AYLIK SİYASİ GAZETE Karkerên jin û mêr! Ji xeynî zencîrên we tiştekî we yê wendakirinê tune! Hûn dikanin cîhanekê nu wergirin! SA l HE J AR Nisan 2007/04 • FİYATI 2,00 YTL (KDV DAHİL) • ISSN 1302-692X110 YI M Kadın ve erkek işçiler! Zincirlerinizden başka kaybedecek birşeyiniz yok! Kazanacağınız yeni bir dünya var! • editörden - içindekiler Editörden... İçindekiler AYLIK SİYASİ GAZETE Karkerên jin û mêr! Ji xeynî zencîrên we tiştekî we yê wendakirinê tune! Hûn dikanin cîhanekê nu wergirin! � HE J AR SA YI M Kadın ve erkek işçiler! Zincirlerinizden başka kaybedecek birşeyiniz yok! Kazanacağınız yeni bir dünya var! Nisan 2007/04 • FİYATI 2,00 YTL (KDV DAHİL) • ISSN 1302-692X110 Değerli Okuyucu, Mücadele açısından yoğun geçen bir Mart ayını daha geride bıraktık. Bu sayımızda değişik bölgelerden 8 Mart ve Newroz haberlerine geniş yer verdik. Önümüzde ise yine sıcak bir dönem var. Egemenler kendi aralarında Cumhurbaşkanlığı koltuğu için kapışacaklar. İşçi sınıfının ve emekçilerin ise bu seçimde bir seçimi yok. İşçi sınıfının kendi çıkarına olan tek seçimi devrim ve sosyalizm mücadelesinde daha da sıkı örgütlenerek yerini almaktır. Sınıf mücadelesi açısından önemli bir gün yaklaşıyor: İşçi sınıfının birlik, dayanışma ve mücadele günü 1 Mayıs. Bu 1 Mayıs’ı işçi sınıfının sessizliğini bozmasının gününe dönüştürmeliyiz. Bunun için şimdiden güçlü ve devrimci bir 1 Mayıs için hazırlıklarımızı yapmalıyız, en geniş işçi ve emekçi kesimlerin 1 Mayıs’ta sınıf taleplerini haykırmak için alanlara çıkması için çaba sarfetmeliyiz. Geçen ay işçi sınıfının ve işçi sendikalarının içinde bulunduğu olumsuz durumu ele alan sempozyumlar yapıldı. Bu sayımızda bu sempozyumların haberleri var. Panorama bölümünde Afganistan ve İran’daki son durumları irdeledik. Yine Panorama bölümünde bir Fransız-Alman ortak projesi olan Airbus’ta işçilere yönelen saldırıları ve bu saldırılara karşı gelişen direnişi ele alan yazımızı yayınlıyoruz. Güncel yazılar bölümünde “Halkın Kurtuluş Yolu” dergisinde çıkan bir şovenist yazıdan sonra gelişen olaylara ilişkin devrimci grupların ortak açıklamasını ve bizim tavrımızı yayınlıyoruz. Okuyucu mektupları köşemizde bir okurumuzun “dergimizde” gördüğü bazı yanlışlara dikkat çeken, “dergimizin gelişmesine ve daha da güzelleşmesine katkıda bulunabilecek” eleştirilerini cevapsız olarak yayınlıyoruz. Redaksiyon olarak gösterdiği duyarlılık için dostumuza teşekkür ederken, bu tavrının tüm okurlarımıza örnek olmasını istiyoruz. Hatırlatmakta fayda var: Destek kampanyamız sürüyor, Yeni Dünya İçin Çağrı’yı güçlendirmek için ileri! YDİ ÇAĞRI, 04 Nisan 2007 • GÜNDEM Cumhurbaşkanlığı seçimi: Emekçiler için seçim var mı? . . . . . . . . . . 3 HALKLARIN KARDEŞLİĞİ İÇİN Devlet operasyon sezonunu açtı... DTP kıskaç altında. . . . . Milliyetçilik halkları birbirine boğazlatma siyasetidir! . . . . . Washington-Ankara hattında soykırım tasarısı tartışmaları… . Seçimler ve Aleviler . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . Tüm engellemelere rağmen Newroz coşkuyla kutlandı . . . . Yaralı Kadının Yaralı Dizisi. . . . . . . . . . . . . . . . . . İzmir Acil Hattan basın açıklaması . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . YAŞAMA TEMELLERİNİ KORUMA MÜCADELESİ Bir çevre katili; Yatağan Termik Santrali . . . . . . . . . . . . . . . . . 10 Munzur özgür akacak! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 10 YENİ İŞÇİ DÜNYASI Sendikal kriz ve sendikal arayışlar . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:1 Mersin Serbest Bölgede Emek Sömürüsü Serbest!. . . . . . . . . . . EK:3 SCT grevinin 1. yılını selamlıyoruz…. . . . . . . . . . . . . . . . . EK:4 Eğitim- Sen kundaklandı . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:5 İbrahim Etem ULUGAY İlaç Fabrikası’nda sendikalaşma mücadelesi . . EK:5 Koluman işçileri sendikalaşıyor! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:5 “Sendikalar ve işçi sınıfının örgütlenme sorunları “ . . . . . . . . . . EK:6 Sağlık çalışanları alanlara çıktı. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:6 Alkoç’da sendikalaşma mücadelesi. . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:6 4 – B Sendikasızlaştırmadır! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:7 Genel-İş Sendikası İst. 1 Nolu Şube Olağan Genel Kurulu. . . . . . . EK:7 “Carrefour’da 4 yıl yaşananlar örgütlenme değil, direnişti” . . . . . . . EK:8 YENİ KADIN DÜNYASI 8 Mart 2007: “Bursa’da yandık, Ceylanpınar’da boğulduk, Novamed’de direniyoruz!” . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . Adana’da 8 Mart . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . İzmir’de 8 Mart. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . Mersin’de 8 Mart . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . Antalya‘da 8 Mart. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8 Mart toplantıları . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 11 11 12 12 12 12 PANORAMA Afganistan: NATO her “yön”de saldırıda… . . . . . . . . . . . . . . . 13 İran: Savaşa hazırlık hızlanarak sürüyor…. . . . . . . . . . . . . . . . 14 Fransalmanya: Airbus’ta “tasarruf” planı “Power 8”!. . . . . . . . . . . 15 “Sevr paranoyası” nerelere götürüyor!. . . . . . . . . . . . . . . . . Halkın Kurtuluş Partisi’ne karşı ortak açıklamaya ilişkin tavrımız . . . . . Kimi eleştirel notlar… . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . Müşteri değil, öğrenciyiz . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . • ÇAĞRI Basın Yayın Ltd. Şti Adına Sahibi: Aziz Özer • Sorumlu Yazıişleri Müdürü: İlyas Emir • Yönetim Yeri ve Adresi: Mahmut Şevket Paşa Mah., İmranlı Sok., No: 8, Şişli - İstanbul • Tel.: (0212) 235 35 70 • Fax: (0212) 253 19 27 • Banka Hesap: Türkiye İş Bankası Galatasaray-İstanbul, Hesap No: 1022 0 738654 • Sayı: 110 · Nisan 2007 • ISSN 1301-692X110 • Fiyatı: Türkiye: 2,00 YTL (KDV DAHİL) Türkiye Dışı: 2,50 Euro • Baskı: Uğur Matbaacılık (0212-501 81 09) • Yayın Türü: Yaygın Süreli mail@ydicagri.com www.ydicagri.com 4 5 6 7 8 9 9 17 18 19 19 gündem HARALA GÜRELE CUMHURBAŞKANLIĞI SEÇİMİNE… Emekçiler için seçim var mı? Bir cumhurbaşkanlığı seçiminin arifesindeyiz. Şimdiden burjuva basın-yayın organları seçimin havasına girmiş durumda. Toplum Cumhurbaşkanlığı seçimleri üzerinden de taraf olmaya, tepki vermeye; kendi aralarında iktidar için çatışan hakim sınıfların kanatları altında toplanmaya çalışılıyor. C umhurbaşkanlığı için henüz ortada resmi olarak bir aday adayı yok. Ancak potansiyel aday adayları var. Ve bunların içinde Başbakan ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan öne çıkan aday adayı olarak üzerinde durulan en önemli isim. Henüz Erdoğan konuyla ilgili sorulan soruları çok resmi bir şekilde “adayların açıklanacağı tarihe daha çok var”, “zamanı gelince adaylar ortaya çıkar” türünden cümlelerle geçiştirirken televizyon kanallarında konuyla ilgili yorumlar yapılıyor, neredeyse Başbakanın söylediği her sözcüğün altından bir mesaj çıkarılmaya çalışılıyor. Cumhurbaşkanının Meclis’ten çıkarılacağını ısrarla söyleyen AKP’liler içinde aday adaylığı için öne çıkarılan isimler birbirine düşürülmek isteniyor. Hükümet partisi kendi içinden anket yaptırıyor, partiye Köşk’te kimi görmek istediğini soruyor. Ankette verilen isimlerde “eksik” olanların tepki vermesi, AKP içinde çatlak oluşturması isteniyor. Ancak muhalif kesimin ve onların görüşlerinin medyadaki uzantılarının tüm bu çabaları şimdilik böyle bir çatlağı, AKP içindeki bütünlüğü bozmaktan hayli uzak. Tüm çabalara karşın AKP’nin en azından dışa karşı birlik sergile- mesi ve 16 Nisan’dan sonra adayların ortaya çıkacağı yönlü söyleminin kırılmamış olması muhalefeti daha da saldırgan yapıyor. Harala gürele bir durum yaşanıyor. Muhalefetin Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde fazla bir şey yapamıyor olması, yaptıklarından sonuç alamaması onları ciddiyetten uzak, deyim yerindeyse belden aşağı vurmaya itiyor. Ana muhalefet partisi CHP’nin Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın sağlık sorunlarına atfen, “Bel fıtığı olanların Çankaya’ya çıkmasının sakıncası” üzerinde duruyor! Kimi köşe yazarları Recep Tayyip Erdoğan’ın Çankaya’ya çıkması sonrasında parti içindeki dengelere işaret etmeye, Recep Tayyip Erdoğan’ın ipleri elinde tutmak istemesini vurgulamaya çalışırken, “Recep Cumhurbaşkanı, Tayyip Başbakan, Erdoğan Genelkurmay Başkanı” formülünü öneriyor. Cumhurbaşkanlığı makamı için bu makama gelecek kişinin eşinin başının açık olması şartını ileri sürenler aday isimleriyle birlikte parantez içinde adayın eşinin başının açık olduğu veya olmadığı notunu düşüyor; kimileri Recep Tayyip Erdoğan’ın Çankaya’ya çıkması sonrasında Çankaya yollarına barikat kurmaktan, binlerce kişiyi yollara yatırarak “Çankaya’ya girilmez” mesajı vermekten dem vuruyor… vs. vb. Öyle harala gürele bir durum ki, Metin Uca isimli bir televizyon şovmeni mevcut durumu ti’ye alan bir davranışta bulunuyor ve cumhurbaşkanlığına adaylığını açıklıyor. K ısac a çok önem l i bu lu na n “Cumhurbaşkanlığı seçimi” için yapılan tartışmalarda, verilen mesajlarda bu makama uygun bir seviye(!) tutturulmuş durumda. Bu seviye(!) tam da bu burjuva siyasetçilere yakışıyor. Tüm bu seviyesiz harala gürele içinde ama aslında Türk hakim sınıfları açısından son derece önemli bir iktidar dalaşı yürüyor. Türk büyük sermayedarlarının istediği liberal değişimin savunucusu olarak iktidara gelen AKP, devlet örgütlenmesini alabildiğine değiştirmek, büyük Türk sermayesinin isteklerine ve çıkarlarına uygun bir devlet yapılanmasına yönelmek için iktidar olduğu günden bu yana —AB üyeliği çalışmalarının da etkisiyle— önemli bir çalışma yürütüyor. Devleti tamamıyla ele geçirmek, liberalleşmeyi tamamlamak ve Türk büyük sermayesinin uluslararası alanda daha etkin hale gel- mesinin yolunu açmak bu partinin önüne koyduğu, büyük Türk sermayesinin de AKP iktidarından istediği temel görev. Cumhurbaşkanlığı seçimi bu iktidar yürüyüşünde önemli bir dönemeç. Bu “kale” de ele geçirildiğinde —ve bu yıl içinde yapılacak genel seçimlerde seçmen AKP hükümetine bir kez daha hükümet olma yetkisini verdiğinde— “normal seyri içinde” siyasetin rengi değişecek. Bugüne kadar AKP hükümetine en fazla muhalefet yapan kurum olarak Cumhurbaşkanlığı iktidar yürüyüşünde ele geçirilip bir anlamda devre dışı bırakılacak; deyim yerindeyse hükümetin “noteri” olacak. Bugüne kadar Cumhurbaşkanının engellediği çeşitli kurumlar ele geçirilecek, muhalif kurumlar birer ikişer düşecek. Süreç 80 küsur yıllık Kemalist devlet örgütlenmesinin çözülmesi yönünde işliyor. Ancak AKP’nin kadrolarının din tacirliği yapan bir kökenden gelmesi bu partinin en yumuşak karnı olarak muhalefete bir avantaj sağlıyor ve muhalefet de bunu tepe tepe kullanıyor. Şüphesiz bu çözülmeye karşı direnen bir bürokrat burjuva kesim var. Bu kesimin başını ordu çekiyor. CHP ordunun Meclis sözcüsü konumunda sanki. Andaki Cumhurbaşkanı, YÖK, yargı kurumları, medyanın bir bölümü… bu tarafta. Ve bu kesim, mevcut AB üyeliği sürecinin de etkisiyle yapabilecek fazla araca sahip değil. Süreç aleyhlerine işliyor. Ancak onlar yine de direniyor ve iktidar dalaşını topluma “laik-dinci” çatışması olarak göstermek istiyorlar. Bu yolla kendi kitle tabanlarını güçlendirmek, yanlarına almayı düşündükleri bu gücü —en azından genel seçimlerde— AKP’nin iktidar yürüyüşünün önüne engel olarak çıkarmak istiyorlar. Fakat yapılan kimi seçim anketlerinde AKP’nin hâlâ birinci parti çıkması bu kesimleri daha da saldırgan yapıyor. Şu ana kadar yaptıklarının pek de işe yaramadığını gösteriyor. Tüm bu koşullar çerçevesinde Cumhurbaşkanlığı seçimi bu kesimin elindeki en önemli kalelerden birisinin —normal koşullarda— düşeceğini gösteriyor. Böylesi bir durum mevcut Kemalist bürokrat bur- gündem juva kesimini daha da hırçın yapıyor. Tü rk büy ü k s er maye d a rla r ı (TÜSİAD) bu aşamada mevcut hükümete verdikleri desteği sürdürüyorlar. Ancak onlar Recep Tayyip Erdoğan’ın Çankaya’ya çıkmasını “istikrarın bozulmaması”, andaki “dengelerin altüst olmaması” vs. gereği doğru bulmuyorlar. Meclis içinden, muhalefetin de fazla ses çıkaramayacağı bir cumhurbaşkanının seçilmesini, hükümetin Recep Tayyip Erdoğan’ın liderliğinde sürmesini istiyorlar. Onların seçimini belirleyen en önemli nokta azami sömürme ve bu sömürüye meydan veren “istikrarlı bir ortam”… Sermaye sahipleri sürece bilinçli müdahale edip uzun vadeli çıkarları gereği seçimlerini yaparken emekçiler açısından Cumhurbaşkanlığı ve bu yıl yapılacak genel seçimler ne anlama geliyor? EMEKÇİLER İÇİN SEÇİM YOKTUR! Emekçilerin bu dalaşta kazançları nedir? Sorulması gereken en temel sorulardan birisi budur emekçiler açısından… Bu sorunun yanıtı çok açıktır: Hiçbir şey! Hiçbir şey, çünkü dalaş, en başta emekçilerin çıkarları üzerine kurulu bir dalaş değil. Dalaş; sermaye sahip- lerinin daha fazla dünya ekonomik sistemine bağlanması, dünyadaki gelişmelere bağlı olarak mevcut kimi engellerin kaldırılması, bu temelde bürokrat burjuvazinin iktidar tekeline son verilmesi, mevcut devlet iktidarının yenilenmesi hedefi ve istemi ile, buna direnen ve iktidar tekelini kaybetmek istemeyen bürokrat burjuvaların dalaşı… Bu dalaşta emekçilere biçilen rol en iyi haliyle dalaşan kesimlerin birisinin ardında saf tutması, kitlesel gücünü onların çıkarları için ortaya koymasıdır. Gerek devlet tekelini elinde bulunduranlar, gerekse bu tekeli kırıp kendi hakimi- da bu kesiminin peşine takılmak, sınıf kardeşleriyle boğaz boğaza getirilmek, kendi çıkarları yerine emekçileri hakim sınıfların hangi kesiminin sömürmesine, baskı altında tutmasına onay vermek, dahası bunun için meydanlara dökülmek, seçimde bulunmak emekçilerin tercihi olabilir mi? “Kırk katır ile kırk satır” arasında bir tercih, “veba ile sıtma” arasında bir tercih emekçilerin tercihi olabilir mi? Hayır! Bin kere hayır! Emekçilerin kendilerine, kendi çıkarlarına karşı olan böyle bir durum karşısında seçimde taraf olmasına ne yeti altına almak isteyenler açısından emekçilerden istenen budur. Emekçilere biçilen bu rol emekçilere bir şey getirecek mi? Hayır! Ne emekçiler daha fazla kazanacak, ne yoksulluk son bulacak, ne eğitim ve sağlık iyileşecek, ne ulaşım düzelecek vs. vb. Olacak tek şey bir kez daha emekçiler üzerinden iktidar kavgalarını yürütecek, kazanacak, kaybedecek… Bir kez daha emekçiler hakim sınıfların oyuncağı olacak. Bu durum emekçiler için seçim olabilir mi? Hakim sınıfların şu ya gerek vardır, ne de emekçiler açısından ihtiyaç vardır. Emekçiler açısından bu anlamda seçim yoktur, olmamalıdır. Devlet operasyon sezonunu açtı... DTP kıskaç altında 2 1 Mart Newroz kutlamalarının yaklaşmasıyla birlikte Şubat ayından başlayarak sürdürülen operasyonlarda bir buçuk ay içerisinde yaklaşık 300 kişi gözaltına alındı, bunlardan 102’si tutuklandı. DTP’nin 18 il ve ilçe binası polis tarafından basıldı, 35 yöneticisi tutuklandı. Birçok parti binası tahrip edildi. Parti başkanlarına Öcalan için “sayın” ifadesini kullandıkları gerekçesiyle “suçu ve suçluyu övmek” iddialarıyla davalar açıldı, para cezaları verildi. Gündem gazetesine, Abdullah Öcalan’ın zehirlendiğine dair iddiaları haberleştirmesi gerekçesiyle 1 ay yayın durdurma cezası verildi. Gündem gazetesinin kapatılmasından sonra çıkarılan Yaşamda Gündem gazetesi de kapatıldı. Hemen hemen tüm Newroz başvuruları “Çanakkale Şehitlerini Anma” törenleri gerekçe gösterilerek reddedildi veya ertelendi. Böylece Newroz kutlamaları hafta içine denk gelen 21 Mart’a alındı. W harfi “Türkçe’de yok” denilerek birçok başvuru geri çevrildi. Bir yandan bu saldırı dalgası estiri- lirken diğer yandan Ankara Emniyet Müdürlüğü DTP Başkanı Ahmet Türk’e koruma gönderdi. Türk’e bir “suikast” düzenleneceği endişesi varmış… Kısaca Şubat ve Mart ayı içerisinde askeri faşist yönetimleri aratmayan bir tablo oluşturuldu. Tek neden yaklaşan Newroz değil! Tüm bu saldırıların benzeri her Newroz öncesi yaşanma ktaydı. Ancak iktidar dalaşının iyice kızıştığı ve şiddetlendiği bu yıl geçen yıllardan farklı. Kemalist bürokrat burjuvazi ve özel sermayeli büyük burjuvazinin andaki temsilcisi olan AKP Hükümeti arasında Cumhurbaşkanlığı seçimi konusunda kıyasıya mücadele sürüyor. Genel seçimler yaklaşıyor. Her geçen gün ya ordu cephesinden hükümeti köşeye sıkıştırmaya yönelik açıklamalar ya da hükümetten orduya yönelik eleştiriler, açıklamalar geliyor. Yeni andıçlar, yeni tehditler yağıyor üzerimize. İşte böyle bir ortamda DTP’nin 1. Olağanüstü Kongresinde genel se- EMEKÇİLER AÇISINDAN SEÇİM VARDIR! “Peki emekçiler onu seçmeyecek, bunu seçmeyecek. Ne yapacak bu emekçiler?” Sıkça sorulan sorulardan birisi budur… Emekçiler seçmeyecek mi? Emekçiler güçlerini göstermeyecekler mi? Emekçiler irade belirlemeyeçi m lere bağ ı msı z adaylarla girme eğilimi ortaya çıktı. İktidar dalaşının her iki kesimi de parlamentoda DTP’yi görmek istemiyor, bağımsız adaylarla seçime girmesi halinde DTP bir grup oluşturabilir vb. Bu şartlar altında devlet, Kürt hareketinin andaki en büyük temsilcisi konumunda olan DTP’yi tüm araçlarıyla etkisiz kılmak, sindirmek istiyor. 2007 Newroz’unun talebi hangi demokrasi? “Türkiye barışını arıyor” konferansında Yaşar Kemal’in söylediği “Ya gerçek demokrasi ya hiç” sözü bu yılki Newroz’un ana teması olarak seçildi. Peki anti-demokratik yasalarla yönetilen, her geçen gün ırkçı-şoven dalganın yükseltildiği, demokratik kurumların her türlü zorba yöntemlerle basıldığı, en basit hak mücadelelerinin dahi büyük bir savaşa dönüştüğü bir ülkede gerçek demokrasi neyi ifade ediyor? Elbette gerçek demokrasi düşüncenin 301 bahaneyle yargılanmadığı, cekler mi? Elbette, emekçiler güçlerini gösterecek, irade belirleyecek, siyasal sistemde ağırlıklarını koyacaklardır. Bu gereklidir, bu zorunludur! Bunun yolu ama şu ya da bu hakim sınıf kanadının peşinden gitmek değildir. Bunun başka yolu yordamı vardır! Bunun yolu, emekçilerin kendi sınıf çıkarları için biraraya gelmesinde, kendi sınıf çıkarları temelinde örgütlenmesinde ve kendi sınıf çıkarları için mücadele etmesindedir. Emekçiler için seçim budur, bu olmalıdır! Seçim, işçilerin, emekçilerin kendi mücadelesine sahip çıkma seçimi olmalıdır. Seçim, işçilerin, emekçilerin sömürü üzerine kurulu iktidar tekeli yerine kendi iktidar tekelini kurma seçimi olmalıdır. Seçim, devrimi ve sosyalizmi seçmesi olmalıdır. Çeşitli ulus ve milliyetlerden işçiler, emekçiler; ancak bu seçimi yaptıklarında ve bu seçim temelinde harekete geçtiklerinde kazanacaklardır! Bu seçim işçilere, emekçilere halkların kardeşliği temelinde özgür, sömürüsüz yeni bir dünya, bir yaşam kazandıracaktır. İşçiler, emekçiler; seçim sizin… Karar sizin… Ya faşizm, ya devrim… Ya barbarlık, ya sosyalizm… 24 Mart 2007 ✓ öteki olanların susturulmaya çalışılmadığı, zindanlarda çürütülmediği, susturulamayanların katledilmediği, örgütlenmenin engellenmediği bir sistemdir. Gerçek demokrasi halkların kendi kaderini tayin hakkı güvencesi altında, eşit ve özgür birlikteliği temelinde yaşamaları, ayrımcılığa uğramamalarıdır. Gerçek demokrasi yoksulluğun, işsizliğin, sömürünün kaldırılmasıdır. Günümüz kapitalist emperyalist dünyasında gerçek demokrasi olamaz. Ezenler, sömürenler ezilenlere demokrasi getiremez. Gerçek demokrasi sosyalizmdir ve bu demokrasi işçi ve emekçilerin ezenlere karşı bir devrimi ile mümkündür! 19.03.2007 ✓ halkların kardeşliği için HALKLARIN KARDEŞLİĞİ İÇİN B Milliyetçilik halkları birbirine boğazlatma siyasetidir! u sayımızda özellikle Hrant Dink’in katledilmesi ile gündeme oturan milliyetçilik üzerinde duracağız. Milliyetçilik, feodalizm döneminde yoktu. Feodalizmin bağrından yeşerip gelişen burjuvazi, “eşitlik ve kardeşlik” adına ortaya çıktığında, başlangıçta devrimci bir rol oynamıştı. Sömürü ve baskı uygulamada kendinden önceki sınıflardan bir farkı olmayan burjuvazi, ezilen, sömürülen yığınlara mensup olduğu ulusun diğer uluslardan daha üstün olduğunu, diğer ulusların kendi ulusuna her zaman düşman olduğunu aşıladı. Burjuvazi, iktidarı boyunca yürüttüğü gerici haksız savaşlarda yığınların milliyetçilik duygularını işledi ve kullandı. Osmanlının son döneminde kapitalizmin gelişmesi ile başlayan uluslaşma süreciyle birlikte, milliyetçilikte gelişmeye başlamıştır. Egemen ulus olan Türk ulusu ve egemen din olan Müslümanlardan işçi ve emekçiler, diğer ulusa ve dine mensup olanlara karşı, Türk burjuvazisi tarafından kışkırtılarak baskı ve katliamlarda Türk burjuvazisinin yanında yerini almıştır. Milliyetçilik ideolojisinin temel karakterinin tanımı için, öncelikle Türk Dil Kurumu sözlüğündeki milliyetçilik tanımına bakalım: Milliyetçilik, “maddi ve manevi açılardan millet ve ülkesinin çıkarlarını her şeyin üstünde tutma anlayışı” olarak tarif ediliyor. Tüm ortak insanlık değerlerini bir çırpıda yok sayan bu tanımın günlük yaşamdaki karşılığı, demokrasinin ve sivil hakların unutulduğu, öldürmek dahil her tür şiddetin onaylandığı, sürekli düşman arayışında olunan bir kabustur. Ezilen ulus milliyetçiliği, pozitif milliyetçilik, ırkçı olan ya da olmayan milliyetçilik gibi tanımlar milliyetçiliğin ayrımcı olan temel karakterini değiştirmez. Biz burada tabiî ki ezilen ulus milliyetçiliği üzerindeki ezen ulus milliyetçiliğinin baskısına, yani, milli zulme karşı çıkar, ezilen ulus milliyetçiliğinin ezen ulus milliyetçiliğine karşı mücadelesinde onun demokratik yanını destekleriz. T.C. kurulduğundan bu yana, “tek devlet, tek ulus, tek dil, tek din” üzerine kurulu bir devlet olarak, ülkelerimizde yaşayan Türk ulusu dışındaki ulusları yok saymıştır. Bunun sonucu olarak ta gelişen ulusal hareketler her zaman kanla bastırılmış, yok edilmeye çalışılmıştır. Başta Ermeni, Rum, Yahudi, Arap ve Kürt ulusu olmak üzere, diğer azınlıklar üzerine “Türkün Türk’ten başka dostu yoktur” ırkçı şoven siyaseti ile Türk işçi ve emekçilerini ideolojik olarak zehirleyerek eğitmiş ve kışkırtmıştır. Türkiye’deki milliyetçiliğin ideolojik temeli Kemalizm’dir. Bu kendini “Ne Mutlu Türküm Diyene”, “Bir Türk Dünyaya Bedel”… gibi anlayışlarla göstermektedir. Tarih boyunca “Türkün Türk ’ten Başka Dostu Yoktur” anlayışı Türk işçi ve emekçileri üzerinde önemli ölçüde etkili olmuştur. Milliyetçiliğin gerçek yüzü Burjuvazinin iktidarını sürdürmesi için en temel gıdası milliyetçiliktir. Burjuvazi, kendi çıkarlarını tüm halkın çıkarlarıymış gibi gösterip yığınları kendi peşine takar. Her zaman iç ve dış düşmanlar ile çevrili olan ülke için, silahlanmak gerekir. Çünkü dış tehditler bugün her zamankinden daha fazla gündemdedir. Irak, Kuzey Irak ve İran’daki gelişmeler tehdit oluşturmaktadır. Ermeni soykırımını tanıyan ve bunu parlamentolarından geçiren veya geçirmeye hazırlanan ülkeler tehdit oluşturmaktadır. Dıştaki bu tehditlere bağlı olarak, “dış kaynaklı” olan iç tehditlerde var. Kürtler, Ermeniler başta olmak üzere, devrimci ve Komünistler de tehdit olarak varlığını koruyorlar. O zaman bu tehdit unsurlarının da ortadan kaldırılması gerekir. Önce yasalarla bu tehdidi bertaraf etmek gerekir. Kamuoyunda tartışıldığı biçimiyle TCK’nın 301. maddesi Türklüğü aşağılayanlara karşı gündeme giriyor. Hrant Dink, Orhan Pamuk davasında olduğu gibi, yalnız yargılamakla yetinmiyor, mahkeme salonlarında ve önünde linç girişimleri de devam ediyor. Bu girişimcilere en ufak bir müdahale olmadığı gibi, davada açılmıyor. Bu linç girişimleri yalnız mahkeme salonları ile de sınırlı kalmıyor. “Halkımızın duyarlılığı adına” sokakta bildiri dağıtan devrimcilere, hemen oracıkta toplanan, ağzı salyalı gözü dönmüş yüzlerce faşist saldırgan linç girişiminde bulunuyor. Polis ve mülki amirler “halkımızın tepkisi” diye saldırganları korurken, saldırıya uğrayanlar mahkemeye verilerek yargılanabiliyor. Bugüne kadar onlarca devrimciyi, komünisti, aydını katleden bu faşist çetelerin öne sürdükleri argüman “Türklüğün haysiyetini korumak”tı. Bu faşistler en son Hrant Dink’i kalleşçe katlederek amaçlarına ulaştılar. Şunu belirtmekte yarar var; hiçbir devrimci, komünist, aydın Türklüğü veya herhangi bir başka ırkı aşağılama diye bir düşünceye sahip olamaz. Biz hangi ulus ve ırk olursa olsun, onların aşağılanmasına karşıyız. Milliyetçi ve ırkçı temelde hareket eden faşist örgütlenmelerde başka ulusların aşağılanması olağan bir durumdur. MHP’nin Mersin’in kurtuluşunun 85. yıldönümünde, 3 Ocak’ta düzenlediği mitingde; “Mersin’i Türk şehri” yapacaklarını” açıklamaları, “Mersin Türktür, Türklerindir, Türk kalacak”, “Mersin Kürtlere mezar olacak”, “Bayrağa uzanan eller kırılsın” diyerek Kürtlere karşı düşmanca tavır takınmaları cumhuriyet savcıları tarafından suç olarak dahi görülmedi. Vatansever Güç Birliği Derneğinin Mersin’de yaptığı bir mitingde de; Kürtlere karşı ağza alınmayacak küfürlerle yürümeleri de devleti rahatsız etmemişti. Hrant Dink’in cenaze töreninde yüz binlerin “Hepimiz Hrant Dink’iz, Hepimiz Ermeniyiz” sloganı ile ırkçı faşist gelişmeye dikkat çekmesinin ardından ırkçılar boş durmadı. Önce resmi ağızlarda “Hepimiz Ermeniyiz demek hoş değildi” gibi açıklamalar, futbol maçlarında seyircilerin birbirlerini Ermeni ve Kürt olmakla suçlaması, gemi kaçırmalar vb. eylemler ile ırkçılığın yığınlar içindeki boyutu kendini bir kez daha gösterdi. Milyonlarca işçi ve emekçi bugün açlık sınırının altında yaşıyor. Eğer asgari ücretle iş bulabilirse kendini şanslı hisseden milyonlarca işçi, aynı zamanda milliyetçiliğin o zehirli ağusuyla zehirlenerek ezilmesinin, sömürülmesinin nedenini göremiyor. Eğer işsiz kalmışsa veya işi tehlikedeyse, yabancı işçileri “işini elinden alan” veya “tehlikeye sokan” olarak görüp, yabancı işçilere karşı düşmanca davranabiliyor. Patronlarda bundan faydalanarak işçileri daha fazla sömürerek karlarına kar katıyorlar. Vatan elden gidiyor! “Vatan elden gidiyor!” Burjuvazinin en fazla sarıldığı paslı silahların başında geliyor. Kuvayi Milliye Derneği Başkanı Emekli Albay Fikri Karadağ, -bu şahıs aynı zamanda orduda NATO daire başkanlığı yapmış biri - üstünde Türk bayrağı, dernek flaması, kuran ve üç tabanca bulunan bir masanın etrafına topladığı yiğitlere ”bu uğurda ölmek var, öldürülmek var ve öldürmek var” diye başlattığı yeminde; Türkü şöyle tanımlıyordu: ..”Türk anadan Türk babadan doğmuş, soyunda dönme olmayan Türk oğlu Türk”. Dernek Başkanı, Türk milletini dünyanın efendisi yapmak için yola çıkan faşist yiğitlerine seslendiği konuşmasını “Ne mutlu Türküm” diye bitiriyor. Bu emekli albayın sivil ikizleri birkaç yıldan beri televizyon kanallarında neredeyse her gün aynı tehlike habercisi ve kurtarıcısı havarisi rolünü oynuyorlar. Bu anlayış yalnız bu general, subay ve polis eskilerine ait olan bir şey de değil. Bunlar, şimdiki Genelkurmay başkanının tesadüfen yakalanan “iyi çocukları”nın yakalanmayan kesimi. ABD gezisinde, basın mensuplarına demeç veren Büyükanıt; “Türkiye’yi bölmeyi rüyalarında görenler, bu rüyanın sonunda kâbus görür. Türkiye’yi koruyan o dinamik güçler varolduğu sürece, o rüyayı görenler kâbusla uyanır ve derslerini alır” diyordu. Kimle görüşülüp görüşülmeyeceği konusunda hükümetin verebileceği bir kararı kendi tasarrufunda görmesi bir yana “dinamik güçler” sözüyle ne demek istediği belliydi. Bu “dinamik güçler” yemin törenleri ile ve kurbanlarının listesini açıklayarak görevlerinin başında olduklarını açıklayanlardı. Burjuvazi yüzyıllardan bu yana ezilenleri, kendi çıkarlarını onlarında çıkarıymış gibi göstererek ezmeye, sömürmeye ve diğer sınıf kardeşlerini boğazlatmaya devam ediyor. Burjuvazinin bunun için en temel silahı milliyetçiliktir. Bütün ülkelerin işçileri ve ezilen halkları burjuvazinin bu paslı silahını terk etmediği sürece işçi ve emekçiler ve ezilen halklar açısından değişen bir şey olmayacaktır. Dünyanın işçi ve emekçi yığınları, ortak düşmanları olan burjuvaziye karşı birleşip, kapitalizmi devrimle yerle bir edip kendi öz sistemleri olan sosyalizmi kurmadıkları sürece kurtuluş yoktur. İşçi, emekçi ve ezilen halklar için burjuva milliyetçiliğinin panzehiri proletarya enternasyonalizmidir. “Bütün ülkelerin işçileri ve ezilen halklar birleşiniz” şairi temel şiarımız olmalıdır. Halkların kardeşliği için de tek yol devrim! 