Alpaslan DEMİR* Özet Abstract Giriş

advertisement
İKİ ŞECERE ÜZERİNE BİRKAÇ SÖZ: ŞEYH MAHMUDÜ'L-KEBİR YA DA DERVİŞ
BEYAZ KİMDİR?
Alpaslan DEMİR*
Özet
Şecereler, dikkatli ve diğer kaynaklarla karşılaştırılarak kullanıldığı taktirde önemli tarihi
belgelerdir. Üzerinde çalıştığımız şecereler, Mahmudü’l-Kebir (Derviş Beyaz) hakkında bilgiler ihtiva
etmektedir.
Elimizdeki
mevcut
şecereler,
bu
belgeleri
kullanmış
olan
araştırmacıların
değerlendirmeleri ile kıyaslanarak yorumlanmaya çalışılmıştır. Fakat bu şecereler tek başına yeterli
değildir. Bu nedenle, çalışmamızın ana kaynağı durumundaki şecerelerle ilişkili olduğunu
düşündüğümüz Varto’nun Şarik köyünde bulunan şecere ile Mazgirt’in Şöbek köyünde bulunan
şecerenin elde edilip dört şecere birlikte değerlendirilerek Mahmudü’l-Kebir hakkında daha fazla
bilgiye sahip olabiliriz.
Abstract
The şeceres are an important historical document if they use careful and comparative with
other sources. The şeceres that we study contains informations about Mahmudü’l-Kebir (Derviş
Beyaz). We tried to explain them. But they are not sufficient alone. Therefore, these şeceres must
compare with the şeceres which are in Varto (in Şarik village)and in Mazgirt (in Şöbek village) and by
this way we can get more information about Mahmudü’l-Kebir.
Giriş
Hz. Peygamber’in nesli, kızı Fatıma ile amcaoğlu Hz. Ali’nin evliliğinden doğan torunları Hz.
Hasan ve Hz. Hüseyin’in soylarından gelenlerle sürmüştür. 12. yüzyıldan itibaren yaygın olarak, Hz.
Hasan’ın soyundan gelenlere “Şerif”, Hz. Hüseyin’in soyundan gelenlere ise “Seyyid” denilmekte ve
seyyid yada şerif olduğunu kanıtlayan kişilere toplum, dini kaynaklı saygı, sevgi ve itibar
göstermekteydi. Osmanlı Devleti’nde sâdât-ı kirâm, askerî sınıf olarak kabul edilmekle birlikte, her
müslümanın ödemekle yükümlü olduğu şer’i vergiler dışında tekâlif-i örfiyye vergilerinden muaftı.[1]
Ayrıca sâdâttan besledikleri 150 koyuna kadar vergi alınmamaktaydı.[2]
Gerek sâdât-ı kirâmın toplum tarafından saygı ve sevgi görmesi[3], gerekse bir çok vergiden
muaf tutulmaları, bazı kişilerin kendilerini sahte şecere ve hüccetlerle seyyid gibi göstermesine neden
olmuştur. Hz. Peygamber’e atfedilen ve beddua içeren “Sahte biçimde kendisini bu nesebe dahil
edenlere ve bu nesebe mensup olanları dışarıda tutanlara lanet olsun” hadisine[4] rağmen, sahte
seyyidler (müteseyyidler) o kadar çoğalmıştır ki 16. yüzyılın ikinci yarısında yaşamış olan Gelibolulu
Mustafa Alî eserinde, nakîbü’l-eşraf dahi hangisinin Hz. Peygamber’in neslinden hangisinin Abdullah
evladından[5] olduğunu ayıramamakta, demektedir.[6]
Müteseyyidlerin sayısının artması, Osmanlı Devleti’nin vergi kaynaklarını etkilediği için zaman
zaman bu kişiler teftiş edilirdi. 1659 yılında yapılan teftişte Ereğli’de kayıtlı 200 seyyidden yirmiden
fazlasının sahte seyyid olduğu anlaşılmıştır. Evliya Çelebi Şumnu’yu anlatırken “Buranın sâdât-ı kirâmı
ve müteseyyidleri çoktur...... seyyidlik taslayan Kalmuk Tatarı gözlü ve İznik çinisi gibi gök gözlü, zehr-i
mâr sözlü, nursuz yüzlü, hâşâ seyyidleri var” der. Ayrıca Evliya Çelebi’nin anlattığı -Melek Ahmet
Paşa’nın huzuruna çıkan Gınaî Efendi adlı bir müteseyyid Paşa’ya, “Sultan Osman Hotin seferine
gittiğinde buradan geçerken Nakibüleşraf GulamîEfendi’den 300 kile arpa verip emir kapısına çıkıp
onbir kişi şecere aldık”- olay[7] durumun ne kadar vahim bir hal aldığını ortaya koyar. Nitekim 16.
yüzyılda İçel ve çevresinde sakin Bozdoğan yörükleri içerisinde tek bir seyyid bulunmazken[8], 18.
yüzyılın ilk yarısında Bozdoğan yörükleri arasında seyyit sayısı büyük rakamlara ulaşmıştır.[9]
Bütün bu anlattıklarımız, sâdâttan olmanın hem toplum nezdindeki sosyal, hem de devlet
nezdindeki iktisadi avantajlarını ortaya koymaktadır. Fakat, yapılan bütün istismarlara karşın toplum
içerisinde Hz. Peygamber nesline olan itibar azalmamıştır.
Çalışmamızın temel kaynağını iki adet şecere oluşturmaktadır. Elimizde mevcut olan
şecereler, Prof. 1400 rumuzunu kullanan Nazmi Nizami Sakallıoğlu tarafından eserinde kullanılmış ve
şecerelerin tercümeleri de bu eserde yer almıştır.[10] Bu şecereleri eserinde kullanan bir diğer kişi ise
Nejat Birdoğan’dır.[11] Fakat, hem Prof 1400 hem de Nejat Birdoğan, bu iki ayrı şecereyi tek bir
şecere olarak değerlendirmiştir. Her iki araştırmacının da bu hataya düşmesinin nedeni, şecere
fotokopilerinin üzerinde sonradan verilmiş olduğunu tahmin ettiğimiz sayfa numaralarının doğru
olduğunu düşünerek dikkatsiz davranmalarıdır. İki araştırmacının kullandığı ve üzerinde Ankara İkinci
Noteri’nin mührü bulunan bu fotokopilerin bir nüshası da bizim elimizde mevcuttur. Orijinallerinin
nerede olduğunu bilemediğimiz bu şecerelerin aslı, iki ayrı rulo şeklindedir. Fakat, elimizdeki şecere
fotokopileri A3 boyutunda toplam 19 sayfadır. Yukarıda da belirttiğimiz üzere bu fotokopilere
sonradan 1’den 19’a kadar numara verilmiştir. Öncelikle belirtmek isterim ki, sonradan verilmiş
olduğunu düşündüğümüz bu numaralandırılma sırasında bir karışıklık meydana gelmiştir. Fotokopi
sayfalarına göre, 1. sayfada I. Mahmud’un (1730-1754) tuğrası bulunan şecere,[12] 11. sayfa da ise 3.
