İKİ AYLIK SİYASİ / TEORİK GAZETE Karkerên jin û mêr! Ji xeynî zencîrên we tiştekî we yê wendakirinê tune! Hûn dikanin cîhanekê nu wergirin! Kadın ve erkek işçiler! Zincirlerinizden başka kaybedecek birşeyiniz yok! Kazanacağınız yeni bir dünya var! EYLÜL/EKİM 2014/05 ❍ FİYATI 2 TL ❍ ISSN 1302-692X171 • EDİTÖRDEN editörden - içindekiler Değerli okuyucu, bu sayımızın ilk sayfalarını tahmin edeceğiniz üzere Cumhurbaşkanlığı seçimine ve bu konudaki yaklaşımlarımızı ortaya koyan yazılara ayırdık. Geçtiğimiz günlerde HDP ve Halk Cephesi arasında yaşanan şiddet olayına ilişkin takındığımız tavrı ve sol içi şiddetin ortadan kaldırılması için nasıl bir yöntemin izlenmesi gerektiğine dair bir öneriyi sayfalarımızın devamında bulabilirsiniz. Gündem sayfalarımızda irdelediğimiz yazılar ise 1 Eylül, 12 Eylül ve ‘İnsani Gelişme Raporu ve Türkiye’ konulu makaleler. İlgiyle okuyacağınızı umuyoruz. Kadın sayfalarımızda Türkiye’nin de imzacısı olduğu ve çeşitli Avrupa ülkelerinin imza attığı kadına yönelik şiddetin önlenmesine ilişkin ‘İstanbul Sözleşmesini’ ele aldık. Fuhuşa karşı mücadelenin nasıl yürütülmesi gerektiğini ele alan iki yazı yine aynı sayfalarımızda okuyabilirsiniz. Bu sayıdaki Panorama sayfalarımızın ağırlığını, IŞİD, Irak Güney Kürdistan’da yaşanan gelişmeler ve Rojava’daki durum oluşturuyor. ‘Dünya Futbol Şampiyonluğu ve Protestolar’ başlıklı yazı, Panorama sayfalarımızdaki bir diğer yazı. Sayfalarımızın devamında Siyonist İsrail devletinin Gazze’ye yönelik işgal ve katliamlarını teşhir eden bir yazıya yer verdik. Okur köşemizde Erdoğan’ın Viyana ziyareti ve Hindistan’daki gelişmeleri ele alan yazılar var. ICOR’un 2. Dünya Konferansında aldığı kararları yayınlamaya devam ediyoruz. Bu sayıda ICOR’un çeşitli konularda aldığı kararları bulabilirsiniz. Gelecek sayıda görüşmek dileğiyle... YDİ Çağrı Eylül 2014 ✓ İÇİNDEKİLER GÜNDEM CUMHURBAŞKANLIĞI SEÇİMİ YAPILDI ERDOĞAN 12. CUMHURBAŞKANI. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 3 CUMHURBAŞKANLIĞI SEÇİMİ VE BİZ. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 7 GÜNCEL KANAYAN BİR YARA: SOL İÇİ ŞİDDET!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 10 BİR ÖNERİ... . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 11 EMPERYALİST SAVAŞLARA HAYIR! YA BARBARLIK, YA SOSYALİZM!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 13 12 EYLÜL FAŞİST ASKERİ DARBE DAVASI ÜZERİNE. . . . . . . . . . . . . . 21 İnsani Gelişme Raporu . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 24 ve Türkiye. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 24 YENİ KADIN DÜNYASI KADINA ŞİDDETE KARŞI “İSTANBUL SÖZLEŞMESİ”. . . . . . . . . . . . . . 27 FUHUŞA KARŞI MÜCADELE SİSTEME KARŞI MÜCADELEDİR!. . . . . . 29 FUHUŞUN KAYNAĞI ERKEK EGEMEN DÜZENDİR! . . . . . . . . . . . . . . . 31 PANORAMA IŞİD’in saldırıları ve gelişmeler!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 34 2 5 Temmuz sonrası gelişmeler.... . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 42 Kurdistana Rojava’da gelişmeler!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 45 “Dünya Futbol Şampiyonluğu” ve protestolar.... . . . . . . . . . . . . . . 48 HALKLARIN KARDEŞLİĞİ İÇİN FIRTINA EKEN KASIRGA BİÇECEKTİR!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 53 OKUR MEKTUBU ERDOĞAN VİYANA’DAYDI . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 56 NE “SULTAN” ERDOĞAN – NE IRKÇI DEVLET! . . . . . . . . . . . . . . . . . . 58 2014 PARLAMENTO SEÇİMLERİNİN SONUÇLARI ÜZERİNE. . . . . . . . 60 ICOR PROLETER MALİ SİYASETİN BİR OFANSİFİNİ GELİŞTİRELİM. . . . . . . 64 ÇEŞİTLİ ÜRÜNLERLE TİCARET YAPMA ÜZERİNE. . . . . . . . . . . . . . . . . 65 LİMAN İŞÇİLERİ – DENEYİM ALIŞVERİŞİ . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 66 İRAN ÜZERİNE . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 66 MARİKANA’DAKİ PLATİN MADEN OCAĞININ İŞÇİLERİ İLE DAYANIŞMA . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 66 FİLİSTİN – ANLAŞMAZLIĞININ ADİL VE DEMOKRATİK BİR ÇÖZÜMÜ İÇİN! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 67 Yeni Dünya İçin ÇAĞRI Gazetesi adına Sahibi: Metin Yoksu • Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Metin Yoksu • Yönetim Yeri ve Adresi: Fatih Mah. Bahçeyolu Cad. Ülbeği İş Merkezi No: 9 Kat: 4 Esenyurt/İstanbul • Tel/Fax: (0212) 620 67 57 • Sayı: 171 · Eylül/Ekim 2014 • ISSN 1301692X171 • Fiyatı: Türkiye: 2 TL · Türkiye Dışı: 3,00 Euro • Baskı: Berdan Matbaacılık Davutpaşa Cad. Güven San. Sit. C Blok No: 215-216-239 Topkapı/İstanbul Tel: (0212) 613 11 12 • Yayın Türü: Yerel Süreli • www.ydicagri.net · info@ydicagri.net T.C. tarihinde ilk defa 10 Ağustos’ta Cumhurbaşkanını seçmek için milyonlar sandık gündem CUMHURBAŞKANLIĞI SEÇİMİ YAPILDI ERDOĞAN 12. CUMHURBAŞKANI başına gitti. RTE 12. Cumhurbaşkanı seçildi. YSK’nın açıkladığı kesin seçim sonuçları şöyle: D) YURT İÇİ, YURTDIŞI VE GÜMRÜK SANDIKLARI DAHİL CUMHURBAŞKANI SEÇİM SONUCU KAYITLI SEÇMEN SAYISI 55.692.841 OY KULLANAN SEÇMEN SAYISI 41.283.773 GEÇERLİ OY SAYISI 40.545.902 GEÇERSİZ OY SAYISI 737.871 KATILMA ORANI 74.13% ADAYIN ADI SOYADI YURT İÇİ YURT DIŞI GÜMRÜK KASEÇİM SONUCU SANDIK SEÇİM PILARI SANDIK SONUCU SEÇİM SONUCU TÜRKİYE GENELİ TOPLAM ORAN (%) RECEP TAYYİP ERDOĞAN 20.670.920 143.922 185.418 21.000.260 % 51.79 SELAHATTİN DEMİRTAŞ 3.914.832 22.580 21.098 3.958.510 % 9.76 EKMELEDDİN İHSANOĞLU 15.433.609 64.495 89.028 15.587.132 % 38.44 GENEL TOPLAM 40.019.352 230.997 295.544 40.545.902 100% 3 RTE’nin başarısı… gündem 4 *Bu sonuçlar içinde ilk dikkati çeken nokta, seçime katılım oranının düşük olmasıdır. 30 Mart yerel seçimlerine katılım oranı % 88.64 olarak gerçekleşmişti. Kuşkusuz bunda yerel seçimlerin AKP’ye hayır referandumuna dönüştürülmesinin önemli payı vardı. *Cumhurbaşkanlığı seçiminde katılımın düşük olması RTE’ye yaradı. Katılım oranı ne kadar düşük olursa ilk turda RTE’nın seçilme ihtimali yüksek ihtimaldi. Nitekim öyle oldu. RTE, yerel seçimlere göre 150 bin civarında oyunu artırmış olmasına rağmen, katılımın düşük olmasının etkisiyle, oy oranını yüzde 51.71’e çıkarttı. * Seçimin galibi RTE ve AKP’dir. Özelde RTE’nin seçim kampanyasındaki performansı, evet devlet imkânlarını da kullanarak yaptığı propagandanın önemli etkisi yanında, AKP örgütünün disiplinli ve örgütlü çalışmasının da önemli rolü vardır. Aynı zamanda 9 milyon üyeli yapının bunda önemli rolü vardır. * Erdoğan’ın seçilmesi ile birlikte görünürdeki parlamenter sistemden, başkanlık sistemine geçiş yönünde önemli bir adım atılmıştır. RTE nasıl bir Cumhurbaşkanı olacağının mesajlarını seçim sürecinde vermiştir. AKP genel başkanı gibi de çalışacak olan bir Cumhurbaşkanı! RTE’nın seçilmesi ile birlikte bugüne kadar Cumhurbaşkanlığını partiler üstü gösteren sistem esas olarak tarihe karışmıştır. Erdoğan’ın istediği doğrudan başkanlık sistemidir. 12 Eylül referandumundan bu yana, Anayasada yapılan değişiklikler sonucu, var olan sistem parlamenter sistem olmaktan çıkmış, yarı başkanlık sistemine dönüşmüştür. 12 Eylül Anayasasından bu yana. Henüz başkanlık sisteminin yasal alt yapısı yoktur. 2015 ge- nel seçimlerine kadar başkanlık sisteminin yasal alt yapısı oluşturulmaya çalışılacaktır. AKP’nin bir kaza olmazsa hesabı budur. Bu hesabın ne kadar tutacağını ileride göreceğiz. RTE’nin cumhurbaşkanı seçilmesi sonrasında bu kez de yeni başbakanın kim olacağı merak edilmeye başlandı. Muhalefette AKP’nin içinde bu noktada bir çatlak oluşacağı beklentileri arttı. Ancak kısa süre sonra bu beklenti de boşa çıktı. RTE halefini belirledi: Dışişleri Bakanlığı görevini yürüten Ahmet Davutoğlu RTE’den sonraki başbakan ve AKP Genel Başkanı olacaktı. Seçimlerin esas kaybedenleri ve artçı depremler… *Anti AKP’cilerin çatı adayı İhsanoğlu beklentileri karşılamadı. Yerel seçimlerde CHP ve MHP’nin aldığı toplam oyun altında oy aldı. 30 Mart yerel seçimlerinde CHP, MHP’nin toplam oy oranı % 44,1 idi. CHP ve MHP yerel seçim sonuçlarına göre 4 milyon civarında seçmenini kaybetti. İhsanoğlu, 30 Mart yerel seçimlerinde iki partinin aldığı toplam 19 milyon 427 bin oydan 4 milyon civarında düşük oranda 15 milyon 433 bin –yurt içi–¬ oy aldı. *İhsanoğlu’nu aday göstererek AKP tabanından oy gitmesinin engellenmesi için ortaya çıkarılan ortak adayı ortada bırakan MHP’nin, tabanının AKP’ye kayması noktasında RTE’nin milliyetçi söyleminin önemli etkisi vardı. RTE, ‘tek’çi politikalara yaptığı vurguyla, (tek millet, tek devlet, tek bayrak) Filistin sorunundaki söylemiyle, kampanya sırasında ‘çözüm sürecinden bahsetmemesiyle’ vs. vb. MHP’li seçmenin bir bölümünü kendisine oy vermeye ikna edebildi. gündem alma hesapları yapanlar fena halde yanıldılar. İslam soslu iki adayın olduğu yerde, hele hele bunlardan birinin RTE olduğu yerde, İhsanoğlu’nun hiç şansı yoktu. İhsanoğlu faktörü RTE’a yaradı. İlk turda seçilme ihtimalini güçlendirdi. *İhsanoğlu’nun aday gösterilmesinden rahatsız olan CHP seçmeninin bir bölümü, -ulusalcı kesimsandık başına gitmedi. Sandığa gidenlerin bir bölümü Demirtaş’a oy verdi. CHP ve MHP dışında irili ufaklı 12 Partinin desteği de işe yaramadı! *CHP’nin içindeki muhalefet seçimden yenilgiyle çıkılmasının esas nedeni olarak aday belirlemede ciddi yanlış yapılmasını gösterirken, merkez yönetimi yeterince çalışılmamasını ve sandığa gidilmemesini gösterdi. Yenilgiyi bir türlü sindiremeyen muhalefet, bu kez de yenilginin sebebini anketlerde aradı. Anketlerdeki RTE nin % 56 civarında gösterilmesinden hareket ederek hatta RTE’nin başarısız olduğunu dahi iddia ettiler. Bu sonuçtan sonra CHP’nin içi bir kez daha karıştı, İhsanoğlu’nun aday gösterilmesinden rahatsız olan ulusalcı kanat kazan kaldırdı. CHP içinde kurultay sesleri yükseldi. Bu seslerin yükselmesi üzerine CHP MYK olağanüstü kurultay kararı aldı. 5-6 Eylül tarihlerinde toplanacak olan olağanüstü kurultayda M. İnce CHP Genel Başkanlığına aday olduğunu açıkladı. Kurultay CHP’nin bölünmesi de dâhil her türlü olasılığa gebe görünüyor. * CHP gibi seçimin kaybedenlerinden birisi de MHP oldu. MHP’nin özellikle İç Anadolu’da büyük oy kaybı yaşadığı, yapılan çeşitli değerlendirmelere göre 1,5 milyon civarında oyun RTE’ye verildiği görüldü. MHP ve CHP’nin ortak adayı olan Ekmeleddin İhsanoğlu’nun beklenilenden daha düşük bir oy almış olması MHP’de de krize yol açtı. İhsanoğlu’nu desteklemekle birlikte MHP’nin, aktif bir kampanya yürütmediği, bunun sorumlusunun MHP yönetimi, esasta da Devlet Bahçeli ve Yerel Yönetimlerden sorumlu Başkan Yardımcısı Sadir Durmaz olduğu dillendiriliyor. CHP’deki gibi gürültülü olmasa da MHP’de de Devlet Bahçeli’ye yönelik cılız da olsa ‘istifa’ sesleri yükseliyor. Tüm çalkantılara rağmen MHP’deki krizin ciddi bir iç değişikliğe yol açmayacağını ve Bahçeli’ye alternatif bir başkan adayının çıkmayacağını söyleyebiliriz. Buna rağmen esasta MHP oylarının AKP/RTE’ye Seçimin bir başka kazananı: Demirtaş *Selahattin Demirtaş’ın adayı olduğu HDP, 30 Mart yerel seçimlerine göre oyunu en fazla artıran parti oldu. 30 Mart yerel seçimlerinde yaklaşık 2,5 milyon olan oyunu, Cumhurbaşkanı seçiminde Kuzey Kürdistan dışında Türkiye’den de oy alarak 4 milyona çıkardı. Demirtaş, Karadeniz ve İç Anadolu’da HDP’nin bindelik dilimde yer alan oy oranını ilk kez yüzdelik dilime taşıdı. Seçime katılım oranının düşmesiyle birlikte yaklaşık % 7 olan HDP’nin oy oranı yüzde 10 barajına dayandı. HDP Kuzey Kürdistan’da oylarını artırmasının yanı sıra, Türkiye’de de oylarını artırdı. Demirtaş İstanbul’da 30 Mart’ta yüzde 4,8 oranında oy alan HDP oyunu yaklaşık yüzde 9,5’e çıkarırken, Ankara’da yüzde 0,9 olan oy oranını yaklaşık yüzde 3’e yükseltti. İzmir’de de yüzde 3,4 olan oy oranı Demirtaş’ın adaylığıyla birlikte yüzde 8’e çıktı. HDP’nin 30 Mart’ta bindelik dilimlerde oy aldığı Zonguldak, Bartın, Kastamonu, Sinop, Samsun, Ordu, Giresun, Trabzon, Rize, Artvin’deki oy oranları yüzde 1,2 ile yüzde 2,5 arasına çıktı. *HDP’nin Demirtaş şahsında oylarını artırmasının temelinde; HDP’nin Türkiye partisi olmak istemesi, Kürt ulusal sorunu dışında, demokratik talepler temelinde siyaset geliştirmesi, savunması; İhsanoğlu’nun aday gösterilmesine tepkili CHP seçmeni özellikle Alevi oylarının bir bölümünün Demirtaş’a kayması vb. vardır. Biz seçim kampanyasında Demirtaş’ın desteklenmesi gerektiğini söyledik. Bunu HDP’nin ve Demirtaş’ın burjuva demokrasisine diğer aday ve partilerden daha yakın olması ile gerekçelendirdik. Yürüyen seçim kampanyasında Demirtaş’ın ortaya koyduğu performans bu görüşümüzde ne kadar haklı olduğumuzu göstermesi yanında, burjuva siyasi sistemde uygun yol ve yöntemlerle kitlelere gidildiğinde burjuva demokrat muhalefetin gelişebileceğini de gösterdi. Alınan oyların bir bölümünün CHP’ye tepki oyları olduğunu akıldan çıkarmadan ve bu başarıyı 5 gündem abartmadan Demirtaş’ın seçim başarısının, sisteme muhalif olan toplumsal hareketin geliştirilmesi bakımından önemli olduğunu söylemek mümkündür... Türkiye’nin hemen her bölgesinden Demirtaş’a oy çıkmış olması demokratik muhalefeti birleştirmek açısından da önemli bir olanak yaratmıştır. Bu noktada HDP’nin kendi içinde de demokrasiyi daha fazla işletmesi var olan cepheyi daha da genişletecektir. Bu başarının sürdürülmesi ve toplumsal muhalefet cephesinin genişletilmesi HDP’nin önümüzdeki dönemde izleyeceği politikalara bağlıdır. Ancak anda söylenmesi gereken önemli noktalardan birisi, son cumhurbaşkanlığı seçimlerindeki başarıdan hareketle 2015 seçimlerine parti olarak girme yanlışına düşülmemelidir. Demirtaş’ın Cumhurbaşkanlığı seçimlerindeki başarısından en büyük payın seçilen çatı adayına duyulan tepki olduğu ve buna bağlı olarak Alevilerin tepki oylarının Demirtaş’a yönelmesi olduğu unutulmamalıdır. ni söyleyenler, ‘çoğunluk adına’, ‘halk adına’ iktidara geldiler ve sistemin sürdürücüsü oldular. Ancak emekçi kitleler açısından özde bir şey değişmedi, değişmeyecek de! Çünkü hâkim sınıf siyasetçileri hangi hikâyeyi anlatırlarsa anlatsınlar, her seçim kazananından/kaybedeninden bağımsız olarak burjuva siyasi sistemi güçlendirmeye hizmet eder. Tıpkı son cumhurbaşkanlığı seçimlerinde olduğu gibi: T.C. devletinin 12. Cumhurbaşkanı seçildi. İşçiler, emekçiler açısından değişen bir şey olmayacak. Burjuvazinin egemen olduğu şartlarda seçimler işçilerin, emekçilerin temel sorunlarını çözemez. İşçilerin, Bir hikâye anlatmak… 6 Cumhurbaşkanlığı seçimi sonuçlarının açıklandığı ve RTE’nin seçimin galibi olduğu, çatı adayla seçimlere katılan MHP ve CHP’nin seçimin esas kaybedenleri olduğu ortaya çıktığı saatlerde televizyonlarda yorum yapanların bir bölümü, AKP’den kurtulmanın formülünü ortaya koyuyor ve kaybeden partilerin ‘yeni bir hikâye’ anlatmaları gerektiğinin altını çiziyorlardı. Evet, ‘yeni bir hikâyeye’ ihtiyaç vardı onlara göre… AKP’nin anlattığı gibi bir hikâye, ekonomik, siyasi, sosyal manzumeler silsilesi olmalıydı. Kitleleri ikna edecek bir hikâye ile ancak AKP’nin siyasetteki hâkimiyetine son verilebilirdi!!! Burjuva siyasetinde ‘hikâye anlatmak’ yeni bir şey değildir. Bugüne kadar hep hikâye anlatıldı ve kitleler burjuva siyasetin kuyruğuna hikâyeler üzerinden bağlandı. Var olan sistemin devamı hikâyeler üzerinden sağlandı. Hikâyesi diğerlerinden daha albenili olanlar, kitlelere hikâyelerini inandıranlar ve hâkim sınıfların çıkarları doğrultusunda hareket edecekleri- emekçilerin temel sorunlarını çözecek olan, devrimdir, halk iktidarıdır. Gerçek kurtuluşun ancak ve ancak devrimle gerçekleşeceği düşüncesi bugüne dek anlatılan/bundan sonra anlatılacak olan hikâyelerin tek alternatifidir. 23.08.2014 ✓ gündem CUMHURBAŞKANLIĞI SEÇİMİ VE BİZ Anayasa’da yapılan değişiklik sonucu, Cumhurbaşkanlığı seçiminde TBMM’nin belirleyici olma özelliği korunmaktadır. Bir kişinin Cumhurbaşkanı adayı olabilmesi için en az yirmi milletvekilinin imzası gerekmektedir. Yirmi milletvekili imzasının yanı sıra, Cumhurbaşkanı adaylığı için üniversite/yüksek okul mezuniyeti şartı getirilmiştir. Bunlar gerçek anlamda devrimci, bağımsız bir kişinin Cumhurbaşkanlığına aday olmasını en baştan engelleyen şartlardır. 10 Ağustos 2014’te Cumhurbaşkanlığı seçiminin birinci turu yapılacaktır. T.C tarihinde ilk defa Cumhurbaşkanı doğrudan halk tarafından seçilecektir. Cumhurbaşkanı, 2007’de Anayasa da yapılan değişikliğe kadar meclis tarafından yedi yıllığına seçiliyordu. 2007’de Anayasa da yapılan değişiklik sonucu Cumhurbaşkanı, halk tarafından en fazla iki defa beş yıllığına seçilecektir. TC. tarihinde bugüne kadar yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimleri anti demokratikti. Bu defada ki de onlardan farklı olmayacaktır. Anayasa da yapılan değişiklik sonucu anti demokratik öz korunmaktadır. Neden? Daha önceleri TBMM’de bulunan milletvekilleri “halk adına” Cumhurbaşkanını seçiyordu. Anayasa değişikliği ile halk sadece oy kullanacaktır. Halkın Cumhurbaşkanlığı için aday belirleme imkanı yoktur. Halktan insanların Cumhurbaşkanlığı adayı olması mümkün değildir. Anayasa’da yapılan değişiklik sonucu, Cumhurbaşkanlığı seçiminde TBMM’nin belirleyici olma özelliği korunmaktadır. Bir kişinin Cumhurbaşkanı adayı olabilmesi için en az yirmi milletvekilinin imzası gerekmektedir. Yirmi milletvekili imzasının yanı sıra, Cumhurbaşkanı adaylığı için üniversite/yüksek okul mezuniyeti şartı getirilmiştir. Bunlar gerçek anlamda devrimci, bağımsız bir kişinin Cumhurbaşkanlığına aday olmasını en baştan engelleyen şartlardır. Mecliste bulunan milletvekilleri tarafından belirlenen C u m hu r b a ş k a n l ı ğ ı adaylarına, halkın oy vermesi istenmektedir. Halkın belirlemediği ve üstten dayatılan adaylardan birinin tercih edilmesinin istenmesinin demokrasi ile bir ilgisi yoktur. Cumhurbaşkanlığı için üç adayın adaylığı YSK tarafından kabul edilmiştir. AKP’nin adayı RTE’dir. Cumhurbaşkanlığı seçiminde RTE’nin seçileceğine ise kesin gözü ile bakılmaktadır. RTE, partili Cumhurbaşkanı olacağını ve taraflı olacağını açıklamıştır! RTE, halk tarafından seçilmiş cumhurbaşkanı olarak yetkilerini sonuna kadar kullanacağını deklere etmiştir. Çankaya bu seçimlerle, uyumun 7 gündem olmadığı hallerde devletin parlamentoya karşı kontrol ve ayar verme yeri, uyum olduğu hallerde ise noterlik olma konumundan çıkacak, T.C’nin siyasetinde yarı başkanlık sistemi gerçek hale gelecektir. Bu da Tayip’in istediği başkanlık sistemine geçiştir. Bunun için fakat anayasanın kökten değişmesi gereklidir. AKP parlamento seçimlerinde halktan bunun için oy ve onay isteyecektir. Bugüne kadar ki Cumhurbaşkanlığını görünür ve partiler üstü bırakan sistem esasında bitmiştir. Çünkü Anayasa da henüz başkanlık sistemi yok. Fakat Anayasada var olan sistem parlamenter sistem de değildir. 12 Eylül 2010 referandumundan bu yana, Anayasa da yapılan değişikliklerle sistem, parlamenter sistem olmaktan çıkmıştır. Yarı başkanlık sistemine zaten dönülmüştür. Ama RTE’nin istediği yarı başkanlık sistemi de değildir. Başkanlık sisteminin henüz yasal alt yapısı yok. RTE Cumhurbaşkanı olduktan sonra, başkanlık sisteminin yasal alt yapısını oluşturmak için gerekeni yapacaktır. RTE’nin hesabı, 2015 genel seçimlerine kadar başkanlık sisteminin alt yapısını oluşturmaktır. 2015 seçimlerinde Anayasayı değiştirecek çoğunluğu sağlamazlarsa, böyle idare edecekler. Yani yarı başkanlık sistemini, başkanlık sistemi olarak kullanacaklardır. Defakto olacak olan şey budur. CHP ve MHP’nin “çatı adayı” Ekmeleddin İhsanoğlu’dur. Cumhurbaşkanı adayı Ekmeleddin İhsanoğlu’nu, CHP ve MHP’nin ardından 3 parti daha destekleme kararı almıştır. Ekmeleddin İhsanoğlu’nun adaylığı için hazırlanan ortak mutabakat metni, CHP, MHP, DSP, BTP ve DP genel başkanları tarafından imzalandı. Gülen Cemaati, eski DYP ve ANAP’lıların da Ekmeleddin’i desteklediği biliniyor. LDP, BBP Eklemeddin i destekleme kararı aldı. CHP ve MHP’nin birlikte Ekmelettin İhsanoğlu’nu Cumhurbaşkanı adayı olarak göstermelerinin anlamı şudur: CHP ve MHP kendi başlarına bir aday gösterdiklerinde, bunun seçilme şansı olmadığını çok net olarak gördüler. MHP/CHP nin “çatı adayı” çıkarmış olması bir yandan bunların umutsuzluklarının, diğer yandan ileriye yönelik olarak ittifak arayışlarının ifadesidir. Sonuç olarak “siyaset dışı” “siyaset üstü” gö- rünümlü bir çatı adayının çıkarılmış olması, bunun da din soslu bir aday olması, son dönemde yaratılan “tek kişinin diktatörlüğü” ne karşı çıkan “demokrasi” den yana bir proje gibi görünse de, hesap gerçekte AKP nin tabanından da oy olmaktır. AKP/Erdoğan’a karşı Cemaat/CHP/MHP ittifakının bir ifadesidir bu çatı adayı. Fakat bu AKP nin de tabanına oynayan siyaset mühendisliğinin başarı şansı son derece zayıftır. AKP nin tabanı Erdoğan ismi etrafında kilitlenmiş görünmektedir. CHP/MHP/Gülen cemaati ortak adayı, sonuçta birinci turda CHP ve MHP nin kendi adayları ile seçime katılmalarında alabilecekleri oy oranından daha az bir oranda oy almayı beraberinde getirebilir, her iki partinin tabanında bu aday seçiminden memnun olmayanlar vardır. CHP de daha fazla, MHP de daha az. Bunların bir bölümünün sandığa gitmemesi, CHP içinde “sol” olanların ve Alevilerin bugüne kadar CHP’ye oy verenlerin Demirtaş’a yönelmesi muhtemeldir. Ekmeleddin İhsanoğlu’nun adaylığı bu anlamda Erdoğan’ın birinci turda seçilme ihtimalini güçlendiren bir tercih olmuştur. CHP ve MHP ayrı ayrı aday gösterselerdi, AKP’nin adayı ile CHP’nin adayının ikinci turda yarışma şansı daha da yüksek olabilir di! Fakat CHP adayının ikinci turda seçilme şansı zaten yoktu. CHP ve MHP, AKP’nin tabanından da oy alabileceğini düşündükleri islamcı bir adayı, islami kimlikli bir adayı, aday gösterdiler. CHP ve MHP’nin birlikte “çatı adayı” göstermeleri, birinci turda RTE’nin seçilme şansını yükseltmiştir. Çünkü MHP ve CHP kendi başlarına kendi adayları ile çıksalardı, birinci turda seçime %80-90 oranın da katılım olurdu. Ve %80-90 oranın da katılımın sağlandığı ve her partinin kendi adayına yüklendiği şartlarda, AKP adayının %50’i bulma şansı zordu. Fakat eğer kendi adayları ile katılsalardı, bütün partiler kendi adayına yükleneceği için her parti tam oyunu alacaktı. Tam oyunun alınması şartlarında, CHP, MHP ve HDP %50’yi zorlayabilirlerdi. İhtimal daha büyüktü. Şimdi CHP’nin ulusalcı takımı büyük ihtimalle seçime katılmayacak veya diğer adaylara oy verecektir. Ekmelettin’e oy vermeyecek- Cumhurbaşkanı adayları içinde Ekmeleddin ile Tayyip arasında bir tercih veba ile kolera arasında bir tercihtir. Her ikisi de halk düşmanıdır. Her ikisi de burjuvazinin değişik kanatlarının çıkarlarını savunan kişiliklerdir. 8 nin pazarlık gücü artar. Biz tabii ki kendi bağımsız siyasetimizi yapıyoruz. HDP bizim partimiz değildir. HDP, gerçek anlamda burjuva demokrat bir parti de değildir. Çünkü HDP içerisinde gerçek anlamda burjuva demokrasisi bile uygulanmamaktadır. HDP reformist ve sistem içinde yer alan bir partidir. HDP’nin sistemin temellerine yönelme diye bir derdi yoktur. HDP’nin bizim partimiz değildir ama birinci turda Demirtaş’a oy verin çağrısı yapıyoruz. Neden? Çünkü bu var olanlar içinde evet burjuva demokrasisine en yakın görüşleri savunan HDP’dir. Bizim kendi adayımızı çıkaracak durumumuz yok. Bütün solun oy oranı nedir? Görmek istiyoruz. Çünkü bu konuda bir sürü palavralar atılıyor. Aday koyduk mu bilmem ne kadar oy alacağız deniliyor. Hatta bizzat Demirtaş bile ikinci tura geçecek kadar oy alacağız diyor. Görelim gücümüzü. Ama HDP’nin alacağı oy %7’ civarındadır. HDP’nin oy oranını yükseltmesi iyidir. %6’dan %7’e çıkalıcak oy oranı, HDP’nin pazarlık gücünün artmasına yarar. HDP’nin güçlenmesi esasında PKK’nin pazarlık gücünün de artması demektir. Burjuva demokrasisine yakın görüşler savunan bir partinin pazarlık gücünün artması demektir. Devrimcilerin şu anda kendi adayını çıkarma imkanı zaten yok. Bunun olmadığı yerde, evet birinci turda, demokrasiye en yakın olanını destekleyip güçlendirmek yanlış bir şey değildir. Türkiye’de burjuva demokrasisi bağlamında, en ileriyi şu anda temsil edenin gerçek durumu nedir? Hepsi bir araya geldiğinde alacakları oy oranı nedir? Görmek istiyoruz. HDP’yi birinci turda desteklememizin nedeni budur. HDP, bu bağlamda hayaller yaratıyor, palavra atıyor. Demirtaş’ın oylarının onu ikinci tura bırakacağı söylemleri bütünüyle yanlıştır, kendi kendini kandırmaktır, KK/T gerçeğinden bihaber olmaktır, isteğin gerçek yerine konmasıdır. Sonuç olarak; Cumhurbaşkanlığı seçiminin birinci turunda HDP adayına oy verin çağrısını yapmamız, faşizm karşısında burjuva demokrasisini tercih ettiğimiz için değildir. Neden HDP adayına oy verilmesi gerektiğini yukarda açıkladık. HDP adayının zaten Cumhurbaşkanı seçilme ihtimali yüzde sıfırdır. Demirtaş’a oy verin çağrısı, burjuva demokrasisine yakın görüşler savunması, TC devleti ile pazarlık gücünün artabileceği ihtimali ve tüm solun gerçek gücünün ne olduğunun görülmesi açısından yapılan bir çağrıdır. 16.07.2014 ✓ gündem tir. Yerel seçimlerde AKP’nin oyunun %45 olduğunu gördük. Fakat yerel seçimlerde %90’na yakın katılımın %45’i oy aldı AKP. Seçime katılım %75’e düştüğünde, AKP %45-50’nin üzerine çıkabilir. Çatı adayı ilk bakışta anlaşılır görünse de, Erdoğan’ın birinci turda seçilme şansını yükselten bir adımdır. Tabii ki CHP ve MHP’nin istediği bu değil ama sonucun böyle olma ihtimali büyüktür. Eğer ikinci tura kalırsa, Erdoğan’ın seçileceği kesindir. Ekmellettin’in hiçbir şansı yoktur. Cumhurbaşkanı adayları içinde Ekmeleddin ile Tayyip arasında bir tercih veba ile kolera arasında bir tercihtir. Her ikisi de halk düşmanıdır. Her ikisi de burjuvazinin değişik kanatlarının çıkarlarını savunan kişiliklerdir. Her ikisi de, İşçilerin, emekçilerin emeğinin sömürüsü, doğanın talanı üzerine kurulan düzenin bekçileridir. Yoktur birbirlerinden farkları. Bunlar arasında tercih yapılamaz, yapılmamalıdır. Eğer seçim ikinci tura kalırsa, bundan bizim açımızdan ikinci tur bağlamında çıkarılacak tek sonuç BOYKOT’tur. Çünkü seçim ikinci tura kalırsa, önümüzdeki tercihlerin Erdoğan ve Ekmeleddin olacağı kesindir. Ekmeleddin ve Tayyip seçilemez halk düşmanlarıdır. HDP/DBP’nin adayı Selahattin Demirtaş’tır. Bütün sol, Demirtaş’ın adaylığını desteklemelidir. Demirtaş, var olan diğer iki adaydan değişik olarak burjuva demokrasisine yakın görüşlerin temsilciliğini yapmaktadır. Objektif olarak TC’de burjuva demokrasisine doğru gelişmede şu an en olumlu rolü oynayan partinin/akımın adayı olarak seçimlere katılmaktadır. Komünistlerin kendi adaylarını çıkarma şanslarının olmadığı bir seçimde burjuva demokrat bir adayın tercih edilmesi yanlış değildir. Demirtaş’ın alacağı oylar Kuzey Kürdistan Türkiye’de şu anda – hangi saiklerle verilirse verilsin- sonuçta burjuva demokrasisine verilmiş oylar olacak, burjuva demokrasisinin anda geçerli oylar bazında gerçek gücünün ne olduğunu gösterecektir. Bu devrimci ve komünist güçlerin gerçek durumu daha iyi görmesi açısından da iyi olacaktır. Demirtaş’ın alacağı oylar, Kürt ulusal hareketinin pazarlık gücünü o kadar arttıracaktır. Türkiye’de halk hareketleri içinde en örgütlü kesim ve harekete geçirici bir güce sahip olan kesim Kürt ulusal hareketidir. Şu anda burjuva demokrasisi yönünde en fazla çalışan, var olan partiler içinde HDP’dir. HDP’nin pazarlık gücünün artması, burjuva demokrasisinin pazarlık gücünün artması demektir. Halk demokrasisi değil ama burjuva demokrasisi- 9 güncel KANAYAN BİR YARA: SOL İÇİ ŞİDDET! Saldırı anında, saldırılan kurumun kendini koruması meşrudur. Doğrudur. Saldırının bütün sorumluluğu saldırana aittir. Fakat saldırıdan sonra saldırılan kurumun misillemede bulunması, saldıranın kurumlarına saldırması yanlıştır. Reddedilmelidir. S 10 on günlerde sol içi şiddet konusu tekrar gündeme oturdu. Halk Cephesi kendisinin “güçlü” olduğu mahallelerde “bedeller ödedik”, “şehitler verdik”, “burayı biz kurduk” vb. diyerek, kendi dışındaki siyasi kurumların çalışmalarını engelleme tavrı herkesin malumu idi. Bu tavır sonucu çeşitli dönemlerde Halk Cephesi ile diğer kurumlar arasında gerginlikler, sorunlar yaşandı. Halk Cephesi ile Kürt ulusal hareketi arasında geçmişte çeşitli dönemlerde sorunlar, gerginlikler, çatışmalar yaşandı. Halk Cephesi, resmi twitter hesabından “Çayan Mahallesi’nde hiçbir siyasi partiye seçim propagandası yaptırmayacağız” kararını kamuoyuna duyurdu. Basında yer alan bilgilere göre Halk Cephesi üyeleri, 29 Temmuz günü Cumhurbaşkanı Adayı Selahattin Demirtaş için çalışma yürüten HDP üyelerinin Nurtepe’de Özgür Demokratik Alevi Derneği binası önünde kurduğu seçim standına saldırdı. Standı parçalayıp, Demirtaş broşürlerini yaktı. Bunun üzerine HDP üyeleri ile Halk Cephesi üyeleri arasında çatışma yaşandı. Bu çatışma daha sonra Okmeydanı, Gazi mahallesi, Sarıgazi’ye sıçradı. Halk Cephesi Nurtepe’de yaşanan çatışmayı aynı gün şu şekilde duyurdu: “Çayan Mahallesinde, oranın Cephelilerce kurulan örgütlü bir mahalle olmasına, bunun da birçok vesileyle kendileri tarafından bilinmesine rağmen HDP’liler masa açmak istediler. Kendileriyle bunu konuşmaya gelen ve masayı Cephenin örgütlü mahallelerine kuramayacaklarını söyleyen, masanın kaldırılmasını is- teyen Cephelilere HDP’liler taşlar ve sopalarla saldırmışlardır.” (halkınsesitv.com) Halk Cephesi HDP’lilere kendilerinin saldırmadığını, HDP’lilerin kendilerine saldırdığını söylüyor. Önce kim saldırsa saldırsın sonuçta olan, yapılan yanlıştır. Halk Cephesinin, “Çayan mahallesinin kendileri tarafından kurulan örgütlü bir mahalle olduğu, bu mahallede seçim çalışması yaptırmama” tavrı kökten yanlıştır. “Siyaset yasağı”nın temelinde de aynı yaklaşım vardır. Nurtepe’de gerçekleştirilen saldırı ile Rize’de Demirtaş seçim standına yapılan saldırı arasında özde hiçbir fark yoktur. Rize’de saldıran faşistlerdir. Nurtepe’de küçük burjuva devrimcileridir. Takınılan tavır ortaktır: “Burada seçim çalışması yapamazsınız!” Bu tavır devrimci değil, karşı devrime hizmet eden, karşı devrimci bir tavırdır. YDGH-H’nin, Kürt ulusal Hareketinin Nurtepe’de yaşanılan çatışmadan sonra, Okmeydanı’nda, Gazi’de, Sarıgazi’de Halk Cephesi’nin kurumlarına saldırması da yanlıştır. Bu saldırılar çatışmayı daha da körüklemiştir. Saldırı anında, saldırılan kurumun kendini koruması meşrudur. Doğrudur. Saldırının bütün sorumluluğu saldırana aittir. Fakat saldırıdan sonra saldırılan kurumun misillemede bulunması, saldıranın kurumlarına saldırması yanlıştır. Reddedilmelidir. Nurtepe yaşanılan çatışmadan sonra, çatışma Gazi, Okmeydanı, Sarıgaziye sıçradı. Bu mahallelerde Halk Cephesi ile Kürt ulusal hareketi arasında çatışmalar yaşandı. Bu çatışmalarda 14 yaşında İbrahim Öksüz Ne yapmalı? Devrimci, yurtsever, sol gruplar arasında kullanılan şiddet devrime değil karşı devrime hizmet eder. Bu çatışmalar geniş emekçi yığınlarının desteğini değil, bir anlamı ile nefretini kazanan eylemler olarak, yığınları devrimcilerden ve devrim mücadelesinden uzaklaştıran eylemlerdir. Her grup, örgüt ve parti özgürce, her yerde kendi çalışmasını yapmalı, bu çalışma kimse tarafından engellenmemelidir. Evet, biz devrimciler olarak, kendi içimizde en geniş demokrasinin nasıl uygulanması gerektiğini geniş halk yığınlarına pratik tavrımız ve dayanışmamızla göstermeliyiz. Devrimci gruplar, yurtsever hareket; devrimci, yurtsever, sol gruplar arasında şiddet kullanımını ilkesel olarak reddettiklerini, şiddet kullananların devrimci saflarda teşhir ve tecrit edileceğini, yaşanılan sorunların çözümünün şiddet olmadığını, sorunların çözüm yönteminin ideolojik mücadele, diyalog olduğunu kamuoyuna açıklamalıdır. Bu temelde biz HDP ile Halk Cephesi arasındaki çatışmanın bir an önce son bulmasını istiyoruz. SOL İÇİ ŞİDDETE HAYIR! YAŞASIN DEVRİMCİ DAYANIŞMA! 