22.02.2007 ✓ halkların kardeşliği için Washington-Ankara hattında soykırım tasarısı tartışmaları… E rmenilere yapılan soykırım üzerine tartışmalar son ikiüç aydır yeniden yoğunlaşmış durumda. Bunu Türkiye’de ateşleyen olay, esasında Hrant Dink’in katledilmesi olayı idi. Fakat, Dink’in katledilmesi olayı üzerine “sıcak” tartışmalar sürerken bile, ABD’de Temsilciler Meclisi’ne soykırım ile ilgili bir karar tasarısı sunulacağı yönünde haber ve tartışmalar medyada yer aldı. Özellikle ABD’deki parlamento seçimlerinde “Demokratlar”ın çoğunluğu ele geçirmesi ve ABD’deki Ermenilerin soykırımın tanınması isteğini destekleyen Nancy Pelosi’nin Temsilciler Meclisi Başkanlığı’na gelmesi, Türk medyasında da soykırım tasarısının gündeme geleceğinin garantisi olarak görüldü, gösterildi. Gerçekten de Ocak ayı sonunda 30 maddeden oluştuğu söylenen “Birleşik Devlet ler’ in Ermeni Soyk ırımı Kayıtlarının Tasdiki Tasarısı” adlı ve “HR 106” sayılı bir karar tasarısı Temsilciler Meclisi’ne sunuldu. Sözkonusu tasarı “Demokrat” ve “Cumhuriyetçi” milletvekilleri tarafından –üçer üye– sunulurken, tasarıyı 150 Temsilciler Meclisi üyesi (milletvekili) tarafından imzalandığı söyleniyor. Bi r a z ge r i le re g it t i ğ i m i z d e Ermenilere yönelik soykırım tartışmaları genelde ya soykırımın yıldönümü olarak kabul edilen 24 Nisan öncesi, ya da gündeme gelen şu ya da bu seçim öncesinde yürütülürdü. Son yıllarda bunda değişmeler oldu ve konu üzerine tartışmalar beş-on yıl öncesine göre çok daha yoğunlaştı. Bunun değişik nedenleri var, ama bunlar başka bir yazının konusu. Nasıl ki müslümanlar ibadet ederken “Kabe”ye dönüyorsa, Türkiye’de de, hemen her 24 Nisan’da ABD’nin Başkanı’nın konuşmasına yönelinir ve ABD Başkanı’nın ağzından O, çokça korkulan kelimenin –soykırım– çıkıp çıkmayacağı korku ve ümitle, daha doğrusu dua ile çıkmaması beklenir… Başkanın 24 Nisan’a yönelik konuşması bittiğinde ve soykırım lafı söylenmediğinde derinden bir ooooohh çekilir ve yine “başardık” diye zafer naraları atılır. Şu ya da bu olay bağlamında bir devletin ve toplumun bir başka devletin başkanının ağzından soykırım kavramının çıkıp çıkmayacağına bu kadar önem verdiği ve yapılan konuşmada söylenenlerin içerik olarak soykırımdan başka anlama gelmediği halde, soykırım lafının telafuz edilmemesine bu kadar sevindiği bir başka örnek tanımıyoruz. ABD eyaletlerinin büyük bölümünün soykırımı kabul ettiği koşullarda –kimi verilere göre 38 eyalet, kimine göre de 42 eyalet soykırımı tanımış durumdadır–, başkanın söylediklerine yönelik bu tavır, aslında suçlu olmanın kompleksinden, çaresizlikten de kaynaklanan bir tavırdır. Temsilciler Meclisi’ne sunulan tasarının kendisi, ne bir yasa tasarısıdır, ne de kabul edildiğinde herhangi bir bağlayıcılığı vardır. Hatta Temsilciler Meclisi kabul etse ve bu bir yasa tasarısı da olsa, böylesi bir durumda Senato ve Başkan tarafından kabul edilip imzalanmadığı sürece yasa haline de gelmeyecektir. Bunu Türk devletinin yetkilileri de, medyanın baş kalemşorları da bilmektedir. Buna rağmen ama büyük bir rahatsızlık duyulmaktadır. Duyulan bu rahatsızlığı, Temsilciler Meclisi’ndeki dengelerin soykırımı kabul edenler lehine değişmesi olgusu daha da yoğunlaştırıyor. Tasarı 2008 yılına ertelense de, bu sefer Temsilciler Meclisi’nce kabul edileceği tahmin ediliyor. Türkiye’nin dostu olarak da gösterilen eski ABD büyükelçisi Abramowitz, Washington’da bulunan TBMM heyetine “Türkiye ABD’de tarih savaşını kaybetti. Kongre’yi ikna etmek mümkün değil. Bu konudaki temel argüman, Türkiye’nin ve Türkiye ile ilişkilerin ne denli önemli olduğunu anlatmak. Kongre üyeleri bunu anlamalı. Bence tek makul argüman budur.” (Hürriyet, 2 Mart 2007) diye durumu ifade etti. Türk medyasındaki genel kanı da esasında ABD yönetimindekilerin büyük çoğunluğunun soykırımın olduğunu düşündüğü yönündedir. Bu yüzden de “biz soykırım yapmadık” biçiminde karşı çıkışlarla, tehditli protestolarla Temsilciler Meclisi’nin etkilenemeyeceği düşünülmektedir. Esas “silah”, ABD’nin Irak, Afganistan, İran gibi ülkelere karşı savaş ve savaş hazırlığında Türkiye’nin önemini anlatmak oluyor. Sonuçta kararı belirleyecek olanın Temsilciler Meclisi “üyelerinin vicdanları ile Ankara’yı kızdırmanın kaybettirecekleri arasındaki muhasebe”dir denmektedir. Bunun bilincinde olan Türk devlet yetkilileri, Dışişleri Bakanı Gül, Genelkurmay Başkanı Büyükanıt, değişik TBMM heyetleri ve TÜSİAD heyeti gibi temsilcilerle ABD’ye çıkarma yaptı. Değişik biçimlerde ya da değişik kurum ve temsilcilerle yapılan görüşmelerde temel düşünce, tasarının çıkması durumunda ABD-Türk iye ilişk ileri- nin çok büyük zarar göreceği idi. Kuşkusuz ki açıkça olmasa da tehditler de savruldu. Dışişleri Bakanı Gül, sanki Türkiye’de halk hükümeti yönetiyormuş gibi, “Ermeni tasarısı Temsilciler Meclisi’nde kabul edilirse, Türkiye’de gerçek bir şok yaşanır ve Türk Hükümeti, halkın ABD ile işbirliğinin son bulması yönündeki taleplerini engelleyemez.” açıklamasını yapıyor; ya da TBMM Dışilişkiler Komitesi Başkanı Dülger, ABD’nin “Ortadoğu’da faydalandığı en önemli lojistik üslerden biri olan” İncirlik’in kullanılmasına sınırlama getirilebileceği tehditi gibi tavırlar takınıldı, takınılıyor. Bush yönetimi anda Türkiye ile ilişkileri bozabilecek böylesi bir tasarının kabul edilmesine karşı görünüyor. Daha şimdiden en yüksek düzeyde, örneğin Dışişleri Bakanı Rice, Savunma Bakanı Gates şahsında Temsilciler Meclisi’ne mektup gönderilerek tavır takınılmış durumdadır. Sözkonusu mektupta şunların da yazıldığı söylenmektedir: “Bu tasarının kabul edilmesi, Türkiye ile Ermenistan arasındaki uzlaşmayı destekleme ve Türkiye’nin, Osmanlı İmparatorluğu döneminde etnik Ermeniler’in başına gelen bu trajik olayları daha ileri düzeyde tanıması yönündeki ABD çabalarına zarar verecektir.” ve “ABD, Türkiye’deki dostlarımızı, geçmişlerini dürüstlükle yeniden gözden geçirme ve Ermenistan ile uzlaşma ve geniş Ortadoğu’da ve Avrupa’da güvenlik ve istikrar yönünde cesaretlendiriyor.” Burada söylenenler ciddiye alındığında, aslında ABD yönetiminin Türk devletinden beklentisinin Temsilciler Meclisi’ne sunulan tasarıdan da öteye geçtiği görülmektedir. “Soykırımı Osmanlılar yapmış, biz modern Türkiye olarak yapılanlardan üzüntü duyuyoruz, ama bizim Osmanlının mirasıyla ilgimiz yoktur” deyip sorunu çözme yaklaşımı ve sorundan kurtulma önerisinin, ABD tarafından bundan birkaç sene önce yapıldığı da bilindiğinde, Türk devletinin bu konuda köşeye sıkıştığı tespit edilebilir. Bu yüzden de anda tasarının kabul edilip edilmemesi esasında ABD-Türkiye ilişkilerinin öne çıkarılmasına bağlıdır. Mehmet Ali Birand’ın aktarımına göre yetkililer “Türkiye’nin lobisini Pentagon ve CIA yapıyor” tespitinde bulunmaktadırlar. Bu arada ABD askeri yetkililerin de tasarıdan rahatsız olduğu, Türkiye ile ilişkilerin askeri işbirliğini bozaca- ğından endişe ettiği yönlü haber yayınlandı. Bu habere göre Irak’a sevkedilen teçhizatın %60’ı Türkiye havasahasından geçmiştir ve İncirlik’in ABD için önemli bir ikmal ve kargo üssü olduğu vurgulanmaktadır. Bu yönlü çabalara tasarının kabulü durumunda Türkiye’de milliyetçiliğin daha da yükselebileceği ve Kasım ayında yapılacak seçimlerde ABD’ye göre milliyetçilerin seçimde daha fazla oy alabileceği, ama bunun ABD’nin çıkarlarına uygun olmadığı yönlü tavırla; ABD’deki 2008 yılı başkanlık seçimleri öncesinde tasarının kabul edilme olasılığının daha da yüksek olacağı tahminleri birleştiğinde, sözkonusu tasarının ertelenebilme olasılığı büyüktür. Bu erteleme hem Bush yönetiminin Türkiye’deki seçimlerle ilgili beklentilerine, hesaplarına, hem de Temsilciler Meclisi Başkanı Pelosi’nin tasarıyı kabul ettirme hesaplarına uygundur. Temsilciler Meclisi’ne sunulan tasarı üzerine tartışmalar sürerken, Senato’ya da bir tasarı sunuldu. Bunların gündeme ne zaman alınacağı, belli değil. Açık olan bu konunun ABD-Türkiye arasında pazarlık meselesi halini sürdürdüğü ve ABD ile Türkiye’nin çıkarlarının çatışmasında da fillerin çatıştığı, çimlerin ezildiği durum gibi Ermeniler arada kalmaktadır. Türk şovenizminin ağusu Ermenilere karşı kusulmakta, Ermenilere karşı düşmanlık bu tasarı vesilesiyle de kışkırtılmaktadır. KİMİ TAVIRLAR… Her şeyden önce ABD’nin dünyanın jandarması olarak soykırım tasarısını kabul etmesinin, diğer devletlere örnek olacağı ve çorap söküğü gibi devamının geleceği yaklaşımı, soykırımın varlığını reddeden hemen herkesin temel korkularından biridir. Medyada tavır takınanlar arasındaki genel kanılardan biri de, Türkiye’nin artık şimdiye kadar takındığı tavrı sürdürmekle bu sorundan kurtulunamayacağı yaklaşımıdır. Bu noktada da farklı açıklamalara rağmen çoğunun üzerinde birleştiği “çözüm” önerisi, Türkiye’nin Ermenistan ile sınır kapısı açması, diyalog başlatmasıdır. Açık Ermeni düşmanlığı yapan ırkçı, şoven kesimin tavrı değişmemiş, tersine daha fazla saldırganlaşmıştır. Hepsi kendi başına makalelik tavır olan yaklaşımları burada saymak mümkün değil. Güya, ırkçı, şoven olmayanların da, gerçekte beyinlerinin ne kadar şovenizmle yoğrulduğunu gösteren sorunlardan biri, yine Ermenilere yönelik soykırıma karşı tavırdır. Bu tavırlara bir örnek Oktay Ekşi’nin takındığı şu tavırdır: “YILLARDIR sadece dilimizde, kalemimizde değil, bu sütunda bile ‘soykırım iftirasına karşı’ tüm kurumlarımızla ve tüm olanaklarımızla mücadele etmeliyiz… Kitaplar halkların kardeşliği için yayımlamalı, uluslararası konferanslar düzenlemeli, filmler çevirtmeli, yurtdışındaki öğrenci derneklerini, öteki sivil toplum kuruluşlarını bilgilendirmeli, onlara lojistik destek sağlamalı, savunma stratejisini terk edip saldırı anlayışıyla ve tam bir savaş mantığıyla mücadele etmeliyiz demekten tüy bitti.” (Oktay Ekşi, Hürriyet 9 Şubat 2007) Oktay Ekşi “tam bir savaş mantığıyla” davranılması gerektiğini yıllardır önerdiğini itiraf ediyor. Ekşi’nin buradaki yakınması ama Türk devletinin savaş mantığıyla soruna yaklaşmadığı anlamına gelmiyor. Burada sözkonusu olan esasında kim daha çok Türkçü? yarışıdır… Ekşi, bu yarışta yanlız değildir tabii ki. ABD’de soykırım tasarısı gündeme gelir, ABD’ye güçleri yetmez, hedefe Ermeniler, Ermenistan konur. Bunun en açık örneği Türk Tarih Kurumu Başkanı Halaçoğlu’nun tavrıdır. Hürriyet gazetesinin aktarımına göre Halaçoğlu, “Ermeni Soykırımı tasarısının kabul edilmesi halinde Türkiye-Ermenistan ilişkilerinin sona ereceğini söyledi.” (16 Şubat 2007) Durumu bilmeyenler de sanki Türkiye-Ermenistan arasında çok büyük ve ciddi ve de önemli ilişkiler varmış da, bunların sona ermesi Ermenistan’a büyük zarar verecekmiş… diye düşünebilir. Kitlelerin bilinci böyle de karartılıyor! Liberal demokrat görünen M. Ali. Birand ise, bir çok şeyin yanısıra, “Dünyayı şaşırtmaktan başka çaremiz kalmadı” başlığı altında, yapılması gerekenleri şöyle açıklıyor: “Tercih çok açıktır. Ya bugünkü politikalar aynen sürdürülecek (yani bol laf üretilecek ve sadece Ermeni lobisi suçlanacak) sonunda da soykırım duvarına sıkışılacak, veya bambaşka yaklaşımlar benimsenecek ve insanların kafası karıştırılacak.” (Hürriyet, 2 Şubat 2007) Bunu nasıl yapacağından bağımsız, insanların kafasını karıştırmaktan başka çıkar yol göremeyen Birand, aynı zamanda, “…kendi kendimi ‘Acaba için için, bizler de mi gizlice soykırım olduğuna inanıyor da, bundan dolayı hiç hareket etmiyoruz?’ diye sorguladığım oluyor. Bunca yıldır böylesine pespayece davranmamızı, inandırıcı hiçbir şey yapmamamızı, kendime başka türlü anlatamıyorum.” (Milliyet, 7 Mart 2007) tavrını da takınıyor. Birand’ın çözümü de esasta Ermenistan ile ilişkilerin kurulmasıdır. Tasarının kaderinin ne olacağını önümüzdeki süreçte göreceğiz. Bu tartışmaların tümünde de Ermeni düşmanlığı körükleniyor. Soykırım tartışması ve Ermeniler kendilerinin çıkarlarının bir aracı olarak kullanılıyor. Buna rağmen Türkiye, şimdiye kadarki tavrını sürdürmekte zorluk çekmektedir ve bu tavır öyle ya da böyle değişecektir… 21 Mart 2007 ✓ Seçimler ve Aleviler 2 007 yılı seçimleri yaklaşırken bu konuda çok yazılıp çizildi ve yazılıp çizilecek. Özellikle son dönemlerde toplumun büyük bir bölümünü oluşturan Türk, Arap ve Kürt kökenli Alevilerin adına birileri televizyonlarda yaptıkları söyleşilerde ve gazetelerde yayınladıkları yazılarda görüşlerini açıklamaktadırlar. Öncelikle bu konuda şunu söylemek gerekir: Alevilerin tümü adına açıklama yapmak kimsenin haddine değildir. Çünkü Aleviler Türküyle, Kürdüyle, Arabıyla, Boşnakıyla vb. yekpare değildir. Alevilerin de her toplum kesiminde olduğu gibi farklı politik görüşleri olan, farklı inanış biçimleri olan bir topluluk oluşturduklarını biliyoruz. Tabii ki bünyesinde Alevi toplumunun belirli bir bölümünü oluşturanlar, kendi üyeleri adına bir açıklama yapabilirler. Bu açıklamanın doğruluğu yanlışlığı bir tarafa bu açıklamalar kendi üyelerini bağlar. Biz bu tavırların doğruluğu yanlışlığı konusunda bir değerlendirme yapabiliriz, yapmalıyız da! Bu bağlamda Alevilerin bir bölümü üzerine konuşan Almanya Alevi Birlikleri Federasyonu adına Genel Başkanları Turgut Öker’in Şubat sonunda yaptığı açıklamayı değerlendirmeye değer buluyoruz. Çok eskilere gitmeden, 1500’lü yıllarda, Yavuz Sultan Selim zamanındaki Alevi toplumuna yapılan zulümleri yok saymadan, daha yakınlarda 12 Eylül faşizminin öncesinde bu Kemalist devletin Alevi toplumu üzerinde estirdiği faşist terörü unutmadık. 12 Eylül öncesinde de Alevi toplumu adına konuşanlar vardı ve hatta partilerini de kurmuşlardı. Bunlar daha sonra CHP’ye avdet ettiler. Onların kullandıkları oyların nasıl kurşun olarak Çorum, Sivas ve Maraş’ta Alevi toplumundan emekçi insanlara döndüğünü gördük. Bunu görmeyenler, ya da hafızaları zayıf olanlar bugün şunları söylüyorlar: “Kimse heveslenmesin, söylediklerimden seçimleri boykot edeceğimiz sonucunu çıkarmasın. Aylardır, Avrupa’da da, Türkiye’de de her konuşmamızda, her etkinliğimizde Aleviler artık hiçbir şeye seyirci kalmayacağını, hayata dair ne varsa mü- dahil olacağımızı söylüyoruz....” (alıntılar “Alevilerin Sesi”, 1.3.2007 tarihli yazıdan) Aslında Aleviler adına konuşma hakkını kendisinde bulan Turgut Öker hiç de yeni bir şey söylemiyor. Zaten Turgut Öker gibi önceki Aleviler adına konuşan bir çok zat aynı şeyi söylemişlerdi. “Biz seyirci kalmayacağız, seçimlerde oy kullanacağız” demişlerdi. İyi de sormazlar mı: Kullandığınız oylar bugüne kadar ne getirdi Alevi toplumuna, özellikle de Alevi işçi ve emekçilerine? Biz söyleyelim: Hiçbir şey! Her seferinde Türk siyaseti açısından hiçbir şey değişmedi ve her seferinde de Alevi toplumuna saldırı olarak döndü kullanılan oylar. En sonu ise 1992 yılında Alevilerin büyük bölümünün oy verdiği SHP’nin hükümet ortağı olduğu bir dönemde Sivas’ta devletin tezgahladığı ve 37 canımızın katledildiği olay yaşandı. Ne yaptı SHP? Başbakan yardımcısı ünlü “solcu” sosyal demokrat Erdal İnönü ve partisi seyretmekle yetindi. Üstüne üstlük Sivas valisinin de sosyal demokrat olduğu söyleniyordu. Şimdi de yeni sinyaller var. Erzincan’da Cemevi’ne saldırı gibi. Peki bugün seçimlere katılıp oy kullanılırsa ne değişecek? Yine hiçbir şey! Eğer 1986 Gölbaşı toplantısı olmasaydı ve bazı Alevi “önder”leri İzzetin Doğan- bunlardan birileri, bu toplantı sonucunda örtülü ödenekten nemalanmasalardı cemevleri bugün olur muydu? Hayır! Peki neden Gölbaşı toplantısında Cemevlerine yeşil ışık yakıldı? Çünkü amaç, Kürt Ulusal Kurtuluş Hareketine özellikle Kürt Alevilerin katılımını, desteğini engellemekti. Bunun için de, onların Alevicilik yanlarını kaşıyarak cemevlerinde eritmekti bu potansiyeli ve bu yapıldı. AABK’de bu anlayışın sonucudur. Yani Turgut Öker de bu siyasetin sonucu bugün başkan ve konuşuyor. Hayır bu iş o kadar kolay olmayacak! Alevilerin oyu Turgut Öker ve diğerlerinin cebinde olmayacak! “Eğer seçimler gerçekten bir şeyler değiştirseydi, yasaklanırlardı” diye bir ünlü doğru laf vardır. Seçimler bir oyundur ve sermayenin yararına bu oyun yüzyıllardır oynanmaktadır. Bu oyunu bozmanın yolu, Genel Seçimleri bugünkü koşullarda boykot etmektir. Seçimler demokratik değildir. Seçimlerde konulan barajlar ve getirilen diğer yasaklar tamamen sermayenin lehine bir durum oluşturmaktadır. Komünist propaganda bin bir türlü oyunla engellenmeye çalışılmaktadır. Seçimlere katılmak için koydukları yasaklar kaldırılsın o zaman oy kullanalım. Ama oyları bu burjuva meclisle işçilerin emekçilerin lehine bir düzen değişikliğini örgütlemek için kullanmak amacıyla. Yoksa bu durumda burjuva meclis sadece sömürü sisteminin çirkin çarklarını gizlemek için kullanılmaktadır. Burjuva meclis o kadar yüce ise Milli Güvenlik Konseyinin aldığı kararları uygulamasın da bakalım ne olacak? Burjuva meclis burjuvazinin sömürü sistemini düzenlemek için kullanılan bir araçtır. Dolayısıyla sermayenin düzenini koruyan bir araçtır bu meclis. Bunu değiştirmek için proletarya bugün yeterli bir güce sahip değildir. Bunun için daha çok örgütlenmemiz lazımdır. Bir şey daha belirtmek lazımdır: Turgut Öker yaptığı bu açıklamada şunları da söylemektedir: “..Frankfurt’ta binlerce insanın önünde söylediğim çok açık: Aleviyi yok sayanlara, programlarında zorunlu din dersinin kaldırılması, Madımak Oteli’nin müze olması, Cemevlerinin inanç merkezi olarak tanınması gibi taleplerine yer vermeyenlere, bunlara taraf olmayanlara Aleviler tabiki artık oy vermeyecektir. ..” Burada zorunlu din derslerinin kaldırılması, Cemevlerinin inanç merkezi olarak savunulması gibi demokratik talepleri biz de savunuyoruz. Fakat bu yukarıdaki taleplerin bir an kabul edildiğini ve Kemalist devletin bu konularda bir adım attığını düşünelim, sorunlar bitecek mi? Alevi toplumunun büyük bölümünü oluşturan işçilerin, emekçilerin sömürülmesi, işsizlik cenderesi kıskacında inlemesi ortadan kalkacak mı? İşte Aleviler adına konuşanların tamamı bu sorunu yok saymaktadır. Bu ucuz politikacılıktır. Bu burjuva demokratlarının politikasıdır. Ama Alevi işçileri, emekçileri, yoksul köylüleri çıkarlarının yalnızca bu sömürü sisteminin son bulması, sömürünün ortadan kalkmasında olduğunu biliyorlar. Bunun için de onlar Alevicilik oynayanların oyunlarına gelmeyeceklerdir! Onlar bu sömürü sisteminin ortadan kaldırılması için devrimci saflarda yer alacaklardır. Kurtuluş bu sömürü çarkının kırılmasındadır! Kurtuluş kapitalist barbarlığa karşı, özgürlüğün fışkırdığı sosyalizmdedir! YDİ ÇAĞRI okuru, 15 Mart 2007 ✓ halkların kardeşliği için B Tüm engellemelere rağmen Newroz coşkuyla kutlandı u yıl Newroz öncesi kışkırtma ve yıldırma üst boyutlara çıkarıldı. Provokasyon söylentileri yaygınlaştırıldı, Kürt başkanlar tutuklandı, Newroz’un haftasonunda kutlanması tüm Türkiye’de yasaklandı. Bunun üzerine Newroz birçok kentte hafta arası 21 Mart’ta Çarşamba günü kutlanabildi. İstanbul’da Newroz İstanbul’da Newroz sabahın erken saatlerinde gerilimli başladı, polisin saldırısı sonucu gözaltılar oldu. Bütün baskılara ve yıldırma çabalarına karşın Kürt emekçileri sabahın erken saatlerinden başlayarak Zeytinburnu Kazlıçeşme’deki alanı doldurmaya başladılar. Yine Kürt emekçileri rengarenk yöresel giysileriyle, ulusal renkleriyle ve bayraklarıyla kutladılar Newroz’u. Baskılar Kürt halkının Abdullah Öcalan’ı “Sayın Öcalan” sloganlarıyla benimsemesini engelleyemedi. Kürsüden yapılan konuşma la rda ba r ışa vurgu yapıldı, Abdullah Öcalan’ın Kürt halkının meşru önderi olarak kabul edilmesi savunuldu. Konuşmacılardan Doğan Erbaş ve Sırrı Sakık daha sonra gözaltına alındılar. Hafta arası olması nedeniyle kuşkusuz önceki yıllara göre katılımda bir düşüş olsa da, yine de onbinler Newroz’u müzikler ve halaylar eşliğinde sadece bir bayram havasında değil, siyasal taleplerin öne çıktığı bir etkinlik olarak kutlandı. Etkinlik sonunda polisin kitleye saldırarak bazı kişileri gözaltına alma çabası sonucunda çatışmalar yaşandı, gözaltılar oldu. Yeni Dünya İçin Çağrı gazetesi olarak halkların kardeşliğini savunduğumuz ve çözümün devrimde olduğuna vurgu yaptığımız pankartımızla, dövizlerimizle, kuşlamalarımızla ve bildirimizle katıldık Newroz’a. Bu yıl Çağrı kortejimiz alana girerken Kürt emekçileri tarafından, ama özellikle de Kürt gençleri tarafından büyük coşkuyla karşılandı, Kü r t gençler i pankartımızı ve dövizlerimizi taşımada yardımcı oldular. Arka kapağını Newroz’a ayırdığımız der- gimizden 60’ın üzerinde sattık. Gerçek barış ve gerçek demokrasi devrimle gelecek! İzmir’de Newroz Newroz, ulusal baskıya, sömürgeciliğe karşı başkaldırı ve isyan günüdür. Bu yıl Newroz’un kitlesel olarak kutlanmaması için egemen sınıflar ellerinden geleni yaptılar. İzmir özelinde, Newroz öncesi 17 DTP yöneticisi ve üyesi gözaltına alındı. 8 kişi, DTP İzmir İl Başkanı ve yardımcısı, ilçe başkanları tutuklandı. 18 Mart tarihinde Gündoğan Meyda nı nda yapı l ma k istenen Newroz kutlamasına valilik tarafından izin verilmedi. 21 Mart Çarşamba günü için Buca Hipodrom yanında Newroz kutlamasına izin verildi. Amaç açıktı, Newroz’un kitlesel olarak kutlanması istenmiyordu. Newroz öncesi Kürt emekçilerinin oturduğu mahalleler abluka altına alındı. Devletin kolluk güçleri gövde gösterisi yaptılar. Gövde gösterisi Newroz günü de sürdü. Bütün bunlara rağmen binlerce kişi Newroz alanında toplanarak, çoşkulu bir şekilde Newroz’u kutladı. DTP, EMEP, SDP, EHP adına konuşmalar yapıldı. Müzik, davul-zurna eşliğinde, binlerce kişi halaya durdu. Grup Isuwa ve Servet Kocakaya söyledikleri parçalarla binlerce kişiyi coşturdu. Alanda YDİ Çağrı’nın Newroz bildirisi dağıtıldı. Antalya’da Newroz Newroz 2007 devletin baskı ve zorlamalarına karşı Antalya’da oldukça coşkulu bir şekilde kutlandı. 