1 İçindekiler “Ona bir cin bile dokunmamıştır.” ayetine göre, cinlerle cinsel ilişki mümkün müdür? .........3 Redd-i miras yapmak caiz midir? ................................................................................................4 Allah Kur’anda bildirilenden başka bir şeyi haram kılmadı, diyecekler, hadisini açıklar mısınız? .........................................................................................................................................5 Hz. Muhammed’in kadınlara selam vermesi, onun kadın düşkünü olduğunu mu gösterir? ...6 İmamı Rabbani Zahir isiminin kadında tecellilerini gördüğünü söylüyor, bunu nasıl anlamalıyız? ..................................................................................................................................7 Varlıklara, Allah’ın Zat'ının arızi, sönük, zayıf gölgecikleri diyebilir miyiz? ...........................8 Tevessül Allah'ın hayatta olmayan diğer kulları için de geçerli midir? ....................................9 İncil ve Tevrat dışında başka hangi dinlerde Hz. Peygamberin geleceği müjdelenmiştir?.....11 Meczub kendi isteğine göre mi ibadet eder? İbadetten sorumlu mudur? ................................13 Bir insan Allah’ın Ferd ismine nasıl mazhar olur? .................................................................14 2 “Ona bir cin bile dokunmamıştır.” ayetine göre, cinlerle cinsel ilişki mümkün müdür? - Cinlerle evlilik veya cinsel ilişki konusu alimler arasında çok farklı değerlendirilmiştir. Sitemizde -değişik zamanlarda gelen sorulara verilen cevaplarda- bu farklı görüşlere de yer verilmiştir. - Bizzat cinlerle evli olduğunu söyleyenler, bunun bir nevi rüya gibi, ihtilam olmak gibi olduğunu belirtirler. “Cennetteki hurilere ne bir insan ne de bir cin dokunmuştur.” (Rahman, 55/56,74) mealindeki ayeti tefsir eden alimler bu konuyu farklı yorumlamışlardır. a) Bazılarının ifadelerine göre, ayetin bu açık/zahiri ifadesi, insanlarla cinler arasında cinsel ilişkinin olabileceğine bir delildir. (bk. Taberi, Semerkandi, Rahman, 55/56. ayetin tefsiri) Maverdi de, bu ayeti, cinlerle insanlar arasında cinsel ilişkinin olabileceğine delil olarak kabul etmiştir. (Maverdi, ilgili ayetin tefsiri) b) Diğer bir kısım alimlere göre, ayette ifade edilen konu şudur: “insanlar gibi cinler de cennete gidecekler(ki bu İslam alimlerinin cumhurunun görüşüdür). Ayette, insanlardan olan erkekler insanlardan olan kadınlara; cinlerden olan erkekler de cinlerden olan kadınlara temas etmemiş olduklarına işaret edilmiştir. (Taberi, a.y) Ancak ilgili tefsirde, “insan türünden huriler olduğu gibi cinler türü hurilerin olduğuna” dair bir bilgi verilmemiştir. Çünkü, ayetin işaret ettiği kadınlar konusunda iki ihtimal vardır: Bu kadınlardan maksat, ya dünyadan gelen kadınlar.. Ya da cennette yaratılmış hurilerdir. Taberi’de geçen bilgiye göre, konuyu her iki ihtimale göre de değerlendirmek gerekir. Fakat bu husus orada açıklanmamıştır. Şa’bi ve Kelbi gibi bazı alimler, ayette söz konusu edilen kadınların dünya kadınları olduğunu belirtmişlerdir. Bunlara göre dünyada onlara ne insanlar ne de cinler temas etmemişlerdir. (Beğavi, ilgili ayetin tefsiri) Zeccac da cinlerle insanlar gibi cinlerin de cinsel ilişkiye girebileceğine bu ayeti delil göstermiştir. (Beğavi, a.y) Ancak bu ve daha önce de geçen tefsirlerin ifadelerinde “cinler de insanlar gibi cinsel ilişkiye girerler” manasına gelen ifadelerle, cinlerin cinlerle mi yoksa insanlarla mı ilişkiye girebileceklerini kastettiklerini kesin söylemek zordur. Razi ve Kurtubî de insan ile cinler arasında cinsel ilişkinin olup olmadığı konusunda farklı görüşlere işaret eder ve “doğrusu bu ilişkinin olduğu” yönünde kendi görüşlerini ortaya koyarlar. (bk. Razi, ilgili ayetin tefsiri) Beydavi, Nesefi