Merhaba! Dünyada bir ilke imza atarak, Ekim ayının sonlarında gerçekleştirdiğimiz Mimarlığın Sosyal Forumu 2010 (MSF 2010), dünyanın farklı ülkelerinden Ankara’ya gelerek mimarlığın toplumsal boyutlarını tartışan, yaşanabilir çevreleri ve herkes için mimarlığı savunan ve bu ilkelere ulaşmak için fikir üreten, eylemde bulunan yüzlerce mimarı, yurttaşı ve aktivisti biraraya topladı. Öyle görünüyor ki, burada başlayan sosyal mimarlık tartışmaları, hem yayınlarda hem de farklı mimarlık ortamlarında, önümüzdeki aylarda da devam edecek. Bu sebeple Bülten’in bu sayısında MSF 2010’da üretilen görüş ve düşüncelere mümkün olduğu kadar yer vermeye çalıştık. Önümüzdeki sayılarda da bu tartışmaların sürmesini umuyoruz. Mimarın sosyal sorumluluklarını hatırlatan ve bu sorumlulukları da tartışmaya açan MSF 2010 etkinliklerinde, bu konuya yönelik farklı atölye çalışmaları da bulunuyordu. Bu atölye çalışmaları önemli oranda mimarlık öğrencilerinin katılımı ile hayat buldu. Gerçekten de kuruluşundan bu yana –özellikle 1960’lı yılların sonunda başlayan toplumsal hareketlerle birlikte artan bir ivmeyle- Oda içerisinde mimarlık öğrencileri, dinamik yapıları ile farklı etkinliklerin destekleyicisi, sürükleyicisi ve bazen de eleştirmenleri oldu. Bu dinamik yapının bozulmadığının bir göstergesi de MSF 2010 etkinliklerine öğrencilerin katılımları oldu. Şubemiz geçtiğimiz ay mimarlık öğrencileri ile çeşitli buluşmalar gerçekleştirdi. Bu buluşmalarda ön plana çıkan konulardan biri öğrencilerin kent ve çevre konularına duyarlılığıydı. 6 Kasım 1981 yılında Yükseköğretim Kurulu’nun kuruluşundan beri hergün biraz daha kendi disiplini içinde sıkışan mimarlık eğitiminin sınırlılıklarını sorgulaması, sosyal mimarlığın disiplinlerarası bir anlayışla mimarlık eğitimi içine taşınması elzem görünüyor. Bunun yanında mimarlık öğrencileri ile yapılan buluşmalarda, pek çoğunun mimarlık eğitimine ilişkin gündem konularının birçoğundan haberdar olmadığını da saptadık. Bir dönem Şubemiz tarafından hazırlanarak, Mimarlar Odası Genel Kurulunca kabul edilen TMMOB Mimarlar Odası Öğrenci Üye Yönetmeliği’nin hayata geçişi ile birlikte Oda ortamında yaşanan yoğun mimarlık eğitimi tartışmaları son yıllarda oldukça azaldı. Oysa tartışılan konuların çözüme kavuşturulduğu söylemek de mümkün değil. Bu koşullarda, özellikle de yükseköğretimin yeniden yapılandırılmasının gündeme getirildiği göz önünde bulundurulduğunda mimarlık eğitiminin sorunlarını, mimarlık öğrencileriyle birlikte masaya yatırmak gerekli. Mimarlık öğrencileri bir yandan 6 Kasım’da YÖK’ün kuruluşunu protesto ederken, diğer yandan da mimarlığa sosyal pencereden bakan bir eğitim perspektifi oluşturmak istiyorlar. Böyle bir girişimde öğrencilerin en büyük destekleyicisi hiç şüphesiz Oda olacaktır. YÖK’ün kuruluş yıldönümü vesilesiyle başlayan üniversite eğitimi tartışmalarının, mimarlık eğitiminin yeniden gözden geçirilmesi ve bu alana dair tartışmaların öğrencilerle birlikte katılımcı bir ortamda gerçekleştirebilmesi için bir fırsat olarak görülmesi gerekiyor. TMMOB Mimarlar Odası Ankara Şubesi 41. Dönem Yönetim Kurulu TMMOB Mimarlar Odası Ankara Şubesi Bülteni ayda bir yayımlanmaktadır. 6000 adet basılmıştır. Üyelere ücretsiz dağıtılır. TMMOB Mimarlar Odası Ankara Şubesi Adına Sahibi ve Yazı İşleri Müdürü Fatih Söyler Burada yer alan yazıların içeriğinin sorumluluğu yazarına aittir. Kaynak gösterilmek koşulu ile alıntı yapılabilir. Yayın Kurulu Ebru Aksoy, Pınar Aykaç, Bülent Batuman, Esin Bölükbaş, Özgecan Canarslan, Sermin Çakıcı, Emrah Köşgeroğlu, Arif Şentek, Y. Yeşim Uysal, Fadime Yılmaz Yayına Hazırlayan Y. Yeşim Uysal, Songül Düzgün, Saadet Sönmez, Zeynep Yıldız Grafik Tasarım Baskı Tarihi: Aralık 2010 ANKARA ŞUBESİ 84 Kasım-Aralık 2010 Konur Sokak No: 4/3 Kızılay, ANKARA T: 312 417 86 65 • F: 312 417 18 04 e-posta: info@mimarlarodasiankara.org www. mimarlarodasiankara.org Baskı Desen Ofset A.Ş. Birlik Mahallesi 448. Cad. 476. Sok. No: 2 Çankaya, ANKARA T: 312 496 43 43 1 2 Fotoğraf: Emrah Köşkeroğlu, Ankara Opera Köprüsü, Ağustos 2010 İÇİNDEKİLER ŞUBEMİZDEN > 4-15 • Kısa Haberler KENT VE ÜLKE GÜNDEMİ > 16-21 • 1. Türkiye Mimarlık Tarihi Kongresi Ankara’da Gerçekleştirildi • Engellinin Yapay Engelleri • 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddetin Ortadan Kaldırılması İçin Mücadele Günü • “Kent, Kültür ve Demokrasi Forumu” • Sinop’ta Kent, Kültür Ve Demokrasi Forumu BASIN AÇIKLAMALARI > 22 UIA ÇOCUK VE MİMARLIK ALTIN KÜP ÖDÜLLERİ > 23 EĞİTİM > 24 • YÖK Basın Açıklaması ÖZEL BÖLÜM > 26-47 • MSF Açılış Konuşmları • Değerlendirme • Sosyal Mimarlık • Sonuç Bildirgesi • Atölye Çalışmaları • MSF Üzerine PROJE - UYGULAMA > 48-56 • ODTÜ’de Bir Öğrenci Merkezi Yarışması Üzerine Düşünceler • Çankaya Belediyesi Başkanlık Hizmet Binası, Sanat Merkezi ve Ulvi Cemal Erkin Konser Salonu Ulusal Mimari Proje Yarışması Üzerine • Dışişleri Bakanlığı Yerleşkesi Mimari Proje Yarışması MESLEKİ UYGULAMA > 58-60 SÖYLEŞİ > 62-65 BİLİNMEYEN ANKARA > 66-67 • İş Bankası Blokları KİTAP YORUM > 68 • İstatistik Kitapları > 48-56 > 4-15 > 16-21 > 26-47 > 66-67 84 3 ŞUBEMİZDEN Bir Başkentin Oluşumu: Avusturyalı, Alman ve İsviçreli Mimarların İzleri Yapı Denetimi Eğitim Programı Duyurusu 13.07.2010 tarih 27640 sayılı resmi gazetede yayınlanan 2010/624 sayılı Bakanlar Kurulu kararı ile, 19 ilde uygulanmakta olan 4708 sayılı Yapı Denetim Hakkında Kanun’un 01.01.2011 tarih itibari ile bütün illerde uygulanmasına karar verilmiştir. Ülke genelinde yürürlüğe girecek 4708 sayılı Yapı Denetim Kanunu uygulamalarında “yapı denetim izin belgesi” alarak görev yapacak yapı denetim kuruluşlarında kuruluş ortağı mimar (kuruluş ortağı mimarın denetçi mimar olarak görev yapması durumunda) ile yapı denetim firmalarında proje ve uygulama denetçisi olarak görev yapacak üyelerimizin, Yapı Denetim Uygulama Yönetmeliğinin 14. maddesi uyarınca Mimarlar Odası Sürekli Mesleki Gelişim Merkezi (SMGM) kapsamında gerçekleştirilen Yapı Denetimi Eğitim Programına katılması zorunludur. TMMOB Mimarlar Odası Ankara Şubesi, Almanya Büyükelçiliği ve Alman Kültür Merkezi’nin birlikte yürüttüğü,“Bir Başkentin Oluşumu: Avusturya, Alman ve İsviçreli Mimarların İzleri” projesinin web sayfası tanıtım toplantısı 8 Ekim 2010 tarihinde gerçekleşti. Tanıtım toplantısında, Ankara Alman Kültür Merkezi Enstitü Müdürü Thomas Lier tarafından yapılan açılış konuşmasından sonra, TMMOB Mimarlar Odası Ankara Şubesi Bina Kimlikleri Çalışma Grubu Koordinatörü Elvan Altan Ergut projeye ilişkin bilgi verdi. Ardından Lier tarafından web sayfasının tanıtımı gerçekleştirildi. www.goethe.de/architekturerbe adresinden ulaşabileceğiniz web sayfası, Ankara’nın mimarlık kültürüne ve kent yaşantısına katkıda bulunmuş olan Avusturyalı, Alman ve İsviçreli mimarların eserlerini kapsamaktadır. Web sayfasında yapıların fotoğraf sanatçısı Çetin Ergand tarafından çekilen fotoğrafları, konumlarını gösteren haritalar ve mimarları hakkında bilgiler de yer almaktadır. 4 Şubemizden Şubemiz tarafından talep edilen ve SMGM tarafından uygun görülen Yapı Denetimi Eğitimi tarihleri 27-28 Kasım 2010 ve 11-12 Aralık 2010 olarak belirlenmiştir. Kasım ayındaki eğitim için son kayıt tarihi 12 Kasım 2010’dur. Aralık ayındaki eğitim için son kayıt tarihi 03 Aralık 2010’dur. Temsilciliklere Muhasebe Eğitimi Mimarlar Odası içindeki işleyişin ortaklaştırılması, ortaya çıkan sorunlara çözüm bulunulması ve Mimarlar Odası Programının kullanışının yaygınlaştırılması ve kolaylaştırılması amacıyla Mimarlar Odası Ankara Şubesi ile Konya Şubesi Temsilciliklerine Muhasebe Eğitimi verildi. Mimarlar Odası Ankara Şubesi farklı illerdeki muhasebecileri Ankara’da buluşturdu. Mimarlar Odası Ankara Şube temsilciliklerinden, Bartın, Yozgat, Erzincan, Çaycuma, Kırşehir, Kırıkkale, Zonguldak temsilcilikleri muhasebe eğitimi için Ankara’ya geldiler. Daha önce muhasebe eğitiminde yer almayan 7 temsilciliğin katılımıyla devam eden eğitim 2 gün sürdü. Eğitim süresince, Genel Muhasebe ve muhasebe programının web ortamına aktarılmasına ilişkin olarak nano-web muhasebe eğitimi verildi. 5 Kasım Cuma günü başlayan eğitim 7 Kasım’da son buldu. Çocuk Mimarlık Buluşması TMMOB Mimarlar Odası Ankara Şubesi’nin, mimarlığın toplumsallaşması kapsamında başlattığı, Çocuk ve Mimarlık çalışmaları, 2002 yılından bu yana büyüyerek devam ediyor. Mimarlık ve kent kültürü ile çocuk kültürünün buluşmasını hedefleyen Çocuk ve Mimarlık çalışmaları Ankara Üniversitesi Çocuk Kültürü Araştırma Uygulama Merkezinin işbirliğiyle, Milli Eğitim Bakanlığının izniyle, ilköğretim, ortaöğretim ve okul öncesinde yürütülmektedir. Okul dışlarında ise temalı atölye çalışmaları ve yaz okulları gerçekleştirildiği tüm çalışmalar gönüllük üzerinden hayata geçirilmektedir. Bugüne kadar 302 okulda, 42 okul dışı buluşmayla 15.00 çocuğa ulaşan, ulusal ve uluslararası ölçekte benzer çalışmaları yürütenlerle deneyimlerini paylaşan Çocuk ve Mimarlık çalışması, ‘Kentimi Okuyorum’ kitap yarışması açmış ve yarışma sonucu elde edilen üç değerli kitap basılarak çocukların erişimine sunulmuştur. Her gönüllü çalışmada büyük desteklere ve özverilere ihtiyaç vardır. Geleceğin şekillenmesinde tasarımın, tasarlamanın değerini ve önemini kavramış, eleştirel ve yaratıcı düşünce sistemi geliştirebilmiş nesillerin var olmasını destekleyecek içerikle yürütülen çalışmaların daha da büyümesini, onbinlerce çocuğa ulaşmasını istiyoruz. Vereceğiniz her destek, çocuklara için ayıracağınız 1 saat onlar için bulunmaz değerdedir. Çocukların kente sorgulayan gözlerle bakmasını, yerel ve evrensel mimarlık kültürüyle tanışmasını, yaşadıkları kentte söz hakkı olmasını sağlayan ÇOCUK ve MİMARLIK çalışmalarının gönüllüsü olmanız, kendinize bir okul seçerek çalışmaları yürütmeniz çalışmanın mihenk taşlarını daha da sağlamlaştıracaktır. 23 Aralık 2010 günü Mimarlar Odası’nda yapılacak “Çocuk ve Mimarlık çalışmaları devam ediyor, ben de katkı koyabilirim” diyenler için bir toplanma günü. Geleceğin yaşanabilir kentleri için çocuklara ayıracağınız bir saatinizi istiyoruz. 23 Aralık 2010 tarihinde yapılacak toplantıda görüşmek üzere Ayrıntılı bilgi için: 0312. 417 86 65 / 120 Sinem Yıldırım Yer: Mimarlar Odası Toplantı Salonu Saat: 18:30 5 Bütün Dinlerin Buluştuğu Kentler…. Antakya- Şam- Halep Leman Ardoğan teymiş. Arkasından Hatay Arkeoloji müzesini geziyoruz. Tarihi ve turistik mekanlar açısından da zengin olan ilde dünyanın ikinci büyük mozaik koleksiyonunu barındırıyor Arkeoloji Müzesi. Hatay arkeoloji müzesine hepimiz hayran kalıyoruz. Mozaikleri ile meşhur, duvar ve yer mozaikleri sanki yeni yapılmış da müzeye konuluvermiş gibi düzgün, korunmuş ve çok sayıda. Ön planda Habib-i Neccar Camii, arka planda Habib-i Neccar Dağını görüntüledikten/ baktıktan sonra, gezimize uzun çarşıda devam ediyoruz. Antakya, Asi nehri, çok kültürlü yapısı, aynı ulusa mensup birden fazla dini cemaati bulunan Güney incisi. Şam renksiz kent, habil ve kabilin kenti, dünya tarihi boyunca yaşayan kent, Halep rengi olmayan ama tarihi olan kent, antik kent. Yenilmeyen kalesi, zengin mutfağı, ticareti ile, doğunun kraliçesi Halep. Kültürel ve teknik gezilerimizden birini daha 28 Ekim-31 Ekim 2010 tarihleri arasında gerçekleştirmiş bulunmaktayız. Yolculuğumuzun il olarak ilk durağı Antakya. Silpius Dağı (bugünkü Habib Neccar Dağı) eteğinde ve Asi nehri (Orontes) kenarında yer almış Antakya. Günlerden 29 Ekim ‘’Cumhuriyet Bayramı’’. Cumhuriyet Bayramının çoşkusunu bu kez Antakya’da duyacağız. Çarşı adı gibi çok uzun yaklaşık kolları ile birlikte 7 km.’imiş. İçinde kaybolma şansı var. Biz ana alterden yürüyoruz grup olarak kaybolmayalım diye. Ancak çarşının bir çok dükkanı kapalı, çünkü resmi tatil. Böyle olmasına rağmen bize göre çok kalabalık, tüm dükkanların açık olduğu günü düşünmek bile istemiyoruz. Çarşı çıkışı bizi bir sürpriz bekliyor, trampet ve davul sesleri arasında izci grupları bir gösteri yapıyorlar. İzliyoruz, coşuyoruz, izciler her yerde ve yaşta aynı demek ki. Daha sonra kentin bir başak bölümünde top sesleri duyuyoruz, 29 Ekim kutlamaları... Gezimize programda olmayan bir başka yere giderek devam ediyoruz. Su ve su sesi ve tabiatın iç içe olduğu çağlayan bölgesine. Küçük dereler küçük çağlayanlar ve tepeden aşağıya doğru bir çok kol ve dalda iniyor. Doğal güzellik... Henüz sunilikler girmemiş bu bölgeye. Şehir turuna St. Pierre Kilisesi ile başlıyoruz. Antakya, Hıristiyanlık isminin ilk kez verildiği şehir, St. Pierre Kilisesi ise Hıristiyanlığın en önemli tarihi kiliselerinden. Kilise aynı zamanda Hiristiyanlarca hac yeri olarak kabul edilmekteymiş ve her yıl burada 29 Haziran günü Katolik Kilisesince ayin düzenlenmek- 6 Şubemizden Katolik Kilisesi, Ortodoks Kilisesi, Protestan Kilisesi, Hatay Valilik Binası, Ata Koleji ve Antik Beyazıt Oteli ne yazık ki dıştan görebiliyoruz. Bu arada tüm mekanlara gidiş yaya olarak yapıldığı için kentin eski semtinde dar sokakları görüyoruz ve bu sokaklarda yaşıyoruz. Zaman zaman 1, 1,5 metrelik çok dar sokaklar. Sokağın her iki yanına konumlanmış iç içe ama avlulu evler, yaşam alanlarını görüyoruz. Dar sokaklardan, dar uzun çarşı ve insanın içini açan kent meydanı, Asi Nehri, derken kentin meydanında Mehter takımı, 29 Ekim coşkusu içinde kentliyi ve bizleri coşturuyor. Yolculuğumuza bir başka ülkede, bir başka kentte devam ediyoruz ve Suriye’nin başkenti Şam’a geliyoruz. Şam, antik tarihten bu yana, dünya tarihi boyunca, hiç aralıksız en uzun süre kullanılan şehir olarak anılıyormuş. Tarih boyunca çeşitli kültür ve medeniyetlere ev sahipliği yapmış olan Şam. Casio Tepesi’nden Şam’a panoramik bakışı ve Sit Zeynep Türbesi (Hz Ali’nin kızı) akşama bırakıyoruz ilk önce Şam Müzesine, ardından da ve Selimiye camii ile Emavi Camisine gidiyoruz. Şam Müzesi her müzede olduğu gibi bulunduğu toprakların ve kültürün bütün izlerini taşıyor. Ne yazık ki içi son derece modern olan ve bünyesinde binlerce eşsiz Sümer ve Geç Hitit eseri barındıran bu büyük müzenin içinde fotoğraf çekilmesine izin verilmiyor. Süleymaniye Tekkesi / Külliyesi ve son Osmanlı Padişahı Sultan Vahdettin Han’ın mezarını ziyaret ediyoruz. Siyah beyaz taşlardan yapılmış sade bir cami ve eklentileri. Ardından Osmanlı Hicaz Tren İstasyonu görüyoruz. Hicaz Demir yolu, II. Abdülhamit tarafından 1900- 1908 yıllarında Şam ile Medina arasında inşa ettirilmiş ve Osmanlı İmparatorluğu’nun İstanbul’dan başlayan demiryollarının bir bölümüdür. Demiryolunun teknik işlerinin başında Alman mühendis Meissner bulunmuş. Bazı kimselerin Haydarpaşa Tren Garının küçültülmüş modeline benzettiği gar binası bugün kitap satış yeri olarak kullanıyor. Öğle saatimizi ünlü alışveriş merkezi olan Old Bazaar ‘da /Soug El Hamidiye’de (Hamidiye Kapalı Çarşısı) geçiriyoruz. Diğer adı ile uzun çarşı, yaklaşık 1200 m uzunluğunda imiş. Kimimiz, inci, sedef işlemeli kutu, kimimiz kumaş, şal, çeyizlik örtüler, kimimiz ise baharat alarak Suriye ekonomisine katkıda bulunuyoruz. Emevi Çamii, Emeviler Dönemi’nde kilise iken camiye çevrilen muhteşem bir camii. En çok bilinen tarihi mekanlardan birinin Emevi cami olduğunu gidince oradaki kalabalıktan anlıyoruz. Bazı Müslümanlar arasında ahir zamanda Mehdinin ve İsa’nın bu camiye ineceği inancı varmış. Her yönden önemli Emevi camii. Mimarisi bazilika, dikdörtgen plan. Ana bina ve çevresinde revaklar ve kapalı mekanlar çok geniş bir avlunun etrafında toplanmış. Girişten itibaren ayaklarınız çıplak, ayakkabı ile giriş yok, ne açık, ne de kapalı mekanlara. Akşam Sit Zeynep Türbesini (Hz Ali’nin kızı) ziyaret ediyoruz. Yeni yapılmış ve altın, kristal, furize taşları ile süslenmiş, çok gösterişli bir yapı. Burada insan seli içinde kayboluyoruz. Ve Casio Tepesine çıkıyoruz, tüm Şam ayaklarınız altımda, ısıl ışıl, gündüzün çirkinliklerinden, akşamın sakinliğine sığınmış bütün kent. Yolculuğumuzda artık dönüş zamanı geldi diyoruz ve Halep’e doğru yola koyuluyoruz. Halep yolu üzerinde Hama ve Humus’a uğruyoruz. Şam’dan çıktıktan sonra yaklaşık 1 buçuk saat mesafe geride bulunan Humus şehrine varıyoruz. Şehrin simgesi 7 Halid Bin Velid Camii ziyaretini gerçekleştiriyoruz. Siyah ve beyaz taşlardan yapılmış yalın bir camii.Yine bir avlu ile girişi sağlanıyor.Humus şehri yeni bir şehir ve Suriye’nin 3. büyük kenti imiş. Daha sonra, Şam-Halep arasındaki Hama şehrinde, dünyada az sayıda örneği bulunan tarihi su değirmenlerini görüyoruz. Asi nehrinin yönünü değiştirip, kente farklı noktalardan su temin etmek için yapılan su değirmenlerinin sadece 4 tanesini görüyoruz. Aslında tamamı 16 adetmiş. 16 metre kollara sahip su değirmenleri tamamen ahşaptan yapılmış. Her bir parçasında ahşabın yumuşaklığı ve parçanın özelliği göz önünde tutulmuş ve farklı ahşap türleri kullanılmış. Zaman içinde değirmenin ahşap parçaları ustaları tarafından değiştiriliyormuş. Su ile çalıştığı zaman, birlikte ahşabın türüne bağlı olarak farklı sesler çıkıyormuş. Gezimizin son halkası Halep. İlk ziyaretimizi Halk Kültürü Müzesine yapıyoruz. Aslında burası ‘’Başıacıklar’’ adlı bir Türk ailesinin yaşadığı bir ev / konak. Burada çatı katında bir güzellik görüyoruz. Çocuk oyun odasında Hacivat – Karagöz perdesi var, muhteşem bir görüntü. Bizden biri… Şehrin simgelerinden biri olan ve içerisinde Zekeriya Peygam- 8 Şubemizden ber’in türbesini de barındıran Emevi Camiyi ziyareti ediyoruz. Minareleri kare kesitte ve saat kulesi gibi. Avluda güneş saatlerini görüyoruz. İki çeşit güneş saatinin biri kapalı, diğeri ise açık. Çeşitli yükseklikte çiviler ve ip / tellerden oluşan güneş saatinin yapım yılını ne yazık ki öğrenemiyoruz. … Yolculuğumuza, Bab Qinnesrin sokağının bir diğer ilginç mekanı Bimaristan ile devam ediyoruz. Bir zamanlar müzik ve su sesiyle hastaların tedavi edildiği tarihi Bimaristan Hastanesinin gezilmesi sonrası Halep Kalesi çevresine gidiyoruz. Bimaristan, Memlûklular zamanında, 1354 yılında tamamlanmış bir akıl hastanesi imiş. Hastaneyi yapan kişi olan Argun’un ismiyle anılıyor. Bimaristan, Farsça’da “sağlık yeri/mekanı” anlamına geliyor Bimaristan Hastahanesinde tavanda açılan farklı büyüklükteki delikler dikkatimizi çekiyor. Bu büyüklükler hastaların sağlık durumlarına göre değişiyormuş. Hastaları sağlığına kavuşturmak için 4 aşamalı bir tedavi yöntemi uygulanıyormuş. İlk aşamasının, hasta bölümü küçük hücrelerle çevrili, ortasında fıskiyeli, mavi renkte, küçük bir havuzun bulunduğu, tepesinde güneş ışığının girebileceği yuvarlak bir delik bulunan bir avlu var. İleri derecede saldırgan hastalar, avluya bakan demir kafesli pencerelerinden “mavi renk”, “su sesi”, “güneş ışığı” ve havuz başında oturan çalgıcıların seslen- dirdiği “müzik” eşliğinde yaklaşık 6-7 aylık bir terapiden geçirildikten sonra daha sakinleşmiş ve daha sağlıklı olarak bir üst gruba katılıyorlarmış. Bir üst grupta hücreler, avlu ve havuz biraz daha genişliyor, hücre girişleri artık avlu tarafından veriliyor. Son aşamada ise artık hastalar avluya da çıkabiliyorlarmış ve hatta mutfak, temizlik gibi bazı görevler de verilip gerçek hayata uyum sağlamalarına yardımcı olunuyormuş. Al-Bimaristan bugün için tıp ve bilim müzesi olarak kullanılıyor. Sıra Halep’in Kapalı Çarşısına geliyor. Kalabalığa “bizim Mahmutpaşa gibi” diyor bazı arkadaşlarımız. Çok kalabalık, insanlar sırt sırta. Halep halkının ihtiyaç duyacağı her türlü malı bulabileceği bir çarşı niteliğindeymiş. Birbirine paralel ve birbirini kesen birçok sokaktan (ki bunların her biri ayrı adla anılan Suklar’mış, Suk at-Tabuş, Suk al-Attarin, Suk as-Sabun, Suk al-Farayn gibi) oluşmuş. Kasabından gelinlikçisine, kumaşçısından iplikçisine, kuyumcusundan manifaturasına, halıcısından oyuncakçısına, turşucusundan saatçisine, nalburundan sakatatçısına, lostrasından deri işlemecisine kadar yok, yok bu çarşıda. Her bir işletme üretim ve satış konusuna göre çarşının belirli bölümlerinde kümelenmiş durumda. Örneğin Suk al-Attarine’in güneyi daha çok kumaş, giysi ve ayakkabı satıcılarının kümelendiği bölge iken, Suk at-Tabush’un güney kısmı manifaturaların mekanı olmuş. Çarşının tarihi 13. yüzyıla dayanıyorsa da, bugünkü mevcut büyüklüğüne erişmesi Osmanlılar zamanında ve çoklukla 16. ila 19. yüzyıllar arasında gerçekleşmiş. Çarşıyı tam anlamıyla gezmek biraz güç. Ana yolların bir kaçını görmek, çarşının bütünü hakkında yeterince fikir veriyor insana, biz de öyle yaptık ve sadece ana alterde gittik. Hele ara sokaklar (sokak demek biraz güç olsa da) var ki, klastrofobi sıkıntısı olan kişilere göre hiç değil. Bu çarşıda da grup olarak Halep’in ekonomik hayatına büyük katkı sağlıyoruz. Gezimizin son halkası ve Halep kalesi. Muhteşem bir yapı. Kentin ortasında yükselen bir tepe üzerine kurulmuş bir kale. Şekli nedeniyle yapay gibi görünse de, aslında doğal olan bu tepede M.Ö.10. yüzyıldan kalma bir tapınak üzerine daha sonra inşa edilmiş olan kalenin geçmişi M.Ö.3. yüzyıla dayanıyor. Haçlı saldırılarında Müslümanlar’ın güçlü bir savunma merkezi olmuş ve bu tarihlerde (M.S.12. yy) çevresine kazılan 20 m derinliğinde ve 30 m genişliğinde bir kanalla korunması, savunması daha da güçlendirilmiş. Savunmasına kalenin 3 farklı kapısının konumu da büyük destek sağlamış. M.S. 13. ila 16. yüzyıllar arasında Memlûklular döneminde yeniden inşa ve güçlendirme çalışmaları yapılmış. Kale’ye, güney kanadında, kanal üzerinde sekiz sütun üzerinde yükselen bir köprü ile bağlanan kapıdan giriliyor. Kalenin içerisinde Ulusal Müzeyi, Memlûklular zamanında yapılmış bir hamamı, Eyyubi Sarayının bir bölümünü gördük. Eyyubi Sarayının elden geçirilmiş görkemli ahşap kaplamalı Taht Odası ise kaçırılmaması gereken bir güzelliğe sahip, tek kelime ile görkemli. Bu salon zaman zaman protokol için acılıyor ve kullanıyormuş. Kalenin güzelliği karşısında başımızın döndüğü bir gerçek. Halep kentinin tam ortasında olmasına rağmen bugüne kadar çevresiyle birlikte çok iyi korunmuş Halep kalesi. Kent sokaklarından bazıları hepimizin çok ilgisini çekti. Bu sokaklardan, bölgeden biri de Al- Jideyda. Al- Jiderya eski Halep’in sınırlarının hemen dışında yer alan ve daha çok Osmanlılar zamanında yapılaşmış ve gelişmiş bir mahalle. Zaman içerisinde Ermeni halkın çoğunlukla yerleştiği ve günümüzde Ermeni tüccarların iş mekanı haline gelmiş bir bölge. Bölge/ mahalle meydana gelmeye başladığı günden itibaren yapısını hiç değiştirmemiş sokak ve binalarla dolu. Yine -tüm eski Ortadoğu (ve bizdeki Güneydoğu) şehirlerinde olduğu gibi- sokağa bakan yüksek duvarlarında hiç pencere bulunmayan binalarla sınırlanmış daracık taş sokaklar. Binaların hepsine, ortalarında genellikle fıskiyeli bir havuzu olan bir bahçe ya da üstü kapalı bir avluya geçilen bir kapıyla giriliyor. Bu arada Halep’deki bazı apartmanlarda fıskiyeli havuzları dairelerin balkonlarında da gördük. Tüm yaşantı bu bahçe ya da avluya taşınıyor veya katlarındaki çepeçevre balkonlarında. Bir kültür ve teknik gezimiz böylece sona eriyor. “Benim güzel vatanım” diyor ve bu gezi için Mimarlar Odası Ankara Şubesi Yönetimine, Kültür MBÇK’ya ve emeği geçen her kese teşekkür ediyoruz. Bir sonraki teknik ve kültürel gezimizde buluşmak dileği ile. 9 Mühye Köyü…. Leman Ardoğan Kültür Mesleki Bilimsel Çalışma Komisyonun (Kültür MBÇK) bir etkinliği de Eski adıyla Mühye yeni adıyla Yeşilkent Mahallesi ve İmrahor Vadisindeydi. 09.10.2010 tarihinde, yağmurlu olacağını beklerken sonbahar güneşinin içimizi ısıttığı bir günde gerçekleşti gezimiz. Gezimize bu bölgeye gönül verenler, merak edenler ve benim gibi Ankara’da olup da bilmeyenler katıldı, bir minibüs dolusu İmrahor aşığı. Gezimizin ana durağı, eskiden sadece Mühye Köyü olarak bilinen, İmrahor Vadisi içinde yer alan, kapalı ve üretimdeki tuğla fabrikalarıyla dolu, küçük göletlerin bulunduğu, hayvancılığın ve emlakçılığın yaygın olduğu, Çankaya ilçesine bağlı ve yeni adı ile Yeşilkent mahallesi olan yerleşim birimi. Adı gibi yeşil bir yerleşim... Aslıda bizim amacımız sadece köyü / mahalleyi tanımak değil, çevresini, vadiyi tanımak, orada yaşamak, toprağının kokusunu duymak. İmrahor vadisi, Ankara kentinin güneydoğusunda, Mamak ve Çankaya İlçe sınırları içinde yer alıyor. İmrahor Vadisi, güneyinde Eymir Gölü, kuzeyinde de Mamak Viyadüğü ile sınırlanıyor. Ankara’nın metropoliten rekreasyon alanı sisteminin en önemli halkasını oluşturan Mogan ve Eymir su sistemi ikilisi ile bütünleşebilecek bir rekreasyon alanı kapasitesinde olan İmrahor Vadisi, aslında Ankara için ‘’Öneri Doğal Sit Alanı’’ alanı ve yaklaşık 3526 ha.’lık büyüklüğe sahip, henüz bakir bir alan. Gezimiz, sonbaharda tüm güzelliklerini sergileyen Eymir gölü çevresindeki bitki örtüsü içinde (ODTÜ arazisi girişinde) bizlere gönüllü olarak rehberlik eden Orman Mühendisi Sayın Ahmet Demirtaş’ın İmrahor vadisinin tarihi gelişim hakkındaki açıkla- 10 Şubemizden maları ile başladı. Vadinin derinlik, genişlik, toprak ve su potansiyeli yönünden önemi vurgulandı, etkili bir hava koridoru oluşturduğu ve Ankara’nın havasının değişimine büyük katkı sağladığı belirtildi. İmrahor vadisi içinde Karataş, Mühye, İmrahor ve Yakup Abdal köylerinin bulunduğu, geçmişte ayva ve armuduyla meşhur bu bölgede eskiye göre tarımcılığın olmadığı belirtildi. Gezimize katılan komisyon üyemiz Sayın İsa Çapanoğlu ise: vadinin özellikleri ve kent açısından taşıdığı önemi nedeniyle, Kavaklıdere Dayanışma ve Güzelleştirme Derneği ile Mamak Kitle Örgütleri Platformu tarafından 08.10.2002 tarihinde bölgenin ‘’Doğal Sit alanı ‘’olarak tescil edilmesi için T.C. Kültür Bakanlığı Ankara Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kuruluna müracaat ettiklerini ancak bugüne kadar hiçbir ilerleme sağlanamadığını, belirtmişlerdir. Gezi sonucunda biz de, grup olarak, bu bölgenin koruma altına alınması konusunda hem fikir olduk. Ankara için gerçekten önemli bir rekreasyon alanı, bir nefes. Bu genel bilgileri aldıktan sonra gezimize yürüyerek devam ettik. Toprak yolda toprağa basa basa, toprağın sesini dinleyerek, huzur içinde uzun bir yürüyüş yaptık. Güzel bir sonbahar günü güneşin bizi ısıtmasına sevindik, yürüyüş boyunca köpeklerin bizlere korumalık / rehberlik etmesinden mutlu olduk. Dağ bayır aşmadık belki ama küçük bir dere geçtik, suyu temiz gözüken dereye sevindik ancak dere yatağını çöplük haline getirenlere kızdık. Yol boyu bir çok yeni bitki tanıdık. Köpek çiftliklerini, küçük yerleşimleri ve tuğla ve kiremit fabrikalarını gördük. Yamaçlarının bir kısmında ağaçlandırma görüyoruz. Bademlikler gördük. 