İSLAMI iLiMLERDE METODOLOJİ/USÜL • MES'ELESI I Tartışmalı ilmi ihtisas Toplantıları, 1-15 {{;D ~ EN SAR NEŞRİYA T Ticaret Anonim Şirketi © Tebliğierin muhteva ve dil bakutımdan sorumluluğu tebliğ sahiplerine, te' lif hakları İSAV'a, her türlü basım hakkı anlaşmalı olarak Ensar Neşriyat'a aittir. ISBN : 975-6794-54-2 İSLAMi İLİMLER ARAŞTIRMA VAKFI Tarhşmalı İlmi Toplanhlar Dizisi: 46 Tartışmalı İlmi ihtisas Toplantılar Dizisi: 1 Kitabın Adı İslami İliınierde Metodoloji 1 Usul Mes'elesi- I Yayma Hazırlayan Dr. İsmail KURT Seyit Ali TÜZ Kapak Tasarım Nüans Ajans Baskı Kahraman Ofset Ltd. Şti. 1. Basım Eylül2005 İsterne Adresi Ensar Neşriyat Tic. A.Ş. Süleymaniye Cad. No: 13 Süleymaniye 1 İstanbul Tel: (0212) 513 43 41 Faks: (0212) 522 46 02 www.ensarnesriyat.com.tr 1 II "YENİ" ANLAMA ve YORUMLAMA YÖNTEMLERİNİN FIKIR USULÜNE GÖRE DURUMU Dr. Tahsin GÖRGÜN TDV islam Araştırmalarz Merkezi 1 istanbul yerine kullanılmak­ ta ve bizim klasik geleneğimizden gelmeyen veya onun doğrudan devamı olmayanı ifade etmektedir. Bunlar hermeneutik ve fenomenoloji gibi kısmen eski yaklaşım şekilleri olabileceği gibi, analitik felsefe, yapısalcı yaklaşım gibi daha çok yirminci yüzyılın ikinci yarısında gelişti­ rilmiş yöntemler de olabilir. Bu çerçevede Türkiye' de henüz tanınma­ ınakla birlikte, Henri de Lubac tarafından yeniden sistematize edilen Hıristiyan Ortaçağının klasik katolik "yöntemi" de, bizim için "yeni" 1. Bu başlıktaki "yeni" sıfatı "batılı" sıfatının sayılabilir. "Yeni" birçokları için oryantalizm olarak da tebarüz etmektedir. Oryantalizm ile ilgili olarak yöntem bağlamında çok kısa bir şekilde şu­ nu söylemek gerekir: Oryantalizmin bir yöntemi yoktur. Oryantalizm, bir yöntemin adı da değildir. Oryantalistler, Batı' da çeşitli alanlarda geliştirilmiş olan ve dolayısıyla aslı ve fer'i, yani mevzuları tamamen farklı olan yöntemleri, İslam kültürünü ve medeniyetini anlamak ve yorumlamak için kullanırlar. 2 Bundan dolayı bütün oryantalistlerin veya oryantalistlerin çoğunluğunun üzerinde ittifak ettiği bir yöntem bulunmadığı gibi, oryantalistler tarafından geliştirilerek başka disipliniere kazandırılmış bir yöntem de -bildiğim kadarıyla- yoktur. 2 Oryantalistler, Batıda Batı'nın dini olan ve kültüründe önemli bir yer edinen Hıristi­ yanlığa bağlı (buradaki bağ, illa müspet olmak zorunda değildir; menfi olmak da bir bağ olarak düşünülmelidir) bir şekilde geliştirilmiş olan muhtelif yöntemleri İsHim Dini ve Medeniyetiyle ilgili araştırmalarda kullanırlarken, bunu yapabilmek için İs­ lam'ı ve İslam Medeniyetini Yahudilik ve/veya Hİristiyanlık ile doğrudan irtibatlı, yani onların doğrudan ama bozulmuş bir devamı olarak görürler. Bu tavır, oı·yanta­ lizmin ön şartıdır. Bu aynı zamanda mevzu ile yöntem arasındaki irtibatın nerede aranabileceği hususunda bir ilk fikir olarak dikkate alınabilir. 676 İSLAMI iLiMLERDE METODOLOJİ/USÜL PROBLEMi Diğer taraftan oryantalistlerin genel olarak İslam kültürü ve medeniyeti gibi Fıkıh ile ilgilenme gerekçeleri de tamamen tarihi ve büyük ölçüde -Edward Said'in ortaya koyduğu üzere- kendi ülkelerinin emperyal çıkarları ile doğrudan alakalıdır. Bu iki ana sebepten dolayı oryantalistlerin "yöntemleri"ni burada söz konusu etmenin anlamı yoktur. Ancak her şeye rağmen oryantalizmin modern dönemde ortaya çı­ kan Fıkıh "tasavvuru" üzerinde ciddi etkileri olduğu için aşağıda başka bir vesile ile bu hususla ilgili olarak bazı noktaları biraz daha tasrih etmek gerekecektir. 2. Mesele: İlınin bir "mesele çözüm" şekli olduğundan hareketle, Müslümanlat açısmJaıı dikkate değer olan ve kendisine herhangi bır anlamı ile "ilim" denilebilecek olan faaliyetin ilk vasfının, Müslümanların karşı karşıya kaldığı meseleleri çözmek olduğunu söyleyebiliriz. İlginç bir şekilde "yeni" olarak nitelenen ve üstlenilerek takdim edilen yöntemlerin hemen hepsinin müşterek özelliği, Müslümanların meselelerini halletme amacına matuf olarak geliştirilmemiş olmalarıdır. Bu çerçevede -aksine- "Müslümanları problem olarak gören" bir tavrın, -bazıları tarafından İslam Dünyası'na "yeni" yöntemler olarak takdim edilen- oryantalistlerin fikirlerini çekip çeviren esas olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. 3 Burada belki sorulması gereken ilk soru, Müslümanların kendi meselelerini kavrama, kavramsallaştırma ve çözüme kavuştuıma gayretinin müşterek ve üst adı olan Fıkıh müzakere edilirken veya Fıkhın bir tür ihyası konuşulurken, birilerinin Fıkhı dikkate almadan geliştirdikleri "anlama ve yorumlama" yöntemlerini, Fıkıh konusunda "anlamlı" kılanın ne olduğu sorusudur. 3 Bunu söylerken bir taraftan Yunus Emre'nin "fikir yumuş oğlanıdır; endişe kaygu kanıdır" sözlerini, diğer taraftan da Heidegger'in "düşüncenin ancak bir kaygı (Sorge) ile tahakkuk ettiğini; kaygıdan sonra gelen bütün gayretierin esas anlamını, bu gayretleri besleyen esaslı "kaygı"dan aldığını ifade ettiğini hatıriatmakta fayda görüyorum. Bu çerçevede Alman oryantalizminin önde gelen isimlerinden Cari Heinrich Becker'in bütün bir oryantalist faaliyeti nitelediği, "bizim işimiz Müslümanların meselelerini halletmek değil, problem olarak İslam ve Müslümanlardır" ifadesi [Becker, "Der İslam als Problem", Der İslam, I (1910), s. 1-21. burası için s. 1], oryantalist faaliyetin anlamını kazandığı esaslı kaygı yı açıkça ifade eden bir beyan olarak hatırda tutulmalıdır. Hem oryantalist faaliyetler, hem de oryantalist faaliyetler hakkında yapılan ciddi araştırmalar bunu göstermiştir. Özellikle Edward Said'i burada hatırlamak gerekmektedir. I li FIKIHTA USÜL MES'ELESİ 677 Kutsal Kitab' ı veya parlamentoları taraveya kendi geleneklerinin yazılı hale getirilmiş şekli olan hukuki metinleri anlamak ve yorumlamak için geliştirdikleri yöntem(ler) (hermeneutik gibi) veya insanların edebiyat bilimi içerisinde geliştirilmiş olan, estetik veya daha başka amaca bağlı olarak "ürettikleri'', edebi' metinleri anlama ve yorumlama yöntemleri veya felsefe içerisinde geliştirilmiş olan ve esas itibariyle bir anlam teorisi olan analitik dil felsefesini, bunlarla mevzu ve maksad, biraz daha klasik ıstılahlarla konuşacak olursak, mevzu, garaz ve faide açısından farklı olan Fıkıh ve Fıkıh Usulü açısından önemli kılanın ne olduğu sorusunu cevaplamadan, bu hususta bazı tezler ortaya koymak, bana, Gazzall'nin başka bir vesile ile ifade ettiği gibi, karanlığa taş atmak gibi gözükmektedir. Bizim burada bu tebliği anlamlı kılacak ilk işimiz, sorumuzun anlamını belirgin hale gei.irmektir. Mesela, Hıristiyanların fından çıkanlan 2.1. İslam Dünyası, yaklaşık iki asırdan beri yaşadığı doğrudan veya dalaylı sömürgeleşme süreci içerisinde, kendi "asli dünyasını" epeyce yitirdiği için, bu dünyada geçerli ve anlamlı olan, daha doğrusu biraz daha aşağıda üzerinde biraz daha geniş bir şekilde duracağımız gibi, bu dünyanın refleksif bir şekilde yeniden üretimini sağlayan ilimler -en azından eski- anlamlarını ve yerlerini koruyamadı. Asli dünyanın yitirilmesi (buradaki "yitirme", epey bir ölçüde daha önce geçerli olanın geçerliliğini yitirmesi anlamındadır), bu dünyanın mutlak olarak yok olması anlamına gelmemektedir. Biz varlığın sadece "ayni" olmadığını, bunun "zihni", "lisani" ve "hatti" sigalarının da bulunduğunu hatırlayacak olursak, yok olmak ifadesinin muhtelif seviyelerde muhtelif anlamlara gelebileceğini görebiliriz. Bu dünya, bazı alanlarda ayni varlığını yitirmiş olsa da, zihinde ve dilde, özellikle de yazıdaki varlığını, bu sıralamayı takip ederek gittikçe artan bir oranda sürdürmektedir. Yani bir hüküm uygulanmıyorsa (=ayni vücudu yok ise) bile, Müslümanların zihninde "olması gereken" olarak biliniyorsa, zihinde varlığı devam ediyor demektir. Zihinlerde de epeyce silinmişse, en azından dillerde ve nihayet yazılı metinlerde bir talep olarak durmaktadır ve bu hal kıyamete kadar devam edecektir. Diğer