1 İçindekiler Ölenlerin ruhlarının melekler tarafından semaya götürüldüğü doğru mudur? .......................3 Cehennemde ölüp tekrar dirilme olacak mıdır? .........................................................................5 Müslüman olmayan bir ülkeye sebebsiz savaş ilanı yapılabilir mi? ..........................................6 Batın ilmiyle ilgili rivayetin kaynağı ve sıhhati nedir? ...............................................................7 Kişi ayakkabı giydiği müddetçe binmeye devam eder" hadisinin anlamı nedir? ......................7 İfk olayında Peygamberimizin tavrı da ayet ile eleştirilmiş olabilir mi? ....................................8 Santranç oynamak haram değilse, haram olduğunu bildiren hadisleri nasıl değerlendirmeliyiz? ....................................................................................................................10 Hz. Muhammed liderlik peşinde koştu mu? ..............................................................................12 Cennette insanların ırkı olacak mı? ..........................................................................................13 Agnostisizm ve agnostik nedir? Bu felsefeyi çürüten deliller nelerdir? ...................................14 2 Ölenlerin ruhlarının melekler tarafından semaya götürüldüğü doğru mudur? - İmam Gazali’nin “Ölüm-Kabir Kıymet” adında bir kitabının olduğunu bilmiyoruz. Ancak Semerkant yayınları tarafından bu adla tercüme edilip basılan bir kitabın var olduğuna rastladık. Neyse ki, orada da bu kitabın “İhyau’l-Ulum” adlı eserinin bir bölümü olduğu açıkça ifade edilmiştir. İmam Gazali, “İhya” adlı eserinin 4. cildinin sonlarında “Ölüm ve Sonrası” manasına gelen bir başlık altında bu konuyu işlemiştir(İhya, 4/433). - “Berâ b. Âzib (r.a) anlatıyor: Resûlullah (asm) ile Ensar’dan bir adamın cenazesine katıldık. Resûlullah (asm) adamın kabrinin başına oturdu, başını öne doğru eğdi ve, "Allahım! Kabir azabından sana sığırım" diye dua etti ve bunu üç defa tekrarladı. Sonra şöyle anlattı: "Mümin kul ahret yolculuğuna çıkmak üzereyken, Allah Teâlâ, beraberlerinde onun için hazırlanmış kokular ve kefen bulunan, yüzleri güneşin ışığı gibi parlak meleklerini bu kulunun yanına gönderir. Bunlar o kişinin görebileceği bir yere geçerek bekleşirler. Ruhu çıktığı zaman yerde ve gökte ve bu gönderilen meleklerin haricinde gökyüzünde ne kadar melek varsa ona rahmet isteyip affı için Allah'a istiğfarda bulunurlar. Ardından gökyüzünün bütün kapıları açılır. Her kapı bu kişinin ruhunun kendisinden girmesini ister. Ruhu gökyüzüne yükseldiğinde melekler, 'Rabbimiz! Falanca kulun geldi' derler. Allah Teâlâ, 'Onu geri götürün ve kendisi için hazırladığım ihsanlarımı ona gösterin, zira kullarıma: 'Sizi ondan (topraktan) yarattık; yine sizi oraya döndüreceğiz ve bir kez daha sizi ondan çıkaracağız' diye vaadde bulundum. Bu sırada ölü, kendisini defnedip ayrılmak üzere olanların ayak seslerini işitir. Derken kendisine hitap edilerek, 'Ey falanca! Rabbin kimdir? Dinin nedir? Peygamberin kimdir?' diye sorular sorulur. Ölü, 'Rabbim Allah, dinim İslâm ve peygamberim de Hz. Muhammed'dir' diye cevap verir. Bundan sonra Münker ve Nekir melekleri amansız bir şekilde bir daha sorguya çekerler. İşte bu ölünün başına gelen sıkıntı ve musibetlerin sonuncusudur. Mümin kulun suallere doğru cevaplar vermesinin ardından bir münadi, 'Doğru söyledin' der. İşte bu, 'Allah Teâlâ iman edenleri sağlam ve sabit sözde (kelime-i tevhid üzere) hem dünya hayatında hem de âhirette sapasağlam tutar..." ayetinin manasıdır. Sonra güzel