1957 yılında Ankara’da şiddetli yağışlar sonucu, Hatip çayı ve İncesu dereleri taşmış, sel yıkımı sonucu Bent Deresi çevresinde ölümler olmuş. Bu olaydan sonra karar verilmiş ve dere havzalarında ağaçlandırma ve erozyon karşı önlem çalışmaları başlamış. Görmüş olduğumuz ağaçlandırma çalışmaları da o dönemde yapılmış. Son yıllarda iyileştirme yönünde hiçbir çalışma yok vadide. Güneş tepemizde, öğlen vakti ve biz Mühye Köyünde (Yeşilkent) köy kahvehanesinin bahçesinde, temiz havada, yeşillikler içinde köfte ekmek yiyerek ve çay içerek açlığımızı, yorgunluğumuzu, susuzluğumuzu gideriyoruz. Sanki Ankara’da değil de bir tatil yöresindeyiz. Ankara içinde saklı bir vaha İmrahor vadisi. Vadi topraklar üzerine kurulan ve sayıları yaklaşık 10’u geçen tuğla ve kiremit fabrikalarının bölgede yapmış olduğu talanı, çevre kirliliğini yerinde görmek, izlemek üzere gezimize devam ediyoruz. Fabrikalara toprak almak üzere açılan devasa çukurları görüyoruz. Çevre kirliliği yanında görsel kirlililik, doğal çevrenin yok edilişi, teknoloji karşısında tabiatının yenikliğine şahit oluyoruz. Bazı çukurların terk edildikten sonra suyla dolması sonucunda ortaya çıkan irili ufaklı bir çok gölet var bölgede, belki de onlarca... Tabiat ana kendini bu şekilde yenilemiş ve yine bizlere görsel bir şölen hazırlamış bu gölcükler ve sazlıkları ile. Göl suları, toprak, yeşillik üçlemesinin güzelliğini görüyor ve duyuyoruz. Elçilik Gezileri Devam Ediyor… Ama insanoğluna doğanın dengesini bozması yetmiyor, çeşitli inşaat atıkları ve çöpler ile savaşa devam ediyor. Gezimiz sırasında bu olaya biz de şahit oluyoruz uzaktan. Bir kamyon inşaat atıklarını bir çukura boşaltıyor, aynı anda bir çocuk veya genç çukurun içinde, dökülen inşaat atıklarında kendisi için, geçimi için, “bir şeyler” topluyor. “Bu boşaltma / toplama işlemi ne ilk , ne de son, ömrüm bitene kadar devam” diyor vadinin havası. Sonuç olarak Vadi; plansızlığın, terk edilmişliğin, sahipsizliğin, talan edilişin aynası gibi bize yansıtıyor kendisini. Ve hep birlikte üzüntü içinde soruyoruz: Acaba burası için biz ne yapabiliriz? Mutlaka yapılacak, sahip çıkılacak bir çok yol, yöntem var. Ancak Vadi gitmeden, doğal yapısı daha fazla tahrip olmadan, vakit kaybetmeden yapmak lazım. Ankara’nın başka bir İmrahor Vadisi yok. Bir sonraki ‘’KÖY GEZİMİZ’’de buluşmak dileğiyle… TMMOB Mimarlar Odası Ankara Şubesi Kültür Mesleki Bilimsel Çalışma Kurulu’nun kültürel ve sosyal etkinlikleri kapsamında elçiliklere geziler düzenleniyor. İkinci Elçilik gezisi Hindistan Cumhuriyeti Büyükelçiliğine düzenlendi. 4 Ekim 2010 Pazartesi günü Sabah saat 09.30’da Elçilik binası önünde buluşan mimarlar, Hindistan Büyükelçiliği binasını gezdiler. Elçilik binalarını tanımaktan memnun olan mimarlara, elçilik Ticaret sorumlusu Ayşin Taş da gezi boyunca eşlik etti. Yirmi kişinin katılımı ile gerçekleştirilen Hindistan Büyükelçiliği gezisi, elçilikçe görevlendirilen Mimar Doğan Olcay’ın rehberliği eşliğinde tamamlandı. 11 Hindistan Büyükelçiliğine Yapılan Bir Gezi Üzerine Haluk Zelef Ankara’nın başkent olması ardından yabancı temsilcilikler sosyal yaşamın çeşitliliğini sağlayan önemli bir faktör olmuştu. Bu temsilcilikler aynı zamanda mimari nitelikleri açısından da halkın ve basının ilgisini çekmişti. Batılı önemli devletlere ayrılan geniş araziler üzerine inşa edilen bu elçilikler şu anda da kent merkezindeki yapı yoğunluğunu azaltıyor ve yeşil alan ihtiyacını karşılıyorlar1. II. Dünya savaşına kadar dünyadaki bağımsız ülke sayısı bugün ile kıyaslanınca çok daha az sayıdaydı. 1947’de İngiltere’den bağımsızlığını kazanan Hindistan da Türkiye’de bir temsilcilik açmak üzere girişimlere başladı. O sırada hala kısmen boş olan Çankaya’da bir arsa aranmaya başlandı. Arsa, Botanik parkı olarak daha sonraları 1970’te düzenlenecek olan Ankara manzaralı vadinin yamaçlarındaydı. Sedat Hakkı Eldem tarafından vadi ile Cinnah Caddesi arasında tasarlanan elçilik konutunun inşaatı 1965’de bitirildi2. (fig.) 1976-1980 arasında ise elçilik binasının yanında kançılarya binası inşa edildi. Mimar elçilik için pek çok ön çalışma yaptığını, ilk şemalardaki bazı öğelerden (park tarafındaki kolonlar üstündeki teras) ve kurgulardan (örneğin yuvarlak çıkmalardan) zamanla vazgeçil- diğini yazar. (fig.) Her iki yapı da Eldem ile özdeşleştirilen Milli Mimari ve “Türk evi” anlayışı çerçevesinde tasarlanmışlardır. Konut geniş saçakları, seramik kaplamaları, pencerelerindeki 1 İlginçtir, birkaç yıl önce bu elçiliklerin kent dışına çıkartılarak arsalarının ticari faaliyetler için kullanılması önerilmiş ve basında tartışılmıştı. 2 Sedat Hakkı Eldem - Büyük konutlar isimli kitapta yapının 1960’ta ele alındığı 1965’de inşaatının bittiği yazmaktadır. Sedat Eldem Architect in Turkey kitabında ise 1965-68 tarihleri verilmektedir. Orhan Çakmakçıoğlu’nun ismi de yayınlarda tasarımcılar arasında geçer. Yayınlarda kontrol mimarı olarak ta Nejat Ersin’in ismi bulunur. 12 Şubemizden kafes örgüleriyle Eldem’in o yıllardaki modernist/gelenekselçi dilini kullanırken, üstün bir işçilik sergilemektedir. Tasarımdaki birim anlayışı hem cepheleri hem de planları düzenlemiştir. (fig.) Daha geç tarihli olan kançılarya yapısı hem betonun kap- lanmadan “dürüst” kullanımı hem de ölçeği göze alındığında daha “brütal”dir. Kapalı bir avlu (merdiven boşluğu) çevresinde kurgulanan yapıdaki toplantı salonu gibi ortak sosyal mekanları açısından da pek nitelikli sayılmaz. Hindistan elçiliği, temsilcilik yapılarının tipik tartışma alanı olan, ev sahibi ülke, misafir ülke mimarlıkları ve o anki “modern” mimari üçlemesine de yanıtlar geliştirmiştir.3 Farklı yayınlarda her üç referans alanı kendini gösterir. Arkitekt dergisinde yapıdaki saçakların parapetle olan ilişkisinin “Hind mimarisindeki klasik saçak şeklini hatırlattığı” ve elçiliğin mimarisinin genel havası- nın “doğudan ilham alındığı”nı yansıttığı da not edilmektedir4. Yapının pek çok ön çiziminde özellikle girişteki saçağın figüratif olarak da bu ülkenin mimarisine atıf yapmak üzere pek çok farklı şekilde düşünüldüğü görülmektedir. (fig.) İlginçtir 1966 yılında Yeni Delhi için açılan Türkiye Cumhuriyeti Büyükelçiliği proje yarışmasında Sedat Hakkı Eldem “Türk imgesi” ya da “Türk konutu” teması üstünde durmaz. Elçilik hava akımlarına izin veren 3 Yapının dili De Stijl mimarisine benzetilir. Aga Khan Publications s.128 4 “Hindistan Sefareti (Ankara) Arkitekt, 1965 s.53-58 yüksek bir şemsiye strüktürün altındaki mermer kaplı, yaldızlı alüminyum doğramalı bir yapıdır. (fig.) Ankara’daki Hindistan elçiliğine ait bir yayın taslağının Sedat Hakkı Eldem arşivinde bulunması da mimarın yapıya verdiği önemin bir işareti olarak algılanmalıdır5. Ancak konut yapısı zamanla değişikliklere uğramıştır. Çatı, yapının alçak olması ve kentteki coğrafi konumu nedeniyle her yerden algılanabilen çok önemli bir öğesidir ve maalesef pek çok yapıda olduğu gibi (örneğin vali konağı) önemli dönüşüm geçirmiştir. İlk tasarım fikri olarak üzerinde gezilecek bir teras olarak düşünülen daha sonra, az eğimli, gizli dereli metal kaplama olarak düzenlenen çatı, 1980’li yıllardaki fotoğraflarda iki ayrı oturtma çatı olarak görülmekteydi. (fig.) Son yıllarda ise bu düzenlemenin yeşil/ 5 Bülent Tanju, Uğur Tanyeli (2009) Sedat Hakkı Eldem II Retrospektif s.182-184 13 mavi bakır kaplama malzemesi de değiştirilerek kırmızı bitümlü malzemeye dönüştürülmüştür. Konuttaki üst kat balkonu kapatılmış, alt katın güneş kırıcı kafesleri sökülmüştür (fig.). Pek çok büyükelçilikte olduğu gibi güvenlik nedenleriyle dış çepere yüksek, yarı geçirgen cidarlar oluşturularak binanın caddeden olan algısı kesilmişitir. Oysa yapı eskiden Cinnah caddesinden Anka- ra panoraması önünde adeta bir falez kıyısındaki bir kitle olarak algılanmaktaydı. Ancak her şeye rağmen konut Botanik parkından şu anda da hala ilk yapıldığı günlerdeki gibi bir duvar üstündeki hafif bir kitle olarak algılanmaktadır. Yanındaki kançılarya yapısında da terasların istinat duvarı gibi de görev yapan az açıklıklı, sağır duvar temasını tekrarlanmıştı. Bugünlerde kançılarya kısmındaki bu duvarın ardındaki görevli odalarının pencerelerinin büyütülmesi ya da balkon eklenmesi söz konusudur. Düşünülen bu balkon eklemelerinin her iki yapıda sürdürülen tasarım kararlarını zedelediği kadar yapının botanik parkından algısını da büyük ölçüde bozacağı açıktır. Elçilik konutunun içinin de büyük ölçüde ilk tasarımına uygun olarak oldukça nitelikli olarak inşa edildiğini yayınlardan takip etmek mümkündür ancak maalesef Mimarlar odası tarafından düzenlenen inceleme gezisinde iç mekanları görmek mümkün olmamıştır. 14 Şubemizden 15 KENT VE ÜLKE GÜNDEMİ Engellinin Yapay Engelleri Gülderen Zegerek tinin yorgunluğu. “Kardeşim 4-5 katlı binada vardır nasıl olsa bir asansör” denilecek olması gayet doğal. Ama asansörün tekerlekli sandalye ile kullanılamaması pek doğal olmasa gerek. Asansör kapılarının pek çoğunun açıklığı, ya da kabin genişliği tekerlekli sandalyenin boyutlarından dar olduğu için asansöre tekerlekli sandalye ile binmek her zaman mümkün olamamaktadır. Bunu ancak tekerlekli sandalyeyi kullanmak zorunda kaldığınızda görüyorsunuz. Merdivenden ya da asansörle engelleri aşarak aşağıya inildiğini varsayalım. “Şükür apartmandan aşağıya indik!..” dersek; şükrü erken yapmış oluruz. Aşağıda dile getireceğim hikâyeyi pek çok insan eminim biliyordur. Ama kaleme alacağım tecrübelerimin -kifayetsiz de olsa- ana fikrini ifade ettiği için, bu hikâye bir kez de benim kalemimden okunsun istedim. “Adamın biri damdan düşmüş. Olayı gören çevre sakinleri yarı baygın halde yerde yatan kazazedenin yanına koşmuşlar. Toplanan ahaliden; - Yardım edelim! - Doktor çağırın!... gibi sesler yükseliyormuş. Yerde yarı baygın halde yatan kazazede bu sesleri duyunca gözlerini aralamış ve “Bana damdan düşen birini çağırın” demiş.” Yazık ki; herhangi birinin yaşadığı sorundan bütün boyutlarıyla haberdar olabilmesi için, o sorunu birebir yaşıyor olması gerekiyor insanoğlunun. İşte ben geçici süre ile de olsa engelli bir birey olarak, diğer bir deyişle damdan düşen biri olarak, yaşadığımız kentlerde engelli olarak yaşamanın zorluklarını ve engellilerin pek çok engelinin olduğunu bire bir gördüm. İnsanoğlunun uyumak, karın doyurmak gibi en doğal ihtiyaçlarından olan gezmek eğlenmek, yahut bir ihtiyacı karşılamak için çarşıya pazara gitmek veya tedavi sürecinin gereği olarak doktora ulaşmaya çalışmak, engelli için, engelinin boyutuna paralel olarak büyüyen bir sorun durumundadır. Merdiven kolunun genişliği 90 cm., bilemedin 110 cm. olan 4-5 katlı binalarda tekerlekli sandalye ile engelliyi zemin kata ulaştırmaya çalışan insanların yorgunluğundan çok daha fazladır, tekerlekli sandalye ile aşağı indirilmeye çalışılan engellinin mahcubiye- 16 Kent ve Ülke Gündemi Sorunlar bitti mi zannettiniz? Hayır, ulaşacağınız yere varıncaya kadar sabır çektirecek o kadar çok engelle karşılaşırsınız ki; bir daha dışarıya çıkmaya tövbe edersiniz. Sokağın orta yerinde esnafın biri dükkânının önüne karo mozaik döşeme kaplamıştır, diğeri dükkânının ihtişamını yansıtsın diye granit seramik kaplatmıştır. İki malzeme arasındaki kalınlık farkı gibi görülen ve aslında zihinlerdeki engellerden kaynaklanan bu gibi çarpık yapılaşmalar engelliye engel teşkil etmektedir. Yasal olmadığı halde paşa gönlüne göre işlem yapan bu insanlar, tekerlekli sandalye ile ya da koltuk değneği ile ya da görme engellinin bastonu ile sokağa bir kez çıkmaya kalksalar, zannediyorum ki keyfi davranmaktan vazgeçerler. Mimaride ölçek insandır. Bununla doğru orantılı olarak kentlerde öncelik ise yayalarındır. Ancak makineleşmenin ve teknolojinin tavan yaptığı kentlerimizde motorize olmak öylesine revaçta bir durum olsa gerek ki, yayanın önceliği kalmamış, trafik ağını, örümcek ağı gibi kesen üst geçitler ve alt geçitlerle sağlıklı yayalara hizmet verilmeye çalışılmıştır. Yine engellinin adı yok. Hemzemin yaya geçitlerinin bulunmadığı akan trafikte, demir konstrüksiyonlu, yüksek rıhtlı, üst geçitten; hele birde yerler buzlu ve karlı ise, koltuk değnekleri ile gözünüz kesiyorsa geçin. Gözünüz kesmiyorsa evinizden dışarı çıkmayın. Yukarıda bahsettiğim paragraflarda insanlar için insan eliyle oluşmuş olan kentlerimizde belediyecilik anlayışının yetersizliğini ifade eden sorunları tanımlamaya çalıştım. “Ben mimarım ama, belediyeci değilim” deyip, sorunlardan kendimi soyutlamayacağım. Damdan düşen biri olmadan önce ortopedik sorunları olanların istasyon ve garlarımızda hatta trenlerimizde ne gibi sorunlar yaşadığını ayrıntılı düşünmemiştim, düşünememiştim. Ama şimdi düşünüyorum. Çünkü yaşadıklarım beni düşünmek zorunda bırakıyor. Geçirdiğim talihsiz kazadan sonra uzunca bir zaman tekerlekli sandalyeye mahkûm kaldım. İşte bu süreçte, otobüste ya da özel araçta ayaklarımı uzatma imkânım olmadığı için Ankara’dan İzmir’e trenle gitme zorunluluğum oldu. Evimizden Ankara Garınaa gelinceye kadar yaşadığım sorunlar yukarıda tanımladığım türden sorunlardı ve en az üç aydır bu tür sorunları yaşadığım için kanıksamıştım sanırım… Ama Gara geldiğimizde yataklı kopartmana nasıl ulaşacağımı yahut nasıl ulaştırılacağımı düşündüğümde ayaklarımın bir kez daha kırıldığını hissettim desem abartmış olmam. Tekerlekli sandalye ile tren koridorunda ilerlemem sandalye boyutları elvermediği için mümkün olamıyordu, eşimin, beni kucağında götürmesi de koridor boyutları el vermediği için mümkün olmuyordu. Sonunda eşim beni meraklı gözlere ve benim direnmeme rağmen sırtında kopartmana çıkardı. Eskitme bir çerçeve içinde hüznün yansıtıldığı siyah beyaz fotoğraf karesi gibi kaldı aklımda bu anım. Türkiye’nin iki büyük şehri arasında bir engellinin yaşamak zorunda olduğu bir başka engeldi bu..! Ankara Garında örneğini gördüğümüz altgecitlerde yer alan rampaların niçin yapıldığını, ne işe yaradıklarını düşünenleriniz olmuştur. Çünkü o rampalarda değil tekerlekli sandalye kullanmak içi doluca bir valizi dahi çekiştirmek mümkün değildir. “Peki niçin yapıldı?” sorusunu, yapan ben olmadığım için ben de soruyorum ve cevabını veriyorum. Öyle zannediyorum ki yönetmelik yahut yasa gereği eksik tamamlamak için yapılmışlardı. Oysa engellinin engellerini eksik tamamlayarak değil, ihtiyaca cevap verecek imalatlar yaparak ve onu anlayarak giderebiliriz. İşte bu nokta da “damdan düşen adam” hikayesini pekiştirecek bir başka anımı dile getirmek istiyorum. 3. Bölge Müdürlüğünde işe ilk başladığım yıldı. Bölge müdürünün emriyle Alsancak’taki sosyal tesiste bir takım tadilatlar yaptırmıştım. Tadilat sonrasında işitme engelliler için öğretmen olarak görev yapan arkadaşım, lokali engelliler haftasında bir geceliğine kiralamak istediklerini söylemişti. Bu talebe ilişkin olarak prosedür çerçevesinde işlem yapılmasında yardımcı olduğum için işitme engelliler okulunun yetkilileri düzenledikleri geceye beni de davet etmişlerdi. Gittim, salona girdiğimde müzik başlamış öğrencilerin kimi tempo tutuyordu, kimi oynuyordu. Anormal bir durum yoktu. Sonra düşündüm! Bu oynayan çocuklar işitme engelliydi. Nasıl oluyor da bunlar oynaya biliyordu? Yirmibir yaşındaki toy aklım bunu tartamamıştı. Öğretmenlerden birine sordum “Öğretmenim, öğrencileriniz müziği duymuyorlarsa nasıl oynuyorlar?” Sorum karşısında şaşıran öğretmen beni daha çok şaşırtacağının bilincinde bir tebessümle “Bu da bir şey mi bizim çocuklar dün Kayahan’ın konserine gittiler, Antalya’nın görme engellileri de İzmir’i gezmeye geldiler” dedi. Öğretmenin dalga geçtiğini düşünmüş, söyleyecek bir şey bulamamıştım. Şimdi anlıyorum, işitme engelliler müziği duymuyorlardı ama engel tanımayan düşünce ile titreşimi hissediyorlardı, görme engelliler ise dünyaya gönül gözleriyle bakıyorlardı. 17 25 KASIM Kadına Yönelik Şiddetin Ortadan Kaldırılması için Mücadele Günü Özge Göncü “Çocuklarımızın, bu yoz ve zalim sistemde yetişmesine izin vermeyeceğiz. Bu sisteme karşı savaşmak zorundayız. Ben kendi adıma her şeyimi vermeye hazırım; gerekirse hayatımı da” (Patria Mercedes Mirabel 1924) cinsiyetçi dil üzerine kurulmuştur. Bunun dışında Türkiye’de medya da son dönemde bu dilin üretilmesi anlamında başat bir rol üstlenmektedir. Bu dil aynı zamanda tecavüz gibi bir cinsel sömürü ve şiddet vakasının normalleşmesine ve kanıksanmasına yol açar. Ataerkil sistem her ne kadar yüzyıllardır süregelmekte ise de, kapitalizmle bir olduğunda, “Ataerkil kapitalizm”e dönüştüğünde bu sömürünün boyutları sınır tanımamaktadır. Kadının çalışma yaşamında yer almaya başlaması ile evde zaten(!) yerine getirmek zorunda olduğu işler konusunda hiçbir değişiklik olmaz. Kapitalist sistemde kadın hem evde hem işte çalışır. Üstüne üstlük bir çok çalışma alanında aynı miktarda emek harcamasına karşılık erkek meslektaşlarından daha az sosyal güvence ve ücret karşılığında çalışır. Kadın emeği ne kadar değersizleştirilirse kapitalizm bundan o derece kar sağlar. Türkiye’de kadına yönelik şiddetin bilançosu oldukça ağır: 25 kasım 1960 günü, Dominik Cumhuriyeti’nin Santiago ve Santa Puerte kentleri arasındaki bir uçurumun kenarında 3 kız kardeş ölü olarak bulundu. Ülkenin resmi tarihi her ne kadar kaza olduğunu iddia etse de, Patria, Minerva ve Teresa, Dominik Cumhuriyeti’nin acımasız diktatörü Trujillo’ya karşı mücadele ettikleri için yok edilmişlerdi. 50 yıldır, her 25 Kasım’da tüm dünya kadınları Mirabel kardeşler ile omuz omuza; toplumsal cinsiyet eşitsizliğine, kapitalizme, ayrımcılığa, ırkçılığa, ataerkil toplumsal şiddete, aile içi şiddete ve savaşa karşı seslerini yükseltiyor. Ataerkil toplum düzeni yüzyıllardır kadını sistematik bir biçimde ezmektedir. Bu düzeni, toplumsal cinsiyet rolleri ve kurumsal yapılar (aile, devlet, din vb.) aracılığı ile tekrar tekrar üretiriz. Tıpkı kapitalizmi ürettiğimiz gibi… Bu ezilme biçimi o kadar sistematiktir, bunu o kadar kanıksamışızdır ki, çoğu zaman bunun bir “eşitsizlik”, “haksızlık” ve “sömürü” olduğunun farkında olmayız. Bu durum “normal”dir çünkü. Aslında buradaki normallik, yüzyıllardır süregelen bu sömürüye boyun eğmek ve onu yeniden üretmek demektir artık. Bu normallikler o kadar kanıksanır ki, bazen “kutsal” olarak bile adlandırılabilirler. Bu durumun kanıksanmasına yol açan en önemli etken toplumsal cinsiyettir. Toplumsal cinsiyet, biyolojik cinsiyetten farklı olarak, toplum tarafından yaratılmış davranış biçimlerini anlatmak için kullanılan bir terimdir. Örnek olarak 5 yaşında biri kız biri erkek biyolojik cinsiyete sahip iki çocuktan birinin tencere ve tava, diğerinin silah ile oynaması, biyolojik bir yönelim değil, toplumsal olarak inşa edilmiş bir yönelimdir. Bu yönelimler yıllar sonra, kadının ev işlerini yapmak zorunda olması, erkeğin ise bu konuda sorumluluk almama hakkını kendisinde görmesine yol açmaktadır. Sonuç olarak, toplumsal cinsiyet rolleri ataerkil sistemi tekrar üretmemize sebep olur. Bu sistemi üretmenin bir başka biçimi de günlük yaşamımızda kullandığımız cinsiyetçi dildir. Argo kültürü genel anlamda bu 18 Kent ve Ülke Gündemi Türkiye İstatistik Kurumu verilerine göre; - Türkiye’de kadınların %42 si yaşamın herhangi bir döneminde eşi veya birlikte olduğu kişiden fiziksel veya cinsel şiddet görüyor. - Kadınların %20 si eşi veya birlikte olduğu kişi dışındakilerden şiddet görüyor. - Orta refah düzeyindeki kadınların %42 si yaşamının herhangi bir döneminde eşi veya birlikte olduğu kişiden fiziksel veya cinsel şiddet görüyor. - Lise ve üzeri eğitim düzeyinde olan kadınların %27 si yaşamının herhangi bir döneminde eşi veya birlikte olduğu kişiden fiziksel veya cinsel şiddet görüyor.1 Bağımsız İletişim Ağı (Bianet) nın çeşitli gazete, internet sitesi ve haber ajanslarından derlediği bilgilere göre ise; Ocak’ta 16 kadın, Şubat’ta 14 kadın, Mart ‘ta 20 kadın, Nisan’da 25 kadın, Mayıs’ta 16 kadın, Haziran’da 10 kadın, Temmuz’da 23 kadın, Ağustos’ta 35 kadın, Eylül’de 17 kadın, Ekim’de 23 kadın erkekler tarafından öldürüldü.2 Tüm bu bilançonun ardından, demoratikleşen(!) Türkiye’nin, tüm ezilenler gibi kadınlar açısından da pek iç açıcı bir seyri olmadığını görüyoruz. Ve tüm bunlara karşı, çok yönlü ve kendi içinde örgütlü bir mücadele yönteminin gerekliği olduğu açık… Biz kadınlar, bu 25 Kasım’da da şiddete ve sömürüye karşı tepkimizi ve taleplerimizi haykırmak için sokaktayız… Program… Toplanma: 12.00 – Kolej Meydanı Miting: 13.00 – Sakarya Meydanı 1 2 Kadına Yönelik Aile İçi Şiddet İstatistikleri – 2008 http://www.tuik.gov.tr/kadinasiddetdagitim/kadin.zul http://bianet.org/bianet/kadin 1. Türkiye Mimarlık Tarihi Kongresi Ankara’da Gerçekleştirildi. “Su Çürüdü” Zeynep Yıldız, TMMOB Mimarlar Odası Ankara Şubesi Su nasıl bir öyküdür ki yazılıp çizilemezken bu öyküyü satarlar. “Türkiye Karanlıkta kalmasın” diye bağırarak satarlar. Hangi aydınlık suyu satar? Hangisi aydınlık, Hangisi karanlıktır? Parasu akışkanlığını keşfettiklerinden beridir, suyun tadını çaldılar hayatımızdan. Tam da avuçlarımızdan aldılar suyumuzu. Önce ağzımızı çeşmeye dayayıp kana kana avuçlarımıza dökülen suyu içmenin tadını unutturdular. Gelecek nesillerden de çaldılar bu tadı. Sonra 19 litrelik galonlarda her biri farklı marka ve ne ilginçtir ki farklı tatlarda, 5 paralık “yaşam kaynağı”… Buna da mı alıştık ne? Tabii 5 para da yetmez bir de “satacak enerji” lazım. Suyunun suyu hesabı… 1. Türkiye Mimarlık Tarihi Kongresi, ODTÜ Mimarlık Tarihi Anabilim Dalı tarafından 20-22 Ekim tarihlerinde gerçekleştirildi. Anadolu ve komşu bölgelerin mimari, kent ve yapılı çevre tarihi üzerine yeni ve özgün araştırmaların paylaşılabileceği bir akademik ortam oluşturmayı hedefleyen bu etkinlik, öncelikle, mimarlık tarihi çalışma alanına odaklanan Türkiye’deki ilk uluslararası kongre olması nedeniyle önem taşımaktaydı. Mimarlık tarihi alanında dünyaca ünlü akademisyenler arasında yer alan Pennsylvania Üniversitesi’nden Joseph Rykwert, California Üniversitesi’nden Dell Upton ve Southampton Üniversitesi’nden Dana Arnold’ın davetli olarak yaptıkları konuşmalar, katılımcıların sunuşlarına genel tartışma çerçeveleri çizdiler. Üç gün süren kongre boyunca Eskiçağ, Bizans, Osmanlı gibi dönemsel ya da İdeoloji, Teknoloji, Koruma, Konut, Kent ve Tarih Yazımı gibi tematik başlıklar altında gruplandırılan oturumlarda yetmişe yakın sunum yapıldı. Farklı disiplinlerde mimarlık tarihi alanında çalışan ve Türkiye’nin yanı sıra İran, Avusturalya, Amerika, Almanya, İtalya gibi farklı ülkelerden gelen araştırmacıların çeşitliliği dikkat çekiciydi. Prof. Dr. Suna Güven’in başkanlığını yaptığı “Türkiye’de Mimarlık Tarihi: Akademi ve İdeolojiler” konusunun tartışıldığı kapanış oturumuna Günkut Akın, Ayda Arel, Ahmet Ersoy ve Süha Özkan davetli konuşmacı olarak katıldılar; oturumun sonunda Ayla Ödekan ve Cevat Erder gibi Türkiye’de mimarlık tarihi çalışma alanına önemli katkı sağlamış akademisyenlerin yorumlarıyla da verimli bir tartışma ortamı oluştu. Kongre sürecinde sunumlarının yanı sıra, İnci Aslanoğlu’nun fotoğraflarından oluşan “1970’lerde ‘Erken Cumhuriyet Dönemi Mimarlığı’ Görüntüleri” ile Selvi ve Tolga Ünlü tarafından hazırlanan “Mersin: Bir Kent Tarihi” başlıklı sergiler ve Aydan Balamir’in derlediği “Clemens Holzmeister” kitabının tanıtımı da yer aldı. Gelecek yıllarda sürdürülmesi ve benzer etkinliklerle yaygınlaştırılması hedeflenen 1. Türkiye Mimarlık Tarihi Kongresi, Türkiye’den ve yurtdışından mimarlık tarihçileri ile farklı disiplinlerde bu alanda çalışan akademisyenleri biraraya getirerek, mimarlık tarihi çalışma alanı için ortak bir tartışma platformu oluşturması açısından öncü bir rol üstlenmiş oldu. Fırtına vadisi, İkizdere vadisi, Hemşin, Hopa, Arhavi, Çayeli Senoz, Trabzon dereleri, bu isimleri duyduğumuzda HES’ler geçiyor aklımızdan ve hayatı suyla birlikte akan insanlar, o vadilerin sahipleri, dereler özgür aksın diyenlerin “HES’lere HAYIR” çığlıkları. İnsanlar dere kenarlarındaki evlerini, bağlarını, yüzlerce yıllık ağaçlarını HES’lere kurban etmek istemediklerini haykırdılar. HES’lerin doğada bırakacağı tahribat düşünülmeden, yüzlerce HES projesiyle çevresel etüd çalışmaları yapılmadan HES inşaatlarını başlatmasıyla beraber binlerce insan dernekler ve platformlar kurarak “HES’lere HAYIR” diye haykırdı. Milli Parklar üzerinde HES’ler için verilen ilk karar olma özelliğini taşıyan Loç Vadisi için sevinirken, İkizdere’nin kurtuluşunu kutlarken, Meclise bir kanun tasarısı sunuluyor. AKP, Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu’nun elinde bulunan SİT alanı ilan etme yetkisini almak istiyor. Bunun yerine Çevre Bakanlığı’na bağlı Ulusal Biyolojik Çeşitlilik Kurulu adıyla kurulacak olan birim, SİT alanı ilan edilen alanlar, tabiat parkları ve milli parklar ile ilgili bütün kararları alma yetkisini elinde bulunduracak. Hesaplarını kurarak, kurullarını kuranlar hangi aydınlıktan söz edebilirler? Doğal SİT alanlarını inceleyerek, SİT alanı olmaktan çıkararak dereleri, vadileri, rant kapısı gibi görenler “En çevreci çevre bakanı benim “ diyerek çıktılar karşımıza. Bu kadar da ‘bakan’ olunmaz. “Enerjiye ihtiyaç var.” diyorlar. Enerji tabii ki ihtiyaçtır. Tahrip edilen bu tabiat da dünyanın, insanların ve canlıların,ihtiyacıdır. Bu tabiat da ne yazık ki kapitalist sistemin “tabiatı”dır. Önce “ihtiyaç” yaratılıyor, sonra “ihtiyaç” pazarlanıp satılıyor, derken başka ihtiyaçlar çıkıyor. Bir nevi su çürüyor… 19 Sinop’ta Kent, Kültür ve Demokrasi Forumu Z. Ebru Aksoy TMMOB Mimarlar Odası Genel Merkezi’nin “toplum hizmetinde bir mimarlık için” başlığıyla başlattığı Kent, Kültür ve Demokrasi Forumu’nun ilk buluşması 1-2 Ekim 2010’da Sinop’ta gerçekleşti. İçinde bulunduğumuz ekonomik, toplumsal ve kültürel krizi, ülkemizin kültürel ve tarihi değerlerinden beslenerek, kent ve toplum örgütlenmeleri, kültür, bilim ve sanat insanları ile birlikte değerlendirmeyi amaçlayan Forum’un diğer buluşmaları Aralık 2010’da Hatay’da, Mayıs 2011’de Van’da, son buluşma ise Ekim 2011’de İstanbul’da düzenlenecek. Katılımcıların çeşitliliği, konuların dar bir mimar(cı)lık penceresinden değil de, bütüncül bakış açısıyla genel bir kültür – mekân perspektifinden ele alınması ve mimarlık pratiği dışından, mekânı ve kültürü oluşturan, kullanan ve okuyan pek çok alanın temsilcilerinin heyecanları oldukça etkileyiciydi. Sonuçta hep aynı sorunun farklı yüzlerini tartışmıyor muyuz? dürü Fuat Dereli, Sinop’un benzersiz doğal yapısına, uzun yıllar yaptığı