taraftan "ayni seviyedeki" varlık yitirme her ilim dalı için ölçüde geçerli değildir. Mesela Müslümanın asli dünyasının dar anlamıyla itikad, ibadet ve ahlak alanındaki ilkeleri aynı zamanda ayni olarak varlığını, yani geçerliliğini ferdi hayatta muhafaza etse de (yani insanlar hala imanın altı şartına, İslam'ın beş şartına, helal ve haram diaynı İSLAMI iLiMLERDE METODOLOJİ/USÜL PROBLEMi 678 ye iki temel kategorinin bulunduğuna vs. inanıyorlar), geçmişin kavranışı, geleceğin tasavvurunun bunlarla olan irtibatı kopmuş veya epeyce zayıflamıştır. Bu kopuş veya zayıflama, aynı zamanda ferdi seviyede bir "inanç zaafiyeti" olduğu için, neticeleri insanların birbirleri ile olan iliş­ kileri ve benzeri alanlarda ahlaki bir kriz, sıkıntı verici bir durum olarak tebarüz etmektedir. durum biraz dikkatli bir şekilde incelenecek olursa, bir istilaya uğraması ile doğrudan alakalıdır. Hayatımızın istilaya uğraması ise, ilk bakışta bazı tüketim araçlarının yaygın­ laşması gibi gözükse de, burada yaygınlaşan sadece tüketim alışkanlık­ ları değil, tüketim alışkanlıklarının anlam ve yer edindiği dünyanın değişmesidir. Dünyanın değişmesi ise dar anlamı ile bir teknik veya teknolojinin ortaya çıkardığı bazı "yenilikler" olmayıp, bunun ötesinde, özellikle kurumlar ve mimari alanlarda üstlenilen bir çok "yeni"liğin, üstlenenlerin dünyası içinde bir yer edinmeyip, o dünyayı yok ettiğini ve kendisini, kökü dışarıda bir varlık olarak, asli dünyanın yerine ikame etmeye yöneldiğini bugün daha açık bir şekilde görüp söyleyebiliyoruz. Bu sıkıntılı yaşadığımız hayatın Bizim kendi hayatımızia ilgili kararlarımızı verirken karşımıza alternatiflerin genellikle "batı" kaynaklı olmasının bu istila süreci ile doğrudan alakası olduğu için biz hayatımızın bütün boyutlarında batılıların ortaya koyduğu alternatiflerden birisini tercih etmek zorundayız gibi bir his ile birlikte hayatımızı sürdürüyoruz. 4 Açıkça ifade etmek geçıkan 4 Burada şunu açık bir şekilde ifade etmek gerekir: Hayatımızın "batılı" olan bazı şeyler tarafından istila edilmiş olmasının yaşanılan ahlaki krizle doğrudan alakah olduğunu söylemek, bir batı "düşmanlığı" olarak algılanmamalıdır. Unutulmaması gereken önemli noktalardan birisi, istesek de istemesek de, bizim hayatımıza Batı'nın ve batılı olan çok şeyin, belki bir daha çıkmamak üzere girmiş olması ve bu unsurların önemli bir kısmının bizim Müslümanlığımızı illa da negatif olarak etkileyeceği gibi bir iddianın anlamlı olmadığıdır. Kısaca şunu söyleyebiliriz: İllii da IBM uyumlu bilgisayar kullanmak zorunda değiliz; ama bilgisayar veya onu ikame edecek başka bir şey kullanmak zorundayız. Bu belirli bir noktadan sonra sıradan bir ihtiyaç olmaktan çıkıp, bir zaruret haline gelmektedir. Bunun gibi çok sayıda konu burada zikredilebilir. Burada yine şu kadarı söylenebilir ki, IBM uyumlu bilgisayar kullanmak, bunu geliştirenlerin müdahalesine ve kontrolüne her zaman açık olmak anlamına geleceği için, zorunlu olsa da, güvenli değildir. Böyle olunca bu tip bilgisayar kullanmak sakmcalı olabilir. Fakat bilgisayarın batılı bir ürün olması hasebiyle. farklısını yapmak için, aslını tanıma zarureti vardır ve bizim bu anlamda artık batıdan ve batılı olandan mutlak anlamda kopmamız, mevcut şartlar esasından değişınediği müddet, mümteni gözükmektedir. Bu sebeple kategorik bir Batı düşmanlığı hem mümkün hem de doğru değil gibi gözükmektedir. FIKIHTA USÜL MES.ELESi mesela Batılı tüketim alışkanlık­ kendisi ile birlikte "yeni" ihtiyaçlar üretmektedir. üstlenilen yeni tüketim alışkanlıkları belirli bir süre sonra bir "ihtiyaç" halini alıyor ve insanı kendisine bağımlı hale getiriyor. Bu, ilk bakışta ferdi bir alışkanlık değişikliği gibi gözükse de, varoluş şeklinde gerçekleşen bir değişikliktir; varoluş değişikliği başka alanlarda başlasa da, tayin edici etkisini gündelik hayatta ve gündelik hayat dünyasında, yani nihai olarak ilmihalde göstermektedir. Bu nokta gündelik hayatın Fıkhın merkezinde olması ve son dönemlerde gerçekleşen, Fıkhı hukuk olarak görmeye çalışan eğilimin, niçin Fıkıhtan bir uzaklaşma eğilimini de içinde taşıdığını göstermektedir. rekirse Batılı 679 hayat tarzı etkinleştikçe, ları yaygınlaştıkça, Bu yönden bizim Fıkıh Usulü gibi her şeyiyle Müslümanlara ait ve başka medeniyetlerde eşi ve benzeri olmayan bir alanda bile, "yeni" (yani batılı) anlama ve yorumlama yöntemi arayışımız ve bu arayışta da kendimizi batıda geliştirilmiş olan anlama ve yorumlama yöntemlerinden biri veya bir kaçını tercih etmek durumunda hissetmemiz, bize hiç de yadırganacak veya sıkıntılı, garip, acayip bir durum gibi gözükmüyor. Hayatımızın istilaya uğraması, bizi sadece tükettiğimiz eşya konusunda değil, kendi kendimizi, sorunları, soruları ve hal çareleri ile birlikte ifade edeceğimiz teorileri ve teorik yaklaşım şekilleri konusunda da Batı'ya yönelmeye ve batıyı bir "bilgi kaynağı" olarak algılamaya sevk ediyor veya bizim Batı'yı bilgi kaynağı olarak görmemiz, kendi elimizle kendi hayatımızı istilaya hazırlıyor. Hatta bir çoğumuza yegane imkan olarak bile gözükebiliyor! Bu sebeple bizim bu soru ve bu soruya verilen bazı cevapları inceleyerek, bu hususta zihnimizi biraz netleştir­ memiz, bu sorulara cevap vermekten daha önemli gözükmektedir. Bu bizi doğrudan ilimleri ele almaktan daha çok, ilimiere geçerlilik kazandıran ön şartlara, ki biz bu şartlara varoluş şartları adını veriyoruz, biraz daha yakından bakmamız gerekmektedir. Bu bizi ilimierin kendinde ne gibi sorunları olduğu sorusundan daha geriye götürerek, geçerlilik sorununun esasını teşkil eden varlık ve varoluş ile ilgili soruyu sormaya sevk etmektedir. önce bizim kendi varoluş şartlarımız hakkında bir aydınlanmaya ihtiyacımız vardır ve bu aydınlanma bizim esas itibariyle sorulanmız ve onları anlamlı kılan sorunlarımız hakkında düşünmemiz ile gerçekleşecektir. Yani neyi "çözüm" olarak gördüğümüzden çok, neyi "sorun" olarak gördüğümüz hususunu, bunun nedenlerini de teşhis Her şeyden 680 iSLAMİ iLiMLERDE METODOLOJi/USÜL PROBLEMi ederek düşüncenin konusu haline getirebilirsek, bize çözüm gibi gözüken bazı "fırsatların" bizi daha büyük sorunlarla karşı karşıya getireceğini; buna karşılık bazı sorunlarımızı soru haline getirmeyi düşüneme­ yişimizin, bizi sorunlarımızı halletmekten geri bıraktığını da görebileceğiz. 2.2. Bu çerçevede ilk olarak yapılabilecek tespit, bizim karşımıza "yeni" yöntemlerin, en azından bazı teşebbüsleri ve bunlar ile ilgili bazı uygulamaları dikkate alacak olursak, netice itibariyle Fıkhı ve Fıkıh Usfılünü terketmeyi veya onu daha başka bir şeyle ikame etmeye teşebbüs etmekte olduklarıdır. Bu çerçevede Türkiye' de özellikle gün5 deme getirilmiş olan "alternatifler", ahlak [Fazlurrahman] veya hukuk 6 felsefesi [makasıdü'ş-şeri'a yaklaşımı ], hukuk (Mecelle, XX. yüzyılın 70'li yıllarındaki taknin denemeleri), sosyoloji [Ziya Gökalp 7 ve bir tür fenomenolojik sosyoloji olarak Hasan Hanefi 8] veya bir tür siyaset felçıkarılan 5 İslam and Modernity, Tükçe'ye Fazlurrahman'ın görüşlerini özetleyen bir önsöz ile tercüme edilen bu eser yanında, Fazlurrahman'ın hemen hemen bütün eserleri, -felsefi olanlar kısmen hariç- bu hususta önemli olduğu gibi, doğrudan ve dalaylı olarak bu eserlerden tesir alan çok sayıdaki çalışına da buna dahil edilebilir. 6 Bu hususta adı özellikle zikredilmesi gereken zat olan Tahir b. Aşur'un, Makaszdü 'ş-şerfati'l-islfuniyye (Tunus, 1985) isimli eseri Türkçe' ye tercüme edilmiştir (İslam Hukuk Felsefesi: Gaye Problemleri, çev.: Vecdi AkyüzMehınet Erdoğan, İstanbul 1988). 'Ayrıca Alla! el-Fasi (Makasidii'ş-şerfati'l­ İslamiyye ve mekarünıülzd, 5. bas. y.y., Darü'l-garbi'l-islami, 1993) ve Pakistanlı yazar Muhaınad Khalid Masud'un bu husustaki çalışınası (lslamic Legal Plıilosoplıy, İsiamabad 1977, Türkçesi: M. Halid Mes'ud, İslam Hukuk Teorisi, çev. Muharrem Kılıç, İstanbul 1997) ile yine M. Erdoğan'ın yaptığı diğer bazı telif ve tercümeler bu alanda ilk hatıra gelen eserlerdir. 