Akademik Sosyal Araştırmalar Dergisi, Yıl: 5, Sayı

advertisement
_____________________________________________________________________________________
Akademik Sosyal Araştırmalar Dergisi, Yıl: 5, Sayı: 43, Nisan 2017, s. 261-281
Yayın Geliş Tarihi / Article Arrival Date
20.02.2017
Yayınlanma Tarihi / The Publication Date
01.04.2017
Yrd. Doç. Dr. İbrahim Caner TÜRK
Erzincan Üniversitesi, Fen Edebiyat Fak. Tarih Bölümü
icanerturk25@hotmail.com
OSMANLI SON DÖNEM ŞÖHRETLİ ALİMLERİNDEN
MUHAMMED ABDUH’UN EĞİTİME DAİR DÜŞÜNCELERİ
Öz
Büyük bir düşünür, sosyolog ve ıslahatçı olan Muhammed Abduh, çağdaş İslam
dünyasının en önemli simalarından biri olarak kabul edilir. Abduh’a göre İslam
dünyasının içinde bulunduğu kötü durumdan kurtulmak için gereken değişikliklerden biri de eğitim-öğretim reformu ve çağdaş ilimlerin öğretim programına alınmasıdır. Batıyı doğudan üstün kılan gerçek faktör eğitim ve ilim seviyesinin yüksekliğidir Bu nedenle her şeyden önce eğitim ve öğretim kurumlarının ıslahının esas
alınması gerekir. Abduh, Osmanlı yönetimine sunduğu layihalarında da Müslümanların zayıf tarafının eğitimsizlik olduğunu belirtip, eğitimin ıslahına yönelik bir
program sunmaktaydı. Bu çalışmada Muhammed Abduh’un eğitime dair bu düşünceleri aktarılıp, analiz edilmektedir.
Anahtar kelimeler: Muhammed Abduh, Osmanlı Devleti, Eğitim, Eğitim
Düşünceleri.
Osmanlı Son Dönem Şöhretli Alimlerinden Muhammed Abduh’un Eğitime Dair Düşünceleri
THE THOUGHTS OF MUHAMMED ABDUH, ONE OF THE
FAMOUS INTELLECTUALS OF FINAL STAGE OF OTTOMAN, ON
EDUCATION
Abstract
Muhammed Abduh, who is a great philosopher, sociology and reformist, is accepted as one of the most important figures of the modern Islamic world. According to
Abduh, one of the required changes to recover Islamic world from the bad situation
is educational reform and is to integrate modern sciences into the curriculum. The
real factor that makes the west superior to the east is the high level of education
and science. Therefore, educational institutions must be reformed above all. In his
explanatory documents he offered to Ottoman government, Abduh stated that the
blind side of Muslims was lack of education and submitted an education-oriented
program. In this study, Muhammed Abduh’s thoughts on education are conveyed
and analyzed.
Keywords: Muhammed Abduh, Ottoman Empire, Education, Education
thoughts.
I.Giriş
Muhammed Abduh XIX. ve XX. Yüzyıllarda ortaya çıkan çağdaş İslam düşüncesinin
odağında yer alan isimlerden biriydi. XIX. Yüzyılın son çeyreği ile XX. Yüzyılın başlarında
bütün İslam dünyasında en çok okunan yazarlar arasındaydı. Siyasî, dinî, sosyal fikirlerinin
yanında eğitim-eğitim ıslahına dair düşünceleri İslam dünyasında ilgiyle takip edilmekteydi.
II.Muhammed Abduh’un İlk Yılları: Eğitimi ve Siyasi Hayatı
Muhammed Abduh bin Hasen Hayrillah et-Türkmani el-Mısri, Mısırlı bir köylü ailesine
mensup olup 1849 yılında Nil Deltası’nda doğdu. Orta tabakaya mensup yöresel nüfuz ile ilim
ve dindarlık geleneğine sahip bir aile içerisinde büyüdü. Babası muhtemelen Türk kökenlidir.
Annesinin nesebinin ise Hz. Ömer’e dayandığı söylenmektedir. Kardeşlerinin en küçüğüydü. Bu
yüzden babası diğer kardeşlerine göre ona daha çok değer vermiş, okuması için ısrarlı davranmıştır. Evvela özel hocalar tutup evde okuma yazma ve Kur’an öğrenmesini sağlamıştır. Yedi
yaşına girince köydeki sıbyan okuluna göndermiş, daha sonra bir hafız hocanın yanında hafızlığını tamamlamıştır. Nihayet onu, Kur’an’ı güzel bir surette, tecvide uygun okuyabilmesi için
1862 yılında Tanta’daki Ahmediye mescidine göndermiştir. Burada Kur’an okuma ve tecvit
derslerini ikmal ettikten sonra 1864 yılında “Ezheri dersler” olarak nitelendirilen fıkıh, sarf,
nahiv derslerini almaya başlamıştır. Fakat bu derslerin okutuluş şeklinden hoşlanmamıştır. Daha
sonra belirttiğine göre bunun sebebi, derslerin usulünün çok zor ve anlaşılmaz bir yapıda olmasıdır. Bunun üzerine medreseyi terk etmiş, bir daha ilme dönmemek ve çiftçilikle meşgul olmak
üzere 1865 yılında köyüne avdet etmiştir. Aynı sene içinde evlenmiştir.(Schact 1997: 488; İşcan
1998: 17-19; Özervarlı 2005: 482; Nar-Es Samarrai 2013: 139,140)
Evlendikten bir müddet sonra Tanta’daki tahsil hayatına yeniden dönmesi ailesi tarafından zorlanmış bu arada Şeyh Derviş isimli ilk mürşidiyle karşılaşmış, İlim talebi ve anlama
eğilimi yeniden belirmiştir.(Schact 1997: 488; İşcan 1998: 20; Nar-Es Samarrai 2013: 141)
1866’da Ezher’e girdi. Ezher, İslamî ilimleri Abduh’un pek hoşlanmadığı geleneksel metotla aktaran kurumların merkezi durumundadır. Ders usulü bozuktu. Kelimelere boğulmakla,
The Journal of Academic Social Science Yıl: 5, Sayı: 43, Nisan 2017, s. 261-281
262
Osmanlı Son Dönem Şöhretli Alimlerinden Muhammed Abduh’un Eğitime Dair Düşünceleri
i’rab, i’lal yapmakla vakit geçirilirdi. Fen dersleri yoktu, hesap, tarih ve coğrafya yasaktı.(Keskioğlu 1970: 111)Osman Emin, o günün Ezher’indeki öğrenimin, öğrencilerin zihinlerini,
muhakeme yeteneklerini ve yaratıcılık kabiliyetlerini öldürecek derecede katı, lugavî ve sathî
kurallarla dolduran bir öğrenim olduğunu, işe yaramaz, önemsiz malumatların, haşiyelerin,
şerhlerin, derslerin muhtevasını oluşturduğunu belirtmekte, bunun için, gelişimi sağlayacak, hür
düşünceyi şahlandıracak bir yapılanmanın burada asla söz konusu olmadığını ifade etmektedir.(İşcan 1998: 22-23)M. Abdurrazık da o sıralarda Ezher’deki ilim anlayışını şöyle özetlemektedir. İlmî anlayış, taklide ve eskilerin fikirlerini tekrara dayanmaktaydı. İlim denildiğinde tahkik, araştırma, yaratıcı düşünce ve ilim zihniyeti anlaşılmamaktaydı. Günün problemlerinden,
çağdaş anlayışlardan ve çağın gereklerinden yoksun, mazinin derinliklerinde, teferruatlarında
kaybolan bir zihniyet hüküm sürmekteydi.(İşcan 1998: 23)
Abduh, burada ilkin sendeledi, intibaksızlık gösterdi. Böyle bir eğitim ortamının Abduh’un zihni ihtiyaçlarına cevap vermesi mümkün değildi. Nitekim ilk üç seneyi adeta bir bunalım içinde geçirdi. Bu ruhi durumun, kendisini eğitimden uzaklaştırmasını Şeyh Derviş önlemişti. Abduh, her ders yılının sonunda iki aylık tatil için köyüne gittiğinde Şeyhle bir araya gelirdi.
Birlikte döneceği güne kadar, Ezherde gördüğü derslerin bir değerlendirmesini yaparlar,
Kur’an’ı tetkik ederlerdi. Bu mütalaalar Abduh’u rahatlatır, yeni bir ruhla okuluna dönmesine
vesile olurdu. Bu tatil süresinde Abduh Şeyh’ten aynı zamanda tasavvuf dersleri alır, saf akide
konusunda bilgiler edinir, zihnî problemlerini ona aktarır, o da mülahazalarını, doğru düşünce
ve üslubu ona irşat ederdi.(İşcan 1998: 23) Şeyh Derviş Abduh’a ilim elde etmenin, ilim yolunda ilerlemenin faziletlerini de çok sağlam bir biçimde telkin etmekteydi. Bir defasında Abduh’a
şöyle demiştir: “Allah çok âlim ve hikmet sahibidir. Hiçbir ilim yoktur ki O’nun ilim ve hikmetinin gücüne ulaşabilsin. Çok âlim ve çok hikmet sahibi olan Allah’ın en büyük düşmanları da
cahiller ve sefihlerdir. İnsanı Allah’a yaklaştıran en iyi yol, ilim ve hikmettir. Birkaç ilim çeşidi
hariç, hiçbir ilim Allah katında kınanmadığı gibi, hiçbir cehalet türü de övülmemiştir.(İşcan
1998:24)
Bu telkinler neticesinde kendisine Şeyh’in tavsiyelerine uygun eğitim verebilecek hocalar
aramaya başladı. O tarihte Ezher’de iki sınıf hoca vardı: Muhafazakarlar ve sofi meşrepliler. Bu
ikinci sınıf, mutaassıp olmayan hocalardan oluşmaktaydı. Abduh, Hasan et-Tavil adlı hocanın
da aralarında bulunduğu sofi meşrepli hocaların derslerine katılmayı uygun buldu. Tıpkı Ahmediye Mescidi’nde Şeyh Derviş’in müzakeresiyle ilme teveccüh edişi gibi, bu sefer de Şeyh Hasan et-Tavil ona yol göstermiş, elinden tutmuştu. Bu yakınlık ona Ezher’in taklidi(!) ilimlerine
ek olarak felsefe ve mantık tedris ettirdi. Bu meyanda İbni Sina’nın eserlerini, Aristo mantığını
okudu. Kader onu Şeyh Hasan et-Tavil’e talebe kıldığı gibi onun vesilesiyle, Şeyh Muhammed
el-Bisyani gibi edip, şair ve musikişinas bir zata da talebe kıldı. Yani tek yönlü olarak yetişmedi. O, bir yönüyle, Şeyh Derviş’in tasavvufi görüş ve zevkinin telkiniyle yetişirken, bir yandan
da Şeyh Tavil’in felsefesi ve Şeyh Bisyani’nin edebiyatı ile kişiliğini bütünlemişti… Bütün
bunlar, yaratılıştan var olan kabiliyetini beslemiş ve seviyesini yüceltmişti.(İşcan 1998: 24; NarEs Samarrai: 142)
1872’de Cemaleddin Afgani ile tanışarak onun tilmizi oldu. Onun meclisinin müdavimlerindendi. Afgani onu çok etkiledi. Abduh onda kendi ruhuna uygun yeni bir anlayış bulmuştu. O
güne kadar tanıdığı alimlerin çoğu geleneksel ilim anlayışını yansıtmaktaydılar. Felsefe ve tasavvufun engin ufuklarından nasipleri yoktu. İslam’ın ve Müslümanların içinde bulunduğu kötü
durum da onları alakadar etmiyordu. Afgani’nin sadece tefsir ve tasavvuf yönünden değil, dinî,
içtimaî ve siyasî komplike yönlerinden de etkilendi. Onun sayesinde Abduh felsefe, kelam, ah-
The Journal of Academic Social Science Yıl: 5, Sayı: 43, Nisan 2017, s. 261-281
263
Osmanlı Son Dönem Şöhretli Alimlerinden Muhammed Abduh’un Eğitime Dair Düşünceleri
lak ve siyaset gibi ilimlerle meşgul olmaya, İslam’a, hayata, ilme ve tarihe yeni bir açıdan bakmaya başlamıştı.(İşcan 1998: 25-26)
Afgani’nin beş yıl süren eğitimi sonucunda fikrî olgunluğa erişmiş, tasavvuf çerçevesinden aklî ve metafizik düşünce dünyasına doğru mesafe katetmiştir.(İşcan 1998: 31) Abduh, Afgani’den Mısır’ın ve diğer İslam ülkelerinin sorunlarını ve batıdaki bilimsel ve teknolojik ilerlemenin nedenlerini de öğrenmeye çalıştı.(Schact 1997: 488)
Islah düşüncesinin basın yoluyla halka anlatılması düşüncesiyle Afgani’nin de yönlendirmesiyle gazeteciliğe ve bazı siyasi faaliyetlere başladı. Makalelerinin birçok yeni fikir ihtiva
etmesinden dolayı insanların ilgisi birdenbire Abduh’un üzerine yoğunlaştı. İlk makalelerinden
kazandığı ün ile 1877 yılında Ezher’i bitirme imtihanlarına girdi. Bazı engelleme gayretlerine
rağmen, imtihanda sergilediği geniş ve sağlam bilgisi nedeniyle diploma almayı başardı. 28
yaşında aldığı diplomadan sonra Ezher’de felsefi kelami eserleri tetkik etmeye devam etti. Bazı
talebelere evinde özel dersler verdi ve Afgani’nin fikirlerini onlara aktardı. Bir süre sonra kelam
ve mantık dersleri vermek üzere Ezher’de bir müderris olarak görev yaptı. 1877’de modern
eğitim sağlamak üzere kurulan Daru’l-Ulum’da tarih hocası oldu.(İşcan 1998: 36)
Hidiv İsmail’in indirilip Tevfik’in yerine geçmesiyle siyasi fikirlerini uygulayabileceğini
sanan Afgani yanılmıştı. Tevfik, Afgani ekibine sırtını döndü. Afgani sürgün edildi. Abduh da
tüm resmi görevlerinden azledilerek köyünde mecburi ikamete tabi tutuldu. Sonra Riyaz Paşa’nın himmetiyle geri çağrılıp el-Vekayiu’l-Mısriyye adlı resmi gazeteye muharrir atandı. Abduh’un idaresinde bu gazete, serbestlik fırkasının nâşir-i efkârı haline geldi.(Schact 1997: 488;
İşcan 1998: 39; Özervarlı 2005: 482)
Muhammed Abduh gazetedeki hayatını sürdürürken Arabi Paşa isyanı patlak vermiş, İngiltere’nin isyanı bastırmasından sonra gazetedeki görevine son verilmiş, isyanın sorumlularından addedilerek tutuklanmış üç ay hapisten sonra 24 Aralık 1882 tarihinde üç yıl üç ay Beyrut’a
sürgüne gönderilmiştir.(Keskioğlu 1970: 112; Schact 1997: 489; Özervarlı 2005: 482)
Sürgüne gittiğinde 34 yaşındadır. Burada sevgi ve saygıyla karşılanır. Hemen ders vermeye başlar ve dersleri büyük rağbet görür. Bir yıl sonra Afgani’nin çağrısıyla Paris’e gider.
