ÀÍYjºA ÄjºA A ÀnI “Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına” ÀÍYjºA ÄjºA A ÀnI EDİTÖR İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: Resülullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ın geceleyin namazdan çıkınca şu duayı okuduğunu işittim: “ÂlIahım! Senden, katından vereceğin öyIe bir rahmet istiyorum ki, onunla kalbime hidayet, işlerime nizam, dağınıklığıma tertip, içime kâmil iman, dışıma amel-i sâlih, amellerime temizlik ve ihlâs verir, rızana uygun istikâmeti ilham eder, ülfet edeceğim dostumu lutfeder, beni her çeşit kötülüklerden korursun. Allahım, bana öyle bir iman, öyle bir yakin ver ki, artık bir daha küfür (ihtimali) kalmasın. Öyle bir rahmet ver ki, onunla, dünya ve ahirette senin nazarında kıymetli olan bir mertebeye ulaşayım. Allahım! Hakkımızda vereceğin hükümde lütfunIa kurtuluş istiyorum, (kurbuna mazhàr olan) şühedâya has makamları niyaz ediyorum, bahtiyar kulların yaşayışını diliyorum, düşmanlara karşı yardım taleb ediyorum! Yıl 6 Sayı 66 Mart 2011 Allahım! Anlayışım kıt, amelim az da olsa (dünyevi ve uhrevi) ihtiyaçlarımı senin kapına indiriyor (karşılanmasını senden taleb ediyorum). Ràhmetine muhtacım, halimi arzediyorum. (İhtiyacım ve fakrim sebebiyledir ki) ey işlere hükmedip yerine getiren, kalplerin ihtiyacını görüp şifâyâb kilan Rabbim! Denizlerin aralarını ayırdığın gibi benimle cehennem azabının arasını da ayırmanı, helâke dâvetten, kabir azabindan korumanı diliyorum. Allahım! Kullarından herhangi birine verdiğin bir hayır veya mahlukatindan birine vaadettiğin bir lütuf var da buna idrakim yetişmemiş, niyetim ulaşamamış ve bu sebeple de istediklerimin dışında kalmış ise ey âlemlerin Rabbi, onun husülü için de sana yakarıyor, bana onu da vermeni rahmetin hakkında senden istiyorum. Ey Allahım! Ey (Kur’ân gibi, din gibi) kuvvetli ipin, (şeriat gibi) doğru yolun sahibi! Kâfirler için cehennem vaadettiğin kıyamet gününde, senden cehenneme karşı emniyet, arkadan başlayacak ebediyet gününde de huzur-i kibriyana ulaşmış mukarrebin meleklerle, (dünyada iken çok) rükü ve secde yapanlar ve ahidlerini ifa edenlerle birlikte cennet istiyorum. Sen sınırsız rahmet sahibisin, sen (seni dost edinenlere) hadsiz sevgi sahibisin, sen dilediğini yaparsın. (Dilek sahipleri ne kadar çok, ne kadar büyük şeyler isteseler hepsini yerine getirirsin.) Allahım! Bizi, sapıtmayıp, saptırmayan hidâyete ermiş hidâyet rehberleri kıl. Dostlarına sulh (vesilesi), düşmanlarına da düşman kıl. Seni seveni (sana olan) sevgimiz sebebiyle seviyoruz. Sana muhâlefet edene, senin ona olan adâvetin sebebiyle adavet (düşmanlık) ediyoruz. Allahım! Bu bizim duamızdır. Bunu fazlınla kabul etmek sana kalmıştır. Bu, bizim gayretimizdir, dayanağımız sensin. Allahım! Kalbime bir nur, kabrime bir nur ver; önüme bir nur, arkama bir nur ver; sağıma bir nur, soluma bir nur ver; üstüme bir nur, altıma bir nur ver; kulağıma bir nur, gözüme bir nur ver; saçıma bir nur, derime bir nur ver; etime bir nur, kanıma bir nur ver; kemiklerime bir nur koy! Allahım nurumu büyüt, (söylediklerimin hepsine bedel olacak) bir nur ver, (söylenmiyenleri de kuşatacak) bir nur daha ver! İzzeti bürünmüş, onu kendine âlem yapmış olan Zât münezzehtir. Büyüklüğü bürünmüş ve bu sebeple kullarına ikramı bol yapmış olan Zât münezzehtir. Tesbih ve takdis sadece kendine layık olan Zat münezzehtir. Fazl ve nimetler sâhibi Zàt münezzehtir. Azamet ve kerem sahibi Zât münezzehtir. Celal ve ikrâm sâhibi Zat münezzehtir.”(Tirmizi, Daavât 30). AYLIK İLİM KÜLTÜR DERGİSİ Yıl: 6 Sayı: 66 İÇİNDEKİLER ZİKİR MECLİSLERİ 4 Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN Mart 2011 SAHİBİ Burhan Basın Yayın Tazelendi 7 Şiir Eğitim ve Tur. Ltd. Şti. SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ Serdar TAŞAR Yaratılan Ve Yaratıcının Birbirini Anması Zikir 8 Dr. Ramazan ŞAHAN YAYIN DANIŞMANLARI Prof. Dr. İbrahim BAYRAKTAR ALLAH Diyen Mahrum Kalmaz 12 Nihat MORGÜL Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN Yard. Doç. H. Murat KUMBASAR YAYIN KURULU “Beni Anın, Ben de Sizi Anayım” 16 Fuat TÜRKER Anılmaya En Layık Olanı Unutmamak: Zikir 20 Sezgin ÇAKIR Yusuf ELİBOL Ramazan ÇAKIR Aydın BAŞAR Salih AYDIN Musa KARACA Redaksiyon Zikirle Tedavi Olmak 26 Kamil ABDULLAHOĞLU Mürsel LÜLECİ DAĞITIM ORGANİZASYONU Asim AYDOĞDU 0538 233 5000 Hepimiz Orhan Çeker’iz 28 Aydın BAŞAR Fiyatı Tek Sayı: 6 TL 1 Yıllık (12 Sayı) Abone: 72 TL 18 Mart Şehitler Günü Ve Çanakkale Destanı 30 Mehmet TALU 6 Aylık Abone: 36 TL Yurtdışı 1 Yıllık Abone: 75 Euro Tasavvuf Ve Pasifizasyon 40 Dr. Ebubekir SİFİL Muhabbetin Alametleri 46 Seyyid Ahmet er’Rufai Hazretleri Abonelik İçin Hesap Numaraları Posta Çeki No: 5091167 Türkiye Finans Sultanbeyli Şubesi Burhan Basın Yay.Eğt.Tur.Ltd.Şti. Müşteri No: 291928 IBAN:TR67 0020 6000 6300 2919 2800 01 Ziraat Bankası Sultanbeyli Şubesi Hesap No: 1673–44165588-5002 IBAN:TR690001001673441655885002 Çeker Hoca; Böhürler Veya Bu İthal Bakıştan Kurtulamayacak mıyız? 48 Ritim Tutan Dervişler Ülkesi: Senegal 52 Burak ERTÜRK Ömer Faruk TOKAT YAYIN VE İLETİŞİM ADRESİ Mehmet Akif Mah. Kuran Kursu Cad.No: 87 Sultanbeyli / İST. Tel: +9 (0216) 498 94 00 Mehmet Nuri Yardım “Sanatkârlar, Yazarlar, Güzel Eserler Bırakanlar Hiçbir Zaman Yitip Gitmezler.” 60 Röportaj Aydın BAŞAR 21.Yüzyıl Mimarlarını, Hayrete Bırakan Şadırvan 66 Mehmet Emin KARABACAK Faks: +9 (0216) 498 94 00 İNTERNET ADRESİ burhandergisi@hotmail.com burhandergisi@mynet.com www.burhandergisi.com Burhan Çocuk 68 Burhan ÇOCUK BASKI Milsan A.Ş. 0212 697 1000 YAYIN TÜRÜ Aylık Süreli Yayın Gönderilen yazılarda editör ve yayın kurulu değişiklik yapabilir. Gönderilen yazılar iade edilmez. Yazılardan kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir. Yayınlanan reklamlardaki ürün ve hizmetlerin sorumluluğu reklam verene aittir. Mehmet Akif’i Tanıdıkça 70 Hasan BAŞAR 4 Zikir Meclisleri Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN “Beni Anın, Ben de Sizi Anayım” Fuat TÜRKER 20 16 18 Mart Şehitler Günü Ve Çanakkale Destanı Mehmet TALU Tasavvuf Ve Pasifizasyon Dr. Ebubekir SİFİL 32 Mehmet Akif’i Tanıdıkça 54 Hasan BAŞAR Başyazı ÀÍYjºA ÄjºA A ÀnI “Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına” ZİKİR MECLİSLERİ Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN Z “Yüce Allah’ın diğer meleklerden ayrı, sadece zikir meclislerini tespit etmek üzere dolaşan melekleri vardır. Allah’ın zikredildiği bir meclis buldular mı, o kimselerin aralarına otururlar ve diğer melekleri oraya çağırarak cemaatin arasındaki boş yerleri ve oradan dünya semasına kadar olan mesafeyi kanatlarıyla doldururlar. ikir, hatırlayıp yâd etmek demektir. İbâdet olan zikir de Yüce Allah’ı çok hatırlamaktan ibârettir. Kul, Rabbini diliyle, kalbiyle ve bedeniyle hatırlar ve zikreder. Diliyle Kur’ân-ı Kerim okur, duâ eder, tesbih eder; kalbiyle düşünür ve tefekkür eder; bedeniyle de namaz başta olmak üzere diğer ibâdetleri yerine getirir. Zikir, bir ibâdettir ve Allah’ın emridir. Yüce Allah, Kur’ânı Kerim’de şöyle buyurur: “Siz beni anın ki, ben de sizi anayım.” (Bakara sûresi, 2/152) “Sabah akşam tevâzu içinde yalvararak, ürpererek ve sesini yükseltmeden Rabbini an. Sakın gâfillerden olma!” (A’râf sûresi,7/205) “Allah’ı zikretmek en büyük ibâdettir.” (Ankebût sûresi, 29/45) “Ey iman edenler! Allah’ı çok zikredin. Sabah akşam O’nu tesbih edin.” (Ahzâb sûresi, 33/42) 4 İkisi de Hz. Peygamber Efendimizden çok hadis rivâyet eden sahâbîlerden olan Ebû Hüreyre ve Ebû Saîd el-Hudrî radıyallâhu anhümâ’nın nakline göre Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve selem şöyle buyurmuştur: Bunun üzerine Allah Teâlâ, meleklerden daha iyi bildiği halde yine de onlara: “Bir topluluk, Allah’ı zikretmek üzere bir araya gelirse, melekler onların etrafını sarar. Ayrıca Allah’ın rahmeti onları kaplar, üzerlerine sekînet iner ve yüce Allah onları kendi yanında bulunanlara över.” (Müslim, Zikir 39; Ebû Dâvûd, Vitir 14; Tirmizî, Daa- “Sübhânallah diyerek seni, ulûhiyyetine yakışmayan sıfatlardan tenzih ediyorlar, Allâhu ekber diye tekbir getiriyorlar, sana hamd ediyorlar ve senin yüceliğini dile getiriyorlar.” Konuşma şöyle devam eder: vât 7; İbn Mâce, Mukaddime 17) Hadiste geçen sekînet kelimesinin mânâsı şudur: Allah’ı zikreden kimseleri Allah’ın rahmeti kuşatır. Onların gönüllerine derin bir huzur ve rahatlık gelir, kalblerindeki sıkıntılar gider. Allah’a olan saygıları da artar. Gönüllerine mânevî bir huzur çöken bu bahtiyar insanlar bu sûretle dünya ve âhiret saâdetini elde etmiş olurlar. Ayrıca Ebû Hüreyre radıyallahu anh’dan rivâyet edildiğine göre Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: “Yüce Allah’ın yollarda dolaşıp zikredenleri tesbit eden melekleri vardır. Bunlar Cenâbı Hakk’ı zikreden bir topluluğa rastladıkları zaman birbirlerine “Gelin! Aradıklarınız burada!” diye seslenirler ve o zikredenleri dünya semâsına varıncaya kadar kanatlarıyla çevirip kuşatırlar. Mart 2011 “Kullarım ne diyor?” diye sorar. Melekler de şöyle derler: -“Peki onlar beni gördüler mi ki?” -“Hayır, vallahi seni görmediler.” -“Beni görselerdi ne yaparlardı?” -“Şayet seni görselerdi sana daha çok ibâdet ederler, şânını daha fazla yüceltirler, ulûhiyyetine yakışmayan sıfatlardan seni daha çok tenzih ederlerdi.” -“Kullarım benden ne istiyorlar?” -“Cenneti istiyorlar.” -“Cenneti görmüşler mi?” -“Hayır, yâ Rabbi! Vallahi onlar cenneti görmediler.” -“Ya cenneti görseler ne yaparlardı?” -“Şayet cenneti görselerdi onu büyük bir iştiyakla isterlerdi, onu elde etmek için büyük gayret sarf ederlerdi.” -“Bunlar Allah’a neden sığınıyorlar?” -“Cehennemden sığınıyorlar.” 5 dururlar. Zikredenler dağılınca onlar da semâya çıkarlar. Yüce Allah daha iyi bildiği halde onlara: -“Nereden geldiniz?” diye sorar. Melekler de: “Yeryüzündeki bazı kullarının yanından geldik. Onlar Sübhânallah diyerek ulûhiyyetine yakışmayan sıfatlardan seni tenzih ediyorlar, Allâhü ekber diye tekbir getiriyorlar, lâ ilâhe illallah diyerek seni tehlil ediyorlar, elhamdülillâh diyerek sana hamd ediyorlar ve senden istiyorlar.” derler. (Konuşma şöyle devam eder): -“Benden ne istiyorlar?” -“ Cennetini istiyorlar.” -“Cennetimi gördüler mi?” -“Hayır, yâ Rabbi, görmediler.” -“Ya cenneti görseler ne yaparlardı?” -“Senden güvence isterlerdi.” -“Benden neden dolayı güvence isterlerdi?” -“Peki, cehennemi gördüler mi?” -“Hayır, vallahi onlar cehennemi görmediler.” -“Ya görseler ne yaparlardı?” -“Cehenneminden yâ Rabbi.” -“Peki benim cehennemimi gördüler mi?” -“Hayır, görmediler.” -“Ya görseler ne yaparlardı?” -“Şayet cehennemi görselerdi ondan daha çok kaçarlar, ondan pek fazla korkarlardı.” -“Senden kendilerini bağışlamanı dilerlerdi.” Bunun üzerine Allah Teâlâ meleklerine: “Sizi şâhit tutarak söylüyorum ki, ben bu zikreden kullarımı bağışladım” buyurur. Meleklerden biri: Bunun üzerine Yüce Allah şöyle buyurur: “Ben onları affettim. İstediklerini onlara bağışladım. Güvence istedikleri konuda onlara güvence verdim.” “Onların arasında bulunan falan kimse esasen onlardan değildir. O buraya bir iş için gelip oturmuştu.” deyince Allah Teâlâ şöyle buyurur: - “Orada oturanlar öyle iyi kimselerdir ki, onların arasında bulunan kötü olmaz.”(Buhârî, Daavât 66; Ayrıca bakınız: Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 251-252, 358-359) Müslim’in bir rivâyeti şöyledir: Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Rasûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Yüce Allah’ın diğer meleklerden ayrı, sadece zikir meclislerini tespit etmek üzere dolaşan melekleri vardır. Allah’ın zikredildiği bir meclis buldular mı, o kimselerin aralarına otururlar ve diğer melekleri oraya çağırarak cemaatin arasındaki boş yerleri ve oradan dünya semasına kadar olan mesafeyi kanatlarıyla dol- 6 Bunun üzerine melekler: “Yâ Rabbi, çok günahkâr olan falan kul onların arasında bulunuyor. Oradan geçerken aralarına girip oturdu.” derler. O zaman Yüce Allah şöyle buyurur: “Onu da bağışladım. Onlar öyle bir topluluktur ki, onların arasında bulunan kötü olmaz.” (Müslim, Zikir 25; Ayrıca bakınız. Tirmizî, Daavât 129) Yukarıya aldığımız hadisler, Yüce Allah’ı zikretmenin değerini, zikredenlerin kıymetini pek çarpıcı bir şekilde ortaya koymaktadır. Yüce Allah, “Allah’ı zikredenleri” yani namaz kılan, Kur’ân-ı Kerim okuyan, hadis okuyan, Allah’a duâ eden, ilim tahsil eden, ilmî sohbetler yapan kimseleri bağışladığı gibi, onları ziyaret edenleri de bağışlıyor. Öyleyse bize düşen Allah’la beraber olmak ve bir de Allah’la beraber olanlarla beraber olmaktır. Mart 2011 Tazelendi Dertlerime Hak’tan derman dilerken Eski dertler üzre dert tazelendi Gönül süruruna derman dilerken Eski gamlar üzre gam tazelendi Nice bir dert ile olam mübtela Sabır eyledikçe artıyor bela Meğer ki lutf ede yaradan Huda Ağızda duaya dil tazelendi Ya Rab ruz-ı mahşer kılma mükedder Günahkâra affın eyle mukadder Gönlüm şita olmuş gelmiyor bahar Erenler bağında gül tazelendi Ya Rabbi sen artır derdim zikrinle Daim lisanımı doldur şükrünle Leyl ü nehar rahm et bize affınla Çeşmim pınarından sel tazelendi Zikrî’yi zikrinden ayırma bir dem Gönlümü meşgul kıl zikr ile her dem Affınla nazar kıl sakla ağyardan Dü çeşmim abından kan tazelendi Zikrî (Abdulğani Efendi Hz.) (1873–1939) Sanamerli Seyyid Hacı Ahmed Baba Hazretlerinin halifesi Mart 2011 7 ÀÍYjºA ÄjºA A ÀnI “Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına” YARATILAN YARATICININ BİRBİRİNİ ANMASI VE ZİKİR Dr. Ramazan ŞAHAN B ir gün Mekke'den Medine'ye hicret eden müslümanların fakirleri Peygamberimiz’e (s.a.v.) gelerek şöyle dediler: “İçinde Allah’ın anıldığı ev ile Allah’ın anılmadığı evin farkı, diriyle ölünün farkı gibidir.” - Ya Resûlullah! Varlıklı müslümanlar cennetin en yüksek derecelerini ve ebedî nimetleri alıp götürdüler. Bizim kıldığımız namazları onlar da kılıyorlar. Tuttuğumuz oruçları onlar da tutuyorlar. Fazla malları olduğu için hac ve umre yapıyorlar, cihad ediyorlar ve sadaka veriyorlar, biz veremiyoruz. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.v.) onlara: - Sizden önde gidenlere yetişebileceğiniz, sizden sonra gelenleri geçebileceğiniz, sizin yaptığınızı yapanlar dışında herkesten üstün olacağınız bir şeyi haber vereyim mi? diye sordu. - Evet, söyle ya Resûlallah! dediler. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyurdu: - Her namazın ardından otuz üçer defa Allah’ı tesbih eder, O’na hamdeder ve tekbir getirirsiniz. Sahâbîler bu zikirleri nasıl okuyacaklarını sorunca Resûl-i Ekrem şöyle buyurdu: 8 - Otuz üçer defa olmak üzere sübhânallah, elhamdülillah, Allâhü ekber, dersiniz. Birkaç gün sonra fakir muhâcirler Resûlullah’a tekrar gelerek: -Zengin kardeşlerimiz bizim yaptığımız zikirleri duymuşlar. Aynısını onlar da yapıyorlar, dediler. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyurdu: - Ne yapalım! Artık bu Allah'ın bir lutfudur, Allah lutfunu dilediğine verir.1 Kur'ân-ı Kerîm’de pek çok yerde Allah’ı (c.c.) zikretmenin önemine vurgu yapılmış, bir ayette “Allah’ı çok zikredin ki, kurtuluşa eresiniz.”2 şeklinde emredilmiştir. Peygamberimiz (s.a.v.) bir keresinde: - Müferridler öne geçti, buyurdu. Bunun üzerine sahâbîler: - Müferridler ne demektir, yâ Resûlallah? diye sordular. O da: - Allah’ı çok anan erkeklerle kadınlardır, buyurdu.3 Ahzab suresinin 35. ayetinde iyi müslümanın belli başlı özellikleri sayılmış, bunlardan birinin de Allah’ı çokça zikretmek olduğu şöyle belirtilmiştir: “… Allah’ı çok zikreden erkek ve kadınlar var ya, işte bütün bunlara Allah mağfiret ve büyük mükâfat hazırlamıştır.” Aynı surenin 41-42. ayetlerinde de “Ey iman edenler! Allah’ı çok zikredin. Sabah akşam O’nu tesbih edin.” emri verilmiştir. Buradaki “sabah akşam” ifadeleri aslında bütün vakitleri içine almaktadır. Demek ki, Allah Teâlâ kendisini her an ve her fırsatta anmamızı, zikir ve tesbih etmemizi istemektedir. Bir yerde otururken veya bir yere gidip gelirken yahut tezgâh başında çalışırken “sübhânallah”, “elhamdülillah”, “Allahü ekber” demek yürümeye ve iş yapmaya engel değildir. Bazan bu zikirleri söyleyerek, bazan “lâ ilâhe illallah” diyerek, kimi zaman “lâ havle velâ kuvvete illâ billâhi’l-aliyyi’l-azîm” diye tekrar ederek daha hızlı ve âhenkli yürümek ve şevkle çalışmak mümkündür. Ayrıca günde beş vakit namazı kılan bir insan Allah’ı unutmamış ve onu sürekli zikretmiş olur. Zira Mart 2011 bir ayette “Sana vahyedilen kitabı oku! Namazı gereği üzere kıl! Şüphesiz ki namaz, insanı, ahlâk dışı davranışlardan, meşrû olmayan işlerden uzak tutar. Allah’ı zikretmek (onu namazla anmak), elbette en büyük fazilettir. Allah bütün işlediklerinizi bilir.”4 denilmiş, bir başka ayette de “Yalnız Bana ibadet et! Beni anmak için namaz eda et!”5 buyrulmuştur. Kul rabbini hatırlarsa Rabbi de kulunu hatırlamış olur. Aslında Allah (c.c.) hiçbir zaman unutmaz ancak kul onu ibadet, dua ve tesbihat gibi güzel amellerle hatırlarsa Allah (c.c.) da onu sevab, rahmet ve mağfiretiyle hatırlamış olur. Nitekim bir ayette “Siz beni anın ki, ben de sizi anayım…”6 buyrulmuştur. İnsan Allah’ı ya Kur’an okuyarak, dua ederek, Allah’ı güzel isimleriyle anarak diliyle zikreder; ya Allah’ın varlığını gösteren delilleri, yani kâinâtı ve Kur’an’da sözü edilen her şeyi düşünerek kalbiyle zikreder; veya namaz başta olmak üzere bedenle yapılması gereken bütün görevleri yaparak onu bedeniyle zikreder. Her ne suretle olursa olsun Allah’ı zikretmek en üstün ibadettir. Peygamberimiz (s.a.v.) Allah Teâlâ’dan şunu nakletmiştir: “Ben kulumun beni düşündüğü gibiyim. Beni zikrettiği zaman onunla beraberim. Eğer beni yalnız başına anarsa, ben de onu yalnız anarım. Şayet beni bir toplulukla beraber anarsa, ben de onu daha hayırlı bir topluluk içinde anarım.”7 “Kulum beni zikrettiği zaman onunla beraberim” ifadesinin anlamı, ona yardım ederim, onu başta şeytan olmak üzere her türlü kötülükten korurum, ayrıca onun sözlerine değer verir, dualarını kabul ederim, demektir. “Eğer beni yalnız başına anarsa, ben de onu yalnız anarım” demek, beni kimse duymayacak şekilde içinden anarsa, bu hareketinden memnun olur ve onun mükâfâtını bizzat ben, uygun göreceğim şekilde gizlice veririm, demektir. “Şayet beni bir toplulukla beraber anarsa, ben de onu daha hayırlı bir topluluk içinde anarım” buyurmakla, kendisini mü’minlerle beraber anacak olan kulunu, günahsız, tertemiz, herkesten daha çok ibadet eden ve ilâhî sırlara vâkıf olan seçkin meleklerinin yanında, belki de peygamberlerinin huzurunda anmak suretiyle mükâfâtlandıracağını îmâ etmektedir. 9 Genel anlamda her türlü ibadet Allah’ı zikretmek olarak değerlendirildiği gibi özel anlamda da onu zikretmek için belirli formatta bazı zikir cümleleri, özel bir takım ifadeler vardır. Bir hadiste “Zikrin en faziletlisi ‘Lâ ilâhe illallah’ cümlesini söylemektir.”8 buyrulmuştur. Bir başka hadiste de Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Dile hafif, mîzana konduğunda ağır gelen ve Rahmân olan Allah’ı hoşnut eden iki cümle vardır: ‘Sübhânallahi ve bi-hamdihî sübhânallahi’l-azîm.’” Yani “Ben Allah’ı onun şanına yakışmayan sıfatlardan tenzih eder ve O’na hamdederim. Ben Yüce Allah’ı ilahlık makamına yakışmayan sıfatlardan uzak tutar onu layık olduğu şekliyle yüceltmeye çalışırım.”9 Yine bir başka zaman Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “‘Sübhânallâhi velhamdülillâhi velâ ilâhe illallahü vallâhü ekber’ demek, benim için, üzerine güneş doğan her şeyden daha kıymetlidir.”10 Peygamberimiz (s.a.v.), sahabeden Ebû Zerr’e: - Allah’ın en çok hoşlandığı sözü sana bildireyim mi? diye sorduğu zaman, Ebû Zerr (r.a.): - Yâ Resûlallah! Allah’ın en çok hoşlandığı sözü bana bildir, diye sevinmişti. Peygamberimiz (s.a.v.) de şu açıklamayı yapmıştı: “Allah’ın en çok hoşlandığı söz, sübhânallahi ve bi-hamdihî demektir”11 “Ben Allah’ı şanına yakışmayan sıfatlardan tenzih eder ve O’na hamdederim” anlamındaki bu son derece muhtevalı zikri Ebû Zerr (r.a.) bir daha dilinden bırakmamıştır. Ayrıca Ebû Zerr’in bildirdiğine göre Resûlullah’a: - Hangi söz (zikir) daha faziletlidir? diye sorulmuştu da Peygamberimiz (s.a.v.): - Allah’ın melekleri veya kulları için seçtiği sübhânallâhi ve bi-hamdihî sözüdür, buyurmuştu.12 Şüphesiz zikirlerin en üstünü Allah’ın kelâmı olan Kur'ân-ı Kerîm’dir. Onu okumak ve hele mânasını anlamaya çalışmak suretiyle okumak insana daha fazla sevap kazandırır. Hadislerde geçen zikirleri Peygamberimiz’e Cenâb-ı Hakk’ın öğrettiğinde şüphe yoktur. Öyle de olsa, bu zikirleri, sevap bakımından Kur'ân-ı Kerîm ile mukayese etmek mümkün değildir. Bununla beraber insan her zaman Kur’an okuyamaz. İşte bu sebeple bir kimse yakaladığı fırsatları değerlendirmeli, bir iki defa söylemekten ibaret bile olsa Resûlullah’ın öğrettiği zikirleri tekrarlamalıdır. Peygamberimiz (s.a.v.) bir hadiste şöyle buyurmuştur: “Temizlik imanın yarısıdır. ‘el-Hamdü lillâh’ duası mizanı, ‘Sübhânallahi ve’l-hamdü lillâhi’ zikri ise yer ile göklerin arasını sevap ile doldurur.”13 10 Sa‘d bin Ebî Vakkâs’ın bildirdiğine göre Bir bedevî, Resûlullah’a gelerek: -Bana söyleyeceğim bir zikir öğret, dedi. Peygamberimiz (s.a.v.) ona şu zikri tavsiye etti: - “Lâ ilâhe illallahü vahdehû lâ şerîke leh, Allâhü ekber kebîran ve’l-hamdü lillâhi kesîrâ ve sübhânallâhi Rabbi’l-âlemîn, velâ havle velâ kuvvete illâ billâhi’l-azîzi’l-hakîm.” Yani “Tek olan Allah’tan başka ilâh ve O’nun bir eşi ve benzeri de yoktur. Kudreti ve saltanatıyla Allah en büyüktür. Bitip tükenmeyen hamd O’na mahsustur. Âlemlerin Rabbi olan Allah’ı ulû- Aziz Mahmud Hüdayi (k.s.), zikrin faziletini anlattığı bir şiirinde şunları söylemiştir: Dilden kederler dûr olur M a h z u n o l a n m e s r û r o l u r. Z u l m e t H ü d a y i n û r o l u r. Envar-ı zikrullah ile. İsterse ger kalbin safa. Zikreyle Hakk’ı daima. Bîmâr olan bulur şifa. Timar-ı zikrullah ile. Bel bağlayanlar hizmete, Talib olurlar vuslata. Ermiş Hüdayi vahdete, Esrar-ı zikrullah ile. hiyyet makamına yakışmayan sıfatlardan tenzih ederim. Günahtan kaçacak güç, ibadet edecek kuvvet ancak Azîz ve Hakîm olan Allah’ın yardımıyla kazanılabilir.” Bunun üzerine bedevî: - Bunlar Rabbim için söyleyeceğim dua ve zikirlerdir. Kendim için ne söylemeliyim? dedi. Allah Resûlü ona şunu öğretti: - Allâhümmağfir lî verhamnî vehdinî verzuknî. Yani “Allahım, beni bağışla, bana merhamet et, rızânı kazandıracak işler yaptır ve bana hayırlı rızık ver”14 Peygamberimiz (s.a.v.) selâm verip namazdan çıkınca üç defa istiğfâr eder (estağfirullah der) ve “Allâhümme ente’s-selâm ve minke’s-selâm tebârekte yâ ze’l-celâli ve’l-ikrâm” zikrini yapardı. Yani “Allahım selâm sensin. Selâmet ve esenlik sen- Mart 2011 dendir. Ey azamet ve kerem sahibi Allahım, sen hayır ve bereketi çok olansın”15derdi. Ayrıca bu gün bildiğimiz, Müslümanların Peygamberimizden öğrendikleri, camilerde topluca veya tek başına namaz kıldıktan sonra yaptıkları farklı dua şekillerinin her biri de sevap bakımından oldukça değerli olan zikirlerdir.16 Bir hadiste şu müjdeli ifade geçmektedir: “Her namazdan sonra kim otuz üç defa ‘sübhânallah’, otuz üç defa ‘elhamdülillâh’, otuz üç defa ‘Allâhü ekber’ der, yüze tamamlamak için de ‘Lâ ilâhe illallahü vahdehû lâ şerîke leh, lehü’lmülkü ve lehü’l-hamdü ve hüve alâ külli şey’in kadîr’ derse, günahları deniz köpüğü kadar çok olsa bile affedilir.”17 memeliyiz. Bu konuda Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “İçinde Allah’ın anıldığı ev ile Allah’ın anılmadığı evin farkı, diriyle ölünün farkı gibidir.”22 Bir gün Ebû Hüreyre (r.a.) ağaç dikerken Resûlullah (s.a.v.) onu gördü ve: - Cennet hazinelerinden bir hazineyi sana bildireyim mi? - Ebû Hüreyre ne dikiyorsun? diye sordu. O da: - Kendim için bir fidan dikiyorum, diye cevap verdi. O zaman Allah'ın Resûlü: - Sana bundan daha hayırlı bir fidanı haber vereyim mi? diye sorunca, Ebû Hüreyre: - Evet, yâ Resûlallah, diyerek ne buyuracağını merakla beklemeye başladı. Peygamberimiz (s.a.v.): - “Sübhânallahi ve’l-hamdü lillâhi velâ ilâhe illallâhü vallâhü ekber”, de! Bu sözlerin her birine karşılık cennette sana bir hurma fidanı dikilir,18 buyurdu. Kur'ân-ı Kerîm’de kâinat hakkında derin düşüncelere dalan akıl sahipleriyle ilgili şöyle buyrulmuştur: “Onlar ayakta iken de, otururken de, yatarken de Allah’ı anarlar.”19Hz. Âişe validemiz de şöyle demiştir: “Resûlullah (s.a.v.) Allah Teâlâ’yı her halinde zikrederdi.20 Bizler de Peygamberimizi (s.a.v.) örnek alarak her durumda Allah’ı (c.c.) zikretmeliyiz. Aksi takdirde zamanla kalplerimiz manevî canlılığını kaybedebilir. Nitekim Peygamberimiz (s.a.v.) “Rabbini zikredenle etmeyenin farkı, diriyle ölünün farkı gibidir.”21Zikrimizi sadece namaz gibi belli vakitlere değil, her ana yaymalıyız. Mekân yönüyle de sadece camilerde değil her yerde zikirle meşgul olmalıyız. Özellikle de çocuklara örnek olma ve evimizin bereketi açısından namaz kılmak, Kur'ân-ı Kerîm okumak ve diğer tesbihatları yapmak suretiyle evlerimizi de zikirden mahrum et- Mart 2011 Bir adam Peygamberimize (s.a.v.) hitâben: - Yâ Resûlallah! İslâmiyet’in emirleri çoğaldı. Bana sürekli yapacağım bir şey söyle, dedi. O da: - Dilin hep Allah’ı zikretsin! buyurdu.23 Peygamberimiz (s.a.v.) sahabeden Ebû Mûsâ’ya şöyle dedi: O da: - Evet, Yâ Resûlallah, bildir, dedi. Bunun üzerine şöyle buyurdu: - Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh. Yani “Günahtan kaçacak güç, ibadet edecek kuvvet ancak Allah’ın yardımıyla kazanılabilir.”24 DUAMIZ “Allâhümme einnî alâ zikrike ve şükrike ve hüsni ibâdetik. = Allahım! Seni anıp zikretmek, nimetine şükretmek, sana lâyık ibadet etmek için bana yardım eyle!” “Allâhümme innî eûzü bi-rızâke min sahatik, ve bi-muâfâtike min ukûbetik, ve eûzü bike minke, lâ uhsî senâen aleyke, ente kemâ esneyte alâ nefsike. = Allahım! Senin gazabından rızâna, azâbından affına sığınırım. Ben senden sana sığınırım. Ben seni lâyık olduğun şekilde medh ü senâ edemem. Sen kendini nasıl medh ü senâ etmişsen öylesin.” ...................................................... 1)Buhârî, Ezân, 155; Daavât, 18; Müslim, Mesâcid, 142. 2)Cum‘a suresi, 10. ayet. 3)Müslim, Zikir, 4. 