25 Mart’ta Konyaaltı Açık Hava Tiyatrosuna gelen binlerce kişi tek bir ağızdan “Newroz Piroz Be”, “Bıji Newroz” diyerek haykırdılar. Bu ses yıllardır baskı altında yaşamış, evleri yakılmış, çocukları kurşuna dizilmiş bir halkın sesidir. Dilini, toprağını ve özgürlüğünü kaybetmiş bir halkın öfkesi ve isyanı meşrudur, haklıdır. Konyaaltı Açık Hava Tiyatrosunda yapılan Newroz etkinliğine sanatçı ve gruplardan Yücel Arzen, Güneşe Yolculuk ve Koma Gulen Xerzan katıldı. Yücel Arzen’in söylemiş olduğu “kimlik” parçası kitleyi oldukça coşturdu. Gelenlerin büyük bir bölümü kimliklerini havaya kaldırarak, ben “şivan”, ben “helin”, ben “civan”, ben “ze- halkların kardeşliği için lal” dercesine yok sayıldığı sömürü düzenine karşı içlerindeki öfkeyi dile getirdiler. DTP il başkanı yaptığı konuşmada, değişik illerdeki DTP yöneticilerinin haksız bir şekilde hapse atılmalarının ve “Sayın Öcalan” diyen bazı parti yöneticilerinin ceza almasının yanlış olduğunu belirterek bu seneki Newroz’un “ya gerçek demokrasi, ya hiç” temelinde birleş- tiğini vurguladı. Müzik gruplarının söylediği şarkı ve marşlarla etkinlik sona erdi. Ne w r o z ; bu g ü n k ü D e m i rc i K aw a’ l a r ı n , b u g ü n k ü Z a l i m Dehak’lara karşı isyanının adıdır. Newroz; çeşitli uluslardan işçi ve emekçilerin, özgürlüğü haykırdığı günün adıdır. Newroz; devrim ocağının newroz ateşiyle körüklendiği gündür… Tüm uluslardan işçi ve emekçiler; özgürlüğünüz için birleşin, halkların kardeşliği için direnin! Adana’da Newroz Adana’da da barış talebini haykıran on binlerce kişiyle kutlandı. Mimar Sinan Açık Hava Tiyatrosu’nda düzenlenen kutlama saat 10’da başladı. Devletin bütün engelleme girişimlerine rağmen kutlamalara çoğunluğunu DTP’nin çağrısıyla Kürtlerin oluşturduğu, yaklaşık 30 bin kişi katıldı. Newroz ateşlerinin yakıldığı, halayların çekildiği kutlamalarda Kürt kadınlarının geleneksel giysileri yine dikkat çekiciydi. Tiyatronun duvarlarına “Biz barış dedik siz zehirlediniz”, “Türkiye’de ve Ortadoğu’da Barış, Halklara Özgürlük”, “Unutmayalım ki Barış için hala şans var” yazılı afişler asılmıştı. Sürekli olarak Biji Newroz ve Öcalan lehine sloganlar atıldı. Yapılan konuşmalarda halkın barış talebine karşı devletin operas- Yaralı Kadının Yaralı Dizisi Ü lkemizde toplumu uyutma, kendine yabancılaştırma, sömürü sistemini ayakta tutma görevini üstlenen medyada töre dizileri çok yaygınlaşmıştır. Bu diziler yıllardır bastırılan doğu (Kürt) kültürünün en gerici yönlerini bazen de gerçekliğinden saptırarak hiçbir çıkış yolu gösterme amacı olmayan, sadece çıkar amaçlı yapımlardır. Bunun son örneğ i çek imleri Ş.Urfa’da başlayan ve Show TV’de yayınlanan “Yaralı Yürek” dizisidir. Dizinin başrolünde Vildan Atasever, Serdar Özer ve Gökhan Atalay bulunup, yönetmenliğini Ömer Kızıltan üstlenmiştir. Dizi, annesiyle birlikte hizmetçilik yaptığı evde ağanın tecavüzüne uğrayan bir genç kızın töre, ekonomik sorunlar, geri kalmışlıklar içerisindeki dramını anlatıyor. Bu dizi çekimleri başlamadan önce ve çekimler sürerken AKP’li Belediye Başkanı, iş adamları, yerel basın, çeşitli parti ve sendikalar tarafından, Urfa halkına hakaret ettiği gerekçesiyle hedef olarak gösterilmiştir. Son olarak durumdan vazife çıkaran bir grup MHP’li 24 Şubat’ta seti basarak yönetmen ve yardımcısını yaralamıştır. Bu davranışın sorumlusu olan kişi ve kurumlar yaptıkları bütün açıklamalarda; ülkede, özellikle de bölgede, devlet tarafından korunmuş olan feodal gericiliğin, töre, aşiret, ağalık sistemi gerçekliğinin üzerini kapatıp, yok gibi göstermişlerdir. Zaten bu kişi ve kurumlardan tersini beklemek de ahmaklık olur. Çünkü zifiri karanlığı özleyenler, en ufak ateş kıvılcımından bile korkarlar. Yaralı Yürek setini basan ve bastıran zihniyet, kendi erkek egemen sistemlerinin teşhirinden rahatsız olmuş ve varlıklarını bu şekilde göstermişlerdir. Öte yandan Yaralı Yürek ve benzeri töre dizileri kadın sorununu konu edinmesine rağmen, amaçları kadının kurtuluşu değildir. Bu dizilerin amacı, kadınların acılarıyla toplumu ekrana bağlayarak rant sağlamaktır. Kadının kurtuluşu, ne şehirlerinin ve kadınlarının haklarını savunduğunu iddia eden sözüm ona eşitlikçi ‘kurum’lardan ne de egemen sınıfların medyasından beklenebilir. Keza her ikisi de erkek egemen sistemini ayakta tutmak için her türlü savaşı vereceklerdir. Kadının tek bir kurtuluşu vardır. Bu da; kadınların toplumsal hayatta üretime katılarak, kendinin farkına varması ve örgütlenmesiyle mümkündür. Kadınların aktif olarak katılmadığı hiçbir kadın hareketi kurtuluşu sağlayamayacaktır. İnsan bedensel, duygusal, zihinsel ve sosyal bir varlıktır. İnsanın tüm bu yönlerini gerçekten geliştirebileceği tek bir sistem vardır: Sosyalizm! Kadın ve erkeğin sömürülmediği tek sistem olan sosyalizm için; bütün kadın ve erkek emekçiler el ele örgütlü sınıf mücadelesine! Urfa’dan bir grup YDİ Çağrı okuru ✓ yonları sürdürmesi, DTP’ye son aylarda yapılan saldırılar, Abdullah Öcalan’ın zehirlendiği iddiasının araştırılması için bağımsız bir tıbbi heyetin oluşturulmamış olması eleştirildi. Newroz’un barış ve kardeşlik bayramı olduğu, halkların tüm kışkırtmalara rağmen birlikte yaşamı savunmaya devam ettikleri vurgulandı. Konuşmaların ardından Kürt sanatçı Xero Abbas sahneye çıktı. Kürtçe söylediği şarkılar eşliğinde binlerce kişi halay çekti. Alanda birçok PAJK bayrağı açıldı ve bu bayraklar balonlara bağlanarak uçuruldu. Bizler de alanda Newroz için hazırlanan bildirilerimizden dağıttık. Newroz nedeniyle polis sabahın erken saatlerinden itibaren Adana’nın merkezi yerlerinde, Kürtlerin yoğun yaşadığı mahallelerde ve kutlamanın yapılacağı alan etrafında geniş güvenlik önlemleri aldı. Mimar Sinan Tiyatrosu önünde binlerce polis kutlamalar boyunca bekletildi. Devletin günler öncesinden giriştiği kışkırtma, Newroz’u provoke etme çabaları da boşa çıktı. Ne kutlama anında ne de akşam saatlerinde mahallelerde herhangi bir olay yaşanmadı. Ancak Newroz’dan birkaç gün sonra bir kişinin gözaltına alındığı öğrenildi. Bıji Aşiti, Bımre Koleti! Bıji Newroz! Bıji Bıratiya Gelan! Newroz ateşi ile devrim ocağını körükleyeceğiz! Mart 2007 ✓ İzmir Acil Hattan basın açıklaması İ zmir Acil Eylem Hattı, 23 Mart tarihinde Konak Eski Sümer Bank önünde yaptığı basın açıklaması ile Newroz öncesinde ve Newroz günü İzmir polisinin saldırılarını ve gözaltıları protesto etti. İzmir’de Newroz kutlamaları bu yılda, yasaklara, keyfi engellemelere, gözaltı ve tutuklamalara maruz kaldı. Newroz öncesinde 17 DTP yöneticisi ve üyesi gözaltına alındı. 17 kişiden 8 kişi tutuklandı. Newroz günü, Alınteri ve Mücadele Birliği okurlarına miting alanına girişte polis saldırmış, 6 kişi ağır darp ile yaralanmış, gözaltına alınmıştır. Miting alanında 3 kişi gözaltına alınmış, bir süre arabada tutulduktan sonra serbest bırakılmıştır. Newroz günü akşam saatlerinde Yamanlar’da gerçekleşen Newroz kutlamasına polis saldırmış, 8 kişi gözaltına alınmıştır. Gözaltına alınanlar polis tarafından feci bir şe- kilde dövülmüştür. 3 kişinin durumu oldukça ağırdır. Kadifekale’den 4 kişi gözaltına alınmış, sonrasında serbest bırakılmışlardır. Buca Kuruçeşme’de 4 kişi gözaltına alınmıştır. Eski Çamlık’ta 12’si çocuk olmak üzere 16 kişi gözaltına alınmıştır. Bu kişilerden 4 kişi 15 yaşından küçüktür. B a sı n aç ı k la ma sı sı r a sı nd a ; “Gözaltılar, baskılar, tutuklamalar bizi yıldıramaz!, Newroz piroz be!, Yaşasın devrimci dayanışma!, Gözaltılar serbest bırakılsın!, Devlet terörüne son!” sloganları atıldı. Basın açıklaması “Tüm bunlarla birlikte bir kez daha diyoruz ki, her şeyi yapabilirsiniz, ancak yüzyıllardır yanan Newroz ateşini söndüremezsiniz, söndüremeyeceksiniz.” belirlemesi ile son buldu. Gözaltına alınanlar serbest bırakılsın! 23 Mart 2007 YDİ Çağrı/İzmir ✓ yaşam temellerini koruma mücadelesi Bir çevre katili: Yatağan Termik Santrali Y 10 atağan Termik Santrali; yaptığı arızalarla, atmosfere saldığı zehirli gazlarla, bölgede kanser hastalığının artmasıyla, Yatağanlıları evlerine hapsetmesi vb. ile sık sık gündeme geliyor. Termik Santralin havaya savurduğu zehirli gazlar, rüzgar esmediği zaman Yatağanlıları evlerine hapsediyor. Yatağanlıları kükürtdioksit gazını solumaktan bazen rüzgar kurtarıyor. Türkiye’nin elektrik enerjisi ihtiyacının yüzde 1.6’sını karşılayan Yatağan Termik Santrali 25 yaşında. Üç üniteye sahip santralde, bir ünitesinde ancak 15 Kasım 2006’da filtre sistemi devreye girdi. Filtre sisteminin santralin havaya saldığı zehirli gazları sıfırlamadığı, sadece oranını azalttığı bilince çıkarılmalıdır. 24 yılda ancak bir ünitede filtre sistemi kurulmuştur. Diğer iki üniteye fitre sistemi kurulması planlanıyor. Bu gidişle belki 24 yıl sonra diğer ünitelere de filtre sistemi kurulacaktır! Yatağan Termik Santrali, Yatağan ovasında verimli tarım arazisi üzerine kurulmuştur. Santral bacalarından havaya karışan zehirli gazlar, santral çevresinde tarım yapılmasını olanaksız hale getirmiştir. Santral bacalarından dışarı atılan kükürt ve azot, atmosferdeki su buharı ile birleşerek, asit yağmuru şeklinde tekrar toprağa dönmektedir. Asit yağmurları Yatağan’da olağan hale gelmiştir. 3x210 MW gücündeki santral, Yatağan ilçe merkezine 3 km. mesafede kurulmuştur. Santral yılda 4.68 milyon ton kömür yakmakta ve yılda 400 milyar kwh enerji üretmektedir. Santralde günde ortalama 18 bin ton kömür yakılıyor. Kömürün yakılması ile çeşitli zehirli gazlar atmosfere salınıyor. Bu zehirli gazların başında kükürtdioksit geliyor. Santral hakkında kapatma kararı olmasına rağmen, santral kapatılmamakta Bakanlar Kurulu kararı ile çalıştırılmaktadır. Santralin bacalarından çıkan zehirli gazlar, Yatağan’da çevreyi küle dönüştürürken, insanlarda da kanser ve üst solunum hastalıklarının artmasına neden olmaktadır. Yapılan bir araştırma da, çocukların kanındaki kurşun oranının normalin üzerinde olduğu görülmüştür. Santral sık sık patlayan borularla da gündeme geliyor. 25 yaşında olan santralde metal yorgunluğu var. Santralde, 250 kilometre boru sistemi var. Eskiyen boru sistemi, sık sık patlayarak enerji üretiminin durmasına neden olmaktadır. Santral bazen de, havada kükürtdioksit ve partikül oranının yüksek olması nedeniyle çalıştırılmamaktadır. Bu dönemler de genelde rüzgarın es- mediği zamanlara rastlamaktadır. Santralde yakılan kömürün artığı olan kül, kül barajına atılıyor. 100 metre derinliğe ulaşan, betonlaşan kül dağları, bulunduğu alanda ağaçları yutuyor. Kül barajı zemini, sentetik geçirmez malzemeyle kaplanmadığı için zararlı maddelerin yer altı sularına karışma tehlikesi bulunmaktadır. Nitekim 2001 yılında yapılan bir araştırmaya göre; Yatağan’da yeraltı sularında ağır metal oranlarının sınır değerlerini aştığı, yeraltı sularındaki kükürtdioksit miktarının da arttığı tespit edilmiştir. Sadece bu kadar değil! Yatağan Termik Santrali çevresinde toplanan liken ve karayosunu örneklerinde; polonyum-210 ve Kurşun-210 oranları, diğer termik santrallere göre yüksek çıkmıştır. Radyoaktif Polonyum-210, solunum, yiyecek ve içecek maddeleri ya da ciltte bulunan açık yaralardan vücuda girerek, yarattığı zehir etkisi ile insanın kısa süre içinde ölmesine yol açmaktadır. Yatağan’da çevrenin küle dönüşmesinin, insanların hastalanmasının temel nedeni Termik Santraldir. Santralin havaya yaydığı zehirli gazlardır. Santralin çevreye ve insanlara verdiği zararlar bilindiği halde çalıştırılmaya devam edilmesi, kapitalizmin temel amacının kar olması ile ilintilidir. Fosil yakıtların enerji üretiminde kullanılmasının, küresel ısınmanın temel nedeni olduğu biliniyor. Buna rağmen fosil yakıtlar enerji üretimi için kullanılmaya devam ediliyor. Munzur özgür akacak! İ zmir Tunceli Kültür ve Dayanışma Derneği tarafından, 10-17 Mart tarihleri arasında, “doğaya egemen değil, dost olalım” konulu bir hafta düzenlendi. Hafta içinde, “Munzur akmazsa” belgesel gösterimi, dersim fotoğrafları sergisi, TBMM’ye kart gönderilmesi, “Barajlar sorunu ve çevreye etkileri” konulu panel ve Munzur’a barajlar yapılmasına karşı basın açıklaması yapıldı. Bir doğa harikası olan Munzur Vadisi ve çevresinde 8 adet baraj ve HES (Hidro elektrik Santrali) yapımı projelendirilmiş ve bir kısmı bitirilmiştir. Tunceli-Ovacık arasında uzanan Munzur Vadisi’nin 42.000 hektarlık alanı 1971 yılında ulusal park ilan edilmişti. Munzur Vadisinde 1518 bitki türü saptanmıştır. Bu bitkilerden 43 tanesi sadece Munzur Vadisinde bulunmaktadır. Kırmızı pullu Alabalık sadece Munzur Çayında yaşamaktadır. Barajlar projesinin hiçbir aşamasında, ormanlar, bitki örtüsü, yaban hayatı, su canlıları ve bölgenin arkeolojik bakımdan tarihsel niteliği konularında, herhangi bir çalışma ve değerlendirme yapılmamış, ÇED (Çevresel Etki Değerlendirme) raporu hazırlanmamıştır. Barajların tamamlanması ile birlikte, Tunceli parçalara ayrılacak, 84 köyün, ve ilçelerin merkezle ulaşımı kesilecek, il merkezi köylerden tecrit edilecek, birçok köy sular altında kalacaktır. Suyun barajlarda tutulması ile birlikte; Munzur Vadisinde yabani hayvanlar, ormanlar, bitki örtüsü yok olacaktır. Sadece bu kadar değil! Bölgede ekolojik denge değişecek, bununla birlikte iklim de değişecektir. Munzur suyunun ana kaynağı olan kar artık yağmayacaktır. Munzur Vadisini gelecekte bekleyen, suyu olmayan barajlar, yok edilen doğa olacaktır! HES’nin ömürleri 50-70 yılla sınırlıdır. Munzur Vadisinde baraj projelerinden elde edilecek enerji 1999 yılında akarsulardan elde edilen toplam enerjinin %09.7 si kadardır. Munzur Vadisinde yapılması ön görülen HES’nin ömürleri, bu santrallerin enerji üretimi içindeki payları ile birlikte ele alındığında, amacın elektrik üretimi olmadığı, tam tersine esas amacın Dersim coğrafyasını yok etmek olduğu, insansızlaştırmak olduğu açığa çıkmaktadır. Katliamlarla, yangınlarla, askeri operasyonlarla vb. yok edilemeyen bölge, Munzur Vadisi’nde yapılacak olan barajlarla yok edilecektir. Eğer 8 adet baraj ve HES Munzur Kapitalistler için enerji üretiminde de temel amaç daha fazla kardır. Fosil yakıtlarla karşılaştırıldığında, yenilenebilir, doğal enerji kaynakları kapitalistler için karlı değildir. Çevre ve toplum sağlığı, temel amaçları daha fazla kar olan kapitalistler tarafından gözetilmemektedir. Bu nedenle gelecek nesillere üzerinde yaşanılabilir bir çevre bırakmanın yolu, kapitalizmi ortadan kaldırmaktan geçmektedir. Tüm termik santraller kapatılsın! Çevreye zararlı enerji türlerine hayır! Yenilenebilir, alternatif enerji türlerine evet! 7 Mart 2007 ✓ Vadisi’ne yapılırsa, bölge süreç içinde insansızlaşacak, doğa yok olacaktır. Aynı zamanda Dersim’de siyanürlü altın ve bakır arama çalışmaları da başlamıştır. Sin ve Kızılviran köylerinde sondaj çalışmaları sürmektedir. Özgür akan Munzur hapsedilmek istenmektedir. Hayat kaynağı olan su, barajlarda tutularak doğa yok edilmek istenmektedir. Siyanürlü altın arama yolu ile çevre katledilmek istenmektedir. Munzur bir kez daha bize, barajların ve HES’nin kurulu bulundukları alanda, ekolojik dengeyi değiştirdiklerini, yeşil bitki örtüsünü ve ormanları yok ettiğini gösteriyor. Suyun gücünden enerji elde edilecekse, bunun yöntemi suyu tutarak değil, suyun akış gücünden faydalanılarak enerji elde edilmesidir. Bu da teknik olarak mümkündür. 17 Mart tarihinde 150 civarında insan çeşitli döviz ve pankartlarla yürüyerek, Konak Meydanı’nda bulunan Büyükşehir Belediyesi önünde basın açıklaması yaptılar. Yürüyüş ve basın açıklaması sırasında sık sık; “Munzur özgür akacak!, Siyanür ölümdür istemiyoruz!, Munzur’a baraj istemiyoruz!, Munzur onurdur, onur kalacak!, Dersim onurdur, onuruna sahip çık!” sloganları atıldı. Yusufeli’nden Dersime, Dersimden Allianoi’ye, Allianoi’den Fırtına Vad isi ’ne, Fı r t ı na Vad isi ’nden Hasankeyf ’e … her yerde aynı zihniyet karşımıza çıkıyor. Bu zihniyet kar uğruna doğayı talan ediyor, yok ediyor. Kar uğruna doğayı talan eden bu sistemdir, kapitalizmdir. Kapitalistlerin çıkarlarını koruyan devlettir. Sorumlu ve suçlu bellidir! Kar uğruna doğayı talan eden kapitalizmi yok edelim! 20 Mart 2007 YDİ Çağrı/İzmir ✓ Nisan 2007 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ S Sendikal kriz ve sendikal arayışlar endikal kriz ve sendikal arayışlar üzerine aynı başlıkla 89 Mart tarihlerinde Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde bir sempozyum yapıldı. İki günlük sempozyumda sendikaların krizi ve çözüm yolları tartışıldı. Epos Yayıncılık ve Mülkiyeliler Birliği’nin ortaklaşa düzenledikleri sempozyumun programı şöyleydi: 8 Mart 2007, 1. Gün. Açılış konuşması: Dr. Fikret Sazak ( Editör). “8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü” nedeniyle Ayla Yılmaz ( Kigem G. Sek.). Konfederasyon genel başkanlarının konuşmaları: DİSK Genel Başkanı Süleyman ÇELEBİ, KESK Genel Başkanı İsmail Hakkı TOMBUL, Tükiye Kamu-Sen Genel Başkanı Bircan AKYILDIZ. PANEL: “Sendikal Krizin Çözümlenmesi, Krizden Çıkışa İlişkin Öneriler-1”. Konuşmacılar: Aziz Çelik, Mehmet Beşeli, Doç. Dr. Metin Özuğurlu, Murat Özveri, Yard. Doç. Dr. Özgür Müftüoğlu, Yıldırım Koç, Prof. Dr.Yüksel Akkaya, Yöneten: Dr. Fikret Sazak. 9 Mart 2007, 2. Gün. Açış konuşması: Salih Kılıç, Türk-İş Genel Başkanı. PANEL: “Sendikal Krizin Çözümlenmesi, Krizden Çıkışa İlişkin Öneriler-2”. Konuşmacılar: Mü l k iyeli ler Birliğ i, Petrol-İş, T.Maden-İş, Birleşik Metal-İş, SES, Türk-Eğitim -Sen, Dev Sağlık-İş, Yöneten: Prof.Dr. Alparslan Işıklı. 1. gün 8 Mart vesilesiyle açılış konuşmasını yapan Kigem Genel Sekreteri Ayla Yılmaz (1. günün tek kadın konuşmacısıydı), konuşmasında özet olarak, çalışma yaşamında kadınların yaşadığı sorunları anlattı. Ayla Yılmaz’dan sonra kürsüye çıkan Dr. Fikret Sazak aynı zamanda hem aynı başlıkla çıkan kitabın hem de sempozyumun fikir babasıydı. Sazak özetle şu görüşlere yer verdi: Herkes Türkiye’de ve dünyada bir sendikal kriz olduğu konusunda birleşiyor. Bu krizin belirtileri şunlardır: Sendikaların üye sayısı düşüyor ve sendikalar bir temsiliyet krizi yaşıyorlar. Bunun sonucunda da işçilerin haklarında gerileme, işçi eylemlerine katılımda azalış yaşanıyor. Sendikalar sınıftan koptukça dar çıkar örgütleri haline geliyorlar. Güven erozyonu yaşanıyor. Örgütlenme ve siyasal alanda sorunlar yaşanıyor. Dr. Fikret Sazak durumu böyle özetledikten sonra krize yaklaşımını belli başlıklar altında topladı: Sendikal kriz sendikacıların krizidir. Sendika içi demokrasi kanalları kapanmıştır. Aşağıdan yukarıya kanallar tıkanmıştır. Dar grupçuluk vardır. Sendikal kriz kapitalizmin krizidir. Sendikalar sistem içi örgütler olarak sisteme eklemleniyorlar, dolayısıyla sistemin krizi sendikaların krizi oluyor. Sendikal kriz konjonktürden kaynaklıdır. Sendikaların altın çağı sendikalarda ılıman iklim yaratmıştır. Yeni liberal politikalar, küreselleşme, yeni üretim organizasyonları, emeğin niteliğinin değişimi, sektörel kaymalar vb. sendikalarda ılıman iklimi ortadan kaldırmıştır ve sendikal krize neden olmuştur. Krizde yerele vurgu yapan yaklaşımlar var. 12 Eylül sendikal refleksi olumsuz etkilemiştir, antidemokratik ortamı değiştirme yeteneğinden yoksun sendikalar ortaya çıkmıştır. (Burada Dr. Fikret Sazak Pire örneğini verdi: Kavanoza pire koymuşlar ve kavanozu alttan ısıtmışlar. Önce kavanozun kapağını açmışlar. Isı arttıkça pireler gittikçe daha yükseğe zıplayarak sonunda açık kavanozdan dışarı çıkmayı başarmışlar ve kurtulmuşlar. Sonra kavanozun kapağını kapatmışlar ve aynı deneyi tekrarlamışlar. Bu kez ısı arttıkça ve pireler hep daha yükseğe zıpladıkça sonunda kapağa çarpmaya başlamışlar. Bu noktadan sonra kapağa çarpıp canı acıyan pireler kapağa çarpmayacak kadar yükseğe zıplamaya alışmışlar. Sazak 12 Eylül dönemindeki sendikaların refleksini bu örnekteki pirelere benzetti.) Emperyalist saldırı ulusal reflekse yol açmıştır bu da sınıfsal yaklaşımın önüne geçmiştir. Sazak konuşmasının sonunda, bilgiyi üretmenin ve sonra onu yaymanın ve bilince dönüştürmenin önemine dikkat çekti. Sazak ’ın konuşmasından sonra DİSK, KESK ve Kamu-Sen konfederasyonlarının genel başkanları konuştu. Dİ SK a d ı n a k ü r s ü ye ç ı k a n Süleyman Çelebi, DİSK’in 40. Yılına ilişkin değerlendirmeler yaptı. Çelebi son Başkanlar Kurulu toplantısında önemli kararlar alındığını duyurdu. Bunlara göre DİSK artık 2821 ve 2822 sayılı yasalar çerçevesinde hareket etmeme kararı almıştır. Çelebi bu yasaları fiilen delmek istediklerini ve bu anlamda DİSK’in 40. yılını mücadele, direnme ve başkaldırı yılı olarak ilan ettiklerini, bu konuda tüm ilerici güçlerle işbirliği ve güçbirliği yapmaya hazır olduklarını savundu. Çelebi’den sonra kürsüye çıkan KESK Genel Başkanı Dr. İsmail Hakkı Tombul 70’lerin yarısından sonra başlayan krizin temelinde, küreselleşme ile dünyanın küçük bir köye dönüşmüş olması, sermayenin daha fazla kar mekanizmalarını örgütleme çabasına girmesi ve üretim maliyetlerini düşürmesinin yattığını söyledi. Tombul konuşmasında özetle şu görüşleri savundu: Devletin rolünün değişmesi gündeme gelmiştir; ulus-devletlerin ortadan kalktığı doğru değil, onlar sadece yeniden şekillendirilmektedirler; kamu hizmetleri ticarileştiriliyor; esnek istihdam, performansa dayalı üretim süreci gibi yöntemler devreye sokuluyor; işsizlerin sayısında artış yaşanıyor; neo-liberalizmin felsefesi toplumsal olandan bireysel olana geçiştir, eskiden savunulan “kurtuluş yok tek başına” yerine “bana dokunmayan yılan bin yaşasın” anlayışı geçiriliyor; denetlenebilir sendikalar sürecinin başlatılmasıyla ‘sosyal-diyalog’ anlayışında ifadesini bulan anlayış hakim kılınıyor; sendikacıların güven kaybında bunun payı büyük vb. Toplumdaki demokrasi talebinin örgüt içi demokrasi talebiyle tamamlanması gerekiyor, sendika örgütlerinde şeffaflığı ve iç demokrasiyi geliştirmek ve bütün üyelerin karar mekanizmalarına katılmalarını sağlamak gerekiyor. Türkiye Kamu Sen Genel Başkanı Bircan Akyıldız ‘sosyal-diyalog’u ‘sosyal-devlet’ ile birlikte olumlu şeyler olarak savundu. Krizin nedeni olarak son 30 yılda teknolojinin başdöndürücü hızla gelişmesini, devletin küçülmesini ve sosyal devletten kaçışın yaşanmasını gösterdi. Kamu Sen Başkanı memur sendikacılığının önündeki engellerin yeni çıkacak yasalarla giderileceğini savundu ve “kötü kanun yoktur, kötü kanun uygulayıcıları vardır” diye ek- İÇİNDEKİLER YENİ İŞÇİ DÜNYASI Sendikal kriz ve sendikal arayışlar . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:1 Mersin Serbest Bölgede Emek Sömürüsü Serbest!. . . . . . . . . . . EK:3 SCT grevinin 1. yılını selamlıyoruz…. . . . . . . . . . . . . . . . . EK:4 Eğitim- Sen kundaklandı . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:5 İbrahim Etem ULUGAY İlaç Fabrikası’nda sendikalaşma mücadelesi . . EK:5 Koluman işçileri sendikalaşıyor! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:5 “Sendikalar ve işçi sınıfının örgütlenme sorunları “ . . . . . . . . . . EK:6 Sağlık çalışanları alanlara çıktı. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:6 Alkoç’da sendikalaşma mücadelesi. . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:6 4 – B Sendikasızlaştırmadır! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:7 Genel-İş Sendikası İst. 1 Nolu Şube Olağan Genel Kurulu. . . . . . . EK:7 “Carrefour’da 4 yıl yaşananlar örgütlenme değil, direnişti” . . . . . . . EK:8 EK:1 ledi. Böylece Akyıldız çözümün bir yandan yasal alanda olduğuna işaret ederken, diğer taraftan andaki AKP hükümetini de eleştirmiş oldu. Öğleden sonra Fikret Sazak’ın yönettiği panelde özetle şu görüşler savunuldu: Doç. Dr. Metin Özuğurlu, AÜ Siyasal Bilgiler Fakültesi: “Yeni proleterleşme” yaşanmaktadır, bunun nasıl temsil edileceğinin cevabı yoktur, bu krizin nedenlerinden biridir. “Toplumsal hareket sendikacılığı” deneyimi işçi sınıfının deneyimidir ve temsil krizinin bir çözüm yolu olarak algılanabilir. Yıldırım Koç: Teknolojik gelişmeler karşısında işçi sınıfı yok olmuyor, önemi artıyor, işçi sınıfının tarihsel misyonu devam ediyor, bu çerçevede sendikalar önemini koruyor. Sendikal kriz emperyalist sömürüyle bağıntılıdır. Türkiye’de işçi sınıfının sorununun temel kaynağı AB ve Amerikan emperyalizmidir, o nedenle işçi sınıfı ve sendikal hareket anti-emperyalist olmak zorundadır. Emperyalizm döneminde enternasyonalizm olmaz çünkü emperyalist ülkelerin işçileri emperyalizmin işbirlikçileridirler. Sendikal hareketin programı bağımsızlık olmalıdır ve Türkiye’nin bütünlüğünü temel almalıdır, demokratik-laik devlet savunulmalıdır, kamulaştırma ve devletçilik açıkça savunulmak zorundadır, enternasyonalizm yerine ulusalcılık temel alınmalıdır. Yüksel Akkaya: Sendikal krizin temelinde kapitalist sistemle bütünleşme yatmaktadır. Sendikal kriz hep ekonomi disiplini/siyaset disiplini temelinde değerlendiriliyor oysa onu işletme disiplini temelinde değerlendirmek gerekiyor. İşçinin terbiye edildiği yer işletmenin kendisidir o nedenle biraz buraya bakılmalıdır, işyerine prangalanmış olan işçiyi oradan kurtarmak lazım, işçinin işletmeyle bütünleşmesi çalışması işçinin sendikal mücadeleden uzaklaşması çalışmasıdır. Yrd. Doç. Dr. Özgür Müftüoğlu, MÜ İİBF: Sendikalar tarihsel ola- mücadele etmemiz gerekiyor. Aziz Çelik, Kristal-İş Sendikası Araştırma ve Eğitim uzmanı: Krizde örgütsel/yapısal faktörler önemli. Sınıf önemli ölçüde değişim gösterdi, geleneksel işçi sınıfı bugün çok farklılaştı, sınıf içinde sınıf – katmanlar oluştu, bunun sendikal krizde payı var. Yaşanan kriz geleneksel işçi sınıfına dayanan sendikaların krizidir. Sendika hareketi enternasyonal bir hareket olarak başladı – gelinen yerde tam tersine enternasyonalleşen bir rak kapitalist sisteme karşı mücadele aracı olarak ortaya çıktı, süreç içerisinde sisteme karşı olan taraflarını bir tarafa bırakarak sisteme entegre olmaya başlamalarıyla birlikte kriz başladı. Sendikalar işçi sınıfı hareketi önünde engel oluşturan araçlara dönüştüler. Kapitalizme bağımlı hale gelen sendikalar kapitalizmin dalgalanmalarını da yoğun olarak yaşadılar, yerli sermayeye karşı da yabancı sermayeye karşı olduğu gibi sermaye karşısında ulusallaşan bir işçi sınıfı var. Özellikle ikinci dünya savaşından sonra zaafa uğrayan işçi sınıfı enternasyonalizmi yeniden kurulmalıdır. Yeni bir enternasyonalizm gereklidir. Murat Özveri, Selülöz Sendikası Hukuk Müşaviri: Sendika hakkının hukuki platformda var olduğunu söylemek mümkün değildir. Yasaların değişmesi ile sorun çözülmüyor. Hareketin siyasileşmesinin yolu yasalarla karşı karşıya gelmekten geçer. Ne kadar yasa o kadar hak anlayışı yerine, ne kadar hak o kadar yasa anlayışını yerleştirmek lazım. Yasallık engelinden kurtulunmalı. Sendika içi demokrasinin var olduğu söylenemez. Sarı sendikacılık bir gerçekliktir. İşçilerin sendikalara güveni kalmamıştır. Mehmet Beşeli, Birleşik Metal İş Sendi kası Genel Sek reter Yardımcısı: Sendikal kriz yapısaldır, hiçbir zaman çözülmeyecektir, her zaman var olacaktır. Uluslar arası sermayenin inanılmaz boyutlara ulaşmış hakimiyeti sözkonusudur. Krizin tespiti devrimci bir biçimde yapılırsa krizi kazanıma dönüştürebiliriz. (Yıldırım Koç’a atıfta bulunarak:) Eğer emperyalist ülkelerin işçi sınıfı emperyalist sistemle uzlaşmışsa o zaman işçi sınıfından bahsedilemez. İşçilerin anda ne düşündükleri önemli değil, bizim nasıl yaklaştığımız önemli. Manifesto’da komünistlerin işçi sınıfının tümünün çıkarlarını temel aldıkları yazar. Yok eğer şu söylenmek isteniyorsa, biz de emperyalist ülkelerin işçi sınıfı gibi devletimizle bütünleşelim, bunu kabul edemeyiz. Burada sendikalar tartışılıyor ama konunun öznesi – işçiler – burada yoklar. Krizin çözümü için sihirli formüller yoktur, çözüm mücadeledir, mücadeleyi yürütenler de bellidir. Türk İş Genel Başkanı Salih Kılıç 2. günün açılış konuşmasında şu görüşlere yer