Son vahyin 1400. Yılında KUR`AN-I KERİM Son vahyin 1400

advertisement
Perspektif
DEZEMBER / ARALIK 2010 • Jg./Yıl: 16, Nr./Sayı: 192
İslam Toplumu Millî Görüş aylık yayın organı
Son vahyin
1400. Yılında
KUR’AN-I KERİM
EDİ TÖR
Hicrî Yılbaşı kutlu olsun!
Hac ve Kurban, Hicrî Takvim’in 12. ayı ve aynı
zamanda adı da “Hac ayı” olan Zilhicce ayına geliyor. Zilhicce ayı, Hac ve Kurban dışında, yeni Hicrî yılı ve Aşure Günü’nü de müjdeliyor. Bu vesile ile
yeni Hicrî yılbaşınızı ve Aşure Günü’nüzü de tebrik
ederiz.
Bu yıl, kitabımız ve son vahiy Kur’an-ı Kerim’in
inzalinin 1400. yılı. Bu vesile ile, Açık Cami Günü
için hazırladığımız TOM Magazin ile başlayan,
Kur’an-ı Kerim ile ilgili yazılarımızı geçen sayımızda devam ettirmiştik. Bu sayımızda da Kur’an-ı Kerim ile ilgili üç ayrı yazıya yer veriyoruz. Bunun için
kapak konumuz olarak, bu üç yazının ele aldığı Kur’anı Kerim’i seçmiş bulunuyoruz.
Gündeme gelince... Yakın dönemde Almanya’da
yoğun bir terör uyarısı yaşandı. Ancak, teröre karşı
alınacak tedbirler, yeni problemleri de gündeme getirecek gibi görünüyor. Mesela Arapça veya bilinmeyen
bir dille konuşanlarla, camilerdeki fanatiklerin ihbar
edilmesi gibi öneriler, Müslümanlar hakkındaki önyargıları pekiştirecek türdendi. Nitekim, Münster Üniversitesi’nin yaptırdığı bir araştırmaya göre Almanlar, komşu ülkelere oranla, daha çekingen, hoşgörüsüz ve İslam’ı basma kalıp önyargılarla değerlendiriyorlar. Bu yüzdendir ki, teröre karşı alınacak tedbirlerin, İslam ve Müslümanların bir güvenlik prob-
lemi imiş gibi gösterilmesine yol açmaması için politikacıların, halk arasındaki önyargıları daha da pekiştirecek açıklamalardan kaçınmaları gerekiyor.
Bu arada, Avusturya elçisi Sayın Kadri Ecvet Tezcan’ın “Die Presse” gazetesinde yer alan, Müslüman
göçmenlere karşı yapılanları eleştirdiği ve kamuoyunda
uzun süre tartışılan açıklamalarını da bu sayımızda
değerlendirdik. Dikkat çekici olan taraf, eleştirilerin,
Sayın Tezcan’ın söylediklerinin doğruluğu ya da yanlışlığı üzerine değil de, sözkonusu kişinin “diplomat”
olması noktasında yoğunlaşması idi.
Öte yandan, Wikileaks adlı internet sitesinin ABD
Dışişleri Bakanlığı’nın gizli bilgilerini yayınlaması da,
önemli gelişmeler arasında yer aldı. Almanya da, özellikle FDP çevresinde bir fırtına oluşurken, ABD’nin
Berlin Büyükelçisinin gönderilmesi istendi. Türkiye’de
de ABD’nin eski büyükelçisi hakkında dava açılıp açılamayacağı tartışılıyor. Öyle görülüyor ki, Wikileaks
diplomasiyi de değiştirecek bir yayın yaptı. Şimdi, herkesin ABD’li diplomatlarla konuşurken ne adar ketum kalabileceği konuşuluyor.
Gelecek sayımızda buluşmak üzere, Allah’a emanet olun.
Perspektif
Yayınlanan makale ve fikir yazılarının sorumlulukları yazarlarına aittir.
Die in der Zeitschrift veröffentlichten Meinungen binden die Autoren, nicht die IGMG
İLAN SERVİSİ · ANZEIGENSERVICE:
Tel.: 02237/ 656-201 • Fax: 02237/ 656 555 • E-Mail: tanitma@igmg.de
ABONE SERVİSİ · ABONNEMENT:
Islamische Gemeinschaft Millî Görüş
Lastschriftabteilung: Boschstr. 61-65, D- 50171 Kerpen
Tel.: 02237/ 656-0 • Fax: 02237/ 656 555 • E-Mail: mitglied@igmg.de
Yıllık abone ücreti: 59,-EURO • Jahresabonnement: 59,-EURO
IGMG Genel Merkez Üyelerine Ücretsizdir
Für Vereinsmitglieder der IGMG kostenlos
Der Bezugspreis ist im Mitgliedsbeitrag enthalten
HESAP NO · BANKVERBINDUNG:
BANK AUSTRIA: IBAN: AT 23 12 000 515 74 66 56 01 SWIFT: BKAUATWW
IGMG AYLIK YAYIN ORGANI
DEZEMBER / ARALIK 2010 Yıl/Jg.: 16, Sayı/Nr.: 192
Boschstr. 61-65, D- 50171 Kerpen
Tel.: 02237/ 656-0 • Fax: 02237/ 656 555
www.igmg.de E-Mail: dergi@igmg.de
YAYINCI · HERAUSGEBER
Islamische Gemeinschaft Millî Görüş • IGMG e.V. • Amtsgericht Bonn, VR
6621 • Vertreten durch den Vorstand: Osman Döring, Vorsitzender;
Oguz Ücüncü, Generalsekretär ; Ali Bozkurt, stellv. Vorsitzender
GENEL YAYIN YÖNETMENİ · CHEFREDAKTEUR:
Oğuz Üçüncü (V.i.S.d.P)
DİZGİ-LAYOUT: İlhan BİLGÜ • BASKI · DRUCK: Yavuzsöhne-Duisburg
• Oğuz ÜÇÜNCÜ
İÇİNDEKİLER
5
6
8
6 10
12
Okul ve İslâm
14
IGMG Sosyal Yardım Derneği
Kurban Kampanyası
başarıyla tamamlandı
17
Hac tamamlandı;
Umre hazır
18
Teröre tedbir alma acziyeti
Viyana Büyükelçisi ve
diplomasinin dili
Hollanda’da aşırı
sağın yükselişi
20
22
24
28 27
30
“Adalet için
mücadeleye…”
32
34
36
32 38
12
Aşırı sağa yönelik bir araştırma:
“Krizdeki Merkez”
Kur’an-ı Kerim
- İnsanlığa inen son vahiy
Almanca Kur’an
tercümeleri tarihi
Ümmet
Kamboçya’da İslam
Sinema ve
siyasî coğrafya
Dünyada İslam Mimarisi,
Sahaflar, Hamamlar
„Tretet für die
Gerechtigkeit ein…“
Der Koran in Deutschland
Unfähige Terrorabwehr
36
g ünd e m
Teröre tedbir alma acziyeti
erör saldırısı olacak mı, olmayacak mı sorusuna cevap arayan Almanya, alınacak tedbirlerle ilgili olarak emniyetimizden sorumlu içişleri bakanlarının tutumlarının güvenilirliliğini haklı olarak tartışıyor. Haftalardır süren tartışmalar,
nihayetinde, bu ülkede huzur içinde yaşamayı hedefleyen Müslümanların günah keçisi olarak gösterilmesi ile
sakinleşmiş gibi görünse de doğru rayına oturmadı.
Almanya’nın önde gelen gazetelerinden Die Zeit’ın
da “Hayalet Avı” olarak nitelendirdiği gelişmelerin kamuoyuna yansıtılması, terör eylemleri fiilen gerçekleşmedi ise bile, teröristlerin ülkede korku salma amacını
da gerçekleştirmiş oldu. Teröristin hedefi, olabildiğince
korku salmak olduğuna göre, ilgili emniyet birimlerinin
toplumda oluşacak olan korku ve panik havasını azaltacak açıklamalarda bulunması gerekirdi. Toplumda
oluşan panik havasının aza indirgenebilmesi için ise,
Federal Meclis Adalet Komisyonu Başkanı CDU’lu
Siegfried Kauder’in önerdiği gibi basın özgürlüğünün
kısıtlanması ile giderilmesi mümkün değil. Zira medyaya, bilgi veren ve zaman zaman da kamuoyu ile paylaşılması gerekmeyen bilgileri sızdıranlar arasında,
güvenlik güçlerinin en başında bulunan Federal İçişleri Bakanı’nın olduğu görülüyor.
Şükür ki, panik havasını ilk sezenler arasında bulunan Emniyet Genel Müdürü Jörg Zierk, Federal Meclis binası ile ilgili terör alarmı üzerine, ülkede panik
havası oluşturulmaması gerektiği uyarısında bulundu.
Aynı şekilde Federal İçişleri Bakanı Thomas de Maizière de daha sonra bu uyarılara katılsa da, Bakan de
Maizière’in belirli özgürlüklerin kısıtlanmasını mümkün kılacak yasaların çıkarılması için Adalet Bakanlığı’na baskı uyguladığı bilgileri geliyor.
Bilindiği gibi, Yemen’den, Atina’dan gönderilen
bombalı paketlerin akibeti bilinmezken, Namibya’nın
başkenti Windhouk’tan Almanya’ya hareket edecek
olan bir uçağa deneme amaçlı olarak, yerleştirilmek istenen bomba düzeneğinin tesbit edilmesi ve hemen arkasından ülkenin önde gelen dergilerinden birisinin
“İslamcı teröristlerin Federal Parlamento binasına saldırı
düzenleyeceği” istihbarat bilgisini duyurması, ülkede görülmemiş bir terör alarmı verilmesine yolaçmıştı.
T
Terörün şakası olamayacağı için, emniyet kuvvetlerinin bu iddialar karşısında gerekli önlemleri alması çok
normal bir görev bilinci olarak değerlendirilebilinir.
Zira, emniyet güçlerinin bu iddialar karşısında gerekli
önlemleri almamaları halinde görevlerini ihmal etmiş
olacakları ortadadır. O zaman terör tehditlerine karşı
hepimizin güvenliği için alınan bu tedbirlerin yanlışlığı nerdedir?
Yanlışlık bu tedbirlerde değil, aksine, tedbirleri alırken kamuoyunun bilgilendirilmesinde yatıyor. Doğru
olsa bile, bu tür istihbarat bilgilerinin halkı paniğe sevkedecek şekilde kamuoyuna sunulması, teröristleri daha
da cesaretlendirmekte ve ciddî bir eylem yapmasalar da
her gün yeni tehdit usülleri geliştirmelerine yardımcı
olmaktadır.
Terörle mücadele ile ilgili bilgilendirmedeki eksen
kayması ise, ülkede yaşayan Müslümanların doğrudan
hedef olarak gösterilmesinde görülüyor. Berlin Eyalet
İçişleri Bakanı Erhart Körting’in, terör saldırılarına
karşı halkın uyanık olmasını isterken, halkın mahallelerde, “farklı görünen insanları farkettiklerinde, arapça ya
da bilinmeyen bir lisanla konuştuklarında hemen ihbarda
bulunmaları” çağrısında bulunması, teröre karşı bir mücadele şekli olamayacağı gibi, Aşağı Saksonya Eyalet
İçişleri Bakanı Uwe Schünemann’ın da, Müslümanların oturduğu bölgelerde polislerin artırılması teklifinde
bulunması, Müslümanların toptan zan altında bırakılmasından başka bir şey değildir. Körting bu uyarısı dolayısıyla sonradan özür dilese de olaylara bakış açısının
bu olduğu da gerçek.
Aynı bakış açısını Hristiyan Birlik Partileri Entegrasyon Sözcüsü ve Hristiyan Sosyal Birlik Partisi
(CSU) Federal Meclis Grubu Başkanı Stefan Müller’in
önerilerinde de görüyoruz. Müller, ülkedeki camilere
“Kendi saflarındaki ‘fanatikleri’ tesbit edip ihbar etmeleri”
çağrısında bulunarak, kamuoyu nezdinde, muhtemel
saldırıların kökeninde camilerin bulunabileceği havasının uyanmasına yardımcı oluyor.
Teröre karşı alınacak tedbirlerde ürkütücü olan,
görev yapan polislerin yoğun bir şekilde ilgili mekânlarda görünmesi değil, siyasetçilerle bakanların kamuoyunu yönlendirmedeki acziyetleridir.
DEZEMBER / ARALIK 2010
/5/
g ünd e m
Viyana Büyükelçisi ve
diplomasinin dili
Temel insan haklarını deklare etmede öncü olan bir kısım
Avrupa ülkeleri, niçin kendi evlerinde göçmenlerle olan ilişkilerini bu haklar doğrultusunda yürütmede eksik kalıyor,
daha fazlaca ulusalcı yaklaşımları öne çıkarıyorlar? Nasıl oluyorda Fransa, kurucusu olduğu Avrupa Birliği ile Romenlere karşı uyguladığı yurt dışı etme politikasından dolayı karşı karşıya geliyor?
İlhan Bilgü • ibilgu@igmg.de
ir başka ülkenin en yüksek diplomatik temsilcisi olan bir “Büyükelçi”nin sözlerine “Sorularınızı bir diplomat olarak mı cevaplamamı istersiniz, -ki bu sıkıcı olacaktır- yoksa bir
yıldan beri Viyana’da yaşayan ve buradaki 250 bin Türk
ile pek çok teması olan biri olarak mı?” şeklinde başlayarak röportajı yapan gazetecinin de “İkincisini tercih
ederim,” diyerek yolu açmasının diplomatik krize yolaçmayacağını garanti etmediğini Viyana’da yaşadık.
Türkiye’nin Viyana Büyükelçisi Sayın Kadri Ecvet
Tezcan’ın Die Presse gazetesine verdiği demeçten bahsediyoruz. “Avusturya’daki Türklerin entegrasyonunda ters
giden nedir?” sorusunu cevaplandıran Tezcan, daha söze başlamadan “can sıkıcı” şeyler söylemek istediğini
bildirmek istiyordu sanki. Sayın Tezcan, “can sıkıcı” ama
birilerinin söylemek durumunda olduğu konuları gündeme getirirken, “Bir yıldan beri Viyana’da yaşayan ve
buradaki 250 bin Türk ile pek çok teması olan biri olarak” ülkedeki Türkiye kökenlilere ilişkin olumsuz ha-
B
/6/
IGMG • PERSPEKTİF
vayı, temsilcisi olduğu topluma karşı yüklendiği görev
sebebiyle diplomatlık sıfatının gerektirdiği “diplomasi dili”nin sınırlarını aşmak durumunda kaldı.
Ankara-Viyana arasında diplomatik ilişkilerin kesilmesinden tutun da, Büyükelçi’nin “persona non grata / istenmeyen kişi” ilan edilerek geri gönderilmesine kadar bir çok seçeneğin gündeme gelmesine yol açan
bu açıklamaların, iki ülke arasında diplomatik probleme dönüşmesine rağmen, sadece Avusturya’da değil
pek çok Avrupa ülkesinde de tartışılması şu sihirli “entegrasyon” kavramının ne kadar da derin bir zihniyet
fırtınası oluşturduğunu da gösteriyor.
Türkiye kökenli göçmenler arasında, Büyükelçi Kadri Ecvet Tezcan “aslında çok az şey” söyledi diyenlerin
sayısının çok olması, diğer taraftan yerli toplumların
temsilcilerinden bu sözlere karşı duranların da Tezcan’ın
diplomatik şahsiyetini öne çıkarması probleme çözüm
üretmiyor. Müslüman göçmenlerin büyük çoğunluğunu
“entegre olmamakta direnenler” şeklinde yaftalayarak anlamsız ve uygulama imkanı olmayan tedbirler alınmasını
isteyen politikacılar, perdenin öbür tarafına geçerek ürettikleri siyasetin ne kadar gerçekçi olduğunun derin bir
muhasebesini yapmak durumundadır. Büyükelçi Tezcan’ın da işaret ettiği gibi, entegrasyon tartışmasının
mağdurları diyebileceğimiz göçmen kitlesinin de kendi hata ve eksikliklerinin bir muhasebesini yaparak yerli toplumlara güven sunmaları gerekiyor.
Tüm haklılığına rağmen Büyükelçi Kadri Ecvet Tezcan’ın isim vererek, bulunduğu ülkedeki bakan ve partiler hakkında yorumda bulunması diplomasinin gelenek ve teamüllerine aykırı olduğu için büyük bir tepki toplamış olabilir. Fakat, yüzbinleri aşan bir göçmeni kabul eden, önemli bir kısmını vatandaşlığına dahi kabul eden bir ülkenin de, o insanlara karşı aynı diplomatik nezaketi de göstermesi gerekir. Özellikle kültür, din ve gelenek alanlarında göçmenlere karşı uygulanan ayrımcılık, aşağılama ve haklarının kısıtlanması gibi uygulamaların, diplomatik nezakete, insanî
g ünd e m
davranışlara yakışmadığı ve yürürlükteki kanunlara uymadığı gözönüne alınırsa, Tezcan’ın diplomasi
dili sınırlarını aşmasındaki tutumundan ziyade bu konuların tartışılması gerektiği ortaya çıkacaktır.
İki ülke arasında meydana getirdiği krize ve diplomatik eleştirilere rağmen Büyükelçi Tezcan’ın, sözlerinin yanlış anlaşıldığı, ya da, yanlış aksettirildiği gibi bir yola baş vurmayarak diplomatik dil yönünün değil de konunun tartışılmasına devam
edilmesini istemesi, Türkiye kökenli göçmenlerden büyük takdir topladı. “Benim, Die Presse gazetesinde
yayınlanan mülakatı vermekteki hedefim; kimseyi incitmek, kimseyi üzmek ya da kimseyi suçlamak değildi,”
diyen Tezcan, eleştiriler üzerine
yaptığı açıklamada şunları söylemişti:
“Ben bu mülakatı burada yaşayan Türk
insanını ve burada yaşayan Avusturyalıları her iki tarafında lehine olabilecek bir sağlıklı tartışmayı başlatmak için böyle bir beyanatta bulundum. Umarım ki bunun sonunda her
iki taraf için bütün toplum için çok güzel, çok onurlu, fevkalade huzurlu bir
sonuç çıkar ve uyum dediğimiz şeyi hakiki manada yaşarız diye düşünüyorum.”
Türkiye’nin Viyana Büyükelçisi Kadri Ecvet Tezcan
Büyükelçi Tezcan’ın en çok eleştiri alan sözleri, Avusturya İçişleri
“Strache’yle bir araya geldim. Entegrasyonla ilgili hiçbir
Bakanı Maria Fekter, Avusturya Özgürlükçüler Parkonuda hemfikir olmadığımız noktasında fikir birliğine
tisi-FPÖ lideri Heinz-Christian Strache, Avusturya
vardık. Strache’nin dünyanın nasıl geliştiği konusunda bir
Sosyal Demokrat Partisi ve Federal Almanya Başbaf ikri yok. Bir de bu ülkedeki gibi bir sosyal demokrat parkanı Angela Merkel ile ilgili sözleriydi: “Bayan Fekti hayatımda görmedim. Normalde sosyal demokrat parter, kendini liberal addeden halkçı bir partide. Yoksa yantiler, kökeni ne olursa olsun insanların haklarını savunurlar.
lış mı biliyorum? Savunduğu düşünce, liberal ve açık bir
Burada sosyal demokratların bana ne dediğini biliyor muzihniyete uygun düşmüyor. Esasen, aynısı Almanya Başsunuz? ’Bu konuda bir şey söylersek, Strache daha fazla
bakanı Angela Merkel için de geçerli. İki hafta önce çok
oy alır.’ Bu inanılmaz.”
kültürlülük anlayışının başarısızlığa uğradığını ve AlAynı şekilde, Türkiye kökenli göçmenlerle ilgili olamanya’nın bir Hristiyan toplum olduğunu söylediğinde
rak söylediği şu sözlerde de haklı Büyükelçi Kadri Ecöyle şaşırdım ki! Bu nasıl bir mentalite? Bunu 2010 yıvet Tezan: “Türk ebeveynlerin çoğu, çocuklarının mükemmel
lında, sözde hoşgörünün ve insan haklarının merkezi olan
Almanca ve Türkçe bildiğini sanıyor. Ben de onlara, 500
Avrupa’da işitmek zorunda kaldığıma inanamıyorum. Bu
kelimeyle hiçbir dile hakim olunamayacağını, çocuklarıdeğerleri, başkaları sizden öğrendi, sizse şimdi bu değernın ne Almanca’yı ne de Türkçe’yi iyi bildiğini söylüyolere sırtınızı dönüyorsunuz. Yine de göçmenlerin hiç harum.”
ta yapmadığını söyleyemem.”
Görülüyor ki, problem sayın Tezcan’ın söyledikleTezcan, bir diplomat olmasaydı bu eleştiriler teprinin yanlışlığında değil. Konuşması gereken dilin sıki alacağına belki de alkış alırdı. Meselâ FPÖ lideri Stracnırlarını aşıp diplomat olarak gerçek dünyanın dili ile
he ve sosyal demokratlar ile ilgili söylediği şu sözlere
konuşmasında.
parti taraftarları haricinde kim karşı çıkabilir ki?
