Azınlık

advertisement
AYLIK HABER-YORUM DERGİSİ
kasım 2015 | yıl 21 | sayı 245
“Siyasetçiler
korku körükleyip oy hesabı
yapmak yerine
daha sorumluluk sahibi bir dil
benimsemeli.”
s. 18
Dönüşümün Tetİkleyİcİsİ:
Azınlık
9 772195 547004
08
Etkİsİ
İslami Terimler Alman Kamuoyunda
Nasıl Tanımlanıyor?
s. 26
“Çoğunluk, Kendi Kötü
Resmini Aktaracağı
Kurbanlar Arar.”
s. 36
Yasalarla Desteklenen Bir Irkçılık:
Myanmar
s. 48
Üniversitelilere
ve 25 yaş altı
gençlere özel
fiyatlar
Çocuklu ailelere
eğitmenler
eşliğinde kreş
hizmetleri
55 yaş üstü
emeklilere
belirli tarihlerde
özel fiyatlar
Almanca ve
Fransızca
rehberlik eşliğinde
müstakil kafile
İslam Toplumu Millî Görüş - Hizmette Öncü Kuruluş
Türkiye Temsilciliği| Hennes Tour
T +90 332 3515055 (Konya)
T +90 212 6355593 (İstanbul)
T +90 312 3113130 (Ankara)
info@hennestour.com
Islamische Gemeinschaft Millî Görüş Hadsch-Umra Reisen GmbH
Boschstraße 61-65
D-50171 Kerpen
T +49 2237 9746-0
F +49 2237 9746-19
www.igmgreisen.com
igmgreisen
Selamların
en güzeli ile
A
Sosyal Dönüşümün Tetikleyicisi: Azınlıklar
zınlık denildiğinde genellikle
etnik ya da dinî anlamda içinde
yaşadığı çoğunluk toplumuna
kıyasla daha farklı ve ufak bir
grup gelir akıllara. Oysa hepimiz her gün farklı bağlam ve ortamlarda “azınlık”
konumuna düşeriz: Karşımızda 50 kişi ortak bir
kanaate sahipken farklı bir fikri savunduğumuzda,
kalabalıkların sesine zıt bir görüş dillendirdiğimizde ya da herhangi bir yerde öylece sürüp giden
akışı sorguladığımızda… Siyasi anlamda “azınlık”
tanımını bir kenara bıraktığımızda aslında içinde yaşadığımız çağda azınlık konumuna çok sık
düştüğümüzü görürüz. Bu manada azınlık olmak
ise bazı soruları beraberinde getirir: Çoğunluğun
cezbedici ve ezici gücü karşısında azınlık her zaman uyum sağlayıp itaat etmeye mi mahkûmdur?
Çoğunluğun tanımlama, yön verme, tayin etme
tekeli karşısında azınlıkların elinde kendi istek ve
pozisyonlarını sürdürebilme konusunda ne tarz
araçlar bulunmaktadır? Bireyin düşünme süreci,
bakış açıları, karar ve davranış biçimleri çoğunluk karşısında bir değişime maruz kalmak zorunda
mıdır? Azınlık kalabalıkları dönüşüme nasıl ikna
edilebilir? Hangi araç ve üsluplarla mevcut azınlık konumunun beraberinde getirdiği dezavantajlı
durum bertaraf edilerek ortaya otantik, yeni ve dönüştüren bir pozisyon konulabilir?
Avrupa’da Müslümanların oldukça dezavantajlı konumda bulunduğu bir azınlığa mensup oldukları göz önünde bulundurulduğunda bu soruların
cevaplandırılmasının önemi de gün yüzüne çıkıyor.
Biz de bu sorulardan hareketle bu sayımızda dinî
ya da etnik azınlık vurgusundan bağımsız olarak
azınlıkları sosyal dönüşümün tetikleyicisi olarak
ele aldığımız bir dosya hazırladık. Dosyada “sosyal etki” denilen fenomenin yönünü ve azınlık ile
çoğunluğun birbirini etkileme potansiyelini sosyal
psikolojik bir açıdan ele aldık. Bu kapsamda Prof.
Dr. Hans Peter-Erb, itaat ile inovasyon arasında
azınlıkların etki potansiyelinin küçümsenmemesi
gerektiğine dikkat çekti. Mevlüt Uyanık, azınlığın
etki potansiyelinin araçlarından biri olan sivil itaatsizliğe değindi. Filistinli psikanalist Gehad Mazarweh ile azınlık olmanın kimlik ve insan psikolojisi üzerindeki etkisini, Avusturya’dan müzisyen
Gernot Galib Stanfel ile ise azınlık içinde azınlık
olmayı konuştuk.
Gündem kategorimizde Maurizio Albahari küresel mülteci krizini ve Türkiye’nin bu krizdeki rolünü ele alırken, M.A. Ibrahim Birleşik Krallık’ta
Müslüman kadınlara yönelik artan saldırıları ele
aldı. Uluslararası Af Örgütü Almanya’nın Genel
Sekreteri Selman Çalışkan ile Almanya’da mülteci yurtlarına yönelik artan saldırıları ve toplumda
sadece aşırı sağ çevrelerde değil, merkezde de konumlanan ırkçılık hakkında konuştuk. Mohamed
Saif, 1. Dünya Savaşı’nın ardından “cihat” kavramının Alman kamuoyunda nasıl bir dönüşüm geçirdiğini örneklerle ele alırken Avusturya’da uzun
süre şiddetli tartışmaların odak noktasında bulunan İslam Yasasıyla ilgili mevcut durumu hukukçu
Ümit Vural ile konuştuk.
Dünya kategorimizde 8 Kasım seçimleri öncesinde Myanmar’da Rohingyaları oldukça olumsuz
etkileyen ırkçı yasaları Cennet Yılmaz, Yemen’deki Suud müdahalesini ise Mareike Transfeld ele
aldı.
Bir dahaki sayımızda görüşmek üzere.
Kalbî selamlarımla,
» Bekir Altaş
18
GÜNDEM / SÖYLEŞİ
GÜNDEM
“Almanya’nın Ciddi Bir
Irkçılık Problemi Var.”
Bu yazdan sonra artık hiçbir şey
normale dönmeyecek. Önce deniz
yoluyla Yunanistan’a oradan da
Avrupa ülkelerine geçen yarım
milyon insan bir gerçeği ortaya
koydu: Avrupa ve Akdeniz birbirinden ayrı değil, hiçbir zaman da
değildi. Son mülteci krizi sadece
göç ve mülteci politikalarının
değil, aynı zamanda Avrupa’da
yaşamanın ve Avrupa vatandaşı
olmanın da ne anlama geldiğinin
yeniden eleştirel bir gözle değerlendirilmesini sağladı.
©
12 Mültecilerin Güvenli
Liman Arayışında
Türkiye, AB ve Sivil
Toplum
Flickr.com/ Mehr Demokratie e.V.
İçindekiler
22
GÜNDEM
Özgürlük ve
Ayrımcılık Arasında
Tarafsızlık İlkesi:
Yargıda Başörtüsü
Yasağı
GÜNDEM
Kapak Fotoğrafları
Aung San Suu Kyi
©
Flickr.com/Northern Ireland Office
GÜNDEM
İslami Terimler Alman
Kamuoyunda Nasıl
(Yeniden)
Tanımlanıyorlar?
30
GÜNDEM / SÖYLEŞİ
Siyasi Yansımalar,
İtirazlar ve Avusturya
İslam Yasası
Boschstraße 61-65 • 50171 Kerpen • Deutschland | T +49 2237 656-0 • F +49 2237 656-555 | www.igmg.
org | E-Mail: perspektif@igmg.org | Herausgeber/Yayıncı: Für die IGMG - Islamische Gemeinschaft Millî
İslam Toplumu Millî Görüş
Aylık Haber-Yorum dergisi
Kasım 2015
November 2015
yıl / JG.: 21 nr. / sayı: 245
Ümit Vural
Ekim 2015’te Londra Başkent
Polisi’nin yayımladığı istatistiklere göre geçtiğimiz on iki ay
içerisinde Müslümanlara yönelik
nefret suçlarında yüzde 70’lik bir
artış gözlemlendi. Londra’da bu
yıl temmuz ayına kadar olan on
iki aylık süreçte 816 İslam düşmanlığı ile ilgili suç kaydedildi;
önceki on iki ay içerisinde ise bu
rakam 478 idi.
26
©
16 İngiltere’de
Müslüman Kadınlara
Yönelik Saldırılar
Artıyor
Görüş e. V. (Amtsgericht Köln, VR 17018) das General Sekretariat / İslam Toplumu Millî Görüş adına Genel
Sekreterlik | Vertreten durch den Vorstand/Yönetim adına: Kemal Ergün, Vorsitzender/Genel Başkan
• Bekir Altaş, Generalsekretär/Genel Sekreter • Hakkı Çiftçi, stellv. Vorsitzender/Genel Başkan Yardımcısı |
Chefredakteur/Genel Yayın Yönetmeni: Bekir Altaş (V. i. S. d. P.) | Editor/Editör: Ahmet Faruk Çağlar,
Elif Zehra Kandemir Redaktion/Redaksiyon: Ali Mete, Fatma Çamur, İlknur Küçük, Meltem Kural, Rabia
D O S YA
Sosyal Dönüşümün
Tetikleyicisi: Azınlıklar
©
Flickr.com/Alexander Junghans
32
36
D O S YA / S Ö Y L E Ş İ
©
Flickr.com/SnoRkel
“Çoğunluk, Kendi Kötü
Resmini Aktaracağı
Kurbanlar Arar.”
38
D O S YA
Azınlığın Etki Potansiyeli ve Sivil İtaatsizlik
42
D O S YA
“Hepsi Yanılıyor
Olamaz” Mı?
D Ü N YA
52 Söylemler ve Karşı
Söylemler: Yemen’de
Suud Müdahalesi
Yemen’deki savaş, diğer “önemli” küresel gelişmelerin gölgesinde kalırken
ülkede ciddi bir insani kriz yaşanıyor.
İran, Suudi Arabistan, Husiler, IŞİD ve
El-Kaide’nin aktörlüğünde devam eden
kriz uzun sürede Yemen’e istikrarın
gelmeyeceğinin de bir göstergesi.
ÜMMET MOZAĞİ
56 Sancılı Bir Coğrafya:
Dünya gündemine sık aralıklarla
tekrarlanan savaş, ayrımcı politikalar ve
işgal ile düşen bu coğrafyanın insanları
daha derinden bir incelemeyi hak ediyorlar. Filistin halkı ve bu coğrafyada
cereyan edenler ancak bu tarz derinden
bir incelemenin ardından doğru anlaşılabilecek gibi gözüküyor.
1 S O R U / 3 C E VA P
©
Flickr.com/Rajesh_India
65 Akıl Azınlıkta Mı?
44
D O S YA / S Ö Y L E Ş İ
“Mühtedi Olmak, Sizi
Güçlü Olmak Zorunda
Bırakıyor.”
48
D Ü N YA
Yasalarla Desteklenen
Bir Irkçılık: Myanmar
Goethe, “Önemli ve akıllı ne varsa,
azınlık içinde var olur. Akıl popüler
olur diye kimse aklından geçirmesin.
Tutkular ve duygular popüler olabilir;
ama akıl her zaman için birkaç mükemmel insanın mülkiyetinde olacaktır.”
der. Siz bu alıntı için ne düşünüyorsunuz? Akıl gerçekten de
azınlıkta mı?
Önsöz
İçindekiler, Künye
Okuyucu Mektupları
Basında Öne Çıkanlar
Gündemden Kısa Kısa
Portre
Kitap Tanıtımı
Şanlıalp, Rahime Söylemez, Şeyma Karahan • T +49 221 942240-46/47 • F +49 221 942240-21 • E-Posta: info@perspektif.eu, redaktion@perspektif.eu
Design/Tasarım • Druck/Baskı: 99names communication GmbH • Im Auftrag der IGMG durch 99names communication GmbH erstellt. / IGMG için,
99names communication GmbH tarafından hazırlanmıştır. • Merheimer Straße 229 • D-50733 Köln • T +49 221 942240-20 • F +49 221 942240-21 | Die
Verantwortung für die Artikel liegt bei den ­Autoren. / Yayımlanan yazıların sorumlulukları yazarlarına aittir. | Auflage/Tiraj: 15.000 | Anzeigenservice/İlan
Servisi: T +49 221 942240-0 | F +49 221 942240-119 • E-Posta: ilan@perspektif.eu | Abonnement/Abonelik: IGMG Mitgliederbetreuung/Üye Abonelik
Hizmetleri: Boschstraße 61-65 • 50171 Kerpen • Deutschland | T +49 2237 656-0 • F +49 2237 656 555 • E-Posta: abone@perspektif.eu | Jahresabonnement/
Yıllık abone ücreti: 40,- EURO | Der Bezugspreis ist für Vereinsmitglieder im Mitgliedsbeitrag enthalten. IGMG Genel Merkez üyelerine ücretsizdir.
Okuyucu Mektupları
Perspektif 244/2015
AYLIK HABER-YORUM DERGİSİ
“Batı bu diktatör
rejimleri
destekleyerek
affedilmez
ahlaki, insani,
siyasi ve tarihî
hatalar işlemektedir.”
s. 22
EYLÜL/EKİM 2015 | YIL 21 | SAYI 244
İthamlar ve
Beklentiler
Arasında:
Avrupa’da
MÜSLÜMAN GENÇ
9 772195 547004
08
Olmak
NSU’da Neler
Oluyor?
s. 16
“Müslüman
Gençlerin Olumlu
Katkıları Göz Ardı
Ediliyor.”
Suriyeli Mülteciler:
“Keşke Herkes
Onları Benim Gibi
Görebilse…”
s. 44
s. 38
bölgelerine gidip yardıma en çok
muhtaç olan insanlara ve çocuklara faydalı olmak istiyorum. Bu
anlamda biz gençlere yaptıkları güzel işlerle örnek ve motivasyon teşkil edecek insanların
hikâyelerine sayfalarınızda daha
çok yer ayırabilirseniz çok memnun olurum.
Safiye Ağır, Ankara
Dosya konusu olarak Avrupa’da Müslüman gençleri
ele aldığınız için teşekkürler. Gerçekten Avrupa’daki biz ikinci ve üçüncü nesil Müslümanlar toplumsal
hayatta daha aktif olduğumuz için ebeveynlerimize
nazaran başka ve aşılması güç sorunlarla karşılaşıyoruz. Bu dosyada Müslüman gençlerin okulda, işte
ve kamusal alanda tecrübe ettiği daha somut problemlerden bahsedileceğini düşünmüştüm, fakat
maalesef dergide bu içeriği bulamadım. Bence artık
dışarıdakiler tarafından nasıl algılandığımıza kafa
yormayı bir kenara bırakıp karşılaştığımız problemlerimizin çözümüne konsantre olmalıyız.
Nilüfer Yemiş, Utrecht
İmha Edilen Dosyalar ve
İstihbaratın Rolü: NSU’da
Neler Oluyor?
Gündem
Avusturya İçin Bir Utanç
Kaynağı: Traiskirchen
Gündem
Avusturya İçin Bir Utanç
Kaynağı: Traiskirchen
Traiskirchen: Avusturya’nın mültecilerle imtihanını kaybettiği yer. Traiskirchen’deki
mülteci kampında gayriinsani şartlarda yaşayan her yaştan insan Avrupa’daki iltica politikalarının yeni baştan sorgulanması gerekliliğini de ortaya koyuyor.
JACQUELINE AREFIE*
Yer: Aşağı Avusturya’daki Traiskirchen kenti; daha doğrusu mültecilerin ülkeye girdikten
sonra ilk olarak yerleştirildiği Traiskirchen’deki merkez. Bugüne kadar hiç bu kadar kalabalık olmayan bu mekânda takriben 4.300 insan
yaşıyor. Mülteci merkezindeki aşırı doluluk sebebiyle bu alan medyanın da odak noktasında.
Hakkında çıkan haberler gün geçtikçe çoğalıyor
ve kamptaki kötü şartlar giderek artıyor. Gazetecilerin bu mülteci kampına girmeleri yıllardır
yasak. Kampın yöneticisi “Bu prosedür mültecileri korumak amaçlı” diye geçiştirse de asıl
sebep muhtemelen mültecilerin insan onurunu
zedeleyen şartlarda yaşaması ile yakından ilgili. Binalarda mültecilerin konaklayabilmesi için
yeteri kadar alan yok; takriben 500 mülteci çadırlarda, aralarında çocukların da bulunduğu 2
bin mülteci ise dışarıda yatmak zorunda. Yani
bu 2 bin kişinin başlarını sokacak çadırları ya da
10
kötü hava koşullarında binalara sığınmaya hakları yok. Sıhhî tesisatları yetersiz, bazıları yakında bulunan camide veya Schwechat nehrinde
yıkanıyor. Durum Uluslararası Af Örgütü Amnesty’in müdahil olacağı kadar vahim durumda.
“Hoş Geldiniz”
Traiskirchen’deki insanlık onurunu hiçe sayan durum uzadıkça, çevredeki insanlar da yardım eli uzatmak konusunda o kadar hızlı ve istekli oluyorlar. Çok sayıda kişi mültecilere çadır,
kıyafet, gıda ve hijyen ürünleri vererek onları
desteklemek istiyor. Yakınlarını ve arkadaşlarını
seferber ederek daha fazla bağış toplamayı hedefleyenler ya da kıyafet, uyku tulumları, çadırlar ve battaniyeler satın alanlar var. Avusturya
halkının büyük bir kısmı mültecilerle dayanışma içinde ve elinden geldiğince onların yanın-
da olmak istiyor. Fakat bu yardımların birçoğu
mülteci kampının kapılarındaki güvenlik personelleri tarafından “Burada yeterince eşya var!
Bağışları burada bırakarak suç işliyorsunuz!”
denilerek geri çevriliyor. Mülteci kampının yakınındaki Selimiye Camii ramazan ayı boyunca
her gün içlerinde mültecilerin de olduğu 2 binden fazla yoksul ve evsize ücretsiz yemek dağıttı. Talebin yoğunluğu sebebiyle yemek dağıtımı
ramazan sonrasında cuma günleri de yüzlerce
insanla devam etti. Takdire şayan olan, caminin
sadece bağışlar ile bu yiyecekleri finanse etmesiydi.
Avrupa’nın göbeğinde mültecilerle ilgili durum bu kadar içler acısıyken, maalesef sadece
olumlu girişimler değil, oldukça yıkıcı ve olumsuz tepkilerle karşılaşmak da mümkün. Bilhassa sanal ortamdaki tartışmalarda mültecilerin
geldikleri yerlere dönmeleri gerektiği, “biz”lerin burada “onlar”a ihtiyaç duymadığımız veya
mülteciler yerine ülkemizdeki evsizlerle neden
kimsenin ilgilenmediği sıkça dile getiriliyor. Buralarda dile getirilen bazı ifadeler o denli ırkçı ki
bu yazıları kaleme alanlar arasında işverenleri
tarafından işten çıkarılanlar bile var.
Benim Küçük Katkım
Caritas’ın bir minibüsü Traiskirchen’deki
mülteci kampının direk önünde duruyor. Mültecilerin buraya, Avusturya’ya hoş geldiklerini
göstermek ve onları ellerinden geldiği şekilde
desteklemek adına internette bir bağış kampanyası başlatıldı. İnternette yer alan resimler benim için ürkütücü nitelikteydi. Burası Avusturya
mıydı? Burası benim vatanım mıydı? Utandım
ve inanılmaz bir hayal kırıklığı yaşadım. Ne kadar çok haber okuyup fotoğraf gördüysem içimdeki huzursuzluk o kadar arttı. Ben de yardım
etmeye karar verdim ve Caritas’ın “Yardım Ediyoruz” çağrısına katıldım. Hemen annemi, babamı ve gelinimizi devreye sokarak “hoş geldiniz” paketleri hazırlamaya başladık. 2 yaşındaki
kızımla beraber kartonlar boyadık. Eşim büyük
bir çuval erkek kıyafeti ile katkıda bulundu. Kayınvalidemle beraber Traiskirchen’e doğru hareket ettiğimizde oldukça heyecanlıydım.
Orada beni acaba ne bekliyordu? Mülte-
ci kampındaki durum nasıldı? Kendisi de bir
zamanlar beş çocuğu ile 7 yıl boyunca Traiskirchen’de yaşayan kayınvalidem acaba ne
düşünecekti? Çocukluk yıllarının bir kısmını
geçirdiği yere tekrar dönen eşim acaba ne hissedecekti? Bu mekân, bende birçok farklı soru ve
düşüncenin de önünü açtı.
Mülteci kampının bulunduğu sokağa dönmeden biraz öncesinde ramazan ayı boyunca 2
binden fazla yemeğin dağıtıldığı caminin önünde erkeklerin sıra hâlinde beklediğini gördük.
Saat henüz akşamüstü 3’tü. “Aman Allah’ım,
burada bu saatten itibaren akşam yemeği için
mi sıra bekliyorlar?!” Sonrasında anladım ki bu
insanlar camiye duş almak için gidiyorlarmış.
Park yeri ararken mülteci kampının yanından geçtiğimizde gözlerim doldu. Henüz hiçbir
şey görmemiş olmama rağmen duygusal olarak
son derece etkilenmiştim. Bu atmosfer bana çok
dokunmuştu.
Park eder etmez 70’li yaşlarının üzerinde iki
yaşlı hanımefendi gördük. Yorgun, tükenmiş
ve zayıf görünüyorlardı. Kayınvalidem onlarla
temasa geçmeye çalıştı. Kardeşlermiş, Afganistan’dan iltica etmişler ve 9 saatlik bir yürüyüşü geride bırakmışlar. Bu hikâyelerinin sadece
küçücük bir kısmıydı, fakat bunu bile dinlemek
yıpratıcıydı.
Başka bir adam bize aslında kardeşi ve yeğeni ile Afganistan’dan kaçtığını anlattı. Üç adam
bir ülke sınırında durdurulmuş ve 10 yaşındaki
yeğenleri geri gönderilmiş. Adam şimdi kardeşi
ile Traiskirchen’de ve ikisi de yeğenlerinin başına ne geldiğini bilmiyorlar.
Hiç kimse yakınları katledilir, rehin alınır ya
da kaçırılırken sadece üzerindeki kıyafetler ile
kaçmak zorunda kalmayı, yeni bir yurt aramayı, yeniden bir hayat kurmayı ve yeni bir ülkeye gelip insan onurunu bu denli hiçe sayan bir
muamele görmeyi hak etmiyor. Bu durumda bütün sınırlar kapatılırken Avusturya toplumunun
merhameti ve insanların kendi kalp sınırlarını
kaldırarak bu insanlara el uzatmaları Traiskirchen’deki acıyı bir nebze de olsa hafifletiyor.
* Viyana’da yaşayan Arefie, Viyana Pedagoji Yüksek Okulunda Halk Okulu Öğretmenliği eğitimi almaktadır.
P E R S P E K T İ F • S AY I 244 • E Y LÜ L / E K İ M 2015
E Y LÜ L / E K İ M 2015 • S AY I 244 • P E R S P E K T İ F
Mülteci krizinde sadece Avusturya değil pek çok Avrupa devleti
sınıfta kaldı. Bilhassa Traiskirchen’deki görüntüler Avrupalıların tanımıyla bir üçüncü dünya
ülkesini anımsatıyor. Bu krizin
en az hasarla atlatılmasında ve
mültecilerin yaralarının sarılmasında sivil toplum olarak bizim üzerimize düşen çok şey var.
Her şeyi devletten beklemenin
kolaycılıktan başka bir açıklaması yok. Tabii ki bir vatandaş
11
olarak devletten sınırlarımızı
bu insanlara açmasını ve onlara
daha yaşanılır şartlar sunmasını
talep edecek ve bu konuda kamuoyu oluşturmaya çalışacağız.
Fakat herkesin bu konuda bireysel olarak yapabileceği bir şeyler
var. Biz Müslümanlar çoğu Müslüman olan mültecilere yardım
ederken bilinçli veya bilinçsiz
olarak dinî ve kültürel bağlarımızdan gelen bir saikle hareket
ediyoruz belki ama, beni en çok
etkileyen ve duygulandıran şey
yazar gibi Batılı vatandaşların
gösterdiği yardımlaşma örnekleri. Allah böyle güzel insanların
sayılarını artırsın.
Ayşe Göktürk, Hamburg
Adres Perspektif
Merheimer Strasse 229,
D-50733 Köln
Telefon +49 221 942 240 – 46 / 47
Fax
+49 221 942 240 21
e-postaokuyucu@perspektif.eu
6
P e r s p e k t İ f • S ay ı 245 • k a si m 2015
Traiskirchen: Avusturya’nın mültecilerle imtihanını kaybettiği yer. Traiskirchen’deki
mülteci kampında gayriinsani şartlarda yaşayan her yaştan insan Avrupa’daki iltica politikalarının yeni baştan sorgulanması gerekliliğini de ortaya koyuyor.
JACQUELINE AREFIE*
Yer: Aşağı Avusturya’daki Traiskirchen kenti; daha doğrusu mültecilerin ülkeye girdikten
sonra ilk olarak yerleştirildiği Traiskirchen’deki merkez. Bugüne kadar hiç bu kadar kalabalık olmayan bu mekânda takriben 4.300 insan
yaşıyor. Mülteci merkezindeki aşırı doluluk sebebiyle bu alan medyanın da odak noktasında.
Hakkında çıkan haberler gün geçtikçe çoğalıyor
ve kamptaki kötü şartlar giderek artıyor. Gazetecilerin bu mülteci kampına girmeleri yıllardır
yasak. Kampın yöneticisi “Bu prosedür mültecileri korumak amaçlı” diye geçiştirse de asıl
sebep muhtemelen mültecilerin insan onurunu
zedeleyen şartlarda yaşaması ile yakından ilgili. Binalarda mültecilerin konaklayabilmesi için
yeteri kadar alan yok; takriben 500 mülteci çadırlarda, aralarında çocukların da bulunduğu 2
bin mülteci ise dışarıda yatmak zorunda. Yani
bu 2 bin kişinin başlarını sokacak çadırları ya da
10
Dünya/Söyleşi
Suriyeli Mülteciler:
“Keşke Herkes Onları
Benim Gibi Görebilse…”
Avustralya asıllı sağlık gönüllüsü Profesör Annie Sparrow uzun yıllar Avustralya ve Londra’da çocuk sağlığı alanında çalıştıktan sonra 2000’li yılların başında mültecilerle çalışmaya karar verdi.
Bugüne kadar Afganistan, Haiti, Somali, Kenya ve Sudan gibi pek çok kriz bölgesinde görev yapan
Sparrow 2014’ten bu yana Suriyeli mültecilere yönelik çalışmalar yürütüyor. Hâlâ New York Icahn
Mount Sinai Tıp Okulunun küresel sağlık departmanında profesörlük görevini yürütmekte olan
Sparrow ile Suriye’de sağlık alanındaki mevcut durumu ve tecrübelerini konuştuk.
Çatışma bölgelerinde sağlık aktivisti olarak
çalışmaya karar vermenize ne sebep oldu?
Kariyerimin ilk on yılında Londra ve Perth’te
yoğun bakım çocuk doktoru olarak çalıştım.
Sığınmacıların korkunç şartlarda tutuldukları
Avustralya’daki Woomera ıslahevinde gönüllü
olarak çalışmaya başladığımda kariyerimdeki
yön de değişmeye başladı. Bir yandan hastalıklarını tedavi edip, bir yandan da sığınmacıların
hangi şartlarda tutuklu kaldıklarını görmezden
gelemezdim. Böylece insanları sadece fiziken
tedavi eden bir doktordan halk sağlığı uzmanlığına geçiş yaptım. Halk sağlığı alanında ek bir
eğitim aldım ve halkın sağlığının en fazla tehlikede olduğu savaş ve kitlesel katliam bölgelerinde çalışmaya başladım.
New York Review of Books’ta yer alan makalenizde hapsedilmiş, işkence görmüş, öldürülmüş
doktorlar, yerle bir edilmiş hastaneler ve hedef
alınan ambulanslardan bahsediyorsunuz. Suriye’de sağlık sektörü ne durumda?
Cenevre Sözleşmeleri ile uluslararası insan
hakları anlaşmalarının ilk ilkelerinden biri tıbbi yardım sağlayan kişilerle tesislerin mutlak
şekilde korunması gerektiğidir; bu tıbbi yardım
savaşçılara sağlanıyor olsa bile! Ne var ki Esad
rejimi silahlı muhaliflerin kontrolündeki bölgelerde sağlık çalışanları ile sağlık kurumlarını kasıtlı olarak hedef aldı. Muhalif bölgelerde
sivillere tıbbi yardım verdikleri için doktorlar
kelimenin tam anlamıyla suçlandı, hapsedildi
ve öldürüldü. Bu, rejimin muhaliflerin ele geçirdiği bölgelerde ayrım gözetmeksizin sivilleri öldürmesi, sivil kuruluşları hedef alması,
o bölgelerdeki nüfusun azaltılması ve diğer
Suriyelilere muhalifleri kendi bölgelerinde ba-
44
P E R S P E K T İ F • S AY I 244 • E Y LÜ L / E K İ M 2015
rındırdıkları takdirde başlarına nelerin geleceğini göstermek amacıyla yürüttüğü kapsamlı
bir strateji. Bariz bir şekilde savaş suçu olan
bu stratejinin muhaliflerin kontrolündeki bölgelerdeki sağlık yardımı üzerinde de korkunç
etkileri oldu. Esad’ın yüksek hasar kapasiteli
misket bombalarına maruz kalmamak için birçok hastane ile tıbbi birim kelimenin tam manasıyla yer altına inmeye zorlandı.
