması yeterli sayılmaktadır, çünkü dava konusu üzerinde büyük pay sahibi olan kişiler grup davası açmadan da haklarını koruyabileceklerdir. Grubun uygun şekilde temsil edildiğinin en önemli göstergesi ise, tem­ silci ile grup arasında açık menfaat karşıtlıklarının bulunmamasıdır. Grup davalarında diğer temsil ilişkilerinde rastlanmayan özellikler vardır. İlk ba­ kışta temsilcinin dava konusuna ilişkin menfaatinin varlığının aranması, da­ vanın iyi yürütülmesini sağlayacak bir unsur olarak görülebilir. Ancak, tem­ silcinin hasmı ile anlaşarak grup üyelerinin menfaatlerini zedeleyebileceği de unutulmamalıdır (51). Grup davaları için 23. maddede araran dört temel şartın yanında, bu davaların çeşitlerine göre değişen diğer bazı şartlar da aranmaktadır (52). (48) Schack, s. 74. (49) Koch, Kollektiver Rechtsschutz, s. 39, dn. 137. (50) Koch, Kollektiver Rechtsschutz, s. 39, dn. 140'daki kararlar. (51) Koch, Prozessführung, s. 29. (52) Gottwald, s. 5. Yrd. Doç. Dr. Nevhis DEREN YILDIRIM 149 bb) Anayasanın aradığı şartlar aaa) Grup üyelerine bildirim yapılması (notice) Federal Medeni Yargılama Kanunu'nun 23. maddesinde aranan şartların dışında, grup üyelerinin menfaatlerinin korunmasına yönelik Anayasa'nın aradığı diğer bazı şartlar da mevcuttur. Hukuk devletinin esasları doğrultusunda (dueprocess) ABD. Anayasası uyarınca, pasif grup üyelerine davanın ikame edildiğinin bildirilmesi zorunlu­ dur (53). Pasif grup üyelerine bildirimin nasıl yapılacağını hâkim takdir ede­ cektir. İçtinap ve tespit davalarında bildirimin yapılması ihtiyari iken, tazminat davası biçimindeki grup davalarında bildirimin yapılması zorunludur (54). Tazminat davası biçimindeki grup davalarında, mahkeme, grup üyelerine yalnız davanın ikamesini değil, bunun dışında yargılamanın her aşamasın­ daki önemli gelişmeleri de bildirmek ile yükümlüdür (55). Schack (56), 1974 yılında açılan Eisen ile Carlisle ve Jaqueline davasında (57), 2.250.000 grup üyesinin herbirine bildirim yapıldığını belirtmektedir. Grup üyelerine yapılacak çağrı çeşitli biçimlerde olabilmektedir. Örneğin, isimleri bilinen grup üyelerine mektupla bildirim veya gazetelere ilan verme ya da diğer karma bildirim biçimleri (58) gibi. Yalnız mektupla bildirimin ger­ çekleşmesi, yapılan araştırma sonucunda grup üyelerinin isimlerinin belir­ lenmesi halinde mümkündür. Aralarında fiyat konusunda gizlice anlaşma yaparak rekabet yasağına aykırı davranan şirketler aleyhinde açılacak grup davalarında, zarar gören tüketicilerin isimlerini belirleyip, bildirimi gerçekleş­ tirmek imkansız iken, müşterilerin isimlerinin bilindiği hisse senedi satışla­ rında mektupla bildirim kolaylıkla gerçekleştirilebilmektedir (59). Mektupla bildirimin önemli bir sakıncası ise, çok masraflı olmasıdır. Bundan özellikle zarar gören kişilerin sayısının yüzbinlere, milyonlara vardığı, fakat bireylere düşecek tazminat tutarının çok az olduğu grup davalarında kaçınmak ge­ rekmektedir. Aynı zamanda mektupla bildirimden doğan' giderlerin, dava ko­ nusunun değeri ile de orantılı olması gerekmektedir. (53) Gottvvald, s. 7; Schack, s. 74. (54) Koch, Prozessführung, s. 29. (55) Gottwald, s. 7. (56) s. 74. (57) 417 US 156,173 vd. (1974) (58) Örneğin, isimleri tesadüfen belirlenen bir grup şahsa yapılan bildirim. (59) Koch, Kollektiver Rechtsschutz, s. 73. 150 K O LLEK TİF HUKUKİ HİM AYE M EDENİ USUL H UK UK UNDA SONUN BAŞLANG ICI M I, ETKİN HUKUKİ HİM AYENİN VAZGEÇİLM EZ UNSURU MU? (I) Bildirim giderlerinin grup davasındaki temsilci tarafından ödenmesi zo­ runludur (60). d) Çeşitleri Federal Medeni Yargılama Kanunu'nun 23a maddesi uyarınca grup da­ vaları üçe ayrılıyordu (61): Şayet mal üzerinde iştirak halinde mülkiyet veya müşterek mülkiyet rejimi söz konusunu ise, buna "gerçek grup davası" (62) deniyordu. Dava konusu oluşturan mal üzerinde çeşitli haklar mevcut ise, buna "melez grup davası" (63) adı verilmekteydi. Üçüncü grup davası türü ise, "sahte grup davaları" (64) olarak adlandırılmakta idi. Sahte grup dava­ larında, hukuki sorunlar ve olaylar bütün grup üyeleri için müşterekti, ancak ileri sürülen haklar birbirinden farklıydı. Ayrıca bu tür grup davalarında, dava bütün grup adına yürütülse de, verilen kesin hükümle yalnız davayı açan üyeler ile davaya sonradan katılan üyeler bağlı tutuluyordu. Ancak, günümüzde yapılan üçlü ayrıma göre, grup davaları kendi içinde; 1 - İçtinap davaları, 2 - Tespit davaları, 3 - Tazminat davaları şeklinde ayrıl­ maktadır (65). İçtinap ve tespit davası şeklindeki grup davaları; ABD.'de özellikle ırk, cins, din ayrımcılığının söz konusu olduğu hallerde açılmakta ve tazminat davası şeklindeki grup davalarına nazaran daha az sorun çıkartmaktadır. 1966 yılında Federal Medeni Yargılama Kanunu'nda yapılan değişiklik­ ten sonra "kollektif dava" biçimde de açılabilen tazminat davalarında dava konusunun değeri 100 milyon Amerikan Doları'na kadar varabilmektedir. Tazminat davası şeklindeki grup davalarına “hukuki kılıfa sokulmuş tehdit" adı da verilmektedir (66). ABD.'de bu tür tazminat davalarına özellikle Re­ kabet Hukuku alanında başvurulmaktadır. Yine, toplu kazalarda da grup davası açmak elverişli sonuçlar doğur- (60) Gottwald, s. 8; Koch, Prozessführung, s. 31. (61) Geniş bilgi için bkz.: Gottvvald, s. 3. (62) true class action. (63) hybrid class action. (64) spurious class action. (65) Bu ayrım için bkz.: Koch, Kollektiver Rechtsschutz, s. 47.; Prozessführung, s. 24 vd. (66) Koch, Prozessführung, s. 25. Yrd. Doç. Dr. Nevhis DEREN YILDIRIM 151 maktadır (örn., uçak kazalarında ve çevre facialarında) (67). Fakat kollektif tazminat davaları yukarıda sayılan hallerde sınırlı değildir. Uygulamadan bir örnek verilmek gerekirse, Daar ile Yellovv Taksi Şirketi davası son derece ilginç bir grup davasıdır (68). Los Angeles Şehri'nde faaliyet gösteren bir taksi şir­ keti, yıllarca taksimetreler üzerinde oynamak ve böylece yüzde dört oranında fazla ücret almak suretiyle haksız kazanç elde etmişti. Şirketin müşterisi olan Daar isimli avukat, şirket aleyhinde yalnız kendi adına değil, zarara uğrayan bütün müşteriler adına tazminat davası açmıştı. Taksi şirketinin muhasebe kayıtları zararın birkaç milyon ABD. Doları olduğunu göstermekte, fakat za­ rara uğrayan kişilerin kimlikleri saptnamamaktaydı. Buna rağmen, Kaliforniya Eyaleti Yüksek Mahkemesi şirketi mahkum eden kararı onayladı. Yüksek Mahkeme'ye göre, tazminat alacaklılarının isimlerinin bilinmesi, grup davala­ rında değil, yalnız bireylerin açtıkları tazminat davalarında önemliydi (69). Tazminat davası biçiminde açılan grup davalarında ortaya çıkan en önemli sorumlardan biri, tazminatın nasıl hesaplanacağı ve dağıtılacağıdır. Zarara uğrayanların isimlerinin tam olarak bilindiği grup davalarında dahi, grubun herbir üyesinin uğradığı zararın boyutlarını saptamak mümkün ol­ mamakta, hele tam ispat kuralları uygulanırsa, dava tamamen çıkmaza gir­ mektedir, zira grup davası ihtiyari dava arkadaşlığının söz konusu olduğu bir dava gibi ele alınır ve her bir kişinin uğradığı zarar tek tek hesaplanırsa, bu davayı sonuçlandırmak imkansız hale gelmektedir (70). Bu nedenle, ABD. Mahkemeleri son derece elastiki çözümler üretmişlerdir. Örneğin, yukarıda verdiğimiz örnekte, Kaliforniya Mahkemesi uzun süre müşterilerinden fazla ücret alarak haksız kazanç sağlayan taksi şirketini, dört yıl boyunca normalin çok altında ücret almaya mahkum etmişti. Grup üyelerinin uğradıkları zararın belirlenmesi için bazı durumlarda zarar görenlere ve sigorta şirketlerine gönderilen anket formlarından yarar­ lanılmaktadır. Rekabet yasağına aykırılığa dayanan davalarda ise, şirketin elde ettiği haksız kazanç tazminat miktarı olarak ele alınmaktadır. Bazı du­ rumlarda da, zararın hesaplanmasında ampirik yöntemler kullanılmaktadır (piyasa araştırması vb.) (71). (67) Koch, Prozessfürung, s. 26-27. (68) Schack, s. 75; Thiere, s. 354-355; W itsch, s. 278. (69) Daar v. Yellow Taxi Co., 67, Cal, 2d 695,433, P. 2d 732 (1967). (70) Gottvvald, s. 28. (71) Koch, Prozessführung, s. 32. 152 KO LLEK TİF H UKUKİ HİM AYE M EDENİ USUL HUKUKUNDA SO NUN BAŞLANG ICI M I, ETKİN H UKUKİ HİM AYENİN VAZGEÇİLM EZ UNSURU MU? (I) Tazminat davası şeklinde açılan grup davalarında, hükmolunacak taz­ minatın dağıtılması, tazminat tutarının belirlenmesinden daha çetrefil bir sorundur (72). Bu nedenle, mahkeme sadece davalıyı tazminat ödemeye mahkum etmekle kalmayacak, tazminatın grup üyeleri arasında nasıl dağı­ tılacağına da karar verecektir. Grup üyelerin hükmolunan tazminatı elde et­ mek için ispat etmeleri gereken hususlar olayın niteliğine göre değişmektedir. Bazı davalarda form doldurup mahkemeye sunmuş olmak yeterli görülürken, diğerlerinde muhasebe kayıtlarının getirilmesi veya yemin ettirme yoluna gi­ dilmektedir (73). Gottvvald (74), ABD.'de açılan tazminat davası şeklindeki grup davala­ rının birçoğunda tazminat miktarının büyük bir kısmının, zarar görenlerin talepte bulunmamalarından ötürü dağıtılamadığını belirtmektedir. Hükmolunan tazminatın dağıtımında ABD. Mahkemelerinin son derece ilginç çözümler ürettikleri görülmektedir (75). Örneğin: 1 - Bazı davalarda kalan miktar, daha önce kendi payını elde etmiş olan grup üyeleri arasında paylaştırılmaktadır. 2 - Rekabet Hukuku'na ilişkin davalarda, aralarında yaptıkları fiyat an­ laşmaları ile haksız kazanç elde etmiş olan şirketler, fiyatlarda indirim yap­ mak zorunda bırakılmaktadır (Ancak, böyle bir mahkeme kararından yarar­ lanan tüketicilerin her zaman daha önce yüksek fiyattan mal satın alarak zarara uğrayanlar olmayabileceği tabiidir. Bu yüzden deterjan, yiyecek mad­ desi gibi tükecileri sürekli değişmeyen piyasalar için seçilen bu dağıtım yöntemi son derece uygun iken; tüketicilerin sürekli değiştiği pazarlar için aynı şey söylenemez). 3 - Özellikle, Devletin taraf olduğu davalarda, dağıtılamayan tazminat tutarı Hâzineye devrolunmaktadır (76). 4 - Bunların dışında özellikle Rekabet Hukuku'na ilişkin davalarda kul­ lanılan ilginç dağıtım yöntemleri mevcuttur. Örneğin, dağıtılamayan tazminat (72) Gottvvald, s. 29. (73) Koch, Kollektiver Rechtsschutz, s. 81-82. (74) s. 29. (75) Geniş bilgi için bkz.: Koch, Kollektiver Rechtsschutz, s. 83-84. (76) Koch, Prozessführung, s. 33. Yrd. Doç. Dr. Nevhis DEREN YILDIRIM 153 tutarının rekabet yasağını ihlal eden şirketin rakiplerine aktarılması (77) veya söz konusu meblağ ile mahkemeler aracılığı ile yapılan fiyat kontrollerinin desteklenmesi veya diğer fonlara yardım yapılması (78). e) Kesin Hüküm İçtinap veya tespit davası şeklinde açılan grup davası kabul edilirse, kesin hüküm davaya katılmamış olan grup üyelerine de sirayet etmektedir (79). Dolayısıyla davadan haberdar olmama veya hükmü kendi çıkarlarına aykırı bulma gibi nedenlerle diğer grup üyelerinin yeni bir dava açması mümkün olmamaktadır (80). İçtinap ve tespit davası şeklindeki grup davalarının reddine de aynı husus geçerlidir. Tazminat davası şeklinde açılan grup davalarında ise, kesin hükmün pasif grup üyelerine sirayeti, ancak onlara mevcut imkanlar çerçevesinde davanın açıldığının bildirilmiş olması halinde gerçekleşmektedir. Şayet grup davasının açıldığını öğrenen kişi, gruba dahil olmak istemediğini açıkça mahkemeye bildirmiş ise, kesin hüküm ona sirayet etmeyecektir. Ancak kendisini davanın dışında tutmamış (to opt out) kişiye kesin hüküm, her ha­ lükarda sirayet edecektir (81). Kesin hükmün çok taraflı sirayeti gibi üçüncü kişiler bakımından son derece ağır sonuçlar doğuran grup davalarına bakıldığında, akla ilk gelen husus Amerikan Anayasası'nın tarafların dinlenmesi ilkesine (iddia ve mü­ dafaa hakkına) yer verip vermediğidir. Şüphesiz Amerikan Hukuku'nda da (82) bu ilkeye yer verilmektedir, fakat bu hukuk düzeninde tarafların dinlen­ mesi ilkesine bakış, Kara Avrupası Medeni Usul Hukuku'ndan oldukça fark­ lıdır. Amerikan Medeni Usul Hukuku, tarafların dinlenmesi hususunda son derece esnek ve pragmatiktir (83). Üçüncü kişilerin grup davalarındaki (77) fluid recovery. (78) Gottwald, s. 30. (79) Kesin hükmün çok taraflı sirayeti. (80) Cappeletti/Grath, s. 143; Gottwald, s. 15; Reinel, s. 17; Witzsch, s. 279. (81) Gottwald, s. 15; Koch, Prozessführung, s. 30; Schack, s. 75. (82) Due process o f law. (83) Aynı fikirde: Gaul, FS Beitzke, s. 1006-1008; Koch, Prozessführung, s. 29; Thiere, s. 326-327. 154 KOLLEK TİF H UK UK İ H İM AYE M EDENİ USUL H UK UK UNDA SO NUN BAŞLANG ICI M I, ETKİN H UK UK İ H İM AYENİN VAZGEÇİLM EZ UNSURU M U? (I) mağduriyetini önlemek üzere, Amerikan Mahkemeleri aşağıdaki yöntemleri yeterli saymaktadır (84): Birincisi, imkan dahilinde fazla kimseye davanın duyurulması; İkincisi, grup davalarında, hakimin, Kara Avrupası Hukuku an­ layışının aksine son derece aktif bir rol oynaması; üçüncüsü ise, grup da­ vasını yürüten temsilci bakımından tasarruf ilkesinin sınırlandırılmasıdır (85). (SÜRECEK) (84) Thiere s. 327-328; Schack, s. 74. (85) Tasarruf ilkesinin sınırlandırılması nedeniyle davadan feragat veya davanın kabulü an­ cak mahkemenin izni ile mümkün olmaktadır. • Vs İC R A VE İFLA S H U K U K U ■ ------------ İCRA VE İFLAS KANUNUNUN 68/b VE 150/1 MADDELERİNE İLİŞKİN UYGULAMA Y. Semih ÖKTEMER(*) • ANLATIM D ÜZENİ: I- Konu. II- 3494 sayılı Kanundan Önceki Hukuki Durum. 1- 2.5.1985 Tarihinden Önceki Safha. 2- 2.5.1985-24.11.1988 Ta­ rihleri Arasındaki Dönem. 3- 3494 Sayılı Kanunla Eklenen 68/b ve 150/1 Maddelerinin Yasalaşma Safhası. III- 3494 Sayılı Kanunla İcra ve İflas Ka­ nununa Eklenen 68/b Maddesinin Uygulanma Biçimi. 1- Hesap Özeti Dü­ zenlenmesi. 2- Hesap Özetinin Gönderilmesi. 3- Hesap Özetine İtiraz Edil­ memesi. 4- Hesap Özetine İtiraz Edilmesi. 5- Üçüncü Kişi Bakımından Uy­ gulama Şekli. IV- 150/1 Maddesinin Uygulama Biçimi. I- KONU 9.11.1988 tarih ve 3494 sayılı "2004 sayılı İcra ve İflas Kanununun Bazı Maddelerinin Değiştirilmesine, 3182 Sayılı Bankalar Kanununun İki Madde­ sinin Yürürlükten Kaldırılmasına Dair Kanun" 25.11.1988 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Kanun başlığı, kanun yapma tekniği açısından eksik olup muhte­ vaya uygun değildir. Zira, İİK.nun bazı maddelerinin değiştirilmesi ile yetinilmemiştir. Kanuna 68/b, 83/c, 150/1, 345/b, madde numaraları altında yeni dört madde, bunlardan başka, 165, 169a, 170a, 173, 177, 178, 185, 193, 208, 247, 287, 331. maddelere fıkra eklenmiştir. 68/b, 150/1 maddelerinin, İİK.na girme nedeni, değişiklikten önceki ve sonraki hukuki durum, uygulama şart ve sonuçları üzerinde durmak istiyo­ rum. Ayrıca, yasalaşma safhasını kısmen iştirak suretiyle yakinen takip etme fırsatını bulduğum 3494 Sayılı Kanunun yürürlüğe girmesinden sonra, karar verme mevkiinde yeralmış kişi sıfatı ile uygulamanın ne tarzda yürüdüğü ve (*) Y argıtay O n u rsal Üyesi. 156 İCRA VE İFLAS KANUNUNUN 68/b VE 150/1 MADDELERİNE İLİŞKİN UYGULAMA olması gerektiği, bu arada tesbit edebildiğim sorunlar hakkındaki düşünceler bu yazının konusunu oluşturmaktadır. İİK.da yapılan değişikliklere, evvelce yayımlanmış bir yazıda daha geniş bir biçimde değindiğim gibi (1), 3494 Sayılı Kanunun (Genel Gerekçesinde); "değişen sosyal ve ekonomik şartlar nedeni ile zıt menfaatlerin bağdaştırıl­ ması, Kanunun aksayan yönlerinin düzeltilmesi ve boşluklarının doldurul­ ması, kötüniyetli kişilerin bu teşebbüslerinin önlenmesi, uygulamadaki te­ reddütlerin giderilmesi ve bazı konulara açıklık getirilmesi amacı ile yeni düzenlemeler yapılması zarureti doğduğuna" işaret edilmiştir. 3494 Sayılı Kanunla ana kanunun altıda bir bölümü elden geçirilmiştir. Zamanla hayatın olağan akışına, ekonomik duruma uymayan ve ihtiyaçlara cevap veremez hale gelen kanun hükümleri elbette değişmelidir. Fakat bu yasama faaliyetinin, bazı zümrelerin baskısı altında ve onların yararına hiz­ met eder biçimde ele alınmaması, alacaklı borçlu dengesinin bunlardan bi­ rinin lehine bozulmaması gerekir idi. Yeni hükümler, kanunun yapısını, bü­ tünlüğünü zedelememeli ve ana ilkelere ters düşmemelidir. 3494 Sayılı Kanun, pek acele biçimde yasalaşmıştır. Bu nedenlerle, kanun başlığından başlamak üzere, pek çok madde metninde göze çarpan ve acele yüzünden giderilemeyen maddi hatalar, unutmalar, ifade zaafı mevcuttur. 3494 Sayılı Kanun, özellikle, bankalar ve ipotek alacaklıları yö­ nünden ve onlara imtiyaz sağlar şekilde yeni hükümler getirirken (2), kanu­ nun sistematiğini de bozmuştur. Kanun yapmanın veya onun değiştirmenin, problemin sadece bir yanına çeki düzen vermek çabası olmaktan öteye gidemediği artık anlaşılmalıdır. Eğer suçlu, kabahatli gerçekten kanun maddeleri olsa idi, bu tedvin faaliyet­ leri ile amaca çoktan ulaşılmış olur, kısa sayılacak aralıklarla yeniden deği­ şiklik ihtiyacı duyulmazdı. Aksaklığın büyüğü gerçekten kanunda değil, uy­ gulama anlayışından doğmaktadır. (1) 3494 sayılı Kanunun getirdiği değişiklikler, ilave hükümler hakkında "İcra ve İflas K a­ nununun Yeni Hükümleri H akkında Düşünceler" başlığı altında kalem e aldığım yazı, "Ankara Barosu Dergisi"nin 1989/3. sayısının 472-478. sayfasında yayımlanmıştır. (2) "İcra ve İflas Kanunumuz Yine Değişti" Doç. Dr. Ejder Yılmaz, Ankara Barosu Dergisi, 1989/1, Sh. 107, 112. Y. Semih ÖKTEMER 157 II- 3494 SAYILI KANUNDAN ÖNCEKİ HUKUKİ DURUM 1) 2.5.1985 tarihinden önceki safha: 3182 Sayılı Kanunun yürürlüğe girdiği 2.5.1985 gününden önce, borçlu cari hesap veya kısa, orta, uzun va­ deli kredi şeklinde işleyen krediler ve bu çeşit krediler ile nakdi kredileri teminen alınmış ipotekler bakımından açılan adi takiplerde İİK. 68, ipotekler yönünden ise İİK. 145 ve devamı maddeler hükümleri uygulanmakta idi. Eğer, para borcunu muhtevi belge resmi nitelikte değil ve adi biçimde dü­ zenlenmiş bir kredi taahhütnamesinde yer almış ise, borçlu imza inkarında bulunabiliyor, borcun esasına itiraz edebiliyor idi. Bu takdirde, adi takip bahis konusu ise, takip 68/1 maddede yazılı nitelikte bir belgeye dayanmadığı için işin hallinin yargılamayı gerektirdiği ve dar yetkili mercde çözümlenemeye­ ceği gerekçesi ile, İTM, itirazın kaldırılması isteğinin reddine karar vermek zorunda kalıyordu (3). İpoteğin bahis konusu olduğu, açılmış veya açılacak kredinin teminatından sözedildiği hallerde, borçluya, teminat üçüncü kişi ta­ rafından verilmiş ise O'na da Ödeme Emri (ÖE) çıkarılmakta idi. Rehin hakkı itiraz konusu yapılamaz ise de, (ÖE)nin muhtevasına süresinde itiraz edilmiş ise İİK.nun 62-72. maddeleri uygulanmakta, İcra Tetkik Mercii (İTM), söz­ leşme, bununla ilgili banka kayıtları, 68. maddeye uygun düşen ilgili ve borçlunun imzasını havi diğer belgeler üzerinde, bilirkişi aracılığı ile inceleme yapmak suretiyle, İİK. 150a maddesi hükmü dairesinde, bir karar vermekte idi. Eğer, akit tablosu kayıtsız şartsız bir para borcu ikrarını taşıyor ve alacak muaccel ise borçluya, rehni üçüncü şahıs vermiş ise ayrıca ona İcra Emri (İE) çıkarılmakta idi. Görülüyor ki, kredi veren müesseseler, bankalar ile sade vatandaş ara­ sında, bu tarz hukuki ilişkide bir ayrım yoktu. Bu hal çok kere, bu müesse­ seler açısından, alacağın tahsil imkanını zorlaştırıyor ve geciktiriyor idi. 2) 2.5.1985-24.11.1988 tarihleri arasındaki dönem: 3182 Sayılı Banka­ lar Kanununun (7129 Sayılı Bankalar Kanununun Bazı Maddelerinin Değiş­ tirilmesine İlişkin 31.8.1979 tarihli ve 28 sayılı KHK. ile Bankalar Hakkında 22.7.1983 tarihli ve 70 sayılı KHK.nin Değiştirilerek Kabulü Hakkında Kanurt) 90, 91. maddeye göre, belli bir borç ikrarını muhtevi olmasa bile, kredi söz­ leşmeleri gereği açılan cari hesap hakkında çıkarılmış hesap özetine süre­ sinde itiraz edilmemiş ise, bunlar ve banka tarafından düzenlenmiş diğer belge ve makbuzlar 68/1. fıkrasında belirtilen belgelerden sayılır hale geti­ (3) 12. HD.'nin 27.3.1978, 1978/2229-2738 sayılı içtihadı. 