DEZEMBER / ARALIK 2010
/7/
g ünd e m
Hollanda’da aşırı sağın yükselişi
Prof. Dr. Özcan Hıdır ile söyleşi
İlknur Melekoğlu • imelekoglu@yahoo.de
ollanda’da Haziran ayında yapılan seçimlerde sağ partiler önemli bir başarı elde etti. Liberal Parti (VVD)’nin ilk, İşçi Partisi (PVDA)’nın ikinci sırada tamamladığı seçimlerde en dikkat çekici gelişme, İslam ve yabancı
karşıtı tutumuyla ünlenen ve siyasi yelpazenin en sağında yer alan Özgürlük Partisi (PVV )’nin milletvekili sayısını 9’dan 24 çıkararak üçüncü parti konumuna yükselmesi olmuştu. Hollanda’nın Rotterdam kentinde öğretim üyesi olan Prof. Dr. Özcan Hıdır ile ülkedeki siyasî gelişmeleri ve Müslümanların durumunu konuştuk.
H
– Hoşgörü ülkesi olarak tanınan Hollanda gittikçe bu konumundan uzaklaşıyor. İslam karşıtlığıyla
prim yapmaya çalışan aşırı sağcı Wilders’in yükselişi bunun bir göstergesi. Hollanda’da yaşayan bir kişi olarak
son seçimlerle birlikte ülkede şekillenen yeni atmosferi nasıl değerlendiriyorsunuz?
– Öncelikle teşekkür ederek sözlerime başlamak istiyorum. Evet, “hoşgörü ülkesi” olarak anılagelen Hollanda’da son senelerdeki İslam ve Müslümanlar dolayımındaki genellikle “olumsuz” gelişmeleri anlamlandırabilmek aslında kolay değil. Sizin sorunuza da farklı açılardan cevap vermek mümkündür. Ancak sizin daha ziyade Müslümanlar ve yabancılara yönelik bakış açısından yani entegrasyon politikaları anlamında sorduğunuzu tahmin edebiliyorum. Bu açıdan Hollanda
“Avrupa’nın en toleranslı ülkelerinden biri” konumunda iken, son 7-8 yıldaki tartışmalarla belki de Avrupa’nın
tolerans eksikliği olan ülkeleri konumuna doğru hızla
ilerliyor. Bu noktaya gelinmesinde Batı’nın yeni düşman
olarak İslam’ı zikretmesi ve 11 Eylül hadisesi gibi global planda da pek çok etkenin rolü var, kuşkusuz. Ancak lokal anlamda da Theo van Gogh adlı, İslam’a yönelik oldukça negatif tutumuyla tanınan Hollandalı film
yapımcısının Faslı bir Müslüman tarafından öldürülmesinin
bu konuda dönüm noktasını oluşturduğu genel kabul
görüyor. Tabiatıyla şu anki Hollanda Koalisyon Hükümet’ini dışarıdan destekleyen “Özgürlükler Partisi
/8/
IGMG • PERSPEKTİF
(PVV)”nin lideri İslam karşıtı politikacı Geert Wilders’in
söylem ve eylemlerinin de bu konuda etkisi çok büyük.
Dolayısıyla günümüzdeki durum itibariyle Hollanda’da özellikle yabancılar ve daha özelde de Müslümanlarda
bir “korku ve kaygı” hakimdir. Müslüman kurum ve kuruluşlar endişelidir. Her ne kadar yeni kurulan hükümet bu konuda endişeleri giderecek bazı söylemlerde bulunsa da, koalisyon protokolündeki entegrasyona dair bazı ifadeler, muğlaklığını korumakta ve bu da geleceğe
yönelik endişelere yol açmaktadır.
– Hollanda’da siyaset alanını sağ söylemin kapladığını gözlemliyoruz. Sol ve liberal söylemler adeta kayboldu, ülkedeki bu dönüşümü neye bağlıyorsunuz?
– Şu an Avrupa’da daha ziyade sağ söylemler prim yapıyor. Belki bunu genellemek doğru değil ama halihazırda
Avrupa’nın pek çok ülkesinde Hristiyan ve aşırı sağ partiler yükselişte. Bu durumu sadece konjonktürle açıklamak mümkünse de, benim kanaatim bunun arka planında
farklı başka etkenlerin de rol oynuyor olabileceği yönünde.
Mesela “İslam korkusu ve karşıtlığı”, “ekonomik kriz”, “Kıta Avrupa’sının Anglo Sakson ülkeleri ile Amerika’da olduğu çokkültürlü toplum yapısı konusunda yeterli deneyime
sahip olmaması”, “Hristiyanlığın özellikle de Protestanlığın güç kaybetmesi ve dolayısıyla da kiliselerin boşalması” ve “Bütün negatif eylem ve söylemlere rağmen İslam’a olan ilginin artarak devam etmesi” gibi pek çok neden sayılabilir.
Yani bütün bunlara tepki olarak “Hristiyan kimliğini”, “Avrupa kimliğini”, “İslam korkusunu” öne çıkaran
parti ve gruplar prim yapıyor. Adeta “Wilderscilik” virüsü hemen hemen bütün Avrupa’yı sarmış durumda. Her
ülkede Wilders türü politikacılar daha gür sesle ortaya
çıkıyor. Dünya çapındaki son ekonomik krizle meydana
gelen Avrupa’daki iktisadi daralmanın da bunda çok önemli etkisi var. Bu daralma neticesinde işini kaybetme korkusu yaşayan Avrupalı ilk tehdit olarak yabancıları ve özellikle de Müslümanları gözüne kestiriyor.
Bunlara sol siyasetçilerin ekonomik, sosyo-kültürel anlamda alternatif üretememelerini de eklememiz
gerekiyor. Zira sol partiler iktidara geldiklerinde kapitalist politikaları halka dayatıyorlar. Bu ise halkta genelde diğerlerinden farklarının olmadığını hatta kimlik anlamında diğer sağ partilerin öne çıktığı izlenimini uyandırıyor. Bu bağlamda, İngiltere Sosyal Demokrat İşçi Partisi ve İngiltere’nin eski Başbakanı Tony Blair’in geçenlerde, “Sosyalist Enternasyonal” toplantıları
g ünd e m
bağlamında, artık bu örgütün “sosyalist” kelimesini kullanmasının anlamını yitirdiğini söylemesi dikkat çekiciydi.
– Yeni oluşan aşırı sağ destekli hükümete ülkedeki
göçmen kuruluşları başta olmak üzere sivil toplum kuruluşları tepki gösterdi mi?
– Hollanda’da yeni kurulan koalisyon hükümetine
ülkedeki göçmen kurum ve kuruluşlarından tabiatıyla
tepkiler oldu. Ancak bu tepkiler pek de ulusal medyada duyulmadı. Tepkiler daha ziyade daha önceki hükümette de başbakanlık yapan J.P. Balkanende’nin partisi Hıritiyan Demokrat Merkez Parti (CDA)’ya yönelikti. Zira bu parti halihazırdaki koalisyon hükümetinde de başrol oynadı. Tepkiler sebebiyle parti içerisinde
çalkantılar olduysa da, koalisyon hükümetine girildi.
– Hollanda’nın diğer ekonomik ve sosyal iç sorunlarının
bu gelişmelerde ne gibi etkisi var?
– Az önce de kısmen belirttiğim gibi, bu gelişmelerin arkasında ekonomik, sosyal, kültürel, yabancı karşıtlığı, Avrupa
kimliği tartışmaları, İslam’ın
yükselişi, dünyadaki güç dengelerinin Asya’ya kayışı ve dolayısıyla Avrupa’nın artık yavaş yavaş güç merkezi olma özelliğini kaybetmesi gibi pek çok etkenin rolü var. Hollanda hacmi
küçük olsa da, dünyanın onyedinci büyük ekonomisine sahip
bir ülke. Kıta Avrupası’ndan etkilenmekle beraber Anglo Sakson siyaset izleyen, oradaki gelişmelerden birebir etkilenen bir ülke. Ayrıca İslam karşıtlığı konusunda da son yıllarda özellikle öne çıkan bir
ülke. Adeta bu anlamda son yıllarda “pilot ülke” konumunda. Bu durumdan rahatsız olan pek çok Hollandalı var elbette. Zaman zamanki görüşmelerimizde tarafımıza da bu durumdan şikayet ediyorlar. Ancak ulusal politikadaki şu anki söylemler arasında sesleri de pek çıkmıyor.
– Bu hükümetle beraber göçmen politikası hangi yöne doğru gelişecektir?
– Entegrasyon tabiatıyla Avrupa’nın son yıllardaki en
önemli sorunlarından biri. Yukarıda söylediğimiz bütün
bu etkenler sebebiyle göçmenlere yönelik politikalarda da
birtakım değişikliklere gidiliyor. Daha önceden verilmiş
bazı haklar ellerinden alınıyor. Yasalarda mevcut haklar,
genellikle Müslümanlar söz konusu olunca çifte standartlı
ve dolayısıyla aleyhte yorumlanıyor. Avrupa’nın –özellikle
de Almanya, Fransa ve Hollanda’nın başını çektiği Kıta
Avrupası’nın- göçmenler ve Müslümanlar konusunda ye-
ni bir paradigma değişikliğine yönelmek istediği aşikâr.
Bunun en temel göstergelerinden biri, “entegrasyon” politikalarında son dönemlerde yapılan değişikliklerdir.
Buna göre ne kadar yerleşik hâle gelirlerse gelsinler, Avrupa’da Müslümanlar hiç bir surette aslî vatandaşlar olamayacak, son tahlilde hep “entegre olmaya namzet kimseler”, “ötekiler”, “ikinci sınıf vatandaşlar”, “yabancılar” olarak muamele göreceklerdir. Bu hükümetin getirdiği göçmen politikası da arka planında bu anlayışa sahiptir. Ancak bunun son tahlilde işleyip işlemeyeceği, bu hükümetin
devamlılığı ile de yakından alakalıdır. Son günlerde
Wilders’in Partisi’ne mensup bazı milletvekillerinin adlarının, küçük yaştakilere yönelik cinsel taciz gibi skandallara karıştığının ortaya çıkması Wilders’i ve Partisi’ni
de çok zor durumda bıraktı ve kamuoyundan özür dilemek zorunda
kaldı. Buna parallel olarak kamuoyu yoklamalarında partisinin
düşüşe geçtiği gözlendi. Bütün
bunlar, zaten bir oy gibi bıçak sırtı
çoğunluğa sahip bu hükümetin
fazla uzun vadeli olamayacağının
göstergeleri. Ancak Hollanda’nın göçmen politikası kanaatimce çok da hükümetlerle kaim
değil, bir devlet politikası olarak
gelecekte devam edecek.
– Ülkenin geleceğine yönelik tahminleriniz, öngörüleriniz
nelerdir? Özellikle Müslümanları neler bekliyor?
– Hollanda’da halhazırdaki
Wilders destekli koalisyon fazla kalıcı gözükmüyor. Burası
açık. Ancak ülkenin Müslümanlar açısından geleceği veya Müslümanların ülkedeki
geleceği o kadar açık değil. Yani –geleceği Allah bilirancak elde mevcut verilerden hareketle Müslümanları
çok da iyi bir gelecek beklemiyor, Hollanda’da ve bütün Batı’da. Bu geleceğin açık ve güçlü hale gelmesi, aslında biraz da Müslüman kurum ve kuruluşlara bağlı.
Kendilerini geleceğe yönelik hazırlamalarına, buna yönelik ekonomik ve insan gücü donanımına sahip olmalarıyla
ilgili. Aralarındaki dayanışmayı arttırmaları, asgarî
müştereklerde beraber hareket etmeleriyle yakından ilgili. Müslümanlara ait temel meseleleri tespit edip o alanlarda noktasal çalışmaları ve politikaları geliştirmeleriyle
ilgili. Kendilerinin bulundukları ülkelerde haklarının neler olduğunu bilmeleri ve bunu kanuni yollardan elde
etmeye çalışmalarıyla ilgili.
Bunların hepsinden daha da önemlisi kanaatimce,
Batı’da yaygın olan Müslümanlara ait genelde negatif
imajı giderecek İslami ve insani çalışma ve faaliyetler ortaya koymaları gerekiyor.
DEZEMBER / ARALIK 2010
/9/
g ünd e m
Aşırı sağa yönelik bir araştırma:
“Krizdeki Merkez”
Merkezde yer alan bireylerin aşırı sağcılığı ne kadar benimsediklerini
tespit için araştırmanın ikinci bölümünde bireylere yöneltilecek soru kategorileri geliştirilir. Bu kategorilerde sağ otoriter diktatörlüğün benimsenmesi, vatansever şövenizm, Yahudi ve yabancı düşmanlığı, Hitler rejiminin olağan-sıradan
görülmesi ve sosyal darwinizm, yani güçlünün zayıfı yenmesi doktrini, aşırı sağ düşünce eğilimini ele veren formatlar
olarak tayin edilir.
Ünal Koyuncu • ukoyuncu@igmg.de
‘‘Toplumu araştıran çalışmalar ne işe yarar?’’ sorusuna farklı açılardan cevap vermek mümkündür. Ticari işletmeler bu tür araştırmalarla üretilen malın pazarlanmasını hedeflerken, siyasetçiler mümkün olduğunca
fazla seçmene ulaşmayı hesaba katarlar. Her iki durumda da insanların hayat şartları, biçimleri ve düşünce dünyaları keşfedilir ve böylelikle onların nabzı tutulur.
Friedrich-Ebert-Vakfı tarafından yapılan ‘‘Krizdeki Merkez. Almanya’da aşırı sağ tutumlar 2010’’ (*) başlıklı araştırma da toplumun düşünce dünyasını keşfeder mahiyettedir. Almanya toplumunun aşırı sağ eğilimleri hakkında nabız tutan araştırma, bu eğilimlerin toplumsal merkezde de görüldüğü tespitiyle, kamuoyunda ses getirmişti. Ancak araştırma, sadece elde ettiği sonuçlar nedeniyle değil, aşırı sağı tanımada ortaya koyduğu yorum ve yöntemler açısından da
kayda değerdir. Zira ‘‘merkez’’ , ‘‘kenar’’, ‘‘aşırılık’’, ve
‘‘aşırı sağ’’ gibi soyut, göreceli ve tartışmalı kavramları, kabül görmüş bir bakış açısından hareketle somut ve kullanılır hale getiren tanımlamalara yer vermekte, toplumsal realiyeti buna göre ölçmektedir.
/ 10 /
IGMG • PERSPEKTİF
Aşırı sağcılık ve toplumsal merkez
Aşırı sağ olgusuna ve dünya görüşüne yoğunlaşan çalışmalar ele alınırken, akla öncelikle, toplumun belirli
bir kesiminin niçin sorun haline getirildiği sorusu gelmektedir. Söz konusu araştırmanın gerekçesini, bu soru doğrultusunda izah etmek kolaydır. Zira ortada birlikte yaşamı tehdit eden bir gelişme vardır. Farklı hayat biçimlerinin aynı siyasi yapı içerisinde var olmalarını sağlamak ve bu yapıya karşı olan gelişmeler hakkında kamuoyundaki hassasiyeti canlı tutmak, sivil
toplumun sorumluluğunda olan bir görevdir.
Bir sivil toplum kuruluşu olan Friedrich-EbertVakfı da bu sorumluluğunu yazımızın konusu olan araştırmayla yerine getirmekte, incelemede yer alan bir
tanımlamayla, ‘‘ırkçı veya insanların ırka dayalı sosyal
eşitsizliğinden hareket eden, halkların etnik homojenliğini talep eden, insan hakları deklarasyonlarında yer
alan eşitlik ilkesini reddeden, toplumun bireyden önce geldiğini vurgulayan, vatandaşın devlet iradesine boyun eğmesi gerektiğinden yola çıkan, liberal demokrasideki değerler çoğulculuğunu reddeden ve demokratikleşmeyi
geriye götürmek isteyen, organize olmuş ya da olmamış
tutum, davranış türleri ve aksiyonların tümü’’(s. 14-15)
anlamına gelen aşırı sağcılığın toplumsal yansımasını irdelemektedir.
Burada söz konusu olan, bu düşünce kalıbının toplumun genelinde veya herhangi bir kesiminde görülüp görülmediği değil, ‘‘toplumsal merkezin’’ aşırı sağ
düşünce vasıflarını ne kadar içselleştirdiğidir. Dolayısıyla yaşam şartları ileri seviyede olan grupla alt seviyede bulunan grup arasında duran ve üst seviyeye
çıkma şansıyla alt seviyeye düşme riskini barındıran
‘‘toplumsal merkez’’, araştırma sahasını teşkil etmektedir.
Ülke toplumunun çoğunluğunu oluşturması nedeniyle
bu sosyal katman hakkında bilgi vermek, bir bakıma
toplumun çoğunluğuna değinmekle eş anlamlıdır.
Merkezde yer alan bireylerin aşırı sağcılığı ne kadar
benimsediklerini tespit için araştırmanın ikinci bölümünde
bireylere yöneltilecek soru kategorileri geliştirilir.
g ünd e m
Bu kategorilerde sağ otoriter diktatörlüğün berinde durmak gerekmektedir, ki aşırı sağ eğilimlerin
nimsenmesi, vatansever şövenizm, Yahudi ve yabangelişmesi ve yaygınlaşmasında ekonomik ve siyasal krizcı düşmanlığı, Hitler rejiminin olağan-sıradan görülmesi
ler, çevre tarafından kabül görme ve yaşam memnunive sosyal darwinizm, yani güçlünün zayıfı yenmesi doktyeti anahtar rol oynamaktadır. Bu faktörlerle düşünrini, aşırı sağ düşünce eğilimini ele veren formatlar
ce dünyası arasında kurulan ilişki, sorunun daha iyi
olarak tayin edilir. Bu formatlar içerisinde yer alan
anlaşılmasını sağlayacaktır ki, ilişkilendirme netice‘‘Normalde Almanlar diğer halklardan doğal olarak üssinde elde edilen sonuç, ekonomik şartlar itibariyle
tündür’’, ‘‘İşyerleri azaldığı takdirde yabancılar memletoplumsal merkezde yer alan fakat alt sınıfa düşme
ketlerine gönderilmelidir’’, ‘‘Nasyonalsosyalizmin iyi
riski yaşıyan fertlerde aşırı sağ eğilimlerin fazlaca götarafları da vardı’’ ve ‘‘Doğada olduğu gibi toplumda da
rüldüğüdür.
hep güçlü kazanmalıdır’’ gibi cümlelerin kabul dereMücadele yöntemleri beş ana başlık altında sıracesi, kişinin eğilimini göstermektedir. Bu bağlamda
lanmaktadır: Katılımın teşvik edilmesi, eğitim ve eğitoplumdaki İslam düştim kurumlarının desmanlığını tespit için de
teklenmesi, medyanın
iki soru şekillendirilayrımcı habercilikten
miştir:
uzak durması, siyasi so‘‘Bazı kişilerce Araplarumluların ekonomik girın hoş görülmediğini iyi andişata adil refah dağılımı
lıyorum’’ ve ‘‘Almanya’dadoğrultusunda egemen
ki Müslümanların dinî
olmaları ve son olarak
hayatı kısıtlanmalıdır.’’
sivil toplumun güçlenDIE MITTE IN DER KRISE
İnsan hakları kriterdirilmesi. Her ne kadar da
lerinden hareketle ele
bu yöntemlerin köklü
alındığında tüm bu soçözümler üreteceği tartıRechtsextreme Einstellungen
rular hayret vericidir.
şılır olsa da, maddelerin
in Deutschland 2010
‘‘Hala bu tip düşüncede olan
merkezini teşkil eden
insanlar var mı?’’ sorusu
‘‘bireyin katılımı’’ meseakla gelirken, araştırma
lesi demokratik düzende
Oliver Decker
Marliese Weißmann
sonuçlarının, aşırı sağ
anahtar konumdadır. Bu
Johannes Kiess
düşüncelerin partiler üsaçıdan bakıldığında kaElmar Brähler
tü bir şekilde her kesimde
tılımı teşvik için bireyin
görülebildiğinin altını
siyasi, ekonomik ve sosçizmesi, bu eğilimlerin ne
yal donanımını destekkadar yaygın olduğunu
lenmeli, onun reel hagöstermektedir.
yattaki eğitimine, çeyParti, sendika ve kilireyle uyumuna ve ekose üyeleri arasında bu tip
nomik gelir düzeyine yaFES
G
E
G
E
N
düşünceleri tasdikleyen
tırım yapan unsurlar teşRECHTS
insanlar vardır. İslam düşvik edilmelidir. Bütün
EXTREEMISMUS
Forum Berlin
manlığını tespit için forbunları yaparken sorummüle edilen cümlelerin
lu medya ülkede dayaaraştırmaya katılan kişinışma kültürünün yaylerin yüzde elliden fazlası tarafından desteklenmesi, ‘topgınlaşmasını sağlamaya çalışmalıdır.
lumda İslam düşmanlığı yaygındır’ tezini güçlendirir türBu tespitlerle noktalan ‘‘Krizdeki Merkez’’ araştırdedir.
ması, Federal Almanya’nın kuruluşundan bu yana temel sorunu olan aşırı sağcılık olgusunu yeniden günAşırı sağa karşı mücadele
deme taşımış, temel insan haklarına aykırı bu düşünce kalıbının miladi 2011’e yaklaştığımız şu günlerde topAraştırmanın sonunda aşırı sağa karşı mücadelelumun merkezinde varlığını koruduğu tespitiyle bir yade takip edilmesi gereken yöntemler üzerinde duranın halâ iyileştirilmemiş olduğuna işaret etmiştir.
rulmaktadır. Altı çizilen öncelikli husus, sadece fikriyatın geçersizliğini rasyonel düzeyde izah ederek ve
(*) Oliver Decker u.a.: Die Mitte in der Krise. Rechtsextreme Einsolgulara işaret ederek başarıya ulaşmanın mümkün oltellungen in Deutschland. Berlin 2010, http://library.fes.de/pdffiles/do/07504.pdf
madığıdır. Sorunun kökenine inmek ve nedenleri üze-
DEZEMBER / ARALIK 2010
/ 11 /
g ünd e m
Okul ve İslam
Bir okul rehberi eleştirisi
Çalışma grubları arasında “İslâm ve Okul” isimli bir çalışma grubu bulunan Eğitim, Bilim ve Araştırma Senatörü’nün, öğretmenlerin Müslüman gençlerle kuracakları
ilişkiye rehber olabilecek nitelikte bir kitapçık hazırlatmış
olması takdire şayandır.