Burada Afgani’nin kurduğu gizli teşkilat olan Urvetu’l-Vuska Cemiyeti adına aynı ismi taşıyan
bir dergi çıkarmaya başlar. Abduh derginin başyazarı, cemiyetin de Afgani’den sonra ikinci
başkanıdır.(Keskioğlu 1970: 112; İşcan 1998: 52)Dergi 8 ay sonra neşriyatını tatil etmişse de,
İslam dünyasında milliyetçilik hareketinin inkişafında çok derin izler bırakmıştır.(Schact 1997:
489)
1885’de Urvatu’l-Vuska’nın kapanmasından sonra Beyrut’a geri döndü. Artık sade bir
âlim ve muallim olarak hizmet etme düşüncesindeydi. Beyrut Sultani Medreselerinde dersler
verdi. Afgani ile irtibatını kesmediğinden siyasetle uğraşıyor diye şikayet edildi, görevi bırakmak zorunda kaldı.(Schact 1997: 489) Abduh’un Beyrut’a sürgün müddeti üç yıl olmasına
rağmen Hidiv Tevfik’in kızgınlığı yüzünden burada altı yıl kalmıştı. Ancak Riyaz Paşa’nın başbakanlığa yeniden getirilmesinden sonra Emire Nazili Hanım ve Gazi Ahmet Muhtar Paşa’nın
İngiliz Komiser Lord Cramer’den Abduh’un affını rica etmeleri üzerine 1889’da Mısır’a geri
döndü.(Keskioğlu 1970: 112; İşcan 1998: 61)
Mısır’a döndüğünde eski Abduh değildi. Avrupa’yı gezmiş, dünyanın medeniyet seviyesi
hakkında sağlam fikirler edinmiş, buralarda kurulan ilim müesseselerinin haşmet ve azametini
görmüştür. Bundan başka Tunus, Cezayir ve Suriye gibi bazı İslam diyarlarının halini yakından
inceleme fırsatı bulmuş ve Mısır’a büsbütün olgunlaşarak gelmiştir. Döndüğünde her şey İngilizlerin elindeydi. Döndüğünde tekrar müderrisliğe atanmayı bekledi. Fakat Hidiv onu bir kez
daha gençlik üzerinde nüfuz sağlayabileceği bir göreve getirmek istemiyordu. Bu yüzden onu
The Journal of Academic Social Science Yıl: 5, Sayı: 43, Nisan 2017, s. 261-281
264
Osmanlı Son Dönem Şöhretli Alimlerinden Muhammed Abduh’un Eğitime Dair Düşünceleri
1889 yılında Kahire’nin dışındaki Binha’ya kadı atadı.(Schact 1997: 489; İşcan 1998: 62; Özervarlı 2005: 482)Bundan sonra ıslahat programları hazırlayarak hükümete değil Lord Cramer’e
sundu. Hidiv’in engellemeleri 1892’de ölümü ve yerine oğlu II.Abbas’ın geçmesine kadar devam etti. Avrupa’da tahsil görmüş yeni Hidiv, Abduh’a ıslahatçı fikirlerinde yardımcı oldu.
1889 yılında Mısır müftülüğüne getirildi. Hayatının sonuna kadar devam eden bu görevi esnasında bütün mesaisini ıslahat çalışmalarına ayırdı.(Keskioğlu 1970: 116; Schact 1997:
489)Çeşitli kaynak kitapların basılmasını sağladı. 1903’te İngiltere’ye giderek Oxford ve Cambridge Üniversitelerini de ziyaret edip incelemelerde bulundu. Bu gözlemleri ışığında birçok
konuda reform niteliğindeki yoğun çalışmalarını sürdürürken Hidiv Abbas’ın Ezher ıslahat
programını sekteye uğratan bazı girişimlerinden dolayı 1905 yılında Ezher idare meclisi üyeliğinden ayrıldı.(Özervarlı 2005: 483)
Aynı yıl henüz tasarlanamamış olduğu ıslahatların tamamını gerçekleştiremeden dünyaya
gözlerini yumdu. Velud bir yazardı. Geriye birçok paha biçilmez eser yanında sayısı oldukça
kabarık bir öğrenci kitlesi de bırakmıştı. Çoğunlukla “El-Üstat El-İmam”(Üstat ve Rehber) ünvanıyla anılmaktaydı.
III.Düşünce Dünyası
Büyük bir düşünür, sosyolog ve ıslahatçı olan Muhammed Abduh, çağdaş İslam dünyasının en önemli simalarından biri kabul edilir.
Kendisi hayatında iki şey için uğraştığını ifade etmekteydi:
1.Fikirleri taklit zincirinden kurtarıp düşünceye meydan açmak, dini gerçek yönüyle anlayıp selef-i sâlihin gibi olmak, müspet ilmin İslâmda yerini belirtmek, Batı’nın terakkisine yetişmek için Müslümanları gayrete getirmek, böylece ilerleyen Müslümanları Batı’nın sömürüsünden kurtarmak
2. Arap dilinin üslûbunu düzeltmek, yazıyı anlaşılmayan sıkıcı halinden kurtarmak.(Keskioğlu 1970: 120)
Batı ile temasları İslam dünyasının yanında Batı dünyası hakkında da bilgi sahibi olmasını sağladı. Abduh’a göre İslam dünyasının içinde bulunduğu kötü durumdan kurtulmak için
değişikliklere ihtiyaç vardı ve yapılması gerekli reformlar şu alanlarda olmalıydı:
1.İslamiyet’in eski -orijinal- haline döndürülmek suretiyle ıslahı,
2.Arap dilinin yenilenmesi,
3.Eğitim-öğretim reformu,
4.Ezher reformu ve çağdaş ilimlerin öğretim programına alınması,
5.Siyasi reform: halk haklarının tanınması.(Alperen 2003: 156; H.A.R. Gibb 2006: 31)
Muhammed Abduh, İslamiyet’in temel fikirlerini feda etmeden, garp medeniyetinin içten
benimsenmesi ve bu iki alemin birleşmesini arzu ediyordu. Onun asıl gayesi, garbın hücumuna
karşı İslam’ı din olarak kuvvetlendirmek ve muhafaza etmekti.(Schact 1997: 489)
Ulaşmak istedikleri gayenin aynı olmasına rağmen, Müslümanları yabancıların tahakkümünden kurtarmak ve İslam dünyasının kendi kuvveti ile yeniden doğması hususunda Muhammed Abduh’un programı Afgani’ninkinden oldukça farklı idi. Afgani vaziyetin derhal değişmesini isteyen bir inkılapçı idi; Muhammed Abduh’a göre ise halkın düşünce tarzını değiştirmek
için, herhangi bir dış şeklin değişmesi kâfî değildi.(Schact 1997: 488)
Muhammed Abduh, XIX. Yüzyılın sonlarında, İslam’a dayalı bir medeniyet kurabilmenin
endişesini ve sorumluluğunu yaşamış önde gelen ilim adamlarından biridir. Bu yüzyılda ortaya
koyduğu fikirler, çağdaş İslam düşüncesinin oluşumunda büyük katkı sağlamıştır. Kendisi İslam
aleminin ihtiyacının hem geleneksel teolojik fikirlerin geliştirilmesi hem de çağdaş problemlerin
The Journal of Academic Social Science Yıl: 5, Sayı: 43, Nisan 2017, s. 261-281
265
Osmanlı Son Dönem Şöhretli Alimlerinden Muhammed Abduh’un Eğitime Dair Düşünceleri
çözümlenebileceği bir fikir yapısının kurulması olduğuna inanmıştır. Eserlerinde de hep bu
inancın tezahürleri görülmüştür.(İşcan 1998: 11)
Abduh’un eserlerini Arapça yazmış olması eşzamanlı olarak ve daha sonra çok geniş bir
coğrafyada takip edilebilmesini mümkün kılmış, bu yüzden de eserleri ve makaleleri çok etkili
olmuştur. XIX. Yüzyılın son çeyreği ile XX. Yüzyılın başlarında bütün İslam dünyasında en
çok okunan düşünürü Abduh’tur dense mübalağa edilmiş sayılmaz. Bu yoğun ilgi Avrupalıların
da siyaseten ve akademik olarak en çok takip ettikleri kişi olmasına yol açmıştır.(İşcan 1998: 5)
IV.Eğitim Fikirleri
Abduh eğitime dair düşüncelerini ilk planda basın yoluyla serdetmişti. Lübnanlı iki kardeşin Kahire’de kurduğu el-Ehram adlı gazetede “Yazı ve Kalem”(el-Kitabe ve’l-Kalem) başlıklı yazısında insanların okuma ve yazmaya olan ihtiyacı, sosyal hayat için öğrenim görmenin
zarureti aktarılıyordu. Bunu çağdaş bilimlerin önemini ve onların Müslümanlar tarafından kavranmasının zorunluluğunu işleyen dört makalesi takip edecekti. Abduh yazılarında, yeni ilmî
gelişmelere kayıtsızlığın mümkün olmayacağını, çağdaş ilimlerden uzak kalınamayacağını, bu
yüzden bir eğitim ve kültür reformuna ihtiyaç duyulduğunu ifade etmektedir. Milletler ancak
irfan seviyelerinin yükselmesiyle ilerleyebilirler. Bunun için yapılacak ilk iş, vatandaşları eğitmek onlara ilim kapısını aramaları için fırsat yaratmaktır, kısaca “ilmin yaygınlaştırılması” na
çalışmaktır.(İşcan 1998: 34-35)
Nitekim el-Vekayiu’l-Mısriyye’ye baş muharrir atanmasından sonra da eğitim üzerine bir
seri makale yazarak bu konuda kamuoyu oluşumunda önemli bir rol üstlendi. Gazetede yayınlanan “el-Maârif” adlı üç makaleyle eğitim sisteminin bir reforma tabi tutulması gereğini işlemekteydi.(İşcan 1998: 39-40)
Abduh, “et-Terbiye fi’l-Medaris ve’l-Mekatibu’l-Miriyye” adlı makalesinde de talebelerin ruhî terbiyeleri üzerinde durmaktadır. Eğitim sistemi öğrencileri ruhî açıdan olgunlaştırma
gayesini de deruhte etmeli ve çocuklar, Allah’a itaata, ibadete yönlendirilmelidir. Çocuklar ve
gençler tecrübe yoksunluğundan dolayı ruhlarına ve şahsiyetlerine neyin faydalı neyin zararlı
olacağını bilmezler. Allah’a ibadet etmek onlara bu konuda katkıda bulunacaktır. Allah’a itaat
ve dinin akidelerine sarılmak çocukların bir şahsiyet oluşturmalarını sağlayacaktır.(İşcan 1998:
41)
Resmi gazetedeki gazetecilik ve yazarlık hayatı 18 ay devam etmiştir. Gerçi bu dönemde