ve İbn Kesir ise ayetten şunu anlamışlar: “Cennetteki kadınlar iffetlidir. İnsan olan kadınlara insanlardan bir erkek dokunmadığı gibi, cinlerden bir erkek de cinlerden olan o kadınlara dokunmamıştır.” (Beydavî, Nesefi, İbn Kesir, ilgili ayetin tefsiri) Özetle şunu söyleyebiliriz: - Ayette söz konusu olan kadınlardan maksat, dünya kadınları değil, cennetteki hurilerdir. Çünkü dünya kadınlarından bazıları daha önce evlilik yapmış olabilirler. Sonra cennette en son kocalarıyla (veya tercih ettikleri kocalarıyla) evlenirler. Bu takdirde, onlara daha önce başkaları da dokunmuş olur. 3 Halbuki, ayette hiç kimsenin daha önce onlara dokunmadığına vurgu yapılmıştır. Demek ki ayetteki kadınlardan maksat cennette özel olarak yaratılan kadınlardır. (krş İbn Aşur, ilgili ayetin tefsiri) - Bu tespite göre, ayetin meal olarak söz konusu “Cennetteki kadınlara/hurilere ne bir insan ne de bir cin dokunmuştur” ifadesinden şunu anlamak mümkündür: “Cennete giden insanlardan olan erkeklere öyle insan türüne benzeyen huriler verilir ki, onlardan önce hiç bir insan onlara dokunmamıştır. Keza, cennete giden cinlere de öyle cin türüne benzeyen huriler verilir ki, onlardan önce hiç bir cin onlara dokunmamıştır. İlave bilgi için tıklayınız: Cinlerle evlenmek mümkün müdür, mümkünse caiz midir? Cinleri öpmek caiz midir? Redd-i miras yapmak caiz midir? - Prensip olarak redd-i miras, İslam ahlakına uygun değildir. - Bununla beraber, şunları söyleyebiliriz: Birincisi: Bir kişinin bilinçli veya bilinçsiz, haklı veya haksız, hayırlı veya hayırsız yaptığı alış-verişlerden ve diğer borçlarından varisleri sorumlu olmaz. İkincisi: Varisler redd-i miras yapmasalar da, İslam hukukuna göre, vefat edenin borcunu kendi mallarından ödemek zorunda değillerdir. Ancak vefat edenin malı varsa, onun borçlarını ödemeden varisler onun mirasından paylarını alamazlar. Önce vefat edenin borçları ödenir. Üçüncüsü: Bu günkü kanunlara göre, redd-i miras edilmediği takdirde, bazı alacaklılar tarafından varislerin mallarına hatta oturdukları evlere bile haciz konulabilir. Bu açıdan bakıldığında, haksız yere mağdur olmamak için redd-i mirasta bir sakıncanın olduğunu düşünmüyoruz. Dördüncüsü: Varisler redd-i miras etseler bile, ellerinden geldiği kadarıyla, vefat edenin borçlarını ödemeleri vicdani bir erdemliktir. Bir babanın, bir eşin, bir kardeşin veya başka bir yakın akrabanın kul hakkından dolayı muhtemelen içinde bulunduğu sıkıntısını gidermeye çalışmak, her vicdanlı evladın, eşin veya kardeşin görev bildiği bir husustur. Şayet varislerin ödeyecek bir durumu yoksa, söylenecek bir söz de yok demektir. Allah yardımcıları/yardımcımız olsun. 4 Allah Kur’anda bildirilenden başka bir şeyi haram kılmadı, diyecekler, hadisini açıklar mısınız? İlgili hadisin tamamı şöyledir. “Sakın herhangi birinizi, koltuğuna kurulmuş bir halde, kendisine emir veya nehiy ettiğim işlerden bir şey geldiğinde ‘Biz, onu(bunu) bilmeyiz; Allah’ın kitabında ne bulursak ona uyarız.’ derken görmüş olmayayım.” (bk. Ebû Dâvûd, Sünnet, 6; Tirmizi, İlim,10; İbn Mace, Mukaddime, 2) Diğer bir rivayette az bir farkla -meal olarak- şu ifadelere yer verilmiştir: “Dikkat ediniz ki, yakında adamın biri koltuğuna kurulmuş bir halde, kendisine emir veya nehiy ettiğim işlerden bir şey geldiğinde ‘Bizimle sizin aranızda (yalnız) Allah’ın kitabı vardır. Onda bulduğumuz helal şeyleri helal; haram şeyleri de haram kabul ederiz.’diyecektir. Oysa şu bir gerçektir ki, Allah haram hükmünü koyduğu gibi, resulullah da haram hükmünü koyar.” (Tirmizi, a.y) Tirmizi, bu iki hadis rivayeti için de “hasen” demiştir. (Tirmizi, a.y) İslam alimleri bu hadis rivayetini, hadisi inkâr eden kimseler için ciddi bir uyarı ve Hz. Peygamberin “ihbar-ı gaybi neviden” zamanla doğruluğu tasdik edilmiş bir