EDİTÖR Bismillahirrahmanirrahim O kadar çok konuşuyoruz ki susmaya zaman kalmıyor. Her konuda fikrimizi, her konuda çok engin görüşlerimizi serdediyoruz! Konuşacak konu olsun yeter ki, konuşmaya hazırız. Din, siyaset, ekonomi hiç fark etmez. “Ben bu konuda bir şey bilmiyorum” diyene hiç rastladınız mı? Kişi ne kadar cahilse o kadar çok konuşuyor. Susanlar genelde bilenler oluyor. Susmasalar da susturuluyor bilenler. Cahilin bağırtısı bilgiyi bastırıyor. Okumadan her konuda bilgi sahibi olan başka bir toplum var mıdır, bizim toplumumuz gibi. İstisnasız her konuda uzman bir kitle; ama hiçbir konuda kitabî bilgisi olmayan, her konuda sözden çok lakırdısı olan bir kitle… Susanın yadırgandığı hatta ayıplandığı bir toplum. Ağzına geleni konuşmayı marifet sayan, düşünmeden konuşarak düşüncesizliğini ortaya koyan bir toplum… Böyle bir toplumda konuşan kim, dinleyen kim, belli olur mu? Yıl 5 Sayı 55 Nisan 2010 İnsan sözüyle insandır. Aslında insan sözünden ibarettir. Sözünü havaya savuran kendini havaya savurur. Söz konuşmak için konuşulmaz. Söz dinlenilsin diye konuşulur. Dinlenilmeyen sözün sahibi sadece sözünü değersizleştirmez; aksine kendini değersizleştirir. Bir söz yere düşerse sahibi yere düşmüştür. Yere atılacak sözü sarf edenler kendilerini harcarlar. Söz yere atıla atıla bu günkü duruma gelindi. Sözler değersizleşince özlerde değersizleşti. Sonucunda konuşmak sadece “boş konuşmak” olarak kaldı. Dinlemiyor, dinlenmiyoruz. Ağız aslı fonksiyonu olan anlamlı konuşmayı kaybedince kulakta kirlendi. Artık ağızdan çıkanların hangisi söz, hangisi lakırdı anlaşılmaz oldu. İnsan en çok ağzıyla günaha düşer farkında mısınız? Gıybet, yalan, iftira, dedikodu, nemmamcılık, küfür vs. hep ağız ile işlenen günahlardır. Neden Peygamber efendimiz “iki dudağının arasını” koruyana cennet vaat ediyor? Susmak tefekkürün ve zikrin anahtarıdır. “Susan kurtulur” buyurulmuş. İnsan beş dakika sussa ve o suskunluğunu zikirle, tefekkürle değerlendirse kim bilir neler kazanır. Beş dakika da kaç ayet okur, kaç tesbih eder, kaç tevhid okur, kaç istiğfar eder? Bunlar ancak susarak öğrenilir. Fazla söze ne hacet? Susalım kurtulalım… içindekiler AYLIK İLİM KÜLTÜR DERGİSİ 4 ÂKİF LÂZIM DÜNYÂYA 42 Muhabbet Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN Osman Nuri KARADAYI Eğitim ve Tur. Ltd. Şti. 7 Hasen Ve Sahih Hadislerden 45 MEVLANA VE ŞEMS VE İLAHİ SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ SeçmeleR (29) AŞKIN YENİDEN YAZILIŞI Serdar TAŞAR Mütercim: Prof. Dr. İbrahim BAYRAKTAR Hasan BAŞAR Yıl: Sayı: 55 Nisan 2010 SAHİBİ Burhan Basın Yayın YAYIN DANIŞMANLARI Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN 8 EHL-İ SÜNNET İNANCI VE Yard. Doç. H. Murat KUMBASAR TARİHSELLİK Prof. Dr. İbrahim BAYRAKTAR YAYIN KURULU Dr. Ebubekir SİFİL 48 Bir Dervişinin Gözü ile Hacı Şaban Efendi Hazretleri – 5 Nureddin BURAK Yusuf ELİBOL Ramazan ÇAKIR Aydın BAŞAR 13 EY İNSAN! Salih AYDIN Mustafa AKCAN Seyyid Ahmed er Rufai Hazretleri Musa KARACA GRAFİK TASARIM Osman MERT 14 DİNLE Nihat MORGÜL DAĞITIM ORGANİZASYONU Asim AYDOĞDU 0538 233 5000 Fiyatı Tek Sayı: 6 TL 17 ECEL 58 Muhabbet Bahçesi Yusuf ELİBOL Dr. Faiz KALIN 60 İYİ BAK Kİ TÜRKİYEM BU SENİN 1 Yıllık (12 Sayı) Abone: 72 TL 6 Aylık Abone: 36 TL 56 Allah’tan İstemek 18 HZ.PEYGAMBER (S.A.V.) İKİNCİ YÜZÜN OLMASIN İsmail ÖZ Abonelik İçin Hesap Numaraları EFENDİMİZİ ZİYARET ETMENİN LÜZUM VE ÖNEMİ Posta Çeki No: 5091167 Mehmet TALU Yurtdışı 1 Yıllık Abone: 75 Euro Türkiye Finans Sultanbeyli Şubesi Burhan Basın Yay.Eğt.Tur.Ltd.Şti. Müşteri No 291928 IBAN No TR67 0020 6000 6300 2919 2800 01 24 Sekülerizm Tehlikesi Ziraat Bankası Sultanbeyli Şubesi Aydın BAŞAR Hesap No: 1673–44165588-5002 62 ÖĞRETMENİMLE 45 YIL ARADAN SONRA ACIKLI TABLO Abdulkerim KARAAĞAÇ IBAN TR690001001673441655885002 YAYIN VE İLETİŞİM ADRESİ 28 GÜNAHLAR İNKÂR TOHUMLARINI 65 BOYACI ÇOCUK Mehmet Akif Mah. YEŞERTİR Halil ATİK Kuran Kursu Cad.No: 87 Prof. Dr. Veysel GÜLLÜCE Sultanbeyli / İST. Tel: +9 (0216) 498 94 00 Faks: +9 (0216) 498 94 00 30 HANIMEFENDİ İNTERNET ADRESİ Ersan BİLGİN 66 Kudüs Davası Nereye Gidiyor? Yasir El ZEATİRE burhandergisi@hotmail.com burhandergisi@mynet.com www.burhandergisi.com 34 “Rabb’in İçin Sabret!” BASKI Fuat TÜRKER 68 Ailede Ahlak Eğitimi Kitap Tanıtım Milsan A.Ş. 0212 697 1000 YAYIN TÜRÜ Aylık Süreli Yayın Gönderilen yazılarda editör ve yayın kurulu değişiklik yapabilir. Gönderilen yazılar iade edilmez. Yazılardan kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir. Yayınlanan reklamlardaki ürün ve hizmetlerin sorumluluğu reklam verene aittir. 36 Prof. Dr. Mehmet Zeki Aydın: “En zalim anne, sabah kahvaltı hazırlamayıp çocuğunu aç aç okula gönderen annedir.” Röportaj: Aydın BAŞAR 70 Burhan Çocuk Musa KARACA 72 Bülbül Mehmet Akif ERSOY 4 Âkif Lâzım Dünyâya Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN Ehl-İ Sünnet İnancı ve Tarihsellik Dr. Ebubekir SİFİL 14 8 Dinle Nihat MORGÜL Hz.Peygamber (s.a.v.) Efendimizi Ziyaret Etmenin Lüzum ve Önemi Mehmet TALU 24 Günahlar İnkâr Tohumlarını Yeşertir Prof. Dr. Veysel GÜLLÜCE 36 18 Sekülerizm Tehlikesi Aydın BAŞAR 28 Prof. Dr. Mehmet Zeki Aydın: “En zalim anne, sabah kahvaltı hazırlamayıp çocuğunu aç aç okula gönderen annedir.” Röportaj: Aydın BAŞAR Başyazı ÂKİF LÂZIM DÜNYÂYA rzurum’dan yazıyorum; Türkiye’nin en doğusundan, yazın serin, kışın çok soğuk olan ilimizden. Bu ilimizden sizi üşütecek şeyler değil, içinizi ısıtacak şeyler yazmaya gayret ediyorum. Şunu biliniz ki, burada havalar ne kadar soğuksa insanlar da o kadar sıcaktır. Burada insanların ağzından ve kaleminden sizleri üşütecek ve üzecek bir şey çıkmaz. Biz, soğuk iklimin sıcakkanlı insanlarıyız. E Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN Âkif lâzım dünyaya bir dev yürek lazımsa Âkif lâzım dünyaya bir tunç bilek lazımsa 4 Otuz yıldır Erzurum’un kültür ve irfânına hizmet eden “Abdurrahman Gâzi Vakfı” adında bir vakfımız var. İstanbul için Eyüp Sultan Hazretleri, Bursa için Emir Sultan Hazretleri, Konya için Mevlânâ Hazretleri, Ankara için Hacı Bayram Hazretleri ne ise, Erzurum için de Abdurrahman Gâzi Hazretleri işte odur. Sahâbe-i kirâm’dan olduğu rivâyet edilir. Erzurum fethi için gelen ilk orduda yerini alır ve Palandöken dağlarının eteklerinde şehid düşer. Şehrin mânevî fâtihi ve gerçek sahibidir. Palandöken dağlarının eteklerindeki türbesinden şehre bakar. İşte bu zâtın adına otuz yıl önce bir vakıf kurulmuş. Bu vakıf daha ziyâde üniversite öğrencilerine yönelik hizmetler sunuyor. Özellikle hafta sonlarında vakıf merkezinde dersler ve sohbetler yapılıyor. Nisan 2010 Her Salı günü, yatsı namazından sonra şehrin en büyük salonu olan Büyükşehir Belediyesi Kültür Merkezi’nde bin kişiye yakın kalabalık bir cemaatin huzurunda Riyâzü’s-sâlihîn isimli hadis kitabı okunuyor ve sohbet yapılıyor. Bu sohbetlere bayanlar ve çocuklar da kendilerine ayrılan yerde katılıyorlar. Bu faaliyetlere ben de konuşmacı olarak katılıyorum. Adı geçen vakıf merkezinde yıllardan beri üniversite öğrencilerine de meâl-tefsir ve hadis dersleri yapılmaktadır. Bir tarihte birileri, rahmetli Mehmet Âkif Ersoy için hoş olmayan şeyler söyleyince biz de bu derslere ilâveten Safahât okumaya başladık. Safahât’tan dersler yapmaya başlayınca öğrencilerimizin bu kıymetli esere yabancı kalmış olduklarını gördük. Rahmetli Âkif’e ve Safahât’a karşı olumsuz şeyler söyleyip kinini kusan şahsa küfredeceğimize, gençlerimize Âkif’i ve Safahât’ı tanıtmanın daha uygun olacağını düşündük. Bir-iki yıl Safahât derslerine ağırlık verdik. Sonra da Safahât’tan ezbere şiir okuma ve güzel şiir okuma ya- rışması tertipledik. Gençlerimiz büyük bir aşk ve heyecanla bu yarışmaya hazırlandılar. Bu yarışma ile güzel bir faâliyet icrâ eden vakfımız, aynı yıl Mayıs ayında bir de Necip Fazıl Kısakürek’in Çile adlı şiir kitabından ezbere ve güzel okuma yarışmaları tertipledi. Bu yarışmaya da üniversite gençleri ilgi gösterdi. Gençler, şiirlerini ezberledikleri bu iki bahtiyar insanın hayatını daha iyi öğrenmeye ve onların dünyalarına girmeye başladılar. Biz, bu iki güzel şâirimizin, rahmetli Mehmet Âkif Ersoy’un da, rahmetli Necip Fazıl Kısakürek’in de insanımız tarafından henüz keşfedilemediği kanaatindeyiz. Ben, gençlerimizin bu iki değeri çok okumalarının ve anlamalarının elzem olduğu kanaatindeyim. Biz, aşağı yukarı on yıldan beri yapmakta olduğumuz bu yarışmayı bu öğretim yılında, Mart ayının ikinci haftasında yapacağımızı ve gençlere hazırlanmaları gerektiğini ilan ettik. Bu yarışmanın ezber bölümü, Türkiye Yazarlar Birliği Erzurum şubesinin de destekleriyle 13 Mart 2010 Cumartesi günü öğleden sonra vakıf merkezinde yapıldı. Güzel okuma bölümü de, 14 Mart 2010 Pazar günü Sağlık İl Müdürlüğü salonunu dolduran dinleyicilerin huzurunda yapıldı. Bu gece, çok güzel ve heyecanlı bir gece oldu. Öğrenciler, ezbere şiirler okudular ve dereceye girenler hediyelerini aldılar. Yarışmada dereceye giren on altı öğrenciye on sekiz cumhuriyet altını armağan olarak verildi. Ezbere okuma dalında birinci gelen öğrenci, bin iki yüz mısrayı ezbere okudu. Diğerleri de onu takip etti. Birkaç yıl önce İstiklâl Marşı’ndan başka ezberi olmayan öğrenciler, şimdi merhûm Mehmet Âkif’ten yüzlerce mısrayı ezbere okuyabiliyorlar elhamdülillah. Sevgili okuyucularım, bir yerde bir olumsuzluk görürseniz, birisi sizin değerlerinize saldırırsa umutsuzluğa düşmeyin; o şahsa hakaret ederek ve küfrederek vaktinizi öldürmeyin. Olumsuzluğu, lehinize çevirebilecek yollar araştırın. Bize yapılan hakaretler ve saldırılar iyice filizlenmemiz ve kök salmamız için gübre mesabesinde olmalıdır. Üstad Necip Fazıl’ın dediği gibi: “Düşmanım sen benim ifadem ve hızımsın, gündüz geceye muhtaç, bana da sen lazımsın.” demeli ve işimize bakmalıyız. Düşmanlarımız üzerine yoğunlaşan ve daha başka yapacak işimiz yokmuş gibi onları bütün detayları Nisan 2010 5 ile bize anlatan ve bizi boş şeylerle meşgul edenler yanlış yapıyorlar. Bu yaptıklarının yanlış olduğunu kendilerine kimse de söylemiyor. Biz, antitezle meşgul olmayalım; çevremize tezimizi ve iddiâmızı anlatalım. Düşmanlarımız bizi basit işlerle meşgul edip, hedefe varmamıza engel oluyorlar. Onlara ve onlara kulak asan ahmak dostlarımıza aldırış etmeyelim. Biz, işimize bakalım. Abdurrahman Gazi Vakfı’nın yaptığı bu faaliyetlerle öğrenciler Âkif ve Necip Fazıl ile bütünleştiler; onlar için yazılar ve şiirler yazanlar oldu. Ben yazımı, Erzurum İlahiyat Fakültesi öğrencilerinden Osman Nuri Karadayı’nın “Âkif Lâzım Dünyaya” isimli şiiri ile bitirmek istiyorum. Hazânı yaşayan bahçenin müstesna bülbülüydün Bahârı müjdeleyen âsûde bir gülüydün Her çiçek solar ya bir bir, sen solmuyorsun Dâvâna omuz verenlerin gönlünde büyüyorsun Her bir dertli yürek alsın senden rengini Hayatın sende akan o güzel âhengini Çanakkale’de heybetinle haykırmadasın Bir bayram sabâhı garîbin yanındasın Sen ki, zâlime mazlûmu ezdirmezdin Kanardı hep yüreğin, ama hiç sezdirmezdin Yoruldun bu hayattan, bir uzun seferdesin Rasûlullah’a komşu oldun, en müstesnâ yerdesin Gelip de çalsak kapını, misâfir eyler misin? Bu soluk benizliyi hânende eyler misin? Ey Âsım’ın, yüreğini kaybeden nesli! Gitti Âkif, yurduna dönmez artık ebedî Bir devin düşüşüne dostlar! Oturup ağlanmaz mı? Şu karakış gününde karalar bağlanmaz mı? Âkif lâzım dünyaya bir dev yürek lazımsa Âkif lâzım dünyaya bir tunç bilek lazımsa 6 Nisan 2010 HASEN VE SAHİH HADİSLERDEN SEÇMELER (29) Mütercim: Prof. Dr. İbrahim BAYRAKTAR İMAMLIK HAKKINDA HADİSLER 224- Ebu Hureyre’den nakledilmiştir. O Resulullah’ın şöyle dediğini zikretmiştir: “Sizden birisi insanlara namaz kıldırdığında kısa yapsın, zira onların arasında hasta, zayıf, yaşlı olabilir. Kendisi için kıldığında istediği kadar uzatsın.” Hadis müttefakun aleyhtir. 225- Enes bin Malik’ten nakledilmiştir. O dedi ki: Peygamber attan düştü, sağ tarafı incindi. Biz de yanına gidip ziyaret etmeye başladık. Namaz vakti girdi, O bize oturarak namaz kıldırdı. Biz de oturarak kıldık. Namazı bitirince şöyle dedi: “İmam kendisine uyulsun diye imam olmuştur. O tekbir aldığı zaman, siz de alın; secde ettiğinde, siz de edin; başını kaldırdığında, siz de kaldırın; Semiallahu limen hemideh dediği zaman, siz de Rabbena lekel hamd deyin; oturarak kıldığında siz hepiniz de oturarak kılın.” Hadisi Müslim kitabında zikretmiştir. NAMAZ 226- Ebu Hureyre’den nakledilmiştir. Bir adam camiye girdi. Resulullah da mescidin bir kenarında oturuyordu. (O adam) namaz kıldı, selam verdi. Resulullah ona “selam sana olsun, dön, namazını kıl, zira sen namazını kılmadın,” dedi. Adam döndü, namazını kıldı. Sonra geldi, selam verdi. Resulullah da “selam sana olsun, dön namaz kıl, zira sen namaz kılmadın,” dedi. Üçüncüsünde, yahut daha sonra geldiğinde, namazı bana öğret ya Resulallah, dedi. Resulullah dedi ki: “Namaza kalkmak istediğin zaman, abdestini tam yap; sonra kıbleye dön, tekbir al; sonra Kur’an’dan kolayına gelen yerlerden oku; sonra rüku yap, ta ki azaların sükunete ersin; sonra başını kaldır, dimdik dur, sonra secde yap, ta ki uzuvların secdede sakin olsun. Nisan 2010 Sonra başını kaldır, otur, uzuvların yine sakin olsun; sonra secde yap, secdede uzuvların sakin olsun.” Başka bir rivayette, “sonra kalk, ayakta dimdik dur, sonra diğer bütün namazlarında da böyle yap.” Hadis müttefakun aleyhtir. 227- Ebu Humeyd es-Saidi’den nakledilmiştir. O, Resulullah’ın ashabından bir grubun içinde bulunduğu sırada dedi ki: Ben Resulullah’ın namazını en iyi bilen kimseyim. Resulullah’ı gördüm, tekbir alıyordu, ellerini omuzlarının hizasına ulaşıncaya kadar kaldırırdı. Sonra rükû yaptığı zaman elleriyle dizleini tutardı, sırtı başıyla aynı seviyede olurdu. başını kaldırdığı zamandimdik dururdu, azaları sakin olurdu. Secdeye gittiğinde ellerini yere kordu ve öylece sakin olurdu. Ellerini yere koyarken yere döşemezdi. Ellerini yummazdı. Parmaklarının uçları kıbleye doğru kılardı. Oturduğu zaman iki rekatın sonunda sola ayağının üzerine otururdu, sağ ayağını dikerdi. Son rekata geldiğinde sol ayağını öne doğru çeker, diğerini dikerdi ve yere otururdu. Hadisi Buhari nakletmiştir. 228- Ebu Hureyre’den nakledilmiştir. O dedi ki: Resulullah şöyle buyurdu: “Allahu Teala sizden birinin namazını, abdestini bozup yeniden abdest alıncaya kadar kabul etmez.” Hadis müttefakun aleyhdir. 229- İbn Ömer, den rivayet edilmiştir. O,Rasulullah ın şöyle dediğini nakletmiştir. Sizden kim elbisesini kibir maksatıyla yerde sürütürse kıyamet gününde Allah Taala Ona rahmet nazarıyla bakmaz. Ümmü Seleme dedi ki Ya Rasulallah, Kadınlar eteklerini Peygamber dediki bir karış daha uzatırlar. Ümmü Seleme dedi ki bu takdirdede topukları açık kalır. Peygamber bir zira uzatırlar daha fazla uzatmazlar. Hadisi Nesai ve Tirmizi rivayet etmişlerdir. 7 EHL-İ SÜNNET İNANCI VE TARİHSELLİK slam'ın ilk yüzyıllarında ortaya çıkan ve İslamî ilimlerin hemen bütün dallarında kendisini hissettiren "fırkalaşma" olgusu, tarih içinde olduğu gibi bugün de varlık ve etkisini muhafaza etmektedir. Geçmişte bu hareketler Haricîlik, Mu'tezile, Mürciîlik... şeklinde kendisini ifade etmişti; bugünse daha başka isimler altında fırkalaşmalar devam ediyor. İ Dr. Ebubekir SİFİL Günümüzde Ehl-i Sünnet itikadının karşısındaki en tehlikeli akım, Modernizm'dir. Tarih içinde "Sünnî duruş"un nasıl her sürecin/akımın gündemine ilişkin canlı ve dinamik bir söylemi var idiyse, günümüzde de Ehl-i Sünnet olmanın, İslam'ın "güncel" problemleri karşısında bir anlam ve özgünlüğü bulunmalıdır. Bu alanda yapılması gereken tesbitler, hem Ehl-i Sünnet olarak bizleri, tarihte kalmış, hiçbir güncelliği bulunmayan meseleleri "Ehl-i Sünnet akidesini öğrenmek" adına tekrar etme ve bu suretle adeta "sanal" bir dünyayı yaşatma anlamsızlığından uzak tutacak; hem de çağdaş dünyanın aktüel meseleleri karşısında etkin ve dinamik bir duruş sergileme yeteneğine kavuşturacaktır. Esas konuya geçmeden önce –muhtemel bir yanlış anlamanın önünü peşinen almış olmak için– bir noktanın altını çizelim: Tarih içinde yaşanan fırkalaşma olgusunun Ehl-i Sünnet dünyanın gündemine taşıdığı problemlerin tamamının bugün için güncelliğini yitirdiğini söylemek yanlış olur. Tıpkı o 8 Nisan 2010 dönemlerde olduğu gibi günümüzde de varlığını sürdüren problemler bulunduğu gibi, günümüzde ortaya çıkmış olan bazı düşünce/fikir hareketleri ve akımlarının, fikrî altyapılarını tarihteki kimi fırkalardan davşirerek oluşturduklarını, ya da en azından onlarla kesiştikleri noktalar bulunduğunu da belirlememiz gerekiyor. Sözgelimi geçmişte Mu'tezile tarafından hadislere hangi gerekçelerle itiraz edilmiş ise, bugün de hadisleri reddetme tavrında olan çevrelerin aynı gerekçelere sarıldığını tesbit ediyoruz. Öyleyse bugün için güncelliğini koruyan hususlarla tarihte kalmış meseleleri birbirinden ayırarak 21. yüzyıl müslümanına hitap edecek yeni bir Kelam ilmi oluşturmak zorundayız. Bu yazıda bu mesele hakkında sadece "ipucu" kabilinden bazı hususlara değinmek istiyoruz. Zira güncel bir Ehl-i Sünnet Kelamı'nın oluşturulması takdir edilir ki, ciddi ve uzun soluklu çalışmalara ihtiyaç duyar. Günümüzde Ehl-i Sünnet itikadının karşısındaki en tehlikeli akım, Modernizm'dir. Batı hakimiyeti karşısında kompleksli bir duruşla İslam'ın Batı kökenli pozitivist anlayışla çelişmediği iddiasından hareket eden Modernistler eliyle, itikadî sahadan amelî konulara kadar her seviyede yeni bir İslam anlayışı oluşturma iddiasıyla korkunç bir tahrip ve tahrif faaliyeti yürütülmektedir. Müslüman halkımızın belli bir kesimi, Modernistler'in diline ve yöntemlerine yabancı olduğu için bu akımın söylemlerine kolayca çarpılabilmekte ve sonunda itikattan başlayan ve giderek diğer alanlara sirayet eden bir çürüme süreci yaşanmaktadır. Ehl-i Sünnet itikadını benimsemiş her müslümanın günümüzde yaygınlaşma eğilimi gösterdiği müşahede edilen Modernist söylem karşısında şu hususlara dikkat etmesi gerektiğini düşünüyoruz: 1. Allah Teala'nın, Kur'an ve hadislerde haber verilen isim ve sıfatlarının hepsi hak ve gerçektir. Kelam kitaplarımızda ayrıntılarıyla zikredilmiş olan bu meselenin günümüze taalluk eden yönü şurasıdır: Günümüzde "Tarihsellik" dediğimiz görüşü benimseyenler, Kur'an ayetlerinin –özellikle ahkâma ilişkin olanların– indikleri dönemin problemlerini çözmeye matuf olduğunu söylerler. Buradan hareketle de Kur'an'ın ihtiva ettiği her hükmün günümüzde uygulanamayacağını ileri sürerler. Nisan 2010 Oysa bu iddia, Allah Teala'nın, sadece Kur'an'ın nazil olduğu zaman ve mekânın problemlerine çözüm indirdiğini, nüzûl sürecinin tamamlanmasından günümüze ve günümüzden geleceğe yüzyıllar, binyıllar içinde yaşayanların, problemlerine Kur'an'dan çözüm bulamayacağı anlamına gelir ki, doğrudan doğruya Allah inancıyla ilgilidir. Bu iddia sahiplerinin, Allah Teala'nın Alîm, Hakîm, Âdil... gibi isim ve sıfatlara sahip bulunduğuna inandıklarını söylemek oldukça zordur. Zira bu isim ve sıfatlara iman etmek, Allah Teala'nın olmuş, olan ve olacak her şeyi hakkıyla bildiğini ve hiç kimseye zulmetmeyeceğini itiraf etmek demektir. Elbette sadece bu değil. Böyle bir iman, Kur'an'ın "bütün insanlara hidayet kaynağı" olarak gönderildiğini haber veren ayet üzerinde biraz düşünürsek, Hz. Peygamber (s.a.v) zamanında yaşayanlarla günümüz insanının ve gelecek nesillerin bu noktada eşit olduğunu göreceğiz. Yani Kur'an Hz. Peygamber (s.a.v) döneminde yaşayanlar için nasıl bir hidayet kaynağı idiyse, günümüz için de aynen öyledir; gelecek nesiller için de öyle olacaktır. Bu noktada dikkat çekilmesi gereken bir diğer husus da, "kader inancı" ile ilgili çarpık anlayıştır. Kaderi inkâr eden Modernistler, konuyla ilgili ayetleri tevil ederek, hadislerin de sıhhatine şüpheyle yaklaşarak şöyle derler: "İnsan mutlak anlamda özgürdür. Dilediği zaman dilediği şeyi yapabilir. Allah, insanların tercih ve fiillerine müdahale etmez. Kader inancı, zalim Emevî yönetimlerinin, halk nazarında meşruiyet kazanmak için ortaya attığı bir aldatmacadır..." Oysa kader meselesinin Emevî iktidarları tarafından çarpıtılarak istismar edilmesi başka şeydir, Kur'an ve Sünnet'le sabit bir hakikat olması daha başkadır. Evet, bizler Yüce Allah'ın Levh-i Mahfuz'da bizler için yazdığı, dolayısıyla irade ettiği bir hayatı yaşıyoruz. Bu meselenin inceliklerini kavramak için buradaki "irade"nin ne olduğunu ve ne olmadığını bilmek gerekiyor. Varlık alemindeki her şey Yüce Allah'ın iradesiyle olmaktadır. Ancak bu, Yüce Allah'ın bizim hayat tarzımızı klişe olarak "belirlediği, tayin ettiği ve bizi onu yaşamaya icbar ettiği" anlamına gelmez. Bunun anlamı şudur: İnsan, kendisine yaratılışından verilen iradeyi kullanarak herhangi bir konuda kararlar verir, tercihler yapar. Eğer Yüce Allah da o işin o yönde olmasını irade etmişe, o işte iki irade birleşir; Yüce Allah o işi yaratır, insan da kesbeder. İnsanın sorumluluğu, o işi yapmaya karar verip iradesini o yönde sarf etmesi sebebiyle söz konusudur. Yüce Allah irade et- 9 mediği halde insanın herhangi bir şey yapmasının mümkün olduğunu iki sebeple söyleyemeyiz: 1) Yüce Allah'ın, irade etmediği bir işin meydana gelebileceği söylendiğinde, O'nun kudret ve iradesinden bağımsız bir alan söz konusu olacaktır. Bu ise ontolojik olarak mümkün değildir. Zira dilemediği şeylerin meydana gelmesi karşısında pasif bir pozisyona düşmek Allah Teala için düşünülemeyecek bir nakisadır. 2) Allah Teala'nın dilemesi olmaksızın insanın bir şey yapabileceğini düşünmek, insanın O'ndan müstağni olduğunu söylemek demektir. Oysa "fa’’âlun limâ yurîd" olma (dilediğini dilediği gibi yapma) vasfı sadece Yüce Allah'a aittir. Bütün bunlar insanın, kendisi için ezelde tayin edilmiş bir rotayı izleme mecburiyetinde olduğu anlamına tabii ki gelmemektedir. Günlük hayatta yaptığımız en basit işlerden en hayatî işlere kadar karşılaştığımız durumlarda verdiğimiz iradî tepkiler, aldığımız kararlar ve yaptığımız tercihler bunun en önemli delillerindendir. Bütün bu hususlarda bizi kimsenin zorlamadığını tecrübeyle biliyor olmamız gerekir. O halde "kader" nedir? Kader, en kısa anlatımıyla şudur: Yüce Allah, ezelî ve mutlak ilmiyle bizim bir işi nerede, ne zaman ve nasıl yapacağımızı bildiği için onu Levhi Mahfuz'da kaydetmiştir. Sırası geldiğinde biz o işi o şekilde yaparız. Böylece kaderimizi yaşamış oluruz. Şu halde kullar, imanı da küfrü de kendi iradeleriyle seçerler dememiz gerekiyor. Kur'an'da hidayet-dalalet, iman-küfür... konusunda yer alan ayetler bir araya getirilerek ele alındığında ortaya şu sonuç çıkıyor: Bir kimse özgür iradesiyle küfrü seçer ve bu yolda, hiçbir uyarıya kulak vermeden ısrar ve inatla derinleşirse, bir noktadan sonra Yüce Allah onun kalbini mühürlüyor ve onun için artık –tabir doğruysa– kapı kapanmış oluyor. Buna Kelam ilmi terminolojisinde "hızlân" deniyor. Yani kâfirin yardımsız bırakılması, kufrüne terk edilmesi. Ama hidayete ulaşma yolunda samimiyetle çaba gösterenlere de hidayet yolu her zaman açıktır. Şu halde "Allah Teala yazdığı için biz böyle yaşıyoruz" cümlesi yanlıştır. Doğru cümle şudur: "Allah Teala bizim nasıl yaşayacağımızı bildiği için yazmıştır. Biz O'nun bildiğini yaşıyoruz." Allah Teala'nın "dileyeni mi" yoksa "dilediğini mi" hidayete erdireceği konusu da yukarıda söylenenler ışığında şöyle izah edilmelidir: Allah Teala'nın hidayete erdirmesi, hidayeti elde etmek gibi bir problemi bulunanlar için söz konusudur. Bu an- 10 lamda her iki şık da doğru olmakta ve aynı kapıya çıkmaktadır. Zira bir kimse iradesini hidayeti bulma yolunda sarf ederse Allah Teala onu o yola sevkedecektir. Dolayısıyla bu kimse, Allah Teala'nın, hidayete erdirmek istediği kullardan olmaktadır. İradesini bu yolda kullandığı için "dileyen", bu irade sebebiyle Allah Teala da onu o yola sevk edeceği için "dilediği"... Öyleyse Kur'an ayetlerinin tarihselliği iddiasında bulunanların Allah inancında bir arıza bulunduğunu tesbit etmek durumundayız. 