AYLIK SİYASİ GAZETE Şubat 2009/02 • FİYATI 2,00 TL (KDV DAHİL

advertisement
AYLIK
SİYASİ
GAZETE
Karkerên jin û mêr!
Ji xeynî zencîrên we tiştekî
we yê wendakirinê tune!
Hûn dikanin cîhanekê
nu wergirin!
SAY
Şubat 2009/02 • FİYATI 2,00 TL (KDV DAHİL) • ISSN 1302-692X130
E
I l H JM
AR
Kadın ve erkek işçiler!
Zincirlerinizden başka
kaybedecek birşeyiniz yok!
Kazanacağınız
yeni bir dünya var!
•
editörden - içindekiler
Editörden...
Değerli Okuyucu,
kapitalizmin-emperyalizmin
krizi tüm hızıyla devam ediyor.
Etkilenmeyen veya etkilenmediğini
söylemeyen sektör yok gibi. Kime
sorsanız işler kötü gidiyor.
Azami kar hırsıyla hareket
eden kapitalist yağma ve sömürü
sistemi, milyonlarca emekçiyi açlık
ve yoklukla karşı karşıya bırakıyor!
Refah dönemlerinde kara ortak
edilmeyen milyonlarca emeğiyle ve
alınteriyle geçinen işçi ve emekçiden
kriz dönemlerinde en büyük
fedekarlık bekleniyor.
İşçiler ailelerini geçindirebilmek
için hiçbir güvenceye sahip olmadan
pervasızca sokağa atılıyorlar!
Peki bu kader mi, değiştirilemez
mi?
Hayır kader değil ve
İçindekiler
değiştirilebilir!
Yeter ki işçi sınıfı ve emekçiler
durumlarının ve güçlerinin farkına
varsınlar!
Yeter ki işçiler ve emekçiler "Bana
dokunmayan yılan bin yaşasın!"
mantığıyla sınıf kardeşlerinin
işten atılmalarına ve mağdur
edilmelerine sessiz kalmasınlar!
Yeter ki işçiler kendi öz çıkarlarını
savunan, bayrağında herkesten
yeteneğine göre, herkese emeğine
göre ilkesinin yer aldığı sosyalist
toplum için mücadele eden öz
örgütlenmelerini yaratsınlar.
Yeter ki işçiler kendiliğinden sınıf
olmaktan çıkıp, kendisi için sınıf
oluversinler!
İşgaller, savaşlar ve her türlü
zulümlerle ayakta tutulmaya
çalışılan kapitalist barbarlık
düzenine karşı alternatif bugün her
zamankinden daha fazla
"Ya Barbarlık içinde yok oluş, ya
Sosyalizm!"dir.
Bunun ortası yoktur: Barbarlığa
karşı mücadele etmiyorsak,
barbarlığa göz yumuyorsak, onun
sürüp gitmesini ve tüm insanlığın
kuyusunu kazmasını destekliyoruz
demektir!
Tüm sınıf dostlarını barbarlığa
karşı insanlık mücadelesinde yer
almaya çağırıyoruz!
YDİ ÇAĞRI, 05.02.2009 √
GÜNDEM
Kapitalizmin krizi, emekçilerin çıkmazı?. . . . . . . . . . . . . . . . . 3
Egemenler arasında iktidar dalaşı ve Ergenekon operasyonları sürüyor. 4
TRT Şeş neyin nesi?. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5
İktidar mücadelesinde yüksek yargı nasıl rol oynuyor?. . . . . . . . . . 6
HALKLARIN KARDEŞLİĞİ İÇİN
Hâlâ Hrantız, hâlâ Ermeniyiz… . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
Katledilişinin 2. yılında Hrant anıldı. . . . . . . . . . . . . . . . . . .
Hrant İzmir’de anıldı. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
İsrail saldırısı protesto edildi . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
“Hrant için adalet için”. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
7
8
8
9
9
GÜNCEL
İki genç kaçırıldı!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 9
Kürt anneler anadilde eğitim hakkı istedi. . . . . . . . . . . . . . . . 10
Anadilde Eğitim hakkı eylemi . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 10
YENİ İŞÇİ DÜNYASI
Asil Çelik işçisinin onurlu grevi başladı . . . . . . . . . . . . . . . . EK:1
Direnişçi işçilerle dayanışma gecesi yapıldı . . . . . . . . . . . . . . EK:2
Mersin Limanında işten atılan işçiler direnişte. . . . . . . . . . . . . EK:3
Asemat işçileri grev dedi . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:4
Taşeron işçilerden açlık grevi. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:5
Çimsetaş’ta işçi kıyımı. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:5
Emekçiler krize ve işten atmalara karşı yürüdü . . . . . . . . . . . . EK:5
İsrail ve işten çıkarmalar protesto edildi . . . . . . . . . . . . . . . . EK:6
SES’li emekçiler demokratik bir üniversite istediler . . . . . . . . . . EK:6
Genç bir işçi mektubu…. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:7
Direnişteki Akan-Sel işçilerine destek artarak devam ediyor!. . . . . . EK:8
Genç bir okur mektubu... . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:8
YENİ KADIN DÜNYASI
Türkiye'de kadın sığınmaevleri . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 11
PANORAMA
İşgal sona mı eriyor? - IRAK-GÜNEY KÜRDİSTAN - . . . . . . . . . . . . 12
Açık hava cezaevinde “fosforlu” katliam - GAZZE/ FİLİSTİN - . . . . . . . 13
Savaşın seçimi, seçim savaşı - İSRAİL-FİLİSTİN- . . . . . . . . . . . . . 14
OKUR MEKTUBU
Asimilasyon tartışması hakkında bir tavır . . . . . . . . . . . . . . . . 15
YAŞAMA TEMELLERİNİ KORUMA MÜCADELESİ
Yeşiller Partisi üzerine... . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 18
YDİ Çağrı’nın barajlara karşı takındığı tavır üzerine . . . . . . . . . . . 19
YENİ DÜNYA GENÇLİĞİ
Gençlerden İsrail protestosu. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 19
Her türlü işe 180 TL!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 19
• ÇAĞRI Basın Yayın Ltd. Şti Adına Sahibi: Aziz Özer
• Sorumlu Yazıişleri Müdürü: İlyas Emir • Yönetim Yeri ve Adresi:
Hüseyin Ağa Mah., Balo Sok. No: 29/5 Beyoğlu - İstanbul
• Tel. /Fax: (0212) 620 67 57 • Banka Hesap:
Türkiye İş Bankası Galatasaray-İstanbul, Hesap No: 1022 0 738654
• Sayı: 130 · Şubat 2009 • ISSN 1301-692X130
• Fiyatı: Türkiye: 2,00 TL (KDV DAHİL) Türkiye Dışı: 2,50 Euro
• Baskı: Uğur Matbaacılık · Tel.: (212) 501 81 09 Litros Yolu 2.
Matbaacılar Sitesi 6. Kat A Blok 4 NA 8-10-11-23 · Topkapı - İstanbul
• Yayın Türü: Yaygın Süreli
mail@ydicagri.org
www.ydicagri.org
2
M
Kapitalizmin krizi,
emekçilerin çıkmazı?
a li k riz tü m dü nyay ı
sarsmaya ve emekçileri
vurmaya devam ediyor.
Milyarlarca dolarlık yardım paketleri,
devletleştirme, üretimi durdurma,
işçi çıkartma önlemlerine rağmen
kriz derinleşerek büyüyor. Dev tekeller zor durumda olduklarını, gelecek
açısından kaygılı olduklarını her fırsatta dile getiriyorlar. Kapitalizmin
bir ürünü ve olağan sonucu olarak
dalga dalga büyüyen ekonomik kriz
emekçileri yığınlar halinde işsizliğe
yoksulluğa itiyor.
Buna karşı Davos’ta düzenlenen
Dünya Ekonomik Forumunda bir
araya gelen tekellerin ve devletlerin
yöneticileri krizden çıkış yollarını
tartışmaya başladılar. Krizin sahipleri, krizi aşmak için yeni kararlar alacak, milyarlarca işçinin, emekçinin
kaderini belirleyecekler. Kârlarının
korunması, şirketlerinin batmaması,
bugünkü iktidarlarının sarsılmaması
için. Bu elbette büyük, yoksul ve hala
sessiz çoğunluğun canları pahasına
olacaktır.
Uluslararası Para Fonu (IMF)
Kasım ayında açıkladığı küresel büyüme tahminini %2,2’den %0.5’e
çekti.
Ayrıca aynı dönemde ABD ekonomisi için 0,7 oranında daralma tahmini yapılmıştı. Oysa revize edilen
raporda ABD ekonomisinde 2009
için %1,6 küçülme öngörülüyor.
IMF’nin bu raporu öncesinde
ABD’nin dev tekellerinin açıkladığı
işçi çıkarma planları durumu gözler
önüne seriyor. İş makineleri üreticisi Caterpillar 2009 yılında 20 bin,
tarım aletleri üreticisi Deere 700, ormancılık alanında faaliyet yürüten
Şiret ABD fabrikasından 190 işçiyi
işten çıkaracağını açıkladı. Ayrıca
Uluslararası çelik devi Corus’un ise
tüm fabrikalarından toplam 3 bin
500 işçinin işine son vereceği iddia
edildi. 2008 yılında ABD’de yaklaşık
2 milyon 500 bin kişi işini kaybetti.
Ekonomi uzmanları 2009 yılında
yeni işsizler ile birlikte bu rakamın
katlanacağı görüşündeler. Elbette
ekonomi devi ABD’deki bu durum
tüm dünyayı, milyonlarca insanı etkiliyor ve etkilemeye devam edecek.
Kriz bizi teğet geçiyor!!!
Tüm dünyada bunlar olurken birilerine göre ortada kriz filan yok sorun
psikolojik. Oysa İş Kurumlarının
önünde kuyruklar oluyor, işsizlik
ödeneği alanların sayısı geçen yıla
göre iki-üç kat artıyor. Büyük fabrikalar birbiri ardına üretime ara
verme ve işçi çıkarma kararları alıyor. Son olarak Pirelli ve Brisa krizi
gündem
setçilerin bilgisi, kimi zaman direkt
yönlendirmesi ile gerçekleşen cinayetlerin sorumlusu olarak üç-beş
“iyi çocuk” yargılanacak ve sonunda
devlet kendini aklayacak. Aslında
devletin can simidi olan Ergenekon
şimdi AKP’ye ayak bağı olduğu, artık onlara ihtiyaç kalmadığı için dağıtılıyor. Dağıtılan, yargılanan çeteler, yargısız infazlar, katliamlar değil
sadece maşalardır. Sadece maşaları
değil, onlarla birlikte sorumlularını
da yargılayacak ve mahkûm edecek
olan bu adaletsizliğe, hukuksuzluğa maruz kalan halklar, işçiler ve
emekçilerdir.
gerekçe göstererek işçi çıkarmaya yöneldi. İşten çıkarılan Gürsaş ve Sinter
Metal işçileri ise işe geri alınmaları
ve sendikal haklar için mücadele ediyorlar. Şimdiden yüzbinlerce işçi işsiz
kaldı. Yani “kriz bizi teğet geçiyor”.
Emekçileri yoksulluğa iten kriz
aynı zamanda birilerine fırsat kapıları da açıyor. Patronlar kriz gerekçesi ile işçiler için kölelik koşulları
talep ediyor, sendikalı işçileri işten
çıkarıyor, sendikalaşma girişimlerini
önlüyor. Patronların son bir yıldır
dile getirdikleri talepler 28 Ocak’taki
Üçlü Danışma Kurulu toplantısı öncesinde tekrar gündeme geldi. İşçi,
işveren ve hükümet temsilcilerinin ekonomik kriz gündemi ile bir
araya geleceği toplantı öncesi İşveren
Sendikaları Konfederasyonu (TİSK)
bir rapor yayınlayarak hükümetten
beklentilerini sıraladı. Grevlerin yasaklanmasını, işten atılan işçilerin
işe iade davası açmalarının engellenmesini, sigorta primlerinin yarısının
indirilmesini ve kalan yarısının ise
ertelenmesini isteyen patronlar kendileri için tam bir saltanat, işçiler için
ise kölelik koşulları öngörüyorlar.
Telafi çalışması, denkleştirme, geçici
iş sözleşmesi gibi esnek çalıştırma
maddelerinin İş Kanunu’na eklenmesini de talep eden patronlar kendi yarattıkları krizin faturasını emekçilere
ödetmek için çabalıyorlar.
Bu tabloya karşı emekçiler bir
çıkmaz içerisindeler. Hala ciddi bir
karşı koyuş örgütlenebilmiş değil.
Sendikaların büyük çoğunluğu göstermelik eylemler, açıklamalar ile durumu kurtarmaya çalışıyorlar. En son
24 Ocak’ta Adana’da yapılan eyleme
sadece 3 bin kişinin katılmış olması,
işçi ve emekçilerin sıra kendilerine
gelene kadar pek ses çıkarmadıklarının bir kanıtı niteliğindeydi.
Elbette bir mucize beklentimiz yok.
Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın mantığı ve işten atılma korkusu
ile yaşayan milyonların bir anda
silkinmesi ve mücadeleye katılması
henüz öngörülen bir durum değil.
Ancak buna rağmen ücretsiz izne
gönderilen, ücretleri kesilen, ödenmeyen milyonlarca işçi, yani yılanın
dokunduğu milyonlar mücadele etmekten başka çarelerinin de olmadığını görmek zorundalar. Sınıf bilinçli,
sendikalı işçiler diğer fabrikalardaki
işçileri uyarmalı, mücadeleye katmak
için inatçı, sabırlı ve mücadeleci bir
tavır sergilemeliler. Kendi sendikalarının harekete geçmesini sağlamalı,
sessiz kalanları rahatsız etmelidirler.
Aksi halde “krizin faturasını ödemeyeceğiz” sloganı iyi niyetten öteye
geçmeyecektir.
Kriz dalgasından Ergenekon
dalgalarına…
Tüm dünya gündemini meşgul eden
ekonomik krizin yanı sıra Türkiye’yi
meşgul eden diğer bir önemli konu
şüphesiz Ergenekon davası. AKP’nin
kendisi için bir tehdit olarak gördüğü
devletin derinine müdahalesi dalgalar halinde sürüyor. 11. dalganın
yaşandığı Ergenekon davasında her
gün yeni iddialar, yeni bilgiler gün
ışığına çıkıyor. Muvazzaf subayların
da gözaltına alınıp tutuklanmaya
başlandığı davada alınan ifadeler ile
ülkenin her köşesinden silah ve patlayıcı maddeler fışkırmaya başladı.
Ergenekon çetesinin cephaneleri olduğu iddia edilen silahlar parklardan, yollardan toplanmaya başlandı.
Davayla birlikte birçok faili meçhul cinayet, saldırı ve provokasyonlar hakkında yeni bilgiler su yüzüne
çıktı. Örneğin Ergenekon sanığı Ali
Kutlu’nun 2005 yılı Newroz’unda
Mersin’de olan bayrak yakma olayında çocukların eline bayrağı veren
kişi olduğu ortaya çıktı.
Son 10-20 yıl içerisinde gerçekleşen
birçok cinayet, bombalama ve suikast
sonrasında adları geçen kişiler şimdi
yıllardır “bekası için kan döktükleri”
devlet tarafından yargılanıyorlar.
Devlet adına ve yetkililerin, siya-
Ve seçim dalgası…
Mart ayında yerel seçimler yapılacak.
Adaylar belirlendi, açıklandı, kıyasıya mücadele başladı. Aynı zamanda
seçim dalavereleri, yanlış nüfus kayıtları, bir anda nüfusun artması vb.
tartışmaları da gündeme geldi. Ama
bunların içinde belki de en fazla yer
tutan konu kömür oldu. Belediyeler,
özellikle AKP’li belediyeler tonlarca
kömür dağıtma işine hız verdiler.
Aslında halk en fazla kömür dağıtan belediye başkanına oy vermeye
çağrılıyorlar. Kimsede kimin kömürünün kime dağıtıldığı sorusunu
sormuyor. Halkın cebinden alınan
vergilerle alınan kömürler yine halka
sadaka olarak dağıtılıyor. Doğalgaza
kış boyunca zam yapıldı karşılığında
kömür dağıtılıyor, kış geçmek üzere
olduğu şu günlerde şimdiye kadar
doğalgaza yapılan % 70 zamdan seçim yatırımı olarak konutlarda %17,
işyerlerinde %18 indirim yapıldı.
Adayların birbirlerini yolsuzlukla
suçladıkları seçim dalgası neyi değiştirecek? Halkın hangi sorununa
çözüm getirilecek? Elbette işçi sınıfının çıkarlarına, halka hizmet eden,
dürüst ve samimi adayların seçilmesi
bir kazanım olacaktır. Ancak bu kazanım aynı zamanda fabrikalarda,
alanlarda, sendikalarda gerçekleştirilmelidir. Çünkü tabandan bir hareketin olmadığı koşullarda yöneticiler
ya yozlaşacak ya da yeterli desteğe
sahip olamadıklarından elleri kolları bağlanacaktır. En alt birimlerden
başlayan bir örgütlenme olmadıkça
seçimlerden elde edilen geçici kazanımlar pek bir işe yaramayacaktır.
Gerçek çözüm işçi ve emekçilerin
örgütlenmesi temelinde, kendi içlerinden ve gerektiğinde her an görevden alınabilen yöneticileri seçmesidir. Seçimlerde bunun için mücadele
edilmelidir. Bunun olmadığı koşullarda yapılan seçimler bir aldatmacadan başka bir şey değildir.
30.01.2009 √
3
gündem
E
4
Egemenler arasında iktidar dalaşı ve
Ergenekon operasyonları sürüyor
gemenler arasında süregelen
iktidar mücadelesi, AKP ile
Kemalist kanat arasında karşılıklı darbelerle, ataklarla sürüyor.
Yüksek yargıda egemen konumlarını sürdüren Kemalistler, AKP’nin
iktidar yürüyüşünü engellemek için
darbe üzerine darbe yapıyorlar.
Cumhurbaşkanı seçimi döneminde, meclis toplantı yeter sayısı
ile karar sayısını eşitleyen 367 kararı, AKP kapatma davası, Anayasa
Mahkemesi’nin türban kararı, en
son Danıştay 8. Dairesi’nin verdiği
karar yargı darbelerinin örneklerini
oluşturuyor. AKP ise yüksek yargı
tarafından kendisine karşı yapılan
darbelere karşı, karşı darbelerle cevap veriyor.
Yürüyen Ergenekon soruşturması
iktidar dalaşında, AKP’nin statükocu
ideolojik Kemalist iktidar odaklarını
adım adım iktidardan uzaklaştırma
mücadelesinde, hükümet olmaktan
iktidar olmaya doğru yürüyüşünde,
kendine yakın yargı yoluyla gerçekleştirdiği bir karşı darbedir. AKP
Emniyet’te kendine bağlı güçler üzerinden, AKP’nin iktidar yürüyüşünü
durdurmak için bir dizi provokasyon
eylemi yapan Ergenekon çetesinin
üzerine gidiyor.
Bir yandan yargılama sürerken, diğer yandan Ergenekon operasyonları
sürüyor. Ocak ayı içinde 10. ve 11.
dalga olarak adlandırılan yeni gözaltılar ve tutuklamalar gerçekleşti.
7 Ocak günü 12 ilde eşzamanlı yapılan baskınlarda 33 kişi gözaltına
alındı. Gözaltına alınan kişiler içinde
önemli şahsiyetler vardı. Emekli
Orgeneral Kemal Yavuz, eski MGK
Genel Sekreteri emekli Orgeneral
Tuncer Kılınç, eski YÖK Başkanı
Kemal Gürüz, Özel Harekat Dairesi
eski Başkan Vekili Susurluk ’çu
İbrahim Şahin bunlardan bazıları
idi.
Göza lt ı la rın olduğ u g ün,
Genelkurmay Başkanı ve kuvvet komutanları Genelkurmay’da saatler
süren toplantı yaptılar. 8 Ocak günü
komutanların eşleri topluca Tuncer
Kılınç’ın evine giderek Kılınç’ın eşine
geçmiş olsun dileklerini ilettiler.
Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ,
Başbakan ve Cumhurbaşkanı ile yüz
yüze görüştü. Bu görüşmelerin arkasından iki “paşa” serbest bırakıldı.
10. dalgada gözaltına alınan 33 kişiden, dördü muvazzaf asker olmak
üzere 16 kişi tutuklandı. Aranan
Yarbay Mustafa Dönmez polise değil, askerlere teslim oldu. Tutuklanan
Dönmez Askeri Cezaevine konuldu.
Susurluk ’çu İbrahim Şahin ve
Mustafa Dönmez’in evinde bulunduğu iddia edilen krokilerle yapılan
kazılarda, yeraltında çok sayıda askeri cephane bulundu.
İki eski önemli “paşa”nın gözaltına
alınması, Kemalistlerin akıl hocası,
cin fikirli eski Yargıtay Cumhuriyet
Başsavcısı Sabih Kanadoğlu’nun evinin aranması, bunlara “istediğimiz
Metal İşçileri Sendikası yaptığı
açıklamada doğru olarak şunları
söylüyor:
“Örgütlü olduğu işyerlerinde işçilerden çok işverenlerin bir taşeronu
gibi çalışarak yıllardan beri işçileri
haklarını korumak adına işçi kıyım-
zaman sizi alırız” mesajı yanında,
gözdağı verilmektedir.
Egemenler arasındaki iktidar dalaşında, statükocu ideolojik Kemalist
kanadın saflarında konaklayan, 10.
dalgada gözaltına alınıp tutuklanan,
çok sevdiği iki “paşa”sının yanına
larını gerçekleştiren, otuz yıldır başında olduğu kurumu bir kışlaya çeviren, bırakın demokratik işleyişi, en
baskıcı yönetim modellerinde bile az
rastlanacak yöntemlerle yöneticilik
yapmaya çalışan bu kişilerin, bugün
karşılaştıkları durum, asla sendika-
AKP ile Genelkurmay; kontrolden çıkan,
darbe ortamı hazırlamak isteyen, darbe
teşebbüsünde bulunan Ergenekon çetesini
tasfiye etme noktasında uzlaşmış görünüyor.
Bu uzlaşma olmasaydı, tasfiyenin
orgeneral eskilerine uzanması, muvazzaf
subayların gözaltına alınıp tutuklanmaları
düşünülemezdi.
konulan Yalçın Küçük 15 gün sonra
serbest bırakıldı.
11. dalgada, 16 ilde çoğunluğunu
polis ve askerlerin oluşturduğu 26
kişi gözaltına alındı. 11. dalgada sermayenin işçi sınıfı içindeki Truva atı
olan, faşist Türk Metal Sendikası’nın
Genel Başkanı Mustafa Özbek ve 4
sendika yöneticisi de gözaltına alınanlar arasındaydı.
Taşeron sendi ka Türk Meta l
Başkanının ve yöneticilerinin gözaltına alınmaları hakkında Birleşik
lara ve sendikacılığa karşı yapılmış bir
müdahale olarak algılanmamalıdır.
İşverenlerin, işçileri işten çıkartmasına göz yuman, örgütlenmesini
işçilerin talepleri üzerine değil, işverenlerin beklentileri ve çağrıları
üzerine kuran, işçi aidatlarını adına
kurduğu vakıf üzerinden kullanan,
bazı iddialara göre ise, sahibi olduğu
Avrasya televizyonu için aldığı reklamlar karşılığı on binlerce işçinin
hakkını işverenlere peşkeş çeken
böyle bir anlayışın sendikacılıkla ve
sendika adıyla anılmaması gerekir.”
(Birleşik Metal İşçileri Sendikası, basın bülteni, 22.01.2009)
11. dalgada gözaltına alınan 26 kişiden, içlerinde Mustafa Özbek’in
de bulunduğu çoğunluğu polis ve
muvazzaf asker olmak üzere 18 kişi
tutuklandı.
Ergenekon adı verilen örgütlenme,
AKP’nin hükümet olmasından sonra,
iktidar tekelini kaybetme tehlikesi
bulunan ordu merkezli Kemalist kanadın iktidarını korumak, AKP’nin
iktidar yürüyüşünü engellemek için
harekete geçen, süreç içinde kontrolden çıkan, AKP’yi yıkmaya yönelen
bir örgütlenmedir.
AKP ile Genelkurmay; kontrolden çıkan, darbe ortamı hazırlamak
isteyen, darbe teşebbüsünde bulunan Ergenekon çetesini tasfiye etme
noktasında uzlaşmış görünüyor. Bu
uzlaşma olmasaydı, tasfiyenin orgeneral eskilerine uzanması, muvazzaf
subayların gözaltına alınıp tutuklanmaları düşünülemezdi.
Genelkurmay’ın 10. ve 11. dalgaya
esasta sessiz kalması, yapılan açıklamanın sadece “yargısız infaz yapılmamasına dikkat edilmesi” ile
yetinilmesi, intihar eden JİTEM’in
Diyarbakır grup komutanı, sayısı
belirsiz cinayetin sorumlusu emekli
Albay Abdulkerim Kırca’nın cenaze
törenine komuta kademesinin tam
tekmil katılması, AKP ile bir uzlaşma
olduğu gerçeğini değiştirmiyor.
10. ve 11. dalganın da gösterdiği
gibi egemenler arasında iktidar mücadelesi sürüyor. Bu mücadele içinde
desteklenecek, taraf tutulacak bir yan
yoktur. Egemenlerin bütün kanatları
işçi, emekçi düşmanıdır. Al AKP’yi
vur Kemalistlere!
Başbakan Erdoğan’ın 11. dalga
ardından takındığı “çeteleri, mafyayı tasfiye ediyoruz” tavrı boştur.
AKP’nin bir bütün olarak çeteleri
tasfiye etme tavrı, derdi yoktur. AKP
kendi iktidarını yıkmaya yönelen
çeteyi tasfiye etmektedir. Bu tasfiye
yapılırken AKP’nin kendisi devlet
içinde çeteleşmektedir.
Sermayenin çıkarlarını korumak
için örgütlenmiş zor aracı olan burjuva devleti, ezilenlerin mücadelesini
bastırmak için çeşitli dönemlerde
devlet içinde çeşitli çete örgütlenmeleri örgütlemiştir. TC’nin tarihi bu
tür çetelerle doludur.
Demokrasi, özgürlük, bağımsızlık, çetesiz devlet; bu düzende
gerçekleşemez!
Çetesiz devlete ancak işçilerin,
emekçilerin devrimi varılabilir. Ve
bir gün mutlaka varılacaktır!
26 Ocak 2009 √
gündem
2
TRT Şeş neyin nesi?
008’in son aylarında AKP bir
dizi açılımlarda bulundu. Alevi
açılımı, Nazım Hikmet’in TC
vatandaşlığına alınması, diğer bir
açılım da Kürt açılımı idi. Başbakan
Erdoğan, 1 Ocak 2009’da, TRT 6'ya
verdiği görüntülü mesajda Kürtçe
olarak 'TRT Şeş bi xêr be' diyerek
TRT Şeş’in resmen yayınını başlatarak Kürt açılımını da başlatmış oldu.
TRT 6’nın açılışı birçok gazetede
manşet, birçoğunda da ilk sayfada
yer aldı. Erdoğan Kürt illerine yaptığı gezide istediğini bulamayınca
TRT Şeş’i gündeme getirdi. Devlet 90
yıldır Kürtlerin varlığını inkâr etti.
Kürtleri “Dağ Türkleri”, dillerini ise
“Dağda karda yürürken kart kurt”
olarak gördü. Daha dün Mecliste
DTP’li vekiller bayram mesajını
Kürtçe yazınca, meclis tutanaklarına “bilinmeyen dil” olarak kaydedilen, bu bilinmeyen dilde devletin
Televizyonu yayın yapmaya başladı.
İnsan bu ne yaman çelişki diye düşünmeden edemiyor. TRT’de Kürtçe,
Mecliste “bilinmeyen dil”! Devlet
birden bire Kürtleri keşfetti ve onların da bu ülkede vatandaş olduğunu
görüp, onlara da ‘hizmet’ götürmeye
karar mı verdi? Daha önce Türkçe
alt yazılı haftada 45 dakika Kürtçe
yayının ilgi görmemesi üzerine, TRT
Şeş devreye sokuldu. Haftada 45 dakikalık yayının gelişen Kürt ulusal
hareketini kontrol altına almada hiçbir işlevinin olmadığını gören devlet,
TRT Şeş ile Kürt ulusal hareketini
kontrol altına almayı planlamaktadır. TRT Şeş bunun için gündemde.
TRT Şeş tek başına AKP’nin karar
verip uyguladığı bir şey de değil. Bu
ülkede devletin kırmızı çizgileri konusunda, MGK ve ordunun onayı
alınmadan bugüne kadar herhangi
bir adım atılamamıştır. Kürt sorunu
da devletin kırmızı çizgisidir. AKP,
MGK ve ordunun da onayını alarak
böyle bir girişimde bulunmuştur.
Böylece devlet bugüne kadar asimile edemediği kendi Kürdü’nü yaratmaya soyundu. Bununla birlikte
inkâr ettiği Kürtlerin varlığını da
resmen kabul etmiş oldu.
90 yıldan bu yana Kürtlerin
varlığını kabul etmeyen devlet,
ne oldu da bugün devletin
resmi kanalında Kürtçe yayın
yapıyor?
Önce şunun bilinmesi gerekir ki,
ne AKP ne de temsil ettiği bu devlet Kürtleri çok sevdiği için Kürtçe
yayın yapmaya başlamadı. TRT Şeş
Kürtlerin yürüttüğü mücadelenin
sonucu gündeme getirilmiştir. Eğer
bir kazanımdan bahsedilecekse, bu
kazanım Kürtlerin mücadelesinin
sonucu olan bir kazanımdır. AB’ye
hoş görünme de bunda belli bir rol
oynamıştır. Bu durum artık Kürtçe
üzerinde yasakların kalktığı anlamına da gelmiyor. Kürtçe yayın yalnız devlete serbest, Kürtlere yasak!
Türkiye'de yasalara göre W, Q ve X
harf leri yasaklı harf ler listesinde.
Bayram günlerinde caddelere astıkları kutlama pankartları nedeniyle
başta DTP'li belediye başkanları olmak üzere, yüzlerce kişi, bu harfleri
kullandığı gerekçesiyle cezalandırıldı. Bir süre önce ismi Welat olduğu
gerekçesiyle Atatürk Havaalanı'ndan
Türkiye'ye girişine izin verilmeyen
çocuk hala hafızalarımızda tazeliğini
koruyor. W, Q ve X harfleri 'örgüt
propagandası' sayıldığı için binlerce
insan soruşturmaya maruz kalarak
cezalar aldı. Caddelere astıkları kutlama mesajları nedeniyle başta DTP'li
belediye başkanları olmak üzere,
birçok kişi hakkında benzer davalar
görülmeye devam ediyor. Bir taraftan bu cezalar ve akıl almaz uygulamalar sürerken, Başbakan Erdoğan
TRT'nin Kürtçe kanalına verdiği
demeçte; "Demokrasinin özgür sesi
olarak insani değerleri yüceltecek,
barış ve huzuru besletecek, ayrımcı,
dışlayıcı değil birleştirici olacaktır.