Ahmet’in (1703-1730) tuğrası bulunan şecere vardır.[13] I. Mahmud’un tuğrasını taşıyan şecere
aslında 5 sayfadır. 5. sayfadan sonra gelen 5 sayfa, 3. Ahmet’in tuğrasını taşıyan şecerenin sonuna
eklenmesi gerekir. Adı geçen araştırmacılar, bu karışıklığı anlayamadığı gibi, bu iki ayrı şecereyi tek bir
şecere gibi düşünerek değerlendirmiştir. Ayrıca bu eserlerde verilen şecerelerin tercümelerinde[14]
hatalar olduğu gibi bazı yerler tercüme edilmeden geçilmiştir.
Üzerinde 3. Ahmed’in tuğrası bulunan şecereyi, Şeyh el-Hac Yusuf “südde-i sa’adete” elinde
menşurla gelerek 11 Kasım 1721’de onaylattırmıştır. Bu şecere, Seyyid Şeyh Murad, Seyyid Şeyh
Mahmud ve Seyyid Şeyh İbrahim tarafından değişik tarihlerde kadılara yada naiplere onaylatılmıştır.
Üzerinde I. Mahmud’un tuğrası bulunan şecere ise Eylül 1747 tarihinde padişah tarafından
onaylanmıştır. Bu iki belgede verilen şecereler karşılaştırıldığında, Hz. Hüseyin, Seyyid İmamül hümam
Zeynelabidin, İmamül Hümam Muhammedü’l-Bakır, İmamül Hümam Seyyid Caferü’s-Sadık, İmamül
Hümam Musa’l-Kazım, Seyyid Şeyh İbrahim, Seyyid Şeyh Musa, Seyyid el-Hac Bektaş-i Veli, Seyyid
Şeyh el-Hac Yunus, Seyyid Şeyh el-Hac İsmail, Seyyid Şeyh el-Hac Hüseyin, Seyyid Şeyh el-Hac
Muhammed, Seyyid el-Hac Abdulkadir, Seyyid el-Hac Halil, Seyyid Şeyh İbrahim, Seyyid Şeyh Cafer,
Şeyh Subhan, Seyyid Şeyh Mustafa, Seyyid Şeyhü’l-eş-Şeyh Hasan, Seyyid Şeyh Mikail isimlerinin her
iki belgede de mevcut olduğu görülmektedir. Buraya kadar aynı olan isimler, Seyyid Şeyh Mikail’den
sonra değişmektedir. 1721 tarihli belgede Seyyid Şeyh Mikail’den sonra Seyyid Mahmudü’l-Kebir,
1741 tarihli belgede ise Seyyid Şeyh Muhammed ismi gelmektedir. Belgelerden anlaşıldığı üzere
Seyyid Mahmudü’l-Kebir isimli kişi Derviş Beyaz’dır. Seyyid Şeyh Muhammed ise Seyyid Mahmudü’lKebir’in baba bir ana ayrı kardeşidir.[15] Bu durumda, 1721 tarihli belge Seyyid Mahmudü’l-Kebir’in,
1747 tarihli belge ise Seyyid Şeyh Mahmud’un şecereleri olması kuvvetle muhtemeldir.
Nejat Birdoğan Anadolu ve Balkanlar’da Alevi Yerleşmesi Ocaklar-Dedeler-Soyağaçları adlı
eserinde haklı olarak, “Soyağaçlarının içerisinde bizi en çok yoran bu belgeler oldu”, “Altından
çıkamadım” demektedir. Birdoğan, belgelerin değerlendirmesini yaparken bazı hatalara düşmüştür.
1747 (H. 1160) tarihli belgenin tarihini 1844 olarak vermektedir. Aslında bu hata kendisinden ziyade,
değerlendirmelerini yaparken kullanmış olduğu -Süleyman Yaşar tarafından yapılan tercüme- belge
çevirisinden kaynaklanmaktadır. Bu çeviride, 1160[16] tarihi 1260[17] olarak okunmuştur. Nejat
Birdoğan, muhtemeldir ki belgenin aslını görmemiş ve değerlendirmeyi çevirilerden yapmıştır.
Dolayısıyla, belgeyi 1260 (1844) tarihli kabul eden Birdoğan, “Bu tarihte Osmanlı tahtında Abdülmecid
(1823-1861) oturmaktadır. Belgenin Başında Sultan Mustafa (anlaşıldığına göre dördüncü Mustafa ki
1779-1808 tarihleri arasında yaşamıştır.) oğlu Sultan Mahmut (anlaşıldığına göre ikinci Mahmut ki
1786-1839 yılları arasında yaşamıştır) yazılmıştır”, “Belgede hiç Abdülmecid’den söz edilmiyor”
demektedir.[18] Belgenin başında “Sultan Mahmud bin Sultan Mustafa el-muzaffer daima” yazdığı
doğrudur. Fakat burada adı geçen Mustafa, II. Mustafa (1695-1703), Mahmut ise I. Mahmut (17301754)’tur. Dolayısıyla belgenin 1747 tarihinde verilmiş olması, ki bu sırada tahtta Sultan I. Mahmut
vardır, mantıklıdır. Belgede hiç Abdülmecid’den söz edilmemesi de bundan dolayıdır.