158 İCRA VE İFLAS KANUNUNUN 68/b VE 150/1 MADDELERİNE İLİŞKİN UYGULAMA rilmiştir. Bu belgelere karşı imza inkarı, borç ödenmedikçe dava hakkı orta­ dan kaldırılmıştır. Azami had ipoteğinin paraya çevrilmesi yolu ile açılmış takiplerde ise, İİK.nun 149. maddesine aykırı şekilde, kayıtsız şartsız borç ikrarı mevcut olmasa bile, bankanın noter aracılığı ile gönderdiği hesap özetine süresinde itiraz edilmediği tevsik edilmek kaydı ile, borçluya ve üçüncü kişiye İE çıkarılacağı hükme bağlanmıştı. 90, 91. Maddelerin eşitlik ilkesine ve Anayasaya aykırılığı iddiası tutar­ sızdır. Ancak, sözleşmeler ve bunlara dayanılarak açılmış krediler, 2.5.1985'den önceki tarihlerde verilmiş olmasına rağmen, bankaların pek çoğu bu çeşit kredi ve ipotek işlemleri bakımından 90, 91. madde hükümle­ rine dayanarak takip açmışlardır. Halbuki, 3182 Sayılı Kanunun 99. maddesi hükmü gereği "yayımı tarihinde" yürürlüğe girmiştir. Anılan Kanunun hangi madde ve fıkralarının makable şamil olduğunu belirten geçici 9. maddede, 90, 91. maddeler yer almamıştır. Hal ve hukuki durum böyle olunca, Yargıtay 12. HD., iddia edildiği şekilde, bu kanuna bir tepki olarak değil (4), kanun hükümlerini bana göre yerinde ve doğru uygulayıp, kazanılmış hakları hi­ mayeye matuf düşünce ile, "3182 Sayılı Kanunun yürürlüğe girdiği 2.5.1985 tarihinden önceki mevzuata göre düzenlenmiş sözleşme ve açılmış krediler bakımından anılan tarihten önceki kanun hükümleri uygulanır" içtihadında bulunmuş ve bu görüşünü 3494 sayılı Kanunun yürürlüğe girdiği tarihe kadar istikrarlı biçimde sürdürmüştür (5). Gerçekten, tahsilatı hızlandırma gayesi ile de olsa, borçlunun kazanılmış haklarının, açık kanun hükümlerine rağmen ihlali mümkün değildi. 3182 sayılı Kanunun 90, 91. maddeleri, 3494 Sayılı Kanunun 61. mad­ desi ile 24.11.1988 tarihinden itibaren yürürlükten kaldırılmıştır. Yine, 3494 Sayılı Kanunun geçici maddesinin (o) bendi gereği 90, 91. maddelerin yer­ lerini alan 68/b, 150/1 maddeleri ise makable teşmil edilerek, 2.5.1985 gü­ nünden itibaren yürürlükte olduğu belirtilmiştir. Bu durumda, 2.5.198524.1.1988 döneminde, 3182 Sayılı Kanunun 90, 91 ve yeni 68/b, 150/1 madde hükümlerinin birlikte yürürlükte olduğu fikri savunulmuştur (6). Bu kanımızca zahiri bir görünüştür. Elbetteki 90, 91. maddelere göre 24.11.1988'e kadar yapılmış işlemler geçerlidir. Fakat, 3494 Sayılı Kanunun (4) Prof. Dr. Seza Reisoğlu, (Bankalar Açısından İcra ve İflas Kanunundaki Yeni Düzenle­ meler), Sh. 7. (5) 12. HD.'nin 29.4.1986, 1985/10960 - 1986/5012 sayılı içtihadı. (6) Prof. Dr. Seza Reisoğlu, age., sh. 8. Y. Semih ÖKTEMER 159 yürürlüğe girmesinden itibaren, bu maddeler uygulama imkanını yitirmiştir. 3494 Sayılı Kanundan evvel, fakat 2.5.1985'den önce yapılmış sözleşmelere ve açılmış kredi hesaplarına, 3182 Sayılı Kanunun 90, 91. maddeleri değil, 3494 Sayılı Kanunla getirilmiş 68/b, 150/1 maddeleri uygulanacaktır. Geçici madde (o) bendi hükmü ile kastedilen amaç budur. Aslında (o) bendi Hükü­ metin getirdiği metinde yer almamıştı. Gaye, Yargıtay görüşünü tesirsiz kıl­ mak, 3494 Sayılı Kanunun 2.5.1985'den öncesinde uygulanmasını sağla­ maktı. Gerçekten, geçici madde (d) bendinde; bu bentde sayılan 68/b, 150/1 maddelerinin 3494 Sayılı Kanunun yürürlüğünden önce yapılan işlemler ba­ kımından geçerli sayılması teklif edilmiş idi. Ancak, Adalet Komisyonu bu düşüncenin karşısına çıkarak, bu iki maddeyi (d) bendinden silip, yeni (o) bendini oluşturdu, 2.5.1985 tarihini esas alarak, kazanılmış hakları korudu, 68/b, 150/1 madde uygulamasına sınır getirdi. Ancak, 68/b maddesi hesap özetlerinin noterce gönderilmesi gibi, 90. maddede olmayan bazı yeni hü­ kümleri muhtevi bulunmakla, bu geriye yürüyüş operasyonuna ayrıca bazı fiili engeller getirilmiş oldu. Tabii ki, alacaklı bankanın 68/b'deki kurallara uymak suretiyle, 2.5.1985 den sonra, o tarihteki mevzuata göre düzenlenmiş, söz­ leşme ve açılmış krediler bakımından, 68/b, 150/1 maddelere uygun hare­ ketle, bu maddelerin tanıdığı imkanlardan faydalanması, geçici maddenin (o) bendi hükmü gereğidir. Kanunun daha iyi anlaşılması amacı ile geçmişi açıklamada fayda var­ dır. 3) 3494 Sayılı Kanunla eklenen 68/b, 150/1 maddelerinin yasalaşma safhası: 3182 Sayılı Kanunun 90. maddesinde bankaların kredi sözleşmeleri, cari hesapları ile alakalı alacaklarında, borçluya hesap özeti gönderileceği, borçlunun bu hesap özetini almadığı iddiasının noter aracılığı ile bildirme­ dikçe, bu savunmasının sonuç doğurmayacağı, hesap özetine ise bir ay içinde itiraz olunmadığı takdirde, gerçeğe aykırılığını ancak ödedikten sonra dava edebileceği, son fıkrada ise, banka kayıt ve makbuzlarının, hesap özetinin 68/1. maddedeki belgelerden sayılacağı, imzaya itiraz edilemeye­ ceği hükme bağlanmış idi. 3182 Sayılı Bankalar Kanununun 90, 91. maddeleri "bu düzenlemenin sadece bankaları ilgilendirmediği, uygulamada eşitlik sağlanması" gibi sathi bir gereçe ile ve genel hüküm olarak, bir kez daha kanunlaşması ve geçici madde ile geçmişteki işlemlere de uygulanması (makable şamil) hale getiril­ mesi arzu edilmişti. 160 İCRA VE İFLAS KANUNUNUN 68/b VE 150/1 MADDELERİNE İLİŞKİN UYGULAMA Adalet Komisyonunda, bu isteğe karşı çıkılmıştır. Bu değişiklikle sağ­ lanmak istenen asıl amaç şudur: 90, 91. maddelerin, 2.5.1985'den sonraki sözleşme ve verilmiş kredilere uygulanabileceğine dair Yargıtay 12. HD.'nin içtihadını tesirsiz hale getirmek. Bu yasalaşma faaliyeti, bankalar lehine idi. Bazı özel kanunlarda bazı müesselere zaten 68/1. madde ayrıcalığı tanınmış idi (3147 Sayılı Kanunun 7. maddesi, 1479 Sayılı Kanunun 54. maddesi, 2925 Sayılı Kanunun 34. maddesi, 2926 Sayılı Kanunun 37. maddesi, 506 Sayılı Kanunun 81. mad­ desi gibi). Aslında özel bir himayeyi zaruri kılan bir hal mevcut değildi. Zaten bankalara 90, 91. maddelerle özel hükümlerden faydalanma imkanı sağlan­ mış ve yürürlükte idi. Bu evvelki hal şekli, kanun tekniği açısından, "özel hükmün özel kanunda yeralması" ilkesi yönünden daha isabetli idi. Tasarı 90. maddeden farklı olarak "kısa, orta, uzun vadeli krediler" iba­ resini ilave suretiyle, kapsamına açıklık getirmiştir. Ancak, maddenin tebliğin yapılıp yapılmadığı şıklarına göre borçluya yükümlülükler getiren hükmü aynen muhafaza edilmişti. Adalet Komisyonu maddeye son şeklini vermiştir. "Maddede hesap özetinin ne şekilde gönderileceği hususunda açıklık bu­ lunmadığından, bu durum, borçlularınhesap özetlerini almadıkları yolunda itirazlarına yolaçabileceğinden, bu itirazların asgari hadde indirilmesi için hesap özetlerinin noter aracılığı ile gönderilmesi esası benimsenmiş ve bu durumda maddenin 2. fıkrası ile 3. fıkrasında, fıkra başlangıcından itibaren (süresi) kelimesine kadar olan ilavelere gerek kalmadığından madde met­ ninden çıkarılmıştır" (7). "91. madde hükmü, İİK.nun 150/1 maddesi olarak yeniden düzenlenmiş ve gayri nakdi kredi verenin (teminat mektubu kredisi, aval ve kabul kredisi gibi), bu kredi nedeni ile ödemede bulunulması ve gayri nakdi kredi verilene rücu etmesi de madde kapkamına alınmıştır'" (8). Adalet Komisyonunda, geçici maddenin (d) bendi değiştirilip (0) bendi oluşturulmak suretiyle, tasarının şevkindeki amacın sağlanması büyük çapta önlenmiş, 3182 Sayılı Kanunun yürürlük tarihi 2.5.1985 esas alınmak sure­ tiyle, borçluların kazandığı hakların muhafazasına çalışılmıştır. (7) 27.10.1988 tarihli Adalet Komisyonu Raporu, Sh. 13 (TBMM. S. sayısı 113). (8) H ükümet Tasarısı, Sh. 3 (TBMM. S. sayısı 113). Y. Semih ÖKTEMER 161 3182 Sayılı Kanunun 90. maddesinin sadece cari hesaplarla ilgili olduğu, cari hesap dışındaki kredilerin, karz akitlerinin bu madde kapsamı dışında kaldığı öne sürülmüştür (9). Maddenin lâfzı bu görüşü teyit eder tarzda gö­ rünmektedir. Ancak, uygulamada kredi sözleşmeleri esas alındığından, bankanın bu sözleşme gereği ister belli bir meblağda borç vermesi ya da belirli bir miktara kadar açılmış veya açılacak kredinin işletilmesi, cari hesap biçiminde işlem yapılması arasında bir ayrım yapılmamıştır. Yargıtay'ın, bu maddenin sadece cari hesaplara ilişkin olup karz aktinin madde kapsamı dışında bırakıldığına dair tek bir kararının nnevcudiyetine rastlamadım. Bu itibarla, 68/b maddesi oluşturulurken "kısa, orta, uzun vadeli kredi şeklinde işleyen krediler" ibaresinin metne ilavesi uygulama yönünden büyük bir ye­ nilik getirdiği, madde kapsamını genişlettiği fikrine katılmıyorum. Demek ki, bu konuda, bazı tereddütler varmış ki onların giderilmesi için maddeye bu kelimelerin ilavesinin faydalı olduğu söylenmiştir. III- 3494 SAYILI KANUNLA İCRA VE İFLAS KANUNUNA EKLENEN 68/b MADDESİNİN UYGULAMA BİÇİMİ 1) Hesap özeti düzenlenmesi: İİK. 68/b maddesine göre, kredi söz­ leşmesinin muhtevası hangi konularda olursa olsun, krediyi kullandıran ta­ rafın, "hesap özeti düzenlemesi ve göndermesi" işlemi devreye girmektedir. Bu işlemin amacı, "kredi verilmesinden doğacak anlaşmazlığı kaynağında çözümlemek, hiç olmazsa asgari hadde indirmektir" 3182 Sayılı Kanunun 90. maddesine ait gerekçede, hesap özeti düzenleme ve gönderme işlemi" ta­ rafların iradesine bakılmayarak, bankalar açısından zorunlu hale sokulmuş­ tur" denilmektedir. Gerçekten, halen böyle bir mecburiyet var mıdır? Krediyi kullanan aksine irade açıklaması yaparsa, geçersiz mi sayılacaktır? 68/b maddesinin gerekçesinde ve metninde bu konu hakkında açıklık yoktur. Kanun, 68/b maddesinin işleyebilmesini, hesap özeti düzenlenmesi ve gön­ derilmesi şartına bağlamıştır. Kredi kullananın "hesap özeti gönderilmesini istemediği" yolundaki beyanının varlığı ya da kredi sözleşmesine bu yolda bir madde ilavesi halinde, 68/b maddesinin uygulanması engellenmfş sayı­ lamaz. Kredi kullananın hilafına açık beyanı uyarınca, hesap özeti gönderil­ memiş ise, kredi kullandıran tarafın yine bu maddenin avantajlarından hesap katını belirtmesi kaydı ile, faydalanması icap eder. Ancak, bu tarz anlayışın hesap özeti tebliğini bidayette ortadan kaldırıcı bir etkisi olacağı ve banka­ larca bu işlemin uygulanmayacağı gibi bir tehlikesi vardır. (9) Prof. Dr. Seza Reisoğlu, Bankaların Kredi İşlemlerinden Doğan Alacaklarının Hızlandı­ rılması, Sh. 5 vd. 1 62 İCRA VE İFLAS KANUNUNUN 68/b VE 150/1 MADDELERİNE İLİŞKİN UYGULAMA Hesap özetinin "sözleşmede yazılı faiz dönemlerini takip eden onbeş gün içinde" düzenlenip gönderilmesi lazımdır. Bu süre, faiz dönemi ile baş­ layacak olup, hesap özetinin notere tevdi gününe kadar geçecek azami za­ man dilimidir. Bu süreye riayetsizlik halinde, 68/b maddesi uygulanamaz. Hak düşürücü nitelik taşıdığı için, takip veya davanın her safhasında öne sürü­ lebilir ve resen nazara alınır, sürenin kesilmesi, durması mümkün değildir. Kredi kullandıran taraf, onbeş güne uyduğunu, bu yoldaki kontrolü sağlaya­ cak biçimde hareket etmeli, var ise belgesini açıklamalı, talebine eklemeli­ dir. İ Hesap özetinin onbeş gün içinde notere tevdii yeterli midir? Bir görüşe göre, "ikinci fıkradaki (süresi içinde aldığı) ibaresi, onbeşgün içinde hesap özetinin krediyi kullanana tebliğini zorunlu kılmaktadır. Böyle bir durumda, onbeşgün içinde hesap özeti alınmamış ise, bir ay içinde itiraz zorunlu de­ ğildir" (10). Bu görüş benimsenir ise, kredi kullandıran tarafa düzenleme için adeta vakit bırakılmamakta, notere tevdi ile tebliğ arasında, ne kadar olacağı kestirilemeyen zaman süreci de kredi kullandıran aleyhine işlemektedir. Halbuki, hesap özeti faiz döneminden itibaren onbeş gün içinde düzenlenip, bu sürenin bitiminden önce notere tevdi edilmekle, 68/b maddesi gereğince krediyi kullandıran yükümlülüğünü yerine getirmiş sayılmalıdır. Noterin veya PTT görevlisinin ihmalinden, krediyi kullandıranı sorumlu tutmak, yerinde bir görüş olmasa gerektir. Maddenin ikinci fıkrasındaki "süre içinde" ibaresi de başka bir tür anlayışı kabule elverişli değildir. Onbeş gün, hesap döneminin düzenleme ve notere tevdi süresidir, tebliğ daha sonra olsa bile sonucu et­ kilemez. 2) Hesap özetinin gönderilm esi: 3182 Sayılı Kanunun 90. maddesinde hesap özetinin nasıl gönderileceği açıklanmış olup, noter aracılığı ile ban­ kadan hesap özetini istediğini ispat etmedikçe bunu almış sayılmakta idi. 3494 Sayılı Kanunun 68/b maddesi tasarıda böyle idi. TTK.nun 92. madde­ sine göre, hesap bakiyesini gösteren cetvele karşı borçlu, bir ay içinde noter aracılığı ile veya taahhütlü mektupla veya telgrafla itirazda bulunmaz ise, bakiyeyi kabul etmiş sayılmaktadır. Ancak,bu belgeler muhtevası 68/b mad­ desi anlamında belge niteliğinde değildir. TBMM Adalet Komisyonu, hesap özetinin ne şekilde gönderileceği hak­ kında tasarıda açıklık bulunmadığından, hesap özetinin alınmadığı şeklin­ (10) Prof. Dr. Seza Reisoğlu, Bankalar Açısından İİK.daki Yeni Düzenlemeler, Sh. 11. Y. Semih ÖKTEMER 163 deki itirazlara set çekmek gayesi ile, "noter aracılığı ile" gönderilmesi esası­ nın benimsemiştir. O halde, başka bir biçimde yollama (iadeli taahhütlü, telgraf gibi), 68/b maddesinin uygulanmasını önlemektedir. Gerekçedeki açıklık karşısında, yani "hesap özetinin alınmadığı" itirazının önüne geçil­ mesi gayesi güdüldüğüne göre, borçluya, krediyi kullanan nezdinde, imzası karşılığı tebliğ edilmesi geçerli sayılmalıdır. Tabii ki, ihtilaf halinde, noter aracılığı ile gönderilmemesi sebebiyle, başkaca bir husus araştırılmadan, 68/b'nin, alacaklı lehine kullanılamayacağı gözönünde tutulmalıdır. Tebliğin ne tarzda,kimlere yapılacağı, hangi tarihte tebliğ edilmiş sayılacağı konula­ rında o konuya ilişkin genel hükümlerin gözetilmesi lazımdır. Krediyi kullandırana düşen görev ve yükümlülük, onbeş günlük süreye riayetle, hesap özetini notere tevdi etmekten ibarettir, yoksa onbeş gün içinde tebliğin sağlanması zorunlu değildir. Noterin, hesap özetini PTT aracılığı veya memur marifetiyle tebliği ne kadar süre içinde gerçekleştirebileceğinin önemi ve etkisi yoktur. Hesap özetinin, borçlunun kredi sözleşmesinde belirttiği adresine gön­ derilmesi lazımdır. Bu adresin değişikliği halinde, yeni adres noter aracılığı ile kredi kullandırana bildirilmedikçe, evvelki adrese çıkarılmış teligatın usulsüzlüğü iddia olunamaz. Daha evvelce yapılmış tebligatın mevcudiyeti aranmaksızın, 7201 Sayılı Tebligat Kanununun 35. maddesi uygulanmalıdır. Ancak, maddenin bu açık hükmüne rağmen, amaçtan hareket edilir ise, borçlu yeni adresini kredi kullandıran nezdine gelerek bildirmiş, ilgili karton ve hesaplara işletmiş ise, artık noter aracılığı ile ayrıca bildirme mükellefi­ yetinin aranmaması hakkaniyet icabı sayılmalıdır. Takip veya dava açıldığında tebliğ keyfiyeti usulüne uygun biçimde tevsik edilmiş bulunmalıdır. 3) Hesap özetine itiraz edilm em esi: İİK.nun 68/b maddesinin son fık­ rası hükmüne göre, itiraza uğramamış "hesap özeti" 68. maddenin 1. fıkra­ sında yazılı belge niteliğini kazanmaktadır. 68/1. madde uygulamasında ol­ duğu gibi, borçlu, takip sırasında bu hesap özeti muhtevasına karşı çıkmak hak ve yetkisini yitirmiştir. Bu kısıtlama muhteva ile sınırlıdır. Daha açık ifade ile, hesap özetinin kalemlerine ve sonuçlarına, yani miktarına, faiz başlangıç ve oranına itiraz olunamaz. Ödeme defi (itfa) her zaman öne sürülebilir. Görev ve yetki konusundaki veya borcun ayrıca mehile bağlandığı (imhal) yolundaki itiraz sebepleri saklıdır, yapılabilir. Kanunun arzu etmediği, ya­ sakladığı hal, "hesap özetinin gerçeğe aykırılığı" biçimindeki muhtevaya 164 İCRA VE İFLAS KANUNUNUN 68/b VE 150/1 MADDELERİNE İLİŞKİN UYGULAMA yöneltilmiş itiraz sebeplerinin öne sürülmesidir. Hesap özetine itiraz edilme­ mesinin bir sonucu da şudur: Krediyi kullanan taraf, hesap özetinin dayandığı ve muhtevasını oluşturan belgelerdeki kendisine izafe edilen imzayı inkar edemez, artık kabul etmiş sayılır. Böylece, kredi sözleşmesinde, hesap kar­ tonu, fiş, makbuzlar ve sair belgelerdeki imzaların borçluya ait olduğu kari­ nesinden hareket edilir. Görülüyor ki, hesap özetine itiraz edilmediği takdirde, borçlu aleyhine açılan takipte, borçlunun esasa itiraz imkanı hemen hemen kalmamaktadır. Hesap özetine ve borcu oluşturan sair belge ve makbuzlara karşı itirazlar ve imza inkarı, borcun ödenmesinden sonra, dava yolu ile öne sürülebilir. 68/b maddesinin ikinci fıkrası borcun ödenmesinden sonra dava hakkı tanıdığına göre, borçlunun menfi tesbit davası açarak ihtiyati tedbir yolu ile takibi dur­ duramayacağı, veznedeki paranın alacaklıya ödenmesini önleyemeyeceği öne sürülmüştür (11). Borçtan kurtulma veya menfi tesbit davası açma hakkı borçlunun elinde alınamaz. Hesap özetine itiraz edilmiş olsun olmasın, bu hakkın kullanılması engellenemez. Böyle bir davada, borçlunun esasa veya imzaya karşı her türlü iddiayı serdetmek ve isbat etme hakkı saklıdır. 68/b maddesinin, aksine sınırlama getirdiğini söylemek, genel hükümlere, aykırılık teşkil eder kanısındayım. Ancak, itirazın mevcut olmadığı veya süresinin geçirildiği hallerde, ödeme dava şartı olarak benimsendiği için, ödeme hali tevsik edilmedikçe, bu çeşit davanın açılması ve dinlenmesi mümkün değildir. İcra dairesine yapılan tediye, para henüz alacaklının cebine girmediği halde, yasal ödeme yerine geçer, alacaklı o tarihten itibaren borcun aslı ve eklenti­ lerinden kurtulur. İşte bu safhada, borç ödenmiş sayılacağı cihetle, açılacak davada icra veznesine yatırılmış paranın alacaklıya verilmesi ihtiyati tedbir yolu ile önlenebilir düşüncesindeyim. Dava alacaklı lehine sonuçlanır ise, bu tedbir kararı kalkar, hüküm kesinleştiğinde, alacaklı geç tahsilden dolayı uğ­ radığı zararı, tedbir kararı için verilmiş teminattan öncelikle alabilir. 