Hz. Yusuf zamanındaki firavun kimdir?

advertisement
1
İçindekiler
Hz. Yusuf zamanındaki firavun kimdir? .....................................................................................3
İbni Rüşd akıl dinden üstündür demekle neyi kastetmiştir? ......................................................4
Günahlar açıktan işlendiğinde zelzele, idareciler zulmettiğinde kıtlık olur, hadisi sahih
midir? ............................................................................................................................................5
Namazda Allah'a söylenenlerin mantığı nedir? Bunlar bilinmesin diye mi Arapça okunuyor?
.......................................................................................................................................................6
Doğuştan ayağında altı parmak olan kimse altıncı parmağı aldırabilir mi? .............................7
Kur’an’da Cahiliye şiirlerinden pasajlar bulunması nasıl açıklanabilir? .................................8
İsra 73, 74, 75. ayetlerin nüzul sebeplerine göre, Peygamberimiz, küfre meyletmiş midir? ...12
Kuran’ın Nisa 82’de meydan okuduğu daha sonra da Ali İmran 7 ile geri adım attığı iddiası
doğru mudur? .............................................................................................................................13
Allah'ın yaratılanlar arasında üçyüzleri, beşyüzleri, kırkları vardır, hadislerinin kaynağı
nedir? ..........................................................................................................................................16
Allah’ın emirlerine ve sünnete uymak, keşif ve kerametten daha mı önemlidir? ...................18
2
Hz. Yusuf zamanındaki firavun kimdir?
- Unutmamak gerekir ki, İsrailoğullarına gönderilen peygamberlerle ilgili en önemli tarih
kaynağı Tevrat(ahd-ı atik)tır. Hz. Yusuf’un hayat hikayesi, orada -Kur’an’a yakın bir tarzdaanlatılmaktadır.
Yıllar boyunca yapılan araştırmalar sonucunda, Mısır tarihinde yer alan isimlerle İsrail
kaynaklarında geçen isimlerin farklı olsa da aynı kişilerden bahsedildiği görüşü
benimsenmiştir.
Birçok tarih araştırmacısı, Mısır tarihinde ismi geçen Imhotep'in Mısır tarihindeki Yusuf ile
aynı kişi olduğuna kanaat getirmişlerdir. (ya da Zaphenath-Paneah olarak da anılmaktadır/ “Ve
Yusuf'a Zaphnath-paaneah (Dünya Koruyucusu) adını verdi" -Tekvin, 4l: 40-45-)
Tarih, Imhotep'in yapılarından da bahsetmektedir. Hz. Yusuf zamanındaki Kral'ın "King
Djoser" olduğu söyleniyor. Kıtlığın, Djoser'in hükümdarlığının 18. yılında gerçekleşmesi bir
tarihi kayıt olarak anılılıyor. Sahra'da yer alan Djoser'in Piramiti, yapılan ilk piramit olup
Imhotep tarafından yapılmıştır. Kıtlık zamanında insanlar birbirlerine bağlantılı piramitler
arasında tahıl satılan bir piramitten tahıl satın almışlardır ve bugün hala tahıllardan
kalıntıların piramitlerin içerisinde yer alması da ilginçtir. Tahıl siloları bugün
gezilebilmektedir.
İncil'de anlatılana göre Hz.Yusuf'un "benim kemiklerimi İsrail'e götürün" vasiyeti
bulunmaktadır ve ilginçtir ki Imhotep'in naaşı hiçbir zaman Mısır'da bulunamamıştır.
Arkeoloji uzmanlarına göre Hz.Yusuf'un mezarı bugün Filistin'de yer almaktadır ve bugün bir
ibadet yeri olarak gezilebilmektedir. (Mary Nell Wyatt, Joseph in Ancient Egyptian History)
24 Eylül 2009 yılında bulunan tarihi bir sikke üzerinde kıtlık yıllarına ait semboller yer almakta
olup bugün o tarihi para Mısır müzesinde sergilenmektedir. (The Middle East Media Research
İnstitute: http://www.memri.org/report/en/o/0/0/0/0/0/3663.htm)
- İslam kaynaklarında o günkü kralın adı “el-Velid b. er-Reyyan”dır. (bk. el-Meraği, Yusuf
suresi, 54-55. ayetin tefsiri; bazılarına göre adı “er-Reyyan”dır. bk. Razi, ilgili yer)
Diğer bazı bilgilere göre, Hz.Yusuf bu dönemde(m.ö. 1500) yaşamıştır. Mısır dilindeki ismi
Yuzarsif'tir. Hz. Yusuf 3. Amenhotep zamanında saraya köle olarak gelmiş, 4. Amenhotep
zamanında Kralın başdanışmanı ve Mısır Azizi olmuştur. 4. Amenhotep Hz. Yusuf'a tabi olup
bir tek Allah'a iman etmiş ve Akhenaton ismini almıştır. Akhenaton bir tek Allah'a iman eden
demektir. Nefertiti de Allah'a iman edenler arasındadır.
3
İbni Rüşd akıl dinden üstündür demekle neyi kastetmiştir?
İbn Rüşd’e göre, şeriat ile hikmet, akıl ile akide arasında bir çelişki söz konusu değildir.
(bk.İbn Rüşd, Faslu’l-Mekal fi ma beyne’l-hikmeti ve’ş-şriati mine’l-ittisal)
İslam alimlerinin ittifakıyla, peygamberin hak peygamber olduğunu gösteren mucizelerinin
akılla ispat edilmesi gerekir. Çünkü, peygamber davası naklidir. Nakli olan bir haberin makbul
olması da ancak aklın tartısıyla mümkündür.
Kur’an’da prensip olarak aklın ön plana çıkartılması, bütün konuların akla kabul ettirilmesi, bu
gerçeğin delilidir. Bu sebepledir ki, İslam alimleri şu noktaya dikkat çekmişlerdir:
“Aklın yıkılması, naklin yıkılması anlamına gelir. Çünkü, nakli bir mesele olan iman ve
vahiy hakikatlerini ispat eden ölçü, akıldır. Aklın olmadığı yerde ne nakilden ne de
vahiyden söz edilebilir.”
Bu açıdan konuya bakıldığında, İbn Rüşd’ün “akıl dinden üstündür” manasına gelen sözünü
anlamak mümkündür.
Nitekim, İslam’da dini mükellefiyetlerin muhatabı akıl sahiplerdir. “Akıl-bâliğ” olma şartının
gerekçesi, düzgün çalışan bir akıl çağını yakalamaktır. Akıl hastasının dini de yoktur,
sorumluluğu da olmaz. Yani, akıl olmazsa vahyin bir değeri olmaz, çünkü muhatap bulamaz.
Oysa, vahisiz de aklın fonksiyonu söz konusudur. Binlerce dinsizin varlığı bunun göstergesidir.
Ancak burada şu hususu da belirtmek fayda vardır:
Allah’ın insanlara hediye ettiği üç hidayet yolu vardır.