yüzlü, temiz elbiseli, etrafa mis gibi kokular saçan biri gelir ve, 'Müjdeler olsun! Sana rabbinin sonsuz rahmeti ve içinde paha biçilmez nimetleriyle cennetler vardır' der. Ölü, 'Allah seni hayırlarıyla mükâfatlandırsın, sen kimsin?' diye sorar; o, 'Ben senin hayırlı ve sâlih amellerinim. Yeminle söylüyorum ki, ben seni Allah'a itaate koşan, isyana ise yanaşmayan biri olarak bildim. Bundan ötürü Allah senin mükâfatını versin' der. Sonra bir münadi, 'Bu kişi için cennet yataklarından bir yatak hazırlayın ve oradan cenneti gören bir de kapı açın' diye meleklere seslenir. Hemen bir cennet yatağı getirilir ve kendisi için cennete bakan bir kapı açılır. Ölü, 'Allahım! Bir an önce kıyameti kopar da aileme, malıma döneyim' diye dua eder. 3 Kâfire gelince: O artık dünyadan ilişkisini kesip âhirete intikal etme noktasına gelince, yanında ateşten elbiseler, katrandan gömlekler bulunan, azabıyla acımasız bir grup melek gelerek onu çepeçevre kuşatır. Ruhu çıktığı zaman yerde ve gökte bulunan bütün melekler ona lanet eder. Gökyüzünün bütün kapıları kapanır. Hiçbir kapı o kişinin kendisinden geçmesini istemez. Ruhu semaya vardığı zaman melekler, 'Rabbimiz! Yeryüzünün de gökyüzünün de kabul etmediği kulunuz geldi' derler. Allah (c.c), 'Onu geri (mezarına-cesedine) götürün ve hazırlamış olduğum azap çeşitlerini gösterin' buyurur; zira kullarım, 'Sizi ondan (topraktan) yarattık; yine sizi oraya döndüreceğiz ve bir kez daha sizi ondan çıkaracağız’ diye vaadde bulundum” şeklindeki rivayet devam eder. Bu konu İhya’nın 4/483-484. sayfalarında yer alır. Bu bir hadistir, Hadisin tahricini yapan Zeynu’l-Irakî, bu hadisin Ebu Davud ve Hâkim tarafından da rivayet edildiğini ve Hâkim’in “bunun sahih olduğunu” belirttiğini söylemiştir. (bk. Tahricu Ahadisi’l-İhya-ihya ile birlikte- a.y) - İmam Gazali gibi “Hüccetu’l-İslam” unvanını almış bir İslam alimine ve asrının müceddidi olduğu kabul edilen bir zata karşı saygılı olmak, İslam âdâbı ve edebi açısından önemlidir. İmam Gazali takvanın zirvesinde olan bir şahsiyettir. Söylediklerini ayet, hadis ve selef-i salihinin bilgilerine dayandırmaktadır. Not: Semerkant Yayınlarında çıkan ilgili esere (kitabın başında kendilerinin de itiraf ettikleri gibi) maalesef tercüme ederken bazı fazla (onlara göre tamamlayıcı) bilgileri de karıştırmışlardır. Bu ise eserin güvenirliğini azaltmış ve belki de bir takın yanlış anlamalara neden olmuş olabilir. 4 Cehennemde ölüp tekrar dirilme olacak mıdır? Cehennem'de ölüp dirilme diye bir durum olmayacak. Ancak, azabı iyice tatmaları için yanan derilen yeniden yaratılacaktır. Konuyla ilgili bir ayetin meali şöyledir: “Ayetlerimizi inkâr edenleri yarın cehenneme sokacağız. Derileri kızarıp yandıkça, yerine taze deri yaratacağız, ta ki cezaları olan azabı iyice tatsınlar. Şüphesiz ki Allah azîz ve hakîmdir/üstün kudret, tam hüküm ve hikmet sahibidir.” (Nisa, 4/56) İnsan bedeniyle İlgili bilgiler arttıkça acıyı beyne ulaştıran sinirlerin iç organlarda değil, zarlarda ve deride olduğu anlaşılmıştır. Uzun zaman veya ebediyen yanacak olan bir bedenin derisi yok olsaydı sahibi yanma acısını duyamaz hale gelirdi. Böyle bir kurtuluşun bile mümkün olmayacağı "Onların derileri pişip acı duymaz hale geldikçe derilerini başka deriler ile değiştiririz" buyurulmak suretiyle İfade edilmiştir. Beden ruha ve şuura haz ve elemi ulaştıran bir vasıtadan ibarettir. Kişinin nefsi, ruhu ve şuuru değişmedikçe bedenin veya bir parçasının değişmesi kişinin de değişmesini, bir başka insan olmasını gerektirmez. Çünkü acı çeken deri değil, insanın kendisi; değişmeyen ruhu ve şuurudur. İlave bilgi için tıklayınız: Cehennem'de ölüm var mıdır? 