Son Güncelleme Tarihi 02.02.2006 ŞUBAT 2006-SAYI 48 Makale ÖNCEKİ HUKUKUMUZA GÖRE DEVLET BAŞKANININ YETKİLERİNİN SINIRLANMASI Abdullah Demir * GİRİŞ Dini ve tarihi literatürümüzde devlet başkanı yerine halife[1], imam[2], emire’lmüminin[3], ülü’l-emr[4], bey[5], emir[6], sultan[7], melik, şah[8], han[9], hakan[10], padişah[11] gibi kavramlar kullanılmıştır. Ortak noktaları devlet başkanlığı olan bu kavramların farklı anlamları da bulunduğu için günümüzde her biri farklı seviyelerde ve konumlarda kullanılabilirliğini devam ettirmektedir. İslam hukukunda devlet başkanı ve devlet başkanlığı ile ilgili konular Raşid halifeler dönemi ile aktif şekilde gündeme gelmiştir. Medine site devletinin kurulmasıyla İslamî yönetim sistemi oldukça özgürlükçü bir düzen olarak başlamış olmasına rağmen, ilk dört halifeden sonra sultanlığa dönmüştür. Emevilerin kuruluş devri (41-64/661-684) İslam kamu hukuku tarihi açısından hilafetin saltanata dönüşmesi olayının başlangıcını temsil etmektedir. Saltanat uygulaması Emeviler’den önce ne Müslümanlar’da ne de cahiliye Araplar’ında bulunmaktadır. Arapların geleneksel siyasi kültürünü çok iyi özümseyen Muaviye, önemli ölçüde yabancı kültürlerin etkisinde gelişen yeni rejimin kuruluş ve işleyişinde başarılı olmasını bilmiştir.[12] Hilafetten salatanata geçişin çok çeşitli zararlı sonuçları olmakla birlikte konumuzla ilgili sonucu ise, yetkileri sınırlı bir devlet başkanı tipinden, daha geniş yetkilere sahip devlet başkanı tipine geçilmiş olmasıdır. İslam’da devlet başkanının yetkileri konusunda oldukça spekülatif yaklaşımlar gösterilebilmektedir. Bu cümleden olarak bir kısım kimseler İslam hukukunda devlet başkanının sınırsız yetkilere sahip bir diktatör olduğunu söyleyebilmektedir. Emevilerden itibaren başlayan saltanat yönetiminde devlet başkanının mutlak monarşi çerçevesinde ülkeyi idare etmesi bu gibi spekülatif yaklaşımlara sebep olmaktadır. Halbuki her konuda olduğu gibi bu konuda da asr-ı saadet dönemi referans alınmalı ve hükümler ona göre verilmelidir. Hz. Peygamber dönemine bakıldığında başta devlet başkanı olmak üzere bütün yöneticilerin yetkilerinin sınırları üzerinde durulduğu ve uygulamanın buna göre şekillenmiş olduğu görülmektedir. Daha sonra gelen hulefa-i raşidin dönemlerinde Hz. Peygamber dönemi uygulamaları esas alınarak yönetim sistemi şekillendirilmiştir. Devlet başkanının yetkilerinin sınırlı olması sadece günümüz yönetimlerine has bir kavram mıdır? Yoksa İslam tarihinde bu kavram üzerinde durulmuş mudur? Bazı ayetlerde ve özellikle pek çok hadiste devlet başkanına itaat üzerinde fazlaca durulduğu görülmektedir.[13] Buna karşılık devlet başkanının yetkilerinin sınırları üzerinde aynı fazlalıkla durulmamaktadır.[14] Bu farklılık neyi ifade etmektedir? Genelde insanların kafasında, tarihimizdeki devlet başkanlarımızın çok geniş yetkilere sahip olduğu kanaati vardır. Acaba bu kanaat doğru mudur? Önceki devlet başkanlarımızın her sözü kanun muydu? Her istediklerini yapabiliyorlar mıydı? Yargı dokunulmazlığına sahip miydiler? Yönetimde tek söz sahibi miydiler? Bunun gibi sorulara aşağıdaki bölümlerde cevap verilmeye çalışılacaktır. I. İSLAM ÖNCESİ DÖNEMDE DEVLET BAŞKANI Önceki hukukumuza göre devlet başkanının yetkilerinin sınırlanmasına geçmeden önce İslam öncesi dönemdeki devlet başkanı üzerinde duralım. Malum olduğu üzere İslam’dan önce de Arabistan’da kurulmuş küçük devletler bulunmaktadır. Bizans himayesindeki Gassaniler, İran himayesindeki Hire Ülkesi ve Mekke Şehir Devleti bunlardandır.[15] Mekkedeki yönetim, bazı araştırmacılar tarafından orta zamanların cumhuriyetine benzetilmiş ve Mekke Cumhuriyeti olarak adlandırılmıştır.[16] Mekke’de Darü’n-Nedve ve Hılfu’l-Fudul gibi meclisler, Mekkedeki yönetimi cumhuriyete benzetmeye sebep olmuştur. Buna karşılık Muhammed Hamidullah’a göre Mekke oligarşik bir yönetimdir. Bu yönetim babadan oğula geçen on kadar yöneticinin oligarşisidir. Bunlar bir tür bakanlar kurulunu teşkil etmekte ve kararları istişare ile almaktadırlar.[17] Mekke’de yönetimle ilgili hizmetler ileri gelen aileler arasında paylaştırıldığından araştırmacılar Mekkeyi bir cumhuriyete benzetmişlerdir. Abdü’d-Dar Oğulları, Kabe’yi koruma, içindekilere sahip çıkma ve anahtarlarını elde bulundurma görevi olan “sidane” ve “hicabe” görevini yerine gettirmektedir. Hacılara su verme ve Kabede kötü söz söylenmesine engel olma görevleri Abbas b. Abdulmuttalib’indir. Hacılara yemek vermek görevi Haşimoğulları’ndadır. Önemli meselelerde karar vermek için kumar oku atmak demek olan “eysar” da Cumahoğulları’ndadır. Beytülmal demek olan “emvalü’l-muhaccere” Sehmoğullarındadır. İstişare meclisi demek olan “meşure” görevi de Esedoğullarındadır. Diyet ve tazminat talepleriyle ilgilenmek demek olan “eşnak” görevi de Temimoğullarındadır. Savaşan kabileler arasında barış elçiliği yapmak demek olan “sefare” görevi de Ömer b. Hattab’ındır. Sancaktarlık görevi de Ümeyyeoğulları’ndadır. Savaş aletlerinin içinde bulunduğu çadıra sahip olmak görevi de Mahzumoğulları’ndadır.[18] Görülüyor ki, Mekke site devleti bir monarşi olmadığından böyle parçalanmış bir siyasi irade içerisinde sınırsız yetkilere sahip bir devlet başkanı bulmak imkansızdır. II. DEVLET BAŞKANININ YETKİLERİNİ SINIRLAMANIN SEBEPLERİ Hz. Peygamberlerin yetkilerinin sınırsız olmadığı Kur’an’da pek çok ayette geçmektedir. Onun hayatı vahiy ile düzenlenmiş ve sınırlanmıştır. Bununla birlikte Hz. Peygamber ashabı ile çeşitli meselelerde istişare etmekten geri durmamış, her bir sahabe, Hz. Peygambere yaptıklarıyla ilgili soru sorabilmiş ve hatta Hz. Peygamber’den farklı görüşler de ileri sürebilmişlerdir. Hz. Ömer gibi bir kısım sahabiler kendi görüşlerini istek üzerine ya da talep edilmeden söylemişlerdir. Mesela, Hudeybiye’de Hz. Ömer’in barış şartlarını ağır bularak, karşı görüş beyan etmesi, münafıkların reisi Abdullah b. Ubey b.Selül’ün cenaze namazının Hz. Peygamber tarafından kılınmaması gerektiğini söylemesi gibi çeşitli örnekler bulunmaktadır.[19] Bir peygamber için böyle sınırlamalar olunca, daha sonra gelecek devlet başkanları için daha fazla sınırlamaların bulunması tabiidir. Sınırlamanın sebeplerinden birisi, ceberut, monark ve diktatör hükümdarlar döneminde insan haklarının çok fazla ihlal edilmesi ve zulüm irtikap edilmesidir.[20] İslami yönetim şeklinin, bir monarşi ya da diktatörlük olmadığı bellidir.[21] Dini, hukuki, siyasi, sosyal ve ahlaki hiçbir sınır tanımayan Firavun, Nemrut ve Karun gibi hükümdarlar, kendilerini sonsuz bir güç ve yetkiye sahip zannetmeleri sebebiyle Kur’an’da kötülenerek anlatmaktadır. Bunların karşısında Hz. Süleyman, Hz. Davut, Belkıs gibi Kur’an’da övülerek anlatılan iyi tipteki hükümdarlar sınırsız yetkiye sahip değillerdir. Bir devlet başkanı olan Hz. Peygamber de yukarıda ifade edildiği gibi sınırsız bir yetkiye sahip değildir. Yetkileri sınırlanmamış yöneticiler, toplumu ve fertleri sıkıntılı hallere düşürmüşlerdir. Daha geçen asırda faşist ve komünist diktatörlerin hem kendi halklarına hem de bütün insanlığa ne kadar büyük zararlar verdiği unutulmamış olduğundan fertlerin ve toplumun rahatı için yöneticilerin yetkilerinin sınırlı olmasının önemi daha iyi idrak edilmektedir. Diğer taraftan İslam hukukuna göre sınırsız güç ve iktidarın sadece Allah’a (cc) ait olduğu Kur’an’da çok yerde “O her şeye kadirdir” denilerek ifade edilmektedir. O halde Allah’dan başka kimseler, peygamber ya da devlet başkanı da olsalar sınırsız bir iktidara sahip değillerdir. Bir devlet başkanının sınırsız bir iktidar davasında bulunması, bir tür ilahlık iddiasıdır ki bu da İslam’a göre en büyük günahlardan birisidir ve böyle bir iddia sahibinin İslam’la bir ilgisi kalmamış demektir. III. YASAMA YETKİSİNİN SINIRLANMASI İslam hukukunun meydana getirilmesinde devlet başkanlarının fonksiyonu çok sınırlıdır. Bir devlet başkanı ancak müçtehid ise içtihad faaliyetine katılabilir. Bu da ilk dört halife döneminde görülen bir uygulama olmuş daha sonraki halifeler idari ve siyasi alanların dışında hukuka müdahale etmemişlerdir. Zira müdahale etmek için gerekli olan içtihad bilgisine sahip değillerdir. Devlet başkanları sadece İslam hukukunun düzenlememiş olduğu siyasi ve idari yapı, miri arazi, vergiler, tazir cezaları gibi alanlarda yine İslam hukukunun genel yapısına ters düşmeyecek şekilde sınırlı bir yasama faaliyetinde bulunmuşlardır. Bunu yaparken de yine yetkili hukukçulardan faydalanmışlardır. Bunun dışında devlet başkanlarının yapmış oldukları kanunlaştırma faaliyetleri gerçek anlamda bir yasama (teşri’, legislation) değil, sadece resmi bir tedvin (codification)dir. Mecelle, Fetava-yı Hindiyye veya el- Alemgiriyye bunlardandır.