Ali Mete • amete@igmg.de
erlin’de muhtelif milletlerden müteşekkil olmak üzere yaklaşık 220.0001 Müslüman yaşıyor. Bu durum – dinî ve kültürel çeşitliliğin
yanında – eğitim hayatı için bazı görev ve zorlukları da beraberinde getiriyor. Bilhassa Müslüman gençler, – nedenleri çeşitli, sonuçları da karmaşık olan – çok
sayıda çetrefilli meselelerle karşı karşıya kalıyorlar. Eğitim hayatında ise dil sorunlarından kurumsal ayrımcılığa kadar beraberce üzerine gidilmesi gereken onlarca
mesele bulunuyor.
Çalışma grubları arasında “İslâm ve Okul” isimli bir
çalışma grubu bulunan Eğitim, Bilim ve Araştırma Senatörü’nün, öğretmenlerin Müslüman gençlerle kuracakları ilişkiye rehber olabilecek nitelikte bir kitapçık
hazırlatmış olması takdire şayandır. Bununla beraber kendi keyiflerine göre İslâm yorumları tesis edilir, fikirler
birbirine karşı kızıştırılır ve Müslümanların desteği, sadece onlara muhtaç olunduğunda aranırsa; Müslumanların
ellerinden kendi dinlerini yorumlama ve aslına uygun
biçimde yaşama hakkı ve şansı alınmış olur. Maalesef
mezkur bu kitapçığı da Müslümanları disiplin altına almak isteyen ve kendi ölçülerine göre bir İslâm anlayışı tesis etmek isteyen girişimler sınıfına dahil etmek zorunda kalıyoruz.
24 sayfalık bu broşürde ilk olarak Berlin’de yaşayan
Müslümanlarla alakalı (s. 2-3) kısa malumat ve İslâm di-
B
/ 12 /
IGMG • PERSPEKTİF
nine (s. 3-5) dair temel bilgiler verilmiş. İkinci kısımda
ise bayramlar, oruç, namaz, başörtüsü, diğer din mensupları
ile münasebetler, spor ve yüzme dersi, cinsellik eğitimi,
sınıf gezileri, karşı cinsi tanımlama kalıpları ve dinî kökenli gibi gözüken homofobi şeklinde sıralanan “dinî gibi görünen çatışmalar” (s. 6-19) için bazı çözüm önerileri yer alıyor. Şiddet temayülü, Antisemitizm ve “İslamizm”
gibi meselelerin de mercek altına alındığı ve daha kısa tutulan üçüncü kısım ise “şiddet ve politik ideolojiler” (s. 2022) başlığını taşıyor. Son bölümde ise velilerle iletişim halinde olmanın önemine değinilmiş ve onları da sürece dahil etmenin mümkün yolları gösterilmiş.
Hemen başlangıçta entegrasyon politikası açısından
marjinalleşmiş göçmenlerin ve çocuklarının sosyal yapıya göre teksiflerinin iç mahallelerde – sıklıkla İslâm
bağlamında algılanan – bazı problemler meydana getirdiğine işaret edilmiş (s. 2) ve dinin radikalleşme ve
tecrit olma tehlikesini gizlediği, aşırı dinî inancın entegrasyonun önündeki engel olduğu (s. 2) değerlendirmelerinden hareketle şu tavsiyelere yer verilmiş: 1. “Şehirde dinî çeşitlilikle yaşamanın teşviki ve ıslahı” 2. “Müslümanlarla ve onların organizasyonları ile; eşitliğin, ferdî hürriyetin, demokratik değerlerin ve normların (Müslümanların Müslümanlar tarafından dinî açıdan dışlanmasını engellemek de dahil olmak üzere) kabulü gibi meselelerde gözüpek bir yüzleşme” 3. “İslamcı çabalar ile yerinde mücadele” (s. 3). Tek tek bütün konuların işlenilmesi bu “politik üç adımın” (s. 2) etki alanında kalıyor.
Bundan dolayı bu büroşür, değişik ve karmaşık konularda ancak farklı ölçüde dengeli ve isabetli sonuçlara
ulaşabiliyor.
Kitapçık, şu örnekte olduğu gibi kısmen de olsa, şaşırtıcı derecede dengeli ve akıllı tasarı ve çözümlere sahip. Meselâ, isabetli olarak şöyle bir tespit yapılıyor: “Okul
arkadaşlarının ve öğretmenlerin karalanması dinî bir düşünceden ziyade, perspektif yoksunluğunun, ergenlerin kabul görme ihtiyacının ve – daha çok delikanlılarda görülen – otoriteye karşı çıkmanın bir ifadesidir.” (s. 12)
Müslüman kızların yüzme dersine katılmama oranının kamuoyu tartışmalarının verdiği intibanın çok daha altında olduğu da gerçeğe uygun bir tespit. (s. 14) Yüzme ve spor derslerinin kız-erkek ayrı yapılması önerisi
zaten bir çok eyalette uygulanmakta. Bunu göz önün-
g ünd e m
de bulundurursak, öteyandan, Eğitim ve Bilim Sendikası’nın (GEW) bunun uygulanmaya müsait bir teklif
olmadığı, dünyaya ve gerçekliğe uzak bir tutum olduğu yönündeki eleştirisi tutarsız kalıyor.
Öğretmenler için hazırlanan bu kitapçığın diğer kısımları ise su götürür hatta şaşkınlığa düşürücü ifadelerle dolu ve kitapçıkta bir temel argüman sürekli olarak ön plana çıkıyor. Önsözde senatör Prof. Dr. E. Jürgen Zöllner şunları söylüyor: “İslâm’ın esnek biçimde okunup yaşanabileceği bilgisi; içerisinde okul ve Müslümanların –hem veliler hem öğrenciler – başgösteren meselelere,
– yani “İslamî olarak görülen norm ve değerlerin okulla çatıştığı durumlarda” – pragmatik cevap bulabileceği alanlar meydana getirmektedir.” Senatör bunun özellikle geleneğine ve dinî inancına değer veren Müslümanlar için
geçerli olduğunun da altını çizmiş. (s. 1)
Burada bariz bir alternatif yorum özlemi kendisini
gösteriyor. Bu alternatif yorum çabası, İslâm geleneğinden
hareketle şekillendirilmiş bir anlayış arama çabası olarak degerlendirilebilir. Çünkü, burada yaşayan Müslümanların kendi dinlerini kendilerinin tanımlama haklarının sadece onlara muhtaç kalındığında gündeme geldiği görülmektedir.
Meselâ, bayram günlerinin tespiti hususunda (s. 67) böyle bir yaklaşım gündeme gelmekte. Aslında, öğrencilerin bu günlerde okuldan muaf oldukları yasa ile
kayıt altına alınmıştır. Müslümanlar Koordinasyon
Konseyi (KRM) Almanya’daki Müslüman topluluklar
için Ramazan ve Kurban Bayramlarının tarihini tespit
eden bir düzenlemeyi zaten yapmış bulunuyor. 2 Bu durumda bu günlerin neden bir problem teşkil ettiği ve Eğitim, Bilim ve Araştırma Senatosu Konseyi’nin bu iki bayram gününü önceden tespit etme serbestliğini nereden
aldıkları sorusu akıllara geliyor. (s. 7)
Kitapçıktaki başına buyruk İslâm yorumlarından bir
tanesi de okulda tutulan oruçla3 alakalı tavisyeler. Broşürün tavsiyesine göre, tarafsız kişiler orucun, okulun
işleyişine, ayrıca çocukların sağlık ve performansına nasıl etki ettiği hususunda veli ve öğrencileri aydınlatabilir; imamlar ve organizasyonlar kuralların körükörüne
taklit ile uyulmasının sorgulanması ile alakalı bir hareket gösterebilir. Senato nihayet şu “fetvayı” veriyor: “Ziyan edilmiş bir matematik dersi gibi, zarar gördüğü durumlarda her Müslüman, oruca ara verme hakkına sahiptir”. (s. 9).
Kitapçık Cuma namazı hususunda da Almanya Müslümanları Merkez Konseyi’nin (ZMD) en azından üç
haftada bir öğrencilere Cuma namazı kılma imkânının
verilmesi yönündeki tavsiyesini reddediyor. Yayına göre, Müslüman organizasyonlar, Cuma namazının kaçırılmasını günah olarak görmemeliler. Kitapçıkta, bu
hususuta bazı camilerde uygulanan Cuma namazının sonradan kılınması ve yine bu meyanda namazların cem edilmesi imkânına dikkat çekiliyor.
Kitapçığın bu ve benzeri politik kökenli problemli
girişimleri ve bu yayının yürürlüğe konulması ile ilgili
sorumlu kişilerin kitapçığın şekillendirilmesine olan etkisi bağlamında varlığı tartışılmaz meselelere ne kadar
çözüm bulunabileceği hususu bizi kuşkuya düşürmektedir.
Bunu sağlamak isteyen bir yayın, politik ve ideolojik güdümlerle hareket etmek yerine sağlam ve kapsamlı
bir empirik zemine oturmalıydı. Zira,kendileri ile alakalı dinî meselelerde tanımlama ve belirleme hakkı Müslümanların olmalıdır. Son tahlilde, öğrencilerin meseleleri ne “İslamîleştirilmeli” ne de abartılı bir kültür relativizmi penceresinden tarassut edilmelidir.
Tercüme: Hüsnü Yavuz Aytekin
Kaynaklar:
1
http://www.statistik-berlin-brandenburg.de/Publikationen/ Stat_Berichte/2010/SB_A1-5_hj2-09_BE.pdf
2
http://www.igmg.de/tr/haberler/yazi/2008/12/03/kurban-bayraminin-ilk-guenue-8-aralik-2008.html?.html. html.html/phprojekt/lib//include/lib.inc.php=
3
Konuyla ilgili İslam Konseyi’nin değerlendirmesi: http://www.igmg.de/
tr/haberler/yazi/2010/08/07/okulda-oruc-islam-konseyinindegerlendirmesi.html
DEZEMBER / ARALIK 2010
/ 13 /
te ş k il at
Pakistan
Endonezya
IGMG Sosyal Yardım Derneği
Kurban Kampanyası tamamlandı
Bu yıl 53 ülke ve bölgede kurban kesimini gerçekleştiren IGMG Sosyal Yardım Derneği, kurban kesimine katılan 253 gönüllü ile; Pakistan’da 14.490, Türkiye’de 6.349, Etyopya’da 5.127, Somali’de 4.550, Sudan’da 3.514 ve Filistin’de 2.904 adet olmak üzere toplam 97.448 adet kurbanı ihtiyaç sahiplerine ulaştırarak
2010 yılı Kurban Kampanyası’nı başarıyla tamamladı.
Kampanya’da 85 bin 474 toplanmıştı.
Pakistan’a 14.490 kurban
Pakistan’da bu yaz meydana gelen sel felaketi ülkenin
beşte birini doğrudan etkiledi. Yaklaşık 2 bin insanın hayatını kaybettiği felakette 300 sağlık merkezi, bir milyon
ev yıkıldı ve 20 milyon insan mağdur konumuna düştü.
Felaketin hemen sonrası oluşturulan ilk yardım ekibi Ağustos ayında selzedelere yönelik gıda yardım çalışmalarını
gerçekleştirdi. IGMG Sosyal Yardım Derneği yönetimi,
2010 Kurban Kampanyası’nda ağırlığı Pakistan’a vermiştir.
Almanya, İngiltere ve İtalya’dan gelen kurban kesim görevlilerin kontrolünde Keşmir, Swat, Peşawar, Pencab ve
Sindh bölgelerinde 14.490 kurbanın kesimi gerçekleştirildi. İngiltere’den Ufuk Seçgin’in koordinatörlüğünde, İtalya’dan Hasan Bıyıklı, Almanya’dan Nihat Turan, Hasan
Özdemir, Habip Demir, İsmail Özdemir, Sezer Ceylan,
Göksal Tunca, Ali Kıvanç, Hakkı Dursun, Ahmet Koç,
Halil Yılmaz ve Aydın Dulkadir Pakistan’da kurban gönüllüsü olarak hizmet etti.
Türkiye’de 54 ilde kurban dağıtımı
İkinci olarak yoğun kurban kesiminin yapıldığı ül-
/ 14 /
IGMG • PERSPEKTİF
ke Türkiye oldu. Türkiye’nin 54 ilinde, 55 gönüllü nezaretinde dağıtımlar gerçekleştirildi. Diyarbakır ve Ankara’da modern mezbahanelerde kesilen kurbanlar soğutucusu olan araçlarla bayramın ikinci günü diğer illere ulaştırılarak ihtiyaç sahiplerine dağıtıldı.
Dortmund’dan Özcan Kuri İstanbul’da, Mönchengladbach’dan Yunus Yiğit Batman’da ve Berlin’den
Menderes Singin Muş’da dağıtım sorumlusu olarak hizmet ettiler. Menderes Singin’in Diyarbakır izlenimleri: “...Özcan kardeşimiz, üzerindeki kurbanların vekaletini mezbahanedeki kesim görevlisine verdikden sonra kesim işlemi başladı. 150’ye yakın insan çalışıyordu.
Her şey bant üzerinde yapılıyor, kesim işlemi kazasız devam ediyor, bir saatte 50 büyükbaş hayvan kesiliyordu.
Bende bir yandan kesim işlemlerini makinemle resimliyordum. Bayram günü gece 24’de kadar kesim devam
etti. 450 büyük baş hayvan kesilmişti. Geri kalanına bayramın ikinci günü devam ettik. Biz kesime o kadar dalmışız ki bayramı bile unuttuk. Kesim işleminin bir an
önce bitmesini dört gözle bekliyorduk. Çünkü kesilen
kurbanlar soğutucularda bekletiliyor ve oradan da Türkiye’nin 54 vilayetine gönderilmek üzere tırlara taşınıyordu. Her şey yolunda gidiyor, her ilde bekleyen Avrupa’dan gelen kurban gönüllülerine etler bir an önce
ulaştırılıyor, kurban etleri Tekirdağ’dan Kars’a kadar TIR’larla dağıtılıyordu.”
Türkiye’nin Aksaray ilinde de IGMG Sosyal Yardım Derneği gönüllüleri mahalle mahalle dolaşarak önceden tesbit edilen ihtiyaç sahiplerine kurban etlerini
ulaştırdı. Kars ve Ardahan’da yapılan çalışmalar da yüz-
te ş k il at
Hindistan
lerce fakir ve ihtiyaç sahibini sevindirdi. Buradaki dağıtımlara Ludwigshafen’den Yaşar Cimşit gönüllü olarak katıldı ve kurban eti dağıtımı, mahalle muhtarlarının muhtaçları tesbitine göre ev ev dolaşılarak yapıldı.
Endonezya
IGMG Sosyal Yardım Derneği, Endonezya’da 1750
adet kurban kesimi yaptı. Holland’dan katılan Kurban
gönüllüsü Adnan Şahin’in izlenimlerini aktarıyoruz:
“Papua Adası’nda çalışma yapacağımız kasaba Manokwari’nin en büyük camii olan Rıdwanul Bahri Camii’ne vardığımızda cami çoktan dolmuş ve camiyi defalarca dolduracak kadar cemaatte dışarıya taşmıştı. Ve
biryandan da Müslümanlar akın akın gelerek boş buldukları yerlere ellerindeki seccadelerini serip oturuyorlardı. Kadınlar, çoluk çocuk camiyi doldurmuşlar. Erkek cemaatin arka tarafında yerlerini almışlardı. Ve sayılarının da küçümsenmeyecek çoğunlukta oluşu ayrıca dikkatimizi çekiyordu.
Yaşadıkları Manokwari kasabasında nüfusun sadece %40’nın Müslüman olduğunu söyleyen imam, bugün
kılınan namazı yaklaşık 6 bin Müslüman’ın kıldığını söyledi. Biz kendimizi tanıtıp Avrupa’daki kardeşlerinin kendilerine kurban ve selamını getirdiğimizi söyleyince gözleri parlayarak çok memnun olduğunu dile getiren imam
Nijerya
“buraya çok sayıda misyoner gelir. Ancak şimdiye kadar hiç Müslüman ziyaretçimiz olmamıştı. Bizi çok mutlu ettiniz. Allah’da sizleri mutlu etsin” diyerek duygularını dile getirdi.
Buradaki çalışmalarımız en son Wasior bölgesinde meydana gelen sel felaketinde evsiz kalan ve buraya sığınmacı olarak gelen insanlara yönelik olacaktı. Ve öyle yaptık...
Yağmur altında kesimler yapılıp hazırlandıktan sonra etleri alarak mülteci kampına vardık. Son tsunamide canlarından gayrı hiçbir şeylerini kurtaramamış olarak bu kampa sığınan insanlara sadece barınabilecekleri boş bir oda
verilmiş tüm aile fertleri için tek bir oda.İçinde ne oturabilecek bir kanepe var ne yemek yapabilecek bir ocak. Nereden bakarsan bak içler acısı bir durum. Biz karınca kararınca yapacaklarımızı yapıp ayrıldık. ”
Gine-Bissau
Osnabrück’den Zekeriya Soydemir’in izlenimleri: “Atlantik Okyanusu’nun kıyısındaki görkemli palmiyelerle ve çeltik karıklarıyla dolu bu güzel ülkede 1,5 milyon kişi yaşıyor.Burada hayat şartları çok çetin, birçok
insan geçimlerini yevmiyecilik ve organizasyonların yardımları ile sağlıyorlar. Cumhurbaşkanı Malam Bacai Sanhá’yı ziyaretimiz esnasında Gine Bissau’ya gerçek manada nasıl yardım edilebileceğini de öğrendik. Fakirlik,
işsizlik ve kirli su ülkenin temel meseleleri arasında bulunuyor. IGMG Sosyal Yardım Derneği’nin Almanya
ve Avrupa’dan topladığı bağışlarla kurbanlıkları satın aldık. Bunlar ülkenin değişik bölgelerinde kesildi ve ihtiyaç sahiplerine dağıtıldı. Wuppertal’den Yüksel Köse,
Gelsenkirchen’den Erol Yıldızhan ve Osnabrück’ten Zekeriya Soydemir’den müteşekkil ekip olarak insanlara
yardım edebilmenin ve Kurban Bayramı neşesini onlarla paylaşmanın derin hazzı içerisindeyiz. ”
Kamboçya
700 adet kurbanın kesildiği Kamboçya’ya Osnabrück’den
Ali Osman Sert, Württemberg’den Kudret Ulusal ve Siegen’den Ali Mete’den oluşan gönüllü ekibi gitti. Ali Me-
DEZEMBER / ARALIK 2010
/ 15 /
te ş k il at
Kamboçya
Türkiye
te’nin izlenimlerini şöyle oldu: “İlk olarak ‘Killing Fields’ adlı, Phnom Penh yakınlarında bulunan soykırım
müzesine çevrilmiş eski bir okulu ziyaret ediyoruz. Bu
şehirde onyıllar önce, kısa süre içerisinde milyonlara varan insan işkence görmüş ve öldürülmüş. Pol Pot ve Kızıl Kımerler insanları soykırıma tabii tutmuş, 400 000’i
Müslüman yaklaşık 2 milyon kişi öldürülmüş. Al- Makmur Camii imamı tüm camiler gibi bu caminin de o
dönemde domuz ahırı olarak kullanıldığını belirtiyor.
İmam bölgede 600 Müslüman ailenin yaşadığını, bu nedenle bizden burada dağıtmayı planladığımız kurbanın arttırılmasını rica ediyor.
Kamboçya’da Müslümanların dini hayatı İslam Din
İşleri Kurulu tarafından organize ediliyor. Kamboçya’da
bu kurumun başkanı olan müftü, kurumun görevinin ülkede sayısı 800’ü bulan caminin bakımı, yapılması ve ayrıca dini eğitim, sosyal yardım projeleri olduğunu ifade ediyor. Sonrasında yetimhaneye yapacağımız ziyaret için çarşıya uğruyor, oradaki çocuklar için okul malzemesi ve şekerleme alıyoruz. Aldığımız hediyeleri öğretmenleri ve bakıcılarla beraber dağıtıyor ve çocukları sevindiriyoruz. Son
hazırlıkların tamamlanmasının ardından ekibimiz ayrılarak her biri Kamboçya’nın bir başka bölgesine gidiyor.