4) Hesap özetine itira z edilm esi: Noterlik aracı kılınmaksızın gönde­ rilmiş hesap özetine borçlunun itiraz etmesine gerek yoktur. Böyle bir bel­ genin 68/1. madde kapsamı dışında kalacağı kuşkusuzdur. Faiz tahakkuk dönemini takip eden onbeş gün içinde düzenlenmiş ve noter aracılığı ile tebliğe çıkarılmış hesap özetine karşı, alındığı tarihten iti­ baren bir ay içinde itiraz edebilir. (11) Prof. Dr. Seza Reisoğlu, age., sh. 13. Y. Semih ÖKTEMER 165 İtiraz şekle tabi kılınmamıştır. Borçlu, itiraz ettiğini her türlü delille isbat edebilir. İtiraz edildiği takdirde, bu çeşit belge ve sair belgeler, özellikle kredi sözleşmesi, paranın tediyesini belirleyen makbuzlar karşısında, bu çeşit ta­ kibin akibeti ne olacaktır? "Borçlu, alacaklı bankanın noter aracılığı ile gönderdiği hesap özeti içeriğine süresi içinde itiraz etmiştir. Bu itiraz nedeni ile, alacaklının dayan­ dığı belgeler, İİİK.nun 68/b maddesi hükmü gereği, aynı Kanunun 68/1. maddesindeki belgelerden sayılma olanağına erişememiştir. İtirazın kaldı­ rılması isteğinin bu nedenle reddi gerekir" (12). Bu içtihatdan, hesap özetine itiraz halinde artık 68/b maddesine göre itirazın kaldırılamayacağı, anlaş­ mazlığın genel hükümler dairesinde çözümlenmesi gerekeceği anlamı çık­ maktadır. Eğer kastedilen bu ise, bu görüş tarzı, 68/b maddesinin son fıkrası hükmüne aykırı düşmektedir. Bu düşünce sadece hesap özeti yönünden doğru olup, krediyi kullandıran taraf nezdindeki belgeler açısından eksiktir. Kredi sözleşmeleri, krediyi kullandıran tarafından uygun şekilde düzenlenmiş diğer belge ve makbuzlar İİK. 68/1'de belirtilen belgelerden sayılır, 68. maddeye yollama nedeni ile, alacaklı bu belgelere dayanarak İTM den itira­ zın kesin olarak kaldırılmasına karar verilmesini isteyebilir. 68/b maddesinin yasalaşmasındaki amaç, 3182 Sayılı Kanunun 90. maddesi ile sağlanan gayeyi muhafaza ve tahsilatı hızlandırmak, hilafına içtihatları bertaraf et­ mektir. Bu sebeplerle, kredi sözleşmeleri, "krediyi kullandıran tarafından usulüne uygun düzenlenmiş diğer belge ve makbuzlar" ile itiraza uğramamış ise hesap özeti, 68/1. maddede sayılan belgelerden sayılacağı hükmü geti­ rilmiştir (68/b son fıkra). O halde, hesap özetine itiraz edilmiş olsun veya ol­ masın, itiraza uğramış hesap özeti dışında kalan kredi kullandıranın dü­ zenlediği sair belgeler, 68/1. madde kapsamına alınmakla anlaşmazlığın çözümü, İTM nin görevi içindedir, alacaklı İTM den itirazın' kaldırılmasını isteyebilecektir. Krediyi kullandıran tarafa, sadece kredi sözleşmesine dayanmak sure­ tiyle, takip açma hakkı tanınmıştır. Zira, bu belgeye 68/1. maddede sayı­ lanlardan olma vasfı, 68/b maddesi ile verilmiştir. Borçlunun ödeme emrine itirazı halinde, İTM nezdinde bu itirazın kaldırılması istendiği takdirde, krediyi kullandıran taraf nezdindeki 68/b maddesinin son fıkrasına uygun kayıt ve belgeler üzerinde gerekli inceleme yapılmak suretiyle, alacaklının takibinde haklı bulunduğu meblağ tesbit edilmelidir (tıpkı İİK.nun 150/a maddesinde (12) 12 HD.'nin 29.1.1991, 1990/7886-1991/906 sayılı içtihadı. 166 İCRA VE İFLAS KANUNUNUN 68/b VE 150/1 MADDELERİNE İLİŞKİN UYGULAMA olduğu gibi). Halbuki, değişiklikten önce, bu gibi çekişmelerin çözümünün dar yetkili İTM nin görevi dışında kaldığı, anlaşmazlığın hallinin yargılamayı gerektirdiği Yargıtayın kökleşmiş görüşü idi. Artık bu evvelki içtihada değer verme imkanı kalmamıştır. "İcra takibinin dayanağı, İİK.nun 68/b maddesinde yazılı kredi sözleşmesidir. Yasaya 3494 Sayılı Kanunla giren İİK.nun 68/b maddesi, yürürlükten kaldırılan 3182 Sayılı Bankalar Kanunnun 90. madde­ sinin kısmen değiştirilmiş şeklidir. Kredi sözleşmeleri ve bunlarla ilgili hesap özetleri ile krediyi kullandıran (banka) tarafından usulüne uygun olarak dü­ zenlenmiş diğer belge ve makbuzlar İİK. 68/1'de belirtilen belgelerden sayılır. İİK.nun 68/b maddesi, takip dayanağının niteliği yönünden 68/1. maddesine yollama yapmıştır. Bu yollama nedeni ile alacaklı, itiraz üzerine, merciden anılan belge nedeni ile itirazın kesin olarak kaldırılmasına karar verilmesini isteyebilecektir. Böyle olunca, itirazın kaldırılması İİK.nun 68. maddesinde yazıl yönteme göre sürdürülüp sonuçlandırılır" (13). Görülüyor ki, HGK., çok açık biçimde görüşünü ortaya koymuş, konuya ilişkin duraksamalara set çekmiştir. 12. HD.'nin 29.1.1991 tarihli içtihadı, HGK.'nun kararı ile, hesap özeti dışında kalan diğer belgeler yönünden ters düşmektedir. Doğru ve yasaya uygun olanı HGK. içtihadıdır. Hesap özetine süresindeki itiraz, imza inkarında bulunabilme imakını muhafaza bakımından yeterlidir. Bu çeşit takipte, borçluya ÖE çıkar. Borçlunun yedi günlük süre içinde icra müdürü nezdinde itirazda bulunma hakkı vardır. İtiraz ve muhtevası hakkında İİK.nun genel hükümleri uygulanır. 68/b maddesinde, 150/1. maddesi hilafına, gayri nakdi kredilerden bah­ sedilmemiştir. Krediyi kullandıran tarafın, borçlu lehine aralarındaki kredi (kontrgaranti) sözleşmesi gereği teminat mektubunu tazmin etmesinden do­ layı, borçluya rücu amacı ile açtığı takipler açısından, 68. madde hükmüuygulanmakta idi. 68/b maddesinin yürürlüğe girmesinden sonraki dönemde dahi krediyi kullandıran taraf, bu maddedeki şartlara uymak suretiyle 68/b, dilerse 68. maddeye göre (sözleşme, teminat mektubu ve bu mektubun taz­ minini gösteren belgeye) dayanmak suretiyle adi takip açabilir. 5) Üçüncü k iş i bakımından uygulam a şe kli: Karz aktinde, adi veya müteselsil kefaletin sözkonusu edildiği, yahut açılmış veya açılacak kredinin (13) HGK.'nun 19.6.1991, 1991/12-314, 1991/385 sayılı içtiadı. Y. Semih ÖKTEMER 167 teminatını oluşturacak tarzda şahsi veya ayni biçimde borçluya kefil olun­ ması hallerinde, adi şekilde veya ipotek gibi teminat vererek kefil sıfatı ile borcun tediyesini yüklenmiş üçüncü kişi hakkında da 68/b, 150/1. maddeler uygulama yeri bulmaktadır. Borcun ödenmesine teminat veren bu üçüncü kişiye hesap özetinin gönderilmesine gerek yoktur. Kefilin borcu, asıl borçla yakından ilgilidir. Asıl borç itiraz edilmemekle kesinleşmiş ise, bu borç miktarı kefil yönünden de bağlayıcı hale gelmiş demektir. Kendisine hesap özetinin tebliğ edilmemiş olması, esas yönünden kefile iteraz hakkı veremez. Tabiidir ki, kefilin, göreve ve yetkiye, borcun imhal veya itfa edildiğine, zamanaşımına uğradığına dair itirazda bulunma hakkı saklıdır. Keza, asıl borçlu hesap özetine itiraz etmemiş olsa bile, kefilin, hesap özetinin düzenlenmesine esas alınan belgelerde kendisine izafe edilen imza­ ları reddetme hakkı ortadan kaldırılamaz. Mesela, kefil, kredi sözleşmesinde yer almış imzanın kendisine ait bulunmadığını öne sürebilir. 68/b maddesinin son fıkrasındaki hilafına hüküm sadece "krediyi bizzat kullanan taraf" açısın­ dan geçerlidir, başkalarına teşmil olunamaz. Hesap özetine itiraz edilmemesi, sadece asıl borçlunun imza yönünden takibe itiraz etme yetkisini kaldırır. Ancak, Yargıtay'a göre, hesap özetinin kefile de tebliği şarttır. Zira, BK.nun 491. maddesinde asıl borcun muacceleyiti borçluya ihbarı arıyor ise bu ihbarın kefile de yapılması gerekir, kefile tebliğ yok ise veya kefil hesap özetine itiraz etmiş ise itirazı kaldırılamaz (14). Bu görüş, 68/b maddesine uygun değildir, hele asıl borçlu itirazda bulunmamış ise, kefil için miktar yö­ nünden kesinleşme olmadığını öne sürmek takip hukukuna uymaz. İİK.nun rehnin paraya çevrilmesini düzenleyen (146-153) maddeleri incelendiğinde, uygulanacak usul bakımından, borçlu ile rehin veren üçüncü kişinin hukuki statüsünün birbirinden dikkatle ayrıldığı, özellikle borçluya ve rehin verene tebligat yapılmasını arzuladığı durumlarda açıklama yaptığı görülmektedir. Nitekim, 146 ve 149. maddelerde "borçluya ve rehin maliki 3. şahsa", 149/a, 149/b, 150. maddelerde "borçlu ve 3. şahsa" hepsinden daha vazıh şekilde 150/ı maddede "hesap özetinin krediyi kullanan tarafa" tebliğinden bahse­ dilmiştir. Rehin veren kişinin "krediyi kullanan taraf" olmadığı kuşkusuzdur. Eğer kanun yapıcı, rehin verene hesap özetinin tebliğini arzu etse idi, yuka­ rıda yazılı maddelerde olduğu gibi, 68/b ve 150/ı maddelerinde açıklayabi­ (14) 12. HD.'nin 23.11.1993, 1993/14291-18329 sayılı içtihadı. 168 İCRA VE İFLAS KANUNUNUN 68/b VE 150/1 MADDELERİNE İLİŞKİN UYGULAMA lirdi. Açıklık getirmemiştir, zira arzu etmemiştir ki, kanunun sistematiği de bunu emretmektedir. Çünkü, gerçek sorumlu rehin verilen şeydir, limitle sı­ nırlı üçüncü kişiye ait rehin paraya çevrilmekle, rehin maliki sorumluluktan kurtulur. Rehin maliki üçüncü kişiye İE veya ÖE tebliğini emreden kanun, bu kişiyi aslında krediyi kullanan borçlunun, limit dahilinde kalmak kaydı ile, borcunu ödemek suretiyle, rehinden kurtarmasını amaçlamıştır. Bu özel hü­ kümler ortada iken, genel nitelikteki BK.nun 491. maddesi uygulanmalıdır diyen özel Daire görüşünün fevkalade yanlış olduğunu "rehin veren üçnücü kişiye hesap özeti tebliğine lüzum olmadığı" yolundaki 12. HD.'nin daha ön­ ceki içtihadına dönülmesini, böylece kanunun lafzına ve ruhuna uygunluk sağlanacağını düşünüyorum. IV - 150/1 MADDESİNİN UYGULAMA BİÇİMİ Konuyu daha iyi aydınlatabilmek bakımından, 3494 Sayılı Kanundan evvelki safha ile sonraki dönemi yekdiğerinden ayırmak doğru olacaktır. 3494 Sayılı Kanundan önceki İİK. maddelerine göre, takibin dayanağı belgeye nazaran, eğer ipoteğin teminatını teşkil ettiği meblağ münhasıran bir borç ikrarından ibaret ise İE, açılmış veya açılacak kredi veya cari hesabın te­ minatı ise ÖE. çıkarılmakta.idi. 150/1. maddesi işte asıl bu noktada yenilik getirmiştir. Borç, münhasıran bir para borcu ikrarını muhtevi belgeye da­ yansın dayanmasın, daha açık bir deyimle, ipotek akit tablosu kayıtsız ve şartsız bir para borcunu ihtiva etmese dahi, akit tablosunda, işleyecek bir hesap nedeni ile teminat veren üçüncü kişi ise onun aleyhinde, ipoteğin pa­ raya çevrilmesi yolu ile açılan takipte, artık borçlu ve üçnücü kişiye ÖE değil, İE çıkarılacaktır. Kanunun bu hükmü, krediyi kullandıran lehine büyük ko­ laylıklar sağlamıştır. Zira, İE çıkarılmasının pratik bir takım sonuçları vardır. Daha önce, İİK. 149/b'ye göre, ÖE ne vaki itiraz takibi durdurduğu halde, halen 150/1. maddesi uygulanacak ise, borçlu itirazını İTM ne bildirecek,bu başvuru takip seyrini ilgilendirmeyecek, tıpkı ilamlı takip usulünde olduğu üzere, icranın geri bırakılması hakkında İİK.nun 149/a maddesinin yollama yaptığı aynı kanunun 33. maddesinin 1, 2, 4. fıkraları uygulanacaktır. Bu suretle icranın geri bırakılması büyük çapta zorlanmıştır. 150/1. madde, 3182 Sayılı Bankalar Kanununun 91. maddesinin daha genişletilmiş şeklidir. 91. madde uygulanmasında krediyi kullandıranların bu madde uygulanmasında, bilhassa borç ikrarına dayanan takipte önemli bir müşkilatla karşılaştıkları söylenemez. Nakdi krediler gibi gayri nakdi kredile­ rin de madde kapsamına alındığı izlenmektedir. Gayri nakdi krediler, genel­ Y. Semih ÖKTEMER 169 likle bankaların müşterileri lehine verdikleri garantileri -teminat mektubu, kontrgaranti, aval, kefalet vs - ifade etmektedir (15). Bu maddenin uygulanması, 68/b maddesinde olduğu gibi, hesap özeti düzenlenmesi ve tebliğine bağlıdır. İpotek veren üçüncü kişi ise ona hesap özeti gönderilmesi ve tebliği gerekmez. Cari hesap, kısa, orta, uzun vadeli kredi şeklinde işleyen bir krediyi kullandıran taraf, ipotek akit tablosunda ka­ yıtsız şartsız bir para borcu ikrarı yazılı olmasa bile, krediyi kullanan asıl borçluya, cari hesabın kesildiği veya kredi hesabının muaccel kılınması so­ nucunu doğuracak biçimde düzenlenmiş hesap özetini noter aracılığı ile göndermelidir. Krediyi kullanan, tebellüğ tarihinden itibaren başlayacak sekiz günlük süre içinde, bu hesap özetine itiraz hakkına sahiptir. Gayri nakdi kredinin ödenmiş olması nedenine dayanan istek dahi uynı usule tabidir. Bir görüşe göre, krediyi kulanan bu hesap özetine veya tazmini talebine sekiz gün içinde itiraz etmesi değil, fakat bu süre içinde karşı tarafı itirazın ulaşması -krediyi kullandıran tarafından tebellüğ edilmiş olması- gereklidir (16). Bu görüşe katılmak mümkün değildir. Yargıtay ise, maddedeki sekiz günlük sürenin, "itirazın notere tevdi süresi" olduğu içtihadında bulunmuştur (17). Kanımca, 150/1. maddesi metni bu konuda gayet açıktır. Krediyi kul­ landıran, hesap özetini veya tazmin talebini "noter marifetiyle" gönderecek, krediyi kullanan taraf ise, sekiz gün içinde itiraz edebilecektir. Bu sekiz gün, hesap özetine itiraz süresi olup, noter tebliği ile başlar, genel hükümlere göre hesaplanacak sekizinci iş günü sonunda biter. 68/b maddesi hilafına, itiraz süresi bir ay değil, sekiz gün olarak tesbit edilmiştir. 68/b maddesine göre, itiraz şekle tabi olmadığı halde, 150/1. maddesi uyarınca çıkmış noter tebli­ gatına itiraz dahi noter aracılığı ile yapılacaktır. Bu konudaki şekle uymayan, mesela iadeli taahhütlü mektupla yahut telgrafla vaki itiraz geçerli olmaz, muhatap borçlu, hesap özetine itiraz etmemiş sayılır (18). Fakat dava halin­ de, bu halin geçerlilik değil, ispat şartı sayılması, tıpkı TTK.nun 20/3. mad­ desi gibi, daha doğru olur. Krediyi kullandıran yahut tazmin isteğinde bulunan taraf, açacağı, ipo­ teğin paraya çevrilmesi yolu ile takipte, icra müdürüne, noter aracılığı ile (15) Prof. Dr. Seza Reisoğlu, age., sh. 16. (16) Prof. Dr. Seza Reisoğlu, age., sh. 16. (17) 12. HD.'nin 23.3.1989, 1988/8724-1989/4065 sayılı içtihadı. (18) 12. HD.'nin 5.12.1990, 1990/11765-12692 sayılı içtihadı (Yargıtay Kararları Dergisi, 6/ 91 -Sh. 887). 170 İCRA VE İFLAS KANUNUNUN 68/b VE 150/1 MADDELERİNE İLİŞKİN UYGULAMA gönderme işlemini tevsik eden noterden tasdikli örneği de ibraz zorundadır. Maddede açıkça yazılı olmamakla beraber, borçluya tebliğ tarihi de bu bel­ gede belirtilmiş olmalıdır. Kanımca, böyle bir belge mevcut bulunmadıkça, icra müdürü borçluya İE çıkaramaz, bu hususu resen gözetmelidir. Bu bel­ genin ibraz edilmemesine rağmen İE çıkarılmış ise, borçlu İİK.nun 16. maddesi uyarınca yedi gün içinde şikayet hakkını kullanabilir. Borçlunun id­ diası sabit olursa, İTM ce, İE nin iptaline karar verilmelidir. Maddenin son bölümünde itiraz ve şikayet kavramları karıştırılmıştır. İE yersiz çıkarılmış ise İTM, İE nin iptaline karar verecektir. Alacaklı, bu noksanlığın ikmal olunmasından sonra, yeniden İE çıkarılmasını isteyebilir. Eğer borçlu hesap özeti veya tazmin talebine usulü dairesinde ve süresi içinde itiraz ettiğini isbat edecek olur ise, 150/a maddesinde olduğu gibi, İTM, alacağın esası ile ilgili olarak, 68/b madesinin son fıkrasına göre, krediyi kullandıran taraf nezdindeki (banka kayıtları, belge ve makbuzlar) üzerinde yapılmasını sağlayacağı incelemeye göre sonuca varacaktır. İşin halli yargılamayı gerektirmez (19). 3494 Sayılı Kanun, ipotek veren borçlunun sorumluluk sınırı bakımın­ dan MK.nun 760, 790. maddeleri uygulamasında bir değişiklik getirmemiş­ tir. —oOo— (19) 12. HD.'nin 5.10.1989, 1989/2416-11675 sayılı içtihadı. fr = . • t ü k e t ic i h u k u k u AMERİKA BİRLEŞİK DEVLETLERİ'NDE TÜKETİCİNİN KORUNMASI Çeviren Levent YAVUZ (*) • ANLATIM D Ü ZE N İ: I- Giriş. II- Amerika Birleşik Devletleri'nde Tüke­ ticinin Korunması. III- S o n u ç . I - GİRİŞ Ülkemizde, bugünlerde "Tüketici Hukuku" alanında önemli gelişmeler yaşanmaktadır. "4077 sayılı Tüketicinin Korunması Hakkındaki Kanun"un yürürlüğüyle birlikte, temel tüketici hakları da güvence altına alınmıştır. Bunlara ek olarak, yakın tarihlerde yasalaşan "4054 sayılı Rekabetin Ko­ runması Hakkındaki Kanun", "4110 sayılı Yasa ile değişik Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu", "551 sayılı Patent Haklarının, 554 sayılı Endüstriyel Ta­ sarımların, 555 sayılı Coğrafi İşaretlerin, 556 sayılı Markaların Korunması Hakkındaki Kararnameler" yoluyla da ticarette dürüst ve serbest rekabeti geliştirici düzenlemeler yapılarak; ticari faaliyetlerin nihai amacı olan tüketi­ cinin sağlıklı bir ortamda gereksinimlerini gidermesi için gerekli olan yasal önlemler alınmıştır. Dünyadaki benzerleri gibi ülkemizde de tüketici örgütlerinin oluşumu bizzat devletçe teşvik edilmiş ve bu örgütlere yasa önünde bazı haklar ta­ nınmıştır. Şüphesiz yasal düzenlemeler bu alanda tek başına yetirli olma­ maktadır. Tüketicinin bilinçlendirilerek haklarından haberdar edilmesi için ilgili tüm kurum ve kuruluşlar tarafından bu amaçla çok sayıda açık oturumlar düzenlenmektedir. Bunlardan önemli bir tanesi de, Ülkemizde ilk kez kutla­ nan 15 Mart Dünya Tüketiciler Günü nedeniyle İstanbul'da yapılmıştır. İki gün süren konferansın başlığı "Küçülen Dünyada Büyüyen Tüketici Hakla(*) Ankara 5. Sulh Hukuk Hâkimi. 172 AMERİKA BİRLEŞİK DEVLETLERİNDE TÜKETİCİNİN KORUNMASI rı"dır. Tüketici cenneti olarak bilinen Amerika'nın Tüketici Birliği Başkanı, Avrupa Birliği Tüketici Politikaları Genel Direktörü ve Uluslararası Tüketiciler Örgütü Başkanı, üniversite öğretim üyeleri ve tüketici meselesinin dünya çapında en yetkin isimleri, bu uluslararası konferans nedeniyle İstanbul'da biraraya gelmişlerdir (1). Böylece tüketici hukukunun uluslararası boyutu da ortaya çıkmaktadır. Çeviri, temel tüketici haklarından olan "tüketicinin tazmin edilmesi hakkı" ile ilgili olarak Amerika Birleşik Devletleri sorumluluk hukukundaki değişiklik ve gelişmeler hakkındadır. Tüketici Hukukunun esaslı kaynağını ABD. Mahkemelerinin verdiği kararlar oluşturmaktadır. Bu ülke yargıçlarınca ge­ liştirilen mutlak sorumluluk (strict liability) sistemi; imalatçı-satıcı zincirinde yer alan herkesin, ayıplı üründen kaynaklanan ve tüketicinin özel tüketimine ayırdığı malvarlığında veya bedensel bütünlüğünde yol açtığı zararlardan dolayı, aralarında bir akdi ilişkinin varlığı aranmaksızın, kusursuz sorumlu tutulması esasına dayanmaktadır. Ülkemizde de bu alanda tüketici ihtisas mahkemelerine yansıyacak da­ valarda imalatçının sorumluluğuna ilişkin kararlar tüketici hukukunun oluş­ masında önemli yer tutacaktır. İşte bu tür uyuşmazlıklarda gerektiğinde ya­ rarlanılacak bir kaynak oluşturması bu yazının amacını oluşturmaktadır. II- AMERİKA BİRLEŞİK DEVLETLERİNDE TÜKETİCİNİN KORUNMASI (2) Şunu hemen belirtmek gerekir ki, ABD.'de bir tane hukuk sistemi mevcut olmayıp, her federal devlet kendi hukuk sistemine sahiptir. Bu araştırmada geçen "Amerikan Hukuku" tüm federal devletlerin büyük çoğunluğunca pren­ sip olarak benimsenen sistemdir. Güçlüklerin üstesinden gelebilmek amacıy­ la, bugünlerde ABD.'nin tümünde geçerli olacak şekilde imalatçının sorumlu­ luğuna ilişkin tek-biçim (yeknesak) bir yasa tasarısı tartışılmaktadır. Bu konuya ilişkin uygulama, ABD.'ye ithalat yapan ya da yapmayan imalatçıları yakından ilgilendirmektedir. Amerikan sistemi de İngiliz yargıç­ larınca geliştirilen sözleşme ve haksız fiil sorumluluğu kuralları ile aynı kök­ ten gelmekteydi. Ancak, son 40-50 yıldır Amerikan yargıçları bu kurallardan (1) Meral Tamer; "2005 Yılında Nasıl Bir Tüketici", Tüketici Gözüyle, M illiyet Gazetesi, 8.3.1996. (2) W hincup Michael; Product Liability Law 1985. Aldershot, Hants (publıshed): Gower Publishing Company Limited. Levent YAVUZ 173 ayrılarak kısaca "imalatçının sorumluluğu" olarak bilinen sorumluluk hukukun yeni bir türünü oluşturmuşlardır. 