Tıbbi bakım savaştan önce Suriye’deki nispeten daha gelişmiş sağlık şartlarıyla kıyaslandığında oldukça yetersiz. Bunun sonucu olarak
da pek çok insan normal şartlarda tedavi edilebilen hipertansiyon, kalp ve böbrek hastalıkları
gibi hastalıklardan ölüyor. Aynı zamanda kızamık, çocuk felci, tüberküloz gibi bulaşıcı hastalıklar yayılıyor. Yalnızca bu sene sulardan bulaşan tifo ve hepatit A gibi on binlerce vaka var.
Bakteri ve mikroplar için uluslararası sınırlar
hiçbir anlam ifade etmez, dolayısıyla Türkiye
ve diğer komşu ülkeler de ciddi bir tehlike altında. Diğer yandan ciddi bir doktor açığı mevcut. Örnek vermek gerekirse Kasım 2012’den
beri kuşatma altında olan Doğu Guta’da 500
bin civarı nüfusa hizmet veren yalnızca 50
doktor var. Bu, oradaki pek çok doktorun 1000
günden daha fazla bir süredir aralıksız mesai
yaptığı anlamına geliyor.
Her yere demokrasi götürme
sevdasındaki Batı’dan maalesef
Suriye söz konusu olunca çok
cılız sesler çıkıyor. Annie Sparrow gibi örnekler insana moral
veriyor. Ben de inşallah tıp eğitimimi tamamladıktan sonra kriz
“Hoş Geldiniz”
Traiskirchen’deki insanlık onurunu hiçe sayan durum uzadıkça, çevredeki insanlar da yardım eli uzatmak konusunda o kadar hızlı ve istekli oluyorlar. Çok sayıda kişi mültecilere çadır,
kıyafet, gıda ve hijyen ürünleri vererek onları
desteklemek istiyor. Yakınlarını ve arkadaşlarını
seferber ederek daha fazla bağış toplamayı hedefleyenler ya da kıyafet, uyku tulumları, çadırlar ve battaniyeler satın alanlar var. Avusturya
halkının büyük bir kısmı mültecilerle dayanışma içinde ve elinden geldiğince onların yanın-
Benim Küçük Katkım
Caritas’ın bir minibüsü Traiskirchen’deki
mülteci kampının direk önünde duruyor. Mültecilerin buraya, Avusturya’ya hoş geldiklerini
göstermek ve onları ellerinden geldiği şekilde
desteklemek adına internette bir bağış kampanyası başlatıldı. İnternette yer alan resimler benim için ürkütücü nitelikteydi. Burası Avusturya
mıydı? Burası benim vatanım mıydı? Utandım
ve inanılmaz bir hayal kırıklığı yaşadım. Ne kadar çok haber okuyup fotoğraf gördüysem içimdeki huzursuzluk o kadar arttı. Ben de yardım
etmeye karar verdim ve Caritas’ın “Yardım Ediyoruz” çağrısına katıldım. Hemen annemi, babamı ve gelinimizi devreye sokarak “hoş geldiniz” paketleri hazırlamaya başladık. 2 yaşındaki
kızımla beraber kartonlar boyadık. Eşim büyük
bir çuval erkek kıyafeti ile katkıda bulundu. Kayınvalidemle beraber Traiskirchen’e doğru hareket ettiğimizde oldukça heyecanlıydım.
Orada beni acaba ne bekliyordu? Mülte-
P E R S P E K T İ F • S AY I 2 4 4 • E Y LÜ L / E K İ M 2 0 1 5
Redaksiyondan Not:
Rejimin sağlık çalışanları ve kurumlarına kasıtlı saldırılarının amacı ne?
Esad yönetimi savaşı “topyekün harp” hâline getirmiş durumda. Dünya üzerinde Cenevre
Sözleşmeleri ile uluslararası insan hakları anlaşmaları kabul edilmeden önce de bu topyekün harbe rastlanıyordu. Yaralı savaşçılara da
yardım edecekler korkusuyla sağlık çalışanlaE Y LÜ L / E K İ M 2 0 1 5 • S AY I 2 4 4 • P E R S P E K T İ F
kötü hava koşullarında binalara sığınmaya hakları yok. Sıhhî tesisatları yetersiz, bazıları yakında bulunan camide veya Schwechat nehrinde
yıkanıyor. Durum Uluslararası Af Örgütü Amnesty’in müdahil olacağı kadar vahim durumda.
da olmak istiyor. Fakat bu yardımların birçoğu
mülteci kampının kapılarındaki güvenlik personelleri tarafından “Burada yeterince eşya var!
Bağışları burada bırakarak suç işliyorsunuz!”
denilerek geri çevriliyor. Mülteci kampının yakınındaki Selimiye Camii ramazan ayı boyunca
her gün içlerinde mültecilerin de olduğu 2 binden fazla yoksul ve evsize ücretsiz yemek dağıttı. Talebin yoğunluğu sebebiyle yemek dağıtımı
ramazan sonrasında cuma günleri de yüzlerce
insanla devam etti. Takdire şayan olan, caminin
sadece bağışlar ile bu yiyecekleri finanse etmesiydi.
Avrupa’nın göbeğinde mültecilerle ilgili durum bu kadar içler acısıyken, maalesef sadece
olumlu girişimler değil, oldukça yıkıcı ve olumsuz tepkilerle karşılaşmak da mümkün. Bilhassa sanal ortamdaki tartışmalarda mültecilerin
geldikleri yerlere dönmeleri gerektiği, “biz”lerin burada “onlar”a ihtiyaç duymadığımız veya
mülteciler yerine ülkemizdeki evsizlerle neden
kimsenin ilgilenmediği sıkça dile getiriliyor. Buralarda dile getirilen bazı ifadeler o denli ırkçı ki
bu yazıları kaleme alanlar arasında işverenleri
tarafından işten çıkarılanlar bile var.
ci kampındaki durum nasıldı? Kendisi de bir
zamanlar beş çocuğu ile 7 yıl boyunca Traiskirchen’de yaşayan kayınvalidem acaba ne
düşünecekti? Çocukluk yıllarının bir kısmını
geçirdiği yere tekrar dönen eşim acaba ne hissedecekti? Bu mekân, bende birçok farklı soru ve
düşüncenin de önünü açtı.
Mülteci kampının bulunduğu sokağa dönmeden biraz öncesinde ramazan ayı boyunca 2
binden fazla yemeğin dağıtıldığı caminin önünde erkeklerin sıra hâlinde beklediğini gördük.
Saat henüz akşamüstü 3’tü. “Aman Allah’ım,
burada bu saatten itibaren akşam yemeği için
mi sıra bekliyorlar?!” Sonrasında anladım ki bu
insanlar camiye duş almak için gidiyorlarmış.
Park yeri ararken mülteci kampının yanından geçtiğimizde gözlerim doldu. Henüz hiçbir
şey görmemiş olmama rağmen duygusal olarak
son derece etkilenmiştim. Bu atmosfer bana çok
dokunmuştu.
Park eder etmez 70’li yaşlarının üzerinde iki
yaşlı hanımefendi gördük. Yorgun, tükenmiş
ve zayıf görünüyorlardı. Kayınvalidem onlarla
temasa geçmeye çalıştı. Kardeşlermiş, Afganistan’dan iltica etmişler ve 9 saatlik bir yürüyüşü geride bırakmışlar. Bu hikâyelerinin sadece
küçücük bir kısmıydı, fakat bunu bile dinlemek
yıpratıcıydı.
Başka bir adam bize aslında kardeşi ve yeğeni ile Afganistan’dan kaçtığını anlattı. Üç adam
bir ülke sınırında durdurulmuş ve 10 yaşındaki
yeğenleri geri gönderilmiş. Adam şimdi kardeşi
ile Traiskirchen’de ve ikisi de yeğenlerinin başına ne geldiğini bilmiyorlar.
Hiç kimse yakınları katledilir, rehin alınır ya
da kaçırılırken sadece üzerindeki kıyafetler ile
kaçmak zorunda kalmayı, yeni bir yurt aramayı, yeniden bir hayat kurmayı ve yeni bir ülkeye gelip insan onurunu bu denli hiçe sayan bir
muamele görmeyi hak etmiyor. Bu durumda bütün sınırlar kapatılırken Avusturya toplumunun
merhameti ve insanların kendi kalp sınırlarını
kaldırarak bu insanlara el uzatmaları Traiskirchen’deki acıyı bir nebze de olsa hafifletiyor.
* Viyana’da yaşayan Arefie, Viyana Pedagoji Yüksek Okulunda Halk Okulu Öğretmenliği eğitimi almaktadır.
E Y LÜ L / E K İ M 2 0 1 5 • S AY I 2 4 4 • P E R S P E K T İ F
Bu Anayasayı Koruma Dairesi
gerçekten ne işe yarar? Kuruluş
amacı nedir? Görev alanı nedir?
Anayasayı mı yoksa aşırı sağcıları mı koruyor? Eğer bu katiller bir
Alman polisine kurşun sıkmasaydı devlet acaba bildikleri ama
engel olmadıkları bu cinayet serisini sessizce izlemeye devam
mı edecekti? Kassel’deki cinayet
mahallinde bir Anayasa Koruma Dairesi çalışanının bulunup
olayla ilgili şahitlik yapmayı
reddetmesinden beri kesinlikle
ne devlet kurumlarına ne de polisine güvenim kalmadı. Devlet
artık görmezden geldiği sağcı terörü ciddiye almalı.
Hasan Acar, Wetzlar
Suriyeli Mülteciler: “Keşke
Herkes Onları Benim Gibi
Görebilse…”
Yazı İşleri, gelen mektupları kısaltma
ve değiştirme hakkına sahiptir.
Okuyucu mektupları, dergi redaksiyonunun görüşlerini yansıtmamaktadır.
Bize görüşlerinizi bildirmek için:
Avusturya İçin Bir Utanç
Kaynağı: Traiskirchen
45
Perspektif’in 244. sayısında yayımlanan Prof. Dr. Hannes Schammann söyleşisinin fotoğraflarının
telifi Isa Lange’ye, Annie Sparrow
söyleşisinin fotoğraflarının telifi
ise Benedict Kurzen’e aittir. Geçtiğimiz sayıda tasarım aşamasında
fotoğrafçıların isimlerinin eklenmemiş olması sebebiyle hatırlatmayı borç biliriz.
11
Basında Öne Çıkanlar
Almanya
İngiltere
Anti-extremism drive puts British values at
risk, says police chief*
©
The Guardian | 19.10.2015
*Polis şefi: “Aşırılıkla mücadele İngiliz değerlerini tehlikeye düşürüyor.”
Angegriffene
Spitzenkandidatin
ist außer
Lebensgefahr*
©
David Cameron ve Theresa May’in ekim ayı içerisinde açıkladıkları aşırılıkla mücadele stratejisi Müslümanların da aralarında olduğu pek çok çevrenin tepkisini çekiyor.
Manchester Emniyet Müdürü Sir Peter Fahy hükûmetin yeni terörizmle mücadele
stratejisinin çok hassas bir denge gözetilerek uygulanmaması hâlinde Müslümanları
yabancılaştırarak din ve ifade özgürlüğü gibi İngiltere’nin temel değerlerine darbe
vuracağı uyarısında bulundu.
Avusturya
“Gesetzesverstoß”, wenn Asylwerber
ohne Obdach sind*
©
Faz | 17.10.2015
* Saldırıya uğrayan başkan adayının hayati tehlikesi
ortadan kalktı
Köln bağımsız belediye başkan adayı
Henriette Reker, Braunsfeld semtinde
seçim çalışmaları yürüttüğü sırada bir
saldırgan tarafından bıçakla yaralandı.
44 yaşında ve aşırı sağcı gruplarla ilişkisi olduğu belirtilen saldırganın bilinçli
olarak Reker’i hedef aldığı ve siyasi bir
motivasyonla saldırıyı gerçekleştirdiği
sanılıyor. Başarılı bir operasyonla hayati
tehlikeyi atlatan Reker, yerel seçimleri
kazanarak Köln’ün belediye başkanı
oldu. Reker mültecilere verdiği destek
ve göçmenlerin entegrasyonuna yönelik projeleri ile tanınıyor.
Der Standard | 18.10.2015
*Mültecilerin barınacak yerinin olmaması kanuna aykırı
Avusturya’ya sığınan mülteciler için yeterli sayıda barınak olmaması Traiskirchen’e
ulaşan pek çok mültecinin Almanya’ya geçecek mülteciler için hazırlanan acil durum
barınaklarına yönlendirilmesine neden oluyor. Diakonie Mülteci Hizmetleri Direktörü
Christoph Riedl, Traiskirchen’e ulaşan pek çok mültecinin kalacak yer bulma konusunda kaderlerine terk edildiğini ve birçoğunun sokaklarda yaşamak zorunda kalıp ancak
gönüllülerin yardımlarıyla ayakta kalabildiğini belirtti. Riedl ayrıca AB ve Avusturya
yasal düzenlemelerine göre mültecilerin hukuki olarak korunma haklarının olduğunu
ve bunun gerektiği gibi sağlanmamasının kanunlara aykırı olduğunun altını çizdi.
Hollanda
Aanhoudingen na
bestorming noodopvang Woerden*
De Telegraaf | 10.10.2015
©
* Woerden mülteci barınağına yapılan saldırı ardından
tutuklamalar
Danimarka
Flygtninge dropper islam og får asyl*
Berlingske Tidende | 09.10.2015
©
* İslam’dan çıkan sığınmacılara iltica hakkı veriliyor.
Danimarka’da oturum izni alabilmek için her yıl pek çok Müslüman mültecinin din
değiştirerek Hristiyan olduğu belirtiliyor. Bu yıl görülen 55 oturum davasında oturum
alma hakkı kazanan 42 mülteciden 31’ini daha önce oturum talebi reddedilen fakat
sonra Hristiyanlığa geçen Müslüman mülteciler oluşturuyor. 2013 yılından bu yana
Danimarka’da çoğu Afgan ve İranlı 106 mültecinin din değiştirerek oturum aldığı belirtilirken Kopenhag Vesterbro’daki Apostel Kilisesi papazı Niels Nymann Eriksen, din
değiştirmek isteyen mültecilerin en az 8 ay gözlemlendikten sonra Hristiyanlığa kabul
edildiklerini ve Hristiyan olarak ülkelerine gönderilmeleri durumunda can güvenliklerinin olmadığı gerekçesiyle daha kolay oturum izni aldıklarını ifade ediyor.
Ekim ayında yüzleri maskeli yaklaşık
20 kişilik bir grup Hollanda’nın Woerden şehrinde çoğu Suriye ve Eritreli
mültecilerin geçici olarak sığındığı
spor salonuna saldırdı. Polisin verdiği bilgilere göre yaşları 19 ile 35 yaş
arası değişen saldırganlar havai fişek
ve yumurta fırlatarak binaya girmeye
çalıştı. Saldırganların bir kısmı yakalanırken, söz konusu olayın Hollanda’da
bu anlamda yaşanan ilk büyük saldırı
olduğu belirtiliyor.
Perspektif’i sosyal /perspektifeu
medyada takip edebilirsiniz!
k a s i m 2015 • S ay ı 245 • P e r s p e k t İ f
7
Gündem
©
Flickr.com/dieterzirnig.com
Gündemden kısa kısa
8
Viyana’daki
Seçimler ve Aşırı
Sağın Yükselişi
Gençler Yabancı
Düşmanlığından
Endişeli
 11 Ekim 2015’te Avusturya’nın başkenti Viyana’da gerçekleşen eyalet ve belediye seçimleri Avrupa’da yükselişe geçen aşırı sağın etkisini giderek
artırdığını gösteriyor. Seçimlerde aşırı sağcı Avusturya Özgürlük Partisi (FPÖ) oyların yüzde 31’ini alarak her üç kişiden birinin tercih ettiği parti olurken,
Türklerin yoğun olarak yaşadığı iki ilçede de yönetimi FPÖ kazandı.
Uzmanlar bu sene nisan ve haziran ayları arasında 17.395 iltica başvurusunun yapıldığı ve bu sayının
sene sonuna kadar 80 bini bulabileceği Avusturya’da FPÖ’nün göçmen karşıtı popülist politikalarının hükûmetin mülteci politikalarından memnun
olmayanları cezbettiğini belirtiyor.
Aşırı sağın oy oranlarıyla ilgili durum diğer AB
ülkelerinde de farklı değil. Macaristan’ın aşırı sağcı
partisi Jobbik ve Fransa’da Marine Le Pen’in Ulusal
Cephe Partisi (FN) yükselişe devam ederken, Almanya’da bugün seçim olduğu takdirde yabancı
karşıtı politika ve söylemleriyle tanınan AfD’nin
yüzde 7 civarında oy alacağı tahmin ediliyor.
 Shell firması tarafından Almanya’da dört
senede bir yaptırılan ve bu sene 17.’si gerçekleştirilen gençlik araştırmasının sonuçları yayımlandı.
Almanya çapında 12 ve 25 yaş arası 2.558 genç ile
gerçekleştirilen araştırma gençlerin göçmen akımından değil yabancı düşmanlığının artmasından endişe duyduklarını gösteriyor. Almanya’ya
göçmen akımının kısıtlanmasını isteyenlerin oranı
yüzde 58’den yüzde 37’ye gerilerken, yabancı düşmanlığının artmasından endişelenenlerin oranı bir
önceki araştırmaya göre yüzde 40’dan yüzde 48’e
yükseldi. Araştırma ayrıca gençlerde geleneklere
yöneliş olduğunu belirtirken bunun dinden ziyade ulusal bir aidiyet duygusundan kaynaklandığı
belirtiliyor. Gençlerdeki dindarlık olgusunun da
mercek altına alındığı araştırmada, dinin yaşamda
önemli yer tuttuğuna inanan Protestan ve Katolik
gençlerin oranında önceki senelere göre önemli bir
düşüş gözlemlenirken, göçmen gençlerin ise dinî
bağlarının daha güçlü olduğu ve Müslüman gençlerin yüzde 76’sının, Ortodoks Hristiyan gençlerin
ise yüzde 64’ünün Tanrı inancını önemli buldukları
belirtiliyor.
P e r s p e k t İ f • S ay ı 245 • k a si m 2015
Shutterstock.com/thomas koch
©
Flickr.com/İHH İnsani Yardım
©
İsrail Sokak
İnfazlarına
Devam Ediyor
AB-Türkiye
Mülteci
Anlaşması
 Yahudi yerleşimciler ve İsrail askerlerinin sivillere yönelik saldırılarına her geçen gün yenisi
ekleniyor. Filistin’in El-Efule kentinde 18 yaşındaki
bir genç kız işgalci İsrail askerlerinin Hedil el-Heşlemun kontrol noktasından geçmek isterken İsrail
askerleri tarafından vurularak öldürülmüştü. Bundan çok kısa bir süre önce ise El-Halil kentindeki
bir kontrol noktasında bir genç kıza İsrail askerleri
tarafından kısa mesafeden ateş edilmiş, askerlerin
müdahale edilmesine izin vermediği genç kız yarım
saat yerde bırakıldıktan sonra kaldırıldığı hastanede hayatını yitirmişti. Cinayetlerle ilgili olarak İsrail
askerleri genç kızların kendilerine bıçakla saldırmaya çalıştığını iddia etmiş, fakat görgü tanıkları ve
olay görüntüleri bu iddiaları yalanlamıştı. Kudüs’te
ise 19 yaşındaki Mustafa Allun ırkçı Yahudilerden kaçarken İsrail polisi tarafından vurularak öldürülmüş,
olay Filistinli gencin bir Yahudi’yi bıçakladıktan sonra kaçarken vurulması şeklinde basına yansımıştı.
 AB ve Türkiye arasında imzalanması planlanan mülteci eylem planı için prensipte anlaşmaya
varıldı. AB ülkeleri mülteci sorununa kalıcı bir çözüm bulabilmek için Türkiye’nin yardımını hayati
görürken, Türkiye ise Avrupa’ya mülteci akınını
kontrol altına alması karşılığında AB’den Türkiye’ye vize serbestisinin hızlandırılıp 2016 yılı içerisinde hayata geçirilmesi, AB’nin mülteciler için
Türkiye’ye tahsis ettiği fonun 3 milyar Euro’ya çıkarılması, AB üyeliği müzakere sürecinin hızlandırılarak yeni başlıkların açılması ve Türkiye’nin yeniden
“üyelik müzakereleri yapan ülke” olarak AB zirvelerine davet edilmesi gibi taleplerde bulunuyor. Türkiye bunun karşılığında göçmen kaçakçılığı yapan
çeteler ve adlarına sahte kimlik düzenlenen göçmenlerle mücadelede AB üye ülkeleriyle sıkı bir iş
birliği yürüterek bu hususlarda bilgi ve istihbarat
paylaşımını yoğunlaştıracak ve Türkiye üzerinden
Avrupa’ya geçen ve mülteci statüsünde bulunmayan göçmenlerin geri kabulünü gerçekleştirecek.
k a s i m 2015 • S ay ı 245 • P e r s p e k t İ f
9
Gündem/Söyleşi
Gündem
10
P e r s p e k t İ f • S ay ı 245 • k a si m 2015
Macaristan, Budapeşte:
Budapeşte’de polisin Keleti İstasyonunu kapatıp birkaç gün sonra açmasının ardından yüzlerce sığınmacı
istasyona akın etti. Batı’ya giden herhangi bir trende boş bir yer arayan
birçok sığınmacı nereye gittiğini bilmedikleri trenlere girmeye çalıştılar.
k a ssii m 2015 • S ay ı 245 • P e r s p e k t İ f
11
Gündem
Mültecilerin Güvenli Liman Arayışında
Türkiye, AB ve Sivil Toplum
Bu yazdan sonra artık hiçbir şey normale dönmeyecek. Önce deniz yoluyla Yunanistan’a oradan da Avrupa ülkelerine geçen yarım milyon insan bir gerçeği
ortaya koydu: Avrupa ve Akdeniz birbirinden ayrı değil, hiçbir zaman da değildi. Son mülteci krizi sadece göç ve mülteci politikalarının değil, aynı zamanda
Avrupa’da yaşamanın ve Avrupa vatandaşı olmanın da ne anlama geldiğinin
yeniden eleştirel bir gözle değerlendirilmesini sağladı.
P e r s p e k t İ f • S ay ı 245 • k a si m 2015
©
12
Flickr.com/Michael Gub
MaurIzIo AlbaharI*
Flickr.com/campact
©
BM Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin verilerine göre bu sene deniz yoluyla Avrupa’ya varan
mültecilerin yüzde 53’ünü Suriyeliler oluşturuyor. Azımsanmayacak yüzde 16’lık bir bölümünü
Afganistanlı mültecilerin oluşturduğu göçmen
akımının geri kalanı ise Eritre, Irak, Nijerya, Pakistan, Somali, Sudan, Gambiya, Bangladeş ve
daha başka ülkelerden insanlardan oluşuyor. Bu
ülkelerden kaçış yeni bir gelişme değil, zira Irak,
Somali ve Nijerya’daki sivil katliamlar 2013’ten
beri artarak devam ediyor. Afganistan’da ise güvenlik alanında yaşanan kötüleşme günlük hayatta gıda bulma sıkıntısı gibi pek çok alanda
kendisini hissettiriyor.
Fakat AB’nin Türkiye, Ürdün ve Lübnan gibi
ülkelerin mülteciler konusunda üstlendikleri
rolü takdir etmesine neden olan esas şey Suriye’den Avrupa’ya yönelen ve daha önce benzeri
görülmemiş mülteci akını. Bilhassa Türkiye şu
an dünyada 2.2 milyonunu sadece Suriyelilerin
teşkil ettiği, dünyanın en geniş mülteci nüfusuna ev sahipliği yapan ülke konumunda.
AB Türkiye’nin mültecilerin bakımı için sarf
ettiği masrafları üstlenmek adına 3 milyar Euro
tutarında finansal destek vaadinde bulundu.
AB’nin bu adımının arkasında yatan neden çok
açık: Türkiye’nin Ege’deki mülteci hareketliliğini
kontrol altına alması.
Bu arada sadece 2015 yılının ocak ve ekim
ayları arasında Türk Sahil Güvenlik Güçleri’nin
Ege’de 60 bin kadar insanın Yunanistan’a geçmesine engel olduğunu belirtmekte yarar var.
Aynı şekilde Yunanistan ve Bulgaristan ile olan
toprak sınırları da düzenli olarak korunuyor.
Haklı olarak şunu sormak gerekiyor: Türk Sahil
Güvenliği aynı anda denize açılan onlarca küçük
botu güvenli bir şekilde nasıl durduracak ve sahil şeridi boyunca zeytinlikler arasına saklanan
binlerce mülteciyi nasıl tespit edecek? Ve bunu
yapmak neden sadece Türkiye’nin sorumluluğunda olsun?
Neden mülteciler için alınması gereken küresel sorumluluktan kimse bahsetmiyor? AB
liderleri bu konuda dikkat çekici bir sessizliğe
gömülmüş durumda. Şansölye Angela Merkel
ile yaptıkları bir görüşmenin ardından Başbakan
Davutoğlu, Türkiye’nin bir toplama kampı olmadığını ve sırf AB’yi memnun etmek için göçmenleri topraklarında daimi olarak ağırlamaya
niyetlerinin olmadığını belirtti. Bu özellikle AB
içerisinde ve onun dış sınırlarında olan bitenler
ışığında değerlendirildiğinde oldukça önemli bir
konu.
Bulgaristan ve Yunanistan’ın Türkiye ile olan
kara sınırlarını kısmen güçlendirmesi Ege denizinin daha çok tercih edilen bir rota olmasına
neden oluyor. Macaristan da Sırbistan’la ve bir
AB üyesi olan Hırvatistan’la kara sınırlarını güçk a s i m 2015 • S ay ı 245 • P e r s p e k t İ f
13
©
Flickr.com/Michael Gub
Gündem
2 Ekim 2015‘te polisler tarafından Macaristan‘da mültecilere kapatılan Bicske Tren İstasyonu‘nda bekleyen bir anne ve bebeği
lendirdi. Slovenya ve Avusturya belli aralıklarla
sınırlarını Suriyeli ve diğer mültecilere açıyor.
Mülteciler koca bir domino etkisiyle karşı karşıya kalsalar da birçok sığınmacı, insan yapımı bu
bariyerleri aşmayı başarıyor.
Avrupa topraklarındaki sınır karakolları,
tren istasyonları, otobanlar ve çamurlu tampon
bölgelerde yaşanan bu insanlık krizi Avrupalı
hükûmetlerin işlevsel olmaktan uzak mülteci
politikalarının bir ürünü. Tel örgüler bir işe yaramadığı gibi bu politika birçok aileye ve zaten
güçsüz olan insanlara ilave bir zorluk ve sıkıntı
getiriyor. AB ve Schengen Bölgesine dâhil olmayan Türkiye, Makedonya, Sırbistan ve Hırvatistan’ın da içinde bulunduğu ülkeler istemeyerek
de olsa kendilerini AB ve diğer geçiş ülkeleri adına eşik bekçiliği yapan bir konumda buluyorlar.
Fakat gerçek şu ki, yanlış veya doğru, mülteciler
Avusturya, Almanya, Fransa, Hollanda, İngiltere,
İsveç ve daha başka Avrupa ülkelerine ulaşmayı
kafalarına koymuşlar ve büyük ihtimalle de bir
şekilde bunu başaracaklar. Slovakya ve Macaristan gibi ülkelerin önde gelen bazı siyasi yetkilileri hiç çekinmeden kapılarının Müslüman
mültecilere açık olmadığını belirtmişken, mültecileri istenilmedikleri bu yerlerde kim tutabilir?
Siyasi liderler ortak bir iltica politikası ve hâlihazırda Avrupa sınırlarında bulunan mültecilerin paylaşımı konusunda standart bir yaklaşım
geliştirmeyi düşünse de bu konuda pek çok politik engel var. Örneğin Avrupa Komisyonu Başkanı Jean-Claude Juncker’in “120 bin mülteci mi?
Problemin büyüklüğü karşısında bu çok gülünç
(bir rakam). Acaba Lübnan ve Ürdün neden bah-
14
P e r s p e k t İ f • S ay ı 245 • k a si m 2015
settiğimizin farkında mı?” ifadeleri gibi…
Uluslararası organizasyonlar ve insani yardım örgütleri denizlerdeki ölümleri azaltacak
ve mültecilerin geçici veya devamlı olarak kalacakları AB ülkelerine usulüne uygun bir şekilde ulaşmalarına yardımcı olacak, Türkiye’de iş
piyasasına yasal erişimlerini sağlayacak çeşitli
düzenlemeler öneriyor. Bu düzenlemelerin bir
kısmı hâlihazırda ulusal ve AB mevzuatının bir
parçası fakat daha etkin bir uygulama gerektiriyor: Aile birleşimi, öğrenci vizeleri, geçici koruma, iltica karar komitelerinde personel artışı
gibi… Aynı şekilde iş piyasasındaki ve Avrupa’nın
yaşlanan toplumlarındaki ihtiyacı yansıtan (ve
mevcut işçi haklarının gözetildiği) gerçekçi bir
işçi göçü kotası da mülteci komisyonlarının iş
yükünü hafifletmek adına yararlı olacaktır.
Fakat bunlar politikanın alanı olan konular.
Ya Avrupa sivil toplumuna düşen görev nedir?
Bilhassa, değişmekte olan Avrupa’nın bir parçası
olan göçmenlerin, diasporaların, seküler ve dinî
toplulukların rolü nedir?
Napoli’den Hamburg’a, yani yaşadığımız şehirlere her gün yeni mülteciler varıyor. Gelenlerin sosyal, ekonomik ve politik entegrasyonu
ise mahallî bazda devletin, yerel kurumların ve
şahısların destekleriyle gerçekleşiyor. Söz konusu yerdeki yerleşik topluluklar ise bu konuda
kritik bir rol oynuyor. Örneğin tek başına gelen
yüzlerce sahipsiz genç sosyal hizmet görevlileri
ve öğretmenlerin olağandışı bir çaba göstermesini gerektiriyor. Acil olarak ihtiyaç duyulan şey
gönüllülerin yanı sıra yeni öğretmen ve sosyal
hizmet görevlilerinin yetiştirilmesi. Bu aynı za-
demokrasilerde toplumsal hayata aktif bir katılım sağlayarak iyi bir Avrupalının ne demek olduğunu, nasıl olması gerektiğini yeniden tanımlıyor olacağız.