4)Ankebût suresi, 45. ayet. 5)Taha suresi, 14. ayet. 6)Bakara suresi, 152. ayet. 7)Buhârî, Tevhîd 15; Müslim, Zikir 2, 19, 50; Tevbe 1. 8)Tirmizî, Daavât 9. 9)Buhârî, Daavât, 65, Tevhîd, 58; Müslim, Zikir 31. 10)Müslim, Zikir, 32. 11)Müslim, Zikir, 85 12)Müslim, Zikr, 8485. 13)Müslim, Tahâret 1; Tirmizî, Daavât, 86. 14)Müslim, Zikir, 33-36. 14)Müslim, Mesâcid 135, 136. 15)Buhârî, Ezân 155, İ‘tisâm 3, Kader 12, Daavât 18; Müslim, Mesâcid 137, 138. 16)Müslim, Mesâcid, 146. 17)İbni Mâce, Edeb 56. 18)Âl-i İmrân sûresi (3), 190, 191. 19)Müslim, Hayz 117. 20)Buhârî, Daavât, 66. 21)Müslim, Müsâfirîn, 211. 22)Tirmizî, Daavât 4. 23)Buhârî, Megâzî 38, Daavât 50, Kader 7, Tevhîd 9; Müslim, Zikir 44-46. 24)Ebû Dâvûd, Vitir 26. 25)Müslim, Salât 222. 11 ÀÍYjºA ÄjºA A ÀnI “Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına” Diyen Mahrum Kalmaz Nihat MORGÜL nihatmorgul@gmail.com İ Bu kâinat içinde kendi durumunu anlayan, her şeyin her şeyle ve her şeyin bir şeyle olan irtibatını kavrayan, alamdeki birliği, düzeni gören insan Allahu Ekber demekten kendini alamaz. 12 nsanoğlunu bekleyen en büyük tehlike kanaatimce, unutmasıdır. İnsanın Rabbini unutması, geldiği yeri unutması, insan olarak ifade ettiği anlamı unutması, hayatın maksadını unutması ve kendisini bu dünya hayatında yalnız, sahipsiz, sınırsız ve sorumsuz zannetmesidir. İnsanın kendini yaratanından bağımsız hissetmesi, onu kibre sevk etmiş ve başı dertten kurtulmamıştır. Dikkat edilirse insanoğlunun en rahat dönemi benliğinden uzak olduğu dönemlerdir. Örneğin anne karnındaki çocukta benlik yoktur. Bunun için her ihtiyacı onu var eden tarafından en iyi şekilde giderilir. Çocuk hiçbir gayret sarf etmeden, barınma, korunma, beslenme ihtiyacı karşılanır. Dünya’ya gelir gelmez annesinin vücudu ona göre hazırlanır ve alması gereken tüm gıdalar yapısına uygun olarak anne sütünde hazır edilir. Çocuk büyüyüp ben ben dedikçe, Allah da onu kendi benliği ile baş başa bırakır ve insan eski rahatlığını kaybeder. Artık tüm ihtiyaçlarını kendisi karşılamak zorunda kalır. Büyük âlim Bediuzzaman Said Nursi, risalelerinde besmele’nin yorumunda bir benzetme anlatır. Buna göre bir padişahın iki adamı ülke durumunu görmek için yolculuğa çıkacaklardır. Olur ya başlarına bir şey gelir, sıkışırlarsa kullanmak üzere adamlardan biri padişahtan bir berat ve izinname almış. Diğeri ise, benim berata, belgeye ihtiyacım yok, aklım var. Ben kendime yeterim, diyerek izinnameyi almamış. İkisi de ayrı ayrı yolculuğa çıkmışlar. Yolculuk hali bu. Bir sıkıntı anında ilki izin nameyi göstermiş ve izzet, ikram, hürmet görmüş. Bir eşkıya ile karşılaşınca ben falancanın adamıyım demiş ve eman bulmuş. Diğeri ise dara düştüğünde nereye girse kovulmuş. Eşkıya ile karşılaşmış soyulmuş. Ben falancanın adamıyım, onun tarafından vazifeli gönderildim dese de kimse ona inanmamış. Aylar sonra ilki gayet bakımlı, sıhhati ve morali yerinde saraya dönmüş. Diğeri ise, aç susuz, per perişan nice zaman sonra saraya dönebilmiş. Bu kıssadan alınacak ders şudur ki dünya yolculuğunda her kim kâinatın sahibini ve efendisini unutmadan hareket ederse rahat eder yoksa musibetlerden kurtulamaz. Gönlünde, ailesinde ve çevresinde huzur bulamaz. Allah’ı unutmama, onu daima hatırda tutmanın İslam dinindeki adı zikirdir. Zikir, Allah ile yaşamak, onu daima gündeminde tutmaktır. Kuran Mart 2011 bir çok ayette insanı çevresine bakmaya, kâinatı incelemeye teşvik eder. O, evrendeki olağanüstülükten bize haber verir. Kurana göre kâinattaki her şey bize Allah’ı anlatır. Dolayısıyla insan her nereye baksa orada Allah’ın eserini bulur. Bu bilinçle hayatını sürdüren insan Rabbini unutmaz. Rabbini unutmayan insan kolay kolay hata, isyan ve zulüm işlemez. Onda gurur, kibir, kendini beğenme olmaz. Nitekim insanı çevresinde olanları düşünmeye davet eden bir ayette şöyle buyrulur: “Onlar, ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken (her vakit) Allah'ı anarlar, göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin düşünürler (ve şöyle derler:) Rabbimiz! Sen bunu boşuna yaratmadın. Seni tesbih ederiz. Bizi cehennem azabından koru!” [3.191] GAFLET, İNSANIN KENDİNE YAPTIĞI EN BÜYÜK HAKSIZLIKTIR Allah’ı unutmanın dindeki ifadesi, gaflettir. Gaflet, -haşa- Allah yokmuş gibi, onu hesaba katmadan yaşamaktır. Gaflet, insanı iman zafiyetiyle yakalar onu münafıklık ve küfre kadar götürür. Allah Teala Kuranda Allah’ı az hatırlamayı münafıklık alameti olarak zikreder. “Şüphesiz münafıklar Allah'a oyun etmeye kalkışıyorlar; 13 halbuki Allah onların oyunlarını başlarına çevirmektedir. Onlar namaza kalktıkları zaman üşenerek kalkarlar, insanlara gösteriş yaparlar, Allah'ı da pek az hatıra getirirler. [4.142] Bütün İslam âlimlerinin, tüm tasavvuf büyüklerinin talebelerine yaptıkları en önemli tavsiye, gafil olmamalarıdır. Zaten bizzat Kuran’ın kendisi müminleri bu konuda uyarır; “Kendi kendine, yalvararak ve ürpererek, yüksek olmayan bir sesle sabah akşam Rabbini an. Gafillerden olma.” [7.205] Allah’tan gafil olan insan, nefsinin, süfli arzularının, dünya sevgisinin esiri olur. Giderek rahmet ve merhametten, insani duygulardan uzaklaşır. Her şeye sahip olsa da huzurlu ve mutlu olamaz. Ruhunda hep bir boşluk hisseder. Çünkü insan ruhundaki boşluğu ancak iman nuru doldurabilir. Kuran, gönlünü Allah’ın zikri ve manevi duygularla dolduranlar hakkında buyurur ki; “Bunlar, iman edenler ve gönülleri Allah'ın zikriyle sükûnete erenlerdir. Bilesiniz ki, kalpler ancak Allah'ı anmakla huzur bulur.” [13.28] Her şeyi olduğu halde bir türlü mutlu olamayan, saadeti eroinde, uyuşturucuda, alkolde arayan fakat bula- mayan, aksine her geçen gün gittikçe yalnızlığa gömülen, çaresizleşen insanların televizyonlarda, gazetelerde ve belki çevremizdeki ibretlik hayatları bu ayetin hakikatini açıkça ortaya koymuyor mu? Bir ömür iman’ın nuruna, İslam’ın hakikatine sırt dönmüş insanları tasvir ederken Kuran şöyle buyurur; “Kim de beni anmaktan yüz çevirirse şüphesiz onun sıkıntılı bir hayatı olacak ve biz onu, kıyamet günü kör olarak haşredeceğiz.” [20.124] Ahiretteki bu körlük, gafil olan kimsenin kainatta her şey Allah’ı anlatıp dururken hiçbirini görmemesinin manevi bir cezası ve karşılığı olsa gerektir. Adeta, insanı uyaran ve ona, Allah’ı anlatan bunca hakikati görmeyen gözün cennet nimetlerini görmeye de hakkı yoktur, denmek istenmiştir. Zikir, En Yüksek Terbiye Metodudur Allah’ı hatırda tutmak insanı gafletten, nefsinin esiri olmaktan kurtarır ve onu terbiye eder. Belki bu yüzden Osmanlıda padişahın katıldığı törenlerde herkes, padişahım çok yaşa, diye seslenirken meşayıh da, gururlanma padişahım senden büyük Allah var, diyerek onun nefsaniyetini törpülüyorlar ve onu Allah’ı unutup gaflete düşmekten muhafaza etmeye çalışıyorlardı. İnsanı geçmişte ve günümüzde meşgul eden, ömür sermayesini boş şeylerde tüketerek zayi eden bir çok uğraşlar vardır. Kainat boşluk kaldırmıyor. İnsanın kafatasında bulunan yedi delik (iki göz, iki kulak, iki burun ve bir ağız) doğru ve meşru işlere yönlendirilmezse şeytan ve nefis onları oyalayacak bir şeyler buluyor. Bir ayette Allah Teala bizi şöyle uyarır; “Kim Rahmân'ı zikretmekten gafil olursa, yanından ayrılmayan bir şeytanı ona musallat ederiz.” [43.36] Televizyon dizileri, boş arkadaş sohbetleri, haddinden fazla yeme içme, isyan ve günah dolu şarkı türkü, malayani şeyler hep ömrümüzden gidiyor ve kalbimizi meşgul ediyor. Buna karşılık insanın dünya yolculuğunda onu sahil-i selamete götürecek ve Allah’a ulaştıracak rehberler ve öğretmenler mesabesinde olan tasavvuf büyükleri de -her tarikatte farklı şekillerde de olsa- bazı usullerle insanı bu tehlikelerden korumaya çalışmışlardır. Gözünü, gönlünü haramdan korumak, eline, diline, beline, sahip olmak, kalbini Allah ile, dilini onun zikri ile meşgul etmek, farzların yanında na- 14 Mart 2011 file ibadetlere devam etmek, bu prensiplerin en başında gelmektedir. Uyarılara dikkat eden ve ev ödevlerini yapan her öğrenci, bu ahlak, edep ve insanlık okulundan büyük bir terbiye alarak yoluna devam etmektedir. Zikir, Farkında Olmaktır Hazreti peygamberimiz beş vakit namazların ardından 33 defa sübhanellah, 33 defa elhamdulillah ve 33 defa Allahu Ekber denmesini ümmetine tavsiye etmiştir. Bu vazife, bir tarikate mensup olsun veya olmasın tüm müslümanların günlük asgari zikirlerindendir. Peki, neden bu lafızlar? Bu lafızlardan anlıyoruz ki İslam fark etmeyi ibadet saymıştır. Müslüman, çevresine bakacak ve oradaki eşsiz ahengi, ilmi, kudreti görecek, Rabbini hatırlayacak ona hayran olacaktır. Bu hayranlık karşısında söylenecek söz sadece sübhanellah’tır. Yâ Rabbi seni eksikliklerden tenzih ederim! Bizler hayret verecek bir işle karşılaşınca sübhanellah deriz. Bu tesbih cümlesi aynı zamanda bir hayret ifadesidir. Bu manada hayret etmek en insani özelliktir ve ibadettir diyebiliriz. Zira hiçbir hayvan hayret etmez, hayran olmaz. Detayı gören, kuvveti, kudreti ve ahengi gören fark eder ve hayreti artar. Hayreti artanın o yaratıcıya hayranlığı artar. Subhanellah bu halin sözle ifadesidir. Tüm bu yaratılmışın insan için hazırlandığı ve düzenlendiğini anlayınca söylenecek söz elhamdulillah’tır. Ya Rab, sana hamdolsun. Bütün bu nimetleri benim için hazırlamışsın. Bu kâinat içinde kendi durumunu anlayan, her şeyin her şeyle ve her şeyin bir şeyle olan irtibatını kavrayan, alamdeki birliği, düzeni gören insan ise Allahu Ekber demekten kendini alamaz. Allah’ım ne büyüksün! Allah’ım en büyüksün! İşte bu fark ediş insana manen hayat verir. Hayatın anlamını kavrar, huzur bulur. Değilse insanın bu evrendeki yerinin ne olduğunu anlamadan her hangi bir canlı gibi yaşamaya devam eder. Hazreti peygamberimiz, “Rabbini zikreden kimse ile zikretmeyen kimsenin örneği diri ile ölü gibidir.” Buhari, 5/2353 buyurarak zikreden bir gönlün bu uyanık hali ile gafilin hiçbir şeyden habersiz olan kalbî durumunu özet olarak açıklamıştır. Mart 2011 Büyüklerin Hali Hatırlıyorum da zikir bizim hayatımızda bir lüks ve fantezi gibi durmazdı. Tam hayatın içinde doğal olarak yaşanırdı. Çoğu okuryazar bile olmayan köylü amcalarımızın, teyzelerimizin, dedelerimizin hep dilindeydi zikir. Onlar çok kızdıklarında bile “lâ havle.. ” çekerlerdi. Veya “fe sübhanellah, lâ ilahe illallah” derlerdi. Bir işte birbirlerini coşturmak, bir işe kalkışmak için “haydi Yâ Allah” nidası yeterliydi. Komşu teyzeler çeşit çeşit zil melodilerinin henüz olmadığı dönemde birbirlerine yine Allah’ın adıyla, “hûû komşu” diyerek seslenirlerdi. Allah’ın selamıyla birbirlerini karşılar, ayrılırken birbirlerini Allah’a emanet ederlerdi. Onlar Allah’ı dilinden düşürmedikleri için Allah’ta onları rahmetinden bereketinden, lütfundan esirgemiyordu. Çünkü Kuranda vadi vardı; “Öyle ise siz beni anın ki ben de sizi anayım.” [2.152] Onun adını zikreden, onun kapısını çalan ne zaman boş dönmüş ki. Rahmetli annemin bir sıkıntı anında daima söylediği “Allah diyelim. Allah diyen mahrum kalmaz” sözü hala kulaklarımdadır. Evet, bi’t tecrübe sabittir ki, Allah diyen mahrum kalmaz. 15 ÀÍYjºA ÄjºA A ÀnI “Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına” “Beni Anın, Ben de Sizi Anayım” Fuat TÜRKER ftturker@hotmail.com Ö İman eden bir insan günlük hayatın karmaşası içinde geçici de olsa, Allah'ı aklından çıkarmaz, Allah ile olan bağlantısını bir an bile koparmaz. İnsan Allah’ı anmadığı her an zayıf düşer. O’nu anmak insan ruhunun haz aldığı, lezzetli ve yemek içmek gibi gerekli olan bir şeydir. Yiyip içerek bedenini beslemeyi unutmayan insan, Allah’ı sürekli anarak ruhunu da besler. 16 yleyse (yalnızca) Beni anın, Ben de sizi anayım; ve (yalnızca) Bana şükredin ve (sakın) nankörlük etmeyin. (Bakara Suresi, 152) Allah’ı zikretmek, insanı nefsanî kötülüklerden arındıran, kalbe güven duygusu ve huzur indiren, Allah’ın dilemesiyle kurtuluşa ulaşmaya vesile olacak olan en önemli ibadetlerden biridir. Kuran’da Allah’ı anmanın önemi "... Allah'ı zikretmek ise muhakkak en büyük (ibadet)tür..."(Ankebut Suresi, 45) ayetiyle haber verilir. İnsanı, ‘Rabb'i ile dost’ kılacak ve O’na yakınlaşmasını sağlayacak önemli yollardan biridir Allah’ı anmak. Rabb'ini dost edinmeyi amaç edinen insan, günlük yaşamının her aşamasında Allah’ı anmalı, verilen sayısız nimete karşı şükretmeli, bilerek ya da bilmeyerek yaptığı hataları nedeniyle bağışlanma dilemeli ve Allah’ın adını yüceltmelidir. İnsan, yaşadığı her an, Allah’ın nimetini ve rahmetini hatırlayıp O’na yöneldikçe, sürekli ibadet durumunda olduğundan Allah’a daha da yakınlaşır. Karşılaştığı olaylar nedeniyle paniğe kapılmaz, öfkelenmez, üzülmez. Allah’ın kendisi için hazırladığı kaderden hoşnut olmadığı anlamına geleceği için, Rabb'inden gelen her şeyi sabır ve tevekkülle karşılar. Yüce Allah bir Kur’an ayetinde Kendisi’ni anmaları konusuna kullarının dikkatini çeker ve onları gaflet tehlikesine karşı uyarır: Rabbini, sabah akşam, yüksek olmayan bir sesle, kendi kendine, ürpertiyle, yalvara yalvara ve için için zikret. Gaflete kapılanlardan olma. (Araf Suresi, 205) İman sahibi insan, her sabah bir tür ölüm hali olan uykudan uyanır uyanmaz Rabb'i kendisine yeniden can verdiği için şükreder; Allah'a hamd ederek güne başlar. Gününü Allah'a adar; karşısına salih amellerde bulunabileceği vesileler çıkarması için dua eder. Amacı Allah'ın hoşnutluğunu kazanmak olduğundan şevkle yatağından kalkar. Sabah erken kalkmak birçok insanın nefsine ağır gelir ancak mümin, kalktığı her sabahın kendisine verilmiş yeni bir fırsat olduğunun bilin- Mart 2011 cindedir; zinde bir şekilde kalkar. O gün Allah yolunda neler yapabileceğini aklından geçirir. İnsanın yaptığı işin hikmeti, onu Allah’ın hoşnutluğunu amaçlayarak yapması ile oluşur. Bu nedenle mümin, Kur’an’da emredilen ahlakı her zaman büyük bir dikkatle korumaya çalışır. İman edenlerin bu özelliği, “(Öyle) Adamlar ki, ne ticaret, ne alış-veriş onları Allah'ı zikretmekten, dosdoğru namazı kılmaktan ve zekatı vermekten 'tutkuya kaptırıp alıkoymaz'…” (Nur Suresi, 37) ayetiyle bildirilir. Allah'ın zikretme konusunda Peygamberimiz (sav) şöyle buyurur: “Allah’ın kulunu sevmesinin belirtisi, Allah’ı anmayı sevmektir. Allah’ın kula buğz etmesinin belirtisi ise, kulun Aziz ve Celil olan Allah’ı anmaktan hoşlanmamasıdır.” (Câmiü’s-Sağîr, 3/1182) Ayrıca İmam Ahmed bin Hanbel'in aktardığına göre Peygamberimiz(sav), "Allah'ı anmayı (zikri) ve Kuran okumayı tavsiye ederim. Çünkü bu gökteki ruhun, yerdeki zikrindir" buyurarak konunun önemini vurgular.. 17 Bediüzzaman’ın ifadesiyle ise kâinat baştanbaşa Allah’ı zikretme ve Allah’a şükretme mescidinden ibarettir. (Mesnevî-i Nuriye, s. 23) Samimi inanan insan, Allah’ın hoşnutluğunu, sevgisini ve rahmetini kazanma beklentisi içindedir. O’na güvenip dayanır; gökten yere her işi düzenleyip kontrolü altında tutanın Yüce Allah olduğunun bilincindedir. Yaptığı her işte, izlediği her görüntüde Allah’ın üstün aklını, hayranlık uyandıran benzersiz yaratma sanatını ve O’nun sonsuz gücünü görüp, üzerlerinde derin düşünür. İnsan için tüm bunları görebilmek, tefekkür etmek, dile getirmek de büyük bir nimet ve ibadettir. Allah'ı anmada gösterdiği gevşeklik derecesinde insan, Rabb'inden uzaklaşır. Kur’an ahlakını yaşamayan kimseler Allah'ı anmadıkları, hatta akıllarına dahi getirmedikleri için Allah’ın sınırlarını aşar, buyruklarını göz ardı etmeyi yaşam biçimi haline getirirler. Kur’an dışı sapkın davranışların altındaki neden, Allah'ı anma konusundaki gevşekliktir. Kur’an’a baktığımızda, Hz. Musa’nın sürülerini sulama işi sırasında dahi, arada gölgeye çekilip, "..Rabbim, doğrusu bana indirdiğin her hayra muhtacım." (Kasas Suresi, 24) sözleriyle Allah’ı andığını görürüz. Allah'ın buyruklarına karşı duyarlı olmayan kişi, zaman zaman öyle hatalar yapar ki, kendini düzelttiğinde, nasıl yaptığına kendi de hayret eder. Bu olmadık hatalar, kişinin o an Allah’ı unuttuğunun işaretleridir. Allah'ı anma konusundaki gafletin boyutları ise “Kendileri Allah'ı unutmuş, böylece O da onlara kendi nefislerini unutturmuş olanlar gibi olmayın. İşte onlar, fasık olanların ta kendileridir.” (Haşr Suresi, 19) ayetiyle haber verildiği üzere, kişinin imanı için büyük tehlikedir. Birçok eksiklik ve kusurları olan bir varlıktır insan; yaratılmıştır ve yaratılmışlara has acizliklere sahiptir. Eksiklikten ve kusurdan münezzeh olan tek varlık yalnızca Allah'tır. İnsanın Allah karşısındaki acizliklerinin en önemlilerinden biri de unutmasıdır. İnsanın yaşamını sürdürebilmesi için Allah'ın her an hafızasında tuttuğu bilgilere ihtiyacı vardır. Allah o bilgilerden bir tane dahi eksiltme yaptığında, insan bu bilgiye yeniden sahip olmaya güç yetiremeyecektir. Böyle bir acizlik yaşandığında, insanlar; "... Unuttuğun zaman Rabbini zikret ve de ki: "Umulur ki, Rabbim beni bundan daha yakın bir başarıya yöneltip iletir." (Kehf Suresi, 24) ayeti gereği Allah'a sığınır ve O'ndan yardım diler- "Tel tel ve iplik iplik dikseler de ağzımı Tek ses duysalar; ALLAH... Yoklayanlar nabzımı..." 18 Mart 2011 ler. Her şey gibi, insanın unuttuğu şeyi hatırlayabilmesi de yalnızca Allah'ın dilemesiyle mümkündür. Allah'ı sürekli akılda tutmak, O'nun ayetlerini tefekkür etmek insanın aklını ve şuurunu sürekli açık tutar. Allah'ı her an zikreden insan, Allah karşısındaki aczini ve güçsüzlüğünü daha iyi idrak eder, yalnızca Allah'tan ister; O’na teslim olur. Kur’an’da Yunus Peygamber’den söz edilen ayetlerde, “Derken onu balık yutmuştu, oysa o kınanmıştı. Eğer (Allah'ı çokça) tesbih edenlerden olmasaydı, Onun karnında (insanların) dirilip-kaldırılacakları güne kadar kalakalmıştı.” (Saffat Suresi, 142-143-144) buyrulur. Çok açıktır ki tıpkı Hz. Yunus gibi Allah'ı çokça zikreden samimi kullar Allah’ın dilemesiyle- kurtarılacaklardır. İman eden bir insan günlük hayatın karmaşası içinde geçici de olsa, Allah'ı aklından çıkarmaz, Allah ile olan bağlantısını bir an bile koparmaz. İnsan Allah’ı anmadığı her an zayıf düşer. O’nu anmak insan ruhunun haz aldığı, lezzetli ve yemek içmek gibi gerekli olan bir şeydir. Yiyip içerek bedenini beslemeyi unutmayan insan, Allah’ı sürekli anarak ruhunu da besler. Birçok insan genellikle zorlukta Allah’ı anıp, kolaylıkta unutur. Ancak mümin zorlukta da anar. Başına hastalık gelse buna da şükreder. İmtihan anı geldiğinde de hoşnut olur, zul görmez. Ne kadar zorluk isabet ederse, insan Allah’a o kadar yakınlaşır. İnanan insan, Allah’ı çok anar ve hatırlatır. Bir Kuran ayetinde, (Bu nur,) Allah'ın, onların yüceltilmesine ve isminin zikredilmesine izin verdiği evlerdedir; onların içinde sabah akşam O'nu tesbih ederler. (Nur Suresi, 36) ifadesiyle Rabbimiz’in, isminin yüceltilmesine izin verdiği evlerden söz edilir. O halde Allah’ın buna müsaade etmesi de çok önemli şükür vesilesidir. “Kendileri Allah'ı unutmuş, böylece O da onlara kendi nefislerini unutturmuş olanlar gibi olmayın. İşte onlar, fasık olanların ta kendileridir.” (Haşr Suresi, 19) İnsan Rabb'ini unutursa, “…Onlar Allah'ı unuttular; O da onları unuttu…” (Tevbe Suresi, 67) ayetindeki ifadeyle, Allah da onu zahiren unutur... Bunu göze alabilir mi insan..? Mart 2011 19 ÀÍYjºA ÄjºA A ÀnI “Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına” Anılmaya En Layık Olanı Unutmamak: Zikir Sezgin ÇAKIR sezginckr@hotmail.com nmak; onun adını, emrini, nehyini baş tacı etmek. Anmak hayatımızdaki önceliği hayatı bize bahşedene sunmaktır. Anmak O’nun arzusu hilafına hiçbir şey yapmamaktır. Anmak Tevhidi dilden kalbe, kalbten ruha, ruhtan âleme yaymaktır. Anmak, Kâbe’de Resulullah (s.a.s)’in haykırdığı hakikatı “bütün putlar yok olup din sadece Allah’ın oluncaya kadar” devam ettirmek ve bu akide üzerine hayatını devam ettirmektir. A “ B i r t o p l u l u k , A l l a h ’ ı zik re t mek i çi n o t urduk la rında , m ut laka mel ekle r onla rı s a ra r v e he r t araflarını ra hm e t b ü r ü r. ” Unutmamak ve unutulmamaktır. Rabbimizin buyurduğu: “Öyle ise beni anın (zikredin) ki, ben de sizi anayım (zikredeyim); bana şükredin, nankörlük etmeyin.” (Bakara, 2/152) emri ilahisine sıkı sıkıya sarılmaktır. Huzur insanlığın huzur kapısıdır zikir. Zikir gönüllerin sükûnet bulması, itminane ermesidir: “Bunlar, iman eden ve kalpleri Allah’ın zikriyle sükûnete erenlerdir. Bilesiniz ki, kalpler ancak Allah’ı anmakla huzur bulur.” (R’ad, 13/28) Bir türlü doymak bilmeyen nefsin ve o nefsi 20 eline alıp oynayan şeytanın elinden kurtuluştur zikir. Zikir kurtuluşun reçetesidir. Kurtuluşun ta kendisidir: “Allah’ çok zikredin ki kurtuluşa eresiniz.” (Cum’a, 10) Bütün ibadetler zikirdir. Zikirsiz bir ibadet yoktur. Hac en büyük cemaat zikridir. Namaz, oruç, cihad hep zikirdir. Onu anmadan yapılan hiçbir ibadetin anlamı yoktur: “(Ey Muhammed!) Kitaptan sana vahyolunanı oku, namazı da dosdoğru kıl. Çünkü namaz, insanı hayâsızlıktan ve kötülükten alıkor. Allah’ı anmak (olan namaz) elbette en büyük ibadettir. Allah yaptıklarınızı biliyor.” (Ankebüt, 45) Dünyanın süsüne püsüne aldırmadan, oyun ve eğlencesine aldırmadan Allah için yaşamak, Allah için olmanın adıdır zikir: “Allah’ın, yüceltilmesine ve içlerinde adının anılmasına izin verdiği evlerde hiçbir ticaretin ve hiçbir alış verişin kendilerini, Allah’ı anmaktan, namazı kılmaktan, zekatı vermekten alıkoymadığı birtakım adamlar buralarda sabah akşam O’nu tesbih ederler. Onlar, kalplerin ve gözlerin dikilip kalacağı bir günden korkarlar.” (Nur,36/37) Gönlü sahibine vermek, anmak, anılmak ve bütün hal üzere Allah’ı unutmamak, her an O’nun murakabesi altında olmaktır zikir: “Onlar ayaktayken, otururken ve yanları üzerine yatarken Allah’ı anarlar. Göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde düşünürler. “Rabbimiz! Bunu boş yere yaratmadın, seni eksikliklerden uzak tutarız. Bizi ateş azabından koru” derler.” (Ali imran,191) Allah’ın mağfiretini talep etmek ve hazırladığı en büyük mükâfatı hak etmek, Allah’ın istediği bir hayatı yaşamaktır zikir: “Müslüman erkekler ve müslüman kadınlar, mümin erkekler ve Mart 2011 mümin kadınlar, kendini Allah’a ibadete veren erkek ve kadınlar, samimi ve doğru olan erkek ve kadınlar, mütevazı ve Allah’a saygılı erkek ve kadınlar, zekât ve sadaka veren erkek ve kadınlar, oruç tutan erkek ve kadınlar, iffetlerini koruyan erkek ve kadınlar, Allah’ı çok zikreden erkek ve kadınlar var ya, işte bütün bunlara Allah mağfiret ve büyük mükâfat hazırlamıştır.” (Ahzab,35) Yediği içtiği nimetten, üzerinde gezindiği toprağa kadar her şeyin lisani hal ile O’nu zikrettiğini unutmamaktır zikir: “Yedi gök, yer ve bunların içinde bulunanlar Allah’ı tespih ederler. Her şey O’nu hamd ile tespih eder. Ancak, siz onların tespihlerini anlamazsınız. O, halîm’dir (hemen cezalandırmaz, mühlet verir), çok bağışlayandır.” (İsra,44) Yaratılmış her şeyin kendi lisanı ile O’nu andığını unutmamak ve kendisinin de bu ilahî koruya katıldığını bilerek dilden gönüle, gönülden ruha, benliğini Allah’a sunabilmektir zikir: “Göklerde ve yeryüzünde bulunan kimselerle, sıra sıra (kanat çırparak uçan) kuşların Allah’ı tespih ettiğini görmez misin? Her biri duasını ve tesbihini kesin olarak bilmektedir. Allah onların yapmakta olduğu şeyleri hakkıyla bilendir.” (Nur,41) Rasulüllah (s.as)in Mübarek Dilinden Zikrin Faziletleri Resulullah sallalahu aleyhi ve selem: “Müferridler öne geçti” buyurdu. Bunun üzerine sahabiler: Müferridler ne demektir, Ya Resulallah? diye sordular. Resul-i Ekrem de: “Allah’ı çok zikreden erkeklerle kadınlardır” buyurdu. (Müslim, zikir 4; Tirmizi, Daavat 128) “Bir grup, Allah’ın Kitabı’nı okuyup ondan ders almak üzere Allah’ın evlerinden birinde bir araya gelecek olsalar, mutlaka üzerlerine sekinet iner ve onları Allah’ın rahmeti bürür. Melekler de kanatlarıyla sararlar. Allah, onları, yanında bulunan yüce cemaatte anar.” (Müslim, Zikir, Ebu Davud, Salât, Tirmizi, Kra’a) “Rabbini zikredenle zikr etmeyenin farkı, diriyle ölünün farkı gibidir.” (Buhari, Daavat 66) “Allah Teala şöyle buyuruyor: Ben kulumun beni düşündüğü gibiyim. Beni zikrettiği zaman onunla beraberim. Eğer beni yalnız başına anarsa, ben de onu yalnız anarım. Şayet beni bir toplulukla beraber anarsa, ben de onu daha hayırlı bir topluluk içinde anarım.” (Buhari, Tevhid 15; Müslim, Zikir 2, 19) “Kim, bir yere oturur ve orada Allah’ı zikretmezse, bu kendisine Allah’tan bir hasret ve nedamet olur. Kim bir yere yatar ve orada Allah’ı zikretmezse, bu kendisine Allah’tan bir hasret ve nedamet olur.” (Ebu davud, Edeb, 25) Herşeyiiyle bizlere örenek olan efendimiz (s.a.s) zikir konusunda da bizlere örnektir. “Andolsun, Allah’ın Resülünde sizin için; Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı uman, Allah’ı çok zikreden kimseler için güzel bir örnek vardır.” (Ahzab,21) Hz.Enes (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Allah’ı zikreden bir cemaatle sabah namazı vaktinden güneş doğuncaya kadar birlikte oturmam, bana İsmâ- 21 il’in oğullarından dört tanesini âzad etmemden daha sevgili gelir. Allah’ı zikreden bir cemaatle ikindi namazı vaktinden güneş batımına kadar oturmam dört kişi âzad etmemden daha sevgili gelir.” (Ebû Dâvud, İlm 13). “Size en hayırlı, Allah katında en değerli, derecenizi en fazla yükseltecek, sizin için sadaka olarak altın ve gümüş dağıtmaktan daha kazançlı, düşmanla karşılaşıp da sizin onların boynunu vurmanızdan, onlarında sizi öldürmesinden daha çok sevap getirecek amelin ne olduğunu haber vereyim mi: Allah Teala’yı zikretmektir. (Tirmizi, Daavat 6) Ebu Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resülullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Kim sabah namazının arkasından yüz kere tesbihde ve yüz kere tehlilde bulunursa, deniz köpüğü gibi çok bile olsa günahları affedilir”. (Nesai, Sehv 95). “Allah’ı zikretmeden, fazla konuşmayın; çünkü Allah zikredilmeden yapılan çok konuşma kalp için kasvettir ve insanların Allah’tan en uzak olanı da kalbi kasvetli olanıdır.” (Kenzu’l-Ummal, 1/1840) Zikir Meclisleri Hz. Enes (r.a)’dan, Resulullah (s.a.v) şöyle buyurdu: “Cennet bahçelerine uğradığınız zaman ondan yiyiniz” Biri, “Cennet bahçeleri nedir” deyince, Resulullah (s.a.v), “Zikir halkalarıdır” buyurdu. (Tirmizi, İmam-ı Ahmed) A´meş´in, Ebu Sâlih´ten, onun da Ebu Hüreyre ve Ebu Said el-Hudrî´den rivayet ettiklerine göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Allah Teâlâ´nın bir grup meleği vardır. Bunlar insanların yap- 22 tıklarını yazıp kaydeden meleklerden başka bir grup olup yeryüzünde gezerler. Bir araya gelip Allah´ı zikreden bir cemaat gördüklerinde birbirlerini şöyle çağırırlar: - Aradığınıza geliniz! Bu davet üzerine meleklerin hepsi oraya toplanır ve sonra da zikredenleri çepeçevre kuşatarak halkalarını tâ göğe varıncaya kadar genişletip yükseltirler. Bunun üzerine Allah Teâlâ onlara şöyle der: filân adam vardır ki bu meclise seni zikretmek veya onlarla beraber olmak için değil onların herhangi birisinden ihtiyacını istemek için katılmıştır. (Onu da mı affettin?) — Onlar öyle bir kavimdir ki, kendileriyle beraber oturan bir kimse asla kötü olmaz. (Buhâri, Daavât 66; Müslim, Zikr 25; Tirmizi, Daavât 140) “Bir topluluk, Allah’ı zikretmek için oturduklarında, mutlaka melekler onları sarar ve her taraflarını rahmet bürür.” (Ebu Davud, Vitr, 14; Tirmizi, Kur’an, 10) —Kendilerini bıraktığınızda kullarım ne yapıyordu? —Sana hamd ü senâ ediyorlardı. —Acaba o kullarım beni görmüşler midir ki, bana bu şekilde hamdetmektedirler? “Bir topluluk Allah’ı zikretmek üzere bir araya gelirse melekleronların etrafını sarar; Allah’ın rahmeti onları kaplar; üzerlerine sekinet iner ve Allah Teâlâ onları yanında bulunanlara över.” (Müslim, Zikir 39; Tirmizi, Daavat 7) —Hayır! —Peki, beni görmüş olsalardı ne yaparlardı? —Daha fazla tesbihte ve hamd ü senâda bulunurlardı. —O kullarım hangi şeyden bana sığınıyorlar? —Ateşten. —Acaba onlar ateşi görmüşler midir ki, ondan bana sığınıyorlar? —Hayır! — Peki, onlar ateşi görmüş olsalardı ne yaparlardı? — Ondan daha fazla kaçar ve ürkerlerdi. “Sadece Allah rızası için bir araya gelip O´nu zikredenlere göklerden şöyle seslenilir: ´Bağışlanmış olarak kalkınız! Ben sizin seyyie (kötülük)lerinizi hasenelere (sevaplara) tebdil eyledim” (Müslim) Abdullah b. Amr şöyle anlatıyor: Hz. Peygamber’e “Ey Allah’ın Rasûlü! Zikir meclislerinin ganimeti nedir? Diye sordum. “Zikir meclislerinin ganimeti cennettir cennet!” buyurdular.