İlk mertebede olanlar havass-ı selime denilen duyu organlarıdır. Fakat en kuvvetli duyu
organımız olan gözümüzün bizi çoğu kez yanılttığını biliyoruz. Örneğin, yerküresinden
defalarca büyük olan bir yıldızı bize çok küçük gösteriyor. Sonuçta akli ilimler onların
büyüklüğünü göstermiştir.
İkincisi akıldır. Bu hidayet rehberi duyu organlarından daha üstündür.
Üçüncü mertebede olan ise vahiydir. Vahiy gerçeği ancak akıl ile doğrulanabilir. Bu açıdan
akıl vahiyden daha önceliklidir denilebilir.
Ancak, akıl -örneğin- Hz. Muhammed’in peygamberliğini, Kur’an’ın Allah kelamı olduğunu
tasdik ettikten sonra, artık -birçok konuda- kendini devreden çıkarır ve “bundan böyle vahye
tabi olmanın gereğini emreder.
Bu açıdan bakıldığında, bu üç hidayet rehberlerinden Vahiy en üst mertebededir. Ama
prensip olarak, vahiy yine de aklın varlığına muhtaçtır.
İlave bilgi için tıklayınız:
İslam'da akıl ve kalp ne demektir? Kalp mi merkez yoksa akıl mı ...
4
Günahlar açıktan işlendiğinde zelzele, idareciler
zulmettiğinde kıtlık olur, hadisi sahih midir?
- İlgili hadis rivayetinin Türkçesi şöyledir:
“Bu ümmet dört şeyi adet haline getirdiği zaman dört felaketle karşılaşır:
a) Zina mübah sayıldığı zaman depremler meydana gelir.
b) Hükümdarlar/devlet kurumlarındaki yetkililer, zulüm yaptıkları zaman yağmur
yağmaz/kıtlık olur.
c) Zekat-Sadaklar eda edilmediği zaman, mallar helak olur.
d) Zimmilerin/gayr-ı müslim vatandaşların hukuku çiğnendiği zaman, devlet müşriklerin
eline geçer. (Deylemi, 1/330-331)
- Bu hadisin sahih olup olmadığını tespit edemedik. Çünkü başka kaynaklarda bu hadis
rivayetine rastlayamadık. Rivayetin kaynağı olan Deylemi zayıf hadisleri bolca kullanmakla
meşhurdur.
- Bu manaya yakın bir hadis rivayetini değerlendiren Münavi, bunun zayıf olduğunu belirtmiş,
ancak bu rivayeti destekleyen başka rivayetlerin olduğuna da dikkat çekmiştir. (bk. Feyzu’lkadir,1/401)
5
Namazda Allah'a söylenenlerin mantığı nedir? Bunlar
bilinmesin diye mi Arapça okunuyor?
- Bu sure ve duaların mealleri her yerde var ve özellikle de öğretiliyor. Sen bile öğrenmişsin.
Demek ki, mesele, kimseden bir şey gizlemek değildir. Mesele, dinini yaşamaktır. Hz.
Peygambere inananlar, onun “Ben nasıl namaz kılıyorsam, siz de beni gördüğünüz gibi
namaz kılın” manasına gelen sözlerinin doğruluğuna da inanırlar. O bu sureleri ve duaları aslı
olan Arapça’dan okuduğu için her mümin de peygamberinin izini takip ederek onun gibi
namazını kılmak istiyor.
- Dinsizlerin bu kuruntularına yer olsaydı, Türkçe’de ne tefsirler, ne mealler, ne ilm-i haller
diye bir şey yazılmazdı.
- Bu surelerin nasıl birer mucize olduğu hususunda bizim sitede bazı bilgiler var, oraya
bakılabilir.
- Rahmet, bereket anlamına gelen salavatı “verdiğin salluyu” diye tercüme edenin
Yahudice/İbraniceye kafasının çalıştığını gösteriyor. “Salli” kelimesi bir fiildir. Fiilin manasını
bir isim gibi veren bir cahilin sözlerine nasıl itibar edilir. Onun verdiği anlama göre, şöyle bir
cümlenin de kurulabileceğini düşünmek gerekir: “Allah’ım! bize yemek yiyiyorum’u ver,
bize dil öğreniyorum’u ver. Bize dinsizce yaşıyorum’u ver!” Dil kurallarının mantığını bile
bilmeyen bir cahilin zırvalarıyla meşgul olmak abesle iştigal etmek anlamına gelir.
- Türkçülük maskesi altında dinsizlik yapanlar, eskiden de işbaşında idi. Fakat hüsrana
uğradılar. Zira Türk milleti ve türk halkı bu dinsizce düzeneklerin farkındadır. Bediüzzaman
hazretlerinin şu tespiti bu gerçeğin canlı bir belgesidir:
“Bundan (Bu risalenin te'lifinden) oniki sene evvel işittim ki, en dehşetli ve muannid bir
zındık Kur'ana karşı sû'-i kasdını tercümesiyle yapmağa başlamış ve demiş ki: "Kur'an
tercüme edilsin, tâ ne mal olduğu bilinsin." Yani, lüzumsuz tekraratı herkes görsün ve
tercümesi onun yerinde okunsun diye dehşetli bir plân çevirmiş. Fakat Risale-i Nur'un
cerhedilmez hüccetleri kat'î isbat etmiş ki: Kur'anın hakikî tercümesi kabil değil ve lisan-ı
nahvî olan lisan-ı Arabî yerinde Kur'anın meziyetlerini ve nüktelerini başka lisan muhafaza
edemez ve herbir harfi, on adedden bine kadar sevab veren kelimat-ı Kur'aniyenin mu'cizane ve
cem'iyetli tabirleri yerinde, beşerin âdi ve cüz'î tercümeleri tutamaz, onun yerinde câmilerde
okunmaz diye Risale-i Nur her tarafta intişarıyla o dehşetli plânı akîm bıraktı.” (Asa-yı
Musa, 71)
- Bizim herkese ve bu soru ile Kur’an’a karşı su-i kasdını gösteren kişiye de tavsiyemiz, tövbe
etmesi, imana gelmesi ve cehennemden kurtulmasıdır. Yoksa biz defalarca söylediğimiz bir
gerçeği tekrar edebilecek kadar cesuruz; çünkü hak ve hakikati biliyoruz. O da şudur:
“Elde Kur'an gibi bir mu'cize-i bâki varken, başka bürhan aramak aklıma zaid görünür.
Elde Kur'an gibi bir bürhan-ı hakikat varken, münkirleri ilzam için gönlüme sıklet mi
gelir?” (Nursi, Sözler, 365)
6
Bilgi için tıklayınız:
Namazda okunan "Biz sana Kevser'i verdik" gibi ayetlerin mantığı nedir?
Kevser Suresi'ndeki, "İnna e'tayna ke'l-kevser" ayeti Peygamberimizin nesline mi işaret
ediyor?
Tebbet Suresi tarihi bir olay olduğu halde neden namazda okunmaktadır?
Kuran'da Allah neden beddua ve lanet etmiştir?