2. Ehl-i Sünnet ulema tarafından oluşturulmuş Usûlüddîn (Akaid/Kelam) ve Usûl-i Fıkıh sistemleri, hem birbirleriyle, hem de Allah ve Peygamber inancıyla kopmaz biçimde ilişkilidir. Bunları birbirinden ayrı ve bağımsız düşünmek mümkün değildir. Bu sistemleri "klasik" (dönemini kapatmış, fonksiyonunu yitirmiş anlamında) olarak niteleyip, çağdaş insanın problemlerine cevap vermiyor bahanesiyle "yenilemek" (reforma tabi tutmak) gerektiğini söyleyen Modernist söylemin bu iddiası konusunda şunları söylemeliyiz: 1. İslamî disiplinlerin yeni anlama yöntemleri temelinde yeniden inşa edilmesi gerekli/zorunlu mudur? 2. Böyle bir yeniden inşa, teknik anlamda değil ama "ontik" anlamda mümkün müdür? Birinci soru hakkında şu mülahazalarda bulunabiliriz: Kur'an'ın, Yüce Allah'ın arzu ve iradesiyle yüzdeyüz örtüşecek şekilde anlaşıldığını hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak şekilde söyleme imkânına sahip olduğumuz bir tek dönem vardır: Hz. Peygamber (s.a.v) dönemi. Zira metodolojik kaynaklarımızda Hz. Peygamber (s.a.v)'in, dinin tebliği ve açıklanması bağlamında yaptıklarında ve –Kur'an dışında– söylediklerinde ilahî denetim altında olduğu enine boyuna izah edilmiştir ve esasen bir müslümanın bu noktada kuşkuya düşmesi mümkün değildir. Böyle bir garantinin en basit ve fakat en esaslı göstergesi, aksi durumun bizi, Yüce Allah'ın "tarihe müdahalesi"nin bu dönemde yeterli ve gerekli ölçüde gerçekleşemediğini –dolayısıyla hiçbir dönemde gerçekleşemeyeceğini– söyleme zorunluluğuna götürmesidir. Murad-ı ilahî'nin Hz. Peygamber (s.a.v) döneminde hem pratik hayata bir sosyo-kültürel ve taNisan 2010 rihsel gerçeklik, hem de beşer düzeyinde ontik anlamda temel varoluşsal algı dönüşümü şeklinde yansıdığını kendimizden emin bir şekilde söyleyebildiğimize göre, burada cevabı bulunması gereken ikinci soru şudur: Hz. Peygamber (s.a.v) döneminden sonra murad-ı ilahî'ye ne oldu? Hz. Peygamber (s.a.v) sonrası İslam tarihini, ideolojik, indirgemeci ve profan bir okuyuşla iktidar mücadeleleri, heretik oluşumlar ve geleneğin din yerine geçmesinden ibaret görme yanlışlığının zihnimizde oluşturduğu tabakayı kaldırdığımızda görünen şudur: Sahih din anlayışının Hz. Peygamber (s.a.v)'den, O'nun bir ömür boyu yanında/yakınında bulunan ve İslamî kişilikleri O'nun gözetim ve denetiminde şekillenmiş olan Sahabe kuşağına intikal ettiğini söylemek dürüstlük gereğidir. Özellikle ilk dört halife döneminde başlayarak kısa bir süre içinde gelişen dışa açılma hareketleri çerçevesinde belli İslam merkezlerine dağılan alim sahabîler, gittikleri yerlerde Hz. Peygamber (s.a.v)'den öğrendikleri Din'i yaymış, dinî ilimlerin öğretiminde ve yaygınlaştırılmasında kilit roller üstlenmiştir. Böylece onların 1., 2. ve daha yaygın olarak 3. kuşak öğrencileri olan ekolleşme dönemi İslam alimleri, Hz. Peygamber (s.a.v)'in Din telakkisini kesintisiz bir silsile ile almış oluyordu. rihsel bir metin"e, Hz. Peygamber (s.a.v)'i de "tarihsel bir kişilik"e indirgeyerek seküler/profan bilim anlayışının "nesne"leri haline dönüştürme eğiliminde olmakla maluldür. Yukarıdaki ikinci soru hakkında söylenmesi gerekenleri de şöyle ifade edebiliriz: Olabildiğince özet bir şekilde takdim etmeye çalıştığım bu yapının önümüze koyduğu gerçek şudur: Müslümanlar'ın Kur'an ve Sünnet ile kurdukları ilişki, salt teknik anlamda bir "anlama/yorumlama" ilişkisinin çok ötesinde bir "varoluşsal" ilişkidir. Tarihte ortaya çıkmış özgün bir "İslam medeniyeti"nden söz edebiliyorsak, bunu, sözünü ettiğim "varoluşsal ilişki"ye borçlu olduğumuzu itiraf etmek durumundayız. Din'in doğru biçimde anlaşılması, onunla ve onun temel kaynaklarıyla birebir muhatap olan her birey için temel bir zorunluluktur. Ancak burada esaslı bir problem bulunduğunu da görmek durumundayız: Dinî metinleri "nötr" bir bilinç durumuyla mı, bilincimizi etkileyen ve hatta şekillendiren yaşadığımız sosyo-kültürel ve tarihsel gerçekliğin pasif nesneleri olarak mı, yoksa iman ve teslimiyet ile mi anlamaya girişmeliyiz? Yukarıda sorduğumuz sorulardan ikincisinin cevabı, bu çerçevede olumsuz olmak durumundadır. Çünkü ilahî vahyi ideal biçimde anlamanın garanti edilebilir tek yolu, Hz. Peygamber (s.a.v)'in ontik varlığı ile doğrudan ilişki içinde bulunmaktan geçmektedir. Bu seçeneklerden ilki, bir Müslüman hakkında mümkün olmadığına göre, diğer iki seçenek üzerinde durmamız gerekiyor. İkinci seçenek, çağdaş hermenötik tartışmalarla doğrudan ilgilidir. Dinî metinleri, kendileriyle istediğimiz biçimde ilişki kurmamıza izin veren –Nasrettin Hoca'nın kuşu misali– pasif "anlama ve yorumlama nesneleri" olarak algılayabilir miyiz? Daha da önemlisi, onları, çağdaş hermenötik teorileri doğrultusunda sahiplerinden –Yüce Allah ve Hz. Peygamber (s.a.v)– daha iyi anlayabilir miyiz? Bunun için –hermenötik yöntemleri gereği– onların "zihin"lerine nüfuz etmemiz kaçınılmaz olduğuna göre bu mümkün müdür? Ve buradan hareketle, "bu metinlerde lafzî olarak ifade edilen başka bir şey ise de, lafzî düzlemin ötesin- Şu halde klasik İslamî anlama yöntemleri ve daha genelde temel İslam bilimleri, Hz. Peygamber (s.a.v)'in "tarihsel kişiliği" ile değil, "ontik hakikati" ile irtibat halinde bulundukları için geçerliliğin ve doğruluğun/meşruluğun biricik adresidir. Bu temel gerçeğin gözden kaçırılması sebebiyle yeni anlama yöntemi arayışları, Kur'an'ın "taNisan 2010 11 ile örtüşmeyen durumlar "arızî"dir ve Yüce Allah'ın muradına aykırıdır. Bunun bizi götüreceği kaçınılmaz nokta şudur: Herhangi bir tarihsel durumu belirleyici kılarak dinin temel metinlerini yorumlamak mümkündür; ama bu, "dinî" bir faaliyet değildir. Yeni yöntem arayışlarının, yaşadığımız tarihsel durumu mutlaklaştırmak ve dinî metinleri kendi tarihselliğimize boyun eğdirmek gibi bir muhtevadan tamamen uzak olduğunu iddia edebilir miyiz? Yazının başlarında sorduğumuz iki sorudan ilkinin cevabı da bu sorunun cevabında yatmaktadır. Eğer böyle bir riskten arınmışlığı garanti edilebilen bir faaliyetten söz etmek mümkünse, ardından şu sorulan sökün edecektir: deki esas anlam düzlemi daha farklıdır ve biz onu keşfedebiliriz" sonucuna ulaşmamız ne kadar "dinî"dir? Bu soruların olumlu cevabı teorik varsayımlar ve soyut tartışmaların ötesinde henüz ortaya konabilmiş değildir. Ancak bu sorulara olumsuz cevap vermemiz gerektiğini vurgulayan pek çok "delil" mevcuttur. "Kur'an ve Sünnet'in bu şekilde tanımlanmasına acaba Kur'an ve Sünnet ne demektedir?" sorusu üzerinde yeterince durulduğu kanaatinde değiliz. Kur'an şöyle diyor: "Onlara ayetlerimiz açık açık okunduğu zaman bize kavuşmayı beklemeyenler, "Ya bundan başka bir Kur’an getir veya bunu değiştir" derler. De ki: "Onu kendiliğimden değiştirmem benim için olacak bir şey değildir. Ben, bana vahyolunandan başkasına uymam. Çünkü Rabb'ime isyan edersem, elbette büyük günün azabından korkarım." De ki: "Eğer Allah dileseydi onu size okumazdım. Allah da onu size bildirmezdi..." (10/Yûnus, 15-6) Şu halde Kur'an metnini tarihsel ortamın belirlediğini söylememizin önündeki en büyük engel, yine bizzat Kur'an'dır. Kur'an'ın belli tarihsel olaylara cevap mahiyetinde inen "bir kısım"[1] ayetlerini genelleme yaparak bütüne teşmil etmek doğru değildir. 1. Klasik anlama yöntemleri hangi noktalarda tıkanmıştır? Ya da klasik yöntemlerin tıkandığı iddiası etrafında genel bir konsensüs sağlanabilmiş midir? 2. Klasik yöntemler hakkında temellendirildiği varsayılan "eksik/zayıf tarafları bulunduğu" iddiasının, teklif edilen yeni yöntemler için de "bir şekilde" söz konusu edilemeyeceğinin garantisi var mıdır? 3. Klasik yöntemlerin, –yukarıda da söylendiği gibi– Müslümanlar'ın Kur'an ile varoluşsal ilişkileri neticesinde şekillenen pratiğin içinde doğup geliştiği halde, yeni yöntemler için böyle bir durum söz konusu değildir. Şu halde pratiği olmayan "masa başı" soyut zihnî faaliyetlerle "İslamî" bir anlama yöntemi inşa etmek ontolojik olarak mümkün müdür? Bu ve benzeri sorular, karşı karşıya bulunduğumuz tekliflerin sahipleri tarafından net ve tatminkâr ölçüde cevaplanamadıkça mesele tartışılmaya devam edecektir. Kısmet olursa ileriki sayılarda bu meseleler üzerinde durmaya ve çağımızın en büyük tehlikesi olan Modernizm'in handikaplarına dikkat çekmeye devam edeceğiz. -------------------------------------------------------------------------------DİPNOTLAR [1] Tırnak içindeki bu ifade, Kur'an'ın bütün ayetlerinin bu tür bir süreç içinde indiği şeklindeki yaygın çağdaş kanaatin yanlışlığına işaret etmektedir. Kur'an'la yeterli dü- Kısacası Kur'an "değiştirmek/dönüştürmek" için inmiş bir Kitap'tır. Dolayısıyla onun muhtevası 12 zeyde tanışıklığı olanlar, Kur'an'ın pek çok ayetinin belli bir nüzul sebebi olmaksızın indiğinin farkındadır. Nisan 2010 EY İNSAN! Dünyaya gönül verip, kendini mahkum etme. O ahiret tarlası, sakın ekmeden gitme. Burda neyi ekersen orda onu biçersin. Sen insansın, kendine; yazık oldu dedirtme. Mademki misafiriz, bu doymazlık nedendir? Buradaki gafletin, ötedeki derdindir. Suçu başkalarına atıp kurtulamazsın, Sakın suçlu arama, asıl suçlu kendindir. Çöle inen en son Nur, en büyük ikram oldu. Bu insanlık gerçeği; ancak onunla buldu. Zulmü baştacı eden bütün firavunlara, Bükülmeden, yiğitçe dimdik duran O kuldu O kulu örnek al ki kurtuluşa eresin. Ey insan! Hitabının rahmetine giresin Varoluşun sırrını eğer yakaladınsa Yaratana hamd edip, tüm sevgini veresin. Mustafa AKCAN Nisan 2010 13 DİNLE slam’ın ilk emrinin “oku” olduğu herkesin malumu. Bu emrin içinde onun kadar önem taşıyan fakat yeterince dikkat etmediğimiz bir başka ikaz olduğu kanaatindeyim; dinle! Okuma fiilinde üç unsur var; okuyan, okunan (mesaj) ve dinleyen. Hazreti peygambere okuma emri verildiyse muhataplara da dinleme emri verilmiş demektir. İ Nihat MORGÜL nihatmorgul@gmail.com “Mümin müminin aynasıdır” İlk “oku” emrinden sonra farklı iki insan tavrı ortaya çıktı; mesaja kulak verenler ve mesajı kulak ardı edenler. Bu emrin mahiyetini en iyi anlayan yine Kuran’ın ilk muhatapları oldurlar. Mesaja kulak verenlere sahabe dendi. Onlar hazreti peygamberin sohbetinde bulunan ve onu dinleyen, onun bahtiyar sohbet arkadaşlarıydı. Sahabe; sohbet insanı demekti, sohbetin yetiştirdiği insan demekti. Dinlediler ve yüceldiler. Şahsiyet ve kimlik arayanlar için, yol gösteren birer yıldız oldular insanlık semasında. Dinlemek, en insani en İslami bir terbiye yöntemidir. Bu açıdan insanı yetiştiren, olgunlaştıran bir tarafı vardır. Durgun suyun ortasına atılan bir taşın dalga dalga ve genişleyerek büyüdüğü gibi, okumak ve dinlemek de uygun bir yürek ve 14 Nisan 2010 zeminde büyüyüp yeşerir. Allah’ın mesajı hazreti peygambere okundu, o dinledi. Daha sonra mesaj peygamberimiz tarafından sahabe’ye okundu, onlar da dinledi. Yüz yirmi bin sahabeden yüz bini Arap Yarımadasının dışında medfun. Demek ki onlar mesajı dinleyecek ve onu başkalarına ulaştıracak kulaklar ve gönüller bulmak için, tüm dünyaya yayıldılar. Buldular da… Dinleyenler ve kulak verenler olmasaydı, biz iman nimetinden haberdar olamazdık. Batı kültüründe büyük sanayi devrimiyle beraber artan üretim gözü öne çıkardı. Öyle ya üretilen onca mal bir şekilde satılmalıydı. Bu da beraberinde reklam, vitrin ve ambalajın önemini artırdı. Her şey görme ve görülme üzerine, başka bir ifadeyle gösteri(ş) üzerine bina edildi. Oysa İslam ahlakında genel olarak övgü, gösteriş yerilen bir tutumdu. Batı kültüründeki göze karşılık, İslam kültüründe hep kulak önemli oldu. Hatta bazı düşünürler. “İslam, kulak medeniyetidir.” derler. İnsanın bedeni ağzından doyduğu gibi, İslam terbiye anlayışında insanın ruhu da kulağından doyar (duyar değil) diye kabul edilmiştir. Kulağını ihmal eden, ruhunu ihmal ediyor demektir. Ruhu aç olanlar elbet midesi aç olanlardan daha aciz ve daha fakirdirler. Dinleme çabası, beraberinde sohbet kültürünü yaygınlaştırdı. Sohbet, her kesimden insanın yetiştiği, doğal öğrenim ve eğitim ortamları haline geldi. Sohbetlerde her şey eğitimin bir parçasıdır. Örneğin; sohbet adabında oturma şekli önemlidir. Daire şeklinde yan yana oturulur. Daire; yüce yaratanın kainata attığı imzadır. Zerreden kürreye tüm kainatta dairesel hareket mevcut. Dairevi oturuşta herkes birbirinin yüzünü görebilir, konuşurken yüzüne bakabilir. Sınıflarda veya konferans salonunda aynı durum olmaz. Herkes konuşmacıyı görebilir ama birbirlerinin yüzünü göremezler. Bu yüzden sohbetten elde edilen manevi kazanç, bu faaliyetlerde görülmez. Sohbet başlamadan önce herkes sessizce kendi iç dünyasıyla baş başadır. Adeta sessizlik eğitimi verilir. Konuşma isteğine rağmen sessiz kalabilmek, büyük bir manevi eğitimdir. Kuran’da ifade edildiğine göre bizden önceki ümmetlerde sessizlik orucu vardı. Sessiz kalıp kendi iç dünyasını dinlemek, insanı yalnızlaştırmaz zenginleştirir. Bu gün biz bu halin kıtlığını ve fakirliğini yaşıyoruz maalesef. Televizyonlar, bilgisayarlar, cep telefonları yedi gün yirmi dört saat açık iletişim vasıtaları bizi bize bırakmıyor hiçbir zaman. Kendimize ait değiliz. O kadar çok konuşuyoruz ki bir birimizi dinlemeye vaktimiz kalmıyor. Oysa dinlemek; karşısındakini anlama çabasıdır. Ona değer vermektir. Bu gün doktora gidenlerin bir çoğu gerçek hasta değil; fakat kendini dinleyecek ve derdi ile ilgilenecek birilerini aradıklarından ve bundan mutlu olduklarından oradalar. Çağını aşmış ve günümüzde müslim, gayr-i müslim tüm insanlığın mesajına kulak verdiği Mevlana Celalettin Rumi, yazdığı yirmi altı bin beyitlik Mesnevi isimli eserine “dinle” diye başlar. Dinle, hem söylenecek olanı (sözü) dinle, hem de söz dinle anlamına gelir. Birincisi sözün anlamına, mesajın içeriğine dikkat çekerken ikincisi onun bizde oluşturması gereken etkiye ve o sözün davranışa dönüştürülmesinin zaruretini vurgular. Yeraltına gömülü hazineden kimsenin haberi yoksa ne önemi var. Mesaj ne kadar özel ve güçlü olursa olsun dinleyeni yoksa ne kıymeti var. Her Nisan 2010 15 kıymetli söz kendisini dinleyecek bir kulak ve kalp içindir ve onu arar. Dinlemek, sanıldığının aksine pasif bir duruş değil, aktif eylemdir. Tüm duygular ile mesaja açık bir idrak, bir bilinç ve bir şuur ister. Bu açıdan işitmekten farklıdır. Diğer yandan sözü dinlemek kadar önemli olan bir diğer husus, söz dinlemektir. Yani sözü davranışa dönüştürmek, onun gereği ile amel etmektir asıl amaç. Yoksa söz sadece söz söylemiş olmak için değildir. Sırf edebi kaygılarla söylenmez. Hatta böyle söylem makbul sayılmaz, hoş görülmez İslam kültüründe. Mevlana’nın bizi “dinle” diye uyaran öğüdüne kulak vermeli. Günümüzde buna ne kadar da muhtacız. Öğretmen - talebe, karı - koca, işçi- patron, konu komşu birbirlerini yeterince dinliyorlar mı? Her ürünün bütün çeşitleri ve albenisiyle market raflarını, mağaza vitrinlerini süslediği bir tüketim toplumunda çocuğuna iyi bir elbise, güzel bir çikolata alamayan anne babanın yüreğinin sesi zengin dünyaların fakir vicdanlarında yankı buluyor mu kendine? Mevlana “dinle neyden..” diyor. Fakat neyin kendi sesi yok. Onun içi boş. Ondan duyduğun ses ona üfleyenin sesi aslında. Ney insan varlığını temsil ediyor. Dokuz boğum olan ney, anne kar- 16 nında dokuz ay kalan insanı temsil ediyor. İnsan varlığı tıpkı bir ney gibi çamurdan yapılmış bir şekil iken, sadece bir çamurdu. Sonra ona ilahi bir varlık üfledi de can buldu. Sevgi oldu, muhabbet oldu, vicdan oldu, yürek oldu kısaca beşer idi, insan oldu. Şimdi bir ney gibi o insan varlığından duyduğun tüm sesler insanın kendine ait değil, ona üfleyenin sesidir. Dinle ki başkası zannettiğin belki sendeki sestir. Dağın karşısına geçip bağırdığında dağın sana verdiği yankı senin sesindir, onu başkası bilme. Başkasından duyduğun sevgi de öfke de ona yansıyıp sana dönen senin sesin olabilir. “Mümin müminin aynasıdır” diyen hazreti Muhammed’in sesine kulak ver. Aynadakine iyi bak, onu hor görme. Oradaki hatayı kusuru düzetmekle ömür tüketme. Kendini düzelt aynadaki kendiliğinden düzelir. Dinle “festemi’ lima yûhâ” vahyedilene kulak ver diyen ilahi sözü. Âlem; seni, sana anlatıyor. Bak Allah bir dile karşılık iki kulak vermiş. Bir konuş iki dinle. Allah’ım! Bizi sözü dinleyen ve sözü dinlenenlerden eyle. Söz dinleyenlerden olmayı bize nasip et. Nisan 2010 ECEL Dört harf iki hece, Kaderdeki bilmece, Ol ve öl emrince, Varlığa hükmeder ecel. Gelen ve giden herkes, Ona uğrar bin kez, Ölüm mü son kez, Noktayı koyar ecel. Orada öteler ötesinde İşler bu, kanun yasasında, Hatta varlığın şifresinde, Ruha yol verir ecel. Dr. Faiz KALIN Nisan 2010 17 HZ.PEYGAMBER (S.A.V.) EFENDİMİZİ ZİYARET ETMENİN LÜZUM VE ÖNEMİ Muhterem okuyucularım! Bu yazımı Medine-i Münevvere'den Ravza-i Mutahhara'dan gönderiyor ve hepinizi kalbi muhabbetlerimle selamlıyorum. z.Peygamber (S.A.V.) efendimizi Mehmet TALU H ve Mescid-i Nebevî’yi ziyaret, sıradan bir ziyaret değildir. Çünkü Me- dine-i Münevverede Resûlullah (S.A.V.) Efendimizin medfun bulunduğu “Hücre-i Saâdet”, Kâbe dahil yer yüzünün her noktasından, göklerden ve arş’tan daha üstün ve şerefli sayılmıştır.1 HÜCRE-İ SAADET “Kim beni vefatımdan sonra ziyaret ederse, hayatımda ziyaret etmiş gibidir. Mekke-i Müker- Hz.Peygamber (S.A.V.) Efendimiz reme ve Medine’nin harem sınırlarından birinin Mescid-i Nebevî’yi inşa ederken kendisi için içinde ölen kişi kıyamet gününde güvenlik içine doğu duvarının güney kısmına bitişik iki alınmış kişilerden biri olarak diriltilir.” hücre yaptırdı. Resûl-i Ekrem (S.A.V.) Efendimiz ve ailesine tahsis edilen bu hücrelerin sayısı O’nun sağlığında dokuza ulaştı. Hicretin 11. yılı Safer ayının sonlarında rahatsızlanan ve son günlerini Hz.Âişe (R. Anha) validemize ait odada geçiren Resûl-i Ekrem (S.A.V.) Efendimiz vefat etmeden önce: 18 Nisan 2010 “Lâ ilahe illALLAH! Ölümün de şiddetleri, evînin en önemli bölümü haline gelen Hücre-i Saâ- sarsmaları varmış!” buyurdu ve Hz.Âişe (R. det’i ziyaret etmek bütün Müslümanların en büyük Anha) validemizin kolları arasında: özlemidir ve her yıl milyonlarca Mü’min bu bahtiyarlığa erişmek için yollara düşer. “ALLAHümme fir-refîkıl-a’lâ = Ey ALLAH’ım! Beni er-Refîkul-a’la camiasında kıl, en Resûlullah (S.A.V.) Efendimizin kabr-i şerifle- yüksek refikı isterim!”2 sözüyle ruhunu teslim etti. rini ziyaret etmek, menduptur. ALLAH Teâlâ’ya ya- 13 Rebîülevvel 11/8 Haziran 632 Pazartesi. kınlaşmanın ve Resûlullah (S.A.V.) Efendimizin sevgisini kalplere nakşetmenin en güzel vesilesi- Hz.Peygamber (S.A.V.) Efendimizin naaşı, dir. Hac yolculuğunda bulunan kimselerin Medine- Hz.Ebû Bekir (R.A.) nun naklettiği bir hadis-i şerife3 i Münevvere’ye giderek Resûlü Ekrem (S.A.V.) dayanılarak vefat ettiği yerde defnedildi. Hz.Âişe (R. Anha) validemizin odası bundan sonra Hücre-i Saadet diye anılmaya başlandı. Hz.Ebû Bekir (R.A.) vefat etmeden önce Hz.Peygamber (S.A.V.) Efendimizin yanına defnedilmesini vasiyet etmiş ve bu isteği yerine getirilmişti. Hz.Ömer (R.A.) ise ya- Efendimizin mescid-i şeriflerini, kabr-i saadetlerini ziyaret etmeleri pek büyük bir vazifedir. Bu itibarla, malî durumları elverişli olan kimseler için bu ziyaret vacip derecesinde önemli olup; bir zaruret olmadıkça terk edilmesi, büyük bir gaflet ve katı yürekliliktir.4 ralandığı zaman Resûl-i Ekrem (S.A.V.) Efendimizin yanına defnedilmek için Hz.Âişe (R. Anha) validemizden izin istemiş, O da: “Kendime düşündüğüm yeri sana veriyorum.” diyerek bu talebi uygun görmüştü. Çünkü Medine-i Münevvere, İslam nurunun yeryüzüne yayıldığı Peygamber şehridir. Her karışı, İslam’ın aydınlığını insanlığa ulaştıran Resûlullah (S.A.V.) efendimizin ve Sahabenin hatıralarıyla doludur. Sinesinde İslam’ın en büyük önderlerini barındırmaktadır. Hz.Peygamber (S.A.V.) Efendimizin minberinin bulunduğu yerle bütünleşerek Mescid-i Neb- İslam’ın güzelliğini insanlara ulaştırabilmek için Hz.Peygamber (S.A.V.) Efendimiz buraya hicret etmiş, İslâm devleti burada kurulmuş, İslâm’ın mesajı insanlığa buradan ulaşmıştır. Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz İslâm’ı tebliğ görevini tamamladıktan sonra burada vefat etmiş ve buraya defnedilmiştir. Böylece Medine-i Münevvere, ALLAH Teâlâ’nın en sevgili kulunu ve insanlığın gelmiş geçmiş en büyük önderini bağrında taşıma şerefini elde etmiştir. Asr-ı Saadet, en parlak şekilde bu şehirde yaşanmıştır. İnsanlık tarihinin en güzel, en mutlu, en adil, en hakkaniyetli örnek ve model toplumu, Hz.Peygamber (S.A.V.) Efendimizin terbiyesinde bu şehirde oluşturulmuştur. Böylece bu şehir dünyada adeta cennet misali bir hayatın yaşanabileceğine tanıklık etmiştir. Nisan 2010 19 dir. İşte böyle bir peygamberin kabrini ziyaretten esas gaye O’nu hatırlamak, gösterdiği yolda yürüyüş hissini kuvvetlendirmek ve ahireti düşünmektir. Hz.Peygamber (S.A.V.) Efendimizin kabrini ziyaret, akıllı ve düşünen kimselere diğer ibadetlerin verdiğinden daha çok şeyler verir, hissettirir. Kabrin önünde duran kimse Resûlullah (S.A.V.) Efendimizle karşı karşıya olduğunu ve O’nun kendisini ALLAH Teâlâ’nın yoluna çağırdığını hisseder. Sanki O, karşısında dikilip insanları şirkin karanlığından hidayet nuruna çıkarmakta, örnek ahlâkı bütün âlemde yayılmaktadır. İnsanlık âlemine getirdiği apaçık din ile onların umûmî menfaatlerini sağlamış ve fesadı ortadan kaldırmıştır. İşte ziyaretçinin kalbi, ALLAH Teâlâ uğrunda cihad etmiş olan bu peygambere karşı sonsuz sevgi ile dolar. Böylece O’nun getirdiği her şeyle amel etmenin zevki yerleşir. ALLAH Teâlâ ve Resûlüne isyan etmenin utancı çöker. İşte en büyük ruhî kurtuluş budur, aydınlığa çıkış budur. Hz.Peygamber (S.A.V.) Efendimizin kabrini ziyaret; vahyin indiği o mübarek yerleri görüş; dünya hayatının, mal ve ziynetlerinin tesirinde kalTarih, Resûlullah (S.A.V.) Efendimizin sohbetine nail olan bu Sahabe neslinin oluşturduğu toplum kadar güzel bir topluma bir başka yerde ve bir başka zamanda şahit olmamıştır. maksızın, nefislerini şehvet ve mal tadı istilâ etmeksizin, mallarını, canlarını ve ruhlarını ALLAH Teâlâ yolunda kurban edenlerin, o apaçık din İslâm ile halisane amel edenlerin yerlerini ziyaret, onlara yakınlığın en büyük ifade vesilesidir. Bu esnada ziyaretçilerin kalplerinde bir ürperme doğar; emsalsiz İşte Medine-i Münevvere bu güzel insanların bir ibadet ortaya çıkar. gelip geçtiği ve pek çoğunun bağrında yattığı kutsal şehirdir. Müslümanlar; maddî kuvvetleriyle beraber ondan daha ziyade manevî kuvvetleriyle şark ve Bu sebeple büyük bir engel olmadığı sürece garbı saran küfrü mahvetmiş olan bu kabir sakin- hacıların, Medine-i Münevvere’ye giderek Hz.Pey- lerinin yollarında aynı ruhla yürürseler, bugün de gamber (S.A.V.) Efendimizin kabrini ziyaret etme- yine aynı şiddet ve kuvvetle düşmanlarına karşı leri ve mescidinde namaz kılmaları büyük önem galip geleceklerdir. taşır. Bu ziyaret İslâmî duyarlılığın bir göstergesidir. Hz.Peygamber (S.A.V.) Efendimizin ve O’nun ashabının kabirlerini ziyaret, halisane ibadet eden- Hz.Peygamber (S.A.V.) Efendimizin kabrini ziyaret etmenin, O’na yaklaşmanın en büyüğü ol- lerin kalplerine tesir edecek en büyük ve şiddetli öğüttür. duğunda şüphe yoktur. O peygamber ki Resullerin en hayırlısıdır. ALLAH Teâlâ katında husûsî bir şânı Kabr-i saâdeti ziyaretin faziletiyle ilgili bir çok vardır. Meziyetlerini tavsif etmekten kalemler âciz- hadis-i şerif nakledilmiştir. Bunlardan bir kısmı şöy- 20 Nisan 2010 ledir: Abdullah b. Ömer (R.A.) den rivayete göre Resûlullah (S.A.V.) efendimiz şöyle buyurdu: “Kim kabrimi ziyaret ederse, ona şefaatim vacip, sabit bir hak olur.”5 Abdullah b. Abbas (R.A.) den rivayete göre Resûlullah (S.A.V.) efendimiz şöyle buyurdu: “Bir kimse hac yapar, sonra beni ziyaret etmeği kasdederek Mescidime gelirse, ona iki makbul hac sevabı yazılır.”6 Enes b. Malik (R.A.) den rivayete göre Resûlullah (S.A.V.) efendimiz şöyle buyurdu: “Kim sevabını ALLAH Teâlâ’dan bekleyerek beni Medine-i Münevvere’de ziyaret ederse, kıyamet günü ona şahit olur ve şefaat ederim.”7 “Kim beni vefatımdan sonra ziyaret ederse, hayatımda ziyaret etmiş gibidir. Mekke- Hatıb (R.A.) den rivayete göre Resûlullah (S.A.V.) efendimiz şöyle buyurdu: i Mükerreme ve Medine’nin harem sınırlarından birinin içinde ölen kişi kıyamet gününde güvenlik içine alınmış kişilerden biri olarak diriltilir.”8 Hz.Ömer (R.A.) nun aşiretinden olan bir adamdan rivayete göre Resûlullah (S.A.V.) efendimiz şöyle buyurdu: “Bir kimse niyet edip, beni ziyaret ederse, kıyamet günü bana yakın mesafede olacaktır. Kim de Medine-i Münevvere’de yerleşir ve oranın darlık ve sıkıntısına sabrederse, kıyamet günü onun şahidi ve şefaatçisi olurum. Kim Haremeynin birinde yani Mekke-i Mükerre-me veya Medine-i Münevvere’de vefat ederse, o kıyamet günü emin insanlar arasında haşrolunur.”9 İşte bunun içindir ki; Beytullâh’ı hac ve ziyaret eden her Müslümanın hacdan veya umreden önce veya sonra Medine-i Münevvere’ye de giderek Resûlullah (S.A.V.) efendimizin kabr-i saâdetini ziyaret etmesi ve Mescid-i Nebî’de namaz Nisan 2010 21 kılması, Müslümanlar arasında terkedilmeyen bir tini ziyaret etmesi ve Mescid-i Nebi’de namaz kıl- sünnet olarak devam edegelmiştir. Özellikle Me- ması her Müslümanın en samimi arzusudur. dine-i Münevvere’ye uzak ülke ve beldelerde oturanlar açısından, hac veya umre yolculuğu, Hz.Peygamber (S.A.V.) Efendimizin kabrini Resûlullah (S.A.V.) efendimizin mescidini ve kab- ziyaret etmek, mescidinde namaz kılmak, O’nun ve rini ziyaret için iyi bir fırsattır. Bu sebeple Medine-i Ashabının yaşadığı yerleri görmek üzere Medine- Münevvere’ye gelip Mescid-i Nebi’yi ziyaret etme i Münevvere’ye doğru yola çıkan bir hacı, bu ziya- imkânı bulanlar, bunu en iyi şekilde değerlendir- retiyle yalnızca ALLAH Teâlâ’ya yakınlaşma amacı melidirler. O’nu ziyaret etmenin şeref ve fazileti çok gütmelidir. Çünkü hacının İslami duyarlılığını daha yüksek, O’nun mescidinde namaz kılmanın sevabı da artıracak olan bir kutlu yolculuk, gerçekten ve manevi kazancı çok büyüktür. Cenab-ı Hakk’ın rızasını kazanmanın önemli bir vesilesidir. Zira Cenab-ı Hak, Peygamberini ziya- Bu itibarla, hacca veya umreye gelenlerin rete gelenleri sever ve onların O’nun huzurunda Medine-i Münevvere’ye giderek Hz.Peygamber yapacakları duaları geri çevirmez. Hz.Peygamber (S.A.V.) efendimizin kabrini ziyaret etmeleri, mes- (S.A.V.) Efendimiz de kendisini ziyarete gelenlere cidinde namaz kılmaları, Hz.Peygamber (S.A.V.) şefaat edeceğini bir çok hadis-i şeriflerinde bildir- efendimizin sevgisini yenilemenin ve O’nun sün- miştir. netine bağlılığı kuvvetlendirmenin önemli bir vasıtasıdır. Bunun içindir ki, Hac veya umre ibadetini Gerçekten, Resûlullah (S.A.V.) efendimizin yerine getirmek maksadıyla kutsal topraklara gi- yaşadığı, mübarek ellerinin sürüldüğü, ayaklarının denlerin ister hac veya umreden önce, ister sonra çiğnediği yerleri görmek, ashabının ve en yakın ar- Hz.Peygamber (S.A.V.) efendimizin Kabr-i Saade- kadaşlarının kabirlerini ziyaret etmek, vahyin indiği 22 Nisan 2010 ve İslâmın tebliğ edildiği bu kutsal beldenin hava- mutlaka gidip Fahr-i âlem (S.A.V.) Efendimizi ziya- sını solumak, her Mü’min gönlünün en tatlı özlemi- ret etmelidir. dir. İşte bu sebeple, daha ilk dönemlerden itibaren Müslümanlar, Hz.Peygamber (S.A.V.) efendimizin Bütün peygamberlerin sonuncusu olan o mescidinin, kabrinin, Uhud şehitliğinin ve Bakî me- büyük Peygamber’in yüce gayretleri sayesinde hak zarlığının bulunduğu ve İslâm tarihinin bir çok ve hakikatten haberdar olup hidayet ve saadete önemli olayının gerçekleştiği Medine-i Münevve- eren bir Müslüman, nasıl olur da mübarek Hicaz re’yi ziyaret edegelmişler, bu ziyareti gerçekleştir- bölgesine kadar gitmiş iken, o mukaddes Pey- mek için adeta fırsat kollamışlardır. Özellikle gamber’in, o eşsiz-benzersiz veliyi nimetlerimizin Medine-i Münevvere’ye uzak ülke ve beldelerde latif kabrini, şeref-yücelik dolu mescidini, mübarek oturanlar açısından, hac veya umre yolculuğu, Re- beldesini ziyaret etmeksizin yurduna dönebilir. Ab- sûlullah (S.A.V.) efendimizin mescidini ve kabrini dullah b. Ömer (R.A.) den rivayete göre Resûlul- ziyaret için iyi bir fırsattır. lah (S.A.V.) efendimiz şöyle buyurdu: Sırf ALLAH Teâlâ için, İslam’ın aydınlığının “Beytullah’ı ziyaret edip de beni ziyaret et- insanlığa ulaştırılması yolunda çalışmanın, feda- meyen bana cefa etmiş olur.”11 Diğer bir hadîs-i karlığın ve gayretin en güzel örneğini vermiş in- şerif de şöyle buyrulmuştur: sanların gelip geçtiği bu mübarek şehri ziyaret etmekle hacı, bu aydınlığın, yeniden muhtaç olanlara ulaştırılması yolunda bir şuur ve azim kazana- “Hali müsait iken beni ziyaret etmeyen bana cefada bulunmuş olur.”12 bilirse, ziyaretindeki amaç gerçekleşmiş sayılır. Bu duygu ile kendisini ziyarete gelenler hakkında, Ab- Bu hadis-i şerifler ne kadar ağır bir azarla- dullah b. Ömer (R.A.) den rivayete göre Resûlul- madır. Hakikaten nasıl olur da hacca veya umreye lah (S.A.V.) efendimiz şöyle buyurdu: gidebilen, kabri ziyaret etmeğe gücü yetebilen kimsenin bu ziyarete koşmadan kalbi rahat eder. “Beni ziyaretten başka, gönlünde hiçbir emel ve arzu olmayarak kim beni ziyarete gelirse, kıyamet gününde ona şefaatçi olmam benim üzerimde bir hak olur.”10 O kutsal beldelere aşk dolu bir gönülle gitmek, edeple ziyarette bulunmak, Hz.Peygamber (S.A.V.) efendimizin huzurunda dururken Kainatın Mekke-i Mükerreme’de bulunup da O’nun yakınındaki Medine-i Münevvere’de vahyin indiği bu yerleri görmeyen Mü’minin kalbi nasıl razı olur? Orayı şevkle ziyaret için nasıl ruhu titremez? Mekke-i Mükerreme’ye ulaşan kimse Medine-i Münevvere’yi ziyaret etmekden, vahyin yerleştiği o toprakları görmekten, İslâm’ın menbaını ziyaret etmekten beri kalamaz. iftihar tablosu karşısında duruyor şuuruyla durmak, ............................................................................................... edeple, erkânla durmak, aşkla, şevkle vazifeyi yap- 1 Reddul-Muhtar, 2/257; Tecrid Tercemesi, 4/258, , 2 Buhari, Meğazi: 78, No: 4184, mak ve öyle geriye dönmek gerekir. Gönüller, 4/1616 , 3 Tirmizî, Cenâiz:33; İbn-i Mâce, Cenâiz:65 , 4 İbn-i Hümam, Fethu'l-kadîr, ALLAH Teâlâ’nın elindedir, ölü gönüllere hayat 2/336; Mevsîlî, el-İhtiyâr, 1/175, ekutnî, Hac, No:194; 2/278, Beyhekî, es-Sünenül- veren O’dur. Gönüllerin kıblesi, âşıkların kıblegahı Kübra, Hac, No:10407, 8/44, A.b.Hanbel, 4/108, 6 Zehebî Mizan; No:6560, 5/374., Fahrikainat Hz.Peygamber (S.A.V.) efendimizin 7 Beyhekî, Şüabül-İman, No:4157, 3/490, Kadı İyaz, Şifa, 2/87. , 8 Beyhaki Şuabü'lİman; No: 4151; 3/488, Darekutnî, Hac, No:193, 2/278, Taberani, el-Mucemul-Kebir, huzurunda dururken olabildiğine saygı ve hürmet hisleriyle durmak gerekir. No:13496, 12/309, Beyhekî, es-Sünenül-Kübra, No:10409, 8/44, 9 Beyhekî, Şuabu’l-İman, 3/488, No:4152, 10 Taberani, el-Mucemul-Kebir, No:13149, 12/225 11 Cem’ul-Cevami’, Mim harfi, No:4728; Zehebi, Mizanül-İtidal, No:9102, 7/39, İbn- Her Müslüman ve bilhassa hacca giden her ehli iman, büyük bir engel karşısında kalmadıkça, Nisan 2010 i Hibban, Zuafa, 3/73, No:1128, İbnul-Adiy, el-Mevzûât, 2/217 12 el-Kâmil fid-Duafâ, 8/248, No:1956 23 Sekülerizm Tehlikesi atıl dinlerle mücadele etmek Al- B lah’ın bir emri ve peygamberlerin de en önemli sünnetlerinden birisi- dir. Bundan dolayıdır ki Peygamberlerin takipçikleri, aynı mücadeleleri vermişlerdir. Hz Ebubekir hangi şuurdan dolayı Müseyleme ile mücadele etmişse İslam alimleri de Aydın BAŞAR aynı şuurdan dolayı sapkın felsefelerle mücadele etmişlerdir. Batınilik ve Mutezile ile mücadele eden İmam-ı Gazali; akılcı felsefeler ve saptırılmış tasavvufi düşüncelerle mücadele eden İmam-ı Rabbani, Cebriye Sekülerizm’i bilerek destekleyenler Allah’la barışık düzeni bilinçli olarak istemeyenlerdir. Çünkü Peygamberlerin getirdiği öğretide “dini hayatın merkezine koyma” ve “din merkezli düşünme” esasları varken Sekülerizm’de ise dini bir kenara fırlatma düşüncesi vardır. gibi sapkın akımlarla mücadele eden Mevlana aklımıza gelen ilk örnekler... Günümüzde Müslümanların mücadele etmesi gereken en sapkın felsefe Sekülerizm felsefesidir. Sekülerizm ve din esasında taban tabana zıttır. Burada dinden kastımızın peygamberlerin getirdiği din olduğunu hatırlatmakta fayda vardır. Sekülerizm’in hak dinle çelişmediğini, dine asla karışmadığını hele ki samimi dindarlara ilişmediğini iddia edenler ya dini bilmiyorlar, ya Sekülerizm’i bilmiyorlar, ya da bilerek münafıklık yapıyorlardır. 24 Nisan 2010 Sekülerizm’i bilerek destekleyenler Allah’la alım satım akdini dünyevi bir olgu gibi algılamaz. barışık düzeni bilinçli olarak istemeyenlerdir. Bu örnekler mutlaka helal ve haram dairesi ara- Çünkü Peygamberlerin getirdiği öğretide “dini ha- sında bir yerdedir ve dolayısıyla da dinle ilgilidir. yatın merkezine koyma” ve “din merkezli düşünme” Eğer ev sahibi fahiş bir kira artışı yapıyorsa bu me- esasları varken Sekülerizm’de ise dini bir kenara sele modern hukuka göre bir suç olmakla birlikte fırlatma düşüncesi vardır. Peygamberler dinin şekil dine göre de bir “günah”tır. Mesela namaz ibadetini verdiği bir dünyayı inşa etmeye çalışırken, Sekü- örnek verelim, bu ibadet insanın yirmi dört saatini lerizm’in savunucuları ise dinden soyutlanmış bir tanzim eden bir ibadet olması hasebiyle dünyevi dünya tasavvur ederler. alanla da ilgili bir olgudur. Demek ki İslam’a göre hiçbir mesele yoktur ki dinden bağımsız düşünüle- Azgın bir felsefe: Sekülerizm bilsin. Bu bakımdan din ve dünya ayrımı İslam’ın özünde olmayan bir ayrımdır. Dini meselelerin Sekülerizm, Yüce Allah’ı hayattın her alanın- dünyevi, dünyevi meselelerin de dini bir karşılığı dan dışlamayı hedefleyen, dini Allah’la vicdan ara- vardır. İslam’da bu mesele bu kadar nettir ve se- sına hapsetmeye çalışan ve onu yönetim ve hukuk küler mantık İslamî mantık ile hiçbir şekilde örtüş- gibi alanlardan soyutlayan felsefi görüşün adıdır. mez/örtüşemez. İnançtan kaynaklanan düşünceleri dışlama ve yönetimi ilahi alandan ayırma esasına dayanan bir Modern hayatta karşılaştığımız Müslüman doktrindir. Bu felsefeye göre dini alanla dünyevi tipi sekülerizm aşısı yapılmış bir insan tipi oldu- alan birbirinden ayrıdır ve dini alanının dünyevi ğundan İslamî bir kafa yapısıyla değil seküler bir alana müdahalesi kabul edilemez. İslam’da ise din kafayla düşünür. Bu yüzden de her konuyu dinle ve dünya ayrımı yoktur. Bir mesele ne kadar dini alakalandıran insanlarla karşılaştıklarında; “konuyu meseleyse o kadar dünyevi bir mesele; ne kadar yine dine getirdin” veya “yine vaaza başladın” tü- dünyevi bir meseleyse o kadar da dini bir mesele- ründen itirazlarda bulunurlar. Ardından da “din Al- dir. Faraza İslam, bir kira sözleşmesini veya bir lah’la kendi aramızda özel bir şeydir” gibi beylik bir Nisan 2010 25 cümleyle dini alandan kıvrakça sıyrılırlar. Onlara göre din dışarıya aksettirmeme koşuluyla yaşanılabilir; aksi halde toplumsal hayata girer ve hele de her alanda söz söylemeye kalkarsa o zaman da Demokles’in kılıcı devreye girmeli ve bu dini ehlileştirmelidir. Yani Sekülerizm felsefesi dine müdahale etme cüretini kendinde bulan bir felsefe olarak dine yukarıdan bakan azgın bir felsefedir. Bu durumun güncel yansımaları ise kamusal alan ayrımı ve katı laiklik uygulamaları olarak gözümüze çarpar. Sekülerizm ve laiklik Sekülerizm ile ilgili bu söylediklerimiz muhtemeldir ki okuyucularda sürekli bir “laiklik” çağrışımı yapacaktır. Bu son derece normaldir; çünkü bu terimin köklerine indiğimizde laiklikle hiç de yabacı olmadığını görürüz. Hatta batılıların bu terimi laiklik anlamında da kullandıkları bilinmektedir. Zaten Sekülerizm’in Aydınlanma’ya tekabül ettiğini ve bu dönemin bir ürünü olduğunu düşündüğümüzde onun laiklik ve demokrasi gibi kavramlarla ilgisinin olmadığını düşünmek muhal olur. Bu bilgiyi de dikkate alarak, laikliğin Sekülerizm’in bir uzantısı olduğunu söylemek daha isabetli olur. Demokrasi ise Sekülerizm’in bir uzantısı olmaktan ziyade onunla örtüşen bir olgudur. Yani batılı anlamdaki demokrasinin mantığı dini değil dünyevi bir mantık olduğu için seküler bir mantıktır. Eğer demokrasinin mantığı dini bir mantık olmuş olsaydı üzerinde dinin kesin hükümleri bulunan konuları oylamaya sunmak gibi bir cüreti göstermezdi. Batı toplumunda sekülerizm, devleti kilisenin tasallutundan kurtarma anlayışı olarak doğmuştur ve bu yönüyle teokrasiye karşı bir cereyandır. Batı toplumunun tecrübesi neticesinde oluşan bu olgunun hangi sebeple ortaya çıktığı, o şartlardaki haklılığı veya bu felsefenin tarihi arka planı bizim konumuzu teşkil etmiyor. Bizim için şuanda önemli olan Sekülerizm’in kendi toplumumuzda yaptığı etkiler ve İslam’ın Sekülerizm felsefesine olan bakışının ne olduğu meselesidir. Burada maksadımız yakınçağ tarihinde Sekülerizm’in yerini tespit etmek ve felsefi olarak meseleyi irdelemek değildir. Bizim asıl meselemiz İslam’la Sekülerizm’in taban tabana zıt olduğunu dini açıdan ispat etmektir. Fakat şu vardır ki meselenin felsefi arka planını bilmenin de faydalı olduğu inkâr edilemez bir gerçektir. En azından Sekülerizm’in ne olduğunu tanımlayabilmek için bu bilgilere ihtiyaç vardır. 26 Nisan 2010 “Dünyevileşme” olarak çevrilen Sekülerizm bu çeviriden dolayı dünya malını önemsemek, dünyaya tapmak, maddiyat veya konfor düşkünlüğü şeklinde yanlış anlaşılmaktadır. Oysa bütün bunlar Sekülerizm’in kendisi değil sonuçlarıdır. Böyle bir hataya düşmemek için meselenin felsefesine dalıp özünü yitirme riskine rağmen Sekülerizm’in felsefi arka planını da bilmemiz gerekir. Sekülerizm ve modernite dini Merhum Ali Şeraiti “Dine Karşı Din” adlı kitabında dinsizliğin de bir din olduğunu, müşriklere hitap eden “leküm diniküm veliyedin” ayetini delil göstererek ispatlamıştır. Buna göre dinin karşısında duran her türlü olgu aslında bir çeşit dindir. Bu bilgiden yola çıkarak rahatlıkla şunu söyleyebiliriz: Sekülerizm’in İslam toplumundaki karşılığı İslam’ın yerine modernite dinini hâkim kılma projesidir. Müslümanlar olarak bizim için önemli olan; sekülerizm üzerine derin analizler yapmak değil bu basit hakikati tespit etmektir. ler bir toplum üretmek için canla başla çalışıyorlar. Laboratuara girerken dini kapıda bırakma düşüncesini bilimsellik adına; düzen ve hukukla beraber sosyal hayata, ticarete, ekonomiye, iktisada İslam’ı karıştırmama düşüncesini de rasyonalizm adına aşılıyorlar. Çünkü laboratuara İslam girerse ilmin İslam’ın ideal Müslüman’ı ile seküler insan modeli birbiriyle hiçbir zaman örtüşemez. Faraza “emri maruf”u veya “adaletin hakimiyeti”ni seküler her bir verisinin Mevla’nın muhteşem yaratılış mucizesine hizmet edeceğini, iktisada ve ekonomiye İslam girerse o zaman da kapitalizmin yaşayama- mantıkla açıklayamayız. Adaletin ancak İslam’da yacağını biliyorlar. Şimdilerde kafa karıştırmak için olduğu gerçeği ve İslam’ın düzen ve hukuk alanın- kapitalizm de kalmadı diyorlar. daki hedefleri göz önünde tutulursa, dünyevi bir anlayışla İslam’ı yaşamanın mümkün olmadığını Seküler düşünce sisteminin alternatifi din rahatlıkla söyleyebiliriz. Sekülerizm’in karışmadığı merkezli düşünce sistemidir. Sekülerizim dinden ve kendisine din özgürlüğü sunduğunu iddia ettiği bağımsız düşünen insan tipi üretirken, Müslüman “dindar tipi” gerçek bir dindar tipi değildir. Bu tip et- ise dini hayatında birinci sıraya yerleştiren kimse liye sütlüye karışmayan kendi halinde saf sefil bir olarak her şeyin ölçütünü dinden alır. Hukukun re- tiptir. Hz Ömer’in adalet kıssalarını anlatan ama Hz feransları ve düzenin yapısı gibi konularda da dini Ömer’in neyle hükmettiğini gizleyen bir tiptir. Film- düşünceyi merkeze koyar. Müslüman hayatının lerde yutturulan dünyadan el etek çekmiş derviş merkezinde “din” kavramı vardır. Bugün ne kadar modelindeki bir dindarlığın Sekülerizm’le bir prob- uğraşsalar da Müslüman’ca düşünmenin önüne lemi yoktur. geçemiyorlar. Sekülerizmin devlet üzerindeki ideolojik yansıması laiklik olarak görünse de din ve Siyasi proje olarak sekülerizm dünya ayrımını topluma kabul ettirilemiyor. Yukarıdan gelen dayatma toplumda tam anlamıyla Sekülerizm siyasi bir proje olarak Müslüman makes bulmuyor. Evet dinden bağımsız düşünen- toplumlarda uygulandığı için, düzenin entelektüel- lerimiz az değil ama yine de halk laik değil, Müslü- leri de seküler mantığın dışına çıkamıyorlar. Sekü- man. Nisan 2010 27 GÜNAHLAR İNKÂR TOHUMLARINI YEŞERTİR ünahlara meyletmek, dalmak, devam etmek, ısrar etmek ve tiryakisi olmak imân hakikatlarını inkâra yönelten en önemli sebeplerden biridir. Bu hususta Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyruluyor: "Fakat insan önündeki zaman müddetince günah işlemek istiyor" (Kıyame, 5). Bu âyetteki, li-yefcure emâmeh ifâdesi ekser müfessirlere göre, ilerki zamanlarda, istikbâlde fucûra devâm etmek, günahlardan el çekmemek için... manasındadır1. Buna göre âyetin manası şöyle oluyor: Delillerin gösterilmesinden sonra dirilişi inkâr eden münkir için dirilişin mümkün olduğu aşikârdır. Fakat o, kendi nefsine böyle bir şeyin olmadığını telkin etmek istiyor ki, ömründen geriye kalan zamanda nefsini fücûra yöneltip, serbest bıraksın.. Bu ifâdeye, her ne kadar dünyada kısa bir müddet yaşasa da, masiyetlere ebedî kalacakmış gibi azmeder manası da verilmiştir. G Prof. Dr. Veysel GÜLLÜCE "Ellerinin işleyip önceden gönderdiği şeyler sebebiyle, ölümü asla temenni edemezler" Bu âyet ifâde ediyor ki, "tabiâtı şehevâta ve nefsanî lezzetlerini artırmaya meyleden kimse, cismanî lezzetleri acılaşmasın, bulanmasın diye haşri ve neşri, ölülerin diriltilmesini kabule yanaşmaz. Bunları devamlı inkâr ederek alay edip, "Kıyamet günü ne zaman?" (Kıyame, 6) diye sorar"2. Böylece Kur'ân-ı Kerîm kıyamet gününü inkâr etmenin aslî sebebini, rûhtaki gizli sâikini beyan ediyor. Bu sebep de 28 Nisan 2010 şudur: İnsan şehevâta dalmak, muherremâta yönelmek istiyor, fakat diriliş ve mücazât fikri onunla bu arzuları arasına giriyor. İnsan ise hiç bir şeyin kendisini bu fucurâttan engellemesini istemediği için âhireti uzak görüyor. Öldükten sonra dirilme fikrini zihninden silip atmak istiyor. Ayette, uzunca sesle ifâde edilen eyyâne ifâdesiyle suâl sorulması ise, bu günü uzak görme manasını kulaklara taşımaktadır.3 İnsan âhirete imân ettiği zaman ise, kendisini yaptığı şeylere karşı uyanık ve gözetleyici kılar. Böylece nefsini şerden uzak tutup, tamamiyle hayra yönelir... Dolayısıyla kıyamete inanmak insanın nefsini levvâme yapar. İnsan kendinden sudûr eden şeylere karşı nefsini levmeder, kınar. İşte bu sırdandır ki, sûrenin başında kıyamete yemîn ile nefs-i levvâmeye yemin etme bir araya getirilmiştir4. İnsan takvâ ve amel-i sâlihe daha yakın oldukça, nefsini günahlardan arındırdıkça, öldükten sonraki hayata imânı daha kuvvetli ve sarsılmaz olur. Aksine, insan tedenni ettikçe, günahlara daldıkça da, âhirete itikadı zayıf ve gevşek olur, ölümden korkar, temennî edemez: "Ellerinin işleyip önceden gönderdiği şeyler sebebiyle, ölümü asla temenni edemezler" (Bakara, 95). Dolayısıyla dirilişi tasdîk meselesi sadece akıl ve mantık meselesi değildir. Akıl günahlarla perdelenebilir, mülevves olan nefis, tasdik edilmesi tabiî ve fıtrî olan şeyleri dahi inkâr eder. O halde denilebilir ki, tasdîk meselesi, "... muttakiler için hidâyettir" (Ba- âyetinde de ifâde edildiği gibi, her şeyden önce, bir takvâ ve tezekkî edilmiş nefis meselesidir. Kir ve pas kalbi istilâ edip kapladığı zaman insan, hakikati göremez, noksanlığını tedâvi edemez: "Hayır! işledikleri kötü ameller onların kalplerini karartmıştır" (Mutaffifîn, 14) ve "Bize ve daha önceleri atalarımıza bu va'dde bulunuldu. Bu öncekilerin masallarından başka bir şey değildir" (Mü'minûn, 83) âyetlerinde de ifâde edildiği gibi, hakikatleri masal ve hurafe olarak görür5. kara, 2) Nursî de bu mevzuda şunları söyler: "Masiyetin mâhiyetinde -bilhassa devam ettikçe ve çoğaldıkça- küfür çekirdeği vardır. Çünkü masiyet, sahibine bir ülfet ve mübtelâlık kazandırır. Hatta, devâsı yine bizzât kendisi olan bir hastalık olur. Böylece terkedilmesi müşkil bir hal alır. Böylece masiyet sahibi, işlediği günahına karşılık cezâ olmamasını temennî eder. Bu hal böylece azap ve cehennemi inkâr etmeyi netice verinceye kadar devâm eder. Kezâ, pişmanlık ve endişe duymadan işlenen günah, insanı günahı günah saymamaya ve kendisine muttali olan melekleri inkâr etmeye zorlar. Şiddetli hacaletten dolayı hesaba çekilmemeyi temennî eder. Hesap gününü nefyeden zayıf bir vehme rastgelse, onu kuvvetli bir bürhân gibi alıp kabul eder. Böylece bu durum kalp kararıncaya kadar devâm eder"6. Şu âyetlerde bu gerçek ne güzel ifâde edilmiştir: "O gün vay haline yalanlayanların! Ki onlar mücâzat gününü yalanlarlar. O günü ancak haddi aşan ve çok günahkâr kimseler yalanlar. Onlara âyetlerimiz okunduğunda bu öncekilerin masallarıdır derler. Hayır! işledikleri kötü ameller