Kamboçyalıların yüzde 70’i kırsal kesimde hayatını sürdürüyor. Amacımız dünyanın her tarafındaki Müslüman
kardeşlerimize Avrupa’daki kardeşlerinin selamlarını iletmek. Bu sebeple Kamboçya’nın ücra köşelerinde bulunan
köylerine ulaşmaya çalışıyoruz.
Bayram namazını farklı yerlerde kılıyoruz. Partner
kuruluşumuz ile beraber büyük baş kurbanlıkların kesimi ve etlerinin 33 şehir ve köyde dağıtılmasını sağlıyoruz. Söylemesi kolay fakat yapması zor bir iş bu, çünkü köyler çoğunlukla birbirinden uzak ve yolları çok bozuk. Arabanızın yolda kalması ve gece yarılarına kadar
yollarda geçirmek zorunda kalma ihtimalini gözönünde bulundurmanız gerekiyor.
Buradaki Müslümanlar kendilerine gösterilen bu yardımdan çok memnunlar. Kamboçya yüzyıllar önce İslam ile tanışmasına rağmen, İslam’a bilinçli bir yönelmenin tarihi çok da eskilere gitmiyor. Bu açıdan bakıldığında dünyanın bu ve benzeri bölgelerinde Müslümanlarla
bağlantıya geçmek daha da önem kazanıyor. ”
Tanzanya
/ 16 /
IGMG • PERSPEKTİF
te ş k il at
Hac tamamlandı; Umre hazır
IGMG Hadsch-Umra & Reisen GmbH bu yılki Hac
hizmetlerini tamamladı ve gelecek senenin hazırlıklarina başladı.
Hacca gitmek için yapılan başvuruların yoğunluğu sebebiyle, müracaatların erkenden yapılmasını isteyen IGMG Hac-Umre Seyahat Şirketi Genel Müdürü Hakkı Çiftçi şimdiden bazı kafilelerin dolduğuna
dikkat çekti.
“Bu sene bazı müracaatları gelecek seneye aktarmak durumunda kaldık. Müracaatların erkenden yapılması hem
vize işlemlerini kolaylaştırıyor hem de bize, hizmetleri daha da iyi organize edebilme imkanı tanıyor” diyen Çiftçi,
uygulanan kota dolayısıyla önce yapılan müracaatların
işlemlerine hemen başladıklarını söyledi.
IGMG Hac-Umre Seyahat Şirketi ile Hac ibadetini yerine getiren hacıların dönüşü de tamamlandı.
Hac ibadetini yapan hacılar, Mekke, Arfat ve Mina’daki
hizmetlerle birlikte Medine’deki hizmetleri büyük bir
takdirle anıyorlar. Sağlık ve diğer rehberlik hizmetlerinin aksamadan yürütülmesi için gereken tedbirleri uygulayan organize, Suudî yetkililerinden de teşekkür aldı.
IGMG Genel Başkanı Yavuz Çelik Karahan da şirket Genel Müdürü Hakkı Çiftçi ile birlikte hacılara
eşlik etti ve yürütülen hizmetleri yerinde denetledi.
Umre programlarına da yoğun bir ilgi olan ve bu sene yaklaşık 5 bin hacıya hizmet sunan IGMG Hac-Umre Seyahat Şirketi, 2011 yılı Umre programlarının hazırlıklarını da tamamladı. Paskalya tatili ile başlayacak
olan umre programlarına özellikle yaz ve Ramazan ayında oldukça ilgi gösteriliyor.
Almanya başta olmak üzere diğer Avrupa ülkelerinden
ayrı ayrı kafileler halinde yürütülecek olan umre programlarının fiyatları ise en kısa zamanda açıklanacak.
DEZEMBER / ARALIK 2010
/ 17 /
i sl a m ve hayat
“Adalet için
mücadeleye…”
Adaletli olma yükümlülüğüne başkalarının adaletten
istifade etmesinin sağlanması da dahildir:
“Zulmedenlere meyletmeyin; sonra size ateş dokunur
(cehennemde yanarsınız) ….” (Hud Suresi, [11:113]).
Mustafa Yeneroğlu • myeneroglu@igmg.de
ur’an, bazen örnek almamız, bazen de amellerinden ve düşüncelerinden ibret almamız
için bizlere geçmiş kavimlerden haberler verir; bize, bu dünyada yaşadığımız hayatın bir
hüsran ve pişmanlığa dönüşmemesi için takip etmemiz gereken yolları gösterir. Bu nedenle Şifa, Hak, Rahmet, Hikmet, Hidayet, Habl (kendisine sıkıca tutunulması gereken ip), Nur ve Furkan (hakkı batıldan
tefrik eden) gibi isimlerle de anılır. Kur’an, hayatın tamamına bir mâna yükler, insana varlık meratibinde kendisinin ve diğer yaratılmışların yerlerini tanıyabileceği bir mihenk taşı verir.
Kur’an’ın temel öğretilerinden birisi de adalet ve
zulmün birbirinden ayırt edilmesidir. Kur’an her bir
kula adalet ilkesine uygun bir şekilde hareket etmesini emreder. Ancak kul sadece adil davranmakla değil, aynı zamanda kendisinin ve -ırk ve din ayrımı gözetmeksizin – başkalarının uğradığı haksızlıklara
karşı aktif bir biçimde mücadele etmek, adaletin ve iyi-
K
/ 18 /
IGMG • PERSPEKTİF
liğin tarafında bulunmakla de mükelleftir: “… zalimlerden başkasına düşmanlık ve saldırı yoktur....” (Bakara Suresi, [2:193]). “…İyilik ve (Allah’ın yasaklarından)
sakınma üzerinde yardımlaşın, günah ve düşmanlık
üzerine yardımlaşmayın. Allah’tan korkun; çünkü Allah’ın
cezası çetindir. …” (Maide Suresi, [5:2]). “…Herkesin
yöneldiği bir kıblesi vardır. (Ey müminler!) Siz hayır işlerinde yarışın. …” (Bakara Suresi, [2:148]).
Adaletli olma yükümlülüğüne başkalarının adaletten
istifade etmesinin sağlanması da dahildir: “Zulmedenlere
meyletmeyin; sonra size ateş dokunur (cehennemde yanarsınız)
….” (Hud Suresi, [11:113]). Kur’an, mütemadiyen adaletin her zaman ve her yerde muhafaza edilmesini hatırlatır: “İşte bunlar, Allah’ın, sana hak olarak okuduğumuz ayetleridir. Allah hiçbir kimseye haksızlık etmek istemez.” (Ali İmran Suresi, [3:108]). İnsan her davranışında adalet prensibine göre hareket etmelidir:
“….Karşılıklı rızaya dayanan ticaret olması hali müstesna, mallarınızı, batıl (haksız ve haram yollar) ile aranızda (alıp vererek) yemeyin. ” (Nisa Suresi, [4:29]). “…Ölçtüğünüz zaman tastamam ölçün ve doğru terazi ile tartın.” (İsra Suresi, [17:35]). “De ki: Rabbim adaleti emretti.….” (Araf Suresi, [7:29]) “… Muhakkak ki Allah,
adaleti, iyiliği, akrabaya yardım etmeyi emreder, çirkin
işleri, fenalık ve azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor.” (Nahl Suresi, [16:90]).
Bu çaba ile kastedilen sadece adil kalmak değil, aynı zamanda Müslümanın faal olmasıdır. Adalet yolunda
çaba göstermek, hayırda yarışmak gibi hasletler
Mü’min için ekstra faziletler değil, fiil ve amellerinin
hayatın bütün alanlarındaki temelleridir. “Ey iman edenler! Adaleti titizlikle ayakta tutan, kendini, ana-babanız ve akrabanız aleyhinde de olsa Allah için şahitlik eden
kimseler olun. (Haklarında şahitlik ettikleriniz) zengin
olsunlar, fakir olsunlar Allah onlara (sizden) daha yakındır. Hislerinize uyup adaletten sapmayın, (şahitliği)
eğer, büker (doğru şahitlik etmez), yahut şahidlik etmekten
i sl a m ve hayat
kaçınırsanız (biliniz ki) Allah yaptıklarınızdan haberdardır.” (Nisa Suresi, [4:135]) “… Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutan, adaletle şahitlik eden kimseler olun. Bir topluluğa duyduğunuz kin, sizi adil davranmamaya itmesin. Adaletli olun; bu, Allah korkusuna
daha çok yakışan (bir davranış) tır. Allah’a isyandan sakının. Allah yaptıklarınızı hakkıyla bilmektedir..” (Maide Suresi, [5:8])
Özü itibariyle bütün dinler insanı adil olmaya ve
adil bir dünya için çaba göstermeye davet eder, hiçbir külltür adaletten feragat etmemiştir. Bütün devletler anayasalarında insanın beraber yaşamasının temel normu olan adalete yaslanırlar. Buna rağmen elimizdeki tarihe ve insan tabiatına dair elde ettiğimiz
bilgilerin ışığında savaşın, açlığın, insani ve doğal kaynakların sömürülmesinin olmadığı bir dünya sadece
bir illüzyondan ibarettir. Ancak insanın buna olan öz-
uğrayan, açlıktan ölen ve haksızlığa uğrayan insanlardan
ahirette mesul tutulacaklardır.
Buna göre her Müslüman imkânları ölçüsünde daha adil bir dünya için çaba göstermek zorundadır. Bilhassa Avrupa’da yaşayan Müslümanlar daha yüksek bir
refah düzeyine sahip olmakla, tüketimde sürekli artan aşırılığa kaçmak ve dünyevi arzularına kul olmak,
bu suretle de Allah’a ve diğer mahlûklara olan sorumluluklarını yerine getirememek gibi bir tehlike ile
karşı karşıya bulunmaktadırlar.
Bu yüzden “adalet” Müslüman için bir laf-ı güzaf
değildir. Adalet için mücadele etmenin İslam’ın en önemli emirlerinden birisi olduğunun ve bunun da bir davet olduğunun daima şuurunda olmalıyız. Adalet idealimizi ve vizyonumuzu dünyamızın meselelerinin
halli için somutlaştırmak ve dünya genelindeki savaş,
açlık, zulüm ve haksızlıklara karşı ortaya koymalıyız.
“Ey iman edenler! Adaleti titizlikle ayakta tutan, kendini, ana-babanız ve
akrabanız aleyhinde de olsa Allah için şahitlik eden kimseler olun. (Haklarında şahitlik ettikleriniz) zengin olsunlar, fakir olsunlar Allah onlara
(sizden) daha yakındır. Hislerinize uyup adaletten sapmayın, (şahitliği)
eğer, büker (doğru şahitlik etmez), yahut şahidlik etmekten kaçınırsanız
(biliniz ki) Allah yaptıklarınızdan haberdardır.” (Nisa Suresi, [4:135])
lemi ve talebi de aynı derecede güçlüdür. Bilhassa Müslümanlar adaletin tesis edilmesi için çaba göstermeye ve ahlaki yükümlülüğü kendi şahsi çıkarları için feda etmemeye davet edilmektedirler. Müslümanların
“….hayat ancak bu dünyada yaşadığımızdır. Ölürüz ve
yaşarız. Bizi ancak zaman helak eder…” (Casiye Suresi, [45:24]) diyenlerden olmamaları emredilmektedir.
Onlar hayatlarını bir belirsizliğe ve mânasızlığa feda
etmemeli, hayrın ve adaletin tesis edilmesi için bilfiil mücadele etmelidirler. Aksi takdirde hayatları
Kur’an’ın buyurduğu üzere israf edilmiş olurlar.
Müslümanlar bu dünya hayatının bir imtihan olduğu bilinci ile mütevazı, müsamahakâr, ölçülü ve minnettar olmalıdırlar. Onlar hakkı tavsiye edip haksızlığa karşı mücadele etmelidirler, zira –dinleri ve dünya görüşleri dikkate alınmaksızın- bu dünyada zulme
Dünya ekonomisinin getirdiği meseleleri, iklim değişimi, demografik gelişmeler, sosyal adalet konuları
ve eğitim eşitliği, hatta gelecek nesiller için adalet gibi konular daha bilinçli ve ciddi bir şekilde hemhal
olmamız gereken meseleler arasında. Bu nedenle
sosyal ve siyasi meseleleri hakkında bilinç sahibi olmak sorumluluk sahibi her Müslüman’ın hayatında önemli bir yer tutmalıdır. Bu faaliyetler sadece dini yapılanmaların değil, aynı zamanda sosyal ve insani yardım derneklerinin, bir siyasi partinin, bir insan hakları örgütünün ya da bir çevre gönüllüleri oluşumunun çatısı altında da yürütülebilir.
Hayatlarının sonunda sadece “İnanıp da imanlarına herhangi bir haksızlık bulaştırmayanlar.” (Enam
Suresi, [6:82]) şeklinde tavsif olanlar ebedi saadete erişip bahtiyar olacaklardır.
DEZEMBER / ARALIK 2010
/ 19 /
te ş k il at
Kur’an-ı Kerim
İnsanlığa inen son vahiy
Kur’an metninin muhafazası için diğer bir yol da Efendimizin Cebrail (a.s) ile her Ramazan ayında o ana kadar vahyedilmiş olan bütün ayetleri okuması idi. Hatta Efendimizin vefat ettiği sene bu mukabele iki kere
gerçekleşmiştir.
Kevser Erol • kevser_erol@live.de
llah peygamberlerini ve vahyi rehberlik etmeleri için insanlığa göndermiştir ve son vahiy Allah’ın, vahiy meleği Cebrail (a.s) aracılığıyla ilk olarak miladî 610 yılında kulu
ve resulü olan Efendimiz’e (s.a.v) göndermeye başladığı Kur’andır. Efendimize de, kendisinden önce gönderilen seçilmiş insanlar olan Musa, İsa ve Davud peygamberlere olduğu gibi, Allah’ın tebliğini çevresine ve
tüm insanlığa ulaştırması için vahiy gelmiştir.
Müslümanlar Allah tarafından gönderilmiş bütün
peygamberlere iman ederler ve onların arasında fark gözetmezler. Kur’an’da şöyle buyurulur: „De ki: „Allah’a,
bize indirilene (Kur’an’a) İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakub’a ve Yakuboğullarına indirilene, Mûsâ’ya, İsa’ya ve
peygamberlere Rablerinden verilene inandık. Onlardan
hiçbirini diğerinden ayırt etmeyiz. Biz ona teslim olanlarız.”“ (Âli İmran Sûresi, 84)
Nebiler silsilesinin son halkası olan Efendimiz
kırk yaşından itibaren vahyi dar-ı bekaya irtihallerine
kadar geçen 23 sene zarfında sürekli olarak almıştır. Va-
A
/ 20 /
IGMG • PERSPEKTİF
hiy „Yaratan Rabbinin adıyla oku! O, insanı “alak” dan
yarattı. Oku! Senin Rabbin en cömert olandır.
O, kalemle yazmayı öğretendir, insana bilmediğini öğretendir.“ (Alâk Sûresi, 1-5) ayetleri ile başlamış ve „Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim. Size nimetimi
tamamladım ve sizin için din olarak İslâm’ı seçtim.“ (Maide Sûresi, 3) ayeti ile nihayete ermiştir.
Mushafın muhafazası ve yazılması
Efendimiz’e (s.a.v) her vahiy geldiğinde onu derhal etrafındakilere aktarır ve vahiy kâtiplerinden birine –bunların arasında Zeyd b. Sabit de bulunmaktaydı- deri, kemik, yassı taş, hurma yaprağı yahut papirüs
gibi malzemeler üzerine yazdırırdı. Namazda da kıraat edildiği için yeni gelen ayetler Müslümanlar tarafından
hemen ezberlenirdi.
Kur’an metninin muhafazası için diğer bir yol da Efendimizin Cebrail (a.s) ile her Ramazan ayında o ana kadar vahyedilmiş olan bütün ayetleri okuması idi. Hatta Efendimizin vefat ettiği sene bu mukabele iki kere
gerçekleşmiştir. Ahiret gününe kadar hükmü devam
edecek olan Kur’an’ın muhafazasına en büyük kefil ise
onu bizlere gönderen Allah‘tır. Bir ayet-i kerîmede şöyle buyurulur: „Şüphesiz o zikri (Kur’an’ı) biz indirdik biz!
Onun koruyucusu da elbette biziz.“ (Hicr Sûresi, 9)
Efendimizin ebedî aleme irtihallerinde, vahyin yazılmış olduğu materyaller dağınık bir biçimde bulunmaktaydı. Vahiy, 23 sene zarfında ve tedrîcen geldiği
için yekpâre toplanması mümkün olmamıştı. İlk halife Hz. Ebubekir, Zeyd b. Sabit’i, hafız diğer sahabelerle beraber ilk mushafın oluşturulması ile vazifelendirdi. Hz. Ebubekir’in vefatı ile bu mushaf Hz. Ömer’e
ondan da, onun kızı ve Efendimiz’in (s.a.v) zevcesi olan
Hafsa validemize verildi.
Üçüncü halife Hz. Osman zamanında ise mushaf
istinsah yolu ile çoğaltılarak o dönemin İslâm dünyasının merkezlerine gönderildi. Bu sâyede Arapçanın
te ş k il at
hususî yapısı ile alâkalı olarak
gündeme gelen kıraattaki ve yorumlamadaki farklılıkların da
üstesinden gelinmek isteniyordu.
Kur’an Avrupa’ya, 1143 senesinde Orta Çağ‘ın önemli
merkezlerinden birisi olan Toledo’da (Tuleytula) Hristiyan
mütercimler
Hermannus
Dalmata ve Robertus Ketenensis tarafından Latince’ye yapılan tercümesi ile ulaştı. İlk baskı ise 1543 senesinde Basel’de
yapıldı. Almanca’ya ilk çeviri
ise Salomon Schweigger tarafından 1616 yılında yapılmıştır. Bununla beraber muhtelif
mütercimler tarafından yapılmış çok sayıda nüsha bulunmaktadır.
Önceki vahiyler çerçevesinde Kur’an
Kur’an son vahiy olduğu gibi tahrif edilmeden bize kadar
ulaşabilmiş tek vahiy olma
özelliğini de taşımaktadır.
Efendimiz, tek peygamber olmadığı gibi elbetteki Kur’an da
tek vahiy değildir. Kur’anı daha ziyade vahiylerin son kitabı gibi anlamak lazımdır. Ondan önce Allah Hz. Musa’ya
Tevrat, Hz. İsa’ya İncili ve
Hz. Davud‘a da Zeburu göndermiştir.
Kur’an’da da bu vahiylere işaret edilmektedir: „Bu
Kur’an, Allah’tan (indirilmiş olup) başkası tarafından uydurulmamıştır. Fakat o kendinden öncekileri doğrulayıcı ve Kitabı (Allah’ın levh-i mahfuzdaki yazısını) açıklayıcı olarak, indirilmiştir. Bunda hiçbir şüphe yoktur. (O)
âlemlerin Rabbi tarafındandır.“ (Yûnus Sûresi, 37)
Kendisine daha önce kitap gönderilmiş olanlara ehli kitap denilir.
Bundan kasıt ise kendilerine Hz. Musa vasıtası ile
Tevrat gönderilen Yahudiler ile Hz. İsa ile İncil gönderilen Hristiyanlardır. Ehli kitap vahiy zincirinde bir
halka olmak sıfatıyla İslâm akaidinde ve tarihinde hususî bir yere sahip olagelmiştir.
Burada söz konusu olan şey sadece tarihi değil aynı zamanda muhtevayı da kapsayan bir bağdır. Allah,
Kur’anı sadece yeni bir vahiy olarak değil aynı zamanda
kendinden önceki kitapları da tasdik edip doğrulayan
ve tamamlayan bir kitap olarak gönderdi. Şu ayet-i kerîme bunun delili olarak gösterilebilir: „(Ey Muhammed!)
Sana da o Kitab’ı (Kur’an’ı) hak, önündeki kitapları doğrulayıcı, onları gözetici olarak indirdik. Artık Allah’ın
indirdiği ile aralarında hükmet ve sana gelen haktan ayrılıp ta onların arzularına uyma…“ (Maide Sûresi, 48)
Bütün vahiylerin özü tek olan Allah’a iman mânasına gelen tevhiddir. Bunun yanında tek tanrılı dinler
ahiret gününe, meleklere, peygamberlerin ve kitapların
gönderilmesine iman etmek hususlarında birleşirler. Ayrıca bütün tek tanrılı dinlerin ortak bir ahlâkî zemini
vardır. Bu dinlerin hepsi Allah’a inanıp, takdis eden inançlı kişinin doğru ve samimi bir hayat sürdürmesini talep ederler. Bu değişmez inanç esaslarının yanında aynı zamanda ibadet dediğimiz bazı ritüeller yer alır. İbadetlerin şekli İslâm dini gönderilene kadar zamana ve
mekâna bağlı olarak sürekli değişmiştir ve İslâm ile son
halini almıştır. Bu şekilde diğer tek tanrılı dinlerde de
namaz, oruç ve zekât şekil olarak çok farklı hale gelmiş
olsalar da mevcudiyetlerini devam ettirmişlerdir.
Tercüme: Hüsnü Yavuz Aytekin
DEZEMBER / ARALIK 2010
/ 21 /
i sl a m ve hayat
Almanca Kur’an
tercümeleri tarihi
Kur’an, Avrupa’da ilk olarak İspanya’da, Cluny Başrahibi Petrus Venerabilis’in (öl. 1156) yaptırdığı Latince tercüme ile
tanınmaya başlandı.