5 Müslüman olmayan bir ülkeye sebebsiz savaş ilanı yapılabilir mi? - İslam’da savaşmak esas değildir. Savaşmanın iki önemli gerekçesi vardır. Birincisi: karşı taraftan yapılan saldırıya karşı müdafaa etmektir. Asr-ı saadette yapılan savaşların önemli kısmı bu türdendir. İkincisi: Tebliğ görevine engel teşkil edenlere karşı yapılabilir. Çünkü İslam’da Allah’ın mesajını insanlara aktarmak büyük bir görevdir. Bu görevi engelleyenlerin tavrı, dolaylı da olsa İslam’a ve müslümanlara zımnen saldırı anlamına gelir. - Günümüzde de, insanların İslam’ın hakikatlerini öğrenmelerine karşı çıkan, onların bilgilenme haklarını gasp edenlere karşı -uygun bir zemin varsa- bu engeli ortadan kaldırma adına gerekenler yapılır. Bununla beraber, bu gün insanların bilgilenme araçları devletlerin resmi izinlerini aşmış durumdadır. Modern iletişim araçları, sınırları fiilen ortadan kaldırmıştır. Bu sebeple, bu gerekçe fiilen ortadan kalkmış gibi görünüyor. Özetle, Halkına zulmetmeyen, İslam dahil genel olarak insanların bilgilenme hakkını ihlal etmeyen devletlere karşı savaşmak, İslam ruhuna aykırı olduğunu düşünüyoruz. - Bediüzzaman Said Nursi hazretlerinin şu ifadeleri konumuza ışık tutmaktadır: “...Bu ittihadın nizamnamesi Sünnet-i Nebeviye ve kanunnamesi evamir ve nevahi-i şer'iyedir. Ve kılınçları da, berahin-i katıadır. Zira medenîlere galebe çalmak ikna iledir, icbar ile değildir. Taharri-i hakikat, muhabbet iledir. Husumet ise, vahşet ve taassuba karşı idi. Hedef ve maksadları da, i'lâ-i Kelimetullah'tır. Şeriatta yüzde doksandokuz ahlâk, ibadet, âhiret ve fazilete aittir.” (Divan-ı Harb-i Örfi, 20) “Herbir mü'min i'lâ-i Kelimetullah ile mükelleftir. Bu zamanda en büyük sebebi, maddeten terakki etmektir. Zira ecnebiler fünun ve sanayi silâhıyla bizi istibdad-ı manevîleri altında eziyorlar. Biz de fen ve san'at silâhıyla i'lâ-i Kelimetullahın en müdhiş düşmanı olan cehil ve fakr ve ihtilaf-ı efkâra cihad edeceğiz. Amma cihad-ı haricîyi şeriat-ı garranın berahini katıasının elmas kılınçlarına havale edeceğiz.” (Divan-ı Harb-i Örfi , 57) İlave bilgi için tıklayınız: Kur'an'da bahsedilen savaşların hepsi savunma amaçlı mıdır? 6 Batın ilmiyle ilgili rivayetin kaynağı ve sıhhati nedir? Bu rivayetin kaynağı için bk. el-Kelabazî, et-Tearrufu li mezhebi ehli’t-Tesavvuf, 1/87. Bu senetle gelen ilgili bilgiyi sahih hadis kaynaklarında rastlayamadık. İbn Arrak el-Kinanî’nin bildirdiğine göre, İbn Hacer, “Zehru’l-Firdevs” adlı eserinde Hasan Basrî’nin Hz. Huzeyfe’yi hiç bir zaman görmediğini, bu rivayetinin uydurma olduğunu bildirmiştir. (bk. İbn Arrak el-Kinanî, Tenzihu’ş-Şeria, h. no: 106) Huzeyfe’den gelen şekli dışında kısaca “Bâtın ilmi Allah’ın sırlarından bir sır ve hükümlerinden bir hükümdür, (bazı kaynaklarda: “hikmetlerinden bir hikmettir” şeklindedir ki doğrusu budur), onu kullarından dilediği kimsenin kalbine atar” manasına gelen ifade Hz. Ali’den rivayet edilmiştir. Ancak bu rivayetin de sağlam olmadığı belirtilmiştir. (bk. Kenzu’l-Ummal, h. no:29458) Kişi ayakkabı giydiği müddetçe binmeye devam eder" hadisinin anlamı nedir? Hz. Câbir (ra) anlatıyor: "Resülullah aleyhissalâtu vesselâm, katıldığımız bir gazvede buyurdular ki: "Ayakkabıları çoğaltın. Çünkü kişi ayakkabı giydiği müddetçe binmeye devam eder." (Müslim, Libas 66; Ebu Dâvud, Libas 44) Hadiste, sefer sırasında ayakkabı giymeye teşvik var. Ayakkabı giymekle biniyor olmanın manası, "ayakkabılı kimsenin ayakları binen kimsenin ayakları gibi bir kısım zararlardan