[22] Bu durumda devlet başkanlarının yasama yetkilerinin oldukça sınırlı olduğu anlaşılmaktadır. A. DEVLET BAŞKANININ YASAMA YETKİSİNİN KUR’AN TARAFINDAN SINIRLAMASI Yasama yetkisi esas itibariyle kanun koyucu olan Allah ve Resulü’ne ait olduğundan İslam’da devlet başkanının yasama yetkisi çok sınırlı kalmıştır. Hz. Peygamberden sonra ise yasama yetkisi, sınırlı bir şekilde müçtehidlere ve devlet başkanına geçmiştir.[23] Müçtehid hukukçular, bir mesele hakkında içtihadda bulunurken ilk önce Kur’an ve Sünnette bununla ilgili bir “düzenleme” olup olmadığına bakarlar. Varsa ayrıca bir içtihadda bulunmazlar. Bir düzenleme yoksa yani konuyla ilgili muhkem ayet veya hadis bulunmuyorsa, İslam hukukunun diğer kaynaklarıyla beraber bu iki kaynağı da kullanarak içtihadda bulunurlar.[24] Yasama yetkisindeki bu hiyerarşik yapıyı, itaat ile ilgili ayetlerde de görmek mümkündür: “Ey İman edenler, Allah’a itaat edin, peygambere itaat edin ve sizden olan ulülemre itaat edin.”[25] Bu ayette ulülemre yani yöneticilere itaat Allah’a ve resulüne itaatten sonra zikredilmiştir. Demek ki devlet başkanının Kur’ana ve sünnete aykırı düzenlemelerine itaat edilemez.[26] Devlet başkanının yasama faaliyetleri Kur’an ve sünnet ile sınırlanmış ve düzenlenmiştir. Yine “Siz iyilik etmek, fenalıktan sakınmak hususunda birbirinizle yardımlaşın, günah işlemek ve başkasına saldırmak hususunda birbirinizi desteklemeyin. Allaha karşı gelmekten sakının.”[27] ayetinde de genel manada hukuka uygun işlere yardım etmek, hukuka aykırı olanlara destek olmamak anlatılmaktadır. Özel manada ise devlet başkanının hukuka aykırı düzenlemelerine destek olmamak gerektiği ifade edilmektedir. Kur’an’da “Allaha karşı gelmekten sakının” ayetiyle Kur’an’a ve sünnete aykırı kanuni düzenlemeler yapmak da yasaklanmış olmaktadır. Ayrıca “… Sakın günaha ve küfre dadananlara itaat etme”[28] ayetinden de hukuka aykırı şeyler olan günah ve küfür ile ilgili kanuni düzenlemelere uyulmaması gerektiği anlaşılabilir. Aşağıdaki ayetlerde de benzeri sınırlamalar yer almaktadır: “Kalbini Bizi zikretmekten gafil bıraktığımız, heva ve hevesine tabi olan ve işi hep aşırılık olan kimselere itaat etme.”[29] Bu ayette geçen “heva ve hevesine tabi olmak” tabiri, Allah’ın emrini terketmek olarak tefsir edilmiştir.[30] ; “Artık Allah’a karşı gelmekten sakının da bana itaat edin. Sakın işi gücü dünyada fesat çıkarıp nizamı bozmak olan, düzeltme için ise hiç bir gayretleri bulunmayan o haddi aşanların isteklerine uymayın.”[31] B. DEVLET BAŞKANININ YASAMA YETKİSİNİN MASLAHAT İLE SINIRLI OLMASI İslam hukukunun kaynaklarından birisi olan maslahat, lügatta yarar, çıkar, meşguliyet, karlı iş gibi anlamlara gelmektedir. Terim olarak maslahat, bir işin hayırlı olmasına sebep olan şey demektir ki, karşıtı mefsedettir.[32] Bir mesele hakkında kitap, sünnet, icma ve kıyastan bir delil bulunmuyorsa, müçtehid hukukçular maslahata göre hüküm verebilirler. İslam’da geçerli maslahatlar genel olarak beş gurupta toplanmıştır: 1. Dini koruma, 2. Canı koruma, 3. Aklı koruma, 4. Nesli koruma, 5. Malı koruma. Aslında İslam hukukunun bütün hükümleri maslahata dayanmaktadır. Kur’an’da “Seni ancak alemlere rahmet olarak gönderdik.”[33] ve “Ey insanlar, size Rabbinizden bir öğüt, gönüllere bir şifa ve hidayet, müminlere bir rahmet gelmiştir.”[34] buyurulmaktadır. Maslahatı delil olarak hararetle savunan İmam Malik’tir. O, maslahat-ı mürselenin[35] delil olabilmesi için üç şart ileri sürer: 1. Maslahat, şer’i bir delile aykırı düşmemelidir. 2. Maslahat akla uygun olmalıdır. 3. Maslahat ile bir sıkıntı ve güçlüğü ortadan kaldırılmalıdır. Böylece maslahat-ı mürsele yolu kullanılarak, hukuka aykırı kurallar koyulamayacaktır.[36] Görüldüğü gibi devlet başkanı yasama yetkisini kullanırken Kur’an, sünnet, icma ve kıyas ile bağlı olduğu gibi, bunların dışında kalan meselelerde yapacağı içtihad ve yasama faaliyetlerinde de maslahat-ı mürsele ile bağlıdır. Yani her isteğini kanun olarak çıkaramayacak, ancak yukarıdaki üç şarta uygun olarak yasama faaliyetinde bulunabilecektir. C. YASAMA YETKİSİNİN HAK VE ÖZGÜRLÜKLERLE SINIRLANMASI Devlet başkanının yasama yetkisi çeşitli hak ve özgürlüklerle sınırlanmış olup bu hak ve özgürlükler, Kur’an, sünnet ve on dört asırlık İslami uygulama ile tespit edilmiş bulunmaktadır. Hak ve özgürlükleri ferdî, siyasî, dinî, sosyal hak ve özgürlükler şeklinde guruplara ayırmak mümkündür.[37] 1. Dinî Özgürlükler a. Dini İnanç ve İbadet Özgürlüğü Devlet başkanları yasama faaliyetlerini yaparken aşağıdaki dini hak ve özgürlüklere uygun hareket etmek zorundadırlar. Bunlardan bir tanesi çeşitli ayet ve hadislerde yer alan dini inanç ve ibadet özgürlüğüdür. Bu hak Müslümanlara tanındığı gibi İslam ülkesinde bulunan diğer din mensuplarına da tanınmıştır. “Dinde zorlama yoktur. Doğru yol, sapkınlıktan, hak batıldan ayrılıp belli olmuştur.”[38]; “Eğer senin Rabbin dileseydi dünyada ne kadar insan varsa hepsi imana gelirdi. Ama bunu istemedi. Şimdi sen mi, imana gelsinler diye insanları zorlayacaksın?”[39]; “Dinden döndürmek için işkence yapmak, adam öldürmekten beterdir.”[40] Dinlerinden döndürmek için müminlere işkence yapmak Allah katında adam öldürmekten daha büyük bir suçtur.[41] Bunun gibi ayetlerle zimmilere olduğu gibi müstemenlere de inanç ve ibadet özgürlüğü konusunda tam bir teminat verilmiş olmaktadır. Hz. Peygamber “Yahudi ve Hristiyanları dinlerinden çıkmaya zorlamayın. (Ancak) Onlardan cizye alın” buyurmaktadır.[42] İnanç ve ibadet özgürlüğü hakkındaki teorik düzenlemeler, asırlar boyunca İslam ülkelerinde uygulanabilmiş, diğer din mensuplarının inançlarına ve ibadetlerine müdahale edilmemiştir. Halihazırda İslam ülkelerinde yaşamakta olan diğer din mensupları, söz konusu uygulamanın canlı delilleridir. Devlet başkanı yasama yetkisini kullanırken Müslüman ve gayrimüslimlere tanınan dini inanç ve ibadet özgürlüğünü göz önünde bulundurur. b. İyiliği Emretme ve Kötülükten Men Etme Hakkı Bu hak çeşitli ayet ve hadislerde Müslümanlara bir görev olarak verilmiştir.[43] Bu görev farz-ı kifaye olduğundan Müslümanlardan bir gurup, iyiliği emir kötülüğü nehiy görevini yerine getirmek zorundadır. Aksi halde iyiliği emretme ve kötülükten men etme vazifesinin yerine getirilmemesi sebebiyle bütün Müslümanlar sorumlu olur. Bu görev sadece dine ilişkin meselelerde değil dünya ile ilgili konularda da geçerlidir.[44] Dolayısıyla bu görev devlet başkanına ve diğer yöneticilere karşı da icra edilmektedir. Hatta denilebilir ki, emr-i bi’l-maruf nehy-i ani’l-münkerin en zor ve en gerekli olanı yöneticilere karşı yapılanıdır. Çünkü gücü elinde bulunduranlara karşı insanların emr-i bi’l-maruf nehy-i ani’lmünker yapmaları son derece zordur. Bununla birlikte İslam tarihinde adil hükümdarlar, kendilerine doğruyu hatırlatacak güvenilir kimseleri yakınlarında bulundurmuşlar ve onların tavsiyelerine göre ülkelerini yönetmişlerdir. Adil olmayan hükümdarlar ise Ebu Hanife, Ahmed b. Hanbel, İmam Serahsi gibi bir kısım cesur alimler tarafından, her cezayı göz önüne alarak doğru yola çağırılmışlardır. Böylece devlet başkanı ve diğer yöneticiler yasama faaliyetlerinde dinin ve hukukun çizdiği sınırlar dışına çıktıkları takdirde, karşılarında iyiliği emreden ve kötülükten sakındıran Müslümanları bulmaktadırlar. 2. Ferdi Hak ve Özgürlükler Özel hayatın gizliliği ve korunması hakkı, mülkiyet hakkı gibi hak ve özgürlükler de devlet başkanının yetkilerinin sınırlarıdır. Ferdi hak ve özgürlükler, kamu alanı dışında olan özel sahalardır. Bu özel alanlar dini ve hukuki olarak koruma altındadır. a. Beden ve Ruhun Korunması Hakkı Beden ve ruhun korunması İslami kaynaklarda üzerinde hassasiyetle durulan hakların başında gelmektedir. “Kim katil olmayan ve yeryüzünde fesat çıkarmayan bir kişiyi öldürürse sanki bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de bir adamın hayatını kurtarırsa sanki bütün insanların hayatını kurtarmış olur.”[45]; “Haklı bir gerekçe olmaksızın Allah’ın muhterem kıldığı cana kıymayın.” gibi ayetlerde yaşama hakkı açık bir şekilde ifade edilmektedir. İslam hukukuna göre sadece insanlara değil diğer canlılara da işkence yapılamaz, maddi-manevi şekilde zulmedilemez. Vücut bütünlüğünün korunması da denilen bu hak, bizzat insanın kendisine karşı da korunmaktadır. Buna göre insanın kendi vücuduna zarar vermesi ya da intihar etmesi yasaktır. Yasama yetkisi kullanılırken, haklı bir gerekçe olmadan beden ve ruhun korunması hakkının ihlal edilmemesine dikkat edilmelidir.[46] Haklı bir gerekçe ise meşru bir cezanın uygulanması vs.dir. b. İnsan Onurunun Korunması Hakkı İnsanın şahsiyetinin ve onurunun korunması hakkı da naslarla sabittir. Bu haklardan olarak insanlarla alay etmemek, onları karalamamak, lakap takmamak, kötü zanda bulunmamak, gizli hallerini araştırmamak, gıybet etmemek, insanları çekiştirmemek, küçük düşürmemek, kaş göz işareti yapmamak çeşitli ayetlerde zikredilmektedir.