verdi: Sendikalar değişime ayak uyduramamaktadırlar. Düşük ücretle örgütsüz çalışma dayatılmakta- nuz bu sempozyumu, bunu bir eksiklik olarak görüyor musunuz? İşçilerin katılımı açısından diyorsunuz da, işçiler zaten bu tür organizasyonlara örgütlü olarak geliyorlar, bağımsız gelme çok az. Biz herhangi bir konfederasyonun, bir kurumun himayesinde gözükmemesi için hatta hiçbir kurum destek vermiyor. Mülkiyeliler Birliği’nin ve Epos Yayınları’nın öylesine bir ismi var. Siyasal Bilgiler Fakültesinde yaptık. Sırf bu katılımda herhangi bir taraflılık, yanlılık, engel olmasın diye. Buna özen göstermeye çalıştık ama katılım konusunda epeyi bir duyuru yapmaya çalıştık, ama yapacak fazla bir şey yok. Şu anda işçi sınıfının meşru örgütleri sendikalar, ancak onlarla konuşacağız bu sorunu. O tür platformları oluşturmak gibi bir hakkımız da yok. Bu sempozyum belki biraz da tesadüfi olarak 8 Mart’a denk geldi. Fakat görüntü olarak alışkın olduğumuz bir görüntü var, yani kadınlar yok, konuşmacılar arasında hemen hemen hiç yok, katılımcılar arasında da çok az. Kadınların ilgisi az. Zaten top- lumsal alanın genelinde öyle değil mi, kamusal alanda, yaşamda kadınlar yok, maalesef öyle, azlar yani, çalışma yaşamında varlar, her gün istihdama katılan kadın sayısı artıyor, belki yarı yarıya belki daha fazla ama maalesef bu tür etkinliklerde bulunmuyorlar. Zaten bütün tartışma da o değil mi. Ama yazarlar arasında kadın yok onu kabul ediyorum. Sendikalarda kadın uzman olmamasına ve bu alanda çalışma yapan az sayıda kadın akademisyen olmasından kaynaklanıyor. Bu bizim bir eksikliğimiz değil. Elimizdeki malzeme bu. Peki bu sempozyumdan beklentiniz nedir? Sempozyum bittiğinde elde ne kalacak? Şöyle bir şey düşünüyoruz: hiç değilse göle küçük bir taş atalım diyoruz, bir rahatsızlık uyandırsın, bir rahatsızlık oluşturmak bile önemli bir adım diye düşünüyorum ben. En azından statükoyu koruma konusundaki çabalarda bir rahatsızlık uyandırır diye düşünüyorum. Bundan sonra böylesi çalışmalarınız devam edecek mi? Yapacağız elbette ki. Mart 2007 ✓ Nisan 2007 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ Fikret Sazak ile söyleşi EK:2 Sempozyum fikrinin nasıl ortaya çıktığını kısaca bize açıklar mısınız? Zaten böyle bir ihtiyaç vardı. Sendikal hareketin krizde olduğunu herkes biliyor. Herkeste bu konuda geniş bir oylaşma var. Biz referans olacak bir çalışma hazırlamaya çalıştık bu konuda. Biraz farklı köşelerden bakan, bu konuya ilişkin araştırmalar yapan uzman ve akademisyenleri bir araya getirmeye çalıştık. Ama hepsinin ortak bir özelliği vardı, bir şekilde sen- dikal alanda ortak organik iletişim içindeydiler. Sendikacılık hareketini yakından tanıyan, bu alanda çalışmalar yapan, hatta fiili olarak zaman zaman içinde bulunan uzmanlardı. Bu uzmanları, akademisyenleri bir araya getirdik, bir kitap ortaya çıktı. Amaç şuydu: Krize ilişkin tartışmaların ve krizden çıkışa ilişkin arayışlara ivme kazandırmak. Bu sempozyum da burada tartışılan görüşleri düşünceleri sendikacılık hareketine mal etme, onları biraz olsun kıpırdatma, kıpırdanmaya doğru itme çabasının bir sonucudur. Sağ olsunlar sanırım onlar da böyle bir gereksinim duymuşlar ki çağrıya olumlu cevap verdiler ve böyle bir sempozyum gerçekleşti. Şimdi tabi böyle bir sempozyumun doğrudan hedefi işçi sınıfı ve sorunun kaynaklarından birisi de sendikacılar olarak görülebilir, şimdi sempozyum sendikacılarla birlikte yapılıyor fakat işçi sınıfı burada yok, hafta arası yapıyorsu- içinde olacaklarına birbirleriyle rekabet içindeler. Selçuk Göktaş, Birleşik Metal İş Sendikası Genel Sekreteri: Sendikacıların kötü bir alışkanlıkları vardır birbirlerinin eksikliğini söylemezler, sendikal hareket bundan çok çekti. Sendikalar gerçekten sendikacılık yapıp yapmadıklarını sorgulamadan bir yere varamazlar. İşçiler sendikalara güvenmiyorlar. Kök s a l Ayd ı n, SE S G enel Başkanı: Sendika profesyonelliği kaldırılmalıdır, sendikacılar işçilerden fazla ücret almamalıdırlar. Sendikalar ilk dönemlerinde sömürüye karşı kapitalizmi aşan örgütler olmuşlardır. Bugün de sömürüyü ortadan kaldıracak bir dünya hedefine sahip olmaları gerekiyor. Neo-liberal politikalarla sosyal-devlet saldırıya uğradı, üretimde esnekleşme ve parçalanma yaşandı. Sendika hareketi neo-liberalizme karşı yeni bir kültür, yeni bir mücadele ve örgütlenme anlayışını inşa etmelidir. Sosyal Güvenlik Yasası’na karşı sendikaların gösterdiği direnç utanç vericidir. Emperyalizme karşı bütünlüklü bir mücadele yürütmek zorundayız. Kapitalizmin eskisini de yenisini de istemiyoruz. Küresel düşünüp yerel mücadele yürütmemiz lazım. Nazmi Güzel, Türk Ulaşım Sen Genel Başkanı: Kriz sadece sendikal manada değil, ekonomik ve siyasi manada da var. Geçmişteki ideolojik sendikacılıktan vaz geçmeliyiz. Sendikaların üretime doğrudan müdahale etmeleri lazım, “üretim benim işim değil ben sadece hakkımı isterim” diyen bir sendikacılık doğru değil. IMF’in ve küresel sermayenin istemlerini savunan bir iktidarı kabul edemeyiz. Bizim bir ata sporumuz var, güreş, ne zaman batı kurallarını koymaya başladıysa yenilmeye başladık. Biz batının müdahalesi olmadan kendi işimize bakmalıyız, o nedenle biz sendika olarak maliyeti ithal vagonlardan daha ucuz olan tren vagonu üretmeye başladık, böylece bağımsız bir ekonomi yaratmayı pratikte kanıtlıyoruz. Arzu Çerkezoğlu, Dev Sağlık İş Genel Sekreteri: Krizde olan sadece sendikalar değil, işçi sınıfı hareketi de krizde. Sendikalarda çağdaş sendikacılık anlayışı hakim. Sosyalist kesim yeni bir işçi hareketi yaratmak lazım diye tartıştı fakat bu tartışma sürdürülmedi. Toplumsal hareket sendikacılığı gereklidir. Geleneksel sendikal merkezlerin kendi içinden çözüm üretmeleri mümkün değildir. Geleneksel sendikal anlayışlarının aşılamaması bürokratik yapıdan kaynaklı. Aynı işyerinde çalışanların ortaklaşa örgütlendiği bir sendikal model gereklidir. Mart 2007 ✓ Mersin Serbest Bölgede Emek Sömürüsü Serbest! M ersin Serbest Bölgede 3000 tekstil işçisi kura lsızlığa, sigortasız çalıştırılmaya, köleliği aratmayan çalışma koşullarına isyan etti. 17 Mart günü Mersin Serbest Bölge’de başlayan direniş 19 Mart günü binlerce işçinin katılımıyla güçlendi. Bir hafta boyunca çalışma koşullarının iyileştirilmesi, sigortasız çalıştırmaya son verilmesi, fazla mesai ücretlerinin ödenmesi, zorunlu mesai uygulamasının kaldırılması, ücretlerin zamanında ödenmesi, iş sağlığı ve iş güvencesi sağlanması talebiyle direnişi sürdüren işçiler bazı patronların talepleri kabul etmesi ile 26 Mart günü işbaşı yaptı. İşçileri eylemleri süresince DİSK’e bağlı Tekstil İşçileri Sendikası, Birleşik Metal-İş Sendikası ve diğer bazı sendika yöneticileri, grevde bulunan SCT işçileri, Mersin Üniversitesi öğrencileri, KESK’e bağlı sendikalar ve siyasi parti temsilcileri ziyaret etti. Sendika yöneticileri işçilerin taleplerini bildirmek ve uzlaşma sağlamak amacıyla patronlar ile görüşmek istediler. Ancak patronların kabul etmemesi nedeniyle işçilerin kendi aralarında seçtikleri temsilciler patronlarla görüşebildi. Bu görüşmede patronlar ve polis işçilere bir an önce eylemleri sonlandırmalarını, işbaşı yapmalarını söylediler, yoksa işsiz kalacakları yönünde tehdit ettiler. İşçiler bu tehditlere rağmen talepleri kabul edilene kadar eylemlerini sürdüreceklerini belirttiler. 26 Mart günü ise bazı işyerlerinin işçilerin taleplerini kabul etmesi üzerine işçiler aldıkları karar doğrultusunda eylemi sonlandırdılar. Ancak bazı patronlar bu talepleri kabul etmediler, eylemlerin sona ermesi üzerine yaklaşık 500 işçiye de işten çıkardılar. İşten çıkarılan işçiler ile bazı işyerlerinde çalışan işçiler mücadeleyi sürdüreceklerini, haklarını yasal yollardan aramaya devam edeceklerini açıkladılar. Eylem süresince iki işçi de servis araçlarının neden olduğu kazada yaralandı. Köleliği aratmayan sömürü… Mersin Serbest Bölgede 37 tekstil atölyesi bulunuyor ve yaklaşık 6000 işçi çalışıyor. İşçiler işlerin yoğun olduğu zamanlarda zorunlu mesaiye bırakılıyor, sabaha kadar çalıştırılıyorlar. İşlerin durgun olduğu zamanlarda da ücretsiz ve süresiz izne gönderiliyorlar. 18 yaşından küçük işçiler çalıştırılıyor, 8 aya varan deneme süresi uygulanıyor, birçok işçi asgari ücretin altında çalıştırılıyor. Bir gün izin alarak çalışmayan işçiden 3 günlük ücret kesiliyor, sosyal haklar verilmiyor, ücretler sürekli olarak geciktiriliyor, 20 kişilik olan servis araçlarına 30 işçi dolduruluyor. İşçilerin sigortası tam olarak yatırılmıyor, 8 yıldır çalışan bir işçinin 1000 günlük sigortası dahi bulunmuyor. İşçilerin mesai saatlerinde tuvalete gitmeleri dahi yasaklanıyor. Bu gidişi değiştirmek mümkün! İşçilerin en büyük eksikliği sendikal örgütlülükten yoksun olmalarıydı. Çalışma şartlarının iyileştirilmesi için direnişe geçmişlerdi, kendi aralarından temsilciler seçmişlerdi ancak bilinçli bir önderlikten yoksundular. Bu koşullarda hem patronların hem de polisin baskısı, yönlendirmeleri işçiler arasında etkili oldu. Bu nedenle Mersin Serbest Bölge işçileri çalışma koşullarını iyileştirmek, patronların keyfiliğine son vermek için öncelikle sendikalaşmalıdırlar. İşyerlerinde komiteler oluşturmak, bu komiteleri gizli tutmak ve bu komiteler aracılığıyla sabırlı bir çalışma yürüterek sendikalaşma mücadelesi vermelidirler. Aksi halde bu tip eylemler ses getirme, kamuoyunun dikkatini çekme ve yer yer bazı patronlara talepleri kısmen kabul ettirmenin ötesine geçmeyecektir. Yalnız işçilerin bu durumda olmalarının diğer bir nedeni de sendika bürokratlarıdır. İşçilerin sendikalaşması için çaba harcamayan, onları bir-iki göstermelik ziyaret ve destek açıklamaları dışında yalnız bırakan sendika bürokratları işçilerin kendiliklerinden gelerek sendikalarına üye olmalarını beklemektedirler. Bu durumu işçilerin lehine değiştirmek mümkün. Bu görev sınıf bilinçli işçilerin omuzlarındadır. 27.03.2007, YDİ Çağrı/Mersin ✓ Nisan 2007 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ dır. İşverenlerin lehine ve işçilerin aleyhine gelişen bir süreç sözkonusudur. Dünyada sendikaların en gelişmiş olduğu ülkelerde bile sendikalar üye kaybına uğramışlardır, örneğin İskandinav ülkelerinde sendikal örgütlülük %35’e düşmüştür, Türkiye’de bu oran %10’dur. Küreselleşme ile birlikte ulus devleti ve sosyal devlet anlayışı yok ediliyor. Küreselleşmeyi ehlileştirme mekanizmaları kurmalıyız. Küreselleşme insanileştirilmelidir, ulusal dayanışma geliştirilmelidir. 2. günün panel bölümünü yöneten Prof. Dr. Alparslan Işıklı yaptığı açılış konuşmasında “Et kokunca tuz var, tuz kokunca ne var?” özdeyişini hatırlatarak “Sendikaların krizde olmasını tuzun kokmasına” benzetti. Panel bölümündeki konuşmacılar özetle şu görüşleri dile getirdiler: Mustafa Öztaşkın, Petrol İş Sendikası Genel Başkanı: Kriz sadece sendikaların krizi değildir, genel olarak işçi sınıfı hareketinin krizidir. Üretim süreci zincirleme üretim ağına dönüşmüştür, artık hiçbir ürün tek bir fabrikada üretilmemektedir. Üretimin bu değişikliğinden dolayı işkolu sendikacılık anlayışı terk edilmelidir. Sendikacılık küresel anlayışla yapılmalıdır. Tutucu, ırkçı, şoven politikalara gelinmiştir, oysa küresel ölçekte perspektifler geliştirmek lazım. Konfederasyonlar birleşmeyi gündemlerine almaları lazım. Anti-kapitalist olmak lazım. Ali Çolak, Mülkiyeliler Birliği Başkanı: Sosyalist Blok kapitalizmin üzerine çökmedi, işçi sınıfının ve sendikal hareketin üzerine çöktü. DİSK Genel Başkanının “Eskiden sömürüye hayır deniyordu, şimdi paylaşıma evet demek lazım” tespiti, neo-liberal politikaların nereye geldiğini göstermektedir. IMF, Dünya Bankası, küreselleşme derken, asıl neye karşı mücadele edeceğimizi göremiyoruz, oysa sermaye sadece dışarıda değil, içeride de var, bunlar da sömürüyorlar, bunlar iç içe geçmiş durumda. Küreselleşme ulus-devlete değil sosyal-devlete saldırmaktadır. Anti-kapitalist olmayan bir anti-emperyalist mücadele mümkün değildir. Neo-liberal hegemonya geriletilmelidir, sınıf ideolojisini tekrar tartışılabilir hale getirmemiz lazım. Sendikalar dar çıkar örgütü olmaktan çıkıp sınıfın çıkarlarını savunan örgütler olmalıdırlar. Mücadele hem yerel, hem ulusal, hem de uluslar arası olmalıdır. Murat Bekem, Türkiye Maden-İş Sendikası Genel Başkanı: 12 Eylül kitleler üzerinde bir sindirme politikası uyguladı, tüm sendikal haklar elimizden alındı, Özal hükümeti 12 Eylül’ün devamıydı. Sendikalar birbiriyle dayanışma EK:3 1 SCT grevinin 1. yılını selamlıyoruz… 5 Mart 2006 tarihinde başlayan SCT Orturbo Filtre işçilerinin grevi 1. yılını geride bıraktı. Temmuz/2005 tarihinden itibaren sendikalaşma mücadelesi veren SCT işçileri patronun uzlaşmaz tutumu nedeniyle 15 Mart’ta greve çıkmak zorunda kalmışlardı. 20 aydır sendikalaşmak için mücadele eden işçiler Birleşik Metalİş Sendikasına üye olmuşlardı. Sendikanın yetki almasından sonra patron yetkiye itiraz etti. Daha sonra birçok işçiyi işten çıkardı. İşten çıkarılan işçilerin fabrika önünde başlattıkları direniş türlü oyunlarla ve Jandarmanın müdahale ile engellenmeye çalışıldı. Daha sonra patron grevde olan işçilerden 154’ünü işten çıkararak bir ilke imza attı. İşçiler açtıkları davaların büyük bir çoğun- Nisan 2007 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ SCT EK:4 Sevgili emekçi yoldaşlarım, benim öyküm 18 ay boyunca çalıştığım işyerindeki ilk sendika deneyimime dair. Yemekhane bölümünde 5 arkadaşım ile çalışıyordum, 3 aşçı, benimle birlikte 2 yardımcı. Ben bulaşıkçı garsondum. İşe girdiğim ilk bir ay boyunca bir gün 16, diğer bir gün 8 saat çalışıyordum. Fabrikadaki diğer işçi arkadaşlarımız ile diyalogumuz yoktu. Onlar işçiydi, biz ise yemekhaneciydik. İçeride işçi arkadaşlarımıza baskı uygulansa, bir haksızlık yapılsa “siz şanslısınız, size kimse karışmıyor” diyorlardı. Biraz haklılardı da. Onlar bizden çok daha zor şartlar altında çalışmak zorundaydılar. Sağlıksız, güvenliksiz şartlar altında sık sık kazalar yaşanıyordu. İşçi arkadaşlarımızın parmakları kopuyordu, tekrar dikilemiyordu, tiner ve diğer zehirli gazlardan etkileniyorlardı. Her gün onlarca arkadaşım zehirlenme nedeniyle yemekhaneye gelirdi, ayran içip bir süre dinlenirlerdi. Bir de revirimiz vardı; işçilere insan muamelesi yapılmayan yer. Bir işçinin parmağı kesilse dikiş atıp işe geri gönderiyorlardı. 300 işçiydik, işçilerin çoğunun parmakları eksikti, gencecik insanlar. Başka bir yerde iş dahi bulamazlar. Umut kapısıydı fabrika. Öyle öğretilmişti, öyle öğrenmiştik. Hak yok, hukuk yok ama işimiz var. Çok şükür Allaha. Patronda böyle söylüyordu; “Şükredin Allaha ya işiniz olmasa acınızdan ölürdünüz.” Fabrikada iki memurun sağlık so- luğunu kazandılar, birçok işçiye patronun 4+4 maaş tazminat ödemesi kararı alındı. Grev süresinde bazı işçiler pat- ronun önerdiği tazminatları kabul ederek grevi terk ettiler. Ancak yasaların verdiği güçle hareket eden patronun çabaları SCT işçilerinin runu vardı, benden ayran getirmemi istediler. Odalarının canıma vurdum ve içeri girdim. Kadın memurlardan birinin koluna serum takılıydı. Hasta olduklarını söylediklerinde “hastanede olmanız gerekmiyor mu?” dedim. “İşler çok yoğun rapor vermiyorlar” dediler. Bu işyeri 17 yıllık bir geçmişe sahip. İnanılmaz haksızlıklarla dolu bir yer. Bir şeyler yapılması gerekiyordu ve ustalar ile işçiler birlikte sendikaya üye olmaya karar verdik. Ama bizi satmayacak sağlam bir sendika lazımdı. Araştırdık ve böylece Birleşik Metal-İş Sendikasına üye olduk. Bizlerde üye olabilir miyiz diye sorduğumda “tabiî ki hepimiz işçiyiz, herkes üye olabilir” dediler. Şaşırdım, biz yemekhanede çalışıyorduk ve diğer işçilerden farklıydık. Ama ben farklı olmadığımızı biliyordum, fikirlerimi paylaşacağım bir ortam yoktu. İşçilerin büyük kısmı ülkücüydü. Farklı görüş, yol uzun, öğrenecek çok şey vardı. Bizler 4 Temmuz 2005 tarihinde Birleşik Metal-İş Sendikasına üye olduk. Başkasına güvenemezdik çünkü metal iş kolunda en sağlam sendikaydı, başka türlü mücadele edemezdik. Ardından sendikal eğitimler başladı. Grup grup gidiyorduk, mesai bitiminde. Bu benim ilk sendikal deneyimim olacaktı. Sonra tüm işçi arkadaşlarla kaynaşma oldu. Örgütlenmiştik, güçlüydük, birdik. Sendikamız tam yetkili olunca bizim için bayramdı. İnanamıyorum sendikalıydım. Kendimi güçlü hissediyordum, haksızlıklar bitecek, insan muamelesi görecektik. Geleceğe dair planlar yapıyorduk. Kimi evlenecek, kimi çocuğunu üniversiteye yollayacak, emeklisi yaklaşan yüksek maaş alacak ve benim ekonomik özgürlüğüm olacak, ailemin kabul etmediği oğlumu yanıma alıp yaşayacaktım. Yıllardır aradığım fırsattı bu. Planlarımız vardı ya ama bir şeylerin ters gittiğini seziyorduk. Derken toplu sözleşme zamanı geldi çattı ve anlaşma olmadı. Sözleşmenin içeriğini biz işçiler hazırlamıştık. Sözleşme uzayınca sancılı günlerde başladı. Ama bizler diriydik, pes etmeyecektik. Sonra istifa baskıları oldu. Beraber yola çıktığımız ustalar bizi yarı yolda bıraktı. Bizler pes etmeyecektik, kararlıydık. Bir yandan istifa eden arkadaşlar diğer taraftan tekrar üye oldular. Patron da baskısını arttırmaya başladı. İlk olarak 30 sendikalı arkadaşımız gerekçe gösterilmeden işten atıldı. Patrona göre atılanlar nankördü, yedikleri ekmeğe ihanet etmişlerdi. Yine de pes etmeyecektik, tek sendikalı ben kalsam bile pes etmeyecektim. Yemekhanede sendikalı sadece 2 işçiydik. Sendikadan istifa etmem için üzerimde yoğun bir baskı vardı. Kimseye gebe değilim, inançlarım var, zafer bizim olacaktı. Patron sözleşmeyi bir türlü kabul etmiyor, görüşmeye yanaşmıyordu. İstifalar yoğunlaşmaya da başlamıştı. Bizler bu dönemde yakamıza “Sendikalı çalışmak istiyoruz” yazılı kokartlar takmıştık. Patron yemeğini yönetim kurulu ile birlikte yiyordu. Servis yaptığım sırada yakamdaki kokardı görünce tercümanına bunun ne olduğunu sordurdu. Ben de söyleyin “Kendisi iyice görsün diye taktım” cevabını verdim. Ortam bir anda gerildi, hiç beklemedikleri bir cevaptı. Ertesi gün Personel müdürü beni ve yemekhanedeki diğer ar- mücadelesini durduramadı. SCT işçileri anayasada da belirtilen sendikalaşma haklarını kullanabilmek için 20 aydır mücadele ediyorlar. Uluslar arası sözleşmelere imza atan Türkiye işçiler lehine olan yasaların uygulanmasını işverenlere verilen haklarla engelliyor. Sendikaların yetki alması patronların itirazı, işçi çıkarmaları ile yıllarca sürüyor. İşçiler hem maddi hem de manevi olarak baskı altına alınıyorlar. Grev süresince herhangi bir geliri olmayan işçiler ya ekonomik şartlara dayanamıyor ya da patronların vaatlerine aldanıyorlar, oyuna geliyorlar. İşçi sınıfı bir bütün olarak hareket edemediğinden verilen mücadeleler yerel ve destekten yoksun kalıyor. Grev ve direnişler öncelikle de aynı sektörde bulunan kadaşımı odasına çağırttı. İstifa etmemizi yoksa 2. sınıf olarak değerlendirdikleri başka bir bölüme göndereceklerini, iyice düşünüp karar vermemiz için yarım saat süremiz olduğunu söyledi. Ben istifa etmeyeceğimi söyledim. Patron benim bu kadar kararlı olduğumu görünce “ben sözleşmeyi imzalamazsam bu kadın beni zehirler” dedi. 1 gün sonra beni ve 24 öncü işçiyi işten attı. Atılanlar arasında temsilcimizde vardı. 28 Şubat 2006’da işten atılan toplam 54 kişi olmuştuk. Fabrika önünde direnişimizi başlattık. İçerideki örgütlülüğümüz daha da güçlüydü. Birbirimize müthiş destek oluyorduk. Ateşten gömleği giyip elimizi taşın altına koymuştuk bir kere. Patronun baskılarından sonra jandarmanın o soğuk yüzünü gördük. Jandarma bizlere taşkınlık yapmamamızı, içeride çalışan işçileri tahrik etmememizi, dağılmamızı yoksa zor kullanacaklarını söylüyordu. Bende dayanamayıp “İşsiz kaldık, ailemize kim bakacak. Bizimde ailemizde asker var, neden bizden yana değilsiniz. Neden bizi değil de patronu koruyorsunuz, mağdur olan bizleriz” dedim. “Emir böyle” diye cevap verdiler. 15 Mart 2006’da son sözümüzü söyledik ve GREVİMİZ başladı. Şimdi bir yılı geride bıraktık. İşten atılan tüm arkadaşlarımın işe iade davaları sonuçlandı, davaları kazandık. Patron 8 Mart’ta 4+4 maaş tazminatlarımızı ödedi. Tüm yaşanan olumsuzluklara rağmen “İnadına sendika inadına DİSK Birleşik Metal-İş”. Sevgili Nâzım’ın dediği gibi “Bu memleket bizim”. Bir SCT işçisi 18.03.2007 ✓ veya aynı fabrika, sanayi bölgesi, site içerisinde çalışan diğer işçilerin desteklememesi nedeniyle zafere ulaşmadan sona eriyor. İşçi sınıfı ve sendikaları arasında patron sendikalarının birliğinin kırıntıları bile yok. Her durumda işçileri daha fazla sömürmek, mücadele eden işçileri sindirmek için birlikte hareket eden patronlara karşı dağınık ve yeterli örgütlenme olmadan verilen mücadeleler yenilgiye uğruyor. İşçiler sendikaları, sendikalar işçileri suçluyor. Oysa her iki kesimde de çoğunluk üzerine düşeni yerine getirmiyor. Oysa sınıf bilinçli işçiler sendikalar içerisinde varolan hatalara karşı, sendikal bürokratrizme karşı mücadele etmeyi de bir görev olarak önlerine koymalıdırlar. Mücadeleci sendikalar ve sendikacılar da işçi sınıfının çoğunluğunu örgütlemek, örgütlenmiş işyerlerindeki işçilerin bilinç düzeylerini yükseltmek ve böylece daha fazla örgütçü işçi yetiştirmek için çaba harcamalıdırlar. Bunların yapılmadığı sürece sendikalar ve işçi sınıfının örgütlenmesinde değişecek bir şey yoktur. Çıkış var, çıkış örgütlenmede! SCT işçileri de bu doğrular temelinde hareket etmelidirler. Çünkü bilinmelidir ki tek tek fabrikalardaki, tek tek patronlara karşı verilen mücadelenin kazancı denizde damla kadar küçük ve geçicidir. Bu durumu SCT ve diğer işçiler lehine değiştirmek için daha fazla örgütlenme şart. İşbirlikçi, sarı sendikalarda örgütlü bulunan işçileri mücadeleci sendikalarda örgütlemek şart. Ancak bu şekilde sendikalaşma önünde bulunan yasal engeller kaldırılabilir. Bu görev sadece işçilerin ve sendikaların da değil. Bu görev bizlerin, işçi sınıfını örgütleme, tek çatı altında birleştirme ve işçilerin cumhuriyeti için kazanma amacında bulunanlarında sırtındadır. Bu görevi gücümüz oranında yerine getirmek zorundayız. İşte Yeni Dünya İçin Çağrı okurları olarak bu bilinçle son 20 aydır onurlu, haklı ve sabırlı bir mücadele yürüten SCT işçilerini yalnız bırakmadık, elimizden geldiği kadar destekledik. Hatalarımız da oldu, doğrularımız da. Ancak her zaman bu mücadeleyi mücadelemiz olarak gördük, bundan sonra da öyle göreceğiz. Bizler bir kez daha SCT Orturbo Filtre işçilerinin sendikalaşma, onurlu bir yaşam sürme mücadelesini ve bu mücadele içerisinde onları yalnız bırakmayan Birleşik Metal-İş Sendikasını selamlıyoruz. Ve inanıyoruz ki bu mücadele eninde sonunda işçilerin mücadelesi temelinde zafere ulaşacaktır. Selam olsun SCT grevcilerine! Zafer Direnen İşçilerin olacak! Ydi Çağrı, 20.03.2007 ✓ Eğitim- Sen kundaklandı K zanılan değerlerden, emek ve demokrasi mücadelesinden vazgeçiremeyeceği vurgulandı. Sendika şubesine yapılan bu saldırının son aylarda politik rant elde etme çabası içinde olanların yaptığı milliyetçi- gerici- şoven kışkırtmalardan bağımsız olmadığının ifade edildiği açıklamada bu saldırının bilime, bilim insanına ve kurumlarına yapılmış olduğu ifade edildi. Sakarya Eğitim- Sen Şubesi’nin yakılarak kundaklanmasının “basit bir kundaklama” olmadığı, planlı bir saldırı olduğu belirtilerek, saldırganların daha da cesaretlenmemesi için onların ve arkalarındaki güçlerin derhal açığa çıkarılması çağrısı yapılarak basın açıklaması sona erdirildi. K ESK İsta nbu l Şubeler Platformu’nda bulunan sendikalar ve destekleyen kurumların sayısı göz önüne getirildiğinde kitle katılımı açısından oldukça zayıf geçen bu basın açıklamasında katılanlar tarafından “Baskılar Bizi Yıldıramaz!” sloganı çokça atıldı. 7 Mart 2007 ✓ İ stanbul- Topkapı’da kurulu Türkİtalyan ortaklığında olan bu fabrikada çalışan işçiler; düşük ücret ve kötü çalışma koşullarına karşı DİSK/ Lastik- İş Sendikası’na üye oldular. Edinilen bilgilere göre fabrikada çalışan toplam 600 işçiden (bunların 30’u kadın geri kalan 570’i erkek) henüz 220’ye yakını sendikaya üye olabilmiş. Bunu duyan patronlar her yerde yaptıkları gibi sendikal örgütlenmeye öncülük ettiğini düşündükleri işçilerden 17’sini işten atmıştı. Onunla kalmamışlar 100’ün üzerinde işçinin de daha işten atılacağı söylentilerini yayarak tehdit ve şantajlarda bulunmuşlardır. Yani bu fabrikada da en doğal yasal haklarını kullanan işçilere patronlar tarafından saldırılmış, işçiler sendikalaştıklarına pişman ettirilmeye ve adeta canından bezdirilmeye çalışılmıştır. İşçiler patronlar tarafından yapılan saldırıların durdurulması, kimsenin işten atılmaması ve atılan 17 işçinin tekrar işe alınması, sendikalaşmanın engellenmemesi ve işyerinde DİSK/ Lastik- İş‘in yetkili sendika olarak tanınması için geçtiğimiz hafta 8 gün işyerini terk etmeme eylemi yaptılar. Patronlar işçilerin taleplerini kabul etmedikleri gibi 6 Mart 2007 günü Çevik Kuvvet Polisini çağırarak işçileri abluka altına aldırdılar. Polisin fabrikanın girişine de barikat kurması işçilerin tedirginliğini ve öfkesini artırdı. Gece- gündüz 8 gün boyunca işyerini terk etmeyen ve üretimi durduran işçilerin taleplerini kabul etmeyen patronların işten çıkarılan 17 işçi dışında 109 işçinin daha işten çıkarılacağı söylentisini yaydılar. Fabrikaya girmek isteyen işçileri ve Lastik- İş yöneticilerini patronun emriyle içeriye almak istemeyen fabrika güvenlik görevlileri ve polisin tavrı işçileri iyice öfkelendirdi. Bunun üzerine kapıları hem içerden hem de dışarıdan zorlayan işçiler fabrikaya girdiler. Bu fabrikaya yakın olan ve Petrolİş Sendikası’nda örgütlü BAYER İlaç Fabrikası işçileri direniş boyunca aktif bir şekilde direnişçileri desteklemeleri sınıf dayanışması açısından çok olumlu bir örnektir. DİSK/ Lastik- İş Sendikası’nın İstanbul Şube Başkanı fabrikanın içinde büyük bir coşku ve kararlılık örneği gösteren işçilere hitaben yaptığı konuşmada “Şu an nasıl fabrikaya girilmişse aynı şekilde sendika buraya girecek. Bu baskı ve saldırılara rağmen işçilere işbaşı yaptıramayan patronlar ve sendikaları TİSK’in yöneticileri, Lastik- İş Sendikası yöneticileri ve işçi temsilcileriyle görüşmeyi kabul ettiler. İşçilerin sendikalaşmasını engelleyemeyeceğini kabul eden patronlar sendikayla görüşmelerin sürdürüleceğini artık kimsenin işten çıkarılmayacağını ve çıkarılan 17 işçinin işe geri alınması sorununu 22 Mart’ta çözeceklerini belirtmeleri üzerine direniş sona erdirildi. Biz YDİ ÇAĞRI gazetesi olarak ekmekleri ve onurları için sendikada örgütlenmek isteyen İ. Etem ULUGAY ilaç fabrikası işçilerinin yanında olduğumuzu belirtirken tüm sınıf bilinçli işçileri bu sınıf kardeşleriyle dayanışmaya çağırıyoruz. ✓ Koluman işçileri sendikalaşıyor! A dana-Mersin Karayolu üzerinde Yenice civarında bulunan Mercedes-Benz bayisi olan Koluman Motorlu Araçlar A.