7 Gökalp'in bu husustaki fikirlerini doğrudan dile getirdiği içtimill usul-i fıkıh başlıklı bir dizi yazısı, neşredildiği dönemde bir çok tartışmaya sebep olmuştur. Bu yazılar, bu husustaki bir kısım tartışmalar ile birlikte Recep Şentürk tarafın­ dan neşredilıniştir: İslam Dünyasmda Modernleşme ve Toplumbilim, İstanbul: İz yay. 1996, s. 297-429) 8 Hasan Hanefi'nin fıkıh ve fıkıh usulü ile ilgisi oldukça erken bir dönemde baş­ lamıştır. Doktora tezi fıkıh usulü hakkındadır. Bu eser, sonradan ekiediği oldukça uzun bir giriş ile birlikte, Les Methodes d'Exegese adı ile neşredilıniştir (Kahire I 966). Hasan Hanefi'nin Fıkıh usulü ile fenomenolojik bir cihetten irtibat kurmaya teşebbüs ettiği bu eser (kendi ifadesi ile "Avrupa felsefesinin dili başka bir kültürü açıklamak ıçın kullanılmıştır", L'exegese de la p!ıenomenologie, s. 13)". -bilebildiğiın kadarıyla- henüz Arapça ve Türkçe'ye tercüme edilmediği gibi -en azından Türkiye' de- herhangi bir çalışmaya konu da olmamıştır. Ancak H. Hanefi'nin görüşleri zaman içerisinde fıkıh usulü ile irtibatını koparmış; önceleri kendisinin "exegese" dediği bir tür te'vil felsefesi 1 FIKIHTA USÜL MES'ELESİ 681 sefesi [Cabirl] 9 olarak tadad edilebilir. Burada ilk bakışta yöntemdeki "yeni"liğin, eskiyi en azından etkisiz kılıp, onun yerine başka bir şeyi ikameye yöneltınesi olarak ortaya çıkan hal, kendi başına üzerinde durulmaya değer bir sorun teşkil etmektedir. Buradaki temel soru yöntem ile mevzu arasında ne gibi bir ilişki ve nasıl olup da yöntemdeki değişikliğin mevzuda da bazı deği­ şiklikler ortaya çıkardığı veya yeni bir yöntemin kendisi ile birlikte mevzusunu da esasından değiştirebildiği ile alakah olarak ortaya çık- olduğu geliştirmeye yönelmiş (bu konuda, yukarıdaki eserine ek olarak iki Fransızca L 'Exegese de la Plıenomflzologie, Kahire t.y.; ve La Plıenomenologie de L'Exegese, Kalüre t.y.;; daha sonra kelam alanına yönelerek l:ıütün bi.· akldeyi "tashih" edeıek, bunu;;. üz~rinden İslam dün;'asırıda esaslı bir dönüşüm (sevra) gerçekleştirileceği tezini dile getirirken (mine' 1- 'Aklde ile's-Sevra, 5 cilt), aynı zamanda Mısır toplumunun da bu cihetten bir tahlile tabi tutmuştur (ed-Din ve's-Sevra ft Mzsr 1952-1981, 8 cilt, Kahire t.y.). Hanefi'' nin en önemli özelliği bütün bu faaliyetlerini "miras ve yenilenme" (et- Tür as ve 't- Tecdfd) adını verdiği bir "yöntem" teklifi ile irtibatlandırmasıdır (bu onun telif ettiği yönteme mü teailik bir eserinin de adıdır: et- Türas ve 't-Tecdfd, Kahire 1981). İlginç bir şekilde bu yöntem teklifi, dar anlamı ile bir "ilmi araştırma" veya "düşünme" yöntemi olmayıp, "toplumsal bir ıslah projesi" olarak dile getirilmiştir. Bu ıslah projesi, klasik selefi ve modernİst yaklaşımın dile getirdiği şekilde, bir "Kitab ve Sünnet"e dönüş projesi olmayıp, toplumun üzerinde yaşadığı toprak ve içinde yaşadığı kültüre dayalı olarak, ancak buna epeyce modern ve materyalist bir aşı yapılarak, ıslah edilmesi tezini ihtiva etmekte; bu yönden nihai hakikat olarak toplumu görmesi açısından sosyal ve sosyolojik, hatta bir anlamı ile "sosyalist", bu toplumsal ciheti kavrarken takip ettiği yöntem itibari ile de fenomenolojiktiL Bu yönden Hanefi'nin yaklaşım şeklinin bir tür "fenomeno-lojik sosyoloji" olduğunu söylemek mümkündür. Ancak Hanefi Türkiye'de çok iyi tanındığını söylemek oldukça zordur. Her şeye rağmen doğ­ rudan fıkıh ile alakah olmasa da kelam ile ilgili olarak Türkiye'de -kısmen de olsa takipçi- bulmuştur. 9 Cilbiri'nin görüşlerini, bir tür sistematik İslam düşüncesi tarihi olarak telif ettiği ve üst başlığı Nakdii'l-Akli'l-Arabf olan eserlerinde bulmak mümkündür. Bu eser önce üç cilt olarak neşredilmiş: 1. Tekvfnii'l-Akli'l-Arabi, 2. Biinyetii'/Akli'l-Arabf, 3. el-Aklü'l-Arabf es-Siy&sf [Bu eserlerin üçü de sırasıyla, Arap Aklının Olu~umu (çev. İbrahim Akbaba. İstanbul 1997), Arap-İslam Kültürünün Akıl Yapısı (çev. B. Köroğlu-H. Hacak-E. Demirli, İstanbul 1999) ve İs­ liim'da Siyasal Akıl (çev. Vecdi Akyüz, İstanbul 1997) isimleri ile tercüme edilerek neşredilmişlerdir). Bunlara daha sonra el-Aklu 'l-Alıl&kf el-Arabf, (Beyrut 2001) dördüncü cilt olarak eklenmiştir. Bunların yanında, Felsefi Mfdisımzz ve Biz (çev. Said Aykut, İstanbul 2000) ile 1984-1990 yılları arasında yayınlanmış makalelerinin derlendiği Viclıetii Nazar (Beyrut 1992) isimli eseri de Çağdaş Arap-İslam Düşüncesinde Yeniden Yaprtanma ismi ile Türkçe'ye tercüme edilerek yayınlanmıştır (çev. A. İ. Pala-M. Ş. Çıkar, Ankara 2001). eser daha neşretmiştir: 682 İSLAMI iLiMLERDE METODOLOJİ/USÜL PROBLEMi maktadır. Biz burada bazı misaller üzerinde dururken, aynı zamanda yeni olarak takdim edilen yöntemlerin kendileri ile birlikte neleri değiş­ tirdiklerini de daha açık bir şekilde ortaya koymaya çalışacağız. 10 3. İlk olarak yöntem mevzuya bağlıdır. Yöntem mevzuyu tayin etmez; mevzu yöntemi tayin eder. Öyle olunca da her yöntemi her mevzuya tatbik edemezsiniz. Eğer yöntem mevzudan bağımsız olarak seçilmiş ve ısrarla tatbik edilmekisteniyorsa, bunun neticesinde mevzu, yeniden tanımlanmak zorunda kalınır; kendi asliyetini muhafaza edemez. Mevzunun dönüşmesi, yöntemin "başarısı" olarak kabul edilecek olursa, ortaya önce -İslam Dünyası'nda gördüğümüz gibi- "sosyal" değişme çıkar; bunun neticesi ise varoluş şeklinin ve varlığın değişme­ sidir. Varlığın değişmesi, Müslüman olarak varolmanın, kendisini değiştirmesi, aslı ile olan irtibatını koparması anlamıma gelmektedir. Bu durumCia mesela Din deniİdiğinde İslam' dan başka bir şey kastedileceği gibi, "ilim" denildiğinde de başka bir şeyden bahsedilmeye başlanır. "Yeni" yöntem arayışına düşenierin karşı karşıya kaldığı en öbir mevzuya, yani din derken esas itibariyle Hıristi­ yanlığı dikkate alan ve kendisini buna bağlı olarak inşa etmiş olan Batı Medeniyeti'nde ortaya çıkarılmış olan bir veya birden fazla "yöntemi", tamamen farklı bir din'in tahakkukundan ibaret olan İslam Medeniyeti'ne tatbik etmeye teşebbüs etmeleridir. Burada ortaya çıkan en önemli mesele üstlenilmeye yönelirren "yöntem"in, mevzuyu, kendisini ortaya çıkaran mevzuya, dönüştürmesi ve bilaf-ı hakikat bir durumun ortaya çıkmasıdır. Bu ise bir mesele çözmekten çok, bir taraftan mevcut meseleleri anlaşılmaz hale getirerek, mesele çözümünü zora sokmakta, aynı zamanda meselelere -onları bir varoluş meselesi haline getirerek- yeni bir boyut katmaktadır. nemli sıkıntı, başka Bu durumu daha farklı bir şekilde şöyle ifade edebiliriz: "yeni" olarak teklif edilen yöntemler, bu yöntemi "evrensel" zannederek üstlenıneye teşebbüs edenleri, kendi içlerinde yaşadıkları gerçeklikten koparmakta, en başarılı olanlarına Batılıların kendi kendileri hakkında verdikleri hükümleri bizim için verilmiş olarak da kabul ederek, üst10 Şimdiye kadar dile getirilen "yeni" yöntem teklifleri, ilginç bir şekilde Fıkhın ve fıkıh usUlünün reddini intiiç etmektedir. Yöntemde değişiklik olabilmesinin ilk şartının mevzunun değişmesi olduğunu keşfedip dile getiren en önemli yazı, Ahmet Harndi Tanpınar'ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü' dür. Bu hususta kısa bir tahlil için bak: Tahsin Görgün, "Osmanlı Düşüncesi Nasıl Anlaşılabilir?", Türklük Araştırmalan Dergisi 13-24 (2003), s. 29-46, burası için s. 30. l FIKIHTA USÜL MES'ELESİ 683 lenmeye sevk etmektedir. Bunun diğer anlamı, bilmeyen ve bilmediğini de bilmeyen, yani eelıl-i mürekkep sahibi bir sınıfın ortaya çıkmasıdır. Ancak, "yeni" yöntem arayışında bulunanların dikkate aldıkları yöntemler, tamamen keyfi olarak seçilmiş de değildir. Bunlar ile Fıkıh veya Fıkıh Usulü arasında bir cihetten bir benzerlik kurulmakta veya mevcut olan bir benzerlik üzerinden "yeni" ile ilgilenilmektedir. Bu bizi, bu tebliğde, Batıdaki bütün yöntemlerle değil, İslam Dünyası'nda takipçi bulmuş olan ve bizde şu veya bu yolla etkin olmuş teşebbüsleri dikkate almaya sevk etmektedir. Bu aynı zamanda bizim "yeni yöntemler" ile ilgilenirken, hakikaten yeni olan veya son zamanlarda ortaya çıkmış olan yeni yöntemlerle değil, bize "yeni" olarak takdim edilenleri ele alacağımızı ve bu noktada yine belirli bir seçicilikle bazı tercihlerde bulunacağımızı ifade etmektedir. Ayrıca burada bizim bütün yöntemleri ele almamız da mümkün Bu mümkün olmayış her ne kadar bir "tebliğ" söz konusu olması ile alakah olarak anlamlı olsa da, meselenin bundan daha ötede sebepleri vardır. Bu sebeplerden en önemlisi, yöntem ile konu ve maksad arasında bir uyum olmasıdır. Bir yöntem konu ile uyumlu olabilir; ancak maksat açısından bir uyumsuzluk varsa, yöntem ne kadar iyi ve konuya uygun olsa da, yine de tatbik olunamaz ve yapılacak olan çalışma sadece, niçin bu yöntemin bu konuya tatbik edilemeyeceğinin ortaya konulması şeklinde gerçekleşecektir. değildir. 