BÖYLESİNE DOSTLARLA tercüme etmemi istedi. Ancak hiçbirimiz bu kelimenin Arapçası bir yana, İngilizcesini bile bilmiyorduk. Halkının gösterdiği teveccüh sebebiyle gözlerinden akan yaşlar eşliğinde gülümseyen Faysal bunu bir kenara bırakarak Başkomutana kendisi ve hareketine gösterdiği güven için teşekkür etti”. Daha da önemlisi, her ne kadar Lawrence bundan Seven Pillars of Wisdom’da bahsetmese de, Allenby, Faysal’a Fransa’nın Suriye’de hükümeti üstleneceğini söylemişti. Araplar hayatlarını özgürlük için değil, Britanya ve Fransa hâkimiyeti için feda etmişlerdi. 24 Temmuz 1920’de Fransız birlikleri Lübnan Dağı üzerinden Beyrut’u aşarak Maysalun Geçidini geçip General Yusuf el-Azme komutasındaki süvari birliklerini mağlup ettiler. Faysal’ı kovarak küçük Suriye ve Büyük Lübnan’da manda yönetimini kurdular. Daha sonra Faysal’ın savunma bakanı olan eski cesur Osmanlı generali El Azme ülkesini yabancı istilasından korumak için 1200 Arap savaşçısı ile birlikte hayatını feda etti. Artık çok geçti. “Yerlileri”, çeyrek asır süren Fransız yönetimi boyunca sürekli olarak isyan etse de, Şam Fransızların eline geçti. Şam her zaman ayrılık ve yabancı yönetimi karşıtlığının kalbi durumundaydı. Fransız General Andréa, La Révolte Druze et l’Insurrection de Damas, 1925–1926’da, Şam’da “Arap kalbinin her yerden daha güçlü attığını” yazmıştır. Onun bu gözlemi, Suriye devlet başkanı Beşşar el-Esed’in zaman zaman alıntıladığı muhtemelen tek ve en büyük Arap milliyetçi lideri Cemal Abdülnasır’ın, Suriye’nin “Arapçılığın çarpan kalbi” olduğuna dair görüşünden 20 yıl önce gerçekleşmişti. Şam, yedinci yüzyılda ilk Arap imparatorluğu olan Emevilerin de başkentiydi. Sünni birlikleri Suriye’nin fethini tamamlayınca, gücünü modern İran’ın Şii yöneticilerinin örnek aldığı 45 SURİYE YANIYOR Pers devletine yöneltti. Emeviler Hindistan’dan Kuzey Afrika ve İspanya’ya kadar tüm toprakları ele geçirerek devletlerini dünyanın gördüğü en geniş imparatorluk haline getirdiler. Ne kadar şanlı da olsa, bu devlet sadece 90 yıllık bir ömre sahip oldu. On üç asır sonra Şam, mağlup Osmanlı İmparatorluğu’nun içinden çıkan ilk bağımsız Arap krallığının başkenti oldu. Bunun ömrü de, Mart 1920’de seçilmiş bir Suriye Kongresinin Hicazlı Şerif Faysal’ı kral olarak ilan etmesinden 28 Temmuz’da Faysal’ın Fransız güçleri tarafından kovulmasına kadar sadece beş ay sürdü. Şam’ın 7. yüzyıl imparatorluğu ve 20. yüzyıl krallığı, her ne kadar yokolmuş olsalar da, kent sakinlerinin, bunlar gibi, fırtınalı zamanlarda tutunduğu efsaneleri vazederler. Fransızların Şam’ı ele geçirmesinden kısa süre sonra, Times, Faysal’ın “Türklerin asla gerçekleştiremediği Suriye’nin çöl kenarında kamu güvenliğini sağlama işini 1919 ve 1920’da başardığını” kabul etmiştir. Elbette bu standart sadece nispidir ve onun hükümeti kesinlikle Suriye için Suriyeliler tarafından yönetilmekteydi. Ancak o, dört yıllık bir savaşla harap olan, Sykes-Picot anlaşmasıyla (ülke gelirlerinin yarısından fazlasını oluşturan) gümrük vergilerinden yoksun bırakılan, Türk, Fransız, Britanyalı ve Siyonist komşularının eylemleriyle rahatsız edilen ve tüm yabancı istişare ve teknik desteği yasaklanan bir ülkenin lideriydi. 