araştırma ve etkinliklerle son derece hakim olan ve sağlıklı, dengeli doğal ortamlar yaratılması / korunması adına pek çok girişimde bulunmuş çevre aktivisti, Sinop Çevre Dostları Derneği’nden Hale Oğuz, Sinop Hemşerilik ve Dostluk Derneği Başkanı Özer Gürbüz konuşmalarıyla bize Sinop’u ve Sinopluyu anlattılar. Bu üç sürükleyici sunuşun yanında Sinop İl Kültür Müdürü Hikmet Tosun’un fiili turizm müdürü olarak çalıştığını, muhtemelen kendisinden de bu konuda raporlar beklendiğini algıladım. Katılımcılara da yaptığı sunuş sadece farklı bölge ve uzmanlık alanlarındaki “turizm tesisleri”, bunların planlanması, izinleri, sayıları gibi konular üzerineydi. Neyse ki oturumun son konuşmasını yapan Özer Gürbüz, Sinopluyu, Sinop’un geleneklerini, bu gelenekleri yaşatmak için yaptıkları çalışmaları anlatarak, izleyicilerin kentteki çok çeşitli kültür birikimine olan merakını uyandırdı. Açılış oturumu, Kent, Bölge ve Ülke oturumlarının izlediği ve sonunda Büyük Forum’la nihayetlenen Forum’un 2 gün için oldukça yoğun bir gündemi vardı. Açılış oturumunda, Mimarlar Odası Sinop Temsilciliği Başkanı İsmet Aydın ve Mimarlar Odası Samsun Şubesi Başkanı Selami Özçelik, tüm dünya gibi Türkiye’de de yaşanmakta olan sosyoekonomik baskı ve şekillendirme çabalarını hem ülke genelinde ve hem de Sinop özelinde dile getirdiler. Gelişme, ekonomik refah gibi yaklaşımlarla kültürel ve doğal değerlerimize yönelik yıkıcı politikalara dikkat çektiler, uygulamalardan Sinop özelinde örnekler verdiler. Açılış oturumunun son konuşmasını yapan ve forumun gerçekleştirilmesine mekân sağlayarak katkıda bulunan Sinop Valisi Mustafa Hakan Güvençer, samimi ve rahat konuşmasında, tüm eleştiri ve değerlendirmeleri takip ettiklerini söyleyerek, ancak sonuçta Sinop’un gelişim aşamasında olduğunu, çok yakında Sinop’ta kapsamlı bir “gelişim” süreci başlayacağını ve buna engel olmanın doğru (ve olanaklı da) olmadığını ifade etti. Mimarlığın mühendislikle karışık, kendine özgü bir tanımını da yapan Güvençer’in konuşmasından, mimarlardan bu gelişim sürecinde “hizmet sağlayıcı” olarak destek beklediği sonucuna vardım. Kent Oturumu’nda kendine özgü coğrafyasından beslenen özgün kültürü ile Sinop tanıtıldı. Geçmişte meraklanıp da gidemediğim bu kent, her açıdan büyüleyici. Henüz kenti gezmeden yapılan sunuşların zamanlaması iyi, ayırılan süre biraz kısaydı. Kendisi de bir Gerze / Sinop’lu olan ve kente tutkun Müze Mü- 20 Kent ve Ülke Gündemi Sinop’tan Bütüne... Bölge ve Ülke oturumlarında aslında özünde aynı olan sorunların nasıl farklı mekânlarda, kentlerde yaşanmakta olduğunu algılamamızı sağladı. Çok acıdır ki bugün ülkemizde pek çok yerde aynı senaryolar oynanıyor. Tamamen betonla kaplanması tam da o günlerde devam eden ve bilim insanları ile kamuoyu ve basının kazı alanına alınmadığı Allianoi antik kenti kazı ekibinden Ahmet Yaraş’ın sunuşu, Allianoi’de yapılan kültürel linçi zihinlerimize kazıdı maalesef. Evet, gelişme / değişme, uygarlığın doğal yürüyüşü. Ama “gelişme” adıyla yapılan gerilemeyi, yıkımı, “yoketme”yi, yoketme kültürünün desteklenmesini anlamak, anlamlandırmak olanaklı değil... Ya da belki olanaklı. Hatice Kurtuluş, “Mekân-Kültür-Politika” başlıklı sunuşunda toplumbilim bakış açısına açılarak, Simmel ve Bourdieu’yü anımsatıp kültür-mekân ilişkisine önceden anlatılanlar ışığında tekrar bakmamızı sağladı. “Mekânın ruhu kültür” ve “kültürün bedeni mekân”... Kurtuluş’un terminolojisiyle, modern mimarlığın mekânında ortak kimlik ve kültür üretimi, faşist mimaride modern insana karşı devlet yaklaşımına dönüştü. Sosyal refah devletinde “kavgaya gerek yok, herkese yer var” anlayışı hâkimken, içinde bulunduğumuz kapitalizmin yeni liberal evresinde artık “Herşey Satılık”, kentler ve kimlikler bile. Kentsel ayrışma ile kültür de çözülüyor, karakter aşınıyor. Ruh parçalanınca beden de çözünüyor ve beden çözününce ruh daha da kimliksizleşiyor. Mekân fetişizmi ile “kullan - at” mekânlar oluşturuluyor. Gündelik yaşam mekânının sürekli üretimi ve tüketimini, “kimliksizliğin hafifliği”ni, kültürel mirasın soyut mekân olarak yeniden üretimi ve tüketimi ile “kimliğin pazarlanması”nı yaşıyoruz. İstemesek bile bu süreci içselleştirmemek olanaklı mı? Kültürün bedeni olarak mimarlık aracılığı ile kentleri sosyo-ekonomik alanda okumaya, anlamaya, yorumlamaya, “geliştirmeye” halen şansımız kaldı mı? Tam da bu noktada, yeni liberal kapitalizmin parçalara bölüp satma düzeni ve kültürel / mekânsal çözülmeyle nasıl başetmek gerektiğini yeniden düşünmeye başlamışken, Aykut Çoban, “Sınıfsal Açıdan Ekolojik Mücadele” konuşması ile ekolojik sorunların, oluşumu, etkilenenler ve sonuçları bakımından sınıfsal olduğunu, ekolojik mücadelenin de yeni liberal ortamın dışına çıktığı zaman daha başarılı olacağını dile getirdi. Ekolojik, yani doğal dengeye uyumu gözeten “gelişim”i gerçekleştirebilmek, mekânı ve onun ruhunu - kültürü koruyan, geliştiren yaklaşımları kurgulayabilmek için demokrasi gelişkinliğinin önemini vurguladı. bir mimarlık için” vurgusu ve ülkenin çok kültürlü, çok değişik bölgelerinde buluşmaların planlanmış olması, süregelen bir tartışma ortamının yaratılabileceği umudunu doğuruyor. Buluşmalar, Mimarlar Odası’nın tüm örgütünden temsilcilerin de biraraya gelmesi için bir fırsat oluşturuyor. Ancak buluşulan kent ve kentlilerle daha zengin bir iletişime girilmesini sağlamak için zaman planlamasında gözönünde bulundurulabilir. Oturumların da sunuşun ötesinde katılımcı platformlar haline gelmesini sağlamak iyi olabilir. Gözlemim, Türkiye’deki hemen tüm Mimarlar Odası örgütü temsilcilerinin, konuşmaya, tartışmaya çok ilgili oldukları. Tartışılarak iletişim, etkileşim ve zamanla ilerleme sağlamak adına, ilk aşamada üyelerin kendilerini ifade etmelerine yeterli süre ayırmak önem kazanıyor görüşümce. Oturumlara kentlilerin de daha çok katılmasını sağlamak ise konunun bir başka boyutu. Misafir mimarlar için de kentliler için de çok değerli olan kendini ifade ve görüş alışverişi yapma sürelerinin, başta Büyük Forum olmak üzere daha rahat planlanması, aynı zamanda, katılımcı mimarların en azından bir bölümü açısından sürecin devamlılığının sağlanması, Kasım 2011’de planlanan İstanbul Buluşması’nın da daha verimli geçmesini sağlayacaktır. Son bir tespit olarak, Sinop örneği, bazı sunuşların, daha kısa sunuş süresi ve sergi / afiş desteği ile yapılabileceğini akla getirdi. Olabilecekler bir yana, yapılan çalışmalar için tüm ilgililere teşekkürler. Sinop Buluşması sanırım kültür – mekân, mimar toplum birlikteliği için somut adımlar atıldığına ilişkin umutlar doğurduğu gibi, sanırım tüm katılımcıları Sinop destekçisi yaptı. Sinop’la ilgili bilgi, belge, görüş ve anılarınızı dergimizde hepimizle paylaşmanız ve Sinop’a çok ihtiyaç duyduğu desteği biraz da Mimarlar Odası Ankara Şubesi kanalıyla iletebilmemiz dileğiyle… Bu üç oturum, içerik planlaması ve katılımcıların değerli katkılarıyla ilk günün çok dolu ve ufuk açıcı geçmesini sağladı. Olası başka bir forum planlamasında, bu üç oturum için bir günden daha fazla zaman ayırılması iyi olabilir. Üç oturumun da tek bir günde bitirilme telaşı, bazı konuşmacılara gereken uzunlukta zaman ayırılamamasına ve oturum sonlarında, “Forum”dan bekleyeceğimiz tartışma ortamının oluşamamasına neden oldu. İlk gün daha çok yoğun bir sunuş günü olarak tamamlandı. Ertesi gün yağmur altında eşsiz kent Sinop’u Müze Müdürü Fuat Dereli ve Sinop Çevre Dostları Derneği Başkanı Hale Oğuz gezdirdiler. Yine, bunca iyi düşünülmüş bir programda, gezi için biraz daha rahat zaman ayırmak bir sonraki buluşma için düşünülebilir belki. Gezi hem telaşlı, hem yağış altında olunca aynı gün akşam da çoğunluk Sinop’tan ayrılacağı için Büyük Forum’a katılım olabileceğinin çok altında oldu. Genel yaklaşım ve düzenleme olarak bakıldığında, Mimarlar Odası Genel Merkezi’nin bu girişiminin oldukça başarılı bir ilk adım olduğunu düşünüyorum. Özellikle “toplum hizmetinde 21 BASIN AÇIKLAMASI “Dünya Konut Günü” Her yıl Ekim ayının ilk Pazartesi günü kutlanan Dünya Mimarlık Günü ve Dünya Habitat Günü’nü teması “Daha İyi Kentler, Daha İyi Yaşamlar” olarak belirlemiştir. TMMOB Mimarlar Odası Ankara Şubesi olarak Dünya Mimarlık Günü dolayısıyla hazırladığımız aşağıdaki açıklamamızı basınımıza duyururuz. Ne yazık ki günümüz siyasal koşulları ve iktidarın uygulamaları, bize böyle bir günde olumlu değerlendirmeler yapma olanağı vermiyor... - Sermaye ve siyasi iktidar kentleri kendi çıkarlarına göre şekillendirmektedir. - İktidar, kent toprakları üzerinde karar verme yetkisini tekelinde toplamaya ve her türlü denetimden kaçırmaya çalışmaktadır. - ‘Kentsel Dönüşüm’ projeleri ile yoksullar kent dışına sürülmektedir. Kentsel dönüşüm uygulamaları kentliler dışlanarak, çağdaş demokrasinin vazgeçilmez unsurlarından “katılım” sağlanmadan gerçekleştirilmektedir. - İktidar çevreleri mimariye de müdahale etmeye, yer yer Selçuklu ve Osmanlı mimarisini geri getirmeye, mesleğin özgür, yaratıcı, çağdaş gelişmesinin önüne geçmeye kalkışmaktadır. - Kentlerimiz, insan odaklı değil, planlı kentleşmeden tamamen uzak bir şekilde, araç öncelikli olarak gelişmektedir. Yaya hakları yok sayılmakta, kentsel çevremiz giderek yaşlılar ve engelliler, anneler ve anne adayları ile çocuklar düşünülmeden, kentsel standartlar gözetilmeden şekillenmektedir. Kentte sosyal eşitlik ve adalet gerçekleşmedikçe, sağlıklı bir kentleşme ve başarılı bir mimarlıktan söz edilemez. Kaldı ki, başarılı birer mimar olmak umudu ile üniversitelere kaydolan mimarlık öğrencilerinin eğitimde karşılaştıkları sorunlar, uygulamada karşılaştıklarımızın adeta habercisi gibidir. Hesapsızca, düşünülmeden, altyapı, donanım ve eğitim kadrosu eksikleri ve hatta yoklukları ile açılan okullarda gençler zorluk ve yetersizlik içinde eğitim almaya çalışmaktadırlar. Mimarlık eğitimi, bugün yüksek eğitimde yaşanan genel bunalımın ve yozlaşmanın etkisi altındadır. Türkiye’de eğitime, artık paranın saltanatı ve yolsuzluklar egemen olmuştur. Yüksek eğitimin önemli bir bölümü yeniden paralı hale getirilmiş, giriş sınavları sisteminin yarattığı hazırlık kurslarıyla ülke çapında yaygın bir ticaretin, yeni bir kitlesel soygunun yolu açılmıştır. Sınav yolsuzluklarına şimdi bir de ‘sahte diploma’ yolsuzluğu eklenmiştir. Bu koşullar altında “daha iyi kentler, daha iyi yaşamlar” hayalimizin bir gün gerçekleşeceğine dair umudumuz giderek yok olmaktadır. TMMOB Mimarlar Odası Ankara Şubesi 41. Dönem Yönetim Kurulu 22 Basın Açıklaması UIA Çocuk ve Mimarlık Altın Küp Ödülleri: “Gençlerin Mimarlık Bilinçlerinin Geliştirilmesi” önerilecek. İkinci aşamada ise uluslararası jüri ödül verilecek adayları belirleyecek. Sonuçlar 25-29 Eylül 2011’de Tokyo’da gerçekleştirilecek olan 24. UIA Kongresi’nde açıklanacak. Ödüle layık görülen kişi ve kurumlar, bir ödül belgesi ve/veya belirlenecek özel bir ödülün sahibi olacaklar. Ayrıca ödül alan ve başarılı bulunan projeler, Tokyo Kongresi’nde sergilenecek. Uluslararası Mimarlar Birliği (UIA) Çocuk ve Mimarlık Çalışma Programı, çocukların ve gençlerin mimarlık bilinçlerinin geliştirilmesinde rol alan kişi ve kuruluşları ödüllendirmek amacıyla, UIA Çocuk ve Mimarlık Altın Küp Ödülleri adı verilen uluslararası bir ödül programı düzenliyor. Ödül programına Türkiye’den katılacak kişi ve kuruluşların, başvurularını ulusal aşamayı yürütecek olan Mimarlar Odası’na iletmeleri bekleniyor. UIA, çocukların ve gençlerin mimarlık, kent ve sürdürülebilir gelişime ilişkin bilinçlerinin geliştirilmesini acil ve önemli bir hedef olarak görüyor. Bu konuda bilinçli olarak yetişen vatandaşların, ileriki yaşamlarında kentleri ve yaşam çevrelerini şekillendiren politik, ekonomik ve sosyal stratejilerin oluşumunda seslerini duyurabilecek ve bu stratejileri etkileyebilecek bireyler olacaklarına inanıyor. Altın Küp Ödülleri’ne katılımda bulmak isteyen kişi veya kuruluşların, okul öncesinden 18 yaşına kadar olan çocuklar ve gençlerin mimarlık tasarımı ve çevreyi oluşturan süreçleri anlamaları için tasarlamış oldukları etkinlikleri, strüktürleri veya ürünleri, ödül şartnamesinde belirtilen şekilde ulusal meslek örgütlerine iletmeleri gerekiyor. Türkiye’de ödül programına adaylık dosyalarının Mimarlar Odası’na gönderilmesi için son tarih 1 Ocak 2011 olarak belirlendi. UIA Altın Küp Ödülleri, katılımcıların yeni projeler üretmelerini öngören bir yarışma değil: 1 Ocak 2007 ile 1 Ocak 2011 tarihleri arasında sürdürülmüş veya sonuçlandırılmış olan etkinlikler veya çalışmaları kapsıyor. Ödül verilecek kategoriler şöyle tanımlanıyor: okullar (yöneticiler, öğretmenler, öğrenciler), kuruluşlar (dernekler, vakıflar, müzeler) ve medya (yazılı basın, görsel/işitsel medya). Ödül programı iki aşamalı olarak gerçekleştirilecek: UIA Ulusal Kesimleri tarafından yürütülecek olan ilk aşamada, her ülkeden her kategori için birer aday seçilerek uluslararası jüriye Takvim Haziran 2010: Ödül programının Türkiye’deki duyurusu 1 Ekim 2010: Ödüller hakkındaki soruların gönderilmesi için son tarih 1 Kasım 2010: Sık sorulan soruların, uluslararası organizatörler tarafından cevaplanması 1 Ocak 2011: Türkiye’den başvuru yapacakların başvurularını Mimarlar Odası’na iletilmesi için son tarih Ocak 2011: Türkiye ulusal jüri toplantısı Şubat 2011: Türkiye’den uluslararası aşamaya gönderilmesine karar verilen ödül adaylarının duyurulması ve UIA’ya bildirilmesi 15 Mart 2011: Mimarlar Odası ve diğer UIA Üye Kesimleri’nin ulusal jüri kararlarını UIA’ya bildirmeleri için son tarih Nisan 2011: Uluslararası ödül jürisinin toplanması ve ödül sahiplerinin açıklanması Eylül 2011: UIA 2011 Tokyo Kongresi / Ödül töreni Başvuru belgelerinin tümüne ve ödül programıyla ilgili güncel bilgilere, Türkçe ve İngilizce olarak www.mo.org. tr/goldencubesaward sayfasından ulaşılabilmektedir. Türkiye’den yapılacak başvurularda, aday formu ve poster hem yazılı hem dijital ortamda, Türkçe ve İngilizce olmak üzere ikişer ayrı kopya olarak gönderilmelidir. Ödül programına Türkiye’den başvuracak kişi ve kurumların soruları ve başvuru dosyalarını göndermeleri için: Zeynep Uysal Altın Küpler Ödül Sekreteryası Mimarlar Odası Genel Merkezi T: 0 312 417 37 27 F: 0 312 418 03 61 E: info@mo.org.tr A: TMMOB Mimarlar Odası Konur Sokak 4/2 Yenişehir 06650 ANKARA www.mo.org.tr 23 EĞİTİM Yök Kaldırılsın! 12 Eylül 1980 askeri darbesiyle birlikte kurulan Yüksek Öğrenim Kurumu, uzunca bir dönem darbeci generallerin elinde baskı ve zor aracı olarak varlığını sürdürmüştür. YÖK, bugün AKP eliyle yeni liberal politikaların en fütursuz uygulayıcısı ve baskı aracı olarak üniversitelerin üstünde bir karabasan gibi çökmeye devam etmektedir. YÖK’le birlikte, Har(a)çlarla başlayarak eğitim parça parça özelleştirilip, üniversiteler ticarethaneye çevriliyor. Barınma, ulaşım, beslenme gibi en temel ihtiyaçları karşılamak bile öğrenciler için çileye dönüşüyor. Düşünen, sorgulayan bir üniversite yerine itaatçı bir eğitim kültürü oluşuyor. Soruşturmalar ve cezalarla, polis ve ÖGB ile üniversitenin sesi kısılmaya çalışıyor. Bir yandan toplulukların çalışma mekânları ellerinden alınırken, sivil polislere yer tahsis edilmeye çalışılıyor. Üniversite eğitimini sermayenin ihtiyaçlarına göre şekillendirerek, toplumsal çıkarlar geri plana itiliyor. Kişisel gelişim adı altında öğrencilere bireysel kurtuluş pompalanıyor ve bencilleştiriliyor. Peki ya geleceğimiz? Üniversitede eğitimin niteliğinin tartışılmasını bir kenara bırakan YÖK, diplomalarımızdan “mühendis” unvanını çıkararak yetkilendirme, belgelendirme gibi uygulamalar getiriyor. Üniversite kapısından çıktıktan sonra da paralı eğitime devam diyor. Altyapıyı düşünmeyerek üniversite kurmakta hız kesmeyen AKP ise işsizlik konusunda ne diyor? Recep Tayyip Erdoğan 2 Kasım’da TOBB’da yaptığı konuşmada kendi soruyor ve cevaplıyor: “Üniversiteli işsizler mi olacak? Olsun da üniversiteli işsiz olsun.” Ne istiyoruz? Bütün ayrımcılıkların, asimilasyon ve inkârın son bulduğu, eğitim hakkının cüzdana sığdırılmadığı eşit, parasız, bilimsel, anadilde eğitim istiyoruz! Toplumsal bilgi üretebilmek için fikirlerin özgürce ifade edilebildiği üniversiteler istiyoruz! Öğrencilerin, üniversite çalışanlarının üniversite yönetiminde söz sahibi olduğu demokratik üniversite istiyoruz! Kampüslerimizi kışlaya, öğrenciyi müşteriye dönüştüren, geleceğimizi karartan YÖK kaldırılsın! Topluma ve mesleğe karşı sorumluluk duyan mimar, mühendis ve şehir bölge planlamacılığı öğrencilerini sözümüzü büyütmeye çağırıyoruz. Postalla gelen YÖK, örgütlü mücadelemiz ile gidecektir. EMO, JeoGenç, Mimarlar Odası Öğrenci Komisyonu (MOGenç) , Genç Madenci 24 Eğiitim 25 Fotoğraf: Ebru Aksoy, Ankara, Ağustos 2010 ÖZEL BÖLÜM Mimarlığın Sosyal Forumu 2010 Sinem Yıldırım “Sonunda büyük kentin görüntüsü yavaş yavaş değişmeye başladı. Eski mahalleler yıkıldı, yeni evler yapıldı. Gereksiz bulunan şeyler kaldırıldı. İçlerinde oturacak kişilere uygun olup olmadıklarına bakılmadan herkes için örnek evler yapıldı. Büyük kentin kuzeyinde şimdi dev gibi yeni binalarla bir mahalle kurulmuştu. Birbirinin tıpkısı olan kışla gibi dört köşe yapılar sıra sıra uzanıyordu. Evler aynı olduğu için sokaklar da birbirine benziyordu. Bu tek tip yollar çoğala çoğala ufka kadar dayandılar.” Michael Ende / Momo Michael Ende’nin Momo’sunda böyle tasvir ediliyordu kül rengi yüzleri, örümcek ağını anımsatan elbiseleri ve gri melon şapkalarıyla Duman Adamların yeni zaman kenti. Dev binalara binalar eklenirken, ihtiyaçlar ve haklar büyük kazançlar karşısında yok sayılıyor, yaşam Duman Adamların tekelinde değişiyor ve insanlar kanıksamaya mahkûm ediliyorlardı. Yenidünya düzeninden tek kişi kaygı duyuyordu… Momo… Mimarlığın Sosyal Forumu aynı kaygıları taşıyan Mimarlar Odası Ankara Şubesi tarafından 20–23 Ekim 2010 tarihleri arasında Türkiye’den ve dünyadan birçok katılımcıyla Ankara’da gerçekleştirildi. 2007 yılında “Herkes İçin Mimarlık” ve Başka Bir Mimarlık Mümkün” sloganlarıyla çalışmalarına başlanan; kolektif bilincin geliştirilmesi, ekonomik ve siyasi politikaların neden olduğu mekânsal kriz konusunda edinilen deneyimlerin paylaşılması ve bu konu çerçevesinde ortaya çıkan farkındalıkların geliştirilmesi amaçlanan Forum boyunca çok sayıda oturum, atölye, sergi ile kültürel ve sosyal etkinlik düzenlendi. Forum açılışı, 20 Ekim 2010 tarihinde Mimarlar Odası Ritim Atölyesi’nin Sakarya Caddesi’nde gerçekleştirdiği “Kentin Sesi” performansının ardından, Sahne Dışı ekibi tarafından “insanın kapitalist bir kentte nesneleşmesi” temasıyla hazırlanan sokak performansıyla, yapıldı. Etkinlik Bandista’nın kent ve kentli için söylediği şarkılarla sona erdi. Perşembe günü açılış konuşmalarının ardından farklı konu başlıkları altında süren oturumlara başlandı. Bir moderator eşliğinde üç farklı salonda devam eden oturumlarda toplumsal mimarlıktan, mekanda cinsiyet ayrımcılığına; rant amaçlı kentsel 26 Özel Bölüm - Mimarlığın Sosyal Forumu 2010 dönüşüm uygulamalarından, koruma ve kültürel mirasa, insan ve barınma hakkından, savaşa ve kentsel şiddete kadar mimarlığın temas ettiği konular konuşmacılar ve katılımcılar tarafından tartışıldı. Ana konuşmacılar arasında 1999 – 2002 arasında UIA başkanlığı yapmış olan Vassilis Sgoutas, 1987–1989 yıllarında RIBA Başkanlığı ve 1988–1991 yıllarında UIA Başkanlığı görevlerini üstlenen Rod Hackney, “Kent ve Halk” “Kent Üzerine Alternatif Düşünceler” kitabının yazarı Jean Robert, Eyal Weizman ve “Cins Cins Mekân” kitabının derleyeni Ayten Alkan da vardı. Forum süresince mevcut sorunları çok yönlü ve disiplinler arası bir bakış açısıyla irdelemek amacı ile 400’den fazla katılımcıyla 22 atölye düzenlendi. Atölyeler kapsamında rantsal dönüşüm için göz dikilen Mamak’ta Dostlar Mahallesi’nde Ankara’nın tek ayakta kalan açık hava sineması mahalle halkıyla birlikte yenilenirken, Dikmen halkıyla gecekondu bölgesinde nasıl kamusal alan oluşturabileceği tartışıldı. Çocuklarla beraber müzik park tasarımına başlanıldı. Kentlerin kurulumunda etkin heteroseksist politikalar ve mekânlardaki cinsiyet ayrımcılığı hakkında deneyimlerini ve birikimlerini paylaşmak üzere insanlar bir araya geldi. Ulus’taki gündelik hayatın yansımaları Kızılay’a taşınırken Afsad hocaları yürütücülüğünde fotoğraflar çekilerek 2010 Ankara’sı belgelendi. Mimarlığın Sosyal Forumu 2010 Kocatepe Kültür Merkezi’nde yapılan atölye sunumları ile STK’ların konuşmaları ardından, Sakarya Caddesi’ne yapılan dövizli, davullu forum yürüyüşü ve Ahu Sağlam konseri ile bu yılki kapanışını yaptı. 27 Açılış Konuşması Bülent Batuman, Sekreter Üye, TMMOB Mimarlar Odası Ankara Şubesi Mimarlığın Sosyal Forumu’nun değerli katılımcıları, hepinizi dostlukla selamlıyor ve hoşgeldiniz diyorum. Forum’u açarken, sizlere kısaca bu etkinliği düzenleme fikrinin ortaya çıkışından bahsetmek istiyorum. Bildiğiniz gibi, sosyal forum fikrinin yaklaşık on yıllık bir geçmişi bulunuyor. Neoliberal kapitalizmin küresel saldırısı karşısında önce küreselleşme karşıtı hareket olarak ortaya çıkan ve kısa sürede alternatif kürselleşme hareketlerini tetikleyen bir direniş süreci yaşandı. 1999’da Seattle’da ve 2001’de Cenova’da yaşananlar dünyanın her yerinde olduğu gibi Türkiye’de de büyük bir heyecan yarattı. Özellikle 11 Eylül sonrasında savaş karşıtı harekete evrilen küreselleşme karşıtı hareket, ABD emperyalizmine en büyük darbelerden birini Türkiye’de gelişen ve parlamentonun ABD askeri müdahalesine destek vermesinin önünü kesen muhalefetle vurdu. İşte bir yandan bu küresel mücadelenin parçası olma duygusunun ürünüdür Mimarlığın Sosyal Forumu. 28 Özel Bölüm - Mimarlığın Sosyal Forumu 2010 Öte yandan, Türkiye kentleri yaklaşık 30 yıldır neoliberal dönüşümün sancılarını ve sonuçlarını deneyliyor. Yıllar içerisinde bir yandan belediye hizmetlerinin özelleştirilmesi sonucu kentli tüketicilerin yaşam koşulları ağırlaştı, diğer yandan emek düşmanı uygulamalarla emekçilerin çalışma koşulları güvencesizleştirildi. Yerel yönetim mekanizması giderek kentlilerin yaşam maliyetlerini sübavanse eden bir yapıdan, kaynak aktarımı yoluyla orta ölçekli sermaye birikiminin başlıca aracı haline geldi. Bütün bunların yanında, neoliberal birikim rejiminin dünyanın farklı yerlerinde uyguladığı bir yöntem olarak kent mekânı sermaye birikiminin en gözde vasıtası oldu. Belediyelerin borçlanma yoluyla kontrol edebildikleri kaynakların 30 yıl önce hayal bile edilemeyecek düzeylere çıkması, kentsel dönüşüm kavramının yoksulların yaşam alanlarına yasal bir saldırı aracı olarak hayata geçirilmesinin önünü açtı. Türkiye kentlerinin hepsi kent mekanı üzerinden yaratılan rant ve onun paylaşımı yoluyla oluşan sermaye birikim sürecine teslim edilirken, özellikle büyük kentlerde yaşayan kent yoksulları sermayenin ruhsuz mantığı uyarınca yerlerinden edildi, yaşam alanları seçkinleştirilerek burjuvazinin yeni güvenlikli sitelerine yer açıldı. İşte bir yandan da bu yerel saldırının ve buna karşı tabandan gelişen kentsel hareketlerin yarattığı kentsel gerilimin ürünüdür Mimarlığın Sosyal Forumu. Zira 50 yıldan fazla onurlu tarihi ile Türkiye’li mimarların örgütü Mimarlar Odası, daima toplum çıkarlarını savunmuş, toplumsal muhalefetin önemli bir bileşeni olmuştur. Varlık nedenini mesleki çıkarlar yerine toplumun barınma ve sağlıklı çevrelerde yaşama hakkını savunmak üzerine kurmuş olan örgütümüz, Türkiye’nin hızlı kentleşme macerasının en önemli siyasal aktörlerinden biri olmuş, 60’ların sonunda Boğaz Köprüsü’ne karşı çıkmış, 90’ların ortalarında, yerinden edilmelerin en trajik biçimlerinden birini yaşayan Kürt metropollerine yeni yaşam çevreleri üretebilmek amacıyla projeler önermiştir. Bu sayede egemenlerin nefretini, özellikle kentli kitlelerin ise saygısını hak ederek kazanmıştır. İşte bir yandan da bu tarihsel mirasın ürünüdür Mimarlığın Sosyal Forumu. Bugün Türkiye’de mimarlık, burjuva hedonizminin imajlar dünyasının bir parçası olma aşamasına gelmiş bulunuyor. İlk kez mimari imgeler televizyon reklamlarına konu oluyor, mimarlar pazarlama mekanizmasının uzantısı haline geliyor. Mekânsal deneyimlerimiz ve tahayyülümüz böylesi mimari imgelere tabi kılınıyor. Mimari imaj, paranın öteki yüzü haline geliyor, bütün mekânların parasal dolaşıma girmesini sağlayan soyut, genel eşleniğe dönüşüyor. Mimarlık eğitimi ve mimarlık medyası, meta fetişizminin baştan çıkarıcı etkisi altında, mimarı ve mimarlık eylemini gerçeküstü ve mistik bir kılığa büründürüyor. İşte bir yandan da bu ideolojik saldırı karşısında toplumsal mimarlığın tariflenmesi ve savunulması ihtiyacının ürünüdür Mimarlığın Sosyal Forumu. 2007 yılından bu yana, Mimarlar Odası Ankara Şubesi her yıl düzenlediği Mimarlık Haftası etkinliklerini “Mimarlığın Sosyal Forumu’na Doğru” üst başlığı ile düzenlemekte. 2007’de “toplumsal mimarlık”, 2008’de “yerel yönetimler” ve 2009’da “kriz ve mimarlık” konuları çerçevesinde yapılan etkinlikler, hem mimarlarla kentlileri, hem de Ankara’da bulunan ve kentsel sorunlara duyarlı farklı örgütleri bir araya getirmeye hizmet etti. Forum oturumları kapsamında detaylarıyla izleme fırsatı bulacağınız etkinlikler aracılığıyla kentsel dönüşüme alternatif hayaller kurmaya, ilköğretim çağındaki çocuklarla birlikte mimarlık üretmeye, belediye seçimlerinde flash-mob eylemlerle kurumsal kimliğimizin ötesine uzanan kampanyalar düzenlemeye soyunduk. İşte bir yandan da bu birkaç yıllık yoğun hazırlık sürecinin ürünüdür Mimarlığın Sosyal Forumu. Türkiye’de ekonominin neoliberalleşmesine paralel olarak küresel finans ağının önemli bir düğüm noktası ve Türkiye sermayesinin merkezi olan İstanbul büyük bir hızla ülke kaynaklarını soğurmakta. İstanbul’un seçkinleri kentin bir yandan uluslararası ekonomisiyle tüm ülkeye, bir yandan da kentte biriken zenginliğin tüm kente fayda sağladığını vaaz etmekte. Oysa İstanbul zenginleştikçe İstanbul’un ezilenleri daha da yoksullaşıyor. İstanbul sosyal, kültürel ve beşeri tüm kaynakları emdikçe, kentler yoksunlaşıyor. Ankara, özellikle devlet işlevlerine bağımlılığı nedeniyle bu yoksunlaşmadan payına düşeni fazlasıyla alıyor. Dahası, ekonomi odaklı neoliberal bir Türkiye’nin fiili ve hayali başkenti İstanbul karşısında Ankara, yaşadığı düşüşe paralel olarak milliyetçi ve devletçi bir nostaljinin pençesinde kıvranıyor. İşte bir yandan da, bu gidişat karşısında Ankara’nın muhalif bir kültür odağı olma inadının ürünüdür Mimarlığın Sosyal Forumu. Kentleşme ve çevre sorunları, sosyal forumların hemen hepsinde önemli bir gündem maddesi. Yine bu konular etrafında örgütlenmiş bulunan grup ve örgütler, sosyal forumların önemli bileşenleri durumundalar. Zira yoksulların konut ve çevre koşulları dünyanın hemen her yerinde ciddi bir problem olarak görülüyor. Dahası, bu problem, özellikle neoliberalizmin hüküm sürdüğü bir dünyada çözülmesi pek mümkün görünmeyen bir nitelikte. Bu sorunların özel olarak ele alınacağı bir siyasal platformun kurulması elzem. Böylesi bir platformun, kentleşme ve çevre sorunlarının “tarafı” olan –bu sorunlara yoksulların ve ezilenlerin tarafından bakan– tüm aktörleri bir araya toplayan bir sosyal forum olması gerekli. Burada önemli bir nokta, mekânın siyasallığından hareket eden bir sosyal forumun siyasetin mekânsallığını da dikkate alması gereğidir. İşte bir yandan da, kenti, siyaset üretmenin mekânsal biçimlerinin araştırılacağı bir laboratuara çevirme arzusunun ürünüdür Mimarlığın Sosyal Forumu. Forum çağrı metninin kaleme alınışının üzerinden bir yıl geçti. Bir yıl önce bugünlerde Forum Danışma Kurulu üyeleri kentlere ve yoksulluğa, eşitsizliğe ve adaletsizliğe ilişkin sözlerini kolektif bir metin haline dönüştürüyordu. Bugün ise çağrımızın yankısını dinlemek için buradayız. Sesimize katılan seslerle güçlenmek ve güçlü sesimizle haykırmak istiyoruz: yalnız varsıllar için değil, herkes için mimarlık. Hepinizi tekrar selamlıyor, Mimarlığın Sosyal Forumuna başarılar diliyorum. 