[ Heysemi X/78 (İmam Ahmed ve Taberani’den); Münziri III/56.] — Onlar ne istiyorlar? — Cenneti. — Acaba onlar cenneti görmüşler midir ki onu istiyorlar? — Hayır! — Peki, bir de görmüş olsalardı nasıl olurdu? — Onu daha da fazla isterlerdi. — Ey meleklerim! Sizi şâhid kılıyorum ki, ben o kullarımı affettim. — Ya Rabb! Onların içinde — Abdullah b. Mes’ud zikir meclisleri hakkında şöyle buyurmuştur: “Zikir meclisleri, ilmi diriltir ve kalplere huşû verir” [ Kenz I/208 (İbn Asâkir’den)] "Zikir halkası kurarak oturup Allah 'ı zikreden bir grup Sahâbî topluluğunun üzerine Efendimiz (s.a.v) çıkageldi. Onlara sordu; - Ne için burada oturup halka kurdunuz? Mart 2011 Cevap olarak: - Yâ Rasûlellah(s.a.v)! Allah 'ı(c.c) zikretmek için, O'na hamd etmek için oturduk. Rasûlullah Efendimiz(sav) tebessümle şöyle buyurdular: -Vallahi şimdi bana Cebrail(a.s) geldi ve şöyle dedi: Yâ Muhammed(s.a.v)! Allah(c.c) senin bu grup sahabelerinle meleklerine karşı övünmektedir." ( Müslim Zikir 40; Nesai, Kudat 37 İmam Buhârî(r.a) Ebu Hureyre'den (r.a) rivayet ettiği şu hadîs-i şerif çok önemlidir: la-şerike leh, lehu’l mülkü ve lehu’lhamdü ve hüve alâ külli şey’in kadir” duasını bir günde yüz kere söylerse, kendisine on köle âzad etmiş gibi sevàb verilir, ayrıca lehine yüz sevab yazılır ve yüz günahı da silinir. Bu, ayrıca üç gün akşama kadar onu şeytana karşı muhafaza eder. Bundan daha fazlasını okumayan hiçbir kimse, o adamınkinden daha efdal bir amel de getiremez. Kim de bir günde yüz kere “Sübhânallahi ve bihàmdihi” derse hataları dökülür, hatta denizin köpüğü kadar (çok) olsa bile.” (Buhâri, Daavât 54, Bed’ü’l-Halk 11; Müslim, Zikr 28); Muvatta, Kur’ân 20) "Allah(c.c) buyuruyor ki: 'Ben kulumun zannı üzereyim. Kulum beni zikrettikçe ben kulum ile beraberim. Eğer beni kendi nefsinde zikrederse, ben de onu kendi nefsimde zikrederim. Eğer beni toplulukta zikrederse ben onun beni zikrettiği topluluktan daha hayırlı bir toplulukta onu zikrederim." Terğib ve Terhib'te İbnü Rezin el-Ukayli'den gelen hadîs-i şerifte Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) buyuruyorlar ki: - Yâ Ebâ Rezin! Dünya ve Âhiretin hayrını sende toplayacak bir yol öğreteyim mi sana? — Evet, Yâ Rasûlellah (s.a.v) dedim. —“Zikir meclislerine devam et. Eğer zikir meclisi dağılırsa sen lisanını tek başına Allah'ın zikriyle hareketlendir.” Rasulüllah (s.as)in Mübarek Dilinden Zikir Örnekleri Hz. Ebü Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resülullah (aleyhissalâtu vesselam) buyurdular ki: “Kim: “Lâ ilâhe illallâhu vahdehu Mart 2011 Hz. Ömer (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resülullah (aleyhissàlâtu vesselâm) buyurdular ki: “Kim çarşıya girince Lâ ilâhe iIIalIâhu vahdehu Iâ şerike Ieh, Iehü’Imülkü ve Iehü’I-hamdü yuhyi ve yümitü ve hüve hayyün Iâ yemütü bi-yedihi’I-hayr ve hüve aIa külli şey’in kadir. (AIlah’tan başka ilàh yoktur, tekdir, ortağı yoktur, mülk ve hamd ona aittir. Hayatı o verir, ölümü de o verir. Kendisi hayattârdır, ölümsüzdür. Hayırlar O’nun elindedir. O her şeye kâdirdir) duasını okursa AIIah ona bir milyon sevab yazar, bir milyon da günah affeder ve mertebesini bir milyon derece yüceltir.” Bir rivâyette, üçüncü mükâfaata bedel, “Onun için cennette bir köşk yapar” denmiştir.” (Tirmizi, Daavât 36) Resülullah (aleyhissàlâtu vesselâm)’ın zevcelerinden Cüveyriyye (radıyallâhu anhâ)’nin anlattığına göre, “Resülullah (aleyhissalâtu vesselâm) efendimiz bir gün sabah namazını kılınca, daha kendisi namazgâhında iken, erkenden yanından çıkmış, gitmiş, kuşluktan sonra Cüveyriyye (aynı yerinde zikrederek) otururken geri gelmiş ve: “Bırakıp gittiğim halde duruyorsun (hiç yerinden kımıldamadın galiba?)” diye sormuştur. “Evet” cevabı üzerine şunu söylemiştir: “Ben senden ayrıldıktan sonra dört kelime(Iik bir dua)yı üç kere okudum. Eğer bunlardan hâsıl olan sevab tartılacak olsa, senin burada sabahtan beri okuduğun duaların sevabının ağırlığına denk olur. O dua şudur: “Sübhânallahi ve bihamdihi adede halkıhi ve rıdâ nefsihi ve zinete arşihi ve midâde kelimâtihi. (Allah’ı mahlukatı sayısınca, nefsinin rızasınca, arşının ağırIığınca, kelimelerinin adedince tesbih (noksanlıklardan tenzih) ederim.” (Müslim, Zikr 79; Tirmizi, Daavât 117). Hz. Ebü Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resülullah (aleyhissalâtu vesselam) buyurdular ki: “İki kelime vardır, bunlar dile hafif, terazide ağır, Rahmân’ada sevgilidirler: Sübhânallahi ve bihamdihi, Sübhânallâhi’l-azim. (Allahım seni hamdinle tesbih ederim, yüce Allahım seni tenzih ederim) kelimeleridir.” (Buhâri, Daavât 65; Müslim, Zikr 31). Ebü Hüreyre hazretleri (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resülullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Lâ havle ve Iâ kuvvete illa billah. (Güç de kuvvet de ancak AIIah’tandır) sözünü çok tekrar edin.” Mekhül dedi ki: “Kim bunu der ve sonra da: “Allah (ın gazabın) dan ancak O (nun rahmeti)’na iltica etmekle kurtuluşa erilebilir” 23 derse, Allah ondan yetmiş çeşit zararı kaldırır ki bunların en hafifi fakirliktir.” (Tirmizi, Daavât 141). “Bir defa Hz. Musa Allah Teala’ya şöyle dua etti: “Ya Rabbi! Bana öyle bir şey öğret ki, onunla seni zikredeyim ve onunla sana dua edeyim” Allah Teala, “La ilahe illallah” de buyurdu. Hz. Musa “Ya Rabbi! Bütün kulların bunu söylüyor” deyince, Allah Teâlâ “Lailahe illallah” de buyurdu. Hz. Musa: “Ya Rabbi! Sadece bana ait özel bir şey vermeni istiyorum” deyince, Allah Teala “ Ey Musa, eğer yedi kat gökler ve yedi kat yerler terazinin bir kefesine, lailahe il- rike leh lehü’l-mülkü ve lehü’lhamdü ve hüve alâ külli şey’in kadir. (Allah’tan başka ilah yoktur, O tektir, O’nun ortağı yoktur, mülk O’nundur, hamd O’na aittir. O, herşeye kâdirdir) sözüdür.” (Muvatta, Kur’ân 32; Tirmizi, Da’avât 133). “Canım kudret elinde bulunan Allah’a yemin ederim ki, bütün gökler ve yerler, ayrıca onların içinde, arasında ve altında bulunanların hepsi mahşerde terazinin bir kefesine konsa, La ilahe illallah’ ı ikrar etmekte diğer kefesine konsa bu kelimenin konduğu kefe diğerine ağır gelir.” (Taberani, Dürrü Mensur.) “Bir kul yüz defa La ilahe illallah derse, Allahu Teala kıyamet günü, yüzü ayın on dördü gibi parlak olarak onu diriltecektir. Hiçbir kimse o gün aynısını veya ondan fazlasını söylemediği müddetçe ondan daha üstün amel yapmış olamaz.” (Taberani) “La ilahe illallah sözünü hiçbir amel geçemez ve bu kelime hiçbir günah bırakmaz.” (İbni Mace, Hakim) lallah terazinin diğer kefesine konsa, lailahe illalalh kelimesi onlardan ağır gelir” buyurdu. (Nesai, Hakim) “Bir kul la ilahe illallah dediği zaman ona gök kapıları açılır. Büyük günahlardan sakındığı müddetçe söylediği bu kelime arşa kadar ulaşır.” (Tirmizi) Amr İbnu Şuayb an Ebihi an Ceddihi (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Duaların en faziletlisi àrefe günü yapılan duadır. Ben ve benden önceki peygamberlerin söyledikleri en faziletli söz, lâ ilâhe illallahu vahdehu lâ şe- 24 “Zikrin en faziletlisi la ilahe ilallah’tır.” (Tirmizi, Daavat 9; İbni Maca, Edeb 55) Hz. Sa’d (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resülullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Balığın karnında iken, Zü’n-Nün’un yaptığı dua şu idi: Lâ ilâhe illâ ente sübhâneke inni küntü mine’z-zâlimin. (Allahım! Senden başka ilâh yoktur, seni her çeşit kusurlardan tenzih edirim. Ben nefsime zulmedenlerdenim.)” Bununla dua edip de icâbet görmeyen yoktur.” “Elizzu bi-yâ-ze’l-celâli ve’l-İkrâm.” (Yâ ze’l-celâli ve’l-ikrâm)i devamlı söyleyin! (Tirmizi Daavât 99). Esmâ Bintu Umeys (radıyallâhu anhâ) anlatıyor: “Resülullah (aleyhissalâtu vesselâm) bana: “Sana sıkıntı zamanında okuyacağın bir duayı öğreteyim mi?” diye sordu ve şu duayı söyledi: “Allâhu, Allâhu Rabbi lâ üşriku bihi şey’en. (Rabbim Allah’tır, Allah! Ben ona hiçbir şeyi ortak koşmam!)” (Ebu Dâvud, Salât 361; İbnu Mâce, Dua 17). “Dile hafif, mizana konduğunda ağır gelen ve Rahman olan Allah’ı hoşnut eden iki cümle vardır: Sübhanallahi ve bi- hamdihi sübhanallahi’l azim.”(Buhari, Daavat 65; Müslim, zikir 31) “İsra gecesinde İbrahim aleyhisselama rastladım. Bana şunu söyledi: Ya Muhammed! Ümmetine benden selam söyle ve onlara cennetin toprağının çok güzel, suyunun tatlı, arazisinin son derece geniş ve dümdüz, ağaçlarının da sübhanallahi vel hamdu lillahi vela ilahe illalahu vallahu ekber’den ibaret olduğunu haber ver.” (Tirmizi, Davet 59) “Sübhanallahi vel hamdulillahi vela ilahe illallahu vellahü ekber demek, benim için, üzerine güneş doğan her şeyden daha kıymetlidir.” (Müslim, Zikir 32) “Allah’ın en çok hoşlandığı sözü sana bildireyim mi? Allah’ın en çok hoşlandığı söz, sübhanallahi ve bi-hamdihi demektir.” (Müslim, Zikir 85) (Tirmizi, Daavât 85). Hz. Enes (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resülullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ı bir şey üzecek olsa şu duayı okurdu: “Yâ Hayyu ya Kayyum, birahmetike estağisu. (Ey diri olan, ey Kayyüm olan Rabbim rahmetin adına yardımını talep ediyorum).” Ve keza şöyle derdi: Ebü Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resülullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Sübhânallahi, velhamdu lillahi, velâ ilâhe illallâhu vallâhu ekber (Allah’ı tesbih ederim, hamdler Allah’adır, Allah’tan, başka ilâh yoktur. Allah en büyüktür) demem, bana, üzerine güneşin doğduğu Mart 2011 şeyden (dünyadan) daha sevgilidir.” (Müslim, Zikr 32; Tirmizi, Daavât 139). İbnu Mes’ud (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resülullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Miraç sırasında İbrahim (aleyhisselâm)’le karşılaştım. Bana: “Ey Muhammed, ümmetine benden selam söyle. Ve haber ver ki: Cennetin toprağı temiz, suyu tatlıdır. Burası (suyu tutacak şekilde) düz ve boştur. Oraya atılacak tohum da sübhânallah, velhamdülillah, ve lâilâhe illallah, vallahu ekber cümlesidir.” (Tirmizi, Daavât 60). “Bir kimse her gün yüz defa, La ilahe illallahu vehdehula şerike leh, lehü-l mülkü velehül hamdu ve huve ala külli şey’in kadir, derse, on köle azad etmiş kadar sevab kazanır; ona yüz iyilik sevabı yazılır; yüz günahı bağışlanır, bu zikir o gün akşama kadar o kimsenin şeytandan korunmasını sağlar. Bu zikri ondan daha fazla tekrarlayan kimse dışında hiç kimse daha faziletli bir iş yapmamışolur.” Resul-i Ekrem sözüne şöyle devam etti: “Bir kimse günde yüz defa sübhanallahi ve bihamdihi derse, onun günahları deniz köpüğü kadar bile olsa hepsi bağışlanır.” (Buhari, Bed’ü’l halk 11; Müslim, Zikir 28) İbnu Ebi Evfa (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: “Bir adam gelerek- “Ey Allah’ın Resülü! dedi, ben Kur’àn’dan bir parça seçip alamıyorum. Bana kifâyet edecek bir şeyi siz bana öğretseniz!” “Öyleyse, buyurdu, Sübhânallah velhamdüIillah, ve lâilâhe illallah, vallahu ekber, velâ havle vela kuvvete illâ billâh. (Allahım seni tenzih ederim, hamdler sana mahsustur. Allah’tan başka ilah yoktur, Allah en büyüktür, güç kuvvet Allah’tandır) de.” “Ey Allah’ın Resülü! dedi, bu zikir Allah içindir. (O’nu senâdır), kendim için dua olarak ne söyleyeyim?” “Şöyle dua et: Allahım bana merhamet et, afiyet ver, hidayet ver, rızık ver!” Adam (dinleyip, kalkınca) ellerini sıkıp göstererek: “Şöyle (sımsıkı belledim!)” dedi. Resülullah (aleyhissalâtu vesselâm), bunun üzerine: “İşte bu adam iki elini de hayırla doldurdu !..” buyurdu.” (Ebü Davud, Salât 139; Nesâi, İftitâh 32) “Cennet hazinelerinden bir hazineyi sana haber vereyim mi: La havle vela kuvvete illa billahil aliyyil azim” (Buhari Meğazi 38;Müslim, Zikir 44) Ebu Selâm, Hz. Enes (radıyallâhu anh)’ten naklediyor: “Resülullah (aleyhissalatu vesselâm)’ın şöyle söylediğini işittim: “Kim akşama ve sabaha erdiği zaman: “Rabb olarak Allah, din olarak İslâm’a, resül olarak Muhammed (aleyhissalatu vesselâm)’e razı olduk” derse onu razı etmek de Allah üzerine bir hak olmuştur”. (Ebü Dâvud, Edeb 110; İbnu Mâce, Dua 14) Havle Bintu Hàkim (radıyallâhu anh ) anlatıyor: “Resülullah (aleyhissalatu vesselam) efendimiz buyurmuşlardır ki: “Kim bir yerde konakladığı zaman şu duayı okursa, oradan ayrılıncaya kadar ona hiçbir şey zarar vermez: “Eüzü bi-kelimâtillahi’ttâmmât min şerri mâ halâka. (Allah’ın eksiksiz, mükemmel kelimeleri ile, yarattıklarının şerrinden AIlah’a sığınıyorum.)” (Müslim, 54; lahu ekber der, yüze tamamlamak için de La ilahe illallahu vehdehula şerike leh, lehü-l mülkü velehül hamdu ve huve ala külli şey’in kadir derse, günahları deniz köpüğü kadar çok olsa bile affedilir.” (Müslim, Mesacid 146) “Farz namazların ardından okunan zikirleri okuyan kimse hiçbir zaman zarara uğramaz. Bunlar otuz üç defa sübhanallah, otuz üç defa elhamdulillah, otuz dört defa Allahu ekber demektir. (Müslim, Mesacid 144, 145; Tirmizi, Daavat 25) “Kim bana bir defa salatü selam getirirse, bu sebeple Allah Teala da ona on misli merhamet eder.” (Müslim, Salat 70; Tirmizi, Vitir 21) “Kim gönülden bana bir salavat getirirse, Allah Teala ona mukabil on mağfiret ihsan eder, derecesini on kat yükseltir, bu sebeple ona on sevap yazar ve on günahını siler.” (Nesai, Taberani) “Kıyamet gününde insanların bana en yakın olanları bana en çok salat ü selam getirenlerdir.” (Tirmizi, Vitir21) “Günlerin en faziletlisi Cuma günüdür. Bu sebeple o gün bana çokça salatü selam getiriniz; zira sizin salatü selamlarınız bana sunulur” buyurunca, ashab-ı kirâm: -Ya Resulallah! Vefat ettiğin ve senden hiçbir eser kalmadığı zaman salatü selamlarımız sana nasıl sunulur? Diye sordular. Bunun üzerine Peygamber aleyhisselam: “Allah Teala peygamberlerin bedenlerini çürütmeyi toprağa haram kıldı” buyurdu. (Ebu Davud, Salat 201; Nesai, Cuma 5) Muvatta, İsti’zân 34; Tirmizi, Daavât 41). “Temizlik imanın yarısıdır. El Hamdulillah duası mizanı, Sübhanallahi vel hamdulillahi zikri ise yer ile göklerin arasını sevap ile doldurur.” (Müslim, Taharet1) Mart 2011 “Her namazdan sonra kim otuz üç defa sübhanallah, otuz üç defa elhamdulillah, otuz üç defa Al- “Bir kimse bana salatü selam getirdiği zaman, onun selamını almam için Allah Teâlâ ruhumu iade eder.” (Ebu Davud, Menasik 96; Ahmed ibni Hanbel, Müsned, II,527) 25 ÀÍYjºA ÄjºA A ÀnI Kamil ABDULLAHOĞLU Zikirle Tedavi Olmak nsanda hastalıklar çeşitlidir. Her hastalığın tedavisi faklılık arzetmektedir. Fiziksel hastalıkların tedavisi tıp doktorlarının işi ve mesleğidir. Hastalanan biri iyileşmek için hemen doktora koşmakta ve de iyi doktoru bulmaya çalışmaktadır. Ancak ruhu hastalanan ve manen çöken bazı insanlari her nedense tedavi olmak için herhangi bir kapıyı çalmamakta ve gayrette de bulunmamaktadır. Hatta hasta olduğunu bile fark etmez. İ İnanan bir insan hastalığının farkında olan ve iyileşmek için çare arayan kişidir. İnsan bedeninin maddi gıdalara ihtiyacı vardır. Bu gıdalar ne kadar düzenli ve kaliteli olursa, beden de o kadar sağlıklı olur. Ruhun gıdası ise manevi hasletlerdir. Bunlardan en önemlilerinden biri de zikirdir. Zikir, mülk sahibi, yediren-içiren, karşılıksız veren, bağışlayan, affeden, izzet ve kudret sahibi, acıyan, adil, son derece lütufkâr ve kulluk yapılmaya layık Yüce Allah’ı unutmamak, hatırdan çıkarmamaktır. Allah (cc), tek ve yegane olup ortağı olmayan, desteğe muhtaç olmadan zengin, bütün varlık aleminin kendine muhtaç olduğu halde kendinin hiçbir varlığa muhtaç olmayıp eş ve çocuğu olmayan, yüceliğinde benzeri bulunmayan, zail olmayan mülke sahip olan ve tüm yüce sıfatlara haiz yüceler yücesi zikredilmeyecek ve unutulacakta kim hatırlanacak? Unutulmamak, zikredilmek yalnızca Onun hakkı değimlidir? Zikir ruhu aydınlatan ve olgunlaştıran bir ibadettir. Kur’an ı Hakimde: “Bunlar, iman edenler ve gönülleri Allah’ın zikriyle sükunete eren- 26 lerdir. Bilesiniz ki, kalpler Allah’ı anmakla huzur bulur.” (Ra’d, 13/28). İşte ruhları tedavi edenin zikir olduğu bu ayette ortaya konmaktadır. Kur’an da zikirle alakalı birçok ayet bulunmaktadır. İbn Abbas (r.a.)Şöyle demiştir: Allah (cc) emrettiği her farz hükmün belli bir sınırını koymuştur. Zikirde ise böyle bir sınır konmamıştır. “Ey inananlar! Allah’ı çokça zikredin.” (Ahzab, 33/41) ayeti ile, “Onlar, ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken (her vakit) Allah’ı zikrederler.” ( Al-i İmran, 3/191) Bunun isbpatıdır. Hasanı Basri Şöyle demiştir: “Vallahi dünya Allah’ı zikirle, ahiret ise cennet ve ruyetullahla güzel olur.” Sehl b. Abdullah ise: “Allah(cc)ı unutmaktan daha büyük bir musibet yoktur.” Demiştir. Yahya b. Muaz da: “Allah, Dünyayı ehli gafletle, cehennemi ehli kasvetle, cenneti de ehli zikirle imar eder.” demiştir. Muaz b. Cebel (r.a) zikirle alakalı şöyle buyurmuştur: “Cennet ehli cennette hiçbir şeye üzülmeyecekler. Yalnız bir an Allah Tealayı zikirden gafil oldukları ana üzüleceklerdir.” (Suyuti, ed-Durrul mensur) Yunus (a.s.) Rabbisinden müsaade almadan vazifeli olduğu bölgeyi terk edince, İlahi emirle bir balık tarafından yutuldu. Bu bir cezalandırmaydı. Bu cezanın kaldırılmasını Kur’an şöyle anlatır: “Yunus kendini kınayıp dururken onu bir balık yuttu. Eğer Allah’ı tesbih edenlerden olmasaydı, tekrar dirilecekleri güne kadar onun karnında kalırdı.” (Saffat, 37/142,143,144) Zikrin insana sağladığı pek çok fayda vardır. Bu faydalardan kısaca bahsetmeye çalışalım: 1 Zikir, Azim olan Allah ile kul arasında açılmış bir kapıdır. Bu kapı kulun gafletiyle kapatılmadıkça hep açık kalır. Hasan’i Basri şöyle demiştir: “Namaz, zikir ve Kur’an dan zevk almaya çalışın. Eğer zevk alırsanız ne ala. Şayet alamazsanız kapının kapalı olduğunu bilin.” Yüce Rabbimiz Zikri hakiminde de: “Öyle ise siz beni (ibadetle) anın ki ben de sizi anayım…” (Bakara, 2/152). 2- Zikir ölü kalpleri diriltir. Bir hadiste Efendimiz (s.a.v) Şöyle buyurmuştur: “Rabbisini zikredenle zikretmeyenin durumu, ölü ile dirinin durumu gibidir.” (Buhari, Müslim). 3- Zikir kalbin pasını siler. Her şeyi paslatan bir şey vardır. Kalbi paslandıran ise gaflet ve heva’dır. Kalbi cilalayan da zikir, tevbe ve istiğfardır. Bir hadiste Efendimiz (s.a.v.): Demirin paslandığı gibi kalplerde paslanır. Paslanan kalplerin cilası nedir? Ya Resulallah sorusuna; Kur’an okumak ve ölümü tefekkürdür.” Diye buyurdular. 4- Zikir, Hataları siler ve günahların bağışlanmasına sebep olur. Bir ayette: “…Çünkü iyilikler kötülükleri (günahları) giderir.” (Hud, 11/114) buyurulmuştur. Bir hadiste de: “Kim bir gün ve bir gecede yüz kere <Subhanallahi ve Bihamdihi> derse, denizler köpüğü kadarda olsa günahları bağışlanır.” (Buhari, Müslim). 5- Zikir, Rahmet ve sekinetin inmesine sebep olur. Bir hadiste: “Herhangi bir topluluk Allah’ın evlerinden bir evde Kur’an okumak ve Kur’an’dan ders yapmak için toplanmamış olsunlar ki, böyle bir toplantıdan dolayı üzerlerine bir sekinet inmemiş olsun, onları rahmet kuşatır, melekler onları çevreler ve Allah onlardan katında olanlara bahseder.” (Müslim, Tirmizi) 6- Zikir, dili gıybet, nemime, yalan, fuhuş ve batıl söz söylemekten alıkor. Bir insan dilini zikre alıştırırsa boş söz ve işlerden kendini korur. Dilin Allahı zikrederek kuruması, kötü işlerde ıslanmasına mani olur. 7- Her bir Zikir, Cennete dikilen bir ağaçtır. Efendimiz (s.a.v.) bir hadiste şöyle buyurmuştur: “Kim <Subhanellahi ve Bihamdihi> derse, onun için Cenntte bir ağaç dikilir. (Tirmizi). 8- Zikire verilecek mükafat pek çok amele ve- rilmemektedir. Bir hadiste: “Kim bir günde <lailahe İllahu vehdehu Laşerikeleh Lehu’l-Mülku ve Lehu’l-Hamdu vehuve Ala Külli Şeyin Kadir> yüz kere söylerse, on köle azad etmiş kadar mükafat alır. Kendine yüz hasene yazılır, yüz günahı silinir. O günün akşamına kadar şeytandan korunmuş olur. Bu zikri fazla yapandan başkası ondan daha iyi amel etmiş olamaz.” (Buhari, Müslim). 9- Zikre devam etmek, kulun şekavetine sebep olan nisyandan (unutmak) kurtuluşuna sebep olur. Kulun Rabbisini unutması ise, kendini ve maslahatlarını unutmasına sebep olur. Bir ayette Rabbimiz şöyle buyurmuştur: “Allah’ı unutan ve bu yüzden Allah’ında onlara kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın. Onlar yoldan çıkan kimselerdir.” (Haşr, 59/19) 10- Zikir, Kararmış kalplere şifa kaynağıdır. Bir adam Hasana, kalbinin kasvetinden şikayette bulundu. Hasan ona, kasveti zikirle erit dedi. Mekhul de şöyle demiştir; Allah’ı zikretmek şifadır. İnsanlardan bahsetmek ise hastalıktır. 11- Allah (cc) ve Meleklerin salatı zakir üzerinedir. Allah ve Melekleri kimin üzerine salat ederse o kişi kesin olarak kurtulanlardandır. Yüce Rabbimiz şöyle buyurmaktadır: Ey inanalar! Allah’ı çokça zikredin. Ve O’nu sabah akşam tesbih edin. Sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için üzerinize rahmetini gönderen O’dur. Melekleri de size istiğfar eder. Allah, müminlere karşı çok merhametlidir.” (Ahzab, 33/41,42,43) 12- Allah (cc), zikir ehli ile Meleklerine övünür. Efendimiz (s.a.v.) Mescid’de halka kurarak zikir yapan topluluğa şöyle demiştir: “…Cebrail (a.s.) bana gelerek, Yüce Allah’ın sizlerle Meleklere övündüğünü haber verdi.” (Müslim) 13- Çokça zikretmek insanı nifaktan uzak kılar. Münafıklar Allah’ı az zikredenlerdendir. “(Munafıklar) Allah’ı da pek az zikrederler.” (Nisa, 4/142). Ayeti bunua delalet etmektedir. Kab şöyle demiştir: “Kim Allah’ı çok zikrederse nifaktan uzak olur.” Bundan dolayı da Allah(cc) Münafık suresinde, Münafıklar bahsini şu ayetle sonlandırıyor: “Ey iman edenler! Mallarınız ve çocuklarınız sizi Allah’ı anmaktan alıkoymasın. Kim bunu yaparsa işte onlar ziyana uğrayanlardır.” (Münafikun, 63/9) Zikrin buraya alamadığımız pek çok faydası vardır. Yüce Rabbimiz bizlere kendini unutturmasın (Amin). ÀÍYjºA ÄjºA A ÀnI “Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına” Hepimiz Orhan Çeker’iz Aydın BAŞAR rof. Dr. Orhan Çeker son derece kıymetli, son derce işinin ehli, son derece insani yönü kuvvetli bir alim. İslam fıkhına dair en ince detaylara nüfuz eden bir ilme sahip. Ayrıntı denilebilecek bir konuyu her boyutundan ele alarak saatlerce anlatacak bir kabiliyeti var. P "Âlime hürmet eden bana hürmet etmiş olur. Bana hürmet eden Allah'a hürmet Vakur hali, yumuşak huyluluğu ve ehl-i takva oluşu onu değme ilahiyatçılardan farklı kılıyor. Onu tanımak, onu dinlemek, onun ilminden istifade etmek bir ayrıcalık. etmiş olur. Alimlere hürmet edin çünkü onlar Allah nazarında yeryüzünün yıldızlarıdır." Ben kendi adıma söylüyorum Allah benim ömrümden alsın ona versin. Çünkü onun ilimle geçirdiği her dakikası insanlık için büyük bir nimet. Ne yazık ki biz böyle gerçek âlimlerin kıymetini bilmediğimiz gibi bir de onlara cefa ediyoruz. Tıpkı Orhan Çeker Hoca’ya yapılanlar gibi.. Üftade Hazretleri talebesi Aziz Mahmut Hüdayi hazretlerine “padişahlar ardından yürüsün” diyerek dua etmişti ve bu dua padişah Sultan Ahmet’le gerçek oldu. 28 Aziz Mahmud Hüdayi hazretleri tam sekiz Osmanlı padişahı gördü ve her birisi ona hürmet ettiler. Bazı padişahlar bu zatın abdest alırken suyunu ve havlusunu tutuyorlardı. İşte alime hürmet böyleydi. Ertuğrul Gazi vefat etmeden oğluna bazı nasihatlerde bulundu, dedi ki: “Ey oğul beni kır, Şeyh Edebali’yi kırma” İşte hocaya verilen değer buydu. Alimlere böylesine hürmet eden bu padişahlar demek ki sadece fani dünyanın sultanı değil belki günül sultanları idi. Çünkü onlar Alemlerin Fahri Efendimiz Sallallahü Aleyhi Ve Sellem’in şu buyruğunun idrakinde idiler: "Âlime hürmet eden bana hürmet etmiş olur. Bana hürmet eden Allah'a hürmet etmiş olur. Alimlere hürmet edin çünkü onlar Allah nazarında yeryüzünün yıldızlarıdır." Sayın Başbakan ve Sayın Cumhurbaşkanı’ndan ilmin ve alimin şerefi için, İslam’ın izzeti için ve Allah rızası için Prof. Dr. Orhan Çeker Hocamıza yapılan haksızlığı gidermelerini rica ediyorum. YÖK başkanı ve Konya Selçuk Üniversitesi Rektörünün ondan özür dilemesini istiyorum. Neden? Önce bir gazetenin çarpıttığı Orhan Çeker Hoca’nın beyanatını hatırlayalım, diyor ki hoca: "Eğer kadın tacize uğramışsa, kadın dekolte giydiği ve tahrik ettiği için başına geldiyse, suçlu sadece erkek değil, suça kadın da ortaktır. Fakat kadın vakur şekilde hareket etmiş, dekolte giyinmemiş buna rağmen bir erkek tarafından taciz edildiyse, burada yüzde 100 suçlu erkektir ” Yüzde yüz haklı olan bu açıklama adeta bir olay oluyor ve altından başka şeyler çıkartılmaya çalışılıyor. Bu açıklamanın İslam fıkhına uygun bir açıklama olduğunda şüphe yok. Bir ilahiyatçıdan, bir alimden bundan başka nasıl bir açıklama beklenilebilir ki? Elbette dine göre konuşacaktır. Saptırılan bu beyanatın ardından YÖK Başkanı Yusuf Ziya Özcan, Selçuk Üniversitesi Dekanı Süleyman Okudan’ı arıyor, diyor ki: "Süleyman, ne biçim Dekanın var senin şunla bir konuş." Rektör Süleyman da YÖK başkanı ne dediyse bunu saf saf medyayla paylaşıyor. Ve bir takım talihsiz beyanatlar veriyor. Yok Orhan Çeker üniversitenin saygınlığını zedelemişmiş, yok Konya’nın imajını bozmuşmuş, Böyle yorumlara ne gerek varmış, falanmış filanmış… Mart 2011 Bir kere Rektörün bu denli ağır ifadelerle bir ilahiyat profesörünü, bir İslam alimini yaralamaya hakkı yok. Bu nasıl bir yönetim anlayışı… En ufak bir şeyde kendi personeline sahip çıkacağı yerde bir darbe de kendisi vuruyor. İnsan biraz kendi personeline sahip çıkar. Siz aynı kurumda çalışıyorsunuz ve meslektaşsınız. Hemen böyle adam harcanmaz. Diğer öğretim üyeleri de bu olaydan sonra bir sorun çıktığında rektörün kendilerine ne denli sahip çıkacağı konusunda bir fikir yürütmüşlerdir herhalde. Diğer taraftan bu rektör nasıl olurda İslamî bir beyanat veren İlahiyat Profesörünün beyanatına müdahale edebilir? Modern bir ilahiyatçı İslam’ın içini oyan sapık bir tevil yaptığında kimse sesini çıkartmazken, bir profesör kendi alanıyla ilgili bir açıklama yapınca ne hakla Hoca hakkında inceleme başlatılıyor? İslam’ın ilmini bu derece ayaklar altına almaya hakkınız yok. İslami ilimlerin içinden süzülmüş bir ilmi veriye dil uzatmaya da hakkınız yok. Bu hakkı size kimse vermiyor. YÖK başkanı veya rektör olmanız İslami ilimlerin verilerine müdahale etme yetkisini size vermez. Bu Müslümanlar açısından züldür. Ayrıca kimsenin de haddi değildir. Selçuk Üniversitesi Rektörü, Muhterem Orhan Çeker Hoca hakkındaki incelemeyi durdurmalı ve Hocadan ivedilikle özür dilemelidir. YÖK başkanı eğer Prof. Dr. Orhan Çeker gibi bir zat hakkında “şu adam” gibi bir tabir kullandıysa bundan dolayı da ayrıca özür dilemelidir. 