1965'te basılan ve "Tüketiciye veya Kullanana Bedensel Zarara Neden Olan Üründen Dolayı Satıcının Özel Sorumluluğu" başlıklı yazıda geçen Amerikan Mahkemesi kararlarında özetle: Üründeki sebebi bilinemeyen bir ayıp nedeniyle tüketici veya son kulla­ nıcısına ya da onun malvarlığına zarar veren bir satıcı bu zarardan dolayı sorumlu olacaktır. Bunun için; a- satıcının işi gereği bu tür malların satıcısı olması, b- ürünün satıldığı tarihte sahip olduğu özelliklerinde esaslı bir de­ ğişikliğe uğramamış olması gereklidir. Bu kural; a - satıcı ürünün hazırlan­ ması ve satışı sırasında gereken tüm özeni göstermiş olması ve b - tüketici veya kullanıcı ile ürünün satıcısı arasında herhangi sözleşme ilişkisi olma­ ması hallerinde de geçerli olduğu belirtilmiştir. Reklam, etiket veya başka bir şekilde malın kendisi tarafından satıldığı izlenimini veren ve satım işiyle uğraşan bir kimse; ürünün kalitesi veya nicelik ve nitelikleri hakkında kamuyu yanılttığı taktirde bu yanılgıdan doğan güven nedeniyle ürünü satın alan tüketicinin uğradığı bedensel yaralanmadan do­ layı sorumludur. Bu yanılgının sahtecilik veya ihmalkârlık sonucu oluşması veya ünü kullanan ile satıcı arasında bir sözleşme ilişkisi olmaması hali de bu sorumluluğu ortadan kaldırmaz. Mutlak sorumluluk koşullarının, sözleşme dışı sorumluluğa da uygulan­ masının pratikteki sonucu ihmalin gözönüne alınmamasına yol açmasıdır. Bu belirleme birkaç bakımdan, öncelikle de ileride anlatılacağı üzere ilaçlar bakımından değerlendirilebilir. Fakat, öte yandan davacı sadece ürünün makûl olan güvenilirliğe sahip olmadığını kanıtlayacaktır. Buna örnek; ürü­ nün kendisinden beklenen normal iş yapma gücünün dışına çıkarak zarara neden olmasıdır. Bir ürünün nedeni belirlenemeyen şekilde tehlikeli olup ol­ madığının saptanması için, ürünün taşıdığı riski bilebilecek durumdaki ve makûl surette hareket etme yeteneğine sahip bir insanın davranışı sonucu zararın oluşup oluşmayacağı gözönüne alınır (Bacceleri v Hipter davası 1979). Beklenmeyen ve nedensiz bir ayıbın ortaya çıkması halinde ise satıcı veya ilamatçı bundan kaçınmak için gerekli tüm uyarı tedbirlerini almamaktan dolayı sorumludur. Doğabilecek riskin ne olduğunu veya ne olabileceğini bilip bilmemesi şartı aranmaz (Jackson v Coast Paint Co, 1974). 1969 tarihli Elmore v American Motors davasında, aracın şaftındaki bir arazıdan veya metal yorgunluğundan kaynaklandığı düşünülen bir araba 1 74 AMERİKA BİRLEŞİK DEVLETLERİ'NDE TÜKETİCİNİN KORUNMASI kazasında; Amerikan Mahkemesi, bunlardan hangisinin doğru olduğunu araştırmaya gerek görmemiş, sadece kamuya otomobil dağıtımı işinde, sat­ tıkları araçların neden olduğu bedensel yaralanmadan dolayı imalatçı ve satıcının haksız fiilden doğan mutlak sorumluluk (stricly liable) altında taz­ minle yükümlü olduğunu belirtmiştir. Buna karşın İngiliz Mahkemelerinde davacı kazanın neden ileri geldiğini kanıtlamak zorundadır (Sumner v Henderson 1963). Benzeri bir şekilde 1959 tarihli Goodrich v Hamond davasında, mahke­ me "patlamayan lastik" imalatçısını, davacının nasıl ve neden patladığını kanıtlamasına gerek görmeksizin zarardan sorumlu tutmuştur. 1960 tarihli Henningsen v Bloomfield davasında da yeni aracın aniden yoldan çıkarak şiddetli hasar görmesi sonucunda; kazanın neden ileri geldiğinin saptanması olanaksız olmasına rağmen imalatçı sorumlu tutulmuştur. Bu tür güçlükler çoğunlukla ciddi kazlarda ortaya çıkmaktadır. Ancak, Amerikan Mahkemeleri çoğunlukla "bir arıza mevcuttur" gerekçesiyle imalatçının kusurlu olduğunu belirtmektedirler (Scanio v General Motors, 1974). İmalatçının sorumlu tutulabilmesi için kusurlu olduğunun ve arada bir sözleşme ilişkisi bulunduğunun kanıtlanması gerekmez. 1974 tarihli Crocker v VVintrop Laboratuvarları davasında, bağımlılık yaratmadığı ve zararsız ol­ duğuna dair gerçek dışı reklam yoluyla satışa sunulan ilacın neden olduğu zarardan imalatçının sorumlu olduğuna karar verilmiştir. Ancak, imalatçının mutlak sorumluluğu olmasına rağmen, bu sorumluluk kesin değildir. Bir başka deyişle, genel inanışın tersine, hangi sebeple olursa olsun hertürlü kazaya uygulanan bir sorumluluk sistemi değildir. Kesinlikle güvenli olan malları da bu sorumluluk sistemi kapsamaz. Örneğin, balık ye­ meği sipariş eden bir müşteri, kılçık boğazına kaçtığı için dava hakkına sahip değildir (VVebster v Blue Ship, 1964). Scholler ve Wilson Certified Foods (1951) davasında da çiğ domuz etindeki tehlikelerden dolayı Amerikan Mahkemesi aynı sonuca ulaştı. Yine doğalgaz kazalarında da hemen hemen belirgin olan tehlike nedeniyle aynı kararlara varılmıştır (Heil v Hedges, 1951), (Harris v Nothwest Natural Gas, 1979), (Person v NW Gas Board, 1968). Amerika'daki birçok yararlı tüketiciler açıklanan bu sisteme rağmen tazminden yoksun kalmaya devam edeceklerdir. Kullanıcının katılımı veya bizim deyimimizle kusurlu iştiraki nedeniyle açılan davaların bazıları başarısızlıkla sonuçlanmaktadır. Örneğin, kişi gö­ Levent YAVUZ 175 rünen tehlike ile yüz yüze gelmek için gönüllü olarak veya nedensiz olarak bir işlemde bulunmuş olabilir. 1976 Melia v Ford Motors davasında gizli ayıplara karşı kullanıcının gerekli araştırma ve önlem alma yükümlülüğünü yerine getirmeyerek iştirak halinde kusurlu olduğu yolundaki bir savunma mahkemece kabul edilmemekle birlikte; imalatçının kusursuz sorumluluğu yanında, bu sorumluluğun davacının kusuruyla birleşmesi halinde, azaltılabilmesinin mantıken güç olduğu tartışılmış ise de, bir çok kararlarda kullanan tüketicinin iştiraki kabul edilmiştir. Kötü kullanma da bununla bağlantılı olan bir başka problemdir. 1967 tarihli Schemel v General Motors ve aynı tarihli Heaten v Ford Motors da­ valarında olduğu gibi; makûl bir güvenilirliğe sahip olan aracın ilamatçısı, aracın aşırı hızda kullanılmasından doğan bir arızadan dolayı ya da aşırı yükleme sonucu tekerleklerin patlamasından dolayı sorumlu olmayacaktır. Alkol ve tütün üreticileri de ürünlerinin ihtiyatsızlıkla kullanılmasından doğan zarar nedeniyle henüz sorumlu tutulmamışlardır (Lartique v Reynolds To­ bacco, 1963). Yine bir ürün imal edildiğinde makûl güvenilirliğe sahip iken sonradan kullanım sırasında ya da gelişen yüksek güvenlik standartları karşısında daha az güvenilir hale gelebilir. İşte davada bu nedenlerin varlığı veya bun­ lardan birinin açıklanması halinde de sorumluluk söz konusu değildir. Daha da ilerisi, mutlak sorumluluk ilkesine rağmen ürünün imal edildiği tarihteki bilimsel düzeye göre en iyi güvenlik standartlarına uygun üretildiği savun­ ması da mahkemede ileri sürülebilir (state of the art defence: bilimsel düzey savunması). Kullanım sırasında otaya çıkan ayıptan doğan zarara gelince; 1958 ta­ rihli Stuckey v Young davasında; 11 yaşında ve yaklaşık 200.000 mil yol yapmış ve yeni sahibi tarafından da elden geçirilmiş bir kamyonun aşırı yüklü olarak kaza yapması halinde imalatçı sorumlu görülmemiştir. Ancak, 1958 tarihli Pryor v Lee Moore davasında mahkeme 15 yıllık kullanımdan sonra bozulan matkabın orijinal metal bileşimindeki ayıp nedeniyle imalatçının so­ rumlu olduğuna karar vermiştir. İngiliz hukukunda ise teoride bu şekilde bir davanın açılabilmesi olanaklı olmasına rağmen, aradan geçen uzun sürenin tekbaşına böylesi ayrıntılı soruşturma yapılmasına engel oluşturduğu uygu­ lamada kabul edilmiştir (Evans v Triplex, 1936). Belki de imalatçının sorumluluğu bakımından en tartışmalı konu, ilaç 176 AMERİKA BİRLEŞİK DEVLETLERİ NDE TÜKETİCİNİN KORUNMASI üreticilerine olan etkisidir. Uygulamada Amerikan ilaç davalarında sorumlu­ luk; çoğunluğu halihazır İngiliz hukukundaki kusur kavramına göre ilacın uygun olarak test edilip edilmediği, uyarılar ve yararlanma olasılığı gözönüne alınarak değerlendirilmektedir. Kimler mutlak olarak sorumludur? Teoride; mesleği gereği üretim veya dağıtım işi ile uğraşan her kişi bu mallardan dolayı sorumludur. Uygulamada çoğu davalar imalatçıya karşı açılır. Sorumlulardan hangisinin dava edileceği yaralanan kişinin seçimidir. Davacı seçimini yaparken bunlar için önceden ödeme gücü en uygun olanı, uygunluğunu ve kaynaklarını gözetecektir (Vandermark v Ford 1964). Tek-Biçim İmalatçının Korunması Yasa Tasarısı uyarınca tıpkı İngiliz hukukunda olduğu gibi ispat yükü imalatçıdadır ve sorumluluk için satıcı ile arada sözleşme bağı olması gerekmez (3). İmalatçı - tüketici zinciri içerisinde davacının iddialarına karşı ileri sürü­ lebilecek itirazların varlığı Amerikan Mahkemelerinin ilgi alanı olmuştur. Mutlak sorumluluk ilkesi zarar gören tüketici için imalatçı ve satıcıya karşı en iyi korumayı sağlar ve aralarındaki sürekli ilişki sırasında bu kişiler böylesi bir korumanın gerektirdiği maliyet artışını ayarlayabileceklerinden bir ada­ letsizlik doğurmaz. Ancak, zarara yedek parçanın sebebiyet vermesi halinde imalatçının sorumlu olup olmayacağı tartışılmıştır. 1963 tarihli Ford v Mathis davasında olduğu gibi, mahkeme böyle bir durumda imalatçının kendisinden beklenen tüm özeni göstermesine rağmen belirleyemediği yedek parça ku­ surundan dolayı da sorumlu olabileceğini kabul etmiştir. Yukarıda altı çizilen örneklere konu kurallara göre; ayıp nedeniyle zarar gören herhangi bir kisme dava açabilecektir. Davacının ayıplı malın maliki olması şart değildir. Bu kişi kullanıcı olabileceği gibi, ayıplı mal kullanıcısının ellerinde iken zarar gören bir kişi de olabilir. Bu nedenle frenlerindeki bir ayıp nedeniyle kendisine bir arabanın çarptığı yaya da imalatçıya karşı koruna­ caktır (Kuschy v Norris, 1964). Tek-Biçim İmalatçının Sorumluluğu Yasa Tansına göre; imalatçının sorumluluğu temelinde kısmen sözleşmesel olmakla birlikte, bu sorumlulu- (3) Konu hakkında geniş açıklama için bkz.; Yavuz L., Birleşik Krallık 1987 Tarihli Tüke­ ticinin Korunması Yasasının Kısa Açıklaması, Ankara Barosu Dergisi, Sayı: 1992/4, Yıl: 49. Levent YAVUZ 177 ğun anlaşma yoluyla kaldırılması olanaksızdır. Yasanın 402/A maddesi so­ rumluluğu kısıtlayan ya da ortadan kaldıran sözleşme yapılmasını veya uyarı hükümleri konulmasını yasaklamaktadır (4, 5). Maddeye göre, hangi garanti teorilerine dayanılırsa dayanılsın, imalatçının sorumluluğunun teme­ linde haksız fiil sorumluluğu bulunmaktadır. III- S O N U Ç Yukarıda da belirtildiği gibi 4077 sayılı Yasa ile ülkemizde de temel tü­ ketici hakları güvence altına alınmıştır. Ancak, kamuoyunda yasanın so­ rumluluk hukukunda getirdiği önemli değişiklikler yerine sadece tüketicinin satın aldığı mal ve hizmetin ayıplı çıkması halinde bunların değiştirilmesi, geri alınması ya da bedelinden bir miktar indirim yapılması gibi günlük ge­ reksinimleri karşılayan yönü ön plana çıkartılmaktadır. Oysa, başta ABD. olmak üzere tüm gelişmiş ülkeler tüketicinin, yalnız ulusal değil uluslararası boyutlarda da, ayıplı mal ve hizmetlerin yol açtığı bedensel yaralanma ve malvarlıklarında oluşan zarara karşı en etkin biçimde korunması ve tazmin edilmesi için gerekli hükümlerin yasalaşmasını ve tüketicilerinin bu yolda bi­ linçlenmesini ve örgütlenmesini sağlamakla uğraşmaktadırlar. Kanımca, 4077 sayılı Yasanın ülkemizde tüketicinin korunmasına ya­ pacağı en büyük katkı olan "tazmin edilme hakkı"nda getirdiği kolaylık ve değişikliklerin yorumlanması ve topluma aktarılması görevi hukukçulara düşmektedir. Bu amaçla gerektiğinde tüketici hukukunda öncülük yapan ve kaynak oluşturan ülkelerin mevzuat ve uygulamalarından da yararlanılabilmesi ve ülkemizin yeni oluşmakta olan tüketici hukukuna bir katkı sağlaması bu çevirinin asıl amacını oluşturmuştur. —oOo— (4) Bu maddedeki yasağa benzer bir düzenleme de, 25 Haziran 1985 tarihli "Avrupa Topluluğu'na Üye Ülkelerin Ayıplı Ürünlere İlişkin Mevzuatlarının Uyumlu Hale Getirilm esi­ ne D air Konsey Direktifi'nin 12. maddesi ile getirilm iştir (D irektif hakkında geniş bilgi için bkz.; Yavuz L., Tüketicinin Korunması Bakımından İmalatçının Sorumluluğu, An­ kara Barosu Dergisi, Sayı: 1992/2, Yıl: 49). (5) Avrupa Birliği'nde yakın tarihlerde yürürlüğe giren bir Konsey Direktifi ile de; tüketici aleyhine eşitsizlik yaratacak şekilde sorumluluğa, ispat yükümlülüğüne uygulanacak hu­ kuka, sürelere ilişkin olarak imalatçı tarafından tek taraflı bir şekilde sözleşmelere ko­ nulan koşulların geçersiz olacağı kabul edilm iştir (Bu konuda geniş bilgi için bkz; Yavuz L., Avrupa Birliği ve Türkiye'de Tüketici Sözleşmelerindeki Adil Olmayan Sözleşme Şartlan, Türkiye Barolar Birliği Dergisi, Sayı: 1995/2, Yıl 8). .. • === ÖZEL HUKUK VS ) MERA DAVALARI VE MERALARIN ÖZEL MÜLKİYETE DONUŞUMUNU ÖNGÖREN DÜZENLEMELER Mehmet Handan SURLU (*) • ANLATIM D Ü ZE N İ: I- Giriş. II- Devlet Malları (İdare Malları) ve Tür­ leri. 1- Eski Hukukumuzda Toprak düzenlemesi ve Meralar. A- Arazi Ka­ nunnamesinden Önceki Durum. B- Arazi Kanunnamesi Dönemi. 2- Cumhu­ riyet Döneminde Toprak Düzenlemesi ve Meralar. A- Medeni Yasa, a- Me­ deni Yasamızdaki Kurallar, b- Medeni Yasa Karşısında Arazi Kanunname­ sinin Yürürlükte Olup Olmadığı Sorunu. B- Diğer Yasalar, a- 422 Sayılı Köy Kanunu ve 3367 Sayılı Yasa, b- 474 Sayılı Yasa, c- 2502 Sayılı Yasa, d2510 Sayılı Yasa, e- 1580 Sayılı Yasa, f- 2613 Sayılı Yasa, g- 2644 Sayılı Yasa, h- 4753 Sayılı Yasa. ı- 1757 Sayılı Yasa, i- 766 Sayılı Yasa, j - 3402 Sayılı Yasa, k- 3083 Sayılı Yasa. I- 3202 Sayılı Yasa. m. 3194 Sayılı Yasa. IV- Meranın Tanımı, Özellik ve Nitelikleri İle Rejimi. 1- Tanımı. 2- Unsurları, a- Tabii Unsur, b- Sosyal Unsur, c- Hukuki Unsur. 3- Özellikleri. 4- Kullanma ve Yararlanma Hakkının Niteliği. 5- Meraların Hukuki Rejimi. V- Meranın Kanıtlanması Sorunu. 1- Tahsis (Özgüleme). A- Cumhuriyet Öncesi Tahsis Belgeleri. B- Cumhuriyet Sonrası Tahsis Belgeleri, a- 474 Sayılı Yasa, b- 885 Sayılı Yasa, c- 2502 Sayılı Yasa, d- 2510 Sayılı Yasa, e- 4753 Sayılı Yasa, f- 1757 Sayılı Yasa, g- 3083 Sayılı Yasa, h- 3202 Sayılı Yasa. ı- 442 Sayılı Yasa. 2- Kadim Kullanma. VI- Açılacak Davalar. VII- Mera Davalarında Usul Konuları. 1- Görev. A- İdari Yargının Bakacağı İşler. B- Adli Yargının Ba­ kacağı İşler, a- Genel Kural, b- İstisnalar. 2- Yetki. 3- Davanın Tarafları. ADavacı Olmak, a- Hâzinenin Davacı Olması, b- Belediyenin Davacı Olması, c- Köyün davacı Olması. B- davalı Olmak. C- Halefiyet (Ardalık). 4- Kanıt Değerlendirmesinin Usuli Özellikleri. A- Keşif ve Bilirkişi. B- Tapuya Dayan­ ma. C- Eski Tahsis Belgelerine Dayanma. D- Tanıklar. 5- Diğer Konular. VIII- Meralarda Nitelik Değişimini veya Özel Mülkiyete Dönüşümünü Öngören (*) Yargıtay 14. Hukuk Dairesi Üyesi. Mehmet Handan SURLU 179 Yasal Düzenlemeler, a- 1580 Sayılı Belediye Yasası, b- 3083 Sayılı Yasa, c- 3202 Sayılı Yasa, ç- 442 Sayılı Yasaya 3367 Sayılı Kanunla Getirilen Ek Madde: 14. d- 3194 Sayılı İmar Yasası, e- 4753 Sayılı Yasa, f- Sair Yasa­ ların Değerlendirilmesi. IX- Mera Kanunu Tasarısı ve Getirdikleri. I- GİRİŞ Sanayileşme çabasını sürdüren ülkemizin ekonomik yapısının iki temel öğesini tarım ve hayvancılığın oluşturduğunu söylemek sanırım yanlış ol­ maz, hayvan yetiştiriciliği de büyük ölçüde mer'a hayvancılığı şeklinde ger­ çekleşmektedir (1). İşte bu nedenlerledir ki, mer'alar ekonomik yaşamımızda önemli bir yer tuttuğu gibi, bunun doğal sonucu olarak hukuk alanında da üzerinde titizlikle durulması gereken bir konu olarak karşımıza çıkmaktadır. Bir başka anlamtımla mer'alar Türk Hukukunda düzenlenmesi ve uygulanması yönlerinden sık sık gündeme gelen bir husustur. Biz bu yazımızda, böyle derinlikli bir konuyu olanakları ölçüsünde ana çizgileriyle ve özellikle uygulama açısından açıklamaya çalışacağız. En ge­ nel deyimiyle mer'alar, kamu mallarından bulunduğundan kısaca bu ayrıma değinmek yerinde olacaktır. II- DEVLET MALLARI (İDARE MALLARI) VE TÜRLERİ Devletin taşınır ve taşınmaz malları olabilir. Bu mallara en geniş anla­ mıyla "idare malları" denir (2). İdare malları da kendi içlerinde "özel mallar" ve "kamu mallan" olmak üzere ikiye ayrılır. Bir başka ifadeyle "özel mülkiyete konu olan mallar" ve "özel mülkiyete konu olmayan mallar" diye de sınıflandırılabilecek olun bu mallardan, özel mülkiyete konu olmayanlara çoğunlukla "kamu malları" denilmektedir; ancak bu deyim yerine "devlet malları", "hazine malları", "menfaati umuma ait mallar", "amme emlaki" veya "milli emlak" şek­ linde ifadeler kullanıldığına da rastlanılmaktadır. Bu malları genel anlamda düzenleyen bir yasa mevcut bulunmamaktadır. Medeni Yasamızın 641. maddesi ilk cümlesinde, "sahipsiz şeyler ile menfaati umuma ait olan mallar devletin hüküm ve tasarrufu altındadır" hükmünü koyduktan sonra, son cüm(1) Tarım ve Köyişleri Bakanlığı'nın Tarım sal Üretim ve G eliştirm e Genel M üdürlüğü'nce hazırlanmış bulunan M er'a Kanunu tasarısı genel gerekçesi. (2) Düren, Akın: İdare M allan-A nkara 19/5, Sh. 39, 57, 65, 75. 180 MERA DAVALARI VE MERALARIN ÖZEL MÜLKİYETE DÖNÜŞÜMÜNÜ ÖNGÖREN DÜZENLEMELER lesi ile bir tür malların işletilmesi ve kullanılması hakkında özel kurallar kona­ cağını öngörmüş ise de, bugüne değin böyle bir düzenleme yapılmamıştır. Kamu mallarını 3402 sayılı Kadastro Yasası'nın 16. maddesinden ya­ rarlanarak, kamunun ortak kullanmasına veya bir kamu hizmetinin götürül­ mesine ayrılan yerler ile Devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunan sa­ hipsiz yerler, diye tanımlamak mümkündür. Anılan maddenin (B) bendi; me­ ralara, yaylak, kışlak, otlak, harman ve panayır yerleri gibi "kamu orta mal­ ları" arasında yer vermiştir. Konumuz dışında kaldığından idare mallarının İkincisini oluşturan "özel mallar"ın Medeni Kanun hükümlerine tabi olduğunu belirtmekle yetineceğiz. Kamu malları devletin hüküm ve tasarrufu altındadır. Hüküm ve tasar­ ruftan amaç, devletin bu mallar üzerinde sebep olduğu hakimiyet (egemenlik) yetkisidir (3). III- TOPRAKLARLA İLGİLİ DÜZENLEMELER VE BU DÜZENLEMELERDE MERALARA İLİŞKİN KURALLAR 1 - Eski Hukukumuzda Toprak Düzenlemesi ve Meralar Eski Hukukumuzdaki toprak düzenlemelerini incelerken İslam Hukuku dönemi, Selçuklular dönemi ve Osmanlı İmparatorluğu dönemi ayrımına girmek ve bunları ayrı ayrı incelemek gerekir ise de; biz burada sadece Osmanlı İmparatorluğu Dönemi'ne değinmekle yetineceğiz. Osmanlı İmparatorluğu Dönemini de, Arazi Kanunnamesi öncesi ve sonrası olmak üzere iki başlıkta değerlendirmek uygun olur. Sadece İslam Hukuku'nda mer'a, yaylak ve kışlakların "arazi-i mahmiyye" adını alan topraklardan olduğunu belirtmekte yarar görüyoruz. Yani me­ ralar korunmuş topraklardandır. A - Arazi Kanunrıamesi'nden Önceki Dönem Tanzimat devrine kadar Osmanlı Hukukunda arazi yani toprak hakkında bağımsız bir düzenleme bulunmuyordu. Bu konudaki kurallar eyaletler için çıkarılmış bulunan kanunnamelerin baş kısmına bir mukaddeme (giriş) şek­ linde konuluyordu. (3) Eren, Fikret: Toprak H ukuku-1991, Sh. 284, 285. Mehmet Handan SURLU 181 Tanzimat öncesi Osmanlı Hukukunda toprak; mülk, miri ve vakıf arazi olmak üzere üç çeşitti (4). B - Arazi Kanunnamesi Dönemi Tanzimat ile başlayan yenilikler arasında kanunlaşma hareketleri de önemli yer tutar. İşte bu yasalaşmanın toprak hukuku alanındaki meyvesi 12.4.1858 tarihli Arazi Kanunnamesidir (5). Yüzotuziki maddeden oluşan bu Kanunname ile topraklar: - Arazi-yi Arazi-yi Arazi-yi Arazi-yi Arazi-yi memluke, emiriyye, mevkute, metruke, mevat, olmak üzere beş kısma ayrılmıştır ki, konumuz bakımından bizi ilgilen­ diren Arazi-yi metruke'ye ilişkin hükümlerdir. Kanunnamenin 5. maddesinde "Metruk Arazi" şöyle tanımlanmıştır: "Arazi-yi metruke iki kısımdır. Biri, umum-i nas için terk olunmuş olan yerlerdir ki tarik-i amm bu kabildendir. Diğeri, bir karye ve kasaba veya kura veya kasaba-ı müteaddidenin umum ahalisine terk ve tahsis olunan yerlerdir ki, ahali-i kura ve kasabaya tahsis kılınmış olan mer'alar bu kabildendir." Görüldüğü üzere Kanunname, metruk araziyi de ikiye türde değerlendi­ rilmiştir: a) Umumi nas için terk olunmuş yerler Bunlar menfaatleri umuma ait olan topraklardır ki, genel yollar, namaz­ gahlar, mesire yerleri, pazar ve panayır yerleri bu kabil yerlerdendir (Arazi Kanunu madde 91-102). (4) Bıı konuda daha geniş bilgi için bak. Cin, Halil: Türk Hukukunda M er'a, Yaylak ve Kışlaklar-D iyarbakır-1983, Sh. 25 vd. (5) Arazi Kanunnamesi'nin metni için bak. Özmen, İhsan: Eski Yeni Hukukumuzda Gayri­ menkul Mevzuatı, Ankara-1986, Sh. 201 vd. Çeker Osman, Arazi Kanunnamesi, Ebru Yayınları, Osmanlı Kanunları Serisi: 2, İstanbul-1985. 