Demokrasimizin gelişmesine, derinleşmesine katkıda bulunacaktır.
Milletimizin değerlerine saygılı bir
aile kanalı olarak gerek kültür, sanat,
müzik ve eğlence programları, film
ve belgeseller, gerekse haber ve tartışma programları ile kadın erkek her
yaştan vatandaşımıza hitap etmesini
çok önemli buluyorum" diyebiliyor.
Kürtçe yayın yapmak devlete
serbest, Kürtlere yasak!
Cumhuriyet tarihi boyunca Kürtler
ve Kürtçe hep inkâr edildi. Devlet
şimdi bu inkâr siyasetinden vazgeçiliyor izlenimi vermeye çalışıyor.
Fakat devlet bugüne kadar açık ve
resmi olarak bu inkâr anlayışından
vazgeçtiğini deklare etmiş değildir.
Ortada tuhaf bir durum var. Devlet
televizyonunda Kürtçe yayına geçiliyor, ama sadece Kürtçe yayın yapan
TV kurmak hâlâ yasak. Kürtçe üzerindeki yasaklar da devam ediyor.
Örneğin, TRT Şeş'in Kürtçe programı, Diyarbakır’da yayın yapan
Gün TV gibi, ne günde 45 dakikayla
sınırlı, ne de Türkçe alt yazılı. TRT
Şeş, çizgi film yayımlıyor; Gün TV'ye
çocuk yayını yapmak yasak. TRT
Şeş Kürtçe yayınını, örneğin Gün
TV'nin aksine, Türkçe altyazısız,
çocuklara yönelik ve tam gün yayın
yapabiliyor.
O ysa R adyo Telev i z yon Üst
Kurulu'nun (RTÜK) 25 Ocak 2004
ta r i h l i " Tü rk Vata nda şla r ı nı n
Günlük Yaşamlarında Geleneksel
Olarak Kullandıkları Farklı Dil
ve Lehçelerde Yapılacak Radyo ve
Televizyon Yayınları Hak k ında
Yönetmeliği"ni iki yıl bekleyen 10
kadar yerel ve bölgesel medya kuruluşu, birçok kısıtlamayla karşılaştılar.
Bu kısıtlamalar ve yasaklar bugün de
devam ediyor.
TRT Şeş yayına geçmeden RTÜK
Yönetmeliği'nin bu kanalı bağlayıp
bağlamayacağı merak ediliyordu.
Ancak bugüne kadar yapılan yayınlar, TRT Şeş'e diğer özel yayınlara
göre daha geniş yetki verildiğini
gösteriyor.
TRT Şeş’e ırkçı, şoven saldırılar
TRT Şeş’in yayına başlaması ile birlikte Özellikle CHP ve MHP gibi
şovenist, milliyetçi, faşist partiler
“milli birlik ve beraberliğimiz tehlikede” diyerek saldırıya geçtiler. Bu
partilerden devletin kurucusu olan
CHP, Genel Başkanı Deniz Baykal
aracılığı ile tavır takındı. Baykal,
CNN Türk’te Fikret Bila ve Murat
Yetkin’in programında TRT Şeş için
şunları söyledi: "Herkes kendi anadilinde yayın yapabilir. Bu temel bir
haktır. Türkiye'de bir RTÜK düzeni
vardır. O düzeninin içinde nasıl özel
televizyonlar varsa, Kürtçe yayın yapmayı uygun gören bir televizyonda çıkar. Buna kimse bir şey diyemez. Ama
devletin kaynaklarının, 70 milyonun
parasının sadece bir kesim vatanda-
şımızın etnik talepleri doğrultusunda
harcanması doğru değildir. Bizim anlayışımıza göre devlet etnik kör olmalıdır. Karşısındakinin etnik kimliğini,
dini inancını, mezhebini görmemelidir. Buna yönelik kaynak ayrılması
yanlıştır. Bu giderek devleti her türlü
etnik kimliğin talebine karşı güç bir
duruma sokar."
Baykal’a sormak gerekiyor, mademki “Herkes anadilinde yayın yapabilir” bugüne kadar neden yapılamadı? Kürtçe ve diğer farklı dillerde
yayın yapmanın önündeki yasal engeller kalktı mı? Baykal farklı dil ve
lehçelerde yayın yapmanın RTÜK
düzeninde yasak olduğunu unutuyor herhalde. Gün TV gibi günde 45
dakika yayın yapan bir TV’nin de,
ancak Türkçe alt yazı ile yayın yapabildiğini unutuyor.
Baykal; “Ama devletin kaynaklarının, 70 milyonun parasının sadece bir
kesim vatandaşımızın etnik talepleri
doğrultusunda harcanması doğru
değildir” diyor. Peki, bu 70 milyon
içerisinde kendi anadilinde eğitim
ve yayın hakkı talep eden 20 milyon
Kürt, bu devletin vatandaşı değil mi?
Bu devlete vergi ödemiyor mu? O
zaman TRT Şeş dışındaki TRT’nin
diğer kanallarına 70 milyon içerisindeki en az nüfusu 30 milyonu bulan,
Kürt, Arap, Laz, Çerkez vb milliyetlerden alınan vergilerin de bu kanallara harcanması doğru mu? Daha da
sıralayacağımız bu sorulara Baykal
şöyle cevap veriyor. “Bizim anlayışımıza göre devlet etnik kör olmalıdır.
Karşısındakinin etnik kimliğini, dini
inancını, mezhebini görmemelidir.”
Baykal burada bir gerçeği teslim ediyor. Bu devlet bugüne kadar egemen
olan Türk ulusu ve Hanefi mezhebi
dışında diğer ulus, mezhep ve dinlere
karşı kör olmuştur. Bugüne kadar
hep inkâr ve imha siyaseti gündemde
olmuş ve olmaya da devam ediyor.
“Bölünme paranoyasından” kurtulamayan bir diğer şoven faşist parti
MHP de “Milli birlik ve beraberliğimizi bozacağı ve ülkeyi böleceği”,
70 milyonun parasının “bölücülüğe
harcanacağı”, kanalın PKK stratejisine uygun olduğunu, kendilerinin
Türkçe’de ısrar edecekleri tavrını
takındı.
Kürtler ne istiyor?
TRT Şeş’in yayına başlamasıyla birlikte, başta DTP olmak üzere bir dizi
Kürt örgütü ve aydını da tavır takındı. DTP Eş Başkanı Ahmet Türk,
partisinin gurup toplantısında, TRT
Şeş için “İnkâr edilen, yok sayılan,
dışlanan Kürtçenin resmi bir kanalda
yayın dili olması, halkımızın yıllardır yürüttüğü onurlu mücadelenin
bir kazanımıdır” diye konuştu.
MKM ve kuruluşa bağlı sanatçılar
5
halkların kardeşliği için
da bir açıklama yaparak tavır takındı.
MKM adına Murat Batgi yaptığı basın açıklamasında şöyle dedi:
"Kürt sanatçılar olarak, anadilimiz,
kimliğimiz ve kültürümüzü geliştirme,
halkımız ve insanlıkla paylaşma yönünde bunca baskı mekanizması dururken, kurumlarımız ve bizler üzerinde sayısız soruşturma sürerken,
devletin Kürtçe televizyon girişimini
hukuksal ve ahlaki olarak samimiyetten, inandırıcılıktan uzak görüyor
ve hiçbir biçimde bu çalışmaya destek
sunmayacağımızı ifade ediyoruz."
Yıllardır Kürtler kendi ana dillerinde eğitim istediler ve bunun mücadelesini yürüttüler, yürütüyorlar.
Anadilde eğitim taleplerine devletin
tavrı baskı ve yasaklama oldu. EğitimSen anadilde eğitim dedi kapatmanın
eşiğine geldi. Anadilde eğitimi savunduğu ve talep ettiği için yüzlerce
öğrenci okullardan atıldı. Bir dönem
Kürtçe kurslar açılsın dendi. Hemen
arkasından bin bir dereden su getirilerek engel olunmaya çalışıldı. Yok
efendim kapı iki mm darmış vs bahanelerle kursları engellemeye çalıştılar ve sonuçta kurslar kapandı. Bu
baskılar karşısında Kürtler anadilde
eğitim hakkında diretmeye devam
ettiler. Bugün Kürtlerin esas talebi
anadilde eğitimdir. En temel demokratik bir hak olan bu talep eninde
sonunda alınacaktır. Şimdi hükümet YÖK aracılığı ile Üniversitelerde
“Kürt dili ve Edebiyatı” bölümleri
açma peşinde. Tüm bunlar devletin
kendiliğinden lütfettiği şeyler değil,
mücadele sonucu kazanılan ve kazanılacak haklardır.
TRT Şeş yayınının ne kadar süreceğini önümüzdeki süreçte hep beraber göreceğiz. Ama devlet cumhuriyet dönemi boyunca ilk defa böyle bir
adım atmıştır. Ve bu adım Kürtlerin
mücadelesinin sonucu atılan bir
adımdır. Araplar, Lazlar, Süryaniler,
Çerkezler, Abazalar ve diğer milliyetlerde kendi anadillerinde eğitim ve
yayın hakkını kullanmak için mücadele etmelidirler. Devlet hiçbir hakkı
kendiliğinden vermiyor.
Biz başta Kürtçe olmak üzere bütün
diller üzerindeki yasakların ve baskıların kalkmasından yanayız. Ancak
böylece diller gelişir ve özgürleşir.
Halklar arasındaki düşmanlıklar yok
olur. Halklar özgürce bir arada yaşar.
Unutmayalım ki başka halkı ezen bir
halk özgür olamaz.
Medyaya yansıyan Kürtçe
yasağına ilişkin örnekler
6
2001 yılında Hacettepe Üniversitesi
öğrencilerinin 'Üniversitelerde anadilde eğitim olsun' talebiyle rektörlüğe verdikleri dilekçeler nedeniyle
6 öğrenciye toplam 35 yıl 6 ay hapis
cezası verildi. (27 Aralık 2008)
Diyarbakır Kayapınar Belediyesi tarafından yapımı tamamlanan 3 parka
verilen Kürtçe isimler Kayapınar
Kaymakamlığı tarafından sakıncalı
bulunarak yasaklandı. Kayapınar
Belediye Meclisi tarafından daha
önce parklara verilen Kürtçe isimler
Diyarbakır Valiliği tarafından aynı
gerekçeyle yasaklanmıştı. (20 Kasım
2008)
Eğitim-Sen tarafından organize
edilen 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar
Günü'ne DTP imzası ile Kürtçe 'Roja
8'ê Adarê ya Jinan Pîroz be' pankartı
açıldığı için, DTP Kırşehir İl Başkanı
Yüksel Han'a 6 ay hapis cezası verildi.
(20 Kasım 2008)
Diyarbakır
Kayapınar
Belediyesi'nin 5 parka vermek istediği Kürtçe çiçek isimleri, Diyarbakır
Valisi Hüseyin Avni Mutlu'ya takıldı.
Vali Mutlu, Berfin (Kardelen), Nefel
(Yonca), Daraşin (Yeşil Ağaç), Beybun
(Papatya) ve Gülistan (Gül Bahçesi)
isimlerinden sadece Gülistan'ı kabul
etti. (14 Ağustos 2008)
Urfa'nın Viranşehir ilçesinde
Kürtçe isim 'Bilgisayarda 'î' harfi
yok' denilerek engellendi. Ramazan
Silgir adlı yurttaş 7 aylık çocuğuna
Kürtçe 'Jîyan' (Yaşam) ismini vermek
için Viranşehir Nüfus Müdürlüğü'ne
başvurdu. Nüfus müdürlüğü görevlisi 'Bilgisayarda 'î' harfi yok' diyerek
Jîyan yerine Jiyan yazdı.( 25 Eylül
2008)
Diyarbakır'ın Kocaköy ilçesinde
yaşayan Ay Ailesi'nin 7 yaşındaki çocukları Berxwedan'a isminde 'X', 'W'
ve 'Q' harfleri bulunduğu gerekçesiyle kimlik verilmiyor. Okul çağına
gelen Berxwedan, kimliği olmadığı
için okula kayıt yaptıramıyor. (19
Eylül 2008)
Almanya'da yaşayan 7 yaşındaki
Welat Dağ ile iki kardeşi ve annesi 15
Haziran'da İstanbul'a geldi. Ancak
Atatürk Havaalanı'nda anne ve iki
kardeşinin Türkiye'ye girişlerine izin
verilirken, Welat Almanya'ya geri
gönderildi. Gerekçe ise, Welat isminin yasak olması. (19 Haziran 2008)
DTP Kars İl Başkanı Mahmut
Alınak bu suçu defalarca işledi, ceza
aldı, paraya çevrilen cezayı ödemeyi
reddederek hapse girmeyi yeğledi.
En son 2 Aralık’ta Kars Sulh Ceza
Mahkemesi’nde hâkim karşısındaydı.
Alınak, seçim çalışması yürüttüğü
araçta Kürtçe müzik çaldırdığı için üç
arkadaşıyla birlikte yargılanıyordu.
Dört sanığa, seçim propagandasında
Türkçe’den başka dil kullanılmasını
yasaklayan yasadan altışar ay hapis
cezası verildi. Alınak, DTP il başkanlığını yürüttüğü 25 Mayıs 2007’de,
Başbakan Erdoğan’a Kürtçe mektup
gönderince hakkında, siyasi faaliyetlerde Türkçe’den başka dilin kullanımını yasaklayan yasaya muhalefetten
dava açıldı. 2008'de bu davadan altı
ay hapis cezası alan Alınak DTP İl binasındaki Kürtçe afişler nedeniyle de
6 ay hapis cezasına çarptırıldı. O ise
para cezasına çevrilen cezaları ödemediği için hapse girmeyi yeğledi.
Hakkındaki son dava ise bildirilerde
Newroz yazarken "W" harfini kullanması oldu.
28.01.2009 √
İktidar
mücadelesinde
yüksek yargı nasıl
rol oynuyor?
E
gemenler arasındaki iktidar
mücadelesinde, bürokratik,
militarist, faşist yapının önemli
bir ayağı olan yüksek yargı; yargıda
Kemalistler egemen olduğu için,
AKP ile Kemalist kanat arasındaki
iktidar mücadelesinde, Kemalistlerin
saflarında siyasi kararlar vermektedir. “Hukukun üstünlüğü”, “Yargı
bağımsızlığı” vb. palavradan ibarettir. Türkiye’de ne yargı bağımsızdır,
ne de hukuk vardır. Bunu en iyi egemenler arasındaki iktidar savaşlarında yaşanılanlar, yüksek yargının
verdiği kararlar göstermektedir.
Egemenler arasındaki iktidar mücadelesinde yüksek yargı; yürürlükte
olan anayasaya göre yer yer hukuksal değil, siyasi kararlar vermektedir. Yüksek yargı içerisinde egemen
konumlarını sürdüren Kemalistler,
yürüyen iktidar mücadelesinde, statükocu ideolojik Kemalist kanadın
iktidarını koruma siyasi kaygısı ile
sorunlara yaklaşmakta, verdikleri
kararlar da buna uygun olmaktadır.
Bu durumun yansıması olan, yüksek yargı tarafından verilen kimi kararlar şöyledir:
1- 22 Temmuz 2007 genel seçimleri
öncesinde, Cumhurbaşkanlığı seçimi
dönemimde, AKP’ye Cumhurbaşkanı
seçtirmemek için, meclis toplanma
yeter sayısı ile karar yeter sayısı aynılaştırıldı. Mecliste 367 vekilin hazır bulunması şartı getirildi. Bunu
yapan da Anayasa Mahkemesi oldu.
TC tarihi boyunca, cumhurbaşkan-
ları seçimleri dönemlerinde yaşanmayan gelişmeler Abdullah Gül’ün
Cumhurbaşkanı seçilmesi döneminde yaşandı. 367 kararı hukuki
değil siyasi bir karardı.
2- Yüksek ögrenim kurumlarında
türbanının giyilmesini serbest bırakan, Anayasa’nın 10. ve 42. maddelerinde değişiklik yapan Anayasa değişikliği meclis tarafından kabul edilmiş, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül
tarafından da onaylanmıştı. CHP ve
DSP türbanı serbest bırakan Anayasa
değişikliğini, iptal istemiyle Anayasa
Mahkemesi’ne götürmüştü.
Anayasa Mahkemesi anayasa değişikliğini iptal ederek, yürürlüğü
durdurma kararı verdi. Bu karar
da hukuki bir karar değil siyasi bir
karardı. Anayasa Mahkemesi’nin
bu kararı bizzat mahkemenin kendisinin aldığı kararlara aykırı idi.
Anayasa Mahkemesi, Anayasa’nın
148. maddesine göre, anayasa değişikliklerine sadece şekil bakımından
inceleme ve denetleme yetkisine sahipti. Oysa mahkeme anayasa değişikliğini esastan görüşmüş, değişikliği “Cumhuriyetin değiştirilemez
ilkelerine aykırı bulduğu” için iptal
kararı vermişti.
3- AKP nüfusu 2 binin altına düşen
862 belde belediyesinin kapatılmasına
yönelik bir kanun çıkardı. Kanun
22 Mart 2008’de yürürlüğe girdi.
Anayasa Mahkemesi 22 Mart’tan
sonraki 60 gün içinde, nüfus sayım
sonuçlarına karşı dava açan 122 belde-
halkların kardeşliği için
nin kapatılamayacağına, diğer beldelerin ise 29 Mart 2009’da kapatılabileceğine karar verdi. Ancak Danıştay
8. Dairesi, Giresun Bulancak’a bağlı
Kovanlık beldesinin açtığı davada,
TÜİK’in nüfus sayım sonuçlarını
resmen açıklamamasını gerekçe göstererek, Anayasa Mahkemesi’nin aksi
yöndeki kararına rağmen, beldelerin
dava açma haklarının sürdüğüne
hükmetti.
8. Daire, Anayasa Mahkemesi’nin
yasayla ilgili kararını açıkladığı 6
Aralık’tan sonra 60 gün içinde dava
açan beldelerin de kapatılamayacağına karar verdi.
İçişleri Bakanlığı 8. Daire’nin kararına itiraz etti. İtirazı görüşen
Danıştay İdari Dava Daireler Kurulu,
8. Daire’nin verdiği kararı onayladı.
Bu karar yüksek yargı organlarını birbirine düşürdü. Anayasa
Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç, verdiği kararla Anayasa Mahkemesi’nin
üstüne çıkan Danıştay kararını
eleştirdi.
Danıştay’ın kararı da hukuki değil
siyasi bir karardır. Danıştay verdiği
karar ile Anayasa Mahkemesi’nin
üzerine çıkmıştır. Görünen o ki,
Anayasa Mahkemesi iktidar mücadelesinde Kemalistler lehine karar
vermediği durumda, imdada diğer
yüksek yargı organları –Danıştay
gibi- yetişmektedir!!
Yargı cephesinden verdiğimiz bu
üç örnek aslında şunu göstermektedir: “Sen istediğin kadar yasa çıkar,
çıkardığın yasalar bizim istediğimiz
yasalar değilse, yargı darbesi ile engelleriz.” AKP’ye verilen mesaj budur. Türban kararı ile de aslında
AKP’nin eli kolu bağlanmıştır. Bu
kararlar aynı zamanda gerçekte kimin iktidar sahibi olduğunu da gösteren kararlardır.
“Meclisin herşeyin üzerinde olduğu,
egemenliğin kayıtsız şartsız milletin
olduğu” da, palavradan ibarettir. Ne
meclis her şeyin üzerindedir, ne de
egemenlik milletindir. Burjuva anlamda Türkiye’de demokrasi yoktur.
Bunu en iyi seçilmişlerin atanmışların baskısı altında olması durumu
göstermektedir. Seçilmişlerin değil,
atanmışların egemenliği Türkiye’de
hüküm sürüyor. Atanmışların kararları son tahlilde belirleyici oluyor.
“Türkiye’nin hukuk devleti olduğu,
yargının bağımsız olduğu” aktardığımız kararlarla yalan olduğu bir
kez daha tescillenmiştir. Türkiye’de
hukukun sadece adı var, kendisi yoktur! Hukuk gerçekte yargı bürokrasisinin keyfine göre göre işleyen bir
mekanizmadır.
Gerçek demokrasi, burjuvazinin
egemen olduğu, sömürünün hüküm
sürdüğü bir sistemde mümkün değildir. Gerçek demokrasi işçilerin, emekçilerin burjuvaziye karşı verecekleri
sınıf savaşımıyla, işçilerin emekçilerin kendi sınıf iktidarlarını kurmalarıyla mutlaka kazanılacaktır.
6 Ocak 2009 √
“
Hâlâ Hrantız,
hâlâ Ermeniyiz…
Hepimiz Hrantız, Hepimiz
Ermeniyiz” sloganının onbinlerin ağzından yükselmesinin temeli ve de nedeni Hrant Dink’in 19
Ocak 2007 tarihinde katledilmesiydi.
Hrant’ın katledilmesinin üzerinden
tam iki sene geçti. Hrant’ın dostları,
arkadaşları olarak onu unutmadık,
unutmayacağız. Onun gibi Ermeni
kökenli ve halkların kardeşliği için
yorulmadan çalışan, çaba gösteren birinin eksikliğini hep duyduk,
duyuyoruz.
Hrant’ın dostları, arkadaşları olarak Hrant’a sahip çıkmanın, onun
mücadelesini sürdürmenin en doğru
yolunun halkların kardeşliği için
mücadele olduğunu biliyoruz. Bu
mücadele de, milliyetçiliğe, ırkçılığa, şovenizme, bunların kaynağı
kapitalist sisteme karşı devrim için
mücadeledir.
Hrant’ı, katledilişinin ikinci yıldönümünde bu bilinçle anıyor, onu
halkların kardeşliği için, özgürlük
için verdiğimiz mücadelede yaşatacağımızı bir kez daha ilan ediyoruz.
Hrant’ın katledilişinin üzerinden
geçen iki yıllık süreç, Hrant’ın gerçek katillerinin, sorumlu ve suçlularının hâlâ ortaya çıkarılmadığını ve
de –önemli bir değişiklik olmazsa–
çıkarılmayacağını; gerçek katillerin
gizleneceğinin somut işaretlerini
ortaya koydu, koyuyor. Bu konuda
dergimizin 119. sayısında ortaya koyduğumuz “bilanço”dan özde bir değişiklik olmadı.
Bu arada raporların sayısı ve mahkeme duruşmalarının sayısı değişti.
Ama ne devletin yetkili kurumlarının ne de mahkemeyi yürüten hakim ve savcıların yaklaşımlarında
özde bir şey değişmedi. Devlet yetkililerince takınılan tavırların hemen
hepsinin gösterdiği gerçeklik, gerçek katillerin, sorumlu ve suçluların
gizlendiğidir.
Kuşkusuz ki kimi durumlarda pisliğin üzeri bütünüyle örtülemiyor.
Böylesi durumlarda da “kurban”lar
kamuoyuna gösteriliyor, ama gerçekte
üzerine gidilmediğinde, “kurban”lar
da kurtarılıyor… “Hrant’ın arkadaşları” adına yaptığı konuşmada
Zeynep Tanbay şunları söylemişti:
“Geçen bir yılda cinayeti çok önceden bilen, göz yuman ya da umursamayan, belki de cinayete yardımcı
olan görevlilerin çoğu soruşturulmadı, görevlerini sürdürdüler. Yargı
önüne çıkanlar ise türlü cambazlıklarla korundu.” (BirGün, 8 Temmuz
2008)
Tanbay mahkemenin bir yıllık sürecini böyle açıklarken gerçeklere de-
ğiniyordu. Hrant’ın katledilmesinden
iki sene sonraki durumu da Avukat
Engin Cinmen şöyle açıklıyor:
“Şüpheliler açıkça korunup kollanıyorlar. Bunda bir kasıt vardır ve
sorumlusu bugünkü siyasi iktidardır.…” (Hürriyet, 20 Ocak 2009, aktaran Melih Aşık)
Bu iki kısa alıntıda dile getirilenler
sayısız yazı ve raporda detaylarıyla
ortaya konan durumun çok kısa ifadelendirilmesidir. İşin özü de, şu ya
da bu ismin dile getirilip getirilmemesi, ya da kimin kimle ne ilişkisi
olduğu vb.’den çok, devlet yetkililerinin soruna nasıl yaklaştığının ortaya
konmasıdır. Devlet Hrant'ın ölümünden sorumludur. Soruşturmayı
engelleme ve örtme çabalarının sonu
Dink’in katledilmesiyle ilgili hazırladığı rapordur. Kamuoyunun da
baskısı sonucunda Teftiş Kurulu’nun
hazırladığı rapor Başbakan Erdoğan
tarafından onaylandı ve böylece
“ilk kez” kimi sorumlular –örneğin Ramazan Akyürek, Ali Fuat
Yılmazer, Celalettin Cerrah veya Ali
Öz– hakkında soruşturmanın yolu
açılmış oldu.
Kuşkusuz ki, böylesi bir soruşturma yapılsa bile, bunların gerçekten suçlu ilan edilip cezalandırılması
sözkonusu olmayacaktır. Olursa
eğer, cezalandıranlarla ceza yiyenler arasında egemenlerin çıkar dalaşı vardır. Türk şovenizmi ağusuyla
yoğrulanların Hrant için birbirlerini
cezalandırmasını beklemek abestir.
gelmiyor ve bu engelleme ve üzerini
örtme çabalarının esas kaynağı da
devlet yetkilileri ve kurumlarıdır.
Bu engelleme çabalarını burjuva
medyanın kalemşorları bile ortaya
koyma durumundadır. Örneğin
Hürriyet yazarı Melih Aşık şunları
söylüyor:
“…Müfettişler, yapılan bu görüşmeler ve kişilerin iletişim bilgilerine ulaşmak için talepte bulunuyor.
Ancak Adalet Bakanlığı iletişim bilgilerine ulaşılmasına izin vermiyor…
Adalet Bakanlığı soruşturmanın
önünü neden kesiyor?
Bu davanın en ilginç yanı, iktidarın soruşturmayı engelleme ve
örtme çabalarıdır. Birileri de cinayeti
Ergenekon’a havale ederek hem hükümeti hem gerçek failleri kurtarma
çabasında görünüyor. Karıştıran
karıştırana…” (Hürriyet, 20 Ocak
2009)
Melih Aşık’ın dayandığı kaynak ise
Başbakanlık Teftiş Kurulu’nun Hrant
Bunun en açık belgesi şimdiye kadar yapılan duruşmalarda hakim ve
yargıçların katil zanlılarıyla diyaloglarıdır. Ermenilere karşı düşmanlığı
körükleme ve Türk ırkçılığını sergileme tavırlarıdır. Egemenlerin kendi
aralarındaki çıkar dalaşı ve kamuoyunun yatıştırılması vb. meseleleri
üstüste binip anda egemen kesimi
bu konuda göstermelik de olsa kimi
adımlar atmaya zorlarsa, o zaman
kimi “kurbanlar kesilecektir”…
Hrant Dink’in katledilmesiyle ilgili
dava ve “yeni” soruşturma genelde
ilerleme göstermese de, Başbakanlık
Teftiş Kurulu’nun bu konudaki raporunun kimi yanları medyaya yansıyınca tartışma da yeniden alevlendi.
Bu tartışmalarda Yasin Hayal’in
McDonalds bombalaması ile ilgili
yeni bir telefon numarasının saptandığı ve sözkonusu iletişim bilgilerine
ulaşmak için Adalet Bakanlığı’nın
izin vermesi gerektiği, ama bu izni
vermediği sorunu öne çıkan konular-
7
halkların kardeşliği için
dan biri oldu. Diğer tartışılan önemli
noktalardan biri de, esasında devlet
yetkililerinin Hrant’ın katledilmesi
planlarından haberdar olduğu, ama
önlem almadığıyla ilgilidir. Bu konuda da esas mesele “ihmal” olarak
gösterilmeye çalışılıyor. Yani gerçek
katillerin kim olduğu gizleniyor.
“İhmal” tanımıyla “planlı bir cinayetin” işlendiği gerçeğinin üzeri örtülmeye çalışılıyor.
Adalet Bakanlığı ise kendisine yönelen “izin vermedi” yönlü eleştiriyi
geri çevirerek şu açıklamayı yaptı:
“Ceza Muhakemesi Kanunu’nun
135. maddesi gereğince iletişim bilgilerinin tespiti, dinlenmesi ve kayda
görevlisinin işleyebileceği en ağır
suçlardan birisidir, aynı zamanda da
insanlığın en yüz karası hallerinden
birisidir.
Öte yandan, bu kamu görevlilerinin
uzun süredir ‘korunması’ da ‘suça
iştirak’ten başka bir şey değildir.…”
(aktaran Hürriyet, 20 Ocak 2009)
Evet, bu konuyla ilgili tüm devlet
yetkilileri “suça iştirak” halindedir.
Aslında bu davada, bu davayla ilişkisi
olan tüm polislerin, askerlerin –tabii
ki en başta da yüksek kattakilerin,
yetkililerin– cinayetle yargılanması
gerekiyor. Hepsi de cinayete ortaktır.
Her biri makinenin bir çarkı, çarkının dişlisidir.
Hrant’ın gerçek katilleri ortaya çıkarılıp
hesabı sorulana kadar “Hepimiz Hrantız,
hepimiz Ermeniyiz” sloganına uygun
davranarak halkların kardeşliğinin
bayrağını yükseklerde tutup halklar
arasındaki düşmanlıkların son bulması için
mücadeleyi sürdüreceğiz. Hrant’ı devrim
mücadelemizde yaşatacağız.
8
alınmasına izin verme yetkisi bağımsız yargı organlarına aittir. Adalet
Bakanlığı’nın bu konuda herhangi
bir görev ve yetkisi bulunmadığı gibi
yargı organlarına bu yönde bir talimat vermesi de söz konusu olamaz.”
(Hürriyet 14 Kasım 2008)
Evet Adalet Bakanlığı kendisinin
bu konuda yetkili olmadığını söyleyerek sorunu “bağımsız yargı” organlarının üzerine atmıştır. Adalet
Bakanlığı’nın bu tavrını yasalara uygun bir tavır olarak kabul etsek bile,
sözkonusu “bağımsız yargı” organlarının cinayetin üzerini örtme çabaları ortadan kalkmıyor.
Bundan da önce, hem polis hem
jandarma yetkilileri gerçek suçluları
ortaya koyacak delilleri yok etmiştir,
eğer yeni deliller sözkonusu olursa
onların da kaderi aynı olacaktır.
Ör neğ i n Ba şba k a n l ı k Tef t i ş
Kurulu raporunda Erhan Tuncel’in
sözkonusu edilen telefon görüşmesi
İstanbul Terörle Mücadele Şubesi
kayıtlarına göre 1 dakika 14 saniye
sürmüştür. Fakat müfettişlerin açıklamasına göre, mahkeme dosyasındaki ses kaydının uzunluğu ise 19
saniyedir. Konuşmanın 55 saniyesi
kesilmiştir.