Meryem Özmen • menzil00@hotmail.de
ur’an, Peygamberimiz Hz. Muhammed’e
(s.a.v) 23 yıllık bir süre zarfında gönderilmiş
bir kitaptır. Peygamberimizin dili olan Arapça dilinde indirilmiştir. O halde Kur’an’ın getirdiği mesajın Arap olmayan toplumlar tarafından anlaşılması ihtiyacı Kur’an’ın farklı dillere tercüme edilmesini zorunlu kılmıştır. Bu çerçevede Avrupa kıtasında da değişik nedenlerle İslam ve getirdiği mesaja ilgi
duyulmuştur.
Kur’an, Avrupa’da ilk olarak İspanya’da, Cluny Başrahibi Petrus Venerabilis’in (öl. 1156) yaptırdığı Latince
tercüme ile tanınmaya başlandı.1 Petrus, Arapçadan matematik ve astronomi eserlerini tercüme eden Robert von
Ketton’a, Kur’an’ı Latinceye tercüme ettirme konusunda başarılı oldu. Birçok eksiğine rağmen tercüme büyük bir başarı elde etti. Bunun sebebi ise bu tercümenin neredeyse beşyüz yıl boyunca Batı Hristiyanlığı’nın
Kur’an bilgisinin kaynağını oluşturması ve diğer Avrupa dillerine tercüme edilmesinin başlangıç noktasını oluşturmasıdır. Kur’an’ın Arapça’dan Fransızca’ya doğrudan
ilk tercümesi ise Andre Ryer tarafından 1647 yılında gerçekleştirilmiştir. Mütercim, tercümeyi yaparken, Müslümanların Kur’an tefsirlerinden de istifade etmiş, bu
durum tercümenin Robert von Ketton’un tercümesinden iyi olmasını sağlamıştır. Avrupa’nın etkili ve en çok
K
/ 22 /
IGMG • PERSPEKTİF
okunan yazarlarından biri olan Voltaire de bu tercümeden
etkilenmiştir; öyle ki 1753 yılında yayımlanan “Essai
sur les moers et l´esprit des nations” (Milletlerin ruhu
ve gelenekleri hakkında bir deneme) başlıklı eserinde
Kur’an’a daha adil bir şekilde yaklaşmıştır.
Kur’an’ın, Salomon Schweigger tarafından İtalyanca’dan yapılan ilk Almanca tercümesi ise 1616 yılında
Nürnberg’te yayımlanmıştır. Kur’an’ın David Friedrich Megerlin (1772) tarafından doğrudan Arapça’dan
yapılan ilk Almanca tercümesi ise “Türk İncili veya Kur’an”
adı ile yayınlanmıştır. Quedlinburg Saray Vaizi Friedrich Eberdhard Boysen’in kaleminden çıkma Kur’an tercümesi ise 1773 yılında yayımlanmıştır. Bu tercümeyi,
Orientalist Samuel Friedrich Günther Wahl, 1828 yılında gözden geçirip yeniden yayımlamıştır. Johann Christian Wilhelm Augusti, 1773 yılında bir bölümünü tercüme ettiği Kur’an’ın orijinal halinin şiirsel etkisini yakalamaya çalışmıştır. Kur’an’daki ruhaniliği farkeden ve
onu öven Katolik İlahiyatçısı Johann Adam Möhler (ö.
1838) olmuştur ki, kendisi, Hz. İsa ile Hz. Muhammed ilişkisinin Kur’an’a göre karşılaştırmasını yaptığı bir
makalesinde, “kendine has bir dindarlık, etkileyici bir yakarış ve tamamen kendine has dini bir şiirsellik yansıyor.
Bunun yapma ve zorlama birşey olması mümkün değil” demektedir.
Kur’an’ın bir bölümünü tercüme eden Friedrich Rückert’in bu tercümesi ise çok rağbet gördü. Bunun sebebi ise tercümenin Kur’an’ın şiirsel boyutunu aktarmaya
çalışması idi. Akademik çevrelerde daha çok tavsiye edilen, Rudi Paret (1966) ve Hans Zirker (1999) tercümeleri ise daha çok dilsel kusursuzluğu gaye edinmişlerdi. Kelimelerin anlamından uzaklaşmama çabasını beraberinde getiren bu kusursuzluk anlayışı, geç antik dönem dini ihtilaflara ilgi duymayan okuyuculara Kur’an’ın
itici gelmesine neden oluyordu. İslam’a büyük bir sempati besleyen Johann Wolfgang von Goethe’ye göre ise
Kur’an, “Kendisi ile ne kadar ilgili olursak o kadar bıktıran fakat yinede kendine çeken, şaşırtan ve sonunda da saygıya zorlayan bir” 2kitaptır.
i sl a m ve hayat
Berlin Cami İmamı
Mevlana Sadreddin ise
1939 yılında Kur’an’ın bir
Müslüman tarafından
yapılan ilk Almanca
tercümesini yayımladı.
Anadili Almanca olan
birisi tarafından yapılan
Kur’an’ın ilk tam tercümesi ise 1996 yılında
Ahmed von Denffer’in
gayretiyle ortaya çıktı.
Fakat Arapça bir
kavramın Almancada
farklı birçok karşılığını vermeye çalıştığı için
bu tercümenin okunması zordur. Arapça orjinal metnin yanı sıra, her
bir ayet için Almanca’ya tercüme edilmiş
önemli tefsirlerden bölümler alan bir Kur’an
tercümesi de, Fatima
Grimm başkanlığında
bir grup Müslüman bayan tarafından hazırlanarak
1997 yılında “Kur’an’ın Anlamı” başlığı ile yayımlandı.
20. Yüzyılda yayımlanan bilimsel Kur’an tercümeleri
ise Max Henning (1901), Rudi Paret (1966) ve Adel Khoury (1999) tarafından hazırlandı ve yayımlandı.
2009 yılında Ahmad Milad Karimi, Arapça orijinalin
ifade gücü ve güzelliğini o dili bilmeyenlere de hissettirmeye çalışan yeni bir Kur’an tercümesi yayımladı. Karimi, bu tercümesinde amacının“Müslümanların dindarlığını
temelden belirleyen” Kur’an’daki “estetik ve şiirsel tecrübe”yi
aktarmaya çalışmak olduğunu ifade etmiştir.
2009 yılınd ayrıca Leopold Weiss’ın – Müslüman
olduktan sonraki adı Muhammed Esed - “The Mes-
Yeni Kur’an tercümeleri
sage of the Qur‘an”’ın Ahmed von Denffer ve Yusuf Kuhn
tarafından yapılmış Almanca tercümesi yayımlandı.3 Esed’in
hazırladığı bu eser, birçok yerinde tefsirde içermesi nedeniyle sadece bir tercüme olarak görülmemelidir.
2000 ile 2010 yılları arasında yeni bir Kur’an tercümesi üzerinde çalışan Hartmut Bobzin’in bu yeni tercümesi, ki tefsir şeklinin de yayımlanması da plan dahilindedir, 2010 yılında yayımlandı. Mütercim sadece
dil açısından değil, estetik açıdan da Arapça orijinali uygun bir şekilde Almanca’ya yansıtmak istediğini belirtmektedir. Bu açıdan bakıldığında Rückert’in tercümesi, Kur’an’ın şiirselliğini “duyurma” açısından Bobzin’in
aşması gereken bir tercüme olarak görülüyor. Şiirsellik
noktasından bakıldığında Karimi ile benzer hassasiyet
taşıdıkları söylenebilir. Ancak hem Bobzin hem de Karimi, tercümenin “ anlama” üzerine kurulu olması gerektiği konusunda hemfikirler.
Kur’an’ın Almanca tercümelerinin çokluğu esasen “mütekamil” bir tercümenin mümkün olmadığını da gösteriyor. Tercümelerin her birinin güçlü yanları olduğu
gibi, zayıf yanları da mevcut. Hangi amaç için hazırlandıkları
ve ne için kullanılacaklarına bakılarak, tercümelerin biri diğerine tercih edilebilinir.
Tercüme: Ömer Faruk Altıntaş
Kaynaklar:
1
Hartmut Bobzin: Der Koran. C.H.Beck, 2006
Katharina Mommsen: Goethe und der Islam. Insel, Frankfurt am Main
2001
3
Ahmad Milad Karimi: Der Koran. Herder, Freiburg, 2009
2
İlk dönemlerde Kur’an “Türk İncili” olarak tercüme edilmişti
DEZEMBER / ARALIK 2010
/ 23 /
i sl a m ve hayat
Ümmet
“O gün her ümmeti/toplumu (Allahın huzurunda)
toplanmış görürsün. Her ümmet, kendi (amelleri tescil edilmiş) kitabına çağrılır: Bu gün yapmış olduklarınızın karşılığı verilecek.” (Câsiye Suresi, [45:28])
Prof. Dr. Saffet Köse • saffetkose@hotmail.com
mmet kelimesi tekil ve çoğul şekliyle (ümem)
Kur’ân-ı Kerîm’de 64 defa geçmekte olup1
hadislerde de oldukça sık yer almaktadır.2 Bu
temel kaynaklarda kelimenin herhangi bir dinin veya zamanın ya da mekânın bir araya getirdiği topluluk anlamı ağırlık kazanmıştır. Bu birliktelik bir inanç
etrafında toplanmış bulunan insanlar grubunda olduğu
gibi irâdî / ihtiyârî olabileceği gibi kuşlar, karıncalar, böcekler vb.’lerinde olduğu gibi3 gayr-ı irâdî yani yaratılış
gerçekliğine bağlı da olabilir.4 Kelime anlamı itibariyle
arada fark yoktur. Ümmet, taife, cemaat, topluluk, halk
gibi kelimelerle zaman zaman eş anlamlı olarak kullanılır. İslami ilimlerde ümmet kelimesi daha çok bir peygamber veya bir dine mensup olan topluluk anlamında
kullanılmıştır. Kısaca ümmet bir peygambere tabi topluluk demektir. Bir ümmet içerisinde farklı özellikleri sebebiyle oluşan topluluklar da ümmet olarak isimlendirilebilir.5 Mesela iyiliği hakim kılmak kötülüğü engel-
Ü
1
M. Fuâd Abdülbâkî, el-Mu‘cemü’l-müfehres, “ümmet” md.
Wensinck, Concordance, “ümmet” md.
3
En‘âm Suresi, [6:38]; Müslim, Selâm, 148; Ebû Dâvûd, Edâhî, 22;
Tirmizî, Sayd, 16, 17; Nesâî, Sayd, 10; İbn Mace, Sayd, 2
4
Râgıb el-Isfahânî, el-Müfredât, İstanbul 1986, s. 27
2
/ 24 /
IGMG • PERSPEKTİF
lemek amacıyla Muhammed ümmeti içinden seçilmiş
grup kelime anlamıyla da bağlantılı şekilde ümmet olarak anılmaktadır.6
Her toplumun / ümmetin kendisine özgü inançları ve kutsallarının bulunduğu bir gerçektir. Kur’ân-ı
Kerîm toplumsal kabullerin ve ona dayalı yaşam biçiminin psiko-sosyal açıdan gücünü “her ümmete amelini süsledik” ayetiyle belirtir. Bu sebeple bir topluma
hakim olan yaşam biçiminin o toplumun bireyleri üzerinde önemli bir etkisi vardır. Zamanla geleneksel hale
gelen bu kabuller toplumun kınama, dışlama, hafife
alma gibi yaptırımları sayesinde kök salar ve nesilden
nesle geçerek varlığını sürdürür.7 Doğan Cüceloğlu’nun tespitiyle insan davranışının biçimlendirilmesinde bireyin içinde büyüyüp yaşadığı toplumun
gelenek ve görenekleri, kültürü önemli bir rol oynar.
Kültür belirli türden davranışları istenen, uygun, beğenilen davranışlar olarak pekiştirir, belirli sosyal değerler sistemi içinde bunları ödüllendirir; bazı
davranışları da yerer, aşağılar, yine belirli sosyal değerler sistemi içinde cezalandırır ve zamanla söndürür.
Böylece, belli değerleri koruyan bir toplum düzeni kurulur veya kurulmuş olan toplum düzeni kendi değerlerini korur.8 Bir topluluk içindeki insanların
birbirlerini etkileyerek aynı dünya görüşünü, aynı duyguları ve yaşam biçimini benimsemiş olmaları sebebiyle de amel defterlerini benzer eylemler şekillendirir.
Bu sebeple “O gün her ümmeti/toplumu (Allahın huzurunda) toplanmış görürsün. Her ümmet, kendi (amelleri
tescil edilmiş) kitabına çağrılır: Bu gün yapmış olduklarınızın karşılığı verilecek” (Câsiye Suresi, [45:28]) ayetindeki “her ümmet, kendi (amelleri tescil edilmiş)
kitabına çağrılır” ifadesinin toplumsal etkileşim sebebiyle benzer amellerle gelecekleri için kullanılmış
olma ihtimali yüksektir. Dolayısıyla böyle bir toplumsal gerçekliği kabul eden Kur’an-ı Kerîm: “Onlar hiçbir kınayıcının kınamasından korkmazlar” (Maide
5
A‘râf Suresi, [7:164]
Âl-i İmrân Suresi, [3:104]
7
bk. Zuhruf Suresi, [43:22-23]
8
İnsan ve Davranışı, İstanbul 1991, s. 154, 155
6
i sl a m ve hayat
Suresi, [5: 54]) ayetiyle gerçek
karşısında toplumsal baskılara
boyun eğilmemesini ister ve bu
konuda Hz. İbrahim’in Hakk’a
yönelen, Allâh’a itaat eden tek
başına bir ümmet olduğunu9
yani Allâh’a kullukta bir topluluğun yerini tutabilecek bir özelliğe sahip olduğunu10 hatırlatır.
Kur’ân-ı Kerîm başlangıçta
bütün insanların tek bir ümmet
olduğunu, Allâh’ın dileseydi insanlığı (iman bakımından) bir
ümmet olarak bırakacağını
ancak tek olan ümmetin daha
sonra ayrılarak farklı ümmetlere
bölündüğünü ve her birine peygamber gönderildiğini belirtir.11
Hz. Muhammed de bütün insanlığa gönderilmiş olan son
peygamberdir.12
İnsanların kabileden millete,
cemaatten ümmete varıncaya
kadar farklı topluluklara ayrılmış
olması onların birbirleriyle tanışıp kaynaşmaları içindir.13 Renkleri, dilleri, dinleri ayrı
da olsa bütün insanlar Âdem ve Havvâ’nın çocuklarıdır ve her şeyden önce kardeştirler. Birbirleri üzerinde
de bu kardeşliğin doğurduğu haklar vardır.14 İnsan da
şerefini insaniyetinden alır.15 İşte bu gerçek, her bir insanın temel ihtiyaçlarının, karşılaştığı problemin ya da
uğradığı haksızlığın onun kimliğine ve inancına bakılmaksızın16 bütün insanlığın bir bütün halinde sorunu olmasını da gerektirir. Söz gelimi dünyanın
herhangi bir bölgesinde açlıktan ölen her hangi bir insandan bütün insanlar kendilerini mesul görmek zorundadır. İşte bu temel, küresel sorunlara birlikte
çözüm aramanın, toplumların birbirleriyle hasmane
değil iyi niyete dayalı ilişkiler kurmalarının zeminini
oluşturur. Bu ilke, İslam hukukunun uluslar arası ilişkilerde temel aldığı esaslardan birisidir.
Muhammed Ümmeti
Makalenin baş tarafında verilen ümmet tanımına
uygun olarak Muhammed ümmeti veya İslam ümmeti
kavramı Hz. Muhammed’in getirdiği İslam dinine
mensup insanlar anlamına gelmektedir.
Kur’ân-ı Kerîm’in Muhammed
ümmeti için belirlediği bazı özellikler ve bunlara dayanarak biçtiği
önemli roller vardır. Bunlardan birincisi vasat ümmet tanımlamasıdır.17 Bu da dosdoğru yol, Kur’ân
ve sünnetteki ifadesiyle sırât-ı
müstakîm üzere olan, söz ve eylemlerinde her türlü aşırılık ve sapıklıktan uzak, fıtrat çizgisinde
kalmayı başaran, insani değerleri
temsil eden, sağduyulu, ölçülü,
adaletli, din ve dünya dengesini
sağlıklı biçimde kurabilen (ruhbanlıktan uzak) bir yaşama biçimine sahip, orta yolu tutmuş
erdemli toplum demektir.
Bununla da bağlantılı olan
ikinci özellik ise Muhammed ümmetinin insanlar üzerinde şahit
oluşudur.18 Bu da şu anlamı ifade
eder. İslam toplumu vasat ümmet
çerçevesindeki vasıfları itibariyle
diğer ümmetlerin dikkatini çeken,
imrenilen, örneklik teşkil eden ve
gerçek insanlığın nasıl olması gerektiğine canlı
şahit/kanıt niteliği taşıyan, taklit eden değil başkalarına
model olan bir özelliğe sahiptir.
Bu konuda İslam ümmetinin modeli de peygamberleri Muhammed’dir.19 Bunun Muhammed ümmetine yüklediği sorumluluğun sonucu ise model
kişiliklere belirlenen karşılıkta ortaya çıkmaktadır. Bu
da işlenen kötülüğün azabının iki kat, erdemli davranışın ecrinin iki defa oluşudur.20
Özellikle gayr-ı Müslim ülkelerde yaşayan Müslümanlar, eylemlerinin karşılığını bu esasa göre alacaklarından çok daha dikkatli olmak zorundadırlar. Çünkü
yaptıkları her bir davranışın hesabı İslâm’a fatura edilmektedir.
Muhammed ümmeti ile ilgili üçüncü özellik insanlar içinden çıkarılmış en hayırlı ümmet olmalarıdır. Onlara bu vasfı kazandıran da mensuplarının iyiliği hakim
kılmak ve kötülüğü engellemek için çalışmalarıdır.21 Bu
ayet, az önce geçtiği üzere bir Müslüman’ın hem iyiliğin modeli olmasını / iyilik merkezli yaşam biçimine
sahip olmasını hem de iyilik uğrunda çaba sarfetmesini
öngörmektedir. Hz. Peygamber’in hadisinde belirttiği
14
9
Nahl Suresi, [16:120]
10
Râgıb, el-Müfredât, s. 28
11
Bakara Suresi, [2:213]; Maide Suresi, [5:48]; En‘âm Suresi, [6:42];
Yûnus Suresi, [10:19, 47]; Hûd Suresi, [11:118]; Ra‘d Suresi, [13:30];
Nahl Suresi, [16:43, 63, 93]; Fâtır Suresi, [35:24]
12
A‘râf Suresi, [7:158]; Sebe’ Suresi, [34:28]
13
Hucurât Suresi, [49:13]
Nisâ Suresi, [4:1]
İsrâ Suresi, [17:70]
16
Bakara Suresi, [2:272]
17
Bakara Suresi, [2:143]
18
Bakara Suresi, [2:143]
19
Bakara Suresi, [2:143]
20
Ahzâb Suresi, [33:30-31]
21
Âl-i İmrân Suresi, [3:110]
15
DEZEMBER / ARALIK 2010
/ 25 /
i sl a m ve hayat
üzere bir Müslüman bulunduğu yerde gücü oranında
ma‘rûfu (iyilik) hakim kılmak ve münkeri (kötülük) engellemekle yükümlüdür.22 Hatta Kur’ân-ı Kerîm, sırf bu
iş için ümmet içinden bir ekibin tahsis edilmesini talep
etmektedir.23
Kur’ân-ı Kerîm diğer ümmetlerle ilişkilerde hassas bir konu ile ilgili Muhammed ümmetine bir uyarıda bulunur ve Müslümanlardan kendileri dışındaki
insanların inanç değerlerini o din mensuplarını rencide edici bir dille ve kendi dinlerine düşmanlığı arttırıcı biçimde eleştiri konusu yapmamalarını ister.24
İslam dinini entelektüel kesime ikna edici bilgi (hikmet) ile, halka güzel öğüt ile yapılmasını ve tartışmaya
düşkün olanlarla da en güzel şekilde tartışarak, barışçı
bir üslupla yapılmak esastır.25 Kabul edenler Muhammed ümmetine dahil olurlar, kabul etmeyenlere
ise maddi veya manevi en küçük bir baskı ve şiddet
uygulamasında bulunulamaz. Herkesin irade sahibi
bir varlık olarak tercihi ve bundan dolayı Allah katında sorumluluğu kendisine aittir, inancıyla baş başa
bırakılır.26
Ümmet ve sorumluluk
Kur’ân-ı Kerîm sorumlulukta şahsilik ilkesinin yani
hiçbir kimsenin bir başkasının işlediği suçun sorumluluğunu taşımayacağı ve bu yüzden yargılanamayacağı,
cezalandırılamayacağı27 ilkesinin ümmetler için de geçerli olduğuna şu şekilde vurgu da bulunur:
“Onlar bir ümmetti. Gelip geçtiler. Onların kazandıkları kendilerine, sizin kazandıklarınız da size aittir.
Onların yaptıklarından siz sorumlu tutulmayacaksınız.”