Kureyş suresinin iniş hikmeti nedir?
Salli - Barik duaları namazda neden okunur?
İbadetlerimizi niçin Arapça yapıyoruz? Türkçe olarak yapsak olmaz mı?
Neden Kur'an Dili Arapça'dır? Bunu milliyetçilik olarak düşünenlere ...
Kuran mucizelerinden örnekler verir misiniz?
Kur'an'ın mucizelik yönleri kırk tanedir deniliyor; bunu nasıl anlamak gerekir?
Kur'an mucizeleri nelerdir?
Kuran'ın gaybten haber vermesi..
Kuran'ın bilimsel mucizeleri..
Doğuştan ayağında altı parmak olan kimse altıncı parmağı
aldırabilir mi?
Bu parmak, yaratılıştan (normal) olan bir parmak değil, üstelik rahatsız da eder. Bu sebeple
alınmasında sakınca yoktur.
7
Kur’an’da Cahiliye şiirlerinden pasajlar bulunması nasıl
açıklanabilir?
- Burada, cahiliye dönemi şiirlerinde geçen bazı ifadelere yer verildikten sonra, “Bu ifadeler
Kur'an'da harfi harfine geçer:” denilmiştir. Bu ifadelerin onda biri ancak geçer. Dolayısıyla
bu hükmün çoğu yalandır.
Kafirler Hz. Peygamberin peygamber olduğu günden beri onun bir şair, bir sahir, bir kâhin
olduğunu iddia edip durmuşlardı. Ancak, bunu iddia eden insanların büyük çoğunluğu daha
sonra iman etmişlerdir. Bunların bu imanları, daha önceki iddialarının doğru olmadığına,
onların da şahitlik ettiğinin göstergesidir.
- Herhangi bir ihtimalin aklın nazarında bir değer ifade etmesi, aklî bir ihtimal (ihtimal-i aklî)
olması için ona işaret eden bazı emarelerin bulunması şarttır. Bu husus, akıl ve mantık uzmanı
olan alimlerce kabul edilen ilmi bir kuraldır.
Bu kurala göre: “herhangi bir delile dayanmayan bir ihtimalin beş paralık değeri yoktur.”
Gerçekten eğer böyle kabul edilmezse, bu takdirde örneğin, herkesin evlerini terk edip dışarıdaçadırlarda yaşaması gerekir. Çünkü, her an memleketi yerle bir eden bir depremin olması
muhtemeldir. Özellikle İstanbul’da deprem ihtimali bir çok bilimsel verilere göre yüksek
olduğu düşünüldüğü halde, hiç kimsenin evini terk etmemesi gösteriyor ki, kesin bir delil
olmadığı sürece insanlar, zihni bir ihtimale ve hayali bir kuruntuya ihtimal vermez. İstanbul’da
deprem ihtimalinin emareleri olmasına rağmen, ne zaman olacağına dair delil olmadığı için, şu
anki durum itibariyle kimsenin umurunda bile değildir.
- Herhangi bir kitapta benzer kelimelerin, ifadelerin bulunması kadar normal bir şey olabilir
mi? İki kitapta on kelimenin hatta yüz kelimenin benzer olması, birinin diğerinden kopya
edildiğinin delili olabilir mi? Olamaz. İlmen, aklen olamaz. Sadece hayalen olabilir.
- Kur’an’ı kerim 6000’den fazla ayetten, yüz binlerce kelimeden meydana gelir. İçinde daha
önce kullanılmış yüz kelimenin var olmasının ne zararı vardır. Zaten Kur’an’da çok açık olarak
ifade edilmiştir ki, “Bu Kur’an Arapça lisanıyla indirilmiştir.” (bk. Yusuf, 2, Rad, 37, Ta Ha,
113, Şuara, 195, Zümer, 28, Fussilet, 3, Şura, 7, Zuhruf, 3, Ahkaf, 12)
Peki, Arapça diliyle indirilmiş bir kitap olan Kur’an’da Arapların daha önce kullandıkları
kelimeleri veya bazı ifadeleri kullanmaz da neyi kullanır?
- Kur’an’ı Kur’an yapan Arapça dili değil, o dilin nasıl harika bir şekilde kullanıldığıdır, nasıl
harikalar harikası hakikatleri ifade ettiğidir.
Örneğin, soruda yer alan Kamer suresine misal olarak bakalım:
Şiirdeki ifade: “Kıyamet yaklaştı ve ay yarıldı. Ve ortaya bir ceylan çıktı, yüreğimi aldı ve
sonra kaçtı…”
Önce şunu kabul etmek zorundayız:
Bu şair bu söylediklerine ya gerçekten inanıyor veya inanmıyor.. Sırf bir şiir olsun diye
söylemiştir. Eğer inanmıyorsa, o zaman ağzına gelmiş o da söylemiştir. Eğer bizzat doğru
söylediğine inanmış olarak böyle bir şeyden haber vermiş ise, bu adam şair olduğu için değil,
ya bir peygamber veya bir evliyadır/ilhama mazhar bir kimsedir. Çünkü böyle gaybi haberleri
veren kimse fasık veya rastgele biri olamaz.
8
Bu sözü söyleyen kimsenin bilerek gaybi bir haber verdiğini kabul ettiğimizde ise, bu ifadenin
Hz. Peygamberin peygamberliğini tasdik ettiğini kabul etmek zorundayız. Çünkü, bu gaybi
haberi doğrudan Allah’ın kelamından okuyarak haber veren Hz. Muhammed’in de ya
peygamber veya evliya olduğunu kabul etmemiz gerekir. Bütün insanların “en emin,
hayatında bir kez olsun yalan söylememiş bir insan olarak” tanıdığı Hz. Muhammed’in
yalan söylemesine aklen ihtimal verilemez. Madem o “Ben peygamberim” diyor öyleyse doğru
söylüyor. Aksi halde ne peygamber ne de veli olmaması gerekir. Bu ise mevcut realiteye
tamamen terstir.
- Kâfirler bu gibi vesveselere kapılıp küfürde kalmışlardı. Allah bunları uyarmış ve vesveselere
kapılmamaya ve akıllı olmaya çağırmıştır. Aşağıda mealleri verilen ayetler bunu
göstermektedir:
“Eğer kulumuza indirdiğimiz Kur’ân’ın Allah’ın sözü olduğu hakkında şüpheniz varsa,
haydi onun sûrelerinden birine benzer bir sûre meydana getirin ve Allah’tan başka
güvendiklerinizin hepsini çağırın, iddianızda tutarlı iseniz.