onun Ezher ve diğer eğitim kurumlarıyla ilişkisi kesilmiş, bir muallim olarak ıslah işini sürdürme imkanı elinden alınmıştır. Ama o, bir âlim gazeteci kimliğiyle sosyal ve siyasî problemlere
el atmaya, çözüm önerileri sunmaya devam etmiştir. Osman Emin, Abduh’un bu resmi gazetedeki faaliyetini şöyle özetliyordu: “Abduh gazetede hem muslih hem de muallimdi. Gayesi,
ümmetin genel seviyesini yükseltmek, ahlakını kuvvetlendirmek, ani bir değişme(sıçrama, devrim) ve şiddet olmaksızın tedrici bir sosyal kalkınma hamlesini başarmaktı. O inanmaktaydı ki
bunun için en geçerli yol, eğitim ve kültürdü ve yine inanmaktaydı ki derin bir kavrayış, keskin
bir anlayış olmaksızın Batı’yı taklitte, ruhi medeniyetin özünden habersiz olarak maddî medeniyetin zevahirine sarılmada hiçbir fayda yoktur.(İşcan 1998: 44)
Abduh bir resmi gazetede görev almasına rağmen eğitim ve öğretimle alakalı hususlarda
bir çok tenkit yazısı da yazmaktan çekinmemiştir. Bu dönemde Abduh, Afgani ile irtibatı sürdürmüş olmakla birlikte, yazıları yavaş yavaş kendine özgü bir düşünce ve metoda sahip olmaya
başlamıştır. Nitekim artık Mısır’ın kalkınması için devrime değil, hükümet işlerini ıslah etmeyi
başaracak devlet adamlarının yetiştirilmesi için, eğitim ve öğretime ihtiyaç olduğunu ifade etmekteydi.(İşcan 1998: 45,47)
The Journal of Academic Social Science Yıl: 5, Sayı: 43, Nisan 2017, s. 261-281
266
Osmanlı Son Dönem Şöhretli Alimlerinden Muhammed Abduh’un Eğitime Dair Düşünceleri
Abduh Paris’te Afgani ile birlikte çıkardıkları Urvetu’l-Vuska’daki bir takım makalelerde
de eğitim konularına değinmekteydi. “Ümmetin Geçmişi, Hali ve Hastalıkların Çaresi” başlıklı
makalede İslam ümmetinin geçmişteki başarıları, o an içinde bulunduğu kötü durum ortaya
konulmakta ve çıkış yolu gösterilmeye çalışılmaktadır Buna göre:
“Bazıları yeryüzündeki geniş bölgelere yayılmış milletin kurtuluşunun okullar açmakla
olabileceğini düşünüyor. Ümmetin fertlerinin kendi hevâ ve hevesleri ardında büyük bir süratle
koştuğu; kendi cinsinden, kendi meşrebinden olmayan ve daha önce himayesine ve nüfuzuna
boyun eğen bir takım adamlara boyun eğerek zillet içinde geçimini temin etme, şan ve şeref
kazanma zavallılığına düştüğü bir sırada okullar açmakla hastalıktan kurtulunacağını düşünmek! Tabii; okullar Avrupa’da olduğu gibi modern olacak, eğitim kısa zamanda bütün fertler
arasında yaygınlaşacak ve ümmetin malı haline gelecek; böylece ahlak düzelecek, ayrılık ve
bölünmeler ortadan kalkacak, birlik ve güç doğacak! Zannettikleri ne kadar uzak bir ihtimal!
Böyle büyük bir işi ancak güçlü ve kudretli bir yönetici sonuçlandırabilir. Bunun için de bu
yöneticinin iradesinin, milleti zorlaması gerekir. Ayrıca bu işin gerçekleşmesi için çok büyük
sermaye gerekir ki, bu okulların masrafını karşılasın. Halbuki, zaten konumuz hastalıklar, zayıflıklar ve tedavileri ile ilgilidir. Hiç bunlarla birlikte bu sermaye birikimi ve kudretli iktidar bir
arada bulunabilir mi? Şayet öyle olsa, ümmetin bu imkanları olsaydı geri kalmış ve bu hale
düşmüş olmazdı
Ümmet, kendisine tamamen yabancı ilimleri anlamaktan, bunların tohumlarının nasıl
atıldığından, nasıl geliştirildiğinden, ya dal budak salıp genişlediğinden, hangi su ile sulanıp
hangi toprakla beslendiğinden, bunların başlangıç ve sonuçlarından tamamen habersizdir. Bu
konudaki azıcık bilgisi de kof bir taklittir. Durum böyleyken bu zan gerçekleşir mi? Bazı insanların bu ilimleri eksik bir şekilde edinerek başka şeylerle zihni dolu olan kişilere aktarmaları,
fikirlerde düzelmeye, ahlakta değişmeye ve kardeşlerine fayda sağlamaya, kısacası doğru yola
sevk etmeye yeter mi?
Durumu bu merkezde olan bir ümmetten olup da bu ilimleri nakledenler; bazen içine düştükleri vehimlerin, bazen de çocukluklarından beri taşıdıkları zanların ters etkileriyle ilmini
aldıkları toplulukları gözlerinde alabildiğine büyütmelerinin sonucunda kendi ümmetleri arasında birer hilkat garibesine dönerler. Bu da ümmeti büsbütün kargaşaya itmekten başka bir
şeye yaramaz.
Vatanlarına hizmet etmek arzusunda ciddi olsalar bile, aktaracakları ilmi gerçeğiyle temsil etmekten aciz olan kişiler ne yapabilirler? Ancak öğrendiklerini, bellediklerini olduğu gibi
nakletmeye çalışırlar. Bu naklettikleri ile ümmetin kaynakları, gelenekleri ve tabiatı arasındaki
bağa hiç önem vermeden, konumunu düşünmeden sadece naklederler. Zaten o ilimlerin geçmiş
ve geleceğinden habersiz, yalnızca şu anki halinden biraz haberli oldukları için, onu herkes için
gerekli en üst hedef; hayatı sürdürmek için en geçerli kurallar olarak görür ve küçüklerden
büyüklerden beklenecekleri, büyüklerden de tersini beklerler. Öğrendiklerinin kabuğundan başka bir şeye bakamazlar. Öğretecekleri kişilerin özelliklerini hiç hesaba katmadan; bu bilgi acaba onlara iyi bir etki mi yapar, yoksa mevcut fenalıklarını daha mı azdırır hiç düşünmezler.
Çünkü onlar işin ehli değildir, sadece nakleden taşıyıcılardır.
İçlerinden Allah’ın muvaffak kıldığı bir kaçı hariç, diğerleri her lezzetli bulduğu yemeği;
durumunu, boğazından geçip geçmeyeceğini düşünmeden süt çocuğuna yediren ve böylece zavallının hastalanmasına yol açan merhametli anneye benzerler. Bu kişilerin ümmet arasındaki
durumları, görevi dağıtmak, parçalamak olan makinelerin durumu gibidir. Ümmet arasında
henüz bazı bağlar kalmış ise, onları da vatan hayrına çalışıyoruz zannıyla yok eder, ortadan
kaldırırlar. Ayrılıklar günün birinde giderilebilecek haldeyken, bunlar onu alabildiğine açarlar.
The Journal of Academic Social Science Yıl: 5, Sayı: 43, Nisan 2017, s. 261-281
267
Osmanlı Son Dönem Şöhretli Alimlerinden Muhammed Abduh’un Eğitime Dair Düşünceleri
Böylece bozuklukları gidermek için yabancıların müdahalesine gerekçe hazırlamış olur ve topluluklarını yok oluşa sürüklerler.
Osmanlılar ve Mısırlılar yeni usulde birçok modern okullar açtılar, İhtiyaç duydukları
ilimleri, kültürü, sanayiyi, eğitimi, medenileşme adını verdikleri her şeyi ülkelerine taşımaları
için Avrupa’ya adamlar gönderdiler. Oysa bu şeyler ancak Batılı toplumlar içindir. Çünkü bütün bunlar, Batılı memleketlerde doğal gelişimini sürdürerek yavaş yavaş ortaya çıkmış ve onların tabiatlarına, fıtratlarına uygun olarak meydana gelmişlerdir. Üzerinden bu kadar zaman
geçtiği halde Osmanlılar ve Mısırlılar bu faaliyetlerden yararlanabildiler mi? Acaba şimdiki
durumları, bu yeni vasıtaya tutunmadan önceki durumlardan daha mı iyi oldu? Kendilerini
ihtiyaçların ve sefaletin pençesinden kurtarabildiler mi? Yabancıların onları itelediği tahakküm
bataklığından çıkabilirler mi? Kalelerini ve hudutlarını sağlamlaştırıp düşman hücumlarını geri
çevirebilecek hale getirebildiler mi? Acaba kendilerine iştahla bakmakta olan düşmanların
ümitlerini kıracak bir noktaya ulaşabildiler mi? İçlerinde, memleket çıkarlarını kendi çıkarlarından önceye alan, hayatını vatanı için feda edebilecek olan fedakar kişiler yetiştirebildiler
mi?
Durumu böyle olan ümmeti, bu vasıtadan başka bir yolla düzeltmek isteyen kimse, onu
yanlış yola sevk etmiş olur. Varlık nizamına aykırı davranmış, sonu başa çevirmiş, eğitimi tersine anlamış, ümmetin mutsuzluğunu artırmış ve ona ancak tehlikeli bir çıkış kazandırmış
olur.(Afgani-Abduh 1987: 91-98)
Müslümanlık ve Hristiyanlık başlıklı makalede ise:
“Özellikle eğitim ve öğretimde yanlış bir yol tutulduktan ve resmi tedrisat bir takım safsatalara oturtulduktan sonra, dinin Peygamber ve ashabı tarafından tebliğ olunan aslını kamuya aktarmak için yazılan kitapların bir etkisi olmuyordu. Bu hak dostlarının öğretmeye çalıştıkları doğrular, çok dar sınırlar içinde kalıyordu. Belki de duraklamanın sebebi, Müslümanların
kuvvetten düşüp yok olmalarına sebep olan en belli başlı etken bu idi. Şu gün içine düştüğümüz
durum, çektiğimiz sıkıntı hep bu yüzdendir. Allah’tan ondan kurtulmayı dileriz.”(Afgani-Abduh
1987: 109) denilmekteydi.
Nitekim baskı tekniklerindeki atılım, İslam dünyasındaki kültürel rönesans sürecinin belirleyici etkenlerinden biri olmuştu.