7 Ağustos 1920’de Times okuyucularına, savaş sırasında Faysal’ın ordusunun aslında Britanya ordusunun yardımcısı olduğunu hatırlatmıştır: Arap ordusu, Kahire’deki Mısır Seferî Kuvvetlerin depolarından alınan malzemelerle donatılmıştı ve bu orduya sahada, danışmanlık yapan ve Faysal ile 46 BÖYLESİNE DOSTLARLA Allenby arasında irtibat görevlileri olarak hareket eden, gayrınizami savaş konusunda uzman Britanyalı personel grubu eşlik etmekteydi. Bir Britanya aracı olarak Faysal’ın Arap ordusu, Britanya’nın eski Ürdün emirliği ve Filistin’i işgalini, Suriye ve Lübnan’da ise Fransız hâkimiyetini kabul etmek zorundaydı. Suriye’yi ele geçiren Fransa, ülkeyi dört küçük devlete bölmek için çalışmalarını sürdürdü. Sünniler ve Hristiyanların büyük bölümü Fransız yönetimine karşı çıkan Arap milliyetçileriydi. Bu unsurlar, Troupes Speciales du Levant adını alan Suriye Ordusunda görev almayı reddettikleri için Fransızlar bu orduya yoksul Alevi köylüleri aldılar. Alevilerin orduda tutunması, 25 yıllık zalim sömürge yönetiminin bir mirası olup; Suriye’nin bugün yaşadığı krizin kökeninde bu miras yer almaktadır. Son dönemlere kadar kızları evlerde hizmetçi olarak kötü muameleye tabi tutulan Aleviler, Fransızların 1920’lerdeki milliyetçi isyanları ezmesine yardımcı oldular. CIA, 1949’da Suriye’nin parlamenter demokrasisini yok eden darbeyi desteklediğinde -yüzyıllar boyunca süren dini kökenli hoşgörüsüzlüğe karşı varolma mücadeleleri sonucunda usta komplocular haline getirmiş olan- Alevi subayların 1966’da öne çıkmasının yolu açılmış oldu. Beşşar el Esed, “Britanya’nın, onlarca yıl boyunca bölgemizde yapıcı olmayan bir rol oynadığı bilinmektedir” dediğinde hedeften çok uzakta değildi. Fransa ile birlikte Sykes-Picot anlaşması doğrultusunda Osmanlı Suriyesi’ne sınırları dayatan ve değiştiren bir devletin tarihi bir yükü vardır. Haziran 1967’den beri İsrail’in Golan Tepelerini işgal ve ilhak etmesine karşı hiçbir 47 SURİYE YANIYOR şey yapmayan bir ülkenin şüpheci bir Suriye toplumuna karşı samimiyetini ispat etmesi gerekir. Ayrıca mevcut isyanın başlangıcından itibaren Şam rejiminin düşmesini bekleyen ve bunun için uğraşan bir ülke, dürüst bir aracı rolünü oynamakta zorlanabilir. 2012’de kendisine Özgür Suriye Ordusu diyen yeni bir ordu birçok Suriye kasabasını ve büyük şehirlerin bazı bölümlerini ele geçirdi. Faysal’ın gönüllüleri gibi bu ordunun mensupları da idealistler ve oportünistlerin karışımından oluşmaktaydı. Arada başka benzerlikler de vardı: yabancılardan silah, eğitim ve komut alıyorlardı; aralarında eski emperyalistler Britanya ve Fransa ile birlikte ABD, Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar’ın olduğu dış güçlerin Şam’ı ele geçirmeleri durumunda kendilerinden ne talep edeceği ve kendilerine ne olacağı ile ilgili bir fikirleri yoktu; ayrıca ayaklanmalarının ülkeyi nereye götüreceğini de bilmiyorlardı. Ayaklanmanın yabancı patronları Suriye’nin kaderini tartıştığı zaman, kendi çıkarları, “yerli bir hükümet” isteğine karşı –Britanya ve Fransa’nın 1920’de yaptığı gibi– kaçınılmaz olarak öncelik kazanacaktır. ♦ Bugün Suriyeliler, kendisine piyango çıkan birinin etrafını sarandan daha fazla yeni dostlarla sarılmış durumdadır. Eski Sovyetler Birliği, Finlandiya’dan Afganistan’a kadar herkesle “dostluk anlaşması” imzaladığından beri hiçbir ülke bu kadar yeni dosta sahip olmamıştır. 