3.1. Bizim bu hususları biraz daha netleştirmek için yapmamız gereken ilk şey, klasik hali ile Fıkıh Usulünü, mevzusu ve maksadı açı­ sından yeniden hatırlamamız ve bir yöntem olarak Fıkıh UsUlü ile bu mevzuya tatbik edilerek ulaşılması arzu edilen maksadlar arasındaki irtibatı, buna "tenasüb" de diyebiliriz-, biraz daha netleştirmek olacaktır. Bunu muhtelif dönemlerden seçeceğimiz Fıkıh Usulü eserlerine dayanarak yapabileceğimiz gibi "mevzı1'atü'l-ulı1m" tarzından telif edilmiş olan eserlerde Fıkıh Usulü hakkındaki ifadeleri dikkate alarak da yapabiliriz. Usulünü kendi başına bir disiplin olarak değil, bütün ve seviyelerini kendisine konu edinen bir varlık anlayı­ şına (ontoloji) sahip; ilmin maluma tabi olduğu ilkesinden hareketle, her bir malumun kendi mahiyetine uygun bilinme yolları bulunduğunun (epistemoloji) farkında olan ve nihayet bütün bilgilerin bir taraftan mevzuları diğer taraftan diğer bilgilerle irtibatını ve bilinmeyeni tayin ve bilinir haline getirmenin genel geçer, ifade ve tahkik edilebilir yolları Ben, Fıkıh varlık alanlarını 684 iSLAMI iLiMLERDE METODOLOJiJUSÜL PROBLEMi (metodoloji) bulunduğunun farkında olan ve bu farkında oluş ile bir ilim tasnifi yapan; bu çerçevede Fıkhı ve Fıkıh Usulünü de tanımlayan eserlerdeki tanımları dikkate almayı tercih edeceğim. Bu bize aynı zamanda yeni yöntemleri teklif edenlerin, dile getirsinler veya getirmesinler, durdukları zemin hakkında da bir fikir vereceği gibi, Fıkıh Usulünün karşı karşıya kaldığı meseleleı-in niçin Müslümanların genel olarak karşı karşıya kaldığı meselelerden ayı-ılamayacağını da gösterecektir. Fıkıh ve Fıkıh Usulünün yeri: İlim (vahiy=Kitab ve Sünnet) Fık­ hın, Fıkıh da İslam Toplumunun normatif esasını teşkil ederken, Fıkıh UsUlü bu normatif esası yeni karşılaşılan olayları tanımıayarak onlar için de etkin kılmanın makbUl yolunu ifade etmektedir. Fıkıh olmadan İslam toplumu var olamayacağı gibi, usul olmadan da İslam toplumu olarak kalamaz, yani İslam toplumu olarak varlığını sürdüremez. İslam Toplumunun normatif esasının asılları Kuc an-ı Kerim ve Sünnet' tir. Bu esas üzerinde icma' ve kıyas, birisi normatif esasın tartışılamaz olan kısmını ifade ettiği gibi, diğer taraftan neler üzerinde tartışmanın, ihtilafın caiz olduğunu da ifade eder. Bütün müzakere ve tartışmalar, üzerinde ittifak edilene dayanıla­ rak ihtilaf edilmesi caiz olan hususlar üzerinde cereyan eder. Müzakereleı-in de bağlayıcı, yani herkesin anlayabiloceği bir usulü olmalıdır. Bu usUlün en temel ilkesi, bilinenden hareketle bilinmeyenin hükmünü belirlemek demek olan kıyastır. Kıyas, bir yöntem olarak -isimleri değişik de olsa- üzerinde ittifak edilen bir yöntem olduğu için, Kitap ve Sünnet gibi üzerinde icma 'ın hasıl olduğu bir yöntemdir. Bunun dışındaki diğer yöntemler, yöntem arayışlarında üzerinde ihtilaf edilmesi caiz olan alanlar olarak tartışmaya açıktır. Bu yönden Şa'ranl''nin teklifini hatırla­ mak oldukça faydalı gözükmektedir. 11 Bu hususu şöyle biraz daha netleştirebiliriz: Fıkıh, nefsin lehinde ve aleyhinde olanı bilmesidir; nefsin lehinde ve aleyhinde olanı bilmesinin yolunun bilinmesi ayrı bir soru teşkil eder. Birincisi Fıkıh, akide ve tasavvuf iken, ikincisi bunların usulünü ifade etmektedir. 3.2. Burada kısaca şunu söylememiz gerekir: Fıkıh UsUlü, bir yönetici ve onun tayin ettiği memurların, herhangi bir hükml şahsiyet olarak veya adına değil, bizzat kendi sorumlulukları ile aralarında adaleti 11 Bak: Kitlibü'l-Miz{m'ın giriş kısmı; Bu hususu daha önce başka vesilelerle kısmen ele için burada üzerinde fazla durmayacağım: Tahsin Görgün, ilahi Sözün Gücü, İstanbul 2003. almış olduğum 1 FIKIHTA USÜL MES'ELESİ 685 ve ayrıca emniyetlerini sağlamaktan ibaret olan ve bütün teşkilatını bu iki amaca matuf olarak teşkil etmiş bir toplumda, insanların ferdi fiilieri ve aralarındaki ilişkileıin hangi kurallara bağlı olarak yürüyeceğini, yine insanların tartışmasız olarak kabul ettikleri ve kurtuluşlarının da yolu olan (buna dareyn saadetini zamin de diyebiliriz) hükümler olarak tespit etmek için, yine insanlar tarafından bilinen, tatbik edilen ve tahkik edilebilir yöntemin adıdır. Bu yöntemin en önemli özelliği, ulaşılan neticelerin uygulanması için her ne kadar zaman zaman siyasi bir güce ihtiyaç hissetse de, geçerliliği (=meşruiyet) için buna ihtiyaç hissetmemesi; hatta aksine bunlara uyma, siyasi gücün geçerliliğinin (meşruiyet) ölçüsü olmasıdır. Daha başka bir ifade ile Fıkıh Usulü denilen yöntem, sadece "hukuki" olarak kabul edilen bazı hükümlere ulaşmanın deil;il, bütün olarak İslam toplumunun kurucu ilkelerini etkin kılarak bu toplumu kendi mahiyetine uygun bir şekilde sürdüren ve kendi hüviyetini bu çerçevede muhafaza eden yöntemin adıdır. Kendisi, insan dalıli olmaksızın, Yüce Allah'ın insanlığa gönderdiği, yani vaz'-ı ilahi olan, İslam'ın hayatta etkin olma süreci içinde ve bu sürecin bir üst şuuru olarak tedvin edilmiş ve tarih boyunca (böylece ortaya çıkmış olan) İslam toplumunun üst şuuru olarak, onun mahiyetinin tahakkuku olmasını ve onun hüviyetini muhafaza etmesini temin etmiştir. 3.3. Burada bizim özellikle vurgulamamız gereken nokta, Fıkhı sadece bir "hukuk" olarak kabul etmek ve fıkhi eserleri sadece hukuki metinler olarak kabul etmenin, Fıkhı doğru ifade etmemesidir. Fıkhın, Batı Medeniyeti ile mukayese edildiğinde, orada "hukuk"un icra ettiği fonksiyonu da İslam toplumu içinde icra etmesinden hareketle, aynı zamanda bir hukuk olarak kabul edilerek, bu "aynı zamanda"yı ön plana çıkaran faaliyet, mecelle cemiyetinin ve daha sonra muhtelif ülkelerde gerçekleştiı-ilmeye çalışılan "taknin" faaliyetinde olduğu gibi, bir dönemin ortaya çıkardığı zaruretlerle irtibatlı olarak anlaşılabilir bir faaliyet, hatta önemli bir başarı olarak bile kabul edilebilir. Mesela Mecelle Cemiyetinin, -doğru olup olmadığım tartışmanın yerinin burası olmadığı-, amacına ulaştığını söylemek mümkündür; bunu özellikle ilk doksandokuz madde ile diğer maddeler arasındaki irtibatı da biraz daha yakından tahlil ederek göstermek mümkündür: Kesin olan nokta ise Mecelle'nin, bir Fıkıh eseri olmayıp kendi içerisinde tutarlı modern bir hukuk kitabı olmasıdır. içerdiği maddelerin hepsinin Fıkıh eserlerinden alınmış olması, bunu değiştirmez. İSLAMi iLiMLERDE METODOLOJİ/USÜL PROBLEMi 686 3.4. Fıkhı ve Fıkıh Usı1lü'nü sırf bir "anlama ve yorumlama" yöntemi olarak kabul etmek de, onun sadece bir kısmını, kabul ederek öne çıkarmak anlamına gelmektedir. Bu husus kendi başına ele alınması gereken bir konu teşkil etmekle birlikte, sadece bir noktayı işaret ederek, bu hususu tasrih edebiliriz: Fakih, olup biteni sadece anlayıp, yorumlayan insan değil, olup bitene müdahil olan ve etkin bir şekilde olup bitenin belirli bir şekilde olması yönünde gayret sarf eden insandır. Fık­ hın, hüküm bilgisi, bu hüküm bilgisinin asıllan ile olan irtibatını tahkik ve amel aşamalarını içermesi de bunu göstermektedir. Yani fakih sadece bir gözlemci değil, bundan fazla bir şeydir. Fıkıh UsUlü hem bir anlama ve yorumlama yöntemidir, hem de bundan daha fazlası; sadece anlama ve yorumlama yöntemi olarak kabul edilmesi, en iyi ihtimalle, eksik bir "kavrayış" alametidir. 