Bunu yapamazsanız -ki hiçbir zaman yapamayacaksınız-, öyleyse çırası/yakıtı insanlarla
taşlar olan ve kâfirler için hazırlanmış o ateşten sakının.” (Bakara, 2/23-24)
“Yoksa “Kur’ân’ı (peygamberin) kendisi uydurmuş” mu diyorlar. De ki: “İddianızda
tutarlı iseniz, haydi siz de onunkine benzer on sûre getirin, isterse kendi uydurmanız
olsun ve Allah’tan başka çağırabileceğiniz herkesi de yardımınıza çağırın! (ey Resul ve ey
müminler!) Eğer bu davetinizi kabul etmezlerse, bilin ki o ancak Allah’ın ilmiyle
indirilmiştir ve O’ndan başka ilah yoktur. Nasıl, artık hakka teslim olup Müslüman
oluyorsunuz değil mi?” (Hud, 11/13-14)
- Bu konuda Bediüzzaman hazretlerinin aşağıdaki ifadeleri bize ışık tutmaktadır:
“O nurani bürhan-ı tevhid (Allah’ın varlığı ve birliğinin en güçlü delili olan Hz. Muhammed),
nasıl ki iki cenahın (geçmiş peygamberler ile kendisinden sonra gelen evliyaların) icma' ve
tevatürüyle teyid ediliyor. Öyle de, Tevrat ve İncil gibi Kütüb-ü Semaviyenin (Hüseyin-i
Cisrî’nin "Risale-i Hamîdiye"sinde yüz ondört işaratı, tahrif edilmelerine rağmen o kitablardan
çıkarıp ortaya koyması gibi) yüzler işaratı ve irhasatın (peygamber olmadan önce kendisiyle
alakalı meydana gelen harika olaylar, Şık ve Satıh adındaki meşhur kâhinlerin haberleri gibi)
binler rumuzatı ve hâtiflerin meşhur beşaratı ve kâhinlerin mütevatir şehadatı ve şakk-ı Kamer
(Kamer suresinde açıkça ifade edilen Ayı ikiye bölmesi) gibi binler mu'cizatının delalatı ve
şeriatın hakkaniyeti ile teyid ve tasdik ettikleri gibi, zâtında gayet kemaldeki ahlâk-ı
hamîdesini ve vazifesinde nihayet hüsnündeki secaya-yı galiyesini ve kemal-i emniyetini
ve kuvvet-i imanını ve gayet itminanını ve nihayet vüsukunu gösteren fevkalâde takvası,
fevkalâde ubudiyeti, fevkalâde ciddiyeti, fevkalâde metaneti; davasında nihayet derecede
sadık olduğunu güneş gibi aşikâre gösteriyor.” (Sözler, 236)
Özetle: Kırk yönden mucize olan Kur’an gibi bir kitap elimizdedir. Dünyanın en akıllı, en
ferasetli, en bilgili insanları olan Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali gibi binlerce
sahabinin onu yakından takip etmelerine rağmen zerre kadar bir tereddüde mahal olacak bir
duruma rastlamamaları, onun vefatından sonra da canlarını mallarını onun getirdiği dava
uğruna ortaya koymaları, binlerce evliyanın onun izini takip ettikleri için keşf-u keramet sahibi
olmaları, 15 asırdan beri insanların yıldızları mesabesinde olan milyonlarca müslüman ilim
adamının onun davasının haklılığını ortaya koyan binlerce delil ve burhanı serdetmeleri
türünden ve onlarca yönden Hz. Muhammed’in hak peygamber olduğunu gösteren güneş gibi
bu kadar deliller ortada iken, şeytanın bir vesvesesine veya nefsin vehmine ilişen bir
kuruntudan kaynaklanan bir hezeyana değer vermek için akli melekeyi yitirmek gerekir.
9
- Şunu da belirtelim ki;
a) "Kıyamet yaklaştı ve ay yarıldı" mealindeki ayette yer alan ifadenin İmrü'l Kays'ın
Muallakat-ı seb'a'sında geçtiğine dair iddialar vardır. Ancak, İmrü’l-Kays’ın Muallakatında
“Kıyamet yaklaştı ve ay yarıldı" manasına gelen hiç bir ifade yoktur. Biz söz konusu
kasideyi baştan sona okuduk, öyle bir ifadeye rastlayamadık. Demek ki bu iddia, açıkça bir
iftiradır.
b) Şayet böyle bir ifade bulunsaydı bile, Kur’an’daki Kamer suresinin ilgili ayetinin bundan
alıntı olduğunu ilmen ispat etmek mümkün değildir. Çünkü, Cahiliye devrinde -kaynağı ne
olursa olsun- bazı ifadelerin benzerinin Kur’an’da da bulunması gayet normaldir. Çünkü, onlar
da Araptır ve Hz. İbrahim’den beri gelen semavi dinlerin bazı gerçekleriyle de beslendiler,
onların kalıntılarıyla hem yaşadılar hem kültür, şiir ve edebiyatlarında gösterdiler.
Bu manada bazı tevafukların bulunması Kur’an’ın onlardan alıntı yapıldığını söylemek için,
dinsizlik hezeyanına kapılmak yetmez, bunun yanında aklın zavallılık mertebesine de terfi
etmesi gerekir.
Çünkü, yaklaşık 15 asırdan beri bir tek suresinin bir benzerini bile meydana getirmenin
mümkün olmadığını ilan eden, indiği dönemde en büyük şairlerin onun bir şiir olmadığını,
ancak Allah’ın bir sözü olduğunu düşünerek iman ettiği bir kitap olan, kırk yönden mucize
olduğu ispat edilen, ortaya koyduğu ahlaki, ictimai, hukukî prensipleriyle 15 asır boyunca her
asırda en az 300 milyondan fazla insanlara emrini dinlettiren, İslam literatüründe yer alan tefsir,
hadis, fıkıh, ahlak, kelam, felsefe, tasavvuf, sosyoloji, psikoloji, biyoloji, embriyoloji,
uluslararası savaş-barış prensiplerini tahlil edip ders veren milyonlarca eserlere kaynaklık eden,
özellikle bu asırda Risale-i Nur gibi küfrün belini kıran, dinsiz filozofların prensiplerini çürütüp
onları hayvan derekesine düşüren bir çok eserin ilham kaynağı olan Kur’an’ın, İmrül-Kays gibi
ahlaksız, ayyaş ve zavallı bir şairin -baştan sona kadınlarla olan hayali maceraları anlatan- bir
şiirinden kopya çektiğini iddia etmek hakikaten insanlığın meshi anlamına gelir.
c) Kamer suresinde yer alan “Kıyamet yaklaştı ve ay yarıldı” mealindeki ayet, Hz.
Peygamberin -Mekke müşriklerinin isteği üzerine- parmağıyla Ay’a işaret ederek -Allah’ın
izniyle- onu ikiye ayırdığına dair olayı ebedileştirmek üzere inmiştir. Bazı marjinal gruplar
dışında İslam alimlerinin ittifakıyla bu olay bir gerçektir ve vuku bulmuştur. Başta Buhari
olmak üzere, sahih hadislerle de doğruluğu tescil edilen bu konuyu burada daha fazla
uzatmanın yersiz olacağını düşünüyoruz. Çünkü sitemizde bu olayın gerçekliği -Kur’an ve
sahih hadislerin ışığında- tahlil edilmiş ve ortaya konmuştur.
