Başkan’dan Demokrasi, sadece işleyen bir seçim sistemine ve parlamenter yönetime dayanmaz. Kuşkusuz bunlar demokrasinin önemli saç ayaklarıdır ancak demokrasinin kurumsallaştığı, bu kurumsallaşmanın geneli kapsayacak, şeffaf ve hukuki bir zemine dayandığı, yani muhtevasının da demokratikleştirildiği bir düzen demokratik olarak kabul edilebilir. Bu bağlamda Türkiye’deki demokratikleşme süreci tam da kurumların muhtevası itibariyle demokratikleştirilmesine dayanmaktadır. Üst bir denetimden yoksun, kendi iç teamüllerine göre işleyen, diğer kurumlarla olan ilişkilerinde toplumsal yarardan ziyade kurumsal çıkarları öne çıkaran ve şeffaf olmayan kurumların Türkiye’deki demokratikleşme sürecine katkıda bulunmalarını beklemek zor. Türkiye’deki demokratikleşme süreci devletin niteliksel yapısını ve kurumlarını kısmen dönüştürdü ve dönüştürüyor. Ancak bu dönüşüme bütün kurumların aynı hızda ayak uydurmaması sistem içinde bazı uyumsuzluklara yol açabiliyor. Yeni Türkiye’nin zaman zaman “eski türkiye”ye ait bazı krizlerle sarsıntılar geçirmesi bu çaptaki dönüşümlerin rutinleri arasında bile sayılabilir. İstanbul Savcılığının KCK soruşturması kapsamında eskisi ve yenisiyle dört MİT görevlisini ifadeye çağırmasıyla ortaya çıkan kriz bu bağlamda değerlendirilebilir. Kriz görüntüsü eski Türkiye’den manzaraları andırdı. Siyasete ait olan bir alana yargının yeniden vesayet kurma teşebbüsü izlenimini açıkça veren bu hamle bir anda demokraikleşme sürecinin nasıl bir kazayla savrulabileceği hususunda önemli bir uyarıda bulundu. Siyasal alanın güç bela yeni bazı vesayet unsurlarından arındırıldığı bir ortamda siyasetin kendi alanına güçlü bir biçimde sahiplenmekten başka yolu olamazdı. Hatta bir açıdan MİT krizi siyasetin kendi alanının güvenliğini sağlamak açısından bir fırsat olarak değerlendirilmiş oldu. SD’nin bu sayısında iç politikadaki bu önemli gündem maddesi uzman ve yazarlarımızca farklı yönleriyle değerlendiriliyor. Dış politikada ise Ortadoğu maalesef önceliğini hiç yitirmeyen gündem maddemiz... Özellikle BM Güvenlik Konseyi’nin Suriye’ye yönelik müdahale talebinin Rusya ve Çin tarafından veto edilmesi ve diğer taraftan İran’a yönelik yakın gelecekte muhtemel bir müdahaleye karşı devletlerin kutuplaşması Ortadoğu’daki krizin uluslararası bir krize dönüşmesine yol açtı. Bu kriz Türkiye’yi de sarsabilir. Hatta ülkemizin tehdit algılarını dahi değiştirebilir. Birol Akgün’ün “Üç buçuk tehdit algısı” konulu yazısını bu kapsamda herkesin okumasında fayda var. Avrupa’da ise ekonomik kriz devam ediyor. Bu kriz bir taraftan Avrupa Birliği’nin yapısını sarsarken diğer taraftan AB ülkelerinin dış politikasını da doğrudan etkiliyor. Çok başlı ve çok vitesli bir Avrupa, Muhsin Kar’ın ifadesiyle “Brüksel Mızıkacıları”na dönmüş durumda. “Borçlular ve Alacaklılar” olarak bölünen Euro Bölgesi’nin durumunu Kıvılcım Metin Özcan, “Tek Avrupa idealini yaşatması artık ciddi şekilde sorgulanmaktadır” diyerek özetliyor. Dergimizin Mart sayısı görüldüğü gibi daha çok krizlere ilişkin makalelerin ağırlıkta olduğu bir sayıya dönüştü. MİT Krizi, Global Ekonomik Kriz ve Ortadoğu Krizi. Mart ayının şiddetli geçeceğine ilişkin sarfedilen “Mart kapıdan baktırır, kazma kürek yaktırır” metaforunu doğrularcasına krizlerle giriyoruz bu aya. Ancak krizleri arızi dönemler olarak görmek ve umutlu olmak krizlerin üstesinden gelmenin en önemli yollarından biri. Dolayısıyla bizde Türkiye’nin demokratikleşmesi ve Ortadoğu’daki kardeş kanının durması, barışın ve esenliğin hüküm sürmesi adına umutlarımızı hiç yitirmedik. Krizlere rağmen ümitlerimizi kaybetmemek dileğiyle… Prof. Dr. Yasin Aktay SDE Başkanı MART 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 1 STRATEJİK DÜŞÜNCE Stratejik Düşünce ve Araştırma Vakfı İktisadi İşletmesi Adına Sahibi Dr. Nurol Canbolat Genel Yayın Yönetmeni Prof. Dr. Yasin Aktay Yayın Kurulu Prof. Dr. Yasin Aktay Prof. Dr. Birol Akgün Prof. Dr. Aytekin Geleri Prof. Dr. Muhsin Kar Doç. Dr. Murat Çemrek Doç. Dr. Levent Korkut Doç. Dr. Yusuf Tekin Doç. Dr. Bekir Berat Özipek Dr. Murat Yılmaz Aydın Bolat Ahmet Ünal Danışma Kurulu Prof. Dr. Tayyar Arı Prof. Dr. Mustafa Aydın Prof. Dr. İbrahim S. Canbolat Prof. Dr. Şaban H. Çalış Prof. Dr. Beril Dedeoğlu Prof. Dr. Hasan Tahsin Fendoğlu Prof. Dr. Cihat Göktepe Prof. Dr. Talip Özdeş Prof. Dr. Ali Şafak Prof. Dr. Mehmet Şişman Prof. Dr. Ertan Beşe Doç. Dr. Yaşar Akgün Doç. Dr. Caner Arabacı Dr. Zafer Aydın Ecemiş Mehmet Akif Ak Bayram Girayhan Veli Şirin Yazı İşleri Müdürü Ahmet Ünal Yayın Asistanları Feyzan Ece Çapa, Yasemin Küçer, Bedir SALA Reklam Sorumlusu Özlem Pınar ORAN Grafik ve Sayfa Tasarımı OMEDYA - www.omedya.com Uzayçağı Cad. Uzayçağı Tic. Mrk. 29/47 Ostim ANKARA T: 0312 385 58 20-21 F: 0312 385 18 37 Fotoğraflar AA, Cihan, ShutterStock Baskı Yeri Özyurt Matbaacılık Büyük Sanayi 1. Cadde Süzgün Sok.No:7 İskitler Ank. Tel : 0.312 384 15 36 - Fax : 0.312 384 15 37 Stratejik Düşünce Entitüsü Çetin Emeç Bulvarı A. Öveçler Mah. 4. Cad.1330 Sok. No: 12 Çankaya / ANKARA / Türkiye T: 0312 473 80 45 - F: 0312 473 80 46 www.sde.org.tr Bu dergi içeriğinin telif hakları Stratejik Düşünce Enstitüsü’ne ait olup 5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu uyarınca kaynak gösterilerek kısmen yapılacak alıntılar dışında önceden izin alınmaksızın hiçbir şekilde kullanılamaz ve yeniden yayımlanamaz. Bu dergide yer alan SDE’nin kurumsal bilgileri ile SDE Akademik Personeli’nin çalışmaları dışındaki diğer görüş ve değerlendirmeler, yalnızca yazarının düşüncelerini yansıtmaktadır; SDE’nin kurumsal görüşünü DÜŞÜNCE temsil etmemektedir. | MART 2012 2 STRATEJİK 30 Kıvılcım METİN ÖZCAN Euro Bölgesi Bölündü: Borçlular ve Alacaklılar Küresel ekonomik kriz, Eylül 2008’de Lehman Brothers’ın ardından büyük borç yükü bırakarak batışının ardından domino etkisi ile Avrupa Birliği krize yakalandı. ABD ile büyük bir finansal bütünleşme yaşayan Avrupa Birliği ülkeleri ABD bankalarındaki batık kredilere yüklüce yatırım yapmışlardı. 100 Erkin EKREM Tayvan’da Seçim ve Çin’in Demokratikleşmesi 14 Ocak 2012’de Tayvan’da gerçekleşen başkanlık seçimi bu ülkenin demokratikleşmesi yolunda önemli bir aşamayı tamamlamıştır. ABD ve Avrupa ülkeleri dâhil 60’a yakın ülke Tayvan’ı tebrik etmiştir. Aslında, Tayvanlılar için seçim yabancı değildi, seçimle Japonya’nın Tayvan’ı yönettiği dönemde (1895-1945) tanışmışlardı. 19 Murat YILMAZ MİT Tartışmaları ve Siyaset MİT Müsteşarı Hakan Fidan, emekli MİT Müsteşarı Emre Taner, emekli MİT Müsteşar Yardımcısı Afet Güneş ve kimliği bilinmeyen iki MİT mensubunun KCK soruşturmasını yürüten İstanbul Özel Yetkili savcısı tarafından ifade vermeye çağrılması kamuoyundaki tartışmaların çok ötesinde, kırılmalara ve sonuçlara yol açabilecek bir eşiğe gelindiğini gösteriyor. 22 Mustafa ÖKMEN Açık Toplum Olabilmek ve Ergenekon’dan Çıkış Toplumların dışa kapalı ve açık olma durumuna vurgu yapan yaklaşımlardan önemli bir tanesi de “Hür ToplumlarOtoriter Toplumlar” şeklindeki sınıflandırmadır. Totaliter düzenlerin sürekli olarak yeni baskı yöntemleri doğuracağına vurgu yapan K. Popper, özgür toplumdaki bu türlü eğilimlerin önlenmesi gerektiğine dikkat çekmektedir . İÇİNDEKİLER 25 05 MİT’e Dair Şehir Mitleri 11 MİT Krizi: Değişim Sürecine Sabotaj İspanya Tecrübesi Işığında Demokratikleşme Sürecinde Ordu İspanya’da 1939’da bir iç savaş sonucunda başlayan baskıcı Franco dönemi, bu dönemin kudretli lideri General Franco’nun 20 Kasım 1975’te ölmesiyle birlikte sona erdi. Bu otokratik dönemin sona ermesiyle birlikte İspanya’nın demokratikleşme süreci de başladı. 53 Yasin AKTAY Ertan BEŞE Aydın BOLAT 15 Şubat Soğuğu Alper TAN 19 MİT Tartışmaları ve Siyaset Murat YILMAZ 22 Açık Toplum Olabilmek ve Ergenekon’dan Çıkış Mustafa ÖKMEN 25 İspanya Tecrübesi Işığında Demokratikleşme Sürecinde Ordu Ertan BEŞE 30 Euro Bölgesi Bölündü: Borçlular ve Alacaklılar Ahmet ÜNAL İran Satrancında Gizli Hamleler Süper güçlerin en önemli paylaşım kavgası 1. Dünya Savaşı sonrasında Osmanlı topraklarında yaşandı. Balkanlar, Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da kurulan yeni manda devletlerin Avrupalı hangi devletin nüfuz alanında kalacağı tartışmaları 2. Dünya Savaşı sonrasında sona erdi. Kıvılcım Metin ÖZCAN 34 Kemer Sıkma ve Büyüme İkileminde AB Dilek YİĞİT 38 Brüksel Mızıkacıları Muhsin KAR 41 Avrupa ve İki Yanılsama Zeynep SONGÜLEN İNANÇ 44 Global Ekonomik Kriz ve Türkiye’ye Yansımaları Paneli SD Haber 48 Türkiye’nin Üç-Buçuk Savaş Stratejisi 59 Birol AKGÜN 53 İran Santrancında Gizli Hamleler Ahmet UYSAL Kuzey Afrika’da Arap Baharı’nın Birinci Yılı Arap baharı diye adlandırılan süreç en büyük etkisini Kuzey Afrika’da gösterdi. Bir bölge ülkesi olan Tunus’ta sürpriz bir şekilde başlayan sürecin üzerinden, Bin Ali ve Mısır’da Mübarek’in devrilmesinden ayrıca Kaddafi’ye karşı isyanların başlamasından bu yana bir yıl geçti ve şu ana kadar en kanlı değişim süreci Libya’da yaşandı. 82 Ahmet ÜNAL 59 Kuzey Afrika’da Arap Baharının Birinci Yılı Ahmet UYSAL 63 Dünya Suriye Üzerinden Yeniden Kutuplaşıyor Amine YAZICI 66 Afganistan, Pakistan ve İran Zirvesinden ABD’ye Mesaj Khalilullah RASULİ 70 Balkanlara Bahar Gelecek mi? Selvet ÇETİN 75 Avrupa Yabancı Düşmanlığını Nasıl Aşacak? SD Haber 82 Din ve Dindarlık Meselesi Talip ÖZDEŞ Talip ÖZDEŞ Din ve Dindarlık Meselesi 87 “Bilginin Korunması Ülke Güvenliği Kadar Önemlidir” Başbakanın dindar nesiller yetiştirmeye yönelik ifadeleri, bir müddetten beri laiklik, din ve dindarlık konusu ile ilgili kış uykusuna girmiş reflekslerin uyanmasına vesile olmuştur. Konu etrafında medyaya da yansıyan birtakım farklı açıklamalar, yorum ve değerlendirmeler yapılmıştır. 94 Türkiye’de Yazılım Sektörü Konferansı’nın Ardından Bakan Binali YILDIRIM ile röportaj Derya FINDIK 98 Akaryakıt Dağıtım Firmaları Çalıştayı SD Haber 100 Tayvan’da Seçim ve Çin’in Demokratikleşmesi Erkin EKREM 109 Osmanlı Devlet Yönetiminde Kadın Veya Harem... Hasan Tahsin FENDOĞLU MİT KRİZİ 4 STRATEJİK DÜŞÜNCE | MART 2012 MİT’e Dair Şehir Mitleri Olayda yetkili olan herkes hükümetin bir kararnamesine bakacak yetkiye sahip. Bu yetkidekilerin toplamı bir cemaat içinde örgütlenmiş olsa bile bunların hükümetin dengi bir güç sayılabilmesi zor. Demokratik toplumlarda sivil toplum yapılarının, cemaatlerin, grupların kendi güçleri nispetinde bir demokratik güç talep etmelerinden, bu güç nispetinde bürokraside temsil yolu arama çabası içinde olmalarından daha doğal bir şey olmaz. G eçtiğimiz Şubat ayının kuşkusuz en önemli konusu KCK davasına bakan İstanbul Cumhuriyet Savcılığının MİT mensuplarını ifade vermeye çağırması, MİT görevlileri yetki aşımı değerlendirmesiyle ifade vermeye gitmeyince de arkalarından yakalama kararı vermesi oldu. Bu gelişme siyasi sahnemizde geçmişte bıraktığımızı düşündüğümüz türden olağanüstü bir durum yaratmış oldu. 12 Eylül referandumuyla birlikte geride bıraktığımızı düşündüğümüz bu türden yargı vesayeti girişimlerinin veya “olağanüstülüğün” mümkün olması ve bunun hemen giderilemiyor olması bir yerde sözkonusu mahkemelerin sahip olduğu “özel yetki”nin “özel bir güç” de oluşturabilmesinden kaynaklanıyor. Bir bakıma Kuvvetler ayrılığı ilkesinin ideal bir uygulamasıyla karşı karşıyayız. Yargı erki, kendi ku- Yasin AKTAY* rallarına göre ve kendi iç belirlenimiyle o kadar özerk hatta bağımsız bir biçimde çalışıyor ki, “bu kadarı da fazla” dedirtiyor. Çünkü bir yandan siyasete ait olması gereken alandan bir yer iddiasında bulunuyor bir yandan da bu yere girmek için destur bile beklemeden zücaciyeci dükkânına dalar gibi giriyor, siyaset-hukuk dengesini bir anda altüst ediyor. Gerçekten de MİT-yargı geriliminde olayın bir görüntüsü hukukun siyasetten ne kadar da bağımsız hareket edebildiğine dairdi. Bir kaç yıldır yargının hükümetin emrine girmiş olduğuna dair giderek güçlenen algının tam tersi bir görüntü var ve aslında bu görüntünün izleri epeydir kendini gösteriyordu. Bir ay kadar önce Cumhurbaşkanlığı köşkünde yargıdaki sorunların görüşüldüğü ve bu konuda toplumda giderek artan bir hoşnutsuzluğun MART 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 5 Kuvvetler ayrılığı ilkesinin ideal bir uygulamasıyla karşı karşıyayız. Yargı erki, kendi kurallarına göre ve kendi iç belirlenimiyle o kadar özerk hatta bağımsız bir biçimde çalışıyor ki, “bu kadarı da fazla” dedirtiyor. giderilmesi hususunun konuşulduğu bir erkler zirvesi yapıldı. Özellikle yargı ile ilgili sorunların görüşüldüğü bu zirvede ele alınan başlıca hususlardan biri tutukluluk ve yargılama sürelerinin uzunluğu ile tutuklama kararının çok kolay veriliyor olmasıydı. Bu durum demokratikleşme, adalet ve insan haklarına her zamankinden kuşkusuz daha büyük bir vurguya sahip olan hükümetin iddialarıyla görünürde çelişen durumlar yaratıyor. Dünyadan nasıl göründüğü de önemli olması bir yana bundan daha önemlisi adalet terazisinde bunun nasıl bir vicdan rahatsızlığı yapıyor olması. Bu yüzden zaman zaman Başbakan’ın da Cumhurbaşkanı’nın da hatta Adalet Bakanı’nın da yargıdaki bu uygulamalardan şikayetçi olduğu görülüyor. Buna mukabil etkili bir adımın atılmıyor olması sadece yasal durumla ilgili değil biraz da yargı takdir ve uygulamalarıyla ilgili olsa gerek. Bu konuda ise yargının hükümetin kaygılarını paylaşmıyor olması bir açıdan özerkliği anlamında rüştünün ispatı, ama demokratik yönetimlerde adaletten yana sorunların fatura edildiği, toplumca hesabının sorulduğu 6 STRATEJİK DÜŞÜNCE | MART 2012 makam siyasettir. Bu durumda hep yapılan tartışmaya tekrar geri dönmek gerekiyor. Yargı sağlıklı işleyen bir siyasetten, yani askeri vesayetten veya yargı vesayetinden bağımsız olarak, kuralına göre işleyen bir siyasetten ne kadar özerk olmak durumundadır? “Siyasetin alanı” dediğimiz şeyi tabii ki basite alamayız, o bizatihi toplumun kendisi, toplumun kendi hayat alanını akıl ve izan ölçüsünde ve belli kurallarla düzenleme iradesidir. Demokratik yönetimlerde toplum bu iradeyi seçimler yoluyla özgür bir biçimde ortaya koyar. Hukuk da bu alandan tamamen bağımsız değil. Salt kendi mekanizmalarıyla hareket ettiğinde sonuçlarını da değerlendirmek gibi bir zahmetle hiç yükümlü saymıyor kendini. Oysa yaptığı her icraatı “millet adına” hareket etmekle haklılaştırıyor. Çünkü aslında yine normal şartlar altında o da bir şekilde adına hareket ettiği millete hesap vermek durumundadır. Daha iyi bir yargı yönetimi yargıçların da doğrudan halk tarafından seçilmesini öngörür de bizimkisi biraz daha aşağı seviyede olmak üzere milletin seçtiği temsilciler tarafından denetlenmek gibi bir hesap verirlik düzenine ta- Demokrasi tarihimiz, hukukun üstünlüğünün “hukukçunun üstünlüğü” şeklinde anlaşılması ve uygulanmasının sayısız örnekleriyle dolu. Daha yakın zamanlarda hukukçunun aktörü olduğu birçok kriz yaşadık. bidirler. 12 Eylül referandumundan önce yargı kurumunun millet tarafından denetlenebilirliği tamamen eksik bir halkaydı ve bu halka tam bir vesayet düzenini kaim kılıyordu. Demokrasi tarihimiz, hukukun üstünlüğünün “hukukçunun üstünlüğü” şeklinde anlaşılması ve uygulanmasının sayısız örnekleriyle dolu. Daha yakın zamanlarda hukukçunun aktörü olduğu birçok kriz yaşadık. Bu krizlerde hukukçuların kendi yetki alanlarını kullanma tarzında, bazen arka planında derin komplolar varsayıldıysa da, çoğu kez hiç bir fiili komploya yer olmaksızın hukukçunun zihniyet dünyasından başkası da yoktu. Özellikle eski kuşak hukukçuların zihniyet dünyasına dair yapılmış nadir sosyolojik incelemeler (Mithat Sancar ve arkadaşlarınınki mesela) bu zihniyet dünyasından insan hakları lehine bir içtihadın sadır olmasının istisnai olabildiğini göstermişti. Nuh Mete Yüksel yakınlarda Ankara DGM Başsavcısı iken yaptığı soruşturmalarla ilgili anılarını “Nuh’un Gemisi” başlığı altında bir kitapta yayımlamış. Kitabın tanıtımı için Habertürk TV’de konuk olduğu Belkıs Kılıçkaya’ya anlattıklarını dinlediğimde hukukçu zihniyetinin ne kadar naifleşebildiğini, naifleştikçe de ne kadar tehlikeli hale gelebildiğini görüyorsunuz. Naifliği kitabına seçtiği başlık da yeterince ifade ediyor olmalı. Baksanıza, soruşturarak hayatlarını kararttığı insanların hepsini “Nuh’un Gemisi”ne bindirdiğini düşünmüş. Nuh’un gemisine herhalde kurtulmak üzere binilir, ama Nuh Mete Yüksel’in gemisi hayatları kendisi tarafından karartılanlar tarafından doldurulmuş. O kadar ki, bugün bile yaşanan onca şeyden sonra yaptığı her şeyin gerekli olduğu inancından en ufak bir kuşkuya kapılmamış. Kendini savunma tarzı, hiç bir hukuk nosyonu bulunmayan bakış açısıyla kendini ifade etme biçimindeki basitliğin yargıç kesiminde bir istisna olmasını umardık, ama yukarıda değindiğimiz araştırmalar bu kadar iyimser konuşmaya imkan vermiyor. Türkiye’de hukukçuların epeydir MART 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 7 çok daha iyisini yaptıklarını da biliyoruz. Hukukun milletle olan bağı özellikle son referandumdaki anayasal düzenlemelerle epeyce düzeldi. Hukukun bağımsızlığı ve üstünlüğünün gerçek anlamda gerçekleştirimine dair ciddi mesafeler alındı. Ancak bu, hukukla ilgili bütün sorunların çözülmüş olduğu anlamına gelmiyor. Burada sorunun içinden çıkmanın çok basit bir yolu yok. Sorunun bir 8 STRATEJİK DÜŞÜNCE | MART 2012 yanında, tabii ki devam etmekte olan ve başladığından beri hiç kimsenin durdurmaya güç yetiremediği bir terör sorunu var. Bu sorunu ölerek ve öldürerek çözemeyeceğimize dair neredeyse toplumsal bir konsensüse varmış bulunuyoruz. O yüzden MİT temsilcilerinin PKK temsilcileriyle Oslo görüşmelerini sızdıranların hedeflediğinin aksine büyük bir infialle karşılanmadı. Aksine şiddeti sona erdirecek her çeşit girişime toplumda alabildiğine geniş bir kredi alanı açılmış durumda. Buna mukabil, bu sorunun çözümü için harekete geçen her iradeye karşı her seferinde engelleyici bir hamlenin harekete geçmesi de neredeyse bu işin rutini haline gelmiş durumda. Bu sorunu çözme iradesi belirdikçe sorunu daha da derinleştirecek bir provokasyonla karşılaşmamız an meselesi oluyor. MİT temsilcilerinin PKK temsilcileriyle Oslo görüşmelerini sızdıranların hedeflediğinin aksine büyük bir infialle karşılanmadı. Aksine şiddeti sona erdirecek her çeşit girişime toplumda alabildiğine geniş bir kredi alanı açılmış durumda. Aslında bu süreç de nerede baltalanacak diye bakarken bu sefer ilk sabotajın bizzat Abdullah Öcalan’a karşı PKK tarafından yapılmış olması ilginç olanıydı. Temmuz ayında savaşı bitirme yönünde mesajlar veren Öcalan, PKK’nın anlam verilemeyen saldırıları sonucunda resmen devre dışı bırakılmış oldu. Buradan anlaşılmış oldu ki, Öcalan’a tanınan otorite savaşı sürdürdüğü ölçüde geçerli olan bir otorite. Barışa karar verme yetkisinin olmadığı anlaşıldı ve kazara bu yönde bir teşebbüste bulunduğunda bir anda devre dışı kaldı. Türkiye tarafında ise çatışma ortamını bitirme ve sorunu çözme yönünde sergilenen iradeyi sekteye uğratma hususunda seri adımlar atıldığını görüyoruz. Reşadiye saldırısından itibaren alın, Silvan saldırısına kadar, arkasından Oslo görüşmesinin sızdırılması ve Uludere saldırılarına kadar bütün bu hamlelerin aynı amaca hizmet ettiğini ve Hakan Fidan’ın şahsında hükümetin barışçı yönelimini hedef aldığını görürsünüz. Çok daha açık bir ifadeyle MİT görevlilerinin ifadeye çağrılmasının asıl sebebinin Oslo görüşmelerine dayandırılmış ol- ması, çözümü istemeyen, çatışma ortamının devam etmesini isteyenlerin bu sefer ete kemiğe bürünüp savcılık suretinde görünmüş olduğunu görmüş olduk. Böylece derin devletin binbir suratından biriyle daha ilginç bir bağlamda yüzleştik. Olayın bir de MİT’in doğasıyla ilgili boyutu var. Doğrusu MİT’in başına Hakan Fidan’ın getirilmiş olması kurumun geçmişe dönük bütün şaibeli sicilini aklamaya elbette yetmeyecektir. Ülkede onca darbe veya darbe teşebbüsü olurken, bütün bu girişimler esnasında ülke kan gölüne çevrilirken olaylarda rolü olduğu için bugün yargılanan siyasetçisinden askerine, polisinden akademisyenine herkesin yanısıra bu tür işlerde en fazla rolü olmuş bir kurumdur MİT. Bütün bu olaylar olurken MİT sadece seyir mi etti? Yoksa bütün bu olayların planlaması ve uygulamasında yer aldı mı? Halen bunlarda MİT’in rolünün ve bilgisinin ne olduğunu tam olarak biliyor değiliz ama MİT’in herkesten çok fazla şey bildiğini de herkes biliyor. MİT’in bu temizlenme sürecinde yargıdan ve hesap verirlikten muaf olması tabii ki düşünülemez. Ancak bu durumda bile, yani MİT’te bir temizlikten bahsedilecekse işe zaten bu işi yapmak üzere herkesin olumlu beklentiler içinde olduğu ve muhtemelen MİT’in bu konulardaki dahiline karışmaya vakti bile olmamış, taze müsteşar Hakan Fidan’dan mı başlamak gerekiyor? PKK veya KCK’nın geçmişinde MİT’in efsanevi rolünü, en karanlık ilişki ağlarıyla üstlenmiş daha olağan şüphelilere ne oldu? Üstelik öyle görünüyor ki, Fidan’ın MİT’in başına geçmesine karşı en büyük direniş bizzat MİT’in içinden olmuştur. Muhtemelen Fidan’ı eleştirilerin hedefine oturtan bütün bu belgeler de kurum içinden ve kendisini zora düşürmek üzere sızdırılmıştır. Tıpkı daha önce Oslo görüşmelerini basına sızdıranlar gibi. Fidan’ın isminin MİT’in başına ge- çeceği duyulduğu andan itibaren aniden harekete geçen muhalefet bloğuna bakıldığında, Fidan isminin neyi temsil ettiği hususunda çok açık bir görüntü şekilleniyor. Birincisi, Fidan konsept olarak MİT’i iç istihbarattan ziyade dış istihbarat alanına kaydırmaya çalışan bir reform anlayışı içinde ve bu da MİT’teki bir çok kişiyi rahatsız ediyor. Çünkü şimdiye kadar bütün faaliyetini ülke vatandaşları arasındaki muhbirlik çalışmalarına hasretmiş bir çalışma tarzından uluslararası kalitede analitik bir istihbarat faaliyetine geçiş doğaldır ki birçok kişinin yetki ve uğraş alanını boşa çıkaracaktır. İşin sosyolojik tabiatı da böylesi bir dönüşümün dirençsiz gerçekleşemeyeceğini söyler zaten. Fidan MİT’i yasaların sınırlarına çekmeye çalışan bir yaklaşım içinde ve tam da o noktadan vurulmaya çalışılıyor. İkincisi, MİT’in ulusaldan uluslararasına yönelik bu ilgi kayması sadece ülke içinde bir dirence yol açmıyor. İsrailli yetkililerin ismini anarak “İrancı bir adam” olarak nitelemek suretiyle rahatsızlıklarını bildirmeleri, Fidan’ı hedef alanların herhangi bir görevi kendi adlarına yürüttüklerine inandırmayı iyiden iyiye zorlaştırıyor. Bu uluslararası boyutlarda ısınmakta olan Arap Baharı ve Suriye bağlamında MİT’in sergileyeceği ilk büyük imtihanlardan birine çelmelenerek çıkması da hedeflenmiştir. Üçüncüsü, herkesin yargılanabilmesinden söz edilen bir ortamda MİT başkanı veya görevlisinin de bir muafiyetini talep etmek gerekmiyor elbet. Lakin bu hareket bir hayli kusurlu ve doğrudan şahsa yönelik. Ama bu şahıs kuşkusuz, Fidan’ın kendisi değildir. Fidan, bütün boyutlarıyla sadece siyaseti temsil ediyor. Otuz yıldır bilinen yöntemlerle bitirilememiş bir soruna siyasetin ilk defa devreye girerek yaptığı en meşru, en doğal müdahaleyi temsil ediyor. Bugün için bu müdahaleye MART 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 9 Fidan’ın MİT’in başına geçmesine karşı en büyük direniş bizzat MİT’in içinden olmuştur. Muhtemelen Fidan’ı eleştirilerin hedefine oturtan bütün bu belgeler de kurum içinden ve kendisini zora düşürmek üzere sızdırılmıştır. toplumun yetkili kıldığı siyasi lider Başbakan Erdoğan’dır ve MİT’in bu en olağan faaliyetinden dolayı maruz kaldığı bu muamele Başbakanın temsil ettiği siyasi duruşa yönelik haddini aşan bir müdahale olmuştur. Müdahalenin haddini aşıyor olduğu mesajını siyasetin ani bir refleksle MİT yasasını değiştirmeye yönelmesi de çok net bir biçimde vermiştir. İşin doğrusu eski yasada da bu müdahaleyi gerektirecek bir boşluk var sayılmazdı. Ama yasanın anlamının daha da pekiştirilmesi siyasetin yargı vesayetine karşı kendi duruşunu sergilemesi açısından münasip olmuştur. Bununla ülkede “sorgulanamaz-denetlenemez” bir alan oluşturulduğu düşüncesi tamamen yersiz bir düşüncedir. Siyaset seçimler yoluyla en kolay denetlenen ve hesap sorulan bir kurumdur, bizatihi halkın denetimi altındadır. Dördüncüsü, bu olay dolayısıyla gündeme gelen hükümet-cemaat gerilimine dair söylenceler. Bir defa olayın sonucunda görüldüğü gibi olayda yetkili olan herkes hükümetin bir kararnamesine bakacak bir yetkiye sahip. Bu yetkidekilerin toplamı bir cemaat içinde örgütlenmiş olsa bile bunların hükümetin dengi 10 STRATEJİK DÜŞÜNCE | MART 2012 bir güç sayılabilmesi zor. Demokratik toplumlarda sivil toplum yapılarının, cemaatlerin, grupların kendi güçleri nispetinde bir demokratik güç talep etmelerinden, bu güç nispetinde bürokraside temsil yolu arama çabası içinde olmalarından daha doğal bir şey olmaz. Haddi zatında bu durum yadırganamaz. Sosyal sermaye tartışmalarında demokrasi teorisyenlerinin üzerinde durduğu konulardan biri de bu tür oluşumların kendi aralarındaki dayanışma ağlarının ülkenin geri kalanı aleyhine işleyip işlemeyeceğidir. Bu da muhtemeldir, ancak bu sosyal sermaye ağlarının bu halleriyle bile toplumdaki olumlu işlevlerinden vazgeçmeyi gerektirmez. Diğer yandan MİTyargı krizinde olayı “cemaat” adına birilerinin üstlenmesi de söz konusu olmadığı gibi, genellikle cemaat adına konuştuğu düşünülen Zaman Gazetesi yazarı Hüseyin Gülerce’nin bu olayda bir MOSSAD parmağı da olabileceğine dair tahmini analizi, olayın cemaate mal edilmesi hususunda ilk başta oluşan netliği muğlâklaştırdı. Ne savcılar ne de konuyla ilgili bütün bir yargı ve emniyet sürecinde cemaatin bir sorumluluk üstlenmesi teknik olarak mümkün olabilirdi. Bu biraz da emniyet-yargı ve cemaat arasında bir tür şehir miti olarak dillendirilen ilişkinin doğru varsayılmasıyla ilerleyebilecek bir yargı olabilirdi. Oysa varsayımsal olma- yan başka bir görüntü, neredeyse cemaate yakın bilinen isimlerin tamamının bu süreçte MİT karşıtlığında ve savcı lehine birleştikleri pozisyon. Bu pozisyonun kendisi cemaat ile savcının eylemi arasında bir sorumluluk ilişkisini fiili bir durum haline getirdi. Kuşkusuz bu, başından itibaren demokratikleşme sürecinde ülkenin hayrına işleyen bir ittifakı zedeleyen bir durum yaratmış görünüyor. Bunun nasıl bir gerçekliğe tekabül ettiği, kuşkusuz, ayrı ve önemli bir konu ama demokrasi bloğundaki bu çatırdamanın birilerini fena halde umutlandırdığı, sevindirdiği de çok açık. SDE Başkanı, Prof. Dr.* MİT Krizi: Değişim Sürecine Sabotaj Aydın BOLAT* Fotoğrafa derinlemesine bakıldığında, aktörler, faktörler ve dinamikler irdelendiğinde, Türkiye’nin geleceği için önemli ve ciddi bir operasyonla karşı karşıya olduğumuz anlaşılacaktır. Kişilerle ilgili sadece hukuki bir durum yok ortada. Demokratik hukuk devletinde hiç kimse yargılamadan muaf tutulamaz. Ama öyle bir süreçten geçiyoruz ki görev, yetki ve hukuk suiistimal edilebiliyor. Ne Oldu? Şubat ayına MİT krizi damgasını vurdu. KCK soruşturmasını yürüten İstanbul Özel Yetkili Savcılığı, Norveç’in başkenti Oslo’da, devletPKK görüşmesinde, Başbakan Erdoğan’ın özel temsilcisi olarak yer alan, dönemin Başbakan Müsteşar Yardımcısı Hakan Fidan, o dönemin MİT Müsteşar Yardımcısı Afet Güneş ve o dönemde MİT Müsteşarı olan Emre Taner’le birlikte iki üst düzey MİT mensubu ifade vermeleri için savcılığa davet edildi. Daveti; soruşturma dosyasını hazırlayan savcı Bilal Bayraktar bir süredir görevli olarak Amerika’da bulunduğu için onun yerine KCK soruşturmasını yürüten diğer savcı Sadrettin Sarıkaya yaptı. Aynı anda soruşturma dosyasında bulunan MİT-KCK ilişkileri ile ilgili iddialar basına sızdırıldı. MİT, savcılığa ifade vermelerinin ve yaptıkları görevlerden dolayı soruşturulmalarının özel MİT kanununun 26. Maddesine göre Başbakan’ın iznine bağlı olduğunu bildiren bir yazı gönderdi. Bu aşamada MİT Başkanı Hakan Fidan Cumhurbaşkanı ve Başbakan’la ayrı ayrı görüştü. MİT’in gönderdiği yazıyı dikkate almayan savcı Sarıkaya, mahkemede adı geçen kişiler hakkında yakalama kararı çıkarttı. İstanbul Valisi, soruşturma dosyasını hazırlayan Emniyet İstihbarat Şube Müdürü’nü ve Terörle Mücadele Şube Müdürü’nü görevden aldı. Kriz karşılıklı ataklarla derinleşiyordu. Savcı meşhur gazetecileri davet ederek soruşturma belgelerine onları ikna etmeye çalışırken hükümet MİT mensuplarının ve özel görevlendirilen kişilerin soruşturmalarını Başbakan’ın iznine bağlayan MİT Kanunu’nu kuvvetlendirecek tek maddelik yasayı TBMM’den çıkartarak soruşturmayı durdurdu. Sonrasında savcı MART 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 11 Batı ekonomik krizle bir refah çökmesi yaşarken bunun sonucu olarak siyasi ve sosyal kaoslarla sarsılıyor. Arap dünyası ve Ortadoğu, diktatörlere ve baskıcı rejimlere karşı isyanlarla sarsılarak büyük bir bölgesel siyasi kriz yaşıyor. Türkiye’de bu krizler yaşanmıyor. Sarıkaya bu soruşturmadan alındı ve HSYK, savcı hakkında inceleme başlattı. Devlet krizine yol açan bu soruşturma dosyasını hazırlayan polis müdürleri dosyadan İstanbul Emniyet Müdürü’nü, Vali’yi ve İçişleri Bakanı’nı haberdar etmediler. Yine ilgili savcı Sarıkaya’nın da bu dosyadan Başsavcılığı haberdar etmediği anlaşıldı. Ayrıca MİT krizi Başbakan Erdoğan’ın ikinci ameliyat için hastaneye yattığı bir zamana denk gel- 12 STRATEJİK DÜŞÜNCE | MART 2012 di! Kriz başlangıcında polisin KCK Operasyonları ve PKK saldırıları birden hızlandı. Olayın zahiri görüntüsü böyleydi. Ancak fotoğrafa derinlemesine bakıldığında, aktörler, faktörler ve dinamikler irdelendiğinde, Türkiye’nin geleceği için önemli ve ciddi bir operasyonla karşı karşıya olduğumuz anlaşılacaktır. Kişilerle ilgili sadece hukuki bir durum yok ortada. Demokratik hukuk devletinde hiç kimse yargılamadan muaf tutulamaz. Ama öyle bir süreçten geçiyoruz ki görev, yetki ve hukuk suiistimal edilebiliyor. Türkiye’nin Değişimi 2000 yılının başından itibaren Türkiye, “Demokratik Değişim” sürecini yaşamaktadır. Demokrasi içerisinde kalarak siyasi, ekonomik ve sosyal sistemini dönüştürmeye çabalamaktadır. Halk iradesinin egemen olduğu, sivil siyaset kurumunun güçlendiği, hak ve özgürlüklerin genişlediği bir dönem yaşanıyor. Köhnemiş statüko sarsılıyor, vesayet rejimi yıkılıyor. Milletin hakkına, hukukuna ve devletine tasallut eden derin yapılardan hesap soruluyor. Demokrasiye, halk iradesine yönelen darbelerle, darbe teşebbüsleriyle ve devlet içindeki kirlen- miş yapılarla yüzleşiliyor ve hesaplaşılıyor. Türkiye, toplumsal barış ortamını yıllardır zehirleyen PKK terörünü bitirmek ve Kürt meselesini çözmek için politikalar üretiyor. Nihayet insan onuruna yaraşan ve bütün Türkiye’yi kucaklayan ‘Yeni Anayasa’ ile demokratik dönüşüm hamlesini taçlandırmak istiyor. İçeride kendini yenileyen Türkiye dışarıda da yeni bir vizyon ortaya koyarak medeniyet coğrafyasına halkların egemenliği ve insan hakları taleplerinin karşılanması için büyük bir çaba ortaya koyuyor. Kendine güvenen, bağımsız, bölgesiyle barışık ve proaktif bir dış politika vizyonu; Türkiye’nin uluslararası profilini büyütüyor, Türkiye’yi yükselen bir bölgesel güç ve küresel aktör olarak ortaya çıkartıyor. Amerika güç kaybederken, Avrupa global ekonomik krizle boğuşurken içindeki iflasları ertelemeye çalışırken Türkiye, kriz sendromunu atlatarak, ekonomisini güçlendirerek büyüme rekorları kırıyor. Hak talepleri, özgürlük ve demokrasi istekleriyle ayağa kalkan Arap toplumlarına ilhan kaynağı oluyor. Müslüman bir toplumdaki demokrasi deneyimi ve ekonomik kalkınma başarısıyla özenilen bir model çiziyor. MİT soruşturması, Yeni Türkiye’nin gidişatını hedef almaktadır. Dikkatleri Suriye üzerinden ve PKK’dan uzaklaştırmak, böylece Türkiye’nin dış politika ve güvenlik inisiyatiflerini baltalamak amaçlanmış olmalıdır. Özetle, Batı ekonomik krizle bir refah çökmesi yaşarken bunun sonucu olarak siyasi ve sosyal kaoslarla sarsılıyor. Arap dünyası ve Ortadoğu, diktatörlere ve baskıcı rejimlere karşı ayaklanarak büyük bir bölgesel siyasi kriz yaşıyor. Türkiye’de bu krizler yaşanmıyor. Bilakis evinin içini düzene koyarak, bölgesel güç konumuna ulaşması, bağımsız politikaları ve ‘oyun kurucu’ rolü ile öncelikle İsrail ve ABD’nin neo-con derin yapıları ile onların içimizdeki uzantılarını bunalıma sokuyor. Aktörler, Faktörler ve Dinamikler Yükselen güç Türkiye, doğal olarak küresel güçlerinde, çevresinin de hasedini, kıskançlığını ve düşmanlığını davet ediyor. İşte dananın kuyruğu da burada kopuyor. Türkiye üzerine senaryolar yazılıyor. Operasyon projeleriyle Türkiye’nin tüm dinamik güç dengelerini, yeni vizyon ve politikalarını hedef haline getiriyorlar. İçerideki değişim koalisyonunun dinamik güçlerinin arasına nifak sokarak ve her türlü fitneyi harekete geçirerek en zayıf halkayı koparmaya çabalıyorlar. Güvensiz- liği, istikrarsızlığı derinleştirerek değişim iradesinin direncini kırmaya, Türkiye’nin iyi gidişatını durdurmaya, engellemeye çalışıyorlar. Bunlar Türkiye’nin düşmanlarından daima beklenir. İçimizdeki iliştirilmişleri, köstebekleri ve yabancı muhiplerinin yaptıklarını ve yapacaklarını da biliyoruz artık. Ancak, içimizdeki gafilleri, grup taassubuyla taht kavgasına girişenleri, dün beraber olduklarına bugün silah doğrultanları, ABD’nin İsrail’in küresel ve bölgesel otoritelerini kutsayarak onları karşı çıkılmaz olarak gören ancak kendi siyasi otoritesine kafa tutan safdillerimize ne demeli bilemiyoruz. Bir işi yaptığınızda kimin safına ve kimlerin yanına düşüyorsunuz bir onu görmek lazım bir de yaptığınız iş sonuç olarak kimlerin değirmenine su taşıyor, elini güçlendiriyor ve kimlerin amaçlarına hizmet ediyor onu görmek gerekiyor. mücadelenin siyasi ve stratejik boyutuna darbe indirmiştir. “Terörle mücadele siyasetle müzakere” stratejisi geçersiz kılınarak PKK terörünün bitirilmesi ve bağlantılı olarak Kürt meselesinin çözümü engellenmek istenmiştir. İç ve dış odaklar Türkiye’nin bu sorunu çözmesini istememektedirler. Hükümete bu sorunu çözme payesini verirlerse onu daha da yıkamayacaklarını düşünmektedirler. Bunun için hükümetin terörle mücadelesini Uludere örnekleriyle engellemeye, Kürt barış girişimlerini de MİT krizi üzerinden bloke etmeye çalışıyorlar. Uludere olayı terörle mücadelenin askeri boyutuna, MİT krizi de terörle Genelde Kürt sorunu, Yeni Anayasa süreci ve Yeni Türk Dış Politika viz- MİT krizi üzerinden amaçlananlardan biri de Uludere olayının perde arkasının aydınlatılmasını engellemek ve Dink cinayetinin arkasındaki karanlık derin yapıların ortaya çıkmasına mani olmaktır. MART 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 13 vardı. Ama yazının başında açıklanan yolu hem de inatlaşarak uygulamak, eğer safdillik, ufuksuzluk değilse dışarıdan ve içeriden planlanan büyük bir stratejik oyunun zavallı figüranı olmaktır. Kriz’in Verdiği Dersler ve Sonuç Artık bu safhadan sonra herkes durumunu gözden geçirmeli kişisel ve kurumsal hatalar ortadan kaldırılmalıdır. Kimler töhmet ve itham altında kalmışsa onlar, bugün olan biten daha netleşmiş durumda olduğuna göre kendilerini çek etmelidirler. yonu MİT operasyonunun hedefleridir. Daha kısa olarak MİT soruşturması, Yeni Türkiye’nin gidişatını hedef almaktadır. Dikkatleri Suriye üzerinden ve PKK’dan uzaklaştırmak böylece Türkiye’nin dış politika ve güvenlik inisiyatiflerini baltalamak amaçlanmış olmalıdır. MİT’in Yeni Vizyonu ve Yeni Yapılanması Ayrıca; Türkiye’de MİT’in dönüşüm sürecindeki özel rolüne de dikkat etmek gerekiyor. Kolonyal derin yapıların oluşturduğu statüko ve vesayet rejimi bütün devlet kurumlarında kirlenmelere neden oldu. MİT de bu durumdan azade değildi. Ancak MİT, içerisindeki temizliği en erken yapan kurum oldu. Elbette pir-u paktır demek istemiyorum. İşte bu özelliği ile MİT 2007’de müsteşarı Emre Taner tarafından açıklanan yeni vizyonu ile içte ve dışta Türkiye’nin değişiminin ana dinamiklerinden biri belki de başlıcası olmuştur. 2002 yılından itibaren peş peşe hazırlanan Sarıkız, Ayışığı, Balyoz v.s. darbe teşebbüslerinin akim kalmasında en önemli rolü MİT oynamıştır. İçeriden ve dışarıdan tepkilere rağmen Hakan 14 STRATEJİK DÜŞÜNCE | MART 2012 Fidan müsteşar olarak hem Emre Taner döneminin devamını, hem de siyasi irade ile güven ilişkisi kurarak bu yılın başında MİT’in yeniden yapılanmasını devlete, basına ve kamuoyuna açıklamıştır. Bu aşamada Genelkurmay’ın uluslararası dinleme üssü GES (Genelkurmay Elektronik Sistemler) Komutanlığı yeniden yapılandırılarak MİT’e bağlanmıştır. Bütün bunlar Yeni Türkiye’nin inşasında MİT’in yeni vizyonunu güçlendiren sonuçlar doğurmuştur. İşte bunun için MİT hedef alındı, MİT Müsteşarı ve eski üst düzey MİT mensupları hedef yapıldı. Bir sorun varsa neden daha alt düzeyde MİT mensupları değil de direkt olarak MİT’in en tepe yöneticilerine soruşturmalar yöneltildi? Anlamak fazla zor değil sanırım. Öyle bir iddia ki: “MİT ülke aleyhine çalışıyor”, o halde kurum ve yöneticileri acele linç edilmeli! Bunun o kadar kolay olmadığı anlaşılmış olmalı. Varsa bir şüphe, delil, bilgi ve belge bunu Türkiye’nin hassas iç ve dış dengeleri dikkate alınarak idari ve hukuki olarak halledebilecek, birden çok yolu da yordamı da Kriz bir yönüyle aşılmış sayılsa da bu büyük depremin artçı sarsıntılarının daha bir süre devam etmesi beklenebilir. Farklı noktalardan başka operasyonlar ve onlara karşı da operasyonlar yapılabilir. Sadece kişileri, kurumu değil hükümet politikalarını, siyasi iradeyi, hükümeti ve Türkiye’nin yeni gidişatını hedef alan bir hamle püskürtülmüştür. Demokratik dikkati ve konsantrasyonu kaybetmemek, çok uyanık olmak gerekiyor. Güven duygusunun yeniden kazanılabilmesi için bu olaydan çok büyük dersler çıkarılmalıdır. Değişimin aktörleri ve Yeni Türkiye hedefinin merkez güçleri, koalisyon ortaklarını ve ittifaklarını yeniden gözden geçirerek ana stratejiye göre herkes baştan hizaya gelmelidir. Demokratik değişim sürecinin selameti için derin davaların emanet edildiği kadrolar yeniden değerlendirilerek yetki ve görevlerini suiistimal edenler ayıklanmalıdır. Türkiye, bu neviden krizleri aşa aşa yeni yoluna devam edecektir. Bu krizler, bazen demokratik hukuk devleti hedefini erteler bazen de çok önemli fırsatlar yaratarak değişimi hızlandırır. Türkiye, soğukkanlılığını yitirmeden, demokratik dikkatini kaybetmeden yoluna devam etmelidir. SDE Stratejik Planlama Kurulu Başkanı* Şubat Soğuğu Alper TAN* Şubat ayında MİT’e karşı planlanmış olan “operasyon”un göründüğü kadar masum ve sadece hukuk ve adalet arayışına dayanan bir olay olduğunu kesinlikle düşünmüyorum. Operasyonun gerçek hedefinde ne Hakan Fidan, ne Emre Taner, ne KCK, ne de PKK var. Operasyonun gerçek hedefi Yeni Türkiye’dir. Yeni Türkiye’nin iç ve dış politikasıdır. Geçen ay 7 Şubat tarihinde İstanbul Özel Yetkili savcılığı, MİT Müsteşarı Hakan Fidan’la birlikte kurumun bir önceki müsteşarı Emre Taner ve onun yardımcısı Afet Güneş, ani şekilde ifadeye çağrıldı. Bu beklenmedik gelişme, Şubat ayı boyunca tartışıldı. Hadiseyi, Yargı ve polis ile MİT arasındaki çatışma olarak gören de oldu, seçilmişlerle atanmışlar arasındaki kavga olarak ele alanlar da. Ama genel olarak toplumda bu konu, bir dini cemaatin, bürokrasi içindeki mensuplarını kullanarak hükümete karşı bir operasyonu gibi yorumlandı. Kanaatime göre bu yorum ve değerlendirmelerin hiçbiri olayların arka planını anlamamıza yardımcı olmadığı gibi, kafa karışıklığının daha da artmasına, ortamın daha da sisli ve bulanık hale gelmesine yol açıyor. Bu kısa makalede hadisenin arka planını, detaylarını anlat- mak mümkün değil. Ancak gerçek büyük fotoğrafın görülebilmesi ve operasyonun hedefinin anlaşılabilmesi için bazı ipuçları verebileceğimizi düşünüyorum. Yazımın sonunda birkaç satır da olsa açıklayıcı bazı genel tespitlerimi paylaşacağım. Ama onun öncesinde uzun bir alıntı yaparak meramımın anlaşılmasını sağlamak istiyorum. Aşağıdaki satırlar okunursa büyük resmi anlatmak daha kolay olabilir. MİT’in kuruluşunun 80. yıldönümü vesilesiyle 6 Ocak 2007 tarihinde yani bundan 5 sene önce, dönemin MİT Müsteşarı Emre Taner, yazılı bir açıklama yapmıştı. Savcının, geçen ay tutuklayarak cezaevine atmaya çalıştığı Emre Taner, o açıklamasında, önce bir durum tespiti ve özeleştiri yapıyor ve şunları söylüyor: “Dünyadaki tüm değerlerin, ilişkilerin, sistemlerin ve düzenlerin, MART 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 15 Yeni sorun ve tehditler siz kalmışlardır.” doğrultusunda 21. Emre Taner’in 6 Ocak 2007 tarihli açıklamasının ikinci aşamasında ise Türkiye’nin neler yapması gerektiğine odaklanılıyor, bir gelecek vizyonu ve perspektifi sunuluyor. Dünyada ve bölgemizde olabilecek gelişmelere dikkat çekiliyor: yüzyılda doğuya doğru genişleyen dinamik bir alan sözkonusu olmakta ve bu durum Türkiye’nin gittikçe genişleyen bir alanda merkezi pozisyon kazandığını/kazanacağını göstermektedir. ister sosyal -ekonomik- siyasi ister ahlaki-dini olsun yeniden şekillendiği ve hatta tanımlandığı bir süreç içinde bulunmaktayız. Yaşadığımız bu süreç, aynı zamanda, parçası olduğumuz uluslararası sistemin de kuralları, başrol oyuncuları ve figüranlarıyla mevcut olandan çok farklı bir boyutta yeniden belirlenmeye ve hatta doğmaya çalıştığı bir döneme kaynaklık etmektedir.” “Tarihi yakından incelediğimizde görüyoruz ki uluslararası sistemde istikrar hiçbir zaman uzun süre mevcudiyetini koruyamamıştır. …20. yüzyılın ikinci yarısında kurulan iki kutuplu dünya düzeninin uzun süre devam etmeyeceği önceden öngörülebilir bir olgu olmakla birlikte 1990 ve sonrasındaki sürece hazırlıksız yakalanılmıştır. Elbette bunun en önemli nedeni, sistem içindeki yapılanmaların ve analizlerin statükocu yaklaşıma koyu bir muhafazakârlıkla sahip çıkmalarıdır. Bu nedenle de geleceğe yönelik tahminler bu katı/kuralcı yaklaşım içinde başarısız olmuştur. Dünyadaki istihbarat teşkilatları da sistemin birçok aktörü ya da oyuncusu gibi bu yeni “belirsizlikler” dünyasını öngörememiştir. …Soğuk Savaş döneminin ortaya çıkardığı katı kurallarla işleyen istihbarat teşkilatları da ortaya çıkan bu yeni ve inanılmaz derecede oynak ortam karşısında ister istemez yeter16 STRATEJİK DÜŞÜNCE | MART 2012 “İçinde bulunduğumuz 21. yüzyılın ilk çeyreği, uluslararası ilişkiler ve güvenlik alanında yüzyıl boyunca önemli değişimlere yol açacak parametrelerin gelişmekte olduğu bir evreyi de işaret etmektedir. Bulunduğumuz dönem, gelecekte birçok ulusdevlet ve milletin hızlı bir şekilde tarih maratonunu kaybetmeye başladığı süreci anlatacaktır. Bu devletler sadece gelişememekle ve dünya yönetiminde söz sahibi olanlar arasına dâhil olamamakla kalmayacak; aynı zamanda birçoğu, günümüz teknolojik devriminin ve küresel ekonominin rekabetine dayanamayıp ulusal egemenliklerini de büyük ölçüde yitireceklerdir.” “Gerek ulusal güvenliğin sağlanmasında gerekse dış ve iç politikaların yürütülmesinde güvenlik ortamını şekillendiren pek çok yeni yöntem, aktör ve vasıtanın görünür görünmez etkisi hissedilmektedir. …21. yüzyıl güvenlik ortamı, istihbarat fonksiyonlarının önemi ve etkinliğini hiç olmadığı kadar arttırmıştır.” “Önümüzdeki dönemde de uluslararası sistemin, kuralları belirlenmiş stabil bir yapıya kavuşacağını ummak ve bu yönde tanımlamalar geliştirmek faydasız bir uğraş olacaktır. Son derece kaygan bir zemin üzerine oturmuş uluslararası ortamda Türkiye, bir yandan yakın zamana kadar değişik çap ve karakterde savaşların yer aldığı ve halen potansiyel çatışma tehditlerinin bulunduğu Balkanlar, diğer yandan birçok bakımdan