Nejat Birdoğan’ın üzerinde durduğu bir diğer konu ise belgelerde verilen soyağacı ile ilgilidir:
“Belgeler tomarının kimi listeleri öbür listeleri tutmuyor. Sıralamaya göre kimi kişilerin babaları bir
listede başka, öbürlerinde başkadır. Altından çıkamadım.”[19] Daha önce de belirttiğimiz gibi Nejat
Birdoğan’ın kullandığı tercüme, ki bizim de elimizde o tercüme mevcuttur, eksiktir. Bu tercümelerde
bazı yerler tercüme edilmeden atlanmıştır. Bu bağlamda şecerelerde de okunmadan geçilmiş yerler
vardır. Nejat Birdoğan, elindeki tercümeye göre yorum yaptığı için, kimi kişilerin babaları bir listede
başka diğerinde başkadır. Fakat, 1721 tarihli belgede Seyyid Şeyh İbrahim, 1747 tarihli belgede ise
Seyyid Musa, Seyyid Şeyh Hüseyin ve Seyyid Subhan isimleri okunmamıştır. Bu iki şecere
kıyaslandığında, Seyyid Şeyh Mikail’e kadar olan isimler birbirini tutmaktadır. Bu isimden sonra, 1721
tarihli belgede Seyyid Mahmudü’l-Kebir’in, 1741 tarihli belgede ise Seyyid Şeyh Muhammed’in ismi
gelmektedir. Belgelerden anlaşıldığı üzere Seyyid Mahmudü’l-Kebir isimli kişi Derviş Beyaz’dır. Seyyid
Şeyh Muhammed ise Seyyid Mahmudü’l-Kebir’in baba bir ana ayrı kardeşidir.[20] Bize göre, 1721
tarihli belgenin Seyyid Mahmudü’l-Kebir’in, 1747 tarihli belgenin ise Seyyid Şeyh Mahmud’un
şecereleri olması yükek bir olasılıktır.
Nejat Birdoğan, “Evvelde eimme-i Hanefiyye bu vechiledir. Allahu alem. Onların alimleri ve
seyyidleri bulundukları yerlerde padişah vergisinden muaftılar.”[21] şeklindeki kayda ilginç ve bir o
kadar da duygusal bir yorum getirerek, “Hanefi imamlar gibi padişah vergisinden muaf olmaya bir
alevi nasıl razı olur?” demektedir.[22] Birdoğan’ın bir diğer yorumu ise nasihat name ile ilgilidir. 1747
tarihli belgede verilen Şeyh Mahmudü’l-Kebir’e ait olduğu söylenen nasihat namede geçen “Sakın
avrat sözüne inanma” için “bu buyruk bir alevi ereninden çıkabilir mi?” demektedir.[23]
Şecerelerdeki Tarih Hataları Nelerdir?
3. Ahmed tuğrasını taşıyan sayfada tuğradan hemen sonra şu bilgiler mevcuttur: “Nişan-ı
şerif-i sami mekan-ı sultani tuğra-yı cihan sitan-i hakani hükmü oldur ki bi-ilmillahi ibtida Sultan
Alaeddin sene 641, Sultan Orhan 701, Sultan Murad-ı evvel 730, Sultan Bayezid 791, Sultan Mehmed
804, Sultan Murad-ı Sani el-meşhurü’d-dünya ve’l-ahire 824, Sultan Mehmed-i Sani 850, Sultan
Bayezid-i Sani 886, Sultan Selim-i Evvel, 918, Sultan Süleyman 936, Sultan Selim-i Sani 948. Bu şecerei mübareke Sultan Alaeddin’den II. Sultan Selim’e kadar bütün sultanlar tarafından imzalanmıştır. Bu
mübarek silsile imam Hüseyin’den bu ana kadar gelmiştir. Dünya ve ahirette bilinir. Batın tertibi üzere
doğru olarak kaydedilmiştir. Ya ilahi bizi anların zümresinden haşret Amin.”
Burada verilen bilgilerde tarih problemleri vardır. Sultan Alaeddin’in (1220-1237) bu bilgileri
onayladığı tarih olarak verilen rakam 641 (1243)’dir ki bu tarihte Selçuklu tahtında II. Keyhüsrev
(1237-1246) bulunuyordu. Diğer tarihlere baktığımızda ise şöyle bir tablo ortaya çıkmaktadır: Sultan
Orhan (1324-1362) sene 701 (1301), bu tarihte tahtta Osman Gazi (1299-1326) bulunuyordu. Sultan I.
Murad (1362-1389) sene 730 (1329), bu tarihte Orhan Gazi (1326-1359) hükümdardır. Sultan Bayezid
(1389-1402) sene 791 (1389). Sultan Mehmed (1413-1421) sene 804 (1401), bu tarihte Osmanlı
tahtında bulunan sultan Yıldırım Bayezid (1389-1403)’dir. Sultan II. Murad (1421-1451) sene 824
(1421). Sultan II. Mehmed (1451-1481) sene 850 (1446), bu tarih babasından tahtı aldığı döneme
denk gelmektedir. Sultan II. Bayezid (1481-1512) sene 886 (1481). Sultan I. Selim (1512-1520) sene
918 (1512). Sultan Süleyman (1520-1566) sene 926 (1520). Sultan II. Selim (1566-1574) sene 948
(1541), bu tarihte Sultan Süleyman tahtta bulunuyordu. Burada verilmiş olan 11 tarihten 5’i hatalıdır.
Hatalı tarih bilgilerinden birisi de Bağdat’ın fethi ile ilgili olandır. Eylül 1747 tarihli belgede,
Şeyh Mahmudü’l-Kebir’in keramet olayı, “Bağdatın fethi zamanındaki tarihi ateş hadisesi sene 730
(1329-30)” başlığı ile anlatmıştır.[24] Bağdatın fethi ile ilgili olarak 1721 tarihli şecerede de bilgi
vardır. Bu kayda göre bu şecere sahibi es-Seyyid Şeyh Mahmud (Derviş Beyaz = Mahmudü’l-Kebir),
Sultan Murad Han’ın yanına gelmiş ve Sultan Murad da şecerenin Hz. Muhammed (S.a.v.)’in temiz
neslinin şeceresi olduğunu kabul etmiştir. Ve bu olay, 15 Şevval 730 (8 Ağustos 1330) senesi
Bağdad’ın fethi zamanında vuku bulmuştur. Verilen bu tarihte iki şekilde problem vardır. Birinci
olarak, bu tarih Orhan Gazi’nin hükümdarlığına denk gelmektedir. İkinci olarak, verilen tarihte Bağdad
İlhanlılar elindedir.[25]
1721 tarihli belgede “bu menşur (şecere) ilk defa 150 (m. 767), sonra Medine-i Münevvere’de
250 (m. 864), sonra Bağdad’da 380 (m. 990), sonra İstanbul’da 540 (m. 1145), sonra ..............’da 670
(m. 1271), sonra Gelibolu’da 860 (m. 1455), sonra Bağdad’da 940 (m. 1533), sonra İstanbul’da 1000
(m. 1591) senelerinde yazılmıştır” şeklinde kayıt vardır. Burada bizim dikkatimizi çeken nokta,
şecerenin h. 540 (m. 1145)’de Kostantiniye’de onaylanmış olmasıdır. Bilindiği üzere bu tarihte
İstanbul Bizans’ın elindedir. İstanbul’da bu şecereyi kimin onayladığı şüphelidir. Nejat Birdoğan
eserinde bu konuya atfen şöyle demektedir. “1145 yılında bu şecereyi İstanbul’da kim onayladı.