Abduh, Paris’te bulunduğu sırada, yeni buluş ve gelişmelere şahit oldu. Tespitlerde bulundu. Müsteşriklerle görüştü. Paris-Londra arasında taşınıp durdu.(Nar-Es Samarrai 2013: 143)
Oxford ve Cambridge Üniversitelerini ziyaret ederek incelemelerde bulundu. Kütüphanesinde
Rousseau’nun “Emil” i, Spencer’in “Education” isimli kitabı ve didaktik yazıları vardı.(Taslaman 2011: 77)Bu modern Batı felsefesine özellikle de ahlak, eğitim ve toplum felsefesine dair eserlere ilgisini göstermektedir.(Özervarlı 2005: 78; Taslaman 2011: 78)
El-Urvatu’l-Vusta’nın kapanmasından sonra Abduh, 1885’de, siyasi yolla kalkınmanın
sağlanamayacağına dair inancı bir kez daha kuvvetlenmiş olduğu halde, Beyrut’a geri döndü.
İnkılap yolunun başarısızlığını bizzat yaşadığından dolayı artık bundan sonra eğitim yoluyla
ıslahı hedefleyen sade bir âlim ve muallim olarak hizmet etme düşüncesindeydi.(Keskin 1970:
113; İşcan 1998: 58) Beyrut Sultaniye Medresesi’nde dersler verdi. Oranın eğitim plan ve projesini ıslah etti. Bu medreseyi yüksek seviyeli bir okul haline getirmeye çalıştı. Burada tevhid,
mantık, belâgat, İslam Tarihi, Hanefi fıkhını esas alan hukuk dersleri verdi.(İşcan 1998: 58;
Özervarlı 2005: 483) Nitekim benzer arayışlar ilerleyen dönemde Pakistan gibi İslam devletlerinde de tezahür etmişti.(Pakdemirli 2014: 83)
Abduh, Beyrut’ta ilim talebelerine bir entelektüel heyecan getirmiştir. Hemen her gece
misafirlerle dolup taşan evi dar geldiği için çok sayıda öğrenci Beyrut Belediye Başkanı’nın
The Journal of Academic Social Science Yıl: 5, Sayı: 43, Nisan 2017, s. 261-281
268
Osmanlı Son Dönem Şöhretli Alimlerinden Muhammed Abduh’un Eğitime Dair Düşünceleri
ikametgâhında toplanıyor ve bu bilgin Mısırlı’nın İslam’a dayalı görüşlerini büyük bir iştiyakla
dinliyordu. Şekip Arslan, onun hakkında şunları söylemiştir: “Biz Abduh’da şimdiye kadar diğer ulemâda göremediğimiz bir aydın tavrı görüyorduk. Bu âlim aklî ve naklî ilimleri en üst
derecede birbirleriyle birleştiriyor, her şeyi, alışık olduğumuz kanaatlerin fevkine yükselen bir
filozof kavrayışıyla inceliyordu. Biz daha önce bu tür bir bakış açısına rastlamamıştık.”(İşcan
1998: 60)
Mısır’a döndüğünde Afgani ile arası gittikçe kötüleşti Afgani onu korkaklıkla, düşmanlarla işbirliği yapmakla itham etti. Siyasi ideallerden ve halka dayalı yönetim biçiminden vazgeçmekle suçladı. Abduh ise Mısır’ın yaygın bir eğitim ve öğretime ihtiyacı olduğunu düşünmektedir. Ona göre bütün siyasi ve sosyal sorunlar bu ihtiyaç ışığında görülmeliydi.(İşcan 1998:
63)
Afgani sömürge ve istibdat rejimlerinden kurtulmadıkça eğitim ve ıslahatın hiçbir işe yaramayacağına inanıyorken Abduh, sömürge ve istibdadın yok olmasını, eğitim ve öğretimin bir
sonucu olarak görüyordu. İşte bu düşünce farklılığı, amaçlarını gerçekleştirmek için, Afgani’yi
siyasete Abduh’u da ilim ve kültüre yöneltti.(İşcan 1998: 64)
Abduh, batıyı doğudan üstün kılan gerçek faktörün eğitim ve ilim seviyesinin yüksekliği
olduğunun farkındaydı. Bu nedenle her şeyden önce eğitim ve öğretim kurumlarının ıslahı esas
alınmalıydı. Bu kurumlar içinde Ezher’in önemi diğerleri ne göre biraz farklıydı: Zira ezher,
muhâfazakâr ve mutaassıp yapısıyla adeta o günün Mısır toplumunun bir görüntüsü idi. Bu yapının değişmesi belki toplumun da değişmesine vesile olacaktı. Abduh her nedense Ezher ile
toplumun değişmesi arasında böyle müspet bir ilgi kurmaktaydı. Ezher’in ıslahının tüm memleket halkının ıslahı demek olduğuna inanmaktaydı.(İşcan 1998: 66)
Abduh Ezher’e müderrris olarak atandıktan hemen sonra bir kalkınma hamlesi başlatmak
istemiş fakat onun bu gayreti mutaassıp müderrisler tarafından engellenmişti. 1895 yılında Ezher idare meclisine hükümet temsilcisi sıfatıyla üye olunca çeşitli toplantı ve müzakerelerden
sonra kabul edilen program çerçevesinde tedrisata matematik, edebiyat, coğrafya gibi yeni ilimler konulmasını sağladı. Ezher Kütüphanesi’ni kurdu.(Keskioğlu 1970: 115; Özervarlı 2005:
485) Tedrisatta öngörülen bu yenilik, büyük tepkilere yol açtı. Ezher şeyhlerinden biri bu çabayı, “Büyük bir mescit olan Ezher’i, dini tahrif edecek bir felsefe yuvasına çevirmek” olarak
nitelendirdi.(İşcan 1998: 66,67)Fakat onun fikirleri ciddi düşünen geniş muhitte galebe çalmaya
muvaffak oldu.(Schact 1997: 489)
Abduh’un kendine özgü, gençleri yetiştirme metodu vardır. Ona göre eğitimin temeli İslam’dır. O, kişiliğe dayanan veya bireyin şahsiyetini yok etmeyen bir donatımdır. Toplumun
adetlerinde ve ahlakında değişiklikler meydana getirmeye gelince, onun kaynağı eğitimdir.
Onun görüşüne göre eğitim değişime zemin hazırlar ve ardından değişimi sağlar. Toplumu yetiştiren kanunlar o toplumun eğitim kanunlarıdır.(Haşşab 2010: 161,162,163)
Muhammed Abduh, düşüncesinin her alanında kabul ettiği pedagojik yönteminin çerçevesinde iki noktayı ele almıştır: 1. Cemaat ruhunu uyandırmak, 2. Özellikle sosyal problemlerin
çözümünde taklitçiliği bırakarak içtihada yönelmektir.
Abduh, bireyciliği ve ayrımcılığı zaafa uğratmanın ve cemaat ruhunu takviye etmenin zaruri olduğunu vurgulamış ve bunun, ancak gerçek bir eğitim yoluyla gerçekleşebileceğini öngörmüştür. Ona göre bu eğitim İslam öğretilerini uygulama temeline dayanmaktadır. Bu konuda
şöyle demektedir: “İnsan ancak eğitimle gerçek insan olur. Bu da ancak peygamberlerin ve resullerin getirdikleri hükümlere tabi olmakla mümkün olur. “Biz bununla eğitildiğimizde hepimizde bilinçlerimizi ve ihtiyaçlarımızı birleştiren aynı durumlar yerleşir. O zaman her birimiz
kendisi ve başkaları için ifa etmesi gereken bir vazifesinin var olduğunu hisseder.”(Haşşab 163)
The Journal of Academic Social Science Yıl: 5, Sayı: 43, Nisan 2017, s. 261-281
269
Osmanlı Son Dönem Şöhretli Alimlerinden Muhammed Abduh’un Eğitime Dair Düşünceleri
Böylece Abduh cemaatin anlamını yitirmiş olmasını ve cemaat ruhunun zaafa uğramasını,
İslamiyet’in yanlış anlaşılmış olmasına bağlamıştır. Onun yaşadığı dönemde Mısır toplumunun
karşı karşıya geldiği bu hastalığın ilacının, dindar bir gençlik yetiştirmek ve eğitimin birinci
aşamasını mutlaka İslam’ın öğütlerine dayandırmanın içinde saklı bulunduğunu düşünmüştür.
Abduh, kişiyi, müstakil bir kişiliğe ve düşünceye sahip olmaya, eleştiri yeteneğine ve belli bir
yorum üslubunu seçme iradesine sahip olmaya da davet eder.(Haşşab 164)
V.Muhammed Abduh-Osmanlı Devleti, Osmanlı Eğitimine Dair Düşünceleri
Osmanlı Devleti’nde Abduh biraz az tanınmıştır. O, Türkler hakkında daima iyi davranmıştır, Türkmen asıllı olmanın bunda belki etkisi vardır. O, Türklerin siyasetini daima destekledi. Türklerin her başarısı onu sevindirmiştir. Her vesileyle bunu belirtmiştir.(Keskioğlu 1970:
133)İngilizler Mısır’daki Türk kadısını kaldırarak yerine yerli birini tayin etmek için Hidiv Abbas’a baskı yaptıkları zaman, buna mani oldu, Türkiye ile bağlantının kopmasını önledi.(Keskioğlu 1970: 112; İşcan 1998: 72)
1887 yılında eğitimin ıslahı konusunda şeyhülislama yazdığı layihada Osmanlıyı yücelten: “Müslümanlardan her kalp sahibi bilir ki, Osmanlı Devleti’nin muhafazasına çalışmak,
Allah’a ve peygamberine imandan sonra imanın üçüncü rüknüdür. Zira Osmanlı Devleti, dini
tam manasıyla ve bütün gücüyle omuzuna yüklemiş bulunan, İslam’ın tek devletidir. Ondan
başka dini koruyacak devlet(sultan) yoktur. Ben, Allah’a hamdolsun, bu akide üzerindeyim.
İnşallah böyle yaşar ve ölürüm.”(Akgündüz 1990: 143) ifadelerini kullanmaktaydı.
İlgili layihaya dair belgede “ Şurasını da ilave etmek isterim ki ben Ümmet-i Muhammediye ve Hilafet-i Osmaniye uğrunda terakkiyatımı, saadetimi ve her menfaatimi feda ve belki
kendimi meskat-ı re’simden bile cüda etmiş olduğumdan din ve devlet a’dasının kudretlerine
karşu millet-i İslamiyenin bulunduğu hal inhitattan kurtulmasıyla şevket ve kudret sabıkasına
avdetinden ve dünyanın her köşesinde bulunan İslamın merkez hilafet kübraya merbutiyet sahiha-i diniyede bulunub hak alemin muhafaza-i hukuk hakimiyet uğrunda feda-yı can etmelerinden başka şahsımca hiçbir emelim yoktur. Zira rakiplerimizin ahvali hazıralarını kendi halimizle
mukayese ettikçe artık menfaat-i şahsiyeyi aramak hiçbir hamiyete sığmaz.”(BOA.YEE. 0038014-003-001)Demekteydi.
Abduh, Suriye meselesinin halli ve durumun ıslahı konusunda Beyrut’taki Osmanlı valisine gönderdiği layihada da aynı tavrı sürdürmüş, hilafet makamına bağlanmanın İslam’ın bir
gereği olduğunu belirtmiştir. Ona göre dinin, Müslümanların birlikteliklerindeki rolü çok büyük
olduğu için hilafetin kıymetini bilmek gerekmektedir.
Halifeliğin Osmanlılar’ın şahsında Müslümanların hamiliği gibi manevi ve sembolik rolüne işaret eden Abduh’a göre ittihad-ı İslam kavramı siyasî bir birlik yerine Müslüman toplumlar arasında yakınlık, dayanışma ve yardımlaşmaya dayalı dinî-ictimaî birlik şeklinde anlaşılmalıdır.(Özervarlı 2005: 486)
Abduh, 1901’de İstanbul’a geldi. Sultan II.Abdülhamid’i ziyaret etti. Hüsnü kabul gördü.