sürtüşmelere sahne olan ve çeşitli istikrarsızlık potansiyelleri taşıyan Kafkaslar ile yaklaşık 40 yıldır fiili çatışmalar ve terörist faaliyetlerle yoğrulmuş Ortadoğu’nun arasında bir iç hat pozisyonuna sahip halde bulunmaktadır. Ayrıca bu pozisyon kademeli olarak Orta Asya’ya açılan alanlarla da bağlantılıdır.” Bu üç bölgenin ve Orta Asya’nın birçok bakımdan küresel politikaların ve “rol” savaşlarının belirli açılardan yoğunlaştığı alanları oluşturduğu da bir gerçektir. Dolayısıyla yeni sorun ve tehditler doğrultusunda 21. yüzyılda doğuya doğru genişleyen dinamik bir alan sözkonusu olmakta ve bu durum Türkiye’nin gittikçe genişleyen bir alanda merkezi pozisyon kazandığını/kazanacağını göstermektedir.” “Bu süreç içinde Türkiye, gerek stratejik gerekse jeopolitik önemi nedeniyle kendisini hiçbir zaman olayların akışına bırakma ya da “bekle-gör-tavır al” taktiği ile sınırlama lüksüne sahip değildir. Uluslararası sistemi ayrıntılı ve isabetli bir tanımlamayla (Türkiye,) taktik, stratejik ve yüksek stratejik tutumlara sahip olmak zorundadır. Yalnız savunma pozisyonunda olmak Türkiye’ye haiz şartlar nedeniyle kabul edilemez bir davranış olacaktır. Bu nedenle de Türkiye tüm kartlarını/avantajlarını maksimum düzeyde bir verimlilikle değerlendirmek durumundadır. Elbette bunu gerçekleştirebilmesi hiç de kolay değildir.” “Ulusal gücü sağlamanın ve korumanın en etkili yolu, istihbarat fonksiyonlarımızın ulusal güvenlik politikalarımızı ve ulusal çıkarlarımızı destekleyecek şekilde yapılandırılması ve geliştirilmesidir.” “Öte yandan jeopolitik ve stratejik konumu itibariyle oldukça zor bir coğrafya üzerinde bulunan Türkiye için güçlü bir ekonomi, kusursuz bir dış politika ve caydırıcı bir askeri yapılanma şeklinde adlandırabileceğimiz çok sağlam üç ayağa sahip olmak bir zorun- Operasyonu planlayanların MİT dışında başka hedeflerinin de olduğunu tahmin ediyorum. O hedeflerden birinin de göreve geldiği günden bu yana halkla, hükümetle ve diğer devlet kurumlarıyla gayet uyumlu çalışan Genelkurmay Başkanı Necdet Özel olduğu kanaatindeyim. luluk olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu üç ayağın ifade edilen özellikleri içinse güçlü, dinamik, etkin, esnek, hareket kabiliyeti yüksek ve yaratıcı bir istihbarat yapılanmasına ihtiyaç vardır.” Emre Taner, açıklamasının son bölümünde ise MİT’in rolü ve bundan sonraki pozisyonuna vurgu yapıyor, stratejik istihbarat üzerinde duruyor: “Ülke olarak içinden geçmekte olduğumuz bu zorlu dönemde, özellikle merkezinde bulunduğumuz ve bir parçası olduğumuz uluslararası sistemin gelişim süreci, Milli İstihbarat Teşkilatı olarak duyduğumuz sorumluluğu en üst seviyeye çıkarmış durumdadır. Ulusal güvenliğimizin ve ulusal çıkarlarımızın gelişimine katkıda bulunacak bir stratejik istihbarat yaklaşımı bağlamında, Teşkilatımızın mevcut yapısının yukarıda ifade edilen ihtiyaçlara cevap verecek şekilde hem organizasyon şeması bakımından hem de sözkonusu şemaya işlerlik kazandıracak/hayat verecek organizasyon kültürü açısından revize edilmesine yönelik 2006 yılında başlattığımız çalışmaları 80. yılımızı da kutlayacağımız 2007 yılı içinde sonuçlandırmak amacındayız. Böylece 21. yüzyılın beraberinde getir- diği koşullarla Türkiye için taşıdığı özel önem doğrultusunda, ulusal çıkar ve ulusal güvenlik politikalarımız bağlamında Milli İstihbarat Teşkilatı üzerine düşen görevi en mükemmel şekliyle yerine getirebilecektir.” “Milli İstihbarat Teşkilatı olarak vizyonumuz, birlik ve beraberlik içinde ülkemizi içinden geçilmekte olan bu muğlak ve tehlikeli dönemden başarıyla daha da güçlenmiş olarak çıkarmak ve çocuklarımıza gurur duyacakları bir gelecek bırakmaktır.” Böyle kısa bir makale için çok uzun bir alıntı olduğunun farkındayım. Ancak ülke gündeminin bazen 24 saatte birkaç kez değiştiği bir ülkede yaşanan her şey çok çabuk unutulabiliyor. Emre Taner’in 5 sene önceki bu açıklamasından birkaç gün sonra da bu açıklamanın tarihi nitelikte olduğunu yazmıştım. Ülkemizdeki birçok önemli kurumda olduğu gibi, MİT’in geçmişinin de ne kadar karanlık ve gayri milli olduğunun elbette farkındayız. Bu açıklamalar ışığında, 2007 öncesi ve sonrası, kurumda yaşanan köklü değişimleri bilmeden, yaşanan son MART 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 17 uykudan uyanışın engellenmesi girişimidir. Bu operasyonda rol alan figürler, yahut tarafmış gibi görünen veya gösterilenler, operasyonun esas tarafı olmayıp sadece gerçeği perdeleme, topluma operasyonu şirin gösterme, Yeni Türkiye sürecini destekleyenleri ayrıştırma, ülkeyi zafiyete düşürme ve girişimi bir “meşruiyet” kılıfına sokma amacıyla seçilmişlerdir. Bu büyük tablodan baktığımızda, operasyonu planlayanların MİT dışında başka hedeflerinin de olduğunu tahmin ediyorum. O hedeflerden birinin de göreve geldiği günden bu yana halkla, hükümetle ve diğer devlet kurumlarıyla gayet uyumlu çalışan, sadece işini yapan, ilgili kurumlarla ortaklaşa olarak terör örgütleriyle mücadelede tarihi başarılara imza atan Genelkurmay Başkanı Necdet Özel olduğu kanaatindeyim. Öte yandan önemli kurumların arasındaki uyum ve diyalog ortamını sabote etmek için başka manipülasyonlar da yapılabilir. Bunlara karşı da hazırlıklı olalım. olayları anlamlandırmaya çalışmak bizleri çok yanlış noktalara götürebilir. Türkiye’nin 2007’den bu yana gelişen iç ve dış siyaseti göz önüne alınırsa, son 5 yıl içindeki bütün bu gelişmelerin, Emre Taner’in ortaya koyduğu vizyona uygun ilerlediği görülecektir. Şubat ayında MİT’e karşı planlanmış olan “operasyon”un göründüğü kadar masum ve sadece hukuk ve adalet arayışına dayanan bir olay olduğunu kesinlikle düşünmüyorum. Emre Taner’in bundan 5 sene önce açıkladığı vizyona ve MİT’in, 18 STRATEJİK DÜŞÜNCE | MART 2012 bu yılın ilk haftası 85. yıl münasebetiyle topluma açıkladığı yeni yapılanmasına karşı bir operasyonla karşı karşıyayız. Kısacası operasyonun gerçek hedefinde ne Hakan Fidan, ne Emre Taner, ne KCK, ne de PKK var. Operasyonun gerçek hedefi Yeni Türkiye’dir. Yeni Türkiye’nin iç ve dış politikasıdır. Bazıları bunu abartılı bir yorum olarak görebilir. Ancak eminim ki, Emre Taner’in ağzından yukarıda ifade ettiğim Yeni Türkiye hedefinin sonuçsuz bırakılma girişimidir. Türkiye’nin içine kapatılması, asırlık Gelişen hadiseler karşısında hükümetin, kinle, öfkeyle, rövanş duygusuyla ve aceleyle değil, ölçüp-tartarak, belli bir stratejiyle teenniyle ve hassasiyetle adımlar atması gerekir. Kurumların da nereden çıkacağı belli olmayan şoklara karşı hazırlıklı olmaları beklenir. Bir “Şubat soğuğu” daha yaşadık. Türkiye bu güne kadar çok daha büyük salvoları ve saldırıları başarıyla püskürttü ve akim bıraktı. Bunlar da geçer. Eskiden gerçekler zamanla anlaşılırdı. Şimdi anında anlaşılıyor. Gerçekler anlaşıldıkça kimlerin yüzü kızarır, kimlerin yüzü güler? Onu da bekleyip görmek gerekir. SDE Medya Konseyi Başkanı* MİT Tartışmaları ve Siyaset Türkiye’de bilinen MİT ve Yargı örneklerden farklı MİT Müsteşarı Hakan Fidan, emekli MİT Müsteşarı Emre Taner, emekli MİT Müsteşar Yardımcısı Afet Güneş ve kimliği bilinmeyen iki MİT mensubunun KCK soruşturmasını yürüten İstanbul Özel Yetkili savcısı tarafından ifade vermeye çağrılması kamuoyundaki tartışmaların çok ötesinde, kırılmalara ve sonuçlara yol açabilecek bir eşiğe gelindiğini gösteriyor. Bu eşik, taraflarca ancak hali hazırdaki hararet ve toz duman kalktığında fark edilebilecek. Fark ettikleri anda taraflar galibi olmayan bir mücadeleye girdiklerini ve kaybettiklerini görecekler. Bu şekilde Eski Türkiye’nin bürokratik vesayeti tasfiye edilirken Yeni Türkiye’nin kurulma aşamasında siyasetin bıraktığı boşluğu doldurmak üzere bürokratik kurum ve hiziplerin yeni bürokratik özerklik ihdas edilmesi gayretleri başarısızlıkla sonuçlanacak. Ancak AK Parti’nin siyasi aklı berraklaşmadığı ve güvenlik alanı- bir seyirde gelişen bu değişim süreci, zaman zaman öngörülmeyen mecralara girmektedir. Değişim, dönüşüm ve devrim dönemlerinde süre uzadıkça korku ve umut makasının siyaseti ve iktidarı zorladığı görülmüştür. Bu zorluk siyaseti, siyasi partileri ve siyasi grupları, ittifaklarını gözden geçirmeye götürmektedir. Türkiye’deki son MİT krizi bu çerçevede değerlendirilebilir. Murat YILMAZ* nın demokratik denetimi reformu tamamlanmadığı sürece benzeri yeni çatışmaların ve kazaların yaşanması kuvvetle muhtemeldir. Gelinen yer, MİT’e gelen bir ihbarla başlayan 10 yıl önce Ergenekon soruşturmasının geldiği son noktayı ifade etmektedir. Reformların İstikameti ve Takvimi Türkiye’de demokratikleşme ve sivilleşme istikametindeki reform süreci ivmesini ve bütünlüğünü kaybetmiş bir şekilde zamana yayılarak devam ediyor. Bu sürecin güvenlik ve istihbarat ayağının uzun bir zaman alması ve fikri takip gerektirdiği başka örneklerden de biliniyor. Mesela İspanya’da Savunma Bakanlığı yapan ve güvenlik alanındaki reformları yürüten Serra, 15-20 yıllık bir süreden bahsediyor. Türkiye’deki problem sadece sürenin uzunluğundan değil, reformun istikamet ve uzun da olsa bir takviminin olmamasından kaynaklanıyor. Bu MART 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 19 Yasama ve yürütmenin bıraktığı boşluk, yargı ve bürokrasi tarafından doldurulmaya çalışılıyor. Yargı ve bürokrasi ise ideolojisi her ne olursa olsun kendi alanını yasama ve yürütme aleyhine genişletmek istidadı taşımaktadır. belirsizlik, reform dönemlerinde artan umutları ve depreşen korkuları tahrik ediyor. Buna bir de reformu yönetmesi gereken iktidarın görüşünün berrak olmadığı endişesi eklenince, hükümet dışındaki aktörlerin yeni dönemde rol ve güç kapma yarışı kontrolden çıkabiliyor. Demokratikleşmeye Direniş Türkiye’deki muhalefet ise, reformu 20 STRATEJİK DÜŞÜNCE | MART 2012 zorlamak yerine veya demokratik modeller üretmek yerine anti-AK Parti politikaları yürütmeyi tercih ediyor. Bu şekilde eski tasfiye edilirken yeni, demokratik bir model ekseninde inşa edilemiyor. Yasama ve yürütmenin bıraktığı boşluk, yargı ve bürokrasi tarafından doldurulmaya çalışılıyor. Yargı ve bürokrasi ise ideolojisi her ne olursa olsun kendi alanını yasama ve yürütme aleyhine genişletmek istidadı taşımaktadır. Bu alanda eskiden ordunun kurduğu hiyerarşi yıkıldığından ve halen hiyerarşik bir ilişki kurulamadığından çatışma kaçınılmaz oluyor. Çatışma, bu hiyerarşiyi kurmak isteyenlerin mücadelesini de ifade ediyor. Eğer mesele, bu zaviyeden değil bir kişinin tasfiyesi veya PKK ile mücadele konusundaki farklı stratejilerden kaynaklanan hiziplerin çatışmasından ibaret görülürse, doğru teşhis edilemez ve çözüm üretilemez. Mesele, esasen siyasidir ve siyasetin bıraktığı boşluk üzerinde gelişmektedir. Siyasetin bıraktığı boşluk, askersivil bürokrasi, istihbarat ve yargı tarafından işgal edilerek siyasetin denetimi dışında özerk alanların inşa edildiği ve anti-demokratik odaklanmaların gelişip serpildiği problemlere yol açmaktadır. Stratejik Boşluk Demokrasi tarihi, bürokrasinin denetlenmesinin ve özerk alanların ortadan kaldırılmasının hayati olduğunu birçok örnekle ortaya koymuştur. Türkiye içinde bulunduğu reform sürecinde bir yandan bürokratik vesayet kurumlarının karıştığı suçlarla hesaplaşıyor, diğer yandan darbe ve vesayet döneminin uygulamalarına son veriyor. EMASYA’dan milli güvenlik dersine, Genelkurmay Başkanlığı SAREM Komutanlığı’ndan TBMM Muhafız Taburuna kadar… Ancak bunların kaldırılma tarzlarının bir strateji, kavram ve halkla ilişkiler çerçevesinden, daha da önemlisi bir meşruiyet tartışmasından uzak bir şekilde yapılıyor. Yeni Anayasa yapım süreci bu bakımdan bir yandan avantaj diğer yandan dezavantaj yaratıyor. Yeni Anayasa sürecinin avantajı, bu tartışmaların yapılabileceği bir çerçeve sunmasıdır. Yeni Anayasa sürecinin dezavantajı ise bu tartışmaların zaten yapılacağı düşüncesiyle reformları ve tartışmaları erteleme eğilimidir. Hâlbuki Yeni Anayasa’dan bağımsız olarak güvenlik ve istihbaratın demokratik denetimi tartışmaları yürütülebilir. Son MİT krizi, bu tartışmanın kaçınılmazlığını gösteriyor. AK Parti, üç dönemdir iktidarda olmanın, bürokratik vesayetin asker ve yargı ayaklarının bertaraf edilmesi ve güvenilir bürokratları bu kurumların başına atamanın başarısının getirdiği bir yanılsama içine girmiş durumda. Her şeyden evvel birkaç iyi adam bu kurumların oyunlarını bozmaya yeter ama bu kurumları rehabilite etmeye yetmez. Hatta birkaç kişiyi aşan yeni personelle dahi bu problem aşılmaz. Çünkü bu sektör ve kurumların tabiatından kaynaklanan problemler birkaç iyi adamla değil, yeni normlara dayanan sistematik reformlarla çözülebilir. süreci devam ediyor. Bu süreçte son MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın rolü fevkalade ehemmiyetlidir. Fidan, Başbakan Erdoğan’ın güvendiği bir bürokrat olarak temayüz etmektedir. MİT’teki değişimin Müsteşar Fidan’ın inisiyatifine bırakıldığı anlaşılıyor. Fidan, kamuoyuna da yansıdığı şekilde MİT’te bir yeniden yapılanma ve zihniyet dönüşümünü gerçekleştirmeye çalışıyor. Üstelik Genelkurmay’ın elindeki dinleme ve takip teknolojisinin personeliyle beraber MİT’e devredilmesi, MİT’in güvenlik sektöründeki ağırlığını arttırmıştır. Buna mukabil MİT’in tarihi ve bu tarihin aktörü olan personelin faaliyetleri, idari ve adli olarak soruşturulmuş değildir. Bürokratik vesayet ve darbe dönemlerinde MİT’in üstlendiği rol dikkate alınırsa, bu hesaplaşmanın kaçınılmaz olduğu da anlaşılacaktır. Hükümet, bu hesaplaşmayı tesadüflere, askerin kurumsal denetiminin dışına çıkarılan MİT’in, hükümete bağlı bir kuruma dönüşmesi süreci devam ediyor. Bu süreçte son MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın rolü fevkalade ehemmiyetlidir. Sonuç MİT personeli hakkındaki soruşturma, 10 yıl önce MİT Müsteşarlığına gelen Ergenekon istihbaratıyla başlayan sürecin yeni aşamasını ifade ediyor. Meselenin şahsileştirilmesi bütün boyutlarıyla görülmesini engellemektedir. Problem arızi değil, sistematiktir. Sistematik bir reformla güvenlik ve istihbarat sektörü demokratik ve sivil bir denetim altına alınmadıkça da sular durulmayacaktır. MİT’in Dünü, Bugünü Bürokratik vesayetin asker ve yargı gibi temel ayaklarından biri de istihbarat kuruluşlarıdır. MİT, uzun yıllar askerin denetimi altında faaliyette bulunmuştur. Hatta sicil amiri Genelkurmay olan muvazzaf bir korgeneralin MİT Müsteşarı olması teamül haline gelmişti. Bu teamül, ancak 1990’larda sivil MİT Müsteşarı atanabilmesiyle ortadan kalkmıştır. Sivilleşme çalışmalarıyla askerin kurumsal denetiminin dışına çıkarılan MİT’in, hükümete bağlı bir kuruma dönüşmesi Sivilleşme çalışmalarıyla MİT Kanunu’nda yapılan değişiklikle kriz şimdilik ortadan kalkmış durumda. Bu bağlamda AK Parti Hükümeti’nin yeni reform paketleriyle meseleye siyasi çözümler üretmesi gerekmektedir. Bürokratik mücadele ve yargının denetimi, özünde siyasi olan bu konuyu çözmeye ve demokratik bir norma bürokrasiye veya yargıya bırakmak yerine bir strateji dâhilinde kendi gerçekleştirmezse bu tür krizlerin yaşanması kaçınılmazdır. bağlamaya yetmeyecektir. SDE İç Politika ve Demokratikleşme Koordinatörü, Dr. * MART 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 21 Açık Toplum Olabilmek ve Ergenekon’dan Çıkış Mustafa ÖKMEN* Açık Toplum, karşıt tavsiyelerin de ortaya atılabileceği, bunların tartışılabileceği bir toplum demektir. Bir politika, gerçekliğin önünde denenmesi ve deneyin ışığında düzeltilmesi gereken bir varsayım niteliğindedir. Bu varsayımın yanlışlarının ve içerdiği tehlikelerin, uygulamaya konulmadan önce eleştirel incelemetartışma yoluyla açığa çıkarılmasının akılcı ve tutarlı bir süreç olacağı söylenebilir. 22 STRATEJİK DÜŞÜNCE | MART 2012 Toplumların dışa kapalı ve açık olma durumuna vurgu yapan yaklaşımlardan önemli bir tanesi de “Hür Toplumlar- Otoriter Toplumlar” şeklindeki sınıflandırmadır. Totaliter düzenlerin sürekli olarak yeni baskı yöntemleri doğuracağına vurgu yapan K. Popper, özgür toplumdaki bu türlü eğilimlerin önlenmesi gerektiğine dikkat çekmektedir ve bu anlamda Açık Toplum’un (Open Society) en iyi toplum düzeni olduğunu savunur. Bu yaklaşım aslında demokratik toplumu anlama, tanımlama yolunda bir adım olarak da görülebilir. Açık Toplum, her şeyden önce, “sorun çözme”ye elverişli toplumlar demektir. Çünkü yaşamak en başta bir sorun çözme sürecidir. Sorun çözme ise, çözümlerin ortaya atılmasını, sonra da bu çözümlerin eleştirilmeye ve elemeye tabi tutulmasını gerektirir. Açık Toplum, karşıt tavsiyelerin de ortaya atılabileceği, bunların tartışılabileceği bir toplum demektir. Bir politika, gerçekliğin önünde denenmesi ve deneyin ışığında düzeltilmesi gereken bir varsayım niteliğindedir. Bu varsayımın (politikanın) yanlışlarının ve içerdiği tehlikelerin, uygulamaya konulmadan önce eleştirel inceleme- tartışma yoluyla açığa çıkarılmasının akılcı ve tutarlı bir süreç olacağı söylenebilir. Popper, her politikanın yürütülmesinin denenmesi gerektiğini söylerken, bunun nasıl yapılacağını da belirtir; Bu deneme, harcanan çabaların istenilen sonuçları sağladığını gösteren deliller arayarak değil, sağlamadığını gösteren deliller arayarak yapılmalıdır. Akılcılık, mantık ve bilimsel yaklaşımın, bir bütün olarak merkezi biçimde örgütlenmiş, planlanmış ve düzenlenmiş bir toplum getirdiği şeklindeki düşünceye karşı çıkan Popper, bunun hem otoriterce olduğunu, hem de yanlış ve aşılmış bir Osmanlıdan Cumhuriyete İttihat ve Terakki’nin oluşturduğu cenderenin devamında, Tek Parti Dönemi’nin birçok alanda oluşturduğu açmazların, çok partili siyasal hayata geçiş sonrasında da, toplumun bütün katmanlarında devam ettirilmeye çalışıldığı bir gerçektir. bilim anlayışına dayandığını söyler. Popper’e göre, “akılcılık, mantık ve bilimsel bir yaklaşımın hepsi de, birbirleriyle bağdaşmayan görüşlerin ileri sürülebildiği ve çatışan gayelerin izlenebildiği “açık” ve çoğulcu bir topluma işaret etmektedirler; içinde, herkesin sorun durumlarını araştırmakta ve çözümler önermekte ve başkalarının –en önemlisi de iktidarın- önerdiği çözümleri eleştirmede özgür olduğu bir toplum; her şeyin üstünde de hükümet politikalarının eleştirilerin ışığında geliştirildiği bir toplum. Dolayısıyla, hükümetten farklı politikaları olanların da kendilerini alternatif olarak ortaya koymaları gerekmektedir. Bir başka deyişle, iktidara muhalif olanların örgütlenebilmesi, konuşabilmesi, yazabilmesi ve kendilerini iktidara getirebilecek anayasal teminat taşıyan bir yolun mevcudiyeti sağlanmalıdır. Demokrasi de aslında budur. Türkiye’de dünden bugüne yaşadığımız ve yaşamakta olduğumuz güncel sosyo-kültürel, siyasal ve idari nitelikli pek çok sorunun temelinde aslında bu “Açık Toplum” olamama keyfiyeti ve sorunsalı yatmaktadır. Konuyu, Türkiye özelindeki yansımaları ve izdüşümü bağlamında ele alarak, hangi sorunlara ne şekilde sirayet ettiği noktasında irdeleyebilmek için, Ergenekon davaları ile billurize olan gelişmeleri biraz daha yakından mercek altına almakta yarar vardır. Zira bir başlangıç, bir dönüm noktası olarak ele alınabileceği gibi, aynı zamanda bir sonuç olarak da değerlendirilebilecek bu gelişmeler zinciri, Türkiye’nin Açık Toplum olma serüveninin somut bir aşamasına tekabül etmektedir. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e İttihat ve Terakki’nin oluşturduğu cenderenin devamında, Tek Parti Dönemi’nin birçok alanda oluşturduğu açmazların, çok partili siyasal hayata geçiş sonrasında da, toplumun bütün katmanlarında devam ettirilmeye çalışıldığı bir gerçektir. 27 Mayıs askeri darbesiyle somutlaşan, 1971-73 muhtıralarıyla perçinlenen, 12 Eylül 1980 müdahalesiyle gelenekselleşen, 28 Şubat post-modern darbesiyle şirazeden çıkan ve nihayet 27 Mart bildirisiyle aymazlaşarak cami duvarına toslayan bu “Kapalı Toplum” üretme çabaları, kendi içinde bir sürekliliğe ve bütünselliğe sahiptir. Toplum kesimlerini sürekli olarak ötekileştiren, sanal düşmanlar üreten ve kendi çıkarlarının sürekliliği için Makyavelist bir yaklaşımla her türlü yol ve yöntemi meşru gören bu “Şirzime-i Kalil”, karanlık odalarda ve belirsiz dehlizlerde bu ülkenin güçlü geleceğinin önüne sürekli engeller oluşturma peşinde koştu. Üstelikte bunu da hep vatanseverlik ve ulusal çıkarlar kisvesi arkasına saklanarak yaptı. Soğuk Savaş dönemi konseptinde, halktan, toplumdan kopuk, üstelik sürekli onu küçümseyen ve vesayet altında tutmaya çalışan bu otoriter ve totaliter zihniyet, demokrasiye hiçbir zaman inanmadığı gibi, değişik görünümler sergileyerek Türkiye’nin açık toplum olmasının önünde on yıllardır takoz olmaya devam ediyor. Çünkü onu anlamıyor, anlamaya gayret etmiyor ve yalnızca “adam etmeye” çalışıyor. İstediği gibi davranmadığı, öngörülerinin ötesinde hareket ettiği zaman da onu aşağılıyor, hakaret ediyor ve demokrasiyi anlamamakla suçluyor. Aslında onun derdi demokrasi ya da halkın katılımı değil, vesayet rejiminin devamına halkın vize vermemesi ancak hiçbir zaman da bunu itiraf edemiyor. Oysa köprünün altından çok sular aktı. 1927 yılında yüzde 70’i kırsal MART 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 23 alanlarda, yüzde 30’u ise kentlerde yaşayan 13 milyonluk bir toplum olan Türkiye, özellikle kentleşme hareketiyle realize olan birçok aktörün etkisiyle bugün çok değişmiş ve gelişmiş bulunmaktadır. Bu değişimi salt nüfusun kırdan kente yer değiştirmesi olarak algılamak hem eksik hem de yanıltıcı olur. Bugün nüfusunun yüzde 75’i kentlerde yaşayan ve kabına sığmayan bir enerjiyle sürekli gelişme istidadı gösteren bu toplum, teknolojik, ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasi-idari yeni açılımlar arefesindedir. Ekonomiden eğitime, sağlıktan sosyal politikalara kadar geniş yelpazede bir dönüşüme tekabül eden bu süreç, ancak sözü edilen gelişmeleri iyi okumak, iç ve dış faktörleri reel olarak bir arada değerlendirmek ve küresel ile yereli birlikte analiz edebilmek suretiyle sağlıklı bir şekilde anlaşılabilir. Yoksa geçtiğimiz yüzyılın üç tarz-ı siyaset yaklaşımlarıyla Yarınki Türkiye’nin anlaşılması ve buna karşılık gelen ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasi-idari açılımların hayata geçirilebilmesi mümkün değildir. Bu reel durumu analiz edemeyen, küresel ile yereli bir arada değerlendiremeyen, değişim ve dönüşümün iç-dış faktörlerini birlikte okuyamayan bireylerin, toplulukların, partilerin ve de kurumların bu konuda katkı sağlamaları ve toplum sorunlarına ilişkin isabetli çözümler üretebilmeleri mümkün değildir. Bundan öte çözüm sanılan yaklaşımlar, ortaya konulan politikalar ve toplumun yarınına ilişkin projelerin akim kalması, başarısızlıkla sonuçlanması adeta kaçınılmazdır. Açık toplum olabilmenin yolu, ülkenin ve toplumun yüz elli yıldır yaşadığı değişim ve dönüşümü bütün bileşenleriyle çok iyi analiz edebilmekte olduğu kadar, bütün kurum ve yöntemleriyle yerelden genele demokrasinin inşa edilebilmesinden, katılımcı anlayışların yaygınlaştırılabilmesinden ve 24 STRATEJİK DÜŞÜNCE | MART 2012 ötekileştirmeden birlikte yaşama kültürünün içselleştirilebilmesinden geçmektedir. Sürekli sanal düşmanlar üreterek, ötekileştirerek ve küçük olsun benim olsun tarz-ı siyasetiyle fildişi kulelerde halktan, toplumdan kopuk yaşayarak demokrasi kültürü yerleşemez ve bu çerçevede bir açık toplum inşası mümkün değildir. 2003 yılından beri devam eden ve belli bir aşamaya gelen Ergenekon davalarını da tam bu noktada değerlendirmek gerekiyor. Değişen ve dönüşen dünyaya paralel olarak, ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasiidari bir değişimi yaşayan Türkiye, bu davaların realize ettiği arınma atmosferinde aynı zamanda Açık Toplum olma fırsatını da yakalayacaktır. Küçük ama benim olsun mantığıyla sürekli önü kesilen ve gelenekselleşen askeri darbelerle dünya gerçeklerinden uzak, kapalı bir toplum olmaya zorlanan Türkiye’nin bu vesayetçi, müdahaleci yapıdan kurtulmasında sözü edilen davaların çok önemli bir adım olacağını belirtmek gerekiyor. Türkiye, Ergenekon davaları süreciyle yakaladığı bu “Ergenekon’dan Çıkış” ve “Açık Toplum” olabilmek ve de kalabilmek fırsatını çok iyi değerlendirmelidir. Türkiye’nin kendi olabilmesi bağlamında çok önemli fırsatlar sunan bu süreç, sulandırma ve itibarsızlaştırma çabalarına kurban edilmeden, iktidarıyla, muhalefetiyle ve sivil toplum kuruluşlarıyla bütün toplum kesimlerince sahiplenilmelidir. Bu temizlenme ve kendi olma süreci tamamlanamazsa, yüz elli yıldır kendi toplumuna yabancı yaşayan otoriter zihniyetle hesaplaşma fırsatı kaçırılmış olacaktır. Hukukun üstünlüğü düşüncesi çerçevesinde, evrensel standartlarda bir demokrasi pratiğinin hayata geçirilebilmesi ve vesayetçi zihniyetin tasfiye edilebilmesi açısından bu sürecin tamamlanması büyük önem taşımaktadır. Bunun o kadar kolay olmayacağı, yüz elli yıllık bir merkeziyetçi geleneğin bir çırpıda devre dışı bırakılmasının zorlukları ise herkesin malumudur. Bu noktada, toplumun demokratikleşmesinin yavaşlatılması ve evrensel standartlarda bir hukuk devleti olmanın içini boşaltacak adımlardan, duygusallıklardan ve bencilliklerden bütün toplum kesimlerinin uzak durması gerekmektedir. Bu sürecin akamete uğratılmasına sebebiyet verecek birey, topluluk ve toplum kesimlerinin gelecek nesiller karşısında büyük bir veballe karşı karşıya kalacaklarında ise şüphe yoktur. Bu demokratik bilinç ve sorumluluk çerçevesinde bu sürecin sivil, demokratik ve vesayetçi anlayıştan uzak bir anayasa ile taçlandırılması gerekmektedir. Bu noktada halkın 2010 referandumu ve son seçimlerde değişim, sivilleşme ve hukukun üstünlüğü yönündeki iradesi iyi okunmalıdır. Bu bağlamda siyasi iktidara verilen kredinin neye tekabül ettiği ve ne anlama geldiği konusu iyi irdelenmelidir. Bir demokrasi hikâyesi olan bu süreçte, bireylere, toplum kesimlerine, siyasal partilere, sivil toplum kuruluşlarına ve özellikle de yapabilirliği noktasında büyük bir kredi verilen siyasi iktidara büyük görevler düşmektedir. Demokratikleşme ve açık toplum olma mücadelesinde bu sorumluluklar hayati bir önem taşımaktadır. Bu nedenle Açık Toplum olmanın yolu Ergenekon’dan çıkışla yakından alakalıdır. Demokratik, açık bir toplum olabilmenin yolu vesayetçi Ergenekon zihniyetinin on yıllardır örmeye çalıştığı “kapalı toplum” projesinin demokratik hukuk devleti anlayışına dönüştürülebilmesinden geçmektedir. Kanaatimce Açık Toplum ya da içe dönük, dünyadan soyutlanmış kapalı bir toplum olma yönünde bir tercihle de karşı karşıyayız. Celal Bayar Üniversitesi İİBF Öğretim Üyesi, Prof. Dr. * İspanya Tecrübesi Işığında Demokratikleşme Sürecinde Ordu Ertan BEŞE* Statükonun devamı için siyasete müdahale hakkını kendinde gören ordunun, demokratik bir toplum ve devlet olmanın gerektirdiği sivil denetim ve hükümet politikalarına tâbi olmak için köklü bir zihniyet değişimine ihtiyaç vardı. Bu zihniyet değişimi gerçekleşene kadar İspanya, 1980’li yılların başlarında imtiyazlı durumun devamını isteyen askerlerin darbe teşebbüsleriyle karşılaştı. İ spanya’da 1939’da bir iç savaş sonucunda başlayan baskıcı Franco dönemi, bu dönemin kudretli lideri General Franco’nun 20 Kasım 1975’te ölmesiyle birlikte sona erdi. Bu otokratik dönemin sona ermesiyle birlikte İspanya’nın demokratikleşme süreci de başladı. Ne var ki bu süreç kolay ve sancısız olmadı. Franco döneminin geleneksel kurumları, yeni sürece bir taraftan uyum göstermeye çalışırken, diğer taraftan da bu kurumlar içerisinden bazı gruplar da bir takım çabalar içerisine girmeye başladı. Franco, bir general olarak gücünü İspanya ordusundan almıştı. Ordu da İspanya’da imtiyazlı bir yere sahip oldu ve kendisini İspanya’nın adeta tek sahibi ve hâkimi saydı. Dolayısıyla Franco’nun ölümünün ardından siyasetin her alanında etkinliklerini korumak isteyen askerler, demokratikleşme yolunda atılan adımların sahip oldukları iktidar ve etki alanlarını daraltmasına büyük bir direniş sergiliyordu. Mevcut statükonun devamı için siyasete müdahale hakkını kendinde gören, kendisini ‘imtiyazlı’ bir kesim olarak kabul eden ordunun, demokratik bir toplum ve devlet olmanın gerektirdiği sivil denetime ve hükümet politikalarına tâbi olmak için köklü bir zihniyet değişimine ihtiyaç vardı. Bu zihniyet değişimi gerçekleşene kadar İspanya, 1980’li yılların başlarında imtiyazlı durumu sağlayan statükonun devamını isteyen askerlerin darbe teşebbüsleriyle karşılaştı. General Franco, kendi ölümünden sonra ülkeyi Kral Don Juan Carlos’un yönetmesini istemişti. Juan Carlos, İspanya’nın kademeli bir biçimde demokrasiye geçmesine önderlik etti. İspanya’nın demokrasiye geçiş süreci, Franco’nun 1975’de ölümünMART 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 25 “Demokratikleşme Sürecinde Ordu: Silahlı Kuvvetlerin Demokratik Reformu Üzerine Düşünceler” başlıklı kitabında Serra, Bakanlık yaptığı dönemdeki (1982–1991) tecrübe ve gözlemlerini teorik çerçeve ile birleştirerek, İspanya’nın demokratikleşmesinde önemli bir rol oynayan ordunun reform sürecini anlatmaktadır. den başlayarak, İspanya’nın yeni demokratik anayasasının halk tarafından kabul edildiği Aralık 1978’e kadar ki dönemi kapsar. İspanya’da ‘Demokrasiye Geçiş’ (Transición Democrática) olarak adlandırılan bu dönemde yeni anayasa hazırlama süreci çok hızlı bir şekilde gerçekleştirildi. Öyle ki hazırlık süreci 15 Haziran 1977 tarihinde başlamış, 31 Ocak 1978 tarihinde Senato’da kabul edilmiş ve 07 Aralık 1978 tarihinde Kral Juan Carlos tarafından onaylanarak yürürlüğe girmiştir. 1.Narcis SERRA Demokratikleşme Sürecinde Ordu: Silahlı Kuvvetlerin Demokratik Reformu Üzerine Düşünceler 1 İspanya’nın demokratikleşme sürecinin en önemli ve aynı zamanda en problemli kısmı silahlı kuvvetlere yönelik reformlardı. Bu reformlarda önemli bir rol oynamış olan Narcis Serra’nın 2008’de yayınlanan “Demokratikleşme Sürecinde Ordu: Silahlı Kuvvetlerin Demokratik Reformu Üzerine Düşünceler” başlıklı kitabı bu reform sürecinde yapılanları konu edinmektedir. Bu kitabında Serra, Savunma Bakanlığı yaptığı dönemdeki (1982–1991) tecrübe ve gözlemlerini teorik çerçeve ile 26 STRATEJİK DÜŞÜNCE | MART 2012 birleştirerek, İspanya’nın demokratikleşmesinde önemli bir rol oynayan ordunun reform sürecini anlatmaktadır. Bir iktisat profesörü olan Narcis Serra, 1979–1982 yılları arasında Barselona Belediye Başkanlığı görevini yürütürken, 1982’de Savunma Bakanı olarak görevlendirilmiştir. Serra, sekiz yıl kaldığı bu görevde özellikle sivil-asker ilişkileri konusunda yürütülen reformlarda büyük rol oynamış ve Franco rejiminin ardından İspanya’da demokrasinin yerleşmesinde büyük çaba ve katkıları olmuştur. 1991’de Başbakan Yardımcısı olan Serra, 1996–2000 yılları arasında ise Katalonya Sosyalist Partisi Genel Sekreterliği’ni yürütmüş ve 1986’dan 2004’e kadar milletvekili olarak mecliste bulunmuştur. Serra kitabında, General Francisco Franco’nun 1975’te ölümünün ardından faşizmden kurtulup demokrasi sürecine giren İspanya’da, ‘demokratik geçiş’ ve ‘demokrasisinin sağlamlaştırılması’ hususlarındaki en temel ve belirleyici alan olan ‘askeri reform’ ya da diğer bir tabirle silahlı kuvvetlerin demokratik reformu sürecini anlatmaktadır. Yazar bunu yaparken, özellikle ABD ve çeşitli Latin Amerika ülkeleriyle de mukayeseli olarak ülkelerin ‘demokratikleşme’ süreçlerinde ve ‘demokratik süreklilik’ aşamalarında ‘ordu’nun durumuna ve konumuna ilişkin önemli tespitlerde bulunmaktadır. İspanya’nın demokratikleşme sürecinde edinilen tecrübeler ışığında ‘sivil-asker ilişkileri’ni, ‘silahlı kuvvetlerin siyasete müdahale çabası’nı ve ‘demokratik yönetimlerde ordunun konumu’nu anlatan Serra okuyucuya, Avrupa kıtasında yer alan ve yıllarca diktatörlükle yönetilen bir ülkenin demokratik bir sisteme geçiş ve Avrupa Birliği’ne üye oluş sürecinde yaşananlara ilişkin önemli bilgiler vermektedir. Demokratik sürekliliğin gerçekleştiği sağlam bir demokrasinin, “ancak ordunun demokratikleştirilmesiyle mümkün olabileceğini” vurgulayan Serra; ayrıca, İspanya’daki demokratikleşme sürecini anlatılırken, başta Latin Amerika ülkeleri olmak üzere, Türkiye’nin de aralarında bulunduğu çeşitli ülkelerdeki demokratikleşme süreçlerine de, başta seçilmişlerle askerler arasındaki ilişkiler olmak üzere, değindiği görülmektedir. 2.Temel Tecrübeler ‘Demokrasiye Geçiş’ Dönemi: Demokratik yollardan seçilen sivillerin, askerlerin siyaset yapımı sürecine müdahale etmesini, hükümet işlerine katılımlarını sona erdirerek ya da seçilmiş otoritelerin faaliyetlerini veto etme veya baskı altına alma yönündeki tüm etkilerini ortadan kaldırarak önlemeyi başardıkları süreçtir. Bu dönemde icraatlar, silahlı kuvvetlerin siyasete karışmasını önlemeye, çatışma seviyelerini düşürmeye ve muhtemel darbeleri önlemeye odaklanmalıdır. Demokrasiyi meşrulaştırmak, iç çatışmaların varlığı, dış etkiler, tutarlı hükümet faaliyeti, temel siyasi aktörlerin tutumu gibi hususlar da orduyla çatışma düzeyini ya da ordunun reform süreçlerini kabulünü etkileyen temel faktörlerdir. Demokrasiye geçiş döneminde ulusal savunmayla ilgili mevzuatın değiştirilmesi, yönetimin polis ve istihbarat örgütleri gibi sivil sektörlerinde askeri varlığın azaltılması gibi adımlar, ordunun siyasete karışma kapasitesini azaltmak için alınabilecek önlemler arasında yer almaktadır. Bu aşamada, askerlik mesleğinin demokrasi kültürüne uygun bir biçimde dönüştürülmesi gerekmektedir. Bu amaca yönelik önlemler ise, askeri personelin politikaya askerlik mesleği dışında seçilmiş bir görevle ya da bir siyasi partiye üyelik yoluyla girişinin düzenlenerek, politika ile askerlik mesleğinin kesin bir şekilde birbirinden ayrılması; harp okullarının müfredatına insan hakları derslerinin eklenmesi; demokratik ülkelerin ordularıyla etkileşimin ve bölgesel güvenlik organlarına katılımın teşvik edilmesi, silahlı kuvvetlerin boyutunun küçültülmesi gibi hususları içermektedir. ‘Demokratik Sağlamlaştırma’ Aşaması: Seçilmiş sivil hükümetin askeri politikalar ve savunma politikaları oluşturabildiği, bunların uygulanmalarını sağladığı ve silahlı kuvvetlerin faaliyetlerini yönettiği bir aşamadır. Bu safha; sivil - asker ilişkileri perspektifinden, ordunun siyasete müdahaleci tutumu etkisiz kılındıktan sonra, seçilmiş hükümetin askeri politikayı ve savunma politikasını oluşturduğu, silahlı kuvvetlere liderlik ettiği bir safhadır. Demokratik sağlamlaştırma aşamasında gerçekleştirilen askeri reformlar; demokratik çoğulculuk, hoşgörü ve özgürlüğe dayalı bir sistemin ordunun kurumsal karakterine ve askerlik mesleğine ait değer ve prensiplerde değişime yol açmalıdır. Demokrasiyi yerleştirecek yasal reformlar, askeri politikayı tasarlamak, sivil ve güçlü bir savunma bakanı, Savunma Bakanlığı’nı güçlendirmek, genel hükümet politikasına entegrasyon, parlamento ile ilişkilerin düzenlenmiş olması, askeri imtiyazların ortadan kaldırılması, askeri yargı sisteminde reform yapmak, silahlı kuvvetlerin sahip olduğu şirketler konusu ve benzeri politika ve uygulamalar, bu aşamada askeri özerkliği azaltmaya yönelik politika ve uygulamalar olmuştur. 3.Kitapta Türkiye ile İlgili Bazı Tespitler: “Türkiye yıllardır NATO’ya üyedir fakat bu hiçbir zaman reform için bir talebe yol açmamıştır. Buna karşın, AB’nin entegrasyon görüşmelerinin başlatılması için sunduğu önkoşullar, Silahlı Kuvvetlerin siyasete karışması konusunda kısmi de olsa 2 önemli reformları teşvik etmişti” ‘Türk Çözümü’: “… İspanya’daki demokratik geçiş, bir ‘Türk çözümü’nün ortaya çıkması için çok umut vaat edici bir şekilde gelişiyordu. Türk çözümü ile, “Genelkurmay’ın sivil bakanlığın üstünde olduğu ve askeri ‘Kurum’un devletin diğer siyasi kurumlarıyla diyalog içine girdiği, hatta onlar arasında arabuluculuk yaptığı ya da anayasanın koruyucusu olarak dav3 randığı bir durumu kastediyorum.” ‘İç Çatışmaların Varlığı’: “Ülke içinde silahlı kuvvetlerin harekete geçmesini gerektiren açık bir çatışma varsa, askeri reform için potansiyel ve sınırlar çok dikkatli değerlendirilmelidir. Ordunun müdahalesini gerektirmiş olan, devam eden ya da yeni silahlı çatışma, orduyu sivil hükümetle ilişkilerde güçlü bir konuma getirir. Söz konusu çatışmaların varlığı yüzünden, bu ilişki sağlam temellere sahip olamaz. Balkan ülkelerinde, Türkiye ve Kolombiya’da yaşananlar bu açıdan öğreticidir: Eğer toplum ciddi çatışmalarla yıpranmışsa, hukuksal reform ekseninde, ordunun siyasete karışmasının azaltılmasında ve profesyonel değişim ekseninde ilerlemek neredeyse 4 imkânsız olur.” Demokrasiye geçiş döneminde ulusal savunmayla ilgili mevzuatın değiştirilmesi, yönetimin polis ve istihbarat örgütleri gibi sivil kurumlarda askeri varlığın azaltılması gibi adımlar, ordunun siyasete karışma kapasitesini azaltmak için alınabilecek önlemler arasında yer almaktadır. politikaların ve savunma politikalarının hükümet tarafından belirlenmesi, Savunma Bakanlığı’nın ve özelde de savunma bakanının daha da güçlendirilmesi, İspanya örneğindeki LODNOM 84 gibi, “Ulusal Savunma ve Askeri Organizasyonun Temel Kriterlerini Düzenleyen Çerçeve Yasa”nın hazırlanması, TSK İç Hizmet Kanunu’nun 35. maddesinin gözden geçirilmesi, Askeri yargı sisteminde reform, Askeri alandaki iş ve işlemlerde teamüllerin yasal Kitapta anlatılan İspanyol tecrübesinden hareketle, Türkiye’de ordunun konumuna ilişkin olarak gündeme gelebilecek ve dolayısıyla gözden geçirilmesi gerekecek alanlardan bazıları şunlardır: Askeri MART 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 27 Serra, ‘Türk çözümü’ ile “Genelkurmay’ın sivil bakanlığın üstünde olduğu ve askeri ‘Kurum’un devletin diğer siyasi kurumlarıyla diyalog içine girdiği, hatta onlar arasında arabuluculuk yaptığı ya da anayasanın koruyucusu olarak davrandığı bir durumu” kastediyor. düzenlemelerin önüne geçmesine müsaade edilmemesi, Silahlı kuvvetlerin boyutunun küçültülmesi ve profesyonelleşme, iç güvenlikte ve terörle mücadelede inisiyatifin hükümet ve sivil makamlarda olması, askeri okullardaki müfredatın gözden geçirilmesi, silahlı kuvvetlerin sahip olduğu şirketler konusunda düzenlemeler yapılması, askeri harcamaların mümkün olduğunca sivil gözetim ve denetime açık olması ve şeffaflık. Kitabın Türkiye’deki Etkileri ve Kamuoyuna Yansımaları: Narcis Serra ve kitabı, Türkiye kamuoyunda oldukça ilgi çekmiştir. Serra, TÜSİAD tarafından 40. Yıl faaliyetleri kapsamında 23 Mart 2011 tarihinde İstanbul’da düzenlenen “21. Yüzyılda Devlet ve Birey” konulu foruma katılmış ve Güney Afrikalı insan hakları savunucusu Avukat Brian Currın ve eski İspanya Başbakanı (1982–1996) ve AB Bilge Adamlar Grubu Başkanı Felipe Gonzalez ile birlikte forumun ilk bölümünde bir 5 konuşma yapmıştır. 1. 2. 3. 4. 5. 28 Konuşmasında Serra, askeri reformların ve demokratikleşmenin sağlıklı bir şekilde gerçekleşmesi için güçlü bir hükümete ihtiyaç olduğunu, özgürlükler ve refah devleti konusunda halkın istekli olmasının, reformları kolaylaştırdığını vurgulamıştır. Serra’ya göre, demokrasi kalitesinin artması, ordunun demokratikleşmesiyle paralellik arz etmektedir. Zira “Orduyu profesyonel olarak değişime ikna etmek gerekir. Sadece ordu değil, toplum da değişmelidir. Hatta güvenlik ve savunma alanlarında gazeteci, uzman, akademisyenler yetiştirmek gerekir.” Serra’nın vurgu yaptığı diğer hususlar ise; savunma ve güvenlik politikalarına tamamen sivillerin karar vermesi gerektiğiydi. Bu noktada, bütün stratejik kararların siviller tarafından alınmasını ‘demokrasiyi sağlamlaştırma’ olarak gören yazar, kitabında darbe tehlikesinin ortadan kalkmasının bir anlam ifade etmediğini, askerin rolünün tamamen demokratik zemine çekilmesi gerektiğine vurgu yapıyordu. Narcis Serra’nın konuşmasından dikkat çekici diğer bir husus da, orduda reform için askerin yeni sistemde daha iyi ve demokratik bir duruma kavuşacaklarına ilişkin olarak ikna edilmesinin yararlı olacağıdır. Bunun da özellikle askeri eğitim sistemiyle yapılabileceğini, bu şekilde ordunun içindeki zihniyetin değişeceğini ve demokrasiye olan talebin artacağını söylemektedir. Güvenlik Bilimleri Fakültesi Öğretim Üyesi, Prof. Dr. * Kitabın Künyesi: (Orijinal Adı) La Transicion Militar-Reflexiones en torno a la reforma democratica de las fuerzas armadas; (İngilizce Adı) The Military Transition-Reflections on the Democratic Reform of the Armed Forces; (Kitabı İngilizcesinden Çeviren) Şahika TOKEL; (Kitabın İspanya’daki Yayın Yılı) 2008; (Kitabın Türkiye’deki Baskı Yılı) 2011; (Kitabı Yayınlayan) İletişim Yayıncılık, İstanbul. Serra, Narcis, Demokratikleşme Sürecinde Ordu: Silahlı Kuvvetlerin Demokratik Reformu Üzerine Düşünceler, (Çev.) Şahika Tokel, İletişim Yayınları, 2011, İstanbul, s. sayfa 86, dipnot 4. a. g. e., s. 178. a. g. e., s. 85 http://www.haber365.com/Haber/Ispanyanin_Eski_Savunma_Bakanindan_Oneriler/ (E. T. 03.01.2011). STRATEJİK DÜŞÜNCE | MART 2012 GLOBAL EKONOMİK KRİZ MART 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 29 Euro Bölgesi Bölündü: Borçlular ve Alacaklılar Güney Avrupa’dan başlayan ekonomik kriz, Avrupa Birliği’nin geleceğini ciddi bir biçimde tehlikeye düşürdü. 17’si Euro, 10’u ise kendi ulusal parasını kullanan 27 üyeli AB’nin küresel krizle de birleşen ağır ekonomik yıkım karşısında, “Tek Avrupa” idealini yaşatması artık ciddi şekilde sorgulanmaktadır. Yunanistan, İtalya, İspanya, Portekiz, İrlanda gibi Euro Bölgesi’nin kriz yaşayan ülkelerinin varlığı bu ortaklığın yıkılabileceğini akıllara getirmektedir. 30 STRATEJİK DÜŞÜNCE | MART 2012 Küresel ekonomik kriz, Eylül 2008’de Lehman Brothers’ın ardından büyük borç yükü bırakarak batışının ardından domino etkisi ile Avrupa Birliği krize yakalandı. ABD ile büyük bir finansal bütünleşme yaşayan Avrupa Birliği ülkeleri ABD bankalarındaki batık kredilere yüklüce yatırım yapmışlardı. ABD finansal sisteminde biriken riskler Avrupa bankalarının bilançolarında önemli yer tutuyordu. 2009 yılında Yunanistan’da ortaya çıkan bütçe açığının GSYİH’a oranı %13’e ulaşması ve kamu borcunun ise %125’e dayanması AB içinde tam bir kaosa yol açtı. Hatta Almanya ve Fransa gibi merkez ülke- Kıvılcım METİN ÖZCAN* ler Yunanistan’ın kontrolden çıkmış maliye politikasını krizin sorumlusu ilan ederek Yunanistan’a yardım konusunda isteksiz davrandılar. Güney Avrupa’dan başlayan ekonomik kriz, Avrupa Birliği’nin geleceğini ciddi bir biçimde tehlikeye düşürdü. 17’si Euro, 10’u ise kendi ulusal parasını kullanan 27 üyeli AB’nin küresel krizle de birleşen ağır ekonomik yıkım karşısında, “Tek Avrupa” idealini yaşatması artık ciddi şekilde sorgulanmaktadır. Yunanistan, İtalya, İspanya, Portekiz, İrlanda gibi Euro Bölgesi’nin kriz yaşayan ülkelerinin varlığı bu ortaklığın yıkılabileceğini akıllara getirmektedir. Gerçekten “Tek Ekonomistler, Almanya ekonomisinin, Euro Bölgesi’ndeki borç krizi nedeniyle yılın dördüncü çeyreğinde daralacağını tahmin ediyor. Bu dönemde Almanya %0,5 ve Fransa %0,4 oranında büyüyerek ortalamanın üzerinde bir performans sergiledi. Avrupa” hayalini yıkan küresel kriz, öncelikle Euro Bölgesi’nin 17 üye ülkesini “alacaklılar ile borçlular” olarak ikiye böldü. Geride kalan 10 AB üyesi ülke ise bu sınıflamanın dışında bir yerde kaldı. Euro Bölgesi’nin 17 ülkesi, Euro temelli bir birlikteliği kolay sürdüremiyorlar ve özellikle Güney Avrupa ülkeleri Euro ile ekonomilerini büyütmekte zorlanıyorlardı. Euro’ya geçişe durumları henüz uygun bulunmayan 7 AB üyesinin Orta ve Doğu Avrupalı ülkeler olduğu görülüyor. Bu ülkeler, küresel kriz ile karşılaşınca IMF ile anlaşmalar yaptılar. IMF’den kredi kullanıp kriz hasarlarını azalttılar. Polonya ve Çek Cumhuriyeti’nin başını çektiği bu gruptaki ülkelere, Almanya ve Fransa bazı sanayi yatırımları yaptılar. AB üyesi olup da Euro Bölgesi’nin dışında kalan varlıklı bir grubu da İngiltere, Danimarka ve İsveç oluşturuyor. Bunlardan Danimarka ve İsveç, küresel krizle en başarılı biçimde baş etmiş ülkeler. AB dışında duran Norveç ve Euro Bölgesi’nin üyele- rinden Finlandiya’yı da dikkate alırsak İskandinav ülkelerinin, Avrupa’nın krizden uzak ülkeleri olduğunu söyleyebiliriz. Euro Bölgesi’nde İktisadi Büyüme Avrupa Birliği’ne üye 27 ülkenin büyüme rakamlarına göre, Avrupa, 2011 Temmuz, Ağustos ve Eylül aylarında mevsim etkisinden arındırılmış olarak %1’in de altında sadece %0,2 oranında büyüdü. 