Hristiyan Bizans mı?”[26]
Hacı Bektaş-ı Veli Hazretleri’nin Şecerelerdeki Yeri
Prof 1400, şecerede adı geçen Seyyid el-hac Bektaşi Veli için ise “Asıl adı Muhammed’dir.
1200’lü yıllarda yaşayan Hacı Bektaş’ın bu zatla hiçbir ilgisi yoktur. Yukarıda ismi yazılı olan Seyyid
İbrahim’in[27] oğlunun isminin neden Hacı Bektaş diye yazıldığını bilmiyoruz. Zira Seydi İbrahim’in
oğlunun ismi Muhammed’dir. Tahminimiz bu şecereye Bektaşilik düzeninin eli girmiştir. Zira
bektaşiliğin muteber kabul ettikleri vilayetnamede kerametlik örneklerinin hepsi de, Hacı Bektaş
adına yapılmış, fakat yaşantısına örnek olan Hacı Bektaş 1200’lü yıllarda yaşamıştır.” şeklinde bir not
düşmüş ve bu kişinin Hacı Bektaşi Veli olmadığını iddia etmiştir.[28] Benzer eleştiriyi Nejat Birdoğan
da yapar. Nejat Birdoğan “İmam Musa’l-Kazım’ın oğlunun oğlu gösterilen[29] Hacı Bektaş’ın
soyağacında yer alması mümkün değildir. Musa’l-Kazım yedinci imamdır ve Arap[30] soyundandır.
Torununa Bekdeş gibi Türkçe kökenden bir adı nasıl koyar? Tarihlerde böyle bir torun yok. Bu
uydurma bir anlatımdır.”[31] demektedir.
Hacı Bektaş, Horasan hükümdarı İbrahim es-Sânî Seyyid Muhammed ile Şeyh Ahmed adlı
Nişaburlu bir âlim zatın kızı olan Hatem (Hatme)’in oğludur.[32] Vilayetname, Hacı Bektaş-ı Veli’nin
baba tarafından Hz. Aliye mensup olduğunu bildirir ve şu şecereyi verir: Hz. Ali, Hz. Hüseyin, İmam
Zeynelabidin Ali, İmam Muhammed el-Bakr, İmam Cafer es-Sadık, İmam Musa el-Kazım, İbrahim
Mukerrem el-Mucab, Seyyid Musa es-Sani, Seyyid Muhammed İbrahim es-Sani, Hacı Bektaş Veli.[33]
Şecerelerde Hacı Bektaş-ı Veli ile ilgili, “Dünya ve ahirette, kutuplar ve gaib ve zahir arasında
meşhur olan es-Seyyid Şeyh Hacı Bektaşi Veli’ye (Allah sırlarını takdis etsin ve bizleri haşır ve mizande
onlarla beraber hareylesin ve bereketleriyle bizleri bereketlendirsin) kadar kaydedilmiştir;[34] “Bu
neseb-i şerif Hacı Bektaşi Veli (K.s.) soyunun Resulullh (S.a.v)’ın torunlarına dayandığını sahih
delillerle isbat eder”,[35] “Hacı Bektaşi Veli Hazretleri ateş üzre namaz kılub hiç kendüne bir keder
gelmedi. Silsile-i Muhammedi keramet ve duadan hâli değildi” ve son olarak da “(Derviş Beyaz’ın
ateşten sağ olarak çıkması konusunda) fakat onlar Hacı Bektaş-i Veli hazretlerinin himmetiyle yedi
gün sonra ateşten sağ olarak çıkmıştılar” [36] şeklinde dört kayıt vardır.
Verilen şecerelerde Hacı Bektaş ile adları yazılmış diğer kişiler arasında muazzam tarih farkı
vardır. Fakat, Hacı Bektaş’ın şecerelerde yer bulması, devrin geleneğine uyularak soyun Hz. Ali’ye
ulaştırılması ve ayrıca seyyid sıfatının verilme isteğinden kaynaklanmaktadır. [37]
Elimizdeki Belgelerde İsmi Geçen Seyyid Mahmudü’l-Kebir Kimdir?
Öncelikle belirtmeliyim ki, bir çok telif eseri taramama rağmen bu zatın ne ismine ne de
hakkında herhangi bir bilgiye rastlayabildim. Dolayısıyla vereceğim bilgiler, tamamen elimizde mevcut
olan iki şecereye dayanmaktadır.
Şeyh Mahmudu’l-Kebîr, Sultan Murad devrinde yaşamış sahih ve meşhur haberlere göre
kerameti açık olan bir kişidir. Kerametleri, Sultan Murad tarafından bazen bizzat bazen de başkaları
vasıtası ile görülmüştür. Şeyh Mahmudu’l-Kebîr’in lakabı “Keramet”, künyesi ise “Derviş Beyaz”dır.
Kutubdan kendisine sofra gelmiştir. İki oğlu vardı. İsimleri ise Seyyid Abdullah ve Seyyid Hânî’dir.[38]
Hısn-ı Mansur’da ikamet eden ve tekke sahibi Seyyid Şeyh Mahmud’un iki kardeşi vardı. Bunlardan
ilki anne-baba bir olan Şeyh Hacı Yusuf, diğeri ise baba bir olan Seyyid Şeyh Muhammed’dir.[39]
Şeyh Mahmudü’l-Kebir’in Ateşe Girme Kerameti
Şeyh Mahmudü’l-Kebir’in ateşe girme kerameti ile ilgili olarak 1721 tarihli şecerenin iki
yerinde kayıt mevcuttur. Fakat, bunlardan ilkinin başında “671’de nara giddiği”[40] şeklinde bir yazı
vardır. Miladi olarak 1272’ye denk gelen bu tarih, 1362-1389 tarihleri arasında hüküm sürmüş olan I.
Murad’dan yaklaşık bir yüz yıl öncedir.