Peki, Avrupalı liderlerin entegrasyonun tek
taraflı bir asimilasyon anlamına gelmediğini
anlamaları daha ne kadar sürecek? Mülteci akınının engellenmesi gerektiğini söylerken buna
ikna edici bir neden sunmak zorunda oldukları
gerçeğini ne zaman görecekler? Zira buna bir gerekçe sunmakta aciz kalındığı takdirde göçmen
kökenli Avrupalı gençler kendileri gibi insanların, ebeveynlerinin, kuzenlerinin, nişanlılarının, işverenlerinin, çalışanlarının,
komşularının veya arkadaşlarının da
etnik kökenleri nedeniyle istenmediği
çıkarımına varacaklar.
Pek çok insan Avrupa yönetimlerinden mülteciler için daha fazla şey
yapmalarını istiyor, fakat esasında bu
konuda yönlendirici güç sivil toplum.
Cemiyetler mültecilerin günlük yaşamlarının kolaylaştırılması ve ortak bir
paydada buluşmak için onlarla birlikte
çaba göstermekte. Karar alıcılar bocalarken, toplum kendi içerisinde yeni kent
vatandaşlığı ve ulusaşırı dayanışma biçimleri/anlayışları geliştiriyor.
Eylül ayının başında binlerce mülteci
Macaristan ve Avusturya arasındaki otobanda AB bayrağının arkasında yürüyordu. Önlerine konan ayrımcı sınırları
geçip yolculuklarına devam ederken bir özgürlük
ve hak arayışındaydılar. Diğer yanda Akdeniz’in
akıntıları arasında hâlâ insan kaçakçılarının ve
kurtarma ekiplerinin merhametine terk edilmiş
insanlar var. Bu insanların güvenli bir liman arayışıyla yaptıkları yolculukta talep ettikleri tek
şey insan onuruna yakışır bir hayat ve adalet.
©
Flickr.com/ linksfraktion
manda çift dilli, birden çok kültürü tanıyan ve
toplumda bir fark yaratmak isteyen herkes için
eşsiz bir fırsat. Yeni gelen her bireyin onurlu bir
yaşam sürdürebilmesi fiziki şartların yanı sıra
onlarla birlikte inşa edilecek adaletli sosyal ilişkilere de bağlı.
Binlerce insan kalacak bir yere ihtiyaç duyarken vatandaşlar yerel belediyelerle iş birliği hâlinde evlerini mültecilere açarak kalabalık mülteci barınaklarına alternatif sunarken, misafir
ettikleri mültecilerin yaşadıkları çevreye entegrasyonunu da kolaylaştırıyor. Kültürel, sportif ve
Berlin‘de açlık grevi yapan mülteciler
dinî kuruluşlar ise yeni gelenlere ulaşmak için
aktif bir çaba gösteriyor. Geniş yurtlarda kalıyor olsalar bile öğretimden mesleki eğitime ve
dinî pratiklere kadar günlük yaşam aktivitelerine katılımlarının artırılması adına yapılabilecek
çok şey var. Bu şekilde mültecilerin bilhassa çocuklarının karşısında yaşayabilecekleri hukuki
belirsizlikten kaynaklanan çaresizlik ve can sıkıntısının da önüne geçilebilir. Bu anlamda her
türlü fikir ve yardıma ihtiyaç var.
Bununla birlikte mülteci yurtlarına yapılan
saldırıların devam edeceğinin farkındayız. Almanya’da sadece bu sene 200 saldırı gerçekleşti.
Bu provokasyonların devamı da gelecek. Fakat
sözde “vatanseverler” kaybettikleri ayrıcalıkların yasını tutarken, bizler içerisinde yaşadığımız
*Albahari Pensilvanya Üniversitesi Yayınları’ndan yeni çıkan
“Crimes of Peace: Mediterranean Migrations at the World’s
Deadliest Border” isimli kitabın yazarı. ABD’de Notre Dame
Üniversitesinde Antropoloji alanında dersler veren Albahari’nin Avrupa’daki göç akımı ile ilgili yorumları Fox News,
History News Network ve CNN gibi yayın organlarında yer
buldu.
k a s i m 2015 • S ay ı 245 • P e r s p e k t İ f
15
Gündem
İngiltere:
Müslüman
Kadınlara
Yönelik
Saldırılar
Artıyor
Ekim 2015’te Londra Başkent
Polisi’nin yayımladığı istatistiklere göre geçtiğimiz on iki ay içerisinde
Müslümanlara yönelik nefret suçlarında yüzde 70’lik bir artış gözlemlendi. Londra’da bu yıl temmuz ayına
kadar olan on iki aylık süreçte 816
İslam düşmanlığı ile ilgili suç kaydedildi; önceki on iki ay içerisinde ise bu
rakam 478 idi.
M.A. IbrahIm*
*Ibrahim Birleşik Krallık’ta gazetecilik yapmaktadır.
16
P e r s p e k t İ f • S ay ı 245 • k a si m 2015
İnsan hakları gözlemci grupları, İngiltere’deki Müslüman kadınların nefret suçlarına
maruz kalma ihtimalinin dünya üzerindeki
herhangi bir yerden daha fazla olduğunu bildiriyor. Örneğin İngiltere merkezli Müslüman
karşıtı saldırıları izleme grubu olan Tell MAMA’nın raporlarına göre sokaklarda gözlemlenen nefret suçlarının yaklaşık yüzde 60’ı
kadınlara yönelik. Organizasyon yetkilileri
nefret suçlarına maruz kalan kadınların, işleri
daha da kötüleştireceğinden korktukları için
saldırıları çoğunlukla polise bildirmekten kaçındıklarını söylüyor.
Müslüman Kadınlara Yönelik Taciz Vakaları
İslam karşıtı saldırılar konusundaki en
güncel istatistiklere dayalı bir rapora göre
İngiltere’deki Müslümanlar, dünya genelinde
gerçekleştirilen terör saldırılarına duyulan
öfkeden kaynaklanan nefretin hedefi hâline
geliyor. Teesside Üniversitesi’nin yaptığı bir
araştırmaya göre henüz on yaşındaki çocuklar
bile saldırılara maruz kalırken; nefret suçlarının faillerinin yaş ortalaması 40’in üzerinde.
İngiltere Müslüman Kadınlar Ağı, Müslümanlara yönelik nefret suçlarının yalnızca
Londra’da değil, tüm Birleşik Krallık’ta yükselişe geçtiğini bildirdi. Müslüman kadınlar,
özellikle de başörtüsü takan Müslüman kadınlar ırkçıların bariz hedefi hâline gelmekle birlikte nefret suçlarına daha fazla maruz kalıyor.
Kurum ayrıca çarşafları yırtılan, tekmelenen,
peçeleri zorla çekilip çıkartılan, saldırıya uğrayan, itilen ve çakmak gazıyla tehdit edilen
kadınların olduğunu belirtiyor.
İngiltere merkezli eşitlikçi organizasyon
Inspire ise, bir kadının kafasına köpek dışkısı
fırlatıldığı, otobüs durağında beklerken müzik
dinleyen başörtülü bir kadının bir adam tarafından yumruklanıp yüzünde morlukların
oluştuğu benzeri vakaları kaydediyor.
Raporlara göre başka bir İslam karşıtı
saldırıda saldırganlar Müslüman bir kadının
üzerine alkol dökerlerken trendeki diğer yolcular bu saldırıyı sessizce izledi. Bu olay Birmingham Şehir Üniversitesi’nden kriminolog
Imran Awan ve Nottingham Trent Üniversitesi’nden Dr. Irene Zempi’nin araştırma-
Flickr.com/Metropolico.org
©
sında yer alıyor. Tell MAMA organizasyonu
tarafından onaylanan rapor 13 Ekim 2015’te
Parlamento’ya sunuldu. Araştırma sonuçları
Müslümanların maruz kaldığı şiddetli korku,
tehdit ve gözdağı vakalarını gözler önüne sererken, Müslümanların reel dünyada fiziksel
tehditlerle karşı karşıya kaldıklarında kamuoyundan destek bulamamaları ve sanal dünyadaki tacizlere karşı sosyal medya platformlarından tepki gelmemesi raporda yer alan diğer
konular arasında.
İslam’ıseçenSarahisimlibirkadındamedyadaki IŞİD bağlantılı eylemler sonrasında tacize
uğradığını söyleyenler arasında: “Müslüman
olup başörtüsü takmaya başladığımda çirkin
bakışlara, tehditlere ve tacize maruz kaldım.
Bunlar hergün yaşadığım şeyler, özellikle de
Beyaz İngiliz Müslüman olduğum için. Herkesin önünde tacize uğradığımda insanlar ya geçip gidiyor, ya da yalnızca izliyorlar... Alışveriş
yapmak için dükkânlara girdiğimde insanlar
bana ‘Neden başını kesmiyoruz ki?’ diye bağırıyorlardı. Müslüman karşıtı nefret ne yazık ki
sıradanlaştı.”
İngiltere Müslüman Konseyi’ne göre ise
taciz ve tehdit vakalarının sayısı gerçekte olduğundan daha yüksek. Pek çok Müslüman
saldırıları bildirmekten çekinirken, şahitlerden de yeterli destek bulamıyorlar.
Müslüman Kadınların
İşyerinde Karşılaştığı Ayrımcılık
İngiltere’de bir meclis raporuna göre başörtü takan kadınlar istihdam için fazla tercih
edilmiyor; ayrıca Müslüman kadınlar istedikleri işte çalışabilmek için kıyafet ve dış görünüşlerini değiştirmek zorunda hissediyorlar.
Bunun yanı sıra raporda sık sık tekrarlanan diğer bir husus, kadınların yalnızca “bazı”
roller ya da işlere indirgenmiş hissetmeleri; örneğin Müslüman gazetecilerden sık sık
“Müslüman” haberleri yapmaları isteniyor;
Müslüman avukatlar belirli topluluklara ulaşabilme amacıyla istihdam ediliyorlar. Çok
sayıda kadın, kimliklerinin yalnızca taktıkları
başörtüsüne ve insanların kendileri hakkındaki varsayımlarına indirgendiğini hissediyor.
Staj yapmak zorunda olan kadınların, sü-
pervizörlerinin kendileri hakkında ne düşüneceği konusunda duydukları kaygı, bu kadınları
ön yargılara daha da açık hâle getiriyor. Örneğin bazılarına “müşteri dostu” görünmeleri
için giyim tarzlarını ya da başörtülerinin rengini değiştirmeleri söylenmiş. Bazılarına ise
başörtüsü takmaya devam edip etmeyecekleri
sorulmuş. Bunlardan stajyerlerin başörtülerinin başvurdukları işlerin önünde büyük bir
engel olduğu sonucu çıkıyor.
Tell MAMA yöneticisi Fiyaz Mughal’a göre
bunlar istisna değil: “Müslüman cemaat işe
alımlardaki ayrımcılığın çok yaygın olduğunu
tecrübe ediyor.” Tell MAMA’nın raporuna göre
kadınların özgüvenli olmaları çok önemli;
Mughal’in sözleri de bunu destekler nitelikte:
“Ayrımcılıklara dair mevcut durum, kadınların kendi gelecekleri açısından bir özgüven
eksikliğine sebep oluyor.” Genç kadınların
çalıştıkları yerlerde ayrımcılıkla karşılaştıklarında pasif kalmaları ilerleyen zamanlarda iş
bulmada zorluk çekmelerine de sebep oluyor.
Pakistanlı ve Bangladeşli ailelerin fakirlik sınırında yaşadıkları gerçeği dikkate alındığında ya da siyahi ve azınlık etnik grupların kamu
sektöründe sadece belirli alanlarda çalıştığı
düşünüldüğünde ekonomik kesintilerden en
fazla etkilenecek olanlar da bu gruplar oluyor.
Ayrıca medyada Müslüman kadınların pasif kurbanlar olarak gösterilmesi işverenlerin
Müslüman kadınları işe almalarını zorlaştırıyor. Avukat Sultana Tafadar, bazı iş sektörlerinde başörtüsü takan kadınların daha az
becerikli ve müşteriler tarafından daha fazla
yargılanacak biri olarak görüldüğünü söylüyor. Hizmet sektöründe çalışan kadınlar takım
arkadaşlarına uyum sağlayabilmek için ekstra
çaba göstermek zorunda kalıyorlar.
Yıllardır insan hakları gruplarından gelen
aralıksız baskılar ve İngiltere’deki Müslümanlara yönelik nefret suçlarının aralıksız artması
nedeniyle İngiltere Başbakanı David Cameron
Ekim 2015’te bir açıklamada bulundu. Açıklamasında İngiltere ve Galler’de hükûmetin
daha fazla polis gücüne ihtiyaç duyduğunu,
İslam karşıtı nefret suçlarının kaydedileceğini
ve antisemitist saldırılar gibi ciddiyetle müdahale edileceğini bildirdi. Bu konuda hükûmetin
tutarlı tavrını önümüzdeki zaman gösterecek.
k a ssii m 2015 • S ay ı 245 • P e r s p e k t İ f
17
Gündem/Söyleşi
“Almanya’nın Ciddi Bir
Irkçılık Problemi Var.”
Almanya’da camilere ve mülteci yurtlarına saldırılar artarak devam ediyor.
Uluslararası Af Örgütü Almanya’nın Genel Sekreteri Selmin Çalışkan, Almanya’nın ırkçılıkla imtihanına dair sorularımızı yanıtladı.
Cami duvarlarına gamalı haçların çizilmesi ve
mülteci kamplarının kundaklanması maalesef
nadir vakalar olmaktan çıktı. Almanya’da ırkçılık
ne boyutlarda?
Almanya ciddi bir ırkçılık sorununa sahip.
Bu durumu Nasyonal Sosyalist Yeraltı (NSU)
cinayetlerinin araştırılması esnasında güvenlik güçlerinin ihmalleri, mülteci kamplarının
önünde yapılan protestolar ve şiddete varan
ırkçı saldırılar ortaya koyuyor. Bu saydıklarım mevcut sorunun aşırı sağcılığın sınırlarını
aşarak toplumun merkezine kadar ulaştığını
gözler önüne seriyor. Artık yüksek bir eğitim
seviyesine sahip olmak ırkçı ön yargılardan korunmak için yeterli değil. Bu durum da hükûmetimizin ve siyasetçilerin “yabancılaşma” ve
terör saldırılarına yönelik korkuyu körükleyip
oy hesabı yapmak yerine daha sorumluluk sahibi bir dili benimsemek zorunda olduklarını
gösteriyor. Siyasetçiler ayrımcılık yasağı ve din
özgürlüğü gibi yasalarla garanti altına alınmış
18
P e r s p e k t İ f • S ay ı 245 • k a si m 2015
insan haklarının Almanya’nın temel değerleri
olarak muhafaza edilmesi için çaba sarf etmeli
ve kendileri de bu değerleri benimseyerek topluma örnek olmalılar.
Öte yandan Almanya’da birçok kişi mültecileri geldikleri tren garlarında karşılayan ve onlara yardımcı olmaya çalışan çeşitli inisiyatifler kuruyor. Birçok kişi mültecilerle dayanışma
hâlinde olduğunu gösterip onları ırkçı şiddetten korumak için siper oluyor.
Irkçı saldırıların Almanya’da ciddiye alınmaması veya bu saldırıların peşine düşülmemesi temel bir sorun. Bu durum özellikle ırkçı
şiddet mağdurlarına destek veren kuruluşlar
ve yerel inisiyatifler tarafından da eleştiriliyor.
Çoğu eyalette bu tür saldırılara dair güvenilir istatistikler yok; dolayısıyla devlet verilere dayanarak sorunla mücadele önlemleri de alamıyor.
Mağdurların ve sivil toplum örgütlerinin danışabileceği ayrımcılıkla mücadele ofislerinin
sayıları da ihtiyacı karşılayacak oranda değil.
Aynı zamanda Federal Alman Polisi’nin ayrımcı kontrolleri gibi uygulamalar ırkçı ön
yargıları meşrulaştırıyor. Bu kontroller siyahi
insanlar, tesettürlü veya “güney ülkelerinden
geliyormuş gibi görünen” insanların “yasa
dışı” olduklarına ve Almanya’ya ait olmadıklarına dair bir izlenim ortaya koyuyor. Bu gruba
Müslümanlar da dâhil. Bu tür bir tutum sözde
“farklı” olana bakışı da etkiliyor ve toplumdaki
ötekileştirme eğilimini besliyor.
Almanya’daki İslam düşmanlığının PEGIDA’nın da maharetiyle toplumun her kesiminde
giderek arttığı malum. Bu durum ırkçılığın sadece aşırı sağa dair bir olgu olmadığı anlamına mı
geliyor?
PEGIDA, Müslüman karşıtı ırkçılığın ve ön
yargıların toplumun her kesiminde rastlanan
bir durum olduğunu gösterdi. Üstelik bunun
için bir şehirde gerçekte ne kadar Müslümanın
ya da mültecinin bulunduğu da fark etmiyor.
Fakat Müslüman karşıtı ırkçılık dışındaki başka gelişmelere baktığımızda da ırkçılığın aşırı
sağcılıkla sınırlı olmadığını görüyoruz. Irkçı
ön yargılar ve klişeler toplumun farklı tabakalarında çok yaygın. Irkçı şiddetin yükselmesi
siyasete bu ön yargılarla mücadele konusunda
bir sinyal vermeli.
Irkçılığa karşı siyasetin girişimlerini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bizzat mültecilerin aleyhinde propaganda
yapan ve temel bir hak olan ilticayı sorgulayan siyasetçiler var. Bu bağlamda uluslararası
hukuk çok açık. Uluslararası hukuk mültecileri
ve göçmenleri özellikle korunmaya muhtaç bir
grup olarak tanımlıyor ve siyaseti, onları ırkçı
kışkırtmalardan ve şiddet içerikli saldırılardan
korumaları konusunda mecbur tutuyor. Almanya gibi bir ülkede siyasetçilerin sorumluluklarını yerine getirip mültecileri korumak yerine “kapasitelerini aştıklarını” öne sürmeleri
k a s i m 2015 • S ay ı 245 • P e r s p e k t İ f
19
Gündem/Söyleşi
utanç vericidir. Dünya çapında
artan mülteciler karşısında siyaset çözüm üretme potansiyelini artırmalıdır.
İnsanların
ellerindekini
kaybetme
korkusu
elbette
önemli. Bu korku kendileri yerine mülteciler için harcanan
maddi imkânlar veya “farklı”
olan insanlar tarafından tehdit
altında olma hissinden kaynaklanabilir. Toplumun sürekli bir
değişim içerisinde olduğunun
artık farkına varmalıyız. İnsanların bundan sonra da iltica nedeniyle ya da daha iyi bir
perspektif ve iş imkânları için
Almanya’ya gelmesi belki güvensizliğe yol açacaktır, fakat
bu durum aynı zamanda büyük
fırsatlara da gebedir. Burada
hangi Almanya’da yaşamak
istediğimiz sorusu önem taşımaktadır. Mevcut durumu imkâna çevirmek ve çoğulcu bir
toplum içerisinde beraberce
yaşamamız için insan haklarına
dayanan bir vizyon geliştirmek
hükûmetimizin görevi.
İbadethanelere veya mülteci
kamplarına düzenlenen saldırıların daha da artmaması için
hangi değişiklikler yapılmalı sizce?
Mültecilerle özel korunmaya muhtaç bir grup olarak ilgilenilmesi gerek. Zaten savaştan
kaçarken travmalar geçirmiş,
bir de üstüne mülteci kampları
önündeki yürüyüşler ve nefret
propagandaları ile karşı karşıya kalan, kundaklama ve saldırı
20
P e r s p e k t İ f • S ay ı 245 • k a si m 2015
tehdidi altında yaşayan veya
güvenlik personellerinden kötü
muamele gören erkek, kadın ve
çocukları devlet korumalı. Devletin bu görevi medeni cesaretleri ile kendilerini hedef tahtası
hâline getiren sivil gruplara bırakması kabul edilemez.
Siyaset ve adli makamların sorunu ciddiye almaları ve
ırkçılığın sadece aşırı sağla kısıtlanamayacak toplumsal bir
sorun olduğunu anlamaları
gerek. Siyasetçiler kendi üsluplarını gözden geçirip kendi saflarındaki polemikleri
daha açık bir biçimde eleştirmeli. “İlticanın kitlesel istismarı” ya da “güvenli ülkeler”
tartışmaları ile siyaset şiddete
teşebbüs edenlere argüman sunuyor. Aynı zamanda bireylerin adil iltica hakları tehlikeye
düşürülüyor ve Sırbistan veya
Bosna Hersek gibi ülkelerde
Romanlara karşı uygulanan yapısal ayrımcılıklar gibi haklı iltica sebepleri göz ardı ediliyor.
Siyaset ayrıca bilhassa polis
teşkilatı içerisinde, öğretmenlerin eğitimlerinde ve okullarda ırkçılıkla mücadele hakkında düzenli bilgiler sunmak gibi
kapsamlı insan hakları eğitimleri tesis etmeli. Benzer şekilde
sivil toplum inisiyatiflerinin,
ayrımcılıkla mücadele ofislerinin ve devlet kurumlarının
göçmen kökenli insanlar için
açılımlarının da desteklenmesi
gerek.
Esra Lale sordu.
k a s i m 2015 • S ay ı 245 • P e r s p e k t İ f
21
©
Flickr.com/ Mehr Demokratie e.V.
Gündem
Özgürlük ve Ayrımcılık
Arasında Tarafsızlık İlkesi
Yargıda Başörtüsü Yasağı
Alman Anayasası, devletin
her türlü inanç ve dine karşı tarafsız olması gerektiğini
belirtiyor. Yargı personeline
yönelik başörtüsü yasağına
da temel oluşturan bu ilke
birçok farklı tartışmayı da beraberinde getiriyor.
Burak Altaş*
22
P e r s p e k t İ f • S ay ı 245 • k a si m 2015
Tarafsızlık ilkesi sıkça dışlayıcı, bir şeyleri
müdafaa edici, koruduğu özne ile muhatapları
arasında mesafe oluşturucu vasıflarla tanımlanır.
Bu anlayışa göre bir tarafta devlet, diğer tarafta
dinler ve dinî cemaatler konumlanır. Bu iki taraf
arasındaki mesafe aynı zamanda devletin ne kadar tarafsız kaldığı sorusunun cevabına da dayanak teşkil eder. Diğer grupla girişilen her temas
devlet tarafsızlığı açısından tehlike arz etmektedir. Bu denli basite indirgenmiş bir düşünce
kalıbı içerisinde, tarafsızlık ilkesinin “tüm dinleri devletten aynı oranda uzak tutmak”1 olarak
nitelenmesi şaşırtıcı değildir. Dışlayıcı etkisi ön
planda tutulan böyle bir tarafsızlık ilkesinin kişisel hakları ve bilhassa din özgürlüğünü kısıtlayıcı
sonuçlar doğurması kaçınılmazdır.
Almanya Anayasa Mahkemesinin son başörtüsü kararından sonra2 dikkatler yine bu konu
üzerinde yoğunlaştı. Karara yönelik menfi eleştirilerin satır aralarında tarafsızlık ilkesinin giderek laiklik ilkesine yakınlaşmasını talep eden
seslerin daha gür çıktığı gözlemleniyor. Oysa
2004 yılında Almanya’da dönemin Cumhurbaşkanı Johannes Rau, “Fransız komşu ve arkadaşlarımızın laikliğini benimsememizi gerektiren
bir durum göremiyorum.” demişti. Rau, dinlerin
kamusal bir karaktere sahip olduklarını ve kamusal alanda faaliyet gösterip toplumda etkin olmalarının arzu edildiğini belirtmişti.3 Tartışmaların
bu denli zıt yürütülmesinden de anlaşılacağı gibi
tarafsızlık ilkesinin doğru anlaşılması için üzerindeki muğlaklığın kaldırılması gerekiyor.
İhtilafın Odak Noktası: Kamusal Hizmet
Bireysel din özgürlüğü ile tarafsızlık ilkesi
arasındaki çekişme bilhassa kamusal hizmet alanında kendini gösteriyor. Almanya’da kamu alanı
dinden arındırılmış bir alan olarak telakki edilmiyor, ancak devletin hizmetinde çalışan bir personelin dinî sembolleri görünür biçimde taşıması
devletin tarafsızlığı açısından soru işaretlerine
yol açıyor. Bu durum bilhassa yargı için geçerli.
Adliye ve yargının devletin en temel organlarından biri olması münasebetiyle burada daha sıkı
bir tarafsızlığın tatbik edilmesi gerektiği kanısı
hâkim. Bu değerlendirme neticesinde normalde
dinden arındırılmış kamusal alan tanımayan Almanya, istisnai olarak yargıyı dinî sembollerden
arındırıyor.
Tarafsızlık İlkesinin İkircikli Yapısı
Yargının bağımsızlığı ilkesine dayanarak tarafsızlığın mesafe koyucu olması gerektiği görüşünün karşısında tarafsızlığın tersine açıklık ve
şeffaflık ile sağlanması gerektiği görüşü var. Bu
konsepte göre devlet tarafsızlığını kendini dine
kapayarak değil açarak sağlıyor. Çeşitli inanç ve
ideolojileri benimsemeyen ama onlara inkişaf
alanı tanıyan devlet, tarafsızlığını eşit davranmakla sağlıyor.4 20 yıl önce Anayasa Mahkeme-
si Alman Anayasasındaki tarafsızlık ilkesinin
laiklik olarak algılanmaması gerektiğinin altını
çizmişti. Mesafe koyucu tarafsızlığın laik ülkelerin tipik özelliği olduğu düşünüldüğünde bunun
Alman hukuk sistemine yabancı bir bakış açısı
olduğu anlaşılıyor. Nitekim İçişleri Bakanlığı da
anayasanın “din ve devleti kati bir şekilde ayırmadığını, devletin dinî cemaatlerle kooperasyonda bulunduğunu” söylüyor.5
“Anayasanın Etik Temeli”
Federal Anayasa Mahkemesi’nin 1975 senesinde tayin ettiği yön bellidir: “Anayasanın etik
standardı dünya görüşleri ve inançların çoğulculuğu karşısında açıklık temeline oturur.”6 Bu
karar Anayasa Mahkemesinin 27.01.2015 tarihli
başörtüsü kararında da yinelendi. Hâkimler tarafsızlık ilkesinin mesafe koyucu ve “devlet ile kiliseyi” kati şekilde ayrıştırıcı nitelikte olmadığını,
tersine açıklık ve kapsayıcılık temelli anlaşılması
gerektiğini ve bütün inançlar için din özgürlüğünü garanti edici özelliğe sahip olduğunu belirtti.
Devlet kurumlarının tüm vatandaşlar için “yuva”
(Alm. “Heimstatt aller Staatsbürger”) olmalarından ötürü toplumdaki dinsel çoğulculuğu da yansıtmaları gerektiğinin altı çizildi.
Bu izahlar ışığında devletin kendisi için geçerli olan “kendini bir din ile özdeşleştirme yasağı”nı (Alm. “Identifikationsverbot”) vatandaşlara
ve hatta memurlara uygulama hakkı yok. Şahısların kıyafet noktasında tarafsız kalmaları sadece dış görünümleri devlete mal edildiği takdirde
talep edilebilir. Kişinin memur dahi olsa dış görünümünün neden devlete mal ediliyor oluşu ise
izaha ihtiyaç duymaktadır.
Bunlara rağmen Almanya’da ısrarla adliye ve
yargıda yukarıda izah edildiği şekliyle açıklık ve
hoşgörü temeline oturan tarafsızlık anlayışından
istisnai olarak daha katı bir tarafsızlık ilkesinin
tatbik edilmesi gerektiği savunuluyor. Başörtüsü
karşıtları bu görüşlerini temellendirmek için hâkimlerin tarafsız ve bağımsız olmaları gerektiğine atıfta bulunuyorlar. Bu görüşe göre kamu nezdinde yargının güvenilirliğinin zedelenmemesi
ve halkın yargıya itimat etmesi için bu güveni
sarsabilecek faktörlerin engellenmesi gerek. Güven, mahkeme kararının sadece doğru ve adil olması ile değil, bilhassa yargıya mensup şahısların
k a ssii m 2015 • S ay ı 245 • P e r s p e k t İ f
23
Gündem
tarafsızlıklarını şüpheye düşürecek bir görünüme
sahip olmamaları ile mümkün sayılıyor. Başörtüsünün bu tarafsızlığı zedeleyen bir sembol olduğu ön yargısıyla tesettürlü bir hâkimin devletin
tarafsızlığını tehlikeye attığı iddia ediliyor ve bu
nedenle yargıda başörtüsü yasağı talep ediliyor.
Bu gerekçelendirmeye göre başörtüsünün tarafsızlığı tehlikeye atan bir sembol oluşu objektif kriterlerle değil, mahkeme kararına muhatap
kişinin sübjektif algısıyla delillendiriliyor. Eğer
hâkimin karşısına çıkan bir şahıs başörtüsünü
tehlikeli buluyorsa, bu durum otomatikman o
şahsın güvenini sarsıyor ve böylece devletin tarafsızlığı zedelenmiş oluyor. Yani tesettürlü bir
bayanın insan hakları, başörtüsüne karşı ön yargı besleyen bir kişinin şahsi değerlendirmesiyle
hiçe sayılıyor. Cevaba muhtaç olan şu soru ise
cevaplanmıyor: Başörtüsü neden devletin tarafsızlığını tehlikeye atan bir sembol olarak değerlendiriliyor?
Hâkimler – Şahıs Mı, Nesne Mi?
