Editör`den - Stratejik Düşünce Enstitüsü

advertisement
Editör’den
İnsan her ne kadar “eşref-i mahlukat” ile “esfel-es safilin” tayfındaki salınımıyla insan olsa da,
kendisini de içine alan Kantçı anlamda fenomen dünyası “ekmel” sıfatına haiz değildir. Ezcümle
insanla ilintili anlam dünyamıza tekabül eden eşya, tabiatı gereği “mükemmel” derecede “iyi”
veya “kötü” olamayacak kadar nakıstır. Bu minvalde, “haberdar etme” ve “farkındalık oluşturma”
bakımından insanî bir eylem olarak “aylık dergi” çıkarmanın avantajları ve dezavantajları
sözkonusudur. Elinizdeki Haziran sayımızın hazırlıkları çerçevesindeki Yayın Kurulu toplantımızda
12 Haziran 2011 Genel Seçimleri’nin -tarihten de anlaşılacağı üzere- yaklaşık olarak ay ortasına
gelmesi, Dergimizin içeriğini ve kapağını belirleyici olduğu kadar okunduğu tarihe göre “müstakbel”
ve “mazi” arasında kalırken sadece 12 Haziran günü “modern” olacaktır.
Mayıs sayımızda da ifade ettiğimiz üzere -bu satırlar yazılırken- önümüzdeki Genel Seçimler “Anayasa
Seçimleri” olacaktır. Ortaya çıkacak yeni Anayasa “sivil” boyutunun ötesinde inşallah Osmanlı-Türkiye
Anayasa tarihçiliği bakımından bireyin ve bireyin mensubu bulunduğu kollektivitelerin özgürlüğüne
vurgu yapan, Mete Tunçay’ın ifadesiyle “en demokratik” Anayasa olacaktır. Vatandaşlık, insanın
parçası olduğu “sivil” ve/ya “politik” topluma “birey” vasfını ön plana çıkaran ve sorumluluklarının
ötesinde haklarını da vurgulayabildiği ve insanın devlet gibi kendi kurgusu kurumlardan da
özgürleşme tarihinin bir izdüşümüdür. Bu bakımdan, vatandaş ile siyasî ve hukukî bağıtla mensubu
bulunduğu devlet arasında somut bir temel metin üzerinde yükselen “akit” ve “ahit” niteliği taşıyan
Anayasa üzerine son dönemde kopan tartışmalar, bu saydığımız vasıfların toplum nezdinde daha
fazla içselleştirilmesi ve daha fazla özgürlük talebi çerçevesinde sözkonusu olabilmiştir.
Bu çerçevede Yusuf Tekin şunu belirtmektedir: “… seçim beyannameleri incelendiğinde en dikkat
çekici husus Türkiye’nin anayasal yapısından kaynaklanan sorunların her üç siyasi parti [AK
Parti, CHP ve MHP] tarafından da benzer bir biçimde tespit edildiğidir.” Anayasa, ulus-devlet
açısından toplumun “ulus” niteliğini belirginleştirirken “din,” “mezhep,” “ırk,” “etnisite,” “biyolojik
ve/ya toplumsal cinsiyet,” “sınıf” ve “cinsel tercih” gibi alt kimlikler, kendilerinin yok sayıldığı
değil, ontolojilerinin epistemolojiye dökülerek garanti altına alındığı ve kendilerini özgür biçimde
ifade edebildikleri bir Anayasa ile ulusun parçası olmayı sürdüreceklerdir. Siyaset bir bakıma
yoksunluklardan doğduğundan bu anlamda siyasî temsil olanağının elinden alındığına inanan
topluluklar, “şiddet siyaseti” çerçevesinde şekillenen “ayrılıkçılık” merkezli yeni bir siyasî metodolojiye
tevessül ettiklerinden, devlet kaynaklarının hissedilir bölümünü asayiş hizmetlerine aktarmak
zorunda kalmakta ve ulus da içten içe boşalmaktadır. Bu endişeleri gidermeye yönelik SDE’nin
hazırladığı “İnsan Onuruna Dayanan Yeni Anayasa” önümüzdeki Anayasa çalışmalarında bir taslak
metin işlevi görecektir.
Türkiye’nin de her anlamda parçası olduğu -Avrupamerkezci bir tanım- Ortadoğu’nun, “Arap Baharı”
ile başlayan gelişmeler ve Üsame bin Ladin’in öldürülmesi sonrasında artık diktatör yönetimlerce
idare edilmesi sürdürülebilir olmaktan çıkmıştır. ABD Başkanı Obama, Ladin’in öldürülmesi ile
kazandığı meşruiyet eşliğinde –eğer bir skandala karışmazsa- bir sonraki seçimleri şimdiden garanti
altına almış gözükmektedir.
Öte yandan, ABD’nin tekil hegemon güç olmaktan çıktığı bir dünya ABD için elbette “çivisi
çıkmış” bir dünya olsa da, 2006’da başlayan küresel finans krizin de etkisiyle ve ışığın uzun bir
karanlık sonrasında yeniden doğudan yükselmesiyle, Obama şahsında ilk kez bir ABD Başkanı
İsrail’in 1967 sınırlarına çekilmesi gerektiğini ifade etmiştir. Bu gelişmeler ışığında Ortadoğu’daki
dönüşüm medeniyet tarihinin yazılmaya başladığı coğrafya olarak sadece bölge halklarını değil
insanlığı yeni bir ufka taşıyacağına dair ümidimizi kuvvetlendirmektedir. Dergimiz, bu çerçevedeki
analizleriyle, Ortadoğu’daki son gelişmeler ve özellikle de Obama’nın konuşmasını değerlendirmeyi
önemsemektedir. Okuyucularımıza barış ve huzurlu dolu seçimler ve ülkemiz için hayırlı sonuçlar
temennilerimizle…
Murat ÇEMREK
HAZİRAN 2011 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
1
STRATEJİK DÜŞÜNCE
Stratejik Düşünce ve Araştırma Vakfı
İktisadi İşletmesi Adına Sahibi
Dr. Nurol Canbolat
Genel Yayın Yönetmeni
Prof. Dr. Yasin Aktay
Editör
Doç. Dr. Murat ÇEMREK
Yayın Kurulu
Prof. Dr. Yasin Aktay
Prof. Dr. Birol Akgün
Doç. Dr. Murat Çemrek
Doç. Dr. Aytekin Geleri
Doç. Dr. Muhsin Kar
Doç. Dr. Levent Korkut
Doç. Dr. Yusuf Tekin
Doç. Dr. Bekir Berat Özipek
Yrd. Doç. Dr. Necdet Subaşı
Dr. Murat Yılmaz
Aydın Bolat
Faruk Can
Ahmet Ünal
Danışma Kurulu
Prof. Dr. Tayyar Arı
Prof. Dr. Mustafa Aydın
Prof. Dr. İbrahim S. Canbolat
Prof. Dr. Şaban H. Çalış
Prof. Dr. Beril Dedeoğlu
Prof. Dr. Hasan Tahsin Fendoğlu
Prof. Dr. Cihat Göktepe
Prof. Dr. Talip Özdeş
Prof. Dr. Ali Şafak
Prof. Dr. Mehmet Şişman
Doç. Dr. Yaşar Akgün
Doç. Dr. Caner Arabacı
Doç. Dr. Ertan Beşe
Dr. Zafer Aydın Ecemiş
Mehmet Akif Ak
Bayram Girayhan
Veli Şirin
Yazı İşleri Müdürü
Ahmet Ünal
Yayın Asistanları
Feyzan Ece Çapa, Yasemin Küçer
Reklam Sorumlusu
Özlem Pınar ORAN
15
İÇİNDEKİLER
Yusuf TEKİN
Seçim Beyannamelerinde Yeni
Anayasa ve Demokratikleşme
Türkiye seçimlere kilitlendi, her yerde her
tarafta seçimler gündemin ana maddesi.
Özellikle liderler arasında yaşanan ve
edep sınırlarını hayli zorlayan söz düellosu
gazetelerin ve televizyonların seçime ilişkin
en önemli haber niteliği taşıyan hususlar
olarak kullanılıyor.
58
Birol AKGÜN
Obama’nın Filistin Politikası:
Bir İleri Bir Geri
2008 yılında Obama Amerika’nın yeni
başkanı olarak seçildiğinde, Bush döneminin
sekiz yıllık savaşçı ve çatışmacı söylem ve
politikalarından bıkan Amerikan halkı özellile
dış politkada yeni bir sayfa açılmasını ve yeni
bir başlangıç yapılmasını bekliyordu.
64
Aydın BOLAT
Bin Ladin Sonrası Obama’nın
Ortadoğu Planı
Bin Ladin’in ‘ölüm ilanı’ Başkan Obama’nın
ağzından dünyaya açıklandığına göre
peki şimdi Afganistan’da ve bölgede neler
değişecek? Neler olacak?
OMEDYA - www.omedya.com
Uzayçağı Cad. Uzayçağı Tic. Mrk. 29/47 Ostim ANKARA
T: 0312 385 58 20-21 F: 0312 385 18 37
Baskı Yeri
Özyurt Matbaacılık
Büyük Sanayi 1. Cadde Süzgün Sok.No:7 İskitler Ank.
Tel : 0.312 384 15 36 - Fax : 0.312 384 15 37
Stratejik Düşünce Entitüsü Çetin Emeç Bulvarı
A. Öveçler Mah. 4. Cad.1330 Sok.
No: 12 Çankaya / ANKARA / Türkiye
T: 0312 473 80 45 - F: 0312 473 80 46
www.sde.org.tr
Bu dergi içeriğinin telif hakları Stratejik Düşünce
Enstitüsü’ne ait olup 5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri
Kanunu uyarınca kaynak gösterilerek kısmen yapılacak
alıntılar dışında önceden izin alınmaksızın hiçbir şekilde
kullanılamaz ve yeniden yayımlanamaz. Bu dergide yer alan
SDE’nin kurumsal bilgileri ile SDE Akademik Personeli’nin
çalışmaları dışındaki diğer görüş ve değerlendirmeler,
yalnızca yazarının düşüncelerini yansıtmaktadır;
SDE’nin kurumsal
görüşünü DÜŞÜNCE
temsil etmemektedir.
| HAZİRAN 2011
2 STRATEJİK
67
Tarık OĞUZLU
NATO’nun “Libya’ya
Müdahale” Sorunu
Libya’da Kaddafi rejimine karşı
başlatılan halk ayaklanmasına
NATO’nun askeri operasyon
düzenlenmesi uluslararası gündemi
meşgul eden bir dizi sorunun sorulmasını
da beraberinde getirdi. Bu kısa yazıda
bu sorulardan kanımızca önemli olan
ikisini cevaplamaya çalışacağız.
23
Yasin AKTAY
10 Seçmen Siyasal Partileri Rasyonelleştiriyor mu?
Muhsin KAR
15 Seçim Beyannamelerinde Yeni Anayasa ve Demokratikleşme
Yusuf TEKİN
20 MHP’siz Meclis ve Demokratik Anayasa
Alper TAN
23 AK Parti Seçim Beyannamesi’nin Eleştirel Okuması
Murat ÇEMREK
27 Güçlü Ekonomi için Yeni Anayasa
Nazende ÖZKARAMETE COŞKUN
30 Ahlak Kurşunuyla Suikast
Murat ÇEMREK
AK Parti Seçim Beyannamesi’nin
Eleştirel Okuması
1970’lerde daha fazla fark edilmeye
başlayan egemen devletlerarasındaki
devlet düzeyinden başka ilişkilerin artışı
“karmaşık karşılıklı bağımlılık” kavramının
ontolojik ve epistemolojik varlığını
mümkün kıldıkça daha popüler hale
gelecek “küreselleşme” kavramının da
zihinsel altyapısını hazırlamıştır.
Ahmet ÜNAL
36 Anayasa Ön Çalışmaları ve Medine Sözleşmesi
Ali ŞAFAK
46 “Yeni” Anayasa Taslakları ve Hükümet Sistemleri
Hasan Tahsin FENDOĞLU
49 İnsan Onuruna Dayanan Yeni Anayasa
SDE Haber
54 Siyasette Din Kartı
Necdet SUBAŞI
58 Obama’nın Filistin Politikası: Bir İleri Bir Geri
Grafik ve Sayfa Tasarımı
Fotoğraflar
AA, Cihan, ShutterStock
73
05 Siyasal Temsil ve Yeni Anayasa
Tuba ÜNLÜ BİLGİÇ
Obama’nın Ortadoğu’daki
Fırsat Anı
Amerika Birleşik Devletleri (ABD) Başkanı
Barack Obama’nın Kuzey Afrika ve
Ortadoğu’daki “Arap Baharı” olarak
adlandırılan halk ayaklanmaları ve
müteakip siyasi gelişmeleri yorumlayan
bir konuşma yapması uzun süredir
bekleniyordu.
36
Birol AKGÜN
64 Bin Ladin Sonrası Obama’nın Ortadoğu Planı
Ali ŞAFAK
Anayasa Ön Çalışmaları ve
Medine Sözleşmesi
Merhum Prof. Dr. Muhammed
Hamidullah’ın eserlerinde yer alan ve
Türk Kamuoyunun bilgi sahibi olduğu ve
ilgi duyduğu Medine Vesikasını (Medine
Sözleşmesini); vesikanın künhüne tam
vâkıf olmadan herkes değişik ad ve
başlıklarla (mesela Medine Anayasası,
Medine Sözleşmesi, Medine Belgesi…
gibi) ele alıp incelemeye başlamış,
üzerinde yorumlarda bulunmuştur.
54
Aydın BOLAT
67
Obama’nın Ortadoğu’daki Fırsat Anı
Tuba ÜNLÜ BİLGİÇ
73 NATO’nun “Libya’ya Müdahale” Sorunu
Tarık OĞUZLU
75 İran’da Radikal Çekişme
Kaan DİLEK
80 Dünya Suriye’ye Nereden Bakıyor?
Amine YAZICI
83 ‘Selefi Akımın Temel Çizgileri Üzerine Bir Değerlendirme
Talip ÖZDEŞ
88 Demokratik AB’nin Aktörleri: Ulusal Parlamentolar
Necdet SUBAŞI
Siyasette Din Kartı
Dinin gündelik siyasetin ilgi, kontrol
ve yönlendirmesinden bağımsız bir
şekilde konumlandırılması gerektiği
iddiası bir Cumhuriyet projesi olarak her
zaman gündemde kalmayı başardı. Bu
iddia, dinin siyasetin bir parçası olarak
tahvilini açıkça tehlikeli bulmakta ve
bir şekilde, göz yumulabilecek basit bir
ihmalin bile, sonuçta toplumun bilişsel
güvenliğini riske atabileceği kaygısını
sürekli canlı tutuyordu.
Dilek YİĞİT
91 Dijital Dünyanın Yan Etkileri
Ömer ERSOY
96 Kalkınma İçin Açık Sınır Politikası
Kerem KARABULUT
103 Gıda Fiyatları Neden Yükseliyor?
Harun UÇAK
107 Türkiye’nin Enerji Açığı Sorunu ve Çözüm Önerileri
SDE Haber
109 Ortadoğu’da Değişimin Tarihsel Arka Planı
SDE Haber
Siyasal Temsil ve Yeni Anayasa
Yeni anayasayı seçilecek yeni Meclis yapacak olsa da, toplumun bütün kesimlerinin
bu sürecin dışında kalacağı anlamına gelmiyor. Aksine yeni anayasa en geniş katılımı
sağlayarak, yine mümkün olabilecek en geniş mutabakatı da temin ederek yazılmalı.
Bunun en geçerli yolu, toplumda “ben de varım” diyen herkesin sürece sorumluluk
duygusuyla dahil olmasıdır.
Yasin AKTAY*
S
SEÇİMLER ve
YENİ ANAYASA
eçimler demokratik rejimler
için bir karşılaşma ve kaynaşma fırsatı veren festivaller
gibidir. Üstelik insanlara içlerinde
neler saklıyorlarsa, eteklerinde ne
kadar taş varsa ortaya dökme fırsatı
da sunmaktadır. Seçimlerden bir fairplay ortamı beklemesek de seçim
kampanyalarının seçmeni, çoğu kez
kolaylıkla kandırılabilen, şartlandırılarak tercihleri yönlendirilebilen
kitleler olarak resmetmesinden de
rahatsızız.
Parti politikaları veya söylemleriyle
taban tabana zıt görüşleriyle tanınan
adaylar parti listelerine konulurken,
parti politikalarının o adayların görüşleri istikametinde genişlemesi
değil, o adaylara bakarak seçmenin
adeta tezgaha düşürülmesi hedeflenebiliyor. Aslında böyle bir seçmen
tanımı, seçmene ciddi anlamda bir
saygısızlık oluyor. Seçmeni duyduğu bir seçim şarkısından bile etkilenerek oy verecek bir özne olarak
varsaydığınızda ortaya çıkan demokratik tablodan nasıl bir hayır
umulabilir?
Oysa kendi seçmenini iyi tanıyan
ve onun taleplerine karşı bir sadakat sergileyen partilere, seçmen, sadakatin karşılığını da mutlaka verir.
AK Parti’nin arka arkaya bütün seçimleri kazanmasında bu sadakatin
çok önemli bir payı var. Çok partili
siyaset tarihçemiz, partilerin temsil
iddiasında bulunduğu tabanı temsil
performansında tutarlılık sergile-
meye devam ettiği sürece seçmenin
partisini terk etmediğinin şahididir.
Seçmenle iletişim kopukluğu ise
iktidar partisi dahil bütün partilerin sorunu. AK parti açısından bu
sorun Başbakan’ın kişisel karizmasının hâlâ yeterince sürükleyici
olmasından dolayı 12 Haziran’da
fazla hissedilmeyebilir. Ancak demokratikleşme konusunda kendi
seçmeniyle aynı sadakat düzeyini
sürdürebilmek için sergilemesi gereken çok daha net bir irade ihtiyacı
var Ak Parti’nin. Zira seçmeni, parti
merkezinin zannettiğinden çok daha
radikal bir demokrasi talep ediyor.
Karizma sürekli bir otorite kaynağı
değildir ve devam edebilmesi güçlü
siyasal iletişim ve temsile bağlıdır.
HAZİRAN 2011 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
5
Seçmenle iletişim
kopukluğu ise iktidar
partisi dahil bütün
partilerin sorunu. AK
parti açısından bu sorun
Başbakan’ın kişisel
karizmasının hâlâ
yeterince sürükleyici
olmasından dolayı
12 Haziran’da fazla
hissedilmeyebilir.
Ancak demokratikleşme
konusunda kendi
seçmeniyle aynı sadakat
düzeyini sürdürebilmek
için sergilemesi gereken
çok daha net bir irade
ihtiyacı var Ak Parti’nin.
Siyasal iletişim ve temsil kriterleri
açısından CHP’nin ölçülmesi ise
neredeyse imkansız görünüyor.
Kılıçdaroğlu’nun söylemi ve vaatleri, artık modası geçmiş ve günümüzde geçerliliği olmayan bir siyaset tarzını andırıyor. Bu tarzın en
güçlü temsilcisi Demirel’in “başkalarının verdiğinin bir fazlasını vermek” gibi üslubu vardı ama bunun
ülkeye maliyeti bir kabusa dönüşebiliyordu.
Gerilim Üzerinden Siyaset
Seçimler bir ülkede gerilimleri
düşürmenin, ihtilafları çözmenin,
şikâyetleri sonuçlandırmanın ve
toplumu genel anlamda rahatlatmanın en önemli yoludur. Ne hazindir
ki, Türkiye’de en azından son on
yıldır seçimler bu havayı hiç yakalayamıyor. Seçim gerilimin daha da
arttırıldığı ortamlarda gerçekleşiyor. Her seçim öncesi şiddetin daha
6
STRATEJİK DÜŞÜNCE | HAZİRAN 2011
da tırmanması seçimlerin neredeyse
değişmezi gelmiş bulunuyor.
Seçim sürecinde en önemli iki madde, şiddetin tırmandırılması ve kasetler. Her ikisi aynı sonucu elde
etmeyi hedefliyor, hiç kuşku yok.
Sonuçta karşılıklı bir dans ile seçim
atmosferi üzerinde kara bulutları
gezdiriliyor.
PKK’nın “eylemsizlik” kararı şimdiye kadarki bütün seçimler öncesi
yaptıklarına bakıldığında tutma ihtimali olmayan bir sözdü. Yine de
çoğumuzun PKK’nın bu yalanına
bile prim verme iyimserliği aslında
Kürt sorununun kapsamlı çözümüne duyulan özlemin ifadesiydi.
Türk demokrasisi bu konuda şaşılacak derecede iyi bir sınav verdiği halde BDP’liler bu sınavı kaybetti. Zaten
yeterince gerilmiş kitlelerini yatıştırmak yerine tahrik ve nefret söylemlerini kışkırtan bir tutum sergilediler.
Dahası YSK eliyle uyandırılan fitneyi canlı tutmak için ellerinden geleni
artlarına koymadılar. Sonra YSK kararından döndü, ama elde utanılası bir
şiddet dalgasının görüntüleri ve kaybedilen bir can kaldı.
Oysa Başbakanın “doğu mitingleri”
Kürt sorunu ve yeni anayasa konularıyla ilgili şimdiye kadar söylenenlerin hepsini yeniden çerçeveleyecek söylemsel içerik taşıyor. Bu
mitinglerin görkemli katılımlarla
gerçekleşiyor olması da mitinglerin
muhtevasından daha önemli mesajlar veriyor.
Başbakanın “Kürt sorununun çözülmüş olduğu” tezi kuşkusuz konuyla
ilgili yapılacak bir şey kalmamış iddiası taşıyorsa, kabul edilebilir değil. Çünkü yapılanlar yeterli görülemez. Ama soruna yaklaşımda bütün
yasal, siyasal, sosyolojik ve psikolojik zeminin hazırlandığı iddiasını
taşıyorsa bu son derece doğrudur.
Üstelik böyle bir söz aynı zamanda soruna yaklaşımda iyi niyete ve
yapıcı yaklaşımlara davet eden bir
yaklaşımı da sergiliyor. Böyle bir
yaklaşım karşısında sorunun hiç de
çözülmemiş olduğunu savunmak
ve ilgili ilgisiz bir sürü konuyu Kürt
sorununun sepetine doldurarak
abartmanın neye hizmet ettiğini hep
birlikte gördük, belli ki görmeye de
devam edeceğiz.
Başbakanın Kürt sorununda sarf
ettiği “Kürt sorunu yoktur, Kürt
kardeşlerimizin sorunları vardır”
sözünü, “açılım bitti, başbakan
yine milliyetçi söylemlere döndü,
inkarcı tutum geri geldi” şeklinde
yorumlayanlar, aslında Erdoğan’ın,
Kürt sorunu ile ilgili olarak BDP
veya PKK’nın dilinden farklı olarak kendi çözüm dilini geliştirdiğini
görmezden geliyor. Sabotajlara rağmen açılımdan vazgeçmiyor ama
bu konuda onları da çözüme zorlayacak daha geniş bir dili devreye
sokuyor.
Unutulmamalıdır ki, iktidar asayişi sağlamakla ve ülkenin bütün
dengelerini korumakla sorumlu
bir hükümet gücünü temsil ediyor.
Bölgede yarıştığı tek rakibi olan
BDP ise bütün hesaplarını asayiş
ve güvenliğin bozulması üzerinden
yapıyor. BDP dilinden düşürmediği
demokratikleşme, barış, insan hakları söylemine rağmen zorla kepenk
kapattırıyor, esnafın ticaret özgürlüğünü kısıtlıyor, mitinglere katılımı
engelliyor. Şiddet davetlerinin hiç
birini kaçırmıyor, her saldırıya bir
kaç misliyle sokakları savaş alanına
çevirerek karşılık veriyor. Ya olan
biteni gerçekten tahlil etmiyorlar, ki
kadar saf olmadıklarını biliyoruz.
Bu durumda kalan tek ihtimal, onların da bu şiddet davetlerinin nerden geldiğini bilerek sürekli hazır
bekledikleridir.
şiddeti tırmandırma biçimi bölgede
giderek PKK’ya karşı ciddi bir tepkiyi de harekete geçiriyor. Nitekim
Başbakanın doğu mitinglerine katılım düzeyi halkın PKK vesayetine
tamamen teslim olmadığının da işaretidir.
Şiddetin tırmandırılması kendi
mahalleleri içinde baskılarını sürdürmenin en geçerli yolu. Belli
yörelerde seçmenler ev ev fişlemiş durumda. PKK-BDP çizgisi,
kendilerini bütün Kürtlerle özdeşleştirerek Kürtlerin her türlü mağduriyetinden kendilerine bir pay
çıkarırken devletten yana şikayet
ettikleri her şeyi misliyle bölgedeki
başka unsurlara çektiriyor.
Kürt sorunu gerçekten çözülmüştür.
Kürtlerin kendi dilleriyle, kimlikleriyle onurlarıyla bu ülkenin herkes
kadar eşit vatandaşı olarak yer almasının önündeki siyasi, psikolojik
ve sosyal engeller kalkmıştır. Yapılacak başka düzenlemeler sadece
siyasi zeminin kendi rutini içinde
halledilebilecek ufku yakalamıştır.
Ne yazık ki Kürtlerin “PKK sorunu” gerçek bir sorundur.
Kürt Sorunu Çözülmedi Mi?
İnsan Onuruna Dayanan
Vesayetsiz Anayasa
Bugün Kürt sorununun çözülmemiş
olduğunu göstermek için sıralanan
örnekler yüzde on seçim barajı,
KCK soruşturmalarındaki uygulamalar, askeri operasyonlar ve anadilde eğitim gibi konulara indirgenmiş durumdadır ki, özellikle ilk üç
konunun doğrudan Kürt sorunuyla
hiç bir ilgisi yok.
Anadilde eğitim konusu, Kürt sorununun çözülmemiş önemli bir
parçası. Anadilde eğitim hakkının
tanınmadığı bir çerçeve sorunu hiç
bir zaman bitirememiş olacaktır.
Bu konuda Başbakanın sergilediği tutum çözüm için asgari çıtanın
gerisinde kalsa da, konu tartışılmaz
değildir. Siyaset zemini tarafların
ikna edilmesi için müsait hale getirilmiştir. Başbakan da kendi görüşünü söylemiştir ve demokraside
kimsenin söylediği mutlak değildir.
Seçim barajı meselesi ise demokrasinin genel bir sorunudur ve muhatabı Kürtler değil bütün muhalefettir. Nitekim BDP zaten kendine
özgü yollarla bu barajı geçersiz hale
getirmişti.
Kürt sorununda aslında hayli yüksek
eşiklerin aşılmış olduğu, paradigmanın değiştiği ve bir hayli mesafe
kat edildiği aşamalarda PKK’nın
Türkiye’den çok zaman sonra demokrasiye geçen ülkeler bile çok
kısa bir sürede büyük mesafe kat
ederek demokrasileriyle ülkemizi
solladı. Üstelik model olması beklenirken İslam dünyasının demokrasiyle yönetilen tek ülkesi olma
vasfını da resmen yitirdi.
Türkiye demokrasiyle idare edilen
110 ülkeyi kapsayan “demokratik
gelişmişlik endeksi”nde 89. sırada.
Bu endekse göre eski Doğu Bloku
ülkelerinin yanısıra Endonezya ve
Malezya’nın demokrasileri bizden
daha ileride. Fazla değil daha 3-4
yıl önce “Türkiye Malezyalaşacak”
kabusuyla senaryolar kurgulanıyordu.
Türkiye’den bakıp da Mısır’a ve
diğer Arap ülkelerine demokratikleşme için bir yol haritası düşünüldüğünde Mısır’ın daha uzun
süre demokratikleşemeyeceği bile
söylenebilir. Oysa Mısır bile bugün geldiği noktada daha demokratik bir anayasa tesisi açısından
Türkiye’den daha avantajlı sayılabilir. Çünkü Mısır, Mübarek’in şahsıyla özdeşleşmiş eski rejimi devirdikten sonra bir bakıma sıfırlamış
ve kırmızı çizgisi olmayan yeni bir
HAZİRAN 2011 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
7
Şiddetin tırmandırılması
kendi mahalleleri içinde
baskılarını sürdürmenin
en geçerli yolu. Belli
yörelerde seçmenler ev ev
fişlemiş durumda. PKKBDP çizgisi, kendilerini
bütün Kürtlerle
özdeşleştirerek Kürtlerin
her türlü mağduriyetinden
kendilerine bir pay
çıkarırken devletten yana
şikayet ettikleri her şeyi
misliyle bölgedeki başka
unsurlara çektiriyor.
anayasa yapmak hususunda bütün
toplum kesimleri konuşmaya hazır
hale gelmiş durumda. Yani tam de-
mokrasiyi ille de aşırı kısık ateşte
pişirmek gerekmiyor. Ateşi bu kadar kısılırsa demokrasi pişmeden
çürüyebilir…
Sivil toplum kuruluşları ve demokratikleşmeyi birinci önceliği haline
getirmiş toplumsal kesimler açısından yeni bir anayasa, yeni dönemin
en önemli gündem maddesi ve seçime girecek partilerle ilgili sınama
noktası. Bu yüzden sivil toplum
kuruluşları arka arkaya anayasa
yapma sürecine katılıyorlar. Yeni
anayasayı seçilecek yeni Meclis
yapacak olsa da, toplumun bütün
kesimlerinin bu sürecin dışında
kalacağı anlamına gelmiyor. Aksine yeni anayasa en geniş katılımı
sağlayarak, yine mümkün olabilecek en geniş mutabakatı da temin
ederek yazılmalı. Bunun en geçerli yolu, toplumda “ben de varım”
diyen herkesin sürece sorumluluk
duygusuyla dahil olmasıdır.
TÜSİAD’ın ve TESEV’in hazırladığı anayasa taslak önerileri geçtiğimiz ay kamuoyuna sunuldu. Halihazırda bir dizi kurum, kuruluş veya
topluluğun kendi önerilerini hazırlamakta olduğunu biliyoruz. Abant
Platformu da “Yeni Dönem Yeni
Anayasa” başlıklı iki gün süren bir
toplantı düzenledi. Toplantının sonuç bildirisinde “1982 Anayasasından ve bu anayasanın oluşturduğu
bunaltıcı iklimden Türkiye’nin bir
an önce kurtarılması zaruri” olduğu
belirtildi. Ayrıca Türkiye’nin halen
anda önündeki en önemli üç anayasal sorun; “kimlikler, temel hak
ve özgürlükler, seçilmiş otoritelerasker ilişkileri ve diğer vesayet
kurumlarının demokrasinin temel
ilkelerine uygun olarak yeniden yapılandırılması” olarak sıralandı.
Bildiride yeni anayasanın yapılma şekliyle ilgili olarak da, “yeni
anayasanın halktan başlayan ve en
geniş toplum kesimlerini içine alan
bir müzakere süreci ile yapılması”
görüşüne yer verildi. Çok iyi bir
temenni olmakla birlikte yine de
bu toplumsal katılımın sözkonusu
STK’ların çabasının ötesine nasıl
taşınacağı konusunda toplumsal
gerçekliğimizin fazla iyimser bir
tablo ortaya koymuyor olduğunu da
hatırlamalıyız.
Askeri ve bürokratik vesayetten
arınmış bir anayasa için hangi
partinin istekli olduğunu sorguladığımızda, mevcut kabulleriyle
ilgili bazı sorunları olsa da AK
Parti’den başka bir kurumun
buna niyetli olmadığı görülüyor.
AK Parti Meclis’te anayasayı tek
başına değiştirecek bir çoğunluğa
ulaşamadığı takdirde de özellikle
bu konularda herhangi bir adım
atması pek mümkün değil gibi.
Doğrusu, her zaman herkesin
hoşuna gidecek bir uzlaşma da
nerdeyse imkansızdır. Fakat en
azından vesayetsiz bir demokrasi konusunda uzlaşılabilir. Bunu
beklemek de bütün vatandaşların
hakkıdır. Muhalefet partilerinin
vekil listelerine Silivri mahkumlarını pervasızca yerleştirilmesinden, yeni bir anayasa için öne
sürecekleri mutabakat şartlarının
ülkeyi daha fazla demokratikleştirmeye değil, belki de kaybettikleri vesayet konumlarını geri
8
STRATEJİK DÜŞÜNCE | HAZİRAN 2011
kazanmaya yönelik talepler mi olacağını anlamalıyız!
CHP’nin de hayli zamandır üzerinde çalıştığı kendi anayasa taslağını
önümüzdeki günlerde kamuoyuna
sunması bekleniyor. Bu taslağın seçim sonrası uzlaşma ortamı için bir
umut vermesini diliyoruz. 12 Eylül
referandumda oylanan anayasa değişikliği hiç de fena değildi ve toplumu oldukça rahatlattı.
Türkiye’nin bu süreçte her türlü
vesayetten kurtulması ve tam demokratik ve tabulardan arınmış bir
anayasa yapması gerekiyor. Anayasanın, silahlarını halka doğrultmuş
bazı cuntacılar tarafından dayatılan
“değiştirilmesi teklif dahi edilemeyen” türünden akla ziyan maddelerin blokajından kurtarılması
gerekiyor. Sözkonusu maddelerin
içeriğiyle ilgili bir sorun olmasa
dahi, anayasa böyle bir kayıttan
azade kılınmalıdır.
Anayasayı sonuçta TBMM yapacak
ancak bunun bir “toplumsal sözleşme” zemininde gerçekleşmesinin
sağlanması esastır. Stratejik Düşünce Enstitüsü, bu anlayışla yeni dönem için ‘Yeni Anayasa’ taslağını
kamuoyuyla paylaştı. “İnsan onuruna dayalı, tam demokratik ve vesayetsiz bir anayasa” başlığı altında
sunulan Anayasa önerisinde hiç bir
kırmızı çizginin bulunmaması dikkat çekiyor. Taslak, 150 kadar hukukçu ve fikir adamının katılımıyla
gerçekleşen altı aylık çalıştaylar süreci nihayetinde ve tematik olarak
hazırlandı.
Anayasa Raporu 12 Haziran seçim gündeminin yeni bir anayasa
olması gereğinden hareket ediyor.
Mevcut anayasanın sorunlu alanlarına odaklanarak kaleme alınan taslak, Bugüne kadarki anayasaların
devleti merkeze almasına karşılık
“insan onuru”nun merkeze alınmasını öngörüyor: “Yeni anayasanın
en önemli önceliği devlet iktidarı
karşısında insanı esas alıp, insan
haklarını güvence altına almak ol-
malıdır. Demokrasi ve insan haklarını daraltan, ideolojik tercihlere
değil; birey, özgürlük, halk iradesi,
hukukun üstünlüğü gibi vurgulara
sahip olmalıdır. Temel ilke ‘özgürlük kural, sınırlama istisnadır’ ilkesi
olmalıdır.”
Kürt sorunu gerçekten
Vatandaşın dini inanç ve pratiklerini, başkalarının haklarını ihlal
etmeden özgürce kullanabileceği
bir sosyal, hukuki ve siyasi çerçeve
oluşturulması, insan onuruna saygının temel gerekleri olarak kabul
ediliyor. Bu kapsamda “anadilde
eğitim hakkı”nın güvenceye alınması, bir inanca dayalı din eğitiminin zorunlu olmaktan çıkarılması,
buna karşılık isteğe bağlı din eğitiminin önündeki her türlü engelin de
kaldırılması teklif ediliyor. Ayrıca
insanların dini inanç, ifade ve pratiklerinde hiç bir ayırıma ve kısıtlamaya tabi tutulmaksızın istihdam
veya hizmet alımlarının da anayasa
güvencesine alınması öneriliyor.
bu ülkenin herkes kadar
MGK, YÖK, Diyanet ve benzer kurumların anayasada yer almaması,
hiç bir şahsa ve kuruma kutsallık
atfedilmemesi gerektiği savunulurken, metnin herhangi bir etnik hiyerarşi tesis etmemesine de dikkat
çekiliyor. Anayasanın başlangıç
metni için de bir önerimiz şöyle:
“Biz Türkiye halkı;
Bütün insanların evrensel hak ve
özgürlüklere sahip olduğu inancını taşıyoruz. Tüm bireylerin hiçbir
ayrımcılığa maruz kalmaksızın eşit
olduğunu kabul ediyor ve bütün
farklılıkları kültürel bir zenginlik
olarak görüyoruz. Evrensel barış
idealini paylaşıyor ve doğanın dengesini korumayı bir insani sorumluluk sayıyoruz.
İnsan haklarını, hukukun üstünlüğünü, çoğulculuğu, özgürlüğü ve
eşitliği esas alan ve herkesin insan
onuruna yakışır bir şekilde yaşamasını hedefleyen demokratik bir
düzen kurmak istiyoruz. Bu anayasayı, birlikte yaşama irademizin bir
beratı olarak kabul ve teyit ediyo-
çözülmüştür. Kürtlerin
kendi dilleriyle,
kimlikleriyle onurlarıyla
eşit vatandaşı olarak
yer almasının önündeki
siyasi, psikolojik ve sosyal
engeller kalkmıştır.
Yapılacak başka
düzenlemeler sadece siyasi
zeminin kendi rutini içinde
halledilebilecek ufku
yakalamıştır. Ne yazık ki
Kürtlerin “PKK sorunu”
gerçek bir sorundur.
ruz.”
Böyle bir anayasa ile Türkiye’de
yüzyıldır yaşadığımız Kürt, Alevi,
laiklik ve insan hakları sorunları
kalır mı? Abant Platformunun sonuç bildirisinde denildiği gibi yeni
anayasa için müzakere süreci; “demokratik bilinçlenme, eğitim ve
olgunlaşma sürecidir, bir pazarlık
süreci değildir.”
Yeni dönemde yeni bir Anayasa
mümkün olacak mı, kesin bir şey
söylemek zor olsa da anayasa tartışmaları hiç olmazsa vatandaşlık
bilincinin daha fazla gelişmesini
sağlıyor. Hiç değilse, devletin vatandaşlar üzerinde hakim değil, vatandaşların katılımıyla gerçekleşen
bir ortaklık olduğu bilincini güçlendiriyor.
SDE Başkanı, Prof. Dr.*
HAZİRAN 2011 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
9
Seçmen Siyasal Partileri
Rasyonelleştiriyor mu?
Seçim beyannamelerinde ekonomik sorunlara ilişkin tespitlerin ve çözüm önerilerinin
genişliği, partilerin seçmenlerin yaşam kalitesine doğrudan dokunma ve böylelikle
seçimde tercih edilme arzusu içinde olduklarını göstermektedir. Özellikle Ak Parti ve
CHP beyannamelerinde, ekonomi programı üzerinde yoğun ve titiz bir çalışmanın
izlerine rastlamak mümkündür.
Muhsin KAR*
S
iyasal partiler, Türkiye’nin
sosyal, siyasal, ekonomik ve
kültürel sorunlarına çözüm
önerilerini içeren seçim beyannameleri ile 12 Haziran’da seçmen karşısına çıkıyor. Seçim beyannameleri,
her zaman ekonomik sorunların çözümüne ve partinin iktidara gelmesi
durumunda izleyeceği ekonomi politikasına geniş yer ayırırlar. Yapılan kamuoyu araştırmalarına göre
parlamentoya girmesi (Ak Parti,
CHP ve MHP) ve Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloğu olarak seçime giren bağımsız adaylardan grup
kurması (BDP) muhtemel siyasal
partilerin 12 Haziran 2011 seçimleri için hazırladıkları beyannamelerini ekonomi politikaları açısından
10
STRATEJİK DÜŞÜNCE | HAZİRAN 2011
değerlendirerek, benzerliklerini ve
farklılıklarını belirlemek seçimin
ardından seçmen davranışlarının
rasyonel bir şekilde yorumlanmasına ışık tutabilir.
12 Haziran seçimleri için hazırlanan seçim beyannamelerinin ekonomik sorunlara ilişkin tespitleri,
öncelikleri ve önerileri birkaç farklı
kritere göre karşılaştırılabilir.
Cumhuriyetin 100. Yılı Miti
İlk olarak beyannamelerde, eski
beyannamelerin aksine, uzun vadeli bir perspektifin benimsenmiş
olduğu görülmektedir. Ak Parti,
CHP ve MHP’nin her üçünün ekonomi programlarındaki ortak özel-
liklerden biri, Cumhuriyetin 100.
Yılı’nda (2023) varılmak istenen
gelişmişlik seviyesine yer verilmesidir. Her üç partinin de seçimlerde
birkaç yılı veya bir seçim dönemini kapsayan bir perspektif yerine,
yaklaşık 12 yılı kapsayan ve 12
Haziran dahil toplamda üç seçim
dönemine karşılık gelen bir anlayışı
benimsemiş olması oldukça önemli
bir gelişmedir. Bu siyasal partilerin
program ufkunun uzadığını gösterir ki, ekonomi politikalarında
sürekliliğin sağlanması ve uygulanan politikalardan sonuç alma olasılığının artması açısından önem
arz etmektedir. Beyannamelerdeki
2023 hedefine biraz daha yakından
bakılabilir.
Ak Parti: Büyük Ekonomi
MHP: Üreten Ekonomi Programı
Ak Parti, seçimden önce son yıllarda dillendirdiği “Cumhuriyetin 100.
Yılı” söylemini ve bu çerçevede dile
getirdiği hedefleri seçim beyannamesine beklendiği gibi yansıtmıştır.
Beyannamesine de “Türkiye Hazır
Hedef 2023” başlığını uygun görmüştür. Ekonomik sorunlara ilişkin
tartışmalar ise, “Büyük Ekonomi”
başlığı altında yapılmaktadır. Cumhuriyetin 100. yılında; büyüklük
bakımından dünyanın ilk 10 ekonomisi içinde yer alması, enflasyonun
ve faiz oranlarının katılıcı olarak
tek haneli rakamlarda tutulması, ihracatın 500 milyar dolara ulaşması,
kişi başına milli gelirin 25 bin dolara yükselmesi ve en az 2 trilyon
dolarlık bir ekonomi büyüklüğüne
ulaşılması hedeflenmiştir.
MHP, Cumhuriyetin 100. Yılı söylemini seçim beyannamesi başlığına
yansıtmıştır: “2023’e Doğru Yükselen Ülke Türkiye Sözleşmesi”.
MHP, 2023 vizyonunu üç dönemde
ardı ardına iktidar olma hedefiyle
şekillendirmektedir: “Onarım ve toparlanma (2011-2015)”, “gelişme,
bütünleşme ve atılım (2015-2019)”
ve “lider ülke (2019-2023)”. Her bir
dönemde ekonominin yıllık ortalama yüzde 7 büyümesi, her bir dönemde yıllık 700 bin yeni istihdam
yaratılması, GSYİH’nın 2023’te
2.1. trilyon dolara ve kişi başına gelirin 25 bin dolara yükseltilmesi ve
ihracatın 400 milyar dolara ulaşması hedeflenmektedir.
CHP: Büyüyen, Paylaşan,
Çevre Dostu Ekonomi
Ak Parti’nin 2023 söyleminin
CHP’de de etkili olduğu görülmektedir. Seçim öncesi 100. Yıl söylemine ilişkin önemli bir açıklaması
bulunmasa da, CHP’nin seçim beyannamesinde de, ufuk uzunluğu
önemli bir yer tutmaktadır. Mevcut
durumdan hareket edilerek, konulan hedefler konu üzerinde ciddi
olarak kafa yorulduğunu göstermektedir. CHP’nin 100. Yıl Hedefleri ise, yüzde 7’lik bir büyüme
oranı ile 2,6 trilyon dolarlık bir ekonomiye ve 31 bin 500 dolarlık kişi
başına Gayri Safi Yurtiçi Hasılaya
yükseltilmesi, ilk on ekonomi içinde yer alması, ihracatın 650 milyar
dolara yükselmesi, her yıl ortalama
800 bin kişiye istidam yaratılması,
işsizlik oranının yüzde 6’ya düşürülmesidir. Ayrıca Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da ortalama yüzde
9,5 oranında büyümesi, bölgesel
farklılıkların azaltılması ve bunun
sonucunda bu bölgelerin kişi başına
gelirlerinin Türkiye ortalamasının
yüzde 75’ini yakalaması beyannamede yer almaktadır.
Bağımsızlar Bloğu: Ufuk
Uzunluğundan Mahrum
Yeni oluşacak parlamentoda büyük bir ihtimalle grup kurabilecek
olan BDP’nin (Emek, Demokrasi
ve Özgürlük Bloğu’nun) ekonomi
programında 2023 hedefine rastlanmamaktadır. Gelir dağılımı, yoksullukla mücadele ve insanca çalışma
hayatına ilişkin çok genel hedeflerin ekonominin altında tartışıldığı
görülmektedir.
Zengin Beyanname İçerikleri
Siyasal partilerin seçim beyannamelerinde göze çarpan ikinci
özellik ise, ekonomik sorunlara ve
çözüm önerilerine ilişkin zengin
içerikleridir. Her üç parti toplumun
farklı kesimlerini değişik derecede
ilgilendiren konulara ayrıntılı bir
şekilde yer vermektedir.
Ak Parti: Hazır Olmanın
Avantajı
AK Parti, ekonomik sorunlara ilişkin seçim beyannamesindeki “Büyük Ekonomi” başlığını, küresel
ekonomik gelişmelerden ödemeler
dengesine, Ar-Ge ve inovasyondan
savunma sanayine ve para politika-
Ak Parti, iktidarda
olmanın da avantajı ile
daha gerçekleştirilebilir
ve dolayısıyla kaynağı
daha kolay temin
edilebilecek projeler
ve vaatler üzerinden
hareket etmektedir.
Ayrıca Ak Parti, son
dönemlerde bürokratların
ve akademisyenlerin
üzerinde çalıştığı reform
çabalarını bir yandan
eylem planları (İstihdam
Stratejisi ve Sanayi
Stratejisi Belgesi gibi) ile
uygulamaya koyarken
diğer yandan bu projelere
seçim beyannamesinde yer
vermiştir.
sından gümrük hizmetlerine kadar
geniş bir yelpazede sınıflandırdığı sorunları toplamda yirmi bir alt
başlık ile genişletmektedir. Konular
toplamda 44 sayfada (30’dan 74’e
kadar) tartışılmaktadır. Ak Parti,
yoksulluk, sosyal yardımlar, eğitim, sağlık ve engellilerle ilgili önerilerini ise, “Güçlü Toplum” başlığı
altında sunmaktadır.
Konulara ilişkin değerlendirmelerde objektif hedeflerin belirlendiği
göze çarpmaktadır. Diğer bir ifadeyle, 2002’deki durum, mevcut
durum ve 2023 hedefi hemen her alt
başlık altında yer almaktadır. Ayrıca iktidarda olmanın avantajı ile
son yıllarda değişik alanlarda hayata geçirilen eylem planlarındaki hedeflerin seçim beyannamesine girmiş olması, uygulanan politikaların
devam edileceği ve bu noktada bir
HAZİRAN 2011 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
11
CHP geçmiş yıllardaki
rejim tartışmalarının
aksine, yoksulluk,
yolsuzluk, gelir
dağılımında adalet, kamu
yönetiminde şeffaflık
önemli ekonomik sorunlar
üzerinden siyaset yapma
isabetinde bulunmuştur.
Ekonomik sorunların
çözümünde biraz abartılı
ve gerçekleştirilmesi
zor gözüken vaatler
sunmaktadır. Bunun
nedeni, yaşam standardına
ilişkin projelere seçmenin
verdiği olumlu tepkinin
CHP tarafından da fark
edilmiş olmasıdır.
hükümet programı hazırlamak için
zaman kaybetmesinin söz konusu
olmadığı şeklinde değerlendirilebilir.
CHP: Proje Geliştirmenin
Cazibesi
CHP, ekonomi programını, sürdürülebilir kalkınma için “üreten, büyüyen, paylaşan, çevre dostu ekonomi” başlığını toplam 27 sayfada
(19’dan 46’ya kadar) ve yaklaşık 40
alt başlık ile tartışmaya açmaktadır.
Bu alt başlıklar çok geniş bir yelpazedeki sorunlara odaklanmaktadır.
Nükleer enerjiden istihdam seferberliğine, Ar-Ge ve yenilikçilik
çalışmalarından tarımsal desteklere
ve bilişim reformundan sanayi ve
sanayiciye desteğe beyannamede
yer almaktadır. Konular daha çok
12
STRATEJİK DÜŞÜNCE | HAZİRAN 2011
maddeler halinde ve hedeflerin ne
olacağına yönelik bir tarzda ele
alınmaktadır. Ak Parti gibi CHP’de
yoksulluk ve yoksullukla mücadele ile ilgili konuları ayrı bir başlık
altında sunmayı uygun görmüştür.
Bu çerçevede kamuoyunda sıkça
gündeme gelen aile sigortasının,
engellilere desteğin, çocuklara yardımların genel özellikleri maddeler
halinde sunulmaktadır.
davranmalarına ve somut erişilebilir, gerçekleştirilebilir projelere ilgi
göstermesine yol açmıştır. Toplumda bu yönde oluşan bilinç, siyasilere
vaat ettikleri projelerin kaynağının
sorulmasına neden olmaktadır. Bu
ise, siyasilerin tansiyonunu yükseltmeye yetiyor.
CHP, seçim beyannamesinde yer
alan birçok ekonomik ve sosyal konuda ayrıntılı projeler geliştirmeye
çalışmaktadır. Aile sigortası, bedenli askerlik, üreten ekonomi gibi
ayrıntılı raporlar üretmiştir. Önceki
seçimlerde daha çok rejim sorunu
üzerinden siyaset yapman bir partinin toplumun sorunlarına ilişkin
somut projelerle siyasete yönelmesi, Türkiye demokrasisi açısından
önemli bir kazançtır. Birçoğu seçim
beyannamesine giren projelerinin
toplumun farklı kesimlerinde kısmen ilgi çektiği gözlenmektedir.
Bu projelerin CHP’nin oylarını bir
miktar artacağı yönünde umutların
oluştuğu bilinmektedir. Proje bazlı
ve sorun çözmeye odaklı yaklaşımı
ile CHP, ilk defa (1970’lerde Ecevit
önderliğinde de böyle bir deneyim
sözkonusu) geniş halk kesimleriyle buluşma fırsatı yakalamıştır.
Ancak geniş halk kesimlerinin zihnindeki CHP algısı, bu fırsatın 12
Haziran’da oya dönüşmesini sınırlandırabilir.
Ak Parti, iktidarda olmanın hem
avantajını hem de dezavantajını yaşamaktadır. Sırtında küfe taşımaktadır. Küresel ekonomideki kırılganlıklarında farkında olarak, son sekiz
yılda oluşturduğu dengeleri bir seçime heba etmek istemediği izlenimi
vermektedir. Dünyanın en büyük
on ekonomisi arasına girmeyi hedefi yaklaşık ortalama yıllık yüzde
5-5.5’lik gibi bir mütevazi/muhafazakar büyümeye dayanmaktadır.
Ekonomi konusunun alt başlıkları
tartışılırken, halen iktidarda olduğu
dönemde geliştirdiği strateji belgeleri ve eylem planlarında da makul
ve gerçekleştirilebilir hedeflerin benimsendiği göze çarpmaktadır.
MHP: Proje Geliştirmemenin
Dezavantajı
MHP, ekonomik sorunlara ilişkin
tartışmaları, Ekonomik Hedef ve
Politikalar başlığı altında yer alan
11 alt konuyu 37 sayfada (63’ten
90’a kadar) tartışmaktadır. Sorunların tespiti ve çözüm önerileri, para
ve maliye politikaları, özelleştirme,
finansal piyasalar ve bankacılık,
kamu maliyesi ve borç yönetimi politikası gibi alt başlıklar çerçevesinde yapılmaktadır. MHP, yolsuzlukla mücadele, yoksullukla mücadele,
Ak Parti: Rasyonel Seçmene
Güveniyor
çalışma hayatı ve sosyal güvenlik,
bölgesel kalkınma, turizm, tarım ve
kırsal kalkınma gibi sorunları ise
ekonomiden ayrı olarak, ayrı başlıklar altında sunmaktadır.
MHP’nin seçim beyannamesinde
ekonomik sorunlar ilişkin tespitler
ve çözümler geniş yer tutmakta olduğu daha önce vurgulanmıştı. Ancak konuların CHP’de olduğu gibi
proje bazlı olmamasından dolayı,
önplana çıkmamaktadır. CHP’nin
Aile Sigortasına karşılık MHP’nin
Hilal Kart’ından başka bir projesi
dikkat çekmemektedir.
Bağımsızlar Bloğu: Kimlik
Siyasetinin Kolaycılığı
Bağımsızlar Bloğu (Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloğu) ise,
slayt şeklinde hazırlanan yaklaşık
40 sayfalık seçim beyannamesinin 13 sayfasını ekonomi, eğitim
ve sağlık konularına ayırmaktadır.
Tartışmaların daha çok yoksulluk
ve mücadele, gelir dağılımında
adalet, herkes için parasız sağlık
ve sosyal güvenlik hakkı gibi konulara yoğunlaştığı görülmektedir.
Diğer partilerle karşılaştırıldığında,
bağımsızlar bloğunun seçim beyannamesinin içeriğinin zayıf olduğu,
tartışılan konuların sınırlı kaldığı
ve yüzeysel olarak ele alındığı ve
özelleştirme karşıtlığı gibi daha
çok sol bir söylemin benimsendiği
anlaşılmaktadır. Beyannamede, demokratikleşme, özgürlükler, sendikal haklar, bölgesel kalkınma gibi
konuların yoğun olarak tartışıldığı
ve bütün bunların kimlik siyaseti
çerçevesinde ele alındığı görülmektedir. Bağımsız adaylar, toplumun
sosyo-ekonomik sorunları tartışma
yerine kimlik siyasetini ön plana çıkarmanın kolaycılığını göstermektedirler.
Rasyonel Seçmene Dikkat!
Beyannamelerde göze çarpan üçüncü husus ise, kaynak konusundaki
belirsizliklerdir. İktidar olmak için
yarışan siyasi partilerin zorlandığı
bu alan ise, hedeflerini gerçekleştirmek için gerekli olan kaynakların nereden ve nasıl sağlanacağı ile
ilişkilidir. Bu konuda zorlanmanın
temel nedeni, son birkaç genel ve
yerel seçimde halkın büyük bir kesiminin kaynağı belli olmayan popülist söylemlere prim vermemesidir. Yaşanan krizlerin ve buna bağlı
olarak ekonomik kayıpların büyüklüğü, seçmenlerin daha rasyonel
Kamuoyu anketlerinde iktidarını
sürdürme olasılığı büyük olan Ak
Parti, beklentileri makul düzeyde
tutmaya çalışmaktadır. Bu tavrı ile
Ak Parti, hizmet bazlı siyaset anlayışının rasyonel seçmen tarafından
takdir edilmesini bekliyor. Diğer
bir ifadeyle, 8 yıllık Ak Parti iktidarı döneminde birçok alanda gerçekleştirilen reformların seçmenlerin
rasyonel karar vermesine yol açacağı beklenmektedir. Dolayısıyla
rasyonel seçmenlerin kaynağı belli
olmayan ve istikrarsızlık yaratabilecek projelere prim vermeyeceği
düşünülmektedir.
CHP: Dezavantajlı Seçmene
Yöneliyor
CHP bir yandan makro dengeleri
sürdüreceğine söz verirken, diğer
yandan popülist bir söylemden de
geri kalmıyor. Bu haliyle ikircikli
bir davranış sergiliyor. Daha çok
fırsatçı ve dezavantajlı toplum kesimlerinden oy toplamaya çalışıyor. Makro anlamda, mali kuralı
benimseyeceğini ve mali disiplini
sürdüreceğini ifade etmektedir. Diğer taraftan yıllık ortalama yüzde
7 büyüme hedefi varsaymaktadır
ki, Türkiye’nin son kırk yılı ortalaması yüzde 4’ler civarındadır.
Türkiye’de ekonomik büyümenin
dışa bağımlı olduğunu tarihsel veriler göstermektedir. Doğal büyüme
trendinin yüzde 4-5’ler civarında
olduğu anlaşılmaktadır.
Büyüme oranının kalıcı şekilde
uzun süreli yüzde 7’lerde tutulması dış kaynak kullanımını zorunlu
kılmaktadır. Bu durum cari işlemler
açığının ve buna bağlı kırılganlıkların artmasına yol açabilir. Oysa
CHP, cari açıkların GSYİH’ya
oranını yüzde 2.5’lara düşüreceğini vaat etmektedir. Ayrıca Aile Sigortası ile yoksul kesimlere, bedelli
askerlik ile gençlere açılmaya çalışmaktadır. Çiftçilere yönelik mazot
desteği vermektedir.
Mevcut projeleriyle, CHP, toplumun dezavantajlı kesimlerinin oylarına yönelmiştir. Sırtında yumurta
küfesi taşımıyor olmanın verdiği rahatlıkla vaatler dile getiren CHP’ye
bu projelerinden dolayı prim verecek toplum kesimleri olabilir. CHP,
yıllar sonra, somut projelerle halkın karşısına çıkarken, projelerinin
kaynağı konusundaki eleştirilere,
“benim adım Kemal!” gibi sert tepkiler vermektedir. Projelerin kaynağının sorulması/sorgulanması,
seçmen davranışlarının ne ölçüde
rasyonelleştiğini göstermesi açısından önemlidir.
Yeni CHP’nin proje bazlı muhalefeti, oyları bir miktar artırsa bile
iktidar olmaya yetmeyecek gibi gözükmektedir. Böyle bir sonuç, Ak
Parti’nin özellikle CHP’nin yüklendiği noktalarda tahkimat yapmasını
gerektirir ve özellikle yoksullukla
mücadele noktasında kurumsal ve
politika anlamında çalışmaların
HAZİRAN 2011 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
13
hayata geçirilmesini zorlar. Diğer
taraftan, seçmenin 12 Haziran’da
rasyonel davranması ve popülizme
prim vermemesi ise, CHP’nin bir
sonraki seçimde daha rasyonel ve
ayakları yere basan projeler üretmesine katkıda bulunabilir.
MHP: Kaynak Açıklamıyor
MHP, gerek genel makroekonomi
politika hedefleri için gerekse Hilal
Kart gibi sosyal içerikli projeleri
için kaynak sorununu nasıl çözeceğine ilişkin bilgi sunmamaktadır.
Kayıt dışılıkla mücadele edileceği,
vergi oranlarının düşürülerek tabana yayılacağı gibi genel ifadeler dışında, beyannamede kaynak sorunu
tartışılmamaktadır.