05.08.2014 ✓ BİR ÖNERİ... güncel hayatını kaybetti. Tekstil işçisi İbrahim Öksüz’ün uyuşturucu çetesi tarafından katledildiği açıklandı. ESP’nin yaptığı açıklamaya göre Gazi’de Mustafa Ceylan Halk Cephesi tarafından alnından vuruldu. Mustafa Ceylan hastanede yaşam savaşı veriyor. Başka bir ESP’li ayağından yaralandı. Halk Cephesi ile Kürt ulusal hareketi arasında yaşanılan çatışmalı ortam provokasyonlara zemin sunan bir ortamdır.Devlet güçleri bu ortamdan yararlanarak devrimcilerin etkin olduğu mahallelere saldırmıştır. Uyuşturucu çeteleri devreye girmiştir. Kürt ulusal hareketinin, Halk Cephesi’nin geçmişi şiddet kullanımı konusunda temiz değildir. Kürt ulusal hareketi geçmişte Kuzey Kürdistan’da “siyaset yasakcı” tavrı kendisi savunmuş ve pratikte uygulamıştır. Kendisinden ayrılan kişilere, kendisi dışındaki siyasi gruplara şiddet uygulamıştır. Yurtsever hareket bu yanlışları ile yüzleşmemiş, hiçbir zaman özeleştiri vermemiştir. Halk Cephesi geçmişte Devrimci Çözüm dergisi okurlarına karşı şiddet kullanmış ve hala günümüzde bu şiddeti uygulamaya devam etmektedir. 8- Herhangi bir örgüt, bir diğer örgüt hakkında yaptığı “karşı devrimci” değerlendirmesi konusunda tüm gruplara karşı sorumludur. Böyle bir değerlendirme, suçlama karşısında bütün gruplar, değerlendirme yapan örgütü, iddiasını ispatlama yönünde zorlamalı, gerekçe, delil talep etmelidir. K uzey Kürdistan Türkiye’de, hemen hemen bütün devrimci gruplar, teorik olarak devrimci gruplar ve kişiler arasındaki çelişmelerin şiddet kullanmadan, barışçı yöntemlerle çözülmesinden yana olduklarını savunmakta, devrimciler arasındaki şiddet kullanımının karşı devrime yaradığını kabul etmektedirler. Ancak iş uygulamaya, pratiğe geldiğinde işin rengi değişmekte, teoride savunulanlar geçerliliğini yitirmektedir. Devrimci hareketin tarihi bu konuda bir dizi olumsuz örneklerle doludur. Devrimci gruplar arasında şiddet kullanımı devrimci hareketin kanayan yarasıdır. Devrimci, sol, yurtsever gruplar arasındaki çelişmelerin çözümünde, şiddet hala kullanılan temel çözüm biçimidir. Bunun en son örneğini Halk Cephesi ile yurtsever hareket arasında yaşanılan çatışmada gördük, yaşadık. Devrimci gruplar arasında çelişmelerin, olumsuzlukların ele alınması, şiddet kullanımının engellenmesi için şunları öneriyoruz: 1-Bütün devrimci gruplar, devrimci gruplar arasındaki çelişmelerin barışçı yöntemlerle, şiddet kullanmadan çözülmesini ilkesel bir sorun olarak gördüklerini açıklamalıdır. 2-Bütün devrimci gruplar, kimden gelirse gelsin, 11 güncel kim başlatırsa başlatsın, devrimci gruplar arasındaki çatışmaların karşı devrime hizmet ettiğini ilkesel olarak kabul ettiğini açıklamalıdır. 3-Bütün devrimci gruplar, devrimci gruplar arasındaki şiddet kullanımını ilkesel bir sorun olarak görmeyen gruplara karşı ortak tavır almalı, onları en geniş çevrede teşhir ve tecrit etmelidir. 4-Bütün devrimci gruplar, kendi dışlarındaki devrimci gruplar arasındaki çatışmalarda tavır takınmalı, çatışan grupları çatışmaya son verme yönünde zorlamalıdır. 5-Herhangi bir grubun, başka bir gruba ya da herhangi bir gruptan kişilerin, başka bir gruptaki kişilere yaptığı fiili saldırılar karşısında; bizzat saldırı sırasında saldırıya uğrayanların kendilerini koruması, savunması en tabii hakkıdır. Saldıranlar saldırı içinde karşı devrimci konumdadırlar. Saldırı sırasında olan olayların sorumlusu, saldırıyı düzenleyenlerdir. Ancak saldırıya intikamcı bir şekilde karşı saldırı ile cevap verilmesi reddedilmelidir. 6-Bütün devrimci gruplar, kendi dışlarındaki devrimci gruplara ve kişilere fiili saldırılarını haklı çıkarmak için, saldıranlar hakkında “ajan”, “ajan provokatör”, “MİT’le işbirliği”, “ajan provokatör örgüt”, “karşı devrimci” vs. gibi değerlendirmeler yapmakltadırlar. Bu değerlendirmeler genellikle gerekçelendirilmemekte, en iyi halde sözü geçen örgütün veya kişinin, bu değerlendirmeyi yapanlara yaptığı saldırı gerekçe olarak gösterilmektedir. Bu tavır reddedilmelidir. İlke olarak ispatlanmayan iddialar reddedilmeli, ispatlanmayan iddiaları yargı olarak ileri sürüp, bunun üzerine siyaset inşa edenler, iftiracı ve gayri ciddi olarak değerlendiirlmeli, bu tavır içinde olanlara karşı ortak tavır takınılmalı, bunlar teşhir, tecrit ve mahkum edilmelidir. 7- Herhangi bir grup veya kişinin “karşı devrimci”, “ajan provokatör” vs. olarak değerlendirilmesi için, o grup veya kişinin belli karşı devrimci eylemler yapması yeterli değildir. Yer yer devrimciler de karşı devrimci nitelikte eylemler yapabilirler. Sorun onların bunları düzeltip düzeltmeyeceği sorunudur. Herhangi bir örgüt veya kişinin “karşı devrimci” olduğunu söylemek için, o örgüt ve kişinin, hakim sınıflarla birleştiğini, düzeni savunduğunu ya da herhangi bir emperyalist gücün ajanı olarak hareket ettiğini ispatlamak gerekir. 8-Herhangi bir örgüt, bir diğer örgüt hakkında yaptığı “karşı devrimci” değerlendirmesi konusunda tüm gruplara karşı sorumludur. Böyle bir değerlendirme, suçlama karşısında bütün gruplar, değerlendirme yapan örgütü, iddiasını ispatlama yönünde zorlamalı, gerekçe, delil talep etmelidir. Bu yapılmazsa suçlamayı getiren örgüt hakkında ortak tavır takınılmalı, teşhir ve tecrite yönelinmelidir. 9-Saldırıya uğrayan örgüt ya da kişi açısından tutulması gereken yol, saldırana aynı şekilde cevap vermek olmamalıdır. Tutulması geren yol en geniş devrimci, demokrat kamuoyu içinde teşhir ve tecrit yolu olmalıdır. 10-Bu konuda eğitime önem verilmeli, devrimciler arasında kamuoyu önünde –en ağır ve fakat gerçekten temelli polemiği de içeren- açık ideolojik mücadelenin ve eylem birliğinin önündeki engeller yıkılmaya çalışılmalıdır. 10 maddeden oluşan bu önerimizin devrimci gruplar tarafından kabul edilerek, ortak açıklama ile kamuoyuna yayınlanmasını öneriyoruz. Devrimci gruplar arasında şiddet kullanımı ile ilgili getirdiğimiz önerilerin, devrimci, sol, yurtsever gruplar arasındaki çelişmelerin çözümünde de aynen uygulanması gerektiğini öneriyoruz. Herhangi bir örgüt veya kişinin “karşı devrimci” olduğunu söylemek için, o örgüt ve kişinin, hakim sınıflarla birleştiğini, düzeni savunduğunu ya da herhangi bir emperyalist gücün ajanı olarak hareket ettiğini ispatlamak gerekir. 12 Yeni Dünya İçin ÇAĞRI 09.08.2014 ✓ 1 Eylül 1939’da 20. yüzyılın en kanlı ve barbar savaşını başlatan Nazi orduları, Polonya’ya saldırarak ikinci dünya savaşının başlamasına ve milyonlarca insanın ölümüne neden oldular. 1 Eylül 1939, ikinci dünya savaşının resmen başladığı tarihtir. 1 Eylül 2014, ikinci dünya savaşının başlamasının 75. yıldönümüdür. 22 Haziran 1941’de Nazi sürüleri Sovyetler Birliği’ne saldırdı. Savaş, emperyalist siyasetin devamı idi. Naziler tüm savaş güçleri ile Sovyetler Birliği’ne yüklenmişlerdi. 1942’de 240 Alman tümeninin 179’u SSCB’ye karşı Doğu Cephesinde savaşıyordu. SSCB, İngiltere ve ABD ile anti-Hitler koalisyonu oluşturmak için uğraşıyordu. Görünürde antiHitler koalisyonu oluşturulmuştu, ama müttefikler Nazilere karşı ikinci bir cephenin açılmasına andaki durumda yanaşmıyorlardı. SSCB bir ölüm kalım mücadelesi veriyordu. İngiltere ve ABD, Naziler ile SB arasında ki savaşta, savaşın kimin lehine gelişeceğini beklediler. Savaşın dönüm noktası Stalingrad’tı. Stalingrad’da Nazi or- duları yenilince, savaşın seyri SSCB lehine gelişmeye başladı. İngiltere ve ABD, Nazilerin yenilmesi ve SSCB’nin Avrupa halklarını özgürleştirmesini istemiyorlardı. Nazi barbarlığına karşı en büyük bedeli ödeyenlerin Kızıl Ordu ve SSCB halkları olduğu unutulmamalıdır. Batılı müttefikler Fransa’da ikinci cephe açılması sözlerine sadık kalarak 1942’de gerçekleştirmiş olsalardı, 20 milyonu aşan Sovyet kaybı daha az olabilirdi. Stalin önderliğindeki Kızıl Ordu ve Sovyet halkları ölümüne tarihsel bir zafer kazandı. Anavatan savaşında 20 milyonu aşkın Sovyet vatandaşı yaşamını yitirdi. Anavatanın savunulması savaşında, ön saflarda çarpışan 600 bin parti üyesi öldü. Moskova önlerine kadar dayanan, Nazi sürülerine karşı verilen savaşta, gösterilen kahramanlıklar, ölümüne yürütülen bir savaş, romanlara, filmlere konu oldu. Bu kahramanlık, sosyalist bilincin, sosyalist anayurdu koruma, tarihte bir ilk olan proleter devlete karşı ölümüne bir bağlılık idi. İkinci dünya savaşında 60 milyon insan yaşamını yitirdi. güncel EMPERYALİST SAVAŞLARA HAYIR! YA BARBARLIK, YA SOSYALİZM! 13 güncel 1 Eylül, 1950’de Dünya Barış Konseyi tarafından barış günü olarak ilan edildi.1950’de Stockholm’de, ünlü Fransız düşünürü Jan Paul Sartre’in da katıldığı bir toplantıda bir araya gelen dünya aydınları savaş karşıtı bir bildirge yayımlayarak, dünya ülkelerine ve liderlerine “Bir daha savaş olmasın” çağrısı yaptılar. Bu çağrıyı pekiştirmek için de İkinci Dünya Savaşının resmen başladığı tarih olan 1 Eylül’ü, Dünya Barış Günü ilan ettiler. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, 1981’deki 57. birleşiminde, “Genel Kurul’un açılış günü olan her Eylül’ün üçüncü salı gününü”nü “Uluslararası Barış Günü” ilan etti. Yıllar sonra Birleşmiş Milletler Genel Kurul’u, 7 Eylül 2001’de 21 Eylül’ü “Dünya Barış Günü” olarak kabul etti. İkinci Dünya Savaşından sonra, savaşlar durmadı, dünyanın değişik coğrafyalarında sürekli savaşlar oldu. Ve bu savaşlarda, milyonlarca insan hayatını kaybetti ve kaybetmeye devam ediyor. Milyonlarca insan yaşadığı toprakları terketmek zorunda bırakıldı. Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasından 100 yıl ve İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminden 69 yıl sonra hiç kimse bir Üçünçü Dünya Savaşı çıkmayacak diyemiyor. İkinci Dünya savaşından bu yana, hemen her yıl dünyanın bir köşesinde savaş oluyor. Heidelberg Uluslararası Çatışma Araştırmaları Enstitüsü’nün yaptığı araştırmaya göre, İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinden bu yana dünyadaki savaş sayısı 2013’te en yüksek zirveye ulaşmıştır. Araştırmanın sonucuna göre, 14 2013’de yirmi çatışmayı savaş adı altında sınıflandıran araştırmacılar, Suriye ve Afganistan’ın yanısıra Mali ve Orta Afrika Cumhuriyeti’nde yaşananları da savaş olarak tanımlamaktadır. 2012’de savaş sayısı on sekiz olarak hesaplanmıştı. Devrimciler ve komünistler açısından 1 Eylül, emperyalist savaşa ve her türlü gericiliğe karşı mücadele günüdür. Birinci ve ikinci dünya savaşının çıkmasında başrolü oynayanlar, günümüz dünyasında yaşanan bölgesel savaşların başkahramanlarıdır. Savaş, politikanın şiddet araçları ile devamıdır. Emperyalist dünyada güç dengeleri bozulmuş, deyim yerinde ise emperyalist dünyanın çivisi çıkmıştır. Değişen güç dengelerine uygun yeni bir sistem oluşturulmaya çalışılmaktadır. Bu sistem içinde başta emperyalist büyük güçler olmak üzere, bütün ülkelerde hâkim sınıflar elde edebilecekleri en büyük payı kapmaya çalışıyor. Siyaset yeniden düzenleniyor. Sınırlar yeniden çiziliyor. Sömürü pastasından en büyük payı kapma kavgası yürütülüyor. Bu siyaseti gerçekleştirmek için savaşın gerekli olduğu yerde savaşa başvuruluyor. Bir alt oluş süreci yaşanıyor. Çıplak emperyalist çıkarlar için yürütülen haksız, gerici, karşı-devrimci savaşlara, emekçi yığınları bu savaşlara katabilmek için birçok halde “demokrasi”, “insan hakları” gibi “yüksek amaçlar” maskesi geçirilmektedir. Birçok halde de hâkim sınıfların sömürü çıkarlarının üzeri “ulusun” ve “dinin” çıkarları ile örtülmektedir. 1 Eylül 2014’te “Barış Günü” üzerine yazılıp çizilecektir. Burjuva temsilcileri de kendilerini “barış” yanlısı olarak göstereceklerdir. Emperyalist burjuvazi “barış”tan bahsederken esasında savaşı kışkırtmakta, planlamakta ve sürdürmektedir. Emperyalizm ve barış kelimelerinin birlikte kullanılması eşyanın tabiatına aykırıdır. Emperyalizmin olduğu yerde gerçek anlamda barış yoktur. Kalıcı barışın sağlandığı yerde emperyalizm yoktur. Emperyalizm saldırdığı ülkelere, saldırı gerekçesini “demokrasi” olarak açıklamaktadır. Nerede bir savaş varsa emperyalizm ya o savaşın içindedir ya da yönlendiren konumdadır. Adı savaşlarla, katliamlarla, soygunlarla, infazlarla akla gelir. İşte bu gerçeği çarpıtmak için “barış”, “demokrasi”, “insan hakları” gibi kavramların içeriğini, emperyalizm kendi emelleri için kullanmaktadır. Yugoslavya, Somali, Afganistan, Irak ve Libya’ya götürülen “demokrasi”nin ne menem bir demokrasi olduğunu dünya halkları gördü. Elbette emperyalizm her şeye hâkim değildir. Kontrol altında olmayan gruplar ve ülkeler var. Emperyalizm, kontrol altında olmayan ülke ve grupları, kontrol altına almak için her türlü yola başvuruyor. Sınıflı toplumlarda egemenler ile ezilenler arasındaki mücadele hiçbir zaman sona ermez. Bugünün dünyasında emperyalizm, muazzam kârlarından ve mevcut sömürü ve soygun düzeninden vazgeçmeyeceği için bu mücadele de devam edecektir. Bu mücadelenin savaşa dönüşmesi ise zorunludur. Savaş, politikanın başka araçlarla devamından başka bir şey değildir. Ezilen sınıflar için bu politika, egemen sınıfların baskı, sömürü ve katliam politikasıdır. Ezilen sınıfların baskı ve sömürüye maruz kalmaları sonucu, egemen sınıflara karşı bir çatışmayı zorunlu kılmaktadır. Ezilen sınıfların tepkisi, süregelen haksız savaşlara ve bu savaşların yarattığı yıkımlara olan tepkidir. Bu tepkinin kendisi için yarattığı tehlikenin farkında olan emperyalizm, mevcut tepkiyi “teröre” karşı mücadele ve kendini “barış havarisi” gibi göstermeye çalışmaktadır. Emperyalistler ve bağımlı ülkelerdeki işbirlikçileri, savaş ve barış kavramlarını güncel soyut, anlaşılmaz hale getirmeye uğraşmaktadır. Her de uzantılı gruplar, Suriye’de şeriat devleti kurmak türlü savaşın kaynağının bizzat kendileri olduğu ger- için harekete geçti! Şeriat devleti kurmak için değiçeğini gözlerden gizlenmektedir. Barış ancak, soygun şik ülkelerden binlerce kişi Suriye’ye akın etti. Mart ve sömürünün olmadığı sınıfsız toplumda mümkün- 2011’den bu yana Suriye’deki iç savaş devam etmekdür. tedir. Tarih, savaşların haklı ve haksız savaşlar olmak Suriye’de bölünme kalıcı hale gelmiştir. Esad’ın arüzere ikiye ayrıldıklarını gösteriyor. İlerici olan bü- kasından Çin ve Rusya çekilmediği sürece, Esad kentün savaşlar haklıdır, ilerlemeye engel olan bütün sa- di iktidar alanında iktidarını koruyacaktır. İktidar vaşlar ise haksızdır. Biz komünistler, ilerlemeye engel alanları birbiriyle çatışıyor. Defakto Suriye bölünmüş olan bütün haksız savaşlara karşıyız, ama ilerici, haklı durumdadır. Suriye’de birden fazla iktidar alanlasavaşlara karşı değiliz. Sömürücü sınıflar var olduğu rı var. Her iktidarın içinde de başka iktidarlar var. sürece, haksız ve gerici savaşlar hep olacaktır. Kalıcı Rusya, Çin çekilmediği sürece, emperyalistler kendi barış isteyen kapitalist sisteme karşı mücadeleyi yük- aralarında anlaşmadığı sürece defakto olan durum seltmek zorundadır. Haksız ve yağmacı savaşlar, em- sürecektir. Rusya, Esad’a silah veriyor. Silah tekelleri peryalist sistemin ürünüdür. Emperyalist sistem için Suriye muazzam bir pazardır. var olduğu sürece savaşlar kaçınılmazdır. Türkiye, Esad’ın gidici olduğunu düşüBaskı, sömürü ve savaşların olmadığı nerek, ÖSO ve Türkmenleri desteksınıfsız bir toplum için mücadeleyi ledi. Silah yardımı yaptı. AKP hüİngiltere ve ABD, Naziler ile yükseltme zamanıdır. kümeti, Batı ve ABD’nin gazıyla Bugün emperyalist ve geriSB arasında ki savaşta, savaşın Esad gidici, bunu önde biz göci güçler arasındaki çelişme, dediler. Bunun için kimin lehine gelişeceğini beklediler. türelim çekişme ve çatışmaların en yola çıktılar. Daha önce Esad yoğun olarak yaşandığı alan Savaşın dönüm noktası Stalingrad’tı. için süre veriyorlardı. Şimdi Ortadoğu’dur. Ortadoğu’da Stalingrad’da Nazi orduları yenilince, süre vermekten vazgeçtiFilistin, Kürdistan, Irak, ler, ama Esat’ın gitmesinde savaşın seyri SSCB lehine gelişmeye ısrarlıyız diyorlar. Üç yılı İran ve İsrail zaten gündemde idi. 2010’da Magrep’te başladı. İngiltere ve ABD, Nazilerin aşkın bir süredir Suriye’de patlayan “Arap Baharı” olayaşanan iç savaşta, Esad’ın yenilmesi ve SSCB’nin Avrupa rak da anılan, kendiliğinden götürülmesinin kolay olmahalklarını özgürleştirmesini kitle hareketleri Ortadoğu’da dığı görüldü. Emperyalistler da etkisini gösterdi. “Arap önce asarız, keseriz, kırmızıistemiyorlardı. Baharı”nın dalgalarının alana çizgimiz var diyorlardı. Şimdi emulaşması ile Ortadoğu dünyanın heperyalistler Esad’la birlikte yaşamayı men bütün emperyalist büyük güçleri ve düşünmeye başladılar. bölgenin gerici güçlerinin kozlarını çok daha Rojava diğer adıyla Batı Kürdistan bölünen açık paylaştıkları bir savaş alanı haline geldi. Arap Kürdistan’ın Suriye’nin kuzeyinde kalan bölümü. RoBaharı olarak adlandırılan kitle hareketleri sonucu, java Kürtleri, iktidar boşluğundan yararlanarak kenTunus’ta, Mısır’da ve Libya’da yerleri sağlam görünen di öz yönetimlerini kurdular. Rojavalı Kürtler üç ayrı diktatörler yıkıldı. Arap Baharının etkileri Suriye’ye kantonda özerklik ilan etti. Bu üç kantonun birbiri de yansıdı. Suriye’de demokrasi, özgürlük talepleri ile ile bağlantısı yok. Çünkü ara bölgeler diğer grupların başlayan kitle eylemleri Esad rejimi tarafından yoğun denetimi altında. Özerklik ilanından sonra özellikfaşist baskılarla, silahsız ve örgütsüz halk yığınları- le Kobanê Kantonuna saldırılar artmaya başladı. Al nın üzerine ateş açılarak kanla bastırılmaya çalışıldı. Nusra ve Irak Şam İslam Devleti (İŞİD) adlı faşist İsyan giderek silahlı çatışmalara, tam bir iç savaşa dinci grupların Kobanê’ye saldırıları ile çatışmalar dönüştü. Bu iç savaş, dünyada ve özellikle bölge ül- şiddetlendi. Dinci faşist gruplar, Kürtlerin ilan ettiği kelerinde büyük değişim ve dönüşümleri, toplumsal üç kantonlu özerk bölgenin kritik halkası Kobanê’yi altüst oluşları beraberinde getirmeye başladı. Hemen çökertmek için saldırı üstüne saldırı düzenliyor. Çehemen emperyalist ve bölgesel güçler “temsilcile- teci grupların tüm Rojava’yı işgal etme gibi bir amacı ri” üzerinden Suriye’de karşı karşıya geldi. Al Kai- var. Kobanê ve Rojava halkı, Rojava’yı savunmak için 15 güncel 16 direniyor. Kobanê hükümeti topyekûn seferberlik ilan etti. Kobanê halkının faşist IŞİD çetelerine karşı yürüttüğü mücadele haklıdır ve bu mücadeleyi destekliyoruz. Ukrayna’da Batılı emperyalistlerle Rus emperyalistleri karşı karşıya geldi. Batılı emperyalistlerin hedefi Ukrayna’yı AB’ye ve NATO’ya almaktı. Ukrayna’nın AB ve NATO’ya alınması demek, NATO’nun Rusya’nın sınırına dayanması demektir. Rusya buna izin vermeyeceğini pratikte ki girişimleri ile gösterdi. Uluslararası güç dengeleri bağlamında, Rusya’nın artık oyunculardan biri olduğu gerçeği ortaya çıkmıştır. Rusya, Ukrayna’daki iç çelişmeleri kullanarak Kırım’ı aldı. Batılı emperyalistler anda ki durumda Ukrayna’da, Rusya ile bir savaşa hazır değillerdi. Batılı emperyalistler, Ukrayna’da halkın haklı bir temelde gelişen mücadelesini darbe için kullandılar. Seçilmiş hükümet, seçilmiş başkan sokak hareketleri ile devrildi. Batı yanlısı başbakan atandı. Ukrayna’nın doğusunda, Rus yanlısı gruplar ile Ukrayna ordusunun çatışmaları sürüyor. 17 Temmuz’da Hollanda’nın Amsterdam kentinden Malezya’nın başkenti Kuala Lumpur’a gitmek üzere havalanan uçak Ukrayna’nın doğusunda düşürüldü. Uçaktaki 298 kişi hayatını kaybetti. Uçağın füze ile düşürüldüğü söyleniyor. Irak’ta, Amerika’nın saldırısından bu yana sınırlar yeniden çiziliyor. Bugün de olan bunun devamıdır. Sadece Ortadoğu’da değil, genel olarak yirmi yüzyılın başlarında ve birinci dünya savaşı ertesinde bir sistem kuruldu. Bu sistem emperyalizm ve sömürgeler sistemi idi. Emperyalizm ve sömürgeler dışında bağımlı ülkeler vardı. Yani siyasi olarak bağımsız ama ekonomik, mali her bakımdan bağımlı ülkeler vardı. Emperyalizm tarafından ulusal devletler kuruldu. Sınırlar emperyalizm tarafından belirlendi. Mesela birinci dünya savaşı içinde ve sonrasında, eski Os- manlının bakiyesi üzerinde, Ortadoğu’da daha önce olmayan Osmanlı devletine ait olan topraklar üzerinde, Irak, Suriye üzerinde İngiliz, Fransız manda bölgesi çıktı. Bunlar daha sonra, Irak, Suriye, Lübnan şeklinde devlet oldular. İkinci dünya savaşı sonrasında İsrail devleti kuruldu. Bunlar esasında çok uluslu devletler ve fakat tek ulus devlet olarak kuruldular. Bir ulusun egemen olduğu çok uluslu, diğer ulusların ancak egemen ulusun egemenliğini kabul ettiği şartlarda kurulmuş olan, sınırları genelde masa başında cetvelle çizilen devletler. Tabii ki halkların dahli var. Mesela Türkiye’de olduğu gibi. Emperyalistlerin istediği bugünkü Türkiye değildi. Türkiye’yi Ankara ve Orta Anadolu da bir devlet olarak düşünüyorlardı. Kurtuluş savaşı sonrasında bugünkü Türkiye ortaya çıktı. Diğer yerlerde de, Arapların Osmanlılara karşı ayaklanmaları kullanıldı. Tabii ki halkların bu anlamda dahli var. Ama sonuç olarak belirleyen emperyalistlerin kendi aralarında ki anlaşmalar oldu. Şimdi daha önce yapılan bu anlaşmalar değişiyor. Ve işler normaline doğru gelişiyor. Fakat bu normaline dönüşmesi, korkunç kanlı çatışmaları beraberinde getiriyor. Nedir Irak’ın normali? Irak’ın normali, Kürtlerin, Şii Arapların ve Sünni Arapların bölgesi var. Normali budur. Suriye’de nedir normal olan? Suriye’de normal olan, Kürtlerin, Nusayrilerin ve Sünni Arapların bölgesi var. İşler buraya doğru gidiyor. Bu ama bugünkü çatışmaları beraberinde götürüyor. Müslüman teröristler ayaklandı deniliyor! Ne anlamda terörist? Kendisi için kurtuluş savaşı yürütüyor. IŞİD cihat yürüttüğünü söylüyor! Irak’ta bugün olan, Sünni Müslümanların kendi devletini kurmak için ayaklanmasıdır. Kürtler bu arada, bu çatışmada kendi bölgelerini kurtarmak için yararlanıyor. Türkmenler başaşağı gidiyor. Çünkü en zayıf grup onlar. Sonuç olarak ne çıkar? Ya üç ayrı devlet çıkar. Ya esasında devlet olan, (bugünkü durum zaten Anbar’ı kontrol altında tutan ve diğer Sünni böl­ gelere doğru genişlemeye çalışan IŞİD, 5 Haziran’da Bağdat’a 130 km uzaklıktaki Selahaddin vilayetinin Samarra kentine büyük bir saldırı başlattı. IŞİD kentin bazı kesimlerinde hakimiyeti sağlasa da bir süre son­ra Irak ordusu tarafından püskürtüldü. Samara kentine saldırı aslında Musul saldırılarının habercisi niteliğindeydi. Zira Musul’daki Sünni Arapların Maliki’nin politi­kalarından rahatsız olduğu biliniyordu. 6 Haziran’da başlayan IŞİD ve Irak ordusu arasında­k i çatışmaların ilk günlerinde Irak ordusu büyük ka­y ıplar verdi. Maliki yönetimine karşı olan Nakşibendi Ordusu, Ceyş el-Mücahidin, Ensar elİslam gibi diğer silahlı Sünni gruplar da Irak ordusuna karşı savaşmaya başladı ve Irak ordusu şehri terk ederek 10 Haziran’da Musul’u silahlı grupların hâkimiyetine bıraktı. Alan hâkimiyetini Musul ile sınırlı tutmayan IŞİD, kentin güneydoğusundaki Selahaddin vilayetine doğru iler­ledi ve Irak ordusu tarafından fazla direnişle karşılaş­madan Tikrit şehrini de 11 Haziran’da kontrolü altına alarak Bağdat’a yaklaşmaya başladı. IŞİD, kontrol altında tuttuğu alanlarda katliam yapıyor ve hâkimiyet alanlarını genişletmeye çalışıyor! IŞİD, Kobani’nin ardından Ezidilerin yaşadığı Şengal’e ve Mahmur kampına saldırı düzenledi. Ezidiler katledildi. Katliamdan kaçan binlerce Ezidi göç yollarına düştü. Binlerce insan Şengal dağına sığındı. Kimileri susuzluktan öldü. IŞİD (Irak Şam İslam Devleti) örgütü ırak’ta ve Suriye’de hâkim olduğu yerlerde katliam üzerine katliam yapıyor. IŞİD’in kontrol alanlarını genişletmesi ve ilerleyişini sürdürmesi üzerine ABD uçakları IŞİD’in mevzilerini hedef aldı. Ortadoğu’nun yeni şekillenmesinde, İran, İsrail, Amerika, Türkiye, Güney Kürdistan ve Rojava Kürdistan’ı aynı saftadır. Defakto baş düşman şu anda IŞİD. Neden? Çünkü IŞİD, IŞİD gibi örgütler bütünüyle kontrol dışında olan örgütlerdir. Ve bunlar gerçekten de oldukları alanlarda şeriat istiyorlar. Hakları yok mu? Var. Bu ama emperyalizm için istenmeyen bir şeydir. Bütünüyle kontrol dışındalar. Türkiye açısından da bu böyledir. İran başka nedenle, İsrail başka nedenle, Türkiye kendi içinde bir tehlike haline gelmemesi için karşı çıkıyor. Yeni bir ittifak durumu ortaya çıktı. AKP, Kürtlerle birlikte Ortadoğu’nun yeni yapılanmasında, biraz da Türkmenleri yanlarına alarak birlikte hareket etmek istiyor. Bu aynı zamanda Kürdistan’ın tanınması demektir. Ama elleri mahkûm. Gidiş bu yöndedir. Biz bu bağlamda, tabii güncel budur) devlet olan ama bir üst çatı altında güya hâlâ birleşik devlet olarak varlığını sürdüren bir yapı olur. Merkezin ama söyleyeceği bir şey yoktur esasında. Gelişme budur, olan budur. Irak’ta Musul’u ele geçirmesiyle bir anda gündeme oturan Irak-Şam İslam Devleti (IŞİD) veya yeni adıyla “İslam Devleti” (İD) şeriatçı, dinci faşist bir örgüttür. Maliki’nin Sünniler üzerinde artan baskısından dolayı kendilerini dışlanmış hisseden Sünnilerin protestolarında 2012 yılının sonlarından iti­baren artış görüldü. Maliki’nin giderek mezhepçi politikalar izlemesinden kaygı duyan bazı Sünni aşiret liderleri IŞİD’e destek vermeye başladı. Sünniler arasında Irak devletine karşı oluşan tedirginlik, IŞİD’in Sünni kesim içinde taraftar kazanmasına sebep oldu. Suriye’de iç savaşın başlaması sonucu, Suriye IŞİD militanları için çok iyi bir eğitim sahası haline geldi. Suriye-Irak sınırının güvenlik boşluğu nedeniyle geçişken hale gelmesi IŞİD militanlarının Irak’a geçmesini kolaylaştırdı. Bunun sonucunda da örgüt Irak’ta da faaliyetlerini arttırdı ve 2013 yılında yaşanan çatışmalarda Irak, son beş yılın en kanlı yılını yaşadı. Maliki yönetiminin Sünni kesimi rahatsız eden po­ litikaları Irak’ta artan gerginliğin patlama noktasına gelmesine yol açtı. 28 Aralık 2013’te Anbar’a bağlı Ramadi şehrinde Sünni milletvekili Ahmet el-Al­vani teröre destek verdiği suçlamasıyla hükümete bağlı güçler tarafından tutuklandı. Gözaltı sırasında çıkan çatışmada Alvani’nin kardeşi ve beş koruma­sının ölmesi üzerine Anbar’da bir yıldır devam eden protestolar şiddetlendi. Bölgedeki aşiretler ile Irak ordusu arasında çatışmalar başladı ve ciddi bir güven­lik boşluğu oluştu. IŞİD ise bu boşluktan çok iyi ya­rarlanarak bölgedeki gücünü arttırarak ve bazı aşiretlerle de işbirliği yaparak Felluce ve Ramadi şe­hirlerini kontrol altına aldı. Felluce’de hâkimiyet çoğunlukla IŞİD’de, Ramadi’de ise aşiretlerdeydi. Irak ordusu 2014 Ocak ayından itibaren bu bölgelere ope­rasyonlar düzenledi ama kontrolü sağlayamadı.. Anbar’ın Suriye sınırına yakın kırsal kesiminde uzun süredir aktif olan IŞİD’in Bağdat’a çok yakın olan Fel­luce’de de hâkimiyet sağlaması diğer Sünni vilayetler Selahaddin, Ninova ve Diyala’ya doğru saldırılarını şiddetlendirmesini de beraberinde getirdi. Irak ordusu Anbar’da kendisine karşı savaşan aşiretleri, Nakşiben­di Ordusu’nu, Ensar el-İslam Örgütünü ve IŞİD’i kontrol altına almakta etkisiz kaldı. 30 Nisan’da yapılan genel seçimlerde bölgede pek çok noktada oy verme işlemi gerçekleştirilemedi. 17 güncel 18 ki savaşın genişlemesine, genişletilmesine karşı çıkıyoruz. Her türlü dış müdahaleye karşıyız. Dış müdahaleye karşı çıkmamıza rağmen, gruplar arasında ki savaşların süreceğinin bilincindeyiz. Bunun alternatifi ne? Emperyalistler dıştan müdahale etmek istiyor! Ama biz, dıştan her müdahalenin (esasta Irak’ta gördük, Kosova’da gördük) işleri daha da kötüleştirdiğini, emperyalistlerin demokrasi için müdahale etmediğini biliyoruz. Dış müdahale, demokrasi götürme, özgürlük götürme adına yapılsa da esasında dış müdahale emperyalistlerin çıkarları içindir. Biz buna karşı çıkıyoruz. Her türlü dış müdahaleye karşı çıkılması gerekir. Halklar açısından dememiz gerekir ki, Irak ve Suriye’de Kürtlerin mücadelesi haklı mücadeledir. Türkmenlerin özerk bölge için mücadeleleri haklı mücadeledir. Bunlara destek veriyor ve destekliyoruz. Yapabileceğimiz şey bu. Ama dıştan müdahale her halükârda en başta reddetmemiz gerekir. Çünkü bu yönde görüşler savunuluyor. Birbirlerini yemesinler deniliyor! Bütün batı dıştan müdahalenin ideolojik hazırlığını yapıyor. İsrail neden Gazze’de katliam yapıyor? Batı Şeria’da 12 Haziran 2014’te üç Yahudi yerleşimci genç kaçırıldı. İkisi 16, biri 19 yaşında olan gençlerin kimler tarafından kaçırıldığı bilinmiyor. Yaklaşık bir hafta sonra üç gencin cesedi bulundu. Gençlerin kaçırılma haberi duyulur duyulmaz, Netanyahu ve İsrail hükümeti doğrudan Hamas’ı suçlamaya başladı. Cesetler bulunduğu andan itibaren ise Hamas’a suçlama yeni bir boyut kazandı ve “Hamas’ın bunu çok ağır bir şekilde ödeyeceği” ilan edildi. Netanyahu bu süreçte son derece ağır bir nefret söylemi kullanarak İsrail’in geneline yayılan Filistinlilere yönelik intikam saldırılarını körükledi. Cesetlerin bulunmasının hemen sonrasında bütün bu nefret söylemlerinin artmasıyla birlikte özellikle İsrail’de aşırı sağcı kesimler intikam saldırılarına girişti. Kudüs’te Muhammed El Hudayr isimli bir genç kaçırıldı ve çok kısa bir süre sonra ceset yakılmış bir şekilde bulundu. Yapılan polis soruşturmasında, altı İsrailli aşırı sağcı genç suçlu olduklarını, Muhammed El Hudayr’ı canlı canlı yaktıklarını itiraf ettiler. Bu süreçte Filistinlilere yönelik birçok linç girişimi yaşandı. İsrailli gençlerin kaçırılıp öldürülmesi, ardından Filistinli gencin yakılarak öldürülmesi sonucu, İsrail daha önce kaçırılan İsrailli er Gilad Şalit’in serbest bırakılması için Hamas’la yapılan takas antlaşmasını bozdu. Serbest bırakılan Hamaslılar tekrar tutuklanmaya başlandı. Bunun üzerine Gazze’den İsrail’in güneyindeki kentlere ro- ket saldırıları başladı. Gazze’de Hamas’ın askeri gücünün tamamıyla yok edilmesi gerektiği İsrail tarafından açıklandı. İsrail’i çok rahatsız eden bir gelişme de Haziran 2014’te yaşandı. Hamas ile El Fetih arasında uzlaşı hükümeti kuruldu. Uzlaşı hükümetinin kurulması İsrail’i fazlasıyla öfkelendirdi. Netanyahu, İsrail’in terörist olarak kabul ettiği Hamas’la kurulan bu ittifakı sert bir şekilde eleştirip, uluslararası alanda bu milli uzlaşı hükümetinin gayrimeşru olduğu ve terör bağlantılı olduğu” tezini işlemeye başladı. Uzlaşı hükümetinin kurulmasının ardından Mahmud Abbas yönetimini suçlayan İsrail, Abbas’ı “teröristler”in yanında yer almakla suçlamıştı. Hükümetin kurulmasının ardından İsrail Batı Şeria’da 1000’den fazla kişiyi tutukladı. Tutuklananların çoğu Hamas’ın üst düzey yöneticileriydi. İçlerinde eski milletvekilleri ve belediye başkanları da vardı. Gazze’ye 7 Temmuz’da hava bombardımanı başlatıldı. On gün süren bombardımanın ardından kara harekâtı başlatıldı. Bilanço yüzlerce ölü ve binlerce yaralı.. İsrail 2008 ve 2012 yıllarında yaptığı gibi yıllardır ambargo altındaki Gazze’yi tekrar bombalamaktadır. 2012 Ateşkesine göre, ablukanın hafifletilmesi ve Akdeniz’de Gazzeli balıkçılar için av alanının 3 mil’in ötesine genişletilmesi gerekiyordu. İsrail bu taahhüdünü yerine getirmedi. Söz konusu antlaşmaya göre, Gazze’nin Mısır ile ikinci sınır kapısı olan Kerem Ebu Salim’den ticaret mallarının girmesi de gerekiyordu. Bu da gerçekleştirilmedi. İsrail’in 2012 Ateşkes Antlaşması’nın maddelerini hayata geçirmeme konusundaki dayanağı, Mursi’nin devrilmesi oldu. Netanyahu yönetimi Mursi’nin devrilmesini bir fırsat olarak değerlendirdi. Gazze, siyonist İsrail devletinin Gazze’ye başlattığı savaş sonucu bir kan deryası görünümüne büründü. Siyonist İsrail devlet sözcüleri üç yerleşimcinin kaçırılmasını fırsat olarak değerlendirdiler. Dünya kamuoyunda kendilerini saldırıya uğramış ve “öz savunma hakkı”nı kullananlar olarak göstererek, Gazze’ye bütün güçleriyle yüklendiler. Amaçları en baştan itibaren HAMAS’ı bir kez daha cezalandırmak, Siyonist İsrail devletine karşı silahlı direnişin de haklı olduğu düşüncesinden vaz geçtiğini açıklamayan HAMAS’ın lider kadrosunu tasfiye etmek, HAMAS’ı örgüt olarak iyice zayıflatmak ve HAMAS’ ın Filistin’de El Fetih’le birlikte kurduğu hükümetin olamayacağını göstermektir. Hem Mısır’a hem de İsrail’e insani ve askeri giriş-çıkışları sağlayan yer altı tünelleri ile güya yer- tarken, diğer yandan İsrail ile olan ekonomik ilişkiler devam ediyor. TC Dişişleri Bakanlığı internet sitesinde, Türkiye- İsrail ekonomik ilişkileri hakkında şöyle tin Hükümeti Sağlık Bakanlığı verilerine göre; İsrail’in deniliyor: „2011 yılında 4,4 milyar ABD doları, 2012 hava, kara ve denizden düzenlendiği saldırılarda 7 yılında ise 4 milyar ABD doları seviyesinde gerçekleTemmuz’dan 8 Ağustos’a kadar 434’ü çocuk, 246’sı ka- şen Türkiye-İsrail ticaret hacmi, 2013 yılında 5 milyar dın, 79’u yaşlı bin 898 kişi hayatını kaybetmiştir. 