Öğretmenlerle ilgili verdiği kararda Anayasa Mahkemesi başörtüsünün bizatihi anayasal
değerlere aykırı bir sembol olduğu zannını reddedip başörtüsünün değil, olsa olsa bazı davranış biçimlerinin anayasaya aykırı olabileceğini
söyledi.7 Öğretmenler için verilen bu net ve açık
mesajın hilafına hâkimler ve hukuk stajyerleri
için başörtüsünün siyasileştirilmesi ve ideolojik
kavgalara alet edilmesi kabul edilebilir bir durum
değil.
Başörtüsünü siyasi bir angajman ile kıyaslamanın tutarsız olduğu anlaşılmalı. Siyasi aktivitelerde kişi belli bir dünya görüşünü ve kendi
şahsi kanaatini faal bir şekilde dış dünyaya aktarır. Bu gibi faaliyetler bu sebepten ötürü çok daha
yoğun bir fikir beyanı içerir. Aynısını başörtüsü
hakkında söylemek için tesettürlü kişinin pasif
bir biçimde başörtüsü takmasının dışında faal
duruma geçmesi ve anayasaya aykırı söylem ve
davranışlarda bulunması gerekir. Nitekim bu durum sadece tesettürlü bayanlar için değil, kamuda çalışan her şahıs için geçerlilik arz eder.
Hâkim, devletin kişiselleşmiş hâli değildir.
Bütün benliği ile devlet gücünü temsil etmez.
Mesai esnasında dahi kendi şahsiyetini yansıtan
anlar olabilir. Bir davranışın veya dış görünümün
devlete mal edilebilmesi için o davranışa veya
24
P e r s p e k t İ f • S ay ı 245 • k a si m 2015
görünüme devletin sebep olması gerekir. Söz gelimi eğer devlet başörtülü bir üniformayı zorunlu
kılıyorsa o başörtüsü devlete mal edilebilir, ancak kıyafet serbestisi varsa takılan hiçbir sembol
devleti temsil etmez, çünkü o sembolü taşımak
devletin değil kişinin iradesinden hasıl olmuştur.
Kendi hâkimiyet alanında herhangi bir sembolü
tolere eden devlet ise sadece tolere etmekle o
sembolü içselleştirmiş sayılmaz.8 Aksi takdirde
şahısların dış görünümünün devletin kendini sunuş biçimi (Alm. “staatliche Selbstdarstellung”)
olarak sayılması gerekir ki, bu da kişinin kamu
binalarının dekorasyonu, yemin metinlerinin
formülasyonu, devlet törenlerinin organizesi gibi
maddi ve formel bir takım seremonilerle eşdeğer
sayılması gibi absürt bir sonuca götürür. Bu gibi
devlet törenlerinde ferdiyete yer yoktur, devlet
bizatihi kendisi boy gösterir. Hâkimlerin böyle
değerlendirilmeleri insan şahsiyetinin zenginliğini ve derinliğini göz ardı eder ve kişiyi nesneleştirir.
Sonuç olarak mahkemelere karşı duyulan
güven, şahısların dış görünümleriyle değil mahkeme kararlarının doğruluğu ve adaleti tahsis
kabiliyeti ile ölçülür. Doğru ve adaletli bir karar
verildiğinde başörtüsünün devletin tarafsızlığını
zedelemesi düşünülemez.
Hukuk Stajyerlerinin Durumu
Almanya’da hukuk eğitimini tamamlamak
için zorunlu staj döneminde başörtülü stajyerlere zaman zaman sıkıntı yaşatıldığı vaki. Aslında
hukuk stajyerleri için başörtüsü yasağı hâkimlere kıyasla yukarda belirtilen sebeplerin yanı sıra
başka nedenlerden dolayı da hukuka aykırı. Mahkeme kararlarına göre bazı davalarda oluşturulan
jüri heyetinde başörtülü jürilerin bulunması yasal bir durum.9 Bu kişiler hukukçu olmayıp genellikle sıradan vatandaşlar arasından seçiliyorlar
ve bu görevi gönüllü olarak yürütüyorlar. Gönüllü olarak mahkemede bulunan bir kişinin başörtüsü serbestken, eğitimini tamamlamak amacıyla
orada bulunmak mecburiyetinde olan bir stajyere
başörtüsünün yasaklanması tezat oluşturuyor.
Ayrıca stajyerlere başörtüsünün yasaklanması meslek özgürlüğünü ihlal ediyor. Meslek eğitiminin bazı kısımlarında başörtüsü yasaklandığı ve bu yasağın ihlal edilmesi durumunda not
değerlendirmesinin menfi manada etkilendiği
takdirde stajyerin hukuk eğitimini tamamlaması
zorlaştırılıyor. Hukukta eğitim tekelinin devlette
olmasından dolayı bu yasak mağdur kişi açısından bir meslek yasağı ağırlığını taşıyor. Böyle bir
yasak ise orantısız olduğu için yasalara aykırı kabul ediliyor.
Başörtüsü Yasağı: Tarafsızlık Değil Ayrımcılık
Bazı eyaletlerde memurlara başörtüsü yasağı Anayasa Mahkemesinin kararlarına aykırı. En
yüksek hukuki merci olarak Anayasa Mahkemesi,
tarafsızlık ilkesini ayrıştırıcı değil açık ve kapsayıcı bir biçimde tanımladı ve ayrıca adliye için
istisnai bir tanımlamada bulunmadı. Bundan dolayı başörtüsünü ve dinî sembolleri dışlamayan
bu tarafsızlık anlayışı adliye ve yargıda da geçerli.
Hâkimlere ve stajyerlere karşı uygulanan başörtüsü yasakları mevcut hukuki duruma aykırılık
arz ediyor.
Dışlayıcı ve mesafe koyucu biçimde kavranan
diğer tarafsızlık anlayışı, tarafsızlık adına bütün
bir dine mensup kişileri birçok meslekten uzak
tutucu ve ihraç edici etkiye sahip. “Mesafeli tarafsızlık” prensibinin tatbikatı, devletin dindarlarla arasındaki mesafenin dindar olmayanlarla
arasındaki mesafeden daha yüksek olduğunu
işaret ediyor. Böylece sözde tarafsızlık ilkesiyle
eşitsizlik ve adaletsizlik tesis ediliyor. Tarafsızlık,
ayrımcılık ile eşdeğer manaya sahip olmamalı.
Aksine tarafsızlık, kişiyi devlet eliyle tatbik edilen ayrımcılıktan koruyan ve bireysel özgürlüklere alan tanıyan özellikleriyle ön plana çıkan bir
prensip olarak yorumlanmalı.
*Münster Üniversitesi hukuk öğrencisi ve FAIR international
e.V. çalışanı
Kolat, Dilek, Berliner Zeitung: „Neutralität bleibt unsere Staatsmaxime“ http://www.
berliner-zeitung.de/berlin/gastkommentar-zum-kopftuchverbot-neutralitaet-bleibt-unsere-staatsmaxime,10809148,31377476.html
2
BVerfG, Beschl. v. 27.01.2015 - 1 BvR 471/10, 1 BvR 1181/10.
3
Johannes Rau’nun Gotthold Ephraim Lessing’in 275. doğum yıl dönümünde yaptığı
konuşma: http://www. bundespraesident.de/SharedDocs/Reden/DE/Johannes-Rau/Reden/2004/01/20040122_Rede.html
4
Böckenförde, Ernst-Wolfgang, Bekenntnisfreiheit in einer pluralen Gesellschaft und die
Neutralitätspflicht des Staates, in: Berghahn, Sabine/ Rostock Petra (Hrsg.), Der Stoff aus
dem Konflikte sind, Bielefeld 2009, S. 183 f.
5
Bundesministeriums des Innern (BMI): „Anders als in laizistischen Staaten sieht das
Grundgesetz allerdings keine strikte Trennung von Staat und Religion vor. Der Staat wirkt
mit Religionsgemeinschaften zusammen (...)“ http://www.bmi.bund.de/DE/Themen/
Gesellschaft-Verfassung/Staat-Religion/Religionsverfassungsrecht/religionsverfassungsrecht_node.html
6
BVerfG, Beschl. v. 17.12.1975 – 1 BvR 63/68.
7
BVerfG, Beschl. v. 27.01.2015 - 1 BvR 471/10, 1 BvR 1181/10.
8
BVerfG, Beschl. v. 27.01.2015 - 1 BvR 471/10, 1 BvR 1181/10.
9
KG Berlin, Urt. v. 09.10.2010 – Az. (3) 121 Ss 166/12 (120/12).
1
k a ssii m 2015 • S ay ı 245 • P e r s p e k t İ f
25
Gündem
İslami Terimler Alman
Kamuoyunda Nasıl (Yeniden)
Tanımlanıyorlar?
Avrupa’da birçok ülkede İslami kavramlar siyasi tartışmalar içerisinde anlamsızlaştırılıyor ve içleri boşaltılıyor. “İslam”, “cihat”, “şeriat” gibi kavramların aslında siyasi konjünktüre ve aktörlerin ilgilerine göre nasıl yeniden tanımlandığını en iyi
tarihten örnekler gösteriyor: Almanya’da 1. Dünya Savaşı esnasında çıkartılan
El-Dschihad gazetesi bu örneklerin en çarpıcıları arasında.
Mohamed SaIf*
Dünya çapında önem taşıyan büyük siyasi
veya toplumsal olaylar kullanılan dil üzerinde
de iz bırakırlar. Bu durum bazı ifadelerin kullanımının ya da kullanılmamasının her zaman
toplumsal şartlardan etkilendiği anlamına gelir.
“İslam”, “cihat”, “şeriat” ve “Kur’an” gibi İslami
kavramların anlamları da Alman dil sahasındaki toplumsal şartlardan etkilenmektedir. Son 50
yıldaki İslam tartışmalarına baktığımızda yurt
dışındaki jeopolitik çatışmaların ve aynı şekilde
yurt içindeki siyasi tartışmaların bu kavramlar
ile ilgili dil kullanımını etkilediğini görürüz.
Örneğin 1979/1980 İran Devrimi’nin ardından
“molla”, “Ayetullah”, “yeniden İslamlaşma”,
“İslami Rönesans”, “İslami uyanış”, “İslami
kökten dincilik” ve “İslamcılık” gibi kavramlar
İran devrimine bağlı olumsuz çağrışımlar ile dil
kullanım sahasına girmiştir. 11 Eylül’den sonra
ise “İslam” kavramının “terör” kelime alanı ile
bağlantılı hâle getirilmesine yönelik bir eğilim
görülmüştür. Söz konusu durum Alman medyasında “İslami terörün tehlikeleri“, “İslami
terörle mücadele“, “terörcü İslam“ ve “İslami
teröristler“ şeklindeki ifadelerde kendisini göstermiştir.
İslam’a dair mevcut diskurdaki dil kullanımı
sadece çatışmalar ve çekişmelerden etkilenmez.
Bunun ötesinde bir toplumun, topluluğun veya
grubun taşıdığı değer yargıları, düşünme biçim-
26
P e r s p e k t İ f • S ay ı 245 • k a si m 2015
leri ve siyasi tutumları da bir konuya dair dil
kullanımının şekil ve usulünü etkilerler. Dolayısıyla bir olgunun ele alınış biçimi de toplumsal
değer yargılarına, siyasi tutuma ve ilgilere bağlıdır. Aktörlerin siyasi veya ideolojik yönelimleri
kavramların içeriğini etkiler. Bir olguya yönelik
tutum değiştiğinde de bir “ifade” farklı yorumlanmaya başlar.
Konuyu günümüz (Alman) dil kullanımında
çok kötü ve aşağılayıcı bir çağrışıma sahip olan
“cihat” kavramı üzerinden somutlaştıralım: Bu
kavrama şiddet, terör ve benzeri olumsuz çağrışımlar atfedilmektedir. Oysa bunun tam tersi
olarak Birinci Dünya Savaşı sırasında “cihat”
kavramı sancaklara yazılıp altında toplanılacak
bir ifade olarak kabul edilmekteydi. O zamanlar Almanya’daki Müslüman savaş esirleri için
El-Dschihad isimli bir gazete basılıyordu. Gazetenin hedefi askerleri ve onların hâlâ savaşan
yakınlarını Alman tarafında savaşmaları için
kazanmaktı. Bu bağlamda bir önder kelime olarak araçsallaştırılan “cihat” kavramı da olumlu
çağrışımlar ile bağlantılıydı. “El-Dschihad” gazetesi aralarında Arapça, Rusça ve Tatarca’nın
da bulunduğu farklı dillerde yayınlanmış, 5 Mart
1915 tarihli ilk Rusça baskısında şu ifadelere yer
verilmişti: “Her şeye kadir olan tarafından bize
emanet edilen sizleri selamlıyoruz! Bizim düşmanımız olmadığınızı biliyoruz. Bize karşı silah
doğrultmaya zorlandığınızın farkındayız. Bizim sizin ile ortak düşmanlarımız
Fransızlar, İngilizler ve Ruslardır. Biz
size düşman gibi davranmak istemiyoruz; sizi misafirlerimiz olarak görüyor
ve bunu davranışlarımızla kanıtlıyoruz.
Alman hükûmeti size özel, geleneklerinize ve âdetlerinize uygun bir kamp
kurulması talimatı vermiştir. Böylelikle
sizlere, İslam’ın oğullarına, peygamberin hükümlerine uygun yaşayabilmeniz
için imkân sağlanmaktadır. Verilen yemekler dininizin şartlarına uygundur. Şu
anda yüksek minaresinden peygamberinize itaat etmeye davet edebileceğiniz bir cami
inşa edilmektedir. Kalpleriniz milletlerinizin
refah ve mutluluklarına dair düşünceler ile dolmaktadır. Sizin için yeni ve daha iyi bir yaşam
başlamaktadır!”1 Bu metin “cihat” kavramının siyasi amaçların yerine getirilmesi adına ve siyasi yönelimlere göre ne kadar farklı yorumlanabileceğini
göstermektedir. O tarihte Müslüman askerlerin
savaşmalarını “cihat” olarak adlandırmak günümüzde olduğu gibi kötü bir çağrışıma sahip değildi. Gazete bu kavramı daha ziyade bir slogan
olarak kullanmaktaydı. Ayrıca bu metnin sağ
üst tarafında günümüzdeki İslam karşıtı tartışmalarda devamlı olarak tekrarlanan bir Kur’an
ayeti yer almaktaydı: “Fitne ortadan kalkıncaya
ve din tamamen Allah´ın oluncaya kadar onlarla savaşın!” (Enfal suresi, 8:39) Metnin sol üst
Almanya’da 1.
Dünya Savaşı
esnasında
İslam dünyasının ayaklandırılması
konusunda
çalışmalar
yapan Şark
İstihbarat Birimi’nin (Alm.
“Nachrichtenstelle für
den Orient”)
merkezi.
©
Zeller, Joachim;
Zimmerer, Jürgen:
Das Oberkommando
der Schutztruppen in:
Zeller, Joachim; Von
der Heyden, Ulrich:
Kolonialmetropole Berlin - eine Spurensuche.
Berlin-Edition. Berlin
2002. Lizenz
k a s i m 2015 • S ay ı 245 • P e r s p e k t İ f
27
Gündem
tarafında da “Cennet, kılıcın gölgesi altındadır.” anlamına gelen bir Arapça atasözüne yer
verilmiştir. Gazetedeki bu metin aynı zamanda
“dost” ya da “düşman” şemalarının aktörlerin
birbirleriyle ilişkileri etrafında yeniden nasıl
tanımlandığını da göstermektedir. Dahası aynı
metin, “cami” ve “minare” gibi kelimelerin o tarihteki ve günümüzdeki kullanımları arasındaki
farkı da göstermektedir: Bugün bilhassa İsviçre’deki cami inşaatı veya minare yasağı ile ilgili
tartışmaları göz önüne getirdiğimizde bu farkı
daha iyi anlayabiliyoruz.
Hitler rejimi zamanındaki aktörler de İslam’a dair günümüzden farklı bir konuma sahiplerdi. O dönem Müslümanlar olası müttefikler olarak görülüyordu. Uzun, yoğun ve giderek
şiddetlenen savaş nedeniyle “her imkânı Alman
kanından tasarruf edilmesi için kullanmaya”
yönelik çabalar Korgeneral Ralph von Heygendorff tarafından desteklenmiş ve “bizim yanımızda bizimle beraber savaşacak her savaşçının kabul edileceği” tasdik edilmiştir. Bu bakış
açısına göre o zaman İslam, Alman savaş hedefleri ile bir çelişki içerisinde bulunmuyordu.
Ayrıca dinin yaşanması için herhangi bir insan
ve materyal kaynağına ihtiyaç duyulmuyor, dolayısıyla Müslümanların dinlerini yaşamaları
teşvik ediliyordu. Bu açıdan bakıldığında İkinci
Dünya Savaşının sonlarına doğru İslam’ın, Alman savaş stratejisinin bir propaganda silahına
dönüştürüldüğü görülür. Stalin tarafından kapatılan veya tahrip edilen camiler 1942 yılında
tekrar hizmete açılmıştır. Müslüman lejyonerlere bayramlarda ve Cuma günleri öğleden sonra
izin alma ve mümkün olan her zaman oruç tutma imkânı sunulmuştur. Asker mezarları Mekke yönüne çevrilmiş, Kur’an nüshaları basılıp
askerlere dağıtılmış ve Göttingen Üniversitesi
ile beraber ünlü Şarkiyatçı Bertold Spuler idaresinde imamlar için ileri eğitim kurumları tesis
edilmiştir. Bu girişimlerden savaş hedeflerine
ulaşılması için din özgürlüğünün bir araç hâline getirildiği anlaşılmaktadır. O zamanki aktörlerin İslam’a ve Müslümanlara karşı gösterdiği
özel ilgi de “İslam” ve “Müslümanlar” gibi ifadelerin kullanımını etkilemiştir. Siyasi aktörlerin
siyasi tutumları “eski Muselman”ları “Muselgerman”lara dönüştürmüş, Müslümanlar hakkındaki tablo da zamanın tartışmalarında siyasi
çıkarlara uygun olarak olumlu bir şekilde yeniden düzenlenmiştir.
Öte yandan sadece aktörler arasındaki ilişki
dil kullanımını etkilemez; daha ziyade aktörlerin bir olaya yönelik konumları da bu bağlamda
1. Dünya Savaşında
Osmanlı Devletinin
savaşa girmesinin
ardından Şeyh’ül-İslam’ın halka
seslenişi
28
P e r s p e k t İ f • S ay ı 245 • k a si m 2015
kullanılan ifade araçlarını büyük ölçüde etkiler.
1979 yılında Sovyetler Birliği’ne karşı başlayan
Afganistan Savaşı sırasında Türkçesi “mücahit”
olan “Mudschahed” (çoğulu Mudschaheddin)
kavramı Alman kamuoyunda sıkça kullanılmıştır.
“Mudschaheddin” kavramı ile o tarihte Afganistan ve İslam ülkelerinden gelen Müslüman
direniş gruplarına işaret edilmekteydi. ABD ve
Batı o zamanda Sovyet işgaline karşı bir konum
almaktaydı. Aktörlerin Sovyet işgaline karşı bu
siyasi konumları “Mudschaheddin” kavramının kullanımını da etkiledi. O tarihte Almanya
Federal İstihbarat Servisinin çalışanları “Afgan
Mudschaheddin ile iş birliği hâlinde cephedeki
riskli görevler hakkında” raporlar hazırlıyorlardı. Takip edilen strateji ise, “ABD gizli servisinin
de beklentisine göre karşı tarafı, yani Mudschaheddin birliklerini, silah, donatım ve eğitim ile
destekleyerek Sovyetler Birliği’ne bir ‘Vietnam
deneyimi’ dersi vermek.”2 şeklindeydi.
O tarihte yazılan metinlerden örnekler
“Mudschaheddin” kavramının bilhassa Sovyet
saldırısının ilk aşamasında tarafsız, kimi zaman
da olumlu yansıtıldığını kanıtlar. Bu bağlamda
“Mudschaheddin” birliklerine karşı gösterilen
büyük toplumsal desteğe, onların kötü eğitim
ve organizasyonlarına rağmen dayanıklı olduklarına yer verilmekteydi:
“Halkın neredeyse yüzde doksanı direnişçilere destek veriyor. Bu yüzden kötü organize
olan ve yetersiz donanıma sahip Mudschaheddin birlikleri dayanabilmiş ve hatta yavaş yavaş
operasyonlarının vurucu gücünü artırabilmişlerdir.”3
“Farklı grupların birbirlerine rakip olmaları
askerî bir dezavantaj değildir; Mudschaheddin birlikleri birleşmiş güçleri ile Sovyet saldırılarına karşı koyabildiklerini kanıtlamışlardır.”4
“Kızıl Ordu üç gün boyunca taarruzda bulundu, fakat piyade birlikleri kayda değer bir görev üstlenemediler. Dört veya beş kişilik küçük
gruplarda hareket eden Mudschaheddin birlikleri direnebildiler. Nihayetinde Sovyetler Birliği
eli boş geri dönmek zorunda kalan taraf oldu.”5
“Mudschaheddin” kavramının bu yöndeki
kullanımı devamlılık gösterememiş ve sadece
1979 yılındaki Afganistan savaşının ilk aşaması
için geçerli olmuştur. Günümüzde “Mudscha-
İslami kavramlar dinî
bağlamlarından uzaklaştırılmakta ve bu
işlem sırasında lügat
anlamlarını yitirmektedir. Bu da onları
siyasi dil kullanımında
isteğe bağlı farklı anlamların yüklenebildiği içi boş kılıflar mesabesine indirmektedir.
heddin” kavramından değil de daha ziyade “cihatçı” veya “din savaşçısı”ndan bahsedilmektedir. Fakat “Mudschaheddin” kavramının tam
tersine bu kavramlar küçük düşürücü çağrışımlara sahiptir. Oysa hem “Mudschaheddin” hem
de “cihatçılar” kavramları “cihat” kelimesinden
türemekte ve anlamsal olarak aynı içeriğe sahip
olup “cihat yapanlar” anlamına gelmektedir.
Buna rağmen “Mudschaheddin” ve “cihatçılar”
kamuoyunda farklı siyasi veya ideolojik yönelimlere bağlı olarak farklı yorumlamalar kazanmaktadır.
Bahsi geçen örnekler ile İslami kavramların kamuoyunda nasıl kullanıldığını görmek
mümkündür. Bilhassa Alman kamuoyunda bu
kavramlar ağırlıklı olarak siyasi toplumsal çelişkiler ve yurt dışında ve yurt içindeki çatışma
durumları ile bağlantılı olarak kullanılmaktadır.
Bu durum da bu kavramların kamuoyunda siyasallaşmalarına yol açmaktadır. Böylece İslami
kavramlar dinî bağlamlarından uzaklaştırılmakta ve bu işlem sırasında lügat anlamlarını yitirmektedir. Bu da onları “siyasi dil kullanımında
isteğe bağlı farklı anlamların yüklenebildiği,
aslında anlamsız, içi boş kılıflar” mesabesine
indirmektedir.
*Dil bilimci olan Saif, İslami kavramların Alman dilindeki
kullanımı ve bu kullanımın kültürlerarası iletişime etkisini
araştırmaktadır.
1
2
http://www.eslam.de/begriffe/e/el_dschihad.htm
Die Welt 06.10.13
Die Zeit, 31.12.1982
3,4,5
k a s i m 2015 • S ay ı 245 • P e r s p e k t İ f
29
Gündem/Söyleşi
Siyasi Yansımalar ve İtirazlar
Avusturya İslam Yasası
©
Ümit Vural
Geçtiğimiz sene Avusturya’da oldukça tartışılan İslam Yasası, 31 Mart
2015’ten beri yürürlükte. Yasaya dair
Anayasa Mahkemesi’ne yapılan itiraz başvurularını ve yasanın kabulünden sonra yaşanan süreci Avusturya İslam Toplumu (IGGiÖ) Hukuk
Departmanı yöneticisi avukat Ümit
Vural ile görüştük.
Avusturya İslam Yasası Bakanlar Kurulu’ndan geçtikten sonra ne tarz gelişmeler kaydedildi?
İslam Yasası 10.12.14 tarihinde Bakanlar
Kurulu’ndan geçtikten sonra Meclis’e gönderildi. Oradan da Anayasa Komisyonu’na havale
edildi. Ardından IGGiÖ Şura Meclisi parlamento
zemininde görüşmeler yürütmek üzere beni bir
komisyon kurmak ile görevlendirdi. İçlerinde
Dr. Metin Akyürek, Mouddar Khouja ve Prof. Dr.
Richard Potz’un da bulunduğu 4 kişilik bir komisyon kurduk ve parlamentoda milletvekilleri
ile görüşmeler yürüttük. Özellikle Meclis Anayasa Komisyonu’nda bulunan üyeler ile görüştük. Zira Meclis Anayasa Komisyonu’nun kanun
tasarısını değiştirme yetkisi vardı. Bu görüşmelerde temel olarak hukuki bir çerçevede kalmayı
hedef aldık, zira konuyu siyasi zemine taşıdığımızda hiçbir neticeye ulaşamayacağımızı biliyorduk. Müzakere için bir tasarı hazırladık ve
bütün görüşmeleri onun üzerine şekillendirdik. Şubat ayına kadar takriben 40 görüşme yaptık. Netice olarak Meclis Anayasa Komisyonu
kanun tasarısında bizim istediğimiz hukuki
düzeltmelere dair olumlu bir kanaat geliştirerek mecliste oylamaya sundu. Bu düzeltmelerin
en temelinde Viyana Üniversitesinde İlahiyat
Fakültesinde görev alacak öğretim üyelerinin
Müslüman olması şartının kanun metninde yer
alması vardı. 25 Şubat 2015’te Meclis’te kanun
oylamaya sunuldu. Ardından kanun Cumhurbaşkanının onayı ile 31 Mart 2015’te yürürlüğe
girdi. Yasa parlamentodan geçip yürürlüğe girdikten sonra Avusturya’daki Müslüman cemaat ne
tarz adımlar attı?
Benim gözlemlediğim kadarıyla İslam Yasası
30
P e r s p e k t İ f • S ay ı 245 • k a si m 2015
Ümit Vural
©
bu sürecin ardından gündemden düştü. Hararetli tartışmaların yerini sakinlik aldı. Böylece
herkes yeni İslam Yasasının getirdiği sorumluluklar ve düzenlemeler üzerine yoğunlaşmaya
başladı. IGGiÖ yine bir komisyon kurmak ve IGGiÖ
tüzüğünü yeni İslam Yasasına adapte etmek
için beni görevlendirdi. Şu an bizim başkanlığımızda IGGiÖ’nün yeni tüzüğünü yazıyoruz. 31
Aralık 2015 tarihine kadar IGGiÖ’nün Başbakanlığa yeni İslam Yasasına adapte edilmiş tüzüğünü teslim etmesi gerekiyor.
Yasaya dair Anayasa Mahkemesi’ne bazı itirazlar da gerçekleştirildi. Bunlar hakkında bilgi verebilir misiniz?
Medyaya da yansıdığı üzere iki büyük kurum, Viyana İslam Federasyonu ve ATİB İslam
Yasasına karşı Anayasa Mahkemesi’ne şikâyet
haklarını kullandılar ve şikâyetlerini Anayasa
Mahkemesi’ne bizim aracılığımız ile ağustos ve
eylül aylarında ilettiler. Şu an bu şikâyetlerin
neticesini bekliyoruz. Bu iki kurum dışında bizi
avukat olarak görevlendiren başka dernekler
de var. Muhtemelen kasım ayının başında daha
fazla dernek Anayasa Mahkemesi’ne gitmiş
olacak. Bu itirazların başarıya ulaşma şansı nedir?
Bu konuda net bir şey söylemek ya da herhangi bir tahminde bulunmak tabii çok güç. Lakin hukuki bir perspektiften bakılırsa olumlu
sonuçlanma ihtimali gayet yüksek diye düşünüyorum. Bu konunun ister istemez hukuki bir
değerlendirmeyi aşan, toplumsal derinliği olan
bir mesele olduğunu görmemiz gerekiyor. İslam
Yasası’nın siyasi anlamda da farklı yansımaları
var. İtirazlarla ilgili bekleyip sonucu hep birlikte göreceğiz.
İtiraz başvuruları kabul edilirse süreç nasıl devam edecek?
Şu an yapılan itiraz özellikle derneklerin
kapatılması maddesini ihtiva ediyor (31 Abs 3
IslamG). İtirazda diğer dinî cemaatlere kıyasla bir eşitsizliğin söz konusu olduğunu ve bu
maddenin devletin bir dinî cemaatin iç işlerine
müdahale etmesi anlamına geldiğini izah ettik. Eğer itiraz başarılı olursa, Mart 2016 tarihine kadar İslami alanda hizmet veren derneklerin kapatılmasına dair madde yasadan kaldırılmış olacak. Bu madde daha yürürlüğe girmedi
çünkü. Yasadaki bu maddeye göre Mart 2016
tarihine kadar derneklerin tüzüklerinde İslami
hizmet sunduklarına dair ifadeleri çıkarmaları
gerek; aksi takdirde İçişleri Bakanlığı o dernekleri kapatacak. Diğer taraftan dernekler İslami
hizmet verebilmek için IGGiÖ’nün çatısı altında bir yapıya bürünmek zorundalar. Yasa geçtiğimiz sene gündemden hiç düşmedi, şimdi ise kamuoyunda bir sessizlik hâkim. Bu sessizliği nasıl değerlendiriyorsunuz?
Benim kanaatime göre meselenin medyatikleştirilmesinden olumlu bir netice çıkmadı. Ama mevcut durumda hukuki süreç
başladı. Şu an bütün İslami dernekler IGGiÖ
tüzüğünün değişmesi ile anayasanın öngöreceği şartlarda IGGiÖ çatısı altında yerlerini
almayı bekliyor.