Bağımsızlar Bloğu: Devletin
Malı Deniz…
Bağımsızlar Bloğu ise, kaynak sorununa hiç değinmemektedir. Beyanname, bütçenin harcama kalemleri
üzerinde yük oluşturabilecek vaatler içerirken gelir boyutu tamamen
gözardı edilmektedir. Eğitimden
bölgesel kalkınmaya birçok konuda
klasik sol kalkınma modeline uygun merkezi planlamacı bir anlayışa vurgu yapmaktadır. 1990 sonrasında merkezi planlama uygulayan
ekonomilerin bile serbest piyasa
ekonomisine yöneldiği bir dünyada,
Bağımsızlar Bloğu, sol söylemi benimsemiş gözükmektedir. Siyasette
ekonomide çok siyasal konuları ön
plana çıkardıklarından ve iktidara
alternatif olmadıklarından olsa gerek, özellikle bölgesel gelişmişlik
farklarının azaltılması noktasında
devletin daha aktif olarak rol oynamasını önermektedirler.
Sonuç Yerine…
Seçim beyannamelerinde ekonomik
sorunlara ilişkin tespitlerin ve çözüm önerilerinin genişliği, siyasal
partilerin seçmenlerin yaşam kalitesine doğrudan dokunma ve böylelikle seçimde tercih edilme arzusu
içinde olduklarını göstermektedir.
Özellikle Ak Parti ve CHP beyannamelerinde, ekonomi programı
üzerinde yoğun ve titiz bir çalışmanın izlerine rastlamak mümkündür. Ak Parti, iktidarda olmanın da
avantajı ile daha gerçekleştirilebilir
ve dolayısıyla kaynağı daha kolay
temin edilebilecek projeler ve vaatler üzerinden hareket etmektedir.
Ayrıca Ak Parti, son dönemlerde
bürokratların ve akademisyenlerin
üzerinde çalıştığı reform çabalarını
bir yandan eylem planları (İstihdam
Stratejisi ve Sanayi Stratejisi Belgesi gibi) ile uygulamaya koyarken
diğer yandan bu projelere seçim
beyannamesinde yer vermiştir. Ak
Parti’nin ekonomi programında
dikkat çeken bir diğer karakteristik
ise, iktidar yorgunluğunun hissedilmemesidir. 2002’den bugüne alınan
yol, yeni, açık ve somut hedeflerin
geliştirilmesine ve (büyük iller için
ayrı ayrı açıklanan çılgın projeler
gibi) gerçekleştirilebilecek yeni hayallerin kurulmasına yol açmış gibi
gözükmektedir.
CHP ise geçmiş yıllardaki rejim
tartışmalarının aksine, yoksulluk,
yolsuzluk, gelir dağılımında adalet,
kamu yönetiminde şeffaflık önemli
ekonomik sorunlar üzerinden siyaset yapma isabetinde bulunmuştur.
Ekonomik sorunların çözümünde
biraz abartılı ve gerçekleştirilmesi
zor gözüken vaatler sunmaktadır.
Bunun nedeni, yaşam standardına
ilişkin projelere seçmenin verdiği
olumlu tepkinin CHP tarafından
da fark edilmiş olmasıdır. Ancak
bu konuda ön almak isteyen CHP,
projelerinin kaynağının belirsizliği
ve yetersizliği nedeniyle seçmende
endişe uyandırabilir. Ekonomik ve
siyasal olarak ödediği bedellerden
aldığı dersler ile son birkaç seçim
popülist söylemlere prim vermeyen
seçmen kitlesi, kalitesi ve rasyonalitesi, CHP’nin en büyük handikabını oluşturmaktadır.
Seçim Beyannamelerinde Yeni Anayasa
ve Demokratikleşme
Genel olarak her üç siyasi partinin seçim beyannameleri incelendiğinde en dikkat
çekici husus Türkiye’nin anayasal yapısından kaynaklanan sorunların her üç siyasi
parti tarafından da benzer bir biçimde tespit edildiğidir. Demokratikleşme süreci ile
ilgili olarak da benzer bir durum söz konusudur. Ancak siyasi partilerin bu yapıya
ilişkin çözüm önerileri konusunda oldukça farklı yaklaşımlar dikkat çekmektedir.
Yusuf TEKİN*
T
ürkiye seçimlere kilitlendi,
her yerde her tarafta seçimler gündemin ana maddesi.
Özellikle liderler arasında yaşanan
ve edep sınırlarını hayli zorlayan
söz düellosu gazetelerin ve televizyonların seçime ilişkin en önemli
haber niteliği taşıyan hususlar olarak kullanılıyor. Ayrıca yine bu
kapsamda özel hayatın gizliliğini
ihlal eden kaset savaşları çok ilginç
boyutlara ulaştı. Siyasi partilerin
yakın zamanda açıkladığı seçim
beyannameleri ilginç bir biçimde
bu tartışmalar arasında kayboldu
gitti. Neredeyse seçim çalışmalarında hiç üzerinde durulmuyor.
Aslında bu durum ilk defa karşılaşılan bir olay değil. Daha dokuz ay
kadar önce yapılan referandumda
da benzer bir biçimde meydanlarda ve siyasi parti mensuplarının
14
STRATEJİK DÜŞÜNCE | HAZİRAN 2011
katıldığı tartışma ortamlarında referanduma sunulan anayasa değişikliğine ilişkin hükümler hakkında değil, tam tersine havuzlu villa,
boy-soy vb spekülatif konuşmalar
ön plana çıktı. 12 Haziran seçimleri öncesinde hemen aynı türden bir
tartışma ortamı var. Siyasi partilerin seçim beyannameleri neredeyse
üzerinde hiç durulmadan unutuldu.
Oysa olağan bir seçim sürecinin bu
beyannameler üzerinden yürümesi
beklenirdi.
Seçim sürecinde üzerinde yeterince durulmayan bu beyannamelerde
siyasi partiler kendi önceliklerine göre oldukça farklı çözüm ve
politikalar önermektedirler. Bu
beyannamelerin hepsinde ortak
başlıklardan birisi yeni anayasa
ihtiyacı ve bu yeni anayasanın nasıl bir içeriğe sahip olması gerek-
tiğidir. Beyannamelerde özellikle
demokratikleşme ve yeni anayasa
sürecine ilişkin birbirinden farklı
ve oldukça ilginç ve üzerinde durmaya değer öneriler ve tartışma
konuları mevcut. Ayrıca beyannamelerin bu kısmı incelendiğinde
12 Haziran sonrasına ilişkin olarak
Türkiye’nin önemli sorunları konusunda özellikle halihazırdaki iktidar ve anamuhalefet partilerinin
tespitleri arasında ciddi paralellikler bulunduğunun altını çizmek
gerekir. Ki bu da yeni dönem için
umutlu olmamız açısında oldukça
önemlidir.
AK Parti’ye Göre
Demokratikleşme ve Yeni
Anayasa
Adalet ve Kalkınma Partisi hem
HAZİRAN 2011 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
15
Ak Parti’nin seçim
bildirgesinde Yeni
Anayasaya ayrı bir başlık
açılmış. Bu kısımda 2004,
2007 ve 2010 anayasa
değişikliklerinin yeni
anayasa hazırlanma
sürecine zemin
oluşturduğunun altı
çizilmiş. Bu kapsamda
Yeni Anayasanın
en önemli işlevinin
bireylerin haklarını
etkin şekilde korumak
olduğu ve temel belirleyici
unsurunun insan onuru
kavramı olması gerektiği
ifadelerine yer verilmiş
yeni anayasa ve hem de demokratikleşme sürecine seçim bildirgesinde görece en ayrıntılı biçimde
yer veren siyasi parti görünümünde. Beyannamenin bu kısmına “İleri Demokrasi” tanımlaması uygun
görülmüş. Demokratikleşme, Güçlü Siyaset, Güçlü Sivil Toplum,
Yeni Anayasa ve Demokratikleşme başlığı altında önce 3 Kasım
2002 seçimlerinden itibaren ki, Ak
Parti’li hükümetlerce gerçekleştirilen icraatlar sıralanmış. Bu başlık
altında 12 Eylül 2010 referandumu
ile “Milli Birlik ve Kardeşlik Projesi” olarak adlandırılan ve “bütün
toplumsal sorunların demokratik
yöntemlerle çözümü” olarak tanımlanan kamuoyunda ise Kürt
sorunu olarak bilinen adımlar biraz daha ayrıntılı bir biçimde ele
alınmış. Bu kısımda dikkat çekici olan şey Ak Parti yaptıklarını
ayrıntılı bir biçimde anlatırken,
16
STRATEJİK DÜŞÜNCE | HAZİRAN 2011
yeni dönem için vaadlerinde aynı
ayrıntılı ifadelere yer vermemiş.
Örneğin, Kürt sorunu ile ilgili
kısmın sonunda “Ak Parti, ustalık
dönemi olarak gördüğü üçüncü
iktidar döneminde milli birlik ve
kardeşlik ruhunu egemen kılarak
tüm toplumsal sorunları çözmeye
kararlıdır.” cümlesine yer vermiş,
ancak bu kapsamda ne tür somut
adımların atılacağına ilişkin hiçbir
ifade yer verilmemiştir. Aynı şekilde siyasetin güçlendirilmesi ile
ilgili kısmın sonunda da “Anayasa
tartışması sırasında Siyasi Partiler
Kanunu ve partilerin finansmanı
gibi konular da doğal olarak ele
alınacaktır.” gibi oldukça muğlak
bir cümle yer almaktadır. Bu kısımda genel ve içi doldurulmamış
ifadelere yer verilmiş olması Ak
Parti seçim bildirgesinin önemli
eksikliklerinden birisi.
Ak Parti’nin seçim bildirgesinde
Yeni Anayasaya ayrı bir başlık
açılmış. Bu kısımda 2004, 2007
ve 2010 anayasa değişikliklerinin
yeni anayasa hazırlanma sürecine
zemin oluşturduğunun altı çizilmiş. Ak Parti’nin üçüncü iktidar
döneminin yeni anayasa dönemi
olacağı belirtilmiş. Bu kapsamda
Yeni Anayasanın en önemli işlevinin bireylerin haklarını etkin
şekilde korumak olduğu ve temel
belirleyici unsurunun insan onuru
kavramı olması gerektiği ifadelerine yer verilmiş. Hemen ardından
yeni anayasanın bireyin özgürlüğü
ve korunmasını temel felsefe olarak kabul etmesi ve yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığının sağlanması
ile siyasi sistemin işleyişindeki belirsizliklerin ortadan kaldırılmasını
öncelemesi gerektiği belirtilmektedir. Anayasanın yapılma yöntemi ile ilgili olarak kamuoyundaki
en önemli sorulardan birisi olan
“anayasanın nasıl yapılacağı” sorusu bildirgede oldukça hassas ve
dikkatli bir dille kaleme alınmış.
Bilhassa kamuoyunda serbestçe
tartışılması, katılım ve uzlaşma-
nın aranacağı ve hangi çoğunlukla
TBMM’de kabul edilirse edilsin
referanduma sunulacağı vaadleri
oldukça önemli. Bunun özellikle
Ak Parti, TBMM’de 367 ve üzeri
milletvekilliği elde ederse kendi
anayasasını dikte edebilir eleştirilerini yöneltenleri rahatlatacak bir
açıklama olduğu belirtilmeli. Yine
bu kısımda Ak Parti yönetiminin
kamuoyundaki kurucu meclis/anayasa meclisi tartışmalarını sona
erdirecek bir biçimde yeni anayasanın kesinlikle TBMM tarafından
yapılması gerektiği biçimindeki
ifade de oldukça dikkat çekici. Ancak bu kısımda da yeni anayasanın
içeriği ile ilgili ayrıntılı açıklamaların yer almadığı altı çizilerek belirtilmeli.
CHP’nin Özgürlükçü
Demokrasi ve Anayasa
Vurgusu
Türkiye’nin anayasal sisteminden
kaynaklanan sorunların tespitinde
ilginçtir bütün siyasi partiler neredeyse uzlaşıyor. Bu seçim bildirgelerine de yansımış durumda.
Cumhuriyet Halk Partisi de benzer
bir biçimde anayasaların birer toplum sözleşmesi olduğu, “herkesin
özgürlüklerini alabildiğince genişleten” bir niteliğe sahip olması
gerektiği vurgusuna bildirgenin
hemen başında yer veriyor. Bu
kısımda en dikkat çekici cümle, “
demokratik anayasa, demokratik
yollardan yapılan anayasadır” tanımlaması ve böyle bir anayasanın
toplumun her rengini hem içeriğinde hem de yapılış sürecinde
kucaklaması gerektiği biçiminde
ifadededir. CHP anayasanın yapım sürecine ilişkin endişelerini
ön plana çıkaran bir başlangıç yapmayı tercih etmiştir. 12 Haziran’da
seçilecek TBMM’nin % 10 barajı
nedeniyle meşruiyetinin zarar görmüş olacağına vurgu yapılmasına
karşı, yeni anayasayı kimin yapacağı sorusu cevapsız bırakılmıştır.
CHP’nin bildirgesinde ilginç bir
başka ifade ise, parlamenter sistemin özgürlükçü demokrasinin en
önemli yapı taşlarından birisi olarak görülmesidir. Ki bu ifade de
oldukça tartışmaya açıktır. Bu başlık altında silahlı kuvvetlerle ilgili
kısımda İç Hizmet Kanunun 35.
Maddesinin “değiştirilmesi” vurgusu ile nasıl olacağı hakkında hiçbir ifadeye yer verilmeyen “silahlı
kuvvetler sivil otoritenin kontrolü
altında bulunmalıdır” ifadesi dışında bir hüküm dikkat çekmiyor. Buradaki “kontrol” ifadesinin özenle
seçildiği ve “silahlı kuvvetlerin
siyasal iktidara bağlı olması” biçiminde anlaşılmadığını da metinden
okumak mümkün. Ayrıca MGK
ve YAŞ gibi tartışmalı kurumlara
yer verilmediğini söylemek gerek.
Ancak bu ifadenin özgürlükçü demokrasi başlığı altında yer alması
CHP’nin politik çizgisi açısından
oldukça önemli bir değişimdir.
Yine özgürlükçü demokrasi başlığı altında tutuklanan gazeteciler ve
kaset siyaseti gibi güncel konular
bağlamında özel hayatın gizliliği
ile ifade ve düşünceleri yayma hürriyetine vurgu yapıldığı dikkat çekiyor. Aynı çerçevede olmak üzere hiç kimsenin etnik köken, din,
mezhep ve cinsiyet ayrımcılığa uğramaması gerektiği belirtilmiştir.
Ancak burada da kadın-erkek eşitliğinin sağlanması amacıyla pozitif ayrımcılık yapılması önerilirken
diğer eşitsizliklerle ilgili CHP’nin
nasıl bir çözüm önerisi olduğu hususuna hiç değinilmemiştir. Bunun
yerine “toplumsal ve siyasal çoğulculuğun önündeki engellerden
şikayetçi olan kesimlerinin sorunlarının tam demokrasi anlayışı çerçevesinde” çözüleceği gibi muğlak
bir ifadeye yer verilmiştir. Bu kısımda CHP’nin en somut önerisi
çoğulculuğun sağlanması için seçim barajlarının % 5’e indirilmesi
biçimindedir.
Bildirgede CHP’nin yeni anayasa ile ilgili önerileri kısmında ise
en sık kullanılan kavram “yeni ve
özgürlükçü bir Anayasa” ifadesidir. Buradan CHP’nin de mevcut
anayasayı özgürlükçü bir anayasa
olarak tanımlamadığı sonucuna rahatlıkla ulaşılabilir. Akabinde yeni
anayasanın özgürlükçülük, çoğulculuk, katılımcılık, insan onuru ve
evrensel insan haklarının önceliği,
insan haklarının esas sınırlandırılmasının istisna olması, uluslar arası
hukuka saygı vb toplumun tüm kesimleri tarafından dile getirilen tanımlamalara yer verilmiştir. Burada da altı çizilmesi gereken husus,
CHP’nin temel paradigmalarından
birisi olan parlamenter sisteme de
anayasanın temel ilkeleri arasında
yer verilmiş olmasıdır. Ki bu oldukça tuhaf bir durumdur. Hak ve
özgürlüklere tam koruma, baskı ve
korkuya son, özgür medya ve internet gibi başlıklar altında sunulan
öneride devletin ideolojik tarafsızlığına hiç yer verilmemiş olması da
bir başka ilginç durumdur. Anayasa başlığı kısmında dikkat çeken
bir başka bölüm yargı reformudur.
Burada da 1982 Anayasasının öngördüğü yargı sisteminin antidemokratik ve çarpık bir hukuk anlayışına sahip olduğu öncülünden
hareket edildiği görülmektedir. Ki
bu da CHP’nin özellikle 12 Eylül
referandumu ve akabinde yapılan
yargı reformu kapsamındaki yasal
düzenlemeler çerçevesindeki çizgisinden uzaklaştığını göstermektedir.
Tıpkı Ak Parti’nin beyannamesinde olduğu gibi CHP’nin beyannamesinde de Kürt sorunu ile ilgili
somut adım önerileri yer almıyor.
CHP de Ak Parti gibi çoğulcu ve
özgürlükçü demokrasi kuracağız,
engelleri kaldıracağız tarzından
muğlak ve içi boş önermelere yer
vermiş durumda. CHP seçim beyannamesinde bu konuda üç somut
öneri var. Birisi “Dersim arşivlerini açacağız.” biçiminde ifade edilmiş. İkincisi “Diyarbakır cezaevini
toplumsal barış için müzeye dönüştüreceğiz.” şeklinde yer almış.
CHP’nin bildirgesinde
özgürlükçü demokrasi
başlığı altında tutuklanan
gazeteciler ve kaset
siyaseti gibi güncel
konular bağlamında özel
hayatın gizliliği ile ifade
ve düşünceleri yayma
hürriyetine vurgu yapıldığı
dikkat çekiyor. Aynı
çerçevede olmak üzere
hiç kimsenin etnik köken,
din, mezhep ve cinsiyet
ayrımcılığa uğramaması
gerektiği belirtilmiştir.
Üçüncüsü ise Muğlalı Kışlası kastedilerek olsa gerek “Geçmişte yaşanan acı ve travmaları hatırlatan
isimleri devlet kurumları ve kışlalardan kaldıracağız.” cümlesiyle
beyannamede yer bulmuş.
CHP beyannamesinde laiklik ve
inanç özgürlüğü başlıklı kısımda
ise klasik CHP önermelerini görmek mümkün. Laiklik, din işlerinin siyasetten ayrılması ve kutsal
din duygularının siyasete alet edilmemesi gibi artık CHP ile özdeşleşmiş ifadeler ön plana çıkıyor.
Yeni olan ise Alevilerin eşit yurttaşlık taleplerinin hayata geçirileceği, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın
tüm inanç ve mezheplerin taleplerine eşit bir biçimde cevap verecek
düzenlemelerin yapılacağı gibi
öneriler. “Din anlayışının laiklik
anlayışı ve öğretim birliği ilkesi
çerçevesinde gerçekleştirilmesini
sağlayacağız.” ifadesi ise kendi
HAZİRAN 2011 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
17
ilgili bölümde sivil tabirine sadece
“idari ve sosyal tesisler sivil ağırlıklı hale getirilecek” cümlesinde
yer verilmiştir.
MHP beyannamesinde
ilginç bir durum Silahlı
Kuvvetler ile ilgili. Burada
Diğer siyasi partilerden farklı olarak MHP eğitim ve öğretim ile ilgili ilginç önerilere yer vermiştir.
Eğitimde Türkçenin tek dil olacağı, zorunlu eğitimin dokuz yıla
çıkarılacağı, üniversite sınavının
kaldırılacağı gibi vaadlere yer verilmiştir. Ayrıca YÖK’ün yeniden
yapılandırılacağı, rektör seçimlerinin iki kademeli bir hale getirileceği ve başörtüsü sorunun çözüme
kavuşturulacağı gibi önermelere de
yer verilmiştir. MHP beyannamesinin bu kısmında yer verilen “eğitimin hiçbir kademesinde yabancı
dille eğitim yapılamayacak”, “din
eğitiminin okullarda devlet eliyle
verilmesine devam edilecek”, çocuklara yaz tatilindeki Kuran öğretiminde “yaş sınırının kalkacağı”
gibi ifadeler çok dikkat çekici.
silahlı bürokrasinin
sivillerin inisiyatifinde yer
almasına dair hiçbir imaya
dahi yer verilmemiş olması
oldukça ilgi çekicidir. Bu
kısımda savunma sanayi,
savunma teknolojisi gibi
konuların yanında Türk
Ordusunun itibarının
millet vicdanındaki
saygınlığının korunacağı
gibi ilginç ifadeler yer
almıştır.
içindeki totoloji nedeniyle altı çizilmeyi hak eder nitelikte.
Temiz ve itibarlı siyaset başlığını
taşıyan kısım ise tahmin edileceği
üzere dokunulmazlıkların kaldırılması üzerine kurgulanmış. Bu
kısımda dikkat çeken bir öneri ise
milletvekillerinin parti değiştirmeleri ile ilgili. Bu transfer nedeniyle
çıkar elde eden milletvekillerinin
milletvekilliğinin düşmesini sağlayacak yasal düzenlemeler yapılacağı ifadelerine yer veriliyor. Ki
bu oldukça ilginç bir öneri. 1977
seçimleri sonrasında Güneş Motel
pazarlıkları ve gazetelerdeki ağırlığınca paralar karşılığında milletvekili transfer edip, transfer ettiği
bu 11 milletvekilinin 10 tanesini
bakan yapan bir siyasi geleneğin
bu noktaya gelmesi de altı çizilmeyi hak ediyor.
MHP’ye Göre Yeni Anayasanın
Temel İlkeleri
18
STRATEJİK DÜŞÜNCE | HAZİRAN 2011
Seçim Beyannameleri’nin
Genel Değerlendirmesi
Siyasi partilerin seçime ilişkin kamuoyuna duyurdukları metinler
arasında özellikle Milliyetçi Hareket Partisi’nin seçim bildirgesi
diğerlerine nazaran oldukça önemli farklılıklara sahip. Bu konuda
oldukça somut ve kamuoyunun
beklentileri ile taban tabana zıt
önerilere örnek olmak üzere şunlar
sıralanabilir: “.. Türk milli kimliği… gibi değerlerden vazgeçilmesine, bunların tartışılmasına izin
vermeyecek.”; “Türk milli kimliğinin tartışılması kabul edilmeyecek.”; “Etnik bölücülüğün önünü
açacak düzenlemelere izin verilmeyecek.”; “Tek millet-tek devlet esasına dayanan üniter yapının
bozulmasına izin verilmeyecek.”;
“Farklı etnik kimliklere siyasi
ve hukuki statü tanınmayacak.”;
“Türk milleti yerine Türkiyelilik konulmayacak.”; “Türkçe’den
başka anadillerde eğitim verilmeyecek.” gibi.
Diğer siyasi partilerin bildirgelerine kıyasla en somut önerilerin
MHP beyannamesinde yer aldığını
söylemek mümkün. Ancak yüksek mahkemelerin, HSYK’nın ve
yargının örgütlenmesi konusunda
MHP de diğer siyasi partiler gibi
muğlak ve genel ifadelere yer vermeyi tercih etmiştir.
olması oldukça ilgi çekicidir. Bu
kısımda savunma sanayi, savunma
teknolojisi gibi konuların yanında
Türk Ordusunun itibarının millet
vicdanındaki saygınlığının korunacağı gibi ilginç ifadeler yer almıştır. İlginçtir silahlı kuvvetlerle
Genel olarak her üç siyasi partinin seçim beyannameleri incelendiğinde en dikkat çekici husus
Türkiye’nin anayasal yapısından
kaynaklanan sorunların her üç siyasi parti tarafından da benzer bir
biçimde tespit edildiğidir. Aynı
şekilde demokratikleşme süreci
ile ilgili olarak da benzer bir durum söz konusudur. Ancak siyasi
partilerin bu yapıya ilişkin çözüm
önerileri konusunda oldukça farklı yaklaşımlar dikkat çekmektedir.
CHP’nin kendi içinde yaşadığı yönetim değişikliği süreci ve söylem
yenilenmesi tartışmalarına rağmen
demokratikleşme ve yeni anayasanın içeriği konusunda genel çizgisinden çok fazla taviz verdiği ve
paradigmalarını değiştirdiğini söylemek oldukça güçtür. Aynı şekilde MHP de bugüne değin izlediği
politikaların devamı niteliğinde
öneriler sıraladığı gözükmektedir.
Yine seçim beyannamelerinde dikkat çeken bir diğer husus, her üç
siyasi partinin de genel olarak açık
ve net öneriler sıralamak yerine
muğlak ve tartışmaya açık öneriler
sıraladığı gözükmektedir.
Dikkat çekici son bir husus ise, 12
Eylül referandumu ve sonrasında
yaşanan yargı reformu sürecinde
siyasi iktidara karşı tavır takınması
ve mevcut yapının devamı biçiminde yorumlanacak bir eylem içinde
bulunmalarına rağmen, seçim beyannamelerinde yargıda reform ihtiyacının muhalefet tarafından da
dile getirilmiş olmasıdır.
SDE İç Politika ve Demokratikleşme
Programı Koordinatörü, Doç. Dr.*
MHP beyannamesinde dikkat çeken farklı bir başlık Türkçenin korunması ve yaygınlaştırılması biçimindedir. Bu başlık altında MHP
basın yayın organları başta olmak
üzere hiçbir ortamda Türkçenin
yozlaştırılmasına izin verilmeyeceği, Türk dili araştırmalarının ve
Türkiye Türkçesinin yaygınlaştırılacağı gibi politikalar sıralamıştır.
MHP beyannamesinde ilginç bir
durum Silahlı Kuvvetler ile ilgili.
Burada silahlı bürokrasinin sivillerin inisiyatifinde yer almasına dair
hiçbir imaya dahi yer verilmemiş
HAZİRAN 2011 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
19
Analiz
ben, Cumhuriyet’i, şahsi menfaatim için yapmadım. Hepimiz faniyiz, ben öldükten sonra arkamda kalacak müessese bir istibdat
(sıkıyönetim) müessesesidir. Ben
ise millete miras olarak bir istibdat
müessesesi bırakmak ve tarihe o
surette geçmek istemiyorum.”
MHP’siz Meclis ve
Demokratik Anayasa
Atatürk’ün kendi döneminde hazırlanan 1921 ve 1924 anayasalarının hiç birinde değişmez/
değiştirilemez/ değişmesi teklif bile edilemez maddeler yoktu. Anayasalarda yer alan
değişmezlik tabuları, 27 Mayıs ve 12 Eylül darbecilerinin ürünüdür. Ve bunun Atatürkçülükle
uzaktan yakından alakası bulunmamaktadır. Fakat bunu yapanlar “Atatürkçülük” adına
yapmışlardır.
“Bugünkü idare şekli lafzen cumhuriyetse de cumhuriyetten ziyade diktatörlüğe benzemektedir.
Halbuki, Cumhuriyeti şahısların
hayatına bağlı tutmak tehlikelidir.
Cumhuriyeti şahsi idare şeklinden
kurtararak kanunlara, hukuka tabi
etmek hepimiz için vazgeçilmez
bir vazifedir…”
“Fakat mesele çok zordur. Kuvvet
ile idareye alışmış olanlar (o günkü CHP kastediliyor), serbest münakaşa ve ikna yoluyla hükümeti
idarede zorluk çekerler. Yalnız
şurası var ki kuvvete dayanarak
yönetmek kolaydır, size yakışan
ise güç olan ikinci şıkkı uygulamaktır.’’
Görüldüğü gibi daha 1930’da Atatürk, rejimin ülkeye bir istibdat ge-
tirdiğini kendisi bir acziyet içinde
açıkça ifade etmekte ve bundan
yakınmaktadır. Bu sözler, “Yeni
CHP” denilen ama neresinin yeni
olduğu tam anlaşılamayan siyasi
partiyi yönetenlerin kulağına da
küpe olmalıdır.
“Bir gülmece dergisinin
Atatürk’ün işaret ettiği çok önemli bir başka gerçek de, bu yüzyılın
hızla ilerleyen dünyasında, medeni ülkeler arasında yer alabilmenin
yolunun yeniliğe bağlı olduğudur.
Nutuk’ta yer alan, Atatürk’ün bizzat kendi sözleri ise aynen şöyle:
ceza yasasına göre
“Medeniyet yolunda başarı yeniliğe bağlıdır. Sosyal hayatta, iktisadi hayatta, ilim ve fen sahasında
muvaffak olmak için yegane tekamül ve terakki yolu budur. Hayat
ve yaşayışa hakim olan kanunların
zaman ile değişmesi, gelişmesi ve
yenilenmesi zaruridir. Medeniyetin buluşları, tekniğin harikaları,
cihanı değişimden değişime uğrattığı bir devirde, asırlık köhne zihniyetlerle, geçmişe bağlılıkla varlığını korumak mümkün değildir.”
(Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri,
Cilt II, s. 181)
ifadesiyle, Türk vatandaşı
İsviçre medeni kanununa
göre evlenen, İtalyan
cezalandırılan, Alman
ceza mahkemeleri usulüne
göre yargılanan, Fransız
idare hukukuna göre
idare edilen ve İslam
hukukuna göre gömülen
kişidir.” Devlet istibdadı
işte böyle garip bir Türk
ve böyle garip bir Türkiye
oluşturmuştur.
Atatürk’ün kendi döneminde hazırlanan 1921 ve 1924 anaya-
Alper TAN*
D
evleti oluşturan erkler sayılırken “Yasama, yürütme ve yargı”dan oluşan
üç kurum sıralanır. Medya ise dördüncü kuvvet olarak kabul edilir.
Geçmişe baktığımızda medyanın
yer yer birinci kuvvet gücünde hareket ettiği de görülür. Gazeteler
ve televizyon kanalları gibi klasik
medyanın yanında son yıllarda gazetenin, televizyonun, radyonun
neredeyse “pabucunu dama atan”
bunların yanında daha ötesini de
verebilen ve küresel bir ağ olarak
yerellik, bölgesellik ve ulusallık
kavramlarını anlamsızlaştıran internet yayıncılığı çok gelişti.
Birçok siyasi veya toplumsal proje,
internet üzerinden icra edilebiliyor
artık. WikiLeaks ifşaatları bu20
STRATEJİK DÜŞÜNCE | HAZİRAN 2011
nun en açık göstergelerinden biri.
Türkiye’de Deniz Baykal’ı alaşağı
eden ve şimdilerde MHP’de Devlet
Bahçeli siyasetini silme noktasında olan internet yayınları da öyle..
Siyasi ve sosyal ahlakı zayıf insanların işinin çok zor olacağı ortada.
Eskiden bir iddia ortaya atılır, ispatı çok zor olurdu. Şimdi memleketin dört bir yanı kameralarla
donatılmış durumda. Nerdeyse her
şey naklen yayında.. Herkesin ahlaklı ve dürüst olması gerekir. Ancak ülkeyi yönetmeye talip olanların, önder veya lider olarak bilinen
kişilerin buna herkesten daha fazla
dikkat etmesi icap eder. Yoksa son
pişmanlık fayda etmeyebilir.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk de yap-
tığı bazı konularda pişmanlık duymuştu. Osmanlı Devleti ortadan
kaldırıldıktan sonra bir çok inkılap yapılmış ancak bazıları halkta
karşılık bulmamış ve onun için de
direnen veya kurulu düzene uyum
sağlamayan halk ezilmeye başlanmıştı. Bunların detayları ayrı bir
konu. 1930 Temmuz ayının son
günlerinde Mustafa Kemal, Fethi
Okyar’a parti kurmasını emredince
o da muhalefette olmanın güçlüklerini anlatıyor. Atatürk ise Fethi
Okyar’a cevaben diyor ki:
“Bunlara tahammül edeceğiz başka çare yok. Bugünkü manzaramız
aşağı yukarı bir diktatör manzarasıdır. Gerçi bir meclis var; fakat
dahilde ve hariçte bize diktatör
nazarıyla bakıyorlar. (…) Halbuki
HAZİRAN 2011 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
21
AK Parti Seçim Beyannamesi’nin
Eleştirel Okuması
Küreselleşme, iletişim ve ulaşım kanallarının çoğalması ve ucuzlaması sayesinde
bilginin ulaşılabilirleşmesi bireyi ve toplumu önce malumatfuruş kılarken bilgi
yoğunluğu ile meslekten değilse de alaylı akademisyenler çıkmaktadır. Bu bakımdan iç
salarının hiç birinde değişmez/
değiştirilemez/ değişmesi teklif
bile edilemez maddeler yoktu.
Anayasalarda yer alan değişmezlik tabuları, 27 Mayıs ve 12 Eylül
darbecilerinin ürünüdür. Ve bunun Atatürkçülükle uzaktan yakından alakası bulunmamaktadır.
Fakat bunu yapanlar “Atatürkçülük” adına yapmışlardır.
idare hukukuna göre idare edilen
ve İslam hukukuna göre gömülen kişidir.” Devlet istibdadı işte
böyle garip bir Türk ve böyle garip bir Türkiye oluşturmuştur.
Peki Atatürk’ün istibdat getirmekle itham ettiği ancak adına
bazılarının “Milli Devlet” bazılarının ise “Ulus Devlet” diyerek
kutsadıkları mevcut rejim nasıl
bir Türk ve nasıl bir Türkiye doğurmuştur? Bunun cevabını ise
24 Ocak 1993’de bir derin devlet
operasyonuna kurban giden Uğur
Mumcu açıklıyor:
Uğur Mumcu ise, bu gerçekleri
yüksek sesle açıkladığı için katledilmiştir. Sistematiğini CHP’nin
kurduğu ve şu an CHP iktidarda
olmasa bile hüküm süren devlet istibdadının kaldırılması ve
Kürt sorunu başta olmak üzere
ülkemizin temel meselelerinin
çözümü, Türkiye’nin bölgesinde
ve dünyada hatırı sayılır bir ülke
olması, kendi halkının da devletiyle gurur duyarak güven içinde
yaşaması için insan onurunu esas
alan tam demokratik bir anayasaya ihtiyacımız var.
“Bir gülmece dergisinin ifadesiyle, Türk vatandaşı İsviçre medeni
kanununa göre evlenen, İtalyan
ceza yasasına göre cezalandırılan, Alman ceza mahkemeleri
usulüne göre yargılanan, Fransız
Anlaşılan o ki eğer bir sürpriz
olmazsa TBMM’de MHP’nin olmadığı, BDP’nin ise “Bağımsız”
kılıfında Meclis’e girdiği bir siyasi sürece giriyoruz. Seçimden
sonra tüm siyasi partilerin en
22
STRATEJİK DÜŞÜNCE | HAZİRAN 2011
önemli siyasi hedefi, darbe anayasasını değiştirmek ve yeni anayasayı demokrasi ruhuyla inşa
etmek olmalı.
Atatürk’ün sözlerini tekrar hatırlatmakta fayda var. “Kuvvet ile
idareye alışmış olanlar, serbest
münakaşa ve ikna yoluyla hükümeti idarede zorluk çekerler.
Yalnız şurası var ki kuvvete dayanarak yönetmek kolaydır, size
yakışan ise zor olan ikinci şıkkı
uygulamaktır.” Kuvvetle idareye alışmış olanlar önümüzdeki
süreçte, yasakçı düzenin devamı
için tüm imkanlarıyla seferber
olacaklar. Onun için CHP, Ergenekon militanlarını Meclis’e
sokuyor. 12 Hazirandan sonra
hükümet olacakların her şeye
rağmen serbest tartışma, ikna ve
demokrasiden taviz vermemeleri
gerekir.
SDE Yüksek İstişare Kurulu Üyesi*
ve dış siyaset arasındaki ayrım giderek buharlaştıkça toplumun genelde siyasete özelde
de dış politika yapımına dair b/ilgisi artmaktadır.
Murat ÇEMREK*
1
970’lerde daha fazla fark
edilmeye başlayan egemen
devletlerarasındaki
devlet
düzeyinden başka ilişkilerin artışı
“karmaşık karşılıklı bağımlılık”
kavramının ontolojik ve epistemolojik varlığını mümkün kıldıkça
daha popüler hale gelecek “küreselleşme” kavramının da zihinsel
altyapısını hazırlamıştır. Küreselleşme bir süreç olarak “iç” ve
“dış” siyaset arasındaki münhasır
sınırları ortadan kaldırırken konuyu spesifikleştirme haricinde
herhangi bir meselenin disiplinler
arası düşünülmeden kavranılamayacağını da ortaya çıkarmıştır. Bu
bağlamda, ekonomik bir mesele
aynı zamanda sosyal, siyasal, kül-
türel hatta ve hatta teolojik alanlara da tekabül etmektedir. Örneğin,
devlet ya da sivil toplum yardımları sadece ekonominin alanına
girmediği gibi diğer tüm sosyal
bilimler alanları açısından da açıklamaya muhtaçtır. Küreselleşme,
iletişim ve ulaşım kanallarının çoğalması ve ucuzlaması sayesinde
bilginin ulaşılabilirleşmesi bireyi
ve toplumu önce malumatfuruş
kılarken bilgi yoğunluğu ile meslekten değilse de alaylı akademisyenler çıkmaktadır. Bu bakımdan
iç ve dış siyaset arasındaki ayrım
giderek buharlaştıkça toplumun
genelde siyasete özelde de dış politika yapımına dair bilgisi artmaktadır. Küreselleşmenin diğer bir
ayağı ise piyasanın serbestliğini
korurken bu eyleme bütün küresel
imkânları dâhil etme sürecidir.
Türkiye’de kişi başına düşen ulusal
gelirin 10 bin ABD Dolarını aşması ve 1980’deki 24 Ocak Kararları
ile ivmelenen ekonominin liberalleşmesi aynı yıl gerçekleşen askerî
darbeye rağmen kesintiye uğramamıştır. Böylece Türkiye, son
otuz yıldır hızla küresel piyasalara
entegre olmakta ve IMF gibi kuruluşlarca bu süreçte –kriz dönemleri
hariç- “yükselen piyasalar” (emerging markets) olarak düzülen methiyelerden nasibini almaktadır.
Ekonomik liberalleşme beraberinde siyasal, sosyal ve kültürel
alanlarda da liberalleşmeyi tetikHAZİRAN 2011 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
23
2011 Genel Seçimlerini
“Anayasa Seçimi” kadar
değilse de TDP Seçimi
olarak da mümkündür.
Bundan hareketle,
Türkiye’deki demokratik
konsolidasyona gerek AB
uyum paketleri sürecinde
olsun gerekse de 12 Eylül
2010 referandumuyla
olsun önemli katkılarda
bulunan iktidardaki
AK Parti önümüzdeki
dönemde de tek başına
iktidara gelmesi oldukça
yüksek bir ihtimal olarak
belirmiştir.
lediğinden piyasanın egemenliğini
katmerleştiren bu süreç Türkiye’de
önemli bir dönüşümü de mümkün
kılmıştır. “Türkiye’nin normalleşmesi” olarak okuyabileceğimiz
bu zenginleşme, demokratikleşme
ve küreselleşme süreci iç ve dış
siyaset arasındaki farazî ayrımı
soluklaştırmaktadır. Küreselleşen
Türkiye’nin iç siyaseti başta bölgesindeki ülkeleri etkilediği gibi
etkiye de açık hale gelmektedir.
2010 Aralık’ında Tunus’ta başlayan ve sonrasında başta “Arap
dünyasının kalbi ve beyni” Mısır
olmak üzere sirayet eden devrimlilik süreci Türk Dış Politikası’nı
(TDP) da doğrudan etkisi altına
almıştır. Bir anlamda Türkiye’nin
normalleşmesinin Arap Baharı’nı
ne kadar etkilediğini kestirmek
24
STRATEJİK DÜŞÜNCE | HAZİRAN 2011
zor olsa da Arap dünyasında yaşanan Tunus ve Mısır’daki başarılı
devrimler, Bahreyn’deki gergin
bekleyiş ve Libya ve Suriye’deki
akan sivillerin kanı, Türkiye vatandaşlarının daha fazla dış politika karar alma ve yapım süreçlerine
kulak kabartma ve müdahil olma
isteklerini arttırmaktadır. Böylece
dış politika giderek devletlûların
“ulvî siyaseti” (high politics) olmaktan uzaklaştıkça seçmenlerin
oy verme kriterlerini de giderek
şekillendirdiği bir nitelik kazanmaktadır. Bu bakımdan 2011 Genel Seçimlerini “Anayasa Seçimi”
kadar değilse de TDP Seçimi olarak da mümkündür. Bundan hareketle, Türkiye’deki demokratik
konsolidasyona gerek AB uyum
paketleri sürecinde olsun gerekse
de 12 Eylül 2010 referandumuyla
olsun önemli katkılarda bulunan
iktidardaki AK Parti önümüzdeki dönemde de tek başına iktidara
gelmesi oldukça yüksek bir ihtimal
olarak belirmiştir. Bu yazı AK Parti Seçim Beyannamesi’ndeki dış
politika yaklaşımının eleştirel bir
perspektiften okumasını içermektedir. Beyannamedeki dış politika
bahsinde anlatılan bütün bölümler
üzerinde durulmayıp dikkate değer
bulunulan elekten geçirilecektir.
Öncelikle nicelik açısından değerlendirdiğimizde 160 sayfalık
AK Parti Seçim Beyannamesi,
“Sunuş” haricinde “İleri Demokrasi,” “Büyük Ekonomi,” “Güçlü
Toplum,” “Yaşanabilir Çevre ve
Marka Şehirler” ile “Lider Ülke”
alt başlıklarından mürekkeptir. AK
Parti Genel Başkanı R. Tayyip Erdoğan Seçim Beyannamesini Sunuşta şöyle tanıtmaktadır:
Bu beyanname, sadece önümüzdeki dönemin değil, aynı zamanda Cumhuriyetimizin 100. Yılına
giden yolda her Türk vatandaşının
hayal ettiği Türkiye ideali için AK
Parti iktidarının atacağı adımların
ve gerçekleştireceği atılımların bir
yol haritasıdır. Ufkumuz, Cumhuriyetimizin 100. Kuruluş yıldönümü olan 2023 yılıdır. Bu seçim
beyannamemizde, bir yandan önümüzdeki dört yıl için hedeflerimizi
oluştururken, bir yandan da Cumhuriyetimizin 100. Kuruluş yıldönümü için yeni bir vizyon ortaya
koyuyoruz. Türkiye için bir kez
daha büyük düşünüyor, bir kez
daha büyük adımlar atmanın heye-
canını taşıyoruz.
Beyannamenin yaklaşık %10’luk
bölümüne tekabül eden 15 sayfalık “Lider Ülke Türkiye” başlığı
altındaki Dış Politika bölümleri,
“Dış Politika Yaklaşımımız,” “Avrupa Birliği İle İlişkiler,” “Amerika Birleşik Devleti,” “Kıbrıs,”
“Ortadoğu,” “Balkanlar,” “Rusya
ve Kafkaslar,” “Orta Asya ve Türk
Cumhuriyetleri,” “Afrika,” “Doğu
ve Güneydoğu Asya, “Latin Amerika” olarak sıralanmıştır. Seçim
beyannamesinde AK Parti dış politika vizyonunu, “Türkiye’nin birikiminin, jeo-politik konumunun
ve küreselleşen dünyanın yeni dinamiklerinin gerçekçi bir şekilde
kavranmasına” dayandığı savıyla
başlamaktadır. Bu realist dış politika anlayışı paradoksal ama sentezci bir şekilde liberal bir vurguyla
“’Kazan-kazan’ durumunun mümkün olduğunu gösterdik ve böylece
hem ülkemizin milli çıkarlarını koruduk hem de komşularımızla ilişkilerimiz düzelttik” denilmektedir.
AK Parti’nin dış politika yaklaşımındaki pragmatizm gerektiğinde
eşzamanlı olarak paradoksal bir
şekilde hem realist hem de liberal
olmayı mümkün kılabilmektedir.
Bu çerçevede “AK Parti hükümetlerinin ortaya koyduğu proaktif ve
pozitif dış politika vizyonu, hem
halkımızın teveccühünü kazanmış
hem de komşularımızın ve müttefiklerimizin takdirinin toplamıştır”
denirken bu “komşular” ve “müttefikler” ise sıralanmamıştır.
Elbette herhangi bir siyasî partinin
seçim beyannamesinden her detayı
bir doktora tezi titizliği ve ayrıntılı
bir şekilde detaylandırmasını bekleyemeyiz. Yine de G-20 Zirvesi
Başkanı sıfatıyla danışmanlarının
uyarısına ve diplomatik teamüllerin hilafına Türkiye’yi sadece
6 saatliğine ziyaret eden Fransa
Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy
Türkiye’nin “proaktif ve pozitif
dış politika vizyonu” konusunda
takdirlerini bildirebilmiş midir?
Eğer böyle bir bildirimde bulunmadıysa hâlâ “müttefik” konumu
korumaya devam etmekte midir?
Aynı soruyu Almanya Şansölyesi Angela Merkel için de sormak
mümkündür. Aynı şekilde “Biz iç
politikada olduğu gibi dış politikada da bir normalleşme sürecini
hayata geçiriyoruz. Kendi tarihimizle ve coğrafyamızla barışıyoruz” denirken acaba Türkiye’nin
AK Parti iktidarları haricinde kendi tarihi ve coğrafyası ile küskün
politikaları uygulanmışsa Türkiye,
acaba Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana siyasî tasarruflarıyla
küsecek midir? Hatta biraz daha
ileri gidersek AK Parti kendi iktidarından önceki tüm Cumhuriyet
dönemi icraatlarını sorgulamaya
mı açmak düşüncesindedir? Kendi
adıma böyle bir hamlenin bir sivil
Anayasa pratiği öncesinde Cumhuriyet değerlerine dair kurgusal
imanın taklidî mi yoksa tahkikî mi
olduğuna dair bir sorgulamayı başlatması açısından önemli olduğunu
ve Devrim Yasaları denilen hukuk
metinlerini nereye konulacağını göstermesi açısından oldukça
önemsemekteyim.
AK Parti Seçim Beyannamesinde
“barış, istikrar ve işbirliği ortamının kurulması” “bölgesel bakış
açısı” olduğu kadar “küresel sistemde öngörülen bir ilke” olarak
lanse edilmekte ve “komşularla
sıfır sorun politikası” da “bu bakış
açısının bir sonucu olarak” takdim
edilmektedir. “Yüksek Düzeyli
Stratejik İşbirliği Konseyi” uygulaması da AK Parti’nin “ikili ilişkiler” kavramını yeni bir boyuta
taşıması ve paradigma değişikliği
olarak sunulmaktadır. AK Parti dış
politikasının mümeyyiz vasıflarından birini “bölgesel ve küresel
gelişmelere bir bütünlük içinde
bakmak ve tepkisel değil ilkesel
politikalar geliştirmek” olarak izah
edilmiştir. Hatta Beyanname çıtayı
daha da yükselterek “kriz öncesinde ortaya koyduğumuz proaktif
AK Parti önümüzdeki
seçimler itibariyle
iktidar namzedi olarak
Seçim Beyannamesini
önemsemek
gerektirmektedir. Yaklaşık
dokuz yıldır iktidarını
koruyan AK Parti
icraatlarını sıraladığı
ve seçim taahhütlerini
dile getirdiği Seçim
Beyannamesinde içerdiği
çelişkileri en azından
pratiğe geçirirken
çözümlemelidir.
ve önleyici diplomasi, kriz sonrasında gösterdiğimiz kriz yönetimi
becerisi sayesinde bölgemizde pek
çok ihtilafın sıcak çatışmaya dönüşmesini engelledik” denilmektedir. Herhalde resmî rakamlara
yansıyan haliyle Suriye’de muhaliflerin isyanının başlamasından
bu yana ölen sivillerin sayısının
900’ü geçmesi ancak yukarıda sıralandığı gibi Türkiye’nin müthiş
kriz yönetimi sayesinde olmuştur
yoksa rakamın daha da artmasından endişe duyabiliriz çünkü Seçim Beyannamesinde de belirtildiği üzere “Türkiye’nin yumuşak
güç kapasitesi her gün artmakta
ve derinlik kazanmaktadır.” Beyannamede Başbakanlık bünyesinde kurulan Kamu Diplomasisi
Koordinatörlüğü ve AK Parti iktidarında yaklaşık 90 ülke ile vizelerin karşılıklı kaldırılmasının
HAZİRAN 2011 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
25
altı çizilmiştir. Türkiye’nin farklı
diplomasi imkânlarını keşfetmesi
açısından manidar olan bu gelişme
zaten vize muafiyeti getirilen ülke
sayısındaki artışa paralel olduğu
muhakkaktır.
Beyannamede AK Parti’nin ülkenin AB’ye tam üyeliği “stratejik
bir hedef” olarak değerlendirilmesinin altı çizilirken müzakerelerin
başlamasından bu yana neden müzakere tarihi alabilmek için verilen
mücadelenin verilmediği sarahatle
izah edilmemektedir. Türkiye’nin
müzakerelere birlikte başladığı
Hırvatistan’ın üyeliğine ramak kal-
mışken Türkiye’nin 35 başlıktan
sadece bir tanesini kapatabilmiş
olmasını sadece Sarkozy-Merkel
ikilisinin katı tutumuna bağlamak
ucuzcu bir mazeret olacaktır.
Seçim Beyannamesinde en dikkat
çekici beyanat Ortadoğu’ya ilişkin
Oryantalist yaklaşımlar reddedilirken aynen Oryantalizmde olduğu
gibi hiyerarşik ve egemen bir dil
eşliğinde Ortadoğu’daki gelişmeleri “normalleşme süreci” olarak
değerlendirme yetkisini kendinde
görme ve “halkın ertelenmiş taleplerinin gecikerek de olsa yerine
getirilmesi olarak” kavramsallaş-
tırmadır. Türkiye, komşularla sıfır
problem bahsinde halkları hiç de
hesaba katmadan Ortadoğu’daki
diktatör rejimlerle problemleri sıfırlama yoluna gitmesi ve sonra
da hiçbir şey olmamış gibi Seçim
Beyannamesinde AK Parti hükümetlerinin her zaman zulme karşı çıkmış ve mazlumun yanında
yer almış olduğunu beyan etmesi
İsrail’in Gazze saldırısı haricinde
sözkonusu olmamıştır. Türkiye’de
özellikle Suriye gündemde olduğunda kategorik bir yaklaşım
sergilediğini Dışişleri Bakanı’nın
ağzından dile getirerek Hüsnü
Mübarek’e Mısır’daki iktidarından çekilmesini telkin ederken
Suriye’nin komşu olmasının gerçekliğine sığınarak “one minute”
demekten kendini alıkoymaktadır.
Sonra da bunu “AK Parti iktidarının ilkesel dış politikası” olarak
lanse etmek kafalarda oldukça fazla soru işareti bırakmaktadır zira
ilkesizlik de bir ilke olarak benimsenebilir.
Anlaşılacağı üzere AK Parti önümüzdeki seçimler itibariyle iktidar
namzedi olarak Seçim Beyannamesini önemsemek gerektirmektedir. Yaklaşık dokuz yıldır iktidarını koruyan AK Parti icraatlarını
sıraladığı ve seçim taahhütlerini
dile getirdiği Seçim Beyannamesinde içerdiği çelişkileri en azından pratiğe geçirirken çözümlemelidir. Genelde dış politika ve
özelde TDP sözkonusu olduğunda
pratikte çıkan çelişkilerin bazen
konjonktürden kaynaklandığı da
akılda tutulmalıdır fakat yazıya geçirilen bir doküman okuyucusunun
kalbinde yeni evhamları tetiklememelidir.
SD Editörü, Doç. Dr.*
26
STRATEJİK DÜŞÜNCE | HAZİRAN 2011
Güçlü Ekonomi için
Yeni Anayasa
2011 yılının ilk dört ayına ilişkin bütçe göstergeleri seçim harcamasına gidildiği
yönünde herhangi bir sinyal içermemektedir. Bununla beraber son iki ayda cari
harcamalarda göreli olarak bir artış vardır. Yakın tarihimizde Türkiye’nin yaşadığı
krizlerde önemli bir paya sahip olan mali disiplinin son dönemlerde sağlanmış olması
çok önemli bir kazanımdır.
Nazende ÖZKARAMETE COŞKUN*
İ
ktisadi dalgalanma ekonomide
üretim veya iktisadi faaliyetlerdeki yıllar arasındaki dalgalanmayı gösterir. İktisadi dalgalanma
genellikle reel Gayri Safi yurt İçi
Hasıla’daki dalgalanma ile ifade
edilmektedir. Literatürde iktisadi
dalgalanmayı açıklamaya çalışan
çeşitli modeller bulunmaktadır. Bu
modellerden biriside seçimlerin
ekonomi politikaları ile ilişkisine
odaklanan Politik Devresel Dalgalanmalar yaklaşımıdır.
Seçim Ekonomi Politikalarını
Neden Değiştirir?
Ekonomik devresel dalgalanma-
ları açıklamayı amaçlayan Politik
Devresel Dalgalanmalar ekonomik çevrimler ile siyasi çevrimler
arasında yakın bir ilişki olduğunu
varsaymaktadır. Bu ilişki esas olarak iktisadi politikaların seçimle
iktidara gelmiş siyasiler tarafında belirleniyor olmasından kaynaklanmaktadır. Politik Devresel
Dalgalanma yaklaşımı daha önce
sadece gözlem ve yorumlara dayalı araştırmalardan oluşurken daha
sonraları formel modellerle ifade
edilmiştir. Bu modeller hükümetlerin seçim zamanındaki ekonomik
koşulları dikkate alarak ekonomik
politikalarını belirledikleri varsayımına dayanmaktadır.
Politik Devresel Dalgalanma teorileri temel olarak iki ana yaklaşım
altında gelişme göstermiştir: Fırsatçı Politik Devresel Dalgalanmalar ve Partizan Politik Devresel
Dalgalanmalar. Bu yaklaşımlar
hükümet davranışlarını fırsatçı ve
partizan olma durumuna göre incelemektedirler. Partizan modellerde,
ideolojik kökenleri farklı partilerin
iktidarda oldukları durumlarda
farklı politikaları izledikleri vurgulanmaktadır. Fırsatçı modellerde ise tüm partilerin, iktidarda iken
aynı davranışları gösterdikleri yani
yeniden seçilebilmek için politikalar izlediklerini kabul etmektedir.
HAZİRAN 2011 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
27
Tablo 2: Nisan 2010-Nisan 2011 Bütçe Göstergeleri
Türkiye’de politik
devresel dalgalanmalar
kavramına karşılık gelen
Milyon TL
Bütçe
Giderleri
Faiz hariç
Giderler
Faiz
Giderleri
Bütçe
Gelirleri
Vergi
Gelirleri
Bütçe
Dengesi
Faiz Dışı
Fazla
Nisan 2010
25 173
18 121
7 053
20 718
15 330
-4 455
2 597
Nisan 2011
22 467
19 629
2 841
23 523
19 287
1 056
3 897
olgu seçim ekonomisidir.
Nisan 2011 döneminde faiz giderleri azalmış ve faiz hariç giderler artmıştır.Faiz ödemesine yapılacak harcama yerine diğer kamu
hizmetlerine harcama yapılmıştır.
Seçim dönemi yaklaştıkça
Tablo1: Merkezi yönetim Bütçe Gerçekleşmeleri (Milyon TL)
hükümetler iktidarda
Milyon TL
Ocak-Nisan
2010
Ocak-Nisan
2011
Değişim
Yüzdesi
kalmak için genişletici
Bütçe Giderleri
93 546
95 320
1.9
Faiz Hariç Giderler
71 494
78 511
9.8
Faiz Giderleri
22 052
16 809
-23.8
Bütçe Gelirleri
77 750
92 252
18.7
Vergi gelirleri
47 902
76 737
21.4
15 796
3 068
-80.6
6 256
13 741
119.6
maliye politikası
uygulamaktadır. Bu
kapsamda hükümet
harcamalarının artması
ve vergilerin azaltılması
söz konusu olmuştur.
Bu tip politikalar sonucu
seçime yaklaşırken bütçe
dengeleri bozulmaktadır.
Fırsatçı modeller ekonomide gözlenen devresel dalgalanmaların
hükümetlerin seçim kazanma
amaçları doğrultusunda ekonomiyi
hareketlendirdiklerinden oluştuğunu kabul etmektedir. Fırsatçı modellere göre ekonomide gözlenen
devresel hareketlerin hükümetlerin
seçim kazanma amaçlarına yönelik
izledikleri bilinçli politikaların sonucudur.
Siyasi Partilerin Amacı: Oy Maksimizasyonu
Siyasi partilerin birinci amacı iktidara gelmek, iktidarda olanların
ise yeniden seçilip uyguladıkları politikalarına devam etmektir.
Bu nedenle izlenen veya seçim
öncesinde izleneceği vaat edilen
politikalar siyasi partilerin seçimi
kazanmak için kullandıkları araç28
STRATEJİK DÜŞÜNCE | HAZİRAN 2011
Bütçe Açığı
lardır.
Siyasi partiler iktidara kendi ideolojilerini de getirdiklerinden veya
getirmeğe çalıştıklarından izlenen
politikalarda daha fazla oy almayı
amaçlamaktadırlar. Hükümetlerin
seçime giderken amaçları oy maksimizasyonu olduğu varsayımından ekonomi politikasında da en
fazla oyu kazandıracak genişletici
politikaları kullanma yoluna gideceği varsayılmaktadır. Genişletici
politikalar ile sağlanacağı düşünülen oy maksimizasyon süreci
enflasyon ve işsizlik, ve büyüme
oranlarını etkileyecektir.
Nordhaus tipi politik devresel hareket modellerinde politik devresel
dalgalanmanın varlığını işaret eden
belirtiler şunlardır:
1. Seçimlerin dört yılda bir yapıldığı varsayımı altında seçim yılı
veya seçim döneminin ikinci yarısında ekonomik genişleme; doğal
oranın üzerinde reel üretim artışı
veya doğal oranın altında işsizlik,
2. Seçimden hemen önce veya sonra enflasyonda yükselme eğilimi,
3. Seçim sonrası durgunluk.
Politik devresel hareket modellerinde seçimden önce yüksek
büyüme ve düşük işsizlik olduğu
durumlarda iktidardaki partinin
yeniden seçildiğini kabul etmektedir.
Faiz Dışı Fazla
Kaynak: Maliye Bakanlığı, www.maliye.gov.tr
Türkiye Seçim Ekonomisi
Uyguluyor mu?
Türkiye’de politik devresel dalgalanmalar kavramına karşılık gelen
olgu seçim ekonomisidir. Seçim
dönemi yaklaştıkça hükümetler iktidarda kalmak için genişletici maliye politikası uygulamaktadır. Bu
kapsamda hükümet harcamalarının
artması ve vergilerin azaltılması
söz konusu olmuştur. Bu tip politikalar sonucu seçime yaklaşırken
bütçe dengeleri bozulmaktadır.
Türkiye’de genel seçim yaklaşırken hükümetin genişletici politika uygulayıp uygulamadığını
incelemek için bakılması maliye
politikası, yani bütçe gerçekleşmeleridir. Türkiye de Ocak –Nisan 2011 dönemi bütçe gelişmeleri
dikkatlice incelendiğinde hükümetin seçim ekonomisi uygulayıp uygulamadığı daha açık bir şekilde
görülebilir.