mucize olduğunu ifade etmişlerdir. Bunun canlı bir misali de şudur: Hint kıtasının Fincap (Pakistan/Pencap) bölgesinde bir adam ortaya çıkmış ve sahih-zayıf demeden bütün hadisleri inkâr etmiş, Allah’ın kitabı olan Kur’an’ın yeterli olduğunu savunmuştur. “Kim Allah’ın indirdiğiyle hükmetmezse onlar kâfirlerin ta kendileridir” mealindeki ayeti, hadisleri inkâr davasına delil olarak göstermiştir. Bu adamı birçok cahil kimseler kabullenmiş ve kendilerine önder almıştır. Ancak netice itibariyle bu adam çağdaşları olan o günkü alimler tarafından tekfir edilmiştir. (bk. Tuhfetu’lAhvezi,7/354-355; Avnu’l-Mabud, 12/233) İlave bilgi için tıklayınız: Karnı tok bir şekilde koltuğuna kurulmuş olan bazı kimselerin 'Bize ... 5 Hz. Muhammed’in kadınlara selam vermesi, onun kadın düşkünü olduğunu mu gösterir? - Bizim sitemizde de yer aldığı üzere, Hz. Peygamberin kadınlara selam verdiği bir veya iki defadır. Bu da toplu halde olan kadınlara verdiği selamdır. Hz. Peygamberin onlara selam vermesi kadınlara karşı gösterdiği bir saygının ifadesidir. - Kaldı ki, günümüzde de birçok erkek, yerine göre bir çok kadına selam veriyor. Ve bu sadece bir nezaket kuralı olarak kabul ediliyor. Hiç kimse, kadınlara selam verdi diye bir adamı kadın düşkünü gibi bir hezeyanla yaftalamıyor. - Hz. Peygamber kadınlara vazettiği doğrudur. Bu nasihatlerinde genellikle kadınları fazla “altın-gümüş, ipek” gibi ziynetlere düşkünlük göstermemelerini istemiştir. Kuvvetli ihtimalle o günlerde cihad için gerekli olduğundan- kadınları sadaka vermeye teşvik etmiştir. (bk. Mecmau’z-Zevaid, h. no: 3238; 3286; 4654) - Medine’nin kadınları gelerek şöyle demişlerdi: “Ey Allah’ın Resûlü, erkekler Sizi dinleyip Sizden istifade etme konusunda bizi geçtiler. Bize de müstakil bir gün ayırsanız!” Allah Resûlü, bunun üzerine onlara bir gün verdi. O belirli günde onlara nasihat eder ve bazı emirlerde bulunurdu. (Buhari, İlim 36). Yirmi beş yaşında delikanlı olduğu bir dönemde kendisinden 15 yaş büyük olan Hz. Hatice ile evlenmesi ve o vefat edinceye kadar başka bir kadınla evlenmemesi, onun ne kadar iffetli biri olduğu ve kadınlara -haşa- asla düşkün olmadığının açık göstergesidir. Ve aynı zamanda Medine’ye hicret ederken yaklaşık 53 yaşında iken ondan sonra bu yaşlılık döneminde farklı kadınlarla evlenmesi, bunun Allah tarafından ön görülen hikmetli evlilikler olduğunda şüphe yoktur. Medine’de maddi ve manevi cihatla hayatı geçen Hz. Peygamberin erkeklere olduğu gibi, arzularını kırmayarak kadınlara özel bir gün tayin etmesi, takdirle karşılanması gerekirken, bunu onun aleyhinde kullanmak, gerçekten akıl, izan, fikir, vicdan ile izah edilen şey değildir. Kadınları hayır hasenat yapmaya, ateşten korunmaya davet etmeyi, ilim irfanı öğretmeyi kadın düşkünlüğü olarak nitelemek kâfirliğin ötesinde patolojik bir vaka olarak değerlendirilmelidir. 6 İmamı Rabbani Zahir isiminin kadında tecellilerini gördüğünü söylüyor, bunu nasıl anlamalıyız? İmam Rabbanî gibi büyük bir velinin sözlerini yanlış yönlere çekmek elbette yakışmaz. İsm-i Zahir’in tecellisi, her şeyin dışına yansıyan, Allah’ın Hakim, Alîm, Kadîr ve Müzeyyin gibi isimlerinin de güzelliklerini gösteren nuranî bir yansımadır. Kadınlarla ilgili sözleri ise, “İnsanlar için kadınlar süslü gösterildi” (Al-i İmran, 3/14) mealindeki ayet ile, “Dünyanızdan bana üç şey sevdirildi: kadınlar, güzel koku ve namazdaki gözümün aydınlığı” (Kenzu’l-Ummal, h. No:18913) manasındaki hadis-i şerif çerçevesinde değerlendirmek, yani ilahî hikmet, tezyin ve tasvir açısından bakmak gerektir. Öyle zannediyoruz ki, İmam bu hakikatin zuhurundan söz etmek istemiştir. İmam-ı Rabbani’nin burada anlattığı şey, Allah’ın “ez-Zahir” isminin tecellisidir. Allah’ın bir takım eşya üzerinden bazı isim ve sıfatlarını izhar etmesi