Elif Zehra Kandemir sordu.
k a s i m 2015 • S ay ı 245 • P e r s p e k t İ f
31
Dosya
Sosyal Dönüşümün
Tetikleyicisi: Azınlıklar
Azınlık ve çoğunluk ilişkisinde “sosyal etki”, yani hangi grubun kimi hangi oranda etkileyeceği Avrupa’daki Müslümanlar açısından heyecanla takip edilebilecek bir alan. Zira azınlık olmak, hem uyum sağlama ve itaat etme durumunu
beraberinde taşırken hem de sosyal dönüşümü başlatabilecek büyük bir potansiyeli içinde barındırıyor.
Hans-Peter Erb*
32
P e r s p e k t İ f • S ay ı 245 • k a si m 2015
Flickr.com/castgen
©
Herkesin sizden farklı bir görüşü savunduğu bir tartışma ortamında kendi fikrinizi nasıl
dikkatle, hatta biraz da şüpheyle dile getirdiğinizin farkına varırsınız. Başka bir ortamda
üye olduğunuz spor derneğinin mensupları
planlanan yaz şenliğinin detayları hakkında tartışırlar ve üyelerin çoğu birlikte mangal
yapmak isterken birkaç üyenin folklor akşamı
düzenlemeye dair istekleri göz ardı edilir. Veya
parlamentoda muhalefetin bir yasa tasarısının
oylamasında iktidar partileri çoğunluğa sahiptir, inisiyatif başarısız kalır.
Bu örnekler çoğunluk ve azınlık görüşlerinin karşılaşma durumlarını ortaya koymaktadır. Günlük hayatta yaşanan, bazen düşük
bazen yüksek oranda önem taşıyan bu örnekler hepimize kendi tecrübelerimizden tanıdık
gelir. Bunun dışında sosyal etkinin çok belirsiz bir şekilde kendisini gösterdiği ve bizlerin
farkına bile varmadan etkilendiğimiz başka örnekler de mevcuttur. Örneğin banka çalışanları
koyu mavi bir takım elbisenin üstüne dikkat
çekmeyen bir kravat takmak üzere aralarında önceden sözleşmiş gibidirler. Ya da
bilmediğiniz bir havaalanına giden yolda
levhalar yerine diğer arabaları –yani çoğunluğu- takip ettiğiniz için yolunuzu
kaybettiğiniz zamanlar olmuştur.
Bu tür fenomenler uzun süredir
“uyum” ya da İngilizce tabirle “conformity” başlığı altında araştırılıyor.
Henüz 19. yüzyılın sonunda Le Bon ve
Tarde gibi sosyologlar kişinin çevreye
uyma davranışı hakkında temel pozisyonlar ortaya koydular. 20. yüzyılın ortalarından bu yana önemli sosyal psikolojik teoriler geliştirildi ve 80’li yıllardan
beri hangi koşullar altında çoğunluğun sözünü
geçiremediği ve azınlığın sosyal değişim ve yeniliğin öncüsü olabileceği soruları araştırılıyor.
Grup Aidiyeti Bağlama Göre Değişir
“Çoğunluk” denildiğinde bir grup veya toplum için ortak tanımlayıcı özelliğe sahip insanların çoğunluğu kastedilir. Örnek olarak
Almanya’da Almanlar veya Hristiyanlar çoğunluğu oluştururken, Türkler veya Müslümanlar
azınlığı oluştururlar. Genelde “çoğunluk” sosyal güç ve yüksek statü ile ilişkilendirilirken,
“azınlık” kolayca ön yargılara ve bunlara bağlı
ayrımcılıklara maruz kalmaktadır. “Sosyal etki”
alanındaki araştırmalar çoğunluk ve azınlık
arasındaki ilişkide şu iki ihtimale dikkat çeker:
Çoğunluğa intibak etmek “uyum/conformity”
olarak nitelendirilirken, azınlığın etki alanını genişletmesi ise “sosyal yenilik/inovasyon”
olarak nitelendirilir.
Bununla birlikte “çoğunluk” ve
“azınlık” kelimeleri sadece belirli
bir topluluk bağlamında anlaşılmalıdır. Yani “çoğunluk” ya da
“azınlık” atfını oluştururken kişiler değişken bir zeminde bulunurlar. Örneğin “Müslüman”
özelliği Almanya’da yaşayan
bütün insanlar ele alındığında
bir azınlık niteliği olarak görülürken, Almanya’da yaşayan
Türk kökenli insanlar açısından
ele alındığında “Müslüman olmak” bir çoğunluk özelliği olarak
kabul edilmektedir. Yani kişilerin
kendilerini atıfta bulunacakları
k a ssii m 2015 • S ay ı 245 • P e r s p e k t İ f
33
Dosya
grubun taşıdığı önem, bu kişilerin içinde bulundukları bağlama ve bu bağlamdaki öznel
bakışlarına da bağlıdır. Örneğin “Almanlar”
Almanya’da kendilerini genelde Alman olarak hissetmezlerken Türkiye’de tatil yaparken
kendilerini tam anlamıyla “Alman” olarak hissedebilirler. Demek ki çoğu kez “bağlam” bir
gruba aidiyet bilincini de daha güçlü bir şekilde ortaya çıkarabilmektedir. Bu durumda grup
aidiyeti söz konusu olduğunda azınlık olmanın
(“Almanya’daki Türkler”) çoğunluk olmaktan
(“Almanya’daki Almanlar”) daha fazla önem
taşıyor olması da anlaşılabilir bir durumdur.
“Sosyal Etki”
Kişinin kendisini atıfta bulunacağı grubu
ve böylece azınlık-çoğunluk ilişkilerini tanımlaması bir dizi psikolojik süreci de tetikler.
Klişeleştirme, ayrımcılık, mağdurların sosyal
kimliklerinde değişim gibi süreçlerin yanı sıra
çoğunluk ve azınlık arasında bir “sosyal etki”
de gerçekleşir.
Peki, nedir bu “sosyal etki”? Sosyal etki,
bireylerin düşünme süreçlerinin, bakış açılarının, karar ve davranış biçimlerinin diğer
insanların varlıkları sebebiyle değişmesi sürecine denir. Bu etkinin kasıtlı veya kasıtsız
bir şekilde uygulanması ya da bu etki altında
kalan kişinin etkilendiğinin farkında olup olmaması tamamen önemsizdir.
Çoğunluğun sosyal etkisi bir dizi faktöre
dayanır. Her insan kendisi için önem arz eden
bir “çoğunluk”la kendi görüşlerini paylaşma
ihtiyacı duyar. Bu görüşler paylaşıldığında
“çoğunluk”la birey arasında fikir örtüşmesi
mevcutsa olumlu bir sosyal kimlik oluşur. Bu
fikir uyuşması kişiyi “normal” davranıştan
sapmaktan veya görüş farklılığı sebebiyle grup
içinde belirli yaptırımlara maruz kalmaktan
korur. Burada bahsedilen kanaat ya da düşüncenin doğru veya yanlış olması ikincil bir
öneme sahiptir. Ön planda daha ziyade sosyal
ilişkiler yer alır. Bilhassa birey ile topluluk arasındaki ortak görüşün, bahsi geçen topluluğun
(örneğin siyasi partinin ya da dinî cemaatin)
tanımlayıcı özellikleri ile ilgili olması önemlidir.
34
P e r s p e k t İ f • S ay ı 245 • k a si m 2015
Çoğunluğa İtaat ve Uyum
Çoğunluğa muhalif olmak itici bir şey olarak
algılanır ve çoğu zaman kişinin kendi düşüncesini değiştirmesi ve çoğunluğa ayak uydurması
ile sonuçlanabilir. Buna bağlı olarak çoğunluk
ile muhalefete düşmek kişiyi bu çatışmaya dair
sosyal çıkarımlar yapmaya sevk eder ve çoğu
kez çoğunluk tutumunun sorgulanmadan ve
yüzeysel olarak kabul edilmesine yol açar. İtaat
(İng. “compliance”) olarak adlandırılan bu durum sosyal çatışmayı ortadan kaldırır ve birey
kendisini kendi grubunun kucağında yeniden
güvende hisseder. Bu şekilde bir itaatin, değiştirilen görüşün çoğu zaman sadece kısa vadeli
olması ve samimi bir inanca dayanmaması gibi
dezavantajları da vardır.
Fakat çoğunluk başka psikolojik mekanizmalar ile de etki edebilir. Çoğunluğun tutumunun doğru olduğu inanışında etkili olan başka
basit bir kural da şu düşüncedir: “Bu kadar çok
sayıda insan benden farklı düşündüğüne göre
bu yanlış olamaz.” Tüketim ürünlerinin reklamlarında da aynı prensip geçerlidir: Mümkün
olduğu kadar fazla tüketicinin üründen memnun olduğu belirtildiğinde “bu kadar çok insanın” aynı ürünü tavsiye etmesi etkili bir reklam
stratejisi olarak kendisini gösterir. Çoğunluk,
kişinin kendi görüş ve pozisyonlarıyla uyumlu argümanlar öne sürdüğünde bunlar “doğru”
olduğu için kişinin daha çok ilgisini çeker. Öte
yandan aynı konuya dair farklı yorumlar da
gerçekte olduğundan daha olumlu karşılanır.
Böylece çoğunluğun etkisi, sadece çoğunluk ile
hemfikir olarak değil, aynı zamanda çoğunluk
Flickr.com/Alexander Junghans
©
pozisyonunun azınlık görüşünden daha doğru
görülmesine dayalı bir mekanizma aracılığıyla
da kendisini gösterir.
Şunu belirtmekte fayda var: Eğer bütün insanlar çoğunluğun etkisine yenik düşseydi,
sosyal değişim imkânsız olurdu. Bilindiği gibi
çevre hareketi ya da kadın hakları hareketi gibi
tarihî sosyal değişimler çoğu zaman yalnızca
birkaç “öncü”ye dayanır, yani azınlık hareketi
olarak bilinirler.
Azınlık Çoğunluğa Nasıl Etki Edebilir?
Sosyal değişime öncülük eden azınlıklar
farklı düşünenleri cezalandırma gücüne ya da
kendi görüşlerinin “doğru” olduğunu hissettirecek çoğunluğa sahip olmasalar da başarılı bir
“etki alanı” oluşturabilirler. Azınlıkların başarılı bir şekilde etki edebilmeleri için aradaki farkı
dengeleyecek değişik mekanizmalar söz konusudur.
Bir azınlık sahip olduğu zayıf durumu, kendi
pozisyonunu sürekli ve tekrar tekrar savunarak (örneğin istikrarlı bir şekilde sosyal bir çatışmayı körükleyerek) telafi edebilir. Bu tür bir
etkiye maruz kalanlar bu dayanıklılık ve istikrardan dolayı azınlığın kendi tutumundan çok
emin olduğu sonucunu çıkartırlar ve azınlığın
istikrarı sebebiyle azınlığın haklı olup olmadığı
hakkında daha teferruatlı bir düşünmeye sevk
edilirler. Uzun vadeli olarak azınlığın çoğunluğa uyum sağlamasından (İng. “compliance”)
daha uzun ömürlü ve dayanıklı bir fikrî değişimi içeren bu tür “dönüşüm”lere sıkça rastlanır.
Fakat çoğunluğun fikirlerindeki bu tür değişimler genellikle kamusal düzeyde gerçekleşen
toplu bir dönüşüm olmaktan ziyade sadece özel
hayatta vuku bulur. Bu değişim, farklı görüşlere
sahip azınlıklara kamusal algıda olumsuz nitelikler atfedildiği sürece sadece özel hayatta gerçekleşmeye devam eder.
Öte yandan azınlıkların “etki” edebilmesi
için illa da kendi zayıf pozisyonlarını telafi edici
unsurlara başvurmaları gerekmeyebilir. İnsanların bir “azınlık görüşü”nü kabul ederek “eşsiz
olma ihtiyacı”na sahip oldukları bilinen bir durumdur. Bu ihtiyaç kapsamında insanların “ait
olmak” istemedikleri, bunun tam aksine daha
ziyade bireysellik ve başkalarından farklılık
aradıkları anlar da kendisini gösterebilmektedir. Bu aranan farklılık gerçekleşmediğinde kişi
kendisini silik ve alelade bir insan gibi hisseder
ve bu nahoş durumdan kurtulmak için çaba sarf
eder. Bunun için de kişi hem kendisine hem de
sosyal çevresine benzersiz olduğunu ve kitlenin silik bir parçası olmadığını göstermek adına
azınlıkta olan bir fikri/bir azınlık fikrini kabul
edebilir. Bu şekilde “azınlık” bir sosyal motifi
karşılar ve azınlığın pozisyonu sadece çok az
sayıda insan tarafından paylaşıldığı için ilginç
ve cazip bir hâle gelir.
Öte yandan azınlıklar sosyal bir risk ile de
karşı karşıyadırlar. Sadece az sayıda insanın
savunduğu bir “doğru” yüksek derecede takdire yol açabilir. Fakat azınlığın uygulama ve
söylemlerinin yanlış olduğu ortaya çıkarsa
aynı durum aşırı derecede bir aşağılamaya da
yol açabilir. Buna karşın çoğunluk görüşü daha
güvenli bir seçenektir. Birey çoğunluktan farklı bir pozisyonu kabul ederek hem olumlu hem
de olumsuz açıdan aşırı değerlendirmelere maruz kalmayı göze alır ve böylece sosyal bir risk
üstlenir. Buna paralel olarak risk almak isteyen
insanların azınlık pozisyonlarını benimsemeye
daha meyilli oldukları tahmin edilmektedir.
Bütün bu anlatılanları ele aldığımızda bazı
önemli soruların cevaplandığını görürüz: Öncelikle çoğunluğun etkisini tamamen bertaraf
etmek imkânsız gibi görünmektedir.
Bireysel açıdan “bir gruba ait olma”, görüş
farklılığından kaynaklanan yaptırımlardan kaçınma ve çoğunluk tarafından savunulan fikrin
doğru olduğu inancı da kişiler üzerinde oldukça
etkilidir. Fakat bu durum, toplumda yaygın olan
görüşün değişemeyeceği anlamına gelmez. Sosyal dönüşümler azınlıklar tarafından başlatılır
ve tarihten örneklerin gösterdiği üzere gerçekten başarılı olabilirler.
Bu açıdan azınlık ve çoğunluğun sosyal etkisi karşılıklıdır. Hangi görüşün nihayetinde kabul edileceği, kimin gerçekten haklı veya haksız
olduğundan ziyade, toplumsal “gerçek”lerin kişisel olarak nasıl tasarlandığına bağlıdır.
*Prof. Dr. Erb, Hamburg Helmut-Schmidt Üniversitesi’nde
Sosyal Psikoloji dalında eğitim vermektedir.
k a ssii m 2015 • S ay ı 245 • P e r s p e k t İ f
35
Dosya/Söyleşi
“Çoğunluk, Kendi Kötü Resmini
Aktaracağı Kurbanlar Arar.”
Filistinli bir psikanalist olan Gehad Mazarweh 1962 yılından beri Avrupa’da
yaşıyor. Schwarzwald’daki muayenehanesinde hastalarına hizmet veren Mazarweh şu an dil sebebiyle Almanya’da travmatize olmuş mülteciler konusunda en çok aranan doktorlar arasında. Mazarweh ile azınlık ve çoğunluk ilişkileri
üzerine konuştuk.
Siz de ülkesini terk etmiş birisiniz. Ne tarz tecrübeleriniz oldu?
1962 yılında Basel’e geldim. İsviçre’nin oldukça düzenli, tarafsız, insan haklarına saygı
gösterilen bir ülke olduğu düşüncesi ile yola
çıkmıştım. İltica etmemin sebebi İsrail’de Filistinlilere karşı sergilenen ayrımcılıktı. Bugüne
dek sadece Yahudilerin yaşadığı bir ülke utkusu
etrafında Filistinlilere uygulanan zulüm acımasızcaydı.
Yabancı bir ülkede olmak benim için başta
oldukça sorunluydu. Yemek kültürünün farklılığından başlayıp, insanlarla iletişime geçme
zorluğuna kadar aşılması gereken birçok engel
vardı.
Bir Filistinli olarak İsrail’de sosyalleşmek nasıl
bir tecrübeydi?
Ben Filistin’de, henüz bir İsrail devletinin
olmadığı bir zamanda dünyaya geldim. Savaş
başladığında Haifa ve Jaffa’daki evlerinden kovulmuş mültecilerin güvenli bir yer bulabilmek
umuduyla bize gelişlerine tanık oldum. İnsanların en basit alışkanlıklarının ve güvenli hayatlarının nasıl sistemli bir şekilde yok edildiğini gördüm. Büyüdüğümde doğum yerim İsrail
devletinin bir parçası olmuştu. Orada ilişkiler
oldukça açıktı: “Onlar” bizi istemiyorlardı, “biz”
de onları! Nefret, milliyetçilik ve ayrımcılığın
hüküm sürdüğü bu ortamda yetiştim ve özgürlük arzusu karakterimde büyük bir iz bıraktı.
Hiç kimse ikinci sınıf insan olarak yaşamamalı; ben bunu yaşadım ve hissettim. Buna ar-
36
P e r s p e k t İ f • S ay ı 245 • k a si m 2015
tık tahammül edemediğimde ise aileme doğup
büyüdüğüm topraklardan gideceğimi söyledim.
Zulme uğrayan bir halkın parçası olup işgalcilerle aynı ülkede yaşayan biri neler hisseder?
Bu her şeyden önce insanın kişiliğini değiştirir. Ayrımcılıkla karşılaşan kişi, merkezinde insan hakları olan bir birlikte yaşama dair inancını
kaybeder. Benim doğduğum topraklarda da böyle oldu. İngiliz sömürgeciler tarafından yapılan
ayrımcılık daha sonra İsrailliler tarafından devam ettirildi. Bu durum Filistinlilerin kendilerini “daha az değerli” hissetmelerine neden oldu.
Oysa bizlerin yeni bir kılıfa değil, aksine restore
edebileceğimiz yeni bir iç dünyaya ihtiyacımız
var.
Azınlık-çoğunluk ilişkisine dönelim: “Azınlık
psikolojisi” ibaresinden neyi anlamalıyız?
Öncelikle anlamamız gereken sadece çoğunluğun azınlık üstünde etkisi olmadığı, aynı
zamanda azınlığın da çoğunluğu etkileme potansiyelinin bulunduğu. Fakat bu ikisi arasında
bir fark var: Çoğunluğun etkisi hissedilebilir
bir oranda açıkça olurken azınlığın etkisi yavaş
yavaş ve dikkat çekmeden ilerler. Öte yandan
“azınlık-çoğunluk” düşüncesi zamanla giderek
azalacaktır. Bu ikisi birleşip kaynaşacak, bu birleşmeden ortaya kreatif bir şey çıkacaktır. Farklı
ve yabancı olan unsurlar zamanla yeni ve güzel
bir kokuya bürünür ve toplumda yer edinirler.
Medyada Müslüman gençlerin “suça meyilli
ve tehlikeli” olarak gösterilmesi onları nasıl etkiliyor?
Çoğunluk toplumu belli yansıma alanlarına
ihtiyaç duyar; bu sosyal psikolojinin yüz yıllardır bildiği bir gerçek. Çoğunluk toplumu kendisine dair kötü resimleri ve fiilleri bertaraf edebilmek ve bunları “başkası”na aktarabilmek için
bir kurban arar. İslam’a karşı duyulan güvensizlik de bu anlamda yeni değil. Çoğunluk toplumunun bu refleksine karşı bizler çocuklarımızı
sağlıklı bir öz bilinç ile eğitmeliyiz.
Peki, ırkçılık tecrübesi insan psikolojisini nasıl
etkiler?
Karşısındakini aşağılayan, aslında kendisini
aşağılamaktadır. Irkçılık da benzeri bir cehaletle
bağlantılı. Irkçılar aşırı aşağılık duygularına sahipler. Öte yandan ayrımcılık ya da ırkçılık tecrübesi buna maruz kalan insanda korku ve geri
çekilmeye sebep olur. Sonuçta güvensizlik, kendisini soyutlama ve agresyon ortaya çıkar.
çoğunun tek ve son tesellisi dinleri ve Allah’a
olan inançları.
Geçenlerde Lampedusa’da eşini ve üç çocuğunu kaybeden bir kadınla görüştüm. Onların
boğulmalarını seyretmek zorunda kalmış. Bu
kadın her şeyini yitirdikten sonra hayatın anlamını sorguluyordu. Ayrıca istismar edilen ve
tecavüze uğrayan kadınların hikâyeleri de üzücü
bir şekilde artıyor.
İbrahim Yavuz sordu.
Çoğunluk toplumu kendisine
dair kötü resimleri bertaraf
edebilmek ve bunları başkasına aktarabilmek için bir kurban arar.
Avrupa’daki mültecilerin şu anki durumunu
nasıl değerlendiriyorsunuz?
İnsanlar ölümden ve katliamlardan korkarak
sadece canlarını kurtarmak için vatanlarını terk
ediyorlar. Güncel mülteci akınını tartışırken bu
durumu genelde göz ardı ediyor, insanlar hakkında tartışmak yerine rakamlar hakkında tartışıyoruz. Lübnan, Ürdün ya da Türkiye’nin bütün
Avrupa’dan daha çok mülteci aldığı bu tartışmada dile getirilmiyor bile.
Oysa bir insanın yaşamaya, bağımsızlığa,
özgürlüğe ve insan onuruna dair hakları kimse
tarafından gasp edilemez ve bu haklar tartışma
konusu da yapılmamalıdır.
Birçok mülteci muayenehanenize geliyor.
Genelde hangi şikâyetleri gözlemliyorsunuz?
Kimse vatanını güle oynaya terk etmez. Zira
vatan ruhun bir parçası, bize değer veren ve bize
sevebileceğimiz bir şeyin olduğunu gösteren bir
unsurdur. Birçok mülteci için de vatanlarında
yaşadıklarını ya da oradan kaçarken tanık olduklarını atlatabilmek kolay değil. Birçoğu travmatize olmuş ve günlük hayatlarını tek başına
idame ettiremeyecek durumda. Korkuları, depresyonları ve psikosomatik şikâyetleri var. Birk a s i m 2015 • S ay ı 245 • P e r s p e k t İ f
37
Dosya
Azınlığın Etki Potansiyeli
ve Sivil İtaatsizlik
Avrupa’da yaşayan Müslümanlar çoğunluk toplumu karşında kendi talep ve arzularının “azınlık” durumunda kalmaması
için neler yapabilirler? Değerleriyle çelişen
kanun, yönetmelik ve olası yanlış uygulamalar karşısında etki güçlerini nasıl artırabilirler? Bu sorulara cevaplar arasında
“sivil itaatsizlik” kavramı ve bireysel direniş
önemli bir yer tutuyor.
Mevlüt Uyanık*
Avrupa’daki
Müslümanlar
kendilerini
“azınlık” olarak görmek yerine toplumun asli
unsurlarından biri olarak görülmeyi temin için
sivil örgütlenmelere gitmektedirler. Müslüman
cemaatin hâlâ “azınlık” olarak görülüp ötelenmesi durumunda ise Müslümanların otoriteye/
çoğunluğa karşı sivil ve eleştirel bir bilinç elde
edebilmelerinin imkânını araştırmak ve tarihsel temellere gönderme yaparak örgütlü ve sivil direniş kodları bulmak gerekir. Müslümanlar iktidardan gelecek temel ilke ve değerlerine
yönelik olası bir yanlış uygulamada grup/cemaat merkezli örgütlerle direnebilirler. Peki,
grup/cemaat merkezli bu sivil örgütlenmelerle
yapılan mücadelelerin, kanun ve yönetmeliklerle (hukuksuz) uygulamalara karşı direnişlerde başarı oranı nedir? Burada istenilen hedefe
38
P e r s p e k t İ f • S ay ı 245 • k a si m 2015
ulaşılmadığı, yani yasal yollar tükendiği zaman
ne yapılabilir? Bu gibi durumlarda Müslümanlar “sivil itaatsizlik” ile yani şiddete başvurmadan, üçüncü şahısların haklarını ihlal etmeden,
kamuoyuna açık ve hesabı verilebilir eylemlerle direnebilirler. Bireysel hak ve özgürlük merkezli bir direniş olduğundan dolayı grup ve cemaat zihniyetini de aşarak temel ilkeler adına
yaşadıkları ülkelerdeki “değerlerin çoğulculuğu”na katkı sağlayabilirler. Böylece Müslümanlar dünyanın her yerinde göç ettikleri toprakları nasıl bir inanç ve ruhla “yurt”laştırdıklarını,
oraya nasıl bir “aidiyet” duygusu beslediklerini
de gösterebilirler. Ülkelerinde azınlık olarak
görülmek yerine toplumun asli unsurlarından
biri olarak değerlendirilmeleri imkânı bu şekilde sağlanabilir.
Kamu Yönetimi ve Sivil Toplum
Demokratik yönetimlerde iktidar, çeşitli
grup ve kurumlar arasında dağılmış olarak bulunur. Siyasi otorite karşısında bireylerin özgürlüğünün güvence altına alınması için başka bir
alan gerekir. Sivil toplum, devletin müdahaleci
olmayan koruması altında özgürce gelişen alana
denir.
Özgürlük ve güvenlik arasındaki dengenin
sağlanması ve birinin diğerine feda edilmeksizin var olması yönetim ve sivil toplum ilişkisinin tutarlılığına bağlıdır. Liberal demokrasilerde iktidar ve/veya muhalefeti oluşturan
birimlerin temel amacı, ülkelerindeki dinî/ırki/
kültürel farklılıkların değer çoğulculuğu içinde yaşayabilecekleri bir aidiyeti temin edecek
politikalar üretmektir. Bu aidiyetin temel dinamiklerine yönelik muhtemel bir kırılmanın
ortaya çıkaracağı bireysel ve toplumsal sorunların ve yabancılaşmanın olumsuz etkilerini en
aza indirgemek ve çözüme kavuşturmak için
sivil itaatsizlik etkili olabilir. Bunun olabilmesi
de alt dinî grup ve cemaatlerin, birer sivil toplum kuruluşu şeklinde örgütlenmesi ve cemiyet
hâline gelerek iktidar-halk arasındaki ilişkilerin
düzenlemesinde etkin olmasıyla mümkün olacaktır. Burada kastedilen Avrupa’daki “Müslüman cemaat” örneğinde “dinî cemaat statüsü”
şeklinde tezahür eden hukuki kavram değildir.
Kaldı ki bu yazının hedefi, bu terimin de zorunlu
olarak “azınlık” kavramını içerdiğine işaret ederek, hak taleplerinin kolektif değil, bireysel hak
ve özgürlükler bağlamında olması gerekliliğidir.
Çünkü Müslümanların göç ettikleri ve artık yerleşik hâle geldikleri toprakları yurt edinmeleri,
onları olası bir çatışma için “gerekli bir öteki”
konumuna düşerecek grup/kolektif haklar bağlamında mücadele etmek yerine bireysel hak ve
özgürlükleri temel alarak direniş kültürü oluşturmalarından geçmektedir.
Mescitlerin bile ayrı olduğu, farklı dinî tasavvurların ve yaşam biçimlerinin her birinin “hakikatin biricik temsilcisi” olarak sunulduğu alt
cemaat/grup yapılanmaları, Müslüman cemaate yönelik hak ve hukuk taleplerinde hukukun
gerektirdiği “sivillik” içinde ne kadar etkin olabilir? Çözüm herkesin kendi mezhebi/tarikatı/
cemaati, yani kolektif bağlamında yeterli görülürse, diğer alt grupların durumu ne olacaktır?
Burada vurgulanması gereken şudur: Avrupa
ülkelerinde Müslümanlara yönelik şiddetin artması ve İslam düşmanlığının güçlenmesini sadece “kolektif haklar” bağlamında ele almak
Müslümanları “gerekli bir öteki” ve “azınlık”
konumuna düşürür. Bunun yanında “bireysel
hak ve özgürlükler” merkezli bir direniş kültürü
oluşturmak gerekir ki, burada anahtar kavram
sivil itaatsizliktir. Sivil itaatsizlik, üçüncü şahısların belirli zümrelerin hakkını çiğnememelerinin yollarını araştırır, bunun için muhtelif
eylemler hazırlar. Böylece hem devletin kolayca
tahrip edemeyeceği bir kamu alanının varlığı
devam ettirilir; hem de toplumun hiçbir kesimi
diğeri üzerinde demokrasi aracılığıyla da olsa
tahakküm tesis edemez.
Niçin Sivil İtaatsizlik?
Temel hak ve özgürlüklerin güvence altına
alınması ve muhalefetin örgütlenmesine ideolojik çoğulculuk adı altında müsaade edilmesi
demokrasinin temel özelliğidir. Muhalefet, örgütlü veya örgütsüz çeşitli gruplar, topluluklar
veya bireyler tarafından yasal, bazen de yasal
olmayan yollarla yapılabilir. Siyasal ya da sosyo-ekonomik yapıya yönelik radikal veya kısmi
reformlar şeklinde taleplerde bulunulabilir. Bu
bağlamda muhalefet (parti, sendika, STK) bazı
somut ideolojik amaçları veya manevi değerleri
gerçekleştirmek için özellikle siyasal iktidarı etkilemeye yönelik faaliyetler sergileyebilir.
Eğer daha demokratik, çoğulcu ve katılımcı bir siyasal hayat arzu ediyor, temel insan
hakları ve özgürlüklerini içeren pozitif hukuk
Özgürlük ve güvenlik arasındaki dengenin sağlanması
yönetim ve sivil toplum ilişkisinin tutarlılığına bağlıdır.
k a ssii m 2015 • S ay ı 245 • P e r s p e k t İ f
39
Dosya
uygulamalarının ortaya konmasını istiyorsak,
hukuk devleti idesiyle çelişen durumlarda kamu
düzeninin bozulmaması ve hizmetlerin aksamaması şeklinde bir kaygımız varsa, yaşanan
(hukuki) kırılmaların tashihi için şiddetsiz, aleni ve kamuya açık, barışçıl bir eylem tarzı olarak
sivil itaatsizlik öncelenebilir.