onların kalplerini karartmıştır" (Mutaffifîn, 10-14). O halde, âhireti inkâr edenler, haddi aşan, zâlim, çok günahkâr kimselerdir. Böyleleri, kötü arzu ve şehvetlerini tatmîn etmek için hayra yönelmez, gayretini şer işler işlemek için harcar. Bir gün hesaba çekileceğini unuturlar...7 Asrımızda dünyanın her tarafına yayılan ve etkisini hâla devam ettiren materyalizm, Kur'ân'ın kınadığı hevâyı tanrılaştırmanın çok sayıda tezâhürünü sergileyerek, insanları dünyaya daha çok bağlamakta ve o nisbette de âhiretten uzaklaştırmaktadır8. ................................................................................................ * Atatürk Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi, Tefsir Anabilim Dalı Öğretim Üyesi. Not: Bu makale, Kur’an’da Ahiret İnancının Temelleri adlı eserimizden istifadeyle bazı ilave ve düzenlemeler yapılarak hazırlanmıştır. ,1. Bkz. Razî, Mefâtîhu’l-Ğayb, XXX, 192193. Bu ifâdeye verilen diğer mana ise, insanın önünde olan, ilerde vuku bulacak olan kıyamet, ba's, hesabın inkârıdır (Bkz. Razî, XXX, 192-193)., 2. Razî, XXX, 193; kezâ bkz. Sabunî, Kabesun Min Nuri’l-Kur‘an IV, 156., 3. Bkz. Seyyid Kutub, fî Zılâli'l-Kur'ân, VI, 3769; AbdulfettâhTabbara, Tefsiru Cüz'i Tabareke, s. 141., 4. Tabbara, s. 141., 5. Ahmed Emîn, I, 599-604., 6. Nursî, el-Mesneviyyu'l-Arabî, s. 230. ,7. Meydanî, el-Akidetu'lİslâmiyye, s. 582., 8. Bkz. Ulutürk, Kur’an-I Kerim allah’I Nasıl Tanıtıyor?, s. 281. Nisan 2010 29 HANIMEFENDİ anımefendi, milli ve manevi değerlerine bağlı, Müslüman hanımın kimliğini ve kişiliğini bilen ve yaşa- H yandır. Ersan BİLGİN "Ey Muhammed! Kitab’da Meryem’i de an. O ailesinden ayrılarak doğu yönünde bir yere çekilmişti. Sonra insanlardan gizlenmek için bir perde germişti. Cebrail’i göndermiştik de ona tam bir insan şeklinde görünmüştü.” Hanımefendi, vakar sahibi, mütevazı, kol kanat geren, ailesini kuşatan ve asil olandır, tıpkı Hz. Hatice Annemiz gibi. Hz. Hatice Annemiz, beyefendisi Hz. Rasulullah (sav)’a ve İslam’a iman ederek hemen yanında yer aldı. Şöyle ki; “Yaratan Rabbinin adıyla oku! O insanı pıhtılaşmış kandan yarattı. Oku ki, senin Rabbin kalemle yazı yazmayı öğreten, insana bilmediğini öğreten, bol kerem ve ihsan sahibidir.” (Alak Suresi, 1-5) dedi. Bu âyetleri alan Allah'ın Resulü, yüreği titreyerek, eşi Hatice'nin yanına geldi ve: “Beni örtünüz” dedi. Korkusu geçinceye kadar onu örttüler. Sonra başına gelen olayı sevgili eşine anlatarak: “Kendimden korkuyorum” dedi. Bunun üzerine eşi: “Allah'a yemin ederim ki, Rabbin seni hiçbir zaman utandırmaz. Çünkü, sen akrabanı gözetirsin, âciz olanların 30 Nisan 2010 ağırlığını yüklenirsin, fakire verir, misafiri ağırlar, Hak yolunda halka yardım edersin” diyerek, onu teselli etti, O’nu (sav) rahatlattı. Bundan sonra Hz. Hatice Annemiz, Resûlullah'ı alıp, amcazadesi Varaka bin Nevfel'e götürdü. Bu zât, câhiliyye çağında hristiyan olmuş, İbranice'yi bilir ve İncil'den nasibi nisbetinde birşeyler yazardı. O günlerde gözleri kör idi. Hatice, Varaka'ya, “Amcaoğlu, dinle bak, kardeşinin oğlu ne söylüyor?” dedi. Varaka; “Kardeşimin oğlu, ne var?” deyince, Resûlullah başından geçeni anlattı. Bunun üzerine Varaka; “Gördüğün, Allah'ın Mûsâ'-ya indirdiği Nâmûs-u Ekber'dir. Keşke senin da'vet günlerinde genç olsaydım da, kavminin seni yurdundan çıkaracakları zamanı görseydim” dedi. Allah'ın Resulü de; “Onlar beni çıkaracaklar mı?” diye sordu. O da; “Evet, senin gibi birşey getirmiş, yâni vahiy tebliğ etmiş hiçbir kimse yoktur ki, düş- manlığa uğramasın. Şayet senin da'vet günlerinde yetişirsem, sana yardım ederim” diye cevab verdi. Çok geçmeden Varaka vefat etti… Evet, hanımefendi doğru bir konuda, doğru bir yolda beyefendisinin yanında yer alan, çözüm üreten ve yardım edendir, Hz. Hatice Annemiz gibi. Hanımefendi, iffetli ve haya sahibi, nerde nasıl davranacağını bilendir, tıpkı Hz. Meryem gibi. “Kur’ân ayetlerinde Hz. Meryem’e geniş yer verildiği görülmektedir. Ayetlerde onun, annesi tarafından mabede adandığı, doğumundan itibaren Hz. Zekeriyya gibi salih ve bilgili bir peygamberin gözetiminde Allah tarafından "güzel bir nebat gibi yetiştirildiği", ergenlik çağına erdiğinde ise mabedin bir köşesinde inzivaya çekildiğinden bahsedilmektedir. Kendisini ibadete vermesi sebebiyle, tefsirlerde "el-Betûl" olarak vasıflanan Hz. Meryem, Kur’ân-ı Kerim’de adı bizzat zikredilen tek kadın olmakla ayrı bir önem taşımaktadır. Hz. Zekeriyya ne zaman onun yanına girse, orada mevsimi olmayan meyvelerle karşılaşmaktaydı. Bu olağanüstü hadisenin kaynağını sorunca, Hz. Meryem şu cevabı vermişti: "Bunlar bana Allah katından geliyor. Zira O, dilediğini hesapsız ve hiçbir zahmete sokmadan rızıklandırır." Bundan sonraki hadiseleri Kurân bizlere şöyle aktarmaktadır: "Ey Muhammed! Kitab’da Meryem’i de an. O ailesinden ayrılarak doğu yönünde bir yere çekilmişti. Sonra insanlardan gizlenmek için bir perde germişti. Cebrail’i göndermiştik de ona tam bir insan şeklinde görünmüştü. Meryem: "Eğer Allah’tan sakınan bir kimse isen, Senden Rahman’a sığınırım" dedi. Cebrail: "Ben temiz bir oğlan bağışlamak için Rabbi’nin sana gönderdiği bir elçiyim" dedi. Meryem: "Bana herhangi bir insan dokunmamış iken ve ben de kötü bir kadın olmadığıma göre nasıl olur da bir oğlum olabilir?" dedi. Cebrail: "Bu böyledir. Çünkü Rabbin, "bu bana kolaydır. Onu insanlar için bir mucize ve katımızdan da bir rahmet kılacağız; hem bu önceden kararlaştırdığımız bir iştir" diyor" dedi. Meryem oğlana hamile oldu, o haliyle uzak bir yere çekildi. Doğum sancısı onu bir hurma ağacının dibine gitmeye mecbur etti ve şöyle dedi: "Ah! Keşke bundan önce ölmüş olsaydım da unutulup gitseydim." Nisan 2010 31 Alt tarafından bir ses şöyle seslendi: "Sakın üzülme!. Rabbin, içinde bulunanı şerefli kılmıştır." Hz. Meryem son derece mahçup ve çekingen bir tabiate sahipti. Cebrail ona tam bir insan suretinde görünmüştü. Ancak o ilk defa karşılaştığı bu genç insana "Eğer Allah’tan korkan bir kimse isen, ben senden Allah’a sığınırım" demek suretiyle kendisine herhangi bir kötülük yapmamasını rica etmişti. Bu sözler, onun iffet ve haya sahibi biri olduğunun ifadeleridir. Öte yandan Allah’ın dilemesiyle Hz. İsa’ya hamile kalan Hz. Meryem’in, doğum sancıları çektiği sırada söylediği sözler de dikkat çekicidir. Namuslu ve iffetli bir kişi iken böyle bir durum ile karşı karşıya kalıp, insanlara bunu ne şekilde izah edeceğinin sıkıntısını taşıdığı bir hâlet-i ruhiye içinde söylediği, "Ah! keşke bundan önce ölseydim de unutulup giden biri olsaydım..." sözleri de onun psikolojik durumunu yansıtan en güzel ifadelerdir. Hz. Meryem, ayette bizlere, "Allah Teâlâ’nın dünyadaki 32 bütün kadınlara üstün kıldığı" bir şahsiyet olarak tanıtılırken, en önemli vasfının, iffet ve haya timsali, edeb ve takva sahibi, kendisini ibadete veren biri olduğu vurgulanmaktadır. Her ne kadar, büyük bir sınavla karşı karşıya kalsa da, Allah’a olan güzel kulluğu sebebiyle, oğlu Hz. İsa’nın mucizeleriyle Cenab-ı Hak, onu insanların töhmetinden ve şerrinden korumuş ve sonuçta onu bir peygamber annesi kılarak ismini insanlar arasında hep saygıyla anılan bir kişi yapmıştır. Bu da gösteriyor ki, iffet ve hayanın, kulluk ve takvanın karşılığı Allah tarafından öncelikle dünyada ödüllendiriliyor. Ahiretteki mükafatını ise siz düşünün.” “Ve onlar ki, iffetlerini korurlar.” (Müminun, 5) Hanımefendi, İslam’ı çağımıza taşımış, Allah’ı zikirle huzura kavuşmuş, hayata ve meselelere her zaman ve her yerde Kur’an ve Sünnet penceresinden bakmayı kendine şiar edinmiştir. Hanımefendi, Müslümanca düşünmek ve Müslümanca yaşamak için ilimle kuşanmış, ilmiyle amel Nisan 2010 eden, ihlas ve samimiyet abidesidir, Hz. Aişe Annemiz gibi. “Rasûlullah’a olan yakınlığı ve ilim arzusu Aişe Annemiz’i hadis, tefsir ve fıkıh alanında otorite yapmış ve ilmî açıdan kadın erkek bütün müslümanların gıpta ettikleri bir seviyeye ulaşmıştır. O, öğrendiklerini Rasûlullah’ın vefatından sonra da insanlara aktarmaya devam etmiştir. Sahabî tarafından müctehidler arasında sayılmış, görüşlerine itibar edilmiştir. Ebû Mûsa O’nun için, “Hakkında bilgi sahibi olmayıp da Âişe’den sorduğumuz hiç bir şeyde asla güçlük çekmedik” demiştir. Allah’ın bir çok kabiliyetlerle donattığı Hz. Âişe, ibadetlerini de büyük bir istekle yerine getirirdi. O, nafile oruç ve namazlarında Hz. Peygamber’e eşlik eder, gecelerini ibadetle ihya ederdi. Zengin bir aile kızı olmasına rağmen Peygamber evinin mütevazi havasına çok çabuk uyum sağlamış, dünya hayatını değil “Allah’ı, Rasûl’ü ve Ahiret muradı”nı tercih etmiştir. Resûlullah’a karşı çok hizmetkârdı. Ev işleriyle meşgul olacak bir hizmetçi olmasına rağmen O’nun işleriyle bizzat kendisi ilgilenirdi.” Hanımefendi, eşi, çocukları ve çevresi için numune olan, etrafına ışık saçandır, Hz. Fatıma gibi. "Rasulullah'ın Kızlarının en küçüğü... Cennet gençlerinin efendileri Hz. Hasan ve Hüseyin'in anneleri... Hz. Ali kerremallahu veche efendimizin zevcesi... Eli değirmen döndüren "Fâtıma ana" diye anılan bir sultane anne... O, Zehra ve Betül lakablarıyla meşhurdu. Zehra; "Ak yüzlü, nur yumağı, beyaz, parlak, ve aydınlık yüzlü kadın" manasına, Betül ise; "Dünyevi heveslerden uzak, ibadet için kendisini Allah'a yönelten, iffetli ve namuslu kadın" anlamına gelmekteydi. O, yaşının küçük olması sebebiyle ve bilhassa anneciği Hz. Hatice (r.anhâ)'nın vefatından sonra babacığının yanından hiç ayrılmadı. Bazan babasının elini tutup Mekke sokaklarında gezdi. Bazan da babasının peşini takip etti. Müşriklerin işkencelerine maruz kalan babacığına yardımcı olmağa çalıştı. Küçük yaşta çok çileler çekti. Nisan 2010 Çocukluğu Müşrik Kureyş'in zulum, baskı ve ambargoları altında geçti. O, hassas ruhlu, zayıf yapılı idi. Yaşından beklenmeyecek derecede yüce bir ahlâka sahibti. Üstün bir zekâsı, halîm ve selîm bir yapısı vardı. Son derece mütevaziydi. Söz ve davranışlarında vakurdu. Çok az konuşurdu. Ağzından çıkan sözler inci danesi gibi hikmetler saçardı. Cömertti, zâhidâne yaşamayı severdi. Ev işlerinde maharetli ve becerikliydi. Hz. Ali Efendimiz’in eşi, ümmetin evladları Hz. Hasan İle Hz. Hüseyin’in anneleri, bu iki mübarek şahsiyeti İslam terbiyesi ile büyüyüp yetiştiren iman, ahlak ve samimiyet örneği anne…" Hanımefendi, İslam için adanan ve adayandır, tıpkı Hz. Sümeyye gibi. Mekke cahiliyyesinde müşriklere “Allah birdir, Allah’tan başka ilah yoktur, siz kim oluyorsunuz” diye haykıran ve Muhammed Ümmeti arasında ilk şehadete koşan, adanan insan Sümeyye annemiz. Nihayet Hanımefendi aşağıdaki ayette özellikleri sıralanandır. Allah Teala buyuruyor: “Müslüman erkekler ve müslüman kadınlar, mümin erkekler ve mümin kadınlar, ibadete devam eden erkekler ve ibadete devam eden kadınlar, doğru erkekler ve doğru kadınlar, sabreden erkekler ve sabreden kadınlar, mütevazı erkekler ve mütevazı kadınlar, sadaka veren erkekler ve sadaka veren kadınlar, oruç tutan erkekler ve oruç tutan kadınlar, ırzlarını koruyan erkekler ve ırzlarını koruyan kadınlar, Allah'ı çok zikreden erkekler ve zikreden kadınlar var ya; işte Allah, bunlar için bir mağfiret ve büyük bir mükâfat hazırlamıştır.” (Ahzab, 35) Yine Rabbimiz buyuruyor: "Gerçekten hüsrâna uğrayanlar, kıyamet günü hem kendilerini hem de âilelerini hüsrâna sürüklemiş olanlardır. İyi dikkat edin, açık, kesin ve acısı derin hüsrân bu hüsrândır." (Zümer Sûresi, 39/ 15) Rabbimiz bizleri, kendimizi ve ailemizi hüsrana uğramaktan koruyacak beyefendiler ve hanımefendiler kılsın. Bizlere bu şuuru versin. Bugün buna çok ihtiyacımız var, vesselam. 33 “Rabb’in İçin Sabret!” üce Allah'ın hoşnutluğu ve sevgisi, Kur’an'da bildirilen doğruları eksiksizce uygulayarak kazanılabilir. Rabbimiz kullarından, Kur’an ahlakını ömürlerinin sonuna kadar asla gevşeklik göstermeden yaşamalarını ister. Allah'ın bu buyruğunu her durumda ve her koşulda taviz vermeden yerine getirebilmek, ancak kesin bilgiyle iman eden kullarının sahip olduğu sabır ile mümkündür. Sabrın bu sırrını öğrenen samimi mümin, Rabb’inin yapmasını istediği her davranış ve ibadette kararlı olacak ve süreklilik gösterecektir. Y Fuat TÜRKER ftturker@hotmail.com “Sabret; senin sabrın ancak Allah(ın yardımı) iledir. Onlar için hüzne kapılma ve kurmakta oldukları hileli düzenlerden dolayı sıkıntıya düşme.” 34 Kalpleri çeviren Yüce Allah, samimi müminlerin kalplerinde sabrı ve kararlılığı yerleştirir ve ‘Sabur’ (çok sabırlı) ismini tecelli ettirir. İşte müminlerin yaşamlarının tamamını kapsayan sabrın gerçek kaynağı, Rabb’lerine olan imanlarıdır. İman kalbine yerleşmiş olan mümin, Allah'ın üstün ve sonsuz ilminin yarattığı bütün varlıkları kuşattığını, her an herşeyi kontrolü altında tuttuğunu, O’nun izni olmaksızın hiçbir olayın gerçekleşmediğini ve Allah’ın her olayı kendisi için hayır ve hikmetle yarattığını kavramıştır. Allah'ın, müminlerin tek dostu, velisi ve yardımcısı olduğunu bilir ve Allah'ın kendisi için belirlemiş olduğu kadere kayıtsız şartsız teslim olur. Çünkü Rabbimiz inanan kulu için zahiren kötü gibi görünüyor da Nisan 2010 olsa, herşeyi hayırla yaratır ve ona taşıyamayacağı yükü yüklemez. bir konuda sabır göstermenin, boşu boşuna sıkıntıya katlanmak olduğu düşünülür. “Sabret; senin sabrın ancak Allah(ın yardımı) iledir. Onlar için hüzne kapılma ve kurmakta oldukları hileli-düzenlerden dolayı sıkıntıya düşme.” (Nahl Suresi, 127) ayetiyle de bildirildiği gibi, Rabbimiz sabır konusunda da kullarının yardımcısıdır. Allah’ın her an yanında ve yardımcısı olduğunu bilmesi ve kader gerçeğini kavramış olması nedeniyle mümin, sabrı zorlanarak yaşamaz; aksine hoşnutlukla yaşadığı ve zevk aldığı bir ibadettir sabır. Bu noktada Kur’an’daki gerçek sabırla toplumdaki sabır anlayışının farkı da ortaya çıkar. Oysa Yüce Allah’ın Kur’an'da tarif ettiği gerçek sabrın, toplumdaki bu tahammül anlayışıyla hiçbir benzerliği yoktur. Müminler sabrı Rabb’imizin bir buyruğu olarak görür ve ömür boyu yaşarlar. Bu nedenle de hiçbir zaman sabırlarında ‘tükenme, taşma, çatlama’ gibi bir durum olmaz. Tüm ibadetleri gibi sabır ibadetini de yaşamları boyunca şevkle yerine getirirler. Bunun yanı sıra onlar yalnızca Allah için sabrettiklerinden, karşılığında somut ve dünyevi bir çıkar beklentileri yoktur. Tek beklentileri Allah’ın buyruğunu yerine getirmenin ve güzel ahlak özellikleri göstermenin karşılığında Rabb’lerininin hoşnutluğunu kazanmaktır. Toplumda sabrın gerçek anlamı, sabırlı bir insanın nasıl davranması gerektiği ve bu ahlak özelliğinin Rabbimiz’in Katındaki önemi genellikle bilinmez. Sabır, insanın yaşamı boyunca karşılaştığı zorluklara direnmesi, katlanması ve tahammül etmesi olarak bilinir. Bu düşünceye göre sabır ‘bir yere kadardır’ ve insanın ‘burasına kadar geldiğinde’ ise ‘taşması’ doğal karşılanır. Hatta insanlar arasındaki en sabırlı kişiye “sabır taşı” denir ve o bile zaman zaman sabrı ‘tükenip, çatlayabilir.’ Ayrıca bu çarpık anlayışa göre, sonunda elle tutulur bir çıkar elde edilemeyecekse, bir konuda sabır göstermeye de gerek yoktur. Yarar sağlamayacak Kur’an'da anlatılan sabır yalnızca zorluk zamanlarında yaşanan bir ahlak özelliği de değildir. Gerçek sabır her durum ve koşulda Yüce Allah'ın sınırlarını aşmaktan dikkatle sakınma ve Kur’an ahlakını ömür boyunca hiçbir yılgınlığa ve gevşekliğe kapılmadan yaşama konusunda gösterilen kararlılıktır. Allah Katında kabul görecek olan, Kur’an'da "... sürekli olan 'salih davranışlar' ise, Rabbinin Katında sevap bakımından daha hayırlıdır, umut etmek bakımından da daha hayırlıdır." (Kehf Suresi, 46) ayetiyle bildirilen ‘sürekli olarak sürdürülen salih davranışlar’dır. Namaz nasıl titizlik gösterilen önemli bir ibadet ise sabır, tevekkül, şükretmek de önemlidir. Zamanı geldiğinde yerine getirilmesi gerekir. Müminin sabrı; samimiyeti ve Allah’a olan yakınlığı oranında artar. Çünkü insan ancak samimi ve Allah’a yakın olma çabası içinde olduğu oranda sabır gösterebilir. Samimi müminler, "…Rablerinin yüzünü (hoşnutluğunu) isteyerek sabrederler…" (Rad Suresi, 22) ve sabır göstermede yarışırlar. Mümin, ömrü boyunca Allah’ın hoşnutluğunu amaçlayarak güzel bir sabırla sabreder. Kuran'ın "Rabbin için sabret" (Müddessir Suresi, 7) buyruğunu yaşamının her anında uygulamaya çabası içindedir. Nisan 2010 35 Prof. Dr. Mehmet Zeki Aydın: “En zalim anne, sabah kahvaltı hazırlamayıp çocuğunu aç aç okula gönderen annedir.” Röportaj: Aydın BAŞAR “Uykunuzu bir dinlenme kıldık. Geceyi bir örtü yaptık. Gündüzü de çalışıp kazanma zamanı kıldık.” Prof. Dr. Mehmet Zeki Aydın Bey, Din Eğitimi alanında Batı’dan tercüme eserlerin etkisinde kalmayan, yerli fikirler üretebilen bir ilim adamı olarak her zaman sözünü dinleyebileceğimiz bir isim. Kendisiyle çocuklara namaz alışkanlığı kazandırma konusundan, eğitimde dayak ve azarlamaya kadar birçok hassas konuda konuştuk. İstifadenize sunuyoruz. Muhterem Hocam, sizinle en son Bağcılar’daki “Din eğitiminde yeni yöntemler” konulu seminerinizden sonra görüşmüştük. Seminerlerinizle ilgili birtakım sorular soracağım, fakat ondan önce uzmanlık alanınızla ilgili birkaç soru ile başlamak istiyorum. Öncelikle bana gösterdiğiniz ilgiye teşekkür eder, çalışmalarınızda başarılar dilerim. Ve bu sohbetin hayırlara vesile olmasını niyaz ederim. Elimden geldiği kadarıyla cevap vermeye çalışayım. Biz teşekkür ederiz; bizi kırmadığınız için. İlk sorum şöyle olacak: Eğitimde dayak ve azarlama konusu güncel bir mesele olarak karşımızda durmakta. Modern eğitimde 36 Nisan 2010 azarlama ve dayak söz konusu değil. Diğer taraftan azarlamanın eğitimde faydalı olabileceğini söyleyenler de var. Bu konuda bir uzman olarak siz ne söylemek istersiniz? Bazı Batı’dan tercüme kitaplarda azarlama yok, öğüt verme yok. Peki, insanı nasıl eğiteceğiz? Onlara göre, çocuğu doğal hâlinde bırakacağız, onun kendisini gerçekleştirmesine yardımcı olacağız. Örneğin bazı kitaplarda öğüt vermek iletişim hataları içinde verilmektedir. Elbette hepimizin özellikle de çocukların öğüde ihtiyacı vardır. Belki üslup ve yöntemini konuşmak gerekir. Yine bazı psikolog ve eğitimciler, çocuğa müdahale edilmemesini, kendi isteğimiz doğrultusunda yönlendirilmemesini, çocuğun içinden, gönlünden geçtiği gibi yaşaması gerektiğini söylüyorlar. Bunu şöyle ifade ediyorlar: “Ben hiç kendi istediğim gibi yaşamadım, hep annemin babamın dediği gibi, öğretmenimin dediği gibi yaşadım.” Elbette çocuğun, her şeyiyle annenin babanın elinde oyuncak gibi oynamasını istemiyoruz ama ona doğrunun yanlışın öğretilmesini istemeliyiz. Bireyin kişiliğini hedef almadan, azarlamayı bir eğitim yöntemi olarak kullanabiliriz. Örneğin, “Sen yalancının tekisin, tembelsin.” diye azarlamak özellikle çocuklar için yanlıştır. Çünkü bir kişiye nasıl hitap edersek, yaftalarsak öyle olur. Ama; “Bu yaptığın sana yakıştı mı?”, “Bu yaptığın hem sana hem de başkalarına zarar verir. Ayıp değil mi?” diyebiliriz. Bunun bir mahsurunun olduğunu sanmıyorum. Bu mesele, Din Eğitimi konusunda daha da hassaslaşıyor. Bir hadiste yedi yaşına gelen çocuğa namazın öğretilmesi tavsiye ediliyor. On yaşına geldiği halde namaz kılmadığı takdirde hafifçe dövülebileceği zikrediliyor. Yedi yaşındaki çocuklar, başkalarına göre yaşarlar, yani çevresindekilerin dediğini yapmak ve onları memnun etmek isterler. Bu nedenle yedi yaşında çocuğu namaza alıştırmak gerekir. Kur’an’a ve Hz Peygamber’in yaşantısına bütüncül olarak baktığımızda, ibadetlerin sevdirilerek öğretilmesinin söz konusu olduğunu görüyoruz. Bu nedenle ibadetleri yapmaları konusunda baskı yapmayalım; sabırla teşvik edip, namazı sevdirmeye çalışalım diyorum. O zaman soruyu şöyle sormak istiyorum. Çocuklarımızı namaza alıştırmak konusunda ne yapmalıyız? Bu konuda ne tavsiye edersiniz? Çocuk televizyonu kapatıp nasıl namaz kılacak? Bu biraz zor değil mi? Güzel bir soru. Zamanımız anne babalarının zorlandıkları bir konu… Bu konuda öncelikle ebeveynlere şunu hatırlatmak istiyorum. Siz evinizde beş vakit namaz kılıyorsanız ve çocuğunuzun kılması için gayret sarf ediyorsanız, fazla endişe ve PANİK yapmayın. Kısaca iyilikleri, ödül ve teşvikle öğretmeye gayret edin, iyilik yapmadı diye ceza vermeyin. Başkalarına zarar veren bir haram işliyorlarsa o zaman ceza verilebilir. Çocuklarınızın televizyon başlarından kalkmasını istiyorsanız siz kendiniz televizyonun başında çakılı kalmayın. Çocuğa televizyon ve bilgisayarı yasaklamak yerine, ona yapabileceği alternatifler sunmak gerekir. Bu konuda önemli bir konu da çocukların iyi bir arkadaş çevresinin oluşturulmasıdır. Ama maalesef ülkemizde bence çocuk eğitiminin en önemli sorunlarından biri; çocukların çocukluklarını yaşamaması ve arkadaşlarının olmamasıdır. Nisan 2010 37 Efendimiz’in aile hayatında sizi en çok etkileyen örnek davranış hangisidir? Bir de Efendimiz’in, ailesiyle olan örnek iletişiminden bahsederseniz memnun olurum. “Hz. Peygamber’in Ailesinde İletişim” konulu konuşmalarımda anlatıyorum ve “Efendimiz’in bildiğiniz özellikleri nelerdir” diye dinleyicilere soruyorum. En çok emin, yani doğruluk, güvenilirlik özelliği öne çıkıyor. Hiç Peygamberimiz’in, bağıran çağıran asık suratlı birisi olduğunu aklımıza getiriyor muyuz? O hâlde Efendimizi örnek alan bir Müslüman; halim (yumuşak), mütebessim (güler yüzlü), kerim (cömert), adil, halil (dost), habib (seven ve sevilen), isar sahibi (dostunu kendisine tercih eden), vefalı, yaptığı işi salih (yerli yerinde, kaliteli, güzel bir şekilde,) yapan, dünya malına aşırı hırs göstermeyen birisi olmalı diye düşünüyorum. Bir unuttuğumuz emir daha var o da; istişare… Efendimiz, her konuda olduğu gibi, istişareye ihtiyaç duymamasına rağmen bize örnek olmak için, ev halkıyla da istişare içinde hareket ederdi. Bu saydığınız vasıflar aynı zamanda iyi bir tebliğcide bulunması gereken vasıflardır. İslam’ı öğretmenin bir diğer adı da onu tebliğ etmektir. Tebliğ konusunda yeteri kadar özen göstermediğimiz kanısındayım. Sizce tebliğ konusundaki en önemli yanlışlarımız nelerdir? 