182 MERA DAVALARI VE MERALARIN ÖZEL MÜLKİYETE DÖNÜŞÜMÜNÜ ÖNGÖREN DÜZENLEMELER b) Belli bir veya birkaç köy ve kasaba halkının yararına terk ve tahsis olunan yerler Mer'a, yaylak ve kışlaklar ile baltalıklar bu türdendir (Arazi Kanunu madde 91-102). "Metruk arazi deyiminde yer alan (metruk) kelimesi sözlükte terk edilmiş anlamına gelir. Ancak, burada terk edilen, arazinin mülkiyeti değildir. Bu ne­ denle, metruk arazi, mülkiyeti terk edilmiş, sahipsiz hale gelmiş arazi anla­ mında olmayıp, toplumun tamamının veya belirli bir kısmının ortak yarar­ lanma ve kullanmasına terk ve tahsis edilmiş arazi anlamındadır" (6). "Metruk arazi, diğer arazi nevilerinde olduğu gibi, bir mülkiyet yahut ta­ sarruf hakkına mevzu olamaz. Sadece kamunun veya metruk arazinin tahsis edildiği köy veya kasaba ahalisinin istifade hakkı vardır" (7). Mer'a hukukunun değerlendirilmesi ve davaların çözümü için metruk arazi'nin özelliklerine, kısacada olsa değinmekte kanımızca zorunluluk var­ dır. Şöyleki (8): - Metruk arazide temlik söz konusu olamaz, - Metruk arazi zamanaşımı ile kazanılamaz, - Metruk topraklara ilişkin davalarda sulh yapılamaz, - Metruk arazi kaideten rüsuma tabi değildir, - Metruk arazi bağışlanamayacağı gibi, bağışlanan arazi de metruk arazi niteliğini kazanamaz, - Metruk topraklarda tapu senedi yoktur, - Metruk topraklar iyiniyetle temellük edilip kazanılamaz, - Metruk arazide sınır değişikliği caiz değildir (9), - Metruk arazide haksız inşaat hükümleri uygulanmaz (10), - Metruk arazide müşterek tasarruf iddiası, müstakil tasarruf iddiasına terhcih edilir (11). (6) Eren, Fikret: age., sh. 47. (7) Cin, Halil: age., sh. 30. (8) Eren, Fikret: age., sh. 49 vd. (9) Cin, Halil, age., sh. 33. (10) Cin, Halil, age., sh. 34. (11) Cin, Halil, age., sh. 34. Mehmet Handan SURLU 183 2 - Cumhuriyet Döneminde Toprak Düzenlemesi ve Meralar Arazi Kanunnamesi ve Mecelle kurallarına göre değerlendirilip yürütülen toprak düzenlemesi, Medeni Kanunumuzun kabulü ile son bulmuş; böylece 4 Ekim 1926'dan itibaren bu Yasa ve daha sonra çıkarılan özel yasalara ilişkin kurallar geçerli olmuştur. A - Medeni Yasa a - Medeni Yasamızdaki kurallar Medeni Yasamızdaki kurallara değinmeden önce şu hususu belirtmekte yarar vardır: Türk Medeni Kanununda meralarla ilgili yeterli hüküm bulun­ mamaktadır. Bir başka anlatımla, Medeni Yasadaki hükümler mera konu­ sunda yetersizdir (12). - Medeni Yasanın konuya ilişkin ilk kuralı 641. maddede yer almıştır. Sözü edilen bu madde ilk cümlesinde "sahipsiz şeyler ile menfaati umuma ait olan mallar devletin hüküm ve tasarrufu altındadır" hükmünü içermekte olup, böylece devletin hüküm ve tasurrufu altında bulunan malları da: - Sahibi olmayan şeyler, - Menfaati umuma ait olan mallar, olmak üzere ikili bir ayrıma tabi tutmuştur. Medeni Yasamızın meralarla ilgili bir diğer kuralı da, "Kanunen men edilmedikçe örf ve adete göre herkes başkasının orman ve merasına girebilir ve mantar ve ufak tefek yabani meyveleri toplayıp temellük edebilir" hükmünü içeren 675. maddesidir. Arazi Kanununun, meralardan sadece ilgili köy veya kasaba halkının yararlanabileceğini kabul etmiş bulunması karşısında, "Ka­ nunen men edilmedikçe" sözleriyle bu hususun öngörüldüğü ve bir çatışma­ nın söz konusu olmadığı sonucuna ulaşılmaktadır (13). Medeni Kanunun kamu mallarına ilişkin son hükmü de 912. maddede yer almış olup "Kimsenin hususi mülkiyetinde bulunmayan ve ammenin kul­ lanmasına tahsis edilen gayrimenkuller,onlara müteallik ve tescili muktazi (12) Arcak, Ali - İmsel Tevfik: Mer'a ve Yaylak D avalan-K öy Orta M allan-İdaresi Sınır Anlaşm azlıkları, A nkara-1970, sh. 17. (13) A rcak-İm sel: age., sh. 19; Cin, Halil; age., sh. 88; Karahasan, M ustafa Reşit; türk Eşya Hukuku, 1991, cilt 1, sh. 380/II1-I. 184 MERA DAVALARI VE MERALARIN ÖZEL MÜLKİYETE DÖNÜŞÜMÜNÜ ÖNGÖREN DÜZENLEMELER ayni bir hak olmadıkça tescile tabi değildir. Sicile mukayyet bir gayrimenkul, kaydı lazım gelmeyen bir gayrimenkule tahavvül ettikte kaydı sicilden çıka­ rılır" kuralını içermektedir ve doğrudan doğruya mera, yaylak ve kışlaklara ait bir hüküm de koymuş sayılamaz. Dolaylı bir maddedir ve konuya, özel­ likler bölümünde ayrıca değinilecektir. b) Medeni Yasa karşısında Arazi Kanunnamesinin yürürlükte olup olmadığı sorunu Kanunu Medeninin Suret-i Meriyet ve Şekli Tatbiki Hakkında Kanun'un 43. maddesinde "Kanunu Medeniye Borçlar Kanununa ve bu Tatbikat Ka­ nununa muhalif olan hükümler ile Mecelle mülgadır” denildiğinden, Mecelle'nin ve aykırı hüküm içeren OsmanlI Mevzuatının yürürlükten kalktığı ke­ sindir (14). Bir kısım görüş sahipleri bu nedenle Arazi Kanunu'nun da tamamen yürürlükten kalktığını ifade etmektedir (15). Buna karşın bazı görüş sahipleri ise, Arazi Kanunu'nun Medeni Yasaya aykırı olmayan hükümlerinin halen yürürlükte olduğunu kabul etmektedirler ve Medeni Kanun mer'a, yaylak ve kışlakları düzenlemediği için, Arazi Ka­ nununun mer'a, yaylak ve kışlakları düzenlemediği için, Arazi Kanununun mer'a yaylak ve kışlaklarla metrük araziye ilişkin hükümleri de Medeni Ya­ saya aykırı olmadığından, anılan bu Kanunun 91, 92, 96, 97, 98, 99, 100 ve 101. maddelerinin yürürlükte olduğunu öne sürmektedir (16). 1757 sayılı Toprak ve Tarım Reformu Kanunu'nun çıkmasından sonra, bu Yasanın 252 ve 134. maddeleri hükmü karşısında sorun bir başka bo­ yutuyla tekrar gündeme gelmiş ve Arazi Kanunu'nun metruk topraklar ile mer'a, yaylak ve kışlaklarla ilgili yukarıdaki maddelerini yürürlükte sayan bir kısım yazarlar, bu Yasa ile Arazi Kanununun bu maddelerinin de yürürlüğünü yitirdiğini ifade etmişlerdir (17). Bu Yasanın Anayasa Mahkemesi'nce iptali üzerine, yürürlük tartışması bir başka açıdan da sorun yaratmıştır. (14) Cin, Halil; age., sh. 1 ve 84 vd.; Akgün, Zerrin; age., sh. 20; Karahasan Mustafa Reşit; age., sh. 374; A rcak-İm sel; age., sh. 15 vd.; Özmen İhsan - Çorbalı Halim; 3042 Sayılı Kadastro Kanunu Şerhi, 576; Özmen Ihsan; age., sh. 46 vd.; Onar, S. Sami; Amme Emlaki Teorisi, sh. 667-672. (15) Bak; Cin, age., sh. 85; A rcak-lm sel; sh. 15 vd.; Karahasan Mustafa Reşit; age., sh. 374. (16) Bak: Cin; age., sh. 56; A rcak-lm sel; sh. 15 vd.; Karahasan, M ustafa reşit; age., sh. 374. (17) Bertan, Suat; Ayni Haklar, Cilt: 1, Ankara 1976, Sh. 107; Cin, age., sh. 112 vd. Mehmet Handan SURLU 185 Tartışmalardan en kalın çizgileriyle ulaşılan sonuçları şöyle özetleyebi­ liriz: Eğer mer'a, yaylak ve kışlakların 1757 sayılı Kanuna göre tesbiti yapıl­ mışsa bu yerlerde Arazi Kanunu'nun İlgili hükümleri uygulama kabiliyetini yi­ tirmiştir (18). Kanunun iptali ile ise, bu konuda yasal boşluk doğmuş demektir. Bunun da yine Arazi Kanunu hükümleri ile doldurulmasının uygun olacağı düşünülmektedir (19). Özmen ve Çorbalı, "3402 sayılı Kadastro Kanunu Şerhi" isimli eserle­ rinde bu hususlarla ilgili olarak, "...Tarım ve Toprak Reformu Kanunu ile Çiftçiyi topraklandırma kanunu'nun ek ve tadilleri yürürlükten kaldırıldığına göre, reform alanı içinde ve dışında tesbiti yapılmış olan mer'a, yaylak ve kışlaklar hakkında .... Medeni Kanunumuzun 1. maddesinden yararlanılarak yeni bir kanun çıkıncaya kadar, örfi hukuk kuralları, dolayısiyle yine Arazi Kanunu ile ilgili hükümlerini uygulamaktan başka çıkar yol bulunmamaktadır" (20) demektedirler. Dördüncü Hukuk Dairesi de, 1987 tarihli bir kararında, Arazi Kanununun meralarla ilgili 97 ila 100. maddelerinin çözümde kaynak olacağını belirtmek suretiyle, bu hükümlerin geçerliliğini koruduğunu vurgulamıştır (21). Bu ko­ nuda son olarak Sayın Halil Cin'in de belirttiği gibi, "Yargıtay İçtihatları, mer'a, yaylak ve kışlak ve diğer kamu malları konusunda müstakar bir içtihat hukuku tesis etmiştir" (22). B - Diğer Yasalar Meralara ilişkin hükümler içeren diğer yasalarımızı satır başlarıyla şöylece sıralamak mümkündür: a - 442 Sayılı Köy Kanunu ve 3367 Sayılı Yasa Bu yasayla ilgili olarak konumuz açısından önemle belirtilmesi gereken husus, "Tek başına bir köye ait bulunan mer'a, yaylak ve kışlakların tümünün (18) Cin, sh. 114 vd. (19) Cin, sh. 115 vd. (20) Ö zm en-Çorbalı; age., sh. 577. (21) 4. HD.'nin 16.2.1987-7221-926 sayılı ilamı. (22) Cin, age., sh. 115. 186 MERA DAVALARI VE MERALARIN ÖZEL MÜLKİYETE DÖNÜŞÜMÜNÜ ÖNGÖREN DÜZENLEMELER veya bir parçasının diğer bir köy sınırı içine alınmış olması halinde dahi, ilk köyün, bu yerlerden eskisi gibi, tek başına yararlanacağını" öngören 31.5.1965 tarih ve 1960/4-1965/2 sayılı İçtihadları Birleştirme kararıdır. Köy Kanunu'na 20.5.1987 tarih ve 3367 sayılı Yasa ile eklenen ek 12. madde ile de, meralarla yaylakların belirlenen koşulların gerçekleşmesi ha­ linde niteliklerini kendiliğinden kaybedeceği kuralı getirilmiştir ki, bu konu ilerde ayrıca ele alınacaktır. b - 474 Sayılı Yasa 8.11.1988'de 3488 sayılı Kanunla kaldırılmış bulunan bu Yasa uygu­ landığı yerlerde mer'aların kasaba ve köylere idari mercilerce tahdit ve tahsis edilmesini şart koştuğundan, bu konuda kadim teamülden ve eskisi gibi ya­ rarlanmadan söz edilmezdi (23). c - 2502 Sayılı Yasa Bu Yasanın 5606 sayılı Yasa ile değişik 6. maddesinde "uyuşmazlıkların hallinde, mer'a, yaylak ve kışlak durumlarının tahsis belgesi ile kanıtlanması gerektiği" kurala bağlanmıştır. d - 2510 Sayılı Yasa Bu Yasa ile kadim meralara ve bunlar üzerindeki haklara dokunmamak şartıyla yeniden kurulan ve canlandırılan köyler için mera özgülemesi müm­ kündü (24). e - 1580 Sayılı Belediye Yasası Bu Yasanın 159. maddesinde, belediye sınırları içerisinde bulunan "seyrangah, harman yeri, çayır, mera, koruluk ve benzeri yerlerin" tasarruf, idare ve nezareti belediyelere devrolunur denilmiştir. Aynı Yasanın 70/11. maddesi ile de belediye meclislerine mer'anın ni­ teliğini değiştirme ve kaldırma yetkisi tanınmıştır. Böyle bir karar idari bir tasarruf olduğundan, idari yargıya gitme olanağı vardır. (23) HGK.'nun 3.5.1967, 8/242-228 sayılı kararı. (24) A rcak-İm sel; age., sh. 121. Mehmet Handan SURLU 187 f - 2613 Sayılı Yasa Yürürlükten kalkmış bulunan bu yasanın 16. maddesi "iki veya daha zi­ yade şehir ve kasaba veya köy ahalisine müştereken terk ve tahsis edilmiş mer'a, koru ve baltalıkların taksimi kabil olur ve belediye ve hitiyar meclisleri de razı olursa, taksim olunup o suretle zaptı yapılır" hükmünü amirdi ve ilerde değineceğimiz, meraların bölünemeyeceği ilkesinin bir istisnasıydı. g - 2644 Sayılı Yasa Bu yasanın 25. maddesi, meralarla ilgili olup özel bir düzenleme getiri­ leceğinden söz etmektedir. h - 4753 Sayılı Yasa Bu yasa ve buna 5618 sayılı Kanunla eklenen 3 ve 4. maddeleri ilemüşterek mer'adan yararlanmayı düzenleyen ek 5. maddesi ve geçici 3. maddesinde; "mer'a, yaylak ve kışlaklarla hükümler bulunmaktaydı. Fakat bu Kanun, 1757 sayılı Kanunla 1973 yılında yürürlükten kaldırılmıştır. ı - 1757 Sayılı Yasa İlgili hükümlerine gereken yerlerde değindiğimiz ve mer'alar hakkında Prof. Dr. Halil Cin'in deyimiyle "ilk esaslı düzenleme"yi gerçekleştiren (25) Toprak ve Tarım Reformu Yasası Anayasa Mahkemesi'nce 10.10.1976 tarih, 1973/426 ve 1976/48 sayılı kararla şekil yönünden iptal edilmiştir. /'- 766 Sayılı Yasa 3402 sayılı Kanunla yürürlükten kaldırılmış bulunan 766 sayılı Tapula­ ma Kanununun 35. maddesi sınırlandırmayı öngörüyordu. j - 3402 Sayılı Yasa Kadastro Kanunu, 16/B maddesi ile mer'a ve diğer orta mal taşınmaz­ ların sınırlandırılacağını ve parsel numarası verilerek yüzölçümünün he­ saplanacağını öngördükten sonra bunların özel bir sicile yazılacağını da hükme bağlamıştır. (25) Cin, age., sh. 111. 188 MERA DAVALARI VE MERALARIN ÖZEL MÜLKİYETE DÖNÜŞÜMÜNÜ ÖNGÖREN DÜZENLEMELER k - 3083 Sayılı Yasa Sulama Alanlarında Arazi Düzenlemesine Dair Tarım Reformu Kanunu 15. maddesi ile çayır, mer'a ve benzeri arazilerin tesbit ve tahsisine ve tah­ sisli olanların tahsis amacını değiştirmeye ya da yenilemeye olanak tanı­ mıştır ki, bu hususa da ileride değinilecektir. I) 3202 Sayılı Yasa Köy Hizmetleri Genel Müdürlüğü'nün Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin Değiştirilerek Kabulüne Dair Kanunun 2/p ve 9/d maddeleri meralarla ilgili olup, tesbit,tahdit ve tahsisi ile tahsisli olan­ ların tahsis amacını değiştirmek veya yenilemek konusunda hüküm içer­ mektedir. Bu hususa da yine ileride değinilecektir. m - 3194 Sayılı Yasa Yürürlükteki İmar Yasası'nın 11. maddesi son fıkrasında, "... hazırlanan imar planı sınırları içindeki... meraların, imar planının onayı ile bu vasıflarını kendiliğinden kaybederek, onaylanmış imar planı kararı ile gösterilen kul­ lanma amacına konu ve tabi olurlar" hükmü yer almış olup, bu madde de dönüşüm bölümünde ayrıntılı olarak ele alınacaktır. IV - MER'ANIN TANIMI, ÖZELLİK VE NİTELİKLERİ İLE REJİMİ 1 - Tanımı Eski ve yeni hukukumuzdaki yasalarda tam bir tanımı yapılmayan mer'ayı özelliklerinden hareketle Prof. Cin şöyle tanımlamaktadır: "Mer'a, bir veya birden fazla köy veya kasaba ahalisine müstakilen veya müştereken kullanılmak üzere yetkili makam tarafından tahsis edilmiş olan ve­ ya böyle bir tahsis bulunmamasına rağmen kadimden beri ilgili köy veya kasa­ balar tarafından mer'a olarak kullanılagelen ve hak sahiplerinin, mevcut intifa dışında üzerinde f'ili ve hukuki tasarruflarda bulunamadıkları arazidir" (26). Tarım ve Köyişleri Bakanlığı'nca hazırlanmış bulunan mer'a tasarısı ise, mer'aya "Hayvanların otlaması ve otundan yararlanılması için tahsis edilen veya kadimden beri bu amaçla kullanılan yer"d'ye tarif etmiştir (27). (26) Cin., age., s. 36. (27) Tasarı madde: 30. Mehmet Handan SURLU 189 2 - Unsurları Bir yerin mer'a olarak nitelenebilmesi için, Prof. Ererim sınıflandırması­ na göre şu üç unsuru bünyesinde taşıması gereklidir (28): a - Tabii Unsur Bu yer öncelikle hayvan otlatmaya elverişli olmalıdır. Üzerinde ot olma­ yan veya gelişmeyen yer mer'a niteliğini kazanamaz. Burada, her otlağın mer'a sayılamayacağını da kısaca belirtmek isteriz. b - Sosyal Unsur Otlatmaya elverişli yerin mer'a niteliğini kazanabilmesi için gereken ikinci hususta buranın kullanımının ve yararlanımının köy veya kasaba halkına bırakılmasıdır. c - Hukuki Unsur Bir yeri mer'a olarak niteleyebilmek için aranan üçüncü husus ise; bu­ ranın ya yetkili bir makamca tahsis edilmesi (özgülenmesi) ya da kadimden beri bu amaçla eylemli olarak kullanılmakta olması zorunludur. Yani, ya tahsis kararı bulunacak veyahutta kadim kullanma söz konusu olacaktır. Tahsis ve kadim kullanmaya ilerde özel bölümünde değineceğiz. 3 - Özellikleri Eski hukukumuza göre arazi-yi metruke sayılan mer'aların özelliklerini satır başlarıyla şöylece sıralayabiliriz: Bu yerin mer'a sayılabilmesi için; - Bu amaçla bir kişi veya kasabaya tahsis edilmesi (özgülenmesi) şarttır, - Tahsis yoksa, kadimden beri o yerin mer'a olarak kullanılmış olması gerekir ve bu kadimliğe değer verilir, - Bir mer'a hangi köy veya kasabaya tahsis edilmiş veyahutta kadimden beri o yeri hangi köy veya kasaba kullanıyorsa, ancak o köy ve kasabanın halkı yararlanabilir. Başka köy ve kasabaların yararlanmaları mümkün ola­ maz, (28) Eren, age., 287 vd. 190 MERA DAVALARI VE M ERALARIN ÖZEL M ÜLKİYETE DÖNÜŞÜM ÜNÜ ÖNGÖREN DÜZENLEM ELER - Mer'aların üzerine bina yapılamayacağı gibi, ağaç dikilemez, bağ ve bahçeye dönüştürülemez, - Mer'alar genişletilip daraltılamaz. Bölünüp paylaştırılamaz, - Mer'alar kazandırıcı zamanaşımı ile özel mülkiyete konu edilemez, - Mer'alar tescil edilemez, tapuya bağlanamaz, - Mer'alarla ilgili çekişmelerde sulh olunamaz. Temsilcisi davadan vaz­ geçemez, - Mer'alar, özel mülkiyete konu olamaz. Bu nedenle alınıp satılamaz, trampa edilemez, bağışlanamaz. Haczedilemez, temellüke ve MK.nun 650. maddesine konu olamaz. Üzerinde şahsi hak kurulamaz, - Kural olarak mer'aların niteliği değiştirilemez, Ziraat toprağına dönüş­ türülemez. Ancak bazı özel yasalarda bu kurala ayrık düzenlemelere rastlanılmaktadır ki, bunların neler olduğunu ilerde ayrıca inceleyeceğiz. - Mer'alar yine kural olarak kiraya verilemez. Ancak Yargıtay, ihtiyaç fazlasının kiraya verilebileceğine Köy Kanunu'nun 17. maddesinden hare­ ketle olanak tanımaktadır. - Meralardan yararlanma bir vergi ve ücrete tabi tutulamaz, - Kural olarak mer'alar kamulaştırılamaz. "Ancak, devlet başka ve daha önemli bir kamu hizmetinin ifası için belirli bir mer'a arazisine ihtiyaç duy­ maktaysa, tahsis kararını kaldırmakla, o arazi mer'a niteliğini kaybeder" (29) görüşü mevcut ise de bu konu tartışılmaya muhtaçtır. Özellikle koşulların neler olması gerektiği üzerinde durulmalıdır. Kamulaştırma konusu beledi­ yeler ve köyler açısından da yine ayrı ayrı değerlendirmeye tabidir (30). 4 - Kullanma ve Yararlanma Hakkının Niteliği Meraları kullanma ve yararlanma hakkının niteliği de tartışmalı bir ko­ nudur. Sonuçta genellikle ulaşılan, bu yararlanma ve kullanmanın "Kendine özgü bir hak" olduğudur (31). (29) Eren F.; age., sh. 293. (30) A rcak-İm sel; age., sh. 81. (31) A rcak-İm sel; age., sh. 87. Mehmet Handan SURLU 191 Burada şu hususlara da yer vermek gerekir: Mer'a, yaylak ve kışlak gibi metruk yerlerden ancak eskiden beri hak sahibi olanlar yararlanabilirler. O köy veya kasabaya sonradan gelerek yer edinen bu kimseler ancak köy halkının yararlanmasını sıkıntıya sokmadık­ ları ölçüde yararlanabileceklerdir. Ancak, köy ve kasabadan birinin yurdunu satın almak suretiyle yerleşen kişi, yararlanma konusunda satın aldığı kişinin halefi olarak o ölçülerde istifade edebilir. Yararlanma ve kullanma hakkı, bu yararlanmaya haksız elatanlara ve bu hakka karşı gelenlere karşı dava hakkını da içerir (32). Bu dava hakkı Hâzineye, tüzel kişilere ve gerçek kişilere karşı kullanılır. Tazminat isteme hakkı da kapsamındadır (33). 5 - Mer'aların Hukuki Rejimi "Mera'nın hukuki rejiminden maksat, mer'a sayılan yerin mülkiyet, ta­ sarruf, intifa ve intikal gibi konularda hangi esaslara tabi olacağıdır" (34). İlke olarak metruk arazi rejiminin geçerli olduğunu ifade etmek müm­ kündür. Meraların mülkiyeti kime aittir, sorusunun cevabı çok kolay verilemez. Meralar kamu malı olarak Devletin hüküm ve tasarrufu altındaki yerlerdendir. Kadastro Kanunu'nun 16. maddesinin belirlemesine göre kamu mallarından (orta malı)nı oluşturur ve "...