Ş.’de çalışan işçiler sendikalaşıyor. İşyerinde MercedesBenz’e ait araçların satışı ve servis işlemleri yapılıyor. Son dönemde gruplar halinde notere giden işçiler Birleşik Metalİş Sendikasına üye oldular. İşyerinde toplam 180 işçi çalışıyor. Bu işçilerin 160’ı sendikaya üye oldular. İşçilerin sendikaya üye olduklarını öğrenen firma yönetimi 4 işçiyi önce bir günlük izne çıkardı. Ancak izne gönderilen işçilerin iş elbiseleri vb. alınmıştı. Bu nedenle işçiler işten çıkarılacaklarını düşünerek işyeri önünde beklemeye başladılar. Koluman patronu birliği bozmaya çalışıyor... Koluman patronu daha sendikaya üye olan işçilerin birliğini bozmak, işçileri birbirlerinden ayırmak ve zaman kazanmak isteyen patron 1 gün izin verdiği işçileri 15 günlük yıllık izne gönderdi. Ayın 23’ünde işyerinde bekleyen işçiler ve Birleşik Metal-İş Sendikası yöneticileri işyeri dışına çıkarıldılar. İşyeri dışında da beklemenin gereği olmadığından işçiler ve yöneticiler Tarsus EğitimSen Şubesine gittiler. İlerleyen günlerde Koluman patronu ve sendikalaşmada kararlı olan işçilerin mücadelesi sertleşecektir. İşçilerin en temel hakkı olan sendikalaşmaya karşı saldıran patronlara gereken cevabı işçi sınıfının mücadelesi verecektir. Koluman işçilerinin sendikalaşma mücadelesini destekliyor, onları selamlıyoruz. Ydi Çağrı/Adana 23.03.2007 ✓ Nisan 2007 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ ESK İsta nbu l Şubeler Platformu, EĞİTİM- SEN Sakarya Şubesi’nin yakılarak kundaklanmasını bir basın açıklamasıyla protesto etti. İstanbul- Taksim Tramvay Durağı’nda 5 Mart 2007 günü saat 14.00’de yapılan açıklamada verilen bilgilere göre, EğitimSen Sakarya Şubesi’ne 5 Mart 2007 günü sabaha karşı saat 04.00’de kimliği bilinmeyen kişiler tarafından önce kapısı yakılarak içeri girilmiş, ardından büronun tamamı ateşe verilmiş. Ailelerin de oturduğu bina itfaiyenin erken müdahalesi sayesinde tamamen yanmaktan son anda kurtarılmış. Saldırganların bu cesareti kimlerden aldığının sorulduğu açıklamada eğitim emekçilerinin yüz yıllık mücadelesi süresince hep hukuk dışı yöntemlerle idari baskı ve fiili saldırılarla engellenmek istendiği söylendi. Eğitim- Sen’in eğitim ve bilim emekçilerinin talepleri için meşru zeminde verdiği mücadeleden rahatsızlık duyanların olduğunu, mücadelenin yükseltildiği bir dönemde şubelerine ve üyelerine yapılan bu tür haince saldırı ve provokasyonların bedel ödeyerek ka- İbrahim Etem ULUGAY İlaç Fabrikası’nda sendikalaşma mücadelesi sürüyor! EK:5 “Sendikalar ve işçi sınıfının örgütlenme sorunları“ 3 1 Mart 2007 günü, İzmir Özgür Yaşam Eğitim ve Dayanışma Kooperatifi’nde, “Sendikalar ve İşçi Sınıfının Örgütlenme Sorunları” konulu bir panel yapıldı. Panele, Akademisyen Yüksel Akkaya, Birleşik Metal İş Sendikası Örgütlenme Uzmanı Hasan Arslan ve 12 Eylül öncesi Devrimci Demir İş Sendikası kurucularından Hasan Coşkun konuşmacı olarak katıldılar. Sınıfsız, sömürüsüz bir toplum yaratma uğrunda kaybettiğimiz, yitirdiğimiz, toprağa düşen, tüm devrimciler, komünistler anısına saygı duruşunda bulunulmasının ardından başlayan panelin ilk konuşmasını Birleşik Metal İş Sendikası Örgütlenme Uzmanı Hasan Arslan yaptı. Hasan Arslan yaptığı konuşmada, sendika l örgütlülük konusunda bilgi verdi. Çalışma Bakanlığı’nın verdiği rakamların yanıltıcı olduğunu, sendikalı işçi sayısının gerçekte 800 bin civarında olduğunu vurguladı. Yasaların yetersiz olmasından şikayet edildiğini, ancak işçi hareketi tarihi geriye doğru incelendiğinde, örgütlenme ve çalışma hayatına ilişkin hiçbir yasanın olmadığı dönemlerde büyük kazanımlar elde edildiğini dile getirdi. Arslan, örgütlenmelerde uluslararası ilişkilerin güçlendirilmesi ve kullanılması gerektiğini belirterek Birleşik Metal İş Sendikası’nın uluslararası destekle kazandığı işyerlerinden örnekler verdi. A rd ı nda n konu şa n Yü k sel Akkaya ise, sendikalarda örgütlenme fetişinden kurtulunması gerektiğini, yerine kooperatif, dernek, yardım sandığı gibi örgütlenmelere yönelinmesi ve işkolu örgütlenmeleri yerine örneğin havza örgütlenmelerine gidilmesi gerektiğini belirtti. Akkaya ayrıca, işçilerin kıpırdanmaya başladığı dönemlerde devletin bu hareketleri ya yasakladığını ya da yasal sınırlar içine hapsettiğini dile getirerek işçi sınıfının kendisini yasal sınırlar içine hapsetmemesi gerektiğini söyledi. Son olarak konuşan Devrimci Demir İş Sendikası kurucularından Hasan Coşkun ise, bugün her ne kadar sendika ağası dense de DİSK ve Türk-İş’in 800 bin üyesi olduğunu, bunların dışında işçi sınıfı aramanın hayal olduğunu belirtti. Geçmişte kendilerinin de benzer hatalar yaptıklarını, ancak doğrusunun bu sendikalar içinde kalarak onları dönüştürmek olduğunu dile getirdi. Sendikaların en temel işçi örgütlenmesi olduğunu belirten Coşkun, “var olan sendikal örgütlülüğe sahip çıkmalıyız, sendika ağalarına değil” dedi. Sağlık çalışanları alanlara çıktı Nisan 2007 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ T EK:6 ürk Tabipler Birliği’nin, AKP Hükümeti’nin sağlıkta yıkım saldırısına karşı “14 Mart’ta ‘G(ö)revdeyiz!” eylem kararına uyan sağlık çalışanları iş bırakarak alanlara çıktılar. Sağlık emekçileri, AKP hükümetinin sağlıkta dönüşüm programını, Genel Sağlık Sigortası’nı protesto ederek, sağlık ocakları önünde ve Cumhuriyet Meydanı’nda eylemler yaptılar. İzmir’de Sağlık ve Sosyal Hizmet Emekçileri Sendikası ve İzmir Tabip Odası’nın çağrısıyla, Karşıyaka Örnekköy Gerbay Sağlık Ocağı, Buca Kuruçeşme Sağlık Ocağı, Altındağ Eski SSK Dispanseri Sağlıkevi, Balçova Korutürk Sağlık Ocağı ve Konak Çimentepe Sağlık Ocağı’nın da aralarında olduğu sağlık ocaklarının önünde açıklamalar yapıldı. Sağlık ocaklarının önündeki eylemlerin ardından, Cumhuriyet Meydanı’nda toplanan kitle, buradan İl Sağlık Müdürlüğü’ne yürüdü. Yürüyüş sırasında “sağlık haktır satılamaz”, “sağlıkta yıkımı durduracağız”, “sağlık hakkına-sağlık ocağımıza-güvencemize sahip çıkıyoruz” yazılı pankartlar taşı- dılar. Yürüyüş boyunca “sağlıkta tasarruf ölüm demektir”, “sağlık ocakları kapatılamaz” sloganları atıldı. İl Sağlık Müdürlüğü önünde yapılan konuşmalarda, Sağlık Ocaklarının kapatılmasını içeren “sağlıkta dönüşüm” programına karşı çıkıldı. “Sağlık sistemin çökertilmesine, hastayı müşteri, keyfi ilaç kısıtlamalarına, iş güvencesiz çalıştırılmaya itiraz ediyoruz” denildi. “Ülkemizde 45 yıldır hizmet veren, çocuk felcini yok eden, bulaşıcı hastalıklara karşı çocuklarımızı aşılayan, aile sağlığı ve aile planlaması yürüten, yanı başımızdaki sağlık ocaklarımızdır, hastanelerimizdir” denildi. “Herkese eşit, ulaşılabilir, nitelikli ve parasız bir sağlık sistemi”nin mümkün olduğu vurgulandı. Aynı zamanda ücret farklılıklarının giderilmesi, çalışma sürelerinin diğer kamu çalışanlarıyla eşit hale getirilmesi, çalışanların bölgeler arasında dengeli dağılımının sağlanması, özel hizmet tazminatı, izin süresi ile işi riski zammının arttırılması vb. sağlık çalışanları için talep edildi. 15 Mart 2007, YDİ Çağrı/İzmir ✓ Tartışma bölümünde panel izleyicileri panelistlere sorular sorarak, kendi görüşlerini ifade etme fırsatı buldular. Bu bölümde 16 kişi söz alarak konu ile ilgili görüşlerini ifade ettiler. Tartışma bölümünde öne çıkan kimi noktalar şöyle: - Sendikaların el atmadığı, yüzbinlerce, milyonlarca işçinin kayıt dışı çalıştığı, deri, tekstil, ayakkabı sektörlerine önem vererek, bu sektörlerde çalışan işçilerin örgütlenmesine önem vermek gerekir. - Sınıfı kazanmış, sınıfa önderlik edecek bir komünist partisi yoktur. Esas eksiklik budur. İşletmelerden başlayarak, işletme hücreleri temelinde sınıf partisi inşa edilmelidir. - Dernek, kooperatif, yardım sandığı vb. örgütlenmeler sendikaların alternatifi değildir. Sendikalar işçi sınıfının ekonomik, sosyal hak alma örgütleridir. Sarı, reformist sendikalar içinde çalışarak, dev- rimci fraksiyonlar yaratarak, sendikaları sınıf temeline oturtmak gerekir. - İşçi sınıfının yüzde 75’i sağcı ve milliyetçi. İşçi sınıfı içinde çalışma uzun vadeli olmalıdır. Bugünden yarına temel değişiklik beklenmemelidir. - Sorun işçi sınıfında değil, komünistlerde. Eğer biz işçi sınıfını örgütleyemiyorsak demek ki sorun bizde. - İşletmelerde sendikal faaliyet gizli olmak zorunda. Öncü işçileri koruyacak, onların işten atılmasını engelleyecek bir çalışma yürütmek zorundayız. Oldukça canlı, verimli, genelde işçilerden oluşan 40 civarında kişinin katıldığı panel, izleyicilerden gelen soruların ikinci bölümde cevaplanmasının ardından sona erdi. 31.03.2007, YDİ Çağrı/İzmir ✓ Alkoç’da sendikalaşma mücadelesi İ stanbul ‘daki Tuzla Organize Deri Sanayi B ölge si nde k u r u lu ALKOÇ Deri Sanayi ve Ticaret A.Ş. fabrikasında çalışan 48 işçiden 32’sinin Deri – İş Sendikası Tuzla Şubesi ‘e üye oldu. Bunu duyan patron 14 Mart 2007 günü 8 işçiyi işten attı. İşten atılan işçiler, ogünden bu yana fabrika önünde direnişteler. Geçtiğimiz günlerde ziyaret ettiğimiz işçi arkadaşlar fabrikada şu anda çalışan işçilere baskıların devam ettiğini sendikalı 8 işçinin daha zorunlu izne çıkarıldığını belirttiler. İşçiler, asgari ücretle haftada 45 saat çalıştırmak yetmiyormuş gibi bir de her gün zorla mesai yaptırıldığını, yıllardır var olan yarım saatlik çay molasının son günlerde 15 dakikaya düşürüldüğünü işe başlama saatinden 10 dakika önce fabrikaya gelmeyen işçinin o gün yarım yevmiyesinin kesildiğini belirttiler. Direnişlerinin diğer deri fabrikalarındaki işçiler tarafından (Özellikle sendikalı işçiler) desteklendiğini öğle paydoslarında işçilerin kendilerini ziyaret ettiğini söylediler. İşçiler jandarmanın direniş çadırına izin vermediğini bu nedenle kendi arabalarında beklediklerini ifade ettiler. Alkoç Deri işçilerine yönelik saldırı ve baskıları protesto etmek için Deri-İş Sendikası, Alkoç Deri Fabrikası önünde bir basın açıklaması yapmak istedi. Jandarmanın buna izin vermemesinin üzerine Deri Sanayi Bölgesinin içinde başka bir yerde 800 kişiye yakın katılımla bir basın açıklaması yapıldı. İşçilerin yasal hakkı olan sendikalaşma hakkı patronlar tarafından - devletin polisi jandarması ve mahkemesinin de yardımıyla- engellenmektedir. Bu bile bu düzenin patronların düzeni olduğunu ve bu düzenin koruyucusu olan devletin ne menem bir “demokratik hukuk devleti” olduğunu gösteriyor. Yani bunun anlamı, patronlara demokrasi ve hukuk; işçilere ise bunların kırntısı bile çok görülerek aşsız işsiz ve geleceksizlik içinde kölece tutma zülmünün ve diktatörlüğünün reva görülmesidir. tüm okurlarımızı örgütlenme mücadelesi veren Alkoç deri işçilerinin mücadelesini desteklemeye çağırıyoruz. Onların mücadelesi hepimizin mücadelesidir. Mart 2007 ✓ 4 – B Sendikasızlaştırmadır! 2 15 bin geçici işçiyi kapsayan ve bu işçilerin önemli bir bölümünü sendikasızlaştırmayı hedefleyen 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’nun 4-B maddesi TezKoop İş Sendikası 2 Nolu Şube tarafından basın açıklamaları ile protesto edildi. 7 Mart Çarşamba günü İstanbul Üniversitesi önünde biraraya gelen yaklaşık 100 işçi ve öğrenci, taşıdıkları dövizlerle ve attıkları sloganlarla 657 sayılı yasada yer alan 4-B ve C maddelerinin yasadan çıkarılmasını ve tüm işçilere daimi işçi kadrosu verilmesini talep ettiler. Açıklamada 4-B’nin sendikasızlaştırma anlamına geldiği belirtilerek, şu anda grev ve toplu sözleşme hakkı bulunan ve sosyal yardım ve ikramiyeleri olan işçilerin 4-B statüsüne geçirildiklerinde bu haklarının ellerinden alınacağını, ücret ve tüm sosyal haklarının sadece Bakanlar Kurulunun kararı ile belirleneceği kaydedildi. Başta sendikalar olmak üzere işçi ve emekçiden yana tüm duyarlı kesimin bu yasaya karşı çıkarak mücadele etmeleri talep edildi. Bu açıklamanın bir benzeri 22 Mart 2007 günü İ. Ü. Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Hastanesi önünde yapıldı. Katılımın 40- 50 civarında olduğu bu basın açıklamasına Tez Koop- İş üyesi işçilerin yanı sıra aynı işkolunda faaliyet gösteren Koop- İş Sendikası’ından işçiler de katılmışlardı. Basın Açıklamasına geçmeden önce yapılan sözlü açıklamada Şube Başkanı Rabiya Özkaraca kardeş sendika olarak değerlendirdiği Koop- İş’e ve eyleme katılan işçilere teşekkür etti. İstanbul’da 5 Konfederasyona bağlı 100’e yakın sendika bulunduğunu fakat işçi sınıfına böyle bir saldırıya karşı yapılan bir eyleme sadece bir sendikanın gelmiş olmasının sendikal hareketin denli kötü bir durum olduğunu gösterdiğini belirtti. Hükümetin 4- B’yi gündeme getirmesine gerekçe olarak üniversite rektörlerinin “üniversitelerde çalışanlar arasında işçi memur ayrımcılığı ile eşitsizliği yarattığını, dolayısıyla personel arasında anlaşmazlıklar yaratarak çalışma uyumunu bozduğu” gerekçelerine karşılık, bu gerekçelerin doğru olmadığını şimdiye kadar üniversitelerde bu nedenlerden dolayı işçi ile memur arasında bir sorun yaşanmadığını, eğer bir eşitsizlik varsa onu da yaratanın hükümetler olduğunu bunu düzeltmenin de hü- kümetin görevi olduğunu söyledi. Bu yasayla esas derdin yıllardır grevli ve toplu sözleşmeli sendikal haklara sahip binlerce işçiyi grevsiz, toplusözleşmesiz, hiçbir sosyal yardım almaksızın, iş güvencesinden yoksun ve kuralsız bir şekilde çalıştırmak olduğu vurgulandı. Açı k lamada, sendi kasızlaştırma amacı taşıyan bu yasaya karşı Konfederasyonları TÜRKİŞ’in mücadele etmediği belirtildi. Ayrıca 4- B’nin isteğe bağlı olmasının ileri bir adım olmadığı, TÜRK- İŞ yönetiminin hükümetle anlaştığı söylentilerinin yayıldığı, konfederasyonun bununla ilgili işçilere açıklama yapması ve Çanakkale’de Başkanlar Kurulu tarafından alınan kararlara uygun davranması gerektiği vurgulandı. “4- B Değil, Kadro İstiyoruz!”, “Üniversite işçileri üvey evlat mı?”, “İşçi-memur ayrımına son!”, “Hangi yüzle oy istiyeceksin!” v.b. dövizlerin taşındığı açıklamada; “Yaşasın örgütlü mücadelemiz, Kurtuluş yok tek ba- şına, ya hep beraber ya hiç birimiz, Yaşasın sınıf dayanışması, Kadro hakkımız söke söke alırız, Örgütlüysek herşeyiz, örgütsüzsek hiçbir şey, Suskun Türk- İş istemiyoruz, Türk-İş uyuma işçine sahip çık, Hükümet 4- B’yi al başına çal, Susma sustukça sıra sana gelecek” v.b. sloganlar işçiler tarafından sık sık atıldı. YDİ Çağrı Gazetesi olarak biz de tüm geçici işçilere daimi işçi kadrosu verilmesi ve 4- B ile 4C’nin 657 sayılı yasadan çıkarılması v. b. için hakları uğruna verilen mücadelede işçilerin yanında olduğumuzu belirtirken tüm sınıftan yana herkesi işçilere omuz vermeye çağırıyoruz! Kamu-özel ayrımı yapmadan tüm işçiler bu tür saldırı yasalarına karşı mücadelede birlik olmazlarsa kazanamayacaklarını artık anlamalıyız. Unutmayalım birlikten kuvvet doğar, hak verilmez alınır. 25 Mart 2007 ✓ Genel- İş Sendikası İstanbul 1 Nolu Şubesinin Olağan Genel Kurulundan izlenimler daha çok kişileri tartıştılar. Hakim sınıfların ırkçı ve şoven kışkırtmalar eşliğinde faşist terörle halkları, işçi sınıfını bastırmaya ve susturmaya çalıştığı bir dönemde yapılan bir genel kurulda işçi delegelerin bu konularda suskun kalmaları iyiye işaret değildi. Hele bu söz konusu olan genel kurul, hizmet işkolunun belediye hizmetleri alanı gibi önemli bir alanda mücadele yürüten bir sendikanın Genel Kurulu ise… Belediye işyerlerinde özelleştirme, taşeronlaştırma, esnek çalışma, sendikasızlaştırma vb. saldırıların yoğun yaşandığı şu günlerde konuşan delegelerin tümüne yakını bu kadar dar çekişmelerle kendilerini sınırlamış olmaları sendikaların işçileri bilgilendirmek için ciddi bir çaba göstermediğini onları sınıf bilincinden ülke hangi emperyalist işgale uğradı ki bu solcular devrimciler o emperyalistleri baş düşman ilan ederek işçilere ve emekçilere bu tür hedefli mücadele çağrılarında bulunuyorlar?” Unutmayalım ki gerçekten emperyalistler ülkelerimizden kovulmak isteniyor gerçek bağımsızlık, özgürlük, demokrasi ve halkların kardeşçe eşit hak temelinde gönüllü bir şekilde bir arada yaşamasını sağlayacak bir düzen kurulması isteniyorsa ülkenin içindeki baş düşmanı atlayarak dışarıdakini gösterip sadece o dış düşmana karşı mücadele çağrısı yapmamalıyız. Türk egemenlerinin “vatan, millet, Sakarya” nutuklarıyla kitleleri Türk ırkçısı ve şoven düşüncelerle zehirlediği bir anda böyle bir çağrı zaten toplumsal sorunlara sınıfsal bakamayan işçi sınıfının bilincini karartmaktan başka bir şeye yaramaz. Reform talepleri uğruna mücadele çağrısı yaptığımızda da mücadele edilmesi gereken hedefin bir bütün olarak Türk hakim sınıfların faşist düzeni olduğunu unutmayalım. Tabi devrimci bir sınıf mücadelesi yürütme gibi bir derdiniz varsa. Bir YDİ Çağrı okuru ✓ Nisan 2007 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ D İSK’e bağ lı Genel- İş Sendikası’nın şubesi olan sendikanın Genel Kurulu İstanbul- Aksaray’da bir düğün salonunda yapıldı. Kurula sadece ikisi kadın diğerleri erkek olmak üzere toplam 110’nun üzerinde delege katılmıştı. Daha çok aynı sendikanın diğer şube ve Genel Merkez yöneticilerinden oluşan önemli sayıda konuk vardı. Genel kurulun açılış konuşmasından sonra katılan konuklar tanıtıldı. Konuklara söz hakkı verildi ve ardından delegeler konuştu. Söz alan 10 delegeden -bir ikisi dışında- hiç kimse işçi sınıfını ilgilendiren genel sorunlardan sendikal hareketin durumundan ve sendikaları DİSK/ Genel- İş’in nasıl bir mücadele vermesi gerektiği konusunda tek laf etmedi. Konuşanlar ne kadar uzak tuttuğunu gösteriyordu. Konuşan konuk ve bir iki delegenin ortak olarak dile getirdiği şeyler; halklara ve işçi sınıfına dünyada emperyalistlerin, ülkede onların emrindeki AKP hükümetinin kimi saldırılarıydı. Bu genel doğruların yanında sendikaların kan kaybettiğini bu zayıf lamayı durdurmak için işçilerin saldırılara karşı sokağın dilini konuşması gerektiğini belirttiler. Son yıllarda kendine “sol”, “sosyal-demokrat”, “aydın”, “ komünist” diyen hatta çoğu devrimci çevreler de -“Dünya çapında baş çelişme, baş düşman” anlayışı ile hareket ettikleri için- siyasi ajitasyon ve propagandalarında sadece ABD’yi ve IMF’yi ve onların işbirlikçisi hükümeti mücadele hedeflerine koymakla “devrimcilik”, “devrimci anti- emperyalistlik” yaptıklarını sanıyorlar. Bu Genel Kurulda da yer yer böyle görüşler dile getirildi. Emperyalist güçlerin tek tek ülkelerdeki işbirlikçisi hakim sınıflarla olan ilişkilerini bilen, dolayısıyla Türk hakim sınıf larının burjuva düzeninde yaşayan ezilen halklara işçi ve emekçilere yapılanlardan haberdar olan bir kimse bu tip konuşmaları duyunca “Bu EK:7 “Carrefour’da 4 yıl yaşananlar örgütlenme değil, direnişti” B Nisan 2007 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ u yazıdaki başlık sendikal örgütlenmede yer almış bir Carrefour işçisinin deyimi…! Gerçekten de 4 yıldır sermaye gruplarının en büyüklerinden olan Sabancı Holding ortaklığında faaliyet gösteren bir uluslararası tekel olan Carrefour’da patronların ve devletin bir dizi saldırısına rağmen işçiler Türk- İş’e bağlı TEZ KOOP- İŞ Sendikası’nda örgütlenmeyi başardılar. Geçtiğimiz günlerde TİS görüşmelerine başladılar. Aşağıda bu örgütlenmede yer almış bir işçiyle yaptığımız röportajı yayınlıyoruz: EK:8 YDİ ÇAĞRI- Kaç yıldır bu işyerinde çalışıyorsunuz ve sendikayla ilk tanışmanız nasıl başladı? İŞÇİ- Bu işyerinde 8 yıldır çalışıyorum. Benim çalıştığım mağazada sendikacılar ilk önce bir arkadaşımızla görüşmüşlerdi. O arkadaşta önce sendikacılarla tanışacağını, tanıştıktan sonra bizi de tanıştırmak istediğini söyledi, fakat ilk görüşmeye bizi götürmek istemedi. Bunun üzerine kısa süre bir kaç dakikalığına öylesine tanıştık. Çünkü o güne kadar sendika nedir, ne yapar, bize yararı ne olur, bunları bilmiyorduk. Giden arkadaş bize gitmeden önce önemli bir işinin olduğunu, fakat değerli bir arkadaşının gönderdiği kişiler olduğu için onları ekemediğini, mümkünse bizim hemen peşinden gelip kendisini çağırmamızı söyledi. Biz de iki arkadaş tam da onun söylediği gibi yaptık. Tam o günlerde patron bize yıllık zam olarak % 1 zam vermişti. Bu çok ağırımıza gitmişti. Sanki bizimle dalga geçer gibi sadaka bile sayılmayan bu zama çok kızmıştık. Gece saat 04:00’de işe geldiğimiz için bize sabah saat 10’da kahvaltı veriliyordu. Yine aynı günlerde bize kahvaltı verilmedi. Sorduğumuzda, neden olarak işçilerin kahvaltı yaptıktan sonra boşlarını toplamadığını gösterdiler. Bu da bizi kızdırdı. Gidip konuştuk ve sorunu çözdük. Bu yetmiyormuş gibi ardından Kurban Bayramı arifesinde bizi toplayarak bize bayram tatili boyunca çalışacağımızı fakat bu çalışmanın mesaiden sayılmayacağını bayramdan sonra yaptığımız mesai kadar ücretli izin kullanacağımızı söylediler. Bunun üzerine bir grup işçi arkadaş olarak bizim tepemiz iyice attı. Kendimizi sendikal nedenden Süreç içinde birbirimize çok güvendiğimiz arkadaşlardan oluşan bir komite oluşturuldu. Bu arkadaşlar işçileri evlerinde, mahallelerinde, kahvede, pastanede ziyaret etti. dolayı işten attırmak için açıktan bağıra çağıra çoğu kişiye duyurduk. Sendikacılarla görüştüğümüzde bize sendikanın hangi semtte olduğunu söylemişlerdi. Sadece semt aklımızda kalmıştı. Ertesi gün o semte gittik. Orada birine “Burada bir sendika varmış, nerede acaba?” diye sorduk. O da bizi aynı semtteki ayrı bir işkoluna ait olan başka bir sendikaya gönderdi. Oraya gittik durumumuzu anlatıp, kendimizi işten attıracak şekilde sendikaya üye olmaya geldiğimizi söyleyince güldüler. Bizi çok sıcak karşılayan oradaki sendikacılar anlattıklarımızda hem derdimizi hem de nereyi aradığımızı anladılar. Aradığımız sendikaya haber vererek bize yardımcı oldular. Daha önce bizimle görüşen Hazal abla ile Sinan amcayı tanıyorlarmış. Onları çağırdılar. Onlar hemen geldiler. Onlara patronların yaptıklarını artık orada çalışamayacağımızı anlattık. Ve kendimizi nasıl attıracağımızı sorduk. Onların bize çok candan samimi yaklaşım ve anlatımları bizi çok etkiledi. Bizim kötü çalışma koşullarından dolayı kendimizi attırmanın doğru olmayacağını çok ikna edici kanıtlarla söylediler ki kendimizi attırmaktan vazgeçtik. Tersine işyerinde kalıp sendikalaşmanın daha doğru olacağını bu örgütlenmeye öncülük yapmamız gerektiğine ikna olduk. Çalışma koşullarının zor ve alınan ücretin düşük olması nedeniyle işçileri sık değişen bir işkoludur. Bu yüzden işimiz zordu. Fakat başta biz işçilerin her türlü sorunlarıyla ilgilenen Hazal abla ile Sinan amca ve biz arkadaşlar birlikte uyumlu çalışarak bu zorun üstesinden geldik. YDİ ÇAĞRI- Bu zorun üstesinden nasıl geldiniz? Örgütlenmede yer almış bir işçi olarak bu kadar genç ve yoğun işe girip çıkmaların yaşandığı bu işyerinde nasıl örgütlendiniz? İŞÇİ- Her şeyden önce patronun adamlarından gizli sabırlı ve planlı çalıştık. İlk önce her bölümde en çok güvenilen bir iki kişiyle görüşmeler yürütüldü. Onlara hem sendika hem de güvendiği kişiler vasıtasıyla sendika nedir, işçilere yararı nelerdir? anlatıldı.. Süreç içinde birbirimize çok güvendiğimiz arkadaşlardan oluşan bir komite oluşturuldu. Bu arkadaşlar işçileri evlerinde, mahallelerinde, kahvede, pastanede ziyaret etti. İki sendikacı ve biz bir kaç arkadaş gece gündüz, soğuk sıcak demeden çalıştık. Süreç içinde her bölümde alt komiteler oluşturuldu. İlk başlarda kıdemli ve ustalık gerektiren işlerde çalışan işçileri kazandık. Sonra da diğerlerini. Biz öncülük yapan arkadaşlar işimizi eskisinden daha iyi bir şekilde disiplinli yaptık. O kadar güzel yapıyorduk ki, örneğin yaptığımız işleri kameraya çekiyor diğer yerlerde işçileri eğitmek için örnek olarak gösteriyorlardı. Daha sonra patron tarafından sendikalaştığımız duyulduğunda baskılar, işten atma tehditleri v.b. saldırılar yapıldı. Fakat işçiler her türlü saldırıya karşı duracak kadar bilinçli ve dirençli idi. Sendikaya üye yapmaya başladığımız fakat henüz çoğunluğunu örgütleyemediğimiz günlerde sendikanın genel yönetimini başarısız kılmak için mi ne- eskiden yönetimde yer almış sonra yöneticiliğini kaybetmiş bir sendikacı çalışmaları çok gizli yürüttüğümüz günlerde müdürü telefonla arayarak çalışan işçilerin sendika üyesi olduğunu, işçilere baskı, işten atma gibi şeyleri yapmaya giriştiğinde kapıda marketin önünde Basın Açıklaması yapacağını söylüyor. Bunun üzerine baskılar daha da arttı. Sendikalarda böyle şeylerin de yaşanacağına tanık olmuş olduk. Üyesi olduğumuz sendika şubesinin Genel Kuruluna gösteri yaparak gelmemizin amacı bu ve buna benzer sendikacılara karşı susmayacağımızı güçlü örgütlü gücümüzle hesap soracağımızı bize kimsenin yanlış yapamayacağı mesajını vermekti. Carrefour’da 4 yıldır sürdürülen bir örgütlenme değil bir direnişti. Patronlar elebaşı olarak gördüğü işçileri atmaya cesaret edemedi. Çünkü örgütlülüğümüzün gücünü görüyorlardı. Hatta bir arkadaşı- mızın çıkışını yazmışlardı. Daha arkadaşa bildirmeden haberimiz oldu. Sendika o işçi çıkarılırsa nasıl bir direnişle karşılaşacaklarını kendilerinin tahmin bile edemeyeceğini söyledi. Hemen vazgeçtiler. Bütün bunlara rağmen devletin yasaları ve mahkemesi bizi 4 yıldır süründürüyor. Bu da devletin patronlardan yana olduğunu gösterdi. YDİ ÇAĞRI- Geç de olsa bileğinizin gücüyle sendikalaştınız ve TİS yapma aşamasına geldiniz. Sözleşme taslağını hazırlanmasına siz işçiler de katıldınız mı? TİS görüşmeleri başladı mı? Özet olarak taleplerinizi belirtebilirmisiniz? İŞÇİ- TİS taslağı işyerinde her bölümden işçilerin katıldığı Taslak Hazırlama Komisyonları oluşturularak iki haftadan daha fazla bir sürede hazırlandı. TİS görüşmelerinin geçtiğimiz hafta ilk toplantısı yapıldı. Patronlar zaten ücretlere yılbaşında % 3,5 zam yapmıştı. Bizim şimdi % 10 ücret zammı talebimiz, 4 ikramiye ve yiyecek, elbise v.b. sosyal yardımlar ve düşük ücretli işçilerin taban ücretini yükseltme taleplerimiz var. YDİ ÇAĞRI- Hizmet işkolu olan işyerinizde kadın işçi oranı nedir? TİS talepleri içinde kadınlar için özel talepler var mı? İŞÇİ- İşyerimizde kadın oranı % 25’dir. TİS’de kadınlar için özel talepler var. YDİ ÇAĞRI- Biliyorsunuz ki örgütlü gücü geliştirmek için özel bir çaba gerekiyor. Carrefour’da sendikal örgütlülüğünüzü daha da güçlendirmek için neler yapmak istiyorsunuz? İŞÇİ- Bu yasalarla işçilerin bu kadar geri olduğu şu günkü koşullarda sendikal örgütlenmede başarı elde etmek zordur. Fakat ondan daha zor olan bu hakları koruyacak ve daha ileriye taşıyacak bir örgütlülüğün sürekliliğini sağlamaktır. Sözleşme bittikten sonra işçilerin eğitimine daha çok ağırlık verecek çalışmalara yoğunlaşacağız. YDİ ÇAĞRI- Bize zaman ayırıp söyleşi yaptığınız için teşekkür ederiz. İŞÇİ- Biz işçilerin sorunlarıyla ilgilendiğiniz ve dile getirmeye çalıştığınız için ben de teşekkür ederim. Sağolun. Mart 2007 ✓ ÇAĞRI Basın Yayın Ltd. Şti Adına Sahibi: Aziz Özer • Sorumlu Yazıişleri Müdürü: İlyas Emir Yönetim Yeri ve Adresi: Mahmut Şevket Paşa Mah., İmranlı Sok. No: 8, Şişli - İstanbul • Tel.: (0212) 235 35 70 Fax: (0212) 253 19 27 e-mail: mail@ydicagri.com • www.ydicagri.com • Banka Hesap: Türkiye İş Bankası Galatasaray-İstanbul, Hesap No: 1022 0 738654 SAYI 110’un İşçi Eki · Nisan2007 • Baskı: Uğur Matbaacılık (0212-501 81 09) • Yayın Türü: Yaygın Süreli yeni kadın dünyası 8 Mart 2007: “Bursa’da yandık, Ceylanpınar’da boğulduk, Novamed’de direniyoruz!” E vet. Bu yıl 8 Mart, 8 Mart Kadın Platformu tarafından 4 Mart Pazar günü İstanbulÇağlayan Meydanı’nda bu ana başlık etrafında örgütlendi. 