mümkündür. Nitekim Musa Aleyhisselam’a ağaçtan tecelli etmiş ve kendisiyle görüşmüştür. Bu ifadelerden Allah’ın eşyanın içine girdiği (hulûl) yönünde bir fikre kapılmamak gerekir. Zira eşyada zuhur eden Allah’ın kendisi değil bilakis onun ismi veya sıfatıdır. Yani Allah (c.c.) söz konusu ismini belli bir eşya üzerinden kuluna yoğun biçimde hissettirmektedir. İmam-ı Rabbani’ye bu tecellinin ayrıca kadınlar üzerinden gerçekleşmesinin kesin sebebini bilmemiz mümkün olmamakla beraber, kadınların cemal, letafet ve şefkat yönünden erkeklere nispetle daha baskın olduğu, bu sebeple onların ilahi güzelliği ve rahmeti daha iyi yansıtabileceği de düşünülebilir. Bununla birlikte İmam-ı Rabbani’nin mektupta hallerini şeyhine arz ettiği ve şeyhinden bunları doğru biçimde yorumlayıp kendisini aydınlatmasını istediği de göz önünde bulundurulmalıdır. Nitekim İmam-ı Rabbani’nin bu gibi hallerini şeyhine arz edip kendisini irşat etmesi istediği yönünde başka mektuplarda da bilgiler yer almaktadır. (bk. 11. Mektup) 7 Varlıklara, Allah’ın Zat'ının arızi, sönük, zayıf gölgecikleri diyebilir miyiz? - Kâinat/bütün varlıklar Allah’ın isim ve sıfatlarının birer tezahürüdür, tecellisidir, yansımasıdır. Bunu “Zatının gölgeleri…” şeklinde ifade etmek -yanlış anlamalara meydan verdiği için- pek isabetli görünmüyor. - Allah’ın fiilleri olan yaratıkların penceresinden Allah’ın isimlerini, isimlerin penceresinden onun sıfatlarını, sıfatlarının penceresinden onun şuunat-ı zatiyesini, Şuunat-ı zatiyesinin penceresinden Zat-ı Akdesi mülahaza edebiliriz. Örneğin; yaratılmış varlıklara bakarak Allah’ın “Hâlık/Yaratıcı" ismini, bundan da "halkhalketme/yaratıcılık" sıfatını, bundan da "yaratabilme" şuunatını, bundan da yaratıcı olan Zat-ı akdesi düşünebiliriz. - Kâinatın Allah’ın varlığını gösteren bir ayna olması, onun misli olduğu anlamına gelmez. Bilakis, yaratan ile yaratıklar arasındaki ilişki yalnız “yaratma” hususudur. Allah yaratandır, varlıklar ise yaratılanlardır. Yaratan ile yaratılan arasındaki farkın büyüklüğü kadar (başka varlıklar arasındaki) bir fark düşünülemez. Mesela, bir resim görülür görülmez ilk akla gelen onu yapan ressamdır. Fakat hiç kimse, yapılan resimle ressamın birbirine benzediğini iddia edemez. Zira bazen Ressam -bir insan olarak- bir devenin de resmini yapar. Bu sebeple, kâinatın ressamı olan Allah ile kâinatın resimleri arasında bir benzerlik elbette düşünülemez. Allah’ın zatı mutlak kemaldedir, yani sonsuz mükemmelliktedir. Bu sonsuz mükemmelliğin de bir yansıması ve bir tecellisi bulunuyor. Bu yansıma ve tecelli Zat-ı Akdes'ten kaynayıp şuunat, sıfat ve isimler aşamasından geçip ta mevcudata ve eşyaya gelene kadar -tabiri caiz ise- bu kemalin kuvvet ve parlaklığı zayıflıyor. Yani bütün mevcudat ve eşyada görünen kemal ve cemaller, Allah’ın mutlak cemal ve kemalinden bir nebze bir pırıltı bir tutam mesabesinde kalıyor. Hal böyle iken bile, bir nebze, bir tutam, bir pırıltı kemal, insanın aklını başından almaya yetiyor ise, asıl memba ve kaynak olan Zat-ı İlahi'deki cemal ve kemal nasıl bir cemal ve kemaldir, kıyas etmek lazım. Güneşin merkezindeki ateşin derecesi ile onun bir tecellisi hükmünde olan dünyadaki bir aynada görünen ateşin derecesi arasında nasıl bir fark varsa, Zat-ı İlahi'deki cemal ve kemal ile onun çok gölgelerden ve aşamalardan geçip eşyada tezahür eden cemal ve kemal arasında da kıyasa gelmez bir fark vardır. - Burada belki de söylenmesi gereken önemli bir nokta, “kâinatın bir vahid-i kıyasî”(Allah’ın varlığını, vahdaniyetini gösteren bir mülahaza ölçüsü) olduğudur. Nitekim, Allah insanlarda da ilim, kudret, irade gibi sıfatları böyle bir ölçü olsun diye yaratmıştır. İnsan, Allah’ın sonsuz ilmini, kudretini, iradesini idrak emesi için kendi cüzi ilmini, iradesini, kudretini