Özel kanunlarında yazılı hükümler saklı kalmak kaydıyle mer'a, yaylak ve kışlaklar özel mülkiyete konu teşkil etmezler" (3402 sayılı Kanun m. 16/B-2). Öğreti bu açıklamaların ışığında, Yargıtay'ın meraların rakabesinin yani kuru mülkiyetinin Devlete intifamın köye veya kasabaya ait olduğuna değinen nitelemesini eliştirmektedir (35). Meralar, mülkiyet hakkına konu olamayacaklarından; istifade edenlerin, mera üzerinde malike ilişkin hukuki ve eylemli tasarruflarda bulunamaya­ cakları sonucuna ulaşmak mümkündür (36). (32) A rcak-Im sel; age., sh. 92. (33) A rcak-İm sel; age., sh. 94. (34) Cin, age., 45 vd. (35) Cin, age., 45 vd.; Eren, age., 290 vd. (36) Cin, age., 47 vd., Eren, 291. vd. 192 M ERA DAVALARI VE M ERALARIN ÖZEL M ÜLKİYETE DÖNÜŞÜM ÜNÜ ÖNGÖREN DÜZENLEM ELER Yapılamayacak bu hukuki tasarrufları da Sayın Prof. Halil Cirim sınıf­ landırmasına göre şöyle sıralayabiliriz (37): Mer'alar; alınıp satılamaz, bağışlanamaz, prensip olarak kiraya verile­ mez; iktisabı zamanaşımıyl'a özel mülkiyete geçirilemez, tescile tabi değildir; taksim edilemez, cebri icraya konu olamaz, anlaşmazlıklarında sulh geçerli değildir. Fiili tasarruflara gelince; mer'a tarla haline getirilemez, büyütülüp küçültülemez; yararlanmada inhisarilik kuralı işler ve yararlanma ücretsizdir V - MER'ANiN KANITLANMASI SORUNU 1 - Tahsis (Özgüleme) Tahsis (özgüleme), bir devlet malının umumun faydalanmasına veya herhangi bir kamu hizmetine bağlamak demektir (38) Meralarda tahsis ise, devletin bir arazisini bir köy veya kasabaya ihtiyaçları için koşulsuz ve süresiz olarak terk etmesi olarak tanımlanabilir (39). Devlet, bir yeri mer'a olarak tahsis ettiğinde artık o yer üzerinde mülkiyet ve tasarruf hakkını kullanamaz, sadece muhafaza ve kontrol yetkisi vardır. İşte bu nedenlerledir ki, mer'alık iddiasında ilk başvurulacak kanıt "tahsis (özgüleme) belgesi"dir (40). Tahsis belgelerinin neler olacağını incelerken, Cumhuriyetten önceki ve sonraki dönemler olarak ikili ayrıma başvurmakta yarar vardır. A - Cumhuriyet Öncesi Tahsis Belgeleri Eski tahsis belgelerini, fermanlar, temliknameler, mahkeme ilam ve hüccetleri ile vakfiyeler oluşturur. B - Cumhuriyet Sonrası Tahsis Belgeleri Bu dönemde çıkartılan bazı yasalarla çeşitli tarihlerde mer'a yaylak ve kışlak tahsisleri yapılmıştır ki, bunları şöyle sıralayabiliriz: (37) Cin, age., 47 vd. (39) Cin, age., sh. 37 (40) 14. HD.'nin 8.11.1993 tarih, 5352-6819 sayılı karan. Mehmet Handan SURLU 193 a - 474 Sayılı Yasa Bu yasanın kapsamına giren yerlerde bir arazinin me'a olarak kabulü için belgeye dayalı tahsis şarttır. Böyle bir belge yoksa iddia dinlenemez. Bu yasa, 27 Ekim 1988'de 3488 sayılı Kanunla kaldırılmıştır. b-, 885 Sayılı Yasa Bu yasanın 8. maddesi de özel bir tahsis öngörüyordu. 2510 sayılı Ka­ nunla yürürlükten kaldırılmıştır. c - 2502 Sayılı Yasa Bu kanun da, kapsamındaki yerler için özel özgülemeyi öngörüyordu. d - 2510 Sayılı Yasa 2510 sayılı İskan Kanunu da 19 ve 21. maddelerinde özgülemeye yer vermişti. e - 4753 Sayılı Yasa Çiftçiyi Topraklandırma Kanununun ek 3, 4 ve 5. maddeleri özgülemeye yer vermekteydi; 1973 yılında, 1757 sayılı Kanunla yürürlükten kaldırılmış­ tır. f - 1757 Sayılı Yasa Mera, yaylak ve kışlaklarla ilgili olarak en kapsamlı düzenlemeye yer vermişti; ancak, Anayasa Mahkemesi'nce 1973/42-1976/48 sayılı 19.10.1976 tarihli kararla şekil yönünden iptal edilmiştir. İptal kararı 10.5.1977 tarihinde Resmi Gazete'de yayınlanmıştır. Tanınan bir yıllık sürede yenisi de çıkar­ tılmamıştır. g - 3083 Sayılı Yasa Bu yasa, 15. maddesi ve ilgili yönetmeliğin 51-55. maddeleri ile mer'a tahsisleri yapmaya olanak vermektedir. h - 3202 Sayılı Yasa Bu yasa da 2/P maddesiyle mer'a tahsisi konusunda yetkili kılınmıştır. 194 MERA DAVALARI VE MERALARIN ÖZEL MÜLKİYETE DÖNÜŞÜMÜNÜ ÖNGÖREN DÜZENLEMELER ı - 442 Sayılı Yasa Köy Kanunu'na 20.5.1987 tarih ve 3367 sayılı Yasayla eklenen ek 12. maddede, bu konuda hüküm vardır. 2- Kadim Kullanma Bir yerin mer'a olduğuna ilişkin usulünce verilmiş tahsis belgesi bulun­ mazsa, bu durumda kadim kullanmaya dayanılabilir. "Çünkü, bu yerin ka­ dimden beri nizasız ve fasılasız mer'a olarak kullanılması tahsis anlamına gelir" (41). Kadimin, öncesi bulunmayan demek olduğu bilinen bir gerçektir. Kadimliğin koşulları da şöylece sıralanabilir: - Kullanma süresinin öncesi belli değildir (kadimlik), - Kullanma hakkı olanlar bellidir (muhassas olma), - Hak sahibi tüzel kişilerin kuruluş günü bilinmemelidir (42). Bir köy yeni kurulmuş olmakla birlikte, eski bir köyün yerine konmuşsa, halefiyet yoluyla eski köyün haklarına sahip olan (43). Kadimlik, tanık sözleriyle kanıtlanabilir. Tahsis belgesi ve kadimliğe dayanılmaması halinde ihtilafın zilyetlik hükümlerine göre çözümlenmesi gerekir (44). V I- AÇILACAK DAVALAR Mer'alarla ilgili olarak açılacak davalara da çok kısa değinmek gerekirse, bunlar; - Elatmanın ve çekişmenin önlenmesi davaları, Tapu iptali davaları, Yıkma ve sökme davaları, Tazminat ve ecrimisil davaları, Kamulaştırmadan doğan davalar, olmak üzere beş türdedir. (41) Cin, age., 39. (42) Arcak, sh. 135. (43) Arcak, sh. 137. (44) HGK.'nun 4.5.1960, 32 sayılı karan; Arcak, sh. 142'den naklen. Mehmet Handan SURLU 195 V II- MER’A DAVALARINDA USUL KONULARI 1 - Görev Mer'a uyuşmazlıklarında görev sorunu kendisine özgü bir önem arzeder. Öncelikle bu tür davalara adli ve idari yargı yerlerinden hangisinin ba­ kacağı hususu üzerinde durulmalıdır. A - İdari Yargının Bakacağı İşler İdarenin bir işlemine karşı yapılacak başvurularla, özellikle tahsise (öz­ gülemeye) yönelik çekişmelere idari yargı yerinde bakılır. Bir başka anla­ tımla, kamu orta malı olan meranın mülkiyet, kullanma ve yararlanma hak­ kına ilişkin olmayan, sınır belirlemesinin ve tahsis işleminin yasa, tüzük ve yönetmeliklere aykırı bulunduğuna dair davalar da idari yargı mercileri gö­ revlidir. B - Adli Yargının Bakacağı İşler a - Genel kural Meralarda mülkiyet ve yararlanma hakkına ilişkin çekişmelere ise adli yargı organlarında bakılır ve görev çekişmeli yerin değerine göre belirlenir. Şu an için 100 milyon liraya kadar (100 milyon dahil) uyuşmazlıklar Sulh Hukuk, bunu aşan uyuşmazlıklar ise Asliye Hukuk Mahkemesinde görülür. b - İstisnalar b a- Kadastro Yasası'nın uygulandığı bir yerde taşınmazın niteliğine yönelik çekişmelere Kadastro Mahkemelerinde bakılır. Yani bir yerin mer'a olup olmadığı konusunda bir uyuşmazlık çıkarsa, bunun çözüm yeri Ka­ dastro Mahkemesidir. Bu itibarla bir yerin mer'a olup olmadığına ilişkin tesbite itiraz davası sonunda "Taşınmazın mer'a olduğu belirlendiğinde 3402 sayılı Yasanın 16/B maddesi hükmü uyarınca taşınmazın mera olarak sı­ nırlandırılmasına karar verilecektir." Ayrıca yenilik doğurucu bir hüküm almayı gerektiren durumlarda, özel­ likle aidiyet uyuşmazlıklarına, yıkım, tazminat ve ecrimisil istemlerine genel mahkemelerde bakılır, tesbitten sonra doğan uyuşmazlıklara ilişkin davalar da Kadastro Mahkemesinde görülemez (3402 sayılı Kanun m. 25/son). 196 MERA DAVALARI VE MERALARIN ÖZEL MÜLKİYETE DÖNÜŞÜMÜNÜ ÖNGÖREN DÜZENLEMELER b b- Hazine ile Belediye arasında, bir yerin mer'a olup olmadığı konu­ sunda çıkacak uyuşmazlıklarında 3533 sayılı Yasa uyarınca zorunlu tahkim kuralı uygulanacaktır. Bu nedenle bu davaları o yerdeki en kıdemli hukuk hâkimi (hakem) sıfatıyla çözecektir. Köy tüzel kişiliklerin taraf olduğu uyuş­ mazlıklarda köy, bu yasanın kapsadığı kurumlardan olmadığı için, 3533 sa­ yılı Yasa uygulanamaz. 2 - Yetki HUMK.nun 13. maddesi, bu tür davalar içinde geçerli olup, mer'a hangi ilçe sınırı içinde ise davaya o yer mahkemesinde bakılır. Bu kamu düzenini ilgilendirdiğinden kesin yetkidir. Çekişmeli mer'anın bir kısmı bir ilçenin, diğer bir kısmı da bir başka il­ çenin sınırları içerisinde kalıyorsa; bir görüşe göre büyük kısmının bulun­ duğu ilçe mahkemesini yetkili kabul etmek gerekecektir. Bazı yazarlar ise her iki ilçenin de yetkili olduğunu düşünmektedirler (45). Davanın görülmesi sırasında çekişmeli yer başka bir ilçe sınırları içer­ sine alınacak olursa, yani idari kuruluşta bu değişiklik yapılırsa, bağlanılan yeni ilçe mahkemesi yetkili olur. Yetki uyuşmazlıklarının, köy sınır kağıtlarının bilirkişiler aracılığıyla ye­ rine uygulanması yoluyla halli gerekir. 3 - Davanın Tarafları A - Davacı Olmak a - Hâzinenin davacı olması Meraların devletin hüküm ve tasarrufu altında menfaati umuma ait yer­ lerden olması karşısında tapu iptali ve elatmanın önlenmesi davasını Hazine açabilir. Köy sınırları içerisindeki mer'alar için tam bir kesinlik arzeden bu durum, belediye sınırları içersinde bulunan mer'alar yönünden de HGK. ve 14. HD. kararlarına göre, yine Hâzinenin dava hakkı olduğu doğrultusundadır. b - Belediyenin davacı olması Sınırları içersinde kalan mer'alar için, yararlanan tüzel kişi olarak bele­ diyelerin dava açabilecekleri tartışmasız bir olgudur. (45) Karahasan, age., 393; Arcak, 205; Cin, 140. Mehmet Handan SURLU 197 Belediyeyi temsil yetkisi başkana veya atayacağı vekile aittir. c - Köyün davacı olması Köy Kanununa göre, köyü temsil yetkisi köy muhtarına aittir. Bu nedenle köy muhtarı ya da usulünce atayacağı vekili tarafından bu tür davalar açılır. Köy muhtarına karşı köy derneğinin seçeceği geçici temsilci dava açıp izleyecektir. B - Davalı Olmak Dava, hak iddia eden veya elatan gerçek veya tüzel kişiliğe karşı açıl­ malıdır. C - Halefiyet (Ardalık) Bir hakkın özüne halef olabilen kimselerin, mevcut bir davadaki dava ve husumet yetenekleri bakımından da halef olabilecekleri kabul edilmelidir. Belediye sınırları içerisine alınan köyün davasında, Belediye halef olur. Önceden var olup da sonradan kaldırılmış bir köy yerine kurulan yeni bir köyün halef olacağı yargıda kabul edilmiştir (46). 4 - Kanıt Değerlendirmesinin Usuli Özellikleri A - Keşif ve Bilirkişi Mer'a uyuşmazlıklarında, öncelikle çekişmeli yerin usulünce fennen saptanması ve ilerde infaza olanak verecek kroki düzenlettirilmesi için, ye­ rinde keşif yapılması gerekir. Bunun yanı sıra bir tahsis belgesi veya daha önce sonuçlanmış bir mahkeme ilamına dayanılması halinde çekişmeli yerin bu belgeler kapsamında kalıp kalmadığını saptamak için de keşif icrası zo­ runludur. Keşifte dinlenilecek yerel bilirkişilerin, usul yasasının aradığı genel ko­ şulların yanı sıra tarafsız, yani dava edilen yerde herhangi bir yararı bulun­ mayan başka köylerden seçilmesine dikkate edilmelidir. Bilirkişilerin kadimlik konusundaki sözleri davanın kanıtlanmış sayılmasında yeterli sayılmaz. Bu konunun tanıklardan dinlenilmesi gerekir. Başka bir anlatımla, bir yerin mer'a olup olmadığı bilirkişi aracılığıyla saptanmalıdır; ancak, mer'adan yararlan(46) 1. HD., 23.5.1969, 9691/110-3208; Arcak, sh. 212. 198 MERA DAVALARI VE MERALARIN ÖZEL MÜLKİYETE DÖNÜŞÜMÜNÜ ÖNGÖREN DÜZENLEMELER ma şekline veya yararlanma hakkının aidiyetine ilişkin çekişmelerde bilirkişi anlatımına dayanılarak davayı çözümlemek mümkün değildir. B - Tapuya Dayanma Tapuya dayanılması ve tapununda çekişmeli yeri kapsaması halinde, tapunun iktisap nedenine bakmak gerekir. Eğer tapu doğru ve gerçek bir te­ mele dayanıyorsa, tanzimi tarihinde çekişmeli yerin özel mülkiyete konu olabilecek vasıfta bir yer olup olmadığı önem kazanır. "Tarihi ne kadar eski olursa olsun tapu, nizalı yerin mer'a vasfını kazanmasından sonra alınmış ise hükmü yoktur (47). C - Eski Tahsis Belgelerine Dayanma Eski tahsis belgelerinin özellikle fermanların kapsamı veya gerçekliğine itiraz halinde öncelikle bu konuların değerlendirilmesi gerekir. D - Tanıklar Mer'adan yararlanma ve bu yararlanma hakkının aidiyetine ilişkin konu­ larda, tahsise dayanılmaması durumunda kadimliğin tanıkla kanıtlanması gerekeceğinden, bunların tarafsız ve nizalı yerle ilgileri olmayan çevre köy­ lerden olması aranır. Tanıkların tarafsız olması yeterli sayılmamalı, bildirimlerinin de aydın­ latıcı, inandırıcı ve davayı çözümlemeye yeter nitelikte olması üzerinde du­ rulmalıdır. Tanıkların taşınmazın başında dinlenilmesi gerektiği ilkesi de unutulmamalıdır. 5 - Diğer Konular Mer'a davalarında tarafların kendilerini bir vekille temsil ettirmeleri olurludur. Asli müdahale ve fer'i müdahalede bulunabilmesine bir engel yoktur. Daha önce de vurgulandığı üzere, köyün ve beldenin sulh, kabul ve fe­ ragate hakları yoktur. Mer'a davalarında Kadastro Kanununun öngördüğü hak düşürücü süre­ den söz edilemez. (47) Cin, age., sh. 167. Mehmet Handan SURLU 199 Yargılama gideri ve vekalet ücreti genel usul kuralları içersinde çözüm­ lenmelidir. Temyiz ve karar düzeltme istem ve incelemeleri de yine genel usul hükümleri çerçevesinde değerlendirilmesi gereken hususlardır. Kanunyolu isteminden de vazgeçilemez. Yargılamanın yenilenmesi de hükmü veren mahkemeden istenecektir. İdari sınır değişikliği söz konusu ise, istem taşınmazın bulunduğu yer mah­ kemesine yapılmalıdır. V III- MERALARDA NİTELİK DEĞİŞİMİNİ VEYA ÖZEL MÜLKİYETE DÖNÜŞÜMÜ ÖNGÖREN YASAL DÜZENLEMELER Kural olarak mer'aların niteliğinin değiştirilemeyeceğini yukarda özel bölümünde ifade etmiştik. Ancak çıkarılan özel yasalarla bu kurala ayrık hükümler getirilmiştir. Şimdi, bu ayrık hükümlere değinmek istiyoruz: a - 1580 Sayılı Belediye Yasası Anılan Yasanın 70/11. maddesi, Belediye Meclislerine "menafü umuma mahsus belediye gayrimenkul emsalinin bir hizmete tahsisi, ciheti tahsisinin tebdil veya akar halinde ifrağı "yetkisini vermiştir". Bu nedenle Belediye Meclisinin mer'anın niteliğini değiştirebileceğinin kabulü gerekir (48). Aynı Kanunun 159. maddesine göre mer'aların tasarruf, idare ve denetimi tüm hukuk ve borçları ve gelirleri ile birlikte belediyelere devrolunmuştur. Ancak HGK.'nun 26.3.1976 tarih ve 1975/14-19 esas, 117 sayılı kararına göre; "Belediye Meclisleri, mülkiyeti Devlete ait olan Belediye sınırları içerisindeki mer'aların sadece yararlanma ve kullanma şekillerini değiştirebilir. Mesela, mer'anın tümünü veya bir bölümünü mezbaha, pazaryeri veya dükkan olarak kullanmamasına karar verebilir. Hiçbir şekilde mer'ayı özel mülkiyete çevirip satamaz. "Ondördüncü Hukuk Dairesi'nin 10.12.1974 tarih, 33/9/3599 sayılı kararı da aynı doğrultudadır" (49). Anılan HGK., mer'aların mülkiyetini Dev­ lete ait kabul ettiğinden bunlarla ilgili uyuşmazlıklarda, Maliye Hazinesi'nin dava hakkının bulunduğunu da öngörmüştür. b - 3083 Sayılı Yasa Sulama Alanlarında Arazi Düzenlemesine Dair Tarım Reformu Kanu­ nunun 15. maddesinde, "uygulama bölgelerinde ... tarım arazisinden .... uy(48) Karahasan, age., sh. 378. (49) Ö zm en-Ç orbalı, age., sh. 571. 200 MERA DAVALARI VE MERALARIN ÖZEL MÜLKİYETE DÖNÜŞÜMÜNÜ ÖNGÖREN DÜZENLEMELER gun görülenler, bu kanun ve kanuna göre çıkarılacak yönetmelik hükümlerine göre mer'a, yaylak, kışlak, çayır ve benzeri arazi olarak tesbit ve tahsis et­ meye, tahsisli olanların tahsis amacını değiştirmeye veya yenilemeye" imkan tanınmıştır. Görüldüğü üzere, burada tesbit ve tahsisin yanısıra mer'aların tahsis amacının değiştirilmesine de olanak tanınmıştır. c - 3202 Sayılı Yasa Köy Hizmetleri Genel Müdürlüğü'nün Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin Değşitirilerek Kabulüne Dair Kanunun 2/p maddesinde, "...mer'a, yaylak ve kışlakların tespit, tahdit ve taksimini yap­ mak, ayrıca lüzumlu hallerde bunlardan ihtiyaç fazlasının tesbiti ile Hazine adına tescilini sağlamak" konusunda Köy Hizmetleri Genel Müdürlüğü görevli bulunmuştur. 9/d maddesiyle de Arazi ve İskan Dairesi Başkanlığı, mera olarak tesbit, tahdit ve tahsis etmek, tahsisli olanların tahsis amacını değiş­ tirmek veya yenilemekle ilgili işleri yürütmek" üzere Genel Müdürlüğün ilgili ana birimi olarak vazifelendirilmiştir. Burada da tahsis amacını değiştirmekten açıkça söz edilmiştir. ç - 442 Sayılı Yasaya 3367 Sayılı Kanunla Getirilen Ek Madde 14 Bu yasa ile Köy Kanununa getirilen ek madde 14, köy yerleşme planında konut alanı ve köy genel ihtiyaçlarına hükmüne ayrılan yerler Devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunan mer'a, yaylak, seyrangah, yol, harman ve pa­ nayır yerleri gibi alanlar ve Hâzinenin mülkiyetinde olup kamu hizmetine tahsis edilmemiş taşınmaz mallar köy yerlerine planın onayı ile bu vasıflarını kendiliklerinden kaybeder ve valiliğin talebi üzerine köy tüzelkişiliği adına re'sen tapuya tescil edilir" hükmünü içermektedir ve sayılan yerlerle birlikte mer'a ve yaylakların da nitelik kaybına imkan vermektedir. Anılan Yasanın ek madde 15 hükmü ile de, mer'a niteliğini kaybeden ve köy tüzelkişiliği adına tapuya yazılan yerlerin ihtiyaç sahiplerine ihtiyar mec­ lisi kararı ile veya bedel üzerinden satılacağı kabul edilmiştir ki, böylece mer'aların özel mülkiyete dönüştürülmesi imkanı yaratılmıştır. d - 3194 Sayılı İmar Yasası Bu Yasanının 11/son maddesi, "Hazırlanan imar planı sınırları içindeki kadastrol yollar, meydanlar ile mer'alar, imar planının onayı ile bu vasıflarını Mehmet Handan SURLU 201 kendiliğinden kaybeder, onaylanmış imar planı kararı ile getirilen kullanım amacına konu ve tabi olurlar" hükmünü amirdir. Dairemizin, "............. bu kuralın Danıştay 1. Dairesi'nin 10.2.1989 tarih ve 1989/3026 esas, 1989/19 sayılı mütalâalarında da vurgulandığı üzere, (imar planı sınırları içinde me­ raların, planın onayı ile birlikte hukuki bakımdan meralık niteliğini yitireceği, bu yerlerden genel hizmetlere ayrılanların belediye ve özel idareye bedelsiz terkinin gerekeceği, genel hizmetler dışında özel mülkiyete konu olabilecek bir amaca ayrılan yerlerin onaylanmış imar planı ile getirilen kullanma ama­ cına konu ve tabi olacakları, ancak bu durumda mer'alardan elde edilen yerlerin belediyeler adına tescilini gerektirmeyeceği) biçiminde anlaşılması gerektiği.... Bir başka anlatımla mer'aların onaylanmış imar planında genel hizmetler dışında bir amaca ayrılmışsa, belediyelere terkinin.söz konusu olamayacağı... çıplak mülkiyeti Hâzineye ait mer'aların özel mülk olarak be­ lediyelere geçmesinin mümkün bulunmadığı" .... görüşündedir (50). e - 4753 Sayılı Yasa Yürürlükten kalkmış bulunan 4753 sayılı Yasanın 8. maddesinin B fık­ rasında; "Bir veya birkaç köy, kasaba ve şahsın orta mal olan arazinin ihti­ yaçtan fazla olduğu Tarım Bakanlığı'nca belirtilen parçası"nın dağıtımına olanak vermekteydi. f - Sair yasaların değerlendirilmesi 3290 sayılı Yasa ile değişik 2981 sayılı İmar Affı Kanunu sadece Dev­ letin hüküm ve tasarruf altındaki yerleri dağıtıma tabi tutmuş olup, mer'aları yapılaşmaya açmamıştır (51). IX - MER'A KANUNU TASARISI VE GETİRDİKLERİ Tarım ve Köyişleri Bakanlığı'nca hazırlanan Mer'a Kanununun Tasarısı 5 Bölüm ve 35 asıl, 1 geçici maddeden oluşmaktadır. Genel gerekçesinde "sonuç olarak, hayvancılıkta verimin artırılması, fertlerin ve toplumun mer'a yaylak ve kışlaklardan tabii yararlanma haklarının düzenlenmesi ve konu ile ilgili anlaşmazlıkların önlenmesi, mer'a toprakları­ nın ıslahı, bakımı ve korunması, adalet ilkelerine uygun yararlanmanın (50) 14. HD.'nin 18.3.1993 tarihli kararı. (51) 14. HD.'nin 18.12.1992 tarih, 1991/10989-1992/11106 s. kararı. 