Vatan gazetesinden Okay Gönensin
“İnsan olmanın şartı” başlıklı yazısında diğer şeylerin yanısıra şunları
da yazmaktadır:
“Bu kişiler Hrant Dink cinayetini
hazırlarken, kamu görevlisi olan
üniformalı ve sivil şahıslar durumla
ilgili bilgi sahibidirler, ama gereğini
yapmamışlardır. Bir insanın öldürüleceğini bilmek, asıl görevi olduğu
halde cinayeti önlememek bir kamu
Başbakanlık Teftiş Kurulu’nun raporu kimi rezaletleri gözler önüne
serse de, gerçekte, cinayetin gerçek suçlularını ortaya çıkarabilecek
önemli hiç bir noktayı içermiyor.
Örneğin Yasin Hayal’in ya da Erhan
Tuncel’in telefon görüşmeleri sözkonusu Teftiş Kurulu tarafından
dinlense ve kimlerle ve neler konuşulduğu ortaya konsa, davada özde
bir değişiklik mi olacak? Aslında sorunun telefon görüşmesi yanını bu
kadar öne çıkarmak bile, manipülasyonun bir göstergesidir. Sanki devlet
yetkilileri ve sorumluları olaydan
haberdar değilmiş de, Yasin Hayal
ve Erhan Tuncel gibileri devlet yetkililerinden bağımsız, onların haberi
olmadan kimi planlar çevirmişler…
Yani sonuçta yine suçlu ve sorumlu
devlet kademelerinin, yetkili ve sorumlularının dışında aranmakta,
öyle gösterilmektedir.
Hrant Dink ’in katledilmesinin
birinci yıldönümünde onu anarken
söylediğimiz gibi: “Hrant Dink cinayeti bağlamında da gerçek sorumlular ‘derin’lerde, ‘çukur’larda aranmasın. Sorumlu ve suçlular devletin
içindedir.” (sayı 119, sayfa 8)
Hrant’ın gerçek katilleri ortaya çıkarılıp hesabı sorulana kadar “Hepimiz
Hrantız, hepimiz Ermeniyiz” sloganına uygun davranarak halkların
kardeşliğinin bayrağını yükseklerde
tutup halklar arasındaki düşmanlıkların son bulması için mücadeleyi
sürdüreceğiz. Hrant’ı devrim mücadelemizde yaşatacağız.
21 Ocak 2009 √
Katledilişinin 2. yılında
Hrant anıldı
H
rant’ın katledilmesinin üzerinden iki yıl geçti. Bu iki yıl
içerisinde ortaya saçılan pislikler, Hrant’ı gerçekte kimin katlettiğini gösteriyor. Hrant’ı kimin katlettiğini, Agos Gazetesi önünde yapılan anmada sıkça atılan “Katil devlet
hesap verecek!” sloganı gösteriyor.
Sorumlu ve suçlu bellidir. Ve onlar
bir gün mutlaka hesap verecekler.
19 Ocak’ta Hrant’ın ailesi, arkadaşları, dostları, yoldaşları, sevenleri
Agos Gazetesi önündeydi. Binlerce
kişi bir kez daha Hrant’ın katledilmesini kınadı. Hrant’ın katledilmesine karşı öfkelerini dile getirdi.
Hrant için adalet istedi.
Saat 14:30’da başlayan anma,
15:30’da bitti. Binlerce kişi; “Hepimiz
Hrant’ız, hepimiz Ermeniyiz!, Türk,
Kürt, Ermeni, yaşasın halkların kardeşliği!, Faşizme karşı omuz omuza!,
Faşizme inat, kardeşimsin Hrant!,
Hrant için, adalet için!, Bıji bıratiya
gelan!” vb. sloganlarını attı.
Hrant katledildiği saatte, saat
15:00’de saygı duruşunda bulunuldu.
Hrant sesi ile oradaydı.
Hrant’ın arkadaşları adına, oyuncu
Halil Ergün bir konuşma yaptı. Halil
Ergün yaptığı konuşmada, Hrantın
katledilmesi sırasında ve sonrasında
yaşadıklarını, duygularını aktardı.
Halil Ergün sözlerini; “Hrant’tan ve
bu topraklarda yaşayan Ermenilerden
özür diliyorum, özür diliyorum, özür
diliyorum ve herkesi özür dilemeye
çağırıyorum” diyerek bitirdi.
25 Ocak 2009
Bir YDİ Çağrı okuru √
Hrant İzmir’de anıldı
H
rant Dink katledilmesinin
ikinci yılında, İzmir’de yüzlerce kişinin katıldığı müzikli protesto ile anıldı.
Konak Eski Sümerbank önünde,
Birlikte Başaracağız Platformu bileşenlerinin biraraya geldiği anma
etkinliğinde, Hrant Dink’in fotoğrafının önüne kırmızı karanfiller
bırakıldı, mumlar yakıldı. Anmada,
“Faşizme inat kardeşimsin Hrant!,
Türk, Kürt, Ermeni, yaşasın halkların kardeşliği!, Hepimiz Hrant'ız, hepimiz Ermeniyiz!” sloganları sıklıkla
atıldı.
Platform adına bir konuşma yapan
Çoşkun Üsterci, sosyal, siyasal ve
ekonomik nedenlerle milliyetçiliğin
ve ırkçılığın tırmandırıldığına dikkat çekerek, “Yahudiler ve Ermeniler
giremez” yazıları ile Maraş katliamı
sorumlularından Ökkeş Şendiller’in
TRT’de Dink’e yönelik asılsız suçlamalarının bunun örneklerini oluşturduğunu açıkladı. Üsterci, “Hrant’ın
katlinin tarihin derinliklerine gömülen “faili meçhullerden” biri olmasına izin vermeyeceğiz. Aydınlık bir
geleceği kurmak için bundan başka
bir seçeneğimiz yok” dedi.
22 Ocak 2009
İzmir’den YDİ Çağrı okuru √
S
halkların kardeşliği için
İsrail saldırısı
protesto edildi
iyonist İsrail devletinin Gazze’ye
yönelik saldırı ve katliamları
devam ederken dünyanın çeşitli
yerlerinde bu saldırıya karşı tepkiler
de gün geçtikçe artıyor. İstanbul’da
yapılan merkezi protesto eylemlerinin yanısıra İstanbul’un çeşitli semtlerinde oluşturulan yerel platformlar
da bu katliamlara dur demek için eylemlilikler örgütlüyorlar.
Bu protesto eylemlerinden birtanesi, içerisinde Güney Kültür
Merkezi’nin (GKM) yanısıra ÖDP,
DTP, EMEP, TKP, ESP, BDSP,
DHF, HKM, Sınıf mücadelesi ve
Proletaryanın Kurtuluşu’nun yer aldığı Esenyurt Platformunun 10 Ocak
Cumartesi günü düzenlediği basın
açıklaması idi. Yaklaşık 200 kişinin
katıldığı eylem Esenyurt Cumhuriyet
katılan bir kişinin tekbir getirmesi
ise kitle tarafından rağbet görmedi
ve kişi uyarıldı. Atılan sloganların
ardından platform adına hazırlanan basın metninin okunmasına geçildi. Açıklamada; Siyonist İsrail’in
Gazze’de yaptığı katliamın bir an
önce durması talep edildi. Bu saldırının yeni olmadığı, yıllardır başta
ABD olmak üzere emperyalistlerin
desteğini alan İsrail devletinin
Filistin halkına karşı kanlı bir savaş yürürttüğü dile getirildi. Saldırı
sonrası Tayip Erdoğan’ın barış yönlü
açıklamlarına değinilerek bunun samimi olmadığı, İsrail devleti ile yapılan her türlü askeri ve diplomatik anlaşmaların iptal edilmesi talep edildi.
Siyonist İsrail devletinin Gazze’ye yönelik saldırısında Türk devletinin iş-
Meydanında yapıldı. Eyleme katılmak için gelen insanlar jandarmanın
keyfi bir uygulamasıyla karşılaştı.
Meydanı çembere alan jandarma
alana girenleri tek tek arayarak içeri
alıyordu. Bu durum eyleme gelen
insanların yoğun tepkisine neden
olurken kimi insanlar da bu uygulamadan dolayı alana girmeye çekindiler. Saat 15’de biraraya gelen kitle
sloganlarla Siyonist İsrail devletinin
Gazze halkına açtığı savaşı protesto
eden sloganlar attılar. Atılan sloganlarla İsrail devleti lanetlenerek saldırının derhal durdurulması talep
edildi. İsrail devletine karşı kazananın direnen Filistin halkı olacağı,
emperyalizme karşı mücadelenin
öne çıkarıldığı ve Kürtçe ve Türkçe
olarak halkların kardeşliğine vurgu
yapıldığı sloganlar atıldı. Eyleme
birlikçi konumda olduğu vurgulandı.
Ortadoğu’da yürütülen savaşta ABD
ve diğer emperyalist güçlerin etkisinden sözedilerek emperyalistlerin derhal Ortadoğu’dan çekilmesi istendi.
Açıklamanın
sonunda
Esenyurt’taki işçi ve emekçilerin yüreği, duygu ve düşüncelerinin Filistin
halkının, Gazze halkının yanında olduğu belirtilerek saldırı bir kez daha
kınandı. Halkların barış ve kardeşlik içerisinde yaşayacağı günlere dek
mücadelenin devam edeceği dile
getirildikten sonra açıklama sona
erdirildi. Açıklamanın ardından 10
dakikalık bir oturma eylemi gerçekleştirildi. Eylem alkış ve sloganlarla
sona ererken jandarmanın basın
açıklamasına yönelik keyfi tutumu
da protesto edildi.
11 Ocak 2009 √
“Hrant için adalet için”
“
Bebekten katil yaratan zihniyet
sorgulansın!”
Agos gazetesi genel yayın yönetmeni sevgili Hrant Dink’in katledilişinin 2. Yıl dönümü Mersin de de
lanetlendi. KESK’e bağlı sendikalar,
İHD, Halkevleri Mersin, Genel-İş,
Petrol-İş, Kristal-İş, Liman-İş, ÖDP,
SDP, DTP, EMEP, ESP, 78’liler,
68’liler İHD önünde akşam saat 17.30
da bir araya geldi. Yaklaşık 3oo kişinin bir araya geldiği kitle Ermenice,
Kürtçe ve Türkçe yazılan “HRAN
İÇİN ADALET İÇİN” pankartının
arkasında “Hepimiz Hrant’ız hepimiz Ermeniyiz” “Hrant’ın Katili
Faşıst Devlettir” Faşizme karşı omuz
omuza….” gibi sloganlarla taş binaya
doğru yürüyüşe geçti. Polis tertip
komitesine “eylemin yasal olmadığını dava açacakları” ve “fakat eyleme müdahale de etmeyeceklerini”
bildirmiş. Bu arada 20 kişilik devrimci örgütlerden oluşan bir grup
ta İHD önünde bir araya gelerek,
HRANT’IN KATİLİ DEVLETTİR
HESAP SORACAĞIZ” pankartı altında bağımsız olarak önceden taş
binaya kadar yürüdü.
Taş bina önüne gelindiğinde SDP ve
TKP ayrı kortejlerle sloganlar atarak
miting alanına geldiler. Yoğun bir biçimde atılan sloganların ardında tertip komitesi adına Hülya Yaman basına ve kamuoyuna açıklamayı yaptı.
Açıklamaya, Rakel Dink’in Hrant’ın
cenaze merasiminde, “Bebekten katil
yaratan zihniyet sorgulansın!” sözü
ile başladı. Açıklamada “Herkes çok
iyi bilmelidir ki, özgürlüklerin, barış ve kardeşliğin savunucusu olan
Hrant’lar susmayacaktır. Hiçbir karanlık güç bizleri bu mücadeleden
engellemeyecektir. Sevgili Hrant’ın
hayallerini gerçekleştirmeye, ideallerinie sahip çıkmaya, ülkemizde her
türlü kimlik ve kültürlerin birlikte
yaşamaya birlikte yürümeye devam
edeceğiz” denildi.
Eylemde aynı zamanda Siyonist
İsrail devletinin Filistin halkı üzerinde katliamı bir kez daha protesto edildi. Bugüne kadar Taş bina
önünde yapılan nöbet eylemine de
şimdilik son verildiği açıklandı.
Basın açıklamasının ardından
Hrant’ın çok sevdiği sarı gelin türküsü söylendi. Türküye kitlede eşlik
etti. Bu basın açıklamasının arkasında diğer grupta kendi basın açıklamasını yaptı. Kitlenin bir kısmı
bu açıklama yapılana kadar bekledi.
Eylem herhangi bir olay olmadan
sona erdi.
H r a nt ’ı n k at i l i Fa şi st Tü rk
Devletidir bir gün mutlaka hesap
sorulacaktır.
22.01.2009
Ydi Çağrı Mersin √
İki genç kaçırıldı!
İ
s t a nbu l ’u n S a r ı ga z i s emt i
Demokrasi Caddesinde iki gün
peş peşe biri 18 diğeri 20 yaşında
iki genç güpegündüz yüzleri kar
maskeli ve uzun namlulu otomatik
silahlı kişiler tarafından kaçırılıp işkence yapılarak öldürülmekle tehdit
edildiler.
Bununla ilgili Demokratik Haklar
Federasyonu’na bağlı Anadolu Haklar
Derneği 9 Ocak 2009 günü İstanbul
İHD’de bir basın toplantısı yaparak
bu kontgerilla saldırısı hakkkında
kamuoyunu bilgilendirdi.
Açıklamada ekonomik krizin işçiler ve emekçiler üzerindeki yakıcı etkisinin arttığı demokrasi ve hak alma
mücadelesinin yoğunlaşarak geliştiği
bir süreçte üyelerine yönelik yapılan
bu yıldırma amaçlı saldırının mevcut düzenin faşistliğinin hangi boyutlara ulaştığının göstergesi olduğu
belirtilerek saldırının nasıl geliştiği
anlatıldı.
9
gündem
İlk saldırının üyeleri Hüseyin
Arslan’a 7 Ocak 2009 çarşamba günü
saat 11.00’de Sarıgazi Demokrasi
Caddesinde yürüdüğü sırada yapıldığını, H. Arslan’ın genç bir kadın
tarafından adres sormak bahanesiyle
ara sokağa çağrıldığı ve bu sırada o
sokakta konumlanmış kar maskeli
(Dört kişi oldukları sanılıyor) kişiler tarafından uzun namlulu silahlar doğrultularak zorla siyah Şahin
marka bir otoya sokularak gözleri
bağlanıp ormanlık alana götürüldüğü belrtildi. Orada elbiseleri çıkarılarak dövülmüş yere yatırılarak
çeşitli işkenceler yapılmış “sizi biliyoruz, ensenizdeyiz, bir dahaki sefere böyle kurtulamazsın” denilerek
öldürülmekle tehdit edilmiş ve daha
sonra Sarıgazi’de bir okulun önüne
atılmış.
Bu saldırının ertesi 8 Ocak 2009
Perşembe günü yine derneklerine
üye İnan Coşar’ın gündüz evinden
çıkıp Demokrasi Caddesinde yürürken arkasından yaklaşan kar maskeli silahlı kişiler tarafından zorla
Hyundai marka bir araca bindirilip
gözleri bağlanarak kaçırıldığı, aracın içinde kaba dayak, darp, küfür ve
işkencelere maruz kaldığı belirtildi.
Vücudunun çeşitli yerlerini bıçak
darbeleriyle yaralayan işkenceciler
ölümle tehdit etmiş, psikolojik saldırılarda bulunmuş, başka bir dernek üyesinin ismi telefuz edilerek
“sıra onda, onun da hesabını göreceğiz” denmiştir. İ. Coşar daha sonra
Taşdelen köprüsü civarında otoyol
kenarına atılmış ve görenler tarafından hastaneye kaldırılmış.
Üyelerine yapılan bu saldırıların
amacının kendileri sahsında demokrasi mücadelesi için bilinçlenip örgütlenen tüm devrimci ve ilericilere
yapılmış bir saldırı olarak değerlendiren dernek “saldırıların sorumlusunun devlet ve onun güvenlik
güçleridir” denilerek üyeleri adına
Sarıgazi’deki kolluk kuvvetleri hakkında suç duyurusunda bulunduklarını belirttiler.
Anadolu Haklar Derneği’nin üyeleri 20 yaşında, elektrik- elektronik teknisyeni Hüseyin Arslan ve
Açık Öğretim Fakültesi öğrencisi
18 yaşındaki İnan Coşar’a yapılan
bu saldırılar onların sahsında tüm
devrimcilere ilerici ve demokratlara ezilen ve sömürülen tüm işçi ve
emekçilere yapılan bir faşist saldırıdır. YDİ ÇAĞRI Gazetesi olarak bu
saldırıyı nefretle kınıyor, tüm devrimci demokrat, ilerici kişi ve kurumları tüm işçi ve emekçileri bu tür
faşist saldırılara karşı duyarlı davranmaya çağırıyoruz.
Hiç kimse, devrimci bir temelde
örgütlenip devrimi hedef leyen bir
ha k mücadelesi y ürütmeksizin
emperyalistlerin işbirlikçisi bir avuç
sömürücünün bu faşist düzeninde
hak ve özgürlük sahibi olamayacağını bilmelidir.
10
Ocak 2009 √
Kürt anneler anadilde
eğitim hakkı istedi
B
arış Anneleri İnsiyatifi, anadilde eğitim talebi ile ilgili18 Ocak 2009 Pazar günü
saat 14.00’de Esenyurt’ta bulunan
İstanbul DTP Büyükçekmece ilçe
örgütü binasının önünde 150 kişinin katılımıyla bir basın açıklaması
yaptı.
Genellikle Esenyurt’ta yapılan basın açıklamaları Esenyurt Köyiçi’nde
bulunan Cumhuriyet Meydanında
yapı l ı r. Fa k at Ba r ı ş A n neler i
İnsiyatifi’nden anneler basın açıklamasını burada yapamadılar. Çünkü
alan, jandarma tarafından demir
bariyerlerle ablukaya alınmış bütün
yollar tutulmuş adeta Esenyurt’ta sıkıyönetim ilan edilmişti.
Yediden yetmişe kadın erkek her
yaştan insanların katıldığı bu açıklamayı anneler Kürtçe yaptı.
Aç ı k la mad a , bi n lerce y ı ld ı r
Mezopotamya toprakları üzerinde
yaşayan bir halkın anneleri olarak
çocuklarını kürtçe ninnilerle uyutup
kürtçe dili ile eğitip büyüttüklerini,
fakat 80 yıldan fazladır yaşadıkları
topraklarında dilleri kendilerine yasaklanmış, yaşam kendilerine daraltılmış yerleri yurtlarının Kürtçe
isimleri değiştirilerek zalimce bir
Ç
asimileye tabi tutulmuş olduklarını
belirttiler.
Anadillerini istediklerinde cezalandırıldıklarını belirten anneler 20.
Yüzyılda anadil yasağının büyük bir
insanlık ayıbı olduğunu, insanlığa
zarardan başka bir fayda sağlamadığını, dilleri yasaklanan insanların
topluma kolay uyum sağlayamadığını söylediler.
Devletin TRT 6 ile Kürtçe yayına
başlamasını samimi bir adım olarak
görmediklerini, aynı gökyüzü altında
yaşadığımızı iddia edenler tarafından hep hakları istendiğinde o gökyüzünden kendi üzerlerine bomba
yağdığını belirten anneler çocuklarına Kürtçe isim veremediklerini, cezaevinde kalan çocuklarıyla Kürtçe
konuşamadıklarını, konuştuklarında
görüşmelerini kestiklerini belirttiler.
Tüm bu zalimliklerin olmamasını
istediklerinde de en yetkili ağızlardan “Ya sev, ya terk et!” lafları işittiklerini kendi ülkelerinde Kürtler
olarak ulusal haklara sahip olma anlamında hiçbir zaman Türkler kadar
özgür olmadıklarını belirttiler.
Anneler açıklamanın sonlarında
devletin Kürt dili üzerindeki bütün
engelleri kaldırmasını, Kürtçenin
Anadilde Eğitim
hakkı eylemi
apa Fıp Fakültesinin kampüsünde, Yurtsever Demokratik
G e nç l i k Me c l i s i , Ç a p a
Komitesi ve Lise Komitesi’nin ortaklaşa yaptığı, ana dilde eğitim hakkı ile
ilgili basın açıklamasına biz Biz Yeni
Dünya Gençliği olarak ta katıldık.
Dövizler açılarak ve sloganlar atılarak
eyleme başlandı. Atılan sloganlardan
birkaçı şunlardı; ‘Kürdistan faşizme
mezar olacak, anadilde eğitim istiyoruz” ve Kürtçe sloganlar atıldı.
Taşınan dövizlerde TRT 6’i protesto
eden ‘TRT ‘li asimileye hayır’ ya da
‘bilinmeyen dilin, bilinmeyen kanalı
TRT 6’ gibi dövizler taşındı.
Orada bulunan bütün gençler büyük bir halka oluşturarak bir süre
halay çektiler. Daha sonra kampüsün girişine doğru yürüyüşe geçildi.
Yürüyüş sonunda basın açıklaması
okundu. Basın açıklamasında belirli
talepler dile getirildi. Bunlardan bazıları şunlardı; Kürt dili sorununun
resmi dil olarak kabul edilmesini,
kreşlerden üniversitelere kadar tüm
eğitim kurumlarında Kürt dilinin
de eğitim dili olmasını ve adları değiştirilen köy kasaba vb. yerlerin eski
Kürtçe isimlerinin geri verilmesini
istediler.
Kürtçe olarak “dilimiz onurumuzdur, onurumuza sahip çıkalım!” solganıyla biten açıklama boyunca bu
slogan sık sık atıldı.
Annelerin Kürt dili üzerindeki yasağın kalkması talebi kürt ulusunun
en önemli haklı demokratik taleplerinden birisidir. Bu uğurda verilen
mücadele bizim de mücadelemizdir.
Öyle gördüğümüz içindir ki bu tür eylemlere gücümüz oranında katılıyor,
destekliyoruz. Fakat doğru görmediğimiz başta Barış Anneleri İnsiyatifi
olmak üzere diğer bir dizi siyasi parti,
grup ve çevrenin dil yasağının bu düzen çerçevesinde çözülecek bir sorun
ve Türk egemenlerinin bu konuda
atacağı en ufak adımın barışa önemli
katkı sunacağını iddia etmeleridir.
Bu düşünce doğru bir düşünce değildir. Çünkü egemenlerin ezilen
ulus ve ulusal azınlıkları asimile etmede en etkili araçı onların dillerini
yasaklamadır. Onun için diyoruzki
tüm ezilen ulus ve ulusal azınlıkların
dil özgürlüğü, onların ulusal olarak
yazgılarını kendi ellerine almasından
geçer. Bu özgürlük de ancak ve ancak
işçi sınıfı önderliğinde bir devrimle
sosyalizmle kazanılır. Sermaye düzeninde hiçbir özgürlük kırıntısı ve
göreceli barış ortamı gerçek özgürlük
ve barış olmamıştır, olamaz.
Bu açıklamada başka önemli bir eksiklik de kürt dili üzerindeki yasaktan başka diğer milliyetlerin dilleri
(Örneğin; Arap, Laz, Çerkez Ermeni,
Rum, …. vd. milliyetlerin anadillerinde eğitim yoktur.) üzerindeki yasaktan tek laf edilmemesi idi.
Ocak 2009 √
çözümü için Kürt sorununun demokratik yollarla çözülmesi, bunun
için Türkiye devletinin Kürtlerin
‘Demokratik Özerklik’ talebini kabul
etmesi gerektiği, Kürtçenin, Kürtlerin
yoğun olduğu bölgelerde resmi dil
olarak kabul edilmesi, Kürt dilinin
tüm eğitim ve öğretim alanlarında
eğitim dili olarak kabul edilmesi,
devlet tarafından geliştirilen asimilasyon politikalarından dolayı Kürt
halkından özür dilenmesi ve pozitif
ayrımcılık uygulanması gerektiği
vurgulandı. Basın açıklamasından
sonra eylem sona erdirildi. Katılım
çok iyiydi, Eylem coşkulu geçti.
Genç bir YDİ/Çağrı okuru
Ocak 2009 √
Şubat 2009 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
Asil Çelik işçisinin
onurlu grevi başladı
B
ursa Orhangazi’de bulunan
Birleşik Metal İş Sendikası
(BMİS)’nın örgütlü olduğu 494
sendikalı, toplam 1000 kadar çalışanı
bulunan Asil Çelik işyerinde işverenin sıfır zam teklifine karşılık işçiler
grev kararı alarak 30 Ocak 2009’da
greve çıktılar. İşverenin
17 Kasım 2008’de krizi bahane
ederek işçileri ücretsiz izine çıkaran
ve 12 Ocak 2009’da tekrar üretime
başlaması karşısında devam eden
Toplu İş Sözleşmesi(TİS) görüşmelerinin tıkanması sonucunda 21 Ocak
2009’da alınan grev kararı 30 Ocak
2009 günü uygulamaya konuldu.
BMİS basın açıklamasında, “Bugün
yaşanan krizi gerekçe göstererek, işçileri açlığa ve sefalete sürüklemek
isteyen sermaye çevrelerine şimdide
Asil Çelik işvereni eklenmiştir” dedi.
Fabrikanın kapısında grevi halaylarla
karşılayan işçiler önünde ilk olarak
söz alan BMİS Bursa Şube Sekreteri
Erol Bektaş “İş yerinde ölen arkadaşlarımız için, şehitlerimiz için,
Filistin’de ölenler için 1 dakikalık
saygı duruşu ve istiklal marşımızın
ardından başkanımız konuşacak” diyerek bazen kötünün iyisi(reformist)
sendikalar içinde de tabanın aynası
olan şoven yöneticiler olabileceğini
gösterdi. Daha sonra konuşan BMİS
Genel Başkanı Adnan Serdaroğlu,
“daha düne kadar işçilerin sırtından
işçilerin çok yoğun çalışmasıyla yüksek oranlarda verimlilik ve büyük
kar elde eden işveren, bugün kriz
gerekçesiyle işçilerin en temel taleplerini görmezden geliyor. İşçilerin
bu yoğun çalışmaları sayesinde her
geçen gün büyüyen Asil Çelik işvereni şimdi krizin faturasını işçilere,
çalışanlara kesmeye çalışıyor.” dedi.
Özelleştiğinden bugüne kadar işyerinin ne kadar büyüdüğünü, işçi ücret-
lerinin ne kadar gerilediğini verilerle
ortaya koyan Adnan Serdaroğlu, “biz
hiçbir zaman kavgadan kaçmadık.
Tega’da bir yıldır grevdeyiz” dedi.
başbakanın Davos’daki tavrının
olumlu olduğunu ama devamının
gelmesi gerektiğini ve yapılan ikili
anlaşmaların iptal edilmesi gerektiğini belirtti. Ancak başbakanın bu
tavrı sayesinde işçilerin, emekçilerin,
yoksul kesimin karnının doymadığı
gerçeğinin insanlara unutturulduğunu atladı.
BMİS Genel Sekreteri Selçuk
Göktaş “Göz renklerimiz farklı da
olsa, göz yaşlarımız aynıdır” diyerek
tüm işçileri ve işçi dostlarını bu davaya sahip çıkmaya çağırdı.
Greve BMİS Bursa Şubesine
bağlı bir aydır grevde olan Asemat işçileri, Prysmian , Grammer, Çimtaş,
SCM işçileri de desteğe gelmişti.
Yerel seçimlerin etkisiyle yerel bazı
belediye başkan adayları ve EMEP,
ÖDP, SP, SDP,TKP gibi örgütler de
desteğini eksik etmediler. Atılan bazı
sloganlar: “İş, ekmek yoksa barışta
yok”, “Kurtuluş yok tek başına ya
hep beraber ya hiç birimiz”, “Yaşasın
sınıf dayanışması”, “Siz, biz hepimiz
Filistinliyiz” vb.
Her ne kadar reformist talepler de olsa işçileri bir adım ileri götürecek bu talepleri sahipleniriz. Ancak
işçilerin, emekçilerin, köylülerin,
yoksulların ve doğanın kurtuluşunun sosyalist devrimlerden geçtiğini
bilerek; tüm sınıf olarak bolşevik safları sıklaştırmamız gerekmektedir.
Yaşasın halkların kardeşliği
Yaşasın sınıfa karşı sınıf davamız
Yaşasın devrim, yaşasın sosyalizm.
Bursa’dan YDİ/Çağrı Okurları
31 Ocak 2009 √
EK:1
Direnişçi işçilerle dayanışma
gecesi yapıldı
S
Şubat 2009 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
endikalaştıkları için işten
atılan ve bir dizi saldırıya
uğrayan Sinter Metal ve
Gürsaş işçileri yaklaşık bir aydır
hazırlığını yaptıkları Dayanışma
Gecesini gerçekleştirdiler.
Direnişçi işçiler bu geceyi direnişlerinin 40. Günü olan 29 Ocak
2009 Çarşamba günü İstanbul’un
Ümraniye semtindeki Vals Düğün
Salonu’nunda yaptılar.
Düzenli olarak ziyaret ettiğimiz
direnişçi işçilerle birlikte Sinter
Metal Fabrikası önünde patronu
ve direnişe katılmayan ihanetçi
işçileri protesto eden ve kazanana
kadar direnişe devam edecekleri
kararlılığını ifade eden slogan ve
konuşmalardan sonra servislerle
gecenin yapılacağı yere geldik.
Salona 200 metre kala servislerden
inen Gürsaş ve Sinter Metal işçileri
kortej oluşturarak sloganlar eşliğinde salona kadar yürüdüler.
Gece, sunucunun N. Hikmet’in
“İşçi Sınıfına Selam!” şiiri ve
Sinter Metal işçilerinin direnişini
anlatan bir sinevizyon gösterimi
ile başladı. Sinevizyon gösterimi
boyunca Direnişçiler ve aileleri
tarafından büyük bir coşku ile
direnişlerini alkışlamaları onların
bu kavgada ne kadar kararlı olduklarını gösteriyordu.
Gecenin açılış konuşmasını
Birleşik Metal – İş Sendikası Genel
Başkanı Adnan Serdaroğlu yaptı.
Destek için orada bulunan herkesi
ve zor koşullara rağmen bu güne
kadar büyük bir kararlılıkla direnen Sinter Metal işçilerini selamlayan ve kutlayan A. Serdaroğlu
Türkiye’de demokrasi ve insan
haklarının sadece bir avuç zengin
İÇİNDEKİLER
YENİ İŞÇİ DÜNYASI
Asil Çelik işçisinin onurlu grevi başladı . . . . . . . . . . . . . . . . EK:1
Direnişçi işçilerle dayanışma gecesi yapıldı . . . . . . . . . . . . . . EK:2
Mersin Limanında işten atılan işçiler direnişte. . . . . . . . . . . . . EK:3
Asemat işçileri grev dedi . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:4
Taşeron işçilerden açlık grevi. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:5
Çimsataş’ta işçi kıyımı . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:5
Emekçiler krize ve işten atmalara karşı yürüdü . . . . . . . . . . . .
EK:5
İsrail ve işten çıkarmalar protesto edildi . . . . . . . . . . . . . . . . EK:6
SES’li emekçiler demokratik bir üniversite istediler . . . . . . . . . . EK:6
Genç bir işçi mektubu…. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:7
Direnişteki Akan-Sel işçilerine destek artarak devam ediyor!. . . . . . EK:8
Genç bir okur mektubu... . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:8
EK:2
için varolduğunu belirtti.