38 Bir yaşlı amcayı ziyaret etmiştik. Ayrılırken; “bize bir öğüt verin” demiştik. O da; “İyiliği emretmek ve kötülüğü yasaklamaktan uzaklaşmayın.” demişti. Ben de o günden beri bu öğüdü tekrar ediyorum. Ben şu anda yaşadığımız hayatı veya dönemi “Şaşkınlık” dönemi olarak adlandırıyorum. Bununla, ne yaptığımızı bilmediğimizi anlatmak istiyorum. Diğer bir tabirle; “bilinçsiz” olarak yaşıyoruz. “Neyi niçin yapıyoruz veya yapmıyoruz?” maalesef bilmiyoruz. Bakıyoruz çok güzel, iyi şeyler yapıyoruz biraz sonra saçma işler yapıyoruz. Lafı uzatmadan bir örnek vereyim. Hayır, işleri yapan bir dernek veya vakıf kendi çalıştırdığı işçiye çok düşük ücret ödüyor. Ben buna, bu ne hayır, bu ne işçinin hakkını vermek diyorum. “Bu ne perhis bu ne salata turşusu” sözünde olduğu gibi. Doğru sözler duymak bazen hoşumuza gitmeyebiliyor. Bu konuda size kesinlikle katılıyorum. Dilerseniz bu yarayı daha fazla kanatmadan diğer bir soru ile devam edelim. Muhterem hocam, tasavvuf ve din eğitimi alanlarındaki ilişki konusunda sizin görüşünüzü merak ediyorum. Din Eğitiminde tasavvuftan faydalanılabilir mi? Tasavvuf, ahlak eğitiminin yollarından biridir. Çok çeşitli uygulamaları olsa bile Müslümanları inceltmiş, kendi kişisel gelişimlerine dikkat çekmiş ve bunu kurumlaştırmıştır. Tarih boyunca tasavvuf, yeNisan 2010 mekten sonra tatlı yemek gibi, farzların üzerine güzel ahlakı koymak için çalışmıştır. Günümüzde ise tasavvuf hem yemek vermek hem de tatlı vermek durumunda kaldığı için tam işlevini yerine getiremiyor diyebiliriz. Bu sözlerinizden anladığımı şöyle özetleyeyim: Eskiden tasavvufla ilgilenenler fıkhi kaideleri bilip uygulayan ve bunun üstüne tasavvufi ahlakı bina eden kimselerdi. Dolayısıyla herkes tarikata kabul edilmez bu işe kabiliyeti olanlar, tasavvufi inceliklere yatkın olanlar kabul edilirdi. Şimdi ise bazı nedenlerden dolayı böyle bir durum olmadığından tasavvuf o ahlakî incelikleri öğretme noktasında işlevini tamamlayamıyor. Yani temel sağlam olmalı ki tasavvuf onun üzerine bina edilebilsin. Şuan tasavvuf bu temeli atmakla meşgul olduğu için asıl bina ile ilgilenemiyor. Bu da kanaatimce ahir zaman olgusunun bir neticesi… Bu durum tasavvufun kendisinden kaynaklanan bir durum değil, zamanın şartlarından kaynaklanan bir durum. Netice de her zaman tasavvuf ve din eğitiminin ilgisinden söz edebiliriz. Buradan fakültedeki derslerinize bir geçiş yapalım. Öğrencilerinizi İmam-ı Gazali’nin İhya’sına yönlendirdiğinizi biliyoruz. Neden İmam-ı Gazali ? Konuşmamızın başında Türkiye’nin çeşitli illerinde verdiğiniz seminerlerle ilgili bazı sorular sormak istediğimi söylemiştim. Ben bu seminerleri çok önemsiyorum. Şuana kadar kaç seminer oldu? Bu seminerlerin amacı nedir? Kısaca bilgi verir misiniz? Ülkemiz ve dünyada birçok şey değişmektedir. Bu değişime uygun olarak hizmetlerini geliştirmek isteyen Diyanet İşleri Başkanlığı da sürekli hizmet içi eğitim faaliyetleri düzenlemektedir. Bu çerçevede din görevlilerinin özellikle Kur’an Kursu öğreticilerinin katıldığı, yeni öğretim yöntemleri, genç ve yetişkin psikolojisi, iletişim, rehberlik ve dinî danışmanlık konularında seminerler yapılmaktadır. Kur’an Kursu öğreticileri için üç gün süren seminer programları birçok ilde yapılmıştı, şubat ayında İstanbul’da da yapıldı. Bu seminerlerde değerli hocalarımıza teknik bilgiler vermenin yanında; bir araya gelmelerini ve yeni bir heyecanla görevlerine devam etmeleri amaçlıyoruz. Seminerlerde dinleyicilere memnuniyet garantisi veriyorsunuz. Zannedersem bu, sunuş tarzınızla da ilgili bir durum… Bu vasfıyla seminerleriniz, aynı zamanda bir örnek ders işlenişi mahiyetinde… Sunuş tarzınızı nasıl tanımlayabiliriz? İmam-ı Azam modeli diyebilir miyiz? Evet, ben Gazali’yi seviyorum ve tavsiye ediyorum. Gazali her yönden güçlü bir âlimdir. Fıkıhta, tasavvufta, ahlakta, felsefede, psikolojide en yetkin İslam âlimidir. Hakkında çok da haklı olmayan eleştiriler olmasına rağmen, o büyük insanı okumak, anlamak lazım. O, en geniş eseri İhya’da bir Müslüman’ın doğumundan ölümüne kadar nasıl yaşayacağını ayrıntıları ve delilleriyle açıklamıştır. İhya dört cilttir, her ciltte on bölüm vardır. İhya’nın özeti diyebileceğimiz “Kimya-yı Saadet”te kırk bölüm vardır. Halk için yazdığı “Dinde 42 Esas” kitabında da adeta bunları özetlemiştir. Gazali’yi ve diğer tüm âlimlerimizin eserlerini okurken yaşadıkları dönemleri dikkate almamız gerekiyor. Gazali’nin ölüm tarihi 1111 yılıdır. Dolayısıyla onun her yazdığını kendi döneminin şartlarını dikkate almadan kelime kelime günümüzde de uygulamaya kalkarsak hata yaparız. Nisan 2010 39 gidermek ve dikkati toplamak için etkili bir giriş yapmaya çalışıyorum. Ama elbette bu, kuru bir iddia olursa biraz sonra dinleyiciler hayal kırıklığına uğrayacaktır. Biz bu seminerleri kırkın üzerinde ilde din görevlilerine ve tüm illerdeki Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi ile İmam Hatip Lisesi meslek dersleri öğretmenlerine düzenledik. Her seminerin sonunda katılımcılara anket düzenliyoruz ve bu verilere göre kendimizi geliştiriyoruz. Seminerlerden büyük oranda memnuniyet geribildirimleri aldığımı söyleyebilirim. Sunuş tarzımız veya öğretim metodumuz konusunu ise şöyle açmak isterim: Öğretim yöntemleri kaynaklarda, klasik ve çağdaş diye sınıflandırıldığı gibi “öğretmen merkezli” ve “öğrenci merkezli” diye de sınıflandırılıyor. Ben burada ikincisini tercih ediyorum çünkü bizim İslam dünyasındaki eğitim tarihine baktığımızda, son yüzyıllar hariç aktif, öğrenici merkezli öğretim yöntemlerinin kullanıldığını görüyoruz. Bunun canlı örneği ve kaynaklarda açıkça anlatıldığı için sembol olarak İmamı Azam Ebu Hanife’yi örnek veriyorum. Bu yöntem, Ebu Zehra’nın “Ebu Hanife” adlı kitabında ayrıntılı şekilde açıklanmıştır. Son seminerde hem bilgilendiğimi hem de eğlendiğimi söyleyebilirim. Anlattığınız Ferhat hikâyesi çok hoşuma gitti doğrusu. Bunu bir de okuyucularımızla paylaşır mısınız? Bir derse, seminere, konferansa, hutbeye, vaaza başlarken iyi bir şekilde dikkat çekerek başlamak gerekiyor. Ben bir derse, konuşmaya hazırlanırken en çok giriş kısmına önem veririm. Çünkü öğrenciyi, dinleyiciyi girişte yakalar, güdülerseniz daha verimli bir faaliyet yaparsınız. Bir de şöyle bir durum vardır: Bu tür resmî seminerlerde bir çekinme ve uzak durma söz konusudur. Ben de bunu 40 Ben kısaca, “Dini değil ama tebliğ yöntemlerimizi değiştirelim.” diyorum. Artık çoğumuz ciddi saatlerce sessiz bir şekilde dinleme sabrını gösteremiyoruz. O hâlde insanları memnun ederek, eğlendirerek öğretmenin yollarını bulmalıyız. Örneğin, ahiret gününü işleyeceğimiz bir derse, Ferhat fıkrasıyla başlayarak dersin girişinde ilgiyi çekebiliriz. “Ferhat, kıyamet günü, tüm aşamalardan geçmiş; cennetin kapısına ulaşmış ve kapıyı çalmış; görevli melek kapıda Ferhat'ı görünce, bir dakika bekle diyerek kapıyı kapatmış; biraz sonra kapı açılmış, görevli melek Ferhat'a bir saç teli uzatmış ve kapıyı kapatmış. Sizce neden? Cevabı, çünkü Ferhat, dünyada “Cenneti değişmem, saçının teline” diyormuş. Seminerlerinizde yaşadığınız bir hatırayı bizimle paylaşır mısınız? Nisan 2010 Hemen aklıma gelen bir tanesi şöyle: Ben aile içi iletişim ve çocuk eğitimi konferanslarımda, “Sizce en zalim anne kim?” diye soruyorum. Dinleyiciler birçok cevap veriyorlar ama çoğunlukla daha doğrusu daha önce benden duymadılarsa şu cevabı bilemiyorlar: “En zalim anne, sabah kahvaltı hazırlamayıp çocuğunu aç aç okula gönderen annedir.” Burada çok ağır bir söz söylediğimi biliyorum ama dikkat çeksin ve akılda kalsın diye böyle bir yöntem uyguluyorum. Bu yöntem çoğunlukla başarılı da oluyor. Birçok anne “Ben zalim anne olmak istemiyorum” diyerek bu konuyu önemsemeye başlıyor. Böyle bir konferans sonunda bir annenin bu söz ağrına gitmiş yaklaşık 15 yaşlarındaki kızını getirip; ”Hocam ben zalim anne değilim bu kız zalim çünkü ben hazırlıyorum ama o kahvaltıyı yapmadan gidiyor” dedi. Ben bu tür anneleri haklı görmüyorum ve diyorum ki; “Siz ailece erken yatıp erken kalkmazsanız, evden çıkmaya yarım saat kala kalkan çocuk elbette kahvaltı yapmak istemez. Erken yatsa erken kalksa biraz hareket etse o zaman acıkır, kahvaltı etmek ister.” Aile bireylerinin mümkün olduğunca birlikte olmalarını teşvik etmek için, “en azından kahvaltı ve yemeklerde birlikte olun” diyorum. Ben inanıyorum ki gerek seminerlerinizle, gerek TV ve radyo programlarınızla, gerek ilmî çalışmalarınızla olsun insanların mutluluğu için ciddi katkılar sağlıyorsunuz. Çok yoğun bir çalışma temposu içerisindesiniz. İnsanları çalışmaya teşvik etmek açısından çalışma tarzınız hakkında bilgi verir misiniz? Mesela günde kaç saat çalışırsınız? Gün içinde neler yaparsınız? Bu güzel ifadeleriniz için teşekkür ediyorum. Öğrencilerime şunu söylüyorum: “Şu anda ben üniversitede profesör olarak çalışıyorum, yani eğitimin en üst kademesine yükseldim. Şimdiye kadar herhangi bir sınava çalışmak için uykusuz kalmadım. Ancak bir ilkem var, erken yatıp erken kalkmak. Yaz ayları hariç, pazar günü dâhil istisnalar dışında sabah namazından sonra yatmam ve çalışmaya başlarım. Maalesef ülkemizde bulaşıcı bir salgın hastalık var; “geç yatıp geç kalkmak.” Lafı uzatmadan bu konudaki Allahımızın tavsiyesini hatırlatmak istiyorum. Nebe Sûresi 9–11. ayetlerde, “Uykunuzu bir dinlenme kıldık. Geceyi bir örtü yaptık. Gündüzü de çalışıp kazanma zamanı kıldık.” buyuruyor. Daha ne desin Allah, erken yatın erken kalkın buyursa farz olurdu; o da zorluk olurdu. Buradaki mesaj gayet açık… Muhterem Hocam Burhan Dergisi olarak bize vakit ayırdığınız için çok teşekkür ederiz? Ben teşekkür ederim, çalışmalarınızda başarılar dilerim. Prof. Dr. Mehmet Zeki Aydın’ın Özgeçmişi 1959 yılında Konya/ Çumra’da doğdu. 1979'da Manisa İmam Hatip Lisesi’ni bitirdi. 1985'de Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi’nden mezun oldu. 1993'de A.Ü Sosyal Bilimler Enstitüsü Din Eğitimi Anabilim Dalı’nda doktorasını tamamladı. Ankara' da 5 yıl imam hatiplik ve 5 yıl Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi öğretmenliği yaptı. 3 yıl Milli Eğitim Bakanlığı Din Öğretimi Genel Müdürlüğü’nde Eğitim Uzmanı olarak görev yaptı. 1994'de Cumhuriyet Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi, Din Eğitimi Anabilim Dalında Yardımcı Doçent olarak atandı. Tunus'ta 10 ay, Belçika'da 3 ay, Fransa ve Almanya' da birer ay araştırmalarda bulundu. 1998'de doçent ve 2004'de profesör oldu. Hâlen Sivas Cumhuriyet Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Din Eğitimi Ana Bilim Dalı’nda profesör ve Felsefe ve Din Bilimleri Bölüm Başkanı olarak görevine devam ediyor. Evli ve iki çocuk babası… Nisan 2010 41 Muhabbet asavvufî literatürde muhabbet, insan gönlünün zevk aldığı şeye meyletmesi, kulun kalbinin tabii bir şekilde Allah’a ve O’na ait şeye meyletmesi1 ve yönelmesidir2. Muhabbet, gerek sûfilerin gerekse âşıkların üzerinde önemle durdukları kavramlardan biridir. Çünkü yaratılışın temelinde muhabbet vardır. İnsanın iyi hal üzere yaşaması da muhabbetli yaşamasına bağlıdır. Sevgiyi heva, vedd, hubb ve ışk diye dört kısma ayıran İbni Arabî muhabbetin kökü olan hubb için şu açıklamaları yapmaktadır. Hubb, sevenin, sevgisini öteki bütün yollardan arındırıp kurtarıp ve sadece Allah Yolu’na bağlamasıdır. İşte seven, bu arınmayı gerçekleştirdiği, yani çeşitli yollarla Allah’a koşulan ortakların neden olduğu kararmalardan sevgisini kurtardığı vakit, bu sevgi halis olduğundan ve arınmışlığından dolayı “hubb” diye adlandırılır ve muhabbet hâsıl olmuş olur.3 T Osman Nuri KARADAYI Muhabbeti bil ne iştir Bir can bir canı seviştir Arş-u kürsüden geniştir Ülfet elinin âyesi Âşık Seyrani muhabbeti bir insanın bir başka insanı sevmesi olarak tarif etmektedir: Muhabbeti bil ne iştir Bir can bir canı seviştir Arş-u kürsüden geniştir Ülfet elinin âyesi 42 Nisan 2010 Âlimlere göre muhabbet, iradeden ibarettir. Erzurumlu Emrah da Cüneyd-i Bağdadi’ye Sûfilerin muhabbetten kastettikleri ise irade değil- benzer bir şekilde, “eğer kalbinde muhabbet olma- dir. Hiç şüphesiz kulun iradesinin kadim (ezelî) olan sını istiyorsan nefsini zincire vur, kötü sıfatlardan Yüce Allah’a bağlanması mümkün değildir. Ancak kendinî kurtar” diyerek muhabbetin nefsi tezkiye buradaki iradeye, Allah’a yaklaşmak ve O’nu yü- edici yönüne dikkat çekmektedir. Eğer kişi bu yola celtmek manasının verilmesi mümkündür. Muhab- girerse muhabbetin nasıl ince bir yol olduğunu gö- bet içinde su bulunan kap manasındaki “el-hub” recektir. Çünkü bu yol kişiyi ilahî aşka götürecektir: kelimesinden gelmektedir. Kap, içinde olanı tutar ve bir kap dolu olduğu şeyden başkasını içine Olmak istiyorsan muhabbet pezir almaz. Aynı şekilde kalp de sevgi ile dolu olunca, Zincir-i hevâya gel olma esir sevdiğinden başkasını içine almaz4. Sende âşık olup var şu bezme gir Bak gör ki neler var inceden ince (Erzurumlu Emrah) Sehl b. Abdullah et-Tusterî muhabbet hakkında demiştir ki; “Muhabbet sürekli taate sarılmak ve O’na muhalefet eden her şeyden kaçmaktır”. Muhabbet ilahî aşka giden yolda bir geçit Muhabbet sadece Hakk’ı bilmek ve birlemek değil- özelliği taşımaktadır. Muhabbet haddi aştığı zaman dir. Aynı zamanda muhabbet Hakk’ı sevmek ve aşk adını alır. Seyr ü sülûke giren salik Hakk’ı bilir, O’nun istediği bir kul olmaktır. Cüneyd-i Bağdadi’ye tanır, sever ve O’nun istediği gibi olmaya başlar. muhabbetin ne olduğu sorulunca, “Muhabbet se- Bu noktada salik bir basamak daha çıkar ve ilahî venin kötü sıfatlarının gidip, onların yerine sevgili- aşkı yaşamaya başlar. Öyleyse muhabbet, hakika- nin güzel sıfatlarının gelmesidir” diye cevap tin kapısı durumunda olan ilahî aşkın kapısını açan vermiştir. Bu cevap bize sufilerin muhabbete ba- anahtar gibidir6. Bu anahtarı kullanmayan hakika- kışını göstermektedir. tin kapısını aralayamaz. Seyranî tam bu duruma 5 dikkat çeker ve ilahî aşka geçişin son noktası için şöyle der: Hakikat kapısın muhabbet açar Muhabbetten de kaçan Hak’tan da kaçar Seyranî duyupta muhabbet sesin Hakikatten almış kendi hissesin Münkir olan Hakk’a ne derse desin Hak’ta haklık aklık emri muhabbet (Seyranî) Muhabbet, mahbubun likasına ve didarına iştiyak duyulması zamanındaki kalbin galeyanı ve coşmasıdır. Devamlı surette dostun gönlü, dostunu görmenin iştiyakı içinde muzdarip ve kararsızdır. Bedenler ruhlara iştiyak ve özlem duydukları gibi, âşıkların gönülleri de maşukların likasına ve dîdârına iştiyak ve özlem duyarlar. Beden ruh sayesinde ayakta durduğu gibi kalp de muhabbet sayesinde kaimdir. Muhabbetin kıyamı ise mahbubu görmek ve ona vasıl olmakla olur7. Nisan 2010 43 Mutasavvıflarca meşhur olan “Ben gizli bir Hakîkat yoluna olmuşum vâsıl hazine idim. Bilinmeyi istedim, mahlukatı yarattım8” Yok idi arada bir nesne hâil hadîsinin delaletine göre, muhabbet başlangıçta Aşk ile olmuşuz insan-ı kâmil Hak’tan zuhur etmiş ve bütün âlemin yaratılmasına Mecmua-yı insan olmadan evvel sebep olmuştur. Nitekim “Allah onları, onlar da Allah’ı severler9.” âyetinde de muhabbetin önce Son olarak ifade etmemiz gereken bir şey de Hak’tan zuhur ettiği teyit edilmektedir10. Âlemin ya- şudur ki İslam kültüründe muhabbetin kaynağı fahri ratılışının sebebi olan muhabbet, “kenzi mahfi” ha- kâinat efendimiz Muhammed Mustafa(sav)’dir. dîsindeki muhabbettir ve âşıklarımız da sûfiler gibi “Muhammed’den muhabbet oldu hâsıl/Muham- aşkın temelini “muhabbet” olarak görürler. Söz konusu hadise atıfta bulunan Seyranî’nin ifadelerine bakılırsa, bilinmek için mahlûkatı yaratan Hak, varlığını yine mahlûkat içerisinde gizlemiştir. Bu durum aynı zamanda Yaratan ile yaratılan arasındaki muhabbetin bir ifadesidir: medsiz muhabbetten ne hâsıl” beytinde ifade edilen ve varlık âleminin yaratılışına vesile olan şey bu muhabbettir. Muhammed ile hasıl olan muhabbet Erzurumlu Emrah’ın dilinde “nûr” olarak ifade bulmaktadır. Âlem o nûrun nûrundan peyda olmuştur: Lafz-ı mahlûkatta olmuş müstetir Hak varlığı Nar-ı ilahîdir o nûr-u hakîkat Kenz-i mahfi-i vücutta o yapan bazarlığı O nûrdan hakikat nûr olur peyda Nûrun ala nûrdur o nûrun nûru Âlemin bünyadına atmış meramınca temel Mümkün olmaz Halık’a mahlûkunun mimarlığı (Seyranî) O nûrun nûrundan nûr olur peyda .................................................................................................... 1 H.Kamil Yılmaz, Ana Hatlarıyla Tasavvuf ve Tarîkatlar, Ensar Neşriyat, İstanbul 2002, s.208. Erzurumlu Emrah âlemler yaratılmadan evvel “bezm-i elest” diye tabir edilen Allah ile ruhlar ar- 2 Kelabazî, Doğuş Devrinde Tasavvuf, Hazırlayan: Süleyman Uludağ, Dergah Yay., İstanbul 1979, s.161. 3 İbni Arabî, İlahi Aşk, Sekizinci Baskı, İnsan Yay.,, İstanbul 2003, s. 77. sındaki konuşmadan itibaren O’nun varlığını ve bir- 4 Abdulkerim Kuşeyrî, Kuşeyri Risalesi, Haz: Dilaver Selvi, Semerkand Yay., İstan- liğini kabul ettiğini ve insanlar daha yaratılmadan bul 2005, s.589–591. aşk ile kemale erdiğini söyleyerek muhabbetin o 5 Kuşeyri, a.g.e., s.591. vakit başladığını dile getirmektedir: 6 Mustafa Kara, Tasavvuf ve Tarîkatlar Tarihi, 6. Baskı, Dergah Yay., İstanbul 2003, s.86. Özümden olmuşsum vâkıf-ı esrâr 44 7 Hucvirî, Keşfu’l-Mahcûp, Hazırlayan: Süleyman Uludağ, Dergah Yay., İstanbul 1996, s.444. İrşâd ile irfân olamadan evvel 8 Keşfu’l-Hafa, II, 132(2016) Hakk’ın birliğini etmişim ikrâr 9 El-Maide, 5/54. Zemin ve âsumân olmadan evvel 10 Yılmaz, a.g.e., s.207. Nisan 2010 MEVLANA VE ŞEMS VE İLAHİ AŞKIN YENİDEN YAZILIŞI epimiz çok iyi biliriz Mevlana ile Şems-i Tebriz’i arasındaki muhabbetin derinliğini. Tasavvuftaki ilahi aşk, bu iki Allah dostunun birbirlerini bulmasıyla yeni bir anlam kazanmıştır. Her ne kadar Şems, Mevlana’nın hocası olsa da bu sadece öğrenci öğretmen ilişkisi değildir. Bu yıllarca arayış içersinde olan iki dostun, iki sırdaşın birbirini bulmasıdır. Bu birliktelik üç yıl gibi kısa bir süre devam etmiştir ama asırlar boyu sürecek olan yeni bir ilahi aşkın temellerini atmışlardır. H Hasan BAŞAR “Mevlana Şems’le karşılaşmasaydı da tüm eserleriyle dünyaya tesir edecekti ama Mevlana olmayacaktı.” Nisan 2010 Mevlana’daki dönüşüm Şems-i Tebriz’le olmuştur. Mevlana’nın hayatında Şems köşe taşını oluşturur. Eğer o olmasaydı Mevlana da olamazdı ama bildiğimiz anlamda Mevlana olmazdı. Çünkü Şems-i Tebriz’i Mevlana’nın ilham kaynağıdır. Mürşidi, sırdaşı ve dostu Şems-i Tebriz’idir. Mevlana’yı anlamaya ve araştırmaya çalışanlar mutlaka Şemsi Tebriz’iyle karşılaşırlar. Hocasını yani Tebriz’iyi anlamadan Mevlana’yı anlayamayız. Mevlana üzerine araştırmalar yapan Cemalnur Sargut: “Mevlana Şems’le karşılaşmasaydı da tüm eserleriyle dünyaya tesir edecekti ama Mevlana olmayacaktı.” der. 45 Şems ulaştığı mertebeye onu da ulaştırmaya çalışır. Kendi ilminden, kemalinden ve ilahi aşkından ona da tattırır. Oysa Mevlana hep ön plandadır. Şemsi Tebriz’i hep geri planda kalmıştır. Oysa Mevlana’ya ilham kaynağı olan böyle bir şahsiyetin sıradan bir şahsiyet olduğu düşünülemez. O Mevlana’yı Mevlana yapmak için görevlendirilmiş alim bir şahsiyettir. Hz. Şems’in hocası müritlerine şöyle der: “Diyar-ı Rum’da Celalettin isminde bir zatın irşat edilmesi murad edildi. Hanginiz talipsiniz? der. Hz. Şems sağ elini kalbinin üzerine koyarak boynunu sola doğru eğerek sustu, talibim kelimesini bile kullanmadı. Hocası: “ Sen anladın bu işin sonunda başını vermek var.” dedi. 29 Kasım 1244 yılında gerçekleşir bu buluşma. Bu buluşma tasavvuf anlayışında da bir dönüm noktasıdır. Buluşma şu şekilde gerçekleşmiştir: Mevlana Konya sokaklarında yanında ilim erbabıyla at üzerinde gezerken garip görünümlü bir adam yolunu keser ve Mevlana’nın hayatını değiştirecek şu soruyu sorar: “Hz. Muhammed mi büyüktür, yoksa Bayazıd-ı Bistami mi? Molla Celaleddin bu küstahça soruya kızgınlıkla cevap verir: “Tabi ki Peygamberimiz büyük. Bayazıd-ı Bistami onun yanında kim oluyor ki…” Garip yabancı bu soruya yeni bir soruyla karşılık verir: “Peki ulaşılabilecek en son noktaya vasıl olduğu halde Peygamberimiz “Ya Rab, seni hakkıyla bilemedim’ derken ondan daha düşük makamlara ulaşan Bistami “Benim şanım en yücedir’ dedi Mevlana üzerine araştırmalar yapan Cemalnur Sargut Şems’in bu soruyu sormadaki hikmetini şu şekilde açıklar: “Ya Mevlana her şeyi biliyorsun da ben doydum artık istemiyorum mu dedin? Yoksa doyamıyorum bana öğret mi diyorsun? Mevlana bu soru karşısında sarsılsa da soruyu cevapsız bırakmaz: “Hz. Muhammed’in hafzalası bir okyanus misali ilahi feyzi ve marifeti almakta ama yine de dolup taşmamaktadır. Bu sebeple o ilahi rahmete mazhar oldukça Allah’ın büyüklüğünü daha idrak etmekte, kul olarak kendi acziyetinin de daha çok farkına varmaktadır. Oysa büyük bir veli olan Bayazıd-ı Bistami göl misali 46 dolup taşmakta ve bu taşkınlıkta kendini kaybetmektedir.” Burada anlatılmak istenen: “Peygamber daha üstün, peygamber daha doyamadı Allah’a bende doyamadım gel öğret.” 1244 yılında başlar dostluk ve yaklaşık 3 yıl sürer. Mevlana’nın hocası, dostu, sırdaşı Şems hazretleri asırlara mal olacak Mevlana’nın temellerini atmak için onun dış dünyayla bağlantılarını keser. Mevlana hazretleri kendini Şems’e verir. Artık bütün vaktini Şems’le geçirmeye başlar. Dış dünyayla bağlantısını koparır. Mevlana yeni yeni tatmaya başladığı ilahi aşk ile mest içinde bir hayat yaşar. Bu arada halk arasında ve Mevlana’nın öğrencileri arasında kıskançlıklar baş göstermeye başlar. Çünkü Mevlana artık kendileri ile ilgilenmemektedir. Şems’e karşı içten içe bir kızgınlık beslemeye başlarlar. Çünkü Şems gelmiş ve hocalarını elinden almıştır. İleri geri konuşmaya başlarlar. Bu konuşmalardan rahatsız olan Şems hazretleri ansızın ortadan kaybolur. Memleketine geri döner. O zamanki yapılan ileri geri konuşmalar günümüzde de hale devam etmektedir. İzan sahibi insanların aklının ucundan dahi geçiremeyecekleri ağır ithamlara maruz kalmışlardır. Çok üzülerek ifade etmeliyim ki bu iki Allah dostunu eşcinsellikle bile suçlanmışlardır. Mevlana ve Şems’in ilişkisini eşcinsellikle açıklamaya çalışanlara en başta çok kızmıştım ama artık kızmıyorum sadece acıyorum. Mevlana ve Şems’in ilişkisini eşcinsellik olarak yorumlayanlar sığ görüşlü sapkın insanlardır. Ancak aklınızda cinsellik varsa bu ilişkiyi böyle yorumlarsınız. Mevlana’yı ve Şems’i tanımayanlar ancak böyle mesnetsiz ve aşağılık bir suçlamayla böyle Allah dost kişileri karalamaya kalkışabilir. Mevlana’yı ve Şems’i az biraz tanıyanlar onların iç dünyasında ki Allah sevgisinin zerresini tadan insan böyle bir düşünceyi aklının ucundan bile geçiremez. Birbirini bu kadar çok seven iki dostun arasındaki ilişkiyi en güzel Mevlana açıklar. Hocasından, dostundan, sırdaşından ayrı kalan Mevlana yemez, içmez, konuşmaz birisi olup Nisan 2010 çıkmıştır. Hatta yakın arkadaşları ve öğrencileri, Hz. Mevlana’ya: “Böyle kendini parçalıyorsun, harap ediyorsun ama biz sana bir soru sormak istiyoruz, müsaade ederseniz? Dediler. “Sen Şems gelmeden evvel kimsenin şüphesi olmayan dört dörtlük bir mümindin, hocaydın, öğretmendin, müderristin. Sen her şeyi biliyordun, sana üstelik Şam’daki hocan söylemedi mi? Senin bilemeyeceğin bir şey kalmadı.” diye. Hz. Mevlana: “Evet doğrusunuz, doğru söylüyorsunuz.” dedi. Peki, senin ibadetlerinde bir eksiklik var mıydı? Diyorlar. Mevlana: “Hayır.” diye cevap veriyor. Peki, sen Şems’ten ne öğrendin ki böyle perişansın bu haline bak? dediler. Mevlana şu müthiş açıklamayı yaptı. Ve aslında bu açıklama Mevlana ile Şems arasındaki ilişkiyi en güzel açıklayan örnektir. Dedi ki: “Evet dediklerinizin hepsi doğru, fakat ben Şems’e rastlamadan önce üşüdüğüm zaman ısınıyordum, ama Şems’ten sonra artık ısınamıyorum. Çünkü Şems bana bir şey öğretti. Yeryüzünde bir tek mümin üşüyorsa, ısınma hakkına sahip değilsin. Bende biliyorum ki yeryüzünde üşüyen müminler var, artık ben ısınamıyorum. Eskiden açken bir çorba içince doyardım. Ama şimdi hiçbir şey bana bir besin hassı vermiyor. Çünkü biliyorum ki açlar var. İşte Şems bana bunu öğretti. Bu öğrettiği şeylerse Fahr-ı Kâinat efendimizin ahlakının ta kendisidir.” Şems hazretlerinin ayrılışı Mevlana Hazretlerini derinden etkiler. Dostunu, hocasını kaybeden Mevlana dış dünya ile bağlantısını iyice koparır. Bu arada hocası ile birkaç kez mektuplaşır ve onu getirmek için ikna etmeye çalışır. En nihayetinde ikna eder. Ve eski günlerde ki gibi tekrar hocasıyla birlikte geçirmeye başlar. Yine aynı ileri geri konuşmalar devam eder. Bir geçe yedi sekiz kişilik bir grup Şems’i dışarı çağırır. Şems başına gelecekleri bilmesine rağmen çıkar. Çünkü o görevini yerine getirmiştir ve bu görevin sonunda başına gelecekleri de çok iyi bilmektedir. Çıkar çıkmaz bir Allaaah sesi duyulur. Dışarı çıkarlar Şems yoktur. Nisan 2010 Yalnız yerde birkaç damla kan görürler. Hz. Şems sırra kadem basmıştır. Hz. Şems’in akıbeti hakkına net bir bilgiye sahip değiliz. Kuvvetle ihtimal öldürülmüştür. Ama cesedi bulunamamıştır. Sonra kim tarafından niçin öldürüldüğü de tam bir muammadır. Kimisine göre Mevlana’yı sevenlerin kıskançlığının kurbanı edilmiştir. Hatta öldürenlerin arasında Mevlana’nın küçük oğlu Alaaddin Çelebinin de olduğu rivayet edilmektedir. Kimisine göre de siyasi bir cinayettir. Moğol hükümdarı Guyuk Han’a yaranmak isteyen Anadolu Selçuklu Veziri Bahauddin tarafından öldürüldüğü öne sürülmüştür. Bu iki Allah dostunun arasındaki muhabbet yıllarca şiirlere konu olmuştur. Günümüzde ise bu muhabbet üzerine romanlar yazılmaktadır. Ama maalesef gerekli titizlik, hassasiyet gösterilmiyor. Yanlış anlaşılmalara sebebiyet veriliyor. Farkında olarak ya da olmayarak insanların kutsiyetlerine dokunuyorlar. Ne olur bazı güzelliklerimize dokunmayın. Temiz olan şeyler ne olur bırakın temiz kalsın. Çekin ellerinizi güzelliklerimizin üzerinden. 