ve meşakkatlerden kurtulur." demektir Ayakkabı, insanın ayağını yolda bulunan taş ve diken gibi rahatsız edici engellerden koruduğu ve yolun sıkıntısını azalttığı için Peygamber Efendimiz Müslümanlara ayakkabı giymeyi tavsiye etmekte; varacakları yere çıplak ayakla giden kimselere göre daha kolay ve zahmetsiz varacakları için ayakkabı giyen kimseleri binitli olarak yolculuk yapan kimselere benzetmektedir. Buna göre ilgili hadise, “Nalın (ayakkabı) giymeyi çoğaltın, daha çok giyin. Çünkü kişi ayakkabı giydikçe sanki binekli gibidir.” şeklinde mana verebiliriz. 7 İfk olayında Peygamberimizin tavrı da ayet ile eleştirilmiş olabilir mi? Hz. Peygamber elbette bu kınamaların muhatabı değildir. Onun o ifadeleri, -gıyabında yapılan dedikodular değil- doğrudan Hz. Aişe’ye karşı -bir eş olarak- yapılması gereken en nazik ifadelerdir. Büyük bir teselli barındırmaktadır: “Eğer böyle bir şey yoksa Allah mutlaka seni temize çıkarır” sözü kadar, “eğer böyle bir şey varsa tövbe et!” sözü de -Hz. Peygamberin tavrını göstermesi açısından- o kadar teselli vericidir. a) Hz. Peygamber eşinin masum olduğunu düşünüyordu ve buna kesin kanaati de vardı. Bu işin bir iftira kampanyası ve bir bühtan olduğunu da biliyor olabilirdi. Nitekim Hz. Aişe’ye söylediği “Eğer böyle bir şey yoksa Allah mutlaka seni temize çıkarır” şeklindeki sözleri onun bu kanaatinin bir tezahürü gibi görünmektedir. Ancak insanları tatmin etmek için olduğu kadar, ilahî hikmet ve hüküm açısından da elle tutulur bir kanıtın olmasını bekliyordu. Hz. Aişe’ye söylediği ikinci cümlesi olan “eğer böyle bir şey varsa tövbe et!” manasına gelen ifadesi ise, bu delili beklemesinin zorunluluğundan kaynaklanıyordu. Bir eşin, hele peygamber olan, şanı dünyaya yayılan maddi-manevi bir reis olan bir eşin, böyle ayyuka çıkmış bir hadise karşısında eşine karşı bu kadar nezaket göstermesi ayrıca onun bir peygamber olduğunun göstergesidir. b) Allah bu hadiseden dolayı Hz. Peygamberi de, Hz. Aişe’yi de imtihan etmiştir. Hz. Peygamber uzun sayılacak bir süre boyunca eşi karşısında nezaketini bozmamıştır. Hz. Aişe ise masum olmasına rağmen kendisini anlatacak durumda değildir, elinde -herkese anlatarak masumiyetini ispat edecek- kanıtları yoktur, zaten olamaz da.. Bu açıdan bakıldığı zaman, şayet Hz. Aişe’ye efendimizin bazı sözleri veya tavırları ağır gelmişse, bu da onun kendi imtihanıdır. Bu imtihandan ikisinin de –konunun çok ağır olmasına rağmen- tertemiz bir şekilde çıkmaları, Allah’ın özel bir lütfudur. c) Şunu da açıkça belirtelim ki, Hz. Peygamberin eşinin masumiyeti hakkında bir kanaate sahip olması, onun imtihan olmadığı anlamına da gelmez. Çünkü; 1) Kanaatler yüzde yüz değil, galib-i zan denilen yüzde 90-99 da olabilir. Geriye kalan yüzde bir de olsa imtihan için yeterli bir durumdur. 2) Hz. Peygamberin Hz. Ali ve ardından da evin hizmetçisine bu konuyu sorması, yüzde bir de olsa böyle bir tereddüdün söz konusu olduğunu gösterir. Ancak cariyenin Hz. Aişe hakkında çok olumlu şeyler söylemesi, Hz. Peygamberin kanaatini müspet anlamda -yüzde 99 nispetinde pekiştirmiş olabilir. 3) Hz. Peygamberin bu kanaati yüzde yüz dahi olsa -ki kuvvete muhtemeldir- yine de işin imtihan boyutunu ortadan kaldırmaz. Çünkü Kendisinin, bu işin yüzde yüz iftira olduğunu bilmesi, dışarıdaki insanlara gözle görülen somut bir delil bulması anlamına gelmez. İnsanlara somut bir delil sunamamaktan kaynaklanan bir imtihan, bir keder, bir sıkıntı ve bir sabır testi, hem kendisi hem de Hz. Aişe için söz konusudur. 