bir ölçü birimi olarak kullanır ve Allah’ın sonsuz sıfatlarını idrak eder. Bediüzzamna hazretlerinin -insanın bir vazifesi olarak ele aldığı konuyu açıklarken belirttiği üzere- “Senin hayatına verilen cüz'î ilim ve kudret ve irade gibi sıfat ve hallerinden küçük nümunelerini vâhid-i kıyasî ittihaz ile, Hâlık-ı Zülcelal'in sıfât-ı mutlakasını ve şuun-u mukaddesesini o ölçüler ile bilmektir. Meselâ sen cüz'î iktidarın ve cüz'î ilmin ve cüz'î iraden ile bu haneyi muntazam yaptığından, şu kasr-ı âlemin senin hanenden büyüklüğü derecesinde, şu âlemin ustasını o nisbette Kadîr, Alîm, Hakîm, Müdebbir bilmek lâzımdır.” (Sözler, 128) İlave bilgi için tıklayınız: Allah, bir fiil icra ederken, o iş vukuunda bütün esma-i ilahiye farklı farklı boyutta mı tecelli edder? 8 Tevessül Allah'ın hayatta olmayan diğer kulları için de geçerli midir? Önce şunu hiç düşünmüyor muyuz: Hayatta olanlarla tevessül etmek neden şirk olmuyor da ölülerle tevessül etmek şirk oluyor? Şirkin ölüsü dirisi mi olur? İkincisi: Ölülerle tevessül etmenin şirk olduğuna dair arkadaşınızın ortaya koyduğu sahih bir hadis var mı? Üçüncüsü: Arkadaşınızın savunduğu görüş bazı Vehhabilerin düşüncesidir. Ehl-i sünnet alimleri mi daha iyi bilir, yoksa bu düşünce de olanlar mı? Dördüncüsü: Vehhabilerin bir kısmı ne sağ ne de ölülerle tevessül edilmez derken, bir kısmı da Hz. Ömer’in Hz. Abbas’la tevessül etmesini inkâr edemedikleri için “Tevessül sağ olanlarla olur, ölü olanlarla olmaz” diyorlar. Beşincisi: Vefat edenler de hayattadırlar. Vefat etmek yok olmak değildir. Berzah hayatına geçmektir. Anne rahminden dünya hayatına geçenler gibi, dünya rahminden de kabir hayatına geçilmektedir. Buna göre onlar da hayattadırlar. Buna göre dünya hayatından berzah hayatına geçenlerle de tevessül edilebilir. Sorunuzda geçen rivayet şöyledir: Enes b. Malik’ten rivayet edildiğine göre ikinci halife döneminde Müslümanlar kuraklık yüzünden kıtlık tehlikesiyle karşı karşıya geldikleri zaman halife Ömer, Abbas b. Abdulmuttalib’i vesile kılarak Allah’tan yağmur talebinde bulunur ve şöyle derdi: “Allah’ım! Bizler daha önce Peygamber’ini vesile edinerek sana niyazda bulunurduk, sen de bize yağmur verirdin. Şimdi ise Peygamberimizin amcasını vesile kılıyor ve senden talep ediyoruz. Bize yağmur ihsan et!” Enes b. Malik, Hz. Ömer’in bu dualarından sonra kendilerine yağmur ihsan edildiğini bildirir. (Buhari, İstiska, 4) Aynı konunun işlendiği İstiska hadisiyle ilgili bazı rivayetlerde kaydedildiğine göre; Hz. Ömer, dua etmesi için Hz. Abbas’a ricada bulunmadan önce “Resulüllah’ın, bir evladın babasına verdiği önem kadar Hz. Abbas’a değer verdiğini” belirtmiş ve bundan dolayı Müslümanların Abbas’a tabi olmalarını ve başlarına gelecek musibetlerin def’i karşısında onu vesile kılmalarını tavsiye ettikten sonra Hz Abbas’tan dua etmesini talep edermiş. Hz. Abbas da “Allah’ım! Muhakkak ki her bela işlenen günahların bir sonucudur. Ve bunların defedilmesi de ancak tövbe ile olur. Şimdi ise, Hz. Peygamber’e olan yakınlığım sebebiyle insanlar beni vesile kılarak sana teveccüh ediyorlar. İşte günahkâr ellerimiz ve tövbekâr nasiyemiz/anlımızla sana yalvarıyoruz. Ne olur bize yağmur ver!” diyerek dua etmiş ve hemen yağmur yağmaya başlamıştır. (bk. İbn Hacer, Ahmed b. Ali b.Muhhammed b. Ali b. Hacer el Askalani, İbn Hacer, Fethul Bari bi Şerhi’l Buhari, Kahire, 1378/1909, 3/150– 151) Vahhabi alimlerinden Elbanî, bu hadise dayanarak, ölülerle tevessül edilmeyeceğini söyler. Ona göre, Hz. Peygamber ölü olduğu için Hz. Ömer onunla değil de amcası Abbas’la tevessül etmiştir. (Elbani, Muhammed Nasiruddin, et-Tevessül, trc. M. Emin Akın, İstanbul, Guraba Yayınları, 1995, s55-59) - Ehl-i Sünnet alimlerinden Zahid el-Kevseri ise, bu hadisi ölülerle tevessül edilebileceğine delil olduğunu belirtmiştir. (Muhammed Zahid el Kevseri, Makalatü’l Kevseri, Kahire, Türasu’l Ezheriyye y.y, h.1414 / m.1994, s.450–452) Hz. Abbas’ın yukarıda yer alan “Hz. Peygamber’e olan yakınlığım sebebiyle insanlar beni vesile kılarak sana teveccüh ediyorlar” manasındaki sözleri bu görüşü desteklemektedir. 