29 ÀÍYjºA ÄjºA A ÀnI “Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına” 18 MART ŞEHİTLER GÜNÜ VE ÇANAKKALE DESTANI Mehmet TALU M ILLETIMIZIN BEKÂSI ŞEHITLIK VE GAZI - Soru: 18 Mart şehitler günü ve Çanakkale destanı hakkında bilgi verir misiniz? Cevab: Bismillahirrahmanirrahim. Şanlı tarihimizdeki kahramanlık destanlarından biri de Çanakkale Zaferidir. LIK RUHU KAZANMIŞ BIR KALBE SÂHIP OLAN NESILLER YETIŞTIRMEKLE MÜMKÜNDÜR . LARIMIZA B UNUN Ç ANAKKALE IÇIN ÇOCUK DESTÂNINI VE Bu zafer, Birinci Dünya Savaşında kahraman askerlerimizin, cihanı hayrete düşüren bir îman ve kahramanlık destanıdır. ARDINDAKI RUHU ANLATMALI AZIZ VATANIMIZIN KIYMETINI ÖĞRETMELIYIZ . K ANININ RENGINI BAYRAĞIMIZA VERMIŞ , Bu zafer, milletimizin, iman ve azminin, metanet ve gücünün açık bir göstergesidir. AZIZ CANINI VATANIMIZ UĞRUNA FEDA ETMIŞ OLAN ŞEHITLERIMIZ ; BU YÜCE DEĞERLERIMIZIN KORUNMASINI , SAVUNUL MASINI VE ILELEBET YAŞATILMASINI BIZLERE EMANET ETMIŞLERDIR . Bu zafer, tek vücut haline gelmiş imanlı bir milletin; dinini, namusunu, istiklalini, vatanını ve bayrağını korumak için neler yapabileceğini bütün dünyaya göstermiştir. Bu zafer, savaşın ve tarihin akışını değiştirmiştir. Çanakkale'de, donanım ve maddi imkân bakımından kendisinden güçlü ordulara karşı, inanılmaz bir direniş gösterilmiş, üstün cesaret ve özveriyle, “ÇANAK- 30 KALE GEÇİLMEZ” dedirten, eşine az rastlanır, anlamlı bir kahramanlık destanı yazılmıştır. Çanakkale zaferi: “Cehennem olsa gelen, göğsümüzde söndürürüz, Bu yol ki hak yoludur, dönme bilmeyiz yürürüz. Şu karşımızdaki mahşer kudursa, çıldırsa, Denizler ordu, bulutlar donanma yağdırsa,”1 diyerek bütün gücüyle düşmana karşı koyan milletimizin destanıdır. Çanakkale zaferi, Yüce Rabbimizin: "Sizinle savaşanlara karşı ALLAH Teâlâ'nın yolunda siz de savaşın"2emrine uyarak cepheye atılan kahraman askerimizin destanıdır. Çanakkale zaferi, vatanı, bayrağı, milleti, dini ve devleti için canını ALLAH yolunda feda eden, böylece ALLAH rızasına eren şehitlerin destanıdır. Çanakkale zaferi, anaların biricik evladını, şefkat ve muhabbetle bağrına basıp: “Oğul, seni yetiştirdim, hizmet eyle vatana Ak sütümü helal etmem saldırmazsan düşmana” diyerek cepheye uğurladığı; oğulun da anasının elini öpüp: “Hakkını helal et şefkatli ana Canım feda olsun kutsal vatana” diyerek karşılık verdiği, cefâkâr analar ile yiğit ve kahraman Mehmetçiklerin destanıdır. Çanakkale zaferi; ırkları, renkleri ve dilleri değişik çeşitli milletlerden oluşan; haçlı ordularının Müslüman milletimizi yok etmek amacıyla karadan, denizden ve havadan üzerimize saldıran bir imanküfür mücadelesidir. Çünkü merhum şairimiz Akif'in: göğsüne bomba ve mermi yağdırmıştır. Yine merhum şairimiz Akif'in: "Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer;" dediği gibi, gökler ölüm indirmiş, yerler ölü püskürmüştür. Kahraman ecdadımız, bu öldürücü silâhların tehdidine karşı iman dolu göğsünü siper etmiş, bir gül bahçesine girercesine vatan uğruna şehid olmayı şeref bilmiştir. Düşmanın gülleleri, mermileri, arslan neferlerimizin göğsünde sönmüş, Çanakkale Boğazı düşmanlarımıza mezar olmuştur. Müslümanları düşmanlarına karşı bu denlü cesaretli kılan husus: Kur’an-ı Kerim'de: “İki güzelden biri”4 şeklinde ifade edilen “şehitlik veya zafer neticesindeki gazilik” inancıdır. Yani, Mü'min için savaşta iki güzel neticeden biri vardır: Ya öldürülüp şehit olacak veya galip gelerek gazi olacaktır. İşte bu inançla, bu savaşta ikiyüz ellibin vatan evladımız şehit olmuştur. Bu sebeple merhum şairimiz Akif'in: "Eski Dünyâ, Yeni Dünyâ, bütün akvâm-ı beşer, Kaynıyor kum gibi, tûfan gibi, mahşer mahşer. Kimi Hindû, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ.."3 "Bastığın yerleri 'toprak!' diyerek geçme, tanı! Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı. Sen şehid oğlusun, incitme, yazıktır, atanı. Verme, dünyâları alsan da bu cennet vatanı. dediği gibi çehreleri, renkleri, dilleri ve ırkları değişik, çeşitli milletlerden oluşan, insan selini andıran ordular, milletimizin üstüne yürümüş, mehmetçiğin Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda? Şühedâ fışkıracak toprağı sıksan, şühedâ!" Mart 2011 31 diye tanıttığı Anadolu toprakları, kelimenin tam anlamı ile “şehitler yurdu”dur. Onun için: "Dur yolcu! Bilmeden gelip bastığın bu toprak, istiklal uğruna, namus yolunda, can veren Mehmetçiğin yattığı yerdir." Unutmayalımki, bu topraklar uğruna sadece Çanakkale’de ikiyüz ellibin vatan evladı, gözlerini bile kırpmadan düşmanla göğüs göğüse çarpışmış, şehit olmuştur. İman, vatan sevgisi, dayanışma, birlik ve beraberlik duyguları, zamanın en güçlü ve donanımlı ordularına karşı koymada en önemli faktörler olmuştur. Bu zaferin sırrı milletimizin yekvücut olması, birlik, beraberlik hâlinde bölünmez bir bütün oluşturmasıydı. “Toplu vurdukça yürekler, onu top sindiremez!” rûhunun yaşanmasıydı. Yâni Çanakkale'de düşmanı, Mehmetçiğin şahsında bütün bir millet mağlup etmiştir. Bugün de milletçe, aynı ruh ve inanca, aynı birlik, beraberlik ve dayanışmaya ihtiyacımız vardır. Çanakkale’de şahlanan ruh, milletimizin mayasını oluşturan ruhtur. Bu ruh, dinin, vatanın, namusun, bayrağın, kısaca bizi biz yapan değerlerin en zor şartlarda bile feda edilemeyeceğini açık bir şekilde ortaya koymuştur. Bu ruhu yaşattığımız müddetçe ulaşamayacağımız hiçbir hedef, başaramayacağımız hiçbir iş, üstesinden gelemeyeceğimiz hiçbir sorun, çözemeyeceğimiz hiçbir problem kalmayacaktır, inşaALLAH. 32 Bizler için böylesi bir öneme sahip olan Çanakkale zaferinin yıldönümü olan 18 Mart tarihi, 27 Haziran 2002’de 4768 sayılı Kanun’la “Şehitler Günü” olarak kabul edilmiştir. Bir 18 Mart Çanakkale Şehitlerini anma gününde, şehitlik gezilirken, topluluk içinden biri çıkar ve etrafındakilere yüksek sesle şöyle der: - Bu nasıl ilkel ve geri bir anlayıştır. İşte tam burası şehitlik. Bir adam çıkmış diyor ki: “Kim bu Cennet vatanın uğrunda olmaz ki feda, Şüheda fışkıracak toprağı sıksan şüheda...” Kardeşim bu topraktır. Hiç toprak sıkılınca şüheda fışkırır mı? diyerek, imanı volkan gibi olan İstiklal Marşı şairimiz merhum Akif'in inancıyla ve sanatıyla alay eder mahiyette yere eğilir, bir avuç toprak alır ve çevresindekilere: - İşte bir avuç toprak aldım ve sıkacağım. Bakalım şüheda fışkıracak mı? der ve toprağı sıkmak amacıyla elini yummasıyla beraber, parmaklarından kanlar fışkırmaya başlar. Çevresindekilerin şaşkın bakışları arasında meydana gelen bu hadise karşısında adam şok olmuştur. Mesele anlaşılınca görülmüştür ki, o toprak içinde çok yoğun biçimde bulunan ve Avusturya dikeni denen küçük dikenler, elin kılcal damarlarını patlatması neticesinde kanlar o tazyikle fışkırmıştır. Kutsal değerlerle alay eden bu zavallı da uzunca bir zaman cımbızla dikenleri ayır- Mart 2011 mak zorunda kalmış ve o dikenler de kendisine iyi bir ders olmuştur. Görülüyor ki, ceza bazen apaçık gelir. Aslında merhum şairimiz Akif, bu hadiseden yaklaşık bir asır önce sanki olayı görmüş gibi tasvir ediyordu: “Enbiya yurdu bu toprak; şüheda burcu bu yer; Bir yıkık türbesinin üstüne Mevla titrer! Öyle meşbu’-i şehadet ki bu öksüz toprak: Oh, bir sıksa adam otları, kan fışkıracak!”5 Merhum şairimiz Akif her zaman: “İnsan bir haddini, bir de hesabını bilmeli.” derdi. Haddini aşanlar için derler ya... “Hak sillesinin sadası yoktur Bir vurdu mu hiç devası yoktur.” Müslüman varlığını yeryüzünden ebediyen silmeyi amaç edinen Haçlı zihniyeti, düşmanlar ülkemizi parçalamak, milletimizi esir etmek maksadıyla, Birinci Dünya savaşının hemen başlarında, 1914 yılı Kasım ayında Osmanlı devletine savaş ilan ettiler ve Osmanlı İmparatorluğunun başkenti İstanbul'u ele geçirmeye karar verdiler. İstanbul'un ele geçmesi demek Türk milletinin kalbinden vurulması demekti. Bu amaçla İngiliz ve Fransız savaş gemilerinden oluşan ve en modern silahlarla donatılan çok güçlü donanma, Çanakkale boğazının girişine geldi ve 15 Şubat 1915 günü Türk mevzilerini bombardıman etti. Ancak boğazı geçemedi. Onlar güçlü donanmalarına ve askerlerinin çokluğuna güveniyorlar, fakat Türk askerinin kahramanlığını hesaba katmıyorlardı. Nitekim Mehmetçiğin kahramanca direnişi karşısında düşman donanması geri çekilmek zorunda kaldı. 25 Şubattta tekrar boğazın önüne gelen düşman zırhlıları Türk mevzilerini yine gülle yağmuruna tuttu. Daha sonraki günlerde de şiddetli bombardımanlar devam etti. Onlar boğazı geçip İstanbul'u ele geçirmekte kararlı idiler. Türkler de vatanı savunmak ve düşmanı boğazdan geçirmemekte kararlı idi. Düşman 18 Mart'ta bütün gücü ile saldırıya geçti. Bu sefer kendilerinden emindiler. Onlara göre yaptıkları bombardımanlarla Tük mevzileri yerle bir edilmiş ve boğazdaki mayınların hepsi temizlenmişti. Gemiler boğazdan içeri girerek ilerlemeye başladı. Büyük çapta toplarla donatılan zırhlılar Türk Mart 2011 mevzilerini bombardıman ediyordu. Bu bombardımanlarla mevzilerimiz büyük hasar görmüş, toplarımızın bir kısmı da parçalanmıştı. Düşman Türk savunmasının kırıldığına kanaat getirmiş, halbuki Türk askeri henüz son sözünü söylememişti. Düşman zırhlıları ilerlemeye devam ederken Türk topcusunun şiddetli ateşi başladı. Onlar da gemilerden bütün topları ile Türk mevzilerini ateşe tuttular. Böylece boğaz görülmemiş bir çatışmaya sahne oldu. Türk Ordusu düşmanın cehennemi andıran bombardımanına şiddetle karşı koydu, büyük bir inançla vatanını savundu. Düşman daha önce boğazdaki mayınları temizlemişti. Savaştan bir gece önce Nusret mayın gemimiz boğaza tekrar mayın döşemiş, fakat düşman bunu fark edememişti. İşte topçularımızın isabetli atışları ile düşman gemilerinin bir kısmı hasara uğrayıp savaş dışı kalırken bir kısmı da mayınlara çarparak boğazın sularına gömülmeye başladı. Düşman büyük kayıplar verdi. Çanakkale boğazı mağrur düşmana mezar oldu. Kalan gemileri ile kendilerini boğazın dışına atarak canlarını zor kurtardılar. ALLAH'ın yardımı ve Türk askerinin kahramanlığı sayesinde dünyanın en güçlü donanması, en büyük yenilgiyi Türk milletinden aldı. Çanakkale zaferi 33 ile tarihimize yeni bir kahramanlık destanı daha yazıldı. Bu zafer, Türk milletinin gücünü bir kez daha bütün dünyaya göstermiş oldu. En güçlü silahlarla vatanımıza saldırarak savaşı kazanacaklarını sananlar, yanıldıklarını bir kere daha anladılar. Boğazdan İstanbul'a ulaşamıyacağını anlayan düşmanlar, karadan geçmeye karar vererek Gelibolu yarımadasına asker çıkarmaya başladılar. Fakat karaya ayak bastıkları yerde Türk askerinin büyük bir direnişi ile karşılaştılar. Çok güçlü donanmanın desteği ile karaya çıkan düşman askerleri ile vatanını kurtarmak için ölümü göze alan Türk askerleri arasında görülmemiş bir boğuşma başladı. Çarpışmalar zaman zaman göğüs göğüse devam etti. Ardı arkası kesilmeyen düşman birlikleri ateş kusan modern silâhları ile yarımadayı adetâ cehenneme çevirdiler. Fakat Mehmetçiğin tarihte benzeri görülmeyen kahramanca direnişi karşısında karadan da geçemediler ve büyük kayıplar vererek geri çekilmek zorunda kaldılar. Bu savaşta biz de çok sayıda şehit verdik ama vatanı düşmana çiğnetmedik. Mehmetçik vatanı için seve seve ölüme gitti ve ölümsüzleşti. Dünya, Türk askerinin yenilmez gücünü ve hiç bir millette görülmeyen kahramanlığını bir kere daha anlamış oldu. Bir yılı aşkın süre devam eden Çanakkale savaşları sonunda Türk milleti düşmanlara karşı tarihte emsaline rastlanmayan büyük bir zafer kazanmış, vatan sevgisi ve iman gücünün maddi üstünlükten daha önemli olduğunu bütün dünyaya ispat etmiştir. Çanakkale'de maddî gücümüz, düşmanın gücüne nispetle çok az idi. Askerimizin bir çoğunun, ayağında postalı dahi yoktu. Ancak Mehmetçiğin manevi gücü 34 büyüktü. İngiliz Ordu komutanı General Hamilton'un: - Bizi Türkler'in maddî gücü değil, mânevî gücü mağlûb etmiştir. Çünkü onların atacak barutu bile kalmamıştı, şeklindeki itirafı bu gerçeği ifade etmektedir. Hakikaten Karşılıklı siperler arasındaki mesafe sekiz metre, yani ölüm muhakkak... Birinci siperdekilerin hiçbirisi kurtulmamacasına düşüyor. İkinci siperdekiler onların yerini alıyor. Fakat ne kadar imrenilecek bir soğukkanlılık ve tevekkül ile biliyor musunuz? Ölenleri görüyor, üç dakikaya kadar öleceğini biliyor ve en ufak bir tereddüt bile göstermiyor. Sarsılmak yok. Okumak bilenler Kur'an-ı Kerim okuyor ve Cennete gitmeye hazırlanıyor. Bilmeyenler kelime-i şehadet çekerek yürüyor. Sedye ile götürülen yaralı bir asker, komutanının yanından geçerken: “Şehit olamadım paşam!" diyerek üzüntüsünü dile getiriyor. İşte bu, Türk askerindeki ruh kuvvetini gösteren hayret ve tebrike değer bir örnektir. İşte Çanakkale zaferini kazandıran bu yüksek ruhtur. Çünkü din, vatan, millet gibi kutsal sayılan değerlerin korunmasına çalışırken şehit ve gazi olanlar, ALLAH Teâlâ ve Hz.Peygamber (S.A.V.) efendimiz tarafından övülmüştür: "ALLAH Teâlâ yolunda öldürülmüş olan kimseler için ölüler demeyin. Bilakis onlar diridirler. Fakat siz iyice anlamazsınız."6 "ALLAH Teâlâ yolunda öldürülen kimseleri sakın ölüler sanma. Bilakis onlar Rableri katında diridirler. Öyle ki ALLAH Teâlâ'nın lutf u inayetinden kendilerine verdiği şehidlik mer- Mart 2011 tebesi ile hepsi de şâd olarak cennet nimetleriyle rızıklanırlar. Arkalarından henüz onlara katılamayan şehid dindaşları hakkında da: Onlara hiç bir korku yoktur. Onlar mahzun da olacak değillerdir, diye müjde vermek isterler. Onlar da ALLAH Teâlâ'dan gelen bir nimetle, hatta daha fazlasıyla ve ALLAH Teâlâ'nın, mü'minlere olan mükâfatını zayi etmeyeceği müjdesiyle de sevinirler."7 Enes b. Malik (R.A.)den Hz.Peygamber (S.A.V.) efendimiz: rivayete Yine: “Sonra ALLAH, Resûlü ile müminler üzerine sekînetini yani sükûnet ve huzur duygusunu indirdi, sizin görmediğiniz ordular yani melekler indirdi de kâfirlere azap etti. İşte bu, o kâfirlerin cezasıdır.”10 göre “Cennete giren hiçbir kimse, yeryüzündeki her şey kendisinin olsa bile dünyaya geri dönmeyi arzu etmez. Sadece şehid, gördüğü itibar ve ikrâm sebebiyle tekrar dünyaya dönmeyi ve on defa şehid olmayı ister.”8buyurmuştur. Çanakkale savaşında olağanüstü haller, kerametler, ilahî yardımlar görülmüştür. Çanakkale Savaşında: “Andolsun ki ALLAH, birçok savaş alanlarında size yardım etmişti…”9 ayet-i kerimesinde vaad edildiği gibi, ALLAH ordumuza yardım etmiştir. “Ey iman edenler! ALLAH'ın size olan nimetini hatırlayın; hani size ordular saldırmıştı da, biz onlara karşı bir rüzgâr ve sizin görmediğiniz ordular göndermiştik. ALLAH ne yaptığınızı çok iyi görmekteydi.”11ayet-i kerimelerinde vaad edildiği gibi, ALLAH ordumuza yardım etmiştir, melekler göndermiştir. Başta Hz.Peygamber (S.A.V.) efendimizin ruhaniyeti olmak üzere üçler, yediler, kırklar... Ricalullah... Gayb erenleri evet hepsi o savaşta hazır ve nazır bulunmuşlardır, Ehl-i İslâm’ın imdadına yetişmişlerdir. Bedir’den, Huneyn’e Çanakkale’den Sakarya’ya, oradan Kore’ye kadar birçok savaşlarda ilahi yardım müslüman askerlerimizi hiçbir zaman yalnız bırakmamıştır. İşte yaşanan örnekler… Çanakkale savaşlarının en kızgın anında imanlı bir Osmanlı subayı vurulmuş, yerde yatıyor, can çekişiyor... Kan kaybetmiş, yüzü bembeyaz olmuş...Birden yanındakilere: - Beni kaldırın! diyor, gözleri bir yere bakıyor, dudaklarından şu cümle dökülüyor: "Ya Resûlellah zahmet buyurdunuz..." sonra ruhunu teslim ediyor. Yanındakiler onun gördüğünü görmediler ama o gördü, ona gösterildi. Bayram Namazında Askerimizi Örten Bulutlar Çanakkale savaşının en çok konuşulan ve ALLAH Teâlâ’nın bizlere yardımını açıkça ortaya koyan önemli bir olay da bulutların namaz kılan askerlerimizi örtmesidir. Savaşın başlamasından bitimine kadar meydana gelen birçok olay nedeniyle yabancılar dahi bunu tasdik etmiştir. 1915 yılının Temmuz ayı ile Ağustos ayları arası Ramazan’dır ve Mehmetçik oruçlarını aksatmadan tutmuş, mücadelesine devam etmiştir. Bayram yaklaşırken akıllara şu Mart 2011 35 soru gelir: “Acaba bayram namazı nasıl kılınacak? Toplu halde kılınan bir namaz savaş durumunda uygun olacak mı? Acaba kılamayacak mıyız?” Bütün bu endişeleri yaşayan bir gazimiz neticeyi şöyle anlatıyor: -Gelibolu’da oturmakta idim. Çanakkale’de 9. Tümen teşekkül edince gönüllü olarak kıtaya kaydoldum. Savaş ilerledikçe din görevlilerinin yerleri de belirsiz olmuştu. Bizim gibi gençler, savaşın içinde görev yaparken, yaşlılar Sargıyeri ve hastanelerde görev ifa ediyorlardı. Ben, Seddülbahir Cephesi’nden savaş bitinceye kadar hiç ayrılmadım. Miladî 1915 yılında Ramazan, 13 Temmuz Salı günü başlamış. 11 Ağustos Çarşamba günü bitiyordu. Arife günü idi cephe kumandanı Vehip Paşa beni çağırdı. - Hafız, askerin bir talebi var. Yarın Ramazan Bayramı, sabahleyin hep beraber bayram namazı kılmak istiyorlar. Eratın toplu bir halde bulunmaları tehlikeli ve düşman için bulunmaz bir fırsattır. Tekliflerini kabul etmedim. Sen de, münasip bir lisan ile anlatırsın! dedi. Paşanın yanından ayrılmıştım ki, ALLAH Teâlâ’nın veli kullarından bir zat çıktı karşıma. Bana dedi ki: - Sakın ola ki erata bir şey söyleme, gün ola, hayır ola! ALLAH ne derse o, olur! 12 Ağustos 1915 Perşembe günü Ramazan Bayramı’nın sabahı erken kalktım. Müslüman Türk askerleri, bayram namazını mutlaka eda edeceklerdi... Aynı göle dökülen sular gibi; ALLAH sevgisinde birleşen yüzlerce asker de ayakta idi. Hak katında birlikte secdeye varacaklardı. Hep beraber başımızı göğe kaldırdık: Büyük büyük beyaz bulutlar göründü. Biraz sonra da bu bulutlar yere çöktü. Herkes “ALLAHü Ekber!” deyip yüzlerini toprağa sürdü. Hepimizin içinde ince bir huzur çiçeklenmiş ve Yüce ALLAH bizi bulutlar arasında görünmez hale getirmişti. ALLAH Teâlâ’nın veli kullarından karşıma çıkan bu zat askerin karşısında en önde durdu; sonra o derin, o tatlı ve yanık sesiyle, Kur’ân-ı Kerim’den Fetih Sûresi’nin başından 9. ayet-i kerimesine kadar okudu. Sonra iki rekat bayram namazı eda edildi. Namaz bitiminde, yüzlerce asker hep birden, “La ilahe İllALLAH Muhammedün Resûlullah” sözlerini devamlı tekrarlıyorlardı. Askerin betleri benizleri kül gibi olmuş, kimsenin yüreğinde dur durak kalmamıştı. Bu duruma taş olsa dayanamazdı. Görenler mi, söyleyenler mi dayanacak? “ALLAH! ALLAH!” diyen kendinden geçiyor, sanki birlikte göklerde uçmak istiyorlardı. ALLAH ile bir bütün olmanın ilahi ahengi içinde varlıklarından, benliklerinden soyunmuşlar, kendilerinden geçmişlerdi. Zığındere’nin susuz yatağında, bir alçalıp bir yükselen “La ilahe İllALLAH” sesleri, insanın kalbini kah varlığın sonsuz ufuklarında koşturuyor, kah yokluğun takat getirilmez güzelliğinde dinlendiriyordu. ALLAH Teâlâ’dan başka ilâh yoktu. Tekrarlanan hep buydu... Sonra, kısa bir sessizlik oldu ve arkasından düşman siperlerinden yükselen, “ALLAHü Ekber, ALLAHü Ekber!” sesleri bir uğultu şeklinde bize kadar perde perde geldi.. Daha sonraki günlerde öğrendik ki, İngiliz sömürgesinin Müslüman askerleri; Müslüman Türk askeri karşısında savaştıklarını duyunca isyan etmişler ve derhal geriye alınıp, cepheden uzaklaştırılmışlardı. 12 Ağustos 1915 tarihinden sonra, Seddülbahir cephesinde durum oldukça sakinleşirken, Anafartalar cephesinde ise; kan gövdeyi götürmekteydi. Evladım, bu bulutları yere indirip sis halinde bize gösterilmesi ancak ALLAH Teâlâ’nın emriyle, dört büyük melekten biri olan Mikail (A.S.) tarafından yerine getirilmiştir. Bu olay, ALLAH Teâlâ’nın apaçık bir yardımıydı. 36 Mart 2011 Yine deniz savaşlarının en şiddetli olduğu günlerdi. Bir Türk Bataryasına düşman tarafından açılan şiddetli ateş sonucunda, orada bulunan cephanelik patlamıştı. Bununla birlikte müthiş bir sarsıntı oldu. Şehid olanlar, yaralananlar vardı. Erlerden Seyit de bunlardan biriydi. Seyit kendine geldiğinde yanı başındaki Ali’ye sordu: - Arkadaşlar nerede? - Arkadaşlar mertebelerini buldular. 14 Şehid, 24 yaralımız var. Yani bir senle ben kaldık. Seyit kalkıp denize doğru baktı. Düşman gemileri iyice karaya sokulmuşlardı. Seyit, 270 kg ağırlığındaki tek mermilerini düşman gemisine vurmak istiyordu. Arkadaşına seslendi: - Gel Ali... Yardım et de şu gülleyi sırtıma alayım. - Kaldıramazsın Seyit! - Bir deneyelim hele! Sonuçta Seyit sırtına aldığı tam 270 kg ağırlığındaki mermiyi namluya sürmeyi başardı. Kamasını kapattılar. İşte bu mermi, ölüm kusan meşhur Ocean zırhlısının işini bitirmeye yetmişti bile... Deniz savaşlarını yöneten Cevat Paşa durumu yerinde değerlendirmek üzere yanına geldiğinde Seyit’de hal kalmamıştı. Paşayı görünce kalkıp esas duruşa geçti. Ama gözleri başka tarafa bakıyordu. Komutan sordu: - Gözlerine bir şey mi oldu oğlum? - Üzülmeyin komutanım gözlerim göreceğini gördü!... Durumu anlayan Cevat Paşa da sessiz sessiz ağlıyordu. Böyle rivayetleri inançsızlar, pozitivist ve materyalistler red ve inkâr eder. Müslümanların bir kısmı da kabul etmez. Böyle şeylerin olması mümkündür. Bir tek âlem değil, âlemler vardır. Ruhanîler âlemi vardır. Keşfi, kalp gözü açık Müslümanlar rüyada ve uyanıklıkta Resulullah (S.A.V.) efendimizi görebilir. - Yâ Sariye yâ Sariye!.. Cebel cebel... diye bağırdı. Bir ay uzaklıktaki bir yerde Sariye'nin kumanda ettiği İslâm ordusu düşman kuvvetleri tarafından sarılmak üzereydi. Hz.Ömer (R.A.)ya keşif vaki oldu, keramet gösterdi ve Sariye'yi ordunun sırtını dağa vermesi konusunda uyardı. Sariye O'nu duydu, emredileni yaptı ve ordu kurtuldu.12 Evet görenler görür, duyanlar duyar. İnkarcılar inkar eder. Peygamberlerin mucizeleri vardır. Velilerin kerametleri... Velinin kerameti bağlı olduğu Peygamberin mucizesi hükmündedir. Bazen olağanüstü vak'alar, durumlar olur. Resûlullah (S.A.V.) efendimizi sevmenin büyük bereketi vardır. Bu sevgi Müslümanın ufuklarını açar. Ruhanîler her zaman görünmez, bazen görünür. Resûl-i Kibriya aleyhi ekmelüttahaya Efendimizin ruhaniyeti bu Ümmet-i merhumenin üzerinde Rahmanî bir gölgedir. Allaha ve Resûlüne sadık muhlis Müslümanlara gaybtan yardım gelir. Sadece Çanakkale Savaşlarında değil, tarih boyunca birçok savaşlarda Müslümanlara ilahî yardımlar gelmiştir. Benim aziz kardeşim, aklın ermiyorsa körü körüne inkâr ve tekzib etme. Senin iki yanında iki katip melek var, onları görüyor musun? Görmüyorsun ama onlar yaptıklarını deftere yazıyor. Günü gelince o defterlere göre hesap vereceksin. Seni koruyan melekleri de görmüyorsun. Ruhanîlerin duaları üzerimize sâyeban olsun. Hz.