48 BÖYLESİNE DOSTLARLA Bir tarafta Rusya ve İran, Başkan Esed için silah, cephane ve diplomatik koruma sağlamaktadır. Diğer tarafta ise 107 ülke ve kuruluştan oluşan ve Libya’ya karşı NATO’nun hava saldırısını organize eden Libya’nın Dostları’nı model alan Suriye Halkının Dostları Grubu bulunmaktadır. Bu noktada, bu dostların son 50 yıldır nerede saklandıkları sorulabilir. 1967’de İsrail, Golan Tepelerini ele geçirdiğinde bu ülkeler neredeydiler? İsrail’in köylerini yıktığı ve evlerinden sürdüğü 100,000’den fazla Suriye vatandaşına nasıl bir destek gönderdiler? İsrail’in 1981’de Golan’ı kanunsuz olarak ilhak etmesine tepkileri ne olmuştur? İsrail’in, Suriyelilerden çalınan mülkler üzerinde 30 yerleşim yeri kurmasına karşı bir duruş göstermişler midir? İsrail, Suriye topraklarından çekilene, yerleşim yerlerini dağıtana ve Suriyeli Golan halkının evlerine dönmesine izin verene kadar İsrail’e yaptırım uygulanması çağrısı yapmakta mıdırlar? Suriye’nin dostlarının Suriye’den kendileri için bir şey istediklerini söylemek kaba bir düşünce olacak mıdır? Cevapları biliyorsunuz. Suriyeliler de biliyor. George W. Bush, Beyaz Saray’dan ayrıldığında Suriye’yi yakından izliyordu ve Obama yönetimi bu politikayı daha da ileri taşımıştır. 5 Mart 2007’de, çok sağlam Amerikan istihbarat kaynaklarına sahip olan Seymour Hersh, New Yorker’da şunları yazmıştır: Bush yönetimi, ağırlıklı olarak Şii olan İran’a zarar vermek için Ortadoğu’daki önceliklerini yeniden belirlemeye karar verdi. Lübnan’da yönetim, İran tarafından desteklenen Şii örgüt Hizbullah’ı zayıflatmak amacıyla Sünni bir devlet olan Suudi Arabistan hükümeti ile gizli operasyonlarda işbirliği 49 SURİYE YANIYOR yapmıştır. Ayrıca ABD de, İran ve müttefiki Suriye’yi hedef alan gizli operasyonlarda yer almıştır. Bu faaliyetlerin bir yan ürünü, İslam’ın militan bir vizyonunu benimseyen ve Amerika’ya düşman olup El Kaide’ye sempati duyan Sünni radikal grupların desteklenmesi olmuştur. 2011’de Suriye patladığı zaman, ABD ve Rusya alev makineleri olarak ortaya çıktılar. Aradan geçen dört yılın sonunda, başlangıcından itibaren diplomatik bir çözüm haykırışında bulunan bir çatışma halen dış destekle, dış çıkarlar için kendini idame etmeyi sürdürmektedir. Dış destek ölümleri sadece artırmamış, 1936’da İspanya’dan 1992’de Yugoslavya’ya kadar kardeş katline ayna tutarak daha kişisel ve şiddetli hale getirmiştir ancak. Hiç kimsenin eli temiz değildir. Mezarcı dışında kazanan kimse yoktur. Yine de bu durum, tarafların davalarının hak olduğuna inanmasıyla birlikte sürüp gitmektedir. Eylül 2012’de BM-Arap Birliği’nin sahadaki Suriye temsilcisi