Aynı tarih problemini diğer şecerede de (Eylül 1747) yaşamaktayız. Şeyh Mahmudü’l-Kebir’in
keramet olayı, “Bağdatın fethi zamanındaki tarihi ateş hadisesi sene 730 (1329-30)” başlığı ile
anlatmıştır.[41] Bağdatın fethi ile ilgili 1721 tarihli şecerede de bilgi vardır. Bu kayıda göre bu şecere
sahibi es-Seyyid Şeyh Mahmud (Derviş Beyaz = Mahmudü’l-Kebir), Sultan Murad Han’ın yanına gelmiş
ve Sultan Murad da şecerenin Hz. Muhammed (S.a.v.)’in temiz neslinin şeceresi olduğunu kabul
etmiştir. Ve bu olay, 15 Şevval 730 (8 Ağustos 1330) senesi Bağdad’ın fethi zamanında vuku
bulmuştur. Ayrıca, bu kaydın yanına düşülen bir diğer not ise “veziri dini bütün Yakub Paşa hazretleri
idi” şeklindedir. Verilen bu tarihte iki şekilde problem vardır. İlk olarak bu tarih, Orhan Gazi’nin
hükümdarlığına denk gelmektedir. İkinci olarak, verilen tarihte Bağdad İlhanlılar elindedir.[42]
Mahmudü’l-Kebir’in keramet hadisesine gelince, Sultan Murad Derviş Beyaz’ı huzuruna kabul
eder ve kendisinden sahih bir keramet ister. Dağ gibi odunlar toplanır ve Derviş, bir çuhadar ile
birlikte kor ateşin içine girer. Yedi gün sonra ateşten çıktıktan sonra Sultan Murad, ismi Mehmet olan
bu kişiye ne gördüğünü sorar. Onun cevabı: “Benim sultanım, benim gördüğüm sen dahi göreydin
vücudun eriyip mahu olurdu. Emma Derviş Gevr himmetiyle bana bir şey olmadı. Ben dahi ol kadar
bir od içinde bir yeşil çimenli yerdir. Göl sosun, reyhan ve akarsular ve bir yanda kar ile buz çokdu. Ve
kendüsi bir ala beyaz köşkün üstünde bir kuş gibi otururdu. Asla ateş namında bir şeyler görmedim”
şeklindedir. Muhammed, sultandan rica ederek bir daha Dervişten ayrılmadı. Bu kerametinden dolayı
Sultan, Dervişi “Beyaz” lakabıyla lakaplandırmıştır.[43]
Bu olay 1747 tarihli belgede ise şöyle anlatılmaktadır: Bağdatın fethi zamanındaki tarihi ateş
hadisesi 730 (1329-1330)
Derviş Beyaz Sultan Murad’ın tebasından Muhammed adlı bir kişi ile büyük bir dağ gibi
yanmakta olan ateşe girip yedi gün kalır. Halk korku içindedir. Fakat onlar Hacı Bektaş-i Veli
hazretlerinin himmetiyle yedi gün sonra ateşten sağ olarak çıkmıştırlar. Sultan Murad Muhammed’e
neler gördüğünü sorduğunda Muhammed’in cevabı şöyledir: “Ey hünkarım ben sahralar, şehirler,
dükkanlar yeşillikler, çiçekler, reyhanlar, kar ve buz gibi şeyler gördüm. Ateşin eserinden bir şey
görmedim. Çok yüksek beyaz bir bina ve Derviş Beyaz’ın da beyaz bir kuş gibi bu binanın üzerinde
olduğunu gördüm. Sonra Derviş Beyaz binadan indi, elimden tutup, huzurunuza getirdi.” Bunun
üzerine Sultan Murad bu dervişi “beyaz kuş ve beyaz kubbe” ile lakaplandırır. [44]
Biz, Alevilik’te “ateş” motifini kaynaklarda yada sözlü gelenekte görmekteyiz. Anadolu
Aleviliğinde Ocak sistemi ve Dedelik Kurumu adlı yazısında Ali Yaman, Dede ocaklarına adlarını veren
şahsiyetlerin bu konumlarını belirleyen üç önemli unsurun olduğunu söyler. Bunlardan birincisi
“soy”dur. Bunun anlamı soy yolu ile Hz. Ali’ye bağlanmaktır. İkincisi “Keramet” olup, ocak ulularının
ateşe hükmetme, zehir içme, duvarı yürütmek gibi kerametler ortaya koymasıdır. Sonuncusu Hacı
Bektaşi Veli dergahında yaptıkları “hizmet”tir.[45]
Şeyh Mahmudü’l-Kebir’in Nasihatnamesi
1747 tarihli belgede bir de nasihatname mevcuttur. Belgede yazılanlara göre, Sultan Murad’a
verilen bu nasihatname, sultanın çok hoşuna gider ve içindeki sözlere riayet eder. Bu nasihatlere
uyarak pek çok kere düşmana karşı zafer kazanmıştır. Ve nasihatname-i evliyane deyip sakladığı gibi
bu nasihatname Sultan Murad’dan diğer Sultanlara da miras kalmıştır.
Şeyh Mahmudu’l-Kebir’in Nasihatnamesi[46]
Evvela sırrını sakla var söyleme. Bila sebeb kimesne ile husumet itme. Sözünde sadık ol.
Te’ennî[47] idici ol. Bir kimesnei zemm[48] ü gıybet itme. Fukarayı tahkir itme. Ululara ri’âyet eyle.
Mevti herdem fikreyle. Bilmedüğin kimesne ile mukârin olma. Sana düşmanlığı sebkat[49] olana tiz
i’timâd itme. Her nemîmelik[50] iden ademden hakikat umma. Tevâzu’ehli ol. Senden rencide
olan(dan) vefa umma. Hızmet ile bir kimesnei tecrübe itmeyince istikametine inanma. Bir günlük
musibete sabreyle. Senden büyük olan ademle mücadele itme. Nice kerre hakikat gördüğün dostdan
bir zillet sâdır olmağla terk itme. Müstakîm[51] ol sen sana ne sanursan âleme dahi anı san.[52] Bir
nesne ki zâyi olub ayruk ele gelmesi muhal olandan ötürü gam yeme. Tâli’in el virmek ile mağrur
olma. Dostlaruna mürüvvet[53] düşmanına müdâra[54] ile dostu düşmandan fark idüb ana göre
mukabil ol. Düşman ne kadar hakîr ise hor bakma. Her fürû-mâye[55]i getürüb kendüne hemdem[56] etme. Elin gıybetini sana getüreni dost sanma. Yarı sâdık uteka[57]-i kimya-i ma’kul-Seyyidi
ele getirdükçe pekçe sakla. Sakın avrat sözüne inanma. Kezzâbdan nefret eyle dahi dil-i ademden ve
hasîsden kerem umma. Salihlerün duâ’sını almağa sa’y eyle. Devletini düşmandan sakın.