[47] Yasama faaliyetleri sırasında bu hakların da göz önünde bulundurulması gerekmektedir. Özel hayatın gizliliği[48], suç ve cezanın şahsiliği ilkesi[49], masumiyet karinesi[50], mülkiyet hakkı[51] gibi hak ve özgürlükler de yasama yetkisinin kullanılması sırasında göz önünde bulundurulmalıdır. IV. DEVLET BAŞKANININ YÜRÜTME YETKİSİNİN SINIRLANMASI Yürütme fonksiyonunda devlet başkanının yasamaya göre daha geniş yetkilerinin olduğu söylenebilir. Özellikle ilk dönemlerde yürütme yetkisi halifelerde toplanırken sonraki dönemlerde yürütmenin büyük ölçüde vezirlere geçtiği görülmektedir. Ancak vezirler, devlet başkanını temsil ettikleri için ayrı bir güç olarak tanımlanamazlar. Yürütmede divanların da ciddi ağırlıkları olmuştur. Yürütme konusunda devlet başkanının yetkileri, İslam hukukunun genel prensipleri ve maslahat ile sınırlıdır. İlk halife Hz. Ebu Bekir’in, seçilişinden sonra yapmış olduğu ilk konuşmada, Allah ve Resulünün yolundan ayrılması halinde kendisine Müslümanların itaat borcunun olmadığını söylemesi de devlet başkanının yetkilerinin İslam hukuku ile sınırlı olduğunu göstermektedir. Yine Ebussuud Efendi, Kanuni’nin bir uygulamasıyla ilgili olarak, “Nameşru olan nesneye emr-i sultani olmaz” diyerek halifenin yürütmedeki sınırlı yetkisine dikkat çekmiştir.[52] A. YÜRÜTME YETKİSİNİN KUR’AN TARAFINDAN SINIRLANMASI Kur’an’da yer alan zulüm ve sefihlikle ilgili ayetlerden bazıları yöneticilerin yetkilerini aşarak hukuk dışına çıkmalarıyla ilgilidir: “Şunu da hatırda tutun ki: Bir vakit İbrahim’i Rabbi bir takım emirlerle sınamıştı. O da onları hakkıyla yerine getirdiğinden Rabbi kendisine: ‘Seni insanlara başkan yapacağım’ dedi. İbrahim: ‘Ya Rabbi, neslimden de başkanlar çıkar’ deyince, Allah: ‘Zalimler ahdime nail olamazlar’ buyurdu.”[53] Görüldüğü üzere bu ayette zulüm sıfatının devlet başkanlarında bulunmaması gerektiği anlatılmaktadır. Sefihin durumunu anlatan aşağıdaki ayetten, sefih devlet başkanlarıyla ilgili mana da çıkarılmaktadır: “Allahın sizin maişetinizin başlıca vesilesi kıldığı mallarınızı, aklı ermeyen kimselerin ellerine vermeyin.”[54] Sefih, aklı ve dini noksan olan kimse anlamına gelmekte olup, ıstılah olarak malını boşuna, faydasız yere harcayan, israf eden kimsedir. Sefihin karşıt anlamı reşiddir. Sefih malını israf etmesi sebebiyle eda ehliyeti açısından kısıtlanır ve sınırlı ehliyetli sayılır.[55] Yani mallar sefihin eline teslim edilmediği gibi ülke de sefih devlet başkanına teslim edilemez. B. ŞURA PRENSİBİNİN DEVLET BAŞKANININ YÜRÜTME YETKİSİNİ SINIRLAMASI Şura, müşavere ve meşveret kelimeleri aynı anlama gelmekte olup “şavere” fiilinden masdardırlar. Şura bir meselede karar verilmeden önce ehil olan kimselere danışmak demektir. Çağdaş araştırmacıların çoğunluğu şuranın vacip olduğu görüşündedir.[56] Şura da devlet başkanının yetkilerini sınırlayan faktörlerdendir. Genel olarak hukukçular şurada alınan kararın bağlayıcı olduğu kanaatindedirler. Hz. Peygamber’in Uhud savaşı öncesi yapılan istişarede alınan savaş kararına uymuş olması buna delil olarak gösterilmektedir. Ancak devlet başkanının kuvvetli gerekçelerle şura kararının aksine uygulamada bulunabileceği de kabul edilmektedir. Şura esası Hz. Peygamber ve ilk dört halife döneminde yaygın şekilde uygulanma imkanı bulmuşken, hilafetin saltanata dönüşmesi sebebiyle kurumsallaşamamış ve kullanım alanı asgariye indirilmiştir. Yine de İslam devletlerindeki kurumlardan olan vezirlik müessesesi, şura esasının tarih boyunca uygulandığı bir yer olmuştur. Divanlar, bu yönüyle devlet başkanlarının yetkilerini az da olsa sınırlayan bir kurum olarak devam etmiştir.[57] Diğer ülkelerde meclis çoğu zaman kanlı mücadelelerle ve 18. Asırdan sonra kazanılmışken, İslam daha ilk baştan şura ilkesini koymuştur: “Onların işleri istişare iledir”[58] ve “İşlerde onlarla istişare et”[59] Danışma, iştişare etme ve şura ile ilgili bu tavsiye ve emirler bizzat Hz. Peygamber tarafından uygulamaya geçirilmiştir. Bazı müfessirlerin görüşüne göre; aslında Hz. Peygamber’in istişareye ihtiyacı yoktur; ancak her konuda olduğu gibi istişare konusunda da ümmetine örnek olması için bu ayetler nazil olmuş ve o da bu emirleri hayata geçirmiştir.[60] Hz. Peygamber, vahiyle hayatı şekillenen bir insan olmasına rağmen, en küçük meselelerde de en önemli konularda da ashabıyla istişare etmiştir. Mesela, Hudeybiye anlaşmasında ashab anlaşmanın maddelerini ağır bularak Hz. Peygamber’e karşı tavır almaya başlayınca, o durum hakkında hanımı Ümmü Seleme ile istişare etmiştir. Yine Bedir, Uhud, Hendek gibi savaşlarda çok geniş katılımlı istişareler yapmış ve istişare emrini hayata geçirmiştir. Hz. Peygamber bir hadislerinde şöyle buyurmaktadır: “Ümmetim dalalet üzerinde toplanmaz. Öyleyse bir ihtilaf görünce, size çoğunluğu iltizam etmenizi tavsiye ederim.”[61] Görülüyor ki Hz. Peygamber, peygamberliğine rağmen bir monark gibi hareket etmemiş ve yürütme yetkisini kullanırken şura ve istişareye önemli pay vermiştir. İlk dört halifenin de aynı uygulamayı devam ettirdikleri görülmektedir. O dönemde önemli meseleler mescidde toplanılarak ve konuşularak karara bağlanmaktadır. Böylece mescid, o döneme göre bir tür meclis görevini yerine getirmektedir. Şurada alınan bazı kararların devlet başkanını bağlamadığı bazılarının ise bağladığı ifade edilmişti. İstişare kararının bağlayıcı olmadığına örnek ise Hz. Ebu Bekir’in ise zekat vermeyenlerle savaşma konusunda diğer sahabenin görüşlerine aykırı olarak kendi görüşünü uygulamasıdır.[62] Hz. Ebu Bekir’in şura kararlarının bağlayıcılığı konusundaki düşüncelerini oğlu Hz. Kasım şöyle anlatıyor: “Ebu Bekir’e bir konu getirildiğinde, o da bu konuda fakihlerin ve görüş sahiplerinin görüşlerini almak istediğinde, ensar ve muhacirlerden bir gurup çağırır ve onların görüşlerini öğrenirdi. Genellikle de Osman b. Affan, Ali b. Ebi Talib, Abdurrahman b. Avf, Muaz b. Cebel, Ubeyd b. Kab ve Zeyd b. Sabit’i çağırırdı. Çünkü bunların hepsi de Ebu Bekir’in hilafeti döneminde insanlara fetva verirlerdi. Ebu Bekir görüş alma işini her zaman devam ettirdi.” Şuraya dahil olan sahabiler o konu hakkında ortak bir karara varırlarsa, Hz. Ebu Bekir o kararı uygulardı. Ortak bir karara varamazlarsa, kendi bilgisine göre doğru olan görüşü uygulardı. Demek ki Hz. Ebu Bekir şuradan ittifakla çıkan kararı bağlayıcı kabul ediyor; aksi halde bağlayıcı olmadığına inanıyordu.[63] Ancak devlet başkanının kuvvetli gerekçelerle şura kararının aksine hareket edebilmesi de mümkündür. C. DEVLET BAŞKANINDA BULUNMASI GEREKEN ÖZELLİKLERİN ONUN YÜRÜTME YETKİSİNİ KISITLAMASI Devlet başkanında bulunması şart olan özellikler de sınırlı yetkilere sahip bir yöneticiyi gerektirmektedir. Konuyla ilgili kitaplarda devlet başkanında bulunması gerekli şartlar şu şekilde sıralanmaktadır: 1. İslam 2. Ergenlik 3. Akıllı olmak 4. Hürriyet 5. Erkek olmak 6. İçtihad 7. Adalet 8. Yönetim ve Savaş konularında açık görüş ve düşünceye sahip olmak 9. Vücut yönünden yeterlilik 10. Şahsiyet yönünden yeterlilik 11. Kureyşli olmak 12. Efdal olmak.[64] Devlet başkanında aranan şartlar, sınırsız yetkilere sahip bir yöneticiye değil, bilakis sınırlı yetkilere sahip bir yöneticiye aittir. Mesela, devlet başkanının Müslüman olması şartı böyledir. İslam sınırsız yetkilere sahip bir yöneticiyi hoşgörmez. Sınırsız güç ve yetkiye peygamberler de sahip değildir. İslam’da sadece Allah böyle bir vasfa sahiptir. O halde İslam’a göre devlet başkanı yürütme yetkisi açısından da çeşitli yönlerden sınırlanmıştır. Yine devlet başkanının müçtehid olması da yukarıda yasama ile ilgili bölümde anlatıldığı gibi en başta onun yasama ile ilgili ve daha sonra da yürütme ve yargı ile ilgili konularda sınırlı bir yetkiye sahip olması sonucunu doğurmaktadır. Yani içtihad faaliyetinde Kur’an, sünnet ve icma ile sabit olan hükümleri esas alan müçtehid devlet başkanı, yürütme faaliyetlerinde de bunlara göre hareket etmek zorundadır. Devlet başkanının adil olması şartı da onun yürütme yetkisini hukukun adalet prensibi çerçevesinde sınırlamaktadır. Bu ilkeye göre hareket eden devlet başkanı vatandaşlarının hak ve hürriyetlerini zedeleyecek eylemlerde bulunamaz. Devlet başkanı yasama, yürütme ve yargı yetkilerini kullanırken adalet ilkesine aykırı hareket ederse zulüm işlemiş olur. Bu sebeple devlet başkanı hukuku tam olarak uygulamalıdır. Yetkilerin kötüye kullanılması da hukuka aykırı bir işlemdir.[65] Devlet başkanının yeteri kadar yönetim bilgisine sahip olması yani yönetmeye ehliyetli olması şartı da onun yetkilerini aşmamasına sebeptir.