3.S. Burada bizim, ortaya çıkacak ve bir şekilde Fıkıh Usulünü ikame etme iddiasında olacak bir yöntemden beklediğimiz en esaslı şey, İslam toplumunun mahiyetine uygun olması ve hüviyetini muhafazasını temin etmesidir. Burada söz konusu edeceğimiz ve kısmen işaret ettiğimiz "yeni" yöntem tekliflerini, bu cihetten ele almak gerekmektedir. Temel soru, yeni olarak takdim edilen yöntemlerin, mevzudan hareketle mi geliştirildiği; dolayısı ile mevzuyu muhafaza edip etmediği ve geliş­ tirip geliştİrınediği sorusudur. Bu sorunun diğer bir soruş şekli ise, yöntemin mevzuyu değiştirip değiştirmedİğİ cihetinde ortaya çıkmaktadır. Eğer yöntem mevzuyu dönüştürüyorsa, orada bir sıkıntı var demektir. Şimdi . b'l' . 12 ı ırız: bu çerçevede muhtemel bazı yöntemleri kısaca gözden ge- çıre 4. Bu konuyu, Türkiye' de epeyce dikkate alınmaya çalışıldığı için Hermeneutik örneği üzerinden daha yakından ele alabiliriz. 13 Bunun önemli sebeplerinden birisi, son zamanlarda bu tavnn Müslümanların ı Burada kısaca işaret edilen yöntem tekliflerinin her birisi ayrı ayrı ele alınıp, geniş bir şekilde müzakere edilmesi gereken tecrübelerdir. Bunların gerekçeli bir şekilde "tahkik" edilmesi, kendi başına bir kazanç olacaktır. 3 ı Son zamanlarda Batı' dan yapılan tercümelerde özellikle bir yöntem olma iddiası taşıyan alanlar arasında hermeneutik'in özel bir yeri bulunmaktadır. Büsamettin Aslan'ın yaptığı derleme tercümelerinin yanında (daha önce Doğan Özlem'in yaptığı tercümeleri de burada hatırlamak gerekir), Palmer (Hermenötik), Rickman' den (Anlama ve İnsan Bilimleri) yapılan tercüme! er; ayrıca bu hususta bir telif giriş kitabının (Osman Bilen. Çağdaş Yorumbilim Kuramlan) neşre­ dilnıesi bu hususta gösterilen gayretierin ciddiyetini ifade etmek için yeterli gözükmektedir. 2 FIKIHTA USÜL MES'ELESİ 687 karşı karşıya kaldığı meseleleri halletmede bazı imkanlar sağladığı /veya sağlayacağı gibi bir umudun akademik çevrelerde ortaya çıkması­ dır, Bunun önemli kaynaklarından/vasıtalarından birisi ve belki en önemlisi Fazlurrahman olduğu için, Fazlurrahman'ın Hermeneutik'ten ne anladığı ve FazluiTahman'ın anlayışını benimseyerek sürdürmek isteyenlerin bununla ne yaptıklarını da hatırlamak gerekecektir, Bu bizi aynı zamanda şöyle bir soru ile karşı karşıya getirecektir: Kendinde /yani Batı'daki hali ile/ hermeneutik nedir? FazluiTahman'ın "hermeneutik"i nedir? FazluiTahman'ın "hermeneutik"i üzerinden Fıkıh Usfrlüne bir alternatif geliştirmeye veya Fıkıh Usulünü hermeneutik ile ikame etmek isteyenler bunu yaparken ne yapmış oluyorlar? FazluiTahman ile ilgili olarak söylenecek ilk şey, onun genel olarak dini ilimler ve özel olarak da Fıkıh ve Fıkıh Usfrlü hakkında dile getirdiği görüşlerin, bu ilimierin tarihi hakkındaki bir "kurgu"dan bağım­ sız olmadığı, daha doğrusu, bu ilimierin tarihi hususunda genellikle oryantalistler tarafından geliştirilen bir tavrın sınırlı ve esasa müteallik olmayan bazı tadiline dayandığını söylemek mümkündür, Bu tavır kısa­ ca genel olarak İsHim dini gibi bütün bir İslam kültür ve medeniyetini de Arapların kendilerine özellikle Yahudi ve Hıristiyan çevrelerden ulaşan malumatı derleyerek oluşturduklarını varsayar ve bütün açıklamala­ rını bu varsayım üzerine kurar. Bu çerçevede kullandıkları dil, mesela Hz. Peygamber' den "peygamber" (prophet) olarak bahsetmeleri, onların kendi din ve vahiy anlayışları açısından problemli olmadığı gibi, İs­ lam'daki peygamberlik ile mukayese edilebilir bir anlam da taşımamak­ tadır. Daha başka bir ifade ile onların anladıkları anlamıyla "prophet" duruma göre etrafındaki verilerden hareketle, tamamen kendi dönemi, hatta sadece kavmi ve şartları için geçerli bir tebliğde bulunabilir. Bu yönden onların Hz. Peygamber' den "prophet" olarak bahsetmeleri, hakikaten onu bizim bildiğimiz anlamda Peygamber olarak kabul etmeleri anlamına gelmemektedir; zaten onlardan bunu beklemek doğru da değildir. Çünkü, çok iyi bildiğimiz hususlardan birisi insan zihninin "bilinmeyeni bilinene kıyasla kavradığı"dır ve bu yönden oryantalistlerin din ve dini cemaatin gelişmesi konusunda Hıristiyanlık tarihi araştırma­ larından elde ettikleri bilgilerinden hareketle ve ona kıyasla İslam toplumunu ve kültürünü, hatta bizzat İslam'ı ve Hz. Peygamber'i kavramaları normal olandır ve bu normalliğin ortaya çıkaracağı önemli neticelerden birisi, bütün bir İslam tarihini Hıristiyanlık tarihi gibi incelemek ve bu incelemede kilisenin gelişimi ile ilgili olarak elde edilen şablon 688 iSLAMİ iLiMLERDE METODOLOJİ/USÜL PROBLEMi içerisinde İsHim'ı ve İslam kültür ve medeniyetini incelemek olacaktır. Bu incelemede yine zorunlu olarak ortaya çıkacak neticelerden birisi şudur: İslam Dini ve kültüründe kendilerine tanıdık gelen ne varsa o, Müslümanların "iktibası" olarak kabul edilecek; bu çerçevede İslam Dini ve kültürü Müslümanların öncelikle Yahudi ve Hıristiyanlardan, olmadı gayr-i müslim Sasani ve Hintlilerden aldıklan unsurlada açık­ Ianmaya çalışılacaktır. Bu ve benzeri "açıklama" yollarına ulaşmak için illa oryantalist olmak gerekmez; batılı ve batı kültürüne sahip herhangi 14 bir insan olmak yeterlidir. Bu nedenle oryantalistlerin böyle bir tavır sahibi olacaklarını bilmek için de illa oryantalistleri incelemek gerekmez; batılıların neleri bildiği ve nasıl düşündüğü hususunda belirli bir zihin açıklığına sahip olmak yeterlidir. 15 B.u husus her ne kadar sadece oryantalistleri anlamak için değil, bunun ötesinde, farkında olsunlar veya olmasınlar, doğrudan veya dolaylı olarak oryantalistlerin söylemlerini benimseyenlerin, benimsedikleri görüşün hareket noktasının teşhiri açısından önemli ise de, biz burada bu husus üzerinde duramayız. 16 Her şeye rağmen bizim Fazlurrahman'ın "yöntem" olarak Fıkıh Usulünü küçümsemesini, hatta bir "yöntem" olarak bile kabul etmekte zorlanmasının sebeplerini teşhis edebilmek için, ama sadece bu amacı tahakkuk ettirecek kadar, bu nokta üzerinde durmakta fayda mülahaza ediyorum. 17 Bu aynı zamanda "yeni" yöntem arayışlarının durduğu zemine önemli bir örnek teşkil etmesi açısından da dikkate alınması gereken bir yaklaşım şeklidir. 14 Kendisi oryantalist olmayan, ama İslamiyet ile ilgili bölümlerini oryantalistlerden istifade ederek eserini yazan medeniyet tarihçisi William McNeil! şöyle demektedir: "Within the new political frame, a distinctive Islamic cultural synthesis soon took form, incoı·porating e!ements drawn from all the civilisations which had met and mingled at this crossroads of the ecumene for a millennium past." William McNeil!, The Rise of the West, Chicago: Chicago UP 1991, s. 417 15 İnsan zihninin nasıl çalıştığı ile ilgili olarak özellikle Jean Piaget'in yaptığı çalışmalar ve ondan sonra yapılan bir çok çalışma, insan zihninin "kı yas" ve "kıyaslama" yoluyla çalıştığı; diğer taraftan insan zihninin işleyişinde tayin edici durumda olan kategorilerin de kültürel olarak ve bir kültür içerisinde şekillendiğini ortaya koydu. Bunların yanında özellikle bilgi sosyolojisi (Wissenssoziologie) alanında yapılan çalışınalar da bu hususta oldukça önemli neticeler elde ettiler. 