Ömer (R.A.) Medine-i Münevverede Mescidi şerifin minberinde hutbe okurken birden: Ey Müslüman!.. Beden gözüyle göremediklerini kalp gözüyle görmeye çalış. Başını semaya çevir, Mart 2011 37 savaştan bahsetmiş; şairler şiirler yazmış, Paşalar anılarıyla ağlamışlardır... Bu öylesine milli bir yaradır ki, bu Milletin çocukları, ne zaman Çanakkale Marşını işitseler: “Çanakkale içinde vurdular beni Ölmeden mezara koydular beni” sözlerini duyar duymaz ruhları irkilir, o günlerin metafizik koridorlarında adeta kaybolur, dipsiz zamanlara doğru dalıp giderler... Bütün bunların yanında, Türk Edebiyatı'nı da yakından etkilemiş olan Çanakkale Savaşı; çok sayıda şiire, makaleye ve hatıra türü esere konu olmuştur. Hiç şüphe yokki bunların başında, Çanakkale Savaşı'nın başladığı günlerde Berlin'de bulunan, zafer müjdesini de Medine-i Münevvere'de alan milli şairimiz Mehmet Akif Ersoy gelir. O, Çanakkale Savaşı'nın sonlarına doğru Hicaz'da görevlidir. orada sana ötelerden gönderilmiş bir mektup vardır, onu okumaya, anlamaya çalış. Eğer bu gün Müslümanlara bu ilahî yardımlar gelmiyor ve Müslümanlar hezimete uğruyorlarsa, elbette bunun da sebepleri vardır. Bunun üzerinde tefekkür etmek gerekir. Müslümanlar hallerini ıslah ederse, nasuh tövbesi ile tövbe ederse, cehrî fısk ve fücurdan uzaklaşırsa, çekişmeyi bırakıp birleşirse Allahın yardımına mazhar olurlar. Çanakkale Savaşları; bütün dünyada olduğu gibi, gerek Osmanlı Devleti'nin son yıllarında, gerekse yeni kurulan genç Türkiye Cumhuriyetinde derin etkiler bırakmıştır... Kimbilir... Böyle bir savaş olmasaydı, Tanzimat Dönemi boyunca Darulfünun'da, Hendese-i Humayun'da, Sanayi-i Nefise'de, Mekteb-i Mülkiye-i Şahaniye'de yetiştirdiğimiz binlerce gencimiz şehit düşmeyecek; yeni kurduğumuz Cumhuriyetimizin temelleri, çok daha muazzam bir beyin gücü üzerinde yükselecekti. Çanakkale'de; ne evlatlar kaybetmiş, ne acılar görmüştü bu yorgun millet! Bu savaşta nice yiğitler şehit olmuş, nice eli kınalı gelinler dul kalmış; nice al yazmalı, gözü yaşlı Anadolu anası, duyanı köz gibi dağlayan ağıtlar yakmış; insanlar ocakbaşı sohbetlerinde, köy kahvelerinde saatlerce, hatta günlerce bu 38 Şam üzerinden yapılan uzun bir yolculuktan sonra, Teyma yakınlarında, II. Abdülhamit Han'ın yaptırdığı Hicaz Demiryolu'nun çöldeki son istasyonu El-Muazzama'ya varır. Bu istasyonda, Şam ve İstanbul bağlantılı bir telgraf vardır. O gün makine başında bulunan Eşref bey, güç bela İstanbul'da Enver Paşa ile irtibat kurunca, sanki herkes kendini İstanbul'da zannetmiştir. Çünkü Enver Paşa: - Çanakkale'de muzaffer olduk. Harp bizim zaferimizle sonuçlandı. İstanbul şu anda şenlik içerisinde, yer yerinden oynuyor, müjdesini vermişti. Bütün bu gelişmeleri Eşref beyden duyan Akif, adeta yerinde donup kalmıştı. Sanki işittiklerini anlamıyormuş gibi, dalgın dalgın Eşref beyin yüzüne bakarak güçlükle nefes alıyordu. Gözleri yaşarıyor, konuşmuyordu. O gece hiç uyumadı. O ıssız kum deryasının bir köşesinde hıçkıra hıçkıra ağlıyor ve insanlık tarihinin en büyük destanlarından birisinin beyitlerini yazıyordu: ÇANAKKALE ŞEHİTLERİNE "Şu Boğaz harbi nedir? Var mı ki dünyâda eşi? En kesîf orduların yükleniyor dördü beşi, Tepeden yol bularak geçmek için Marmara'ya Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya. Öteden sâikalar parçalıyor âfâkı; Beriden zelzeleler kaldırıyor a'mâkı; Mart 2011 Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin; Sönüyor göğsünün üstünde o arslan neferin. Yerin altında cehennem gibi binlerce lâğam. Atılan her lâğamın yaktığı; Yüzlerce adam. Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer; O ne müdhiş tipidir: Savrulur enkâz-ı beşer... Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak el, ayak Boşanır sırtlara, vâdilere, sağnak sağnak. Yaralanmış temiz alnından, uzanmış yatıyor, Bir hilâl uğruna, yâ Rab, ne güneşler batıyor! Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş, asker! Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer. Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhîd'i... Bedr'in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi. Sana dar gelmiyecek makberi kimler kazsın? “Gömelim gel seni târîhe” desem, sığmazsın. Herc ü merc ettiğin edvâra da yetmez o kitâb... Seni ancak ebediyyetler eder istîâb. “Bu, taşındır” diyerek Kâ'be'yi diksem başına; Rûhumun vahyini duysam da geçirsem taşına; Sonra gök kubbeyi alsam da, ridâ namıyle, Kanayan lâhdine çeksem bütün ecrâmıyle; Mor bulutlarla açık türbene çatsam da tavan, Yedi kandilli Süreyyâ'yı uzatsam oradan; Sen bu âvîzenin altında, bürünmüş kanına, Uzanırken, gece mehtâbı getirsem yanına, Türbedârın gibi tâ fecre kadar bekletsem; Gündüzün fecr ile âvîzeni lebrîz etsem; Tüllenen mağribi, akşamları sarsam yarana... Yine bir şey yapabildim diyemem hâtırana. Sen ki, son ehl-i salîbin kırarak savletini, Şarkın en sevgili sultânı Salâhaddîn'i, Kılıç Arslan gibi iclâline ettin hayran... Sen ki, İslâm'ı kuşatmış, boğuyorken hüsran, O demir çenberi göğsünde kırıp parçaladın; Sen ki, rûhunla berâber gezer ecrâmı adın; Sen ki, a'sâra gömülsen taşacaksın... Heyhât, Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihât... Ey şehîd oğlu şehîd, isteme benden makber, Sana âgûşunu açmış duruyor Peygamber.”13 Çanakkale Zaferi, bir vatanın, bir milletin kurtuluşudur. Kurtuluş Savaşının ateşleyicisidir. Vatansız, topraksız kalan milletlerin ne hâle geldiklerini bugün Filistin örneğinde olduğu gibi çok iyi görmekteyiz. timizin, bayrağımızın varlığını, istiklâl ve hürriyetimizi; milletçe namus ve şerefimizle yaşıyor olmamızı, doğusundan batısına ülkemizin hemen her bölgesinden gelerek, Çanakkale’de canlarını feda eden şehitlerimize borçlu olduğumuzu unutmayalım, gelecek nesillere de unutturmamalıyız. Arkadaşlarının öldüğünü görerek ve öleceğini, şehit olacağını bilerek siperden mermilerin üzerine kendini düşünmeden atan ecdadımızı unutmak mümkün müdür? Cepheye mermi taşırken yolda donarak şehit olan Şerife Bacıları... Kundaktaki bebeği ile cepheye sırtında, omuzunda cephane taşıyan, elinde bulunan bez parçasını bebeğinin yerine top mermisine saran ve soğuktan bebeğini kaybeden Elif anayı, o yiğit Anadolu kadınını, yoktan var edilen bir zaferin mimarları olan dedelerimizi, ninelerimizi, hayatının baharında cepheye koşan delikanlıları... Yavrusunu vatana kurban olsun diye kınalayıp cepheye gönderen anaları nasıl unuturuz nasıl unutabiliriz. Şu husus çok iyi bilinmelidir ki, milletimizin bekâsı şehitlik ve gazilik ruhu kazanmış bir kalbe sâhip olan nesiller yetiştirmekle mümkündür. Bunun için çocuklarımıza Çanakkale destânını ve ardındaki ruhu anlatmalı aziz vatanımızın kıymetini öğretmeliyiz. Kanının rengini bayrağımıza vermiş, aziz canını vatanımız uğruna feda etmiş olan şehitlerimiz; bu yüce değerlerimizin korunmasını, savunulmasını ve ilelebet yaşatılmasını bizlere emanet etmişlerdir. Bu itibarla onları gönüllerimizde yaşatarak, emanetlerine ne pahasına olursa olsun sadık kalmalıyız. Bu kutlu zaferin yıl dönümünde, bu büyük zafere imza atan, vatanı ve bayrağı için şehit olan kahraman MEHMETÇİK’leri ve diğer bütün şehit ve gazilerimizi rahmet, şükran ve minnetle anıyoruz. Aziz ruhları şad olsun. Yüce ALLAH’ın iltifatına mazhar olan bu aziz şehit ve gazilerimize fatihalar gönderelim. Sözü Merhum şairimiz Akif’in şu beytiyle bitiriyoruz: “Sahipsiz olan vatanın batması haktır. Sen sahip olursan bu vatan batmayacaktır.” ...................................................... 1)Mehmet Akif Ersoy, Safahat, 305-306, TDV baskısı 2)Bakara sûresi:190 3)Mehmet Akif Ersoy, Safahat, 385, TDV baskısı 4)Tevbe sûresi:52 5)Mehmet Akif Ersoy, Safahat, 163-164, Çevremizde çeşitli plânların yapıldığı, oyunların oynandığı günümüzde, Çanakkale Zaferinin önemi daha da iyi anlaşılmaktadır. Çanakkale savaşını ve zaferini çok iyi anlamalıyız. Bugün üzerinde yaşadığımız bu cennet vatanın, milletimizin, devle- Mart 2011 TDV baskısı 6)Bakara Sûresi: 154 7)Al-i İmran Sûresi: 169-171 8)Buharî, Cihâd:5, 21; Müslim, İmâret:108, 109, No:1877; Tirmizî, Fedâilu'l-Cihâd:13, No:1643; Nesâî, Cihâd:30, 6/32 9)Tevbe sûresi:25 10)Tevbe sûresi:26 11)Ahzab sûresi:9 12)İbn-i Kesir, el-Bidâye ven-Nihâye, 8/131-133; İbn-i Hacer, el-İsâbe, 2/3; Ebu Nuaym, Delâil, 210-211 13)Mehmet Akif Ersoy, Safahat, 385, TDV baskısı 39 ÀÍYjºA ÄjºA A ÀnI “Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına” MTfTiihY OX ITf\Y\mTflba Dr.Ebubekir SİFİL E-posta adresime gelen maillerin önemli bir bölümü, başlıkta ifade etmeye çalıştığım hususu soruyor. Tasavvuf insanları dünyadan uzaklaştırmakla hayata ve topluma ilgisiz mi kılıyor, Tasavvuf ehli olarak bilinen insanların mesela cihada iştirak ettiği vaki midir?... Osmanlı'nın "beylik" ten "devlet" e, oradan da "cihan devleti" ne geçiş süreçlerinin her birinde Tasavvuf'un ve muhtelif meşreplerden Tasavvuf ehlinin inkârı mümkün olmayan etkisi/katkısı vardır. Bu soruya, Osmanlı'nın kuruluşundan itibaren fetihlerin öncü kuvveti olmuş gazi dervişleri, Senûsiyye hareketini, Hindistan'lı Rabbânî alimlerin ya da Şeyh Şamil'in cihadı gibi harc-ı alem örnekleri zikrederek kestirmeden cevap verebilirdim. Ancak Tasavvuf hakkındaki bu iddiaların alabildiğine yaygınlık kazanmış olması, bu meselenin bu köşenin boyutlarının izin verdiği ölçüde detaylandırılmasını zorunlu kılıyor. Esas meseleye geçmeden önce bu babda çokça bahis mevzuu yapılan bir rivayete değinmek istiyorum: Rivayete göre Efendimiz (s.a.v), bir gazadan dönen ashabına, "Hayırlı bir gelişle küçük cihad- 40 dan büyük cihada geldiniz" buyurmuş, Sahabe, "Büyük cihad nedir ya Resulallah?" diye sorunca, "Kulun, (nefsinin) hevasıyla mücahedesidir" buyurmuştur. "Küçük cihaddan büyük cihada döndük" lafzıyla daha yaygın olan bu rivayeti el-Beyhakî, "Kitâbu'z-Zühd"de (I, 42) naklettikten sonra, "İsnadında zayıflık vardır" demiştir. el-Irâkî, Ali el-Karî, el-Münâvî ve el-Aclûnî de eserlerinde bu ifadeyi nakletmekle yetinmişlerdir. (Bkz. "Tahrîcu Ahâdîsi'l-İhyâ", III, 7, 64; "el-Esrâru'l-Merfû'a", 211-2; "Feydu'l-Kadîr", IV, 511; "Keşfu'l-Hafâ", I, 511-2.) ez-Zeyla'î, "el-Keşşâf" hadislerini tahriç ettiği eserinde (III, 395-6), rivayetin "elKeşşâf"ta zikredilen varyantını, "Nebi (s.a.v) gazalarından birinden döndü ve "Küçük cihaddan büyük cihada döndük" buyurdu" şeklinde verdikten sonra şunları söyler: "Cidden garibdir. Bu rivayeti es-Sa'lebî, bu şekilde senedsiz olarak zikretmiştir." Daha sonra el-Beyhakî tarafından "Kitâbu'zZühd"de nakledilen sened ve metni (ki en başta zikrettiğim gibidir) zikrettikten ve el-Beyhakî'nin, "İsnadında zayıflık vardır" dediğini naklettikten sonra sözlerini şöyle sürdürür: "en-Nesâî, "Kitâbu'l-Künâ"da şöyle der: (…) Ebû Mes'ûd Muhammed b. Ziyâd el-Makdisî bize, İbrahim b. Ebî Able'nin (Bu zatın adı İbn Receb'in "Câmi'u'l-Ulûm ve'l-Hikem"inde (185) "İbrahim b. Ebî Alkame" olarak geçmektedir; doğrusu "İbrahim b. Ebî Able" olmalıdır, E.S.), gazadan dönen insanlara şöyle dediğini rivayet etti: "Küçük cihaddan döndünüz. Peki büyük cihadı ne yaptınız?" Muhatapları, "Ey Ebû İsmail! Büyük cihad nedir?" diye sordu, "Kalbin cihadıdır" dedi." Buradaki İbrahim b. Ebî Able, Şam'lı Tabiun'dandır. Bahse konu rivayet, el-Bayhakî tarafından, senedinde peş peşe yer alan üç ravi (İsa b. İbrahim, Yahya b. Ya'lâ ve Leys b. Ebî Süleym) sebebiyle "zayıf" olarak nitelendirilmiş olmalıdır. Ancak Rical kitaplarının bu zat- Mart 2011 lar hakkında verdiği malumattan, zayıflıklarının rivayetin tamamen reddine müncer olacak derecede şiddetli olmadığı anlaşılmaktadır. Dolayısıyla Tebük gazvesinden dönüşte varid olduğunun söylendiğini naklettiği bu rivayet hakkında "Aslı yoktur" ifadesini kullanan İbn Teymiyye'nin ("Mecmû'l-Fetâvâ", XI, 197) bu hükmünün "aşırı" olduğunu söylemek durumundayız. Onun bu hükmünde, rivayetin Tasavvufî çevrelerde yaygın olarak kullanılmasının etkili olduğu akla gelmektedir. Gerek yukarıda adını verdiğim kaynakların, gerekse daha başka ulemanın, bu rivayeti taz'if ederken sadece "senedinde zaaf vardır" demekle yetinmiş olması da İbn Teymiyye'nin bu hükmünün isabetli olmadığını göstermektedir. Sonuç olarak: Bu rivayetin biri merfu (Hz. Peygamber (s.a.v)'in sözü), diğeri İbrahim b. Ebî Able'nin sözü olmak üzere iki şekilde nakledildiği görülmektedir. İbrahim b. Ebî Able'nin sözü olarak sıhhatinde herhangi bir ihtilaf yoktur. Merfu varyantı ise, senedindeki bazı raviler sebebiyle zayıf bulunmuş ise de, bu zaaf, rivayeti tamamen "uydurma" veya "asılsız" olarak nitelendirmek için yeterli değildir. Tasavvuf'un, müntesiplerini hayattan koparması şöyle dursun, hayatın merkezinde yer aldığı ve müntesipleri vasıtasıyla toplumsal dokunun adeta bütün hücrelerine nüfuz ettiği, Tabakat kitaplarının, İslam Sanat ve Medeniyet Tarihi sahasıyla ilgili eserlerin gözden geçirilmesiyle kolayca ulaşılabilecek bir hakikat iken, Tasavvuf'un bireyi ve toplumu tembelliğe, hayata sırt çevirmeye, atalet ve miskinliğe sevk ettiği iddiası bilgisizlikten değilse, olayı bir "bütün" olarak görememe kusurundan kaynaklanmaktadır. Özellikle bu topraklarda böyle "miyop" bir anlayışın neşv-ü nema bulması, kendi tarihimize yabancılığımızın ifadesinden başka bir şey değildir. Tarihî ve coğrafî anlamda çok ötelere gitmeye gerek yok. Yaşadığımız toprakların İslamlaşması süreci hakkında sathî bir 41 düşünce bile, bu iddianın yersizliğini göstermeye yeterlidir. Anadolu coğrafyasının İslam'la ilk tanışmasında olduğu gibi, onun bu topraklarda yerleşip kök salmasında da Tasavvuf'un, tarikatlerin ve gazi dervişlerin rolü görmezden gelinemeyecek kadar aşikârdır. Hoca Ahmed Yesevî, Necmüddîn-i Kübrâ gibi tarikat pirlerinin işaretiyle, Anadolu'ya yönelen gazi dervişlerin bu topraklarda başlattığı faaliyet, Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde dışarıya tebliğ ve cihad, içeriye muhteşem bir medeniyet olarak yansımıştır. Burada Tasavvuf'un oynadığı vazgeçilmez rolü germemek mümkün müdür? Anadolu'nun İslamlaşmasında ve bu topraklarda Müslüman bir medeniyetin teşekkül etmesinde birçok Tasavvufî anlayışın (tarikat) rolü vardır. Bunları kısaca İbn Arabî, Mevlana, Hacı Bektaş, Ahi Evran ve Yunus olarak ifade edebiliriz. Aksiyoner ve mücadeleci tarzıyla dikkat çeken İbn Arabî, devrin Selçuklu sultanı İzzeddîn Keykâvûs'un kendisine yazdığı bir mektuba verdiği cevapta, onun Müslümanlar'a yapacağı en büyük hizmetin, İslam'ın şanını yüceltmek ve küfre tahakküm etmek olduğunu açıkça ifade etmiştir. (Hilmi Ziya Ülken, "Türk Tefekkür Tarihi", II, 135.) Türkistan ve Horasan bölgesinden Anadolu'ya yansıyan Hoca Ahmed Yesevî ve Necmüddîn-i Kübrâ etkisi, daha önce de söylediğim gibi "gazi dervişlik" geleneğiyle bu toprakların İslamlaşmasında inkâr edilmez bir rol oynamıştır. "Abdalân-ı Rum", "Gâziyân-ı Rum", 42 "Alperenler", "Horasan erenleri"… gibi isimlerle anlatılan zümre, özellikle halk tabakasında "fütuhat" ruhunu işlemek suretiyle henüz "beylik" merhalesinde bulunan Osmanlı'nın, siyasî nüfuz alanını genişletmesinde aktif bir belirleyiciliğe sahip olmuştur. Sayısız isimsiz kahramandan Şeyh Edebali, Turgut Alp, Konur Alp, Akçakoca isimleri bu bağlamda ilk akla gelenlerdir. (İrfan Gündüz, "Osmanlılarda Devlet-Tekke Münasebetleri", 5 vd.; Ekrem Işın, Osmanlı Döneminde Tasavvufî Hayat, "Osmanlı", IV, 453.) Osmanlı'nın "beylik"ten "devlet"e, oradan da "cihan devleti"ne geçiş süreçlerinin her birinde Tasavvuf'un ve muhtelif meşreplerden Tasavvuf ehlinin inkârı mümkün olmayan etkisi/katkısı vardır. Özellikle "kuruluş" aşamasında Tasavvufî tarikatlerden kimi, Moğol istilalarından ve iç karışıklıklardan bunalan halk kitlelerine moral destek ve ruhî sükûn sağlayarak aralarında güçlü rabıtalar oluşturan birer sığınak olmuş, kimi de insanları aynı ideal etrafında birleştirerek fütuhata, merkezî otoritenin tesisine ve müesseseleşmeye katkıda bulunmuştur. Bir başka şekilde söylersek, binanın kurulması ve yükselmesi Horasan erenleri vasıtasıyla, nakış nakış işlenerek estetik bir görümüm kazanması da Mevlana hareketi ile olmuştur. Toplumsal yapı, son derece karmaşık boyutları bulunan ve çok yönlü ilişkilerle şekillenen müesses bir nizamı anlatır. Bu yapı içinde her bireyin, her kurumun ve her birimin ayrı bir fonksiyonu vardır. Bunlar bir araya gelerek bütünlüğü ve ahengi oluşturur. Mart 2011 Bu itibarla Tasavvuf'un toplumda icra ettiği fonksiyon da "tek boyutlu" olmamıştır. Gazi dervişliğin ayrı, Ahiliğin ayrı, Mevlevîliğin ayrı fonksiyon icra etmiş olması bu bakımdan yadırgatıcı değildir… Osmanlılar'da devlet-Tasavvuf münasebeti, Osman Bey'den itibaren adeta sistematik bir yapı arz etmiştir. Osman Bey'in bir Tasavvuf şeyhi olan Edebali ile, Orhan Gazi'nin Ahi Hasan, Davud-u Kayserî, Abdal Murad, Abdal Musa, Geyikli Baba ile, Murad Hüdavendigâr'ın –bir "ahi" olan– Sinanüddin Yusuf Paşa ile, Yıldırım Bayezid'in (aynı zamanda damadı olan) Emir Buhârî ile, II. Murad'ın Hacı Bayram Veli ile, Fatih'in Akşemseddin ile, III, Murad'ın Şeyh Şaban Efendi ile, Kanuni'nin Şeyh Ebû Sa'îd Efendi ve Baba Haydarî-i Semerkandî ile… ilişkisi Osmanlı'ya vücut veren yapının "ilmiye" (ulema), "seyfiye" (askerler) ve "kalemiye" (bürokrasi) yanında dördüncü bir ayağa daha istinat ettiğini gösterir ki, o da "irşadiye" diyebileceğimiz Tasavvuf ehlidir. Tasavvuf ehlinin, toplumun sadece ruhî ve ahlakî eğitimine katkıda bulunmakla kalmayıp, aynı zamanda, yeri geldiğinde düşmanla savaşa (cihada) da fiilî olarak katıldığını gösteren pek çok örnek vardır. Bugün bunlara dair bazı örnekler zikredeceğim. Okuyacağınız isimlerden birçoğu, sınır boylarında bulunan "ribat"larda yaşamış, bir yandan mücahidleri teşci ederek savaşa hazırlarken, bir yandan da onların ruhî hayatlarının inkişafına gayret göstermişlerdir. 1. Hâtem el-Asamm: Katıldığı bir seferde, bir dağ üzerinde nöbet tutarken hayatını kaybetmiştir. 2. Seriyy es-Sekatî: "Ey iman edenler! Sabredin, (düşman karşısında) sebat gösterin…" (3/Âl-i İmrân, 200) ayetini tefsir sadedinde, "Savaş anında sebat ve istikamet üzere olmakla sabredin" dediği ve İmam Ahmed b. Hanbel tarafından cihaddan dönerken övüldüğü nakledilmiştir. 3. Cüneyd el-Bağdâdî: Şöyle dediği anlatılır: "Birgün bir gazveye çıkmıştık. Ordu komutanı bana nafaka kabilinden bir şeyler göndermişti. Bunu hoş görmedim ve ihtiyaç sahibi gazilere dağıttım. 4. Ebu'l-Abbas et-Taberî: Tartus'ta mücahidlere vaz ediyordu. Allah Teala'nın celalinden, azamet ve kudretinden bahsederken baygın düştü ve hayatını kaybetti. Mart 2011 5. Züheyr b. Şu'be el-Mervezî: Şöyle dediği nakledilmiştir: "Canım et çektiğinde, Bizans ülkesine girinceye kadar yemem. Ne zaman ki onlardan ganimet elde ederiz. Eti o ganimetlerden yerim." 6. Ali b. el-Hüseyin: İslam ülkesini Haçlılar'dan temizlemeye halkı teşvikte büyük rolü bulunan bu sufinin ribatına toplanan insanların, oraya bir "kışla" görüntüsü verdiği kaynakların naklettiği bir husustur. 7. "Şam Aslanı" lakaplı Abdullah el-Yuninî: Ttarihçiler tarafından "Heybetli, kahraman, sürekli zikir ve cihadla meşgul olan bir şeyhti. Keşif ehliydi. Ne kadar kalabalık olursa olsun düşmanla savaşmaktan çekinmezdi" ifadeleriyle anlatılmıştır. 8. Ebu'l-Abbâs el-Kudsî: Keramet sahibi bir zat olduğu ve Kudüs'e geldiğinde öküz üzerinde savaştığı için kendisine "Ebû Sevr" lakabı verildiği nakledilmiştir. 9. Hasan b. Yusuf el-Mekzun: Kaynaklarda, bin kişilik müridanıyla Haçlı savaşına katıldığı zikredilmiştir. 10. Abdurrahman el-Celculî: Haçlı savaşlarından birinde Dimeşk (Şam) girişinde şehid olmuştur. 11. el-Haccâc el-Fendulavî: "Allah mü'minlerin canlarını ve mallarını cennet karşılığında satın almıştır" ayetini okuduktan sonra müridleriyle birlikte yaya olarak Haçlı savaşına katılmış ve şehid olmuştur. 12. Yahya b. Yusuf es-Sarsarî: Moğollar Bağdat'ı istila 43 ettiğinde asasıyla 12 düşman askerini öldürdükten sonra şehid düşmüştür. Bu örneklerin çoğunu "çok bilinen" isimlerin teşkil etmediğini biliyorum. Bu bakımdan bu örnekleri burada kesip, "çok bilinen" isimlerden de birkaç örnek verelim: 1. Necmeddin-i Kübrâ: "Kübreviyye" tarikatının kurucusudur. Sadece Tasavvuf sahasında değil, Hadis ve Tefsir gibi "zahirî ilimler"de de yed-i tula sahibi idi. Moğollar Horasan'a girdiğinde Cengiz Han ona, Harezm'i yerle bir edeceğini bildirmiş ve orayı terk etmesini söylemişti. Şeyh ise bunu reddetti, müritlerini toplayarak Moğollar'ın karşısına dikildi. Elindeki uzun kargıyla savaşa fiilen iştirak etti ve vücuduna saplanan bir okla şehit oldu. 2. İzzuddîn b. Abdisselam: Tasavvuf hırkasını, "Avârifu'l-Ma'ârif" yazarı Şihâbuddîn es-Sühreverdî'den giydi. Zahir Baybars'ın Moğol saldırısını durdurup geri püskürttüğü ve Moğollar'ı büyük bir hezimete uğrattığı AynCalut savaşının fetvasını o vermiştir. İslam ordusunun Haçlılar'la Mısır'da giriştiği bir savaşta gösterdiği keramet, Tâcuddîn es-Sübkî'nin "Tabakâtu'ş-Şâfi'iyye"sinde anlatılmıştır. 3. Muvaffakuddîn b. Kudâme: Hanbelî mezhebinin büyük alimlerindendir. 61 yşında iken Bağdat'a geldi; Abdülkadir-i Geylanî'nin yanına gitti ve o vefat edene kadar yanından ayrılmadı. Burada "Kadirî" tarikatına girdiğini, yine bir sufî alim olan İbnu'l-Mulakkın'ın, Kadirî hırkasının kendisine, Ebû Bekr el-Hanbelî, Ebû 44 İshak el-Vâsıtî ve Muvaffakuddîn b. Kudâme silsilesiyle Abdülkadir-i Geylanî'den geldiğini söylemesinden anlıyoruz. Keşif ve keramet sahibi olduğu söylenen İbn Kudâme'nin, düşmanla savaşırken omzundan yara aldığı kaynaklar tarafından nakledilmiştir. Hz. Peygamber (s.a.v) ile tevessüle cevaz verenlerden olduğunu da burada bir not olarak düşelim. 4. en-Nevevî: Sufî şeyhi Yasin el-Merrâkeşî (Merrâkuşî)'ye tabi olduğu ve onun edebiyle edeplendiği zikredilen İmam en-Nevevî, Zâhir Baybars'ı Moğollar'la savaşması için defaatle teşvik etmiştir. Üzerinde konuştuğumuz meselenin, bu köşede hall-u fasl edilemeyecek kadar geniş olduğunun farkında bulunmakla birlikte, serinin bu son yazısında temas edeceğim bir-iki noktanın, önceki yazılarla birlikte ele alındığında Tasavvuf hakkındaki önyargılardan veya bilgi eksikliğinden kaynaklanan kimi olumsuz değerlendirmelerin bir kere daha gözden geçirilmesine vesile olacağını umarım. Cihad'ın mana ve maksadında mündemiç olan "İslam'ın kitlelere ulaştırılması" görevi, temelde bir "tebliğ ve davet" işidir. Tasavvuf ehlinin, tarih boyunca gezgin sufiler, ribatlar ve tekkeler vasıtasıyla bu bağlamda icra ettiği fonksiyon ise inkâr edilemeyecek boyuttadır. Dışarıya yönelik olarak bu faaliyetleri yürüten Tasavvuf ehlinin, içeride de toplumun irşadına dönük çalışmalar yaptığını ayrıca belirtmeye gerek yoktur. Mart 2011 Öte yandan bir önceki yazıda bir kısım örneklerini zikrettiğim gibi Tasavvuf ehlinin, düşman tasallutu karşısında cihada, gerek fiilen savaşmak, gerekse halkı teşvik etmek suretiyle iştirak etmekten geri durmadığı hakikatine gözlerimizi kapatmamız söz konusu olamaz. Mağrib'de kurulan Murabitun ve Muvahhidun devletlerinin temellerinde, tıpkı Osmanlı gibi Tasavvuf şeyhlerinin harcını görmek şaşırtıcı olmadığı gibi, aynı tesbiti Eyyubîler, Memlüklüler, kısmen Babürlüler ve daha birçok devlet hakkında tekrarlamak da yanlış değildir… Aynı şekilde İslam dünyasının dört bir yanında geçtiğimiz yüzyılda ve öncesinde verilen kurtuluş savaşlarında Tasavvuf ehlinin oynadığı aktif rolü görmemek için tarihe ve gerçeğe karşı kör olmak gerekir. Hint alt kıtası (İmam-ı Rabbânî ve Şah Veliyyullah çizgisinin varisi Deoband/Diyubend ekolünden gelen sufi alimler), Kuzey Afrika (Libya'da Senusiyye hareketi, Cezayir'de Emir Abdülkadir ve Muhammed Haddâd, Sudan'da Muhammed Ahmed el-Mehdi, Mısır'da Ahmed el-Arabî, Mağrib'de Muhammed b. Abdülkerim el-Hattâb…) ve elbette Anadolu bu tesbitin canlı şahitleridir. Kafkasya'da Şeyh Şamil ve bugün Filistin'de adını "İzzeddin el-Kassâm Tugayları" vasıtasıyla tanıdığımız şehid İzzeddin el-Kassâm da öyle… Bu noktada biraz durup vakıaya "kuş bakışı" bakalım: Tasavvuf ehli hakkında ileri sürüldüğü şekliyle "cihaddan geri durup, aşk-meşk işleriyle uğraşma" iddiasının, mesela "savaştan geri durup, ilim işleriyle ilgilenme" tarzında Muhaddisler, Fakihler, Müfessirler, Kelamcılar vb. için aynı yoğunluk ve boyutta ileri sürülmediği dikkat çekmektedir. Oysa bu saydığım sahalarda etkin olmuş ulemanın tamamının cihada fiilen iştirak ettiğini söylemek mümkün değildir. Durum böyle diye bu ulemanın da hayattan koptuğunu ve insanları da peşinden sürükleyerek pasifize ettiğini mi söylemek gerekir? Şu halde burada şu soru önem kazanıyor: Bu iddia niçin özellikle Tasavvuf ehli hakkında ileri sürülmektedir? Bana kalırsa bunun tek bir cevabı vardır: Önyargı. "Hayata katılma"nın en somut ve keskin göstergesi olan "cihad"a fiilen iştirak edip etmeme durumu, hangi meslek ve meşrebe mensup olursa olsun herhangi bir İslam Mart 2011 büyüğünün yaşadığı döneme, özel ve genel şartlara ve hizmet etme tarzına bağlı olarak elbette değişecektir. Öyleyse bu noktada ileri sürülebilecek örneklerden yola çıkarak "Tasavvuf insanı hayattan koparıyor" gibi korkunç bir genellemeye ulaşmak büyük bir yanılgı ve hata olur. Bu yazıyı teberrüken İmam eş-Şa'rânî'nin konu hakkındaki sözleriyle bitirelim: "Resulullah (s. a.v)'e, gazilere ikramda bulunacağımıza, onlara nakdî yardımda bulunamayanlarımızın ise yiyecek yardımı yapacağına yahut onların aileleriyle ilgileneceğimize dair söz verdik. "Resulullah (s.a.v)'e, mucahidlerin bulunduğu herhangi bir savaş bölgesine girersek, orada kaldığımız müddetçe gece bekçiliği yapacağımıza (nöbet tutacağımıza) söz verdik. "Resulullah (s.a.v)'e, yataklarımızda değil, Allah uğrunda savaşırken şehid olarak ölmeyi dileyeceğimize ve Allah yolunda savaşmayı nefislerimize kabul ettirmekten gafil kalmayacağımıza dair söz verdik. Bunu bilfiil gerçekleştiremesek dahi, salih bir niyet sahibi olmamız, Rabbimizin bize ecir vermesini sağlayacaktır. "Resulullah (s.a.v)'e, cihad etmemiz mümkün olmazsa, bize şehadeti ve uhrevi sevabı sağlayacak işleri yapacağımıza dair söz verdik." 