2011 yılı merkezi yönetim bütçesi
Ocak-Nisan dönemi bütçe giderleri, bütçe gelirleri, bütçe açığı ve
1.9 oranında artmıştır. Vergi gelirleri Ocak-Nisan t 2011 döneminde geçen yılın aynı dönemine
göre yüzde 21.4 oranında artmıştır.
Bu rakamlara baktığımızda OcakNisan 2011 döneminde hükümetin
seçim ekonomisi uyguladığına dair
herhangi bir gösterge bulunmamaktadır. Ocak-Nisan 2011 bütçe
rakamları mali disipline sadık kalındığını göstermektedir.
Nisan 2011 dönemini Nisan 2010
dönemi ile karşılaştırdığımızda ise
aylık bazda bütçe rakamları daha
olumlu sonuçlar vermektedir. Nisan 2010 da 4.5 milyar TL açık
veren bütçe Nisan 2011 de ise 1.1
milyar TL fazla vermiştir. Böylece
bütçe 23 yıl aradan sonra ilk defa
fazla vermiştir.
Nisan 2011 döneminde faiz giderleri azalmış ve faiz hariç giderler
artmıştır. Faiz ödemesine yapılacak harcama yerine diğer kamu
hizmetlerine harcama yapılmıştır.
Seçim Ekonomisi
Uygulanmıyor
faiz dışı fazla gelişmeleri Tablo
1’de sunulmuştur.
Ocak-Nisan 2011 döneminde bütçe açığı geçen yılın aynı dönemine
göre yüzde 80.6 oranında azalmış
ve bütçe açığı 3.1 milyar TL olmuştur. Faiz dışı fazla, Ocak-Nisan
2010 dönemine göre 2. 2 kat artmış
ve 13.7 milyar TL olarak gerçekleşmiştir.
Ocak-Nisan 2011 döneminde bütçe gelirleri, Ocak-Nisan 2010 dönemine göre yüzde 18.7 artmıştır.
Bütçe giderleri ise sadece yüzde
2011 yılının ilk dört ayına ilişkin
bütçe göstergeleri seçim harcamasına gidildiği yönünde herhangi bir
sinyal içermemektedir. Bununla
beraber son iki ayda cari harcamalarda göreli olarak bir artış vardır.
Yakın tarihimizde Türkiye’nin yaşadığı krizlerde önemli bir paya
sahip olan mali disiplinin son dönemlerde sağlanmış olması çok
önemli bir kazanımdır. Küresel
ekonominin geleceğine ilişkin belirsizliklerin devam ettiği bir süreçte, hükümet mali disiplinden
vazgeçmemektedir…
SDE Uzmanı, Dr.*
HAZİRAN 2011 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
29
Savaşsız ve terörsüz bir
dünyada raflarda çürüyen
sofistike silahlar yahut
hangarda demode olan
jetler ekstra maliyetler
doğurmaktadır. Ayrıca
ideolojik karakterli İsrail
devletinin ve yaşamak için
düşmana bağımlılık duyan
Ahlak Kurşunuyla Suikast
Klasik silahlı suikast metotları da demode oluyor. “Önemli olan sonuç almaktır”
düşüncesiyle kurşun sıkarak hedefi kahramanlaştırmaktansa, yaşayan bir ölü haline
dönüştürmek daha ucuz ve risksiz görülüyor. Nitekim ahlak kurşunları dünyanın her
köşesinde ve her zaman daha öldürücü darbe vurmaktadır.
Ahmet ÜNAL*
K
üresel sermayenin değişen
dinamiklerine göre ülkelerin iç ve dış siyasetlerinin
yeniden tasarlandığı bir süreçteyiz.
Eski dünyanın aktörleri yeni dönemin ihtiyaçlarına cevap vermekte zorlanıyor. Hem Türkiye hem
bölgemiz hem de bütün dünya siyasi bir kaosla karşı karşıya. Yeni
dünyanın gereklerine ayak uyduramayan ve ilerleyen yaşına rağmen
köşesine çekilmekte direnenler ya
zorla ya da silahsız yöntemlerle
devre dışı kalıyor.
Tabandan, özellikle genç nüfustan
yükselen dinamik tepki yerel ve/
veya uluslararası güç odakları ta30
STRATEJİK DÜŞÜNCE | HAZİRAN 2011
rafından yönlendirilmeye yatkın
nitelikler taşıyor. Tepkinin genellikle sanal alemde organize edilmesi, mobilize edilen kitlelerin
sözü dinlenir kanaat önderlerinden
mahrum olması ve nerede duracağının belirsizliği, protestolar amacına ulaştıktan sonra yıkılan eski
yönetimin yerini kimin dolduracağının meçhuliyeti gibi bilinmezler
sözkonusu.
Bir ‘savunma’ ittifakı olan
NATO’yu soğuk savaştan sonra 10
yıl süren düşmansızlık ve ‘belirsizlik’ döneminden kurtaran radikal
İslamcı terör de artık resmen başsız
bırakıldı. Anlaşılan yeni “terör ve
düşman algısı” artık yerel unsurlar
üzerinden devşirilecek. El Kaide
ile ilişkilendirilen grupların aralarında liderlik mücadelesi iddiası
ve Usame Bin Ladin’in intikamını
alma dürtüleri de terörist grupları
daha insafsız ve sansasyonel eylemlere sürükleme riski taşıyor.
Müttefiklere ‘Kanada Selamı’
Alternatif kutuplar gücünü yitirirken NATO coğrafyası şimdilik tek manyetik merkezi olarak
güçlendiği yeni dünya eskisinden
çok farklı. Devletler kadar güçlü
ulus aşırı şirket konsorsiyumları
var. Ve bunların cirosu orta bü-
NATO’nun da çatışma
yüklükteki ülkelerin bütçelerinden
daha yüksek rakamlara doğru hızla
ilerliyor. Üstelik devletler, kısmen
de olsa denetlenebilirken devasa
şirketler, uluslar üstü yaptırımdan
azade kalabiliyor. (Bu durum üzerinde “dost – düşman – tarafsız
devlet” teorileri üzerinden strateji
hazırlayanların yeniden düşünmeleri gerekir.)
Yönetmen Michael Moore’un
1995 yapımı Türkçeye ‘Kanada
Selamı’ adıyla çevrilen kara mizah
türü filmin senaryosu, soğuk savaş
ardından iş yapamayan silah lobisinin yeni düşman aramasını karikatürize etmektedir. Lobi, Ruslar
eski düşmanlığı sürdürmeye ikna
edilemeyince, ABD yönetimine
en yakın müttefiki Kanada’yı dahi
düşman ilan ettirir…
Bugün petrol ve silah sektörüyle
rekabet edebilecek düzeyde iletişim ve lüks (refah) sektörleri de
gelişti. İdeolojik siyasetin sermaye
hareketlerini kullandığı dönemlerden, patronların dış politikayı
maniple ettiği yeni bir döneme girdik. Sermayenin nitelik ve niceliği
değişirken silah sektörü kadar tüketim sektörü de yaygınlaşmak ve
paylarını artırmak hevesinde.
Savaşsız ve terörsüz bir dünyada
raflarda çürüyen sofistike silahlar
yahut hangarda demode olan jetler
ekstra maliyetler doğurmaktadır.
Ayrıca ideolojik karakterli İsrail
devletinin ve yaşamak için düşmana bağımlılık duyan NATO’nun da
çatışma ortamlarına ihtiyacı var!
Yani silah sistemleri bir şekilde
kullanılmalı ve faturası işgal edilen ülkelere ödettirilmelidir. Kaynakları şimdilik yetmiyorsa doğal
kaynakları üzerine ipotek konulmalıdır!
Yeni durumda, nüfuz alanları üzerinde hak iddia eden ve yeni süper
güçlere göz kırpan yerel otoritelere
gözdağı verilmiş olur. Böylelikle
bundan sonra “petrolü birlikte çıkaralım” diyen Çin’e hiçbir yerel
diktatör Kaddafi gibi davetkâr talepte bulunmaya kalkışamaz. Üstelik Mısır gibi gelişmekte olan
ülkelere bilgisayar, televizyon, cep
telefonu, otomobil ve enerji satmak
isteyen devlet ve konsorsiyumların
da sermayenin tavana yayılması
konusunda beklentileri karşılanır.
Şimdiye kadar petrol ve doğalgaz
gelirlerinden banka hesapları doldurulan Ortadoğulu ve Afrikalı
diktatörler ilerleyen yaşlarına rağmen (ki, yerlerine hazırlanan adaylar da yaşlanmaktadır) ortaklarından daha fazla pay istemekteydi.
Oysa yeni dönemde eski işbirlikçilere zaten aktarılan miktarla, bu
ülkelerde yeni bir orta ve üst gelir
grubu oluşturmak da mümkün ola-
ortamlarına ihtiyacı var!
Yani silah sistemleri
bir şekilde kullanılmalı
ve faturası işgal edilen
ülkelere ödettirilmelidir.
Kaynakları şimdilik
yetmiyorsa doğal
kaynakları üzerine ipotek
konulmalıdır!
bilir! Mesela, Guardian gazetesine
göre Mübarek ailesinin toplam serveti 50 milyar euro civarındadır.
Bu rakam 2011’e kadar dünyanın
en zengini bilinen Bill Gates’in
(41 milyar euro) şahsi servetinden
de fazladır.
Gladyo’ya Ne Hacet?
Soğuk savaş artığı Gladyo vs derin
çetelerin eski yöntemleri de vadesini doldurdu. Bunların finansmanı
da artık kayıtdışı kaynaklarla sürdürülebilir olmanın ötesindeydi.
Ayrıca cinayetler, silahlı suikastler ve provokasyonlarla hem kesin
sonuca gitmek mümkün olmuyor,
hem de yakalandıklarında sorumluların başı ciddi şekilde ağrıyabiliyordu.
Oysa bilişim ve enformasyon tekHAZİRAN 2011 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
31
Gerçekten de 12 Haziran seçimleri
öncesi bütün partiler seçmenlerine
yeni bir anayasa vaadediyor. 12
Eylül referandumunda dili yanmış
ve tabanının genelde taraftar olduğu konularda bir daha akıntıya
karşı kürek çekemeyecek bir MHP
iradesi oluşmuştu. Üstelik Yeni
Anayasa’nın bir “toplum sözleşme
belgesi” olması öneriliyordu.
Şimdiye kadar petrol ve
doğalgaz gelirlerinden
banka hesapları
doldurulan Ortadoğulu
ve Afrikalı diktatörler
ilerleyen yaşlarına
rağmen (ki, yerlerine
hazırlanan adaylar
da yaşlanmaktadır)
ortaklarından daha
fazla pay istemekteydi.
Oysa yeni dönemde
eski işbirlikçilere zaten
aktarılan miktarla, bu
ülkelerde yeni bir orta ve
üst gelir grubu oluşturmak
da mümkün olabilir!
nolojisinin imkanlarıyla insanoğlunun beşeri zaafları kullanılarak
daha kesin sonuçlar alınabiliyor.
Bundan ötürü Avrupa ülkelerinde
Gladyo organizasyonları tasfiye
edilirken, ABD ve NATO ile doğrudan ilişkilendirildikleri halde,
üst yöneticilerden herhangi bir itiraz yükselmiyordu.
Klasik silahlı suikast metotları da
demode oluyor. “Önemli olan sonuç almaktır” düşüncesiyle kurşun
sıkarak hedefi kahramanlaştırmaktansa, yaşayan bir ölü haline
dönüştürmek daha ucuz ve risksiz
görülüyor. Nitekim ahlak kurşunları dünyanın her köşesinde ve her
zaman daha öldürücü darbe vurmaktadır.
Clinton Oval Ofis’te ve IMF Başkanı Dominique Strauss-Kahn’ın
32
STRATEJİK DÜŞÜNCE | HAZİRAN 2011
lüks bir otelde, yani gizlilik ve
güvenliğin en üst seviyede olduğu mekanlarda ‘suçüstü’ yakalandı. Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy ve İtalya Başbakanı
Silvio Berlusconi de politik seks
skandallarının konusu olabildi.
Clinton skandalının yankılarının
Kennedy’ye suikastten daha az olduğunu söylemek zordur.
Başbakan Adnan Menderes’i asmaya karar verenler de, onun siyasi itibarını bitirmek için bebek
ve köpek davaları ile yargılamış,
gazetelere görsel malzeme sağlamak için Yassıada Mahkemesi’nde
bizzat savcı tarafından eline külot
verilmeye kalkışılmıştı. Darağacında Menderes’in cesedi dışında halkın gözündeki itibarını da
sallandıracaklardı. Yine 12 Eylül
darbesinden 9 ay önce CHP hükümetinin İçişleri Bakanı Hasan Fehmi Güneş de emrindeki polisler ve
basının işbirliği marifetiyle istifa
etmek zorunda kalmıştı.
ması basit bir detay olarak görülmemelidir. Suçlamalar bir adım
daha ileriye giderse Koç ailesi dahi
doğrudan çatışma ortamının içine
sürüklenebilir.
Deniz Baykal kasetiyle ivmelenen
olaylar Türkiye’nin iç siyasetinin
ahlak suikastları yöntemiyle tanzim edilmeye çalışıldığını gösteriyor. Baykal’ın ardından CHP Grup
Başkanvekili Akif Hamzaçebi de
hedef alınmıştı. CHP Ankara Milletvekili Yılmaz Ateş, Star muhabirine, işadamı İnan Kıraç’ın,
kaset olayından üç ay önce Deniz
Baykal’ı ziyaret ederek Önder Sav,
Mustafa Özyürek ve Onur Öymen
hakkında, “Kurultayda listene
alma” dediğini açıkladı. Ateş’e
göre Baykal ‘ret’ cevabı verdikten
sonra kaset skandalı patlamış ve bu
isimleri yönetimden silmek Kemal
Kılıçdaroğlu’na nasip olmuştu.
Buna karşılık İnan Kıraç ise parti
yönetimlerini etkileyecek bir güce
sahip olmadığını ancak böyle bir
imadan hoşlandığını belirtmekle
yetindi.
MHP’li yöneticiler, yeni anayasa
konusundaki tavırları sebebiyle
okyanus ötesi, yani Amerika yönetimi hatta doğrudan Obama tarafından hedef alındıklarını iddia
ediyor. ABD’nin gerçekten MHP
ile ne alıp veremediği olabilir?
Bu iddiayı doğru kabul edersek,
MHP’nin batıya en açık yüzleri kabul edilen Cihan Paçacı ve Deniz
Bölükbaşı’nın en azından şimdilik
korunuyor olması gerekmez miydi? Yabancı odaklar ilerde daha
etkin kullanabilecekleri kozlarını
niçin bir çırpıda harcasın?
Uluslararası
mali
sistemin
Türkiye’deki en güçlü temsilcilerinden sayılan İnan Kıraç’ın da
CHP’deki lider krizine karıştırıl-
Deniz Baykal’ın ve birçok yazarın
ifade ettiği şekilde seçim sonrası gündeme gelecek yeni anayasa konusu asıl sebep olabilir mi?
MHP Niçin Hedef Alınsın?
Mevcut siyasi tablo 13 Haziran sabahı korunsa, AK Parti tartışmalı
konularda bazen CHP, bazen MHP
ve bazen de DTP ile paslaşarak
toplumsal mutabakat şartını sağlayabilecekti. Öyle ki, Özel Harp’in
komutanları ile eski PKK’lı militanların TBMM’de tokalaşmalarına, en azından birbirlerine silah
doğrultmadan konuşmalarına dahi
şahit olabilirdik. BDP’nin grup
kurduğu fakat MHP’nin dışarıda
kaldığı bir Meclis tablosunda ise
alınan kararların siyasi meşruiyet
zemini hep tartışmalı kalacaktır.
Böyle bir Meclis’te CHP, “yeterli
oyun var” diyerek anayasa değişikliklerinde iktidar partisini yalnız
bırakmayı tercih edecektir.
Komplonun Dönemsel
Hedefleri
MHP yönetimini değiştirmeye hedefleyen kaset depremiyle aslında
yukardaki iyimser tablo bozuldu.
Türkiye’nin yeni anayasa umudu
riske girdi. Şimdi operasyonun
kısa, orta ve uzun vadeli sonuçlarına göz atalım:
Kaset operasyonu kısa vadede
Devlet Bahçeli’yi koltuğundan
uzaklaştırabilir. Orta vadede Yeni
Anayasa beklentisi gündemden
düşebilir. Çünkü MHP eğer barajın
altında kalır ve parlamentoda temsil edilemezse kimi gruplar Türk
milliyetçiliği adına Star gazetesi
baskını gibi kontrolsüz eylemleri
yineleyebilir. Suyun öteki yakasında ise liseli öğrencileri kaldıkları
yurtta diri diri yakmayı dahi hazmedebilen kişilerin Kürt milliyet-
Kaset operasyonu ile
kısa vadede Devlet
Bahçeli’yi koltuğundan
uzaklaştırmak, orta
vadede siyasi ortamı
gererek Yeni Anayasa
beklentisini gündemden
düşürmek ve uzun vadede
de, milliyetçiler ile milleti
adına gönüllü faaliyet
yürüten kesimler arasına
telafisi uzun yıllar alacak
nifak tohumları serpmek
planlanmış olabilir.
çiliğinin temsilcisi edasıyla elini
kolunu sallayarak siyaset yapabildiği bir Meclis algısı da yaygınlaşabilir.
Uzun vadede, milliyetçiler ile milleti adına gönüllü faaliyet yürüten
kesimler arasına telafisi uzun yıllar
alacak nifak tohumları serpilmiş
olur. Ayrıca seçmen tabanında
(Erzurum ve Yozgat örneklerinde
olduğu gibi) aslında pek fark olmayan MHP ve AK Parti’li kitleler
arasına da derin kırılmalar meydana getirilmiş olabilir.
Olayın mağdurlarının, yaşadıkları
travma sebebiyle kendilerini savunmak ve tutunacak bir dal bulmak amacıyla önlerine uzatılan
ilk sopaya sarılmaları anlaşılabilir bir tutumdur. Mağduriyet hissi
yönlendirmeye açık bir duygudur,
HAZİRAN 2011 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
33
ve böyle bir tezgahın bir şekilde
kendi üzerlerine mal edilebileceği
bilinirken…
Kimse komplonun vatan ve millet
sevgisiyle planlandığını da iddia
edemez. Ahlaklı insanlar toplumun
ahlak duygularını yaralayan böyle
bir şerefsizliğe girişmez. Bu tür
aşağılık dedikodulara dayalı söylentileri bir şekilde öğrense de cesaretlerine, güçlerine ve karakterlerine göre ya duymazdan gelir ya
da uygun yöntemleri izlerler. Bunun da yolu bellidir. İlgili taraflar
uyarılır. Eğer duyarsız kalınıyorsa
yetkili kişilerle görüşülür ve tedbir
alınması önerilir. Sonuç alınamıyorsa savcılığa teslim edilir.
Öyleyse maksadı ne olursa olsun
bu profesyonel ekiplerce hazırlanmış bir kirli tezgahtır.
Muhataplarını tanıyor, muhtemelen telefon görüşmelerini kayda
alıyor, farklı illerde takip ediyor,
gittiği adreslerde güvenlik kameralarına yakalanmadan ve erketesiyle güvenliğini sağlayarak kamera yerleştiriyor.. Sonra görüntüleri
montajlıyor, internet ortamı için
‘konvert’ ediyor. Youtube ve Dailymotion gibi video siteleri ile Rapidshare gibi dosya indirme sitelerine yüklüyor. Site kuruyor fakat
faturayı AK Parti ile ilişkisi bilinen
bir şahsın kredi kartından ödüyor.
Twitter, facebook gibi sosyal medyada ‘arkadaş’ edinip bunları medyaya ulaştırıyor.
anlayışla karşılanabilir ancak yönetim makamında olanların sağduyularını korumaları gerekiyor.
Yoksa tezgahın orta ve uzun vadeli
hedeflerinin gerçekleşmesinin de
basit bir aleti konumuna düşebilirler.
Kim bilir Baykal da, Fethullah
Gülen kendisini bizzat aramasa
belki meslektaşı gibi eleştiri okunu
doğrudan ‘Pensilvanya’ya çevirebilirdi. Oysa eğitim ve öğretim
34
STRATEJİK DÜŞÜNCE | HAZİRAN 2011
faaliyetleri 20 yıldır dünya çapında tartışılan ve genel olarak takdir
gören bir cemaatin her hangi bir
siyasi liderle ne hesabı olabilir?
Şimdiye kadar hiçbir Başbakan ve
hükümetle ters düşmediği gibi Alparslan Türkeş ve Bülent Ecevit’le
dahi sağlıklı diyaloglar kurarken
niçin Devlet Bahçeli yönetimi ile
uğraşsın veya karşı karşıya gelmek
istesin. Üstelik Baykal komplosunun izleri henüz tazeliğini korurken
MHP’nin baraj altına bırakılmak istenmesi, Başbakan Tayyip
Erdoğan’ın “iki partili parlamento” söylemini akla getiriyor. Ancak ‘ustalık’ iddiasıyla bir kez
daha yetki isteyen Erdoğan veya
aklı başında bir devlet adamı bilir
veya bilmesi gerekir ki MHP’siz
bir TBMM’nin, ‘Yeni Anayasa’ ve
diğer açılımları sağlıklı bir biçimde gerçekleştirmesi nerdeyse imkansızdır. ‘AKP Anayasası’ olarak
adlandırılacak anayasa Erdoğan’ın
‘Toplumsal Mutabakat’ sözüne
uymayacağı için tutarlı ve kapsayıcı olmayacaktır.
Nitekim Erdoğan, Ülkücü oyları
çekecek tutarlı bir politika izlemek
yerine adeta partisinden uzak tutmaya çalışmaktadır. Türkiye’deki
seçmenin yaklaşık dörtte biri ‘Ülkücülük’ kavramı ile önce veya
günümüzde bir şekilde gönül bağı
kurmuştur. Başbakan’ın Bozkurt
ile ‘hayvan’ kelimelerini birbirinin
ardı sıra kullanması sıradan bir hata
olarak değerlendirilemez. Bununla
Doğu ve Güneydoğu’daki seçmene sıcak mesaj verirken bir yandan
da partisinin hormonlu büyümesini
önlemek niyetinde olabilir! İhtilaf
halinde referanduma gitme kartını
kaybedeceği için anayasayı tek başına değiştirebilecek bir çoğunluğu arzulamadığı dahi söylenebilir.
Çünkü özellikle ‘vatandaşlık’ tanımı, parlamentoda şişmiş bir iktidar
partisini patlatabilir veya bölebilir.
Diker: Bahçeli Kaseti Biliyordu
Kaset mağduru Mehmet Ekici’nin
avukatı Süleyman Ayhan, Habertürk muhabirine, MHP’deki kaset
tuzağın arkasında yabancı servisler
için çalışan bir Türk ajanın olduğunu, bu ismin belirlendiğini ancak
kaçma ihtimali nedeniyle şimdilik
gizli tutulduğunu açıkladı.
İlk kaset skandalından sonra “8 kişinin daha kaseti var” açıklaması
yapan DYP eski Milletvekili Tevfik Diker de, Devlet Bahçeli’nin
kimlerin kaseti olduğunu bildiğini,
kasetlerin çekildiği mekanla ilgili
bir MHP’li yöneticinin ismi kamuoyuna yansıyabileceğini öne sürdü.
MHP lideri ise “savcılar dinlesin.
Ben muhatap olmam.” yönündeki
sözlerle Diker’e randevu vermemiş. Diker, henüz yayınlanmayan
ve muhtemelen Bahçeli’nin konuşmaları bulunan bir ses kasetinin ise
MHP’yi seçmeni nezdinde zora
sokacağını iddia ediyor.
Sonuç olarak şöyle bir yorum getirilebilir. MHP’yi barajın altına iterek lider değişikliğine zorlayacak,
Yeni Anayasa çalışmalarını sabote
edecek ve el altından ülkemizde
milli ve manevi duyguları en güçlü
kesimler arasına uzun vadeli nifak
tohumları serpmeyi planlayan sinsi bir tezgahtır… Seçimlerin ardından, önce Devlet Bahçeli’yi özel
ortamdaki konuşmaları sebebiyle
zor durumda bırakacak, sonra da
iktidar partisi üyelerini ‘ahlak kurşunu’ ile vuracak siyasi suikastler
gerçekleşirse paragrafın başındaki
analizim doğru sayılmalıdır…
Günümüzde idealist insanların
işi daha da zor. Eskiden vatan ve
millet sevgisini ispatlamak için gerektiğinde can vermek yeterli oluyordu. Şimdi, milletine ülkesine
hizmet amacıyla yola koyulanların
mallarını ve nefislerini de inandıkları yola adaması gerekiyor.
SD Yazı İşleri Müdürü*
HAZİRAN 2011 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
35
Anayasa Ön Çalışmaları
ve Medine Sözleşmesi
Medine Vesikası’na göre her dinî ve etnik grup kültürel ve hukukî bakımlardan tam bir
özerkliğe sahiptir. Yani din, yasama, yargı, eğitim, ticaret, kültür, sanat, gündelik hayatın
düzenlenmesi vb. alanlarda herkes ne ise öyle olacak ve kendini tanımladığı hukukî ve
kültürel standartlar içinde ifade edecektir.
Ali ŞAFAK*
M
erhum Prof. Dr. Muhammed Hamidullah’ın
eserlerinde yer alan ve
Türk Kamuoyunun bilgi sahibi
olduğu ve ilgi duyduğu Medine
Vesikasını (Medine Sözleşmesini); vesikanın künhüne tam vâkıf
olmadan herkes değişik ad ve başlıklarla (mesela Medine Anayasası, Medine Sözleşmesi, Medine
Belgesi… gibi) ele alıp incelemeye başlamış, üzerinde yorumlarda
bulunmuştur. Kıymetli çalışma
yapanlardan birisi de araştırmacı
yazar Ali BULAÇ Bey’dir. O, Birikim Dergisinde vesikayı içerik
36
STRATEJİK DÜŞÜNCE | HAZİRAN 2011
yönünden değerlendirerek yayımlamıştır. Onun bu makalesi üzerine, Ahmet İnsel, yine aynı Dergide
“Totalitarizm, Medine Vesikası ve
Özgürlük” adlı bir eleştirel makale
yazmıştır.1
Eldeki bilgilere göre Medine
Vesikası’nı Batı bilim çevrelerine
ilk tanıtan Alman müsteşrik Wellhausen olmuştur. Bu vesika, onun
peşinden diğer müsteşrikler; Grimmer, Caetani, Buhl, Wensick ve
diğerlerinin dikkatlerini çekmiştir.
Böylece Belgeyle ilgili yayımlarda
dikkat çekici bir araştırma ve artış
olmuştur.2 Ancak az önce de değinildiği üzere Medine Vesikasının
İslam dünyasında bilinip tanınmasını M. Hamidullah’a borçluyuz.3
Merhum M. Hamidullah Hoca,
Türkiye, Ortadoğu, Asya ve Avrupa kütüphanelerini kapsayan çok
yönlü araştırmaları4 ile bu Belge
ve bu Belgenin imzalandığı tarihî
ve sosyal çevre ile ilgili geniş bilgilere sahip olmamızı sağlamıştır.
Ondan sonra başka bilim adamları
da Medine Sözleşmesiyle ilgilenir
olmuşlardır.5
Wellhausen ve M. Hamidullah’ın
bilim çevrelerine tanıttıkları Medine Vesikası’nı ilk defa eserine
kaydeden Müslüman tarihçi Muhammed İbnu İshak’tır (ö. 151
h.). Ondan alıntı yapanlar ise İbnu
Seyyid en-Nâs ve İbnu Kesir’dir.6
Vesika’nın 1-23 maddelerini içeren ve daha çok Muhacirlerle Ensar arasındaki ilişkileri düzenleyen bölümlerini hadisçi Beyhaki
vermiştir.7 Tarihçi İbnu Hişam (öl.
213 h.)’ın eserindeki vesika metni, tarihçi İbnu İshak’ın eserindeki
metnin daha geniş bir biçimidir.
İbnu Hişam “Siyretu İbni Hişam”
adlı eserinde Vesikanın tam metnini verir.8 İbnu Hişam ile hemen hemen aynı yıllarda ve asırda yaşayan
Ebu Ubeyd Kasım bin Sellam’ın
“Kitabu’l-Emval”inde
Vesika,
farklı bir isnad’la ve tam metin
olarak kaydediliyor.9 Yine tarihçi
el-Umerî’nin verdiği bilgiye göre,
Vesikanın bir başka kanaldan rivayeti Humeyd İbnu Zenceveyh’in
(öl. 247) “Kitabu’l-Emval”inde de
yer alır.10
Medine Sözleşmesi metni hadis
ve fıkıh kaynaklarında bir bütün
olarak yer almaz. Ancak bu durum
İslam tarihinde önemli bir sorun
teşkil etmez. Hadis kitaplarının
bazlarında Enes b. Malik’in evinde
böyle bir sözleşme imzalandığına
dair güvenilir rivayetler vardır.11
Şöyle ki: “Âsım’dan rivayete göre
Enes b. Malik’e Hz. Peygamber’in
‘İslam’da yeminle teyid edilmiş bir
antlaşma yoktur’ buyurduğunu duyurmuş olayım, dedim. Enes bana:
-Peygamber benim Medine’deki
evimde Kureyş ile Ensâr arasında sözleşme imzaladı’ cevabını
verdi.12
Eserlerde verilen bilgilere göre Rasulullah Kuba köyüne geldiğinde
Medine’deki farklı dinlere inanan
ve hukuk sistemlerine sahip toplulukların da kendisinin şehre girmesine razı olup olmadıklarını, orada
Rasulullah’ın yönetimini kabul
edip edemeyeceklerini sorduruyor.
Onlardan olumlu cevap geldikten
sonra şehre giriyor. O dînî gruplarla görüşmeler Enes b. Malik’in
evinde ve Rasulullah’ın (as)in başkanlığında yürütülmüş, Medine
Sözleşmesi metni bu görüşmeler
sonucunda kaleme alınmıştır. Vesika metnine bakılınca kabile ve
yer adları dikkati çekmekte, temel
esaslar yanında hukukun temel
prensiplerine, tarafların hak ve sorumluluklarına değinilmektedir.
Bu hak ve sorumlulukların çoğu
ayet veya hadislere dayanmakta,
onlardan çıkarılmaktadır. Tarihçilerin büyük çoğunluğu, Sözleşmenin, Hicretin ilk yılında, yani m.
622’de imzalandığını kabul eder.
İbnu Hişam ve Ebu Ubeyd Kasım
b. Sellam’ın eserlerinde düz bir
metin halindedir. Alman müsteşrik Wellhausen metni paragraflara
bölüp numaralamıştır. M. Hamidullah da benzeri türden numaralandırmada bulunmuştur.13
Hz. Muhammed (as),
Medineli Müslüman
olmayan diğer sosyal
gurupların temsilcileriyle
de istişare etmiş, onlarla
Hz. Enes (ra)’in evinde
toplanarak yeni bir “ŞehirDevlet” yapısını ortaya
çıkaran temel ilkeler
üzerinde anlaşmışlar.
İşte Medine Vesikası ya
da Medine Sözleşmesi
denilen bu metin Medine
Sosyal Çevre
Site Devletinin temel
Rasulullah (as) 610 milâdî yılında
İslâm’ı ilk kez tebliğe başladı ancak ilk yıllarda yakın çevresinden
birkaç kişi dışında İslam’a giren
olmamış, zamanla kabul edenlerin
sayısı arttıkça onlara karşı engellemeler ve ağır baskılar uygulanmıştır. Onüç yıllık Mekke hayatında
taraftar sayısını fazla arttıramayan
Hz. Peygamber (as) ve Müslümanlar için Mekke dışına bir yerlere
göçetmekten, güvenilir bir ortam
bulmaktan başka seçenek kalmayınca, önce Habeşistan’a (iki kez),
sonra da Medine’ye hicret etmek
zorunda kaldılar.
kurallarını oluşturuyordu.
Başta Mekke ve Medine olmak
üzere Arap yarımadasının büyük
yerleşim yerlerinde Arap geleneği
ve kabile yönetim tarzı hakimdi.
Mesela Mekke ve Taif yörelerinin
birlikteliği ileri gelen güçlü kabileler tarafından sağlanıyordu. Fakat
Medine böyle bir güçlü birliktelikten mahrumdu. Medine’de başta
Evs ve Hazreç ile bu iki Arap kabilesinin müttefikleri Yahudi kabi-
leler (Benî Nadir, Benî Kurayza ve
Benî Kaynuka) arasındaki bitmez
tükenmez savaş ve çekişmeler,
siyasî birlikteliğin sağlanmasına
engel oluyordu.14 İşte Rasulullah
(as) böylesine sıkıntılı ve çalkantılı bir topluma gelerek din ve hukuk temelinde yepyeni ve o günkü
Araplar arasında tesisi hayli güç
gözüken bir siyasî birlikteliği kurmayı başardı.15
Merkezî bir yönetici siyasî gücün
olmayışı günlük hayat ve savunma
alanında da kendini gösteriyordu.
Her kabile kendine ait müstahkem
bir kale inşa etmiş, her bir kabilenin ortak savunma masrafları
kendilerince karşılanıyordu. Arap
kabileleri ise aralarında işlenilen
suçların tazminatını (kan bedellerinin) ödemek üzere bir tür sosyal
sigorta (âkile sistemi) kurmuşlardı. İhtilaflar çoğunlukla gelenekler esas alınarak ve hakemler
tarafından çözülürdü. Ne var ki,
HAZİRAN 2011 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
37
Sözleşme hükümlerinde
yer alan düzenlemeye
göre, gruplar, kendi
aralarında çıkan
ihtilafları aralarında
çözemediklerinde, davayı
bir “üst yargı makamı”na
götürmek üzere kendi
aralarında anlaşıyorlardı.
Bu üst yargı makamı
da doğrudan güvenilir,
tarafsız ve Medine
dışından gelmiş Hz.
Muhammed’dir. Kur’an,
Peygamber’e eğer isterse
onların davalarına
bakabileceği yetkisini
veriyordu
hakemlerin kararını tanımayanlara
karşı somut hukukî yaptırımların
uygulanamayışı güçlülerin adaletsizliklerine, kural tanımazlıklarına
yolaçıyordu.
Medine’yi oluşturan iki etnik ve
dinî grup; Araplar ve Yahudiler
arasında sürekli çatışma oldu-
ğu gibi Arap kabileleri de kendi
aralarında; Yahudi kabileleri de
kendi aralarında sürekli savaş halindeydiler. İbnu Hişam’ın verdiği
bilgilere göre, Yahudi Kaynuka
Oğullarının çoğunluğu, Arap asıllı Hazreçliler’in müttefiki; Nadir
Oğulları ve Kurayza Oğulları kabilelerinin çoğunluğu da yine Arap
asıllı Evsliler’in müttefiki idiler.16
Bunlar arasında süren şiddetli savaşlar bütün Medine ve çevresinde güvenliği ortadan kaldırmış ve
herkeste genel bir bıkkınlık duygusu uyandırmıştı.17
altında görmüşlerdi.23 Çünkü Peygamber ve arkadaşları Mekkeli
Müşriklerin tahammülsüz baskılarına dayanamayarak hicret etmek zorunda kalmışlardı. Onun ve
arkadaşlarının diğer Müşriklerle
arasının iyi olacağı düşünülemezdi. Ayrıca hicret olayının hemen
ardından, Mekkeli müşriklerin,
Müslümanların peşini bırakmayacağı ve yakın bir gelecekte Medine üzerine bir sefer düzenleyeceği
yolunda haberler gelmeye başlamıştı. Böyle bir çatışma ortamında
Medineli müşriklerin durumu ne
olacaktı?
Sözleşmeye Taraf Toplulukları
Hz. Muhammed (as), bir yandan Medineli Yahudi ve Müşrik
Araplar’a güven vermeye çalışırken
diğer yandan niyetinin Medine’de
yaşayanları yönetmek olmayıp
Mekkeli ve Medineli Müslümanların oluşturduğu cemaatin güven
içinde yaşamasını ve dinlerini yayma imkanlarını sağlamak olduğuna
onları iknaya çalışıyordu. Tebliğin
ilk günlerinden beri okunan; “Sizin
dininiz size, benim dinim bana”24
ayetindeki ilkeyi burada da uygulamaya koymuştu. Bu uygulama,
Hz. Peygamber (as)’ın Mekke’de
izlediği taktikte hiçbir değişiklik
yapmadığını göstermektedir. Onun
Medine’deki hayatı, Mekke’de
inen vahyin toplumsal, hukukî ve
kurumsal düzeyde bir açılımı, bir
uygulamaya geçirilişi oldu. Dinî ve
hukukî özerklik, çok dinli ve çok
milletli bir toplumun temelinde
çoğulcu bir toplumsal proje hayata
geçirildi. Herkes ve her dînî gurup
hep birlikte bir arada yaşama imkan ve fırsatlarını yakaladı. Rasulullah (as) kuşkusuz İslamı tebliğe
devam edecek ama hiç kimse başka
bir dine girmeye mecbur edilmeyecek, din değiştirenler Mekke’de
karşılaşılana benzer herhangi bir
engelle karşılaşmayacaktı.25
Rasulullah (as), Medine’yi teşriflerinde ilk yaptığı sosyal işlerden
birisi de Medine’ye yeni gelen muhacirleri yerleştirmek, onların ve
ailelerinin gündelik ihtiyaçlarını
temin için gerekli tedbirlerin alınması olmuştur. Bunu tesis maksadıyla Medineli Müslümanlar
(Ensar) ile Mekkeli Müslümanlar
(Muhacirler) arasında sosyal ve
ekonomik bir dayanışma “muâhât
= kardeşleşme” uygulamasına
geçti. Hicret’in ilk günlerinde bu
kardeşleşme organizasyonuna 45’i
Ensar’dan, 45’i Muhacirler’den olmak üzere 90 kişi katıldı. Kaynaklarda bu ilk teşebbüste birbiriyle
kardeş olmayan tek bir muhacirin
kalmadığı yazılmaktadır.18 Bu girişim sonucu iki gurup arasında kan
ve kabile bağları olmadığı halde
onlar birbirine mirasçı bile oldu.
Hicret’in beşinci ayında kardeşleşmeye katılan ailelerin sayısı
186’a çıkmıştı.19 Medine dışından
gelen her bir aileyi, Medineli bir
aile yanına alıyor, tarım ve ticaret
hayatına, ev geçimine ortak oluyorlardı. Ensar, sahip oldukları
hurmalıklarını da Muhacir kardeşleriyle bölüşmek istediler. Ancak
muhacirlerin ekonomik durumlarının düzelme ve gelişme göstermesi nedeniyle Rasulullah (as),
onlarla zirâî ortaklık (muzaraa sözleşmesi) yapmalarını teklif etti ve
“Sulama işini Muhacirler üzerine
alsın, sonra aranızda ürünü bölüşün” buyurmuştur.20 Bu tavsiyeye
rağmen durumu müsait olan Ensar,
onları ev sahibi yapmak ve geçimlerini temin için arsa, arazi ve hurmalıklarının fazlasını bağışladılar.
Bu gelişmelerden sonra Medine’de
üç ana sosyal blok ortaya çıktı:
Müslümanlar, Yahudiler ve Müşrik Araplar.
Müslüman topluluk; Muhacirler ve
Evs ve Hazreç kabileleri mensuplarının oluşturduğu Ensar’dan ibaretti. Bu türden içtimâî yapı Arap-
38
STRATEJİK DÜŞÜNCE | HAZİRAN 2011
ların kabilecilik geleneğine uymuyordu. Çünkü onlarda toplumsal
yapılaşma kan ve akrabalık bağına
dayalıydı. Medine’de coğrafî, etnik ve kültürel kökeni tamamen
birbirinden farklı insanlar ilk defa
bir araya gelerek kendilerini ayrı
bir camia olarak tanımlamışlardı.
Nitekim Medine Sözleşmesinin 2.
maddesinde bu camia din ve hukuk
temelinde “diğer insanlardan ayrı
bir ümmet” olarak anılır. Hiç şüphesiz. Medine’de oranın eskidenberi varolan Yahudiler ve müşrik
Araplar da bulunuyorlardı.
İşte Rasulullah (as)’ın önünde,
bütün bu sosyal blokları anlaştırıp
birleştirmek ve bir arada yaşamanın formülünü bulmak gibi önemli
bir sorun vardı.21 O, Medine’nin
ictimâî, dinî ve nüfus yapısını ortaya çıkarmakla işe başladı. Bu amaçla, Medine’de ilk kez nüfus sayımı
yaptırdı. Hz. Huzeyfe (ra)’den gelen bir nakle göre: “Allah’ın Elçisi
bize- ‘Din olarak İslam’ı seçen ve
Müslüman olan kimselerin isimlerini (tek tek) yazıp getiriniz” dedi.
Biz de ona 1500 kişinin ismini
yazıp getirdik.”22 Müslümanlar ve
Yahudiler bu sosyal ve siyasal organizasyondan memnun kalmışlar
ancak Medineli Müşrikler huzursuz kalmışlar, geleceklerini tehdit
Hz. Muhammed (as), Medineli
Müslüman olmayan diğer sosyal
gurupların temsilcileriyle de istişare etmiş, onlarla Hz. Enes (ra)’in
Vesika’nın hükümlerinde
İslam hukukunun
temel kaynaklarında
vurgulanan, onlardan
çıkartılan tabiî hukukun
ilkelerinin önemi
büyüktür. İşte o kurucu
ilkeler delaletiyle çağlar
öncesi giderilen sorunların
benzerleri günümüzde
de giderilebilir. Bu
durum savaş ve barış
hukukunun de temelini
oluşturan insânî değerlere
yaklaşım ve çözümlere bizi
götürür. Osmanlıda böyle
bir yaklaşım ve çözüm
politikası onlarca ırkın ve
dinlerin ve mezheplerinin
mensuplarını altı asra
yakın bir zaman barış ve
huzur içinde yaşatmıştır.
evinde toplanarak yeni bir “ŞehirDevlet” yapısını ortaya çıkaran temel ilkeler üzerinde anlaşmışlar.
İşte Medine Vesikası ya da Medine
Sözleşmesi denilen bu metin Medine Site Devletinin temel kurallarını
oluşturuyordu.
Şimdi o Belgenin içerdiği hükümlerin bir kısmının, temel insan hakları, tabiî hukukun ilkeleri ve kamu
yönetimi bakımlarından kısa bir
değerlendirilmesi yapılacaktır.26
Hükümlere İlişkin
Değerlendirmeler
Merhum M. Hamidullah’a göre,
koalisyon üyelerini bu toplumsal
sözleşmenin kabulüne yönlendiren temel etkenlerden biri; Evs
ve Hazreç kabileleri arasında 120
HAZİRAN 2011 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
39
yıldır sürüp gelen savaş ve düşmanlıklarla yorgun ve bitkin düşen
Medine’nin bizzat içinde bulunduğu sorunlu ve güvensiz durumdur.
Medine adeta kendine bir kurtarıcı
beklemektedir. Yine tam o yıllarda patlamaya hazır bir fıçı gibidir.
Medine savaşlarla iktisadi bakımdan sürekli gerilerken, yeni çatışmalara da gebe bir görünümdedir.
İşte tam da böyle kritik bir dönemde yabancı kökenli biri çıkıp bütün
gruplara birlikte ve ortak yaşamanın yollarını gösteriyor, herkesi
hukuk temelinde, “neysen osun”
ilkesine göre varolmaya çağırıyor.
Bir diğer etken ise; böyle bir sözleşmeyle kimsenin kimse üzerinde
baskı kurmaya kalkışmadan karşılarındakileri de doğal bir realite
kabul etmesi ve onun yaşama ve
düşünme biçimine saygı göstermesinin yasallaşması ve hukukun
güvencesi altına alınmasıdır.
Bu Sözleşmeyle bütün sosyal grupların katılımları sağlanmış, üzerlerinde bir tek hakimiyet kurma
yerine ortaklaşa ve eşit bir hak ve
yükümlülükler içeren bir “katılım
= koalisyon = birlikte ve barış içerisinde yaşama” temelinde bir toplumsal proje idi. Müslümanlar ile
Yahudiler ve diğerleri, özgür insanlar olarak Allah ve Hz. Muhammed
(as)’ın gösterdiği istikamette, güven
içinde yaşayacak ve dinlerini tebliğ
edeceklerdir. Buraya kadar yorumu
yapılan hükümlerden şu sonuçlar
çıkar:
Her bir dinî ve etnik grup kültürel ve hukukî bakımlardan tam bir
özerkliğe sahiptir. Yani din, yasama, yargı, eğitim, ticaret, kültür,
sanat, gündelik hayatın düzenlenmesi vb. alanlarda herkes ne ise
öyle olacak ve kendini tanımladığı
hukukî ve kültürel standartlar içinde ifade edecektir. Dinî ve hukuki
özerkliğin bir güvencesi olarak,
“Yahudilerin dinleri kendilerine,
mü’minlerin dinleri kendilerinedir.
Buna gerek mevlaları ve gerekse
kendileri dahildir.
40
STRATEJİK DÜŞÜNCE | HAZİRAN 2011
Sözleşme hükümlerinde yer alan
düzenlemeye göre, gruplar, kendi
aralarında çıkan ihtilafları aralarında
çözemediklerinde, davayı bir “üst
yargı makamı”na götürmek üzere kendi aralarında anlaşıyorlardı.
Bu üst yargı makamı da doğrudan
güvenilir, tarafsız ve Medine dışından gelmiş Hz. Muhammed’dir.
Kur’an, Peygamber’e eğer isterse
onların davalarına bakabileceği yetkisini veriyordu.31 Bunun üzerine
Peygamber de, kendisine başvurularda her seferinde onları muhayyer bırakmış, önce şunu sormuştur:
“- Size neye göre hüküm vermemi
istersiniz, Kur’an’a göre mi, yoksa
Tevrat’a göre mi?” Peygamber (as),
bir “Hâkim” değil, bir “Hakem” konumundaydı. Gayr-ı müslimlerin
davalarına bakma veya onları kendi
mahkemeleri ve hukuk prensipleriyle başbaşa bırakma teamülü o günden beri Zimmî hukukun bir parçası
olmuş, bu uygulama Osmanlıların
son dönemlerine kadar sürmüştür.
Müslümanları bağlayıcı kural ise,
onların Hz. Muhammed (as)’e biat
etmeleriyle ona bağlanmayı daha
başında kabul etmiş olmalarıdır. Bu,
aynı zamanda ibadeti, dini ve hukuku birbirinden ayırmayan İslamî
temel varsayıma uygun bir tutumdur. Bu maddelerin kurucu ilkesi,
İslamiyet’in sadece Müslümanları
bağlayan bir din olduğu gerçeğinin altını çizer. Bu durumda İslam
dini ve hukuku, Müslümanları bağlar, diğerlerini kapsayıp bağlamaz
ve gayr-ı müslimlerden bu hukuka
göre davranmaları istenmez. Öyle
ki ikinci halife Hz. Ömer (ra), başını
örten gayr-ı müslim bir cariyenin bu
davranışından memnun olmamış ve
başörtüsünün İslamiyet’i bir bütün
kabul edenler için âmir bir hüküm
olduğunu belirtmiştir.
Sözleşme, herkesi bağlayan hukukun
üstünlüğüne tam uyum ve saygıyı
savaş, tek tek birey ve kabilelerden
alınıp merkezî hükümetin üzerine
yükümlülük haline getirilmiştir. Savaşa karar yetkisi, merkezî yönetime
aitti. Savaşın en önemli sebeplerinden biri dışarıdan gelecek bir saldırıya karşı ortaklaşa mukavemet etmek
üzere yapılır. Böyle bir savunma savaşında anlaşmaya taraf olan gruplar
mali ve askerî ortak sorumluluklar
yüklenirler, hep birlikte savaşırlar.
Ancak din adına yapılacak savaşlarda ortak sorumluluk yoktur. Buna
göre eğer Müslümanlar, kendi dinleri için ve başkalarıyla savaşacak
olurlarsa, Yahudiler ve Medineli
Müşrikler onlara katılmak zorunda
değildirler. Nitekim Bedir ve Uhud
Savaşları Medine dışında bir yerde
cereyan etmiştir.
Sözleşmenin hükümlerinden hareketle birtakım soyutlama ve genellemeler yaparak günümüze, insanımıza
ve yönetenlere referans olacak bazı
temel ilkeler çıkarılabilir. Bu temel
ilkelerin en üstünde de çoğulcu –birlik içinde çokluk- toplumsal projeye
dayanak olabilecek yaklaşım vardır.
İslam hukuk sistemi içinde bu oluşumu destekleyen ve geliştiren zengin ilkeler bulunmaktadır. Mesela
“Raiyye üzerine tasarruf maslahata
menuttur.”32 İlkesi bunlardan biridir.
Çevremizde olup biten yarı dînî, yarı
ırkî çatışmalar ancak anılan türden
yaklaşımlarla çözümlenebilir. Bir
daha peygamber gelmeyeceğine
göre bu barış ortamını kim gerçekleştirebilir? Herhalde bu ödev herkesin boynuna borçtur. Çözüm için
hamasîliğe, aşırı dindarlığa ihtiyaç
yoktur. Bu türlü aşırılıklar çözümsüzlüklere neden olmaktadır. Çevremizde yıllardır süregelen Arap-İsrail
savaşının, yeni başgösteren AzeriErmeni çatışmasının, Lübnan’ın
bölünmüşlüğü probleminin ortadan
kaldırılması, Bosna-Hersek’te süren
etnik çatışmalara kesin çözüm getirilmesi, vb. sayısız çatışma ve savaş
dinî, etnik ve siyasî grupları sözleşme temelinde birarada yaşatacak
ortak, gönüllü ve katılıma dayalı çoğulcu projelere ihtiyacımız vardır.
Vesika’nın hükümlerinde İslam
hukukunun temel kaynaklarında
vurgulanan, onlardan çıkartılan
tabiî hukukun ilkelerinin önemi
büyüktür. İşte o kurucu ilkeler delaletiyle çağlar öncesi giderilen
sorunların benzerleri günümüzde
de giderilebilir. Bu durum savaş ve
barış hukukunun de temelini oluşturan insânî değerlere yaklaşım ve
çözümlere bizi götürür. Osmanlıda
böyle bir yaklaşım ve çözüm poli-
tikası onlarca ırkın ve dinlerin ve
mezheplerinin mensuplarını altı
asra yakın bir zaman barış ve huzur
içinde yaşatmıştır.
Anılan türden sorunları kalıcı bir
şekilde çözmekte batılı demokrasiler yetersiz kalıyor. Binaenaleyh
bu bölgenin, Ortadoğu’nun ve yer-
yüzünün sakinleri olan biz Müslümanlara, geleceğimizi tehdit eden
sorunlar ve yol açtığı tehlikeler
karşısında alternatif kaynaklar arayıp bulma zorunluluğu düşüyor.33
Turgut Özal Üniversitesi, Hukuk
Fakültesi Öğretim Üyesi, Prof. Dr.*
1. Medine Vesikası’nı Türk Bilim alemine ilk tanıtan ya da tanınmasına vesile olan merhum Prof. Dr. Muhammed Hamidullah olmuştur. Bu konuda yeri
geldikçe bilgiler sunulacak, aktarmalarda bulunulacaktır. Bunun üzerine Bazı bilimsel yorumlar yapılmış, açıklamalarda bulunulmuştur. Ancak son onlu
yıllarda sosyal bilimciler ve bu alandaki teorisyenler muhitinde konuyu Türkiye’nin gündemine tekrar getiren değerli yazar ve fikir adamı Ali Bulaç Bey
olmuştur. Burada onun, ‘Medine Vesikası’ üzerine yazdığı makalelerine ve makale üzerine başkalarınca getirilen yorum ve verdiği cevaplara tarih sırasına
göre değinilecek olursa; Ali Bulaç; “Dinlerin Meydan Okuyuşu: Entegrizm ve Fundamentalizm”, Birikim, s. 17-28, sayı 37, Yıl Mayıs 1992, İstanbul. Ahmet
İnsel; “Totalitarizm Medine Vesikası ve Özgürlük” Birikim s. 29-32, sayı 37, Yıl Mayıs 1992 İstanbul. Ali Bulaç; “Medine Vesikası Hakkında Genel Bilgiler”,
Birikim s. 102-111, sayı 38-39, yıl Haz. Tem. 1992 İstanbul. Ali Yaşar Sarıbay; “İslami Popülizm ve Sivil Toplum Arayışı”, Birikim s. 14-20; sayı 47, yıl Mart
1993 İstanbul. Ragıp Ege; “Medine Vesikası mı, Hukuk Devleti mi?”, Birikim s. 21-39, sayı 47, yıl Mart 1993 İstanbul. Ali Bulaç; “Medine Vesikası Üzerine
Tartışmalar (I)”, Birikim s. 40-46, sayı 47, yıl Mart 1993 İstanbul. Ali Bulaç; “Medine Vesikası Üzerine Tartışmalar (II)” Birikim, s. 48-58, sayı 48, yıl
Nisan 1993 İstanbul. Bu tartışmalar öz değerlerimizi yakından tanıma ve tanıtma bakımından gerçekten de iyi olmuştur. Biz bu makalede Sn. A. Bulaç Beyin
çalışmalarından bir hayli yararlandık o nedenle de o makalelerine sık sık yollama yapma yerine burada toplu açıklamada bulunmak ödevimizdir. Pek tabiî bir
kısım alanlarda kendi eski çalışmalarımızdan da alıntılarda bulunulmuştur. Bunlar da yeri geldikçe gösterilmiştir.
2. Wellhausen, J., Skizzen und vorarberten, IV, 76 vd. Berlin, 1899; Caetani, L, Annali (İslam Tarihi, çev. Hüseyin Cahit, I, 126 vd. İstanbul, 1924; Majid
Khadduri, War and Peace in the Law of Islam, s. 206 vd. Baltimore, 1955. Özellikle bkz. M. Hamidullah, İslam Peygamberi (çev. S. Mutlu – S. Tuğ), c. 1, s.
202; Salih Tuğ; İslam Ülkelerinde Anayasa Hareketleri, s. 31, İstanbul, 1969.
3. M. Hamidullah, el-Vesaiku’s-Siyasiyye, Vesika No:1 Kahire, 1956. M. Hamidullah; İslam Hukuku Etüdleri (çev. S.Tuğ), s.37 vd. İstanbul, 1974. M.
Hamidullah; İslam Peygamberi (çev. Mehmet Yazgan) s. 166 vd., 1. baskı Beyan Yayınları İstanbul 2004.
4. Vesika için bkz. İbnu Hişam, Siret, II, 147; İbnu Kesir, el- Bidaye ve’n-Nihaye, III, 223.
5. Türkçe Metin İçin bk. M. Hamidullah; İslam Peygamberi, c. I, s. 206 vd.; Yeni Şafak Yayınları, Ankara, 2003.; M. Yazgan çevirisi, s. 177 vd. 1. Baskı Beyan
Yayınları, İstanbul 2004. Salih Tuğ; İslam Ülkelerinde Anayasa Hareketleri, s. 30 vd. İstanbul, 1969. Arap bilim çevrelerinde Vesika’ya ilişkin yayımlar için
bkz. el-Umerî, İbnu Fadlallah; et’Tarif bi’l-Mustalahiş’Şerîf, Kahire.
6. İbnu Seyyidu’n- Nâs; Uyunu’l-Eser,c. I, s. 197, Kahire 1356; İbnu Kesîr, el- Bidaye ve’n-Nihaye, c. III, s. 224 Kahire, 1351. El- Umerî, a.g.e. s. 78-79.
7. el Beyhakî;, es-Sünenü’l-Kübra, c. VIII, s. 106, Kitabu’d-Diyât blm. Haydarabad, 1344; El- Umerî, a.g.e. s. 79.
8. İbnu Hişam, es-Sîretü’n-Nebeviyye, (Mektebetü’l-Külliyat el-Ezheriyye yayını) Mısır, ty. II, 106.
9. Ebu Ubeyd Kasım b. Sellam, Kitabu’l-Emval, (hadislere atıflar eserdeki paragraf sayısına göredir) Parag. No: 519 Mısır 1353 (Türkçe çev. C. Saylık) s. 235
vd. İstanbul, 1981.
10. Humeyd İbnu Zenceveyh, Kitabu’l-Emval, (hadislere atıflar eserdeki paragraf sayısına göredir) Parag. No: 750. Esesrin yakın geçmişe kadar bir baskısı
yapılmamıştır. El yazması Burdur Kütüphanesi No: 183’dedir. El-Umeri, a.g.e. s. 79.
11. İbnu Kesir; el-Bidaye ve’n-Nihaye, c. III, s. 222, 223, Kahire 1351, Beyrut, 1985.
12. Buhari, Kefale, 2; Müslim, Fedailu’s-Sahabe, 204; Ebu Davud, Feraiz, 17.
13. Hadisçi Ebu Davud’un Kitabındaki bilgilere göre Yahudi kabilelerinin bir kısmı aslında hicretin birinci yılında imzalanan bu antlaşmayı önceleri kabul
etmemişler, Bedir Savaşından sonra, yani hicretin ikinci yılında imzalamışlardır. Bak Ebu Davud, Sünen, kitap 19, bab 23.
14. Bak TDV İslam Ansiklopedisi, c. XI, s. 541, İstanbul 1995.
15. Wellhausen, Arap Devleti ve Sukutu, (çev. F. Işıltan), s. 2. Ankara, 1963. Araştırıcılar, Mekke ile Medine arasındaki sosyal, siyasal ve ekonomik yapı
farkının Müslümanların Medine’de tutunmasına ve burada yepyeni bir siyasal birliğin kurulmasına geniş ölçüde yardımcı olduğu kanısındadırlar. Her iki
merkezin yapısal özellikleri ve birbirleriyle mukayesesi için bkz. Montgomery Watt, Muhammet at Mecca, Oxford, 1953 (Hz. Muhammed Mekke’de, (çev. Rami
Ayas - A.Yüksel), Ankara, 1986) ve aynı yazar, Muhammad at Medina, Oxford, 1953.
16. M. Hamidullah, İslam Peygamber (S. Mutlu-S.Tuğ çevirisi) c.I, s. 177-199; (M. Yazgan çev.) s. 170-177.
17. S. Ahmed el-Ali; ed-Devletu fi Ahdi’r-Resul, c. I, s. 24, Irak, 1988.
18. İbnu Sa’d; Tabakat, Leiden, 1904-12, I, böl. 2
19. M. Hamidullah, İslam Peygamberi (S. Mutlu-S.Tuğ çevirisi) c. I, s. 181; (M. Yazgan Çev.) s. 159-161.
20. Ebu Yusuf Yakup; Kitabu’l-Harâc, s. 88-91, 3. Baskı Kahire 1382. Buhari, 3/67; Kâmil Miras; Sahihi Buharî Muhtasarı Tecrîd-i Sarih Tercemesi ve Şerhi,
c. 7, s. 117, 171-178, 2. Baskı Ankara 1972. Yusuf S. Muhammed; “Land Agriculture and Rent in Islam”, Islamic Culture, c. 31, sayı 1, s. 30 vd. Hydeabad/
Deccan 1957. M. Asım Köksal, İslam Tarihi, c. I, s. 95, İstanbul, 1981.