29 Açılış Konuşması Fatih Söyler, Başkan, TMMOB Mimarlar Odası Ankara Şubesi Değerli Konuklar, Sevgili Meslektaşlar, Dostlar, Biz, insanlar, çevremizi ve kendi türümüz dışındaki canlıları korumada belki hâlâ yetersiziz, ama şüphesiz, giderek daha duyarlı, daha bilinçli oluyoruz. Akdeniz foklarının, caretta carettaların, balinaların, kutup ayılarının, göçmen kuşların, köpek balıklarının ve timsahların gelecekleri için kaygı duyuyor, doğal yaşam alanlarının korunması ile yakından ilgileniyoruz. Kentlerimizde sokak hayvanlarının korunması için örgütleniyoruz. Pek çoğumuzun evinde evcil hayvanlar yaşıyor. Benim kedim, adı Boncuk, neredeyse koynumuzda yatıyor. Onu sokakta bulduk ve kentin korku dolu sokaklarına bırakmaya kıyamadık. Biz insanlar sokakta kalan hayvanlar için endişeleniyor ve onların korunması için örgütleniyor, dernekler kuruyoruz. Artık hayvanların korunması ve onlara kötü davranışların cezalandırılması için yasalarımız var. Benim ülkemde, biri hakkında konuşurken onun ne kadar iyi yürekli olduğunu anlatmak için “karınca bile ezmez” denir. Ger- 30 Özel Bölüm - Mimarlığın Sosyal Forumu 2010 çekten, biz insanlar, bir kuş yuvasını bozmaktan, büyük bir günah işlemiş olmak gibi korkarız. Bir ağacın kesilmesinden, bir orman yangınından derin üzüntü duyarız. Çiçeklerimiz solduğunda, sonbaharda yapraklar sarardığında hüzünleniriz. Peki, biz insanlar, kendimize ve diğer insanlara karşı ne kadar duyarlıyız? İçinde yaşadığımız mekâna, çevreye, sokaklara, kente karşı ne kadar duyarlıyız? Kedim Boncuk, başını sokacak bir eve sahip. Hatta tamamen özel bir evi var. Biz insanlar da başımızı sokacak bir ev, “kendimizi evimizde hissedeceğimiz” bir yuvamız olsun isteriz. Kimimiz kıt kanaat bu şansa sahibiz. Kimimizin belli ki çok, çok daha fazla parası var. Hatta kimimiz başını sokacak bir yuvadan daha fazlasına sahip. Ama bazıları hiç şanslı değil ve biz onlara yoksul mahallelerinde, çöküntü alanlarında, metropollerin arka sokaklarında rastladığımızda yanlarından hızlı adımlarla, bazen tedirginlikle, geçip gidiyoruz. Biz insanlar iyi komşuluk ilişkileri kurabileceğimiz iyi bir çevrede, güvenli bir ortamda, sağlıklı mekânlarda yaşamak isteriz. Ama hayat artık neredeyse hiçbirimizin bu şansının kalmamak- ta olduğunu gösteriyor. Zamana karşı bir yarış içinde değişime uğruyor dünya. Artık yalnız dünyanın yoksul ülkelerinde değil, gelişmiş ülkelerde bile yaşam kalitemiz düşüyor. Tüm dünyada, adaletsizlikle, eşitsizlikle, ayrımcılıkla örseleniyor insanlığımız. Demokratik ve sosyal haklarımız sürekli kesintiye uğruyor. Yaşam çevrelerimiz niteliksizleşiyor. Kentlerimiz sonsuz bir açgözlülükle talan ediliyor. Ama bu durumdan en fazla etkilenen kesimler, apaçıktır ki, yoksullardır. Günümüz dünyasında 1 milyardan fazla insan aç. Her dakika 15’ten fazla çocuk açlık, her gün 30 binden fazla çocuk önlenebilir hastalıklar nedeniyle ölüyor. Türkiye’de, resmi makamların yaptığı bir araştırmaya göre, ülke ekonomik olarak büyüyor, ama yoksulluk görülmemiş bir hızla artıyor. Bugün Türkiye’de 15 milyon kişi, yani Ankara’nın toplam nüfusunun dört katı kadar insan yoksulluk içinde hayatta kalma savaşı veriyor. Sağlıklı ve güvenli bir kentsel çevre bu insanlar için, en azından şimdilik, bir hayal. Onların pek çoğu zaten yerlerinden edilmişler. Yurtlarından, köylerinden uzakta, çaresizce tutunmaya çalışıyorlar. Çoğu kez buna bile izin verilmiyor. Evleri, çoğu zaman zorla, boşaltılıyor, yıkılıyor ve mutsuzlukla dolu bir geleceğe mahkûm ediliyorlar. Bugün dünyanın her yanından gelerek Ankara’da buluşan biz mimarlar ve sistemin mağdurları, sivil toplum örgütleri, aktivistler, bu Forumda, toplumun bu çok önemli ahlâki sorunlarını mimarlık mesleğinin ahlâki değerleri ile bütünleştirerek tartışacağız. Eminim ki, bu Forumun tartışmaları ve sonuçları, mimarları ve onların örgütlerini daha duyarlı kılacak… Eminim ki, bundan böyle uluslar arası mimarlık örgütleri, mesleki eğitimde ve uygulamada toplumsal kaygıları ön plana çıkartacak ve ilgili her kesime mimarlığın toplum hizmetinde olduğunu bir kez daha anımsatacak. Eminim ki, bu Forumun sloganlarından olan “herkes için mimarlık”, başka bir mimarlığın mümkün olduğunun kanıtlanmasında ilk adım olacak. Bu Forumun düzenlenmesinde bizi yüreklendiren, destek veren dostlar! Sizlere teşekkür ederiz. Bu Forumun düzenlenmesinde katkı koyan arkadaşlar, kardeşler, herkes! Sizlere teşekkür ederiz. Ve dünyanın her yerinden gelen siz iyi yürekli insanlar, Karşılıklı bilgi ve düşünce alışverişinde bulunmak, anlayış, işbirliği ve dayanışma içinde aydınlık bir geleceğin umudunu yeşertmek için bir araya gelen dostlar, Katkı ve katılımlarınız için teşekkür ederiz. Hoş geldiniz! 31 Mimarlığın Sosyal Forumu: Toplumsal Mimarlığın Yeni Politikaları için Zengin Bir Kaynak Arif Şentek Geçen ay aramızdan ayrılan, Mimarlar Odasının kurucu üyelerinden ve eski genel başkanlarından Maruf Önal, 1969 yılında Ankara’da düzenlenen Mimarlık Seminerini açarken yaptığı konuşmada şöyle diyordu: siyasal bir içerik kazanması, daha da eskilere, 1920’lere giden bir geçmişe sahipti. Yüzyılın başlarında Avrupa’da solun etkin olduğu dönemlerde yayınlanmaya başlayan “manifestolar” böyle bir geçmişin belgeleridir. “Değişik yaşama, yerleşme, üretim ve kullanma biçimlerinin ve sınıflar arası ilişkilerin, meslek hizmetleri... ve eğitimi yakından ilgilendirdiği bir gerçektir. Geri bırakılmışlıktan kurtulmak isteyen bütün ülkelerde olduğu gibi Türkiye de sosyoekonomik, politik ve kültürel açıdan, alt ve üst yapı kurumları bakımından bir değişim içindedir. Mesleki hizmetler ve faaliyetler de bu değişimin dışında düşünülemez.” Türkiye’de 12 Mart ve 12 Eylül darbeleriyle, “toplumsal” içerikli politikalar etkisizleştirilmeye çalışılmış, özellikle 1980 sonrasında toplumsal çıkarların değil, bireysel köşedönmeciliğin etkin olduğu bir dönem başlamıştı. Meslek alanında “modernizm”e yönelik saldırıların yoğunlaşması, bireyci ve parçacı yaklaşımların egemen olduğu “postmodernizm”in baştacı edilmesi böyle bir dönemle örtüşmektedir. Herşeye karşın Mimarlar Odası 1960’larda başlayan yürüyüşünü, belirli farklılaşmalarla da olsa genel çizgisi çevresinde sürdürmüştür. “Toplum için mimarlık” söylemi Mimarlar Odası içinde her zaman, farklı yoğunluklarla da olsa, etkinliğini korumuştur. Bu durum, dünya mimarları için de söz konusudur. Özellikle AIA, Habitat gibi uluslararası örgütlenmeler “toplumsal” içerikli yaklaşımları sürdürmüştür. Kapitalizmin kaçınılmaz krizleri, dünya ölçeğinde son yaşanan ekonomik kriz, toplumsal politikalarda, bu arada mimarlık ortamında belirli ölçülerde bir “yeniden sol” söylemin etkin olmasına yol açmıştır. “Toplum hizmetinde” bir mimarlığı ve Mimarlar Odasını hedefleyen gelişimin manifestosundan satırlar aktarıyordu Maruf Hoca. Ardından konuşan Gürol Gürkan yeni kuşak mimarların ve mimarlar topluluğunda bugünlere kadar sürecek gelişmelerin habercisiydi. Gürkan, “Mimarlıkta Devrim’e Doğru” başlığı taşıyan ve mimarlığın toplumsal, ekonomik ve siyasal yapı içindeki yerini, işlevlerini yeniden tanımlamaya yönelik konuşmasını şu sözlerle bitiriyordu: “ Bugün mimarlık öyle bir noktaya gelip dayanmıştır ki, ya bir devrim yaparak gelişimi yakalayacak ya da hepten çökecektir.” “TOPLUM İÇİN MİMARLIK” ve MİMARLIĞIN TOPLUMSALLAŞMA SÜRECİ 27 Mayıs’ın ardından 1961 Anayasasının getirdiği “sosyal devlet” politikaları içinde, her türlü engellemeye karşın Türkiye’de emekten, toplumdan yana bir yürüyüş başlamıştı. Üniversiteleri, toplumun bütün aydın kesimlerini kavrayan bu hareket içinde diğer meslek grupları ve örgütleriyle birlikte, mimarlar ve Mimarlar Odası en önlerde yer alıyordu. 1960 sonrası Mimarlar Odası, yürüttüğü ve konut, kentleşme, eğitim gibi toplumsal ölçekli sorunlara ağırlıklı önemin verildiği, etkin eylemlerle desteklenen çalışmalarla, “toplum için mimarlık” sloganını hayata geçirmeye çalışıyordu. Bu çalışmalar belirli kazanımlar getiriyor ve toplumda yaygın destek buluyordu. Toplumsal sorunlara verilen ağırlık, mesleğin niteliğinden gelen bir yönelişti ve sadece Türkiye’de yaşanmıyordu. Geçen yüzyılın 60’lı, 70’li yıllarında her ülkenin mimarları; toplumsal konular, konut ve kentleşme sorunları üzerinde yoğunlaşmıştı. 1968 öğrenci hareketlerinin genellikle mimarlık okullarından baş vermesi bir tesadüf olmasa gerek. Üstelik mimarlığın toplumsal ve 32 Özel Bölüm - Mimarlığın Sosyal Forumu 2010 “MİMARLIKTA POLİTİKLEŞME”DEN “MİMARLIKTA POLİTİKA”LARA Güven Arif Sargın, MSF’nin ilk oturumunda yaptığı “Sosyal Mimarlık Üzerine İdeolojik Tezler” başlıklı konuşmasında, toplumsal ve politik bağlamda meslek tarihimizde yaşanan ve bugüne uzanan gelişmeleri ustalıkla yerine oturtuyordu. Sargın, geçen yüzyılın başlarından itibaren dünyada “mimarlıkta politikleşme” yaklaşımlarının egemen olduğunu, bu yaklaşımların sonuçta bir “devrim” hedefine bağlandığını, ama yüzyılın sonlarına doğru böyle bir hedefin gerçekleşme olasılığının giderek uzaklaştığı bir ortamda artık “mimarlıkta politika”ların etkinlik kazandığını vurguluyordu. MSF’nin bir başka etkinliğinde konuşan İlhan Tekeli de yakın tarihe ve bugüne ilişkin benzeri bir değerlendirme yapıyordu. “1969 Mimarlık Semineri”nin, içeriği ve etkileri konusunun ele alındığı atölye çalışmasında Tekeli, bir dönemin “devrim” beklentisinin zamanla ütopik / nostaljik bir anlam kazandığını anlatıyor, bugün için geçerli olacak, belirli toplumsal kazanımlara yönelik ayrıntıda politikaların geliştirilmesi gerekliliği üzerinde duruyordu. 1960’ların sonunda, 1970’lerin başında “devrim çok yakın”dı. Örneğin, bir üniversitemizin mimarlık bölüm başkanı, öğretim üyelerine “devrim”den sonra verilecek derslerin programlarını hazırlattırıyordu. Aydın ve ilerici kesimler, bugün için aşırı iyimser diye nitelenebilen umutlar taşıyorlardı ve sorunları kökten, genelci bir yaklaşımla çözme eğilimindeydiler. “Mesleğimizin sorunları ülkemizin sorunlarından ayrı düşünülemez” yaklaşımı sonunda böyle bir “toptancı” anlayışa varabiliyordu. Ancak zaman, toplumsal kazanımların “bir gecede” değil, uzun soluklu bir mücadele ile elde edilebileceğini gösterdi. İsterseniz yenilgi deyin, isterseniz hedef küçültme deyin, artık “toptancı” çözüm reçetelerinin güncel işlerliği kalmadı. MSF: MİMARLIĞIN YENİ POLİTİKALARINA İLİŞKİN ZENGİN BİR KAYNAK Ankara Şubesi bir süredir yapılı çevrede yerel sorunlara karşı inisiyatiflerin geliştirilmesine destek oluyor, hatta bu tür “politika”ların başarılı örneklerini veriyor. Yerel seçimler öncesi sürdürülen “Saltanata Son”, “Yaya Üst Geçitleri”, “Kent Düşleri” böylesi politikaların ürünleri. Daha genel ölçekte gerçekleştirilen, “Çocuk ve Mimarlık” ve benzeri programlar, gene mimarlığın toplumsallığını farklı ölçeklerde ele alan başarılı etkinlikler. Bu tür etkinlikler “minör mimarlık” diye adlandırılabiliyor. Ama bu etkinlikler, mimarlığın toplumsallığını farklı bir biçimde kavrayan, hiç de küçümsenmeyecek yeni bir “politik” yaklaşımın somut örnekleri. MSF çalışmalarında, bu yeni “politika”ya ilişkin, kentimizden, ülkemizden ve yurt dışından sayısız örnek sergilendi, tartışıldı. MSF çalışmaları ile mimarlığın güncel politikaları alanında zengin bir ufuk açıldı. Mimarlar ve yapılı çevrenin toplumdan yana diğer “aktör”leri, sorunları doğrudan yaşayan insanlarla birlikte, güncel ve somut sorunlara karşı sürdürecekleri yeni toplumsal kazanımlara yönelik çalışmalarla mücadele pratiğini zenginleştireceklerdir. Doğrudan topluma yönelik etkinliklerin Oda çalışmaları içinde önemli bir yeri vardır. MSF, bu önemi bir kez daha kanıtlamıştır. Kuşkusuz bu alanda yoğunlaşma, Oda’nın yasalarla üstlendiği işlevlerin, meslek topluluğunun yaşadığı sorunlara ve mesleğin uygulanmasında karşılaşılan sorunlara ilişkin bugüne kadar sürdürülen çalışmaların ve o alanlarda yürütülen “politika”ların dışlanması veya ertelenmesi anlamını taşımamaktadır. Sonuçta, “mimarlığın sorunları halkımızın sorunlarından ayrı düşünülemez” sloganı ile özetlenen geleneksel Oda politikaları yeni bir içerik kazanmıştır. Mimarlığın yeni “politikaları” konusunda iki olası olumsuzluğa dikkat edilmesi gerekiyor. Birincisi, getirilen yeni “toplumsal” kavramların, kurulu düzen savunucularının çıkarları doğrultusunda belirlenmesi, bir anlamda geçmişten gelen alışılmış kavramların içeriğinin boşaltılması. İkincisi, politik karşı çıkışların, genelden kopuk ve kurulu düzen için bir tehdit oluşturmayacak “marjinal” hareketlere dönüştürülmesi. Mimarlar Odasında bugüne kadar yaşanan pratik, bu tür olumsuzlukları rahatça göğüsleyebilecek bir birikime sahiptir. 33 Sosyal Mimarlık: İmkânlar ve Olasılıklar Bülent Batuman “Sosyal mimarlık” kavramı, mimarlık disiplini içinden bakanlar için çağrıştırdıklarının aksine, genel kullanım içinde mimarlık alanına oldukça uzak anlamlarda kullanılıyor. Türkçede doğrudan kullanımı olmasa da, terimin İngilizce karşılığı olan “social architecture” genellikle iki temel biçimde kullanılıyor. Bunlardan ilki, geçmişte toplum mühendisliği kavramıyla ifade edilen, toplumsal yapıyı belli bir proje uyarınca şekillendirme eğiliminin güncel bir versiyonu olarak tarif edilebilir. Zira bu yaklaşım, “mimarlık” kavramının, “mühendislik” kavramına kıyasla daha esnek bir çağrışımı olmasından hareket ediyor. Buna göre, bir toplumsal yapının “mimarisinden” bahsetmek, onu tasarlama girişiminden çok, kurgusal bir tasarımın mevcudiyetine vurgu yapıyor.1 Bir başka ifadeyle mimarlık, bir edimden çok bir niteliğe işaret ediyor bu kullanımda. İkinci kullanım ise, genel olarak mimarlık kavramının giderek daha çok kullanılır hale geldiği bilişim dünyasına ait. Mimarlık, gerek yazılım, gerekse donanım tasarımı için giderek daha sık biçimde kullanılırken, sosyal mimarlık ifadesi, internet ortamında “enformasyon mimarlığı” gibi kavramlarla benzer anlamlarda kullanılmakta, internet ortamının sosyal kullanım ve paylaşım olanaklarını ifade etmekte.2 Bu anlamda, son dönemde sıkça kullanılmaya başlayan “sosyal medya” (Facebook, Twitter vb.) kavramıyla ilişkili olarak düşünülmesi gereken bir kullanım söz konusu. Yani hem tasarım konusunda kavramsal araçlara ihtiyaç duyulduğunda, hem de sosyal ilişkilerin kendiliğinden biçimlenişlerini kavramaya yönelik girişimlerde başka bilgi alanlarının rahatlıkla başvurduğu bir terim mimarlık. Bu araştırma ve tartışma ortamlarının dışında, bizim anladığımız anlamıyla mimarlık alanının içinde ise “sosyal mimarlık”, pek kullanılan bir ifade değil.3 Böyle bakıldığında, mimarlığın “sosyal” sıfatıyla yan yana gelişinin ancak sanal bir çevrede gerçekleşiyor olması ironik bir durum. Şüphesiz mimarlık alanı için “sosyal mimarlığın” çağrıştıracağı temel konular aşağı yukarı tahmin edilebilir şeyler. İnsani amaçları önde tutan uygulamalar, çevreye duyarlı yapılaşma, özellikle bir meta olarak mimarlığa gücü yetmeyen yoksullara yönelik 1 Mimarlıkla hiç ilgisi olmayan böylesi bir kullanıma örnek olarak bkz. J. Jenson, “Canada’s New Social Risks: Directions for a New Social Architecture”, Canadian Policy Research Networks Social Architecture Papers, Research Report F 43, September 2004 (http://www.cccg.umontreal.ca/pdf/CPRN/CPRN_F43. pdf, erişim tarihi: 20 Kasım 2010). 2 Formel olmayan bir tartışma için bkz. A. Gent, “Social Architecture”, http://incrediblydull.blogspot.com/2009/04/social-architecture.html, erişim tarihi: 20 Kasım 2010). 3 Seyrek de olsa, sosyal bir mimarlıktan bahseden çalışmalar da yok değil; örneğin bkz. C. R. Hatch (der.), Scope of Social Architecture, New York: Van Nostrand Reinhold, 1984. 34 Özel Bölüm - Mimarlığın Sosyal Forumu 2010 konut projeleri, katılımcı tasarım süreçleri, vb. sosyal mimarlık denilince akla gelebilecek nitelikler. Kâr amacı gütmeyen ve yerel toplulukların mekânsal ihtiyaçlarına doğayla uyumlu çözümler araştıran örgütler mevcut. Böylesi girişimler, bugün popülaritesini 40 yıl öncesine kıyasla epey yitirmiş olsa da, sürmekte. Burada sorulması gereken soru ise, sosyal mimarlığın, böylesi yardım faaliyetleri içinde gerçekleşen uygulamalar için esnek ve muğlâk bir şemsiye başlık mı, yoksa alternatif toplumcu bir içerikle tanımlanan özgül bir kavram mı olacağıdır. Bir başka deyişle soru, sosyal mimarlığın, inayet vazeden bir pasifizmi mi, alternatif sosyo-mekânsallıkları arayan bir radikalizmi mi işaret ettiği ve edeceği. 21–23 Ekim 2010 tarihlerinde Ankara’da gerçekleşen Mimarlığın Sosyal Forumu, “sosyal mimarlık” kavramına güncel bir içerik kazandırma çabasını da içerdi. “Toplumsal mimarlık” başlıklı iki ayrı oturumda üçü davetli konuşmacı olmak üzere 6 sunuş yapılırken, Ankara Şubesi’nin yürüttüğü başlıca çalışma konuları da “toplumsal mimarlık pratikleri” sunumları çerçevesinde paylaşıldı. Kimi sosyal mimarlık uygulamalarını paylaşan, kimi de sosyal mimarlık kavramını sorgulayıp tartışan bu sunumlar, verimli ve üretken bir tartışma sürecinin başlangıcı sayılmalı. Burada kısaca değinmek gerekirse, davetli konuşmacılardan Güven Arif Sargın sosyal mimarlığı, radikal politik dönüşümü hedefleyen mimari kuram ve uygulamalar biçiminde tanımlayarak tartıştı. Bu tanım çerçevesinde 20. yüzyıl avangard modernizmine içkin toplumsal dönüşüm arzusunun aşınan köktenciliği yerine, parçacı direniş olasılıklarını araştıran bir mimarlığın önemi ve güncel geçerliliği ortaya çıkar. Hal Foster’ı takip eden Sargın, sunumunda “politik mimarlık” yerine “mimarlıkta politikayı” hedeflemenin bugünün sosyal mimarlığı için daha gerçekçi bir strateji olacağını vurguladı. Sargın’ın hemen ardından kürsüye gelen Johan Silas, Endonezya’da içinde yer aldığı afet sonrası konut ve yerleşim planlama ve tasarım süreçlerini aktardı. Aceh’teki tsunami felaketi (2004) ve Nias’ta gerçekleşen deprem (2005) ardından, acil barınma ihtiyacı ile geleneksel topluluk yaşantısının yeniden inşasını amaçlayan girişimlerini anlattı. Aceh’te balıkçı köylerinin yeniden inşası sırasında ekolojik kaygıların yanında var olan mülkiyet yapısına da azami özen gösterilmiş. Bu projelerde dikkat çekici boyut, afet sonrası yerleşimlerin tasarımında, acil insani ihtiyaçlara verilen önceliğin baskınlığı sonucu, toplumsal dönüşüm olasılığını ihmal ettirecek bir sağlıklaştırma programıyla yetinilmesi. “Toplumsal Mimarlık II” başlıklı oturumun ana konuşmacısı Pranab Kishore Das ise, kuramsal tartışmalarla Mumbai’de gerçekleştirilen uygulamaları, sağlıklaştırma girişimleriyle kentleşmenin ekonomi politiğini bir araya getiren bir sunum yaptı. Kendiliğinden bir süreç olarak kentleşmenin ancak yoksulluğun kentleşmesi olarak gerçekleştiğini, bu sürecin ürettiği zenginliğe özel sektör tarafından el konulduğunu vurgulayan Das, geliştirilecek sosyal mimarlık projelerinin toplumsal adalet ve eşitlik için araçsallaştırılmasını öneriyor. Yerel düzeyde kurulacak katılım süreçlerinin salt mekânsal tasarım düzeyinde ele alınmayıp politik bir etkinlik olarak kavranması, bir başka deyişle yoksulların, yaşam çevrelerinin üretim süreçlerine katılımının, onların siyasal süreçler içinde de özneleşmelerine hizmet etmesi söz konusu. diası olan bir bilgi ve uygulama alanı olarak sosyal mimarlığın barındırabileceği imkân ve olasılıkların bir kısmına işaret ediyor. Bugünün kentleşme koşullarında, yani konut finansmanının küresel sermaye hareketliliği içinde önemli bir uğrak olduğu, konutun giderek menkul değer haline gelmeye başladığı, küresel ölçekli bir ekonomik krizin konut piyasalarından patlak verdiği koşullarda “daha fazla” konut üretmenin “sosyal” bir tarafı olmadığı aşikâr. Tam da bu yüzden sosyal mimarlığı kimliksiz toplu konut bloklarıyla özdeşleştirmek de, yardım programları kapsamında üretilen ve yoksulluğu “sürdürülebilir” kılmaktan öteye gitmeyen projeler olarak kavramak da yetersiz. “Sosyal mimarlık”, içeriği güncel kuramsal tartışmalarla ilişkili biçimde oluşturulması gereken açık uçlu bir terim. Öte yandan, uluslararası bir tartışma ortamında gördüğü ilgi, radikal içerikli böylesi bir kavrama duyulan ihtiyacın da bir göstergesi. Burada her birisine birkaç cümleyle değindiğim bu sunumlar (ve kuşkusuz yer darlığından değinmediğim diğerleri), politik bir id- 35 Mimarlığın Sosyal Forumu 2010 Sonuç Bildirisi Ekim 27, 2010 Herkes İçin Mimarlık!!! Başka Bir Mimarlık Mümkün!!! Bu bildiri, 21-23 Ekim 2010 tarihlerinde TMMOB Mimarlar Odası Ankara Şubesi tarafından Ankara’da gerçekleştirilen Mimarlığın Sosyal Forumu 2010 etkinlikleri sonucunda benimsenmiştir. izlemesi gerekmektedir. Yasadığımız dünyanın kaçınılmaz olmadığını, farklı alternatiflerin kolektif bir şekilde üretilebileceğini göstermek üzere kendimizi kitlelerin sürdürdüğü mücadelelere dâhil etmeliyiz. Dünyaya 1973 krizinden sonra, Türkiye’ye 1980 darbesi ile dayatılmaya başlanan neoliberal politikalar, kapitalist üretim tarzının tarihsel dinamiklerini bir kez daha gözler önüne serdi. Sermaye, üretim fazlasını daha fazla kâra dönüştürebileceği yollardan yoksun kalınca mekânı “yeniden” keşfetti. İlk uygarlıklardan bu yana egemen sınıfların gücünü gösterdiği, politikacıların etkin bir şekilde tahakküm aracı olarak kullandığı kent mekânı artık tüm ağırlığıyla ekonominin merkezine oturmuştu. Forum’un Mimarlar Odası Ankara Şubesi tarafından yalnızca benzer kaygıları paylaşan kurumların katkılarıyla düzenlenmiş olması önemlidir. Forum, sistemin ayağı olan hiçbir büyük şirket ya da şirket vakfının finansmanı ile gerçekleşmemiş, muhalefetin kendi kendine deşarj olması ya da ehlileşmesi yerine, inancın kamçılanmasını, mücadelenin yeni bir bakış açısı ve ivme kazanmasını hedeflemiştir. O günden bugüne neler oldu, neler oluyor? Sermaye, mekânı egemen sınıflar lehine yeniden üreterek, yoksulları yerlerinden edip onların yaşam alanlarını dönüştürerek kâr etmeye devam ediyor. Her geçen gün daha asimetrik bir hal alan/kutuplaşan bir toplum haline geliyoruz. Sınıf kavramının yok olduğu iddia edilen bugünlerde, sınıf farklılıklarını mekânda hiç olmadığı kadar belirgin bir şekilde yaşıyoruz. Siyasal ve finansal güçlerin ortaklaşa yürüttüğü komplo kent mekânının sömürgeleşmesine yol açıyor. Aynı stratejiler kırsalı öldürüyor. Tüm insanlık kentlerde yaşamaya zorlanıyor. Azınlığın kâr etmeye devam edebilmesi adına yoksulluk normalleştiriliyor. Kentler dışlanmanın, ayrışmanın, yoksunlaşmanın ve insan hakkı ihlallerinin mekânları haline getiriliyor. Biz mekân üzerine çalışanlar (mimarlar, şehir plancıları vs.), sermayenin azgın kâr hırsıyla tek başımıza baş edemeyeceğimizin farkındayız. Öte yandan mimarlığın egemen sınıfın bir lüksü olarak görülmesini reddediyoruz. Mimarlığın, herkes için bir hak olduğuna inanıyoruz. Biliyoruz ki, toplumsal mimarlık, toplumla birlikte kendi yaratıcı mekânlarını üretmeye muktedirdir. Mimarlığın Sosyal Forumu süresince hayatlarını bu tür projelere adamış mimarlar, şehirciler ve bu projelerde aktif olarak görev almış kentlilerin deneyimleri bu inancımızı perçinledi. Forum’un, geleceğimizin aslında kendi ellerimizde olduğu fikrinin paylaşılması adına amacına ulaştığını düşünüyoruz. Böyle bir bilinçlenme sürecini başlatması, Forum’un en somut sonucudur. Bu Forum, mekânsal siyasetin yanında kendi gücümüzün ve örgütlü mücadelenin de önemini gösteren bir kıvılcım olabilmiştir ve gerisi gelecektir. Forumun hareketlendirdiği sokak etkinliği ele alınan konular hakkında kamuoyu oluşturmak açısından hayati önemdedir. Bundan sonraki mücadelenin deneyim paylaşımının ötesine geçmesi daha üretken ve köktenci bir yol 36 Ayrıca, Forum’un, sistem tarafından İstanbul’la yapay bir rekabete zorlanan Ankara’da gerçekleştirilmiş olması önemlidir. Küresel bir durum haline gelen ve kentlere dayatılan rekabetin yapaylığı Forum sayesinde teşhir edilmiştir. Rekabetin doğamızdan kaynaklandığı söylemi ile kentlerimizin yarıştırılması arasındaki ilişki açıktır; kentler ve bölgeler arası eşitsiz gelişme insanları göçe zorlamaktadır. Kişilerin, hayatlarını kendi yaşam alanlarında sürdürebilme haklarına saygı gösterilirken, insanların göç etme hakkının da tanınması şarttır. Herkes, yaşamını tercih ettiği mekânda sürdürme hakkına sahiptir. Forum’a katılan bizler, meslek kuruluşlarının, toplumsal hareketlerin ve aktivist örgütlerin mensupları, sermaye ve kâr odaklı değil, insan ve emek odaklı bir dünyanın mümkün olduğunu mekân üzerinde yaptıklarımızla kanıtlayacağımızı ilan ediyoruz. Forum süresince devam eden atölyeler, bu yönde deneysel çabalardı. Bundan sonraki süreç, kapitalizmin ürettiği krizlerin mekân aracılığıyla egemen sınıf lehine çözülmesine karşı ortak bir mücadeleyi gerektirmektedir. Mekânsal tahakküme karşı mücadelenin öneminin kavranması ve bu mücadelenin güçlendirilmesi gerekmektedir. Gündelik hayatın her anında gerek bireysel gerekse kolektif olarak bu tahakküm biçimine karşı durmak zorunluluk haline gelmiştir. Mimarlığın Sosyal Forumu bileşenleri ve katılımcıları olarak bizler, bu paylaşım ortamında başlattığımız birlikteliği daha örgütlü ve daha üretken yollarla sürdüreceğiz. Kapitalist tahakkümün mekânsal biçimlerine karşı mücadele arzumuzu paylaşan örgüt ve inisiyatifleri uluslararası bir dayanışma ağı oluşturmaya çağırıyoruz! Kent Mekânı ve Postmodern Zamanlar Üzerine Mimarlığın Sosyal Forumu Sonuç Bildirisinin Düşündürdükleri Haldun Ertekin Mimarlar Odası Ankara Şubesinin düzenlemiş olduğu Mimarlığın Sosyal Forumu ertesinde yayınlanan sonuç bildirisi, kent ve mimarlık ilişkilerine politik düzeyde eleştirel bir yaklaşımı içermekle birlikte önemli ve temel bazı noktalarda yeterince açık görünmemekte. Örneğin “toplumsal mimarlık, toplumla birlikte kendi yaratıcı mekânlarını üretmeye muktedirdir” ifadesinde ne toplumsal mimarlığın ne anlama geldiği, ne bu mimarlığın kendi yaratıcı mekânlarının neler olabileceği, ne de bu mekânları üretmeye nasıl muktedir olduğuna dair basitçe de olsa bir ipucu metinde bulunmamaktadır. Yine aynı paragrafta yer alan, “mimarlığın egemen sınıfların lüksü olduğu” önermesinde kastedilenin ne tür bir mimarlık olduğu, bir ‘üst mimarlık’tan mı bahsedilmekte olduğu açık değildir. Öyle olmalı, aksi halde bu bildiri, ülkemizde tüm kentlere bir salgın gibi yayılmış olan koca bir ‘apartman mimari’si pratiğini ya da mimar elinden çıkmış kaçak yapıları da egemen sınıfların lüks mimarisi olarak görüyor olurdu. Bildiride bu ve buna benzer belirsizlikler ve anlam kaymaları, genel olarak benimsenen usluptan kaynaklanıyor olabilir ancak, bildirinin bu haliyle böylesine önemli ve ilk kez gerçekleştirilen bir forumu özetlemekten ziyade sol bir parti programının kentle ilişkili bir bölümü havasını taşıdığını düşünmeden de edemiyor insan. Kent olmadan mimarlık olmaz. Kent mekânı ise toplumsal çelişkilerin arenasıdır. Forumun kent ve mimarlık konusunda bu önemli konuyu işlemesini son derece olumlu bulmakla beraber temel bazı argümanları geliştirebileceği ve tartışılabileceği düşüncesiyle aşağıdaki notları sonuç bildirisindeki bazı temalar üzerinden sizlere iletmeyi uygun buldum. * * * Öncelikle altı çizilmesi gereken nokta, kapitalist üretim tarzının kent mekânını ‘yeniden keşfettiği’ saptamasının çok da geçerli olmadığı, bu ibarenin ancak anlamı vurgulamak üzere kullanılmış bir ifade olabileceğidir. Zira kapitalist üretimin ve sömürünün mekânı hep kent olagelmiştir. Kapitalizm fauburg’ların oluşumundan bu yana toplumu hep kent mekânında ve kenti kullanarak sömürmüştür. Kapitalist üretim tarzı kentin bizzat kendisinden başka bir yerde cereyan etmez. Kent, kapitalist üretim tarzının tam göbeğindedir ve onunla var olur. Kent olmadan kapitalist üretim ilişkileri varolamaz. Kent mekânı, kapitalist üretim tarzının ilişki ve çelişkilerinin arenasıdır. 