2005 yılında Bursa’da bir yorgan fabrikasında yanarak ölen, 2007 yılında kamyon kasalarında süt sağımına götürülürken kamyonun Çırpı deresine yuvarlanması sonucu boğulan işçi kadınlar anılırken şu anda Antalya’da Novamed ilaç fabrikasında en temel insani hakları ayaklar altına alındığı için grevde olan Novamed kadın işçilerine adandı. Bu sene özellikle işçi ve emekçi kadınların içerisinde bulunduğu koşullar ve talepleri önceki yıllara göre daha fazla ön plana çıktı. Bunda kuşkusuz bu yıl çeşitli sendikaların daha fazla ilgi göstermesi, birlikte örgütlenmesi önemli bir rol oynadı. İstanbul’da 8 Mart kadın mitingi şu gruplar tarafından örgütlendi: Amargi, Lamda, Feministler, Fitne Fücur, Özgür Kadın, Şahmaran Kadın Derneği, Demokratik Özgür Kadın Hareketi, YDİ Çağrı Gazetesi, Halkevleri, İHD, İşçi Mücadelesi, Tüm İGD’liler, DİSK, Petrol-İş, Hava-İş, KESK, EHP, EMEP, İşçi Kardeşliği Partisi ve SDP. Bu kurumlar dışında mitinge ÖDP, 78liler Vakfı gibi çok sayıda kurum katıldı. 8 Mart Kadın Platformu olarak özellikle sendikaların katılımı için çaba sarfedildi. Bütün sendikalara faksla ya da ziyaret edilerek, 8 Mart kadın mitingine katılmaları ve işçi ve emekçi kadınların taleplerini dile getirmelerinin Kadın Platfomu için önemli olduğu vurgulandı. Bu görüşmelerden bir tanesi Novamed’de grevde olan işçilerin örgütlü olduğu Petrol-İş Sendikası Genel Merkezi ile yapıldı. Görüşme ertesinde Petrol-İş Sendikası kadın işçilerden oluşan bir kortejle eyleme katılırken, Antalya Novamed grevinden üç kadın temsilci de mitinge katılarak yaşanan süreci ve grev mücadelesini anlattıkları bir konuşma yaptılar. Petrolİş sendikası, birçok işçi sendikasına göre kadın işçinin daha fazla çalıştığı ve kadın sendikalı sayısının da daha fazla olduğu bir sendika olması ve üretimde stratejik bir öneme sahip olması açısından sınıf bilinçli kadın işçilerin özellikle bu tür işyerlerine yoğunlaşması ve buralarda kadın işçileri örgütlemesi olmazsa olmaz görevlerden birisidir. Yaklaşık bir aylık yoğun bir çalışmanın ardından 4 Mart Pazar günü Perpa binası önünde bir araya gelen yaklaşık 3 bin işçi ve emekçi kadın Çağlayan Meydanına doğru yürüyüşe geçti. Kadına yönelik her türlü şiddetin lanetlendiği, emperyalist savaşın teşhir edildiği, halkların kardeşliğine vurgu yapıldığı, işçi ve emekçi kadınların birliğinin, mücadelesinin ve örgütlülüğünün vurgulandığı çok sayıda slogan atıldı, pankart ve dövizler taşındı. Biz YDİ Çağrı Gazetesi olarak 8 Mart çalışmalarında aktif bir şekilde yer aldık. Mitinge üzerinde Clara Zetkin, Rosa Luksemburg ve Aleksandra Kollantai’nin resimlerinin olduğu ve “İşçi kadınlar erkek egemen sermaye düzenine karşı örgütlenin” yazılı bir pankart taşıdık. Erkek egemen kapitalist sistemi, kadınlara yönelik devlet şiddetini teşhir eden, işçi ve emekçi kadınları devrimci mücadeleye çağıran, kadınların kurtuluşunun, halkların kardeşliğinin devrim ve sosyalizmde olduğunu vurgulayan dövizler taşıdık. Ayrıca çok sayıda 8 Mart özel sayısından miting alanında dağıttık. Düdük ve davullarla ve attığımız sloganlarla coşkulu bir 8 Mart geçirdik. Kortejlerin alana yerleşmesinin ardından mitinge başlandı. 8 Mart platformu olarak hazırlanan kürsü metni sanatçı Nur Sürer ve bir kadın arkadaş tarafından TürkçeKürtçe okundu. 8 Mart’ın “İşyerinde kapitalistin sömürdüğü, evde erkek egemen ideolojinin ezdiği ucuz işgücü kaynağı işçi kadına, bütün gün tarlalarda ağır işçi olarak çalışan sırtından-karnından çocuk eksik olmayan köylü kadına, evde insanı tüketen her türlü ev işini üstlenmiş ayinede iş gücünden sayılmayan görünmeyen ev işçisi kadına…” diye başlayan metinde anadilini konuşamayan, üçlü baskı altında yaşamak zorunda bırakılan Kürt kadınlarına, Ermeni kadınlarına, işkencehanelerde cinsel şiddetin en ağırını yaşayan devrimci kadınlara kutlu olsun “ denildi. Açıklamanın devamında 8 Mart’ın tarihçesine kısaca değinildikten sonra işçi kadınların iş alanlarında yaşadığı ayrımcılıklar, kadınların ev içinde görünmeyen emeği, haksız savaşlarda ve emperyalist işgaller sonucu kadınlara yönelik şiddetin boyutları, ırkçı ve milliyetçi dalgayla birlikte Kürt kadınlarının ve milli azınlıklardan kadınların aşağılanması, gözaltında cinsel taciz ve tecavüz, namus adına katledilen kadınlar, cinsel yönelimlerinden dolayı travesti ve transseksüellerin dışlanması, katledilmesi teşhir edilerek tüm bu olumsuzlukların ortadan kaldırılması için, özgürlük mücadelesi için dayanışmanın ve ör- 8 gütlenmenin önemine vurgu yapıldı. Kürsüde ayrıca Hrant Dink’in ölümünün 40. günü sebebiyle katilleri bir kez daha lanetlenerek Ermeni kadınları ve Ermeni halkı ile dayanışma mesajları gönderildi. Barış Anneleri adına bir ana yaptığı kısa konuşmasında Kürt kadınlarına ve Kürt halkına yönelik artarak devam eden saldırılara değinerek tüm kadınları Kürt kadınlarının mücadelesini desteklemeye çağırdı. Kürsüden yapılan konuşmalardan sonra Nilüfer Akbal ve Grup Elenya’nın Türkçe ve Kürtçe şarkıları eşliğinde çekilen halayların ardından miting sona erdirildi. Mart 2007 ✓ Adana’da 8 Mart Mart Dünya Emekçi Kadınlar günü Adana’da biri sadece kadın, diğeri karma katılımlı olan iki ayrı yürüyüşle gerçekleşti. Bizim de YDİ Çağrı okuru kadınlar olarak içinde yer aldığımız kadın yürüyüşü 8 Mart günü saat 12.00’de yapıldı. Yürüyüş başlamadan önce Mimar Sinan Açıkhava Tiyatrosu önünde toplanan kadınlara hazırladığımız bildirileri dağıttık. Bildirilerimizi dağıtırken Kürt kadınlarının sıcak ilgisiyle karşılandık. Polis, DTP Genç Kadın Birimi’nin açtığı ve üzerinde “BİZ BARIŞ DEDİK SİZ ZEHİRLEDİNİZ” yazılı pankarta müdahalede bulundu. Tertip komitesi ve polis arasında kısa bir tartışma oldu. Pankart, tertip komitesinin “sorumluluğ u üstleniyoruz, gerekirse dava açın” demesiyle kaldırılmadı. Eyleme DTP Genç Kadın Birimi, DÖKH, İşçi Mücadelesi, Eğitim-Sen, EMEP, AMARGİ, Karşıyaka Kadın Dayanışması pankartları arkasında yaklaşık 500 emekçi kadın katıldı. Yürüyüş boyunca “Cinsel, ulusal, sınıfsal sömürüye son, Türk-KürtErmeni yaşasın halkların kardeşliği, Jin jiyan azadi, Yaşasın 8 Mart, yaşasın mücadelemiz, Kimsenin namusu olmayacağız, Irak’lı kadınlar yalnız değildir” gibi bir çok slogan atıldı. Yürüyüş alkış ve zılgıtlarla coşkulu geçti. Ayrıca alanda Kürt kadınlar “Öcalan, Kadınlar Apo’nun fedaisidir, İmralı kapatılsın” sloganlarını attılar. Tertip komitesi adına Reyhan Kayışlı basın açıklamasını okudu. Açıklamada Bursa’da yanarak can veren tekstil işçileri, Urfa’da süt sağım işinde çalışan, servis aracı yerine kamyonla taşınan ve Çırpı deresinde boğularak can veren 13-15 yaşlarındaki genç kadın tarım işçileri, New York’lu dokuma işçileri, komünist kadın önderler Rosa Lüksemburg ve Clara Zetkin anıldı. İşgal altında olan tüm ülkelerin kadınlarına değinilen açıklamada Hrant Dink’in eşi Rakel Dink’in “bir bebekten katil yaratan karanlığı sorgulamalıyız kardeşlerim” sözüne vurgu yapıldı. 8 Mart’ın ücretli izin günü ilan edilmesinin talep edildiği açıklamada Öcalan’ın bağımsız bir hekim heyeti kontrolünden geçirilmesi istendi. Açıklama “Yarın yüz milyonlar, milyarlar olacağız ve erkek egemenliğinin, kapitalizmin, sömürünün ve savaşın tüm izlerini sileceğiz tüm dünyadan sonsuza kadar; biz dünyanın yarısı kadınlar!” sözleriyle bitirildi. Polisin çok yoğun güvenlik önlemi aldığı eylemde Kürt kadınlarının attığı Öcalan lehinde sloganlar nedeniyle tertip komitesi üyeleri sık sık uyarıldı. YDİ Çağrı/Adana ✓ 11 yeni kadın dünyası İzmir’de 8 Mart U luslararası emekçi kadınlar günü 8 Mart, İzmir’de yapılan çeşitli etkinliklerle kut- landı. Basın açıklamaları, çeşitli etkinlikler yanında, İzmir’de iki ayrı platform temelinde yürüyüş ve miting gerçekleştirildi. 10 Mart Cumartesi günü İzmir Kadın Platformu, Gümrük’te toplanarak, Konak Eski Sümer Bank önüne yürüdü. Burada kadın şenliği gerçekleştirildi. Bu etkinliğin özelliği kadın katılımlı olması idi. Yür üy üşe; SDP, DÖK H, İşçi Mücadelesi, ÖDP, Amargi, Halkevci Kadınlar, Emek Partisi, Bağımsız Kadın İnisiyatifi, KESK’li Kadınlar, Ege Üniversitesi Kadın Araştırmaları Topluluğu, Çekev katıldı. Yürüyüş sırasında çeşitli sloganlar atıldı. Atılan sloganlardan bazıları şunlar: Yaşasın kadın dayanışması!, Jin Jiyan azadi!, Bıjı biratiya gelan!, Kadınlar sokağa, eyleme, özgürleşmeye!, Yaşasın 8 Mart, yaşasın mücadelemiz!, Dünya yerinden oynar, kadınlar özgür olsa, Gelsin baba, gelsin koca, gelsin devlet, gelsin cop, inadına isyan, inadına özgürlük!, Dünyaya barış kadınlara özgürlük! Kadınlar elele özgürleşmeye! Yürüyüşe 800 civarında kadın katıldı. 11 Mart Pazar günü dergiler platformu ayrı bir yürüyüş gerçekleştirdi. Bu yürüyüşün özelliği karma katılımlı olması idi. Bornova Stadyumu önünde toplanan, düzenli kortejler oluşturan kitle Cumhuriyet Meydanına yürüdü. Yürüyüşe; Alınteri, DPG, BDSP, DKH, DHP, EKD, Tekstil-Sen, ESP, Yeni Kapı Tiyatrosu, HÖC’lü K ad ı n la r, İCİ, İş ç i G a z e te si, KÖZ, Mücadele Birliği, Partizan, Koordinasyon, Devrimci Hareket, Eğe 78’liler katıldı. Yürüyüşe 500 civarında kişi katıldı. Yürüyüş sırasında çok çeşitli sloganlar atıldı. Atılan sloganlardan bazıları şöyle: 8 Mart kızıldır, kızıl kalacak!, Her gün 8 Mart, her gün kavga!, Yaşasın 8 Mart Uluslararası Emekçi Kadınlar Günü!, Kadın erkek elele örgütlü mücadeleye!, Sınıfsal, ulusal, cinsel sömürüye son!, Yaşasın devrim ve sosyalizm!, Yaşasın halkların kardeşliği!, Jin jiyan azadi! Kahrolsun ücretli kölelik düzeni! YDİ Çağrı’nın 8 Mart bildirisi toplanma ve miting alanında dağıtıldı. Cumhuriyet Meydanında yapılan konuşmalar, Grup Kavel ve Grup Gün Işığı’nın söyledikleri coşkulu parçalardan sonra miting son buldu. 12 YDİ Çağrı/İzmir ✓ Mersin’de 8 Mart M ersin’de bu yıl iki ayrı kadın etkinliği yapıldı. Bunlardan biri, KESK’e bağlı sendikalar, partiler ve devrimci örgütlerin erkek katılımı ile yaptıkları basın açıklaması idi. Diğeri de, “Sosyalist Demokrasi Pa r t i l i K a d ı n l a r, Toplu m s a l Özgürlük Platformu, Demokratik Özgür Kadın Hareketi”nden salt kadın katılımlı eylem idi. Bu eylemde polisin bütün engellemelerine rağmen İstiklal Caddesi’nden Taş Bina’ya kadar yürünerek burada bir basın açıklaması yapıldı. Ağırlığını Kuzey Kürdistan’lı kadınların oluşturduğu yaklaşık 300 kadının taşıdıkları dövizlerde “Taciz ve tecavüze hayır”, “Kadın katliamlarına hayır”, “Savaşa hayır”, “Operasyonlara son”, “Jin Jiyan Azadi!”, “Biji 8 Adara” yazılıydı. Tüm dünyada savaşa karşı çıkarak kadınların savaşsız ekolojik dengenin korunduğu bir dünya istediğini haykırdılar. Kadınlar; “Hala mal gibi görülen, başlık parasına satılan, tecavüzcüsü ile evlendirilen, sendikasız, kadın sağlığına zararlı ortamlarda düşük ücretle çalıştırılan biz kadınlar yasal değişiklikleri yetersiz buluyor, işlenen kadın cinayetlerine karşı yasaların caydırıcı olmadığını, dönem dönem de af edilmesini yurttaşlık haklarına aykırı buluyoruz.” diyerek tepkilerini dile getirdiler. Abdullah Öcalan’ın sağlık durumuna da dikkat çeken kadınlar taleplerini şöyle sıraladılar: Yaşasın Kürt, Türk, Arap, Ermeni kadınlarının kardeşliği; 8 Mart resmi izin günü olsun; kadınların adet dönemleri resmi izin gerekçesi sayılsın; ev içi emek görülsün; her ilde kadın barınma evleri açılsın; kadın hukuku ve sendikal hakları tanınsın; namus ve töre adına kadınlar katledilmesin; tüm kadınlar kendi anadili ve kültürü ile kendisini ifade edebilsin. KESK ve diğer gruplarla birlikte karma katılımlı yaklaşık 200 kişilik grup ise, KESK binası önünde bir araya geldi. Buradan taş bina olarak adlandırılan Büyükşehir Belediyesi önüne kadar yüründü. “Siyasette temsil, istihdamda eşitlik için 8 Mart’ta alanlardayız!” diyen kadınlar; “Kimsenin namusu olmayacağız”, “Cinsel, ulusal, sınıfsal baskıya son”, “Kadın katliamlarına son” gibi sloganlarla oldukça canlı idiler. Bu grupta özellikle devrimci gruptaki erkeklerin attıkları sloganların ka- dınların attığı sloganları bastırdığı dikkat çekiciydi! SCT’li kadın işçiler de eyleme grevlerinin 359. gününde olduğunu belirten pankart ve dövizleri ile katılmışlardı. Biz bu eylemde 8 Mart bildirimizi dağıttık. Polisin yoğun önlem aldığı eylem olaysız dağıldı Mersin YDİ ÇAĞRI 19.03.2007 ✓ Antalya‘da 8 Mart K adınların uluslararası birlik, dayanışma ve mücadele günü olan “8 Mart” Antalya’da 11 Mart Pazar günü yaklaşık 350 kişinin katılımıyla coşkulu bir şekilde kutlandı. Yürüyüşün neredeyse tamamını kadınlar oluşturuyordu. Eyleme, eylemcilerin sayısı kadar poliste katılarak “güvenliğimizi sağlamak” maksadıyla alanda yerlerini almıştı. Yürüyüşe KESK Antalya Şubeler Platformu, Meslek Odaları, SDP, DTP, EMEP, ÖDP ve Halkevleri katıldı. Yürüyüş boyunca atılan sloganların ağırlığı Bursa’da yanan, Urfa’da boğulan ve Novamed’de direnişte olan kadınlar üzerineydi. Eylemin bitiş noktasında kürsüden yapılan konuşmaya 8 Mart’ın tarihçesi anlatılarak başlandı. Konuşmaya, Bursa’da yanan kadınların unutulmadığı, töre cinayetleri, Urfa Ceylanpınar’da günde 3 lira kazanmak için yaşamlarından olan, boğulan kadınların unutulmayacağı ve Novamed’de direnişte olan kadınların mücadelesinin örnek olduğu şeklinde devam edildi. Ayrıca Hrant Dink’in cenazesinde yüzbinlerin yürüdüğü sırada Sevgili Rakel Dink’in “Bir bebekten bir katil yaratan karanlığı sorgulamadan hiçbir şey yapılamaz kardeşlerim” konuşması kısaca okunarak kadınların milliyetçiliğe ve militarizme karşı oldukları belirtildi. Erkek egemen sitemin varlığı sürdükçe kadınlar asla özgürleşemez… Kadınların özgürlüğü ancak “Bolşevik Devrimle” mümkündür… Ezilenlerin en ezilenleri olan kadınlar, örgütlü mücadelenin içerisinde yerlerini almalı ve sosyalizmin kızıl bayrağına sarılarak erkek egemen sistemi yerle bir etmelidir. Bunun için ileri! Fabrikaları kalelerimiz haline getirmeli! * Yaşasın Kızıl 8 Mart! * Kahrolsun Erkek Egemen Sistem! Yeni Dünya Gençliği/Antalya ✓ 8 Mart toplantıları Y Dİ Ç a ğ r ı ok u r u k ad ı nlar olarak 8 Mart Emekçi Kadınlar Gününe yönelik biri Adana’da, biri de Tarsus’ta iki etkinlik yaptık. Etkinliklerden ilki Adana’da yapıldı. Yaklaşık 40 kadının katıldığı etkinliğimize katılanların çoğunluğunu ev emekçisi kadınlar oluşturdu. Öncelikle “Ekmek ve Gül” isimli kadının erkek egemenliği altında yaşadığı sorunları anlatan bir sinevizyon gösterildi. Kadınların genel olarak sorunları ve yasal alandaki konumlarından bahseden iki ayrı sunum gerçekleştirildi. Ardından tartışma bölümüne geçildi. Bu etkinliğe katılımın sadece kadınlarla sınırlı tutulması, sorunların daha iyi tartışılmasını sağladı. Kadın sorununun erkek egemen sistem tarafından oluştuğu anlatıldı. Çocukların yetiştirilmesi ve ev hanımlığı tartışıldı. Bunun yanı sıra çalışan kadınların çocuk bakımı sorumluluğu nedeniyle işten ayrılmaları ve iş yerlerinde kreş vb. olmaması sorunu tartışıldı. İkinci etkinliğimizi Tarsus’ta Eğitim-Sen Şubesinde kadın-erkek karma katılımlı olarak düzenledik. Etkinliği karma yapmamızın nedeni daha çok işçilerin katılacağını beklediğimizden kadın sorununu erkeklerle birlikte tartışmaktı. Etkinliğin sunumunu iki kadın arkadaşımız yaptı. İki parçadan oluşan sunumda birinci bölümde yasal alanda yapılan değişiklikler, ikinci bölümde ise kadının gerçek kurtuluşunun sosyalizmde olduğu üzerinde duruldu. Daha sonra tartışma bölümüne geçildi. Çalışan kadınların özgür olup olmadığı, üretimdeki yerlerine ve özel mülkiyetin varlığı koşullarında kadının nihai kurtuluşunun mümkün olmadığı konularına değinildi. Her iki etkinlikte de tartışma bölümünün ardından kültürel bölüme geçildi. Etkinliklerdeki kültürel bölümlerde Çukurova Sahnesinin hazırladığı “Açık Oturum” adlı kısa oyun sahnelendi. İki kadın arkadaşımızın “Komünistlerden Kadınlara Çağrı” şiiri okudular. Ayrıca SCT işçisi bir kadın arkadaş kendi yazdığı bir şiiri okudu. Bir kadın arkadaşımız “Cemile”, bir erkek arkadaşımız ise “Çağsız Dokumacı” isimli şiiri okudu. Son olarak 4 arkadaşımızın yaptığı müzikle etkinliklerimizi sonlandırdık. Etkinlikler içerik ve tartışmalar açısından oldukça verimli ve canlı geçti. Yaşanan en büyük sorun katılımın beklentimizin altında gerçekleşmesiydi. YDİ Çağrı/ Adana / Tarsus ✓ panorama PANOR AM A NATO her “yön”de saldırıda… - AFGANİSTAN Afganistan’da da, Irak’ta olduğu gibi işgalcilerin işi giderek daha fazla zorlaştı ve bir çıkmaz sokakla karşı karşıya kalındı. A fganistan’daki gelişmelerle ilgili en son 104. sayımızda tavır takındık. Sözkonusu yazıyı yazdığımızda NATO komutasındaki “Uluslararası Güvenlik Destek Gücü” (ISAF) “Megusa” harekâtı adını verdiği askeri operasyonu sürdürüyordu. İşgal güçleri yetkilileri o dönemde Taliban’a karşı mücadelenin başarısının “Megusa” askeri operasyonuna bağlı olduğunu söylüyorlardı. Bunları söylediklerinde, aynı zamanda NATO yetkilileri ISAF içinde yer alan ülkelere 2500 civarında yeni askeri güce ihtiyaç olduğunu anlatıyor ve Afganistan’daki işgal gücü sayısını yükseltmeye çalışıyorlardı. Yaklaşık aradan geçen yarım senelik süreçte ortaya çıkan sonuç, “Megusa” askeri operasyonuna ve işgalcilerin yaptığı açıklamaya göre yüzlerce Taliban militanının öldürülmesine rağmen herhangi bir başarının sağlanamadığıdır. Tersine, Afganistan’da da, Irak’ta olduğu gibi işgalcilerin işi giderek daha fazla zorlaştı ve bir çıkmaz sokakla karşı karşıya kalındı. Tam da bu çıkmazdan dolayı giderek daha çok askeri güç yerleştirme, daha çok savaş aracına başvurma, daha çok saldırıyı gündeme getirmektedirler. Afganistan’daki çıkmazdan kurtulabilmenin yollarından biri de, işgalin gerçekleşmesinden sonra Afganistan’daki işgal güçlerinin “iki başlı”lığına giderek daha fazla son vermeye çalışmalarıdır. İşgal sonrası dönemde ABD emperyalizminin işgal gücü “Sınırsız Özgürlük Harekatı” (Operation Enduring Freedom) (OEF) Afganistan’da “terörizme karşı mücadele” gücü olarak gösterildi. ISAF gücü ise Afganistan’ı yeniden inşa “yardım gücü” olarak gösterildi. Süreç içinde kitlelerin gözünde ISAF’ın da gerçekte işgal ve savaş gücü olduğu inkâr edilemeyecek açıklıkta ortaya çıktı. 2003 yılı Ağustos ayından itibaren de ISAF gücü NATO’nun komutası altına girdi. ISAF güçlerinin başta ilgilen- diği alan esasıyla Kabul ve çevresiyle sınırlıydı. NATO komutasına alındıktan sonra adım adım bu alan genişletildi. Önce ülkenin Kuzeyine genişledi, bu esasta 2004 yılı sonlarına doğru tamamlandı. İkinci aşamada ülkenin Batısında kontrol ele alındı ve Aralık 2005’te NATO ülkelerinin Dışişleri Bakanları’nın kararıyla Afganistan’daki savaşı yeni bir aşamaya yükseltme kararı alındı. Üçüncü aşama ise esas olarak Haziran 2006’da NATO komutasındaki ISAF gücünün ülkenin Güneyine genişletilmesiydi. Bu noktadan itibaren ISAF güçleri yoğun bir çatışmayla karşı karşıya geldiler ve esasta bugüne kadar da sürmektedir. 2006 Eylül ayı başlarında gerçekleştirilen ve “başarı” için umut bağlanan “Megusa” askeri operasyonu da Afganistan’ın Güneyindeki işgal karşıtı güçleri yenilgiye uğratma hedefliydi. Bu umutları boşa çıktı… En gecinden ama bu “Megusa” operasyonu sürecinde ISAF ve OEF güçlerinin birleşmesi adımı atıldı. Buna rağmen ama NATO’nun resmen tüm Afganistan’da komutayı alması hâlâ sözkonusu değildi. Bu adım, yani ISAF ve OEF güçlerinin sıkı işbirliği ve koordinasyon “Megusa” operasyonu ile daha da geliştirildi. NATO yöneticileri 28 Eylül 2006 tarihinde ülkenin Doğusunu da komutası altına alma kararı aldı ve bunun sonucu olarak 12-13 bin kadar ABD askeri de –OEF güçleri– NATO komutasına verildi. OEF güçlerinin bir bölümü de ABD emperyalizminin doğrudan komutası altında işgal gücü olarak ve “terörizme karşı mücadele” etme adına varlığını sürdürüyor. Buna rağmen ama tüm Afganistan çapında yürütülecek askeri operasyonlarda “iki başlılık” esas olarak ortadan kaldırılmış durumdadır. Böylece NATO komutasındaki ISAF güçlerinin, işgal ve savaş komutanlarının daha esnek ve planlı savaş yürütmesinin hesapları yapılmaktadır. Savaşın yürütülmesi, komutasıyla merkezileştirilmektedir. ISAF güçlerinin komutasının Şubat ayı başından itibaren ABD emperyalizmine devredilmesi olgusu ise, savaşın “tek başlı” yürütülmesini kolaylaştırmaktadır. ABD emperyalizmi tüm savaş müttefiklerini daha fazla savaşın içine çekmeye çalışırken, hem NATO’da söz sahibi olan esas güç olarak, hem de ISAF gücü dışında OEF güçlerine sahip olarak Afganistan’da da savaşı sürdüren büyük güç konumundadır. ISAF güçlerinin etki ve harekât alanını tüm Afganistan’a genişletme ve bu güçlerin komutasının da NATO’da olması, ABD emperyalizminin müttefiklerini NATO ülkesi olarak da savaşa daha fazla çekme işini kolaylaştırmaktadır. Bu arada bir kez daha bilince çıkarılması gereken gerçeklik, Alman emperyalizmi gibi güçlerin Irak’taki savaşta yer almadığı veya “karşı olduğu” görüntülerinin aldatıcı olduğu; bu ve benzeri emperyalistlerin Irak savaşında ABD ve diğer işgal güçlerini desteklediğidir. Örneğin Alman emperyalizmi Irak’a doğrudan ve açıkça işgal gücü göndermese de savaşın destekçisi durumundadır. Bu, sadece bombalama hedeflerini tespit edip bilgileri ABD askerine vermesi; ya da Irak savaşının en önemli ikmal sahası olarak Almanya’daki kimi havaalanlarını, denizyollarını kullandırmasıyla değil, Afganistan’da doğrudan işgal gücü olarak yer almasıyla da Irak savaşında ABD’nin yolarkadaşıdır. Buna bağlı olarak da kamuoyuna NATO talep etti diye gösterilen 68 kadar Tornado “Recce” tipi istihbarat uçaklarının Alman emperyalizmi tarafından Afganistan’a gönderilmesi gibi, 500 asker daha gönderme kararı verildi. Bu uçakların adı istihbarat uçağı olarak geçse de, istihbaratın da savaşın kaçınılmaz parçası olduğu, istihbaratsız savaşın başarısının pek de mümkün olmadığını aslında hemen herkes bilmektedir. Bu olguyu bile gizlemeye çalışmaktadırlar. Bu uçaklar açıkça hedef tespit edip bilgileri hem NATOISAF’a hem de OEF-ABD güçlerine aktaracak, onlar da hedefleri “teröristlerle mücadele” adına bombalayacaklar. Bunun yanısıra, şimdiye kadar istihbarat görevini yerine getiren İngiliz emperyalizminin uçakları da, Tornadolar sayesinde istihbarat görevinden doğrudan bombalama görevine verilecekler. Kuşkusuz ki emperyalistlerin yolarkadaşlığı onların kendi çıkarlarının hesapları üzerine kurulu olduğunu ve aralarındaki dalaşın varlığını ortadan kaldırmıyor. Bunların yolarkadaşlığında esas hesap pastadan kimin daha fazla pay alacağı hesabıdır. Pastanın aynı parçasını elde etme dalaşı onların yolarkadaşlığına son verecektir. Savaşta yer alıp almama bağlamında her şeyden önce bilince çıkarılması gereken olgu, Afganistan ve Irak işgallerinin, savaşlarının birbiriyle doğrudan bağlantılı olduğu; işgalci güçlerin en başta da ABD emperyalizminin bu iki savaşı birbirinden kopuk ele almadığı ve alamayacağı, hesapların iki savaşın da birlikte gözönüne alınarak yapıldığı olgusudur, gerçeğidir. Bu yüzden de Irak’a işgal gücü gönderenler aynı zamanda Afganistan’daki savaşa; Afganistan’a işgal gücü gönderenler de aynı zamanda Irak’taki savaşa destek verme konumundadır. Bunu mümkün kılan temel olgu ise, her iki savaşın da başını ABD emperyalizminin çekmesi olgusudur. Bu temelde soruna baktığımızda esasında Türkiye’nin de Irak ve Afganistan savaşlarının içinde yer aldığını açıkça görebiliriz. AFGANİSTAN NATO’NUN GELECEĞİ Mİ? Özetle aktarmak gerekirse, Doğu Bloku’nun çökmesinden sonra emperyalistler NATO’nun rolünü ve görevini “sosyalizme, sosyalist bloka karşı” olmaktan çıkarıp NATO’ya dünya egemenliği dalaşında işgal gücü rolünü vermeye yöneldiler. Afganistan savaşı esasında hem emperyalistler arası dalaşta mevzi 13 panorama kazanma, hem işgalcilerin yeni silah denemeleri, askeri harekat deneyimi elde etme ve hem de NATO’nun üzerlendiği yeni misyonu başarıp başarmayacağının test edildiği bir savaştır. Gerek NATO yetkilileri gerekse de örneğin ABD emperyalizminin Afganistan Ataşesi’nin açıklamalarına göre, Afganistan’daki savaşta sadece Afganistan’da Taliban’a karşı savaşı kazanmak değil, NATO’nun geleceği de sözkonusudur. ABD’nin Afganistan Ataşesi açıkça NATO Afganistan’da “ya savaşı kazanacaktır ya da örgüt olarak akamete uğrayacaktır” demektedir. Kimileri de açıkça, “NATO değişimini dünya çapında müdahale edecek istikrargücüne dönüştürecek ve böylece küresel güvenliğin merkezi olmayı başaracak mı?” tespitleriyle, emperyalistlerin gerçekte NATO’ya hangi misyonu biçtiğini ortaya koyuyor. Bu yaklaşıma bağlı olarak da NATO’nun kaderi de Afganistan’da savaşın kazanılmasına bağlanmaktadır. Yani NATO, Afganistan’da kendi geleceğini belirlemek için de savaş yürütmektedir. 