21. Ali Himmet Berki-Osman Keskioğlu, Hatemü’l-Enbiya Hz. Muhammed ve Hayatı, 7. Bsk. Ankara, 1978, s.204; S.M. Ahmed Nedvî-S. Ansarî, Asr-ı Saadet,
(çev. A.Genceli), c. I, s. 64, İstanbul, 1985.
22. Buhari, 56/181, No:1; M. Tayyib Okiç, İslamiyette İlk Nüfus Sayımı, A. Ü. İlahiyat Faklt. Dergisi, c. VII, s. 11 vd. Ankara, 1958-9. Nüfus sayımı sonucunda
Medine’de 10 bin kişinin yaşadığı; bunlardan 1.500’ünün Müslüman, 4.000’nin Yahudi ve 4.500’ünün Müşrik Arap olduğu anlaşıldı. Ayrıca Medine’nin
haremini periferi sınırlarını tayin etti ve dört bir köşeye birer işaret koyarak bir “Site-Devlet”in toprağını belirledi. Bu sınırlar içinde kalan bölge “Yesrib
(Medine) vâdisi içindeki alan (cevf), korunmuş (haram)” olarak anılır (bak Sözleşme md. 39).
23. S.M. Ahmed Nedvi- S. S.Ansarî, a.g.e. c. I, s. 64.
24. Kur’ân, Kâfirûn 109/6
25. M. Hamidullah; İslam Peygamberi, (M. Yazgan çev.) s. 154 vd.
26. Tam Metin için Bkz. M. Hamidullah, İslam Peygamberi, (S. Mutlu-S.Tuğ çevirisi) c. I, s. 206-210; (M. Yazgan çev.) s. 177-182.
27. Bknz. Mecelle md. 88
28. Bknz. Mecelle md. 30
29. Bknz. Kur’ân, Mâide 5/2
30. S. Tuğ, İslam Ülkelerinde Anayasa Hareketleri, s. 46, İrfan Yayınevi, İstanbul 1969. Bkz. Hamidullah, İslam Peygamberi, (S. Tuğ çev.), c. I, s. 206-210; (M.
Yazgan çev. s. 177-182.
31. Kur’ân, Mâide 5/42.
32. Bknz. Mecelle md. 58.
33. Musa Kazım YILMAZ; “İslam Devletinin İlk Anayasası: Medine Vesikası” Köprü Dergisi “Demokrat Anayasa Arayışları” özel sayısı, sayı 105, İstanbul
Kış 2009.
HAZİRAN 2011 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
41
Medine Vesikası Besmeleyle
başlamaktadır.
1. Bu Belge Hz. Peygamber (as)
tarafından Kureyşli ve Yesribli
mü’minler ve bunlara tabi olanlarla
yine onlara sonradan iltihak etmiş
olanlar ve onlarla beraber cihad
edenler için düzenlenmiştir. İşte bu
Müslümanlar diğerlerinden ayrı bir
topluluk teşkil ederler.
Belgenin burasında iktidarın kurucu
unsurları ile Devleti oluşturan vatandaş (millet) unsuruna yer verilmiştir.
Sözleşmenin ilk yirmiüç maddesi
Medineli Müslümanları ilgilendirmekteydi.
2. Kureyş’den olan Muhâcirler,
kendi aralarında âdet olduğu üzere
kan diyetlerini ödemeye iştirak ederler ve onlar harp esirlerinin kurtuluş
fidyesini mü’minler arasındaki âkıle
esasına ve adâlet ilkelerine göre ödemeye iştirak edeceklerdir. Mü’minler
kendi aralarında ağır malî sorumluluklar altında bulunan hiç kimseyi
bu hali üzere bırakmayacaklar, kurtuluş bedelini (fidyei necât) veya kan
bedelini (diyeti) gibi borçlarını iyi ve
mâkul bilinen esaslara göre tediye
edeceklerdir.
Sosyal grupların kendi içindeki
sosyal ve ekonomik dayanışmaya,
şahıs aleyhine suçlardan doğacak
tazminatın, ötedenberi var olan âkıle
(kabile) sorumluluğu esasına göre
ödenmeye devamı, bu dönemde de
meşruluğunu sürdürmektedir. Keza
harp esirleri için gerekli kurtuluş
tazminatı için de böyle bir güvence
sistemi tesis ve teyid edilmiştir. Burada öngörülen temel nokta tazminatın adalet ölçülerine göre (ifrat ve
tefritten uzak bir şekilde) ödenmesi
karara bağlanılmıştır.
Benzeri düzenleme ve kurallar Vesikanın ileriki maddelerinde; ‘Avf
Oğulları, Hâris Oğulları, Sâide
Oğulları, Cuşem Oğulları, Neccâr
Oğulları, ‘Amr İbn ‘Avf Oğulları,
Nebît Oğulları, Evs Oğulları için de
aynen kabul edilmiştir. Burada san-
42
STRATEJİK DÜŞÜNCE | HAZİRAN 2011
ki “azamî müsadeye mazhar devlet”
kaidesi gibi bir kaide herkes tarafından kabul edilmiş, tazminat, sorumluluk hukuku bakımından temel
ölçüt Kureyşli diye anılan Mekkeli
Muhacir Müslümanlar için getirilen
düzenleme ve sorumluluk diğerleri
için de aynen kabul edilmiştir. Diğer
kabileler de adalet ölçüsü dahilinde
ortaklaşa tazminatı tediye edeceklerdir. Kendi kabile mensuplarını,
kurtuluş fidyesini ortaklaşa vererek
kurtarabileceklerdir.
Böyle bir uygulama, kabilelerarası
kan davalarının önünü almayı amaçladığı gibi suç işleme eğiliminde
olanları âkılenin murakabe etme
imkânını da sağlamaktadır. Ayrıca
gelenek halinde uygulanan bazı kurallar yazılı hale getirilmiştir.
3. Hiçbir mü’min diğer bir mü’minin
kölesiyle, onun aleyhine olmak üzere
bir anlaşma yapamayacaktır.
Burada kurulu aile içi sosyal düzen veya çalışma ortamı, hukuk ve
ahlâkdışı yol ve yöntemle bozulamayacağı, terim yerinde ise çalışan
ve çalıştıran, köle ve efendisi arasına
girerek adam ayartma, huzuru bozucu girişimlerde bulunma yasaklanmıştır. Özellikle de Müslümanlar
için bu sınırlama daha da bir önem
arzetmeketedir.
4. Takvâ sahibi mü’minler, kendi
aralarında saldırgana ve haksız bir
fiil işlemeyi planlayan yahut bir suç
işleme ya da bir hakka saldırı veya
mü’minler arasında bir karışıklık çıkarma kasdını taşıyan kimseye karşı
olacaklar ve bu kimse onlardan birinin evlâdı bile olsa, hepsinin elleri
onun aleyhine kalkacaktır.
Toplumun huzur ve refahı, can ve
mal güvenliği, suç ve suçluların önlenilmesi, bu ve benzeri girişimlerle
mücadele için herkese, taşın altına
ellerini koyma zorunluluğu getirilmiştir. Suç hukuku kurallarının uygulanmasında kanun önünde eşitlik
ilkesi benimsenmiş, o güne kadar
Araplararasında var olan kabilecilik rekabeti ve kayırmacılığı, pozitif
ayırımcılığı, suçluyu koruma girişimleri tümüyle yasaklanmıştır.
Anarşi ve terör olaylarına karşı yekvücut mücadelede bulunma, karşı
durma mes’uliyeti getirilmiştir ki,
bu ortak mücadele gereği ve önemi
şimdilerde çok daha iyi anlaşılmış
olmaktadır.
5. Hiçbir mü’min bir kâfir için, bir
mü’mini öldüremez ve bir mü’min
aleyhine hiçbir kâfire yardım edemez.
Burada hayat hakkı, kişilerin can güvenliğinin temini, sulh içinde, insan
onuruna yakışır bir şekilde yaşama
öne çıkarılmış; savaş hali ile barış
zamanında İslam ülkesi vatandaşlarının izleyeceği politika üzerinde
durulmuştur. Müslüman toplumun
vatandaşlarına karşı savaş halinde
olan birine yardım yasaklanmıştır.
İyilik ve güzellikte yarışma önerilerek vatandaşları, aynı topraklar
insanına düşman ülkesi (yabancı)
insanını tercih etmeme, feda etmeme vurgulanmış, düşmanla işbirliği
yapma yasaklanmıştır.
6. Allah’ın zimmeti (himâye ve
temînatı) bir tekdir; müminlerin en
zayıflarından, sıradan birisinin bir
başkasına tanıdığı himâye, verdiği
güvence diğer tüm Müslümanları
bağlayıcıdır. Onların hepsi için de
bu güvence hüküm ifade eder. Zîra
mü’minler, diğer insanlardan ayrı
olarak birbirlerinin mevlâsı, garantörü durumundadırlar.
Böyle bir güvence, hukukta günlük
hayatta iyi niyet kurallarının hâkim
ve geçerliliği, genelliği, objektif yanının varlığının vurgulanmasıdır.
Müslümanların birbirlerine tanıdığı
hukukî garantörlük yerden yere, kişiden kişiye değişen bir şey değildir.
O bir bütünlük arzeder. Tabiî haklarda bireysel farklılıklar yoktur.
7. Yahudilerden bize tâbi olanlar,
haksızlığa uğramaksızın ve onlara
düşman olanlarla yardımlaşılmaksızın, yardımımıza hak kazanacaklardır.
Burada azınlıkların hakkını gözetme,
can ve mal güvenliklerini sağlama
konusunda Müslüman yöneticiler
verdikleri taahhüdü yerine getirmekle yükümlü ve sorumlu olduğu gibi,
içeriden ve dışarıdan onlara gelebilecek tehlikelere karşı (zimmet akdi
gereği) Devletçe her türlü güvenlikleri sağlanacaktır. Birlikte yaşama
kültürünü çoğunluk da azınlık da yaşayıp alışacaktır. Anayasayla güvence çoğunluk kadar azınlığın da hakkıdır. Ülkedeki azınlıkları sindirmek
için onların hasımları (düşmanları)
ile işbirliğine gidilmez.
8. Sulh, mü’minler arasında bir
tekdir. Hiçbir mü’min Allah yolunda girişilen bir harpde, diğer
mü’minleri dışlayarak, bir sulh anlaşması yapamaz; bu sulh, ancak
onlar (mü’minler) arasında hepsini
kapsayacak ve adâlet esasları üzere
yapılacaktır.
Hiçbir müşrik, bir Kureyşlinin mal
ve canını himâyesi altına alamaz
ve hiçbir mü’mine bu hususta engel
olamaz (yani Kureyşliye hücûm etmesine mani olamaz).
Dış tehlikelerle mücadele ve savaşta
seçici, ya da beli bir kesimin hakkını
öne çıkartıcı barış anlaşması yapmak
yasaklanmıştır. Genel kamu yararı,
ülke çıkarı neyi gerektiriyorsa ona
göre hareket etmek, savaşa katılan,
zafere kavuşmuş, barış masasına
oturmuş da olsa bir tek otoritenin
emir ve direktifleri doğrultusunda
hareket bir ödevdir.
Ancak Müslümanlarla savaş halinde
olan Mekkeli Müşriklere Medineli
ve bu sözleşme kapsamındaki bir
müşrik can ve mal güvencesi veremez. Savaş hali devam ettiği sürece
de Müslüman birisinin onunla mücadelesinde Medineli müşrik Müslümana engel çıkaramaz, Mekkeli
müşrike destek çıkamaz. Bu ahde
vefa ilkesinin bir gereği olduğu gibi,
savaş hukukunun da temel esaslarına aykırı değildir. Barış zamanı ülke
düşmanlarıyla işbirliği yasaklandığı
gibi savaş zamanı haydi haydiye ya-
saktır.
9. Bizimle beraber harbe katılan askerî birlikler, birbirleriyle
münâvebe edeceklerdir. Mü’minler,
birbirlerinin Allah yolunda akan
kanlarının intikamını alacaklardır.
Birlikte yaşama kültürünün bir doğal uzantısı olan birlikte savunma
kültürü, dışa (düşmana) karşı her
kesim ve herkesin ortaklaşa savunma, askerlik hizmetinde bulunma
zorunluluğu vardır. Üstelik bu belli
bir sınıfa değil herkese zorunlu ve
dönüşümlüdür. Hakimiyetin tesisi,
bağımsızlığın temini, korunması,
Müslim, gayr-ı müslim herkesin
ortak katkısıyladır. Tasada, kederde,
kıvançta birlikte olmak koalisyonu
oluşturan herkesimin görevidir.
10. Takvâ sahibi mü’minler, en iyi ve
en doğru yol üzerinde bulunurlar.
Tabiî hukukun temel ilkeleri karşısında, kanun önünde herkes eşittir.
Ancak Yaratana karşı kulluk ödevindeki dikkatli ve özenli hareket edenler daha da bir üstünlüğe sahiptir ki,
bunu da ancak Yaratan bilir. Böyle
bir sübjektif durumun takdiri Ona
aittir. Böyle bir telakki ideal hukukun oluşturmayı amaçladığı ideal
insan ve ideal toplum tipini gerçekleştirmektir. Objektif anlamda bireylerarası bir farklılık yoktur.
11. Bu sahîfe (yazı)’nın muhteviyatını kabul eden, Allah’a ve Ahiret
Günü’ne inanan bir mü’minin bir
kaatile yardım etmesi ve ona sığınacak bir yer temin etmesi helâl (doğru) değildir; ona yardım eden veya
sığınacak bir yer gösteren Kıyâmet
Günü Allah’ın lânet ve gazabına uğrayacaktır ki o zaman artık kendisinden ne bir para tediyesi ve ne de bir
tavîz alınacaktır. Yalnız kim ki haksız
bir fiil irtikâb eder veya bir suç işlerse, o sadece kendine ve âile efradına
zarar (vermiş) olur.
Suç hukukunda, suça iştirak, suçlulara yardım ve yataklık etme kesinlikle
yasaktır. Tersine o tür hareketleri ve
faillerini engellemek herkesin ödevidir. Kabile taassubuyla, sınıf farklı-
lıkları gözetilerek yasaların kişilere
farklı farklı uygulanması yasaktır.
Yine bu cümleden olarak her ne kadar suç ve cezada bireysel sorumluluk bir temel ilke ise de bir kimsenin
yaptığı bir haksız fiilin, işlediği bir
suçun sosyolojik ve ahlâkî boyutu
gözardı edilemez. Haksız fiil failinin
işlediği fiilden yalnız kendisi olumsuz etkilenmemekte, çevresinin de
olumsuz etkilenmesine neden olur.
O nedenledir ki, aile reislerinin de
o tür insanlara müdahale ve eğitme
hakkı vardır.
12. Üzerinde ihtilâfa düştüğünüz herhangi bir şey, Allah’a ve
Muhammed’e götürülecektir.
Burada suç ve ceza da, hukukî ihtilaflarda tek bir çözüm tarzı toplum için
temel hedeftir. Teoride ve pratikte o
temel birlikteliği sağlayan tek kıstas
da Allah’ın Kitabındaki hükümler ve
ilkelerle Rasulullah’ın hadisleriyle
uygulamalarıdır. Nihâî ve ideal çözüm tarzı budur. Günümüz hukukî
uygulamalarda birlikteliği, kararlarda uyumluluğu gerçekleştirmek için
birçok temel kurallar konulmuştur.
Kararların ve kanunların denetim
yolları gibi.
13. Yahudi asıllı ‘Avf Oğulları kabilesi, müminlerle birlikte bir ümmet
bir topluluk oluştururlar. Yahudilerin dinleri kendilerine, müminlerin
dinleri kendilerinedir. Bu kurala
köleleri de (kendi himayeleri altında
olanlar da) dahildir
Din ve ibadet özgürlüğünün bir sonucu, farklı dinlere mensup olanların bir arada yaşama kültürüne
sahip olmalarıdır. Din özgürlüğü,
azınlık-çoğunluk, efendi-köle herkes için en doğal bir haktır. Laik
toplum, dînî gruplara baskı yapan,
baskı altında tutan bir toplum demek
değildir. İnananlar, farklı din mensupları, dînî telkin ve tavsiyelerde
müsmahakârdırlar.. Pozitif ayırımcılık ya da himayeci politika yoktur.
14. Yahudi asıllı Neccar Oğulları,
Haris Oğulları, Saide Oğulları, Cuşem Oğulları, Evs Oğulları, Salebe
HAZİRAN 2011 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
43
Oğulları ve Şuteybe Oğulları kabileleri de Yahudi asıllı ‘Avf Oğulları
kabilesi gibi aynı (haklara) sahib
olacaklardır.
Binaenaleyh bir önceki paragrafta
Yahudi asıllı ‘Avf Oğulları kabilesine
tanınan din, inanç ve ibadet özgürlüğü ve diğer hak ve yükümlülükler,
mü’minlerle bir tek toplum oluşturma durumları bunlar için de aynen
geçerlidir. Milletlerarası hukukun
temel ilkelerinden biri olan “azamî
müsaadeye mazhar ülke” kuralı burada ilk Müslim-gayr-ı müslim koalisyonunda uygulamaya konulmuş;
haklar ve yükümlülüklerde sanki
yahudî asıllı ‘Avf Oğulları kabilesi
için tanınanlar ne ise diğer kabileler
için de aynısı tanımıştır. Bir diğer
ifadeyle anayasal haklar; din, inanç
ve ibadet özgürlüğü hâkim Devletteki herkes için eşittir. Aralarında rekabet sözkonusu olamaz.
15. Yahudilere sığınanlar bizzat onlar gibi mülahaza olunacaklardır.
Burada yine harp ve sulh zamanı kurallarından önemli birisine; iltica ile
bir ülkeye girenlere tanınacak haklar,
hürriyetler ve yükümlülükler önceden vurgulanmış olmaktadır. Bir önceki maddelerde birlikte çokluk halinde yaşama hazzını tatma yalnızca
sözleşmeyi yapan taraflar için geçerli değil, onlara sığınan, iltica edenler
için de geçerlidir. Böyle bir yönetim
tarzını kabullenen buyursun gelsin
demektir. Burada bir de koalisyonun
tarafları yabancılara sığınma hakkı
tanıma da asıl yönetim yetkisini elinde bulunduranla eşit hakka sahip kılınmış, o düzeye çıkarılmıştır. Bir ülkenin güç kazanmasının yolu budur.
Böylece hem kendileri bir üye hem
de genel anlamda Medine yönetimi
taraftar (üye) kazanmış olmaktadır.
16. Bir savaş çıktığında Yahudilerin masrafları kendi üzerlerine ve
Müslümanların masrafları da kendi
üzerlerinedir. Bu sahifede gösterilen kimselere harp açanlara karşı,
onlar birbirleriyle yardımlaşacaklardır. Onlar arasında iyi davranma
44
STRATEJİK DÜŞÜNCE | HAZİRAN 2011
olacaktır. Kaidelere mutlaka riayet
edilecek, bunlara aykırı davranış olmayacaktır.
Sözleşmenin hükümleri yalnızca barış zamanını değil savaş zamanını da
kapsamaktadır. Medine’de oluşturulan koalisyonun tarafları, bu koalisyonun yaşaması için saldırıya karşı
ortak savunmada bulunacak ve her
türlü savunma harcamalarına katılacaklardır. Osmanlı dönemi Timarlı
Sipahileri müessesesi de böyle değil
miydi? Yukarıda anılan kabilelerden
birisine saldırı halinde diğerleri onlara destek vermekle yükümlüydüler.
Herkes yükümlülükten kaçınamayacağı gibi savaş halinde aşırılığa
kesinlikle kaçılmayacak, ileri gidilmeyecektir. Ülkenin dışa karşı savunması nimet-külfet eşitliği ilkesi
gereği her kesimin borcudur.1
17. Hiç kimse müttefiklerine karşı
bir suç işleyemez. Zulme ve haksızlığa uğramış olanlara mutlaka yardım edilecektir.
Burada ideal hukukun birkaç temel
ilkesi birlikte vurgulanır: İlk olarak
“Kötülükleri engellemek menfaat
ve yararlar temininden önce gelir.”2,
ikinci olarak iyilik ve güzelliklerde
yarışmak ve yardımlaşmak esastır.3
Eğer yabancı bir ülke (bir kabile) ile
bir anlaşma yapılmışsa anlaşmanın
gereğince hareket edilecek, ahde
vefa gösterilecektir. Dînî, kültürel,
etnik farklılıklar gözetmek medenî
toplumların en büyük zaafı ve insan
haklarının ihlâlidir.
18. Yahudiler Müslümanlarla birlikte, savaşa katıldıklarında savaştıkları müddetçe masrafta bulunacak,
harcamalara katılacaklardır.
Yer yer de değinildiği gibi, koalisyona üye herkes hak ve yükümlülüklerini bilecek kamu hizmetine
özellikle de savaş zamanında askerî
harcamalara katılacaklardır. Nitekim
Osmanlı döneminde Gayr-ı Müslimler askere alınmazlardı ama askeri
harcamalar, can ve mal güvenliklerini temin hizmetlerine katkı için kendilerinden vergiler alınmıştır.
19. Himâye altındaki kimse, bizzat
himaye eden kimse gibidir; kendisine ne haksızlık edilir ve ne de (kendisi) haksızlık edebilir. Himaye verme
hakkına sahip olanların dışında hiç
kimse himaye veremez.
Yabancıya ve korunmaya muhtaçlara güvence vermeyle ilgili böyle bir
yasal düzenleme, günümüzde vize
verme, oturma izni verme, sığınmacılara sığınma hakkı tanıma gibi
hukuk kurumlarına benzer. Medine
Sözleşmesine dahil ve adları anılan
koalisyonun taraflarını oluşturanların herbirisinden güvence tanımaya
yetkili kılınmış kişi ya da kişilerin
dışında kimse bu yetkiyi kullanamaz. Çağımızın insan ticareti ve
göçmen kaçakçılığı suçlarına benzer girişimler o zaman yasaklandığı
gibi, güvence verilen bir yabancı,
güvenceyle girdiği ülkede, medeni
haklar bakımından artık kendisine
güvence verenler gibidir. O nedenle
de canı ve malı masundur ama kendisi de o yerlerde herhangi bir suç
da işleyemez, haksızlıklarda bulunamaz. “Güvence verenlerin lehine
olan, onların da lehinedir; aleyhine
olan onların da aleyhinedir.”
20. Bu sahifede yazılı kimseler arasında ortaya çıkmasından korkulan
bütün öldürme ve sair ihtilaflı konu
ve olayların Allah’a ve Rasulüne götürülmeleri gerekir. Allah, sahifeye
en iyi riayet edenlerle beraberdir. Allah bu sahîfeye (yazıya) en kuvvetli
ve en iyi riâyet edenlerle beraberdir.
Bu türden kurallara hukukta sözleşmenin yaptırımı da denilir. Verilen
taahhütlere uymama ya da bir suç
işleme ve haksızlıkta bulunma durumlarında suç ve cezada kanunîlik
ilkesi gereği öncelikle Allahın kitabına sonra da Rasulullah’ın sünnetine (uygulamalarına) başvurmak
gerekmektedir. Burada kan davası
ve intikam alma duygusu, kabilenin
ileri gelenlerine götürme girişimleri,
farklı farklı kararlar çıkarma yolları
yasaklanmıştır. Mülkîlik sisteminin bir gereği olarak suçlarda ve
haksız fiil ve sair saldırılarda artık
Medine’nin yeni hukuk sistemi kurallarına uyulacak, keyfîlikten kaçınılacaktır.
21. Ne Kureyşliler ne de onlara yardım edecekler, himaye altına alınacaklardır. Müslümanlar ve Yahudiler
arasında Medine’ye saldıracaklara
karşı yardımlaşma yapılacaktır.
Medine koalisyonunu oluşturan
Müslümanlar ve diğerleri (gayr-ı
müslimler), kendileriyle Mekkeli müşrikler arasında süren savaş
haline uyacak, ülke topraklarını
savunmada birlikte hareket edeceklerdir. Bu noktada hasmane durumdaki Kureyşlilerle bir başka kabile
Medine’ye birlikte saldırı konusunda anlaşma yaparlarsa onlar da yine
hasmane duruma geçmiş demektir.
Savaş hukuku onlar hakkında da
uygulanacaktır. ‘Düşmanımın dostu,
düşmanımdır’ ilkesinin gereği budur.
Binaenaleyh böylelerinin Müslümanların hakimiyetindeki topraklara
(ülkelerine) girmesine hiç kimse güvence veremeyecek, himayede bulunamayacaktır. Uygulamada Dé facto
bir durum oluşturmaktan kesinlikle
kaçınılacaktır.
22. Şayet; Yahudiler, Müslümanlar
tarafından bir sulh yapmaya veya
bir barış sözleşmesine katılmaya
davet olunurlarsa, bunu doğrudan
doğruya aktedecekler veya o barış
andlaşmasına katılacaklardır. Şayet
Yahudiler de, Müslümanlara aynı
şeyleri teklif edecek olurlarsa, müminlere karşı onlar gibi yukarıdaki
haklara aynen sahip olacaklardır.
Din konusunda girişilen savaşma
olayları bu hükmün dışındadır.
Bu madde de yine ülke yönetiminde koalisyon taraflarının eşit haklara
sahip olduğunu gösterir. Bir yandan
ülkeyi savunma açısından diğer yandan da yine ülke yararı için barış anlaşması yapılması gerektiğinde bunu
ister Müslüman grup yapsın isterse
gayr-ı müslim gurup yapsın, o anda
barış sözleşmesinin doğrudan tarafı
olmayan grup da o hükümleri zımnen kabul ve imza etmiş sayılmakta-
dır. Ne var ki, din konusunda ortaya
çıkan savaşlar ve bu savaşları sona
erdirme sözleşmeleri bu zımnî kabulün dışındadır tutulmuştur. Federal yapıya sahip bir devlette her bir
federe devletin yabancı bir ülkeyle
yaptığı sözleşme tüm federasyon
üyelerine etkili olmaktadır. Bugün
AB üyesi devletlerin arasında bile
böyle durumlar ortaya çıkmaktadır.
23. Gerek müdafaa ve gerekse sâir
ihtiyaçları karşılama hususunda her
bir zümre, kendilerine ait mıntıkadan sorumludur.
İç ve dış saldırılara karşı kabileler ya
da Sözleşmenin tarafları kendilerine
ayrılan sorumluluk bölgesi/bölgelerini savunmakla yükümlüdürler. Günümüzde de askeri koalisyon güçleri
arasında da geçmiştekine benzer
sorumluluk bölgeleri verilmektedir.
Bundan kaçınma durumu ittifakın
ihlali sayılmıştır.
24. Bu sahifede gösterilen kişiler
için ortaya konan şartlar, aynı şekilde Evs Yahudilerine, yani onların
Mevlalarına ve bizzat kendilerine,
yine bu sahifede gösterilen kimseler
tarafından sıkı ve tam bir şekilde tatbik olunur. Kurallara mutlaka riayet
edilecek, bunlara aykırı hareket edilmeyecektir. Haksız yollarla kazanç
temin edenler, sadece kendilerine
zarar vermiş olurlar. Allah, bu sahifede gösterilen maddelere en doğru
ve en mükemmel riayet edenlerle beraberdir.
Neden böyle bir sözleşme ve bu sözleşmenin taraflarının yükümlülüğü
bir kez daha vurgulanmıştır. Koalisyonu oluşturan tüm taraflar; Evs Yahudileri olarak anılan ve bu büyük
topluluğu oluşturan diğer tüm alt
guruplar Medine Vesikasındaki yükümlülüklere uymayı kabul ederler.
Can ve mal güvenliği bakımlarından
konulan ilkelere ve kurallara karşı
duran ve “…. Haksız yollarla kazanç
temin edenler, sadece kendilerine
zarar vermiş olurlar….” Himayeye
mazhar olamayacak ve onun açısından Sözleşme hükmü kendiliğinden
sona erecektir. O zamanki kabileler
ve topluluklar günümüzden farklı
olarak bir inanç etrafında toplananlar ve kan-soy bağıyla birbirlerine
bağlı olanlar sözleşmenin, taraflarını
oluşturduklarında inançların müşterek yüce değeri; Allah (cc)’ı bu Sözleşmenin gereğini yerine getirenlerle
beraberliğini hep birlikte kabullenerek karşı çıkma halini sözleşmenin
ihlali saymışlar. Böyle bir durum
sonraki asırlardaki pek çok sözleşmelerde görülebileceği gibi, özel hukuk alanında da yapılan sözleşmeler
de Allah adına yemin edilerek taahhütlere girişilmektedir.
25. Bu yazı, bir haksız fiil veya suç
işleyenin ceza görmesine engel olamaz. Harbe çıkan da Medine’de
kalan da emniyet içindedir. Haksız
bir fiil işlemek müstesnadır. Allah
ve Rasulü Muhammed himayelerini,
bu sahifeyi tam bir sadakat ve dikkat
içinde muhafaza edenler üzerinde
tutacaklardır.4
Bu düzenleme de Sözleşmenin güvencesini; ona uyma ya da uymama
durumunu bir kez daha pekiştirmektedir. Kurallar önünde eşitlik ilkesi
gereği; savaş külfetine katlanıp savaşa giden de geride kalanlar da aynı
kurallara uymak zorundadırlar. İki
kesim arasında bir pozitif ayırım yapılmadığı gibi, cephedekiler de geri
de kalanlar da bir tek yöneticinin
yönetimini Hz. Muhammed (as)’in
himâyelerini, her kesim kabul edecektir. Kural tanımaz kişi ya da kişiler koalisyonun hangi tarafından
olursa olsun Sözleşmede tanınan
can ve mal güvenliğinden yararlanamayacak, işlediği haksız fiilin, suçların yaptırımı veya cezası ne ise o
icra ve infaz edilecektir. Bu yönüyle
cezaların geciktirilmeden verilmesi, suçluyu himayeye kalkışma ve
kanun önünde eşitlik ilkesine aykırı
girişimler kesinlikle yasaktır. Yönetimde otorite tekliği ancak böyle bir
eşit uygulamayı gerçekleştirebilir ki,
o da koalisyonu oluşturanların hepsinin Rasulullah (as)’ın yönetimini
kabullenmiş olmalarıdır.
HAZİRAN 2011 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
45
demokratik sistemlerdir.
“Yeni” Anayasa Taslakları
ve Hükümet Sistemleri
Türkiye’de başkanlık ve yarı başkanlık sistemine doğru evrilmeye karşı bir direnç
bulunmakta ve bunun maliyeti açıkça tartışılmaktadır. Belki bu nedenle de yeni
anayasadan önce güven tesis edici işlemlerin yapılması gerekliliği açıktır. Bunun
için de ombudsmanlığın kurulması, yeni Seçim Yasası ve yeni Siyasal Partiler Yasası
çıkarılmalıdır. Günümüzde kimlik sorunu, laiklik konusu ve askeri bürokrasi
konularındaki tartışmalar sürmektedir.
Hasan Tahsin FENDOĞLU**
T
ürkiye’de “yeni” anayasa
tartışılırken, bazı birimler
tarafından hazırlanan anayasa taslakları, parlamenter sistemi
savunduklarını iddia ederlerken,
başkanlık sisteminin üç yönü olan
federalizm, valilerin seçilmesi ve
özerkliği dillendirmeleri tam bir
çelişki teşkil etmektedir.
Türk Anayasalarının 1876 Anayasası ile başlatılması adetten ise de bundan önce Fatih
Sultan
Mehmet’in
“Teşkilat
Kanunnamesi”ni anmak doğru
olur. 1876 tarihli Kanuni Esasi’nin
46
STRATEJİK DÜŞÜNCE | HAZİRAN 2011
Meşruti Monarşi sistemi olduğunu ve 1909 tadili ile parlamenter
sisteme doğru bir gidiş sergilediği
belirtilebilir. 23 maddeden oluşan 1921 tarihli Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun Meclis Hükümeti
sistemini getirdiği açıktır. 1924
Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun
parlamenter sisteme yakın olduğu
ama 1961 ve 1982 Anayasalarının
parlamenter sistem olduğunu belirtmek gerekir.
“Hükümet Sistemi Arayışları”,
sadece Türkiye’de değil, Fransa,
Brezilya ve İsrail gibi ülkelerde
de vardır. Tartışmalar diğer bazı
ülkeler gibi Türkiye’de de sürmektedir. Türkiye’deki tartışmaların
nedeni, yürütmenin yasamayı adeta tekeline almış görünmesi, yasamanın gerçek yasama olmaktan
giderek çıkması gibi nedenlerdir.
Sartori’nin yarı başkanlığı salık
vermesi, bazılarının 1982 Anayasası ile gelen sistemin yarı başkanlık sistemi olduğunu söylemesi
gibi deyişler, sistem tartışmalarını
beraberinde getirmiştir.
Parlamentarizm, başkanlık ve yarı
başkanlık sistemlerinin hepsi de
Parlamenter sistem, parlamenter
rejim veya parlamenter hükümet,
hukuken ve siyaseten sorumsuz
devlet başkanının başkanlığında,
yürütme organı ile yasama organı
arasındaki kuvvetler ayrılığının
yumuşak olduğu, organlar arasındaki hukuki ilişkinin eşitlik ve
dengeye dayandığı bir temsili rejimdir. Parlamenter rejimin İngiliz siyasi hayatının uygulanması
ile ortaya çıkmış, ampirik bir değeri vardır. Ilımlı güçler ayrılığı
yerine güçlerin işbirliği (collaboration des pouvoirs) de denilebilir. İlişkilerin asgariye indiği sert
güçler ayrılığı rejimlerin aksine,
parlamenter rejim, bu ilişkileri
artıran ve kolaylaştıran bir özelliktedir. Bu sistem, organlar arasındaki eşitliği, bunları bağımsız
kılarak değil, tersine birbirine
bağımlı kılarak gerçekleştirmektedir. Parlamento ile hükümet,
ülkeyi birlikte yönetirler. Birbirini feshetmeleri, eşitlik ve dengeye dayanır. Yasama ve yürütme
arasında, işlevsel açıdan da ve
organik açıdan da işbirliği mümkündür. İşlevsel açıdan, yasa tasarılarını Bakanlar Kurulu hazırlar,
Yasama organı kabul eder, yürütülmesini yine Bakanlar Kurulu
yerine getirir. Organik açıdan da
işbirliği vardır; Cumhurbaşkanı,
Başbakan ve Bakanlar Kurulu
Meclis tarafından seçilmekte ve
güvenoyu almaktadır.
Günümüzde tek tip parlamenter
rejim olmadığından parlamenter
rejimlerden söz edilebilir. Orijinini İngiltere’de bulan parlamenter sistemde kısaca üç özelliğin
bulunduğu belirtilebilir. Birincisi, yürütmenin iki başlı oluşudur.
Bunlardan biri siyasal açıdan sorumsuz bir Cumhurbaşkanı, diğeri
ise parlamentoya karşı sorumlu bir
Başbakan ve Bakanlar Kurulunun
varlığıdır. İkincisi, Başbakan ve
Bakanlar Kurulunun gerçek yetki ve sorumluluğu üstlenmiş ol-
masıdır. Üçüncüsü, yürütme’nin
gereğinde parlamentoyu feshi,
parlamentonun da hükümeti düşürebilme yetkisidir.
Fransa’da uygulanan yarı başkanlık
sisteminde Cumhurbaşkanı daha
güçlü, Meclis ve Başbakan ona göre
daha güçsüz bir durumda bulunmaktadır. Yarı başkanlık sisteminde Cumhurbaşkanını halk seçer,
yönetim parlamentarizmde olduğu
gibi iki başlıdır; Cumhurbaşkanı
ve Başbakan. Yarı-başkanlık sistemine ideal paradigma olarak gösterilen Fransa’da iki meclis vardır;
491 üyeli Millet Meclisi ve 315
kişilik Senato.
Başkanlık sistemine gelince bu
sistem temsili rejim türlerinden
biridir ve kuvvetler ayrılığı teorisini -parlamenter rejimden farklı
olarak- sert şekilde uygular. Başkanlık sisteminin ABD’de mucidi “Kurucu Babalar” (Founding
Fathers) dır. İlk Başkan George
Washington, 30 Nisan 1789’da
görevine başlamıştır. Başkanlık
sistemi, “westminster modeli”
demokrasinin XVIII nci yüzyıl
sonundaki koşullarına tepki olarak verilen bağımsızlık savaşı sonucunda Amerikalılar tarafından
üretilmiştir. Başkan ve Kongrenin
ayrı seçildiği, meclisin çift olduğu,
başkanın ikinci seçmenlerce (Electoral College) seçildiği, Federal
yapılı bir devlet sistemidir. Sistem
yasama-yürütme-yargı uzlaşınca
işlemekte, aksi halde kilitlenmektedir (gridlock). ABD’nde Başkan,
Kongreyi feshedemez. Kongre de
başkanı istifaya zorlayamaz. Mali
kaynaklar üzerinde Kongre daha
etkilidir. Başkanlık sisteminde,
organların yapısı, fonksiyonu ve
ilişkilerinde bağımsızlık vardır;
buna göre, kuvvetler biribirini kontrol eder ama, yürütme
organına üstünlük tanınır.
Başkanlık veya yarı-başkanlık sistemini isteyenlerin gerekçeleri şunlardır; Ülkenin istikrarlı bir şekilde
yönetilmesi, içerisinde bulunduğu-
Parlamenter sistem,
parlamenter rejim veya
parlamenter hükümet,
hukuken ve siyaseten
sorumsuz devlet
başkanının başkanlığında,
yürütme organı ile
yasama organı arasındaki
kuvvetler ayrılığının
yumuşak olduğu, organlar
arasındaki hukuki
ilişkinin eşitlik ve dengeye
dayandığı bir temsili
rejimdir.
muz teknoloji-iletişim çağının hızlı
yönetilmesinin gerekliliği, iktidarın kendi projesini uygulamak için
zamana ihtiyacının olması, gerçek
yasama, bürokratik vesayeti önleme, hükümeti gerçekten denetleme,
TBMM’nin noter olmadığını kanıtlama, Cumhurbaşkanı-Başbakan
polemiğini yaşamama, devletmillet kaynaşmasını sağlama,
pro-aktif dış politika, ileri demokrasinin sağlanması ve demokrasi
açığının kısa sürede giderilmesi.
Bütün bu öz olarak belirtilen gerekçelerin gerçekleşmesi için yeni
bir sisteme doğru evrilmenin gereği epey bir süredir dile getirilmektedir. Bunun yanında başkanlık veya yarı-başkanlık sisteminin
frenlerinin neler olacağı üzerinde
de durulmaktadır.
Türkiye’de başkanlık ve yarı başkanlık sistemine doğru evrilmeye
karşı bir direnç bulunmakta ve
bunun maliyeti açıkça tartışılmaktadır. Belki bu nedenle de yeni
anayasadan önce güven tesis ediHAZİRAN 2011 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
47
Ülkemizde başkanlık ve
yarı başkanlık sistemine
karşı bir önyargının
olduğu söylenebilir.
Demokratik sistemlerden
olan başkanlık ve yarı
başkalık sistemine
halkımızın karar vereceği
kuşkusuzdur. Parlamenter
sistemin uygulandığı
İngiltere’de, yarı
başkanlığın uygulandığı
Fransa’da ve başkanlık
sisteminin uygulandığı
ABD’de çift meclis varken
Türkiye’de iki Meclisli
sistemin daha iyi olacağı
konusunda bir tartışma
yoktur.
ci işlemlerin yapılması gerekliliği
açıktır. Bunun için de ombudsmanlığın kurulması, yeni Seçim
Yasası ve yeni Siyasal Partiler
Yasası çıkarılmalıdır. Günümüzde kimlik (etnisite) sorunu, laiklik
konusu (laikçi yapı, Diyanet İşleri Başkanlığının yapılandırılması, Alevilerin sorunları) ve askeri
bürokrasi (Milli Savunma Bakanlığına bağlanmak, MGK, AYİM,
ve YAŞ) konularındaki tartışmalar
sürmektedir.
Başkanlık sisteminin bulunduğu
ABD’de uzlaşma kültürünün pekişmiş olması, STK’ların güçlülüğü, iki parti sistemi, bazı yargıç ve
savcıların seçimle işbaşına gelmeleri, yargının daha oturmuş olması,
iki turlu dar bölgeli seçim sistemi
görülmektedir. ABD’de bize göre
uç sayılabilen üç önemli nokta vardır; federalizm, valilerin seçilmeleri ve özerklik.
Sonuç olarak ülkemizde başkanlık
ve yarı başkanlık sistemine karşı
bir önyargının olduğu söylenebilir. Demokratik sistemlerden olan
başkanlık ve yarı başkalık sistemine halkımızın karar vereceği
kuşkusuzdur. Parlamenter sistemin uygulandığı İngiltere’de, yarı
başkanlığın uygulandığı Fransa’da
ve başkanlık sisteminin uygulandığı ABD’de çift meclis varken
Türkiye’de iki Meclisli sistemin
daha iyi olacağı konusunda bir tartışma yoktur. Belirtilen bu nedenle
de hiçbir ülkenin sisteminin aynen
alınamayacağı açıktır.
Not: İstanbul Üniversitesi tarafından düzenlenen Uluslararası
Anayasa Kongresi (11–14 Mayıs
2011) “Hükümet Sistemi Arayışları” konulu oturumda yapılan konuşmadan derlenmiştir.
“İnsan Onuruna Dayanan
Yeni Anayasa”
Anayasa Hukukçusu, Prof. Dr.*
Günümüzde siyaset dünyasının başarısı her zaman olduğu gibi gündelik dilin çeperlerini
kırmakla ancak mümkün olabilmektedir. Din istismarı ya da dini kavramları kullanmaya
yönelik ilgideki artış en başta siyaset dünyasının aktörleri tarafından tartışılmaktadır. Bu
yönelimin aslında toplumsal desteğe ulaşmak kadar toplumun gizil kodlarını çözmekle de
alakası olduğu kuşkuya mahal bırakmayacak bir şekilde rahatlıkla anlaşılabilmektedir.
S
tratejik Düşünce Enstitüsü
(SDE) tarafından “Vesayetsiz ve Tam Demokratik Bir
Türkiye İçin İnsan Onuruna Dayanan Yeni Anayasa” başlıklı bir rapor hazırlandı. Anayasa hukukçusu, bilim ve düşünce adamları tarafından altı aylık bir çalışma sonucu
kaleme alınan rapor SDE Konferans Salonu’nda 11 Mayıs 2011’de
düzenlenen bir basın toplantısıyla
kamuoyuna açıklandı. Basın toplantısının açılış konuşmasını yapan SDE Başkanı Prof. Dr. Yasin
Aktay, “Seçime giden süreçte ana
gündemin yeni anayasa olmasını
istiyoruz” diyerek, devletin meşruiyetinin ancak toplumun onayı ile
gerçekleşen bir anayasa ile müm48
STRATEJİK DÜŞÜNCE | HAZİRAN 2011
kün olacağına dikkat çekti.
Aktay’ın konuşmasının ardından
SDE Yüksek İstişare Kurulu (YİK)
Başkanı Prof. Dr. Sacit Adalı, YİK
Üyesi Prof. Dr. Ali Şafak ve Prof.
Dr. Doğu Ergil, anayasa taslak
metni (raporu) üzerine birer konuşma gerçekleştirdi. Adalı, raporun tam zamanında ve çok büyük
katılımla hazırlandığının altını çizerken şunları kaydetti:
“Türkiye konumu icabı ile enteresan bir yerde. Aynı anda Asya’da,
Avrupa’da, Karadeniz’de, Akdeniz’de, Ortadoğu’da Afrika’da ve
Balkanlar’da. Bu bağlamda ülkenin içinde yaşayan insanlarda
karışık ve dağınık. Alevisi, Sünnisi
ile etnik her gruptan insan var. Bu
ne manaya geliyor? Aslında milli
bir mutabakatın yapılmış olduğu anlamına geliyor. Biz beraber
yaşamanın mutabakatını kontrososyalini çok önceden yapmışız.
Ancak bu mutabakat dağılmış.
Şimdi yeni bir iç barış mukavelesi yapmak mecburiyetindeyiz. Ben
şahsen kendimi dağlı ve ovalı olarak aynı anda sayıyorum. Köylü
şehirli sayıyorum. Alevi ve Sünni
sayıyorum, aynı anda Türk’üm,
Kürt’üm, Arnavut’um, Çerkez’im
sayıyorum ve buna inanıyorum.
Benim kimseden bir farkım yok.
Peki, bu aynı coğrafya ve tarihin
insanları birbirlerine suni şekilde
neden farklılık koymaya çalışıyorHAZİRAN 2011 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
49
lar. Bu mücadelenin sebebi ne?
Sebebini bulmak ayrı bir mesele
fakat ben, Tevfik Fikret’in 1895
İstanbul’da ve çevresinde meydana gelen deprem üzerine yazılmış
iki mısra şiiri hatırlıyorum. “Biraz
tenebbüh için bin bela... Ne ders-i
haşin!” Biz gerçekten tabi veya
beşeri çok çeşitli afetler yaşıyoruz.
30 senedir de ülke içinde sıkıntı
yaşıyoruz. Hala mı daha kendimize
gelemedik. Kim olursa olsun daha
ne kadar bin bela, haşin bir dersi göreceğiz? Şimdi olan bitenden
ders alma zamanı!”
“Atalarımız bize bu toprakları bırakabilmek için çok büyük bedeller
ödediler. Bizim nesiller ise sanki
bedavaya alınmış gibi kıymetini
bilmedi ve iç barışı zedeledi. Şimdi
50
STRATEJİK DÜŞÜNCE | HAZİRAN 2011
ders aldık. Herkesin de bu dersi aldığına inanıyorum. Artık çektiğimiz
sıkıntıların neticesinde şu noktada
kontro-sosyalimizi, iç barışımızı
tesis edelim. Sadece tek bir partinin, bir kişinin değil, pek çok grup
tarafından hazırlanmış taslağın -ki
bu taslaklardan bir tanesi de Stratejik Düşünce Enstitüsü’nün- bir
araya gelmesiyle toplumun hangi
konularda temayül gösterdiği hangi konulara ağırlık verdiği ortaya
çıkacak. Tüm bu taslakların hangi
konular üzerinde mutabık kaldığını bunları ortaya çıkartmak, hangi
kavramların daha fazla yazıldığını
ve hangi yeni kavramların ortaya çıktığını göstermek önemlidir.
Hiçbir iktidar bugün tek başına sadece kendi istediği anayasayı yapmaya muktedir değildir. Anayasa
Meclis’te kabul edildikten sonra
biz yine konuşacağız. Biz vesayetsiz, tam demokratik, insanların insan olduğunu bildiği şeref ve haysiyetiyle yaşamaya hazır ve nazır
olduğu güzel bir ülke istiyoruz.”
Adalı’nın konuşmasının ardından
kürsüye çıkan Prof. Dr. Ali Şafak
geçmişte yapılan anayasaların eksik yönlerine vurgu yaptı ve yeni
anayasanın nasıl olması gerektiğine
ilişkin düşüncelerini ortaya koydu.
Hakimiyetin sınırlara ve kurallara
bağlı bir hak olduğuna değinen Şafak özetle şunları söyledi:
“Kurallara ve kanunlara bağlı
olmayan bir güç ancak bir eşkıya
çetesinde düşünülebilir. Hakimiyet anlayışının bir eşkıya çetesinde olana benzememesi için hem
vatandaşlarla hem de diğer devletlerle olan ilişkilerin sınırlandırılması lazımdır. Demokrasi veya
hak hükümeti mantığında hakimiyetin gerçek sahibi halktır. Milli
hakimiyet ilkesinin değerini hukuki
mantıkla değil pratik zaruretlerle
ölçmek gerekir. Anayasada bütün
insanları eşit ve şahsiyet sahibi kabul etmek, inanç, ibadet ve vicdan
hürriyeti dahil her türlü hürriyete
yer vermek, devlete karşı bireyin
haklarını korumak ve bireyin de
kanunlar çerçevesinde devletin
yanında yer alması gibi esaslar
yer almalıdır. Zira devletin temel
gayesi ülkenin korunması, adaletin hakim kılınması ve halkı korumaktır. Devlet biyolojik, psikolojik
hatta sadece sosyolojik bağlara
dayanan sivil bir topluluk değildir.
Devletlerde, sivil toplumlardan
bulunan bağlardan başka bir bağ
daha vardır ki bunu siyasi bağ terimi ile ifade etmek mümkündür.
Devlet aileden millete kadar insan
topluluklarını kapsar. Şu veya bu
sınıfı değil ülkede yaşayanların
tamamını kucaklar. Yapılacak bir
anayasanın temelinde güçler arası
dengeyi korumak zorunludur. İktidar mevkiini sırf bir hizmet mevkii
haline koymak her kamu hizmeti
göreni kamunun kontrolüne tabii
kılmaktır.”
Şafak anayasa çalışmalarında göz
önünde bulundurulması gereken
noktaları sıraladı:
• İnsan Hakları Mahkemesi’nin
vurguladığı, İnsan Hakları Avrupa
Sözleşmesi’nin 17. maddesinde yer
alan sınırlamaların ötesinde başka
bir sınırlamanın getirilmemelidir.
• Oluşturulacak yeni anayasa metin olarak kısa tutulmalıdır. Devletim merkez kurum ve kuruluşları
ile ilgili hükümlere metinde yer
verilmemelidir.
• Yetki karmaşasının önü kesinlikle alınmalıdır. Milli hakimiyeti her
kim temsil ediyor ise nihai karar ve
icraatta onun olmalıdır.
• Yargı bir bütünlük içerisinde ele
alınmalı, yargılama birliği ilkesinin bir gereği olarak yargı teşkilatının bütünü bir ad altında toplanmalı ama ihtisas daireleri şeklinde
düzenlenmelidir. Adli, İdari ve
Askeri Yargı rahatlıkla tek bir çatı
altında toplanabilir. Bu türden düzenleme her yargılama birliğinin
hem de yargılama ekonomisinin
bir gereğidir.
• Anayasada temel insan hakları
ele alınıp düzenlenirken, uluslararası metinlerdeki ilke ve kurallardan ayrılmamalıdır.
Şafak’ın konuşmasının ardından
ise raporu bir metafordan hareketle değerlendiren SDE YİK Üyesi Prof. Dr. Doğu Ergil söz aldı.
“Anayasa’nın başka yasaları doğurabileceği yaklaşımından hareketle
yola çıkıyoruz” diyen Ergil şunları
kaydetti:
“Anayasanın başka yasaları doğurabileceği yaklaşımından yola çıkarak hareket ediyoruz. Bu anayasa iyi niyetli, özgür, ‘Ana’nın üzerinde bir otorite olarak ‘baba’ var.
Baba bizim kültürümüzde devleti
temsil ediyor. Ananın doğuracağı
yasaları baba belirliyor. Biz diyoruz ki, ana özgürlüğüne kavuşsun.
Babanın ana üzerindeki baskısı ortadan kalksın.”
Raporu hazırlayanlardan Prof. Dr.
Yusuf Şevki Hakyemez ise raporun sunumunu yaptı. Raporun
alanlarında uzman akademisyenlerin katıldığı “Yeni Anayasada
Vatandaşlık”, “Yeni Anayasada
Din ve Vicdan Özgürlüğü”, “Yeni
Anayasada İnsan Haklarının Genel Rejimi”, “Yeni Anayasada
Türkiye’nin İdari Yapısı ve Yerinden Yönetim İlkesi”, “Yeni
Anayasada Türkiye’nin Hükümet
Sistemi” ve “Yeni Anayasada
Vesayet ve Asker-Sivil İlişkileri”
başlıklı altı ayrı tematik çalıştay
sonrasında SDE Yeni Anayasa Çalışma Grubu’nca hazırlandığını belirten Hakyemez öncelikle raporun
vizyonundan bahsetti.
“Toplumsal değişimin ve dünyadaki gelişmelerin gereklerine uygun
bir anayasa; insan onuruna dayanan, tam demokrasiyi hedefleyen,
hukukun üstünlüğünü tesis eden,
çeşitlilik ve çoğulculuğu esas alan
özgürlükçü bir vizyona sahip olmalıdır.” diyen Hakyemez ardından raporda sözü geçen şu temel
noktalara temas etti:
Yeni Anayasa Vizyonu
Toplumsal değişimin ve dünyadaki gelişmelerin gereklerine uygun
bir anayasa;
· İnsan onuruna dayanan,
· Tam demokrasiyi hedefleyen,
· Hukukun üstünlüğünü tesis eden,
· Çeşitlilik ve çoğulculuğu esas
alan özgürlükçü bir vizyona sahip
olmalıdır.
1. İnsan Onuru
• - Yeni anayasanın en önemli
önceliği devlet iktidarı karşısında
insanı esas alıp, insan haklarını
güvence altına almak olmalıdır.
Demokrasi ve insan haklarını daraltan, ideolojik tercihlere değil;
birey, özgürlük, halk iradesi, hukukun üstünlüğü gibi vurgulara sahip
olmalıdır.
• Temel ilke “özgürlük kural, sınırlama istisnadır” ilkesi olmalıdır. İnsan haklarının düzenlendiği
maddeler kısa ve evrensel standartlara uygun olmalıdır. Önerimiz:
• Herkes, insan onurundan kaynaklanan, kişiliğine bağlı, dokunulmaz, vazgeçilmez ve devredilmez hak ve özgürlüklere sahiptir.
• Herkesin hak ve özgürlüğünün
sınırı, başkalarının hak ve özgürlükleridir.
• Devletin temel amaç ve görevi,
insan haklarını korumak ve bunların önündeki sosyal, siyasi, ekonomik ve benzeri her türlü engeli
HAZİRAN 2011 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
51
kaldırmaktır.
kullanılabilir.
• Anayasa hükümlerinden hiçbiri
devlete, insan haklarını yok etme
veya bu anayasada belirtilen ölçülerden daha fazla sınırlandırma
yetkisi vermez.
• Yeni anayasada ifade özgürlüğü
şiddete çağrı, ırkçı, kin ve nefret
söylemi, hakaret, özel yaşamı ihlal
nedenleri dışında güvence altına
alınıp serbest kılınmalıdır.
• Bireyin dini inanç ve pratiklerini, başkalarının haklarını ihlal etmeden özgürce kullanabileceği bir
sosyal, hukuki ve siyasi çerçevenin
oluşturulması, insan onuruna yaraşır bir hayatın temel gereklerindendir. Bu kapsamda önerimiz:
2. Hukukun Üstünlüğü
• Herkes, vicdan, din ve kanaat
özgürlüğüne sahiptir. Bu hak, tek
başına veya topluca, açıkça veya
özel tarzda ibadet, öğretim, uygulama, örgütlenme ve ayin suretiyle
düşünce ve inançlarını açıklama
ve yayma özgürlüğü ile din veya
inanç değiştirme özgürlüğünü de
içerir.
• Kimse, ibadete, dini ayin ve törenlere katılmaya, dini inanç ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz;
dini inanç, pratik ve kanaatleri ile
içinde yer aldığı dini topluluktan
dolayı kınanamaz ve suçlanamaz.
• Herkes, kendi dini ve inancı
doğrultusunda eğitim alma ve verme, eğitim kurumları oluşturma
ve müfredatını belirleme hakkına
sahiptir. Bir dine ve inanca dayalı
eğitim ve öğretim ile din kültürü ve
ahlak öğretimi kişilerin kendi isteğine, küçüklerin de kanuni temsilcilerinin talebine bağlıdır.
• Tarafsızlık ilkesinin gereği olarak devlet kamu istihdamında dine,
inanca, mezhebe, kanaate ve felsefi
görüşe bağlı tercihleri ve pratikleri
nedeniyle hiç kimseye ayırımcılık
yapamaz. Bu güvence kamu hizmetlerinden yararlananlar için de
geçerlidir.
• Vicdani ret bütün vatandaşlar
için haktır. Kimse, dini ve felsefi
inanç ve tercihlerine aykırı kamu
hizmetlerine zorlanamaz. Vicdani
red hakkı kamu yükümlülüklerinde eşitlik ilkesine uygun olarak
52
STRATEJİK DÜŞÜNCE | HAZİRAN 2011
• Devletin temel görevinin bireylerin güvenliklerini sağlamak olduğu belirtilmelidir.
• Yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığının tesisi için öncelikle devletin
ideolojik tarafsızlığının sağlanması zorunludur.
• HSYK ve yüksek yargının oluşumu ile Anayasa Mahkemesi’nin
ve Sayıştay’ın görev ve yetkileri
konularında revizyonlar yapılmalıdır.
• Anayasa Mahkemesi’nin temel
görevinin siyaset üzerinde vesayet
müessesesi olarak çalışmak değil,
insan haklarının güvence altına
alınması olduğuna dair açık bir vurgu yapılmalı; anayasada verilenler
dışında başka yetki kullanamayacağı ifade edilmelidir. Üyelerinin
çeşitliliği sağlanmalı ve çoğunluğu
TBMM tarafından seçilmelidir.
• Türkiye’de askeri bürokrasinin
siyasi sistemdeki ağırlığının bir
sonucu olarak, Anayasaya dâhil
edilen Askeri Yargıtay ve AYİM
kaldırılmalıdır. Bu yenilik, askeri
bürokrasinin sahip olduğu güçlü
konumunu normale düşürmek için
önemli olduğu kadar, hukuk devletine uygun bir yargının tesisi açısından da vazgeçilmezdir.
3. Tam Demokrasi
• Uluslararası çalışmalarda Türkiye “yarı-demokrasi” ya da “kısmen
özgür” ülkeler arasında gösterilmektedir. Yeni anayasa bu tanımlamaya neden olan vesayetçi mantığı terk etmelidir.
• Egemenliğin halka ait olduğunu
vurgulanmalı, halk adına egemenliğin sadece yasama, yürütme ve
yargı tarafından kullanılabileceği
belirtilmelidir. Önerimiz:
“Egemenlik kayıtsız şartsız halkındır. Halk egemenliği, yasama, yürütme ve yargı organları eliyle ve
anayasanın koyduğu esaslara göre
kullanır.”
• Yeni anayasa mutlaka Türkiye
Silahlı Kuvvetleri’ni (TSK) vesayet tartışmalarının dışına çıkaracak
düzenlemelere yer vermelidir.
• Genelkurmay Başkanlığı, Milli
Savunma Bakanlığı’na bağlanmalıdır.
esas, merkezi yönetimin istisna
olduğu ilkesine yer verilmeli, merkeziyetçilik azaltılmalı ve yerel
yönetimler güçlendirilmelidir.