olan ve iki yıl sonra öfkeyle istifa eden Faslı emektar diplomat Muhtar Lamani, Suriye’nin dört bir yanında isyancılar ve hükümet yetkilileri ile temas kurmuştur. Suriye’yi 2000 ile 2007 arasında Arap Birliği temsilcisi olarak görev yaptığı Irak ile kıyaslayan Lamani, “burada durum daha kötü” demiştir. Suriye, onun ifadesiyle bir “taşeron savaşı” ya da savaşların mekânı haline gelmiştir: ABD’ye karşı Rusya; Sünni Suudi Arabistan ve Katar teokrasilerine karşı Şii İran teokrasisi ve Arap milliyetçilerine karşı 1. Dünya Savaşı öncesindeki hâkimiyetini yeniden kurmaya çalışan Türkiye. Barışçıl protestocuların 2011’de ayaklanmaların başındaki reform ve adalet talepleri, ardında milyonlarca ölü bırakan Büyük Savaş öncesinde Avusturya-Macaristan’ın 50 BÖYLESİNE DOSTLARLA 23 Temmuz 1914’te Sırbistan’a verdiği ültimatom kadar unutulmuştur. CIA, bir zamanlar Honduras-Nikaragua sınırında antiSandinista Kontralarını silahlandırdığı gibi bugün de Türkiye sınırında militanları silahlandırmakta ve onlara yol göstermektedir. Nikaragua’da olduğu gibi Kongre denetimini önlemek amacıyla ABD yeniden yüzünü Suudi Arabistan’a çevirmiştir. Britanya, Suriye hükümetine karşı operasyonları Lübnan’dan yürütmüştür. Rusya ve Türkiye, vatandaşlarının kendilerinden nefret ettiği bir ülkede nüfuz sahibi olabilmek için mücadeleye devam etmektedir. Eğer Suriye’nin dostları ülkeyi tahrip etmek için yola çıkmışlarsa, bunu başarılı bir şekilde gerçekleştirmişlerdir. Savaş artık tarafların birbirlerini, aynı ülkede bir arada yaşaması gereken vatandaşlar olmak bir yana, insan olarak bile görmediği bir aşamaya ulaşmıştır. Komşu, komşuya düşman olmuştur. 2010’da kendilerini Suriyeli olarak gören insanlar Sünni, Dürzi, Hristiyan ya da Alevi olmuşlardır. Sadece hükümet değil aynı zamanda isyancılar tarafından da kullanıldığı iddia edilen kimyasal silahlar, tek amacı bir diğerini yok etmekten başka bir şey olmayan savaşçıların sebep olduğu en dramatik zirve olmuştur. Şiddetten sağ kurtulan nüfus, kıtlık ve hastalıklar ile Suriye’nin yaz ve kış aylarındaki aşırılıklarına maruz kalmaktadır. Savaşma ve ölme eylemlerinin çoğunluğu Suriyeliler tarafından gerçekleştiriliyor olsa da, her iki taraf da aralarına yabancıları kabul etmiştir. İranlılar ve Lübnanlı Şiiler hükümet ordusunu güçlendirirken, 40’tan fazla ülkeden gelen Sünni cihatçılar ayaklanmanın şok birlikleri olmuştur. Sonuncu grup, çoğulcu demokrasiden 51 SURİYE YANIYOR ziyade, Şii İran ile müttefik olması sebebiyle ve mürted olmakla itham ettikleri Alevi mezhebine mensup bir devlet başkanını devirmeye daha çok önem vermektedirler. Lamani gibi barikatların her iki tarafında çalışmış olan bir Kızılhaç görevlisi, “eğer laik direnişçiler varsa ben onlarla hiç tanışmadım” demiştir. Savaş, kendi ülkeleri bu oyunun oynandığı bir satranç tahtası olmayacak olan yabancılara, müzakere ve uzlaşmanın muğlak ve zorlu yolundan daha çok, siyasi sermaye sağlamaktadır. Yine de Suriye için hangisinin daha fazla devam edecek gibi göründüğü meçhuldür; laik yapısı, ekonomisi ve toplumlar arasındaki