1970’lerden bu yana farklılaşan şey ise kentin kapitalizm tarafından yeniden keşfi değil, modern toplumdan postmodern topluma olan geçiş sürecinde kentte olan bitenlerdir. Kente göç, yoksullaşmanın hızlanması, sınıfsal ayrışmaların (her ne kadar neoliberalizm tersini iddia etse de) derinleşmesi, yozlaşma, kültürsüzleşme, toplumsal depolitizasyon; tüm bunlar, bu sürecin travmatik özellikleridir ve doğal olarak kent mekânına da yansımıştır. Mimari kirlilik, kentin bir türlü planlanamaması, kentsel rant azgınlığı, kentsel kargaşa vb. bu yansımanın somutlaşmalarıdır yalnızca. Kent çağlar boyunca kapitalist üretimin olduğu kadar sistemin iktidarının merkezi olma işlevini hep üstlenegelmiştir. Kent mekânı demek burjuva üretim tarzı ve onun topluma dayattığı ilişkilerin içinde geçtiği sosyal alanlar örüntüsü, sınıfsal ilişkilerinin cisimleştiği fiziksel alan demektir. Modern kent, toplumsal, sınıfsal hiyerarşilerin alanı olduğu içindir ki kentte cisimleşen formlar, farklı sınıfların farklı kültürel alışkanlıklarının, farklı beğeni ve ihtiyaçların yansımasıdır aynı zaman da da. Modern kentin belli bir düzeni vardır ve bu düzen, kent planlama ve planlama kuralları aracılığıyla toplumsal hiyerarşinin farklı zonlar şeklinde mekâna yansımasını ifade eder. Geç kapitalizmin postmodern mantığı ise bu hiyerarşik yapılanmayı alt üst etmiş, farklı kültürel alışkanlıkları birbiri içine katmış, kent mekânını parçalanmış, onu yozlaşmış ve anarşik bir yapı haline getirmiştir. Bu kaotik yapının temel dinamiği ise sürekli ve yinelenen tüketimdir. Modernizm daha iyi gelecekler peşinde koşarken, postmodernizm tamamen bu düşünceye karşı ve onun engellenmesi üzerine kuruludur. Postmodernizm, gelip geçicilik, parçalanma, süreksizlik ve kargaşayı benimser. Modernizm toplumsal bir proje iken Postmodernizm bireyi ön plana çıkarır ve tüketim toplumunu onu kullanarak oluşturmayı başaran geç kapitalizmin resmi ideolijisidir. * * * Toplumu asimetrik hale getiren gelişmelerin belki de en önemlisi budur. Bu kaotik toplumsal gerçeklik, maddi ve manevi an- 37 lamdaki bir yoksullaşmışlık ve parçalanmışlık, bunların bilincinde olamayış, bunlara karşı direnç gösteremeyiş, içinde yaşanan kargaşayı sorgulayamama, otoriteye karşı çıkamama gibi ideolojik içselleştirmeler üzerinde temellenir. Bu ‘postmodern durum’, 70’lerden başlayarak toplumların bir bütün olarak, disorganize, atomize ve apolitik hale getirilme süreçlerinin ve bu zavallı varoluşun çeşitli ideolojik aygıt ve araçlarla pekiştiriliyor olmasının bir sonucudur. Sınıf kavramının yok olduğunu iddia eden neoliberal görüş ve politikaların hemen hepsi postmodernist görüşle içiçedir. Bu dünya görüşü kaosu ve plansız gelişmeyi düzen ve planlamanın yerine koyar. Bu tutum içinde karşıtlıklar birbirleriyle çelişmeden birlikte varolabilirler; aynı kentte, aynı binada, hatta aynı kişilikte... Tutarsızlık ya da çelişki kavramları anlamlarını yitirmiştir. Kent mekânın genel karakteri de böylece biçimlenir... Kimileri bunu bir ‘zenginlik’ olarak görebilir ancak bu postmodern durum sonuçta, toplumun ve toplumsal hayatın dekadansı olarak tezahür eder. Kentlerin köyleşmesi, yoz beğeni patlaması, toplumsal hafıza kayıpları, uyulmayan kurallar, sosyal sorumluluk hissetmeyen nesiller, hep bu dünya görüşü ve yaşanan dekadansın sonuçlarıdır. Mimarlık da bir bütün olarak, pratiğiyle kuramıyla bu dekadanstan çoktan nasibini almış durumdadır. Kentle mimarlık içiçe geçen kavramlardır. Mimarlığın niteliği, toplumun ve mimarın kültürel düzeyi ve kent bilinciyle doğrudan ilişkilidir. Özellikle az gelişmiş çevre ülkelerin (neoliberal deyimiyle ‘gelişmekte olan pazarlar’) niteliksiz, çarpık, göçleri alırken kendi niteliğini kaybederek göç edenlerin yaşam tarzını kabullenmiş, vahşi rant oyunlarına sahne olan, yoksulluğun kol gezdiği, içinde yaşayan insanların mekan kalitesi konusunda bir nosyona sahip olmadıkları, mimarların saçma sapan yönetmeliklere ve ücretlere maruz kaldıkları bir kent gerçeğinde insancıl, sorumlu ve anlamlı bir mimarlık mümkün değildir. * * * Kent mekânı ve iktidar ilişkisine gelince, bu ilişki artık eskiden olduğu kadar dolaysız ve elle tutulur gözle görülür değildir. Hausmann’ın Paris’i, ya da Sovyet kentleri tarihsel bağlamları içinde bu işlevi görmüş olabilirler ama günümüz kent mekânı için bu tür basit iktidar- mekân ilişkisinden sözedilemez. Kent artık toplumu hiçe sayarcasına değerlendirilebilecek bir rant alanı olduğu kadar aynı zamanda sürekli değişen yaşam alışkanlıkları ve sürekli tüketimin yaşandığı bir mekandır. Kapilalizmin iktidarının sürekliliği ise bu yaşam tarzının, birtakım aracı ortamlar yardımıyla (mimarlık, sinema, multimedya, TV, eğitim kurumları vb.) ideolojik olarak pekiştirilmesi ve her gün yeniden üretilmeksi ile sağlanmaktadır. 38 Özel Bölüm - Mimarlığın Sosyal Forumu 2010 Geç kapitalizmin ideolojisi olan post modernizm, bu çerçevede onun iktidarının en önemli araçlarındandır. Bu ideolojiyle başa çıkmak, ona karşı örgütlenmek ise son derece güçtür. Zira bu ideoloji, toplumlar tarafından artık oldukça içselleştirileşmiş durumdadır; tutarlılık, tutumluluk, tevazu, sağduyu, dürüstlük, kurallara uyma, etiği koruma gibi değerler çoktan rafa kalkmıştır artık. Modernizmin ve modern toplumun değerleri zaman içinde birer birer yok edilmiş, toplumsal muhalefetin örgütlülüğü dağılmış, etkin bir pratik olmaktan çıkmıştır. ‘Katı olan her şey buharlaşmış’, ve politik pratikler insanların ayağının altından eskimiş bir halı gibi çekilip alınmıştır. Yaşadığımız dünyanın kaçınılmaz olmadığını kavramak ve buna karşı mücadele etmek öncelikle bu ideolojiyle mücadeleden geçmelidir. Bu ideolojinin yayıcısı olan medyayı, taşıyıcısı olan resmi söylemleri, pekiştiricisi olan eğitim sistemini sorgulamak, bu ideolojinin her gün bir başka biçimde ortaya çıkabilen uzantılarına karşı alternatifler üretebilmek ve bıkmadan bunları insanlara iletmeye çalışmak, bu mücadelenin akışı olmalıdır. Sınıf, emek, sömürü gibi modernist/sosyalist kavramların neredeyse unutulmuş olduğu bir dünyada en önemli mücadele, topluma bu kavramların içi boş ve nakarat kavramlar olmadığını hatırlatmayı başarabilmek, bunu günlük yaşamın olumsuzlukları ve yaşanan toplumsal dekadansın eleştirisi içinde yapabilmektir. Post modern dünyada yaşam her gün kapitalizmin yeni bir dayatmasıyla yaşanıyor. Bugün bir banka reklamı, yarın bir AVM açılışı, öbürgün bir savaş... Bu dayatmalara karşı onları kâğıt üzerinde reddetmenin ötesinde, sorunun kaynağını kavramış olarak onlara karşı alınacak uygun bir tavır, bir tutum, bir karşı ideoloji ile direnilebilir. Günümüzün sorunu özetle budur; geç kapitalizmin toplumlar tarafından içselleştirilmiş olan ideolojik çerçeveyle mücadele etmektir. Bireysel düzeyde olsun kurumsal düzeyde olsun eleştiri, sorgulama ve tartışma en önemli araçlar, bunu toplumla paylaşabilme ise en önemli etkinliktir. Bu yolda planlama ile ilgili meslek örgütlerine düşen görev, bu mücadeleyi kendi alanlarına giren konularda sebatla yürütebilmektir. ‘Herkes için mimarlık’ şiarının postmodern söylemlerdeki mimarlık tanımıyla karışmamasına özen göstermeli, belki de bunun yerine ‘insancıl ve toplumcu bir mimarlık’ için söylemler oluşturmaya çalışmalıdır. Kapitalist tahakkümün mekânsal biçimlerine karşı mücadele olsun, ‘başka bir mimarlığın mümkün olup olmadığı olsun ancak bu çerçeve içine tartışıldığında anlamlı olabilir. ATÖLYE ÇALIŞMALARI Sözlü Tarih Atölyesi: “1969 Mimarlık Seminerini Anımsamak” • 1960’ların sonu, ‘eylem’in öncelik kazandığı yıllardır. Ancak, özellikle gençlik hareketlerinde ‘gerçekçi’ yaklaşımlar yerine ‘ütopya’lar etkin olabilmektedir. Seminerde akademisyenlerle, mimarlık alanında ‘eylemliliği’ savunanlar arasında geçen tartışmalarda bu durum dikkati çekmektedir. • Geçen yüzyılda mimarlığa ilişkin toplumsal bağlam içinde geliştirilen, özellikle kentleşme, konut ve yapı üretimi alanlarına ilişkin görüşler genel olarak ‘mimarlığın politikleşmesi’ne yönelikti ve sonunda bir ‘devrim’ hedefini içeriyordu. Seminer katılımcılarının çoğunluğu böyle bir ‘devrim’in yakın olduğuna inanıyordu. Oysa bilim çevrelerinden gelen konuşmacılar bu konuda çok daha ihtiyatlıydı. • 1969’u izleyen yıllarda, özellikle 1980 sonrası yaşanan pratik içinde, mimarlığın ‘devrim’e koşullanmış ‘politikleşmesi’ni savunan görüşlerin yerini, mimarlık ve ilişkili toplumsal ortamda erişilebilen kazanımlara yönelik ‘politika’lar aldı. Şimdi yapılması gereken, geçmişten devralınan kavramlara yeniden sağlıklı içerikler kazandırarak yeni ‘politika’ların üretilmesidir. • Seminerde dile getirilen görüşler, daha sonraki yıllarda, özellikle konut, kentleşme ve yerel yönetimler konusunda geliştirilen politikalarda etkili olmuştur. Öte yandan mimarlık eğitim kurumlarında, özellikle tez vb. araştırmalarda toplumsal boyutların önemsenmesi, gene bu doğrultuda değerlendirilebilir. • Seminerde mimarlık eğitimine ilişkin yapılan tartışmalar, örneğin mimarlığın kendiliğinden varolan kişisel bir ‘yaratıcılık’ değil, ‘öğretilebilir’ bir yetenek olduğu savı, daha sonraki yıllarda eğitim programlarında uygulanma olanağı bulmuştur ve bugün için de geçerliliğini korumaktadır. • Öte yandan, mimarlar arasında ilk kez yapılan ve 1969 Seminerine sunulan anket, bugünün ölçütlerine göre bazı eksiklikleri bulunmasına karşın, mimarların o tarihteki farklı eğilimlerini yansıtan yararlı bir belge özelliğini taşımaktadır. Yürütücüler: Arif Şentek, Kubilay Önal Konuşmacılar: İlhan Tekeli, Cevat Geray, Haluk Pamir, Önder Şenyapılı, Sezgin Tüzün, Güven Birkan, Akın Atauz Katılımcılar: Yavuz Önen, Nermin Atılkan Çelik, Rezzan Şima Önen, Özlem Aslan, Emine Başbilici, Hüseyin Metin Felekoğlu, M. Onur Yılmaz, Çetin Ünalın, Numan Tuna, Ünal Peker, H. Ünal Nalbantoğlu, Aykut Ülkütekin, Nuran Ünsal, Osman Şahin. “1969 Mimarlık Semineri” tarihsel süreç içinde mimarlar topluluğunun topluma ve mesleğe yönelik düşünsel yapısını belirleme açısından önem taşıyor. MSF kapsamında, Mimarlar Derneği 1927 ile Mimarlık Vakfı’nın birlikte düzenlediği sözlü tarih atölyesine, seminer çalışmalarında yer almış olan; İlhan Tekeli, Cevat Geray, Ünal Nalbantoğlu, Haluk Pamir, Yavuz Önen, Önder Şenyapılı, Güven Birkan ve Akın Atauz katıldılar. Çalışmanın yürütücülüğünü Arif Şentek ve Kubilay Önal yaptılar. Atölye çalışmasında özetle şu görüşler belirtildi: • • Seminer, döneminin düşünce ortamını yansıtmakta, bilgi birikiminin hedeflenen değişimler açısından yetersizliği karşısında, toplum ve mimarlıkla ilgili düşünce ve görüşlerin tartışılarak ‘öğrenilmesi’ amacını taşımaktadır. Dönemin ülke sorunlarını çözümleyici yaklaşımlarda, ‘ekonomik’ ve ‘toplumsal’ altyapı temel belirleyici olarak görülmüştür. Böyle bir yaklaşımla, seminerin önemli bir bölümünde ülke ekonomisi ve toplumsal yapıya ilişkin konular tartışılmıştır. Atölye çalışmasının tamamı ayrı bir kitap olarak yayına hazırlanıyor. 39 Mekân, Yönetim ve İktidarın Ortak Formla Atölyesi Yürütücü: Savaş Zafer Şahin Katılımcılar: Ünal Peker, Erdoğan Balcıoğlu, Şeyma Sarıbekiroğlu, Çağla Türkmen, Mevsim Okyay, Gökay Celep, Atılım Yılmaz, Aylin Aydın, M. Fatih Görgen, Mine Ekici, Ayşe Nur Durmuş, Gülfer E. Arıkoğlu, Ozan Gürsoy, Fatma Okcu, Gülseren Oray, Gülüstan Aydoğdu, Nur Görkem Dursun Tarih boyunca mekân yönetim aygıtları aracılığıyla iktidarın en temel araçlarından biri olagelmiştir. İktidarın karakteri, yönetim aygıtının yapısı ve mekânın niteliği bu araçsallığın nasıl oluştuğunu, gündelik yaşamı nasıl şekillendirdiğini belirlemiştir. Tarihsel süreçte gündelik yaşam bu araçsallığı taşıyarak dönüştürmüştür. Örneğin III. Napolyon’un Paris’teki isyancıları daha kolay bastırmak için ısmarladığı Haussmann’ın planı doğrultusunda oluşan geniş bulvarlar ve blok yapılar, yirminci yüzyılda otomobilin, Parizyen Kültürünün egemenliğini ilan ettiği alanlar haline gelmiştir. Gündelik yaşam; iktidar, yönetim ve mekân arasındaki ilişkiye en başta yüklenen anlamı zaman içerisinde dönüştürse de geriye toplumsal açıdan önemli bir kalıntı bırakmaktadır: formlar. Form burada iktidar, yönetim ve mekân arasındaki ilişkinin biçimsel, yöntemsel ve görünen yüzünü temsil etmektedir. Örneğin Haussmann’ın planlama mantığı ve plana o dönemde yüklenen anlam değiştiyse de planın bir belge ve sembolik bir araç olarak toplumsal belleğe yerleştiği söylenebilir. Bugün hangi modern topluma gidilse “kent planı” dendiğinde sokaktaki insanın kent planını kentsel mekânı şekillendirmede kilit bir araç olarak gördüğü gözlemlenebilir. Benzer bir durum iktidarın kendisi ya da bürokrasi için de geçerlidir. Ancak günümüzde bu formların ilişkiselliği unutulmuştur. Örneğin bir imar planı ile iktidardaki siyasi partinin örgüt şemasının, bir belediyenin kente koyduğu imgelerle bir tapu kâğıdının ilişkili olabileceği düşünülememektedir. Belki her bir planın köşesinde bir bürokratik imza silsilesi yer alır ama bu silsilenin kendisi bile bir farklı form olarak ilişkisizliği güçlendirmektedir. Bu kopuş belki de kentsel mekânın yaşanabilir ve insanca bir idealle dönüştürülmesinin önündeki en önemli engellerden birisidir. Kenti şekillendiren planları imzalayan ya da hazırlayan mimar ve plancıların içinde bulundukları bürokraside tabi oldukları kısıtların o planlar tartışılırken tamamen gözden uzak kalması bunun en güzel örneklerinden birisi olarak gösterilebilir. 40 Özel Bölüm - Mimarlığın Sosyal Forumu 2010 Oysaki içinde yaşadığımız kentlerde bu kopmayı aşmayı tartışmak, farklı formların birlikteliğini ve yeni formların olabilirliğini düşlemek başka tür kentlerin olasılığını öncelemek adına yeni bir adım olabilir. Bu sebeple bu atölyenin amacı kentsel mekânı şekillendiren siyaset, bürokrasi ve planlama alanındaki temel formları ele almak, bu formların aralarındaki ilişkileri tartışmak ve yeni formların ipuçlarını yakalamak için bir arada düşünmek olarak belirlenmiştir. Bu amaca yönelik olarak gerçekleştirilecek olan bu atölye çalışmasında bir arada fikir üretme ve atölye gerçekleştirmenin alışılageldik formlarının dışında deneysel yeni bir yöntem kullanılması düşünülmektedir. Bu yöntemde katılımcılar kolaylaştırıcılık yöntemleri ile hayal güçlerini ve yaratıcılıklarını en üst düzeyde kullanmak üzere teşvik edilerek katılımcı bir yaklaşım kullanılacaktır. Atölyenin sonunda siyaset, bürokrasi ve planlamanın en temel formlarının gizil anlamları ve ilişkiselliklerinin sorgulanmış olması arzu edilmektedir. Bu sorgulama sonucunda atölyenin yeni ve deneysel formlar üretmesi beklenmektedir. “Ulus’taki Gündelik Hayatın Yansımaları” Atölye Yürütücüler: Emel Akın, Feray Ünlü Katılımcılar: Sümeyye Nur Erden, Zeynep Gezgincan, Yağmur Katırcıoğlu, Merve Kalyoncuoğlu, Can Gürer, Ajda Zaim, Ayşegül Çağla Civelek, Zehra Müberra Aytemiz, Mehmet Haki Çadirci, Umur Ekinci, Yasin Coşar Yağcı • Ulus’un kentsel tüketimine yönelik öneriler getirildi. • Cumhuriyet yapılarının fotoğrafları için politik sorgulamalar ve yorumlar yapıldı. • Kapitalizm ve yerel yönetimin uygulamaları konusunda eleştiriler yapıldı. • Kent kullanıcılarının, tarihi yapıların korunması ve iyileştirilmesine yönelik duyarlılıkları yorumlara yansıdı ve bu konuda istekleri olduğu saptandı. • Ulus’un mekânsal kullanımında cinsiyet farklılıklarının ve gece ile gündüz zaman diliminin belirleyici olduğu yorumlandı. • Atölye katılımcılarımız ve Konur Sokak kullanıcıları arasında sosyal bir ortam oluştu. Ulus yansımasıyla yaratılan başka bir mekânsal metin ortaya çıktı. SONUÇ BİLDİRGESİ Kentlerimiz ve mimarlığımız içinde bulunduğu toplumsal koşullara bağlı olarak değişim göstermekte, görece insan/toplum odaklı biçimlenmeler yerini büyük bir hızla kâr odaklı biçimlenmelere bırakmaktadır. Kentsel mekân üretiminde insan ve toplumsal ilişkiler değil, kâr ve bireysel çıkarlar belirleyicidir. Kent mekânı meta olarak büyük bir hızla tüketilmekte, değişim değeri tüm insani değerlerin önüne geçmektedir. Dayatılan yaşam tarzı, kentte yaşayanları gündelik yaşamın rutininde kendilerine, kentine ve içinde bulunduğu topluma büyük bir hızla yabancılaştırmaktadır. Çevresine karşı duyarsız ve umutsuz kentli profili her geçen gün artmaktadır. Değişim sürecinde, mimari çizgiler başkalaşmış, tarihi yapı cepheleri kent yaşamı içinde sembolleşmiş, gündelik yaşam bu yapılara yeni anlamlar yüklemiştir. Ulus’u Kızılay’da yansıtarak bağlamında fark edilmeyenleri başka bir bağlam yaratma yolu ile sorgulayan Atölyemiz, değişimin farkında olanlarla olmayanları aynı zeminde ve hatırlamanın, hüznün, hayıflanmanın ve önerilerin arakesitinde buluşturmuştur: • Konur Sokak kullanıcılarının interaktif katılımlı metin eklentileri sergi mekânını, görsel, mekânsal ve kavramsal içerikte dönüştürdü. • Konur Sokak kullanıcılarının yorumları kent bütünlüğünün, toplumun ve bireyin yaşam biçiminin sorgulanmasını, günümüz penceresinden Ulus mimarisinin özellik ve anlam karşılaştırmasını içerdi. • Yorumların çok büyük bir kısmı unutulmuş değerlerin hatırlandığına, kentsel ve tarihsel belleklerin canlandığına yönelikti. • Sadece fotoğraflanan yapılar hakkında değil, yakın çevresine ilişkin değerlendirmeler de yorumlar içinde yer aldı. Böylece çalışma kapsamı interaktif katılımcılar tarafından genişletilmiş oldu. Aşağıda yazılanlar Atölyemizin sonucu olarak bildirilir: Toplumsal değişim, dolayısıyla mimarlık ve kentsel mekândaki değişim sürecine ilişkin farkındalık yaratma çabaları, kentlilik bilincinin sağlanmasında /artırılmasında önemli bir katkıdır. Sermayenin kâr amaçlı projeleri insanı yok sayan ve yok eden mekânlar yaratmaktadır; bu gerçek, topluma sürekli ve sıklıkla vurgulanmalıdır. İnsana, kentsel yaşam kalitesine öncelik veren, toplumsal yarar temelinde biçimlenen özgür ve özgün kentler, yani bir başka yaşam, bir başka mimarlık, ancak ve ancak bilinçli bir mücadele ile mümkün olacaktır. 41 İnsan Hakları Odaklı Tasarım Atölyesi Yürütücüler: Hossein Sadri, Senem Zeybekoğlu Sadri. Katılımcılar: Deniz Hazal Beyaz, Nilay Oğultürk, Emre Küsmüş, Mehmet Ali Yılmaz, Hamit Yoğurtçu, Mehmet Arslan, Neşe Ersoy, Gizem Başçiftçi. Mimari pratiklerin insana ve çevresine verdiği zararların, önemli tartışmalara sebep olduğu son günlerde, mimar yetiştirme süreçlerinin yeniden kurgulanması gerekliliği ve tasarım atölyelerinin bu süreçteki önemli yeri “İnsan Hakları Odaklı Tasarım Atölyesi”nin ortaya çıkış nedenlerini teşkil etmektedir. Girne Amerikan Üniversitesi’ne ek olarak, Bilkent Üniversitesi, Orta Doğu Teknik Üniversitesi, Gazi Üniversitesi ve Çankaya Belediyesi’nden katılımcılarla gerçekleşen bu atölye çalışmasında kullanılan yöntemler, formel mimarlık eğitimini sorgulayarak, mimarlık mesleğinin etik sorumluluklarını gündeme getirmeyi amaçlamıştır. mak, mimarlık eğitimi sürecinde en eksik bulduğumuz konulardır. Çıkış noktasını bu temele dayandırdığımız atölyemizde insan hakları odaklı bir yaklaşımla, mimarların dokunması ve dokunmaması gerekenleri ele aldık. Atölyenin Yöntemi: Bu amaca erişebilmek ve insan haklarına duyarlı mimarlar yetiştirebilmek amacıyla, eğitimin içeriğinin gözden geçirilmesinin yanında yöntemlerin de sorgulanması gerekmektedir. Bu nedenle yöntem olarak eğitimi daha özgürlükçü ve eşitlikçi kılan Paulo Freire’in ‘Ezilenlerin Pedagojisi’ kitabında ortaya koyduğu yöntemleri denemeye çalıştık. Freire’e göre formel eğitimdeki öğretmen-öğrenci ilişkisi, öznenesne ilişkisine tabiidir. Bir taraf bilgiyle iktidar kuran ve ezen, diğer taraf ise ezilen haline gelmektedir. Bunu ortadan kaldırmak için de öğretim sürecinde özne-özne ilişkisini yaratabilmek, öğretmen-öğrenci rolleri yerine kolaylaştırıcı-katılımcı rollerini koymak gerekmektedir2. Atölyenin İçeriği: Lefebvre, “Mekân Üretimi” kitabında, devlet ve sermayenin soyut mekânlar üretmeye çalıştığını, bu mekânların da parçalanmış ve hiyerarşik olduğunu açıklıyor. Lefebvre’e göre, devlet ve sermaye, sosyal mekânlar üzerinde bir hegemonya yaratarak, onları homojenleştirmeye çalışır ve böylelikle soyut mekânları, yani farklılıkları dışlayan, sosyal yaşamı barındırmayan ve sadece tüketime yönelik olan mekânlar üretir. Bu süreçte kurumsallaşmış bilgiyi temsil eden mimarları ve plancıları da devlet ve sermayenin suç ortağı olarak nitelendirmek mümkündür. Zira mekân üretimi sürecinde bilgileriyle iktidar kuran mimarlar ve plancıların insana ve topluma değil, devlete ve sermayeye hizmet ettiğini görmekteyiz1. Lefebvre’in döneminden çok da farklı olmayarak, günümüz kentlerinde büyük dönüşüm projeleri çerçevesinde, zaten yoksun olan birey ve topluluklar her gün daha fazla kent imkânlarından uzaklaştırılıyorlar. Bu dönüşüm projelerine ek olarak, yenileme ya da rehabilitasyon adı altında, tarihi bölgelerde yaşayanların ihtiyaçlarına değil, turistik tüketime yönelik projeler üretilmesi; güvenlik duvarlarıyla çevrili siteler ve lüks konutların inşası; tarihi binalar ve kamusal alanların yeniden işlevlendirme amacıyla özelleştirilmesi gibi bir çok örnekte, mimarlar ve plancılar çok önemli roller oynamaktadır. Ayrıca bu süreçlerin gelişmesi ve böyle projelerin uygulanmasıyla insanların özellikle de incinebilir grupların temel haklarının çiğnendiğine tanık oluyoruz. Katılımcı odaklı eğitim yöntemlerinde, tartışmalar, grup çalışmaları, simülasyonlar, oyunlar, örnek çalışmaları ve çeşitli yaratıcı modüller aracılığıyla, katılımcıların kendi bilgilerinden yola çıkarak çeşitli konularda öğrenmelerini kolaylaştırmak amaçlanmaktadır. Bu tarz eğitimlerin daha etkin ve kalıcı sonuçlara neden olmalarının yanı sıra, öğrenim sürecinde tek bir fikir ve mutlak bilginin hâkimiyeti yerine, çeşitliliklerin ortaya çıkmasına imkân sağlamaları nedeniyle bilgi akışı ve paylaşımı konusunda büyük önem taşıdıklarını söyleyebiliriz. Bunlara ek olarak formel eğitimin bireyci ve sıkıcı yönlerine karşın, bu tarz eğitimin grup çalışmalarına dayanması ve eğitimi eğlenceli bir sürece dönüştürmesi, amaca yönelik motivasyonların yüksek tutulmasına sebep olmakta ve özellikle insan hakları konularında aktivizmi canlandırabilmektedir. Bu ihlallerin farkına varmak, önüne geçmek ve yapabildiğimiz kadarıyla bunlar yüzünden ortaya çıkan yaraları sarmaya çalış- Atölyenin ilk gününde insan hakları ve mekân konusunu ele alarak, insan hakları konularının mekânlarla ilişkisini tartıştık. 