27 üyeli AB, dünya hâsılasının %25’ini üretirken Almanya, özellikle Euro’ya geçişle hızla büyüdü ve tek başına AB hâsılasında yüzde 21 ve dünya hâsılasında %5,2’lik paya sahip oldu. Küresel krizi hızla aşan Almanya, Avrupa’nın cari fazla veren en büyük ekonomisi olarak, Avrupa’yı yeniden tasarlama gücüne sahip aktörlerin başın- MART 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 31 da geliyor. Almanya İstatistik Ofisi’nin (Destatis) verilerine göre, gayrisafi yurtiçi hâsılası (GSYH) Temmuz-Eylül dönemini kapsayan üçüncü çeyrekte bir önceki çeyreğe göre %0,5 oranında büyüme gösterdi. Ülke ekonomisinin söz konusu dönemde büyümesinde hane halkı tüketim harcamalarındaki artış etkili oldu. Almanya’nın GSYH’si üçüncü çeyrekte geçen yılın aynı dönemine göre ise %2,6 artış kaydetti. Ekonomistler, Almanya ekonomisinin, Euro Bölgesi’ndeki borç krizi nedeniyle yılın dördüncü çeyreğinde daralacağını tahmin ediyor. Bu dönemde Almanya %0,5 ve Fransa %0,4 oranında büyüyerek ortalamanın üzerinde bir performans sergiledi. Buna karşılık Yunanistan’da ise ekonomi %5,2 gerileme gösterdi. Elde edilen bu büyüme 32 STRATEJİK DÜŞÜNCE | MART 2012 rakamları yıllık hesap edildiğinde, AB’nin ortalama büyüme hızı %1,4 oldu. Almanya %2,5, Fransa’da da %1,6 oranında büyüdü. Euro Bölgesi’nde Enflasyon ve İşsizlik Euro Bölgesi’nde enflasyon 2011 sonu itibariyle ciddi bir artış göstererek %3’e çıktı. Euro Bölgesi’nde Merkez Bankası’nın enflasyon hedefi %2 iken yıllık enflasyon yılın üçüncü çeyreğinde %2,5 olmuştu. Avrupa Merkez Bankası yükselen fiyatlarla mücadele amacıyla faiz oranlarını geçen Temmuz’da %1,25’ten, %1,5’e çıkarmıştı. Bu durum fiyatlardaki hızlı artış da faizlerin düşürülmesi ya da borç krizinden çıkış yollarından biri olarak sunulan para basılması olasılıklarını azaltıyor. Eurostat’a göre Euro Bölgesi’nde işsizlik oranı ise %10’da durağan kaldı. Avrupa’da işsizliğin en fazla olduğu ülke olan İspanya’da işsizlik oranı biraz artarak %21,2’ye, gençlerde işsizlik %46,2’ye çıktı. Ancak Euro Bölgesi genelinde 25 yaş altı işsizlik oranı az da olsa düştü ve %20,4 oldu. 2011 sonu itibariyle İtalya durgunluğa girmiş gibi gözükmektedir. Ayrıca, İtalya’nın 10 yıllık devlet tahvillerinin faiz oranı %6.68’e yükseldi. Yüksek oranlar İtalya’nın faiz yükünü artırarak ülkenin borçlarını aksatmaya itebilir. Eğer İtalya’da faiz oranları yükselirse bu ellerinde olan tahvillerin değerini düşürür. Yaklaşık %7’lik bir oran herhangi bir ülkenin uluslararası kurtarma planına başvurmasını gerektiren oran sınırı oluyor. Bu sınırı geçen Yunanistan, borçlusu İtalya, İspanya, Belçika borçlarını ödeyemez duruma gelirlerse Avrupa Para Birliği sürdürülemez hale geldiği için dağılabilir. 2007-2008’de ABD ile birlikte, finans krizini en derinden yaşayan İngiltere, Euro krizinin dışında olmaktan memnun görünmektedir. Fakat İngiltere, küresel kriz ile baş etmeye çalışırken yaşadığı daralma ile ortaya çıkan bütçe açıkları ve borç yükünü düşürmeye de çalışmaktadır. İrlanda ve Portekiz kurtarma planı istemek zorunda kalmıştı. O seviyede borçlanmak İtalya’nın ve diğerlerinin borçlarını ödemek için yeni fonlar oluşturmasını güçleştiriyor. 6 Kasım 2011 günü Yunanistan Parlamentosu, Avrupa Birliği ve IMF’den gelecek 179 milyar dolarlık bir yardımla ilerleme kararı aldı. Ülkenin ulusal borç dertlerine karşı cankurtaran görevi görecek bu yardım, devlet harcamalarında büyük kesintiler yapılması karşılığında verildi. Pek çok ekonomist, İtalya’da 8 Kasım 2011 günü parlamentonun mevcut borç krizini aşmak için Avrupa Birliği tarafından talep edilen kemer sıkma politikalarını onaylamasının ardından, Yunanistan’da da borç sürecini yürütecek bir geçiş hükümetinin atanması durumunda ve halk yardım paketine ret oyu verdiği takdirde bu sonucun Yunanistan’ın iflası olacağına dair endişelerini dile getirmektedirler. Yunanistan’ın Euro Bölgesi’nden çıkarılmasının gündeme gelmesi, borçlar ve olası bir durgunluğa dair endişeler, Avrupa Merkez Bankası’nın gösterge faiz oranını %1.25 düzeyine indirmesine yol açtı. Euro Bölgesi’nde Borç Yükü Euro Bölgesi’nde yer alan Portekiz, İrlanda, İtalya ve İspanya hatta Belçika yüksek kamu borç yükü ve bütçe açığı problemlerini çözebilmek için hala yardım bekliyorlar. Bunun en çarpıcı örneği bu ülkelere, IMF, AB ve AB Merkez Bankası’nın koşulsuz olarak sırasıyla 229 milyar Euro, 83 milyar Euro ve 35 milyar Euro aktarmasıdır. IMF Yunanistan, Portekiz ve İrlanda’dan borçlarını ödemeleri için “faiz dışı fazla” ayırmasını istemiyor. Sadece aşırı lüks harcamalarını kısmalarını öneriyor. İlerde Portekiz, Yunanistan, İrlanda hatta muhtemel IMF Euro Bölgesi’nden bakıldığında birliğin ortak para birimini sürdürülebilir kılmak için daha fazla siyasal bütünleşme, vergi, maliye ve bütçe politikası gibi alanlarda daha fazla uyum ve bütünleşme sağlaması gerekmektedir. Son ekonomik kriz Euro Bölgesi’nin sorunlu kurumsal yapısını açıkça ortaya çıkarmıştır. Türkiye ise 2011’in ilk altı ayında ortalama %10,2 oranında büyüdü. Türkiye’nin yılsonunda büyüme hızının %7,5 olacağı tahmin ediliyor. Eğer tahminler tutarsa 2011’de Türkiye, Avrupa’dan 5 kat daha hızlı büyüyecek. İşte bu nedenle Türkiye’nin gelişmesi ve ihracat yapabilmesi için kendisi gibi hızlı büyüyen örneğin Asya-Pasifik ülkeleri gibi yeni pazarlara ihtiyacı var. Türkiye’nin acilen yeni bir dış ticaret stratejisi belirlemesinde fayda var. Aksi takdirde Avrupa’da yaşanacak uzun süreli durgunluk bizim büyümemizi ve 2023 hedeflerine ulaşmamızı engeller. SDE Ekonomi Programı Koordinatörü, Doç. Dr.* MART 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 33 Kemer Sıkma ve Büyüme İkileminde AB 2009 yılının sonundan itibaren küresel ekonomide iyileşme sürecine girilmiş olmasına rağmen, özellikle gelişmiş ülkelerin istihdam piyasalarında canlanmanın başlamadığı gözlemlenmiştir. Üstelik 2012 yılında küresel ekonominin yeni bir durgunluk dönemine gireceğine yönelik tahminler, küresel istihdam piyasasındaki durumun daha da kötüleşebileceğine işaret etmektedir 34 STRATEJİK DÜŞÜNCE | MART 2012 K üresel ekonomik kriz, ticaret ve finans kanalları aracılığıyla yayılma etkisi göstererek, gelişmiş ekonomiler ile yükselen ve gelişmekte olan ekonomilerde resesyona neden olmuş ve işsizlik oranları hızla artmıştır. 2009 yılının sonundan itibaren küresel ekonomide iyileşme sürecine girilmiş olmasına rağmen, özellikle gelişmiş ülkelerin istihdam piyasalarında canlanmanın başlamadığı gözlemlenmiştir. Üstelik 2012 yılında küresel ekonominin yeni bir durgunluk dönemine gireceğine yönelik tahminler, küresel istihdam piyasasındaki durumun daha da kötüleşebileceğine işaret etmektedir. Zira, Birleşmiş Milletler’in (BM) ve Uluslararası Para Fonu’nun (IMF) tahminleri uyarınca; küresel ekonomik krizin etkisinden kurtulmaya çalışan dünya ekonomisi, işsizlik sorunu ile etkili mücadele Dilek YİĞİT* edilmemesi, Avro alanında yaşanan borç krizi ve mali sektörün kırılgan yapısı nedeniyle yeni bir durgunluk dönemine doğru ilerlemektedir. Ayrıca, küresel ekonomik kriz sonucu uygulanan kemer sıkma politikaları daha fazla büyüme ve istihdam beklentilerini zayıflatmaktadır. 1 Grafik 1’de, Uluslararası Para Fonu tahminlerine göre gelişmiş ekonomiler ile yükselen ve gelişmekte olan ekonomilerde büyüme oranları gösterilmektedir. Anılan grafikte, gelişmiş ekonomilerin, gelişen ve yükselen ekonomilere kıyasla küresel ekonomik krizden daha fazla etkilenmekte olduğu görülmektedir. Grafik 2’de ise, farklı senaryolar uyarınca Dünya Gayri Safi Hasılası’ndaki (World Gross Product GRAFİK 1 fazla artarak 2011 yılı itibarıyla 74.8 milyona ulaşmıştır. 2012 yılında dünya çapında işsiz sayısının 200 milyonu aşacağı tahmin edilmektedir. 3 Uluslararası Çalışma Örgütü’nün “World of Work Report 2011” başlıklı raporuna göre, küresel ekonomik kriz öncesi istihdam oranlarının yakalanabilmesi için, iki yıl içinde yaklaşık 80 milyon yeni işin yaratılması gerekmektedir. Ancak ekonomik faaliyetlerdeki yavaşlama dikkate alındığında, dünya ekonomisinin gerekli yeni iş sayısının sadece yarısını yaratabileceği Kaynak: Outlook, International Monetary Fund, 24 January Kaynak:World World Economic Economic Outlook, International Monetary Fund, 24 January 2012. 201 tahmin edilmektedir. Gelişmiş ülkelerdeki istihdam oranının, 2016 yılından evvel kriz öncesi seviyesiWGP) değişim gösterilmektedir. nomik resesyon, istihdam piyasası- ni yakalaması beklenmemektedir.4 Grafik 2’de görüldüğü üzere, an- nı olumsuz etkilemiştir. Kriz öncesi cak iyimser senaryo kapsamında, % 5.5 olan küresel işsizlik oranı, Dünya ekonomisinin genelinde dünya ekonomisinin kriz öncesi 2009 yılında %6.2’ye çıkmış; ge- olduğu gibi, küresel ekonomik büyüme oranını 2013 yılında ya- lişmiş ekonomilerde işsizlik oranı kriz Avrupa Birliği’nde (AB) de eko2 kalayabileceği öngörülmektedir; aynı yıl % 8.3’e ulaşmıştır. 2011 nomik resesyona sebep olurken, ancak iyimser senaryonun gerçek- yılı itibarıyla dünya çapında 197 ekonomik faaliyetlerin azalmasıyla milyondan fazla işsiz bulunmakta- AB’nin tümünde ve Avro alanında çiliği tartışılmaktadır. dır. 15-24 yaş grubunda işsiz sayı- işsizlik oranlarının hızla yükselmeKüresel krizin neden olduğu eko- sı 2007’den itibaren 4 milyondan sine neden olmuştur. GRAFİK 2 Kaynak: World Economic Situation and Prospects 2012, United Nations. MART 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 35 AB (27) Büyüme Oranı-bir önceki yıla göre yüzde değişim (Real GRAFİK 3 GDP growth rate – volume, Percentage change on previous year) Kaynak: eurostat, Real GDP growth rate – volume, Percentage change on previous year Grafik 3’de 2000 yılından itibaren, AB’nin Gayri Safi İç Hasılası’nda5 artış oranlarındaki değişim ile 2011 ve 2012 yılları için tahmini büyüme oranları gösterilmektedir. Grafik 3’de görüldüğü gibi, 2008 yılında AB’nin tümünde bir önceki yıla göre % 0.3 olan Gayri Safi İç Hasıla artışı, krizden hemen sonra 2009 yılında eksi değerlere düşmüş, 2010 yılında ise % 2 oranında bir büyüme gerçekleşmiştir. Ancak, 2011 ve 2012 yılına ilişkin tahminler, ekonomik büyümenin 2010 yılında yakalanan % 2’nin altında kalacağına işaret etmektedir. Özellikle Avro alanı ekonomilerinin 2012 yılı içinde resesyona gireceği ve bu durumun Avro alanına dahil olmasalar da, Avro alanı ekonomileri ile sıkı ticari ilişkiler ve mali bağlantıları olan Orta ve Doğu Avrupa ülkelerini de etkileyeceği tahmin edilmektedir. Küresel ekonomik krizi takiben Avro alanındaki borç krizi ile mücadele etmeye çalışan AB’de istihdam piyasasındaki durum kötüleşmeye devam etmektedir. Aralık 2010’da % 9.5 olan AB’nin tümün- Avro alanında (AB 17) ve AB’nin tümünde (AB 27) işsizlik oranları GRAFİK 4 deki (AB 27) işsizlik oranı, Aralık 2011’de % 9.9’a yükselmiştir. Aralık 2010’da % 10 olan Avro alanında (AB 17) işsizlik oranı ise Aralık 2011 tarihi itibarıyla % 10.4’e yükselmiştir. Gençler arasında işsizlik oranı ise Aralık 2010 itibarıyla AB’nin tümünde % 21, Avro alanında % 20.6 iken, Aralık 2011’de anılan oranlar Avro alanında %21.3’e, AB’nin tümünde %22.1’e yükselmiştir. Hatta gençler arasında işsizlik oranları İspanya, İrlanda ve Yunanistan’da krizin etkisiyle iki katına çıkarken, İspanya’da bu oran % 48.7’ye, Yunanistan’da % 47.2’ye ulaşmıştır.6 Eurostat’ın Ocak 2012’de açıkladığı tahminlerine göre, 16.469 milyonu Avro alanında olmak üzere AB’nin tümünde 23.816 milyon kişi işsizdir. 7 AB’de artan işsizlik nedeniyle, 30 Ocak 2012 tarihinde gerçekleştirilen Zirve’de, Mali Antlaşmanın yanı sıra Birlik içindeki işsizlik sorunu başlıca gündem konuları arasında yer almıştır. Zirve toplantısı sonrası AB liderleri tarafından yapılan açıklamada;8 ekonomik büyümedeki gelişmelere rağmen, işsizlik oranların düşmediğinin altı çizilerek, işsizlik ile mücadele için istihdam piyasalarında reform yapılması gibi somut adımların atılması gerektiği belirtilmiştir. Açıklamada, üye devletler tarafından istihdamın, eğitimin ve becerilerin artırılması için kapsamlı girişimlerin başlatılması gerektiği ifade edilirken, üye devletlerin girişimlerinin Birlik tarafından destekleneceği belirtilmektedir. Dolayısıyla AB’de işsizlik sorunu ile mücadele için hem ulusal hem de uluslararası düzeyde önlemlerin alınması planlanmaktadır. İşsizlik sorunu ile mücadele edilmesi için üye devletlerin ulusal düzeyde alacakları önlemlere destek verilmesi amacıyla, AB tarafından aşağıda sıralanan önlemlerin alınması öngörülmektedir. Kaynak: Euro area unemployment rate at 10.4%, eurostat newsrelease, 31 January 2012 36 STRATEJİK DÜŞÜNCE | MART 2012 AB fonlarının, gençlerin işgücü piyasasına girmelerine destek amacıyla kullanılması için, gençler arasında işsizlik oranlarının en yüksek olduğu üye devletler ile işbirliği yapılması, Leonardo da Vinci programı kapsamında öğrencilerin hareketliliğinin artırılması, Genç işadamları ve girişimcileri desteklemeye ve çıraklık eğitim programları oluşturmaya yönelik girişimlere Avrupa Sosyal Fonu aracılığıyla destek verilmesi, Mesleki niteliklerin karşılıklı tanınmasına ilişkin Birlik kurallarını gözden geçirmek suretiyle, sınır-ötesi işgücü hareketliliğinin artırılması Ocak ayında gerçekleştirilen Zirve toplantısında, Avrupalı liderler istihdam yaratılması için sürdürülebilir büyümenin şart olduğunu belirtmişlerdir; bu durum AB’nin kemer sıkma politikasından büyüme odaklı ekonomi politikalarına yönelmekte olduğunun işareti olarak değerlendirilebilir mi? Zirve toplantısında işsizlik sorununa özellikle vurgu yapılması, Avrupa ekonomisinin iyileşme sürecinin nasıl gerçekleştirilmesi gerektiği üzerine sürdürülmekte olan tartışmaları yoğunlaştırmıştır. Zira işsizlik sorununun sadece ekonomik büyüme ile çözülebileceğini ve artan kamu borcunun başlıca nedeninin de ekonomik büyümenin gerçekleşmemesi olduğunu savunanlar, ekonomi politikalarının ilk önceliğinin ekonomik büyüme olması gerektiğini ileri sürmektedir. Uluslararası Çalışma Örgütü de, AB ekonomileri dahil gelişmiş ekonomilerde, krizin etkisiyle kemer sıkma poli1. 2. 3. 4. 5. 6. 7. 8. 9. 10. 11. 12. 13. tikalarına yönelişin ve kamu harcamalarında yapılan kesintilerin istihdam piyasasındaki sorunları artırma riski taşıdığının altını çizmektedir. 9 Ancak kemer sıkma politikalarını savunanlar ise, kamu borcunun ekonomik büyüme üzerine olumsuz etkilerinin ve piyasada güveni zayıflattığının altını çizerek, ekonomik iyileşme için öncelikli olarak borç sorunlarının çözümlenmesi gerektiğini ileri sürmektedir. AB’de Sağlıklı ve Zayıf Ekonomi Ayrımı Dolayısıyla, artan işsizlik oranları da dikkate alınırsa, AB üyelerinin kemer sıkma politikası ile büyüme odaklı ekonomi politikaları arasında bir ikilem içinde bulundukları görülmektedir. Uluslararası Para Fonu tarafından, kemer sıkma politikaları ile büyüme odaklı ekonomi politikaları arasında ikilem yaşayan Birlik üye devletleri arasında “zayıf” ve “sağlıklı” ekonomi ayrımına gidilerek, İtalya ve İspanya gibi “zayıf” ekonomilerde aşırı kemer sıkma önlemlerinden kaçınılması gerektiği belirtilmiştir.10 Zira, tarihsel analizlerde, mali kriz sonrası başvurulan mali konsolidasyonun daha az başarılı olma eğilimi gösterdiği anlaşılmaktadır. Uluslararası Para Fonu’nun çalışmalarında da, kemer sıkma politikalarının kısa vadeli olumsuz etkilerinin mevcut koşullarda daha şiddetli olabileceği ifade edilmektedir.11 Mevcut ekonomik koşullarda, kemer sıkma ve ekonomik büyüme ikilemine karşı Birliğin tutumu ne yönde olacaktır? Avrupa Komisyonu, Kasım 2011 tarihinde açıkladığı Yıllık Büyüme Değerlendirmesi’nde, üye devletlerin ekonomik durumlarındaki farklılıklar nedeniyle, ülkelere özgü ekonomik ve mali riskler dikkate alınarak, ortak bir çerçeve altında farklı stratejilerin uygulanmasının uygun olacağını ifade etmiştir.12 Bu ifadeden, Uluslararası Para Fonu’nun tavsiyesinde olduğu gibi, üye devletlerin mevcut ekonomik koşullarının gerektirdiği şekilde kemer sıkma ya da büyüme odaklı ekonomi politikalarından birine öncelik tanıyabilecekleri sonucu çıkarılabilmektedir. Komisyon Başkanı Barroso ise, Zirve toplantısının ardından yaptığı açıklamada, kriz ile mücadelede mali konsolidasyonun gerekli olduğunu, aksi takdirde kalıcı bir ekonomik iyileşmenin gerçekleşemeyeceğini, ancak mali konsolidasyonun önemine yapılan vurgudan, mali konsolidasyonun büyümeye tercih edildiği sonucunun çıkarılmaması gerektiğini belirtmiştir. Barroso, ayrıca, AB’de gençlerin neredeyse dörtte birinin işsiz olmasının kabul edilemez olduğunun altını çizerek, işsizlik ile mücadele için, Komisyon, üye devletler ve ulusal paydaşlar arasında “ortak eylem grubu” oluşturulması önerisinde bulunacağını açıklamıştır.13 Dolayısıyla, AB’nin, kemer sıkma politikaları ve ekonomik büyümenin sağlanması ile istihdamın artırılmasına yönelik politikalar arasında denge arayışında olduğu gözlemlenmektedir. Hazine Müsteşarlığı, Dr.* United Nations, World Economic Situation and Prospects 2012 International Labour Office, Global Employment Trends 2012: Preventing a deeper jobs crisis, Geneva, 2012 A.g.e. International Labour Organization, World of Work Report 2011: Making markets work for jobs, Geneva, 2011 AB’nin tümü için kullanılan “EU(27) Gross Domestic Product- GDP” kavramının, AB “devlet” niteliğini haiz olmadığından “Gayri Safi Yurtiçi Hasıla” olarak değil, “Gayri Safi İç Hasıla” olarak tercüme edilmesinin daha uygun olacağı düşüncesiyle, yazıda AB (27) için “Gayri Safi İç Hasıla” kavramı kullanılmıştır. Euro area unemployment rate at 10.4%, eurostat newsrelease, 31 January 2012 A.g.e. Statement of the Members of the European Council, 30 January 2012, Brussels. International Labour Office, Global Employment Trends 2012... Europe’s big division:growth vs. austerity:IMF shift focus, says extreme cuts hurt the economy, The Boston Globe, 25 January 2012, www.bostonglobe.com Cambridge Journal of Economics, Special Issue on Austerity: Making the Same Mistake Again?, www.oxfordjournals.org European Commission, Communication fron the Commission:Annual Growth Survey 2012, Brussels, 23.11.2011. European Commission President Jose Manuel Barroso, Informal European Council, 30 January 2012. MART 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 37 Brüksel Mızıkacıları Avrupa’dan her geçen gün kötü haberler gelmeye devam ediyor. Alınan bütün önlemlere rağmen, ekonomik kriz Avrupa’yı adım adım çöküşe sürüklemekte. Geçtiğimiz haftalarda kredi derecelendirme kuruluşlarından S&P, Fransa ve Avusturya dâhil olmak üzere Avrupa Birliği’nin dokuz üyesinin ve hatta Avrupa Finansal İstikrar Fonu’nun (EFSF) kredi notlarını düşürdü. Almanya şimdilik not indiriminden yırtmış gibi. 38 STRATEJİK DÜŞÜNCE | MART 2012 Y unanistan ile başlayan ekonomik kriz Avrupa’da evrilerek devam ediyor. Avrupa Birliği (AB) üyeleri ve kurumları ise, krizi bertaraf etmek için alınacak ciddi önlemler konusunda uzlaşamadıkları için palyatif çözümlerle zaman kazanmaya çalışmaktadırlar. AB, krizin ekonomik mi, yoksa siyasi mi, yoksa ikisinin birleşimi mi olduğu konusunda bir karar verebilmiş değil ve dolayısıyla tüm taraflar böylesi bir teşhis üzerinde henüz anlaşabilmiş değil. Avrupa’dan her geçen gün kötü haberler gelmeye devam ediyor. Alınan bütün önlemlere rağmen, ekonomik kriz Avrupa’yı adım adım çöküşe sürüklemekte. Geçtiğimiz haftalarda kredi derecelendirme kuruluşlarından S&P, Fransa ve Avusturya dâhil olmak üzere Avrupa Birliği’nin 9 üyesinin ve Muhsin KAR* hatta Avrupa Finansal İstikrar Fonu’nun (EFSF) (European Financial Stability Facility) kredi notlarını düşürdü. Almanya şimdilik not indiriminden yırtmış gibi. Ancak böyle devam ederse not indirimleri Almanya’yı da içine alacak şekilde daha uzun süre devam edecek gibi. 130 milyar Avroluk (yaklaşık 170 milyar dolar) ikinci kurtarma paketini büyük bir kamuoyu baskısı altında imzalayan komşumuz Yunanistan yangın yerine dönmüş durumda. Avro Grubu maliye bakanları da bu paketi ek önlemlerle desteklemeyi kabul etti. Ancak Avrupa’da kriz hala devam edecek gibi. Nitekim yakın gelecekte İrlanda içinde yeni bir ek kurtarma paketinin gerekli olacağı piyasalara fısıldanmaya başladı bile. Benzer ek kurtarma paketlerinin Portekiz ve İspanya için de istenmeyeceğini kimse garanti edemez. Her kafadan bir sesin çıktığı, yüksek sesle konuşanın haklı olacağını sandığı, kimsenin kimseyi dinlemediği ve herkesin birbirine şüphe ile baktığı bir ortam var. Ortada bir çeşit “Avrupa’dan Sesler Korosu” var: Brüksel Mızıkacıları. AB ise, hantal yapısı ile olayları ancak geriden takip ediyor. İçinde bulunduğu vahametin boyutunun farkında değil. Örneğin, önceleri Yunanistan’ı kendi haline bırakmayı tercih etti. Alman ve Fransız bankalarının Yunanistan’a borç verenlerin başını çekenler olduğu anlaşılınca, kurtarma gündeme geldi. Tabi bu arada uzun bir süre geçti ve daralan Yunan ekonomisinin borçluluğu daha da arttı. Bu arada İrlanda’da, Amerika’ya benzer, emlak balonu patladı ve bu bankacılık krizine dönüştü. Ardından Portekiz ve İspanya’nın durumunun iyi olmadığı gün yüzüne çıkmaya başladı. Derken AB’nin en büyük ekonomilerinden biri olan İtalya’nın borçluluk oranlarının arttığı ve buna bağlı olarak ta borçlanma faizlerinin yükseldiği görüldü. Almanya’nın borçlanma faizleri ile İtalya’nın borçlanma faizleri arasındaki makas açılmaya başladı. Aynı durum önümüzdeki günlerde kredi notları düşen ülkelerde de risklilikleri oranında görülecek. Bu durum, kredi notu indiriminden şimdilik kurtulan Almanya üzerinde de ilerleyen aylarda baskı oluşturacağı bir gerçektir. Bu gelişmeler, AB’nin ve Avro Bölgesi’nin geleceğini tehdit etmeye başlayan krizden nasıl çıkılabileceği tartışmalarını da beraberinde getirdi. Tartışma Yunanistan’ın kurtarılıp kurtarılmayacağı ile başladı. Almanya, Yunanistan’ın doğrudan desteklenmesine “ahlaki tehlike” yaratacağı için karşı çıktı. Ama krizin kendini de etkileyeceğini anlayınca oluşturulan Avrupa Finansal İstikrar Fonu üzerinden desteklemeye karar verdi. Benzer bir kurtarma paketi İrlanda ve Portekiz içinde benimsendi. Bu kurtarma planlarına Almanya’nın ısrarı üzerine IMF’de katıldı. Kurtarma fonundaki kredi limitleri, IMF’in izleme ve değerlendirme raporlarının ardından serbest bırakılmaya başlandı. Buraya kadar her şey normal gibi gözükmektedir. Ancak kriz İtalya ve İspanya’ya yayılınca Finansal İstikrar Fonu’nun kaynaklarının yetmeyeceği de görülünce etekler tutuşmaya başlandı. Yaşlı Kıtanın Sorunu Kriz derinleştikçe ve yayıldıkça, AB üyesi ülkeler sıklıkla bir araya gelmeye başladılar. Ancak yapılan her toplantıda alınan önlemler, piyasalar tarafından “çok küçük ve çok geç (too little too late)” olarak algılandı. AB, hem krizin büyüklüğünü ve derinliğini anlamakta geç kalıyordu hem de alınan önlemler piyasalar tarafından “derde deva sadra şifa” olmaktan uzak olarak algılanmaktaydı. Tek bir para politikasına karşın, 17 farklı maliye politikasının uygulandığı karmaşık yapının koordine edilmesinin ve bu heterojenliğin yönetilmesinin kolay olmadığı açıktı. Buna rağmen, gözler 9 Aralık 2011’de yapılan Devlet ve Hükümet Başkanları Toplantısı’na çevrildi. Şimdilik toplantıdan bir fire (İngiltere) ile çıkılmış gözüküyor. Ancak Birliğin ve Avro Bölgesi’nin geleceğinin “daha derin bir mali (fiscal) entegrasyon” ile aşılabileceğine ilişkin tartışmalar sürmekte. Burada asıl korkulan, “kurtarılamayacak kadar büyük” olan İtalyan ekonomisinin batması. Bu noktada Avrupa Merkez Bankası’nın İtalyan hazine bonolarını almaması, borçlanma faizlerinin artması yönünde baskı kurması ve hatta Berlusconi’nin koltuğunu bırakmasına neden olduğunu unutmamak gerekir. Avrupa Merkez Bankası, politik bir aktör haline MART 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 39 dönüşerek, Birliğin geleceğini aktif olarak şekillendirmekte. Banka, Almanya gibi mali disiplini ve daha da ilerisi için mali birliği dillendirmekten kaçınmıyor. Bu bağlamda, Yunanistan’a da eski Başkan Yardımcılarından (Lucas Papademos) birinin Başbakan olarak atanması tesadüf olmasa gerekir. IMF’nin Yeni Rolü Gelişmekte olan bir ülke krize girdiğinde kurtarmanın yolu belliydi. Piyasalardan borçlanamayan ülke, IMF’nin kapısını çalar ve yapılan anlaşma gereği IMF, “en son borç verme mercii (lender of last resort)” olarak işlev görürdü. Verdiği borçların karşılığında yapılacak reformları da adım adım izler ve kredi limitlerini ona göre bırakırdı. Bu durum, çoğu zaman, davul ülkenin boynunda ve çomak ise IMF’nin elinde yorumlarına neden olurdu. Asya krizini öngöremeyişi (1997), kendisinin desteklediği programı uygularken Türkiye’yi (2001) krize sürüklemesiyle ve Arjantin (2002) krizindeki rolüyle karizmayı iyice çizdiren IMF, krizdeki AB üyelerinin kurtarılmasında da devreye girdi. Almanya’nın mali disiplin konusundaki hassasiyeti ile şekillenen kurtarma paketlerini uygulamak IMF için zor olmasa gerek. Ne de olsa IMF bildiği işi yapıyor. Kemer sıkma programı uygulamak IMF’in en iyi bildiği bir şey. Ancak durum bu defa çok farklı. IMF ilk defa gelişmiş ülkelerin yardımına koşuyor ve bu ülkeleri kurtaracak bir fona da sahip değil. Amerika ısrarla fona ekstradan para veremeyeceğini vurgulamakta. Tasarruf ve dış ticaret fazlası olan (Çin, Brazilya, Suudi Arabistan gibi) ülkelerin bu fona katkı da bulunması beklenmektedir. Bu yöndeki gayretler henüz çok zayıf. Öyle anlaşılıyor ki, pazarlıklar arka planda devam ediyor. Çin’in Avrupa piyasalarına imti40 STRATEJİK DÜŞÜNCE | MART 2012 yazlı olarak girmek ve piyasa ekonomisi statüsünün tanınmasını istediği ifade edilmektedir. Kriz derinleştikçe ve Ayrıca Almanya’nın ısrarı ve IMF’nin gözetiminde uygulanacak kurtarma paketlerinin, mevcut dengesizlikleri gidermek bir yana, krizi daha da derinleştirme riski söz konusudur. Krizdeki ülkelerin tekrar rekabetçiliklerini kazanarak büyüme trendine girmeleri mevcut kemer sıkma paketleri ile neredeyse imkânsız hale gelmektedir. Avro’dan dolayı devalüasyona gidemeyen krizdeki ülkelerin mevcut programlarla nasıl rekabetçi hale dönüşecekleri tam bir muammadır. Gerçi, IMF’in girdiği hemen her ülke zaten eninde sonunda zaten batmaktadır. Dolayısıyla, sonunda bir “IMF klasiği” görme olasılığı da yüksek. ülkeler sıklıkla bir araya Bu noktada sendikal ve örgütlenmelerin yüksek olduğu ve demokrasinin kurumsallaşmış olduğu bu ülkelerde kemer sıkma siyaseten zor olacak. Yunanistan ve İtalya’da başa getirilen teknokrat hükümetlere karşı gösteriler yavaş yavaş hızlanmaya başlamıştır. IMF ilk defa demokrasi standartları ve değerleri bu kadar yüksek bir bölgede kemer sıkma paketini desteklemeye çalışıyor. Ancak paketlerdeki uygulamalara karşı oluşacak toplumsal direncin hem programlarının başarısını hem de IMF’in geleceğini nasıl etkileyeceği belirsizliklerle dolu. Malum IMF programları askeri müdahaleler altında (Türkiye’nin 12 Eylül askeri darbesiyle serbest piyasa ekonomisine baskı altında geçmesi gibi) veya otoriteryen eğilimler gösteren ülkelerde daha kolaylıkla uygulanmaktadır. Sendikal hakların ve siyasal özgürlüklerin baskı altında olduğu yerlerde IMF politikalarına karşı direnç kanalları kontrol altında tutulabiliyor. Müzikalde Son Perde Avro Bölgesi’nin borç krizinin yayıldıkça, AB üyesi gelmeye başladılar. Ancak yapılan her toplantıda alınan önlemler, piyasalar tarafından “çok küçük ve çok geç” olarak algılandı. boyutu ve krizdeki ülkeleri kurtarma programlarının yönetişimi oldukça karmaşık ve çetrefillidir. Ancak, mevcut haliyle, davul, Yunanistan ile İtalya’nın boynunda ve Fransa’nın da bu gruba eşlik etmesi için basıklar artmakta; çomak, Almanya’nın elinde; zurna, Avrupa Merkez Bankası’nın dudağında. İngiltere ise, detone bir sesle “ben artık yokum!” diyen ve oyun bozanlık yapan çocuk psikolojisinde. Kenarda duran kredi derecelendirme kuruluşları ise, hemen her gün bir bankanın veya bir ülkenin notunu düşürerek bu çok sesli orkestraya (!) tempo tutmaktadır. Bu curcunaya ise, beş parasız 65’lik IMF, son bir hamleyle kuyruğu dik tutup şeflik yapmaya çalışıyor. Her kafadan bir sesin çıktığı, yüksek sesle konuşanın haklı olacağını sandığı, kimsenin kimseyi dinlemediği ve herkesin birbirine şüphe ile baktığı bir ortam var. Ortada bir çeşit “Avrupa’dan Sesler Korosu” var: Brüksel Mızıkacıları. Eğer Brüksel Mızıkacıları, akıllarını başına alıp bir an önce ve yeterli önlemler almazlarsa, tarihi Bremen Mızıkacıları’na rahmet okutturabilirler. SDE Ekonomi Uzmanı, Prof. Dr.* Avrupa ve İki Yanılsama Avrupa projesinin kurulmasında etkili olan faktörler bugün aynı şekilde geçerli değil. Yeni koşullara ve ihtiyaçlara göre yeniden tasarlanan bir kurumsal, siyasi ve sosyal yapıdan söz edilebilir. Küreselleşme sürecine bir cevap niteliği taşıyan ve buradan hareketle yeni bir yönetim ve yaşama biçimi ortaya koymaya çalışan Avrupa’da bunun ne ölçüde başarıldığı tartışılmaya devam ediyor. İ kinci Dünya Savaşı’nın ardından ortaya çıkan Avrupa bütünleşmesi fikri her ne kadar farklı perspektiflerden beslense de genel geçer itibarıyla kabul gören bir projeye karşılık geldi. İngiltere Başbakanı Churchill’in Avrupa vizyonu ve gerekçeleri ile Fransa Dışişleri Bakanı Schuman’ınkinin veya Almanya Başbakanı Adenauer’inkinin benzer olduğunu söylemek pek mümkün değil. Ancak yaklaşımlar arasındaki ortak nokta Avrupa’da yeniden ekonomik ve siyasi istikrarsızlıklarla karşılaşılmaması ve bu sayede savaş ihtimallerinin bertaraf edilmesi olarak ifade edilebilir. Buradan hareketle eskiye geri dönme korkusundan beslenen Avrupa projesinin, acıların yeniden yaşanmasını engellemeyi hedeflediği söylenebilir. Avrupa projesinin kurulmasında etkili olan faktörler bugün aynı şe- Zeynep SONGÜLEN İNANÇ* kilde geçerli değil. Yeni koşullara ve ihtiyaçlara göre yeniden tasarlanan bir kurumsal, siyasi ve sosyal yapıdan söz edilebilir. Küreselleşme sürecine bir cevap niteliği taşıyan ve buradan hareketle yeni bir yönetim ve yaşama biçimi ortaya koymaya çalışan Avrupa’da bunun ne ölçüde başarıldığı tartışılmaya devam ediyor. Sermayenin küreselleşmesine dayalı bu süreçte yeni bir sosyal ve siyasi model yaratma iddiasıyla hareket eden Avrupa’nın vaat ettikleri ile gerçekleştirdikleri arasındaki makasın açıldığı gözleniyor. Bu makasın açılması sonucunda baştaki korkuların yeni korkularla yer değiştirdiği ve istikrar sağlama çabasının bu yeni korkular üzerinden ortaya konulduğu bir dönemden geçiliyor. Buna göre yeni Avrupa modelinden söz etmek yerine eski modelin zorunluluklar temelinde sürdürüldüğü bir süreçten söz edilebilir. Zira kuruluş aşamasında MART 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 41 tasarlanan ve yeniden düşünülmesine ihtiyaç duyulan yapının zaafları ve eksikleri Avrupa sisteminin sorgulanmasını beraberinde getiriyor. Avrupa eski korkularını yeni korkularla değiş tokuş ederken “korku” nosyonu yeni içeriklerle tanımlanıyor. Geçmiş korkuların yerini bugün Müslümanlar, göçmenler ve yabancılar üzerinden tanımlanan korkuların aldığı görülüyor. Korku temelli sosyal yapının nefret ürettiği bu ortamda tespitlere ilişkin bir yanılsamadan bahsedilebilir. Nitekim Avrupa’nın siyasi ve sosyal alanlara ilişkin ortaya koyduğu gelecek perspektifinin hazırlanması aşamasında isabetsiz ve talihsiz saptamalardan yola çıkıldığı anlaşılıyor. Avrupa’da sosyal alanın düzenlenmesine ilişkin ilk yanılsama sosyal etkileşim süreçleri sonucunda sosyal bütünleşmenin sağlanacağına dair ön kabule dayanıyor. Halklar ve bireyler arasında ayrışma yeri- 42 STRATEJİK DÜŞÜNCE | MART 2012 ne ortaklaşmanın teşvik edilmesi amacıyla hazırlanan projelerin, Avrupa’daki karşılıklı tanıma ve tanınma süreçlerini hızlandıracağı ve bu suretle sosyal eklemlenmeye katkıda bulunacağı düşünüldü. Bu çerçevede birbirini daha yakından tanıyan ve anlayan bireylerin birbirlerine karşı önyargılardan, nefretten ve düşmanlıktan vazgeçeceği varsayıldı. Bunun ilk adımı olarak tarihsel düşmanlıkları bir tarafa bırakarak Fransızların ve Almanların yakınlaşmaları öngörüldü. Bunun devamında Avrupa çemberi genişledikçe karşılıklı sosyal etkileşim yoluyla Portekizli ile İsveçli, Yunan ile Letonyalı arasında etkin sosyal bağlar kurulacağı tahmin edildi. Böylelikle sosyal yakınsama süreçlerinin sosyal kaynaşmaya ön ayak olacağından yola çıkılarak eğitim, turizm gibi alanların harekete geçirilmesine çalışıldı. Ancak Finlerle İspanyollar beklendiği ölçüde ve derinlikte kaynaşamadı ve ulusal Genişleme politikası çerçevesinde Avrupa alanına dâhil olan yeni vatandaşların kabullenilmesinde yaşanan zorluklar beklenen sonuca ulaşılamayacağını gösterdi. Böylelikle Avrupa içerisinde hem ulusal hem ulusaltı düzeylerde kendi muhitinde yaşayan topluluklar ortaya çıktı. seviyede ayrışma süreçleri işledi. Ulus-altı seviyeye bakıldığında farklı etnik, dini, vb. özellikleri paylaşanların kendi alanlarında yaşadıkları bir gerçeklikle karşı karşıya kalındı. II. Dünya Savaşı ertesinde ekono- Avrupa projesinin temellerinden birini oluşturan sosyal bütünleşmeye ilişkin dile getirilen yanılsamaların aslında geçmişten beri var olan ve fakat baskı altında tutulan duygulardan ve düşüncelerden kaynaklandığı ileri sürülebilir. mik ve demografik gerekçelerle başlayan göç dalgası Avrupa’da farklı dini, etnik, vb. gibi toplulukların oluşmasında etkili oldu. Bu toplulukların farklılıklarından dolayı Avrupa’daki ötekiler haline gelmeleri etkileşim süreçleriyle sosyal bütünleşme arasındaki ilişkinin doğrusal olmadığını ortaya koydu. Ayrıca genişleme politikası çerçevesinde Avrupa alanına dâhil olan yeni vatandaşların kabullenilmesinde yaşanan zorluklar beklenen sonuca ulaşılamayacağını gösterdi. Böylelikle Avrupa içerisinde hem ulusal hem ulus-altı düzeylerde kendi muhitinde yaşayan topluluklar ortaya çıktı. Avrupa’daki sosyal etkileşim süreçlerinin sosyal bütünleşmeyle sonuçlanabileceği yolundaki fikrileri haksız çıkaran pek çok örnek bulunuyor. İlk örnek Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy ile Almanya Başbakanı Merkel arasındaki yakınlıktan verilebilir. Merkozy ikilisinin arasındaki yakınlığın eleştirilmesi, Fransız kamuoyunda Alman düşmanlığının yeniden uyandırılması endişesiyle karşılandı. Fransa’da bu tür bir yatkınlığın olmaması durumunda Alman düşmanlığının yeniden gündeme gelmesinin söz konusu olmayacağı öne sürülebilir. Bir başka örnek, Hollanda’daki ırkçı parti Özgürlük Partisi’nin lideri Geert Wilder’ın demeçlerine işaret ediyor. Kuran’ın yasaklanmasını ve başörtüsü takanlardan vergi alınmasını öneren Wilders’ın Müslüman, göçmen ve yabancı tanımlarını son derece geniş bir tabana dayandırdığı ve Avrupa vatandaşlarını da yabancı olarak sınıflandırdığı ortaya çıkıyor. Orta ve Doğu Avrupa’dan gelenleri ve özellikle Polonyalıları, Romenleri ve Bulgarları hedef alan bu yaklaşımın Avrupa Komisyonu tarafından eleştirilmesi üzerine Wilders, dışlayıcı ve ayrımcı söylemini tüm Avrupa düzeyine taşıyarak “Avrupa defolsun!” diye açıklamada bulundu. Kuzey Afrikalılarla, Uzakdoğulularla, Müslümanlarla yetinmeyen nefret söyleminin Avrupa’nın “bazı” vatandaşlarına yöneldiği anlaşılıyor. Avrupa’nın sosyal alanın düzenlenmesine ilişkin ikinci yanılsaması ekonomik referansların sosyal konularla ilişkisine dair ortaya çıkıyor. Avrupa’daki yaygın kanı refah seviyesinin artmasıyla doğru orantılı biçimde ayrımcı ve dışlayıcı bakış açılarının ve uygulamaların gerileyeceği yolundaydı. Zenginleşen ve hayat standardı yükselen bireylerin bu tür nefret odaklı yaklaşımlardan uzaklaşacakları, daha kapsayıcı ve içerici bir tutum sergileyecekleri ve siyasi tercihlerini bu yönde kullanacakları düşünülüyordu. Buradan hareketle dışlayıcılığın ve ayrımcılığın yoksulların işi olduğu varsayılıyordu. Oysa gelir düzeyinden bağımsız olarak bireylerin, korkudan kaynaklanan nefret temelli politikaları benimseyebilecekleri ortaya çıktı. Bunun en önemli göstergesi aşırı sağcı ve radikal siyasi partilerin Avrupa genelindeki ve özellikle Fransa’daki, Finlandiya’daki, Hollanda’daki ve Macaristan’daki yükselen grafikleri olarak belirti- lebilir. 1990’lı yıllarda seçim barajlarını geçmekte zorlanan ve oy oranlarındaki artışların sürpriz olarak karşılandığı bir ortamdan 2000’li yıllarda aşırı sağın ve radikalizmin meşruiyet zeminin genişlettiği bir gerçekliğe geçildi. Üstelik aşırı sağcı ve radikal partiler yalnızca hükümet ortağı haline gelmekle yetinmediler ve iktidar dengeleriyle oynamaya muktedir roller üstlendiler. Bu çerçevede aşırı sağcı ve radikal söylemlerin güç kazanması kendi başına bir soruna karşılık gelirken buna yeni bir sorun daha eklendi. Bu yeni sorun söz konusu söylemlerin merkez sağ ile bütünleşmesi ve aşırılıkçılığın ve radikalliğin merkezde yer bulması olarak işaret edilebilir. Bu noktada ırkçılık, İslam korkusu, yabancı düşmanlığı, göçmen karşıtlığı odaklı tavırların ekonomik unsurlardan bağımsız biçimde toplumun farklı katmanları tarafından benimsendiği saptanıyor. Avrupa projesinin temellerinden birini oluşturan sosyal bütünleşmeye ilişkin dile getirilen yanılsamaların aslında geçmişten beri var olan ve fakat baskı altında tutulan duygulardan ve düşüncelerden kaynaklandığı ileri sürülebilir. Buradan hareketle Avrupa’daki sosyal dokunun son derece manipüle edilebilir ve hassas dengelere dayandığı anlaşılıyor. Avrupa’da nefret, ırkçılık, ayrımcılık, vb. uygulamalara karşı önemli bir kurumsal ve hukuki altyapı sağlanmış olmasına rağmen toplumsal ve siyasi düzeylerde yetersiz bir çabayla karşılaşılıyor. Bu ortamda kozmopolit ve değer odaklı beklentiler, maalesef geleceği belirsiz bir zamana erteleniyor. SDE Uzmanı* MART 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 43 SD Haber Global Ekonomik Kriz ve Türkiye’ye Yansımaları Paneli SDE’de, Başbakan Yardımcısı Ali Babacan’ın katılımlarıyla “Global Ekonomik Kriz ve Türkiye’ye Yansımaları” konulu bir panel düzenlendi. Açılış konuşmasını Prof. Dr. Yasin Aktay’ın, sunumunu Prof. Dr. Muhsin Kar’ın ve Moderatörlüğünü Doç. Dr. Kıvılcım Metin Özcan’ın yaptığı Panelin konuşmacıları, IMF Türkiye Daimi Temsilcisi Mark Lewis, Merkez Bankası Başkan Yardımcısı Doç. Dr. Mehmet Yörükoğlu ve Yrd. Doç. Dr. Bedri Kamil Onur Taş oldu. 44 STRATEJİK DÜŞÜNCE | MART 2012 S DE Konferans Salonunda 10 Şubat 2012 tarihinde gerçekleşen panelin açılış konuşmasını SDE Başkanı Prof. Dr. Yasin Aktay yaptı. Aktay, “Bugün dünya bir ekonomik krizin içinden geçiyor. Bu kriz modern dünya tarihindeki diğer krizlerle karşılaştırılıyor ve değerlendirmeler yapılıyor. Ayrıca bütün krizler sadece ekonomik olarak değil toplumsal ve siyasal etkiler de oluşturabiliyor. Örneğin 1929 Krizi ortaya çıktığında liberalizmin bir krizi olarak adlandırıldı ve buna göre tedbirler alındı. Bazı rivayetlere göre bu ekonomik kriz İkinci Dünya Savaşı’nın ortaya çıkmasına neden olmuştur. Daha sonraki krizlerde toplumsal ve siyasal etkileri itibariyle bu şekilde değerlendirilebilir. Türkiye bütün bu krizlerden etkilenmiştir ve şu anda da teğet geçen mevcut krizin etkisindedir. Fakat bütün bu krizler bir yönüyle yarattığı ekonomik ve toplumsal değişim için bir fırsat alanı olarak ta görülebilir” dedi. SDE olarak bir süredir mevcut ekonomik krizle ilgilendiklerini dolayısıyla bu çerçevede bu panelin krizin gerçek boyutlarıyla kavranmasına vesile olmasını temenni ettiklerini belirten Aktay, sözü sunuş konuşması için SDE Ekonomi Programı Uzmanı Prof. Dr. Muhsin Kar’a bıraktı. Prof. Dr. Muhsin Kar, “Dünya ekonomisinin ciddi bir krize girdiği görülmektedir. Gelişmekte olan ülkeler bu dönemde küresel ekonominin motoru olmuşken gelişmiş ülkelerdeki sorunun devam etmesi krizin aşılmasını zorlaştırmaktadır. Gelişmiş ülkelerdeki ekonomik büyümenin daralması risklerin daha da artmasına neden olmaktadır. Bu durum ancak koordineli eylemlerle aşılabilir. Ayrıca krizin aşılması için sadece G-7 ülkeleri değil G-20 ülke- sa ve Almanya Maastricht kuralını bir kere bozunca sonrasında kimse uymadı. AB’de güven ortamı o kadar sarsılmış ki 25 ülkenin liderleri çıkıp biz bu işi yapacağız dediğinde piyasalarda herhangi bir değişiklik olmuyor. Güven zor kazanılır ancak sarsılması çok çabuk oluyor. Yunanistan’da yıllardır ne olup bittiğini herkes biliyordu ama problemlerin üzerine gitmeyince bu hale geldi.” “Bizim dört yılda yaptığımızı hiçbir AB ülkesi yapamaz. Türkiye’de bankacılık alanında görülen herhangi bir risk merkez bankası tarafından bankalara iletiliyor. Sağolsun onlar da bu uyarıları dikkate alıyor. Özellikle 2001 Krizi sonrası banka sektörü bunları daha çok dikkate almaktadır. Bu krizde tek bir bankaya kredi verme gereği duymadık. Türkiye bu konuda istisnadır.” lerinin kararları da önemlidir. Ancak bu ülkelerin ana konular üzerinde belli bir mutabakata varamamaları sıkıntıya yol açıyor” diyerek başladığı konuşmasında, küresel yavaşlamanın ekonomik düzeni sarstığını ifade etti. Küresel krizin aşılabilmesi için “daha demokratik ve katılımcı bir düzen için çaba harcanması önem kazanmaktadır” ifadesini kullanan Kar sözlerini şöyle sonlandırdı: “Cumhuriyet tarihimizin en büyük krizinde görev yapmış olan Bakanımızın görüşleri bizim için önemlidir.” “ABD Türkiye Gibi Yapsa Kriz Yaşamazdı” Kar’dan sonra kürsüye gelen Başbakan Yardımcısı Ali Babacan konuşmasında şunları söyledi: “Dünyanın 2008 yılından itibaren yaşadığı kriz değişerek devam etmektedir. Bu krizin nedenleri çok konuşuldu ancak kriz öncesine bakıldığında tedbirlerin alınmaması önemli nedenlerden biridir. Burada iki önemli problem var biri bankacılık sektörü diğeri de kamu maliyesi. 2003 ve 2004 yıllarında bankaların kredi hacimlerinin hızlı bir şekilde arttığı ve kamu borçlarının arttığı yıllardır. Bankaların alabildiğine kredi hacmini genişlettiği dönemde sub-prime krizin tetikleyicisi oldu.” “Türkiye’nin bu konudaki en önemli tedbiri, problem çıkmadan müdahale etmesi oldu. Yeni bir bankacılık yasası çıkardık. Yasal düzenlemeler yaptık. Eğer ABD bizim gibi davransaydı kriz bu aşamaya gelmezdi. ABD’nin bastığı paralar hala rezerv olarak görüldüğünden ABD’nin durumu henüz tetikleyici olmamıştır. 