• Olağanüstü hal rejiminin geçici
bir tedbir olduğu; kararının siyasi
irade tarafından verilebileceği belirtilmeli; insan haklarına ilişkin
güvenceler güçlendirilmelidir.
• “Sıkıyönetim”, bir olağanüstü
yönetim modeli olmaktan çıkarılmalıdır.
• Siyasi partiler hakkında ayrıntılı düzenleme ve yasaklamaya yer
veren anlayış terk edilmelidir. Bu
çerçevede şu ifade yeterlidir:
• Milli Güvenlik Kurulu anayasal kurum olmaktan çıkarılmalı,
oluşumu ve çalışmalarında siyasi
iktidar tek belirleyici olmalıdır.
Genel Kurmay Başkanı dışında asker üyeye yer verilmemelidir. Dış
savunma haricindeki tüm güvenlik
birimleri İçişleri Bakanlığı’na bağlanmalıdır.
“Siyasi partiler, demokratik siyasi
hayatın vazgeçilmez unsurlarıdır.
Şiddeti teşvik etmemek, ırkçılığı
ve yabancı düşmanlığını savunmamak koşuluyla siyasi partilerin
her türlü faaliyetleri anayasanın
güvencesi altındadır.”
• Silahlı Kuvvetler bünyesinde
yüksek komuta kademesine yapılacak olan bütün atamalar siyasi
otorite tarafından gerçekleştirilmelidir.
• Siyasi parti kapatma kapatma
ya kaldırılmalı ya da en azından
zorlaştırılmalıdır. Partilerin siyaset yapmasını zorlaştıran yasaklar
kaldırılmalıdır.
• Genelkurmay Başkanı ve kuvvet komutanlarının Yüce Divan’da
yargılanmasından vazgeçilmelidir.
• Siyasi partilere hazineden yardım yapılmasından kesinlikle vazgeçilmelidir.
• Vicdani red hakkını tanımalı ve
vatan hizmetinin diğer kamu kurumlarında da yerine getirilebileceğine ilişkin açık hükümler ihtiva
etmelidir.
• Seçme/seçilme konusunda vatandaşlık ve 18 yaş dışındaki sınırlamalar kaldırılmalıdır.
• Devlet Denetleme Kurulu, YÖK,
RTÜK, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu ve Diyanet İşleri Başkanlığı gibi kurumlar anayasadan çıkarılmalıdır.
• Devrim Kanunlarına Yeni Anayasada yer verilmemelidir. Devletin ideolojik tarafsızlığı ilkesi
ile çelişen Atatürkçülük, Atatürk
milliyetçiliği ve Atatürk İlke ve
İnkılapları gibi ifadeler kullanılmamalıdır.
• Anayasada yerinden yönetimin
“Onsekiz yaşını doldurmuş her
vatandaş seçme, seçilme, siyasi partilere üye olma ve her türlü
siyasi faaliyette bulunma hakkına
sahiptir. Seçme ve seçilme hakkını
kullanma, vatandaşın işlediği ve
cezasını çektiği bir suç nedeniyle
sınırlandırılamaz.”
TBMM’de grubu bulunan siyasi
partilerin temsilcilerinden oluşur.
Üyelerden siyasi parti temsilcisi dışındakiler altı yıl için seçilirler. Yargıtay ve Danıştay’dan
belirlenecek üyeler Yargıtay ve
Danıştay’ın genel kurullarınca,
akademisyen üyeler ise TBMM tarafından seçilirler.
• YSK’nın kararlarına karşı Anayasa Mahkemesi’ne başvurulabilir.
4. Çoğulculuk ve Çok
Kültürlülük
• Yeni anayasada vatandaşlık etnik temele dayanmaksızın tanımlanmalı ve devletin hiçbir ayırım
gözetmeksizin herkese eşit davranacağı belirtilmelidir. Önerimiz:
• Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı, devlet ile bireyler arasındaki
hukuki bağı ifade eder.
• Vatandaşlar arasında etnik köken, dil, din, mezhep, cinsiyet,
ideolojik düşünce ve benzeri hiç
bir ayırım gözetilemez. Türkiye
Cumhuriyeti’nin bütün vatandaşları eşit haklara sahip onurlu birer
birey olarak vatandaşlık hakkından
yararlanırlar.
• Hiç kimse kendi rızası hilafına
vatandaşlık hakkından mahrum bırakılamaz.
Eğitimde anadilin kullanılmasına
ilişkin yasaklamalar kaldırılmalıdır. Önerimiz:
• YSK’nın oluşumu mutlaka çeşitlendirilmelidir. Şu tür bir yapı
önerilebilir:
“Herkes kültürel, bilimsel, dini
ve sanatsal faaliyetlerinde anadilini kullanma, anadilinde eğitim,
öğrenim ve kamu hizmeti görme
hakkına sahiptir. Resmi dilin öğrenilmesi ve öğretilmesi, bu hakkın kullanımına engel değildir. Bu
hakkın kullanımına ilişkin esaslar
kanunla düzenlenir.”
“Yüksek Seçim Kurulu üçü Yargıtay, ikisi Danıştay, üçü sosyal
bilimler alanında çalışan öğretim
üyesi olmak üzere sekiz üye ile
• Anayasaların bir toplumsal sözleşme olduğu esprisine uygun, kısa
ve öz ifadelerden oluşan ve temel
değerlere yer verilen bir Başlangıç
metni konabilir. Önerimiz:
“Biz Türkiye halkı;
Bütün insanların evrensel hak ve
özgürlüklere sahip olduğu inancını taşıyoruz. Tüm bireylerin hiçbir
ayrımcılığa maruz kalmaksızın eşit
olduğunu kabul ediyor ve bütün
farklılıkları kültürel bir zenginlik
olarak görüyoruz. Evrensel barış idealini paylaşıyor ve doğanın
dengesini korumayı bir insani sorumluluk sayıyoruz.
İnsan haklarını, hukukun üstünlüğünü, çoğulculuğu, özgürlüğü ve
eşitliği esas alan ve herkesin insan
onuruna yakışır bir şekilde yaşamasını hedefleyen demokratik bir
düzen kurmak istiyoruz. Bu anayasayı, birlikte yaşama irademizin
bir beratı olarak kabul ve teyit ediyoruz.”
• Anayasalarda hiçbir surette değiştirilemez hükümlere yer verilmemelidir.
• Yeni anayasayı mutlaka parlamento yapmalıdır. Ayrıca % 10
baraj uygulaması nedeniyle parlamento dışında kalmış siyasi partiler ve sivil toplum sürece dâhil
edilmelidir.
• Anayasa TBMM’de kabul edildikten sonra referanduma sunulmalıdır.
Hakyemez’in sunumunun ardından raporu hazırlayan SDE Yeni
Anayasa Çalışma Ekibi; Bekir
Berat Özipek, Levent Korkut,
Murat Yılmaz, Vahap Coşkun,
Yusuf Şevki Hakyemez ve Yusuf
Tekin katılımcıların sorularını
cevaplandırdılar. Kanal A’dan
canlı yayınlanan toplantıya basın
kuruluşları yoğun ilgi gösterirken,
Yeni Anayasa Raporu medyada,
bilim ve siyaset dünyasında geniş
yankı buldu.
Haber: Feyzan Ece ÇAPA
Foto: Yasemin KÜÇER
HAZİRAN 2011 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
53
kapılara açılan sınır tanımaz bir
değerlendirmeye tabi tutulmuş gibiydi.
Siyasette Din Kartı
Günümüzde siyaset dünyasının başarısı her zaman olduğu gibi gündelik dilin çeperlerini
kırmakla ancak mümkün olabilmektedir. Din istismarı ya da dini kavramları kullanmaya
yönelik ilgideki artış en başta siyaset dünyasının aktörleri tarafından tartışılmaktadır. Bu
yönelimin aslında toplumsal desteğe ulaşmak kadar toplumun gizil kodlarını çözmekle de
alakası olduğu kuşkuya mahal bırakmayacak bir şekilde rahatlıkla anlaşılabilmektedir.
Necdet SUBAŞI*
D
inin gündelik siyasetin
ilgi, kontrol ve yönlendirmesinden bağımsız bir
şekilde konumlandırılması gerektiği iddiası bir Cumhuriyet projesi olarak her zaman gündemde
kalmayı başardı. Bu iddia, dinin
siyasetin bir parçası olarak tahvilini açıkça tehlikeli bulmakta ve bir
şekilde, göz yumulabilecek basit
bir ihmalin bile, sonuçta toplumun
bilişsel güvenliğini riske atabileceği kaygısını sürekli canlı tutuyordu. Siyasetle din ve gündelik
hayat arasındaki iç içe geçmiş ağ
ve örüntüler dikkate alındığında,
54
STRATEJİK DÜŞÜNCE | HAZİRAN 2011
bir korku stratejisiyle şekillenen
bu durumun son tahlilde dinin kamusal temsilini esastan devre dışı
bırakmakla sonuçlanacağını kestirebilmek zor değildi.
Aslında dini siyaset dünyasından
arındırma çabasında içkin olan
ana tema onda var olan potansiyelin yeri geldiğinde esaslı bir güce
hatta daha çok karşı bir güce dönüştürülebilme ihtimaline duyulan
kesin inanç ve korkulardan kaynaklanmaktaydı. Bununla birlikte
süreç içinde temel bazı yönelimlerde görece farklılaşmalar olsa
bile baskın olan esas eğilimin dinle devlet arasındaki mesafeyi devlet lehine ayarlamakla yetindiğini
unutmamak gerekir. Öyle ki devlet bu durumun aksine bir hevese
sahip olmadığını hemen her vesileyle kanıtlamakta ısrarcı olmuştur. Böylece din yeri geldiğinde
kendisinden yararlanılabilecek bir
rezerv ya da manivela olmaktan
çok kendisine karşı sürekli bir hassasiyet geliştirilen kalıcı bir tehdit
olarak algılanmıştı. Din ve dini hayatla kurulan ilişki bir tür unutma
ve unutturmadan ihmal ve gözardı
etmeye kadar sonuçta her biri aynı
Din karşısındaki bu tavrın onu geleneksel bakiyenin yegâne meşrulaştırıcısı olarak görme konusunda
modern temayülden beslenmeye
fazlasıyla yatkın hatta açık olduğu
şüphe götürmezdi. Esasen irtica
kavramı üzerinden ilerleyen resmi
siyaset dilinde bile dini, saltanat
ve hilafetin olduğu kadar eski ve
arkaik değerlerin de taşıyıcı birer
rüknü olarak görmek moda olmuştu. Buna 19. yüzyıl siyaset dünyasının dinin miadının dolacağına
yönelik bilimsel kehanetleri de eklendiğinde mevcut durumun neden
bu denli sınır tanımaz müdahalelere geçit verdiğini anlamak daha da
kolaylaşmaktadır.
Bu bağlamda uzunca bir süreden
beri mesela üst düzeyde bir bürokratik kurum sıfatıyla din alanının
teçhiz ve tanzimine yönelik olarak
kurulan Diyanet İşleri Başkanlığı
hakkında bile ne devletin ne de
toplumun hâlâ tatminkâr bir kanaate sahip olduğunu söylemek
güçtür. Aslında bu durumu devletin yöneldiği yeni bir istikametin
hasılası olarak görmek gerekir.
Diyanet İşleri Başkanlığı yeni rejimin Osmanlı bakiyesinden devraldığı bir dini müktesebatın hallinde
mi kullanılacaktı yoksa bununla
din, yeni rejimin tasarrufunun bir
parçası olarak mı örgütlenecekti?
Ya da yepyeni bir konsept içinde
devlet, modern zamanların ürettiği
sosyo-kültürel zemine bağlı kalarak daha özgün harcıalem bir yapılanmayı mı devreye sokacaktı?
Her biri başka bir evhama, kuruntu ve korkuya işaret eden bu işaret
ve sorular gerçekte devletin hiç bir
şekilde netleştiremediği bir din algısından kaynaklanmaktaydı. Çünkü din bu soruların izi takip edildiğinde apaçık bir tehlike üretebilir,
toplumsal huzursuzlukları tetikleyebildiği gibi bu kaosu temellendirmede pekâlâ kuşatıcı bir dile
dönüşebilirdi. Bu bağlamda din,
verili muhalefetin köklü bir parçası olarak seferber edilebileceği
gibi mevcut durumun devlet lehine
haklılaştırılması noktasında iktidar
seçkinlerine güçlü bir argümanda
sağlayabilirdi. Her durumda din,
kendine başvuran iradenin söylem
ve tasavvurunu yer yer temellendiren yer yer de tahkim eden kritik
bir dile dönüşebilirdi.
Bugün de dinle siyaset arasındaki
ilişkilerin sınırları bu çerçeveye sadık kalınarak kurulmaktadır. Dinin
değişik anlamlar dünyası içinde
kullanıma açık hale getirilen gerçekliği gündelik dil dünyasında
istismar kavramıyla ilişkilendirilmektedir. Dini kendi politik tercih ve yönelimlerinin birer aracı
olarak kullananların bu tercihleri,
söz konusu dayanışma karşısında
çekincesi olanlar nezdinde bile her
zaman birer din istismarı olarak
kodlanmış ve değerlendirilmiştir.
Bu konudaki genellemelerin kolaycılığa kaçan yanları çok yerde
şaşırtıcı sayılabilecek çelişkileri
ifşa etmektedir. Bu bağlamda ibadetlerini öteden beri gündelik bir
dikkatle “eda edenler”in, siyaset
alanındaki duruşlarını bu tercihlerini örtbas etmeksizin sürdürebilmeleri neredeyse imkânsızdır.
Bugün siyasette aslolan dinin hiçbir şekilde görünür kılınmaması,
güçlü bir sese dönüşmemesi, hayatı kontrol altında tutma arzusu
duymamasıdır.
Bütün bu dikkat, tarassut ve tavassuta rağmen din, sosyologların
vurguladıklarını aratmayacak şekilde hayatın içinde ve gerçekliğin
tekmil bütün erkanında vaziyet
almaktadır. Zaman zaman değişip
farklılaşabilen etkisiyle din aslında
gündelik hayatın hemen her yerindedir ve Türkiye örneğinde bu
ağırlık her şeyden önce toplumun
bilişsel dünyasındaki ağırlığıyla
dikkat çekmektedir. Bugün hangi
zaviyeden bakılırsa bakılsın özellikle siyaset erbabının, din alanı
Dinin değişik anlamlar
dünyası içinde
kullanıma açık hale
getirilen gerçekliği
gündelik dil dünyasında
istismar kavramıyla
ilişkilendirilmektedir.
Dini kendi politik tercih
ve yönelimlerinin birer
aracı olarak kullananların
bu tercihleri, sözkonusu
dayanışma karşısında
çekincesi olanlar nezdinde
bile her zaman birer din
istismarı olarak kodlanmış
ve değerlendirilmiştir.
söz konusu olduğunda her zaman
bu dilin kıyısında dolaşmaya mecbur kalmasının nedenlerinden biri
belki de dinin mevcut ağırlığından
kaynaklanmaktadır. Siyasal lehçesi hangi yöne dönük olursa olsun
Türkiye siyasetinde hemen her
çıkışın dinsel bir sembolizmden
medet ummasının başka bir açıklaması yoktur. Laik, sosyal demokrat ya da milliyetçi tandansların İslami eğilimlerin ulaştığı toplumsal
platformlara erişmek ya da buraları
ele geçirme konusunda yer yer ürkek olsalar da sonuçta din dilinin
imkânlarından yararlanmaya çalıştıkları defalarca kanıtlanmıştır. Tarafların her birinin dini karşı taraf
için elverişli bir silaha dönüştürme
konusunda her zaman emsalsiz bir
HAZİRAN 2011 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
55
Laik, sosyal demokrat ya
da milliyetçi tandansların
İslami eğilimlerin
ulaştığı toplumsal
platformlara erişmek ya
da buraları ele geçirme
konusunda yer yer ürkek
olsalar da sonuçta din
dilinin imkânlarından
yararlanmaya çalıştıkları
defalarca kanıtlanmıştır.
Tarafların her birinin dini
karşı taraf için elverişli
bir silaha dönüştürme
konusunda her zaman
emsalsiz bir fırsat arayışı
içinde olduğu inkar
edilemez.
fırsat arayışı içinde olduğu inkar
edilemez. Dinin kamusal hayatı
terketmeye zorlandığı bir düzlemde belli başlı aktörlerin bütün bu
siyaset müfredatını dinsel söylemlerle biçimlendirme arzusu aslında
dinin toplumsal gerçeklik içindeki
ağırlığıyla yakından ilgilidir.
Politik tasavvurata sahip olanlar,
dinin toplumsal desteğin önünü
açmada ne denli yetkin bir araç
olduğunun her zaman farkında olmuştur. Gündelik dilin hemen her
tarafına sızan din bir şekilde toplumsal müktesebatın ağırlığıyla
bütünleşmiştir. Günümüzde siyaset dünyasının başarısı her zaman
olduğu gibi gündelik dilin çeperlerini kırmakla ancak mümkün
olabilmektedir. Din istismarı ya da
dini kavramları kullanmaya yönelik ilgideki artış en başta siyaset
dünyasının aktörleri tarafından tartışılmaktadır. Bu yönelimin aslında
toplumsal desteğe ulaşmak kadar
toplumun gizil kodlarını çözmekle
de alakası olduğu kuşkuya mahal
bırakmayacak bir şekilde rahatlıkla anlaşılabilmektedir.
Bugün siyasette din kartı belli bir
duyarlılık içinde dinle temas halinde olanların dikkatini zorlayacak
bir şekilde, hayatlarının herhangi
bir döneminde dinle bir bağ kurmayı hiçbir vesileyle denememiş,
buna tenezzül etmemiş kişiler tarafından tedavüle sokulmuştur. Bu
durum Türkiye’de dinin neden hala
her düzeydeki insan için olmazsa
olmaz temel birleştiriciler arasında
en başta geldiği gerçeğinin bir kez
daha fark edilmesine izin vermektedir.
SDE Yönetim Kurulu Üyesi,
Yrd. Doç. Dr.*
DIŞ POLİTİKA
56
STRATEJİK DÜŞÜNCE | HAZİRAN 2011
HAZİRAN 2011 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
57
Obama’nın Filistin
Politikası: Bir İleri Bir Geri
İslam dünyası ile Batıyla arasındaki ilişkileri geren ve karşıtlığı besleyen en önemli konu
Filistin sorununun çözülememesidir. Holokost’un, batı Hıristiyan dünyasında yarattığı
vicdan azabının bir sonucu olan ve Siyonist lobilerce inanılmaz derecede sömürülen “Yahudi
mağduriyeti”, Batının ve ABD’nin tüm liderleri, partileri ve hükümetlerinin İsrail’e yönelik
şartsız desteğini sağlamak için bir siyasi baskı aracı olarak kullanılmaktadır.
Birol AKGÜN*
2
008
yılında
Obama
Amerika’nın yeni başkanı
olarak seçildiğinde, Bush
döneminin sekiz yıllık savaşçı ve
çatışmacı söylem ve politikalarından bıkan Amerikan halkı özellile
dış politkada yeni bir sayfa açılmasını ve yeni bir başlangıç yapılmasını bekliyordu. Zira Afganistan ve
Irak savaşlarının Amerikan bütçesi
üzerindeki ağır maliyeti, ekonomiyi giderek zor duruma düşürmeye
başlamıştı.
Obama’nın seçilmesinden memnun olanlar yalnızca Amerikalılar
58
STRATEJİK DÜŞÜNCE | HAZİRAN 2011
değildi. Avrupa ülkeleri, Çin ve
hatta İran bile iyimser bir beklenti
içindeydi. Kendisi Müslüman değilse bile, Afrika kökenli bir babanın oğlu olarak ve üstelik ikinci
ismi Hüseyin olan bir zenci liderin
işbaşına gelmesi İslam dünyasında
da ciddi bir heyecan uyandırmıştı.
Filistinliler de Ortadoğu’nun en
mağdur halkı olarak büyük beklenti içine girmişlerdi. Zira yeni
başkanın rengi de, duruşu da, söylemi de farklıydı. Üstelik İsrail’in
Gazze’ye yönelik başlattığı kanlı
operasyonlar, Obama’nın Bush’tan
Başkanlık görevini devraldığı gün
durdurularak, yeni başkana sözde
jest de yapılmıştı.
Ancak izleyen aylarda ve yıllarda Filistin halkının lehine olacak
ciddi hiç bir ilerleme sağlanamadı.
Tek başarı Obama’nın Ortadoğu
özel temsilcisi George Mitchell’in
de gayretleriyle, tıkanmış olan
barış görüşmelerinin yeniden başlatılması için tarafların bir araya
getirilmesi oldu. 2009’da başlayan
yeni barış görüşmelerine ABD ve
İsrail’in karşı çıkması nedeniyle
Gazze’nin resmi ve fiili yönetimini
elinde bulunduran Hamas yetkili-
leri çağrılmadı. Yalnızca, İsrail’i
tanıdığını ilan eden Batı Şeria’daki
Mahmut Abbas yönetimi görüşmelere davet edildi. Daha sonra
Wikileaks belgelerine de yansıdığı gibi, bu görüşmelerde Abbas
yönetimi ABD’nin de baskısıyla
Filistin davasında ihanet kabul edilebilecek (mültecilerin geri dönüş
hakkı gibi) konularda bile taviz
vermeye hazır olduğunu açıklamasına rağmen görüşmeler bir kez
daha akamete uğradı. Zira İsrail
hükümetinin fundemantalist Dişişleri Bakanı Liberman ve aşırı sağcı
Başbakanı Netanyahu için Filistin
sorunu uzlaşmayla değil, güç ve
şiddet yoluyla çözülmeliydi ve zaman kendi lehlerine işliyordu.
Dışişleri Bakanı Liberman Doğu
Kudüs’teki Arapların sürgün edilmesini ve Batı Şeria ve Gazze’nin
de gerekirse atom bombası kullanılarak müslümanlardan tamamen
temizlenmesi gerektiğini iddia ediyordu. Türkiye ile İsrail arasındaki ilişkileri de derinden etkileyen,
İsrail’in komşularına ve Filistinlilere yönelik şiddet politikası son
altmış yılda hep İsrail’in lehine
işlemişti. Ortadoğu’da ve küresel
sistemdeki stratejik güç dengelerinde ciddi bir değişiklik olmadan
ABD’nin mutlak desteğini ardına alan İsrail’in Filistin sorununu müzakereler yoluyla masada
çözmesini beklemek gerçekçi bir
yaklaşım değildir. Bununla birlikte son altı ayda Ortadoğu’daki
gelişmeler ve küresel sistemdeki
ekonomi-politik güç dağılımında
ABD aleyhine değişen dengeler,
Filistin sorunu konusunda ABD’yi
İsrail’e rağmen pozisyon değiştirmeye zorlamamaktadır.
Değişen Ortadoğu
Jeopolitiğinde İsrail
Adaletli davranmak gerekirse, Başkan Obama’nın işbaşına gelmesinden hemen sonra dış politikada yürürlüğe koyduğu reset, yani dünya
ile ilişkilerin yeniden tanımlanma-
sı, politikası İslam dünyasıyla Bush
döneminde gerilen siyasi ilişkilerin de restore edilmesini içeriyordu. Örneğin bu çerçevede Obama,
görevi devralmasının 75. gününde
Ankara’ya kritik bir ziyaret gerçekleştirdi. Müslüman toplumlarda
artan Amerikan karşıtlığını kırmak
için de Kahire Üniversitesi’ne giderek uzun bir konuşma yapmıştı.
Amerikanın İslam dünyasındaki
imajını değiştirmek isteyen Obama «Amerika İslamla savaşmıyor,
terörle savaşıyor» mesajı verdi ve
devam etti : “Kahire’ye Amerika
Birleşik Devletleri ile tüm dünyadaki Müslümanlar arasında yeni
bir başlangıç arayışı içinde geldim. Bu başlangıç, ortak çıkarlar
ve saygı temeline dayanmaktadır.
Amerika ile İslam dünyası birbirinden ayrı değildir ve bir yarış
içinde olmalarına da gerek yoktur.
Bunun yerine, ortak ilkeleri paylaşmaktadırlar. Bu ilkeler, adalet
ve ilerlemenin yanı sıra tüm insanlığın sahip olduğu hoşgörü ve
haysiyettir.”
İslam toplumlarında özellikle
Arap halkları nezdinde Filistin sorununa bakışı ve İsrail hakkındaki
algılamaları iyi bilen Obama aynı
konuşmasında Filistin-İsrail sorununa da değinmişti. Obama bu
çerçevede öncelikle “Amerika ile
İsrail arasındaki bağların koparılamayacağını vurguladıktan sonra,
“Filistin halkının kendi topraklarının arayışında çektikleri acıların
artık bir son bulması gerektiğini”
ve “Nasıl ki İsrail’in varlığı reddedilemezse, Filistin’in varlığına
da karşı çıkılamaz. İsrailliler bunu
kabul etmelidirler. Amerika Birleşik Devletleri, İsrail yerleşimlerinin yapımına devam edilmesinin
meşru olduğu fikrini kabul edemez.
Bu inşaatlar önceki anlaşmaların ihlalidir ve barış çabalarını
zedelemektedir”dedi.1
Ancak belirtmek gerekirse aşağıda
değinileceği üzere, Obama yönetimi hiçbir zaman 1967 toprakları
Obama yönetimi hiçbir
zaman 1967 toprakları
temelinde bir Filistin
devleti kurulması
konusunda destek beyan
etmedi. Peki ne oldu da
şimdi Mayıs 2011’de
Obama yönetimi iki
devletli çözümü savunur
hale geldi? Öncelikle
belirtmek gerekirse,
Obama yönetimi 2008’de
başlayan küresel mali
krizin küresel jeopolitik
dengeler üzerindeki
etkisini ancak şimdi
doğru ve gerçekçi biçimde
okumaya başladı.
temelinde bir Filistin devleti kurulması konusunda destek beyan
etmedi. Peki ne oldu da şimdi
Mayıs 2011’de Obama yönetimi
iki devletli çözümü savunur hale
geldi? Öncelikle belirtmek gerekirse, Obama yönetimi 2008’de
başlayan küresel mali krizin küresel jeopolitik dengeler üzerindeki
etkisini ancak şimdi doğru ve gerçekçi biçimde okumaya başladı.
G-20 toplantıları, IMF ve Dünya
Bankası’ndaki reformlar; Çin, Hindistan, Brezilya ve hatta Türkiye
gibi yükselen güçler uluslararası
politikada giderek daha etkin hale
geldiler. ABD’nin küresel politikaları belirlemedeki tekeli kırılmaya
başladı. Sonuç almak için bölgesel
ittifaklara ve desteğe ihtiyacı var.
ABD, 21. yüzyılda da tekel konumunu değilse bile, uluslararası
sistemde öncü-oyun kurucu rolünü sürdürebilmesi için, enerji ve
HAZİRAN 2011 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
59
celenmektedir. Burada bugün için
yeni olan şey, ABD’nin küresel
düzlemde yavaş yavaş güç kaybettiğini fark eden bazı realist politikacı ve akamisyenlerin ABD’nin
İsrail’e verdiği kayıtsız şartsız desteğin rasyonalitesini sorgulamaya başlamasıdır. Mearsheimer ve
Walt tarafından yazılan The Israel
Lobby çalışmasının bu anlamda
önemli bir dönüm noktası olduğu
söylenebilir.
Ortadoğu’da ve küresel
sistemdeki stratejik
güç dengelerinde ciddi
bir değişiklik olmadan
ABD’nin mutlak desteğini
ardına alan İsrail’in
Filistin sorununu
müzakereler yoluyla
masada çözmesini
beklemek gerçekçi
bir yaklaşım değildir.
Bununla birlikte son
altı ayda Ortadoğu’daki
gelişmeler ve küresel
sistemdeki ekonomi-politik
güç dağılımında ABD
aleyhine değişen dengeler,
Filistin sorunu konusunda
ABD’yi İsrail’e rağmen
pozisyon değiştirmeye
zorlamamaktadır.
nüfus dinamikleri bakımından son
derece stratejik öneme sahip olan
Ortadoğu’daki Müslüman halklarının kalbini ve aklını kazanmak
zorunda hissediyor.
Üstelik Mısır ve Tunus gibi ülkelerde başlayan ve Suriye, Yemen
ve Bahreyn’i de derinden sarsan
güçlü değişim ve demokrasi dalgası Ortadoğu’daki 60 yıllık siyasi dengeleri de yeniden tanımlayacaktır. Bu çerçevede özellikle
İsrail-Filistin sorunu konusunda
anahtar rolü oynayan Mısır’daki
rejim değişikliği şimdiden sonuç
vermeye başlamıştır. Mısır dış
politikasını yeniden tanımlamaktadır ve Arap dünyasının bölgesel
liderliğini yeniden kazanmak istemektedir. Bu çerçevede ABD ve
İsrail’e rağmen İran ile diplomatik
ilişkilerini yeniden kurmaktadır.
Ayrıca Mısır’dan Gazze’ye geçişi
60
STRATEJİK DÜŞÜNCE | HAZİRAN 2011
sağlayan Refah sınır kapısını açmıştır ve daha da önemlisi Türkiye
ile birlikte Filistin’deki bölünmüş
grupların birleştirilmesinde
(4
Mayıs antlaşması) önemli bir rol
üstlenmiştir. Henüz demokratik bir
hükümet işbaşında değilken Mısır
dış politikasında gözlenen bu değişim özellikle İsrail’i huzursuz
etmektedir.
Ayrıca belirtmek gerekir ki, dünya
kamuoyu da 1967 işgali öncesindeki sınırlar temelinde bağımsız bir
Filistin devletinin kurulmasını hiçbir zaman olmadığı kadar desteklemeye hazır olduğunu göstermiştir.
Yılbaşından bu yana başta Latin
Amerikan ülkeleri olmak üzere
pek çok ülke Filistin’in bağımsızlığını şimdiden tanımaya başlamış-
lardır. Esasen el-Fetih ve Hamas’ı
bir araya getiren şey, Kudüs’ün
başkent olduğu, tarihi Filistin topraklarının tamamını kapsayan Filistin devletinin 2011 Eylül ayında
yapılacak olan Birleşmiş Milletler
Genel Kurul toplantıları sırasında
ilan edileceği beklentisidir. İsrail’i
rahatsız eden ve ABD’yi bu konuda yeni bir pozisyon belirlemeye
iten şey, uluslararası kamuoyuyla
ve özellikle de İslam dünyası ile
Filistin sorunu üzerinden yeniden
karşı karşıya gelme riskini göze
alamamasıdır.
Amerika’nın Yeni Filistin
Pozisyonu
Gerçekten de İslam dünyası ile
ABD arasındaki ilişkileri geren,
Batıyla İslam halkları arasındaki karşıtlığı besleyen en önemli
konu Filistin sorununun çözülememesidir. Almanların yarattığı
Holokost’un, batı Hıristiyan dünyasında yarattığı vicdan azabının
bir sonucu olan ve Siyonist lobilerce inanılmaz derecede sömürülen “Yahudi mağduriyeti”, Batının
ve ABD’nin tüm liderleri, partileri
ve hükümetlerinin İsrail’e yönelik şartsız desteğini sağlamak için
bir siyasi baskı aracı olarak kullanılmaktadır. Özellikle Amerikan
kongresi Pat Buchanan’ın bir zamanlar dediği gibi adeta “İsrail’in
işgal altında tuttuğu topraklar” gibidir. Amerikan çıkarları ve İsrail
çıkarları çatıştığında dahi Musevi
Lobilerinin çıkarları her zaman ön-
Gerçekten de artık Filistin halkının
haklarını hiçe sayan ve tek yanlı
olarak İsrail’e endekslenen Amerikan dış politikasının sürdürülemeyeceği ortadadır. Bu gerçeği fark
eden Obama yönetimi uzun süredir üzerinde çalıştığı yeni Filisitin
politikasının temel parametrelerini 19 Mayıs günü açıkladı. Arap
Baharının başlamasının altıncı
ayında yapılan bu konuşma zamanlama olarak geç kalmış; Arap
dünyasındaki değişime yönelik
Amerikan desteğini ifade etmede
oldukça çekingen ifadelerle doludur. İsrail-Filistin sorunu konusundaysa ABD’nin bölgeki kayıtsız
şartsız İsrail yanlısı politikasından
vazgeçmeye henüz hazır olmadığını gösteren, ancak dış politikasını
bölgede yeniden şekillenen reelpolitik güç dengeleriyle uyumlaştırmaya çalışan bir Amerikan yaklaşımı olarak okunabilir.
Bin Ladin’in öldürülmesinden kısa
bir zaman sonra yapılan bu açıklamada, ABD Başkanı Obama’nın
konuşmasında
dikkati
çeken
en stratejik cümlelerin başında,
“ABD’nin geleceğinin ekonomik, güvenlik ve tarihi nedenlerle
Ortadoğu’ya bağlı olduğu” ifadesidir. Devrimci demokratikleşme
sürecinin yaşandığı bir dönemde
yeniden şekillenen Ortadoğu’nun
küresel rekabette oynadığı stratejik
rolü en iyi kavrayanların başında
ABD geliyor. Bu anlamda Başkan
Obama, Arap dünyasındaki gelişmelerden sonra İslam dünyasıyla
diplomaside yeni bir sayfa açtıkla-
ABD, 21. yüzyılda da
tekel konumunu değilse
bile, uluslararası sistemde
öncü-oyun kurucu rolünü
sürdürebilmesi için, enerji
ve nüfus dinamikleri
bakımından son derece
stratejik öneme sahip olan
Ortadoğu’daki Müslüman
halklarının kalbini ve
aklını kazanmak zorunda
hissediyor.
rının altını çiziyor.
Somut siyasi konularda ise,
Obama’nın yeni vizyonu bölge halkının beklentileri açısından oldukça sınırlı kalıyor. Özetle Obama
ABD’nin Arap dünyasındaki değişim sürecinde olaylara müdahale
etmeyeceğini, ama demokratik dönüşümü sürecine destek vereceğini
söylüyor. Bu çerçevede, Mısır ve
Tunus’a yönelik ekonomik yardım, ucuz kredi imkanları ve yatırım teşvik desteği sağlayacağını
vurguluyor. Henüz rejimlerin devrilmediği Suriye ve Bahreyn yönetimlerine yönelik ise, değişimin
barış ve diyalog içinde gerçekleştirilmesi konusunda uyarılarda bulunuyor. Suriye lideri Esad’a, “ya
demokratik reformlara öncülük et,
ya da çekil” çağrısı yapıyor.
Konumuz bakımından önemli olan
İsrail-Filistin barışının geleceği
için ise Obama “1967 sınırları temelinde” iki devletli bir çözüme
yönelik yeni bir yol haritası açıkladı. Başkan Obama’nın tarihi konuşmasının en çok ses getiren kısmı
da şüphesiz Filistin konusundaki
yeni yaklaşımı oldu. Bir Amerikan
başkanı son kırk yılda ilk kez 1967
sınırları esas alınarak bağımsız bir
Filistin devleti kurulmasını müzakere temeli olarak kabul ettiğini
açıklıyordu. Bu anlamda İsrail’in
kendi güvenliği açısından sakıncaHAZİRAN 2011 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
61
üst organı olan AIPAC’ta yaptığı
konuşmada 1967 sınırlarından bile
geri adım atmış; kelimenin gerçek anlamıyla 1967 öncesi sınırlarını kast etmediğini belirtmiştir.
Toplantıya katılan Metanyahu da
Obama’nın açıklamalarından “tatmin” olduğunu açıklamıştır.
Obama, her şeye
rağmen ABD’nin
kayıtsız şartsız İsrail’e
destek politikasını da
sürdürmektedir. Örneğin
Filistin topraklarının
iki parçasından birini
oluşturan Gazze’de
yönetimi elinde
bulunduran ve üstelik
seçimle işbaşına gelmiş
Hamas destekli meşru
Filistin yönetimini hala
terör örgütü olarak
gördüğünü ve tanımadığını
açıklamaktadır. Eğer
Obama radikal bir çözüm
önerisi getirecekse, her
şeyden önce Filistinlilerin
reel-politikteki
temsilcilerini olduğu gibi
kabul etmesi gerekir.
Sonuç
ABD gerek küresel güç dengelerindeki değişiklikler, gerek
Ortadoğu’daki radikal dönüşümler, gerekse dünya kamuoyunun ve
insanlık vicdanının hiç bir zaman
olmadığı kadar Filistin sorununa
duyarlı hale gelmesi karşısında,
Filistin’e İsrail gözüyle bakan geleneksel yaklaşımını revize etmek
zorunda kalmıştır. Ancak belirtmek
gerekir ki, yeni ABD yaklaşımı ne
Ortadoğu’nun demokratikleşmesi
konusunda, ne de Filistin konusunda yepyeni bir sayfa açabilecek
öğeler içermemektedir. Özellikle
2011 Eylül’ünde bağımsızlığını
ilan etmeye hazırlanan ve ABD dışında tüm dünyanın tanımaya hazır
olduğunu ilan ettiği yeni Filistin
devleti için Obama’nın açıklama-
lı gördüğü ve şiddetle karşı çıktığı
bir projeye evet demesi anlamında
elbetteki önemli bir pozisyon değişikliği olarak görülebilir.
Bununla birlikte ABD’nin bu yeni
yaklaşımını İsrail-Filistin sorununun çözümü konusunda stratejik
dengeleri değiştirebilecek yeni bir
hamle olarak görmek yanlıştır.
Obama bu açıklamayı Mübarek’in
iş başında olduğu bir dönemde
yapmış olsaydı, oyunun tüm kurallarını değiştiren bir siyasi hamle ve cesaret verici bir diplomatik
inisiyatif olarak kabul edilebilirdi.
Ancak Ortadoğu’daki yarım asırlık otoriter rejimlerin arka arkasına
sarsıldığı, Mısır’ın Gazze konusunda ablukayı kaldırdığı, Türkiye’nin
ve Avrupa Birliğini’nin bağımsız
Filistin konusunda tüm dünyaya
çağrılar yaptığı, Latin Amerika
ülkelerinin bir biri ardına Filistin
62
STRATEJİK DÜŞÜNCE | HAZİRAN 2011
devletini tanıdığını açıkladığı bir
konjonktürde Obama’nın yeni Filistin açılımı ciddi hiçbir anlamı
olmayan, “geç kalmış” bir siyasi
adım olarak görülmektedir.
Ayrıca Obama, her şeye rağmen
ABD’nin kayıtsız şartsız İsrail’e
destek politikasını da sürdürmektedir. Örneğin Filistin topraklarının iki parçasından birini oluşturan
Gazze’de yönetimi elinde bulunduran ve üstelik seçimle işbaşına
gelmiş Hamas destekli meşru Filistin yönetimini hala terör örgütü
olarak gördüğünü ve tanımadığını
açıklamaktadır. Eğer Obama radikal bir çözüm önerisi getirecekse,
sı, küresel siyasi trendlerle ters
düşmek istemeyen ABD için olsa
olsa ancak bir siyasi taktik olarak
değerlendirilebilir. Bu çerçevede
bir siyasi lider olarak Obama 2012
başkanlık seçimlerine hazırlanırken, kongredeki muhazafazakar
çoğunluğu ve İsrail’deki aşırı sağcı hükümeti ve onların ABD’deki
uzantılarını karşısına almadan, Fi-
Dışişleri Bakanı Liberman
Doğu Kudüs’teki
Arapların sürgün
edilmesini ve Batı Şeria
ve Gazze’nin de gerekirse
atom bombası kullanılarak
listin konusunda ABD dış politika-
müslümanlardan tamamen
sına ince bir ayar yapmıştır. Oysa
temizlenmesi gerektiğini
bölgedeki dönüşüm İsrail için de
komşularıyla ilişkilerini yeniden
iddia ediyordu. Türkiye ile
tanımlamak adına tarihi bir fırsat
İsrail arasındaki ilişkileri
sunmaktadır ve ABD elindeki ikna
gücünü Arap-İsrail ilişkilerini normalleştirmek için kullanabilirdi.
Obama gibi oldukça ihtiyatlı ve zaman zaman da içerideki güç odaklarına karşı kararsızlık sergileyen
bir liderden de bundan öte ciddi bir
de derinden etkileyen,
İsrail’in komşularına
ve Filistinlilere yönelik
şiddet politikası son altmış
radikal adım beklenemezdi.
yılda hep İsrail’in lehine
SDE Uluslararası İlişkiler Programı
işlemişti.
Koordinatörü, Prof. Dr.*
her şeyden önce Filistinlilerin reelpolitikteki temsilcilerini olduğu
gibi kabul etmesi gerekir. Ayrıca,
İsrail’in Filistin topraklarını zorla
boşaltarak yeni yerleşimciler için
binlerce konut inşa etme politikasına dur demelidir. Netanyahu hükümeti Obama’nın açıklamasından
bir gün önce 1500 konutluk yeni
bir inşaat projesine onay vermiştir.
Dolayısıyla, Filistin devleti kurulabilir demek ve bunun için toprak takası önermek çok da ikna edici bir
öneri olarak alınmamaktadır. Kaldı
ki, Obama tarihi konuşmasından iki
gün sonra Washington’da toplanan
ve Amerikan Musevi Lobilerinin
HAZİRAN 2011 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
63
re ve saldırılara mecali var mı?
Tabi Neocon’lar Obama’ya “Bin
Ladin’i yok eden adam” payesini
yedirirlerse!
Bin Ladin Sonrası
Obama’nın Ortadoğu Planı
Tunus ve Mısır’la başlayan Kuzey Afrika ve Ortadoğu’ya yayılan ‘Arap Baharı’ olarak
tanımlanan halk hareketleri, despot ve baskıcı rejimlere yönelik isyanları, hak taleplerini,
reform ve demokrasi isteklerinin artık bölgede yepyeni dinamikleri harekete geçirdiğini,
değişimin inkâr edilemeyeceğini ve önlenemeyeceğini Obama dâhil herkesin kabul ettiği
anlaşılıyor.
Obama merakla beklenen Ortadoğu konuşmasını yapmadan önce
yukarıdaki analizi yapmıştım. Bin
Ladin’in öldürüldüğünün ilânı
ABD’nin bölge politikaları için
önemli bir kırılma noktasını gösteriyordu. “ABD’nin yaklaşımı
değişmezse Araplar uzaklaşabilir” diyen Obama, “ABD’nin
geleceğinin Ortadoğu ve Kuzey
Afrika’ya kader, ekonomi, güvenlik ve tarihsel anlamda bağlı
olduğunu” kaydetti. Yıllarca bölgede çıkarları için diktatörleri ve
despot rejimleri destekleyen ABD,
bölge halklarının umutlarına, talep ettikleri evrensel haklara ve
demokrasi isteklerine kulaklarını
tıkamıştır. Bölge insanlarını insan
yerine koymayan her türlü baskı
ve şiddet kullanımına göz yummuş, kendisi de menfaatleri öyle
gerektirdiğinde bu zulümleri bizzat uygulamaktan geri durmamıştır. Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da
böyle bir ‘statüko’ kurulmuş ve
yıllarca devam edegelmişti. Afganistan ve Irak işgali ile başlayan
süreç bu statükoyu bölgede savaş,
işgal, şiddet, işkence ve korku
ile yaratılan bölgesel sıkıyönetimle sürdürme politikası olmuştur. Bölgede dip yapan Amerika
imajı, tek tek kaybedilen ülkeler,
halklar, kamuoyu ve müttefikler,
global krizle gücünü kaybeden
Amerikan ekonomisi...
İşte bu ortamda Obama yönetimi
11 Eylül stratejisini bitiren bir miladı “Bin Ladin’in ölümü” vesilesiyle elde etmiş oldu.
Obama başkan seçildikten 2,5 yıl
sonra başlangıçta Kahire konuşmasında bölgeye yönelik taahhütlerine bağlı olduğunu söyleyerek
“Ortadoğu Planı”nı açıklayabilmiştir.
Bölge insanlarına karşı baskı ve
şiddet kullanımına karşı olduklarını ifade eden Obama; bölgede
“statükocu yaklaşımın” sürdürülebilir olmadığını, “değişimin
inkâr edilemeyeceğini”, bölgede
son 6 ayda meydana gelen gelişmelerin; olayları farklı gösterme-
Bölge statükolarının
yıkılacağını, diktatörlerin
devrileceğini, baskı
ve şiddetin biteceğini,
temel insan hak ve
özgürlüklerinin adım
adım elde edileceğini
hep birlikte göreceğiz.
Ortadoğu’da ve Afrika’da
yaşayanlar batıda
yaşayanlardan ‘daha az
insan’ değiller. Onlar da
tam insan. Artık yeni bir
nesil, yeni bir Ortadoğu
ve ‘yeni bir dünya’yı
kabullenmeliyiz.
ye çalışmanın ve baskıların artık
işe yaramayacağını gösterdiğini,
Aydın BOLAT*
B
in Ladin’in ‘ölüm ilanı’
Başkan Obama’nın ağzından dünyaya açıklandığına göre peki şimdi Afganistan’da
ve bölgede neler değişecek? Neler
olacak?
Bin Ladin ve El-Kaide efsanesi
üzerine inşa edilen ABD kaynaklı uluslararası terörizmin “İslami Terör” söylemi Afganistan,
Irak, Pakistan işgallerinden başka bütün İslam dünyasını, bütün
Müslüman halkları ateşe atan bir
süreci tetiklemiş adeta ‘global
bir sıkıyönetim’ ilan edilmişti.
Başkan Bush ve onun evangelist
Neocon takımının “haçlı seferine”
benzettikleri stratejik, ideolojik
ve psikolojik asimetrik harekât 10
64
STRATEJİK DÜŞÜNCE | HAZİRAN 2011
yıldır bölgeyi cehenneme çevirdi.
‘Kitlelerin katili’ olarak nitelenen Bin Ladin’in sebep olduğu
söylenen eylemlerde ölen insanların toplamı ABD’nin bir operasyonda öldürdüklerinden çok daha
azdır. Sadece Afganistan, Irak ve
Pakistan’da ölen, sakat kalan, sakat doğan ve tecavüze uğrayanların sayısı milyonları çoktan aştı.
Bin Ladin öldüğüne(!) göre
oyun bitti. Türkiye, Pakistan ve
ABD’nin Ankara’da yaptıkları bir görüşmede Bin Ladin’in
ölüm ilanı onaylandı. Gergin
olan Pakistan-ABD ilişkileri,
Obama’nın “Ladin öldü işimiz
bitti çekiliyoruz” söyleminden
sonra rahatlayabilir. ABD: ‘göre-
vimizi tamamladık, onurumuzla çekiliyoruz’ diyecek. Pakistan
‘işgal sona eriyor ABD gidiyor’
diyecek. Türkiye’de bölgede ‘barış için şartlar şimdi daha olumlu’
diyebilecek. Yani herkesin işine
gelen bir durum.
Obama başkan seçildiğinde,
İslâm dünyasına Ankara’dan,
Kahire’den verdiği barış mesajını
artık daha rahat verecek. Diktatörlere karşı isyanlarla çalkalanan
Arap dünyasına ABD ‘barışçı’
yeni argümanlarla imaj tazeleyebilir. Belki Filistin devletinin
kurulması ve İsrail-Filistin barışı
bunun ilk adımı olabilir. Zaten
global ekonomik krizle gücü iyice azalan ABD’nin yeni işgalleHAZİRAN 2011 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
65
W. Bush ve Neocon’lara
göre Obama’nın
Somut siyasi konularda
Obama özetle şu mesajları
verdi:
vizyonunu elbette ayırmak
-
İsrail’e: 1967 sınırlarına dön
ve barış.
gerekiyor. Ancak küresel
-
Esad üzerinden Ortadoğu liderlerine: “Ya demokrasiye
geçişe liderlik edin ya da yoldan çekilin.”
-
Arap isyanı için: Olaylara
müdahale etmeyeceğini; ama
bölgede reformları ve demokrasiye doğru geçişi destekleyeceğini söyledi.
şartlar öyle değişti ki ‘kötü
polis’ten sonra ‘iyi polis’in
de yapabileceği fazla
bir şey yok. ABD’nin;
‘sopa’ politikasından
sonra Obama ile ‘havuç’
politikasıyla bölgedeki
çıkarlarını devam
ettirmenin bir fırsatını
yaratmak için gayret
ettiğini, güven ve zaman
kazanmak istediğini
söyleyebiliriz.
bölge ülkelerine gerekli reformları yapma riskini göze almaları
halinde ABD’nin tam destek vereceğini bildirmiştir.
17 Mayıs’ta ABD Büyükelçisi
Ricciardone vasıtasıyla Başbakan
Erdoğan’ın görüşlerini aldıktan
sonra 19 Mayıs’ta Obama’nın
‘Ortadoğu Planı’nı açıklamasına ayrıca bir not düşmek gerekiyor. Bölgedeki gelişmeler üzerinde ‘Türkiye’nin vicdanını’
Obama’nın çok önemsediği biliniyor. Başkan Obama’nın açıklamalarını genelde olumlu bulan
Cumhurbaşkanı Gül de Türkiye
- ABD ilişkileri konusunda “son
dönemde, iki ülke arasındaki
istişarelerin belki de en üst düzeye ulaştığını” belirtti.
66
STRATEJİK DÜŞÜNCE | HAZİRAN 2011
-
Ekonomik paket: Tunus ve
Mısır öncelikli olmak üzere
bölgeye yönelik 1950’lerde
Avrupa’ya yapılan Marshall
planı benzeri bir ekonomik
yardım paketi açıkladı.
Libya,
Suriye,
Yemen,
Bahreyn’den ayrı ayrı söz
eden Obama’nın Suudi Arabistan, Ürdün ve Birleşik Arap
Emirlikleri’nden hiç söz etmemesi dikkat çekse de “kızım sana
söylüyorum gelinim sen anla...”
kabilinden herkes nasibi almış
olmalı.
‘Obama’nın Ortadoğu Planı’
olarak nitelendirilen açıklamaları; yeni reel politik konjonktüre
ABD’nin zorunlu kalarak uyumunu amaçlayan düzenlemeler
olarak görülebilir. W. Bush ve
Neocon’lara göre Obama’nın
vizyonunu elbette ayırmak gerekiyor. Ancak küresel şartlar öyle
değişti ki ‘kötü polis’ten sonra
‘iyi polis’in de yapabileceği fazla bir şey yok. ABD’nin; ‘sopa’
politikasından sonra Obama ile
‘havuç’ politikasıyla bölgedeki
çıkarlarını devam ettirmenin bir
fırsatını yaratmak için gayret ettiğini, güven ve zaman kazanmak
istediğini söyleyebiliriz. Obama
samimi olabilir, ancak ABD’nin
sadece Obama tarafından yönetilmediğini bilmeliyiz. Temsilciler Meclisi, Kongre, Pentagon,
Dışişleri, Neocon güç merkezleri, lobiler ve ‘derin Amerika’
gibi paralel yönetim odaklarını da hesaba katmak gerekiyor.
ABD’nin İsrail odaklı bölge politikasından kolayca kopmasının
mümkün olmadığını Obama’nın
‘1967 sınırlarına dön’ önerisini
İsrail Başbakanı Netenyahu’nun
‘kabul edilemez’ bularak soluğu
Washington’da almasından anlayabiliriz.
Tunus ve Mısır’la başlayan Kuzey Afrika ve Ortadoğu’ya yayılan ‘Arap Baharı’ olarak tanımlanan halk hareketleri, despot ve
baskıcı rejimlere yönelik isyanları, hak taleplerini, reform ve demokrasi isteklerinin artık bölgede yepyeni dinamikleri harekete
geçirdiğini, değişimin inkâr edilemeyeceğini ve önlenemeyeceğini Obama dâhil herkesin kabul
ettiği anlaşılıyor. Bölge statükolarının yıkılacağını, diktatörlerin
devrileceğini, baskı ve şiddetin
biteceğini, temel insan hak ve
özgürlüklerinin adım adım elde
edileceğini hep birlikte göreceğiz. Ortadoğu’da ve Afrika’da
yaşayanlar batıda yaşayanlardan
‘daha az insan’ değiller. Onlar
da tam insan. Artık yeni bir nesil,
yeni bir Ortadoğu ve ‘yeni bir
dünya’yı kabullenmeliyiz.
Obama’nın
Ortadoğu’daki Fırsat Anı
Obama’nın 19 Mayıs tarihli konuşması genel olarak ele alındığında, yönetime yakın
kaynakların ABD’nin Ortadoğu politikasını sıfırlayacağı ve yeniden inşa edeceğini (reset)
ileri sürmelerine rağmen, bölge halklarının hafızasından Amerika’nın diktatörlere olan
desteğine ilişkin anıları silmek için yeterli bir çaba değildi.
Tuba ÜNLÜ BİLGİÇ*
A
“Irak savaşı bize; bir rejimi zor
kullanarak değiştirmeye çalışmanın nasıl zor ve pahalıya mal olduğunu gösterdi.”
merika Birleşik Devletleri (ABD) Başkanı Barack
Obama’nın Kuzey Afrika
ve Ortadoğu’daki “Arap Baharı”
olarak adlandırılan halk ayaklanmaları ve müteakip siyasi gelişmeleri yorumlayan bir konuşma yapması uzun süredir bekleniyordu.
Ülke içerisindeki muhtelif gruplar
olayların başlangıcından beri Obama yönetimini kararsız ve tutarsız
bir politika izlemekle eleştirdiler.
Bu sebeple, Başkan’ın 19 Mayıs
günü yaptığı konuşma, “Obama
Doktrini”ni değilse bile vizyonunu oluşturmayı ve bölgeye yönelik
Amerikan politikasının en azından
kısa ve orta dönemli çerçevesini
çizmeyi amaçladı.
SDE Stratejik Planlama
Kurulu Başkanı*
Seçim kampanyası sırasında “değişim” sloganı ile sadece Amerika’da
‘Yeni bir dünya’da tüm insanlıkla birlikte barış içinde bir arada yaşamayı öğrenmeliyiz.
Obama’nın acı bir hatırlatması
ile noktalayalım:
değil dünyada da pekçok kişiyi
etkilemeyi başaran Obama’nın,
ABD’nin Ortadoğu politikasına
ne derece yenilik getirebildiğini
layıkıyla değerlendirebilmek için,
öncelikle konuşmayı Amerikan
dış politikasının genel çerçevesine
oturtmak faydalı olacaktır.
“Değişim Başkanı”
11 Eylül’den sonra, bölgede yaygın olan ve ABD karşıtı terörist
hareketlere zemin hazırladığı düşünülen Amerikan düşmanlığının
sebepleri arandığında iki temel
gerekçe öne çıktı: ABD’nin İsrail’i
kayırdığı düşünülen Filistin politikası ile Amerikan destekli otokratların ve kleptokrasilerin halkta
yarattığı öfke ve hüsran. ABD
yönetimlerinin Filistin meselesinde İsrail’i küstürmeden bölge
ülkelerini memnun edecek, köklü bir adım atma olasılığı pek de
bulunmadığından, nisbeten kolay
görünen ikinci mesele üzerinde
yoğunlaşıldı. Otoriter yönetimlerin (özellikle müttefik ülkelerde,
tercihan denetimli bir şekilde)
demokrasiye devşirilmesi sadece
halkları sakinleştirmek ve radikalizmden uzaklaştırmakla kalmayacak, dolaylı olarak Amerikan
güvenliğine de katkı sağlayacaktı.
Üstelik bu stratejinin Amerikan
siyasi kültüründe de sağlam dayanakları vardı. ABD’nin demokrasi
ile insan hak ve özgürlükleri gibi
değerlerin dünyaya yayılmasını
sağlama misyonu olduğu fikri tarihsel olarak hem halk hem de elit
HAZİRAN 2011 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
67
getiremeyen Obama, bu değerli
fırsatı yeterince etkili bir şekilde
kullanamamıştı. Mısır’da olayların başlangıcından sonra uzun
süre Mübarek’i gözden çıkaramaması, Yemen ve Bahreyn’de göstericilerin maruz bırakıldığı şiddet
konusunda sessiz kalması, Libya
ile ilgili kararsız bir tutum sergilemesi, bölge halklarının Kahire
konuşması sonrasında kendisine
açtığı kredinin kalanının da silinmesine sebep oldu. Demokrasiyi
destekleme sözü veren Obama’nın
prensip olarak bütün ülkelerdeki
ayaklanmalara aynı şekilde sahip
çıkmaması, dost ve müttefik otokratları kayırıyor görünmesi hayal
kırıklığı yarattı.
Obama, İsrail tarafından
bir önceki başkan Bush’un
ABD’ni taahhüt altına
soktuğu pozisyondan geri
adım atmakla suçlandı.
Netanyahu konuşmanın
hemen ardından
yayınladığı açıklamada,
“savunulamaz” olarak
gördüğü hattı reddetti ve
Obama’dan 2004 yılında
İsrail’e verilen taahhütleri
teyit etmesini istedi.
nezdinde geniş desteğe sahipti.
1990’lar ve 2000’li yıllar boyunca bu fikir gerek Neoconlar gerek
liberal müdahaleciler tarafından
değişik sebeplerle desteklendi.
Bush yönetimi “demokrasi yayma
misyonunu” gerektiğinde güç kullanarak yerine getirmeye çalıştı.
Ancak “Irak’a demokrasi getirme
hareketi” sebep olduğu bütün insani yıkımın yanısıra ABD açısından
da hem maddi hem manevi yönden
olağanüstü “masraflı” oldu. Sadece
Cumhuriyetçilerin iktidarı kaybetmesine yol açmadı, ayrıca bölgede
ve dünyada Amerikan karşıtlığını
rekor düzeylere tırmandırarak onyıllardır özenle inşa edilen ve bu
kez tamir edilmeye çalışılan “müşfik ve yumuşak güç Amerika” imajının daha da kötüleşmesi sonucunu doğurdu.
Bu tecrübenin yarattığı hasarları
gidermek amacıyla -seçilen veyola çıkan Obama’nın ilk icraatı
bölge ülkelerine “yeni bir başlangıç” vaat ettiği Kahire’de El-Ezher
Üniversitesi’nde yaptığı konuşma
oldu. Ancak, bölge halklarının gönüllerini fethetmeye yönelik kamu
diplomasisinin adımlarından biri
olarak değerlendirilebilecek konuşmanın ardından “Değişim Başkanı” son iki yıldır dış politikada
önemli değişikliklere imza at(a)
madı ve söylemleri çoğunlukla retorik olarak kaldı. Bu sebeple, yeni
başkanın bugüne kadarki karnesi,
pek de çığır açıcı öğeler içermeyen
konuşmada sinyali verilen değişimlerin gerçekleşmesi hususuna
ihtiyati bir şerh koyarak yaklaşma-
mızı gerektiriyor.