Nedâmet[58]-i âlim ve cahili kar eden nîk[59]beti evine götürme. İyilik bilmezlere iyilik etme. Evvel
fikreyle ba’dehu söyle. Bi-emr-i hüda rabbi’l-izzete sığınub tâ’ata[60] meşgul ol. Temmet[61]
Nasihatnâme-i Şeyh Mahmudu’l-Kebîr rahmetullah-i aleyhi rahmeten vasiaten.
Şecereler Kureyşan Ocağına mı Aittir?
Prof 1400 eserinde bu şecereleri, Kureyşan Ocağı şeceresi olarak değerlendirmekte ve
şecerelerde adı geçen Derviş Beyaz’ı Seyyid Mahmud Hayrani soyuna bağlamaktadır.[62] Bu
şecerelerin Kureyşan Ocağı[63] şeceresi olarak değerlendirilmesine, Ali Yaman’a üç buçuk sayfalık bir
metin gönderen Derviş Beyaz Ocağı’ndan Mehmet Nuri Beyazyıldırım, karşı çıkmıştır. Mehmet Nuri
Beyazyıldırım, bu şecerenin Kureyşan Ocağı ile hiçbir alakasının olmadığını ifade ettiği gibi Derviş
Beyaz Ocağının da Kureyşan Ocağı ile hiçbir alakasının olmadığını belirtir.[64] Nitekim, şecerelerde
Seyyid Mahmud Hayrani adı geçmediği gibi Hacı Kureyş yada Kureyşan hakkında da her hangi bir bilgi
bulunmamaktadır. Eserde yalnız, Derviş Beyaz (yada Derviş Gevr) hakkında bilgi bulunmaktadır.
Şecereye göre, kerametleri Sultan Murad tarafından bazen bizzat bazen de başkaları vasıtası ile
görülmüş olan Şeyh Mahmudu’l-Kebîr’in lakabı “Keramet”, künyesi ise “Derviş Beyaz”dır.[65]
Nejat Birdoğan, şecerelerin Seyyid Mahmut Hayrani’ye mi yoksa Derviş Beyaz’a mı ait
olduğunu anlayamadığını ve şecerelerde Kureyş ile ilgili hiçbir bilginin olmadığını söyledikten sonra
“Salt son bölümlerde bu Derviş Gevr’den söz edilmektedir. Kimi Dersim belgeleri bu Gevr için Derviş
Beyaz (Mahmud-ı Kebir) demektedirler. Gevr, Zaza dilinde “ateşe tapan, mecusi” demektir. Soy
ağacının bizce en önemli yeri burasıdır. Eski Zerdüşt kültürünü yaşatan bir büyük erenle karşı
karşıyayız” demektedir. Nejat Birdoğan ayrıca, “Bize öyle geliyor ki Şarikte Şerif Fırat rahmetlinin
gördüğü soy ağacının içindeki yerini beğenmeyen daha bağımsız davranmak isteyen bir Kureyşanlı
dedenin yılar sonra ele geçirdiği kimi bölük pörçük belgelerle ortaya çıkardığı ve kimi yetkisiz kişilere
onaylattığı bir soy ağacı ile karşı karşıyayız. Gerçekten gerek bu soy ağacında, gerekse Şarik’te
bulunan soyağacındaki oymakları da bir takım ayrılıklar olsa bile kullanmak isteyen bir düşünce ile
karşı karşıyayız. Seyyid Mahmud Hayrani adı Mahmud-ı Kebir’e çevrilmiş ve böylece sonradan
Mevlevi olan Mahmud Hayrani’den kurtulunmak istenmiştir.”[66] demektedir.
Sonuç
Çalışmamız esnasında kullandığımız iki şecere ile, Mehmet Şerif Fırat’ın ve Nejat Birdoğan’ın
bahsettiği -ki eserlerinde şecere çevirisine yada şecerelerin fotokopilerine yer vermemişlerdirşecereler arasında benzerlikler vardır. Adı geçen araştırmacılar, bazı istisnalar hariç, elimizdeki
şecereler ile aynı olduğunu düşündüğümüz bu şecerelerin Anadolu’da hakkında belge bulunan en eski
ocaklardan birisi olan Kureyşan ocağına ait olduğunu yazarlar. Fakat bizim kullandığımız belgelerde bu
konu ile ilgili hiçbir bilgi bulunmamaktadır. Dolayısıyla, elimizde mevcut olan iki şecerenin doğru
değerlendirilebilmesi ve Mahmudü’l-Kebir’in gerçek kimliğinin ortaya çıkarılabilmesi için, Mehmet
Şerif Fırat’ın bahsettiği Varto’nun Şarik köyünde bulunan şecere ile Mazgirt’in Şöbek köyünde
bulunan şecerenin[67] görülmesi şarttır.
Hz. Ali[68]
Hz. Hüseyin
Seyyid İmamül hümam Zeynelabidin
İmamül Hümam Muhammedü’l-Bakır
İmamül Hümam Seyyid Caferü’s-Sadık
İmamül Hümam Musa’l-Kazım
Seyyid Şeyh İbrahim
Seyyid Şeyh Musa
Seyyid el-Hac Bektaş-i Veli
Seyyid Şeyh el-Hac Yunus
Seyyid Şeyh el-Hac İsmail
Seyyid Şeyh el-Hac Hüseyin
Seyyid Şeyh el-Hac Muhammed
Seyyid el-Hac Abdulkadir
Seyyid el-Hac Halil
Seyyid Şeyh İbrahim[69]
Seyyid Şeyh Cafer
Şeyh Subhan
Seyyid Şeyh Mustafa
Seyyid Şeyhü’l-eş-Şeyh Hasan
Seyyid Şeyh Mikail
Seyyid Mahmudu’l-Kebir
Seyyid Şeyhü’l-meşayih Kutbu’l-Aktab
Seyyid Şeyh Abdullahi’l-Kebir
Seyyid Şeyh Hüseyin
Seyyid Şeyh Aliyül Kebir
Seyyid Şeyh Hasan
Seyyid Şeyh Ali
Seyyid Şeyh Mahmud
Seyyid Şeyh Muhammed
Seyyid Şeyh Veli
Seyyid Şeyh Abdullah
Seyyid Şeyh el-Hac Yusuf
Seyyid Şeyh İbrahim
Seyyid Şeyh Murad
Seyyid Şeyh Şemdin
Seyyid Polad
Seyyid Muhammed
Seyyid Ahmed
Hz. Hüseyin[70]
İmamül hümam Zeynelabidin
İmamül Hümam Muhammedü’l-Bakır
İmamül Caferü’s-Sadık
Seyyid İmamül Hümam Musa’l-Kazım
Seyyid İbrahim
Seyyid Musa[71]
Seyyid el-Hac Bektaş-i Veli
Seyyid Şeyh Yunus
Seyyid el-Hac İsmail
Seyyid Şeyh Hüseyin[72]
Seyyid Şeyh el-Hac Muhammed
Seyyid Şeyh el-Hac Abdulkadir
Seyyid Şeyh Hacı Halil
Seyyid Şeyh İbrahim
Seyyid Şeyh Cafer
Seyyid Subhan[73]
Seyyid Şeyh Mustafa
Seyyid Şeyh Hasan
Seyyid Şeyh Mikail
Seyyid Şeyh Muhammed
(Seyyid Mahmud’un baba bir anne ayrı
olan kardeşi)
Seyyid Şeyh İsmail
Seyyid Şeyh Mahmud
Seyyid Şeyh Yusuf
Seyyid Şeyh Hasan
Tac ve Kutbu’l-Aktab Ali
Seyyid Şeyh Abdullah
Seyyid Şeyh Hüseyin
Seyyid İbrahim
Seyyid Mustafa
Seyyid Muhammed
Seyyid Ahmed[74]
Seyyid Halil
Seyyid İbrahim
DİPNOTLAR
* Gazi Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü Araştırma Görevlisi.