2014 sonuna kadar ABD bastığı paraları çekmeyeceğini belirtmiştir. Eğer ABD krizin genişlemesini istemiyorsa 2014’te ciddi bir tedbir alması gerekir. G-20 üyesi olarak bunu söylemek bizim doğal hakkımızdır.” “AB’de problemler daha acil. Fran- “Bizim için istikrar her şeyin başı. Eğer istikrar adına o ülkede hiçbir şeyden korkmadan çalışılıyorsa ondan korkmayınız. Önümüzdeki dönemde yapısal reformlar yapacağız. AB’nin düştüğü tuzaklara düşmeyeceğiz.” Babacan yapılacak reform alanlarını şu şekilde sıraladı: - Çalışanların haklarını koruyacak ve dengeleri dikkate alacak şekilde reformlar - İstanbul’un finans merkezine dönüştürme - Türkiye’yi yatırımcılar için kolay hale getirmek - İthalatın yüksek olduğu ancak rekabet gücüne sahip olduğumuz alanlarda yatırım teşviki yapmak - Eğitim konusunda reformlar yapmak Babacan konuşmasını şu ifadelerle sürdürdü: “Biz AB’ye korkmadan gereğini yapın krizde olan ülkelerin neyi eksik az çok bellidir. Sadece o gerekenleri yapacak siyasi irade ve MART 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 45 cesaret lazım. AB’de de bu yok. Bu konuda siyasi irade önemlidir. Ge- niş toplumsal kesimleri ikna etmek ve korkmadan yapmak gerekir.” Panelistler Türkiye İçin Umutlu Konuştu Açılış konuşmalarının ardından “Global Ekonomik Kriz ve Türkiye’ye Yansımaları” konulu panelin moderatörlüğünü SDE Ekonomi Programı Koordinatörü Doç. Dr. Kıvılcım Metin Özcan yaptı. Panelde IMF Türkiye Daimi Temsilcisi Mark Lewis “The Outlook For The Global Economy”, T.C. Merkez Bankası Başkan Yardımcısı Doç. Dr. Mehmet Yörükoğlu “Kriz Sonrasında Yükselen Piyasa Ekonomilerinde Makroekonomik Politikalar”, TOBB Üniversitesi Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Bedri Kamil Onur Taş “Ekonomik Durgunluk Nasıl Sonlandırılır” konularında sunumlarını gerçekleştirdiler. Mark Lewis İngilizce yaptığı konuş46 STRATEJİK DÜŞÜNCE | MART 2012 masında, küresel krizin etkilerine, krizin farklı bölgelerdeki, özellikle Avro bölgesindeki, görünümüne ve küresel sermaye akımlarının durumuna değindi. Lewis, özetle, “Avro bölgesinde giderek artan gerilimler nedeniyle küresel iyileşme tehdit altındadır. Avro bölgesi krizi muhakkak sınırlanmalı. Gelişmiş ekonomilerde, mali konsolidasyon uygun bir hızda devam etmeli; güvenilir orta-vadeli mali planlar gereklidir. Ayrıca yükselen/gelişen ekonomiler daha zayıf yurtdışı ve yurtiçi talebe karşılık vermeli. Küresel aktivite 2011 yılının üçüncü çeyreğinde güçlüydü fakat durum dördüncü çeyrekte kötüleşti zira Avro bölgesi krizi şiddetlendi. Sıkılaşmış kredi verme koşulları bilanço küçültmeye yönelik baskıyı artırmakta özellikle gelişmiş ekonomilerde kararlı ve tutarlı politikalara acilen ihtiyaç duyuluyor. Yükselen ve gelişen ekonomiler küresel ekonomiyi yeniden dengelemek için kendi üzerlerine düşeni yerine getirmeliler” şeklinde konuştu. Doç. Dr. Mehmet Yörükoğlu, gelişmiş ve gelişen ülkelerin ayrışması, kriz sonrası Türkiye ekonomisi ve bankacılık sektörünün göreli performansı hakkında bilgiler verdi. Yörükoğlu: “Gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler arasındaki ayrışma artmaktadır. Gelişmiş ülkeler için öncelik, büyüme ve işsizliktir. Yükselen piyasa ekonomileri için öncelik, enflasyon ve finansal istikrardır. Ayrıca enerji, gıda ve emtia fiyatlarındaki artış, bu ayrışmayı kuvvetlendiriyor. Gelişmekte olan ülkeler ile diğer ülkeler arasındaki enflasyon oranlarında fark var. Gelişmekte olan ülkeler hızlı büyüyorlar fakat enflasyon oranları arasındaki farkta devam ediyor. Bununla birlikte yüksek büyüme potansiyeli, sağlıklı kamu maliyesi, güçlü bankacılık sektörü, azalan risk primleri ve azalan gelir dağılımı dengesizliği Türkiye ekonomisinin krizden daha avantajlı çıktığını gösteriyor. Yrd. Doç. Dr. Bedri Kamil Onur Taş da, makroekonomik politika eylemlerinin durgunluk süreleri üzerine etkileri ve durgunlukların sona erdirilmesinde makro ekonomik politikaların ne kadar etkili olduklarına dikkat çekti. Taş konuşmasını şöyle tamamladı: “Genişleyici para politikası durağanlıkları sonlandırmakta etkilidir. Genişleyici mali politikanın durağanlık süresini uzatıcı negatif etkisi vardır. Döviz kuru rejimi değişikliklerinin durağanlık süreleri üzerinde etkisi yoktur. Küresel ekonomi ile daha entegre olan ülkeler daha uzun süre durağanlık yaşamaktadırlar. Genişleyici para politikası durağanlıkları sonlandırmada etkilidir. Genişleyici mali politika istenmeyen sonuçlara neden olmaktadır.” Program soru cevap kısmıyla son buldu. DIŞ POLİTİKA MART 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 47 Türkiye’nin Üç-Buçuk Savaş Stratejisi Türkiye kendisini, komşu üç ülkeyle aynı anda kısmi çatışmaya veya savaşa girme riskine karşı hazırlamak zorunda hissediyor. İç politikada ise Kürt sorununa siyasi bir çözüm bulma konusunda ümitler azalmaktadır. Başka bir deyişle, Türkiye on yıl önce başarıyla savuşturduğu iki-buçuk savaş riskini, bu kez “üçbuçuk savaş riski” olarak yeniden düşünmek zorundadır. 48 STRATEJİK DÜŞÜNCE | MART 2012 Emekli bir diplomatımızın 1990’lı yıllarda kaleme aldığı ve o zamanlar oldukça ses getiren bir makalesinde, Türkiye’nin iki buçuk savaşı eş zamanlı olarak yürütebilecek bir savunma politikasına ihtiyaç duyduğunu yazmıştı. Öngörülen savaşlardan birincisi Yunanistan ile diğeri Suriye ile devletlerarası savaşı ifade ederken, yarım savaş olarak ise içerideki Kürt sorununa işaret ediliyordu. O kehanet çok şükür gerçekleşmedi. Küçük bazı krizlerle atlatıldı. Yunanistan ile Kardak krizini yaşadık, ama ABD’nin bastırmasıyla iki ülke arasındaki savaş olasılığı hızla savuşturuldu. Kardak krizinden alınan dersle, 1999 depremi sonrasında biraz da İsmail Cem ve Yorgo Papandreou’nun özel gayretleriyle Türk Yunan ilişkilerinde ciddi bir yakınlaşma dönemi başladı. Suriye ile ilişkilerimiz ise giderek gerildi. Birol AKGÜN* Hafız Esat yönetiminin teröre destek verdiği ve PKK’nın kurucusu Abdullah Öcalan’ı Şam’da barındırdığı için Türkiye, önce Suriye’yi kuşatma adına İsrail ile gizli-açık pek çok askeri antlaşma imzaladı; ardından da 1998 yılında zamanın Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in ağzından Şam’a karşı savaş açma tehdidinde bulunuldu. Sınıra askeri yığınak yapıldı. Öcalan’ın Suriye’den çıkarılması ve iki ülke arasında imzalanan Adana mutabakatı ile ilişkilerde yeni bir dönem başladı. PKK terörüne dayalı iç savaş tehdidi ise 1999 yılında Öcalan’ın yakalanması sonrasında bir süre tavsadı; ayrılıkçı şiddet 2004’e kadar derin dondurucuda kaldı. Böylece iki buçuk savaş stratejisi izlenmesini gerektiren iç ve dış şartlar ortadan kalktı. Türkiye için, 2000’li yılların başında çevre ülkelerle barış projelerinin tartışılacağı yeni bir tarihsel konjonktür başladı. Türkiye, sabırla tek başına hareketlerden kaçınmalı ve bir yandan diplomatik gücünü ve enerjisini uluslararası toplumun ikna edilmesi için kullanırken, diğer yandan muhtemel güvenlik sorunlarıyla (sınır çatışması, göç, terör gibi) yüzleşmek için zihinsel ve operasyonel olarak hazır olmalıdır. Bugünlerin Türkiye’si elbette ne ekonomik, ne kültürel ne de siyasi açıdan 1990’ların Türkiye’si değil. On yıldır güçlü bir siyasi istikrar, büyüyen bir ekonomi ve iç ve dış kaynaklı siyasi provokasyonlara karşı hiç olmadığı kadar bilinçli ve tecrübeli bir kamuoyu var. 2002’de iktidara gelen Ak Parti hükümeti Türkiye’nin iç ve dış politikadaki temel paradigmalarını yeniden tanımlamaya çalıştı. İçeride biraz da Avrupa Birliği sürecinin etkisiyle, askeri-güvenlikçi politikalar terk edildi. Yerine, insana güveni önceleyen, insan haklarını geliştirmeyi ve özgürlükçü demokrasiyi derinleştirmeyi hedefleyen yeni bir siyasi strateji ikame edildi. Dış politikada ise Ahmet Davutoğlu’nun geliştirdiği “stratejik derinlik” kavramı çerçevesinde komşularla sıfır sorun, vizelerin kaldırılması, bölge ülkeleriyle ekonomik entegrasyon gibi barışçı formüller uygulamaya konuldu. Bu sayede Türkiye yakın çevresindeki ülkelerle çok boyutlu ilişkiler ağını hızla derinleştirdi. On yıl içinde Suriye ile ilişkiler Osmanlı’dan bu yana ilk kez bu kadar gelişti. İki ülke ortak kabine toplantısı yapacak seviyeye geldi. İran ile yapılan enerji anlaşmaları sayesinde iki ülke arasında- ki ticaret hacmi 15 milyar dolara yaklaştı. En büyük ticari ortağımız Almanya’nın yerini Rusya aldı. Böylece Türkiye sürdürülebilir ekonomik gelişmesinin önünü açacak ve kalıcı barışa hizmet edecek olan çok boyutlu bir dış politikanın temellerini attı. Gerçekten de gerek ülke içindeki kamuoyu yoklamalarında gerekse dış dünyadaki Türkiye analizlerinde hükümetin on yıllık icraatları içinde en başarılı bulunan alanlardan birinin dış politika olduğu ortaya çıkıyor. Buna rağmen, son bir yıldır Ortadoğu’da yaşanmakta olan bazı gelişmeler ne yazık ki Türkiye’de unutulmaya yüz tutan şiddet ve “savaş” politikalarını yeniden gündemimize sokmaya başladı. Zira uluslararası politikada sizin dış politika ilkelerinizi ve anlayışınızı tek başınıza değiştirmeniz kalıcı sonuçlar doğurmuyor. Bölgesel ve küresel düzeyde diğer aktörler de kendi dış politikalarını sizinle aynı paradigmatik düzleme taşımadıkça, ülkeler arasında savaş hala ciddi bir olasılık olarak kalıyor. Bu nedenle son aylarda dünyada ve Türkiye’de yeniden savaş konuşulmaya başlandı. Yaz ayları yaklaşırken, özellikle Ortadoğu birbiriyle kısmen bağlantılı üç büyük savaş olasılığını tartışıyor. Bir tarafta Suriye’de her geçen gün tırmanan Baas şiddeti bu komşumuza karşı uluslararası toplumun müdahalesini meşrulaştıracak siyasi bir zemin hazırlıyor. Öte yandan İran’ın nükleer faaliyetleri nedeniyle Tahran ve Washington (ile Tel Aviv) arasındaki çatışma riski giderek artıyor. Bölgedeki Suriye ve İran olaylarının yarattığı siyasi ve askeri gerginliklerin bir diğer yansıması ise ABD-sonrası Irak’ında yaşanıyor. Irak’taki mezhep ve etnik temele dayalı iç çatışmanın tüm Ortadoğu’ya yayılması olasılığının Türkiye’yi bu ülkeye müdahale etMART 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 49 Esat’ın ölümü gibi olağanüstü nitelikte bazı gelişmeler olmadığı sürece, birkaç ay içinde uluslararası toplum Suriye’ye müdahaleyi gündemine alacaktır. Artık tartışma Suriye’ye yönelik böyle bir “insani müdahalenin” olup olmayacağı konusu olmaktan çıkmıştır; soru müdahalenin şekli ve ne zaman olacağıdır. meye zorlayabileceği konuşuluyor. Böylece Türkiye kendisinin dışında gelişen olaylara bağlı olarak, komşu üç ülkeyle aynı anda kısmi çatışmaya veya savaşa girme riskine karşı ciddi olarak hazırlık yapmak zorunda hissediyor. Üstelik iç politikada Kürt sorununa siyasi bir çözüm bulma konusunda ümitler azaldıkça, çatışmacı dilin ve askeri yöntemlerin kaçınılmaz olarak geri gelme olasılığı da artmaktadır. Başka bir deyişle, Türkiye on yıl önce başarıyla savuşturduğu iki-buçuk savaş riskini, farklı bir ortamda ve farklı nedenlere dayalı olarak bu kez “üç-buçuk savaş riski” olarak yeniden düşünmek zorundadır. Savaş Senaryoları 1: Suriye’ye Müdahale Çok değil bir yıl önceye kadar Suriye ve Türkiye arasındaki ilişkiler bölgede örnek gösterilecek kadar iyiydi. Beşşar Esad’ın ailecek tatil yapabildiği tek ülke Türkiye idi. Ancak Arap Baharı’nın Suriye’yi etkilemeye başladığı 2011 Mart ayından bu yana ilişkiler hızla geriledi. Türkiye’nin Esat yönetimine reform yaparak geçiş sürecini yönetmesi gerektiği; aksi halde iç çatışmanın kaçınılmaz olacağına yönelik uyarılarına rağmen Suriye lideri Esat 50 STRATEJİK DÜŞÜNCE | MART 2012 babadan kalma askeri yöntemleri kullanmayı tercih etti. Sivil halkın demokratik taleplerine tanklar ve mermilerle cevap verdi. Türkiye, Şam ile köprüleri çoktan atmış olmasına rağmen diğer devletlerin aynı şekilde kararlı duruşunu göremedi. Uluslararası toplumun sergilediği kararsızlık Suriye’deki gelişmelerden en çok etkilenen ülke olarak Türkiye’yi rahatsız ediyor. Suriye konusu iki kez gündemine gelmesine rağmen Çin ve Rusya’nın ikili vetosu nedeniyle Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi karar alamadı. Bunun üzerine Türkiye Arap Birliği ile birlikte farklı inisiyatifler geliştirme yoluna gitti. Libya örneğinde olduğu gibi Suriye’nin dostları grubunun kurulmasına öncülük etti. Tunus toplantısı dönüşünde Dışişleri Bakanı Davutoğlu, Suriye’de yaşanan insani trajediye uluslararası toplumun sessiz kalamayacağını ve gerekirse müdahale dâhil her türlü seçeneğin masada olduğunu, ilk kez bu kadar açık bir dille belirtti. Biz 2003’te “Irak’ta yoktuk, Suriye’de olacağız. İran ve Rusya’yı uyardık artık gelişmelerden biz sorumlu değiliz” şeklinde tarafları ciddi biçimde uyardı. Esat’ın bir yandan isyan eden şehirleri kitlesel olarak cezalandırırken, diğer yandan göstermelik Anayasa reformları yapmasının bu ülkedeki iç barışı yeniden tesis etmede başarılı olma şansı artık zor görünüyor. Kendi halkının güvenini kaybettiği rejimin kamu düzenini restore etme olasılığı neredeyse imkânsıza yakın. Bir anlamda artık Suriye’deki rejimin yıkımına giden süreçte kritik eşik aşılmış durumda. Özellikle 3 Şubat’ta başlayan saldırıda Humus’taki toplu öldürmelerden sonra, Beşşar Esat ve Suriye ordusunun üst yönetiminin Uluslararası Ceza Mahkemesi Savcılığı’nca insanlığa karşı suç işlemekle itham edilmeleri ve muhtemelen tutuklanma kararıyla karşılaşmaları hayli yüksek olasılıktır. Bu durumda Beşşar Esat’ın ülke içindeki muhalif gruplarla uzlaşma yerine giderek artan ölçüde şiddet kullanması beklenmelidir. Bu da birkaç ay içinde uluslararası toplumun Suriye’ye müdahalesini meşru hale getirecektir. Dolayısıyla şu andan itibaren Suriye’de Beşşar Esat’ın ölümü gibi olağanüstü nitelikte bazı gelişmeler olmadığı sürece, birkaç ay içinde uluslararası toplum Suriye’ye müdahaleyi gündemine alacaktır. Artık tartışma Suriye’ye yönelik böyle bir “insani müdahalenin” olup olmayacağı konusu olmaktan çıkmıştır; soru müdahalenin şekli ve ne zaman olacağıdır. Türkiye ise böyle bir müdahalenin içinde olmak zorunda kalacaktır. Zira en başta sivil halkın Esat yönetiminin zulmünden kurtarılması olmak üzere, Türkiye’nin Suriye’ye yönelik birçok uluslu gücün içinde olmasını gerekli kılan pek çok faktör vardır. Bunların başında güvenlik boşluğu olması durumunda Suriye’nin kuzeyindeki bölgelerin PKK için yeni hareket alanı haline gelmesi olasılığıdır. Yeni Kuzey Irak’lar yaratmama adına dahi olsa, Türkiye ne yazık ki Suriye olayında tarafsız ve hareketsiz kalma lüksüne sahip değildir. Bu niyet, Dışişleri Bakanı’nın ağzından artık tüm dünyaya açıkça deklare edilmiş bulunmaktadır. Çatışma Riski 2: İran ve ABD Gerginliği İran ve Türkiye arasındaki diplomatik ilişkiler oldukça sağlamdır ve tarihsel olarak ülke içindeki siyasi rejim değişiklikleri ve köklü devrimlerden dahi minimum düzeyde etkilenmektedir. Bugün de iki ülke arasında siyasi istişare mekanizmaları her seviyede işlemektedir. Ancak son bir yıldır İran’ın üçüncü ülkelerle yaşadığı gerginlikler Türkiye’yi yakından ilgilendirmeye başlamıştır. Özellikle İran’ın nükleer faaliyetlerini, kendisinin de taraf olduğu nükleer silahların yayılmasını Özellikle güvenlik stratejisinin önemli bir parçası olan istihbarat kaynaklarının güçlendirilmesi, farklı birimlerin koordinasyonu ve stratejik istihbaratın anlık değerlendirilmesi önümüzdeki aylarda Türkiye’nin en acil konularından biri olacaktır. önleme antlaşmasına (NPT) rağmen uluslararası atom enerjisi kurumunun denetimine açmaması, Batılı ülkelerde İran’ın nihai amacının nükleer silah üretmek olduğuna ilişkin şüpheleri artırmaktadır. Bu nedenle ABD, İsrail ve diğer Batılı ülkeler İran’a karşı, başta petrol ambargosu olmak üzere ağır yaptırımlar uygulamaya başlamışlardır. Buna karşın İran ise bir yandan Hürmüz Boğazı’nı kapatmakla tehdit ederken, diğer yandan bir saldırı ihtimaline karşı yeni silah sistemlerini denediği bir dizi askeri tatbikatlar yapmaya başlamıştır. Arap Baharı’nın da etkisiyle kendi içindeki muhalefeti susturmayı da amaçlayan İran, Batıyla ciddi bir gerginlik politikası izlemektedir. Bölgede bu kadar askeri yığınağın ve hareketliliğin yaşandığı bir ortamda küçük bir hata veya provokasyon işleri geri dönülmez ve kontrol edilemez bir noktaya geti- rebilir. Bu durumda NATO’nun füze kalkanı projesinin parçası olan Türkiye de İran’daki radikal unsurların saldırısına maruz kalabilir ve Türkiye istemese de İran ile karşı karşıya gelebilir. Üstelik Suriye konusunda da zaten karşı karşıya gelen İran ve Türkiye, Türkiye’nin tüm iyi niyet çabalarına ve bölgedeki denge politikasına rağmen çatışma olasılığı ciddidir ve yakından izlenmelidir. Çatışma Riski 3: Kaos İçindeki Irak Dokuz yıllık Amerikan işgali sonrasında Irak’ta iç barış, düzen ve istikrar sağlanabilmiş değildir. Ülkenin 2005 tarihli Anayasası Irak’taki farklı etnik, mezhepsel ve bölgesel güçler arasında siyasi güç paylaşımı ve ekonomik kaynakların kontrolü sorununu çözememiştir. Kuzey Irak’ta Kürt gruplardan oluşan ittifak, bölgesel Kürdistan yönetimini oluşturdu. Ülke nüfusunun çoğunluğunu oluşturan Şia nüfus ise merkezi hükümet üzerindeki kontrolünü giderek güç tekeline dönüştürmeye çalışmaktadır. Eski Baas rejiminin sahibi olan Orta bölgedeki Sünni Arap nüfus ise, Irak siyasetinde Şia nüfuzunun artışından ve kendilerinin iktidardan dışlanmasından ciddi rahatsızlık duymaktadır ve kendi federe yönetimlerini kurma arayışına girmişlerdir. Türkiye için ise 2003 işgalinden bu yana en büyük öncelik, Irak’taki tek devlet yapısının korunması, merkezi hükümetin güçlenmesi ve ülkedeki tüm siyasi grupların demokratik süreçte adil bir şekilde temsil edilmesinin sağlanmasıdır. Bu amaçla Türkiye, Irak’taki tüm gruplarla sağlıklı iletişim kurmaya çalışmaktadır ve özellikle son aylarda Şii ve Sünni gruplar arasında tırmanan gerginlikten rahatsızlık duymaktadır. Amerika’nın çekilmesinin ardından, Maliki yönetiminin İran’ın desteğini arkasına alarak Sünnileri yönetimden tamamen dışlamaya başlaması ve Türkiye ile yakın bağları bulunan Cumhurbaşkanı Yardımcısı Sünni lider Tarık Haşimi’nin tutuklanması yönünde karar çıkartılması ülkede giderek ciddi anlamda bir iç çatışma riski yaratmaktadır. MART 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 51 Özellikle Suriye’ye yönelik bir müdahale olması durumunda, İran’ın bölgedeki stratejik dengeleri kendi lehine çevirmek için kaybedeceği Suriye yerine Irak’ı yanında tutmak adına Bağdat’taki merkezi hükümetle antlaşma yaparak bu ülkeyi Lübnanlaştırması olasılığı vardır. Bu durumda Kuzey Irak’ın bağımsızlığını ilan etmesi gibi oldu bittilerle karşılaşılabilir. Bunun iç politikadaki yansımalarını da önlemek ve Sünni-Şii dengesini sağlamak adına, istemese dahi Türkiye kendisini bazı güvenlik kaygılarıyla Irak’ın belli bölgelerini askeri olarak kontrol altına almak zorunda hissedebilir. dahi, iki yıllık süreç henüz bu konuda tüm ilgili aktörlerin (özellikle PKK’nın) nihai bir çözüme hazır olmadığını göstermektedir. Dolayısıyla önümüzdeki bahar ve yaz aylarında Türkiye’nin yeniden terörle mücadelede geleneksel yöntemlere dayalı politikasını sürdürmesi beklenmelidir. Burada konuyu akut kriz haline getirecek olan şey ise daha çok dış dinamikler olacaktır. Yukarıda da tartışıldığı üzere, Suriye krizi ve Irak’taki gelişmeler içeride Kürt sorununu olumsuz etkilemektedir ve şiddet sarmalını yeniden tetikleme riski taşımaktadır. Çatışma Riski 4: Terör ve Şiddetin Tırmanma Olasılığı Sonuç olarak yukarıdaki değinilen “üç buçuk savaş riski” yalnızca bir olasılığı ifade etse de, söz konusu sorunların 2012 yılında derinleşmesi ve sıcak kriz ve çatışmalara dönüşmesi potansiyeline karşı ülke olarak hazırlıklı olma zorunluluğu vardır. Burada Türkiye’nin en büyük şansı bölge ülkelerini iyi tanıması, tüm aktörlerle diyalog içinde olması ve bölge ülkeleriyle olan güçlü kültürel, siyasi, ekonomik ve ticari ilişkileridir. Siyasi iktidar, demokratikleşme, insan haklarının iyileştirilmesi ve sivil anayasanın yapımı amacından ve sürecinden vazgeçmeden, farklı senaryolara karşı esnek ve yeni güvenlik stratejileri geliştirmelidir. Özellikle güvenlik stratejisinin önemli bir parçası olan istihbarat kaynaklarının güçlendirilmesi, farklı birimlerin koordinasyonu ve stratejik istihbaratın anlık değerlendirilmesi önümüzdeki aylarda Türkiye’nin en acil konularından biri olacaktır. Bunu fark eden bazı güçlerin içeride siyasi iradeyi zayıflatmak için özellikle istihbarat birimlerini hedef alan yeni operasyonlarına karşı da hazırlıklı ve duyarlı olunmalıdır. Uludere hadisesi ve son MİT olayı bu anlamda ders çıkarılması gereken önemli birer örnek olarak bu gözle yeniden incelenmelidir. Türkiye, sabırla tek başına hareketlerden kaçınmalı ve bir yandan dip- SDE Uluslararası İlişkiler Programı Koordinatörü, Prof. Dr. * İç politikada siyasi istikrarı tehdit eden en önemli güvenlik sorunu şiddeti terk etmeyen PKK örgütünün faaliyetleridir. Zaman zaman eylemsizlik dönemleri yaşansa da Kürt sorununa siyasi olarak kalıcı bir çözüm bulunmadan Türkiye’nin iç istikrarının kalıcı olarak sağlanması kolay değildir. 2009 yılında başlayan demokratik açılım politikası devlet aklının konuya yaklaşımın değiştiğini göstermesi bakımından önemli bir gelişme olarak okunsa 52 STRATEJİK DÜŞÜNCE | MART 2012 Sonuç lomatik gücünü ve enerjisini uluslararası toplumun ikna edilmesi için kullanırken, diğer yandan muhtemel güvenlik sorunlarıyla (sınır çatışması, göç, terör gibi) yüzleşmek için zihinsel ve operasyonel olarak hazır olmalıdır. İran Satrancında Gizli Hamleler Süper güçler uluslararası terör ve mezhep çatışması maskeleriyle bölgedeki ekonomik paylaşımlarını perdelemektedir. İranİsrail askeri restleşmeleri dünyanın tansiyonunu bir alçaltıp bir yükseltirken, bu iniş kalkışlar tulumba işlevi görmekte ve bölge ülkelerinin kaynakları, her iki tarafın güçlerini sözde dengelemeye çalışanların kasalarına akmaktadır. Süper güçlerin en önemli paylaşım kavgası 1. Dünya Savaşı sonrasında Osmanlı topraklarında yaşandı. Balkanlar, Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da kurulan yeni manda devletlerin Avrupalı hangi devletin nüfuz alanında kalacağı tartışmaları 2. Dünya Savaşı sonrasında sona erdi. Ancak bu tarihten itibaren başlayan İran’ın paylaşımı konusundaki anlaşmazlık bir türlü bitmek bilmedi. Anlaşılan paylaşım savaşları, dünyanın en büyük doğalgaz ve petrol rezervlerine sahip ülkelerinden biri olan İran üzerinden yaşanmaya devam edecek. Paylaşım ve nüfuz kavgalarında kullanılan yöntemler dönemlere göre farklılaşmaktadır. Önceleri askeri güç kullanarak resmen işgal yolu seçilirken, son zamanlarda BM ve uluslararası anlaşmaların bağlayıcı hükümleri sebebiyle artık sadece ekonomik ve stratejik ablukalarla yetinilmektedir. Ahmet ÜNAL* Geçtiğimiz asrın başlarında al-sat tarzı ticaret ve yükte hafif pahada ağır madenler rağbet görüyordu. Zamanla hidrokarbon kaynakları değerlenirken petrol ve doğalgazın geçeceği güzergahların güvenliği ve kontrolü ayrı bir önem kazandı. Süveyş ve Çanakkale boğazları, kontrol edenlere savaşlarda kesin bir üstünlük, barışta ise gümrük kesintileri ve vergilerle muhteşem bir gelir kapısına dönüşüyordu. Boğazları denetimine alan Akdeniz’de söz sahibi olabiliyordu. Ayrıca Akdeniz kıyıları ve boğazları, jeostratejik önemlerinin yanısıra turistik kıymetleriyle de önplana çıktı. Fakat dünya petrolünün yaklaşık yüzde 40’ının taşındığı Hürmüz boğazı yeniden dünyanın ilgi odağı olmayı haketmektedir. Basra Körfezi’nin ise bir yakasını İran, öteki yakasını ise Irak, Kuveyt, Suudi Arabistan, Bahreyn, Katar, MART 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 53 İran-İsrail ikilemi üzerinden kurulan denklem eski dünyanın merkezini ateş topuna döndürürken süper güçler bu sayede zenginliklerini katlamaktadır. İsrail ve İran silahlanma yarışına girerken, her iki ülkenin düşmanları da bu yarıştan geri kalmamak için savaş yeteneklerini artırmaktadır. Birleşik Arap Emirlikleri ve Oman (Umman) tutmaktadır. Petrol ambargosuna maruz kalan İran’ın Batıya karşı en büyük kozlarından biri körfezdeki bu konumudur. AB ülkelerinin ambargo kararı ve savaş gemilerinin gönderilecek olmasıyla yükselen tansiyon, şimdiden petrol varil fiyatlarını yaklaşık 10 dolar artırmış durumda. 54 STRATEJİK DÜŞÜNCE | MART 2012 Bu durum 2005 yılı itibariyle dünyada ispatlanmış petrol rezervi ömrünün 40 yıl ve doğalgazın ise 65 yıl olarak tahmin edildiği verileriyle birleştirildiğinde daha bir önem kazanmaktadır. ABD Enerji Enformasyon İdaresi (EIA) ve İngiliz petrol şirketi BP’nin verilerine göre, 2009 yılı sonu itibariyle dünyada ispatlanmış 1 trilyon 333 milyar varil petrol rezervinin yüzde 56,6’sı Ortadoğu’dadır. Bunda da ilk sırayı (yüzde 19,8) Suudi Arabistan alırken, bu ülkeyi Venezuela, Kanada, İran, Irak ve Kuveyt takip etmektedir. Bu listede, rezerv konusunda dünyanın en büyük ekonomisi olan ABD 12’inci, Çin ise 13’üncü sıradadır.1Dünya petrol piyasasında yüzde 9.3’lük paya sahip olan İran’ın OPEC ülkeleri arasında payı ise yüzde 12. OPEC’te Suudilerden sonra ikinci büyük ham petrol üreticisi olan İran’ın günlük üretimi 3.7 milyon varil. Bu da yeryüzündeki toplam petrol üretiminin yüzde 5’ine karşılık geliyor. Rusya kendi yakıt tüketimini karşılamanın yanısıra ihraç da edebilmektedir. Ancak petrol üretimleri ve rezervleri yüksek olsa da dünyanın en fazla petrol tüketen ülkeleri olan ABD ve Çin Basra Körfezi petrollerine şiddetle ihtiyaç duymaktadır. Rezervlerin tükenmesi sorunu şimdilik bir yana bırakılsa bile petrol fiyatlarındaki küçük oynamalar dahi uluslararası piyasaları alt üst edebilme potansiyelindedir. Ekonomik ve siyasi koşullar süper güçleri karşı karşıya getirirken aynı zamanda birlikte hareket etmeye zorlamaktadır. İran Satrancı Yarım Kaldı 2. Dünya Savaşı sırasında İngiltere ve Rusya İran’ı resmen işgal ederek tam ortadan bölmüşlerdi. İran’ın suçu savaşta Almanya’nın yanında yer almasıydı. Savaş sonrası ikiye ayrılan Almanya kendi derdiyle boğuşurken petrol bölgesine ulaşma hevesi de kursağında kalmıştı. SSCB’nin ise sınır komşusu İran’dan Bir yanda İran öbür yanda İsrail tehdidiyle korkutulan Ortadoğu ülkeleri kurtarıcı olarak eski patronlarının himayesine sığınmaktadır. Güvenlik endişeleriyle demokrasiye geçemeyen ülkeler refaha eremedikleri gibi istismarları sorgulayabilecek bir devlet düzenine de kavuşamamaktadır. de Şii yayılmacılığı hususları gündemde ön sıralara tırmandırılıyor. Hollywood destekli psikolojik harekat teknikleriyle dünya kamuoyunun algıları yönetiliyor. Örneğini, Türkiye’de 28 Şubat sürecinde Ali Kalkancı – Müslim Gündüz tiyatrolarıyla yaşadığımız, kendi içinde dahi tutarsız onlarca konu film şeridi gibi art arda gösterime sokuluyor. biri Azeri diğeri Kürt iki devlet daha çıkarma çabaları başarısızlıkla sonuçlansa da Rusların ilgileri hiç kesilmedi. Şimdi İngiltere – ABD ikilisine karşı güç dengesini, ucuz hammadde kaynaklarına aşırı bağımlı hale gelen Çin’le birlikte hareket ederek kurmaya çalışıyor. Sıcak savaşların ağır faturası sebebiyle doğrudan cepheleşmeyi göze alamayan uluslararası güçler bu kez Soğuk Savaş ve belirsizlik dönemleri tecrübelerinden de yararlanarak yeni yöntemler geliştirmektedir. Strateji satrancındaki en çetin ve girift oyunlardan biri de İran üzerinden sahnelenirken, birkaç adım ilerisini kestiremeyenlerin anlaya- mayacağı hamleler birbiri ardına atılmaktadır. Taraflar bu kez doğrudan işgal yerine sahada kontrolü ele geçirmek için taktik alanda göz dolduran manevralar yapıyor. İlerleyişlerini örtmek için de seyircilerin dikkati başka noktalara kaydırılıyor. Bunun için İran’ın bütün dünyanın güvenliğini tehdit eden tehlikeli bir ülke olduğu temalı kurgular sahneleniyor. Bu senaryoya kimsenin itiraz etmemesi için her kesimin bilinçaltındaki korkulara göndermeler yapılıyor. Batılıları dehşete düşürmek amacıyla islamofobi ekseninde radikal terör eylemleri, Sünni İslam dünyasının hassasiyetlerini deşmek için Ambargolar ve yaptırımlarla en temel zenginliklerini değerlendiremeyen Tahran ise ne kendi halkını ne de İran’la dev enerji yatırımları yapmak isteyen Moskova ve Pekin’i memnun edebiliyor. Washington ve Brüksel kaynaklı abluka kararları ilginçtir ki, bütün küresel ve bölgesel güç merkezlerini de bağlamaktadır. Satrançta Kazananlar! Bölgenin enerji kaynaklarına göz diken süper güçlerin (Amerika, İngiltere, Fransa, Almanya, Rusya ve Çin) arasındaki kavgalar için İran ve Körfez ülkeleri, mükemmel bir harp oyunları platformu fırsatı sunmaktadır. Bu fırsatlar şöyle sıralanabilir: Süper güçler diplomatik ve askeri rekabet alanlarını kendi sınırları dışında, Bush’un ifadesiyle ‘şer ekseni’nde seçmektedir. Hemen MART 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 55 Ortadoğu’nun yer altı zenginlikleri paylaşılırken istikbalde bölge halklarının muhtemel bir hak arayışı halinde istismar edilebilecek Şii – Sünni çatışmalarına zemin hazırlanmaktadır. Hilal kırılacak ve parçaları bir hançer gibi kullanılacaktır. her gün patlayan bombalarla Irak eskisinden daha güvenli olmadığı halde Irak artık ‘şer ekseni’nden çıkarılmış ve ‘dost ülkeler’ kategorisine yerleştirilmiştir. Ancak bundan sonra Irak’ın kaynakları üzerinde İngiltere ile birlikte ABD de önemli bir hak sahibi olmuştur. Anglo-Sakson ittifakı diğer ülkelere, hâkimiyetlerini tanımaları kaydıyla bir miktar sus payı vermektedir. İran’ın en büyük ticari partneri Amerika’dır. ABD’yi İngiltere, Kanada ve Hollanda izlemektedir. Esasen İran’ın ittifak arayışındaki Venezuela ekonomisi de en az İran kadar Amerika’yla bağlantılıdır. İran’a uygulanan ambargo ise en çok bu ülkeye yatırım yapmak isteyen diğer süper güçleri sınırlamaktadır. ENI (İtalya), Elf (Fransa), Norsk Hydro (Norveç), Statoil (Norveç) ve Sheer Energy (Kanada) İran’ın başlıca enerji ortaklarıdır. LG (Güney Kore) ve Inpex (Japonya) yanısıra Yadavaran petrol ve doğalgaz rezervleri konusunda 30 yıllığına 70 milyar dolarlık bir anlaşma yapmak isteyen Sinopec (Çin) ve ONGC (Hindistan) ortaklığı ise projelerini sürekli ertelemek zorunda kalmaktadır. İran’la nükleer enerji santralı kurmak konusunda anlaşan Rusya da bekle-gör taktiğiyle gelişmeleri izlemektedir. 56 STRATEJİK DÜŞÜNCE | MART 2012 İran’ın toplam ihracatının yüzde 80’ini petrol ürünleri oluşturuyor. 2010 yılında petrol ihracatı bir önceki yıla göre yüzde 23 oranında arttı. Türkiye, Çin, Hindistan ve Güney Kore İran’dan petrol ithalatını artıran ülkelerin başında geliyor. Ambargo kararının İtalya ve İngiltere’ye yapılan ihracatı büyük oranda düşürdüğü ileri sürülüyor. Dünyanın en büyük enerji tüketimine sahip olan Çin, İran’ın ihracatında yüzde 22 ile en önemli ülke konumunda. Petrol ihtiyacının yüzde 30.6’sını İran’dan karşılayan Türkiye’nin payı ise yüzde 7. İran petrolün yüzde 18’ini başta İtalya olmak üzere AB üyesi ülkelere ihraç ediyor. İran petrolüne en fazla ilgi gösterenlerden biri ise Yahudi asıllı bir İngiliz tarafından kurulan ve Hollanda merkezli olarak faaliyet gösteren Royal Dutch Shell şirketidir. Shell kendi ülkesinde dahi İran’la geliştirdiği derin ekonomik ilişkileri sebebiyle eleştirilmektedir.2 Kâr hırsı çoğu kez ideolojik veya dini engelleri rahatlıkla aşabilmektedir. İran’dan ham petrol çıkararak bu ülkeye işlenmiş petrol ürünleri satan Shell, çıkarları için Nazi asıllılar tarafından kurulan şirketlerle işbirliği yapmakla dahi suçlanmaktadır.3 NPT’yi İmzalamayan İsrail Sorgulanamıyor İran tehdidi sebebiyle hiçbir ülke, 189 ülke tarafından kabul edilen Nükleer Silahsızlanma Anlaşması’nı (NPT) İsrail’in niçin imzalamadığını sorgulayamamaktadır. (Anlaşmayı imzalamayan diğer ülkeler: Hindistan, Pakistan ve Kuzey Kore.) Anlaşmaya imza attığı halde İran, Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu’na engel çıkardığı için yaptırımlara muhatap kalmaktadır. Buna karşılık Tahran, nükleer programının elektrik enerjisi üretmeyi hedeflediğini ısrarla tekrarlamaktadır. Hilal Bölünmek İsteniyor Bölgede Türkiye hariç bütün ülkeler eski sömürge geleneğinden yeni yeni kurtulmaya çalışan ülkelerdir. Bunların kaynaklarını ve konumlarını sömüren güçler açısından, eski sömürgelerin tam bağımsızlığa kavuşmaları ve demokratik denetim mekanizmalarını çalıştırmaları ciddi bir sorundur. Bu yüzden olağanüstü halin devamına ve varlığı ile korkutulacak gulyabanilere ihtiyaç duymaktadırlar! Böylece, bir yanda İran öbür yanda İsrail tehdidiyle korkutulan Ortadoğu ülkeleri kurtarıcı olarak eski patronlarının himayesine sığınmaktadır. Güvenlik endişeleri(!) ile demokrasiye geçemeyen ülkeler bir türlü refaha eremedikleri gibi istismarları sorgulayabilecek bir devlet düzenine de kavuşamamaktadır. Müslüman ülke halklarının bilinçaltındaki Şii-Sünni ihtilafları mevcut kurguyu güçlendirmek için istismar edilmektedir. Ortadoğu’nun yer altı zenginlikleri paylaşılırken istikbalde bölge halklarının muhtemel bir hak arayışı halinde istismar etmek için Şii –Sünni çatışmalarına zemin hazırlanmaktadır. Yani ‘hilal’ kırılacak ve parçaları bir hançer gibi kullanılacaktır… Irak’tan Hindistan’a kadar uzanan coğrafyada özellikle Şiilere yönelik eylemler gerçekleştirilirken kendi ülkelerinde canlarının tehlikede olduğunu hisseden Şii azınlıklar kurtarıcı olarak İran’a yönelmektedir. Böylece İran’ın Sünni çoğunluktaki ülkelerdeki Şii azınlıkları silahlandırmasına yahut hiç olmazsa siyasi destek vermesine uygun ortam oluşturulmaktadır. Aslında İslam’ın Kuzey’e ve Uzak Doğu’ya yayılma süreci incelenirse, Şii mezhebinin siyasi olarak güçlenmesiyle duraklama yaşandığı görülür. Maalesef Şiilik İslam’ın yayılmasında bir dalgakıran rolü oynamıştır, korkarız ki uzun vadeli hesaplar da bunun üzerine yapılmaktadır. Maksadımız tarihteki hataların faturasını günümüz yöneticilerine kesmek değil. Ancak hataların tekrarlanmaması için ders çıkarmamız gerekmektedir. 1979’daki ‘İslam Devrimi’nin hemen ardından 1980’da başlayıp 9 yıl süren İran - Irak Savaşı Şii veya Sünni bütün Müslümanların başını yere eğen bir utanç savaşıdır. Bu savaşta İran’ın haklı olması sonucu değiştirmez, nihayetinde her iki ülke perişan bir duruma düşmüş ve İslam düşmanlarının ve silah tüccarlarının yüzü gülmüştür. Süreci yönetemeyen liyakatsiz idareciler yüzünden Müslüman halklar perişan edilmiştir. ABD İşgalleri İran’a Yaradı! Tahran yönetiminin ABD’nin uluslararası teröre karşı yürüttüğü işgal politikasından rahatsız olduğu söylenemez. Aksine, İran’la siyasi alanda adeta stratejik ortaklık yürütmekte, ekonomik yönden zayıflattığı İran’ı moral yönlerden takviye etmektedir. Başta Irak olmak üzere İran’ı çevreleyen düşmanlarını bertaraf ederek Şiileri yönetime getirmektedir. Afganistan’da da İran’ı memnun eden uygulamalar gerçekleştirilmektedir. İran’ın 10 yıl boyunca savaştığı Irak’taki Saddam rejimi ve savaş noktasına varacak şekilde gerginlik yaşadığı Afganistan’daki Taliban yönetimi ABD tarafından devrildi. 1998’de Taliban güçleri Mezar-ı Şerif’te İranlı diplomatları öldürdüğünde İran – Afganistan savaşına ramak kalmıştı. Buna karşılık Tahran, yeni Afganistan yönetimine destek mesajları vermekle kalmadı Karzai hükümetinin kurulmasına maddi ve manevi yardımda da bulundu. Irak için de benzer durumlar sözkonusuydu. İmam Humeyni’nin 1982’deki Hama katliamı sırasında Hafız Esad rejimini desteklemesi de unutulmuş değildi. Ancak manipülasyonların etkisiyle Batı kamuoyları İran’ı, El Kaide ve Taliban’ın destekçisi gibi algılamaktadır. Oysa Şii İran’ın Sünni tabana dayanan Taliban hareketi ve El Kaide terör örgütü ile işbirliği yapması, mezhep bazlı ayrılıklar nedeniyle neredeyse imkansızdır. Öte yandan İran, devrim ihracı politikalarını yıllar önce terk etmek zorunda kalmıştır. Doğu Akdeniz hattında Suriye’deki Esad rejimini ve Lübnan’da Hizbullah’ı desteklemesi Hürmüz Boğazı’nda sıkışan İran için klasik bir müttefik arayışı ve hayat alanı açma mücadelesi olarak ele alınabilir. İran Bağımsız Bir Ülke mi? İran’ın durumu zengin varlıklarına rağmen iyi yönetilemediği için iflasa doğru giden bir holdinge benzemektedir. Fakat kapıları mafya tarafından tutulmuştur. Mafya dilediğine geçiş izni vermekte, beğenmezse engellemektedir. Bu örnekten yola çıkarsak, ABD İran’la enerji ortaklığı kurmayı planlayanlar için yıllık 20 milyon dolarlık bir üst yatırım limiti belirlemiştir. D’Amato Yasası olarak bilinen bu yaptırıma ilginçtir ki, bütün devletler sanki uluslararası bir anlaşma gibi uymaktadır. ABD’den teknoloji satın alan şirketler bilerek veya bilmeyerek bu kanunu da kabullenmiş olmaktadır. Nitekim, Türkiye’nin Pars doğalgaz yataklarındaki 4 milyar dolarlık yatırımı bu yüzden nihai aşamada engellenmiştir. Bir tür “patent kelepçesi” sayesinde Türkiye, Amerika’dan ithal ettiği teknoloji ürünlerini İran’da kullanmamaktadır. Artık 1964’teki Johnson Mektubu’nun benzerleri lisans ve patent sözleşmeleri ile gönderilmektedir. Böylece taraflar arasında diplomatik skandallar da yaşanmamaktadır! İran’ın Gerçek Müttefiki Var mı? İran’ı sözde destekleyen Rusya ve Çin BM ambargolarını resmen taMART 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 57 nımak zorunda kalmıştır. İran’la dev enerji anlaşmaları imzalayacaklarını açıklayan iki ülke şimdilerde zevahiri kurtarmaya çalışmaktadır. Anlaşılan Çin, Batı ittifakının çıkarlarıyla ters düştüğü Libya’da yaşadığı hayal kırıklığını İran’da tekrarlamaktan kaçınmaktadır. Batının nüfuz alanındaki bir ülkeye destursuz girip de, sonuçta başarısızlığa uğrayıp tamamen devre dışı kalmaktansa dağıtılacak pastadan daha fazla pay istemeyi makul görmektedir. Türkiye ise kendi aleyhine dönebileceği halde İran’ı nükleer enerji projesinde destekledi. Çin ve Rusya yalnız bırakırken BM Güvenlik Konseyi’nde İran’a yaptırım kararında ‘hayır’ oyu kullandı. NATO Füze Kalkanı Projesi’nde tehdit listesinden İran’ın çıkarılması için gayret gösterdi. Ahmet Davutoğlu’nun 2012’nin ilk dış ziyaretini Tahran’a yapması da önemli bir mesajdı. Fakat tüm bunlara karşılık Tahran’dan gelen cevap “NATO radarına saldırırız” tehdidi oldu. AB dışişleri bakanları, 23 Ocak 2012’de, Brüksel’de nükleer programı nedeniyle İran’a petrol ambargosu uygulanmasında uzlaştı. Karar İran’la yeni petrol sözleşmesi yapılmasının yasaklanmasını öngörüyor. Daha önce sözleşme imzalamış ülkeler de İran’dan en son 1 Temmuz 2012’ye kadar petrol alabilecek. Avrupa Birliği, petrol ihtiyacının yaklaşık yüzde 18’ini İran’dan karşılıyor. Aynı tarihte Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy, İngiltere Başbakanı David Cameron ve Almanya Başbakanı Angela Merkel’in ortak imzasını taşıyan bildiride, nükleer silaha sahip olmasının kabul edilmeyeceği belirtilerek, İran’dan nükleer faaliyetlerini hemen askıya alması istendi. Açıklamada, İran’ın uluslararası yükümlülüklerini yerine getirmediği, şimdiden şiddet yaydığı ve tüm bölgeyi tehdit ettiği öne sürüldü. Füze Kalkanı Kime Karşı? İran satrancı süper güçler arasındaki asıl savaşları da örtmektedir. Mesela Malatya Kürecik’e radarları konuşlandırılan Füze Kalkanı’nın asıl hedefi İran mıdır yoksa Rusya mıdır? İran’ın elindeki füzelerin en gelişmiş olanların menzili Yunanistan sınırlarına ancak ulaşabilmektedir. Menzil içindeki İsrail ise NATO üyesi değildir. Üstelik İsrail’e yönelecek olası bir İran füze saldırısının güzergâhında Irak ve Ürdün bulunmaktadır ve bu ülkeler ABD ve İsrail’in zaten gönüllü müttefikleridir. Öyleyse? Rusya, Füze Kalkanı projesine öteden beri itiraz etmektedir. “Eğer, Kalkan kendilerine karşı değilse” yönetim mekanizmasında bulunmayı istemektedir. ABD’nin NATO şemsiyesi altında kurduğu füze Kalkanı’na karşı güvenliğinin tehdit altında olduğunu savunan Rusya, buna karşılık yeni bir ön uyarı radar sistemi kurmaktadır. Rusya Devlet Başkanı Dimitri Medvedev kendi projelerinin, “bir ikaz” olarak algılanmasını da üstüne basa basa vurgulamaktadır. Anlaşmaya varılırsa gelecekte kalkan projelerinin birleşebileceğini söyledikten sonra inceden inceye ABD ile dalga geçen Medvedev, “Bize diyorlar ki bu sistem size karşı değil. Değerli arkadaşlarım, o zaman bugün başlatılan radarlar da size karşı değil!”4 demektedir. 1. http://www.sabah.com.tr/Ekonomi/2011/03/03/en_cok_petrol_nerede# 2. “Royal Dutch Shell and Iran Oil”, http://royaldutchshellplc.com/2012/01/12/royal-dutch-shell-and-iran-oil/ 3. “Royal Dutch Shell Iranian treachery”, http://royaldutchshellplc.com/2010/11/20/royal-dutch-shell-iranian-treachery/ 4. http://www.internethaber.com/rusya-fuzeleri-natoya-cevirdi-387045h.htm 58 STRATEJİK DÜŞÜNCE | MART 2012 Sonuç Süper güçler uluslararası terör ve mezhep çatışması maskeleriyle bölgedeki ekonomik paylaşımlarını perdelemektedir. İran- İsrail askeri restleşmeleri dünyanın tansiyonunu bir alçaltıp bir yükseltirken, bu iniş kalkışlar tulumba görevi yapmakta ve bölge ülkelerinin kaynaklarını, her iki tarafın güçlerini sözde dengelemeye çalışanların kasalarına akıtmaktadır. Ortadoğu’da İran-İsrail ikilemi üzerinden kurulan denklem eski dünyanın merkezini ateş topuna döndürürken süper güçler bu sayede zenginliklerini katlamaktadır. İsrail ve İran birbirine karşı silahlanma yarışına girerken, her ikisiyle sorunlu ülkeler de bu yarıştan geri kalmamak için savaş yeteneklerini artırmaktadır. Örneğin bu kapsamda Suudi Arabistan Krallığı ABD ile 60 milyar dolarlık bir silah anlaşmasında görüş birliğine varmıştır. Bu kapsamda ilk aşamada Boeing firması, Krallığa 30 milyar dolar değerinde 84 adet F-15 jet satacak ve 70 uçağı da yenileyecektir. Peki bölgedeki aktif politikayla gücünü hissettiren yeni Ankara’nın karşısına hem İsrail hem de İran engeli çıkarken, ABD’nin Şii yönetimlere ilgisinin sebebi nedir? Bu sorunun cevabı, “bir yandan Doğu ile Batı arasında dinler ve medeniyetler arası çatışmalara zemin hazırlanırken, bir yandan da İslam dünyasında mezhep çatışmasına açılabilecek kapıları aralamak” şeklinde verilebilir. Ola ki, Türkiye kontrol edilemeyecek kadar çok güçlenirse, hilal şeklindeki bir hançer sırtına saplanmaya hazır bekletilmektedir… Umarız ki, bölge ülkelerinin yöneticileri bu tezgaha düşmezler. SD Yazı İşleri Müdürü* Kuzey Afrika’da Arap Baharı’nın Birinci Yılı Arap baharı diye adlandırılan süreç en büyük etkisini Kuzey Afrika’da gösterdi. Bir bölge ülkesi olan Tunus’ta sürpriz bir şekilde başlayan sürecin üzerinden, Bin Ali ve Mısır’da Mübarek’in devrilmesinden ayrıca Kaddafi’ye karşı isyanların başlamasından bu yana bir yıl geçti ve şu ana kadar en kanlı değişim süreci Libya’da yaşandı. Cezayir’de fazla bir hareketlenme olmadı. Fas’ta ise sorunsuz bir değişim süreci yaşandı. A rap baharı diye adlandırılan süreç en büyük etkisini Kuzey Afrika’da gösterdi. Bir bölge ülkesi olan Tunus’ta sürpriz bir şekilde başlayan sürecin üzerinden, Bin Ali ve Mısır’da Mübarek’in devrilmesinden ayrıca Kaddafi’ye karşı isyanların başlamasından bu yana bir yıl geçti ve şu ana kadar en kanlı değişim süreci Libya’da yaşandı. Cezayir’de fazla bir hareketlenme olmadı. Fas’ta ise sorunsuz bir değişim süreci yaşandı. Bu yazıda siyasi reformlar, güvenlik ve ekonomik düzelme gibi temel açılardan Kuzey Afrika ülkelerinde Arap Baharı ile gelen değişim sürecini ele alacağız. Mısır Nüfus, entellektüel ve jeostratejik ağırlığı ile bölgenin en önemli ülkesi olan Mısır’daki değişim zor ve sorunlu geçmektedir. Değişimin kolay gerçekleşeceğini beklemek Ahmet UYSAL* de naiflik ve fazla iyimserlik olur. Mübarek’in devrilmesi Kaddafi’nin yıkılması ile karşılaştırıldığında görece kolay olmuştu ama zamanla değişimin kolay olmayacağı anlaşıldı. Mısır ordusu Mübarek’in devrilmesinde halktan ve devrimden yana tavır koymuş Mübarek’in yıkılmasına yardımcı olmuş ve onun görevlerini devralarak demokrasiye geçiş sürecini başlatmıştır. Ancak aradan geçen süre içinde bu sürecin o kadar kolay ve sancısız olmayacağı anlaşıldı. Devrimin amacına yönelik olarak ilk etapta kısmi bir anayasa değişikliği yapıldı. Özellikle Mübarek’in uzun süre başta kalmasını ve sistemi manipüle etmesini sağlayan maddeler değiştirildi. Laik grupların istediği yeni bir anayasa yapma yerine İhvan, Mübarek’in partisi Ulusal Demokratik Parti ve askeriyenin desteklediği değişiklik üçte iki ağırlıkla halk tarafından onaylandı. Bu duMART 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 59 Mısır’da reformların yavaş gerçekleşmesi, seçimlerin uzaması, Mübarek’in yargılanmasının sürüncemeye bırakılması, ekonominin devrim öncesinden daha da kötüye gitmesi ve arada Müslümanlar ve Hıristiyanlar arasında çıkan çatışmalar zamanla geleceğe dair ciddi karamsarlık oluşturmaya başladı. rum değişimin devrim ruhuyla değil yumuşak geçiş ve daha çok reform tarzında olacağının işaretiydi. yanında ciddi ekonomik faaliyetleri de vardır. Özellikle geçiş sürecini kurumsal gücünü ve ayrıcalıklarını korumak üzerine kurmaktadır. Bir yandan İslamcılar’a karşı bir fren rolü oynaması istendiği için batı tarafından da desteklenmektedir. Diğer yandan yeni anayasa yazımı ve yeni devlet başkanı seçimlerinde etkili olması beklenmektedir. Her iki olay ülkenin geleceği ve yeni sistem içinde ordunun yerini tanımlayacağı için üzerinde çok durulmaktadır. Özellikle İhvan-ı Müslimin’in orduya karşı daha anlayışla yaklaşması önümüzdeki süreçte de ordunun etkili olmaya devam edeceği tahminlerini desteklemektedir. 