sağlıklı ilişkiler – İspanya, Lübnan ve Yugoslavya’da olduğu gibi iç savaş mı, yoksa ırk ayrımcılığının (apartheid) yürütücüleri ile bir araya gelen Nelson Mandela örneği mi? Britanya hükümeti ve İrlanda Cumhuriyetçi Ordusu, doğrudan kazanma yerine gururlarını bastırıp ciddi olarak müzakere etmenin acı tadını tattıklarında Kuzey İrlanda’daki savaş sona erdi. Yumuşak bir şekilde söylemek gerekirse, dış askeri müdahale kaydı daha az etkileyicidir. Suriye’de dış güçleri savaşmaya çağıran muhalifler, gazeteciler ve mollaların sadece komşu Lübnan’a bakmaları yeterli olacaktır. Uzun süren savaş sırasında bu savaşa müdahil olan tüm dış güçler ellerini bu ateşte yakmış ve Lübnanlılar için şiddeti tırmandırmışlardır. Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ), Hristiyanlarla eşitlik arayışında olan Sünni Müslümanlardan gelen yardım çağrısına göstermelik bir yanıt vermiştir. FKÖ 1982’de ülkeden çıktığında, hareket ağır yara almış ve Sünniler bile onların ayrılmasından memnun olmuşlardı. Suriye, savaşın çeşitli dönemlerinde Hristiyanlar, Filistinliler ve Şiiler adına savaşa müdahil olmuştu. Suriye’nin 52 BÖYLESİNE DOSTLARLA Nisan 2005’te Lübnan’dan çıkması, Lübnanlıların büyük çoğunluğu tarafından memnuniyetle karşılanmıştı. İsrail 1982’de Hristiyanlara yardım vaadiyle gelmişti, 2000’de ayrıldıklarında Hristiyanlar bile onlar hakkında iyi düşünmüyordu. ABD’nin 1982-1983’te Lübnan ile olan kısa çarpışması hakkında ise daha az konuşmak daha çok fayda verecektir. 23 Ekim 1983’teki intihar saldırısında ölen 241 Amerikalı servis personelinin aileleri bu bedelin ödenmeye değer olduğuna inanıyorlar mıdır? ♦ Ekim 2014’te kendisine Irak ve Şam İslam Devleti (IŞİD) diyen örgütün militanları, bir başka batılı tutsak olan Alan Henning’i öldürdüler. Henning de, kendisi gibi insani yardım çalışanı olan meslektaşı David Haines gibi, acımasız bir iç savaşın ortasında insanlara şefkat elini uzatmak için gitmişti. Onun bu iyi niyeti ve cesareti, tıpkı Henning ve Haines’in ailelerinin merhamet çağrıları gibi IŞİD için önemli değildi. IŞİD, Amerikalı gazeteciler James Foley ve David Sotloff ile yakın zamanda Amerikalı yardım görevlisi Abdul-Rahman Kassig’e yaptığı gibi, her ikisinin de kafalarını kesti. Batı dünyası, bu tutsakları koruma konusunda oldukça güçsüz görünmektedir. Suriye’de direnişçilerin kontrolündeki bölgelerde kaybolan gazeteci ve yardım görevlilerinden kaçının IŞİD’in elinde olduğu bilinmemektedir, ancak savaş devam ettiği müddetçe İslam Devleti’nin daha fazla infaz gerçekleştireceğini söylemek yanlış bir tahmin olmayacaktır. IŞİD, Suriyeli, Iraklı ve Lübnanlı siviller ile tutsak askerlerin kafalarını kesmekte tereddüt etmemiştir. Ürdün Hava Kuvvetlerine 53 SURİYE YANIYOR mensup genç bir pilot olan Muaz el-Kesasibe’nin canlı canlı yakılması örneğinde olduğu gibi, örgüt kamuoyu önündeki bu cinayetleri bir pazarlık hilesi olarak kullanmak yerine yeni cihatçılar kazanma noktasında bir propaganda aracı olarak kullanmaktadır. Birleşmiş Milletler Irak Yardım Misyonu (UNAMI) ve BM İnsan Hakları