16 Ancak bu yaklaşım şeklinin inşa edici ve oldukça etkili babalarından olan Goldziher'in bu tavrı nasıl İslam dini, kültürü ve tarihine tatbik ettiğinin genel bir tahlili ve değerlendirmesi için DİA'daki Goldziher maddesine bakılabilir. ı? Fazlurrahınan, İslam and Modernity, s. 2-3. FIKIHTA USÜL MES'ELESİ 689 Ancak, bunu burada gerektiği kadar uzun bir şekilde ele almak yerine, Fazlurrahman'ın teklifinin yöneliş olarak bir Kur'an tefsiri yöntemi olarak düşünülebilecek hermeneutik bir yöntem önerdiği; ancak bu "yöntemin", neticeleri başından belli olan bir gayrete yönelmesi hasebiyle, ne varlık, ne mevzu ve ne de İslam toplumu ile doğrudan alakah olmayıp, en iyi ihtimalle ilkel bir "voluntarizm" örneği teşkil ettiğini söyleyebiliriz. Bu hususta vereceğimiz bir misal şimdilik yeterli olacaktır: Başından itibaren Kur'an-ı Kerim'de ayetlerin büyük çoğunluğunun muhkem ve çok az sayıda müteşabih ayet olduğu kabul edilir; bu husus tevatüren böylece nakledilmiştic Ancak, Fazlurrahman'ın "yeni hermeneutik yöntemi", Kur'an-ı Kerim'i, büyük kısmı muhkem olan bir kitap olmaktan çıkanp, yüzde doksanbeşi müteşabih, sadece yüzde beŞi muhtem olan, yani her isteyenin onda istediğini okuyabileceği, ne mübelligi, ne ilk muhataplan tarafından anlaşılamamış; tebliğ ve beyan edilmediği için, günümüze kadar hep "yanlış" anlaşılmış bir hi tab olarak tasvir edilmektedir. Kur' an-ı Kerim, Fazlurrahman'ın dediklerinden beri olduğuna göre, Fazlurrahman'ın yönteminde bir sıkıntı var demektir. Bu, yöntem teklifinin mevzuyu nasıl değiştirdiğinin örneklerinden sadece birisidir. Bunun tam olarak nasıl gerçekleştiği, kendi başına bir konu olduğu için teferruatını ele almanın yeri burası değildiL 5. Bir Varlık Öğretisi (Ontoloji) ve Yöntem (Metodoloji) Olarak Hermeneutik: Fazlurrahman'ın hermeneutik ile ilgili tavrındaki yegane problem onu yanlış yere, yanlış bir şekilde tatbik etmesi değildir; bunun ötesinde onun hermeneutik ile ilgili -muhtemelen- bilgi eksikliği de belirli. bir hüküm icra etmektedie Mesela onpn Oactamer'in bir eserinde üzerinde durduğu bir tavrı, sadece bir yorum meselesi olarak görerek, bunun üzerinden bazı neticeleri meşrulaştırmaya yönelmesi, onun Hermeneutik'i de epeyce eksik kavradığını göstermektedir. Öncelikle, bir bütün olarak, Hermeneutik'in (veya Hermeneutik'lerin) dayandığı zemin ile Fıkıh UsUlü'nün dayandığı zemini esaslı bir şekilde mukayese ederek, bu mukayese üzerinden Hermeneutik' in Fıkıh UsUlüne göre konumunu belirlemek gerekmektedir, Ancak burada da teferruatlı bir şekilde konuyu ele alma imkanımız yoktur. 5.1. Bir Varlık (Heidegger ve Gadamer) Öğretisi (Ontoloji) olarak Hermeneutik: 690 İSLAMI iLiMLERDE METODOLOJi/USÜL PROBLEMi Hermeneutik, özellikle Heidegger sonrası Hermeneutik, -burada özellikle Almanya' da gelişen Hermeneutik mantıklan da hatırlamak mümkündür- dikkate alındığında, mevzunun dar anlamı ile "yorum" olmayıp, bunun bir "varlık" ve "varoluş" meselesi olarak söz konusu olduğu görülecektir. Bu varlık ve varoluş meselesi ise, yine esas itibariyle, Batıdaki yeniçağ hümanizmi ile doğrudan alakalıdır. Yeniçağ hümanizmi ise, kartezyen tavrın diğer bir adıdır. Hermeneutik'in en temel kavramı "Dünya"dır. İnsan, "birdünyada olan" ve bunun farkında olan varlıktır. İnsanın bu dünyada oluşunu ifade eden en önemli terim ise, "anlamak"tır (Verstehen). Anlamayı yönlendiren ise, "Bewandtnis"dir. Bu terim bl.r "ihtiyaçlı olmayı ve bu ihtiyacı giderme"yi ifade etmektedir. O zaman insanın içinde bulunduğu dünyayı "ihtiyaçlarına bağlı" bir şekilde, her bir "mevcudu", bir ;'şey" olarak algılaması söz konusudur. Burada mevcut, Heidegger' in terimi, ile "Vorhandensein"i ifade ederken, "bir şey" olmayı, "Zuhandensein" ifade eder. Mevcut, var olmakla birlikte, varlığının belirlenmemiş bir bilgisi kendisi ile irtibat kuramadığı hali ifade eder. Bir şey olma ise, insanın bir şekilde kendisi ile, ihtiyaçlarına bağlı olarak bir irtibat kurduğu ve bu irtibat neticesinde onu kendi amacı için kullanılabi­ lir hale getirmesini ifade eder. Bir şey olmak, bir amaç için kullanılabi­ lir olmak anlamına gelmektedir ki, bu "şeyleşme" veya "şeyleştirme", mevcudu "alet" haline getirmek anlamına gelmektedir. İşte insan etrafındaki mevcudu, şey haline getirerek, onu kendi hizmetine sunabilen bir varlıktır ve onun dünyası bu çerçevede belirlenir. Anlamak, insanın içine doğduğu bu dünyayı, ne ise o olarak üstlenmesi, anlamına gelmektedir. Yorum (Auslegung) ise, üstlenilen dünyanın bir sonraki aşamaya taşınmasını sağlayan adımın adıdır. dışında, insanın Dikkat edilecek olursa Hermeneutik'in temel terimi olan anlamak ile Fıkıh, iki farklı medeniyette ortaya çıkmış, iki ayrı varoluş şeklinin ve yöntemin adıdır. Bunlardan hermeneutik, radikal bir hümanizmi varsayarken, Fıkıh sadık haberi kendi varoluşunun ön şartı olarak teslim eder. Bunun teferruatını ayrıca ele almak gerekmektedir. 5.2. Bunun yanında hermeneutik bir tür anlama ve yorumlama yöntemi (metodoloji) olarak da araştırma konusu olmuştur. Bunlardan Protestan teologu Schleiermacher, bu yöntem yoluyla Kutsal Kitab'ı, "müelliflerinden daha iyi anlayabileceği" tezini dile getirirken, Dilthey, FIKIHTA USÜL MES'ELESİ 691 Betti, Hirsch, Rickman, Ricoeur muhtelif şekillerde bir yorum yöntemi olarak geliştirmeye ve kullanmaya çalışmışlardır, 5.3. Netice olarak hermeneutik, sem 'i' veya şer'i hakikati varsayiçin, sadece akli ve lugavi hakikat seviyesini, -o da yine onun ön kabullerini dikkate alarak, yani oldukça dikkatli bir şekilde-, anlamak için kendisinden istifade edilebilir bir yaklaşım şeklidir, Bu çerçevede mesela tarih araştırmalarında, muhtelif metinlerin anlaşılmasında, daha önemlisi günümüz dünyasını anlamaya çalışırken kendisinden istifade edilebilir; ancak Fkıh Usulü'nün hiçbir seviyede ve şekilde bir alternatifi değildir. madığı En iyi ihtimalle Fıkıh Usulü'ne yardımcı bir disiplin olarak görülebilir ki, bu durumda sosyolojik araştırmalar, psikolojik araştırmalar, dilbilimsel :ı.raştırmalar, tarih :.ıra;;tırmalarından d:ıha ayrıcalıklı bir konuma sahip olduğunu söylemek doğru değildir. Geçmişte olduğu gibi bugün de fakihler bu ve benzeri disiplinlerden istifade etmelidirler; ancak onların unutmaması gereken bir husus vardır ki, o da, kendilerinin konuştuğu zemininin, sem'i hakikate dayandığı; sem'i hakikatİn ise, akli ve lugavi olana irca edilemeyeceğidir, 6. "Yeni" yöntem tekliflerinin ortaya çıkardığı sıkıntıları kabaca Dinin felsefileşerek ferdileştirilmesi ve vİcda­ nileşerek sosyal hayatın dışına itilmesi; dinin insani müdahalenin konusu haline getirilmesi, dinin ilahi kökeni ile irtbatını koparıp, bir yorum meselesi haline getirilerek, hümanizme doğru adım atılması. şu şekilde sıralayabiliriz: 6.1. Önemli olan noktalardan birisi de şudur: Fazlurrahman'ın bir yere kadar modifiye edilmiş bir hermeneutik'tir, nihai kertede Fıkhı hem ilim olarak hem de toplumsal bir boyut olarak ortadan kaldırmakta ve Müslüman alimierin faaliyetini "tefsir"e irca etmektedir. Halbuki tefsir ile Fıkıh birbiri ile irtibatlı olsa da birbirinden mevzuları, yöntemleri, garazları ve faideleri açısından farklı ilimlerdir. Birisi diğerini ikame edemez. Bunu çok kısa bir şekilde şöylece özetleyebiliriz: Hiçbir zaman bir tefsir eseri, sadece alıkarn ayetlerini kendisine mevzu olarak da seçse, bir Fıkıh eseri olmadığı gibi, sadece bir Fıkıh eserinde ne kadar fazla ayet iktibas edilirse edilsin ve bunlar hakkında ne kadar yorum yapılırsa yapılsın, bu iktihaslar ve yorumlar bu eseri bir Kur' an tefsiri yapmaya yetmez. yaklaşım şekli, 6.2. Benzer durum Hasan Hanefi'nin yaklaşımı için de geçerlidir. Onun çalışmaları da her ne kadar Fıkıh Usulü hakkında olsa ve hatta 692 İSLAMI iLiMLERDE METODOLOJİIUSÜL PROBLEMi Fıkıh UsCilünü fenomenoloji'nin terimleri ile yeniden inşaya teşebbüs etse de, düşüncesinin neticesi epeyce sekülarist bir ideoloji olmaktan öteye gidememiştir. Sırf entelektüel ve felsefi yaklaşımların, kendi mahiyetleri gereği, bir ideolojide nihayet bulacaklarını, Batı felsefesini takip edenler açıkça görebilirler. 