9 - İbn Hacer gibi ehl-i sünnet alimlerine göre, “Hz. Ömer’in Hz. Abbas’ı vesile kılması, salih kimselerle tevessül etmenin, onları şefaatçi kılmanın müstehap" olduğunu göstermektedir. (bk.İbn Hacer, a.y) - İslam Ulemasının Cumhurunun Görüşü Şöyledir: "Allah’tan istenecek/yani Allah’tan başka kimsenin yapamayacağı bir şeyin ölü veya diri bir kuldan istenmesi caiz değildir. Fakat hakkında hüsnü zan beslenen, Salih bilinen diri veya ölü bir kimseyi vesile/şefaatçi/aracı kılarak Allah Teala’ya yalvarmak; Ondan dileklerin ihsanını istemek, bunun için Peygamberlerinin ve Salih kullarının kabirlerini ziyaret etmek caizdir. Ayrıca bu ziyaretten manevi feyiz ve bereketler de hâsıl olur.” (bk.Hayrettin Karaman, İslam’ın ışığında günün meseleleri, 1/74) - Adamın biri bir gün Hz. Osman b. Hanif’e “Halife Osman’a bir ihtiyacı için kaç defa gittiğini, fakat kendisine kulak verilmediğini” söyleyerek şikayette bulunur. Hz. Osman b. Hanif, ona şu tavsiyede bulunur: “Git abdest al, Mescid-i nebevide iki rekat namaz kıl, sonra da şöyle dua et: “Allah’ım! Rahmet peygamberi olan Sen’in elçin Muhammed’i vesile kılarak sana yalvarıyorum. Ya Muhammed! Ben seni vesile kılarak -ihtiyacımı gidermesi içinRabbime yalvarıyorum” de ve sonra istediğin ne ise onu dillendir.” Adam gidip aynısını yaptı ve sonra Hz. Osman’ın yanına gitti, Halife Osman; derhal isteklerini yerine getirdi ve “bu arzusunu daha önce unuttuğunu” belirtti ve bundan sonran her ihtiyacını kendisine arz etmesini tembihledi”. Sonra adam Osman b. Hanif’le karşılaştı ve Halife ile kendisiyle ilgili konuştuğu için teşekkür etti. Osman b. Hanif, Halifeyle bu konuda konuşmadığını, ancak daha önce, gözü görmeyen bir âmaya Hz. Peygamberin bu şekilde dua etmesini tavsiye ettiğini ve onun da bu duayı yaptıktan sonra hemen iyileştiğini belirtti ve buna şahit olduğunu söyledi.” (bk. Taberanî/es-Sağir, 1/306; Beyhakî, Delail, 6/167-168; Münziri, et-Terğıb,1/273; Heysemi, Mecmau’z-Zevaid,2/379; Mübarekfuri, Tuhfetu’l-Ahvezi, 10/24) Tabreni bu rivayetin sahih olduğunu belirtmiştir. (bk. Taberanî, a.g.y; Heysemi, a.y) - Bu rivayetten de anlaşılıyor ki, Hz. Peygamberi hayatında olduğu gibi, vefatından sonra da vesile kılmak, onunla tevessül etmek caizidir. 10 İncil ve Tevrat dışında başka hangi dinlerde Hz. Peygamberin geleceği müjdelenmiştir? “Bu Kur’ân’a, elbette öncekilerin kitaplarında da işaret edilmişti.” (Şuara, 26/196), “Bu, elbette önceki sahifelerde, İbrâhim ile Mûsâ’ya verilen sahifelerde de bildirilmiştir.” (Ala, 87/18-19) mealindeki ayet ve benzerlerinde, eski kitap ve suhuflarda Kur’an’a ve Hz. Peygambere işaretlerin olduğu açıkça ifade edilmektedir: - Bediüzzaman hazretlerinin ifade ettiği gibi, “Nass-ı Kur'anla; Tevrat, İncil, Zebur ve Suhuf-u Enbiyanın, nübüvvet-i Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm'a dair verdikleri haber…(ler vardır).” (Mektubat, 162 ) - Hz. Peygamberin geleceğinin müjdesi Tevrat ve İncil’in yanında, Zebur’da da yer almıştır: Mesela: a) Zebur’da şöyle denilmiştir: “Allah’ın kendisini zaferden zafere koşturduğu, salihleri kerametlerle şereflendirilen bir ümmet seçtiğinden dolayı yüce yaratıcının bu lütuflarıyla kıvanç duymalıdır. Ki onlar yanları üzerinde Allah’ı tesbih ederler, yüksek sesle tekbir getirirler…” Görüldüğü gibi, Zebur’un bu ifadesi, İslam ümmetinin bazı vasıflarını açıklamaktadır. Zaferden zafere koşmaları, yüksek sesle tekbir getirmeleri gibi.. Beş vakit namazda yüksek sesle ezan okuyan ve