Bu çerçevede değerlendireceğimiz konuşmanın iki önemli hedefinden söz etmek mümkün: Bölge
ülkelerinde özgürlük ve daha fazla
hak talep eden halk ayaklanmalarına destek ifadesi ve İsrail-Filistin
barış görüşmelerinin devam edebilmesi için genel bir yol haritası
sağlanması.
Ortadoğu ve Demokrasi
ABD’nin özellikle II. Dünya
Savaşı’ndan bu yana Amerikan
dış politikasında çok önemli bir
konum işgal eden Ortadoğu’daki
ani dönüşümün dışında kalması
zaten beklenmiyordu. “Arap Baharı” Amerika’nın güvenliğini
Ortadoğu ülkelerini dönüştürerek
sağlamaya çalışanlar için önemli
bir fırsat teşkil etti. Bölge halklarına da Amerika’nın demokrasi
retoriğinin ne derece samimi olduğunu sınama fırsatı verdi. Henüz
geleneksel Amerikan politikalarını
değişik araçlar kullanarak sürdürme dışında bir “değişim vizyonu”
68
STRATEJİK DÜŞÜNCE | HAZİRAN 2011
Bu bağlamda, Başkan konuşması
ile ABD’nin Ortadoğu’da bölge
halklarının aleyhine de olsa sadece
kendi çıkarlarını korumayı amaçladığı inancını yıkmaya çalıştı.
Obama İran’daki yönetimi antidemokratik olarak eleştirdikten
sonra Amerika’nın inanılırlığını
koruyabilmek için dostlarını da reform taleplerine karşılık vermeye
çağırdı. Bu kapsamda, başından
beri sessiz kalmakla suçlandığı,
ABD 5. Filosuna ev sahipliği yapan önemli müttefik Bahreyn’deki
olaylar konusunda, tutuklamaları
ve acımasız güç kullanımını kınadı; hükümeti muhalefet ile diyaloga girmeye davet etti, Şii azınlığın
dini hakları konusunda uyardı.
Bahreyn ile ilgili olarak ABD’nin
pek ileri gitmek istemediği anlaşılsa da, Obama’nın sözleri ilk ve o
güne kadarki en sert çıkış olması
açısından önem arz etti.
Obama’nın bölgede Şiilerin güçlenmesinden Bahreyn gibi korkan
Suudi Arabistan’dan ise bahsetmemesi dikkat çekici oldu. Krallığın
uzun yıllardır ABD’nin bölge siyasetinin dayandığı temel direklerden biri olduğu bilinmekte. Ayrıca
bunun ötesinde Suudi Arabistan
petrol fiyatlarındaki ani bir yükselişi dengeleyebilecek ekstra üre-
Obama İsrail’in
1967 öncesi sınırlara
çekilmesini talep etmek
yerine sözkonusu sınırların
temel alınacağı ancak
uzlaşmayla değiştirileceği
bir süreç önerdi. Bu
açıdan, esas sorunun bir
yandan 1967 sınırlarına
atıfta bulunulurken
diğer yandan İsrail’in
son derece hassas
olduğu “savunulabilir
sınırlar” ve Yahudi
yerleşimleri konularında
garanti verilmemesinden
kaynaklandığı
düşünülebilinir.
tim kapasitesine sahip tek ülke. Bu
bağlamda, Obama’nın seçim öncesi dönemde Suudi Arabistan’da
çıkacak bir karışıklığın yaratması
muhtemel petrol fiyatı artışını ve
Amerikan iç politikasına etkisini
göze alamaması Suudi Krallığı’nı
eleştiriden kaçınmasının esas sebebi olarak değerlendirilebilir.
Yemen’de Başkan Salih’ten iktidar
değişikliği konusundaki sözünü
tutmasını isteyen Obama, Libya’da
Kaddafi’nin gitmesi gerektiğini bir
kez daha vurguladı; ancak Kaddafi sonrası Libya’nın yeni bir Irak
olmaması için neler yapılması gerektiğine dair fikir beyan etmedi.
Obama ayrıca Suriye yönetimine
karşı tutumunu sertleştirdi. Konuşmasından bir gün önce Beşşar Esad
ve altı Suriyeli üst düzey yönetici
için şahsi ekonomik yaptırımlar
yürürlüğe koyan Obama, Esad’ı
eleştirse de talep edilen reformları
HAZİRAN 2011 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
69
İsrail ve destekçileri
şimdi Obama’nın
nasıl olsa İsrail
lobisi ve Kongre’deki
Cumhuriyetçiler
tarafından elinin
kolunun bağlanacağını,
2012 başkanlık
seçimi yaklaştıkça da
Obama’nın Yahudi
oylarını kaybetmeyi
göze alamayarak İsrail
konusundaki tutumunu
yumuşatacağını
bekliyorlar. Nitekim,
Cumhuriyetçi Parti
Utah Senatörü Orrin
G. Hatch Kongre’nin
Obama’nın İsrail
politikasını reddetmesini
sağlayacak bir karar
tasarısını Senato’ya
sunacağını açıkladı.
yaptığı takdirde koltuğunda kalabileceği mesajını verdi.
Washington Post yazarı ve önemli
bir muhafazakar kanaat önderi olan
Charles Krauthammer, Obama’nın
Ortadoğu’da demokrasinin yayılması konusundaki taahhüdünü,
aynı zamanda isim babası olduğu,
Bush Doktrini’nin devamı olarak
yorumladı. Yukarıda belirtildiği gibi, gerek Bush gerek Obama
yönetimlerinin, sonuçta Batı/Amerikan yanlısı rejimler kurulması
şartı ile bölgede demokrasinin
yerleşmesini Amerikan çıkarları
açısından olumlu görme noktasında birleştikleri söylenebilir. Bush
70
STRATEJİK DÜŞÜNCE | HAZİRAN 2011
ile Obama arasındaki fark bölgeye
yönelik genel Amerikan dış politikası amaçlarındaki ayrımdan ziyade kullanılan araçlarda yatmaktadır. Öyle ki, Obama konuşmasında
(Libya’yı hariç tutarsak) demokratik dönüşümün müdahale ile değil
sivil topluma destek ve ekonomik
yardım gibi sivil araçlar ile sağlanacağının altını çizdi.
Bu meyanda, Obama’nın demokrasi desteğinin en önemli parçasını
“Araplar için Marshall Planı” olarak adlandırılan ekonomik yardım
paketi teşkil etti. Plan çerçevesinde
ABD’nin borçlarını silmeyi planladığı Mısır’a 2 milyar dolarlık katkı
sağlanması öngörülmekte. Ancak
kısa süre önce Kongre’de Cumhuriyetçilerle bütçe yüzünden yaşadığı ufak çaplı savaş hatırlanırsa,
Başkan’ın öncelikle Cumhuriyetçi
çoğunluğu ikna etmesi gerekeceği
açık. Olası bir çekişmenin ilk işaretini, “ABD’nin kendi borçları
varken Mısır’ın 1 milyar dolarlık
borcunu affedemeyeceğini” söyleyen Temsilciler Meclisi Dış İlişkiler Komitesi Başkanı Florida Temsilcisi Ileana Ros-Lehtinen verdi.
Filistin Sorunu
Konuşmanın ikinci ayağını teşkil
eden Filistin meselesi bölümünün
yarattığı etki ise Amerikan dış politikasının en temel ikilemlerinden
birini tekrar hatırlattı: kavganın
iki tarafına aynı anda yaranılamayacağı. Obama, ne Filistinlileri ve
destekçilerini ne de İsrail’i memnun edebildi. Nitekim hem İsrail
Başbakanı Netanyahu hem de Hamas konuşmayı eleştirdi. Arap ve
Müslüman dünyasından yorumcular konuşmayı tek yönlü ve riyakâr
olarak nitelerken, Obama’nın 1967
sınırlarından bahsetmesi İsrail tarafında tepkilere yol açtı. Her ne
kadar Obama’nın görüşlerini “yeterince Siyonist” bulanlar oldu ise
de (Sever Plocker-Ynetnews yazarı), Başkan’ın sadece İsrail’e değil,
dolaylı olarak ABD’ne de ihanet
ettiğini (Caroline Glick- Jerusalem
Post yardımcı editörü) düşünenler
de mevcuttu. ABD’nde ise İftira
ve İnkâra Karşı Mücadele Birliği
(Anti-Defamation League) konuşmayı öven bir açıklama yayınlasa
da, 2012 seçimlerinde Cumhuriyetçi Parti’den adaylığını koyması beklenen Mitt Romney ve bazı
Cumhuriyetçi senatörler Obama’yı
İsrail’in müzakere pozisyonunu
zayıflatmakla suçladılar.
İktidara geldiğinden beri Filistin
meselesinde yol alamadığı için tenkit edilen Obama, esasen statükonun devam edemeyeceğini vurgulayarak tarafları anlaşma yapmaya
zorladığı konuşmasında barış planının en genel hatlarını çizdi.
Konuşmanın en fazla gürültü koparan bölümünü, nihai görüşmeler
sonucunda kurulacak Filistin devleti ile İsrail’in sınırlarının 1967
savaşı öncesi sınırlar üzerinden
yapılacak toprak takası sonucu belirlenmesi önerisi oluşturdu. Amerikan medyasının ezici çoğunluğu
tarafından dış politikada önemli
bir sapma sayılacak yeni bir teklif
olarak nitelense de Obama kendisi ABD’nin en önemli İsrail lobisi
AIPAC’ın (American Israel Public Affairs Committee) Pazar günkü toplantısında “teklifte özellikle
orijinal birşey olmadığını” itiraf
etti. Zaten The Atlantic’ten Jeffrey
Goldberg’in hatırlattığı gibi, 1967
sınırları meselesi 2000’lerin başından beri gündemde. Obama yönetiminden ilk kez Hillary Clinton
tarafından Şubat 2010’da Bahreyn
gezisi sırasında dile getirilen 1967
sınırları, ya da diğer deyişle 1949
ateşkes hattı, meselesini bugün
önemli kılan ise ilk kez görevdeki bir ABD başkanı tarafından bu
kadar açık bir şekilde ortaya konması.
Obama, İsrail tarafından bir önceki
başkan Bush’un ABD’ni taahhüt
altına soktuğu pozisyondan geri
adım atmakla suçlandı. Netanyahu konuşmanın hemen ardından
yayınladığı açıklamada, “savunulamaz” olarak gördüğü hattı reddetti ve Obama’dan 2004 yılında
İsrail’e verilen taahhütleri teyit
etmesini istedi. Bush 2004 yılında
Başbakan Sharon’a yazdığı mektupta bölgedeki yeni gerçeklikler
(new realities on the ground) (yani
İsrail yerleşimleri) gözönüne alındığında sınırların tamamen 1949
ateşkes hattı üzerine kurulmasının
gerçekçi olmadığını dile getirmiş
ve gerçeklikleri yansıtan karşılıklı
kabul edilecek değişiklikler sonucu
çizilmesi gerektiğini vurgulamıştı.
Obama’nın yaptığı konuşmanın
farkı ise “takas”tan bahsetmesi ve
“bölgedeki yeni gerçeklikler” ifadelerini kullanmamış olması. Oysa
takas konusu da tek başına İsraillileri çok öfkelendirecek bir unsur
değil. İsrail’e yakınlığı ile bilinen
Washington Institute for Near East
Policy isimli düşünce kuruluşu uzmanlarından David Makovsky’nin
bir kaç ay önce yayınladığı raporda sınır anlaşmasına ulaşılabilmesi için muhtelif takas senaryoları
teklif ediliyordu. Ayrıca Obama
İsrail’in 1967 öncesi sınırlara çekilmesini talep etmek yerine sözkonusu sınırların temel alınacağı
ancak uzlaşmayla değiştirileceği
bir süreç önerdi. Bu açıdan, esas
sorunun bir yandan 1967 sınırlarına atıfta bulunulurken diğer
yandan İsrail’in son derece hassas
olduğu “savunulabilir sınırlar” ve
Yahudi yerleşimleri konularında
garanti verilmemesinden kaynaklandığı düşünülebilinir.
Malum olduğu üzere, Obama 2009
yılında yerleşimler konusunda sert
bir çıkış yaparak Batı Şeria’daki
yerleşimlerin durdurulmasını istemiş ancak İsrail’e sözünü geçiremeyince geri adım atmak zorunda
kalmış ve ilk dış politika yenilgisini yaşamıştı. Belki de bu sebeple,
Başkan bu kez konuşmasında konunun üstünde durmamayı tercih
etmiş göründü. Nitekim, haber
ajanslarının bildirdiğine göre, Oba-
ma konuşmasını yaptığı sıralarda
İsrail Hükümeti Doğu Kudüs’ün
Yahudi mahallelerinden Pisgat
Ze’ev’de yeni bir inşaat projesini
onayladı.
Bundan başka, Obama’nın gelecekteki Filistin devletinin Ürdün
ile ortak sınırı olacağını söylemesi
Netanyahu’nun bu bölgede uzun
vadede askeri varlığını sürdürme
niyetine karşılık İsrail’in Ürdün
Vadisi’nden çekilmesi talebi olarak yorumlandı.
Öte yandan, konuşmanın İsraillileri memnun edecek bölümlerinin
başında, Obama’nın Amerika’nın
İsrail’in güvenliğinin sağlanmasına yönelik geleneksel kararlılığının altını şüpheye yer bırakmayacak şekilde tekrar çizmesi geldi.
Bu çerçevede, Filistin’in silahtan
arındırılmış bir devlet olacağı ve
geçiş döneminin ancak Filistin yönetiminin terörizmi topraklarından
silerek güvenliği etkin bir şekilde
sağlayabildiğini ispatladıktan sonra gerçekleşeceğini ilan etmesi
önemliydi.
Obama’nın
İsrail’in
Yahudi,
Filistin’in ise Filistinlilerin yurdu
olacağını söyleyerek resmi kayıtlara göre sayıları 4.7 milyona ulaşan
Filistinli göçmenin talep ettiği geri
dönüş hakkının önünü kapattığı
söylenebilir. Ancak bunu açık bir
prensip şeklinde ifade etmemesi
başta Netanyahu olmak üzere pek
çok İsrailliyi huzursuz etmeye yetti.
Başkan ayrıca Eylül ayında Birleşmiş Milletler (BM) Genel
Kurulu’ndan Filistin devletini tanıyan bir karar çıkartmayı amaçlayan Filistinlileri bu tür çabalara
karşı çıkacaklarına dair uyardı.
Obama Hamas ve El-Fetih arasındaki anlaşmayı desteklemediklerini
ise, Hamas, İsrail’in varoluş hakkını tanımayı reddettiği ve terörden
vazgeçmediği sürece Filistin’in
barış ve refaha kavuşamayacağını
söyleyerek ortaya koydu.
Sonuç
Sonuç olarak, ABD Ortadoğu Özel
Temsilcisi George Mitchell’ın istifasının da işaret ettiği gibi barış
anlaşmasından oldukça uzak olduğumuz bu noktada, Obama uzun
süredir kendisinden talep edileni
yapmaya çalıştı: temel anlaşmazlık noktalarına ilişkin açık ve net
bir Amerikan stratejisi belirlemek.
ABD Başkanı Kudüs ve göçmenlerin durumu konularını sonraki
aşamaya bırakıp, yerleşimler meselesini es geçmesine rağmen, sınırlar konusunda somut bir adım
attı. Halihazırda gücünün sınırlarını bilse de, bölgedeki ayaklanmalar ve Hamas anlaşması ile daha
da savunmacı bir pozisyon alıp içe
dönen Netanyahu’ya ve İsrail’in
önkoşulları reddetme yönündeki
geleneksel politikasına bir nevi
meydan okudu. Bir yandan da,
kendi yoluna gitmeye hazırlanan
Filistin tarafına masaya gelmeleri
için bir teşvik sundu.
Bugünkü İsrail hükümetinin Obama ile özellikle sıcak ilişkiler
içinde olmadıkları ve Cumhuriyetçi bir yönetimi tercih ettikleri
sır değil. Netanyahu’nun geçen
yıl Mart ayındaki Washington
ziyareti sırasında İsrail lobisine
verdiği demeçler üzerine Beyaz
Saray’ın Netanyahu’ya karşı tavır
aldığı ve ikili görüşme sonrasında
geleneklerin dışına çıkarak basına
mutlu aile pozu vermeyi reddettiği
hatırlardadır. İsrail ve destekçileri
şimdi Obama’nın nasıl olsa İsrail
lobisi ve Kongre’deki Cumhuriyetçiler tarafından elinin kolunun
bağlanacağını, 2012 başkanlık
seçimi yaklaştıkça da Obama’nın
Yahudi oylarını kaybetmeyi göze
alamayarak İsrail konusundaki tutumunu yumuşatacağını bekliyorlar. Nitekim, Cumhuriyetçi Parti
Utah Senatörü Orrin G. Hatch
Kongre’nin Obama’nın İsrail politikasını reddetmesini sağlayacak
bir karar tasarısını Senato’ya sunacağını açıkladı.
HAZİRAN 2011 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
71
Oysa Eylül ayındaki BM oylaması
öncesinde Obama’nın İsrail’i barış
konusunda zorlaması İsrail’e iyilik
olarak görülmelidir. Aksi takdirde,
ortada barış için bir yol haritası
bile bulunmadığını gören üçüncü
ülkelerin oylamada Filistin lehine
oy kullanmaları İsrail’in hızla büyümekte olan yalnızlığını daha da
artıracak, ABD’nin bile tek başına
düzeltemeyeceği bir sonuç yaratacaktır. Oylama Amerikan yönetimini de zor durumda bırakacaktır.
BM’de kullanılacak ‘hayır’ oyu,
demokrasi ve çok taraflılık vurgusunu imzası haline getirmeye
çalışan ve iki devletli çözümü desteklediğini söyleyen Obama’nın
inanılırlığına daha fazla gölge düşürecektir.
Konuşma genel olarak ele alındığında ise, yönetime yakın kaynakların ABD’nin Ortadoğu politikasını sıfırlayacağı ve yeniden inşa
edeceğini (reset) ileri sürmelerine
rağmen, bölge halklarının hafızasından Amerika’nın diktatörlere
olan desteğine ilişkin anıları sil-
mek için yeterli bir çaba değildi.
Brookings uzmanlarından Shadi
Hamid’in de belirttiği gibi, Obama yanlış politikalardan pişmanlık
duyduklarını dile getirip bu politikaları değiştirme kararlılığını vurgulama şansını kullanamadı.
Nihayetinde, söylenenlerin bölge halklarına sadece “laf-ı güzaf”
olarak gelme ihtimali oldukça kuvvetli. Dost ve ortak ülkelere olan
taahhütlerini yineleyen Obama’nın
zaten temelde bu politikadan
memnuniyetsizlik duyan bölge
halklarının gönüllerini nasıl kazanacağı sorusu hâlâ cevap bekliyor.
Ayrıca, Obama’nın demokrasiye
destek sözünün ekonomik yardım
dışında kalan boyutlarının pratikte
ne şekilde hayat bulacağını bekleyip görmek gerekecek. Böylelikle,
kasdedilen “herkes için demokrasi” mi yoksa “Amerikan çıkarları
için demokrasi” mi öğrenme şansımız da olacak.
ODTÜ Uluslararası İlişkiler Bölümü,
Yrd. Doç. Dr.*
Konuşma genel olarak ele
alındığında ise, yönetime
yakın kaynakların
ABD’nin Ortadoğu
politikasını sıfırlayacağı
ve yeniden inşa edeceğini
(reset) ileri sürmelerine
rağmen, bölge halklarının
hafızasından Amerika’nın
diktatörlere olan desteğine
ilişkin anıları silmek için
yeterli bir çaba değildi.
Brookings uzmanlarından
Shadi Hamid’in de
belirttiği gibi, Obama
yanlış politikalardan
pişmanlık duyduklarını
dile getirip bu politikaları
değiştirme kararlılığını
vurgulama şansını
kullanamadı.
NATO’nun “Libya’ya
Müdahale” Sorunu
Fransa’nın ve İngiltere’nin Libya’ya yapılan askeri müdahalede ön plana
çıkmalarının temel nedeni, bu ülkedeki toplumsal kargaşanın en fazla Avrupa
ülkelerini etkileyecek olmasıdır. Her ne kadar Fransa yönetimi Libya’daki askeri güç
kullanımını moral zeminlerde meşrulaştırmaya gayret etmişse de bu operasyonun
arkasındaki güvenlik kaygıları gözardı edilemez.
Tarık OĞUZLU*
L
ibya’da Kaddafi rejimine
karşı başlatılan halk ayaklanmasına NATO’nun askeri operasyon düzenlenmesi uluslararası gündemi meşgul eden bir
dizi sorunun sorulmasını da beraberinde getirdi. Bu kısa yazıda bu
sorulardan kanımızca önemli olan
ikisini cevaplamaya çalışacağız.
Bu bağlamdaki ilk soru, NATO’nun
müdahalesinin müttefikler arası
ilişkilerin bundan böyle daha sorunsuz bir şekilde sürdürüleceğinin bir kanıtı olarak yorumlanıp
yorumlanamayacağıdır. Bu sorunun açık cevabı ‘hayır’dır. Kasım
2010’da Lizbon’da kabul edilen
NATO’nun yeni güvenlik belgesinde her ne kadar krizlere müdahale ve kriz yönetimi NATO’nun
en önemli görevleri arasında sayılmışsa da, Libya krizi bize müt72
STRATEJİK DÜŞÜNCE | HAZİRAN 2011
tefikler arasında bir görüş birliği
olmadığını göstermektedir. En
başta Amerika Birleşik Devletleri,
Irak ve Afganistan tecrübelerinden
sonra, insan hakları ihlallerinin yaşandığı yerlere eskisi kadar müdahil olmak istememektedir. Bu tarz
müdahalelerin yüksek maliyetleri,
sürelerinin uzunluğu, Amerika’nın
yaşamakta olduğu ekonomik
kriz ve Başkan Obama’nın
Amerika’nın Irak savaşı sonrasındaki imajını düzeltme politikaları,
bundan böyle Amerika’yı daha
ihtiyatlı davranmaya sevk edecektir. Amerika’nın izlediği politika,
ihtiyatlı olmayı önemseyen ‘beklegör’ politikasıdır. Harekâtın ilk safhasının tamamlanmasından sonra
operasyonel komutanın NATO’ya
geçmesini müttefikler arasında en
fazla Amerika Birleşik Devletleri istemiştir. Ayrıca operasyonun
kapsamının uçuşa yasak bölgenin
denetlenmesi, silah ambargosunun karadan ve denizden tatbik
edilmesi ve de insani yardımların
düzenlenmesi olarak belirlenmesinde Amerika öncü bir rol oynamıştır. Görülmektedir ki Obama
yönetimi Bush yönetiminin aksine
NATO’nun bir savaş makinesi gibi
hareket etmesini ve Batı’nın çıkarlarının başkalarına dayatılmasında
kullanılmasını istememektedir.
Bu bağlamda yapacağımız ikinci gözlem, NATO’nun önemli
müttefiklerinden Almanya’nın bu
operasyonu yetkilendiren 1973
sayılı Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararına olumlu oy
vermemesidir. Bu önemlidir, zira
NATO’nun tarihinde ilk kez Almanya aynı anda hem Amerika
Birleşik Devletleri hem İngiltere
HAZİRAN 2011 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
73
NATO’nun Libya’da
tek sesli hareket
edememesinde ittifakın
diğer üyelerinin tutumları
da etkili olmuştur. Bu
bağlamda Türkiye’yi
diğerlerinden daha
fazla ön plana çıkaran
faktör onun ittifak
içersinde çoğunluğunu
Müslümanların
oluşturduğu tek üye
olması, Türkiye ile Libya
arasındaki ekonomik
ilişkilerin gelişmişliği
ve bu operasyonun
son dönem Türk dış
politikasının üzerine
oturduğu temel
prensiplerle çatışması
riskidir.
hem de Fransa ile ters düşmüştür. 2003 senesinde Almanya’nın
ABD’nin Irak operasyonuna karşı
gelmesinde bu operasyona aynı zamanda Fransa, Rusya ve Çin’in de
karşı gelmeleri kolaylaştırıcı bir rol
oynamıştı. Libya krizi göstermiştir
ki Alman kamuoyu, ne NATO’nun
ne de Alman silahlı kuvvetlerinin
başka ülkelerdeki iç sorunların
çözülmesinde kullanılmasını istememektedir. Bu anlamda Alman
stratejik ve güvenlik kültürünün İngiltere ve Fransa’nın aksine gittikçe sivilleştiği ve askeri gücü değersizleştirdiği görülmektedir. Burada
ilginç olan durum Almanya’nın
Libya’daki tavrının son dönem
Alman dış politikasındaki genel
değişimi yansıtmakta olduğudur.
Buna göre, Almanya’nın hem Avrupa Birliği hem de NATO’ya olan
geleneksel bağlılığı azalmakta,
Almanya Rusya ve Çin gibi yükselmekte olan güçlerle kurduğu
74
STRATEJİK DÜŞÜNCE | HAZİRAN 2011
ikili ekonomik ilişkileri daha fazla
önemsemekte, artmakta olan ekonomik gücüne paralel olarak AB
içersindeki liderlik konumunu daha
da pekiştirmeye çalışmakta, ulusal
çıkarlarının gerçekleştirilmesinde
askeri araçlardan çok ekonomik
araçları önemsemektedir.
Bırakın NATO’yu, Almanya’nın
Avrupa Birliği’nin dış, savunma
ve güvenlik politikaları alanlarında tek sesli hareket edebilen küresel bir aktöre dönüşmesini bile ne
kadar istediği tartışmalıdır. Avrupa
Birliği ve NATO üzerinden kendini Batı’ya entegre etmeye çalışan,
Avrupalı olduğunu kanıtladığı ölçüde komşularını ürkütmeyeceğini
varsayan, bu bağlamda Avrupa Birliği entegrasyon projesini gönüllü
bir şekilde finanse eden Almanya,
yavaş yavaş tarih sayfalarındaki
yerini almaya başlamıştır. AB bölgesini sarsan son ekonomik kriz ve
Libya krizi sırasında Almanya’nın
izlediği politikalar pek ala bu şekilde yorumlanabilir.
Almanya’nın aksine Fransa ve
İngiltere’nin Libya krizi sırasında
takındıkları tutum ise daha başka-
dır. Bu iki ülke krizin askeri metotlarla çözülmesine, Kaddafi’nin
zor kullanılarak iktidarı terk etmeye mecbur edilmesine, NATO
operasyonunun kapsamının gerekirse şimdiki dar çerçevesinin
dışına çıkılarak daha geniş yorumlanmasına ve bu operasyonlara Amerika’dan çok Avrupalı
müttefiklerin liderlik etmesine
destek vermektedirler. Fransa’nın
yakın zaman önce NATO’nun askeri kanadına geri dönmesi, gene
geçtiğimiz senenin sonlarına doğru İngiltere ve Fransa’nın ikili bir
savunma anlaşması imzalaması ve
bu iki ülkenin Avrupa Birliği’nin
güçlü bir uluslararası aktör olarak
hareket etmesini istemeleri bu bağlamda önemlidir.
İngiltere ve Fransa, ulusal güçlerindeki göreceli azalmaya rağmen,
hala çıkarlarını küresel ölçekte
tanımlamaya devam eden ve bu
çıkarların elde edilmesinde gerektiğinde güç kullanmaktan çekinmeyen iki ülkedir. Yaşadıkları
ekonomik zorluklar ve halklarının
askeri harcamaları eskisine nazaran
tolere etmeyen yaklaşımları bu iki
ülkeyi güvenlik ve savunma alanlarında daha yakın işbirliği yapmaya zorlamaktadır. Bu iki ülkenin
de gördüğü şey, Amerika Birleşik
Devletleri’nin Avrupa içindeki ve
çevresindeki gelişmelere eskisi kadar önem vermediği ve Avrupa’nın
güvenliğinin sağlanmasını daha
çok Avrupalı müttefiklere bırakmak istediğidir. Almanya, Amerika Birleşik Devletleri’nin bu yöndeki taleplerine genelde tepkisiz
kalmayı tercih ederken, Fransa ve
İngiltere bu durumdan ürkmekte
ve kendilerinin küresel ölçekte hareket edebilmelerin bundan böyle
çok daha fazla ortak hareket etmelerine bağlı olduğunu düşünmektedirler.
NATO’nun Libya’da tek sesli hareket edememesinde ittifakın diğer
üyelerinin tutumları da etkili olmuştur. Bu bağlamda Türkiye’yi
diğerlerinden daha fazla ön plana
çıkaran faktör onun ittifak içersinde çoğunluğunu Müslümanların
oluşturduğu tek üye olması, Türkiye ile Libya arasındaki ekonomik ilişkilerin gelişmişliği ve bu
operasyonun son dönem Türk dış
politikasının üzerine oturduğu temel prensiplerle çatışması riskidir.
Türkiye, 11 Eylül sonrası dünyada
daha çok kimliğiyle önplana çıkan
bir ülke olmuştur. Türkiye, farklı
kimliksel ve medeniyetsel toplulukları birleştirebilecek, ‘farklılıklar içersinde birlikteliğin’ mümkün olabileceğini gösterebilecek
ve Batı’nın radikal dini teröre karşı
verdiği mücadelenin meşrulaştırılmasında rol oynayabilecek bir
ülke olarak görülmüştür. Batı’yla
olduğu kadar Müslüman Doğu ile
de ilişkilerini geliştirmeye özen
gösteren Türkiye bunu hem ekonomik hem de güvenlik çıkarlarına
uygun görmektedir. Çok-boyutlu
ve çok-taraflı Türk Dış Politikası
hem Batı’nın küresel sistemdeki etkinliğinin azalması hem de iktidardaki Adalet ve Kalkınma Partisi’nin
vizyonunun ortaya çıkardığı bir
sonuçtur. Bu anlayış, Türkiye’nin
NATO’nun dönüşüm sürecinde
daha eleştirel bir tutum almasını ve
Türkiye’nin mümkün olduğu ölçüde
bu dönüşümü şekillendirmesini gerekli kılmaktadır.
Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun
sıklıkla dile getirdiği ‘Türkiye
NATO’nun bir nesnesi ve konusu
değil bir öznesi ve sahibidir’ düsturu
bu anlayışı yansıtmaktadır. Bu perspektiften bakıldığında NATO’nun
küresel ölçekte hareket eden bir
savaş makinesine dönüşmemesi,
Amerika’nın tek taraflı askeri müdahalelerine meşruiyet kazandıracak bir ‘Demokrasiler Ligi’ olmaması, NATO’nun operasyonlarının
Türkiye’yi istenmeyen maceralara
sürüklememesi, NATO’nun dönüşümünün Türkiye’nin komşularıyla
geliştirmekte olduğu iyi ilişkileri
tehlikeye atmaması ve NATO’nun
vizyonunun Batı ile İslam dünyasını karşı karşıya getirmemesi gerekir.
Türkiye’nin Libya krizi sırasında
benimsediği eleştirel ve ihtiyatlı politika bu genel anlayışla uyumludur.
İki ülke arasındaki ekonomik ilişkilerin hacmi de dikkate alındığında
Gerek insani gerekçelerle
gerekse de güvenlik
kaygılarıyla düzenlenen
askeri operasyonların
çoğunun Batlı devletler
tarafından yapıldığını
dikkate aldığımızda bu
devletlerin önümüzdeki
yıllarda bu tarz
operasyonlara daha az
sıklıkla başvuracaklarını
söyleyebiliriz. Bunun
başlıca nedeni başta
ABD olmak üzere, AB
ülkelerinin çoğunun son
yıllarda ciddi ekonomik
krizler yaşamasıdır.
Türkiye’nin neden ihtiyatlı davrandığı daha kolay anlaşılır. Krizin
ilerleyen aşamalarında Türkiye’nin
NATO’nun askeri müdahalesine
yeşil ışık yakması, Akdeniz’deki
silah ambargosunun denetlenmesine donanmasıyla katılması, insani
yardım operasyonlarının düzenlenmesinde aktif rol oynaması ve
Kaddafi’yi açıkça iktidarı bırakmaya
davet etmesi yukarıda bahsettiğimiz
anlayışla çelişmez. Önemli olan
NATO’nun Libya operasyonlarının
sınırlarının belirlenmesinde ki bunlar arasında Libya’ya kara birlikleri
konuşlandırmak ve Kaddafi’yi zor
kullanarak iktidardan uzaklaştırmak
yoktur, Türkiye’nin oynadığı roldür.
Bütün bu analizden çıkan sonuç,
Libya operasyonu bağlamında
NATO’nun tek sesli ve homojen bir
ittifak olarak hareket etmekten oldukça uzak olduğudur.
NATO’nun Libya’ya müdahalesi
bağlamında sorulan bir diğer soru,
bundan böyle insani gerekçelerle
askeri müdahalelerde bir artış olup
olmayacağıdır. Bu soruya kesin
bir cevap vermek mümkün değilse
HAZİRAN 2011 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
75
de, Birleşmiş Milletler’in NATO
operasyonunu onaylayan kararında
‘responsibility to protect’ (koruma
sorumluluğu) prensibine atıf yapmış olması manidardır. 2005 yılında
Birleşmiş Milletler bu prensibi kabul etmiştir. Buna göre devletlerin
yöneticileri vatandaşlarının temel ihtiyaçlarını, başta ekonomik refah ve
güvenlik olmak üzere, sağladıkları
müddetçe meşru kabul edileceklerdir. Bundan böyle rejimlerin sadece
dışsal egemenlik kılıfının arkasına
saklanıp ülke içersinde vatandaşlarına istedikleri gibi davranmaları zorlaşacaktır. Egemenliğin kazanılmasında içsel şartlar dışsal şartlardan
çok daha önemli olmaya başlamaktadır. Eğer mevcut rejimler vatandaşlarının temel gereksinimlerine
cevap veremezlerse ve de vatandaşlarına zulüm uygularlarsa, uluslararası toplum devreye girecektir. Diğer
devletler tarafından egemen kabul
edilmek ve Birleşmiş Milletler’e üye
olmak egemenlik için yeterli olmayacaktır.
Bu anlayışın ortaya çıkmasında hiç
şüphesiz başka ülkelerde yaşananların diğer ülkelerin çıkarlarını ve
güvenliklerini yakından ilgilendiremeye başlaması önemlidir. Küreselleşmenin de hızlandırdığı toplumlar
arası geçişkenlikler, iç ve dış politika
arasındaki geleneksel ayrımları sona
erdirmektedir. Bundan böyle başka
ülkelere yapılan insani yardım odaklı askeri müdahaleler salt ahlaki zeminde değil, aynı zamanda güvenlik
çıkarları bağlamında da meşrulaştırılabilecektir. Hatta güvenlik odaklı
meşrulaştırma çabaları daha sık gözlenebilir. Artık başka ülkelerde yaşayan insanların nasıl yaşadıklarıyla
alakadar olmak, onların sıkıntılarını
paylaşmak ve onların sorunlarının
çözümüne katkıda bulunmak sırf insanlık görevi olarak tanımlanamaz.
Bu anlayış belki eskiden çok daha
geçerliydi ama artık güvenlik temelli kaygılar ve olası müdahaleler daha
fazla ön plana çıkacaktır.
Fransa’nın ve İngiltere’nin Libya’ya
76
STRATEJİK DÜŞÜNCE | HAZİRAN 2011
yapılan askeri müdahalede ön plana
çıkmalarının temel nedeni, bu ülkedeki toplumsal kargaşanın en fazla
Avrupa ülkelerini etkileyecek olmasıdır. Her ne kadar Fransa yönetimi
Libya’daki askeri güç kullanımını
moral zeminlerde meşrulaştırmaya
gayret etmişse de bu operasyonun
arkasındaki güvenlik kaygıları gözardı edilemez.
Bundan sonra yapılması muhtemel
askeri insani müdahaleler ahlaki değerlerle güvenlik çıkarları arasındaki
ilişkiyi çok daha fazla yansıtacaktır. Tabii burada bir risk de vardır.
Bazı devletler ahlaki sorumluluk
zırhı arkasına saklanıp, bazı bölgelere tamamen kendi ulusal çıkarları
doğrultusunda müdahale etmek isteyebilirler. ‘Responsibility to protect’
prensibinin tamamen çıkar odaklı
müdahalelere zemin oluşturmaması
için özenle ve dikkatle uygulanması
gerekir. Bu tarz müdahaleleri gerektirecek şartların olabildiğince net bir
şekilde tanımlanması doğru olur.
Yukarıdaki analiz bundan böyle
uluslararası toplumun Libya benzeri
durumlarla karşılaşıldığında mutlaka müdahalede bulunacağı anlamına
gelmez. Tam tersine, uluslararası
toplumun böyle durumlarda ülke içi
gelişmelerin netice vermesini bekleyeceği daha yüksek bir ihtimaldir.
Nasıl meşrulaştırılırsa meşrulaştırılsın bundan böyle insani müdahale
gerekçesiyle başka ülkelere askeri
güç yollamak, hele Birleşmiş Milletler tarafından onaylanmamışsa, daha
zor olacaktır.
Bu tarz müdahalelere olan ihtiyacın
artmakta oluşu bu tarz müdahalelerin
daha sık ve daha kolay düzenleneceği anlamına gelmez. ABD’nin Afganistan ve Irak’ta yaşadıkları hem
ABD’nin kendisi hem de diğer devletler açısından dersler içermektedir.
Dışarıdan yapılan müdahaleler, uluslararası onanmışlıktan yoksunsa, salt
askeri gücün kullanılmasına dayanıyorsa ve ülke içersindeki grupların
çoğunluğu tarafından işgalci olarak
değerlendiriliyorsa, büyük olasılıkla
başarılı olamayacaklardır.
Bu operasyonların bir de yapıldıkları
ülkelerde demokrasinin yerleşmesine katkı vermek gibi amaçları varsa, daha başka kriterler de dikkate
alınmalıdır. Örneğin, o ülkenin daha
önceden herhangi bir demokratik
yönetim tecrübesi yoksa, o ülkede
çok-kültürlü, çok-dinli, çok-dilli ve
çok-etnisiteli bir toplum yapısı varsa
ve o ülkedeki kişi başına düşen gelir
dünya ortalamasının çok altında ise,
bu tarz operasyonların başarılı olmaları zor olacaktır.
Ayrıca, şu ana kadar gerek insani
gerekçelerle gerekse de güvenlik
kaygılarıyla düzenlenen askeri operasyonların çoğunun Batlı devletler
tarafından yapıldığını dikkate aldığımızda bu devletlerin önümüzdeki
yıllarda bu tarz operasyonlara daha
az sıklıkla başvuracaklarını söyleyebiliriz. Bunun iki temel nedeni
vardır. Birincisi başta ABD olmak
üzere, AB ülkelerinin çoğu son yıllarda ciddi ekonomik krizler yaşamaktadırlar. Bu tarz operasyonların
yüksek maliyetleri ve uzun süreleri
dikkate alındığında, Batılı ülke vatandaşlarının bu operasyonlara onay
vermesi zorlaşacaktır. İkinci neden
‘yükselen güçler’ diye tarif ettiğimiz
ülkeler grubunun neredeyse hepsinin
klasik ulus-devlet egemenlik fikrine
inanmaları ve bu tarz müdahalelerin
devlet egemenliği fikrini erozyona
uğratacağını düşünmeleridir. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi üyeleri olan Çin ve Rusya’nın
kendilerinin çok-kültürlü ve çokkimlikli toplumsal yapılara sahip
oldukları düşünülecek olursa, bu
iki ülkenin Batı kaynaklı askeri
operasyonları sınırlamak ve engellemek için çabalayacaklarını
ileri sürmek zor olmayacaktır. Bu
iki ülkenin temel endişesi günün
birinde kendilerinin de bu tarz müdahalelere maruz kalmasıdır.
Bilkent Üniversitesi Uluslararası
İlişkiler Bölümü, Dr.*
İran’da “Radikal” Çekişme
Tahran’da Ayetullah Hamenei ve Ahmedinejad arasında cereyan ettiği düşünülen
siyasi çekişmenin arka planına bakıldığında İslamcı radikal muhafazakâr akımın içine
düştüğü ayrışmanın ve birbirlerine karşı olan güvensizliğin çok daha derin bir anlam
içerdiği görülmektedir.
Kaan DİLEK*
İ
ran İslam Cumhuriyetinde önümüzdeki iki yıl içinde rejimin
geleceğini belirleyici iki büyük
seçimin yaşanması beklenirken
İran’da iktidarı elinde bulunduran
muhafazakar/ radikal siyasi gruplar arasında da büyük bir çekişmenin yaşandığı gözlemlenmektedir.
İran’da “Yeşil Hareketi/ Conbeş-i
Sebz” ve Ahmedinejad’ın siyasi/ekonomik taraftarları arasında
büyük bir siyasal uçuruma neden
olan, İran siyasi hayatında tartışmalara, çekişmelere ve neredeyse
sokak savaşlarına dönüşen 2009 yılındaki tartışmalı cumhurbaşkanlığı seçim süreci sancılarının bu kez
İran’daki radikal ve muhafazakâr
siyasi-dini gruplar arasına sirayet
ettiği görülmektedir.
Ahmedinejad ve ona yakın siyasi figür olarak İsfendiyar Rahim Meşai
üzerinden yaşanan muhafazakârlar
arasındaki siyasi/dini rekabet son
bir ay içinde o kadar derinleşti
ki dışarıdan bakan birisi başkent
Tahran’da siyasal olarak tam bir
kaos ortamının yaşandığını düşünebilir.
Acaba gerçekten başkent Tahran’da büyük bir siyasal kaos mu
yaşanmaktadır ya da bizim anlamadığımız bir siyasi oyun mu oynamaktadır?!
İran’da yaşanan son birkaç aylık
gelişmeleri takip ederek bu sorunun yanıtlarını bulmak neredeyse
imkansızdır. Bu nedenle öncelikle
İran’ın dini/siyasi ve siyasi/ekonomik dengelerinin çok iyi anlaşıl-
ması gerekmektedir. 1
İran’da devrim sonrası oluşan siyasal yapının temel taşını Veliy-i
Fakih sistemi oluşturmakta ve bu
sistem siyasal hayata, iç ve dış
politikaların oluşturulmasına yön
vermektedir. Tüm bu gelişmelerin,
politikaların oluşturulmasının bir
kişiye (Ayetullah Hamenei) bağlı
olduğunu ve tüm kararları dini liderin tam bir vukufiyetle aldığını
düşünmek için de sadece güçlü bir
inanışa sahip olmak gerekir. Yani
dini liderin etrafında oluşan siyasi,
dini, sosyal ve ekonomik grupların
İran’da yaşanan gelişmeleri kendi inanç ve değerleri başta olmak
üzere dünyevi çıkarları ekseninde
belirlemeye çalıştıkları da bir gerçektir.
HAZİRAN 2011 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
77
İran’ın maruz
kaldığı ambargoların
yansıtılandan çok daha
fazla İran ekonomisini
etkilediği ve İran’daki
ekonomik ve sosyal
dengelerin ciddi olarak
sarsıldığı, mal ve üretim
üzerindeki devlet desteği
ya da sübvansiyonların
kaldırılmasıyla oluşan
büyük ekonomik
sorunlar, enflasyon ve
para politikalarında
yaşanan sıkıntıların
sorumlusunun dini lider
olarak algılanmaması için
de toplumda hızla itibar
kaybeden Ahmedinejad’ın
siyasi hedef seçildiği
görülmektedir.
İran’da Ayetullah Humeyni döneminde de bugün Tahran’da siyasi
mahfillerin içinde bulunduğu duruma benzer siyasi ve dini çekişmeler yaşanmış, bazı siyasi/dini
gruplar İran’ın politik arenasından
silinmişti. Buna en iyi örnek olarak Ayetullah Muntezeri ve onun
etrafında şekillenen siyasi/dini
gruplarla, Beni Sadr’ın İran dini ve
siyasi hayatından silinmeleri gösterilebilir.
Tahran’da Ayetullah Hamenei ve
Ahmedinejad arasında cereyan ettiği düşünülen siyasi çekişmenin
arka planına bakıldığında İslamcı
radikal muhafazakâr akımın içine
düştüğü ayrışmanın ve birbirlerine
karşı olan güvensizliğin çok daha
derin bir anlam içerdiği görülmektedir.
78
STRATEJİK DÜŞÜNCE | HAZİRAN 2011
Tahran’da cereyan eden siyasi
gelişmelerle ortaya çıkan siyasi
tabloda, önceki döneminde Batı
karşısında radikal çıkışlarıyla İran
dini liderinin teveccühünü kazanan Ahmedinejad’ın siyasi hayatının sonuna yaklaştığı ve yaşanan
gelişmelerle birlikte dini liderin
teveccühünü kaybettiği okunabilir.
Yine İran’ın maruz kaldığı ambargoların yansıtılandan çok daha
fazla İran ekonomisini etkilediği
ve İran’daki ekonomik ve sosyal
dengelerin ciddi olarak sarsıldığı,
mal ve üretim üzerindeki devlet
desteği ya da sübvansiyonların
kaldırılmasıyla oluşan büyük ekonomik sorunlar, enflasyon ve para
politikalarında yaşanan sıkıntıların
sorumlusunun dini lider olarak algılanmaması için de toplumda hızla itibar kaybeden Ahmedinejad’ın
siyasi hedef seçildiği görülmektedir. Ayrıca, tüm siyasi tercihlerini
Ahmedinejad ve ekibi üzerine kurarak İran siyasi hayatında yaşanan
sarsıntılarla karşı karşıya kalan dini
lidere “Dini lider Ahmedinejad ile
arasına mesafe koymalı yoksa Ahmedinejad ile birlikte yok olabilir”
telkinleri yapıldığı da gözlemlenmektedir.
Ama Tahran’da siyasi mahfillerde
tartışılan konular, siyasi ihtilafların
çok daha derin olduğunu göstermektedir. Özellikle AB tarafından
son olarak İran’a yönelik gerçekleştirilen yaptırımlarda halka şiddet uyguladığı ve en temel insan
haklarını ihlal ettiği gerekçesiyle
32 İranlı üst düzey yetkilinin kara
listeye alınması ardından yaşanan tartışmalarda, Ahmedinejad
ve ekibinin Batılı ülkelerle gizli
görüşmeler içinde olduğu ve bazı
pazarlıklar yaptığı ileri sürülmektedir. Zira AB tarafından kara listeye alınan isimlerin İranlı üst düzey siyasi şahsiyetler olduğu ama
bu şahısların Ahmedinejad’a değil
dini lider Ayetullah Hamenei’ye
yakın isimlerden oluşması tartışmasına, bir önceki siyasi tartışma-
ların odağı olan Dışişleri Bakanı
Mutteki’nin alelacele bakanlıktan
alınması, Ahmedinejad ekibinin
Dışişleri Bakanlığını atlayarak
bazı özel temsilciler aracılığıyla bölge ülkelerini ziyaret eden
heyetler göndermesi, Meşai’nin
içeriği İran’da belli bakanlıklarca
bilinmesi gereken ama bilinmeyen
bazı yurtdışı gezileri ve son olarak
İran İstihbarat Bakanının görevinden alınma girişimiyle oluşan tartışmalar da eklenince dini liderlik
ve Ahmedinejad arasında büyük
bir güvensizlik ortamı yaşandığı
hatta Ahmedinejad ve ekibinin dini
lideri saf dışı bırakacak bir darbeye
hazırlandığı söylentileri yanıt bekleyen çok ciddi tartışmalar olarak
ortaya çıkmaktadır.
Yine Devrim muhafızları tarafından desteklenen bir haber sitesi, Ahmedinejad ve ekibinin
muhafazakâr akımdan muhtemel
rakipleri, siyasi ve dini şahsiyetlerle ilgili bilgilerin yer aldığı İran İstihbarat Bakanlığının bazı belgelerini gizlice elde ettiklerini de iddia
etmektedir. Bu tür gelişmelerden
haberdar olan dini liderin desteklediği Ahmedinejad ve ekibinin
kendisine ihanet etmekte olduğunu
düşünmesi için birçok argüman ortaya çıkmış durumdayken Ayetullah Hamenei’nin otoritesini pekiştirmek ve dini liderlik makamının
geleceğini garanti almak için Ahmedinejad ve ekibinin tasfiyesini
başlatacak operasyona start verdiği
düşünülmektedir.
Tahran’da İslamcı radikal akım
arasında yaşanan tüm bu gelişmeler, İran’ın devrim sonrası siyasi
hayatında birçok kez yaşanmıştır.
Ayetullah Muntezeri olayı dışında
bizzat bugün dini lider olan Ayetullah Hamenei’nin cumhurbaşkanı olduğu dönemde devrim lideri
Ayetullah Humeyni ile arasında
bile siyasi ihtilaflar yaşanmıştır
ve o dönemde Hamenei’nin siyasi
hayatının sonuna geldiği dahi tartışılmıştır.
Bugün Tahran’da siyasi mahfillerde
tartışılan “Ayetullah Hamenei’nin,
Mir Huseyn Musevi, Mehdi Kerrubi ve Haşimi Rafsancani’nin
kendisine Ahmedinejad’ın yaptığı
hataları yapmayacak şahsiyetler
olduğunu düşünerek, bu devrim
kadrolarının deneyimli ve toplumda karşılığı olan isimlere yakınlaşıp
yakınlaşmayacağı” konusu İran’da
rejimin sağlıklı bir değişim ve dönüşümüne evet denilip ya da denilmeyeceği gibi çok hassas bir eğilimin paradigmasını oluşturacaktır.
Ama Tahran’da yaşanan tüm bu
siyasi çalkantıdan büyük darbe
alan en önemli kurum İran dini liderliğidir. Zira yaşanan gelişmeler,
dini liderin siyasi eğilimleri ve tercihleriyle çok ciddi hatalar yaptığı
tartışmalarını körüklemektedir.
2009 cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Ahmedinejad’ı doğrudan
destekleyen ve toplumda önemli
bir kırılmaya neden olan dini liderin, Ahmedinejad ve ekibini
desteklemekle büyük bir hata yaptığının ortaya çıkması, bazı İranlı
reformistlerin dini lidere karşı olan
muhalefetini
güçlendirecektir.
Tahran’da rejimin önemli isimleri
arasında yaşanan bu ihtilaf ve çekişmeler, İran’daki muhalif gruplara da önemli bir fırsat sağlamaktadır.
Toplumsal örgütlenmeleri için bir
teneffüs gibi algılanacak bu radikaller arası çekişme ortamında en
çok kazanan taraf İran toplumunda temiz siyaset, özgürlük, insan
hakları, anayasal düzenlemeleri
savunan gruplar olacaktır. Önce
İran meclisinde ve kent konseylerinde etkinliğini artırmak isteyen
rejimde akredite muhalefet cephesi, sonunda iki yıl sonra yapılacak cumhurbaşkanlığı seçimini
kazanarak hükümet kurma planları
yapmaktadır.
Rejimin hassas dengelerine do1.
kunmaktan kaçınan ve siyasi çekişmeler anında reformlar için geri
adım atan reformistlerin, bu defa
geri adım atacakları bir zemin kalmamıştır. Son dönemde Musevi,
Kerrubi ve Rafsancani ile bu şahsiyetlerin ailelerine yapılan hakaret
ve gözaltına almalar, siyasi zemini
uzlaşı ortamından uzaklaştırmıştır.
Aile mahremiyetinin, namus ve iffet meselesinin siyasi çekişmelere
bulaşmış olması ister istemez reformist kanadı da radikalleştirecek
psikolojik zemini hazırlamıştır.
İran’da muhafazakâr ve reformist
siyasi akımların zayıflatıldığı bir
ortamda ülke içindeki güç sahibi
olarak Ayetullah Hamenei ve onun
çevresinde yer alan dar bir ekip,
Tahran’ın iç ve dış politikasını yürütmeye çalışacaktır. Ama İran’da
legal siyasi akımları dışarıda tutarak Ayetullah Hamenei’nin dar bir
ekiple ülkeyi yönetmesi de çok zor
görünmektedir.
Önümüzde yıl yapılacak olan meclis seçimlerinde ortaya çıkacak
meclis aritmetiği dini liderin iç politik duruşunu belirleyeceği gibi bu
durum bir sonraki yıl gerçekleşecek cumhurbaşkanlığı seçimlerini
de yakından etkileyecektir.
Sonuçta İran’da yaşanan siyasi ve
sosyal gelişmeler, toplumu derinden etkilemekte ve İran toplumu
büyük baskı ve çekişmelerin arasında klasik dengelerini her geçen
gün kaybetmektedir. İran’da toplumu sağlıklı bir yapıya dönüştürecek, siyasi hayatın normale dönüşünü sağlayacak legal otorite olarak görülen dini liderin bunu başarıp başaramayacağı bu kez ciddi
soru işaretlerini barındırmaktadır.
SDE Ortadoğu Uzmanı*
Ayrıntılar için bakınız: Stratejik Düşünce, Mart-2011 sayısı, s. 47-52; http://www.kaandilek.com/2011/02/iran%E2%80%99da%E2%80%9Cfitne%E2%80%9D-ve-politik-oyunlar/; http://www.kaandilek.com/2011/02/iran%E2%80%99da-kritik-bir-surec-mi-basliyor/
HAZİRAN 2011 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
79
bir tarihe erteleyerek aslında hiç de
çözümden yana olmadığını bir kez
daha gösterirken Genel Sekreter’in
11 Mayıs’ta yaptığı açıklamada
Şam rejiminin BM yetkilileri ile iş
birliği yapmaması ve insan hakları
ihlallerine devam edilmesi sert bir
dille eleştirilmiştir.
Dünya Suriye’ye
Nereden Bakıyor?
Suriye’de var olabilecek bir istikrarsızlık Türkiye açısından güvenlik, politik ve
ekonomik riskleri de beraberinde getirecektir. Olayların devam etmesi halinde
Türkiye’nin karşı karşıya kalacağı bir diğer sorun ise mülteci konusu olacaktır. Rejim
değişikliğinin kanlı bir iktidar mücadelesi ile gerçekleşmesi sonrasında ülkedeki
Hristiyanlardan Kürtlere ve Alevi Araplara kadar birçok kesim bir göç dalgası
oluşturacaktır.
Amine YAZICI*
A
rap Dünyası ve Kuzey
Afrika’da esen değişim
rüzgârı tüm dünyanın dikkatinin bu coğrafyaya yoğunlaşmasına neden olurken, bölgenin en
önemli ülkelerinden biri olan Türkiye yaşanan gelişmeleri çok daha
dikkatli izlemek ve doğru okumak durumundadır. Türkiye’nin
Ortadoğu’ya açılan kapısı ve
800 kilometrelik sınırı ile komşusu Suriye’de yaşananlar belki
diğer tüm ülkelerden daha fazla
Türkiye’yi ilgilendirmektedir.
Demokratikleşme hareketlerinin
en kanlı duraklarından biri olan
Suriye’de yaklaşık iki buçuk aydır devam eden olaylarda, Başkan
80
STRATEJİK DÜŞÜNCE | HAZİRAN 2011
Esad’ın muhaliflere karşı uyguladığı sert tavrını her geçen gün
artırması uluslararası bir tepkinin
de oluşmasına neden olmuştur. 17
Mart’ta kitlesel eylemlerin başlamasıyla birlikte uluslararası kamuoyunda Suriye rejiminin olayları
kontrol altına alıp alamayacağı tartışılmaya başlandı. BM Genel Sekreteri Ban Ki Moon, 22 Nisan’da
yaptığı açıklamasında Suriye yönetiminin barışçıl gösterilere karşı
tavrını kınamış ve şiddetin bir an
evvel durması için bir çağrıda bulunmuştu. Ancak Genel Sekreterin
açıklamasının ardından Suriye’de
olayların daha da artması üzerine
ABD, Fransa ve İngiltere konuyu
BM Güvenlik Konseyinin gündemine getirilmeye ve güçlü bir
kınama kararı çıkartılmasını isterken, Rusya ve Çin’in karşı duruşu
böyle bir kararın alınmasını engellemiştir.
Rusya’nın BM Daimi Temsilci
Yardımcısı Alexander Pankin,
Suriye’deki mevcut durumun
uluslararası barış ve güvenlik için
tehdit oluşturmadığını belirtmiştir. Olayların şiddetinin her geçen
gün artması üzerine Ban Ki Moon
Başer Esad’la telefonla görüşmüş
ve olayların araştırılması için BM
ile işbirliği yapması gerektiğini
söylemiştir. Bu teklifi kabul eden
Başkan Esad araştırmaları belirsiz
BM konusunda istediğini alamayan
AB ülkeleri, 6 Mayıs’ta göstericilere karşı sert önlemlere başvuran
Suriye rejimine karşı bazı yaptırım
kararları uygulama konusunda uzlaşmışlardır. 10 Mayıs 2011’de AB
tarafından yayımlanan yaptırım kararları içinde doğrudan Suriye’ye
silah ambargosunun uygulanmasının dışında ticaret yasağı da getirilmiştir. Bunların dışında doğrudan
sivillerin öldürülmesinden sorumlu tuttukları 13 Suriye vatandaşlarının AB sınırları içindeki mal
varlıklarının dondurulması, bu kişi
ve onlara ait olan veya ortaklıkları
bulunan şirketlerin, ticari varlıkların ve hesapların dondurulmasına
ve doğrudan söz konusu kişilerin
AB üyesi ülkelerine seyahatlerinin
yasaklanması yönünde kapsamlı
bir yaptırım kararı almıştır.
Silah ambargosu, seyahat ve ticaret
yasağının uygulanması sırasında
AB ülke sınırları, AB vatandaşları,
AB vatandaşlarına bağlı şirketler
veya bunların içinde yer aldığı ti-
cari ortaklıkları ve AB ülkelerinin
kara, deniz ve hava sahaların kullanılmasına yasaklama getirilmiştir. Dolayısıyla Suriye’de etkin konumda bulunan 13 resmi görevlinin
AB üyeleriyle ilişkili her hangi bir
ticari ilişki veya AB üyesi ülkelerin hava sahalarını kullanması bile
9 Mayıs sonrası uygulamaya konulan yaptırım kararları ile yasaklanmıştır. Yaptırım uygulanan kişiler
arasında Esad’ın kardeşi Mahir AlEsad, Genel İstihbarat Başkanı Ali
Memluk, İçişleri Bakanı İbrahim
El Chaar, Der’a’daki Siyasi İstihbarat Başkanı Atıf Necip, Beşşar
Esad’ın kuzeni ve Genel İstihbarat
Daire Başkanı Hafız Makhlouf,
Siyasi Güvenlik Başkanı Muhammed Dib Zeitoun, Banyas’daki
Siyasi Güvenlik Başkanı Amjad
El Abbas, Beşşar Esad’ın bir diğer kuzeni Syriatel ve birçok ticari şirketin sahibi Rami Makhlouf,
Askeri İstihbarat Başkanı Abdulfettah Kudsiyah, Hava Kuvvetleri
İstihbarat Başkanı Cemil Hasan,
Ordu İstihbarat Başkanı Rüstem
Gazali, güvenlik güçlerinin dışında
yapılandırılan ve Alevilerden oluştuğu ileri sürülen Şabiha güçleri
üyesi Fawwaz Esad ve Münir Esad
yer almaktadır1. Listenin içinde
yer almayan ancak günden güne
sınırları ve sabırları zorlayan Başkan Esad’ın her an 13 kişilik liste-
Suriye’de yaşanabilecek
bir iç savaş- mezhepler
arası çatışma durumunda
ise Türkiye için risk
oldukça yüksektir. Rejimin
yıkılması ve yerine güçlü
bir merkezi otoritenin
çıkmaması Türkiye’nin
sınırlarında yeni bir Irak
ile karşı karşıya kalması
demek olacaktır. Böylesi
bir durumda TürkiyeSuriye arasında son
yıllarda tesis edilmiş olan
ekonomik ve enerji işbirliği
alanları zarar görecektir.
ye dâhil edilebileceği beklenmektedir. Suriye Hükümeti yaptırım
kararını kendi iç işlerine müdahale
olarak nitelendirmiş ve kararı kınadığını belirtmiş, aynı zamanda bu
kararın Suriye’nin istikrar ve güvenliğini sarsma, Suriye halkının
olanak ve kararlarını hegemonya
altına almayı hedeflediğini belirtilmiştir. Suriye’de tansiyonun giderek yükselmesi ve AB’nin yaptırım
kararından on gün sonra Amerika
Birleşik Devletleri’nden de bir yaptırım kararı geldi. ABD’nin yaptırım listesinde AB’ninkinden farklı
olarak Başkan Esad ve iki İranlı
üst düzey yönetici de yer alıyor.