Bediüzzaman hazretleri ve diğer bazı alimler bu konuda hususi eserler yazmışlardır. Hatta
Kur’an’daki ilgili ayetlerin ifadelerinden kâfirlerin de bu olayı inkâr edemedikleri, sadece sihir
olarak değerlendirdikleri açıkça görülmektedir. Onun için ilgili ayetlere tekrar bakmakta fayda
vardır:
“Kıyamet saati yaklaştı, Ay bölündü. Ama o müşrikler her ne zaman bir mûcize görseler
sırtlarını döner: “Bu, kuvvetli ve devamlı bir büyüdür!” derler.
Onlar hakkı yalan saydılar, heva ve heveslerine uydular. Halbuki (peygamberlik de dahil)
her işin varacağı bir son durağı/ kararlaştırılmış bir son şekli elbette vardır. Oysa onlara
kendilerini inkârdan vazgeçirecek ibretler ihtiva eden nice olaylar bildirilmişti!.” (Kamer,
54/1-4)
- İnternette bu konuyu tetkik eden değişik Arap siteleri mevcuttur.
10
Bunlardan “articles.islamweb.net/media/index.php?..” adlı Veb sitesinde Şair İmru’l-Kays’ın
ayetlere benzer sözlerinin olduğu yönündeki iddialara karşı, bazı alimlerin konuyla ilgili olarak
maddeler halinde ortay koydukları değerlendirmelerini kısaca şöyle özetleyebiliriz:
İlgili alimler, “Bu iddialar 20 yönden doğru olmadığını ispat edeceğiz” diyerek konuya
başlamıştır. Değişik ayetlere benzer ifadeleri alimlerin görüşleri çerçevesinde değerlendirmiştir.
Biz bunlardan konumuzla ilgili bir kaç maddeyi özetle takdim edeceğiz:
1) Adı geçen şiirlerin hiçbiri, eski Arap edebiyatı, şiir, belagat ve lügat kitaplarında yer
almamaktadır.
2) Değişik baskısı yapılan ve değişik nüshaları olan İmru’l-Kays’ın divanında böyle bir şiir
yoktur.
3) Arap edebiyatında ve özellikle de İmru’l-Kays’ın şiirleri konusunda uzman olan eski
alimlerden hiç biri onun böyle bir şiirinin olduğundan söz etmemiştir.
4) İmru’l-Kays’ın şiirleri konusunda özel araştırmalar yapan, ona ait olmayıp da kendisine isnat
edilen şiirlerinin olduğunu tespit etmeye çalışan çağdaş alimlerden Muhammed Ebu’l-Fadl
İbrahim de, ayetlere benzediği iddia edilen şiirlerin hiç birinin varlığından bahsetmemiştir.
11
İsra 73, 74, 75. ayetlerin nüzul sebeplerine göre,
Peygamberimiz, küfre meyletmiş midir?
İlgili ayetlerin meali şöyledir:
“Az kalsın, seni bile sana vahyettiğimizden başka bir şeyi uydurup, Bize mal etmen için
akılları sıra kandıracak ve ancak o takdirde seni dost edineceklerdi.
Eğer sana sebat vermeseydik nerdeyse azıcık da olsa onlara meyledecektin.
O takdirde de hem hayatın, hem de ölümün acısını sana kat kat tattırırdık. Sonra Bize
karşı hiçbir yardımcı da bulamazdın.” (İsra, 17/73-75)
Bu ayetlerin nüzul sebebi olarak iki olay nakledilir.
Birincisi: Müşrikler, Hz. Peygamberin Kabe’yi tavaf edip Haceru’l-Esvedi selamlamasına izin
vermemişler, izin vermelerini onun da kendi ilahları olan putlarına karşı (deyiş yerindeyse) bir
defa olsun saygı duruşunda bulunması/onlara selam vermesi şartına bağlamışlardır. Hz.
Peygamber içinden çok sevdiği Haceru’l-Esved’i selamlamak için -kalbinden tiksindiği halde,
görünürde müşriklerin putlarına -bir defa- yakınlık göstermesinin uygun olacağını düşünmüştü.
Bunun üzerine bu ayetler indirilmiş ve onun böyle bir düşünce içerisine girmesinin doğru
olmadığına vurgu yapılmıştır.
İkincisi: Taif’teki Sakif kabilesi, Hz. Peygambere şu teklifte bulunmuş ve: “Bize bir sene
mühlet ver; ilahlarımız/putlarımız için alacağımız kurbanları alalım, bunları aldıktan sonra
iman eder ve putları da kırıp dökeriz” demişler. Hz. Peygamber de içinde onlara böyle bir
mühleti vermeyi düşünmüş ve bu ayetle uyarılmıştır. (bk. Taberi, Maverdi, Razî, ilgili ayetlerin
tefsiri)
Bu ayetleri ileri sürerek peygamberlerin büyük günah işleyebileceklerini iddia edenlere şu
cevap verilmiştir:
- Burada, “Kâde” (neredeyse/az kalsın) kelimesi kullanılmıştır. Bu kelimeden günahın vuku
bulduğu değil, vuku bulmaya yakın bir zeminin oluştuğu anlaşılır. Niyet planında kalmış, belki
de azim edilmeden yalnız bir hayal kurulmuş bir şeyin günah olmadığı bilinmektedir.
- Burada, kullanılan “Levla” (eğer, şayet) anlamına gelir. Ayette geçen ilgili ifadenin meali
şöyledir: “Eğer sana sebat vermeseydik” (neredeyse azıcık da olsa onlara meyledecektin). Bu
ifadeden açıkça anlaşılan şudur: “Biz sana sebat vermeseydik, onların tekliflerine
meyledecektin..”; “Fakat biz sana sebat verdiğimiz için onların oyunlarına gelmedin..”
Bunda anormal bir şey yoktur. Her konuda olduğu gibi, peygamberleri günahlardan koruma
konusunda da Allah’ın yardım ve inayeti esastır.
- Burada, “O takdirde de hem hayatın, hem de ölümün acısını sana kat kat tattırırdık”
mealindeki ifadenin kullanılması da bir suçun gerçekten işlendiğini göstermez. Bilakis, Hz.
Peygamberin peygamberlik konusunda hiç bir yanlışının olmadığını gösterir. Çünkü Allah’ın
kontrolünde ve himayesindedir. Ufak bir yanlışı olsa, hemen düzeltilir. Niyet planında ise
uyarılır. (krş. Razi, ilgili ayetlerin tefsiri)
12
Kuran’ın Nisa 82’de meydan okuduğu daha sonra da Ali
İmran 7 ile geri adım attığı iddiası doğru mudur?
- “Kur’ân’ı gereği gibi düşünmeyecekler mi? Eğer Kur’ân Allah’tan başkasına ait
olsaydı, elbette içinde birçok tutarsızlıklar bulurlardı.” (Nisa, 4/82) mealindeki ayette bir
meydan okuma vardır.