Halbuki Mısır’daki düşmanları saraya onu jurnal etmişlerdi. Sultan Hamid bunlara kulak asmadı. Sarayda hoş karşılanmasını Mısırlı Ahmet Şefik Paşa sağlamıştı. İstanbul’da Şeyhülislam
Cemaleddinle görüşmüş, ilim ve ülema hakkında konuşmalar yapmışlardı. Bu konuşma bir gazetede yayınlandı. Abduh’a karşı olanlar, bu konuşmada yer alan ve günün ilim ve âlim anlayışını yeren kısımları da onun aleyhinde kullandılar. Suriyeli bir Hristiyanın Mısır’da çıkardığı elMukattam Gazetesi bu konuyu sürükledi, işi karıştırmak istedi. Kısaca Abduh İstanbul’dan pek
memnun ayrılmadı. Dârülfünûnu görüp tanımak istese de ya fırsat bulamadı ya da verilmedi.(Keskioğlu 1970: 117-118)
The Journal of Academic Social Science Yıl: 5, Sayı: 43, Nisan 2017, s. 261-281
270
Osmanlı Son Dönem Şöhretli Alimlerinden Muhammed Abduh’un Eğitime Dair Düşünceleri
Afgani ile çizgilerinin ayrılması ve Afgani’nin kendisine karşı eleştirilerine karşı o da
Afgani’yi eleştirerek: “İstanbul’da saray entrikalarına burnunu sokacağına sultanı eğitim sistemini ıslah etme hususunda ikna etmeye çalışsaydı ya! Demek durumunda kaldı.(İşcan 1998: 63)
Muhammed Abduh’un düşünceleri, Osmanlı Türkiyesi’nde Mehmet Akif başta olmak
üzere Sırat-ı Müstakim ve Sebîlürreşad çevresinde yer alan İslamcı ekolün yanı sıra Ziya Gökalp ve İslam Mecmuası etrafındaki modernistler üzerinde etkili olmuş, hatta ictihad grubundaki
Abdullah Cevdet ve Celal Nuri gibi laik Batıcı kesimler tarafından bile kendi görüşleri doğrultusunda kullanılmıştır. Peyyami Safa’ya kadar değişik fikir akımlarına mensup hemen bütün
Osmanlı aydınlarını tesiri altına almıştır.(İşcan 1998: 6; Özervarlı 2005: 486)
V.1. Muhammed Abduh’un Osmanlı Eğitim Sisteminin Islahına Dair Zamanın Şeyhülislamına Arzettiği Bir Layiha
1887 yılında Sultan II.Abdülhamid Osmanlı mekteplerinde dinî tedrisatı ıslah etmek ve
yeni bir program hazırlamak üzere Şeyhülislam’ın başkanlığında bir heyet kurmuştu. Bu heyette
Fetva Emini Nuri, Meclis-i Maârif Reisi Hüsnü Efendi, Abdünnafi Efendi ve Hoca İshak Efendi
vardı. Abduh bu münasebetle iki layiha hazırladı. Birisini Şehülislam’a gönderdi.
Bu layihada: “Gerçi şahsınızı görmemiş isem de asarınıza matla’ ve senanızı efvah-ı
umumiyeden sami’ olduğumdan sizi herkesden ziyade sever ve takdir eder oldum. Malumdur ki
fazilet vasıtasıyla husulbulan maârife pek kıymetdar ve riyadan ari olur, İşte bu gibi sıfat ve
asarınızı görüp işitdikçe zatınızla muhabere etmek içün vesile aramakta iken mekatib-i İslamiye
ders cedvellerinin ıslahı çaresinin aranılması zımnında meşihat-ı İslamiye riyaseti tahtında bir
komisyon teşkili hakkında şerefsudur buyrulduğu Tarik gazetesinde meşhud dide-i mefharetim
olan irade -i merahimade-i hazreti zillullahiye ümmet naciye-i İslamiyenin saadet ve selameti
noktasına ser-avar buyrula gelen efkar hayr asar cenabı hilafetpenahiye bir delil-i cedid tarzında gördüğümden işbu teatufât-ı celiliyeden tamamiyle istifadeye hadım olarak vârid-i hatır olan
bazı tedabiri mutezımmen makamı meşihata yazmış olduğum layiha mealinin vesatatınızla milleti İslamiye hayır-hah olan makamat-ı aliyeye tefhimi zımnında suretinin tarafınıza irsalini
muhabere içün ni’me-l vesile ittihaz ettim. Millet-i Osmaniye’nin ve Ümmet-i İslamiye’nin hami-i hakikisi olan hilafet-i kübra-yı Osmaniye uğrunda feda-yı can eder nikandan olduğunuzu
işittiğimden bu teklife nazar bi kaydi ile bakmayacağınızdan eminim mütalaasından anlaşılacağı üzere işbu layihada milleti islamiyeten tari olan hal cehaleti ve bunun esbabını ve mekatibin
ders cedvellerinin ne yolda ıslahı ve avam-ı nasa ne gibi mürşidler vasıtasıyla nasıl nesayih
icrası lazım geleceğini teşrîh ve Ümmet-i İslamiye’nin vatan ve hürriyet gibi…ilh”(BOA.YEE.0038-014-002-001 ) demekteydi.
Abduh arapça olarak yazdığı layihasında da: “Müslümanların zayıf tarafı, dinin esaslarını
bilmemeleridir, akide bozukluğundan ahlâk da bozulmuştur, bunun ilacı dinî tedrisatı ıslah etmektir; eğitim ve öğretim yoluyla halkın yükselmesini sağlamaktır” demekteydi.
İslam hakimiyetinin(hilafetinin) kaleleri ve surları vardır. Bu surların en sağlamı müminlerin kalbindeki güven ve hakimiyet duygusudur. Güveni pekiştiren ve hakimiyeti kalplerde ateşleyen şey de, sadece dinden gelen manevi duygulardır. Kim vatan, millet ve benzeri tantanalı
sözlerin, fertlerin himmetini harekete geçirip istenen gayelere çevirmede, dinin yerine geçeceğini zannederse, doğru yoldan sapmış olur. Müslümanların durumuna gelince, zaman onlara
zulmetmiş, günler iman düğümlerini çözmüş; bu sebeple inançları zayıflamış, yakınî imanları,
dinin ve imanın hakikatlarını bilmediklerinden cehlin karanlıkları ile çepeçevre sarılmıştır. Bu
iman zaafı, ahlakta fesada, tabiatlarda bozulmaya ve nefislerde alçalmaya yol açmıştır. Maalesef çoğunluk dağda otlayan hayvanlara benzer hale gelmiştir. Bütün gayeleri, ölünceye kadar
yiyerek, içerek, evlenerek ve hayvani duygularını tatminde yarışarak yaşamaktır. Bunlar olduk-
The Journal of Academic Social Science Yıl: 5, Sayı: 43, Nisan 2017, s. 261-281
271
Osmanlı Son Dönem Şöhretli Alimlerinden Muhammed Abduh’un Eğitime Dair Düşünceleri
tan sonra, izzet ve hakimiyetin Allah peygamberi veya halifeye mi yoksa başkalarına mı ait olduğu onları ilgilendirmemektedir. İşte Hintliler, Maveraünnehir’de yaşayan Türk kabileleri ve
benzerleri, bu acı halin en müşahhas misalleridirler. Bu bela, belli bir millete has değildir, belki
bütün Müslümanlar için söz konusudur. Hatta Osmanlı reayasına da bu belanın, eğer Emirü’lMüminin olan padişah müdahele etmezse, dokunacağından korkulmaktadır.
Bu iman zaafı, yabancı şeytanlara, bir çok Müslümanın kalbine girebilmek ve onların heva ve arzularını desiseleri ile aldatabilmek için gedikler açmıştır. Çok sayıda Müslümanların
akıllarını çelmişler, sonra da Osmanlı toprakları da dahil olmak üzere misyonerlerini İslâm
ülkelerine Müslümanları sapıtmak için göndermişlerdir. Nerde Müslüman bir bölge varsa, orada bir Amerikan Okulu’nun veya bir başka Avrupa dinî cemaatinin okulunun bulunduğunu görüyoruz. Müslümanlar, çocuklarını dünyevî refah açısından yararlı olduğu zannedilen bazı ilimler öğretilir tama’ıyla o okullara göndermekten asla çekinmiyorlar ve hatta zaruri addediyorlar. Bu vurdumduymazlık, sadece avamda değil, dinine bağlı dindarlarda ve hatta bazı yüksek
dinî rütbelerde bulunanlar da görülmektedir.
Gençlik çağının heyecanlı dönemlerinde yabancı okullara giren Müslüman çocukları, söz
konusu okullarda sadece İslam dininin temel esaslarına ters düşen şeyler duyuyor ve şer-i şerif’e muhalif olan şeyleri görüyorlar. Belki kulakları sadece dinlerine ve babalarının inançlarına söven, atalarına tam bir teslimiyetle itaatlerini ayıplayan şeyleri dinliyor. Ne acı ki, bunları,
ister istemez kabul de ediyorlar. Zira, babalarının isteğiyle kendilerinin terbiyesiyle görevli
hocalardan bunları duyuyorlar. Onların ileri sürdüğü bozuk fikirleri ve batıl görüşleri naklederek sözü uzatmayalım. Zaten konu herkesçe bilinmektedir. Bu Müslüman çocukların eğitim ve
öğretim çağları tamamlanmadan, kalpleri her çeşit İslami inançtan sıyrılıyor ve İslam adı altında ehl-i küfür haline geliyorlar. Mesele bununla da kalmıyor, ayrıca bu tiplerin kalpleri yabancılara sevgi ile dolup, fikir ve arzuları onların aldatmacalarının esiri oluyor. Artık onların dilediği şekilde hareket ediyor ve kendilerini kirleten her şeyi söz veya fiilleriyle cemiyet içinde de
yaymaya başlıyorlar. Böylece millete bela ve devlete cefa haline geliyorlar. Eğer Müslümanlar
bu durumu idrak edebilseler, çocuklarını, akidede Müslüman ve şahsiyette Osmanlı olarak kalmakla beraber, en güzel şekilde yetiştirmek için her çeşit malî imkanı sağlayacaklardır.
İşte cehaletin Müslüman milletin başına açtığı bela, bu belaların en şiddetlisidir. Eğer
emir’ül-Müminin olan padişahımız gayret sarfetmezse, bu belanın tehlikelerinin devam edeceğinden korkuyoruz. İslamî mektep ve medreseler, ya tamamen din eğitiminden mahrumdur veya
çok az bir din eğitimi yapılarak sadece ibadetlere dair kısa ve lafzî okuyup manadan haberdar
olmamak şeklinde bazı dersler verilmektedir. Bu sebeple çoklarını gördük ki, yeni açılan askerî
veya mülkî okullarda, dinden ve iman hakikatlerinden mahrum bir eğitim görmüş, şehvet ve
lezzetlerinin peşinde koşuyorlar, gizli-açık Allah korkusu kalplerinde asla yer etmemiş. Kazanmak, geçim vasıtalarını temin etmek hususunda, köpekler gibi çalışıyor, haram-helal, iyi veya
kötü mefhumlarını bir tarafa bırakıyorlar, millet ve devlet müdafaası deyince, rahata meyledip
hıyanete düşüyorlar. Her vesile ile nefislerini tatmin cihetini tercih ediyorlar. Kısaca dini bilmemek ve iman zaafı, Allah’ın koruduğu çok az bir grup dışında, bütün Müslümanları derecelerine göre tehdit eden büyük bir hastalıktır.
Müslümanların bu rezalete dönüş sebeplerini araştırırsak, sadece tek bir sebep olduğunu
görürüz. O da, dinî eğitimdeki ihmal ve kusurumuzdur. Ya tamamen ihmal -bazı beldelerde olduğu gibi- ya da diğer bazı beldelerde olduğu gibi, dinî eğitimi doğru düzgün veremeyişimizdir.