Pasif muhalefet ya da sivil itaatsizlik; “içinde
yaşanılan sistemi meşru kabul etmekle beraber
yapılan haksız ve adaletsiz uygulamalara karşı
yasal imkânların tükendiği noktada şiddete başvurmadan vicdani bir şekilde ortaya konulan,
yani siyasi ve ahlâkî motivasyonu olan; bununla
birlikte sistemin yasalarına aykırı ve düşünülerek bir plan dâhilinde gerçekleştirilen hareket”
şeklinde tanımlanabilir. Sivil itaatsizlik, sistemin bütününe değil; bireysel haksızlıklara karşı
çıkış demektir. Kötülüğü karşı bir kötülükle ve
şiddet kullanarak değiştirmeyi ret unsuru, aynı
zamanda pasif muhalefeti, “isyan”, “direniş”,
“devrim”, “ihtilal”, “başkaldırı” gibi hareketlerden farklı kılar. Bu nedenle hak ve hürriyetlerin
korunmasında ve kazanılmasında oldukça etkili olarak kullanılmakla beraber, uygulanması
hiç de kolay olmayan; aksine son derece çetin
bir yoldur. Zira baskı ve şiddet karşısında barışçı direniş, şiddete şiddetle karşı koymaktan
çok daha fazla yürek pekliği, sabır, fedakârlık,
moral ve güç ister. Bu anlamda yeni bir hukuk
ve devlet düzeni tipinde çağdaş bir tavır olarak
ortaya çıkan sivil itaatsizlik, içinde gerçekleştiği
uygarlığın, kültürün, temel insan haklarının ve
hukukun koruyucusu ve savunucusudur.
Yönetimin/iktidarın “doğru” tasavvuruna,
iki temel öncül ile sivil direniş gösterilir: “Bir
kişiye yapılan haksızlık bütün insanlığa karşı
yapılmıştır.” “Kendine yapılmasını istemediğin
bir şeyi başkasına yapma!” İslam siyasi tarihine
baktığımızda, “Haksızlık karşısında susan dilsiz
şeytandır.” ilkesini şiar edinen Hasan el-Basrî ve Ebu Hanife’nin direniş kodlarının bu tarz
bir muhalefetten oluştuğunu görebiliriz. Hasan
el-Basrî, “irade hürriyeti” anlayışıyla mevcut
siyasal yapının yanlış uygulamalarına karşı bireysel ve olumlu muhalefetin temellerini ortaya
koymuş, fikrî ve siyasi bağımsızlığını koruyarak
mevcut Emevi devletinin icraatlarını halka benimsetmek için dayattığı cebr öğretisini reddet-
40
P e r s p e k t İ f • S ay ı 245 • k a si m 2015
miş, Haricilerin tekfir ideolojisini benimsememiş, imamet mitolojisinde yok olmuş Rafizileri
eleştirmiş, tarih yapıcı, sivil/bireysel ve barışçıl
bir muhalefet anlayışı geliştirmiştir.
Ebu Hanife ise devlet görevlilerinin eylem
ve işlemlerinden sorumlu tutulması, bireylerin
devlet gücüne karşı korunması hususları üzerinde önemle durmuş, dinî/fıtri yapıya ve hukuka aykırı bir düzenlemeye rıza göstermemiş ve
devlet başkanının yaptırımına meşruiyet sağlayacak hiçbir davranış içinde bulunmamıştır. Bu
âlimlerimiz insanın zulüm ve baskıya karşı şiddete başvurmaya mecbur kalmaması için insan
haklarının bir hukuk rejimi ile korunmasının
gerekliliğini vurgulamıştır.
Sivil İtaatsiz Duruş ve
Avrupa’daki Müslümanların Çıkmazı
Türkiye’de olduğu gibi Avrupa’da da grup ve
cemaat yapılarının etkinliğini sürdürdüğü malumdur. Oysa liberal demokrasilerde anayasa ile
güvence altına alınan temel haklar birey merkezlidir. Burada yaşanılan kırılmalarda da mücadelenin kolektif hak talebi şeklinde olması iki
açıdan sorun çıkarabilir. İlkinde cemaat ve/ya
grup içi baskılar artarak, bu durum yeni mekânın
yurtlaştırılmasına ve yeni aidiyetin oluşmasına
engel olabilir. İkincisi buna bağlı olarak iktidar,
“Avrupalılık” kimliğinin oluşmasına bir tehdit
olarak görerek, bu cemaat ve gruplara yönelik
baskısını artırabilir, etkilerini azaltmak için onları birbirine düşürecek politikalar geliştirebilir.
Baskı ve şiddet karşısında barışçı direniş,
şiddete şiddetle karşı koymaktan çok daha
fazla yürek pekliği, sabır, fedakârlık, moral
ve güç ister.
Kolektif haklar, nitelikleri gereği bireysel
hak ve tercihleri kısıtlayıcı bir potansiyel taşırlar. Çünkü farklılık ve bireysellikler değil; onlara
rağmen var kılınan etnik, dinî ve kültürel kimliklerin baskınlığı öne çıkar. Alt gruplar/cemaatler,
temsil ettikleri hayat tarzlarıyla birlikte diğerleri için anlamlı ve öğretici deneyimler içerebilir;
ama grup veya cemaatlerin mensuplarının bireysel tercihlerini bastırmaları da mümkündür.
Bu da totaliter kimliklerin inşası demek olup,
siyaset zemininde gruplar arası çatışmaları tetikleyebilir. Ayrıca liberal/bireyci, çok kültürlü/
çoğulcu toplum yapısının cemaat çoğulculuğuna dönüşme ihtimali de ortaya çıkar. Durum
böyle olunca, bireylere cemaat/grup içi baskıların yanında siyasal gücün cemaatlere baskı ihtimali de belirir. Ya da doğrudan iktidar, cemaat
ve grupları kolektif haklar bağlamında birbirine
çatıştırarak etki oranlarını azaltma politikası
güdebilir. Bu çatışmalarla Müslümanların kendi aralarında politik ve inanç bölünmüşlüğü
artınca bireysel hak ve özgürlük taleplerinin
karşılanması zorlaşacaktır.
Azınlık statüsü
ve karşılanmayan
bireysel hak ve talepler Müslümanlarda bir bilinç
kaybına ve içinde
yetiştikleri ortama
yabancılaşmalarına neden olabilecektir. Oysa bilinçlilik durumu ve
düşünmek, aslında
daha çok toprakla
yurtluk özdeşliğini kurmaktır. Bu
özdeşlik ise devlete ve topluma içkinlik düzlemi
sergilemeyi, yani bir aidiyeti gerektirir. O hâlde
kişiliğimizi ve kimliğimizi şekillendiren değerlerimizi yeniden ele almalı ve güncel değerler
karşısında bunları yeniden yorumlamalıyız. Bu
değerlere yönelik haksız bir uygulamada sivil
toplum kuruluşları bazında bireysel hak ve özgürlükler için yasal yollardan direniş gösterilebilir.
Bunun da etkili olmaması hâlinde kamuya
açık, hesap verilebilir ve şiddetsiz direniş tarzları olan sivil itaatsizlik eylemleriyle üst bir duruş
sergilemek çözüm üretebilir. Bu yeni bilinçlilik
Avrupa toplumlarında Müslümanların bireysel
hak ve özgürlükler bağlamında mücadelesinin
aşamalarını göstermesi ve azınlık olmadıklarını,
mevcut yapının ana unsurlarından biri olduklarını göstermesi açısından önemlidir.
*Prof. Dr. Mevlüt Uyanık Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
öğretim üyesidir.
k a s i m 2015 • S ay ı 245 • P e r s p e k t İ f
41
Dosya
“Hepsi Yanılıyor Olamaz” Mı?
Çoğunluk ile azınlık arasındaki etkileşimin yönü hep azınlıkların aleyhine midir? Aynı fikre sahip bir kalabalık karşısında fikirlerimizi neden değiştirme ihtiyacı hissederiz? Toplum tarafından kabullenilmek uğruna aslında benimsemediğimiz kanaatleri neden benimser gibi görünürüz? Bu ve benzeri sorular,
Avrupa’daki Müslümanlar tarafından da cevap verilmesi gereken sorular arasında.
Meltem Kural*
“Sosyal etki”, “çoğunluk ve azınlığın karşılıklı etkisi”, “sosyal dönüşüm” gibi konular
uzun senelerdir sosyal psikolojinin alanında
yer alıyor. ABD’li psikolog ve sosyal psikolojinin öncülerinden Solomon Asch’ın çoğunluğun
azınlık üzerindeki etkisini ortaya koyan meşhur
deneyi, bu alanda yapılmış en önemli çalışmalardan biri. 1951’de yapılan deneyde bir psikoloji deneyine katılmak üzere bir grup genç bir
masanın etrafında toplanmıştır. Katılımcılardan
sadece biri gerçekten denektir ve bundan haberi yoktur. Diğer katılımcılar ise Asch tarafından
belirlenmiş ve ne cevap vermeleri gerektiği önceden kendilerine tembih edilmiştir. Katılımcılara görsel değerlendirme testine tabi tutulacakları söylenerek önlerine bir çift kart konur.
Kartların birinin üzerinde tek bir dikey çizgi
vardır. Diğer kartta ise farklı uzunluklarda üç dikey çizgi bulunmaktadır. Katılımcılardan ikinci
kartta resmedilen çizgilerden hangisinin boyut
olarak birinci karttaki çizgiye benzediği sorulur
ve hepsinin yüksek sesle cevap vermeleri istenir. Aynı tarz sorular farklı kartlarla 18 kez tek-
42
P e r s p e k t İ f • S ay ı 245 • k a si m 2015
rarlanır. Gerçek denek, grup içerisinde en sona
oturtularak kendisinden önceki cevaplardan ne
derece etkileneceği ölçülmek istenmektedir.
Deneyi yapan profesör tarafından ayarlanan
katılımcılar ilk sorularda doğru cevabı verirken
daha sonraki sorularda yanlış olan cevabı tekrarlarlar. Herkesin aynı cevabı verdiğini gören
ve en son kendisine sıra gelen gerçek denek ise
tereddütlü bir ifade ile grubun verdiği yanlış cevabı tekrarlar. Deneye katılan deneklerden üçte
biri çoğunluğun verdiği yanlış cevaplara katılır.
Asch bu sonuçlarla toplumda mantıklı genç
insanların çoğunluğa tabi olma eğilimlerinin
ne derece yüksek ve rahatsız edici boyutta olduğunu ortaya koyar. Deney sonrası kendileriyle
verdikleri cevap hakkında konuşulan deneklerin
pek çoğu sadece diğerleri tarafından dalga geçilmemek veya tuhaf karşılanmamak için bile
bile yanlış cevabı tekrarladıklarını söylerken,
küçük bir kısmı ise çoğunluğun verdiği cevabın
doğru olduğuna inandıkları için o cevabı tekrarladıklarını belirtmiştir. Asch deneyinde gerçek
denekten, cevaplarını diğerleri gibi yüksek sesle
Flickr.com/SnoRkel
©
vermek yerine kendisine verilen kağıda yazması istendiğinde çoğunluğa tabi olma eğiliminin
3’te 2 oranında azaldığı gözlemlenmiştir. Deney
kişinin “dışlanmamak” adına gruba uyum sağladığını, bariz olarak yanlış olduğunu düşündüğü
durumlarda bile çoğunluğun görüşlerini benimseyebildiğini ortaya koyması açısından ilginçtir.
İnsanlardaki uyum eğilimine neden olarak
iki gerekçe gösterilmektedir. Bunlardan biri
normatif sosyal etki (İng. “normative social influence”) diğeri ise bilgisel sosyal etkidir (İng.
“informative social influence”). Birincisi sadece
grup tarafından kabullenilme isteğiyle gerçekleşirken (“Gruptan dışlanmamalıyım.”), ikincisi
ise diğerlerinin kendisinden daha bilgili olduğu
kanısından kaynaklanan bir uyumdur (“Herkes
yanlış biliyor olamaz.”).
Öte yandan uyumla alakalı pek çok deney,
azınlığın çoğunluğa tabi oluşunu mercek altına alsa da Rumen asıllı Fransız sosyal psikolog
Serge Moscovici azınlığın da çoğunluk üzerinde bir etkisinin söz konusu olduğunu savunur.
Moscovici bu noktada uyum ve tabi olma (İng.
“compliance”) ile dönüşüm/dönüştürme (İng.
“conversion”) arasında bir ayrım yapar. Moscovici’ye göre Asch’in deneyinde olduğu gibi
çoğunluğun cevabına uyan katılımcılar aslında
içlerinden bunu reddetmektedir. Yani aslında
azınlık o fikri benimsememiş, sadece sivrilmemek ve dışlanmamak adına fikri benimser gibi
görünmüştür. Dönüşüm ise azınlığın çoğunluğu
etkilediği durumlarda gerçekleşir. Bu durum çoğunluğun azınlığın fikirlerinin doğru olduğuna
ikna edilmesi ile başlar. Bunun gerçekleşebilmesi için azınlığın savunduğu fikir ve sergilediği davranışta istikrar ve tutarlılık göstermesi
önemlidir. Bu tutarlılık esnasında ortaya konulan orijinal argümanlar ve belli bir fikirde sebat
etmek çoğunluğu etkiler.
Moscovici’ye göre çoğunluk etkisi, azınlık
üzerinde yasal veya toplumsal bir baskı söz konusu olabildiğinden daha çok normatif sosyal
etkiyle gerçekleşirken, azınlık etkisi ise böyle
Dönüşüm azınlığın çoğunluğu
etkilediği durumlarda gerçekleşir.
Bu durum çoğunluğun azınlığın
fikirlerinin doğru
olduğuna ikna
edilmesi ile başlar.
bir baskının söz konusu olmaması
nedeniyle büyük toplumsal dönüşümlerin öncüsü olabilir. Bunun en
somut örneklerinden biri 20. yüzyılın
başlarında Birleşik Krallık ve ABD’de ortaya çıkan ve “Süfrajet Hareketi” olarak tarihe geçen
kadın hareketleridir. Kısmen küçük bir grup orta
sınıf kadın hakları savunucusunun kadınlara
seçme ve seçilme hakkının tanınması için başlattığı ve zamanla etkisini genişleten bu hareketin talepleri hem söz konusu kadınların açlık
grevi ve benzeri eylemlerinde gösterdikleri devamlılık hem de savundukları şeyde gösterilen
tutarlılık nedeniyle zamanla çoğunluk tarafından da kabul edilerek yürürlüğe girmiştir. Bu
örnek, “doğru” ya da “yanlış”, “iyi” ya da “kötü”,
“gerekli” ya da “gerekli değil” olarak çoğunluk
tarafından benimsenen normlardaki değişikliklerin azınlıklar tarafından değiştirilebileceğinin
örneklerinden birisidir.
Avrupa’da nüfus ve nüfuz olarak çok da etkin bir konumda olmayan ve helal kesim, erkek
çocuklarının sünneti, karma yüzme dersleri, başörtüsü sorunları gibi sıkıntılarla sıkça yüz yüze
kalan Müslüman azınlıkların bu taleplerini benimsetebilmesi sorunsalı, sosyal psikolojinin bu
heyecan verici deneyleri ışığında yeniden okunabilir.
* Londra Üniversitesi SOAS’ta (School of Oriental and African Studies) yüksek lisans eğitimini tamamlayan Meltem
Kural, Perspektif dergisi yayın kurulunda yer almaktadır.
k a ssii m 2015 • S ay ı 245 • P e r s p e k t İ f
43
Dosya/Söyleşi
“Mühtedi Olmak, Sizi Güçlü
Olmak Zorunda Bırakıyor.”
Gernot Galib Stanfel, Avusturya’nın Pressbaum kentinde yaşıyor ve 20 seneden
fazla bir süredir müzikle uğraşıyor. Eski doğu müziğiyle müzik terapisi ve farklı
atölye çalışmaları yapan, sonradan Müslüman olmuş Stanfel ile azınlık içinde
azınlık olmayı konuştuk.
Avusturya’da azınlık olan bir dinin üyesi olarak
günlük hayatta hangi tecrübeleri yaşıyorsunuz?
Bana kalırsa Avusturya toplumunda “dindar olmak” başlı başına azınlık olmak anlamına
geliyor. Devletin yapısı dine göre değil, laik ve
seküler bir anlayış çerçevesinde oluşturulmuş
durumda. Din daha ziyade özel alana ait, sadece orayı düzenleyen bir şey olarak görülüyor. Bu
durumda insanın kendi kararlarını dinî inancına
dayanarak aldığını söylemesi bile başlı başına
bir azınlık olmaya yetiyor Avusturya’da. Bence bizim ülkemizde en bariz zıtlık her türden
inançlılarla inançsızlar arasında gerçekleşiyor.
Bir de buna benim Müslüman olmamla “azınlık
içinde azınlık” olmam gerçeği ekleniyor;
zira inançlılar arasında Müslümanlar
da farklı bir azınlığı oluşturuyorlar.
Genelde insanların kararlarına baktığımızda dinî inançlardansa diğer nedenlerin daha
baskın bir rol oynadığını görüyoruz. Çevre, insanların kendi kararlarını dinî inançlarına dayanarak
44
P e r s p e k t İ f • S ay ı 245 • k a si m 2015
almasını anlayamıyor. Örneğin dışarı çıktığımda benim Avusturyalı çevremde cinsellik konusunda benimle diğerlerinin davranışlarının arasında farklar olduğu, benim için evlilik dışı bir
ilişkinin mümkün olmayacağı ortaya çıkıyor. Bu
durumda sanki bu davranışınız modern değil ya
da geri kafalı bir tavırmış gibi yapayalnız kalıveriyorsunuz.
Biraz somutlaştıralım: Diyelim ki bir ortamda 8
kişi de bir rengin siyah olduğunu, 2 kişi ise beyaz
olduğunu söylüyor. Ve söz konusu renk gerçekten
de beyaz. Bu durumda insan ne yapar?
Bu durumda insan ya da kişinin savunduğu
fikir o ortamdan dışlanıyor. Bu tarz durumlarda insanın kendi fikrinde sebat edebilmesi için çok güçlü bir karaktere
sahip olması gerek. Ben –her ne
kadar bu kavramı sevmesem debir “mühtedi” olarak “başka” bir
şeye karar vermiş bir insanım, bu da
verdiğiniz karar konusunda sizi güçlü
olmak zorunda bırakıyor.
Meslek hayatınızda azınlık-çoğunluk arasındaki “farklılıklar” nasıl kendisini gösteriyor?
Meslek hayatında farklar çok da belli değil,
çünkü iş arkadaşlarım örneğin benim dindar bir
insan olduğumu biliyor. Bu durum da benim Caritas’ta verdiğim müzik terapilerinde sorun olmuyor, herkes bu durumu kabulleniyor. Dindar
oluşum örneğin noel zamanlarında sorun olabiliyor. Arkadaşlarım ya da ailem beni noel için
davet ettiklerinde elbette seviniyorum. Genelde
alışıldığı üzere bir şişe şarap hediye verilirken
benim için sorular başlıyor: Şarabı başkasına mı
hediye etmeliyim? Edebilir miyim? Böylece ihtilaflar oluşuyor.
20’li yaşlarımdan da bir örnek verebilirim.
Dışarıya Müslüman olduğumu ve İslam’da karar
kıldığımı söylediğimde insanlarla ilişkilerimde
bazı sorunlar ortaya çıkmaya başladı. O zamana kadar bir genç olarak akşamları dışarı çıkar,
Avusturya’da âdet olduğu üzere bir bardan diğerine giderdim. Daha sonra bu durum biraz daha
zorlaştı, çünkü arkadaşlarımla birlikte gidiyor,
fakat içki içmiyordum. Onlar da İslam’a karşı
bir garezleri olduğu için değil, ama benimle bir
şey yapamadıkları, daha önceki yaşamımızı idame ettiremedikleri ve ben bir kenarda portakal
suyumla oturduğum için garip bir durum ortaya
çıkıyordu.
Peki, olumlu örnekler de var mı?
Evet, örneğin oruç. Bazen oruçla ilgili anlayışsızlıkla karşılaştım, insanın yemekten feragat etmesinin anlamsız olduğu gibi ifadeleri
dinledim. Ama oruç tutmanın aslında o kadar
da zor olmadığını, o esnada oruçlu olduğumu
söylediğimde, “Yani dayanabiliyorsunuz?” tepkisini alıyordum. Bu gibi durumlarda dinî nedenlerle bir günde bu kadar fazla bir disiplinin
sergilenmesi bir hayranlık ve büyük oranda saygı oluşturuyor.
Ölüm sonrası yaşam gibi temel inanç farklılıkları söz konusu olduğunda neler yapıyorsunuz?
Şimdi burada farklı inançlardan insanlar
arasındaki ilişkilere dair bir yaşam tavsiyesi veremem elbette. Fakat şunu söyleyebilirim: Bazı
din kardeşlerimiz kendi kapılarının önünü hiç
süpürmemelerine rağmen daima diğerleri için
Bence bizim ülkemizde en bariz
zıtlık her türden inançlılarla
inançsızlar arasında gerçekleşiyor.
neyin iyi olduğunu bildiklerini iddia ediyorlar.
Ben insanın biraz daha münzevi olmasının, biraz
daha arka planda kalmasının daha iyi olduğunu
düşünüyorum. Hangi dinden olursa olsun birisinin gelip benim burnuma bir şeyler dayatması
beni korkuturdu. Bizim toplumumuzda bunun
bir karşılığı da yok. Kişi iç huzuru ve ruhsal tatmine ulaşmak için bunu kendi isteğiyle yapmalı.
Bunun yerine insanı zorlamak, olumlu etkiden
ziyade daha da sinir bozmaya neden oluyor.
Genel olarak toplumumuzda Müslümanların
örneğin domuz eti yememesi gibi temel bilgilerin eksik olduğunu görüyorum. Bence insanın
diğer inançlara dair temel bir bilgisi ve dinler
arasındaki farklara dair az da olsa fikri olmalı.
Bu bence dindarlararası iletişimden daha ziyade
eğitimin bir sorunu. Bu genel kültür eksikliği de
iletişim sorunlarına neden oluyor.
Azınlık-çoğunluk ilişkileri “kimlik”leri de yakından etkiliyor. Siz gençlerin “kimlik” konusundaki gelişimini nasıl gözlemliyorsunuz?
Avusturya’da bu konuya dair pozitif bir yaklaşımın eksikliğini duyuyorum. Örneğin çok dilliliğin büyük bir potansiyel olduğunu ve olumlu
gözlemlendiğini göremiyoruz. Herkesin Almanca konuşması gerektiğine dair talep abartılı bir
şekilde dile getiriliyor. Elbette ben de herkesin Almanca konuşabilmesini isterim. Örneğin
Müslüman öncülerimize ve onların dil yetkinliklerine baktığımda tatsız bir hisse kapılıyorum. Fakat öte yandan Avusturya’daki 400.000
Müslüman’ın çok büyük bir kısmının çift dilli
olduğunu ve bunun müthiş bir potansiyel anlamına geldiğini görmek gerekiyor. Modern
zamanlarda “insan”dan ziyade “insan sermayesi”nden bahsediyorsak eğer, dilin de büyük bir
sermaye olduğunu anlamamız gerek.
“İyi” ve “kötü” diller var mı sizce?
Kesinlikle var. Çok dilliliğin olumlu yanları özellikle Müslümanlarda göz ardı ediliyor ve
k a s i m 2015 • S ay ı 245 • P e r s p e k t İ f
45
Dosya/Söyleşi
bu çok anlamsız. Oysa en basitinden sadece
ekonomik açıdan bakıldığında bile Türkiye’nin
büyük bir ekonomiye sahip olması bu bakış açısını değiştirmeli.
Kendinizi bir “azınlık üyesi” olarak nasıl hissediyorsunuz?
“Çok kimliklilik” konseptini benim için oldukça uygun buluyorum. Müzisyenim, Müslüman’ım, Pressbaum’luyum… Bu farklı düzlemler üzerinden insan farklı gruplara aidiyet
besliyor ve bu grupların üye sayısı bazen büyük
bazen küçük olabiliyor. Burada ulus aidiyeti biraz daha ikinci planda kalıyor.
Öte yandan Avrupa’da ortaya çıkan ve Avrupa’ya büyük zararlar veren ulusçuluğun büyük ölçüde aşıldığını düşünüyorum. Bugünkü
gelişmeleri izlediğimizde milliyetçi hareketler
daha çok geçmişe öykünen, marjinal protesto
hareketleri olarak göze batıyor. Günümüzde
bazı güçlerin dini bölgeselleştirmeye çalıştığını görüyoruz. Bugün Müslümanların “geldikleri yere geri dönmeleri”, Hristiyanların da Batı’da kalmaları gerektiğine dair sesleri yeniden
duymaya başladık. Bunlar aslında az ya da çok
46
P e r s p e k t İ f • S ay ı 245 • k a si m 2015
tedavülden kalkmış düşüncelerdi.
Bununla birlikte mültecilerin Balkanlar
üzerinden kullandıkları rota ile Osmanlıların
Viyana’yı fethetmeye gelirken kullandığı rotanın aynı olmasını ilginç buluyorum. Bu sayede
eski şablonlar –belki de bilinçsizce- yeniden
güncel hâle getiriliyor, insanlar korku ve endişeye kapılıyorlar.
Azınlık-çoğunluk arasındaki fikir farklılıklarını aşabilmek için kişinin kendi inancını daha açık
bir şekilde ortaya koyması hakkında ne düşünüyorsunuz?
Ben insanların örneğin göstere göstere namaz kılması taraftarı değilim. Açıkça söylemek
gerekirse bu tarz şeyler hoşuma gitmiyor, zira
bu ilk etapta benimle Allah arasında. Bu gösterişsel dindarlığın beraberinde getirdiği baskının çok fazla işe yaramadığını düşünüyorum.
Baskı, karşı baskı oluşturur. Temiz, namazın
asaletine uygun ve estetik duygularımızın da
eşlik edebileceği bir mekânda namaz kılınır,
ama daha fazlası aranmamalı bence.
İbrahim Yavuz sordu.
k a s i m 2015 • S ay ı 245 • P e r s p e k t İ f
47
Dosya
Dünya
Yasalarla Desteklenen
Bir Irkçılık: Myanmar
48
P e r s p e k t İ f • S ay ı 245 • k a si m 2015
Flickr.com/Rajesh_India
©
Myanmar’da azınlıklara yönelik uygulanan ve radikal yasalarla desteklenen
politika Budist olmayanların, özellikle Rohingya olarak bilinen Müslüman
azınlığın hayatını zorlaştırmaya devam ediyor. 8 Kasım seçimleri de Rohingyalar açısından umut vadetmiyor.
Cennet YIlmaz*
k a ssii m 2015 • S ay ı 245 • P e r s p e k t İ f
49
Dünya
Rohingyalara yönelik “sessiz soykırım”ın bir
ayağı da bu senenin Ağustos ayında kendisini
gösterdi: Irkçı Myanmar Vatanseverler Birliği
(kısa adıyla Ma Ba Tha) rahiplerinin desteklediği yasalar Devlet Başkanı Thein Sein liderliğinde
onaylandı.
Müslüman azınlığa yönelik ırkçı tutumuyla
bilinen Budist Ma Ba Tha rahipleri tarafından
meclise sunulan ve kabul edilen dört maddelik
yasa “Irk ve Din Yasaları” olarak biliniyor. Ülke
dinini ve ırkını koruma adına oluşturulduğu savunulan yasa farklı dinden insanlar arasındaki
evlilikleri ve Budist olmayanların çocuk sahibi
olmalarını sınırlıyor. Getirilen kısıtlamalarda
Budist olmayan erkeklerin Budist kadınlarla evlenmelerinin yetkili makamlarca kontrol edilmesi, yine Budist olmayan erkeklerin Budist eşlerini
din değiştirmeye zorlamaları durumunda 2 yıla
kadar hapse mahkûm edilmeleri ve para cezasına çarptırılmaları öngörülüyor. Çocuk sahibi
olma yönünde getirilen sınırlamada ise Budist
olmayan kadınların doğum yaptıktan sonra 3 yıl
beklemeleri zorunlu hâle getiriliyor.
Açık bir ırkçılığı, ayrımcılığı ve din düşmanlığını tetikleyen bu yasalar insan hakları örgütleri,
dinî ve siyasi liderler tarafından eleştirilmelerinin yanı sıra uluslararası basında da yer aldı.
Myanmar Katolik Başpiskoposu Charles Maung
Bo parlamentoda kabul edilen tasarıyı azınlıklara yönelik bir nefretin sonucu ve zehirlenen
demokrasinin yansıması olarak adlandırdı. İnsan
Hakları İzleme Örgütü ise Myanmar’da “din ve
ırkı korumak adına” onaylanan tasarının başta
Rohingyaları hedef aldığını ve bu yasaların ileride endişe verici neticeler doğuracağını işaret ediyor. Siyasi otoritenin Rohingya Müslümanlarına
en temel insan haklarını geri vermesi yönünde
çağrıda bulunan İnsan Hakları İzleme Örgütü
Asya temsilcisi Brad Adams, Myanmar yönetiminin Rohingyaların temel haklarını sistematik olarak ihlal ettiğini belirtiyor. ABD Başkanı
Barack Obama da Myanmar yönetiminin azınlık
politikasına duyarsız kalmayıp insan hakları ihlali devam ettiği takdirde Myanmar rejimine yönelik baskılarını arttıracağını kaydederken, 2014
senesinin sonunda Birleşmiş Milletler Konseyi
Myanmar yönetiminin ırkçı azınlık politikasını
eleştirmiş ve azınlık haklarının geri verilmesi
50
P e r s p e k t İ f • S ay ı 245 • k a si m 2015
yönünde benzer bir çağrıda bulunmuştu.