2 bin ABD doları olarak kaydedilmiştir. Türkiye’yi ziyaret 877’si çocuk, bin 927’si kadın, 374’ü yaşlı 9 bin 852 kişi eden İsrailli turist sayısı 2012 yılında bulunduğu 83 yaralanmıştır. Bütün dünyanın gözü önünde Gaz- bin seviyesinden, 2013 yılında 165 bin düzeyine yükselze şeridindeki elektrik santralleri, köprüler, önemli miştir.“ (bkz. http://www.mfa.gov.tr/israil-ekonomisi. yollar bombalanarak tahrip edildi. Hamas’ı vurma tr.mfa) Görüldüğü gibi Mayıs 2010’da Mavi Marmara adına yerleşim birimleri, hareket halindeki araçlar, olayından sonra, Türkiye ile İsrail arasında ki ticaret Pazar yerleri vb. bombalandı. Gazze’de yaşayan yüz- hacmi artarak devam etmiştir. Türk burjuvazisi için binlerce Filistinli açlıkla, susuzlukla, elektriksizlikle belirleyici olan dostluk değil, çıkardır. RTE’de Türk karşı karşıya bırakıldı. burjuvasinin çıkarlarına uygun bir siyaset izEmperyalist dünya, siyonist İsrail lemektedir. RTE ve AKP hükümetinin devletinin Gazze’ye saldırısına Gazze bağlamında izlediği siyaset verdiği tepki, Gazze’ye saldıEmperyalist dünya, siyonist çifte standartçı bir politikadır. rıyı “İsrail’in kendini saErbil’deki Barzani bölge İsrail devletinin Gazze’ye vunma eylemi” olarak dehükümeti ile yapılan ansaldırısına verdiği tepki, Gazze’ye ğerlendirip haklı görmek laşma sonucu boru hattıybiçiminde oldu. İsrail’e la Türkiye’ye (Ceyhan’a ) saldırıyı “İsrail’in kendini savunma yöneltilen tek eleştiri gelen petrollerin oradan “orantısız güç kullanma” eylemi” olarak değerlendirip haklı görmek RTE’nin oğlunun gemilenoktasında oldu. Olan biçiminde oldu. İsrail’e yöneltilen tek ri ile İsrail’e sevk edildiği, nihayet üç yerleşimcinin oğlunun böylece cukkaeleştiri “orantısız güç kullanma” kaçırılması idi. Bunu yayı doldurduğu; bu petrolü panlar da belli idi. Şimdi sivil kullanan İsrail uçaklarının noktasında oldu. halkın da böylesine cezalandıGazze’yi bombaladığı iddiaları rılması biraz orantısız oluyordu..vs.. ne derecede doğrudur? İşte “uygar” emperyalist dünyanın yaklaşıOrtadoğu tam bir kan deryasıdır. Yine mı budur. her gün onlarca insan hayatını kaybediyor, yüzlercesi Türkiye de İsrail’i kınayan açıklamalar yapı- yaralanıyor. Olanlar medya aracılığıyla, yer yer “canlı yor. RTE, sürekli bağırıp çağırıyor. Uluslararası yayın” larla herkesin evinin içine taşınıyor. Irak, Suritoplumu sessiz kalmakla suçluyor! İslam dünyasını ye Rojava ve Gazze’de insanlar öldürülüyor. Yani hersessiz kalmakla eleştiriyor. BM’ye atıp tutuyor. Sal- kesin bilgisi dâhilinde, bütün dünyanın gözü önünde dırıya uğrayan Gazze halkının yanında olduğunu ve Siyonist İsrail Gazze’de katliamlar gerçekleştiriyor. mazlumların sesi olduğu mesajlarını veriyor. Madem Bu hunhar savaşın işçi emekçi insanlara, halka ne feGazze halkının yanındasın, madem mazlumların sa- laketler getirdiğini görüyoruz. Yüreğinde birazcık invunuculuğuna soyunmuşsun, neden Malatya Küre- san sevgisi olan herkes bu savaşın, savaşların hemen cik radar istasyonunun faaliyetlerini durdurmuyor- durmasını istiyor, istiyoruz. İsrail Gazze’ye karşı salsun? T.C. NATO üyesi bir ülkedir. NATO, askeri bir dırılarını durdurmalı, askerlerini derhal geri çekmeli savaş makinasıdır. İsrail de NATO’nun müttefikidir. taleplerini yükseltmek günün acil görevidir. İsrail, ABD’nin Ortadoğu’da dayandığı bir müttefik“Barış, Hemen Şimdi” de kuşkusuz iyi niyetli bir tir. Kürecik radar istasyonundan elde edilen istihbari taleptir. Ancak gerçekten barış isteyen herkes kenbilgilerin İsrail ile paylaşıldığı iddia ediliyor. Bu iddia dine savaşların nedenini sormalıdır. Neden halklara doğruysa, RTE’nin bağırıp çağırmasının bir anlamı felaket getirdiği açık olduğu halde savaşlar yürüdü, yoktur. RTE ve AKP hükümeti ikiyüzlü bir politika yürüyor? Modern çağda, sermayenin egemenliği alizliyor. Bir yandan kamuoyu önünde İsrail’e atıp tu- tında savaşlar evet, halklar için felaket, fakat serma- güncel leşim bölgelerinde bulunan mühimmat depoları ve füze-atar ramparaları tahrip etmektir. Bunun için Gazze yeniden ve yeniden alçakça bombalandı. Filis- 19 güncel 20 ye sahipleri için, egemenler için hiç de felaket değil. Tersine onların egemenliğini perçinleyen bir araç, kârlarına kâr katmalarını sağlayan en kârlı rant kapılarından biri. Şimdi Gazze’de İsrail saldırısı biçiminde gelişen somut savaşta, örneğin İsrail burjuvazisi kendi halkını şoven milliyetçilik temelinde kendi bayrağı altında savaşa sürüyor. Daha düne kadar Filistinlilerle barış yanlısı görünen birçok insan bile, “bizi yok etmek istiyorlar, kendimizi savunmak zorundayız” demagojisi temelinde kendi burjuvazisinin kuyruğunda hareket ediyor. Diğer taraftan İsrail’in bu Siyonist savaşına ülke içinde karşı çıkan, Filistin devleti ve Filistinlilerle barış içinde buarada yaşamak isteyen önemli bir muhalefetin varlığı da gözardı edilmemelidir. Burjuvazi kendi işçi ve emekçisini kendi safında birleştirebiliyor. Saldırıya uğrayan Gazze’de ise Arap burjuvazisi dış düşmanı gösterip, Arap işçi ve emekçileri kendi bayrağı altında topluyor. Bu bayrakta Müslüman din motifleri ve Yahudi düşmanlığı (anti-semitizm) da küçümsenmeyecek bir yer tutuyor. Burjuvaziye karşı sınıf mücadelesi yerine “Yahudi işgalcilere” karşı “cihad” ön plana geçiyor. Yani her iki yanın burjuvazisi açısından da savaş burjuvazinin konumunu güçlendirici bir araç, milliyetçilik, ırkçılık, şovenizm temelinde emekçileri birbirine kırdırtmak için bir araç. Bu kadar değil. Savaşta atılan her mermi, her füze, kullanılan tanklar, toplar tüfekler, insanlara felaket getirse de, savaş araçlarını üretenler ve satanların kârına kâr katan birer araç. Savaş bunlar için onlara hayat veren bir unsur. Savaşta yıkılan her ev, her köprü, bombalanan her yol, hava alanı vb. oralarda vurulup ölen insanlar için felaket, fakat bunların yeniden yapılması gerek. Her harabe inşaat sektörü için yeni iş alanı demektir. Savaş, karaborsacılar için felaket değil, en kârlı iş dönemidir. Bunun dışında tabii, savaşın açıklanan amaçları ile gerçek hedefleri hiçbir zaman birbirine uymaz. Emperyalizm çağında gerici-emperyalist savaşlar her zaman emperyalistler arası dünya hegemonya mücadelesinin bir parçası olarak yürür. Hegemonya dalaşı, emperyalist dünyanın değişmez yasası, emperyalist-gerici savaşlar, kapitalizm/emperyalizmin vaz geçilmez yol arkadaşıdır. Ortadoğu’ya egemenlik, emperyalist dünyanın kanı olan petrole egemenlikle eşdeğerdedir. Petrol ise emperyalistler açısından emekçilerin kanından çok daha değerlidir. Gerçekten barış isteyen herkes bu yüzden, her somut savaşta, savaşın derhal durması için mücadele ederken, aynı zamanda kapitalizm /emperyalizm egemen oldukça, savaşların da kaçınılmaz olduğunu, emperyalizm işçi ve emekçiler tarafından devrimlerle mezara gömülmedikçe (ki bunun da yolu savaştan, devrimci savaştan geçer) savaşların olacağının bilincinde, mücadelesini emperyalizme karşı proleter dünya devrimi mücadelesinin bir parçası olarak yürütmeli, kalıcı ve gerçek bir barışın gerçek düşmanının bir bütün olarak emperyalist sistem olduğu gerçeğini yaygınlaştırmalıdır. Şimdi saldırı altında bulunan Gazze’de, HAMAS’ın işgalci Siyonist İsrail devletine karşı mücadelesi haklıdır. Biz işgale karşı bu mücadelenin haklı olduğunu söylerken, aynı zamanda bu örgütün gerçekte antiemperyalist ve devrimci bir örgüt değil, İslamcı faşist örgüt olduğunu da açıkça söylüyoruz. Siyonist İsrail devleti Ortadoğu’da emperyalizmin –en başta da ABD emperyalizminin - güdümünde bir saldırı üssü konumundadır. Bu devletin halklara karşı saldırılarını teşhir ediyor, karşı çıkıyor ve bu devletin de devrimle yıkılması için mücadele eden güçleri desteklerken, aynı zamanda Siyonizme karşı mücadele adı altında Yahudi düşmanlığı yapanlardan kendimizi kesin hatlarla ayırıyoruz. Bu barbarlıkta kuşkusuz uzun vadede Siyonist İsrail ve onun baş destekçisi ABD emperyalizmi hedeflerine varamayacaklardır. Onlar kısa süreli başarılar elde edip, HAMAS gibi örgütleri geçici ve askeri olarak zayıflatsalar da, gerçek amaçları olan dikensiz gül bahçesi yaratma hedefine kavuşamayacaklardır. Ekilen fırtınalar kasırga olarak geri dönecektir. Ortadoğu’da, kanlı, barbar savaşlar yaşanıyor. Sermaye egemen olduğu sürece, sermaye güçleri işçileri emekçileri milliyetçilik, ırkçılık, şovenizm temelinde birbirine düşman etmeyi ve kırdırtmayı becerebildiği sürece bu kanlı savaşlar kaçınılmazdır. Bu barbarlığın ve kanlı savaşların alternatifi Bolşevik devrimlerdir. Barbarlığın alternatifi, uluslara ayrılma hakkı, tüm milliyetlere tam hak eşitliği temelinde her türlü milliyetçiliğin çanına ot tıkayan proleter enternasyonalizmidir! Barbarlığın alternatifi, sermayenin egemenliğine son verilmesi, emeğin, işçilerin-emekçilerin egemenliği için Sosyalizmin kurulmasıdır. Ortadoğu’daki son savaşın da gösterdiği gerçek budur: Ya Barbarlık içinde Çöküş-Ya Sosyalizm! 15. 08. 2014 ✓ güncel 12 EYLÜL FAŞİST ASKERİ DARBE DAVASI ÜZERİNE 12 Eylül 2010’da gerçekleştirilen referandumla Anayasanın geçici 15. maddesi kaldırıldı. Geçici 15. maddenin kaldırılmasıyla birlikte, 12 Eylül faşişt darbesi mağdurları değişik illerde Cumhuriyet Savcılıklarına suç duyurularında bulundular. Özel yetkili Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı 03.01.2012’de, Ali Tahsin Şahinkaya ve Ahmet Kenan Evren hakkında iddianame hazırladı. İddianame kabul edildi. B u yıl 12 Eylül faşist askeri darbesinin 34. yıldönümüdür.12 Eylül darbesinden 402 ay sonra, faşist darbe yöneticilerinden Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya’ya, Ankara 10. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından müebbet hapis cezası verildi. Darbeciler hakkında davanın açılması ve dava sonucunu anlatmadan önce, 12 Eylül’ün sonuçlarını kısaca hatırlatmakta fayda var. 12 Eylül 1980 askeri faşist darbesinden itibaren uzun yıllar boyunca bütün ülke bir işkencehaneye çevrildi. Okullar, askeri birlikler, fabrika binaları, depolar ve polis merkezleri işkencehane olarak kullanıldı. 1 milyon 683 bin kişi fişlendi. Açılan 210 bin davada 230 bin kişi yargılandı. 7 bin kişi için idam cezası istendi. 517 kişiye idam cezası verildi. Haklarında idam cezası verilenlerden 50’si asıldı. İdamları istenen 259 kişinin dosyası Meclis’e gönderildi. 71 bin kişi TCK’nin 141, 142 ve 163. maddelerinden yargılandı. 98 bin 404 kişi örgüt üyesi olma iddiasıyla yargılandı. 388 bin kişiye pasaport verilmedi. 30 bin kişi sakıncalı olduğu için işten atıldı. 14 bin kişi yurttaşlıktan çıkarıldı. 30 bin kişi siyasi mülteci olarak yurtdışına gitti. 300 kişi kuşkulu bir şekilde öldü. 171 kişinin işkenceden öldüğü belgelendi. 937 film sakıncalı bulunduğu için yasaklandı. 23 bin 677 derneğin faaliyeti durduruldu. 3 bin 854 öğretmen, üniversitede görevli 120 öğretim üyesi ve 47 hâkimin işine son verildi. 400 gazeteci için toplam 4 bin yıl hapis cezası istendi. Gazeteci- lere 3 bin 315 yıl 6 ay hapis cezası verildi. 31 gazeteci hapishanelere konuldu. 300 gazeteci saldırıya uğradı. 3 gazeteci silahla öldürüldü. Gazeteler 300 gün yayın yapamadı. 13 büyük gazete için 303 dava açıldı. 39 ton gazete ve dergi imha edildi. Hapishaneler de 299 kişi yaşamını yitirdi. 144 kişi kuşkulu bir şekilde öldü. 14 kişi açlık grevinde öldü. 16 kişi kaçarken vuruldu. 95 kişi çatışmada öldü. 73 kişiye doğal ölüm raporu verildi. 43 kişinin intihar ettiği açıklandı! 7 Kasım 1982’de faşist T.C. Anayasası için halk oylaması yapıldı. % 92’lik „evet“ oyu ile faşist Anayasa kabul edildi. Anayasa oylamasında, mavi renk hayır, beyaz renk evet demekti! Zarflar ince olduğu için mavi oy kullananlar belli oluyordu. Halkı baskı altında tutmak için rengi dışardan görünen oy pusulaları kullanılmıştı. Halk oylaması ile birlikte Kenan Evren otomotik olarak Cumhurbaşkanı seçildi. Anayasaya geçici 15. madde eklendi. Böylece darbecilere dokunulmazlık zırhı sağlandı. 12 Eylül 2010’da gerçekleştirilen referandumla Anayasanın geçici 15. maddesi kaldırıldı. Geçici 15. maddenin kaldırılmasıyla birlikte, 12 Eylül faşişt darbesi mağdurları değişik illerde Cumhuriyet Savcılıklarına suç duyurularında bulundular. Özel yetkili Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı 03.01.2012’de, Ali Tahsin Şahinkaya ve Ahmet Kenan Evren hakkında iddianame hazırladı. İddianame kabul edildi. 12.09.1980 – 06.12.1983 tarihleri arasında T.C. Anayasasının ta- 21 güncel 22 mamını veya bir kısmını değiştirmeye veya ortadan kaldırmaya ve anayasa ile teşekkül etmiş olan Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni ortadan kaldırmaya veya görevini yapmasına engel olmaya cebren teşebbüs etmek suçu ile dava açıldı. Hazırlanan iddianamede, mağdurların işkence ve kötü muamele şikâyetlerine ayrıntılı olarak yer verilmişti. Darbecilerin insanlığa karşı işlenen suçlar kategorisi içerisinde ele alınıp yargılanmaları gerekiyordu. 6 Nisan 2012’de ilk duruşma yapıldı. Bu duruşmada, suçtan zarar görme durumlarına göre müdahillik talepleri değerlendirildi. Mahkemenin ara kararında, insanlığa karşı işlenen suçlar kategorisine giren işkence ve kötü muamele iddiaları ile ilgili belge ve bilgilerin gereğinin yapılması için CMK 250. madde ile görevli ve yetkili Cumhuriyet Savcılıklarına gönderilmesine karar verild. Sanıklar Ahmet Kenan Evren ile Ali Tahsin Şahinkaya haklarında sistematik işkenceye ve kötü muameleye neden olma yönünde suçlamalarda bulunulduğundan gerekli soruşturmanın yürütülebilmesi için Cumhuriyet Savcılığına suç duyurusunda bulunulmasına karar verildi. Ancak bu soruşturulmaların akıbeti henüz bilinmiyor. Müdahillik talepleri kabul edilen tüzel kişiler arasında TBMM, CHP, MHP, DİSK gibi kurum, siyasi parti ve sendikalar yer alıyordu. Müdahillik talepleri kabul edilen gerçek kişiler ise işkence ve kötü müdahaleye bizzat maruz kaldıklarına dair belge sunulan kişiler, onların yakınları ve TBMM’nin kararı olmaksızın idam cezası uygulanmış olan kişilerin yakınlarından oluşuyordu. Müdahil ve sanık vekillerinin soruşturmanın genişletilmesi yönündeki talepleri sanıkların ifadelerinin alınmasının tamamlanmasının ardından değerlendirilmek üzere ertelendi. Davanın ilk üç duruşmasına darbeci generaller katılmadı. Darbecilerin ilk ifadeleri, 20 Kasım 2012 tarihli duruşmada telekonferans yoluyla hastanedeki yataklarında yarı oturur vaziyette alındı. Darbeciler, mahkeme heyetinin ve müdahil avukatların sorularını dinlemekle yetindiler. Darbeciler, suçlu olduklarını düşünmediklerini ve pişmanlık hissetmediklerini söylediler. Aylık gelirleri, adresleri vb. sorular dışında kendilerine sorulan soruların hiç birine cevap vermediler. Avukatlar ve 12 Eylül mağdurları, dönemin sıkıyönetim komutanları, valiler, emniyet müdürleri ve bir kısım üst düzey bürokratların da yargılanması gerektiği yönünde dilekçeler vermişti. Cumhuriyet Savcılığı, mahkemeye gönderdiği yazıda, dönemin sıkıyönetim komutanları, valiler, emniyet müdürleri ile bir kısım üst düzey bürokratlarla ilgili „Türkiye Cumhuriyeti Anayasasını tamamını veya bir kısmını değiştirmeye veya ortadan kaldırmaya veya anayasa ile teşekkül etmiş Türkiye Büyük Millet Meclisini ortadan kaldırmaya veya görevini yapmasına engel olmaya teşebbüs etmek ve bu eylemleri gerçekleştirmek suçlarından” soruşturma yürütüldüğünü bildirdi. Ancak bu soruşturulmaların sonucu da henüz bilinmiyor. 17 Ocak 2013 tarihli duruşmaya sanıklar katılmadı. Müdahil avukatlar mahkemeye bir dilekçe sunarak, Tahsin Şahinkaya’nın hastanede yatmadığı, Gata’da ayakta tedavi gördüğü ve darbecinin tutuklanmasını talep ettiler. Ancak mahkeme avukatların talebini reddetti. Şubat 2013’de darbeci iki general Anayasa Mahkemesi’ne haklarının ihlal edildiği gerekçesiyle şikayette bulundu ve 12 Eylül davası iddianamesinin hukuken yok hükmünde olduğunun tespiti için talepte bulundular. 18 Nisan 2013‘teki duruşmaya Genelkurmay’da belgelerin imha edildiğine ilişkin bir ihbar mektubu mahkemeye ulaştı. İhbar mektubunu yazan Hasan Duman, görevli olduğu ilgili Genel Kurmay Harekât Başkanlığı biriminde, Mahkemenin 12 Eylül Darbesi ile ilgili belgeleri istemesi üzerine araştırma yapıldığını ve araştırma sonucunda diğer belgelerle birlikte 1979 tarihli ve Kenan Evren imzalı Yurt-Kor isimli bir belgeye ulaşıldığını anlatır. Söz konusu belgede darbeye zemin oluşturmak için gerçekleştirilen hazırlık hareketlerinin planlandığı ve iddianamede yer alan darbe öncesi toplumsal olayların bu planlarla örtüştüğü belirtiliyor. Bu belgeyi inceleyen birim Başkanı Abdullah Recep’in belgenin önemini ve durumun vahametini fark ettiğinde Mahkemeye ilgili belgelere rastlanamadığına dair bir bilgi yazısı gönderdiği ve diğer belgelerin imha edilmiş olabileceğini belirtir. Mahkeme Genel Kurmay Başkanlığından Yurt-Kor isimli belgenin niteliğinin tespit edilmesini, belge imhası iddiasının, adı geçen şahısların kimliklerinin araştırılmasını ve ilgili belgelerin gönderilmesini talep etti. 21 Haziran 2013‘teki duruşmada, Genelkurmay Başkanlığı, mahkemeye böyle bir belgenin var olduğu ancak devlet sırrı gerekçesiyle gönderilmeyeceğini bildiren yazısı okunur. Genel Kurmay Başkanlığına Mahkemenin tekrar yazı yazması üzerine, belge ile ilgisi olmayan üç klasörlük belge gönderildiği tutanaklara geçirildi. Müdahil avukatlar mahkemeden gözaltı süreleri ile yaşamını yitirenler, sağlıklarını kaybedenler, ülkeden kaçmak zorunda kalanlar, vatandaşlıktan çıkarılanlar, işinden atılanlar, demokratik hakları tamamen ellerinden alınan tüm toplum 34 seneden beri darbeden kaynaklı çok fazla zarara uğradı. Faşist darbe tüm toplumu silindir gibi ezip geçti. Toplumun ve bireylerin sahip oldukları tüm hakları gasp edildi ve ülke silah tehdidiyle bir korku imparatorluğu haline getirildi. Haklarını ve demokratik kanalları kullanmak konusunda uzun yıllar pratiksiz kalan bir toplumun, darbenin gerçekten bir suç olduğunu ve kendilerine bunu yapmaya ülkenin ordusunun hakkı olmadığını, bunun insanlık dışı ve insanlığa karşı bir suç olduğunu anlayabilmesi için tüm darbecilerin yargılanması gerekiyordu. 12 Eylül hukuku ve 12 Eylül yasaları yerinde duruyor. Faşist Anayasa da yapılan değişikliklere rağmen faşist özünü koruyor. Ancak gerçeğin ortaya çıkarılması ve toplumsal hafızanın yenilenmesi açısından bu dava sembolik bir davadır. Darbe öncesinde, darbe sırasında ve darbe sonrasında gerçekleştirilen sistematik insan hakları ihlalleri ve insanlığa karşı suçların araştırılması için yapılan başvuruların ilerlemeyen soruşturmaları bunun en güzel kanıtıdır. Darbelerin gerçekleştirilmesinde yer alan asker ve sivil tüm unsurların, cezai, hukuki ve mali açıdan yargılanmaları, medya, iş dünyası ve diğer sivil itici güçlerin askeri darbeler üzerindeki etkileri de her yönüyle araştırılması gerekiyor. Evren ve Şahinkaya’nın müebbet hapse mahkûm edilmesi önemli bir karardır. Biz bu kararı küçümsemiyoruz. Türkiye tarihinde ilk kez ‘başarılı’ darbe yapanlar mahkûm edildi. Bu tarihi bir karardır. Bu tabii ki 12 Eylül’ün gerçek anlamda yargılanması değildir. Sembolik bir karardır. 12 Eylül yargılaması bitmemiştir. Bu sembolik kararı yanlış bulanlar, küçümseyenler yanlış bir konumda bulunmaktadır. Darbeci iki generale müebbet hapis cezası verilmiştir ama büyük ihtimalle hapishaneye konulmayacaklardır. Kenan Evren, kendisi hakkında dava açılması sonrasında Sözcü gazetesinde Ertuğrul Akbay’a yaptığı açıklamada, “Halk benim hakikaten mahkemeye verilmemi, cezalanmamı istiyorsa, böyle bir karar çıkarsa. Ona gerek kalmaz, tabancamla şakağıma tek kurşun sıkarak intihar ederim” demişti. Biz, Kenan Evren’den verdiği sözü yerine getirmesini bekliyoruz. “Türk askeri”ne bu yakışır. Verilen sözler yerine getirilmelidir. 23.08.2014 ✓ güncel gizlenen belgelerle tarihi bir davanın sonuçlandırılmasının mümkün olmadığını ve büyük bir fırsatın kaçırıldığını dile getirdiler. 27 Eylül 2013’te yapıaln duruşmada MİT’e yazılan yazıda kimi belgeler istenmesine karar verildi. Ayrıca bu duruşmada, Genel Kurmay Başkanlığına yazı yazılarak, “Sivil İşler Koordinasyon Grubu”nda yer alan şahısların kimliklerinin tespiti ile haklarında soruşturma başlatılması için Ankara Cumhuriyet Başsavcılığına suç duyurunda bulunulması kararlaştırıldı. 25 Ekim’de yapılan duruşmada, MİT’ten gelen yazı okundu. MİT, istenen bilgi ve belgelere arşivlerinde rastlanılmadığını mahkemeye bildirdi. Hem MİT’in hem de Genelkurmay Başkanlığı’nın mahkemeden belgeleri gizlediği ortaya çıktı. 25 Ekim 2013 tarihli duruşmada, Savcı davanın esasına ilişkin mütalaasını açıkladı. Mütalaada, iddianamede belirtilenler dışında pek derin bir açıklama yer almıyordu. Toplumun tamamını derinden etkileyen darbecilerin yargılandığı bir davada devletin ilgili belgelerine ulaşılamadı. Darbenin hazırlık aşamasındaki eylemler ve bu eylemleri darbecilerle planlayanlar, katılanlar, destekleyen, teşvik ve yardım eden sivil unsurlar ve sorumlu diğer askerler tespit edilemedi. Sadece iki yaşlı generalin mütalaada istenen cezalara çarptırılması olumludur ama yeterli değildir. 18 Haziran 2014’te 22. duruşmada, 12 Eylül darbe davası sonuçlandırıldı. İki darbeci general müebbet hapis cezasına çaptırıldı. Darbeciler, tüm duruşmalarda, müdahil avukatların tüm itirazlarına rağmen tutuksuz olarak yargılandılar. Darbeciler, duruşma salonuna getirilmeyerek SEGBİS sistemiyle ve telekonferans yöntemiyle Mahkemeye bağlandılar. Mahkeme sanıkların sağlık durumlarına dair tespitleri yapacak hekim kuruluna Türk Tabipler Birliği temsilcilerinin katılmasına izin vermedi. Darbeci iki general, yaptıklarından hiçbir şekilde pişmanlık duymadıklarını anlattılar. Tüm duruşmalara hastane odalarında ellerindeki kahveleriyle katıldılar, hiçbir soruya cevap vermediler. Darbeciler, mahkeme ve avukatların Türkiye toplumunun tamamını ilgilendiren pek çok konuyu aydınlatabilecek ayrıntılı sorularını yanıtsız bırakarak adeta suç ortaklıklarını devam ettirdiler. Yargılama aşaması boyunca belgelere ulaşılamadı. Burjuva hukuku çerçevesinde hukuki analizler yapılamadı. Yeterince bilgilendirilmeyen kamuoyunun bu davaya dair beklentileri sembolik olmaktan öteye geçemedi. Kaldı ki Darbe sonrasında işkenceli sorgularda olağanüstü 23 güncel 24 İNSANİ GELİŞME RAPORU VE TÜRKİYE B irleşmiş Milletler, 24 Ekim 1945’te kuruldu. BM kuruluş belgesinde amacını “dünya barışını, güvenliğini korumak ve uluslararası alanda ekonomik, toplumsal ve kültürel işbirliği oluşturmak” olarak ilan etmişti. Birleşmiş Milletler kendisini “adalet ve güvenliği, ekonomik kalkınma ve sosyal eşitliği uluslararasında tüm ülkelere sağlamayı amaç edinmiş küresel bir kuruluş” olarak tanımlamaktadır. Örgütün, kurulduğu yıllarda 51 olan üye sayısı şu an itibariyle 193’e ulaşmıştır. Örgütün yönetimi New York’ta bulunan genel merkezinden yürütülmekte ve üye ülkelerle her yıl düzenli olarak yapılan toplantılar yine bu genel merkezde gerçekleştirilmektedir. BM bünyesinde yer alan örgütlenmeler temel olarak ikiye ayrılır. Birincisi; BM’ye bağlı özerk kuruluşlar ve BM’ye bağlı hükümetler arası uzmanlık kuruluşları. Yarı özerk kuruluşlar BM Genel Kurul toplantılarında belirlenir ve çalışmaları BM katılımcılarınca denetlenir. Bu kuruluşlar genelde mültecilere yardım etme, savaşın yıkımlarını azaltma gibi görevler üstlenmişlerdir. Bütçeleri kuruluşa katılan ülkelerin yardımıyla oluşturulur. Yarı özerk kuruluşlardan bazıları şunlardır: BM Kalkınma Programı (UNDP), BM Ticaret ve Kalkınma Konferansı (UNCTAD), BM Afetzedelere Yardım Kuruluşu (UNDRO), BM Mülteciler Yüksek Komiserliği (UNHCR), BM Çocuk Fonu (UNICEF), BM Sermaye Geliştirme Fonu (UNCDF), BM Yakındoğu Filistin Mültecilerine Yardım İdaresi (UNRWA), BM Çevre Programı (UNEP), BM Nüfus Faaliyetleri Fonu (UNFPA), BM Sosyal Kalkınma Araştırma Enstitüsü (UNRISD), BM Eğitim Araştırma Enstitüsü (UNITAR), BM Üniversitesi (UNU). Uzmanlık kuruluşları hukuken BM gözetimi altında olmakla birlikte asıl olarak hükümetler düzeyinde kurulan kuruluşlardır. BM’nin bu kuruluşlar üzerinde yaptırım gücü yoktur ve faaliyetlerini denetleyemez. Uzmanlık kuruluşlarının oluşturulmasını sağlayan emperyalizmin ta kendisidir. Uzmanlık kuruluşlarının en bilineni Uluslararası Para Fonu, IMF’dir. IMF, pratikte öncelikle batılı emperyalist güçlerin istediği para politikasını hayata geçirmek işlevine sahiptir. Diğer uzmanlık kuruluşları şunlardır: Gıda ve Tarım Örgütü (FAO), Dünya Bankası (IBRD), Uluslararası Sivil Havacılık Örgütü (ICAO), Uluslararası Kalkınma Örgütü (IDA), Uluslararası Finans Kurumu (IFC), Uluslararası Tarımsal Kalkınma Fonu (IFAD), Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO), Uluslararası Denizcilik Örgütü (IMO), Uluslararası Telekomünikasyon Birliği (ITU), BM Eğitim Bilim Kültür Örgütü (UNESCO), BM Sınai Kalkınma Örgütü (UNIDO), Evrensel Posta Birliği (UPU), Dünya Sağlık Örgütü (WHO), Dünya Fikri Mülkiyet Örgütü (WIPO), Dünya Meteoroloji Örgütü (WMO). Emperyalizm dünyayı barbarlığa sürüklemekte, savaşlar çıkarmakta ve pazar kavgası yürütmektedir. Emperyalizm aynı zamanda kurumları aracılığıyla aktüel gelişmeleri değerlendirmekte ve raporlar yayınlamaktadır. Kuşkusuz yayınlanan raporların gerçeği objektif olarak değil emperyalizmin çıkarları doğrultusunda yansıttığı olgudur. Yine de bu raporlar emperyalist dünyanın halinin ne olduğunun kabaca görülmesi açısından bilgi vericidir. BM Kalkınma Programı (UNDP), 24 Temmuz 2014’de yeni “İnsani Gelişme Raporu”nu açıkladı. Rapora göre dünyada 1,2 milyar insan, günde sadece 1.25 dolar ya da daha az bir parayla hayatta kalmaya çalışıyor. Gelişmekte olan 91 ülkede yaşayan 1,5 milyar insan da sağlık, eğitim ve hayat standartları açısından kötü durumda. 800 milyon kişi yoksulluğun pençesinde kıvranıyor. Dünya nüfusu yedi milyar. Dünya nüfusunun büyük bölümü, emekli maaşları ve işsizlik sigortası gibi kapsamlı sosyal güvenlik haklarından mahrum durumdadır. Rapora göre, mali krizler, doğal afetler, gıda fiyatlarındaki artışlar ve şiddetli çatışmalar, insanlığı tehdit ediyor. Kurumsal başarısızlıklar ve ayrımcılıktan kaynaklanan yapısal kırılganlıklar da, kadınlar, engelliler, yaşlılar, göçmenler ve yoksulların daha fazla zarar görmesine yol açıyor. yapılan yatırımların önemine dikkat çekiyor. İnsani Gelişme Raporu’na göre küresel düzeyde çalışanların büyük bölümü, emekli maaşı alamıyor ya da işsizlik sigortasından yararlanamıyor. Rapor, 187 ülkede İnsani Gelişme Endeksi’ni (İGE) değerlendiriyor. Türkiye, bu endekste “yüksek insani gelişme” kategorisinde yer alırken, 187 ülke arasında 69. sırada bulunuyor. güncel Raporda, insan hayatının belirli “hassas” dönemleri için “yaşam döngüsü kırılganlıkları” kavramı kullanılıyor. Buna göre insanlar, okuldan iş yaşamına veya çalışma hayatından emekliliğe geçtikleri dönemlerde sosyo-ekonomi ve risklerden daha çok etkileniyor. Ayrıca, bir çocuğun dünyaya geldiği ilk 1000 gün de, yaşam döngüsü kırılganlıkları içinde değerlendiriliyor. UNDP, bu yüzden erken çocukluk döneminde Türkiye ile ilgili istatistikler Doğumda ortalama yaşam beklentisi 75,3 Ortalama eğitim görme süresi 7,6 Eğitim görme süresi beklentisi 14,4 Kişi başına düşen Gayrisafi milli gelir (2011 SGP$) 18391 Kadınların iş gücüne katılım oranı (% 15 yaş ve üstü) 29,4 Sağlığa yapılan kamu harcamaları (Gayri safi yurtiçi hasılanın yüzdesi, 2011) 6.7 Eğitime yapılan kamu harcamaları (Gayri safi yurtiçi hasılanın yüzdesi, 2005-2012) 2,9 Yetişkinler arasında okuma yazma oranı (%, 15 yaş ve üstü) 94,1 Nüfusun en az ortaöğretimi tamamlamış yüzdesi (%, 25 yaş ve üstü, 2005-2012) 49,4 Nüfusun istihdama oranı (%, 25 yaş ve üstü, 2012) 48,5 Genç işsizliği (%, 15-24 yaş arası, 2008-2012) 17,5 Enerji tedariki: Fosil yakıtlar (2012, toplamın yüzdesi) 89,5 Enerji tedariki: Yenilenebilir enerjiler (2012, toplamın yüzdesi) 10,3 Kişi başına düşen karbondioksit salımı (2010, ton) 4,1 Doğal kaynakların tükenmesi (Gayrisafi milli hasılanın yüzdesi, 2010-2012) 0,5 Ormanlık alan (2011, toplam alanın yüzdesi) 14,9 2030 yılındaki tahmini nüfus (milyon) 86.8 Yıllık nüfus artışı (%) (2010-2015) 1,2 Toplam doğurganlık oranı (bir kadın başına düşen doğum sayısı, 2010-2015) 2,1 25 güncel 26 Verilere göre, Türkiye’nin 1980-2013 yılları arasında İGE göstergeleri itibariyle kaydettiği gelişme anlatılıyor. Buna göre; söz konusu süreçte Türkiye’de doğumda beklenen tahmini yaşam süresi 16,6 yıl, ortalama öğrenim görme süresi 4,7 yıl ve öğrenim görme süresi beklentisi 6,9 yıl artmış. Ayrıca, kişi başına düşen GSMH’de de yüzde 112,5 civarında artış göstermiştir. Raporda, Türkiye‘nin son yıllarda istikrarlı bir ekonomik büyüme ve insani gelişmede güçlü bir ilerleme sağladığı tespiti yapılıyor. Türkiye’nin modern sanayi ve ticaret ile geleneksel tarım sektörünün birlikteliğinden oluşan ekonomisinin, büyüklük itibariyle dünyada 17. sırada olduğu belirtiliyor. Türkiye aynı zamanda en hızlı büyüme oranına sahip ülkelerden biri. 2014 İnsani Gelişme Raporu’nda kullanılan bir diğer endeks de toplumsal cinsiyete dayalı eşitsizlikleri yansıtan Toplumsal Cinsiyet Eşitsizliği Endeksidir. Türkiye, 2013 Toplumsal Cinsiyet Eşitsizliği Endeksinde, 149 ülke arasında 69. sırada bulunmaktadır. Türkiye parlamentosunda kadın milletvekilleri oranı yüzde 14,2’dir. Yetişkin kadınlar arasında en az orta öğrenim görmüş olanların oranı yüzde 39’dur. Bu oran erkeklerde yüzde 60 olarak göze çarpıyor. Her 100 bin canlı doğumda 20 kadın hayatını kaybediyor ve ergenler arasındaki doğurganlık oranıysa 1000 canlı doğum başına yüzde 30,9 olarak dikkati çekiyor. Kadınların iş gücü piyasasına katılımı yüzde 29,4’dur. Erkeklerin katılım oranı yüzde 70,8 oranında seyrediyor. UNDP raporunda, Kişi başına düşen gayrisafi milli gelir 18 bin 391 dolar olarak gösterilmektedir. AKP hükümetinin ekonomiden sorumlu bakanları, 2014 yılı sonunda kişi başına düşen milli gelirin 11 bin 500 dolara varacağını hesaplamaktadır. Aradaki fark UNDP hesabının satın alma paritesine dayanan bir hesap olmasından kaynaklanmaktadır. Yani UNDP’nin en son raporuna göre Türkiye’de „insani durum“ açısından gelişme olumlu görünüyor. Biz bu olumluluğun işçiler ve emekçiler açısından gerçek görünümünün ne olduğunu, milyonlarca insanın yoksulluk sınırında yaşadığını, toplumun en yoksullarının sadakaya muhtaç yaşar halde olması anlamına geldiğini biliyoruz. Gerçek insani gelişme işçiler, emekçiler, yoksullar açısından sömürü sisteminin yıkılmasını ön şart koşuyor. İçinde yaşadığımız sömürü sistemi, tüm hatlarıyla insanlık düşmanı bir sistemdir. Milyarlarca insan, insanca yaşayamadığını kendi yaşamı somutunda bilmektedir. Burada da sorun, “büyük insanlığın” kendi kurtuluşunu gerçekleştirme bilincine, güvenine sahip olmaması, mücadeleye girişmeye cüret etmemesidir. Dünyanın kapitalist-emperyalist egemenleri “büyük insanlıktan” korkmaktadır. Bu yüzden de BM nezdinde olduğu gibi kimi kurumlarıyla sömürü sisteminin sivri uçlarını törpülemeye, milyarlarca insanın çekilemez durumda olan yaşamını “çekilebilir” hale getirmeye çalışmaktadırlar. Bu çabaları milyarlarca insanın yaşamında özde bir şey değiştirmese de, onları düzen çerçevesinde tutmaya, bilinçlerini karartmaya, emperyalist kurum ve kuruluşlara bağlamaya hizmet etmektedir. Açlıktan ölme tehlikesiyle karşı karşıya olan birilerinin ilk sorunu açlıktan ölmemek, açlıktan kurtulmaktır. Görevimiz bu insanlara açlığın gerçek nedeninin bizzat kapitalist sistemin kendisi olduğunu bıkmadan usanmadan anlatmak, kavratmaya çalışmaktır. Ancak bu kitlelerin bu bilince kavuşması ile açlık bir daha gelmemecesine tarihin çöplüğüne gömülebilecektir. Sömürü sisteminin azami kâr hırsı, bir avuç sömürücünün, tekelin dünyanın toplumsal zenginliklerine el koyması ve kendi aralarındaki dalaşın, kapitalizmin yol arkadaşı savaşların varlığını sürdürmesi, yeni savaşlara, çatışmalara yol açması; milyonlarca insanın yerinden yurdundan edilmesi gibi, daha fazla insanın yoksulluğa, açlığa sürülmesi de bu sömürü sisteminin “normal” bir görüntüsüdür. BM gibi kurumların “yardım” ilanları da kapitalizmin yol arkadaşlarının varlığına son veremez. BM, emperyalist güçlerin bir kurumudur. Emperyalistlerin, kurum ve kuruluşlarının halklara barış, demokrasi, özgürlük değil; savaş, katliam, soykırım ve kölelik getirmektedir. Emperyalistlerin “barış”, “demokrasi” diye satmaya çalıştıkları, gerçekte onların soygunu, talanı, barbarlığıdır. Görev bu emperyalist barbarlığa karşı mücadeleyi yükseltmek, emekçi kitleleri, ezilen halkları bu barbarlığa karşı aydınlatmaktır. Emperyalist barbarlığa tümden son vermek, sömürü sistemini ve sömürücüleri tarihin çöplüğüne atmak, ancak ve ancak proletaryanın öncülüğünde gerçekleştirilecek devrimlerle mümkündür. Temel görev, işçi sınıfını sosyalizm bilinciyle donatmak ve komünist parti önderliğindeki mücadelede örgütlemektir. 