Ayrıca Gürsaş ve Sinter Metal’de
yaşananların “işveren terörü” olarak değerlendiren A. Serdaroğlu
bu teröre seyirci kalan hükümetin
de en az patronlar kadar suçlu olduğunu söyledi.
Sinter ve Gürsaş direnişçileri
adına birer işçi kürsüde kısa birer
konuşma yaptı.
Sinter Metal işçileri adına konuşan sadece yasal hakları olan sendikallaşma ve ekmek davası için
mücadele ettiklerini ve bundan
sonra da daha kararlı bir şekilde
kazanana kadar mücadelelerini
sürdüreceklerini belirtti.
Gürsaş işçileri adına konuşan
genç bir işçi ise yürüttükleri mücadelenin sadece Gürsaş işçilerin
sendikal hakkı ekmek ve geleceği
için olmadığını yürüttükleri mücadelenin bir bütün olarak ülke
işçi sınıfının tüm ezilen ve sömürülenlerin mücvadelesi olduğunue
herkesi bu tür direniş ve grevlere
destek olmaya çağırdı.
Geceye DİSK Yönetim Kurulu
üyeleri, KESK Genel Başkanı Sami
Evren, Genel- İş Genel Başkanı Erol
Ekici, Genel- İş Anadolu Yakası
Bölge Başkanı Veysel Demir DİSK,
KESK ve Türk- İş'e bağlı bir çok
sendikanın şube yönetcisi, DKÖ
temsilcisi, yöre derneği ve semtte
bulunan organize sanayi bölgelerinden işçiler katıldı.
Şimdiye kadar hiçbir direniş ve
grevde pek karşalaşmadığımız siyasi parti yöneticisi, Milletvekili
ve Belediye Başkan Adayları da geceye gelmişlerdi.
Bunlardan İstanbul’un Üsküdar
ilçesi DSP Belediye Başkan Adayı
sanatçı Levent Kırca işçiler tara-
fından büyük bir sevinçle karşılandı. L. Kırca yaptığı kısa konuşmada işçilerin yanında olduğunu
belirtti ve mimikleriyle işçileri
güldürdü. DSP Milletvekili Ayşe
Şule Ağırbaş da hükümeti suçladı,
işçileri desteklediğini söyledi.
Aynı şekilde DSP Milletvekili
gibi CHP Milletvekili Çetin Soysal
da sanki emperyalistlerle işbirliği
içinde olan bir avuç kapitalistin
faşist düzeninin savunucusu işçi
ve emekçi düşmanı büyük sermaye sınıfı ve bürokrat burjuvaziye hizmet eden bir partide değil
de gerçekten işçiden emekçiden
yana bir partide siyaset yapan bir
Milletvekiliymiş gibi hükümetin
yanlış politikasından patronların
krizden dolayı işçilerin emekçilerin haklarını gaspından “emeğin
en yüce değer” olduğundan işçi sınıfının yanında olduğundan uzun
uzun sözetti. Bu sırada salondaki
bir bölüm dinleyici tarafından bu
iki yüzlülüğü protesto edildi.
Çünkü Belediye Başkanı CHP’li
olan Kadıköy Belediyesinde çalışan
sağlık emekçileri DİSK/ Devrimci
Sağlık- İş Sendikası’na üye oldukları için işten atılmıştı. Sendika
bununla ilgili bir bildiri çıkarmış
önceden salondaki masalara dağıtmıştı. Protestocular, haklı olarak bildirileri havaya kaldırarak
ve masalara vurarak Çetin Soysal’ı
protestolarını dakikalarca sürdürünce Birleşik Metal- İş Başkanı
ve diğer yöneticiler Milletvekilinin
protesto edilmesinin çok yanlış
olduğunu bu Milletvekilinin her
zaman Mecliste işçilere sahip çıktığını söyleyerek onu savundu.
Kendi işkolunda en mücadeleci ve işçilerin sömürülmesini
azda olsa sınırlamak için uğraşan
emekten yana bir sendikanın en
yetkilisinin adından başka halka
hiçbir ilgisi olmayan ve yararı dokunmayan; tersine 12 Martları, 12
Eylülleri yapanlar ve uygulamasını
sürdürenlerden özde farkı olmayan bir partide Milletvekiliği yapan birine böyle sahip çıkması işçi
sınıfının kaşını yapayım derken
gözünü çıkarmaya benziyor.
İşçi sınıfı bir gün mutlaka bu
düzen partilerinden hesap sorduğu gibi sınıfın anda bir bölüğünün küçücük çıkarları uğruna
uzun vadeli çıkarları hiçe sayarak
ve gerçek kurtuluşa yürümesi için
gözlerindeki gerekli görme yetisine
ulaşmanın ön nüvesi olan ışığı artırmak değil de eksiltenlerden de
hesap soracaktır.
Ocak 2009 √
Mersin Limanında işten
atılan işçiler direnişte
M
mesi üzerine, örgütlenmeye karar
veriyorlar. Sendikamıza işçilerin
öncülerinden bir iki arkadaş başvurdu. Bunlarla önce görüşmelerimizi Haziran ayı içerisinde başlattık. Tabi Liman’da olan bir işyeri
olduğundan dolayı, öncelikle bizim işkolumuzda olup olmadığını
kesinleştirmemiz gerekiyordu.
kesinlikle örgütlenme sürecinin
tamamlanana kadar bu mücadeleyi
devam ettirmekten kararlı olduklarını herkese gösterdiler. Her sabah
işten çıkarılan arkadaşlarımızla
beraber, işbaşı yapacak arkadaşlarımız direniş yerinde buluşuyoruz.
Orada sloganlarla taleplerimizi yeniden haykırıyoruz. Çalışan arka-
Bakanlıkta işkolu tespiti istedik.
Ekim ayı sonlarına doğru işkolu
incelemesi tamamlandı. Kara taşımacılığı işkolunda olduğu kesinleşti. Daha sonra biz kurduğumuz
ilişkiler üzerine burada örgütlenme çalışması başlattık. Gerçekte
iki aylık çok yoğun bir çalışmanın
sonucunda, işçi arkadaşların evlerinden, mahallelerinden, sokaklarından, düğünlerinden, cenazelerinden tutun, bulundukları her
yere bu örgütlenme çalışmamızı
taşıdık. Bunun üzerine işçi arkadaşlarımızın örgütlenmeye olan
ihtiyaçları, sendikamızın çalışmasına duydukları güven sonucunda
da, yasaların aradığı çoğunluğu
sağlayarak, 30 Aralık tarihinde
Çalışma Bakanlığı’na çoğunlu
tespiti başvurumuzu yaptık. Tabi
sendikal çalışmanın işveren tarafından duyulması üzerine, işin öncülerine tehditler yağdırmaya başladılar. Sendikamızı karalamaya
çalıştılar. İşçileri sendikadan istifa
ettirmeye çalıştılar. Tehditleri silah
göstermeye kadar vardırdılar. Ve
en son olarak da, 5 Ocak tarihinde,
60 arkadaşımızın işten çıkarılmasıyla sendikal çalışmayı engelleyebileceklerini düşündüler. Ama
bugün direnişimizin 11. günü. 11
gündür hem içeride çalışan üyelerimiz, hem işten çıkarılan kapının
önünde direnişte olan üyelerimiz,
daşlarımızı işe uğurluyoruz. Gün
içerisinde burada ziyaretçilerimiz
oluyor. Her gün halaylar çekiyoruz. Destek ve dayanışmaya gelen
kurumlarla, omuz omuza bu mücadelenin kazanılması için, yeni
hedefler koyuyoruz önlerimize. Ve
akşam paydos saatinde de, içerden
çalışan üyelerimiz, kortejler oluşturarak, sloganlar atarak limanın
kapısına geliyorlar. Limanın dışına
çıkıyorlar. Orada direnişçi işçilerle
buluşarak, taleplerimiz haykırarak dağılıyoruz. Tabi, burada esas
üzerinde durulması gereken nokta
şu: Biliyorsunuz özelleştirme sonucunda, özelleştirmenin gerçekleştiği bütün limanlarda, sendikal
örgütlülükler dağıtıldı. Mersin limanı da bunlardan biri. Buradaki
bu süreç, Limanlardan yeniden
örgütlenebilineceğini, sendikal
örgütlülüğünün yeniden sağlanabileceği, bir kazanıma dönüşürse,
gerçekte limanda çalışan bütün
işçilerin, yeniden örgütlü, toplu
sözleşmeli, düzen içerisinde çalışmalarına hizmet edebilir. Bundan
dolayı Liman’da örgütlenme yetkisi
olan bütün sendikaların limanlardaki örgütlenme çabasına katkı
sunmaları, destek vermeleri ve örgütlenme çalışmasını başlatmaları
gerekiyor. Nitekim Ana işveren
MIP, bizim işkolumuzda değil.
Liman-İş sendikamızın iş kolunda.
Şubat 2009 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
ersin Limanı’nın özelleştirilmesi sürecinde,
liman işçileri Liman-İş
Sendikası önderliğinde özelleştirmeye karşı direnerek, özelleştirmeyi engellemeye çalışmıştı. Bu
direnişin özelleştirmeyi engelleyememesi üzerine, Mayıs 2007 de
Mersin Limanı 36 yıllığına MIP
şirketine kiralanarak özelleştirilmişti. Bu özelleştirme sonunda
emekliliği dolan işçiler emekliye
ayrılmış, diğerleri ise başka limanlara gönderilerek bu direnişe son
verilmişti. Bu özelleştirme nedeniyle Mersin Limanı’nda Limanİş’in örgütlülüğü sona ermişti.
O dönemden bu yana, Mersin
Limanı’nda bir sessizlik hakimdi.
Bu sessizliği yükleme, boşaltma,
tahliye işçileri bozdu. Bir taşeron
firma olan Akansel’de çalışan işçiler, patronun keyfi tutumu ve
ağır çalışma koşullarına daha
fazla boyun eğmeyeceklerine karar vermişler. Bunun sonucu olarak, kendi işkollarında yetkili olan
TÜMTİS’te örgütlenmeye karar
veriyorlar. İşçilerin sendikaya üye
olmasını engelleyemeyen Patron
“ekonomik kriz” gerekçesiyle ilk
başta 60 işçiyi kapı dışarı etmişti.
Bunun üzerine atılan işçiler, 5
Ocaktan itibaren Limanın A kapısı önünde direnişe geçti. İçerde
çalışan işçilerde, iş yavaşlatarak
direnişteki arkadaşlarına destek
veriyorlar. Direnişin11. günü, 10
işçinin daha aynı gerekçe ile kapı
dışarı ediliyor. Kendilerini ziyaret
ettiğimiz işçiler patronun tavrına
tepkili. Sendikalı olarak çalışma
konusunda “Limana sendika girecek başka yolu yok!” diyerek
direniyorlar.
L i m a n ö nü n d e , T Ü M T İ S
Sendikası Genel Sekreteri Gürel
Yı lmaz ve direnişçi işçilerle
görüştük.
YDİ ÇAĞRI: Sayın Gürel bize
bu süreci anlatabilir misiniz?
Gürel Yılmaz: Mersin Limanı
2007 yılının Mayıs ayında özelleştiriliyor. Özelleştirmede, Singapur
kökenli dünya liman işletmecisi
Tersa ile, Aksen’in ortaklığı ile
kurulan MIP adlı şirket özelleştirmede Limanı 36 yıllığına kiralıyor.
Bu MIP, Limanın boşaltma, yükleme ve tahliye işlerini AKANSEL
adlı bir firmaya yaptırmaya başlıyor. Akansel’de çalışan işçiler,
aylarca kendilerine çalışma koşullarının düzeltileceğine dair
sözler verilmiş olmasına rağmen,
hiçbir sözlerinin yerine getirilme-
Biz Liman-İş sendikamızın da MIP
de bir örgütlenme çalışması başlatırsa eğer, kendilerine yardımcı
olacağımızı, ilişkilerimizi onlara
taşıyacağımızı, burada Akansel
işçilerinin örgütlenme çabasının
MIP işçilerinde de ciddi bir etki
bıraktığını, bu etki üzerine sendikal örgütlenmenin daha kolay
olabileceğini aktardık kendilerine.
Onların da bir an önce ana işveren
de çalışan işçilerin örgütlenmesi
için, adım atmalarını istiyoruz.
Buradaki MIP işçilerinin de talebi
budur. Biz bu mücadeleyi devam
ettireceğiz. Her türlü baskıya rağmen, her türlü havanın olumsuz
koşullarına rağmen, bu mücadeleyi devam ettireceğiz. Tabi biz bu
mücadeleyi devam ettirirken, işten
çıkarmalar sadece 60 kişi ile sınırlı
kalmayacak. Her gün arkadaşlarımıza işten çıkarılacaklarına dair
tebligatlar geliyor. Pazartesi günü
10 arkadaşımıza daha, 3 Şubat’tan
itibaren işten çıkarılacaklarına dair
tebligatlar gönderildi. Bu durum
işçi arkadaşlarımız da ciddi tepkilere neden oluyor. İşverenlerle ve
işveren temsilcileri ile, görüşmek
için iş bırakmaya kadar giden işyeri içerisinden eylemlilikler gerçekleştiriyorlar. Tabi demokratik
bir haktır bu. Siz hem işçiye tebligat göndereceksiniz, şu tarihten
itibaren sizden işinizi ekmeğinizi
alacağım diyeceksiniz, ondan eskisi gibi hizmet bekleyeceksiniz.
Bunun olanağı yoktur.
Gerçekten bu mücadeleyi sadece
işten çıkarılan üyelerimizin işe
geri döndürme mücadelesi olarak
değerlendirmiyoruz. Bu mücadele,
limanlarda yeniden sendikaların
örgütlenebilme mücadelesi. Bu
mücadele Türkiye de emek örgütlerinin, demokrasi güçlerinin örgütleme mücadelesine dönüşmelidir.
Burada olumlu sonuç almamız,
hem limanlarda yeniden örgütlenebilineceğinin örneği olacaktır.
Hem de işçi sınıfına bunca sorun
içerisinde, bunca kıyım içerisinde,
bunca olumsuz koşullar içerisinde
moral motivasyonuna dönüşecektir. Onun için bütün demokrasi
güçlerinin, tüm emek örgütlerinin,
yüreği işçilerden yana atan bütün
bireyleri, kurumları bu mücadeleye sahip çıkmaya, destek olmaya
çağırıyoruz. Yoksa sadece Akansel
işçilerinin kendi öz güçleri ile sürdürebilecekleri, mücadele ederek başarıya ulaşmaları biraz zor.
Sınıf kardeşleri, emek örgütleri,
demokrasi güçleri hangi oranda
sahiplenirlerse, hangi oranda katkı
ve destek sunarlarsa, başarı o kadar erken gelecektir. Bu sadece
Akansel işçilerinin, sendikamızın
başarısı değil, emek örgütlerinin
ve yüreği sınıftan yana atan herkesin başarısı olur.
YDİ ÇAĞRI: Bize bu bilgileri
verdiğiniz için teşekkür ederim.
Gürel Yılmaz: Ben de teşekkür
ederim
EK:3
Asemat işçileri
grev dedi
Şubat 2009 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
Süleyman Kızıltay: Akansel’de
çalışıyorum, şu an sendikaya kayıt
olduğumdan dolayı işsiz bırakıldım. İçerde çok zor şartlarda köleliğe varan şartlarda çalıştırdılar.
Bize güzel vaatlerde bulundular,
ama hiç birini yerine getirmediler. Buna bağlı olarak arkadaşlarla
beraber sendikal faaliyetlere başvurduk. Mücadelemizi vermeye
başladık. Bunu öğrenen işveren
önce arkadaşlarımızı zorla notere
götürüp, tehditlerle sendikadan
istifa ettirmeye çalıştılar. Fakat biz
baskılara boyun eğmedik, mücadelemize devam ettik. Yeterli sayıyı Çalışma Bakanlığı’na ulaştırdıktan sonra, sevinçten avazımız
çıktığı kadar bağırmak istedik.
Bunu duyan işveren 3 Ocak’tan
itibaren 60 işçiyi işten attı. Bunun
mücadelesini şu an burada veriyoruz. İşçiyiz haklıyız kazanacağız!
Başka bir şey demiyorum.
Ali Aras: Liman işçisiyim.
Özelleştirildikten sonra girdik.
Yalan dolan haksızlık, hakaret her
şey geldi başımıza. Bugüne kadar
dayandık. Buraya kadar geldi. Şu
an hala çalışıyorum. Yıllık izine ayrıldım. Yazıhanede izin kağıdıma
imza atarken çıkışım benden önce
eve gitmiş. 29 Ocak’ta işbaşı yapacağım. 3 Şubat’ta çıkışım verildi.
Burada çıkarılan işçi arkadaşlarla
aynı kaderi paylaşıyoruz. Ya hep
beraber ya hiç birimiz! Başka bir
şey demiyorum zaten her şey göz
EK:4
önünde. Bize verdiğiniz destek için
size teşekkür ediyoruz.
Refik Yılmaz: Ekonomi krizin
olmadığını, TÜMTİS Sendikası’na
üye olduğumuz için işten atıldık.
Ben ayda 300-350 taşımalık yapan,
Akansel’in bir numaralı operatörü
olduğum halde beni ekonomik
kriz bahanesi ile işten çıkardılar,
kapı dışarı koydular. Palete girmesini bilmeyen adamı getirdi benim
yerime koydu. 10 Senedir Mersin
Limanı’nda çalışıyorum, herkes
beni tanır. Ekonomik kriz bahane.
Sendikaya üye olmamı kabullenemiyorlar. Bu senin yasal hakkın değildir. Kuralları biz koyarız
diyorlar.
İsmet Tanır: 1997’de emekli oldum. 40 yıllık operatörüm. 18 aydır yaklaşık Mersin Limanı’na çalışmak için girdik. Sadakatimizle
pat ronu mu z a h i z me t e t t i k .
Gecemizi gündüzümüzü birbirine
kattık. Oyalama taktikleri ile 18 ay
bizi oyaladılar. En sonunda yasal
hakkımız olan sendikaya başvurduk. Bunu suç unsuru olarak gösterip bizi işten çıkardı. Gönderdiği
yazıda kriz diyor. Kesinlikle kriz
falan yok. Yasal hakkımız olan
sendikaya üye olduğumuz için işten
çıkarıldık. İşvereni kınıyorum.
Mehmet Eren: 1988’de Liman’da
çalıştım. Daha sonra belli aralıklarla Liman’da çalıştım bugüne
geldik. Biz bir aileyiz diyerek boş
vaatlerle bizi kandırdı. İşçiler gidip yasal hakkını kullanmasın
diye aylarca bizi kandırdı. Hiç zam
alamadık. 18 ayda bize verdiği 50
TL zam. 50 TL zamdan sonra söz
verdi tutanak tuttu, gelip sizlerle
görüşeceğim dedi. Daha sonra
müdürünü göndererek kriz var diyerek bizi uyutmaya çalıştı.
Bende kınıyorum. 300 kişinin
yapacağı işi 118 kişiye yaptırıyorlar. Böylemi işsizlik önlenecek.
Yetkililere sesleniyorum, gelsin
kontrol etsinler. 12 çalıştırılıyoruz.
Biz hiçbir işverene düşman değiliz.
Bu memleket için yatırım yapan,
iş yapan hiçbir insanımıza kötü
gözle bakmıyoruz. Seviniyoruz
tam aksine. İşimize geri dönmek
istiyoruz
17 Ocak 2009
YDİ Çağrı/Mersin √
Bursa Nilüfer Organize Sanayi
Bölgesinde kurulu bulunan ve
Birleşik Metal İşçileri Sendikası
(BMİS)’nın örgütlü olduğu Asemat
fabrikasının yaklaşık 70 çalışanı,
işverenin %4’lük zam teklifine
karşılık olarak GREV dedi.
Grev uygulamasını başlatmak
üzere BMİS Genel Sekreteri Selçuk
Göktaş konuşmasında işverenin
uzlaşmaz tutumundan duydukları
rahatsızlığı dile getirerek: "Grev
bizim için hiçbir zaman amaç olmamıştır, ancak devletin açıklamış olduğu resmi rakamlara dahi
ulaşmayan bir zam teklifini kabul
etmemiz mümkün değildir’’ diyerek; aslında bu resmi rakamlara
ulaşılsa anlaşabileceklerini ifade
etmek istemiştir. Birleşik Metal
İş'in işçi sınıfının önder örgütü olduğunu iddia eden Göktaş taşeron
işbirlikçi sendika Türk Metal’i de
eleştirerek "Bir başkalarıyla karıştırmayın bizi; emlakçı Mustafa ile
karıştırmayın bizi. Bugün işinden atılan ve açlığa reva görülen
işçilerine sahip çıkmayan bir anlayış yoktur BMİS’ nda. Ülkede,
dünyada krizi yaratanlara baktığımızda, krizin bedelini işçilere
ödetmeye çalışıyorlar. Oysa biz
işçilerin bu krizde en ufak bir
payı yoktur. Bu ülkede başbakan
diyor ki “2 yıllık zulaları var’’.
Hani bozuk saatler olur ya; arada
bir doğru gösterir. Bizim başbakan da arada bir doğru söylüyor.
Gerçi bize göre daha fazla zulaları
var ya; eğer 2 yıllık zulaları varsa
işverenlere söyleyecek sözünüz
olmalıydı. İşçi çıkarmaları neden
yasaklamadınız? Yalnızca işçilere
gelince Kasımpaşalılığı istemiyoruz biz’’ diyerek işverenlerin siyasi
temsilcilerinden de işçiler adına
bir şeyler beklediğini ifade etti.’’Bu
ülkede sadece zenginler vergi ödemiyor, sadece zenginler yaşamıyor,
devletin kasasını sadece onlar doldurmuyor; tam tersine bu ülkeyi
ayakta tutan işçilerdir. 20 tane aile
bu ülkenin milli gelirinin %70’ini
yiyor; geriye kalan %30'u ise 65-70
milyona paylaştırıyorsunuz. O zaman bu ülkede paylaşım adaletsizliği var (günaydın demek gerekiyor) zenginlere "varlık vergisinin’’
getirilmesi gerekiyor. Bizim talep-
lerimize kulak tıkayan siyasi iktidar istemiyoruz. Biz yoksulların
başbakanını arıyoruz. Biz yoksulların hükümetini arıyoruz" diyerek sanki sistem içinde kurtuluşun
mümkün olduğunu söylemeye çalıştığı anlaşılıyor. Asemat işverenini tekrar masaya davet eden S.
Göktaş, “Şunu isterdim; belki insanların istediği %100 olmayabilir.
Bu işçiye sahte enflasyon rakamları dahi uygun görülmedi. Bunu
bile çok gördüler bu işçiye; hükümetin açıkladığı enflasyon oranlarını (%8) bile çok gördüler’’ diyerek
niyetinin ne olduğunu da belli etti.
Birçok işyerinde sorun yaşadıklarını, birçok yerde direnişte olduklarını dile getiren ve işverenlerin
bunları özellikle yaptıklarını dile
getiren Göktaş her şeye rağmen
BMİS olarak kavgadan kaçmadıklarını ve hiçbir zaman da kaçmayacaklarını söyledi.
BMİS Bursa Şb. Başkanı Ayhan
Ekinci ise "bizi bu mücadelede
yalnız bırakmayan tüm dostlara
teşekkür ederiz’’ diyerek grev uygulamasının başladığını ilan etti.
Asemat işçilerine BMİS Bursa
Şubesine bağlı diğer işyerlerinden
de yaklaşık 60 işçi, KESK, EğitimSen, EMEP, Sosyalist Parti gibi
kimi örgütlerin de desteğe geldiği
görüldü.
Konuşmalar sık sık sloganlarla kesilirken şu sloganlar
atıldı: “Yaşasın sınıf dayanışması!
İşçilerin birliği sermayeyi yenecek. Direne direne kazanacağız.
Kurtuluş yok tek başına, ya hep
beraber ya hiç birimiz. Gün gelecek devran dönecek, emlakçı işçiye
hesap verecek.”
Tabii ki biz işçilerin yaşam şartlarını iyileştirecek reformist talepleri de reddetmeyiz tersine sahipleniriz. Ancak işçi sınıfının gerçek
kurtuluşu ancak sınıf önderlerinin
örgütlü olduğu bir BOLŞEVİK
PARTİ önderliğinde; devrimden
geçtiğinin ve tüm işçilerin bu
yönde örgütlenmesi gerektiğinin
altını çizmek istiyoruz.
Yaşasın sınıf mücadelemiz!
Ya ş a s ı n d e v r i m , y a ş a s ı n
sosyalizm!
Bursa’dan YDİ Çağrı okurları
Aralık 2008 √
Taşeron işçilerden Emekçiler krize ve
işten atmalara karşı
açlık grevi
İ
zmir Büyükşehir Belediyesi’ne
bağlı olarak park ve bahçe işlerini yapan taşeron Vira ve
Kürşat şirketlerinde çalışan 1.200
işçi, kadrolu olarak belediyeye ait
bir şirkette çalışma talebiyle, çeşitli -basın açıklaması, yürüyüş,
oturma eylemi- eylemler yaptılar.
1 Ocak 2009 tarihi itibariyle,
ihale süreci sona erdiği gerekçisiyle
1.200 işçi işsiz kaldı. Eylemler ve
tepkiler sonucu Vira taşeron şirketi
işçileri işbaşı yaptı. Kürşat taşeron
işçileri ise, 7 Ocak’ta Konak İzmir
yürüdü
müracaat ettik. Başkan Aziz
Kocaoğlu’na 1,5 ay ulaşamadık.
En son basın açıklamasına bir gün
kala kendisi ile görüştük. Başkan
bize, ihaleleri Büyükşehire bağlı
hangi firma kazanırsa kazansın,
belediyeye ait bir firmaya geçiş
yapma sözü verdi. İhaleler yapıldı. Başkan verdiği sözü yerine
getirmedi. Uğraşlarımıza rağmen
başkan ile bir türlü görüşemedik.
Vira işçileri işbaşı yaptı. Kürşat işçileri direniyoruz. 7 Ocak’ta açlık
grevine başladık. 4 arkadaşımız
A
dönüşümsüz, 4 arkadaşımız dönüşümlü açlık grevi yapıyoruz. Açlık
grevi yeterli olmazsa, Ankara’ya
yürüyeceğiz. Belediyeye bağlı şirketlerde çalışmak, taşeron şirkette
çalışmak istemiyoruz. Sosyal belediyecilik anlayışı zedelenmesin,
bu sorun biran önce çözülsün
istiyoruz. Taşeron şirketlere son
verilsin.”
İşçilere Ocak sayımızdan vererek, mücadelelerinde başarı dileyerek yanlarından ayrıldık.
15 Ocak 2009
YDİ Çağrı/İzmir √
ÇİMSATAŞ’ta
işçi kıyımı
B
irleşik Metal İş sendikası Mersin şube başkanı
Rasim Gündal’dan aldığımız bilgiye göre, ÇİMSATAŞ’ta
patron ekonomik kriz gerekçesi
ile Eylül 2008’den bu yana 6
Ocak 2009’a kadar 71 işçinin
işine son verdi. Bunun dışında 18
işçi gönüllü çıkış aldı. 5 işçi ise
emekliye ayrıldı. Bunlardan yalnızca 6 işçi iş mahkemesine başvurarak hakkını arayacağını belirtiyor. Gündal, iş mahkemesine
başvurmayan işçilere patronun
Mumcu Meydanına hareket eden
emekçiler, y ürüy üş sırasında
“Krizin yükü patronlara”, “Genel
grev genel direniş”, “Yaşasın iş,
ekmek, özgürlük mücadelemiz”,
“Liman işçisi yalnız değildir”,
“Katil İsrail, işbirlikçi AKP”,
“Filistin halkı yalnız değildir”
sloganlarını attılar. Hava muhalefetine rağmen coşkulu geçen
yürüyüş istasyon önünde yapılan
mitingle sona erdi.
Mitinge KESK Genel Sekreteri
Emirali Şimşek, KESK Eğitim ve
Örgütlenme Sekreteri Akman
Şimşek, TMMOB Başkanı Mehmet
Soğancı, DİSK Genel Sekreteri
Tayfun Güngör, Genel-İş Başkanı
Erol Ekici TÜMTİS Genel Sekreteri
Gürel Yılmaz da katılarak destek
verdi.
Mitingde yapılan uzun konuşmalar kitlenin erken dağılmasına
neden oldu. Yapılan konuşmalarda, sermayenin krizin faturasını
emekçilerin üzerine yıkmaya çalıştığı belirtilerek “bu krizi emekçiler
yaratmadı emekçiler faturasını
ödemeyecek” dendi.
“mahkemeye başvurmazsanız sizi
kriz sonrası tekrar işe alırız” vadinin etkili olduğunu belirtti. Dava
açmayan işçilerin bir kısmı ise ihbar ve kıdem tazminatlarını aldıkları için dava açmamış.
İşveren en son 04.01.2009 tarihinde sendikanın işyeri baş temsilciliğine “iş kanunun 29. maddesi
kapsamında “toplu işçi çıkaracağını bildirdi. Patron otomotoiv
yan sanayi sektöründe yaşanan
ekonomik krize bağlı olarak 4857
Sayılı İş Kanunun 29. Maddesi
uyarınca 05.01.2009-31.01.2009
tarihleri arasında iş kanunun 18
maddesi çerçevesinde 73 işçinin daha işine son vereceğini
bildiriyor.
Çimsataş’ta çalışan işçilerden
Selami Karagüzel; “Tedirginiz.
Her an işimizden olabiliriz.
Onun için fazla sesimizi çıkaramıyoruz” diyerek, çalışan işçilerin çok fazla rahat olmadıkların belirtti.
Patronlar kendi yarattıkları
krizin faturasını işçilerden çıkarmaya devam ediyor.
Ydi Çağrı Adana
Ocak 2009 √
20.01.2009
Ydi Çağrı Mersin √
Şubat 2009 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
Büyükşehir Belediyesi önünde açlık grevine başladılar. Açlık grevinin 9. gününde açlık grevi yapan
işçileri ziyaret ettik.
İşçilerin kendi aralarında oluşturdukları komite sözcüsü Özkan
Kılıç gelişmeler hakkında şu bilgileri verdi: “Üç ay önce örgütlenmeye başladık. Taşeron işçisi
olduğumuz için görüştüğümüz
sendikalar örgütlenmemize sıcak
bakmadı. Kendi aramızda komiteler kurduk. İki taşeron şirkette
1.200 işçi çalışıyor. 969 imza topladık. Büyükşehir Belediyesi’ne
dana’da düzenlenen ‘Krize,
işten atmalara, işsizliğe,
yoksu lluğa, özelleştirmelere ve savaşlara karşı emeğin
birleşik mücadelesini yükseltelim’
mitingine yaklaşık 4 bin işçi ve
emekçi katıldı. Çevre illerden de
katılım sağlanan mitingde patronların saldırılarına karşı ortak mücadele çağrısı yapıldı.
Türk-İş, DİSK, KESK, TMMOB,
Adana Tabip Odası ve Adana
Eczacılar Odası’nın düzenlediği
mitinge katılan işçiler, kamu emekçileri, kadınlar, işsizler ve üretici
köylüler Mimar Sinan Açıkhava
Tiyatrosu önünde toplandılar.