47 Bir Dervişinin Gözü ile Hacı Şaban Efendi Hazretleri - 5 İnsan bir günah işledi mi hemen tövbe etmeli, günahına pişman olmalı, üzülmeli, o günahta ısrar etmemeli, insan beşerdir, şaşar. Peygamber Efendimiz: “Ben günde yüz defa tövbe istiğfar ederim, siz de istiğfar edin, istiğfar edin, mevtten evvel istiğfar edin.” diye buyurmuştur. Allah çokça istiğfar edenleri sever. Nureddin BURAK Gelir bir bir, Gider bir bir, Kalır bir. Gelen bilmez, Giden gelmez, Bu bir sır 48 Hacı Şaban Efendimiz: “Asıl mecnun ol kimsedir ki; masiyete devam eder, tövbekâr olmayı unutur, kabri unutur. Burası baki değil, asıl kalınacak yer burası değil, varılacak yer kabirdir, unutma! Bütün hataların başı dünya sevgisidir, dünya sevgisini kalbe koyma. Kalbe koyulacak Allah ve Resulünün sevgisidir. Varılacak olan odur. Allah cem’i cümlemizin ahır ve akıbetini hayır eylesin. Peygamber Efendimiz(sav)in şefaatine nail eylesin. Onun Havz-ı Kevserinden içmek nasip olsun.” diye dualar ederdi. O öyle bir sultan ki gönlünü ona verenler onda doyardı. Onun huzuru; saadet bahçesi gibi, o bahçenin gülleri gibi misk-i amber kokardı. Onun sohbetleri Rufai’nin inci taneleriydi. Her sözü bir cevherdi, bir hayat nizamı idi. Ona uyan, onun dedikleNisan 2010 rini hayatına uygulayan muhakkak selamete varır. Çünkü o Allah için sever, Allah için buğz ederdi. Zerre kadar gurur, kibir nedir bilmezdi. Devamlı buyurduğu mübarek kelimelerinden biri olan; varlıktır, ona kibir gurur yakışmaz. Kibri, gururu yüzünden Şeytan aleyhilla’nenin boynuna lanet halkası geçti de ebediyen kovuldu. Müslüman daima tevazu sahibi olması lazım. “Azameti Kibriya hakka yarar Kul olanda o sıfatlar ne arar.” incisini sık sık tekrar ederdi. Hazret-i Pir Ahmet Rufai buyurdu ki; ben hakka giden bütün yolları denedim, iki kapıyı açık buldum, aradan girdim, gittim alacağımı aldım, döndüğümde insanları diğer kapılarda bekler buldum. Bu iki kapı yokluk ve zillet kapısıdır. Onun için benlik davasına düşmeyin, benlik şeytan işidir, derdi. Hazreti Pir zengindi, çokça davetler verir, misafirleriyle kendisi ilgilenirdi. Misafirlerinden arta kalan sofra kırıntılarını bir tarafa koyar yerdi. Onun her hali tabii idi. Yapma ve zoraki hiçbir hali yoktu, gösterişi hiç sevmezdi, devamlı tabii olanı tercih ederdi. Anlatırdı ki; Geçmiş padişahlardan olan İbrahim Ethem mürşidine hizmet ederken bir gün mürşidi müridlerine tembih etmiş, gidin İbrahim’in topuklarına vurun. Müridler de gitmiş mahmuzlarla İbrahim Ethem’in topuklarına vurmuşlar. O da canının acısından dönüp geri bakmış. Bu hali gören mürşidi; “Ya demek sende hala sultanlık kokusu var.” demiş. O da bu haline çok üzülmüş, ağlamış günlerce tövbe istiğfar etmiş. Bir zaman sonra mürşit müridlerine tekrar İbrahim Ethem’in topuklarına daha sert şekilde vurmalarını emretmiş. Onlar da İbrahim Ethem’in topuklarına öyle vurmuşlar ki kanlar içinde kalmış. Çok yumuşak bir şekilde dönüp “Sizin aradığınız İbrahim Belh’te kaldı.” demiş, ağlamaya başlamış. Sultan bunu anlatırken kendisine hüzün gelir, ağlamaklı olurdu. Birisini gülerken görse, “Ne oldu cennet mi müjdelendi, sıratı mı geçtin, ne var?” derdi. Onun için asıl olan Allah Resulü’nün sünneti idi. “Kardeş Resulullah ömründe bir kere bile kahkahayla gülmedi, karnı doyasıya yemedi, ayaklarını uzatıp yatmadı. Gülmek şeytandandır, ağlamak rahmandandır. Güle güle günah işleyen ağlaya ağlaya cehenneme gider. Ağlanacak kendi halimizdir. Resulullah geceleri namaz kılarken ayakta o kadar çok dururdu ki mübarek kadem-i şerifleri şişerdi. Ayşe-yi Sıddıka validemiz Ya Resulallah: “Cenab-ı Hak senin gelmiş geçmiş bütün günahlarını affetmiş, bırakıp istirahat etseniz.” dedi de “Ya Ayşe! Rabbim beni bağışladı diye ben ibadet eden kullarından olmayayım mı?” buyurdu. O öyle diyen de sen kim, ben kim? Kim ki gurur ve kibir takınırsa o zavallıdır, başına kar koysun da ağlasın. Aziz, Celil, Azamet sahibi olan ancak Allah’tır. Nefsini bilmeyen Rabbini bilmez. İnsan aciz bir Nisan 2010 Bir gün birileri yanlışlıkla geceleyin onu dövmüşler, sonra farkına varmışlar ki bu Ahmet Rufai’dir. Hemen özür dilemişlerdir, aman efendim bizi bağışla biz büyük hata ettik. Hazreti Pir, asıl siz beni bağışlayın size zahmet verdim. Bakın ne kadar yoruldunuz, benim yüzümden bu kadar çile çektiniz, asıl siz beni bağışlayın, buyurdu. Rahmetli babanın lakabı Cullu baba idi. Evet, gururla kibirle ne işimiz var. Biz aciz zayıf kullarız, beşeriz beşere her şey yakışır. Azamet sahibi olan ancak Allah Zülcelal’dir. Bu nasihatlerini her zamanki gibi öyle feyizli ve bereketli yapardı ki onun özelliğiydi. Kendinde olmayan halden bahsetmezdi, zaten kendisi tam kamil manada bir veli, bir dost, bir âşıktı. O öyle bir âşıktı ki devamlı sevdiğini arzular, özler, için için ah eder, onun için gözyaşları döker. Hep sevdiği için diz üstü oturur onun hasretiyle yanar, bir kavuşaydık bir kavuşaydık, derdi. Bazen öyle uzaklara çok uzaklara bakardı, dağı baksa dağı deler gibi, kül eder gibi derin tefekkür ederdi, sonra garip garip bakardı. Ona bakınca sanki o bu dünyadan biri değildi. Sanki emaneti akşamüstü teslim edecek, batmaya hazır bir güneş gibi-hayranım onun o haline- ta ötelere bakarak içini çeker; “Ne dedim, nede kaldı, İçmedim bade kaldı, Gözümde kan ile yaş Gemim deryada kaldı. Esmedi badı sabah, İşim feryada kaldı.” der, ah eder, dalar giderdi, derin tefekkür ile kalbi Zikrullaha dalardı. 49 Onun bütün benliğini şeriat, tarikat ve Resulullah sevgisi sarmıştı. Ona bakan muhakkak dini, diyaneti, ahireti hatırlar; ister istemez saygı ile toparlanırdı, ona karşı bir muhabbet bir sevgi hasıl olurdu; çünkü o Risalullah’tan bir erdi. Kardeş ömrümüzde bir kere mahkemeye düştük. Hakim ile muddeyi umum birbirine “Kelkit’in belediye başkanı ölmüş, çok iyi bir adamdı. Şöyleydi, böyleydi.” derken biz de duymuştuk, dedik ki; “Ölmeyen sevinsin.” Muddeyi umum: “Ne ölmeyen mi sevinsin?” “Evet, ölmeyen sevinsin.” dedik, sustu. Sözü aldı ama cevap yok, söz ustası cevap veremedi. Evet, kardeş ölmeyen sevinsin ama kimseyi sevinir göremezsin. Her canlı ölecek, bir kişi demirden kaleler içine koysalar vakti geldi mi Azrail aleyhisslam onun orada canını alır. Ecelden kurtuluş yoktur, her nefis ölümü tadacaktır. Allah ahir akibet hayırlığı vere, ona göre hazır olmak lazım. Ebedi yolculuk var, dönüşü olmayan yolculuk var. Gelir bir bir, Gider bir bir, Kalır bir. Gelen bilmez, Giden gelmez, Bu bir sır 50 Evet, kardeş bu bir sır, bu sırra hazırlanın, çok çalışmak lazım. Ölüme hazırlanmak lazım. İnsan maddi manevi çalışmalı. Müslüman tembel olmaz. Hazreti Peygamber tembelliği sevmezdi, bir gün sahabe efendilerimizle bir yere giderken yolda bir adama rast geldiler. Adam miskin miskin oturuyordu, ona selam vermeden geçti, geri dönerken o adam elinde bir çubukla yeri eşeliyorudu, bu sefer selam verdi. Sahabe efendilerimiz hikmetini sordular: “Geçerken selam vermediniz, şimdi selam verdiniz. Niye böyle yaptınız?” Efendimiz buyurdu ki: “Geçerken tembel tembel oturuyordu, şimdi ise bir şeyler yapıyor.” Onun için dinde tembellik yoktur. İnsanın çoluk çocuğunun rızkını helalinden çalışıp kazanması farzdır. Çoban güttüğü sürüden mesuldür, herkes de kendi evinin çobanıdır. Elhamdülillah, biz o vazifeyi de yaptık, küçüklüğümüzde davarlar otlatırdık. Hazreti peygamber çobanlık yapmıştır, sünnettir. Canımın içi efendim, gözümün nuru sultanım, hacım, baş tacım zaten sünnet, sünnet-i şerif dedin mi onu bir vazife, bir şiar, bir mecburiyet kabul ederdi. Onun vazgeçmediği, katiyen terk etmediği bir hasletti. Onu tanıyalı bütün hal ve hareketlerinde; seferi iken, hasta iken, sağ iken sünnet-i şerifleri terk ettiğini hiç görmedik. Sürme kullanmasından, yemek yemesinden, su içmesinden, konuşmasından, oturup kalkmasından, uyumasından, uykudan uyanmasından, gezmesinden, kendine has derslerinden hülasa tüm hal ve hareketlerinden sünnet-i seniyyeye tam ittiba ederdi. O şaşmaz bir cetveldi, ona uyan sünnete uyardı. Devamlı telkin ederdi; “Sünnet üzere yaşamak gerek. Hazreti Peygamber nasıl yaşadı, öyle yaşamak lazım. Onun için okuyun ilmihali, hadis kitaplarını. Hazreti Peygamberin hayatını, sahabelerin hayatını çok okuyun, öğrenin sünnet-i şerifleri bilmek lazım ki ona göre hareket ede, ona göre yaşayasın. Zaten cümle nasın imamı üçtür: Emirde nehiyde hazreti Kuran, şeriatta Hazreti Peygamber, nizam-ı âlemde padişah. Padişah da şeriata uyarsa uyulur, uymazsa uyulmaz. Zaten onları da içimizden sürdü çıkardılar, şimdi insanları parti illeti tuttu. Adam partisinden olmayana selam vermez oldu. Allah muhafaza parti dini geçti partiyi dinden üstün Nisan 2010 Ya Rab! Sen bizi lütfünle, kereminle bağışla! Merhametine sığındık, senden sana sığındık. Bizi sevdiklerine kat! Hakkı hak bilip, batılı batıl bilip içtinap eden kullarından eyle! Aman Ya Rab sen bilirsin. Bu dualarını öyle can-ı gönülden yapardık. Sanki Ebubekir Sıddık efendimizin duası onda zuhur ederdi. Ya Rab! Benim vücudumu kıyamet günü öyle büyüt ki bütün cehennemi kaplasın, oraya benden başka ümmet-i Muhammed girmesin, ben doldurayım. Rabbim, bizi bizden çok düşünen, seven kullarını yarattın. Sana sonsuz şükürler olsun. Senin peygamberlerine, onların hatemi olan Hazreti Muhammed Sellallahu Aleyhivesellem Efendimize, onun âline, evladına, salât ve selam olsun, onların varisleri olan evliya efendilerimize canlar feda olsun, bizi onların yanından ayırma. tutanlar var. Müslüman’ın partisi Allah partisi olmalı, hiçbir şeyi dinden üstün tutmamalı. Bizim kimseyle bir işimiz yok, bize ne, dediler. Lailaheillellah Muhammed Resulullah, sen ona bak, onu ara, onu araştır. Kim bu kelimeyi korur, üstün tutarsa biz ondan yanayız, gerisi bizi bağlamaz. Karganın gak gakı ile gelen, tllmun vız vızı ile gider dedik ya. “Allah bes baki heves” evet, baba öyle buyururdu. “Allah bes baki heves” Sen Allah’ı bil, gerisi heva hevestir, gelip geçicidir, baki olan, kadim olan, hâkim-i mutlak olan yalnız Allah’tır. O efendim bunları nasihat ederken çok üzülürdü, kalbi daralır gibi olurdu. Ümmet-i Muhammedin hizip hizip, bölük pörçük olmasını istemezdi. Başkalarına uyup da dine, diyanete muhalif işlere, düşüncelere dalmasın, yaban ellere gönül verip de Allah rızasına uymayan hareketler yapmasın, sözler söylemesin, saçma sapan düşünceler, fikirler beslemesin; bu fiillerinden ve düşüncelerinden dolayı azaba duçar olmasın, düşüncesi ile çok üzülür, kendini düşünmez insanları düşünür, dualar ederdi. Nisan 2010 Sultanım devamlı buyururdu: “Kişi sevdiği ile beraberdir.” Kim kimi severse onunla haşrolur. Hazreti Allah, Musa aleyhisselama: “Ya Musa bugün benim için ne yaptın?” sordu da Musa Aleyhisselam: “Ya Rab, oruç tuttum, namaz kıldım, ibadetler yaptım.” dedi. Cenab-ı Hak: “Onlar senin için, sen benim için ne yaptın?” Hazreti Musa o zaman dedi ki: “Ya Rab bildir de bileyim.” “Ya Musa, benim için sevdin, benim için buğz ettin mi?” buyurdu. Evet, kişi sevdiği kimseleri bilmeli, tanımalı. Sen Allah’ın düşmanını ne diye sever, methedersin. İmansız gitmeye sebep kırk küsur mesele vardır. Biri de Allah’ın sevmediği kişileri sevmek, methetmektir. Müslüman; Allah’ın düşmanlarını sevmez, dost edinmez, peşinden gitmez. Bir adamı tanımak için yolculuk etmek lazım, alışveriş etmek lazım, komşuluk yapmak lazım. Bilmediğin tanımadığın bir adamı ne diye methedersin. Camiyi yapanla, camiyi yıkan bir olur mu? Kardeş kiminin adı sofu, kiminin adı derviş. Derviş isen kardeş çalış, takvaya eriş. Er yarın hak divanında belli olur. O gün herkes nefsi nefsi diyecek, o günün şiddetinden herkes kendi derdine düşecek. Tutunacak bir dal, sığınacak bir şefaatçi arayacak. Herkes nefsi 51 nefsi derken ümmeti ümmeti diye Cenab-ı Hakka yalvaran, gözyaşı döken Ya Rab ümmetimi bana bağışla, bana ver onların üzerine şefatımı kabul buyur, diye yalvaran o şefaatçi Hazret-i Peygamberdir. Allah bizleri o gün onun şefaatine kabul buyursun. Sevilecek odur, yolu takip edilecek odur, yol onun yoludur; onun yolundan ayrıldın mı karşına bir yığın yol çıkar şaşırırsın, dağılır helak olursun. Senin yaban ellerde ne işin var, akıllı olmak lazım. Müslüman bir delikten iki kere sokulmaz, her günü daha iyi olur. Müslüman inat olmaz. Müslüman’ın bu günü dünden ileri olmalı. Eline diline hâkim olmalı. Bana ne olursa benden olur, Eğer dilim rahat durursa, Başım selamet bulur. İnsanın başına ne gelirse dilinden gelir. Zamanında adamın biri çarşıdan bir bülbül satın almış, eve götürürken kafesin üstüne bir karga konmuş kalkmış. Adam bülbülü evine götürmüş, suyunu vermiş, yemini vermiş, temizliğini yapmış, bütün hizmetini görmüş, ne yapmışsa bülbül ötmemiş. Gidip Hazret-i Süleyman Efendimize şikayet etmiş, efendim ben bu bülbüle para verdim, yemini suyunu verdim, bütün hizmetini gördüğüm halde bu bülbül ötmez oldu, demiş. Sultan Süleyman bülbülü sorguya çekmiş, bu adam senin bütün ihtiyacını gördüğü halde sen neden ötmezsin a bülbül, diye sorunca; Efendim bu adam beni çarşıdan eve götürürken kafesimin üstüne bir karga kondu; bana, a bülbül sen şu çenene sahip olsana, çeneni tutsana, senin başına ne geldiyse şu çenenin yüzünden geldi. Seni evinden, çoluk çocuğundan ayıran şu kafesin içine tıkan çenendir, dilindir. Başına ne geldiyse dilinden geldi, dedi, uçtu gitti. Ben de bundan sonra ötmem, bu adam da ister beni assın, ister kessin, demiş. Süleyman aleyhisselam bu öğütü yuvadan almış, artık sen bilirsin istersen azat et, demiş. Bülbülü altın kafese koymuşlar da ah vatanım, demiş. Biz muhacir gitmiştik, aradan epey zaman geçti, Bayburt’u öyle göresim geldi. Dedim ki, ne olaydı bir kuş olaydım da gidip Bayburt’un üstünde bir dolaşaydım. 52 Kardeş bizim memleketin hayâsı ile suları meşhurdur. Memleketimiz hayâlıdır, derdi. Bayburt’u çok severdi. Bayburt’tan dışarılara nakil etmeyi istemezdi. Ondan hakkı ile izin isteyene izin vermezdi, nakline müsaade etmezdi. Kardeş, büyük yerin somunu büyük olur ama içi boştur; sen içini burada yeşertmeye bak, der, ona tavsiyelerde bulunurdu; yardımcı olmaya çalışırdı ve devamlı buyurduğu mübarek incilerinden olan; “Gam odur ki gider din namus kalır dünya Gam değildir kalır din namus gider dünya.” incisini buyurur, devam ederdi; kardeş bize lazım olan din, namustur. Allah din, namus noksanlığı vermesin gerisi bir şey değil. Veren Allah, alan Allah, rızık Allah’ın üzerinedir. Sen doğru ol, dürüst çalış; sana ne takdir edilmişse gelir, seni bulur. İnsan kanaat ehli olmalı. Kanaat bitmez tükenmez bir hazinedir. Şunu da bilin ki dünyada rahat yoktur, muhakkak herkesin bir derdi vardır. Herkesin bir derdi var, değirmencinin suyu noksan, evet, dünya istirahat yeri Nisan 2010 değildir. Bir adamda illet, gillet, zillet olmazsa o adam başını taştan taşa vursun, başına kar koysun da ağlasın. Bazı kimseler toplanmış demişler ki filan yerde büyük bir evliyaullah varmış, gidip onu ziyaret edelim. Gitmişler velinin evini bulmuşlar, kapısını çalmışlar, içerden bir kadın hırsla, çalımla; “Ne var, kimsiniz sizler, neye geldiniz?” diye adamları azarlar şekilde sormuş. Adamlar; “Biz buraya efendiyi ziyarete gelmiştik.” demişler. Kadın yine hırslı bir şekilde, “Ne zaman bizim iş bilmez, mıymıntı, beceriksiz efendi oldu, hadi buradan gidin başka adam yok mu? O odun etmeye gitti.” Adamlar hemen ormana gitmişler. Bakmışlar efendi odun yükünü aslanlara yüklemiş, geliyor; hemen elini öpmüşler, hayır duasını almışlar, oradan gitmişler. Bir zaman sonra yine ziyarete gitmişler, evin kapısını vurmuşlar, bu sefer içerden çok uysal bir kadın; “Buyurun, içeri girin, istirahat edin, bir ayran için, efendim oduna gitti, şimdi gelir.” Adamlar; “Biz de ormana bakalım.” Demişler, gidip efendiyi bulmuşlar. Bu sefer odun yükünü kendi arkasına yüklemiş terler içerisinde getiriyor, hal hatır etmiş elini öpmüşler. Sohbet ederken içlerinden biri sormuş; “Efendim önceki gelişimizde odun yükünü aslanlara yüklemiştiniz, şimdi ise terler içerisinde kendiniz taşıyorsunuz, bu ne haldir?” Veli, “Önceki hanımım çok huysuz, çok isteksizdi. Bana çok çile ve ızdırap veriyordu. Onun o çile ve meşakkati yüzünden Cenab-ı Hak bana aslanlarla yardım ederdi. Bu hanımım çok uysal ve ahlaklı, çok halim selim, onun için o hal benden gitti.” demiş. Evet, kardeş her külfetin bir nimeti vardır; insan hakkına razı olacak, az söze razı olmayan çok söz işitir. Bir adamı da çok methetmişler; şöyle velidir, böyle âlimdir. Bazı kimselerde gidip şu veliyi ziyaret edelim, bir hal hatır edip hayır dua alırız, demişler. Gidip o adamın kapısını vurmuşlar adam dışarı çıkmış. O ara kıbleye karşı tükürmüş, ziyaretçilerden biri haydin haydin gidelim, bu adam da iş olsaydı kıbleye karşı tükürmezdi, adını duymak kendini görmekten iyiydi, demiş. Oradan ayrılmışlar. Dedik ya Müslüman her hali ile Müslüman olmalı, her Müslüman şunu bilmeli: Kıbleye karşı su dökülmez, def-i hacet yapılmaz, kıbleye karşı tükürülmez, ayakları uzatıp oturulmaz, arkası kıbleye dönük oturulmaz. Kıbleyi hafife alan hata yapmış olur. Kıbleyi hiçe sayan kâfir olur. Dini meselelerin hiçbiri hafife alınmaz. Zamanında bir kadı varmış, dervişleri çok sıkar, onlara eziyetler edermiş. Dervişler bu kadıyı şeyhlerine şikâyet etmişler. Şeyhleri de kadıya bir mektup yazmış ki; “Kadı efendi! Benim bu dervişlerimle uğraşma, onlara eziyet etme, onlar seherlerde çok ibadet eder, çok ağlarlar. Onların seher okları vardır, Allah onlara bu hallerinden dolayı seher oku vermiştir. Ola ki sana zarar vermesini istemem.” Mektubu okuyunca kadı efendi gülmüş, alay etmiş, hafife almış, başını sallamış; “Ne demek, bunların seher oku varmış.” demeden bir ok böğrüne saplanmış, öylece gitmiş. Evet, Müslüman her işinde ciddi olacak. Dininde, ahdinde muhkem olmalı. Ahdini bozmamalı, kim ahdini bozarsa kendine gadir etmiş olur. Bir insan ders alır, söz verir, ahitleşir gider. Ahdini bozar, tarikat hakkında ileri geri sözler sarf eder, hal ve hareketlerine dikkat etmez, ahdini bozan bu adam kendine gadir Nisan 2010 53 etmiştir. Oflu Hacı Dursun Efendi çok alim biri idi, ona sordum ki; “Hazreti Peygamber yed vermiş midir?” “Yok, vermemiştir.” dedi. Ben, inna fetahnanın karşı ayetini diyince vermiştir vermiştir, dedi. El verme, yed alma Kuran”da vardır. İnkâr edilmez, çok sözde hayır yoktur. Bir adama söz söyledin, aldı aldı, almadı üstüne varılmaz. Sağıra kamet çok olur. Bir söze razı olmayan çok söz işitir, evet fazla sözde hayır yoktur. Devamlı ayak olmaya bakın, ne gelirse başa gelir. Vardın ki bir beldeye o yerin, o beldenin insanlarının bir gözü kör, sen de bir gözünü bağla, onlara uy. Eller yahşi, biz yaman; eller buğday, biz saman. Buğday olup dibe dulunacan, saman ol da üzde yüz. İnsanın başına her şey geçer, yaşayan görür. Şunu iyi bilmeli bir kişi için ilahi kudret ne yazmışsa kulun başına o gelecek, onun için yaşayan görür. A birader, kendini beğenmek belasına düşme, gurur etme kibir etme, halkı hakir kendini hakim görme. Hakim olan ancak Rabbel Alemindir. Burası imtihan yeridir. Yarın imtihan var ona göre hazırlanın. Bir adamın oğlu talebeymiş, gece dersine çok çalışmış, babası; yeter oğlum, çok çalıştın, kalkıp yatsana, 54 demiş. Oğlu; baba yarın imtihan var, çalışmam lazım, yoksa nasıl imtihana girerim, nasıl cevap veririm, demiş de adam bir düşünmüş, başlamış ağlamaya. Sen yarın kullara imtihan vereceksin diye yatmıyorsun, gece yarılarına kadar çalışıyorsun, ya ben nasıl ederim Cenab-ı Hakkın huzurunda nasıl cevap verebilirim, ayaklarımı uzatmış yatıyorum; ben Allah’a nasıl imtihan vereceğim, diye ağlamış, irşad olmuş. Evet, herkes imtihana çekilecek. Bu imtihana herkes hazırlanmalı, herkes dersine iyi çalışsın. Biz doksanladık, ferimiz gitti, oturduğumuz yerde yorulur olduk. İhtiyarlık, pirlik ne kötü dirlik, derdi. Sultanım Efendim. Kendine has bu kelimeleri söylerken sanki “Ey kardeş, ey oğul! Kendine gel, aklını başına topla, öyle ökçelerini yerlere vurup da gezme, böbürlenme, ona buna üsten bakıp da gurur, kibir etme. Elindeki ile iftihar etme, sana verilen senin değil, sen ancak emanetçisin, emanetin vakti geldi mi geri isterler. Ona göre kıymetini bil, vaktinde ve yerinde harca.” der gibi bir hal alır, yılların tecrübesi ve makamın şerefi ile ilave ederdi: “Hekim kim? Başına geçen, evet, kardeş hekim başına geçendir. Şunu iyi bilin ki Allah’ın kaza ve kaderinden başkası yoktur. Allah neyi kaza ve kader etmişse o vardır. Bütün dünya düşmanım Nisan 2010 olsa Cenab-ı Hakkın kaza ve kaderi taalluk etmedi mi kimse bana zarar veremez. Bütün dünya dostum olsa Cenab-ı Hakkın kaza ve kaderi taalluk etmedi mi kimse bana bir fayda sağlayamaz. Müslüman yalnız Allah’tan korkar, yalnız ondan ümit eder. Ondan af diler.” Hazreti Pir buyurdu ki; “Oğlum sana nasihatim sekizdir: 1. Hak Talanın emrini tutup nehyinden içtinap etmek 2. Şeriata, tarikata muhalif şeylerden kaçınmak. 3. Dininde, ahdinde muhkem olmak 4. Şeriata ve tarikata elzem olan meseleleri öğrenip, bilip onlarla amel etmek 5. Bir kimsenin ayıbını görmemek. 6. Yaramaz ve çirkin huylardan uzaklaşmak. 