42 Özel Bölüm - Mimarlığın Sosyal Forumu 2010 Bu nedenlerle, 3 günlük eğitim programımızda insan haklarını öğrenmeyi, mekânsal boyutlarını keşfetmeyi, insan hakları ihlallerinin ve ortaya çıkış süreçlerinin farkına varmayı, bunları durdurmaya yönelik donanmayı ve bu ihlaller yüzünden oluşan yaraları tedavi etme yöntemlerini geliştirmeyi amaçladık. Bu amaçlara varmak için de katılımcı odaklı eğitim yöntemlerine dayanan modüller kullandık. Bu modüllerin bir kısmını ‘Pusula’3, ‘Making Rights a Reality’4 ve ‘Service Learning’5 gibi insan hakları eğitimi kitaplarından derledik, diğerlerini ise kendimiz tasarladık. Daha sonra katılımcılar mekânla ilgili olan insan hakları konularından birini seçerek, o konuyu daha derin bir şekilde incelemeye aldılar. Ankara Kızılay bölgesindeki Karanfil Sokak’ta katılımcılar hak gözlemcileri olarak araştırma ve incelemede bulundular ve eğitim hakkı, çalışma hakkı, güvenlik, barınma hakkı, hakkaniyetli gelişme, kanaat ve ifade özgürlüğü gibi konularda bölgenin haritasını çıkardılar. Atölye’nin ikinci kısmında, katılımcılar kentteki kırılgan ve incinebilir grupları oluşturan insanların rollerine bürülerek, kadın, evsiz, yoksun, engelli, eşcinsel, işsiz ve diğer hak ihlaline maruz bırakılan kişiler olarak, bölgedeki eksikliklerin giderilmesi konusunda dileklerini ve ideallerini ortaya koydular. İnsan hakları ihlallerine son vermek için ortaya konulan bu idealler, atölyenin üçüncü gününde bir tasarım projesi olarak ele alındı. Böylelikle atölye çerçevesinde, hak ihlallerine maruz bırakılan kişilerle empati kurmaya ek olarak, bu ihlalleri durdurabilmek için tasarım önerileri ortaya konuldu. Atölyenin sunuş kısmında ise, katılımcılar rollerini ifa ettikleri kırılgan gruplar olarak sahneye çıktılar ve kente dair ideallerini birer cümleyle seslendirdiler. Atölyenin manifestosu olarak Mimarlığın Sosyal Forumuna sunulan bu idealler, insan hakları ihlallerini durdurmak için bir ideal kent tanımını oluşturdu. --------------1 2 3 4 5 Lefebvre, H. (1991) “The Production of Space”, translated by Do nald Nicholson Smith, Blackwell Publishers, Oxford. Freire, P. (2006) “Ezilenlerin Pedagojisi”, çev: Dilek Hattatoğlu ve Erol Özbek, Ayrıntı Yayınları, İstanbul. Brander, P. Gomes, R. vd. (2008) “Pusula: Gençlere İnsan Hakları Eğitimi Kılavuzu”, çev: Burcu Yeşiladalı, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul. Amnesty International (2005) “Making Rights a Reality: Human Rights Education Workshop for Non-Governmental Organiza tions”, Amnesty International Publications, London. Belisle, K. ve Sullivan, E. (2007) “Service Learning: Lesson Plans and Projects”, Amnesty International USA, New York. 43 Toplumsal Cinsiyet ve Mekân Atölyesi Yürütücü: Yıldız Temurtürkan Katılımcılar: Leman Ardoğan, Feride Tok, Muteber Aslan, Kamil Büyüktortop, Afet Baran, Ayşenur Onat, Nazan Sürü, Özlem Öz, Damla Aslan, Eylül Özdikmenli, Emra Engüzeloğlu, Nilüfer Kızılkaya, İlke Alpay, Burcu Ateş, Ceren Demircan, Aydın Özgüneş, Pınar Kesim, Ezgi Sarıtaş, Meltem Al, Esergül Özdemir, Özge Göncü, İpek Sarı, Günce Öztürk, Şule Aybar, Nur Görkem Dursun, Mevsim Okyay, Şeyma Mert, Şengül Göster. Mimarlığın Sosyal Forumu temaları arasında toplumsal cinsiyet ve mekân temasının yer alması hem atölyede hem de yapılan oturumlarda olumlu bir gelişme olarak yorumlandı ve yeni başlayan bu tartışmanın bundan sonra da devam ettirilmesi doğrultusunda öneriler getirildi. Toplumsal cinsiyet ve mekânı birlikte ele alma ihtiyacı duyduk çünkü kadınlar ve erkekler, mahalleyi, köyü ve kenti aynı biçimde kullanmazlar. Sorunları, ihtiyaç ve beklentileri farklılık gösterir. Birlikte yaşadığımız çevreye yönelik politikalar ve politikasızlıklar kadınları ve erkekleri ve hatta kadınları da kendi içinde (mesela seks işçisi, eşcinsel veya ev kadını olan kadınları da ) farklı biçimde etkiler. Kent yoksullarının gündelik rutininin büyük bir kısmını temel yaşamsal faaliyetler oluşturur. Kadınlar bu mahrumiyeti (su, kanalizasyon, barınma) doğrudan hisseder. Kent yoksullarının yaşamını karakterize eden risk ve mahrumiyetler çoğunlukla kadınlaşmıştır. 44 Özel Bölüm - Mimarlığın Sosyal Forumu 2010 Yaşadığımız kentler ve mekânlar, cinsiyetlendirilmiş kalıpyargıların üretildiği, tüketildiği ve yeniden üretildiği temel alanlardır. Evde, kamusal alanda ve sokakta yaşadığımız cinsiyetlendirilmiş gündelik rutinler kentleri şekillendiriyor. Egemen ataerkil kültür, zaman içinde, binalar ve anıtlar biçimini alır. Günümüzde yapılı çevre, egemen normları ve kalıpyargıları sembolize eder ve destekler. Erkeklerle kadınlar arasındaki iktidar ilişkisi, binaların, anıtların, sokak işaretlerinin biçim ve fonksiyonundan rahatlıkla anlaşılabilir. Ulaşım ve güvenlik kadınların dış mekânı kullanımı engelleyen en önemli eksikliklerdir. Kentsel mekânın sınıf, etnisite ve ırka göre ayrışmış olduğunun farkındayız ancak cinsiyete göre ayrışmanın pek farkına varmayız. Mekânı toplumsal cinsiyete duyarlı bir perspektifle ele almanın zamanı geldi. Cinsiyetçiliğin mekân aracılığıyla nasıl üretildiğini yaşanmış örneklerle paylaşarak bilince çıkarma ihtiyacı içindeyiz. Kategorik ve kavramsal tartışmadan daha çok örneklerin paylaşıldığı atölyeler tasarlanmalıdır. Bugün herkes için ama daha çok kadınlar için risk alanı oluşturan sokaklarda ne kadar yaşıyoruz? Cinsiyete dayalı iş bölümünü üretmeyen ve değiştiren evler ve mekânlar tasarlanabilir mi? Aynı zamanda cinsiyetçi olmayan veya erkek-merkezli olmayan bir kentsel çevre neye benzer sorusuna yanıtlar arayarak alternatif mekânlar geliştirmelidir. Sokak Tiyatrosu Atölyesi Kentin Manifestosu - Sahne Dışı Yürütücüler: Pelin Temur, Selcan Özgür, Tufan Taştan, Utku Kaya Katılımcılar: Sinem Uyar, Mehmet Bayraktar, Ozan Yıldırım, Emrah Aktürk, Can Sarıkaya, Öykü Ağtaş, Görkem Şahinkaya, Deniz Kesmez, Çiğdem Şimşek, Burkay Doğan, Burak Talı, Sarp Aydoğdu, Hazel Başköy, Murat Küçükarslan, Cem Işık, Bilen Bilmen, Nehir Çelik, Reyhan Artaç, Nail Yollu Bir sokak tiyatrosu grubu olarak belli aşamalarda, mekân kavramı üzerine çokça düşünüp tartışmıştık. Bu tartışmalarımız ve doğrudan sokakta yaşadığımız tecrübelerle, kent düzenlemesinin yaşam ve eylem biçimlerimizi de düzenlediği sonucuna varmıştık. TMMOB Mimarlar Odası Ankara Şubesinin “Başka bir mimarlık mümkün” ana fikriyle düzenlediği etkinlik çağrısı elimize ulaştığında, içinde olmaya karar verdik. “Forum için hazırladığımız oyunda, değer yasası, fetişizm ve yabancılaşma üzerinden, kentin tarihsel seyrini özetlemeye çalıştık. İnsanın, kapitalist bir kentte nesneleşmesi kaçınılmazdır ve tam da şimdi, tarihte görülmemiş düzeyde bir gelişim ile tarihte görülmemiş düzeyde bir sefalet yan yana dururken, kazanacağı bir dünya vardır…” 45 Mimarlığın Sosyal Forumunun Ardından Hiç kuşku yok ki, Mimarlığın Sosyal Forumu 2010 çok başarılı ve anlamlı bir etkinlik; insanlık için amaca yönelik bir etkinlikti. Geleneksel derslerden, yurttaş katılımlı atölye çalışmalarına ve hatta sokak etkinliklerine kadar inanılmaz çeşitlilikte etkinlikleriyle hakikaten çok kapsamlı, eksiksiz bir deneyim veya tercih ettiğim deyimle bir “Ankara deneyimi” olduğu söylenebilir. Hiç kuşkum yok ki Forum’un etkisi olacaktır. Benim için tekrarlanmayı hak eden bir etkinlik olduğu da açıktır. Yıllar önce Yunanistan çok zor bir politik durumun içinden çıkmaya çalışırken Nazım Hikmet “kalbim Yunanistan’da atıyor”* diye yazmıştı. Bunu Forum sırasında, bu kez keyifli bir ortamda hatırladım: “kalbim Türkiye’de atıyor”. Saygılarımla, Vassilis Sgoutas UIA Eski Başkanı * “her şafak vakti kalbim Yunanistan’da kurşuna diziliyor.” Angina Pektoris (Nazım Hikmet, 1948)ç.n. 46 47 PROJE - UYGULAMA ODTÜ’de Bir Öğrenci Merkezi Yarışması Üzerine Düşünceler1 Figen Kıvılcım Bu yazıda, Orta Doğu Teknik Üniversitesi Rektörlüğü’nce Mayıs 2010’da açılan ve Temmuz 2010’da sonuçlanan ‘ODTÜ Öğrenci Merkezi Binası ve ODTÜ Meydanı Mimari Proje Yarışması’nın şartnamesini ve buna bağlı olarak yarışma sonuçlarını tartışmak istiyorum. Şartname ve yarışma sonuçlarını birbiriyle ilişkili olarak değerlendirmek istiyorum, çünkü bir işin nasıl başladığı, bir tasarım probleminin nasıl tanımlandığı önemli: Tasarım problemi özgün bir şekilde tanımlanabilir veya yorumlanabilirse ancak özgün projeler elde edilebilir. Yarışma şartnamesi, ‘Yarışma Bilgileri’, ‘Proje Alanının Tanımı’, ‘Yarışmacılardan Beklenenler ve İhtiyaç Programı’ ve ‘Ekler’ olarak dört bölümden oluşmakta. Bunlardan, ihtiyaç programıyla ilgili kısımda gereken tüm mekânlar ve bunların metrekareleri verilmiş bulunuyor. Şartnamede mekânsal ihtiyaçların ve alanlarının çok net olarak ifade edilmesi, toplam alanın çok az toleransla net olarak verilmesi, bana göre “öğrenci merkezi” hakkında mimarların bir yarışma kapsamında yapabilecekleri katkıyı kısıtlıyor. Oysaki bir yapı türü olarak “öğrenci merkezi”, tipolojisi olmayan, bugüne kadar çok çalışılmamış ve farklı yaklaşımlar geliştirilmemiş bir yapı türüdür ve bu yapı türünün, ihtiyaç programından başlanılarak daha tartışılması gereken birçok mimari yönü vardır. İkinci olarak şartnamede yer seçimi konusunda da aynı kısıtlılık görülmekte. Verilen alan ve istenilen kapalı alanın oranı incelendiğinde ve sözkonusu yerin spor salonuna yakınlığı gözönüne alındığında ODTÜ’de bir öğrenci merkezi yarışmasının birçok kalıba sıkıştırılmış olduğunu görüyoruz. ODTÜ yüksek yoğunluklu bir kent dokusu değil, aksine, yapılaşmanın karakterinin “peyzaj içinde yayılım –extension-” diye ifade edilebileceği bir yerleşke olduğu için ODTÜ’de yarışma alanında tanımlanan türden sıkışıklıklara yer olmadığını düşünüyorum. Üçüncü olarak, şartnamede kampüsün gelişimine ilişkin tarihi bilgiler verilirken fiziksel çevrenin “karakterini” (genius loci) tanımlamaktan uzak kalındığına değinmek istiyorum. ODTÜ’de fiziksel çevrenin çok güçlü bir karakteri var ve bu karakter sadece fiziksel çevreden değil yerleşkenin sosyal ve kültürel tarihinden ve bunların yerleşkede bulunan fiziksel izlerinden oluşuyor. ODTÜ Yerleşkesi, ODTÜ toplumuna ve tarihine ait genel ve kişisel anlamlarla yüklü bir çevre. ODTÜ’de yapılan yeni yapılardan bir şekilde bu ‘karakter’le ilişki kurması ya da kur1 Bu yazının aynı kapsamda ilk taslağı ilk olarak Ağustos 2010’da www. kolokyum.com mimari paylaşım sitesinde yayınlandı ve geliştirilmesinde buradaki tartışmaların önemli katkısı oldu. Bu sitede tartışmaya katkıda bulunanlara ve yazıyı okuyup düşüncelerini paylaşan Evren Başbuğ ve Pınar Aykaç’a teşekkür ederim. 48 Proje - Uygulama muyorsa da bunu bilinçli olarak yapması beklenebilir. ODTÜ’nün çok katmanlı karakterine bir yaklaşım geliştirmek için öncelikle onu oluşturan temel fiziksel ve tarihi girdilerin analiz edilmesi gerekir ki, bilgi vermek açısından bir iddia taşıyan ve ‘ODTÜ yerleşkesi’ ve ‘yerleşke mimarisi’ gibi önemli bölümler içeren şartname yerleşkenin karakterini tanımlamakta bana göre çekimser/eksik kalmakta, bu durum da yarışma açısından başka bir kısıtlılık oluşturmakta. Tekrar yarışmanın açılma nedenine dönelim: öğrenci toplulukları. Burada akla gelebilecek sorulardan bir tanesi bu yarışma şartnamesi hazırlanırken neden birçok aktif ve köklü öğrenci topluluğuna sahip ODTÜ’nün öğrenci topluluklarının görüşüne başvurmadığıdır. Sahne ihtiyacı ve karakteri ile ilgili tiyatro topluluğunun, karanlık oda ile ilgili amatör fotoğrafçılık topluluğunun, aynalı salon ve yine sahne ile illgili çağdaş dans topluluğunun görüşlerine (ve örnekler elbette çoğaltılabilir) başvurulabilseydi, daha ODTÜ bağlamına uygun ve daha özgün ve doğru bir mimari programa ulaşılamaz mıydı? (Oysaki ODTÜ Mimarlık Fakültesinde katılımcı tasarım süreçleri üzerine yapılan çalışmalar bulunmaktadır ve Ulus gibi Ankara’nın en karışık bölgelerinden birinde Sn. Prof. Dr. Raci Bademli ve ekibi çeşitli kullanıcı gruplarıyla iletişim kurmuş, bunu proje ve uygulama sürecine yansıtmayı başarmışlardır.) Şüphesiz her yarışma şartnamesinden yukarıda bahsedilen hususlarda yetkinlik beklemek ve bu hususları genelleştirmek doğru olmaz, ama yarışmayı açan kurumun birçok konuda sergilediği öncü ve ilerici tavır bu sorgulamaları beraberinde getirebilir. Şartnamede görülen ‘çok net tanımlanmış sınırlar içinde bir proje istemek’ yaklaşımı yarışmayı açan kurum açısından yarışma sonucunda ‘istediği’ projeye çok yakın bir proje elde etme noktasında olumlu görünse de, aslında, yukarıda açıklamaya çalıştığım gibi, bence kurumun araştırmacı ve deneysel karakteri ile ters düşmekte. Bir varsayım Bu konuyla ilişkili olarak, ODTÜ’de hâlihazırda bulunan ve benim bildiğim kadarıyla en azından 70’li yıllardan beri öğrenci topluluklarının bir kısmını barındıran Topluluklar Barakası’ndan bahsetmek istiyorum. Kampüs inşası sırasında (tahminen 1958 yılında) işçi barakası olarak sonradan yıkılmak üzere inşa edilen yapı, ODTÜ’nün ilk yapılarından2. Bu yarışma açılırken Topluluklar Barakası’nın sosyal ve mekânsal kalitelerinin incelenmemiş ve şartnameye yansıtılmamış olmasının nedeni, Baraka’nın ve onun karakterinin ODTÜ’de yönetim tarafından bir değer olarak algılanmama ihtimali olabilir. En az altı yedi yıldır, yerleşkede çok merkezi bir konumda bulunan Topluluklar Barakası’nın yıkılıp yerine çarşı/ 2 Bu yapının tarihine ilişkin ODTÜ arşivinde bir araştırma yapılması halinde tarihler ve kullanımı ile ilgili daha detaylı bilgilere ulaşılabileceğine inanıyorum. kafe gibi işlevler içeren bir yapının yapılacağı zaman zaman gündeme gelir öğrenciler arasında. Bunun doğruluğu konusunda kanıtlar olmamakla beraber, heryıl yanda alt kottaki otoparka doğru hafifçe kayan ve bu sebeple bir takım büyüyen çatlaklara sahip olan Topluluklar Barakası’nın bakım görmediği ve ilgisiz kaldığı da bir gerçektir. Burada Baraka’nın mekânsal ve sosyal değerleri konusunu biraz daha açmak istiyorum. Topluluklar Barakası, çevresindeki işlevlerle ve bölümlerle güçlü bir ilişki kurabilecek şekilde konumlanmıştır. Sözgelimi bir yeşil alanla Merkez Mühendislik Binası’ndan, yemekhane ve alleden ayrılarak ‘özerk’ bir alana sahiptir ve aynı zamanda, tüm bölümlerin ve temel işlevlerin tam ortasında kolaylıkla erişilebilir bir konumda bulunur (mesela öğle arasında yemekhaneden çıkıp bölüme gitmeden barakada çay içmek mümkündür). Buna ek olarak, Baraka’nın yerleştiği kampüs parçasını ele aldığımızda (kentte bu parsel olurdu) yapı-açık alan ilişkisi açısından yapı alanının açık alana göre daha küçük olduğunu görürüz (Yani yemekten sonra çay içmek yerine Baraka’nın önünde futbol oynayanlara da katılınabilir). Baraka’nın konumu ile ilgili başka önemli bir nokta da, çok merkezi bir konumda olmasına rağmen ‘özerk’ ve sadece öğrencilere ait bir mekân olmasıdır. ‘Yönetim’ gibi bir birimi yoktur (Bir Kampüs üniversitesinde, öğrenci merkezinde böyle bir birime de ihtiyaç olmadığını düşünüyorum, dolayısıyla yeni ‘ihtiyaç’ programında yeralan ‘yönetim’ birimlerinin gerekliliğine katılmıyorum). Vurgulanması gereken bir başka nokta, Topluluklar barakasının yurtlar bölgesine uzaklığının da bu özerkliğe katkısı olmasıdır. Yurtlar bölgesine yakın olması gece düzenlenen etkinliklerde sıkıntı yaratabilirdi. Son olarak, Barakanın bir ‘mimari eser’ statüsünde olmaması, mimari bir dokunulmazlığa sahip olmaması, yazılıp çizilebilir, boyanabilir, çivi çakılabilir olması da onun öğrenci toplulukları tarafından kolayca dönüştürülebilir ve sahiplenebilir olmasına sebep olmuştur. (Bu yüzden yarışma sonucunda çıkan tüm önerilerdeki ‘mimari eser dokunulmazlığı ve yeniliği’ bence sorgulanabilir.) Sonuç olarak, Baraka sadece öğrenci toplulukları onu dönüştürebildikleri için Baraka olmamıştır. Çevreyle ilişkisi, bulunduğu bölge, yapı-açık alan ilişkisi ve yüzeylerinin anlık ifadelere açıklığı onu öğrenci topluluklarının sahiplenmesine uygun hale getirmiştir. Bence bu özelliklerinin hepsi ODTÜ yerleşkesi açısından birer değerdir. Sonuç ODTÜ’de öğrenci merkezi yarışmasının sonuçlarını incelediğimizde, ödül alan projelerin büyük çoğunluğunun ODTÜ bağlamı ile ilişkisi belli olmayan, (yine şartnameden dolayı) öğrenci merkezi gibi çok az denenmiş bir yapı türü hakkında şaşırtıcı bir şekilde yeni bir fikir öneremeyen, spor salonu ve genel olarak ODTÜ mimarisi ve karakteriyle anlamlı bir ilişki kurmayan projeler olduğunu görüyoruz. Bana göre bu durumun en önemli sebebi tasarım probleminin tanımlanmasında yarışma şartnamesinin sergilediği yaklaşımdır. ODTÜ, dünya mimarlik literatüründe önemli bir örnek olabilecek bir öğrenci merkezi projesi geliştirme sürecini, bu süreçten toplulukları, barakayı, toplulukların deneyimlerini ve öğrencileri uzak tutarak, bilerek ya da bilmeyerek, gerçekleştirmemiştir. Herşeye rağmen, çeşitli açılardan başarısız bulunabilecek birçok yeni yapının da yer aldığı ODTÜ yerleşkesinde bir projenin yarışma yoluyla elde edilmiş olması olumlu bir yaklaşımdır. Yazının başında dile getirdiğim gibi, yarışmalarda tasarım probleminin nasıl tanımlandığı, çerçevenin nasıl çizildiği elde edilen projelerin niteliğini belirlemektedir. Bu sebeple, bana göre, şartnamelerde nicelik kadar niteliklerden de bahsedilmelidir. Yarışmaya katılan ve emek veren herkesi kutlayarak yazımı bitireyim. Şekil-1 Topluluklar Barakası, Merkez Mühendislik Binası üzerinden bir görünüm, Baraka önünde Amatör Fotoğrafçılık topluluğu tarafından bir performans yapılıyor. 1990’lı yıllar. (Amatör Fotoğrafçılık Topluluğu Arşivi, Fotoğraf: M.Ali Üzelgün) Şekil-2 Bir etkinlik afişi, 1990’lı yıllar. (Amatör Fotoğrafçılık Topluluğu Afişi) Şartnamenin oldukça kısıtlayıcı bulduğum yaklaşımına benim neden olarak düşünebildiğim konulardan biri Baraka ve onun çevresinde gelişen topluluklar kültürüne ODTÜ yönetiminin mesafeli duruşudur. Buna karşın, eğer Baraka mekânsal ve sosyal olarak ODTÜ Öğrenci Toplulukları için bir değer olarak ele alınıp yorumlanabilseydi, farklı bir şartname ve dolayısıyla farklı proje önerileri açığa çıkardı diye düşünüyorum. 49 Ödüller Birincilik Ödülü Ferhat HACIALİBEYOĞLU, Deniz DOKGÖZ, Orhan ERSAN Yardımcılar: Turgut Şakiroğlu, Emre Sarıçelik, Yeliz Çermikli Danışmanlar: Cemal Coşak, Salih Emre Damar, Gökçe Haver Toprak İkincilik Ödülü Murat TABANLIOĞLU, Melkan GÜRSEL TABANLIOĞLU Yardımcılar: Murat Cengiz, Çağrı Akay Danışmanlar: M. Adnan Öğüt, Gürkan Görgün, Hüseyin Gülsoy Üçüncülük Ödülü Adnan AKSU, Tayyibe Nur ÇAĞLAR, Zehra AKSU, Ezgi BAŞAR Yardımcılar: Vasili Zlatovcen, Atilla Aksu, Serkan Nurman, Nesli Naz Aksu, Muhammet Raşit Ayparçası, Merve Çelik Danışmanlar: Mehmet Zafer Kınacı, Melih Özöner, Kemal Aykaç Birinci Mansiyon Onat ÖKTEM, Ziya İMREN Danışmanlar: Emin Aldemir, Seden Çakıroğlu, Emre Aytemiz İkinci Mansiyon Hakan DEMİREL Yardımcılar: Orhun Ülgen, Mustafa Uzman, Gülçin Dudu Acar, Haluk Demirel Üçüncü Mansiyon Seden CİNASAL AVCI, Ramazan AVCI, Suzan BAHTİYAR Danışmanlar: Akif Yılmaz, Hamidreza Yazdani, Cemal Coşak, Ekrem Evren, Kemal Güravşar Dördüncü Mansiyon Murat AKSU Yardımcılar: Ayşegül Akçay, Özlem Çatık, Osman Maskali, Gülşen Şahin, Ezgi Ak, Tülay Özçelik, Alev Uyar Danışman: Umut İyigün, Mehmet İyigün, Cafer Aktürk, Hayri Aydın Beşinci Mansiyon Alişan ÇIRAKOĞLU, Ilgın AVCI Yardımcılar: Çağrı Helvacıoğlu, Yıldız İpek Mehmetoğlu Danışmanlar: Gülsün Parlar, Mehmet Karadura, Eray Aydın 50 Proje - Uygulama Çankaya Belediyesi Başkanlık Hizmet Binası, Sanat Merkezi ve Ulvi Cemal Erkin Konser Salonu Ulusal Mimari Proje Yarışması Üzerine Suha Özkan, Jüri Başkanı Türkiye’de siyasal halk yardakçılığı ile yavanlaşan kültür etkinlikleri her geçen gün kültürel dışavurumları sığlaştırmaktadır. Çağdaş ve üst düzey sanat ve kültür varlıklarının sahipsizliği tüm kültürel etkinlikleri aşındırmakta ve neredeyse terk edilmiş bir ortamda bırakma durumundadır. Yozlaşmış sanat ve kültür sunumlarının yaygınlaştığı konumda “Sosyal Demokrat” yerel yönetimler Türkiye Cumhuriyeti’nin kültür politikasının temel parçası olan çağdaş sanat ve kültürü benimseme ve koruma sorumluluğunu üstlenmiş durumdadırlar. Eskişehir’de yoğunlaşan kültür ve sanat kurum ve yapılarına ek olarak geçenlerde sonuçlanan İzmir Opera Yapısı Yarışması bu sahiplenişin etkin bir biçimde sunulduğu belirgin girişimlerdendir. Klasik müziğin Türkiye’de öncüsü olan ve iki senfonik orkestra barındıran Ankara’nın 90 yıllık Başkent’lik varoluşunda hala uluslararası nitelikte bir konser salonunun olmaması artık özlem olmaktan çıkmış ve biraz gülmece biraz da utanç oluvermiştir. Ulusal yarışma ile elde edilmiş Konser Salonu inşaatı Semra ve Özcan Uygur’un tasarımı ve hemen her kesimin beğendiği bir proje olmasına karşın artık on yılların şantiyesi olarak rekora koşmaktadır. Gerçekleşip bitirilmesi için de hiçbir umut ışığı görünmemektedir. İşte bu ortamda Başkent’in senfonik müzik gereksinmelerine ev sahipliği edecek bir Konser Salonu’nun gerçekleşmesi işini Çankaya Belediyesi ve onun Başkanı Bülent Tanık üstlenmiştir. Bu sanat ve kültür “külliyesi” varolan bir orkestranın “evi” değil dünyanın en seçkin orkestra ve solistlerini ağırlayacak bir ortam olarak düşünülmektedir. Eklerde de görüleceği gibi Çankaya Belediyesi Türkiye mimarlık ortamında olabilecek üst düzey bir Jüri atamış ve Jüri de bir “Prestij” yapısına yakışır esneklikte ve yarışmacıları sırlamayıp özgürleştiren bir program hazırlamıştır. Türkiye’de ulusal yarışma trafiğinin çok yoğun olduğu bir döneme denk gelen yarışma ilgi uyandırmış ve büyük bir çoğunluğu çok üst düzeyde olan 46 proje Jüri değerlendirmesine sunulmuştur. Üç gün aralıksız çalışan Jüri çok değişik ve cesur fikirlerle sunan projeleri mansiyon vererek değerlendirmekte zorlanmadığı gibi tam bir uzlaşım içinde olmuştur. Son üç projeye gelindiğinde bunlar arasından “birinci” seçmede kilitlenmiştir. Her birine ikişer yoğun beğeni ile eş konuma düşen üç proje arasındaki dengenin değişimi oy tabanlı değerlendirme sürecinde bir bakıma strüktür uzmanı jüri üyesine (Danyal Kubin) kalmıştı. Sayın Kubin büyük bir asaletle oyunu belli etmemiş, böyle önemli bir mimarlık konusunda kendisinin karar verici olmasının doğru olmayacağını ve mimarların birbirlerini ikna etmelerinin çözümü getireceğini söylemiştir. Saatler ve saatler süren tartışmalar kilitlenmeyi çözmemiş ve sonunda uzman danışman görüşünün alınmasına karar verilmiştir. Özellikle akustik uzmanın görüşleri belirleyici olmuş ve iki jüri üyesi seçilen proje için oylarını değiştirmeye ikna olmuşlardı. Jüri raporunda ayrıntılı değinilmiş olan özellikler bu 3 projeyi temelden birbirinden farklı yapmış ama her birinin Türkiye mimarlık ortamına katkı ve kazanç olduğu açıktır. Keşke Ankara’nın “Yılan Hikâyesi” konumundaki Konser Salonu sürünmese de Çankaya Belediyesi Sanat Merkezi ve Ulvi Cemal Erkin Konser Salonu ile iki salonumuz oluverse. Dört milyonu aşkın nüfuslu Başkent’e çok mu? Hepimizin içindeki müzik sevgisini yeşertip geliştirmiş Başkent müzik ortamı böyle bir sahipliliği hak etmiyor mu? Çankaya Belediyesi’ne ve Sevgili Başkanı Bülent Tanık ve Yardımcısı Ali Ulusoy’a kolay gelsin. 51 Çankaya Belediyesi Başkanlık Hizmet Binası, Sanat Merkezi ve Ulvi Cemal Erkin Konser Salonu Ulusal Mimari Proje Yarışması sonuçlanmış olup, Ödül ve Mansiyon sahipleri aşağıdaki gibidir. 1. ÖDÜL EKİP BAŞI: DANIŞMANLAR: 2. ÖDÜL EKİP BAŞI: DANIŞMANLAR: YARDIMCILAR: 3.ÖDÜL EKİP BAŞI: DANIŞMANLAR: YARDIMCILAR: 52 Proje - Uygulama Ramazan Avcı (D.E.Ü)-Mimar Seden Cinasal Avcı (Gazi Üni.)-Mimar Evren Başbuğ (Odtü)- Y. Mimar Umut Başbuğ (Odtu)- Mimar Suzan Bahtiyar (D.E.U.)- Mimar Özcan Kaygısız ( Odtu)- Mimar Ekrem Evren (Ege Üni.)- Makina Müh. Kemal Güravşar (Admma)- Elektrik Müh. O. Ali Ünsal (Osmangazi Üni.)- İnşaat Müh. Elvan Ender (Çukurova Üni.)- Peyzaj Mimarı Adnan Aksu (G.Ü.M.M.F.)- Y. Mimar Zehra Türkcan Aksu (G.Ü.M.M.F)- Mimar Ezgi Başar (G.Ü.M.M.F)- Mimar Mehmet Zafer Kınacı(Odtu)-İnşaat Müh. Melih Özöner (Odtu)- Makina Müh. Kemal Aykaç (G.Ü.M.M.F.) Elektrik-Elektronik Müh. Doç.Dr. Cüneyt Kurtay (Admma)- Mimar Aslı Tokcan Hüseyinoğlu ( Bilkent Üni.)- Peyzaj Y. Mimarı ve Kentsel Tasarımcı Mehmet Arıdoğan (Gümmf)- Mimar Vasili Zlatovcen (Gümmf)- Öğrenci Atillla Aksu (A.Ü. Fen Fak.)- Jeofizik Müh. M. Raşit Ayparçası ( Gümmf)- Mimarlık Öğrencisi Serkan Nurman (İskitler End. Meslek Lisesi) –Teknik Ressam Ata Kurt (Odtu)- Mimar Dide Dinç (İzmir Yüksek Teknoloji Enstitüsü)- Mimar Necmeddin Selimoğlu (K.T.Ü)- Y. Mimar Taşkın Topal (İ.Ü)- İnşaat Müh. Osman Yetkin (Yıldız Teknik Üni.)- Elektrik Müh. Duyal Karagözoğlu Ali Hakan Yolcu (Odtü)- Mimar Elif Simge Fettahoğlu (Yeditepe Üni.)- Y. Mimar Elvin Erkut (Yeditepe Üni.) – Y. Mimar Merve Babalı (Trakya Üni.)- Mimar Seçil Tezer (Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üni.)- Mimar 1. MANSİYON EKİP BAŞI: DANIŞMANLAR: YARDIMCILAR: 2. MANSİYON EKİP BAŞI: DANIŞMANLAR: 3. MANSİYON EKİP BAŞI: DANIŞMANLAR: YARDIMCILAR: Erhan Vural (Y.T.Ü)- Mimar Hakkı Can Özkan (Y.T.Ü.)- Mimar Dilek Topuz Derman (Y.T.Ü.)- Mimar Erdinç Özkara (Y.T.Ü)- İnşaat Müh. Mehmet Karadurak (İ.T.Ü.)- Elektrik Müh. Başak Taş (İ.Ü.)-Peyzaj Mimarı Zühtü Ferah (Akustik Danışmanı)Makina Müh. Mehmet Çalışkan (Akustik Danışmanı)Makina Müh. Semih Arslan (Uludağ Üni.)- Mimar Yusuf Uyar (Uludağ Üni.)- Mimar Oral Göktaş (İ.T.Ü.)- Y. Mimar Sevince Bayrak (İ.T.Ü.)- Y. Mimar Ilgın Avcı (İ.T.Ü.)- Mimar Emine Derya Ertan (İ.T.Ü.)- Mimar Ceyda Özbilen (Yeditepe Üni.)Peyzaj Mimarı Gülsun Parlar (Y.T.Ü.)- İnşaat Müh. Mehmet Karadurak ( İ.T.Ü.)- Elektrik Müh. Cafer Aktürk (Y.T.Ü.)- Makine Müh. İpek Yürekli (İ.T.Ü.)- Mimar Suna Birsen Otay (İ.T.Ü.)- Mimar Arda İnceoğlu (İtü)- Mimar Hakan Çatalkaya (İ.T.Ü.) Belgin Merey (İ.T.Ü) Sarper Giray (İ.T.Ü.) Deniz Aslan (İ.T.Ü.) Cem Altun (İ.T.Ü.) Fulya Eliyatkın Eylem Yılmaz Sevda Ağcakale Gürkan Okta Mehmet Gören Benek Çinçik 4. MANSİYON EKİP BAŞI: Tolga İltir (Gazi Üni.)-Mimar R. Kıvılcım Duruk (Odtü)- Y. Mimar B. Kaan Duran (İ.Y.T.E)- Mimar Kadir Öztürk (İ.Y.T.E)- Y. Mimar DANIŞMANLAR: Necdet Demirel (D.E.Ü.)- İnş. Müh. L. Hulusi Satoğlu (İ.T.Ü. Sakarya Mühendislik Fak.)- Makina Müh. Namık Onmuş ( İst. Devlet Müh. Ve Mim. Akademisi)-Elektrik Müh. Sercem Murat Sağın ( D.E.Ü.)- Y. Mimar Bilgen Öztopçu (A.Ü.)- Peyzaj Mimarı 5. MANSİYON EKİP BAŞI: Onur Sağkan (Mimar Sinan Üni.)- Mimar Hakan Karaman (M.S.Ü)- Mimar A.Erdem Tüzün (İ.T.Ü.)- Mimar Mihriban Duman (İ.T.Ü.)- Mimar DANIŞMANLAR: Jacques Pocho Müjdem Vural Celal Çavuşoğlu Erhan Işözen Cem Ercan (Koç Üni.)- Makina Müh. Süleyman Emre Pusat ( Y.T.Ü.)- İnşaat Müh. Mustafa Buğra Yerliyurt (İ.Ü.)Peyzaj Mimarı Aslı Özçevik (Y.T.Ü.)- Y. Mimar YARDIMCILAR: Yelta Köm Hayrettin Günç Erinç Okudan Guillaume Rousseau 6.MANSİYON EKİP BAŞI: DANIŞMANLAR: YARDIMCILAR: Ozan Özdilek ( Y.T.Ü.) –Mimar Bilge Altuğ (Y.T.Ü.)- Mimar Tuğba Alper( Kocaeli Üni.)- Elektrik Müh. Eray Gül ( İ.T.Ü.)- Makina Müh. Cafer Aktürk ( Y.T.Ü.)- Makina Müh. Ala Leman Cemali (İ.Ü.)- Peyzaj Mimarı Özgür Önsel (İ.T.Ü)- İnşaat Müh. Elif Aksayan (Y.T.Ü.)-Mimar Gülnar Ocakdan (Y.T.Ü.)