15. 08. 2014 ✓ “İSTANBUL SÖZLEŞMESİ” yeni kadın dünyası KADINA ŞİDDETE KARŞI Avrupa Birliği Temel Haklar Kurumunca yapılan bir araştırmaya göre Avrupa Birliğindeki kadınların üçte biri şiddet mağduru. Araştırma sonuçlarına göre Avrupa’da yaşayan kadınların üçte biri 15 yaşından sonra fiziksel ya da cinsel şiddetin hedefi oluyor. T ürkiye kadına yönelik şiddete karşı bir uluslararası sözleşmeye daha imza attı. Basına yansıyan bilgilere göre hazırlıklarına Mayıs 2011 yılında başlanan ve Türkiye’nin ilk imzacısı olmakla övündüğü sözleşme 1 Ağustos 2014’de yürürlüğe girdi. Avrupa Birliği Konseyi üyelerince İstanbul’da imzaya açıldığı için “���������������������������������� İstanbul Sö����������������������� zleşmesi” olarak adlandırılan sözleşme en az 10 ülkenin taraf olması koşullarında yürürlüğe girebiliyordu. Şu anda sözleşmeye imza koyan ülkeler şöyle: : Türkiye, Arnavutluk, Avusturya, Bosna-Hersek, Danimarka, İtalya, Karadağ, Portekiz, Sırbistan ve Andora. Fransa ve İsveç’te ise sözleşme 1 Kasım’da yürürlüğe girecek. Sözleşme Avrupa Konseyi üyesi olmayan ülkelerin de imzasına açık. Sözleşmede Neler Var? Türkiye’de kadın örgütlerinin de önemle üzerinde durduğu ve kadına yönelik şiddetin önlenmesi konusunda şimdiye kadar en kapsamlı sözleşme niteliğini taşıdığı belirtilen İstanbul Sözleşmesine biraz daha yakından bakalım. Kadına yönelik şiddetin nedenlerine ve yol açtığı sorunlara değinilen giriş bölümünde taraf devletlerin; “Kadına yönelik şiddetin, erkekler ve kadınlar arasındaki eşitlikçi olmayan güç ilişkilerinden kaynaklanan tarihsel bir olgu olduğu ve bu güç ilişkisinin erkekler tarafından kadınlar üzerinde baskı kurulmasına ve kadınlara yönelik ayrımcılık yapılmasına yol açtığı ve kadınların ilerlemelerini engellediği, Kadınlara yönelik aile içi şiddet, cinsel istismar, tecavüz, zorla evlendirme, sözde “namus” cinayetleri ve bir insan hakları ihlali olan şiddetin kadın erkek eşitliğini sağlamanın önündeki en büyük engel olduğu, Çocukların aile içindeki şiddete tanık olmak da dâhil aile içi şiddet mağduru oldukları konularında anlaştıkları” belirtilerek sözleşmenin “kadına yönelik şiddete ve aile içi şiddete son verilmiş bir Avrupa yaratmak amacıyla” düzenlendiğine vurgu yapılıyor. Sözleşmenin öne çıkan bazı somut maddeleri ise şöyle: Şiddet gören kadınlara ikametini değiştirmesi için destek verilecek. K���������������������������������� orunacak ve psikolojik destek alacak, devlet tarafından geçici maddi destek verilecek. Sözleşmeye taraf devletler, şiddet gören kadınlara mülteci olma hakkı verebilecek. Kadına yönelik şiddetin ihbar edilmesinin teşviki için mekanizmalar geliştirilecek. Yargı, polis ve sağlık birimlerinin eğitimine bütçe ve zaman ayrılacak. - Kadına yönelik şiddete yataklık edenler cezalandırılacak. - Devlet radyo ve televizyonlarında her ay en az 90 dakika toplumsal cinsiyet eşitliğine dair yayın yapılacak. - İlk ve ortaöğretim müfredatına, kadının insan hakları ve kadın erkek eşitliği konusunda dersler konulacak. - Zorla evlendirmelerin suç sayılması için gereken hukuki, idari ve cezai önlemler alınacak. - Mağdurların faillerden tazminat talep etmesi konusunda gerekli yasal düzenlemeler yapılacak. Sözleşmede ayrıca kadına karşı şiddet, ev içi şiddet ve toplumsal cinsiyete dayalı şiddete ilişkin kapsamlı tanımlamalar yapılıyor. Ev içi şiddetin, ev içinde veya hanede, aynı evde yaşıyor olma, eski veya şimdiki eşler, partnerler arasında olup olmamasına bakılmaksızın her türlü fiziksel, cinsel, psikolojik ve ekonomik şiddet olarak tanımlanırken toplumsal cinsiyete dayalı şiddetin, kadınlara kadın oldukları için uygulanan ve kadınları orantısız biçimde etkileyen şiddet biçimi olarak ifade ediliyor. Sözleşmede kadına yönelik şiddet, yalnızca fiziksel 27 yeni kadın dünyası 28 değil, cinsel, ekonomik, psikolojik ve ekonomik boyutlarını da içerecek şekilde tanımlanıyor; ‹kadın› sözcüğünün 18 yaşın altındaki kız çocuklarını da kapsadığı belirtiliyor. Sözleşmede taraf ülkelerin sözleşmeyi etkili bir biçimde hayata geçirip geçirmediklerini denetleyecek bir “denetim mekanizması” birimi oluşturulması öngörülüyor. “Kadına Yönelik ve Aile İçi Şiddete Karşı Mücadelede Uzmanlar Grubu” (GREVIO) adı verilen bu birim 6 ay içinde Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi tarafından belirlenecek. Avrupa devletlerinden insan hakları, kadın hakları ve kadına yönelik şiddetle mücadele uzmanı 10 ila 15 uzmandan oluşacak bu grup, sözleşmenin yürürlüğe girmesinin ardından taraf devletler hakkında düzenli denetim raporları hazırlayacak, raporlarda üye devletlere kadına yönelik ve aile içi şiddetle mücadelede önerilerde bulunacak, bu önerilerin ne derece yerine getirildiğini takip edecek. Sözleşme metni ile birlikte kabul edilen bir de ‹açıklayıcı kitapçık› (Explanatory Report) var. Sözleşmeyi yazan Komite tarafından hazırlanan ve Avrupa Konseyi Bakanlar Kurulunca da kabul edilen bu kitapçık, sözleşmenin içeriğini madde madde ve ayrıntılı olarak açıklamakta ve her maddenin nasıl uygulanması gerektiği hakkında bilgi vermektedir. Kitapçıkta, Sözleşme hükümlerinin nasıl yorumlanması ve uygulamada nelerin yapılması gerektiği konusunda örnekler veriliyor. Bu belge, devletler açısından s��� özleşme gibi hukuken bağlayıcılığı olmayacak. Sadece uygulayıcılar için yol gösterici bir nitelikte olacak. İstanbul Sözleşmesi, yukarıda da belirttiğimiz gibi şimdiye kadar uluslararası çapta, kadınlar arasında herhangi bir ayrım yapmaksızın, kadına yönelik şiddetin önlenmesi amacıyla imzalanan en kapsamlı sözleşmelerden birisi. Kadına yönelik şiddetin, katliamların toplumun ayrılmaz bir parçası olduğu Türkiye’de, devletin bu sözleşmenin hayata geçirilmesi için önümüzdeki dönemde ne tür çalışmalar yapacağını göreceğiz. Kuşkusuz bu kapsamda olmasa da���������������������� Türkiye’de����������� kadına yönelik şiddete karşı yasal düzenlemeler var. Fakat bu düzenlemelerin bir çoğu kağıt üzerinde kaldığı için kadına yönelik şiddet hız kesmeden devam ediyor. Kadına yönelik şiddet sadece bizim toplumumuza ait bir sorun değildir. Kadın-erkek eşitliğine örnek verilen Avrupa ülkelerinde de kadınlara yönelik şiddet devam ediyor. Avrupa Birliği Temel Haklar Kurumunca yapılan bir araştırmaya göre Avrupa Birliğindeki kadınların üçte biri şiddet mağduru. Araştırma sonuçlarına göre Avrupa’da yaşayan kadınların üçte biri 15 yaşından sonra fiziksel ya da cinsel şiddetin hedefi oluyor. 42 bin kadınla yapılan görüşmelere dayanarak hazırlanan bu raporun, konuyla ilgili olarak hazırlanmış en büyük çalışma olduğu belirtiliyor. Avrupa Birliği Temel Haklar Kurumu›nun araştırmasında, kadınlara, evlerinde ve işyerlerinde yaşadıkları fiziksel, cinsel ve psikolojik şiddet olayları, takipçilik ve cinsel taciz mağduru olup olmadıkları, çocukluk yıllarında şiddete uğrayıp uğramadıkları soruluyor. Yapılan araştırma, her 10 kadından birinin 15 yaşından bu yana bir tür cinsel taciz kurbanı olduğunu; her 20 kadından birinin tecavüze uğradığını ortaya koyuyor. Kadınların % 22›sinin, birlikte yaşadıkları kişinin fiziksel ve cinsel şiddetine hedef olduğu, ancak bu kadınların % 67›sinin en ağır ev içi şiddet olaylarını bile polise bildirmediği belirtiliyor. Araştırma kapsamına alınan kadınların % 18 kadarı 15 yaşından beri takip edilmekten mağdur olduklarını, % 55›i de, çoğunlukla çalıştıkları yerlerde cinsel tacize uğradıklarını anlatıyorlar. AB içinde, kadınlara yönelik ve polise bildirilen fiziksel ve cinsel tacizin en yüksek olduğu ülkelerin başını, Danimarka (% 52), Finlandiya (% 47) ve İsveç (% 46) gibi, cinsiyet eşitliği uygulamalarıyla övülen ülkeler çekiyor. İngiltere ve Fransa % 44 ile 5. sırada yer alırken, Polonya % 19 ile en düşük oranda şiddet olayının yaşandığı ülke olarak sonuncu sırada anılıyor. Bu araştırmadan da görüleceği gibi “en ileri” ülkelerde bile kadına yönelik şiddet var, kadın- erkek eşitliği yok. Olması da zaten mümkün değil. Çünkü kapitalist sistem eşitsizlikler üzerine kurulu bir sistem. İstanbul Sözleşmesi ileriye atılmış olumlu bir adım olsa da ve biz kadınlar bu sözleşmenin hayata geçirilmesi için mücadele etsek te biliyoruz ki, kapitalist sistem ortadan kaldırılmadıkça yapılacak her yasal düzenleme gerçek anlamda kadın-erkek eşitliğini sağlayamayacaktır. Biz kadınlar kırıntı değil, dünyayı istiyoruz! Bunu başarabilmek için de devrim mücadelesinde yerimizi almamız gerekiyor. 22.08.2014 ✓ yeni kadın dünyası FUHUŞA KARŞI MÜCADELE SİSTEME KARŞI MÜCADELEDİR! Fuhuş sektörü, çocuk pornosu sektörü, uyuşturucu sektörü, diğer sektörler gibi kapitalizmin doğal sonucu ve ayrılmaz bir parçasıdır. Kapitalist burjuvazinin en önemli gelir kaynaklarını bu sektörler oluşturuyor. Türkiye’de olduğu gibi birçok başka ülkede genelevler yasaldır. Buralardan devlet vergi almaktadır. H alk Cephesi, 21 Temmuz’da Twitter hesabı üzerinden şu mesajı yayınladı. “Sarıgazi demokrasi Cad. Fuhuş pazarlığı yapanlar CEPHELİLER tarafından halka teşhir edilip dövülerek cezalandırıldı”. Mesajın altında yayınlanan fotoğrafta ise fuhuş pazarlığı yaptığı belirtilen bir kadın sokak ortasında dizleri üzerine çöktürülerek teşhir ediliyordu. Halk Cephesi’nin İstanbul Sarıgazi’de 17 Temmuz günü bir kadını döverek çevredekilere teşhir etmesi, onların deyimiyle “fuhuş yapanları cezalandırma eylemi” birçok devrimci, sol ve demokrat çevre, LGBTİ kurumlar ve özellikle de kadın kurumları tarafından haklı olarak tepkiyle karşılandı, protesto edildi. Halk Cephesi’nin bu tür “mücadele biçimleri” yeni değildir. Onlar, daha önce de Gazi mahallesinde yine fuhuş yaptığı gerekçesiyle bir kadını evinden alıp dövmüş ve yakındaki kahveye götürerek oradaki ‘iffetli erkeklere’ teşhir etmiştir. Fuhuşa karşı mücadele fuhuş yapan, yapmak zorunda bırakılan kadınların dövülerek teşhir edilmesi değildir. Bu devrimcilik adına en kaba erkek şovenizmidir! Kadınları döverek fuhuşa karşı mücadele etti- ğini iddia eden Halk Cephesi fuhuş sektörünü elinde bulunduranların esas olarak erkekler olduğunu bilmiyor olamaz. Halk Cephesine soralım, şimdiye kadar kaç erkeği fuhuşa karşı mücadele adına “cezalandırdınız”? Türkiye’de her gün kadınlar şiddete, tacize, tecavüze maruz kalıyor, katlediliyorlar. Halk Cephesi’nin buna dair bir eylemliliği söz konusu mudur? Yıllarca kadın platformlarını feminist olarak damgalayıp, bu platformlarda yer almayı reddeden Halk Cephesi hangi erkek egemen anlayışlara karşı mücadele etmiştir? En iyi kadın “erkek gibi kadın” yaklaşımı Halk Cephesi’nin de esas yaklaşımıdır. Fuhuş yapan kadınların büyük çoğunluğu bu işi isteyerek değil mecbur bırakıldıkları için, erkek egemen kapitalist dünyada kendilerine başka bir şans verilmediği için yapıyorlar. Başka zaman yüzüne bile bakmayacakları erkeklere bedenlerinin pazarlığını yapmak zorunda kalıyorlar! Fuhuş sektörü, çocuk pornosu sektörü, uyuşturucu sektörü, diğer sektörler gibi kapitalizmin doğal sonucu ve ayrılmaz bir parçasıdır. Kapitalist burjuvazinin en önemli gelir kaynaklarını bu sektörler oluşturu- 29 yeni kadın dünyası 30 yor. Türkiye’de olduğu gibi birçok başka ülkede genelevler yasaldır. Buralardan devlet vergi almaktadır. Kapitalizm, içerisinde bir dizi pisliği barındıran yozlaşmış bir sistemdir. Ve bu yozluğun bir parçası haline gelmiş olan yoksul insanlar da bu sistemin kurbanlarıdır. Bu nedenle tek tek kurbanları döverek, teşhir ederek bu sorun ile mücadele edilemez. Bunun sona ermesi için kapitalist sömürü sisteminin ortadan kalkması gerekir. Bunu söylerken kapitalizmin yarattığı yoz kültüre, yozluğa karşı mücadele etmeyeceğimiz anlamına gelmemelidir. Biz de kapitalizmin yoz kültürüne, yozlaşmaya, yarattığı bireyci ve bencil yaklaşımlara karşıyız ve buna karşı mücadele yürütüyoruz. Fakat bu yöntemle değil! Devrimcilerin, sosyalistlerin, bu konuda yürüteceği en doğru mücadele yöntemi burjuvazinin bu konudaki ikiyüzlülüğünü ve sahtekarlığını teşhir ederken sosyalist kültürü, proleter kültürü en geniş emekçi kesimlere ulaştırmak ve bu temelde kitleleri eğitmektir. Doğru yöntem budur! Halk Cephesi sadece fuhuşa karşı değil aynı zamanda uyuşturucu ve hırsızlığa karşı da mücadele ettiğini iddia ediyor. Yürüyüş dergisinin Aralık sayısından yaptığımız aşağıdaki alıntı bu konudaki yaklaşımlarını ortaya koyuyor. “Altınşehir ve Filistin Mahallesi’nde ise 9 Aralık’ta Halk Cepheliler tarafından dergi dağıtımı yapıldı. Halk Cephelileri gören Filistin Mahallesi halkı, Halk Cephelileri evlerine davet ederek sorunlarını anlattılar. Mahallede artan fuhuş, uyuşturucu ve hırsızlık olaylarını anlatan halkımız “Yoksulun ekmeğini çalarak evlatlarımızı okullarda uyuşturucu, fuhuş bataklığına çekmeye çalışıyorlar” dedi. Yozlaşmaya karşı yürütülen mücadelede şehit düşen Hasan Ferit Gedik’i anlatan Halk Cepheliler, mahallelerde her türlü yozlaşmaya karşı her yerde mücadele edeceklerine söz verdiler. “ Halk Cephesi, uyuşturucu ve hırsızlığa karşı müca- deleyi de yine aynı yöntemle yürütüyor. 17 Temmuz günü Sarıgazi’de dövülen kadının yanı sıra bir uyuşturucu satıcısı ve bir hırsızın da dövülerek teşhir edildiği bilgisi veriliyor. Dövmek ve teşhir etmek! Halk Cephesinin “yozlaşmaya karşı mücadele”de kullandığı yöntem budur! Bu yöntem kendisine devrimci diyenlerin kullanmaması gereken sonuçta egemenlerin ekmeğine yağ süren, halkımızın kültürü denilen feodal-gerici kültürle uzlaşan, kadına yönelik şiddeti meşrulaştıran, sonuç itibariyle küçük burjuva ahlak anlayışının savunusunun pratiğe geçirildiği bir yöntemdir. Sarıgazi’de yaşanan bu olay karşısında yükselen tepkilere cevap olarak Sarıgazi Halk Cephesi adına 25 Temmuz’da “Son zamanlarda sosyal medyada çıkan haberlere ilişkin zorunlu bir açıklama” başlıklı bir yazı yayınlandı. Bu yazı da neresinden tutarsanız tutun elinizde kalacak niteliktedir. 45 yıldır faşizme karşı mücadele yürüttüklerini, yaptıkları eylemin arkasında olduklarını, yapılan saldırılara (olay karşısında gösterilen tepkiler kastediliyor) sessiz kalmanın şehitlere ihanet olduğunu, kimsenin kendilerine devrimciliği öğretemeyeceğini, bugün bu pisliği savunanların yarın o pisliğin içine girecekleri, herkesin haddini bilmesi gerektiği vs. vs. şeklinde bir sürü demagojik laf arka arkaya sıralanıyor. İçerikteki bir sürü yanlış yaklaşımların, çarpıtmaların yanı sıra yazıdaki yaklaşım tarzı Halk Cephesi’nin devrimci tartışma kültüründen, devrimci yöntemden ne kadar uzak olduğunu gösteriyor. Bu dil “halkımızın kültürü” diye savundukları “kabadayı kültürü”nden farklı değildir. Üzücü olan ise bunların devrimcilik adına yapılıyor olmasıdır. Kitlelerin bunun devrimcilik olduğuna inandırılmaya çalışılmasıdır. Temmuz 2014 ✓ yeni kadın dünyası FUHUŞUN KAYNAĞI ERKEK EGEMEN DÜZENDİR! İ stanbul Sarıgazi’de, Halk Cephesi tarafından fuhuş yaptığı gerekçesiyle bir kadının dövülerek teşhir edilmesi, fuhuş ve fuhuşa karşı mücadelenin nasıl olması gerektiği tartışmasını yeniden gündeme getirdi. YDİ Çağrı sayı 55, Nisan 2002’de yayınlanan “Fuhuşun kaynağı erkek egemen düzendir!” başlıklı yazıyı, fuhuş ve fuhuşa karşı mücadele, Sovyetler Birliği deneyiminin bu konuda ne olduğu konusunda bilgi verdiği, güncel olduğu için belli bölümlerini yeniden yayınlıyoruz. Kapitalist devletlerin fuhuşa karşı mücadelesi daima esasta fuhuş yapan kadınlara karşı mücadele olagelmiştir. Bu kadınlar horlanmış, sürülmüş, hapislere atılmış, toplum dışına itilmiştir. Bunların sırtından para kazananlar ise pezevenkler ve kapitalist devlet olmuştur. (Almanya’da feminist kadın hareketi 1970-80’li yıllarda “En büyük pezevenk devlettir!” sloganıyla bu olguyu teşhir ediyordu. ) Kaldı ki, kapitalist devletlerin fuhuşla mücadelesi en başından bir sahtekârlıktır; çünkü fuhuş olgusunu üreten, her gün yeni kadın kitlelerini fahişeliğe sürükleyen kapitalist *** sömürü sisteminin yarattığı ekonomik ve sosyal koFuhuş yeni bir şey değil. Bütün erkek egemen sö- şullardır. mürücü toplumlarda fuhuş ve fahişelik vazgeçilmez *** bir “hizmet kurumu” derecesinde olagelmiştir. Gü70’li yıllardan itibaren Amerika ve Avrupa’da yüknümüzde ise giderek daha da kitleselleşmekte ve ner- selen burjuva/küçük burjuva kadın hareketi bir yandeyse bütün bir erkek cinsi bundan faydalanmakta- dan kapitalist devletlerin fuhuş karşısındaki iki yüzlü dır. tavrını haklı olarak teşhir ederken, bu hareketin içinFuhuş, egemenler tarafından binbir yolla teş- de yer alan bir kesim de (örneğin Almanya’da Yeşiller vik edilirken, diğer taraftan büyük bir ikiyüz- çevresi) fahişeliğin herhangi diğer mesleklerden biri lülükle, yaşanılan toplumsal koşullar nedeniyle gibi meslek kabul edilmesi talebini ileri sürüyorlardı. fuhuşa sürüklenen kadınlar aşağılanmakta ve top- Bu talep, gerçekte kapitalist toplumların vazgeçilmez lumun “namuslu” kesimini “ahlaki çöküntüden” tamamlayıcısı olarak fuhuşun legalleştirilmesini içekorumak için sözüm ona “fuhuşla mücadele” ted- ren bir talepti. Bu talebin bir yanını fahişe kadınlabirleri alınmakta, yasalar çıkarılmaktadır. Ancak rın sosyal haklardan ve sigortalardan faydalanması, bu “tedbirlerin” hiçbiri işe yaramamakta, tam ter- sözüm ona pezevenklere ve müşteri erkeklere karşı sine bu baskılar son tahlilde kadınları fuhuşa zin- korunması vb. vb. de oluşturuyordu. Ancak, fuhucirlemekten başka bir şeye hizmet etmemektedir. şun bir meslek olarak kabul edilmesi talebi bunun Yeni olan günümüz dünyasında fuhuşun yaygınlaş- ötesinde bir anlam da taşıyordu: Fahişeliğin hizmet ma oranı ve buna bağlı olarak kapitalizmin ve kapita- alanındaki öğretmen, hemşire, sekreter vb. gibi meslist devletlerin fuhuş karşısında belirli ölçüde değişen leklerle bir tutulması fuhuş ve fahişelik kurumunun tavırlarıdır. Kapitalist devletler eskiden beri bir yan- ilelebet varlığını sürdüreceği onun ortadan kaldırıldan sözüm ona fuhuşu yasaklayarak onu mücadele ması hedefinden vazgeçilmesi anlamına gelmekteydi. edilmesi gereken bir toplumsal kötülük saymış, diğer Avrupa’da feminist kadın hareketi başta olmak üzere taraftan ama genelevlerden vergi toplayarak fahişeler çeşitli kesimlerce yoğun bir şekilde tartışılan ve uzun sırtından para kazanmaktan da vazgeçmemişlerdir. yıllar boyunca çeşitli defalar gündeme gelen bu ta- 31 yeni kadın dünyası 32 lep koalisyon partisi olarak Yeşillerin iktidar olduğu Almanya’da esas itibariyle kabul edilmiş durumdadır. Diğer Avrupa ülkelerinde de aynı yönde bir yaklaşım ortaklığının sağlanması sadece süreç meselesidir. Bu aslında hiç şaşırtıcı da değildir. Hizmet sektöründe en hızlı gelişen alanlardan biri olarak kabul edilen “seks sektörü” dünya çapında oldukça kârlı bir alan olagelmiştir. Kapitalist devletler artık bir sanayi haline gelen bu sektörü legalleştirme ve bundan vergi yoluyla pay alma hesabı içindedirler. Böylelikle bir yanıyla bir temizlik yapılmış, eski ikiyüzlülükten vazgeçilmiştir. Bu yasaların kabul gördüğü yerde artık kapitalist devletler, sözüm ona “fuhuşa karşı mücadele” ediyormuş gibi yapmayacak, açıktan bu işin rantını yiyeceklerdir. Fuhuşun legal bir hizmet sektörü olarak kabulü, fahişeliğin bir meslek olarak kabul edilmesi, her ne kadar fahişelik yapan kadınları koruma adına yapılmış olsa da, son tahlilde fahişelerin sırtından para kazanan pezevenklere ve vergi yiyen devlete yarayacaktır. Fahişeliğin meslek olarak kabul edilmesi, pratik sonucu açısından aslında pezevenkliğin meslek olarak kabul edilmesi anlamına gelecektir. Öyle ya, bu durumda pezevenkler “fahişe mesleğinden” kadınların çalıştığı bir işletmenin “menajeri” statüsüne yükseleceklerdir. Kapitalist toplum içinde ve bu toplumsal koşullar sürdüğünce fahişelik yapan kadınların örgütlenme haklarından, sağlık, sosyal sigorta, can güvenliği vb. gibi haklarının savunulması bir başka şey, fahişeliğin bir meslek olarak kabul edilmesini savunmak bir başka şeydir. Fahişeliğin meslek olarak kabul edilmesi sonuç itibariyle pratikte kadınları güçlendirmekten çok, uluslararası seks tüccarlarının güçlenmesine yarayacaktır. Ancak şurası açıktır: “Seks işçisi” kadınların örgütlenme, sendika kurma talepleri haklı demokratik taleplerdir. Aynı şekilde sağlık ve sosyal sigorta istemleri de desteklenecek taleplerdir. Kapitalizm var olduğu sürece fuhuş da var olacaksa, o zaman bu koşullarda “seks işçisi” olarak çalışan kadınların çalışma ve yaşam koşullarının daha güvenli ve katlanılabilir kılınması mücadelesi haklıdır. Bu anlamda örneğin Almanya’da fuhuştan geçimini sağlayan kadınların zorunlu sosyal sigorta kapsamına alınması ileri bir adımdır. Biz bunlara karşı çıkmıyor, bilakis seks işçisi kadınların örgütlenme ve talepleri uğruna mücadele haklarını tanıyor ve destekliyoruz. Ancak bunun yanı sıra bizim genel olarak fuhuşun ortadan kalkmasına yönelik bir mücadele hedefimiz de vardır. Fuhuşa karşı tavırda, kapitalizmin koşullarından ötesini göremeyen, düşünemeyen ve hep bu sistem içi çözüm üreten feminist hareketin ülkemizdeki uzantıları batıdakilerden çok farklı düşünmemektedirler. Buna iyi bir örnek olarak Pazartesi Dergisi’nden Nevin Cerav’ın söylediklerini aktarmak istiyoruz. İçişleri Bakanlığı’nın hazırlattığı “Fuhuşun Kontrolü ve Fuhuşla Bulaşan Hastalıkların Önlenmesine İlişkin Tüzük Tasarısı”nın Avrupa standartlarında olduğunun övülerek açıklandığı bir gazete makalesinde şunları söylüyor: “Tabii ki meslek! 1989’da fuhuşun bir meslek olduğunu söyledik, yürüyüş yaptık. Fuhuşu kayıtlıkayıtsız devlet tanıyor zaten. Bu kadınlardan vergi alıyor. Geneleve gidenler de devlet güvencesinde. Denetimini devletin görevlileri yapıyor. Ama seks işçisi olanlar toplumdan dışlanıyor, giden erkekler suçlanmıyor. Orada çalışanların sağlık güvenceleri sağlanmıyor, ama bütün hastalıkların kaynağı olarak orası gösteriliyor. Bu meslek bir suç olarak gösteriliyorsa devlet de suçlu. Çünkü vergi alıyor. Bu işin meslek olmasından doğal bir şey yok. Bütün meslekler para karşılığı yapılmıyor mu? Doktorluk, sekreterlik gibi. Onlar da seksi meslek olarak icra ediyorlar. Bunun olmasını istemiyorlarsa başka iş sağlanması gerek. Fuhuşun ortadan kaldırılması için ve onu teşvik eden sömürücülere karşı yöneltir. Fahişeye giden erkeğin değil de, cinselliğini erkeğe satan kadının aşağılanması erkek egemen ideolojinin en bariz göstergesidir. Komünistler, cinselliği satın alan erkeği değil, satan kadını “suçlu” gören erkek egemen zihniyete karşı da tutarlı bir mücadele yürütürler. Komünistler bu yaklaşımlarını ilk defa 1917 Ekim Devrimi’nin ardından sosyalizmin inşası sürecinde yaşama geçirme şansına sahip olmuşlardır. Bu bağlamda sosyalist Sovyetler Birliği’nde yaşanan pratik tüm dünya komünistlerine çok değerli bir deneyim sunmaktadır. Ekim Devrimi’nden sonra yeni oluşan Sovyet iktidarı fuhuşa karşı mücadelede esas kavranacak halkanın “temel sosyal nedenin”, “kadının işsizliği ve himayeden yoksunluğunun” ortadan kaldırılması olduğunu tespit etmiş ve bütün gücüyle bu doğrultuda bir mücadele vermiştir. Yine Sovyet hükümeti fuhuşa karşı mücadelenin kesinlikle kadınlara yönelik bir mücadeleye dönüşmemesi gerektiğini vurgulamış, bunun tedbirlerini almıştır. Sovyet devleti fuhuşa karşı mücadelenin aynı zamanda halkın refahının ve kültür seviyesinin yükseltilmesi mücadelesi olduğunu belirlemiştir. Ancak, bu mücadele ne pürüzsüz ne de kolay bir mücadele olmuştur. Daha önce yaşanmış bir deneyimin de olmadığı koşullarda, pratikte sınayarak ve evet kimi yanlışlar da yaparak yollarını bulmaya çalışmışlardır. Komünistlerin ve Sovyet iktidarının hedefi cinselliklerini asla ve hiçbir koşulda satmayacak ve cinsel ilişkiyi asla ve hiçbir koşulda satın almayacak yeni insan nesillerinin yetiştirilmesi olmuştur. Yarım kalan bu hedefe ulaşmak için mücadelemizde onların elde ettikleri başarılardan öğrenmek bizim isteğimiz ve görevimizdir. (Sosyalizmde “Fuhuşa karşı mücadele” için bkz. Rusya’da 1917 Ekim Devrimi ve Kadınların Kurtuluşu, Gül Özgür, cilt 1, sf. 392 ve devamı, Dönüşüm yayınları) yeni kadın dünyası rahat ve güvenceli yaşanacak bir hayat gerek. Bu olamayacağına göre?” (Hürriyet, 6 Ağustos 2000) (abç) Meselenin özü bu son satırda yatıyor. Erkek egemen sisteme karşı mücadele hedefiyle yola çıkanlar, görülen o ki bu hedefe varılabileceğine kendileri inanmıyorlar!!! “Bu olamayacağına göre?” o zaman en iyisi var olan durumu kabul edip, bu durum içinde şartları biraz daha çekilir kılmaya çalışmak... Tüm reformistler gibi bunların da bize anlattığı işte bu! Kapitalist devletin ikiyüzlülüğünün teşhiri, fahişelik yapan kadınların çalışma ve sosyal güvenlik koşullarının iyileştirilmesi için hak mücadelesi vb. konusunda farklı düşünmüyoruz. Ancak, komünistlerin fuhuş konusundaki genel tavırları temelde bunların savunusundan ayrılıyor. *** Komünistlere göre kadının cinselliğinin meta olarak pazara taşınması anlamına gelen fuhuş, bir bütün olarak kadın cinsinin aşağılanması anlamına gelmektedir. Kadının cinselliğinin alınır-satılırlığı insanın insan üzerindeki sömürüsünün ve özelde de erkek egemenliğinin bir görüntüsüdür. Aslında seksin satılır-satın alınır bir meta olması yalnızca kadın cinsinin bir bütün olarak aşağılanması (“Her kadın potansiyel fahişedir!”) değil, erkek cinsinin de yozluğunu beraberinde getirir. (“Her erkek potansiyel pezevenk ve seks müşterisidir!”) Fuhuş gerçek anlamda bir bütün olarak insanı aşağılayan bir ilişkinin adıdır. Komünistler insanın insan üzerindeki sömürüsünün ortadan kalkacağı, hiçbir kadının ve hiçbir erkeğin cinselliği satmak ya da satın almak zorunda kalmayacağı bir toplumu hedeflemektedirler. Komünistler fuhuşun tamamen ortadan kalkmasını hedeflerler, ancak onlar fuhuşa karşı gerçek mücadelenin onun kaynağı olan kapitalist toplum düzeninin yerle bir edilmesinden geçtiğini savunurlar. Bu anlamda komünistlerin “fahişeliğin meslek olarak kabul edilmesi” gibi bir talepleri yoktur. Komünistlerin dışında bunun kabul edilmiş olması durumunda da bu çok fazla bir şey ifade etmez. Komünistler mücadelelerini fuhuşa başvuran kadınlara karşı değil, fuhuşu ortaya çıkaran koşullara Fuhuş gerçek anlamda bir bütün olarak insanı aşağılayan bir ilişkinin adıdır. Komünistler insanın insan üzerindeki sömürüsünün ortadan kalkacağı, hiçbir kadının ve hiçbir erkeğin cinselliği satmak ya da satın almak zorunda kalmayacağı bir toplumu hedeflemektedirler. 