6.3. Cilbiri'nin yaklaşım şekli, -ki, esas itibariyle Fransız yapısal­ cılığının sadakatle takibi ve tatbikinden ibarettir-, netice olarak, İslam kültürü ve Medeniyetini araştırırken, bu kültür ve Medeniyet hakkında "varsaydığı" bir iddiaya, araştırmalannın neticesinde ulaşmış ve buna bağlı olarak da seküler bir siyaset teorisine ulaşmış; her şeyi netice itibariyle demokratik bir toplum oluşturmaya hazırlık olarak yürütürken, İslam Kültür ve medeniyetini Batı'nın mevcut halini dikkate alarak ve bu hali benimsetmeyi istihdaf ederek incelerken aynı zamanda Müslüman toplumların esas itibariyle kurumlar (yapılar) yoluyla yaşadığı; günümüzde ise bu konuda sıkıntılan olduğu; bunu tahakkuk ettirmenin, her şeyi olması gereken batılı yapılara bakarak yeniden şekillendirmek olduğunu göstermeye çalışmıştır. Cabirl'nin bütün eserleri tipik bir "yeni yöntem" özelliği taşıdığı için, kendi başına incelenmeye değer yazılar olmakla birlikte, onun yöntem olarak neyi teklif ettiğini sadece bir misal üzerinden ele almak uygun olacaktır. C ab iri Yeniden Yapılanma isimli eserinde yöntem teklifinin açık ifade ederek, kendi yöntemini veya yöntem olarak nitelendirdiği tezini şu şekilde ifade etmektedir: olması gerektiğini "Herhangi bir işin başarılmasında, ortaya konan görüşün net olması zorunlu olduğundan, sağlıklı bir bakış açısı, ancak geçmişin bakış açıları ile irtibatı kesrnek ve onlarla olan hesabı nihai tarzda tasfiye etmekle elde edilebilir; bu ise, henüz hiçbir alanda gerçekleşmemiştir." 18 Bu ifadeler açık bir şekilde "geçmişin bakış açıları ile irtibatı kesrnek ve onlarla olan hesabı nihai tarzda tasfiye etmek"ten bahsetmektedir. Bu ifadeleri yeterince açık olmakla birlikte, kendi içerisinde ayrı bir kapalılık da taşımaktadır. Bu kapalılık ancak Cilbiri'nin "geçmişin bakış açıları" derken neyi kastettiğinin keşfedilmesi ile giderilebilir. Cilbiri yukarıda iktibas edilen ifadelerin hemen akabinde, geçmiş derken neyi kastettiğini biraz daha açıklarken, aynı zamanda müphemliği de artırmaktadır. Cilbiri şöyle diyor: "Çalışma yöntemi ve boyutu ts Yeniden Yapılanma, s. 8 FIKIHTA USÜL MES'ELESİ bir tarafa, vakıa ve amaçlar üzerindeki düşünme metodu hala çerçevesinde ve onun araçlarıyla yürütülmektedir." 19 693 'geçmiş' Bu ifadede Cabiri "geçmiş" derken kastettiği geçmiş olmayıp hali hazırdır ve Cabiri'ye göre, 'Geçmiş', geçmiş değildir; şu anda etkin olan neyse, geçmiş odur. [Burada sadece şunu hatırlamak yeterlidir: İs­ lam Dünyası bir istilaya maruz kalmış ve bu istila neticesinde kendi geçmişi ile olan irtibatı kopmuştur. Biraz daha aşağıda görüleceği gibi, -burada bu kadarı söylemenin bir mahzuru yok gibi gözüküyor- irtibatın kopuk olduğu ve irtibatın sahih bir şekilde kurulmadığının en ilginç örneklerinden birisini bizzat Cabiri teşkil etmektedir.] Eğer 'Geçmiş', geçmemişse, o zaman geçmemiş olan geçmişin ne olduğu, bunun mahiyeti ile ilgili soru kendisini göstermektedir. Cabiri daha sonraki satırlar­ da, kendi teklifini isimlendirirken, bunu muhtasar ve müfid bir şekilde ifade etmektedir. "Bunun içindir ki, Arap aklının kendi söylemini oluşturmak, mevcut ve gelecek sorunlarına çare bulmak konusunda dayandığı düşünce yöntemiyle ilişiğini nihai bir surette koparmasının zorunluluğunu seslendirdik. Bundan dolayı, ütopik olmayan, realiteye uygun, kendisini yenilemiş bir Arap düşüncesinin doğacağı yeni bir 'tedvin asrı' oluş­ turmanın zorunluluğunu vurguladık." Bu ifadelerde bir zorunluluktan, yukarıda işaret edilen, geçmişte ve -Cabiri' ye göre- hala da etkin olan düşünce yöntemi ile ilişiği koparınanın bir "mecbı1riyet" olduğundan söz edilmektedir. Yani geçmiş ile ilgilenmenin sadece bir tane meşru amacı olabilir, o da geçnıişin bugün niçin "işe yaramaz", hatta "yük", terk edilmesi gereken bir "ağırlık" olduğunun gösterilmesi olmaktadır. Geçmişle alakanın meşru yegane amacı, Cabiri'nin ifadesinden çıkan netice, onun terki olabilir [Bunları söyleyenin, yazılarının hemen hepsinde klasik İslam düşüncesi üzerinde çalışmış birisi olduğunu düşünerek, bu ifadelerden ilk anlaşılanın doğru olup olmadığını tahkik etmek gerekecektir]. oluşmuş edilen husus şunu göstermektedir: Cabiri'nin yöntem, mevzuya uymadığı için, yöntemi gözden geçirmek yerine mevzuyu dönüştürmeye çalışmaktadır. Böylece tipik bir "yeni" yöntem örneği takdim etmektedir. Burada kısaca işaret üstlendiği batılı ise, özellikle Tahir b. Aşı1r'da gördüğümüz şekli ile, İngiliz faydacılarının eserlerinde karşımıza çıka6.4. 19 Makasıdü'ş-şeri'a anlayışı Yeniden Yapılanma. s. 8 694 iSLAMİ iLiMLERDE METODOLOJİ/USÜL PROBLEMi na benzer bir faydacı yaklaşım şeklinin İslamileştirilmesini intaç etmiş; bu ise netice itibariyle nihai olarak insanları dünya içi çıkarları muhafazaya götürdüğü için bir tür içerden sekülerleşmenin bir yolu olmuştur. 6.5. Muhammed Arkoun'un "yöntemi", nihai olarak Kur'an'ı, bütün rivayetlere ve naklindeki tevatüre rağmen, "dekonstrüksüyona" tabi tutarak, sadece geçersiz kılmamakta, bunun ötesinde "yok" etmekte; Kur'an'ı Müslümanların bir "kurgusu" olarak nitelemektedir. 6.6. Bütün bu yaklaşım şekilleri içerisinde, zaman olarak daha önce ortaya atılmış olsa da, yeterince müzakere edilme fırsatı bulunamamış olan bir tez olarak Ziya Gökalp'in "içtimai Usul-i Fıkıh" teklifi, her ne kadar özünde pozitivist bir sosyolojizmi taşısa da, netice itibariyle bir bütün olarak sistemi toplumla bütünleştirme amacını güttüğü için, günür:qüzde yc,ic~n müzakere edilmesi gereken bir tez olarak gözükmektedir. Burada dikkat edilmesi gereken en önemli nokta, bu tezin içinde en önemli damarın bütün bir hayatı "içerden" sekülerleştirmesi olması itibariyle, uzak bir gelecekte Müslümanların İslam ile irtibatlannı zayıflatarak, toplumsal pratiği Kur'an ve Sünnet'i ikame ettirmeye kadar götürebileceği hatırda tutulmalıdır. Ancak burada unutulmaması gereken nokta, Kitap ve Sünnet ile irtibatı, sırf entelektüel bir yolla elde etmenin mümteni olduğu; bunun muhtemel yolunun toplumsal pratik tarafından tevatüren nakledilen cihet üzerinden ve buna dayanarak daha sahih bir şekilde sağlanabileceğidiL 20 taşıdığı 7. Fıkıh Usulü hakkında daha açık bazı tasavvurlar oluşturmak için bizim Batı Medeniyetinde bakmamız gereken düşünür ve disiplinler arasında olmaması gereken veya ilk planda bakılınaması gereken şahıs ve alanlar arasında "hukuk"u zikretmek gerekir. Her ne kadar bu alanda bazı mukayeseli çalışmalar yapılabilir ve bu çalışmalar belli ölçüde faydalı olabilirse de, nihai olarak Fıkıh ile hukukun aynileştirilmesi tehlikesi vardır ve bu durum, çok sayıda örneğini en azından oryantalistlerde gördüğümüz, ciddi yanlış anlarnalara götürmektedir. Buna karşılık ilk olarak bakılması gereken alan bütün bir toplumsal varlık alanını sadece tasvir etmek amacıyla değil aynı zamanda yeniden inşa etmek/sürdürmek amacıyla kendisine konu edinen ve bu ha20 Herkese Ceniib-ı Hakk'ın zaman ve mekandan ınünezzeh olduğunu felsefi delillerle anlatmak mümkün olmadığı için, bazı insanların Ceniib-ı Hakk'ın ''semiida" olduğunu düşünmesini. itikiidl açıdan problemli olarak kabul etmek anlamlı değildir. FIKIHT A USÜL MES 'ELESi 695 liyle hem hukuk, hem ahlak hem bilim ve hem de sanat alanlarını temellendirme ve bunlar arasında bir "cihet-i vahdet" tesis etme iddiasında bulunan yaklaşımlardır. Bunlar arasında benim görebildiğim kadarıyla Fıkıh Usı1lü ile mukayese edilebilir en önemli ve ilk planda hatı­ ra gelen düşünür Jürgen Habermas ile Niklas Luhman, disiplin olarak da özellikle Talcott Parsons ve onun oluşturduğu geleneği sürdüren sosyolojidir. 