Mitinge Mersin Limanında AkanSel isimli taşeron firmada çalışan,
TÜMTİS’e üye oldukları için işten
atılan ve 20 gündür direnen işçiler
de katıldı.
Liman işçileri, “Limana sendika
girecek başka yolu yok”, “Yaşasın
sınıf dayanışması” “İş ekmek yoksa
barşta yok” sloganlarıyla taleplerini dile getirdiler. İşçiler ilerleyen
günlerde dayanışma etkinliği düzenleyeceklerinin de duyurusunu
yaptılar.
Toplanmanın ardından iki koldan mitingin yapılacağı Uğur
EK:5
İsrail ve işten çıkarmalar
protesto edildi
işten çıkarma ve Filistin’e saldırı
aynılaştırılarak buna karşı mücadele kapitalizme karşı mücedele
olmak zorunda olduğu belirtildi.
Türk – İş adına konuşmayı
Türk –İş 1. Bölge Temsilcisi Faruk
Büyükkucak yaptı. Patronlara,
İsrail’e, TC devletine, hükümete,
BM’ye ve hatta Özelleştirme İdaresi
İ
Şubat 2009 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
İ
EK:6
stanbul’da Türk – İş’e bağlı
bazı sendikaların oluşturduğu İstanbul Türk- İş wSendika Şubeleri Platformu ile HSGG
(Herkese Sağlık Güvenli Gelecek)
Platformu’nun ortaklaşa 7 Ocak
2009 Çarşamba günü bir yürüyüş
düzenledi. Bu eyleme YDİ ÇAĞRI
Gazatesi olarak biz de 50’nin üzerinde kurumdan oluşan HSGG
Platformunda yer alan Devrimci
1 Mayıs Platformu üzerinden
katıldık.
Bu eylemin kararı alındığında
esas amaç kriz bahane edilerek yoğun bir şekilde yaşanan işten atmalar ve elektrik, doğalgaza yapılan
zamları protesto etmekti. Siyonist
İsrail Devleti ’nin Filistin’nin
Gazze kentine saldırısı üzerine
eylem işten atmaların ve zamların
protestosundan çok İsrail’in protestosuna dönüştü. Bu durum anlaşılır ve doğru idi. Fakat şaşırtan
ve doğru olmayan bir durum daha
vardı ki o da Türk –İş içindeki sendika ağalarından Mustafa Kumlu
ile Mustafa Türkel’in koltuk kavgasının bir yansıması olan adeta birbiriyle öne geçme konusunda didişerek yarışan Tes – İş, Gıda – İş ve
Türk Metal sendikalarından işçilerin hayli kalabalık olarak eyleme
katılmaları idi. Eylemin disiplinine
uymamaları, kendi başlarına hareket etmeleri, eylem boyunca kriz
ve zamlarla ilgili atılan tek bir slogana katılmayıp sadece tekbir getirip Hamas’a selam gönderen gerici ırkçı sloganlar atmaları yanlış
ve çok kötü bir durumdu. İstanbul
Şubeler Platformu’nun bu duruma
etkili bir şekilde müdahale etmemesi önemli bir eksiklikti.
Tek bir eylem olarak bilinen bu
eyleme yakından bakıldığında
gerçekten iki tane eylemin olduğu
görülüyordu. Bunlardan biri amacına uygun yürüyen bir kesimi – ki
bu bölüm HSGGP ortak pankartı
arkasına dizilen sendika, parti,
meslek örgütleri ve devrimci çevrelerden oluşuyordu- diğeri de
sendika ağalarının koltuk kavgasına alet olabilecek denli geri ve
gerici-ırkçı düşüncelerin etkisinde
oldukları için de faşistlerin yönlendirmesi doğrultusunda hareket
eden üç sendikanın oluşturduğu
kesimin Türk bayrağı ile yürüyüşü
idi.
Tünel’den Taksim – Tramvay
Durağı’na kadar yapılan yürüyüşe polis Taksim alanına açılan
İstiklal Caddesinin ağzında durdurarak alana sokmak istemedi.
Bir süre yapılan pazarlık ve görüşmeler sonrasında alana girme izini
verildi.
Yürüyüş boyunca en sık atılan sloganlar “Terörist İsrail
Filistin’den Defol!”, “Katil İsrail
İşbirlikçi AKP!”, “Zam zülüm işkence işte AKP!” “İsrail uşağı hükümet istifa!”, “İşçi memur elele
genel greve!”, “Krizin faturası yaratanlara!” vb. Taşınan pankart ve
dövizlerde de buna benzer sloganlar yazılı idi.
Biz YDİ ÇAĞRI Gazetesi olarak
bir grup arkadaş katıldık. Bir yüzünde “İşsizlik yoksulluk kriz savaşa karşı devirm için örgütlenin!”
diğer yüzünde de “Ücretli kölelik
Kapitalizm barbarlıktır! Ya barbarlık ya sosyalizm!” yazılı büyük bir
döviz taşıdık. Kriz ve Sinter Metal
işçilerinin direnişiyle ilgili çıkardığımız bildirilerden dağıttık.
Yürüyüşün bitirildiği Taksim
alanında önce HSGGP adına konuşma yapıldı. Yapılan konuşmada
Başkanlığına bile çağrılarda bulunarak işçilere emekçilere tüm ezilenler için hak hukuk istedi. Bu
sırada bazı devrimci ve reforumcu
gruplar bu sözler karşısında bugün
henüz hoş ama boş bir sloganla
“Genel grev genel direniş!” sloganıyla yanıt verdiler.
Ocak 2009 √
SES’li emekçiler
demokratik bir
üniversite istediler
stanbul Çapa Tıp ve Cerrahpaşa
Tıp Fakültelerinde çalışan
SES’li emekçiler hizmetler
karşılığı elde edilen döner sermaye
gelirlerinin adil dağıtılması ve fakültelerin yönetiminde söz sahibi
olmaları için mücadelelerine devam ediyorlar.
İstanbul SES Aksaray Şubesi
9 Ocak 2009 günü her iki tıp fakültesi önünde yaptığı yürüyüş
ve basın açıklaması ile yetkililere
seslenerek döner sermaye gelirinin
öğretim üyelerine olduğu gibi tüm
çalışanlara (hemşire, ebe, sağlık
teknisyeni, tekniker, teknisyen,
memur, hizmetli vb.) eşit ve adaletli dağıtılmasını istedi.
Sendika, geçtiğimiz yılın Kasım
ayında konu ile ilgili İstanbul
Ün iversitesi Rek tör ü Mesut
Döner sermaye dağılımında başvurulan bu adaletsizliğin amacının çalışanları bölmek ve sendikal
örgütlülüğü zayıflatmak olduğunu
vurgulayan sendika, yapılan artışın ve kısmen karşılanan taleplerin kararlılıkla sürdürülen örgütlü
mücadele sayesinde olduğunu
bundan sonra da çalışanlar olarak
böyle oyunlara gelmeden daha da
kenetlenerek mücadelelerine kaldıkları yerden devam edeceklerini
belirttiler.
Rektörlük görevine 19 Ocak
2009 günü başlayacak olan Prof.
Dr. Yunus Söylet’e de çağrıda
bulunarak şimdiden taleplerini
iletmek üzere randevu talebinde
bulundular.
Açıklamanın sonunda bir kez
daha özetlenerek tekrarlanan dö-
Parlak’la yaptığı görüşmede tüm
çalışanların hizmetleri karşılığı
olan döner sermaye gelirlerinin
YÖK yasasında belirtildiği ve öğretim üyelerine uygulandığı gibi
tüm çalışanlara üst sınır oranlarının uygulanacağı sözü verilmiş
olmasına rağmen uygulanmadığını açıkladı. Rektör M. Parlak’ın
sözünde durması istendi. Randevu
talep edildi.
ner sermaye konusundaki adeletsizliğin giderilmesi talebinin yanı
sıra alınan ve bankalarda bekletilen promosyon paralarının acilen
ve eşit şekilde dağıtılması, üniversite yönetiminde, sendika aracılığı
ile tüm çalışanların da söz ve karar sahibi olduğu demokratik bir
üniversite ortamı oluşturma talebi
ileri sürüldü.
Ocak 2009 √
Genç bir işçi
mektubu…
B
imiz var. Mesai kalımlarında çok
zorunlu durumlar hariç izin verilmiyor, mesaiye kalmayanlar ya ihtar alıyor yâda işten çıkartılıyorlar.
Özellikle biz bayanlar geç saatlere
kadar çalışınca zor durumlarda
kalabiliyoruz. Ailelerimiz hem
çalışmamızı istiyorlar hem de mesaiye kalıpta eve geç gittiğimizde
bizleri azarlıyorlar. Hatta mesaiye
kalıp kalmadığımız konusunda
şüpheleri bile oluyor.
Firmada yaklaşık 350 kişi çalışıyor. İşe girdiğim zaman 2 ay
sonra sigorta girişimin yapılacağı
söylendi. Ortalama 60 kişinin sigortası var ancak aradan 9 ay geçmesine rağmen sigorta konusunda
herhangi bir ilerleme sağlanamadı.
Ben de zaten ümidimi kestim,
çünkü aylardır düzenli maaşlarımızı alamıyoruz. Mesai ücretlerinden ümidi keseli bir hayli oldu.
Kriz bahane edilerek üstümüzdeki
baskıyı her geçen gün arttırıyorlar.
Örneğin bir saat olan öğlen paydosu 45 dakikaya indirildi. Adetli
çalışma sistemi başlatıldı. Her yapılan işte belirli bir adet istiyorlar. 20 saniyede bir iş isteniyor ve
günlük çıkması gereken iş hesaplanıyor ve bu işi çıkarmamız için
zorlanıyoruz.
İstenilen işi çıkartamadığımız
zaman da hakaretlere maruz kalıyoruz. Özellikle son zamanlardaki
krizle birlikte baskılar kat kat arttı.
Ödemelerin ne zaman yapılacağını
sorsak dahi fırça yiyoruz. “İşler
kötü, kimseyi zorla çalıştırmıyoruz dışarıda işsiz dolu” diyorlar.
Ayrıca işyerinde hijyenin mesanesi
okunmuyor. Yemekler çok kötü, yinede her şeye şükretmemiz isteniyor. Bizler toplum olarak şükretme
hastalığına yakalandık galiba…!!!
Bunlar bizim kanımızı emiyorlar.
Bizler ise şükretme yarışındayız…
Şükür şükür nereye kadar. Ne zamana kadar bu sinekler kanımızı
emmeye devam edecek (sanırım
ölene dek!)…
İstanbul
02/02/2009 √
Şubat 2009 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
Merhaba Arkadaşlar;
en 24 yaşındayım. Bir tekstil firmasında overlokçu
olarak çalışıyorum. Yakın
zamanda bir meslektaş arkadaşımla sohbet ederken çalıştığımız
iş yerlerinden ve iş yerlerinde yaşadığımız sorunlardan bahsettik.
Arkadaşım işyerindeki sorunlarından bahseden bir yazı yazıp, size
(Yeni Dünya Gençliği'ne) yolladığını ve benim de yazabileceğimi
söyledi. Bende seve seve yazabileceğimi sizlerle sorunlarımı paylaşabileceğimi söyledim. Size biraz
kendimden bahsetmek istiyorum.
Benim en büyük hayalim matematik öğretmeni olmaktı. Lisede
okurken babam tonla para verip
iyi bir dershaneye gönderiyordu.
Liseyi bitirdikten sonra üniversite sınavlarına girdim. İstediğim
puanı tutturamamıştım. Babam
tercihler yapılırken İstanbul’u
seçmemi istedi ancak istediğim
bölüm için İstanbul’a puanım yetmedi. Gerçi babam tıp okumamı
hayal ediyordu! Başka bir bölüm
için Çorum’a puanım yetiyordu ve
bende gitmek istedim ancak babam İstanbul dışına çıkamayacağımı söyledi. “Okumak istiyorsan
İstanbul’u kazan oku” diretmesine
maruz kaldım. Sonraki yıl tekrar sınavlara girdim ancak tekrar
İstanbul’u tutturamadım…
Aile çevresinde en çok güvendiğim, aydın diye övündüğüm
amcam bile 'kızım baban haklı,
televizyonda her gün izliyoruz,
genç kızın tek başına ne işi var
Çorum’da' diyerek babama destek oldu. Böylece okuma hayalim
sona erdi. Eniştemin konfeksiyon
atölyesinde çalışmaya başladım ve
böylece tekstil hayatım başlamış
oldu. Şu an çalıştığım yer 4 yıllık
bir tekstil firması, bende yaklaşık
9 aydır bu firmada çalışıyorum.
Firmada çalışma saatleri sabah saat
08:00 işbaşı, akşam saat 19:00 paydos, cumartesi günleri akşam saat
18:00’e kadar normal çalışma ve
haftada en az 2 gün zorunlu mesa-
EK:7
DİRENİŞTEKİ AKAN-SEL
Genç bir okur mektubu..
İŞÇİLERİNE DESTEK ARTARAK
DEVAM EDİYOR!
(Aşağıda bizlerden çok uzak ama
yüreği hep yanımızda olan genç
bir okurumuzun mektubunu sizlerle paylaşıyoruz. Sistem onu geçici bir süre fiziksel olarak bizden
uzaklaştırsa da, bilincini ve yüreğini asla bizden alamayacaktır.)
Merhaba arkadaşlar,
G
eçen yılları biz devrimciler açısından değerlendirecek olursak zorlu ve bir
o kadarda mücadeleye yeni yeni
deneyimlerin kazandırıldığı görülebilir. Dünyada ve ülkede gelişmekte olan halk hareketleri ve
özellikle de yoksul, işçi ve emekçi
sınıfı içerisinde baş gösteren pozitif eylemler ve bununla birlikte
kapitalizmin dayanılmaz bir hal
alması artık sömürünün olmadığı
yeni bir dünyayı gerekli kılmıştır.
Her ne kadar kölelik düzeninin
kabuğunu çatlatmaya dahi yetmesede bu gelişmelerin, zamanla etkili bir güce dönüşmesi kaçınılmaz
bir sonuçtur.
Şubat 2009 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
U
EK:8
luslararası Mersin
Limanının yükleme, boşaltma ve nakliye işlerini
yapan Akan-Sel Nakliyat firmasında çalışan 60 işçi ile Liman A
Kapısı önünde başlatılmış olan direniş bir ayı yakın bir zamanı geride bıraktı. İşten atılan işçiler ile
limanda başlatılan direniş devam
ederken çalışan işçilere yönelik kıyım da devam ediyor. 16 işçi daha
Akan-Sel yetkilileri tarafından işbaşı yaptırılmadı.
İşten atılan işçilere destek
artarak devam ediyor. Bugün de
işten atılan üyelerimize destek olmak amacı ile üyelerimizin eş ve
çocukları, yakınları ile Petrol-İş,
Yol İş, Genel İş, İHD Mersin
Şubesi, KESK’e bağlı sendikaların
şube başkan ve yöneticileri, Genç
Sen üyesi üniversite öğrencileri, siyasi parti temsilcileri liman önüne
gelerek sendika ve işçilerle dayanışma içerisinde olacaklarını belirttiler. Ziyaret sırasında limanda
çalışan işçiler de, liman kapısına
yürüyüş yaparak geldiler.
Ziyaret sırasında “Limana
sendika girecek başka yolu yok, iş
ekmek yoksa barış da yok, direne
direne kazanacağız, işçiyiz haklıyız kazanacağız, yaşasın sınıf dayanışması, köle değil işçiyiz sen-
Coğrafyamızdaki işçi ve emekçiler açısından iyleştirilmeye çalıdikamız ile güçlüyüz” sloganları
atıldı.
Sendika Genel Sekreteri
Gürel Yılmaz ziyaret sırasında
yaptığı konuşmada liman işçilerinin direnişinde 22 günün geride
kaldığını hatırlatarak şunları söyledi: Bizler ekmeğimiz, işimiz ve
onurumuz için mücadele ediyoruz.
Haklı mücadelemize destek olmak,
birlikte mücadele ettiğimizi göstermek için bugün eş ve çocuklarımız ile buradayız. Mücadelemize
Mersin, ülke ve giderek dünya kamuoyunun da desteği artarak devam ediyor. Bu mücadele 1 ayda
sürse, 1 yıl da sürse devam edecek.
Bu sorun ancak işten çıkarılan arkadaşlarımızın yeniden işe alınmalarıyla sona erecektir” dedi.
27 Ocak Salı günü de
Mersin’de bulunan yöre dernekleri, sendikalar ve kitle örgütleri
tarafından oluşturulan Mersin
Demokratik Kent İnisiyatifi direnişteki işçileri ziyaret ederek destek sundular. Demokratik Kent
İnisiyatifi adına konuşan Hasan
Kapıkıran yaptığı konuşmada 6
Ocaktan bu yana direnişte olan
işçilerin yanında olduklarını ve
işçiler işbaşı yapana kadar desteklerinin devam edeceğini söyledi.
Ocak 2009 Mersin √
halkları üzerinde yaşanan tarihi
haksızlıkları ve bugün de varlığı
değişmeden sürdürülen milliyetçi
baskıların kaldırılması için yeterli
değildir. Bu sorunlar ne zamanki
acil gündem konuları şeklinde ele
alınsa sorunların çözülmesi için
çıkmaz yollar düşünülmekte ya da
en iyi halde sistemin sürdürücüleri
ile uzlaşma yolu tercih edilmektedir. Ve her nedense özgürlük ve
demokrasi kavramları sadece makalelerde veya tartışma programlarında duyduğumuz kavramlar
olarak kalmaktadır. Oysa ki en basit anlamda sorunların devam etmesindeki nedenler es geçilmekte
ve hatta tartışılmaz görülmektedir.
Kapitalizmin ve onun yarattığı en
vahşi yönetim biçimi olan faşizmin boyunduruğu altında olunduğudur sorunun sebebi ve bu dünya
düzeninin bilinçli bir sınıf örgütlenmesi olmadan yıkılmayacağı,
bu sorunların her defasında dönüp
dolaşıp aynı yerde kalacağıdır.
Yaşananlar gösteriyor ki 2009
yılı içerisinde de bu sorunlar devam edecektir. Biliyoruz ki bizler
ve özellikle yeni yeni ayakları üze-
Biliyoruz ki bizler ve özellikle yeni yeni
ayakları üzerinde doğrulan genç devrimciler
bu sorunları tartışarak iyi değerlendirmeli ve
doğru bir perspektif oluşturarak mücadeleyi
hızlandırmalıyız. Eğer elle tutulur sonuçlar
görmek istiyorsak önümüzden akıp giden zamanı
mücadeleyle dolu geçirmemiz gerekir.
şılan ya da daha açık ifade etmek
gerekirse egemenlerin kendi çıkarları uğruna artık yara haline
gelmiş tartışma konularını gündeme getirmiş olmaları ve bazı
entellektüel çevrelerin de buna ön
ayak olmaları (Kürt sorununa yönelik devlet kanalının Kürtçe yayın yapması ve Ermeni katliamına
ilişkin yürütülen imza kampanyaları) bu sorunların çözülmesi
için atılmış bazı adımlar olarak
görülebilir. Fakat bu buzlaşan dağın öte tarafını görmek için biraz
tepeden bakmak gerekecek. Ne
Kürt halkı için ve onun önde giden temsilcileri ne de Türkiye’de
yoksulluk çekenler, önümüzdeki
seçim saçmalığından hiç bir sonuç
elde edemeyecektir. Devletin yaptığı düzenlemeler Ermeni ve Rum
rinde doğrulan genç devrimciler
bu sorunları tartışarak iyi değerlendirmeli ve doğru bir perspektif
oluşturarak mücadeleyi hızlandırmalıyız. Eğer elle tutulur sonuçlar
görmek istiyorsak önümüzden akıp
giden zamanı mücadeleyle dolu geçirmemiz gerekir. Unutmayalım ki
dostlar, bu yaşamı bize reva görenler, bir dakika bile boş durmadan
yeni yeni sömürü politikaları ve
uygulamaları geliştirirken bizlerin
keyfi ve boşa geçirecek bir zamanımızın olmadığını bilmeliyiz. Zor
ama onurlu bir mücadele bizleri
bütün çıplaklığıyla beklemektedir.
Nerede ve ne şekilde olursak olalım: Yaşasın onurlu mücadelemiz!
Dostca selamlar...
Genç bir YDİ Çağrı okuru
ÇAĞRI Basın Yayın Ltd. Şti Adına Sahibi ve Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Aziz Özer • Yönetim Yeri ve Adresi: Hüseyin Ağa Mah. Balo Sok. No:
29/5 Beyoğlu - İstanbul • Tel.: (0212) 235 35 70 Fax: (0212) 253 19 27 • e-mail: mail@ydicagri.com • www.ydicagri.com • Banka Hesap: Türkiye İş
Bankası Galatasaray-İstanbul, Hesap No: 1022 0 738654 • SAYI 130’un İşçi Eki · Şubat 2009 • Baskı: Uğur Matbaacılık (0212-501 81 09) Litros Yolu
2. Matbaacılar Sitesi 6. Kat A Blok 4 NA 8-10-11-23 · Topkapı - İstanbul • Yayın Türü: Yaygın Süreli
yeni kadın dünyası
Türkiye’de kadın sığınmaevleri...
T
ürkiye, kadına yönelik aile
içi şiddetin en yoğun yaşandığı ülkelerin başında geliyor.
Uluslararası bir kuruluş olan "Sağlık
ve Cinsiyet Eşitliği Merkezi'nin 50
ülkede 140 bin kadın arasında yaptığı bir araştırmaya göre, kadına yönelik şiddette, Türkiye yüzde 58'lik
oranla dünya sıralamasında birinci.
Yani, Türkiye'de yaşayan her iki kadından birisi şiddete maruz kalıyor.
Özellikle aile içinde kadına yönelik
şiddet bu denli yoğun olmasına rağmen şiddet ortamından bıkıp, kurtuluş yolları arayan kadınların çalacağı
bir kapı yok.
Kadına yönelik şiddete karşı yıllardır mücadele eden ve kendi çabalarıyla ayakta durmaya çalışan
Mor Çatı Kadın Sığınma Vakfı’nın
İstanbul’daki sığınağına Beyoğlu
Kaymakamlığı, 31 Aralık 2008'den
sonra parasal desteği kestiğini bildirdi. Mor Çatı’nın yaptığı açıklamaya göre Beyoğlu Kaymakamlığının
Dünya Bankası'ndan koşullu olarak
fon sağlaması üzerine Eylül 2005’de
başlamış olan projenin sona ermesinin ardından sığınağa yapılan maddi
destek önce azaltıldı sonra da kesildi.
Sığınağın kapatılması anlamına gelen Kaymakamlığın bu kararına
karşı Mor Çatı’lı kadınlar ve kadın
örgütleri sığınağın kapanmaması için
mücadele yürütüyor. Bu mücadele,
binlerce kadının ve kadın örgütlerinin desteklediği “Sığınak İstiyoruz!”
imza kampanyası ile başlayıp çeşitli
etkinliklerle devam ediyor.
Türkiye’de kadın
sığınmaevlerinin durumu
2005 yılında AB’ye uyum çerçevesinde çıkartılan 5393 Sayılı Belediye
Kanunu ile nüfusu 50 binin üzerinde
olan belediyelerin kadın sığınmaevleri açmaları gerekiyor.
Bu yasanın gereği yapılsa, şu anda
Türkiye’de 3.000 civarında kadın sığınma evinin bulunması gerekiyor.
Oysa Türkiyede Sosyal Hizmetler
ve Çocuk Esirgeme Kurumu'na
(SHÇEK)’e bağlı yalnızca 8 tane,
adına “kadın konukevi” dedikleri
sığınma evi var! Evet yanlış okumadınız. 8 tane!
Birisi Mor Çatı’nın diğeri ise
Ankara Kadın Dayanışma Vakfına
ait iki bağımsız sığınak ise devlet
kaynak aktarmadığı için kapalı.
Aslında Avrupa Birliği (AB) kriterlerine göre de devlet kuruluşlarının,
her 7 bin 500 kişilik nüfusa bir sığınak açması gerekiyor. Bu kritere göre
Türkiye’de 9 binin üzerinde sığınma
evinin olması gerekiyor!
Kadın sığınma evlerinin olağanüstü azlığı bir yana bunların nasıl
çalıştırıldığı da önemli bir tartışma
konusu.
Türkiye’de ilk defa 8 Mayıs 2001'de
‘Kadın Konukevleri Yönetmeliği’
Resmi Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe girdi.
Bu yönetmelikte yer alan bir sürü
madde haklı olarak kadın örgütlerinin tepkisini çekti.
Örneğin: "Çalışacak personelin tercihen kadın olması" maddesi, uluslararası bir kural olan kadın sığınaklarında yalnızca kadın personelin
çalışacağı ilkesi ile bağdaşmıyor.
Ya da "Kuruluşlar, her ay hizmetten
yararlanan kadın ve çocuklar ile ilgili
istatistiki bilgileri il müdürlüklerine
gönderirler." maddesi ile, sığınaklarda kalan kadınların ‘gizliliği’ ilkesi
ihlal edildiği gibi ayda bir rapor mecburiyetiyle zaten kısıtlı olanaklarla
doğru dürüst işlemeyen bu kurumlar
bürokrasiye boğularak daha da çalışmaz hale getiriliyor. Fuhuşu meslek
edinen yada alkol/madde bağımlısı
olan, enseste maruz kalan kadın kesimler için ayrı sığınaklar açılması
ve bunu bizzat devletin kendisinin
yapması gerekirken bu gruplar için
bağımsız sığınaklar açılması dahi
yasaklanıyor! Yine bu yönetmelik ile,
idarenin eline her fırsatta bağımsız
kadın sığınaklarını kapatma hakkı,
yetkisi veriliyor vs.
Sığınmaevinde neyi koruyorlar?
Türkiye’de var olan az sayıdaki sığınma evlerinin nasıl çalıştırıldığına
bakıldığında bunların, sğınmaevlerinde kalan kadınların bir çoğunun
tehlikede olan yaşamlarını korumakla pek ilgilenmedikleri çıkıyor
ortaya.
Sığınmaevlerinde, kadının güvenliğinin sağlanabilmesi açısından ‘gizlilik’ kuralı en önemli kurallardan
biridir. Bu nedenle sığınma evinde
kalan kadınların can güvenliği için,
nerede kaldıklarının, şiddet gördükleri için kaçtıkları kişi ya da kişiler
tarafından bilinmemesi gerekiyor.
Sığınak adreslerinin mutlaka gizli
tutulması, hiç kimseye söylenmemesi
gerekiyor. Fakat Türkiye’de bu böyle
işlemiyor. Karısının evden kaçtığını
polise şikayet eden kocaya polis, ‘karım kayboldu’ diyerek savcılığa başvurmasını öğütlüyor ve savcılık ta
sığınma evlerini zorlayarak kadının
orada olup olmadığını öğrenmeye
çalışıyor! Diyarbakır Kadın Merkezi
Başkanı Nebahat Akkoç, “Bir keresinde bizim koruma altına aldığımız
bir kızın annesinin eline, ‘Kızınız
KAMER tarafından sığınma evine
gönderilmiştir’ yazısı verilmiş” diye
anlatıyor.
Perdeleri açmak, balkona
çıkmak yasak!
Bir taraftan kadınların barındığı sığınaklar ‘kayıp’ başvurusu ile başvuran kişilere ihbar edilirken diğer taraftan kadınların can güvenliği perdeleri açmaları, balkona çıkmaları
ya da dışarı çıkmaları yasaklanarak
sağlanmaya çalışılıyor. Sığınma evi
yöneticileri gizliliği dışarı çıkmayı,
perde açmayı yasaklamakla çözmeye
çalışıyor!
Fakat kadınların kendi ayakları
üzerinde durabilmeleri için dışarı
çıkmaları ve iş aramaları gerekiyor.
Sığınakta kalan kadınların bir çoğu
belli bir süre sığınakta kaldıktan
sonra herhangi bir güvenceye kavuşturulmadan ‘zamanın doldu çık’
şeklinde yaklaşımlarla karşılaşıyorlar. Kadının can güvenliği devlet tarafından sağlanamadığı için her an
öldürülmek korkusu ile dışarıya çıkamayan bir kadının sığınma evinden ayrılmaya zorlanması onu yine
eski şiddet ortamına itmekten başka
bir anlama gelmiyor. Tabi eğer koca,
baba vs. tarafından evden kaçtığı için
öldürülmediyse!
Avrupa ülkelerinde şiddete uğrayan kadının bir tek telefonu onun
koruma altına alınmasına yetiyorken, bu Türkiye’de bir dizi bürokratik işlemi gerektiriyor.
Eğer bir sığınma evine başvuracaksanız bunun hazırlıklarına bir an
önce başlamanız gerekiyor! Çünkü
epey bir koşturmanız gerekecek!
Bir sığınma evine başvurmak için
istenen belgeler şunlar:
1. Dilekçe,
2. Nüfus Cüzdanı, Vukuatlı Nüfus
Kayıt Örneği, 3. Kadının bulaşıcı ve sürekli tıbbi
bakım isteyen bir hastalığının bulunmadığı, ruh sağlığının yerinde
olduğu, alkol ve uyuşturucu madde
bağımlısı olmadığına dair sağlık
raporu,
4. Çocuklarıyla birlikte kalacaksa
çocukların nüfus cüzdanları, 5. Kadın evliyse evlenme cüzdanı,
boşandıysa boşanma belgeleri, 6. Kadın herhangi bir şiddete maruz kaldıysa polis tutanağı. Şiddete uğramış kadınların polise
başvurduklarında polisin tutanak
tutmak yerine kadını çoğu zaman eve
geri gönderdiği de bilindiğinde istenilen belgelerin tamamlanması için
epey bir koşturulması gerekecek!
Türkiye’de kadına yönelik şiddetin
en barbar biçimleri çokça yaşanmasına rağmen kadınların barınabilecekleri sığınakların az olması ve var
olanların da traji-komik bir yapıya
sahip olması bir çelişkiymiş gibi görünüyor olsa da aslında bir çelişki
değildir. Çünkü devlet gerçekten
kadına yönelik şiddete karşı ciddi
bir adım atsa - ki bunun başında
şiddetten kaçan kadınların belli bir
süre kalabileceği, maddi ve manevi
olarak desteklendiği sığınaklar da
geliyor- bu kadar sığınmaevine gerek
kalmaz. Fakat erkek egemen olan bu
devletin kadına yönelik şiddete karşı
mücadele gibi bir derdi olmadığı için
hem kadına yönelik şiddet ve hem de
kadın sığınmaevlerine olan ihtiyaç
gün geçtikçe daha da artıyor.