16 Mart 2002 YDİ Çağrı sayı 55 Nisan 2002 ✓ 33 panorama PA NOR A M A - IRAK- GÜNEY KÜRDİSTAN - Irak’taki güncel gelişmeleri ve IŞİD’in güçlenmesinin perde arkasını daha iyi görebilmek ve doğru bir değerlendirme yapabilmek için de, faşist Saddam rejiminin yıkıldığı, Irak’a saldırı ve işgal sonrası döneme, kısaca da olsa bakmak gerekiyor. aziran ayı başından itibaren IŞİD güçlerinin Irak’ta yoğunlaştırdığı saldırılar ve 9 Haziran’da Musul’u kontrolü altına almasından sonraki süreçte yaşananlar, dünya kamuoyunun dikkatini yeniden Irak’a çevirdi. Konu gündemin ön sıralarına yerleşti. Bu gelişmeler karşısında takınılan tavırlarda, hem IŞİD’in “radikal” islamcılığı ve şeriat düzeni yerleştirme amacı, hem de Irak’ın “bütünlüğü”nün korunup korunamayacağı üzerine yoğun biçimde tavırlar takınıldı, tahminlerde bulunuldu... bulunuluyor! Medyaya yansıyan kimi haber ve yorumlara göre IŞİD “birdenbire” saldırıya geçmişti!!? ve “sürpriz” biçimde Musul’u ele geçirmişti!!? Bu yönlü değerlendirmelerin yanlış olduğu, IŞİD’in birdenbire ortaya çıkmadığı, ya da Musul’u birkaç günlük “çatışma” ile ele geçirmediği vb. vb. olgular, Irak’taki gelişmeleri biraz da olsa yakından takip edenler için açıktır. Bugün yaşananlar, esasında 2003 yılındaki Irak’a saldırı ve işgalin ürünüdür, sonucudur! Batılı medya, IŞİD güçlerinin Suriye’den Irak’a uzanan ve kontrolü altında bulundurduğu yerlerde şeriat düzenini uygulamasını, genelde islama karşı olan, ırkçılığı körükleyen bir propaganda temelinde aktarırken, Türkiye’deki medya temsil ettiği kesimlerin tavırlarına uygun biçimde değişik değerlendirmelerde bulundu, bulunuyor. Devletin IŞİD güçlerinin rehin aldığı şoförler ve Musul Konsolosluğu çalışanları hakkında haber yasağı ise, TC’nin IŞİD ile ilişkilerinin üzerini örtmeye de hizmet ediyor. Musul’un IŞİD tarafından ele geçirilmesinden önce MİT mensuplarının IŞİD ile ilişkide olduğu, medyaya yansıyan haberlerce onaylanmıştır. Konsolosluk çalışanlarının tümüyle tahliye edilmemiş olması da (aile mensuplarının büyük bölümü önceden tahliye edilmiştir), esasında IŞİD’in konsolosluğa saldırıda bulunmayacağı yönlü bilgileri olmuştur. IŞİD ise “sürpriz” yaparak konsolosluk çalışanlarını rehin almıştır. Türkiye Cumhuriyeti devleti için bu gelişmeler ve rehinelerin kurtarılması (serbest bırakılması) öne çıkarken, Irak’taki gelişmeler, verilen bilgilere göre 2007’den bu yana çatışmaların en yoğun olduğu ve Irak devletinin, gerçekte formel olan bütünlüğünü sürdürüp sürdürmeyeceği sorusunu dayattığı bir durumla karşıya karşıya kalındığını göstermektedir. Formel bütünlük diyoruz, çünkü 2003 yılından beri Irak fiili olarak “Şii”, Sünni” ve “Kürt” bölgesi olarak üçe bölünmüş durumdadır. Irak’taki güncel gelişmeleri ve IŞİD’in güçlenmesinin perde arkasını daha iyi görebilmek ve doğru bir değerlendirme yapabilmek için de, faşist Saddam rejiminin yıkıldığı, Irak’a saldırı ve işgal sonrası döne- IŞİD’in saldırıları ve gelişmeler! H 34 me, kısaca da olsa bakmak gerekiyor. Saddam rejiminin tahmin edilenden önce/ beklenenden daha kısa bir sürede yıkılması, saldırgan, işgalci güçleri sevindirmişti! Fakat, işgalle birlikte savaşın başka biçime –işgale ve işgalcilere karşı direniş ve saldırılar biçimine- dönüşmesi ve giderek güçlenmesi, işgalcilerin sevincini kursaklarında bırakmıştı. Irak – Güney Kürdistan işgal edilmişti, petrol kaynakları, yeraltı zenginlikleri kontrol altına alınmıştı, ama yıktıkları Saddam rejiminin yerine kurmak istedikleri rejimi oluşturmak, onların deyimiyle “Irak’ın yeniden yapılandırılması”nın hiç de kolay olmadığı, işgalden kısa süre sonra ortaya çıkmıştı. “Geçiş takvimi” ya da “yol haritası” belirlense de sonuçta baştaki hesapları tutmadı... Faşist Saddam rejimi döneminde Irak’ın bütünlüğü, devletin faşist baskısı temelinde korunan zoraki bir birlikti. Gerçekte toplum, egemen mezhep olan Sünni Arap kesimi ile Kürt ulusu ve milli azınlıkların maruz kaldığı ulusal baskı ve Şii Arap kesiminin maruz kaldığı mezhepsel baskı temelinde bölünmüştü. Bu bölünmüşlük, Saddam rejimi yıkıldıktan sonra, ancak ve ancak, her kesimin eşit haklara sahip olduğu ve hiçbir kesimin diğerleri üzerinde hakimiyet kurmaya çalışmadığı, demokratik bir yapılanma temelinde aşılabilir ve gönüllü bir birlikteliğe dönüştürülebilirdi. Böylesi bir durum ama işgal ile, işgalci güçlerin hesapları ve yerel güçlerin iktidar dalaşı ile çelişen, onlarla uyuşmayan bir durumdu. İşgalci güçler, işgalden önceki bölünmüşlük durumunu, kendi çıkarları ve hesapları için kullanmaya çalıştılar. Ulusal/ etnik ve mezhepsel bölünmeye son verme yerine, derinleştirdiler. Irak – Güney Kürdistan’da işgale karşı yürüyen direniş ve mücadele, dünya kamuoyuna Şii ve Sünni’ler, ya da bunlarla Kürtler arası çatışmalar olarak empoze edildi. Saddam rejiminin iktidardan edilen Baas güçlerinin panorama SADDAM REJİMİNDEN SONRAKİ IRAK... esasının Sünni mezhebinden olması, bunların işgale karşı mücadelesi ile Şii kesimle çatışmalar da; Kürtlerin ulusal hakları için ileri sürdüğü talepler de, işgalcilerin dikkatleri mezhep ve ulusal temeldeki bölünmeye çekmek için kullanılıyordu. Bu bölünmüşlük kendisini “geçiş takvimi” sürecinde de, sonrasında da hep gösterdi ve kurulacak hükümetlerin kurulmasının geciktirilmesinde, ya da yazılacak geçici ve geçerli Anayasalar üzerine tartışmaların uzamasında esas etken oldu. “Irak’ın yeniden yapılandırılmasında” kendilerinin daha çok gözönüne alınmasını ve Irak’taki yönetimde ağırlığı oluşturma çabası içinde olan Şii ve Sünni mezheplerinden güçlerin mücadeleleri, yer yer işgale karşı mücadele ile içiçe geçiyordu. Öyle ya da böyle, hem işgalci güçlerin –başta da ABD emperyalizminin- hesapları tutmuyordu, hem de bölünmüşlük derinleşerek ilerliyordu! Bu arada demokratik haklar ve talepler de güme gidiyordu... Bu durum, işgalcilerin, Saddam – Baas rejiminin kimi temsilcilerini, işgale karşı direnişin bastırılması için kendi gemilerine almaya çalışmasına ve kurulacak hükümetin dini temelde olmasına da gözyumma vb. taktik değiştirmesiyle düzelmedi. “Demokrasiye geçiş” adı altında oynanan seçim oyunu, nüfusu daha çok olan Şii kesimin parlamentoda ağırlıklı hale gelmesini de beraberinde getirdi. Bu, seçimlerin doğal bir sonucuydu. Ama aralarında varolan bölünmüşlük ve iktidar dalaşı –ki asıl iktidar sahibi işgalcilerdi- bunların kendi aralarında uzlaşmasını engelliyordu. Sonuçta Anayasa oluşturulup, yönetimde Şii, Sünni ve Kürtler başta olmak üzere diğer kesimlerin temsil edilmesi formel olarak sağlansa da, Irak devleti, resmi sınırları içinde üç esas bölgeye ayrılmıştı: Şii’lerin yoğun olduğu bölge (Güney Irak), Sünni’lerin yoğun olduğu bölge (Orta/ Kuzey Irak) ve Kürtlerin yoğun olduğu bölge (Güney Kürdistan/ Kuzey Irak). Bu bölünmeye bir de Saddam rejiminin, Baas’çıla- 35 panorama 36 rın esas kesiminin devlet kurumlarından, ordudan, polis kurumundan vb. dışlanması ile Şii kesimin yönetiminin –somutta Maliki yönetiminin- Sünni’lere karşı olan siyaseti eklenince, ortaya, eski rejimin ezen kesiminin/ mezhebinin, ezilen kesim/ mezhep, ezilen mezhebin de ezen haline geldiği bir durum çıkmıştı. Hem işgalcilerle olan çelişkiler, hem de “yerli” güçlerin kendi aralarındaki çelişkiler Irak’ın resmi devlet “bütünlüğünü” soru işareti haline getirmişti. Sonuçta hiç kimsenin istediğini tam olarak elde etmediği, ama geçici olarak andaki durumu kabullendiği; uzun vadede ama yeni çatışmalara yol açacak olan çelişkilerin varlığını koruduğu bir Irak sözkonusuydu. Oluşturulan yönetimde Şii kesimin belirleyici güç olması aynı zamanda işgalcilere karşı mücadele eden Şii kesimin de gemilerine alınmasını beraberinde getirdi. Güney Kürdistan’da ise, Kürtlerin zaten başından itibaren ABD emperyalistleriyle işbirliği içinde olması ve işgale karşı herhangi bir mücadele vermemesi durumu sözkonusuydu. Talepleri tamamen karşılanmasa da –örneğin Kerkük’ün Kürdistan Bölgesi’ne katılması sorunu vb.- geçmişe göre daha fazla haklara sahip olmuşlardı. Karşılanmayan talepleri ise Anayasa’ya göre “görüşmelerle”, Kerkük sorunu ise referandum ile çözülecekti...! Sünni kesimin durumu ise ne kendi bölgelerinde özerkliğe sahip olma durumu vardı, ne de yönetimde Sünni kesimin haklarını koruyabilecek, savunabilecek bir güce sahipti. Maliki yönetiminin Şii kesimini nemalandırması ve Sünni kesimi dışlaması da bir başka sorunu gündeme getirdi. 18 Aralık 2011 tarihinde ABD işgal güçlerini resmen geri çektiğinde, hem Baas rejimi dönemindeki devleti ellerinde tutan kesimin -kaybettiği iktidarı ele geçirme amacı ve mücadelesinde-, hem de mezhep temelindeki baskı ve dışlanmaya karşı çıkan Sünni kesimin karşısında mücadele ettiği güç, Maliki yönetimiydi. Mücadele eden kesimler esasta ikiye ayrılıyordu. Birinci kesim Maliki yönetiminin kendilerine karşı uyguladığı baskı ve haksızlıklara karşı barışçıl protestolar gerçekleştiren ve demokratik haklarını talep edenler. İkinci kesim ise 2003 yılından itibaren işgalcilere karşı mücadele eden, “bireysel terör” eylemlerine son vermeseler de, uzun vadeli planlarının başarısı için kitlelerin kazanılmasına yönelenler. İşgalciler resmen çekilmiş olsalar da, bu güçler varlığını sürdürüyordu. Bu iki kesimin, ya da iki mücadele biçiminin aynı güçler tarafından kullanıldığı durumlar da az değildir. Fakat “barışçıl” davranan kesimin “silahlı” ya da “savaşçı” kesime daha çok destek vermesi, Maliki yönetiminin demokratik haklarını (örneğin, siyasette, iş ve öğretim alanında eşit haklar) talep edenlere karşı –örneğin 2012 yılı Aralık ayında Ramadi ve Felluce’de-, kurulan protesto kamplarını dağıtması ve ölümlerin de yaşandığı şiddete başvurması ile güçlenmiştir. Bu da ortak düşman olarak görülen Maliki yönetimine karşı Baas’çı kesimle IŞİD’in ortak hareket etmesini teşvik etmiş, güçlendirmiştir. Başta barışçıl protestolarla haklarını dile getirenler IŞİD’i desteklemeye başlamıştır. KISACA IŞİD’İN TARİHİ... Irak Şam İslam Devleti (IŞİD) adını, 2013 yılı Nisan ayında Suriye’deki savaşta duyurdu. Bizler de esas olarak Rojava’daki gelişmelere değinirken, YPG/ YPJ güçleriyle çatışmalar bağlamında IŞİD’den bahsetme durumunda kaldık. Güncel olarak Irak’taki gelişmeler, IŞİD’in tarihine daha yakından bakmamızı gerekli kıldı. İsim olarak ele alındığında IŞİD, 2013 yılı Nisan ayından bu yana var. Fakat ismi birkaç kez değişen bir örgüttür IŞİD. Medyaya yansıyan bilgilere göre, yer açmaya, hakimiyet alanları elde etmeye çalışırken, bir yandan da Irak’ta saldırılarını yoğunlaştırmaya paralel olarak Sünni kesimin Maliki yönetiminden hoşnutsuzluğunu kullanarak tabanını genişletti. Buna bağlı olarak örgütün adı Nisan 2013’te Irak Şam İslam Devleti (IŞİD) olarak değiştirildi. Burada dile getirilen “Şam”, Suriye’nin başkenti olan Şam ile bir ve aynı değildir. Sözkonusu olan Osmanlı döneminde “Şam Eyaleti” olarak adlandırılan bölgedir. IŞİD’in “Şam” sınırına Suriye, Lübnan, Ürdün ve Filistin dahildir. 2013 yılı Kasım ayına gelindiğinde El Kaide’nin başı Zevahiri, IŞİD’i El Kaide’den dıştaladı, en son olarak da 2014 yılı Şubat ayı başında IŞİD ile ilişkilerinin olmadığını ilan etti. Gelinen yerde IŞİD Suriye’de ve Irak’ta önemli bir büyüklükteki alanda hakim güç durumundadır ve 29 Haziran’da hakim olduğu bölgede “Hilafet” ilan etti. Lideri Ebubekir Bağdadi ise “Halife İbrahim” oldu. Buna bağlı olarak IŞİD, ismini “İslami Devlet” (İD) olarak değiştirdi. IŞİD’in (İS) ne kadar silahlı gücü olduğu kesin olarak bilinmiyor, genelde tahmini rakamlar veriliyor. Buna göre rakamlar 5 ile 15 bin arasında oynuyor! İşgal sonrası Irak’ın durumunu ve IŞİD’in kısa tarihini özetledikten sonra güncel gelişmelere bakalım. panorama kronolojik olarak tarihine bakıldığında, IŞİD, 2003 yılı sonlarından itibaren, Irak’ta işgalcilere karşı direnişte yer alan ve El Kaide’nin bir kolu olarak Ebu Musa Zerkavi tarafından kurulan bir örgüttür. Zerkavi Grubu olarak da adlandırılan örgüt, 2004 yılı Nisan ayında “Tevhid ve Cihad Cemaati” adıyla meydana çıkar ve 2004 Ekim ayında “Mezopotamya’daki Cihad Kaidesi” adını alır. El Kaide ve Osama bin Ladin’e sadakat yemini ettiğinden “Irak’taki el Kaide” olarak da tanınır. Bu dönemden sonra yapılan açıklamalarda “cihad”ın ABD askerlerinin çekilmesiyle sona ermeyeceği ilan ediliyordu. 2006 yılında Zerkavi birkaç islamcı Sünni örgütü “Mücahitler Şurası Konseyi” adı altında birleştirir. Aynı yıl (2006) Zerkavi öldürülünce halefleri Ebu Hamza el Muhacir ve Ebu Ömer el Bağdadi, konseyi, Iraklı Sünni aşiretlerle genişletip “Irak İslam Devleti”ni kurdular. Devletin kabinesi de 10 bakandan oluşturuldu. Bu dönemde amaçları, Anbar, Diyala, Ninova ve Selahaddin illerinden oluşan ve “Sünni üçgeni” olarak da adlandırılan bölgede şeriat devleti kurmaktı. “Irak İslam Devleti”ni kurmaya öncülük eden Ebu Hamza ve Ebu Ömer 2010 yılında öldürülünce, örgütün önderliğine Ebubekir el Bağdadi gelir. “El Bağdadi, Bağdatlı anlamında bir ektir, gerçek ismi değildir. Bu süreçte “Irak İslam Devleti”nin kurulması ilanıyla El Kaide merkeziyle sorunlar, çelişkiler ortaya çıkar. Merkeze göre “Irak’takiler başına buyruktu”! Irak’ta bu örgüt somutunda El Kaide’ye karşı verilen mücadelede işgalci güçlerin başı ABD, kendisiyle işbirliği yaptığı Sünni aşiret liderlerine paralı askeri güç olarak “Sehva” (Irak’ın Evlatları ve Milli Selamet Konseyi) adıyla kurdurttuğu milis güçleriyle, El Kaide’yi yani “Irak İslam Devleti”ni iyice zayıflattı. Fakat işgal güçlerinin 2011 yılı sonlarında Irak’tan çekilmesi ve Suriye’deki savaşın gelişmesi bunların yeniden güçlenmesine ortam yarattı. ABD güçlerinin Irak’tan çekilmesinden sonra sözkonusu “Sehva” güçlerine ödenen para durdurulmuş, Irak ordusu güçlerine entegre edileceği sözü yerine getirilmemiştir. Böylece Baas rejiminin arta kalan onbinlerce askeri ve polis eğitimli güçlere, yeni binlerce silahlı güç eklenmişti. Bunların önemli bölümü IŞİD ile ortak hareket etme durumundadır. Bu da IŞİD’in güçlenmesinin bir etmeni olmuştur. Güçlenince hedef de büyütülmüştü! IŞİD bir yandan Suriye’deki savaş ortamını kullanarak kendisine GELİŞMELER... Her şeyden önce bilince çıkarılması gereken nokta, yazımızın başında da dikkat çektiğimiz, IŞİD’in birdenbire güçlenmediği, Musul’u aniden ele geçirmediği noktasıdır. Bunun için fazla geriye gitmeye gerek yoktur. 2014 yılı başlarından itibaren ele alındığında karşımıza, IŞİD’in sadece Suriye’de değil, Irak’ta da giderek güçlendiği, saldırılarını yoğunlaştırdığı bir durum çıkmaktadır. Ocak ayı başında Felluce’de yaşanan çatışmalar sonucunda IŞİD Felluce’yi ele geçirmişti. Ocak ayı başından Mayıs ayı ortalarına kadar yaşanan çatışmalarda, saldırılarda ölenlerin sayısı 3500 kadar verilmektedir. IŞİD bir yandan ele geçirdiği yerlerde “Tanrı devleti” ilan edip Şeriat uygularken –kelimenin gerçek anlamıyla islamcı faşizmi uygularken-, kitleleri kazanabilmek için sosyal hizmetleri de gerçekleştirme siyasetini uygulamaya başladı. Kitlelerin elektrik, su, yakıt, otobüs vb. taşıma/ trafik sorunu ve gıda ihtiyaçlarını karşılamaya çalışıyor. Musul somutunda ise IŞİD, çoktandır tabanını oluşturmuştu. Bu durum, aynı zamanda “yerel” aşiretler 37 panorama 38 olarak adlandırılan ve Sünni kesimden oluşanlarla, için gerekli olan 165 milletvekili sayısının sağlanması Baas rejimi yanlılarının IŞİD’i desteklemesinin de için birden fazla parti veya grupla koalisyon gerekisonucunda oluşan bir durumdur. Irak’ın Bağdat’tan yor. İkinci güç olan Muktada el Sadr’ın partisinin 34 sonra ikinci büyük şehri olan Musul’u “dışarıdan” milletvekiliye sahip olması, Sünni ve Kürt kesimin gelen 2-3 bin kişilik IŞİD gücü ele geçirmedi. Med- temsilcilerinin, parti ve grupların 20 civarında milyaya yansıyan farklı kesimlerin değerlendirmeleri, letvekiliye sahip olması da Irak’taki parçalanmışlığın ortak bir noktada buluşuyor: Ele geçirme işini “yerli” bir yansımasıdır. Bu durumda yeni hükümet kurmak aşiretler, Musul’da yaşayanlar hazırladı, IŞİD ise ele çok zor. Hele bir de Maliki’nin üçüncü kez başbakan geçirme planını uyguladı! olmasını istemeyenlerin tavırları eklenince, kısa süIŞİD’in Musul’u ele geçirmek için saldırıya geçe- rede herhangi bir hükümetin kurulup kurulmayacağı ceği yönlü bilgiler, en azından gizli haber alma ör- bile soru işaretidir. gütlerinin sahip olduğu bilgilerdir. Bu, Musul’un ele IŞİD’in Musul’u ele geçirmesinden sonraki dönemgeçirilmesinden sonra medyaya yansıyan haberler- de öne çıkan kimi gelişmeler ise şöyledir. den okunabilir. Hürriyet gazetesine yansıyan habere Her şeyden önce Musul’u ele geçirmekle IŞİD hem göre Musul Türk Konsolosluğu, daha doğrusu MİT Irak ordusuna ait silahları ele geçirmekle, hem 480 ajanları en az iki hafta önceden Musul’un IŞİD’in fiili Milyon ABD Doları kadar olduğu söylenen paraetkisine girdiğinin ve sonuçta IŞİD’in saldırıya geçe- ya el koymakla, hem de hapishanalerde bulunan ve ceğinin bilgisine sahiptir. Irak rejiminin çoğu El Kaide’den olan 1400 kadar tutukyakaladığı IŞİD kuryesinin “neye luyu serbest bırakarak –bunların Her şeyden önce bulaştığınızı bilmiyorsunuz, çoğunun IŞİD saflarında sabu hafta Musul cehenneme vaştığı söyleniyor-, gücüne Musul’u ele geçirmekle IŞİD dönecek” dediği de medgüç katmıştır, çok daha hem Irak ordusuna ait silahları ele yaya yansıyan haberler güçlenmiştir. Bu güçle arasındadır. Bu kogeçirmekle, hem 480 Milyon ABD Doları de Bağdat’a doğru ilernuda en ilginç haber lemede başke yerlekadar olduğu söylenen paraya el koymakla, şim alanlarını da ele ise İngiliz “The Telegraph” gazetesinin geçirdi. Buna bağlı hem de hapishanalerde bulunan ve çoğu haberidir. Buna göre olarak da maddi kayEl Kaide’den olan 1400 kadar tutukluyu yaklaşık beş ay öncenaklar bakımından den Güney Kürdistan da yeni imkanlara saserbest bırakarak –bunların çoğunun gizli haber alma güçlehip oldu. IŞİD saflarında savaştığı söyleniyor-, ri ABD ve İngiltere gizBu arada kamuoyuli haber alma örgütlerini, na yansıyan bilgilere göre, gücüne güç katmıştır, çok daha IŞİD’in Musul’a saldıracağı Saddam’ın idamından sonra, güçlenmiştir. konusunda uyarmıştır! Saddam’ın “sağ kolu” olarak taSonuçta IŞİD ortamın uygun oldunımlanan İzzet İbrahim el Duri liderğuna karar vermiş ve 5 Haziran’dan itibaren salliğinde 2007 yılında kurulan “Nakşibendi” ordudırılarını yoğunlaştırmış ve 9 Haziran’da Musul’u ele su IŞİD ile birlikte savaşmaktadır. Kimi açıklamalara geçirerek Bağdat’a doğru ilerlemeye başlamıştır! göre de bu saldırıları planlayan esas kişi El Duri’dir. Haziran ayına gelmeden önce Irak’taki gelişmeler Saddam’ın Ürdün’de yaşayan kızı Ragdad’ın açıklabağlamında öne çıkan konulardan biri, 30 Nisan’da ması da, Musul’dan kaçan kimi “görgü tanıkları”nın yapılan parlamento seçimleriydi. Seçimlere katılımın açıklamaları da, El Duri önderliğindeki Baas güçleri%62 olduğu, 328 koltuk için 280 kadar parti ve grubun nin iktidarı yeniden ele geçirmeye çalıştığını ortaya 9032 adayının yarıştığı; 300 kadar seçim lokalinin so- koymaktadır. Buna göre IŞİD “vurucu güç”, Baas’çınuçlarının sayımda sahtekarlık yapıldığı gerekçesiyle lar “kurucu güç” ve Baas yanlıları ile Sünni aşiretler iptal edildiği, 1000 kadar seçim görevlisinin görevden kitlesel “taban güç” olarak da adlandırılabilir. Baalındığı; kısacası tam bir seçim komedisinin yaşan- as’çıların yönetim deneyimi olmadan, IŞİD’in “devdığı seçimlerden, Maliki’nin partisi 92 milletveki- let” yönetmesi, içinde bulunulan koşullarda zordur! li ile birinci güç olarak çıktı! Hükümet kurabilmek Sayı olarak IŞİD güçlerinden çok fazla olması- gesi Yönetimi”nin sınırlarına dahledildiği, bu durumun sonuna kadar korunmaya çalışılacağına emin olabiliriz. Burada verilecek taviz referanduma gitmek olabilir. Bu durumda ama referandumun sonucunun taraflarca kabul edileceği bir durum sözkonusudur. Verilen rakamlara göre Kerkük’ün nüfusunun %56’sını Kürt nüfus oluşturmaktadır. Buna rağmen referandumda tersi sonuç da çıkabilir. Kesin olan şey, bu konunun gündemdeki yerini koruyacağıdır. Herhalükarda Güney Kürdistan’daki Kürtlerin Irak merkezi devletine karşı konumu güçlenmiştir. Bu arada Maliki yönetiminin, Kürt yönetiminin, merkezi devlet yönetiminin izni olmadan petrol satamayacağı yönünde açtığı dava, Irak Federal Temyiz Mahkemesi’nce reddedildi. Bu karara göre Kürt yönetimi, örneğin Ceyhan Petrol Boru Hattı üzerinden petrol satabilecektir. Merkezi devletten alacakları %17’lik geliri alamadıkları durumda da, bu maddi açığı petrol satarak kapatabilme olanağını elde etmişlerdir. IŞİD’in saldırıları ile gündeme gelen çatışmaların son bulması için Neçirvan Barzani, içinde bulunulan durumda “en iyi çözümün Güney Kürdistan’daki gibi bir Sünni özerk bölgenin” oluşturulmasıdır yönlü düşünceyi savundu. IŞİD’e karşı mücadele için kriz yönetiminin başı/ sorumlusu General Ali el Saidi de Irak’ın üç (Şii, Sünni ve Kürt) özerk bölgeye ayrılmasının sorunu çözeceği görüşünü dile getirdi. Gidişat da bu durumun resmileştirilmesine doğrudur... Verilen bilgilere göre onbinlerce insan IŞİD’den kaçmaktadır –kimi haberler yarım milyondan kimileri de bir milyondan fazla insanın kaçış halinde olduğunu, çoğunun Güney Kürdistan’a kaçtığını yazmaktadır. Maliki parlamentoda olağanüstü hal ilan etmek is- panorama na ve daha güçlü silahlara sahip olmasına rağmen, Irak ordusunun neredeyse hiç çatışmadan Musul ve Kerkük’te geri çekilmesinin ikna edici bir açıklaması ise bugüne kadar yok. Maliki kimi generalleri görevden alarak tepkisini gösterse de, “ölmekten korktular, kaçtılar” vb. suçlamalar bu geri çekilmenin açıklaması değildir, olamaz da. IŞİD’in saldırıya geçmesi ve Irak ordusunun Kerkük’ten de geri çekilmesi ile Kürt Peşmerge güçleri devreye girerek Kerkük’ü ve kimi yerleşim alanlarını kontrollerine geçirdiler. Böylece Güney Kürdistan toprakları olarak görülen coğrafyanın %95’inin Kürtlerin eline geçtiği de vurgulanan bir başka noktadır. ABD Dışişleri Bakanı Kerry ve İngiltere Dışişleri Bakanı Hague ile görüşmelerde Mesut Barzani Anayasa’nın 140. Maddesi’ni uyguladıklarını ve Kerkük sorununun çözümü için yıllardır beklediklerini, gelinen yerde bu sorunun hallolduğunu, artık bunun üzerine k onu ş m ay a c a klarını vb. anlattı. Referandum gerekirse referanduma gideceklerini de açıklayan Barzani, aynı zamanda: “Irak Ordusu kuzeyde IŞİD militanlarına karşı koyamayıp şehirleri boşaltınca Peşmerge, Kerkük ve bölgedeki diğer kentlere girdi. Artık Irak’ın kuzeyinde önemli bir kesim Kürtlerin kontrolü ve güvenliği altındadır. Bağımsızlık en doğal hakkımızdır ki, bunun için önümüzdeki birkaç ay içinde referandum yapacağımızı yinelemek isterim.” (Hürriyet, 4 Temmuz 2014) biçiminde açıklama yaparak bağımsızlık istediğini ilan etti! Bu ilanın ABD’nin Maliki’li ya da Maliki’siz –esas istekleridir budur – her kesimin içinde yer aldığı bir “Ulusal Birlik Hükümeti” kurulması tavrına karşı pazarlık için mi, yoksa gerçek düşüncesini mi oluşturduğu net değil. Ama Kerkük’ün “Kürdistan Böl- 39 panorama tedi ama parlamento Maliki’nin düdüğünü öttürmedi! Gelişmeler Şii kesimin önde gelen ve tanınan kimi kesimlerinin, örneğin El Sistani ve Muktada el Sadr gibilerinin de Maliki’nin üçüncü kez başbakan olmasına karşı olduğunu gösterdi. Buna rağmen ama IŞİD’e karşı mücadele çağrıları yapıldı. Sistani’nin çağrısına binlerce insanın uyduğu ve IŞİD’e karşı savaşmak için kaydolduğu yönlü haberler medyaya yansıyanlar arasındaydı. Sadr milisleri ise yeniden kendilerinin varlığını gösterdiler. 20.000 kadarı Bağdat’ta silahlı yürüyüş yaparak IŞİD’e karşı savaşmaya hazır olduklarını ilan ettiler. Irak içindeki gelişmelerde burada aktardıklarımızdan başka IŞİD’in “Hilafet” ilanı, Maliki’nin Sünni aşiretlere af teklifi ve Kürtlere uyarısı ile “Ulusal Birlik Hükümeti”ni reddetmesi ve IŞİD güçlerine karşı saldırıya geçip Tikrit’i yeniden ele geçirmeleri gibi gelişmeler öne çıktı. 1 Temmuz’da seçimler sonrasında Parlamento’nun yeniden kuruluşu, görevlerin, koltukların dağıtılması ve yeni hükümetin kurulması için görevlendirme vb. konuları halletmek için parlamento toplandı, ama verilen aradan sonra sadece 75 milletvekilinin parlamentoda bulunması nedeniyle geçerli bir oylama yapabilecek sayı olmadığından hiçbir karar verilemedi. Uluslararası ilişkiler ve müdahale konusundaki gelişmelerde ise öne çıkanlar şunlardır. ABD emperyalizminin görünürdeki tavrı sorunu yavaştan ele alma ve karadan askeri bir müdahaleyi reddetme, ama havadan saldırı ve müdahaleye kapıyı açma biçimindedir. Hava saldırısı için de anda durumun kaos olduğunu, hedeflerin tutturulamayacağını, sivillerin ölümü durumunda IŞİD’in daha çok güçlenebileceğini; bunu engellemek için de önce bilgi toplamak gerektiğini savunmuş ve buna uygun olarak ilk başta 300 kadar “danışman”ı –askeri uzmanlar- Bağdat’a yollama kararı vermiştir. Süreç içinde bu “danışman” sayısı yükseltildi ve İran Körfezi’ne altı savaş gemisi yollandı. İnsansız Hava Aracı (İHA) olarak da adlandırılan uçaklar “bilgi toplama” görev- lerine başladı! ABD’nin Dışişleri Bakanı Kerry ve diğer sözcüleri, Irak’a yardımda bulunacaklarını, ama Iraklıların kendi aralarında uzlaşmadığı, her kesimin temsil edildiği bir “Ulusal Birlik Hükümeti”nin kurulmadığı durumda bu yardımın sorunu çözmeyeceği, bunun içinde “birleştirici” olmadığı açıkça görünen Maliki yerine “birleştirici” rol oynayabilecek birinin başbakan olması gerektiğini açıkladılar... Maliki’ye duyurdular!! Hem de kamuoyuna “sürpriz ziyaret” diye yutturulmaya çalışılan Kerry’nin 23 Haziran’da Bağdat’a gidip Maliki ile yaptığı görüşmede, bu yaklaşım Maliki’ye doğrudan söylendi... Maliki bu tavrın, yani “Ulusal Birlik Hükümeti” kurma talebinin, “Irak anayasasına ve siyasi sürece darbe” olduğunu savunarak, bu talebi reddettiğini kamuoyuna açıkladı. Kerry ne Maliki’den ne de Barzani’den beklediği yanıtı aldı. Görünürde Irak’ın bütünlüğünü korumak, bölünmesine engel olmak istemektedirler. Gerçekte bunu istemiş olsalar da bile, yaşam, en azından üçe bölünmüş bir federe yapıyı dayatmaktadır. Bu bölünmenin teşvik edilmesinin, ABD’nin andaki isteği olmadığının garantisi de yoktur! Bu arada ABD’nin havadan IŞİD güçlerine müdahale talebine hemen yanıt vermemesine karşı Maliki Rusya’dan on adet ikinci el Sukohi SU25 tipi savaş uçağı satın aldı. Bu uçakları kullanacak pilotların olmaması nedeniyle de Rusya’lı pilotlar “kiralandı”! Bu süreçte gündeme gelen ilginç gelişmelerden biri, İran ile ABD’nin kimi temsilcilerinin birbiriyle görüşmeye hazır olduklarına yönelik takındığı tavırlar ve aynı cephede yer almaya kapıların tümden kapanmadığı yönlü gelişmelerdi. İran Irak yönetimine destek vermeye hazır olduğunu, Şii’lerin “kutsal mekanlarını” savunacağını ve Irak’a dış bir müdahaleye karşı olduğunu açıkladı. Kimi haberlere göre İran üç tugay “Kudüs Gücü”nü Irak’a yollamıştır. Bu haber ama resmen onaylanmış bir haber değildir. İran’ın da ABD gibi İHA uçaklarını Bağdat yönetiminin hizmetine sunduğu ve ABD’nin esasında İran’ın etkisini Günümüzde yaşanan etnik ve dini/ mezhepsel çatışmalar, yaklaşık yüzyıllık zoraki sınırları da soru işareti haline getirmiştir. Gidişat, uzun vadeli olarak yeni ulusal devletlerin veya federativ bir devlette özerk bölgelerin oluşması, kurulması yönündedir. 40 GİDİŞ NEREYE? Yukarıda özetle ortaya koyduğumuz durum ve gelişmelere genel olarak bakıldığında, öncelikle tespit edilmesi gereken şey, Ortadoğu’da ve somutta da Irak’ta (Afrika’da da) “sınırların yeniden çizileceği”, “haritanın değişeceği” yönlü gelişmedir. Bu noktada bilince çıkarılması gereken mesele, andaki sınırların esasında Birinci Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında emperyalistler tarafından belirlenen, çizilen sınırlar olduğudur. Başta Fransız ve İngiliz emperyalistlerinin “Sykes – Picot Anlaşması”yla 16 Mayıs 1916’da (taslağının 3 Ocak 2016’da hazırlandığı) kendi aralarında yaptıkları gizli anlaşmayla, savaş bittiğinde de “galip güçler” olarak açıkça bölgeyi paylaşan ve sınırları, sözkonusu coğrafyada yaşayan milletler ya da milliyetlerin istekleri, hakları gözönüne alınarak değil, kendi emperyalist çıkarlarına ve güçlerine göre paylaştıkları yerlerde çizdiler. Sözkonusu anlaşmaya Çarlık Rusyası da dahil edilmiş, ama Büyük Sosyalist Ekim Devrimi gerçekleştikten hemen sonra Bolşevikler hem anlaşmayı reddetmiş, hem de içeriğini yayınlayarak kamuoyuna sunmuştur. Günümüzde yaşanan etnik ve dini/ mezhepsel çatışmalar, yaklaşık yüzyıllık zoraki sınırları da soru işareti haline getirmiştir. Gidişat, uzun vadeli olarak yeni ulusal devletlerin veya federativ bir devlette özerk bölgelerin oluşması, kurulması yönündedir. Özellikle Ortadoğu’da, özelde de Suriye ve Irak’taki gelişmeler bu devletlerin “bir bütün” olmadığını, Irak’ın 2003 yılından beri fiilen üç bölgeye bölündüğünü, Suriye’nin de anda en az dörde bölündüğünü gösterdiği; ve gidişatın sınırların yeniden çizileceğini ortaya koyduğu bir ortamda, Rojava yöneticilerinden ve PYD Eşbaşkanı Salih Muslim’in, Barzani’nin “bağımsızlık için referandum yapacağız” yönlü açıklamasına karşı: “İçinde bulunduğumuz şu durumda bağımsızlığın Kürtlerin yararına olacağını sanmıyorum. Ülkeleri bölmenin ve milletleri birbirinden ayırmanın doğru olduğunu düşünmüyorum. Ulus-devletler ulusları birbirine düşürüyor. Bu Avrupa’da denendi ve başarılı olmadı. Ulus devletlerin modası geçti, bu modeli 21’inci yüzyılda artık kimse kabul etmez.” (Hürriyet, 4 Temmuz 2014) biçiminde tavır takınmasının gerçeklerden ne kadar uzak olunduğunu ortaya koymaktadır. Bu tavır gerçeklerden uzak olduğu gibi, ulusların birbirine düşürülmesinin, ya da milliyetçi temeldeki çatışmaların nedenini de, çatışmaların kaynağını da gizlemekte ve sorunu tersyüz etmektedir. Ulus devletlerin varlığı moda değildir, moda olarak ifade edildiğinde de, modası geçmemiştir. Bu Avrupa’da da, dünyanın her yerinde de hala geçerli olan, önümüzdeki yüzyıl için de geçerli olacak “modadır”! Üstüne üstlük ufukta bu modaya daha çok renklerin katılacağı görünüyor. IŞİD ya da yeni adıyla İD’nin anda Bağdat’ı ele geçirme imkanı yok gibidir. Irak merkezi devlet güçlerinin Tikrit’te olduğu gibi saldırıya geçip IŞİD’i geriletme mücadelesi, düşük seviyedeki bir çatışmanın göze alındığını gösteriyor. Taraflar esasında tüm hatlarıyla birbirine saldırma durumunda değil. İD ele geçirdiği ve “Hilafet” ilan ettiği bölgelerde gücünü koruma ve sağlamlaştırma yolunu seçme ve daha sonraki süreçte yeni saldırılara kalkışma taktiğini uygulayabilir. Tabii ki Suriye’de de alanını genişletmeye çalışır. Kürtler en azından özerkliklerini koruma ve Kerkük ile alanlarını genişletme durumundadırlar. Türkiye Cumhuriyeti ile iyi ilişkileri var ve anlaşma temelinde merkezi Irak devletinden ayrılıklarını ilan edebilirler. Bunun ortamı herhalükarda mevcuttur. İsrail’in böylesi bir adımı tanıyacağı yönlü yaklaşımı da, Güney Kürdistan’ın ayrılması durumunda destek bulacağının işaretidir. Bu adımın ileride T.C. ile konfederasyon vb. biçiminde birleşmeye götürme olasılığı da küçük bir olasılık değildir. Böylesi bir ortamda kısa vadede Irak, resmen üç bölgeye bölünmekle karşı karşıyadır. Esas mesele “Sünni Bölgesi”nde İD gibi şeriatçı dinci faşist bir gücün var olmasıdır. Bunun ne kadar kabul göreceği, İD’nin geriletilip Baas’çı Sünni kesimin üç bölgeli özerk yapıya kazanılıp kazanılamayacağını ise gelişmeler gösterecektir. Sonuçta gidişatın karmaşık, ve çok denklemli olduğunu tespit etmek gerçekçidir. Gelişmelerin hangi yönde olacağını, takip edip göreceğiz. panorama azaltmak için kendi İHA’larını devreye soktuğu yönlü yorumlar da medyaya yansıyanlar arasındadır. Suudi Arabistan ise Haziran ayı sonlarında Irak sınırına, Irak ordusu savunamayacak diye, 30.000 kadar askerini yığmıştır. İsrail’in kimi yetkililerinin olası bir bağımsız Kürt devletini tanıyacaklarının işaretini vermeleri de dikkate alınması gereken bir başka tavırdı. 5.07.2014 ✓ 41 panorama 5 Temmuz sonrası gelişmeler... - IRAK- GÜNEY KÜRDİSTAN - Dergimizin 170. sayısı yayına hazırlanırken Irak – Güney Kürdistan’daki gelişmeler gündemin önsıralarındaki yerini almıştı. Gelişmeleri değerlendiren yukarıdaki tavrımızı dergimizde yayınlayamadık. Internet üzerinde okurlarımıza sunduğumuz tavrımızı, gelişmelerin bütünlük içinde görülebilmesi için bu sayımızda yayınlıyoruz. Buna bağlı olarak da bu makalemizde, 5 Temmuz’dan sonraki gelişmelere özetle değineceğiz. YDİ Çağrı 5 42 Temmuz tarihli yukarıdaki tavrı takındıktan sonraki gelişmeler gidişatın karmaşık ve çok denklemli olduğunu yeniden ortaya koydu. İD (eski adı ile IŞİD) Irak’ta nüfuz alanını genişlettikten sonra kısa bir süre ele geçirdiği bölgelerde konumunu güçlendirmeye, şeriat rejimini uygulamaya başladı, saldırılarını Rojava/ Kobanè’ye ve Suriye’de kimi bölgelere yöneltti. IŞİD’in Musul’u ve Kürtlerin de Kerkük’ü ele geçirmelerinin perde arkası ile ilgili de IŞİD ile KDP’nin ABD, İsrail, Türkiye ve Suudi Arabistan’ın bilgisi ve onayı dahilinde hareket ettikleri gibi kimi komplo teorileri medyaya yansıdı. Buna göre IŞİD (İD) ile KDP’nin karşılıklı saldırmazlık anlaşması yaptıkları da yazıldı, anlatıldı... KDP ise yaptığı açıklama ile bu yönlü haberlerin yalan olduğunu bildirdi. Geçici olarak da olsa böylesi durumların mümkün olduğunu dıştalamıyoruz, ama belgelenemeyen, ya da taraflarca açıkça ortaya konmayan konular üzerine siyaset yapmanın yanlış olduğunu, ellerinde belge olduğunu söyleyenlerin sözkonusu belgeleri kamu- Barbarlık sadece “kendilerinden” olmayan insanlara karşı uygulanmıyor. Kiliselere, Şiilerin camilerine, başka inançlardan kesimler için “kutsal” olan “türbe”lere, heykellere vb. saldırılıp, yıkıldı, tahrip edildi. Kütüphanelerdeki tarihi eserler yok edildi. oyuna sunmalarının gerektiğini ve doğru olacağını düşünüyoruz. KDP’nin emperyalist ve gerici güçlerle işbirliği içinde olduğu biliniyor. KDP’ye karşı mücadele adına komplo teorilerine dayanmak da, bu temelde siyaset yapmak da yanlıştır. İD’nin Temmuz ayı sonlarında ve özellikle de 3 Ağustos’ta Şengal’i ele geçirmesiyle gündeme gelen çatışmalar, ya IŞİD’in KDP somutunda Kürtleri aldattığını, ya da KDP’nin önceden IŞİD ile özel bir anlaşma yapmadığına işaret etmektedir. Irak’ın resmen üçe bölünmesini engellemek, ya da geciktirmek için püf noktası ise, Nisan ayı sonunda yapılan seçimler sonrası yeni yönetimin oluşturulması, hükümetin kurulması meselesiydi. Bu konuda Maliki’nin partisinin birinci güç olması ve Maliki’nin üçüncü kez başbakan olmak isteğiyle; başta ABD olmak üzere birçok gücün ve de Kürtlerle Sünni Arap kesiminin Maliki’siz bir hükümet istemeleri arasındaki çelişki, Ağustos ayı ortalarına kadar varlığını korudu. 