Esad’ı reformlara zorlamak için
yapılan bu hamleler uzun vadede
Başkan’ın işlerini zorlaştıracaktır.
Bölgesinde yalnızca İran’dan destek gören Esad rejiminin akıbetini
endişe ile bekleyen bir diğer ülke
de İsrail kuşkusuz. İsrailli yöneticiler demokratikleşme hareketlerinden memnun olduklarına dair
açıklamalar yapsalar da Suriye’de
olası bir rejim değişikliği İsrailSuriye sınırının istikrarını riske
sokabilir. Aynı zamanda Suriye’de
HAZİRAN 2011 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
81
alternatif İslamcıların olması
İsrail’i korkutan bir diğer risk olarak belirtilebilir. İsrail Suriye’de
bir an evvel suların durulmasını ve
kendi güvenliğini eskisi gibi tesis
edebileceği mevcut statükonun devam etmesini istemektedir.
Suriye’deki her gelişmeyi yakından takip eden Türkiye’nin konumu ise diğer tüm ülkelerden daha
zor ve daha önemlidir. Suriye’de
yaşanan olaylara ilişkin Türkiye
Dışişleri Bakanlığının resmi açıklamasında, “Suriye’nin istikrarı
ve halkının esenliğinin Türkiye
için öncelikli olduğu, reform çabalarına destek vermeye hazır
olunduğu, orantısız ve aşırı güç
kullanımından kaçınılması gerektiği ve reform çalışmalarının
kararlılıkla sürdürülmesi”2 uyarılarında bulunmuştur. Türkiye’nin
Suriye’deki olaylara ilişkin resmi
pozisyonunu yansıtan diğer açıklamalar Başbakan Recep Tayyip
Erdoğan’dan gelmiştir. Erdoğan
“Suriye’deki gelişmelere sessiz
kalmalarının mümkün olmadığını,
doğrudan Beşşar Esad ile birkaç
kez görüştüğünü, MİT Müsteşarı
Hakan Fidan’ı Suriye’ye gönderdiğini ve Dışişleri Bakanlığı’nın
1.
2.
82
da süreci yakından takip ettiğini”
belirtmiştir. İki ülke arasındaki 800 kilometreyi aşan sınıra ve
akrabalık bağlarına vurgu yapan
Başbakan, Suriye’deki gelişmelere sessiz kalmalarının mümkün
olmadığını” söyleyerek Suriye’de
yaşananların Türkiye için ne kadar önemli olduğunu göstermiştir.
Yine Başbakan’ın “Suriye’de yaşananlar bizim iç meselemizdir”
tarzındaki söylemleri Türkiye’nin
Suriye karşısında konum belirlerken ne denli zorlanacağını göstermektedir.
Suriye’de var olabilecek bir istikrarsızlık Türkiye açısından güvenlik, politik ve ekonomik riskleri de
beraberinde getirecektir. Olayların
devam etmesi halinde Türkiye’nin
karşı karşıya kalacağı bir diğer sorun ise mülteci konusu olacaktır.
Rejim değişikliğinin kanlı bir iktidar mücadelesi ile gerçekleşmesi
sonrasında ülkedeki Hristiyanlardan Kürtlere ve Alevi Araplara
kadar birçok kesim bir göç dalgası oluşturacaktır. Bu durumda ise
vize muafiyeti anlaşmasından sonra binlerce mültecinin Hatay’dan
başlamak üzere sınır bölgesinden
Türkiye’ye gelmesi muhtemeldir.
İlk mülteci grubunun 29 Nisan’da
Türkiye’ye kabul edilmesi bundan sonra gelecek olan Suriye vatandaşlarının da kabul edileceğini
göstermiştir.
Suriye’de yaşanabilecek bir iç savaş- mezhepler arası çatışma durumunda ise Türkiye için risk oldukça yüksektir. Rejimin yıkılması ve
yerine güçlü bir merkezi otoritenin
çıkmaması Türkiye’nin sınırlarında yeni bir Irak ile karşı karşıya
kalması demek olacaktır. Böylesi
bir durumda Türkiye- Suriye arasında son yıllarda tesis edilmiş
olan ekonomik ve enerji işbirliği
alanları zarar görecektir. Ancak
Suriye’nin uzun vadede istikrarı
demokratik olarak sağlaması durumunda, Türkiye ile daha fazla
yakınlaşması işbirliği alanlarını
genişletmesi ve iki ülkenin uluslararası alanda ortak politikalar
yürütmesi kuvvetle muhtemeldir.
Son olarak, Suriye’de olayların
seyrinin kansız ve demokratik bir
şekle evirilmesini en kısa zamanda
Suriye halkı için olumlu sonuçlar
getirecek şekilde sonlanmasını
umut ediyoruz.
SDE Asistanı*
Suriye’de İktidar Mücadelesi, Uluslararası Toplumun Tepkisi Ve Türkiye’nin Konumu s.22 http://www.orsam.org.tr/tr/raporgoster.aspx?ID=1875
Suriye’de 22 Nisan tarihinde yaşanan olaylar hakkında, http://www.mfa.gov.tr/no_111_-23-nisan-2011_-suriye_de-22-nisan-tarihinde-yasananolaylar-hakkinda.tr.mfa
STRATEJİK DÜŞÜNCE | HAZİRAN 2011
Selefi Akımın Temel Çizgileri
Üzerine Bir Değerlendirme
Aşırılık ve terörün asıl sorumluları, silah şirketlerinin dümen suyuna girerek insanlar ve
ülkeler arasında çatışma ve savaş alanları yaratanlar, tefeciliği ve sömürüyü politikalarının
merkezine yerleştirenler, kuvvetine mağrurlanarak ülkeler ve milletler üzerinde haksız
hakimiyet kuranlar, dünyanın gözüne bakarak zulüm ve işgallere devam edenlerdir. Bu
şekilde sahne gerisinde aşırılık ve radikalizm ortamının yaratılmasında rol alanlardır.
Talip ÖZDEŞ*
D
eğişik
münasebetlerle
daha çok akademik platformlarda üzerinde konuşulup müzakereler yapılan Selefilik konusu, özellikle 11 Eylül’de
New York’taki ikiz kulelere ve
Pentagon’a yapılan saldırıların
ardından belirli merkezler tarafından Üsame bin Ladin, El-Kaide ve
Taliban üzerinden terörle ilişkilendirilerek dünya gündemine getirilmiştir. Aynı konu son günlerde
Arap ve İslam dünyasında değişim
ve dönüşüm yönünde meydana
gelen olaylarla, halk kitlelerinin,
İslami cemaat ve grupların totali-
ter yönetimler ve monarşik yapılar karşısında ortaya koydukları
gösteriler, protesto yürüyüş ve
mitingleri ile bağlantılı olarak da
gündeme getirilmektedir. Arap ve
İslam dünyasının birçok yerinde
gündem konusu haline gelen Selefilik kavramı, bizim ülkemizde ilahiyat çevreleri ve akıma ilgi duyan
çevreler dışarıda tutulursa, gerek
entelektüeller gerekse geniş halk
kitleleri nezdinde fazla bilindik bir
şey değildir.
Daha sonra gelenler anlamındaki
“halef” kelimesine karşıt olarak
geçmişte yapılan şey, eylem veya
örnek alınıp kendilerine müracaat edilen kimseler anlamına kullanılan “selef” kelimesi, İslami
literatürde örnek alınmaları bakımından önceki nesillere atfen
kullanılır. Selef’le daha çok Hz.
Peygamber’in Sahabesi, Tabiûn
ve Tebe-i Tabiîn kastedilir. Çünkü Sahabe, Tabiûn ve onları takip
edenler Hz. Peygamber’in “En
hayırlı asır (nesil) benim dönemimde yaşayanlardır. Sonra onları izleyenler, sonra onların ardından gelenlerdir…” mealindeki
hadisinin1 gereğince Müslümanlar
tarafından örnek alınmaları gereHAZİRAN 2011 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
83
ken birbirini takip eden üç önemli
kuşağı oluştururlar. Özellikle Sahabe nesli, zaman yönünden Hz.
Peygamber’e yakın olmasıyla,
ilahi vahyin gelişine şahit olmasıyla, Hz. Peygamber’in tedrisinden geçerek İslam’ın gerektirdiği
imani ve ahlaki güzellikleri temsil
etmesiyle “selef-i salihin” olarak
anılmayı hak etmiştir. Bundan dolayı, selefin daha sonra gelen Müslüman kuşaklar tarafından örnek
alınması, fikir ve eylem planında
ortaya çıkan durum ve gelişmeler
için referans noktası oluşturması
en normal şeydir. Genelde içtihat
ve istinbat faaliyetinde bulunan
ilim adamları, otantik bir kaynağa bağlanma noktasında prensip
olarak Kur’an ve Sünnet’i esas
almışlar, ortaya koydukları fikir
ve içtihatları teyit için selefi referans gösterme yönüne gitmişlerdir.
Ancak selefle Selefilik aynı şeyler
değildir. Selefilik, dini konularda
selefi referans almanın, onların Hz.
Peygamber’den duyup gördükleri
söz ve durumlara, yorum ve içtihatlarına muttali olmanın ötesinde,
ortaya çıkan yeni durumlarla ilgili
olarak onları bidat olarak görmeyi,
geçmişe mutlak otorite olarak bağlanmayı ve onu aynen yaşamayı
amaçlayan bir duruşu ifade eder.
Söz konuşu duruşun bireysel olmaktan çıkarak belirli ilkeler üzerine oturan bir akım hale gelmesi
zaman içerisinde gerçekleşmiştir.
Hz. Peygamber’in 632’de vefatını
müteakiben halifeler ve daha sonraki Emeviler döneminde İslam’ın
hızlı bir şekilde farklı coğrafyalara yayılması, farklı din ve kültürlere mensup kişi ve toplulukların
İslam’a girerken kendi kültürlerini, anlayışlarını, adet ve geleneklerini de İslam’a taşımaları, daha
önce şahit olunmayan yeni görüş
ve durumların ortaya çıkmasına,
hızlı bir değişim ve dönüşüm sürecinin yaşanmasına neden olmuştur.
Bu değişim karşısında herkes aynı
tavrı sergilememiştir. Örneğin Ebu
84
STRATEJİK DÜŞÜNCE | HAZİRAN 2011
mümkündür.2
Zerr (ö. 32/652) ve Enes b. Malik
(ö. 90/709) gibi bazı sahabiler bu
gelişmelere karşısında dini ve ahlaki değerlerin dejenere olmasına,
Hz. Peygamber döneminin ruhuna,
yaşayış ve adetine aykırı gördükleri için Müslümanların (özellikle
yöneticilerin) lüks ve saltanata yönelmelerine ciddi şekilde karşı çıkmışlardır. Dört Halife döneminden
itibaren, Özellikle Üçüncü Halife
Hz. Osman’ın şehit edilmesinden
sonra Müslüman toplumda ortaya
çıkan siyasi ihtilaflar, “fitne hareketleri” adı verilen karışıklıklar,
Hz. Ali’nin şehit edilmesi, Kerbela
olayı ve sonrası gelişmeler, bütün
bunların tetiklediği fikri, itikadi ve
mezhebi ayrılıklar, daha sonraki
dönemlerde Yunan felsefesinin,
batıni-tasavvufi yorumların etkisiyle dinin özünden uzaklaşmalar
Müslümanlar arasında geçmişe
duyulan özlemi artırmış, selefi
eğilim ve damarın güçlenmesine neden olmuştur. Ayrıca Hayri Kırbaşoğlu’nun da ifade ettiği
gibi hangi mezhebe veya akıma
mensup olursa olsun, İslami literatürün tefsir, hadis, fıkıh, kelam
ve tasavvuf başta olmak üzere her
türünde eser veren müelliflerin
daima kendilerinden önceki otoritelerin (selefin) görüşlerini dikkate alma ihtiyacını hissettiklerini
gösteren sayısız örnekler bulmak
mümkündür. Nitekim kendileri selefi akıma mensup olmayan Tahâvî
(ö. 321/933), Eş´arî (ö. 324/935),
İbnu’s-Salah
(ö.
463/1070),
Suyûtî (ö. 911/1505), Şevkânî (ö.
1255/1839) gibi kimselerin eserlerinde selefi eğilimi çağrıştıran
birçok ifade ve yorumları bulmak
Mezhep olmaktan ziyade bir akım
olan Selefiliğin ortaya çıkıp teşekkül etmesi hemen olmamıştır.
Sahabe, Tabiûn ve Tebe-i Tabiîn
dönemlerinden sonra gelen süre
içerisinde bir tavır olarak ortaya
çıkmış, gelişimi zamanla gerçekleşmiştir. Bu noktada Selefiye
ile Ehl-i Hadis arasında yakın bir
ilişki söz konusudur. İbn Hanbel
(ö. 241/855) Selefiliğin öncüsü
kabul edilebilir. Selefiliğin daha
çok Hanbeliler ve Ehl-i Hadis taraftarları arasında yaygın olması
bununla bağlantılıdır. Dârimî (ö.
255/869), Berbehârî (ö. 329/940),
Beyhakî (ö. 458/1066), İbnu’lCevzî (ö. 597/1201), İbnu Teymiyye (ö. 728/1327), İbn Kayyım
el-Cevziyye (ö. 741/1350), Birgivi
(ö. 981/1573) Selefi çizgiyi temsil
eden meşhur alimlerden bazılarıdır. Kendisine Vahhabiliğin nisbet
edildiği “Şeyh-i Necdî” lakaplı
Muhammed bin Abdilvehhab (ö.
1206/1791) Selefi fikirleriyle Necid bölgesinde etkili olmuş, Suud
rejiminin teşekkülünde önemli rol
oynamıştır. Yine Muhammed Abduh (ö. 1323/1905) ve öğrencisi
Reşit Rıza (ö. 1354/1935, Hasan
el-Bennâ (ö. 1368/1949), Seyyid
Kutub (ö. 1386/1966), Ebu’l-A´lâ
el-Mevdudî (ö. 1399/1979), Muhammed Nasıruddin el- Elbânî
(ö. 1420/1999) gibi alimler, yaşadıkları dönem ve ortamlarda bu
çizgiyi devam ettiren, entelektüel
anlamda İslam tefekkürü ve İslami
hareketler üzerinde ciddi etkileri
olan önemli şahsiyetler olmuşlardır. Selefilik akımı günümüzde de
yenilikçi İslam düşüncesi içerisinde bir şekilde varlığını devam ettirmektedir.
Yukarıda isimleri zikredilen şahsiyetlerin hepsinin İslam’la ilgili her
konuda aynı fikirde olduklarını,
aynı siyasi kanaatleri paylaştıklarını iddia etmek elbette ki tutarlı
olmaz. Ancak Kırbaşoğlu’nun da
işaret ettiği gibi gerek klasik ge-
rekse çağdaş olsun Selefiye çizgisinde yer alan şahısların büyük
ölçüde ortak bir zihniyeti, ortak bir
epistemolojik ve metodolojik tavrı
temsil ettikleri görülmektedir. Bu
tavır kendisini özellikle Kur’an’ın
müteşabih ayetlerini sorgulamama, sorgulayıcı ve eleştirel mantıktan olabildiğince kaçınma, asr-ı
saadete (altın devire) dönüş özlemi, Kur’an ve Sünnet’e doğrudan
dönüş, bu kaynakların verdiği bilgilerin kendi kendine yeterliliğinin
savunulması ve mutlaklaştırılması,
bunların dışındaki her türlü yeniliğin bidat olarak damgalanıp reddedilmesi, dine sonradan eklendiği
iddia edilen bidat ve hurafelerle
mücadelenin öncelik kazanması,
Kur’an ve Sünnet nassları dışında
yabancı kaynaklardan beslenen
felsefe, mantık, kelam, tasavvuf
ve İslam felsefesi gibi disiplinlerin yabancı kaynaklı olduğu
veya yabancı unsurları bünyesinde taşıdığı gerekçesiyle reddedilmesi gibi noktalarda kendisini
hissettirmektedir.3
Tevhid akidesinin korunması ve
şirkten kaçınma konusunda son
derece hassas olan Selefilik, özellikle Allah’ın isim ve sıfatları ile
ilgili Kur’an’da geçen müteşabih
ayetlerin tevil edilmesine karşıdır.
Aynı zamanda kabir ziyaretinde
sergilenen bidat ve hurafelerin ortadan kaldırılması, duanın yalnızca
Allah’a yapılarak ölülerden, tılsım
ve muskalardan medet umulması gibi şirke götüren durumlardan
kaçınılması, şirk, namazın terk
edilmesi ve irtidat durumları hariç
hiçbir Müslüman’ın tekfir edilmemesi; müminlerin ahirette Allah’ı
keyfiyetsiz olarak görecekleri;
Kur’an’ın mahluk olmadığı, Kıyametin alametleri olarak Mehdi ve
Deccal’in geleceğine, Hz. İsa’nın
ineceğine dair hadis ve haberlerin
sahih kabul edilip inanılması Selefilik akımının ana çizgilerini oluşturan konulardır.4
Kur’an ve Sünnet nasslarını tevile
Arap dünyasını etkisi
altına alan demokrasi
ve özgürlüklerin
geliştirilmesine yönelik
değişim ve dönüşüm
rüzgarları yüz binlerce
insanı sokaklara
dökerken, Mısır’daki
İhvan-ı Müslimîn
(Müslüman Kardeşler)
hareketi adına beyanat
veren kimselerin Üsame
bin Ladin’in ve ElKaide’nin İslamiyet’i
temsil etmediğini ifade
etmesi, totaliter yönetime
karşı çıkarken farklı
din, kültür ve görüşlere
sahip grup ve cemaatlerin
temsilcileriyle birarada
aynı safta yer almaları
dikkat çekmiştir.
yanaşmayan, onların zahirleriyle
yetinmeyi tercih ederek nasslara
tamamen lafzi bir yaklaşım sergileyen bu akım, bir taraftan Müslümanları dinin asli kaynakları
olarak Kur’an ve Sünnet’e yönlendirme, bidat ve hurafelerden
uzaklaştırma, namaz, oruç, zekat
ve hac gibi amellere teşvik etme
noktasında önemli katkılarda bulunurken, diğer taraftan dini anlama ve hükümlerin hikmetlerini
kavrama noktasında sorgulayıcı ve
entelektüel yaklaşımın karşısında
yer almasıyla geriliği davet eden
menfi bir duruş sergilemiştir. Selefi yönelişte ayetin/ayetlerin ne
demek istediğini anlamak yerine
ne dediğinin öğrenilmesi öne çıkmaktadır. Ayrıca hadislerin, Sahabe ve Tabiûn’dan gelen rivayetleHAZİRAN 2011 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
85
Bir kısım Selefiler ve Ehl-i
Hadis taraftarları arasında
doğrudan Kur’an ve
Sünnet’e dönme iddiasıyla
insanlığın felsefe, bilim
ve tefekkür alanında
geliştirdiği tecrübelere
yabancı kaynaklı
olmaları nedeniyle
kapıların kapatılarak
Kur’an ve Sünnet’in her
konuda yeterli olacağı
inancı önemli tıkanma
noktalarından birini
oluşturmaktadır.
rin de Kur’an gibi mutlak telakki
edilerek Kur’an’la aynı seviyeye
getirilmesi, hatta birçok konuda
vahyin ruhuna, hikmetlerine ve
bütünlüğüne aykırı düşecek şekilde onların Kur’an’a hükmediyor
hale getirilmesi dini algılama ve
anlama noktasında ciddi problemlere sebep olmaktadır. Nasslara
parçacı ve nesihçi yaklaşım Selefi
metodolojinin öne çıkan özellikleri
arasında gözükmektedir.
Yine bir kısım Selefiler ve Ehl-i
Hadis taraftarları arasında doğrudan Kur’an ve Sünnet’e dönme
iddiasıyla insanlığın felsefe, bilim
ve tefekkür alanında geliştirdiği
tecrübelere yabancı kaynaklı olmaları nedeniyle kapıların kapatılarak Kur’an ve Sünnet’in her konuda yeterli olacağı inancı önemli
tıkanma noktalarından birini oluşturmaktadır. Söz konusu inanç,
gelişen çağa ayak uydurma, yeni
86
STRATEJİK DÜŞÜNCE | HAZİRAN 2011
ortaya çıkan durumlar, örneğin siyaset ve hukuk sistemlerin ortaya
çıkardığı problemler karşısında
insanlığın geliştirdiği tecrübe ve
birikimden istifade ile Kur’an ve
sahih Sünnet’in ruhuna uygun çözümler getirilmesi, projeler oluşturulması konularında yetersizliği
beraberinde getirmektedir. Asr-ı
Saadet’te olmayan yeni durumların ortaya çıkmasıyla ilgili olarak
neyin bid´at, neyin bid’at olmadığı
konusu Selefiye’de netlik kazanmış gözükmemektedir. Bu konunun değerlendirilmesi, ayrı bir makalenin konusu olacak kadar farklı
boyutlara sahiptir. Selefi akımda görüşlerine ters düşerek veya
farklılaşarak şirke düştüğü kabul
edilen kimselerden teberri etmek
(onlardan berî olmak, onlarla her
türlü ilişkiyi kesmek, fikirlerine
kıymet vermemek) şeklinde ortaya
çıkan tavır, Müslümanların kardeşliğini, birbirleriyle olan alakalarını kesmemeyi vurgulayan ayet
ve hadisler açısından analiz edilip
incelenmesini, hikmete uygun olup
olmadığının araştırılmasını gerektiren bir konudur.
1970’li yıllarda Mısır, Suriye ve
Irak’taki Nasırcı ve Basçı rejimlerin baskısından kaçanlara Suudi
Arabistan Kralı Faysal’ın (Ö. 1975)
kapı açması sonucu bu kişilerin
Şeriat fakültelerinde veya da Rabıta benzeri kurumların bünyesinde istihdam edilmeleri geleneksel
Vahhabilik’le siyasi İslamcılığın
izdivacına neden olmuş, “Cihadî
Selefiye” isimli farklı bir Selefi
zihniyetin oluşumunu beraberinde
getirmiştir. Klasik Selefiye akideye önem verirken, ortaya çıkan bu
yeni zihniyet aktiviteye önem vermiştir. Monarşirk ve oligarşik eğilimlere yakın klasik Selefiye, prensip olarak namaz kıldığı müddetçe
yönetime ve devlet başkanına itaat
etmeyi öne çıkarırken, Cihadi Selefiye Ortadoğu’daki dini uyanışın
önünde en büyük engel olarak Arap
monarşilerini ve ant-i demokratik
çekmiştir. Son on yıldır İslam dünyası ağırlıklı olmak üzere dünyada yaşanan gelişmelerin ve ortaya
çıkan yeni durumların ışığında
Arap ve İslam dünyasının fikir ve
aksiyon alanında özünü ve değerlerini yitirmeden birçok dönüşüm
ve değişmelere sahne olacağı düşünülebilir.
yönetimleri görür, adalet, katılımcılık ve özgürlük kavramlarına ayrı
önem verir. Ancak şirkle ilişkilendirilerek İslam açısından menfi bir
konuma itilen demokrasiye karşı
tavır alınırken, sözkonusu monarşiler karşısında nasıl bir siyasal sistemin talep edildiği konusu netlik
kazanmış değildir.
Klasik Selefiye tevhid, şirk, bid’at,
kabir, namaz, hac, peçe, sakal gibi
konular üzerine yoğunlaşırken,
İnanç ve düşünce sisteminde Müşriklerle, Yahudilerle, Haçlılarla,
ABD ve Siyonizm’le mücadeleye öncelik veren cihadi yönelim
1990’lı yılların ikinci yarısından
itibaren Üsame bin Ladin’le birlikte aşırılığa doğru bir savrulma
yaşamış, Suudi yanlısı Selefilerle
ciddi bir farklılaşma sürecine girmiştir. Ayrıca “cihadi” diye bilinen kesimin arasında da Üsame
bin Ladin’in cihad yöntemlerini
onaylamayan etkili bir çevre ortaya çıkmış, her kesimin alimleri
ve taraftarları verdikleri fetvalarla
kendilerine mahsus görüşleri meş-
rulaştırma gayreti içerisine girmişlerdir. Bu tartışmalar kısıtlamalar
nedeniyle Suud ülkesinde fazla
yankı bulmamış olsa bile, Mısır,
Ürdün, Kuveyt gibi ülkelerde,
ABD ve Avrupa’daki Selefi teşkilatlar içerisinde yankı bulmuştur.5
Bu bağlamda Arap dünyasını
etkisi altına alan demokrasi ve
özgürlüklerin
geliştirilmesine
yönelik değişim ve dönüşüm rüzgarları yüz binlerce insanı sokaklara dökerken, Mısır’daki İhvan-ı
Müslimîn (Müslüman Kardeşler)
hareketi adına beyanat veren kimselerin Üsame bin Ladin’in ve
El-Kaide’nin İslamiyet’i temsil
etmediğini ifade etmesi, totaliter
yönetime karşı çıkarken farklı din,
kültür ve görüşlere sahip grup ve
cemaatlerin temsilcileriyle birarada aynı safta yer almaları dikkat
1.
2.
3.
4.
5.
ABD işgaliyle beraber Afganistan,
Irak ve Filistin’de yaşanan insanlık dramı için Üsame bin Ladin ve
taraftarlarını günah keçisi haline
getirmek, terör olarak yapılan şaibeli eylemleri sorgulamaksızın
tamamen ona fatura etmek, dünyada aşırılıkların, savaş ve terörün
zeminini ortadan kaldırmak için
yeterli değildir. Aşırılık ve terörün
asıl sorumluları, silah şirketlerinin
dümen suyuna girerek insanlar ve
ülkeler arasında çatışma ve savaş
alanları yaratanlar, tefeciliği ve sömürüyü politikalarının merkezine
yerleştirenler, kuvvetine mağrurlanarak ülkeler ve milletler üzerinde haksız hakimiyet kuranlar,
dünyanın gözüne bakarak zulüm
ve işgallere devam edenlerdir. Bu
şekilde sahne gerisinde aşırılık ve
radikalizm ortamının yaratılmasında rol alanlardır.
Her şeye rağmen adaletin, ahlakın,
iyilik ve güzelliklerin, evrensel değerlerin hakim olduğu daha iyi bir
dünyanın yaratılmasında Allah’ın
bütün insanlığa hidayet için gönderdiği Kur’an’a iman eden,
âlemlere rahmet olarak gönderilen
o büyük Peygamber’e ümmet olma
durumundaki Müslümanlar üzerine
düşen büyük sorumluluklar vardır.
Irki, etnik, mezhebi, fikri ve siyasi
ayrılıklara rağmen Müslümanlar
arasında gerçek kardeşliğin, ittifakların, yardımlaşma ve dayanışmanın tesis edilmesi, iyi niyete
dayalı ilişkilerin geliştirilmesi, birbirlerinin tecrübelerinden istifade
ile her alanda müspet gelişmelerin
yolunun açılması, meydana gelebilecek ihtilaf ve çekişmelerin, hataların, yanlış anlamaların yapıcı bir
yaklaşım ve üslupla giderilmeye
çalışılması bu sorumlulukların başında gelmektedir.
SDE Uzmanı, Prof. Dr.*
Bk. Buhari, Sahih, Şehâdât 9, Fedâilu Ashâbi’n-Nebi 1, Rikâk 7, İman 10, 27; Tirmizi, Sünen, Fiten 45, Şehâdât 4, Menâkib 56; İbn Mâce, Sünen,
Ahkâm 27; İbn Hanbel, Müsned, I/378, 417, 434.
Bk. Mehmet Hayri Kırbaşoğlu, “Maziden Atiye Selefi Düşünce’nin Anatomisi”, İslâmiyât, C. X, Sayı: 1, Ocak-Mart 2007, s. 142-143.
Bk. Mehmet Hayri Kırbaşoğlu, a.g.m., s. 144.
Geniş bilgi ve değerlendirme için bk. Salih Özer, “Biz Artık O Sapkınlardan Değiliz”: Selefilerin Selefilerden Teberrileri Üzerine Değerlendirmeler”,
İslâmiyât, C. X, Sayı: 1, Ocak-Mart 2007, s. 61-74.
Bu konuda detaylı bilgi için bk. Salih Özer, a.g.m., s. 59-61.
HAZİRAN 2011 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
87
sistemini oluşturmak zorundadır.
Demokratik AB’nin Aktörleri:
Ulusal Parlamentolar
Üye devletlerden herhangi birinin ulusal parlamentosu, Kurucu Antlaşmalarda değişiklik
yapan herhangi bir Avrupa Antlaşması’nın yürürlüğe girmesine engel olabilir. Dolayısıyla,
Avrupa entegrasyonunun başlangıcından itibaren, ulusal parlamentolar entegrasyon
sürecinin önemli aktörleri olarak karşımıza çıkmaktadır.
Dilek YİĞİT*
A
vrupa Birliği’ne (AB) atfedilen “demokrasi açığı”
sorununun çözümüne ilişkin atılan her adımın merkezinde
Avrupa Parlamentosu (AP) yer
almaktadır. Bu durumun nedeni, sözde “demokrasi açığı”nın,
üyeleri doğrudan Avrupa halkları
tarafından seçilen AP’nin Birlik
karar mekanizmasındaki rolünün
artırılması suretiyle giderileceğine
inanılmasıdır. Bu görüşün temelinde yatan unsur ise, aslında bir
“analoji”ye dayanmaktadır; yani
demokratik ulus devlet ile supranasyonel AB kıyaslanmaktadır.
Dolayısıyla, modern demokratik
devletlerde alınan kararların meşruiyetini sağlayan unsur, kararla88
STRATEJİK DÜŞÜNCE | HAZİRAN 2011
rın halkın temsilcilerinden oluşan
ulusal parlamentolar tarafından
alınması ise; AB’de kararların
meşruiyeti, Avrupa halklarının
temsilcilerinden oluşan AP tarafından alınması ile sağlanabilir.
Ancak daha demokratik bir AB
için, AP’nin karar alma sürecindeki rolünün artırılması yeterli değildir; Avrupa entegrasyon süreci
ilerledikçe yetkilerinin azaldığı
gözlemlenen ulusal parlamentoların da göz ardı edilmemesi gerekir.
1 Aralık 2009 tarihinde yürürlüğe
giren Lizbon Antlaşması’nın ulusal parlamentolara ilişkin hükümleri, bu gerekliliğe olan farkındalığın açık bir göstergesidir.
Lizbon Antlaşması, daha önceki
Kurucu Antlaşma değişiklikleri
gibi, daha demokratik bir Birlik
için, öncelikle AP’nin yetkilerini artırmaya yönelmiştir. Ancak
ulusal parlamentoların da, kendi
halkları tarafından seçilmiş karar
organları olarak Birlik içinde aktif rol oynamaları gerektiği görüşünü yansıtan Lizbon Antlaşması,
ulusal parlamentoların rollerini
güçlendirmeye yönelik hükümler
içermektedir.
Lizbon Antlaşması’nın 12. maddesi uyarınca, AB, ulusal parlamentoların hukuki tasarruf önerileri
hakkında bilgi sahibi olmalarını
sağlamak ve “ikincillik kontrol”
Lizbon Antlaşması’na ekli, Ulusal Parlamentoların Rolü Üzerine
Protokol uyarınca;1 hukuki tasarruf taslakları ulusal parlamentolara
iletilmelidir. Burada geçen “hukuki
tasarruf taslakları”, Komisyon’un
önerisi, bir grup üye devletin ya da
AP’nin inisiyatifi, Adalet Divanı ve
Avrupa Yatırım Bankası’nın talepleri ile Avrupa Merkez Bankası’nın
tavsiyelerini içermektedir. Komisyon kaynaklı hukuki tasarruf taslakları Komisyon tarafından, AP
kaynaklı hukuki tasarruf taslakları
Parlamento tarafından ve üye devletler, Adalet Divanı, Avrupa Merkez Bankası ve Avrupa Yatırım
Bankası kaynaklı hukuki tasarruf
taslakları Konsey tarafından ulusal
parlamentolara gönderilecektir.
Lizbon Antlaşması’na ekli İkincillik ve Oransallık İlkelerinin Uygulanmasına İlişkin Protokol2 ile
ulusal parlamentolar tarafından uygulanacak “ikincillik kontrolü”nün
kuralları belirlenmektedir. Kendilerine iletilen herhangi bir hukuki
tasarruf önerisinin ikincillik ilkesini ihlal ettiğini düşünen ulusal
parlamentolar, sekiz hafta içinde
gerekçeli görüşlerini Avrupa Parlamentosu, Konsey ve Komisyon’a
ileteceklerdir.
İkincillik ve Oransallık İlkelerinin
gözetilmesi kapsamında, iki farklı
uygulama karşımıza çıkmaktadır.
Söz konusu uygulamalar, Protokolün 7.maddesinin 2. fıkrası ile
düzenlenen “Sarı Kart” ile 3. fıkrası ile düzenlenen “Turuncu Kart”
uygulamalarıdır.
“Sarı Kart” uygulamasında, üye
devlet ulusal parlamentolarının üçte
biri (adalet, özgürlük ve güvenlik
alanında ise dörtte biri) kendilerine
iletilen hukuki tasarruf taslağının
ikincillik ilkesini ihlal ettiğini düşünüyorsa, hukuki tasarruf taslağı
tekrar gözden geçirilir; gözden geçirme sonrası değiştirilebilir, geri
çekilebilir, ancak aynen de koruna-
bilir. “Sarı Kart” uygulamasında,
üye devlet parlamentolarının üçte
birinin itirazına rağmen hukuki tasarruf önerisinin yasalaşabileceği
görülmektedir. Dolayısıyla bu durumda, ulusal parlamentoların üçte
birinin itirazı, önerinin yasalaşma
süreci başlamadan üzerinde tekrar
düşünülmesini ve itirazın sonucunda alınacak karar ne olursa olsun
kararın gerekçelendirilmesini sağlamaktadır.
“Turuncu Kart” uygulamasında,
ulusal parlamentoların yarısından
fazlası, ikincillik ilkesinin ihlali gerekçesiyle, olağan karar alma prosedürüne tabi bir hukuki tasarruf
taslağına itiraz ederse ve Komisyon
da önerisinde ısrar ederse, AP’nin
çoğunluğu ya da Konsey’de oyların % 55’i ile alınacak bir kararla,
yasama sürecine devam edilip edilmeyeceğine karar verilir. Bir başka
deyişle, hukuki tasarruf taslağının
ikincillik ilkesini ihlal edip etmediği üzerine Birlik yasama organlarının karar alması gerekmektedir
ki, herhangi birinin ulusal parlamentolar ile aynı fikirde olması sonucunda ilgili önerinin yasalaşma
sürecine devam edilmez. Burada
dikkat çeken husus şudur ki, bir
hukuki tasarruf önerisinin ikincillik ilkesinin ihlali gerekçesiyle yasalaşmasının önlenmesi için, üye
devlet ulusal parlamentolarının
yarısından fazlasının itirazı yeterli
olmamakta, anılan itiraza Bakanlar
Konseyi ya da AP’nin katılması
gerekmektedir.
Lizbon Antlaşması ulusal parlamentolara “passerelle clause”
uygulamasını veto etme hakkını
da tanımıştır. “Passerelle clause”
uygulaması, Konsey’de oybirliği
ile alınacak bir kararla, Konsey’de
karar alma mekanizmasının oybirliğinden çoğunluk kararına dönüştürülmesi ya da özel yasama
prosedürünün olağan yasama prosedürüne dönüştürülmesinde kullanılmaktadır. “Passerelle clause”
uygulaması önerisini takiben 6 ay
AB’nin kendine
özgü bir karar alma
mekanizmasına sahip
olduğu ve bu karar alma
mekanizmasında AP’nin
artan rolünün Birliğin
demokratik meşruiyetinin
sağlanmasında yeterli
olacağı görüşünde olanlar,
Lizbon Antlaşması’nın
ulusal parlamentolara
sağladığı yetkileri de
yeterli görebilirler. Hatta
bu bakış açısıyla, ulusal
parlamentolara sağlanan
yetkilerinin, demokratik
meşruiyetin sağlanmasına
katkı yapsa da, zaten
yeteri kadar karışık
olan Birlik karar alma
mekanizmasını daha da
karışık hale getirebileceği
ileri sürülebilir.
içinde, herhangi bir ulusal parlamento veto hakkını kullanabilir.3
Lizbon Antlaşması ile ulusal parlamentolara tanınan söz konusu veto yetkisini, Antlaşma’nın
ulusal parlamentolara tanıdığı en
önemli yetki olarak nitelendirmek
mümkündür.4
Lizbon Antlaşması ile ulusal parlamentolara tanınan yetkilerin etkin olarak uygulanması hususunda
tereddütler mevcuttur. Öncelikle
“ikincillik kontrolü” için ulusal
parlamentolara tanınan sekiz haftanın yeterli bir süre olup olmadığı
tartışmalı bir konudur. Süre yeterli olsa bile, uygulamada başka
sorunlar çıkabilir. Uygulamada
çıkabilecek sorunların bir örneği
Polonya’da yaşanmıştır. Üçüncü
HAZİRAN 2011 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
89
devlet vatandaşlarının, mevsimlik istihdam amacıyla Birliğe giriş ve ikamet koşullarını düzenleyen Direktif taslağı, Polonya
Parlamentosu’nun bir kamarası
tarafından ikincillik ilkesini ihlal
eder nitelikte bulunurken, diğer
kamarası tarafından herhangi bir
ihlal durumu tespit edilmemiştir.
Muhtemel bir diğer sorun ise, ulusal yasa yapıcılar arasında, Avrupa
karar alma sürecine bu kadar erken
safhada katılım sağlamak yönünde
yeterli isteğin olmayacağı kaygısıdır. 5
Dijital Dünyanın
Yan Etkileri
Lizbon Antlaşması’nın AB karar
alma mekanizmasında ulusal parlamentoların yetkilerini artıran
hükümleri, daha demokratik bir
Birlik yaratılması için yeterli midir? Anılan soruya verilecek yanıt,
farklı bakış açılarına göre farklılık
arz edecektir.
AB’nin kendine özgü bir karar
alma mekanizmasına sahip olduğu
ve bu karar alma mekanizmasında AP’nin artan rolünün Birliğin
demokratik meşruiyetinin sağlanmasında yeterli olacağı görüşünde
olanlar, Lizbon Antlaşması’nın
ulusal parlamentolara sağladığı
yetkileri de yeterli görebilirler.
Hatta bu bakış açısıyla, ulusal
parlamentolara sağlanan yetkilerinin, demokratik meşruiyetin
sağlanmasına katkı yapsa da, zaten yeteri kadar karışık olan Birlik
karar alma mekanizmasını daha
da karışık hale getirebileceği ileri
sürülebilir. Diğer taraftan, Kurucu
Antlaşmaların onaylanmasında olduğu gibi, Kurucu Antlaşma değişikliklerinin yürürlüğe girebilmesi
için, her bir üye devlette kendi iç
hukuk prosedürlerine göre onaylanması gerekmektir ve referandu1.
2.
3.
4.
5.
90
ma gitmeyen üye ülkelerde onay
işlemleri parlamentolarının kararı
ile gerçekleşmektedir. Dolayısıyla,
üye devletlerden herhangi birinin
ulusal parlamentosu, Kurucu Antlaşmalarda değişiklik yapan herhangi bir Avrupa Antlaşması’nın
yürürlüğe girmesine engel olabilir. Dolayısıyla, Avrupa entegrasyonunun başlangıcından itibaren,
ulusal parlamentolar entegrasyon
sürecinin önemli aktörleri olarak
karşımıza çıkmaktadır.
Diğer taraftan, ulusal parlamentoların AB kurumsal yapılanmasının
bir parçası olduğunu, ancak Avrupa entegrasyon sürecinde üye devletlerden Avrupa Birliği’ne artan
yetki devrine bağlı olarak, ulusal
parlamentolarının yetkilerinin azaldığını düşünenler, Birliğin demokratik meşruiyetinin sağlanması için
ulusal parlamentolara daha fazla
rol verilmesi gerektiğini ve Lizbon
Antlaşması’nın ilgili hükümlerinin
de bu amaç için yeterli olmadığını ileri sürebilirler. Anılan bakış
açısıyla da, Antlaşmaların onay
sürecinde ulusal parlamentoların
rolünün önemi yadsınamaz, ancak
Birlik karar mekanizmasında üye
devlet vatandaşlarının temsilcileri
olan ulusal parlamentoların rolü,
ikincillik ilkesinin gözetiminden
öteye taşınmalıdır.
Hazine Müsteşarlığı Dış Ekonomik
İlişkiler Genel Müdürlüğü Şube
Müdürü, Dr.*
Bk. Buhari, Sahih, Şehâdât 9, Fedâilu Ashâbi’n-Nebi 1, Rikâk 7, İman 10, 27; Tirmizi, Sünen, Fiten 45, Şehâdât 4, Menâkib 56; İbn Mâce, Sünen,
Ahkâm 27; İbn Hanbel, Müsned, I/378, 417, 434.
Bk. Mehmet Hayri Kırbaşoğlu, “Maziden Atiye Selefi Düşünce’nin Anatomisi”, İslâmiyât, C. X, Sayı: 1, Ocak-Mart 2007, s. 142-143.
Bk. Mehmet Hayri Kırbaşoğlu, a.g.m., s. 144.
Geniş bilgi ve değerlendirme için bk. Salih Özer, “Biz Artık O Sapkınlardan Değiliz”: Selefilerin Selefilerden Teberrileri Üzerine Değerlendirmeler”,
İslâmiyât, C. X, Sayı: 1, Ocak-Mart 2007, s. 61-74.
Bu konuda detaylı bilgi için bk. Salih Özer, a.g.m., s. 59-61.
STRATEJİK DÜŞÜNCE | HAZİRAN 2011
Ahlaki değerlerin tüketilmesi ve toplumsal çürüme zararlı sitelerin giderek
çoğalmasına, dolayısıyla suç örgütlerinin eline düşen çocuk sayısının da artmasına
sebep olmaktadır. Bugün dünya genelinde yüz binlerce çocuk fuhuş ve pornografi
sektörünün eline düşmüş durumdadır. BM Çocuklara Yardım Fonu’nun (UNICEF)
tahminlerine göre, internette çocukların cinsel suiistimalini konu alan 1 milyon’dan
fazla görüntü ve resim bulunmaktadır
Ömer ERSOY*
G
üncel verilere göre yaklaşık 2 milyar insan, interneti ve internet üzerinden
verilen hizmetleri günlük hayatında kullanmaktadır. Bu durum,
insanların bilgiye erişimini son derecede basitleştirmiş; ekonomik ve
sosyal etkileşimde interneti vazgeçilmez bir unsur haline getirmiştir.
Özellikle son on yıldır, yüksek
teknolojinin hızla yaygınlaşması
ve ucuzlamasıyla birlikte internet
artık temel ihtiyaçlardan birisi olarak kabul edilmeye başlanmıştır.
Günlük yaşantımızda sürekli elimizin altında olan internetin, kullanıcılara sunduğu imkân ve rahatlık
saymakla bitmez. İstediğimiz kişilerle anında iletişim kurabilmek,
dünyada neler olup bittiğini anında
takip edebilmek, merak ettiğimiz
herhangi bir konuyu araştırabilmek, her türlü bankacılık işlemini
birkaç dakika içinde yapabilmek,
ihtiyacımız olan ürünleri ya da
hizmetleri yerimizden kalkmadan
satın alabilmek ilk akla gelen kolaylıklardır.
Çevrim içi hayatın internet kullanıcılarına sağladığı bu imkânlar
bazı olumsuz yan etkilerden bağımsız değildir. İnternet güvenliği bağlamında, dijital dünyanın
özellikle çocuklara yönelttiği
riskler ve tehlikeler, tüm ülkelerin
gündemindedir. Bu konuda cevaplandırılması gereken birçok soru
bulunmaktadır. Örneğin, yeni teknolojinin çocuklara yönelttiği riskler ve tehditler nelerdir? Bilgi ve
iletişim sistemleri çocukların cinsel istismar görüntülerinin satışını
ve pazarlanmasını ne oranda arttırmıştır? Sosyal paylaşım ağları,
elektronik mesajlaşma ve mobil cihazların yaygın kullanımı, çocukların davranışlarında ne yönde bir
değişime sebep olmaktadır? Bu tür
problemler tüm dünyanın ortak sorunu mudur? Bu konuda özel sektörün, ailelerin ve devletin ne gibi
sorumlulukları bulunmaktadır?
Ülkeler, düşünce ve ifade özgürlüğüne zarar vermeden interneti
ne şekilde kontrol altında tutulabileceklerine dair makul ve dengeli
çözüm yolları bulmaya çalışmaktadır. Bu risklere ve çözüm arayışlarına değinmeden önce internetin çocuklar arasındaki yaygınlık
HAZİRAN 2011 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
91
Çocukların internete
erişim oranları, dünyadaki
genel internet kullanım
oranına göre daha
yüksektir. Örneğin
Avrupa’da genel nüfusun
yüzde 58’i internet
kullanıcısıyken bu oran
çocuklar için yüzde 75’tir.
ABD’de, İngiltere’de,
Japonya’da internet
erişimi çocuklarda
yüzde 90’ın üstündedir.
Çocuklarda internet
erişimi hızla artmaya
devam ederken kullanım
yaşı da düşmektedir.
oranı ve daha çok hangi amaçlarla kullanıldığını birkaç cümleyle
özetlemek gerekir. Bu yazıda geçen çocuk tabirinden, 1989 tarihli
Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları
Sözleşmesi’nin de kabul ettiği ‘18
yaşından küçüklerin’ kastedildiğini yeri gelmişken belirtelim.
Çocukların internete erişim oranları, dünyadaki genel internet kullanım oranına göre daha yüksektir.
Örneğin Avrupa’da genel nüfusun
yüzde 58’i internet kullanıcısıyken
bu oran çocuklar için yüzde 75’tir.
ABD’de, İngiltere’de, Japonya’da
internet erişimi çocuklarda yüzde
90’ın üstündedir. Çocuklarda internet erişimi hızla artmaya devam
ederken kullanım yaşı da düşmektedir.
Çocuğun internet erişimini sağladığı yerlerin başında, okulu,
evi, arkadaşının evi, internet kafe
ya da kütüphaneler gelmektedir.
92
STRATEJİK DÜŞÜNCE | HAZİRAN 2011
İnternet erişiminde bilgisayarın
dışında yüksek teknolojili cep telefonları, oyun konsolları ve dijital televizyon hizmetlerinden
yararlanılmaktadır.1
yapabilen internet uygulamalarıyla
çocukların yüz yüze gelme ihtimalinin yüksek olduğunu unutmamak
gerekir.
Çocuklar açısından baktığımızda
eğitimlerinde, birbirleriyle olan
haberleşmelerinde ve sosyal kabiliyetlerinin gelişiminde internet artık vazgeçilmez bir araçtır. Çocuklar daha çok okul ve ödevler için,
e-maillerini kontrol etmek, mesajlaşmak ve sohbet odalarına girmek
için, haberleri takip etmek, müzik
dinlemek, online oyun oynamak ve
az da olsa alışveriş yapmak için interneti kullanmaktadır. Ayrıca, çocuklar arasında, myspace, twitter,
facebook gibi sosyal paylaşım siteleri oldukça popülerdir. Çocukların önemli bir kısmının bu sitelere
kayıtlı kişisel profilleri mevcuttur.
Çocuklar İçin Öne Çıkan
Riskler ve Tehlikeler
Bu yaygın kullanım, çocukların
internet aracılığıyla maruz kalabilecekleri riskleri de arttırmaktadır. İnternette bulunan milyarlarca
sayfadan-ki bunların önemli bir
kısmı çocuklar için zararlı içeriklere sahiptir- doğru olanını seçmesi,
hayat tecrübesi yetersiz çocuklar
için hiç de kolay değildir.
Kişisel gelişimi, ruhsal ve fiziksel
durumları üzerinde ciddi olumsuz
etkiler bırakan; onları suç mağduru hatta bazı durumlarda suç faili
lanıcı sayısının artması ve geniş
bant üzerinden sağlanan internet
bağlantısının görüntü dosyalarını
hızla indirmeye ve paylaşmaya
imkân vermesi bu artışa ciddi katkı sağlamaktadır. Dünya genelinde
yüzde 90’ı ABD kaynaklı olmak
üzere pornografik içeriğe sahip 5
milyonun üzerinde web sitesi bulunduğu tahmin edilmektedir.4
Çocukların maruz kalabileceği
tehlikelerin başında; çocuğun bizzat mağdur edildiği ve birçok ülke
tarafından cezai yaptırım altında
tutulan çocuk pornografisi gelmektedir. Çocukların suiistimal
edildiği cinsel içerikli herhangi bir
görüntünün internete verilmesi,
çocukların binlerce defa mağdur
edilmesi anlamına gelmektedir.
Toplumlarda ahlaki değerlerin
tüketilmesi, yozlaşmanın ve toplumsal çürümenin artması bu tür
sitelerin giderek çoğalmasına,
dolayısıyla suç örgütlerinin eline
düşen çocuk sayısının da artmasına sebep olmaktadır. Bugün itibariyle dünya genelinde yüz binlerce
çocuk fuhuş ve pornografi sektörünün eline düşmüş durumdadır.
Birleşmiş Milletler Çocuklara Yardım Fonu’nun (UNICEF) tahminlerine göre, internette çocukların
cinsel suiistimalini konu alan bir
milyondan fazla görüntü ve resim
bulunmaktadır.2
Suç örgütlerinin kontrolünde, çocukların cinsel istismarının söz
Çocukların psikolojik ve ruhsal
dünyasına büyük zararlar veren
bu tür siteler, istenmeyen e-posta
ve reklamlar yoluyla çocukların
merakını ve dikkatini çekebilmektedir. Çocukların örneğin ödevlerini yaparken ya da e-posta kutusuna gelen bir e-postayı açarken
bu görüntüleri görmesi ihtimal
dâhilindedir. Çocuklar bu sitelere
yanlışlıkla girebildikleri gibi bilerek de erişim sağladıkları olmaktadır. Bu sitelerin bir kısmı kredi
kartı bilgilerini isterken, önemli
bir kısmı da reklam ve sponsorluk
üzerinden ücretsiz olarak yayın
yapmaktadır.
konusu olduğu binlerce web sitesi mevcuttur. Bunlar, sınırlı ve
şifreli üyeliklerle işletilmekte ve
sürekli başka isimler altında yenilenmektedir. Ayrıca, bilgisayarlar
arasında birebir bilgi aktarımını
sağlayan internet uygulamaları da
bu tür görüntülerin transferinde ve
paylaşılmasında kullanılmaktadır.
Buradaki amaç kolluk kuvvetlerinin dikkatini çekmeden bu yasadışı paylaşımların yapılabilmesidir.
İçeriği suç teşkil eden diğer bir
uygulama da, esrar başta olmak
üzere, ekstazi, kokain ve eroin gibi
uyuşturucu maddelerin internet
üzerinden satışının yapılmasıdır.3
Gençlerin bu tür sitelerden yasadışı madde sipariş etmeleri kendilerini hem suçlu duruma düşürmekte
hem de sağlıklarını ve paralarını
kaybetmelerine neden olmaktadır.
Bunların dışında, içerik itibariyle
çoğu ülkede yasadışı sayılmamakla birlikte çocuklar için uygun olmayan web siteleri mevcuttur. Örneğin, işkence, şiddet, zalimlik ve
ırkçılığa dair söylem ve görüntülerin yer aldığı web sayfaları ile online kumar salonları ya da alkol ve
sigara satışı yapılan siteler bu kategoriye girmektedir. Başta ABD,
Japonya ve Avrupa ülkeleri olmak
üzere dünyanın çeşitli ülkelerinde
yasal bir sektör olan pornografi de
bu kategoride değerlendirilmektedir.
Pornografik görüntülerin sayısındaki artışta internetin önemli bir
rolü bulunmaktadır. İnternet kul-
Çocukların sanal ortamda karşılaştıkları bir diğer tehlike ise, mesajlaşma, sohbet odaları ya da sosyal paylaşım siteleri aracılığıyla
çeşitli tehdit ve hakaretlere ya da
cinsel içerikli söz ve davranışlara
muhatap olmalarıdır. Çocuk istismarcıları, bu sosyal paylaşım siteleri ve sohbet odalarından istifade
ederek mağdurlarını belirlemekte,
asıl kimliklerini ve gerçek amaçlarını gizleyerek yanlış ve aldatıcı
sözlerle çocukları kendileriyle fiziki olarak buluşmaya ikna etmeye
çalışmaktadırlar. Bu gerçekleştiğinde online ve offline saldırı içiçe
geçmiş olmaktadır.
Bunların dışında, kişisel verilerin
çalınması ve dolandırıcılık uygulamaları da çocukların sanal ortamda
karşı karşıya kaldıkları bir diğer
risktir. İnternette profil açan ya da
alışveriş yapan çocukların kişisel
bilgilerini gizleme konusunda yeteri kadar duyarlı ve bilinçli olmadıkları görülmektedir. Gerçek bir
HAZİRAN 2011 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
93
durumda hiçbir surette başkalarıyla paylaşılmayacak kişisel bilgiler
ve fotoğraflar, üyelik gerektiren
sitelere erişim sağlanırken ya da
twitter ya da facebook’ta profil
açarken çekinmeden sanal ortama
aktarılmaktadır.
Çocukların birçoğu bunu, güvenlik
ayarlarını kontrol etmeden, kişisel
bilgilerinin çalınma ve suiistimal
edilme ihtimalini hesaba katmadan
yapmaktadır. Bu bilgiler arasında
isim, yaş, adres, kimlik numarası,
pasaport bilgileri, internet şifreleri, msn adres ve şifreleri, günlükler, özel mesajlar, ilgi alanları,
hobiler, üyesi olunan siteler, şahsi
fotoğraflar, varsa banka ve kredi
kartı bilgileri yer almaktadır. Bu
da interneti, kişisel bilgilerin çalınmasında vazgeçilmez bir başvuru
noktası yapmaktadır. Çocukların
tehlikenin farkında olmadan sanal
ortama aktardıkları gereğinden çok
kişisel bilginin suçlular tarafından
çalınması ve çeşitli yasadışı faaliyetlerin icrasında kullanılması her
zaman ihtimal dâhilindedir.
Uluslararası Hukukta Çözüm
Arayışları
Başta Birleşmiş Milletler ve Avrupa Konseyi olmak üzere birçok
uluslararası ve bölgesel teşkilat,
internetin çocuklar üzerinde yol
açtığı mağduriyet ve olumsuzlukları önlenmek için neler yapılması
gerektiği konusunda ciddi gayretler göstermektedir. Bu çabalar son
on yıl içinde önemli Sözleşmelerin
hazırlanmasına ve yürürlüğe girmesine vesile olmuştur.
Bunların ilki, Çocuk Hakları
Sözleşmesine ek olarak hazırlanan 2000 tarihli “Çocukların
Satışı, Cinsel Suiistimali ve Çocuk Pornografisiyle Mücadele
Protokolü”dür. 2002 yılında yürürlüğe giren Protokole şu an için 143
ülke taraftır.
Avrupa Konseyi’nin 2001 tarihli
Siber Suçlar Sözleşmesi ise, internet vasıtasıyla işlenebilen ve
çocukların da mağdur olabileceği
suçlar hakkında detaylı tanımlamalar getirmektedir. Ayrıca,
Sözleşme’nin 9uncu maddesi çocuk pornografisi ile bağlantılı suçları düzenlemektedir. Sözleşme
çocuk pornografisinin kapsamını
geniş tutmakta; bir küçüğün cinsel
olarak kullanılmasını içeren, küçük gibi görünen bir kişinin cinsel
olarak kullanılmasını içeren ya da
bir küçüğü temsil eden gerçekçi bir
imajın cinsel olarak kullanılmasını
içeren tüm görsel materyalleri kapsamına dâhil etmiştir. Dolayısıyla,
bu tür görüntülerin çizgi film ya da
animasyon şeklinde olması halinde
dahi cezayı gerektiren bir suç olduğu kabul edilmiştir.
Siber Suçlar Sözleşmesi, sadece
Avrupa Konseyi üyelerine değil diğer istekli tüm ülkelere de açıktır.
Anılan Sözleşmeyi bugüne kadar
toplam 47 ülke imzalamış, bunların 30’u Sözleşmeyi onaylanarak
yürürlüğe koymuştur.
Çocukların her türlü cinsel istismardan korunmasını hedef alan
diğer önemli bir hukuki enstrüman
Avrupa Konseyi’nin 2007 tarihli
Çocukların Cinsel İstismardan ve
Suiistimalden Korunmasına dair
Sözleşmesi’dir. 1 Temmuz 2010
tarihinde yürürlüğe giren Sözleşmeye henüz 12 ülke taraftır.
Sözleşme çocukların, sosyal çevrelerinde olan kişiler dâhil her türlü
cinsel istismardan korunmasına
yönelik kapsamlı tedbirler öngörmektedir. Örneğin yetişkin bir
kişinin, 18 yaşından küçüklerle,
onları cinsel yönden istismar etmek amacıyla, internet aracılığıyla
görüşmesi ve iletişime geçmesi ilk
defa bu sözleşmede suç olarak kabul edilmiştir.