Bu çağrılara rağmen geçtiğimiz yıllarda marjinal Budist çeteler tarafından Müslüman köylere
saldırılar düzenlenmesi, Rohingyaların evlerinin
ateşe verilmesi ve binlerce Müslüman’ın katledilmesiyle dünya gündemine düşen Myanmar
rejimi bütün sahteliğiyle dünyaya gülümsemeye devam ediyor. Batılı siyasetçiler Myanmar’a
resmî ziyaretlerinde ülkenin demokrasisini ve
ekonomik piyasasındaki gelişimleri methedip ülkede azınlıklara uygulanan şiddet ve katliamlara
sağır ve dilsiz kalırken, rejimin övgü toplayan
demokrasisi farklı etnik ve dinî grupları sessizce
yok etmeye devam ediyor. Bu gidişatla Myanmar
Batı dünyasının “barış” ve “demokratik” gelişimlerine gıpta ettiği ve sadece Budistlerin yaşadığı,
turizmin gözdesi bir ülke olacak. Günden güne
sindirilen, göçe zorlanan ve katledilen Rohingyaları ise hatırlayan olmayacak. Oysa gerçekte
Myanmar’da neredeyse milyonu aşan Müslüman
nüfus sessizce ve yasalar aracılığıyla meşrulaştırılan bir soykırıma maruz.
Myanmar’ın batısında yasa dışı sığınmacılar
olarak kamplara yerleştirilen Rohingyalar yıllardır en temel haklarından mahrumlar. Bulundukları kamplarda şiddete maruz kalan, ne sağlık ne
de çalışma ve eğitim hizmetlerinden yararlanabilen ve nesillerdir yaşadıkları Myanmar topraklarında vatandaşlıkları ellerinden alınan Rohingyalar sonunda insan kaçakçılarıyla temas kurup
farklı ülkelere göç ediyorlar. Çoğu Rohingya çevre ülkelere bırakılırken, birçoğu da açık denizlerde ölüme terk ediliyor. Nüfusunun yaklaşık yüzde 90’ı Budist olan Myanmar’da nüfusun yüzde
4’ünü oluşturan Müslüman Rohingyalar ülkenin
ulusal güvenliğini tehdit ettikleri gerekçesiyle
açıkça yok edilmek isteniyor.
Myanmar Parlamentosu’nda Rohingya meselesine değinilmediği gibi ne mevcut rejim, ne ana
muhalefet partisi National League for Democracy (NLD), ne Myanmar’daki demokrasi yanlıları, ne de insan hakları savunucuları “Rohingya
meselesi”ni çözecek siyasi iradeye sahip değil.
Bilhassa 1991 Nobel ödülüne layık görülen NLD
Genel Başkanı Aung San Suu Kyi, Rohingyalar’ın
durumu karşısında sessiz. Ülkede demokrat ve
barışçıl profiliyle rol model olan Suu Kyi, Rohingyalara yönelik ırkçı tutumun aktörlerinden biri;
k a s i m 2015 • S ay ı 245 • P e r s p e k t İ f
NLD Genel Başkanı Aung San Suu Kyi
51
©
*Bielefeld Üniversitesi’nde Sosyoloji eğitimini tamamlayan
Yılmaz, sosyolojik teoriler ve toplum analizleri konularıyla
ilgilenmektedir.
Flickr.com/Northern Ireland Office
sadece onun ırkçılığı mevcut rejim ve Ma Ba Tha
örgütünün ırkçılığından biraz daha hafif.
8 Kasımda ülkede yapılacak Genel Seçimlerde vatandaşlıkları ellerinden alınan Rohingyalar seçmen olamadıkları gibi, seçim öncesi
Demokrasi ve İnsan Hakları Partisi’nden adaylıklar Myanmar Seçim Komisyonu yetkililerince
reddedildi. Çoğunluğunu Müslüman üyelerin
oluşturduğu Demokrasi ve İnsan Hakları Partisi’nden seçimlere katılmaya hazırlanan 18 üyeden 17’sinin adaylığının “vatandaş olmadıkları”
gerekçesiyle kabul edilmediği açıklandı. Anayasaya göre seçimlere katılabilecek ve meclise
girebilecek bir partinin en az 3 üyesinin aday
gösterilmesi gerektiği için Demokrasi ve İnsan
Hakları Partisi de böylece seçim listelerinden
elenmiş oldu. Oysa 2011 yılında askerî cunta ile
başa getirilen Thein Sein’in Birlik, Dayanışma ve
Kalkınma Partisi (USDP) özgür ve tarafsız bir seçim sözü vermesine rağmen, ordu ve Ma Ba Tha
baskısının ağırlığı seçim öncesi verilen ani kararlar ve onaylanan yasalarda kendisini belli ediyor.
İktidar partisi USDP üyesi Shwe Mann, ana muhalefet partisi NLD ile birlikte çalışabileceği ve
gelecek dönemde Devlet Başkanı olabileceği yönündeki açıklamalarının ardından Genel Başkan
Sein tarafından azledilmişti. Seçimlerde kimlerin devlet başkanlığına aday olacağı bilinmiyor.
Ana muhalefet partisi NLD’nin iktidar olması
durumunda Suu Kyi anayasal düzenlemeye göre
akrabalarının yabancı uyruklu olması nedeniyle
devlet başkanı olamayacak. USDP’deki görevinden azledilen Mann’ın NLD’ye katılıp devlet başkanı olması da olası. Bu karmaşık seçim sistemi
hangi partinin zaferi ile sonuçlanırsa sonuçlansın Rohingyalara karşı beslenen ırkçı tutumun ve
hak ihlallerinin süreceği kesin. Ülkede ordunun
siyaseti ve ekonomiyi kontrol etmesi, Ma Ba Tha
rahiplerinin din ve ırklarını “muhafaza etme”
adına halk tarafından seçilmiş parlamentoya
müdahil olmaları ve Myanmar rejiminin Müslümanlara karşı ayrıştırıcı, ırkçı ve soykırım yanlısı
tutumu değişmediği sürece Rohingyaların hakları her hâlükârda ihlal edilmeye devam edecek.
Dünya
Söylemler ve Karşı Söylemler:
Yemen’de Suud Müdahalesi
Yemen’deki savaş, diğer “önemli” küresel gelişmelerin gölgesinde kalırken ülkede ciddi bir insani kriz yaşanıyor. İran, Suudi Arabistan, Husiler, IŞİD ve
El-Kaide’nin aktörlüğünde devam eden
kriz uzun sürede Yemen’e istikrarın
gelmeyeceğinin de bir göstergesi.
MareIke Transfeld*
52
P e r s p e k t İ f • S ay ı 245 • k a si m 2015
Shutterstock.com/Dmitry Chulov
©
Suudi Arabistan’ın Yemen’de ciddi savaş
suçları işlemekte olduğuna dair birçok medya
kurumu ve gözlemci insan hakları organizasyonlarının iddiaları, krallığın Yemen’de aslında “meşruiyeti savunduğu” ve ülkeye istikrar
getirdiği gibi düşünceleri mesnetsiz bırakıyor.
Suudi Arabistan’ın Birleşmiş Milletler (BM) İnsan Hakları Konseyi’ne kabulü ve Hollanda tarafından gündeme getirilen Yemen’deki savaş
suçlarının tarafsız şekilde araştırılması teklifini
başarılı şekilde bloke etmesi, Suud Krallığının
Yemen’deki askerî müdahalesinin uluslararası
anlamda kabul gördüğünün de göstergesi. Nitekim Suud Krallığının Husi hareketini sürerek
Yemen’deki İran nüfuzunu sınırlamaya çalışması ve Ekim 2014’ten itibaren bu bölgelerdeki
kontrolü ele geçirmesi Batılı karar mercileri tarafından da biliniyordu. Bu bağlamda Suudi Arabistan bölgedeki istikrar için Batılı siyasetçiler
tarafından önemli bir partner olarak görülüyor.
Suud Krallığı’nın Yemen’deki meşru hükûmeti savunduğu argümanı Batı’nın da desteğiyle kabul gördü. Aynı söylem, Yemen’in Körfez
İşbirliği Konseyince başlatılan ve BM’nin maddi
destekte bulunduğu başarılı bir geçiş sürecinden
geçtiği söyleminin uzantısıdır. Bu bakış açısına
göre Husiler’in devlet kurumları ve bölgeleri
üzerinde hâkimiyet sağlaması meşru hükûmete
karşı bir darbe niteliğinde olup Yemen’in bölge
için barışçıl bir model olarak yansıtıldığı bu
geçiş sürecini sabote etmektedir. Yine bu
mantığa göre Suudi askerî müdahalesinin
amacı Husileri kendi bölgesel kalelerine
geri püskürtmek, Sana’a’da bir geçiş
hükûmetini göreve getirmek ve ideal olarak da geçiş sürecinde olumlu
ilerlemeler kaydetmektir.
Ne var ki bu söylemin yanında bir de Yemen’deki durumu
anlatan farklı bir gerçeklik
var. Yemen halkına göre
ülkedeki sorunları çözmek için hayata geçirildiği iddia edilen geçiş
süreci pek çok faktör
nedeniyle başarısızlığa uğramaya
zaten mahkûmk a s i m 2015 • S ay ı 245 • P e r s p e k t İ f
53
Dünya
du. Örneğin 2011’de sokaklara dökülüp, adam
kayırmacılığını, fakirliği ve işsizliği protesto
edenler toplumun büyük bir kısmını oluşturmasına rağmen sözü edilen anlaşma, yalnızca
siyasi sistemin içerisinde yer alan ve Sana’a’daki
rejimle bir şekilde bağlantısı olan siyasi partileri
muhatap kabul etmekteydi. Ayrıca bu plan, Husiler ve ayrılıkçı güney hareketi Hirak gibi taban
örgütlenmelerinin Aralık 2011’de kurulan geçiş
hükûmetinin bir parçası olmasını engelliyordu.
Bunun yerine kurulan hükûmet eski yönetim ve
muhalefet partilerinden oluşmaktaydı. Bu da
geçiş sürecinin yalnızca eski elit tabakayla sınırlı kalması anlamına geliyordu. İkinci olarak, eski
başkan Ali Abdullah Salih ve adamlarına sağlanan dokunulmazlık, eski rejimden geri kalanların siyasette faal olmasına ve geçiş sürecinin
baltalanmasına zemin hazırladı. Bu iki faktör de
eski elit tabakasını güçlendirdi. Böylece yaygın
yolsuzluk ve iltimas siyaseti gibi protestolara
neden olan siyasi dinamikler değişmeden aynı
kaldı. Bu da, Körfez İşbirliği Konseyi İnisiyatifinin yapıcı bir şekilde yürütülmesine engel teşkil
eden elit ittifakları oluşturdu. Üçüncü olarak,
Ulusal Diyalog Konferansı Yemen’deki iç çatışmaları çözemedi ve konferansta yürütülen mü-
54
P e r s p e k t İ f • S ay ı 245 • k a si m 2015
zakerelerde somut bir ortak karara varılamadı.
Bir yandan da geçici hükûmetin pasif kalmasıyla
somut herhangi bir reform yapılmadı ve işsizlik
oranı düşmedi. Sık elektrik kesintileri ve hızla
yükselen petrol fiyatları halkın çektiği sıkıntılara yenilerini ekledi ve sonuç olarak da hem ekonomi hem de güvenlik şartları kötüleşti.
Yemen halkının büyük çoğunluğu, artık
inancını kaybettiği bu geçiş sürecinin sonuçlarını beklemek yerine halkın kendi gerçeklerine
dayanan birçok taban hareketi oluşturdu. Husi
hareketi, Ulusal Diyalog Konferansı’ndaki yapıcı tutumuna paralel olarak milisleriyle birlikte
Saada’daki ana üslerinin de ötesine ilerleyerek
daha fazla bölge üzerinde hâkimiyet kurdu. Ulusal Diyalog Konferansı’nın başarısızlığı ve hükûmetin giderek azalan meşruiyeti göze alındığında Husiler kuzey Yemen’de geniş halk desteğini
kazandı; bununla birlikte barışçıl protestolar ve
şiddetli saldırılardan oluşan stratejileriyle başkent Sana’a’nın kontrolünü ele geçirdiler. Husiler her ne kadar şiddet kullanmış olsalar da bu
şiddeti devletin meşru güç kullanım tekelinin
olmadığı bir zamanda kullandılar. Dahası bazı
aşiretler ordudaki eski Başkan Ali Abdullah Salih taraftarlarıyla birlikte bu silahlı hareketi des-
©
Flickr.com/ Ibrahem Qasim
tekledi; hareketin devletle yakın temasları oldu
ve hatta kendilerini devletin bir parçası olarak
görmeye başladılar. Bu bakış açısından bakıldığında Suudilerin askerî müdahalesi ülkedeki
meşruiyetini çoktan kaybetmiş bir devlet başkanının çağrısıyla gerçekleşen ve ulusal egemenliğe yöneltilmiş bir saldırı olarak görülmektedir.
Bununla birlikte Husiler’in merkez ve güney
Yemen’de eski başkan Salih’in de desteğiyle
şehirleri işgal ederek ilerlemesi ülkede istikrarı
yeniden inşa etme çabası ve El Kaide’ye karşı verilen mücadelenin bir uzantısı olarak lanse edildi. Önceki yıllarda El Kaide, Hadramut ve Abyan
gibi bazı güney bölgelerde kendi kalelerini oluşturmuştu.
Fakat bu gelişmeler hakkında kullanılan
söylem, güney Yemen’de mevcut olan hâkim
inanışın tam tersini yansıtmaktadır. Zira Körfez İşbirliği Konseyi İnisiyatifi, ülkenin tek ve
birlik içinde olması gerektiğini açıklamış, ayrılıkçı güney hareketi ise en başından beri geçiş
sürecinde yer alma konusunda isteksiz olmuştur. Bu hareketin Ulusal Diyalog Konferansı’na
katılması da sadece bir görüntüden ibarettir.
Ulusal Diyalog Konferansı’nın, güneyi iki federal bölgeye bölme çözümü, hem ayrılıkçı hareket
hem de güneylilerin çoğu tarafından reddedildi.
Husi hareketine benzer olarak güneydeki Hirak ve diğer gruplar Ulusal Diyalog Konseyi’nin
başarısızlığını önceden tahmin ederek konsey
daha bitmeden kamuoyu yaratmayı başardılar.
Yerel halk tarafından kuzeyli işgal rejimi olarak
kabul edilen yönetimin temsilcilerini kovmak
için pek çok güç kendilerine ait bir güney bölgesi oluşturmak için birlikte çalıştı. Bu bölgelerde
eski başkan Salih’e sadık ordular tarafından desteklenen Husi saldırıları, kuzey hâkimiyetini tamamıyla yeniden inşa etme teşebbüsleri olarak
görüldü. Mart 2015’te, Aden ile merkez ve güney
Yemen’deki diğer şehirleri savunmaları için sivil
halk silahlanmaya zorlandı; Suud askerî müdahalesi ise kuzeyli milislerin saldırılarının önlenmesinde tek yol kabul ediliyordu.
Suud müdahalesine bu denli desteğe karşın
Yemen’de Başkan Hadi’ye ya da BM tarafından
desteklenen geçiş sürecine çok az destek bulunmaktadır. Siyasi elitler halk arasında güvenirliğini tamamen kaybetmiş; içlerinde farklı pek
çok siyasi grup arasında köprü görevini üstlenebilecek ve sağlam bir diyalog sürecine öncülük
edebilecek pek az potansiyel aday kalmıştır. Bir
taraftan da, IŞİD ve El Kaide gibi aşırı gruplar bu
müdahaleden en kârlı çıkan taraflar olmuştur.
Bu gruplar daha geniş alanlarda kontrolü ele geçirmişler; Aden’de geçici hükûmete ve hükûmetin Körfez’deki destekçilerine saldırılar düzenlemişlerdir.
Suud müdahalesinin başarılı olması ya da
eski başkan Salih’in desteğindeki Husiler’in
Suud saldırılarına karşı koymaları bir yana bırakıldığında devam etmekte olan savaşın, Yemen
toplumunda hâlihazırda mevcut olan anlaşmazlıkları daha da derinleştirdiği görülüyor. Savaş,
devletin alt yapısını ve ekonomisini tahrip etmekle kalmayıp geçmişte belli bir noktaya kadar birlikte yaşamayı başarmış halkın toplumsal
dokusuna da zarar veriyor. Böylelikle istikrar getirmekten çok bu askerî müdahale güvenliğin ve
ekonominin daha da kötüleşmesine sebep olup,
reel bir siyasi diyaloğun mümkün olmadığı bir
ortam yaratıyor.
*Siyaset bilimci olan Transfeld’in uzmanlık alanları rejim
meşruiyeti, otoriterizm ve Yemen’dir.
k a s i m 2015 • S ay ı 245 • P e r s p e k t İ f
55
Ümmet Mozaiği
Sancılı Bir Coğrafya:
©
Flickr.com/dierk schaefe
Filistin
Kudüs, Kubbetü’s-Sahra
Kudüs’teki Kutsal Kabir Kilisesi
Rabia Şanlıalp
Filistin, insanları dünyanın dört bir yanına dağılmış, kan ve gözyaşının bitmezmiş gibi algılandığı topraklar. Dünya gündemine sık aralıklarla tekrarlanan savaş, ayrımcı politikalar ve işgal ile düşen bu coğrafyanın insanları daha
56
P e r s p e k t İ f • S ay ı 245 • k a si m 2015
Flickr.com/dierk schaefe
©
Flickr.com/dierk schaefe
©
2014 Lozan’da Filistin’le dayanışma gösterilerinden
Flickr.com/dierk schaefe
©
Flickr.com/imke.stahlmann
©
Kudüs’ün doğusundaki Zeytin Dağı’ndaki mezarlar
derinden bir incelemeyi hak ediyorlar. Filistin halkı ve bu coğrafyada cereyan
edenler ancak bu tarz derinden bir incelemenin ardından doğru anlaşılabilecek gibi gözüküyor.
k a s i m 2015 • S ay ı 245 • P e r s p e k t İ f
57
58
P e r s p e k t İ f • S ay ı 245 • k a si m 2015
EG
Shutterstock.com/OLEGOLEGOL
Filistin yaklaşık üç çeyrek asırdır acı, kan ve gözyaşıyla hatırlanan sancılı bir coğrafya. 1948,
hatta daha öncesine uzanan İsrail
işgali altında hakları, toprakları ve
özgürlükleri günbegün yağmalanan bir halk Filistin halkı. Sadece
mallarına ve canlarına değil aynı
zamanda, belki de daha çok, insanlık onurlarına ve manevi değerlerine kasteden bir rejimin daimi
gölgesinde bütün anormalliklere
rağmen normal bir hayat sürmeye çalışmanın adı Filistinli olmak.
Her gün aile fertlerinden biri veya
birkaçının ölüm haberini duyma
endişesiyle yaşamak zorunda kalmanın, sabah terk ettiğin evine akşam dönememe ihtimaline kendini herhangi bir yerdekinden daha
yakın hissettiğin topraklar Filistin
toprakları...
Filistin sadece toprak olarak
değil yönetim olarak da bölünmüş
bir kimliğe sahip. Bugün uluslararası düzeyde tanınan Mahmud
Abbas başkanlığındaki Filistin
Yönetimi, 1994’te İsrail ve Filistin
Kurtuluş Örgütü (PLO) arasında
gerçekleşen Oslo Barış Görüşmelerini müteakip kurulan Filistin
Ulusal Yönetimi (PNA)’nin devamı
niteliğinde. PNA Batı Şeria ile Gazze’yi kapsayan Filistin topraklarında özellikle dış işleri konusunda
tamamen işgalci İsrail yönetimine
bağlı özerk bir yönetim olarak kuruldu. Ancak 2006’daki seçimleri
İslami Direniş Örgütü HAMAS’ın
kazanmasıyla İsrail ve Batılı devletlerin seçim sonuçlarını tanımadıklarını açıklamaları ve akabinde
yaşanan gelişmeler üzerine Filistin yönetimi ikiye bölündü. Bugün
Gazze’de HAMAS ve Batı Şeria’da
Filistin Ulusal Kurtuluş Hareketi FATAH idaresinde olmak üzere
2007’den bu yana Filistin toprak-
©
Ümmet Mozaiği
nciler
Beytüllahim sokaklarında dolaşan kız öğre
Beytüllahim şehir merkezi
larında iki ayrı yönetim bulunuyor.
Can güvenliği sebebiyle anonim kalmak isteyen Filistinli bir
aileyle konuşuyoruz. Ailenin annesi Nur, 48 yaşında, doğma büyüme Filistinli, ortaöğretimini bitirmiş. Liseyi bitiren eşi oturdukları
şehirde elektrikçi olarak çalışıyor.
31 senelik evliliklerinden 5 çocuğa sahipler: En büyük oğulları 31
yaşında ve zihinsel engelli. Onun
ardından biyoloji lisansını yapıp
bir üniversitede öğretim görevlisi
olarak çalışan 25 yaşında evli bir
kızları var. Ardından 21 yaşlarında
ikiz evlatları geliyor. İkizlerden kız
olan kimya, oğlan ise tıp eğitimi
görüyor. Ailenin en küçük bireyi
ise 11 yaşındaki kızları. Nur’un ailesi Kudüs’ün kuzeyinden 14, İsrail
işgali altındaki Ramallah’tan ise 2
kilometre uzaklıktaki Kofor Akab
adlı küçük bir kasabada ikamet
ediyor.
Aile geçimini büyük oranda
emlakçılıktan kazanıyor. Fakat Filistin’de hayatlarını iyi koşullarda
sürdürebilmek için hayatlarının
bir dönemini Amerika’da geçirmek zorunda kalmışlar. Böylelikle orada yeterince para biriktirip,
Filistin’de iş kurup, aynı zamanda
kendi vatanlarına yatırım yapmaları da mümkün olmuş. Nur, “Filistin’in bu talihsiz ekonomisinden
dolayı belki de böyle büyük bir
aileyle ve bu ailenin ihtiyaçlarıyla kendi vatanımızda yaşamımızı sürdürmek imkânsız olabilirdi.
Eğer bunu yapmış olmasaydık,
Filistin’de nasıl yaşayabilirdik, ne
yer ne içerdik, hiç bir fikrim yok.”
diyor. İstatistikler de Nur’u tasdikler nitelikte: 2014 yılında Filistin topraklarındakilerin yüzde
45’i bir işe sahipken, işsizlik oranı
ise yüzde 27’ye yakın. Bu sayılar
ve işsizlik durumu özellikle Gazze
Şeridinde çok daha vahim bir seyir
takip ederken Batı Şeria’da ekono-
©
Beiler
Shutterstock.com/Ryan Rodrick
©
EG
Shutterstock.com/OLEGOLEGOL
©
ielcastromaia
Shutterstock.com/
dan
tinli
nde zeytin ağacıyla ilgilenen bir Filis
Beytüllahim’in Al Kader isimli bir köyü
Bütün anormalliklere rağmen
normal bir hayat
sürmeye çalışmanın adı Filistinli
olmak.
Kudüs’te bir Müs
lüman mahallesin
•
•
•
İsrail’in bağımsızlığını ilan etmesinin ardından 700 binden fazla Filistinliyi evlerinden sürüp pek çok sivili katlettiği 14
Mayıs 1948 tarihi Al Nakba, yani “büyük
felaket” olarak 1998’den beri her sene
dünyanın pek çok yerinde anılmaktadır.
Filistin topraklarında para birimi olarak
İsrail’in para birimi olan Yeni İsrail Şekeli
ve Ürdün Dinarı kullanılmaktadır.
Doğu Kudüs, Batı Şeria ve Gazze Şeridi’ni
kapsayan Filistin topraklarında nüfusun
yüzde 88’ini Arap Müslümanlar, yüzde
2.4’ünü Rum Ortodoks, Roma Katolik
ve Protestan gibi farkı mezheplerden
Hristiyanlar, yüzde 9.6’sını ise Yahudiler
oluşturmaktadır.
de kurulan pazar
mik durum Gazze’ye kıyasla kısmen daha iyi.
Nur, evde günlük yaşamın sabah namazıyla başladığını söylüyor. Evin babası işe gitmeden önce
ailenin büyükleri olan babaanne
ve dedenin ihtiyaçlarını karşılıyor
ve ancak ondan sonra iş yerine
doğru yola koyuluyor. Anne ise ev
halkının ihtiyaçlarını karşılamak
için didinen bir ev hanımı. Öğle
vaktine doğru aile bir araya gelip
öğle yemeğini yiyor; ibadetlerin
ve Arap ülkelerinde sünnete dayalı yaygın bir gelenek olan öğle
istirahatinin ardından yine herkes
işlerinin başına geçiyor. İş dönüşünde ise dışarda gezmek veya
aile ve arkadaş ziyaretleri ile vakit
geçiriyor. Nur, boş vakitlerde Arap
dünyasında olup bitenlere dair haberleri ya da belgesel, sinema gibi
programları izlediklerini anlatıyor.
İsrail’de Araplara yönelik haftanın
belirli saatlerinde Arapça yayın
yapan kanallar olsa da Filistinliler
bu yayınlara İsrail propagandası
yapıldığı gerekçesiyle pek iltifat
etmiyor. Bununla birlikte İsrail,
Filistin bazlı ve İsrail kontrolünde
olmayan hiçbir Arap kanalına da
sıcak bakmıyor. Geçen yaz Filistin
Yönetimi’nin desteğiyle Batı Şeria’dan yayın yapmaya başlayan
Palestine 48 adlı televizyon kanalı
hakkında İsrail hükûmeti tarafından “İsrail’in bağımsızlığına zarar
verdiği” gerekçesiyle kapatma kararı alınmıştı. İsrail’in daha önce
de Gazze’de yayın yapan bir kanal
binasını bombaladığı biliniyor.
Dünya genelinde toplamda 12
milyon Filistinli yaşıyor. Bu 12
milyonun çok büyük bir kısmı İsrail işgalinin ardından vatanlarını terk etmek zorunda kalmış ve
İsrail tarafından vatanlarına geri
dönme hakları da gasp edildiği için
dünya geneline yayılmış durumda.
Toplam Filistinli nüfusun sadece
k a s i m 2015 • S ay ı 245 • P e r s p e k t İ f
59
Ümmet Mozaiği
©
Shutterstock.com/badahos
Beytüllahim’in tarihî şehir merkezi
©
Shutterstock.com
/badahos
5 milyona yakını Filistin topraklarında ikamet ediyor. 4.6 milyon
Filistinliden 2.8 milyonu Batı Şeria’da, 1.8 milyonu ise Gazze Şeridi’nde bulunuyor. Bunun dışında
İsrail vatandaşlığına sahip Filistinliler de var ve İsrail nüfusunun
hiç de azımsanmayacak beşte birlik kısmını oluşturuyorlar. Bu durum, birçok Filistinli için dünyanın
pek çok farklı bölgesine dağılmış
akrabalara sahip olmak demek.
Nur’un ailesi de boş zamanlarında
sosyal medya ve yeni iletişim teknolojileri üzerinden uzakta oturan
aileleriyle irtibata geçtiklerini belirtiyor.
Genel olarak zihinlerde Filistinliler ve İsrailliler arasında gerilim ve öfke yüklü bir ilişkiden
başka bir ihtimal yokmuş ya da
bu iki millet asla birbiriyle sağlıklı bir diyalog sürdüremezmiş gibi
bir algı var olsa da Nur daha farklı bir bakış açısı ortaya koyuyor:
“Biz insanlarla sağlıklı bir ilişki
60
P e r s p e k t İ f • S ay ı 245 • k a si m 2015
kurabilmek ve bu ilişkiyi dengede
tutabilmek için çaba sarf ediyoruz.
Bunun için herkese sevgi dolu yaklaşabilmek gerekiyor. Gayrimüslim
arkadaşlarımız ve komşularımız
var ve onlarla ilişkilerimiz gayet
normal ve saygı dolu. Yani din, dil,
ırk ayırt etmeden bir arada yaşayabiliyoruz. Bazıları için bu garip ve düşündürücü olabilir, ama
aynı insanlığı paylaşıyorsak neden
böyle olmasın ki?” Bununla birlikte ailesinin Müslümanlarla olan
ilişkisinin daha düzenli olduğunu
da ekliyor. Nüfusunun büyük bir
bölümünü Sünni Müslümanların
teşkil ettiği Filistin topraklarında
Müslümanlar farklı mezheplerden
Hristiyanlar ve Yahudilerle bir arada yaşıyor.
Filistin toprakları, tüm dünyanın dikkatini çeken ve on yıllardır
süren bir sorunun yaşandığı bir
coğrafya olunca insan Filistinlilerde daha farklı bir şeyler arıyor
belki; oysa Nur’un da kendi evlat-
Nur’un endişeleri dünyanın
diğer bölgelerinde yaşayan
annelerin endişelerinden
farklı değil.
ları için endişeleri dünyanın diğer
bölgelerinde yaşayan annelerin
endişelerinden farklı değil: “Her
ebeveynin hayal ettiği gibi biz de
evlatlarımızın üniversitelerini bitirmelerini, mutlu ve bağımsız bir
hayat sürdürmelerini istiyoruz.”
Fakat bu “sıradan” isteklerin
yanı sıra 1948’den sonra Filistinlilerin giderek daralan yaşam
alanları, illegal yerleşimcilerin
artışı, ayrımcı politikalar, ırkçı bireysel saldırılarla sıkça patlak veren savaşın Filistinlilerin karşısına çıkardığı bir gerçek var: İşgal
Filistinlilerin tüm yaşam alanlarına nüfuz ediyor. Bilhassa Batı
Şeria’da Filistin köy ve şehirlerini
birbirinden ayıran kontrol noktaları yüzünden çocuklar okullarına, yetişkinler işlerine, çiftçiler
tarlalarına ve hastalar hastanelere
ulaşabilmek için her gün onur kırıcı muamele ve kontrollere tabi
tutuluyorlar. Kontrol noktalarındaki uzun bekleyişler nedeniyle
©
Shutterstock.com/badahos
Batı Şeria’da bir barikat
©
Shutterstock.com/posztos
İsrail ve Filistin arasında kurulan utanç duvarlarından geçen insanlar
işine zamanında varabilmek için
insanlar sabahın 2’sinde kapılarda
kuyruk olmaya başlarken, yapılan
bir araştırmaya göre 2000 ve 2007
yılları arasında hastaneye ulaşmak
isteyen 69 kadın İsrail askerlerinin
geçişlerini engellemesi nedeniyle
askerî kontrol noktasında doğum
yapmak zorunda kaldı. Bu bebeklerden 35’i, annelerden ise 5’i hayatını kaybetti.