2011 yazı boyunca Mısır’da üç temel siyasi güç olduğu anlaşıldı: Devrimci gençler, İslamcılar ve Ordu. Devrimci gençler daha çok laik gruplardan oluşmakta ama aralarında belirli oranda İslamcı eğilimlerde bulunmaktaydı. Tahrir gençleri diye adlandırılan bu gençler devrimi başlatan ve yapan, hem rejimden hem de statik grup yapılarından rahatsız olan gruplardı. İnternet jenerasyonu olarak da alandırılabilecek gençler hem rejim tarafından dışlanmaktan hem de eski nesil siyaset ortamı ve hatta dini cemaatler tarafından dinlenilmemekten rahatsız oldukları için Tahrir Meydanı’nı kendilerini ifade etmek için ana zemin olarak kullanmak istiyorlardı. Devrimci gençler arasında ciddi bir örgütlenme ve liderlik sorunu bulunmaktadır. Siyasette tecrübesizlikleri de güçlü ve ortak bir stratejisi geliştirmelerine engel olmaktadır. Bu altyapılar yeni oluşmakta olduğundan şu aşamada çok etkili olamamaktadırlar. Devrim sonrası Mısır’ın en önemli aktörü ise İhvan-ı Müslimin ve Selefilerin öncülüğünde ve birçok küçük fraksiyondan oluşan İslamcılardır. Kurulduğu zamandan bu yana bastırılmasına rağmen hem genel olarak dindar olan Mısır toplumunda rolleri azalmamış hem de toplumun son 20-30 yılda daha dindarlaşmasına yardımcı olarak bu konumlarını da güçlendirmişlerdir. İhvan’ın Mısır’dan yola çıkarak bütün Arap Dünyası’ndaki ağırlığı bilinmekteydi. Devrimi başlatmamakla beraber Mübarek’in düşmesi için darbeyi vurmakta etkili oldular. Ancak devrim sonrasında askeriye ile fazla iddialı olmayacakları ve hatta Cumhurbaşkanı adayı göstermeyecekleri konusunda anlaştıkları söylendi. Devrim yerine reform mantığı ile hareket ettiği ve diğer grupları dikkate almadıkları konusunda İhvan’a Tahrir gençlerinden ve diğer laik gruplardan ciddi eleştiri gelmektedir. Ancak sonuçta Aralık ve Ocak aylarında devam eden parlamento seçimlerinde yüzde elliye yakın oy alarak ciddi bir başarı göstermiştir. Kurumsal yetkisi ve ülkenin geleceğini şekillendirmedeki etkisi açısından ordu, Mısır’da önemli olmaya devam etmektedir. Ülke yönetiminde ve siyasette büyük ağırlığı Ancak devrim sonrasında sürpriz bir şekilde gün yüzüne çıkan Selefilerin gücü oldu. Özellikle Körfez sermayesi ile fakir kırsal bölgelerde aktif şekilde faaliyet gösterdikle- 60 STRATEJİK DÜŞÜNCE | MART 2012 ri ve apolitik tutumları dolayısıyla rejim tarafından İhvan’ın gücünü kırmak için zımnen göz yumulmaktaydı. İş imkânları dolayısıyla birçok Mısır’lı körfez ülkelerine çalışmaya gitmektedir. Burada bulundukları ortamdan etkilenerek Mısır’a dönmektedirler. Özellikle son yıllarda Körfez sermayesi desteği ile ortaya çıkan çok sayıdaki dini kanalın selefi anlayışın Mısır’da yayılmasında ciddi rol oynadığı düşünülmektedir. Selefi gruplar İhvan’a göre daha radikal tutum sergiliyorlar. Kadın hakları ve Hristiyan grupların Mısır’daki konumu konusunda daha tavizsiz tutum benimsedikleri için ciddi kaygı uyandırmaktadırlar. Son parlamento seçimlerinde ise birçok köklü laik partiden fazla oy alarak yaklaşık yüzde 25 kamuoyu desteğine ulaşmışlardır. Bu durum özellikle batı ve laik kesimlerinde kaygı uyandırmaktadır. Reformların yavaş gerçekleşmesi, seçimlerin uzaması, Mübarek’in yargılanmasının sürüncemeye bırakılması, ekonominin devrim öncesinden daha da kötü gitmesi ve arada Müslümanlar ve Hıristiyanlar arasında çıkan çatışmalar zamanla geleceğe dair ciddi karamsarlık oluşturmaya başladı. Bu da Tahrir gençlerini orduya karşı daha radikal ama şiddete varmayan bir tutum takınmaya itti. Ekim ayında Hıristiyan göstericilerden otuza yakını öldürüldü. Aralık ayında devam eden ve ordunun yönetimi sivillere bırakmasını isteyen gösterilerde onlarca gösterici öldürüldü. Şubat 2012 başında El-Mısri ve El-Ehli takımlarının seyircileri arasında çıkan çatışmada 74 kişi hayatını kaybetti. Siyasi gözlemciler, bu olayları rejimin bilinçli olarak güvenlik zaafı oluşturma çalışmasına bağladılar. Aradan bir yıl geçmesine rağmen Mısır’da en ciddi gelişme parlamento seçimlerinin yapılmasıdır. Diğer süreçler oldukça yavaş işlemektedir. Milyarlarca dolar yolsuzluk yapan ve göstericilere öldürme emri veren Mübarek ve adamlarının yargılanmasında çok yol alınamamıştır. Otuz yıldır süregelen olağanüstü hal kanunu kısmen değişmiş, tamamen ortadan kaldırılmamıştır. Ayrıca, Mısır ekonomisi kötü durumda olduğu için devrim gerçekleşmişti ancak bugünkü ekonomik durum devrim öncesinden daha kötü durumda. Değişim sürecinin yavaş yürümesi ve gösterilerin sürmesi ülke geleceğine yönelik belirsizlikler hem turizmi hem de yatırımı geciktirmektedir. Mısır’ın her ikisine de çok ihtiyacı vardır. Bütün gecikmenin ve olumsuzlukların iç ve dış sebepleri vardır. İç sebeplerden en önemlisi Mısır’da ciddi bir liderlik sorunu bulunmasıdır. Mübarek döneminde bütün potensiyel liderler bastırıldığı için halka umut ve yön verecek lider yoktur. Bu durum kafa karışıklığına ve zaman kaybına ve hatta umutsuzluğa yol açmaktadır. Değişimin yavaş ilerlemesi esas olarak dış faktörlerle de ilgilidir. İsrail’in komşusu ve bölgedeki önemi dolayısıyla Mısır’daki gelişmeler bölgeyi yakından etkileyeceği için ABD ve Körfez ülkeleri tarafından devrimin başarılı olması istenmemektedir. Diğer bir ifade ile rejim değişimi yerine yönetim değişikliği ile geçiştirilmeye çalışılıyor. Ama artık taşlar yerinden oynadığı için gecikse de değişimi durdurmak kolay değil. Libya Arap baharı patlak verdiğinde Bin Ali ve Mübarek’in ardından kimse sıranın Muammer Kaddafi’de olduğunu tahmin etmiyordu. Arap baharının en fırtınalı günleri Libya’da yaşandı. Devlet kurmadan kırk yıldır ülkeyi demir yumrukla ve keyfine göre yöneten Kaddafi bir anda gösterilerle sarsıldı. Diğer petrol ülkeleri görece sakin dururken Libya’nın karışmasında üç temel neden görülmektedir. Birincisi, bölgenin en zengin petrol ülkelerinden birisi olması gerekirken petrol paralarını Batı bankalarına yatırması ve Afrika’da “krallar kralı” ünvanı almak için birçok ülkeye milyarlarca dolar para dağıtmasıdır. İkincisi, baskıcı yönetimi yanında yapay nehir oluşturmak gibi bir sürü abartılı, pahalı ve başarısız kalkınma programına girişmesi ve halkını özellikle de doğu Libya’yı ihmal edip geri bırakmasıdır. Üçüncüsü de, petrolü olması dolayısıyla dış müdahale için iştah kabartmış olmasıdır. Kaddafi, kendisine doğrudan bağlı ve dışardan getirdiği özel ordusu ve petro-dolarları ile içerden yıkılması kolay olmayacağı için dış destekle yıkılmıştır. Yedi sekiz ay sonunda koltuğundan düşmüş ve askerlerinin teslim olması bir kaç ay daha almıştır. Bu süre içinde ortaya çıkan çatışmalarda 50 bin kişi hayatını kaybetmiştir. Kaddafi’nin devrilme- Kaddafi yıkıldıktan sonra kurulan geçici hükümet ülkeye tam hâkim olmakta zorlanmaktadır. Tecrübe ve lider eksikliği Libya’da da karşımıza çıkmakta ve genel bir uzlaşı ile geçiş sürecinin yönetilmesi ve ilerleme sağlanması güçleşmektedir. si bir petrol ülkesi olarak Libya’yı Arap baharı sürecinde bir ilk yapmıştır. Mısır ve Tunus’ta barışçıl gösterilerle yönetim düşerken Arap baharında daha kanlı bir seçeneğin önplana çıkmasına yol açmıştır. Birçok açıdan Libya’da ortaya çıkan silahlı ve kanlı süreç devrimler için ve diğer Arap toplumları için çıtayı yükseltmiştir. Bir yandan Beşar Esad gibi protestolarla devrilmek istenen liderlere kötü bir örnek olmuş ve sonlarının kötü olmaması için daha fazla direnç göstermelerine yol açmıştır. Aynı şekilde protestocular için de maliyet yükselmiş, diktatörlerin geniş kapsamlı barışçıl protestolarla değil ancak silahlı çatışmayla ve dolayısıyla büyük can ve mal kaybı ile olacağı fikrini yaydığı için Arap baharının rüzgârını kesmiştir. Özellikle terörden ve keyfi MART 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 61 Tunus küçük olduğu için kendi sorunlarını kendisinin çözmesi de zordur. Ekonomik kaynakları sınırlı olduğu gibi gelişmek için dış yardım ve dış yatırıma muhtaçtır. Bu açıdan Tunus, dış dünya ile iyi geçinmek durumundadır ve bu ihtiyacını yeni yöneticiler iyi anlamış durumdadırlar. öldürmelerden bıkan Arap halklarını devrim konusunda tereddüte itmiştir. Kaddafi yıkıldıktan sonra kurulan geçici hükümet ülkeye tam hâkim olmakta zorlanmaktadır. Tecrübe ve lider eksikliği Libya’da da karşımıza çıkmakta ve genel bir uzlaşı ile geçiş sürecinin yönetilmesi ve ilerleme sağlanması güçleşmektedir. Kaddafi’nin Libya’da sistem kurmaması dolayısıyla kurumsallaşma ve demokratikleşme aynı anda beklenmektedir bu da zordur. Ayrıca, kabilecilik de belli ölçüde devam ettiği için toplum kesimleri arasında diyalog ve uzlaşma zorlaşmaktadır. Diğer bir sorun ise silahlı mücadele esnasında ortaya çıkan bütün topluma yayılan silahlı grupların varlığıdır. Bu gruplar bazen kabileciliğe göre hareket etmekte ve silah bırakmak istememekte, bazen de Kaddafi’yi devirmek için can ve mal kaybı yaşadıkları için hak ve ayrıcalık isteyerek silah bırakmayı reddetmektedir. Bu durum merkezi hükümetin ülkenin her tarafında gücünü hissettirmesine engel olmakta ve sık sık silahlı gruplar arasında çıkan çatışmalar ülkede istikarın sağlanmasını zorlaştırmaktadır. Tunus Arap baharının öncüsü herkesi şaşırtan Tunus olmuştur. Mısır ve 62 STRATEJİK DÜŞÜNCE | MART 2012 Libya’ya göre demokrasi yürüyüşünde aldığı yol ile bu özelliğini sürdürmektedir. Mısır’dan farklı olarak Tunus Ekim 2011’de parlemanto seçimlerini başarıyla tamamladı. Burada İslamcı el-Nahda seçimlerden birinci parti olarak çıktı diğer laik partilerle koalisyon kurdu. Ayrıca, başkanlık seçimi yapıldı ve laik kimliği ile bilinen Mouncif Marzouki başkan seçildi. Mısır’a görece hem süreç işlemekte hem de laik ve İslamcı kesimler arasında kopukluk ve uçurum aşılmaz düzeyde değildir. Tunus’ta ayrıca güvenlik düzelmeye başladığı için istikrarın gelmekte olduğu yönünde beklentiler artmaktadır. Bu da ekonomik faaliyetleri artırarak düzelme işareti olarak görülmektedir. Ancak işlerin tamamen yoluna girdiği anlamı çıkarmak için henüz çok erken. Ancak bir dahaki seçimde yaptıklarından hesaba çekilebilecek sivil yöneticiler görevi devralmış durumdadırlar. Peki, Tunus’u Mısır’dan farklı kılan nedir? Mısır’da olduğu gibi Tunus’ta güçlü bir ordu yoktur. Zeynelabidin bin Ali kendisi darbe ile geldiği için darbe olur diye düzenli orduyu çok güçlendirmemiştir. Bu açıdan eski sisteme sahip çıkan bir askeriye kurumu devrimin karşısına çıkmamıştır. Diğer taraftan, Tunus, Mısır’a göre çok daha küçük ve küresel ekonomisiyasi düzende daha önemsiz bir konumdadır. Güçlü bir Mısır’ın dün- yanın en kritik bölgesi Ortadoğu’da yapacağı etki ile Tunus’un yapacağı etki kesinlikle aynı değildir. Ayrıca, devrim öncesinde Tunus yalnızca Fransız nüfuz alanında olduğu için ABD bu rejimin yıkılmasından çok rahatsız olmamıştır. Ancak 1970’lerden beri Amerikan nüfuzu altında olan Mısır’daki değişim ABD, İsrail ve Avrupa’yı ciddi şekilde rahatsız edeceği için Tunus’a daha az müdahale edilmektedir. Ancak Tunus küçük olduğu için kendi sorunlarını kendisinin çözmesi de zordur. Ekonomik kaynakları sınırlı olduğu gibi gelişmek için dış yardım ve dış yatırıma muhtaçtır. Bu açıdan Tunus dış dünya ile iyi geçinmek durumundadır ve bu ihtiyacını yeni yöneticiler iyi anlamış durumdadırlar. İsabetli bir şekilde dış dünyaya sert tepkiler vermekten kaçınmaktadırlar. İşsizlik ve yoksulluk seviyeleri hala çok yüksektir ve bu sorunların çözülmesi de zaman alacaktır. Ayrıca, yeniden yazılacak anayasa, toplumsal fay hatlarının çatlamasına (özellikle İslamcılar ve laikler arasında) yol açabilir. Hükümetteki el-Nahda, insanları dine zorlamak yerine özgürlüklere önem verdiğini söylemekte ve sosyal hizmetlere ve ekonomiye yoğunlaşacağını vurgulamaktadır. Anayasa yazım süreci sorunsuz atlatılabilirse Tunus önemli bir gelişme süreci yakalayabilir. SDE Uzmanı, Doç. Dr. * Dünya Suriye Üzerinden Yeniden Kutuplaşıyor Baas rejimine karşı gösterilerin başladığı ilk günlerde halkın talebi demokratikleşme yolunda reformlar yapılması iken bugün muhalifler artık reform değil Esad’sız bir Suriye için mücadele etmektedir. Gelişmeler bölge ve dünya ülkelerinin sessiz kalamayacağı bir durum ortaya çıkarmış, başta Arap Birliği olmak üzere BMGK Suriye’ye yönelik bir dizi kararlar almıştır. Arap baharının en zor duraklarından biri olan Suriye’de bir yıl önce başlayan ve her geçen gün şiddetini arttıran olaylar artık geri dönülmez bir yola girmiş bulunmaktadır. Baas rejimine karşı gösterilerin başladığı ilk günlerde halkın talebi demokratikleşme yolunda reformlar yapılması iken bugün muhalifler artık reform değil Esad’sız bir Suriye için mücadele etmektedir. Baas yönetiminin muhaliflere yönelik uyguladığı sert politikalar bölge ve dünya ülkelerinin bu durum karşısında sessiz kalamayacağı bir durum ortaya çıkarmış, başta Arap Birliği olmak üzere Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi (BMGK) Suriye’ye yönelik bir dizi kararlar almıştır. Bu yazıda Arap Birliği ve BMGK’nın Suriye yönetimine karşı aldığı kararlar, bu kararların Rusya ve Çin’in vetoları neticesinde uygulanamaması ve bunun yansımaları incelenecektir. Amine YAZICI* BM’nin Veto Edilen Tasarısı Arap Birliği’nin önerisi ile hazırlanan BMGK kararı, Konseyin daimi üyelerinden Rusya ve Çin’in red oyu kullanması nedeniyle kabul edilemedi. Güvenlik Konseyi’ne sunulan taslakta Suriye’ye askeri operasyonla ilgili herhangi bir teklif yer almıyordu. Tasarı, Suriye’de demokratik ve çoğulcu siyasi geçiş sürecini kolaylaştırmayı, Devlet Başkanı Beşşar Esad’ın yetkilerini yardımcısına bırakmasını, güvenlik güçlerinin sivillere karşı orantısız güç kullanımını, keyfi adam öldürmeleri, tutuklamaları, infazları, işkence ve kötü muamele gibi işlenen tüm insan hakları ihlallerine derhal son verilmesini ve Suriye’de silahlı gruplar da dâhil olmak üzere bütün taraflara, tüm şiddet eylemlerinin sona erdirilmesini öngörüyordu.1 Rusya ve Çin’in Batı dünyasına karşı Suriye’nin yanında takındıkları bu MART 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 63 Rusya’nın ABD ve AB’nin aksine Suriye’de yönetimden yana tavır sergilemesinin nedeni sadece Tartus Limanı’nda bulundurduğu üssü değil şüphesiz. Rusya, bölgede Suriye üzerinden kurduğu etkinliği kaybetmek istemiyor. tutum bir Soğuk Savaş dönemi kutuplaşmasının sinyallerini vermektedir. Rusya Neden Veto Etti? Rusya ve Suriye arasındaki ilişkiler Sovyetler döneminden bu yana aslında iyi ilişkiler olarak tanımlanabilir. Ancak 1999 yılında Putin’in iktidara gelmesinden 2005 yılında Beşşar Esad’ın Moskova ziyaretine kadar geçen dönemde ilişkiler bir tür askıda kalmıştır. Esad’ın ziyaretiyle birlikte tarihsel yakınlık yeniden başlamış, Suriye ve Rusya silah 64 STRATEJİK DÜŞÜNCE | MART 2012 satışı ve petrol anlaşmaları dâhil birçok anlaşma imzalamışlardır. Yine bu ziyaret sonrası Rusya, Suriye’nin Sovyetler döneminden kalma borcunun yüzde 73’ünü silmiştir. Suriye’nin Lazkiye’den sonra ikinci büyük limanı olan Tartus Limanı, Şam’ın kuzeybatısından 220 km uzaklıkta stratejik bir bölgede 1971’den beri Sovyet/Rus deniz üssüne ev sahipliği yapmaktadır. Sovyetler Birliği zamanında liman daha çok Sovyet donanmasına madditeknik, ikmal/donanım ve gemi onarımı için kullanılmış ve üsse olan yatırım sınırlı kalmış olsa da, 2008’deki Rusya-Gürcistan Savaşı sonrası üsteki Rus donanmasının durumu iyileştirilmeye başlanmış ve Akdeniz’deki tek Rus askeri deniz 2 üssü olarak önemi artmıştır. Moskova, Şam’a yönelik tutum değişikliği sayesinde Rusya’nın Akdeniz’de donanma bulundurmasını isteyen, Ortadoğu’da gerçekten güvenilir bir müttefike sahip olmuştur. Rusya’nın ABD ve AB’nin aksine Suriye’de yönetimden yana tavır sergilemesinin nedeni sadece Tartus Limanı’nda bulundurduğu üssü değil şüphesiz. Rusya, bölgede Suri- ye üzerinden kurduğu etkinliği kaybetmek istemiyor. Libya’ya yönelik operasyon hakkında 2011 Mart ayında BM Güvenlik Konseyi’nde kabul edilen kararda veto hakkını kullanmayan Moskova, Suriye için aynı tutumu göstermeyecektir. Kremlin, Suriye’ye yönelik herhangi bir yaptırım kararına itiraz etmektedir. Moskova’nın bu tutumunda, Libya ve Suriye’nin Rusya açısından öneminin farklılık arz etmesi de önemli bir rol oynamaktadır. BM İnsan Hakları Komisyonu’nun raporlarına rağmen Moskova Suriye’deki olayları henüz uluslararası barış ve güvenliğe bir tehdit olarak görmemektedir. Suriye’nin Ortadoğu’nun en önemli ülkelerinden biri olduğunu vurgulayan Moskova, bu ülkedeki bir istikrarsızlığın bütün Ortadoğu’ya yayılabileceğini ileri sürmekte ve sorunun ülke içinde bütün kesimlerin birlikte yer alacağı diyalog ile çözülmesini istemektedir. İran ve Lübnan hariç bölge ülkelerinin Suriye konusundaki tavırlarına rağmen Moskova’nın tutumunda ısrarcı olması Şam’ın stratejik açıdan Rusya için ne kadar önemli olduğunu göstermektedir. BM’nin ve Batı’nın Suriye’ye yönelik tavrını ülkenin iç işlerine karışmak olarak niteleyen Rus yetkililer Esad’ın söz verdiği reformları yapmaması halinde bu veto kararının arkasında uzun süre duramayacaktır. Nitekim 4 Şubat’ta kararın veto edilmesinin ardından Suriye’ye giden Rusya Dışişleri Bakanı Lavrov, Esad’ın şiddet olaylarını durduracağını söylemiş olsa da, ziyaret sonrasında Şam yönetimi saldırılarına devam etmiştir. Çin Neden Veto Etti? Çin’in BM’nin Suriye’ye yönelik karar tasarısını veto etmesinin gerekçeleri Rusya’nın endişeleriyle benzeşmektedir. Çin Hükümeti de Libya örneğinden sonra Suriye’ye olası bir müdahalenin bölgesel denklemleri olumsuz etkileyeceğinden endişe etmektedir. Suriye’ye düzenlenecek askeri müdahalenin sonraki adımında İran’a bir müdahale olması ihtimali Çin’in İran’la enerji ithalatı ilişkisini sekteye uğratacağından bu riske karşı temkinli davranmaktadır. İran’ın nükleer faaliyetlerini durdurması için yaptırım uygulama konusunda ABD’nin başını çektiği Batı dünyası Ocak ayı içerisinde, AB ülkelerinin de Ağustos 2012 itibariyle İran’dan petrol ithalatını durdurmaya yönelik bir karar almıştı. Ancak AB ülkeleri de kendi içlerinde alınan bu karar konusunda anlaşmazlığa düşmüşler özellikle İran petrolünün önemli alıcılarından olan ve şu anda AB’deki ekonomik krizin en derin hissedildiği Yunanistan, İspanya ve İtalya, İran’a yönelik bu ambargo kararına soğuk bakmışlardır. Çin’de bu ambargo kararının uygulanmaması gerektiğini belirtmiştir. Suriye’de yaşanacak bir iktidar değişikliği İran’ı da bölgesinde yalnızlaştıracak ve Batı’nın baskısının art- masına neden olacaktır. Çin’in Ortadoğu özel temsilcisi Wu Sike, Çin’in amacının “diktatör rejime” destek vermek değil, Suriye halkının temel çıkarlarını korumak ve Suriye’deki değişimi yabancılar değil, Suriyeliler tarafından yapılması gerektiğine inandıkları için BM Kararı’nı veto ettiklerini söylemiştir.3 Çin’in aldığı bu veto kararı Suriye’de yaşanan karışıklığı durdurmaya muktedir olamayacaktır. Esad’ın muhaliflere yönelik politikalarının gün geçtikçe sertleşmesinin bir nedeni olarak Çin ve Rusya, Batı tarafından suçlanacak ve yaşanan katliamların bir ortağı olarak nitelendirilecektir. Suriye Üzerinden Yeni Bir Kutuplaşma Suriye’de yaşanan krizi Ortadoğu’daki nüfuzlarını artırmak için kullanan Rusya, Çin ve İran eksenli Doğu Bloğu olarak nitelendirebileceğimiz ülkelere karşı ABD öncülüğündeki Batı’nın Şam üzerinden derinleşen gerginliği yeni bir ‘Soğuk Savaş’a kapı aralamaktadır. Bölgesinde yaşanan sorunun çözümü için diplomatik yolların tamamını deneyen Türkiye bu kutuplaşmadan dolayı oldukça zor durumda kalmaktadır. Oluşan bu yeni Soğuk Savaş atmosferinde öncekinden farklı olarak ekonomik çıkarlar ideolojik sebeplerin önüne geçmiş durumdadır. Kutuplar arasındaki denklemden kendi yaşam alanını oluşturan Esad rejiminin devamı, şüphesiz en çok sınır komşusu Türkiye’yi etkilemektedir. Suriye’de orantısız, düzenli saldırılara maruz kalan Türk nüfusunun yanında, sınır köylerine sınırın karşı tarafından mermi düşmeye başlaması ve çatışmaların şiddetlenip iç savaşa dönüşmesi hâlinde mülteci akınına maruz kalacağını Suriye’de yaşanan krizi Ortadoğu’daki nüfuzlarını artırmak için kullanan Rusya, Çin ve İran eksenli Doğu Bloğu olarak nitelendirebileceğimiz ülkelere karşı ABD öncülüğündeki Batı’nın Şam üzerinden derinleşen gerginliği yeni bir ‘Soğuk Savaş’a kapı aralamaktadır. hesap eden Ankara, güney sınırının birkaç farklı noktasında mülteci kampları oluşturmaya başladı. Hâlihazırda 16 bin kadar Suriyeli, Türkiye’ye sığınmış bulunmaktadır. Irak tecrübesinden hareketle muhtemel mülteci akını, Türkiye’nin iç istikrarı açısından oldukça tehlikeli bir durum ortaya çıkarabilir. Suriye’de Mart 2011’den beri yaşananlar Esad rejiminin sonunun geldiğinin en açık göstergesidir. Rejim karşıtları 4 binden fazla destekçisini yitirse de gösterilerin dozajını her geçen gün artırmaktadırlar. Baas rejimi, tarihî bağlar ve bölgesel çıkarlar neticesinde oluşan Rusyaİran-Çin denkleminden güç alıp ömrünü uzatsa da başta Türkiye olmak üzere bölgedeki etkili diğer aktörler Esad’ın devrilmesi noktasında kararlı ve geri adım atmayacak gibi görünüyorlar. Ordudan kopuşun yanında Baas’ın zayıflamaya başladığı göz önüne getirilip Rusya ve Çin’in çıkara dayalı Suriye denklemlerinin her an değişebileceği hesaba katıldığında, Esad rejiminin 2013’ü göremeyeceğini söylemek kehânet olmayacaktır. SDE Asistanı* 1. http://www.turkrus.com/haber-hatti/23973-rusya-ve-cin-veto-silahini-kullandi-suriyeye-yeni-bm-baskisi-kabul-edilmedi.html 2. http://www.usak.org.tr/hyazdir.asp?id=989 3. http://www.sde.org.tr/tr/kose-yazilari/1092/cinin-veto-karari-ve-suriye-endiseleri.aspx MART 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 65 Afganistan, Pakistan ve İran Zirvesinden ABD’ye Mesaj İslamabad’da gerçekleşen üçlü zirve Afganistan Devlet Başkanı Hamid Karzai, İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad ve Pakistan Devlet Başkanı Asıf Ali Zerdari’nin katılımıyla gerçekleştirildi. Sonuçlarına dikkat edildiğinde, Üçlü Zirve’nin ABD’ye karşı gerçekleştirildiği değerlendirilmesi yapılabilir. Zirveye katılan liderler konuşmalarında ABD’ye mesaj veren ifadeler kullanmıştır. 66 STRATEJİK DÜŞÜNCE | MART 2012 A BD açısından, özellikle son dönemlere bakıldığında dünyada İran-AfganistanPakistan üçlüsünün kapsadığı coğrafya kadar sorunlu bir bölge yoktur. Nükleer programı dolayısıyla ABD, yıllardır İran’a siyasi ve ekonomik yaptırım uygulamaktadır. ABD, Afganistan ve Irak savaşlarında, işgal öncesi yaptığı hesapları tutturabilseydi, yani bu savaşları nispeten daha ucuz bir şekilde atlayabilseydi İran’ı da işgal girişiminde bulunabilirdi. ABD ile Afganistan arasındaki sorunların en önemlisi ise, ABD’nin 11 Eylül sonrası işgal ettiği Afganistan’da askeri mücadeleyi kazanamamış olmasıdır. 10 yıldır bu ülkeye sözde istikrar getirmek için savaşan ABD, bu hedefine ulaşamamakla birlikte, 2012’de başlayıp, 2014 yılı sonuna kadar Afganistan’dan çekilmeyi planlıyor. Washington yönetimi, çekilme Khalilullah RASULİ* öncesi Taliban’la barış imzalayarak bölgeyi kontrolü altında tutmaya çalışıyor. Bölgede ABD ile sıcak ilişkilere sahip olduğu düşünülen ülkelerin başında Pakistan gelmekteydi. Ancak ABD’nin insansız hava araçlarıyla Taliban güçlerinin saklandıklarını iddia ettiği Pakistan sınırları içerisindeki bazı bölgelere saldırılar düzenlemesi, Pakistan tarafında huzursuzluk oluşturmaktadır. Pakistan, ABD’nin insansız uçaklarla topraklarına saldırı düzenlemesine son vermesini talep etmektedir. Geçtiğimiz yıl ABD’nin insansız hava araçlarının 24 Pakistanlı askeri öldürmesinin ardından Washington ile İslamabad’ın ilişkileri donma noktasına gelmişti. Bu bağlamda ABD’nin, Afganistan, Pakistan ve İran’ın en üst düzeydeki toplantısını özenle izlediği düşünülmektedir. Üçlü Zirve’den Doğan Gerçekler Pakistan, Afganistan ve İran arasında üçüncüsü yapılan zirvenin ilk iki toplantısı Mayıs 2009 ve Haziran 2011’de Tahran’da yapıldı. Ancak sözü geçen zirvelerin sonucunda göze çarpacak önemli bir gelişme olmadı. Son zirvenin daha önceki zirvelerden farkı, İran ve İsrail arasında bir savaş olasılığının geçmiş dönemlerde bugünkü kadar büyük olmamasıdır. Pakistan’ın ABD’ye karşı çıkması ilişkileri donma noktasına getirmiştir. ABD ve Afganistan hükümeti arasındaki fikir ayrılıkları ise özellikle Taliban konusundaki farklı düşüncelerinden kaynaklanmaktadır. Bahsi geçen konular dikkatte alındığında 17 Şubat 2012’de gerçekleşen zirvenin geçmişteki zirvelerden farklı olduğunu göstermektedir. Resmi programa bakıldığında üç lider, ticari ilişkilerini geliştirmenin yanı sıra uyuşturucuyla mücadele ve terörü masaya yatıracaklardı. Ancak bahsi geçen gelişmeler ve zirve sonucunda üç liderin açıklamalarına bakıldığında, farklı bir durumun ortaya çıktığı gözlenmektedir. Pakistan’ın başkenti İslamabad’da gerçekleşen üçlü zirveye Afganistan Devlet Başkanı Hamid Karzai, İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad ve Pakistan Devlet Başkanı Asıf Ali Zerdari’nin yanı sıra üç ülkeden çeşitli düzeylerden personel ve her üç ülkenin de içişleri, dışişleri ve ekonomi bakanları katılmıştır. Pakistan’da sivil iktidar ve askerî bürokrasi arasında sorun yaşanan bir döneme rast gelen üçlü zirveye Pakistan Ordu Komutanı Eşvak Kayhani’nin de katılması anlamlı bir gelişme olarak yorumlandı. rece yardım etmesinin bu temasları daha başarılı sonuçlandıracağını düşündüğünü kaydetti. Bilindiği gibi, Afganistan Cumhurbaşkanı Karzai Pakistan’ın sivil yöneticileri ile iyi ilişkiler içinde olmuştur, fakat Taliban’a destek vermekle suçladığı Pakistan ordusu ve Inter-Services Intelligence (ISI) ile arasında genellikle gerginlikler yaşanmaktadır. Afganistan Cumhurbaşkanı Hamid Karzai, Pakistan’a gitmeden önce yaptığı açıklamalarda, Pakistan hükümeti ile görüşüp onların arabuluculuğu ile Taliban’ın en üst düzey üyeleri olan Şura-i Quite ile görüşebileceğini ifade etmiştir. Karzai, Taliban’ın barış sürecine katılması üzerine Pakistan’a gitmiştir. Pakistan hükümetinden yetkililerle görüştüğünde isteğini ileten Karzai’nin teklifi reddedilmiş; Pakistan bir kez daha Taliban’ın en üst düzey üyeleri olan Şura-i Quite’yin Pakistan’da bulunmasını reddetmiştir. Karzai’nin söz konusu isteğinin Pakistan tarafından reddedilmesi üzerine Afganistan hükümeti Taliban’la barış konusunda Pakistan hükümetinden umutlarını kesmiş; bu çerçevede Pakistan’daki dini liderlerle ve özellikle Taliban’ın manevi babası olarak tanınan Mevlana Fezelhak ile görüşmüştür. Fezelhak Taliban’la görüştüğünü kabul ederek “Eğer Afganistan hükümeti Taliban’la görüşmenin amacını açık Resmi programa bakıldığında üç lider, ticari ilişkilerini geliştirmenin yanı sıra uyuşturucuyla mücadele ve terörü masaya yatıracaklardı. Ancak bahsi geçen gelişmeler ve zirve sonucunda üç liderin açıklamalarına bakıldığında, farklı bir durumun ortaya çıktığı gözlenmektedir. bir şekilde dile getirirse bu görüşmelerin gerçekleşmesi için çabalayacağım” demiştir. Fezelhak’a göre Taliban’ın isteği yabancı güçlerin Afganistan’dan geri çekilmesi ve Taliban esirlerinin serbest bırakılmasıdır. Zirve sonucunda konuşan Karzai ise İslamabad’ın ve Tahran’ın Kabil’e Washington’dan daha yakın olduğunu belirterek, “bölgede kargaşa çıkmasına izin vermeyeceğiz” açıklamasında bulundu. Karzai, Taliban ile görüşmeler konusunda ise bir kez daha “Katar’ı istemediklerini” ifade ederek “Eğer görüşmeler yapılacaksa bunun ya Türkiye’de ya da Suudi Arabistan’da yapılmasını Karzai Pakistan’a gitmeden önce Wall Street Journal’da Taliban’la barış görüşmelerine başlanmış olduğunu açıklamıştır. Karzai, ayrıca, Taliban’ın ABD ve Afganistan hükümeti ile teması olduğunu da iddia etti. Karzai, Pakistan’ın bu süMART 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 67 Karzai, Taliban ile görüşmeler konusunda ise bir kez daha “Katar’ı istemediklerini” ifade ederek “Eğer görüşmeler yapılacaksa bunun ya Türkiye’de ya da Suudi Arabistan’da yapılmasını istiyoruz” açıklamasında Üçlü Zirve’nin Ortak Açıklaması bulundu. istiyoruz. Afganistan’da Taliban ile barışın sağlanmasında Pakistan’ın başlıca rolü oynamasını istiyoruz” diyerek açıkladı. Zirve sonucunda konuşan Zerdari de “olası ABD ve İran çatışmasında Pakistan’da kara ve hava sahasının ABD’ye açılmasına izin verilmeyeceğinin” altına çizdi. İran ile Pakistan arasında yapılacak doğalgaz boru hattının inşası için ABD’yi kastederek dış dayatmaları kabul etmediklerini söyleyen Zerdari, “İran gazının Pakistan’a ulaşması konusunda kimsenin iznine bakmıyoruz ve kimseden korkmuyoruz” dedi. İsrail ile arasında tırmanan gerginliğe karşı bölgesel destek arayan İran lideri üçlü görüşmeyi sadece ticaret ve uyuşturucu trafiğiyle mücadele konularıyla sınırlamamıştır. İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad yaptığı açıklamada “Afganistan, İran ve Pakistan’daki tüm sorunların dışarıdan kaynaklandığı” belirtti. Ahmedinejad, “Biz her konuda, Pakistan’ın yanındayız. Üç komşu ülke olarak tüm sorunları dış müdahale ve dayatma olmadan kendimiz çözebiliriz. Bölgesel barışın sağlanması için bunu yapacağız” diye konuştu. Zirvenin dördüncüsünün Kabil’de yapılması planlanıyor. 68 STRATEJİK DÜŞÜNCE | MART 2012 1-Afganistan, Pakistan ve İran Cumhurbaşkanları Arasında İşbirliği Belgesi 17 Şubat 2012’da imzalanmıştır. 2-Üç ülkenin cumhurbaşkanları kendilerini halkın taleplerine bağlı hissederek, barış, güvenlik, istikrar ve ekonomik refah gibi konularda açıklanan hükümleri ülkelerinde uygulayacaktır. 3-Tahran’da Mayıs 2009 ve Haziran 2011’de gerçekleşen zirvelerde alınan kararların uygulamaya geçirilmesi gerekmektedir. Buna göre; • BM Şartı çerçevesinde üç ülkenin de egemenlik haklarına, bağımsızlık, birlik ve toprak bütünlüğüne saygı gösterilmesi, • Sosyal ve ekonomik kalkınma alanında işbirliğine öncelik vermek. • Üçlü ticaret ve mal ile serbest ticareti arttırma ve vergide kolaylıklar sağlamak. • Üç ülkede de özel sektörü teşvik etmek amacıyla ticaret ve yatırımı artırmak için taahhütte bulunmak. • Ulaştırma, karayolları ve demiryolları inşa etmekle iletişimi güçlendirmek. • Enerji, madencilik, tarım ve benzeri dâhil olmak üzere çeşitli alanlarda işbirliğini geliştirmek. • Afgan mültecilerine saygı gösterilerek, güvenli bir şekilde topraklarına dönmelerini sağlamak için işbirliği yapmak. • İçişlerine karışmama ilkesine riayet konusunda hassasiyet gösterilmesi, • Özellikle BM şartında uluslararası düzeyde işbirliği ve sinerji güçlendirilmesi. • Herhangi bir ülkenin toprakları başka bir ülkeye karşı tehdit olarak kullanılmaz. Bu üç ülke, bu konuda sözleşme imzalanması hususunda anlaşmışlardır. • Bir sonraki zirve konferansı için üçlü işbirliği mekanizmalarını oluşturmak ve düzenlemeleri görüşmek görevi dışişleri bakanları tarafından yapılacaktır. • Afganistan’ın yeniden yapılanmasına ve kalkınmasına yardım etmek. • İçişleri ve Güvenlik bakanlıkları işbirliği çerçevesinde, altı ay içinde özellikle terörle ve uyuşturucu ile mücadelede kendi alanlarındaki sınırı belirlemek için görevlendirilmiştir. • Ekonomi ve üç ülkenin maliye bakanları üçlü ekonomik işbirliği için teklifler hazırlamak ve sunmak zorundadır. •Aşırıcılık, terörizm ve şiddeti ortadan kaldırmak için işbirliğini güçlendirmek, terörü kınayarak sivilleri öldürmekten kaçınmak. • Uyuşturucu üretimi ve kaçakçılığı ve organize suçlarla mücadelede işbirliği yapmak. • Hükümetin üst düzey yetkilileri (dışişleri bakan yardımcıları) zirvede alınan üç ülke kararlarının uygun bir şekilde yürütülmesine nezaret edecektir. • Zirvenin dördüncüsü bu yılın sonuna kadar Kabil’de yapılacaktır. 4- İran ve Pakistan İslam Cumhuriyeti Cumhurbaşkanları Afganistan’da güvenlik ve barış için gerekli her türlü yardımı sağlama taahhüdünü yineledi. Bu konuda Afganistan Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı’na güvence verdiler. 5- Afganistan İslam Cumhuriyeti Başkanı Hamid Karzai, İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad, üçüncü toplantıya ev sahipliği için Cumhurbaşkanı Asıf Ali Zerdari ve Pakistan Başbakanı Yusuf Raza Gilani’ye teşekkür ettiler. 6- Üç Cumhurbaşkanı tanık olarak bu belgeyi imzalayacaktır. 7- İslamabad’da imzalanan bildiri, 17 Şubat 2012’de İngilizce, Dari ve Farsça hazırlanmıştır ve her üç dilde de aynı anlamı taşımaktadır. Sonuç Pakistan’ın Başkenti İslamabad’da gerçekleşen üçlü zirve Afganistan Devlet Başkanı Hamid Karzai, İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad ve Pakistan Devlet Başkanı Asıf Ali Zerdari’nin katılması ile gerçekleştirildi. Üçlü Zirve’nin sonuçlarına dikkat ettiğimizde, sanki bu zirve ABD’ye karşı gerçekleşmiştir. Bu bağlamda zirveye katılan liderlerden her birinin farklı bir şekilde ABD’ye mesaj vermeleri dikkat çekicidir. Karzai, Afganistan’ın ABD’den ziyade İran ve Pakistan’a yakın olmasını istemekte, Taliban’la görüşmelerde Pakistan hükümetinden ve dini liderlerden yardım talep etmekte, ABD ve Taliban’ın görüşmelerinin merkezi haline gelen Katar’ın başkenti Doha yerine Türkiye veya Suudi Arabistan’ı tercih etmektedir. Pakistan Devlet Başkanı Zerdari olası ABD ve İran çatışmasında Pakistan’da kara ve hava sahasının ABD’ye açılmasına izin verilmeyeceğini ifade ederek, İran ile Pakistan arasında yapılacak doğalgaz boru hattının inşası için ABD’yi kastederek dış dayatmaları kabul etmediklerini, İran gazının Pakistan’a ulaşması konusunda kimsenin iznine bakmadıklarını ve kimseden korkmadıklarını açıklamıştır. Ahmedinejad ise, Afganistan, İran ve Pakistan’daki tüm sorunların dışarıdan kaynaklandığının, her konuda Pakistan’ın yanında olacaklarının ve üç komşu ülke olarak tüm sorunları dış müdahale ve dayatma olmadan çözebileceklerinin altını çizmiştir. Üçlü Zirve’lerin 2009 ve 2011’de gerçekleştirilen ilk ikisinin icraattan ziyade gösterişe dayalı bir nitelik arzettiği söylenebilir. Pakistan sivil hükümetinin ve dini lideri Fezelhak’ın açıklamalarını dikkatte aldığımızda, Afganistan hükümetinin Taliban’la görüşmesi imkânsız gözükmektedir. Pakistan yetkilileri ve dini liderlerin açıklamalarındaki çelişkilerinden ötürü Afganistan hükümeti yine de Taliban’la görüşme ve barışa varmak için yönünü ABD’ye çevirmek zorunda kalabilir. İran ve Pakistan arasındaki sorunlara bıkıldığında, her iki liderin birbirlerine vermiş olduğu sözleri yerine Karzai, Afganistan’ın ABD’den ziyade İran ve Pakistan’a yakın olmasını istemekte, Taliban’la görüşmelerde Pakistan hükümetinden ve dini liderlerden yardım talep etmekte, ABD ve Taliban’ın görüşmelerinin merkezi haline gelen Katar yerine Türkiye veya Suudi Arabistan’ı tercih etmektedir. getirmeleri, Afganistan’da barış ve istikrarın sağlanması konusunda Pakistan’ın destekte bulunması gibi inandırıcılığı şüpheli açıklamalar olarak görülmektedir. Birbiriyle hiç bağdaşmayan konularda taahhütlerin verildiği zirvede, Afganistan hükümeti ABD ile stratejik işbirliği imzalamanın hazırlığı içinde, Pakistan ABD ile ilişkilerini düzeltme çabasında, İran ise bu iki ülke ile ABD’ye karşı bir birlik kurma çabasındadır. Sözü geçen üçlü zirvenin politik açıdan kayda değer bir sonuç vermesi beklenmemektedir. Ancak ekonomik açıdan, özellikle Pakistan-İran ekonomik ilişkileri için bir gelişme sayılabilir. SDE Afganistan Uzmanı* MART 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 69 Balkanlara Bahar Gelecek mi? Selvet ÇETİN* Balkan ülkelerinin AB’yi adeta sihirli bir değnek gibi görmeleri yanıltıcı bir siyasi refleks olarak nitelendirilmektedir. Dolayısıyla AB’deki derin siyasi ve ekonomik krizin Birlik ülkelerinde meydana getirdiği hoşnutsuzluk bir yana, Balkan ülkelerindeki yapısal sorunlar şayet iç siyasi dinamikler yoluyla çözülemez ise bölgesel gerilimin boşaltılması zor görünmektedir. 70 STRATEJİK DÜŞÜNCE | MART 2012 S on iki yılda dünyada büyük yankı uyandıran ve İslam coğrafyasındaki otoriter rejimlerin çöküşünü hızlandıran Arap halk isyanları devam ederken, Balkan ülkelerindeki siyasi ve ekonomik istikrarsızlıkların yaygın düzeyde toplumsal hoşnutsuzluğa yol açmasıyla birlikte muhalif oluşumların kitleleri harekete geçirerek köklü siyasi değişimlerin gerçekleşmesine ön ayak olacağı bir sürece girildiği sıklıkla ifade edilmektedir. Peki Balkan Baharı olarak adlandırılabilecek ve bütün bölgeyi kuşatacak ölçüde bir sistem değişikliğinin yaşanmasına neden olacak halk hareketlerinin yaşanma olasılığı nedir? Siyasi, dini ve etnik çekişmenin hiç bitmediği ve bu ihtilafların birçok kez kanlı savaş ve çatışmalara zemin hazırladığı Balkanlar’da 19901995 döneminde yaşanan büyük trajediden sonra aralarında Sırbis- tan, Bosna-Hersek, Makedonya ve Bulgaristan’ın da bulunduğu birçok ülke demokratik sisteme geçişi hızlandırmak için AB ile üyelik müzakerelerine başlamıştır. Esasen Avrupa’nın ortasında bir daha 1992 Savaşı’na benzer ağır yıkımların tekrarlanmasını istemeyen Birliğin söz konusu riskleri azaltmak amacıyla Batı Balkan ülkelerini ilerleme sürecine dahil etmek istediği bilinmektedir. Bulgaristan ve Hırvatistan’ın ardından diğer ülkelerin de ev ödevlerini yerine getirerek birliğe katılmak istemeleri, bölgede dinamik bir AB müzakere sürecinin yaşandığını göstermektedir. Bununla birlikte nüfus yoğunluğu ve ekonomik yapısı itibariyle AB’nin yapısı bakımından önemli bir risk oluşturmayan Balkan ülkelerinin Birliği adeta sihirli bir değnek gibi görmeleri ise yanıltıcı bir siyasi refleks olarak nitelendirilmektedir. Dolayısıyla AB’nin içinde bulundu- Avrupa Komisyonu tarafından hazırlanan raporda Bulgaristan’ın makroekonomik dengelerindeki sağlıksız duruma dikkat çekilmekte ve en riskli AB ekonomilerinden biri olarak nitelendirilmektedir. ğu derin siyasi ve ekonomik krizin Birlik ülkelerinde meydana getirdiği hoşnutsuzluk bir yana, Balkan ülkelerindeki yapısal sorunlar şayet iç siyasi dinamikler yoluyla çözülemez ise bölgesel gerilimin boşaltılması zor görünmektedir.3 Bulgaristan’ın Kabusu: Yolsuzluk Totaliter rejimin karanlık sayfalarını kapatmak ve geçmişle yüzleş- mek adına önemli adımlar atan Bulgaristan’da gerçekleşen reform süreci, ülkeyi AB üyeliğine taşımakla birlikte azınlıklarla ilgili çerçeve yasalar hala uluslararası hukuki standartları karşılamamaktadır. Geçmişte Türk azınlığa karşı işlenen suçların soruşturulmasında yasal süre aşımı ve cezasızlık sorunu gibi önemli hukuki problemler güncelliğini korumaktadır. Her ne kadar Bulgaristan hükümetinin geçmişle yüzleşme kararı alması memnuniyet verici olsa da bu yüzleşme süreci azınlıkların ihlal edilen haklarının, mülklerinin ve diğer kayıplarının iadesini kapsayacak şekilde ilerlemek zorundadır. Ülkedeki etnik Türk toplumunun siyasi haklarını korumak üzere kurdukları Haklar ve Özgürlükler Hareketi’nin varlığı önemli bir güvence olmakla birlikte son yıllarda Bulgar milliyetçi gruplarının yürüttükleri ırkçı kampanyaların yaygınlaştığı ve Türk azınlığa karşı şiddet eylemlerinin artmakta olduğu dikkatlerden kaçmamaktadır. Bulgaristan uluslararası hukukta öngörülen azınlık reformlarına devam ederek farklı etnik ve dini azınlık gruplarının haklarını yasal güvenceyle korunma altına alma başarısını göstermelidir. Bulgaristan’ın yolsuzlukla mücadele konusunda sınıfta kaldığı ve bu konuda Birlik içindeki kötü sicilini koruduğu bilinmektedir. AB’nin yolsuzlukla mücadele kurumu OLAF’ın açıkladığı 2010 yılı raporuna göre yolsuzluk konusunda en çok soruşturma açılan Birlik üyesi ülkeler arasında Bulgaristan 81 soruşturma ile ilk sırayı almaktadır.1Yolsuzluk ve buna bağlı suçlarla mücadelede başarılı olamadığı gerekçesiyle AB Komisyonu Bulgaristan’a yönelik kalkınma amaçlı yardım fonlarını sık sık askıya almaktadır. Komisyon ülkedeki tarım ve ulaşım gibi sektörlerin altyapısını geliştirmeye yönelik yatırımlara ayrılan bütçenin amacına uygun kullanılıp kullanılamayacağından emin olamadığı gerekçesiyle yardımları dondurduğunu açıklamaktadır. Avrupa Komisyonu tarafından hazırlanan bir başka raporda ise Bulgaristan’ın makroekonomik dengelerindeki sağlıksız duruma dikkat çekilmekte ve en riskli AB ekonomilerinden biri olarak nite- MART 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 71 Bölgenin en önemli sorunlarından biri olan yolsuzluk konusunda sağlam bir yasal çerçeveye sahip olmasına rağmen Kosova’nın siyasi kurumları arasındaki iletişim ve koordinasyon eksikliği yolsuzlukla mücadeleyi güçleştirmektedir. lendirilmektedir. Kamu ve özel sektör borçları, sermaye akışı, yatırımlar ve ihracat gibi birden fazla faktörün ele alındığı raporda Bulgaristan ekonomisi “aşırı dengesiz” olarak görülmektedir. Bosna-Hersek’te Ekonomik ve Siyasi Kriz Siyasi belirsizlikten kurtulmaya çalışan Bosna-Hersek bir yandan Sırp etnik milliyetçilerinin bölünme tehditleriyle uğraşırken diğer taraftan mali sorunlarla mücadele etmeye çalışmaktadır. Sırp Cumhuriyeti yetkililerinin kuzeydeki ayrışmayı derinleştirmekte ısrarcı olmaları, ülkenin zaten pamuk ipliğine bağlı siyasi yapısını gittikçe zora sokmaktadır. Ocak 2012’de yayınlanan verilere göre Bosna-Hersek’teki toplam işgücünün yüzde 43,5’inin işsiz olduğu ve bu oranın son dört yılın en yüksek seviyesini oluşturduğu ifade edilmektedir.2 Siyasi çekişmenin sonuçlarından biri olan katı bürokratik uygulamalar nedeniyle ekonominin sağlıklı olarak gelişemediği ülkede iş yapmak isteyen şirketler büyük sorunlarla karşılaşmaktadır. Hem Bosna-Hersek Federasyonu ve hem de Sırp Cumhuriyeti’nde iş yapmaya çalışan ticari işletmelerin aylarca izin almak için beklediği ve yatırım maliyetlerinin çok yüksek 72 STRATEJİK DÜŞÜNCE | MART 2012 olduğu dile getirilmektedir. 