202 MERA DAVALARI VE MERALARIN ÖZEL MÜLKİYETE DÖNÜŞÜMÜNÜ ÖNGÖREN DÜZENLEMELER sağlanması gibi hukuki, teknik ekonomik ve sosyal faydalar getireceği"nden söz edilerek bu düzenlemenin yapıldığı belirtilmiştir. Tasarı; mer'a, yaylak ve kışlakların hukuki durumu başlıklı 4. maddesi ile, mer'a, yaylak ve kışlakların mülkiyetinin Hazine'ye kullanma hakkının ise bir veya birden çok kişi veya belediyeye ait olduğunu ve bu yerlerin Devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunduğunu öngörmektedir. Beşinci maddesi ile de tahsis edilecek yerleri dört bent halinde düzenlemiştir. Altıncı madde de ise, mer'a yaylak ve kışlakların tespit ve tahsisin Tarım ve Köyişleri Bakanlığı'nca kuruluşu açıklanan komisyonca yapılacağı öngö­ rülmüştür. Onbirinci maddesinde, mer'a, yaylak ve kışlak olarak tesbit ve tahdit edilen yerlerin haritalarının bir örneğinin Tapu Sicil Müdürlüğüne gönderile­ ceği ve kadastro gören yerlerin de 3402 sayılı Kanunun 16. maddesinin (B) bendine göre düzenlenen özel sicile kaydedileceği yazılıdır. Tahsis amacının değiştirilmesine 15, tahsis kararınında değişikliğine de 16. maddede yer verilmiştir. Tasarı, 27. maddesi ile yararlananların yükümlülüklerini belirlemiştir. -oOo— £ • AVRUPA İNSAN HAKLARI SÖZLEŞM ESİ VE TÜRKİYE CUMHURİYETİ V ......................... AVRUPA İNSAN HAKLARI MAHKEMESİNİN AKDİVAR VE DİĞERLERİ - TÜRKİYE OLAYINA İLİŞKİN 16 ARALIK 1996 TARİHLİ KARARI Doç. Dr. Şeref Ü N A L (*) • ANLATIM D Ü ZE N İ: I- Konu. II- Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin 16 Eylül 1996 Tarih ve (99/1995/605/693) Sayılı Kararı. 1- İddia ve Savun­ ma. a- İddia, b- Hükümetin Savunması. 2- Gerekçe, a- Genel İlkeler, aaİdari Yargı Yolu, bb- Adli Yargı Yolu. 3- Hüküm. III- Sonuç ve Değerlendir-' me. I. KONU Şikayetçiler; Diyarbakır İli, Dicle İlçesi, Kelekçi Köyü halkındandır. Kelekçi Köyü ve çevre, bölgeler uzun süre PKK eylemlerine sahne olmuştur. PKK, 18 Temmuz 1992'de Kelekçi ve komşu Boğazköy'e saldırıda bulunmuştur. Bu saldırıda Kelekçi Köyü'nden üç kişi öldürülmüş, üçü de yaralanmıştır. 1 Kasım 1992'de Boğazköy'e yapılan diğer bir saldırıda ise, Jandarma karakolu tahrip edilerek bir Jandarma öldürülmüş, sekizi de yaralanmıştır. Bu olaylar üzerine takviye alan güvenlik güçleri, bölgede sıkı bir terörist arama faaliyeti başlat­ mışlardır. Şikayetçiler, jandarmanın 10 Kasım 1992'de Kelekçi Köyü'ne saldırarak, aralarında kendilerininkinin de bulunduğu dokuz evi yaktıklarını ve bütün köyü boşalttıklarını iddia etmişlerdir. Türk Hükümeti bu iddiaları, PKK'nın yaktığı iddiasıyla kategorik bir şe­ kilde reddetmiştir. Güvenlik güçleri, sözkonusu evleri sadece zarar vermeden (*) H âkim -A dalet Bakanlığı Avrupa Topluluğu Koordinasyon Dairesi Başkanı. 204 AVRUPA İNSAN HAKLARI MAHKEMESİNİN AKDİVAR VE DİĞERLERİTÜRKİYE OLAYINA İLİŞKİN 16 ARALIK 1996 TARİHLİ KARARI aramıştır. Hükümetin savunmasına göre, 10 Kasım 1992'den sonra tek bir asker köye girmemiştir. 6 Nisan 1993'te, Kelekçi Köyü ateşe verilmiş ve köy neredeyse tamamen tahrip edilmiştir. Ne var ki, bu tahribin hükümet askerleri mi, yoksa PKK tara­ fından mı yapıldığı tartışmalıdır. Avrupa İnsan Hakları Komisyonu, aralarında şikayetçilerinkilerin de bu­ lunduğu dokuz evin, 1 Kasım 1992'de Boğazköy Jandarma Karakolu'na ya­ pılan saldırıdan hemen sonra tamamen yakıldığı veya ciddi hasara uğratıl­ dığını tesbit etmiştir. Ancak, olayın kesinlikle hangi tarihte cereyan ettiği be­ lirlenemediğinden, olayın şikayetçilerin iddia ettiği şekilde 10 Kasım 1992'de vukubulduğunu kabul etmiştir. Komisyonun bulgularına göre, Türk makamları ne olay tarihinde ne de daha sonra hiç bir ciddi soruşturma yapmamıştır. Görüşe göre, 29 Kasım 1993'te jandarma tarafından Kelekçi Köyü'ndeki olaylar hakkında bir rapor tutulmuştur. Ancak, ne bu rapor ne de daha sonra Diyarbakır Devlet Güvenlik Mahkemesi'ne sunulan diğer kaza raporları üzerine, anılan savcılıkça hiç bir soruşturma başlatılmamıştır. Komisyon böylece, evleri yakılan köylülerin zararlarının nasıl karşılana­ cağı konusunda hiç bir makamın kendilerine tavsiyede bulunup yol göster­ mediği kanısına varmıştır. Gerçekten de, köylülerin kaymakama dilekçe ver­ melerine, bir çok kez resmi makamlara şikayette bulunmalarına rağmen, hiç bir makam ciddi bir adım atmamış, şikayetçilere yetkili makamın kim olduğunu göstermemiştir. Komisyonun tesbitlerine göre, ayrıca Türk makamları şikayetçileri, Avru­ pa İnsan Hakları Komisyonu'na neden başvurdukları konusunda sorguya çekmiştir. Bu konuda Komisyona delil olarak bir video filmi sunulmuştur. Türk makamları olay hakkındaki soruşturmayı, ancak Avrupa İnsan Hakları Komisyonu'na başvurudan ve bunun hükümete tebliğinden sonra, 1994 Aralık ayında başlatmıştır. Komisyon delil durumuna göre, yoğun terörist olaylara sahne olan böl­ gedeki dokuz evin güvenlik güçleri tarafından yakıldığı sonucuna varmıştır. Bununla beraber, köyün zorla güvenlik güçleri tarafından tahliye ettirildiği ko­ nusunda delil bulunamamıştır. Doç. Dr. Şeref ÜNAL 205 Sonuç olarak Komisyon, Sözleşmenin 3, 5/1, 6/1, 8 ve 13. maddeleriyle, 1 sayılı Ek Protokolün 1. maddesinin Türk Hükümeti'nce ihlâl edildiğini tesbit etmiş ve rapor Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne sunulmuştur. II. AVRUPA İNSAN HAKLARI MAHKEMESİNİN 16 EYLÜL 1996 TARİH VE (99/1995/605/693) SAYILI KARARI 1. İddia ve Savunma a. İddia Şikayetçiler evlerinin tahribinin, hükümetin bölgede uyguladığı politikanın bir parçası olduğunu, bundan iki milyon insan ve üç bin yerleşim yerinin etki­ lendiğini iddia etmişlerdir. İfadelerine göre köyler, PKK'ya sığınma yeri olduğu gerekçesiyle yakılıp boşaltılmaktadır. Bu politika, devletin en yüksek organları tarafından da hoşgörü ile karşılanmakta ve uygulanması emredilmektedir. Devletin amacı, masif göçlerle Güneydoğu Türkiye'yi boşaltmaktır. Böyle bir uygulama, her türlü şikayeti yararsız ve etkisiz kılmaktadır. Hükümetin politi­ kayı sona erdireceğine dair hiç bir işaret olmadığı için, mağdurların zararını giderecek hiç bir yol bulunmamaktadır. Şikayetçiler ayrıca, idare mahkemelerine başvurunun etkin bir yol olma­ dığını öne sürmüşler ve hükümetin köyleri yakılanlara tazminat ödendiğine dair tek bir mahkeme kararı ibraz edemediğini iddia etmişlerdir. İddialarına göre, aslında idare mahkemelerinin bu konuda yetkileri de bulunmamaktadır. Bu tür olaylarda sorumluluk ve tazminatı belirlemek adli yargının hukuk ve ceza mahkemelerine aittir. Şikayetçiler adli yargıya başvurmaları halinde de sonuç alamayacaklarını bildirmişlerdir. Çünkü, 430 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin 8. madde­ sine göre, köylerin boşaltılmasını emreden Olağanüstü Hal Valisinin kararla­ rına karşı yargı yolu kapalıdır. Kaldı ki, bu tür olaylarda hukuk davası açılsa bile, tazminat almak mümkün değildir. Tazminat ancak eylemin suç olduğunun bir ceza mahkemesince tesbit edilmesi halinde söz konusu olabilir. Ceza mahkemesinden karar alabilmek için ise, savcılıkça bir soruşturmanın başla­ tılması zorunludur. Ne var ki, şikayetçilerin iddialarına göre, kendilerinin şi­ kayetleri konusunda hiç bir suç kovuşturmasına başlanmamıştır. b. Hükümetin savunması Hükümet ilk olarak, iç hukuk yolları tüketilmediği için, Sözleşmenin 26. maddesine göre şikayetin reddedilmesini talep etmiştir. Savunmaya göre, şi­ 206 AVRUPA İNSAN HAKLARI MAHKEMESİNİN AKDİVAR VE DİĞERLERİTÜRKİYE OLAYINA İLİŞKİN 16 ARALIK 1996 TARİHLİ KARARI kayetçiler tazminat alabilmek için hiç bir girişimde bulunmamışlar, herhangi bir mahkemeye baş vurmamışlardır. Böylece, adli makamlar tazminata ilişkin olarak Türk hukukunda mevcut bulunan usul ve esasa ilişkin hükümleri uygu­ lama imkanı bulamamışlardır. Hükümete göre, Türk Anayasası'nın 125. maddesi idarenin bütün eylem ve işlemlerini yargı denetimine tabi tutmuştur. Söz konusu hüküm sadece normal zamanlarda değil, olağanüstü hallerde ve hatta savaş durumunda da uygulama alanı bulur. Bu bağlamda, idare mahkemelerinin ölüm veya maddi zararla sonuçlanan bir çok davada, idarenin kusurunu aramadan, sosyal risk kavramından hareketle, bir çok tazminat kararı verdiği bildirilmiştir. Savun­ maya göre, terörizmle mücadelede önemli deneyim kazanan Türk mahkeme­ leri, yalnız idarenin eylem veya işlemleri sonucu oluşan zararları değil, PKK'nın eylemlerinden kaynaklanan zararları da tazmin etmeye hazırdır. Hükümet, bir çok önemli uluslararası mahkeme kararlarına atıf yaparak, iç hukuk yollarının tüketilmesi gerektiğini, şikayetçilerin, bu yola baş vursalar bile herhangi bir sonuç alınamayacağını kanıtlayamadıklarını savunmuştur. Sunulan emsal kararları her nekadar başvurucuların şikayet konusunu kap­ samasa da, hükümet, Türk yargısının etkinliğini şüpheye yer bırakmayacak şekilde ortaya koymuştur. Bu tür kararların yokluğu, idarenin Sosyal Daya­ nışma Fonundan, terörist eylemler yüzünden yer ve yurtlarından edilen kişi­ lere, önemli miktarda para ve malzeme yardımı yapmasıyla, açıklanabilir. Hükümet son olarak, Avrupa İnsan Hakları Komisyonu'na başvurdukla­ rından dolayı şikayetçilere herhangi bir baskı yapılmadığını, kendilerinin ve Komisyon gündeminde bulunan çok sayıda şikayetin bunun açık bir delili ol­ duğunu bildirmiştir. 2. Gerekçe a. Genel ilkeler Sözleşmenin 26. maddesine göre, Avrupa İnsan Hakları Komisyonu'na başvurmadan önce iç hukuk yollarının tüketilmesi gerekir. Sözleşmenin ön­ gördüğü koruma mekanizması, insan haklarını koruyan milli sistemlere karşı ikincil (subsidiary) plandadır. Ancak, bu kural mutlak değildir iç hukuk yolları­ nın yeterince güvenilir olması, teorik değil, pratikte sonuç alınmasını sağla­ yabilmesi gerekir. Devletler hukukunun genellikle kabul gören bir ilkesine gö­ re, iç hukuk yollarının yetersiz ve etkisiz olması, şikayetçiyi iç hukuk yollarını Doç. Dr. Şeref ÜNAL 207 tüketme yükümlülüğünden kurtarır. Bu kural somut olayda olduğu gibi, resmimakamların hoş görüsüyle, Sözleşmeye aykırı uygulamaların sürdürüldüğü durumlarda da geçerlidir. Böyle durumlarda dava etkisiz kalır ve bir yarar sağlamaz (İrlanda'nın, İngiltere'yi şikayet ettiği olayla ilgili 18 Ocak 1978 tarihli karar). Türkiye'nin Güneydoğu Bölgesi'nde PKK teröristleri şiddet uygulamakta, hükümet de buna karşı mücadele etmektedir. Böyle durumlarda yargının amacına uygun bir şekilde işlemesinin engellendiğinin kabulü gerekir. Özel­ likle, soruşturma ve delil toplanmasının güçlüğü, yargıya başvurudan bekle­ nen yararı ortadan kaldırır. aa. İdari yargı yolu Mahkemeye ibraz edilen çok sayıdaki emsal kararlardan, idare mahke­ melerinin kusursuz sorumluluk ilkesine dayanarak kararlar verdiği anlaşıl­ maktadır. Bunlardan, terör eylemleri dolayısıyla mallarına zarar verilenlerin, bu mahkemeler önünde tazminat kararları alabilecekleri anlaşılmaktadır. Mahkemeye göre, yargıya başvuru halinde başarısız kalınacağına ilişkin bir şüphe, yargı yolunun tüketilmemesi için başlı başına bir mazeret teşkil et­ mez. Ne var ki, hükümet de Mahkemeye, köylerin güvenlik güçlerince mak­ satlı olarak tahrip edilmesi dolayısıyla tazminat ödendiğine ilişkin emsal ka­ rarlar ibraz edememiştir. Bu bağlamda Komisyon temsilcisinin beyanı da mahkemenin dikkatini çekmiştir. Buna göre, idari makamlar bu tür kanunsuz eylemlerin güvenlik güçleri mensuplarınca işlendiğini kabul etmekte genel bir çekingenlik içindedir. Ayrıca, hiç bir tarafsız soruşturma yapılmamış olması ve idari makamların şikayetçilerle işbirliği yaparak delilleri toplamamış ve kendilerine tazminat önerisinde bulunmamış olması da dikkati çekmektedir. Bu durumda Mahkeme, İdari yargı yoluna başvurunun uygun ve etkin bir kanun yolu olmadığı kanısına varmıştır. Çünkü böyle bir davada, şikayetçi­ lerin mallarının jandarmalar tarafından tahrip edildiğinin kabul edileceği kanı­ sında değildir. bb. Adli yargı yolu Hükümetin, şikayetçilerin adli yargıya da başvurmadıklarına ilişkin sa­ vunmasına gelince, bu bağlamda, idari makamların şikayetçilerin başvurusu üzerine hiç bir anlamlı soruşturma yapmadıkları, kendilerinin çeşitli kamu gö- 210 AVRUPA İNSAN HAKLARI MAHKEMESİNİN AKDİVAR VE DİĞERLERİTÜRKİYE OLAYINA İLİŞKİN 16 ARALIK 1996 TARİHLİ KARARI - 20'ye karşı 1 oyla, 50. madde uyarınca maddi ve manevi tazminat be­ lirlenmesinin ertelenmesine ve tarafları üç ay içinde bu konudaki gö­ rüşlerini bildirmeye ve anlaşmışlarsa ayrıntılarını bildirmeye davete, karar vermiştir. III. SONUÇ VE DEĞERLENDİRME Sözleşmenin 26. maddesine göre, Avrupa İnsan Hakları Komisyonu'na ancak, iç hukuktaki başvuru yollarının tüketilmesinden sonra verilecek kesin karar üzerine 6 aylık süre içinde başvurulabilir. Dolayısıyla, hakkının ihlal edildiğini iddia eden kişi önce millî mahkeme ve makamlara başvurmak, haksızlık bu yolla giderilemediği takdirde de Komisyon'a başvurmak yetkisine sahiptir. Kararda da belirtildiği gibi, Sözleşme­ nin denetim organları olan, Avrupa İnsan Hakları Komisyonu ve Divanı, millî mahkemeler üzerinde temyiz mercii değil, millî mahkemelere göre tali, ikincil nitelikteki organlardır. İç hukuktaki başvuru yollarının tüketilmiş olmasının gerekçesi, bireye yapılan haksızlığın devletin iç hukuk düzeni çerçevesinde düzeltilebilmesi için sorumlu devlete bir fırsat verilmesi düşüncesidir. Komisyon'a yapılan başvuruların büyük bir çoğunluğu, iç hukuktaki baş­ vuru yollarının kullanılmamış olmasından dolayı reddedilmektedir. Şikayetçi, Komisyon'a başvurmadan önce iç hukuktaki bütün başvuru yollarını denemek zorundadır. Başvuru yollarına, kanun yolu olarak mahke­ meye başvuru olduğu kadar, idari makamlara şikayet yöntemi de dahildir. Ancak, iç hukuktaki bu yolların, yapılan haksızlığı telafi etmeye elverişli ol­ ması ve olumlu sonuç vermesi gerekir. Bu nedenle, iç hukuktaki başvuru yolunun yapılan ihlali telafi etmek açı­ sından yetersiz olduğunun anlaşılması halinde, Komisyon, bu şartın yerine getirilmiş olmasını aramamaktadır. Nitekim, somut olayda, Komisyon ve onun raporu üzerine Mahkeme, iç hukuk yolları tüketilmediği halde şikayeti kabul ederek incelemeye almışlardır. Gerekçeden, Mahkemenin bu kararı almakta oldukça zorlandığı anlaşıl­ maktadır. Mahkeme, Türkiye'nin Günydoğusu'ndaki terör olayları dolayısıyla yargı ve idarenin etkinliğini kaybetmesinin anlayışla karşılanması gerektiğini Doç. Dr. Şeref ÜNAL 211 kabul etmekle beraber, şikayetçilerin uğradığı haksızlıkların giderilmesi için hiç bir girişimde bulunulmamış olması karşısında bu kararı almıştır. Böylece, aslında ikincil, tali nitelikte bir yetkiye sahip olan Mahkemenin, ilk derece mahkemesi gibi Türk Mahkemelerinin yerine geçtiği ifade edilebilir. Bunun nedenleri kararın gerekçesinde açıklanmakta ve Türk Mahkeme ve İdari makamlarının olay karşısında hareketsiz kalmış olmasıyla izah edil­ mektedir. Gerçekten de, Türk Makamları olaydan ancak iki yıl sonra bir soruşturma başlatabilmiştir. Mahkemenin ifadesine göre, Türk Makamları olaydan ancak, mağdurların Avrupa İnsan Hakları Komisyonu'na başvurmalarından ve bunun Türk Hükümeti'ne intikal ettirilmesinden sonra zorunlu olarak harekete geçe­ bilmiştir. Gerek Komisyon, gerekse Mahkeme, Türk iç hukukundaki mevcut usul ve maddi hukuk kurallarının teorik olarak mağdurların zararını karşıla­ mak açısından yeterli olduğunu, ancak ısrarlı başvurularına rağmen bu ku­ ralların yaşama geçirilemediğini önemle vurgulamışlardır. Strasbourg'da dahi duyulan köy yakma ve boşaltma gibi bir olayda, böl­ gede görevli güvenlik güçleri ve adli makamların haberdar olmaması düşü­ nülemez. Dolayısıyla,zabıta ve adli makamların olaydan hemen sona, evler güvenlik güçleri veya PKK tarafından yakılsın, derhal bir soruşturma başlat­ ması, olaya ciddi bir şekilde el koyduğunu ortaya koyması gerekir. Somut olayda bu tutum sergilenmiş olsaydı, Komisyon ve Mahkeme olaya el koy­ mayacak ve Türkiye'deki iç hukuk yollarının tüketilmesini bekleyecekti. Somut olayda, Türk Hükümeti ısrarla ilk itiraz olarak, iç hukuk yollarının tüketilmediğini savunmuştur. Ne var ki, teoride var olan bu yollar işletilememiş, mağdurların zararı telafi edilememiştir. Bunun üzerine Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, istemeye istemeye, kendisini mazur gösterecek gerekçeleri de sıralayarak söz konusu kararı vermiştir. Mahkeme, bu bağlamda, sözkonusu kararın somut olaya münhasır olup emsal teşkil etmediğini özellikle vurgulamak ihtiyacını duymuş ve bu kararın şikayetçilerin 26. madde çerçevesindeki iç hukuk yollarını tüketme yükümlü­ lüğünü hiç bir şekilde ortadan kaldırmadığını ve Türkiye'nin Güneydoğu Bölgesi'nde bu yolların etkisiz olduğu şeklinde anlaşılmaması gerektiğini açık­ lıkla belirtmiştir. Söz konusu karar, Türk Hükümeti'ne bir ikaz niteliğindedir. Güneydoğu Anadolu'dan Komisyon'a bu şekilde bir çok başvuru yapıldığı bilinmektedir. 212 AVRUPA İNSAN HAKLARI MAHKEMESİNİN AKDİVAR VE DİĞERLERİTÜRKİYE OLAYINA İLİŞKİN 16 ARALIK 1996 TARİHLİ KARARI Terör olayları bitene kadar bundan böyle de bu tür şikayetlerin arkasının ke­ silmeyeceği muhakkaktır. Adli ve idari makamlara düşen görev, olayları ciddi şekilde soruşturmak ve gereken önlemleri almaktır. İdari makamlara başvuru da iç hukuk yollarından sayıldığı cihetle, terörle mücadelenin zorunlu kıldığı köy boşaltma hallerinde, yerlerinden yurtlarından edilen vatandaşların iskan ve iaşesi için idarenin planlar geliştirmesi ve bunları uygulamaya koyarak mağduriyetlerini gidermesi, kuşkusuz Komisyon'a baş­ vuruları önemli ölçüde azaltacak diğer bir önlemdir. Millî veya uluslararası her mahkemenin ilk ve en önemli görevi, önüne getirilen olayda yetkili olup olmadığı konusunda karar vermektir. Tarafsız bir organ olan mahkemenin bu bağlamda, çok dikkatli davranması (self restraint) inanırlığı ve kararlarının taraflarca tartışmasız bir şekilde kabulü açısından zorunludur. Somut olayda ise, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi son derece aktif bir tutum sergileyerek davaya el koymuştur. Tâli olarak (subsidiary) yetkili bir organ olan mahkemenin somut davaya bakmak yerine, gerek usul ve ge­ rekse maddi hukuk açısından yeterli bulduğu Türk iç hukuk yollarının tüketil­ mesinin ne sonuç vereceğini beklemesi ve haksızlığın buna rağmen gideril­ memesi halinde olaya müdahale etmesi gerekirdi. Mahkeme, somut kararıyla yetkisini aşmış,tarafsızlık, güvensizlik ve saygınlığını tartışılır hale getirmiş­ tir. —oOo— ^ ^ FEDERAL MAHKEM E İÇTİHATLARI j (Borçlar Hukuku) BANKA GARANTİSİ Çeviren Doç. Dr. Kemal DAYINLARLI (*) (O) Bankası dâvasında (S)’ye karşı (karar düzeltmesi) yolu ile ya­ pılan müracaat üzerine Birinci Hukuk Dairesi'nin 28 Mayıs 1996 tari­ hinde verdiği karar özeti Vesaik mukabili garanti halinde, vesaikin ciddiyet ilkesi, garanti madde­ sinde yazılı olanlara tamamen uygun olmayan belgeler ibraz edilmiş ise bankayı ödeme yapmamaya zorlar. Bu ilke, bu davada olduğu gibi, BK.nun m. 151 vd. anlamında bir şartla birlikte donanmış olması halinde de uygula­ nabilir. A - 1 Haziran 1988 tarihli "mutabakat mektubu" (Letter of Agreement) ile İzmit'te (Türkiye) (M) Şirketi, Amman'da (Ürdün) bulunan (S)'ye çelik borular sattı. Satış bedeli olan 11.115.000 Amerikan Doları (US$), (S)'nin talimatı üzerine, (M)'nin lehinde İstanbul'da (Türkiye), (X) Bankası'nda açılan vesaik mukabili akreditifle ödenmesi gerekiyordu. (M)'de, (S)'ye 837.720 Amerikan Dolarlık (US$) bir teminat mektubu temin etmek zorunda idi. Bu bedelin 147.720 Amerikan Dolarlık (US$) ilk bölüm ödemesi vesaik mukabili akredi­ tifin kabulünün satıcı tarafından kabul edildiğinin bildirilmesini müteakip on gün içinde, daha sonra da her biri 230.000 Amerikan Doları (US$) olan üç ayrı ödeme yapılacaktı. 