Nur şiddet eylemlerinin çirkinliğine vurgu yapmaktan geri
kalmıyor: “İnsanların kolayca cinayete kalkışabilmesini izlemek o
kadar korkunç ve iç karartıcı ki!..”
Nur’a göre yaşadığı topraklarda
insan hayatının kıymeti yok: “Filistin’de can almak kolay gibi görünüyor, ama insanlar bir gün kendi canlarını da teslim edeceklerini
çok kolay unutuyorlar.”
Birçok Filistinli kendilerini
kendi vatanlarında, hatta evlerinde savunmasız ve çaresiz hissediyor Nur’a göre. Bu çaresizlik hissi
karşısında Filistin’i terk etmek de
bir çözüm değil: “Ülkeyi terk etme
düşüncesi her gün biraz daha olası
hâle geliyor. Hatta buraları terk etmek kaçınılmaz gibi gözüküyor. Bu
düşüncelerle daha önemli bir soru
gün yüzüne çıkıyor aslında: Biz
Müslüman olarak her yerde zulme
uğruyoruz. Burayı terk edelim, tamam, ama ondan sonra nereye gidelim?” Nur’a göre asıl çaresizlik
burada başlasa da o bu çaresizlikten çok kısa bir süre içerisinde silkeleniyor: “Allah’a olan inancımız
bizim bir gün kurtuluşa ve daha
güzel günlere erişeceğimize dair
tek ümidimiz ve sığınağımız.”
Onun sığınacak limanı olan
inancın Müslüman toplumda giderek silindiğini gözlemlendiğini de
ekliyor Nur: “Müslüman toplumun
Allah’tan, Kur’an’dan, sünnetten
bu kadar uzaklaşmaları kıyamet
alameti olsa gerek. Filistin’deki
gençlerin birçoğunun hipnotize
olmuş gibi sadece dünyalık ya-
şamlarının peşine düştüğünü görüyorum.” Yaşadığı topraklarda
siyasi sorunların var olduğunu,
ama gençliğin dinî, ahlaki ve ilmî
çöküşünü izlemenin de en az işgal
kadar iç karartıcı olduğunu belirtiyor. Ona göre gençlerden başlayarak tüm İslam toplumu dinî ve
manevi değerleri ile ünsiyetlerini
geri kazanmalı. Filistin’de siyasi
sorunlardan etkilenip umutsuzluğa kapılan Müslüman bireylerin
silkelenip bu doğrultuda faaliyete
geçmeleri aynı ölçüde önemli.
Filistin’de yaşayan Müslümanların ekonomik, sosyal ve kültürel
anlamda en sıkıntılı günlerini yaşadıklarını belirten Nur, çizdiği bu
oldukça kötümser tablonun dışına
çıkıp Filistin’deki bayramlardan
bahsediyor: Ülkede ramazan ve
kurban bayramları cömertlik ve
misafirperverliğin zirveye çıktığı
zamanlar. Çocuklar için bayram
neşe dolu geçerken Nur’a göre büyükler bayramı biraz daha buruk
yaşıyorlar. Zira yetişkinlerin birçoğu son bayramlarıymış gibi bir
halet-i ruhiye içinde yaşıyor bu
zamanları… Bu durum da aslında Filistin’de Müslüman olmayı
özetliyor. “En sevinçli zamanların
arasına serpiştirilmiş burukluk”:
Filistinli olmak, biraz da bu anlama geliyor.
k a s i m 2015 • S ay ı 245 • P e r s p e k t İ f
61
Portre
Bir Mevlana A
ş
ığı:
Eva de Vitra
y Meyerovitch
Fark lı k ıta ve
kollardan geç
erek umman
rek Mevlana
a k av u ş a n n e
ile buluşan H
hirler gibi, fark
a
v
v
a
H
zaman k arşıla
anım’ın k arşıl
lı dil ve dinle
ştığımız öyle
a
rden geçe ştığı gerçek le
m
e
r
sajlar ve işare
merak etmey
zen hissederi
tl
e değer. Çoğ
er vardır k i, on
z. Öyle mesajl
u
ları bazen gö
ar da vardır k i,
sayfalara dizil
rü
ete kemiğe b
r, bazen yaşar,
ir. Bek lenmed
ürünür insan
b aik bir zaman
nışmamız be
diliyle görünü
v
e
m
ek ânda k arşım
lk i görünüşte
r,
in
ci gibi
tesadüfle baş
ıza çık an bu m
İşte Eva de Vit
lar, hayranlık la
e
s
a
jl
a
ray Meyerovic
rl
a olan tasürer, hik met
th’in Mevlana
ve hak ik atle s
buluşması da
onuçlanır.
böyle bir me
sajla gerçek le
şmiştir.
» Prof Dr. Abd
*Selçuk Üniv
ersit
ve Havva Han esi Beyşehir Ali Akkanat
Turizm Fakü
ım’ın manevi
ltesi dekanı
oğludur.
olan Öztü
rk, Fransız D
ili ve Ed
62
P e r s p e k t İ f • S ay ı 245 • k a si m 2015
ebiyatı Bölü
ullah Öztürk *
mü öğretim
üyesi
Havva Hanım, 5 Kasım 1909 yılında Paris’in Bou- Ali’ye dua edersin.” Havva Hanım da “âmin” diyerek
logne Bölgesi’nde dünyaya gelir. Aristokrat ve dindar kabul eder. Bunun üzerine şoför ücretin yarısını almabir ailenin kızıdır. İlk zamanlar elit ailelere mensup yı kabul eder.
Havva Hanım Paris’e döner. Paris’te Müslüman Yaöğrencilerin gittiği bir rahibe okuluna gider. Ama anılarında o dönemden ve rahibelerden pek memnun ol- zarlar Derneği kurulur ve Havva Hanım derneğin genel
madığını söyler. Sonra Hukuk Fakültesi’ne girer, aka- sekreteri seçilir. Daha sonra bu yazarlar hep beraber
demik kariyer yapar ve kitaplara sığmayacak başarılara hacca giderler. Havva Hanım hac mahallini görünce
imza atar. Daha sonra Fransa’nın en büyük araştırma çok şaşırır ve onu mahşere benzetir. Kendini başka bir
merkezi, İlmi Araştırmalar Millî Merkezi’nde Fizik Bö- dünyada hisseder ve her şeyi unutur. Ne evlatları, ne
lümü Daire Başkanlığı’na atanır. Bu kurumda 1935 yı- kocası, hiç kimse aklına gelmez. Ama Arafat’a çıkar çıklında nükleer fizik dalında Nobel ödülü alan Fréderic maz İstanbullu taksi şoförü Ali’yi hatırlar ve ağlayarak
Joliot ve eşi Irene’nin laboratuvarında yönetici olarak Ali’ye dua eder. Havva Hanım kendisine de ilginç gelen
çalışır. Bu yıllarda, Muhammet İkbal’in Mevlana hak- bu olayı Paris’teki dostlarına anlatırken gözlerinden
kında İngilizce yazdığı “İslam’da Dinî Düşüncenin yaşlar akar, “İslam kardeşliği böyle bir şey.” derdi.
Bir ara Mısır Ezher Üniversitesinde felsefe hocaYeniden İnşası” adlı eserine rastlar ve onu okuyunca
Mevlana’dan haberi olur; âdeta dünyası değişir. Kendi lığı yapan Havva Hanım, dostlarına sık sık şu gerçeği
tabiriyle, “Ya şimdiye kadar okuduğum Yunan felsefe- vurgulardı: “Ne gariptir ki ben de dâhil, Roger Garaudy
sinin söyledikleri, ya da Mevlana’nın söyledikleri doğ- gibi birçok Fransız filozof İslam felsefesini tanımadan
rudur.” der. Fransızca yazılmış kaynak bulamadığı için Sorbon Üniversitesinde felsefe doktorası yaptık.” Paİkbal’in İngilizce yazılmış kitaplarını Fransızcaya çevi- ris Sorbonne Üniversitesinde lisans, yüksek lisans ve
rir. O yıllarda başladığı “Eflâtun’da Simgeler” adlı dok- doktora yapmış eski bir öğrenci ve hâlâ o üniversite
tora çalışmasını bırakarak “Mevlana Celalettin Rumi, ile irtibatı olan bir öğretim üyesi olarak ben de bu gerMistik Düşünce ve İslam’da Şiir” konulu doktorasına çeği doğruluyorum. Fransa’daki üniversitelerin felsefe
başlar ve bitirir. Bu çalışmadan sonra İslam’a girmeyi programları incelendiğinde, İslam felsefesi kürsüsü
düşünür. Ancak bu Fransa gibi bir ülkede kolay değildir. veya dersi olmadığı görülür. Bu gerçeği iyi bilen ve
Akşamları ihtida etmeye karar verir, gündüzleri vazge- yaşayan Havva Hanım, Mevlana anlayışıyla Batı’daki
çer. Bir gün, “Ey Tanrım! İslam’a gireyim mi girmeye- İslam karşıtlığını yıkmaya çalışır. Batılılar için yazdığı
yim mi? Bana bir işaret ver.” diye samimi bir dua eder. “İslam, l’autre visage” (İslam’ın Güler Yüzü) bu eserlerinden biridir.
O gece rüyasında mezar taşında Eva adının Arapça
“Ben bir Konyalıyım, kendimi de Türk hissediyorum.”
“Havva” olarak yazıldığını görür. Sabah uyandığında ise
Müslüman olur. Rüyasını anlattığı kişilere, “Anladım ki diyen Havva Hanım, bir gün Konya’dan Paris’e dönerken bana, “Ne olur ben ölünce Konya’da Mevlana’nın
Allah Fransızca da biliyor.” diye espri yapardı.
Müslüman olduktan sonra İslam ülkelerine geziler arkasında mütevazı bir mezarlığa defnedilmemi sağla.”
yapmaya başlayan Havva Hanım Türkiye’ye gelir. İs- diye vasiyet etmişti. Ama kendisine ve İslam’a ters dütanbul’da Halil Can isminde bir neyzenle tanışır. Ha- şen oğulları yüzünden sağlığında bana yazılı bir vasilil Can onu Galata Mevlevihanesi’ne götürür. Orada yet verememişti. Muhtemelen onları kırmak ve onlara
gözü mezarlığa takılır ve tüyleri diken diken olur: “Bir anlamsız gelen böyle bir teklifle ailede sorun çıkarmak
baktım, üç yıl önce rüyamda gördüğüm mezar taşımın istemedi. “Sen de benim manevi oğlumsun. Ne fark
aynısı orada.” Sözünü ettiği mezar Havva isminde bir eder, bir yolunu bul sen götür, gönülden iste, Allah yokadına aittir. Mezarlık ise Mevlevi hanımların mezar- lumuzu açar.” demişti. Ben de belki bir belge ve bilgi
lığıdır. Çok duygulanır, ağlar ve kendi kendine “Sen olarak işe yarar diye, 1989 yıllarında Selçuk Üniversitesinde yaptığı bir konuşma sırasında, basın önünde
Mevlevi olacaksın.” der.
Bir başka gün yolu Eyüp’e düşer. Orada abdest alıp, Konya’da gömülmek istediğini sözlü olarak beyan etnamaz kılar. Onu Eyüp Sultan’a götüren şoför de na- mesini sağladım ve böylece bu isteği yerel gazetelere
maz kılar. Sonra geri dönerler. Havva Hanım borcu- yansıdı. Yıllar sonra nasip oldu, izin alabilmek için
nu ödemek üzere parayı uzatır. Şoför ise para almak oğullarına yazdığım ikna mektuplarında bu beyanları
belge olarak kullandım.
istemez. Sonrasında “Ben uzatıyorum, o almıyor. Bu
Yalnız yaşayan Havva Hanım’a Fransa’da Ayşe Şaşı
inanılmaz bir şey. Hiçbir ülkede bunu yaşamazsınız.”
diyecektir. İsmini sorduğunda şoför “Ali” der. “Bak Ali! isminde bir Cezayirli bakıcılık yapıyor ve onunla kaBu benim için haram. Bende para çok, sen de bebe çok.” lıyordu. Bir gün Havva Hanım rahatsızlanmış. Sonra
der. İnatlaşma sürerken Ali, Havva Hanıma dönerek, hastalığı ilerlemiş, yatağa düşmüş. On gün doktor olan
“Hac?” der. Havva Hanım da “İnşallah bir gün.” der. büyük oğlunun çalıştığı hastanede kalmış. Kocası daha
Şoför iki elini dua eder şekilde yüzüne sürer ve ona: önce ölen Havva Hanım’ın evli iki oğlu vardı. Büyüğü
“İnşallah sen bir gün hac yapar, Arafat’ta taksi şoförü 14. Paris’teki bir hastanede tıp profesörü, küçüğü de 16.63
Portre
Paris’te oturan önemli bir avukattı. Ayşe Hanım onların annelerine olan ilgisizliğinden şikâyette bulunurdu.
Ama onun oğullarını aratmayan ve kendisini yalnız bırakmayan yüzlerce yerli ve yabancı Mevlana dostu vardı. Mesnevi çevirisini tamamladıktan birkaç yıl sonra,
yaşlılığı ve rahatsızlığı yüzünden bilimsel çalışmalarına ara vermiş ve yatağa düşmüştü.
Nihayet o da her fani gibi, 24 Temmuz 1999 tarihinde, 72 Rue Claude Bernard Paris 5’teki apartmanın
beşinci katındaki dairesinde Hakkın rahmetine kavuştu. Bakıcısı Ayşe Hanım’ın anlattığına göre ölüm anı
çok güzel geçmiş. Kendisini muayene eden ve onu çok
seven Hıristiyan doktorunu beklerken bizleri, Konya’yı,
Mevlana’yı, anmış. Gülümseyerek, “Ayşe seni çok seviyorum, hep beraber olacağız.” demiş ve şahadet getirerek hayata gözlerini yummuş.
Havva Hanım’ın ölümüne gidemedik. Daha sonra
Paris’te onu tanıyan Türk dostları bana, “Hocam mezarında bir mezar taşı bile yok. Mezarına bir taş dikebilir miyiz? Burada kimse ilgilenmiyor.” dediler. Ben,
“Gerekirse Konya’da yaptırır göndeririz.” dedim.
Sonra bir aylık bir araştırma izniyle Paris’e gittim.
Onu tanıyan, Yıldız Ay ve Aziz Kaya gibi bazı Türk
dostları beni Orly Havaalanı yakınındaki mezarlığa
götürdüler. Her ülkeden insanların olduğu bir mezarlıktı. Müslümanların bulunduğu sade, gösterişsiz bir
alan vardı. Mezarlıktaki yerini bulduk. Ama Havva Hanım’ım mezarında ismi yazılı bir mezar taşı yoktu. Mezarını da görevlilerin verdiği numaralardan arayarak
bulmuştuk. Ben mezarı görünce çok kötü oldum. Bir
anda aklıma vasiyeti geldi. Her şey gözümde canlandı.
Olanlar karşısında içine düştüğümüz çaresiz ve
ümitsizlik duygular içinde kıvranırken, bir an kıbleye
döndüm, ellerimi semaya açarak, “Ya Rabbi, eğer bu
kadın hakikaten samimi idiyse ne olur bunun vasiyetini yerine getirmemize yardımcı ol! Onu vasiyeti doğrultusunda Konya’ya Mevlana Türbesi’nin karşısında
bulunan Üçler Mezarlığına nakledelim.” diye dostlarla
ağlayarak dua ettik. Bu teşebbüsümüzün asıl sebebi
orada mezar defterine bakan Fransız görevlinin bize
aktardığı acı bir gerçekti: Havva Hanım’ın on yıllık
mezar süresi bir yıl sonra dolacak ve bir on yıllık mezar
ücretinin ödenmemesi hâlinde cesedi “Fosse Commune” (Ortak Çukur) denilen kimsesizlerin cesetlerinin
atıldığı büyük bir çukura atılacaktı. Sonra oğullarına
mektup yazdım. Çok uğraştık, çok zorlandık, ama sonunda Allah’ın izniyle mezarını Konya’ya getirdik…
Havva Hanım Hz. Mevlana’yı dünyaya tanıtan çok
önemli bir isim. Mevlana’nın dev eseri Mesnevi’yi ve
diğer birçok eserini Fransızcaya çevirerek Mevlana’yı
tüm dünyaya tanıtmıştır. Fransızca yazdığı, eşim Melek Öztürk ile Türkçeye çevirdiğimiz “Konya ve Kozmik
e r s p e k t İ f • S ay ı 245 • k a si m 2015
64Raks” Polarak
Ankara’da yayınlanan eseri Havva Ha-
nım’ın Konya tarihi ve semaya verdiği önemi yansıtır.
Yine Fransızlar için yazdığı ve imzalayarak Türkçeye
çevirmemizi istediği başka bir eseri de “Mevlana ve
Tasavvuf” eseridir. Bu eseri çevirip yayına hazırladık.
Yayın için bir sponsor bulduğumuz an onu da yayımlayacağız. Cemal Aydın dostumuzun yine Fransızcadan çevirdiği “İslam’ın Güler Yüzü” Havva Hanım’ın
İslam’ı Batılılara tanıtmak için yazdığı diğer önemli
kitaplardandır.
Mevlana’nın hemen hemen tüm eserlerini Fransızcaya çeviren Havva Hanım’la ne zaman bir araya
gelsek, şu dört soruyu tartışır, onlara cevap arardık.
Batılıların bize en çok sorduğu sorular bunlardı. Mevlana’yı anlamak ve anlatmak istetenlere bu dört soruya cevap bulmasını öğütlerdik: “Sizler Mevlana’da ne
buldunuz? Batılılar onda ne buluyor? Mevlana’yı Batılı
düşünürlerden ayıran nedir? Mevlana’nın mesajları 21.
asır insanının sorunlarına hangi cevapları verebilir?”
Eğer Havva Hanım gibi Mevlana’yı bilimsel olarak
çeşitli dillerde Batılılara veya yabancılara tanıtmak
istiyorsak mutlaka bu sorulara cevap bulmamız gerek.
Mirasyedi Müslümanlar olarak belki biz bu cevaplara
ihtiyaç duymayız. Ama o zaman da Mevlana törenlerinde Mevlana’yı tanıtıyoruz diye Konya’ya gelen yabancılara sadece çizgi film seyreder gibi sema seyrettirir, göndeririz. “Peygamberler bizim soyumuzdan geldi,
dini de en iyi biz biliriz.” diyenler gibi biz de, “Mevlana
bizimdir.” der; Mevlana diyarında sağır gezer, kör bakarız. Zaman zaman Mevlana’ya akın eden kalabalıkları görünce Mevlana’yı hatırlar, ev sahibi olarak yabancı kalmamak için beylik sloganlarla “Mevlanamız en
şöyle, en böyle” diyerek nutuklar atarız. İnşallah kendi
değerlerinin farkında olan yeni gençler ve araştırmacılar bir gün bu eksikliklerimizi telafi edecek ve sahip olduğumuz değerleri ortaya çıkarıp insanlığın hizmetine
sunacaklar. Bugün dünyamızın Mevlana’nın evrensel
mesajlarına daha çok ihtiyacı var. Zira bugün dünyamız “Varsa yoksa benim ailem, benim ülkem, benim
insanım!” diyen lider, düşünür ve entellerle dolu. Bunlardan evrensel barış ve huzur çıkmaz.
Mevlana değerlerini Havva Hanım vasıtasıyla tanıyanlar, Mevlana ile birlikte Havva Hanım’ın da mezarını ziyaret edip dua ediyorlar. Maalesef onu ziyaret etmek isteyen yerli ve yabancılar yol üzerinde veya Üçler
Mezarlığında hiçbir yönlendirici işaret olmadığı için
onu bulamıyorlar. (İlgililere duyurulur.)
Sağlığında yaptığı bilimsel çalışmalarıyla Hz. Mevlana’nın tüm dünyada tanınmasına yardımcı olan
Havva Hanım, Konya’da Mevlana’nın yakınına defnedilerek ölümünden sonra da Mevlana’nın tanınmasına
devam etmektedir. Kendisine Yüce Allah’tan rahmet
diler, hayat öyküsünün bizim gibi İslam’ı hazır bulan
Müslümanlara ibret olmasını temenni ederiz.
1 Soru/3 Cevap
Akıl Azınlıkta Mı?
Goethe, “Önemli ve akıllı ne varsa, azınlık içinde var olur. Akıl popüler
olur diye kimse aklından geçirmesin. Tutkular ve duygular popüler olabilir; ama akıl her zaman için birkaç mükemmel insanın mülkiyetinde
olacaktır.” der. Siz bu alıntı için ne düşünüyorsunuz? Akıl gerçekten de
azınlıkta mı?
Kendi duygularımız, akıl ve izan arayışımızın
önüne geçmemeli.
Allah bize akıl ve vicdan vermiş, İslam’ın yükseliş zamanlarında İslam insanlığa dair yeni keşifler ortaya koymuştur. Biz kendi kültürümüzü, kendi
geleneklerimizi ve kendi duygularımızı; ilim, akıl ve izan arayışımızın
önüne koyduğumuz müddetçe hangi dine ait olursak olalım ve ne kadar dindar olursak olalım Goethe bu cümlelerinde her zaman haklı
olacaktır. Ne yazık ki!
Denise Amal, Hijabiblog’un sahibi ve Basma Dergisi yazarı
Akıl günümüzde kitleleri harekete geçirmeyen,
sıkıcı bir şey olarak görülüyor.
©
Özcan Coşar/Fatih Iltas Photography_Germany, Stuttgart
Goethe’ye katılıyorum, akıl popüler olmak için çok “sıkıcı” ve kitleleri harekete
geçirmiyor. Bunun için her yerde asılı duran moda reklamlarını göz önüne getirebiliriz: Akıl daha ziyade arka planda var. Aklı siyasette de görmüyoruz aslında;
eğer siyaseti akıl idare etseydi savaşlar olmazdı. Dinde de benzer bir şey var:
İslam’a atıfla manşetlere taşınan terör haberlerini saymazsak toplumumuzda din de “sıkıcı” bir şey. Musevilik, Hristiyanlık ya da İslam fark etmeksizin
“inanç” arka plana atılıyor ve önemli bir rol oynayamıyor. Oysa bana göre
inanç büyük, büyülü ve zekice bir şey ve ben bu derin duyguları yaşayabildiğim için müthiş bir minnettarlık duyuyorum.
Mahdiya Tatjana, tatjana-rogalski.de isimli bloğun sahibi
Duygularla hareket etmek, akılla hareket
etmekten daha kolay.
Goethe’ye tamamıyla katılıyorum. Günümüzde insanlar mantık ve akıl ile
hareket edeceklerine daha çok duygularıyla hareket ediyor. Bunun en basit misali Almanya’daki Pegida: Bu insanların dayandıkları duygunun adı
korku! “Almanya’nın İslamlaşması” ya da “iş yerlerinin Müslümanlar tarafından kapılması” korkusu bu insanlara yön veriyor. Oysa bu insanlar akıllarıyla hareket etmiş olsalardı yaptıklarının ne kadar yanlış olduğunu
anlarlardı. Ama bu genel bir sorun: Duygularla hareket etmek, insanoğlu için mantıkla hareket etmekten daha kolay.
Özcan Coşar, komedyen
k a s i m 2015 • S ay ı 245 • P e r s p e k t İ f
65
Kitap Tanıtımı
Azınlık Etkisi ve Yenilik
(İng. “Minority Influence
and Innovation: Antecedents, Processes and Consequences”)
Dili: İngilizce
Robin Martin & Miles
Hewstone
Psychology Press
Bir toplumda çoğunluğu
teşkil eden grubun diğer
bireylerin olaylara bakış
açısı ve davranışları üzerindeki belirleyici/şekillendirici etkisi yadsınamaz. Peki ya azınlığı oluşturan
toplumsal grupların çoğunluk üzerindeki benzer
bir etkisinden söz edilebilir mi? Bu kitap çoğunluk
etkisinin yanı sıra aynı zamanda toplumun ufak
bir bölümünü teşkil eden grupların da toplumsal
değişimlere neden olan ve adına azınlık etkisi diyebileceğimiz bir olgunun varlığından bahsediyor. Kitap
ayrıca azınlık etkisinin hangi şartlar altında toplumda
var olan kalıpları/yerleşik düzeni değiştirip özgün
düşünceye sevk edecek şekilde üstün gelebileceğini
açıklamaya çalışıyor.
Barış Suçları
Eva de VitrayMeyerovitch
Şule Yayınları
Katolik ve üst tabakaya
mensup Fransız bir aileden gelen profesör Eva de
Vitray Meyerovitch dünya
çapında tanınan bir ilim
insanı olmasının yanı sıra
geçirdiği manevi dönüşüm
ile de oldukça ilgi çekici bir
şahsiyet. Onun ilmî yolculuğu önce İkbal sonra Mevlana ile kesişince yazar İslam ile tanışıyor. Müslüman
olduktan sonra Havva adını alan yazar İkbal ve Mevlana’nın hemen hemen tüm eserlerini Fransızcaya
çevirmiş. Kendisiyle yapılan söyleşiden oluşan bu
kitapta yazarın İslam’a yolculuğu ve yaşadığı manevi
tecrübelerin yanı sıra Mevlana ile ilgili düşünceleri
de bulabilirsiniz.
Myanmar’da Azınlık Politikası
(İng. “Crimes of Peace:
Mediterranean Migrations
at the World’s Deadliest
Border”)
Dili: İngilizce
University of Pennsylvania
Press
Bugün yaşadığımız mülteci krizi de gösteriyor ki
Akdeniz belki de dünyanın
en ölümcül sınırı. 2000’li
yılların başından beri Avrupa kıyılarına ulaşmak
isteyen 25 bin kişi bu sularda boğularak can verdi.
Bugün hâlâ binlerce göçmen ve mülteci hayatlarını
tehlikeye atma pahasına bu umut yolculuğuna çıkmaya devam ediyor. Maurizio Albahari Akdeniz’in
neden dünyanın en tehlikeli doğal sınırı olduğunu
irdelerken aynı zamanda kişisel tecrübeler, görgü
tanıklarının ifadeleri, resmî belgeler ve medyada
çıkan haberlerden yararlandığı belgesel niteliğindeki
çalışmasında Avrupa Birliği ülkelerinin mülteci
krizindeki kolektif sorumluluğunun altını çiziyor.
66
İslam’ın Güleryüzü
P e r s p e k t İ f • S ay ı 245 • k a si m 2015
(Alm. “Minderheitenpolitik
in Myanmar: Möglichkeiten
politischer Artikulation?”)
Dili: Almanca
Kerstin Schiele
epubli GmbH
1948’de bağımsızlığını ilan
eden çokkültürlü Myanmar’da çoğunluk toplumu
ile etnik azınlıklar arasındaki çatışmaların sonu gelmiyor. Uluslararası medyaya sadece askerî rejim ve
muhalifler arasındaki çatışmalar boyutu ile yansıyan
Myanmar’daki mevcut siyasi rejimin azınlıklara
yönelik tavrı ise ihmal ediliyor. Yazar bu anlamda
bir açığı kapatan kitabında mevcut çatışmaların
sonlandırılmasında azınlıkların müdahil olmadığı
hiçbir siyasi çözümün düşünülemeyeceğini belirtiyor. Kitap Myanmar’da azınlık politikasının nasıl
şekillendirileceği ve etnik azınlıkların siyasi hayata
katılımlarının nasıl sağlanabileceği sorularına cevap
arıyor.
BİZ, EN ACILI
GÜNÜMÜZDE 300.000 KİŞİYİZ
IN SCHWEREN STUNDEN SIND WIR 300.000
HERKES ÖLECEK YAŞTADIR
DER TOD KENNT KEIN ALTER
BELGE
URKUNDE
RESMÎ İŞLEMLER
BEHÖRDENGÄNGE
DİNÎ VECİBELER
RELIGIÖSE VORSCHRIFTEN
NAKİL
ÜBERFÜHRUNG
TESLİM
ÜBERGABE
IGMG Cenaze Yardımlaşma Derneği | Cenaze Hizmetleri
IGMG Bestattungshilfeverein e. V. | Bestattungskostenunterstützungsgemeinschaft (BKUG)
Boschstraße 61-65 | D-50171 Kerpen | T 0049 2237 97930-11 | F 0049 2237 97930-30 | cenaze@igmgukba.org | www.igmgukba.org
Amtsgericht Köln VR 17651 | Kreissparkasse Köln | IBAN: DE37 3705 0299 0149 2829 41 | BIC / SWIFT: COKSDE33
IGMG Hilfs- und Sozialverein e. V. | IGMG Sosyal Yardım Derneği
T +49 2237 92942-17 | F +49 2237 92942-42
www.hasene.org | yetim@hasene.org |
haseneorg
—
Havale için banka bilgileri:
Hesap Sahibi: IGMG Hilfs- und Sozialverein e. V.
Banka: Kreissparkasse Köln
IBAN: DE75 3705 0299 0184 2731 64 | BIC: COKSDE 33
Amaç: Destekçi No veya [Adresiniz], 0002353
Mazlum ve Mağdurlar İçin El Ele
YE T İ M E
AYLIK
DESTEK
Dani
mark 3
a 00
DKK
| İsve 3
ç 50
SEK |
35 €
*Not: Ay
lık sa
yetime d dece 35 € ile bir
estek ola
bilirsiniz
!
Norv
eç 300
NOK
| İngi
Yetimi Yetim
Bırakma!
ltere 40
£ | İsv
içre 65
CHF |
IGMG Sosyal Yardım Derneği Yetim Projesi
Avus
tralya 55
AUD
|
Kana
da 55
5
yıl
CAD
Download