- Mimar 53 Dışişleri Bakanlığı Yerleşkesi Mimari Proje Yarışması Sonuçlandı 54 Proje - Uygulama 1. ÖDÜL Süleyman BAYRAK, Mimar (GÜMMF) Ahmet YERTUTAN, Mimar (GÜMMF) Yardımcıla Gözdenur DEMİR Cansu ERGÜL Evren Barış ÖZBEK Neslihan DAĞDEVİREN Ertan BOZOĞLU Funda YERTUTAN Selim NAZLICAN 2. ÖDÜL Semra UYGUR, Mimar (ODTÜ) Özcan UYGUR, Mimar (ODTÜ) Yardımcılar Ebru CAN (GÜ) Necati SEREN (AÜ) Güliz ERKAN (AÜ) Emine KİRMAN (ODTÜ) Kürşat YURDAKUL (ODTÜ) Eser KÖKEN İŞLEYİCİ (ODTÜ) Dilşad KURTOĞLU (DEÜ) Berkant ÖZMEN (İTÜ) İrem ERDİNÇ Ekin UYGUR Deniz UYGUR Mehmet SAVAŞ (Maket) 3. ÖDÜL Eren BAŞAK Levent İNCE Servet GÜMÜŞ Yardımcılar Meral BAŞAK, Mimar (ODTÜ) Vural KOCAOĞLU, Mimar (ES.OÜ) Şenay GÜMÜŞ, Mimar (AÜ) Sanlı HOSANLI, Mimar (GÜ) 4. ÖDÜL Özgür KARAKAŞ, Mimar (ODTÜ) 3. MANSİYON Mustafa Mürşit GÜNDAY Yardımcılar Melike SOYAL, Mimar (EÜ) Emre AKDENİZ, Mimar (GÜ) Yardımcılar 5. ÖDÜL Bahriye Gönül TAVMAN, Mimar (ADMMA) Esin BOYACIOĞLU, Y.Mimar (ADMMA) Keriman Dilek BERBEROĞLU, Mimar (DEÜ) İhsan YILDIRIM, Mimar (ADMMA) İrfan SETREK, Mimar (GÜ) Demet AÇAR, Mimar (GÜ) Pınar BİLGİÇ, Mimar (GÜ) Vural KOCAOĞLU (3D Görselleştirme) Nuh TÜCCAR (Maket) Yardımcılar Mine KASAR, Mimar Nur DURMAZ, Y.Mimar Çiğdem YILMAN, Y.Mimar Şeyda AKKAN, Y.Mimar Gönül ÖZCAN, T. Ressam 4. MANSİYON Ercan ÇOBAN, Mimar (ADMMA) Güneri IRMAK, Mimar (GÜMMF) Şükrü ÜNAL, Mimar (ADMMA) Yardımcılar Ekin ÇOBAN TURHAN, Y.Mimar Bükem BAYRAKTAR SERTSÖZ, Mimar Ekin ATALAY, Mimar Seda SÜSOY, Mimar Zeytin IRMAK, Öğrenci Mustafa KOÇYİĞİT, Mimar (Maket) 5. MANSİYON Öner OLCAY, Mimar (GSA) Yurdanur SEPKİN, Mimar (GSA) Ünal KARA, Mimar (GÜ) 6. MANSİYON Nesrin YATMAN, Y.Mimar/Rest.Uzmanı (ZMMYO-ODTÜ) Yardımcılar Mehmet PINAREVLİ, Y.Mimar (ODTÜ) Ayşegül KÖK, Mimar (ODTÜ) Evren YATMAN, İç Mimar (Bilkent Ü.) Nihan KOCAOĞLU, Mimar (ODTÜ) Aslıhan KOCAMAN, Mimar (ODTÜ) Cenk ÖZKAN, Mimar (ODTÜ) Serkan SEÇGİN, Mimar (Dicle Ü.) Orhan TAMER (Maket) 7. MANSİYON Ayhan USTA, Y. Mimar/Doç.Dr. (KTÜ) Gülay KELEŞ USTA, Y. Mimar/Prof.Dr. (KTÜ) Ali Kemal ŞEREMET, Mimar (KTÜ) Danışman Prof.Dr. Hasan ŞENER 1. MANSİYON Yakup Hazan, Y.Mimar Rest.Uz.(ODTÜ) Yardımcılar Serra Aslı ERİÇ, Mimar (ODTÜ) Muhammet KAYNAR, Mimar (ODTÜ)/Modelleme ve Görseller Haluk KAHRAMAN, Mimar (GÜMMF) Yavuz SAY, Mimar (SDÜ) Emre ÖZDEMİR, Mimar (BÜ) Mustafa GEDİK, Mimar (ES.OÜ) Ece BIYIKLI, Öğrenci (EÜ) Çağla DEMİR, Öğrenci (ODTÜ) Gaye EVRENOSOĞLU, Ekonomist (DEÜ) 2. MANSİYON Ali ÖZER, Y.Mimar (ODTÜ) Ahmet Mücip ÜRGER, Y.Mimar (ODTÜ) Yardımcılar Özlem TAVAS, Mimar (ES.OÜ) Ercan KOCA, İnş.Tek. (BA.Ü.) Mustafa DEMİR, Mimar (GÜ) Doğuşcan ALADAĞ, Öğrenci (ODTÜ) 55 Devam Eden Yarışmalar Sonuçlanan Yarışmalar 5. Ulusal Fotoğraf Yarışması: “Pencereden Bakarken. Kapıdan Geçerken” Son Başvuru Tarihi: 25.11.2010 Çankaya Belediyesi Başkanlık Hizmet Binası, Sanat Merkezi ve Ulvi Cemal Erkin Konser Salonu Ulusal Mimari Proje Yarışması 2 Temmuz Mehmet Atay Fotoğraf Ödülleri 2010 Son Başvuru Tarihi: 26.11.2010 Antalyalı, Kentin “En Güzel” Yapılarını Seçiyor Fotoğraf Yarışması: “Boşluk” “Mimarlık Eğitiminde Yaratıcılık” Konulu Bildiri Yarışması Kayıt İçin Son Tarih: 30.12.2010 Çekül Pul ve Ekslibris Tasarım Yarışması Proje Teslimi Tarih: 27 Ağustos 2010 4. Ulusal Mobilya Tasarım Yarışması İlk Aşama Proje Teslimi Son Tarih: 20.12.2010 Kadıköy İskelesi ve Yakın Çevresi Ulusal Öğrenci Mimari Fikir Projesi Yarışması Proje Teslimi Tarih:04.02.2011 Mimed 2010 Mimarlık Öğrencileri Proje Yarışması Son Başvuru Tarihi: 24 Kasım 2010 Uıa Çocuk Ve Mimarlık Altın Küp Ödülleri: “Gençlerin Mimarlık Bilinçlerinin Geliştirilmesi” Son Başvuru Tarihi: 1 Ocak 2011 “Çatılar Ve Sürdürülebilirlik” Kavramsal Tasarım Yarışması Teslim Tarihi : 14.02.2011 Ahşap Oyuncak Tasarımı Yarışması Son Başvuru Tarihi: 12 Kasım 2010 56 Proje - Uygulama Bornova Belediyesi Yeşilova Höyüğü Ziyaretçi Merkezi Ulusal Mimari Proje Yarışması Mahya Tasarım Yarışması 57 Fotoğraf: Y. Yeşim Uysal, Berlin, Eylül 2010 MESLEKİ UYGULAMA Binalarda Enerji Performansı Yönetmeliği Üzerine Ali Hakkan - 5 Aralık 2008 tarihi itibarı ile yürürlüğe giren ve 1 Nisan 2010 tarihinde önemli değişikliklere uğrayan ‘’Binalarda Enerji Performansı Yönetmeliği‘’ mimarlara özellikle bina tasarımı sürecinde önemli sorumluluklar yüklemektedir. - Bu yönetmelik ile mimar tasarımının ilk aşamalarından itibaren vereceği kararlar ile binanın belirli bir Enerji Performans Değerine ulaşmasında önemli ölçüde belirleyici rol üstlenecektir. - Yönetmelik prensip olarak binaların soğutma, ısıtma, havalandırma, aydınlatma gibi enerji gereksinimlerinin mimari tasarım sürecinde en az düzeyde tutulmasını öngörmektedir. Bu anlamıyla değerlendirildiğinde bina ile güneş enerjisi arasındaki ilişkinin doğru kurulması sonucunda kış aylarında güneş ısısından önemli ölçüde yararlanılması, yaz aylarında ise gölgelendirme tercihlerinin doğru yapılarak soğutma yüklerinin en alt seviyede tutulması gerekmektedir. - Yine Yönetmelik ile doğal aydınlatma ve doğal havalandırma konusunda, günışığının yapay aydınlatma yerine azami seviyede kullanılması prensibi geçerlidir. Mimarın bu anlamda kullanabileceği en geçerli metod ise bir mahaldeki doğal ışık miktarının, dış ortamdaki doğal ışık miktarına oranını ifade eden günışığı faktörü ile 1 yıl içerisinde günışığının yeterli olması durumunda yapay aydınlatmanın ne kadar süre ile kullanılmadığını gösteren “Günışığı Otonomisi” kavramlarıdır. - Bu Yönetmelik ile uygulama projelerinde ısı yalıtımına esas detayların hazırlanması ve yapının dış kabuk yalıtımında ısı köprüleri oluşmayacak şekilde detay çözümlemeleri yapılması esası getirilmiştir. Burada mimarın ısı yalıtım projelerini hazırlayan mekanik proje müellifi ile koordineli çalışması ve tasarladığı binasında kullanılacak olan ısı yalıtım performansı yeterli olan malzemelere karar vererek uygulama projesine aktarması oldukça önem kazanmaktadır. Bu anlamda mimar tasarımını üstlendiği binada tüm dış kabuk elemanlarının ısı geçirgenliklerini bilerek malzeme seçimi yapmalıdır. - Yönetmelikle 20.000 m2 üzerinde kullanım alanına sahip yeni bina inşaatlarında, yapı maliyetinin %10’una karşılık gelecek şekilde yenilenebilir enerji kaynaklarının kullanılmasını şart koşmaktadır. Bu anlamda “Binalarda Entegre Yenilenebilir Enerji Sistemleri” olarak değerlendirilebilecek en önemli araç güneş enerjisi sistemi ile sıcak su üreten termal sistemler ve güneş ışığı ile elektrik üreten fotovoltaik sistemlerdir. Bu sistemlerde 58 Mesleki Uygulama bilindiği üzere yapıların kullanım ömrü boyunca kullanılmayan çatılarına yerleştirilmektedir. Ancak hızla ilerleyen teknolojik gelişmeler sonucunda örneğin binanın cephesinde kullanılan fotovoltaik paneller bilinen cephe malzemeleri yerine geçerek binada hem ısıdan koruma, hem enerji üretimi ve hem de estetik işlevi üstlenecektir. Çok özetle değinilen bu süreçte tasarım ile uğraşan mimar meslektaşlarımızın, proje tasarım aşamasının başında mal sahibi / yatırımcı ile birlikte binanın “Hedef Enerji Sınıfını” belirleyerek seçilen bina enerji sınıfı avantajları çerçevesinde bina işletme giderlerine yönelik bilgileri bir araya getirerek bir karar vermeleri gerekecektir. Bundan sonra tasarımda alınan her kararın ve yapılacak değişikliklerin binanın enerji performansına nasıl etki ettiği Bakanlıkça hazırlanan BEP-TR programı aracılığı ile değerlendirilecektir. Tasarımcı mimar bu aşamada mekanik ve elektrik proje müelliflerini de bu sürece dâhil etmeli, alınan tüm kararların hedeflenen bina enerji sınıfından sapmasını engelleyecek şekilde alınmasını sağlamalıdır. Sonuç olarak, bu yönetmeliğin sağlıklı bir şekilde işlemesi için yapı üretim sürecinde bulunan her mesleğe ve öncelikle de mimar meslektaşlarımıza bu süreçte çok önemli sorumluluklar düşmektedir. “Haksız Rekabet” TMMOB Mimarlar Odası Ankara Şubesi Görüşü Mimarlıkta haksız rekabeti önlemek, hizmette kaliteyi artırmak, mimarlık hizmet alanlarını ve süreçlerini izleyebilmek ve denetleyebilmek için, mesleki denetimin hukuksal dayanak ve alt yapısının oluşturulması gerekliliği, Genel Merkez tarafından da tespit edilmiş olup, örgütün bütünüyle beraber ortak bir çalışma yapmayı kaçınılmaz kılmaktadır. Mesleki Denetim uygulaması 60’lı yıllarda başlamış ve başlıca gerekçesi haksız rekabeti önlemek, yetkisiz kişilerin projelere imza atmasının önüne geçilmesini sağlamak olmuştu. Ülkemizde haksız rekabetin sadece meslek ortamımızda olmadığının, eğitimden sağlığa hayatın her alanında yaşandığının da altını çizmek ve bunun da bir sistem ve etik sorunu olduğunu vurgulamak gerekir. Sistemdeki bozukluklar elbette ki meslek etiğini de bozmaktadır. O nedenledir ki haksız rekabet sorunu bugünün değil meslek örgütümüzün 50 yıllık sorunudur. Bu konu üzerinde örgüt içerisinde veya dışarıda defalarca tartışılmasına ve çalışmalar yapılmasına rağmen maalesef çözüm yönünde çok fazla yol alınamamıştır. Bunun elbette ki en önemli kaynağı yoksulluk, emeğe ve mesleki hizmete verilen değerin düşüklüğü, mimarlık hizmetinin giderek rant teknisyenliğine indirgenmesi, altyapı eksiklikleri ve yetersiz eğitim kadrosuyla çoğalan üniversitelerin mezun vermesi, bozuk düzen yürüyen imar ve sağlıksız kentleşme ortamıdır. Böyle bir ortamda imzacılık, niteliksiz hizmet, hatta sahte diplomalı mimarlarla karşılaşınca şaşırmamak gerekir. Çarpıcı olan durum, sahte diplomalı mimarlarca ya da imzacılıkla üretilen projeler ile önemli sayıda mimarlık büroları tarafından üretilen projelerin birbirinden çok farklı olmaması ve ilgili kurumlarca da bu projelerin onay görmeleridir. Bu durum başka bir sorunu da karşımıza çıkarmakta, bu da konunun sadece proje üretim sürecinde değil daha büyük ölçekte planlama aşamasında gerekli ve doğru müdahalelerin yapılması gerektiğini ortaya çıkarmaktadır. Aslına bakılırsa parsel ölçeğine indirgenerek planlama yapılmasının ve bu parsellerde de yapılacak projelerin (yap-sat) mimarlık eseri olduğunun söylenmesinin çok da doğru olmadığını belirtmek gerekmektedir. Başka bir durum ise Kamu’ya üretilen projelerin mesleki denetiminin yapılmamasıdır; bu projelerin çoğunun, ne yazık ki, ihale yoluyla elde ediliyor olması soruna farklı bir boyut da katmaktadır. Yukarıda açıklanan bu tespitler doğrultusunda soruna artık farklı bir gözle bakarak kentlerimizi, çevremizi daha yaşanılır ve sağlıklı görmek, mesleğimizi saygın kılmanın çabası içinde olarak çözüme ilişkin önerilerimizi ana başlıkları ile şöyle özetleyebiliriz; • • • • • • • • Eğitim konusunu kadro, altyapı ve nitelik olarak ele almak: o Lisans eğitimi o Sürekli mesleki gelişim Meslek etiği üzerinde durmak ve bunu SMG konusu yapmak, Kentin yapılanmasında planlama aşamasından başlamak üzere diğer meslek disiplinleri ile birlikte daha katılımcı ve müdahaleci bir yapının oluşturulmasını sağlamak, Proje ve yapı üretiminin niteliğinin artırılmasını sağlamak, Mimari proje bedellerinde yapılan kırımların oluşturduğu haksız rekabet ve düşük hizmet kalitesi karşısında, nitelik-fiyat ilişkisi içindeki rekabet anlayışını ön plana çıkarmak ve topluma benimsetmek, Mimarlık hizmet ücretinin doğru ve gerçekçi (mimar ve kullanıcı açısından) saptanmasını sağlamak, Verilen hizmetin tanımının yoruma açık olmayacak şekilde yönetmeliklerimizde açıkça tariflenmesini sağlamak, bunun içinde yasa ve yönetmeliklerde gerekli düzenlemeleri yapmak, Kamunun proje elde etme sürecinde AB standartlarını yakalamak ve üretilen projelerin mesleki denetiminin yapılmasını sağlamak; önemli ve belli büyüklükteki yapılar söz konusu olduğunda projelerin, denetim zaaflarına ve nitelik kaybına yol açan ihale yolu yerine yarışma yöntemiyle elde edilmesi için gerekli çalışmaları yapmak. Sonuç olarak, varoluş kavgası ve gelecek kaygısına rağmen meslek odamızda birlikte ve beraber düşünce üretme ve hareket etme ortamını sağlayarak mimarlık mesleğinin toplum içinde hak ettiği yerini bulması, toplumun öncü ve entelektüel bir gücü olmaya devam etmesi için kesintisiz olarak mücadele edilmesi gerekmektedir. Mesleki dayanışma en önemli gücümüzdür. 59 Danışma Kurulu Sonuç Bildirisi TMMOB Mimarlar Odası 6-7 Kasım 2010 tarihlerinde Bursa – Uludağ’da yapılan Mimarlar Odası 42.Dönem 1.Merkez Danışma Kurulu toplantısında mimarlık, kentleşme ile ilgili konular değerlendirilerek, toplantıya katılan bütün mimarların desteği ile; TBMM gündeminde olan “Tabiatı ve Biyolojik Çeşitliliği Koruma Yasa Tasarısı”nın gündemden çıkarılması amacıyla aşağıdaki bildiri ile kamuoyuna çağrı yapılması benimsenmiştir. KAMUOYUNA ÇAĞRI Genel olarak dünyamızda yaygınlaşmakta olan doğa ve kent yağmasından bizim de içerisinde bulunduğumuz yoksul ve dışa bağımlı ülkeler daha fazla etkilenmektedirler. Bu süreçte “yeni sömürgecilik” kent ve doğa yağmasını siyasal iktidarlarla ortaklaştırarak varlığını pekiştirmektedir. Türkiye, jeopolitik konumu, kentleşme politikalarına bakış, siyaset yapma biçimleri, kentsel ranta dayalı ekonomi, siyasetin finansman aracı olarak imar kararları, yatırımların dayatma olarak gündeme gelmesi, toplum katılımını dışlayan antidemokratik uygulamalar gibi pek çok nedenle bu ülkelerin başında yer almaktadır. Bugün sistemli hale gelmiş bulunan bu yağma süreci sadece kentlerimizi, doğal kültürel ve tarihi değerlerimizi, tahrip etmekle kalmamakta, acımasız ve haksız rekabet koşulları altında mesleğimizi de bu tür kararların uygulayıcısı haline getirip asli değerlerinden uzaklaştırmaya çalışmaktadır. Aynı anlayış doğrultusunda akarsular, nehirler, göller, kıyılar, vadiler, tarım ve orman alanları Hidro Elektrik, Termik ve Nükleer Santral yatırımları ile yok oluşa sürüklenmekte küresel ortaklı sermaye şirketlerinin hüküm ve tasarrufları altına alınmaktadır. Günümüzde çevre ve kent değerlerinin yok olma sürecinde yeni ve her bakımdan tüm toplumsal yaşamı tehdit eden bir boyut söz konusudur. 1980 darbesi sonrası izlenmeye başlanan neo liberal politikalar eşliğinde kamu idarelerinin sermayenin çıkarları doğrultusunda yeniden yapılandırıldırığı süreçte “kentsel yağma” niteliğindeki karar ve uygulamaların giderek hem nicel hem de nitel olarak artmıştır. Ancak özellikle 12 Eylül 2010 referandumu ile “neo liberal yeniden yapılandırma operasyonu” hukuk sürecine de aktarılmış bulunmaktadır. Büyük bir hızla getirilen yasa ve kararlar ile; bugüne dek anayasanın ilgili maddeleri ve mevcut yasalarımıza dayanılarak koruyabildiğimiz doğal, kültürel tarihi ve kentsel değerlerimiz küresel destekli rant sermayesi için hiçbir yasal engel olmadan talan 60 Mesleki Uygulama alanlarına dönüştürülmektedir. Bunun en son örneği onbinlerce hektar doğal sit alanımızı kapsayan “Tabiatı ve Biyolojik Çeşitliği Koruma Kanunu” adı altında tezgâha sürülen yasa tasarısıdır. Söz konusu tasarı yasalaştığı takdirde, Munzur vadisi, İkizdere vadileri, milli parklarımız, kıyılarımız ve ormanlarımız gibi koruma ve sit kararı getirilmiş bütün doğal sit alanlarımızla birlikte kentlerimizin sınırları içindeki kıyı ve karma sit alanının koruma statüleri değiştirilecek ve küresel sermayenin yağma alanlarına dönüştürülecektir. Bu nedenlerle “yasa tasarısı”nın TBMM gündeminden öncelikle geri çekilmesi için kamuoyumuzu duyarlı olmaya çağırıyor ve Mimarlar Odası olarak duyarlı tüm kesimlerle birlikte girişimin durdurulması için çaba göstereceğimizi kamuoyumuza saygıyla duyurulur. TMMOB MİMARLAR ODASI KARİKATÜR - ESKİZ Onur Yaser Can Anısına Onur Yaser Can 61 SÖYLEŞİ TMMOB Mimarlar Odası Ankara Şube Başkanı Fatih Söyler ile Mimarlığın Sosyal Forumu 2010 ve Ankara Üzerine Söylesi1 Ankara üzerine pekçok şey yazılıp çiziliyor. Siz içerden bir göz olarak nasıl görüyorsunuz Ankara’yı? 80 sonrası dönemde giderek devletin küçültülmesi, ekonomi gibi Ankara’da yerleşik pek çok fonksiyonun İstanbul’a kayması, İstanbul’un adeta devletin ekonomik merkezi haline dönüşmesi, Ankara’daki kültürel ortamı ve kentsel değişimi oldukça etkiledi. Hatta oldukça olumsuz yönde etkiledi. Bunu saptamakta fayda var. Ankara, 1980’lere kadar aynı zamanda kültürel bir başkentti. Benim gençlik yıllarımın Ankara’sı, sadece mimarlık anlamında değil, ama resim, müzik, edebiyat gibi pek çok alanda her yönüyle renkli, gerçekten ‘başkent’ olma keyfini yaşayan bir kentti. Ancak söylediğim gibi 1980 sonrası dönemde, bizim kendi çevremizden dahi pek çok arkadaşımız İstanbul’a taşınmayı tercih etti. Belki bunun önüne geçmek, değiştirmek mümkün olabilir. Meslek odalarının, sivil toplum kuruluşlarının çabalarıyla biraz da olsa bu durumun önüne geçmek mümkün olabilir. Ben, hükümetten bu anlamda pek fazla katkı beklemiyorum. En son tamamlanan Cer Sanat Atölyeleri çalışması, bu yönde gerçekten iyi bir katkı verdi. Umarım Ankara’daki kültürel ortam açısından olumlu bir hava yaratır. Fakat, ne yazık ki bu yeterli değil; yanına pek çok başka şeyin de eklenmesi gerek. Sanki Ankara kültürüne sahip çıkmıyor gibi… Ulus’ta, Gazhane’de olanlar örneğin, Ulucanlar Cezaevi’nde yapılan hatalı restorasyon… M.O. Ankara Şubesi’nin bu anlamda çabalarının tek başına yeterli olabileceğini düşünmek bir hayal. Hakikaten, bu çabanın geniş bir çevre tarafından sahiplenilmesini sağlamak lazım. Mimarlığın Sosyal Forumu, umuyorum bu yönde bir etki yaratacak. Havagazı fabrikasını, göz göre göre kaybettik. Bütün dünya bu tür kültür varlıklarına sahip çıkarken, biz yıkıyoruz. Yerine konan şeyin ne olduğuna bakıyorsunuz; hiçbir şey… Ankara giderek kent kimliğinden uzaklaşarak mekanik bir ortama dönüşmeye başladı. Bir makine gibi görülüyor ve hatta öyle olması da isteniyor. Yurtdışından gelen önemli konuklar, çok hızlı biçimde Çankaya’ya ulaşacaklar, toplantılarını yapacaklar; tekrar lüks, ışıltılı bulvarlardan geçerek hızlı biçimde havalimanına varacaklar ve kenti terk edecekler. Ama insanlar yaşıyor bu kentte; kentler, araçların değil insanlarındır. İnsanlar, araçları bir yerden başka bir yere ulaşmak için geliştirirler; ama Ankara bu1 Söz konusu söyleşi Yapı Endüstri Merkezi tarafından Mimarlığın Sosyal Forumu öncesi 13 Ekim 2010 tarihinde gerçekleştirilmiştir. 62 Söyleşi nun tersinin olduğu bir kente dönüşmek için uğraşıyor. Tuhaf bir çöküntü var. Örneğin Kızılay, gündüz – gece hayatıyla, her şeyiyle bir çöküntü alanı halini aldı. İnsan ızdırap duyuyor. Elbette gelişme olmalı; ben gençlik yıllarımın nostaljisi içinde değilim. Ama bu gelişme, hakikaten olumlu yönde olmalı. Yeni bir şeyler katıyor olmalı; ama Ankara’dan hep alınıyor. Ankara, giderek yaşanmaz bir kente dönüşmeye başladı. Ankara, sahip olduklarına değer vermiyor, sahip olmadığı şeylere öykünüyor gibi... Bir meydanın ortasına bir havuz yapıp, üzerine de plastik yunus balıkları koymanın bir anlamı yok. Bunun bize, kente yaptığı bir katkı yok. Üstelik, bir meydanımız varsa, onu da mahvediyor. Meydanlarımız gitti. Bu tür projeler giderek de yaygınlaşıyor. Bilemiyorum, acaba kentin giderek makineleşen yaşamından insanları biraz olsun uzaklaştırmak mı istiyorlar? Dikmen Vadisi, Göksu Parkı gibi bir takım projeler var. Ama hafta sonu bu tür yerlere gidiyorsunuz, bir kıyametle karşılaşıyorsunuz. Ankara’da dört milyon insan varsa, sanki iki milyonu orada gibi. İyi şeyler yapılmışsa bile farkına varamıyorsunuz. Aslında küçük dokunuşlarla, çok para harcamadan da sokaklarıyla, caddeleriyle, meydanlarıyla yaşanabilir bir kent yaratılabilir. Ne yazık ki pek çok insan, “başka bir iş bulsam da şu kentten gitsem” şeklinde düşünür hale geldi. Ankara’nın nasıl bir mimari kültürü var? Şehir, kamusal idarenin de merkezi olduğu için pek çok önemli ve köklü yapı firmasına, mimarlık bürosuna sahip. Bu aktörler neden kendilerini gösteremiyor? En azından 1980’li yıllara kadar oluşturulmuş bir birikimimiz var. Başkent olduğu için pek çok önemli yarışma Ankara’da gerçekleştirildi. Kamu yapılarını elde etmek için yarışmalar düzenlendi. Fakat 80’lerle birlikte bu zayıfladı; çünkü kamu kurumlarının şehirde mekan ihtiyacı giderek azalmaya, biçim değiştirmeye başladı. Devlet, birçok fonksiyonunu yerel örgütlere, yerel yönetimlere, valiliklere, il özel idareye devretmeye başladı. Örneğin İller Bankası dağıtılmak üzere. Köy Hizmetleri Genel Müdürlüğü dağıtıldı. Geriye kalan devlet organları da ihtiyaçlarını yarışma yoluyla değil de sınırlı sayıda davet ya da tanıdıklar üzerinden karşılamaya başladı. Biz, olabildiğince yarışmaları teşvik etmeye uğraşıyoruz. Ör- neğin Necati Bey Caddesi’nde daha önce HSYK’nın kullandığı bir yapının yıkılacağını ve yerine başka bir binanın yapılacağını, kat sayısının da artacağını öğrendik. Necati Bey Caddesi, Bakanlıklar bölgesine yakın, önemli bir yerde. Biz de sürecin doğru yönetilmesi anlamında ulusal bir yarışma yapılması için başvurduk. Cevap verirler mi vermezler mi bilemiyorum; ama verseler bile büyük bir ihtimal olumsuz olacak. O yapı bir şekilde yaptırılacak, ama iyi mi yoksa kötü mü olacak bilemiyorum. Keşke ulusal bir yarışma ile olabilse. Ankara, hakikaten özgün mimarlık anlamında son derece iyi, güzel yapılara sahip. Geçenlerde bir röportaj sırasında, TBMM, Anıt Kabir ya da köşk dışında modern bir başkent olarak Ankara’yı temsil edecek, sembol bir yapı gösterebilir misiniz diye sordular. Gösteremem; öyle bir yapımız da yok doğrusu. Var, ama eskilerden gelen yapılar var. İyi ki Arif Hikmet Koyunoğlu yaşamış ve Ankara’da da birkaç eser bırakmış. Keza Taud da öyle. Fakat bunların üzerine ne eklemişiz diye baktığımız zaman, belki var; ama sembol olabilecek örnekler değil. Son zamanlarda Ankaralı mimarlar daha çok yurtdışı projelere yöneldiler ve başarılı sonuçlar da alıyorlar. Eğer Ankara bugün bünyesinde bir parça da olsa yetenekli arkadaşlarımızı barındırabiliyorsa, bu yurtdışı projelerin katkısıyla oluyor. Devletin, kamunun bundaki katkısı, ne yazık ki giderek zayıflıyor. Ankaralı mimarlar, mesleklerini yapabilmek anlamında ne gibi sorunlarla karşılaşıyorlar? Ankara’da iş hacmi oldukça azaldı. Evet, özellikle kentin çeperlerinde yeni AVM yatırımları görüyoruz, konut alanları gelişiyor. Kent, bahsettiğimiz olumsuzluklara rağmen hala nasıl göç alabiliyor diyebilirsiniz. Her ne kadar artık eskiden olduğu gibi bir memur kenti değilse de, özellikle Kuzey hattında, Çankırı yolu üzerinde, bir parça da eski İstanbul yolu üzerinde ciddi bir sanayi atılımı var. Elektrik, elektronik, mobilya, otomotiv; hakikaten dünya çapında bir sanayi gelişimi var. Bunda, Aselsan gibi firmaların Ankara’da olmasının da payı büyük. Dolayısıyla eskiden Ankara neredeyse İzmir kadar bir ekonomik potansiyele sahipken, şu anda sanayiye katkı konusunda İstanbul’dan sonra ikinci sırada. Memur kenti, aynı zamanda bir sanayi kentine dönüşüyor. Bu nedenle nüfusunu hala koruyor ve az da olsa göç alıyor. OSTİM’i kat kat aşmış bir sanayileşmeden bahsediyoruz. olarak Temelli’ye kadar uzandık. Kızılay’dan hesaplarsanız, aşağı yukarı 40 – 50 kilometre Batı yönünde, Mamak yönünde de bir 20 kilometre kadar kentsel gelişimin olduğu bir bant çıkıyor karşınıza. Dolayısıyla meslektaşlarımız da buralarda mimarlık hizmeti yapma olanağı buluyorlar. Tabi TOKİ olayı burada etkili. TOKİ, kentsel dönüşüm ya da yeni konut projeleriyle Ankara’nın pek çok yerine girdi ve inanılmaz bir yapı stoku oluştu. Bu, bizim meslek alanımızı doğrudan etkiliyor; çünkü TOKİ’den konut talebi arttı. Yap-sat’çı küçük müteahhitler yok olmaya başladı. Onun yerine arsa geliştiren, izole yaşam alanları kuran, büyük örgütlü yapı sektörü gelişmeye başladı. Ankara, dışarıya kapalı site hayatı konusunda İstanbul’a göre biraz daha mı istekli? İstanbul’a da sık sık gidip geliyorum. İstanbul’un büyüklüğü, kalabalıklığı içinde onları kaybedebiliyorsunuz. Ankara’da daha göze batıyorlar, daha kolay görünebiliyorlar. Eskilerin deyimiyle tek tabanca bürosunda mimarlık yapan, ağzında piposu, boynunda atkısı olan mimar imajı yok oldu. Mesleğine gönlünü vermiş insanlar ya bürolarını kapatmak zorunda kalıyorlar, ya da bir yerlerde ücretlileşmeye başlıyorlar. Ya da şirketleşmeyi tercih ediyorlar. Ama şunu söyleyebiliriz, mimarlık alanında giderek bir daralma var ve bu da meslektaşlarımızı etkiliyor. Kendi kendimize de ihanet ediyoruz; imzacılık denilen bir olgu var örneğin. İnsanlar evlerine ekmek götürmek zorunda; bu nedenle müteahhitin yanında çalışan bir teknikerin çizdiği projeyi üç-beş kuruş karşılığında imzalayan arkadaşlarımız da var. En son olarak da sahte mimarlar sorunu çıktı. Nedir boyutu bu meselenin? Nasıl farkına varıldı? Bazılarının diplomasından şüphelenip, araştırdık. Bir Askerlik Şubesi yine bir diplomadan şüphelenmiş, bizi aradı. Bunun bir çete işi olmasından şüpheleniyoruz. Tespit ettiklerimizin önemli bir bölümü Kıbrıs menşeiili; içlerinde denklik belgesi getirerek Oda’ya kayıt yaptırmış olanlar da var. Biz, sahte diplomalı 30 mimar saptadık. Ama bu rakamın daha da büyük olmasından endişeleniyoruz. Çünkü kamu, Mimarlar Odası’na kayıt zorunluluğu aramıyor. Özel sektörde de işveren Oda’ya kayıtlı olup olmadığını sormuyor. Yani hala bir yapı ihtiyacı var kentte. Özellikle kentin gelişme alanlarında, Çayyolu, Mamak’ta Doğu Kent bölgesi... Yani kent 63 Mimarlık çok spesifik bir alan. Burada beklenti ne olabilir? Burada, mimarlık ortamı olarak sorgulamamız gereken çok önemli bir nokta var: Bu insanlar ciddi ciddi iş yapmışlar; altında imzalarının olduğu projeler var. Bu projeler belediyelerden geçmiş, saptanıncaya kadar geçen süre içinde bizden sicil durum belgesi almış… Bu insanlar tarafından yapılmış gibi görünen projeler var ortada. Demek ki bizim çok ciddi bir nitelik sorunumuz var. Eğer bir tekniker tarafından müteahhitin istekleri doğrultusunda çizilmiş bir projeyse ve altında da bunların imzası varsa, daha da beter bir durum. İmzacı olsun ya da kendi yapmış olsun, bunlar, projeci meslektaşlarımızın projeleriyle aynı kalıp içinde gidiyorsa; sokaklarımız bunlarla doluysa ve bunlar birbirinden ayırt edilemeyecek biçimde aynı tip binalarsa, mimarlık ortamının kendini sorgulaması gerekir. Bu sorgulamaya, eğitimi, uygulaması, her şeyi dahil olmalı. Mimarların, nitelik sorunu üzerine iyi düşünmesi gerek. Biz şimdiye kadar asgari ücret tarifeleriyle, oda denetimiyle, imzacılığı önlemeye ve haksız rekabetin önüne geçmeye çalıştık; fakat demek ki bunlar yeterli değil. Meslek ortamı olarak, nitelik sorununu öne çıkaracak yeni bir eylem programını ele almamız gerekiyor. Ne gibi önlemler alınacak sahte mimarlara karşı? Öncelikle Oda ile okulların sıkı bir işbirliği kurması gerek. Oda olarak bunu yapmaya çalışıyoruz; ama aynı şeyi okulların da düşünmesi gerek. Biz, hem Türkiye’deki hem de Kıbrıs’taki okullara başvurarak bize listelerini göndermelerini istedik. Yasal olarak ise durumu savcılığa iletiyoruz, dosyalarını ulaştırıyoruz. Bundan sonrası onların işi. Mimarlığın Sosyal Forumu’na geçersek, bütün bu konuştuklarımızdan sonra forumun derdi ne olacak, ne önerecek? Aslında forumun, altında birçok alt başlığı topladığı çok geniş bir teması var. Kentlerimiz, ne yazık ki mimarlığın nimetlerinden yeterince faydalanmıyor. Oysa, o mimarlık ortamı kentin her tarafını bir mücevher haline getirebilecek yeteneğe ve birikime sahip. Avrupa’yı ya da gelişmiş ülkeleri kıskanmamıza gerek yok. İnanıyorum ki meslektaşlarımıza o olanaklar tanınsa, söz konusu ülkeleri kıskandıracak yapılara, kentsel çevrelere sahip olabiliriz. O zaman, tek tük de olsa meslektaşlarımızın elinden çıkan mücevher değerindeki yapılar çöplüğün içinde kalmaz, kentsel bütünlük içinde yerini bulur. Bugüne kadar elbette politikacıların, sermayenin yanlış tutumları var. Daha çok spekülatörlerin