(Bakara Suresi, [2:134, 141]) Kur’ân’da iki yerde geçen
bu ayetin ifade ettiği bazı önemli hususları şöyle özetlemek mümkündür: Sorumsuzluk hali eylemlerin kendisiyle sınırlı olduğu durumlarla ilgilidir.
Daha sonraki takipçilerinin etkilendiği uygulama
ve kabullerinden dolayı kötü örnek olmaları sebebiyle
onlara da yüklenen bir sorumluluğun bulunduğunu
belirtmek gerekir. Bu sebeple Kur’ân-ı Kerîm, “Hayır!
Sadece biz, atalarımızı bir din üzerinde bulduk, biz de
onların izinde gidiyoruz” (Zuhruf Suresi, [43/22]) ayetiyle ümmetin, geçmişini gözü kapalı olarak taklit etmesini kabul etmez.28
İşte Kur’ân-ı Kerîm, geçmişe körü körüne bağlılık
sebebiyle suçu geçmişe atarak ateşe düşen ümmetlerin öncekilere lanet edeceklerini ve kendilerini etkile-
yerek yoldan çıkarmaları sebebiyle azaplarının iki kat
olmasını isteyeceklerini hatırlatır.29 Tersinden okunduğunda erdemli davranışları devam ettirilen ve bu
yönüyle örnek alınan ümmetlere de verilecek mükâfat
açısından da benzer durum söz konusudur. Hz. Peygamber’in “Kim güzel bir sünnet / adet başlatırsa hem
o davranışının hem de kıyamete kadar onu örnek alarak
devam ettirenlerin sevabı verilir. Kim de kötü bir adet
başlatırsa hem o davranışının hem de kıyamete kadar
onu örnek alarak devam ettirenlerin günahı yazılır” 30
şeklindeki hadisi bunu teyit eder. Hatta Hz. Peygamber kardeşi Habil’i öldürerek ilk cinayeti başlatan Kâbil’e bu tür eylemler sebebiyle bir günah yazıldığını
bildirir.31
Zikredilen ayet herhangi bir soydan gelmenin bir
üstünlük sebebi olamayacağını mesela seçilmiş kavim
anlayışının doğru olmadığını, büyük peygamberlerin
soyundan gelmiş olmanın azabı kaldırmayacağını32, üstünlük ölçüsünün Allâh’ın emir ve yasaklarına saygı
(takvâ) olduğunu33 ifade eder.
Hatta Kur’ân-ı Kerîm sadece bir peygamber yakını
mesela çocuğu ya da babası olmanın inanmadıktan
sonra kendilerine bir fayda sağlamayacağı sonucunu Hz.
Nuh ve Hz. İbrahim örnekliğinde açıklar. Peygamberlerin onlara olan duasının bile bir yarar sağlamayacağına özellikle vurguda bulunur.34
Suç-cezanın şahsiliğini öngören bu ayetin yanı sıra
herkesin kendi eylemlerinin hesabını bizzat kendisinin
vereceğini bildiren bir dizi ayet35 ile her doğanın tertemiz bir fıtratla doğduğunu belirten hadis36 asli günah /
ilk günah inancının (peccatum originis) doğru olmadığına işaret eder.
Ayetin dikkat çektiği diğer bir husus da geçmiş ümmetlerin başarısının ya da sahip oldukları erdemlerin
onun soyundan gelenleri motive edici bir özellik taşısa
da kendilerine ait olduğunu, bunları örnek alarak geleneği sürdürme yerine sadece bir övünç vesilesi yapmanın sonrakilere bir yarar sağlamayacağına işaret
etmesidir.
Bu bağlamda Hz. Peygamber’in: “Amelinin geri bıraktığı kimseyi nesebi / soyu ileri götüremez” hadisi37
aynı gerçekliği teyit eder.
Ümmet kavramı oldukça geniş kapsamlıdır ve bir
çok boyutu vardır. Bütün yönleriyle ele alınması bu yazının çerçevesini aşacaktır. O sebeple bazı yönleri dikkate alınmıştır.
22
30
23
31
Müslim, Îmân, 78; Tirmizî, Fiten, 11; Nesâî, Îmân, 17
Âl-i İmrân Suresi, [3:110]
24
En‘âm Suresi, [6:108]
25
Nahl Suresi, [16:125]
26
En’am Suresi, [6:104]; Tevbe Suresi, [9:129]; Yunus Suresi, [10:43-44,
108]; İsrâ Suresi, [17:15]; Neml Suresi, [27:92]; Kâfirûn Suresi, [109:6]
27
En‘âm Suresi, [6:164]; Fâtır Suresi, [35:18]; Necm Suresi, [53:38]
28
ayrıca bk. Lokman Suresi, [31:21]
29
A‘râf Suresi, [7:37-38]
/ 26 /
IGMG • PERSPEKTİF
Müslim, İlim, 15; Zekât, 69; Nesâî, Zekât, 64
Buhârî, Cenâiz, 32, İ‘tisâm, 15, Enbiyâ, 1; Müslim, Kasâme, 27
32
Bakara Suresi, [2:80-82]
33
Hucurât Suresi, [49:13]
34
Hûd Suresi, [11:42-43, 45-46]; Meryem Suresi, [19:47]; Şu‘arâ
Suresi, [26:86]; Mümtehine Suresi, [60:4]; Tahrîm Suresi, [66:10]
35
Tûr Suresi, [52:21]; Necm Suresi, [53:39]; Müddessir Suresi, [74:38]
36
Buhârî, Cenâiz, 79-80, 92; Müslim, Kader, 22-25; Ebû Dâvûd, Sünnet, 17
37
Ebû Dâvûd, İlim, 1; İbn Mâce, Mukaddime, 17
d ü nya
Kamboçya’da İslam
Ali Mete • amete@igmg.de
amboçya normalde bize çok birşey çağrıştırmaz. Belki Güneydoğu Asya’nın en uzun
nehri Mekong akla gelebilir. Bazıları da Pol
Pot ve Kızıl Khmerler adlarını duymuş olabilirler. Ülkede gelişen bir Müslüman toplumunun varlığı ve çok eskilere giden kültürleri hakkında çok az
kişinin bilgisi olduğunu söyleyebiliriz.
Kamboçya Krallığı Tayland, Laos ve Vietnam arasındaki Tayland Körfezi’nde yer alıyor. Phnom Penh, 15.
Yüzyılın başından beri ülkenin başşehri. Kamboçya çoğunlukla düzlüklerden oluşmakla beraber, kısmen dağlarla çevrili bölümleri de mevcut. Batıda yer alan Tonle Sap gölü ve dünyanın en uzun 10 nehirinden olan Mekong ülke için çok önemli bir konuma sahip.
Tarihte krallık olarak başlayan Kamboçya, bugün
de monarşi ile yönetiliyor. Bir Güneydoğu Asya devleti olan Kamboçya, yüksek devrini 9. ila 15. Yüzyıl
arasında yaşamış olan Kambuja İmparatorluğu’ndan
K
neşet etmiştir. Khmer Krallığı’ndan arta kalanlar, özellikle de Angkor, bugün halen görülebilmektedir.
Gezmek için bir günden fazla zaman ayırmanız gerekecek kadar büyük bir tapınak olan “Angkor Wat”,
bugün UNESCO dünya kültür mirası listesinde yer
alıyor.
Etnik açıdan bakıldığında Kamboçya Güneydoğu Asya’nın en homojen toplumudur. 14,5 milyon kadar olan yerli halkın resmi rakamlara göre yüzde 8590’ı Khmer halkına mensup. En büyük azınlık grubu yüzde 5 ile Vietnamlılar oluşturuyor. Cham (Şam
veya Çam diye okunur) asıllı Müslüman grup tahminen
yüzde 3 ila 5 oranında iken, yüzde 1 oranında da Çinliler mevcut.
Khmer halkı bir dağ topluluğu olan Mon’lar ile
akrabalar. Mon’luların şimdiki nesilleri bugün çoğunlukla
Tayland’da pirinç tarımı ve balıkçılık yapıyorlar. Mon
devletleri kültürel olarak Hindistan’dan çok etkilenmişler, bu nedenle erken denilebilecek bir dönemde
Budizm ve Brahmanizmi kabul etmişler ve bu dinler kendi aralarında yayılmış. Dilleri olan Khmer dilinde, mimari ve edebiyatlarında da Hindistan etkisi görülüyor. Bugün Kamboçya’nın resmî dini Budizm’dir.
Khmerlerin geçmişi Cham tarihi ile yakından bağlantılı. Tam istatistikler mevcut değilse bile Kamboçya
DEZEMBER / ARALIK 2010
/ 27 /
d ü nya
toplumunun yüzde 4 ile 7 arasındaki bölümünün Müslüman olduğu tahmin ediliyor. Müslümanların çoğunluğu
Champa Krallığı’nın varisleri olan Cham halkına mensuplar. Champa hükümdarları en nihayetinde 1607’den
itibaren Müslümanlığı kabul etmişler, ancak ondan önce de Müslümanların varlığı biliniyor. Hinduizm’in etkisinde olan bu büyük ve eski imparatorluğun mensupları,
Arap tüccarlar sayesinde İslam ile tanışmışlar. Cham halkının çoğu bu dönemde yani 17. Yüzyılda İslam’ı kabul ettiler. 17. Yüzyılın sonunda Vietnam, Champa emirliklerinin bir kısmını hükmü altındaki topraklara ekledi. 19. Yüzyılın ikinci yarısında ise hem Kamboçya hem
de Vietnam Fransız sömürgesi haline geldiler. 1953 yılında Fransız sömürgesinden kurtulmalarının ardından
onyıllarca süren bir iç savaş yaşandı. Halktan birçok insan ölürken, ekonomik açıdan da büyük zarara uğranıldı.
Bakıldığında Chamların kendi dillerini korudukları görülüyor, aynı zamanda kendi alfabelerini kullanıyorlar. 1960 yılından beri Chamlar etnik olarak
Khmer olmamalarına rağmen “Khmer İslam” olarak
adlandırılıyorlar, bunun sebebi ise – Çinliler ve Vietnamlıların tersine – Kamboçya vatandaşı olduklarını vurgulamak.
Kamboçya tarihinde Pol Pot dönemi (19751979) büyük bir kırılmaya vesile oldu. Sadece bir kaç
yıl içerisinde Kızıl Khmerler olarak adlandırılan ve
1951 yılında kurulan komünist partiden doğan bu hükümet, yaklaşık 2.2 milyon insanı işkenceye tabi tutarak katletmiş. Pol Pot’un özellikle eğitimli insanlara karşı bir katliama yöneldiği belirtiliyor. Zulüm
ve işkenceler o durumda gelmiş ki, 1978 yılında Kı-
/ 28 /
IGMG • PERSPEKTİF
zıl Khmer hükümeti devrildiğinde ülkede sadece 50
doktor kalmış. Pol Pot döneminde katledilenler arasında binlerce Müslüman da yer alıyordu. Kızıl
Khmer hükümetinin devrilmesinden sonra bir süre
devam eden kritik iç savaş döneminin ardından, hali hazırda onyılı aşkın bir zamandır ülkede istikrarın
hakim olduğu söylenebilir.
Kurban Kampanyası 2010 çerçevesinde Kamboçya
toplumunu gözlemleme, şehirlerinde ve ücra köylerinde Müslümanlarla müzakere yapma imkanına sahip olduk ve karşılıklı olarak tecrübelerden faydalanılabileceğini gördük. Bu anlamda Kamboçya’daki Müslümanların, Avrupa’dakinler ile ortak birçok sorunları mevcut olduğu tespit edilebilir.
Din, kültür ve dilleri bağlamında bakıldığında onlar da bir azınlık teşkil ediyor. Kızıl Khmerlerin devrilmesinden sonra gerekli yapıları kendileri (yeniden)
kurmuşlar ve sürekli temelleri sağlamlaştırma çabası içindeler. Kamboçya’da Müslümanların hayatı İslam Din İşleri Kurumu tarafından organize ediliyor.
Onun yanında sosyal, insani yardım ya da eğitim alanlarında faaliyet gösteren iyi teşkilatlanmış Müslüman
organizasyonlar da var. Camilerini yapıyorlar, dini ve
kültürel hayatı organize eden faal sosyal çalışmalar
içerisindeler. Müslümanlar toplumun tüm katmanlarında temsil edildikleri izlenimini veriyorlar.
Kamboçyalı Müslümanlar, yapıyı sağlam bir şekilde kurup şumüllü bir biçimde Müslümanlığı yaşayabilmek, Müslüman kimliğini sağlamlaştırma ve
toplumda saygın bir konumda olmak çabası içerisindeler.
Kızıl Khmerlerin devrilmesinden sonra Müslü-
d ü nya
manları durumu da iyileşmiş durumda. Ancak eğitim konusunda ise yavaş ilerleyen bir iyileşme sözkonusu. Pol Pot’un tüm okulları kapatması (bazıları
işkencehane olarak kullanılmış), öğretmenleri öldürmesi
ya da sürmesi sonucunda eğitim sistemi tamamen çökmüş. Bu dönemde tüm yazılı ürünler de yok edilmiş,
bu nedenle Kamboçyalı Müslümanlar da çok az dini neşriyata sahipler.
Diğer bir sorunu ise, burada din konusunda cemiyet çalışmalarına yön verebilecek ve dini anlatabilecek yeterli ve yetkin kişilerin olmaması teşkil ediyor. İslam’ın buraya çok uzun yıllar önce gelmesine
rağmen kısmen çok yüzeysel olarak anlaşıldığı görülüyor.
Bu anlamda Kamboçya’daki İslam’ın Budizm ile
karma izler taşıdığı dikkat çekiyor. Bu karma anlayışın örnekleri, buradaki Müslümanlar tarafından tasvip edilmeyen bazı küçük yerleşim yerlerinde halen
devam ediyor. Mesela ezan yerine, davul çalan grup-
lar mevcut. Besmele ile başlayan, fakat kendi dillerinde devam eden ama eksik bazı Kuran nüshaları var.
Eksik bu “Kuranlar” esas Kuran ile uyuşmayan ayetler içeriyor. Çözüm olarak, bu ve diğer dini “eksiklikler”i aşmak için daha sonra din öğretmeni olarak
istifade etmek üzere Malezya ve Endonezya’ya burs
yoluyla öğrenci gönderme yoluna gidiliyor.
Bunular beraber Kamboçya’da Müslümanların
kültür ve dinlerini açıkça gösterme ve yaşamaları bir
sorun teşkil etmiyor. Diğer dinlere olduğu gibi – öncelikle Budizm – İslam’ın da özgürce yaşanması sağlanıyor. Ülkedeki din özgürlüğünden Müslümanlar
ve Budistler memunlar. Kamboçya Başbakanı Hun Sen
2008 yılındaki dinlerarası bir toplantı münasebetiyle yaptığı konuşmada bazı medya kurumları tarafından dinlere yönelik sorumsuz suçlamalar hakkında şunları söylüyor: ““Diğer ülkelerle ilgili fazla bir bilgiye sahip olduğumu düşünmüyorum, ancak araştırdım ve
gözlemledim ki, Müslümanların herhangi birşeye neden
olduğu yönündeki sözlerden kaçınmalıyız, diye düşünüyorum. Meselâ, iki Hindu’nun sebeb olduğu belli bir çatışma nedeniyle, yaklaşık 1 milyar insanın yaşadığı Hindistan’daki tüm Hinduları, bundan ötürü suçlamalı mı,
suçlamamalı mıyız? Üç Hristiyan’ın yol açtığı bir çatışmaya
ne demeli? 1 milyardan fazla Hristiyan bunun için suçlanmalı mı?”1
Kamboçya’daki durum Avrupa’daki Müslümanların perspektifi ve sorunları ile karşılaştırıldığında şaşırtıcı şekilde büyük benzerlikler görülüyor. Burada
ve orada zihinleri meşgul eden benzer konular mevcut. 11 Eylül sonrasında oluşan baskı ortamında bu
uzak ülkedeki Müslümanlar dahi açıklama yapma ve suçsuz olduklarını ispat etme
konumuna getirildiler. Diğer benzer konulara örnek ise ülkede öğretmenler için
başörtüsüne ancak bir
kaç yıl öncesinde izin
verilmesi, ezana müsaade edilmesine rağmen, birçok yanlış anlaşılmanın var olması
gibi durumlar gösterilebilir.
Herşeye rağmen
buradaki Müslümanlar – Kamboçya’da öncelikle Cham toplumu
– dinlerini yeniden
keşfetme, kültürlerini
yaşama, dillerini canlandırma gayreti içindeler. Bunda da belli ölçüde başarılı olmuş durumdalar. Pol Pot rejiminin yıkılmasının ardından Kamboçya’nın yeniden kurulmasına sağladıkları katkılar, toplumda
saygın bir konum elde etmelerini sağlamış. Fakat bu durum ancak dinî ve kültürel özgürlüklerin tanınması ve
karşılıklık güvenin oluşturulması ile mümkün olabilmiş.
Yapılacak olan bu yolda devam etmek. Onlara bu hususlarda yardımcı olabilir ve birbirimizden birşeyler öğrenebilirsek kendimizi talihli addedebiliriz.
Tercüme: Ömer Faruk Altıntaş
1
s. 15, „Cambodian Muslim Development Foundation“ (CMDF) tarafından 2008 yılında Phnom Penh’de basılan Başbakanın konuşması
DEZEMBER / ARALIK 2010
/ 29 /
d ü nya
Sinema ve siyasî coğrafya
Necati Anaz • necatianaz@hotmail.com
inemanın doğuşundan bu yana, işlenen konu ve
izleyicilerini etkilemesi anlamında sinema gerek kültürel, gerek siyasal konuların tartışma alanı olagelmiştir. Sinemanın bilinen ilk propaganda
malzemesi olarak kullanımı Hitler döneminin Almanya’sına rastlar. Kitleyi etkileme ve onlara moral depolama anlamında sinema, görsel medyanın en etkileyici araçlarından biri oluverir. Soğuk savaşın başlamasıyla iki kutuplu dünyanın sıcak savaşı sanal alemde de başlar ve
tüm gücüyle devam eder. 1940’larda kurulan ve 1950’lerin sonlarına kadar sinema ve akademi dünyasını etkisi altına alan Amerikan Karşıtı Aktiviteleri İzleme Komitesi (House Un-American Activities Committee) bu
bağlamda birçok Hollywood çalışanını ve film şirketini kara listeye (blacklist) almış ve cezalandırmıştır. McCartyism de yine bu dönemde etkisini artırmış bir siyasal
cezalandırma mekanizması olmuştur. Öyle ki, bu dönem filmlerinde doğrudan olmasa bile dolaylı yönlerden kapitalizmin ve birey özgürlüğüne dayalı (Hıristiyan-Demokrat) bir sistemin doğallığı hep vurgulanagelmiştir. Bunun yanında soğuk savaşın sosyo-psikolojisine münhasır iki-kutuplu dünya temaları da bu dönem filmlerinin temel konusu olmayı sürdürmüştür.
Mesela, Walk East on Beacon (1952), Rus casuslarının çok-gizli (top-secret) bilimsel projeleri ele geçirmelerini
konu alan iki süper gücün casusluk savaşlarını konu edinir. The Man from Planet X (1951) ve Invaders from Mars
(1953) gibi filmler de, ecnebi kılığına girmiş Rusların
dünyayı nasıl istalaya çalıştıkları ve dünyalıları nasıl kolonileştirmek istediklerini konu edinir. Rusların ecnebilere benzetilmesiyle seyirciye komünizm, insan fıtratına aykırı ve tek gayesi insanlığı kolonileştirip despotizmi ve köleliği yaymak olan bir sistem olarak lanse edilir. Diğer bir ifadeyle, Hollywood filmleri Amerika’nın
dış politikasına endeksli aynı düzlemde ve gayede bir
korku atmosferi üretmeye çalışır.
Sinema yardımıyla izleyiciler doğru ile yanlışı, düşman ile dostu daha kolay ayırt edebileceklerdir. Durum,
1960 larda ve daha sonrasında da pek değişmeyecektir.
James Bond serisinin işlediği konular tarihsel boyutuyla
S
/ 30 /
IGMG • PERSPEKTİF
iyi irdelendiğinde görülecektir ki, dünya siyasî tarihinin jeopolitiksel konumu değiştikçe, James Bond’ın vazifesi ve misyonu da değişecektir. Soğuk savaşın en sıcak dönemlerinde Bond, Rusya ve ona bağlı komünist
devletlerin veya karanlık örgütlerin yıkıcı planlarını etkisiz hale getirmek için çalışırken, soğuk savaş sonrası
değişen dünya jeopolitiğine parallel olarak Bond, yeni
düşmanlarına karşı mücadele eder. Bond’ın yeni düşmanı artık karanlık terör organizasyonları ve illegal faliyetlerle servet kazanmayı gaye edinmiş, uluslararası bağlantıları olan, gelişmemiş ülkelerin şirketleridir. Bakıldığında görülecektir ki, 23 adet olan James Bond serilerinin herbiri, birer siyasî coğrafya tarihinin sinemasal
dille, dünya seyircisine sunulmuş halidir. Yani eğlence
argümanları kullanılarak dünya jeopolitiğinin sinemasal yazıldığı bir ders kitabıdır adeta James Bond filmleri.