45 Seyyid Ahmed er Rufai Hazretleri Muhabbetin Alametleri A llah’ım! Talepleri karşılıksız verdiğin gibi, umduklarımı da bana ver. Kalplerin arasına yakınlık verdiğin gibi, beni dostlarınla yakınlaştır. Nasibi sen olan, nasıl fakir olsun? Dostu sen olan, nasıl yalnız kalsın? Sevgilisi sen olan, nasıl perişan olsun? Derdi sen olan, nasıl mahzun olsun? Allah’ım! Senin derdin, bütün dertleri benim gözümde değersizleştirir. Senin sevgin, uykuyla benim arama girer. Sana olan özlemim, beni dünya zevklerinden men eder. Seninle olan dostluğum, beni Sen’den gayriden uzaklaştırır. Allah’ım! Sana düşmanlık edene bile yardım edersin. Sana dost olana nasıl düşmanlık edesin! Allah’ım! Marifetin beni sana getiren klavuzdur. Muhabbetin ise beni sana getiren vasıtadır. Allah’ım! Seni sevenler, rububiyetinin mükemmelliğini bilir. Günahkarlar, işlerini ve kudretinin büyüklüğünü bilirler. Sana teslim olur ve boyun eğerler. Allah’ım! Beni, senden başkasını dost edinmeyenlerden eyle! Senden başkasına varan yolu aramayanlardan eyle! Senden gayrı yardımcı istemeyenlerden eyle! Allah’ım! Beni, seni cemalinden ve affından mahrum kalanlardan eyleme! Kapını yüzlerine kapattıklarından eyleme! Nefsinin eline bırakıp, himaye yollarını kapattığın kullarından eyleme! Sen, her şeye kadirsin. Malik b. Dinar (ra) bir defasında, Kabe’nin örtüsüne yapışıp şöyle dua eden bir cariyeye rastlar: 46 Mart 2011 “SEN BİZİ GETİRMİŞKEN, BİZ SANA GELDİK, BİZE HAYAT VEREN, SENDEN BAŞKA BİR ŞEY DEĞİLDİR. SEN BİZE SAHİPKEN, BİZ SENDEN BİR ŞEY İSTEDİK BİZE İSTEDİĞİMİZİ VEREN, SENDEN BAŞKASI DEĞİLDİR.” Müminlerin emiri Hz. Ali (k.v)’nin rivayet ettiğine göre, Resulullah (sa) şöyle buyurdular: “Evladın ebeveynine bakışı ibadettir.” Bu Hadis-i Şerifte, Allah için sevmenin yüce bir iş olduğundan bahsedilmektedir. Allah için sevmek, sevenlerin gayretiyle Allah’ın katına yükselir. Çünkü Allah için olan bakışlar bir ibadettir. Ey Oğul! Sevenlerin sırlarını bilen ve hasret çekenlerin arzusundan haberdar olan zat ebediyen içinde kalacaklarını zikretmekle cenneti ehline hoş gösterdiği gibi, oradan ayrılacaklarını zikretmekle de ariflere dünyayı hoş göstermiştir. Seven için sevgiliye kavuşmaktan daha sevimli gelen bir şey yoktur. Eğer Allah sevgisiyle içi yananlar için ölümü takdir etmeseydi, onların iştiyaklarının şiddetinden ruhları bedenlerinde ölürdü. Enes (ra) anlatır: Bir gün Resulullah (ra)’e “Allah, dostlarını (öldürmeyip) dünyada bırakmayı dileseydi ne olurdu?” diye soruldu. Efendimiz şu cevabı verdi: “Allah dostlarını dünyada temelli bırakmaya tenezzül etmez. Aksine dostları ve sevdiklerini katında hazırladığı bol ihsanları için seçmiştir. Bilmez misiniz ki, seven sevdiğine kavuşmak ister.” Ruhunu ve rahatını Allah’a kavuşmakta arayanlara ne mutlu! Ebu Hureyre (ra) bir arkadaşına rastladı. Ona nereye gittiğini sordu. Arkadaşı, “Ailem için bir şeyler satın alacağım” cevabını verdi. Ebu Hureyre, “Eğer benim için ölümü satın alman mümkünse, lütfen bunu yap. Çünkü Rabb’ime Mart 2011 kavuşmaya duyduğum iştiyak iyice arttı. Ölüm, benim için susamış birinin soğuk su içmesinden daha sevimli ve baldan tatlıdır.” Dedi ve hıçkırarak ağlamaya başladı. Ah, onu göremediğim halde beni görene hasretim” dedi ve bayılıp düştü. Bir gün Veysel Karani (ra)’a nasıl sabahladığını sorulunca şu cevabı verdi: “Kalbindeki arzusuna iştiyakı artarak, sabah olunca akşama varmak istemeyen biri gibi sabahladım.” Malik b. Dinar (ra) anlatır: Basra sokaklarından birinde saçları darmadağın, üstü başı perişan bir halde kıbleye yönelerek şöyle diyen bir genç gördüm: “Ey gözümün nuru! Sana olan özlemim öyle çoğaldı ki sana ne zaman kavuşaçağım? Ne zamana kadar beni kendinden uzak tutacaktın? Ben “Ey genç, sevenlerin sevgiliyi aradıkları vakit, acaba şuan mı!” deyince genç şu cevabı verdi: “Sevgili kayıp değil ki, zaten her an mevcut. Esasında, aşıklar sevgilinin ortaya çıktığı an aşklarından yanıp tutuşurlar. Bu esnada, arzularına kavuşma özleminin yakıcı heyecanıyla gönüllerinde ki sırlar açığa çıkar.” Anlatıldığına göre Basra’da Allah’a duyduğu aşktan dolayı gözleri kör olacak kadar ağlayan bir adam vardı. Bu haliyle şöyle niyazda bulunuyordu: “Allah’ım! Sana kavuşmak ne zaman? İzzetinin hakkı için, seninle benim aramda çılgınca yanan bir ateş olsa dahi, sana ulaşıncaya kadar, senin yardımın ve tevkifinle senden dönmem. Sen olmazsan, senden razı olmam!” Feth Mevsili (ra)’in, irfan sahibi iki kızı vardı. Kızlar birlikte hacca gittiler. Beytullah’ı gördükleri zaman biri diğerine “Kardeşim, şimdi bu Rabb’imin avi mi?” diye sorunca, öteki kız kardeş “Evet” cevabını verdi. (bu sözlerin ağırlığıyla) kızcağız, bir çığlık attı ve oracıkta ruhunu teslim etti. Diğer kız ise “Allah’ım! Nefsimi sana şikayet ediyorum, seni çok özledim!” dedikten sonra, “Ah! Ah!..” diyerek ruhunu teslim etti 47 ÀÍYjºA ÄjºA A ÀnI “Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına” Çeker Hoca; Böhürler Veya Bu İthal Bakıştan Kurtulamayacak mıyız? Burak ERTÜRK berturk06@hotmail.com K adını cinsel bir meta olarak gören; açılıp saçıldıkça çağdaşlaştığı herzesini bir itikat umdesi gibi kabullenmiş; İslam’ın sosyal hayata taalluk eden tüm ahkam ve tezahürlerini ‘gericilik’ olarak yaftalayan; bütün enerji ve motivasyonunu, dine ve onun temsil ettiği değerlere meydan okumaya borçlu olan ‘tek dünyalıları’ anlamak çok da zor olmasa gerek… Dinin hayatın her ünitesine dair hüküm vaz ettiğinden haberdarlar ama demokrasi rüzgarının bu ölçüde sert estiği bir vasatta “dinin devlet talebi olmadığı” tekerlemesini dillerinden düşürmüyorlar. Ancak, mütedeyyin kimliğiyle boy gösterip, dindar etiketiyle arz-ı endam ettiği halde,üzerine nereden rız olduğu meçhul bir aşağılık kompleksinin pençesinde kıvranan‘bizim mahalle’nin ‘entelektüellerinin’ duruşunu yoksa savruluşunu mu demeliydim!?-anlamlandırmak bir hayli zor görünüyor… Evet, söylediği sözlerden ötürü son zamanların en ciddi ‘medyatik lincine’ maruz kalan Orhan Çeker Hoca’ya dönük tepkilerden söz ediyorum. Burada kalkıp uzun uzadıya, “Hoca ne söylemişti”, “hiç söylemediği halde ona hangi sözler isnad edilmişti”, “aslında ne demek istemişti” türünden, meseleyi sündürmeye matuf spekülasyon- 48 lara girecek değilim; bunlar hakkında yeterince sarf-ı kelam edildi zaten… nahta cari olan ‘entelektüel eziklik’ ile ciddi alakası olduğunu da bilmek zorundayız. Ben, modern ezberlere ilişen, ehl-i dünyanın batıl kabullerini sarsan, bize yedirilmeye çalışılan ladini yaşam tarzına meydan okuyan, dinin aslını nevzuhur değer yargılarına kurban etmeyen bir çıkış söz konusu olduğunda, ‘bizden biri’ görünümüyle öne çıkan ‘muhafazakar’ okur-yazar kesimde sık rastladığımız ‘fikri dağınıklığa’ çevirmek istiyorum nazarlarımızı… Bu ‘eziklik’ çok değişik şekillerde tezahür ediyor. En merkezi vurgusu ise tek dünyalılara sarkıtılan “Biz sizin bildiğiniz dindarlardan değiliz!” mesajı… Oldukça problemli, kendi içinde ciddi tutarsızlıklar yaşayan ve müslüman kimliğiyle temayüz eden çoklarını esir almış o bildik ‘özür dileyici’ tutumdan bahsediyorum. Liberal değer yargılarına ram olmuş, modern tasallut karşısında teslim-i silah etmiş, dini olan her olguyu hakim ve cari kabullere vize ettirme telaşıyla hareket eden, ahkamdan utanan, dinle modernizmi telif etme sevdasıyla hakikati eğip büken, modern zihinlere anlatamayacağını düşündüğü dina hükümleri tekellüflü tevillerle rafa kaldıran bir ‘aydın savruluşu’ sizin de gözünüze çarpmıyor mu? Bu savruluşun arka planında bir ‘zihna mağlubiyet’in izleri okunuyor. Batı uygarlığının en önemli kazanımının maddi planda ele geçirdiği tartışılmaz üstünlük olduğunu düşünenler fazlasıyla yanılıyorlar. Meselenin nirengi noktası, bu zahiri terakkinin şualarıyla gözleri kamaşan muhatapların, zihni düzlemde de yenilgiyi kabul etmiş olmalarıdır. Eğer bugün kendisi dışındaki tüm medeniyet tecrübelerini hayatın dışına itmiş bir Batı uygarlığından söz edebiliyorsak, bunun, mağlup ce- Toplumun fikri olarak ortadan ikiye bölündüğü mevzularda zihni modern tasallut ile iğfal edilmiş kalabalıkların ve dinin hemen her tezahürüne cephe almış muannidlerin hoşuna gidecek ‘aykırı’ (!) çıkışlar yapıyorlar. Güya ‘ezber bozuyorlar’. En mümeyyiz vasıfları, içinde yaşadıkları toplumun modern-batıl kabulleri ile dini değer yargıları çatıştığında, sanık sandalyesine hep ‘geleneksel’ diye tahfif ettikleri mirası oturtmaları… Tekere çomak sokan, zihin konforumuzu bozan, ehl-i dünyanın tepkisini çekebilecek hükümleri, türlü atraksiyonlarla devre dışı bırakmaya çalışmaları bundan… Nasıl bir zihni dezenformasyonun öznesi haline geldiklerinin farkında değiller. Ehl-i dünyanın “bu devirde de bu olur muymuş canım!” bayağılığı ile karşıladığı her meselede, onların yanında saf tutuyorlar. En acınası özellikleri de, Hak ile batıl arasında salınım yapıyor olmaları. Ne yardan ne serden geçebiliyorlar. Müslüman kimlikleri ile modern baskılar arasında yaşadıkları sıkışmadan, nevzuhur bir ‘orta yol’ ihdas ederek sıyrılmaya çalışmaları da, ne ölçüde çaresiz olduklarının göstergesi olarak okunmalıdır. Kur’an’ın, ‘saliha’ kadını ‘kocasına itaat eden’ kadın olarak tarif ettiğini[1] biliyorlar ama en ucuz feminist söylemlerden de yakalarını sıyıramıyorlar. Dinin hayatın her ünitesine dair hüküm vaz ettiğinden haberdarlar ama demokrasi rüzgarının bu ölçüde sert estiği bir vasatta “dinin devlet talebi olmadığı” tekerlemesini dillerinden düşürmüyorlar. İslam’ın erkeğe içtimai hayat, kadına ev merkezli bir yaşam tarzı telkin ettiğini bal gibi biliyorlar ama kadının sosyalleşmesinin bu ölçüde terviç edildiği bir çağda neş’et ettikleri için, “hadislerin tekinsiz olduğu” yalanına bel bağlıyorlar. Gerek fıkıh kitaplarında karşılığını bulan teorik birikim, gerekse İslam’ın hayata hayat kılındığı uzun asırlardan bu yana yaşanan tarihi tecrübenin önümüze getirdiği uygulamalar aksini söylediği halde; ‘artık devrin değiştiği’ balonundan medet umuyor ve kadın-erkek ihtilatının meşru, hatta kaçınılmaz olduğu tezine gönül eğdiriyorlar. Mart 2011 49 raktarlığını yaptıkları türden çarpık bir ‘özgürlük’ anlayışının söz konusu olamayacağını hakikaten bilmiyorlar mı? Biliyorlarsa şu batıl rüzgara kapılıp “Söyletmen! Vurun!”hoyratlığıyla Hoca’ya yüklenmelerine ne demeli? Dünyevileşme dalgasının müslümanları da önüne kattığını, artık bizim de ‘çözülme’ diye bir gündemimiz olduğunu, kadim İslam toplumlarıyla aramızdaki makasın iyiden iyiye açıldığını, gayr-ı müslimce bir hayat tarzının bizi esir aldığını müşahede ediyorlar ama ‘açılım’, ‘terakki’, ‘büyüme’ gibi ‘büyülü’ kavramların herkes tarafından kutsandığı bir vasatta, ‘marjinal’ damgası yemeyi göze alamıyorlar. Hakkı söylüyor da olsa, modern engizisyonların mahkum ettiği mü’minlere ne yazık ki ilk taşı hep onlar atıyorlar. Şu batıl gidişata dur diyen, birilerini rahatsız da etse kitabın ortasından konuşan bir alime ‘sataşmayı’, ehl-i dünya ile yakınlaşma adına fırsat olarak görüyorlar. Bu ‘ezik muhafazakar’ prototipin hususiyetleri saymakla bitmez; özellikle dini hassasiyetlere sahip kişilerin kalem oynattığı medyada bunlardan mebzul miktarda var. Cinsiyete göre de tarzları farklılaşabiliyor: Erkeklerinde acınası bir liberal diskur, kadınlarında çok yüzeysel bir feminizm jargonu baskın… Neyse biz konumuza dönelim. Ne demiş Orhan Çeker Hoca? Mealen, “Taciz gibi aşağılık bir suç varsa, bunu önleme adına meselenin sebeplerine eğilelim ve bu sebepleri ortadan kaldırmak suretiyle problemi kökten çözmenin yollarını araştıralım. Çok yaygın bir şekilde, hatta milli bir politika halinde ahlaki eğitime öncelik verelim. Bu tür suçları teşvik eden yayınları yasaklayalım. Kadın, giyim tarzı itibariyle tahrik edici ve davetkar davranıyorsa taciz suçuna ortak olur.” Bunlardan yanlış olan hangisi? Şu ‘entelektüel müslüman’ edasıyla ortada dolanan ve ehl-i dine akıl vermeye çalışan naehiller, ideal bir İslam toplumunda kimsenin kafasına göre başkalarını tahrik edecek şekilde giyinemeyeceğini, şimdilerde bay- 50 Ne densin istiyorlar? Veya gerçekten neye inanıyorlar? Taciz gibi aşağılık bir suçun bu ölçüde yaygınlaşmasında bu toprakları İslamsızlaştırma projesinin en etkili amil olduğundan haberdar değiller mi? Ve işbu İslamsızlaştırma projesinin en sinsi boyutunun, dinin içini boşaltarak, liberal tezlere demir atmış bir inanç telakkisini terviç etmek olduğunu hiç mi düşünmüyorlar? İslam’ın ahkamını ve muamelatını budaya budaya, ibadetten başka boyutu olmayan tuhaf bir algıyı din diye sahiplenir olduk ve içten içe çürüyen toplum gele gele bu ölçüde pespaye bir derekeye geriledi. Bunu hatırlatana çemkirmek niye? Hoca bu minvalde konuşmuş ama ne hikmetse Yeni Şafak’tan Ayşe Böhürler de ‘koroya’ katılıp Hoca’ya ‘giydirmek’ için kolları sıvamış ve andığımız yazar profiline örnek teşkil ettiği izlenimi veren bir yazı yazmış. Neredeyse dört gündür lehte veya aleyhte yayın yapan tüm yayın organlarında ve Hoca’nın kendi internet sitesinde, artık bıktıracak şekilde tekrarlanan “Hoca’nın ‘tecavüz’ değil ‘taciz’ dediği” bilgisi ne gariptir, Böhürler’in görüş alanına hiç girmemiş. Sağır sultanın bile duyduğu ve meseleyle yüzeysel de olsa ilgilenen basit bir televizyon izleyicisinin bile vakıf olduğu “tecavüz demedi; taciz dedi” bilgisinden, bu meseleyle ilgili köşe yazısı kaleme alan bir gazetecinin hiç haberdar olmaması acı mıdır; yoksa gülünç müdür? Şu satırlar, Böhürler’in o yazısından: “Ancak İslam Hukuku Profesörü Çeker'in tecavüz gibi Allah'ın kesinkes yasakladığı büyük günahlardan kabul ettiği bir konuyu, bu hayvanlığı yapana değil de kışkırtıcı unsurlara sahip olarak kadına dayandırması, inanan inanmayan hepimizin tepkisini çekti.”[2] Yazısında “İslam'a göre kadınlara nizam vermeye çalışan erkekler, kadınların nasıl olması gerektiği konusunda tezler yazarlar ama dindar erkekler nasıl olmalı konusunda yapılmış tek bir çalışma ya da tez bulamazsınız.” tesbitine yer vermesinden, bütün bir İslam düşünce ve eser geleneğine vakıf (!) olduğu sonucunu çıkardığımız yazar, “Şunun şurasında camilerde, "karılarınızı dövmeyin, günahtır!" sözü ancak 3-5 yıldır söylenebiliyor.” türünden ‘orijinal’ değiniler de yapıyor. Böhürler’e ait bu satırlar bizi şaşırtmadı. Çünkü bunun öncesi de var. Böhürler’in nasıl bir zihni arka plandan ses verdiğini görmek için okuyalım: (İmla ve cümle kurgusundaki hatalar yazara aittir) Mart 2011 “…Eşleri ile ilişkileri de hep muhalifti. Ben yeni hayatımın içinde sahih olup olmadığını bilemeden eşe itaat hadislerine tıpatıp amel modunda iken beni yoldan onlar çıkardı. Aile saadeti tanımı ve bunun öncelik haline gelmesi hepimiz tarafından küçümseniyor...[3] (Dinci olmakla suçlanan muhafazakar arkadaşlarından söz ettiği yazısından… B.E.) “28 şubatın faydaları da oldu tabii ki... İkiyüzlülerin,riyakarların keşfine turnusol gibi imkan tanıdı. Gerçek demokratların sayılarının ne kadar az olduğunu öğrendik,dindar görünen erkekleri tanıdık. 28 şubat zaferi her kesimden erkeklerin oldu.”[4] “Şu anda 70 yaşında kanser hastası, ama mücadeleden vazgeçmiş değil ne kendisi ne de toplum için. Hepimizin sıcak evlerinde oturduğu zamanlarda o köyleri dolaşmış, kendine değil ideallerine öncelik vermiş. Bu nedenle her zaman saygı uyandırmıştır bende. Hatta Yemen'de başkent Sana'da tamamı yüzleri siyah peçe ile kapanmış kadınları görünce, dönünce derneğine üye olmayı bile aklımdan geçirmiştim.”[5] (Türkan Saylan’dan bahsettiği yazısından… Vurgu bana ait. B.E.) “Yani geçmişin korkularını taşımaktan vazgeçsek... Belki o zaman gerçekten anayasayı da, başörtüyü de tartışabiliriz. İslam devletini demiyorum çünkü Türkiye'de kendisini dindar kabul eden kesimin arasında bile böyle bir konu ve talep yok. İslam devleti tartışmalarını 80- 90 yılları arasında islamcı kesim kendi arasında yaptı. Medine Vesikası bu tartışmaların bir sonucuydu, çoğunluk Rad suresindeki /" siz kendinizde olanı değiştirmedikçe Allah'da bir toplumun durumun değiştirmez "/ ayetini esas aldı. Bu tartışmalar modasını da önemini de yitirdi. Önemli olan adaletli olmak, insani bir yönetim anlayışını benimsemek ve herkesimi kapsayan bir özgürlük alanı oluşturmak fikrinde hemfikir olundu.”[6] “Günlük hayatın içinde şık olmayı istemek elbete çok kadınca bir şey ve çok anlaşılır. Fark edilir olmak, beğenilmek bunların hepsi kadınca duygular. Yine de insanda bu kadarı da olmaz dedirten durumlar var. Başörtüye gül takmak da bunlardan birisi bence. Tekbir defilesi, medyaya yansıyan görüntüler ve en çok son yıllarda başörtülü hanımların şık olmak için başörtü üzerinde süslenme temayülleri böyle bir yazıya sebep oldu. Örtülü ama olabildiğine süslü kadınlar "niye örtünüyoruz ki" sorusunu sorduruyor, baba baskısı söylemini güçlendiriyor. Süslenmeye değil ama başörtüsünü süslemeye gerçekten itirazım var.”[7] “1995 yılında Kanal 7'de çalışmaya başladığımda, oradaki kadın ve erkeklerin birlikte çalışma ortamları çokça mevzubahis edilir, bunun doğru olup olmadığı tartışılırdı. O dönemde medyada çalışan başörtülü kızların pantolon giymesi, sigara içmesi gibi birçok konu tartışmanın odağındaydı. Ekrana çıkmaya başladığımda arkadaşım Yasemin Babayiğit'in özgün kreasyonu olan pantolonlu ama uzun tunikli takımlar için bile ağır eleştiriler almıştım. Kurulduğu ilk günden bu yana Kanal 7'de çalışanlar arasında kadınların sayısı erkeklere göre hep daha çok olmuştur ve dindar kesimde birlikte çalışma deneyiminin en iyi örnekleri orada sergilenmiştir. Sadece kadın erkek değil, farklı görüşlerden inançlardan birçok insan orada çok rahat çalışma imkânı bulabilmiştir. Kanal 7 ayrıca da birçok yönetmen, yapımcı, sunucu için iyi bir okul gibi olmuştur ki ben de bu okulun talebeleri arasındaydım. Ekranda bir kadının (başörtülü-başı açık) görünmesine tahammül edemeyen, ayak ayak üstüne atan kadın konuğu lanetleyen bir kitleye yayın yaptığımız o günlerden bugüne baktığımızda, aradaki fark çok daha iyi ortaya çıkıyor. Kadınların ve erkeklerin hayatları arasına duvarlar ören yaklaşım zaman içinde çok değişim gösterdi. Bu değişimde İslami kesimin medya kurumlarının öncülüğü ve katkısı büyük. Ancak asıl değişimi siyaset yaptı. Siyaset bu duvarların tamamen yıkılmasına neden oldu.”[8] .................................................... [1] 4/en Nisa34 [2] “Tecavüzden korunma dini tavsiyeler”; 19.02.2011; Yeni Şafak [3] “Benim dinci arkadaşlarım!”; 23.12.2006; Yeni Şafak [4] “28 Şubat en çok kadınları vurdu”; 03.03.2007; Yeni Şafak [5] “Canilerle din kardeşi olamayız”; 21.04.2007; Yeni Şafak [6] “Müslüman olmaktan utanıyor muyuz?” 29.09.2007; Yeni Şafak [7] “Başörtüye gül takmak”; 03.05.2008; Yeni Şafak [8] “Muhafazakar erkekler”; 21.03.2009; Yeni Şafak Mart 2011 51 ÀÍYjºA ÄjºA A ÀnI “Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına” Ritim Tutan Dervişler Ülkesi: Senegal Ömer Faruk TOKAT İslam, Senegal’a 11. Yüzyılda Kuzey Afrikalı Müslüman tüccarlar vasıtasıyla girdi. Kuzey Afrika'da Murabıtlar devletinin kurulması Senegal’de İslam’ın yayılmasını hızlandırdı. 14/31/2010 Kurban bayramını İHH görevlisi olarak Senegal’de geçirdim. Ekip ve yol arkadaşlarım Yaşar Sekizkardeş ve Şakir Ceydeliler’le birlikte görevimiz, bu ülkedeki kurban kesimini organize etmek ve denetlemenin yanı sıra oradaki Müslüman kardeşlerimize Türkiyeli Müslümanların selamını iletmek ve onlarla aynı ümmetten olmanın farkındalığını yaşayarak ümmet bilincine küçük de olsa katkıda bulunmaktı. Senegal’de kaldığım süre içinde bir kez daha anladım ki İHH 125 ülkeye aslında sadece kurban eti göndermiyordu. Bu faaliyetin manevi bereketi yanında, kurban eti neredeyse sembolik bir öğe olarak silikleşiyordu. Kurbanlarını İHH’ile Senegal’e götüren Müslümanlar oraya sadece kurbanlarını göndermedi. Senegalli bir hocanın ifadesiyle “Türkiyeli Müslümanlar Senegal’e aynı zamanda mutluluk, muhabbet ve kardeşlik gönderdi”. Kurbanlarını teslim alırken kardeşlik duygusunu duyumsayarak gözleri nemlenen 52 ve o kurbanları gönderenlere, sevinçten buğulanmış gözleriyle dua eden insanlar gördüm. Renkler Cümbüşü Bir Şehir: Dakar Başkent Dakar’daki Uluslararası Léopold Sédar Senghor havaalanına ulaştığımızda öğleden sonra saat 3:00 civarıydı. Dakar ülkenin ve Afrika kıtasının en batısında bulunan Cap-Vert yarımadasında, Atlas Okyanusu kıyısında kurulmuş güzel bir şehir… Senegal’in en büyük şehri ve iki milyonun üzerinde nüfusu var. Havaalanında bizi Türkiye’de doktora yapan elektrik mühendisi Senegalli Momar Diof kardeş karşıladı. Biz bu arada Senegalli kardeşlerimizle kucaklaşmaya başlamıştık bile. es-Selamu aleykum ve rahmetullah ve berakâtuh ifadesi Senegal’de tam bir emniyet ve güvenlik parolası. Selamun aleykum demeniz her zaman yetmeyebiliyor. Çünkü bu selamlamanın Senegal’de çok işe yaradığını anlayan “beyazlar” da öğrenmiş Selemun aleykumdemeyi. Ama tabiri caizse Senegalliler yemiyor bunu. O yüzden es-Selamu aleykum ve rahmetullah ve berakâtuh derseniz ikna oluyorlar kardeşi olduğunuza. Momar bey, “yorgun olduğunuzun farkındayım ama program gereği hemen Kaolack’a hareket etmemiz gerekiyor” dedi. Dakar’da bir Lübnan fast-food lokantasında öğle yemeği yedikten sonra 190 km. mesafedeki Kaolack şehrine hareket ediyoruz. Bu arada Senegal’e göçmüş Lübnanlılar, nüfusun % 1’ini oluşturuyormuş. Mart 2011 Kaolack şehrine giderken uçsuz bucaksız sahra boyunca yol alıyoruz. Topraktan, sazlardan inşa edilmiş köylerin, tipik Afrika tarzı kasabaların, şehirlerin ve pazar yerlerinin arasından geçiyoruz. Damları hasırla örtülmüş mescidlerde namaz kılıyoruz. Yollarda otobüsler ve kamyonlar rengârenk, hepsinin üzerinde muhtelif Arapça dualar ve “Elhamdülillah” yazılı. Ayrıca araçların içi tarikat şeyhlerinin fotoğraflarıyla süslenmiş. Medreseler Şehri Koalack (Kavlak) 180.000 nüfuslu Kaolack şehrine saat 21:00 sularında ulaştık. Geldiğimiz yer Kaolack’ta veterinerlik yapan Malik (Malick) Ndiaye beyin ofisiydi. Burada hummalı bir çalışma vardı. Malik bey, ekibiyle birlikte, kurban dağıtılacak yoksul aileleri tesbit çalışması yapıyordu. Burası bir veteriner ofisiydi ve önceden satın alınmış olan kurbanlık koyunlar ofisin bahçesindeki ahırlara konulmuştu. Veteriner Malik bey, bizi Saloum gölünün kenarındaki Le Relais Hotel’e getirdi. Çantalarımızı odalara bıraktıktan sonra otelin bahçesinde bir toplantı yaparak Kurban programını planladık. 15 Kasım pazartesi sabahı namazdan sonra Yaşar beyle birlikte çıkıp şehri dolaşmaya başladık. Öncelikle şehirde hayatın çok erken başladığı anlaşılıyordu. Kafalarının üzerindeki sepetlerde bir şeyler taşıyan kadınlar hep bir yere doğru gidiyorlardı. Merak 53 ettik ve kalabalığı takip etmeye başladık. Bu takip bizi büyük bir halk pazarına ulaştırdı. Sabahın bu erken saatinde pazarın bu denli kalabalık olması ilgimizi çekmişti. Saat 08:00 civarı otele döndük ve kahvaltı yaptık. 09:00’da Malik bey otele gelerek bizi Kurban çalışmasını yürüttüğü ofisine götürdü. Burada gündüz gözüyle hayvanlara baktık. Malik bey ve arkadaşları çalışmalarını sürdürürken, biz şehri dolaşıp, toplumun kanaat önderleri ve hocalarıyla görüşmek için gezmeye çıktık. Rehberimiz, Koalack’ta bir camide imamlık yapan ve medresesi olan kırklı yaşlarındaki Muhtar hocaydı. Kendisi çok iyi Arapça konuşuyordu. “Arapçayı hangi Arap ülkesinde öğrendin?” dedim… “Senegal’den dışarı çıkmadım” dedi. Bu durum doğrusu ilgimi çekti. Bu işin nasıl olduğunu araştırmaya başladım ve karşımda yapısal olarak çok mütevazı ve yoksul; ama muhteva ve program olarak devasa eğitim faaliyetleri yürüten medreseleri buldum. Aslında Kaolack, Senegal’in medreseler şehri olarak görülüyor. Gerçekten de şehirdeki her camide, hatta ağaç altlarında bile medreseler kurulmuş ve Senegalli çocuklar/gençler buralarda İslamî ilimleri tahsil ediyorlar. Moritanya medrese/mahzara geleneğinin etkisinde oluşturulan medrese programında metinler ez- berleniyor ve Malikî fıkhı tedrisatı yapılıyor. Bu medreselerden mezun olan talebeler klasik metinleri okuyabilecek düzeyde klasik Arapça ile birlikte modern standart fasih Arapçayı da çok iyi kullanıyorlar. Bizim Türkiye’de gerek Kürt medreselerinde gerekse Karadeniz usulüyle tedrisat yapılan medreselerde bir türlü çözülemeyen Arapça sorunu Senegal medreselerinde aşılmış. Türkiye’de Kürt ve Karadeniz tarzı medreseler… On yıl Arapça okuduğu halde düzgün bir cümle kurmaktan aciz medrese talebeleri gözümün önüne geldikçe Türkiyeli Müslümanlar olarak acaba nerede yanlış yapıyoruz sorusunun cevabını tekrar düşünüyorum. Görüştüğümüz Senegalli hocalarla medreseleri ve programlarını konuşuyoruz. Arapça kitaplar satan bir kitapçıya giderek medreselerde okutulan kitaplardan Türkiye’de bulamayabileceklerimi satın alıyorum. Kaolack şehrinin önde gelen kanaat önderlerinden ve bir Ticanî şeyhi olan Baba Süleyman Ken hocayı ziyaret ediyoruz. Süleyman Ken hoca Kaolack Camii Kebîrinin imamı. Caminin hemen bitişiğindeki medresesini ziyaret ederek bilgi alıyoruz. Bir sonraki durağımız yine şehrin ileri gelen hocalarından es-Seyyid Samba Fâl Camii’nin imamlığını yapan, Ezher mezunu Abdullah Fâl hocanın evi… Bahçe kapısından içeri girdiğimizde bir duvar dibine sermiş olduğu plastik hasırın üzerinde kitap mütalaa ederken bulduk Abdullah Fâl hocayı. Abdullah Fâl hocanın evinden çıkıp Kaolack’ın en büyük camiine doğru yol alırken Muhtar hoca Senegal’i anlatmaya devam ediyor: Senegal’in ikinci en büyük şehri kırsal alan olarak yönetilmekte olan Tuba (Touba)’dır ve nüfusu yarım milyonu bulmaktadır. Tuba devlet içinde devlet gibi bir yer. Defacto olarak Senegal’in dinî başkenti. Buranın kendine özgü bir yönetim ve işleyiş tarzı var. Özerk bir şehir statüsünde. Burada alkol, sigara, yüksek sesle müzik dinlemek ve siyaset yasak. Koalack Ticani tarikatının merkezi ve şehrin en büyük camii olan Medine Baay Camii’ni ziyaret ediyoruz. Burası aynı zamanda şehirdeki en büyük İslamî eğitim merkezi olarak kabul ediliyor. 1930 yılında Ticânî tarikatının İbrahimî kolu kurucusu İbrahim Nas tarafından yaptırılmış bu cami ve külliyesi. Cami, Afrika mimarisinin muhteşem bir örneğini temsil ediyor. 54 Mart 2011 16 Kasım Salı günü sabah saat 09:00’da kurbanların dağıtılacağı yere yani Malik beyin ofisine gidiyoruz. Malik bey organizasyon yeteneği çok gelişmiş bir insan. Büyükçe bir çadırın içine sandalyeler yerleştirmiş. Kurbanlarını almaya gelen yoksul insanlar bu çadırın içinde oturarak bekliyorlar. Program başlıyor. Şehrin ileri gelen hocalarından Baba Süleyman Ken hoca bir konuşma yaparak İHH’ya ve Türkiye’li Müslümanlara teşekkür ediyor. Daha sonra ben de kısa bir konuşma yaparak İHH, Mavi Marmara, Türkiye Müslümanları, İslam kardeşliği ve ümmet olmanın anlamına dair dilimin döndüğünce bir şeyler anlatıyorum. Bu kısa programdan sonra, oradaki topluluk teşekkür ettikçe doğrusu ben mahcup oluyorum. Çünkü o kadar içten teşekkür ve dua ediyorlardı ki buna layık olup olmadığımızı düşünmekten kendimi alamıyorum. Günün geri kalan kısmı kurban dağıtımı ve hasbıhal ile geçiyor. Türkiye’den farklı olarak, Senegal’de bayram 17 Kasım Çarşamba günü başladı. Sabah erkenden kalkıp bayram namazına gittik. Her taraftan tekbir sesleri yükselerek şehrin sokaklarına yayılıyordu. Arap fista- nına benzer bembeyaz yerel kıyafetleri, ellerinde ilginç tesbihleri ile camilere yönelen siyah Müslüman kardeşler muhteşem bir manzara sergiliyordu. Tekbir sesleri arasında girdik camiye. Cami hıncahınç doluydu. Namazın akabinde imam uzunca bir hutbe verdi. Hutbenin büyük bir kısmı Arapçaydı. Son bölümde ise Volofça kısa bir konuşma yaptı. Senegal Müslümanları Kurban bayramına çok duyarlı. Malikî mezhebinde Kurban kesmek Sünnet-i müekkede olsa da buradaki Müslümanların geleneğinde Kurban adeta farz olarak telakki ediliyor. Bu yüzden herkes mutlaka bir şekilde kurban tedarik etmeye çalışıyor. Buradaki teamüle göre Kurban bayramının hemen akabinde öncelikle cami imamının kurbanı kesiliyor. Cami imamının kurbanı kesilmeden kimse kurbanını kesmiyor ve kurban kesim işlemi birinci günün öğle namazına kadar bitiriliyor. Caminin önünde herkes gibi biz de imamın kurbanının kesilmesini bekledik. Daha sonra herkes kendi kurbanını kesmek üzere evlerine yöneldi. Bayram namazı sonrasında evine misafir olduğum Mandu beyle Senegal Müslümanlarını konuşuyoruz. Ben bayram namazında camide gördüğüm manzaradan etkilendiğimi söyleyince Mandu bey gülerek şunları söylüyor: Bizde ayrıca Cuma günlerinin de çok ayrı bir önemi vardır. Haftanın diğer günleri siz beyazların ifadesiyle [gülüşmeler] tamtamlarla dans eden Senegalliler bembeyaz elbiselerini giyerek camilere akın ederler. Her Cuma bir bayram tadındadır burada. Geleneksel olarak Cuma namazına tertemiz beyaz bubulu kıyafet ile gelinir ve uzaklardan camiye doğru yürüyen dervişler çok hoş bir manzara oluşturur. Mandu beyle birlikte çıkıp, Kaolack’ın bir kenar mahallesinde İHH’dan kurban alan evleri ziyaret ediyoruz. Kurban kesimini izliyoruz ve bayramlaşıyoruz. Tekrar Dakar’dayız Saat 18:00’da başkent Dakar’a doğru yola çıktık. Yine çok ilginç yol manzaraları arasında Dakar’a ulaştığımızda saat 22:00 civarıydı. Şehir merkezinde bir otele yerleşerek istirahata çekildik. 