Dinî eğitimini tamamen ihmal ettiğimiz avam tabakası, maalesef her yerde dine değil sadece
ismine sahiptir. Bazı akideleri bulunsa da, cebriye veya mürci’e gibi bazı batıl mezheplerin
inançlarının kalıntılarıdır. Mesela, “Kulun yaptığı işlerde iradesi yoktur; yaptığı her şeyi zaten
The Journal of Academic Social Science Yıl: 5, Sayı: 43, Nisan 2017, s. 261-281
272
Osmanlı Son Dönem Şöhretli Alimlerinden Muhammed Abduh’un Eğitime Dair Düşünceleri
yapmaya mecburdur. Bu sebeple farzların terki ve günahların irtikâbından dolayı sorumlu değiliz.” Derler. Yine “Allah’ın rahmeti boldur, bütün günahları affeder, azap söz konusu değildir.
İnsan istediği günahı işlesin ve dilediği farzı terk etsin yine azap yoktur” diye söylerler. Bu ve
benzeri sözler, dinin esaslarını gönüllerde yıkar, hamiyyet duygusunu kalplerden siler. Bütün
bunların sebebi, avamın iman esaslarını öğrenmemesi ve Kur’an ile sünnetdeki hakikatlerden
gafil kalmasıdır.
Az da olsa dinî eğitim görmüş olanlara gelince, bunlardan bir kısmının bütün himmeti,
temizlik ve necaset hükümlerini, namazın ve orucun farzlarını öğrenmektir. Bunlar, dinin söz
konusu iki ibadetin edasına münhasır olduğunu zannederler. Fıkıh kitaplarındaki şekliyle bunları eda ettimi, diğer rükünleri heder etseler de, dini ikame etmiş sanırlar. Bunlar bir öncekilerle, zikredilen bozuk akidelerle müşterektirler. Bu gruptan bazıları ise, muamelata dair tatbiki
fıkıh hükümlerini öğrenir; çoğu bu ilmini, kazanç veya sanatına vesile yapar. Bunların içinden
bazıları da, müftülük, kadılık ve müderrisliğe rağbet ederler ve bu meslekleri sadece bir maişet
vesilesi olarak görürler. Geçim derdi ilimlerine muhalif bir tavır sergilerse, ona aldırmazlar ve
cahiller gibi batıl akidelere dayanırlar. Bu tiplerin bozuk amelleri, sadece kendi şahıslarında
kalmaz, avama da sirayet eder. Bu sebeple son grup, avama ve havasa en tehlikeli olan gruptur
ve sayıları da az değildir. Evet, hayrın Muhammed ümmetinde olduğu inkar edilemez ve bu
ümmette Kur’an’ın sınırları içinde yaşayan, dinin sağlam kulpuna sarılan, kalplerindeki iman
hamiyet ateşini körüklediği için himmetlerini dine hasreden insanlar yok değildir. Ancak azınlıktadırlar. Bunların sayısı, diğerlerinden gelen şerrin define yetmemektedir. Eğer Allah, halifemizin bu meseleye eğilmesi yoluyla bu ümmete lütfetmeseydi, bu ümmet kötü amellerinin cezasını hemen çekecek ve Allah’ın hükümlerini kulak ardı eden sapık bir toplum haline gelecekti.
Zikredilen durumları düşününce ve hem şeyhülislamın hem de komisyon azalarının vakıf
olduğuna inandığımız ancak kısaca işaret ettiğimiz sebepleri göz önüne alınca, anlıyoruz ki,
Emir’ül-Müminin olan halifemiz, eğitim tarzı, yine eskisi gibi camilerde ve bazı alimlerin yanında devam etmekle beraber, sadece İslamî okulların ders programlarını ıslah ederek, arada
bazı fıkıh kitaplarının da okutulmasını irade etmektir. Zira tatbikî(amelî) ilimler, sağlam itikat
esaslarına dayandırılmadıkça, yine yıkılmaya mahkumdurlar. Yerleşse de sadece ihlastan uzak
amelleri meyve verir, istenen neticeyi vermemekte batıl şeylere benzer. Halifenin mutlaka şunları irade etmiş olması gerekir: Önce, nazarların akideyi kuvvetlendirip onu akıllarda hakim kılacak iman ilimlerine çevrilmesi, sonra bu ilimlerin insan nefsine tattıracağı lezzetlerin hatırlatılarak nefislerin terbiye edilmesi; bunu takiben insan nefsinin halleri ve ahlakî yapısını öğreten
batinî fıkhın öğretilmesi; İnsanı helaka götüren yalan, hıyanet, gıybet, kıskançlık, cimrilik ve
benzeri kötü ahlaklarla; insanı kurtuluşa erdiren doğruluk, güvenilirlik, rıza, cömertlik, şecaat
ve diğer faziletlerin anlatılması; buna ilaveten kitap ve sünnette zikredilen ve de İslam alimlerinin ittifakla kabul ettiği helal ve haram ilminin kısaca verilmesi; Sonra bunları koruyacak ve
nefsi bildikleriyle amele sevkedecek terbiyenin temini. Zikredilen ilimlerdeki eğitim ve öğretim,
tamamen şeri şerife göre olacak, yani kaynağını kitap, sahih sünnet, sahabe görüşleri ve İmam-ı
Gazali ve emsali gibi onların yolundan giden selef alimlerinnin görüşleri ve eserleri teşkil edecektir. Ana gaye iki esastır: Birisi ıslah ve diğeri de istenen ıslahatı doğuracak terbiyedir. Bunları, ikisini de takviye edecek bir başka ilim dalı daha takip etmelidir ki, o da İslam tarihi, yani
özellikle Hz. Peygamber, sahabesi, raşit halifeler devri ve bunların izinde giden Osmanlı Halifeleri’nin tarihidir. İhtiyaç duyulan dinî ilimlerin özeti budur. Ancak, her biri ilk, orta ve son
safha olarak ayrılmalıdır. Bunlardan her biri, insanların her tabakası için gıda hükmündedir.
Dinî ve siyasî hayatın kıvamı, bunlar iledir(BOA.YEE., 0038-015-001 LEF).
The Journal of Academic Social Science Yıl: 5, Sayı: 43, Nisan 2017, s. 261-281
273
Osmanlı Son Dönem Şöhretli Alimlerinden Muhammed Abduh’un Eğitime Dair Düşünceleri
Abduh layihanın devamında bu tesbitlere istinaden programlar çizmekteydi. Programda
umumi halk için dersler, memur ve askerler için dersler, alim olacaklar için dersler ayrı ayrı
bölümlerde gösteriliyordu. Buna göre:
Birinci tabaka ilköğretim safhasıdır. Yani okuma, yazma ve hesap ilminin temel esaslarıyla yetinecek olan Müslümanların çocuklarıdır. Belli bİr seviyede bunlar öğretilir; muamelelerinde, kendilerine öğretilenlerden yararlanırlar. Sonra da sanat, ticaret, ziraat ve benzeri
hususlarla meşgul olurlar. Bunlar, askerî ve mülkî rüşdiye mektepleri ile vakıf mektepleri gibi
okullardır. Devletin bunlardan beklediği itaat ve bağlılık duygusudur. Ruhlarını, icab ettiğinde
seve seve vermeliler; mallarını gerektiğinde Allah için, kızmadan ve rızalarıyla bol bol harcamalılar. Yabancıların propagandası kalplerine yol bulup girmemeli. O halde ilköğretim safhasında kalplerine ve gönüllerine hamiyyet ve İslamî milliyet duyguları yerleştirilmeli. Bunun
yaşanmış misali, İslam’ın ilk doğuş devri ile Osmanlı Devleti’nin ilk hilafet yıllarıdır. Bugün
Avrupa devletlerinde de bu ruh, atalarımızdan geçmiş bir emanet olarak mevcuttur. Çocuklarımız, bu ideale ve gayeye ancak ve ancak sağlam bir iman, sabit bir istikamet ve samimi bir sevgi ile ulaşabilirler. Bu sebeple, bu seviyedekilerin dinî eğitimi için şu çeşit kitapların okutulması
gerekir:
1.İslam mezhepleri arasındaki görüş ayrılıklarına girilmeden Ehl-i Sünnet indinde ittifakla kabul edilen İslamî inançlara dair muhtasar bir kitap. Bu kitapta, iman esasları, misallerle
donatılmış ikna edici delillerle isbat edilebilir. Kur’an ayetleri ve sahih hadislerle açıklanır.
Hristiyanlarla aramızdaki ihtilaflı hususlar üzerinde önemle durulur ve genç talebelerin zihinleri, her bölgeye yayılmış olan misyonerler ve propagandacıların şerrinden korunmak için onların batıl inançları belirtilir.
2.Helal-haram, kötü ve iyi ahlak, Kur’an’da ve sünnette bulunmayan, avama zararlı olan
ve sonradan ortaya atılmış bidatlarla ilgili kısa bir kitap. Bu kitapta Kur’an ve hadisten deliller
ile selefin uygulamasından misaller zikredilir. Kitabın temelini, insanın sadece Allah’a kul olması ve Allah ile resülü dışında her şeyin manasız olduğu hakikatini anlatmak teşkil edecektir.
3.İslam tarihi ile ilgili kısa bir kitap ise, Hz. Peygamberin ve sahabelerinin örnek ahlakları ve yaptıkları büyük işlerle ilgili özetlerle beraber, din uğruna mal ve canların feda edildiğini, İslam’ın kısa bir zamanda çok az taraftarı ve çok sayıda düşmanlarına rağmen nasıl hakimiyetini tesis ettiğini, bunun tek sebebinin ihlasla cihad ve ittihat ruhunu özetleyecektir. Sonra da
Osmanlı halifelerinin tarihi kısaca anlatılacaktır.
Bu kitaplar bütün Osmanlılara dağıtılacaktır. Yani Osmanlı Arapları’na Arapça, Osmanlı Türkleri’ne Türkçe, saire takdim edilecektir. Bu kitaplarda zikredilen ayet ve hadisler, kendi
dillerinde yazılacaktır.
İkinci tabaka Şeriye, Mülkiye, Harbiye, Tıbbiye ve Sultaniye gibi yüksek okullarda okuyan Müslüman çocuklardır. Devletin bunlardan beklediği, bunların dinin ve devletin bekçileri
olmalarıdır. Askeri sınıf, canını kılıcının ucunda bilecek, ölecek veya zafer kazanacaktır. Adliye
sınıfı, adalet terazisini elinde tartacaktır. Adaletin kefelerine bakacak, ağır geleni tercih, düşeni
ise ıskat edecektir. Hakkı bulup hükmedecek ya da ölecektir. İdareci grup ise, dirayet ve ihtisas
gözlüğünü eline alacak, vatandaşın gizli haklarını ortaya çıkaracak, ölünceye kadar vatandaşların maslahatlarını korumak için devleti ayakta tutacaktır. Bu tabaka, ilk tabaka için yukarda
belirtilen ilk dinî eğitimi almakla birlikte, ayrıca yüksek okullarda şu kitapları da okumalıdırlar:
1.Mantık, münazara ve cedel ilimlerinin mühim mevzularını ihtiva eden ilimlere giriş kitabı,
The Journal of Academic Social Science Yıl: 5, Sayı: 43, Nisan 2017, s. 261-281
274
Osmanlı Son Dönem Şöhretli Alimlerinden Muhammed Abduh’un Eğitime Dair Düşünceleri
2.Akidelerle ilgili bir kitap. Bu eserde yine İslam mezhepleri arasındaki görüş ayrılıkları
zikredilmeksizin aklî delillerle teyid edilmiş temel esaslar zikredilir. Ancak Hristiyanların fasid
akideleri, en güzel bir şekilde ortaya konarak, Hristiyanlarla bizim dinimiz arasındaki farklı
inançlar izah olunur. Ayrıca İslam inançlarının uhrevî saadet yanında dünyevî ve medenî hayatı
da temin ettiği anlatılır.
3.Helal ile haramı ve faziletlerle kötü ahlakı ilk öğretimdekinden daha ayrıntılı bir şekilde açıklayan bir kitap. İyi ve kötü ahlakın sebepleri ve neticeleri, aklı ikna ve nefsi tatmin edecek şekilde izah edilir. Sonra da dinî hükümlerin hikmetleri ve dünyevî hayata olan faydaları,
dinin esasları, selef-i salihinin hayat tarzı esas alınarak açıklanır. Her iki kitabın da gayesi,
kalplerde hakimiyet-i diniyeyi uyandırmak ve nefisleri ulvi şeylerden başka bir şey istemeyecek
yüce bir makama yükseltmektir.