Filmler; gerek doğrudan savaş, kahramanlık, veya ulusallık konularında yapılmış olsun, gerekse bu konularla doğrudan bağlantılı olmasın, herzaman siyasal bir mesaj verme veya varolan kültürün sosyo-politik yapısını
kuvvetlendirme açısından ciddî bir rol oynamaktadır. Bir
taraftan Batı eksenli bir ekonomik yapının devamını ve
alternatifsizliğini pekiştirirken diğer taraftan da, Batı eksenli ekonomik yapının öncelediği kültürel ve sosyal yapının dünya insanı için olmazsa olmazlığını kuvvetle vurgulamaktadır.
Yine James Bond serilerinde hemen göze çarpacağı gibi, kadın artık, erkekleri savaş sonrasında eğlendirmeye
yarayan seks metası olmaktan öteye gidemeyecektir. Modern dünyanın insanlığa sunduğu sun’î rüyaların insanlığın
sahip olması gereken yegâne talepler olması gerektiği
mesajları da, yine sinemanın dolaylı yönden şırınga ettiği ideolojiler arasında olacaktır.
Bunun yanında, sinemanın, hitab ettiği toplumlarda sınıf oluşturma veya var olan toplumsal sınıfların statükosunu pekiştirici roller oynaması, yine ayrı bir özelliğidir. Bu çerçevede her hafta arkası kesilmez televizyon dizilerinin izleyicilerine sunduğu kimlik ve aidiyet
politikaları da son derece ciddîye alınması gereken olgulardır. Bu bağlamda imaj-politika-coğrafya etkileşimi son derece önemlidir. Filmlerde (veya televizyon dizilerinde) olușturulan muhayyel mekanlar (mise an scene) o filmlerin anlatımlarıyla birleştirildiğinde ve parça parça değil de bir bütün, tamamlanmış hikaye olarak seyirciye sunulduğunda karşımıza çıkacak olan şey,
d ü nya
sinemanın coğrafî gerçekliği olacaktır. Bu gerçeklik aslında takdim edilenin, asıl olan coğrafyanın gerçekliğiyle
bir ilgisinin olmadığı, ancak algılanmak ve tanımlanmak istenen dünya siyasal konjektürüne de uygun bir
coğrafya olduğu görülecektir. Lawrence of Arabia
(1962), Midnight Express (1978) ve Rambo filmleri sadece bunlardan birkaç örnek olarak gösterilebilir. Bu filmlerdeki sahne için oluşturulmuş lokasyonlar/mekanlar
aslında sinema yapımcısının ve genelde de Batı dünyasının hayal dünyasını oluşturan, betimleyen Arap, Türk
veya Uzak Doğu hayalî coğrafyalarıdır. Arap dünyasının canlandırıldığı hangi filme bakarsanız bakın, o filmlerde göreceğiniz coğrafya çölümsü, kurak ve şehirleşmemiş, şahit olacağınız siyasal düzen ‘düzensizlik’, karşılaşacağınız insan tipolojisi dağınık, şehvetine düşkün, göbekli ve
tüylü olacaktır. Eğer filmin konusu
muhtemel bir güvenlik konusu ise,
Araplar genelde hep kötü rolleri
oynayan, sürekli düzensiz ama elleri silahlı, bağırıp çağıran, gruplar halinde dolaşan ve konuştuklarında da bütün exotic ve barbarlığıyla anlaşılmaz Arapçayı
veya aksanlı İngilizceyi kullanan
sinemanın bedevîleri olacaklardır. Sonuçta sinema izleyicilerinin zihninde, hizaya gelmez
Arap, işkenceci Türk, batıya başkaldırmış komunist uzak doğulu
imajları oluşturmaktır . Çünkü, yeni dünya düzeni bunu öngermektedir.
Medenî, zekî ve insan haklarına saygılı Arap veya bir başka “öteki”, batının tasarladığı ‘iki-kutuplu’ dünya siyaset açılımına
ters düşecektir. Bu halde sinema, düşman kıtlığı çekecektir ki bu durum sinema ekonomisine tezattır.
Film yapımcılığının baş döndürücü bir hızda yaygınlaşan küresel dağılımı ve sinemanın seyirciler tarafından ulaşılabilirliliğinin yükselmiş olması, tüm dünyada toplum-mühendislerini ve devletlerini harekete geçirmiş ve sinemayı (televizyon dizileri de dahil) toplumları
dönüştürme, eğitme, asimile veya hizaya getirme aracı
olarak kullanmaya başlamalarına neden olmuştur. Hareket eden imgelerin verdiği etkileme gücü ile her ulusdevlet, sinema ve televizyonu kendi ulusal kimliğini tanımlama ve ‘kendi ‘ olmayan ‘ötekiler’i ayırdetme aygıtı olarak kullanmaya başlamış ve bu noktada da ciddî bir başarıya ulaşmıştır. Mesela sıradan bir Amerikan
aksiyon filminde genellikle siyahlar veya diğer azınlık
grupları suç işleyen kişilerin, beyaz polisler ise adaletin
ve nizamın koruyucusu rolünü oynayacaklardır. Bu tür
senaryolar genel izleyiciyi hiç bir şekilde rahatsız etmemekle
birlikte aslında sıradan Amerikalıların siyahları soyguncu,
uyuşturucu satıcısı veya toplumun genel ahlâkını bozucu
parazitler olarak içselleştirmiş olmalarının beyaz perdeye yansımasından başka bir şey ifade etmeyecektir.
Sebeb-sonuç ikileminde hangi olgunun hangisini önce etkilediği sorusu bu bağlamda hiçbir önem arzetmemekte
ve anlamsız kalmaktadır. Önemli olan sinemanın toplumları doğrudan etkiyemese bile dolaylı yönden (içselleştirme/sıradanlaştırma yoluyla) insanların bilinç altlarında iz bırakabilme etkisinin varlığının tartışılmaz olmasıdır. Bu çerçevede sinemayı psiko-analitik açıdan incelemeye alan çalışmalara bakmak faydalı olacaktır.
Aslında vaziyet Batı ülkeleriyle sınırlı değildir. Mesela, Türkiye’de 2003’ten beri ekranlarda olan Kurtlar
Vadisi ve onun yan ürünleri hemen hemen bir Hollywood yapımı kadar günahkârdır. En basitinden, Kurtlar Vadisi yapımlarının toplumsal olayları sahneye uyarlarken beraberinde ‘iyi mafyacılık’, ‘devletin bekâsı
ve kutsallığı’, ‘erkeğin üstünlüğü’
‘kazanmak için kavganın kaçınılmazlığı’, ‘iyi Kürd’’ün ancak bir sıradan Türk’e eşit olabileceği’,
Türkiye’nin sürekli dış güçlerin
satranç oyununun konusu olduğu’ ve ‘Türkiye’nin etrafının düşmanlarla çevrili olduğu’ gibi kavramları ön plana çıkardığı ve bu
kavramları milyonların beynine
işlendiği argümanlarla doludur. Hâkezâ, yakın zamana kadar devam
eden Avrupa Yakası dizisinin oluşturduğu coğrafi tiplemeler ‘Adanalı’
(Dilber), ‘Trabzonlu’ (Dursun), ‘Nişantaşılı’ (Burhan), ‘ev kızı (Makbule) ve
diğer karakterler her ne kadar Türk toplumunun bir çeşit numunesini mizahî tarzda sunmaya çalışsa da, dizi başka bir cihette Türk insanının
zihnine Türkiye’nin sınıflandırılmış kültürel haritasını
da çizmektedir. Bir diğer ifadeyle, Trabzon Dursun gibi olmalı, Adanalı soslu ve kokulu yemekler yemeli, ev
kızı Makbule ise anlama-kavrama yeteneğinden yoksun olmalıdır. Ne zamanki bu coğrafî atıflar Türk insanının hayalindeki resimle uzlaşır, o zaman o seyredilen
yapıt da o kadar gerçekliğini korumuş ve izleyicinin beğenisini kazanır olacaktır. Bu, Makbule kıvrak zekadan
daha uzun bir süre yoksun kalmaya mahkum olacak demektir. Yine ifade edildiği gibi, Makbule mi dizileşmiş
yoksa dizi mi Makbule’yi meydana getirmiştir, bu
(şimdilik burada) anlamsız bir tartışmadır.
Elbette sinemanın politik ve kültürel anlamda izleyicisini etkileme gücünün herkesin varsaydığı kadar çetin olup olmadığı veya bu etkinin ne derece büyük olduğunu ölçmek o kadar da kolay olmayabilir. Her bireyin bir sinema yapıtıyla etkileşimi o kişinin eğitim düzeyinden tutun da, yaşadığı coğrafyanın konumuna göre değişmektedir.
DEZEMBER / ARALIK 2010
/ 31 /
k ül t ür
Dünyada İslam Mimarisi,
Sahaflar, Hamamlar
Müslümanların günlük yaşamımıza katkıları
İlknur Melekoğlu • imelekoglu@yahoo.de
slam mimarisinin pek çok unsuru esir alınan sanatçılar vasıtasıyla Avrupa’ya ulaşmıştır. Romanesk
üslup ta İspanya’daki ve kutsal topraklardaki Müslümanlara karşı ilk mücadelelerin başladığı zamana rastlar. Lalys de esir alınanlardan biriydi ve İngiliz Richard de Grandville için 1129’da Güney Galler’de Neath Manastırı’nı dizayn etmiştir. Lalys 5 yıl sonra 1.
Henry’nin mimarı olmuştur.
Bir fetih dalgası sonunda Avrupa’yı boydan boya geçerek 1066’da İngiltere’yi işgal eden Normanlar (Vikingler
olarak da bilinirler), İngiliz mimarisine çok şey getirmişlerdir. Sicilya’yı da işgal eden Normanlar Müslümanlarla
ilişki içindeydiler ve burada onların barbarlıkları dinmiş,
yıkıcılıkları yerini büyük yapıcılıklara bırakmıştır.
BBC’nin Avrupa’da İslam Tarihi programının sunucusu Rageh Omar’in dediği gibi: “ Mimari bakımından Sicilya’da Müslümanlardan çok az şey kalmıştır ve İslami tarzda görünen binalar aslında Müslümanlarca yapılmamıştır. Bu binalar 11.yy’da Arap kültürüne hayran
olan işgalci Normanlar tarafından yapılmıştır. Özellikle 12.yy Norman Kralı II. Roger Müslüman mimarisine tutkundu, iyi derede de Arapça biliyordu.” Daha sonradan Avrupa’nın inşa edilmesinde öncülük edenler mimari açıdan “İslamlaştırılmış” bu Normanlardı. Gotik mimari tarzı da Norman Kralları devrinde gelişmiştir.
I. Edward, İran’ı ele geçiren ve Müslümanların düşmanı olan Moğollarla ittifak etmek için elçi göndermişti. 1292 yılındaki bu misyon bir yıl sürdü ve misyona katılanlardan olan Robertus Sculptor’un kaş kemerler (sivri kemerler) gibi bazı fikirleri beraberinde
getirerek daha sonra 14.yy’da İngiliz mimarisine tanıttığı
düşünülmektedir. II. Edward da İran’la iyi ilişkiler kurmuştur, Haçlı Seferi deneyimi ve Kastilyalı Elenor’la
evliliği de Müslüman İspanya ile ilişkilerini daha ile-
İ
/ 32 /
IGMG • PERSPEKTİF
ri düzeye taşımıştır. Müslümanlarla kurulan temaslar
Tudor mimarisine dolayısıyla da, Windsor’daki
VII.Henry kulesinde ve buradaki ayin odasının pencerelerindeki yıldız poligona ve bugün Tom Tower olarak adlandırılan Oxford’daki büyük Wolsez kapısının
kulelerinin oluşmasına öncülük etmiştir.
İrlandalı sanatçılar Simon Simeon ve Hugh the Illuminator 1323’de kutsal toprakları ziyarete giderken
Mısır’dan geçmişler ve Kahire’deki Mustafa Paşa Türbesi’ni görmüşlerdir. Bu türbe İngiltere’de Gotik mimarisinin ortak özelliği olan Müslümanlara ait şakuli
dekorasyonları içerir.
1118’de Kudüs’te Fransız şövalyeler tarafından yapılan
“Tapınak Şövalyeleri Tarikatı’nın ayin odaları Kudüs’teki
Kubbetüs-Sahra Camii’nden esinlenilen merkezleyici form
ile inşa edilmiştir. Bu kilise formu daha sonra Batı’da yaygınlaştı, örneği ise 1185’de Londra’da yapılan Tapınak
Kilisesi’nde görülebilir.
Çoğu kimsenin İslam mimarisine ait olduğunu anlamadığı bir diğer ünlü eser de Hindistan’da Mümtaz Mahal anısına yaptırılan Taç Mahal’dir. Kript odasında merkezin dışındaki sultan türbesi hariç Taç Mahal tamamen
simetriktir.
Kurtuba’daki Katedral Camii ve Granada’daki Elhamra
Sarayı İslam mimarisinin hayret verici eserlerindendir.
Bunların hepsi de insanları halâ büyüler. Taç Mahal’i yılda 3 milyon, Elhamra Sarayı’nı ise yılda 2.2 milyon kişi ziyaret eder. Elhamra Sarayı, Taç Mahal’den sonra en
çok ziyaret edilen yerdir.
Sahaflar
10.yy’da yaşamış Sahaf İbn Nedim’in dükkanı geniş
bir binanın üst katındaydı ve buraya gelen alıcılar yazma eserleri incelerken, fikir alışverişi yapma ve birşeyler yeme içme imkanına da sahiptiler. İslam dünyasında bundan 1000 yıl evvel büyük kamusal ya da özel kütüphanelerin yanısıra büyük sahaflar da vardı. Bir sahafta
ortalama 700 eser bulunurken büyük sahaflar çok daha
fazlasını sunuyordu.
İbn Nedim’in sattığı kitapların kataloğu olan Fih-
k ül t ür
rist(Al-Fihrist)’te sınırsız sayıdaki konuda
60.000’in üzerinde eser adı bulunuyordu. Fihrist’in
ilk kısmı Çince’yi de içeren farklı yazı stillerine,
kağıt kalitelerine “Hattatlıktaki mükemmellik” ve
“Kitapların mükemmelliği”ne ayrılmıştı. Bundan
sonraki kısımlarda ise; dil ve güzel yazı eserleri,
Hristiyan ve Yahudilerin kitapları, Kur’an-ı Kerim ve şerhler, dilbilim çalışmaları, tarih ve soyağacı kitapları, biyografiler, astronomi, matematik gibi çok farklı konularda eserler sıralanmıştı.
Arapça’da “varak” demek olan kağıdın bulunmasıyla “verrak” mesleği ortaya çıkmıştır. Verrak ünvanı; kağıt satıcıları, yazarlar, tercümanlar, kopyacılar, kitap satıcıları, kütüphaneciler ve
tezhipçiler için kullanılmıştır. Kağıt yapımının
başlamasından kısa bir süre sonra “Verrakin” mesleğinin ortaya çıktığına inanılmaktadır. Verraki
kitapçıların ortaya çıktığı ilk büyük şehir, büyük
ihtimalle Bağdat’tı ve kağıdın yayılmasıyla birlikte İslam dünyası genelindeki sahafların sayısında büyük artış olmuştur.
Fas’ta kitap ciltleyen ya da satan kişilere kutubiyyin denirdi ve bunlar sahaflarını, kütüphanelerini ya
da matbaalarını 12.yy’da Fas Merakeş’te belirli bir yerde toplamışlardı. Bu kesim, her iki tarafında da ellişerden toplam 100 sahaf ya da kütüphanenin bulunduğu bir caddeydi. Bu faaliyetler kitap basımı ve okunmasını sürekli teşvik eden Yakup Mansur döneminde
zirveye ulaşmıştır.
Hamamlar
Roma’nın çöküşüyle birlikte Romalılara ait konfor da ortadan kayboldu. Romalılarda hamamlar ayrıntılı bir bina kompleksi içindeydi ve hamamda orta
sıcaklıkta oda, sıcak buhar odası ve soğuk havuz bulunuyordu. Daha büyük hamamlarda ise soyunma odaları bulunan ayrı bölümler ve spor alanı ve okuma odası vardı. Ancak bu tedavi merkezleri sadece zenginler
ve siyasi elit tabaka içindi.
Roma İmparatorluğu’nun çökmesinden sonra bakımsız
kalan bu hamam geleneğini Roma İmparatorluğu yönetimi altında yaşayan, Suriye gibi ülkelerdeki Araplar
sürdürdü. İslam’ın hijyen, temizlik ve sağlığa verdiği önem
nedeniyle Araplar ve Müslümanlar hamamlarda Romalılarda
olduğu gibi durağan su kullanmadılar. Hamamlar sosyal alanlardı ve hayatta önemli bir yere sahiptiler. Hamamlar zarif desen ve dekorasyonlarla kaplıydı, özellikle
Memluklular ve Osmanlı dönemlerinde zengin tasarım
ve lüks desenlere sahip hamamlarda güzel çeşmeler ve
süs havuzları bulunuyordu.
Hamamlarda, erkeklerin peştamal giymesi, kadınlarla erkeklerin hamamı aynı anda kullanmamaları gibi belirli kurallar vardır. Bu konuda çok sayıda eser kaleme alınmış olup, bir tanesi de 9.yy’da Ebu İshak İb-
Tac Mahal
rahim bin İshak el-Harbi’nin yazdığı “Hamam ve Adabı”dır. 14.yy’da Bağdat’taki hamamlarda özel bölümlerde yıkanılıp, üç ayrı havlu kullanılıyordu öyle ki, İbn
Batuta “Bu kadar ayrıntıyı Bağdat’tan başka hiç bir yerde görmedim” demiştir.
Avrupa’da Romalılar zamanında bilinen hamamlar
Romalıların çöküşüyle birlikte kullanılmaz olmuştur. Yüzyıllar sonra Kudüs ve Suriye’de Müslüman hamamlarını gören Haçlılar, hamamları yeniden keşfetmiştir. Ancak hamam adabına uyulmayıp, ahlâka aykırı şekillerde kullanılması ve hastalıkların artması nedeniyle, Kilise hamamları yasakladığı için hamamlar Avrupa’da varlığını sürdüremedi.
17.yy’da Avrupalıların Türk hamamlarıyla tanışmasıyla
hamamlar yeniden keşfedilerek, doğu hamamlarının
ve lavanta çiceklerinin kullanılması moda oldu. Banyo olarak adlandırılan ilk Türk hamamı 1679 yılında
Londra’da Bath Street (Hamam Sokağı) olarak bilinen Newgate Street’de Türk tüccarlar tarafından açıldı. İskoçya’nın Edinburg şehrinde de Türk hamamları inşaa edildi. John Burnet 1882 yılında ünlü Drumsheug hamamlarını tasarladı.
Hamamların dünyada hızla çoğalan sağlık ve dinlenme
merkezlerinin atası olduğuna inanılır. Terleme vücuttaki zararlı maddelerin atılmasına ve yağların erimesine
yardımcı olur. Buhar ve sıcak su, kan dolaşımını artırır,
metabolizmayı hızlandırır. Hamamdaki gevşeme süreci de vücudu dinlendirerek daha önceki yapılan işlemlerden fayda görülmesini sağlar. Hamamdaki sosyal iletişim ortamı da insana faydalıdır.
Kaynak:
• 1001 Inventions-Muslim heritage in Our World, Prof.Salim T S AlHassani, 2006, Foundation for Science, Technology and Civilisation
DEZEMBER / ARALIK 2010
/ 33 /
i sl a m und l e b e n
„Tretet für die
Gerechtigkeit ein…“
Mustafa Yeneroğlu • myeneroglu@igmg.de
er Koran berichtet von vergangenen Gemeinschaften, damit wir sie uns zum
Vorbild nehmen oder eine Lehre aus ihrem Handeln und Denken ziehen. Er leitet uns an und zeigt uns Wege auf, auf dass wir nicht
zu denen gehören, die ihr diesseitiges Leben bereuen werden. Die Offenbarung beschreibt sich als
„Heilung“ (Schifâ), „Recht“ (Hak), „Barmherzigkeit“ (Rahma), „Weisheit“ (Hikma), Wegweiser zur
Rechtleitung (Hidâya), „Seil“ (Habl), „Licht“ (Nûr)
und als das Rechte vom Unrechten Trennende (Furkân). Der Koran weist dem gesamten Leben einen
Sinn zu.
Genauer: Er gibt dem Menschen die Maßstäbe
in die Hand, mit denen er seinen und den Platz aller Dinge und Geschöpfe erkennen kann.
Eine zentrale Botschaft der Offenbarung ist die
Unterscheidung zwischen Gerechtigkeit (Adl) und
Ungerechtigkeit (Zulm). Der Koran fordert den
Menschen auf, jegliches Handeln nach dem Postulat der Gerechtigkeit auszurichten. Dabei soll der
Mensch nicht nur gerecht handeln, er soll sich auch
aktiv gegen Ungerechtigkeiten, die ihm und anderen Menschen – ohne Unterscheidung von Ethnie
und Religion – widerfahren, zur Wehr setzen und
sich damit für das Gute und Gerechte einsetzen:
„… Es gibt keine Feindschaft, außer gegen die, die un-
D
/ 34 /
IGMG • PERSPEKTİF
terdrücken …“ (Sure Bakara, [2:193]). „… Solidarisiert euch im Guten und in der Verantwortung vor
Gott, nicht in der Sünde und der Feindschaft…“ (Sure Maide, [5:2]). „… Und jeder hat eine Richtung (religiöse, weltanschauliche) nach der er sich kehrt, wetteifert daher miteinander in guten Werken …“ (Sure
Bakara, [2:148]).