8 4) “Siz ey müminler, bu dedikoduyu daha işitir işitmez, mümin erkekler ve mümin kadınlar olarak birbiriniz hakkında iyi zan besleyip: ‘Hâşa, bu besbelli bir iftiradan başka bir şey değildir!’ demeniz gerekmez miydi?” (Nur, 24/12) mealindeki ayette kullanılan sözcükler dikkatle seçilmiş, Hz. Peygamberi dışarıda bırakacak bir misyona sahiptir. Çünkü; - “Mümin erkekler”, tabiri Hz. Peygamberi kapsamaz. Kur’an’da Hz. Peygambere değil, ona iman edenlere mümin denilir. - “Mümin erkekler ve mümin kadınlar olarak birbiriniz hakkında iyi zan besleyip..” ifadesinde yer alan “birbiriniz hakkında” ifadesi de Resulullah’ı dışlamaktadır. Çünkü, “birbiriniz” ifadesi müminlerin kendi aralarındaki dedikodularına işaret etmektedir. Hz. Peygamberin böyle bir şey yapmadığı bilinmektedir. - “İyi zan beslemek” ifadesinde de Hz. Peygamber dahil olmaz. Çünkü, yukarıda ifade edildiği gibi, o, zaten böyle bir zanna sahipti. Fakat unutmayalım ki, “zann”ın kapsam alanı “yüzde yüz”ün altındadır. İlave bilgi için tıklayınız: Peygamberimiz (asv)'in ifk (iftira) hadisesi ile alakalı Hz. Aişe'ya söylediğini nasıl anlamalıyız? Allah-u Teala'nın hakkında ayet indirerek masum olduğunu bildirdiği olay nasıl olmuştur? 9 Santranç oynamak haram değilse, haram olduğunu bildiren hadisleri nasıl değerlendirmeliyiz? - Bütün bu hadislerin sahih olup olmadığını araştırmaya şimdiki vaktimiz uygun değildir. Ancak bu rivayetler için gösterilen kaynaklar, hadisin sıhhati için yeterli değildir. Çünkü bunlarda sahihler yanında zayıf ve uydurmalar da vardır. Kaldı ki, söz konusu rivayetlerin önemli bir kısmı alimlerin kendi yorumlarıdır. Heysemi, Satrançla ilgili bir hadis rivayetine yer vermiş onun da zayıf olduğunu belirtmiştir. (bk. Mecmau’z-Zevaid, h. no:13263) - Satranç haram olan kumara vesile yapılarak oynanırsa, haram olduğunda alimler görüş birliğindedir. Çünkü harama alet olmuştur. Harama alet olan şey ise haramdır. Ama kumar sayılacak bir şekilde oynanmıyorsa, yani araya bir şeyler koymadan, sırf zihin jimnastiği olmak veya yarışma yapmak için oynanıyorsa, bu konuda İslâm hukukçuları farklı görüşler belirtmişlerdir. Hanbeli hukukçuların sahih olan görüşü de satrancın her ne olursa olsun haram olduğu şeklindedir. Ancak Hanbelîlerin diğer görüşüne göre, oynarken araya bir şey konmazsa, farzı terke ve haramı işlemeye sebep olmazsa satranç oynamak mekruhtur. (İbn Kudame, el-Muğnî, IX, 171) Hanefî ve Malikilere göre satranç tahrimen mekruhtur yani harama yakındır. (el-Bâci, elMünteka, VII, 278; İbn Abidin Haşiyesi, VI, 394). Hanefîlerden İmam Ebû Yusuf'a göre de satranç mubahtır/günahı yoktur.. (İbn Abidin Haşiyesi, VI, 394) - Soruda geçen hadis rivayetlerinin değerlendirilmesi açısından da önemli bir nokta şudur ki, bazı alimlerin Satrancı haram görmemelerinin nedeni, bu konuda onun haram olduğunu gösteren sahih bir hadis rivayetinin olmamasıdır. Kaldı ki, İbn Abbas, İbn Zubeyr, Ebu Hureyre ve said b. Museyyeb’den bunun caiz olduğunu hatta kendilerinin de oynadığını gösteren rivayetler de vardır. Kaldı ki bunun zekâyı geliştirdiğine dair bilgiler de vardır. (Zuhayli, a.y; Nevevî, el-Mecmu, 20/239) İbn Hacer Heytemi kendisi -bir senetle değil- Deylemi’nin rivayetini nakletmiştir. (ez-Zevacir, Daru’l-Fikr, 1407/1987, 2/392) Deylemi’nin rivayetlerinin durumu bellidir. Bununla beraber, İbn Hacer, Satrancın Tavla gibi olmadığını, onun dakik bir hesap ve sağlam bir fikir jimnastiğine dayandığını belirtmek suretiyle onun haram olmadığına dikkat çekmiştir. (bk. İbn Hacer, Tuhfetu’l-Muhtac, Beyrut, 1357/1983, 10/216) İbn Hacer’in şu mealdeki ifadeleri de dikkate değer: “Satrancın kötülüğü hakkında