8 Haziran 1988'de İstanbul'da (Y), (M)'nin talimatı üzerine (S)'nin lehine gayri kabili rücu bir garanti mektubu keşide etti. Bu mektup İngilizce kaleme alınmıştı. Bu mektubun esas olan içeriği şöyle idi (çeviri): (*) Ankara Barosu Avukatlarından. KAYNAK : Arrets du Tribunal Federal Suisse, Recueil Offıciel Cilt: 22, Kısım: III, 6. Tes­ lim, Lausanne 21.10.1996/354, Sh. 273-279. BANKA GARANTİSİ 214 19 Haziran 1988 tarihine kadar bankamız tarafından (M)'nin lehine 11.115.000 Amerikan Dolarlık (US$) akreditifin kabul edilmiş ve satıcının kredi koşulları ile mutabakatının yazılı olarak bize teyit edilmesi şartıyla, bu mektupla satıcının kefili olarak (S)'ye ödenmesi gereken 837.720 Amerikan Doları (US$)'nı garanti ediyoruz. Yukarıda yazılı meblağı, satıcının 837.720 US$ ödemediğini bildiren ilk yazılı talebinde (S)'ye ödemeyi taahhüt ediyoruz. Bizim garantimiz Mart 1989 tarihine kadar geçerlidir ve bu tarihte veya bu tarihten daha önce sizden bir talep gelmediği takdirde garantimiz tama­ men ve kendiliğinden son bulacaktır. Nihayet, mutabakat mektubunda "Letter of Agreement"da anlaşmaya varılmış olduğu şekilde 837.720 US$'lık meblağın ödenmesi şartlarını ga­ ranti yeniden içeriyordu. 14 Haziran 1988 tarihinde (Y), Cenevre'deki (O) Bankası'nın bu garanti mektubunu teyit etmesini istedi. (O), takip eden 16 Haziranda bu teyidi verdi. Üstelik (Y) tarafından bu vesaik mukabili akreditifin kabulüne kadar sürenin uzatılması için garanti mektubunda üç kez değişiklik yapıldı. Sonuçta kabul edilen tarih 30 Temmuz 1988 oldu. 8 Temmuz 1988'de yapılan üçüncü de­ ğişiklik ayrıca ya (Y) tarafından ya da (X) tarafından vesaik mukabili akredi­ tifin kabul edilebileceğini öngörüyordu. Vesaik mukabili akreditif 30 Haziran 1988 tarihinde açılmış idi. (M), toplamı 147.720 US$ tutan 13 Temmuz 1988 tarihli iki çeki (S)'ye gönderdi. Ertesi günü, herbiri 230.000 US$ olan üç ödemenin 28 Temmuzda yapılacağını bildirdi. 21 Temmuz 1988 tarihli teleks ile (M), vesaik mukabili akreditifin kabul edildiğini (X)'e teyit etti. İngilizce yazılmış olan bu teleks ayrıca teyidin aşa­ ğıdaki şekilde olduğunu bildiriyordu (çeviri): [....] şart gerektikçe ileride yapılabilecek değişiklikleri istemek için tüm haklarımızı saklı tutarak 22 Temmuz 1988 tarihinde (M), mutabakatını (S)'ye bildirdi ve ona bir gün önce (X)'e gönderilen teleksin bir kopyasını verdi. Müteakip 7 Ağustos tarihinde (S), bu olaydan (O)'yu haberdar etti. Ertesi günü, (M) tarafından Doç. Dr. Kemal DAYINLARLI 215 (X)'e gönderilen teyidin bir kopyasını temin etmesini (O), (S)'den istedi. Bu isteme 9 Ağustos tarihinde (S) olumlu cevap verdi. Aynı yılın 31 Ağustos tarihli mektubu ile (M), vesaik mukabili akreditifin kabule şayan nitelikte ol­ madığını (Y)'ye bildirdi ve bu konuda (S) ile müzakere halinde olduğunu ve söz konusu akreditifin şartsız olarak kabulünü yazılı olarak teyit edemeye­ ceğini bildirdi. 22 Eylül 1988 tarihli yazı ile (M), krediyi kabul etmediğini (Y)'ye bildirdi ve ondan garanti mektubunu iptal etmesini istedi. Mutabakat mektubu "letters of agreemerıt"yerine getirilmemiş ve mal teslim edilmemişti. 28 Aralık 1988 tarihinde (M), (X)'e vesaik mukabili akreditifi kullanmayacağını beyan etti ve onu keşide eden bankaya iade etmesini rica etti. (S) tarafından garanti uyarınca gereken meblağın ödenmesi için (O)'ya yapılan talep boşa çıktı. B - (S), 13 Temmuz 1988 tarihinde (M)'nin ödediği meblağ ile garanti edilen meblağ arasındaki farkın ödenmesine yönelik (O)'ya karşı dava açtı. Cenevre Kantonu. Hukuk Mahkemesi, 14 Nisan 1994 tarihli kararı ile davayı reddetti. Cenevre Kantonu Yüksek Mahkemesi Hukuk Dairesi, 23 Haziran 1995 tarihli kararı ile davayı kabul etti. Federal Mahkeme, davalı tarafından yapılan karar düzeltme müracaa­ tını kabul etti ve temyiz edilen yüksek mahkeme kararını iptal ve davayı reddetti. GEREKÇELERİN ÖZETİ 3) Geriye ihtilâflı şartın tahakkuk edip etmediğini ve davacının talebini yaptığı anda garantinin yürürlüğe girmiş olup olmadığını doğrulamak kalır. a/aa Bağımsız bir garanti verildiği zaman kefil, lehdarın talebinden he­ men sonra esas sözleşmeye ilişkin muhtemel bir ihtilâfa bakmaksızın taah­ hüdünü yerine getirmek zorundadır (bkz., yayınlanmamış (L) Yüksek Mah­ keme kararı ve (UY)'ya karşı gerekçe ve 19 Temmuz 1990 tarihli karar ge­ rekçe ll/2c ve atıf yapılan kararlar). Talep halinde, bankacının yababileceği tek şey taahhüt mektubunda belirtilmiş olan koşulların bir araya gelip gel­ mediğini incelemektir (bkz., Rives - Lange/Contamine - Raynaud, Rdoit Bancaire, 6eme ed. 1995, P. 729, n. 796 et p. 732 n. 801). Gayri kabili rücu akreditifte olduğu gibi, banka ile lehdar arasında en azından garanti mad­ desinin içeriğinin dikkate alınmasını gerektiren kesin şekle riayet etme ilişkisi vardır (bkz., DOHM, Les garantie bancaires dans le commerce international, 216 BANKA GARANTİSİ p. 103 s. N. 198; RIVES - LANGE / CONTAMINE / RAYNAUD, op. Cit., p. 728 n. 793, s.; cf. aussi ROSSI, La garantie bancaire â premi6re demande, th6se Fribourg 1989, p. 127 n. 409). Böylece, anlaşmada zikredilen kişiden başkasına yapılan ödeme talebi şekle uymadığı için geçersiz olup ilke olarak reddedilmelidir (bkz., DOHM., op. cit., p. 102 n. 196. Bu nüans PRUM'de daha belirgindir. Les garantie a la premiere demande p. 179 n. 335). Ge­ rektiğinde örneğin, bir mahkeme veya hakem kararının ibraz edilmesinde olduğu gibi garanti sözleşmesinde sayılmış olan belgelerin lehdar tarafından ibrazı üzerine ancak garanti yürürlüğe girer. Örngörülmüş olan belgeler ibraz edilmezse garanti ödenmez (ATF 119 II 132 consid. 5a/bb et les references). İbraz edilen belgelerin incelenmesi garanti mektubuna ilgide bulunulan şekil uygunluğunun sıkı kontrolü ile sınırlı olacaktır (PRUM, op. cit., p. 192 n. 360; DOHM, op. cit., p. 105, n. 204; KLEINER, Bankgarantie, 4e ed. 1990, n. 17.07; bkz., Aussi THEVENOZ, Les garanties independantes devant les tribunaux suisses, in journee 1994'de droit bancaireet financier,p. 180 et les references indiquees â la note 46; en matiere de credit documentaire.bkz., örneğin, TEVINI du PASOUIER, Le credit documentaire en droit suisse, p. 136 ss). Eğer belgeler garanti maddesindeki şartlara onların muhtevası ve içeriği itibarıyla tamamen uygun olmazsa, belgenin ciddiyet ilkesi bankayı ödeme yapmamaya zorlar (DOHM, op. cit., p. 105, n. 205). Bu şekle uyma­ makla beraber ona eşdeğer olan belgeler de kefil tarafından kabul edile­ mezler (PRUM, op. cit., p. 193, n. 360). 1 Nisan 1992 tarihli talep üzerine garantilere ilişkin yeknesak kuralların 9. maddesi aynı anlamdadır (RUGD, Publication CCI, no. 458; bu kurallar da in BF 95/71-1'de yayımlanmıştır). Gerçekten, bu hüküm,bir taraftan kefil tarafından ibraz edilen belgelerin ga­ ranti şartlarına görünürde uygun olup olmadığını incelemeyi ve diğer taraf­ tan, görünürde uygun olmayan veya kendi aralarında uyumsuzluk içinde olan belgelerin reddini öngörmektedir. Böylece, örneğin lehdar normal mahke­ melerden verilen bir hükmü ibraz etmiş, fakat bu hükmün garanti maddesinde hakem kararı veya bunun tersi olması zorunlu kılınmış ise, teminata el koy­ ma talebi doğru olmaz (DOHM, op. cit., p. 106, n.208). Her ne kadar, kesin uygunluk ilkesi iddia edilen veya anlamsız olan uy­ gunsuzluklar sebebiyle belgeleri reddetme vasıtası olmaması gerekir ise de, vesaik mukabili akreditif konusunda ilk talepte garantiye müracaat edilme­ sinde bu kuralın daha az ciddiyetle uygulanması için objektif hiçbir nedenmevcut değildir (PRUM, op. cit., p. 193 n. 360, bkz., LOGOZ, La protection Doç. Dr. Kemal DAYINLARLI 217 d'exportateur face â l'appel abusifâ une garantie bancaire, These Lausanne 1991, p. 112; KLEINER, op. cit., n. 21-27, von WESTPHALER, Die Bankgarantie im internationalen Handelsverkehr, 2e ed. 1990, p. 152). bb) Yukarıda ifade edilen ilkeler sadece garanti sözleşmesi maddesi anlamında bir şart söz konusu olduğu zaman değil, aynı şekilde BK.nun 151 vd. maddeleri anlamında da geçerlidir. Özellikle, bu şartın gerçekleşmesi belli bir şekle uymayı zorunlu kılıyorsa durum böyledir. Eğer sözü edilen şart esas sözleşmeye dayanıyorsa, bu ilkelerin uygulanmaması için hiçbir objektif neden yoktur. Bu koşul garantiyi bağımsız niteliğinden mahrum bırakmaz (bkz., SİMLER, Cautionnement et garanties autonomes, 2e ed. 1991, p. 727, n. 912). Bundan başka, bu davada olduğu gibi, garanti süresinin kesin olarak belirtilmiş olup olmadığını saptamak gerekir. Teminat ne yürürlüğe girmeden önce ne de sona erdikten sonra irat kaydedilebilir (SİMLER, op. cit., p. 746, n. 929). Nihayet, askıya alıcı şarta bağlı olan bir teminat veya geçersiz bir teminatı irad kaydeden lehdarın tutumu hakkın kötüye kullanılmasını teşkil eder ki, bu durum sözleşmenin objektif niteliklerine dayanarak ödemeyi red­ detme hakkını verir (SİMLER, op. cit., p. 745, s. N. 929). b/aa) Kanton mahkemesinin tespitine göre teminatın irat kaydedilmesini davacı talep ettiği anda garanti yürürlüğe girmişti. İlk önce, 21 Temmuz 1988 tarihli olup, (M) tarafından (X)'e gönderilen ve (M) tarafından vesaik mukabili akreditifin kabul edildiği şeklinde yorumlanan teleks mesajından mahkeme bu sonuca ulaşmıştır. İkinci olarak da Kanton Makamı (Y)'ye değil davalıya, davacı tarafından gönderilen bu kabulün bildirilmesini geçerli saymıştır. Da­ valı bu iki görüş noktasına itiraz etmiştir. bb) İhtilaflı şart, "kredi şartları ile mutabık olup olmadığının yazılı olarak satıcı tarafından keşideci banka olan (Y)'ye [...] teyit etmesini" hükme bağ­ lamıştı. Garanti üç kez değiştirilmişti. Üçüncü değişiklik 8 Temmuz 1988'den 30 Temmuz 1988 tarihine ertelenmişti, herşeyden önce bu tarihte mutlaka akreditif belgelerinin teminat veren bankanın elinde bulunması gerekirdi. İkinci olarak da, vesaik mukabili akreditifin ya (Y), yahut (X) tarafından kabul edilebileceğini öngörüyordu. O halde bu değişiklik, ikinci şartı değiştirmedi. Bu bakımdan düzenlenen ilk garanti bu noktada değişikliğe uğramadı. Zaten, Kanton mahkemesi de (M)'nin bankaya vesaik mukabili akreditif için muta­ bakatını göndermesi gerektiğini (ve garanti mektubunda yazıldığı gibi değil) üçüncü değişiklik metninde garanti metninin açık olduğunu tespit etmiştir. 218 BANKA GARANTİSİ Açıkça söylememekle birlikte, kanton mahkemesi bu iki metinden vesaik mukabili akreditifin (X)'e veya ona değil, sadece (Y)'ye bildirilmesi gerektiğini anlamıştı. İhtilaflı şart, birbirinden ayrı iki zorunlu hususu ortaya koymaktadır. Bir yandan, (M)'nin vesaik mukabili akreditifi onaylaması gerekiyordu ve öte yandan, bu kabulün yazılı olması ve keşideci bankaya bildirilmesi gerekirdi. Kuşkusuz, irat kaydetme talebinin geçerli olması için lehdarın teyit eden bankaya (davalı) bu belgeyi ibraz etmesi gerektiği hususu garanti metninden anlaşılmamaktadır. Bununla birlikte, (M)'nin kabulünün yazılı olarak (Y)'ye ulaşması gerekirdi. Bu durum, ihtilâflı şartın ve bizzat garantinin vesaik mu­ kabili olmasından kaynaklanır. cc) Temyiz edilen yüksek mahkeme kararında görüldüğü gibi (M), 21 Temmuz 1988 tarihli teleksinde (X)'e vesaik mukabili akreditifi teyit etmiştir. Bundan, davacı ve davalı haberdar edilmiştir. Davacı ertesi günü ve davalı da takip eden 7 Ağustos tarihinde. Buna karşın garantide öngörülene uygun olarak bir teyit (Y)'ye hiç yapılmamıştır. Bu durum, zaten kanton mahkemesi tarafınan da açıkça tespit edilmiştir. Acaba bu mahkemenin ihtilâflı şartın gerçekleştiğini kabul etmiş olması haksız mıdır? Buna karşın, kanton mah­ kemesine göre (M) tarafından (Y)'ye gönderilmesi gereken vesaik mukabili akreditifinkabulünün daha sonra (M) veya davacı tarafından davalıya intikal ettirilebilirdi. Ancak, garantinin yürürlüğe girmesi ve ihtilâflı şartın gerçekleş­ mesi için (M)'nin yazılı olarak mutabakatını bildirmesi gerekli tek kişi (Y) idi. Davalı ile (Y) arasındaki hukukî bağlar, özellikle (Y) bir garantiyi keşide eden bankanın teyit eden banka (davalı) tarafından temsiline ilişkin olan bağlar, gerçekten, yukarıda belirtilen ilkeler (gerekçe 3a) nazarında akreditifin ka­ bulünün iletişim bozukluğundan olduğunu göstermeye yetmez. Davadaki kurallara uygunsuz olan durumu anlamsız bulmak da mümkün değildir, zira (Y) ve (X) bibirinden ayrı iki şirkettir. Tümü üzerinden yapılan işlemlere (X)'in yabancı olmadığı hususunu ileri sürme ("mutabakat anlaşması", vesaik mu­ kabili akreditif ve ihtilâflı garanti) durumda hiçbir değişiklik yapmaz. Ortaya çıkarılması gereken bir diğer husus da, davalı tarafından ga­ rantinin (16 Haziran 1988) teyidinin 8 temmuz 1988 tarihli üçüncü değişik­ likten önce olmasıdır. Şartları (M)'nin mutabakatına tabi olan vesaik mukabili akreditifin (açılışı 30 Haziran 1988) (X)'in oynaması gereken rolünün, bu değişikliğin kabulünden önce de davacı (M) tarafından bilindiğini "mutabakat 219 Doç. Dr. Kemal DAYINLARLI anlaşmasının açıkça öngörmüş olmasıydı. Hal böyle olunca, eğer taraflar­ dan (M)’nin vesaik mukabili akreditifin kabulünü geçerli olarak sadece (Y)'ye değil de, davalıya veya (X)'e bildirmesini isteselerdi, bunu üçüncü değişiklikte öngörebilme imkânları mevcuttu. (M) tarafından (X)'e gönderilen kabul te­ leksinin kopyasını davacı aldığı zaman teyidin ihtilâflı şarta uymadığını müşahade edebilirdi. Bu nokta üzerinde (X)'e gönderilen kabulün geçerliliği için (M)'nin dikkatini çekme ve (Y)'ye mutabakatını iletmesini veya şartın ta­ dilatını isteme ona düşer. Davacı, şimdi davalının özen noksanlığının so­ nucuna katlanamaz. Bu nokta üzerinde, davalının tutumu hakkın kötüye kullanılmasını teşkil eder. Nihayet, Federal Mahkemeyi karar düzeltme müracaatında bağlayıcı olarak (adli organizasyon m. 63/2) Kanton Mahkemesinin tespitine göre (M), 31 Ağustos 1988'de yazılı olarak bir yandan (Y)'ye davacı ile müzakerelere devam ettiğini bildirmişti ki, bunun vesaik mukabili akreditifte kabulü mümkün olmadığını, diğer yandan, müteakip 22 Eylül günü krediyi kabul etmediğini bildirmiş ve garanti mektubunun iptalini istemiştir.Kanton mahkemesi bu olayları dikkate alamıştır. Herşeyden önce (M), vesaik mukabili akreditifi reddetmiş ve bu reddi (Y)'ye bildirmiştir. O halde, ihtilâflı şarta uymuştur. İkinci olarak, durum onu gösteriyor ki, daacının vesaik mukabili akreditifin şartları üzerinde müzakere halinde olması, 21 Temmuz 1988 tarihli teyit te­ leksi bu kabulün kesin ve mutlak olduğunu göstermiyordu. Bu nokta üzerinde kanton mahkemesinin kabullerinin haklılığı ve özellikle, (M)'nin (X)'e gön­ derdiği 21 Temmuz 1988 tarihli teleksin vesaik mukabili akreditifin kabul teşkil ettiği sonucuna varması üzerinde kuşku duyabilir. Bununla birlikte bu husus üzerinde daha derinlemesine inceleme yapmaya gerek yoktur. Öyle ki, (Y)'ye bildirim yapılmadığı hususunun ortaya çıkması, davanın kaderine mühür vurmak için zaten yeterlidir. Bundan anlaşıldığına göre, (M) tarafından da­ vacıya 13 Temmuz 1988 tarihinde ödenen 147.720 Amerikan Dolarlık (US$) avansın 21 Temmuz 1988 tarihinden önce olduğunu kabul etmek gerekir. Nihayet, temyiz edilen yüksek mahkeme kararından, davalı tarafından davacı nezdinde ihtilâflı meblağın ödenmesi talebinin reddinde geç kalmış olduğunu anlamak mümkün değildir. -oOo— 220 BANKA GARANTİSİ KARŞILAŞTIRM A İÇİN T ü rk B o r ç la r K a n u n u İs v iç re B o rç la r K a n u n u madde 149 vd. 151 vd. YARGITAY YAYINLARI . İSVİÇRE BORÇLAR KANUNU ŞERHİ (İkinci Bölüm - Çeşitli Sözleşme İlişkileri - Madde: 184-551) Dr. Herman BECKER Çeviren: Dr. A. Suat DURA 1328 sayfa, ofset baskı, lüks c iltli.......................................... 486.000.- TL. • BORÇLAR HUKUKUNUN UMUMİ KISMI Andreas vorı TUHR Çeviren: Avukat Cevat EDEGE 1128 sayfa, iki cilt birarada, lüks ciltli ................................... 432.000.- TL. • UYUŞMAZLIK MAHKEMESİ KARARLARI (Hukuk-Ceza) İsmet KÖKER - İlhan DİNÇ 976 sayfa, üç renkli ve selefon korumalı kapak .................. 270.000.- TL. • YARGITAY BİRİNCİ BAŞKANLARININ ADALET YILI AÇIŞ KONUŞMALARI (1943 - 1993) Derleyen : Ali Rıza GENİŞ 624 sayfa, ofset baskı, beş renkli ve selefon korumalı kapak. 270.000.- TL. . YARGITAY KARARLARI DERGİSİ KILAVUZU (I) Ali Rıza GENİŞ Yıl: 1975-1981, 593 sayfa, üç renkli gofre kapak................. 324.000.- TL. • YARGITAY KARARLARI DERGİSİ KILAVUZU (II) Ali Rıza GENİŞ Yıl: 1982-1986, 712 sayfa, üç renkli ve vernik korumalı gofre kapak.............................................................................. 324.000.- TL. • YARGITAY İÇTİHADI BİRLEŞTİRME KARARLARI H U K U K B Ö L Ü M Ü CİLT : 6 Yıl: 1981-1990, 696 sayfa, ofset baskılı, lüks ciltli.............. 378.000.- TL. • 125. YILINDA YARGITAY (1868 - 1993) 668 sayfa, renkli ofset baskı, 135 gr. Leykam kuşe kağıt, suni deri (siyah - bordo renkli) c iltli....................................... 540.000.- TL. • YARGITAY Cilt: 16, Yıl: Cilt: 17, Yıl: Cilt: 18, Yıl: Cilt: 19, Yıl: Cilt: 20, Yıl: Cilt: 21, Yıl: Cilt: 22, Yıl: Cilt: 23, Yıl: KARARLARI DERGİSİ 1990, Sayı: 1-12........................................ 606.000.-TL. 1991, Sayı: 1-12........................................ 606.000.-TL. 1992, Sayı: 1-12........................................ 727.200.- TL. 1993, Sayı: 1-12........................................ 848.400.-TL. 1994, Sayı: 1-12........................................ 969.600.-TL. 1995, Sayı: 1-12.................................... 1.090.800.-TL. 1996, Sayı: 1-12.................................... 1.212.000.-TL. 1997, Sayı: 1-12.................................... 3.030.000.-TL. • YARGITAY Cilt: 18, Yıl: Cilt: 19, Yıl: Cilt: 20, Yıl: Cilt: 21, Yıl: Cilt: 22, Yıl: Cilt: 23, Yıl: DERGİSİ 1992, 1993, 1994, 1995, 1996, 1997, Sayı: Sayı: Sayı: Sayı: Sayı: Sayı: 1-4.......................................... 202.000.-TL. 1-4.......................................... 242.400.-TL. 1-4.......................................... 282.800.-TL. 1-4.......................................... 323.200.-TL. 1-4.......................................... 404.000.-TL. 1-4....................................... 1.010.000.-TL. 1- Yayın bedellerine % 1 ve % 8 oranındaki Katma Değer Vergisi dahildir. 2- Süreli yayınlarla, "Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararları Hukuk Bölümü Cilt: 6" ve "Yargıtay Birinci Başkanlarının Adalet Yılı Açış Konuşmaları (1943-1993)" ile "İsviçre Borçlar Kanunu Şerhi" adlı kitaplarda, Hâkim ve Cumhuriyet Savcıları ile Hukuk Fakültesi öğrencilerine % 20 indirim uy­ gulanır. Diğer yayınlarımızda indirim yoktur. 3- Süreli yayınlarda % 20 indirim uygulaması, yıllık abone olma koşuluna bağlıdır. 4- Ödemeli gönderilmez. Hiçbir yerde temsilcimiz yoktur. HESAP NUMARALARIMIZ 1- T.C. Ziraat Bankası Kızılay-Ankara Şubesi 304230/110-4 2- Posta Çekleri M erkezi 92932 YAZIŞMA ADRESİMİZ • Yargıtay Yayın İşleri M üdürlüğü (Yargıtay Ek Binası, Vekâletler Cad­ desi, No: 3) 06658 A N K A R A • H aberleşm e için telefon : (0-312) 425 16 32 - 425 16 49 • A bone S e r v is i: (0-312) 417 44 60/3505, 3506 • Faks : (0-312) 419 4111