7. Büyüklerin nasihatini kabul etmek. Bu sekiz şeyin mucibince amel eden salihler dünyevi ve uhrevi derecelere nail olacağına hiç şüphe yoktur. MEKKE-İ MÜKERREME’DE KABE’YE KARŞI EDEPLERİ Efendi hazretlerinin Mekke-i Mükerreme’ye karşı çok büyük saygısı ve sevgisi vardı. Kabe’ye saygı, güven ve umutla bakardı. Gayretli bir halde tekbir ve telbiye getirir, vakarını korumaya özen gösterirdi. Mikat sınırında vacip, sünnet ve müstahaplara çok dikkat ederek ihrama girer, gayretli gayretli tekbir getirerek Mekke-i Mükerreme’ye girer, sevgi ve ümit içerisinde Harem-i Şerif’e girerdi. Yüksek sesle tekbir getirip hasretini gönlünün taa derinliklerinden çıkarıp umutla, aşkla rahmeti rahmanı talep eder, gözyaşları çağlaya çağlaya dua ve şükür secdesi yaptıktan sonra Hacerü’l- Esved’den niyet eder, huşu içerisinde tavafa başlardı. Bu dönüşlerde kimseyi incitmemeye dikkat ederken dudakları dualarla meşguldü. Tavaftan sonra Makam-ı İbrahim’de namaz kılar, Sefa ile Merve arasında şecaatle gayretli gayretli hareket eder, son derece iştiyakla bu ibadeti bitirirdi. Efendi Hazretleri zemzem kuyusuna tâzimle yaklaşır, ayakta bol bol zemzem içer başını yıkar, âlemlerin Rabbine sonsuz şükürler eder, Ümmet-i MuhamNisan 2010 med’in kurtuluşu için dualar ederdi. Kâbe’nin karşısında oturur, huşu içerisinde huzur tutar, Beytullah’ı uzun uzun seyre dalar giderdi. Mekke’de yaya gidilmeyecek yerlere taksi ile giderdi. Yaya gidilecek yerlerde hiçbir zaman taksiye binmedi, yaya gitmeyi tercih etti. Gününün büyük bir kısmını Beytullah’ta geçirirdi. Bol bol tavaf eder, namaz kılar, Kuran okur, dua ve tefekkürle meşgul olurdu. Mekke’den ayrılış yaklaştıkça Efendiyi mahsun ve neşesiz bir hal alırdı. Derinden derine ah ederek mahcup ve hüzünle dolu olarak içini çeker, başını öne eğer, gözyaşlarını dökerdi. Bu hal onun Beytullah’a sessizce veda edip ayrılma zamanını bildirme haliydi. MEDİNE SEVGİSİ Efendi Hazretlerinin Medine-i Münevvere’ye karşı ruhunun derinliklerinden gelen çok büyük sevgi, saygı ve hasreti vardı. Huzurda Kıbleye karşı oturur, derin derin içini çeker, ah ederdi. Salât u Selam okur, gözyaşlarını tutamazdı. Hacca giderken Medine sınırlarına yaklaşınca onu bir ürperti alır, bir telaş ve bir heyecan içinde yanındakilerle beraber salâvat-ı şerifler getirirdi. Bu hal Medine’ye kadar huzur ve coşku içerisinde devam ederdi. Medine’de Efendiyi bir çekingenlik bir gariplik alır, içini çeker dururdu. Medine dağlarına bir sevinç ve iştiyakla bakardı. Ravza-i Mutahhara’ya giderken sanki uçacak gibi sevinçli fakat yerlere serilircesine çekingen bir tavırla yaya yürüyerek, Babüsselam’a gelince hemen kapının önüne diz çöker, başını göğsünün önüne indirir, öylece kalırdı. Sanki nefes bile almazdı. İkinci gün Babüsselam’dan içeri girer girmez hemen oracıkta çöker, huzurda dururdu. Akşama kadar bu hal devam eder, mahcup bir şekilde geri dönerdi. Ancak üçüncü gün büyük bir edep ve hayâ içerisinde huzur-u Resulullah’a çıkar, yarım saat ayakta hiç hareket etmeden durur, gözlerinden billur gibi yaşlar akıtırdı. Medine’de bulunduğu müddet içerisinde vasıtaya binmedi. Gezilecek görülecek mukaddes yerleri hep yaya gezmeyi tercih etti. Bu günlerde Efendide haşyet, temkin, hasret halleri gözlenirdi. Dili bir an zikrullahtan ferağ değildi. O maşukunun arzusunu çeken bir âşık telaşıyla halden hale düşerdi. 55 Seyyid Ahmed er Rufai Hazretleri Allah’tan İstemek Amr b. Âs (r.a) önce Kuran’dan, “Ey nebi! Seni (ümmetinin yaptıklarına) şahit, müjdeci ve korkutucu olarak gönderdik.” Âyeti kerimesini okudu. Daha sonra Tevrat’tan şu ilahi vahyi okudu: “Ey nebi! Seni şahit, müjdeci, korkutucu ve ümmilere dayanak olarak gönderdi. Sen, benim kulum ve resulümsün. Seni, mütevekkil ismiyle isimlendirdim. Sen, kalbi katı ve kaba-saba biri değilsin. Çığırtkanlıkta etmezsin. Kötülüğe kötülükle karşılık vermez, aksine affeder ve bağışlarsın. Kalpleri eğri olanlar, “La İlâhe İllallah” diyinceye kadar Allah ruhunu almayacaktır. Kör gözler, sağır kulaklar ve mühürlü kalpler onunla açılır.” Ebû Hüreyre (ra)’ın rivayet ettiğine göre, Resûlullah (sav) şöyle buyurdular: “Sıla-i rahim, Rahmân Allahtan bir bağdır, O’dan uzanmış bir daldır. Şanı yüce olan Allah, sıla-i rahime hitaben buyurur ki: “Kim ki akrabalık bağlarını koparmaz onlara iyiliklerde bulunursa bende o kişiyi ihsanda bulunurum. Kim de akrabalık bağlarını koparır ve onlara iyiliklerde bulunmazsa bende onunla bağlarımı koparırım.” İlk hadiste Allah’ın, kalpleri eğri olanların “La İlâhe İllallah” kelimesiyle düzelmeleri için Peygamberine (sav)’e yardım ettiği ifade edilmiştir. İkinci hadiste sıla-i râhimin, rahmanın nurundan bir demet olduğu ifade edilmektedir. Akrabalarıyla olan bağını koruyan, Allah’la bağ kurar. Bu bağı koparanın, Allah’la arasındaki bağ kopar. Bu ili hadiste, iki sır bir araya gelmiştir: Kalp, göz ve kulağın samimi bir tevhid inansıyla açılması ve akrabanın akrabayı gözetmesi suretiyle, insanlara merhamet ve şevkat göstererek kalbin, Râhmana bağlanmasıdır. Kelime-i tevhidin “Allah’a iman”, sıl-i rahmin de “Allah’ın ahlakıyla ahlaklanmak olduğunu ancak ârif anlar. O, rahmandır. Gizli ve aşikâr O’nun kapısına gidilir, O’dan yardım istenir, O’na dayanılır. O’nun yüceliğini anlamak, O’nun emrine hürmet göstermekle mümkün olur. Yahya bin Muaz (ra) der ki: “Lütfun O’ndan geldğini bilene, rahatı O’ndan isteyene ve O’ndan hakkıyla utanana hürmet et. Sana verdiği nimetleri hatırla. Seni yoktan var etti, marifet nuruyla süsledi. Öyle ki fazlı ve rahmeti olmasaydı, gözünle görmediğin için O’nun Mevlân olduğunu nasıl bilirdin ? sonra iç alemini ve benliğini şekten, şüpheden ve arabozuculuktan temizledi. Sana en güzel elbiseyi giydirdi. Sen istemeden, senin başına kendi tacını taktı. Sonra seni selâmet yurduna davet etti.” 56 Nisan 2010 Büyükler derler ki: “Mümin büyüktür. Bu büyüklük, Allah’ı en büyük bildiği, O’nun emrine ve velilerine hürmet gösterip, onların kadrini kıymetini bildiği müddetçe devam eder.” Dünyalık sahiplerinden biri, Şakik-i Belhi (ra)’nın yanına gelerek “Benden iste, vereyim!” demiş, bunun üzerine Şakik, adama şöyle cevap verir: “Rabbim bana bakıp; “Ne istersen, korkmadan ve çekinmeden iste vereyim. Seni razı edeyim. Başkasından bir şey isteme sana darılırım” diyorken senden bir şey istemeye utanırım” diye cevap vermiştir. Süfyan-ı Servi (ra), yanında bir grup zahitle birlikte Rabia’nın evine gider. Rabia Hatunu eski elbiseler içerisinde perişan bir halde görünce ona şöyle derler: “Zengin birine, sana bir şeyler göndermesi için haber iletmedin mi ?” Rabia Hatun şöyle cevap verdi: “Sahibinden bir şey istemeye utanırken, ona sahip olmayandan nasıl isterim!” Ebû Abdullah (ra)’a müritlerin sıfatının ne olduğu sorulunca şunları söyledi: “Bedenleri ile halkın arasındayken, kalpleri ile arş-ı âlânın altında olmalarıdır. Orada ârş-ı âlânın üzerindeki Rablerini temâşa eder ve O’ndan başkasından bir şey istemeye utanırlar.” Bir hadiste şöyle buyrulur: “Süleyman Peygamberi ve ona verdiğim mülkü gördünüz mü ? Ölünceye kadar, Allah’tan korkması ve utanması sebebiyle başını göğe kaldırıp bakmadı.” Amir bin Abdülkays (ra) anlatır: “Her neye batkımsa, baktığım şeyden önce Allah’ı ve benim bakışımdan evvel O’nun bana baktığını gördüm.” Yahya bin Muaz (ra) “Biz ona şah damarından daha yakınız” âyeti okunduğu zaman şöyle derdi: “İlahi! Bu düşmanlarına olan yakınlığındır. Dostlarına yakınlığın kim bilir nasıldır ?” Şehr bin Huşeb (ra) “İbrahim Temimi’nin, Hak’tan utanmasından ötürü ölünceye kadar başını kaldırıpta göğe baktığını görmedim” derdi. Dâvud Tâi (ra), hastalanmış evinde yatıyordu. Orada bulunanlardan biri “Temiz hava almak için avluya çıksaydınız!” deyince, şu cevabı verdi: “Dünyada nefsim için bir rahatlık istediğimi Allah’ın görmesi beni utandırır!” Anlatıldığına göre Mısır’da cüzamlı bir adam vardı ve ism-i a’zam duasını biliyordu. İnsanlar ona: “Allah’ın bu belayı senin üzerinden kaldırması için, ism-i a’zamla dua etseydin!” deyince şu karşılığı verdi: “Ben, Hakk’ın muradının hilafına bir şeyi murat etmekten O’ndan utanırım.” Nisan 2010 57 Muhabbet Bahçesi 400 YILLIK SIR. Bir Mimar Sinan eseri olan Şehzadebasi Cami’nin 1990’lı yıllarda devam eden restorasyonu sırasında ortaya çıkan Sır... Bir Mimar Sinan eseri olan Şehzadebasi Cami’nin 1990’lı yıllarda devam eden restorasyonunu yapan firma yetkililerinden bir insaat mühendisi, caminin restorasyonu sırasında yaşadıkları bir olayı tv’de şöyle anlatmıştı. Cami bahçesini çevreleyen havale duvarında bulunan kapıların üzerindeki kemerleri oluşturan taşlarda yer yer çürümeler vardı. Restorasyon programında bu kemerlerin yenilenmesi de yer alıyordu. Biz inşaat fakültesinde teorik olarak kemerlerin nasıl inşaa edildiiini öğrenmiştik, fakat taş kemer inşaası ile ilgili pratiğimiz yoktu. Kemerleri nasıl restore edeceğimiz konusunda ustalarla toplantı yaptık. Sonuç olarak kemeri alttan yalayan bir tahta kalıp çakacaktık. Daha sonra kemeri yavaş yavaş söküp yapım teknikleri ile ilgili notlar alacaktık ve yeniden yaparken bu notlardan faydalanacaktık. Kalıbı soktuk. Sökmeye kemerin kilit taşından başladık. Taşı yerinden çıkardığımızda hayretle iki taşın birleşme noktasında olan silindirik bir boşluğa yerleştirilmiş bir cam şişeye rastladık. Şişenin içinde dürülmüş beyaz bir kağıt vardı. Şişeyi açıp kağıda baktık. Osmanlıca bir şeyler yazıyordu. Hemen bir uzman bulup okuttuk. Bu bir mektup idi ve Mimar Sinan tarafından yazılmıştı. Şunları söylüyordu: ’Bu kemeri oluşturan taşların ömrü yaklaşık 400 senedir. Bu müddet zarfında bu taşlar çürümüş olacağından siz bu kemeri yenilemek isteyeceksiniz. Büyük bir ihtimalle yapı teknikleri de değişeceğinden bu kemeri nasıl yeniden inşaa edeceğinizi bilemeyeceksiniz. İşte bu mektubu ben size, bu kemeri nasıl inşaa edeceğinizi anlatmak için yazıyorum”. ’Koca Sinan mektubunda böyle başladıktan sonra o kemeri inşaa ettikleri taşları Anadolunun neresinden getirttiklerini söylerek izahlarına devam ediyor ve ayrıntılı bir biçimde kemerin inşaasını anlatıyordu. Bu mektup bir insanın, yaptığı işin kalıcı olması için gösterebileceği çabanın insan üstü bir örneğidir. Bu mektubun ihtişamı, modern çağın insanlarının bile zorlanacağı taşın ömrünü bilmesi, yapı tekniğinin değişeceğini bilmesi, 400 sene dayanacak kağıt ve mürekkep kullanması gibi yüksek bilgi seviyesinden gelmektedir. Şüphesiz bu yüksek bilgiler de o koca mimarin erişilmez özelliklerindendir. Ancak erişilmesi gerçekten zor olan bu bilgilerden çok daha muhteşem olanı 400 sene sonraya çözüm üreten sorumluluk duygusudur. KANLARIYLA TARİH YAZANLAR 25 Mart 1788... Ordu-yu Hümayun Avusturya üzerine hareket etti. Avusturya ordusu da Buğdan’daki Yaş şehrine girdi. Kralları Josef, ordusunun başındaydı. Osmanlı ordusunun yetişmek üzere olduğunu haber alınca hemen şehri boşalttılar... hazırdı. Şafakla beraber düşmana saldıran mücahidler akşama kalmadan neticeyi aldılar. Şebeş Ovasında yapılan bu kanlı meydan muharebesinde, Avusturya ordusu büyük bir hezimete uğradı. “Haşmetlû” Kral Josef’i bile bir fıçı içinde kaçırabildiler. Kral Josef, hızla güney batıya doğru hareket ederek, Belgrad yakınlarındaki Şebeş kasabasına geldi ve karargahını oraya kurdu... Koca Yusuf Paşa, Belgrad ve çevresini her türlü pislikten temizledi. 50.000 esir ve ağır ganimetlerle İstanbul’a döndü. Serdar-ı Ekrem Koca Yusuf Paşa bir an önce netice almak istiyordu. Çünkü yaz geçmek üzereydi. Bu zafer üzerine, başta Sultan I. Abdülhamid Han ve Serdar olmak üzere bütün harbe katılan askerlere “Gazi” unvanı verildi. 21 Eylül 1788... Osmanlı ordusu son hücuma 58 Fakat Ruslar boş durmadı. Müttefiki Nisan 2010 Yusuf ELİBOL Avusturya’nın uğradığı ağır hezimet üzerine, bir müddet sindi ve kuvvet topladı. Kış mevsimi bitip, bahar gelince, bu kuvvetleriyle Osmanlı sınırını geçti ve Özi Kalesine saldırdı! 6 Nisan 1789... Sadrazam Koca Yusuf Paşa, Huzur-u Şahaneye kabulünü rica etti... I. Abdülhamid Han ayakta bekliyordu: - Sultanım, destur buyurursanız Sadaret kaimesini okumak isteriz. - Buyur Lala, seni dinliyoruz... - Sultânım, üzülerek arza cür’et eyleriz ki; Karadeniz’in şimal ucundaki Özi kal’amız sukut etmiştir. Potemkin nam Moskof Prensi, kal’ada mevcud 25.000 Müslümanı bilâ istisnâ katleylemiştir. Sabi, yaşlı, hâmile, emzikli demeden cümlesini şehid eylemiştir. Katerina’dan emir alan bu insan kasabı, karşı koymaya çalışan delikanlı ve oğlancıklarımızı diri diri ateşe attırmıştır. Can havliyle kaçışanları dahi, kızgın demirle şişletmiştir... Din kardeşlerine yapılan zulüm ve işkenceleri duyunca Padişahın kalbi daha fazla dayanamadı. Kelime-i şehadet getiren Sultan o anda felç oldu ve ertesi sabah da vefat etti. Cenâb-ı Hak ona ve bütün Osmanlı Sultanlarına rahmet eylesin. BU BİR OSMANLI SAVAŞ FERMANIDIR! Yıl 1912, İngilizler Hindistan'ı işgal eder, Hindistan Kralı Osmanlı'dan yardım ister. Yıllardır savaş içinde olan Osmanlı bu yardımı karşılıksız bırakmamakla birlikte 350 kişilik bir askeri birliği gemiyle Hindistan'a gönderir. 350 kişilik birlikten 20 kadarı hastalıktan yolda şehit olur, kalan 330 Osmanlı askeri Hindistan'a çıkarlar ve İngilizlerle savaşmaya başlarlar. Mühimmat açısından kısıtlı olan Osmanlı askerleri birkaç günlük mücadeleden sonra teknolojik donanıma sahip İngiliz askerleri karşısında yenik düşerler ve 40 kadarı esir alınır, diğerleri de savaşta şehit olurlar. Savaş bittikten sonra bu 40 Osmanlı esir askerini, İngilizler gemilerde çalıştırmaya başlarlar. Bir İngiliz gemisi Avustralya'ya geldiğinde, esir iki Osmanlı askeri gemiden bir yolunu bulup kaçarlar. Bir sure sonra, adı Karadeniz diyarından Mentesoğlu Abdullah olan, baba mesleği dondurmacılığa, Karahisar diyarından Tarakçıoğlu Mehmet de baba mesleği kasaplığa başlar. 1918′de Avustralya Çanakkale'ye asker çıkarır ve bizim iki Osmanlı askeri olayı duyarlar ve hemen buluşur, durum değerlendirmesi yaparlar. Biz Osmanlı askeriyiz ve Avustralya'da yaşıyoruz. Avustralya devleti Osmanlıya savaş açmış ve bizim ülkemizi işgale gitmiş, bundan dolayı biz de Avustralya devletine savaş açalım derler. Alırlar kağıdı, kalemi ve yazarlar: Nisan 2010 Sayın Avustralya Başkanı, Ekselans Hazretleri, Biz iki Osmanlı askeri, ülkenizde bulunuyoruz. Duyduk ki, devletimiz Osmanlıya Avustralya devleti olarak savaş açmış ve Çanakkale'ye asker göndermişsiniz. Bundan dolayı iki Osmanlı askeri olarak biz de Avustralya devletine savaş açmış bulunmaktayız. Bu bir "Osmanlı Savaş Fermanı"dır. Ekselanslarının bilgilerine duyurulur. Karahisar diyarından Tarakçıoğlu Mehmet, Karadeniz diyarından Mentesoğlu Abdullah İki Osmanlı askeri, Sidney' in 250 km uzağında Karlıdağlar denilen bölgede önce virajlarda tren raylarını sökerek 3 tren devirirler. Üçüncü trende askeri mühimmat bularak silahlanırlar. Aynı bölgede 8 karakol basar ve karakollardaki askerlerin tamamını vururlar. Ne olduğunu bir turlu çözemeyen Avustralya devletının sonunda iki Osmanlı askerinin yazmış olduğu mektup akıllarına gelir ve bölgeye 250 kadar asker gönderirler ve iki Osmanlı askeri araştırılmaya başlanır. Birkaç günlük araştırmadan sonra sıcak çatışma olur Ve ikı Osmanlı askeri bu karlı dağlarda şehit edilir. İki askerin şu an mezarı Sidney'e 250 km uzakta Karlıdaglar'da ve mezarlarında fotoğraf çekmek yasak. Avustralyalılar iki Osmanlı askeriyle savaştık demek zorlarına gittiği için bu askerlerimize Hindistan asıllı diyorlar. Oysa Hindistan'da ne Karahisar diyarı, ne de Karadeniz diyarı diye bir bölge yok. Bu bilgi Hindistan büyükelçiliğinin açıklamasından çıkarılmıştır. 59 İYİ BAK Kİ TÜRKİYEM BU SENİN İKİNCİ YÜZÜN OLMASIN ugün yaşadığımız olaylar bana, B daha iyiye giden bir tablonun resmini veriyor. Elbette her kurum kendi üzerine düşeni yapacaktır. Ve mutlaka da yapmalıdır zaten; yapmama halini düşünmemiz dahi abesle iştigaldir. Yargı süreçleri devam eden iddialarla ilgili hem İsmail ÖZ hukukçular hem de siyasiler gerekenleri zaten yeteri kadar ve hatta fazlasıyla ve de sansasyonel yanlarıyla yorumluyorlar. Ben bu konuların teknik analizlerini yapacak konumda değilim ama mevcut durumu bir sosyolog gözü ile tahlil edebilme hakkımın ve haddimin olabileceğine de her halde inanılmalıdır. Neyse işin bu tarafını fazla uzatmadan söylemek istediklerime gelmeliyim herhalde. Bu ülkede, düşünülemeyecek bir aksi durum asla yıllarca hüküm sürmüştür. Ne mi? İki yüzlülük elbette. Yapılanlar ve yapılmaya çalışılanlar hep maskelenerek devam etti. Hani hatırlar mısınız? Bir filmde Şener ŞEN, İlyas SALMAN’ı her seferinde “Yaptım Bilo, ama hele bir sor bakalım neden yaptım?” diye 60 Nisan 2010 başlar ve ona verdiği zararı maskelemeyi başa- Birilerinin iki dudağı arasından çıkan iki cüm- rırdı; daha doğrusu başardığını zannederdi. Fakat lenin neleri yerle yeksan ettiği durumların bir hukuk işin sonunda, saf ve dolandırılmaya müsait “Bilo” devletinde işi hiç ama hiç olmasın. Biz Millet ola- bütün sürecin hesabını, saflığından beklenmeyen rak “Krallara layık” (!) da olsa bu türden ödüllendir- bir uyanıklıkla aldı. meleri(!) bu Millete zulüm olarak görüyoruz. Bu örneği elbette boşuna vermedim. Sizce de bu millet, birileri tarafından yıllarca yapılanları anlamayan, fehmedemeyen bir mantıkla değerlendirilmedi mi? Yapıldı ama yapılanlar her seferinde hiç alakası olmayan noktalara bağlanmadı m? Nasıl olsa bu millet birilerine göre, ne demokrasiyi, ne insan haklarını ve özgürlüğü nede hukukun üstünlüğünü bilirdi. Hal bu iken bu milletin, bende dâhil olmak üzere bana göre tek suçu devletine ve onu idare eden güç organlarına karşı en ufak şüpheyi dahi zillet olarak değerlendiren tertemiz bir duygu ile bağlılık göstermesi olmuştur. Fakat bu millet yaşananlardan sonra asla eskisi gibi olmayacaktır. Bir adım daha öne geçerek “Güven kontrole mani değildir.” anlayışıyla sorgulayacaktır; birileri birileri “Bilo” olarak göremesin diye. Bana göre bu sürecin en faydalı kısmı her şeyin ikinci bir yüzü olmayacak kadar aşikar ve alenen ortada olması. Bu millet her şeyin ne olduğunu artık çok iyi biliyor. Gerçekler acı olsa da onunla yüzleşilmesi gerektiğini de. Tarih elbette tekerrür edebilir ama tekerrür edeceği çağın koşullarını da iyi hesaba katmalıdır. Ne bu ülke eski ülke ne bu millet eski millet. Her birey adına, şahsımda şunu vurgulamak isterim; hiç kimse bu ülkeyi benden daha fazla hak ettiğini iddia edemez ve tabi ki sevdiğini de; ve yine hiç kimse hak ve sevgisine ölçü olarak aldığı referans noktasını da beni hesaba katmadan değer- Fakat dilerim ki mevcut iddialar gerçek çık- lendiremez. masın. Eğer çıkarsa herkes gibi benimde yüreğim çok acır ve sızlar. Dilerim ki bizler birileri tarafından Farklı düşünenlere de bir son sözüm var tabi: “Bilo” yerine konulmamışızdır. Bu ülke senin değil bizim; yani hepimizin? Nisan 2010 61 ÖĞRETMENİMLE 45 YIL ARADAN SONRA ACIKLI TABLO üzü şişmiş vaziyette yaşlı bir insan geldi muayenehaneme. Gözleri hep beni süzüyordu. Muayene bitince ben reçete yazmak için yan odama geçtim, o da arkamdan geldi. Y Abdulkerim KARAAĞAÇ - “Doktor bey, bana bir daha bakar mısın, yüzüme lütfen bir daha bakar mısın?” dedi. Ben zannettim ki, dişimi bir daha muayene eder misin demek istiyor. - “Amcacığım, baktım, muayene ettim, şimdi ilaç yazacağım” dedim. “Öğretmenim! Ayakkabım yok, tırnaklarım taşlara çarpmaktan kanlar içinde, üstelik ayağımda çok kirli, görüyorsunuz. Bu vaziyetimi arkadaşlarımın görmesinden utanıyorum, o yüzden kalkmak istemedim…” 62 - “Yok yavrum, muayene et demek istemedim, benim yüzüme, simâma iyice bir daha bak. Ben de sana zaten epeydir bakıyorum. Ben, sanki seni bir yerlerden tanıyorum, evet bana insanlığı hatırlatan sözlerin sahibi o ufacık çocuk sensin. Meleğim benim, nasıl unutabilirim seni, hatırladın mı beni” dedi. Pek şaşırmamıştım bu sözlere, çünkü gelen binlerce hastadan bazıları, nadir de olsa, beş on kuruşu vermemek için öyle çok hikayeler uydururlar ki, “işte onlardan biri daha” dedim içimden. Nisan 2010 - “Hatırladın mı canım, benim güzel yavrum? Kar yağmıştı Yeşilhisar’a, öyle yağmıştı ki, sen yürürken beline kadar gömülüyordun. Havdıra dağı, Topalömer’in dağı Hele Erciyes daha bir heybetli görünüyordu. O gün ayrıca fırtına çıkmıştı birkaç saatlik. Karları alıp bir yerlerden başka bir yerlere üfürüyordu. Ve o karda senin ayakkabıların yoktu, okula öyle gelip gidiyordun. Sınıfımda 6 öğrencim vardı ayakkabısı olmayan. Sonra onların 5’i ayakkabıya kavuşmuş, ayakkabısız bir sen kalmıştın Kerim’im, canım.” Ben bir anda şaşkına dönmüştüm. 