15 Temmuz’da toplanan parlamentoda yapılan oylama ile Sünnilerin temsilcisi Selim Abdullah Cuburi Meclis Başkanlığı’na seçildi. Kürdistan Bölgesel Yönetimi (KBY) ile ilişkileri kopma noktasına gelen Maliki yönetimi, Cumhurbaşkanlığı koltuğunun Kürtlerin hakkı olduğunu kabul etti. Kürtler de kendi aralarındaki görüşmeler ve oylama ile adaylarını belirledi. Kürtlerin Cumhurbaşkanlığına aday göstermesi ve yeni merkezi yönetimde yer almayı kabulü, aynı zamanda Barzani’nin birçok kez dile getirdiği “bağımsızlık” için referandumdan –bu arada referandum yasası çıkarılmış olsa da- geri adım atma “İSLAM DEVLETİ” (İD) VE BARBARLIĞI! IŞİD ele geçirdiği bölgede “Halifelik” ilan edip adını “İslam Devleti” olarak değiştirdi. Sözkonusu yerleşim alanlarında, başta da Musul’da kontrolünü yerleştirdikten sonra “kendilerinden” olmayan her kesime, başta da Şii ve Hıristiyanlara –hangi milletten olursa olsun- karşı gerçek şeriatçı-faşist yüzünü göstermeye başladı. İD’nin ele geçirdiği yerleşim alanlarında, medyaya yansıyan haberlere göre yüzbinlerce insan göç yollarına düşmüştü. Türkmenler de bu saldırılara, zorunlu göçe maruz kalanlardandı. İD Musul’da 19 Temmuz’da Hıristiyanlara yönelik saldırılarını açıkladığı bir ültimatomla yeni bir aşamaya getirdi. Buna göre ya Müslüman olup kendilerine katılınacak, ya “kelle vergisi” ödenecek, ya da bunlara hazır olmayanları “kılıçtan başka bir şey” beklemiyordu... Dinci faşistlerin barbarlığı, hayatın her alanında kendisini gösteriyordu. İD yanlısı olmayan, ya da desteklemeyen herkes düşmandı... Kadınlara karşı barbarlık ise “kendilerinden” olup olmamaya bağlı değildir. Barbarlık sadece “kendilerinden” olmayan insanlara karşı uygulanmıyor. Kiliselere, Şiilerin camilerine, başka inançlardan kesimler için “kutsal” olan “türbe”lere, heykellere vb. saldırılıp, yıkıldı, tahrip edildi. Kütüphanelerdeki tarihi eserler yok edildi. İD Yönetimi Musul’da kamu hizmetleri veren kurumlara, Hıristiyanlara, Kürtlere ve Şiilere gıda ve gaz vermemesi emrini vermiştir. Bu kesimlerin malmülklerine, evlerine el konduğu da verilen haberler arasında yer aldı. Tüm bunların yaşandığı ve sözkonusu haberlerin kamuoyuna yansıdığı bir ortamda, 3 Ağustos’ta İD birçok yerleşim alanını ele geçirmek için başlattığı saldırılar ve Peşmerge güçlerinin çatışmadan Şengal’i terketmesi sonucu, Şengal’i de ele geçirdi. Buna bağlı olarak İD’nin saldırıları da İD ile çatışmalar da yeniden Irak – Güney Kürdistan’da yoğunlaştı. İD’nin Ezidi’lere yönelik katliamı ve zorunlu göçle yeni bir insanlık felaketi gündeme geldi. Peşmerge güçlerinin Şengal’i terketmesi sonucunda kimi yerlerde halkın kendi sınırlı imkanlarıyla İD saldırılarına karşı direnmesi dışında, halkın büyük bölümü savunmasız kalmış ve kurtulabilmek için evini – barkını terketmek zorunda kalmış, arabası olan arabayla, arabası olmayan -çocuk, yaşlı, hasta, kadını erkeğiyle onbinlerce insan- yayan olarak yollara düşmüştü... Büyük bölümü de dağlara sığınmıştı! Medyaya yansıdığı kadarıyla gelişmeler içinde “Şen- panorama anlamına da geliyordu. Sözkonusu aday YNK politbüro üyesi Dr. Fuad Masum idi. 24 Temmuz’da Parlamentoda yapılan birinci tur oylamada salt çoğunluğu alamadı. Ama ikinci tur oylama öncesinde rakipleri adaylıktan çekilince Masum Irak’ın yeni Cumhurbaşkanı oldu. Masum’un ilk ve en önemli görevi 15 gün içinde hükümeti kurmak için birilerini görevlendirmesiydi. Bu noktada gündeme esas çelişkili olan sorun geliyordu. Maliki’ye görev verilecek miydi? Şii Ulusal İttifakı da Maliki’den vazgeçmiş, başka bir aday belirlediğini ilan etmişti. İD’nin Şengal’i ele geçirmesi, katliamları ve çatışmaların yoğunlaştığı bir ortamda, BM, ABD, Fransa başta olmak üzere emperyalist kurum ve güçler “büyüyen İD tehlikesine karşı daha kapsayıcı bir hükümet kurma” uyarılarında bulunarak Maliki’yi devredışı bırakmanın yeni işaretlerini verdiler. Cumhurbaşkanı Masum da buna uygun davranarak 11 Ağustos’ta hükümeti kurma görevini Şii Ulusal İttifakı’nın adayı Haydar El Abadi’ye verdi. Maliki bu karara “darbe girişimi” diye itiraz etti ve Başbakan olarak kendisine bağlı özel birlikleri Bağdat’ın stratejik noktalarına yerleştirdi. ABD Dışişleri Bakanı Kerry, Maliki’nin gerilimi tırmandırmaması ve hükümet kurma sürecini aksatmaması konusunda uyardı! “Maliki’nin suları dalgalandırmayacağını umuyoruz” diyerek böylesi bir durumda uluslararası destekten mahrum kalacakları tehditini savurdu. Masum’un görevlendirmesini de desteklediğini açıkladı. Maliki’nin itiraz ve tehditleri sonuçsuz kaldı. İran’ın da Abadi’nin hükümeti kurmakla görevlendirilmesini desteklediği yönlü açıklamasıyla Maliki’nin esas dayanakları ortadan kalkmıştı. 14 Ağustos’a gelindiğinde Maliki teslim bayrağını çekmiş ve “kardeşimiz Abadi lehine adaylıktan çekiliyorum” açıklamasını yapma durumunda kalmıştı. Bu adımı ise yine emperyalist kurum ve güçlerce memnuniyetle karşılanırken, Kerry bu zorunlu adımı “önemli ve onurlu” bir karar olarak değerlendirdi. Abadi’nin “kapsayıcı bir hükümet kurma” çalışmaları sürüyor. Bu noktada esas hedef Sünni Arap kesimin kurulacak hükümette yer almasıdır. Böylece Maliki yönetiminde Sünnilere yönelik uygulanan dıştalama, baskı ve haksızlıklara son vermek ve Sünni Arap kesimin İD’ye desteğini sonlandırmak hedeflenmektedir. Bu hesapların tutup tutmayacağı, tutarsa ne kadar tutacağı ise soru işaretidir. Buna rağmen verilen çabalar, Irak’ın devlet bütünlüğünün korunmaya çalışıldığını göstermektedir. 43 panorama 44 gal felaketi” öne çıksa da İD ile çatışmalar birçok böl- Peşmerge güçlerinin, ABD’nin hava saldırıları eşlige ve yerde yaşanıyordu. ğinde ortak verdiği bir savaş oldu. Bunun sonucunda İD’nin barbarlığından kaçmak zorunda kalanların Musul Barajı İD’nin elinden geri alındı. büyük bölümü bu sefer Ezidi’lerdi! Ezidi’lerin büyük BM her zaman olduğu gibi bu insanlık felaketi karbir katliamdan kurtulması YPG/ YPJ ile HPG güç- şısında “kaygılı” olduğunu açıkladı, rakamlar verdi lerinin Şengal’e gidip özellikle dağlara sığınanları ve yardım edilmesini diledi! ABD başta olmak üzeİD güçlerine karşı savunması ve koruması sayesinde re İngiltere, Fransa vd. kimi emperyalist ülkeler Güolmuştur. İlk başta kimi yerlerde kaçmayıp bölgede ney Kürdistanlı Kürtlere, Peşmergelere silah yardımı kalan Peşmergeler de YPG ve HPG güçleriyle birlikte yapmayı gündeme getirdi. Kimileri de Almanya gibi hareket etmiştir. Dağlara sığınmak zorunda kalan- önce sadece “insani, tıbbi” yardım yapacağını açıklar güvenlik kordonu sağlanarak Rojava’ya, Güney layıp, sonradan “istisna durum” olarak Peşmergelere Kürdistan’ın kimi güvenlikli yerlerine götürülerek silah yardımı yapmaya karar verdi. Barzani yönetimi kurtarılmış, kimileri de Kuzey Kürdistan’a gelmiştir. de Şengal’in İD’nin eline geçmesinden sonra diploBu yazı yazılırken dağlarda ne kadar insan olduğu, matik ilişkilerde herkesten silah talep etti! ya da hepsinin kurtarılıp kurtarılmadığı belli değilEmperyalist güçler İD’ye karşı Kürdistan Bölgesel di. Bu arada “Şengal Direniş Birlikleri” adıyla yeni Yönetimi’ni destekleme adına bölgeyi daha da fazbir silahlı oluşum örgütlendi –Ezidi gençler de bu la silahlandırmaya çalışmaktadırlar. Bu durumda oluşumda yer aldı- ve bunlar da YPG/ YPJ ve Kürt kartına oynamaktadırlar. Herkesin kendi HPG ile koordineli ortak mücadele çıkarı, kendi hesabı var! Emperyavermektedirler. listlerin bölgeyi kendi manevra Konunun kamuoyuna alanı olarak daha uzun bir 15 Temmuz’da toplanan yansımasından sondönem ellerinde tutmara Peşmerge güçleri ya çalıştıkları, her tür parlamentoda yapılan oylama ile YPG/ YPJ ve HPG tavırlarından ortaya Sünnilerin temsilcisi Selim Abdullah Cuburi güçleriyle birlikçıkmaktadır. te İD ile çatışmaKürtlerin de kenMeclis Başkanlığı’na seçildi. Kürdistan Bölgesel ya başladı. KCK çıkar ve hesapları Yönetimi (KBY) ile ilişkileri kopma noktasına di ve PYD KDP ve var! 3 Ağustos’tan gelen Maliki yönetimi, Cumhurbaşkanlığı YNK’ye ortak bir sonraki dönemde, Askeri Konsey’in özellikle YPG/ YPJ koltuğunun Kürtlerin hakkı olduğunu oluşturulması çağrıve HPG güçlerinin kabul etti. sında bulundular. onbinlerce insanı katliBu gelişmelerin yaşanamdan kurtarması, objektif masıyla Bağdat yönetimi İD’ye olarak PKK’nin konumunu güçkarşı Peşmergeleri desteklemek için lendirmiştir. Buna bağlı olarak PKK’nin hava saldırısı kararı verdi. 7 Ağustos’ta ABD Başkanı ABD veya Avrupa devletlerinin “terörist örgütler Obama da İD’ye karşı “sınırlı bir hava saldırısı” emri listesi”nden çıkarılması talepleri ve tartışmaları da verdiğini açıkladı. Bununla birlikte “insani yardım” gündemde yerini almış ve İD’ye karşı mücadelede yapılacağı da ilan edildi. Dağlara sığınmak zorunda “ortak iş yapılabilecek” güçler arasında yer alabilme olan, ekmeği suyu olmayan, aşırı sıcaklara, kum fır- olasılığı yükselmiştir. tınalarına maruz kalanlara, havadan ekmek, yemek Kürt örgütlerinin kendi aralarında sağlayabilepaketleri ve su atıldı... atılmasına ama, sınırlı olan bu cekleri bir birliktelik –“Ulusal Kongre” gibi bir biryardım kime yetecekti ki? liktelik- ulusal demokratik haklarını geliştirmede, Bu dönemde Maliki hala Başbakandı ve gitmeye diplomatik pazarlıklarda konumlarını daha da güçniyetli olmadığından ABD müdahalede istekli gö- lendirebilir. rünmüyordu. Ne zamanki İD saldırıları Kerkük’e Çok yönlü hesap ve karmaşık gelişmelerin bize ne yakınlaştı, “ABD vatandaşlarını koruma” bahanesi göstereceğini birlikte göreceğiz. bulundu... Musul Barajı’nın İD’nin elinden alınması için yürütülen savaş ise, Bağdat merkezi yönetimi ile 26.08.2014 ✓ panorama Kurdistana Rojava’da gelişmeler! - ROJAVA - Rojava’da üç kantonda özerklik ilan edildiğinden beri varolan sorunların hemen hepsi –ambargo, sınırların kapatılması, gıda, ilaç vb. sağlık ihtiyaçları, elektrik, su sıkıntısı vb. vb.- varlığını sürdürüyor. Kantonlar arasındaki önemsiz farklılıklara rağmen, yaşam esasında –özellikle son dönemlerde Kobanè’de- ambargo ve savaş koşullarına uyarlanma durumundadır. H aziran ayı sonlarından itibaren Rojava’daki gelişmelere damgasını vuran esas mesele, 2 Temmuz 2014 tarihinden itibaren “İslam Devleti” (İD, eski adı ile IŞİD) güçlerinin Kobanè’ye yönelik gerçekleştirdiği saldırılar ve buna karşı Rojava güçlerinin (YPG/ YPJ) mücadelesiydi. Bu saldırılar ve çatışmalar Ağustos ayı başlarından itibaren, özellikle de Şengal’in İD tarafından ele geçirilmesi ve çatışmaların Güney Kürdistan’da yoğunlaşmasına bağlı olarak geri plana düştü, ama saldırılar ve savunma mücadelesi, çatışmalar sürüyor. Rojava’da üç kantonda özerklik ilan edildiğinden beri varolan sorunların hemen hepsi –ambargo, sınırların kapatılması, gıda, ilaç vb. sağlık ihtiyaçları, elektrik, su sıkıntısı vb. vb.- varlığını sürdürüyor. Kantonlar arasındaki önemsiz farklılıklara rağmen, yaşam esasında –özellikle son dönemlerde Kobanè’de- ambargo ve savaş koşullarına uyarlanma durumundadır. İD’nin Şengal’e saldırısı ve onbinlerce Ezidi’nin ve Türkmen’in Rojava’ya sığınması da bu temel ihtiyaçlar meselesini daha da akut hale getirdi. Tüm zorluklara rağmen, gerçekleştirilen yardımlarla da mücadelenin sürdürülmesi ise demokratik hakları elde edebilmek, varolan kazanımları savunabilmek için olumlu ve de önemlidir. Kürtler arasındaki birliği sağlayabilmek için yapılması planlanan, ama özellikle KDP/ Barzani kesiminin tavırları sonucu gerçekleştirilemeyen “Ulusal Kongre” sorunu da gündemdeki varlığını korudu, koruyor. IŞİD’in Musul’u ele geçirmesinden sonraki dönemde PKK’nin KDP’ye ortak davranma çağrılarına, gerekirse Musul ve çevresindeki Kürtleri de Kerkük’ü de savunmaya hazır olduk- 45 panorama 46 larını ilan etmelerine, Rojava’ya ambargonun sonlandırılması taleplerine, KDP olumlu bir yanıt vermedi... İD’nin Şengal’e saldırısı sonrasındaki gelişmeler, Güney Kürdistan’a ve doğrudan Kürtlere de yönelen saldırılara karşı, YPG/ YPJ ve HPG güçlerinin Güney Kürdistan’da da İD’ye karşı savaşması vb. gelişmeler, Kürdistan’ın üç parçasındaki silahlı güçlerin –Peşmerge, HPG ve YPG/ YPJ- aynı mevzilerde birleşmesine yolaçtı. Rojava’ya sınırda hendekler de kazdırarak ambargo uygulayan KDP/ Barzani takımı bile bu birlikteliği selamlamak zorunda kaldı. Hatta Barzani Rojava sınırındaki Peşmerge güçlerini ziyaretinde, Peşmergelerden Rojava’yı da korumalarını istedi! İD’nin Rojava’ya ve Şengal’e ve genelde Güney Kürdistan – Irak’ta Kürtlere yönelik saldırıları Kürdistan’ın değişik parçalarındaki güçlerin ortak hareket etmesini dayatmış ve pratikte bu parçalar arasındaki sınırları delmiştir! Kuzey Kürdistan’ın Rojava ile sınırı bile, tüm engellere rağmen Rojava ile dayanışmaya gidenlere kapatılamamıştır. Bu ortamda “Ulusal Kongre” istekleri ve talepleri de gündemdeki yerini korumuştur. “Ulusal Kongre”nin yapılmasının maddi temeli, her zamankinden daha çoktur. Buna rağmen KDP/ Barzani takımının genel laflarla sorunu geçiştirdiği de olgudur. Kongreyi engelleyen esas güç KDP/ Barzani olsa da Güney Kürdistanlı diğer güçlerin, örneğin YNK ve Goran gibi örgütlerin de genelde kongre yanlısı görünseler de, pratikte pek zorlayıcı tavırları yoktur. “Ulusal Kongre”nin yapılması talebi esasında PKK ve PYD ve bunların siyasetini destekleyen kesimler tarafından dile getirilmektedir. Kürt milletinin demokratik haklarını savunmak ve elde edebilmek için “ulusal birliği” sağlamaya hizmete edebilecek böylesi bir adımın atılması gerekli bir adımdır. Kobanè’ye yönelik saldırıların yoğunlaşması ve seferberlik ilan edilmesi vb. gelişmelere paralel olarak içlerinde “Türkmen Ulusal Kurtuluş Partisi” de olan değişik Kürdistanlı 17 örgüt de Rojava ile dayanışma ve “Ulusal Kongre”nin yapılmasını talep ettiği ortak bir açıklama yaptı. Bu genel tablo çerçevesinde yaşanan kimi gelişmler ise kısaca şöyledir. 2 Temmuz’da İD’nin Musul’u ele geçirmeye bağlı olarak Irak ordusundan elde ettiği ağır silahlarla da –tank, top vb.- Kobanè kantonuna saldırıları yeniden yoğunlaştırmasına bağlı olarak Kobanè Hükümeti seferberlik ilan etti. Bu arada öncelikle de Kürdistanlı güçlere Kobanè’deki direnişe destek vermeleri çağrısında bulundu. Bu çağrıdan sonra KCK, KNK başta olmak üzere PKK’nin diğer tüm kurum ve kuruluşları da Kobanè ile dayanışma seferberliği çağrıları yaptı. Benzeri bir çağrı da Öcalan tarafından yapıldı. Bu çağrılara özellikle Kuzey Kürdistanlılar tarafından değişik biçimlerde dayanışma ile yanıt verilirken, sayısı tam belli olmayan ama onlarca ifade edilebilecek –kimi haberlere bakıldığında toplam birkaç yüz kişi- insanYPG/ YPJ saflarında İD güçlerine karşı savaşmak için Kobanè’ye gitti. Daha önce Kobanè’den göçetmiş yüzlerce Kobanè’li de direnişe katılmak için Kobanè’ye geri döndü. Tüm Temmuz ayı boyunca yaşanan çatışmalarda YPG/ YPJ’nin açıklamalarına göre İD’ye önemli darbeler vuruldu, sayısı tam belli değil ama toplamda birkaç yüz İD’cinin öldürüldüğü ve önemli oranda silah ele geçirildiği ve arasında tankların da olduğu birçok askeri araç ve malzemenin de imha edildiği bir durum sözkonusudur. Bu çatışmalarda onlarca YPG/ YPJ ve Asayiş gücü mensubu da yaşamını yitirmiştir. Sonuçta İD şimdilik Kobanè’de hedefine ulaşamamıştır. Kuzey Kürdistan sınırı dışındaki üç yönden de gerçekleştirilen saldırılara karşı başarılı direniş gösterilmiştir. Tüm zorluklara, eşit olmayan koşullara –örneğin İD ağır silahlara sahipken YPG/ YPJ’nin elindeki silahlar esasta hafif denen silahlardır, İD’ye karşı savaşta elde ettikleri kimi ağır silahlarla cephanelerini güçlendirseler de aradaki dengesiz durum ortadan kalkmamaktadır- rağmen, çatışmalarda İD panorama güçlerine verilen zarara göre daha az zararla çıkma- Ziyaret’e (Zarèta Serxetè) gidip “sıfır noktası” denen ları da YPG/ YPJ’nin başarı hanesine yazılacak, yazıl- sınırda, öncülüğünü HDP ve DBP’nin yaptığı eyleması gereken bir olgudur. min, Kobanè’ye yönelik saldırların boşa çıkarılmaRojava’daki gelişmeler içinde önemli olan ve Roja- sına kadar sürdürüleceği açıklanıyordu. Temmuz ayı va güçlerini daha da güçlendirecek olan bir gelişme başlarında (8-9 Temmuz) gerçekleştirilen bu eylem ise, Temmuz ayı sonlarında İD ile Esad rejimi güçle- birçok yerde örnek alındı ve nöbet çadırları kuruldu. ri arasındaki çatışmalar sonucunda rejim güçlerinin Eylemler, özellike bu sınırdaki eylem yoğun bir desHesekè’den çekilmesi ve bu çekilmenin ardından, İD teğe de sahip oldu. Urfa, Mardin ve Şırnak’ın Rojava güçlerine karşı Kürt-Arap-Süryani-Ermeni halkları- sınırında binlerce kişi nöbet tuttu. nın YPG/ YPJ güçleriyle koordineli, ortak mücadelesi Eylemin amacı açıktı. TC devletine ya da yönetiile Hesekè kentinin tümüyle YPG/ YPJ güçlerinin de- mine de herhangi bir karşı olma yanı somut olarak netimine geçmesi idi. yoktu. Rojava ve Rojava’ya saldırılar sözkonusu olduHesekè, gerek Kuzey ve Güney Kürdistan’a sınır ol- ğunda öncelikle Kürt medyasının öne çıkardığı şey, masıyla, gerekse de yeraltı zenginlikleri ve tarım alanı TC’nin IŞİD’i (İD) desteklediği yönlü tavırdı. olması nedeniyle önemli bir konuma sahip. Rojava’nın Buna rağmen TC’nin nöbet çadırlarına ve eylemüç kantonunda uygulamaya konan “demokratik lere yönelik “sabrı” on günü geçmedi! Urfa’nın özerklik” projesi Hesekè’de de gerçekBirecik ilçesine bağlı Ziyaret köyü ve leştirilmeye çalışılıyor. Hesekè’nin Alzeran ve Aşme köylerindeki İD güçlerine karşı savunulçadırlara saldırılar gündeme Rojava’daki gelişmeler içinde önemli masına paralel olarak bu geldi. Çadırları ve nöbet eyproje gerçekleştirilebilirse lemi için bulunan araçları olan ve Rojava güçlerini daha da –bu arada Esad rejimigüçlendirecek olan bir gelişme ise, Temmuz ayı yakan kolluk güçleri birnin güçlerinin yeniden çok insanı yaraladı ve sonlarında İD ile Esad rejimi güçleri arasındaki Hesekè’yi ele geçirmek kimilerini de gözaltına çatışmalar sonucunda rejim güçlerinin Hesekè’den için saldırıya geçebilaldı. Saldırılara karşı çekilmesi ve bu çekilmenin ardından, İD güçlerine protestolarla, saldırılara me ihtimalini de gözönüne almak gerekiyor-, karşı Kürt-Arap-Süryani-Ermeni halklarının YPG/ rağmen, nöbet eylemini bir bütün olarak Rojava kimi milletvekillerinin YPJ güçleriyle koordineli, ortak mücadelesi ile yönetiminin eli daha da yeniden başlatmasına Hesekè kentinin tümüyle YPG/ YPJ güçlerinin karşı da Ziyaret köyündeki güçlenmiş olacaktır. Dedenetimine geçmesi idi. ğişik halklardan insanların nöbet eylemine desteği keskenti İD güçlerine karşı ortak mek için eylem alanına girişsavunması bu projenin hayata geçiçıkışların yasaklanması gündeme rilebilmesi için umut verici, olumlu bir geldi. Sonuçta halkın protestolarının gidurumdur. derek yükselme gösterdiği bir durumda geri adım atıldı ve resmen nöbet çadırı kurmaya müsaade veKUZEY’DEN DAYANIŞMA NÖBETİ VE rildi.. TC’NİN SALDIRILARI... TC IŞİD’e (İD) doğrudan ve açıkça destek vermese Rojava ile maddi ve manevi dayanışmada bulun- de, Rojava’da Kürtlerin özerkliğine, elde edilen kamak için hem Kuzey Kürdistan – Türkiye’de hem de zanımlarına karşı olduğunu bu saldırılarıyla da bir Avrupa’nın değişik yerlerinde eylemler, etkinlikler kez daha göstermiştir. Türkiye - Kuzey Kürdistan’ın gerçekleştirildi. Rojava’ya değişik biçim ve düzeyler- ilerici, demokrat, devrimci, komünist güçlerinin de dayanışmada bulunuldu. İD’nin Kobanè’ye saldı- Rojava’ya en önemli destekleri -bugün Rojava’ya yarılarını protesto etmek ve İD mensuplarının TC ile pılabilecek tüm destekleri vermeyi unutmadan-, TC olan sınırdan geçişlerini azaltabilme amacıyla, Ku- ve yönetimine karşı mücadeleyi yükseltmeleri, halkzey Kürdistan ile Rojava sınırında çadır kurup nöbet ların kardeşliğini sağlayabilecek adımları pratikte uytutmak da gerçekleştirilen dayanışma eylemlerinden gulamaları ve devrim için örgütlenmeleri olacaktır! biri oldu. İD’nin saldırılarına maruz kalan “sınır köyü” 26.08.2014 ✓ 47 panorama “Dünya Futbol Şampiyonluğu” ve protestolar... - BREZİLYA - B 48 ir “Dünya Futbol Şampiyonluğu” daha geride kaldı. Futbolseverlerin şampiyonluk yarışı sürecindeki “heyecan” ve hezeyanları dindi, günlük yaşamdaki sorunlar yeniden kendisini hissettirmeye başladı... Bu durumda konu hakkında yazı yazmanın, tavır takınmanın gereksiz olduğu söylenebilir. Fakat sorun sadece bir futbol turnuvası sorunu olmadığından, böylesi bir değerlendirme yanlış olacaktır. Spor adına milyonlarca kitlenin bilincinin karartıldığı ve milliyetçiliğin körüklendiği; futbol turnuvası adına milyarlarca ABD Doları’nın tekellerin kasalarına doldurulduğu bir pazarla; milyarlarca dolar kàr için işçilerin emekçilerin sırtına daha fazla yük bindirildiği, sömürüldüğü, onbinlerce evsiz-barksızın tahta-teneke-plastik barakalarından, yerlerinden sürüldüğü; daha iyi bir eğitim, sağlık ve ulaşım sistemi için, yaşanabilir konut imkanları için ve etnik/ milli haklarının tanınması için mücadele eden İndigen’lere karşı sıkıyönetimi aratmayacak bir baskı ve terörün uygulandığı, onbinlerce yoksulun işinden edildiği bir durumla karşı karşıyayız. Bunun yanısıra, Gezi eylemleri/ protestoları döne- Brezilya’da “Dünya Kupası”na karşı protestolardan bahsedilirken öne çıkarılan temel düşüncelerden biri de futbolun spor olduğu, bunun siyasetle karıştırılmaması gerektiği biçimindeki düşünceydi. minde Brezilya’da yaşanan ve en az iki milyon insanın katıldığı protestolar hakkında tavır takındığımız 24 Ağustos 2013 tarihli (sayı 165) yazımızda, okurlarımıza verdiğimiz sözü yerine getirmek için de bu yazının yazılması gerekiyor. Sözkonusu yazımızda protestoların aynı zamanda, halkın ihtiyaçları yerine “Dünya Kupası” ve “Olimpiyat Oyunları” için milyarlarca doların harcanmasına karşı da yöneldiğine değinmiştik. Tüm medya mensuplarının beklentileri, benzeri protestoların “Dünya Kupası” döneminde de gerçekleşebileceği yönündeydi. Hatta turnuvanın “sorunsuz” gerçekleşip g e rç e k l e ş e m e y e c e ğ i bile soru işareti olarak lanse edildi. Bu yönlü haber ve yorumlara Brezilya yönetiminin yanıtı kesindi! Olası protestocuların stadların ve futbol ekiplerinin yanlarına bile yaklaştırılmayacağı, herkesin “güvenliği”nin “garantili” olduğu yönlü resmi açıklama yapıldı. Buna uygun da önlemler alındı! 12 Futbol Stadı’nın olduğu bölgelerin “güvenliği” için 157.000 polis ve asker (askerin iç işlerde “güvenlik” için görevlendirilmesi amacıyla Başkan Rousseff kararname çıkardı) ve 20.000 özel güvenlik gücü görev- “FUTBOL SPORDUR, SİYASETE KARIŞTIRMAYIN” MI ACABA? Brezilya’da “Dünya Kupası”na karşı protestolardan bahsedilirken öne çıkarılan temel düşüncelerden biri de futbolun spor olduğu, bunun siyasetle karıştırılmaması gerektiği biçimindeki düşünceydi. Bu yaklaşım, egemenlerin kitlelerin bilincini karartmak için kullandığı yalanlardan/ sahtekarlıklardan biriydi, biridir. Kendileri kitlelere sporla siyaseti karıştırmayın derken bile siyaset yapmaktadırlar! Bu siyasetin perde arkasında ise, yine egemenlerin çıkarları var! Futbol ya da genelde sporla ilgili tavır takınılırken, en başta ve hep yeniden bu sahtekarlığın bilinçlere çıkarılması gerekiyor. Herşeyden önce vurgulanması gereken olgu, futbolun kitleler üzerindeki etkisinin diğer spor dallarına göre daha fazla olmasıdır. Bu da egemenlerin özellikle “Dünya Futbol Şampiyonası”nı, milliyetçiliği körüklemek için, daha fazla insanın beynini milliyetçilik ağusuyla zehirlemek için, erkek egemenliğinin gösterilerini yoğunlaştırmak için kullanmasına olanak sunmaktadır. “Milli takımı destekleme” adına burjuvazinin bayrağı olan bayraklar, renkler, bir milletin diğerlerinden daha üstün olduğu milliyetçi, şoven ideolojinin yaygınlaştırılması, futbolun, sporun ötesinde siyaset aracı olarak kullanıldığının en açık belgesidir. FIFA’nın “Dünya Kupası” maçlarının çekilişinin moderatörlüğünü yapacak olan moderatör çifti, siyah renkli olmaları nedeniyle –siyah tenli olmanın Avrupalılar için iyi bir reklam etkisi olmayacağı gerekçesiyle vb.- reddetmesinin ve Brezilya yönetiminin de bu isteğe destek vermesinin açıkça ırkçı bir tavır ve ırkçı bir siyaset olduğu da açıktır. Yani kitlelere sporla siyaseti karıştırmayın diyenler, sadece siyaset yapmıyor, ırkçı siyaset de yapıyorlar. Benzeri bir nokta da, Brezilya yönetiminin/ sisteminin İndigen halklara karşı ırkçı tavrıdır. İndigen halklar futbol turnuvasına karşı değil ama, turnuva döneminde de kendi hakları için protestolar gerçekleştirdiler. Bunun bir örneği ise açılış töreninde yaşandı. Brezilya’nın “ahenkli, eşit, çok kültürlü bir birliktelik sağlayan” bir ülke olduğu görüntüsünü dünya kamuoyuna göstermek için üç genç insan güvercinleri uçurmak için seçildi. Biri siyah tenli genç bayan (kız çocuğu), biri beyaz tenli ve biri de İndigen kökenli genç (erkek çocuk). İndigen kökenli genç güvercini uçurduktan sonra, yanına aldığı şerit gibi bezi açtı! Üzerinde “Demarcaçao” (Dışlanmışlık) yazıyordu. Bununla Guarani halkının durumuna dikkat çekmek istemişti. Ama Televizyon görüntülerinde bu hareketi görmek mümkün değildi! Sansüre kurban olmuştu! Futbolun/ sporun siyasete bulaştırıldığı noktalardan biri de, egemenlerin kitleleri sporla uğraştırıp (bu esasında seyretme, taraf olma anlamında bir uğraştır) siyasetten uzak kalmasına çalışmasıdır. Üstü örtülü propagandanın insan diline çevirisi, “siz gidin sporla uğraşın, siyaset size ne”dir! Burjuvazi için istenen durum, emekçi kitlelerin açlık ve yoksullukla, sömürüyle, savaşlarla, doğanın katledilmesiyle vb. vb. tüm toplumsal sorunlarla uğraşmamasıdır. İşçilerin emekçilerin ezilen, sömürülenler olarak kendi sınıf bilincine, “kendisi için sınıf” olması bilincine varmaması gerekiyor! Böylesi spor turnuvalarında burjuvazinin bu tür sahtekarlıklarına karşı ve milliyetçiliğin körüklenmesine karşı mücadele, proletaryanın ve tüm emekçilerin sömürü sistemine karşı sınıf mücadelesinin kopmaz parçalarından biridir. panorama lendirildi. Sonuçta turnuva, yapılmasını engelleyecek düzeyde bir protestoyla karşılaşmadan gerçekleştirildi. Buna rağmen, katılımı düşük olsa da turnuva sırasında sayısız protesto eylemleri yaşandı. Kolluk güçleri en ufak eylemi bile şiddetle engellemeye çalıştı, engelledi. Sayısı kesin olarak verilmeyen yüzlerce insan gözaltına alındı, yaralandı... Böylesi spor turnuvalarında burjuvazinin bu tür sahtekarlıklarına karşı ve milliyetçiliğin körüklenmesine karşı mücadele, proletaryanın ve tüm emekçilerin sömürü sistemine karşı sınıf mücadelesinin kopmaz parçalarından biridir. KAZANANLAR! Kapitalizmde spor, genelde pazar ekonomisinin 49 panorama 50 doğrudan bir parçasıdır/ alanıdır, her şey alınıp satılmaktadır. Azami kàr, bu alanın da temel dürtüsüdür. Pazarda söz sahibi olanlar, karar verenler, büyük tekeller, holdingler ve kelimenin gerçek anlamında dünya çapında bir tekel olan ve kitlelerin gözünde mafya olarak da kabul edilen FIFA’dır. “Dünya Futbol Şampiyonası”nın ev sahibi Brezilya olsa da gerçek patron FIFA’dır. Herşeyden önce ev sahipliği yapabilmek için dalaş olur! Katar’a ev sahipliğinin verilmesi konusundaki rüşvet, yiyicilik “skandal” olarak kamuoyuna yansıdı. Gerçekte bunlar için “skandal” olguların ortaya çıkmasıdır. Varsayalım ki normal koydukları kurallar çerçevesinde –açıkça rüşvet, yiyicilik olarak değerlendirilecek olan şeyleri yok- ev sahipliği hakkı elde edildi! Bu durumda FIFA ile yapılan anlaşmada FIFA, kendi normlarını belirlemektedir. Bunlar başka bir deyimle “önkoşullardır”, yapılmak zorunda olunan görevlerdir. Böylesi bir durumda ev sahibinin en azından bu “önkoşulları” yerine getirmesi gerekiyor. Ama ev sahibi de kendisinin temsil ettiği burjuva kesimin kàr ve kazancının hesabını yapmaktadır. Bunun için de örneğin, 8, 10 ya da 12 Stad yapma seçeneği konusunda tavrını, 12 Stadtan yana takınmıştır. Lula ve andaki yönetim “Şampiyonaların Şampiyonluğu”nu gerçekleştireceklerinin propagandasını yapmışlardır. Bunun bir sonucu da “Dünya Kupası”ndan sonra kullanılmayacak dört futbol stadyumu da yapılmıştır. “Güvenlik” adına en az 1 (bir) Milyar Avro harcanmıştır. Sonuçta FIFA’nın “önkoşulları”na ev sahibinin hesapları da karışınca, rakamlar yükseliyor! Somut olarak Brezilya’da şimdiye kadarki en masraflı “Dünya Futbol Şampiyonası” gerçekleştirildi. Resmi açıklamaya göre 8,7 Milyar Avro Brezilya tarafından harcanmıştır. Kimi verilere göre (Dolar ya da Avro olarak da değişiyor) 13 Milyar ABD Doları (11 Milyar Avro) harcanmıştır. Bu proje çerçevesinde Brezilya yönetiminin planladığı “altyapı” projelerinin yarısının bile tamamlanmadığı da belirtilmektedir. Bu hesap dışında bir de turnuvanın gerçekleştirilmesi için harcanan miktar var. Bunun da 2 Milyar ABD Doları kadar olduğu FIFA tarafından açıklanmıştır ve bu giderin de FIFA tarafından karşılandığı da belirtilmiştir. Yani başka hiçbir şeyi hesaplamasak bile bu “Dünya Kupası” 15 Milyar Dolara malolmuştur. Gerçekte ise “ortada dolanan” miktar çok daha yüksektir. Soru, bu kadar paranın nereden gelip nereye, ne için gittiği, kimin esas kazanç sahibi olduğu sorusudur. Brezilya’nın ekonomisi kalkınır, halk kazanır vb. düşünceleri yaygınlaştıranlar, kitleleri aldatmaktadır. Kazançlı olanlar en başta “Dünya Kupası”nın patronu FIFA’dır. FIFA’nın anlaştığı sponsorlardır. Brezilya’nın hazırlıklar için, 7 yeni Stad inşası ve 5 Stad’ın yenilenmesi/ tamiratı; bu Stad’ların çevresinin ve buralara gidecek yolların, trafiğin, havaalanlarının gelecek turistlerin sayısını yanıtlayabilecek kapasiteye çıkarılması ve en önemli gördükleri bir şey olan “görüntü”nün uygun hale getirilmesi vb. vb. işleri yapan firmalar, tekeller vd. kazançlıdır. Üstelik FIFA’nın gelirleri sadece turnuva dönemiyle sınırlı değil. Örneğin 5 yıllığına Brezilya’nın spor pazarına mal arz edip vergisiz kazanç elde edebilmektedir, ya da değişik alanlarda –esasta tüm spor malzemelerinde ve özellikle de 1600 kadar amblem’in kullanımında vb.- gelir elde etmektedir. FIFA’nın “Dünya Kupası” için sözkonusu amblemleri kullananlar FIFA’ya para ödemek zorundadırlar. Hatta “taraftar eğlencesi” yapmak isteyen kimi Brezilyalılardan istenen para (bir eğlence için) 9.000 Avro kadardır. Protestolar sonucu FIFA geri adım KAYBEDENLER KİM? Tek cümleyle ifade edilirse, “Dünya Kupası”nda kaybedenler işçiler, emekçiler, yoksullardır! Sadece onların sömürülmesi, baskı altına alınması ya da vergilerinin tekellerin hizmetine sunulması temelinde değil, somut olarak doğrudan “Dünya Kupası”nın hazırlanması ve gerçekleştirilmesi için yapılanlar sonucunda da kaybedenler yine işçiler, emekçiler, evsiz-barksızlardır. Verilen bilgilere göre 14 işçi stad vb. inşaatlarda çalışırken “iş kazası” sonucu yaşamını yitirmiştir. Stadların, havaalanlarının çevresini “temizleme”ye kurban gidenler, diğer bir deyimle devletin şiddeti ve zoruyla yerleşim alanlarından sürgün edilenlerin sayısı 170.000 ile 250.000 arasındadır. Bu “temizleme” işi sadece inşaatlar için öngörülen alanlarla sınırlı kalmamış, “Brezilya’nın imajı” için görüntü değişikliği ihtiyacı görülen yerlerde de yapılmıştır. Bu zorla sürgün etmeler sırasında yaşanan çatışmalarda yüzlerce yoksul insan devletin kolluk güçlerince katledilmiştir. Ayrıca “gecekondu” (Favela) olarak da adlandırabileceğimiz yerleşim alanlarında, “Dünya Kupası” için alınan önlemlerde katledilenlerin sayısı belli değildir. Stadların çevresinde seyyar satıcılara konan “yasaklı bölgeler”de sadece “Dünya Kupası” sponsorlarının satış yapabilmesi sonucu, binlerce seyyar satıcı ekmek parasını çıkarmaya çalıştığı satış imkanından yoksun bırakılmıştır. Bu “yasaklı bölgeler”e komşu bölgelerde ikamet edenlerin “hareket serbestliği” de sınırlandırılmış, kimlik kontrolleri uygulanmıştır. “Dünya Kupası”nın oynandığı 12 Stad ve çevresinde protestoculara karşı tam bir sıkıyönetim uygulanmıştır. Protestolarda, sürgünlerde yaşanan çatışma ve direnişlerde yaralananların, gözaltına alınanların sayısı ise belli değil. Tüm bu ve benzeri yaptırımlar, baskılar, zaten zenginlerle fakirler arasındaki gelirin en yüksek olduğu ülkelerden biri olan Brezilya’da yoksulların yaşamını daha da zorlaştırmıştır. “Dünya Kupası” sayesinde vaat edilen işin büyük bölümü de “Dünya Kupası” ile birlikte son bulmuş, bu alanda çalışanların büyük bölümü yine işsiz kalmıştır. PROTESTOLARDAN GÖRÜNTÜLER... “Dünya Kupası”na karşı gerçekleştirilen protestoların “Dünya Kupası”nı engelleyebilecek güçte olmadığını yukarıda da vurguladık. Buna rağmen ama irili ufaklı, çok çeşitli protestoların sayısı yüksekti, katılımı düşüktü. Bunun bir nedeni de, protestocuların gerçekte futbol turnuvasına karşı olmamasıydı. Örneğin “Evsiz İşçiler Hareketi” (MTST) resmen “Dünya Kupası”nı engelleyebilecek güçte protestolar örgütlememek için tavır takındı. Örgütledikleri protestolar esasta sahip oldukları sorunlara dikkat çekmek içindi, “Dünya Kupası” dönemini de bunun için kullandılar. Yapılan protestolara katılımın azlığında rol oynayan etmenlerin başında, devletin kolluk güçlerinin protestoculara karşı yoğun şiddeti ve baskıları vardı. Bunun yanısıra “futbol turnuvası artık yapılıyor, futbolun tadını çıkaralım” vb. yaklaşımlar ile burjuva medyanın protestolara katılımı engellemek için yoğun biçimde propaganda ettiği “sporla siyasetin birbirine karıştırılmaması gerektiği” yönlü propaganda da protestolara katılımın düşük olmasında önemli bir rol oynamıştır. Şiddet bağlamında burjuvazinin borazanlarının kitleleri korkutmak için kullandığı bir konu da “siyah blok” olarak adlandırılan anarşist protestocuların kolluk güçleriyle çatışmasıydı. Sonuçta, 2013 yılı Haziran ayındaki protestolara bakarak “Dünya Kupası” döneminde beklenen onbinlerce, yüzbinlerce insanın katıldığı protestolar gerçekleşmedi ama, yapılan protestoların sayısı yüzlerceydi. “Dünya Kupası” için Milyarlarca Dolar’ın harcanmasına karşı sosyal taleplerin dile getirildiği protesto eylemleri özellikle Ocak ayı sonlarından itibaren yeniden gündeme geldi. Mayıs ayı ortalarından itibaren de giderek yoğunlaştı. “Dünya Kupası” öncesi dönemde protestolara katılım 100, 200’den onbinlere kadardı. Protesto eylemlerini örgütlemek için 15 kadar “sosyal hareket” -siz bunu “sivil toplum örgütleri” olarak okuyun- biraraya geldi. “FIFA defol”, “FIFA, terörist çeteler birliği”, “Zenginlere Dünya Kupası, Fakirlere çöpler”, “Dünya Kupası olmayacaktır” vb. sloganlarla “Dünya Kupası” protesto edilirken, “FIFA standartlı okul ve hastahaneler istiyoruz” vb. taleplerle sağlık, eğitim, altyapı, ucuz ulaşım imkanları, ücretlerin yükseltilmesi, çalışma koşullarının iyileştirilmesi, konut sorununun çözümüne yönelik talepler ile İndigen halkların hakları ve sorunları dile getirildi. Protestolara, başta “sol”, anarşist kesim olmak üzere toplumun değişik kesimleri katıldı. Grevler de protestoların bir parçasıydı. İşçiler (Metro çalışanları ve panorama attı! FIFA’nın net kàr’ının ne kadar oldu açıklanmadı, ama 3-4 Milyar Dolar kadar olduğu –turnuva giderleri çıkarıldıktan sonraki kàr- hesaplanmaktadır. 