gelen bir çok rivayeti dikkate alan üç mezhep alimleri bunun haram olduğunu söylemişlerdir. Ancak, Hadis Hafızları, bu konuda ne sahih ne de hasen hiç bir rivayetin olmadığını bildirmişlerdir. Sahabenin büyüklerinden bazı kimseler satranç oynadığı gibi, Tabiin ve ondan sonra gelenlerden sayısız kimseler satrancı oynamışlardır. Hatta Said b. el-Müseyyeb de arasıra satranç oynuyordu. (İbn Hacer, Tuhfe, 10/217) - İslam alimleri bazen bağlı bulundukları mezhebin görüşü doğrultusunda yorum yapar ve zayıf olan hadisleri de bir şekilde kabul ederler. 10 Buna bir misal; “Satranç oynayan melundur” hadisi konusunda yapılan yorumlardır. Mesela, Şafii olan İmam Nevevî bu hadis rivayetinin sahih olmadığını belirtmiştir. Fakat Hanefi olan elKari, “bu zayıftır, fakat onu destekleyen başka mürsel rivayetler de vardır” anlamına gelen bir yorumu tercih etmiştir. (krş. Aclûnî, 2/276) Halbuki, en büyük hadis otoritelerinden biri kabul edilen Sehavi de bu rivayetin zayıf olduğunu ve bu konuda Merfu/Peygamberimize ait hiç bir sahih rivayetin bulunmadığını belirtmiştir. (Aclunî, a.y; Sehavî, el-Mekasıdu’l-Hasene, h. no:1175). - İmam Nevevi, satrancı Tavla gibi görenlerin yanlış olduğunu söylemiştir. (Mecmu, 20/228) İlave bilgi için tıklayınız: SATRANÇ Satranç ve tavla oynamak caiz midir? 11 Hz. Muhammed liderlik peşinde koştu mu? - Hz. Peygamberin liderlik peşinde koşup koşmadığı düşüncesi, onu peygamber olarak kabul edip etmemekle alakalıdır. Onun peygamber olmadığını düşünenler, ister istemez onun bir liderlik peşinde olduğunu kabul edeceklerdir. Çünkü bu düşüncede olanlar için işin başka izahı yoktur. Ancak, biz çok kesin olarak biliyoruz ki, eğer Hz. Peygamber(asm), peygamberliği bırakıp, sırf bir lider olmak isteseydi, Mekke reisi olarak çok konforlu, istediği şekilde yüksek bir hayat düzeyinde yaşayabilirdi. Nitekim, Tarih ve siyer kaynakları bize bildiriyor ki, peygamberliğin başlangıcında, Utbe b. Rabia gibi Kureyşin ileri gelenlerinden bazıları Hz. Muhammed’e şu teklifte bulunmuşlardır: “Eğer maksadın reis olmak ise, seni hemen başımıza lider yapalım. Eğer maksadın zengin olmak ise, istediğin kadar sana servet verlim. Eğer maksadın güzel kızlarla evlenmek ise, istediğin aileden en güzel on kızı (istediğin kadar) sana verelim.” Hz. Peygamber cevap olarak Fussilet suresinin başından, “Eğer yüz çevirirlerse sen şöyle de: “Ben, sizi Âd ve Semûd halklarını çarpan kasırga gibi bir kasırganın geleceğini bildirerek uyarıyorum” mealindeki 13. ayete kadar okudu. Utbe korkmaya başladı ve eliyle peygamberimizin ağzını kapattı ve “yalvarıyorum akrabalığımız hürmetine kendilerine karışmamasını istedi ve kalkıp evine gitti. (Zehebi, Tarihu’l-İslam, Beyrut, 1413/1993,1/158) Yine Kureyşlilerin benzer tekliflerine karşı Hz. Muhammed’in cevabı şudur: “Beni hak peygamber olarak gönderen Allah’a yemin ederim ki, güneşi bir elime Ay’ı bir elime koysanız ben yine bu davadan vazgeçmem. ya bu işi başaracağım yahut da bu uğurda öleceğim...” (bk. İbn Kesir, es-Siretu’n-Nebviye, Beyrut, 1395/1976, 1/474) Bu teklif ve cevabı gören her insaf sahibi, Hz. Muhammed’in tek gayesi Allah’ın emirlerini yerine getirmek ve onun rızasını kazanmak olduğunu teslim edecektir. - Hz. Peygamberin sahabeler tarafından büyük saygı görmesi, imanın bir gereğidir. Kur’an’ın değişik ayetlerinde Peygambere itaat etmenin Allah’a itaat etmekle eş değer olduğu bildirilmiştir. Bir ülkenin saygınlığı nispetinde onun elçisine de saygı gösterilir. Nitekim, ABD’nin elçileri her yerde bir Afrika ülkesinin elçisinden daha fazla saygı görür. Öyleyse, insanların