Zur Gerechtigkeit gehört es auch, anderen Menschen Recht und Gerechtigkeit zukommen zu lassen: „Und neigt euch nicht denen zu, die Unrecht begehen, sonst erfasst euch das Feuer….“ (Sure Hûd,
[11:113]). Unermüdlich erinnert der Koran, dass
immer und überall Gerechtigkeit zu wahren ist:
„Dies sind die Verse Allahs. Wir verkünden sie dir in Wahrheit. Und Allah will keine Ungerechtigkeit, wo auch
immer in aller Welt“ (Sure Âli Imrân, [3:108]). Der
Mensch soll jegliches Handeln an der Gerechtigkeit orientieren: „….Und gebt volles Maß, wenn ihr
messt, und wägt mit richtiger Waage.“ (Sure Nisâ,
[4:29]). „…Treibt aber (ehrlichen) Handel nach gegenseitiger Übereinkunft“ (Sure Isrâ, [17:35]). „Sprich:
„Mein Herr hat Gerechtigkeit geboten….“ (Sure Âraf,
[7:29]). „… Siehe, Allah gebietet, Gerechtigkeit zu
üben, Gutes zu tun …. Und Er verbietet das Schändliche und Unrechte und Gewalttätige. Er ermahnt euch,
euch dies zu Herzen zu nehmen“ (Sure Nahl, [16:90]).
Dieses Bemühen ist jedoch nicht nur auf die Bewahrung von Gerechtigkeit ausgerichtet, sondern
fordert geradezu den Einsatz des Muslims. Das Streben nach Gerechtigkeit, das Wetteifern im Guten
sind keine freiwilligen oder zusätzlichen Tugenden
eines Muslims, sondern die Grundlage seines Handelns und Denkens in allen Lebensbereichen. „O
ihr, die ihr glaubt! Tretet für die Gerechtigkeit ein,
i sl a m und l e b e n
wenn ihr vor Gott Zeugnis ablegt, und sei es gegen
euch selber oder eure Eltern und Verwandten. Handele es sich um arm oder reich, Allah steht euch näher als
beide. Und überlasst euch nicht der Leidenschaft, damit
ihr nicht vom Recht abweicht. Wenn ihr (das Recht)
verdreht oder euch (von ihm) abkehrt, siehe, Allah
weiß, was ihr tut.“ (Sure Nisâ, [4:135]) „… Der Hass
gegen (bestimmte) Leute verführe euch nicht zu Ungerechtigkeit. Seid gerecht, das entspricht mehr der Verantwortung vor Gott. Und fürchtet Allah. Siehe, Allah
kennt euer Tun.“ (Sure Mâida, [5:8])
Alle Religionen rufen die Menschen im Grunde
dazu auf, gerecht zu handeln und sich für eine gerechte Welt einzusetzen. Keine Kultur möchte auf Gerechtigkeit verzichten. So berufen sich alle Staaten
in ihrer Gesetzgebung und Rechtsprechung auf diese Grundnorm menschlichen Zusammenlebens.
Dennoch scheinen im Anbetracht historischer Erkenntnisse und der menschlichen Natur Ideale wie
rer Religion und Weltanschauung –, die im Diesseits unterdrückt werden, hungern müssen und Unrecht erleiden im Jenseits (Âchira) zur Verantwortung gezogen.
Demzufolge ist jeder Muslim verpflichtet, sich
im Rahmen seiner Möglichkeiten für eine gerechte
Welt einzusetzen. Gerade die in Europa lebenden
Muslime erfahren Wohlstand und stehen somit vor
der immerwährenden Gefahr, sich dem endlosen
Konsum herzugeben, ihre Wünsche zu ihrem Gott
zu machen (Sure Dschâthiya, [45:23]) und ihre
Pflichten in Verantwortung vor Gott und den Geschöpfen zu vernachlässigen bzw. zu vergessen.
So darf Gerechtigkeit für Muslime keine Worthülse sein. Wir müssen uns im Klaren sein, dass der
Einsatz für Gerechtigkeit zu den obersten Geboten
des Islams gehört und damit einen Anspruch darstellt.
Wir sind dazu aufgerufen, unsere Gerechtigkeitsideale und Visionen im Wettbewerb um Lösungen
„Und neigt euch nicht denen zu, die Unrecht begehen,
sonst erfasst euch das Feuer….“ (Sure Hûd, [11:113])
eine gerechte Welt ohne Kriege, ohne Hunger, ohne die Ausbeutung humaner und natürlicher Ressourcen illusionär. Umso stärker ist die menschliche Sehnsucht und Forderung danach. Insbesondere Muslime sind dazu aufgerufen, sich immer und überall für Gerechtigkeit einzusetzen und diese moralische Pflicht nicht dem eigenen Vorteil und Profit
zu opfern. Sie sollen nicht zu denen gehören, die
sagen, „….Es gibt nur unser irdisches Leben. Wir sterben und wir leben, und nur der Zeitablauf macht uns
zunichte…“ (Sure Dschâthiya, [45:24]). Sie sollen
ihr Leben nicht der Beliebigkeit und Sinnlosigkeit
opfern, sondern für den Einsatz im Guten und Gerechten. Ansonsten wäre ihr Leben nach koranischem Verständnis „Isrâf“, also reine Verschwendung.
In dem Bewusstsein, dass das Leben im Diesseits eine Prüfung ist, orientieren sie sich an den
Prinzipien der Bescheidenheit, Toleranz, Mäßigung
und der Dankbarkeit. Sie gebieten das Rechte und
wehren sich gegen das Unrechte (Sure Âli Imrân,
[3:110]) und werden für alle – ohne Beachtung ih-
für die Probleme unserer gemeinsamen Welt zu konkretisieren und uns den weltweiten Problemen, den
Kriegen, dem Hunger, der Unterdrückung und Entrechtung entgegenzustellen. Weltwirtschaftliche
Probleme, Klimawandel, demografische Entwicklungen, Fragen der sozialen Gerechtigkeit sowie der
Bildungsgerechtigkeit in unserer Gesellschaft und
auch die nach Generationengerechtigkeit sind Herausforderungen, denen wir uns bewusster und ernsthafter stellen müssen. Deshalb sollte soziales und
gesellschaftspolitisches Engagement für jeden Muslim ein wesentliches Element eines verantwortlichen Lebens sein. Ob in einer sozialen, humanitären oder karitativen Einrichtung, in einer Gewerkschaft oder politischen Partei, bei Menschenrechtsvereinen oder Umweltschutzverbänden und nicht
zuletzt in Religionsgemeinschaften.
Am Ende des Lebens eines jeden Muslims werden nur diejenigen zu den Rechtgeleiteten zählen
und zuversichtlich sein, die „glauben und ihren Glauben nicht durch Ungerechtigkeit verdunkeln.“ (Sure
An’âm, [6:82])
DEZEMBER / ARALIK 2010
/ 35 /
i sl a m und l e b e n
Der Koran in Deutschland
Im Jahr 1616 erschien in Nürnberg die erste deutsche
Übersetzung des Korans aus dem italienischem, welche Salomon Schweigger anfertigte. Eine erste deutsche Übersetzung direkt aus dem Arabischen erstellte David Friedrich Megerlin (1772) unter dem Titel „Die
türkische Bibel, oder der Koran“.
Meryem Özmen • menzil00@hotmail.de
er Koran ist das Buch, welches dem Propheten Muhammad (saw) über 23 Jahre
hinweg herabgesandt wurde. Er wurde auf
Arabisch, also der Sprache des Propheten
offenbart. Die Rezeption der islamischen Botschaft von
nichtarabischen Völkern führte unweigerlich zu unterschiedlichen Übersetzungen des Korans in andere Sprachen. Auch auf dem europäischen Kontinent interessierte man sich aus den verschiedensten Gründen für den
Islam und dessen Botschaft.
In Europa wurde der Koran erst durch die lateinische Übersetzung bekannt, die der Abt von Cluny, Petrus Venerabilis (gest. 1156), in Spanien anfertigen ließ.1
Petrus konnte den Engländer Robert von Ketton, der
damals an der Übersetzung mathematisch-astronomischer Werke aus dem Arabischen arbeitete, dafür gewinnen,
den Koran ins Lateinische zu übersetzen. Trotz vieler
Mängel in der Übersetzung ist sie ein erstaunlicher Erfolg geworden. Denn länger als ein halbes Jahrtausend
war sie die wichtigste Quelle für die Korankenntnis in
der westlichen Christenheit und Ausgangspunkt für
weitere volkssprachliche Übersetzungen in andere eu-
D
/ 36 /
IGMG • PERSPEKTİF
ropäische Sprachen. Die erste direkte Übersetzung des
Korans aus dem Arabischen ins Französische erschien
1647 von Andre du Ryer. Der Übersetzer zog für seine Übersetzung auch islamische Korankommentare
heran, wodurch er zu einem besseren Verständnis als
Robert von Ketton gelangte. Voltaire, einer der meistgelesenen und einflussreichsten Autoren wurde von
dieser Übersetzung so beeinflusst, dass er in seinem
erstmals 1753 erschienenen „Essai sur les moers et
l´esprit des nations“ (Versuch über die Sitten und den
Geist der Nationen) dem Koran eine größere Gerechtigkeit zukommen ließ.
Im Jahr 1616 erschien in Nürnberg die erste deutsche Übersetzung des Korans aus dem italienischem,
welche Salomon Schweigger anfertigte. Eine erste deutsche Übersetzung direkt aus dem Arabischen erstellte
David Friedrich Megerlin (1772) unter dem Titel „Die
türkische Bibel, oder der Koran“. 1773 kam die Übersetzung des Quedlinburger Hofpredigers Friedrich
Eberhard Boysen heraus, die 1828 vom Orientalisten
Samuel Friedrich Günther Wahl überarbeitet wurde.
Daraufhin versuchte Johann Christian Wilhelm Augusti 1773 in dem von ihm herausgegebenen Auszug aus
dem Koran die poetische Wirkung des Originals zu
erhalten. Die dem Koran innewohnende Spiritualität zu
erkennen und zu würdigen, blieb jedoch dem katholischen Theologen Johann Adam Möhler (gest. 1838)
vorbehalten, der sich in einem Aufsatz, in dem er das
Verhältnis von Jesus (as) zu Muhammad (saw) nach
der koranischen Lehre behandelt, wandte. Möhler
schreibt, dass „uns häufig eine ganz originelle Pietät, eine rührende Andacht und eine ganz eigentümliche religiöse Poesie entgegentritt. Dies kann unmöglich etwas Erkünsteltes und Erzwungenes sein.“
Friedrich Rückert verdiente mit seiner (Teil)-Übersetzung große Anerkennung. Denn diese Übersetzung
hat das Poetische am Koran zu übertragen versucht,
während die im akademischen Bereich empfohlene
Übersetzung von Rudi Paret (1966) und jüngere von Hans
Zirker (1999), die sich um weitestgehende philologischer
i sl a m und l e b e n
Exaktheit bemühen. Dass sie dabei nicht zu stark vom
Wortsinn abzuweichen versuchen, schreckt den Leser,
der kein Interesse an spätantiken Religionsdisputen
hat, eher von der Lektüre ab. Für Johann Wolfgang von
Goethe, der dem Islam große Sympathien entgegenbrachte,
war der Koran ein Buch, „das uns, so oft wir auch daran
gehen, immer von neuem anwidert, dann aber anzieht, in
Erstaunen setzt und am Ende Verehrung abnötigt.“ 2
1939 veröffentlichte Mawlana Sadr-ud- Din, Imam
einer Berliner Moschee, die erste von Muslimen angefertigte Übersetzung ins Deutsche. Der erste Muslim deutscher Muttersprache, der den Koran 1996 vollständig übersetzte, war jedoch Ahmad von Denffer. Er
versucht mehrere deutsche Entsprechungen eines arabischen Ausdrucks aufzuzählen, weshalb seine Ausgabe schwer lesbar ist. Eine Übersetzung, die auch den
arabischen Text und gleichzeitig zu jedem Vers eine
Auswahl aus wichtigen, auf Deutsch übersetzten Kommentaren bringt, wurde 1997 von einer Gruppe
deutschsprachiger Musliminnen unter Leitung von Fatima Grimm unter dem Titel „Die Bedeutung des Koran“
herausgegeben. Wissenschaftliche Übersetzungen wurden im 20. Jahrhundert unter anderem von Max Henning (1901), Rudi Paret (1966) und Adel Khoury
(1999) veröffentlicht.
2009 legte Ahmad Milad Karimi eine vollständige
Neuübersetzung des Koran vor, in der er versucht, die
Sprachgewalt und Schönheit des arabischen Originals
für alle, die kein Arabisch können, spürbar zu machen.
Hierbei geht es Karimi um die Vermittlung jener „ästhetisch-poetischen Erfahrung“, die „die Religiosität der
Muslime grundlegend bestimmt.“3
Ebenfalls 2009 erschien eine Übersetzung des „The
Message of the Qur’an“ (1980) von Muhammad Asad alias Leopold Weiss ins Deutsche, die von Ahmad von
Denffer und Yusuf Kuhn angefertigt wurde. Neben der
Übersetzung hat Asad auch zahlreiche Kommentare angefügt, weshalb das Werk über eine Übersetzung hinausgeht.
Von 2000 bis Anfang 2010 arbeitete Hartmut Bobzin
an einer neuen Koranübersetzung. Die Neuübersetzung,
zu der als Ergänzung noch ein Kommentarband geplant
ist, erschien im Jahr 2010. Der Übersetzer möchte nicht
nur philologisch korrekt, sondern auch ästhetisch angemessen
das arabische Original in deutscher Sprache wiedergeben.
So gilt für ihn wohl auch der Versuch der Rückertschen
Koranübersetzung als Herausforderung, die Poesie des
Koran „hörbar“ zu machen. Damit verfolgt er ein ähnliches Interesse wie Karimi. Sowohl Bobzin wie Karimi
machen jedoch deutlich, dass Übersetzung auf das „Verstehen“ angelegt sein muss.
Die Vielfalt der deutschsprachigen Übersetzungen
zeigt, dass eine „endgültige“ Übersetzung schlichtweg
nicht möglich ist. Alle Übersetzungen haben ihre Stärken als auch ihre Schwächen. Je nachdem mit welchem Anspruch und für welchen Gebrauch die Übersetzung dienen soll, kann die eine der anderen bevorzugt werden.
Fußnoten:
1
Hartmut Bobzin (Übers.): Der Koran. C.H.Beck, 2006
Katharina Mommsen: Goethe und der Islam. Insel, Frankfurt am
Main 2001
3
Ahmad Milad Karimi (Übers.): Der Koran. Herder, Freiburg, 2009
2
Deckblatt der Koranübersetzung von Friedrich E. Boysen
DEZEMBER / ARALIK 2010
/ 37 /
a k t ue l l
Unfähige Terrorabwehr
Während in Deutschland darüber diskutiert wird,
ob es zu Terroranschlägen kommen könnte, wird zurecht gefragt, wie angemessen die Haltung und die
Äußerungen der für unser aller Sicherheit verantwortlichen Politiker ist. Die seit Wochen andauernde
Diskussion scheint mit der Fixierung auf Muslime als
Sündenböcke abgeebbt zu sein, doch hat sie noch zu
keinem sinnvollen Ergebnis geführt.
Die von der ZEIT als „Jagd nach dem Phantom“
bezeichnete Entwicklung hat dazu geführt, dass Angst
und Schrecken verbreitet wurden. Da dies die Absicht
terroristischen Vorgehens ist, sollte doch die Aufgabe der Sicherheitsbehörden darin bestehen, dieser
Angst und Panikmache vorzubeugen. Jedoch kann das
nicht durch die Beschneidung der Pressefreiheit erreicht
werden, wie es etwa der Vorsitzende des Rechtsausschusses
des Deutschen Bundestages Siegfried Kauder (CDU)
vorgeschlagen hatte. Vor allem das Innenministerium
gehört allemal zu jenen Ministerien, denen die Presse von Zeit zu Zeit Informationen entlockt, welche
eigentlich nicht für die Öffentlichkeit bestimmt sind.
Glücklicherweise hat der Präsident des deutschen
Bundeskriminalamts (BKA) Jörg Zierk als einer der
ersten die Panik, die in der Luft lag, wahrgenommen
und vor Panikmache gewarnt. Auch wenn sich der
Bundesinnenminister Thomas de Maizière dieses Bedenken zu teilen angab, ist bekannt, dass er das Justizministerium dazu drängte, Gesetze auf den Weg
zu bringen, durch die Möglichkeiten eröffnet werden
sollten, bestimmte Freiheiten einzuschränken.
Während die Absicht hinter den Paketbomben aus
dem Jemen und Athen ungewiss bleibt, hat die zu
Versuchszwecken in ein Flugzeug aus der Hauptstadt
Namibias Windhuk nach Deutschland platzierte und
später entdeckte Bombenattrappe eine führende deutsche Zeitschrift dazu veranlasst Alarm zu schlagen
und die Öffentlichkeit vor einem vermeintlichen islamistischen Terroranschlag auf das Bundesparlament
zu warnen.
Da mit der Bedrohung durch Terroranschläge nunmal nicht unbedacht umgegangen werden darf, erscheint es angesichts der Lage verständlich, wenn die
Sicherheitsbehörden zu Maßnahmen greifen. Sie wür-
/ 38 /
IGMG • PERSPEKTİF
den ihrer Aufgabe nicht gerecht, wenn sie nichts unternehmen würden. Was ist dann aber falsch an diesen Maßnahmen, die ja zu unser aller Sicherheit dienen?
Falsch sind nicht die Maßnahmen an sich, sondern die Inkenntnissetzung der Öffentlichkeit. Auch
wenn sie wahr sind, ist es nicht richtig Geheimdienstinformationen an die Öffentlichkeit zu bringen. Die verständlich ängstliche Reaktion der Bevölkerung ermutigt Terroristen nur umso mehr und führt
angesichts des Erfolgs dazu, dass andere Mittel der
Panikmache entwickelt und eingesetzt werden.
Der neue Ansatz der Terrorabwehr lässt sich an
der direkten Fixierung auf die muslimische Bevölkerung festmachen. Jedoch kann es nicht als ein Mittel
der Terrorabwehr akzeptiert werden, dazu zu ermutigen, fremd erscheinende Menschen, die arabisch oder
eine andere unbekannte Sprache sprechen den Behörden zu melden, wie der Berliner Innensenators Erhart Körting vorschlug, während er zu erhöhter Aufmerksamkeit aufrief. Genauso dient es keinem anderen Zweck als der pauschalen Verdächtigung von Muslimen, wenn der Innenminister Niedersachsens Uwe
Schünemann überlegt, die Polizeipräsenz in Vierteln
mit hoher muslimischer Bevölkerung zu erhöhen.
Auch wenn Körting seine Äußerungen später zurückgenommen hat, eröffnen sie uns einen Blick aus
seiner Perspektive.
Dieselbe Perspektive erkennt man auch bei Stefan Müller (CSU), Parlamentarischer Geschäftsführer der CSU-Landesgruppe im Bundestag und Vorsitzender der Projektgruppe Integration. Müller rief die
Muslime dazu auf, die „Fanatiker“ in den eigenen Reihen zu ermitteln und sie bei den Behörden anzuzeigen. Damit erweckt und festigt er den Gedanken, die
Moscheen seien vermeintliche Planungszentren terroristischer Anschläge.
Das Abschreckende an den vorbeugenden Maßnahmen zur Terrorabwehr ist nicht die erhöhte Präsenz von Sicherheitskräften an entsprechenden Orten, sondern die Unfähigkeit der Politik im Umgang
mit der Öffentlichkeit.
(Aus dem Türkischen von Ali Mete)
IGMG Sosyal Yardım Derneği
“Mazlum ve mağdurlarla el ele”
teşekkür
Mazlum, mağdur ve muhtaçların sevindirilmesi için bu sene organize etmiş olduğumuz
Kurban Kampanyası çerçevesinde
85.474 kurban bağışı
sağlanarak başta Türkiye olmak üzere
53 ülkede,
253 Kurban gönüllüsü
nezaretinde
97.448 Kurban’ın kesim ve dağıtımı
gerçekleştirilmiştir.
Dünya Müslümanlarının kaynaşması, kardeşlik şuurunun inşaası, mazlum, mağdur,
muhtaç ve yoksulların sevindirilmesi için
2010 yılı Kurban Kampanyamıza emeği
geçen ve bağışlarıyla katkıda bulunan siz
kardeşlerimize teşekkür ederiz. Rabbimiz,
kurbanlarınızı kabul eylesin.
Merheimer Str. 229 · 50733 Köln • Tel.: (02237) 942 42 13 • www.igmg-hilft.de • E-Mail: info@igmg-hilft.de
En acılı
gününüzde
y
anınızdayız
7 gün
24 saat
COMNUNAUTÉ ISLAMUQUE DU MILLÎ GÖRÜŞ
Cenaze Fonu
28 boulevard Poissonnière • 75009 PARIS
Tel.: 01 42 46 04 44 • Cep : 06 13 92 63 88
Faks: 01 42 46 04 14 • Email: cenazefonu@wanadoo.fr
www.cenazefonu.fr
Download