51 panorama 52 otobüs şoförleri de), Öğretmenler, İndigenler, ve hatta Kültür Bakanlığı çalışanları bile grev ve protestolarda yerini aldı. “Dünya Kupası”na karşı değil ama, polis örgütü bile bu ortamı ücretlerin yükseltilmesi ve çalışma koşullarının iyileştirilmesi amacıyla kullanarak 26 eyaletin 14’ünde greve gitti... Polisin greve gittiği gün ya da günlerde onlarca cinayet ve soygun yaşandı. Yönetimin yanıtı ceza tehditi oldu! Protestolar bu arada yeni bir dünya rekoruna da yol açtı: Sao Paulo’da yapılan protestolarla ulaşım tıkandığından 344 kilometrelik bir kuyruk meydana geldi... Öğretmenlerin Rio de Janeiro’da Brezilya milli takımının otobüsünü durdurması ise dikkat çeken eylemlerden biriydi. Öğretmenler, “Stadlara değil eğitime ihtiyacımız var” ya da “Kesin inanabilirsiniz ki eğitmenler Neymar’dan daha değerlidir” vb. sloganlarla eğitim sorununa dikkat çektiler. İndigenlerin kendi sorunlarına dikkat çektiği eylemlerde ise yer yer polisle yaşanan çatışmalarda İndigenler ablukayı yarmak için polise ok’larla yanıt verdi. İndigenler açıkça “Dünya Kupası”nın kendisine karşı olmadıklarını, ama bunu, devletin kendilerine karşı baskı ve dışlayıcı politikasına dikkat çekmek ve haklarını talep etmek için kullandıklarını açıkladılar. İndigenlerin ve Siyahların açıklamaları, Brezilya devletinin ırkçı siyasetini teşhir etmede, sorunu bilince çıkarmada olumlu rol oynamaktadır. Metro çalışanlarının grevi ise İş Mahkemesi tarafından yasadışı ilan edildi. Buna rağmen Metro çalışanları greve devam kararı aldı. Sao Paulo’da yaklaşık bir hafta trafik işlemez oldu. “Dünya Kupası”nın 12 Haziran’daki açılışında ise Başkan Rousseff ıslıklandı, protesto edildi. Rousseff’e karşı protestoda cinsel aşağılama, kadın düşmanlığı da kendisini gösterdi. “Dünya Kupası” döneminde protestolara katılım önceki döneme göre daha da azdı. Kolluk güçlerinin eylemcilere yönelik saldırıları ise daha da yoğundu. Verilen bilgilere göre 12-18 Haziran tarihleri arasında 105 protesto eylemi gerçekleştirilmiştir. Bu dönemde eyleme en yüksek katılımın 5000 olduğu bilgisi verildi. Eylemciler yoğun biçimde kriminalize edildi, gözaltına alındı. Her eylem mümkün olduğunca başından itibaren engellenmeye çalışıldı, çoğu durumda da engellendi! Gözaltına alınanlar ölüm tehditlerine, işkencelere maruz kaldı ve kimileri de birkaç sene hapis cezasına çarptırıldı. Örneğin “Molotfkokteyli” yapabilecek kadar sıvı malzeme taşıdığı iddiasıyla – eylemcinin kendisi sırt çantasında dezinfeksiyon ilacı bulundurduğunu söylemiştir- bir eylemci beş sene on ay hapis cezasına mahkum edilmiştir. “Dünya Kupası” karşıtlarının evlerinin basılması, bilgisayarlarına elkonulması, gözaltına alınmaları vb. de devletin baskılarının bir parçasıydı. Böylesi bir ortamda şimdiye kadarki “Dünya Kupaları” içinde en pahalısı gerçekleşti. Gerek yiyicilik, sahtekarlık ve halkın sorunları yerine milyarlarca doları “Dünya Kupası”na harcamak, gerekse de protestoculara karşı şiddetli baskı ve tüm bunlarla birlikte milyonlarca yoksula karşı gerçekleşen yaptırımlar, Başkan Rousseff’e karşı büyük bir hoşnutsuzluğu da beraberinde getirmiştir. Bu hoşnutsuzluğun 5 Ekim’de yapılacak başkanlık seçimine nasıl yansıyacağı şimdilik net değildir. Fakat Rousseff’in halk içindeki taraftarlarının azaldığı şimdiden tespit edilebilir. Seçimi kimin kazanacağını ise Ekim ayında göreceğiz. 29.07.2014 ✓ 12 FIRTINA EKEN KASIRGA BİÇECEKTİR! Haziran 2014’te Batı Şeria’da üç Yahudi yerleşimci genç kayboldu. Kaybolan üç Yahudi yerleşimcinin cesetleri 18 gün sonra, El-Halil kenti yakınlarında bulundu. Üç Yadudi yerleşimcinin cesetlerinin bulunmasının ardından Filistinli bir genç kaçırıldı ve yakılarak öldürüldü. Üç Yahudi yerleşimcinin kaçırılmasını bahane eden siyonist yönetim, Hamas’ı sorumlu tutup 15’i vekil 900’ü aşkın insanı tutukladı. Siyonizmin sınır tanımayan işgalci politikalarına ve İsraillilerin Filistinli bir genci yakarak öldürmesine, Filistinli örgütlerin yanıtı roket yağmuru oldu. Filistinli örgütlerin roketlerine karşı İsrail Gazze’yi bombalamaya başladı. Siyanist devletin Gazze’yi bombalaması sonucu, ikiyüzü aşkın insan yaşamını yitirdi. Ölenler arasında kadın ve çocuklarda var. On gün süren hava borbardımanının ardından, 17 Temmuz gece yarısı Siyonist devlet kara harekatına başladı. Gazze, Filistin’in batısında Akdeniz kıyısında bulunan, 40 kilometre uzunluğunda, 6-8 kilometre derinliğindeki 363 kilometrekarelik şerit şeklinde bir bölgedir. Siyonist devletin emperyalizm güdümündeki siyaseti, işgal altında ki topraklarda Filistinlilere yaşam hakkı tanımıyor. İsrail, Batı Şeria’da yeni yerleşimlerle işgali genişletme siyaseti uyguluyor.Yerleşimciler, Filistinlilerin tarlalarını ve zeytin ağaçlarını ateşe verip, evlerini taşlayarak terör estiriyor. Gazze’yi açık hapishaneye çeviren kuşatma, suikast politikası ve ambargo ile devam ediyor. Batı Şerialı gençlerin gösterilerine sert müdahaleler sürerken, İsrail işgal ettiği bölgelerde huzur içinde yaşamak istiyor! Güya huzuru kaçınca da topluca cezalandırma yoluna gidiyor. İslami Cihad ve Filistin Halk Kurtuluş Cephesi (FHKC) gibi örgütler de İsrail’e roket atıyor. İsrail özellikle Hamas’ı vuruyor. Çünkü Hamas, İsrail devletinin varlığını tanımıyor. Amaç Hamas’ın İsrail’in varlığını tanıyan El Fetih çizgisine gelmeye zorlamaktır. Siyonizmin siyaseti suikast ve toplu cezalandırmadır. 2007’den bu yana Filistin defakto ikiye bölünmüştü. Hamas Gazze’yi ele geçirerek El Fetih’e savaş açmıştı. El Fetih’i Gazze’den çıkaran Hamas’a, İsrail de ambargo uygulamaya başlamıştı. 2007’den bu yana Filistin, sadece İsrail ordusu tarafından değil Filistinliler tarafından da bölünmüş haldeydi. Hamas ile El Fetih 7 yıl aradan sonra anlaşmaya vardı ve milli uzlaşı hükümeti 2 Haziran 2014’te kuruldu. Ancak maaşların ödenmesi dahil birçok vaat yerine getirilemedi. Anlaşmaya göre Türkiye, Katar ve Endonezya’daki Filistin elçilikleri Hamas’a verilecekti. Hamas bu atamalarla himaye gördüğü üç ülkenin desteğini sürdürmeyi umuyordu. Bu atama da gerçekleşmedi. Hamas’ın uluslararası desteğini yeniden mobilize etme ve tecritten kurtulma ihtiyacı kendini dayatırken Gazze’ye ambargolar ortak hükümetin kurulmasının ardından daha da şiddetlendi. Mesela yakıt ve elektrik yokluğundan arıtma tesisleri çalışamayınca kanalizasyonun verildiği Gazze sahili aşırı kirlenme yüzünden kapatıldı. Gazze, siyonist İsrail devletinin Gazze’ye başlattığı savaş sonucu bir kan deryası görünümüne büründü. Siyonist İsrail devlet sözcüleri üç yerleşimcinin kaçırılmasını fırsat olarak değerlendirdiler. Dünya kamuoyunda kendilerini saldırıya uğramış ve “öz savunma halkların kardeşliği için SİYONİST BARBARLIK AMACINA ULAŞAMAZ! ✌ 53 güncel 54 hakkı”nı kullananlar olarak göstererek, Gazze’ye bütün güçleriyle yükleniyorlar. Amaçları en baştan itibaren HAMAS’ı bir kez daha cezalandırmak, Siyonist İsrail devletine karşı silahlı direnişin de haklı olduğu düşüncesinden vaz geçtiğini açıklamayan HAMAS’ın lider kadrosunu tasfiye etmek, HAMAS’ı örgüt olarak iyice zayıflatmak ve HAMAS’ ın Filistin’de El Fetih’le birlikte kurduğu hükümetin olamayacağını göstermektir. Bunun için Gazze yeniden ve yeniden alçakça bombalanıyor. Bu bombalamalarda onlarca Filistinli öldürüldü. Yüzlercesi yaralandı. Bütün dünyanın gözü önünde Gazze şeridindeki elektrik santralleri, köprüler, önemli yollar bombalanarak tahrip edildi. Hamas’ı vurma adına yerleşim birimleri, hareket halindeki araçlar, Pazar yerleri vb. bombalandı, bombalanıyor. Gazze’de yaşayan yüz binlerce Filistin’li açlıkla, susuzlukla, elektriksizlikle karşı karşıya bırakıldı. Emperyalist dünya, Siyonist İsrail devletinin Gazze’ye saldırısına verdiği tepki, Gazze’ye saldırıyı “İsrail’in kendini savunma eylemi” olarak değerlendirip haklı görmek biçiminde oldu. İsrail’e yöneltilen tek eleştiri “orantısız güç kullanma” noktasında oldu. Olan nihayet üç yerleşimcinin kaçırılması idi. Bunu yapanlar da belli idi. Şimdi sivil halkın da böylesine cezalandırılması biraz orantısız oluyordu.. vs.. İşte “uygar” emperyalist dünyanın yaklaşımı budur. Türkiye’de İsrail’i kınayan açıklamalar yapıyor. RTE, sürekli bağırıp çağırıyor. Uluslararası toplumu sessiz kalmakla suçluyor! İslam dünyasını sessiz kalmakla eleştiriyor. BM’ye atıp tutuyor. Saldırıya uğrayan Gazze halkının yanında olduğunu ve mazlumların sesi olduğu mesajlarını veriyor. Madem Gazze halkının yanındasın, madem mazlumların savunuculuğuna soyunmuşşsun, neden Malatya Kürecik radar istasyonunun faaliyetlerini durdurmuyorsun? TC, NATO üyesi bir ülkedir. NATO, askeri bir savaş makinasıdır. İsrail’de NATO’nun müttefikidir. İsrail, ABD’nin Ortadoğu’da dayandığı bir müttefiktir. Kürecik radar istasyonundan elde edilen istihbari bilgilerin İsrail ile paylaşıldığı iddia ediliyor. Bu iddia doğruysa, RTE’nin bağırıp çağırmasının bir anlamı yoktur. RTE ve AKP hükümeti iki yüzlü bir politika izliyor. Bir yandan kamuoyu önünde İsrail’e atıp tutarken, diğer yandan İsrail ile olan ekonomik ilişkiler devam ediyor. TC Dışişleri Bakanlığı internet sitesinde, Türkiye- İsrail ekonomik ilişkileri hakkında şöyle deniliyor: „2011 yılında 4,4 milyar ABD Doları, 2012 yılında ise 4 milyar ABD Doları seviyesinde gerçekleşen Türkiye-İsrail ticaret hacmi, 2013 yılında 5 milyar ABD Doları olarak kaydedilmiştir. Türkiye’yi ziyaret eden İsrailli turist sayısı 2012 yılında bulunduğu 83 bin seviyesinden, 2013 yılında 165 bin düzeyine yükselmiştir.“ (bkz. http://www.mfa. gov.tr/israil-ekonomisi. tr.mfa) Görüldüğü gibi Mayıs 2010’da Mavi Marmara olayından sonra, Türkiye ile İsrail arasında ki ticaret hacmi artarak devam etmiştir. Türk burjuvazisi için belirleyici olan dostluk değil, çıkardır. RTE’de Türk burjuvasinin çıkarlarına uygun bir siyaset izlemektedir. RTE ve AKP hükümetinin Gazze bağlamında izlediği siyaset çifte standartçı bir politikadır. Ortadoğu yine tam bir kan deryasıdır. Yine her gün onlarca insan hayatını kaybediyor, yüzlercesi yaralanıyor. Olanlar medya aracılığıyla, yer yer “canlı yayın” larla herkesin evinin içine taşınıyor. Irak, Suriye Rojava ve Gazze’de insanlar öldürülüyor.Yani herkesin bilgisi dahilinde, bütün dünyanın gözü önünde Siyonist İsrail Gazze’de katliamlar gerçekleştiriyor. Bu hunhar savaşın işçi emekçi insanlara, halka ne felaketler getirdiğini görüyoruz. Yüreğinde birazcık insan sevgisi olan herkes bu savaşın, savaşların hemen durmasını istiyor, istiyoruz. İsrail Gazze’ye karşı saldırılarını durdurmalı, askerlerini derhal geri çekmeli taleplerini yükseltmek günün acil görevidir. Gerçekten Barış isteyen herkes bu yüzden, her somut savaşta, savaşın derhal durması için mücadele ederken, aynı zamanda kapitalizm /emperyalizm egemen oldukça, savaşların da kaçınılmaz olduğunu, emperyalizm işçi ve emekçiler tarafından devrimlerle mezara gömülmedikçe (ki bunun da yolu savaştan, devrimci savaştan geçer) savaşların olacağının bilincinde, mücadelesini emperyalizme karşı proleter dünya devrimi mücadelesinin bir parçası olarak yürütmeli, kalıcı ve gerçek bir barışın gerçek düşmanının bir bütün olarak emperyalist sistem olduğu gerçeğini yaygınlaştırmalıdır. Şimdi saldırı altında bulunan Gazze’de, HAMAS’ın işgalci siyonist İsrail devletine karşı mücadelesi haklıdır. Biz işgale karşı bu mücadelenin haklı olduğunu söylerken, aynı zamanda bu örgütün gerçekte antiemperyalist ve devrimci örgüt değil, İslamcı faşist örgüt olduğunu da söylüyoruz Siyonist İsrail devleti Ortadoğu’da emperyalizmin –en başta da ABD emperyalizminin-güdümünde bir saldırı üssü konumundadır. Bu devletin halklara karşı saldırılarını teşhir ediyor, karşı çıkıyor ve bu devletin de devrimle yıkılması için mücadele eden güçleri desteklerken, aynı zamanda Siyonizme karşı mücadele adı altında Yahudi düşmanlığı yapanlardan kendimizi kesin hatlarla ayırıyoruz. Bu barbarlıkta kuşkusuz uzun vadede Siyonist İsrail ve onun baş destekçisi ABD emperyalizmi hedeflerine varamayacaklardır. Onlar kısa süreli başarılar elde edip, HAMAS gibi örgütleri geçici ve askeri olarak zayıflatsalar da, gerçek amaçları olan dikensiz gül bahçesi yaratma hedefine kavuşamayacaklardır. Ekilen fırtınalar kasırga olarak geri dönecektir. Ortadoğu’da, kanlı, barbar savaşlar yaşanıyor. Sermaye egemen olduğu sürece, sermaye güçleri işçileri emekçileri milliyetçilik, ırkçılık, şovenizm temelinde birbirine düşman etmeyi ve kırdırtmayı becerebildiği sürece bu kanlı savaşlar kaçınılmazdır. Bu barbarlığın ve kanlı savaşların alternatifi Bolşevik devrimlerdir. Barbarlığın alternatifi, uluslara ayrılma hakkı,tüm milliyetlere tam hak eşitliği temelinde her türlü milliyetçiliğin çanına ot tıkayan proleter enternasyonalizmidir! Barbarlığın alternatifi, sermayenin egemenliğine son verilmesi, egemeğin, işçilerin-emekçilerin egemenliği için Sosyalizmin kurulmasıdır. Ortadoğu’daki son savaşın da gösterdiği gerçek budur: Ya Barbarlık içinde Çöküş-Ya Sosyalizm! 18.07.2014 ✓ ✌ halkların kardeşliği için “Barış, Hemen Şimdi” de kuşkusuz iyi niyetli bir taleptir. Ancak gerçekten Barış isteyen herkes kendine savaşların nedenini sormalıdır. Neden halklara felaket getirdiği açık olduğu halde savaşlar yürüdü,yürüyor? Modern çağda, Sermayenin egemenliği altında savaşlar evet halklar için felaket, fakat sermaye sahipleri için, egemenler için hiç de felaket değil. Tersine onların egemenliğini perçinleyen bir araç, karlarına kâr katmalarını sağlayan en kârlı rant kapılarından biri. Şimdi Gazze’de İsrail saldırısı biçiminde gelişen somut savaşta, örneğin İsrail burjuvazisi kendi halkını şoven milliyetçilik temelinde kendi bayrağı altında savaşa sürüyor. Daha düne kadar Filistinlilerle barış yanlısı görünen bir çok insan bile, “bizi yok etmek istiyorlar, kendimizi savunmak zorundayız” demagojisi temelinde kendi burjuvazisinin kuyruğunda hareket ediyor. Burjuvazi kendi işçi ve emekçisini kendi safında birleştirebiliyor. Saldırıya uğrayan Gazze’de ise Arap burjuvazisi dış düşmanı gösterip, arap işçi ve emekçileri kendi bayrağı altında topluyor. Bu bayrakta Müslüman din motifleri ve Yahudi düşmanlığı da küçümsenmeyecek bir yer tutuyor. Burjuvaziye karşı sınıf mücadelesi yerine “Yahudi işgalcilere” karşı “cihad” ön plana geçiyor. Yani her iki yanın burjuvazisi açısından da savaş burjuvazinin konumunu güçlendirici bir araç, milliyetçilik, ırkçılık, şovenizm temelinde emekçileri birbirine kırdırtmak için bir araç. Bu kadar değil. Savaşta atılan her mermi, her füze, kullanılan tanklar, toplar tüfekler, insanlara felaket getirse de, savaş araçlarını üretenler ve satanların kârına kâr katan birer araç. Savaş bunlar için onlara hayat veren bir unsur. Savaşta yıkılan her ev, her köprü, bombalanan her yol, hava alanı vb. oralarda vurulup ölen insanlar için felaket, fakat bunların yeniden yapılması gerek. Her harabe inşaat sektörü için yeni iş alanı demektir. Savaş, karaborsacılar için felaket değil, en kârlı iş dönemidir. Bunun dışında tabii, savaşın açıklanan amaçları ile, gerçek hedefleri hiçbir zaman birbirine uymaz. Emperyalizm çağında gerici-emperyalist savaşlar her zaman emperyalistler arası dünya hegemonya mücadelesinin bir parçası olarak yürür. Hegemonya dalaşı, emperyalist dünyanın değişmez yasası, emperyalist-gerici savaşlar, kapitalizm/emperyalizmin vaz geçilmez yol arkadaşıdır. Ortadoğu’ya egemenlik, emperyalist dünyanın kanı olan petrole egemenlikle eşdeğerdedir. Petrol ise emperyalistler açısından emekçilerin kanından çok daha değerlidir. 55 ✒ ERDOĞAN VİYANA’DAYDI okur mektubu Başbakan Erdoğan Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Avrupa’da yaşayan TürkiyeKuzey Kürdistanlı insanların oylarına göz dikmişti. Avusturya’da tahmini olarak 300 bin T/KK kökenli göçmen emekçiler yaşamaktadır. Avusturya’da çalışmalarına rağmen ve burada vergilerini ödemesine rağmen, TKK’lı insanların sadece Avusturya vatandaşlığına geçenler Avusturya’da oy hakkına sahiptirler. Avusturya vatandaşlığına geçmeyenler ise T/KK’da yapılan Genel ve Cumhurbaşkanlığı seçimleri için oy kullanabilir. A 56 vrupalı Türk Demokratlar Birliği (UETD)’nin düzenlemiş olduğu toplantı 19 Haziran günü, Albert Schultz Halle Viyana’da Başbakan R.T. Erdoğan katılımıyla gerçekleştirdi. Albert Schultz Halle toplantı yeri için ayarlandı. Bu salonun kapasitesi 7000 kişilik. Salona giremeyecek katılımcılar için de salon dışına da dev ekranlar kuruldu. Bir tarafta Erdoğan’ı dinlemek için gelenler hazırlanırken, bir diğer tarafta da Başbakan Erdoğan’ı protesto etmek için hazırlıklar vardı. Avusturya Alevi Birlikleri Federasyonu, TKK’lı devrimci demokrat örgütlerin ve Avusturyalı kitle örgütleri ve partilerinin de katıldığı Heldenplatz’da bir protesto yürüyüşü düzenlendi. Ayrı güzergâha sahip bir de Aydınlıkçıların yönetimde bulunduğu Atatürkçü Düşünce Derneği (ADD)’nin düzenlediği yürüyüş vardı. Saat 13’ten itibaren kitle toplanmaya başladı. Heldenplatz’a bir sahne kurulmuştu, bu sahne hem konuşmacılar için hem de gelen kitle için küçük bir mini konser düzenlenmişti. Saat 15’e kadar konuşmalar yapıldı ve çeşitli müzik grupları ve ozanlar marşlar ve türküler söylediler. Konuşmacıların çoğu Erdoğan’ın faşist kimliği, insanları ötekileştirme üzerine vurgu yaptı. Bu yürüyüşe çeşitli renkten ve milliyetten insanlar katıldı. Katılımcılar içinde Ermeni kökenliler de kendi pankartlarını taşıyarak bu yürüyüşe desteklerini sundular. Bu zamana kadarki yürüyüşlerde görünmeyen manzaralardan biriydi bu. AMLP (1) taraftarı bir kişi bu Ermeni katılımcı arkadaşlarla bir süre sohbet etti. Vermiş olduğu bilgi ise şöyle: Türkiye halen Ermeni soykırımını inkâr etmeye devam ediyor, Ermeni- (1) AMLP’in Erdoğan’ı protesto yürüyüşünde dağıttığı bildiri ekte. 22.06.2014 YDİ Çağrı okuru ✓ okur mektubu muşlar. Bu taşları karşı taraf olan insanların üzerine atıyorlardı. Boş bira şişeleri protestocuların üzerlerine yağıyordu. Polis müdahale de bulundu, müdahalelerde bulunurken polis biber gazı kullanıyordu ve toplam 14 kişi gözaltına aldı. Geçtiğimiz Mayıs ayında Avusturyalı ırkçı faşistlerin düzenlemiş olduğu yürüyüşü protesto edenlere karşı da, polis biber gazı kullanmış ve bu eylemde de 30’un üzerinde kişiyi gözaltına almış ve bir hamile kadının çocuğunun yitirmesine sebep olmuştu. Erdoğan’ı protestoya gelmiş olanların sayısı, düzenleyicilerin ifadesine göre 10000, polise göre 6.000 idi. Bu yürüyüşe sadece Viyana ve çevresinden değil, aynı zamanda Avusturya’nın çeşitli bölgelerinden KKT’li kuruluşların taraftarları katıldı. ADD’in yürüyüşüne polisin verdiği bilgiye göre 350-400, düzenleyicilerin verdiği bilgiye göre 800-900 kişi katıldı. Bu arada Erdoğan taraftarlarına birkaç Avusturyalı dazlağın saldırdığı bilgisi medyada yer aldı. Polis bunlara da müdahale ederek olayın büyümesi engelledi. Erdoğan’ın Viyana ziyareti/yaptığı toplantı onun T.C. başbakanı olarak resmen Avusturya’yı ziyareti değil, özel bir ziyaretti. Ama Avusturya burjuva siyasetçileri ve medyası bu ziyareti bir yandan “bizim demokrasimiz böyle şeyleri kaldıracak güçtedir”, derken diğer yandan Erdoğan’ın ne konuşup ne konuşmamasına önceden uyarılarda bulunuyor, sözde entegrasyon, siz asimilasyon anlayın, politikasına zarar vermemesi hakkında tavsiyelerde/tehditlerde bulunuyor; bunu da güya buradaki Türkiye/Kuzey Kürdistan kökenlilerin çıkarına yapıyordu. ✒ ler üzerinde şöven baskılar halen sürmektedir, bunun en açık örneğini Hrant Dink’in katledilmesinde görüyoruz. Hrant Dink’in hesabını sorma eylemlerinde ne kadar şövenist yaklaştıkları apaçık ortada. Ermeniler olarak kendi anadilimizi bile bilmiyoruz, bize dilimiz unutturuldu. Başbakan Erdoğan Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Avrupa’da yaşayan Türkiye- Kuzey Kürdistanlı insanların oylarına göz dikmişti. Avusturya’da tahmini olarak 300 bin T/KK kökenli göçmen emekçiler yaşamaktadır. Avusturya’da çalışmalarına rağmen ve burada vergilerini ödemesine rağmen, TKK’lı insanların sadece Avusturya vatandaşlığına geçenler Avusturya’da oy hakkına sahiptirler. Avusturya vatandaşlığına geçmeyenler ise T/KK’da yapılan Genel ve Cumhurbaşkanlığı seçimleri için oy kullanabilir. Bunların önemli bir bölümü Avusturya vatandaşlığına geçmişlerdir. Avusturya vatandaşlığına geçmeyen 112 bin T/ KK’lı oy hakkına sahiptir. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde bu oyların AKP’ye önemli oranda destek sağlanması için uğraşılmaktadır. Saat 15’30’da yürüyüş başladı. Yürüyüş güzergâhında bir kafeteryanın önünden geçerken yürüyüşçülere müşterilerden biri bir bira şişesi fırlattı. Burada kısa olarak arbede yaşandı ve kolluk güçleri biber gazı kullanarak müdahalede bulundu. Burada bir kişi göz altına alındı. Yürüyüş kolu bu kısa arbededen sonra yürüyüşe devam etti. Erdoğan’ın konuşma yaptığı Albert Schultz Halle yakınlarına gelindi, Erdoğan, Avusturya’nın her tarafından gelen oldukça kalabalık bir topluluk oluşturmuş ve bunun coşkusunu yaşıyordu. Salon içinde tahmini olarak 7500 insan vardı, dışarda da 6000’e yakın dinleyicisi mevcuttu. Burada her iki taraftan insanlar karşılıklı olarak birbirine girdi. Bir görgü tanığın ve olayları yaşayan insanın ifadesine göre; Erdoğan taraftarlarının içinden bazı katılımcılar çantalarına daha önceden taşlar doldur- 57 ✒ okur mektubu BÜTÜN ÜLKELERİN PROLETERLERİ BİRLEŞİN! BÜTÜN ÜLKELERİN PROLETERLERİ VE EZİLEN HALKLAR BİRLEŞİN! NE “SULTAN” ERDOĞAN – NE IRKÇI DEVLET! T 58 ürkiye başbakanı Recep Tayyip Erdoğan 19 Haziran 2014’de Viyana’yı ziyaret ediyor. Önceden Köln’de olduğu gibi “kendi” taraftarlarını Ağustos ayında yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçimleri için harekete geçirmeye çalışıyor. Kuzey Kürdistan/Türkiye’de egemen sınıfların çeşitli klikleri arasında güncel olarak amansız bir iktidar mücadelesi alevlenmiş durumda. 2003’den beri hükümette bulunan (Erdoğan’ın partisi) AKP tarafından yürütülen ılımlı İslamcılar ile Kemalistler arasındaki iktidar mücadelesine Aralık 2013 ortasından buyana yeni bir mücadele cephesi eklendi: Erdoğan’ın AKP-hükümeti ile şimdiye kadar bu hükümeti destekleyen “Gülen-Hareketi”nin İslami tarikatı arasındaki mücadele. Bu hareket kendisini bizzat “Hizmet edenlerin Hareketi” diye adlandırıyor. Tarikat şefi Gülen yıllardır ABD’de yaşıyor. Gülen-Grubu aynı AKP gibi esas olarak ılımlı bir İslam’dan yanadır ve Türkiye’de siyasi bir parti değil, bilakis legal olmayan bir tarikat organizasyonudur. AKP yıllardır resmi olmayan, ama de fakto mevcut olan Gülen ile bir ittifak içinde hükümet etti. AKP-hükümeti Gülen-Hareketi üyelerinin devlet organlarında, her şeyden önce polis ve yargı içinde yaygınlaşmasına kapıları açandı. AKP bunun içinde inşa edilen Gülen-örgütüne dayanarak egemen Kemalist bürokrasiyi, her şeyden önce askeriyenin gücünü geriletmeyi olası kıldı. Ne var ki sadece AKP-iktidarını desteklemek ve ona yardım hizmetlerinde bulunmak Gülen-Hareketine yetmedi. Bu hareket bizzat bu kendine özgü koalisyonda esas ortak olmak ve siyaseti belirlemek istedi. Devlet aygıtı içindeki güçlü konumlarıyla AKP’ne karşı yoğun baskı uyguladı. AKP kendisinin tek başına egemenliği için bu “tehlike”yi fark ettiğinde Gülen-taraftarlarının güç pozisyonlarına saldırıyor ve karşı saldırıya geçiyor. Böylece bu kardeş kavgası olası tüm kirli, burjuva yöntemlerle birlikte kelimenin tam anlamında bir iktidar mücadelesi haline geliyor. AKP-hükümeti Aralık ayı başında Türkiye çapındaki bir dershane ağının planlanan kapatılmasını veya dönüştürülmesini ilan etti. Bu dershaneler her şeyden önce Gülen-Hareketi tarafından işletilmekte ve bu dershaneler bu hareket için gelir kaynağı ve kadro devşirme ocakları olarak işlev görmektedir. Gülen-Hareketi buna AKP-hükümetini zayıflatmaya yönelik emsalsiz bir kampanyayla yanıt verdi. Gülen-taraftarları tarafından medyaya lanse edilen merkezinde AKP ve hükümetin bulunduğu yolsuzluk, rüşvet olayları ifşa edildi. “Ak” AKP’nin sabun köpüğü bir bomba gibi patlıyor. Teşhir edilen dört bakan istifa etmek zorunda kaldı. Yargı ve polis içindeki Gülen-taraftarları bakanlara, bakan oğullarına, hükümete yakın patronlara karşı soruşturmalar açtılar. Bunun üzerine AKP karşı saldırıya geçti. Erdoğan en karanlık komplo teorilerini kurguluyor. O kendisini eskiden olduğu gibi hâlâ “ akı pak” olarak gösteriyor ve partisinin her türlü suçunu reddediyor. Onun yorumu, kendisini onlardan bağımsız hale getirmekte olan AKP’nin başında bulunduğu yerel güç Türkiye’nin ABD ve AB tarafından hizaya çekilmek istenmesidir. Batılı güçler bir hükümet ve iktidar değişikliği istemektedirler. Bunun için onlara her türlü araç mubahtır. Gülen hareketine mensup sayılan ve her şeyden önce AKP’lilere karşı soruşturmalar yürüten binlerce polisler, hâkimler, savcılar Aralık’tan buyana AKP-idaresi tarafından bulundukları makamlardan alınarak daha önemsiz yerlere tayin/sürgün edildiler. Devlet krizi gelişiyor. Yüksek oranda büyümekte olan ekonomi türbülansa giriyor. Borsa düşüşte. On yıllarca Türkiye’de faşist devlet-, ordu ve bürokrasi aygıtını inşa edip, geliştirmiş olan Kemalist- okur mektubu olarak aynı zamanda batılı emperyalistler karşısında belirli bir bağımsızlığı arttırıyor ve kendisinin hegemonya talepleri için boş alanlar yaratıyor. Kuzey Kürdistan/Türkiye’de 1960’li, 70’li ve 80’li yıllardaki devrimci gençlik ve kadın-erkek işçilerin ayaklanmaları askeri darbeler, cinayetler ve işkencelerin kanı içinde boğuldu. Kuzey Kürdistan/Türkiye’deki Kürt kurtuluş hareketi 1980’li yılların sonunda Kürt ulusunun gaddarca ulusal baskısına karşı mücadele ve savaş ilan etti. Bu hareket özgürlük ve demokrasi uğruna kavgayı yeniden gündeme getirdi. 