Kadın kurumlarının talepleri
Sığınaklar için yıllardır mücadele
eden ve Mor Çatı gibi bu alanda belli
bir deneyime sahip olan kadın kurumlarının talepleri arasında şunlar
yer alıyor:
1. Nüfusu 50 bini geçen belediyelerde sığınma evlerinin açılmasının
yanısıra nüfusu 50 binden az olan belediyelerin ortak sığınma evi açması
gibi yükümlülüklerle tüm kadınların
haklarının korunması,
2. Sığınaklardaki kadınların hukuki ve psikolojik destek alabilmesi
için sığınakların yanı sıra kadın danışma merkezlerinin de açılmasının
zorunluluk haline getirilmesi,
3. Belediyelerin sığınak ve danışma
merkezi açmak zorunda olmasına
ilişkin maddede, kadın kuruluşlarının hem sığınaklarda denetiminin olması, hem de kendilerinin açacakları
bağımsız sığınakların desteklenmesi,
4. Türkiye'deki tüm belediyelerin
sığınak ve kadın sığınma merkezi açmaları, açık olanların kapanmaması
için önlem alınması ve sığınaklarda
kadın kuruluşlarının söz hakkı ve
denetiminin sağlanması,
5. Devletin, bağımsız kadın örgütlerinin açacağı kadın sığınaklarını "özerkliklerine dokunmadan"
desteklemesi. En ileri emperyalist ülkelerde bile
kadınlara uygulanan şiddet, toplumun ayrılmaz bir parçası olduğuna
göre, kadına yönelik şiddet erkek
egemen kapitalist sistemin doğasında vardır. Kadına yönelik şiddeti
ortadan kaldırmak, böylece sığınaklara ihtiyacın olmadığı bir sistem
yaratmak mümkündür. Yeter ki bulunduğumuz her alanda şiddete karşı
mücadele ederken bu mücadeleyi kapitalist sistemin ortadan kaldırılması
mücadelesiyle birleştirelim.!
Sığınak ta istiyoruz, sığınağa ihtiyacın olmadığı günleri de!
Ocak 2009 √
11
panorama
PANOR AM A
İşgal sona mı
eriyor?
- IRAK-GÜNEY KÜRDİSTAN -
A
12
BD emperyalizminin 44.
B a ş k a n ı s e ç i le n B a r a k
Obama, seçim sürecinde
başkan olarak seçilmesi durumunda
Irak ’taki ABD askerlerini 16 ay
içinde geri çekeceğinin propagandasını yaptı. Obama’nın dediklerini
dikkatli okuyanların hemen tespit
edebileceği bir gerçeklik, Obama’nın
sözkonusu ettiği askeri geri çekme
işinin, tüm ABD askerlerini kapsamadığı gerçeğiydi. Fakat Obama bu
propagandayla kamuoyunda “savaş
karşıtı” olma görüntüsünü sağlamada epey başarılı olmuştu.
Obama seçim propagandasında
ABD askerlerini 16 ay içinde geri
çekeceğini dillendirirken Bush önderliğindeki ABD emperyalizminin
temsilcileri Irak’taki yönetimle sıkı
bir pazarlık içindeydi.
ABD emperyalizminin Irak-Güney
Kürdistan’ı işgalini “meşru” kılan
BM’nin kararına göre, BM mandası,
buna bağlı olarak da ABD askerlerinin Irak’ta kalma süresi 31 Aralık
2008 tarihinde bitiyordu. 1 Ocak
2009 tarihinde ABD askerlerinin
Irak-Güney Kürdistan’dan çıkmayacağı kesindi. Bu durumda ABD
emperyalizminin önünde esasında
iki seçenek vardı: ya uluslararası düzeyde “gayri resmi” olarak görülüp
yeni sorunlarla karşılaşmak, işi kılıfına uydurmak için yeni diplomatik pazarlıklar yürütmek vb. vb.; ya
da Irak yönetimiyle 31 Aralık 2008
tarihi sonrası dönem için anlaşma
yapmak. ABD emperyalizminin çıkarlarına olan ikinci seçenekti ve
Irak yönetimiyle sözkonusu anlaşma
gerçekleştirildi.
Kısa adı SOFA olan anlaşmanın açılımı “Status of Forces Agreement”tir.
Sözkonusu anlaşmayı “Güvenlik
Anlaşması” olarak da tanıttılar…
Kimin kime karşı güvenliği sorusunu sorarsanız, tabii ki “ABD’nin
Irak-Güney Kürdistan’da kalabilmesinin güvenliği anlaşması” diye
cevap alamazsınız. Çünkü anlaşmanın esas rolü ABD emperyalizminin
Irak-Güney Kürdistan’daki varlığının üzerini örtmektir. Ya da başka
türlü ifade edilirse işgalci güç olma
yerine “yardımcı güç” kılıfına sokmak ve böylece sanki ABD’nin işgali son buluyormuş gibi bir görüntü
yaratmaktır.
Irak yönetiminin pazarlıklar sürecinde öne sürdüğü ve anlaşmaya
soktuğu kimi noktalar –örneğin Irak
topraklarının komşu ülkelere saldırı
için kullanılmayacağı noktası gibi
noktalar– da kullanılarak ABD’ye
karşı büyük bir başarı sağlanmış
havası verilmektedir. Öne çıkarılan
esas propaganda ise “işgal son bulacak” yönlü propagandadır.
Gerçekte ise, “Güvenlik Anlaşması”
denilen anlaşma ile işgal en azından üç sene daha uzatılmıştır. ABD
emperyalizminin işgalci güçlerinin
Irak-Güney Kürdistan’da varlığı bu
anlaşmayla bir kez daha –daha önce
BM aracılığıyla yapılmıştı– “meşrulaştırılmıştır”. Böylece gerçekte
varolan işgalin üzeri örtülmeye
çalışılmaktadır.
Anlaşmanın kendisinde en büyük
sahtekârlık, sözkonusu anlaşmanın
“eşit ve bağımsız egemen ortaklar”
tarafından karşılıklı verilen garantilere dayandığının tespit edilmesidir. Gerçekte eşit ve bağımsız ortaklar sözkonusu değildir. İşgalci
güç ABD ile ona bağımlı atanmış
bir yönetim sözkonusudur. Öyle
“eşit ve bağımsız” bir yönetim ki
Irak yönetimi, ABD emperyalizminin “yeşil bölge” olarak duvarlarla
çevirdiği ve binlerce ABD’li sivilin
Irak’ı yönettiği –ki gerçek yöneticiler bunlardır– bir bölgede hükümet
ve parlamento toplantılarını gerçekleştirebilmekte ve bu “yeşil bölge”de
“güvenlik anlaşması”nı onaylamaktadır. Anlaşmanın başında yapılan
bu sahtekârlık tabii ki tüm anlaşma
metninde de sürdürülmektedir.
Kamuoyuna yansıdığı kadarıyla
sözkonusu anlaşmanın öne çıkan
kimi noktaları şunlardır: ABD askerleri 30 Haziran 2009 tarihine ka-
dar yerleşim alanlarından çekilecek.
Yani üslerde kalacak. Buna bağlı olarak 400 civarında olduğu söylenen
üslerde kalan –andaki sayı 152 bin
olarak verilmektedir– ABD askerinin
2011 yılı sonuna kadar Irak-Güney
Kürdistan’ı terk etmesi gerekiyor.
Irak toprakları komşu ülkelere saldırı
için kullanılamayacak. Üsleri dışında
ve görev başında değilken suç işleyen
ABD askerleri Irak mahkemelerinde
yargılanabilecek. Anlaşma, Irak’ta
güvenlik tam olarak sağlandığında,
taraf ların uzlaşmasıyla feshedilecek. Önemli noktalardan biri de bu
anlaşmanın Obama yönetimini de
bağlamasıdır.
Sözkonusu anlaşmanın dibinin
delinmesinin her zaman mümkün
olduğunu gösteren noktaların başında “tam güvenliğin sağlanması”
tespiti gelmektedir. Yani anlaşmayı
imzalayanlar tarafından tam güvenlik sağlandığı konusunda hemfikir
olunmazsa ve iki taraf da bunu kabul
edip onaylamazsa anlaşma varlığını
koruyacaktır. Buna göre de Irak yönetimi tehdit altında olduğu yerde,
“güvenliği” korumak için ABD askerinin müdahale hakkı ve yetkisi
vardır. Artık nasıl yorumlanırsa ona
göre gereken adımlar atılacaktır.
Bütün anlaşmayı bir kenara bırakıp
ABD’nin “güvenliği sağlamak” için
Irak’ta asker bulundurma ve müdahale –buna “yardım” adını veriyorlar şimdi– etme hakkı bile işgalin üç
seneden daha çok sürdürülmesinin
imkânını vermektedir.
Örneğin 30 Haziran 2009 tarihine
kadar ABD askerlerinin üslerine çekilmesi meselesi, sözkonusu yerleşim
alanlarında “güvenliğin Irak güçlerince devralınması” koşuluna bağlanmaktadır. Formel olarak gerçekleştirilebilecek bir noktadır bu, ama
gerçekte o tarihe kadar “Irak güçleri”
tüm ABD askerinin olduğu şehir, kasaba, köylerde “güvenliği” devralabilecek mi? Göreceğiz…
ABD askerlerinin “görev başında”
değilken işlediği suçlardan dolayı
Irak mahkemelerinde yargılanabileceği meselesi de yine her tarafa bükülebilecek bir noktadır. Birincisi,
onlara göre “görev başında” iken
işlenen suçlardan dolayı sözkonusu
askerler yargılanamaz. İkincisi, yargılanmaları ancak “görev başında”
olmadığı ve üslerin dışında suç işlemesine bağlıdır. Bu durumda “görev
başında” olmak ya da olmamak ne
demektir? Her seferinde “görev başında” olduğu söylenip sözkonusu
askerlerin yargılanmasının önü kesilebilir. Her ABD işgal gücü, yani
askeri, Irak-Güney Kürdistan’da “görev başında”dır. Onların görevi IrakGüney Kürdistan’a gitmeleriyle başlamış, geri çekilmeleriyle son bulacak
bir görevdir.
Kamuoyundan gizlenmeye çalışılan bir gerçeklik de, sözkonusu
anlaşmaya göre “bütün Amerikan
kuvvetlerinin” yani askeri güçlerinin çekilmesi öngörülüyor. Oysa
hem “yeşil bölge”de Irak’ın gerçek
yöneticileri olan binlerce ABD’linin
hem de resmen sayısı verilmeyen ve
askeri güç içinde gösterilmeyen onbinlerce paralı–taşeron silahlı gücün
varlığı sözkonusu edilmemektedir.
Bu taşeron, paralı silahlı gücün sayısı kimi tahminlere göre 150 bin
civarındadır. Yani resmi ABD askeri
2011 yılı sonuna kadar Irak-Güney
Kürdistan’dan çıksa bile, gerçekte
ABD işgali son bulmuş olmayacaktır. Askere sivil elbise giydirip işgalin
son bulduğu görüntüsü vermek onlar
için hiç de zor olmuyor… Mesele, onlara aldanıp aldanmamaktır!
ABD emperyalizminin temsilcileri
sözkonusu anlaşmanın taslak metnini sonuna kadar kendi kamuoyundan gizlediler. Irak hükümetinden
sonra Irak Parlamentosu da sözkonusu anlaşmayı onayladı. 275 sandalyelik parlamentoda, sözkonusu
oylama günü 198 milletvekili oy kullandı ve farklı verilere göre 144-149
oyla anlaşma onaylanmıştır. Bu anlaşmanın en son imzası ise Bush ile
Maliki tarafından atıldı ve –Bush’a
panorama
atılan ayakkabı resimleri eşliğinde–
yürürlüğe girdi.
Kimi milletvekillerin açıklamalarına göre “Başka seçenek” olmadığı
için bu anlaşma onaylanmalıydı…
Öyle de oldu. Sözkonusu anlaşmanın işgalin üzerini örtme yönlü tüm
sahtekârlıklarına rağmen, Irak yönetimine öncekinden daha çok yetki tanıma durumunda olduğu da olgudur.
ABD güçlerine, en azından kağıt üzerinde kimi sınırlamalar getirilmektedir. ABD emperyalizminin Irak
yönetiminin kimi taleplerini kabul
etmesinin perde arkasında yatan esas
şey, “zamanın sınırlılığı” idi. Hem 31
Aralık 2008 tarihi öncesinde, hem de
Obama’nın resmen başkanlık koltuğuna oturmasından önce böylesi bir
anlaşma yapılması gerekiyordu.
Tam da bu nedenlerden kaynaklı
kimi tavizler, daha anlaşma onaylanırken Pentagon’da yeni hesaplar
yapılmasına yol açıyordu. Yani taraflar şimdilik anlaşmış görünse de,
gerçekte hiç bir taraf tam memnun
değildir. Bu çelişkiler kendisini önümüzdeki süreçte –Obama yönetiminin de tavrını belirlemesiyle– gösterecektir. Irak’ta yapılması öngörülen
referandumun gerçekleşip gerçekleşmeyeceği ve gerçekleşirse sonucun ne
olacağı da belli değil. Eğer gerçekleşirse referandumda ABD askerlerinin
Irak-Güney Kürdistan’da kalıp kalmaması konusunda karar verilecek.
Sonuç hayır yönünde olursa, ABD
askerlerinin 2010 yılı ortalarına kadar çekilmesi gerekecek… Sonuç evet
yönünde olursa –ki referandumu örgütleyenler ve oyları sayanlar sonucu
belirleyecek– o zaman bu sonuç 2011
sonrası için de kullanılabilecektir.
Gerçekte ne ABD emperyalizmi
Irak-Güney Kürdistan’ı terk etmek
istemektedir, ne de andaki durumda
Irak yönetimi ABD’siz ayakta durabilecek durumdadır. Bunun da sonucu,
ABD’nin askeri güç sayısını azaltarak
Irak-Güney Kürdistan’da uzun süre
kalma amacında olduğu ve bunun
planlarını yaptığı yönlü haberler kamuoyuna da yansıyan haberler arasındadır. Biçimi ya da vitrinin nasıl
değiştirileceğinden, hangi görüntü
verileceğinden bağımsız olarak, IrakGüney Kürdistan’daki işgalin 2011
yılından sonra da sürdürülmek istendiği açıktır. İşgale gerçekte son vermek sözkonusu anlaşma ile mümkün
değildir. Anlaşma işgale son verme
anlaşması değil, gerçekte “güçlerin
yerleştirilmesi” anlaşmasıdır.
Kuşkusuz ki işgalin son bulması
devrim olmadan da mümkündür ve
böylesi bir durum işgal durumundan
iyidir. Fakat böylesi bir durumda da
gerçek bağımsızlık sözkonusu olmayacaktır. Irak-Güney Kürdistan’da
gerçek bağımsızlığı elde etmek ancak
emperyalist işgale, yerli işbirlikçilere,
her türden gericilere karşı devrim
mücadelesiyle mümkündür.
24 Ocak 2009 √
Açık hava cezaevinde
“fosforlu” katliam…
- GAZZE/ FİLİSTİN -
2
7 Aralık 2008 tarihinde başlayan bombardıman ve 3 Ocak
2009’da karadan da başlatılan saldırı, 17 Ocak’ta İsrail’in ve
18 Ocak’ta da Hamas yetkililerinin
“tek” taraflı ilan ettikleri ateşkesle
şimdilik son bulmuştur.
İsrail’in Hamas’ı gerekçe göstererek Gazze’ye saldırısının andaki kaba
bilançosunu çıkarmak bile, gerçekte
açık hava cezaevi halindeki Gazze’de
yaşananların katliam olduğunu gözler önüne sermektedir. 22 gün süren
saldırıların sonuçlarının rakamlara
yansıması şöyledir: 1350’den fazla
Filistinli –bunların 500’den fazlasını
çocuk ve kadınlar önemli bir bölümünü de yaşlılar oluşturuyor– katledilmiştir. Yakılıp yıkılan binaların
enkazları altındaki cesetlerin sayısı
ise belli değil. Öldürülen İsraillilerin
sayısı 9 asker 4 sivil olarak verilmektedir ve bu 9 askerden 4’ü de İsrail
ordusunun kendisi tarafından öldürülmüştür. 5 binden fazla Filistinli
yaralanmıştır. 22.000 civarında ev
tahrip edilmiştir. Bunun önemli bölümü artık oturulamaz durumdadır. 100.000’den fazla insanın evsiz
kaldığı, korunabilmek için kaçacak,
sığınacak yer aradığı da BM’nin
Gazze’deki çalışanlarının verdiği
bilgiler arasındadır. Saldırıya uğrayan okul ve hastahane binaları ya da
Hamas’ın gizlendiği söylenen binalar
ve de camiler bu hesapta yok bile.
Yakıp yıkmanın –insanların katledilmesi hesabı işin içinde yok–
faturası ise 2 milyar dolar olarak
gösterilmektedir. Gerçekte ise tam
bir hesap yapılmamıştır. Gazze’de
insanlar, evler, eşyalar… yakılıp yıkılırken, yakıp yıkmada kullanılan
silahların üreticileri kuşkusuz ki ellerini ovmakta, kârlarına yeni kârlar
katmaktadırlar…
Açık bir barbarlık yaşanıyor; terör
örgütüne, Hamas’a karşı mücadele
adına gerçekleştirilen bu barbarlık
dünyanın hemen tüm emperyalist
güçleri tarafından açık veya dolaylı
destekleniyor. Her türlü sahtekârlık
sergileniyor.
Sergilenen sahtekârlık içinde her
emperyalist ve yerel gerici devletin kendi hesabı yer almaktadır.
Özellikle Ortadoğu bağlamında çok
yönlü çıkar ve hesaplar içiçe geçmiş
ve kendisini Filistin sorununa yansıtmaktadır. Bu da “fillerin tepiştiği
çimlerin ezildiği” bir durum ortaya
koyuyor. Ezilen tabii ki Filistin Arap
ulusu, halkıdır.
Filistin Arap ulusunun özgürlüğü
mücadelesinde düşman güç sadece
işgalci siyonist İsrail ve onu destekleyen emperyalist güçler ve Mısır,
Ürdün gibi Arap devletleri değil, hayır Filistin Arap ulusunun özgürlüğüne düşman güçler arasında hem El
Fetih somutunda Abbas yönetimidir
hem de gerici dinci faşist ideolojinin
temsilcisi Hamas, İslami Cihad gibi
örgütlerdir. Böylesi bir durumda ve
devrimci bir önderliğin, gücün olmadığı koşullarda kuşkusuz ki Filistin
Arap ulusunun pratik olarak fazla
seçeneği yoktur.
Hangi örgüt işgalci güce daha sert
karşı çıkıyorsa ve de insanların yaşayabilmesinin önkoşulu olan yiyecek,
içecek ya da temel ihtiyaçlarını gidermede yardımcı oluyorsa, halk da doğal olarak onlardan yana tavır takınmaktadır. Eğer Filistin halkı 25 Ocak
2006’da yapılan genel seçimlerde
–Filistin yönetiminin kurulmasından
(1994) 12 sene, ilk genel seçimlerden
(1996) ise 10 sene sonra yapılan genel seçimlerde– çoğunlukla Hamas’ı
seçtiyse, bunun temelinde yatan gerçeklik, halkın şeriat istemesi değil, 12
sene yönetimde bulunan El Fetih’in
halkın sorunlarına çözüm getirmeye
çalışması yerine yiyicilik, rüşvetçilik ve de her şeyden önemlisi Batılı
emperyalistlerin ve İsrail’in “mini”
Filistin devletinin kuruluşunu engelleme siyasetine ortaklık etmesiydi.
Yaşanan barbarlık içinde çok yönlü
çıkarlar, hesapların varlığı ve sınırsız
sahtekârlıkların yaşandığı bir durumda, hangi konuyu seçip ortaya
koymaya kalkışırsanız kalkışın, tavır
takınmadığınız noktalar, tavır takındığınız noktalardan daha çok oluyor.
Buna rağmen bu yazımızda kendimizi, yapılan kimi sahtekârlıklara
değinmekle sınırlıyoruz.
Kamuoyuna yutturulmaya çalışılan
düşüncelerin başında Hamas’ın ateşkesi bozduğu ve tüm teklif ve uyarılara rağmen ateşkesi uzatmaktan kaçındığı yönlü yalan gelmektedir. Bu
yalana bir de altı aylık ateşkes sürecinde Hamas’ın anlaşmaya uymadığı
yalanı yamanmakta ve sahtekârlık
perdesi sahneye asılmaktadır…
Yalan diyoruz, çünkü, birincisi hemen tüm tarafsız basın mensuplarının ve uluslararası kurumlarda yer
alan kimi yetkililerin verilerine göre,
Hamas sözkonusu altı aylık ateşkes
sürecinde anlaşmaya esas olarak uymuştur. İsrail ise gerçekte anlaşmaya
uymamıştır. Örneğin Gazze’ye yönelik ablukanın özellikle temel ihtiyaç
maddeleri için gevşetilmesi ve günde
Gazze’ye yardım malzemesi taşıyan TIR’ların sayısının abluka öncesi sayıya yükseltilmesi gerekirken,
İsrail bunu en az düzeyde tutmuştur.
Son dönemde ise sınırları bütünüyle
kapatmıştır.
4 Kasım’da Hamas’ın herhangi bir
saldırısı olmadığı halde İsrail saldırıda bulunmuş ve 6 Hamas militanını
katletmiştir. Örneğin Hamas bu süreçte, Kasım ayındaki saldırıya kadar
İsrail’e yönelik roket saldırısında bulunmamıştır. 4 Kasım saldırısı sonrasında yeniden roket saldırısı başlatmıştır. Bu tarihe kadarki süreçte
çok az sayıdaki roket atışı –toplam
12– ise İslami Cihad ve diğer örgütlerin gerçekleştirdiği ve kimi burjuva
yorumcuların da belirttiği kadarıyla
Hamas’ın engelleyemediği saldırılar
olmuştur. Bu saldırılarda herhangi
bir can kaybı yaşanmamıştır.
Hamas’ın ateşkesi uzatmadığı id-
13
panorama
diası veya suçlaması da bu haliyle
yanlıştır. Sözkonusu ateşkes zaten
19 Aralık 2008 tarihinde bitiyordu.
Taraf lar uzlaşırsa yeni bir ateşkes
sözkonusu olacaktı. Hamas’ın ateşkesin uzatılması için İsrail’e –Mısır’lı
arabulucular üzerinden sunduğu–
bir ateşkes önerisi vardı. Öneride
öne çıkan talep Gazze’ye ablukanın
kaldırılmasıydı. İsrail, bu öneriyi
reddetmiş ve Hamas’a roket saldırılarını durdurması için 48 saat süreli
ültimatom vermiştir. Saldırı ise bu
ültimatom üzerinden daha 24 saat
lanılmaktadır. “Fosforlu” gösterilerle
Filistinliler yakılmaktadır. Tankı
topu, uçağı füzesi, atom bombası…
ne sayarsanız var!
Peki, anda İsrail’i tehdit eden güç
olarak gösterilen Hamas’ın silah durumu nasıl? Şimdiye kadar kullandıkları en büyük silah, hedefi belirsiz olan roketlerdir. Diğerleri tüfek,
tabanca, ya da bunların çeşitleri, en
etkilisi ise intihar komandolarıdır.
Hamas ile İsrail arasında bir kere
16 aylık ateşkes yaşanmıştır. En son
olarak da altı aylık ateşkes yaşandı.
İsrail’in varlığının tehdit altında olduğu ve
anda yürüttüğü savaşı “kendini savunma”
olarak yutturduğu tüm bu sahtekârlıklar
kuşkusuz ki suçlu olanın İsrail değil, Hamas
olduğu görüşünün yaygınlaştırılması içindir de.
Bütün Batılı emperyalistler İsrail’in “kendini
savunma”sını “anlayışla karşılarken”, gerçekte
suç ortaklığı yapmaktadırlar.
14
bile geçmeden gerçekleştirildi. Yani
Hamas’a tanınan 48 saat dolmadan
ve Hamas’ın tavrı beklenmeden saldırıya geçildi. Böylece esas olarak
Hamas’ın ateşkes için Gazze’ye yönelik ablukanın kaldırılması yönlü
haklı talebi güme gitmiş, kamuoyunun dikkatleri başka yöne çevrilmiştir. 19 Haziran 2008 tarihindeki ateşkes anlaşması için arabuluculuk yapan eski ABD başkanlarından James
Carter bile İsrail’in saldırı savaşını
“gereksiz bir savaş” (8 Ocak 2009 tarihli Washington Post) ve sorunu kolaylıkla aşılabilecek bir sorun olarak
değerlendirdi.
Bu sahtekârlıkların biri de İsrail’in
“kendini savunduğu” yönlü propagandadır. Her şeyden önce saldırıya
maruz kalan İsrail değil, Filistin
Arap ulusudur. İsrail işgalci bir güç
olarak Filistin halkına on yıllarca
kan kustururken ve en gecinde Oslo
Anlaşması ile onayladığı “mini”
Filistin devletinin kuruluşunu bile
bugüne kadar hep yeniden engellediği halde, böylesi bir yalanı dünya
kamuoyuna yutturmaya çalışmaktadır. Bunda başarılı olmasının temel dayanaklarından biri özellikle
İsrail’i destekleyen Batılı burjuva
medyanın propagandasıdır. İşgalci
güç, saldırgan güç, sorumlu ve suçlu
güç, “kendini savunuyor” biçiminde
gösterilerek hem temize çıkarılmaya,
hem de “kurban” taraf olarak gösterilmeye çalışılıyor.
Silahlı saldırı ve öldürme olayları temel alınarak bakıldığında da
bu propagandanın büyük bir yalan
olduğu ortaya çıkmaktadır. İsrail
sadece bölgenin en büyük silahlı
gücü değil, dünya çapında öne çıkan güçlü silahlı güçler arasındadır.
Örneğin Gazze’ye saldırıda adı bile
daha bilinmeyen yeni silahlar kul-
Hamas özellikle son 5 senedir birçok
kez sözlü olarak 1967 sınırları içine
çekildiğinde İsrail’in varlığını kabul edeceğini açıklamıştır. Karşılıklı
ateşkes anlaşmaları yapmak bile, aslında birbirini tanımaktır. Son sekiz
senelik süreçte Hamas’ın Gazze’den
attığı roketleriyle ölen İsraillilerin sayısı 15 iken, bu süreçte İsrailin öldürdüğü, katlettiği Filistinli sayısı 5000
civarındadır.
Bu verilere bakıldığında, kimin
saldırgan kimin kurban olduğunu
görmek için insanın özel olarak teorik analizler yapmasına gerek yoktur.
Açıkça, göz göre göre yalan söylemektedirler. İsrail’in varlığının tehdit altında olduğu savunusu objektif
olarak yalandır. Kuşkusuz ki İsrail’in
varlığına karşı olanlar var. Ama bu,
anda somut olarak İsrail devletini
yıkacak ve İsrail’in varlığına son verecek bir tehdit değildir. Yukarıda
aktardığımız 15’e 5000 insan öldürme oranı, ya da tepeden tırnağa
silahlı bir İsrail devleti ile Hamas’ın
silah gücü karşılaştırılmasında bile
kimin tehdit altında olduğu açıkça
görülebilir.
Anda tehdit altında olan Gazze’deki
1.5 milyon Filistinlidir. Sadece tehdit
altında değil tabii ki… sürekli biçimde abluka altına alınmış, her gün,
her saat, hatta her saniye ölümün hesaplandığı bir durum sözkonusudur.
Kelimenin gerçek anlamında açık cezaevi konumundadır Gazze.
İsrail’in varlığının tehdit altında olduğu ve anda yürüttüğü savaşı “kendini savunma” olarak yutturduğu
tüm bu sahtekârlıklar kuşkusuz ki
suçlu olanın İsrail değil, Hamas olduğu görüşünün yaygınlaştırılması
içindir de. Bütün Batılı emperyalistler İsrail’in “kendini savunma”sını
“anlayışla karşılarken”, gerçekte suç
ortaklığı yapmaktadırlar. 1350’den
fazla Filistinlinin katlinden, binlercesinin yaralanmasından, yüzbinden
fazlasının evsiz, barksız kalmasından
sorumlu ve suçludurlar.
İsrail’in beyaz fosforlu bombalar ya
da adı verilmeyen yeni silahlar kullanması da gerçekte emperyalistlerin
uluslararası anlaşmalarına göre bile
savaş suçudur, insanlık suçudur.
Ama onlar bunu açık açık yapmaktadırlar! Saldırı harekâtının
adını bile “Dökme Kurşun Harekâtı”
koyuyorlar… 1967’deki altı günlük
savaşlar’dan sonra bir günde en çok
insanın katledildiği 27 Aralık 2008
tarihinde ve sonrasındaki üç haftalık süreçte yaşananlar, kapitalizmin
barbarlık olduğu gerçeğini çok açık
olarak bir kez daha göstermiştir.
Burjuvazinin siyasetinde
sahtekârlıklar normal durumdur.
Örneğin daha 19 Haziran 2008’de
ate şke s a n la şma sı y apı l ı rken,
Gazze’ye saldırının planları hazırlanmıştır. İsrail ile Hamas arasında
arabuluculuk görüşmeleri yapan
Mısır’lı yetkililer, başta da Mübarek,
Hamas yetkililerine –İsrailli yetkililerin talebi üzerine– İsrail’in yakın
zamanda saldırıda bulunmayacağı,
ateşkes görüşmelerine sıcak baktığı yönlü bilgiler vermiş ve böylece
İsrail’in Hamas’ı “beklenmeyen bir
zamanda” vurması planlarına ortak
olmuşlardır. Gazze’nin Mısır ile olan
sınırının İsrail’in ablukasını boşa çıkarabilme imkânı var iken, Mısır da
Hamas yönetimi ele geçirdi bahanesiyle Gazze’ye sınırı abluka altında
tutmuştur. Yani Gazze’nin abluka
altında olmasının da suç ortağıdır
Mısır yönetimi.
Hepsinin ortak sahtekârlıklarından
biri de “savaşın Hamas’a karşı” olduğudur. Gerçekte hem İsrail, hem Mısır
–Hamas’ın Mısır’daki Müslüman
Kardeşler ile ilişkisinden dolayı da–
hem de Abbas yönetimi (El Fetih) ve
bunların destekçi emperyalist güçleri
Hamas’a karşıdır. Fakat bu, yürüyen savaşın, daha doğrusu Gazze’ye
saldırı harekâtının Filistin halkına
karşı yürütüldüğü gerçeğini ortadan
kaldırmıyor.
Burjuvazinin siyaseti, çıkarları ve bu
çıkarların gerektirdiği sahtekârlıklar
üzerine kuruludur. Emekçiler için,
ezilen halklar için mesele, onlara inanıp inanmamaktır.
Tüm destekçileriyle birlikte İsrail’in
Gazze’de gerçekleştirdiği katliamı
bir kez daha lanetliyor, Filistin Arap
ulusunun özgürlüğü için mücadeleyi
destekliyor ve gerçek özgürlüğün ve
bağımsızlığın tek yolunun devrim
için mücadele olduğunu yeniden
haykırıyoruz.
24 Ocak 2009 √
Savaşın seçimi,
seçim savaşı…
- İSRAİL-FİLİSTİN-
İ
srail’in 27 Aralık 2008 tarihinde
Gazze’ye yönelik başlattığı saldırı
sonrasındaki yorum ve değerlendirmelerde, İsrail’in neden şimdi
böylesi yoğun bir saldırı başlattığı
sorusuna verilen cevaplarda; İsrail’de
erken seçimlerin gündemde olması
ve saldırının seçimlerde oy kazanmak için gerçekleştirildiği yönlü cevaplar da vardı.