21 Bu çerçevede gerçi özellikle "semiotics" de, en azından iddia olarak, böyle bir mukayeseye elverse de, tesiri açısından bakıldığında sosyoloji ve Habermas-Luhman'ın etkisi kadar etkin olduklarını söylemek mümkün değildir [Bu çerçevede belki Max Weber bir yere kadar dikkate alınabilirse de, onun yaklaşım şeklinin daha çok tarih veya tarihi sosyoloji içerisinde yer alarak, normatİf bir talep içermemesi veya içerdiği normatİf kısım -tarihi olarak tasvir edilen hiçbir zaman sadece tasvir olarak kalmaz-, Fıkıh ve Fıkıh Usulünde bulunan normatif talep ile mukayese edilebilir bir konumda bulunmaması cihetinden Fıkıh Usulü ile mukayesesini yapmak doğru olmayacaktır], Buna karşılık hem Habermas'ın hem de Luhman'ın tezleri, oldukça vurgulu bir normatif talep de içermektedir. Bu yönden bunları bir mukayesede, daha doğrusu klasik Fıkıh ve Fıkıh Usulüne yaklaşmak için bir hazırlık gayretinde kullanmak mümkündür, hatta oldukça faydalı neticeler verebilir. 21 Luhmann doğrudan doğruya Parsons'un ekolünü epeyce dönüştürerek sürdürve Habermas da temel tezlerini Parsons'u ciddi bir şekilde dikkate alarak dile getirdiği için, Parsons ekolünden sayılabilirler, Bu çerçevede Habermas'ın Theorie des kommunikativen Handelns, Frankfurt 1981, 2 cilt; Faktizitaet und Geltung; Vorstudien und Ergaenzungen isimli eserleri ile bunlara arkaplan teş­ kil eden Karl-Otto Apel'in Transformatian der Philosoplıie, 2 cilt ve Diskıirs und Verantwortung isimli eserleri; Luhman'ın Soziale Systeme, Das Reclıt der Gesellsclıaft, Die Wissensclıaft der Gesellsclıaft, Die Gesellsc!ıaft der Gesellschaft, 2 cilt, Die Politik der Gesellschaft, Die Religion der Gesellschaft gibi eserleri; Parsons'un başta The Structure of Social Action, 2 cilt, Towards a General Theory of Action, The social System isimli eserleri ile Guy Rocher'in Introduction a la sociologie generale isimli üç ciltlik eseri (Paris 1968) önemli bazı fikirler verebilir. Bunların yanında başka sosyolojik yaklaşımlar da söz konusu edilebilirse de (özellikle fenomenolojik sosyoloji, Schütz ve Etnometodoloji), bunlar burada zikredilenlere göre daha kısmi ve mevzi! kaldıkları için, Fıkıh ve Fıkıh Usulü'nün şumulü ile mukayese edilebilir bir iddia taşımamak­ tadır, Burada ele alınan Habermas'ın yaklaşım şekli, Fıkıh ve Fıkıh Usulünden farklı olarak, tatbik edilen bir "yöntem'" değil, tatbik edilmesi arzu edilen, bu haliyle epey bir yere kadar ütopik denilebilecek bir yaklaşımdır, Yani biz, burada bir gerçekliği bir ideal ile ınukayese edeceğiz veya irtibatlandıracağız. düğü iSLAMİ iLiMLERDE METODOLOJi!USÜL PROBLEMi 696 Habermas, muhtelif eserlerinde toplumu sürdürmenin ve belli öletmenin bir yöntemi olarak "komünikatif davranış teorisi"ni geliştirmiştir. Bu teorinin kabaca neleri ihtiva ettiğini zikredecek olursak, niçin Fıkıh UsUlü ile bu yaklaşım şekli arasında bir irtibat kurduğumuz ve meseleyi -en dar anlamıyla- sırf yazılı metinleri "anlama ve yorumlama" meselesi olarak görmeyip, bunun ötesinde bir toplumsal mesele olarak asli yerine yerleştirme ihtiyacı duyduğumuz daha iyi anlaşılır. Şimdi Habermas'ın eserinin kabaca bir içindekiler kısmını zikrederek, bunu bir Fıkıh UsUlü eseri ile kabaca mukayese ederek, son zamanlarda Fıkıh UsUlü ve Fıkıh ile ilgili müzakere ve araştırmaların nerede yanıldığını biraz daha netleştirmeye çalışalım. çüde ıslah Habermas, önce "rasyonalite" meselesini ele almakta; bundan sonra "hayat dünyası"nı (Lebenswelt) ele alarak, bundan sonra "sistem"i" bir tahlile tabi tutmaktadır. Esas hayat dünyası olmakla birlikte, bunu önemli bir hale getiren "rasyonalite"dir. Hayat dünyasının rasyonel bir şekilde işlenmesi, iktisat, siyaset, eğitim, bilim ve sanat gibi muhtelif sistemleri ortaya çıkarmaktadır. Onun bütün sıkıntısı bütün bu süreci iletişim esası üzerinden ve demokratik bir şekilde düzenlemektir. Bunu yaparken müteal bir iletişim zemini aramakta (Transzendentalpragmatik) bunu da insanın iletişim gücünde bulmak istemektedir. Habermas'ın bütün bu gayretlerinde amacı, sistemin hayat dünyasına, insanın insana tahakkümünü, yani kula kul olmayı ortadan kaldırmak ve insanların hakikatte özgür olduğu bir vasat ortaya çıkarmak gibi gözükmektedir. Bunu yapabilmek için Habermas, yeniden metafiziğe yönelmekte, ancak bulduğu metafizik, Kant'ın, dolayısı ile Descartes'in kurgusu dışına çıkamamaktadır. Yine de gündelik hayatı aşan ve gündelik hayatın kendisine bağlı olarak anlamını ve düzenini kazandığı bir esas, bir "asıl" arayışı, onun bu tavrını haklı olarak, bir tür "teoloji" olarak kabul eden farklı bir reaksiyon doğurmaktadır. Nihai olarak bütün sıkıntı, -bu sadece Habermas için geçerli de- ğildir, bütün bir Batı düşüncesi için geçerlidir,- Kitap ve Sünnet'! ika- me etme meselesidir; rasyonalite üzerindeki bütün tartışmalar, nihai olarak toplumsal hayatı oluşturan ve taşıyan "normatif' -buna inşfil de diyebiliriz- zeminin bulunmaması ve bunun bir şekilde ikame edilmesi en önemli mesele gibi gözüküyor. Daha önce Hegel'in normatİf esas olarak devlet iradesini kabul etmesi, bir taraftan komünizme diğer taraftan Nazilik ve faşizme ulaş- FIKIHTA USÜL MES'ELESİ 697 tırdığı için, yanılmaz ve kutsal devlet kabul edilememekle birlikte, devletten kurtarılacak normatİf alanın boş bırakılması mutlak bir kaosu ortaya çıkaracaktır. Ahlak alanında konvansiyonelleşme netice itibariyle daha farklı bir fragmentasyonu kendisi ile birlikte getirecek ve zaman içerisinde küçük küçük birimler ortaya çıkarak, yeniden bir feodal parçalanma yaşanacaktiL Aslında bütün bunların şu veya bu şekilde Batı'yı bekleyen kaçınılmaz kader olduğunu söylemek bir kehanet değildir. Çünkü "O'nun vechi dışında her şey tani"dir. 8. Sonuç olarak, benim kendi hayatımda bittecrübe ulaştığım ve burada kısaca ortaya koymaya çalıştığım husus, "yeni" anlama ve yorumlama yöntemlerinden hermeneutik ve analitik dil felsefesi, epey bir yere kadar yapısalcılık Fıkıh Usı1lü'nün ikamesi için değil, Fıkıh Usulünün g~reği gibi anlaşılması için istifade edilebilecek yöntemler olarak kabul edilebilir. Ama bunların hiç birisi, ne kadar tadil edilirlerse edilsinler, Fıkıh Usı11ü'nü ikame edemezler. Fıkıh Usulü'nün hareket noktası ve durduğu zemin "akıl sahiplerini hüsn-i ihtiyarları ile kendinde hayırlara sevkeden ilahi vaz ""dır ve bu vaz' 'ın bize ulaşma şeklini anlama şeklinden ayırmak mümkün değildir. Fıkıh Usulü, nesillerin bu ilahi vaz 'ı birbirlerine bütün varlık seviyelerinde ulaştırmalarının yöntemi olduğu için, Fıkıh Usı1lünü öğrenip öğreterek muhafaza etmemiz, bu dini, yani emaneti bizden sonrakilere, bizden öncekilerin bize ulaştırdığı gibi ulaştırmamızın da ön şartıdır. Ama Fıkıh Usulünün ne öğrenilmesinin ne de öğretilmesinin asil amacı hiçbir dönemde "dinin nakledilmesi" olmamıştır ve hiçbir zaman da olmamalıdır. Fıkıh Usulünü öğrenme öğretmenin sadece bir tane amacı olabilir, Müslüman olarak yaşamak, Din, tayin edici bir şekilde, yaşana­ rak nakledilir. İkinci olarak üzerinde hassasiyetle durulması gereken nokta, ge- nel olarak dini ilimler özel olarak da Fıkhın karşı karşıya kaldığı meseleler bir yere kadar dar anlamıyla bir yöntem meselesi olarak kabul edilebilir; ancak dar anlamıyla yöntem, fıkha dışardan getirilecek bir şey değil, doğrudan Müslümanın hayatından çıkan ve esasını her halde dinin mübelliğinde bulmak zorunda olan bir şey olmalı ve bu yine amell tevatürü dikkate alarak, bütün sistemini amell tevatür üzerine inşa etmelidir. Arneli tevatürü ihmal eden bir yaklaşım, iyi bir felsefe sistemi, önemli bir entelektüel başarı olabilir; ama buna hiçbir zaman Fıkıh veya Fıkıh Usı1lü denilemez, Çünkü Fıkıh ve Fıkıh Usı1lü nihai olarak İslam 698 iSLAMİ iLiMLERDE METODOLOJİIUSÜL PROBLEMi toplumunun varoluşunu sürdürmenin takib ve tahkik edilebilir yollarını ifade etmektedir. Bunun ferdi-entelektüel bir tarafının olması, sadece ferdi-entelektüel bir gayret olduğu anlamına gelmez; doğru olduğu kesin olarak bilinenden hareketle ve müdellel olarak meselderin halledilmesi demek olan ictihad, sadece Müslümanlada hemhal olan ve Müslümanların sıkıntılarını ve meselelerini kendi şuurunda taşıyan ve nihai olarak ulaştığı neticelerin hesabını diğer Müslümanlara ve Yüce Allah'a verebilen alimierin işidir.