4.Hazreti Peygamber’in hayatı, ashabının hayatı, değişik asırlardaki büyük İslamî fetihler ve Osmanlı Halifelerinin yaptıklarını anlatan tafsilatlı bir tarih kitabı. Hadisler, tamamen
dinî açıdan takdim edilmeli, siyasî yönleri bahsedilse bile, ikinci derecede kalmalıdır. Bu kitapta İslam hakimiyetinin yeryüzünün çeşitli bölgelerindeki durumu nakledilmeli ve kalpleri, mevcudu muhafazadan ziyade, kaybedileni aramaya tahrik edecek ifadeler kullanmalıdır. Sonra da
bütün tafsilatıyla İslamın terakki sebepleri açıklanmalıdır.
Bu gruptaki gençlerin, tıpkı birinci gruptakiler gibi, zikredilen kitapları kendi ana dilleriyle okumaları yeterlidir. Arapça ifadeler, Arap olmayanlar için açıklanırlar. Bunların dinî
eğitimleri için Arapça öğrenmeleri, ibadetlerde farz olan miktar dışında zaruri değildir. İbadetlerde okuduklarının manalarına tefsir yoluyla vakıf olmaları, söylediğini anlamak isteyen bir
okuyucu için gereklidir. Böylece, şâirin istediği şekilde, zikrin fikirde tesiri de söz konusu olur.
Bu gruba İslamî ilkokullarda öğretim hizmetini ifa edecek olan elemanlar da dahildir. Bunların,
mutlaka bu iş için zaruri olan hamiyyet, iffet, devlet sevgisi, şer-i şerifin hükümlerine vakıf olma, yasaklar ve emirleri bilme ve dinden olan şeylerle olmayanları birbirinden ayırma gibi
vasıflara sahip olmaları gerekir.
Üçüncü tabaka yukarıda zikredilen iki tabakaya ait kitapları halleden ve imtihanla bu
konudaki imtiyazlı idraki ve istenen vasıflara sahip olduğu sabit olan Müslüman çocuklarıdır.
Bunlar, ilim ve amelde en yüksek derecelere seçilmek için ayrılır ve bu ümmetin ilim ve irfan
rehberi olurlar. Yüksek okullar, ortaöğretim ve hatta ilköğretimdeki dinî öğretim -sayıları yeterli olursa- bunlara tevdi edilir. İçlerinden ehil olanlar da, kendi tabakaları için öğretim elemanı
olarak seçilir. Devletin bunlardan istediği gayenin elde edilebilmesi için, üç veya dört kitabın
okutulması yetmez. Bunların daha çok kitap okumaları, dinde basirete ve hitabette yeterli kudrete sahip olmaları gerekir. Zira malumdur ki, irşadı talep edene yeten şey, mürşide yetmez.
Bunun için ihtiyaç duyulan ilimleri, kitapları isim olarak zikretmeden kısaca belirteceğiz.
1.Kur’an Tefsiri: Kur’an’ın arzuyla ve anlaşılarak okunması ve Allah’ın onda zikrettiği
hikmet ve sırlardan haberdar olunması için en önemli ilim, tefsir ilmidir. Kur’an, Müslümanların başarısının sırrıdır. Müslümanların kaybettiklerini kazanabilmelerinin tek yolu ona dönmektir. Kur’an’ın sesi, kalplerinin derinliklerinde yansımadıkça ve onun hakikatleri tabiatlarını
sarsmadıkça, Müslümanların, bulundukları uykudan uyanmaları mümkün değildir. Kur’an,
kendini talep edene yakındır. Özellikle Arapların her çeşit tarihî ve ebedî değerleri de onda
mündemicdir. Kur’an’ın hakiki manalarının anlaşılması için, onu tefsir eden ve manasını esas
alan Keşşaf Tefsiri ve Nişaburî Tefsiri gibi eserler okunmalıdır.
2.Kur’an’ı tefsir eden ve açıklayan Rasulüllah’ın beyanlarını almak ve Kur’an’ın nassına
muhalif olan hadisleri kabul etmemek şartıyla hadis ilmi.
The Journal of Academic Social Science Yıl: 5, Sayı: 43, Nisan 2017, s. 261-281
275
Osmanlı Son Dönem Şöhretli Alimlerinden Muhammed Abduh’un Eğitime Dair Düşünceleri
3.Kur’an ve hadisi anlayabilmek gayesiyle Arap Dil ve Edebiyatı ile ilgili nahiv, sarf,
maâni, beyan ve benzeri ilimler.
4.Gazali’nin İhya’sında yaptığı gibi bütün tafsilatıyla ahlak ilmi.
5.Şeri nasslardan hükümler çıkarabilmek ve şeri hükümlerin anlaşılması için gerekli olan
küllî kaideleri öğrenmek üzere usul-i fıkıh ilmi. Bu konuda Şatıbî’nin El-Muvafakat adlı eserini
tavsiye ediyoruz.
6.Eski ve yeni tarih ilmi: Buna, Hazreti Peygamber’in hayatı(tafsilatlı olarak), İlk İslam
devletlerindeki inkılâblar, Osmanlı Devleti tarihi ve İslam’ın bu dönemde haçlı seferlerinden
sonra girdiği durgunluk devresini atlatması vesaire, bütün İslam tarihi dahildir. Bütün bunlar,
dini bilememenin, hükümlerinden inhiraf etmenin ve de İslam milletinin zayıflamasının tek sebebi ihtilaf olduğunun izahı içindir.
7.Hitabet, ikna ve cedel ilmi de, manaların zihinlere yerleştirilmesi, iman esaslarının gönüllerde tesbiti ve nefisleri ilzam için gereklidir.
8. Kelam ilmini ve akideleri öğrenmek için değil, belki geniş fikirli ve kültür sahibi olmak
için değişik mezheplerin görüşlerini bütün delilleriyle öğrenmek de gereklidir. Ayrıca aklî meselelerde ihata gücünün artması için, bazı İslamî felsefe kitaplarının okunmasında da zarar yoktur.
İşte son tabakanın mutlaka okuması gereken ilimler bunlardır. Yukarıdaki öğretim metoduna uyulduğunda, bu tabakanın ilim ve amelle bezeneceği bir gerçektir. İbadet ve muamelata
dair olan fıkıh ilminden hiç bahsetmedik. Zira ibadetler konusu, talebeler için kolaydır. Muamelat konusuna olan ihtiyaçta ise, bütün Osmanlı ülkesindeki Müslüman, zımmî ve yabancı her
talebe, hakkını müdafaa ve talep için bunu öğrenmeye mecburdur. Diğer dil, fizik, tabiat, idare
ve Osmanlı Maârif Nezareti’nin belirlediği dersler ise, zaten her medresede kanuna göre okutulmaktadır. Bunların dine zararı yoktur. Belki din onları, onlar da dini takviye eder.
Bu son tabakanın özellikle Şeyhülislam’ın nezareti altında olması gerekir. Özel bir idaresi olur. Seçkin hocalar getirtilir. Talebeleri idrak, zeka ve ahlak açısından imtihanla en iyiler
arasından seçilir. Okutulan ilimlerde ciddi bir imtihan, hal, hareket ve ahlakı konusunda da tam
bir soruşturma yapmadan diploma verilmez.(BOA.YEE., 0038-015-001 LEF)
Abduh, bu bölümlemeden sonra şu tespitlerde bulunmaktaydı:
Bu üç derecedeki okullarda tedrisin gayesi, kalplere din sevgisini yerleştirmek ve her işte
asıl gayenin o olduğunu öğretmektir. Böylece bütün talebeleri aynı gayede birleştirmek mümkün
olur. Bütün işlerinde aynı gayeyi güderler. Ruhî ve manevî duyguları, din hizmeti ve onu müdafaa eden Emir’ül-Müminin’e meyleder. İslam milleti, öyle bir millet olur ki, heybetinden korkulur ve gadabından ürkülür. Devlet, böylece harici siyasetinde de güçlü hale gelir, Müslümanlar
dahili rahata kavuşur. Kısaca eğitim programlarının ıslahı, ölmek üzere olan İslam milletinin
ihyasıdır.
Bu sebeple, zikredilen ilimlerde ve özellikle de ahlak ve adab gibi sosyal ilimlerde, eğitim
ve öğretimin, kalplere manaları göndererek onları harekete geçirecek ve gönülleri gaflet tembellik rehavetinden kurtaracak şekilde bir hitabetle yapılması gerekir. Dersin yanında, öğrencilerin ne yaptıkları ve ne ettikleri de takip edilmeli; öğrendikleri ilimlere aykırı hareket ettikleri
veya inandıklarını yapmada kusur gösterdikleri takdirde, hataları onlara hatırlatılmalı. Bu ihtarda, kalplerini tahrik ve gönüllerini etkileyecek bir üslup kullanılmalıdır. Bu sebeple öğrenim
kadrosunun da imkan dairesinde aklî ve ahlakî açıdan mükemmel olması gerekir.
Allah’ın “Eğer Allah’ın dinine yardım ederseniz, Allah da size yardım eder. Ayaklarınızı
sabit kılar.”, “Bizim yolumuzda cihad edenlere yollarımızı kolaylaştırır ve yol gösteririz”, “Allah kendisinden korkan müminlerle beraberdir”, “Kafirler istemese de, din-i İslam’ı bütün din-
The Journal of Academic Social Science Yıl: 5, Sayı: 43, Nisan 2017, s. 261-281
276
Osmanlı Son Dönem Şöhretli Alimlerinden Muhammed Abduh’un Eğitime Dair Düşünceleri
lere galip kılmak için…” vaadlerine güvencimizden; yine rabbimizin “Allah bir kavmin durumunu, kendileri hallerini değiştirmedikçe değiştirmez” haberini bildiğimiz ve Avrupa devletlerinin halinden haberdar olduğumuz için, kesin olarak biliyoruz ki, dinî eğitimin zikredildiği
şekilde ıslahı, bütün Osmanlı ümmetinin ruhlarına sirayet edecek yeni bir hayat olacaktır. Kısa
zamanda bu durum, bütün Müslümanların birleşmesi meyvesini verecek ve düşmanlarımıza
rağmen Osmanlı Devleti’nin şemsiyesi altında bütün Müslümanlar toplanacaktır. Bu acizlerinin
kanaati, devleti ve milleti koruyacak olan tek şey budur. Bunun için sarf edilecek gayret, herhangi bir dâhili veya harici siyasi işten daha faydalı olacaktır. Zira siyaset kuvvetledir. Kuvvet
ise, şeref ve satvetle olur. Bu da birlikle temin edilir. Birlik itaatle olur. Gerçek itaat da sağlam
imanla mümkündür. Sağlam iman da, arz edildiği şekilde temin edilir. Osmanlı ülkesindeki
Müslümanların çoğunluğu, dertlerinin devasının dinin emirlerine dönmekte olduğuna inanmaktadır. Hamdolsun O Allah’a ki, devletimizi, istediklerini temin için muvaffak eylemiş(BOA.YEE., 0038-015-001 LEF)
Abduh, “Vaizler ve Mürşidler Hakkında” başlığıyla devam ettirdiği layihasında tamamlayıcı bir bölüm olarak dinî irşad görevi hakkında da değerlendirmede bulunmaktaydı. Buna göre:
Osmanlı Devleti’ndeki mektep ve medreseler, Osmanlı reayasına göre az değilse de, yaşayan ahaliye göre azdır. Zira köylerdeki çoğunluk ve uzak bölgelerde yaşayan Araplar, evlatlarının eğitimini zaruri görmemekte ve yeterince de terbiye edememektedirler. Ders programlarının ıslahı, onlara yararlı olamaz. Onlar bu ıslahattan mahrum kalırlar. Öğretim yaşını geçenler için de aynı şey söz konusudur. Her iki grupta devletin bir parçasıdır. Onların da hak ve
vazifeleri vardır. Onların cehaleti de, devlete ve kendilerine zararlıdır. O halde onların da ruhlarının ıslahı gerekir.