[1] Sâdât-ı kirâmdan olan kişiler, avarız-ı divâniyye, tekâlif-i şakka ve rüsûm-ı raiyyetten
muaftılar. Bakınız, Hasan Yüksel, “Osmanlı Toplumunda Sâdât-ı Kirâm”, Uluslar arası
Osmanlı Tarihi Sempozyumu Bildirileri, 8-10 Nisan 1999, İzmir, s. 345-351.
[2] “Bulaca cemaatı seydâtlarından olub yedlerinde İstanbul nakibü'l-eşrâfından hüccetleri
olmağla şurût-ı emr-i âli yüzellişer adetleri aşağı varılub ma’ada gayrileri resmin vermek üzre
üzerlerine kayd olunmuşdur”, Tapu Kadastro Arşivi tapu tahrir defteri no 130, Defter-i
Yörügân-ı Tahrir-i Cedid-i Bozdoğan, vrk. 8 b.
[3] Sâdât’a karşı bazen saldırılar da olmuştur. Bakınız, Şeyh Ahmet el-Bedirî el-Hallâk,
Berber Bedri’nin Günlüğü 1741-1762 Osmanlı Taşra Hayatına İlişkin Olaylar, Mütercimi:
Hasan Yüksel, Akçağ Yay, Ankara, 1995, s. 84-86.
[4] Hasan Yüksel, a.g.m., s. 351.
[5] “Abdullah evladı: İslam tarihinde münafıkların başkanı olarak tanınan ve III. Halife Hz.
Osman zamanında müslüman olaraka Hz. Ali zamanındaki olayların liderlerinden sayılan
Sanalı Abdullah b. Sebe’ye bağlananlar kastedilmektedir.” Bakınız, Mehmet Şeker,
Gelibolulu Mustafa Alî ve Mevâ’idü’n-Nefâis Fî-Kavâ’idi’l-Mecâlis, TTK Yay., Ankara,
1997, s. 106.
[6] Mehmet Şeker, a.g.e., s. 105-106, 310-311.
[7] Hasan Yüksel, a.g.m., s. 351-352.
[8] Bakınız, Alpaslan Demir, 16. Yüzyılda İçel ve Çevresinde Bozdoğan Cemaati, Ankara
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Basılmamış Yükseklisans Tezi, Ankara, 2000.
[9] Tapu Kadastro Arşivi tapu tahrir defteri no 130 ve no 103.
[10] Bakınız Prof 1400, Ehlibeyt Nesli Seyyid Mahmud Hayrani ve Evlatları, İstanbul, 1993.
Bu eserdeki bilgiler Mustafa Aklıbaşında adındaki bir dede tarafından derlenmiştir.
[11] Nejat Birdoğan, Anadolu ve Balkanlar’da Alevi Yerleşmesi Ocaklar-DedelerSoyağaçları, Alev Yayınları, İstanbul, 1992
[12] Şecere, Eylül 1747 tarihlidir.
[13] Şecere, 11 Kasım 1721 tarihlidir.
[14] Şecereler, Süleyman Yaşar adlı bir yeminli mütercim tarafından tercüme edilmiştir. Prof
1400 eserinde bu tercümenin tamamına yer verirken, Nejat Birdoğan anladığımız kadarıyla
belgenin Arap harfli orijinalini görmeden sadece tercümeyi kullanarak değerlendirme
yapmıştır.
[15] 1747 tarihli belge.
[16] Sene sittin ve mi’e ve elf.
[17] Sene sittin ve mieteyn ve elf.
[18] Nejat Birdoğan, a.g.e., s. 259-260.
[19] Nejat Birdoğan, a.g.e., s. 261.
[20] 1747 tarihli belge.
[21] 1721 tarihli belge.
[22] Nejat Birdoğan, a.g.e., s. 262.
[23] Nejat Birdoğan, a.g.e., s. 260
[24] 1747 tarihli belge.
[25] Bakınız, Abdulaziz ed-Düri, “Bağdat”, İslam Ansiklopedisi, Türkiye Diyanet Vakfı Yay.,
C. 4, İstanbul, 1991, s. 425-433.
[26] Nejat Birdoğan, a.g.e., s. 262
[27] Seyyid İbrahim’in oğlu olarak değil torunu olarak kayıtlıdır. Şecereye göre Seyyid
İbrahim’in oğlu Seyyid Şeyh Musa’dır.
[28] Prof. 1400, Ehlibeyt Nesli Seyyid Mahmud Hayrani ve Evlatları, İstanbul, 1993
[29] Hacı Bektaş, şecerelerde İmam Musa’l-Kazım’ın oğlunun oğlu değil oğlunun torunu olarak kaydedilmiştir.