[66] Çünkü yetkilerini aşan icraatlarda bulunan devlet başkanı, halkının desteğini kaybeder ve devletin ömrünü kısaltır. Bunu bilen bilge devlet başkanı, hukukun çizdiği daireden çıkmamaya çalışır. Devlet başkanının en faziletli olması da onun icraatlarında hakkaniyete göre hareket etmesi ve halkına zulmetmemesine sebep olur. D. DEVLET BAŞKANININ GÖREVLERİNİN ONUN YÜRÜTME YETKİSİNİ SINIRLAMASI Devlet başkanı ve yöneticiler sınırsız yetkilere sahip, diktatörler değillerdir. Her bir yöneticinin görevleri ve sorumlulukları vardır. Bu sorumluluklar çerçevesinde yürütme, yasama ve yargı yetkisini kullanır. Hz. Peygamber (sav) bir hadislerinde devlet başkanının görevleri, sorumlulukları olan bir kimse olduğunu şöyle ifade etmektedir: “Hepiniz çobansınız ve hepiniz sürünüzden sorumlusunuz. İmam (mesela devlet başkanı) çobandır ve sürüsünden sorumludur…”[67] Devlet başkanının görevleri hukuk tarafından baştan belirlenmiştir. Bunların dışına taşan bir devlet başkanı artık gayr-ı meşru alandadır. Devlet başkanının pek çok görevleri vardır. Bütün bu görevleri; dini hükümleri uygulamak ve devlet işlerini yerine getirmek şeklinde iki gurubta toplamak mümkündür.[68] Devlet işleriyle ilgili görevlerden bir tanesi de, halkın istek ve ihtiyaçlarını yerine getirmektir. Konuyla ilgili bir hadiste şöyle buyurulmaktadır: “Allah kime Müslümanların işlerinden bir şeyler tevdi eder, o da onların ihtiyaçlarına, isteklerine, darlıklarına perde olursa (giderirse), kıyamet gününde Allah da onun ihtiyaç, istek ve darlıklarına perde olur (giderir).”[69] Bu görevi en iyi yapanlardan birisi olarak Hz. Ömer örnek gösterilebilir. O bir devlet başkanı olmasına rağmen, fakirlere sırtında un çuvalı ve savaşa giden gazilerin ailelerine su taşımaktadır.[70] E. DEVLET BAŞKANININ SINIRLI HAKLARA SAHİP OLMASI Maverdi, devlet başkanının halkı üzerinde iki hakka sahip olduğunu söylemektedir. Bunlar; itaat ve yardımdır.[71] Tabii ki bu iki hak en genel manada söylenmiştir. Bu haklardan da anlaşıldığı gibi, devlet başkanı sınırsız haklara sahip değildir. Yani kayıtsız şartsız itaat ve yardım isteme hakkına sahip değildir. İtaat ve yardım hukukun çizdiği sınırlar çerçevesinde gerçekleşmektedir. F. YÜRÜTME YETKİSİNİN HAK VE ÖZGÜRLÜKLERLE SINIRLANMASI Devlet başkanının yürütme yetkisi de, yasama yetkisinde olduğu gibi çeşitli hak ve özgürlüklerle sınırlanmıştır. Bu hak ve özgürlükler yasama bölümünde açıklanmıştı. Orada yasama ile ilgili söylenenler, yürütme ve yargı için de geçerlidir. Burada yasama konusunda ele alınmayan hak ve özgürlükler üzerinde durulacaktır. 1. Siyasî Özgürlükler Başka yerlerde de ifade edildiği gibi, insanların devlet başkanına karşı muhalif fikir beyan etme, direnme ve başkaldırma hakları vardır. Bu haklar devlet başkanının yürütme yetkilerinin sınırları olarak kabul edilebilir. a. Muhalefet hakkı Kur’an’da muhalefet kelimesi geçmemekle birlikte yakın anlamdaki niza (çekişme) ve cidal kelimeler yer almaktadır.[72] Kur’an’daki eşitlik, şura, biat, adalet, ahde vefa, cemaate bağlılık ve emr-i bi’l-maruf nehy-i ani’l-münker prensipleri incelendiğinde muhalefet hakkının varlığı açık şekilde görülür.[73] İslam tarihinde bugünkü anlamda muhalefet, şekli manada değil ancak ruh ve mana olarak mevcuttur. İslam hukukunda muhalefetin temel esasları, adalet, özgürlük, şura ve eşitlik prensipleridir. Bu ilkeler çerçevesinde zalim bir kimseye kamu otoritesinin teslim edilmesi meşru değildir. İyiliği emretme kötülükten nehyetme hak ve özgürlüğü aynı zamanda bir tür muhalefettir. Bu tür muhalefet tarihte çok fazla uygulanmıştır. Bütün peygamberler de bu görevle görevlendirilmişlerdir. Bir ayette kadınlara da bu görev verilmektedir.[74] Yani bir manada kadınlara da muhalefet görevi yüklenmektedir.[75] Hudeybiye anlaşmasının ağır hükümleri sebebiyle, Hz. Peygambere Hz. Ömer’in karşı fikir beyan etmesi, tarihteki muhalefet örneklerindendir. Yine meclis veya şura konusunda anlatılanlar da İslam’daki muhalefet anlayışını ifade etmektedir. Zira istişare olması için karşı görüşler ve muhalifler bulunmalıdır. Herkesin aynı şeyleri tekrarladığı bir toplantıya şura denilemez. Ayrıca Hz. Ebu Bekir’in ganimet taksimine Hz. Ömer’in itiraz etmesi de muhalefet örneklerindendir.[76] b. Başkaldırma Hakkı Gerekli şartları taşımayan devlet başkanına karşı, ümmetin direnme hakkı olduğunda hukukçular görüş birliği içerisindedirler. Ancak bu direnmenin nasıl olacağı ve nereye kadar yapılacağı üzerinde ihtilaf vardır. Hariciler, fasık halifenin silahla hal’ edilebileceği görüşündedirler. Hariciler kendilerinin hakem olayından sonra Hz. Ali’ye isyanlarını da buna dayandırırlar. Mürcie, fasık devlet başkanının uyarılması gerektiğini, ancak fitneye sebep olabileceği sebebiyle azledilemeyeceği görüşündedirler. Mutezile, fasık devlet başkanının azledilmesi gerektiği görüşündedir, ancak nasıl azledileceğini açıklığa kavuşturmamıştır. Ehli sünnet alimleri de fasık devlet başkanına direnme hakkını kabul ederler; bununla beraber bu direnme hakkının sınırlarının belirlenmesinde görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Mesela, Ahmed b. Hanbel fasık devlet başkanına itaatin caiz olmadığını söyler, ancak silahlı isyandan bahsetmez. Hanefiler “Fasık devlet başkanı azledilmelidir. Ancak bu azil kendiliğinden gerçekleşmez. Fitneye sebep olmayacaksa azledilir, aksi halde iki zarardan hafif olanı tercih edilir.” demektedirler. Şafiiler, fasık devlet başkanının hilafetinin kendiliğinden sona erdiğini kabul ederler. Bununla beraber hangi usulle devlet başkanının değiştirileceğini açıklamamışlardır. Gerekli vasıfları taşımayan devlet başkanı fitneye sebep olmaması şartıyla değiştirilebilir. Ehl-i sünnetin bu tereddütlü durumunda ilk dönemlerdeki büyük fitnelerin tekrar ortaya çıkma korkusu sebep olmuştur.[77] Yine mümkün mertebe devlet başkanına itaat etmek gerektiğini anlatan hadisler de silahlı isyan hakkının sınırlı şekilde kullanılması kanaatine sebep olmuştur. [78] Devlet başkanına hangi konularda başkaldırılacaktır? Bununla ilgili olarak Hz. Ebu Bekir “Ben Allah’a itaat edersem, siz de bana uyun; isyan edersem bana uymayın” demektedir. Yine bir hutbesinde Hz. Ebu Bekir “İyi iş yaparsam bana yardım edin. Şayet kötü iş yaparsam bana baş kaldırın” diyor.[79] Böylece devlet başkanına itaatın sınırı olarak Allaha itaat gösterilmektedir.[80] Buna hukuka uygun davranmak da denilebilir. c. Ferdi Hürriyetler Özel hayatın gizliliği ve korunması hakkı, mülkiyet hakkı gibi ferdi hak ve hürriyetler devlet başkanının yasama yetkisi gibi yürütme yetkisini de sınırlar. Ferdi hak ve hürriyetler, kamu alanı dışında olan özel sahalardır. Bu özel alanlar dini ve hukuki olarak koruma altındadır. G. DEVLET BAŞKANININ SEÇİLME USULÜNDEKİ SINIRLAMA Devlet başkanının seçilme usulü, aynı zamanda onun yetkilerinin de sınırlarını belirlemektedir. Yöneticiler, iktidarı aldıkları makam ya da kimselere göre kendi fiillerini şekillendirmekte ve reayaya ona göre davranmaktadırlar. Devlet başkanının seçimle işbaşına geldiği ülkelerde yönetimin daha ılımlı olduğu ve yöneticilerin hukuka daha fazla riayet ettikleri görülmektedir. Buna karşılık devlet başkanlarının seçimle işbaşına gelmedikleri ya da göstermelik seçimlerle işbaşına geldikleri ülkelerde yönetimin hukuk çerçevesinden daha kolayca çıkabildiğine şahit olunmaktadır.[81] En azından zamanımızdaki devletler açısından böyle bir tespitin doğru olduğu söylenebilir. İslam hukukuna göre egemenlik, bir kişinin ya da gurubun tekelinde değil, bütün ümmettedir.[82] Dolayısıyla devlet başkanlığı makamının asıl sahibi de normal olarak ümmettir. Özellikle Hz. Peygamber ve dört halife devri göz önünde bulundurulduğunda devlet başkanı tamamen keyfi bir şekilde, bir kişinin kararıyla belirlenemeyeceği görülmektedir. Çünkü Hz. Peygamber (sav) dahi kimse hakkında açıkça “şu imam olsun” dememiştir. Zira eğer böyle bir şey olsaydı, bunun eyaletlere gönderdiği valiler, orduların başına tayin ettiği kumandanlar gibi, hatta daha açık şekilde bilinmesi gerekirdi.[83] Devlet başkanı ehlü’l-hal ve’l-akd tarafından belirlenir. Ehlü’l-hal ve’l-akdin kimlerden oluşacağı ve sayıları hakkında çeşitli görüşler ileri sürülmektedir.[84] Devlet başkanı biat yoluyla seçilmektedir. Biat o dönemin şartlarında bir tür seçim olarak nitelenmektedir.[85] H. DEVLET BAŞKANININ HAL’ EDİLEBİLMESİ Soymak, çekip almak, çıkarmak, çözmek, tecrit etmek anlamlarına gelen hal’ hukukta işbaşındaki devlet başkanını görevden uzaklaştırmak, ona yapılan biatı bozmak manasında kullanılır. Halifenin görevden uzaklaştırılması genelde hal’ kelimesiyle ifade edilirken, diğer devlet memurlarının görevden alınması için azil kelimesi kullanılmıştır.