Bu ayette uyarılan zayıf inançlıların ve münafıkların hatalı tutumlarının asıl nedeni, onların
Kur'an'ın Allah'tan geldiği konusunda şüpheler taşımalarıydı. Onlar Kur'an'ın Allah tarafından
Hz. Peygamber'e (asm) vahyedildiği ve onun içindeki emirlerin Allah'tan geldiği konusunda
şüphe duyuyorlardı. Bu nedenle onlara Kur'an'ı yakından tetkik etmeleri, şüphelerinin gerçek
olup olmadığını araştırmaları tavsiye ediliyor.
Kur'an'ın kendisi onun Allah tarafından gönderildiğine şahittir. Çünkü ne kadar akıllı olursa
olsun hiç kimse 23 yıl sonunda içinde hiçbir çelişki ve tutarsızlık bulunmayan, birçok konuya
ve birçok duruma hitap edebilen bir kitap meydana getiremez.
- Bu ayetin nüzul sebebi ve ayetin verdiği mesajları bir kaç madde halinde açıklayacağız:
a) Görünürde iman etmiş, ama gerçekte kâfir olan bazı münafıklar, Hz. Peygamberin yanına
geldikleri zaman, onun bütün dediklerini tasdik ediyor ve her emrine karşı “baş üstüne”
diyorlardı. Ancak oradan çıktıktan sonra kendi aralarında farklı konuşuyor ve küfürlerini
kusuyorlardı. Allah ise, onların bu ikiyüzlü tutumlarını peygamberine haber veriyor ve onları
rezil rüsvay ediyordu.
Bu ayetten önceki ayette bu husus şöyle seslendirilmiştir: “Münâfıklar sana “Baş üstüne!”
derler. Fakat yanından çıkınca, onlardan bir güruh gece karanlığında senin
söylediklerinin tersine plânlar kurarlar. Allah onların o gizli plânlarını bir bir
kaydediyor. Onun için sen suçlarını yüzlerine vurmaktan vazgeç de Allah’a havale et,
Ona tevekkül et. Sana vekil olarak Allah yeter.” (Nisa, 81)
İşte konumuz olan Nisa 82. ayet buna işaret ediyor ve diyor ki: “Bakın sizin gece karanlığında
kendi aralarınızda yaptığınız konuşmalarınız Kur’an’da haber veriliyor. Siz de bunu açıkça
görüyor ve inkâr edemiyorsunuz. Öyleyse niye hala Allah’ın elçisine ve kitabına samimi iman
etmiyorsunuz?" (krş. Taberi, Maverdi, Razî, ilgili ayetin tefsiri)
b) Bu ayetten anlaşılıyor ki, Allah Hz. Muhammed’in hak peygamber olduğunun delili olarak
Kur’an’ı gösteriyor. Kur’an’ın iniş süresi olan 23 yıl boyunca farklı sorulara cevap veren, farklı
meselelere çözüm getiren, İnsanların dünya ve ahiret hayatı gibi bir çok yelpazede mutluluk
yollarını gösteren, Allah’ın bin bir isim ve sıfatlarının tecellilerine yer veren, bütün bu ilahî
bilgileri tevhit inancı merkezli olarak değerlendiren, sosyolojik, astronomik, jeolojik, zoolojik,
ontolojik, psikolojik, hukuk, edebiyat, belagat, gaybi haberler gibi yüzlerce alanda ders veren
Kur’an’ın gerçek manada hiç bir çelişkiye yer vermemesi; onun Allah’ın kelamı olduğunu
göstermektedir.
İslam tarihi boyunca, her biri kendi sahasında uzman milyonlarca Kelamcısı, İslam filozofu,
hukukçusu, müfessiri, muhaddisi, evliya ve asfıyası, hülasa Kur’an’ı çok yakından tetkik eden,
onu tefekkür edip düşünen milyonlarca ilim ve din adamının Kur’an’da hiç bir çelişkinin
olmadığını ilan etmeleri, onun her konuda söylediklerinin doğru olduğunu tasdik etmeleri,
Kur’an’ın ilahî kimliğinin açık göstergesidir.
c) İslam alimlerine göre, pek çok yönden mucize olan Kur’an’ın külli manada üç yönden
mucize olduğu söylenebilir. (krş: Razi, ilgili ayetlerin tefsiri)
13
1) Kur’an’ın belagat ve fesahati: Kur’an’da kullanılan ifadelerin hepsi kendi konusunda
harikalar harikasıdır. Çünkü, bir ifadenin güzelliği ve güçlülüğü, konuşanın meramını ortaya
koymasıyla ölçülür. Fesahat, konuşanın meramını açık-seçik ortaya koyacak şeklide kullandığı
ifadelerdir. Belagat ise, “mukteza-yı hale göre”/bir ifadenin mevcut duruma uyumlu olarak
ortaya konulmasıdır. İşte bu konuda Kur’an’ın eşi benzeri olmadığını binlerce işin uzmanı olan
alimler tarafından kabul edilmiştir.
2) Kur’an’ın gaybi haberleri: Kur’an’da, -Rum Suresinde- Rumların yenildikten sonra bir kaç
yıl içerisinde yeniden galip geleceği, -Fetih suresinde- henüz fethedilmeden iki yıl önce
Mekke’nin fethedileceği, -Nur suresinin 55. ayetinde- Hz. Peygamberden sonra halifelerin
olacağı/yani, İslam devletinin yıkılmayıp, devam edeceği hususları gibi onlarca gaybi haber
verilmiş ve aynen çıkmıştır.
3) Kur’an’da çelişkinin olmaması: Söz konusu ettiğimiz Nisa 81-82. ayetlerinde de
münafıkların kendi aralarında konuştuklarına dair haber verilmiş ve bunun ancak Allah’ın
ilmiyle olabileceğine vurgu yapılmıştır.
- İnansın inanmasın düz mantıkla düşünen herkesin Kur'an'ı inceleyerek ulaşa¬bileceği bu
sonuç, onun Allah'tan geldiğinin reddedilemez bir delilini teşkil et¬mektedir.
Şu halde onun davetini kabul etmeyenlerin bu tavır ve kararları, akıl muhakemesinden ve
bilgiden ziyade kökleşmiş peşin hükümlere, beşeri zaaflara, akl-ı selimin işleyişini engelleyen
duygu ve tutku hâkimiyetine dayanmaktadır. “Kur'an'ı okuyup düşünmezler mi? Yoksa
kalpler üzerinde kilitleri mi var!" (Muhammed, 47/24) mealindeki ayette, sağlıklı düşünmeyi
engelleyen bu psikolojik etkenler, daha canlı bir biçimde vurgulanmaktadır.
- Bu ayette ifade edilen “Kur’an’da tutarsızlık ve çelişkinin olmaması” hususu da üç yönden
değerlendirilebilir(krş. Razi, ilgili, ayetin tefsiri):
Birincisi: Münafıkların gizli olarak İslam’ın aleyhinde yaptıkları konuşmalara, planladıkları
hile ve tuzaklara ve yukarıda ifade ettiğimiz benzeri gaybi haberlere yer vermesi ve onların
doğruluğunun güneş gibi ortaya çıkması, Kur’an’ın Allah’ın kelamı olduğunun tartışmasız
delilidir.