11 Eylül 2001 olaylarından hemen kısa süre sonra Afganistan’ın savaş hedefi seçilmesinin esas nedenlerinin Bin Ladin ya da El Kaida olmadığı da aslında emperyalistlerin bu planlarıyla ortaya çıkmaktadır. Afganistan’a yönelik savaşın 11 Eylül 2001’den önce planlandığı da bu arada ortaya çıkan bilgiler arasındadır. ABD emperyalizmi başta olmak üzere NATO da çok uzun bir süre Afganistan’da kalma amacındalar. Bunun da hem siyasi hem askeri ön koşullarını yaratmış durumdalar. Afganistan savaşı bir yanıyla bugün ABD emperyalizminin Ortadoğu’ya hakim olma savaşı olarak, örneğin İran’a karşı başlatılacak bir savaşın üssü olarak görünmektedir. Bunun içinde ama gelecekte Rusya veya Çin ile olası savaşın üssü olma hesapları da vardır. Bu yönlü plan ve hesaplar Afganistan’da işgalin daha çok uzun süre süreceğini göstermektedir. BÜYÜK BAHAR OPERASYONU… 14 2006 Eylül ayı başlarında startı verilen “Megusa” operasyonu ve adı verilmeyen ama hemen hergün yaşanan operasyonlar, işgalci güçlerin “zafer” kazanmasına yol açmadı. Tersine, Taliban güçleri Musa Kale örneğinde olduğu gibi kimi yerleşim alanlarını ele bile geçirmektedir. Bu arada kimi Taliban güçleri yetkililerinin “elimizde binlerce intihar komandosu var” biçimindeki açıklamalar ise, işgalcilerin önceki operasyonlardan daha güçlü operasyonları planlamalarına gerekçe olarak gösterilmektedir. Bunun en son örneği, NATO yetkililerinin önceden hazırlıklarına başladığını ve “büyük bahar operasyonu” yapılacağını propaganda ettiği ve “Achilles Harekatı” adını verdik- leri saldırıdır. 6 Mart’ta başlatılan bu harekât tüm şiddetiyle sürmektedir. Bu harekatın en temel amaçlarından biri Musa Kale gibi isyancıların kontrolü altına aldıkları yerleşim alanlarını yeniden ele geçirmektir. Bu operasyonda sözkonusu yerleşim alanları yeniden işgalcilerin kontrolüne geçse de, savaşın ve işgalin ve işgale karşı savaşın kısa sürede son bulmayacağı açıktır. Savaşın Afganistan halklarına somut etkilerini, somut yürüyen çatışmaların sonucu da onbinlerce insanın sürgün yollarına düştüğünü, onbinlerce insanın bu savaşta öldürüldüğünü, yaşamak için insanların ge- reksinimleri bağlamında aklınıza ne geliyorsa, Afganistan yoksullarının tüm bunlardan mahrum kaldığını somut verileriyle aktarmak, bu yazımızın çerçevesini aşıyor. Afganistan’da yaşamın Taliban iktidarı döneminden bile daha zor ve kötü olduğu burjuva siyasetçilerin bile teslim ettiği gerçekliktir. Yaklaşık beşbuçuk senelik savaş, Afganistan’da sadece yakıp, yıkma yok etmeye yol açmıştır. “Yeniden inşa” diye bahsettikleri şeyler bile esasta askeri ve polisiye “inşadır”. İnsanların başını altına soktukları ve ev demeye bin şahit isteyen viraneler, ya da naylon, kağıt çadırlar, baraka- Savaşa hazırlık hızlanarak sürüyor… - İRAN Gelişmelere bakıldığında ABD emperyalizminin özellikle İsrail ile birlikte İran’a yönelik bir savaşı yürütmeye kararlı olduğu ve bu savaşın Bush’un Başkanlık görevi bitmeden başlatılacağı düşüncesi öne çıkmaktadır. A BD emper ya lizminin ve İsrail ’in hedef tahtasına oturttuğu İran’a karşı savaş hazırlıkları, son dönemde giderek hız kazandı. Daha önce AB-üçlüsü’nün (İngiltere, Almanya, Fransa) diplomatik görüşmelerle sorunu çözmeye çalıştığı görüntüsü başarısız kalmıştı. Bu görüşmelerde sözkonusu bu “üçlü”nün oynadığı gerçek rolün, sorunu çıkmaza sokmak ve İran’a karşı baskıları yoğunlaştırmanın önünü açmak olduğu bu süreçte açıkça ortaya çıktı. İran’ın “atom silahı” üretmek istediği iddiası ile, –evet bunun anda sadece bir iddia olduğu ABD emperyalizmi yetkilileri tarafından da kabul edilmektedir– yaratılan sorun aslında emperyalistlerin saldırganlığının açık göstergesidir. Kuşkusuz ki İran da atom silahına sahip olmak istiyor. Ama anda, içinde bulunduğumuz koşullarda İran atom silahı üretmemiştir ve üretme durumunda da değildir. “Uranyum zenginleştirmeyi başardık” yönlü açıklamaları da esasta nükleer enerji üretmenin önkoşulunu oluşturduklarının propagandası içindir. Uranyum zenginleştirmenin %3.5-4.08 oranında olması durumu da atom silahı üretmenin anda mümkün olmadığının açık verisidir. Çünkü atom silahı üretmek için uranyumun en azından %80 zenginleştirilmesi gereklidir. İran’da anda durum böyle değil. Yine İran uluslararası anlaşmalara göre uranyum zenginleştirdiği ve di- ğer atom santralleri “Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu”nun (IAEA) denet i m i ne su n mu şt u r. I A E A İran’daki atom santrallerinin andaki durumunu kontrol edebilmekte ve atom silahı üretiminin yapılması konusunda herhangi bir delil sunamamaktadır. Bu konuda yürüyen pazarlıklarda, dalaşta aslında böylesi delillere ihtiyaç da duyulmamaktadır. Bu sorun, en başından itibaren ABD emperyalizminin ve süreç içinde ABD emperyalizmiyle benzer tavır içine lar da, bu savaşta başlarına yıkıldı… Evet, emperyalistlerin, işgalcilerin karşıdevrimci, gerici savaşları her zaman ezilenlere, ezilen halklara yıkımdan, yoketmeden başka bir şey getirmez, getiremez. Öldürülen insanların cesetlerinin yakılması gibi barbarlıklar da bu sömürü sisteminin barbarlığının parçasıdır. Ne Taliban’ın Ortaçağ barbarlığı ne de emperyalistlerin barbarlığı kurtuluş değildir. Ezilenler için temel mesele, insanlığın kurtuluşu için bu emperyalist, gerici barbarlığa son vermenin mücadelesine atılmasıdır. 20 Mart 2007 ✓ giren İngiliz, Fransız ve Alman emperyalizminin uluslararası anlaşmalara ters davranarak yarattıkları bir sorundur. Bu emperyalistlerin tavırları izlendiğinde, gerçekte İran bugün uranyum zenginleştirme planından vazgeçse bile, bunların İran’a yönelik baskılara, yaptırımlara son vereceğinin garantisi yoktur. Tersine yeni sorunlar yaratılarak İran’ı başka biçimlerde köşeye sıkıştırmak isteyeceklerdir. Aslında ABD emperyalizminin İran’a karşı savaşı bugüne kadar başlatmamış olmasının önemli engelleri, Rusya ve Çin’in Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde fren rolü oynamaları ve Irak ile Afganistan’da yürüyen savaşın ABD emperyalistlerinin istedikleri gibi yürümemesidir. Bu arada İran’ın da ne Afganistan ne de Irak olduğu egemenlerin bilincindedir. Bu yüzden de ince eleyip sık dokumaktadırlar. Gelişmelere bakıldığında ABD emperyalizminin özellikle İsrail ile birlikte İran’a yönelik bir savaşı yürütmeye kararlı olduğu ve bu savaşın Bush’un Başkanlık görevi bitmeden başlatılacağı düşüncesi öne çıkmaktadır. Bu düşüncenin birkaç önemli yönü şöyledir: ABD emperyalizmi, dünya çapındaki petrol ve doğalgaz kaynaklarının önemli bir bölümüne sahip İran’daki etkisini son yıllarda kaybetmiş durumdadır. Anda hemen hemen sıfır düzeydeki ticari ilişkilerin tersine ABD, Şah rejiminin devrilmesinden önce İran’ın esas ticaret partneriydi. Humeyni rejiminin iktidara el koymasından sonra uygulanan yaklaşık 25 yıllık ambargo ABD emperyalizmi yerine, özellikle Rusya ve Çin’in, ama Avrupa Birliği’nin kimi devletlerinin de İran ile ticari ilişkilerde önemli yol almasını beraberinde getirdi. Anda İran ile diplomatik yollarla anlaşılsa ve İran nükleer enerjiden tümüyle vazgeçse bile, ABD tekellerinin, andaki İran devletinin ilişkilerinin korunduğu koşullarda, Rusya, Çin veya AB ülkelerini yakalaması veya geçmesi mümkün görünmüyor. Bunun için de Irak’ta yapıldığı gibi savaşla yönetimi devir- panorama mek ve yeni bir durum yaratarak yeniden egemen güç olmanın yolunun açılması gerekiyor. Kısacası savaş çıkarmadan ve İran yönetimini zorla değiştirmeden ABD emperyalizminin yeniden İran’a yerleşip esas güç olma imkânı anda yoktur. Bir başka nokta ise, ABD’nin Irak ve Afganistan’a saldırmasının aynı zamanda İran’ın iki rakibinin devreden çıkarılması anlamına geldiği; bunun da İran’ın etkisini bölgede güçlendirdiğidir. Örneğin Irak’ta Şiilerin önemli bir güç olarak öne çıkması aynı zamanda İran’ın da güçlenmesi olarak hesaplanıyor. İran’ın bu güçlenmesinin sürekli biçimde geriletilmesinin de esas yolu olarak savaş görülmektedir. Önemli bir yaklaşım da esasında İran’a dayatılan nükleer enerjiden vazgeçme konusunda, İran’ın teslim olmayacağının baştan bilinmesidir. İran’ın uranyum zenginleştirmekten vazgeçmesinin de, saldırıların son bulacağı anlamına gelmiyor. Kısacası nereden bakılırsa bakılsın, İran’a karşı bir savaşın, uzun süreli ve planlı olarak hazırlandığı ortaya çıkmaktadır. Bu durumda öyle ya da böyle ABD diğer emperyalist güçleri yanına çekemese de –ki AB-üçlüsü esasında aynı rotada yürüyor– gerek tek başına, gerekse de İsrail ile birlikte İran’a saldıracaktır. ABD emperyalizminin İran’a saldırmaktan vazgeçmesi, esasında uluslararası durumda sürpriz bir gelişme olacaktır. Kuşkusuz bu sürprizi dıştalamak doğru olmaz… BM GÜVENLİK KONSEYİ’NDEN YAPTIRIMLAR! AB-üçlüsü’nün pazarlıkları çıkmaza girdikten sonra İran kendi açısından haklı olarak bu tür görüşmelerden çekildi. IAEA yetkilileri sorunu sonuçta BM Güvenlik Konseyi’ne devretti. Sorunun BM Güvenlik Konseyi’ne devredilmesi, aslında ABD emperyalizminin istediği bir şeydi. AB-üçlüsünü yanına alan ABD, BM Güvenlik Konseyi’nden İran’a karşı yaptırım önlemleri aldırma çabası içinde olduğunu açıkça gösteriyordu. İran’a karşı savaşın BM Güvenlik Konseyi’nin icazetini şimdiye kadar almamış olması, özellikle Rusya ve Çin’in tavırları sayesinde olmuştur. Rusya ve Çin’in ABD’nin İran’a karşı savaşında çıkarlarının zedeleneceğinin bilincinde, yaptırımların mümkün olduğunca gündeme gelmesini engelleme çabaları da, ABD emperyalizminin savaşa uluslararası meşruluk kılıfı geçirmesini geciktirmiştir. 23 Aralık 2006 tarihinde ise BM Güvenlik Konseyi, İran’a yönelik kimi yaptırımları gündeme getirdi. İran’a iki ay zaman tanıyarak bu süreçte uranyum zengileştirmeyi durdurmasını talep etti. 60 günlük bu süreç 21 Şubat’ta bitti. Bu süreçte ABD emperyalizmi İran’a yönelik suçlamaları yoğunlaştırdı. Buna yer yer Türkiye medyası da ortak oldu. Örneğin Hürriyet gazetesinin, İran eski Savunma Bakanı Yardımcısı Ali Rıza Askari hakkındaki haberleri, ABD emperyalizminin savaş hazırlığı propagandasının bir parçası gibiydi. ABD emperyalizminin temsilcileri ise, esasta İran’ın Irak’ta “ajanlık” yaptığı, ABD askerlerinin öldürülmesinde rol oynadığı, Irak’taki isyancılara silah desteği verdiği vb. suçlamaları öne sürerek savaş havası yarattı ve İran’a müdahalenin psikolojik havasını yaratmaya çalıştı, çalışıyor. Bu arada Irak’ta İran diplomatları tutuklandı. “Köstebek savaşı” adına CIA’nin Askari’yi, İran’ın da Şii lider El Sadr’ı kaptığının, El Sadr’ın İran’a kaçtığının propagandası yapıldı. ABD emperyalizmi tüm bu çabalarına Körfez’e iki savaş uçağı gemisi daha göndermeyi de ekleyerek aslında hızlı ve Irak’a saldırı öncesindekinin benzeri biçimde savaşa hazırlandığını dünya kamuoyuna gösterdi. Bu propaganda rüzgarına İsrail’in İran’a gerekirse tek başına da saldıracağının; İran’ın atom santrallerine Hiroşima’ya atılan atom bombasından 15 kat daha güçlü atom silahıyla ve lazer silahlarla saldıracağı, bunun provasını ve hazırlığını yaptığı yönlü haberler de eklendi. Bu arada IAEA şefi Baradey, taraflara bir “dinlenme” süreci önerisinde bulundu. Buna göre İran’ın uranyum zenginleştirme çalışmasını durdurması ve BM’nin de yaptırımları kaldırması isteniyordu. Bu önerinin İran’ın yeniden görüşmelere katılmayı kabul etmesi için düşünüldüğü söylendi. Fakat, İran’ın görüşmelere dönmesi durumunda bile, İran’a dayatılacak olanın, uluslararası nükleer enerji anlaşmasına göre hakkı olan barışçıl amaçlı nükleer enerji üretiminden vazgeçilmesi olduğu açıktır. Bu olgu bile, görüşmelerin aslında oynanan bir oyun olduğunun açık ispatıdır. Bu süreçte yaşanan önemli bir gelişme ise, İran ile Rusya arasındaki roketsavar ticaretinin gündeme gelmesiydi. Rusya İran’a 29 adet Tor-MI tipi roketsavar sattı. Bunlar esasta bu konuda en gelişmiş savunma silahları arasında sayılmaktadır. ABD emperyalizminin tam da İran’a yönelik savaşa hazırlık yaptığı bir dönemde bu roketsavarların İran’a satılması, kuşkusuz ki ABD emperyalistlerinin Rusya’ya karşı kinlenmesine yol açmaktadır. 21 Şubat ’a gel i nd iğ i nde BM Güvenlik Konseyi’nin yeniden durumu ele alması gerekiyordu. IAEA şefi Baradey’in raporu ise, İran’ın BM’nin talebine uymadığını ortaya koymasından öte, şüphe yaratmaya hizmet eden ve evet, bu durumda Irak’a savaşının başlatılmasından önceki dönemde takınılan tavırlara benzer bir yaklaşımın örneğini oluşturuyordu. 21 Şubat’tan sonra yeni yaptırım ve ültimatom üzerine tartışmalar başladı. Ahmedinecad 20 Şubat’ta “eğer sözkonusu batılı devletler de kendi uranyum zenginleştirme programlarını dondururlarsa, biz de programımızı durdurmaya hazırız” diyordu. İşin böyle olmayacağı belliydi. Aslında Rusya’nın veya Çin’in İran’a karşı savaşı istememelerine rağmen, BM Güvenlik Konseyi’ndeki tartışmaların sorunu çözmekten çok, İran’a yönelik saldırıyı geciktirmekten başka bir rolünün olmadığı; ortak karar olarak da çıksa, bundan sonraki her kararın daha sıkı yaptırımları içereceği ve sonuçta İran’a karşı savaşın yolunun taşlarını döşeyeceği açıktır. Mart ayının 21’ine kadarki tartışma sürecinde BM Güvenlik Konseyi, genel tavırda uzlaşma sağlasa da, yeni yaptırım karar tasarısında anlaşamadı. Sorunu yeni tartışma sürecine erteledi. Bu yazı okunduğunda, büyük olasılıkla BM Güvenlik Konseyi, İran’a yönelik yeni yaptırım kararını vermiş olacaktır. BM Güvenlik Konseyi nasıl bir karar verirse versin, ABD emperyalizmi İran’a saldırmakta kararlıdır. İsrail ise atom silahı da kullanarak İran’a saldırma planlarını yapmaktadır. Ne kadar büyük bir sahtekârlık! İran’ın atom silahı üretme olasılığını ortadan kaldırmak için, atom silahı kullanmanın planı yapılmaktadır. Bu bile, bunların atom silahlarına değil, İran gibi ülkelerin atom silahlarına sahip olmasına karşı olduğunun açık ispatıdır. Öyle ya da böyle, biz Türkiyeli işçi ve emekçilerin görevi, Türk devletinin ABD ve İsrail ile İran’a karşı savaşın bir ortağı olmasına karşı mücadeledir. Türk devletinin Irak’a karşı savaşta hesaplamadığı 1 Mart tezkeresi kazığının acısını İran halklarından çıkarma hesaplarını şimdiden bozmalıyız! Türk hakim sınıflarının İran’a karşı savaşta ABD emperyalizminin veya müttefiklerinin ortağı olarak bizi savaşa ortak etmesine engel olmak, samimi demokrat olmanın bile en temel ölçüsüdür. Bu arada Türk devletinin Kürtlere yönelik saldırı için Irak sınırına yoğun biçimde asker yığmasına karşı kitleleri bilinçlendirmek de bizim görevimizdir. Haksız ve gerici savaşlara hayır! Yaşasın ha l k ların kardeşliği! Yaşasın proletarya enternasyonalizmi! Emperyalist barbarlığa son! 22 Mart 2007 ✓ Airbus’ta “tasarruf” planı “Power 8”! - FRANSALMANYA Airbus’ta çalıştığı söylenen 55 bin çalışanın büyük bölümü Fransa ve Almanya’dadır. İngiltere’de 10 bin civarında ve İspanya’da da 3 binden fazla çalışanı var. Resmen açıklanan plana göre dört yıl içinde 10 bin işçi işten çıkarılacaktır. B urjuvazinin borazanlarının, sömürenlerle sömürülenlerin, ezenlerle ezilenlerin çıkarlarının farklı olduğu gerçeğinin üzerini örtmek ve kitlelerin bilincini karartmak için “hepimizin çıkarları birdir” biçimindeki propagandaları, ne yazık ki işçiler, emekçiler içinde etkili olabiliyor. Bu öyle bir etki haline dönüşebiliyor ki, fabrikada işçilerin önemli kesimi, “eğer işveren daha fazla kâr yaparsa, işçilerin de durumu daha iyi olur” yalanına kanabiliyor. Bunun doğrudan sonucu da, egemenlerin saldırılarına karşı mücadele etmeme konumuna düşülüyor. Gerçekte ise, işverenlerin, daha iyi ifade ile kapitalistlerin kârları ne ka- dar yüksek olursa olsun, bu durum, işçilerin durumunun daha iyi olmasını beraberinde getirmiyor. Çoğu durumda ise kapitalistlerin kârlarının yüksekliği işçilerin durumunu, özellikle de işsizler ordusuna gönderilme temelinde daha da kötüleştirmektedir. İşsizler ordusunun varlığı ve büyümesi ise, yine çalışanların ücretlerinin düşürülmesi, çalışma koşullarının daha da kötüleşmesi için araç olarak kullanılmaktadır. Bunlar kapitalist sistemin abecesi de olsa, işçilerin emekçilerin büyük bölümü ne yazık ki bunun da bilincinde değil. “Hepimizin çıkarlarının bir” olmadığını görmek aslında kolaydır. Bunun için esas olarak, sömürü sisteminde gerek ekonomik gerek siyasi 15 panorama 16 çıkarların toplumun sınıfsal bölünmesine göre bölündüğü, sözkonusu olanın da şu ya da bu sınıfın, sınıfların çıkarları olduğu gerçeğini kavramak ve bu temelde sorunlara bakmak yeterlidir. Örneğin sömürücüler “tasarruf”tan bahsettiğinde, sözkonusu olan işçilerden “tasarruf”, yani işçiler için işsizliktir. Sömürücüler için ise bu “tasarruf ” daha fazla kâr demektir. Bu olguyu gösteren güncel örneklerden biri Airbus’un “tasarruf” planıdır. Airbus, Avrupa Havacılık Savunma ve Uzay Şirketi’ne (EADS) bağlı, başta Almanya ve Fransa’da olmak üzere İngiltere ve İspanya’da 55 bin civarında çalışanı olan bir uçak firması, tekeli… Airbus’un durumu üzerine plan ve programlar EADS’de kararlaştırılmaktadır. EADS’nin üretim programında değişik tipten uçaklar üretmenin yanısıra, Ariane Raketleri, Satelit, Eurofighter adı verilen savaş uçakları ile askeri malzeme taşıma uçağı (A400M), helikopter vb. yer almaktadır. EADS, uzay, havacılık ve savunma (gerçekte silahlanma) alanında dünyanın ikinci büyük tekelidir. EADS’nin ana çekirdeğini Airbus oluşturuyor. Airbus esas olarak ABD’nin Boeing tekeliyle birincilik dalaşı içindedir. E A DS 19 9 9 y ı l ı nd a A l ma n “Daimler-Benz Aerospace (Dasa)” ile Fransız “Aerospatiale Matra”nın birleşmesiyle oluştu. 20 0 0 y ılında İspanyol uçak üretici firması “Casa” da EADS’ye katıldı. EADS içinde hisse payına sahip esas güçler Fransa ve Almanya’dır. İkisi anda 22.5’er hisseye sahiptir. İşin ilginci Fransız devleti %15 ve Fransız tekeli “Lagardere” %7.5 hisseye sahipken, Alman emperyalizminin temsilciliği %15 hisseyle DaimlerChrysler tarafından gerçekleşiyor. Geri kalan %7.5lik hisse ise değişik eyaletlerin içinde yer aldığı konsorsiyuma ait. Fakat DaimlerChrysler EADS içinde Almanya’yı temsil etme konumunda. Bu durumda esasta %22.5’lik payla Fransa ile belirleyici güç konumundadır. Tekel, biri Alman biri Fransız olmak üzere bir nevi “eşbaşkanlıkla” yönetilmektedir. İspanya devleti ise %5.5 hisseye sahip. Rusya “Wneshtorgbank” ile %5 paya sahip. Geri kalanı ise değişik petrol şeyhlerine kadar dağılmaktadır. Verilen bilgilere göre Airbus EADS’nin 2006 yılının ilk dokuz aylık cirosunun (27.5 Milyar avro) üçte ikisini gerçekleştirmiştir. Bu süreçte 1.1 Milyar avro kâr etmiştir. 2006 yılında EADS genelinde DaimlerChrysler’in kârı 649 milyon avro olarak açıklandı. Bu kâr %15’lik hisseye göredir. Buna göre kabaca hesaplandığında EADS’nin kârı 4.3 milyar avro civarındadır. Kısacası firmanın kârları iyi gitmektedir… Durum böyle olduğu halde, özellikle A380 tipi Airbus yolcu uçaklarının fazla sayıda sipariş edilmesi, teslimatın gecikmesi gerekçe gösterilerek “yeniden yapılanma” adına “Power 8” adı verilen “tasarruf” planını gündeme getirdiler. Bu plana göre dört yıl içinde (20072010) 5 milyar avro nakit para olarak “tasarruf” öngörülüyor. 2010 yılından sonra da yılda 2.1 milyar avro daha fazla kâr planlanıyor. Bu planın perde arkasında, gerçekte uluslararası çapta Airbus’un Boeing ile rekabet dalaşı yatmaktadır. Fakat sadece bu dalaş yok işin içinde. Fransız ve Alman emperyalizmi arasında da dalaş kızışmış durumda. Yani EADS ve Airbus içinde de kimin esas karar verici güç olacağının dalaşı sürüyor. Fransız devletinin temsilcileri EADS’de hisse paylarını yükseltmeye ve yönetimi iki 28 Şubat’ta EADS yönetimi “Power 8” adı verilen planı onayladı. 5 milyar avro nakit tasarruf ve 2010 yılından itibaren 2.1 milyar avroluk kazanç dışında, özellikle A380 tipi yolcu uçakları üretiminde %20 verimlilik sağlanması hedeflenmektedir. Tekelin yetkin merkezleri sekizden dörde indirilmek istenmektedir. Tüm bu planlar içinde işçilere düşen, kuşkusuz ki bunların kârlarından pay değildir. İşini kaybetme korkusu, işsizlik bekliyor onları. Airbus’ta çalıştığı söylenen 55 bin çalışanın büyük bölümü Fransa ve Almanya’dadır. İngiltere’de 10 bin civarında ve İspanya’da da 3 binden fazla çalışanı var. Resmen açıklanan plana göre dört yıl içinde 10 bin işçi işten çıkarılacaktır. Ülkelere göre iş- kişiden tek kişiye dönüştürmekten yana olduklarını açıkça söylemekte ve hatta bunu Başkanlık seçimi aracı bile yapmaktadırlar. Emperyalist tekellerin kendi içindeki dalaşa bir örnektir EADS’nin Airbus ile ilgili dalaşı. EADS’nin Fransız Başkanı Gallois, “Financial Times” gazetesine yaptığı, “Her hükümetin, İngiliz, Fransız, Alman ve İspanya hükümetlerinin pastanın en iyi parçasını istiyoruz demesine şaşırdım. Ben pastanın sonuçta ne kadar büyük olacağına kafa yormadan pastanın en iyi parçasını istiyorum diyen çok insan gördüm.” açıklaması, gerçekte kapitalistlerin esas meselelerinden birine işaret ediyordu: Pastadan en büyük payı kapmak! Gallois’in “şaşırdım” demesine aldanmamak lazım. Fakat, rekabette aynı zamanda paylaşılacak pastanın büyüklüğüne de kafa yorulması gerektiğine dikkat çekmesi, Gallois’in sermayenin çıkarlarına uygun düşündüğünün bir belgesidir. Gallois sadece pastanın en iyi parçasına değil, pastanın daha da büyük olmasına göz dikmiş ve bu amaçla da dünya çapında birinci sıraya çıkma dalaşındadır. Fransız ve Alman tekellerinin EADS içinde egemen olma dalaşı, aynı zamanda milliyetçi tavırların teşvik edilmesiyle de bir arada yürüyor. ten atılması planlananların sayısı ise şöyledir: Fransa 4300, Almanya 3700, İngiltere 1600 ve İspanya 400. En azından ikisi Almanya’da, ikisi Fransa’da ve biri de İngiltere’de olmak üzere beş fabrika ya satılacak ya da kapanacaktır. Bu durumda işsiz kalacaklar 10 bin sayısı içinde gözönüne alınmamıştır bile. Yetkililerin yaptığı açıklamalara göre beşten fazla fabrikanın satışı ya da kapatılması da olasıdır. Bu durumda işsiz kalacakların sayısı 15 bin ile 20 bin arasında olacaktır. Bu örnekte de görüldüğü gibi, kapitalistlerin “tasarrufu” işçilerden “tasarruf”, işsizler ordusuna yenilerinin eklenmesinden başka bir şey değildir. Kendileri ise milyarların sahibi, bu alanda dünya çapında birinci güç olma dalaşı içindeler. Onlar azami kâr, ekstra kâr peşindeler. İşçiler ise işlerinin, ekmeklerinin… Sınıfsal farklılık aslında bu kadar çıplaktır. “POVER 8”E KARŞI MÜCADELE DE VAR! Airbus’ta “yeniden yapılanma”, “tasarruf ” kokuları yayılmaya başladığında bu tekelin işçileri değişik düzey ve biçimlerde de olsa protesto eylemleri, kısa süre iş bırakmalar, yürüyüşler gerçekleştirdiler. Yer yer milliyetçi temelde sesler yükselse de, propagandalar yapılsa da, genelde değişik uluslardan işçilerin birbirine karşı kullanılmasına karşı tavırlar da takınıldı ve en azından “Power 8” planına karşı olmada ortak tavır sergilenmeye çalışıldı, çalışılıyor. 28 Şubat’ta sözkonusu planın EADS yönetimince onaylanması ve kamuya açıklanmasına karşı da, Airbus çalışanları, 1 Mart’ta Almanya’da, 6 Mart’ta Fransa’da büyük çapta işi bıraktılar. Daha sonra da binlerce işçinin katıldığı değişik eylemler gerçekleştirildi. 16 Mart tarihinde ise Avrupa çapında eylem günü gerçekleştirildi. Basına yansıdığı kadarıyla 30 binden fazla işçi protesto eylemlerine katıldı. Katılım aslında, Almanya’da eylemlere katılanların sayısının 25 bin olduğu bilindiğinde ve Fransa’daki Airbus işçileri de hesaplandığında, en azından 40 bini geçmektedir. İşçiler öyle ya da böyle “Power 8” saldırı planına karşı mücadele etmektedirler. Sorun bu mücadelenin sarı sendikalar önderliğinde olması ve gerçekte kapitalistlerin saldırılarına karşı, işçilerin çıkarlarını tutarlı bir savunma temelinde mücadele verilmemesidir. 10 bin işçinin işten çıkarılmasına karşı mücadele yerine, çıkışların “sosyal” olması teraneleriyle, sömürücülerin planlarına hizmet edilmesidir. Çıkışların “sosyal”liği ise “gönüllü” çıkış alanlara ödenecek tazminatın kapitalistlerin vermek istediği miktardan birazcık yüksek olması oluyor! Ne büyük bir sahtekârlık! Hem işten atılacak, kibarcası işten ayrılacak, hem de bu çıkış “sosyal” olacak? EADS yöneticilerinin grev yapan işçilere “daha uzun süre üretimi durduramayız. Uzun sürecek grev bizi incitecek ve daha da gerilere atacaktır. Bu ise işçilerin çıkarlarına olamaz.” yönlü yalanları gibi sarı sendikalar da işten çıkarılmanın “sosyal” olması için işçileri eylemlere sürmektedir. Bu çerçevede sürdürülen mücadele işçileri bir kısır döngü içine sokmakta ve sonuçta çıkış totosu ona vurduğunda işsiz kalmanın şokunu yaşamaktadır. İş de işten geçmiştir artık! Bu kısır döngüden kurtulmak, iş yerini kaybetme korkusunu yaşamamak ve evet işsizlik şokuna girmemek için, işçilerin proleter sınıf bilincine varması ve insanlığı sömürüden, sömürü sisteminden kurtarmak için, sınıfsal gücünün, misyonunun farkına varması gerekiyor. Bunun için de işçi sınıfına sosyalizm bilincini taşıyacak komünist bir örgütlülük gerekiyor. Uluslararası işçi sınıfının mücadelesi bizim mücadelemizdir. Nerede olursa olsun, işçilerin egemenlere karşı mücadelesinin yanındayız. Dayanışmamız dünyanın tüm işçileriyle, emekçileriyle, ezilen halklarıyladır. 