2013 Yazındaki Gezi-Direnişi köhnemiş toplumsal koşulların altüst edilmesinin devrimci bir sürecini başlattı. Emekçilerin tüm bu hareketleri direniş iradesinin gittikçe yeniden bir alevlenmesidir. Avusturya hükümetinin ne kadar ikiyüzlü olduğu Erdoğan’ın Viyana ziyareti sırasında da görülüyor: Bir yandan Türk pasaportuna sahip burada yaşayan göçmenler için Ağustos ayında Türkiye’deki cumhurbaşkanlığı seçimleri için seçim sandıkları Avusturya’ya getiriliyor; diğer yandan ise Avusturya’daki Türk-Kürt emekçilerin göç tarihleri bu arada 50 yıldan fazla sürmesine karşın onlar Avusturya’da demokratik haklarından mahrum bırakılıyorlar. Tüm devlet-ve polis aygıtı ile medyanın ırkçılığı her yerde hazır ve nazırdır. Komünistler olarak görevimiz, kadın-erkek göçmenlere ve mültecilere karşı ister şimdi sosyal-demokrat renkli, isterse faşist FPÖ-Strache Partisi’ninki gibi açıktan faşist avroşovenist kışkırtmaya ve İslamofobiye keskin bir şekilde karşı çıkmaktır. Avusturya dışişleri bakanı Kurz taşı gediğine koyuyor: “Eğer O (Erdoğan –ÇN) olumlu bir konuşma yapar ve doğru şeylere – Almanca öğrenmek ve Avusturya karşısında sadık davranmak – değinirse, o zaman yardım eder… Ama eğer Almanya’daki gibi bunun tersini yaparsa, sadece çoğunluk nüfusumuza zarar vermekle kalkmıyor, aynı zamanda her şeyden önce de Türk göçmenlere zarar veriyor.” Bu, ister Avusturya pasaportlu ister bu pasaportsuz işçi ve emekçilerden beklentinin ne olduğunu açığa vuruyor: Boyun eğmek ve işçi sınıfının ırkçı bölünmesini kabullenmek! ✒ ler bundan dolayı için için seviniyorlar. Bu durumdan umutlanıyorlar. MHP (Türk parlamentosunda üçüncü büyük fraksiyon) ile ittifak içinde bu iktidar mücadelesinden Ağustos ayında yapılacak cumhurbaşkanlığı seçimlerinde kendi lehlerine yarar sağlamaya çalışıyorlar. Gezi-direnişini kendilerinin gerici-faşist hedefleri için kullandıkları gibi şimdi de kendilerini sözde “demokratik seçenek” olarak göstermeye çalışıyorlar. Bu nasıl bir alay etmedir! MHP ve CHP kendilerinin hükümet ettiği dönemlerde 17.000’den fazla ekstra legal idamlardan, Kurt ulusuna karşı sistematik işkence ve savaştan siyasi olarak sorumludurlar. Onlar (CHP ve MHP –ÇN) AKP-egemenliği vebasından iğrenen koleradırlar ve öyle kalıyorlar. AKP, CHP ve MHP, hepsi yükselmekteki emperyal Türkiye’nin temsilcileridir. Ne var ki farklı ekonomik ve siyasi elitlerini temsil ediyorlar. CHP eski İstanbul büyük burjuvazisinden, AKP ise yükselmekte olan Anadolu’nun İslami büyük burjuvazisinden yanadır. AB açısından Türkiye/Kuzey Kürdistan’daki sömürü iyi yürüyor; 2011’de Avusturya 2,3 milyar Avro ile en güçlü yabancı yatırımcı idi. Türkiye’deki ekonomik büyüme AB-ülkelerinkinden iki misli daha yüksektir. AB’li siyasetçiler Türkiye’yi eskiden olduğu gibi şimdi de bağımlı halde tutmaya ve onu kendilerinin emperyalist diktesine tabi kılmaya çalışıyorlar. AKPidaresindeki Türkiye onlara (AB’li siyasetçilere –ÇN) siyasi olarak çok bağımsız, çok talep edici hale geldi. Elbette AB ve ABD Erdoğan-AKP-egemenliğine seçenekler arıyorlar. Onlar Kuzey Kürdistan/Türkiye’ye kendilerine göre yeniden ayar vermek istiyorlar. Türkiye şikâyet etmeksizin sömürü ve yatırım cenneti olarak kendisinin suyunun sıktırılmasına, askeri üs olarak genişletilmesine izin vermelidir. Kendi başına buyruk hegemonyacı talepleri ezilmelidir. Bu bakımdan batılı emperyalistler bir hükümet değişikliğiyle ve AKP ve Erdoğan’ın yolunun kesilmesiyle çok ilgilidirler. AKP-hükümeti, İran ile yakınlaşma, her türlü araçla Esad-rejimine karşı aktif mücadele edilmesi, Türkiye/Kuzey Kürdistan’daki Kürt sorununun siyasi çözümünün bir siyasetini ve de Türkiye’nin büyük burjuvazisi ve burjuvazisinin özbeöz çıkarlarına uygun düşen Irak Kürdistan’ı ile iyi ilişkiler politikasını geliştirdi. AKP-hükümeti kendisinin güç pokerinde büyük güçler Çin ile Rusya arasındaki çelişkileri bir yandan, batılı emperyalistler arasındakileri diğer yandan hakeza kullanıyor. Bununla doğal Burada yaşayan herkes için bütünüyle siyasi haklar ve genel seçim hakkı! İşçi Sınıfının Bölünmesine Karşı Mücadele Yaşasın enternasyonal Dayanışma! AMLP – Avusturya Marksist Leninist Partisi ✓ 59 ✒ CPI(ML) GENEL SEKRETERİ K. N. RAMACHANDRAN okur mektubu 2014 PARLAMENTO SEÇİMLERİNİN SONUÇLARI ÜZERİNE D 60 okuz aşamanın üzerinde sürüp giden ve 12 Mayıs’ta sona eren Lok Sabha-Seçimlerinin (Hindistan Parlamentosunun Avam Kamarası – Alm. Çevirmenin Notu) sonuçları 16 Mayıs’ta ilan edildi. Bu sonuçlar RSS Parivar’ın en kararlı militanlarını bile şaşırttı. Bu sonuçlar daha önceki neredeyse bütün kamuoyu yoklamalarında BJP ve NDA lehine tahmin edilen en iyimser sonuçları bile, hatta seçim günü yapılan yoklamaları dahi, aştı. Sadece iki önemli olmayan, hemen hemen hiç tanınmayan televizyon kanalı, News 24 ve Today’s Chanakya, NDA-sonucunun 340’ye ulaşabileceği ilan etmişti. Ama bu kanallar da Kongre Partisi için 57 ve UPA için 70 milletvekili tahmin etti. Times Now, CNN-IBN-CNDS, NDTV gibi önde gelen kanallar tarafından tahmin edilen NDAsonucu 279 sandalyeden daha fazla değildi. Bu seçim günü anketleri BJP tarafından bile çok doğal olarak görülmemişti. Bu nedenle onun birçok önderleri 15 Mayıs’ta bile seçimlerden sonra bazı yerel partilerle birleşmelerden söz ettiler. Bu önderler ne sadece NDA için bir çoğunluğa ulaşmaktan ve zaten hiç te BJP için bir çoğunluğa ulaşmaktan emin değillerdi. Oysa sonuçlar açıklandığında gerçekten ne olduğu herkes için sürpriz oldu. NDA-sonucu 336 sandalyeye ulaşmakla kalmadı, aynı zamanda BJP, onun oy oranı % 31 tutmasına karşın, Lok Sabha’da 284 sandalye ile tek başına açık bir çoğunluk kazandı. Kongre Partisi ise bizzat onun en keskin eleştirmenlerinin bile ön görmeye cesaret edemeyecekleri bir onlu sayıya, 44 sandalyeye düştü. Ya UPA’ya mensup ya da UPA-hükümetini dışardan destekleyen neredeyse tüm partiler güçlü bir şekilde kaybettiler. TN-içindeki DMK, BSP, J&K-içindeki NC tek bir koltuk bile kazanamazken, SP, RJD benzeri güçler ağır bir yenilgiye uğramak zorunda kaldılar. CPI(ML)’in başını çektiği, 2004’den 2009’a kadar UPA’ya mensup resmi sollar, gücü 24’e düştüğünden, 2009 seçimlerinde 64 sandalye ile ağır bir yenilgi almak zorunda kalıyorsa, bu kez, RSP ve Forward Bloe aslında bir liste çıkardıklarından başarısızlığa uğrayarak giderek 12 sandalyeye düştü. CPI, onu Kerala’da desteklemiş olan iki bağımsız da dâhil olmak üzere sadece bir milletvekili çıkardı. Narendra Modi’nin önderliğindeki bu BJD-NDA-tsunamisi nasıl gerçekleşti? Onu destekleyenlerin iddia ettiği gibi bu bir Modi-dalgasına mı dayanıyor? Yoksa destekleyicilerinin öne sürdüğü gibi her ne kadar bir Modi-dalgası gerçekten ülkenin en büyük parçasını alır götürse de, bunun nedenleri neydi? Genel olarak yinelenen bir sebep, BJP’ne yardım eden, holdingler tarafından kontrol edilen elektronik ve yazılı medya vasıtasıyla açık destek dâhil oymak üzere mali güç ve holdinglerin verdikleri açık destektir. Emperyalist küreselleşme politikasını neo-liberal hükümet ile gerçekleştirmek için Manmohan Singh 1991’de IWF (uluslararası Para Fonu –ÇN) tarafından görevlendirildi ve O holdinglere on yıldan fazla bir süre iyi hizmetler verdi. Onun Modi ve ülkenin uluslararası pazarın güçlerine daha güçlü bir şekilde açılmasını talep eden ve holdinglerin egemen konumlarını teşvik eden Gujarat-modeli ile değiştirmeye bu holdinglerin çalıştıkları tür ve tarz, Hindistan siyasi sahnesi ve burjuva parlamenter sistemin nasıl çalıştığını ciddi bir şekilde analiz eden hiç kimseyi şaşırtmaması gerekir. Egemen sınıflar, Big Business (Büyük İşler –ÇN)’in, büyük toprak sahiplerinin sınıfları 1960’lardan beri emperyalistlerin desteğiyle İngiltere gibi Hindistan’ı iki parti tarafından hüküm sürülen bir sisteme dönüştürmeye çalıştılar. Yani daha sonra UPA’nın on yıllarca süren egemenliği emsalsiz fiyat artışları, işsizlik, yolsuzluk-rüşvet vs. nedeniyle itibardan düştüğünde egemen güçlerin onu (UPA –ÇN) neo-liberal siyaseti hızlandırması gereken Modi-rejimi ile değiştirmesi sadece mantıklıdır. Onlar (egemen güçler –ÇN) aynı zamanda kitleleri yoksullaştırılmış ve harap etmiş olan şuan ki ‘Gelişim Modeli’ni teşvik eden neo-liberal egemenlik hakkındaki ve Manmohan-Ekonomisi’nden aslında hiçbir fark olmayan, bilakis onun temelinde daha saldırgan bir model olan Modi’nin Gujarat-Modeli üzerine her türlü tartışmayı boğmak istiyor. Burjuva-parlamenter sistemde böylesi bir yer değişikliği, sistemi ayakta tutmak için güvence supabı olarak hizmet etmektedir. Ülkeye hükmeden komprador sınıfları, bürokrasinin holdingler ve büyük toprak sahipleri ile bağ- okur mektubu neo-liberal siyaset üzerine her türlü tartışmalardan emin olmak için kaçınarak Modi’yi bu acilen gerekli değişikliğin müjdecisi olarak sunabildikleri olgusuna dayanıyor. Modi-kampanyasının zaferi için bir diğer neden, laiklikten yana olduklarından dem vuran aynı güçlerin, onu adamakıllı bir Hinduist-kampanyaya boyun etmekten sorumlu tutmalarıdır. Modi bu seçim kampanyası sırasında 2002 Gujarat’taki soykırım için kendisinin tüm karşıtları tarafından saldırıya uğradı. Onlar (onun karşıtları –ÇN), din ile siyaset arasındaki ayrımı propaganda etmek yerine Müslümanların oylarını kendi yanlarına çekmeye çalıştılar. Bu, Modi’ye, kendisinin yüzlerce toplantılarında açıktan açığa bir ‘Hindu’-kutuplaştırmasına çağırmaya ve bunu UP, Bihar, Maharashtra ve tüm diğer devletlerde gerçekleştirmesine yardım etti. Bu öylesine güçlüydü ki, kastlara dayanan BSP, SP, RJD, JD(U), JD(S) ve onlara benzer partileri oy potansiyelini bile büyük çapta silip süpürdü. Hindistan’ın her alanında çok sayıda sandalyeyle birlikte Müslim Ligi, SDPI, Welfare Party, Müslim Meclis vs. gibi açıktan açığa bir İslam-kutuplaşmasına çağıran bir dizi İslam partilerinin ortaya çıkışı, Modi tarafından Hindukampanyasına ilişkin bir kampanya için açıkça kullanıldı. Sekularizm (laiklik), bizzat kendilerini laik olarak adlandıran egemen sınıfın tüm partilerinin oy potansiyeline yardım etmek için ‘Sarva Dharma Samabhavana’ bayrağı altında 1950’li yılların yerel hoşnutluk hakkına indirgendi. Modi-kampanyası bunu vahşi bir Hindu-kutuplaştırması için ruhsat olarak kullandı ve seçim komisyonunu tarafından cezai muafiyet ile önerilen ‘ahlaki davranış kodeksi’ni göz ardı etti. Bu tarzla kısa söylenirse, muazzam para gücü, insanların yaşamını harap eden neo-liberal siyaset üzerine her türlü ciddi tartışma dikkatinden saptıran ve bunları kıytırık sorunlar haline getirmesine yardımcı olan holding medyasının kapsamlı desteği ve Modi’nin bunlar tarafından UPA-rejimine olağanüstü derecede öfke duyan halkın nezdinde çok yoğunca kurtarıcı olarak tanıtıldı. Ve başarılı Hindukutuplaşması Mondal Komisyon Raporu zamanından bu yana hâkim olan ve büyük BJP-NDA-zaferini mümkün kılan kastlara dayalı oy potansiyelini yendi. CPI(M)’in başını çektiği resmi sollar da dâhil olmak üzere çeşitli alanlarda paranın gücüne ve medyanın desteğine sahip Mainstream-partilerinin hiçbiri bu Modi-kampanyasına etkili bir karşılık veremedi. İnsanlar arasındaki anti-Kongre hiddetini kulla- ✒ lantısı kendine has programa sahiptir ve onlar, eğer bunların iplikleri pazara çıkmışsa, hükümeti yürüten partileri veya koalisyonları değiştirmeyi daha fazla kararlılıkla takip etmek istiyorlar. Bu nedenle Modi, Rahul, Kejriwal ve benzer güçlerin ulusal düzeyde seçiminin tümü ve neo-liberal siyaseti tartışmanın merkezine getirmemek, bilakis tartışmayı bundan saptırmak için kendi aralarında yarış ederek çeşitli yerel genel valilerle federal devletler düzeyinde başkanlık-tartışmasının bir biçimine dönüştürüldü. Bu bağlamda medya holdingleri, önderlerin hakkında kişisel ayrıntılar, isnatlar / karşı isnatlar ve birbirlerine çamur atmanın çeşitli biçimleri gibi kıyıda/köşedeki sorunları öne çıkarmak için özsel rol oynadılar. Tüm kampanya bireylerin / önderlerin tanıtılmasına ve kendilerinin yürüttğü veya gerçekleştirmeyi önerdikleri kalkınma-paketlerine indirgendi. Bu tarzla Kongre Partisi’nin, BJP’den yerel partilere, CPI(M)’in başını çektiği resmi sollara varana dek esas adayları, neo-liberal rejim hakkında ve ona dayanan, kendilerinin eskiden ve şimdi iktidarda oldukları yerlerde onlar tarafından uygulanan gelişim modeli üzerine her türlü derinlemesine tartışmayı başarılı bir şekilde engellediler. Bu egemen sistemin holding medyası ve diğer acenteler üzerinden baştan sona planlanıp gerçekleştirilen iyi hesap edilmiş genel bir program idi. Burada merkezi düşünce, egemen sisteme ve hüküm süren fikirlere başka hiçbir seçeneğin mümkün olmadığını hâkim kılmaktı. Bu bir kez hâkim kılınınca Modi’yi kurtarıcı olarak, insanların ve ülkenin önünde bulunan tüm sorunları çözecek en iyi alternatif olarak göstermek kolaydı. 1991’den sonraki deneyim, özellikle UPA-egemenliğinin son on yılında halka yönelik bir politikanın merkezinde neo-liberal siyaset tarafından keskinleştirilen yeni-sömürgeci köleliğin alaşağı edilmesi ve bu siyasetin temelden farklı halka yönelik bir gelişme paradigmasıyla değiştirilmesi durmalıdır. UPA-egemenliğinin son on yılı emsalsiz fiyat artışları, işsizlik, yolsuzluk-rüşvet ve büyüyen otokrasiye götürdüğünden bu karşı halkın öfkesi/hiddeti aşırı aşamalara ulaştı. Bu, yolsuzluk-rüşvete, kadınlara saldırılara, neo-liberal projeler yararına yerlerinden/ yurtlarından zorla def edilmelere, Mafyanın güçlenen egemenliğine karşı vs. birçok halk ayaklanmalarında açığa vuruldu. İnsanlar çık öfkeliydiler ve bir ‘değişiklik’ istediler. BJP ve NDA’nın beklenmedik zaferi bunların holding medyası ile birlikte enerjik, iyi hesaplanmış ve iyi cilalanmış kampanyaları ile 61 ✒ okur mektubu 62 nan bu BJP/NDA yanlısı dalga devletlerin çoğunu silip süpürürken, bunun TN, Odisha, Batı Bengal, Telengana, Kerala ve Punjab’daki istisnaları ayrıca araştırılmalı ve bu bölgelerin özgüllükleri dikkate alınmalıdır. Yerel partiler TN, Odisha, Batı Bengal ve Telengana’da hatırı sayılır bir zafer kazanmalarına rağmen, Kongre’nin yönettiği UDF Kerala’da veya BJP kendisinin bütün sandalyelerini Punjab’da kaybetti; bu devletlerin hepsinde BJP-oylarının payı, Kongre, yerel partiler ve CPI(M)’in başını çektiği LF’in kaybettikleri pahasına önemli derecede yükseldi. Alışıldığı üzere seçimleri boykota çağıran Maoistlerle ilgili olarak onları iflasını kendilerinin sözde en güçlü üssü Chhattibgarh’daki Danewada’da oyların % 63 ile; Maharashtra’daki Chindwada’da % 75’in üzerinde ile ve % 80 ile WB (Batı Bengal –ÇN)’deki Jangal Mahal ve Maoistlerin bulunduğu Jharkhand, Bihar ve Odisha’nın diğer bölgelerinde benzer yüksek oy payları ifşa ediyor. Bu anarşist güçlerin bir diğer yenilgisi insanların büyümekteki demokratikleşmesinin yansıması olarak 650.000’den fazla insanın NOTA(None Of The Above – Çevirisi: Yukardakilerden Hiçbiri)’ya oy vermesiydi. Komünist hareketin hem sağ oportünist hem de anarşist yönleri şuandaki sağa eğilimde son tahlilde egemen sisteme hizmet ettiler. 1947’deki iktidarı devralıştan bu yana son 67 yılın siyasi gelişmelerine kısa bir göz atış, 1952 ilk genel seçimlerinden sonra Hindistan siyasi tarihinde birçok zikzağın olduğunu gösteriyor. 1967’deki dördüncü genel seçimler zamanında Kongre zayıflamıştı ve birçok devlette iktidarı kaybetti. 1977 Seçimlerinde Kongre sıkıyönetim rejimine karşı tepki olarak ilk kez iktidardan seçim yoluyla düşürüldü. Bu parti 1980’de iktidara geri geldiğinde ülkeyi Uluslararası Para Fonu-Dünya Bankası düosuna açmaya başladı. 1984’de İndra Gandhi’nin katledilmesinden sonra Kongre 400’ün üzerindeki bir sonuçla iktidarı geri kazandı; ama bundan sonraki 1989-seçimlerinde birçok yolsuzluk-rüşvet davalarının sonucu olarak bir yenilgiye uğradı. 1991-Seçimlerinden sonra, muhalefet bir araya gelmeyi ve buna karşı oy vermeyi reddettiğinden onun azınlık hükümet yeni-liberal politikayı geçirebildi. Kongre sonraki 1996-Seçimlerini kazanmasına karşın, iki BJP-UF olmayan-hükümetleri sürebildiler ve kendilerinin emperyalist küreselleştirme siyasetini ilerletmeyi sürdürebildiler. Bu hükümetlerin idarelerinde insanların yaşamlarının kötüleşmesi BJP’ne götürdü ve dahası NDA’nın 1998 ve 1999’da yeniden iktidara gelmesine sevk etti. Bu bağlamda o (BJP –ÇN) kendisinin neo-liberal ‘India Shining’-rejimini daha saldırgan bir şekilde ilerletti. Ama kısa bir süre içinde teşhir edildi ve 2004-Seçimlerinde BJP hiçbir sandalye alamadı; Kongre, yeni-liberal hükümranlığı yeni bir sloganla yürütmek için UPA-hükümetini LF’in desteğiyle kurabildi. Sonraki seçimlerde Kongre pozisyonunu iyileştirdi ve UPAegemenliğini LF siz devam ettirdi. Bu dönem sırasında neo-liberal rejimin hızlanması ile UPA-egemenliği ciddi bir şekilde insanlara yabancılaştı ve buda kendisinin kırılmış/kırılgan siyasetiyle sadece oyların % 31’ini aldığı BJP ve onun NDA’sının şuandaki zaferini götürdü. Şimdi BJP LS (Ülke Senatosu ??? –ÇN)’nda açık bir çoğunluk ile gücü kullanıyorsa, dikkat edilmesi zorunlu önemli konu, uzun süredir istikrarlı bir şekilde sağ pozisyonlara yönelen Hindistan politikasının şimdi ultra sağ dönüşüme uğradığıdır; her alanda RSS-Programının geçirilmesi için koşullar hazırlanmıştır. CPI (ML) [herhalde doğrusu CPI(M) olmalı –ÇN]’in başına çektiği resmi sollar da dâhil olmak üzere tüm Mainstream [ana akım -ÇN]-partileri yeni-liberal siyasetin uygulanmasını desteklediklerinden Modi-rejiminin Hindulaştırmayı her alanda ilerletmesi için koşullar uygundur. Etnik hoşnut etme ve Kongre ile yerel partilerin kastlara dayanan tutumu Modi-hükümetinin kendi programını hızlandırmak için uygun koşulları yaratıyor. Bundan dolayı RSS Parivar’ın ultra sağ bir ofansifin gerçek tehlikesi vardır. CPI(ML), seçimlerden önceki durumun bir dizi analizinde ve kendisinin seçim bildirgesinde yinelerek bu tehlike olasılığına dikkat çekti. Bu tahlil temelinde devrimci solların ve demokratik güçlerin neoliberal egemenliğe karşı bir kutuplaşmasına ve halka yönelik alternatif bir gelişme modeli ve siyasetin demokratikleşmesi için dikkat çekti. Buna rağmen 52 aday gösterebildi ve ortak bir program temelinde 20 adayı destekleyebildi. Ciddi örgütsel ve mali zorluklara karşın gerçek bir kampanya da yürütebildi. Oysa seçim sonuçları, Modi-rejiminin ultra sağ özelliklerine karşı koymak için çok daha güçlü bir ofansifin gerekli olduğunu gösterdi. CPI(ML)bu nedenle yeniden tüm devrimci sol güçleri seçim sonuçlarından dersler çıkarmaya ve anti-neo-liberal bir platform temelinde bütün demokratik güçler tüm Hindistan düzeyinde bir araya gelerek birbirlerine yakınlaşmaya çağırıyor. 21 Mayıs 2014 ✓ ICOR (Devrimci Parti ve Örgütlerin Uluslararası Koordinasyonu) İkinci Dünya Konferansının aldığı kararları yayınlamaya devam ediyoruz. ICOR Devrimci Parti ve Örgütlerin Uluslararası Koordinasyonu SOSYALİST EKİM DEVRİMİNİN 100. YILDÖNÜMÜ ÜZERİNE 2017 yılında tüm dünyada sadece Rusya’yı değil, bilakis dünyayı değiştiren devrimin, Sosyalist Ekim Devriminin 100. yıldönümü anılacak. İnsanlık tarihinde ilk kez işçi sınıfı Lenin’in başkanlık ettiği Bolşevik Parti önderliğinde geri kalmış ve gaddar Çarlığı yıkarak devlet iktidarını fethetti. Genç Sovyet iktidarı içteki karşı devrime ve 14 emperyalist gücün müdahalesine karşı üç yıllık iç savaşta kendi iktidarını korudu. Ekim Devrimi sürecinde 30 Ekim 1922’de sosyalizmi başarılı bir şekilde inşa eden ve bütün insanlığın feneri haline gelen Sovyetler Birliği kuruldu. Bu bağlamda Sovyet halklarının önünde Çarlığın mirası olarak yoksul bir halka sahip geri kalmış bir ülkeyi inşa etme ağır görevi bulunuyordu. Bu halklar sosyalizmin inşasını yola soktular. Tarımın kollektifleştirilmesi, üretimin sosyalizasyonu, sanayileşme ve kültürel ve bilimsel alanda derin devrimci dönüşümler proletarya diktatörlüğü koşullarında halka ekmek, iş, konut, eğitim, sağlık, toprak ve sosyal güvence, çalışma zamanının kısaltılması (8-saatlik ve hatta 5-saatlik iş günü) güvence altına aldı. Okuma-yazma bilmeme ve işsizliğe son verilirken, bununla eş zamanlı olarak kadınların kurtuluşu mücadelesi yürütüldü. Bugünkü dünya çapındaki kitlesel sefalet ve sürmekte olan dünya çapındaki kapitalist mali ve ekonomik kriz kaynaklı yapısal kitlesel işsizlik karşısında nasıl bir tezat! Bu, Stalin önderliğinde insanlık tarihinde devrimci bir köklü değişim ve Hitler-barbarlarına karşı Büyük Anavatan Savunusundaki zafer ve Avrupa’nın faşizmden kurtulması için de temeldi. Oysa ne iç savaştaki gericilik, ne 14 emperyalist gücün (baskını) saldırısı, ne de Hitler Almanya’sının istilasıyla sosyalist Sovyetler Birliği’ni alt edemediler. Stalin’in ölümünden sonra sosyalizm 1956 XX. Parti Kongresi’yle revizyonistlerin iktidarı ele geçirmeleri ve Sovyetler Birliği’nde kapitalizmin restorasyonu vasıtasıyla içten tahrip edildi. Sovyetler Birliği’nin 26 Aralık 1991’de çözülmesi esas olarak Kruşçof’tan Gorbaçof’a kadar modern revizyonizmin sorumluluğundadır. Bunun akabinde 1991’de Sovyetler Birliği’nin çöküşü, tüm dünyadaki gericilerin iddia ettiği ve “tarihin sonu”ndan söz ettikleri gibi sosyalizmin bir yenilgisi değil, bilakis revizyonist bürokratik devlet aygıtının çökmesidir. Buna karşın bu, anti-Stalinizm ve anti-komünizmin kaynağı olarak kalmaktadır: tarih inkârcısı, iftiracı, isterik, ilkel. Emperyalizm kendi krizlerini, savaşlarını ve barbarlıklarını insan ve doğanın sömürülmesi vasıtasıyla seçeneksiz olarak göstermeye ve insanlığa insana layık bir geleceği tıkamaya çalışmaktadır. Bugün Ekim Devriminin zaferinin 100. Yıldönümünde şimdiye kadarki deneyimlerin dikkate alınmasıyla sosyalizm için devrimci mücadelenin yeni bir hamlesini başlatmaya kendimizi yükümlü hissediyoruz. Dünyadaki güncel durum, dünya çapındaki derin kapitalist kriz, emperyalistlerin kışkırttığı savaşlar ve anlaşmazlıklar, çevrenin tahrip edilmesi vasıtasıyla insanlığın yaşam temellerinin tehlike altında bulunması insanlığı ulusal ve sosyal kurtuluşa; dünya çapındaki sosyalizm aracılığıyla kurtuluşun daha da ilerletilmesine zorlamaktadır. ICOR Sosyalist Ekim Devrimini onun evrenselliğine ve güncelliğine lâyık bir şekilde değer verecek ve 100. Yıldönümü vesilesiyle dünya çapında süren emperyalizmin kapitalist mali ve ekonomik krizi ile bağlantısını kurarak uluslararası sınıf mücadelesi eylemi olarak dünya çapında ortak bir kampanya yürütecektir. Sosyalist Ekim Devriminin ruhuna uygun bu ortak kampanya, emperyalist barbarlığa ve insanlığın aydınlık bir geleceği için mücadele içinde uluslararası işçi sınıfına ve dünyanın halklarına yönelmektedir. ICOR bu kampanya ile bağlantı içinde ICOR’un yaygınlaştırılması ve güçlendirilmesi için Ekim Devriminin Öğretileri hakkında bir seminer düzenleyecektir. • Yaşasın Sosyalist Ekim Devrimi! • Yaşasın Sosyalizm! • ICOR ile İleri! 01 Nisan 2014 ✓ 63 ICOR Devrimci Parti ve Örgütlerin Uluslararası Koordinasyonu İCOR 2. Dünya Konferansı Kararı PROLETER MALİ SİYASETİN BİR OFANSİFİNİ GELİŞTİRELİM ICOR ve tek tek ICOR-üyelerinin mali bağımsızlığı ICOR’un en başından başarılı bir şekilde inşasının teminatıdır. Bu mali bağımsızlığa, kardeş partilerin çalışmasını finanse ederek ideolojik, siyasi ve örgütsel bağımlılık ilişkileri yaratan Komintern’in uzun yıllardır alışkanlıklarından bilinçli ayrılma içinde mücadeleyle ulaşıldı. Hatta bazı partilerde parti üyelerin aidat ödeme yükümlülüğü dahi kaldırılmıştı. (1) ICOR bugün, STK’lar, kiliseler, sosyal forumların konferansların, toplantıların vs. finanse edilmesi üzerinden politik etkide bulunma yaygın yöntemlerine karşı mali bağımsızlık ilkesini savunmalıdır. Mali Bağımsızlığı ICOR’un markası haline getirelim 64 İşçi sınıfı ve kitleleri kendilerinden başka hiç kimse kurtarmayacaktır. Kitleler sömürü ve baskıdan kurtuluşa ancak, eğer bunu da kendi güçlerine dayanarak finanse ederlerse mücadeleyle elde edebilirler. Bu, kitlelerin, küçük-burjuva düşünce tarzı aracılığıyla da kitleler arasında nüfuz kazanan emperyalizmdeki rüşvet ve yolsuzluk sistemine karşı mücadelesi içinde kendilerini kurtarmak için eğitilmesinin vazgeçilmez bir parçasıdır. Buna karşın mali bağımsızlık ve kendi çıkarlarına bakmama ilkesi kitleler üzerinde özel bir çekim gücü oluşturmaktadır. “Güven iyidir, denetim daha iyidir” Proleter muhasebe hesapları tutma “güven iyidir, kontrol daha iyidir” Leninist ilkeyi temel alıyor. İşçi sınıfı, denetim komisyonları tarafından gerçekleştirilen kontrole yabancı değildir. Sorumlu yönetimlerin üyeler ve kitleler tarafından denetlenmesi eskiden sosyalist partilerin revizyonist yozlaşmasından çıkan belirleyici bir sonuçtur. Tüm gider ve gelirlerin belgelend i r i l me si y ü küm lü lüğ ü tek tek örgütlerin ve onların çalışmalarının bir kontrol edilmesi değil, bilakis sadece ICOR içerisindeki ödeme işlemlerinin bir denetlenmesidir. Hesapların düzenli bir şekilde gözden geçirilmesi hesapların alınan kararlar doğ r u lt usu nda doğru ve eksiksiz denetlenebilir olmasıyla ilgilidir. Proleter mali ahlakı güçlendirelim! Tüm deneyimler, bağımlı ülkelerdeki bağış vermeye hazır oluşun, kısmen emperyalist ülkelerinkinden daha büyük olduğunu kanıtlıyor. Bizzat “kendimizin yok ki, ne verelim” düşünce tarzı sınıfa yabancı küçük burjuva bir anlayıştır. Tam da yoksulların en yoksulları arasında kısmen en iyi bağış sonuçları elde edildi. Bağış sonuçları kitle çizgisi ve kitlelerle ilişkinin böylesi bir ölçütüdür. Sistematik olarak bağış toplamalar ve doğru-düzgün (üye)-aidatlarını ödeme yoluyla bilinçli mali çalışma proleter mali siyasetin özellikleridir. Gelir ve giderlerin diyalektik birliği Karl Marks, gelir ve giderlerin diyalektik birliğini proleter mali çalışmanın başlıca ilkesi olarak formüle etti. ICOR’da her üye ve her seçilmiş organ bu diyalektik birliğinin gerçekleştirilmesiyle yükümlüdür. Tek tek örgütlerin farklı mali gücüne saygı duyulmasıyla birlikte gelir ve giderler birliği ilkesini dayanışma ilkesiyle birleştiriyoruz. Buna göre herkes kendi imkânlarına uygun bir şekilde bizzat kendisinin tespit ettiği bir katkıyı istisnasız vermekle yükümlüdür. Aynı zamanda mali güç farklılıkları bir denkleştirme sistemi ile farklı kıtalar arasında telâfi edilecektir. Bu, bağımlı kılma demek değil, bilakis ICOR içerisindeki güçlüler ve zayıflar arasındaki denkleştirmedir. Bunun temeli, her ne kadar bu şimdilik kısmen öz katılım biçiminde olsa da, ortak hedef kendi kendini finanse etmedir. Büyüyen görevlerin kendi kendisini finanse etmesi için çok çeşitli inisiyatifler geliştirelim: Kitleler arasında ofansif mali çalışma olmaksızın hiçbir siyasi etkinlik olmamalı Ortak kampanyalarla bağlantı içinde bağış toplanmalıdır Kitleler arasındaki çalışmanın her biçiminde sistematik bir şekilde bağış toplama ICOR için ittifak çalışması ve sürekli bağış vericiler kazanma Maddi destek ile (sanatsal el işi üretimi, konferans ve toplantıların konaklama ve iaşe işleri vs) ICOR-inşasını teşvik etmek için kitleleri harekete geçirme Subotnik-Hareketleri örgütleme ICOR’un sağlam bir şekilde finanse edilmesi için uzun süreli bir mal ticaretinin inşası. 01 Nisan 2014 ✓ ---------------(1) “Lenin, partinin kendi üyelerinin araçlarıyla varlığını sürdürmek zorunda olduğu herkes tarafından kabul edildiğinden, maddi destek sözcüklerinin kayıt altına alınmasında ısrar eder. Siyasi bir partinin yaratılmasında ahlâkî düşünceler çıkış noktası alınamaz.” (Lenin, Eserler, cilt 41 (tamamlayıcı cilt), s. 66, parti tüzüğünün açımlanmasındaki açıklamalar, Alm.) ICOR Devrimci Parti ve Örgütlerin Uluslararası Koordinasyonu 2. İCOR Dünya Konferansı Kararı ÇEŞİTLİ ÜRÜNLERLE TİCARET YAPMA ÜZERİNE ICOR ’un kuruluş tüzüğü devrimci işçi örgütünün finanse edilmesi için araç olarak “devrimci yayınların satışını ve benzer diğer olanakları” öngörüyor. Böylece ICOR’u mali bakımdan sürekli bir şekilde ayakta tutabilecek gelirler sağlamak için çeşitli ürünlerin pazarlanmasının ele alınması mali çalışmanın görevlerindendir. Çeşitli ürünleri pazarlama ve gerekli işlemleri yerine getirme görevinin tam bir şekilde belirlenmesi CCC ile işbirliği içinde ICC tarafından tespit edilmek zorundadır. Bununla ilgili bir karar taslağının üyelere mümkün olan en kısa süre içinde sunulması gerekir. Bu görevi başarılı bir şekilde yerine getirmek için ilkelere uyulmak zorundadır. Her şeyden önce ICOR-üye ülkelerinde dernekler, limitet şirketler, ticari iş yapma vasıflarına sahip kişiler vs. gibi yasal olarak meşru kurumların yaratılması. Satışa sunulan ürünlerin sürümü için stratejik mekânlarda satış noktalarının yaratılması. Satışa sunulacak ürünlerin ihraç edici ülkelerde makul giderlerle sürekli olarak üretilmesinin – üretim sürecinde proleter değerler zedelenmeksizin güvence altına alınması. İhraç edilecek ürünlerin masraflarını aşırı derecede sınırlamaksızın makul fiyatlarla sürekli bir ihracatın güvence altına alınması İmalat-, transport- ile satış hizmet giderleri ve satış fiyatları arasında bir fark gözetme. Söz konusu çeşitli giderler düşüldükten sonra satış kazancın ihraç eden ile ithal eden örgüt arasında % 50 - % 50 paylaşılması gerekir. Çeşitli ürünler ICOR üye aidatları yerine sayılmaz; aidatlar, eğer üyelerin para aidat miktarları ICOR’un merkezi kasasına doğrudan girmişse, ancak o halde ödenmiş sayılır. 1 Nisan 2014 ✓ 65 lar ve aileleri şimdiye kadar asla rastlanmamış yokICOR Devrimci Parti ve Örgütlerin Uluslararası sulluk çekmektedirler. ICOR kendisinin 2. Dünya Konferansı’nda İran’daKoordinasyonu ki tüm ezilen ve sömürülen kitlelerin mücadelesiyle İCOR 2. Dünya Konferansı Kararı LİMAN İŞÇİLERİ – DENEYİM ALIŞVERİŞİ ICOR 2. Dünya Konferansı 25 ve 26 Ekim 2014 tarihlerinde Hamburg / Almanya’da yapılacak 5. Liman İşçilerinin Deneyim alışverişini destekliyor. Şimdiye kadar Hollanda, Almanya ve İspanyalı liman işçilerinin bir araya gelişi gerçekleştirildi. Liman işçileri, dünya çapında sıkı bir şekilde iç içe geçmiş emperyalist üretim sisteminde anahtar bir rol almaktadır. Yerküredeki rıhtım tesislerinde giderek artan biçimde grevler ve mücadeleler ortaya çıkmaktadır. Ama bu mücadelelerin birbirleriyle bağlantısı ve koordinasyonu henüz sınırlıdır veya bu bağlantı çoğu kez hâlâ reformist denetim altındadır. ICOR 2. Dünya Konferansı, üzerinde anlaşmaya varılan ve geçerli ilkelere bağlanan Liman İşçilerinin Buluşmasını destekler ve bu Buluşmaya tüm kıtalardan liman işçilerinin katılımı için üye örgütlerin somut olanaklarını kullanır. 1 Nisan 2014 ✓ duygudaşlığını ve dayanışmasını açıklar ve tutuklanan işçilerin ve tüm diğer siyasi tutukluların koşulsuz serbest bırakılmasını talep eder. 01 Nisan 2014 ✓ ICOR Devrimci Parti ve Örgütlerin Uluslararası Koordinasyonu 2. İCOR Dünya Konferansı Kararı MARİKANA’DAKİ PLATİN MADEN OCAĞININ İŞÇİLERİ İLE DAYANIŞMA ICOR Devrimci Parti ve Örgütlerin Uluslararası Koordinasyonu 2. İCOR Dünya Konferansı Kararı İRAN ÜZERİNE İ 66 ran İslami Cumhuriyeti rejimi kapitalizmin hizmetindeki bir baskıcı rejim olarak işçilerin, kadınların, öğretmenlerin, yüksekokul öğrencilerinin, hemşirelerin, etnik grupların ve dini azınlıkların haklarını gaddarca tarzda ayaklar altına almaktadır. Kendilerinin zedelenen haklarını geri almak; diğerlerinin yanında bağımsız işçi-sendikaları kurmak mücadelesinde İran’ın cesur işçileri tutuklandılar, işkence gördüler ve zindanlara tıkıldılar. Bununla en yoğun bedensel hasarlara maruz kaldı- M arikana’daki platin maden ocağının işçileri, kendilerine verilen açlık ücret zammı yerine daha güçlü bir ücret zammı için kendi bağımsız grevlerini gerçekleştirdiler. Devlet, uluslararası tekel kapitalistlerinin, ocak patronlarının çıkarlarını savunmak için 37 insanın ölümüne sebep olan müdahalede bulundu. ICOR maden işçileri ve onların aileleri için dayanışmacı desteğini göstermek zorundadır. 1 Nisan 2014 ✓ ICOR Siyonist İsrail devletidir. Filistin halkının sırtından Devrimci Parti ve Örgütlerin Uluslararası kendilerinin bölgesel çıkarlarını gerçekleştirmeye çaKoordinasyonu lışan Türkiye, Suudi-Arabistan, Katar veya İslami-fa- İSRAİL’İN FİLİSTİN HALKINA KARŞI EMPERYALİST SALDIRISINI DURDURUN! FİLİSTİN – ANLAŞMAZLIĞININ ADİL VE DEMOKRATİK BİR ÇÖZÜMÜ İÇİN! D evrimci Parti ve Örgütlerin Uluslararası Koordinasyonu (ICOR) Siyonist-emperyalist İsrail’in Filistin’e ve her şeyden önce Gazze-Şeridi ve Batı Şeria’daki saldırısını mahkûm ediyor. Gaddarca bombardıman, denizden saldırılar ve karadan askeri birliklerle daha şimdiden 1000’in üzerinde Filistinliler, özellikle kadınlar ve çocuklar katledildi, 3.000 kişi yaralandı ve on binlerce insan evsiz-barksız bırakıldı. İsrail hükümeti, kendisinin sınırlı bir “misilleme darbesi” yürüttüğünü öne sürüyor. Gerçekte ise Filistin halkına karşı emperyalist savaşı başlatmak ve haklı göstermek için askeri saldırılar çok önceden ve ABD ile AB’nin desteği ile hazırlandı ve sürekli bahaneler arandı. Bu, İsrail hükümetinin kısa bir süre önce oluşturulan Hamas ve Fetih’in Filistin ortak hükümetine karşı provokatif tepkisidir. İsrail Ortadoğu-krizinden halkların sırtından stratejik bir avantaj sağlamak istiyor. Uluslararası hukuka aykırı, Gazze-Şeridini sürekli olarak işgal etmeyi hedefliyor; toprağa ve gaza gereksinim duyuyor ve bunun için sivillere soykırım uygulayarak utanmazca savaş suçu işliyor. İsrail’i destekleyen ve savunan ve Siyonist hükümetin devlet terörüne karşı kendi ülkelerindeki her eleştiri ve protestoları anti-semit (Yahudi-düşmanı -ÇN) olarak dışlayan ve ezen emperyalist ülkeleri mahkûm ediyoruz. İsrail’in emperyalist güçler tarafından desteklenmesini, sınır koruma yalan propagandasını, sözüm ona bir “İsrail’in terörist saldırılara karşı kendisini savunma hakkı”nı ve “tanrısal hak”kı haklı çıkarma çizgisini mahkûm ediyoruz. Açık-seçik saldırgan, Filistin’in büyük kesimlerini işgal altında tutan, Gazze-Şeridine karşı gaddarca ambargoyu uygulayan, Filistin bölgesinde yeni yerleşimlere izin veren vs. şist İran gibi gerici yerel güçlerin (bu devletlerin İsrail ile bütünlüklü bir ilişkisi olmamasına rağmen) nüfuz edinmelerini de aynı zamanda mahkûm ediyoruz. Filistin kurtuluş hareketi ve Filistin halkıyla dayanışma hareketi içindeki anti-semit hakaretleri ve eğilimleri mahkûm ediyoruz. Anti-semitizm, aynı Siyonizm gibi, dünyadaki ilerici ve devrimci güçleri bölmek ve halk kitlelerini ve özellikle İsrail ve Filistin’in emekçilerini birbirlerine karşı getirmeye yönelmiş kapitalist düzenin hizmetindeki ırkçı bir ideolojidir. Anti-Siyonizm ile anti-semitizmin demagojik bir şekilde eşitlenmesi vasıtasıyla yürütülen kafa karıştırma manevrasını ret ediyoruz. Komünistler ve diğer devrimciler II. Dünya Savaşının bitiminden beri Filistin-ihtilafının Filistinliler ve İsraillilerin haklarını koruyan ve halkların dostluğu ruhuna uygun bir şekilde adil bir çözümünden yana tavır takınıyorlar. Bu, bugün bağımsız bir İsrail devleti ve bağımsız bir Filistin devleti ile birlikte demokratik bir “iki devletli çözümü” gerekli kılar. Bu, İsrail ve Filistin halkının dışlama ve ezme olmaksızın karşılıklı saygı içinde birlikte yaşadıkları ortak demokratik bir Filistin devleti yolunda ara bir adımdır. Buna ise sadece ulusal ve sosyal kurtuluş uğruna mücadele ile ulaşılabilir. Yakın ve Ortadoğu Ukrayna ile birlikte emperyalist rekabetin güç ve nüfuz alanlarının yeniden paylaşılması uğruna bir dalaşma konusu ve keskinleşen genel savaş tehlikesinin tehlikeli bir yangın yeri haline geldi. İşçileri, kadınları, gençleri, tüm demokratları ve tüm barış sever insanları protestolarını, yürüyüşlerini ve direnişlerini özellikle Asya anti-savaş günü olan 6 Ağustos’ta ve Avrupa anti-savaş günü olan 1 Eylül’de yoğunlaştırmaya ve arttırmaya çağırıyoruz. Gazze-Şeridindeki İsrail saldırılarını durdurun! Özgür, demokratik bir Filistin yolunda demokratik ve adil iki-devletli bir çözüm için! Kahrolsun emperyalizm, Siyonizm, Arap gericiliği ve İslami faşizm! Filistin’deki ulusal ve sosyal kurtuluş uğruna mücadele ile dayanışma! Barış, Halkların Dostluğu – Sosyalizm için Mücadele! Yaşasın Enternasyonal Dayanışma! 29 Temmuz 2014 ✓ 67