Yüksek Komiserliği’nin (OHCHR) bildirdiğine göre örgüt, Kürt Yezidi kadınların yüzlerce hatta binlercesini köleleştirmiş, satmış ve onlara tecavüz etmiştir. Rehineleri eve geri getirmek için sihirli bir formül yoktur, ancak Türkiye IŞİD’i rehineleri serbest bırakması için ikna edebileceğini göstermiştir. IŞİD, 11 Haziran 2014 tarihinde Musul’da kaçırdığı 49 Türk rehineyi Eylül ayında serbest bırakmıştır. Türkiye rehineler için fidye ödediği iddiasını reddetmiş olup, bunun doğru bir bilgilendirme olup olmadığı bilinmemektedir. Türkiye her ne kadar bir “kurtarma operasyonundan” bahsetse de, ortada herhangi bir mücadeleye dair bir kanıt bulunmadığı için “kurtarma” operasyonunun askeri olmaktan ziyade diplomatik olması daha muhtemeldir. Türkiye’nin Suriye’deki İslamcı radikallere geçmişte sağladığı destek, ona, fidye iddiasını mesnetsiz bırakacak bir baskı gücü vermiştir; çünkü Türkiye kendi topraklarından Suriye ve Irak’ta IŞİD’e silah, savaşçı ve ekipman akışı olduğu iddialarını inkâr edecek güce sahiptir. Eylül 2014’te Kuzey Suriye’de olduğum dönemde Ermeni köylüler bana, Türk askeri araçlarının geçtiğimiz Mart ayında -Kessab bölgesindeki Ermeni köylerini ele geçirmeleri için- sınıra İslamcı savaşçıları taşıdığını gördüklerini söylemişlerdir. 2011’den bu yana Suriyeli, Iraklı ve Batılıları kaçırıp öldüren İslamcı radikallerin tek yardımcısı Türkiye değildir. ABD ve Britanya’nın Ortadoğulu diğer iki müttefiki olan Katar ve Suudi 54 BÖYLESİNE DOSTLARLA Arabistan, Suriye devrimi süresince, Devlet Başkanı Esed’e karşı daha sonra IŞİD’e dönüşecek olan grupları finanse etmişlerdir. Amerikan Başkan Yardımcısı Joe Biden, Harvard Üniversitesi John F. Kennedy Forum’da daha fazlasını itiraf etmiştir: Benim sürekli haykırışım hep en büyük sorunumuzun müttefiklerimiz olduğu ile ilgilidir. Bölgedeki müttefiklerimiz Suriye’de en büyük sorunumuz olmuşlardır. Türkler harika dostumuzdu. Benim, çok fazla zamanı beraber geçirdiğim Erdoğan ile harika bir ilişkim var. Aynı şekilde Suudiler, BAE’liler vs. ne yapıyorlardı? Esed’i devirmeye ve bir Sünni-Şii savaşına kendilerini çok fazla adamışlardı. Esed’e karşı savaşacak herkese yüz milyonlarca dolar para yağdırdılar, ancak destek sağladıkları kişiler ElNusra, El-Kaide ve dünyanın diğer bölgelerinden gelen cihatçıların aşırı unsurlarıydı. Biden’ın söylemekten imtina ettiği konu ise Amerika’nın müttefiklerinin bu politikayı, bunu durdurmak için hiçbir şey yapmayan ABD’nin bilgisi dâhilinde uyguladıklarıydı. Radikallere sağlanan silahlar ABD’de üretiliyordu ve Türkiye’deki Amerikan istihbaratı Türkiye, Katar ve Suudi Arabistan’ın hangi direnişçi gruplara yardım ettiğini biliyordu. Ayrıca IŞİD içindeki hareketli güçler, örgütün ele avuca sığmaz lideri Ebubekir el Bağdadi de dâhil olmak üzere, geçmişte apolitik Sünni Müslümanların radikalleştiği Irak’taki Amerikan cezaevi sisteminin bir ürünüydüler. IŞİD’in şiddet kullanarak yükselmesi, Suriye’deki yabancı güçlerin işbirliği yapma şansını daha da karmaşık bir hale getirmiştir. ABD 2014 yılında politikasını revize 55