[86] Kur’an ve sünnette devlet başkanın görevinin sona ermesiyle ilgili açık bir hüküm bulunmamaktadır. Buna karşılık hukukçular İslam hukukunun diğer kaynaklarına başvurarak meseleyi halletmeye çalışmışlardır. Bu kaynaklar içerisinde özellikle hulefa-i raşidin dönemi uygulamaları ayrı bir önem arzetmektedir. Çünkü devlet başkanlığı ile ilgili meselerle İslam tarihinde ilk defa raşid halifeler döneminde karşılaşılmıştır. İslam hukukunda devlet başkanının görevi, istifa, hal’ ve ölüm olmak üzere üç şekilde sona ermektedir. Bunların dışında devlet başkanı belirli bir süre için seçilmişse, bu sürenin dolmasıyla da devlet başkanlığının görev sona erer.[87] Devlet başkanları tamamen keyfi şekilde seçilemedikleri gibi, sürekli o makamda da kalamamaktadırlar. Bazı sebepler ortaya çıktığı taktirde, devlet başkanını seçen ehlü’l-hal ve’l-akd, onun görevine de son verebilir. Devlet başkanının iktidardan indirilmesine hal’, bu işlemi gerçekleştiren seçmenlere de ehl-i hal ve’l-akd denilmektedir.[88] Devlet başkanının hal edilmesini gerektiren sebepler şunlardır: 1. Devlet başkanının ahlaki ve manevi kusurlar sebebiyle hal edilmesi: Devlet başkanı, dini emirlere aykırı hareket etmeye başlamasıdır. Ancak hal konusunda iki görüş vardır. Birincisine göre, apaçık küfür manası taşıyan söz ve davranışlar devlet başkanının hal edilmesini gerektirir. İkinci görüşe göre ise küfür derecesine varmayan fısk halleri de hal edilmesini gerektirir. İkinci görüş sahipleri iyiliği emretme ve kötülükten nehyetme ile ilgili ayet ve hadislere dayanmaktadırlar. 2. Devlet başkanının bedeninde bir kusur meydana gelmesi hal sebebidir. Bu kusurlar, delilik, körlük, sağırlık, dilsizlik, iki elinin veya iki ayağının olmaması, zorba yardımcıların baskısı altına girmesi ve devlet başkanının düşman eline düşmesidir. Bu kusurlarda “görevi yerine getirmeye engel olmak” ilkesi göz önünde bulundurulmalıdır.[89] Devlet başkanının nasıl hal edileceği konusunda çeşitli görüşler ileri sürülmüştür: 1. Teftazani, Nesefî akaidi ile ilgili şerhinde İmam Şafii’nin görüşünü naklediyor: “Fısk ve fücur sahibi devlet başkanı, hakim ve yöneticiler azledilmiş sayılır.” 2. Abdulkadir el-Cürcanî, Usuli’d-Din kitabında şöyle demektedir: “Devlet başkanı yukarıdaki konularda yoldan çıkarsa, ümmetin önünde iki ihtimal vardır: Ya devlet başkanını yanlış yoldan doğruya çevirirler ya da devlet başkanının yerine başkasını getirirler ve onunla birlikte aynı şeyi yapan hakim, yönetici ve memurları da değiştirirler. Eğer devlet başkanını yolundan döndürürlerse ne âlâ; aksi halde kendisini değiştirirler. 3. Şehristani ise şöyle demektedir: “Şahitlik ve hakimlik hakkında çıkarılan hükümler, devlet başkanı hakkında da geçerlidir. Şayet bundan sonra cehalet, zulüm, dalalet ve küfrü görülürse devlet başkanlığından ayrılır veya biz onu düşürürüz.” 4. Gazali de İhya-yı Ulumi’d-Din adlı eserinde şöyle söylemektedir: “Zalim devlet başkanının görevinden ayrılması gerekir. O ya azledilmiş sayılır ya da biz onu hal ederiz.”[90] Devlet başkanının hal edilmesi hakkındaki görüşler, başkaldırma hakkı başlığı altında verilmiştir. I. EŞİTLİK İLKESİNİN DEVLET BAŞKANININ YÜRÜTME YETKİSİNİ SINIRLAMASI İslama göre insanlar eşittirler: “Ey iman edenler! Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışasınız diye şubelere ve kabilelere ayırdık. Şüphesiz Allah katında en değerliniz en fazla takva sahibi olanınızdır.”[91] ayeti ile “Hepiniz Adem’densiniz. Adem de topraktandır”; “İnsanlar tarağın dişleri gibi eşittirler”; “Arabın Arap olmayana üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takva iledir” hadisleri insanların eşitliğini anlatmaktadır.[92] İslam’daki eşitlik prensibi de devlet başkanının yetkilerinin sınırlarındandır. Zira İslama göre üstün bir yönetici sınıf ya da diğerlerinden üstün bir yönetici insan yoktur. Bütün insanlar, insan olmaları itibariyle birbirine eşittirler. Böyle olunca devlet başkanının ya da bütün yöneticilerin diğer insanlar üzerinde sınırsız bir baskı rejimi kurmaları mümkün değildir. Çünkü devlet başkanı da diğer insanlara eşit ve onlar gibi bir kimsedir. Hz. Peygamberin huzuruna gelen bedevi bir kadın korkudan titremeye başlayınca, “Korkma, ben de annesi kurumuş et yiyen sizin gibi bir insanım” demiştir. Hz. Ömer, senetü’r-rimade denilen kıtlık zamanında diğer insanlarla aynı seviyede yeyip içmiştir. Yine Hz. Ömer, Kureyşlilerin hizmetçilerle aynı sofrada yemek yememesine çok kızmıştır.[93] Amr b. As’ın oğlu bir Mısırlıyı haksız yere döğdüğü için Hz. Ömer Amr’a “Annelerinden hür doğan insanları ne zamandan beri köle yaptınız” diye çıkışmıştır. Yöneticilerin yönetilenlerle eşit olduğu bu örneklerden daha iyi anlaşılmaktadır. J. KAMOYUNUN DEVLET BAŞKANININ YÜRÜTME YETKİSİNİ SINIRLAMASI Yukarıda yer alan Hz. Ebu Bekir’in sözleri, kamoyunun yönetime aktif katılımını da ifade etmektedir. Günümüzde milli irade olarak tanımlanan kavram[94] o dönemde bu şekilde tecelli ediyordu. Benzer şekilde Hz. Peygamber’in huzurunda farklı fikir beyan eden kimseler için de aynı şey söylenebilir. Hz. Ömer’in, hac mevsiminde halkın arasına karışıp, onların hallerinden haberdar olmaya çalışması da bir devlet başkanının kamoyu yoklamasıdır. Devlet başkanları, halkın fikirlerine değer vermekte ve ona göre kendilerini ayarlamaktadır. Kamoyu, imamet akdinin taraflarından birisi olarak kabul edilmektedir. Kamoyu ya topluca ya da temsilcileri vasıtasıyla icapta bulunmakta, devlet başkanı da kabul etmektedir. Böylece imamet sözleşmesi kurulmuş olmaktadır. Kamoyunun devlet başkanını seçmekte kullandığı usul, biattır. Biat o dönemin şartlarına göre bir seçimdir. Bu durumda yönetim faaliyetinde kamoyu işin merkezinde yer almaktadır.[95] Asr-ı saadette kamoyu ensar, muhacirler, diğer Arap kabileleri gibi çeşitli alt guruplardan oluşmaktadır. Hz. Ebu Bekir’in halife seçildiği toplantıda görüldüğü gibi söz konusu alt guruplar, devlet başkanının seçilmesinde ve icraatlarında aktif rol oynamışlardır. Henüz Hz. Peygamber’in naşı toprağa verilmeden ensardan bazı kimseler Sakifetü Beni Saide ‘de toplanarak Hazrec kabilesi reisi Sa’d b. Ubade’ye biat etmek istemişlerdir. Ancak toplantıyı haber alan Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Ebu Ubeyde b.Cerrah’ın meseleye müdahale etmeleriyle olayın seyri değişmiş ve tartışmalardan sonra Hz. Ebu Bekir’e biat edilmiştir. Bu tartışmalarda ensar İslam’a olan hizmetlerini, muhacirler de Kureyş’i Araplar arasındaki nüfuzunu gerekçe göstererek içlerinden birisinin halife seçilmesini istemişlerdir. Bu toplantıda aktif şekilde rol almayan Haşimiler ise Resul-i Ekrem’e nesep açısından yakınlığın esas alınması gerektiğini zaman zaman dile getirmişlerdir. Belli sayıdaki sahabi tarafından Hz. Ebu Bekir’e yapılan bu biata el-bey’atü’l-hassa denilmektedir. Daha sonra Mescid-i Nebevi’ye gelen Hz. Ebu Bekir’e burada bütün Medineliler biat etmişler ve buna da el-bey’atü’l-amme adı verilmiştir. İslam tarihindeki bu ilk biat ileriki dönemlerde, halifenin kamoyu nezdinde meşruiyet kazanabilmesi için Müslümanların veya onların ileri gelenlerinin desteğini almasının şart olduğu fikrinin kaynağını ve gerekçesini teşkil etmiştir.[96] V. DEVLET BAŞKANININ YARGI YETKİSİNİN SINIRLANMASI İslam hukukunda yargı fonksiyonu da esas itibariyle devlet başkanının elindedir.[97] Hz. Peygamber, ilk dört halife ve bazı Selçuklu ve Osmanlı sultanlarının yargı yetkisini bizzat kullandıkları görülmektedir. Yasama ve yürütme yetkilerinin yanında yargı yetkisinin de devlet başkanlarında bulunması, onların yetki alanlarını oldukça genişletmektedir. Ancak devlet başkanının yargı yetkisini elinde bulundurması, daha ziyade kadıların tayini ve görev alanlarının belirlenmesi ile sınırlı olmuş, muhakemede kadıya müdahale söz konusu olmamıştır. Bu durumda yargının yürütmeden bağımsız olduğu söylenebilir. Ayrıca devlet başkanının kendisi de dokunulmazlığa sahip değildir. İslam tarihinde devlet başkanlarının yargılandığı davalar çoktur.[98] Aşağıda devlet başkanının yargı yetkisini sınırlayan unsurlar ele alınacaktır: A. DEVLET BAŞKANININ YARGI YETKİSİNİN ADALET İLKESİ İLE SINIRLANMASI İslam hukukunda devlet yönetiminin temel ilkelerinden birisi adalettir. Ulema devlet yönetimin şeklinden ziyade adalete uygun olarak nasıl hükümet edileceği üzerinde durmuştur. Siyasetnamelerde ve nasihat kitapları gibi eserlerde adaletli bir yönetimin önemi ısrarla vurgulanmıştır. Zaman zaman fıkıh kitaplarında ve fetva mecmualarında da devlet idarecilerine adalet tavsiye eden bölümlere rastlanmaktadır. Sözgelimi Kitabü’l-Harac’da Ebu Yusuf tarafından Halife Harun Reşid’e yazılmış nasihat niteliğinde tavsiyeler bulunmaktadır. Burada Ebu Yusuf, Harun Reşid’e zulümden sakınması, hakkaniyete ve adalete riayet etmesini tavsiye etmektedir: “… Kıyamet gününde sizin kurtuluşunuz ve üstünlüğe ermeniz ancak reayanın iyi hallerine sebep olacak olan adaletle hükmetmenizle mümkün olacağı gibi onların kötü hallerine sebep olacak olan zulüm ise sizin Cenab-ı Hakkın cezasına uğramanıza sebep olacaktır…”[99] Devlet başkanının görevlerinden bazıları da, onun yargı yetkisini sınırsız olmaktan çıkarmakta ve belli kurallara tabi kılmaktadır. Bu görevlerden bir tanesi devlet başkanının adalet ilkesine göre hareket etmesidir.