İkincisi: Pek çok ilimleri ders vermesine rağmen, içinde herhangi bir tutarsızlığı, ilmi yanlışı
ihtiva etmemesi Kur’an’ın Allah’ın sözü olduğunun delilidir.
Kur’an’ın değişik ilimleri nasıl içerdiğini gösteren Bediüzzaman hazretlerinin şu ifadelerine
bakmak yeterlidir:
“Kur'an-ı Hakîm; şu kitab-ı kebir-i kâinatın bir tercüme-i ezeliyesi... Hem bir kitab-ı hikmet ve
şeriat, hem bir kitab-ı dua ve ubudiyet, hem bir kitab-ı emir ve davet, hem bir kitab-ı zikir ve
marifet gibi; bütün hacat-ı maneviyesine karşı birer kitab ve bütün muhtelif ehl-i mesalik ve
meşarib olan evliya ve sıddıkînin, asfiya ve muhakkikînin (her birinin) meşreblerine lâyık birer
risale ibraz eden bir Kütübhane-i Mukaddesedir.” (Sözler, 242)
Üçüncüsü: Altı bin küsur ayetiyle, 23 yıl zarfında pek çok konunun işlendiği bir kitap olduğu
halde, fesahat ve belagat açısından, edebi bir şaheser olarak -belagat ve fesahat kuralına aykırıherhangi bir tutarsızlığı barındırmaması, Kur’an’ın Allah’ın kelamı olduğunun göstergesidir.
- Soruda, Nisa suresinin 82. ayeti ile aralarında ilişki kurulan Al-i İmran suresinin 7. ayetinin
meali ise şöyledir:
14
“Bu muazzam kitabı sana indiren O’dur. Onun ayetlerinin bir kısmı muhkem olup
bunlar Kitabın esasıdır. Ayetlerin bir kısmı ise müteşabihtir. Kalplerinde eğrilik olanlar
sırf fitne çıkarmak, insanları saptırmak ve kendi arzularına göre yorumlamak için
müteşabih kısmına tutunup onlarla uğraşır dururlar. Halbuki onların hakikatini, gerçek
yorumunu Allah’tan başkası bilemez. İlimde ileri gidenler: “Biz ona olduğu gibi inandık.
Hepsi de Rabbimizin katından gelmiştir” derler. Bunları ancak tam akıl sahipleri
düşünüp anlar.”
Ateistin hayaline göre, Hz. Peygamber Nisa suresinin 82. ayetinde “Kur’an’da bir tutarsızlık
yok” dedikten sonra, muarızları Kur’an’da tutarsızlık bulmuşlar. O da mecbur olmuş, “Al-i
İmran suresinin 7. Ayetini -haşa yüz bin defa haşa- uydurmuştur. Ve bununla “ayetlerin bir
kısmı çelişki gibi görünse de bunlar “müteşabih”tir. Manalarını siz bilemezsiniz, sizin aklınız
onlara ermez. Aklınız ermediğiniz için onlarda çelişki zannediyorsunuz” demek istemiştir. Ve
üstelik “bir nevi geri adım atmıştır.”
- Önce şunu söyleyelim ki, bu iki ayet arasında böyle bağlantıyı gerektirecek hiç bir münasebet
yoktur. Bu ayetin nüzul sebebi, bazı Yahudilerin Mukatta harfleri denilen “Elif Lam Mim”
gibi harflerin ebced değerinden İslam ümmetinin ömrünün az olduğunu çıkarmaya
çalışmaları/veya bazı Hristiyanların Kur’an’da Hz. İsa için kullanılan “Allah’ın kelimesi ve
ondan gelen bir ruh” ifadesini bahane ederek onun ilah olduğunu iddia etmeleridir. Kur’an’ın
bu ifadesi, manaları derin olan bu gibi ifadelerin arkasına sığınarak şarlatanlık eden bir kısım
ehl-i kitabın cehaletini ortaya koymaya yöneliktir. (bk. Taberi, Maverdi, Razi, Beydavî, Nesefi,
ilgili ayetin tefsiri)
Görüldüğü gibi iddiacının dedikleri, sadece bir dinsizlik hezeyanı olarak kalmaya mahkumdur.
- Kaldı ki, iddiacının söyledikleri doğru olsaydı, önce Nisa suresinin 82. ayeti, daha sonra ali İmran suresinin 7. ayetinin inmesi gerekirdi. Halbuki, Al-i İmran suresinin nüzul sırası,
89; Nisa suresinin nüzul sırası ise 92’dir. (bk. Keskioğlu, Kur’an-ı Kerim Bilgileri, s. 120)
Yani Al-i İmran suresinin 7. ayeti, Nisa suresinin 82. ayetinden önce inmiştir. Demek ki,
yalancının mumu bazen yatsıya ulaşmadan da sönebilir.
15
Allah'ın yaratılanlar arasında üçyüzleri, beşyüzleri, kırkları
vardır, hadislerinin kaynağı nedir?
a) İbn Mesud’dan nakledilen “Allah’ın yaratılanlar arasında üçyüz’leri vardır. Onların
kalpleri Âdem’in kalbi üzeredir…” manasındaki hadis rivayeti için bk. Aclunî, Keşfulhafa,1/33.
b) İbn Ömer’den nakledilen “Ümmetimin her asırdaki seçkinleri beş yüz tanedir. Ebdâllar ise
kırktır…” manasındaki rivayet için bk. Ebu Nuaym, Hilyetu’l-Evliya, 1/ 8 ; Kenzu’l-Ummal, h.
no:34591
c) “Ebdâl kırk adam kırk kadındır. Her ne zamân bir adam ölse Allah onun yerine başka bir
adam getirir. Her ne zaman da bir kadın ölse Allah onun yerine bir kadın getirir" hadisi için bk.
Deylemi, 1/119-120/h.no: 405; el-Hallal, Keramatu’l-Evliya,1/1; Kenzu’l-Ummal, h. no:
34597.
Esasen, tasavvuftaki ricâlu’l-gayb telakkîsinin temel dayanağını, abdâl hadisleri olarak ifade
edilen birtakım rivayetler oluşturmaktadır. Ancak bu hadislerin sıhhat dereceleriyle ilgili farklı
görüşler dile getirilmiş, bazıları genel bir kaide olarak bu konudaki hadisleri mevzû veya zayıf
olarak değerlendirmiş, bazıları da bu hadislerin tariklerinin çok olması nedeniyle kuvvet
kazandığını hatta manevî mütevatir derecesine çıktığını belirtmişlerdir.