yönlendirdiği bir kentleşme yaşadık ve politikacılar da genelde hep bu spekülatörlerle işbirliği içinde oldular. Bu da bugün içinde olduğumuz kötü kentsel çevreyi getirdi. Ama bunda yoksulluğun etkisi de var. Hiç kimse devlet baba kadar güçlü değil ya da bir fabrikatör kadar parası yok. Geçen yıl bir kamu kurumunun yaptırdığı bir araştırmaya göre Türkiye nü- 64 Söyleşi fusunun yüzde 20’si açlık sınırının altında yaşıyor. Demek ki 15 milyon insan hayatlarını nasıl idame ettireceklerini bilemez durumdalar. Buna yoksulluk sınırında olanları da ekleyin. Özellikle 1980’lerden sonra, orta sınıfta ciddi bir erime oldu; bahsettiğimiz diğer gruplara göre görece daha iyi durumdalar. Dolayısıyla çok ciddi bir yoksulluk ve yaşam standartlarında bir düşüş söz konusu. Ancak bu sadece Türkiye’nin sorunu değil; özellikle gelişmemiş - gelişmekte olan bütün ülkelerin yaşadığı bir durum. Yoksulluk kentlerimizin şekillenmesinde de önemli bir rol üstleniyor. Kent halkı ne kadar yoksulsa, kentin biçimlenmesi de o kadar yoksullaşıyor. Son yıllarda geliştirilen kentsel dönüşüm projeleri bunu değiştirme iddiasını taşıyor, ama yetersiz. Bunun problemlerine ayrıca değinmek gerek; ancak hala kentsel çevre içinde, çeperlerde çok kötü koşullarda yaşayan insanlarımız var. Mimarlar Odası kentsel dönüşüme karşı değil; nasıl yapılması gerektiği konusunda görüş ayrılıklarımız var. Problemlerden biri rant odaklı olması, diğeri de katılımcı olmaması. Yeni Mahalle’de seçimlerden sonra yeni başkan bakıyor, daha önceden verilmiş bir kentsel dönüşüm kararı var. Arık iş uygulama noktasına gelmiş, yapılacak. Ancak dönüşümün halka benimsetilebilmesi için de çok fazla seçenek yok; çünkü katılımcı bir anlayışla yapılmamış, bir şekilde halledilmiş. Önce kiracılar korkutuluyor. Kiracılar, ama belki de 20 senedir orada yaşıyor. Nereye gidecekler, aynı koşullarda başka nerede ev bulacaklar? Yine Yeni Mahalle’de aylık 200 Lira kira yardımı yapılamasına karar verilmiş. Ama kim ödeyecek, belediye mi? Hayır, belediyenin anlaştığı müteahhit ödeyecek; ödemediği takdirde de hukuki yollara başvurulacak. İnsanlara biraz da duyguyla yaklaşılması lazım; biz duygularımızı da yitiriyoruz, öyle tuhaf bir durum var. Mimarlığın sosyal forumunda da bütün bu kentsel meseleleri, yoksulluğu, alt yapı sorunlarını, dışarıdan izole konut alanlarını, kentlilerin birbirleriyle kurdukları ilişkileri ele almak; mimarlar bu konuda neler yapabilir, bunun uygulanmış örnekleri var mı; mimarların, bir ücret almadan da topluma verebilecekleri bir şey olabilir mi sorularına yanıt aramak istiyoruz. Öte taraftan toplumun da mimarlardan neler beklediğini öğrenmeye çalışacağız. Organizasyonda nasıl bir akış düşünüyorsunuz? Çarşamba günü kayıtları aldıktan sonra akşam, kentin ortasında Sakarya Caddesi’nde Bandista’yla bir hoş geldin partisi vereceğiz. Ertesi sabah, Çağdaş Sanatlar Merkezi’nde açılışımız var. Öğleden sonra da Çağdaş Sanatlar Merkezi’nde ve İnşaat Mühendisleri Odası’nın Necatibey’deki toplantı salonunda paralel oturumlar başlıyor. Son gün, Rod Hecting’in konuşmasını Kocatepe Kültür Merkezi’nde yapacağız ve sonrasında Mimarlar Odası’nın Konur Sokak’taki merkezinden Kocatepe’ye küçük bir forum yürüyüşü gerçekleştireceğiz. Kocatepe Kültür Merkezi’nde gerçekleştirilecek büyük forumda da yapılan atölye çalışmalarının sonuçları sunulacak; barınma hakkı dernekleri gibi sivil insi- yatifler sunuşlar yapacak, bir forum deklarasyonu açıklanacak ve Kardeş Türküler konseriyle bitecek. Ana hattını çizdiğimiz bu etkinliklerin dışında açık ve kapalı alan sergileri olacak, poster sunuşlar, sokak tiyatroları ve film gösterimleri yapılacak. Bu tür organizasyonlar için sıradan insanı kapsayabilmek çok zor olabiliyor. Halkı da etkinliklere çekebilmek için nasıl bir yol izleyeceksiniz? Bu, sivil toplum insiyatiflerinin bizzat yaşadıkları sorunlardan biri. Çok sayıda dernek var, ama gittikçe yalnızlaşıyorlar. Biz, bunu aşmaya çalışıyoruz. Hazırlık aşamasında bütün sivil insiyatifleri işin mutfağına davet ettik; onların da katkısını almak istedik. Zaten son gün yapılacak büyük forumda da onların sesine kulak vereceğiz. Atölye çalışmalarımızdan bazıları da dört duvar arasında yapılmayacak. Örneğin bunlardan biri, Mamak’ta terkedilmiş bir sinema salonunun canlandırılması üzerine. Mahalle halkının, bölgedeki ustaların yardımıyla o sinema ayağa kaldırılacak ve forum sırasında kent filmleri gösterme fırsatımız olacak. Ayrıca çalışmaların belgelenmiş halini de foruma aktarmaya çalışacağız. Yaya üst geçitleriyle ilgili bir atölye yürütülecek. Sizce mimarın gerçekten yapabileceği bir şey var mı? Bence var. Bunun en iyi örneklerinden biri Mısırlı mimar Hasan Fetri. Yoksullara öncelik vermiş, ekonomik anlamda daha karşılanabilir olan kerpiç evleri öne çıkarmış. Bu bir tasarım yaklaşımı. Pekala günümüz mimarı da bu konuda kafa yorabilir. Örneğin afet sonrası süreçte mimar nasıl rol alabilir diye düşünebilir. Çok hızlı biçimde insanların barınma sorununun nasıl çözüleceğine dair bir tasarım ortaya koyabilir. Yoksulluk denilen sürekli bir afetin içinde yaşıyoruz; buna dair bir şeyler üretilebilir. Eğer bu insanlar gecekondu yaptırabiliyorsa, demek ki en azından onun gerektirdiği harcamaları yapabilecek durumdalar. Bu noktada, onların daha insancıl bir ortamda yaşayabilmeleri için elbette mimarın yapabileceği bir şeyler olmalı. Mahalle halkının da katılımıyla ve küçük dokunuşlarla o sefalet bölgeleri en azından insanların birazcık daha mutlu oldukları bir yere dönüşebilir. Mimarlar Odası Ankara Şubesi, benzer bir çalışmayı 1998 yılında Van’da yapmıştı. 250 göçer aile, Van Valiliği’nin de katkılarıyla ve kendileri bizzat çalışarak hiç olmazsa başlarını sokabilecekleri bir ortam yarattılar. 65 BİLİNMEYEN ANKARA İş Bankası Blokları * (Türkiye İş Bankası A.Ş. Memurları Kooperatifi) İlknur Sudaş KÜNYE: Mimar: Y. Mimar Kadri Erkman Proje: 1962 İnşaat süreci: 1963-1965 İş Sahibi: İş Bankası Memurları Kooperatifi İşlev: Konut Adres: Çankaya, Ankara Çankaya, Simon Bolivar Caddesi üzerinde 5402-11, 5401-14 ve 5404-15 parsellerinde konumlanan İş Bankası Blokları, 1962 yılında İş Bankası Memurları Kooperatifinin isteği üzerine istenen 3 proje arasından seçilmiştir. 10 adet yüksek katlı bloktan oluşan proje, İş Bankası Yenişehir Şubesi, Eskişehir Yolu üzerinde Bilgi İşlem Merkezi Binası (günümüzde SPK tarafından kullanılıyor) gibi Ankara’daki yapılarıyla, kendi mimari kimliğini oluşturan Yüksek Mimar Kadri Erkman’a aittir1. İş Bankası çalışanları için tasarlanan bu konutlar, dönemin mimari özelliklerini içinde barındıran, aynı zamanda kentsel ölçekte incelendiğinde çevresindeki yoğun yapılaşmaya göre farklılığıyla dikkat çeken yapılardır. İki tip daire plan çözümlemesinin binalara yansımasıyla 2 farklı tip blok oluşturan yapılar, cephe özellikleri açısından farklılık gösterse de plan çözümleme anlayışları aynıdır. Günümüz anlayışıyla 2+1 ve 3+1 olarak değerlendirilebilecek daire planları, 2 veya 3 yatak odası, salon, banyo ve tuvalet barındırmasının yanı sıra, salondaki yemek bölümü ile mutfak arasında bulunan hizmetçi odasıyla dikkat çekmektedir. 3+1 daire planlarının oluşturduğu 7 adet blok prizmatik bir geometriye sahipken, 2+1 daire planlarının meydana getirdiği 3 adet blok bu geometrinin girinti ve çıkıntılarla zenginleştirilmiş halidir. Dönemin yapı nizamı 3-4 katlı ve alandaki parselasyon normal olmasına rağmen, İmar Müdürlüğü’nden izin alınarak arsalar birleştirilmiş, yoğunluğu aşmamak ve topografyanın elverişliliğiyle kuzeyde konumlanan şehre görüş verebilmek adına binalar 6 ile 10 kat arasında yüksek katlı olarak tasarlanmıştır2. Böylelikle binaların etrafında kullanılmaya elverişli yeşil alan bırakılmış ve aynı dönemde Sadri Aran tarafından peyzaj tasa1 *AH 544 Architectural Research Studio – ANKARA 1950-1980 (ODTÜ) ders kapsamında incelenmiştir. Kadri Erkman’nın İş Bankası mimarı olarak anıldığı çalışma hayatı, İş Bankası Blokları’nın beğenilmesi ardından yarım zamanlı işe alınmasıyla başlar. (Kadri Erkman’la İş Bankası Blokları üzerine Röportaj, 2009) 2 Kadri Erkman’la İş Bankası Blokları üzerine Röportaj, 2009 66 Bilinmeyen Ankara rımı yapılmıştır. Binalar yerden kaldırılmış, kolonlar üzerinde yükseltilmiştir. Aynı zamanda cephede de okutulan servis kovaları, zeminde cam bir kütlede muhafaza edilmiş, görsel derinliğin sürekliliği hedeflenmiştir. Zeminde bina sınırlarının içerisinde apartman sakinleri için istirahat bölümü düzenlenmiş, çizimlerden elde edilen bilgilere göre masa tenisi gibi spor aktiviteleri düşünülmüştür. Diğer bir dönem özelliği olan teras çatı tüm bloklarda kullanılmış, mimarın kendisinden ve bazı apartman sakinlerinden alınan bilgilere göre, parti organizasyonları, güneşlenme vs. aktiviteleri için kullanılmışlardır. Blokların en dikkat çekici özelliği ise, 3+1 olarak tasarlanan blokların batı cephesinde ikinci katta bulunan balkondur. Cephe kör olarak tasarlanmış, sadece bir adet balkonla cepheye hareketlilik verilmiş, aynı zamanda mimarın imzası niteliğini kazanmıştır. Günümüzde bu bloklar orijinal görüntülerini kaybetme sorunuyla karşı karşıyalar. Apartman sakinleri, yoğun cam kullanımı ve servis kovalarının dahi ısıtılmasıyla ortaya çıkan apartman giderlerini karşılayabilmek adına, zemin katları kapatma kararları alıyorlar. Şu anda 6 adet bloğun zemin katları, işyeri, kreş, market ve pastane gibi kullanım işlevlerini sağlayacak şekilde dönüştürülmüş durumda. Bireysel açıklık kapatma girişimleri de aynı zamanda yapıların görünümünü zedelemekte. Çatı katları ise kilit altında tutulup, reklam panolarını barındırıyor. Röportaj, fotoğraflar: İlknur Sudaş 67 KİTAP YORUM Şubeden 3 Yeni Kitap: Anket – Araştırma – Sayısal Bilgi Geçen yıl Mimarlar Odası Ankara Şubesince yapılan iki anket çalışması ve Şube kayıtlarından derlenen sayısal bilgiler, üç ayrı kitapta yayınlandı. ÜYELER VE EKONOMİK KRİZ “Anket – Araştırma – Sayısal Bilgiler” dizisinin bu ilk kitaplarında verilen anket çalışmalarının birincisi Üye Profili ve Ekonomik Ortamında Üye Eğilimleri başlığını taşıyor. Kitapta, Şube üyesi mimarlar arasında Eylül 2009’da yapılan anketin sonuçları ve bu sonuçlara ilişkin değerlendirmeler yer alıyor. Ankete verilen yanıtlardan; farklı kesimlerden mimarların gelir, çalışma koşulları gibi bilgilerle birlikte, ekonomik krizle ilgili görüş ve davranışlarını öğrenebiliyorsunuz. Yanıtlarda ayrıca üyelerin Oda’dan beklentileri konusunda ayrıntılı görüşler de sıralanıyor. ODTÜ MİMARLIK ÖĞRENCİLERİ Dizinin yayınlanan ikinci kitabı ODTÜ Mimarlık Öğrencileri Arasında Yapılan Anket Sonuçları Üzerine Değerlendirmeler, geçen yıl yapılmış olan bir anketi kapsıyor. Geniş ölçüde öğrencilerin katkısı ile düzenlenmiş olan ankette öğrencilerin; barınma koşulları, eğitim giderleri, ekomomik kriz ortamında davranışları gibi yaşama koşulları ve maddi olanaklarına ilişkin soruların yanıtları aranmış. Ankette ayrıca eğitim programları ve mimarlık mesleği konularında öğrencilerin yaptıkları ayrıntılı değerlendirmelere de yer veriliyor. Anketin son bölümü, öğrencilerin Mimarlar Odası ile ilişkileri hakkındaki görüşlerinden oluşuyor. ÜYELERE İLİŞKİN SAYISAL BİLGİLER “Anket – Araştırma – Sayısal Bilgiler” dizisinin üçüncü kitabı, Mimarlar Odası Ankara Şubesinin üye ve büro kayıtlarından derlenen 2008 – 2009 yılı bilgileri veriliyor. Üyelere Tescilli Bürolara ve Mesleki Denetim Uygulamasına İlişkin Sayısal Bilgiler ve Yorumlar 2008 – 2009 başlıklı kitapta, Ankara ve Şubenin etkinlik alanı içindeki Bartın, Bolu, Çankırı, Çorum, Düzce, Erzincan, Karabük, Kastamonu, Kırıkkale, Kırşehir, Nevşehir, Sıvas, Tunceli, Yozgat ve Zonguldak illerinde bulunan üyelerle ilgili sayısal bilgilere yer veriliyor. Şubeye kayıtlı 7.298 mimarın yüzde 90’ı Ankara’da yaşıyor, yüzde 38’i kadın. Kitapta ayrıca, Ankara’da mesleki faaliyette bulunan mimarlık büroları ve son iki yılda sürdürülen mesleki denetim uygulamaları hakkında ayrıntılı sayısal bilgiler yer alıyor. Dizinin her üçkitabında, Şube kapsamında elde edilen bilgiler yer yer, UIA, ACE, TMMOB ve Mimarlar Odası genelinde yapılmış çalışmaların sonuçlarıyla karşılaştırılıyor. Kitapların, mevcut duruma ilişkin somut bilgilere ulaşmak isteyenler kadar, benzer konularda anket – araştırma yapacaklara örnek oluşturma açısından da yararlı olacağını umarız. 68 Söyleşi VEFAT Rahmi Bediz’i Kaybettik TMMOB Mimarlar Odası Ankara Şubesi üyelerinden Rahmi Bediz’i kaybetmiş bulunmaktayız. 656 sicil numaralı üyemiz Bediz, 28 Ekim 2010 tarihinde defnedilmiştir. Tüm ailesine, dostlarına ve mimarlıık ortamına başsağlığı dileriz. 1941 Güzel Sanatlar Akademisi mezunu olan Rahmi Bediz, Demirtaş Kamçıl’la birlikte Ankara başta olmak üzere pek çok ilde önemli projeler gerçekleştirmişti. Bu projeler arasında Fikir İşçileri Kooperatifi, MTA Genel Müdürlüğü, Milli Kütüphaneciler Yapı Kooperatifi Apartmanları gibi yapılar bulunmakta. Rahmi Bediz ayrıca pek çok mimari yarışmada ödüller almış ve jüri üyeliği yapmıştı. Ödül Aldığı Yarışmalar: 1944 - Çanakkale Zafer ve Meçhul Asker Anıtı 1. Mansiyon Sedat Hakkı Eldem, Samim Oktay, Rahmi Bediz, Demirtaş Kamçıl 1945 - Haymana Otel Termal ve Halk Hamamı 1. Mansiyon Demirtaş kamçıl, Vahdet Dobra 1951 - Dış Memleketlerde Yapılacak Şehitler Anıtı 4. Mansiyon Rahmi Bediz, Demirtaş Kamçıl 1972 - T.C. Vakıflar Bankası, T.A.O. Genel Müdürlüğü (sınırlı yarışma) 1. Mansiyon Rahmi Bediz, Demirtaş Kamçıl Jüri Üyelikleri: 1946 - Ankara Teknik Üniversitesi Fizik ve Kimya Fakülteleri 1. Mansiyon Vahdet Dobra, Demirtaş Kamçıl, Rahmi Bediz 1955 1957 1957 1960 1961 1961 1946 - Konya Sinema Tiyatro Binası 1. Mansiyon Rahmi Bediz, Vahdet Dobra 1961 1961 1947 - Yenişehir Cami 2. Mansiyon Rahmi Bediz, Vahdet Dobra 1963 1945 İstanbul Radyo Evi 2. Satın Alma Rahmi Bediz, Demirtaş Kamçıl 1947 - İstanbul Üniversitesi Hukuk ve Ekonomi Fakülteleri Ek Binaları Mansiyon Rahmi Bediz, Vahdet Dobra 1948 - Ankara Cebeci’de (Fidanlık Yerine Yapılacak) Mahalle 2. Mansiyon Demirtaş Kamçıl, Rahmi Bediz. 1949 - İstanbul Adalet Sarayı 3. Ödül Rahmi Bediz, Demirtaş Kamçıl, Fasih Matigil, Nihat Ziya Ülken 1963 1963 1966 1970 1972 1972 1975 Sakarya Hükümet Konağı Jüri Üyesi Gaziantep Harp Anıtı ve Şehitler Abidesi Kooperatifler Sarayı Aydın Hükümet Konağı Bursa Kapalı Spor Salonu (yedek jüri üyesi) Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi ve Hastanesi (yedek jüri üyesi) Elazığ Teknik Okulu Ereğli Demir-Çelik Fabrikaları Sitesi (yedek jüri üyesi) Ege Üniversitesi Ziraat Fakülktesi (yedek jüri üyesi) İzmir Teknik Okulu Zeytinburnu Merkezefendi Öğrenci Yurdu Emekli Sandığı İstanbul Maçka Oteli (yedek jüri üyesi) Edirne Kapıkule Sınır Kapısı Gümrük Tesisleri Asil Jüri Üyesi Erzurum Atatürk Üniversitesi 200 kişilik Laborant ve Tıbbi Teknisyen Okulu ve Diş Hekimliği Fakültesi Erzurum Atatürk Üniversitesi Ziraat Teknolojisi ve Ev Ekonomisi Binası Hava Kuvvetler Karargâh Binası 69 Dünyanın en masum çocuğu… Sen gerçek miydin? Yoksa rüyalarımızın içine mi girmiştin usulca? Ulaşabilseydim eğer sana, ‘ne olur uyandırma bizi oğlum’ derdim. ‘Ne olur gitme! Bırak da, senin de içinde olduğun bu güzel rüya devam etsin. Biz de seninle birlikte yüzelim mavi bulutlarda…’ Ama kimse sana ulaşamadan, usulca ayrıldın aramızdan… Onur Yaser Can… 26 Yaşında şirketime mimarlık öğrencisi olarak başvurmuştu. Tesadüf eseri kapıyı ben açtım… Hiç unutmam, sanki gözlerinden içeriye tertemiz, masmavi bir ışık doldu. O güne kadar birçok gençle iş görüşmesi yapmıştım. Gencecik tertemiz insanlardı onlar da. Ama Onur Yaser Can çok farklıydı… Görüşmemizde, büyük bir kendine güven ile sorumluluk duygusunun bir araya geldiği, son derece yetenekli bir gençle karşılaşmış olduğumu anlamıştım. İş ile ilgili detaylar, mimari tasarım vs. gibi konularda, son derece mütevazı, aynı zamanda da son derece kendinden emindi. Tasarım (Proje) derslerinin hepsini, çok yüksek notlarla geçmiş, eski uygarlıklara ve doğanın dengelerine duyarlı mekânlar sunan binalar yapmak isteyen bir genç vardı karşımda. İş görüşmemiz süresince anlattığım, ondan talep edilecek tüm görevleri yapabileceğini çok iyi biliyor ve karşısındakine de bu güveni hissettirebiliyordu. O bir öğrenci değil, yetkin bir mimardı. Zaten işe başladıktan 6 ay sonra almıştı ODTÜ’ den diplomasını… Onur Yaser Can anısına sevgi ve saygı ile yazılmıştır… Çağlayan Efendioğlu Öz 70 Büroda çalışan herkese karşı son derece sevecen, arkadaş ve dosttu. Onur ile birlikteyken herkes sevgi ve güven duygusu ile dolardı. Sekreterimiz ona her fırsatta yemek hazırlar, bir başkası ‘yağmur yağıyor, ıslanacaksın’ diye şemsiyesini verir, sigara molasında üşümesin diye, balkonda değil, balkona bitişik odada içmesini (güya benden gizli!) sağlarlardı… Ben de görmezdim, duymazdım, kötü bir söz söylemeye, incitmeye kıyamazdım. Ön tasarım projeleri hazırlanmış olan, 6000 m²‘ lik bir Genel Müdürlük Binasının, uygulama projelerinin hazırlaması gerekiyordu. Birçok ince detay çözümü ve araştırma gerektiren, kısa bir süre içinde onaylatılması gereken bir projeydi. Görüşmemizin sonunda, projeyi Onur Yaser Can’ a rahatlıkla teslim edebileceğimi anlamıştım. Hiç de yanılmamıştım… Projeyi süratle hazırlarken, haftada birkaç kez fakültede derslere giriyor, bu zamanı telafi etmek için çırpınıyor, projeyi geciktirdiği için ofise yük olma kaygısı taşıyordu. Oysa bilmiyordu ki, onun varlığının birisine yük olması söz konusu bile olamazdı. Hiç unutmam, sanki karşıdakine bir şeyler sorar gibi, ya da bir cevap bekler gibi bakan gözlerinin, bulunduğu mekâna tertemiz bir ışık saçtığını… Onur Yaser Can, her gün zamanında işe yetişir, iş saatleri boyunca da özel hiçbir konunun çalışmasını kesintiye uğratmasına izin vermezdi... Örneğin iş saatlerinde ona telefon eden arkadaşlarına ‘işteyim, çalışıyorum’ der, konuşmayı hemen sonlandırırdı. Böyle bir incelik, çalıştığı ortama karşı böyle bir saygı, insanlara kurallar konularak öğretilemezdi. Ancak kendisine, diğer insanlara, bulunduğu ortama saygısı olan bir insan bu bilinçle davranabilirdi. Yağmur kar altında, ya da elinde olmayan başka nedenlerle biraz geciktiğinde, koşar adım büroya dalarken heyecanı, telaşı yüzünden okunurdu. Parkasını asar, geciktiği için kendisine öfkelenmiş olarak doğru masasının başına geçer, hemen çalışmaya başlar ve en önemlisi, 10 dakika içinde inanılmaz bir konsantrasyona ulaşırdı. Son derece süratli çalışan, projeyi tüm boyutları ile kusursuz bir şekilde görebilen, her değişiklik ve detayı projenin gerekli her noktasına taşıyan, projeyi diğer tüm proje disiplinleri ile iletişim içinde geliştiren, idarenin yeni taleplerini, son derece hızlı ve alternatifli çözümler üreterek yerine getiren bir mimardı… Üç boyutlu tasarım sürecinde binanın iç ve dış estetiğine yaptığı katkılar sonucu, projemiz çok beğenilmişti. Daha fazla bilgiye ihtiyaç duyduğumuz yeni bir detay gündeme geldiğinde, uzun yıllara dayanan deneyimlere sahip bir mimarın yapacağımdan çok daha hızlı araştırma ve görüşmeler yapar, muhatabının ona, ciddiyetle gereken bilgileri hazırlayıp sunacağı, saygın bir diyalog kurardı. 20 senelik meslek hayatımda birçok mimarla çalışmıştım. Ama bir tek Onur Can’a hayran kaldım. Henüz meslekte yeniydi, çok gençti. Birçok sorusu, birçok çözümleyemediği konu olmalıydı. Ama durum hiç de böyle değildi. Bana göre o, adeta bu mesleğin geçmiş deneyimlerini taşıyarak doğmuştu. Çok yetenekliydi… Çok kısa sürede, çok büyük projelere imza atacaktı. Sadece Türkiye’ de değil, dünyanın başka ülkelerinde de… Arada bir karaladığı resimlere, ya da üç boyut çalışmalar yaparken yarattığı alternatiflere hayranlık içinde bakar kalırdık. Üstlendiği proje tamamlanıp, altına hazırlayan mimarların ismini yazmaya sıra geldiğinde, projeye ismini yazacağımı söyledim. ‘Ben henüz mimar diplomamı almadım, olmaz’ dedi tüm mütevazılığı ile… Ben, hiç değilse ‘projeyi çizen’ bölümüne yazdırdım zorla ismini. Ama Onur için isminin yazılıp yazılmamasının, çok da önemli olmadığını anlamıştım. O, çok büyük, tümüyle onun damgasını taşıyacak projelere atacaktı nasıl olsa imzasını… Yeteneklerinin farkındaydı. çoğunda arkadaşları arar, 1 saat görüşebilmek için ofisin yakınındaki bir mekânda Onur’la buluşmayı beklerlerdi. Hemen her paydos zamanı, onu almaya gelen, ofis kapısında sessizlik içinde işini bitirmesini bekleyen arkadaşları olurdu. Ama bana göre en önemlisi, sevilmesi değil, insanları diğer insanlardan üstün kılan, mutluluğun temeli olan, sevebilme yeteneğine sahip olmasıydı. Arkadaşlarına, insanlara duyduğu koşulsuz, yargısız çocuk sevgisi gözlerinden okunurdu. O masmavi, gülen, seven, soran, melankolik, güzel gözlerinden… Mimarlık diplomasını aldığında, bizim ofiste çalışmaya devam etmesini istedim. Bana, ‘sakin bir deniz şehrinde hem çalışıp hem de master yapmayı planladığını’ söyledi. İstanbul’a gittigini duydum sonra… Onu bir daha görmedim. Ve ne acı ki bir daha hiç göremeyeceğim. Onu tanıyan herkes gibi çok özleyeceğim. Sokakta, otobüste, dolmuşta, sık sık gördüğüm; ince, uzun bedenli, kıvırcık saçlı, kirli sakallı, salaş giysili gençlerin hepsine umutla, sevgiyle bakıyorum… Neden bilmiyorum… Bir mucize mi bekliyorum? Yüreğime acılar doluyor… Onu bizlerden ayıran, dünyayı Onur’ suz bırakan her şeye lanet ediyorum… Onur Yaser Can’ ın kız kardeşinin, abisinin ardından yazdığı bir şiirle bitirmek istiyorum yazımı. özgürlük serin maviler donuk şimdi her yerde yağmur var, her yer sırılsıklam toprak. canımın yarısı, ilk aşkım, hangi köye uçtun sen kediler bile ağlıyor ardından, bütün dünyanın sözleri bitik. beni benden aldılar, yarım kaldı bir şeyler eksik. katsam diyorum bıraktığın kokuları aşkları uçurtmamın ucuna bıraksam göğe, ta diplere… ne yapsam seni bir daha öpeceğim güne o başka köylere selam Sihirli bir eldi onun eli. Dünyaya dokunup güzelleştirmek için gelmişti. Dünyayı, herkesi mutlu edecek mavi bir ışıkla doldurmaya gelmişti. Ama gitmek zorunda kaldı… Ardında masmavi bir ateş bıraktı. Bizler ardında bıraktığı o masmavi ateşte yanıyoruz. Biliyorum ki onu tanıma şansı bulanlar, ömür boyu bu ateşte yanma şanssızlığıyla yaşayacaklar. Hayır, asla canına kıyacağı düşünülemezdi Onur’ un… Bu kadar çok arkadaşı, dostu, seveni olan, insanların onunla sohbet etmeye can attıkları bir genç adamdı. Ofisteki öğlen tatillerinin 71 72 73 Ersin Türk, Mimarlığın Sosyal Forumu, Ankara, Ekim 2010 MESLEKİ DENETİM 01.10.2010-31.10.2010 Tarihleri Arası Mesleki Denetim Verileri ANKARA ŞUBESİ VE TEMSİLCİLİKLERİ MESLEKİ DENETİM PROJE-TUS-ŞANTİYE Proje ŞUBELER Tus Adet Şantiye Adet m2 Adet ANKARA ŞUBE 426 946617.27 48 KASTAMONU TEMSİLCİLİĞİ 29 30313.05 30 0 BOLU TEMSİLCİLİĞİ 67 71603.95 1 22 KIRIKKALE TEMSİLCİLİĞİ 11 24487.32 10 0 ÇAYCUMA TEMSİLCİLİĞİ 16 18142.00 22 0 KIRŞEHİR TEMSİLCİLİĞİ 27 37652.00 30 1 ÇORUM TEMSİLCİLİĞİ 90 124613.00 67 0 NEVŞEHİR TEMSİLCİLİĞİ 34 34221.00 35 0 DÜZCE TEMSİLCİLİĞİ 25 21838.89 4 4 SİVAS TEMSİLCİLİĞİ 66 50097.00 72 0 ERZİNCAN TEMSİLCİLİĞİ 33 32782.00 31 0 YOZGAT TEMSİLCİLİĞİ 20 14424.90 27 0 KDZ. EREĞLİ TEMSİLCİLİĞİ 46 65323.35 44 0 ZONGULDAK TEMSİLCİLİĞİ 5 7086.65 4 0 KARABÜK TEMSİLCİLİĞİ 18 18071.43 26 0 BARTIN TEMSİLCİLİĞİ 20 43045.16 18 0 TOPLAM 933 1540318.97 469 130 EKİMDE MESLEKİ DENETİMDEN GEÇEN PROJELERİN ANKARA BELEDİYELERİNE GÖRE 37 YENİMAHALLE 3 ŞEREFLİKOÇHİSAR 34 SİNCAN 22 PURSAKLAR 13 POLATLI 2 NALLIHAN 109 MAMAK 40 KEÇİÖREN 6 KAZAN 2 KALECİK 11 GÖLBAŞI 59 ETİMESGUT 8 ELMADAĞ 17 ÇUBUK 38 ÇANKAYA 4 BÜYÜKŞEHİR 1 BAĞLUM 7 BEYPAZARI 40 ALTINDAĞ 02 04 06 08 01 00 120 1-31 Ekim 2010 tarihleri arasında tescilli eser olarak 2 tane restorasyon projesi onayımızdan geçmiştir. 74 Mesleki Denetim 103 ANKARA ŞUBE MESLEKİ DENETİMİNDEN GEÇEN PROJELERİN KULLANIM AMACINA GÖRE DAĞILIMLARI KULLANIM AMACI AKARYAKIT İSTASYONU ATÖLYE BAĞEVİ CAMI ÇOK AMAÇLI SAL. DEPO DEPO,KONUT DÜKKAN,DÜĞÜN SALONU,KONUT YURT EĞLENCE TESİSI FABRİKA GÜVENLİK BİNASI HANGAR IMALATHANE İDARİ YAPILAR İŞYERİ İŞYERİ,KONUT KONUT KONUT,DÜKKAN KÜÇÜK SANAYİ SİTESİ LOKANTA LOKANTA,MARKET,OFİS MAĞAZA,OFİS MÜSTAKİL KONUT MÜŞTEMİLAT OKUL OTEL TARIM YAPISI - AHIR TİCARET VİLLA TOPLAM ADET 1 2 6 4 1 4 1 ALAN m2 293.10 6987.75 984.20 6782.20 188.55 3502.97 201.22 1 10551.14 1 2 8 1 1 4 2 2 2 251 104 1 1 1 1 2 1 1 1 6 6 24 2455.86 7003.44 16945.74 150.00 200.00 16173.02 484.00 3128.64 3983.00 542323.06 245089.63 2096.11 700.00 397.20 22916.49 380.26 317.50 7730.19 1493.00 2317.44 31150.68 9690.88 443 946617.27 GELİR GİDER 01.09.2010/31.10.2010 Tarihleri Arası Gelir - Gider Durumudur Kayıt Ödentisi Üye ödentisi Mesleki denetim Faiz SMHB Bilirkişilik Belge Satışları Yayın SMGM Mahkeme-İcra Gelirler Toplamı 600.00 41,092.00 415,892.00 5,542.83 3,900.00 3,962.74 14,345.00 150.00 840.00 1,891.26 488,215.83 Yönetici Ücretleri Yönetici yollukları Temsil Konferans sempozyum Kurullar Komiteler Personel ücretleri Personel Tazminatları Hizmet alımları Personel Yollukları Demirbaş bakım onarım PTT Kırtasiye Yayın Satın Alma İlan Harçlar Bina işletme Hukuki giderler Yayın giderleri Demirbaş Alımları Giderler Toplamı Kasa(31.10.2010) Bankalar(31.10.2010) Kredi Kartları Altbirimlerden Ala. Mahkeme-‹cra 1,891.26 SMGM 840.00 Yay›n 150.00 14,345.00 Belge Sat›fllar› Bilirkiflilik 3,962.74 SMHB 3,900.00 5,542.83 Faiz 415,892.00 Mesleki denetim 41,092.00 Üye ödentisi Kay›t Ödentisi 600.00 0.00 50,000.00 100,000.00 150,000.00 200,000.00 250,000.00 300,000.00 400,000.00 450,000.00 4,644.60 Demirbafl Al›mlar› 37,076.24 Yay›n giderleri 7,075.75 Hukuki giderler 19,111.28 Bina iflletme 918.99 Harçlar 1,180.00 ‹lan 343.00 Yay›n Sat›n Alma 2,573.96 K›rtasiye 11,424.03 PTT 177.00 Demirbafl bak›m onar›m Personel Yolluklar› 414.00 2,585.90 Hizmet al›mlar› 12,674.69 Personel Tazminatlar› 149,151.74 Personel ücretleri 2,011.42 Komiteler Kurullar 144.25 301,476.17 Konferans sempozyum 5,814.80 Temsil Yönetici yolluklar› 14.00 4,397.35 Yönetici Ücretleri 0.00 1,891.88 653,537.96 187,114.17 278,000.00 Toplam 350,000.00 1,120,544.01 50,000.00 100,000.00 150,000.00 200,000.00 250,000.00 300,000.00 350,000.00 4,397.35 14.00 5,814.80 301,476.17 144.25 2,011.42 149,151.74 12,674.69 2,585.90 414.00 177.00 11,424.03 2,573.96 343.00 1,180.00 918.99 19,111.28 7,075.75 37,076.24 4,644.60 Merkez Borçları(31.10.2010) Piyasa Borçları ve Diğer(31.10.2010) Toplam Borç 0.00 152,000.00 152,000.00 BORÇ-ALACAK FARKI GELİR-GİDER FARKI 968,544.01 -74,993.34 75 Fotoğraf: Aysen Bayazıt, Mart 2007