Allah’a olan imanları ve saygıları nispetinde onun elçisine de saygı göstermeleri işi tabiatının gereğidir. Bununla beraber, Hz. Peygamberin arkadaşlarının kendisi için ayağa kalkmamaları adına uyarıda bulunduğu bilinmektedir. Bir yabancının evine geldiğinde evin reisinin kim olduğunu sorması üzerine, cemaate o anda su dağıtan Hz. Peygamberin “Evin reisi onlara hizmet edendir” manasına gelen sözü meşhurdur. - Bazı ayetlerde sadece peygamberimize, diğer bazı ayetlerde sadece insanlara hitap eden onlarca ayet vardır. Bütün bunların üzerinde durmak şu anda mümkün değildir. Ancak şunu diyebiliriz ki, Hz. Peygamber Allah’ın ilk muhatabıdır. Bazı ayetlerde yalnız ona hitap edilmesi bu açıdan bir kapalılık göstermez. Kaldı ki, Hz. Peygambere hitap eden ayetlerden bazıları sadece onun kendi şahsıyla ilgili bir konu hakkında olabildiği gibi, bazen de onun şahsında yine de ümmeti de muhataptır. Doğrudan insanlara hitap eden ayetlerde ise, bütün insanların dikkatini çekmeye yönelik olabilir. Örneğin, Kur’an’da ilk defa “Allah’a ibadet etmeye” yapılan çağrı “Ey insanlar!” hitabıyla başlamıştır. (Bakara, 2/23) Çünkü bu konu bütün insanları yakından ilgilendirmektedir. Bu ifadelerin için bir insan olarak Peygamberimiz de vardır. Herakliyus'ın peygamberimizin özellikleriyle ilgili soruları ve aldığı cevapları değerlendirmesi için tıklayınız: HERAKLİUS`UN İSLÂMA DÂVET EDİLMESİ 12 Cennette insanların ırkı olacak mı? Cennette olumsuz adına ne varsa silinip gidecektir. Kimse artık ırkçılık yapmayacaktır. Irk üstünlüğü ütopyası cennetin kapısından içeri girmeyecektir. Ama insanların dünyada falanca ırka mensup olduğunu hatırlamasında bir mahzur yoktur. “Sûra üflendiği zaman, aralarındaki bütün bağlar ortadan kalkar/o gün artık ne aralarındaki akraba tutkunluğu bir fayda verir, ne de kişi bir başkasının halini sormayı hatırından geçirir.” (Muminun, 23/101) mealindeki ayette ırk bağı dahil -Allah ile olan bağ dışında- hiç bir bağın artık söz konusu edilmeyeceğine işaret edilmiştir. “Şeytana uymaktan korunan müttakiler ise cennetlerde ve pınar başlarındadırlar. ‘Esenlikle, emin olarak girin oraya!(denir onlara). Onların kalplerindeki kini söküp çıkarmışızdır. Dost ve kardeş olarak, divanlar üzerinde karşı karşıya otururlar.” (Hicr, 45-47) mealindeki ayetlerde ise, cennete giren insanlar arasında olumsuz hiç bir düşüncenin olmayacağına, hepsinin kardeş olacaklarına vurgu yapılmıştır. Diğer taraftan, insanlar hangi ırka mensup olurlarsa olsunlar, diğer âlemde ırklarından değil, amellerinden sorumlu olurlar. "Şu ırktan olanlar cennete, başka ırktan olanlar cehenneme" diye bir ölçü yoktur. Ama "Mü'min olanlar cennete, kâfir olanlar cehenneme" ölçüsü vardır. Mü'min veya kâfir olmak ise, tek ırka mahsus değildir. Hemen her ırktan hem mü'min hem de kâfir çıkabilmektedir. Peygamber Efendimiz şöyle der: "Allah kıyamet günü sizin soyunuzdan- sopunuzdan sormayacaktır. Şüphesiz Allah katında en üstün olanınız kötülüklerden en çok sakınanınızdır." (Müslim, Birr, 33) Peygamber Efendimiz bir başka hadisinde de şöyle der: "Allah sizin mallarınıza ve şekillerinize bakmaz; fakat O sizin kalplerinize ve amellerinize bakar." (İbnu Mâce, Zühd, 9) 13 Agnostisizm ve agnostik nedir? Bu felsefeyi çürüten deliller nelerdir? Agnostisizm, bilinmezcilik ya da bilinemezcilik anlamına gelir. Bir şeyin varlığı veya yokluğu konusunda bilimsel bir tespitin veya ispatın yapılamayacağı manasına gelir. Teolojik anlamda Allah'ın varlığının ya da yokluğunun, bilimsel olarak da evrenin nereden türediğinin bilinmediğini veya bilinemeyeceğini