Zerkeşi ve Acluni gibi diğer bazılarına göre ise, değişik yollardan geldikleri için birbirini
takviye edip Hasen mertebesine çıkabilirler. (bk. Aclunî, Keşfu’l-hafa,1/32-34)
Kettânî, Ebdal ile ilgili bu rivayetlerin, tariklerinin çok olması nedeniyle manevî mütevatir
derecesine çıktığını belirtmiştir. (Kettânî, Nazmu’l-Mutenasir, s. 220)
Ebû Davud şârihi Azimabadî, bu tür hadislerin güvenilir olduğunu söylemiştir. (Azîmâbâdî,
Avnu’l-Ma’bud, XI, 378)
Âlûsî de ricâlu’l-gayb ile ilgili hadisler konusunda şu yorumu yapmaktadır:
“Bu hadisler sahabe ve tâbiûn tarafından çok kişiden rivayet edilmiştir. Fakat bazıları
bunu inkâr etmiş bazıları da kabul etmiştir. Kabul edenlerin görüşü daha doğrudur. Ben
de bu işin esasını henüz öğrenmemekle birlikte kabul edenlerdenim.” (1446 Âlûsî, Rûhu’lMeânî, c. XI, s. 178)
Netice itibarıyla ricâlu’l-gayb ile ilgili hadisler hakkında farklı değerlendirmeler olsa da,
sûfilerin eserlerinde, yalan söylemeleri düşünülemeyen pek çok insandan ricâlu’l-gaybın
ruhuna uygun sözler ve onlarla ilgili başlarından geçen olaylar anlatılmaktadır.
Diğer taraftan Ricâlu’l-Gayb telâkkisinin, tasavvuf ilminin dikkat çekici, anlaşılması güç
konularından biri olduğu muhakkaktır. Bu nedenledir ki bu anlayışın dindeki yeri bugüne kadar
hep tartışıla gelmiştir. Manevî âlemin kendine has yasaları çerçevesinde mütâlaa edilen ricâlu’lgayb anlayışı, çoğu kimsenin tasavvufla ilgili nazarî ya da amelî olarak ihtisas sahibi
olmamaları nedeniyle, anlama ve okuma hatalarına düştükleri çetrefilli bir konudur.
Dolayısıyla tasavvuf ilminin konu edindiği birçok alanda görüldüğü gibi ricâlu’l-gayb anlayışı
üzerinde de geçmişten günümüze bazı yüzeysel değerlendirmeler ve bunların sonucunda ortaya
çıkan yorumlama hataları görülmektedir.
16
Her ne kadar tasavvuf alanında uzman olmayan kişiler tarafından ricâlu’lgayb anlayışına
birtakım eleştiriler getirilse de, tasavvuf alanında önder olan, Gazâlî, İbnü’l-Arabî, Mevlânâ,
İmâm-ı Rabbânî, İsmail Hakkî-i Bursevî, Ahmed Ziyâuddîn-i Gümüşhânevî gibi sûfi müellifler
başta olmak üzere ricâlu’l-gayb telâkkîsinin sûfi ve mutasavvıflar tarafından benimsendiği ve
savunulduğu görülmektedir.
Özellikle ricâlu’l-gaybın varlıklar üzerinde tasarruf edişi, iyi anlaşılması gereken temel
noktalardan biridir. Tasavvufta uzman olmayan alandışı kişiler, tasavvuftaki kozmik yetki ya
da tasarruf konusunu tam olarak anlayamadıkları için, başta kutub olmak üzere ricâlu’l-gaybı
ilâh olarak algılama yanlışına düşmekte ve böylelikle de ricâlu’l-gayb telâkkîsine karşı
çıkmaktadırlar. Hatta bazen de eleştirilerin dozunu kaçırmaktadırlar.
Halbuki varlıkta mutlak tasarruf sadece Allah’a ait olup, ister melek ister kutub olsun,
hiçbir mahlûkât ilâh olamaz. Zaten tasavvufta da böyle bir iddia asla görülmemiştir. Fakat
Allah, tasarruf için melek ve insan dâhil çeşitli vasıtalar kullanır.
Dolayısıyla ricâlu’l-gayb, evrendeki düzenin işleyişinde vasıta konumundadırlar.
Anlaşılan o ki, ricâlu’l-gayb ve benzeri konuların tam olarak idrak edilebilmesi, ancak aklın ve
duyuların ötesinde birtakım manevî mertebelere ulaşmakla ve tasavvufî tecrübeye sahip
olmakla mümkündür.
Bu nedenle konunun en doğru şekilde anlaşılması, bu manevî tecrübeleri bizzat yaşamaya
bağlıdır. Bu yüzden bu konuda yorum ve değerlendirmeler yaparken, meseleye kısır bir bakış
açısıyla yaklaşmak yerine daha geniş bir perspektiften bakılması gerektiği kanaatindeyiz. (bk.
Atlı, Ahmet, Tasavvufta Ricâlu’l-Gayb, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2011,
Yayınlanmamış Doktora Tezi)
İlave bilgi için tıklayınız:
Üçler, yediler, kırklar şeklinde söylenen şeyin anlamı nedir?
Bu ümmet içerisinde her devirde İbrahim meşrebi üzerine 40, Musa ...
17
Allah’ın emirlerine ve sünnete uymak, keşif ve kerametten
daha mı önemlidir?
“Sünnete ittiba etmek, kerametlerden daha üstündür” demek, âmi insanların evliyalardan
daha üstün olduğu anlamına gelmez.
Bunun manası şudur:
İslam’a göre, Allah katında en büyük değer ölçüsü takvadır “Allah katında sizin en
şereflisiniz, Allah’a karşı gelmekten en çok sakınan takva sahibi kimselerdir.” (Hucurat,
49/13) mealindeki ayette ifade edildiği üzere, insanların değeri keşf-u kerametle değil, ilm-u
amelledir. Yani Allah’ı Kur’an ve Sünnete uygun bir şekilde tanıyan ve ona kulluk eden takva
sahibi kimsedir.
Unutmamak gerekir ki, büyük evliyaların hepsi, Kitap ve Sünneti esas almış hayatlarını ona
göre tanzim etmişlerdir. Ancak, onların değeri gösterdikleri keramete göre değil, kitap ve
sünnete olan bağlılıklarıyla ölçülür.
Bütün evliyalardan üstün olan sahabelerin hayatında, tarikat berzahına uğrayan ehl-i tasavvuf
un hayatında görülen kerametler kadar harikalara mazhariyetlerinin görülmemesi; İslam’da,
değer ölçüsünün “takva” olduğunun göstergesidir.
“İmam-ı Rabbanî Ahmed-i Farukî (ra) demiş ki: "Ben seyr-i ruhanîde kat'-ı meratib ederken,
tabakat-ı evliya içinde en parlak, en haşmetli, en letafetli, en emniyetli; Sünnet-i Seniyeye
ittibaı, esas-ı tarîkat ittihaz edenleri gördüm. Hattâ o tabakanın âmi evliyaları, sair
tabakatın has velilerinden daha muhteşem görünüyordu." Evet müceddid-i elf-i sâni İmam-ı
Rabbanî (ra) hak söylüyor. Sünnet-i Seniyeyi esas tutan, Habibullah'ın zılli altında makamı mahbubiyete mazhardır.” (Lem'alar, 50)
18
Download