2008 yılında imzalanan İstikrar ve Ortaklık Anlaşması ülkenin tek bir ekonomik saha olarak AB’ye katılmasını öngördüğü halde idari bütünlük sağlanamadığı için bu öngörünün gerçekleşmesi oldukça zor görünmektedir.3 Kısacası, Bosna-Hersek’te siyasi kutuplaşmaya kalıcı çözüm bulunmadığı takdirde ekonomik göstergelerin iyileşme ihtimali de oldukça zayıftır. Bu durum toplumsal hoşnutsuzluğun artmasına yol açabileceği gibi sadece yönetime karşı değil, etnik kesimlerin birbirlerine karşı olan öfkesinin de kabarmasına neden olacaktır. Kosova’yı Zorlayan Sorunlar Henüz bağımsızlığının 4. yılını kutlayan genç bir devlet olarak Kosova’nın Sırbistan ile yaşadığı sı- nır sorunları çözülmeyi beklerken, Sırp azınlığın Priştine yönetimini tanımama yönündeki kararı ülkedeki Arnavut-Sırp restleşmesini her an sıcak bir çatışmaya dönüştürebilir. Siyasi belirsizlikle ve yükselen etnik milliyetçi dalgayla baş etmek, Kosova yönetimi için en öncelikli konu gibi görünse de yüksek işsizlik oranı ve yoksulluk sorunu ülkeyi kritik bir sürece sokmaktadır. Kosova diasporasını oluşturan Avrupa’daki işçilerin ülkeye gönderdikleri dövize bağımlı hale gelen ekonomik yapının uluslararası yardımlar olmadan ayakta durması imkansız gibi görünmektedir. Hukuki ve siyasi karmaşa aynı zamanda kötü bir altyapıya sahip olan Kosova’ya dış yatırımların gelmesini ve istihdama yönelik üretim alanları oluşturulmasını engellemektedir. Büyük çoğunluğu düşük eğitimli gençlerden oluşan işsizlik oranının yüzde 45 seviyesinde olduğu Kosova’da yüksek gıda fiyatları ve tüketim vergilerine yapılan fahiş zamlar halkın ve esnafın belini bükmektedir. İthalat ve ihracat arasındaki büyük açığın kapatılması bakımından ciddi önlemlerin alınması gerektiği ifade edilmektedir.4 Bölgenin en önemli sorunlarından biri olan yolsuzluk konusunda sağlam bir yasal çerçeveye sahip olmasına rağmen Kosova’nın siyasi kurumları arasındaki iletişim ve koordinasyon eksikliği yolsuzlukla mücadeleyi güçleştirmektedir. Özellikle kamu kurumlarında yaygın olan yolsuzluğun temizlenebilmesi için kararlı bir siyasi iradeye ihtiyaç duyulmaktadır. Bosna-Hersek’te yaşanmakta olan siyasi ve ekonomik sorunlarla benzerlik gösteren Kosova’daki mevcut koşulların yakın vadede düzelmemesi halinde Priştine yönetimini zor günler beklemektedir. Sırbistan: İki Arada Bir Derede Dayton Anlaşması’nın imzalanmasından 16 yıl sonra Sırbistan hala çözülmesi gereken önemli sorunlarla karşı karşıyadır. Bosna savaşında yaşanan insani felaket nedeniyle özür dileyen, savaş suçlularını Lahey mahkemesine teslim eden Belgrat yönetiminin Bosna-Hersek ve Kosova ile ilişkilerini normalleştirme yönünde daha fazla çaba harcaması gerekmektedir. AB ile üyelik müzakerelerini yürütmekte olan Sırbistan’ın, savaş sonrası dönemde bölge ülkeleriyle kalıcı barışın sağlanması bakımından ağır sorumluluğu bulunmaktadır. Özellikle Sırp azınlık toplumlarının her iki ülkeyi siyasi kaosa sürükleyecek eylemlerine karşı Belgrat yönetiminin kilit bir rolü söz konusudur. Bunun yanı sıra bölgedeki sınırların uluslararası hukuk çerçevesinde hala belirlenememiş olması, ulusal mahkemelerin önüne gelen savaş suçu davalarının işleme konmasında yaşanan güçlükler ve savaş öncesi mülklerin sahiplerine iade edilmesi gibi bir dizi önemli konu çözülmeyi beklemektedir. Sınır sorunları yüzünden üç ülke arasındaki malların serbest dolaşımında büyük zorluklar yaşandığı gibi kimlik ve pasaport kullanımındaki ağır bürokratik kısıtlamalar üç ülke vatandaşlarının günlük yaşamlarını karmaşık hale getirmektedir. Sırbistan Cumhurbaşkanı Boris Tadiç ve Bosna-Hersek Cumhurbaşkanlığı Temsilcisi Haris Silayciç’in 2010 yılında imzaladığı İstanbul Deklarasyonu, bölgenin çok dinli ve çok kültürlü karakterinin korunması yönünde adım atılmasını öngörmesine rağmen Belgrat yönetiminin Bosna-Hersek politikalarında ciddi tutarsızlıklar yaşanmaktadır. 2001 yılında Yolsuzlukla Mücadele Konseyi’ni oluşturan Sırbistan’da yargı kurumlarının suça karışan kamu yöneticilerine karşı etkin bir soruşturma yürütmesine siyasi güç merkezlerince engel olunmaktadır. Uyuşturucu trafiğini ve yasadışı yollardan elde edilmiş para transferini kontrol eden mafyaya karşı Belgrat yönetimi giderek daha etkisiz bir mücadele sergilemektedir. İşsizlik, hayat pahalılığı ve üretim kayıpları gibi temel ekonomik sorunlar Sırp toplumunu daha milliyetçi bir çizgiye doğru itmektedir. Dolayısıyla Belgrat yönetiminin gerçekleştirmek zorunda olduğu reformların sadece ülkedeki durumu değil bölgeyi de kapsayan bir etki meydana getireceği söylenebilir. Makedonya’da İşsizlik ve Milliyetçilik Yükseliyor Makedonya’nın Yunanistan ile arasındaki isim sorunu dışında uğraşması gereken çok daha önemli konuların sayısı hızla artmaktadır. Ülkedeki en büyük azınlık toplumunu oluşturan Arnavutlarla ilişkilerde sürekli bir tedirginlik yaşayan Makedonlar, Kosova’nın bağımsızlığıyla birlikte derinleşen bölünme kaygılarına daha çok sahip olmaya Tiran yönetimi, Türkiye ve İsrail arasındaki gerginliğin Ankara ile olan geleneksel ilişkilere zarar vermeyeceğini açıklamak zorunda kalsa da ortaya çıkan tablonun pek iç açıcı olduğu söylenemez. başlamıştır. Böyle olunca da farklı etnik gruplar arasında milliyetçi duyguların yükselmeye başladığı yeni bir döneme girilmektedir. Benzer şekilde Türk azınlık toplumu da temel hak ve özgürlükler kapsamında taleplerini ifade etmekte ve çeşitli alanlarda gündeme gelen ayrımcılığa karşı çıkmaktadır. Resmi kayıtlara göre ülkedeki işsizlik oranı %30 olarak ifade edilse de işsizlerin büyük kısmı gençlerden oluşmakta ve kayıt dışı ekonomide istihdam edilmektedir. Meslek edindirme kurslarıyla vasıfsız genç nüfusa iş alanı açmaya çalışan Üsküp yönetimi belli başlı sektörlerde iş gücü ihtiyacını karşılamak istemektedir. Bununla birlikte ülkeye yasadışı yollardan ciddi miktarlarda kara para transferi yapıldığı ve kayıt dışı sektörlerde bu paraların aklandığı ifade edilmektedir. Makedonya yönetiminin 2002 yılında kurduğu Yolsuzlukla Mücadele Komisyonu’nun soruşturma yetkisi olmaması ve sadece ilgili kurumlara tavsiyelerde bulunabilmesi, organize suçlarla mücadeleyi işlevsiz hale getirmektedir. Arnavutluk-İsrail İlişkisinde Ekonomik Boyut Arnavutluk son dönemde yaşadığı MART 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 73 Sonuç Arap Baharı’yla birlikte yeniden gündeme gelen ve adalet, özgürlük ve toplumsal refahın gerçekleşmesi doğrultusunda ortaya çıkan taleplerin rejim değişiklikleriyle sonuçlandığı günümüzde çalkantılı bir geçiş süreci yaşayan Batı Balkan ülkelerinin siyasi ve ekonomik göstergeleri, son derece sağlıksız ve istikrarsız bir duruma işaret etmektedir. Temel sorun alanlarını oluşturan; hukuk düzeninin sağlanamayışı, etnik ve dini kutuplaşmanın derinleşmesi ve milliyetçiliğin yükselmesi gibi etkenler, Balkanlar’daki istikrar arayışlarını umutsuzluğa sürüklemektedir. iç siyasi bunalımı aşmaya çalışırken İsrail ile siyasi yakınlaşma politikalarına hız vermektedir. Geçen yıl gerçekleşen karşılıklı ziyaretlerin ardından Başbakan Sali Berişa, Filistin Yönetimi’ni tek taraflı bağımsızlık çabaları nedeniyle eleştirmiştir. Şüphesiz iki ülke arasındaki yakınlaşmadan en çok istifade edecek olan güç İsrail olacak ve Balkanlar’daki ekonomik çıkarlarını korumak için işbirliği alanını genişletmeye devam edecektir. Enerji, tarım, güvenlik, turizm ve bilgi teknolojileri sektörlerinde yapılacak yatırımlar için Arnavutluk makamlarının İsrail firmalarına oldukça cazip fırsatlar sundukları bilinmektedir. Yakın tarihte Arnavutluk’un Adriyatik denizindeki karasularında 1 milyar varil petrol elde edilebilecek rezervlerin keşfedildiği iddia edildiğine göre bu yakınlaşmanın nedenleri daha iyi anlaşılmaktadır. Balkan coğrafyasında etnik olarak önemli bir ağırlığı bulunan Arna1. 2. 3. 4. 74 vutların ana vatanı konumundaki Tiran yönetimi, Türkiye ve İsrail arasındaki gerginliğin Ankara ile olan geleneksel ilişkilere zarar vermeyeceğini açıklamak zorunda kalsa da ortaya çıkan tablonun pek iç açıcı olduğu söylenemez. Dolayısıyla Türkiye’nin Arnavutluk yönetimiyle ilişkilerinde İsrail faktörünü dikkate alarak bir strateji belirleyecek olması gayet normaldir. Öte yandan Arnavutluk, tüm bölgenin ortak sorunu olan yüksek işsizlik ve yoksulluk sorunu ile baş edebilmek için dış yatırımlara ihtiyaç duymaktadır. Ancak ulusal ekonomik göstergeler bu tür yatırımların beklenenden çok daha az gerçekleştiğini göstermektedir. Şu sıralar “Balkanlar’ın Kuveyt’i” olacağına dair senaryolar üretilen Arnavutluk’ta şayet kısa vadede siyasi ve ekonomik iyileşme sağlanamaz ve yolsuzlukla mücadeleden sonuç alınamazsa, katı milliyetçi akımların hızla güçleneceği ve bölgede yeni krizlerin yaşanacağı öngörülmektedir. Ülkelerdeki yetersiz siyasi ve ekonomik alt yapının tekrar güçlü biçimde oluşturulabilmesi için dış desteklerden ziyade iç dinamiklere dayalı siyaset üretilmelidir. Eşitlik, şeffaflık ve katılımcılık ilkelerine dayanmayan yönetimler, imtiyazlı sınıfların oluşmasına çanak tutarak fırsat eşitliğinin sağlanmasını engellemektedir. AB’nin süreklilik halindeki dış yardımları, uluslararası ölçekte rekabet şansı pek olmayan Batı Balkan ülkelerinin ekonomilerini daha da bağımlı hale getirmektedir. Yolsuzluk, işsizlik ve organize suçlarla mücadele edebilecek yöntemler hayata geçirilmediği sürece bölge ülkelerindeki siyasi çürümenin önü alınamayacaktır. Bu yüzden bölgedeki yönetimlerin Arap Baharı isyanlarından ders çıkararak toplumsal talepleri karşılamak üzere reform süreçlerini hızlandırmaları ve demokratik işleyişi güçlendirmeleri gerekmektedir. Araştırmacı* http://www.euractiv.com.tr/yazici-sayfasi/article/ab-yolsuzluk-raporunda-bulgaristan-ve-italya-liste-basi-021920 Bakınız.Bosna-Hersek Ulusal İstatistik Bürosu. http://www.bhas.ba/index.php?lang=en Bakınız: International Alert. “Bosnia and Herzegovina: Doing Business to Cement Peace / Bosna-Hersek:Barışı Pekiştirmek İçin Ticaret” http://www.international-alert.org/sites/ default/files/publications/12_section_2_Bosnia_Herzegovina.pdf http://www.setimes.com/cocoon/setimes/xhtml/tr/features/setimes/articles/2009/05/18/reportage-01 STRATEJİK DÜŞÜNCE | MART 2012 SD Haber Avrupa Yabancı Düşmanlığını Nasıl Aşacak? Stratejik Düşünce Enstitüsü’nde Başbakan Yardımcısı Prof. Dr. Beşir Atalay’ın katılımıyla “Medeniyetler İttifakı Yol Ayrımında mı? Avrupa’da Yükselen Yabancı Düşmanlığı, Irkçılık ve İslamofobi” baslıklı bir sempozyum düzenlendi. Sempozyuma CHP Bursa Milletvekili Doç. Dr. Aykan Erdemir de konuşmacı olarak katıldı. 16 Şubat 2012 tarihinde SDE Konferans Salonunda gerçekleştirilen Sempozyumun açılış konuşması SDE Başkanı Prof. Dr. Yasin Aktay tarafından yapıldı. Aktay konuşmasında özetle şunları söyledi: “Yaklaşık yirmi yıl önce Samuel Huntigton’ın “Medeniyetler Çatışması” makalesi yayınlandı. Yine benzer bir şekilde Francis Fukuyama dünya tarihinin son bulduğunu açıklamıştı. Tarih, Huntigton’u biraz haklı çıkardı çünkü ABD dünyayı bir medeniyetler çatışmasına doğru sürükledi. SDE olarak biz yeni bir Türkiye ve yeni bir dünya vizyonuna sahibiz. Dolayısıyla medeniyetler ittifakı projesine öncülük etmiş bir ülke olarak Türkiye’nin dünya barışına katkı sağlaması bizim vizyonumuza uygundur.” “Tarihsel olarak bakıldığında Avrupa’nın kendi içinde farklı kül- türleri bir arada tutması bir başarıdır. Avrupa Birliği projesini de çokkültürlülüğü başarabildiği ölçüde gelecek için olumlu, ümit verici bir proje olarak gördük. İçinde bir Müslüman ülkeyi veya toplumu barındırabilme kapasitesi veya performansı AB için asıl büyük başarıyı oluşturacaktır.” “SDE’deki uzman arkadaşlarımız Avrupa’daki durumu “Avrupa’nın kendine dönen silahı” başlığı altında ifade ettiler. Avrupa’da yükselen dışlayıcılık ve ayrımcılığın AB için ne tür riskler içerdiğini tespit etmek ve uyarmak görevini yerine getiriyorlar. Amaç zaten yeterince kaygı verici boyutlara ulaşmış olan içe kapanmacı eğilimleri daha da beslemek değil sadece bir parçası olduğumuz AB sürecinin bizim tarafımızdan görünen ve yaşanmakta olan yanına ışık tutmaktır.” MART 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 75 SDE Uzmanı Zeynep Songülen İnanç ise sunumda, Araştırmacı Selvet Çetin ile birlikte hazırladıkları “Avrupa’nın Kendine Dönen Silahı: Dışlayıcılık ve Ayrımcılık” analizinin tanıtımını yaptı. İnanç konuşmasında şu noktalara değindi: “Temmuz ayında Norveç’te yaşanan Breivik katliamından sonra Avrupa’da nefret suçlarının tekrar ortaya çıktığını görüyoruz. Bu durum korkulardan beslenmektedir. Biz çalışmamızda bu korkuların nedenlerini ortaya koymaya çalıştık. 11 Eylül sonrası ayrımcılık islamofobi üzerinden yükseldi. Özellikle Van Gogh cinayeti gibi olaylar İslam’la ilgili korkuların ortaya çıkmasına neden oldu. İslam korkusu, öteki76 STRATEJİK DÜŞÜNCE | MART 2012 leştirme politikalarının sonucunda bir güvenlik sorunu olarak ortaya çıktı. Avrupa’da son derece yapısal bir sorunla karşı karşıyayız. Buradaki sorun aşırı sağın merkeze kaymasıdır. Çok kültürlülük söylemsel düzeyde kalmaktadır. Ayrımcılık ve dışlayıcılığın Avrupa’da özellikle toplumsal alanda kabul ediliyor olması sorun teşkil etmektedir. Burada siyasal iradeye önemli bir görev düşmektedir” Atalay: Medeniyetler İttifakı, Dünyanın Barış Güvencesidir Başbakan Yardımcısı Prof. Dr. Beşir Atalay ise açılış konuşmasında medeniyetler ittifakı projesi ve bu projede Türkiye’nin oynadığı rolü anlattı. Atalay, ‘’Bu dönem, tabula- rın, yasakların kalktığı, her düşüncenin, her inancın kültürün değerli olduğu, saygı gördüğü ve herkesin devletine güvendiği bir yapıyı inşa dönemidir.’’ dedi. Projenin eş başkanlarından İspanya’da yeni bir hükümetin kurulduğunu, bu hükümetin de ajandasında medeniyetler projesinin yer aldığını ifade eden Atalay, ‘’Bu projeye yeni dönemde öncekinden daha fazla ağırlık vereceğiz. Şu anda projeyi 110 ülke destekliyor. Proje kapsamında kurulan dostluk grubunda uluslararası önemli 20 kuruluş da rol almıştır. Türkiye bu projeye eşbaşkanlık yapıyor. Bu, Türkiye için önemli bir misyondur’’ diye konuştu. Farklılıkları bir çatışma gerekçesi olarak görmenin, bunlar üzerinden siyaset üretmenin medeniliğe aykırı olduğunu vurgulayan Atalay, ‘’Türkiye kaynağı ne olursa olsun, terörün her türlüsüne karşıdır’’ dedi. Atalay, ‘’Türkiye’de dar bakışları, kavgaları, tabuları, yasakları ortadan kaldıracak büyük adımlar attık. Her şeyiyle açık topluma ulaşmayı, ileri demokrasiyi hedef olarak aldık, çünkü özgür insan ancak açık toplumda kendini gerçekleştirebiliyor. Çok sesliliği, çok renkliliği korumak bizim misyonumuz oldu. Bunu başaran ülkeler güçlü ülkeler, güçlü toplumlardır’’ dedi. Türkiye’de, geçmiş dönemde devletin toplumun bazı kesimlerine karşı güven sarsıcı tutum içerisinde olduğunu, hak ve hukuka bazen riayet edilmediğini ifade eden Atalay, şöyle devam etti: Farklı dinlere, kültürlere ve etnik yapılara mensup kişiler arasındaki bilgi eksikliğinin, korkuya ve şüpheye düşürebildiğini, hatta dünyayı en korkunç silahlar kadar tehdit edebildiğini kaydeden Atalay, Medeniyetler Arası ittifak projesiyle Batılı ülkelerle İslam ülkeleri arasında korkuların ve şüphelerin ortadan kaldırılarak, diyalog yolunun açılmasının amaçlandığını dile getirdi. Türkiye’nin eş başkanlığını yaptığı Medeniyetler Arası İttifak Projesi’nin, dünyanın en önemli barış güvencesi olduğuna işaret eden Atalay, projenin Türkiye için çok önemli bir misyon olduğunu, bu konuda birçok toplantı yapıldığını anlattı. ‘’Şimdi tekrar bu dönem, tabuların, yasakların kalktığı, her düşüncenin her inancın kültürünün değerli olduğu, saygı gördüğü ve herkesin devletine güvendiği bir yapıyı inşa dönemidir. Gerçekten vatandaşın devletine güveni artıyor. Biz bunları pek çok araştırmayla da test ediyoruz. Her icraatımızı, her gelişmeyi kamuoyuyla paylaşıyoruz. Ulusal düzeyde insan haklarının genişletilmesi, temel hak ve özgürlüklerin güvence altına alınması en önemli hedefimiz oldu. Bölgesel ve küresel düzeyde medeniyetler arası ittifak girişimlerinde üstlendiğimiz öncü rol tek bir amaca matuftur; insan onuruna ve izzetine yakışır bir hukuk, siyaset, toplum ve kültür düzenini inşa etmek. Türkiye, bölgesinde ve uluslararası alanda demokratikleşme adımları atarak adeta model ülkelerden biri olmuştur.’’ Anayasa Çalışmaları Anayasa çalışmalarının tüm hızıyla devam ettiğini bildiren Atalay, ‘’Bu anayasa çalışması, başarıya ulaşmak zorunda. Tabii Stratejik Düşünce Enstitüsü de bu konuda çalışmalar yaptı. Bütün sivil toplum kuruluşları katkı vermeye çalışıyor. Meclis, şu anda bu konuda koordinasyonu yürütüyor. Partide de bir ekibimiz var, Anayasa çalışmasını desteklemek amacıyla. Biz bu çalışmanın motoru olmak durumundayız’’ diye konuştu. 12 Haziran seçimi öncesinde bütün partilerin anayasa değişikliği vaat ettiğini anımsatan Atalay, şunları kaydetti: ‘’Toplumda bütün kesimlerde ilk defa böyle güçlü bir umut gelişti. 24. Dönem Parlamento, anayasayı yapacak. Bu değiştirme değil, yeni bir anayasa yapmaktır. Şu anda düşünce hayatında, düşünceyi ifadede toplumsal hayatın her kesiminde büyük bir rahatlama var. AK Parti iktidarları döneminde birçok yasal düzenleme de yapıldı, ama bu rahatlamanın önemli bir kısmı halen uygulamayla ilgilidir. Çok sesliliği, çok renkliliği, insan haklarını güvence altına almak, ileri düzenlemeyi gerçekleştirmek için bu Anayasa değişikliğinin yapılması lazım. Bunu hepimiz önemseyelim, vatandaşlarımız da partilerine bu hedefleri asla unutturmasınlar.’’ İnsan Hakları Kurulu’nun kurulmasıyla ilgili de 60. hükümet döneminde çalışma yapıldığını hatırlatan Atalay, kurulun oluşturulmasıyla ilgili tasarının daha önce Meclis’e ulaştığını, ancak seçimler dolayısıyla gerçekleşmediğini, bu yüzden tasarının yenilenmesi için çalışma yapıldığını bildirdi. Atalay, ‘’İnsan Hakları Kurulu’nu kuracağız. Bu konuda da çalışmalarımız devam ediyor. Burada ombudsmanlığın ülkemizde büyük önemi var. Ombudsmanlığın esas yasası çıkmadı, bu yasanın üzerinde de çalışmalar yapıyoruz. Çok önemli gördüğümüz Ayrımcılıkla Mücadele Kurulu’nun kurulması için de geçen dönem İçişleri Bakanıyken çalışmalarını bitirip Başbakanlık’a MART 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 77 sunmuştuk. Bu dönem bunun üzerinde de çalışılıyor’’ ifadelerini kullandı. ‘’Avrupa Kendi İçinde Darlık Yaşıyor’’ AB ile ilgili de değerlendirmede bulunan Atalay, ‘’AB, bu konuda iyi bir model ortaya koyabilirdi. Onu başaramadı, ama halen elinde fırsat var. Başbakanımızın ifade ettiği gibi AB, bir din birliği değildir. Türkiye’nin oraya girmesi çok önemli. Çünkü AB’ye yeni bir yapı ve yeni bir anlam yükleyecek’’ diye konuştu. Türkiye’nin AB’ye üyelik sürecinde bir yavaşlama olduğunu ve Türkiye olarak bu süreçte gereken çabayı gösterdiklerini vurgulayan Atalay, ‘’Önümüzde Kıbrıs’tan dolayı bir siyasi sıkıntı var. Bu bizim sorumuz değil, AB’nin sorunudur. Dolayısıyla onlar bu tıkanıklığı aşmak durumundadır’’ tesbitinde bulundu. AB’nin Türkiye için daima önemli bir konu olduğunu dile getiren Atalay, sözlerini şöyle sürdürdü: ‘’Biz 2002’de hükümet olduğumuzda önümüze koyduğumuz en hızlı projelerden birisi AB projesi olmuştur. AB ile ilgili süreçlere çok hızlı başladık. AB’ye şöyle de baktık; AB süreci Türkiye’nin demokratikleşmesinde olumlu bir rüzgar olmuştur. Biz o zaman da bunu düşünüyorduk. Türkiye’deki demokratikleşme adımlarını kendi iç mekanizmalarımızla atmakta zorlanabilirdik. AB rüzgarı bize destek vermiştir. Bu manada biz AB’den çok faydalandık, çok faydasını gördük. AB sürecini Türkiye olarak yürütüyoruz ve biz burada ortaya bir mazeret koymayacağız. Çalışmalarımızı titizlikle sürdürüyoruz. Umarız Avrupa’da giderek artan ırkçılık, dar bakış yasaklar, korkular bunlara engel olmaz. Avrupa kendi içinde daralma yaşıyor, hem ekonomik daralma yaşıyor hem demokratikleşme konusunda gerçekten daralmalar yaşıyor. Bu konularda Türkiye, 78 STRATEJİK DÜŞÜNCE | MART 2012 Avrupa’dan daha ileri adımlar atıyor ve atacağız, biz devam edeceğiz. Bu konularda asla daralma olmayacak.’’ “Dünya, tabulardan, yasaklardan ve korkulardan kurtulduktan sonra rahatlayacaktır. ‘Türkiye’de de iktidarımızın en önemli hedefleri, en önemli adımları bu sayede gerçekleşmiştir. Tabular kalktıkça korkular da kalkmaktadır. Bu adeta ikisi birbirini besliyor. Anlama artıkça, korkular azalıyor. Türkiye bu süreci sürdürecek. Güvenli bir yerdeyiz, olumlu bir yerdeyiz. Demokrasi açısından, insan hakları açısından, özgürlükler açısından biz şu anda iyi bir yerdeyiz. İnsanı merkeze alan bir sistemi giderek geliştiriyoruz. Bu konuda hem ülkemizde hem de dünyada çabalarımızı sürdüreceğiz.’’ Toplumsal Barış Aracı Olarak Siyaset Açılış konuşmalarının ardından “Toplumsal Barış Aracı Olarak Siyaset” konulu ilk oturuma geçildi. Bu oturumu SDE Uluslararası İlişkiler Koordinatörlüğü, Koordinatör Yardımcısı Doç. Dr. Murat Erdoğan yaptı. Oturumda Başbakanlık İnsan Hakları Başkanlığı Başkan Vekili Mehmet Altuntaş, CHP Bursa Milletvekili Doç. Dr. Aykan Erdemir ve İnsan Hakları İnceleme Komisyonu Başkanvekili ve AK Parti Amasya Milletvekili Prof. Dr. Naci Bostancı birer konuşma yaptılar. Doç. Dr. Murat Erdoğan çok kültürlülüğün evrensel gerekliliği ve ülkemiz için önemi bunun yanında Avrupa’daki göçmenlerin durumuna başladı. Başkanlığın kuruluşu, faaliyetleri, başkanlığın mevzuatına ilişkin son yıllarda yapılan değişikliklerin neler olduğu, il ve ilçelerdeki faaliyetlerinin nasıl işlediği hakkında kısa bir bilgi verdi. İnsan hakları ve özgürlüklerin önündeki engelleri ortadan kaldırmak için Başbakanlık İnsan Hakları Başkanlığının 10 yıl önce kurulduğunu belirten Altuntaş başkanlığın görevlerini dört ana başlık altında topladı: - İnsan hakları kuruluşlarıyla koordinasyon içinde bulunmak - Mevzuat hükümlerini izlemek ve aksaklıları gidermek - Eğitim konusu - Başkanlığa gelen başvuruları incelemek ve değerlendirmek. kısa bir şekilde değindikten sonra sözü Prof. Dr. Naci Bostancı’ya bıraktı. Prof. Dr. Naci Bostancı şunları kaydetti: “Oturumun konusu toplumsal barış olarak siyaset. Burada üç temel kavram var. Toplum, siyaset ve barış. Toplum, çıkarları itibariyle birbirleriyle çelişen ancak sonuçta ortak çıkarlar için bir araya gelen topluluktur. Toplumdaki farklı kesimlerin birbirleriyle çatışması ve çelişmesi bir realitedir. Sadece maddi hayat tarzları, insanları benzer veya farklı kılmıyor. Kurulan hayaller ve düşünceler de önemlidir. Toplumu sürekli güncellenen bir birlik olarak görmek önemlidir. Siyaset burada önemli rol oynamaktadır. İnsanların toplumsal ve politik gelecekleri dikkate alınma- dan barışı konuşmanın imkânı yok. Siyasetin bir tarafı soyluluk, bir tarafı da soysuzluktur. Ayrıca siyasetsiz toplum yoktur. Siyasetin temelinde toplumsal eşitsizlikler vardır ve siyaset eşitsizliğin bir neticesidir. Siyasetin konusu maddi ve moral kaynakların dağılımının kim tarafından ve nasıl yapılacağı sorularıdır. Türkiye’nin demokratikleşme mücadelesi ve sürecinde istikamet daha tekâmül etmiş bir demokrasi doğrultusundadır. Türkiye’nin toplumsal yapısı da bunu tahkim etmeye yöneliktir. Duracağımız yer kimin daha iyi olduğu değil kimin daha az kusurlu olduğudur. Bunun üzerinde siyaset yapılmalıdır.” Mehmet Altuntaş ise konuşmasına Başbakanlık İnsan Hakları Kurumu Başkanlığı hakkında bilgi vererek Doç. Dr. Aykan Erdemir de konuşmasında özetle şu konulara değindi: “Antropologlara medeniyetler ittifakı mı veya medeniyetler çatışması mı diye sorduğunuzda muzip bir cevap alırsınız. Ben de bir antropolog olarak aynı cevabı veriyorum. Bana göre bilimsel ve felsefi olarak dünyaya medeniyetler çerçevesinde bakmak bir haktır ancak ben bu şekilde bakmıyorum. Bu konuda iki temel soru sorulabilir: biri medeniyet olarak zannettiğimiz çerçevenin içinde çok önemli çatışma yaşanabilir mi? Diğeri de farklı kimliklerin ne şekilde bir araya geldiği sorusu. Dolayısıyla bu iki soru çerçevesinden hareketle mevcut medeniyet çerçevesine katılmıyorum. Bugün Türkiye-AB ilişkilerinde bir medeniyet ittifakı veya çatışmasına doğru gidiyor muyuz diye sorarsanız ben böyle bir durumun olduğuna inanmıyorum.” İlk oturumun konuşmacısı olarak duyurulan MHP Isparta Milletvekilli Süleyman Nevzat Korkmaz mazeret bildirerek toplantıya katılamadı. “Avrupa Projesinin Müslüman Göçmenlerle Sınanması” “Avrupa Projesinin Müslüman GöçMART 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 79 menlerle sınanması” başlıklı ikinci oturumun moderatörlüğünü SDE Uluslararası ilişkiler Koordinatörü Prof. Dr. Birol Akgün yaptı. Oturumun konuşmacıları ise SDE Yönetim Kurulu Üyesi Prof. Dr. Beril Dedeoğlu, Hacettepe Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. M. Murat Erdoğan, Diyanet İşleri Başkanlığı/Dış İlişkiler Daire Başkanı Prof. Dr. Mehmet Paçacı ve Başbakanlık Kamu Diplomasisi Direktörü Ahmet Demirhan oldu. ise AB’dir. AB’nin kurulmasındaki amaçlardan biri serbest dolaşım hakkının sağlanmasıyla beraber bir kaynaşma ortamının oluşturulmasıydı ancak süreç tersinden işledi ve bir ötekileştirme süreci başladı. Hükümetlerin de bu ötekileştirme sürecini körüklediği anlaşıldı. Irkçılık kendine her zaman bir hedef bulur mesele sadece dini ya da etnik unsurlar değildir. Bu noktadan hareketle AB’nin kendini diğer tüm unsurlarla sınaması gerekmektedir.” Prof. Dr. Beril Dedeoğlu dünyadaki ırkçı eğilimlerin arttığını ve bilhassa Avrupa’da ırkçılığın devlet boyutu ve toplumsal boyut olmak üzere iki düzeyde geliştiğini belitti. Dedeoğlu şunları kaydetti: Doç. Dr. M. Murat Erdoğan ise AB’nin İslam’la tanışmasının üç aşamada gerçekleştiğini ifade etti ve bunları “Endülüs dönemi, Osmanlı İmparatorluğu dönemi ve 60’lı yıllarda yaşanan göç hareketleri” olarak sıraladı. Erdoğan konuşması sırasında “Almanya’da ırkçı neo-nazi cinayetleri: Türklerin görüş ve duyguları araştırması”nın sonuçlarına da yer verdi. Erdoğan şöyle devam etti: “Irkçılığın devlet düzeyinde gelişmesi o devletin vatandaşlarına sert uygulamalarda bulunması anlamına geliyor. Devletlerin bir takım politik uygulamaları vardır. Irkçılık devletlerin mevzuat yoluyla bu politikayı uygulaması şeklinde meydana gelir. Toplumsal düzeyde meydana gelen ırkçılıkta ise insanlar birbirlerini “benden olan” veya “benden olmayan” şeklinde ayırır. Siyasi kriz ortamlarında bu durum daha yüksek sesle dışa vurulur. Çünkü rasyonel gerekçeler kriz ortamlarında fazlalaşır. Hükümetlerde bunu iyi tahlil ederler ve ona göre bir politika benimserler.” “Bugün Avrupa’ya baktığımızda sağ kanatta ırkçılığa yakın partiler artmıştır. Romanlara ve Müslümanlara karşı ciddi bir ayrımcılık söz konusudur. Son zamanlarda burada farklı bir siyasi mantık gelişti. Önce cami üzerinden ardından da başörtüsü üzerinde bir takım tartışmalar yaşandı. Müslümanlara yapılan ırkçılık; orada yaşayan, vatandaş olmuş Müslümanlar üzerinden geliştirilen ırkçılık ve göçmen Müslümanlar üzerinden geliştirilen ırkçılık olarak iki türlü gelişti. 2004 yılından itibaren Avrupa’da islamofobinin arttığını gözlemliyoruz. Avrupa’ya özgü bir diğer durum 80 STRATEJİK DÜŞÜNCE | MART 2012 “Teknolojinin ve iletişim kanallarının gelişmesiyle birlikte az gelişmiş ülkelerden gelişmiş ülkelere doğru göç hareketleri katlanarak artıyor ve bu da klasik kimlik tanımlarını yerle bir ediyor. Almanya’da ülkenin battığını ve bunun sebebinin Türkler olduğunu konu alan bir kitap yayınlandı ve bir buçuk milyon satış yaptı. Asıl mesele bu kitabın yayınlanması değil bu kadar rağbet görmesidir.” “Avrupalı politikacılar Müslüman göçmenler için açılım yapmanın sıkıntısını yaşıyorlar. Ancak Avrupa’da Korsanlar partisi gibi yeni siyasi oluşumlarda mevcut. Bu partiler mikro sorun alanlarına yönelerek taraftar topluyorlar. Bunun dışında makro alanlara yönelen ve insanları korkuyla yöneten partiler de mevcudiyetini koruyor.” Prof. Dr. Mehmet Paçacı, Entegrasyon, asimilasyon ve kimlik kavramlarının şu sıralar Avrupa’da çok moda kavramlar olduğunun altını çizdi. Paçacı, bu kavramların çok yeni kavramlar olmadığını ve Endülüslere kadar dayandığını da ilave etti. Paçacı şunları kaydetti: “Avrupa’da toplumu tek-tipleştirme siyaseti var ve tarihe baktığımızda bunun epeyce derinlere gittiğini görürüz. Seküler döneme geldiğimizde ise bu tek-tipleştirme, ulusdevlet ve ulus kimliğinin tanımı ile gündeme geliyor. İkinci dünya savaşı sonrası Avrupa’da oluşan refah seviyesi yabancı işçi ihtiyacını beraberinde getirdi ve göçmenler Avrupa’ya gitti. Göçmenlerin Avrupa’da yalnızca bir-iki nesil kalması planlanıyordu. Ancak bu sürecin uzaması ve Avrupa’nın kültüründeki ulusçuluk ve ırkçılık kodları bu yapıdaki ciddi bir gerilim olarak ortaya çıktı. Ben entegrasyon ve uyum gibi kavramları, insanların karşısına çıkarmanın ters tepki yarattığını düşünüyorum. Avrupa için bunu aşmanın yolu, evrensel değerleri hatırlamak ve uygulamaktır.” Ahmet Demirhan, Avrupa’da ırkçılık ve nefret söylemi ile ilgili bir arşiv oluştuğunu vurguladı ve şunları kaydetti: “Avrupa’da ırkçılık ve nefret söylemi ile ilgili bir arşiv oluşuyor. Ben bunun Kuzey Avrupa’da daha yaygın olduğunu düşünüyorum. Almanya’daki neo-naziler, Norveç’teki Breivik katliamı ve Hollanda’daki ırkçı Geert Wilders partisi gibi oluşumları buna örnek olarak verebiliriz. Kuzey Avrupa’da ırkçılığın bu kadar yaygın olması kendilerini nasıl toplumsallaştırdıkları ile ilgilidir. Irkçılığın teolojik, felsefik, politik nedenleri üzerinde çok fazla durmamız gerekiyor. Göçmenlerin 20- 30 yıldır bu statüden neden çıkamadığını göçmenler üzerinden değil Avrupalılık kimliği üzerinden değerlendirmek gerekir.” Toplantı soru-cevap kısmı ile son buldu. İÇ POLİTİKA MART 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 81 Din ve Dindarlık Meselesi Yönetimin bütün inanç ve din mensuplarına eşit bir mesafede bulunma yükümlülüğü, dindarlığı teşvik etmesinin önünde bir engel oluşturmaz. Ancak devletin meselelere ideolojik olarak yaklaşması, bir çeşit toplum mühendisliği anlayışından hareketle tek tip insan yetiştirmeye yönelik politikalar artık devrini tamamlamıştır. 82 STRATEJİK DÜŞÜNCE | MART 2012 Başbakanın dindar nesiller yetiştirmeye yönelik ifadeleri, bir müddetten beri laiklik, din ve dindarlık konusu ile ilgili kış uykusuna girmiş reflekslerin uyanmasına vesile olmuştur. Konu etrafında medyaya da yansıyan birtakım farklı açıklamalar, yorum ve değerlendirmeler yapılmıştır. Bunlar dikkate alındığında, din ve dindarlık olgusunun algılanması, din-siyaset ilişkisinin yerine oturtulması konularında zihinlerde ciddi karışıklık ve tıkanmaların yaşandığı görülmektedir. Aydınlanma ve modernitenin İslam dünyasına ve daha özelde ülkemize olan yansımalarının, yaşanan değişim ve dönüşüm süreçlerinin söz konusu karışıklık ve tıkanmaların oluşumuna önemli derecede etki eden faktörler olduğunda şüphe yoktur. Türkiye’de hâlâ Aydınlanma, pozitivizm, modernite ve katı laikçilik anlayışının etkisi altında kalarak Talip ÖZDEŞ* konuya ideolojik yaklaşanlar ve dine karşı tamamen olumsuz tavır alanlar olduğu gibi, özgürlükleri, demokrasiyi ve çoğulculuğu esas alarak yaklaşanlar da vardır. Bu bağlamda fikir ve yazılarından istifade etmekte olduğum Roni Margulies, Taraf gazetesinde yayınlanan “Yehova ve Enkidu” başlıklı yazısında, “Dinsiz insan çok, ama dinsiz toplum dünyada hiç yok. Tarihte de bildiğimiz kadarıyla hiç olmamış”1 derken önemli bir gerçeğe işaret etmiştir. Yazar, dinin insanın ölüm karşısındaki çaresizliğine, korkusuna, bilinmezlik paniğine bir çözüm sunduğuna; evrenin ve insanın nasıl ortaya çıktığı, nereden geldik nereye gidiyoruz gibi varoluşsal sorulara cevap verdiğine, ahlaka ve hukuka getirdiği prensiplerle insan ilişkilerinin kurulmasında önemli fonksiyon icra ettiğine dikkat çekmiştir. Varoluşsal Sorgulamanın Dışında Kalınamaz Dinin ne olduğu ve tanımı üzerinde Batı’da ve Doğu’da birbirinden farklı yaklaşım ve yorumlar vardır. Çoğu defa din kavramından, Müslümanlık, Hıristiyanlık, Musevilik, Zerdüştilik, Budizm, Hinduizm gibi kurumsallaşmış dinler anlaşılmaktadır. Ancak akıl sahibi hiçbir insanın Yaratıcı, evren, insan ve ölüm ötesi ile ilgili varoluşsal sorgulamanın dışında kalamadığı, bu sorgulamanın sonucunda sahip olduğu kanaatlerin, inanç ve ideolojilerin onun psikolojik, sosyal ve kültürel dünyasının oluşumunda önemli derecede belirleyici olduğu dikkate alındığında, aslında hiçbir insanın din olgusundan bağımsız olamadığı sonucuna varırız. Bu bağlamda örneğin dine alternatif olarak getirilen Ateizmin veya ideolojik anlamda laisizmin de aslında kendine özgü birer din olduğunun fark edilmesi zor değildir. İnanç ve din olgusu sadece insan için söz konusudur. Bilim ve teknoloji ne kadar gelişirse gelişsin, insanın fiziki âlemle ilgili sorgulamalarının yanında metafizik âlemle ilgili sorgulamaları da değişik şartlar ve etkenler altında devam edecektir. Fikir, inanç için gerekli ise de, inançlar genellikle aklın nüfuz edebileceği sahayı aşan bir mahiyete sahiptir. Dinler ve inanışlar insan doğasından ayrı olarak düşünülebilecek, insan tabiatına sonradan eklemlenen olgular değildir. Tarihin hangi dönemine gidilirse gidilsin, orada toplumların psikolojik, sosyal ve kültürel yapılarında önemli fonksiyonlar icra eden birbirinden farklı din ve inanışları, değer sistemlerini görmek mümkündür.2 Bilim ve teknolojinin gelişmesiyle insanın dine ve Tanrı’ya ihtiyacı kalmayacağı ve dinlerin zamanla elimine olacağı şeklindeki paradigma, artık günümüzün şartları dikkate alındığında bir anlam ifade etmemektedir. Böyle bir paradig- ma,3 çok boyutlu insan gerçeğinin bütünlük içerisinde kavranılmamış olunmasının bir sonucu olmalıdır. Günümüz dünyasına yön veren sosyo-kültürel, ekonomik, politik vb. şartların etkisi altında ortaya çıkan ahlaki çöküntü, stres ve intiharlar, kumar, alkol ve uyuşturucu bağımlılığı gibi durumlar İslam başta olmak üzere dinlere olan temayülü artırmaktadır. Ekolojik dengeler dâhil diğer bütün dengelerin insan eliyle bozulması, terör ve harp durumlarının getirdiği yıkımlar insanların içerisinde yaşadıkları dünyayı ve olayları sorgulamalarına neden olduğu gibi, onların dine ve manevi değerlere yönelmelerine de vesile olmaktadır. Ayrıca modern fizikte kuantum mekaniği ve izafiyet teorisi alanlarında Newtoncu mekanist dünya görüşünün değişmesiyle sonuçlanan transformasyon, bilimin detaylanarak gittikçe daha kompleks bir yapıya doğru gelişmesi, belirsizlik durumlarının ortaya çıkması katı determinizmin hakimiyetine son vererek insan bilgisinin rölatif konumunu öne çıkarmıştır.4 Teori, bilimsel kanun veya başka hangi terimle ifade edilirse edilsin, gelişmeci, ihtimalli ve izafi/rölatif insan bilgisinin mutlaklaştırılması, bilginin doğasına aykırı bir durum oluşturmaktadır. Sosyolojik bir söylemle dinleri Tanrı’nın/tanrıların değil insanların yarattığı şeklindeki algıya gelince, bunun üzerinde biraz durmak gerekir. İnsanın ebedi olma, ölüp yok olmama, dünyayı anlama, eşit ve adil bir toplumda yaşama özlemlerinin olduğu ve bu özlemlerinin dinle ifade bulduğu ne kadar gerçekse, bu özlemlerin gerek bu âlemde gerekse ölüm ötesi âlemde tekabül ettiği durumların da o kadar gerçek olması gerekir. Tıpkı tat alma duygumuzun fizyolojik ve biyolojik âlemde birbirinden farklı meyve, sebze ve hayvansal gıdalardan oluşan nimetlere tekabül etmesi gibi. Tıpkı canlı varlıktaki İnsanın ebedi olma, ölüp yok olmama, dünyayı anlama, eşit ve adil bir toplumda yaşama özlemlerinin olduğu ve bu özlemlerinin dinle ifade bulduğu ne kadar gerçekse, bu özlemlerin gerek bu âlemde gerekse ölüm ötesi âlemde tekabül ettiği durumların da o kadar gerçek olması gerekir. neslini devam ettirme içgüdüsünün yaşadığımız dünyada olgusal karşılık bulması gibi. Bir an için insandaki ebedi olma duygusunu ve adalet özlemini insanın kendisinin yarattığını, bunların sadece ifadesini boş inançlarda bulan özlemlerden ibaret olduklarını, bir gerçekliğe tekabül etmediklerini düşündüğümüzde; ne evrenin, ne hayatın, ne içerisinde yaşadığımız dünyanın, ne de adalet ve yargının bir anlam ve değeri kalır mı? Din olgusunun insan ve toplumda gerçekliğini bulması, dinin insan tarafından yaratıldığı anlamına gelmez. Evet, din insan içindir, ama bu duyguyu insan ruhuna kodlayan o ruhu yaratandır. İnsan, fizyolojik ve biyolojik varlığını kendisi yaratmadığı gibi ruhunu da kendisi yaratmış değildir. İnsanın fizyolojik ve biyolojik varlığını yaratan, aynı zamanda onu psikolojik ve sosyal boyutlu bir varlık olarak da yaratmaktadır. İnsanın haz alma duygularının değişik boyutlarıyla kendisinde tezahür etmesi, bu hazların insan tarafından yaratılıyor olduğu anlamına gelmez. Ancak, bir an için damak zevkimizin olmadığını, nimetlerden haz alma duygumuzun olmadığını düşündüğümüzde, yemek yemenin ne büyük bir işkenceye dönüşebileceğini tasavvur edebiliyor muyuz? Sevgi ve merMART 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 83 Din ve inanışlar arasında doğru olup olmama, sahih olup olmama açısından bir kıyaslama yaparken, kaynağından çıkan tertemiz berrak suyla, içerisine birçok yabancı maddenin karışmasıyla safiyeti bozulan suyun aynı değerde olmadığının altını çizmeliyiz. hamet gibi duygularımız hiç olmasaydı, bireysel ve sosyal hayatımızın nasıl bir yapıya dönüşebileceğini tasavvur edebiliyor muyuz? İnsanın fizyolojik hazlarını yaratan, onların tekabül ettiği olgusal gerçeklikleri de yaratmaktadır. İneğin sütünün ineğin bünyesinde oluşuyor olması, sütü ineğin yarattığı anlamına gelmez. Atomları ve evreni yaratanla, en basitinden en kompleks ve gelişmiş olanına kadar cansız atomlardan hücre ve organizmaları, canlı türlerini yaratan aynı Zat’tır. Kur’an’da da ifade edildiği gibi ölü topraktan diriyi çıkaran, ölümü yaratan, öldükten sonra diriltecek olan O’dur. Din konusunu değerlendirirken dinin mahiyetiyle ilgili bazı noktaların dikkate alınması gerekmektedir. İnanç ve itikatlar mahiyet olarak fizik âlemle değil, fizik ötesi (gayb) âlemin insana anlatılması ve insan tarafından algılanmasıyla ilgilidir. Yaratıcı’nın zatı ve sıfatları, ölümden sonra diriliş, ölüm ötesi hayat (ahret), melekler, vahiy ve peygamberlik konusu fiziki olgular gibi insanın 84 STRATEJİK DÜŞÜNCE | MART 2012 bu dünyada somut olarak algılayabileceği cinsten şeyler değildir. Bu konuların dinlerin temelinde yer alan iman ve itikada nesne olmaları, aşkın/müteal/fizik ötesi/gayb olmalarından dolayıdır.5 Çünkü ontolojik anlamda fiziki olan herhangi bir şey, aslında imana konu değildir. İşte bu noktada imana esas olan gayb konularının insana, Yaratıcı tarafından yine insanın diliyle anlatımı gündeme gelmektedir. Çünkü insanın başka türlü anlaması mümkün değildir. Kur’an’da müteşâbih olarak isimlendirilen ayetlerin6 işaret ettiği gaybi konuların hakikat ve mahiyetlerinin insan tarafından bilinmesi muhaldir. Soyut konuların teşbihlerle, istiare, kinaye veya mecaz yoluyla anlatımın amacı, sadece manaları zihne yaklaştırmak içindir. Örneğin Kur’an’da ahret sahneleri anlatılırken dünya bahçeleri, köşkler, altlarından ırmaklar akan bahçeler zikredilerek muhatabın zihninde bir cennet tasavvuru oluş- turulmaya çalışılır. Ancak cennetin gerçek bilgisi ve mahiyetinin ne olduğu ancak Allah’ın katındadır. Yaratıcı tarafından metafizik dünyanın beşer diliyle insana anlatımı (müteşâbihlik) sadece Kur’an’a özel bir durum olmayıp, peygamberler aracılığı ile insanlığa gönderilen bütün ilahi mesajlar için geçerli bir durumdur. İnsanların bu mesajlara yaklaşırken, onları somutlaştırmaya, nesnelleştirmeye, kendi dünyalarına indirmeye gayret etmeleri fıtratları gereğidir. İşte bu noktada, saf vahyin rehberliğine ihtiyaç vardır. Çünkü bu rehberlik olmadığında, zaaflarla malul insanın yanlış anlama, yorumlama ve uygulamaları devreye girebilir, gerçekle hurafeler birbirine karışabilir. Putperest Roma’nın ve Yunanistan’ın tanrılarını temsil eden heykellerde, bir zamanların cahiliye Araplarının Kâbe’nin içerisine doldurdukları putlarda, dünyamızın Yaşamakta olduğumuz şartlar ve durumlar içerisinde insanla ilgili diğer konularda olduğu gibi, dini anlayışın da eleştiri ve tecrübelere açık olması, kendisini yenilemesi, dönüştürüp geliştirmesi önemlidir. doğusunda veya batısında değişik kültür ve medeniyet ortamlarında ibadethaneleri süsleyen tasvir ve heykellerde bu insani/beşeri durumu müşahede edebiliyoruz. Bu bize, vahyin özünden ve rotasından sapıldığında, Yaratıcı tarafından vahiy ve peygamberler aracılığı ile insana anlatılan gaybi konuların nasıl tekrar insanın elinde birbirinden farklı mitolojilere dönüşmüş olabildiğini bir dereceye kadar açıklayabilir. Bütün Dinler Tek Tanrı’ya İşaret Eder Birçok dinin bünyesinde vahiy kaynaklı olduğu anlaşılabilen, insanlığın evrensel değerleriyle de bütünleşen inanç, ibadet, ahlak ve hukuk ilkelerinin, tarihi kıssaların, kozmik anlatımların bulunmasının yanında; akla mantığa uymayan inançların, hurafe ve efsanelerin de bulunması bu noktayla bağlantılıdır. Ancak dikkatli, araştırıcı, deruni ve analitik bir bakış, bütün bu dini gelenek ve anlatımların içerisindeki ortak ve asli noktaların tespitine, Allah’ın birliğini, eşsiz ve ortaksız olduğunu esas alan tevhit çizgisinin keşfine imkân tanır. Sümerlerin Enkidu’su, Musevilerin Yehova’sı, Hıristiyanların “Baba” olarak tasavvur edilen tanrısı ve nihayet Kur’an’da en saf ve net bir şekilde bütün noksan sıfatlardan münezzeh olarak isim ve sıfatlarıyla “Allah” olarak zikredilen İslâm’ın Tanrı’sı, dil, kültür ve medeniyetlerin farklılığından dolayı değişik isimler altında âlemleri, evreni ve insanı yaratan tek bir Tanrı’ya, yer ve göklerin gerçek sahibi Allah’a işaret etmiyor mu? İnsan sürece dâhil olmadığında arının ürettiği balın safiyetinde bir problem yaşanmamaktadır. Ancak bu üretim halkasının bir yerinde insan varsa, o balın ne gibi şekillere dönüşebileceği, safiyetinin nelere maruz kalabileceği herkesin ma- lumudur. Bu bağlamda din ve inanışlar arasında doğru olup olmama, sahih olup olmama açısından bir kıyaslama yaparken, kaynağından çıkan tertemiz berrak suyla, içerisine birçok yabancı maddenin karışmasıyla safiyeti bozulan suyun aynı değerde olmadığının altını çizmeliyiz. Ancak şu var ki, inançlar, ideolojiler ve dinlerin seçimi konusunda insanların tamamen özgür olduklarının, kimsenin dini inançlarını veya ideolojisini zorla başkalarına kabul ettirmek gibi bir ayrıcalığının veya özgürlüğünün olmadığının, herkesin hukuk önünde eşit konumda olması gerektiğinin, yönetimin herkese eşit mesafede olması gerektiğinin de bilinmesi önemlidir. “İnkâr edenler, göklerle yer bitişik bir halde iken bizim, onları birbirinden kopardığımızı ve her canlı şeyi sudan yarattığımızı görüp düşünmezler mi? Hâlâ inanmazlar mı?”7, “O gün göğü, kitap sahifelerini dürer gibi dürecek, ilk yaratışta başladığımız şekle iade edeceğiz…”8 diyerek evrenin başlangıcına ve sonuna özel bir dil ve üslupla sarih olarak işaret eden Allah’ın evreni ve canlıları nasıl yarattığının, yerde ve göklerde olan her şeyde hükümlerini nasıl icra ettiğinin mahiyetine ulaşmak gaybi bir konu olarak insanı aşan bir boyuta sahiptir. Ancak bunun tezahürlerini her an müşahede etmekte olduğumuz da bir vakıadır. MART 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 85 Yine bal yapması için “Dağlardan, ağaçlardan ve insanların kuracakları kovanlardan göz göz evler edin! Sonra meyvaların hepsinden ye de, Rabbinin (sana) kolay kıldığı yollara gir!”9 buyruğu ile bal arısına yapılan vahyin mahiyetini beşer olarak idrak etmemiz mümkün değil. Ancak Yaratıcı’nın büyüklüğünü, ilim ve kudretinin sınırsızlığını, yaratılanlara olan merhametinin ve “Razzâk” ismiyle rızık vermesinin tecellilerini, o bal yapan arının akılları hayrete düşüren müthiş dizaynında, icra ettiği fonksiyonlarda ve ürettiği balda açıkça göremiyor muyuz? İnsanı balçıktan (toprak ve sudaki elementlerden) yaratmak, İsa’yı babasız dünyaya getirmek, ölüleri diriltmek biz yaratılan aciz insanlar için makul görünmeyebilir. Çünkü bizler akıl sahibi olmamıza, bütün imkân ve çabalarımıza rağmen tek bir atomu veya cansız atomları kullanarak tek bir hücreyi bile yaratamıyoruz. Ama atomları, içerisinde milyarlarca yıldız ve gezegenin yer aldığı evreni, cansız ve ruhsuz maddeden hücreyi ve bütün canlıları yaratan Zat için ölen insanı tekrar diriltmek hiç de zor olmasa gerektir. Dindarlık meselesine gelince, dinin temel ve asli kaynaklarının belirleyiciliği yanında, bu konu büyük ölçüde İslamiyet dâhil belirli bir dine yaklaşan mümin veya müminlerin o dine yaklaşımlarıyla, onu algılayıp yorumlamalarıyla, hayata geçirmeleriyle bağlantılı bir durumdur. İşte bu noktada algılama, anlama ve yorumlamaya etki eden birçok faktörler devreye girmektedir. Dini metinlere yaklaşım yöntemlerinin birbirinden farklı olmasının yanın1. 