18 Kasım Perşembe günü sabah erkenden kalkarak Dakar’da faaliyet gösteren Türkiyeli vakıfları ve STK’ları ziyaret etmek için yola çıktık. İlk olarak Atlas Mart 2011 55 Okyanusu kenarında ofisi bulunan TİKA’yı ziyaret ettik. TİKA’nın başında Mehmet Yazgan bey var. Kendisinden TİKA ve faaliyetleri hakkında bilgi aldık. Mehmet bey kelimenin tam anlamıyla bir hizmet adamı. Yaptığı işin öneminin farkında. Heyecanla anlatıyor bize Senegal’i ve Senegal’de yapılması gerekenleri. Bir sonraki durağımız Fethullah Hoca cemaatine ait Yavuz Selim Türk koleji oluyor. Kolejin müdürü Adnan beyle tanışıyoruz. Oradaki eğitim faaliyetlerini anlatıyor Adnan bey. Yavuz Selim kolejinden ayrılıp Dakar’ı daha yakından tanımak üzere yola revan oluyoruz. Şehrin içinde dolaşırken işgal altında olmadığı halde, Türkiye gibi, Senegallilerin de binalarına ve devlet dairelerine 50 metrekarelik bayraklar astıklarını görünce biraz keyfim kaçıyor ama birazdan selamlaştığımız bir Ticanî dervişinin yüzündeki sıcak ifade silikleştiriyor diğer manzarayı. Çok atletik vücut yapısına sahip güzel insanların yaşadığı bir yer burası. İnsanlar spor yapmayı çok seviyor. Atlas Okyanus’u kenarında dolaşıyoruz. Batılı beyazlar (turistler) Okyanus kenarındaki kumsallarda miskince yatıp güneşlenirken Senegalli gençler harıl harıl spor yapıyor. Bir sonraki durağımız meşhur Gore (Gorée) Adası… Bir diğer adıyla, -utanacaklarsa şayet“uygar” batılılar için bir utanç adası. Gore Adası Dakar'ın 400 metre açıklarında bulunan Gore Adası 19. yüzyılda köle ticaret üssü olarak kullanılmış. Günümüzde ise bir turizm merkezi olarak tüm dünyaya köle ticaretinin dehşetini gösteren bir ada olarak turizme açılmış. Küçük sokakları, kilisesi, camisi, çarşısı ve artık müze olarak kullanılan Köle Evi (Maison des Esclaves) ile çok huzur dolu keyifli sempatik bir yer. Ancak adadaki Köle Evine geldiğinizde bir hüzün kaplıyor tüm benliğinizi. Köle Evi köle ticaretinin tüm dehşetini gözler önüne seriyor. İki katlı bu binanın alt katındaki demir parmaklıklı küçücük hücrelerde ve mahzenlerde günlerce hapsedilen insanlar buradan gemilere istif edilerek ABD başta olmak üzere diğer batılı ülkelere götürülmüş. Alt katın son bölümünde koridorun so- 56 nunda denize açılan kapı “dönüşü olmayan kapı” olarak adlandırılıyor. Çünkü o kapıdan çıkarılıp gemilere doldurulan insanlar bir daha dönmeyecekleri bir yolculuğa çıkarılıyormuş. Sömürgeciliğe çanak tutmuş dinin temsilcisi Papa, 1992 yılında bu kapının önünde, artık onu ve dinini pek de önemsemeyen Afrika halklarından ‘özür’ dilemeyi denemiştir. Üst katta ise zorla buraya getirilip köleleştirilen insanları bağladıkları demir bukağılar, prangalar ve kelepçeler, yemek yedikleri kaplar ve o günleri anlatan resimler sergileniyor. Adadaki bu iğrenç köle ticareti çok eski zamanlarda değil, 1948 yılında bitmiş. Batı ve ABD’nin en “uygar” yüzünü görüyorsunuz burada. Şirkle kirlenmiş zihinlerin ne iğrençlikler yapabileceğine tüm çıplaklığıyla tanık oluyorsunuz. Müzede dolaşırken, bu aşağılık ticareti düzenleyenlerle uzaktan yakından hiç ilgim olmasa da, tenimin onca esmerliğine rağmen beyaz olmanın utancı yüreğimi acıtıyor. Bu hüzünlü duygular arasında, adanın en uç noktasında Okyanus’a sıfır bir konumda olan ada camiine giderek ikindi namazını kılıyoruz. Akşam olunca Osman Nuri (Topbaş) efendiye bağlı Şefkat Yolu Derneğini ziyaret ediyoruz. Namı diğer Aziz Mahmud Hüdayi cemaati çok önemli ve hayatî işler yapıyor burada. Harıl harıl davet ve eğitim faaliyetleri yapılıyor. Organizatör Hüsnü Bircan bey çok dinamik bir insan. Coşkuyla anlatıyor bu ülkede yaptıkları hizmetleri. Şefkat Yolu, henüz sekiz aydır bu ülkede. Ama bu kısa sürede o kadar bereketli işler yapmışlar ki! Senegal Milli Eğitim Bakanlığıyla anlaşarak okullarda okutulan din kültür kitaplarını Volofça ve Fransızca olarak İstanbul’da basmışlar. Ve gemilerle getirip dağıtmışlar bu ülkenin çocuklarına. Yüzlerce hocaya maaş bağlamışlar. Bunların bir tek görevi var… Henüz İslam’la tanışmamış animist ve totemci kabile bölgelerine gidip İslamî davet çalışması yapıyorlar. Çalışmalardan etkilenen Senegal devleti 2.000 kişi kapasiteli bir okul binasını Şefkat Yolu’na vermiş. Dernek başkan yardımcısı Necmettin Esat Bilen bey de derneğin projelerini anlatıyor. Müthiş bir hizmet. Bir defa daha dua ediyoruz bu hizmeti oralara kadar götüren Osman Efendiye. Buradan ayrılıp Süleyman Efendi Cemaatinin açtığı medreseyi ziyaret ediyoruz. Burada güzel bir eğitim çalışması var. Senegallilere Kur’an ve Arapça eğitimi veriyorlar. Mart 2011 Senegal’de faaliyet gösteren Türkiyeli Müslümanlarla… Kurban gönderen İHH, Diyanet Vakfı, Dost Eli, Yardım Zamanı gibi derneklerin temsilcileriyle tanışıyoruz. Türkiyeli Müslümanlar en azından Senegal’de iyi bir sınav veriyor. Ümmet adına umutlanıyorum. Çılgın düşlere seyir ten hayallere kapılıyorum. Gece geç bir vakitte dönebiliyoruz otele. Lobide Momar ve Malik beylerle birlikte oturup son toplantımızı yaparak Kurban ve Senegal programıyla ilgili tesbit ve değerlendirmeler yapıyoruz. E mper yalizm S enegalde Emper yalistler Senegal’e 15. Yüzyılda gir miş. İlke defa Por tekizliler Senegal Nehri kıyılarında bazı koloniler kur muşlar. Daha sonra 1659 yılında Fransızlar gelerek St Louis’e yerleşmişler. Senegal’in coğrafî konumundan kaynaklanan jeo-stratejik konumu İngilizlerin de iştahını kabar tmış. İngilizler çeşitli zamanlarda Senegal'e sömürge amacıyla saldırmışlar fakat 1840 yılında Fransa Senegal'i işgal etmiş ve 1895 yılında Fransız Batı Afrika Kolonisinin bir parçası haline getirmiş. Senegal 1946 yılında Fransız Batı Afrika Kolonisinin diğer par- çaları ile birlikte Fransa’nın deniz aşırı topraklarından birisi kabul edilmiş. Emperyalizme Karşı Sufî Direniş Hareketleri Senegal Müslümanları emperyalist işgale karşı direniş hareketleri başlatmışlar. Başta Ticânî tarikatı olmak üzere diğer sufî Müslüman liderlerin öncülüğünde muhtelif zamanlarda gerçekleştirilen ayaklanmalar, teknolojik üstünlüğü olan emperyalistler tarafından bastırılmış. Emperyalistler diğer işgal ettikleri bölgelerde yaptıkları gibi Senegal’de de Hıristiyanlığı yayma çalışmalarında bulunsalar da bu planları tutmamış. Zira ülkedeki sufî direniş hareketleri, onların organize ettiği medreseler ve ulemanın devasa çabaları, emperyalist işgalcilerin Senegal’i Hıristiyanlaştırma çalışmalarını akamete uğratmış. Senegal 1960 yılının başlarında Mali ile birleşmiş ve federal bir devlet kurulmuş fakat bu federasyon yalnızca dört ay devam edebilmiş. Stratejik olarak önemli bir yerde olan Senegal 4 Nisan 1960 yılında bağımsızlığını kazanmasıyla birlikte Afrika siyasetinde önemli bir rol oynamış. %94'ü siyah ve müslüman bir millet olarak İslam dünyası ile Afrika arasında diplomatik ve kültürel bir köprü olmaya devam etmiş. Bağımsızlığını kazandıktan sonra Senegal, Fransa’nın nüfuzu altında demokratik hayatına girmiş. Müslüman bir ailenin çocuğu olduğu halde Fransızlar tarafından Hıristiyanlaştırılan Léopold Sédar Senghor ilk devlet başkanı olmuş ve o dönemden beri Senegal Afrika’nın en demokratik ülkesi olarak varlığını sürdürmektedir. Senegal’de İslam Yaklaşık 14 milyon insanın yaşadığı Senegal’in %94'ü Müslüman, %2'si ise Hristiyan… Animist ve totemci muhtevalı yerli dinler ise geri kalan % 4'ü oluşturuyor. Ülkenin resmi dili Fransızca olmakla birlikte birçok kişi Wolof, Pulaar, Jola veya Mandinka gibi yerli dilleri de konuşmakta. Senegal 197,000 km2 yüzölçümüne sahip olan ve Senegal Nehri'nin güneyinde, Batı Afrika'da yer alan bir ülke. Mart 2011 57 Ülkenin batı kıyısı Atlas Okyanusu kenarında kurulu. Kuzeyinde Moritanya, doğusunda Mali, güneyinde ise Gine ve Gine Bissau, Senegal’in komşu ülkeleri. Ayrıca atlas okyanusundan başlayarak kendi içine doğru uzayan ve ülkeyi ikiye bölen Gambiya da Senegal’in komşu ülkesi. Ne tuhaf ki Senegal’i Fransızlar sömürdüğü için burada Fransızca ve Fransız kültürü egemenken Gambiya’yı İngilizler sömürdüğü için oradaki yaygın kültür ve dil İngilizce. İslam, Senegal’a 11. Yüzyılda Kuzey Afrikalı Müslüman tüccarlar vasıtasıyla girdi. Kuzey Afrika'da Murabıtlar devletinin kurulması Senegal’de İslam’ın yayılmasını hızlandırdı. Senegal topraklarında ilk Müslüman devleti, Murabıtların desteklediği Ömer Tâl adlı Ticani tarikatı şeyhi kurdu. Şeyh Ömer Tâl’in kurduğu Senegal İslam devleti, sömürgecilerin 1885 Berlin anlaşmasıyla Batı Afrika topraklarını aralarında paylaşmalarına kadar devam etti. Karizmatik liderler etrafında halelenmiş ve onların çekim alanında çoğalarak devam eden Sûfîler Emperyalistlerin Hıristiyanlaştırma ve asimilasyon çalışmaları karşısında sarsılmaz bir duvar olma fonksiyonunu sürdürmektedir. Mürîdiye Tarikatı ise şeyh Amadou Bamba (Ahmed Bamba) (1850-1927) tarafından 1880’li yıllarda Senegal’in Tuba (Touba) şehrinde kurulmuş. Tarikat mensuplarının iddiasına göre Mürîdîlik İmam Gazzalî’nin eserlerinin yanı sıra Ticanî ve Kadirî tarikatlarından esinlenmiş. Tuba şehri bu gün tamamıyla tarikatın egemenliği altında olup devlet içinde ayrı bir devlet. Şehirde hükümet, yönetim ve polis gücü yok. Defacto olarak şehrin liderliğini ve yöneticiliğini tarikatın şu anki şeyhi Serigne Mouhamadou Lamine Bara Mbacké yapıyor. Şehrin güvenliğini ise dervişler sağlıyor. Bu şehirde alkol, sigara, yüksek sesli müzik ve siyaset yasak. Layene tarikatı ise Seydi Hadj Abdoulaye Thiaw Laye tarafından Dakar yakınlarındaki Yoff kasabasında kurulmuş. Bizde nasıl Ahmed, Mehmed isimleri yaygınsa Senegal Müslümanları arasında da Amadou (Ahmed) ve Mamadou (Muhammed) isimleri çok yaygın. Senegal halkı çok yoksul. Yoksul olmasına yoksul ama olabildiğince neşeli insanlar. Senegalli Müslümanlar yaşadıkları onca yoksulluğun içinde dünya hayatıyla adeta dalga geçiyormuşçasına yüzlerindeki Senegal Müslümanları şu 4 tarikata müntesip: Ticaniyye, Mürîdiyye, Kadiriyye ve Layene. Tîcânî tarikatı, Cezayirli Sidi Ahmed Ticanî (v. 1815) tarafından Fas’ın Fez şehrinde kurulmuş. Kuzey Afrika merkezli olmakla birlikte daha çok Batı Afrika ülkelerinde özellikle de Senegal, Mali ve Moritanya’da çok etkili. Ticaniliğin Türkiye hikâyesi ise malum. Kemal Pilavoğlu adında Ankaralı bir esnaf, rivayete göre 1936 yılında, İstanbul’da bir otelde tanıştığı Mısırlı Abdülkadir Medenî’den Ticânî tarikatı icazeti alarak gizlice tarikatı yaymaya başlamış. Sonrası malum. Ultra-aktivist Ticânîler Atatürk heykellerini parçalamak, ezan-ı Muhammedî’nin yasaklanıp Türkçeleştirildiği dönemde TBMM’de Arapça ezan okumak gibi cumhuriyet tarihinin en sıra dışı eylemlerini yapmışlar. Sonrasında tutuklamalar, işkenceler, hapisler ve yok olan bir tarikat. 58 Mart 2011 tebessüm ve ilişkilerindeki sıcaklık had safhada. Evlerinde yatakları bile olmayan, genelde toprak ya da plastik hasırlar üzerinde uyuyan bu insanların yüzleri hep gülüyor. Hiçbir telaşın, koşuşturmanın olmadığı, her şeyin yokluğun sınırında esen ılık bir çöl esintisi kıvamında varlık bulduğu sonsuz bir rüyayı yaşıyorlar adeta. Bizde ve Arap ülkelerinde olduğu gibi dünyaya kazık çakarcasına bir göbek bağları yok dünya hayatıyla aralarında. Ben bunu biraz oradaki dinî havaya egemen olan hayatı sufîce algılayış tarzına bağladım. Olabildiğince kendine özgü bir din yorumu şekillendiriyor Senegal Müslümanlarının hayatını. Ülkeyi bütünüyle egemenliği altına almış olan tarikatların, özellikle de toplumun ezici çoğunluğunun intisab ettiği Müridiyye ve Ticâniyye tarikatlarının belirlediği bir din yorumu bu. Ticaniyye tarikatı bizdeki Nakşibendîler gibi şeriata bağlılık hususunda daha titiz davranmakla birlikte Müridiler biraz mecra dışına taşarak yer yer batıl mistik öğeleri barındırıyor bünyesinde. Mesela Müridiyye tarikatının merkezi Tuba şehrine olağan üstü bir kutsallık atfediliyor. Müridîler, Tuba’nın Mekke ve Medine’den sonra en kutsal şehir olduğuna inanıyor. Bu yüzden burada ölmek ve defnedilmek için olağan üstü çaba sarfediyorlar. Ayrıca şehirdeki türbelerde bir takım aşırılıklara tanık olmak mümkün. Tuba şehrinde gerçekleştirilen “Magal” merasimlerinin ibadet olarak telakki edilmesi ise diğer bir sorun. Tasavvuf Senegal Müslümanlarının hayatında çok belirleyici bir yerde duruyor. Nüfusun %94’ünü oluşturan Senegal Müslümanlarının ezici çoğunluğu sufî/derviş. Sufilik ülkede o kadar belirgin ki şehirlerde dolaşırken camilerden yükselen zikir seslerini duyuyorsunuz. Erkeğiyle kadınıyla insanların çoğu tesbih taşıyor. Ülkenin dört bir yanında; evlerde, dükkânlarda, dolmuşlarda, taksilerde, özel arabalarda, tişörtlerde, her yerde Tuba yazısına ve Tuba şeyhlerinin resimlerine rastlamak mümkün. Şehirdeki duvarları tarikat şeyhlerinin resimleri süslüyor. Grafittiler bile tarikatla ilgili. Ritmik bir tarz hâkim Senegalli Müslümanların/dervişlerin hayatında. Hayat kendine özgü bir mecrada akıp gidiyor. Bütün olumsuz taraflarıyla birlikte Senegalli dervişler sarsılmaz bir bend gibi duruyorlar “beyaz” misyonerlerin Hıristiyanlaştırma faaliyetleri karşısında. Mart 2011 Senegal’de her an yol boyunca bir ağaç altında gerçekleşen dini sohbetlere şahit olabilirsiniz. Biz bir kasabanın içinden geçerken akşam ezanı okunuyordu. Önde erkekler, arkada hanımlar bir grup insan yüksek sesle zikir yaparak ve ritim tutarak camiye gidiyordu. Senegal’de ciddi bir tesettür sorunu var. Bir çoğu ellerinden tesbihi, dillerinden dua ve zikirleri düşürmeyen, namaz konusunda çok titiz davranan Senegalli hanımlar paradoksal bir şekilde olabildiğince dekolte giyiniyorlar. Görüştüğümüz Senegalli hocalarla bu durumu konuşuyoruz. “Senegal’de en az 3 ay kalıp bizim kadınlarımızı tanımadıkça ne söylesek bize hak vermezsiniz. Zira sabah akşam, gece gündüz tesettürü anlatıyoruz ama kendi evimizdeki eşlerimize bile anlatamıyoruz” diyorlar. Nevi şahsına münhasır bir din telakkisi Senegalliler’inki. Resme mesafeli duran bir dinin mensupları oldukları halde evler, araçlar, sokaklar ve duvarlar tarikat şeyhlerinin resimleriyle dolu. Arap fistanını andıran yerel kıyafetlerinin ayrılmaz bir aksesuarı ise Tesbih. Kendilerine özgü tasarımı olan derviş tesbihleri bu ülkede çok yaygın olarak taşınıyor. Bütün arızalarına rağmen, Senegal’in bu güzel insanları, siyah Müslüman kardeşlerimin arasında sık sık Zülfü Livaneli’nin bir şarkısındaki şu dizeler geliyor aklıma: “Kardeşlerim bakmayın sarı saçlı olduğuma Ben Asyalıyım Afrikalıyım Kardeşlerim bakmayın mavi gözlü olduğuma Ben Asyalıyım Afrikalıyım Ve Kara Afrika'ya Kara çalarken Botha ve adamları Yüzünü ağartıyor Mandela, Biko ve arkadaşları” Spartaküs geliyor aklıma, Malcolm X geliyor… Coğrafî olarak Senegal’in içinde bir ülke olan Gambiya’nın Müslüman Mandinka kabilesinden koparılarak Amerika’da köleleştirilen Kunta Kinte’yi hatırlıyorum. Daha bir muhabbetle kucaklıyorum Senegalli kara kardeşlerimi. Allah’e emanet Senegal’in coşkun ve ritim tutan derviş Müslümanları. Allah Teâlâ din konusundaki arızalarımızı ıslah etsin. 59 ÀÍYjºA ÄjºA A ÀnI “Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına” “Sanatkârlar, Yazarlar, Güzel Eserler Bırakanlar Hiçbir Zaman Yitip Gitmezler.” Röportaj Aydın BAŞAR ısa adı ESKADER olan Edebiyat Sanat ve Kültür Araştırmaları Derneği Başkanı Gazeteci Yazar Mehmet Nuri Yardım Bey’le Türk Basını, sanat, kültür ve edebiyat üzerine konuştuk. Okurlarımızın istifadesine sunuyoruz. K Her sanatkar yaptığı sanatında bir bakıma Allah’ın büyüklüğünü anlatıyor. Bir ressam bir ağacı tasvir ettiğinde aslında evet o onun ressamıdır ama asıl sanatkârı Cenab-ı Allah’tır. Dolayısıyla sanatçı eseriyle Cenab-ı Allah’ı işaret ediyor. Sanatçı kâinattaki güzelliği önce kendisi fark ediyor, sonra fark ettiriyor. Bundan dolayıdır ki sanatla uğraşan insanlar güzel insanlardır, ince insanlardır, kendileriyle barışık insanlardır ve mutlaka topluma bir şeyler vermek isteyen insanlardır. 60 Türk basınına uzun yıllar emek vermiş bir yazar olarak “Babıali” denilince ilk olarak aklınıza neler geliyor? Babıali yani basın, eski tabiriyle matbuat, toplumun bir aynasıdır. Buradan çok temiz nehirler de akıyor, kirli ırmaklar da… Burada yazılar yazılıyor, fikirler serdediliyor, düşünceler paylaşılıyor. Ben basınımızın geçmişten bu yana toplumumuzun kanaatlerini, insanımızın düşüncelerini aynen yansıttığı kanaatinde değilim. Genele baktığımızda toplumun değerleri ile çatışma halinde olduğunu görüyoruz. Bu garip bir tecellidir aslında… Basının, gazetecilerin toplumla çatışan görüşleri, bir takım öngörüleri esasında toplumda tutmamıştır. Bu durum geçmişte daha da belirgindi. Ama son zamanlarda basında akl-ı selim sahibi insanların çoğalmasıyla biraz daha iyiye doğru gidilmiştir, biraz daha normale dönülmüştür. Geçmişten bugüne baktığımızda basın özgürlüğü alanında ilerlediğimizi söyleyebilir miyiz? Eskiye nazaran ciddi bir münakaşa zemini oluşmuştur, fikirler tartışılmaya açılmıştır. Ve eskinin diktacı, baskıcı görüşleri yerine daha hoşgörülü, daha özgür ve herkesin fikirlerini daha rahat bir şekilde paylaştığı bir ortama doğru gidilmeye başlamıştır diyebiliriz. Babıali’deki dostluklar eskisi gibi devam ediyor mu? Yazarların kendi aralarındaki muhabbetleri nasıl? Münasebetler zayıfladı diyebilir miyiz? Eskiden basın Cağaloğlu semtindeydi, bütün gazeteler buradaydı, bütün gazeteciler burada çalışırlardı. Ben de bir bölümüne yetiştim, burada bazı gazetelerde çalışmak nasip oldu. Daha sonra gazeteler peyderpey buradan ayrıldılar. İlk başta Tercüman ayrılmıştı, sonra diğerleri… Ayrıldıkları zaman da gidip bir yerde buluşmadılar. Kimi İkitelli’ye gitti, kimi Yeni Bosna’ya, kimi Güneşli’ye, kimi Cevizlibağ’a… Mecidiyeköy’e gidenler oldu, Levent’e gidenler oldu… Dolayısıyla Babıali dağıldı. İster istemez dostluklar eski sıcaklığını kaybetti. Eskiden mesela farklı gazetelerde çalışan gazeteciler yazarlar, öğle aralarında bir araya gelir, çay simit yer içerler, muhabbet ederlerdi. Ama şimdi o zemin kalmadı. Maalesef metropol hayatı, “büyük şehirleşme” ister istemez o yabancılaşmayı beraberinde getirmiştir. Ben devasa büyük basın binalarında da çalıştım, orada eski Cağaloğlu’ndaki sıcaklık, samimiyet yok. Bırakın diğer gazetelere gidip gelmeyi aynı gazetelerde çalışan insanlar arasında bile diyalog zayıflığı var. Her yazar odasına çekiliyor, Mart 2011 her muhabir köşesine, masasına çekiliyor, orada çalışmasını yapıyor. Artık gazeteciler arasında böyle bir fikir teatisi, böyle bir diyalog ve böyle bir meşveret zemini kalmamıştır. Babıali’de dostluklar denilince aklımıza marmaratörler geliyor. Siz ESKADER olarak yaşayan marmaratörleri bir araya getirmiştiniz. Bize marmaratörlerden biraz bahseder misiniz? Marmara Kıraathanesi Beyazıt’ta 80’li yıllara kadar devam etti. Burası bir halk akademisiydi, bir halk üniversitesiydi. Düşüncelerin buluştuğu bir merkezdi. Asıl yetmişli yıllardaki Marmara Kıraathanesi’ne yetişemedim ama seksenli yıllarda oraya gittiğimde orası artık son dönemini yaşıyordu. Oraya sürekli giden yazarların kimisi vefat etti, kimisi yaşlandı, oraya gidemez oldu. Tabiri caizse böylece Marmara Kıraathanesi devrini tamamladı. Evet, bu kıraathane kapanmıştır ama buna da pek fazla üzülmemek gerekir; çünkü her müessesenin bir ömrü vardır. O da ömrünü tamamlamıştır, görevini ifa etmiştir, fonksiyonu bitmiştir. Marmara Kıraathanesi başta Mehmet Niyazi Bey ve Ahmet Güner Bey’in kitaplarında belirttikleri gibi çok güzel düşüncelerin ortaya çıktığı velut bir mekândı. Doğu ve Batı düşüncelerinin birleştiği, buluştuğu bir yerdi. Sıradan bir kıraathane değil, birçok aydını besleyen, birçok esere ilham veren bir yerdi. Ahmet Güner’in “Marmara Kitabeleri” ve Mehmet Niyazi’nin “Deliler ve Dahiler” adlı eserlerinde bu kıraathane çok güzel bir şekilde anlatılır. Keşke oraya bir dönem müdavim olan hayattaki yazarlar da hatıralarını yazsalar. Mesela Üstün İnanç, Emin Işık, Mehmet Şevket Eygi… O zaman Marmara Kıraathanesi’nin tarihi daha güzel bir şekilde ortaya çıkar. 61 Günümüzde böyle yerler var mı? Marmara Kıraathanesi modeli alınarak benzer çalışmalar yapılıyor. Mesela biz Eskader olarak bir senedir Cağaloğlu’nda “Babıali Sohbetleri” adı altında halka açık toplantılar yapıyoruz. Mehmet Şevket Eygi’den Beşir Ayvazoğlu’na, Üstün İnanç’tan Ziya Nur Aksun’a kadar birçok fikir, kültür, sanat, edebiyat adamı buraya geliyor, düşüncelerini açıklıyor, kendisine sorular soruluyor; dolayısıyla Marmara Kıraathanesi modelinde olduğu gibi bugün de aynı güzellikler devam ediyor. Marmaratörlerin yeniden buluştuğu bir toplantı düzenlemiştiniz. Kimler vardı bu toplantıda? 2008’de yaptığımız ödül törenimizde yaşayan bütün marmaratörleri Cağaloğlunda bir araya getirdik. Hekimoğlu İsmail, Emin Işık, Mehmet Niyazi, Mehmet Şevket Eygi, Fırat Kızıltuğ gibi önemli isimler bu programa katılmıştı. Çok güzel bir toplantı oldu. Zaten düzenlediğimiz Babıali Sohbetleri de bu toplantıdan sonra gün ışığına çıktı. O gün Mehmet Şevket Eygi Bey “Keşke Marmara Kıraathanesi’ndeki gibi bir sohbet ortamı olsa da biz de ara sıra katılsak” şeklinde bir temennisini dile getirmişti. Eskiye göre edebiyata ve sanata olan ilgi arttı mı? Osmanlıyla kıyaslarsak arttı diyemeyiz. Ancak yirmi otuz sene öncesiyle kıyaslarsak ben arttığını düşünüyorum. Benim çocukluğumda çok az kitap neşredilirdi ama şimdi yüzlerce yayın evi var ve her yayın evi birçok kitap yayımlıyor. Üstelik baskı kalitesi olarak da muhteva olarak da iyi… Ümitsizliğe düşmeye gerek yok. Bence kültür hayatımızda, kitap dünyamızda çok olumlu gelişmeler var. Sadece kitap piyasası değil, bir- 62 çok belediye, birçok sivil toplum kuruluşu toplantılar düzenliyor, faaliyetler yapıyor. Bence yeni nesil daha çok tarihine, ecdadına, kültürüne sanatlarına sahip çıkıyor. Bakın daha düne kadar milli sanatlar pek ilgi görmüyordu. Yani bin dokuz yüz seksenlerde tezhibe, hat sanatına, ebruya, minyatüre ilgi çok çok azdı. Ben o zaman Mustafa Düzgünman’ı ve Süheyl Ünver’i ziyaret etmiştim. Bunlar ebrunun büyük üstatları… Onlar da şikâyet ediyorlardı, toplumdaki ilginin azlığından. Ama bugün o kadar çok atölye açılıyor ki tezhibi, ebruyu, minyatürü öğrenmek isteyen o kadar çok insan var ki şaşarsınız. Demek ki durum iyiye doğru gidiyor. Birçok vakıf, dernek belediye, sürekli Osmanlıca kursları açıyor, el sanatları kursları açıyor. Bunlar son derece iyi gelişmeler. İnşallah bu güzel gelişmeler artarak devam edecektir. Hayatınız boyunca kültür dünyasından birçok isimle röportajlar yaptınız. Bu röportajlardan en fazla etkilendiğiniz hangisiydi? Yirmi üç yıl gazetecilik yaptım. Saymadım ama bine yakın isimle röportajlar yaptım. Şairlerle, yazarlarla, sinemacılarla, tiyatrocularla, geleneksel el sanatlarımızı yaşatan üstatlarla mülakatlar yapmak nasip oldu. Biliyorsunuz ben bu röportajlarımı üç kitapta topladım: Romancılar Konuşuyor, Dersimiz Edebiyat ve Türk Şiirinden Portreler. Bunların dışında daha yayımlanmayı bekleyen röportajlar da var. Bence röportaj türü önemli bir türdür. Bir bakıma sanatçının içini açtığı, düşüncelerini paylaşarak içini döktüğü bir edebiyat türüdür. Tabi her yazarın, her sanatkârın ayrı bir yönü vardır. Bu mülakatlarda öğrendiklerim beni beslemiştir, çok faydası olmuştur. İçlerinden beni en çok etkileyeni Cavit Ersen’le yaptığım mülakattır. Çünkü kendisi huzur evinde idi. Kırka yakın eserin sahibi bir yazar olarak unutulmuştu, ihmal edilmişti. Onunla yaptığım o mülakat hakikaten beni etkiledi. “Ben bu millete kendimi adadım, ama bugün Mart 2011 unutuldum” gibi bir sitemi olmuştu. Ama Allah’a şükür onu unutmayıp gidip bir huzur evinde bulmuştuk. Sonra o huzur evinde vefat ettiğini duyduk. Bir yazar olarak edebiyat dünyasından bir yazar vefat ettiğinde neler hissediyorsunuz? Son olarak arkadaşınız şair yazar Olcay Yazıcı vefat ettiğinde neler hissettiniz? Birçok yakınımızı yitiriyoruz. Son on yıl içinde o kadar çok büyük değer kaybettik ki… Mesela Cavit Ersen, Necati Sepetçioğlu, Erdem Beyazıt, Olcay Yazıcı, Ziya Nur Aksun bunlardan bazıları. Tabi bu vefatlar bizi hüzünlendiriyor. Ama bu da kader-i ilahidir, takdirdir, buna isyan etmek mümkün değildir. Çünkü hepimiz öleceğiz, bütün insanlar vefat edecek. Ama ben onlara öldü gözüyle bakmıyorum. Onlar hizmetleri ile, eserleri ile yaşıyor. Bugün bir yayın evi Ziya Nur Aksun’un bütün eserlerini yayımlıyor. Demek ki Ziya Nur yaşıyor aslında… Yahya Kemal’in eserleriyle yaşadığı gibi, Akif’in şiirleri ile yaşadığı gibi… Osman Olcay Yazıcı da şiirleriyle yaşayacaktır. Yücel Çakmaklı filmleri ile yaşayacaktır. Ömer Lütfi Mete keza senaryolarıyla aramızda olacaktır. Bence sanatkârlar, yazarlar, güzel eserler bırakanlar hiçbir zaman yitip gitmezler, mutlaka toplumun içinde bir şekilde yaşamaya devam ederler. Sanatın toplumlar için önemi nedir? Bence çok önemli, yani bir lüks değil.... Bakın size şunu söyleyeyim: doktorların yüzde doksanı sanatla uğraşıyor. Neden? Çünkü sanatın insanı rehabilite ettiği, huzura kavuşturduğu, sıkıntılarını unutturduğu kesindir. Bunu doktorlar bizzat yaşadıkları için önce kendileri sanatla meşgul oluyorlar sonra da herkese sanatı tavsiye ediyorlar. “Ya ney üfleyin, ya şiir yazın, ya hat veya tezhip gibi güzel sanatlarla ilgilenin” diyorlar. Bu son derece önemlidir. İnsanoğlunu sanattan ayırmak mümkün değil. Çünkü Cenab-ı Allah en büyük sanatkârdır. Her sanatkar yaptığı sanatında bir bakıma Allah’ın büyüklüğünü anlatıyor. Bir ressam bir ağacı tasvir ettiğinde aslında evet o onun ressamıdır ama asıl sanatkârı Cenab-ı Allah’tır. Dolayısıyla sanatçı eseriyle Cenab-ı Allah’ı işaret ediyor. Sanatçı kâinattaki güzelliği önce kendisi fark ediyor, sonra fark ettiriyor. Bundan dolayıdır ki sanatla uğraşan insanlar güzel insanlardır, ince insanlardır, kendileriyle barışık insanlardır ve mutlaka topluma bir şeyler vermek isteyen insanlardır. Sizin bir sanatçı tarifiniz var mı? Kimdir sanatçı? Sanatçı iyilikleri güzellikleri keşfeden ve bunları toplumla paylaşan insandır. Dolayısıyla bir takım Mart 2011 olumsuz vasıflar sanatçıya yakışmaz. Mesela ben sanatçının kıskanç olmasını hazmedemem. Bence sanatçı diğer sanatçılarla da barışık olmalıdır. Kendisiyle ve çevresiyle barışık olan bir sanatçı ancak toplumuna karşı olan görevini ifa etmiş olur. Sanat ve medeniyet bilinci arasında nasıl bir ilişki vardır? Çok köklü bir ilişki vardır. Köklü bir medeniyetten beslenmeyen sanat satıhta kalır. Tarihten, kültürden, medeniyetten bahsetmeyen sanat sadece güne hitap edebilir. Kısa ömürlü olur. Mesela mimaride diyelim; eğer Türkiye’de yaşayan bir mimar, Mimar Sinan’ı tanımamışsa, ortaya ciddi bir eser koyamaz. Ne olur? Batı’nın taklidi, ruhsuz bir şeyler yapar. Bir şair Düşünmek, düşündüklerimizi kayda geçirmek yani üretmek… Yazarsak yazımızla, şairsek şiirimizle, sinemacısıysak senaryomuzla şükrümüzü eda edeceğiz.