45 yıl aradan sonra bazan hatırlayıp kendisine dua ettiğim Kuddusi öğretmenim karşımdaydı. Aklımın ucundan geçmezdi onu böyle karşımda bulacağım. Her hatırlayışımda, “acaba nerede, belki de çoktan ölmüştür kim bilir” diye düşünürdüm. Hiç unutabilir miyim böylesi merhamet ve şefkat abidesi güzel öğretmenimi? O’nu da lüzûmsuz hikâyeler uyduran bazıları ile karıştırmam beni çok üzdü. Neden hep kötüye yorumluyordum, neden her gelene “bu da onlardan biridir mutlaka” mantığı ile bakıyordum. Beni böyle düşünmeye iten sebepler gözümün önünden geçti. Ben de çok iyi niyetliydim, bu iyi niyetimin faturasını çok pahalıya ödemiştim. Çok aldanmış, hatta bazen “Ya Rabbi, Adem'den (as) bu güne yarattığın insanlar içinde iyiler neden az ey güzel Allah’ım” diye Rabbimle dertleşiyordum. Kuddusi öğretmenime de ilk etapta öyle bakmam normaldi. O anlatmaya devam ederken dayanamayıp, “canım öğretmenim sizsiniz haa” deyip, bekleme salonunda bekleyenlerin önünde, gözlerimden yaşlar akarak, 5-6 yaşlarındaki bir çocuk gibi öyle sarıldım ki, bırakmak istemiyordum. O beni, ben onu sanki hiç bırakmamak üzere kucaklamış, öyle sıkı sarmıştık ki biribirimizden ayrılmak istemiyorduk. Sonra benim odama geçtik. Bekleyen hastalarımdan yarım saat müsaade istedim, onlarda gördükleri tablo karşısında seve seve kabullendiler Allah (c.c.) razı olsun. O karlı, fırtınalı günü benim gibi hiç unutmamış ve O, en ince teferruatına kadar hatırlıyormuş meğer. Benim hatırımda kalan sadece o soğuk günde öğretmenimin bana bir ayakkabı alarak beni sevindirmesi idi. O zor günü yeniden anlattı. - “Sınıfa girdim. Yine her zamanki gibi selamlaştık. Bizim meslekte oturmak yok bilirsin, hakkını vermelisin aldığın paranın. Dersi ayakta anlattım, gözüm hep sendeydi, beni dinledin. Mâsum bir vaziyetin vardı. Dersi tekrar anlatman için seni tahtaya kaldırdım. Bu sefer her zamankinden farklıydın. “Kalkmak istemiyorum” dedin. Buna inanamadım küçüğüm! Sinirlendim, tekrar söyledim adını, “Tahtaya kalk!” Gözlerin doldu ama kalkmadın. Ne acı ki, gururuma yenildim. Her şeyi anladığımı zanneden bir öğretmen bilirdim kendimi. Yokluktan üşüyen onurunu anlayamadım, hissedemedim. Kalktın, evet kalktın; gözlerinden düşen damlalarla yanıma geldin, gözlerime baktın. Israr etmesem konuşmayacaktın, biliyorum. Usulca yaklaştın, kulağıma fısıldadın. Hâlâ kulaklarımda o sözün: “Öğretmenim! Ayakkabım yok, tırnaklarım taşlara çarpmaktan kanlar içinde, üstelik ayağımda çok kirli, görüyorsunuz. Bu vaziyetimi arkadaşlarımın görmesinden utanıyorum, o yüzden kalkmak istemedim…” Bilir misin kurşun insanı bir sefer öldürür, ben o an binlerce kez öldüm. Bütün arkadaşların baktı sana, sen o kadar onurluyken. Herkes gördü senin kanayan çıplak ayaklarını. Nisan 2010 63 okul bahçesinde tur atmanın öğretmenlik olmadığını o gün anladım. Sıcacık evimin odasında şiirler, hikayeler yazarken, öğretmenliğin tahta başında kalmadığını seninle öğrendim güzel çocuk. Ben hayatı yeniden seninle keşfettim. Ertesi gün Cuma idi, hayatımda daha da büyük şoku o gün yaşadım. Gülümseyerek öğretmenler odasına girdin, beni çağırdın. Kısık bir sesle “Öğretmenim gelebilir misiniz?” Gözlerindeki o parıltı var ya, sanki yeniden doğdum o ışıltınla. Ayakkabılarını gösterdin bana, ümitlerin kadar parlaktı ayakkabıların. Giderken elime bir miktar para tutuşturdun. “Bu ne?” dedim. Yeşilhisar da Cuma günleri pazardı ve sen, pahalı olmaması için ayakkabılarını pazardan aldığını söyledin. Artan parayı da bana getirmiştin. Sen ne asildin güzel çocuk, sen ne asildin. Kim öğretmişti sana bu kadar asil olmayı, dik durmayı? Ben mi öğretmendim, yoksa bana insanlığı öğreten sen mi? “Ayakkabı almışın ama, gördüm ki çorapların da yok, haydi onunla da çorap alırsın güzelim!” dedim. Kaynayan bir aşın varsa evde, 3-5 kuruş paran da varsa cebinde, kralı oluyorsun dünyanın. Gözlerine perde iniyor ansızın, gözlerin ya görmüyor fakirin halini, ya da görmek istemiyor insanlıktan bi haber yüreğin. Sen yine oturdun usulca yerine. Kolay mı ders anlatmak, o küçücük ayaklar kan revan içindeyken, donmuşken? O yalan bilmeyen dilin, yoksulluğa bel bükerken, ne kadar dinleyebilirdin anlattıklarımı, bunca emsal çocukların arasında ezik düşmüşken? Teneffüste herkes dışarı çıktı. Kalmanı istedim, ağlıyordun. Öyle ağlıyordun ki, ancak nehirler dile gelirdi gözyaşlarında. Sarıldın sıkıca, biliyor musun, biraz evvel sarıldığın gibi? Bir daha hiç kimse sarılmadı bana. Bakıştık birbirimize, babayla oğul gibi. Sonra ağlayışımıza güldük. Cebimden para çıkarıp sana uzattım. Yeni bir ayakkabı al diye, öyle onurluydun ki almadın. Sonra bir hikâye anlattım, inandın bana. “Söz veriyorum öğretmenim!” diyerek parayı aldın. Biliyor musun ben o gece hiç uyumadım. Defalarca sorguladım kendimi. Koluma çantayı takıp 64 Aradan 45 yıl geçmiş, seninle büyüdüm, olgunlaştım, yenilendim. Kim bilir şimdi o hangi yıldızlar ülkesindedir? Hâlâ o minik ellerini, gecenin soğuğunu kimlerle paylaştığını, yarım ekmeğini kimlerle bölüştüğünü düşünüp durmaktaydım. Allah (c.c.)bizi tekrar burada buluşturdu. Anladım ki, kitaplardan öğrenilmiyor her şey. Sana binlerce teşekkür; bana içtenliği, onuru, paylaşmayı, her şeye rağmen dürüst ve ayakta kalmayı, kısaca insan olmayı öğretmiştin KARA GÖZLÜ MELEK…” Tekrar ikimiz de ağlıyorduk, Göz göze geldik gülümsemeye başladık. Dedim; “Öğretmenim, benim sizden ayakkabı parasını almamı sağlayan, anlattığınız hikayeyi siz de hatırlıyorsunuz. Bana o hikâyenin gereğini yerine getirmem için bu fırsatı veren Rabbimiz’e hamdü senalar ediyorum. Beni o günlerde kardan, kıştan koruyacak ayakkabılarım yokken, siz bana ayakkabı, çorap aldınız. Sizin de ağzınızda hiç dişiniz yok. O zaman siz de müsaade ederseniz, bu gün sıra bende. Şu bir hafta içinde rahat yemeye başlamanız, hiç çekinmeden gülümseye bilmeniz için sıra bende canım öğretmenim” Beraberce gülümsedik,gülümsedik… Nisan 2010 BOYACI ÇOCUK Bugün bir sokak başında Yüzü siyah, beyazlar gözyaşında Bir çocuk vardı ellerinde hayat Ve hayat bu gözlerle savaşında Bir çocuk vardı nefesi ağır Gam yükü yüreğinde fazlasıyla kahır Yüzüne baksa arş utanır Sokaklar, caddeler bir bir sağır Elleri perdelenmiş hayallerine inmiş Sızma bir tebessüm boyadığı ayakkabıda dinmiş Taş, toprak bir yığın kağıttı avuçlarına sinmiş Sakladığı yara hayatına ilişmiş İnsanlar susmuş, rüzgâr delirmiş Saçları arasında ince tel yaşam Saklamakta bazen zor gelirmiş... Ömür sondanda başlarmış demek Kahkahalar, eğlence, düğündernek Biliyor muydu ne demek? Ne demek sahi bu üstüne para verip satılası dünya Bir paçavradan değersizdi o an gözümde Büyüdü çocuk büyüdü birden önümde Sırtındaki sandık gibi ağır geldi aldığım nefes Aynı yaşamıyordu herkes... Boyadığı rengin izleriydi bakışı Üşüdü, üşüttü ruhumun sökük her yerini Bende yüreği kadar sıcak bir yer arama telaşı Nisan 2010 Bu kadar acımasız görünmemişti hiç aynalar Ben boş hüzünler kumaşı Sakla anam, sakla kurban olam Bir çocuk gözünde tüttürdüğüm bu aşı Her şey boşmuş bir duvara bakmak gibi Körü körüne düşmek katranlara akmak gibi Belki de tek gerçek hissetmekmiş Her şeyi şu çocuğun gözlerinde bırakmak gibi... İrkildi çocuk birden -Boyayım mı abi? Boya aslanım beyaza boya ama Şu kara bağlayan yüreğime bakma Boya ki açılsın kara perdeler Boya ki gözlerime düşsün şu yüreğindekiler Saçların gibi yumuşak boya Hayallerin gibi kaçak boya Sarın tüm saflıklarını Sür siyah yüreğime ak boya ... Bir hayat anlattı Sanki onu anlatan hayattı Yorgundu, mahzundu Bekleyeni vardı Zamanı dardı Saat nasırlaşmış ellerinde durdu Şu yalan dünyanın çarkına çok düştüm de Bir boyacı çocuk beni vurdu Halil ATİK 65 Kudüs Davası Nereye Gidiyor? zun senelerden beri özellikle 67’de işgal edilmesinden bu yana Doğu Kudüs, İsrail ile özellikle zengin ve büyük ülkelerdeki Siyonist hareketler için stratejik ve hatta dinsel bilinçte hassasiyet ve çok önemli bir yer işgal ediyor. Bunu, Mescid-i Aksa’ya paralel bölgede dün açılmış olması gereken Sinagog nedeniyle dile getiriyoruz. U Yasir El ZEATİRE Siyonistler bu toprak parçasında kayda değer hiçbir feragatte bulunmadılar. Aksa’nın üst kısmından bir kısmını talep ettiler, aşağı kısma egemen olmayı istediler. Burada mesele basit bir toprak meselesiyle değil bilakis Yahudilerin bilincinde kutsal bir yer işgal eden bir toprak parçasıyla alakalıdır. Bu durum, barış ya da Filistin’in bir kısmını elde etme fırsatıyla Arapların ihmal teorisinin düştüğü zayıflığın boyutunu gösteriyor. Aynı durum taksim kararını ihmalde de söz konusudur. Zira Yahudiler, her ne kadar başka toprak parçaları ya da barış, güvenlik ve Arap ülkeleriyle ilişkileri normalleştirme gibi siyasi avantajlar verilse de Kudüs’ten yani kadim şehirden feragat edecekleri hiçbir kararı kabul etmemişlerdir. Ben Gurion’un teorisi “Kudüssüz İsrail’in, heykelsiz Kudüs’ün anlamı yoktur” sözü üzerine kuruluysa projenin babaları ve sembolleri de bir gün bile bu teoriden fera- 66 Nisan 2010 gat etmemişlerdir. Kudüs üzerine yapılan pazarlıklar hakkında konuşmak safsatadan öteye geçmez. Burada 2000 yılı yazı Camp David müzakerelerinin başarısız olmasına sebep olan şeyin ne yüzölçümü, ne toprak ne de egemenlik meselesi olmadığını hatırlatıyoruz. Yaser Arafat onlarla bu konuların hepsi üzerinde anlaşabilirdi. Bu müzakereleri sonuçsuz kılan, Kudüs davasıdır. Zira İsrailliler işgalden sonra şehre dâhil edilen, yani kadim şehre paralel Arap mahalleleri olarak da bilinen bölgeler dışında hiçbir yeri vermeyi kabul etmedi. Kudüs ve özellikle Aksa’nın ve Kubbetü’s Sahra’nın bulunduğu kutsal alan üzerinde pazarlık yapmadılar. Siyonistler bu toprak parçasında kayda değer hiçbir feragatte bulunmadılar. Aksa’nın üst kısmından bir kısmını talep ettiler, aşağı kısma egemen olmayı istediler. Bu istek, Aksa’nın tamamından ya da sözde heykelin bulunması durumunda bazı kısımlarından kurtulma hakkını koruma ya da bir şey bulma iddiasıyla bu iş için bir çıkış bulma anlamına geliyor. İş sadece, 67 işgalinden beri saldırmaya devam ettikleri ve ayak bastıkları yer haline gelen Aksa’yla alakalı değil. Bilakis o dönemden beri çok çirkin ve aynı anda çok titiz ve planlı istilalara maruz kalan şehrin tamamıyla alakalıdır. Zira şehir aşamalı olarak Yahudilerin lehine Arap yerlileri kaybetmeye devam ediyor, bu durum o tarihten beri bir an bile durmamıştır. Bu görevin büyüğünü büyük kuruluşlar ve çok sayıda zengin Yahudi üstlenmiştir. Bunlara ek olarak, yerleşimciler şehirde kanser gibi ürerken kendi evinde bir oda bile inşa edemeyen Kudüslüleri hedef alan çirkin göçe zorlama politikaları uygulanmıştır. Bu satırlar ne işgalcilerin senelerdir takip ettikleri politikaların, ne de evlerle ve nüfusla alakalı rakamların incelemesini üstlenmiştir. Bunlar genellikle internet sitelerinde bilgi sahibi olmak isteyenlere sunuluyor. Biz ise bunlara sadece işaret ediyoruz. Arap ve Filistin resmi konumunu kınamak için değil aksine milletimizin durmaksızın kovaladığı “düş” hakkında konuşmak için. Akl-ı selim insanlar, hiçbir İsrail hükümetinin doğu Kudüs dosyasında gerçek bir taviz verilmediği sürece Filistin tarafıyla bir çözüm anlaşması imzalama cesaretini göstermeyeceğini anlarlar. Ramallah yönetimiyle Olmert hükümeti arasında geçenler bunun kanıtıdır. Yahudilerin Kudüs’teki yerleşim faaliyetlerini bir süreliğine bile olsa dondurmayı reddetmedeki inatçılığı bunu doğruluyor. Yahudiler bu dosyada makul bir tavizde bulunmuş olsalardı Filistin tarafının sunmak için hazır olduğunu gösterdiği tavizlerden -ki bunlar arasında toprak takası altında Batı Şeria’da yerleşim birimlerini muhafaza etmek, dönüş hakkı ve tam egemenlik konularında verilecek tavizler de yer alıyordu- sonra müzakere haftalarca sürmezdi. Kudüs dosyası ve Yahudilerin buna karşı takındıkları genel tutum bu düşmanla -velev ki milletimizden bazı kişiler kabul edilemez şeyleri kabul edecek olsun- çözüme varmanın imkânsız olduğunu kanıtlamaktadır. Yani müzakere projesi, işgalcinin başka dilden anlamadığı direniş projesini silerek daha fazla yerleşim ve Yahudileştirme için kılıf olmaktan öteye geçmez. Yasir El ZEATİRE'nin Dustur Gazetesinde 16.03.2010 tarihinde yayınlanan bu analiz, Gülşen Topçu tarafından tercüme edildi. Nisan 2010 67 Ailede Ahlak Eğitimi Bu kitap, çocukları için sorumluluk ve endişe duyan anne babalara, büyük anne ve büyük babalara, öğretmenlere ve tüm yetişkinlere yardımcı olmak amacıyla hazırlanmıştır. “Kendimi geliştirmek istiyorum. Sorunlar çıkmadan hazırlıklı olmak istiyorum. Kendi annem babamdan daha iyi bir Kitap Tanıtım yetişkin olmak istiyorum. Çevremde korkunç hatalar yapan, herşeye başkaldırmış ergen ve gençlerden korkuyorum. Bir hata yapmak istemiyorum.” diyenler, bu kitapta aradıklarını bulabilirler. “Çocuk eğitimi konusunda bilgilenmeye kimlerin ihtiyacı vardır?” sorusuna, Çocuğumda son zamanlarda istemediğim değişikler olmaktadır. Her şeyi onlar için yapıyorum ama yine de çocuklarımla sağlıklı bir iletişim kuramadım. “tüm anne babaların” diyenler olduğu gibi, “bazılarının ihtiyacı vardır”, diyenler de vardır. Çocuk eğitimi konusunda kendilerini eksik görmeyen veya herhangi bir bilgiye ihtiyaçları olmadığına inananlar, şunları söylerler: “Bu çocukta bir anormallik var. Ahmet’in uyum sorunu var. Hatice adam olmaz. Rukiye aşırı hareketli.” Böyle çocukların ebeveynleri, bu tür sözlerle, yargılamalarla suçu çocukların üzerine atar; kendi beceriksizliklerinin veya yanlış davranışlarının farkında bile değildirler. 68 Nisan 2010 Bazı anne babalar, çocuk eğitimine ihtiyaçları olmadığını ispat için şu gerekçeleri ileri sürerler: “Çocuğumu seviyorum ya, daha başka neye ihtiyacım var. Şu sıralar hiç önemli bir sorunumuz yok. Sorunu olan çocukların ebeveynleri okusun bu kitapları veya onlar katılsın bu kurs, seminer ve konferanslara. Çocuklarımız küçük, daha çok zamanımız var. Sorunlu çocuklar daha çok parçalanmış ailelerden çıkar. Sorunlu çocukların çoğu, alkolik, kumarbaz vb. ailelerde yetişir. Biz cahil birisi miyiz? Hiç kimse çocuklarımı nasıl yetiştireceğimi bana öğretecek durumda değildir. Çocuk eğitimi konusunda konuşanlar ve yazanlar, sanki kendileri çok iyi çocuk yetiştirmiş gibi konuşuyorlar, yazıyorlar.” Çocuk eğitimi konusunda eğitime ihtiyaç duymayanların yanında bu konuda istekli olanlar da vardır ve bunların bazı gerekçeleri şunlardır: “Anne babamın beni yetiştirirken yaptıkları hataları ben yapmak istemiyorum. Kendi çektiğim acıları, kırgınlıkları, çocuğuma yaşatmak istemiyorum. Komşumun, çocuğuyla yaşadığı sorunlar bizim evde de yaşanmasın. Çocuğum ergenlik yaşına geldiğinde onunla iletişimi kaybetmek istemiyorum. Çocuğumda son zamanlarda istemediğim değişikler olmaktadır. Her şeyi onlar için yapıyorum ama yine de çocuklarımla sağlıklı bir iletişim kuramadım.” Çocuk eğitimi, aile eğitimi, iletişim vb. konularda bilgi eksikliklerini kabul etmeyenler, diğer bir çok konuda kitap okuyup, programlara katılabilmektedirler. İyi bir pilot veya sürücü olmak, iyi yüzebilmek, iyi tüccar olmak için profesyonel eğitim almak gerektiğini hepimiz kabul ederiz. Ancak iş, aile içi iletişim, iyi bir eş, iyi bir anne baba olmak konusuna gelince, bazılarımız, kendilerini yeterli görürler, bu konuda bir kitap görseler,bir etkinliğe davet edilseler âdeta dudak bükerler, hatta bunları yapanlara basit ve lüzumsuz işlerle meşgul olduklarını söylerler. Çünkü onlar, kendilerinin her şeyi bildiğini ve en güzelini yaptığına inanırlar. Dolayısıyla kendilerinin ihtiyaçları olmadığı düşüncesiyle çocuk eğitimi vb. konulardaki eserleri okumayı, seminer gibi etkinliklere katılmayı küçük ve önemsiz görürler. Halbuki bu tür düşünceler, iki yönden doğru değildir. Bu tür eğitimle ilgili kitaplar sadece yeni anne baba olmuş gençler için değil, birkaç Nisan 2010 tane çocuk yetiştirmiş orta yaş ve üstü yetişkinler için de bir ihtiyaçtır. Çünkü, çocuk eğitimi konusunda herkesin eksiği olabilir. Ayrıca bu tür bilgiler yeniden hatırlamaya ihtiyaç vardır. Burada tavsiye edilen davranışların hayata geçirilmesi veya devam edebilmesi için, bildiklerimize zaman zaman yeniden ulaşmak önemlidir. Bu açıdan bu eserin bir anlamda el kitabı olma özelliği vardır. Bu kitabın bir özelliği de, anne babaları suçlamadan onlara yol gösteren bir üslûpla hitap etmektir. Çünkü bazı kitaplar, psikolog ve eğitimciler, konuyu öyle sunmaktadırlar ki, bunu okuyan veya duyanlar suçluluk duygusuna kapılabilmektedirler. Halbuki, insanlarımızda suçluluk duygusu yerine sorumluluk duygusunu geliştirmek ve buna bağlı olarak davranışlarında olumlu değişim üzerinde durmak daha önemlidir. Bu kitabın bir özelliği de son yıllarda yaygın olan tercüme kitapların etkisinde kalmadan kaleme alınma gayreti içinde hazırlanmasıdır. Çünkü düşünce hayatında, değişik zamanlarda farklı düşünce ve anlayışlar yaygınlaşır. Bu anlayış ve uygulamalar, tüm dünyayı olduğu gibi bizi de doğrudan veya dolaylı olarak etkilemektedir. Elbette bu ülkede, bu dünyada yaşayan herkes gibi benim de çevremde olan bitenden, yazılan çizilenden etkilenmemem mümkün değildir. Ancak şunu söyleyebilirim: Günümüzde yaygın olan moda akımların düşüncelerine karşı oldukça dikkatli olmaya çalıştım. Buna rağmen hatalarım olmuş olabilir. Bu ve her konuda, yazılı veya sözlü görüş bildireceklere şimdiden teşekkür ediyorum. Son olarak, bu kitabın böyle kalmayacağını ve genişletilerek yeni baskılarının yapılacağını belirtmek istiyorum. Ayrıca bu kitabın devamı olarak, ailede ahlak eğitimi (yani bu kitabın içeriği) ile ilgili örnek olayların yer aldığı kitap çalışmasına değerli öğretmen Murat Kılıç’la birlikte devam ediyoruz. Aynı şekilde hedefim, ahlâkî değerlerin (yani iyi ve kötü huyların) ele alındığı (doğruluk eğitimi, sabır eğitimi vb.) çalışmalar yapmak ve bu çalışmaları konferans, seminer vb. etkinliklerle de halkımıza anlatmaktır. Kaynak: www.mehmetzekiaydin.com 69 BURHAN ÇOCUK Musa KARACA mkaraca_rehber@hotmail.com KUTLU DOĞUM Sevgili Peygamberimiz Mîlâdî 571 yılı Nisan ayının yirmisinde doğmuştur. Bu hafta kutlu doğum haftası olarak kutlanmaktadır. Bizde bu ayki yazımızı efendimizin hayatına ayırdık. Sevgili Peygamberimiz doğduğunda Mekke halkının çocuklarını bir süt annesine vermeleri âdetti. Mekke’nin havası çok sıcak olduğundan, çocukları havası iyi, suyu tatlı olan civar yerlerdeki yaylalara gönderirler, çocuklar bir müddet oralarda, verildikleri süt annelerinin yanında kalırlardı. Her sene bu maksatla Mekke’ye birçok süt anaları gelir, birer çocuk alıp giderlerdi. Peygamberimiz doğduğunda da aynı şekilde süt anneleri gelmiş her biri birer çocuk almışlardı. Peygamber efendimiz yetim olduğu için fazla ücret alamama düşüncesiyle, O’na tâlib olan çıkmamıştı. Gelen kadınlar içinde iffeti, temizliği, yumuşaklığı, hayâsı ve yüksek ahlâkıyla tanınmış Halîme Hâtun da vardı. Binek hayvanları zayıf olduğu için Mekke’ye diğer süt analarından geç gelmişti. Kocası ile Mekke’de dolaşarak zengin ailelerin çocuklarının alınmış olduğunu görmüşler, eli boş dönmemek için bir çocuk aramaya başlamışlardı. Nihâyet görünüşü ile sîması çok sevimli bir zat ile karşılaştılar. Bu, Peygamberimizin dedesi Abdülmuttalib idi. Onunla torununu almak üzere anlaştılar. Abdülmuttalib, Halîme Hâtunu Hz.Âmine’nin evine götürdü. Halîme Hâtun şöyle anlatır: “Çocuğun baş ucuna vardığımda O’nu, yünden beyaz bir kundağa sarılı, yeşil ipekten bir örtünün üstünde mışıl mışıl uyur gördüm. Etrafa misk kokusu yayılıyordu. Hayret içinde kalıp bir anda O’na öylesine ısındım ki uyandırmaya kıyamadım. Elimi göğsüne koyduğumda uyandı ve bana bakıp öyle bir tebessüm etti ki, kendimden geçtim. Annesi, böylesine güzel ve mübârek çocuğu bana vermez korkusuyla derhal yüzünü örtüp kucağıma aldım. Sevgili peygamberimiz dört yaşına kadar süt annesi Hz.Halime’nin yanında kalmıştır. EN GÜZEL BİNEK Bir seferinde peygamber efendimiz Hz. Hasan'ı omzuna almış gidiyordu. Bir adam kendisini bu halde görünce, Hasan'a; "Ey çocuk, bindiğin binek ne güzeldir" dedi Peygamberimiz de cevap verdi: "O da ne güzel binicidir " NUR ÇOCUĞUN MUCİZELERİ Mucize: peygamberlerin gösterdiği olağanüstü durumlara denir. Sevgili peygamberimiz süt annesiyle giderken birçok mucize gerçekleşmiştir. Daha önce Benî Sa’d yurdunda kuraklık varken O’nun buraya gelmesiyle bol yağmura ve berekete kavuştular. Hz. Halime’nin çelimsiz ve hızlı gidemeyen merkebi öylesine hızlı yürüyordu ki, beraber geldikleri kâfile, onlardan önce yola çıkıp çok uzaklaşmış olmasına rağmen, onlara yetişip geçmişti. Benî Sa’d yurduna vardıktan sonra görülmemiş bir bolluğa ve berekete kavuştular. Sütü az olan hayvanları bol bol süt veriyordu. Bunu gören komşuları hayret edip, bunun emzirmek için aldıkları çocuk sebebiyle olduğunu açıkça anladılar. Kuraklık sebebiyle çok sıkıntıya düştüklerinde yağmur duâsına giderken O’nu yanlarında götürüp duâ ederek yağmura kavuştular. 70 Nisan 2010 NUR ÇOCUK Peygamber efendimiz çocukluğunda nasıldı merak ediyor musunuz? Öyleyse efendimizin süt annesi Hz. Halimeyi dinleyelim: “İlk konuşmaya başladığında, “Lâ ilâhe illallahüvallahüekber. Velhamdülillahi rabbil âlemîn.” dedi. O günden sonra “Bismillâh” demeden hiçbir şeye elini uzatmazdı. Sol eliyle bir şey yemezdi. Yürümeye başladığında çocukların oynadıkları yerden uzak dururdu ve onlara “Biz, bunun için yaratılmadık.” derdi. Her gün O’nu güneş ışığı gibi bir nûr kaplar ve yine açılırdı. İki yaşına girdiğinde gelişmiş, gösterişli bir çocuk olmuştu. Üzerinde beyaz bir bulut dâimâ birlikte hareket eder ve O’nu gölgelerdi. EFENDİMİZİN HAYATI Hz. Muhammed aleyhisselâm dört yaşına kadar süt annesi Halîme Hâtunun yanında kaldı. Altı yaşına kadar da annesinin yanında büyüdü. Altı yaşındayken annesi de vefât etti. Muhammed aleyhisselâm sekiz yaşına kadar da dedesinin yanında büyüdü. Abdülmuttalib vefâtı yaklaşınca oğullarını toplayıp Sevgili Peygamberimize; “Yavrum, bu amcalarından hangisinin yanında kalmak istersin?” diye sordu, Resûl-i ekrem efendimiz koşup amcası Ebû Tâlib’in kucağına oturdu. Onun yanında kalmak istediğini söyledi. Abdülmuttalib de O’nu oğlu Ebû Talib’e bıraktı ve O’na iyi bakmasını önemle vasiyet etti. Bundan sonra da vefat etti. Peygamberimiz sekiz yaşından sonra amcası Ebû Tâlib’in yanında kalmaya başladı ve onun himâyesinde büyüdü. BULMACA 1- Peygamberimizin kabilesi 2- Peygamberimizin süt annesi 3- Peygamberimizin babası 4- Peygamberimizin ilk eşi 5- Peygamberimizin kızı ve Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’in anneleri 6- Peygamberimizin annesinin adı 7- Peygamberimizin anne tarafından dedesinin adı 8- Peygamberimizin Uhud Savaşı’nda şehit olan amcası 9- Peygamberimizin bakıcısı 10- Peygamberimizin hanımı ve Hz.Ebubekir’in kızı 11- Peygamberimizin süt kardeşi 12- Peygamberimizin iki kızı ile evlenen damadı 13- Peygamberimizin yanında büyüdüğü amcası 14- Peygamberimizin dedesi 15- Peygamberimizin damadı ve amcasının Nisan 2010 71 Bülbül Bütün dünyâya küskündüm, dün akşam pek bunalmıştım; Nihayet, bir zaman kırlarda gezmiş, köyde kalmıştım. Şehirden kaçmak isterken sular zaten kararmıştı, Pek ıssız bir karanlık sonradan vâdiyi sarmıştı. Işık yok, yolcu yok, ses yok, bütün hılkat kesilmiş lâl... Bu istiğrâkı tek bir nefha olsun etmiyor ihlâl Muhîtin hâli "insâniyyet"in timsâlidir, sandım; Dönüp mâzîye tırmandım, ne hicranlar, neden andım! Taşarken haşrolup beynimden artık bin müselsel yâd, Zalâmın sinesinden fışkıran memdûd bir feryâd, 0 müstağrak, o durgun vecdi nâgâh öyle coşturdu Ki vâdiden bütün, yer yer, enînler çağlayıp durdu. Ne muhrik nağmeler, yâ Rab, ne mevcâmevc demlerdi; Ağaçlar, taşlar ürpermişti, gûya Sûr-i Mahşerdi! -Eşin var, âşiyanın var, baharın var, ki beklerdin; Kıyâmetler koparmak neydi, ey bülbül, nedir derdin ? 0 zümrüd tahta kondun, bir semâvî saltanat kurdun; Cihânın yurdu hep çiğnense, çiğnenmez senin yurdun, Bugün bir yemyeşil vâdi, yarın bir kıpkızıl gülşen, Gezersin, hânmânın şen, için şen, kâinatın şen. Hazansız bir zemin isterse, şâyed rûh-i ser-bâzın, Ufuklar, bu'd-i mutlaklar bütün mahkûm-i pervâzın. Değil bir kayda, sığmazsın - kanadlandım mı - eb'âda; Hayâtın en muhayyel gayedir ahrâra dünyâda, Neden öyleyse mâtemlerle eyyâmın perîşandır? Niçin bir damlacık göğsünde bir umman hurûşandır? Hayır, mâtem senin hakkın değil... Mâtem benim hakkım: Asırlar var ki, aydınlık nedir, hiç bilmez âfâkım! Tesellîden nasîbim yok, hazân ağlar bahârımda; Bugün bir hânmansız serseriyim öz diyârımda! Ne husrandır ki: Şark'ın ben vefâsız, kansız evlâdı, Serâpâ Garba çiğnettim de çıktım hâk-i ecdâdı! Hayâlimden geçerken şimdi, fikrim herc ü merc oldu, SALÂHADDÎN-İ EYYÛBÎ'lerin, FATİH'lerin yurdu. Ne zillettir ki: nâkûs inlesin beyninde OSMAN'ın; Ezan sussun, fezâlardan silinsin yâdı Mevlâ'nın! Ne hicrandır ki: en şevketli bir mâzi serâp olsun; O kudretler, o satvetler harâb olsun, türâb olsun! Çökük bir kubbe kalsın ma'bedinden YILDIRIM Hân'ın; Şenâatlerle çiğnensin muazzam Kabri ORHAN'ın! Ne heybettir ki: vahdet-gâhı dînin devrilip, taş taş, Sürünsün şimdi milyonlarca me'vâsız kalan dindaş! Yıkılmış hânmânlar yerde işkenceyle kıvransın; Serilmiş gövdeler, binlerce, yüz binlerce doğransın! Dolaşsın, sonra, İslâm'ın harem-gâhında nâ-mahrem... Benim hakkım, sus ey bülbül, senin hakkın değil mâtem! Mehmet Akif ERSOY 72 Nisan 2010