(İmamül Hümam Musa’l-Kazım, Seyyid Şeyh İbrahim, Seyyid Şeyh Musa, Seyyid el-Hac Bektaş-i Veli)
[30] Bu konuda bakınız: www.cancom.de/temp . Bu sitede Türk soyundan gelen bir kişinin nasıl Arap soyundan
olan Hz. Ali’ye soyca bağlanabileceği hususunda şöyle bir açıklama mevcuttur: “Türk soyundan gelen dedelerin
nasıl evlad-ı resul (seyyid) sayıldıkları konusu da tartışmalıdır. Bugün için yanıtlanması zor bu konu hakkında
Alevi geleneğinin tabii ki bir yanıtı vardır. Benekay’ın şu ifadeleri Alevi geleneğinin bu konudaki görüşünü çok iyi
yansıtmaktadır: “... Hazreti Ali ve evlâdı, Muaviye devrinden başlıyarak tarih boyunca çok zulüm gördü... Ali
evlâdı, Arabistan yarımadasından kaçıp İran’a sığındı. Ama onlara en sıcak yüreği oralardaki Türk boyları, Türk
aşiretleri açtı. Böylece soyları karıştı. O soylar gele gele bugüne geldi. Düşüncelerinizde böyle bir soru belirecek
olursa, nasıl oluyor da bir Türk, Hazreti Ali soyundan gelir? diyecek olursanız, cevabı budur.” Değişik Alevi
ocaklarından dedelerle yaptığımız görüşmelerde de soy konusu sorulduğunda, büyük bir bölümü bu şekilde
açıklamışlardır. Sonuç olarak diyebiliriz ki, Alevi geleneği, Alevi dedelerinin evladı Resul oluşunu bu şekilde
açıklar.” Ayrıca bakınız, Hasan Yüksel, a.g.m., s. 355.
[31] Nejat Birdoğan, a.g.e., s. 261.
[32] Prof. Dr. Ethem Ruhi Fığlalı, Türkiye’de Alevilik Bektaşilik, Selçuk Yayınları, Ankara,
1996, s. 137.
[33] Prof. Dr. Ethem Ruhi Fığlalı, a.g.e., s. 138. 1721 ve 1747 tarihli belgelerde sıralama
şöyledir: Hz. Hüseyin, Seyyid İmamül hümam Zeynelabidin, İmamül Hümam Muhammedü’lBakır, İmamül Hümam Seyyid Caferü’s-Sadık, İmamül Hümam Musa’l-Kazım, Seyyid Şeyh
İbrahim, Seyyid Şeyh Musa, Seyyid el-Hac Bektaş-i Veli.
[34] 1721 tarihli belge.
[35] 1721 tarihli belge.
[36] 1747 tarihli belge.
[37] Prof.Dr. Ethem Ruhi Fığlalı, a.g.e., s. 138.
[38] 1747 tarihli belge.
[39] 1721 tarihli belge.
[40] 1721 tarihli belge.
[41] 1747 tarihli belge.
[42] Bakınız, Abdulaziz ed-Düri, a.g.mad., s. 425-433.
[43] 1721 tarihli belge.
[44] 1747 tarihli belge.
[45] Ali Yaman, “Anadolu Aleviliği’nde Ocak Sistemi ve Dedelik Kurumu”, Uluslararası
Anadolu İnançları Kongresi, 23-28 Ağustos 2000 Ürgüp, Ervak Yayınları, Ankara, 2001, s.
849-887.
[46] 1747 tarihli belge.
[47] İlerisini düşünerek acelesiz, dikkatli davranma.
[48] Yerme, kınama, ayıplama.
[49] Geçme, ilerleme.
[50] Gıybet.
[51] Doğru, düz, dik.; Buradaki söz Kur’an’daki “İstakim kemâ umirte” (emredildiğin gibi
dosdoğru ol) ayetinden mülhem olmalıdır.
[52] Hazreti Peygamberin “Kendisi için istediğini müslüman kardeşi için istemeyen bizden
değildir” mealindeki hadisinden ilham ile söylenmiş olmalıdır.
[53] İnsaniyet, mertlik, cömertlik.
[54] Yüze gülme, dost gibi görünme; Buradaki sözler, İran’ın büyük şairi Hafız’ın “Asâyişi
du giti hâsılı in du harfest, Ba dostan mürüvvet ba duşmanân müdara” (İki dünyanın huzuru
bu iki kelimenin ürünüdür, Dostlarla mürüvvet ve düşmanlarla müdara) şiiri ile benzerlik
göstermektedir.
[55] Sütü bozuk, mayası bozuk, soysuz.
[56] Sıkı fıkı, can ciğer arkadaş.
[57] Azatlılar, azat olmuş köleler, cariyeler.
[58] Pişmanlık.
[59] İyi, hoş, güzel, beğenilen.
[60] İbadet.
[61] Bitti, tamam oldu.
[62] Fakat, bu bağlantıyı nasıl kurduğu anlaşılamamaktadır. Eserde yazılanlar aynen şöyledir:
“Bu oniki Türk aşiret Horosan’dan Erzincan’a, oradan da Hısn-ı Mansur ve Bağın
kasabalarına yerleşirler. Başlarında Seyyid Mahmud Hayrani vardır. Daha sonraki yetki gücü
sıralamasıyla Seyyid Mahmud Hayrani’nin oğlu Hacı Kureyş’e ve Derviş Beyaz lakaplı
Seyyid Ali bulunmaktadır.”, Prof 1400, a.g.e., s. 41. (Bu on iki Türk aşireti ile ilgili 1747
tarihli belgede bilgiler mevcuttur. Biz, adı geçen on iki aşiret üzerine çalışmalarımızı, ayrı bir
makalede vermek üzere, sürdürmekteyiz.)
[63] Alemdar Yalçın-Hacı Yılmaz, “Kureyşan Ocağı Hakkında Bazı Yeni Bilgiler”, Hacı
Bektaş Veli Araştırma Dergisi, S. 23, Ankara, Güz 2002, s. 9-24.
[64] Ali Yaman, “Kızılbaş Alevi Ocakları Hakkında Tartışmalar: Derviş Beyaz Ocağı ile
Kureyşan Ocağı Farklıdır” (Mehmet Nuri Beyazyıldırım, bu üç sayfalık metni bize de
göndermiştir.)
[65] 1747 tarihli belge.
[66] Nejat Birdoğan, a.g.e., s. 262
[67] Bu şecere, Seyyit Cafer torunlarından Seyyid Bayi efendinin oğlu Seyyid Düzgün
Dede’nin elindedir.
[68] 1721 tarihli Belge.
[69] Bu isim, fotokopi çekilirken arada tam çekilmemiş bir satırlık yerde yazmaktadır. Bunu
1747 tarihli belgeye göre tamamladım.
[70] 1747 tarihli Belge
[71] Süleyman Yaşar’ın tercümesinde bu isim okunmamış.
[72] Süleyman Yaşar’ın tercümesinde bu isim okunmamış.
[73] Süleyman Yaşar’ın tercümesinde bu isim okunmamış.
[74] Süleyman Yaşar’ın tercümesinde bu isim okunmamış.
Download