[100] Devlet başkanı yasama ve yürütme yetkilerini kullanırken adaletli olması gerektiği gibi yargı ile ilgili yetkilerini kullanırken de adaletli olmalıdır. Kur’an’da adalet, adil olma, zulümden kaçınma gibi konularda ayetler yer almaktadır.[101] Bu ayetler genel manada adaleti emretmekle beraber, özel manada devlet başkanının yargı yetkisini kullanırken adalet ilkesine uygun hareket etmesini de emretmektedir.[102] Adalet ilkesi Hz. Peygamberin hadislerinde de dile getirilmiştir: “Adil olanlar, kıyamet günü, Allah’ın yanında, nurdan münberler üzerine Rahman’ın sağ yanında olmak üzere yerlerini alırlar. Allah’ın her iki eli de sağdır. Onlar hükümlerinde, aileleri ile velayeti altında bulunanlar hakkında hep adaleti gözetenlerdir.”[103]; “Kıyamet günü, insanların Allah’a en sevgili ve mekan olarak en yakın olanı, adil imamdır. Kıyamet günü, insanların Allah’a en menfuru O’ndan mekan olarak en uzak olanı da zalim imamdır.”[104] Adalet aynı zamanda devlet başkanında aranan şartlardan bir tanesidir.[105] İslama göre adalet, yönetim sisteminin esaslarındandır. Devlet başkanının halkına karşı zulüm ve şiddetle davranması huzur ve nizamı bozar.[106] Adil bir yönetici, ancak yetkileri hukukla sınırlanmış olan bir yöneticidir. Bu açıdan adalet ilkesi, devlet başkanının yasama, yürütme ve yargı yetkilerini düzenleyen ve meşru sınırlar içerisinde kullanılmasını sağlayan bir prensiptir. B. DEVLET BAŞKANININ YARGI YETKİSİNİN UHREVİ MÜEYYİDELERLE SINIRLANMASI Devlet başkanı yargı yetkisini kullanırken uhrevi müeyyideleri de göz önünde bulundurmalıdır. Bu müeyyideler, devlet başkanı üzerinde manevi baskı oluşturur. Böylece devlet başkanının, yargıyla ilgili işlemlerde hukukun dışına çıkmamasında etkili olur. Bir ayette şöyle buyurulmaktadır: “Davud! Biz seni ülkede hükümdar yaptık, sen de insanlar arasında adaletle hükmet, keyfine uyma ki seni Allah yolundan saptırmasın. Allah yolundan sapanlar, hesap gününü unuttukları için, kendilerine şiddetli bir azap vardır.”[107] Konuyla ilgili hadisler de şöyledir: Abdullah b, Mes’ud anlatıyor: Resulullah (sav) buyurdular ki:”Halk arasında hüküm veren hiç kimse yoktur ki, kıyamet günü bir melek ensesinden tutmuş olarak onu getirmesin. Sonra melek başını semaya kaldırır. Eğer ‘Onu at’ diyen olursa melek onu cehennemin öyle derin bir çukuruna atar ki, kırk yılda o çukurun dibine varabilir.”[108] Bazı hadislerde devlet başkanının görevlerini iyi yapması halinde büyük mükafatlara kavuşacağı anlatılmaktadır. Çeşitli ayetlerde adaletin Allah katındaki değeri gösterilmektedir. Böylece dolaylı olarak adil devlet başkanının Allah katında üstün bir yeri olduğu anlatılmış olmaktadır. Yukarıda adalet konusu işlenirken bu ayetlerden bazılarına yer verilmişti. Bir hadiste ise, başka hiç bir gölgenin olmadığı kıyamet gününde Allah’ın arşının gölgesinde gölgelenen yedi sınıf insan anlatılmaktadır. Bu yedi sınıftan birincisi, adaletli yöneticidir. İyi bir yöneticinin ahirette sahip olacağı üstün derece ile ilgili başka hadisler de bulunmaktadır. Ebu Yusuf Kitabü’l-Harac’ında Harun Reşid’e hilafet görevinin mükafatının ve cezasının büyük olduğunu şu sözlerle hatırlatmaktadır: “Cenab-ı Hakk’a hamd olsun ki sizi sevabı en büyük ve cezası en şiddetli olan, büyük bir işle vazifelendirdi… Ceza gününde hüsran ve nedametin hiçbir faydası olmayacaktır… Cenab-ı Hakk’ın hesabı azim ve çetindir… Cenab-ı Rabbü’l-aleminin ahirette sizi mesül ve ecirden, sevaptan mahrum etmemesi için, size emanet olarak bıraktığı kullarına zulmetmekten ve hükümleri icra ederken hakkaniyete uymayarak hallerinin bozulmasına sebep olmaktan sakınınız.”[109] Bu şekilde dini kaynaklarda idealize edilen iyi idareci kavramı, devlet başkanlarını görevlerini hakkıyla yapmaya teşvik eden manevi bir unsur olmaktadır. Özeleştiri, nefis muhasebesi de devlet başkanının hukuka uygun davranmasında önemli rol oynar. “Muhakkak bir kavim kendisini değiştirmedikçe, Allah (cc) o kavmi değiştirmez”[110]; “Kim nefsinin ihtiraslarından kendisini kurtarmışsa, işte onlar kurtuluşa erenlerdir”[111] gibi ayetler nefis muhasebesini yani özeleştiriyi anlatmaktadır. Yine tevbe ve istiğfar ayetleri de özeleştiriyle ilgilidir. Benzer şekilde takva ile ilgili ayetler de özeleştiriyle ilgilidir.[112] SONUÇ Yukarıdaki açıklamalara göre, önceki hukukumuza göre devlet başkanlarının sınırsız yetkilere sahip idareciler değil, bilakis görevleri, yetkileri sınırlı ve belirli yöneticilerdir. Çünkü sınırsız güç ve iktidar sahibi olan sadece Allah’tır. Devlet başkanı, hakları, görevleri, yetkileri, sorumlulukları belirli olan bir kimsedir. Hukukçular devlet başkanının görevlerini genel olarak iki gurupta toplamaktadırlar: dini hükümleri uygulamak ve devlet işlerini yerine getirmek. Bu çok önemli iki görevi yerine getirirken de tebası üzerinde iki hakkı vardır: itaat ve yardım. Tabii bu ikişer görev ve hak, pek çok görev ve hakkı içeren genel ifadelerdir. Ayrıca devlet başkanı, görevlerinin ciddiyeti ile orantılı olarak sorumluluklara da sahiptir. Devlet başkanının yetkilerinin sınırlarından bir tanesi de hak ve özgürlüklerdir. Hak ve özgürlüklerin, yasama, yürütme ve yargı faaliyetlerinde gözönünde bulundurulması gerekmektedir. Devlet başkanı, yapacağı her türlü faaliyetlerinde hukukun kaynaklarından birisi olan maslahat prensibine göre hareket etmek zorundadır. Bu ilkeye göre, bir mesele hakkında Kur’an, sünnet, icma ve kıyas ile bir hüküm koyulmamışsa, maslahata göre o konu çözümlenir. Maslahat ise dini, canı, malı, nesli ve aklı korumaktır. Ayet ve hadislerde devlet başkanına itaat üzerinde çok durulup, onun yetkilerinin sınırlanması üzerinde pek fazla durulmamış olması ise, kamu düzeni sebebiyle olmalıdır. Kamu düzeninin bozulması olarak tanımlayabileceğimiz fitne, Kur’an’da ölümden daha şiddetli olarak zikredilmektedir. İslam tarihinde büyük fitneler müslümanlara büyük acılar çektirmişlerdir. Önceki bölümlerden anlaşılmaktadır ki, devlet başkanlarının yasama yetkileri oldukça sınırlıdır. Zannedildiği gibi her sözleri kanun değildir. Bu konuda en geniş yetkiye sahip devlet başkanı olan Hz. Peygamberin dahi yasama yetkisi Kur’an’dan sonra ikinci sıradadır. Asıl yasama yetkisi Cenab-ı Hakka ait olup, bu yetkisini Kur’an ile kullanmıştır. Böyle olunca bir peygamber olmayan daha sonraki devlet başkanlarının yasama yetkileri üçüncü derecede ve oldukça sınırlıdır. Bu yetki alan olarak da sınırlıdır. Zira devlet başkanları ancak Kur’an ve sünnette açıkça düzenlenmemiş olan konularda bir yasama faaliyeti yapabilir. Yine bu yetki nitelik itibariyle de sınırlıdır. Zira devlet başkanları ancak Kur’an ve sünnete uygun olan kanunlar çıkarabilirler. Devlet başkanlarının yürütme yetkileri de zannedildiği kadar geniş değildir. Bu yetkinin sınırları ilk olarak hukukla çizilmiştir. Bunun dışında şura, kamoyu, din, muhalefet gibi bazı unsurlar, devlet başkanının yürütme yetkisini sınırlamaktadır. Kur’an ve sünnetle emredilen ve tarih boyunca çeşitli derecelerde uygulanagelen şura ve istişare prensibi de devlet başkanının yetkilerini sınırlayan unsurlardandır. Manevi müeyyideler de her müslüman gibi devlet başkanını hukukun çizdiği çerçeveden çıkmamaya teşvik eder. Bunun yanında ahiretteki mükafatlar da aynı görevi görmektedir. Devlet başkanının seçilme ve azledilme usulleri de onun icraatlarını etkileyen unsurlardandır. Egemenliğin bir kişinin ya da gurubun malı değil, ümmetin olması sebebiyle, devlet başkanı seçilme, halef gösterme ve azledilebilme konularında sınırlanmıştır. Eşitlik ve adalet ilkeleri devlet başkanını sınırlamaktadır. Devlet başkanı ne bir tanrı ne de peygamberdir. O da diğerleri gibi bir insandır. Pek çok konuda onlarla eşittir. Adalet ilkesi ise yasama, yürütme ve yargı faaliyetlerinde göz önünde bulundurulan önemli bir göstergedir. Devlet başkanları yürütmenin yanında yargı yetkisine de sahip olmakla beraber, uygulamada yargı yetkisini bizzat kullananları az olmuştur. Hz. Peygamber ve ilk dört halife dışında yargı yetkisini kullanan devlet başkanları pek fazla değildir. Devlet başkanları yargı ile yürütmeyi ayırmaya dikkat etmişlerdir. Şehirlere idari görevlilerin yanısıra kadılar da tayin etmişlerdir. Ayrıca devlet başkanları da yargının kapsama alanında olup, bu yönüyle dokunulmazlığı yoktur. Önceki hukukumuza göre devlet başkanlığının gerektirdiği fedakarlık, getirdiği nimetlerden çok fazladır. Bu görev, fedakarlık, zahmet, meşakkat ve çile doludur. Pek çok kimse için devlet başkanı olmak ya bu dünyada ya da ahirette hüsran sonucunu doğuran, sorumluluk gerektiren bir görevdir. Kısaca yukarıda açıklandığı üzere İslam hukukunda devlet başkanı sınırsız yetkilere sahip bir diktatör ya da tiran değildir, hukukun çizmiş olduğu çerçevede yetkileri ve görevleri olan bir kimsedir. * Dr. Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Hukuk Tarihi Anabilim Dalı. [1] Halife (çoğulu hulefa, halaif) bir kimsenin yerine geçen, onu temsil eden kimse demektir ve devlet başkanı yerine kullanılır. Devlet başkanına, Resul-i Ekrem’in vekili olarak onun adına toplumu yönettiği için halife denilmiştir. Casim Avcı, “Hilafet” md, DİA, c. 17, s. 539. [2] İmam kavramı Kur’an’da yedi defa müfret, beş defa cemi olarak geçer; orada nümune, işaret, misal ve rehber manalarını ifade eder. Istılah olarak imam, cemaatle namaz kıldıran kimse, alim, devlet başkanı ve Şiiler’de dini lider anlamında kullanılır. W. İvanov, “İmam”, İA, c. 5/II, s. 980-981. [3] Hz. Ömer devrinden itibaren halife yerine emire’l-müminin kavramı kullanılmaya başlanmıştır. Avcı, s. 539. [4] Kur’an-ı Kerim’de devlet başkanı anlamında ülü’l-emr kavramı kullanılmaktadır.”Ey iman edenler, Allah’a, resulüne ve sizden olan ülü’l-emre itaat edin.” Nisa 4/59, 83. [5][5] Bey Türkler’e ait eski bir ünvandır. Beg, big, bi veya biy şeklinde kullanılan söz konusu unvan Osmanlılarda bey şeklini almıştır. Bu kelimeye ilk defa Orhun kitabelerinde ve Uygur metinlerinde rastlanılır. Orhan F. Köprülü, “bey” md, DİA,c. 6, s. 11. [6] Emir, kumandan, vali ve bey anlamına gelir. Esas itibariyle İslami bir terim olan emir kelimesi hadislerde çok yerde geçer. İlk dönemlere ait kaynaklarda amil kelimesi emir ile eş anlamlı olarak sıkça geçer. Hz. Peygamber’in vefatı üzerine ensar ve muhacirlerin halife seçmek için Sakifetü Beni Saide’de yaptıkları toplantıyla ilgili rivayetlerde Müslüman cemaatin başkanı için emir tabiri kullanılmıştır. Hulefa-i Raşidin döneminde ordu kumandanlarına ve ordunun bir kısmına kumandanlık edenlere emir denildiği gibi başlangıçta fetihleri gerçekleştiren valilere de bu sıfat verilmiştir. Emeviler ve Abbasiler devirlerinde vilayet yöneticilerine emir denilmiştir. Emirler o eyaletin idari, askeri ve dini bütün işlerini halife adına görmeye yetkili ve görevlidirler. Abdulaziz ed-Duri, “emir” md, DİA,c. 11, s. 121-122. [7] Sultan kavramı, Müslüman hükümdarlardan özellikle Sünni olanlar için kullanılır. Süryanice’den alınmış olan kelime iktidar sahibi demektir. Daha sonraları hakimiyet, delil ve burhan manalarına da alınmıştır. İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Devleti’nin Saray Teşkilatı, Ankara 1984, s. 230. [8] Farsça konuşan İslam memleketlerinde şah, hükümdar anlamında kullanılmıştır. V. F. Büchner, “şah” md, İA, c. 11, s. 273. [9] Han, Türk hükümdarlarının İslam öncesi dönemden beri kullandıkları bir ünvandır. Asya Hunları önceleri şanyü, hanyu, Tanju ünvanlarının kullanırken III. Yüzyıldan itibaren kağan/kaan ve han ünvanlarını kullanmaya başlamışlardır. Aydın Taneri, “han” md, DİA, c. 15, s. 517. [10] Hakan, Türkçe kağan ünvanının Arapçalaşmış şeklidir. Taneri, s. 518. [11] Padişah, Müslüman hükümdarlara, özellikle çok geniş ülkelere sahip imparatorlara verilen unvan. Bu tabir Osmanlı hükümdarlarının ünvanları arasında örfi hükümdarlık sıfatlarını ifade eden başlıca unvan olarak kullanılmıştır. Halil İnalcık, “padişah” md, İA, c. 9, s. 490. [12] Vecdi Akyüz, Hilafetin Saltanata Dönüşmesi, İstanbul 1991, s. 13. [13] “Kim Allah’a ve resulüne itaat ederse Allah onu altından ırmaklar akan cennetine koyar.” 4 Nisa 13; “Kimler Allah’a ve resulüne itaat ederlerse, Allah’ın kendilerine nimet verdiği kimselerle beraber olur.” 4 Nisa 69; “Kim Allah’a ve resülüne itaat eder, Allah’tan korkar ve çekinirse işte onlar kurtuluşa erenlerdir.”24 Nur 52; “Allah’a ve Onun resulüne itaat edin. Birbirinizle çekişmeyin. Sonra korku ile za’fa düşersiniz, rüzgarınız (kesilip) gider. Bir de sabr (ve sebat) edin. Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir.” 8 Enfal 46; “Ey iman edenler, Allah’a itaat edin, peygambere ve sizden olan emir sahiplerine de itaat edin. Eğer bir şey hakkında çekişirseniz onu Allah’a ve peygambere döndürün, eğer Allah’a ve ahiret gününe inanıyorsanız (böyle yapın). Bu hem hayırlı hem netice itibariyle daha güzeldir.” 4 Nisa 59; “Üzerinize başı kuru üzüm gibi siyah, Habeşli bir köle bile tayin edilse dinleyin ve itaat edin.”; “Üzerinize emir olarak, bir Habeşli köle bile tayin edilse onu dinleyin ve itaat edin.”; “ Sizden biri İslam’ı ile boynunun vurulması arasında muhayyer bırakılmadıkça itaate devam etsin. Böyle bir durumda boynunu uzatsın. Anasız kalasıca, dini gittikten sonra, onun ne dünyası kalır ne de ahireti.” “Nefsimi elinde tutan Zat-ı zülcelale kasem ederim ki imamınızı öldürmedikçe, birbirinize kılıç çekmedikçe ve dünyanıza şerirleriniz reis olmadıkça kıyamet kopmaz.”; “Kim bana itaat ederse Allah’a itaat etmiş olur. Kim de bana isyan ederse Allah’a isyan etmiş olur. Emirime kim itaat ederse bana itaat etmiş olur. Emirime kim isyan ederse bana isyan etmiş olur.” İbrahim Canan, Hadis Ans. Kütüb-i Sitte, İstanbul, c. 1, s.118-119. [14] Buhari’de Ubade b. Samit’ten rivayet edilen bir hadiste itaatın sınırları açıklanmaktadır: “Hz. Peygamber aleyhisselatü vesselam biat etmek üzere bizi çağırdı. Gittik, biat ettik. Bizden biat sırasında koştuğu şartlar meyanında dinlemek ve itaat etmek şartı da vardı. Öyle ki emir hoşumuza gitse de gitmese de darlıkta olsak da bollukta olsak da, başımızdakiler bencilliğe düşerek makamlarını kendi menfaatlerine kullansalar da itaat edecektik. Keza makam sahipleriyle, yanımızda Allah’tan sarih bir delile muhalefetle açık bir küfre düşmedikleri müddetçe, makam hususunda niza etmemek şartı da vardı.” Canan, age, c. 1, s. 141. [15] Zafir Kasımi, Nizamü’l-Hükm Fi’ş-Şeria’ ve’t-Tarihi’l-İslami, Darü’n-Nefais, Beyrut 1985, c.1, baskı 2, s. 8-9. [16] Kasimi, age, c. 1, s. 23. [17] Muhammed Hamidullah, İslam Anayasa Hukuku, editör: Veydi Akyüz, Beyan Yayınları, İstanbul, 1995, s. 152. [18] Kasımi, age, c. 1, s. 14-19. [19] Hamidullah, age, s. 164. [20] Muhammed Faruk en-Nebhan, Nizamü’l-Hükm fi’l-İslam, Beyrut h. 1408 m. 1988, s. 63. [21] Muhammed Ammara, İslam Devleti, Endülüs Yayınevi, İstanbul 1991, s. 336; Abdulkadir Udeh, İslam ve Siyasi Durumumuz, İstanbul 1986, s. 101 vd. [22] M. Akif Aydın, “Anayasa” md, DİA, İstanbul 1991, c. III, s. 153-164; Nebhan, s. 237 vd. [23] Abdulhamid Mütevelli, Mebadii Nizami’l-Hükmi fi’l-İslam, İskenderiye 1966, s. 196. [24] Nebhan, s. 270; Hayreddin Karaman, Mukayeseli İslam Hukuku, Nesil Yayınları, İstanbul 1986, c. 1, s. 105. [25] 4 Nisa 59. [26] Seyyid Kutup, Fi Zılali’l-Kur’an, çev. Salih Uçan, Vahdettin İnce, Mehmet Yolcu, Dünya Yayıncılık, İstanbul 1991, c. 2, s. 523Ü; Celal Yıldırım, Kur’an Ahkamı, İstanbul 1972, c. 2, s. 189 vd. [27] 5 Maide 2. [28] 76 İnsan 24. [29] 18 Kehf 28. [30] Muhammed Ali Es-Sabuni, Saffetü’t-Tefasir, Dersaadet, İstanbul, c. 2, s. 190. [31] 26 Şuara 150-152. [32] Mehmet Erdoğan, Fıkıh ve Hukuk Terimleri, İstanbul 2005, s. 345; Elmalılı M. Hamdi Yazır, Alfabetik İslam Hukuku ve Fıkıh Istılahları Kamusu, İstanbul 1997, c. 3, s. 389. [33] 21 Enbiya 107. [34] 10 Yunus 57. [35] Maslahat-ı mürsele: Şer’-i şerif tarafından itibar edilmesi de, itibar edilmeyip iptal ve ilga edilmesi de belli olmayan maslahattır ki bazı hususlarda delil olarak kabul edilir. Elmalılı M. Hamdi Yazır, Alfabetik İslam Hukuku ve Fıkıh Istılahları Kamusu, c. 3, s. 390. [36] Muhammed Ebu Zehra, İslam Hukuk Metodolojisi, çev. Abdulkadir Şener, Fecr Yayınevi, Ankara 1986, s. 239-241; Muhammed Refet Osman, Riyasetü’t-Devleti Fi’l-Fıkhi’l-İslami, Matbaa-yı Saade, s. 426. [37] Mevdudi, Hilafet ve’l-Müluk, Arapçaya çeviren: Ahmed İdris, Darul’l-Kalem, Kuveyt, s. 27-30. [38] 2 Bakara 256. [39] 10 Yunus 99 [40] 2 Bakara 191. [41] Muhammed Ali Sabuni, Ruhu’l-Beyan Tefsirü Ayati’l-Ahkami mine’l-Kur’an, Dersaadet Kitabevi, İstanbul, c. 1, s. 205 ; 6 En’am 108; M. Akif Aydın, “Din” md. DİA, İstanbul 1994, IX, s. 325-328. [42] Kasımi, age, s. 54-55. [43]“Sizden öyle bir cemaat bulunmalıdır ki hayra çağırsınlar, iyiliği emretsinler, kötülükten vazgeçirmeye çalışsınlar…” 3 Al-i İmran 104; “Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten vazgeçirmeye çalışırsınız.”3 Al-i İmran 110; 7 A’raf 199; 9 Tevbe 71; 5 Maide 78-79; 7 A’raf 175. [44] Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, İstanbul b.t.y., c. 2, s. 407; Kurup, Fi Zılali’l-Kur’an, c. 2, s. 144-145. [45] 5 Maide 32. [46] 17 İsra 33. [47] “Sizden hiçbir topluluk bir başka toplulukla alay etmesin. Ne malum, belki alay edilenler edenlerden daha hayırldır. Kadınlar da başka kadınlarla alay etmesinler. Belki de alay edilenler edenlerden daha hayırlıdır. Birbirinizi daha doğrusu kendilerinizi karalamayın. Birbirinize kötü lakaplar takmayın. İman ettikten sonra insanın adının kötüye çıkması, fasık damgasını yemesi ne kötü bir şeydir. Kim tevbe etmezse işte onlar tam zalim kimselerdir. Ey iman edenler! Zandan sakının. Çünkü zanların bir kısmı günahtır. Birbirinizin gizli hallerini araştırmayın. Kiminiz kiminizi gıybet etmesin…”49 Hucurat 11-12; 104 Hümeze 1; [48] “Ey iman edenler, kendi evleriniz dışındaki evlere sahiplerinden izin isteyip onlara selam vermeden girmeyiniz.” 