Bu değerlendirmenin bir yanı
doğru ama bir yanı da yanlıştır.
Şöyle ki, gerçekten de İsrail’de erken seçimler sözkonusudur. 10 Şubat
2009 tarihinde –bu arada değişiklik
olmazsa– erken genel seçimler yapılacaktır. Yine olgudur ki, bu seçimlerde Netanyahu, Barak ve Livni
şahıslarında kendini gösteren partilerin oyları, İsrail’in Filistin soru-
nuna ve özellikle de düşman olarak
hedefe konan Hamas gibi örgütlere
karşı tavırlar önemli rol oynamaktadır. Özellikle Netanyahu, andaki
hükümette yer alan Livni ve Barak’ı
Hamas’a karşı saldırı için zorlamaktaydı ve seçimleri kazanma olasılığı
varsayılıyordu. Bu açıdan ele alındığında Gazze’ye yönelik saldırının ve
katliamın İsrail’deki seçimlerle de
bağı vardır.
Fakat bu saldırı, kimileri tarafından
gösterilmeye çalışıldığı gibi “sürpriz”
“aniden” düşünülen ve seçimlerden
kısa süre önce “akıllarına” gelen bir
saldırı değildir.
Somut olarak bu biçimiyle ve kapsamıyla planlanmamış olsa da, bu
saldırının hazırlığı en gecinden
Hamas’ın Gazze’de yönetimi tek
panorama
başına ele geçirmesinden beri yapılmaktaydı. 19 Haziran 2008 tarihli
ateşkes, gerçekte o tarihten önce yapılan saldırıların, İsrail egemenlerinin
istediği başarıyı sağlayamamış olmasının sonucuydu. Gazze’nin birbuçuk
sene abluka altına alınması olgusu da
gerçekte saldırının sadece seçimlerle
bağıntılı olmadığının kanıtıdır.
Basına yansıdığı kadarıyla İsrail,
ateşkes anlaşmasına paralel olarak
Gazze’de, hem de El Fetih yanlılarının yardımlarıyla da Hamas’ın
yerleştiği alanları, cephaneliklerini,
kısacası durumu rapor etme ve buna
uygun olarak saldırı hazırlama planını yapmıştır.
Ateşkes süresinin bitmesinden
önce Hamas güçlerine saldırıp 6 militanı öldürmesi de, esasında ateskes
süresinin bitmesi döneminde –ve bu
arada ABD’de yönetim değişikliği
sürecini de gözönüne alan– saldırıyı
gerçekleştirmek için ortam hazırlama
adımlarından biri olmuştur.
Hamas’ın İsrail’in saldırılarına
roketlerle yanıt vermesi, esas olarak
İsrail’in eline saldırı için kullanacağı
bir gerekçe sunmuştur.
Sonuçta değerlendirme yapılırsa,
İsrail yönetimi hem Hamas’a karşı
saldırı planlarının bir bölümünü
pratiğe geçirme fırsatını kaçırmama
ve aynı zamanda bununla seçimlerde
oy oranını yükseltme hesaplarıyla
deyim uygunsa bir taşla iki kuş vurmaya kalkışmıştır.
Bilinçlere çıkarılması gereken sorunlardan biri, sözkonusu seçim hesaplarının sadece İsrail’deki erken
genel seçimlerle sınırlı olmadığıdır.
Filistin somutunda da seçimler sözkonusudur. Hem Başkan Abbas’ın
görev süresinin bitmesine bağlı olarak başkanlık seçimleri, hem de
Hamas ile yürüyen çelişki ve çatışmalar sonucu Filistin Yönetimi’nin
sınırları çerçevesinde tek hükümetli
yönetimin olmaması ile parlamento
seçimlerinin gündeme getirildiği bir
durum sözkonusudur.
9 Ocak 2009 tarihinde Abbas’ın
resmi görev süresi dolmuştur.
Gazze’de Hamas’ın yönetimi elinde
bulundurması ve İsrail’in Gazze’ye
saldırısı aynı zamanda Abbas’a “savaş
durumunda seçim yapmak mümkün
değil” diyerek seçimi belirsiz bir tarihe erteleme imkanı sunmaktadır.
Ki, Abbas bu arada kendi partisinin
kongresini belirsiz bir zamana kadar
erteledi.
Filistin’deki seçimler sorununu
da gözönüne aldığımızda, İsrail’in
Gazze’ye karşı saldırısı ile Abbas’ın
Hamas’ı suçlaması tavrı birleşince;
bunlara bir de 25 Ocak 2006’da
Hamas’ın seçimleri kazanması ile
ortaya çıkan durum ve gelişmeler
eklenince, Abbas önderliğindeki
Filistin yönetiminin İsrail ve başta
ABD olmak üzere kimi Avrupalı diğer emperyalistlerle işbirliği içinde
olduğu açıkça ortaya çıkmaktadır.
Yani İsrail’in Gazze’ye karşı saldırısı
aynı zamanda Abbas yönetiminin de
çıkarına hizmet eden, Abbas yönetimi tarafından –kamuoyuna yönelik kimi kınama tavırları dışta tutulursa– desteklenen bir saldırı olmuştur. Hepsini birleştiren ortak nokta,
Hamas’ın yönetimden düşürülmesi
ve İsrail ile destekleyicisi emperyalistler tarafından çizilen siyasete uygun davranan, işbirlikçi El Fetih’in
yönetime getirilmesidir.
Ocak 2006’daki seçimlerden sonra
Hamas’ı istedikleri hizaya getiremeyince yeniden hedef tahtası haline
getirdiler. Hamas’ın kurduğu hükümeti kabul etmeyen, iç çatışmalara
vardıran El Fetih, gerçekte batılı emperyalistler tarafından Hamas’a karşı
silahlandırılmış ve çatışmalara sürülmüştür. Batı Şeria’da Hamas hükümeti ortadan kaldırılmış, kimi bakanları kodese tıkanmış ve Gazze’de
ise hesapları ters tepmişti. Hamas El
Fetih’i devredışı bırakıp yönetimi
ele geçirdiğinden bu yana ise Gazze
abluka altındadır. Hem İsrail hem de
Abbas ve örgütü El Fetih gerçekte ortak çalışma durumundadırlar.
Bunun bir yolu olarak da Gazze
halkının durumunun kötüleşmesini
sağlayıp Hamas’a karşı harekete geçirme hesabıdır. Bu hesap ama “bağdattan” dönen bir hesaptır. Abbas’ın
başkanlık seçimleriyle eş zamanlı
parlamento seçimlerini gerçekleştirmek için Hamas’a “ulusal birlik
hükümeti” kurma çağrısı ise, girilen çıkmazdan Hamas’ı zayıflatarak
çıkma hesabı üzerine kuruludur.
Abbas’ın bu hesabının tutup tutmayacağını göreceğiz. Bunun için tabii
ki her şeyden önce seçimlerin yapılması gerekiyor.
İsrail’deki erken genel seçimler
10 Şubat 2009 tarihinde yapılacak.
Filistin’de ise başkanlık seçimi “iki
başlı” –Hamas ve El Fetih– yönetimden kaynaklanan çatışmalı durumda
“gelecekte” yapılması düşünülen bir
seçimdir. Parlamento seçimleri ise
Hamas’ın seçimleri kazanmış olması
olgusunun kabul edilmemesi; Hamas
hükümetine tahammül edilmemesi
sonucu erkene alınması istenen
seçimlerdir.
Bu seçimlerin nasıl ve ne zaman
yapılacağı belli değildir. Fakat belli
olan şey, bu seçimler yapılsa da ve
ister Hamas ister El Fetih, ya da
Abbas veya Meşal kim seçimi kazanırsa kazansın, Filistin’de Filistin
Arap ulusunun özgürlüğü, bağımsızlığı sorununa hiç biri de çözüm
getiremeyecektir.
Anda yürüyen mücadelede, ya da
çatışmalarda sözkonusu edilen esas
nokta “mini” Filistin devletinin kurulması bile değildir. 27 Kasım 2007
tarihinde ABD/ Annapolis’te yapılan
toplantıda Abbas, 2008 yılı sonuna
kadar “mini” Filistin devletinin kuruluşunu ilan etmeyeceği üzerine
Bush ile anlaşmıştı. Bu arada tabii
ki ABD, Rusya AB ve BM’nin “yol
haritası” ise dozerlerin altında kalarak kayıplara karışmıştır… haritaları
olmadığı için yolu da bulamıyorlar!
“Yol haritası” gelinen yerde sadece hafızası biraz iyi olanların hayal meyal
hatırladıkları bir mesele olarak geçmişte kalmıştır… Bu arada yüzlerce
kilometrelik duvarın inşaatı sürüyor
ve bu bile sözkonusu edilmiyor. 2009
yılına gelindiğinde Filistin’de bağımsız bir Filistin devletine ulaşma bağlamındaki durum 1993’tekinden de,
“yol haritası”nın kabul edildiği 2003
yılındakinden de kötüdür.
Bir kez daha vurgulamak gerekirse,
Filistin Arap halkının kurtuluşu ne
El Fetih, ne de Hamas gibi örgütlerin
önderliğinde mümkündür. Filistin
Arap halkının gerçek kurtuluşu, hem
siyonist işgale hem de “kendi” burjuva sınıfına karşı devrim için mücadeleyle, devrimle elde edilebilir.
Yaşasın Filistin halkının özgürlük
mücadelesi!
25 Ocak 2009 √
Asimilasyon tartışması
hakkında bir tavır
Y
Dİ Çağrı sayı 129’da, “Açıkgizli tüm emperyalist asimilasyon politikalarına karşı
mücadele…” (sayfa 11-12) başlığıyla
bir yazı yayınlandı. Sözkonusu yazı
YDİ Çağrı sayı 120’de yayınlanan
“Asimilasyon insanlık suçudur” başlıklı yazıya yönelik bir eleştiri yazısı.
Ben de YDİ Çağrı’nın bir okuru olarak bu tartışmaya katılma gereksinimini, daha doğrusu zorunluluğunu
duyarak tartışmaya katılmak ve sözkonusu sayı 129’daki yazı hakkında
tavır takınmak istiyorum.
Her şeyden önce bir okurun yazı
hakkında kafa yorup eleştirisini –geç
de olsa– yazılı hale getirip dergiye
göndermesini ve diğer okurlarla paylaşmasını olumlu bir tavır olarak değerlendirdiğimi belirtmek istiyorum.
Tartışmanın –hangi konuda olursa
olsun– bizleri ilerleteceği görüşünü
savunan ve mümkün olduğunca teşvik edilmesi gerektiğine inanan bir
YDİ Çağrı okuruyum. Bunun için de
böylesi tartışmalarda kendimi sayfa
sayısıyla ya da kısa yazmayla sınırlamaktan çok, tartışmanın bizi nasıl
ilerleteceğine ve bunun için söylenmesi gerekenin ne olduğuna ağırlık
vermeye çalışacağım. Bu konuda anlayış göstereceğinize olan inancımla
tavır takınıyorum. Tartışmada sözkonusu olan her iki yazıyı karşılaştırarak okudum. İlk anda oluşan düşüncelerimin bir bölümünü –yazıyı
daha çok uzatmamak ve her yanlışa
tavır takınmamak için– sizinle paylaşmak istiyorum.
Her şeyden önce bir teknik açıklamanın yapılması gerektiğine inanıyorum: Şu ya da bu yazının taslağını kim yazarsa yazsın, eğer o yazı
imzasız yayınlanıyorsa, sözkonusu
derginin yazısıdır ve sorumluluğu
da dergiye aittir. Bu bağlamda eleştiri yazısını yazan okurun “yazının
yazarları”ndan bahsetmesi gereksiz
ve yanlıştır. Eğer bir yanlış varsa,
o zaman derginin yanlışıdır ve bu
bağlamda da doğrudan YDİ Çağrı
eleştirinin esas muhatabıdır. Eleştiri
doğru bulunup yanlışın özeleştirisi
yapılacaksa da, bu derginin özeleştirisi olmalıdır, olacaktır.
Bilince çıkarılması gereken bir
nokta da dergimizde yapılan bir yanlışa eleştiri getirilirken kullanılan
yöntemin nasıl olması gerektiği sorunudur. Bırakın aynı dergi çerçevesinde düşünen insanları, devrimciler
arasında da eleştiri yapılırken yönteme dikkat edilmesi gerekir. Hele
birileri kendilerini devrimcilerden
15
okuyucu mektubu
16
ayırma ve komünist olmayı vurgulama tavrını takınıyorsa, yöntemine
dikkat etmesi daha da çok gereklidir.
Kısaca ifade edilirse, devrimciler,
komünistler arasındaki tartışmada
kullanılması gereken yöntem, yapıcı,
ilerletici ve de öğretici olması gerekir.
Bir eksiklik ya da yanlış eleştirilirken,
başka uçlara, başka yanlışlara savrulmamak gerekir, ya da savrulmamaya
dikkat etmek lazım.
Yazıyı bütünlük içinde ele almak,
yazıyı bağıntısından koparmamak,
yazıda savunulmayan görüşleri yazıya mal etmemek, eksikliği ya da
yanlışı abartmamak ve başka uca
götürmemek de bunun gerekleri
arasındadır. Yani yazıyı olduğu gibi
ele alıp yanlış olduğu düşünülen şey
ne ise onun ortaya konması gerekir.
Böylesi bir yöntem bizi ilerletecektir.
Ne yazık ki sayı 129’daki eleştiri yazısındaki tavır ve yaklaşım buna uygun değildir.
Yazıyı bütünlük içinde ele almamakta, bağıntısından koparmakta,
yazıda savunulmayan şeyleri yazıya
mal etmekte ve sorunu yanlış bir uca
götürmektedir. Yazının başlığı bile
sorunun yanlış uçta tartışıldığının
bir işaretidir. Sanki “Asimilasyon insanlık suçudur” yazısında her türlü
emperyalist asimilasyon siyasetine
karşı çıkılmıyormuş, ya da genelde
emperyalist asimilasyon politikalarına karşı çıkılmıyormuş gibi bir resim ortaya konmaktadır. Açık asimilasyon politikasına karşı mücadeleyi
anlayabiliriz ama “gizli” asimilasyon
politikası ve buna karşı mücadelenin nasıl ve ne olduğu eleştiriyi getiren okur tarafından açıklanması
gerekiyor… Ayrıca emperyalistlerin
asimilasyon politikalarına karşı mücadele etme ile her türlü koşulda ve
her biçimiyle asimilasyonu reddedip
reddetmeme sorunu da birbiriyle
karıştırılmaktadır. Sözkonusu okur
sonuçta kapitalizm süreci boyunca
her türlü asimilasyona karşı durma
konumundadır.
Sözkonusu okurun “Asimilasyon
insanlık suçudur” yazısında “milliyetçi’ olmama korkusu ile emperyalist
politikalara eklemlenmektedir” (sayı
129’daki tüm alıntılar sayfa 11’den
alınmıştır) tespiti üzerine de iyice
düşünmesi gerekir. Yazının konusunun esası ve sözkonusu okurun da
doğru olduğunu söylediği düşünce ve
yaklaşım TC’nin Kürt ulusu ve tüm
milli azınlıklara karşı Türkleştirme
siyasetinin teşhiri konusudur.
Yazıda açıkça: “Biz burada Türkiye
Cumhuriyeti’nin tarihinde, zorla
Türkleştirme siyasetinin nasıl yürütüldüğüne dikkat çekmek istiyoruz.”
(sayfa 6) denilerek yazının çerçevesi
çizilmektedir. Bu çerçeve çizilmeden
önce ama, Başbakan Erdoğan’ın tavrı
ortaya konulurken hiç bir yanlış anlamaya veya yoruma yer bırakılmadan şunlar söylenmektedir:
“Erdoğan’ın konuşmasında öne
çıkan ve üzerinde en çok tartışılan
tespit ‘asimilasyon insanlık suçudur’
tespiti oldu. Bu konuda kimi Alman
politikacılar, Erdoğan’ın ‘Almanya’da
Türk okulları açılmalı’ talebini de milliyetçilik olarak eleştirip Almanya’yı
temize çıkarma ve Türkiye’ye ‘ kendinize bakın’ yönlü tavırlar takındı,
takınıyorlar.
Burjuvazinin temsilcileri birbirlerini eleştirirken sık sık kimi doğruları
da dile getirmektedirler. Bu bağlamda
Alman milliyetçilerinin takındığı tavırlarda Erdoğan’a milliyetçilik eleştirileri doğrudur, kendilerinin milliyetçiliklerini gizleme tavırları ise yanlıştır. Türkiye’dekinden farklı olsa da
Almanya’da da devletin ırkçı siyaseti,
zorla asimile siyaseti vardır, uygulanmaktadır.” (sayfa 6)
Yani Almanya’da Alman devletinin
siyasetinin ırkçı, zorla asimile etme
siyaseti olduğu ve burjuva siyasetçilerin sahtekârlığı da vurgulanmaktadır.
Bu tavır, en azından Almanya somutunda “baskının, yasağın, dayatmanın” olmadığı görüşünü en başında
dıştalayan; sadece dıştalama değil,
aynı zamanda Almanya’daki durumun Türkiye’dekinden farklı olmasına dikkat çekip ama ırkçı siyasetin,
zorla asimile etme siyasetinin varlığının altını çizen bir tavırdır.
Zorla asimile etme siyasetinin kapitalist sistemin bir parçası olduğu da
şu tespitle dile getirilmektedir:
“Bu, kapitalist sistemde genelde ulusal baskının varlığı –en gelişmiş kapitalist ülkelerde de şu ya da bu biçimde
var– ve gerçek ulusal özgürlüğün olmamasının da sonucu olarak, genelde
kapitalistlerin bir baskı siyaseti olarak
kendisini göstermiştir, göstermektedir
de. Bu yüzden de devrimciler, komünistler, zorla asimile etme siyasetine
karşı mücadele etmişlerdir, etmektedirler. Sorun burada, şu ya da bu milli
azınlığın en doğal demokratik haklarının çiğnenmesine karşı, eşitliğin,
özgürlüğün, halklar arasında kardeşliğin savunulması için mücadele etme
sorunudur.” (sayfa 6)
Şimdi en azından bu iki tespit göz
önüne alındığında, nasıl oluyor da
söz konusu okur eleştirilen yazıda
“… Batı Avrupalı emperyalist devletlerin asimilasyoncu politikalarını görememe, istemeyerek de olsa onların
yedeğine düşme tavrı olarak…” değerlendirme yapabilmektedir sorusu
gündeme gelmektedir.
Bunun en açık cevabı yazıyı bütünlük ve bağıntısı içinde ele almamaktır. Eleştirilen yazıya bütünlük içinde
bakıldığında bu eleştirinin kökten
yanlış olduğu, yazıda “emperyalist
devletlerin asimilasyoncu politikalarının yedeğine düşme” yönlü tavır ve
eleştirinin, yel değirmenleri yaratma
temelinde ancak mümkün olduğunu
görmek zor değildir.
Yöntemde yapılan yanlışlara kısaca
da olsa dikkat çektikten sonra içerik
tartışmasına geçebiliriz. Bu bağlamda
da kendimi yazıda yanlış bulduğum
her şeye değinmekten çok, öne çıkan
ve önemli gördüğüm kimi sorunlarla
sınırladığımı vurgulamak istiyorum,
çünkü yanlış gördüğüm şeylerin tümüne tavır takınmak çok daha uzun
bir yazıyı gerektirir.
Eleştiri neye yönelik?
Okur, eleştirilen yazıda “yanlış bulduğum bir tavrı eleştireceğim” diyor.
Sözkonusu tavır, esasta asimilasyon
bağlamında bilince çıkarılmak istenen düşüncenin vurgulanmasında
verilen bir örnekte ifade edilenlere
yöneliktir. Gerçekten de, geri dönülüp bakıldığında, “Bu tek kuşak sürecinde olmasa bile, ikinci, üçüncü kuşaktan insanlar, örneğin Almanya’da
Türk kökenli insanlar Almanlaşabilir.
Annem-babam, nenem-dedem Türk,
Kürt, Çerkez, Roman, Arap, Ermeni…
ama ben Almanım, ya da İngilizim,
Fransızım, Hollandalı, Belçikalı,
İtalyanım deme durumunda olabilir, oluyor da.” (sayfa 6) örneğinin
yoruma açık olduğu; aslında tartışılanın somut olarak andaki durum
değil, genel ve teorik düzlemde bir
tartışma olduğu yerde böylesi bir örneğin yanlış anlaşılabileceği ve anlaşıldığı teslim edilmek zorundadır. Bu
bağlamda, esas mesele yoruma açık
ve yanlış anlaşılabilecek bu örneğin,
yazının bütünlüğü içindeki bir eksiklik veya yanlış olarak mı değerlendirileceği; yoksa sözkonusu okurun
yaptığı gibi “emperyalist devletlerin
asimilasyoncu politikalarını”n “yedeğine düşme tavrı” olarak mı değerlendirilmesi gerektiği sorunu ortaya
çıkmaktadır.
Sayı 129’daki eleştiri yazısının bu
eksikliği ve yanlışlığı ortaya koyma
bağlamında yapıcı olmadığını ve
yanlış bir temelde sorunu tartıştığını
düşünüyorum.
Eleştiri yazısındaki kimi
noktalar…
Okur “Ben yazı içerisinde, tartışma
içerisinde savunulan ve benim yanlış
bulduğum bir tavrı eleştireceğim. O
da şudur: Yazıda asimilasyonun sözlük anlamı ortaya konduktan sonra
şunlar söylenmektedir:” diye eleştirisine başlıyor. Bu tespit bile eleştirilen
yazıyı doğru aktarmama tavrının ispatıdır. Çünkü, sözkonusu eleştirilen
yazıda asimilasyonun sözlük anlamı
ortaya konduktan sonra okurun aktardığı alıntıdan önce başka şeyler de
anlatılmaktadır. Türkçe ifade edildiğinde tabii ki “sonra” ifadesi olgu olarak savunulabilir, ama yapılan alıntının asimilasyonun sözlük anlamının
hemen sonrasında, başka şeyler söylenmeden söylendiği biçiminde de
anlaşılabilir ve eleştiri yazısından da
böyle anlaşılmaktadır. Bu ise gerçek
durumu çarpıtmaktır. Her okurun
kendisinin kontrol edebileceği bir
durum sözkonusudur. Tartışmanın
doğru bir temelde yürümesi için herkesin iki yazıyı karşılaştırarak okuması çağrısını yapıyorum.
“Asimilasyon insanlık suçudur”
yazısındaki alıntıdan sonra takınılan
tavrı sırasıyla ele alırsak şunlar öne
çıkmaktadır:
“Ben yıllarca bu gazetenin bir okuruyum. Eğer önemli bir dikkatsizlik
sonucu bu noktaya gelinmemişse, çok
büyük bir siyasi hata yapılmaktadır.”
diyor sözkonusu okur. Verilen örneğin sözkonusu bağıntıda böylesi bir
yoruma ya da değerlendirmeye temel
oluşturduğuna dikkat çekerek eğer
mesele verilen örneğin yanlışlığı ise
o zaman dikkatsizlik sonucu olduğunu belirtmek gerekir. Fakat buna
rağmen yapılanın “büyük bir siyasi
hata” olduğu tespiti veya değerlendirmesi, somut olarak yazıya bakıldığında yanlış bir değerlendirmedir.
Neden? Her şeyden önce eleştirilen
yazıda, sözkonusu örnek verilmeden
önce açıkça hem Almanya’da hem de
genelde kapitalist sistemde ırkçı, zorla
asimile politikasının varlığı, ulusal
baskının en gelişmiş kapitalist ülkelerde de sürdüğü vurgulanmaktadır.
Verilen örnek ise, genelde teorik tartışma düzleminde söylenenler arasında verilen bir örnektir. Bu
tartışmayı zayıf latmaktadır. Fakat
“büyük bir siyasi hata” değildir.
Teorik düzlemde yürütülen tartışma
açıkça “Fakat baskının, yasağın ve
dayatmanın olmadığı, doğal gelişme
sürecinde”n bahsetmektedir. Yani bu
“doğal gelişme süreci” baskıyı, yasağı, dayatmaları dışlayan bir süreç
olarak ele alınmaktadır. Sözkonusu
okurun aktardığı alıntıda şunlar da
söylenmektedir:
“Zor ve dayatmanın, yasakların olmadığı koşullarda, doğal gelişme sürecinde değişik milletlerden insanların benzeşmelerine, kaynaşmalarına
karşı çıkmak, tarihin gelişmesine ters
olduğu gibi, milliyetçi bir yaklaşımdır
da. Bu yüzden de egemenlerin zorla
asimile etme siyasetine karşı çıkarken, tüm koşullarda benzeşmeye karşı
olma konumuna; egemenlerin şoven
ve milliyetçiliğine karşı mücadelede
tersten milliyetçi konuma düşmemek
için sorunu bilince çıkarmak devrimcilerin, komünistlerin görevidir.”
(sayfa 6)
Burada açıkça zor ve dayatmanın,
yasakların olmadığı koşullar temel
alınarak tartışılmaktadır. Birkaç
paragraf öncesinde böylesi bir durumun kapitalist sistemde olmadığı
söylendiğinde, “Hangi ‘doğal gelişme
süreci’nde bahsediliyor? Bunun neresi doğal?” yönlü soru ve eleştiri, en
kibar ifade ile, sorunu anlamama,
yazıyı bütünlük içinde ele almama,
ya da bağıntısından koparma temelinde mümkün olmaktadır ama yine
de yanlıştır. Tekrar gibi olsa da, bu
yanlışın temelinde “emperyalist devletlerin asimilasyoncu politikalarını”
görmeme suçlamasının yöneltilmesi
yatmaktadır. Bu konuda gelen eleştirinin yanlış olduğu açıktır.
Bunun da ötesinde aktardığım bu
alıntıda vurgulanan düşüncelerden
biri, “egemenlerin zorla asimile
etme siyasetine karşı çıkarken, tüm
koşullarda benzeşmeye karşı olma
okuyucu mektubu
konumuna; egemenlerin şoven ve
milliyetçiliğine karşı mücadelede
tersten milliyetçi konuma düşmemek” gerektiğidir. Ve bu, kapitalizmemperyalizm koşullarında da geçerli
Marksist-Leninist bir düşüncedir.
Bunun için Lenin’in kapitalizmin tarihsel iki eğilimi ve “Ulusal Soruna
İlişkin Eleştirel Notlar” başlıklı yazısının “‘Asimilasyonculuk’ Milliyetçi
Umacısı” ara başlıklı bölümüne bakılabilir. Örneğin Lenin’e dayanıldığında okurun sorduğu “doğal koşullar” kapitalizmin üretim ilişkileri,
fabrikalarda değişik millet ve milliyetlerden insanların (işçilerin) bir
araya getirilmesi, birlikte çalışması;
aynı biçimde değişik millet ve milliyetlerden insanların (çocukların,
gençlerin) kreşlerde, okullarda, meslek öğreniminde vb. bir araya getirilmesi gibi koşullardır “doğal koşullar”
ya da “doğal süreç”. Özellikle ulusal
sorun bağlamındaki tartışmada –asimilasyon da bunun bir parçasıdır–
sorun ekonomik temelde değil, siyasi
temelde tartışılma durumundadır.
Eleştiri getiren okur, bu bağlamda
da Lenin’in kapitalizmin “iki tarihsel eğilimi” sorununu kavramadığını
ortaya koymaktadır.
Sözkonusu okur, aynı zamanda
eleştirilen yazıda, sözkonusu verilen
örnekte şu ya da bu milliyetin değil,
şu ya da bu milliyete ait insanların
sözkonusu edildiğini, yani bir millet,
milliyet ile, o millet veya milliyete ait
bireyleri aynı kefede ele alan bir tavır
içindedir.
Sapla samanın karıştırıldığı bir
tespit de şudur: “Emperyalizm koşullarında değişik milliyetlerden insanların bu gibi konularda özgürce
kendi hakkında karar verme olanağı
yoktur.” Bu tespit, emperyalizm koşullarında ulusal sorunun gerçekten
çözülemeyeceğini, ya da insanların
toplumsal sistemden bağımsız hareket etmediklerini vurgulamak için
yapılmış olabilir. Ama somut tartışmada ve tek tek bireylerin genel toplumsal koşullara bağlılığı ötesinde
kendisi hakkında karar verme olanağını dıştalamaya kadar götürdüğü
yerde bu tavır, uç noktada tartışmaya
bir örnek sunmaktadır. Burada aynı
zamanda sorunun siyasi yanı ile
ekonomik koşulların birbirine karıştırılması durumu vardır.
Örneğin, değişik milliyetlerden
insanların içinde yaşadığı topluma
uyum gösterip göstermeme, kendi
bireysel ilişki alanını –çalışma alanı
dışında– milliyetinden insanlarla
sınırlama, içine kapanma ya da kaynaşma, ya da her türlü milliyete aidiyeti reddedip “ben emekçiyim,
işçiyim, ben komünistim” deme alternatifini seçme olanağına sahiptir.
Bu olanakları vurgulamamın esas
nedeni, sözkonusu okurun uç noktalarda tartışma yürüttüğüne ve bu
temelde yanlış görüşler savunduğuna
dikkat çekmek içindir.
“Emperyalist devletlerin güçlü yapılarıyla zor ve dayatma içerisinde
Sözkonusu okur, aynı zamanda eleştirilen yazıda, sözkonusu
verilen örnekte şu ya da bu milliyetin değil, şu ya da bu
milliyete ait insanların sözkonusu edildiğini, yani bir millet,
milliyet ile, o millet veya milliyete ait bireyleri aynı kefede ele
alan bir tavır içindedir.
olmadığını savunmak biz komünistlerin işi değildir.” diyor okur. İyi de,
kim bunu savunuyor ki? Yazıda söylenenler içinde böylesi bir düşünce
yoktur. Bu, sadece sözkonusu okurun
yorumu temelinde uç noktaya götürdüğü bir değerlendirmenin sonucu
söylenen ve de yanlış olan bir eleştiridir. Ayrıca “güçlü yapılarıyla zor ve
dayatma”nın ne olduğunu bize somut
olarak anlatırsa, okur arkadaşımızı
anlamak daha da kolaylaşacaktır.
Örneğin Almanya’da “sen kendi dilini konuşamazsın” diye bir dayatma,
ya da yasal olarak bir yasaklama var
mıdır?
Yanlış yorum temelinde şöylesi
sorular da soruluyor: “Bunun sonucu insanların ‘ben Almanım’ ya da
‘Fransızım’ demekten başka şansı var
mı?” Evet var! Bu “şans” Alman ya da
Fransız olmaya karşı milliyetçiliğe sarılma, kendi içine kapanma, Türkiye
ya da başka ülke doğumlu olmasa da,
“ben Türküm” ya da benzeri başka
bir kimliği öne çıkarma, yaşadığı
ülkedeki işçilerle, emekçilerle kaynaşma yerine araya milliyetçi setler
çekme şansı – aslında temeli– vardır.
Sorun hem devletin ırkçı, yasakçı siyasetiyle ona karşı ezilen milliyetlerden insanların milliyetçi tavırlarına
karşı –ikisi arasındaki ayrımı doğru
yaparak– mücadele etme sorunudur.