tekbir getiren sadece islam ümmetidir. Ayrıca yolculuk esnasında yüksek tepelere çıktıklarında tekbir; alçak yerlere indiklerinde tesbih getirdikleri sahih hadislerde yer almaktadır. (bk. İbn Teymiye, el-Cevabu’s-Sahih Li Men Beddele Dine’l-Mesih, Daru’l-Asıme, 1419/1999, 5/226-233) b) Zebur’da şöyle bir ayet vardır: “Allah’ım! Fetretten sonra bize “Mukimu’s-sünnet”i gönder.” “Mukimu’s-sünne” unvanı Hz. Peygamberin bir ismidir. (bk. Nursi, Mektubat, 165) c) Zebur'da Yetmişikinci Babında şu âyet var: "Bahrden bahre mâlik ve nehirlerden, Arz'ın makta' ve müntehasına kadar mâlik ola.. ve kendisine Yemen ve Cezayir Mülûkü hediyeler götüreler.. ve padişahlar ona secde ve inkıyad edeler.. ve her vakit ona salât ve her gün kendisine bereketle dua oluna.. ve envârı Medine'den münevvir ola.. ve zikri ebed-ül âbâd devam ede.. onun ismi, şemsin vücudundan evvel mevcuddur. Onun adı, güneş durdukça münteşir ola..." İşte bu âyet, pek aşikâr bir tarzda Fahr-i Âlem Aleyhissalâtü Vesselâm'ı tavsif eder.” (Mektubat, 168-169 ) - Eşıya peygamberin açıkça Hz. Peygamberin “Muhammed” ismini zikrederek onun geleceğini müjdelemiştir. (bk. İbn Teymiye, a.e, 5/257) - Hazakyal ve Daniyal peygamberlerin de Hz. Peygamberi müjdelemeleri söz konusudur. (bk. İbn Teymiye, a.e, 5/272-278) - Eski kitap ve suhuflarda daha pek çok müjdeler vardır. (bk. İbn Teymiye, a.e; Hüseyin Cisri, Risale-i Hamidiye (Tercüme: Manastırlı İsmail hakkı); Bediüzzaman, Mektubat/19. Mektup) 11 -Hind mukaddes metinlerindeki işaretler: Paru 8, Khand 8, Adhya 8 ve Shalok 5-8 gibi hind mukaddes metinlerinde, Efendimizden (a.s.m) şöyle bahsedilmektedir: “Arkadaşlarıyla birlikte bir mellacha (yabancı dil konuşan veya yabancı bir ülkenin mensubu) olan ruhi bir terbiyeci gelecek ve ismi Muhammed olacaktır. Onun gelişinden sonra raja, pencap ve ganj nehirlerinde yıkanır... Ona der ey sen! Beşeriyetin iftiharı, arap ülkesinin sakini, şeytanı öldürmek için büyük bir güç topladın.” (bk. Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, Kur'an-ı Kerim Tefsiri) Yukarıdaki ifadede Efendimizin (asm) has isminin aynen belirtilmiş olması, son derece dikkat çekicidir. Aynı satırlarda geçen “beşeriyetin iftiharı” kelimeleri ise, Peygamberimiz (asm)'in "fahr-i âlem" şeklindeki ismiyle aynı manadadır. Buda (gautama buddha) kendisinin ölümünden sonra dünyayı şereflendirecek olan bir yüce kişiden bahseder. Palice lisanında adı “matteya”, sanskritçede “maitreya”, burmacada ise “armidia” olarak geçen bu kişi müşfik ve iyi kalpli olup, insanları doğru yola çağıracaktır. Budanın çok önceden vermiş olduğu bu haberde geçen isimlerin manası da, ”rahmet” demektir. Bilindiği gibi peygamberimiz için, Kur'an'da Enbiya Suresi'nin 107. Ayetinde, “Biz seni âlemlere rahmet olarak gönderdik.” buyurulmaktadır. Bu yazmalardan birinde, şu ifade geçer: “Buda şöyle dedi. Ben dünyaya gelen ilk buda (yol gösterici) değilim, son da olmayacağım. Belli bir zamanda dünyaya bir başka kişi gelecektir. O da kutsi, aydınlanmış ve idarede fevkalade kabiliyetli olan biridir. O benim size öğretmiş olduğum aynı ebedi gerçekleri öğretecektir... Ananda sordu: o nasıl bilinecek? Buda cevapladı: o, maitreya (rahmet) olarak bilinecek.” Pali ve sanskrit yazılı metinlerinde, ileride gelecek olan o yüce kişinin isimleriMaho, Maha ve Metta olarak geçer. Bu isimlerden ilk ikisi, “yüce aydınlatıcı”sonuncusu ise “inayetli” manasına gelir ki, bunlardan her ikisi de peygamberimizin sıfatlarıdır. Zaten dikkat edilecek olursa, başka kutsi metinlerde geçen Efendimiz (asv)'in has ismini gösteren Mohamet veya Mahamet adının,Maha ve Moha kelimelerinden teşekkül ettiği açıkça görülecektir. (Bilgi için bk. Doğu Kutsal Metinlerinde Hz. Muhammed (Zerdüşt, Hindu, Budist), A. H. Vidyarthi; Çeviren: Kemal Karataş, İnsan