24 Nur 27; 49 Hucurat 12. [49] “Herkesin kazandığı yalnız kendisine aittir. Hiçbir günahkar, başkasının günahını yüklenmez.” 6 En’am 164; 17 İsra 15; 35 Fatır 18; 39 Zümer 7; 53 Necm 38. [50] “Ey iman edenler, herhangi bir fasık size bir haber getirecek olursa, onu iyice tahkik edin, doğruluğunu araştırın. Yoksa, gerçeği bilmeyerek bir takım kimselere karşı fenalık edip, sonra yaptığınıza pişman olursunuz.” 49 Hucurat 6. [51] “Bir de birbirinizin mallarını haksız yollarla yemeyin. Halkın mallarından bir kısmını, bile bile haksız yere yemek için mal davasıyla rüşvetle hakimlere koşmayın.” 2 Bakara 188; 4 Nisa 29. [52] “Mesele: Emanla gelen harbiler Amr-ı zimmi üzerine bir hususta şehadet eyleseler, Padişah-ı alempenah ‘harbilerin zımmi üzerine şehadetleri tutula’ deyu ellerinde temessükleri olucak, mezburların üzerine şehadetleri kabul olunur mu? El-Cevap: Asla olmaz. Ahidnamalerinde ol kaydı cehelei küttab yazmışlardır, nameşru olan nesneye emr-i sultani olmaz.” M. Ertuğrul Düzdağ, Şeyhülislam Ebussuud Efendi Fetvaları Işığında 16. Asır Türk Hayatı, İstanbul 1983, İkinci baskı, s. 98 . [53] 2 Bakara 124. [54] 4 Nisa 5. [55] Ali Haydar, Dürerü’l-Hükkam Şerhü Mecelleti’l-Ahkam, Kostantiniyye 1330, c. 3, s. 25-26; MAA, m. 946; “Reşid malını muhafaza hususunda tekayyud ederek sefeh ve tebzir tevakki eden kimsedir.” MAA, m. 947; Elmalılı, Alfabetik İslam Hukuku ve Fıkıh Istılahları Kamusu, c. 4, s. 378 vd; “Sefih malını beyhude yere sarf ile mesarifinde tebzir ve israf ile izaa ve itlaf eden kimsedir.” [56] Abdulhamid İsmail el-Ensari, eş-Şura ve Eseruha fi’d-Demokratiyye, Beyrut, s. 3; Nevin, s. 111; Udeh, s. 189 vd. [57] Ahmet Davudoğlu, “Devlet” md, DİA, İstanbul 1994, c. IX, s. 236-238. [58] 42 Şura 38. [59] 3 Al-i İmran 159. [60] Kasımi, age, s. 63-66; M. Ziyauddin Rayyıs, İslamda Siyasi Düşünce Tarihi, Nehir Yayınları, İstanbul 1990, s. 429-435. [61] Canan, c. 17, s. 542. [62] Kasımi, age, s. 80. [63] Ziya Eryılmaz, Hz. Ebu Bekir’in Fikhi Görüşleri, Vural Yayınevi, İstanbul 1997, s. 316, 328-329. [64] İmam Gazali, İhyau Ulumi’d-Din, Bedir Yayınevi, İstanbul 1985, çev. Ahmet Serdaroğlu, c. 1, s. 297-298; Muhammed Reret Osman, Riyasetü’d-Devleti Fi’l-Fıhhi’l-İslami, Matbaayı Saade, s. 426; Maverdi, age, s. 6; İbni Haldun, Mukaddime, MEB, İstanbul 1989, c. 1, s. 486-495. [65] Abdurrezzak Ahmed Es-Senhuri, Fıkhu’l-Hilafe ve Tetavvuruha, Kahire 1989, s. 223; Ahmet Cevdet Paşa, Tarih-i Cevdet, c. 1, s. 11. [66] İbni Teymiyye, es-Siyasetü’ş-Şer’iyye fi İslahi’r-Rai ve’r-Raiyye, Kahire 1981, s. 20. [67] Canan, age, c. 5, s. 389. [68] Es-Senhuri, age, s. 173; Maverdi, E’l-Ahkamu’s-Sultaniyye, Beyrut 1332, s. 5; M. Akif Aydın, Türk Hukuk Tarihi, Beta Basım Yayım Dağıtım, İstanbul, 1999, 3. Baskı, s. 116. [69] Canan, age, c. 5, s. 393. [70] Cevdet Paşa, age, c. 1, s. 11. [71] Maverdi, age, s. 19. [72] Niza kelimensin geçtiği ayetler: 3 Ali İmran 152, 4 Nisa 59, 8 Enfal 43, 46, 18 Kehf 21. Cidal kelimesinin geçtiği ayetler: 4 Nisa 109, 11 Hud 32, 40 Gafir 5, 22 Hac 68, 4 Nisa 107, 16 Nahl 111, 58 Mücadele 1, 29 Ankebut 46, 7 Araf 71, 4 Nisa 109, 18 Kehf 56, 22 Hac 3, 8, 31 Lokman 20, 40 Gafir 4, 11 Hud 74, 6 En’am 121, 13 Ra’d 13, 40 Gafir 35, 56, 69, 42 Şura 35, 6 Enam 25, 8 Enfal 6, 16 Nahl 125, 18 Kehf 54, 43 Zuhruf 58, 2 Bakara 197, 11 Hud 32. [73] H. Tahsin Fendoğlu, Türk Hukuk Tarihi, İstanbul 2000, s. 282. [74] 9 Tevbe 71. [75] Kasımi, age, s. 100-103. [76] Kasımi, age, s. 105-107. [77] Başkaldırma hakkında bkz. Nevin A. Mustafa, İslam Siyasi Düşüncesinde Muhalefet, çev. Vecdi Akyüz, İstanbul 1990; Nebhan, s. 480-481; Macid Hadduri, İslam Hukukunda Savaş ve Barış, çev. Fethi Gedikli, Yöneliş Yayınları, İstanbul 1999, s. 25. [78] İdarecilere itaat ile ilgili çok sayıda hadis vardır. Bkz. Canan, age c. 5, s. 407-417. [79] Kasımi, age, s. 80. [80] Rayyıs, age, s. 458-461. [81] Akyüz, s. 80. [82] Mütevelli, age, s. 194. [83] Gazali, age, c. 1, s. 296. [84] Seyyid Muhammed Rıza, El-Hilafe, Kahire 1341, s. 11. [85] Mehmet Ali Kapar, İslam’ın İlk Döneminde Bey’at ve Seçim Sistemi, İstanbul 1998, s. 105 vd; Cengiz Kallek, “Biat” md. DİA, c. V, s. 121-124. [86] M. Akif Aydın, “Hal” md, DİA, c. 15, s. 218. [87] Osman Kaşıkçı, “İslam ve Osmanlı Hukukunda Devlet Başkanının Görevinin Sona Ermesi”, Erzincan Hukuk Fakültesi Dergisi, c. 5, S. 1-4 (2001), s. 96. [88] Kallek, s. 122. [89] Maverdi, age, s. 17; Ferra, el-Ahkamüs’s-Sultaniyye, Mısır 1966, s. 20; Nebhan, age, s. 474-477; Senhuri, age, s. 241-253; Karaman, age, c. 1, s. 99-100. [90] Nebhan, age, s. 478-479. [91] 49 Hucurat 13. [92] Kasımi, age, s. 87; Elmalılı, c. 7, s. 211-214. [93] Kasımi, age, s. 87. [94] Muhammed Ammara, İslam Devleti, Endülüs Yayınevi, İstanbul 1991, s. 87. [95] Rayyıs, age, s. 280-283. [96] Avcı, s. 541. [97] Devlet başkanının yargı yetkisi ile ilgili ayetler: “Ey iman edenler, Allah’a itaat edin, peygambere ve sizden olan emir sahiplerine de itaat edin. Eğer bir şey hakkında çekişirseniz onu Allah’a ve peygambere döndürün, eğer Allah’a ve ahiret gününe inanıyorsanız (böyle yapın). Bu hem hayırlı hem netice itibariyle daha güzeldir.” 4 Nisa 59; “Sana da daha önceki kitapları, hem tasdik edici hem de onları denetleyici olarak bu Kitabı, gerçeğin ta kendisi olarak indirdik. O halde bütün Ehl-i Kitabın aralarında, Allah’ın sana indirdiği ile hükmet, sana gelen bu hakikati terk edip de onların keyfine uyma…” 5 Maide 48; “Davud! Biz seni ülkede hükümdar yaptık, sen de insanlar arasında adaletle hükmet, keyfine uyma ki seni Allah yolundan saptırmasın. Allah yolundan sapanlar, hesap gününü unuttukları için, kendilerine şiddetli bir azap vadır.” 38 Sad 26; “Allah size emanetleri layık olan ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğinizde adaletle hüküm vermenizi emreder. Allah bununla size ne de güzel öğüt veriyor. Şüphe yok ki Allah sözlerinizi de hükümlerinizi de hakkiyle işitir, bütün yaptıklarınızı hakkiyle görür.” 4 Nisa 58; “Şu kesindir ki Biz resüllerimizi açık delillerle gönderdik ve insanların adaleti gerçekleştirmeleri için, resüllerle beraber Kitap ve adalet terazisi indirdik…” 57 Hadid 25. [98] Aydın, “Anayasa”, DİA; Senhuri, age, s. 229. [99] İmam Ebu Yusuf, Kitabü’l-Harac, çev. Müderriszade Muhammed Ataullah Efendi, sad. İsmail Karakaya, Ankara 1982, s. 74. [100] Muhammed b. Macuz, “El-Hilafetü fi’l-İslam”, El-Bey’atü ve’l-Hilafetü fi’l-İslam, c. 3, s. 868-869. [101] “… Hem bana aranızda adaletle hükmetmem emredildi…” 42 Şura 15; “Ey iman edenler, Haktan yana olup vargücünüzle ve bütün işlerinizde adaleti gerçekleştirin… Onun için sakın nefsinizin arzularına uyup adaletten ayrılmayın…” 4 Nisa 135; “Davud! Biz seni ülkede hükümdar yaptık, sen de insanlar arasında adaletle hükmet, keyfine uyma ki seni Allah yolundan saptırmasın…” 38 Sad 26; 5 Maide 8; 6 En’am 152; “Allah size emanetleri layık olan ehline vermenizi ve insanlar arasında hüküm verdiğinizde adaletle hükmetmenizi emreder…” 4 Nisa 58; “Şu kesindir ki Biz resüllerimizi açık delillerle gönderdik ve insanların adaleti gerçekleştirmeleri için, resullerle beraber Kitap ve adalet terazisi indirdik…”57 Hadid 25.16 Nahl 76; 16 Nahl 90; 49 Hucurat 9; 65 Talak 2; 2 Bakara 124;3 Ali İmran 151;14 İbrahim 22. [102] Elşad Mahmudov, “İslam Tarihi Kaynaklarına Göre Halifelik ve Hz. Ebu Bekir’in Halife Seçilmesi”, A.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, Ankara 1999, s. 44. [103] Canan, age, c. 5, s. 394. [104] Canan, age, c. 5, s. 398. [105] Maverdi, age, s. 6; M. Ziyauddin Rayyıs, İslamda Siyasi Düşünce Tarihi, çev. Ahmet Sarıkaya, Nehir Yayınları, İstanbul 1990, s. 419. [106] İbni Haldun, age, c.1, , s. 474-475. [107] 38 Sa’d 26. [108] Canan, age, c. 17, s. 274. [109] İmam Ebu Yusuf, s. 70-74. [110] 13 Ra’d 11. [111] 59 Haşr 9. [112] Kasımi, age, s. 109-113.