Şunu ya da bunu savunma sorunu
değildir.
Sözkonusu okur, eleştirdiği yazıda
“Brockhaus’a göre”asimilasyonun
anlamının ne olduğuna dikkat çekilmesini, “Ama neden sadece oraya
dayanmak gerekir ki?” sorusunu yönelttiğinde bile, sözkonusu yazıda
savunulmayan bir görüşü yazıya
mal etmektedir. Sanki yazıda sadece “Brockhaus”a dayanmak gerektiği savunuluyormuş gibi eleştiri
yöneltmektedir. Sözkonusu yazıda
Başbakan Erdoğan’ın tartıştığı noktanın sosyolojik alan olduğu ve
“Sosyolojik olarak ele alındığında, şu
ya da bu grubun, etniğin geleneklerinin, duygularının, yaklaşım tarzlarının; kısacası kültürlerinin başka
etnik kökendekine benzetilmesidir
asimilasyon.” (sayfa 6) tespiti yapıldığı halde, sorunu “toplum bilimi
açısından almalıyız” yönlü eleştiri ise
sosyolojinin başka tanımla toplum
bilimi olduğunu görmeme, ya da
kavramama temelinde yükselmektedir. Yani yazıda sorun toplum bilimi
temelinde ele alındığı halde, sanki
böyle ele alınmıyormuş gibi eleştiri
getirilmektedir.
Sosyolojik olarak asimilasyonun ne
olduğu anlatılan bu alıntıdaki düşünce ile, okurun aktardığı sözlükte
ifade edilen “Farklı kökenden gelen
azınlıkları veya etnik grupları, bunların kültür birikimlerini, kimliklerini
baskın doku ve yapı içinde eriterek
yok etme sürecinin sonu” ifadesi ile
özde hangi fark vardır?
Sözkonusu okurun eleştirisinde en
abes tavırlardan biri ise şu tavrıdır:
“Yazıda bahsedildiği gibi devrimciler
değil, çünkü devrimcilik bir döneme
has bir süreçtir ve devrimciler milliyetçi de olabilirler, ama biz komünistler, halkların bütünleşmesini savunuruz.” yönlü tavırdır. Sözkonusu
yazıda ne deniyor? “…egemenlerin
şoven ve milliyetçiliğine karşı mücadelede tersten milliyetçi konuma düşmemek için sorunu bilince çıkarmak
devrimcilerin, komünistlerin görevidir.” (sayfa 6) Görev olarak ortaya
konan bu tespite böylesi bir eleştiri,
gerçekten yazıyı anlamayan, bizi ilerletme, yapıcı eleştiri getirme yerine
mahkum etme, ya da yel değirmenleriyle uğraşma tavrıdır.
Devrimcilik bir döneme has bir şey
değildir. Her devrimci komünist değildir ama her komünist devrimcidir.
Ve komünist olduğu sürece de devrimcidir, sadece şu ya da bu dönemde
devrimci değildir. Bu tespite göre tavır
ele alınacaksa Komünizmin sürekli
bir devrimcilik olduğunun kavranmadığı tespiti yapılmak zorundadır.
Eleştiri ateşi içinde sözkonusu okur
yeni icat yapma konumuna düşmektedir. Asimilasyona karşı mücadele
adına –sanki eleştirilen yazıda asimilasyon savunuluyormuş ve ezilen
millet ve milliyetlere karşı şoven
tavır takınılıyormuş gibi bir hava
içerisinde–, “proleter millet” yaratmaya kalkışıyor. Tavrı şöyledir: “…
Biz komünistler, tüm halkların kardeş olduğunu ve olumlu kültürel değerleri ortaklaştırarak, biri diğerini
yok sayarak-asimile ederek değil, evet
yeni bir toplum ve yeni bir ‘millet’in
tamamıyla gönüllülük temelinde oluşmasından yanayız.
Bu ‘millet’, tüm halkları bütünleştiren, birbirinin dilinden, olumlu geleneklerinden öğrenen ve bu şekilde çok
zengin kültürel değer bütünlüğü olan
yeni bir milletin, proleter bir milletin
gönüllü oluşumundan yanayız.
Bu gelişme, sosyalizmin dünya ölçüsünde egemen olduğu, komünist
topluma geçildiği bir dönemin ürünü
olabileceğini, bu döneme denk düşeceğini söyleyebilmeliyiz!”
Bu alıntıda dile getirilen düşünce,
ilk bakışta keskin ve tutarlı görünse
de, komünistlerin takınması gereken tavıra kökten ters bir tavırdır.
Komünistler halkların kardeşliğini gerçekleştirmek için mücadele
ederler. Ama andaki durumunu da
olduğu gibi, yani kapitalizm koşul-
larında burjuvazinin peşine takılarak birbirlerini yediklerini de ortaya
koyarlar. Teorik olarak MarksizmLeninizm ile kökten ters düşünce ise,
yeni bir milletin, “proleter milletin”
oluşmasını savunmaktır. Bunun da
“komünist topluma geçildiği dönemin ürünü” olduğunu söylemek en
hafif deyimiyle abestir.
Ulus, ulus olarak kapitalizmin
ürünüdür ve komünizme geçiş süreci aynı zamanda ulusun, yani milletin çözülmesi, son bulması, ya da
en doğru ifadesiyle ortadan kalkmasının sürecidir. Komünizmde şu
ya da bu millet var olmayacaktır.
“Proleter millet” ise hiç olmayacaktır.
Komünizmin üst aşamasına geçişten
önce “sosyalist ulus” sözkonusu olabilir, olacaktır. Ama “proleter millet”
hiç bir dönem sözkonusu olamayacaktır. Çünkü proletarya kapitalizme
son vermekle kendi varlığına da son
verecektir.
Abes bir tavır da şudur:
“…neden bu emperyalist ülkelerde
yaşayan şu ya da bu milletten insanlar -hangi kuşaktan olurlarsa olsunlar- ‘gönüllü’ olarak Almanlaşma,
İngilizleşme, Fransızlaşma gibi eğilimler içerisine girebiliyorlar da Alman,
Fransız, İngiliz milletinden insanlar
-genç ya da yaşlı- Türkleşmiyorlar,
Kürtleşmiyorlar, Ermenileşmiyorlar,
Lazlaşmıyorlar, Sırplaşmıyorlar,
Arnavutlaşmıyorlar vb.? Ya da, Türk
devletinin çatısı içerisinde yaşayan
Lazlar, Araplar, Kürtler, Ermeniler,
Rumlar, Çerkezler vb. milletlerden
insanlar neden Türkleşiyorlar (doğrusu Türkleştiriliyorlar) da Türkler
Kürtleşmiyorlar, Lazlaşmıyorlar,
Ermenileşmiyorlar, Rumlaşmıyorlar
vb.? Aslında bu soruya verilecek cevabın sonucunda bile yapılan siyasi
hata görülebilir.”
“Asimilasyon insanlık suçudur” yazısını sakin ve tarafsız bir düşünceyle
okuyan herkesin kolayca tespit edebileceği gibi, tartışmanın esası TC’nin
tarihindeki zorla Türkleştirme siyasetinin teşhir edilmesidir. Bu teşhiri
sözkonusu okurun da doğru bulduğunu yeniden vurgulama durumundayım. Buna rağmen ama, sözkonusu yazıda hiç tartışma konusu bile
yapılmayan konularda eleştiri yöneltilmektedir. Bu alıntıda dile getirilen
soru veya sorular, gerçekte sözkonusu okurun yeldeğirmenleriyle uğraşmakta olduğunu belgelemektedir.
Yoruma açık, bu açıdan yanlış bir
örneği böylesi eleştirilere vardırmak
ise yazıdaki genel yaklaşımı gözardı etme ve uç noktalara götürüp
Marksizm-Leninizm’e ters düşünceleri savunmaya vardırmanın ise bizi
ilerletmeyeceği açıktır. Bu tartışmada
sözkonusu okurun asimilasyona karşı
mücadele adına milliyetçi yaklaşıma
bulaşıp bulaşmadığı konusunda iyice
düşünmesi gerekiyor.
Bu tartışmanın bizi ilerletmesi, geliştirmesi umuduyla…
Bir YDİ Çağrı okuru
13 Ocak 2009 √
17
yaşam temellerini koruma mücadelesi
2
Yeşiller Partisi üzerine...
002 yılından bu yana, Türkiye
Yeşilleri adıyla ça lışma larını sürdüren çevreci grup, 30
Haziran 2008’de partileşerek Yeşiller
Partisi (YP) adını aldı.
Yeşiller Partisi, kendilerinin gelişim
süreci hakkında şunları söylüyorlar:
”Yeşiller, Türkiye'de yeni bir siyasi
oluşum değil. Türkiye’de 1980’li yıllardan bu yana ekoloji ve demokrasi
mücadelesi veren yeşil politik hareketler 1988-94 yılları arasında var
olan eski Yeşiller Partisi de dahil olmak üzere çok sayıda grup, dernek,
yayın organı ve yurttaş inisiyatiflerinde örgütlenmiş ve çalışmalarını
kesintisiz olarak sürdürmüşlerdir.
Yeni kurulan Yeşiller Partisi bu tarihin bir parçasıdır ve yeşil hareketin
içinden doğmuştur.”
“Uluslararası alanda dünya yeşilleriyle olan ilişkilerimizi geliştirerek, daha parti kurulmadan Avrupa
Yeşil Partisi’nin gözlemci üyeliğine
kabul edildik, Akdeniz, Karadeniz
ve Balkan Yeşil partilerinin bir araya
geldiği yapılarda çalıştık, Küresel
Yeşiller hareketinin bir parçası olduk.” (Bu yazıda yapılan bütün
alıntılar www.yesiller.org sitesinden
alınmıştır.)
Türkiye’de 1980’li yıllardan bu
yana yürütülen çevre mücadelesinin
bir parçası ve bu hareketin içinden
doğduğunu tespit eden YP, yeşil politikaların savunulmasının nedeni
olarak şu tabloyu çiziyor:
"Endüstriyel tüketim toplumu doğayı ve toplumu yıkıma sürüklüyor.
Sadece yediğimiz yiyecekler, içtiğimiz su, soluduğumuz hava değil toplumsal yaşam da kirleniyor, tahrip
oluyor. Yoksulluk, eşitsizlikler ve ayrımcılık artıyor. Şiddet toplumun her
alanında yaygınlaşıyor, kadınlar daha
fazla eziliyor, dünyamız yeni bir savaş
sarmalına sokuluyor. Yoksulları, çiftçileri, kendine yeten toplulukları yok
sayan küreselleşme politikaları tüm
ülkelere dayatılıyor. Ekonomik ilişkiler toplumsal yaşamın tek ölçütü
haline geliyor, kar uğruna ekosistem,
insan ilişkileri ve geleceğimiz ağır bir
tehdit altına sokuluyor."
Bu alıntıda kapitalist üretimin yol
açtığı sonuçlar kısaca konuluyor.
Kara dayalı kapitalist üretim, doğanın hoyratça talanını da beraberinde
getirmiş; içtiğimiz su, soluduğumuz
hava, yediğimiz yiyecekler temel
amacı daha fazla kar olan kapitalizm
sayesinde zehirlenmiştir.
Yeşillerin temel ilkeleri
18
“Yoksulluğu, ekolojik yıkımı ve eşitsizlikleri arttıran bu sisteme karşı yeşil politikaları” savunmayı temel alan
yeşillerin temel ilkelerinden bazıları
şunlar:
Temel soru budur. Her türlü şiddeti reddeden
Yeşiller, doğa ile uyumlu toplumsal bir sistemi
nasıl inşa edecektir?
“Ekolojik dengeyi yok sayan ekonomik ve sosyal sistemlere, üretim, tüketim ve yaşam biçimlerine ve doğayı
yok oluşa götüren insan merkezli politikalara karşı çıkar;
doğayla uyumlu ve ekolojik bilgeliği esas alan bir toplumsal sistemin
kurulması için,
doğayı bir kaynak deposu olarak görmeyen ve biyolojik çeşitliliği
koruyan,
ekoloji eksenli politikaların geliştirilmesi gerektiğini savunur.”
Yeşiller Partisi, doğayı yok oluşa
götüren insan merkezli politikalara
–doğrusu kapitalizm/emperyalizm
demek lazım- karşı çıkarken, doğa ile
uyumu esas alan bir toplumsal sistemin kurulması taraftarıdır. Doğa ile
uyumu esas alacak bir toplumsal sistemin kurulması için mücadele edileceği beyan ediliyor. Yeni bir toplumsal sistemin hangi yol ve yöntemlerle
kurulacağını, Yeşillerin buna verdiği
cevabı aşağıda göreceğiz.
“Yeşiller, insanlık tarihinde doğanın insan tarafından sömürülmesi
yoluyla ulaşılan en son ve en yıkıcı
sistem olan endüstriyalizmin, ölçüsüz
kalkınmacılığın ve küresel ekonomik
sistem tarafından dayatılan tüketim
toplumunun savurgan, tek tipleştirici, bireyci ve yıkıcı toplum modeline karşı çıkar; ekolojik, paylaşımcı,
dayanışmacı ve çoğulcu bir toplum
için, gelecek kuşakların haklarını
gözeten, doğayı koruyan, yaşamı sürdürülebilir kılan ve insani ölçülerde
işleyen bir ekonomik sistemin geliştirilmesi için mücadele eder.”
Doğanın kar uğruna hoyratça talanının, doğanın kendi kendini tamirini
imkansız kılacak duruma gelinmesinin, doğal dengenin bozulmasının
esas sorumlusu insanlar mı? Yoksa
sistem mi? Çevrenin kirletilmesinin
esas sorumlusu, tek tek insanların
sorumluluğundan bağımsız olarak
kapitalist sistemdir. Kapitalizm kar
amacıyla doğayı özel mülkiyeti çoğaltan sömürü aracı olarak görüp
kullanmıştır. Tekniğin gelişmesi ile
doğal maddelerin niteliklerinin değiştirilmesi, doğanın kendi kendini
tamirini imkansız kılacak maddelere
dönüştürülmesi, doğanın dengesinin
bozulması ve doğanın kirletilmesinin
asıl başlangıcı kapitalizm ile birlikte
başlar. Bu olguyu doğru olarak tespit
etmek, çevre alanında verilen mücadeleyi kapitalizme karşı mücadele ile
birleştirmek gerekiyor.
“Yeşiller, kapitalizmin doğayı ve
insanı sömüren, geniş kitleleri yoksullaştıran, ekonomik ilişkileri toplumsal yaşamın tek ölçütü haline getiren, kâr hırsıyla doğayı, ekosistemi
ve insan ilişkilerini tahrip eden politikalarına, toplumsal dayanışmayı
ve sosyal hakları yok ederek, sermayenin sınırsız biçimde küreselleşmesini amaçlayan neoliberalizme karşı,
küresel ölçekte verilen mücadelenin
bir parçasıdır.”
Yeşiller, daha fazla kar uğruna doğayı talan eden kapitalizme karşı, küresel ölçekte verilen mücadelenin bir
parçası olarak kendilerini görüyor.
“Yeşiller, kadınları toplumsal yaşamda ikinci sınıf olarak gören, kamusal alandan özel yaşama kadar
her noktada ezen, sömüren ve yoksullaştıran, erkek egemenliğine karşı
kadınların özgürleşme mücadelesine
katılır; kadınların ürettikleri özgürleştirici politikalara destek verir;
bu politikaların yaygınlaşması ve
hayata geçirilmesi için çalışır.”
Yeşillerin kadın sorununa dikkat
çekmeleri, erkek egemenliğine vurgu
yapmaları olumludur.
“Yeşiller, hangi nedenle uygulanmış olursa olsun her türlü şiddeti
reddeder;
yaşamın içinde ve politikanın her
alanında şiddetsiz yöntemleri hayata
geçirmeyi savunur;
insan özgürlüğünün ve demokrasinin önündeki en büyük engel
olarak gördüğü militarizme karşı sivilleşmeyi, yaşamın ve doğanın baş
düşmanı olan ve tümüyle reddedilmedikçe asla yok edilemeyecek olan
savaşa karşı koşulsuz barışı ve silahsızlanmayı savunur.”
Yeşiller her türlü şiddeti reddederek
pasifist konumda duruyorlar. Ezen
ile ezilen, sömüren ile sömürülen,
arasındaki uzlaşmaz çelişki barışçıl
yollarla çözülemez. Bu uzlaşmaz çelişmenin çözülmesi için ezilenlerin
toplumsal şiddeti kullanmaları mutlak gerekliliktir. Her türlü şiddeti ortadan kaldırmanın yolu, ezilenlerin
şiddeti kullanmalarından geçer. Her
türlü şiddetin reddedilmesi, sonuçta
kapitalizmin ömrünü uzatmaya hizmet etmektedir.
”Yeşiller, toplumun doğrudan demokrasi temelinde örgütlenmesi, insanların karar süreçlerine doğrudan
müdahale edebilecekleri demokratik
yapıların kurulması, yetki ve sorumlulukların yerel ve bölgesel düzeylerde yoğunlaştırılması için çalışır;
temsili ve katılımcı demokrasinin
siyasetin tabana yayılmasını sağlayacak doğrudan demokrasi uygulamalarıyla paralel olarak ve birbirlerini
destekleyerek işlemesi gerektiğini
savunur.”
Doğrudan demokrasi kapitalizmde
mümkün değildir. İşçiler, emekçiler
için demokrasi ancak, sömürüye dayalı kapitalist ücretli kölelik sistemin
yıkılması, ezilenlerin kendi iktidarlarını kurmaları ile mümkündür.
Yeşil reformizm!
Yeşiller; kapitalizmin kar uğruna
“doğayı ve toplumu yıkıma” sürüklediği gerçeğini kabul ediyorlar.
Kapitalizmin “kâr hırsıyla doğayı,
ekosistemi” tahrip ettiğini kabul ediyorlar. Kar uğruna ekosistemi yok
eden kapitalizme alternatif olarak,
“doğayla uyumlu ve ekolojik bilgeliği esas alan bir toplumsal” sistem
için mücadeleyi savunuyorlar. Doğa
ile uyumlu bir toplumsal sistem nasıl kurulacak? Temel soru budur.
Her türlü şiddeti reddeden Yeşiller,
doğa ile uyumlu toplumsal bir sistemi nasıl inşa edecektir? YP’nin
kuruluş amaçlarına, temel ilkelerine
bütünlük içerisinde bakıldığında, bu
soruya verilecek cevap da açığa çıkıyor. Kapitalizmi yıkmadan, sistem
içerisinde barışçıl mücadele ile kapitalizmi reforme etme, kapitalizmi
dönüştürme savunulmaktadır. Doğa
ile uyumlu bir toplumsal sistem, kapitalizmi yıkmayı hedef lemeden,
kapitalizm şartlarında savunulmaktadır. Bu olacak iş değildir. Üretim
araçları üzerinde özel mülkiyeti kaldırmadan, ücretli emek sömürüsüne
son vermeden, doğa ile uyumlu toplumsal sistem kurulamaz
Ç ev re sor u nu nu n bu dü z en
içinde köklü çözümü olanaksızdır.
İnsanlığın geleceği, bugün her günkünden çok emperyalist dünya sisteminin yıkılmasına bağlıdır. Çünkü
emperyalizm daha şimdiden doğada
tamir edilemez, ya da tamiri yüzyıllar alacak yaralar açmıştır. Ve eğer
yıkılmazsa, bu yaraların ölümcül
hale gelmesi kaçınılmazdır.
Doğa ile uyumlu bir yaşam ancak
sosyalizmde mümkündür. Çünkü
sadece sosyalizmde, doğa yasalarının bilincinde, doğal dengelerin
korunması, onlarla uyum içinde
toplumun ihtiyaçlarını gidermeyi temel alan bir ekonominin kurulması
mümkündür.
Çevre mücadelesi, günümüzde
kapitalizme karşı verilen sınıf mücadelesinin önemli bir parçası olarak yürütülmek zorundadır. Bunu
da yapacak olan sınıf bilinçli sınıf
hareketidir.
Hak larını yemeyelim! Yeşiller
Partisi’nin sistem içi de olsa yürüteceği çevre mücadelesi, çevre bilincinin oluşmasına, çevre sorunun
gündeme gelmesine, tartışılmasına
vb. yararı olacaktır. Ama sadece bu
kadar!
8 Ocak 2009 √
yeni dünya gençliği
YDİ Çağrı’nın barajlara karşı Gençlerden İsrail protestosu
takındığı tavır üzerine o
Y
Dİ Çağrı yayın hayatına başladığından bu yana, çevre sorunları üzerine özel bir önem
vermiştir. YDİ Çağrı’nın hemen hemen her sayısında, yerküreyi kar hırsıyla talan eden, bu talanı ile insan
yaşamının doğal temellerini, doğayı
sarsmaya, tahrip etmeye yönelen kapitalizmin/emperyalizmin doğaya
verdiği zararlar ortaya konularak teşhir edilmiş, bu alanda alternatiflerin
neler olduğu ortaya konulmuştur.
YDİ Çağrı enerji üretiminde, çevreye zararlı enerji türlerine karşı,
alternatif olarak doğal, yenilenebilir
enerjiyi savunmuştur.
“Enerji kaynağı olarak tek ve biricik zararsız çözüm doğal enerjidir.
Bunlar başta güneş olmak üzere, rüzgar, deniz dalgalarındaki dinamik
enerji, yeraltındaki jeotermal enerjiler ve akarsular üzerinde kurulan
barajlar sayesinde elde edilen enerjilerdir.” (H. Yeşil, Doğa ve İnsan,
Dönüşüm Yayınları, Sayfa 43)
YDİ Çağrı’nın doğru bulduğu bu
tavır, çevreye zararlı enerji türlerine
(fosil yakıtlar, -petrol, kömür, doğal
gaz- nükleer enerji vb.) alternatif olarak doğal enerji, güneş, rüzgar, jeotermal, dalga enerjisi, barajlar yoluyla
elde edilen enerjiler olarak ortaya
konulmuştur.
“Dünyada yaygın olan akarsular
üzerine barajlardan elde edilen enerji
de üretimi kolay olanlardan ve bitkilerin gelişmesine de hizmet etme zenginliğinde olan bir enerji kaynağıdır.
Ancak bugün toplam dünya enerjisinin sadece %7’sini oluşturmaktadır.
Zira baraj inşası masraflı olduğundan
kimse fazla ilgi göstermemektedir.
Hidroelektrik santrallar da geleceğin
önemli alternatiflerinden biri olmak
zorundadır. Fakat bu bağlamda doğa
dengesi de gözetilmek zorundadır!”
(a.g.k, sayfa 45)
Aktardığımız alıntılardaki tavır,
YDİ Çağrı sayfalarında uzun bir süre,
akarsular üzerinde kurulan hidroelektrik santrallerinden (HES) elde
edilen enerji doğal, yenilenebilir, alternatif enerji olarak savunulmuştur.
YDİ Çağrı’nın Şubat 2008 tarihli
119. sayısında, “Barajlar ve çevreye
etkileri” başlıklı bir yazı yayımlandı.
Bu yazıda; akarsuların önünün kesilerek suyun barajlarda toplanmasının, barajların kuruldukları alanlarda çevreye çeşitli zararlar verdiği
ortaya konulmaktadır. Barajların yağış düzeninden bitki örtüsüne kadar,
birçok ekolojik dengenin alt üst olmasına yol açtıkları yazıda örneklerle
ortaya konularak, barajların sadece
elektrik üretmek için değil, sulama
alanında da kullanıldığı belirtilerek,
sulama alanında da barajların verdikleri zararlar ortaya konuluyor.
Sonuç olarak barajlar, tarım arazilerininn sulanması alanında değil, enerji üretiminde kullanılmaları verdikleri zarar nedeniyle
reddedilmektedir.
“Barajlar, çevreye verdikleri zararlar nedeniyle, enerji üretiminde
kullanılmamalıdırlar. Suyun önünü
keserek değil, akış hızından faydalanılarak enerji üretilmelidir. Bu da
teknik olarak mümkündür.” (YDİ
Çağrı, Sayı 119, Sayfa 13)
Yazıda, suyun önünü keserek değil
akış hızından faydalanılarak enerji
üretimi savunulmakta, zararları nedeniyle enerji üretiminde barajlar
reddedilirken alternatif olarak;
“Enerji ihtiyacını karşılamak için
doğal, yenilenebilir enerji türleri kullanılmalıdır. Güneş, rüzgar, jeotermal, bio, hidrojen vb. Bu enerji türlerinden bazılarıdır.” (YDİ Çağrı, Sayı
119, Sayfa 13) savunulmaktadır.
Bu yazı yayımlandıktan sonra
okurlarımızdan bir dizi eleştiri geldi.
Gelen eleştiriler, “barajları enerji
üretiminde kullanılmalarını reddeden tavır ile YDİ Çağrı’nın geçmiş
dönemde yaşam temellerini koruma
mücadelesi sayfalarında, barajları
doğal enerji oarak savunan tavrı ile
çeliştiği, takınılan yeni tavrın, eski
tavrı bilince çıkararak yapılmadığı,
bunun yanlış olduğu” şeklindedir. Bu
eleştirilere YDİ Çağrının Eylül 2008
tarihli 125. sayısında, “Barajların
kullanılması üzerine bir kez daha”
başlıklı yazı ile tavır takınıldı.
Bu yazıda; okurlarımızdan gelen yöntem ve içerik eleştirisi doğru
bulunmasına, barajları enerji üretiminde reddeden tavır ile barajları doğal enerji olarak savunan tavrın birbiri ile çeliştiği bilince çıkarılmasına
rağmen, barajların enerji üretiminde
kullanılmalarının reddedilmesi tavrı
sürdürülmektedir. Bu tavrımız doğru
değildi.
YDİ Çağrı’nın doğru bulduğu siyasi çizgi, uzun yıllara dayalı, her
türlü ideolojik yanlışa karşı mücadele içerisinde, kollektif tartışma süreci içinde oluşturulmuştur. Kollektif
olarak oluşturulan önemli bir düşünceyi, ancak kollektifçe yürütülecek bir tartışma değiştirebilir. YDİ
Çağrı’nın kollektif olarak tartışma
içinde oluşturulmuş bir düşünceyi
kendi başına değiştirmesi doğru değildi. Çevreye zararlı enerji türlerine
karşı, doğal enerjinin bir türü olan
barajları savunan tavrımız kollektif olarak, kollektif tartışma süreci
içinde değiştirilebilinir.
Bu nedenlerle sayı 119’da, barajları
enerji üretiminde reddeden tavrımızı
özeleştirel olarak geri çekiyoruz.
YDİ Çağrı
Aralık 2008 √
larak açıklama yaparak saldırılara karşı durmaya çağırdı.
Yapılan açıklamaların ardından gençler oturarak devrimci marşlar söylediler.
Eylem Çu kurova Öğ renci leri
D e r ne ğ i , D e v r i mc i L i s e l i le r,
D S G , D GH , E k i m G e nç l i ğ i ,
Enternasyonalist Gençlik, Genç
Kurtuluş, Gençlik Muhalefeti, Liseli
Genç Umut, Özgür Eğitim Platformu,
ÖGD, Öğrenci Kolektif leri, Yeni
Demokratik Gençlik, Yeni Dünya
Gençliği, Yurtsever Cepheli Liseliler
ve Yurtsever Cephe Öğrenci Birliği
tarafından gerçekleştirildi.
Yaklaşık 500 kişinin katıldığı eylem Adana’da yapılan ve İsrail saldırılarının protesto edildiği en ka-
labalık, en canlı eylem oldu. Öyle ki
sendikaların, odaların ve demokratik
kitle örgütlerinin birlikte kararlaştırdığı ve her akşam saat 6’da yapılan
ses çıkarma eylemleri kararı alanlar açısından göstermelik eylemler
olarak kaldı. Gün içerisinde yapılan
eylemlere bile fazla 200 kişi katılıyor
ve cansız bir şekilde geçiyordu. 18
Ocak’taki eylem ise gençliğin taşıdığı potansiyeli göstermesi açısından
önemli bir eylem oldu. Ancak eylemi
düzenlemeyi planlayan örgütlerin diğer gençlik örgütlerine sadece 4 gün
önce haber vererek toplantıya çağırması ve bu nedenle eylemin hazırlığının yeterince yapılamamış olması
eleştirilecek bir durumdu.
Ydi Çağrı/Adana √
Her türlü işe 180 TL!
Ç
apa Tıp Fakültesinde işten
çıkarmalara karşı greve giden genç bir işçi arkadaşla
kısa bir söyleşi yaptık.
YDG: Kendini tanıtır mısın?
Adım Kasım Durmaz, tıp fakültesi
öğrencisiyim.
Kaç yıldır burada çalışıyorsun, ne
gibi işler yaptırılıyor, ayda kaç lira
elinize geçiyor?
Ben 4 yıldır bu işyerinde çalışıyorum. Bize her türlü işi yaptırıyorlar,
temizlik v.s. mesleğimizle hiç alakası
olmayan işler yaptırılıyordu. Ayda elimize 180 YTL geçiyordu.
Ne gibi sosyal haklarınız var?
Sosyal haklar olarak, %2 sigorta
pirimi ve kaza sigorta pirimi ödeniyordu. Onun dışında herhangi bir hak
yok.
Sizin durumunuzda olan ülke çapında kaç öğrenci var?
20 bin öğrenci var. Bütün öğrenciler
aynı anda çıkarıldı.
Bugün direnişin kaçıncı günü?
Talepleriniz neler?
Taleplerimiz ödenmeyen maaşların
geri ödenmesi. Yasa çıktıktan birbuçuk ay sonra, işten çıkarıldığımızdan
haberimiz oldu, bu anlamda maaşlarımız ödenmedi. Tabi bütün arkadaşların tekrar işe alınmasını talep
ediyoruz.
B u g ü n d i r e n i ş i m i z i n 11.
günündeyiz.
Genelde kamuoyundan, özelde de
emek örgütlerinden, sendikalardan
v.s. beklediğiniz desteği alabildiniz
mi?
Genelde destek iyiydi, ziyaretler oldu
birkaç kere. Örneğin DİSK, KESK’ten,
sağlık emekçilerinden, İstanbul Tıp
Fakültesinden arkadaşların desteği
oldu. DTP milletvekili Sebahat Tuncel,
CHP’den bir milletvekili geldi. En büyük destek Genç-Sen’den geldi, zeten
eylemi örgütleyen de onlardı.
Bildiğimiz kadarıyla fakültenizin
dekanı, çalışanların haklarını gasp
etmekle tanınır. Size karşı tavırları
nedir aynı zamanda polisin tavrı
nasıl?
Dekan maaşların ödenmesi konusunda garanti verdi fakat diğer hakların yasa ile ilgili olduğu söylendi.
Arkadaşlar çalışma bakanlığı ile görüştüler, söz aldılar, yani herhangi
bir sözleşme yapılmadı bu konuda.
Bu anlamda ne kadar güvenilir bilmiyorum. Şimdiye kadar herhangi bir
baskı görmedik açıkcası. Polis birkaç
kez geldi, baktı, bir süre eylemi seyrettiler fakat herhangi bir müdahale
olmadı.
Söyleşi için teşekkürler.
19
Download