Yayınları; İstanbul, 1997) 12 Meczub kendi isteğine göre mi ibadet eder? İbadetten sorumlu mudur? Cezbe aklı baştan alan bir hal olduğundan meczuplar ömür boyu kendilerinden tamamen veya kısmen geçmiş bir durumda yaşarlar. Günlük işlerini yönetip düzenleyemedikleri gibi dinî emir ve yasaklara zahiren tam olarak riayet etmezler. Dinî yükümlülüğe temel oluşturan aklî dengeye tam anlamıyla sahip olmadıklarından dinin emir ve yasaklanyla da yükümlü sayılmayan meczuplara me'hûz (kendinden alınmış), meslûb (akıldan soyulmuş), ma'tûh (bunak), mağlüb (yenilmiş), vâlih (çılgın), behlûl (sâf), dîvâne ve mecnûn gibi unvanlar da verilir. İbn Haldun, meczupların bir bakıma delilere benzedikleri halde velayet makamında bulunduklarını ve sıddîkların hallerine sahip olduklarını belirttikten sonra fıkıh âlimlerinin onların veliliğini kabul etmediğini, ancak bunun yanlış bir hüküm olduğunu, zira ibadetin veliliğin mutlak şartı olmadığını, Allah'ın veliliği dilediğine lütfettiğini söyler. Ona göre meczuplar şerl hükümlere tam anlamıyla uygun olmasa da ibadet ederler. Doğuştan saftırlar, kendilerine göre iyi işlerin yapılmasını teşvik eder, kötü işleri engeller, hiçbir kayıt altında bulunmadıklarından bazan gaybdan haber verirler. Hücvîrî, meczupların kulluk görevlerini yerine getirmekten azat edildiklerini ileri sürer. Takıyyüddin İbn Teymiyye de güçlü bir sevgi ve zikir sebebiyle içine aşk ateşi düştüğü için aklı başından giden kişinin söz ve hallerinde mazur olduğunu, bu durumda iken söylediği sözler ve davranışları sebebiyle kınanamayacağını, Allah'ın meczuplara akıl ve hal verdiğini, sonra akıllarını başlarından alıp onları cezbe halinde bıraktığını, dinin emir ve yasaklarına uymaktan da muaf tuttuğunu söyler. (Diyanet İslam Absiklopedisi, Meczup Md.) 13 Bir insan Allah’ın Ferd ismine nasıl mazhar olur? a) Bunun özel bir tılsımını bilemiyoruz. İnsanlar Allah’ın emir ve yasaklarına riayet ederek, takva mertebesine ulaşırlar. Bu makam bir velayet mertebesidir. Bu takvalı duruş, farklı kimseler üzerinde farklı etki meydana getirir. - Ferd ismi, Allah’ın birliğini ifade eder; eşi ve benzeri olmadığını ders verir. Lem’alar’da, Ferd ismi için, “Vâhid ve Ehad isimlerini tazammun eden bir ism-i âzam” denilmektedir. Vahid ve Ehad isimleri de Allah’ın birliğini ifade ederler. Fakat, Ferd ismi Vahid ve Ehad isimlerinden daha şümullüdür. Ehad ismi Allah’ın zâtının birliğini, Vahid ismi sıfatlarının eşi ve benzeri olmadığını ifade ederken, Ferd ismi her iki mânâyı da bünyesinden toplar. Buna göre, Ferd ismine, “zâtında ve sıfatlarında şerikten, eşi ve benzeri olmaktan münezzeh olan yegâne zât” şeklinde mana verilebilir. - Hiç kimse kendi arzu ve isteklerine göre kendine bir mazhariyet kazandıramaz. Kaldı ki, ferdiyet makamı gibi büyük makamlar, Gavs-ı azam gibi çok az veliye nasip olan bir makama göz dikmek, peşinen bundan mahrum olmak manasına gelir. Bunları, takvanın derecesi yanında Allah’ın bir lütfüdür. Allah dilediği kullarına fazladan lütuflarda bulunur. - Ferdiyet makamına mazhar olan bir zat, Tarikatın hiyerarşik silsilesini takip etmek, kutb-u azamın emrine girmek zorunda kalmaz. b) Ferdiyet makamına mazhar olan -haşa- Allah gibi eşsiz, benzersiz bir makam elde etmez. Zaten böyle bir düşünceye sahip olduğu andan itibaren Allah onun kulağından tutup dinin dışına atar. - Hayatımızla Allah’ın Hay ismine mazharız, fakat biz de Allah gibi ezeli ve ebedi bir hayata mazharız diyemeyiz. Keza biz, Allah’ın Halık ismine mazharız, o bizi yaratmıştır. Bu ismin tecellilerine mazharız. Fakat zerre kadar aklı olan kimse ben de artık yaratıcıyım demez. Hülasa: Bir isme mazhar olmak, o ismin yerine geçmek anlamına gelmez. İlave bilgi için tıklayınız: Allah'ın isimlerinden olan Ferd ne demektir? Ferdiyet ne anlama gelir? 14