19 Mart 2007 ✓ gündem “Sevr paranoyası” nerelere götürüyor! H alkın Kurtuluş Yolu (HKY) Gazetesinin 8 Şubat 2007 tarihli, 24. sayısında, “Bu Cinayetlerin Sebebini Yaratan ABD ve AB Emperyalistleridir” başlıklı uzun -5 gazete sayfası- bir yazı yayınlandı. Yazı; ilk başta Hrant Dink cinayeti konusunda tavır takınıyor izlenimi verse de, yazıda esas olarak Ermeni soykırımının olmadığı teması işlenmekte, Hrant Dink’in ne kadar “Türk düşmanı olduğu”, “zavallı, soytarı Sol’un” Hrant Dink’in katledilmesinin ardından takındığı tavır vb. eleştirilmektedir. Bu yazı “devrimcilik”, “sosyalizm”, “Marksizm-Leninizm” adına, hangi tavırların takınılabildiğini öğrenme açısından ibretliktir. Bu yazıda getirilen suçlamalar, eleştiriler, karalamalar üzerine Ankara’da çıkan bir tartışmada, iki devrimci bıçaklanarak yaralanmıştır. Bu şiddet kullanımını, nedeni ne olursa olsun –sol içinde şiddet kullanımının haklı hiçbir gerekçesi yoktur- reddediyoruz. Sol içinde şiddet kullanımının hakim sınıflara yaradığını, devrim mücadelesine zarar verdiğini, sol içinde şiddet kullanımının ilkesel olarak reddedilmesi gerektiğini düşünüyoruz. Bir kez daha tüm devrimci grupları, sol içinde şiddet kullanımını ilkesel olarak reddetmeye, şiddet kullanan grupları teşhir ve tecrit etmeye çağırıyoruz. Halkın Kurtuluş Yolu Gazetesindeki yazıya kısaca tavır takınmak istiyoruz. Yazının her yanlışına tavır takınmayacağız. Bu yazıda bunu yapmayı gerekli de görmüyoruz. Sadece çok önemli bulduğumuz bir-iki noktada tavır takınmakla yetineceğiz. Üslup meselesi “Devrimci, Marksist-Leninist” iddiasına sahip bir parti, gazete, “sahte” de görse, solun, devrimci grupların, gazetelerin şu veya bu konuda tavırlarını eleştirirken, üslubuna dikkat etmeli, yanlış gördüğü görüşlere karşı ideolojik mücadele vermeli, ideolojik mücadele kullanılan yanlış kavramlara, üsluba kurban gitmemelidir. “Bu Cinayetlerin Sebebini Yaratan ABD ve AB Emperyalistleridir” başlıklı yazıda kullanılan üslup “devrimcilik” iddiasına sahip, bir gazetenin kullanmaması gereken bir üsluptur. Okurlarımızın kullanılan üslubun nasıl olduğunu görmeleri için bir örnek verelim: “Bizim savaşımızın, Anti-emperyalist bir ulusal Kurtuluş Savaşı olduğunu aslında eşekler bile görür, anlar. Aksi düşüncedeki zavallılar yukarıdaki aktardığımız satırları okurlarsa, belki eşekler kadar anlama becerisi gösterirler de, o sevimli, masum, çilekeş hayvancık düzeyine ula- şabilirler… Bir de bunu amaçladık, aktarmayı uzatırken…” (a.g.g. sayfa 9, abç) Kemalistler, Türk ulusal burjuvazisi önderliğindeki, güdük antiemperyalist savaşı, “kurtuluş savaşı”, antiemperyalist olarak görmeyenler burada eşekle bir değerlendirilmekte, hatta eşekten daha geri düzeyde görülmektedir. Bu seviye değil, seviyesizliktir! Eşeklerin nasıl olup da, “kurtuluş savaşının antiemperyalist olduğunu” gördüğü, anladığı, HKY Gazetesi yazar/larının gizi olsa da, ”kurtuluş savaşı” üzerine durmuyor, sadece kullanılan yanlış üsluba örnek vermekle den biz bunlara, gerçek siyasi kimliklerine en uygun düşen bir adla hitap ediyoruz: “Sevrci Sahte Sol” diyoruz bunlara…” (a.g.g. sayfa 10, abç) Aktardığımız alıntıda; adı verilen devrimci gruplar, reformist partilerle birlikte karşıdevrimci ilan edilmektedir. HKY Gazetesi hızını alamamış olacak ki, adı verilen parti, grupları “emperyalizm cephesi” olarak da ilan etmektedir. Bu kadarına da pes doğrusu! Anlaşılan o ki, “Sevr paranoyası” Halkın Kurtuluş Yolu Gazetesinin pusulasını şaşırmasına neden olmuştur! kendimizi sınırlıyoruz. Kullanılan bu üslup doğru mudur? Halkın Kurtuluş Yolu Gazetesi, siyasi görüşlerini, tavırlarını yanlış bulduğu gruplara karşı mücadele etme hakkına elbette sahiptir. Ama bu üslup ile değil! Tutarlı ideolojik mücadele, doğru yöntemi, üslubu gerektirir. Yazıda devrimci gruplar için “Sevrci sahte sol”, “zavallı, soytarı sol” kavramları da kullanılmaktadır. Sadece bu kadar mı? Yazıda devrimci grupların tümü, bir çırpıda karşıdevrimci ilan edilmektedir. “Cinayetin işlendiği gün olan 19 Ocak’tan 23 Ocak’a kadar süren eylemlerde; ÖDP, İ. Kaypakkayacı Gruplar, ESP, EMEP, HÖC, SDP, DTP ve bunlarla birlikte hareket eden birkaç küçük grup yer aldı. Tabii yerli yabancı Parababalarının her kesiminden temsilcileri ve taraftarları da. Bu cephe Sevrci Karşıdevrim Cephesi’ydi ya da Emperyalizm Cephesi’ydi. Burada bulunan “sol, sosyalist, devrimci, Maocu” ve daha bilmem neci gruplar da aslında taşıdıkları adların tam tersini temsil etmektedirler pratikleriyle. Bunların yalnızca adları soldur, sosyalisttir, devrimcidir. Kendileri değil. O yüz- Hrant şahsında Ermeni düşmanlığı Yazıda Ermeni düşmanlığı yapılmaktadır. Hrant Dink “Türk düşmanı”, “dönek” olarak adlandırılmaktadır. “H. Dink bir Marksizm döneğiydi. Daha doğrusu Maoizm döneğiydi. … takla atarak dönekleşmiş ve sermaye sınıfının saflarına doğru tekerlenip gitmiştir.” (Sayfa 1) Hrant Dink 12 Eylül 1980 öncesinde örgütlü olarak devrim mücadelesine katıldı. Sonraki süreçte kendi doğru bulduğu yol ve yöntemlerle “içinde yaşanılan cehennemi cennete dönüştürme” mücadelesi yürüttü. Hrant Dink, bir dönem devrim mücadelesi içerisinde yer alan, devrim mücadelesini terk edip köşelerine çekilen, işleri güçleri devrimcilere küfretmek olan kimi dönekler gibi değildi. Tam tersine o geçmişi ile gurur duyuyor, kendisini var edenin geçmişi olduğunu söylüyordu. “H. Dink, iddia edildiği gibi Türkiye’ye ve Türklere dost değil, düşmandı.” (Sayfa6) Hrant Dink’in ne kadar “Türk düşmanı” olduğunun kanıtı olarak, Cumhuriyet Gazetesi’nin 5 Eylül 2006 tarihli sayısında, Deniz Som’un “vaziyet” adlı köşesinde, bir vapurda Hrant Dink’in yaptığı bir telefon görüşmesinin, başka bir kişi tarafından duyularak, yorumlanarak aktarıldığı yazı, HKY Gazetesi tarafından olduğu gibi aynen aktarılıyor. Bu yorum ile birlikte Hrant Dink HKY Gazetesi tarafından “Türk düşmanı” olarak ilan ediliyor. Bu kadar basit şekilde bir insan suçlanabiliyor. Üstelik o insanın kendisini savunma imkanının olmadığı bilindiği halde… “Zehirli kan” tartışması bağlamında, Hrant’ın “Ermeni Kimliği üzerine” yazısından parça parça alıntılar yapılarak, Hrant’ın “Türk düşmanı” olduğu vurgusu yinelenmektedir. Oysa Hrant’ın “Ermeni Kimliği Üzerine” yazısı, bütünlük içerisinde okunduğunda, Hrant’ın “Türk düşmanlığının Ermeni kanını zehirlediği” esas temasını işlediği görülecektir. Hrant bu yazısı nedeniyle, “Türk düşmanı” gösterilerek hedef tahtasına konuldu. Katledilmesinde Hrant hakkında yürütülen linç kampanyasının önemli rolü vardır. Hrant’ın “Türk düşmanı” olarak adlandırılması, ona yapılacak en büyük hakarettir. Tam tersine o; ırkçılığı, şovenizmi, milliyetçiliği kökten reddediyor, halkların kardeşliğini lafta değil, gerçekte savunuyordu. Hrant HKY Gazetesi tarafından “Ermeni milliyetçisi” olarak ilan ediliyor. Oysa Hrant Ermenistan ve Diaspora’daki Ermeni milliyetçileriyle kavgalı idi. Ermenistan’ın yaşaması için Türkiye ile Ermenistan arasında iyi ilişkiler geliştirilmesini savunuyordu. Soykırım gerçeğinin vicdanlarda kabul görmesinin, uluslararası alanda kimi parlamentolarda kabul edilmesinden daha önemli olduğunu savunuyordu. Yazıda Türk devletinin yaptığı gibi, 1915’te Ermeni soykırımının olmadığı, aynı gerekçelerle, aynı argümanlarla reddedilmektedir. Talat Paşa’nın not defterine atıfta bulunularak, tehcire tabi tutulan Ermeni sayısının 924.158 kişi olduğu söylenmektedir. Soykırımın mimarlarından biri olan Talat Paşa’nın not defteri, Murat Bardakçı tarafından Hürriyet Gazetesi’nde yayınlandı. Talat Paşa’ya göre, soykırım öncesinde Anadolu’da 1 milyon 256 bin 403 Ermeni yaşıyordu. Soykırım sonrası bu sayı 400 bin civarına inmiştir. Talat Paşa’nın verdiği rakamlar temel alındığında, 860 bin civarında Ermeni kayıptır. “Çar ordularıyla elele vererek, çeteler oluşturdular ve Müslüman köylerine saldırdılar, katliamlar yaptılar. İşte bunun üzerine, Osmanlı, Tehcir kararı aldı ve uyguladı. Yapılan soykırım değil, göç ettirmedir.” (Sayfa 6) Burada tarih tersine çevrilmekte- 17 gündem dir. Doğrusu şudur: Ermeni ulusu ulus olmaktan soykırım yolu ile çıkarılmıştır. Soykırımdan kurtulanlar, katledilenlerin akrabaları, soydaşları vb. Çarlık ordusunun ilerlediği bölgelerde, Müslümanlara saldırmış, evet katliamlar yapmışlardır. Bu katliamlar HKY Gazetesi’nin yazdığı gibi “tehcir”in nedeni değil, “tehcir”in sonucudur. Soykırımın, tehcirin öcünü alma eylemleridir. “Soykırımın yalan” olduğu temasını işleyen HKY Gazetesi, aynı zamanda Ermeni düşmanlığı da yapmaktadır. Şöyle ki; Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı içinde, Ermenilerin öç almak için Çarlık Ordusu’nun işgal ettiği bölgelerde Müslümanları katlettiği anlatılıyor. Sovyetler Birliği çöktükten sonra Ermenistan Azerbaycan savaşında Ermenilerin ne kadar Azeriyi katlettiği anlatılıyor, fakat yazıda ne hikmetse Ermenilerin de katledildiği gerçeğine neredeyse değinilmiyor. “Türkiye’de ve dünyada bir Ermeni sorunu” olmadığı tavrını takınan HKY Gazetesi, Ermeni soykırımının gündeme getirilmesini “Batılı emperyalistlerin Türkiye’yi Sevr bataklığına çekerek boğma planlarının bir parçası” (sayfa 9) olarak görmektedir. Yazıda çokça ABD, AB emperyalistleri eleştirilmekte, ama Türk devletine, faşist çetelere karşı tek bir eleştiri getirilmemektedir. Neden acaba? HKY Gazetesi; “Kurtuluş Savaşını” antiemperyalist bir savaş olarak görmekte, Kemalizmi savunmakta, vatan savunusu yapmakta, sonuçta ulusalcılık konağında konaklamaktadır. Bu görüşleri ile HKY Gazetesi; İşçi Partisi’nin gittiği yoldan gitmektedir. Kemalizm, vatan, ulusalcılık vb. noktalarında HKY Gazetesi, İşçi Partisi ile aynı ideolojik pozisyonlara sahiptir. Antiemperyalist mücadele devleti yıkma mücadelesidir. Faşist Türk devletine karşı devrim mücadelesini yürütmeden, onu yıkmayı hedeflemeden antiemperyalist olunmaz. Olunursa da milliyetçiliğin bir türü olan ulusalcılıkda konaklanır. Ermeni meselesi “85-90 yıl” önce olmuş bitmiş, bir mesele değildir. Etkileri günümüze kadar ulaşan, sınıf mücadelesini, şu veya bu şekilde etkileyen bir meseledir. Tari h le y üzleşme za ma nıd ır. Soykırım olmamıştır demekle, olanı değiştiremezsiniz. Halk ların kardeşliğini savunmanın, gerçekleştirmenin yolu her türlü milliyetçiliğe karşı tutarlı duruşu, mücadeleyi gerektirir. Bunun için ezilen uluslara ayrılma hakkını, ulusal azınlıklara tam hak eşitliğini, lafta değil pratikte savunmak gereklidir. Hrant 1915’te Ermeni ulusunun soykırıma uğratıldığını ifade ediyor, tarihle yüzleşme çağrısı yapıyordu. O bütün baskılara rağmen, hakkında yürütülen linç kampanyasına rağmen, Ermeni kimliği ile Türkiye’de yaşamakta ısrar ediyordu. Türk ırkçıları, faşistler, bilumum Kemalistler, hatta kendine “sol” “sosyalist” diyen kimilerinin tepkisini çekiyordu. Düşmanlıklarını kazanıyordu. Görülen o ki; HKY Gazetesi de bu kervana katılmıştır! Hrant’ın naaşının arkasından, Türkü, Kürdü, Ermenisi, Lazı, Çerkezi, Pomağı, Yahudisi, Arabı, Roman’ı her milliyetten işçiler, emekçiler, faşist kurşunlara hedef olan bir Ermeni kardeşlerine sahip çıktılar. Faşistlere inat; “Hepimiz Hrant Dink’iz!”, “Hepimiz Ermeniyiz!” dediler. İşte halkların kardeşliği budur! Savunulması gereken budur! 7 Mart 2007 ✓ Halkın Kurtuluş Partisi’ne karşı ortak açıklamaya ilişkin tavrımız H 18 alkın Kurtuluş Yolu gazetesinin 24. sayısında yayınlanan “Bu cinayetlerin sebebini yaratan ABD ve AB emperyalistleridir” başlıklı başyazı üzerine Ankara’da çıkan bir gerginlik esnasında iki devrimci HKP taraftarları tarafından bıçaklanmıştır. Bunun üzerine değişik devrimci gruplar ortak bir açıklama yayınlamışlardır. Bir yanlış anlama sonucu Yeni Dünya İçin Çağrı gazetesi olarak, ortak açıklamayı, belli çekincelerimiz ile birlikte imzalayacağımızı söylediğimiz halde çekincelerimiz yer almadan bizim de imzamız bu ortak açıklamanın altında yer almıştır. (Bkz. aşıdaki “Halklarımıza!” başlıklı ortak açıklama.) Gelinen yerde çekincelerimizin ne olduğunu, ortak açıklamada neyi eksik ve problemli gördüğümüzü açıklama gereği duyuyoruz. Ortak açıklamanın ilk bölümünde HKY gazetesindeki ilgili makalede kullanılan üslup “eleştiri adı altında politik olmayan hatta küfür ve hakarete varan ifadelerin kullanılmasının kesinlikle kabul edilebilir bir tarz olmadığı” söylenerek haklı olarak eleştirilmektedir. Gerçekten de ilgili yazı devrimci, demokratik, yurtsever örgütlenmelere yönelik küfür ve hakaretlerle doludur ve bu kabul edilemez. Fakat ortak açıklamada Ermeni halkının aşağılanmasına, Hrant Dink’e yönelik aşağılama ve hakaretlere, değişik kurumlara karşı (örneğin Belge Yayınları) şovenist ve ırkçı kışkırtmalara ve hedef göstermelere ilişkin bir tavır yok. Bizce ortak açıklamada bu yan eksik. Ortak açıklamada üslup konusunda HKY’ye getirilen eleştiriyi haklı bulmakla birlikte bu konuda dikkatli olunması gerektiğini düşünüyoruz. Zira burada söylenenler yer yer siyasi eleştiri getirilenlere karşı da kullanılabilmektedir. Diğer taraftan ilişkiyi askıya almanın gerekçelerinden birisi olarak kullanılan Ankara’da HKP taraftarlarının iki devrimciyi bıçaklaması olayını taraflar farklı farklı anlatmaktadır. Olayın ESP’lilerin şiddet kullanması üzerine geliştiği şeklinde değerlendirmeler de yapılıyor. Bu durumda eğer böyle bir şey varsa bu konuda ESP’nin tavrının da kabul edilemez olduğu bizce açıktır. Fakat öyle ya da böyle; eğer HKP bir bütün olarak karşı-devrimci değerlendirilmiyorsa, kullanılan şid- det “sol-içi-şiddet” kapsamında değerlendirilmek zorundadır ve bu durumda kim başlatmışsa başlatmış olsun şiddetin savunulacak hiçbir haklı gerekçesi olamaz. Sol içi şiddet devrimci gruplar tarafından ilkesel olarak red ve mahkum edilmelidir, şiddeti kullananlar teşhir ve tecrit etmelidirler. Ortak açıklamada bu konuda net tavrın olmaması bir eksikliktir. Diğer taraftan ortak açıklamaya imza atan grupların bazılarının daha yakın geçmişe kadar sol içi şiddeti kullanmış olmalarına rağmen, onlara karşı teşhir ve tecrit etme konusunda ortak tavır geliştirilmemiştir ve bu gruplar bugüne kadar kullandıkları şiddeti meşru göstermişlerdir, göstermektedirler. Bu çiftestandartçı bir tavırdır ve biz bu tavrı doğru bulmuyoruz. Ortak açıklamada gördüğümüz bu sorunlara karşın, HKP’nin şövenist, ırkçı ve saldırgan tavrının teşhir edilmesi, onların bu konuda özeleştiriye davet edilmesi, bu konuda özeleştiri vermedikleri sürece onlarla ilişkilerin askıya alınması gerektiğini düşünüyoruz. 15 Mart 2007, Yeni Dünya İçin Çağrı ✓ Ortak Açıklama: Halklarımıza! Biz devrimci, demokrat ve yurtsever kurumlar birbirimize dönük eleştirilerde yapıcı, değiştirici ve dönüştürücü bir üslup ve tarz kullanmak zorundayız. Eleştiri adı altında politik olmayan hatta küfür ve hakarete varan ifadelerin kullanılması kesinlikle kabul edilebilir bir tarz değildir. Böyle bir yaklaşım doğru olmadığı gibi, ilerici kurumların varlık gerekçesine de aykırı düşmektedir. Sınıf mücadelesinde, dost güçlerle düşmanı bir tutarak, dost kurumları düşmanmış gibi itham etmek, devrimcilerin beslendiği değerlerle bağdaşmamaktadır. Ayrıca böyle bir yaklaşımın düşmana hizmet ettiği de çok açıktır. Halkın Kurtuluş Partisi’nin yayın organı olan “Kurtuluş Yolu” gazetesinin 24. sayısında yer alan, “Bu cinayetlerin sebebini yaratan ABD ve AB emperyalistleridir” başlıklı başyazıda kullanılan dil ve üslup yukarıda bahsettiğimiz yaklaşıma denk düşmemektedir. Bu yazıda, Hrant Dink’in cenazesine katılan halkımız ve devrimci, demokrat ve yurtsever örgütlenmelere yönelik küfür ve hakaret dolu 32 sayfalık yazı kaleme alınmıştır. Bu yazının ardından Ankara’da yaşanan gerginlikten sonra HKP üyelerinin organize bir şekilde devrimcilere yönelik bıçaklı saldırısı sonrası iki devrimci bıçaklanmıştır. Bu saldırı HKP tarafından saldırının meşru olduğu şeklinde savunulmuştur. Tüm bu nedenlerden dolayı, biz aşağıda imzası bulunan kurumlar, Halkın Kurtuluş Partisi ile olan ilişkilerimizi askıya alıyoruz. 2 Mart 2007 Bağımsız Devrimci Sınıf Platformu, Demokratik Haklar Platformu, Devrimci Hareket, Emekçi Hareket Partisi, Ezilenlerin Sosyalist Platformu, HALKEVLERİ, Haklar ve Özgürlükler Cephesi, KALDIRAÇ, KÖZ, ODAK, Özgürlükler İçin Mücadele Platformu, PARTİZAN, Proleter Devrimci Duruş, Sosyalist Barikat, Sosyalist Dayanışma Platformu, Yeni Dünya İçin Çağrı okuyucu mektubu Kimi eleştirel notlar… D eğerli YDİ Çağrı redaksiyonu ve çalışanları, bu kısa mektubumda, dergimizdeki kimi önemsiz yanlışlara dikkat çekmek ve daha az yanlışı olan bir dergi çıkarmamıza hizmette bulunmak istiyorum. Burada aktaracağım noktaların benim için öze ait olmadığının da bilincinde olun. Buna rağmen ama dergimizin böylesi yanlışlardan arınması bizi güçlendirecektir. Benzeri yanlışların tümüne dikkat çekmediğimi de belirtmem gerekir. En başta sayı 108’de sayfa 3’te şunu aktarayım: “24 Ocak’ta insanlar bu slogan altında sel olup aktı. Onbinler üzgündü 24 Ocak’ta Hrant’ı onun terketmediği ‘vatan’ında son yolculuğuna uğurlarken…” Bu tespitte iki kere 24 Ocak tarihi Hrant’ın “son yolculuğu”nun tarihi olarak veriliyor. Bu yazım hatası değil, dikkatsizliktir. Hrant, 23 Ocak, Salı günü “son yolculuğuna uğurlandı”. Diğer kimi notları “Atom öldürürDoğa güldürür” yazı dizisiyle sınırlıyorum. Sayı 104’te birinci bölümde, sayfa 18-19’da örneğin göze ilk batan şey, aynı tablonun iki kere basılmış olmasıdır. Birinin biraz büyük, diğerinin biraz küçük olması da bunu ortadan kaldırmıyor. İki kere basılmış olması gereksizdir. Bu, yine redaksiyonun dikkat etmesi gereken bir iştir. Yazının kendisi bağlamında ise, en başta söylemem gereken şey, böylesi bir işin yapılmasını iyi ve doğru buluyorum. Bu bağlamda yazı dizisinin genelini, eksik, yanlışına rağmen olumlu değerlendiriyorum. Bizim gibi düzenli Çağrı okurlarının amacı sadece iyi iş yapmak değil işin kendisini de iyi yapmaktır. Bu konuda şu örnekleri vermek istiyorum. “Torunlarımızın geleceğini ipotek altına aldıkları yetmezmiş gibi, birde onları doğarken sakat bırakmak için planlar yapıyorlar.” (Sayfa 18) Burada cümlenin son bölümünü böyle yazmak yanlıştır. Egemenlerin doğa bağlamında yaptıkları, “torunlarımızın” sakat doğmasına yol açıyor, ama egemenler özel olarak çocuklarımızı sakat bırakmak için plan yapmıyorlar. “Doğadaki denge bozuk olduğu gibi, enerji tüketiminde de korkunç bir bozukluk-dengesizlik söz konusudur.” (aynı yerden) Aynı cümlede ve açıklaması da yapılmayan böylesi bir karşılaştırmanın okuyuca eksik, ya da yanlış bilinç vereceğini gözönüne almak lazım. Farklı noktalar tartışıldığında ve kendi başına ele alındığında doğru olan şeyleri, teşhir, ya da ajitasyon adına böyle yanyana getirmek yanlış sonuç verir. Birleştirilen iki yarım doğrunun bir yanlış olduğunu da gözönüne almak gerekiyor. Yazının tarihi üçüncü bölümde 15.07.2006 olarak verilmektedir. Yazının birinci bölümü Ekim 2006 tarihli Çağrı sayısında yayınlanmaktadır. Şu tespit yapılmaktadır: “Son aylarda dünya İran’ı atom santralleri bağıntısında tartışmaya başladı…” (aynı yerden) Burada “son aylarda” tartışıldığı tespiti doğru değildir. Çağrı’da çıkan yazılara bakıldığında da bu tespitin doğru olmadığı görülecektir. Çağrı sayı 101 veya sayı 98’de takınılan tavırlar sadece iki örnektir. “Enerji insanın ısınmasından, aydınlanmasına, pişirmesinden kurutmasına, bir noktadan bir başka noktaya ulaşmasına kadar gerekli olan tüketim madde ve araçlarının toplamıdır.” (aynı yerden) Enerjinin “tüketim madde ve araçlarının toplamıdır” diye açıklanmasının ne kadar doğru olduğunu sormak zorundayım burada. Sayfa 19’da “İnsanlık; neyle uğraştığının ve neyin üzerinde hakimiyet kurmaya çalıştığının bilincinde mi? Evet insanlık sırf zerre ile uğraşmamaktadır, aynı zamanda onun içindeki proton ve nötronlar üzerinde hakimiyet kavgası vermektedir. Bu kavgada azami kar hırsı mevcut olduğu için, çok tehlikeli bir maceraya girmiştir.” Burada okuyucu için öncelikle “zerre ile uğraşmanın” açıklanması gerekir. Önce genel insanlık sözkonusudur, yani şu ya da bu sınıf veya temsilcileri değil. Nötron ve protonlar üzerinde egemen olmada ise “azami kar hırsı” gündeme geliyor. Tehlikeli maceraya girilmesi de bu kar hırsının sonucu oluyor. Değişik bilgiler ve doğrular böyle içiçe geçirildiğinde, ortaya çıkan sonuç yanlış oluyor. Bu konuda yazıyı yazanlar kadar bilgiye sahip olmayan okurlar ise fazla bir şey, daha doğrusu doğru bir şey anlamayacaklardır. Reaktördeki işlemi gösteren şemadan sonra ise “Sorun zerreyi parçalamaktan öte, bu parçalama sürecinde ortaya çıkan atıkların kontrolünde yatmaktadır.” (aynı yerden) Açıklanmadığında anlaşılmıyor. Atıkların kontrolü mü sorun, yoksa atıkların kendisi mi? Ya da “atom öldürür” sorunu tartışıldığında bu atıklar hangi rolü oynuyor vb. sorular gündeme gelebiliyor. Yazının ikinci bölümünde, sayı 105, sayfa 16-17’de de yazım hataları var, ama ben iki noktaya değinmekle kendimi sınırlıyorum. “Avrupa’daki duruma gelince nükleer enerjinin elektrik üretimindeki payı” diye başlayan ve değişik ülkelerin payını aktaran veriler ile, bu verilerden hemen sonra yazıya konan tablonun verileri farklıdır. Tablo, ya sözkonusu kaynaktan alınmıştır ve bu durumda aynı kaynaktan farklı rakamların sözkonusu olduğu bilince çıkarılmalıdır; ya da aynı kaynaktan değilse, önce alınan kaynak belirtilmeli ve veriler arasındaki farklılıklar da yine bilince çıkarılmalıdır. Böyle yapılmıyor. Örneğin Almanya’nın payı %35 olarak veriliyor, tabloda ise bu %28’dir. İspanya %30 ile %24, İngiltere %28.6 (Britanya %24) gibi farklılıklar var. Böylesi noktalarda da dikkat edilmelidir. İkinci nokta esasında çağrı sayı 108’de, sayfa 14’te özeleştirel olarak düzeltilmektedir. Sözkonusu olan “Genelde en gelişmiş ülkeler atom enerjisini terk etme durumundayken” tespitidir. Bu siyasi değerlendirme bağlamında bir yanlıştır. Fakat, doğru olarak bu yanlış düzeltilmiştir. Bu olgu bilinçte tutulmalıdır. Bu tartışmaya bağlı olarak yazının üçüncü bölümünde, sayı 106, sayfa 18-20’de abartılı tespitler yapılmaktadır. “Almanya 1956’dan bugüne Atom santralleri için tahminen 60 milyar Avro üzerinde harcama yapmıştır. Bugün bu santraller tek tek kapatılmaktadır.” Son cümlede abartı vardır. Benzeri abartı ABD’de atık sorununda bahsedilirken de yapılmaktadır. “Bu konuda ABD emperyalist yönetimi zor durumda, bundan dolayı sürekli reaktör kapanmakta ve yenisi yapılmamaktadır.” (sayfa 19) Okurun bir önceki bölümde aktarılan verilere dayanarak ABD’de en fazla nükleer santralin olduğuna işaret ederek “sürekli reaktör kapanmakta” ise, örneğin yazının yazıldığı tarihten önce ABD’de kaç reaktör vardı, şimdi kaç reaktör geriye kaldı? gibi soru sorma ve cevap bekleme A hakkı vardır. Okur mektuplarının uzun olmaması talebinizi gözönüne alarak son bir örnekle mektubumu bitirmek istiyorum. Tartışılan temel sorun “atom” sorunudur. Bizim Türkiye’de atom santrallerinin kurulmasına karşı mücadele etmemiz doğrudur, gereklidir. Bu konuda egemenleri teşhir etmek de görevimizdir. Bu noktalarda ortak noktadayız. Yazıda şöyle deniyor: “Bir kez daha üstüne basarak vurguluyoruz, Türkiye’nin jeolojik yapısına bakıldığında Nükleer Santral kurmak halk larımıza ihanettir. Doğmamış bebelerimizin kaderiyle oynamaktır. Bizde o kadar yenilenebilir enerji kaynağı olduğu halde bunları harekete geçirmek yerine [şimdi dikkat! Normalinde nükleer santral planı teşhir edilmesi gerekiyor. BN.] kömürü-petrolü doğal gazı gündemde tutanlar insanlığa karşı sorumsuz, gözünü aşırı kar hırsı bürümüş sömürücülerdir.” (sayfa 20) Fosil yakıtlar bağlamında soruna dikkat çekmek kendi başına yanlış değil, hatta gereklidir. Ama aynı paragrafta, atom (nükleer) santrallere karşı tavır takınılırken somut bu durumda buna gerek yoktur. Yanlış da oluyor! Sonuçta burada dikkat çektiğim noktaların yazı yazılırken gözönünde tutulmasının yararlı olacağını düşünüyor ve daha az hatalı dergi çıkarmamıza hizmet etmesini umuyorum. Dostça selamlar. Bir YDİ Çağrı okuru, 22 Mart 2007 ✓ MÜŞTERİ DEĞİL, ÖĞRENCİYİZ kdeniz Üniversitesinde öğrenciler “çan eğrisi” adı altında anti-demokratik bir eğitim sistemiyle mücadele içerisindedirler. Bu sistem öğrencileri kendi aralarında rekabet ortamına itmektedir. Her öğrenci bencil, çıkarcı birer insan olarak yetiştirilmektedir. Bu sistemle öğrenciler, birbirlerine not vermeme, arkadaşının düşük not almasına sevinme gibi davranışlarda bulunmaya başlamıştır. Gitgide öğrencilerin birbirleri arasındaki dostluk ilişkileri çıkar ilişkisine dönüşmektedir. Eğitimöğretimini tamamlayan öğrencilerin toplum içerisinde de aynı şekilde davranmaları gayet olasıdır. Sistem yaz okulu uygulamasıyla öğrencilerden para almakta, bazı bölümlerde ise yaz okulu olmadığından öğrenciler dönem tekrarı yapmak zorunda bırakılmaktadır. En önemlisi ise öğrencilerin bütünleme hakkı ellerinden alınmıştır. Bu sorunlar doğrultusunda öğrenciler olarak rektörlüğün önünde toplanarak basın açıklaması yaptık. Parasız, bilimsel, demokratik eğitim hakkımızı birçok sloganla dile getirdik. Uzun süre açıklama yapmayan rektör daha sonrasında konuyu senatonun değerlendireceğini açıkladı. Bu gelişmeler doğrultusunda Akdeniz Üniversitesi öğrencileri olarak; yaz okulunun kaldırılması, bütünleme hakkımızın verilmesi ve öğrencileri birbirine düşman eden bu sistemin kaldırılması yönünde mücadelemizin kararlılıkla devam edeceğini bildirdik. Bu anti-demokratik ders geçme sistemi ve bağlı olduğu faşist sistem elbet yok olacaktır. Öğrencilerin daha güçlü bir şekilde seslerinin çıkarabilmeleri ancak sağlam ve güçlü bir örgütlülükle mümkündür. Görev; çeşitli öğrenci birlikleri içerisinde örgütlenme ve bu öğrenci birliklerini demokratik bir merkez (çatı) altında toplama çalışmasını örgütlemektir. Geleceksiziz! Geleceğimizi elimize alalım! *Gençlik Gelecektir, Gelecek Sosyalizmde! Akd. Üni. Fen Edebiyat Fakültesinden YDİ ÇAĞRI okuru ✓ 19