Bu, ancak onlara çocuklarını eğitmeleri için yapılacak bir davetle mümkün olur. Bunlar,
eğitim ve öğretime teşvik edilir ve devlet de çocuklarının eğitimi için mektep inşası ile mükellef
tutulursa, devlete büyük bir malî külfet yüklenmiş olur. O halde eğitim ve öğretime davet edecek
vaizler ve mürşidlerin bir görevi de, zenginleri, malî imkânları nisbetinde mektepler inşa etmeğe davet etmektir. Bunun için, her beldede dernekler ve komisyonlar teşkil edilir, ayrıca vaizler,
mescidlerde ve camilerde, insanlara dinlerinden unuttuklarını hatırlatmak, kalplerine devlet
sevgisini yerleştirmek ve gönüllerinde Emir’ül-Müminin’in ve Rabbü’l-Aleminin Peygamberi’nin halifesine olan bağlılığını artırmak için güzel nasihatlar yaparlar. Bunun için de, dini
anlatacak ve avamı irşad edecek mürşidlere ve vaizlere ihtiyaç vardır. Mürşidler üçüncü tabakadaki vasıflara haiz olmalıdır. Kısaca şer’î ve edebî ilimlerde yed-i tuli sahibi, ahlakî meselelerde bilen ve yaşayan, yaptıkları söylediklerine ters düşmeyen ve insanlara her hususta rehberlik edecek insanlar arasından seçilmelidir. Her milletin vaizi, kendi milletinin diliyle gayet fasih
olarak konuşabilmelidir.
Ayrıca tez elden Cuma hutbelerinin ıslah edilmesi ve liyakatli insanların eline verilmesi
gerekir. Hatipler, avamı bizzat müşahede ettikleri hususlarda uyarmalı, fesad ve zararlarını
anlatmalı ve onlara doğru yolu göstermelidir. Zaten Cuma’da hutbeden şâririn kasdettiği gaye
de budur.(BOA.YEE., 0038-015-001 LEF)
Abduh, bu değerlendirmeden sonra da genel bir değerlendirmede bulunmaktaydı. Buna
göre:
Denilse ki: Birinci ve ikinci tabakalar için tavsiye edilen kitaplar nerede? Üçüncü tabakayı yetiştirecek eleman nerede? Devletin tam itimad edeceği irşad ekibi nerede? Sonra, masraflar nasıl karşılanacak? Ayrıca üçüncü tabakanın yetiştirilmesi uzun zaman alacaktır.
Cevabımız şudur: İlk iki tabakaya ait kitapları hazırlamak cidden kolaydır. Birimize bu
görev verilse, inşallah hemen yapılır. Şeyhülislamın nezareti altında hazırlanır. Her üç tabaka-
The Journal of Academic Social Science Yıl: 5, Sayı: 43, Nisan 2017, s. 261-281
277
Osmanlı Son Dönem Şöhretli Alimlerinden Muhammed Abduh’un Eğitime Dair Düşünceleri
daki öğretim elemanlarına gelince, -tabii ki irşad ekibi de söz konusu-, bunların her beldede
veya bir şehirde bulunmaları zor olsa da, bütün Müslüman beldeler araştırılsa, yeteri kadar
tasarının başlaması için bulunabilir. Yeter ki, niyet doğru ve gaye Allah rızası olsun. Bu tip
insanlar, dindar ve müstakim insanlardır. Devlet erkanının kapılarını aşındırmaz ve dini bir
maslahat görmedikçe makama talip olmazlar. Bunlar, aranmadan da tanınmazlar, bilinmezler.
Sonra başlangıç güzel olur ve ihlasla gayret gösterilirse, Allah’ın izni ile istenene ulaşılır.
Üçüncü tabakanın eğitiminin uzun zaman almasına gelince, Hristiyan rahiplerinin en az 15 ve
hatta 20 sene bu gaye ile belli ilimlerde ihtisas yaptıkları bir vakıadır. Biz de biliyoruz ki, rahiplerin meşgul oldukları şeyler, batıl şeylerdir. O halde hakkın talibi olanların uzun müddet meseleyi bütün yönleriyle ihata edebilmek için araştırma yapmaları, garip addedilmemelidir. Bu işin
malî finansmanına gelince, az da olsa arif ve sadık servet sahiplerinin bulunduğu kesindir.(Bu
tip insanlar şu anda mevcutturlar, ancak gizlilik perdesi içindedirler, ciddi araştırılır ise ortaya
çıkarlar.) Devlet vatandaşlarına bu konuda nasihat ettirmelidir. Osmanlı ülkesinde bulunan
zengin Müslümanların malî imkanlarından bu yolla istifade etmek pek zor değildir. Küçük bir
tecrübe, dediğimizi doğrulayacaktır. Yeter ki, iş ehline verilsin. Bu konudaki sözlerimiz tamamen Müslümanlarla olan muharebemizden ve uzun süre ahlaklarına olan vukufumuzdan kaynaklanmaktadır. Din hizmetini sadakatle yürütenlere, ümitsizliğin eli ulaşamaz. Zira kafirler
dışında kimse Allah’ın rahmetinden ümit kesmez(BOA.YEE., 0038-015-001 LEF)
Sonuç
Büyük bir düşünür, sosyolog ve ıslahatçı olan Muhammed Abduh, çağdaş İslam dünyasının en önemli simalarından biriydi. Kendisi çok eser veren bir yazardı ve geriye birçok paha
biçilmez eser yanında sayısı oldukça kabarık bir öğrenci kitlesi de bırakmıştı. Çok geniş bir
coğrafyada takip edilmiş, bu yüzden eserleri ve makaleleri çok etkili olmuştu.
Abduh’a göre İslam dünyasının içinde bulunduğu kötü durumdan kurtulmak için değişikliklere ihtiyaç vardı ve yapılması gerekli reformlar arasında eğitim-öğretim reformu, Ezher reformu ve çağdaş ilimlerin öğretim programına alınması da olmalıydı.
Abduh eğitime dair düşüncelerini ilk planda basın yoluyla serdetmişti. Abduh yazılarında,
yeni ilmî gelişmelere kayıtsızlığın mümkün olmayacağını, çağdaş ilimlerden uzak kalınamayacağını, bu yüzden bir eğitim ve kültür reformuna ihtiyaç duyulduğunu ifade etmektedir. Milletler ancak irfan seviyelerinin yükselmesiyle ilerleyebilirler. Bunun için yapılacak ilk iş, vatandaşları eğitmek onlara ilim kapısını aramaları için fırsat yaratmaktır, kısaca “ilmin yaygınlaştırılması” na çalışmaktır.
Abduh, modern Batı felsefesine özellikle de ahlak, eğitim ve toplum felsefesine dair eserlerle de ilgiliydi. Batıyı doğudan üstün kılan gerçek faktörün eğitim ve ilim seviyesinin yüksekliği olduğunun farkındaydı. Bu nedenle her şeyden önce eğitim ve öğretim kurumlarının ıslahının esas alınması düşüncesindeydi. Nitekim Ezher idare meclisine hükümet temsilcisi sıfatıyla
üye olunca çeşitli toplantı ve müzakerelerden sonra kabul edilen program çerçevesinde tedrisata
matematik, edebiyat, coğrafya gibi yeni ilimler konulmasını sağladı. Ezher Kütüphanesi’ni kurdu.
Abduh’un kendine özgü, gençleri yetiştirme metodu vardı. Ona göre eğitimin temeli İslam’dır. O, kişiliğe dayanan veya bireyin şahsiyetini yok etmeyen bir donatımdır. Toplumun
adetlerinde ve ahlakında değişiklikler meydana getirmeye gelince, onun kaynağı eğitimdir.
Onun görüşüne göre eğitim değişime zemin hazırlar ve ardından değişimi sağlar. Toplumu yetiştiren kanunlar o toplumun eğitim kanunlarıdır.
The Journal of Academic Social Science Yıl: 5, Sayı: 43, Nisan 2017, s. 261-281
278
Osmanlı Son Dönem Şöhretli Alimlerinden Muhammed Abduh’un Eğitime Dair Düşünceleri
Abduh, Sultan II.Abdülhamid’in mekteplerde dini tedrisatı ıslah etmek ve yeni bir program hazırlamak üzere Şeyhülislam başkanlığında bir heyet kurması münasebetiyle hazırlayıp
sunduğu layihalarında Müslümanların zayıf taraflarının dinin esaslarını bilmemeleri olduğunu,
akide bozukluğunun ahlakî ve amelî bozukluğu da beraberinde getirdiğini beyan etmekle bunun
ilacının, din eğitiminin ıslahı, halkın kültür seviyesinin yükseltilmesi olduğunu belirtip, ilgili
layihalarda bu amaca yönelik bir eğitim programı sunmaktaydı.
KAYNAKLAR
1.Arşiv Kaynakları
Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Yıldız Esas Evrakı, 0038-014-002-001.
Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Yıldız Esas Evrakı, 0038-014-003-001.
Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Yıldız Esas Evrakı, 0038-015-001.
2.Araştırma ve İnceleme Eserler
Akgündüz, Ahmet, (1990), Belgeler Gerçekleri Konuşuyor(1), İzmir.
Alperen, Abdullah, (2003), Türkiye’de İslam ve Modernleşme, Adana.
Cemaleddin Afgani-Muhammed Abduh,(1987), El-Urvetu’l-Vuska(1884) Büyük Kurtuluş Mücadelesi, Türkçesi İbrahim Aydın, İstanbul.
Gibb, Hamilton H.A.R., (2006), İslam’da Modern Eğilimler, Çev. Kürşad Atalar, Ankara.
Haşşab, Samiye Mustafa, (2010), İslam Sosyolojisi, Çev. Ali Coşkun-Nebile Özmen, İstanbul.
İşcan, Mehmet Zeki, (1998), Muhammed Abduh’un Dini ve Siyasi Görüşleri, İstanbul.
Keskioğlu, Osman, (1970), “Muhammed Abduh”, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Sayı. 18, s. 109-136, Ankara.
Nar, Ali-Dr. Hasib Es-Samarraî, (2013), Dini Modernizmin Üç Şövalyesi Cemaleddin AfganiMuhammed Abduh-Reşid Rıza, (Haz. Ali Nar), İstanbul.
Özervarlı, M.Sait, (2005), “Muhammed Abduh”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi,
s.482-487, İstanbul.
Pakdemirli, M. Nuri, (2014), “Pakistan’da Yüksek Din Öğretimi”, ASOS Journal-The Journal
of Academic Social Science, Akademik Sosyal Araştırmalar Dergisi, Yıl 2, Sayı 5, s.
80-102.
Schacht, Joseph, (1997), “Muhammed Abdüh”, Millli Eğitim Bakanlığı İslam Ansiklopedisi, 8.
Cilt, s. 488-490, Eskişehir.
Taslaman, Caner, (2011), Küreselleşme Sürecinde Türkiye’de İslam, İstanbul.
The Journal of Academic Social Science Yıl: 5, Sayı: 43, Nisan 2017, s. 261-281
279
Osmanlı Son Dönem Şöhretli Alimlerinden Muhammed Abduh’un Eğitime Dair Düşünceleri
İ
280
s
İslam Mekteplerinin ve Ders Cetvellerinin Islahına İlişkin Görüş ve Tekliflerini Hâvî Muhammed Abduh’un Şeyhülislamlığa Gönderdiği Mektup Sureti.
B.O.A., Y.EE.(Başbakanlık Osmanlı Arşivi Yıldız Esas Evrakı) 0038 014 002 001
The Journal of Academic Social Science Yıl: 5, Sayı: 43, Nisan 2017, s. 261-281
Osmanlı Son Dönem Şöhretli Alimlerinden Muhammed Abduh’un Eğitime Dair Düşünceleri
281
İslam Mekteplerinin ve Ders Cetvellerinin Islahına İlişkin Görüş ve Tekliflerini Hâvî
Muhammed Abduh’un Şeyhülislamlığa Gönderdiği Arapça Layiha.
B.O.A., Y.EE.(Başbakanlık Osmanlı Arşivi Yıldız Esas Evrakı) 0038 015 001 001
The Journal of Academic Social Science Yıl: 5, Sayı: 43, Nisan 2017, s. 261-281
Download