“Güzel gören güzel düşünür, güzel düşünen hayatından lezzet alır.” Evet, güzel görelim, güzel düşünelim, güzel eserler ortaya koyalım, inanın hepimizin hayatı o zaman daha da güzelleşecektir. Baki’yi, Fuzuli’yi tanımıyorsa, Akif’i, Yahya Kemal’i okumamışsa ortaya iyi bir şiir koyamaz. Bu bütün sanatlar için geçerlidir. Yani Yahya Kemal’in o güzel ifadesiyle kökü mazide olan âtî yani gelecek olmalıyız. Geçmişten istifade edeceğiz ama aynı zamanda geleceğe uzanacağız. Bu irfan köprüsü kurulduğu zaman gerçek sanat yapılmış olur. Son günlerde bazı televizyon dizilerindeki tarih ve kültür köklerimize yapılan saldırıları nasıl değerlendiriyorsunuz? Tabi ki herkes kendi görevini yapıyor. Birileri tarihi küçültmeye çalışır, padişahları aşağılamak ister; bu onların görevidir, bunu yapacaklar. Fakat bence her şeye rağmen toplumda tarihe ilginin artması sevindi- 63 ricidir. Evet bugün yanlış diziler yapılır yarın bunların doğrusu yapılır. Bu konuda eleştirmekle kalmak yerine bu konuda ehil olan kişilerin ciddi diziler yapmalı ve topluma güzel alternatifi sunmalıdır. O zaman gerçek tarihe yönelmiş oluruz. Nitekim örnekleri var: Yönetmen rahmetli Yücel Çakmaklı ve romancı Tarık Buğra el ele verdiler ve o mükemmel dizileri yaptılar. Nedir o diziler. Dördüncü Murat’tır. Osmancı’tır. Küçük Ağadır. Bana göre tarihe ilgi bu dizlerle başladı. Allah’a şükür unutulmayan diziler olarak hafızalarda yerini aldı. Size ilginç bir şey söyleyeyim. Bahsettiğiniz o dizilerden sonra şimdi bütün yayın evleri Yavuz Sultan Selim’le ilgili kitaplar yayımlamaya başladılar. Bu kitaplara ilgi oldu ki bu kitaplar bu kadar çok yayımlanıyor. Kötü niyetle bir şeyler yapılsa bile korkmayın gerçekler gizlenemiyor. Hatta bu tür şeyler ters tepki yapıyor… Son sorumu sormak istiyorum. Birçok yazar bir döneme geldikten sonra yazmayı bırakıyor, şiirlerini küsüp yakan şairler var. Sizin ise yoğun bir çalışma temponuz var. Bu motivasyonu nereden alıyorsunuz? Cenab-ı Allah hepimize bir ömür vermiş, nefes alıp veriyoruz, bunun şükrünü eda etmek zorundayız. Yani biz hayata küsemeyiz, topluma küsemeyiz, isyan edemeyiz, tam aksine görevimizi yapmak zorundayız. Nedir görevimiz? Düşünmek, düşündüklerimizi kayda geçirmek yani üretmek… Yazarsak yazımızla, şairsek şiirimizle, sinemacısıysak senaryomuzla şükrümüzü eda edeceğiz. Bizim topluma küsmeye hakkımız yok. Bize verilmiş bazı kabiliyetler var ise onları hayırda, güzellikte, erdemlilikte kullanıp bu mazlum millete faydalı olmalıyız. Sadece bu millete değil yeryüzündeki bütün insanlara faydalı olabiliriz. Size büyük bir zatın bir düsturunu aktarmak istiyorum. Bediüzzaman hazretleri der ki: “Güzel gören güzel düşünür, güzel düşünen hayatından lezzet alır.” Evet, güzel görelim, güzel düşünelim, güzel eserler ortaya koyalım, inanın hepimizin hayatı o zaman daha da güzelleşecektir. Özgeçmiş: Gazeteci, yazar ve edebiyat araştırıcısı. 23 Nisan 1960 tarihinde Siirt merkezde, yedi çocuklu bir ailenin altıncı çocuğu olarak doğdu. Babasının adı Nasri, annesinin ise Sabriye’dir. İlk ve orta öğrenimini doğduğu yerde tamamladıktan sonra 1980’de girdiği İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nden 1985’te mezun oldu. İlkokul yıllarında edebiyata duyduğu ilgi zamanla arttı. 13 yaşında, henüz ortaokul üçüncü sınıfta iken ilk şiiri Yeni Asya gazetesinde yayımlandı. 1976’da Elif edebiyat bülteninin hikâye yarışmasında dereceye girdi. 1980’de Köprü dergisinin Menkıbe Yarışması’nda “Hasiye Nine” isimli yazısıyla birincilik ödülünü kazandı.1979 yılında başladığı gazetecilik mesleğini Yeni Asya, Doğuş, Tercüman, Türkiye, Hürriyet, Zaman, Bizim Gazete, Haber Fatih, Orta Doğu ve Yeniçağ gazetelerinde devam ettirdi. Bu gazetelerde musahhih, editör, servis yönetmeni, röportaj ve köşeyazarı olarak çalıştı. Türkiye Çocuk dergisinin haber müdürü oldu (1994). 2001 yılında basından emekli olduktan sonra Kubbealtı Akademisi Kültür Sanat Vakfı bünyesinde çıkan Kubbealtı Akademi Mecmuası’nın yazıişleri müdürü göreve başladı. Halen bu göreve devam ediyor. 10 Ağustos 2006 tarihinde bir grup arkadaşıyla birlikte kültür sanat sitesi www.sanatalemi.net i kurdu. Site hergün güncellenen ve Türkiye’nin en çok ziyaret edilen sitesi oldu. Sanatalemi.net’in iki yıl yayın yönetmenliğini yürüttükten sonra yazar olarak devam etti. Sanatalemi.net Türkiye Yazarlar Birliği tarafından 2007 yılında “elektronik yayıncılık” dalında Türkiye’nin “en başarılı sitesi” seçildi. İLESAM (Türkiye İlim ve Edebiyat Eseri Sahipleri Meslek Birliği), TYB (Türkiye Yazarlar Birliği), TGC (Türkiye Gazeteciler Cemiyeti), İstanbul Edebiyat Derneği (İSEDER) üyesi. İlk iki kuruluşun İstanbul şubeleri yönetiminde bulundu. 6 Mart 2008 tarihinde bazı yazar, şair ve sanatçı dostlarıyla birlikte kurduğu Edebiyat Sanat ve Kültür Araştırmaları Derneği (ESKADER)’in Genel 64 Mart 2011 Başkanlığı’na seçildi. Halen bu görevine devam ediyor. Bazı ödüllere sahip olan yazar, Ahmet Haşim ve Ziya Osman Saba’nın mezarlarının kayıp oluşuyla ilgili haberi (Mezarı Kayıp Şairler) münasebetiyle “2000 Yılı Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Kültür Sanat Başarı Ödülü”ne lâyık görüldü. “Kayıp İstasyon” isimli kitabı dolayısıyla da Türkiye Yazarlar Birliği tarafından 2005 yılında “biyografi” dalında “yılın yazarı” seçildi. Fatih Kerem (1990) ve Ömer Faruk (1995) isimli iki oğlu bulunuyor. Yazı, araştırma, inceleme ve röportajları Kubbealtı Akademi Mecmuası, Türk Edebiyatı, Yedi İklim, Hece, Defne, Tarih ve Düşünce, Bizim Külliye, Biyografi Analiz, Dünya Kitap, Varlık ve Kitaphaber dergilerine yayımlandı. Kahraman Yayınları’nın 44 kitaptan oluşan İslâm Klasikleri’nin, Boğaziçi Yayınları’nın yayımladığı Şairler-Yazarlar dizisinin ve Hikmet Neşriyat’ın 30 kitaptan meydana gelen Türk Klasikleri serisinin editörlüğünü yaptı. İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından neşredilen ‘Fethin 550. Yılında İstanbul Şiirleri-Yazıları’ isimli eserin editörlerinden oldu. YAYIMLANMIŞ ESERLERİ: Altın Işık (Ziya Gökalp, Bordo Siyah Yayınları, İstanbul 2006) Aşina Çehreler (Nesil Yayınları, İstanbul 2007) Bize Göre (Ahmet Haşim, Yayıma Hazırlık, Damla Yay., İstanbul 2006) Cahit Öney Hayatı, Eserleri, Hatıraları (Akış Yayınları, İstanbul 2007) Çağlayanlar (Ahmet Hikmet Müftüoğlu, Yayıma Hazırlık, Damla Yay., İstanbul 2006) Çanakkale Arslanları (Fahri Celal Göktulga, yayıma hazırlık, Yarımada Yay., İst. 2007) Dersimiz Edebiyat (İlk adı Kelâm ve Kalem, Nesil Yayınları, 2.bs., İstanbul 2006) Doğu Klâsikleri (Erdem Yayınları. 10 kitap, İstanbul 1998) Edebiyatçılarımızın Çocukluk Hatıraları (Nesil Yayınları, 6. bs., İstanbul 2006) Edebiyatımızda Hüzün (Yağmur Yayınları, İstanbul 2009) Edebiyatımızın Güleryüzü (Selis Yayınları, Genişletilmiş 4. baskı, İstanbul 2006) Halk Türkülerinden Seçmeler (Bordo Siyah Yayınları, İstanbul 2006) Karagöz ve Hacivat (Cem Atlı adıyla, Erdem Yay., İstanbul 1985) Kayıp İstasyon (Selis Yayınları, 2. baskı, İstanbul 2008) Mehmet Âkif Ersoy Hayatı ve Eserlerinden Seçmeler (Damla Yayınları, İstanbul 2008) Mevlid-i Şerif (Kahraman Yayınları, ortak yayın, İstanbul 1997) Mustafa Necati Karaer’e Armağan (ortak, İstanbul Yay. 1997) Ömer’in Çocukluğu (Muallim Naci, Yayıma hazırlık, Bordo Siyah Yay. İst.2006) Ömer Seyfettin (Hikmet Neşr., 3. bs., İstanbul 2005) Refik Halit Karay (Hikmet Neşriyat, 3. baskı. İstanbul 2005) Romancılar Konuşuyor (Nesil Yayınları, 2. Baskı, İstanbul 2008) Safahat (Mehmet Akif Ersoy, Yayıma hazırlık, Kahraman Yay. İstanbul 1996) Safiye Erol Kitabı (Benseno Yayınları, İstanbul 2003) Sait Faik Abasıyanık (2. bs., Hikmet Neş., İstanbul 2005) Seçme İlahiler (Kahraman Yayınları, Ortak yayın, 2. baskı, İstanbul 2005) Sefertası (Erguvan Yayınları, İstanbul 2009) Tarihimizin Güleryüzü (Nesil Yayınları, İstanbul 2007) Türk Mânilerinden Seçmeler (Damla Yayınları, İstanbul 2006) Türk Ninnilerinden Seçmeler (Damla Yayınları, İstanbul 2006) Türk Şiirinden Portreler (2. bsk., Nesil Yay., İstanbul 2006) Unutulmayan Edebiyatçılarımız (Nesil Yay., 2. baskı, İstanbul 2004) Yahya Kemal Beyatlı (Cem Atlı adıyla, Erdem Yay. İstanbul 1986) Yalnız Efe (Ömer Seyfettin, Bordo Siyah Yayınları, İstanbul 2006) Yazar Olacak Çocuklar (Selis Yayınları, 2. baskı, İstanbul 2007) Yıldızlarla Uyumak (Nar Yayıncılık, İstanbul 2009) Yûnus Emre Divanı (Yayıma hazırlık, Kahraman Yay. İstanbul 1997) Yûnus Emre Seçme Şiirler (Bordo Siyah, İstanbul 2006) Ziya Nur Aksu Kitabı (Marifet Yayınları, ortak, İstanbul 2004) Ziya Osman Saba (Hikmet Neşriyat, 2. baskı, İstanbul 2005) Ziya Osman Saba Sevgisi (Nesil Yayınları, İstanbul 2004) Mart 2011 65 ÀÍYjºA ÄjºA A ÀnI “Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına” 21.Yüzyıl Mimarlarını Hayrete Bırakan Şadırvan M. Emin KARABACAK B ir gün öğle yemeğini yedikten sonra namazı hangi camide kılalım derken bir arkadaş İplikçi Cami’sinde kılalım ve size 21. Yüzyılı mimarlarının akıl sır erdiremediği harika bir şey göstereceğim dedi.ü İslam medeniyetinin temeline baktığımız zaman her zaman karşımıza sevgi ve hoşgörü çıkmaktadır. İslam medeniyetinde hizmetler götürülürken ve yapılırken hiçbir karşılık beklemeden ve insanları incitmeden yapıldığını hepimiz çok iyi bilmekteyiz. 66 Kış günü olduğu için abdestlerimizi genelde işyerinde alır o şekilde çıkarız. Camiye gelince arkadaş cami yerine doğruca şadırvana doğru yöneldi. Biz, caminin tarihi bir özelliğini anlatmasını beklerken arkadaşın şadırvana doğru yönelmesi bizi biraz daha meraklandırdı. İplikçi Camii’nin şadırvanına gelince arkadaş; hocam siz şadırvanın bu direğinin altında dur, bende karşı direğin dibine durup sizinle oradan konuşacağım. Üç arkadaş direklerin dilberine ayakta birer birer durduk. Arkadaş benim durduğum direğin karşındaki direğin dibine durdu ve konuşmaya başladı. O da ne? Sanki arkadaş mikrofonla konuşuyor gibi. Ses o kadar dolgun ve net ki kulağınızı mikrofon gibi rahatsız etmiyor. Sesin gelişi o kadar toplu ki yüksek ses bile insanı rahatsız etmiyor. Bu ortamda konuşmak insanı hem mutlu ediyor hem de hayrette bırakıyor. Bunu diğer direklerde yaptık aynı şekilde ses yankısı muhteşemliğini sergilemektedir. Biz bunları arkadaşlarla kendi aramızda konuşurken bize burayı gösteren arkadaş bir taraftan da 21. Yüzyılı mimarlarının bunu yapamadıkları gibi sırrını dahi çözemediklerin söylüyordu. Şadırvanın üstü klasik bir şadırvanı andırmasına rağmen bu özelliğimin olması gerçektende akıl sır ermemektedir. (Bize İplikçi Camii’nin şadırvanındaki ses olayını gösterip anlatan dostum Mehmet ASLAN’a okuyucularım adına teşekkür ederim) Tarihi camilerde bu ses olayının olduğunu biliyorduk da şadırvanda böyle bir ses olayının olabileceğini aklımızın ucundan bile geçirmiyorduk. İslam medeniyetinin Selçuklularda yakaladığı bu muhteşem buluşu günümüzde dahi özelliğini kaybetmeden devam ettirebilmesi ayrı öneme sahiptir. İslam medeniyetinin temelinde hizmet anlayışının ön planda olunca böyle güzellikler karşımıza her zaman çıkabilmektedir. Ağustos ayının yakıcı sıcaklarında normal camileri klimalar dahi serinletmekte aciz kalırken; İslam medeniyetinden esinlenerek yüzyıllar öncesi inşa edilen camilerde klimaya bile insan ihtiyaç hissedilmemektedir. İslam medeniyetinin temeline baktığımız zaman her zaman karşımıza sevgi ve hoşgörü çıkmaktadır. İslam medeniyetinde hizmetler götürülürken ve yapılırken hiçbir karşılık beklemeden ve insanları incitmeden yapıldığını hepimiz çok iyi bilmekteyiz. Yukarıda bahsettiğim şadırvanın ait olduğu caminin de halk arasında ilginç bir hikâyesi vardı. Öğrencilik yıllarımda ilçeden Konya’ya sınava geldiğim zaman, sınavdan sonra öğle namazı İplikçi Cami’sinde kıldım. Normalde tarih derslerinden edindiğimiz bilgilere göre yeni yapılan camilere genelde sultan ya da padişahların isimlere verilirdi. Tarih bilgimi yokladığım zaman iplikçi diye ne bir padişah ne sultan ne bir vezir ne de Konyalılarla özdeşmiş birini hatırlamıyordum. Camini isminin nerden geldiğini bi- Mart 2011 zimle namaz kılan üniversiteli bir abiye sordum. Abide hikâyesini şöyle anlattı. Camiyi yaptıran kişin (padişahta olabilir zengin bir kişide olabilir) camiyi yaptırırken hiç kimseden yardım alınmaması konusunda etrafındakilere ve çalışanlarına emir vermiş. Cami inşaatı başlamış; fakat bir süre sonra yaşlı bir teyze birikintilerini camiye yardım olarak vermek istemiş. Herkese olduğu gibi yaşlı teyzeye de yardımlarının kabul edilemeyeceği söylenmiş. Teyze her gelişinde ısrar etmesine rağmen değişen hiçbir şey olmamış. Teyzede bakmış olacak gibi değil gidip elindeki paralara pazardan yün almış. Aldığı yünlerle evdeki yünlerin hepsini eğirtmeciyle bir güzel ip yapmış. Sonra yaptığı ipleri de küçük küçük keserek bir çuvala doldurmuş doğruca camini inşaatına gitmiş. Çalışanlar cami için harç kararken yaşlı teyze hiç kimseye bir şey demeden çuvaldaki ipleri harcın için hemen boşaltıvermiş. Durum camiyi yaptırana kişi ya da sultana anlatılınca yaşlı teyzeyi huzuruna çağırmış ve davranışının nedenini sormuş. Teyzede niyetini ve başından geçenleri bir güzel anlatmış. Teyzenin davranışı camiyi yaptıranın çok hoşuna gitmiş ve teyzeyi takdir etmiş. Bir rivayete göre camiyi yaptıran kişi kadının bu davranışından dolayı caminin ismi iplikçi koyduğu baş bir rivayette ise bu olay halk arasında bu şekilde anılmaya başlanmış, camide inşaatını bitince camini ismi bu şekilde kalmıştır. İşte İslam medeniyetinin temelini oluşturan ruh budur. Temelinde rıza-i ilahi olan hizmetler hep günümüze kadar ayakta kalabildiği gibi yıllarca da ayakta kalabileceğini göstermektedir. Konya’ya yolunuz düştüğü zaman tarih kokan İplikçi Cami’sini ve şadırvanı ile Mevlana ve Şems Tebriz-i Hazretlerinin türbesini ziyaret etmeden geçmeyelim Bunların yanında Kapu Cami, Şerafettin Cami, Sultan Selim Cami, Alaadin Cami gibi tarih kokan İslam medeniyetinin şaheserlerini olan camilerini de unutmamanız dileğiyle… 67 Musa KARACA mkaraca_rehber@hotmail.com Dost Olarak O Yeter Öyle bir dost istiyorum ki, yanımdan hiç mi hiç ayrılmasın. Bütün dertlerimi, isteklerimi ona anlatayım. Beni dinlemekten sıkıntılarımı gidermekten hiç sıkılmasın. O yanımdayken kendimi yalnız hissetmeyeyim. Beni çok seven ve bende onu çok sevdiğim bir dost. Arkadaşlar! Hepimizin böyle bir dostu var. Fakat biz farkında mıyız? Ona bir adım yöneldiğimizde bize on adım geliyor, darda kaldığımızda imdadımıza yetişiyor, zorlukları açıp bize kolaylaştırıyor; çünkü onun her şeye gücü yetiyor. Çokça ikram ediyor, bize verdiği nimetleri saymakla bitiremiyoruz, çok zengin; fakat hiçbir şeye muhtaç değil. Emirlerine uymayanlara karşı bile çok merhametli ve şefkatle muamele ediyor, ondan bir şey istediğimizde mutlaka karşılık veriyor, bizleri çok seviyor ve hepimizin iyilik üzere olmasını istiyor. Hemen anladınız değil mi? İşte bu dost bize şah damarımızdan daha yakın olan rabbimiz Allah’tır (c.c). O ne güzel dost ne güzel vekildir. Gecede gündüzde, karanlıkta, aydınlıkta, sesli sessiz söylediğimiz her şeyi işiten ve gören, her an yanımızda olan rabbimiz. Rabbimiz: “…Kullarım beni sana soracak olursa, muhakkak ki ben (onlara) pek yakınım…” “…… Biz ona şah damarından daha yakınız.” buyurmaktadır. Bizi hiç terk etmeyen dostumuzun farkında olalım. Her an O’na sevgimizi ve şükrümüzü sunalım. Sadece ondan yardım isteyelim. Seni çok seviyoruz ey rabbimiz. Verdiğin nimetlere sonsuz teşekkür ederiz. Bizleri de nimet verdiğin dostlar arasına al. Bizlere dost ve vekil olarak sen yetersin. Biz yalnızca sana ibadet eder ve yalnızca senden yardım dileriz. Bizi doğru yola ilet. Kendilerine nimet verdiklerinin yoluna, gazaba uğrayanların ve sapmışlarınkine değil. FEN BİLGİSİ DERSİ Babası okuldan dönen oğluna: - Bugün okulda ne yaptınız? diye sormuş. Çocuk: - Fen Bilgisi dersinde deney yaptık. - Peki, yarın ne yapacaksınız? - Deneyde yıkılan duvarı yapacağız babacığım.. 68 Mart 2011 Bilmeceler 1-İtfaiyeciler neden kırmızı kemer takarlar? 2- Dünyanın en büyük kirazı nerede yetişir? 3- En 4- çok acı çeken dağ hangisidir? Her tarafı sayılarla dolu olan adama ne denir? 5- Bir duvar bir duvara ne demiş? 6- Bir Japon ne zaman “ merhaba” der? 7- Mavi atlas, makas kesmez Cevaplar: 1- Pantolonları düşmesin diye 2- Kiraz ağacında 3- Ağrı 4- Numaracı 5- Köşede buluşalım 6- Türkçe öğrendiği Zaman 7- Deniz BULMACA 1- Peygamberimizin (s.a.v) sözleri. 2- Peygamber Efendimiz’in (a.s.m.) söz ve fiillerinin ve takrirlerinin tümü. 3Peygamber Muhammed’i (sav) göndermek. Efendimiz Hazreti anmak, O’na selam 4Peygamber Efendimiz’e iman ederek O'nu gören ve müslüman olarak ölen kimseler. 5Peygamber Efendimiz Muhammed’in (s.a.v) ilk hanımı. Hazreti 6Peygamber Efendimiz’e ilk vahyin nâzil olduğu mağara. 7Peygamberimizin, Kudüs'deki Mescid-i Aksa'dan, Yüce Allah'ın, manevî huzuruna yaptığı yolculuk. 8"Doğru sözlü ve güvenilir" mânâsına gelen Peygamber efendimizin (s.a.v) lakabı. 9Doğumundan ölümüne kadar Hz Peygamber (s a s)'in hayatını anlatan kitaplar. 10- Medîne-i Münevvere’de, akrabâları ve evleri bulunmayan, Peygamber efendimizin mescidinde kalan ashâb-ı kirâm. 1- Hadis 2- Sünnet 3- Salavat 4- Sahabe 5- Hatice 6- Hıra mağarası 7- Miraç 8- Emin 9- Siyer 10- Suffa Mart 2011 69 ÀÍYjºA ÄjºA A ÀnI “Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına” Mehmet Akif’i Tanıdıkça Hasan BAŞAR ehmet Akif Ersoy İslam dünyasının yetiştirdiği son dönemin en önemli din âlimi, edibi, fikir adamı. Düşünceleriyle, fikirleriyle sadece devrine değil, günümüze de ışık tutan bir edip, İslam âlimi. Kendisini davasına adamış dava adamı. Davası İslam. Dava İslam olunca da yaptığı ilk şey İslam dünyasını yakından tanımak olmuştur. İslam dünyasını gezerek İslam dünyasının içinde bulunduğu durumu yakından tanıma fırsatı bulmuştur. İslam dünyası ki, Akif’in şiirlerinde İslam dünyasından kasıt Şark’tır. Mehmet Akif’in gördüğü ve yakından tanıdığı Şark az biraz insafı olan Müslüman için elem vericidir. Şark’ın içinde bulunduğu içler acısı durumun ıstırabını ruhunun derinliklerine yaşamış bir İslam aşığıdır o. İçinde yaşadığı medeniyeti yani Şark’ı yakından tanıdıkça ümitsizliğe kapılmış, yese düşmüş, derin ıstıraplar içerinde kendini kahretmiştir. Ama asla dünyaya küsmemiş. Sorunların ne olduğunu görmüş, anlatmış, yetinmemiş çözüm önerileri de sunmuştur. Bunun için onun fikir ve düşünceleri bizim yani İslam dünyası için M Müslümanları ve İslamiyet’i potansiyel suçlu gibi gösteren, kendi kişisel çıkarlarından başka bir şey düşünmeyen, ülkenin milli ve manevi kaynaklarını sömüren diktatörler ve onların etrafında çöreklenen mutlu azınlıkların saltanatını yıkarak başladılar. Ve ben inanıyorum ki bundan sonra İslam dünyası eskisi gibi olmayacak. 70 önemli bir yere sahiptir. O sadece bizim değil bütün İslam âlemi için önemli bir değerdir. Dolaysıyla ona ve onun fikirlerine sahip çıkmak gerekir. Bu anlamda Kültür Bakanlığı ilk adımı atmış ve 2011 yılını Mehmet Akif Ersoy yılı ilan etmiştir. Yıl boyunca Mehmet Akif Ersoy çeşitli etkinliklerle anılacak ve Türk Milletinin onu daha yakından tanıması sağlanacaktır. Buna bu milletin gerçekten ihtiyacı var. Çünkü bu millet o ve onun gibilerin sözlerini dinlemiş, fikirlerine önem vermiş olsaydı inanın bugün bu duruma düşmüş olmazdı. “Ey koca Şark, ey ebedi meskenet! Sende kımıldanmaya bir niyet et. Korkuyorum Garb’ın elinden yarın, Kalmayacak çekmediğin melanet” “Bunca zamandır uyudun, kanmadın: Çekmediğin kalmadı, uslanmadın. Çiğnediler yurdunu baştanbaşa, Sen yine bir kere kımıldanmadın!” Akif’in o zaman gelecek zaman kipiyle kullandığı olayları bizler şimdi yaşıyor ve olaylara yakından tanıklık ediyoruz. Evet, Müslüman dünyası, sadece Müslüman dünyası değil, bütün dünya Garbın elinden ıstırap çekmektedir. Dünyayı Müslümanların dışındaki insanlara bıraktığımızda dünya yalanın, dolanın, zulmün, adaletsizliğin, pençesinde iniler durur ki söylediğim gibi bu durumu günümüzde bütün çıplaklığı ile yaşıyoruz. Mehmet Akif, o zaman bizleri uyarırken bizler onu dinlemedik. Gaflet uykusundan uyanmadık. ŞARK “Musallat, hiç göz açtırmaz da Garb’ın kanlı kâbusu, Asırlar var ki, İslam’ın muattal, beyni, bâzusu, “Ne gördün, Şark’ı çok gezdin? ” diyorlar. Gördüğüm yer yer Harap iller, serilmiş hanümanlar, başsız ümmetler, Yıkılmış köprüler, çökmüş kanallar, yolcusuz yollar, Bükülmüş beller, incelmiş boyunlar, kaynamaz kanlar, Düşünmez başlar, aldırmaz yürekler, paslı vicdanlar; Tegallüpler, esaretler, tahakkümler, mezelletler; Riyalar, türlü iğrenç iptilâlar, türlü illetler; Örümcek bağlamış, tütmez ocaklar; yanmış ormanlar; Ekinsiz tarlalar, ot basmış evler, küflü harmanlar; Cemaatsiz imamlar, kirli yüzler, secdesiz başlar; “Gazâ” nâmiyle dindaş öldüren biçare dindaşlar; Ipıssız âşiyanlar; kimsesiz köyler; çökük damlar; Emek mahrumu günler; fikr-i ferdâ bilmez akşamlar!... Geçerken, ağladım geçtim; dururken ağladım durdum; Duyan yok, ses veren yok, bin perişan yurda başvurdum. Mezarlar, âhiretler, yükselen karşımda dûradûr; Ne topraktan güler bir yüz, ne göklerden güler bir nûr? Derinlerden gelir feryadı yüz binlerce âlâmin; Ufuklar bir kızıl çember, bükük boynunda islâm’ın! Göğüsler hırlayıp durmakta, zincirler daralmakta; Bunalmış kalmış üç yüz elli milyon, cansa gırtlakta! İlâhi! Gördüğüm âlem mi insaniyetin mehdi? Bütün umranı tarihin bu çöllerden mi yükseldi? Mehmet Akif Şark’ı ne güzel tarif etmiş. Mehmet Akif’in yaklaşık bir asır önce görüp de vicdanını sızlatan bu manzaranın günümüzden ne farkı var. Aslında bu tanımların günümüzdeki Şark tanımından bir farkı yok. Üç aşağı beş yukarı Şark’ın içinde bulunduğu durum bundan ibaret. Evet, manzara değişmemiş olabilir, durum vahim olabilir; ama bir fark var artık. Bu ıstırabı sadece Akif değil, Şark’ın büyük çoğunluğu özelliklede gençler görmeye başladılar. Müslüman coğrafyada yaşanan olaylar gösteriyor ki Akif’in beklediği şarkın dâhisi geldi ve İslami içinde bulunduğu karanlıktan, bataklıktan çıkaracaktır. Nasıl ki: “Asım’ın nesli… diyordum ya… Nesilmiş gerçek” diyerek asaletinden asla şüphe etmediği necip evlatların geleceğinden ümidini de kaybetmedi. Akif bir asır öncesinden bakın nasıl çağırıyor şarkın dâhilerini. Şerif Muhyiddin için yazdığı Mart 2011 71 “Şarkın Yegâne Dâhisine” adlı şiirinde Şerif Muhyiddin’in nezdinde bütün Şark’a seslenmekte: “Yanık bağrında, yıllardır, kanar mızrabının yâdı, Gel ey biçare Şark’ın, Şark’a küsmüş gitmiş evladı.” Yeter artık elverir Garb’ın elinden çektiğimiz melanet. Daha ne kadar katlanacağız bu onursuzluğa derken ses verdi Şark. Kımıldandı ve üzerindeki ezilmişliği attı, ölü toprağını silkeledi. “Dur.” dedi bu durum daha fazla devam edemez. Yaşanan olaylar geldiklerinin müjdelerini veriyorlar. Ve ilk olarak işe kendilerine zulmeden, Müslümanları ezen, Müslüman devletlerde Müslümanları ve İslamiyet’i potansiyel suçlu gibi gösteren, kendi kişisel çıkarlarından başka bir şey düşünmeyen, ülkenin milli ve manevi kaynaklarını sömüren diktatörler ve onların etrafında çöreklenen mutlu azınlıkların saltanatını yıkarak başladılar. Ve ben inanıyorum ki bundan sonra İslam dünyası eskisi gibi olmayacak. Şark ayaklarındaki prangalardan sıyrılıyor. Üzerindeki ezilmişliği atıyor. Burada tereddüt edilen bir husus olabilir: “Acaba bu gençler kullanılıyor mu?” Diye. Siyasi aktörler kendi menfaatleri için sinsi planlar yapabilirler. Ama ben gençlerin samimi olduğuna inanıyorum. Önemli olan insanların duyarlı olması, bu hassasiyeti taşıması. Siyasi aktörler veya plan yapıcılar kısa vadede amaçlarına ulaşsalar dahi uzun vadede kazanan bu coğrafyanın gerçek sahipleri olacaktır. “B U HAYBET TEN USANDIK BİZ , BU HÜSRAN ARTIK EL VERSİN ! İ LÂHİ , NERDE BİR NEFHAN Kİ , DONMUŞ HİSLER ÜRPERSİN , S ERİLMİŞ SİNELER, KÂBUSU ARTIK SİLKİP ÜSTÜNDEN . “HAYAT ELBETTE HAKKIMDIR!” desin, dünya “DEĞİL!” derken “Ve bizler, yani Müslüman dünyası, yani “Ey koca Şark, ey ebedi meskenet!”“HAYAT ELBETTE HAKKIMDIR!” diyecek dünya değil dese de. Ve dünya bundan sonra eski dünya olmayacak. Ve inşallah İslam dünyasının geleceği daha parlak. Ve inanıyorum ki o eski muhteşem dönemlerine geri dönecektir. 72 Mart 2011