2. 3. 4. 5. 6. 7. 8. 9. 10. 86 da, değişik boyutlarıyla insan ve toplumun içerisinde yaşadığı şartlar ve durumlar, ihtiyaç ve talepler, örf, gelenek ve teamüller, yaygın zihniyetler, kurumsallaşmış yapılar, disiplinler, insanın eğilimleri, zaaf ve ihtirasları anlama ve yorumlama süreçlerine doğrudan etki etmektedir. Buradan hareketle, gerek tarihi geçmişte ve gerekse günümüzde Müslüman toplumlarda farklı İslamî anlayışların mevcut olduğu, hatta zamanla bunların ideolojik ve politik karakter kazanarak mensuplarının birbirleriyle çatışma durumuna gelebildikleri bir vakıadır. Aslında daha geniş çerçevede insanlara gönderilen din, ortaya koyduğu prensip, hüküm ve değer yargılarıyla tek olmasına rağmen, insanların aralarında ihtilafa düşmeleri, Allah’ın onlara delillerini göndermelerinden sonra gerçekleşen bir durumdur.10 İhtilafların kaynağında ise beşeri zaaflar, yanlış anlamalar, cehalet, dünyevileşme, kıskançlık, taassup, çıkarcılık, saltanat düşkünlüğü, hedonizm, şehvet ve ihtiraslar yatmaktadır. Buradan, İslam’ın bizzat kendisi ile Müslüman birey ve toplumun İslam anlayışının birbiriyle özdeş olmadığının bilincinde olunması, İslam’la ilgili değerlendirmelerde yanlışlara düşmeme açısından son derece önemlidir. Yaşamakta olduğumuz şartlar ve durumlar içerisinde insanla ilgili diğer konularda olduğu gibi, dini anlayışın da eleştiri ve tecrübelere açık olması, kendisini yenilemesi, dönüştürüp geliştirmesi önemlidir. Kabile mantığının, etnik milliyetçiliğin, cemaatçilik ve hizipçiliğin, mezhebi taassubun ilahi mesajın aslını ve özünü gölgelediği, Müslüman’ın kardeşlik, hak ve hukuk zemininde birbiriyle kaynaşmasına engel olduğu gibi evrenselle bütünleşmesinin de önünü kestiği bir ortamda bu yenileşme ve döşümün gerçekleştirilmesi elzem gözükmektedir. Tek Tip İnsan Yetiştirme Politikaları… Dindarlıkta şekilcilikten çok samimiyetin, güzel ahlakın, kardeşliğin, başkalarının özgürlüklerine, hak ve hukuka saygının öne çıkarılması talep edilen bir durumdur. Yani dinin özüne uygun, riya ve taassuptan uzak, çıkarcılığa bulanmayan, ideoloji ve politikanın aracı haline gelmeyen, bölücülüğe, kutuplaştırmaya, diktatörlüğe ve militarizme pirim vermeyen bir dindarlaşma sadece ülkemiz insanının değil, bütün İslam dünyasının özlemini duyduğu bir şeydir. Yönetimin bütün inanç ve din mensuplarına eşit bir mesafede bulunma yükümlülüğü, bu tip bir dindarlığı teşvik etmesinin önünde bir engel oluşturmaz. Ancak devletin meselelere ideolojik olarak yaklaşması, bir çeşit toplum mühendisliği anlayışından hareketle tek tip insan yetiştirmeye yönelik politikalar artık devrini tamamlamıştır. Devletin özgürlükleri geliştirmesi, bilgi ve çalışmayı teşvik etmesi, demokrasiyi yerleştirmesi, insan haklarının güvencesi olacak şekilde hukukun üstünlüğünü ikame etmesi gerek ülkemiz, gerek İslam dünyası ve insanlık için birçok olumlu gelişmeleri de beraberinde getirecektir. SDE Uzmanı, Prof. Dr. * Roni Margulies, “Yehova ve Enkidu”, Taraf, 8 Şubat 2012, s. 5 Bk. P. A. Sorokin, Çağdaş Sosyoloji Teorileri, (çev. M. Münir Raşit Öymen), Ankara 1974, s. 196-236; Mehmet Taplamacıoğlu, Din Sosyolojisi, 2. Baskı, Ankara 1968, s. 43-87; Günay TümerAbdurrahman Küçük, Dinler Tarihi, Ankara 1993, s. 27-34 Laikliği bir ideoloji olarak benimseyerek dine karşı topyekun menfi tavır alan kesimlerin etkisi altında kaldıkları bu paradigmanın felsefi altyapısını oluşturan pozitivizmin “din” anlayışı için bk. E. Boutroux, Çağdaş Felsefede İlim ve Din, (çev. Hasan Kâtipoğlu), İstanbul 1997, s. 49-95; A. Adnan Adıvar, Bilim ve Din, İstanbul 1980, s. 331-340 Geniş değerlendirme için bk. Adıvar, a.g.e., s. 419-438Necip Taylan, İlim-Din (İlişkileri-Sahaları-Sınırları), İstanbul 1979, s. 321-338 “Ellezîne yu’minûne bi’l-gayb…”: O muttakiler gaybe iman ederler, namazı dosdoğru kılarlar, kendilerine verdiğimiz rızıktan yerli yerince sarf ederler. (Bakara, 2/3) Ali İmran, 3/7 Enbiya, 21/30 Enbiya, 21/104 Nahl, 16/68-69 Bk. Beyyine, 98/1-5 STRATEJİK DÜŞÜNCE | MART 2012 Röportaj Bakan Yıldırım: Bilginin Korunması Ülke Güvenliği Kadar Önemlidir Ulaştırma Denizcilik ve Haberleşme Bakanı Binali Yıldırım, entegre ulaşım projeleri, 2003 yılında başlatılan Acil Eylem Planı, siber ortamın güvenliği, Elektronik Haberleşme Kanunu, TRACECA ve Marmaray Projeleri, kombine taşımacılık ve tehlikeli taşımacılık, ulaşım ve terör ilişkisi konuları ile ilgili SD’nin sorularını cevaplandırdı. SD: Anadolu Medeniyeti’nin başkentlerini birleştirdiniz. Türk dünyasının başkentlerini ne zaman birleştireceksiniz? Marmaray ile TRACECA ne zaman buluşacak? Ülkemizde özellikle 1950 yılından sonra yeni demiryolu inşası faaliyetlerinin neredeyse bitme noktasına geldiği biliniyor. Sizin döneminizde ise tekrar eski hızına ulaştı. Önceki ve şimdiki politika değişikliklerinde amaç neydi? Her iki politikanın yararları ve zararları konusunda bir çalışmanız var mı? Demiryolu yapımından vazgeçilmesinde yabancı etkiler söz konusu mudur? Türk Demiryolları 155 yıllık köklü bir geçmişe sahip güzide bir kuruluşumuz. Kurtuluş Savaşı’nda demiryollarının önemini anlayan Ulu Önder Atatürk, demiryolları seferberliği başlattı ve 20 yılda yaklaşık 4 bin km’lik demiryolu hattı inşa edildi. Bu demiryolu rüzgarı ne yazık ki, 1950’li yıllarından sonra ters esmeye başladı. Dünyadaki gelişmelere paralel olarak karayolu yatırımları ön plana geçti.1950-2003 yılları arasındaki dönemde sadece 1.700 km demiryolu yapıldı. Demiryolları adeta unutuldu. “Kara tren” imajıyla nostaljik bir ulaşım aracı olarak görüldü. 2003 yılı ise demiryollarımız için bir milat oldu. Hükümetin siyasi ve mali desteği sonucu yüksek hızlı tren projeleri, mevcut sistemin modernizasyonu, ileri demiryolu sanayisinin geliştirilmesi ve daha dinamik bir kurum için yeniden yapılanma temelinde, onlarca proje üretilerek, demiryolları büyük bir değişim ve gelişim süreci içerisine girdi. Bu önemi rakamsal olarak ifade edersek; 2003 yılında Demiryolu sektörüne tahsis edilen ödenek 837 Milyon TL iken 2011 MART 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 87 Avrupa ile Asya arasında bir köprü vazifesi gören ve çağlar boyunca önemli medeniyetlere ev sahipliği yapan ülkemiz; dünyanın önemli üretim ve tüketim merkezlerinin geçiş yolu üzerinde adeta bir köprüdür. yılında 7,5 kat artarak 6,3 Milyar TL ye ulaşmıştır. Son 9 yılda ise demiryoluna ayrılan toplam ödenek 24,7 milyar TL olmuştur. Bu sene ise; şehir içi demiryolu yatırımları dâhil 2012 yılında demiryolları yatırımlarına ayrılan ödenek 7 milyar 100 milyon TL’yi buldu. İpek Demiryolu: TRACECA Bu kapsamda da söylediğiniz gibi Anadolu Medeniyeti’nin başkentlerini birleştirecek yatırımları gerçekleştirdik. Tarihi “İpek Yolu”nu demiryolu ağlarında yeniden canlandıracağı için “İpek Demiryolu” olarak nitelenen TRACECA projesiyle de dünya başkentlerini birleştiriyoruz. Batıda Boğaz geçişli Marmaray demiryolu tüneliyle Avrupa demiryolu ağına, doğuda da Kazakistan ve Çin demiryolu hatlarına bağlanacak. 400 milyon dolar harcanarak gerçekleştirilecek proje tamamlandığında, İngiltere’den hareket eden bir trenin kesintisiz bir biçimde Çin’e kadar gidebilmesi öngörülüyor. TRACECA’ya üye ülkeler arasında Avrupa Komisyonu, Azerbaycan, Bulgaristan, Ermenistan, Gürcistan, İran, Kazakistan, Kırgızistan, Litvanya (gözlemci), Moldova, Romanya, Tacikistan, Türkiye, Türkmenistan, Özbekistan, Ukrayna bulunuyor. Bu projenin Türkiye tarafı olarak hızlı tren yatırımları olsun, duble demiryolları hattı olsun, Bakü-Tiflis-Kars 88 STRATEJİK DÜŞÜNCE | MART 2012 Ulaştırma Denizcilik ve Haberleşme Bakanı Binali Yıldırım, Stratejik Düşünce Enstitüsü’nü ziyaret ederek SDE koordinatörleri ve uzmanlarında çalışma alanlarıyla ilgili ayrıntılı bilgi aldı. Bakan Yıldırım’a Enstitümüzü ziyaretleri anısına SDE Başkanı Prof. Dr. Yasin Aktay tarafından bir plaket takdim edildi. Projesi olsun, Marmaray olsun tüm projelerimiz yavaş yavaş tamamlanıyor. Üye ülkelerde devam eden projelerin tamamlanması ile tüm başkentleri birleştirmiş olacağız. Marshall Yardımı Demiryolunun Hızını Kesti Bundan önce demiryollarında yaşanan politika değişikliğine gelirsek; bunun ulusal ve uluslararası birçok nedeni var. Ancak 1950’li yıllardan sonra karayolu ağırlıklı politikalar takip edilmesinde en büyük etkenin, ABD’nin Marshall Planı çerçevesinde sağlanan yardımlar olduğunu tahmin ediyoruz. Karayolu yapımı 1950’li yıllardan sonra hızlı bir gelişim gösterdi ve demiryollarına ise mevcut sistemini koruyacak kaynak dahi ayrılmadı. 1950’de demiryolunun ulaşım sis- Ulaştırma Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığı yapısı itibariyle Türkiye’nin tüm ulaşım ve iletişim altyapısını kuran yatırımcı bir Bakanlık. Bu nedenle yaptığımız her yatırım büyük bir önem taşıyor. 2003 yılına kadar devam etti. Karayolu ağırlıklı politikalar sonucunda ulaşım sistemi dengeli ve birbirini bütünleyen bir yapıdan uzak kaldı. Sistemin temelini oluşturan ulaşımın tek bir sisteme, karayoluna bağımlı olması hem ülke kaynaklarımızın rasyonel, etkin ve verimli kullanımını engelledi hem de maliyetler içerisinde önemli bir yer tutan ulaşımın daha pahalı olmasına yol açtı hem de ulaştırma maliyetlerini artırdı. Çünkü demiryolu yapım maliyeti ucuz kullanım ömrü uzun, petrole bağımlı olmayan, çevre dostu bir sistemdir. Böylesine avantajları olan bir sistemin ulaşım sisteminde zayıf kalması da ülkemizi birçok yönden zarar görmesine yol açmış, hatta trafik kazalarında can ve maddi kayıpların artmasına neden olmuştur. temi içindeki payı yük taşımacılığında % 78, yolcu taşımacılığında % 42 iken bu oranlar izlenen karayolu ağırlıklı politikalar sonucu yük taşımacılığında % 5’e, yolcu taşımacılığında % 2’lere kadar geriledi. Siyasi tercihlerin karayolu ağırlıklı olması nedeniyle demiryolu ulaşım alt sisteminin büyük ölçüde ihmal edildiği, beklenen hedeflerin gerçekleşmediği dar boğazların oluş- tuğu bir süreç yaşandı. 1983–1993 yıllarını kapsayan 10 yıllık ulaşım master planı ise rafa kaldırıldı. Karayolu taşımacılığının transit bölümünü demiryolu ve limanlara kaydırmak, öte yandan ulaştırma sektöründe güvenilirlik, sürat ve kalitenin sağlanması gibi amaçlar bulunan ana planın uygulanması ulaşım sisteminde bir milat oluşturacaktı. Karayolu ağırlıklı politikalar Çarpık Ulaşım Sisteminin Faturası Karayolunda meydana gelen kazalarda binlerce vatandaşımız hayatını kaybetti ve binlercesi sakat kaldı. Bu kazaların sebebi de çarpık ulaşım sistemidir. Sonuç itibariyle, sistemin en temel unsuru olan ulaşım hizmetlerinin sağlıklı, dengeli birbirini bütünleyen bir yapıda olmaması birçok olumsuz sonuçlar MART 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 89 2003 yılında başlatılan Acil Eylem Planı kapsamındaki bölünmüş yol çalışmalarında en önemli amacımız; trafik güvenliğini artırarak kazaları azaltmak ve kazalardaki “ölüm oranını” düşürmektir. doğurdu. Ekonomik, toplumsal faturalar ödemek zorunda kaldık. Bu çerçevede, Avrupa Birliği’ne tam üyelik sürecinde olan ülkemiz, 2003 yılında ulaşım politikalarında köklü değişiklik yapmış, demiryollarına öncelikli sektör olarak önemli kaynak ayırmaktadır. Bunun nedeni güçlü ve kararlı bir siyasi iradenin varlığıdır. 2003 yılından bu yana tüm Hükümetlerimiz döneminde demiryolu birinci olma önceliğini korumuştur. Sonuç itibariyle, dengeli, sağlıklı birbirini bütünleyen bir ulaşım sistemi Türkiye’yi bölgesinde daha da güçlü bir hale getirecek, Türkiye demiryolu sektöründe bölgesinde öncü ve örnek bir ülke olacaktır. Niçin En Pahalı Taşımacılık Seçildi? SD: Denizlerle çevrili ülkemizde, taşımacılığın en hesaplı yolu olan denizyolu yerine en pahalı yöntemlerle yapılmasının sebebi nelerdir? Ülkemizde, 1950’li yıllarda başlayan karayolu ağırlıklı taşımacılık faaliyetleri 2003 yılında iç ticaret hacminin % 93’ü gibi büyük bir kısmını taşır hale geldi. İç ticarette diğer taşıma türleri ise % 6 - 7 seviyelerinde kalmıştı. Taşımacılık faaliyetlerini düzenleyen mevzuat eksikliği ve uyumsuzluğu, pazara ve mesleğe giriş şartlarının olmayışı ve piyasa yönetiminin etkin olmaması bu 90 STRATEJİK DÜŞÜNCE | MART 2012 duruma gelinmesinde büyük etken olmuştu. Ancak, 2003 yılından sonra uygulanan “Yeni Ulaştırma Politikaları” sonucunda taşımacılıktaki karayolunun hacmini % 89’a kadar düşürdük, diğer taşıma türlerinin toplam payını ise % 11 seviyesine kadar çıkardık. Cumhuriyet Döneminin en kapsamlı ve birbiriyle entegre ulaşım projelerini hayata geçirdik. Bölünmüş yollarda rekor üzerine rekor kırdık. Demiryollarında ülkemizi yeniden ayağa kaldıran projeleri yapıyoruz. Havayolunu halkın yolu yaptık. Ülkemize bir deniz ülkesi olduğu kimliğini yeniden hatırlattık. İletişim otobanlarını açtık. Kısa süre zarfında, ülkemizin lojistik alanda önemli bir noktaya gelmesini sağladık. Ancak, ülkemiz lojistik alanda önemli bir noktaya gelmesine rağmen, sorunlar da devam etmektedir. Küresel rekabetin artması, geleneksel lojistik işletmeciliği anlayışının sektörün ihtiyaçlarını artık karşılayamaması ve modern lojistik işletmeciliği anlayışının oluşması, pazarlama, hizmet, müşteri ilişkileri gibi profesyonel iş kavramlarının yeterince oturmaması, lojistik sektörüne insan kaynağı yetiştirecek okulların geç açılmış olması nedeniyle kalifiye insan gücünün sınırlı sayıda olması bu konuda karşılaşılan sorunlardır. Bu nedenle, 2023 yılına gelindiğinde, 500 milyar dolar ihracatı ve dünyanın ilk 10 ekonomisinden birisi olmayı hedefleyen ülkemizin bu hedefine ulaşmasında lojistik sektörünün ekonomimizin omurgasını teşkil eden ve onu destekleyen itici güç olmasında, ulaştırma türlerinin teknik ve ekonomik açıdan en uygun yerlerde kullanıldığı dengeli, akılcı ve etkin bir ulaştırma altyapısının oluşturulması gerekmektedir. Dağıtım merkezlerinin yaygınlaştırılması, limanların etkin yönetimi ve merkezler olarak geliştirilmesi, sistemin bütüncül bir yaklaşımla ele alınarak intermodal taşımacılığa önem verilmesi, kombine taşımacılık ve tehlikeli madde taşımacılığı ile ilgili yeni düzenlemelerin oluşturulması, geliştirilmesi ve uygulamaya alınmaya başlaması, taşıma mod- larında güvenliği öne çıkaran politikaların izlenmesi gibi adımların atılması önemlidir. Bu amaçla gerekli tüm alanlarda çalışmalar yapmaktayız. Gerek Bakanlığımız gerekse diğer kamu kuruluşları tarafından, uluslararası taşımacılık ve lojistik sektörümüzün faaliyetlerinin yasal altyapısını sağlamlaştıracak ve bu faaliyetleri kolaylaştıracak çalışmalar etkin olarak devam etmektedir. SD: Kamudaki yatırımın yüzde 46’sı sizin bakanlığınız kanalıyla yapılıyor. Bu yüksek oranın sizin açınızdan anlamı nedir? Avrupa ile Asya arasında bir köprü vazifesi gören ve çağlar boyunca önemli medeniyetlere ev sahipliği yapan ülkemiz; dünyanın önemli üretim ve tüketim merkezlerinin geçiş yolu üzerinde adeta bir köprüdür. Bu konumuyla Türkiye; Avrupa, Asya, Kafkasya, Kuzey Afrika, Ortadoğu ve Rusya Federasyonu’nun da yer aldığı yaklaşık 1,5 milyar nüfuslu ve 24,5 trilyon dolarlık bir pazara giriş yapabilecek potansiyele sahiptir. İşte bu noktada Bakanlığımızın vazifesi de bu pastadan alınabilecek en büyük payı ülkemize kazandırmaktır. Ulaştırma sektörüne 9 yılda yaklaşık 123 milyar TL tutarında yatırım yapmamızın altında da bu neden yatmaktadır. 2003-2011 yılları arasında ulaştırma ve haberleşme sektörlerinde yaptığımız yatırımların % 87’sini özkaynaklarımız ile gerçekleştirirken, % 13’ünü ise tüm dünyanın gıpta ile baktığı “Türk Modeli” olarak ünlenen Yapİşlet-Devret Modeli ile yaptık. 2002 yılı sonrasında kamu yatırımlarına önemli kaynaklar ayırarak, daha önceki dönemlerde başlanılıp bitirilmeyen yatırımları süratle tamamladık. Bu çerçevede 2002 yılında ortalama 9 yılda bitirilen kamu yatırımlarını, 2011 yılında 4,2 yılda bitirir hale geldik. Böylece, yatırımların ekonominin ve vatandaşımızın hizmetine daha hızlı ve daha az mali- yetle sunulmasını sağladık. Bu sayede ulaştırma yatırımlarının toplam kamu yatırımları içerisindeki payını da % 17 iken, sizin de söylediğiniz gibi 2011 yılsonu itibariyle % 46’ya ulaştı. Bu tablo Bakanlığım adına son derece gurur vericidir. Çünkü ülkemizde yapılan her iki yatırımdan bir tanesi Bakanlığımız tarafından gerçekleştirildi. İşte bu yatırımlar neticesinde Türkiye, gerek karayolunda, gerek demiryolunda, gerek denizyolunda, gerek havacılık sektöründe ve gerekse bilişim ve haberleşme sektörlerinde hem yılların ihmalini telafi etmiş, hem de bugün itibariyle Avrupa Birliği ortalamasının üzerinde bir gelişmişlik düzeyini yakalamıştır. SD: Yatırımların planlanması ve icraatların gerçekleştirilmesi konularında üniversitelerle gereken ölçüde işbirliğini sağlayabiliyor musunuz? Ulaştırma Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığı yapısı itibariyle Türkiye’nin tüm ulaşım ve iletişim altyapısını kuran yatırımcı bir Bakanlık. Bu nedenle yaptığımız her yatırım büyük bir önem taşıyor. Bu kapsamda da yaptığımız yatırımların gerçekleştirilmesinde hem sivil toplum kuruluşlarıyla, hem üniversitelerle, hem de diğer kamu kurumlarıyla görüş alışverişinde bulunmamız ve işbirlikler gerçekleştirmemiz zaruridir. Gerçekleştirdiğimiz bütün projelerimiz, ülkenin geleceği açısından büyük öneme sahip olduğu için bu kapsamda yatırımların planlanmasında, fizibilite çalışmalarında üniversitelerimiz ile önemli oranda işbirliğine gitmekteyiz. SD: Doğu ve Güneydoğu bölgeleri bakanlığınıza ayrılan yatırım oranından ne kadar pay almaktadır? Ulaşım ve terör ilişkisi konusunda medyada çeşitli spekülasyonlar yapılıyor. Terörle anılan bölgelere yol yaparken amacınız nedir? Terörle anılan bölgelerde terörün beslendiği Sosyal, Ekonomik ve Bireyler, kurumlar ve devletler için de siber ortamın güvenliği hayati öneme sahiptir. 5809 sayılı Elektronik Haberleşme Kanunu’nda, bilgi güvenliği, şebeke güvenliği, haberleşmenin gizliliği, kişisel verilerin işlenmesi, korunması ve gizliliğinin sağlanması konuları düzenlenmiştir. Kültürel etkenlerin iyileştirilmesi için yapılması gereken en önemli kamu hizmeti ulaşım altyapısıdır. Ulaşımın kolaylaşması ile her türlü hizmetin gelmesi mümkün olmaktadır. Ülkemizin az gelişmiş bölgeleri için de bu gereklidir. Bu amaçla ülkemizin her köşesini ulaşılabilir yapmak bölgesel kalkınmışlık farklılığının giderilmesi, istihdamın oluşturulması ve yatırımların teşvik edilmesi için ulaşım altyapısının iyileştirilmesi en önemli etkenlerden biridir. Bu konuda Karayolları Genel Müdürlüğü’ne düşen görev; karayolu altyapı hizmetini yurdumuzun her tarafına, her bölgesine ayrım yapılmaksızın tesis etmektir. Bugün yoğun olarak yürüttüğümüz bölünmüş yol çalışmalarıyla, vatandaşlarımız Edirne’den çıkıp Doğubayazıt’a kadar güvenli ve konforlu yollarla seyahatlerini gerçekleştirmektedir. Acil Eylem Planı kapsamında bir program dahilinde yürüttüğümüz bölünmüş yol çalışmalarında, son 9 yılda GAP Bölgesindeki illerimize 1.674 km bölünmüş yol yaparak 3,75 Milyar TL yatırım harcaması gerçekleştirdik. 2003 yılı öncesinde bu bölgedeki illerimizde toplam 288 km bölünmüş yol ağımız olduğu düşünülürse Cumhuriyetimizin kuruluşundan bugüne kadar yapılan bölünmüş yol uzunluğunu 6 katına çıkardık. MART 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 91 Türk Boğazlarından taşınan yük miktarı yılda ortalama 360 milyon tonu aşıyor ve bu miktarın 143 milyon tonu tehlikeli yük kapsamında taşınmaktadır. Bu nedenle her konuda dikkatli olmaya çalışıyoruz. Aynı şekilde DAP (Doğu Anadolu Projesi) yatırımları kapsamında Doğu Anadolu Bölgemizdeki 16 ilimizde 2003 yılına kadar 263 km bölünmüş yol ağımız mevcut iken, son 9 yılda 2.620 km bölünmüş yol yapılarak bu ağımızın uzunluğu 2.883 km’ye ulaşmıştır. Kısaca Cumhuriyetimizin kuruluşundan bugüne kadar yapılan bölünmüş yol yapım çalışmasının 10 katını yaptık. Son 9 yılda bu bölgede bölünmüş yollara yapılan yatırım harcaması ise 6,25 Milyar TL’dir. Yap-İşlet-Devret otoyol projeleri kapsamında yapılacak olan 445 km uzunluğundaki Şanlıurfa - Habur Otoyolu (Diyarbakır Bağlantısı dâhil) ve Kuzey-Güney aksı çalışmalarımızın bir parçası olan 943 km uzunluğundaki Trabzon - Erzincan - Diyarbakır - Mardin, 558 km uzunluğundaki Rize - Erzurum - Bingöl - Diyarbakır Mardin, 516 km uzunluğundaki Artvin - Ardahan - Kars - Erzurum, 574 km uzunluğundaki Ağrı - Bitlis - Siirt - Şırnak ve 756 km uzunluğundaki Kars - Iğdır - Van - Hakkari yollarını tamamlayarak; bölgeleri ve illerimizi birleştirmekteyiz. Bütün bu çalışmalarımız ulaşımı kolaylaştırdığı gibi, ekonomik kalkınmayı da hızlandırmaktadır. SD: Bölünmüş yollar sayesinde trafik kazalarında azalma yaşandığını belirtiyorsunuz? Güncel rakamlarla bunu açıklayabilir misiniz? 92 STRATEJİK DÜŞÜNCE | MART 2012 2003 yılında başlatılan Acil Eylem Planı kapsamındaki bölünmüş yol çalışmalarında en önemli amacımız; trafik güvenliğini artırarak kazaları azaltmak ve kazalardaki “ölüm oranını” düşürmektir. 2003 yılından itibaren bugüne kadar yapılan 15.126 km bölünmüş yol ile birlikte toplamda bölünmüş yol ağımız 21.227 km’ye ulaşmış ve 74 ilimizin birbiri ile bağlantısı sağlanmıştır. 2002 yılında 8.655. 170 adet olan motorlu araç sayısının yaklaşık % 75 oranındaki artışla, 2010 yılında 15.095.603 adede ulaşmış olmasına rağmen, Emniyet Genel Müdürlüğü ve Jandarma Bölgeleri verileri esas alınarak şehir dışı yollarda meydana gelen trafik kazalarında; 100 Milyon taşıt-km’ye düşen kaza sayısı 2002 yılında 149 iken bu rakam 2010 yılında 105 olmuştur. 100 Milyon taşıt-km’ye düşen ölü sayısı 2002 yılında 5,72 iken, bu rakam 2010 yılında 3,68’e düşmüş, başka bir deyişle 100 milyon taşıtkm’deki %55 artışa rağmen 1.629 vatandaşımızın hayatı kurtarılmış anlamına gelmektedir. 100 Milyon taşıt-km’ye düşen yaralı sayısı ise 2002 yılında 104 iken, 2010 yılında 116 olmuştur. Bu rakamlara göre; her ne kadar yaralı sayısında yaklaşık % 11 artış bulunsa da, kaza sayısında % 30 ve ölü sayısında % 36 azalma meydana gelmiştir. Bölünmüş yol çalışması tamamlanan bazı yol kesimlerindeki kaza verilerine göre; 2002 yılı kazaları ile 2010 yılı kazaları kıyaslandığında kaza sayısında % 71 ve ölü sayısında % 60 azalma olduğu gözlenmiştir. Bu istatistikî veriler; gerçekleşen karayolu projelerinin trafik güvenliğine olan olumlu etkilerini göstermektedir. SD: “Bilginin güvenliği ülke güvenliği kadar önemlidir” diyorsunuz. Türkiye’de devletin güvenliği ile ilgili haberleşme sistemlerinin güvenilir olduğunu söyleyebilir misi- niz? Özellikle güvenlik alanındaki haberleşme sistemleri ve bunların şifrelendirilmesi yeterli midir? Bu sistemlerde yerli sanayi oranı ne kadardır? Bu konularda hangi çalışmaları yürütüyorsunuz? Bilgi çağındayız ve bilgi günümüzün en değerli kaynağı. Bilginin bu değeri, güvenli ve güvenilir olmasını da gerektiriyor. Bilginin, erişilebilir, bütünlüğü bozulmamış, değiştirilmemiş, yetkisiz erişimden korunmuş olması gerekir. Siber güvenlik, kurum, kuruluş ve kullanıcıların bilgi varlıklarını korumak amacıyla kullanılan yöntemler, politikalar, kavramlar, kılavuzlar, risk yönetimi yaklaşımları, faaliyetler, eğitimler, en iyi uygulama deneyimleri ve kullanılan teknolojiler bütünü olarak tanımlanıyor. Günümüzde hemen her türlü sistemin bilgi teknolojileri üzerinden yönetilmesi sonucunda bu sistemler bir yandan hayatımızı kolaylaştırmakta ancak kontrollerini sağladıkları sistemlerin kesintiye uğramasının ya da hatalı çalışmasının çok büyük etki yaratacak bir gücünün olması sebebiyle de kaçınılmaz olarak birer hedef durumuna gelmektedirler. Bireyler, kurumlar ve devletler için de siber ortamın güvenliği hayati öneme sahiptir. 5809 sayılı ile Elektronik Haberleşme Kanununda, bilgi güvenliği, şebeke güvenliği, haberleşmenin gizliliği, kişisel verilerin işlenmesi, korunması ve gizliliğinin sağlanması konuları düzenlenmiştir. Bu Kanuna da dayanarak Bakanlığımız ve Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu ilgili kurumlarla koordineli bir şekilde bilgi güvenliği konusunda çalışmalar yapmaktadır. Siber ataklardan korunma ve zarar gördükten sonra kısa sürede saldırıların etkilerini yok etme de önemlidir ancak, Siber güvenliğin temel hedefi; bilgi değerlerinin başına kötü bir şeyler gelmeden korumaktır. Siber güvenliğin sağlanmasında, en zayıf halka kullanıcı olduğu için, bireysel ve kurumsal kullanıcının farkındalığının ve bilinç düzeylerinin yükseltilmesi gerekmektedir. Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu ile TÜBİTAK işbirliğinde 25-28 Ocak 2011 tarihleri arasında Ulusal Siber Güvenlik Tatbikatı gerçekleştirildi. Ulusal Siber Güvenlik Tatbikatına; finans, elektronik haberleşme, eğitim ve savunma sektörleriyle silahlı kuvvetler, adli ve kolluk birimleri ve çeşitli bakanlıklar arasından 41 kamu ve özel sektör kurum ve kuruluşu katıldı. Bu tatbikatta, katılımcı kurumların siber saldırı durumunda verecekleri tepkilerin gerçek ve simülasyon ortamındaki saldırılarla ölçülmesiyle, kurumların hem teknik eksiklik/kabiliyetlerinin hem de kurumiçi/kurumlararası koordinasyon yetenekleri değerlendirilmiş oldu. Tatbikatın sonuçları da kamuoyu ile paylaşıldı. Bu yıl yapılacak tatbikatlara daha fazla kurum ve kuruluşun katılarak, siber güvenlik konusunda halihazırdaki yetkinliklerini test etmelerini bekliyoruz. Türksat 5A Uydusu TUSAŞ’ta Üretilecek SD: Türkiye’nin “ilk milli yer gözlem uydusu” Rasat’tan alınan sonuçlardan memnun musunuz? Haberleşme ve güvenlik amaçlı milli uydularımız uzaya ne zaman atılacaktır? e-devlet projesinin bütün devlet kurumlarını kapsayacağı bir tarih belirlenmiş midir? Milli haberleşme uydumuzun Türkiye’de Türk mühendis ve kaynakları ile yapılması için ülkemizde çalışmalara bildiğiniz gibi başladık. Bu ihtiyacı karşılayacak uydu montaj entegrasyon ve test tesisi de Savunma Sanayi İcra Kurulunun 18 Aralık 2008’de aldığı karar ile TUSAŞ arazisinde kurulmaya başlandı. Bu uydu montaj, entegrasyon ve test merkezi Gözlem uyduları yanında, Türksat’ın ihtiyacı olan haberleşme uyduları da üretilebilecektir. Tesis 2013 yılı başında hazır olacak. Uydu üretim tesisleri, uyduların fabrikasyon olmaması, her bir uydunun görevine göre özel üretim olması sebebi ile tüm dünyada “Assembly Integration and Test” yani montaj, entegrasyon ve test tesisi olarak adlandırılır. Türksat ile TUSAŞ, 5 Eylül 2011’de, Türksat 5A uydusunun üretilmesine yönelik bir işbirliği protokolü imzaladı. Türksat 5A uydusu, ülkemizde üretilen ilk haberleşme uydusu olacak ve TUSAŞ arazisinde kurulan tesislerde üretilecek. Türksat ve TUSAŞ bu işbirliği protokolünü ilerleterek, uydu üretiminin detaylandırıldığı bir sözleşmenin yakında imzalanması planlanmaktadır. Türksat 5A haberleşme uydusu, bu sözleşme kapsamında üretilerek, 2015 yılında fırlatmaya hazır olacak. Sonrasında Türksat 5A uydusu, Entegrasyon tesisinden, fırlatma yerine gönderilecek. SD: Kombine taşımacılık ve tehlike- li taşımacılık konusunda Türkiye’nin durumu nedir? Altyapı çalışmaları ne zaman tamamlanacaktır? Ülkemizde, doğu-batı yönleri doğrultusunda kesintisiz bir demiryolu ana koridoru oluşturularak, gerek ulusal gerekse Avrupa - Asya arasında transit ulaşım olanaklarının artırılması ve kombine taşımacılığın geliştirilmesi amacıyla demiryolu yük taşımacılığı projelerine öncelik verilmiş bulunmaktadır. Demiryollarında uzun mesafeli ve yüksek miktardaki yüklerin taşınması avantajlı olduğundan, lojistik planlamada, intermodal taşımacılık kapsamında özellikle uluslararası taşımalar ile transit taşımalarda demiryolları kullanıldığından TCDD, blok tren işletmeciliğine geçmiş, lojistik merkezleri kurulmaya başlanmış, kombine taşımacılığına uygun vagon imal edilmeye başlanmıştır. Ayrıca Organize Sanayi Bölgelerinin demiryolu bağlantısı, konteyner, RO-LA, otomobil taşımacılığı alanlarında önemli gelişmeler kaydedilmiştir. Can emniyeti açısından petrol ve diğer zararlı maddelerin taşınması, evrensel ve ulusal seviyelerde özellikle dikkate alınan bir konudur. Öncelikli olarak tehlikeli madde taşımasına ilişkin mevzuat çalışmalarını tamamladık ve hayata geçirdik. Deniz emniyeti ve gemi kaynaklı kirlenmenin önlenmesi konusunda da önlemlerimizi aldık. Hatta gemi kazalarını önlemek ve olası kazalara müdahale edilerek deniz kirliliğini önlemek amacıyla İstanbul Boğazı’nda bir “felaket tatbikatı” dahi yaptık. Bu tatbikatlar ile bu konudaki eksiklerimiz neler, daha neler yapmalıyız bunları da görme fırsatı bulduk. Boğazlardan 143 Milyon Ton ‘Tehlike’ Geçiyor Türk Boğazlarından taşınan yük miktarı yılda ortalama 360 milyon tonu aşıyor ve bu miktarın 143 milyon tonu tehlikeli yük kapsamında taşınmaktadır. Bu nedenle her konuda dikkatli olmaya çalışıyoruz. Hiç bir zaman ne deprem, ne yangın, ne bir deniz kazası yaşamayalım, ama yaşamamız halinde de şaşırıp ortada kalmayalım. Ne yapacağımızı bilelim, tatbikatın asıl amacı da buydu. Demiryollarında da tehlikeli madde taşımacılığında bir ilki gerçekleştirdik. Tehlikeli madde taşımacılığına uygun vagonları hem TCDD’ye imal ettirdik, hem de özel sektörün bu tür vagona sahip olmasına imkân tanınarak özellikle akaryakıt taşımasının demiryoluna kaydırılması sağlayacak adım attık. Karayolu ile yapılan tehlikeli madde taşımalarının azaltılması ile taşıma emniyetini artırdık, kazaların önlenmesiyle, can ve mal kaybını da en aza düşürdük. Ayrıca akaryakıt taşıması yapılan istasyonlarımızda iltisak hattı bağlantısı yapılarak tesisler tehlikeli madde taşımacılığına uygun hale getirilmiştir. Kurulmakta olan lojistik merkezlerde de tehlikeli madde taşımacılığına yönelik yol ve alanlar oluşturulmakta söz konusu lojistik merkezlerinde etaplar halinde 2019 yılına kadar tamamlanması planlanmaktadır. Röportaj: Ahmet ÜNAL MART 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 93 Türkiye’de Yazılım Sektörü Konferansı’nın Ardından Derya FINDIK* “Türkiye’de Yazılım Sektörü” başlıklı konferansın birinci oturumunda Türkiye’de sektörün genel durumu, sektörü bekleyen fırsatlar ve karşılaşılan sorunlar ele alındı. Takip eden oturumda, uygulanan teşvik politikalarının sektör üzerindeki mevcut etkileri tartışıldı. Üçüncü oturumda, yazılım ihracatı özelinde mevcut durum, potansiyel fırsatlar ve sorunlar üzerinde durulurken; son oturumda sektördeki işbirliği yapısı ve modellerine değinilmiştir. 94 STRATEJİK DÜŞÜNCE | MART 2012 29 Aralık 2011 tarihinde Stratejik Düşünce Enstitüsü (SDE) ve TEKPOL (ODTÜ-Bilim ve Teknoloji Politikaları Araştırma Merkezi) ortaklığı ile gerçekleştirilen “Türkiye’de Yazılım Sektörü” başlıklı konferansın birinci oturumunda Türkiye’de sektörün genel durumu, sektörü bekleyen fırsatlar ve karşılaşılan sorunlar ele alındı. İzleyen oturumda, uygulanan teşvik politikalarının sektör üzerindeki mevcut etkileri tartışıldı. Üçüncü oturumda yazılım ihracatı özelinde mevcut durum, potansiyel fırsatlar ve sorunlar üzerinde durulurken; son oturumda sektördeki işbirliği yapısı ve modellerine değinilmiştir. 1600 firma içerisinde belirlenen 439 yazılım firmasında gerçekleşmiştir. Çalışmada; Konferansın birinci oturumunda yer alan sunuşlar arasında 2004-2006 dönemini kapsayan ve sektördeki firmaların işletme yetkinlik düzeylerini değerlendiren çalışmanın sonuçları Dr. Nedim Alpdemir tarafından paylaşılmıştır. Bu çalışma, Firmaların yüzde 42’sinin test yönetimi planı yapmadığı ve test yönetimini yürütecek bağımsız bir test bölümü olmadığı yönündeki hususlar ele alınmıştır. Katılımcı yazılım sektörü firmalarının yüzde 77’sinde tanımlanmış bir “Kalite ve Güvence Grubu” olmadığı ve bu sebeple sistematik bir kalite yönetim anlayışının bu firmalarda gelişmediği Öte yandan gereksinim-istem kaydı-takip gibi süreçler dikkate alındığında yazılım sektörü firmalarının yüzde 87’sinin izleme yaptığı fakat gereksinim yönetimi için tekrarlanabilirliği sağlayan bir kural seti olmadığı Özetle yazılım sektörünün kalite ve güvence açısından zayıf, teknoloji takibinde ise yetkin durumda olduğu tespit edilmiştir. Bilişim teknolojilerinin toplumsal alana yayılması bağlamında, yazılım altyapısı kavramının pek gelişmemiş olması ve “yazılım döngüsü”nün sadece programlama olarak anlaşılması konferansta dinleyicilerin katkısı ile eklenen bir değerlendirme olmuştur. YASAD Yönetim Kurulu üyesi ve TEKİMED Genel Müdürü Gülara Tırpançeker, bir önceki sunuşa referansla, Türkiye’deki yazılım firmalarının sermaye yapılarının zayıf olduğunu vurgulayarak işletme içerisinde test ya da kalite birimi olmayışının ana nedenini yeterli kaynak olmamasına dayandırmaktadır. Yazılım sektörünün hâlihazırda odaklandığı alanlar arasında üretim, otomasyon, otomasyon yan sanayi, elektronik gibi sektörler bulunurken sağlık ve turizmdeki çabaların henüz yeterli düzeyde olmadığı vurgulanmıştır. Yazılımın GSYİH, Ar-Ge, istihdam ve ihracat gibi alanlardaki etkisine bakıldığında Türkiye’nin bu alanlarda öncü Hindistan, İsrail, Japonya ve AB ülkelerindeki düzeyin altında olduğu belirtilmiştir. Bu ülkeler içe- risinde İsrail Ar-Ge odaklı büyüme stratejisi izlerken, Hindistan düşük ücret avantajını kullanmakta, Brezilya ve Arjantin ise iç pazara yönelik bir büyüme stratejisi uygulamaktadır. Türkiye’nin yazılım sektöründeki mevcut stratejisi iç pazara yöneliktir. Bununla birlikte genç nüfus ve işgücünün niteliği konusunda Türkiye avantajlı konumdadır. Bu faktörlere yönelik geliştirilecek politikalar Türkiye’nin yazılım sektöründe hem iç hem de dış pazar odaklı olarak büyümesini sağlayabilir. Ulaştırma Şurası’nda alınan karara göre yazılım ihracat açısından stratejik sektör olarak belirlenmiştir. Bundan yola çıkarak sektörde talep arttırılmalı, yerli üretim ve girişimcilik desteklenmelidir. “Bilgi Toplumuna Dönüşüm Süreci ve Yazılım Sektörü” başlıklı konuşması ile konferansa katılan Kalkınma Bakanlığı Bilgi Toplumu Dairesi Başkanı Emin Sadık Aydın, bilişimin son yıllarda e-devlet, e-bankacılık, e-iş ve e-eğitim gibi alanlardaki uygulamaları ile farklı alanları da dönüştürme özelliğine sahip olduğunu vurgularken, “google” ve “apple” uygulamaları dikkate alındığında bilişim teknolojilerinin iktisadi hayatı çok kısa sürede değiştirebilme niteliğine sahip olduğunu belirtmiştir. Bununla birlikte, yazılım harcamalarına kobilerin ayırdığı kaynak yeterli değildir. Üretim süreçlerine dâhil olmuş yazılıma ilişkin yatırımın olmaması dikkat çekici bir husustur. Kamu yatırımları dikkate alındığında ise e-devlet özelinde yapılan harcamaların artarak ilerlediği yönünde bir değerlendirme yapılmıştır. Ek olarak, kamudaki projelerin, doğru bir proje fikri ile yola çıkarak daha düzgün yapılması gereği vurgulanmıştır. Büyük oyuncuların yer aldığı bir dünyada daha dinamik ve sorunlara odaklı aynı zamanda kısa vadeli çözümler üretebilen bir alan olarak açık kaynak kodlu yazılım geliştirme önemi ortaya konmuştur. İnsan kaynağında ise sayı sorunumuzun olduğu ve örgün eğitimin kısıtları vurgulanmıştır. Farklı ürünler ve fikirler geliştirerek talebi yönlendirecek tarzda bir arz oluşturmalıdır. Bilişimin diğer sektörlerdeki kullanımı ile toplumsal anlamda desteğe ihtiyacı bulunmaktadır. MART 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 95 Bilişim teknolojilerinin toplumsal alana yayılması bağlamında, yazılım altyapısı kavramının pek gelişmemiş olması ve “yazılım döngüsü”nün sadece programlama olarak anlaşılması konferansta dinleyicilerin katkısı ile eklenen bir değerlendirme olmuştur. Bir diğer oturumda Ulaştırma Bakanlığı’ndan Mustafa Canlı, yazılım ihracatında mevcut durum, potansiyel fırsatlar üzerine şu değerlendirmelerde bulunmuştur: Yazılım sektörünü paket ürün ve proje bazlı ürün olarak ayrıştırdığımızda, proje bazlı üründe sürekli proje geliştirmek gerekmektedir. Paket üründe ise yabancı rekabete açılmak için risk sermayesi önem taşımaktadır. Fakat bu durum Türkiye’de istenilen düzeyde gerçekleştirilememiştir. Platform bazlı yazılım sektörüne örnek olarak bulut üstünden yazılım sürdürme ile veri merkezlerine cazibe artmıştır. Gömülü sistemler konusunda ise insan kaynağı önemli ölçüde gelişmiştir. Pazarlama sürecinde önemli olan bir husus, paket ürünlerin geliştirilmesinde o bölgeye ya da ülkeye özgü iş yapış şekli veya kültürel hususların göz önünde bulundurulmasıdır. Ayrıca satış sonrası destek hizmeti sağlayacak kanalların oluşturulması ve bunların etkin çalışması gerekir. İş bitirme ve referans sürecinde açık kaynak kodlu ürünler dikkati çekmekte, ana platform sahipliği ile destek hizmetlerini satmak mümkün olmaktadır. Kamu içerisinde birim oluşturularak yurt dışına açılma stratejisi esastır. Tüm bu adımların izlenebilmesi yö96 STRATEJİK DÜŞÜNCE | MART 2012 nünde bir bilişim sektörü yol haritası konmalı ve bu süreçte yer alacak tüm muhatapların birarada bulunması gerekmektedir. Sivil toplum kuruluşları, politika yapım sürecine somut ve pozitif çözüm önerileri ile katkıda bulunmalıdır. Ayrıca kamuda insan kaynağı yetkinliğinin arttırlması gereği vurgulanmıştır. YASAD Yönetim Kurulu Üyesi Ertan Barut yazılımda ihracat için potansiyel olduğundan bu sektöre yönelik “dışarıdan getir, birleştir, ürün olarak sat” şeklinde destekleyici politikaların mevcut olduğunu belirtmiştir. Buna karşın Türkiye’deki yazılım firmaları için kendini tanıtma, pazarlama ve organize olma konularında yeterli düzeyde değillerdir. Bu sektörde ihracatın geliştirilmesi için ürün çeşitliğinin sağlanması, teknoloji pazarlama boyutunda ürünün sunulduğu ülke ile mevzuatın uyumlu hale getirilmesi ve tüm bunları geliştirmek için bir ihracat vizyonu oluşturulması ve yol haritası belirlenmesi gereklidir. Yazılım sektöründe işbirliği modelleri ve politika üretme paydaşları başlığı ile bu sektördeki işbirliği yapısını inceleyen Türkiye Bilişim Vakfı Ankara Temsilcisi ve Verisis A.Ş. yöneticisi Aydın Kolat, bu sektörde neden işbirliğine ihtiyaç duyduğumuzu değerlendirmiştir. Bunun sebepleri arasında; Bölgesel rekabet içerisinde birlikte hareket ederek birlikte iş yapmak Global rekabete karşı birlikte hareket etmek Maliyetleri düşürmek Bilgi paylaşımı bir başka deyişle ilgili bilgilerin bir araya getirilmesi Özel konularda uzmanlık alanlarına sahip olmak yer almaktadır. farklı oyuncuların bu süreçte yerlerini alması). Aynı zamanda yerel ortamın sektörün beklentilerine ilişkin arama görevini etkin bir şekilde yürütmesi. Bunun yanı sıra ihtiyaca içerde nasıl cevap verilebilir noktasına değinilmesi. Ek olarak dağıtım, sinyal ve kodlama işlerini yürütmesi bulunmaktadır. Küme politikalarının oluşturulmasında tek tek firmaların değil bütün ağın desteklenmesi, bölge içinde altyapı kurularak dışarıda pazar araştırmaları yapılması, markalaşmak için ne yapılması gerektiği yolunda firmalara rehberlik edilmesi başarılı bir kümenin özelliklerindendir. Sunuş süresince işbirliği modellerinden kümeleşme üzerinde hayli durulmuştur. Kümeleşme yapısının başarı ölçütlerine bakıldığında; coğrafi kapsam, sektörün yoğunluğu, sektörler arası işbirlikleri, yenilikçilik kapasitesi, örgütlenme ve koordinasyon hususları ele alınmıştır. Kümenin en önemli özelliği tepkime yani sektördeki değişimlere anında tepki gösterme yeteneği olduğu vurgulanmıştır. Buna ek olarak, yenilikçi bir yerel ortamın önemi üzerinde durulmuştur. Yerel ortamın yenilikçi özelliğinin olması için birtakım faktörler sıralanmıştır. Bunlar arasında; Küme elemanları arasında mekansal yakınlık olması ve bu sayede enformel toplantılar aracılığıyla firmaların birbirini tanıması. Oyuncu çeşitliliğinin olması (Örneğin; özel sektör, STK, üniversite gibi Küme politikaları ile ilgili bir başka önemli husus rekabet öncesi işbirlikleridir. Örneğin birkaç rakip firmanın birbirini tamamlayıcı belirli yetenekleri birleştirerek bir mal veya hizmet üretmesi ve bunun sonucunda ortaya çıkan ürün ya da hizmeti kendi faaliyet alanlarında kullanma becerisi rekabet öncesi işbirliğine örnektir. Türkiye henüz know-how paylaşımı konusunda yetersizdir. Bu sebeple rakipler arasında bu türden işbirlikleri oldukça zordur. Bir diğer sunuşta Microsoft Türkiye ve Bilişim Derneği’nden Erdem Erkul, teknokentlerin birbiriyle işbirliği içerisinde çalışmasının önemini vurgulamıştır. Bunun yanı sıra inovasyon merkezlerinin özellikle Ar-Ge projelerinde yer almak isteyen girişimcilere yazılımların ücretsiz kullanılması gibi imkânlar sağladığından bahsetmiştir. Bilişimin sosyal sorumluluk ayağı da bilgi toplumu oluşma sürecinde önemli bir yere sahiptir. Bugün UNDP, Kalkınma Bakanlığı ve Microsoft işbirliği ile oluşturulan projede 400 genç yazılımcı yetiştirilmiş, Türkiye’de 150.000 kişiye bilgisayar okuryazarlığı eğitimi verilmiştir. Bu tür çabalar BİT kullanımının yaygınlaşması açısından önem taşımaktadır. Sunuş süresince işbirliği modellerinden kümeleşme üzerinde hayli durulmuştur. Kümeleşme yapısının başarı ölçütlerine bakıldığında; coğrafi kapsam, sektörün yoğunluğu, sektörler arası işbirlikleri, yenilikçilik kapasitesi, örgütlenme ve koordinasyon hususları ele alınmıştır. Kapanış oturumunda SDE Başkanı Prof. Dr. Yasin Aktay, geleceğin Türkiye’sinde ekonomik büyümeyi sürdürebilmek için yazılımın stratejik bir sektör olduğundan ve enstitü olarak da bu sektöre eğilmenin öneminin farkında olduklarından söz etmiştir. Kapanış konuşmasını yapmak üzere konferansa katılan Kalkınma Bakanı Cevdet Yılmaz, yazılım sektörünün 9. Kalkınma Planı vizyonunun hayata geçirilmesinde kilit rol oynadığından bahsederken, kamu BİT yatırımlarının artış eğiliminde olduğunu vurgulamıştır. Ana amacı insana hizmet olan kalkınmanın, dayandığı temel aracın da beşeri sermaye olduğunu belirtmiştir. Bir fırsat olarak ortaya çıkan bu sektör hızla değişen dinamik bir sektördür. Bu sebeple ülkemizin kendini bu değişimlere göre konumlandırması gerektiğinden söz etmiştir. Büyümenin etkin olması kadar kapsayıcı (inclusive) olmasının önemi vurgulanmıştır. Son olarak 2012’de küresel kriz sonrası aynı zamanda iklim değişikliği, yeşil büyüme gibi konuların da önplanda olduğu bir dünyada, Türkiye için yeni bir bilgi toplumu stratejisi oluşturulacağını duyurmuştur. ODTÜ-Bilim ve Teknoloji Politikası Çalışmaları* MART 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 97 SD Haber Akaryakıt Dağıtım Firmaları Çalıştayı Stratejik Düşünce Enstitüsü’nde 24 Şubat 2012 tarihinde “Akaryakıt Dağıtım Firmaları” başlıklı bir çalıştay düzenlendi. SDE Ekonomi Koordinatörlüğü’nden Dr. Sıdıka Başçı’nın moderatörlüğünde gerçekleştirilen çalıştay EPDK, Petrol İşleri, Maliye Bakanlığı, çeşitli üniversitelerden akademisyenler ve SDE uzmanlarının katılımı ile gerçekleştirildi. 