ileri süren felsefi bir akımdır. Bu akımın takipçilerine agnostik veya bilinemezci denir. - Allah’ın varlığını ispat etmek, evrenin bir yaratıcı tarafından yaratılmasının aklen zorunlu olduğu, dolayısıyla da bu felsefenin yanlış olduğunu göstermek, Kelamcıların asıl konusudur. Kelamcılar bu konuda imkân-hudus delili denilen bir yolla şunu söylemişler: Kâinat bütün yönleriyle değişken bir konuma sahiptir. Her şeyin hareket halinde olması, yıldızlar dahil her alanda ölüm, yıkımları olması, gece-gündüzlerin varlığı, doğum-ölümlerin varlığı gibi gözle görülen binlerce olay kâinatın değişken bir yapıya sahip olduğunu göstermektedir. Değişken olan her şey sonradan olmuş demektir. Çünkü ezeli olanların başına arızalar gelmez. Çünkü, arızi olma özelliği sonradan var olmanın en açık göstergesidir. Madem ki, dünya değişkendir, öyleyse sonradan var olmuştur. Madem ki sonradan var olmuş, öyleyse onu var eden bir yaratıcı vardır. Evrendeki bütün yaratıkların varlığı ile yokluğu arasında bir fark yoktur. Yani bunların var olması aklen zorunlu olmadığı gibi yokluğu da zorunlu değildir. Buna göre Allah’ın dışında bütün varlıkların konumu, kefeleri varlık ile yokluk değerleri açısından eşit durumdadır. Bir terazinin dengede olan iki kefesinden birinin kendiliğinden ağır basması mümkün değildir, muhaldir. Öyleyse şimdiki var olan varlıkların bu varlık kefesini tercih eden ilahî bir iradeye ihtiyaç vardır. Bu aklen zorunludur. - Kelamcıların ayrıca “eserden müessire”(sanattan sanatkâra) ve “müessirden esere”(sanatkârdan sanata) yapılan bir istidlal metotları da vardır. Birincisine “delil-i innî”, ikincisine “delil-i limmi” denir. Birinci delil için kullanılan klasik bir misal şudur: “bir yerde duman çıkıyorsa, orada ateşin olduğunu gösterir”(Madem kâinat sanatı var, öyleyse bu sanatı yapan yaratıcı bir sanatkâr vardır). İkinci delil için yöne klasik bir misal şudur: “Bir yerde ateş varsa, mutlaka oradan duman çıkar.” Madem bütün akl-ı selim sahiplerinin kabul ettiği, her yönüyle mükemmel, sonsuz kudret, hikmet ve ilim sahibi, aşkın bir varlık vardır. O halde onun yarattığı varlıkların olması kaçınılmazdır. Çünkü, bir şair şiir yazmak ister. Bir inşaat mühendisi- bir mimar, inşaat yamak ister, bunun gibi her maharet sahibi kendi maharetini dışa yansıtacak bir iş yapmak ister. Öyleyse, Allah da o aşkın sıfatlarının maharetlerini dışa yansıtmak ister. Öyleyse, şu kainat onun sanatıdır. - Risale-i Nur müellifi, Kur’an’ın metodunu kullandığını söyler. Ona göre, Kur’an’da külli manada Allah’ın varlığını ve birliğini gösteren iki büyük delil vardır. 14 a) Delilü’l-İhtiraî(yaratma/ontoloji delili). Kainatın, göklerin, yerin, yıldızların ve diğer varlıkların yaratıldığını belirten bütün ayetlerde bu delil söz konusudur. b) Delilü’l-İnaye(gaye, amaç delili). Kâinattaki bütün varlıkların belli gayeler doğrultusunda hareket ettiğini, hiç bir yerde abes bir iş olmadığını, örneğin güneş ile gözümüz arasında, rüzgarlar ile kulaklarımız arasında, oksijen ile ciğerlerimiz arasında, gıdalar ile bünyemiz arasında açıkça görülen münasebetlerin varlığına işaret eden bütün ayetler, bu “akıllı tasarımı” gösteren gaye deliline işaret etmektedir. Risale-i Nurda, özellikle Asa-yı Musa ve Onuncu Söz risalelerinde bu konudaki misalleri görebiliriz. İlave bilgi için tıklayınız: Allah'ın varlığının delilleri nelerdir? Allah'ın varlığının kanıtlanması ilmi olarak mümkün müdür? İnanmayanlara Allah'ın varlığını nasıl anlatabiliriz? Allah var mı? Mantıki delilleri nelerdir? Allah'ın birliğinin delilleri nelerdir? Tevhid delilleri... 15