98 STRATEJİK DÜŞÜNCE | MART 2012 Çalıştayda durum tespiti yapılması ve önerilerin getirilmesi hedeflenen konular şöyle sıralandı: - Rekabet ile akaryakıt dağıtım firmaları arasında daha homojen pazar payı oluşturulması, - Sektör içerisine dağıtım firması ya da istasyon sahibi olarak girişlerin kolaylaştırılması ile rekabetin olumlu yansımalarının sağlanması, - Halkın kullanım alışkanlıkları ve alım durumunun iyileştirilmesi ile kaçak kaynaklı kaybın azaltılması, devletin vergi gelirlerinin arttırılması, - Akaryakıt dağıtım firmalarının rekabet edebilme gücünün arttırılması ile dağıtım ağlarının ülke genelinde daha homojen dağılması, hizmet kalitesinin arttırılması ve son kullanıcı ve sektör için durumun iyileştirilmesi. Dr. Sıdıka Başçı’nın açılış konuşmasının ardından sözü alan EPDK Petrol Piyasası Daire Başkanı Taner Mutlu 2003 yılından itibaren uygulamaya konan 5015 sayılı Petrol Piyasası Kanunu ile değişen piyasa yapısını özetledi. Mutlu şunları kaydetti: “En önemli değişiklik bu kanunun yürürlüğe girmesi ile fiyatların serbest olarak belirlenmeye başlamış olmasıdır. Bunun yanında piyasaya girişlerde aranan bazı sayısal büyüklükler ve piyasadaki dağıtım şirketleri için sundukları akaryakıt arzının %60’nı TÜPRAŞ’tan sağlamak zorunluluğu ortadan kalkmıştır. Bu değişikliklerin neticesinde 2003 yılından bu yana dağıtım şirketlerinin sayısı 23’ten 50’ye ve bayilerin sayısı 12,000’den 12,800’e yükselmiştir. Ayrıca depolama kapasitesinde de 2 kat artış gözlenmiştir.” Toplantıda bütün olumlu geliş- melerin yanı sıra piyasada hala var olan bazı sorunlar dile getirildi. Mesela, her ne kadar fiyatlar serbest olarak belirlenebilir dense de piyasanın oligopolik yapısı ve fiyatların %90’ını vergi ve üretim maliyeti yansıtırken sadece %10’luk bir kısmının rekabet çerçevesinde belirlenmesi fiyatlarda çok da farklılık görülmesini engellemektedir. Bu noktada tüketici kullanım alışkanlıklarının rolü de bulunmaktadır. Tüketici hala daha ucuz petrolün kötü petrol olduğu inancındadır ve bu yüzden ucuz petrol satan bayiyi aramamaktadır. Bu inancın ortadan kalkmamasındaki en büyük etken kaçak petrolün varlığıdır. Ülkemizde yılda 36 milyar dolarlık akaryakıt ithal edilmekte iken, TBMM Kaçakçılık Komisyonu raporuna göre yaklaşık 4 milyar dolarlık akaryakıt kaçak yollarla ülkemize girmektedir. Ancak şu da belirtilmelidir ki, aslında kalitede çok büyük bir farklılık yoktur. EPDK bu alanda denetleme yapmakta ve piyasaya satışa sunulan akaryakıt ürünleri üzerinden numune alarak inceleme yapmaktadır. Dile getirilen diğer önemli bir sorun ise şu an uygulanan mevzuat çerçevesinde şirketlerin yılda 60 bin ton satışı gerçekleştirememeleri halinde lisanslarının iptal edilmesidir. Bu mevzuatın şartını yerine getirememekten ürktüklerinden dolayı küçük firmalar piyasaya girme noktasında çekimser davranmaktadır. Bu da rekabet açısından olumsuz etki yaratmaktadır. Buna rağmen EPDK denetim açısından bu mevzuatın belki de daha katılaştırılarak devam etmesi gerektiğini vurgulamaktadır. Piyasayı disipline etmek öncelikler arasındadır. Bu noktada katılımcılardan gelen bir öneri mevzuata bölgesel farklılıkların yansıtılması yönünde oldu. Çalıştayda ülkemizde var olan bir eksikliğin ise ülke içi taşımacılıkta sadece karayolunun kullanılıyor olması. Dünya üzerinde pek çok ülkede 9-10 dağıtım firması bir araya gelerek boru hattı kuruyorlar ve petrolü bu yolla dağıtıyorlar. EPDK’nın yaptığı bir araştırmaya göre Kırıkkale’den Ankara’ya bir boru hattı döşenirse ulaştırma maliyetinin %3 düşmesi mümkündür. Çalıştayda piyasayı etkileyebilecek diğer bir değişimin ise aşama aşama bio-yakıta geçilmesinin olabileceği belirtildi. Bu bağlamda EPDK Tarım Bakanlığı ile koordineli çalışmalarını sürdürmektedir. 2014 yılından itibaren kademeli olarak bio-yakıta geçilmesi hedeflenmektedir. Bu hedef doğrultusunda yerli tarımdan % 3 oranında etanol kullanılması söz konusudur. Çalıştay bütün bu tespitler çerçevesinde ileride yapılabilecek araştırmaların alt yapısını oluşturmasından dolayı başarı ile neticelenmiştir. MART 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 99 Tayvan’da Seçim ve Çin’in Demokratikleşmesi Erkin EKREM* Tayvan’ın demokratikleşme sürecinde ulusal kimliğini yeniden tesis etmesi ile birlikte Çin’den uzaklaşarak Tayvanlaşma konusu farklı bir sonuç doğurmuştu. Tayvanlaşma olgusu genellikle Pekin tarafından eleştirilmekte ve Çin’in bütünleşmesini sabote ettiğini iddia etmektedir. Tayvan tarafı da Çin’in bu tutumunu Tayvan’ın demokratikleşme sürecinin en tehlikeli güvensizlik nedeni olarak görmektedir. 100 STRATEJİK DÜŞÜNCE | MART 2012 14 Ocak 2012’de Tayvan’da gerçekleşen başkanlık seçimi bu ülkenin demokratikleşmesi yolunda önemli bir aşamayı tamamlamıştır. ABD ve Avrupa ülkeleri dâhil 60’a yakın ülke Tayvan’ı tebrik etmiştir. Aslında, Tayvanlılar için seçim yabancı değildi, seçimle Japonya’nın Tayvan’ı yönettiği dönemde (1895-1945) tanışmışlardı. Ancak, Tayvan’ın demokratikleşmesi açısından son seçim önemlidir: Uzakdoğu’da nadir bulunan demokratik ülkelerden birinin olgunlaşma sürecine girmesi ve Çin’in üzerindeki etkisi açısından tarihî ehemmiyeti vardır. Tayvan’da Seçim ve Demokrasinin Olgunlaşması Demokrasi, totaliter (totalitarianism) veya otoriter (authoritarianism) rejime karşı bir siyasî biçimdir. Demokratikleşme veya demokratik dönüşüm, totaliter veya otoriter siyasî sistemden demokratik bir sisteme geçiş sürecidir. Çin siyasal bilimcisi Sun Liping, totaliter rejimin özelliğini siyasî, ekonomik ve ideolojik olmak üzere üç gücün tek bir merkezde tutulması olarak tanımlamaktadır. Bunların arasında siyasî olan merkez konumda ve hâkim durumdadır, bu da yüksek karar alma sınıfını temsil etmektedir. Hem sosyal kaynakların fiili yöneticileridir hem de politik kontrolün uygulayıcısıdır. Aynı zamanda ideolojinin otoriter yorumcularıdır. Bir anlamda Çin’in geleneksel yönetim tarzını izah etmektedir. Aynı siyasal kültüre sahip olan Çin ve Tayvan da bu tarzdaki rejimi benimsemiştir. Tayvan hükümeti, 1980’li yılların ortalarında zorunlu bir siyasal reform yapmakla demokratikleşme sürecini başlatmış ve bugün demokratik geçiş (democratic transition) döneminden demokratik konsolidasyon (democratic consolidation) aşama- Tayvan’ın devlet statüsünü kaybetmesi ile birlikte ağır darbe alan Milliyetçi Çin Hükümeti, bütün Çin’i temsil eden yasal yönetim yetkisini de yitirmiştir. Bu durum Milliyetçi Çin Hükümeti’nin toplumdaki otoritesinin sorgulanmasına yol açmıştı. sına geçmiştir. Tayvan’ın demokratikleşmesi 1986 yılında başlamıştır. Ancak Çin ile normalleşme sürecinden sonra ilk başkanlık seçimi 21 Mart 1990’da gerçekleşmiştir. İlk seçimden Mart 2012 yılına kadar toplam 6 defa seçim yapılmıştır. Başkanlık seçiminde muhalefet partisi olan Demokratik İlerleme Partisi, 2000 yılındaki seçimi kazanırken, 2008 yılındaki seçimi kaybetmesi sonucunda eski iktidar partisi Milliyetçi Çin Partisi iktidara yeniden gelmişti. Milliyetçi Çin Partisi, 2012 yılı seçiminde iktidarını koruyabilmiştir. Genelde demokratikleşmenin başlangıç dönemindeki demokratik geçiş (democratic transition) dönemi ve onun olgunlaşma dönemindeki demokratik konsolidasyon (democratic consolidation) aşamasının tamamlanması gerekmektedir. Tayvan’da gerçekleştirilen seçim süreci Huntington’un zikrettiği “iki kez test” (two-turnover test) ölçüsüne uymuştur. Arend Lijphart, seçim dönüşüm süresinin 19 yılı geçmesi durumunda ancak istikrarlı ve konsolide demokratik düzene sahip olacağını ifade etmektedir. Bu bağlamda, Tayvan demokrasisi dönemindeki demokratik geçiş aşamasını tamamlayıp konsolidasyon aşamasına geçmiş durumdadır. Fakat Tayvan siyasetinde iktidar partisi ile muhalefet partisi arasında mevcut olan en önemli problem, milli kimlik konusundaki farklı anlayış ve bundan kaynaklanan demokratik istikrarın olmayışıdır, yani, siyasette kimlik ayrışması ve sivil toplumun henüz olgunlaşmama sorunları yaşanmaktadır. Bu nedenle Tayvan’ın demokrasisi tam anlamıyla gereken kriterleri yerine getirememiştir. Ancak, 2012 yılı seçiminde milli kimlik tartışması ve toplumsal ayrılıkçılık konusunun ikinci planda kalması, Tayvan’ın söz konusu problemi aşmaya çalıştığının göstergesidir. Tayvan’da Demokratikleşmenin Nedenleri 1949 yılında iç savaşı kaybeden Kuo-min Tang (KMT), yani Milliyetçi Çin Partisi’nin yönettiği Milliyetçi Çin Hükümeti, Tayvan’a taşınmış ve Çin’den 1.5 milyon farklı sınıftan insan da Tayvan’a yerleşmiştir. 1895 yılında, Çin-Japon savaşından sonra yapılan anlaşma gereği, Tayvan Adası sonsuza dek Japonya’ya devredilmişti. İkinci Dünya Savaşı sona erdiğinde, Japonya’nın daha önce işgal ettiği toprakları geri vermesi kararıyla, Tayvan tekrar Çin’e devredilmişti. Ancak, Tayvan aborijinleri dâhil ve 19. yüzyıl öncesinde Tayvan’a göç eden Tayvanlılar, Japonya’nın yönetiminde 50 yıl kalmış ve Japonya’nın etkisinde kaMART 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 101 Siyasî ve ekonomik başarısızlıktan dolayı Milliyetçi Çin Hükümeti’nin politikaları etkisiz kalmıştır. ABD’nin ticarette dengesizlik ve insan hakları baskısı, toplumsal ve hükümet karşıtı faaliyetlerin giderek etki kazanması mevcut totaliter yönetimi zor duruma bırakmıştı. larak Çin’den uzaklaşmıştı. Milliyetçi Çin Hükümeti, 25 Ekim 1945’de, Tayvan’ı devralması ile baskıcı uygulamalara karşı zaten yoksulluk ortamında yaşayan Tayvan halkı 1947’de isyan etmiştir. 28 Şubat 1947 tarihinde meydana gelen bu isyan, aborijinler ve kendilerini Tayvanlı sayan halkın topyekûn iştirakiyle bütün Tayvan’a yayılmıştı. Milliyetçi Çin Hükümeti, bu isyan’ı Komünistlerin kışkırtmasından kaynaklandığını ileri sürerek sert bir biçimde bastırarak katliam yapmıştı. Bu olay, Tayvanlıların bağımsız olma veya 1949 yılından sonra Tayvan’a yerleşen Jiang Jieshi (Chiang Kai-shek, 1887-1975) başkanlığındaki Milliyetçi Çin Hükümeti’ne karşı mücadelesinin başlangıç noktasını oluşturmuştu. Böylece, Tayvan toplumunda “yabancılar” (Waisheng Ren, 1949 yılından sonra Tayvan’a göç edenler) ve yerliler (aborijinler dahil Tayvanlılar) olmak üzere iki gruba ayrılmasına neden olmuştu. Tayvan’a yerleşen Milliyetçi Çin Hükümeti, Çin’de sürdürdüğü despot yönetim tarzını Tayvan’da da devam ettirmiş ve homojen olmayan Tayvan topluluğunu yeniden inşa etmek için bir dizi baskıcı uygulamaları gerçekleştirmişti. Bu durum, Jiang Jieshi’nin ölümünden sonra oğlu Jiang Jingguo’nun (1910-1988) başkan olduğu dönemde (1975-1988), tek partili yönetim sistemini değiştirmiştir. 102 STRATEJİK DÜŞÜNCE | MART 2012 Tayvan’ın siyasal rejimini değiştiren unsurlar çok farklıdır. İlke olarak bu konjonktürel bir değişimdir. 1971’de, ABD-Çin stratejik yakınlaşmasından sonra, Çin’in, BM üyeliğine ve Güvenlik Konseyi Daimi üyeliğine kabul edilmesiyle Tayvan’daki Milliyetçi Çin Hükümeti uluslararası sistemdeki statüsünü kaybetmeye başlamıştır. Ocak 1979’da, ABD-Çin arasında diplomatik ilişkinin tesis edilmesi ile birlikte Tayvan uluslararası sistemden tamamen dışlanmıştır. Gerçi Nisan 1979’da, ABD Kongresi Tayvan İle İlişkiler Yasası (Taiwan Relations Act) ve bazı devletlerin hala Milliyetçi Çin Hükümeti’ni tanıması, Tayvan’a yarı devlet statüsünü sağlamış ise de, artık Çin’i Pekin Hükümeti temsil etmeye başlamıştır. Tayvan’ın jeopolitik konumunun değişmesi ile ortaya çıkan uluslararası zorluklar Tayvan’ı siyasal reform yapmaya zorlamıştır. Pekin Hükümeti, bir yandan uluslararası arenada Tayvan’ı sıkıştırmaya çalışırken, diğer yandan Tayvan’a yönelik politikasını da geliştiriyordu. 1979 yılı başında, Çin Halk Kongresi Daimi Komitesi, “Tayvan Yurttaşlara Sesleniş”i beyan ederek, Tayvan halkının hassasiyetlerini dikkate alacağını ve askerî karşılamasını kaldırarak iki tarafın doğrudan ilişkilerin tesis edilmesi gerektiğini açıklamıştı. 1 Ekim 1981’de, Çin Halk Kongresi Daimi Komitesi Başkanı Ye Jianying’in Tayvan’a yönelik 9 maddeli çağrısında, “tek devlet iki sistem” olarak tarif edilen yönetim modelini önermişti. Pekin Hükümeti, 1947-1949 yıllarında kıta Çin’den Tayvan adasına kaçan Çinlilerin memleketlerini ziyaret edebileceğini ve Tayvanlı işadamlarının kendi yurdunda yatırım yapması durumunda yasal olarak bazı imtiyaz sağlanacağını da ilan etmişti. Çin’in 1971-1972 yıllarında, ABD ile stratejik müttefik ilişkilerini tesis ederken Tayvan sorunu çözüme kavuşturulamamıştı. Ancak İngiltere’nin sömürgesi olan Hong Kong’un kıta Çin’e devredilmesinin gündeme gelmesiyle Pekin hükümeti, Tayvan’a yönelik politikasına hız vermişti. Eylül 1984 yılında, Çinİngiltere arasında, Hong Kong’un Çin’e devredilmesi konusunda müzakere başlamış ve Ocak 1985 yılında Çin lideri Deng Xiaoping bir sonraki adımın Tayvan olacağını beyan etmişti. Böylece, devlet statüsünü kaybeden Tayvan’ın Çin egemenliğine girme tehlikesi giderek artmıştı. Diğer bir neden ise toplumun değişim ve demokrasi talepleri ve Jiang Jingguo’nun halkın bu taleplerine cevap vermesidir. Ancak, Jiang Jingguo’nun toplumdaki reformu ve demokrasi taleplerine cevap vermesi onun demokrasi rejimi benimsediği için değil, daha çok pragmatistçe bir girişimdi. Tayvan’ın devlet statüsünü kaybetmesi ile birlikte ağır darbe alan Milliyetçi Çin Hükümeti, bütün Çin’i temsil eden yasal yönetim yetkisini de yitirmiştir. Bu durum Milliyetçi Çin Hükümeti’nin toplumdaki otoritesinin sorgulanmasına yol açmıştı. Çin’den gelen çağrılar sonucunda, 1949 yılında Çin’den Tayvan’a kaçarak yerleşen Çinlilerin Çin’deki yurdunu ziyaret etme akınına neden olmuştu. Bu gelişme Jiang Jingguo’nun 1979 yılından sonra Çin’e uyguladığı “üç hayır” politikası (temas yok, müzakere yok ve uzlaşma yok) da sarsılmıştı. 1980 yılından itibaren ülke içinde başlayan rejim karşıtı faaliyetler ve toplumda siyasal reform talepleri ile birlikte hükümete olan baskılar günden güne artmıştı. 10 Aralık 1979 gününde, Meilidao (Güzel Ada) Dergisi çalışanları, insan hakları gününü kutlama için Tayvan’ın Kaohsiung şehrinde gösteri düzenlemişler ve hükümete yönelik demokrasi ve özgürlük taleplerinde bulunmuşlardı. Tayvan muhalifleri tarafından “Meilidao Vakası” olarak adlandıran bu olay bir çatışmaya dönüşmüş ve hükümete karşı toplumdan büyük destek almıştı. Yurtiçi ve yurtdışından gelen eleştiriler hükümeti zor duruma bıraktığı gibi Başkan Jiang Jingguo’nun kısmen siyasal reform yapmasının bir başlangıç noktasını oluşturmuştu. Fakat siyasî ve ekonomik başarısızlıktan dolayı Milliyetçi Çin Hükümeti’nin politikaları etkisiz kalmıştır. ABD’nin ticarette dengesizlik ve insan hakları baskısı, toplumsal ve hükümet karşıtı faaliyetlerin giderek etki kazanması mevcut totaliter yönetimi zor duruma bırakmıştı. 1984 yılında California’nin Derry şehrinde Tayvanlı rejim karşıtı yazar Jiang Nan’ın Tayvanlı mafya tarafından öldürülmesi ve olayın arkasında hükümetin parmağının olması, ABD-Tayvan ilişkilerini zedelediği Şubat 1991’de, Tayvan Hükümeti Ulusal Birleşme Rehberi’ni kabul etmişti rehberde şunlar yazılmaktaydı: “Tayvan tarafının amacı, Çin’in aslında Tayvan ve kıta Çin’i kapsayan birleşik bir Çin’dir. Tayvan’ın amacı demokratik, özgür, eşit ve müreffeh bir Çin’in kurulmasıdır.” gibi Milliyetçi Çin Hükümeti’nin imajına da zarar vermişti. 1985 yılındaki Taipei Onuncu Kredi Kooperatifi sorununu yaratan finansal kriz, Taybey hükümetini yeniden zor duruma sokmuştu. Hükümeti kurtarmak için Başkan Jiang Jingguo siyasal reform yapma kararı vermişti. Tayvan’daki demokratikleşme sürecinde ilk ve en önemli gelişme ise 1986 yılında muhalefet partisi olan Demokratik İlerleme Parti’sinin (Democratic Progressive Party) kurulması oldu. Başkan Jiang Jingguo’nın 1988 yılındaki ölümüyle daha fazla reform gerçekleşememişti. Toplumun sosyalleştirilmesi, tek partili yönetimden kurtulması, siyasî partiler üzerindeki yasağın kaldırılması ve sıkıyönetimin kaldırılması, Başkan Jiang Jingguo döneminde gerçekleşmeye başlamıştı, ancak fikir ile medya özgürlüğü ve Kongre üyelerinin halk tarafından yeniden seçilmesi ise Jiang Jingguo’nun ölümünden hemen sonra gerçekleşmeye başlayacaktı. Başkan Jiang Jingguo’nun Tayvan’ı demokratikleştirme planı ile Tayvan uluslararası ve yurtiçi sorunlarına çözüm getirmeyi hedeflemiş olabilir. Belki de yönetimi pekiştirmek ve toplumun desteğini alabilmek için bu siyasal reformu düşünmüştür. Bazı uzmanlar Başkan Jiang Jingguo’nun dünya siyasetinin değişimi ve Tayvan’ın takip etmesi gereken yolu gördüğünü MART 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 103 Tayvan’ın BM üyeliğini yeniden kazanma faaliyetleri, Japonya ile olan geleneksel ilişkileri arttırmaları ve 1995 yılında Başkan Li Denghui’in ABD’yi ziyaret etmeleri bu çabaların bir parçasıdır. ve reformu seçtiğini ileri sürmektedir. Yani her şey değişti ve zaman geçiyor, artık demokratikleşme doğru seçenektir. Bazılarına göre, Deng Xiaoping’ın Çin’de başlattığı dışa açılma reformuna karşı Başkan Jiang Jinggguo da bir tepki göstermesi gerekmekteydi ve demokratikleşmenin sonucunda hem Çin’in Tayvan’ı izole etme politikasından kurtulacak hem de bu demokratikleşme ile Çinlilerin komünist rejimini devirmesini istemekteydi. Bazı uzmanlar Başkan Jiang Jingguo Çin ile Tayvan arasındaki siyasî, ekonomik, sosyal ve kültürel mesafeyi küçültmek için demokratikleşme ile barışçı bütünleşmenin şartlarını olgunlaştırma niyetinde olduğunu ortaya koymaktadır. Her şeye rağmen Başkan Jiang Jingguo’nun demokratikleşme kararı yerine geçen yeni Başkan Li Denghui tarafından gerçekleştirilecektir. Uluslararası siyasî ve ekonomik sisteminden dışlanmış Tayvan, demokratikleşme sürecini başlatarak yeni bir döneme girmişti. Tayvan’ın Demokratikleşmesi ve Çin’in Endişeleri Başkan Jiang Jingguo’nun başlattığı demokratikleşme süreci Tayvan’da önemli bir gelişmeyi tetiklemiştir. Jiang Jingguo demokratikleşme sürecini başarılı bir şekilde sürdürebilmesi için ve kendi yönetimini sağlam tutmak için 104 STRATEJİK DÜŞÜNCE | MART 2012 Tayvan nüfusunun çoğunu temsil eden Tayvanlıların desteğini almak zorundaydı. Bu girişim doğal olarak Milliyetçi Çin Hükümeti’nin “Tayvanlaşma” (Taiwanization) yani yerlileşme sürecini de başlatmıştır. Bunun sonucunda Tayvan’ı tarihsel ve kültürel Çin’den kopardığı gibi Milliyetçi Çin Hükümeti’nin de artık kendisinin bütün Çin’in temsilcisi olduğu iddiasından da uzaklaştıracaktır. Tersten okunduğunda Tayvan artık Çin Halk Cumhuriyeti’nin bir parçası olmayacaktır. Nitekim Jiang Jingguo’dan sonra yerine geçen Başkan Li Denghui, Tayvan’ın demokratikleşmesinin amacının “Tayvanlılaşma” (Taiwanization) olarak tanımlamasına yol açmıştır. Bunun sonucu ise bağımsız bir Tayvan’ın ortaya çıkışı olacaktır. Bu gidişata açıklık getirmek için Şubat 1991’de, Tayvan Hükümeti Ulusal Birleşme Rehberi’ni kabul etmiş- ti rehberde şunlar yazılmaktaydı: “Tayvan tarafının amacı, Çin’in aslında Tayvan ve kıta Çin’i kapsayan birleşik bir Çin’dir. Tayvan’ın amacı demokratik, özgür, eşit ve müreffeh bir bütün Çin’in kurulmasıdır.” Yani ilerde Tayvan ile Çin’in demokratik bir rejimde bütünleşebileceğini belirtmiştir. Bu da komünist Çin’in demokratikleşmesi durumunda Tayvan’ın Çin ile birleşebileceği anlamına gelmektedir. Ağustos 1992’de, Tayvan yönetimi “Tek Çin” kavramına bir tanım yapmıştır: Tayvan ile Çin “tek Çin” prensibini benimsemektedir, ancak iki tarafın yüklediği anlam ise farklıdır. Çin yönetimi tek Çin’in Çin Halk Cumhuriyeti olarak kabul etmektedir, ilerde, Tayvan ile Çin bütünleştiğinde Tayvan onun bir özerk yönetimi olarak icrasını devam ettirecektir. Tayvan tarafı ise, “Tek Çin”in, 1912 yılında kurulan Milliyetçi Çin olduğunu ve egemenliğinin bütün Çin’i kapsayacağını ileri sürdü. Fakat mevcut idare kapsamı sadece Tayvan, Penghu, Kinmen ve Matsu adalarından ibarettir. Tayvan şüphesiz Çin’in bir parçasıdır, Çin Halk Cumhuriyeti de Çin’in bir parçasıdır. Pekin ise bu görüşe tamamen karşı çıkmaktadır. Çin’in endişesi sadece Tayvan’ın bu açıklamalarla bağımsızlık için yasal gerekçe araması değil, aynı zamanda Tayvan’ın demokrasisi Çin rejimini etkileyerek Çin Komünist Partisi’nin otoritesini tehdit etmesi de söz konusudur. Bu olumsuz gelişmeleri engellemek için Pekin yönetimi Tayvan’a yönelik kuvvet kullanma veya abluka yapmaktan kaçınmayacağını ileri sürmüştü. Bununla birlikte Çin Hükümeti Tayvan ile ekonomi-ticaret ilişkilerini güçlendirerek siyasî ilişkileri arttırmak ve topluluklar arasındaki ilişkileri güçlendirerek hükümetler arasındaki ilişkileri art- tırmak stratejisini uygulamaya başlatmıştır. Pekin’in bu stratejisi aslında yoğunlaşan ekonomi-ticaret ilişkileriyle Tayvan’ın iktisadisini Çin’e bağlama ve böylece Tayvan’ın siyasal gücünü acizleştirmesini amaçlamaktadır. Tayvan’daki Li Denghui hükümeti bu stratejinin farkındadır ve Tayvan’ın Pekin tarafından yutulmasının zamana bağlı olduğu düşüncesindedir. Bu düşünce çerçevesinde Tayvan hükümeti pragmatik diplomasi uygulamaya başlamıştı. Ülke içi demokratikleşme sürecini hızlandırmakla 1993 yılında Tayvan’ın tekrar BM üyeliğini kazanma faaliyetleri, Japonya ile olan geleneksel ilişkileri arttırmaları ve 1995 yılında Başkan Li Denghui’in ABD’yi ziyaret etmeleri bu çabaların bir parçasıdır. Neticede bu çabalar Çin’in 1995 ile 1996’da Tayvan’a yönelik füze saldırı tehditlerinde bulunmasına neden olmuştur. ABD de, Tayvan İle İlişkiler Yasası gereğiyle Tayvan Boğazı’na iki uçak gemisi göndermekle Tayvan’ın güvenliğini korumak zorunda kalmıştır. Tayvan’ın demokratikleşme sürecinde ulusal kimliğini yeniden tesis etmesi ile birlikte Tayvan’ın Çin’den uzaklaşarak Tayvanlaşma konusu da ilgi çeken bir sonuç doğurmuştu. Tayvanlaşma olgusu genellikle ÇinTayvan gerginliğinin yarattığı bir unsur olarak Pekin tarafından eleştirilmekte ve Çin’in bütünleşmesini sabote ettiğini iddia etmektedir. Tayvan tarafı da Çin’in bu tutumunu Tayvan’ın demokratikleşme sürecinin en tehlikeli güvensizlik nedeni olarak görmektedir. Bunun üzerine Pekin tarafı Tayvan’ın 2000 ve 2004 yılındaki başkanlık seçimine baskı yapmakla Tayvan yerlilerin siyasî temsilcisi olan Demokratik İlerleme Partisi’nin iktidara gelmesini engellemeye çalışmıştır. Tayvan’ın bağımsızlığını isteyen bu partiye yapılan baskılar aksi tepkiler yaratmış ve Tayvan yerlilerinin ilk defa iktidara gelmesine neden olmuştur. Çünkü Tayvan toplumunda ulusal tehdidin Çin’den geldiği algısı vardı. Tayvan’da doğrudan başkanlık seçimi 1996 yılında gerçekleşmişti, Pekin aynı şekilde baskı yapmaya çalışmıştı. Ancak, Çin açısından olumsuz sonuçları onun Tayvan seçimlerine karşı farklı politika izlemesine sevk etmiştir. Tayvan’ın 2008 başkanlık seçiminde Pekin baskısını azaltmış ve kendi tarafından kabul edilebilen Milliyetçi Çin Partisi, 8 yıl sonra tekrar iktidara gelebilmiştir. Tayvan’da 2000-2008 yılları arasında iktidarda olan Chen Shuibian’in yolsuzluk skandalı, Demokratik İlerleme Partisi’nin seçimi kaybetmesinin direkt nedenidir. Tayvan’ın bağımsızlığı konusunda Demokratik İlerleme Partisi’ne nispeten daha ılımlı tutumu olan Milliyetçi Çin Partisi, Tayvanlaşma sürecinde yerelleşme politikasını benimsemiş olmasına rağmen, Çin ile de yakın ilişkileri oluşturarak hem güvenlik hem de ekonomi-ticaret çıkarları sağlamaya çalışmaktadır. Ancak, Demokratik İlerleme Partisi gibi Çin ile bütünleşme konusunda uzak durmaktadır ve Demokratik İlerleme Parti ile farklı olarak bütünleşmenin Çin’in demokratikleşmesine bağlamaktadır. İktidardaki Milliyetçi Çin Partisi kökenli olan Başkan Ma Yingjiu (Ma Ying-jeou) 20082012 yılları arasında Çin ile yaşanan gerginliği azaltabilmiş ve TayvanÇin ilişkilerini yeni bir düzeye getirmiştir. Pekin de Tayvan’a yönelik politikasını yumuşatmış, ikili ticaret ve kültürel ilişkileri güçlendirmeye çalışmış, ayrıca Tayvan işlerinden sorumlu yetkililer ve orta düzeydeki devlet memurlarının Tayvan ziyaretlerine izin vermiştir. TayvanÇin gerginliğini istemeyen ABD de, Ma Yingjiu’yu dolaylı desteklemişti. Ma Yinjiu’nun 2012 yılı seçimini tekrar kazanmasında bu konjonktürel durumun katkısı vardır. Ancak, Tayvan ile Çin arasında karşılıklı siyasî güveni henüz kazanamamıştır, güvenlik ve askerî alanında diyaloglar MART 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 105 hala gündemde değildir. ABD’nin Tayvan İle İlişkiler Yasası’ndan dolayı, Tayvan’ın güvenliğinden sorumluluğu devam ediyor ve Çin’i her zaman kızdıran Tayvan’a silah satışı periyodik olarak yaşanmaktadır. En önemlisi ABD dâhil Batılıların da desteklediği Tayvan’ın demokratikleşme süreci aslında Tayvan’ı Çin’den daha da uzaklaştırmaktadır. Bu durumda, Pekin’in ticaret ve kültürel ilişkileriyle Tayvan’ı kendisine bağlama politikasının kısa vadede sonuç alması kolay değildir. Tayvan’ın Demokratikleşmesinin Çin’e Etkileri Çince konuşanlar arasında bir fıkra dolaşmaktadır: Çinli ve Tayvanlı işadamları Hong Kong’daki bir restoranda buluşmuşlar; Tayvanlı bir işadamı sürekli kendi ülkesindeki demokrasi sistemi övüp duruyormuş. Çinli işadamının biri merakından Tayvanlı işadamına sormuş: “sizin demokrasinin özelliği nedir”? Cevap: “biz serbest konuşabiliriz, hatta Başkanımız Chen Shuibian’ı bile eleştirebiliriz”. Çinli işadamı Tayvanlı iş adamının bu cevabına karşılık: “Allah Allah, o zaman demokrasi bizde de var, sizin başkanınızı biz de eleştirebiliriz!”. 106 STRATEJİK DÜŞÜNCE | MART 2012 Bu fıkra Çin ile Tayvan arasındaki demokrasi anlayışını dolaylı olarak anlatmaktadır. 30 yılık ekonomik kalkınma ve hükümetin kurumsal reformu, Çin’i dünyadaki en büyük ülkeler arasına sokmuştur. Piyasa ekonomisi anlayışını benimsemiş olan Pekin yönetimi, paralel olarak siyasal reformu yapamamıştı. Bundan dolayı toplum ve siyasal alanlarının farklı düzeylerinde yaşanan yolsuzluklar, hukuk sisteminin yavaş ve eksik çalışmaları, sosyal ve ekonomik gelişmenin dengesizliği (gelir dağılımının dengesizliği, tekelleşmiş sektörler ile tekelleşememiş sektörler arasındaki gelir uçurumu, kentsel ve kırsal arasındaki uçurum), sosyal güvenlik ağlarının oluşturulamaması, sağlık hizmeti ve sigortası uygulamalarının yetersizliği, çevre sorunları (su sıkıntısı ve ciddi çevre kirlilikleri), suç işleme ve toplumsal çatışma oranının artması, toplumsal ahlak çöküşü ve tek çocuk politikasının yarattığı erkek-kız nüfusunun dengesizliği Çin’in kalkınmasıyla birlikte ortaya çıkmıştır. Ayrıca Çin hükümetince ifade edilen Tayvan, Tibet ve Doğu Türkistan ayrılıkçı güçleri günden güne güç kazandığı gibi uluslararası sorunların arasında yer almakla Çin diplomasisini zor durumda bırakmaktadır. Bu problemlerin önemli bir kısmına demokratikleşme ile çözüm getirebilmektedir ve bunun örneği ise Tayvan’ın demokratikleşme sürecinde kazandığı tecrübelerdir. Yükselen Çin’in mevcut hegemonya gücü, ABD ve bazı Batılı ülkeleri endişeye sevketmektedir. Çin’in yükselişi mevcut uluslararası sistemi ne derecede etkileyebilir ve sonucunun ne olacağı konusu tartışılmaktadır. Keza, Çin’in komşu ülkeleri de bu endişeleri taşımaktadır. Uluslararası kamuoyu, demokratik ABD’nin dünyaya neler getirdiğine göre demokratik olmayan Çin’in dünyaya ne getirebileceği sorusuna cevap aramaktadırlar. Batı ülkeleri demokratik barış teorisi çerçevesinde demokrat ülkeler arasında savaş yaşanmadığını saptamışlar ve demokratik Çin’in tehdit yaratmayacağı görüşündedirler. Yükselen Çin artık ABD’nin çıkarlarını tehdit eden bir ülke haline gelmiş ve ABD Çin’e yönelik güvenlik tedbirleri almaya başlamıştır. Çin’in komşu ülkeleri de Çin ile ekonomi alanında işbirliği yaparken güvenlik alanında ABD ile işbirliği yapmaktadır. Özellikle Japonya’nın yükselen Çin’in bölgede yarattığı güvensizlik ortamından endişelidir. Güneydoğu Asya ülkeleri bölgede yükselen Çin’in askerî güçlerine karşı silahlanma yoluna gitmektedir. ABD ve Batı ülkeleri Orta Asya bölgesinin güvenliğini demokratikleşme süreci ile sağlanabileceğine inanmaktadır ve bölge ülkelerin siyasal reformunu desteklemektedirler. Çin’in çevresel güvenliği onun yükselişiyle birlikte giderek karmaşık bir hal almaya başlamıştır. Bu problemin çözümlenebilmesi için Çin’de siyasal reformun yapılması durumun yumuşatılması konusunda yararlı olabilir. Bunun örneği ise, Tayvan’ın demokratikleşme süreciyle ABD ve Batılı ülkelerin beğenisini kazandığı gibi Tayvan’ın güvenliği de dolaylı olarak sağlanmıştır. Bu sayede Tayvan’ın dünya ile ticaret ilişkilerinin artmasına uygun zemin sağlanmış ve Tayvan’ın teknoloji ürünleri dünya pazarında rekabete girebilmiştir. Yani uluslararası sistemden dışlanmış bir ülke olan Tayvan siyasal reform ve ekonomik kalkınma vasıtasıyla ayakta kalmaya devam etmektedir. Ancak, Çin’de siyasal reformun yapılması veya demokrasi sistemini benimsemesi Çin yetkililerin mev- cut çıkarlarına zarar verebilmektedir. Çinli yetkililer sadece sahip olduğu siyasî ve ekonomik çıkarlarını kaybetmesinden endişe duymakla kalmıyor, aynı zamanda Komünist Parti’nin otoritesini kaybetmekle Çin hâkimiyetinin renginin değişebileceği korkusu da söz konusudur. Tayvan’da uzun süre iktidarda kalan Milliyetçi Çin Hükümeti de 2000 yılındaki seçimi kaybetmişti, ancak 2008 yılındaki seçimi kazanarak tekrar iktidara gelmeyi başarmıştır. Uzmanlara göre, Asya’daki otoriter sistemin demokratikleşmesinin bazı kolaylıklar sağladığını ve Çin’in demokratikleşmesinin bazı zorlukları olmasına rağmen demokrasileşen birçok ülkelere göre ekonomik ve toplumsal avantajları olduğunu ileri sürmektedir. Bütün bunlar Çin’in ilerde demokratikleşme sürecine girmek istediğinde referans edilebilecek örneklerdir. Samuel P. Huntington, 1970-1980 yıllarında dünyadaki bazı ülkelerin demokratikleşme sebeplerini ekonomik kalkınma ve ekonomik kriz; Yasal yönetim otoritesinin kaybedilmesi ve yönetim performansın zayıflaşması; Din üzerinde tutum değişimi; Güçlü ülkelerin ulusal politika değişiklikleri; Kartopu Etkisi’ne uğrama ve liderlerin karar almasını göstermektedir. Tayvan’ın demokratikleşme sürecinde bu sebeplerin büyük bir kısmı yaşanmıştır. Yine Huntington’a göre, demokratikleşmenin biçimi elit kesimin otoritere karşı başlattığı dönüşüm (transformation), muhalif grupların başlattığı demokrasi hareketi ve otoriter rejimin çöküşü ile iktidarı devralmasında yaşanan değiştirme (replacement) ve hükümet ve muhalefet grupları, demokratikleşmeyi ortak eylemle sonuçlanmasında yaşanan değişim (transplacement/ ruptforma) olarak göstermektedir. Bu biçimlerin bir kısmı da Tayvan’ın demokratikleşme sürecinde meydana gelmiştir. Tayvan ile aynı siyasal kültürü paylaşan Çin’in de benzer sebeplerle demokrasi sürecini başlatması muhtemel dışı değildir. Huntington’a göre, bir toplumun demokratikleşmenin sebepleri değişik olduğu gibi demokratikleşmenin modelleri de faklıdır. Bazı uzmanlara göre, demokrasinin farklı biçim ve modelleri vardır. Çin’in demokratikleşmesi yaşanacaksa büyük ihtimalle Çin’e özgü olan bir model yaratılabilir, aynen MART 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 107 layısıyla siyasal sorunları yaratabileceği uyarısını yapmaktadır. Bütün bu gelişmelere karşı Xi Jinping’in başkanlığındaki Çin’in beşinci nesil liderleri söz konusu siyasal reformu başlatabilir mi? Bu durum 20132023 yılları arasında netleşebilir. Çin’e özgü sosyalizm sistemi gibi. Hem Batılı düşünceyi benimsemiş hem de kendi siyasal kültürüne uygun bir sentez oluşturabilir. Çin’e özgü demokrasi belki de Batılıların demokrasi kriterlerine ve değerlendirme kriterlerine uymayabilir. Huntington, bir toplumun demokratikleşme sürecini başlatanların çoğunun iktidardaki elit kimseler olduğunu ve genellikle ülke çıkarlarını korumak ve yönetimi sürdürebilmek gibi nedenlerin (causes/ causers) olması gerekmektedir. Bunun tipik örneği ise Tayvan’da cereyan etmiştir. Hu Jintao’nun başkanlığındaki dördüncü nesil Çin liderleri Çin’de çok ciddi problemler yaşandığının ve halkın partiye olan güvenin sarsılabileceğinin farkında olmasına rağmen, siyasal reform yapmadığı gibi demokratikleşmeyi, Çin’e karşı Batılı bir proje olarak 108 STRATEJİK DÜŞÜNCE | MART 2012 ifade etmiştir. Bu tür ifadeler Çin liderlerin Batı karşıtı tutumu olarak okunmuştur. Çin Başbakanı Wen Jiabao birkaç kez Çin’de siyasal reform yapılmasının zorunlu olduğunu açıklamış olmasına rağmen mevcut Çin siyasal yapısı buna izin vermemektedir. Ancak, Çin Komünist Partisi’ne bağlı gazetelerde, siyasal ve toplumsal sorunlarla karşı karşıya kalan Çin’in siyasal reform yapılmasının bir zorunluluk olduğunu ve siyasal reform yapılmadığı takdirde parti dâhil iktidarın da tehlikeye gireceğini ileri süren yazılar vardır. Aynı şekilde uluslararası kamuoyu da Çin’in son 10 yıldan beri ekonomik reformların tıkandığını ve ciddi reformların başlamasını önermektedir. Dünya Bankası’nın raporu da Çin’de kapsamlı bir ekonomik reformun yapılması gerektiğini ve aksi halde toplumsal ve do- Çin’in mevcut siyasî yapısına göre, siyasal reform ya da demokratikleşme süreci ancak Komünist Parti liderliğinde başlatılabilir. Aslında, Çin’de bu değişim için kamuoyunu hazırlamaya çalışmaktadır. Bu sürecin başlatılması için Çin’in elit kesimi ve yurtdışındaki muhaliflerin de bu reforma katkıda bulunmasının işi kolaylaştıracağı görülmektedir. Huntington’a göre, demokratikleşmesinde, toplumun orta sınıfının önemli rolü olmuştu ve Tayvan’ın orta sınıfı kendi çıkarları nedeniyle demokratikleşmenin ilerlemesine katkıda bulunmuştur. Fakat bu görüşü kabul etmeyenler de vardır: Tayvan’daki orta sınıf demokratikleşme sürecinin başlamasından önce zaten belli sosyal statüye sahiptirler, onlar demokratikleşmeden daha çok mevcut durumun istikrarlı ve gidişatının öngörülebilirliği ile ilgilenmektedir. Çin’in son 30 yılda oluşan orta sınıfı toplam nüfusun yüzde 10’u oluşturmaktadır ve hemen hemen hepsi söz konusu sistem sayesinde zengin olmuştur. Çin’de yaşanacak demokratikleşme doğal olarak mevcut sistemin değişmesine neden olacak ve orta sınıfın çıkarlarına zarar verecektir. Bu nedenle Çin’in orta sınıfı, ülkenin demokratikleşmesini ne derecede destekleyebilecek şu anda tahmin etmek güçtür. SDE Uzmanı, Doç. Dr. * (SD’nin Notu: Yazının orijinalindeki çoğu Çince karakterler içeren 53 adet dipnot, yazarımızın izniyle kullanılmamıştır.) Osmanlı Devlet Yönetiminde Kadın Veya Harem Dizileri “Hayal” midir? Hasan Tahsin FENDOGLU* İfade özgürlüğüne sonuna kadar evet, ama aşağılamaya, tahkir ve tezyife hayır. Demokrasiye ve insan haklarına sonuna kadar evet, özel yaşamın gizliliğini ihlale hayır. İnsanlığa saygıya evet, her tür sansüre hayır. İfade özgürlüğüne sonuna kadar evet, çocukların izleyebileceği saatlerde, onların ruhsal ve fiziksel yapılarına aykırı TV yayınlarına hayır. Tabuları yıkmaya evet ama insanı aşağılamaya hayır. Televizyonlarda gösterime giren tarihle ilgili diziler, genelde insanımıza tarihi sevdirdiği için sevindiricidir. Bununla birlikte bu tür diziler içerisinde yer alan haremle ilgili bölümler, kamuoyunda tartışılmaya devam etmektedir. “Harem’le Hürrem arasındaki Kanuni”, “kendi özel zevkine göre Harem oluşturan şehzadeler”, “Cihan İmparatorluğunu yönetmekte etkin cariyeler” gibi konular toplumun büyük bir kesimi tarafından tartışılmaktadır. Konunun bilimsel yönü yurt içinde ve dışında yıllardır işlenmektedir.1 Burada konuyu kısaca ve sadece “harem dizileri” etrafında irdelemeye çalışacağız. Haremle ilgili TV dizileri konusunda iki farklı görüş vardır; Birinci görüşe göre, bu tür diziler belgesel değildir, sanaldır, kurgu- dur, hayal ürünüdür; ancak bu TV dizileri de genel kurallara uymalıdır; örneğin bu tür dizilerin baş tarafına, “bu dizide geçen özellikle harem hayatı tamamen hayal ürünüdür” gibi bir yazının yazılması gerekir. İkinci görüşe göre, bu dizilerin gerçeğe uygunluğu hiç aranmamalıdır; çünkü neticede bu tür diziler sanal ve kurgudur; belgesel değildir. Bu dizilerin baş tarafında “bu dizide geçen olaylar, özellikle harem hayatı hayal ürünüdür” gibi bir yazının yer alması da gerekmez. Bu tür dizilerde hiçbir şekilde tarihi gerçeklikler de aranmamalıdır, çünkü sonuçta bu tür diziler kurgudur.2 Biz şahsen birinci görüşün daha doğru olduğunu zannediyoruz. Acaba haremle ilgili bu tür dizilerde tarihi gerçeklik ters yüz ediliyor mu? MART 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 109 Özel hayatın gizliliği tüm hukuk sistemlerinde kabul edilmiş, korunması gereken bir haktır. Hal böyle iken, dizilerde, ağırlıklı olarak olaylar, harem dairesinde geçmekte, diziler mahremi sergilemektedir. le Harem Bölümü’nün tamamen hayal ürünü olduğu” belirtilmelidir; çünkü; 1. Bu dizilerle, Batıdaki “Doğu” algısına yani oryantalistlerin kafa yapısına uygun olarak hazırlanan, Batı’nın Doğu’da görmek istediği gizemli “harem hayatı” televizyonlara taşınıyor olabilir. Böylece konu bulmakta zorlanan TV’ler, Batı’nın harem fantezilerini Ortadoğu ve Batı dünyasının TV izleyicileri ile buluşturmuş olabilir. İşin bir başka boyutu ise çocuk ve gençlerle ilgili olan yanıdır. Çünkü 6112 sayılı yasanın 8/2 maddesine göre, sabah 05 ile gece 24 arasındaki tüm televizyon ve radyo programlarının çocukların fiziksel ve ruhsal durumlarına uygun olması, bu durumu ihlal etmemesi gerekir. Acaba harem dizileri ile çocuk ve gençlerin ruhsal durumları etkileniyor mu? Bu tür dizilerle oryantalistler tarafından fantezi olarak yazılmış kitaplarının dizi formatında Türkiye’de uygulamaya geçirildiği söylenebilir mi? 2. Bazılarına göre, bu dizilerin gösterilmesinin amacı, Hıristiyan cariyelerin Osmanlı’yı dize getirdiğini kanıtlamaktır. Bizce, bu tür dizilerde, aynen diğer bazı dizilerde3 olduğu gibi, “özellik- 4. Her akşam kendisine sunulan farklı bir cariyeyi bekleyen Osmanlı 110 STRATEJİK DÜŞÜNCE | MART 2012 3. “Çıplak cariyeler”, “kafa kopartan Osmanlılar”, “adaletin olmadığı bir Osmanlı yönetimi” ve “zulüm üzerine kurulu Osmanlı İmparatorluğu” algısı zihinlere kazınmış olabilir. “Kukla devlet erkânı” ve “entrika içerisindeki Saray” algısı ile kültür ve medeniyetimizin bozukluğu bir algı olarak verilmek istenebilir. Sultanı imgesi sergileniyor olabilir. 5. Özel hayatın gizliliği tüm hukuk sistemlerinde kabul edilmiş, korunması gereken bir haktır. Hal böyle iken, dizilerde, ağırlıklı olarak olaylar, harem dairesinde geçmekte, diziler mahremi sergilemektedir. Ölü Sultan da olsa, özel hayatın gizliliğini ihlal etmek, insan haklarına uygun değildir. Kaldı ki Sultanların özel hayatı bu şekilde değildi. 6. Herkesin bildiği gibi, Padişah Divan-ı Hümayun’a (Fatih’ten sonra) iştirak etmez, kafes arkasından Divanı izlerdi. Dizilerde ise Sultan, Divan-ı Hümayun’a iştirak etmekte, Divan başlar başlamaz, kimse ile görüşmeksizin kararlarını açıklamaktadır. 7. Babasını yeni kaybetmiş olan “çakma” Kanuni eğlence düzenlemektedir. Babasının ölümü üzerine Başkent’e gelen “Çakma” Kanuni’ye, “Çakma” Valide Sultan tarafından sunulan cariyelerden oluşan bir eğlence düzenlenmesi olabilir mi? 8. “Cumhuriyet” ile “Osmanlı”nın barışmaya başladığı, tabuların yıkıldığı, Türkiye’nin bölgesinde etkisinin arttığı bu dönem, “Osmanlı”yı pazarlamanın fırsatı” kabul edilmekte ve reyting uğruna bazı değerler alt üst ediliyor mu? 9. Bu tür TV dizileri, dış politikada başarıların kazanıldığı bir dönemde Sultan’lara ve onların kişiliğinde Osmanlı’ya karşı olan küresel hareketin bir yansıması olarak da kabul edilebilir mi? Bu tür TV dizileri, daha çok yabancı seyirciler için hazırlanmış, reyting amacıyla ve dışarıya ihraç edilecek bir “mal” gibi mi duruyor? 10. Dünyanın adaletini ve üstünlüğünü kabul ettiği Kanuni Sultan Süleyman, hiçbir belgeye dayanmadan açıkça yerilmekte, tarihteki saygınlığı hiçbir gerçeğe dayanmadan yerle bir edilmektedir. ğılamak, kasten kötü göstermek doğru bir hareket midir? Bu tür yerli ve yabancı dizileri izleyenler, bu tür mesajların ne kadar ustalıkla verildiğini hatırlayabilirler. 2. Haremle ilgili dizilerin belgesel değil de sanal olduğu ve tarihten ilham alınarak yapıldığı tartışmasız ise de, (a) Zaman itibariyle gerçek gibi verilmektedir (1520-1566). (b) Mekân itibariyle gerçek gibi sunulmaktadır (Topkapı Sarayı, Eski Saray ve diğerleri gibi). (c) Tüm isimler gerçek olarak verilmektedir, Kanuni Sultan Süleyman, Sadrazam Pargalı İbrahim, Hürrem Sultan, Hatice Sultan, Şehzade Mustafa gibi. 11. RTÜK’e gelen ortalama şikâyet sayısı (son 3 yılın ortalaması) yıllık olarak 65 bindir. Oysa sadece “Muhteşem Yüzyıl” dizisi için gelen şikâyetler 19 Ocak 2011 tarihi itibariyle 174.613 tür. Bu şikâyetlerin bir değeri var mıdır? (d) Gelen şikâyetlere göre, TV tarafından gerçek gibi algılanacak şekilde sunulmakta ve halk da “gerçek” gibi algılamaktadır. Bu tür dizilerin hiçbir yerinde “bu dizi hayal mahsulüdür” ifadesi kullanılmamaktadır. Sonuç; 3. Yapılan araştırmalara göre, özellikle çocuklar, TV’de gördükleri harem hayatını gerçek sanmakta ve hayatı boyunca unutamamaktadır. 1. Bu yazının amacı Osmanlı’yı savunmak değildir. Esasen Osmanlı’nın savunulmaya ihtiyacı yoktur. Kaldı ki Osmanlı’yı savunmak bize düşmez. Ama bu tür dizilerin satır aralarında bir medeniyeti kötüleme tasavvuru olduğu belirtilebilir mi? Bir medeniyeti kötüleme tasavvuru dünya görüşüyle ilgilidir, ifade özgürlüğü konusudur; bir medeniyet kuşkusuz ki kötülenebilir ama bazı verilere, kanıtlara dayanmak koşuluyla. Yöntemine uygun olarak ifade özgürlüğü çerçevesinde bir medeniyet tasavvuru oluşturulabilir. Ancak hiçbir kanıt göstermeden bir dönemin tarihini, medeniyetini ideolojik olarak aşa1. 4. Tarihi gerçek şahsiyetlerin yaşamları elbette dizi yapılabilir, bunda kuşku yoktur. Fatih, Yavuz, Kanuni için olduğu gibi Lenin, Stalin ve George Washington için de bu böyledir. Bu yapılanın gerçek olması da aranmaz, gerçeğe yakın olması yeterlidir. Bununla birlikte yayın, hukuka, insan haklarına, genel ahlaka ve kamu hizmeti anlayışına uygun yapılmalıdır; özel hayatın gizliliği korunmalıdır. Esasen günümüzde tüm dünya ülkeleri, özel hayatın gizliliğine saygı göstermektedir. Bir başka deyişle özel hayata saygısız Hiçbir kanıt göstermeden bir dönemin tarihini, medeniyetini ideolojik olarak aşağılamak, kasten kötü göstermek doğru bir hareket midir? Bu tür yerli ve yabancı dizileri izleyenler, bu tür mesajların ne kadar ustalıkla verildiğini hatırlayabilirler. olan bir yapı günümüzde bilinmemektedir. 5. Kısaca AİHS’nde belirtilen ifade özgürlüğüne sonuna kadar evet, ama aşağılamaya, tahkir ve tezyife hayır. Demokrasiye ve insan haklarına sonuna kadar evet, özel yaşamın gizliliğini ihlale hayır. İnsanlığa saygıya evet, her tür sansüre hayır. İfade özgürlüğüne sonuna kadar evet, çocukların izleyebileceği saatlerde, onların ruhsal ve fiziksel yapılarına aykırı TV yayınlarına hayır. Tabuları yıkmaya evet ama insanı aşağılamaya hayır. Netice; Haremi konu alan TV dizilerinde, bu tür dizilerin baş tarafına “bu dizide gösterilen olaylarda tarihten ilham alınmışsa da Saray içerisinde geçen olaylar ve özellikle de harem hayatı tamamen hayal ürünüdür. Gerçekle ilgisi yoktur.” şeklinde bir ibarenin yazılması gerçeklik açısından yerinde olacaktır. Anayasa Hukukçusu, UNESCO İnsan Hakları İhtisas Komitesi Üyesi, RTÜK Üyesi* Bkz. Fendoglu, H. T. , Türk Kamu Hukuku Tarihinde Kölelik ve Cariyelik, Beyan Yayınları, İstanbul 1996. Daha detaylı bir çalışma için bkz. FENDOGLU, H.T. “Anayasal Derinlik, (Türkiye’nin Anayasal Hafızası, Türk Anayasa Tarihi)”, Yetkin Yayınları, Ankara, 2012 2. Gerçi belgeselin mahiyeti de tartışmalıdır. Belgesel nedir? Kim tarafından yorumlanır? Gerçeğe ne kadar uygundur? Bütün bunlar tamamen kişisel, öznel ve dolayısıyla da tartışmalı konulardır. Biz burada bunu tartışmayacağız. 3. Örneğin “Kurtlar Vadisi” isimli TV dizisi. Bu tür örnekler çoğaltılabilir. MART 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 111 Ali Kocamaz 112 STRATEJİK DÜŞÜNCE | MART 2012 karikadüş