Çocukların korunması bakımından
ülkelerin aynı dili konuşması ve
benzer tedbirleri hayata geçirmesini isteyen bu Sözleşmelerin onaylanma sayısı, bu önemli metinlerin
tüm ülkelerce hayata geçirilmediğini göstermektedir. Sadece çocuk
pornografisiyle mücadelede bile
ülkeler aynı anlayışta ve kararlılıkta değildir. Örneğin Japonya
ve Rusya’da çocuk pornografisini
üretmek, dağıtmak ve ticaretini
yapmak suçken bu görüntüleri bulundurmak halen suç olarak kabul
edilmemektedir.
‘daha güvenli internet günü’ internetin çocuk ve gençlere yönelttiği
risklerin artmasıyla döneme denk
gelmiştir. Bu günün amacı, internet kullanımı konusunda başta
çocuklar olmak üzere tüm halkın
bilinçlenmesi; ailelerin, internet
servis sağlayıcıların, internet şirketlerinin, eğitim kurumlarının ve
devlet otoritelerinin ortak çözümler konusunda harekete geçmesi
ve internetin daha güvenli bir yer
haline getirilmesidir.
Bu durum, yasak olan bir uyuşturucu maddenin üretilmesi, dağıtması, ticareti ve kaçakçılığını suç
sayarken, kullanım amaçlı bulundurmayı cezai müeyyide dışında
bırakmakla aynı şeydir. Yasadışı
bir mal ya da hizmetin temel amacı
da, bu yönde mevcut olan tüketim
pazarını olabildiğince beslemek ve
büyütmektir. Dolayısıyla, mücadele politikasında son kullanıcıyı ya
da tüketiciyi görmezden gelmek,
sorunun çözümüne değil ancak çözümsüzlüğüne katkı sağlayacaktır.
Güvenli internet söylemi, online
içeriğin denetlenmesi ve düzenlenmesiyle ilgili ciddi bir ihtiyacın var
olduğunu göstermektedir. Burada
önemli olan, internetin faydalarından ve olumlu taraflarından istifade ederken zararlarını sınırlandırmanın etkili ve dengeli yollarını
bulabilmektir. Bu konudaki temel
yaklaşım, konusu suç teşkil eden
içeriğin servis sağlayıcılar tarafından engellenmesi ve erişime izin
verilmemesidir. Bunun için birçok
ülke tarafından erişim engelleme
politikaları geliştirilmiştir.
Alınması Gereken Tedbirler
Erişim engelleme konusunda yaşanan asıl tartışma, konusu suç
teşkil etmese de, çocuklara uygun
Sekiz yıl önce kutlanmaya başlayan
1.
2.
3.
4.
94
STRATEJİK DÜŞÜNCE | HAZİRAN 2011
olmayan sitelerin erişimine ne şekilde engel olunacağıdır. Bu konuda bazı ülkeler siteye erişim için
yaş sınırlaması getirilmesine ve
bireysel bazda filtre programlarının yaygın olarak kullanılmasına
ağırlık verirken bazı ülkeler de filtrelemeyi daha geniş yorumlamakta
ve uygulamaktadır. Zorunlu filtreleme olarak da adlandırılan bu uygulamanın amacı, uygun olmayan
içeriğin son kullanıcıya ulaşmadan
erişime kapatılmasıdır. Bazı ülkeler internet video paylaşım sitelerinin, ülkelerinde mevcut televizyon
kanallarının bağlı olduğu kurallarla bağlı olması yönünde adımlar
atmaktadır.
Kısacası, diğer kitle iletişim araçlarında olduğu gibi internet için de
sosyal sorumluluğun söz konusu
olduğu ve internetin küresel, anonim ve hızlı şekillenen yapısına
uygun olarak etkili koruyucu ve
denetleyici tedbirlerin alınmasının
gerekli olduğu değerlendirilmektedir.
Araştırmacı*
http://www.oecd-ilibrary.org/science-and-technology/the-protection-of-children-online_5kgcjf71pl28-en
http://conventions.coe.int/Treaty/EN/Reports/Html/201.htm
http:www.incb.org/e/ar/2001/incb_report_2001_1.pdf
http://internet-filter-review.toptenreviews.com/internet-pornography-statistics.html
HAZİRAN 2011 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
95
Sınır ticareti, “sınır ve kıyı
illeri ile bunlara komşu
Kalkınma İçin Açık
Sınır Politikası
Türkiye’nin komşu ülkelerle ekonomik ilişkileri geliştirme stratejisi, sınır ticaretini
geliştirme düzeyini aşarak, en az serbest ticaret anlaşması düzeyine doğru ilerletilmesi
gerekir. Gümrük vergilerinin karşılıklı olarak kaldırıldığı ve ayrıca serbest dolaşımı
kapsayan ekonomik bütünleşmeyi uygulamaya koyan “açık sınır politikası” sınır
bölgelerini kapsayan bölgesel ekonomik gelişmenin yanı sıra ulusal anlamda
ekonomik gelişmenin hızlanmasına katkı yapacaktır.
Kerem KARABULUT*
D
ış ticaret politikası olarak
serbestlik ve korumacılık tartışmasının geçmişi
modern iktisat tarihi kadar geriye
gitmektedir.1 Bu bağlamda, korumacı politikalar, ulusal güvenliğin
korunması, bebek endüstrilerin palazlanması, koşulların eşitlenerek
adil ticaretin sağlanması, işsizliğin
önlenmesi, ödemeler bilançosunun
iyileştirilmesi ve yerli üretimin
desteklenmesi ve çevrenin korunması gibi nedenlerden dolayı
savunulmaktadır. Diğer taraftan,
korumacı politikaların tüketicinin
sömürülmesine, kaynakların israf
edilmesine, teknolojik geriliğe ve
rekabet gücünün yitirilmesine neden olduğu ve ayrıca bu tür poli96
STRATEJİK DÜŞÜNCE | HAZİRAN 2011
tikaların işsizliği azaltmadığı ve
ödemeler bilançosunda iyileşme
sağlamadığı ileri sürülmektedir.
Bu tarihi tartışmadan birinin galip
çıkması zor görünmektedir. Ancak
bugün serbest ticaretin refah artırıcı ve kaynak dağılımında etkinliği
sağlayıcı avantajları üzerinde bir
uzlaşmanın varlığından söz edilebilir. Bir malı ucuza üreten ve dolayısıyla karşılaştırmalı üstünlüğe
sahip olan taraflar arasındaki ticaret, her iki tarafından refahını artırıcı bir özelliğe sahiptir. Bu refah
artırıcı etkinin en bariz görünebileceği yerler ise, ulaşım maliyetlerinin düşük olmasından dolayı, sınır
bölgeleridir.
Sınır Ticareti ve Önemi
Sınır ticareti, “sınır ve kıyı illeri
ile bunlara komşu illerin ihtiyaçlarının karşılanması amacıyla karşılıklı olarak yapılan ticari işlemlerdir” şeklinde tanımlanmaktadır.2
Demek ki sınır ticareti hem kara
sınırı olan illerde hem de kıyı illerinde gerçekleştirilebilen bir ticaret türüdür.
Sınır ticareti, sınırlarının denizlerle
çevrili olduğu yerleri de kapsaması
açısından “Sınır ve Kıyı Ticareti”
olarak belirtilmektedir.3
Ülkeleri sınır ticaretine yönelten
nedenlerin başında, yakın komşuluk ilişkileri ve özellikle taşıma giderlerinden kaçınmak gibi
Tablo 1: Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da Sınır
Ticareti Yapan İller ve Karşı Ülkeler
YETKİLİ SINIR İLİ
YETKİLİ GÜMRÜK KAPISI
ÜLKE
illerin ihtiyaçlarının
Artvin
Sarp
Gürcistan
karşılanması amacıyla
Ardahan
Türkgözü
Gürcistan
karşılıklı olarak yapılan
Iğdır
Dilucu
Nahçıvan
ticari işlemlerdir” şeklinde
Iğdır*
Gürbulak
İran
Ağrı
Gürbulak
İran
Van
Kapıköy
İran
Hakkari
Esendere
İran
kara sınırı olan illerde
Şırnak
Habur
Irak
hem de kıyı illerinde
Mardin
Nusaybin
Suriye
gerçekleştirilebilen bir
Şanlıurfa
Akçakale
Suriye
ticaret türüdür. Sınır
Gaziantep
Karkamış
Suriye
Kilis
Öncüpınar
Suriye
Hatay
Cilvegözü
Suriye
tanımlanmaktadır. Demek
ki sınır ticareti hem
ticareti, sınırlarının
denizlerle çevrili olduğu
yerleri de kapsaması
açısından “Sınır ve
Kıyı Ticareti” olarak
belirtilmektedir.
durumlar gelmektedir. İhracat ve
ithalat işlemlerinde uygulanan
bazı formalitelerin bu tür ticarette
uygulanmaması sınır ticaretinin
önemini artırmaktadır. Örneğin,
bu ticareti yapanlardan ithalatçı ve
ihracatçı belgesi istenmemektedir.4
Başka bir anlatımla, bölgede faaliyet gösteren tacirlere genel dış
ticaret prosedürüne tabi olmadan,
bulunduğu ilin valiliğince düzenlenen belgeye istinaden basitleştirilmiş usul ile ticaret yapma kolaylığı
sağlanmaktadır. Böylece, özellikle
bölgedeki küçük işletmeler hem
ticaret yapma hem de sermaye biriktirme yolunda önemli avantaj
yakalamaktadır. Ayrıca, bu uygulama dolayısıyla işletmelerin başka dış pazarlar bulması ve onlarla
da dış ticaret yapabilmesi olanaklı
hale gelmektedir. Ancak bu ticarette de sınır bölgelerine yakın yerlerde oturulması gerekir ve genellikle
miktar sınırlandırmaları konulur.
Kaynak: http://www.dtm.gov.tr (giriş: 10.04.2011)
Ayrıca sınır bölgesinde yaşayanların refahını yükseltmek için sınır bölgesinde ticari hareketliliği
artırmak amacıyla oldukça yüksek
vergi indirimi uygulamalarına gidilebilmektedir. 5
Türkiye’de Sınır Ticaretinin
Arka Planı
Türkiye’de kıyı illerinden sınır
ticareti yapılamamakta ve daha
çok Doğu ve Güneydoğu Anadolu
Bölgeleri’nde yer alan sınır illerinden gerçekleştirilmektedir. Sınır
illerinden yapılan sınır ticareti ile
bu bölgelerden yapılan ihracatın artırılması ve böylece bölgede
ekonomik ve sosyal gelişmenin
artırılması, ayrıca bölgedeki sınır
illerinin ihtiyaçlarının bir bölümünü düşük maliyetli ithalat yoluyla
karşılanması
öngörülmektedir.
Yine, mal kaçakçılığını minimuma
indirmek, bürokrasiyi azaltmak ve
bölgeler arası gelişmişlik farkını
azaltmak da sınır ticaretinden beklenen yararlar arasındadır.6
Türkiye’de sınır ticareti ilk olarak
1979 yılında İran’la başlatılmış,
önemli uygulamalar ise 1986 yılından sonra olmuştur. İran’la başlatılan sınır ticaretinde yaşanan petrol
ve döviz sıkıntısı önemli rol oynamıştır. Bu yolla, yaşanan sıkıntıların hafifletilmesi amaçlanmıştır.
Böylece ilk olarak petrol alımıyla
Ağrı’da sınır ticareti yapılmıştır.
İlk olarak Ağrı-Gürbulak’ta yapılan bu ticaret zamanla diğer Doğu
ve Güneydoğu Anadolu illerinde
de yapılmaya başlanmıştır.7 Halen
Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da
söz konusu ticaret için 12 sınır ili
(Ardahan, Artvin, Ağrı, Iğdır, Van,
Hakkari, Şırnak, Mardin, Şanlıurfa, Kilis, Gaziantep ve Hatay) yetkili kılınmıştır.
Sınır Ticareti ile İlgili Yerler
Sınır ticareti yoluyla gerçekleştirilen ithalat ve ihracat işlemleri,
Valilikçe tanzim edilen Sınır Ticaret Belgesi ile vali ya da vali yardımcısı başkanlığında toplanan İl
Değerlendirme Kurulunca tanzim
edilen ve geçerlilik süresi üç ay
olan uygunluk belgesi kapsamında gerçekleştirilmektedir. İthalat,
2000 yılından itibaren sadece ilgiHAZİRAN 2011 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
97
Sınır illerinden yapılan
sınır ticareti ile bu
bölgelerden yapılan
ihracatın artırılması
ve böylece bölgede
ekonomik ve sosyal
gelişmenin artırılması,
ayrıca bölgedeki sınır
illerinin ihtiyaçlarının
bir bölümünü düşük
maliyetli ithalat
yoluyla karşılanması
öngörülmektedir.
Yine, mal kaçakçılığını
minimuma indirmek,
bürokrasiyi azaltmak ve
bölgeler arası gelişmişlik
farkını azaltmak da sınır
ticaretinden beklenen
yararlar arasındadır.
li ilde en az üç aydır ve faaliyette bulunan tüzel kişiler tarafından
ayda 200.000 dolar karşılığı Türk
Lirası’nı aşmayacak değerde yapılabilmektedir. Sınır ticaretinin
amacına uygun olarak yürütülmesi
hususunda, ilgili valilikler sorumlu
bulunmaktadır.8
Gaziantep-Kilis-Hatay’ı (Suriye)
kapsamaktadır. Karar ile sınır ticareti uygulamasından yetkili sınır
illerinde yerleşik daha fazla sayıda
esnaf ve tacirin yararlanabilmesi
hedeflenmiştir. Bu çerçevede, sınır ilinde yerleşik tacir ve esnaf,
komşu ülkeyle doğrudan ihracat ve
ithalat yapabileceği gibi, Sınır Ticaret Merkezi’nde (STM) mağaza
kiralama suretiyle de sınır ticareti
yapabilecektir.
Bugün uygulanmakta olan sınır ticaretine ilişkin düzenlemeye göre
Doğu ve Güneydoğu Anadolu
Bölgeleri’nde sınır ticareti yapmaya yetkili kılınan iller ve sınır kapıları Tablo 1’de gösterilmiştir.
Sınır illerinin sosyo-ekonomik
yapısının karşılıklı ticaret ile iyileştirilmesini sağlamak için, 16
Mayıs 2009 tarihli Resmi Gaze-
tede yayımlanan Sınır Ticaretinin
Düzenlenmesine İlişkin Bakanlar
Kurulu Kararı 16 Haziran 2009
tarihinde yürürlüğe girmiştir.
Söz konusu Karar Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesindeki
12 sınır ilimiz; Artvin-Ardahan
(Gürcistan), Iğdır (Nahçıvan ve
İran), Ağrı-Van-Hakkâri (İran),
Şırnak (Irak), Mardin-Şanlıurfa-
Tablo 2: Komşu Ülkelerle Gerçekleştirilen İhracat ve İthalat Rakamları (2010)
ÜLKE
Azerbaycan
Gürcistan
Irak
İran
Suriye
Türkiye Toplamı
2002
İhracat (000
İthalat (000
$)
$)
231.431
64.625
103.220
137.872
333.962
920.971
266.771
506.247
36.039.089
51.553.797
Kaynak: TÜİK
98
STRATEJİK DÜŞÜNCE | HAZİRAN 2011
2010
İhracat
(000 $)
1.551.212
769.441
6.041.860
3.043.425
1.848.783
113.975.607
Artış (%)
İthalat
(000 $)
865.131
290.725
1.354.580
7.644.781
662.650
185.535.044
İhracat
İthalat
570.3
7354.4
811.3
593.0
216.3
1238.7
110.9
730.1
-86.9
259.9
15.02.1992 tarihli ve 92/2639 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan
Bakanlar Kurulu Kararı’nın ekinde
şu ifadeye yer verilmektedir; “Sınır
ve/veya kıyı ticaretini, asgari bir
yıldır sınır ve/veya kıyı illerinde faaliyet gösteren tüzel kişilerle asgari
bir yıl süre ile bu illerde oturmakta
olan gerçek kişiler yapabilir. Bu
kişilerce kurulacak şirketlerde süre
şartı aranmaz”. Yine 1 Eylül 1993
tarih ve 21685 sayılı kararda da “...
şirket merkezi sınır ticareti kapsamındaki illerde olan tüzel kişilerle
söz konusu illerde mukim gerçek
kişilere, müracaatları halinde ilgili
valilikçe uygun görülenlere Sınır
Ticareti Belgesi verilir. Valilik bu
kararın 7. maddesinde söz konusu
edilen değerlendirme kurulunun
görüşünü almak suretiyle Sınır
Ticareti Belgesi’nin sürekli veya
süresiz olarak iptali cihetine gidebilir” denilmektedir.9
Doğu ve Güneydoğu Anadolu
Bölgeleri’ndeki sınır ticaretinde
motorin ithalatına izin verilmesiyle, ithalat %80-90 bu üründe
yoğunlaşmıştır. Devletin kaybı
ve güvenlik gerekçesiyle motorin
ithalatı uygulaması 2002 yılında
durdurulmuştur.
Özellikle bölgeler açısından önemli olan motorin ithalatının, devlet
ve diğer ilgili kurumlarının görüşleri doğrultusunda 17.7.2002 ve
2002/4517 sayılı kararnameyle,
1 Eylül 2002 tarihi itibarıyla durdurulması, bölgede ticaret yapanların olumsuz etkilenmesine yol
açmıştır. Böylece, sınır ticaretinin
bir nevi durdurulduğu bu karardan
sonra, Sınır Ticaret Merkezleri kurulmasına ilişkin 2003/5408 sayılı
Bakanlar Kurulu Kararı, 10 Nisan
2003 tarih ve 25075 sayıyla Resmi
Gazete yayımlanmıştır.
Bölge Ticaretindeki
Gelişmeler
STM’lerle ilgili karar ile Artvin,
Ardahan, Ağrı, Kars, Iğdır, Van,
Hakkari, Şırnak, Mardin, Şanlıurfa,
Gaziantep, Kilis ve Hatay illerinde
STM kurulması, ayrıca bu illere
komşu Erzurum, Muş, Bitlis, Siirt,
Diyarbakır, Batman ve Adıyaman
illerinin de “mücavir il” kapsamında uygulamadan yararlanmaları
öngörülmüştür. Bu kararla sınır ticaretinin yeni bir boyut kazandığı
görülmektedir.
Bu bölgelerde komşu ülkelerle
gerçekleştirilecek ticaret hangi
yöntemle gerçekleştirilirse gerçekleştirilsin bu bölge illerinin ve
dolayısıyla Türkiye’nin avantajlı
olduğu anlaşılmaktadır. Bilindiği
gibi, yıllar itibarıyla Türkiye’nin
toplam ihracatı toplam ithalatının
çok gerisindedir. Ancak, bu Doğu
ve Güneydoğu Anadolu’ya sınır
ülkelerle yapılan ihracat ve ithalat
rakamları incelendiğinde tam tersi
bir durum söz konusudur. Bu ülkelerden sadece İran’a yapılan ihracat ithalatın gerisinde kalmaktadır
ki, bunu ana sebebi doğalgaz ve
petrol ithalatıdır.
Türkiye’den bölge ülkelerine yönelik ihracat ve ithalat rakamları
Tablo 2’de görülmektedir. Komşu
ülkelere yapılan dış ticarette çok
yüksek bir artışın olduğu anlaşılmaktadır. Ayrıca, İran dışında diğer
ülkelere yapılan ihracat rakamları
ithalat rakamlarının çok üzerindedir. Bu durum Türkiye’nin bölge
ülkeleri ile yapacağı ticarette avantajlı konumunu göstermektedir. Bu
nedenle, hem ülke ödemeler bilançosu açığının kapatılması hem de
bölgesel dengesizlik sorunun gi-
Sınır illerinin sosyoekonomik yapısının
karşılıklı ticaret
ile iyileştirilmesini
sağlamak için, 16 Mayıs
2009 tarihli Resmi
Gazetede yayımlanan
Sınır Ticaretinin
Düzenlenmesine İlişkin
Bakanlar Kurulu Kararı
16 Haziran 2009 tarihinde
yürürlüğe girmiştir. Söz
konusu Karar Doğu ve
Güneydoğu Anadolu
Bölgesindeki 12 sınır
ilimiz; Artvin-Ardahan
(Gürcistan), Iğdır
(Nahçıvan ve İran),
Ağrı-Van-Hakkâri (İran),
Şırnak (Irak), MardinŞanlıurfa-GaziantepKilis-Hatay’ı (Suriye)
kapsamaktadır.
derilmesi konusunda kullanılabilecek en etkin yollardan birisi bölge
illerinden komşu ülkelere yönelik
sınır ticareti veya normal dış ticaret faaliyetlerinin yoğunlaştırılmasıdır. Bunun için en etkili yol bölge
ülkelerine yakın olan illerde onların ihtiyaçları doğrultusunda üretim yapılmasının teşvik edilmesi
ve ihracatının sağlanmasıdır.
Çünkü Türkiye’nin bu ülkelerle olan ticarette petrol yokluğuna
dayalı dezavantajını diğer üretim
alanlarındaki avantajlı durumunu
sürdürmesiyle kendi menfaatlerini
maksimize edebileceği anlaşılmaktadır. Özellikle sınır ticaretinde
motorin ithalatının serbest olduğu
2002 yılına kadar ithalatın ihracattan fazla olduğu ancak 2003’ten
HAZİRAN 2011 | STRATEJİK DÜŞÜNCE
99
konulan Gümrük Kanunu’nda Değişiklik Yapılmasına İlişkin 4910
Sayılı Kanun’da ise, STM’lerin
gümrük işlemlerinin yürütülmesinde Türkiye Cumhuriyeti Gümrük Bölgesi dışında addedilmesi
hükme bağlanmıştır. STM’lerde
yapılacak dış ticaret yoluyla, bölge halkı için yeni istihdam kaynağı
yaratılması ve buralara yapılacak
mal nakliyesinde kullanılacak güzergahlarda faaliyet gösteren hizmet sektörü açısından da hareketlilik sağlanması öngörülmektedir.
tadır. Bu durum, petrol dışındaki
ürünlerde Türkiye’nin bölge ülkelerine göre avantajlı olduğunun bir
göstergesidir.
İran dışında diğer ülkelere
yapılan ihracat rakamları
ithalat rakamlarının çok
üzerindedir. Bu durum
Türkiye’nin bölge ülkeleri
ile yapacağı ticarette
avantajlı konumunu
göstermektedir. Bu
nedenle, hem ülke
ödemeler bilançosu
açığının kapatılması
hem de bölgesel
dengesizlik sorunun
giderilmesi konusunda
kullanılabilecek en
etkin yollardan birisi
bölge illerinden komşu
ülkelere yönelik sınır
ticareti veya normal dış
ticaret faaliyetlerinin
yoğunlaştırılmasıdır.
Sınır ticaretine ilişkin bilgileri aşağıdaki gibi özetlemek mümkündür
(DTM): Sınır Ticareti;10
Doğu ve Güneydoğu Anadolu
Bölgeleri’ndeki 12 sınır ilinden
gerçekleştirilmektedir.
Amaç, sınır illerinin ihtiyacının
belirli bir kısmının ithalat yoluyla
karşılanması ve bölgeden yapılan
ihracatın artırılmasına imkan tanınmasıdır.
Sadece yetkili ilde yerleşik tüzel
kişiler tarafından yapılabilmektedir.
Bir kişi ayda 200.000 ABD doları karşılığı Türk Lirası değerinde
eşya ithal edebilmektedir.
ve son yıllarda da ihracatın itha-
İthalat ve ihracat işlemleri; Valilikçe düzenlenen Sınır Ticareti
Belgesi ve vali/vali yardımcısı
başkanlığında İl Değerlendirme
Kurulu’nca tanzim edilen uygunluk belgesi kapsamında gerçekleştirilmektedir.
lattan fazla olduğu ortaya çıkmak-
İl ihtiyacı dahilinde ithal edilen
itibaren ithalatın gittikçe azaldığı
ürünlerin yetkili il dışına çıkarılması halinde belge iptali ve vergi
cezası gibi cezai müeyyideler uygulanmaktadır.
İthalatta alınması gereken vergi ve
fonların %60’ı ile KDV’nin tamamı tahsil edilmektedir.
Valiliklerce “il ihtiyacı” olarak
talep edilen ürünler; Dış Ticaret
Tablo 3: Sınır İllerinden Komşu Ülkelere Yapılan İhracat (000 Dolar)
Artvin
Toplam
İhracat
(2002)
8.286
Toplam
İhracat
(2010)
61.118
Ardahan
217
3.254
1399.5
Iğdır
21.505
101.693
372.9
Ağrı
3.151
76.903
Van
1.427
Hakkari
Sınır İli
İhracat
Ülke
Artışı (%)
2340.6
Gürcistan
Gürcistan
Azerbaycan
Azerbaycan
İran
İran
7.405
207
10
19.313
1.800
2.041
89.37
95.39
4.61
89.81
0.08
64.77
59.332
164
2.652
89.013
3.782
63.909
97.08
5.04
81.50
87.53
3.72
83.10
18.820
1218.9
İran
597
41.84
17.095
90.83
4.849
308.794
6268.2
İran
4.848
99.98
234.759
76.02
Şırnak
21.171
625.345
2853.8
Mardin
23.405
564.666
2312.6
Şanlıurfa
6.966
173.582
2391.8
Gaziantep
619.535
3.520.544
468.3
Kilis
2.486
23.456
843.5
Irak
Suriye
Irak
Suriye
Irak
Suriye
Irak
Suriye
50
59
27.632
601
24.18
614.592
14.863
533.573
73.253
48.713
117.984
1.206.688
13.861
98.28
2.63
94.49
42.20
28.06
3.35
34.28
59.09
Hatay
349.548
1.705.570
387.9
Suriye
8.817
2.52
118.366
6.94
Kaynak: TÜİK
100 STRATEJİK DÜŞÜNCE | HAZİRAN 2011
637.6
Komşu Ülkeye
Komşu Ülkeye İhracat
İhracat (2002)
(2010)
Miktar
Payı (%) Miktar
Payı (%)
0.21
0.85
4.46
Müsteşarlığı koordinatörlüğünde,
Tarım ve Köyişleri Bakanlığı ile
Sanayi ve Ticaret Bakanlığı arasında yapılan ortak çalışmada değerlendirilmekte ve uygun görülenler
ilgili valiliklere duyurulmaktadır.
1 Eylül 2002 tarihi itibarıyla motorin ithalatına tamamen son verilmiştir.
STM’lerde kurulacak mağazalar,
hem bir istihdam kaynağı olacaklar hem de bölgedeki küçük ve
orta boy işletmelerin ürünlerini
ülke dışına çıkmadan sınırda teşhir
ve etmelerini ve pazarlamalarını
sağlayacaklardır. Komşu ülkeler
açısından da özellikle ulaşım masrafının az olmasından dolayı daha
ucuza ürün ithal etme olanağı yaratılmaktadır.
Bu uygulama ile, bölgede üretim
yapan özellikle küçük işletmelere
ihracat yapmayı öğretme, kısa vadede komşu ülkelere orta ve uzun
vadede de diğer dış pazarlara açılma olanağının kazanılması gaye
edinilmiştir.
Yine, STM’lerden ithal edilen
ürünlere de vergi kolaylıkları sağlanmaktadır. STM kapsamında
ithal edilecek tarım ürünlerinden
ithalatta alınması gereken vergi ve
fonların %60’ı ile KDV’nin tamamı, ithal edilecek sanayi ürünlerinden ise sadece KDV ve ÖTV’nin
tamamının tahsil edilmesini düzenleyen 2003/ 6401 sayılı Kararname 13 Aralık 2003 tarihli Resmi
Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe
girmiştir.11
Böylece, hem ülke içindeki küçük
ve orta boy imalatçıların ihtiyaç
duydukları ürünleri daha ucuza ithal etmeleri sağlanmakta hem de
karşı ülkelerin ihracatına olanak
tanınmaktadır.
STM’lerin faaliyete geçirilebilmesi için komşu ülkelerle görüşmeler
yapılması ve sözkonusu görüşmelerde, ortak sınırda STM kurulmasına yönelik mutabakat sağlanması durumunda, STM’nin yeri,
dizaynı, inşaatı, işletilmesi, yolcu
Türkiye’nin yaşam standartlarının
düşük ve işsizliğin ciddi boyutlarda
olduğu Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgeleri’ndeki ekonomik ve
sosyal gelişme amacıyla, Sınır Ticaret Merkezleri, 2003/5408 sayılı
Bakanlar Kurulu Kararı ile 10 Nisan 2003 tarihli 25075 sayılı Resmi
Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe
girmiştir. İlgililer STM’lerin nasıl işlediğine dair ayrıntılı bilgiyi,
10 Nisan 2003 tarihli 25075 sayılı
Resmi Gazeteyi okuyarak görebilirler.
Serbest Ticaret Merkezi
Nedir?
Gümrük Müsteşarlığı tarafından
1 Temmuz 2003 tarihli Resmi
Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe
HAZİRAN 2011 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 101
Bu çerçevede Türkiye’nin komşu
ülkelerle dış ticaretinde çok önemli
artışlar gerçekleşmiştir. Sınır ticaretini konu edinen yasal mevzuatın
Doğu ve Güneydoğu Bölgelerinde
yer alan illere odaklanması, bölgenin kalkınmasına yapacağı katkının
marjinal getirisi açısından önemlidir. Bu bölgelerin Türkiye’nin en
az gelişmiş bölgeleri olması ve ayrıca bu bölgelerin terör ile birlikte
anılması, sınır ticaretinin bölgenin
ekonomik ve sosyal kalkınmasına
katkısının ne kadar önemli olduğu
göstermektedir.
ve mallara uygulanacak prosedürler, karşılıklı ticarete konu olacak
ürünler ve miktarları ile bu ürünlere uygulanacak vergi oranlarının
müzakere edilerek müşterek karara
varılması gerekmektedir.
Tablo 3’te sınır illerinden yapılan
toplam ihracat ve komşu ülkelere
yapılan ihracat miktarlarına ilişkin
veriler yer almaktadır.
Tablo 3’te göze çarpan ilk özellik,
sınır illerinden yapılan toplam ihracattaki yüksek büyümedir. Örneğin, Hakkari’den yapılan toplam
ihracat, 2002 yılından 2010 yılını
% 6268 oranında artmıştır. En düşük artış ise, % 373 ile Iğdır’da
gerçekleşmiştir. Tablo 3’deki ikinci özellik ise, sınır illerinin komşu
ülkelerle yaptığı ihracatın toplam
ihracatları içindeki paylarının
yüksekliğidir. Örneğin, Artvin,
ihracatının %97’sini Gürcistan’a
yapmaktadır. Benzer şekilde Iğdır,
ihracatının %87’sini Azerbaycan
1.
2.
3.
4.
5.
6.
7.
8.
9.
10.
11.
ile yapmaktadır. Diğer kayda değer
bir değişiklik ise, 2002-2010 döneminde sınır illerinin komşu ülkelere yaptıkları ihracatının payının
artmasıdır. Örneğin, Agrı’nın ihracatında İran’ın payı %65’lerden
%83’lere, Van’ın ihracatında
İran’ın payı %42’lerden %90’lara
ve Kilis’in ihracatında Suriye’nin
payı %24’lerden %59’lara çıkmıştır. Hatay’ın ihracatında Suriye’nin
payı iki kattan daha fazla artmıştır.
Vizesiz dolaşımla birlikte özellikle
sınır kentlerine sosyal, kültürel ve
ekonomik amaçlı kısa süreli ziyaretlerin gündelik ekonomik hayatta meydana getirdiği değişikliği de
vurgulamak gerekmektedir.
Açık Sınır Politikasının Refah
Artırıcı Etkisi
Türkiye, son yıllarda komşularla
“sıfır sorun” politikası çerçevesinde komşu ülkelerle ekonomik ilişkileri geliştirmeye çalışmaktadır.
Türkiye’nin komşu ülkelerle ekonomik ilişkileri geliştirme stratejisi, sınır ticaretini geliştirme düzeyini aşarak, en az serbest ticaret
anlaşması düzeyine doğru ilerletilmesi gerekir. Gümrük vergilerinin karşılıklı olarak kaldırıldığı ve
ayrıca serbest dolaşımı kapsayan
ekonomik bütünleşmeyi uygulamaya koyan “açık sınır politikası”
sınır bölgelerini kapsayan bölgesel ekonomik gelişmenin yanı sıra
ulusal anlamda ekonomik gelişmenin hızlanmasına katkı yapacaktır.
Komşu ülkelerle ekonomik ilişkilerin derinleştirilmesi, refah artıcı
etkinin sınır bölgelerinden ülkenin
geneline doğru yayılmasına neden
olacaktır. Benzer bir etkinin karşı
taraflarda da görülmesi olasıdır.
Böylelikle taraflar arasında artan
ekonomik ilişkiler, sadece ekonomileri birbirine eklemlendirmeyecek, aynı zamanda refahı artıracak
ve sınır güvenliğini de tesis edecektir.
Atatürk Üniversitesi, İİBF,
İktisat Bölümü, Doç. Dr. *
Acar, Mustafa, “İktisadın Ezeli Sorunsalı. Serbest Ticaret mi? Korumacılık mı?”, http://www.muhasebetr.com/makaleler/007/ (erişim tarihi:
13.05.2011)
Resmi Gazete, 1 Eylül 1993 tarih ve 21685 sayısı.
KARABULUT, Kerem, “Iğdır Ekonomisinin Gelişmesinde Ticaretin ve Özellikle Sınır Ticaretinin Yeri ve Önemi”, İktisadi Araştırmalar Vakfı, Iğdır
İlinin Ekonomik Kalkınması Semineri, Iğdır, 2000 s.108.
Seyidoğlu, Halil, Ekonomik Terimler (Ansiklopedik Sözlük), Güzem Yayınları , Ankara, 1992.
Sönmez, Muammer, Sınır ve Kıyı Ticareti, Yaylacık Matbaası, Erzurum, 1995.
Sugözü, Halil İbrahim ve Melike Atay, Sınır Ticaretinin Bölge Ekonomisi Üzerindeki Etkileri Kapsamında Habur Sınır Kapısı, Uluslar arası Şırnak ve
Çevresi Sempozyumu Bildiriler Kitabı, Şırnak, 14-16 Mayıs 2010.
Karabağ, Servet, “Sınır Ticareti ve Iğdır Örneği”, G. Ü. Gazi Eğitim Fakültesi Dergisi, Cilt 18, Sayı 1, 1998.
Dış Ticaret Müsteşarlığı (DTM), İhracat Genel Müdürlüğü Verileri.
Sönmez, M., a.g.e, s.39.
KARABULUT, Kerem, Doğu’da Yakalanan kalkınma Fırsatı Ticaret: Bir Alt Bölge Uygulaması, Atlas Yayın Dağıtım, İstanbul, 2005, s.90.
DTM, İhracat Genel Müdürlüğü.
102 STRATEJİK DÜŞÜNCE | HAZİRAN 2011
Gıda Fiyatları Neden
Yükseliyor?
Dünya nüfusunun önemli bir kesimi az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde
yaşamakta ve bu ülkelerde gıda harcamaları hane halkı gelirlerinde önemli bir yer
tutmaktadır. Son yıllarda, tarımsal ürün fiyatlarında meydana gelen yüksek derecedeki
dalgalanmalar, küresel düzeyde bir gıda krizi ile ilgili tartışmaları arttırmıştır. Gıda
krizinin beraberinde birçok ekonomik ve sosyal sorunları da beraberinde getirmesi
olasıdır.
Harun UÇAK*
B
irleşmiş Milletler Gıda ve
Tarım Teşkilatı’na (FAO)
göre, gıda fiyatları 2011
yılında, istatistiklerin kaydedildiği 1990 yılından günümüze en
yüksek değerlere ulaşmıştır. 2008
yılına gıda fiyatlarının tarihi zirveye ulaşmasından sonra fiyatların
tekrar aşağıya doğru bir süreç izlemesi, konu üzerindeki tartışmaları
kısmen azaltmasına rağmen, mevcut durumdan daha yüksek bir fiyat
seviyesine ulaşılması konuyu küresel düzeyde tekrar en çok tartışılan
sorunlardan birisi durumuna getirmiştir. Bu kapsamda G20 ülkeleri, küresel finansal krizin (büyük
yavaşlamanın) etkilerini minimize
etmek için, uluslararası finansal
mimarinin yeniden yapılandırılma-
sı sürecinde emtia piyasalarının da
gözetlenmesini ve düzenlenmesini
gündemlerine almışlardır. Ayrıca
emtia piyasalarındaki dalgalanmaların azgelişmiş veya gelişmekte
olan ülkelerde yaratacağı olası
olumsuz etkiler, gelişmiş ülkelerin
olduğu kadar IMF gibi uluslararası
finansal kuruluşların da ilgilerini
bu alana yoğunlaştırmalarına neden olmuştur.
Dünya nüfusunun önemli bir kesimi az gelişmiş ve gelişmekte olan
ülkelerde yaşamaktadır ve bu ülkelerde gıda harcamaları hane halkı
gelirlerinde önemli bir yer tutmaktadır. Son yıllarda, tarımsal ürün
fiyatlarında meydana gelen yüksek
derecedeki dalgalanmalar, küresel
düzeyde bir gıda krizi ile ilgili tartışmaları arttırmıştır. Gıda krizinin
beraberinde birçok ekonomik ve
sosyal sorunları da beraberinde
getirmesi olasıdır. Tarımsal ürün
fiyatlarında meydana gelen dalgalanmaların nedenlerinin incelenmesi, gıda güvenliği açısından da
önem arz etmektedir.
Gıda fiyatlarında görülen artan
dalgalanmayı açıklamaya yönelik
çok çeşitli nedenler ileri sürülmekle birlikte, gıda ithalatı yapan az
gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde meydana getirdiği sorunlar
konuyu daha ileri bir boyuta taşımıştır. Dünya nüfusundaki artışın
önemli kısmının az gelişmiş ve
gelişmekte olan ülkelerde olması
HAZİRAN 2011 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 103
Arz yönlü etkiler, petrol
ve enerji fiyatlarındaki
değişmelere bağlı
maliyet etkilerinden
kaynaklanmaktadır.
Talep yönlü etki,
dünya nüfusundaki
artış ve az gelişmiş
ülkelerdeki ekonomik
gelişmelerden meydana
gelmektedir. Spekülatif
amaçlı etkiler ise, temel
tarımsal ürünlerin türev
piyasalarda işlem görmesi
ve son zamanlarda
tarımsal ürün bazlı
yatırım fonlarına talebin
artması şeklinde ortaya
çıkmaktadır.
ileriye yönelik endişeleri daha da
arttırmaktadır.
Tarım Ürünleri Fiyatlarında
Son Durum
Küresel düzeyde gıda fiyatlarında
yaşanan gelişmeler için FAO’nun
hazırlamış olduğu veriler ve raporlar önemli bir kaynak oluşturmaktadır. FAO, uluslararası gıda
fiyatlarında yaşanan gelişmeleri
farklı gıda ürünleri sepetinden oluşan ürün sepetleri ile aylık olarak
uzun bir zaman sürecinde ölçmektedir. Bu ürün sepetleri, başta tüm
ürünleri kapsayan gıda fiyatları olmak üzere, et fiyatları, süt ürünleri
fiyatları, tahıl fiyatları, yağ fiyatları
ve şeker fiyatları olmak üzere 5 alt
kategorilerde de ölçülmektedir.
Grafik 1’de görüleceği üzere, 1990
yılından günümüze kadar kullanılan bu endeksler incelendiğinde,
gıda fiyatlarının genelinde ve diğer
104 STRATEJİK DÜŞÜNCE | HAZİRAN 2011
şekilde etkilenmektedir. Özellikle son zamanlarda gıda fiyatlarına
yönelik gösterilerde önemli artış
görülmektedir ve hatta bu gösterilere yönelik önlemler çerçevesinde
insan kayıplarına (özellikle Afrika
ülkelerinde) da rastlanabilmektedir (2010 yılında ekmek fiyatlarının
%40 artması üzerine Mozambik’te
yapılan gösteriler sırasında 13 kişi
hayatını kaybetmiştir).
tüm alt kategorilerinde son yıllarda önemli derecede artmıştır. Şubat 2011’deki fiyatlar önceki yılın
aynı dönemine göre önemli derecede artış gerçekleşmiştir. Bu artış, gıda ürünleri genelinde %38, et
ürünlerinde %23, süt ürünlerinde
%24, tahıl ürünlerinde %59, yağ
ürünlerinde %70, şeker ürünlerinde %19 olarak gerçekleşmiştir.
lı yatırım fonlarına talebin artması
şeklinde ortaya çıkmaktadır.
Tarım Ürünlerinin Fiyatı
Neden Artmaktadır?
Son yıllardaki fiyat artışlarında,
küresel ısınma ve buna bağlı kuraklık, düşük düzeydeki stoklar,
ürünlerin biyo-yakıt üretimi için
kullanılması, artan petrol fiyatları
gibi nedenlerin etkisinin olduğu
görüşleri yaygındır. Diğer taraftan az gelişmiş ve gelişmekte olan
ülkelerin milli gelirlerindeki artış
tarımsal ürünlerdeki fiyat artışında
talep yönlü etkiyi oluşturmaktadır.
Küresel düzeydeki tarımsal ürün
fiyatlarındaki artış birçok faktör
tarafından etkilenmektedir. Fiyat
artışlarını tek bir faktöre bağlamak oldukça zordur. Bu etkileri,
arz yönlü, talep yönlü ve spekülatif amaçlı etkiler olmak üzere üç
grupta toplayabiliriz. Arz yönlü
etkiler, petrol ve enerji fiyatlarındaki değişmelere bağlı maliyet etkilerinden kaynaklanmaktadır. Talep yönlü etki, dünya nüfusundaki
artış ve az gelişmiş ülkelerdeki
ekonomik gelişmelerden meydana
gelmektedir. Spekülatif amaçlı etkiler ise, temel tarımsal ürünlerin
türev piyasalarda işlem görmesi ve
son zamanlarda tarımsal ürün baz-
Petrol ve enerji fiyatlarındaki değişmelerde, tarımsal ürünlerin
üretim maliyetleri etkilemesinden
dolayı, bu ürünlerin piyasa fiyatlarına yansıyan bir etkisi bulunmaktadır. Birinci etki, tarımsal
üretimde petrol ve bağlı ürünlerin
girdi kullanılması maliyet artışları
üzerinde etkili olmaktadır. Petrol
fiyatlarındaki artışın ikinci olası etkisi, tarımsal arazilerin ikame ürün
olan bio-yakıt için gerekli ürünlerin üretimine ayrılması şeklinde
kendini göstermektedir. Bu tür bir
yönelişin sonucunda, gıda tüketimine yönelik tahıl üretimindeki bir
azalış, tarımsal fiyatların artışında
arz yönlü ikinci bir etki ortaya çı-
karmaktadır.
Küresel düzeyde tarımsal ürünlerin fiyatlarını etkileyen faktörler
arasında döviz piyasalarındaki
gelişmelere de yer verilmektedir.
Uluslararası Para Fonu (IMF) raporlarında, gıda fiyatları artışı ile
ilgili olarak, Amerikan Doları’nın
son yıllarda değer kaybetmesi, bazı
temel döviz kurlarında politika faiz
oranlarının düşük olması, elde para
tutmanın maliyetini düşürdüğü ve
fonların para piyasası araçlarından
daha yüksek getirisi olan emtia
bazlı endekslere yönelmesine ve
bu sürecin de gıda fiyatları artışında etkili olduğu belirtilmektedir.
Fiyat Artışlarında Spekülatif
Hareketlerin Rolü
Tarımsal ürünlerin fiyatlarındaki
diğer bir artış da spekülatif amaçlı
hareketlerden kaynaklanabilmektedir. Ahlaki olmayan bu hareketler,
gelirlerinin önemli bölümünü gıda
harcamalarına harcayan milyonlarca insanı derinden etkilemektedir.
Bu fiyat artışları, özellikle az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde,
insanların yoğun tepkilerine neden
olmakta ve iç siyasetleri ciddi bir
Son yıllarda, tarımsal ürünlerdeki
spekülatif artışlara yönelik uluslararası güç birliği hareketlerinin çalışmaları önemli yer tutmaktadır.
Bu hareketlerden Dünya Kalkınma Hareketi (World Development
Movement) raporlarına göre, bankaların hedge ve emeklilik fonlarını kullanarak finansal piyasalarda
yaptıkları gıda ürünlerine yönelik
işlemler, buğday, mısır ve soya
gibi temel gıda ürünleri fiyatlarında keskin dalgalanmalar meydana
getirmektedir. Fiyat değişimleri ile
gıda arz ve talebi karşılaştırıldığında, arz ve talep de gıda fiyatları son
yıllardaki gibi değiştirecek kadar
önemli bir neden bulunmamaktadır. Dolayısıyla da, spekülatif hareketler gıda fiyatlarındaki yüksek
derecedeki değişimi açıklamada
önemli bir nokta oluşturmaktadır.
Tarımsal ürünlerden oluşan türev
piyasalardaki işlemlere yönelik
en önemli eleştiri, yatırımcıların
daha çok kazanma peşinde koşarken, gelirlerinin önemli kısmını
gıda harcamalarında kullanan düşük gelirli insanları zor durumda
bırakmalarıdır. Dünya Kalkınma
Hareketi, özellikle Goldman Sachs
gibi küresel düzeydeki yatırım
şirketlerinin, gıda fiyatları üzerinde spekülatif hareketler yaparak,
dünya genelinde açlığı arttırdığına
yönelik araştırma makaleleri yayınlamıştır.
Küresel düzeyde tarımsal ürün
fiyatlarındaki artışlara yönelik
olarak birçok ülke iç piyasadaki
tüketicileri koruyacak önlemlere
başvurmaktadır. Tarımsal ürün
Son yıllardaki fiyat
artışlarında, küresel
ısınma ve buna bağlı
kuraklık, düşük düzeydeki
stoklar, ürünlerin
biyo-yakıt üretimi için
kullanılması, artan petrol
fiyatları gibi nedenlerin
etkisinin olduğu görüşleri
yaygındır. Diğer taraftan
az gelişmiş ve gelişmekte
olan ülkelerin milli
gelirlerindeki artış
tarımsal ürünlerdeki fiyat
artışında talep yönlü etkiyi
oluşturmaktadır.
ihraç eden ülkelere, ihracat kısıtlamalarına başvurmaktadır. Önemli
tahıl ihraç eden ülkelerden Rusya,
2010 yılında meydana gelen kuraklık ve buna bağlı tarımsal ürün
arzındaki azalmaya bağlı olarak,
ihracatta bazı kısıtlamalar uygulamıştır. Diğer taraftan, gıda ithalatçısı ülkelerde tarım ürünlerine
yönelik gümrük vergilerinde indirimlere giderek, iç piyasaya yönelik önlemler almıştır.
Tablo 1’de yer alan dünya tahıl
üretimi, stokları ve piyasaya arzı
incelendiğinde, son yıllarda önemli bir değişim görülmemektedir
ve ayrıca FAO tarafından yapılan
tahminlere göre, 2011 yılında tarımsal üretimde artış beklenmektedir. Dolayısıyla, son zamanlardaki
tahıl ürünleri fiyatlarındaki artışı
arz ve talep dengesizliği ile açıklamak oldukça zordur. 2011 Şubat
döneminde, tahıl ürünleri bir önceHAZİRAN 2011 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 105
Az gelişmiş ve gelişmekte
olan ülkelerdeki
makroekonomik
koşullardaki gelişmeler
satın alma gücünü
arttırarak tarımsal
ürünlerin talebinde
artış meydana
getirebilmektedir. Bu
ülkelerden özellikle, dünya
nüfusunun önemli bir
bölümünü içeren Çin ve
Hindistan’da son yıllarda
yüksek ekonomik büyüme
oranları görülmektedir.
ki yılın aynı dönemine göre %59
oranında artarken, bu derecede bir
artışın nedenleri arz talep dengesi
dışındaki etkenlerde aramak gerekmektedir.
Yükselen Piyasaların Hızlı
Büyümesi
Az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerdeki makroekonomik koşullardaki gelişmeler satın alma gücünü arttırarak tarımsal ürünlerin
talebinde artış meydana getirebilmektedir. Bu ülkelerden özellikle,
dünya nüfusunun önemli bir bölümünü içeren Çin ve Hindistan’da
son yıllarda yüksek ekonomik büyüme oranları görülmektedir. Alt
gelir grubundan üst gelir gruplarına doğru bir değişim, gıda tüketimi yanında tarımsal ürün ithalatını
da etkilemektedir. FAO verilerine göre 2000 yılında, Çin’in 15,3
Milyar $ olan tarımsal ürün ithalatı
2008 yılına gelindiğinde 66,9 Milyar $’a, aynı dönemde Hindistan’ın
28,7 Milyar $’dan 91,4 Milyar
$’a yükselmiştir. Çin ekonomisin
büyümesinde sanayi sektörünün
önemli bir payının bulunması ve
buna bağlı olarak tarımsal arazilerinin sanayi ürünleri üretiminde
kullanılması, tarımsal ürün arzı ile
ilgili olası başka bir sorunu da ileri
dönemlerde beraberinde getirebilir.
Gıda fiyatlarındaki artışın az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde,
gelişmiş ülkelere göre daha etkili
olması tüketici fiyatları endeksindeki (TÜFE) artışta da (enflasyon)
görülmektedir. TÜFE içindeki gıda
ürünlerinin payının yüksek olması,
enflasyon oranlarını etkilemekte
ve finansal piyasaların istikrarını
da bozabilmektedir.
Fiyat Dalgalanması Nasıl
Önlenir?
Gıda fiyatlarındaki yüksek düzey
ve dalgalanmalara karşı küresel
düzeyde önlemlerin alınması önem
arz etmektedir. Dünya Bankası
2008 yılında açlık içindeki insanlara yardım etmek için gıda ithalatı ve
tohum maliyetlerinin karşılanmaya
devam edilmesi amacıyla, Küresel
Gıda Krizi Müdahale Programı
(GFRP) hazırlanmıştır. Ocak 2011
itibariyle, bu program çerçevesinde onaylanan destek miktarı 1,444
Milyar USD’dır ve desteklemelerin önemli bölümü Afrika ülkelerine sağlanan desteklemelerden
oluşmaktadır. GFRP sadece gıda
arzı ile ilgili sıkıntıları kapsamayıp, fiyat dalgalanmaları sonucu
etkilenen az gelişmiş ülkelere desteklemeleri de içermektedir. İleriye
Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Teşkilatı’na (FAO), http://www.fao.org/
Dünya Bankası (WB), http://www.worldbank.org/
Dünya Kalkınma Hareketi (WDM), http://www.wdm.org.uk/
Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD), http://www.oecd.org/
Uluslararası Para Fonu (IMF), http://www.imf.org/
106 STRATEJİK DÜŞÜNCE | HAZİRAN 2011
dönük süreçte, GFRP benzeri araçların kullanımı ve geliştirilmesi az
gelişmiş ülkeler üzerindeki fiyat
dalgalanmalarının etkilerini azaltmada önemli olabilecektir.
Petrol, enerji fiyatları ve çevresel
faktörler göz önünde bulundurularak, özellikle gelişmiş ülkeler
tarafından desteklenen biyo-yakıt
kullanımına yönelik politikaların
tekrar gözden geçirilmesi önem arz
etmektedir. Düşük gelirliler için
yaşamsal önemi olan temel tarımsal ürünlerin veya tarım arazilerinin biyo-yakıt üretiminde kullanılması küresel istikrarın devamlılığı
üzerinde önemli bir sorun oluşturmaktadır.
Son olarak, uluslararası piyasalarda işlem gören tarımsal ürünlere
dayalı fonların denetimi veya spekülatif hareketlere karşı korunması
tarımsal fiyatların istikrarı açısından önemlidir. Özellikle gelişmiş
ülkelerdeki yatırımcıların son zamanlarda bu fonlara olan ilgisinin
artması ve tarımsal ürün fiyatlarındaki artış beklentisinin oluşması,
gıda ithalatı yapan az gelişmiş ve
gelişmekte olan ülkeler için ciddi
sorunları beraberinde getirmektedir. Dolayısıyla da, gıda ihtiyacı olan az gelişmiş ve gelişmekte
olan ülkelerin spekülatif tarımsal
ürün fiyat artışlarına karşı uluslararası düzeyde daha etkin olarak korunması önem arz etmektedir. Bu
doğrultuda tarım ürünlerinin alım
ve satımının yapıldığı emtia piyasalarına ilişkin gözetim ve denetim
mekanizmalarının artırılması ve bu
piyasalarda şeffaflığın artırılması
gerekmektedir.
Niğde Üniversitesi İİBF İktisat Bölümü,
Yrd. Doç. Dr.
‘‘Türkiye’nin Enerji Açığı Sorunu
ve Çözüm Önerileri’’ Tartışıldı
Stratejik Düşünce Enstitüsü’nde (SDE) ‘‘Türkiye’nin Enerji Açığı Sorunu ve Çözüm
Önerileri’’ konulu toplantı Gazi Üniversitesi Maliye Bölümü’nden Prof. Dr. Fevzi
Rıfat Ortaç’ın moderatörlüğünde gerçekleştirildi. Toplantıya konuşmacı olarak ise
şu isimler katıldı: Kırıkkale Üniversitesi İktisat Bölümü’nden Yrd. Doç. Dr. Levent
Aydın ve Yrd. Doç. Dr. Hilmi Ünsal, Devlet Planlama Teşkilatı Uzmanı Ahmet Dinçer,
Hazine Müsteşarlığı Uzmanı Murat Ertuğrul, Enerji Piyasası Düzenleme Kurumu
(EPDK) Uzmanı Dr. Murat Gidiş ve Orhun Selçuk, EPDK Başkan Danışmanı Barış
Sanlı, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı Uzmanı Süleyman Mümin Bulut.
S
tratejik
Düşünce
Enstitüsü’nde (SDE) ‘‘Türkiye’nin Enerji Açığı Sorunu ve Çözüm Önerileri’’ konulu
toplantı Gazi Üniversitesi Maliye
Bölümü’nden Prof. Dr. Fevzi Rıfat Ortaç’ın moderatörlüğünde
gerçekleştirildi. Toplantıya konuşmacı olarak ise şu isimler katıldı: Kırıkkale Üniversitesi İktisat
Bölümü’nden Yrd. Doç. Dr. Levent Aydın ve Yrd. Doç. Dr. Hilmi
Ünsal, Devlet Planlama Teşkilatı
Uzmanı Ahmet Dinçer, Hazine
Müsteşarlığı Uzmanı Murat Ertuğrul, Enerji Piyasası Düzenleme
Kurumu (EPDK) Uzmanı Dr. Murat Gidiş ve Orhun Selçuk, EPDK
Başkan Danışmanı Barış Sanlı,
Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı Uzmanı Süleyman Mümin Bu-
lut.
Toplantı Kırıkkale Üniversitesi
İktisat Bölümü’nden Yrd. Doç.
Dr. Levent Aydın’ın konuşması
ile başladı. Aydın konuşmasında
özellikle enerji açığı sorununa değindi. Elektrik üretimi için enerji
talebinin hızla artmakta olduğunu
belirten Aydın, artan enerji ihtiyacına karşılık Türkiye’de enerji üretiminin aynı oranda artmamasının
sorunun temelini oluşturduğunu
açıkladı. 1990’dan bu yana petrol ve doğalgaza önem verildiğini
buna karşılık yerli üretimde kullanılabilecek olan linyit ve hidrolikten vazgeçildiğini belirtirken,
dengenin ithal kaynaklara yöneltilmesinin enerji ithalatını zora soktuğuna da değindi. Aydın, elektrik
üretiminde doğalgaza alternatif
olabilecek kaynakları ise şu şekilde sıraladı: kömür, hidrolik, nükleer enerji.
Aydın’dan sonra söz alan Tabii Kaynaklar Bakanlığı Uzmanı
Süleyman Mümin Bulut, enerji
politikalarının ana belirleyicileri
üzerinde durdu. Hızlı talep artışı,
yüksek ithal bağımlılık oranı, yüksek enerji yoğunluğunu ana belirleyiciler olarak sıralayan Bulut,
açığı kapatmak için rüzgar gücü,
jeotermal güç, kalan hidro ve linyit rezervlerinin değerlendirilmesi
gerektiğini kaydetti.
Yrd. Doç. Dr. Hilmi Ünsal ise
Türkiye’de enerji sektörüne yönelik devlet politikalarına değindi. Türkiye’nin petrol ihtiyacının
yüzde 90’ını ithal ettiğini açıklaHAZİRAN 2011 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 107
yan Ünsal, petrolün yüzde 36’sını
İran’dan, yüzde 33’ünü Rusya’dan,
yüzde 14’ünü Suudi Arabistan’dan
aldığını, bu nedenle Ortadoğu bölgesinde çıkan karışıklıkların bizim
enerji maliyetlerimizi arttırdığını
ve Türkiye’nin enerji politikalarının uygulamasını zorlaştırdığını
belirtti.
EPDK Başkan Danışmanı Barış
Sanlı ise Türkiye’de enerji arzı risk
incelemesi yaptı. Kömürü büyük
oranda tüketmenin mantıklı olmadığını belirten Sanlı, 80’lerden
önce tüm dünyanın petrol, 80’ler
ve 90’lardan itibaren ise özellikle
doğalgaz tüketmeye başladığını ve
doğalgazla elektrik üretmenin çok
mantıklı olduğunu ifade etti. Sanlı Türkiye doğalgazın bir kısmını
kendisi üretebilirse sorunun azalacağını da belirtirken, enerji üretiminin çeşitlendirilmesi gerektiğini
vurguladı. Sanlı Temmuz ayından
itibaren bir krizin daha yaşanabileceğini de ifade etti.
Sanlı’nın sunumunun ardından söz
alan EPDK Uzmanı Orhun Selçuk,
Türkiye elektrik piyasasında arz
güvenliği konusu üzerinde durdu.
Elektrik Piyasası Kanunu’na da
değinen Selçuk, kanunla “Rekabet
ortamında özel hukuk hükümlerine
göre faaliyet gösterecek bir piyasanın tesis edilmesi amaçlanmıştır”
dedi. Selçuk arz güvenliğini açıklarken ise şunları kaydetti: “Arz
güvenliğinin ekonomik ve teknik
birçok yönü bulunmaktadır. North
American Electric Reliability
Council’in (NERC) arz güvenliği
tanımı güvenirlik ve yeterlilik olmak üzere iki bileşene ayrılmaktadır.
Sistemin yeterliliği: Kapasite ve
talebin birbirlerine göre durumlarını anlatır, daha çok uzun dönemli
ve ekonomik bir kavramdır. Sektöre yeterli yatırım çekilmesi ile
ilgilidir.
Güvenirlik: Gerçek zamanda başka bir değişle kısa dönem arz güvenirliğini esas alır, daha çok teknik
bir konudur ve sistem işletmecisinin sorumluluğundadır.”
Hazine Müsteşarlığı Uzmanı Murat Ertuğrul ise çözüm önerilerini
şu şekilde sıraladı:
- Enerji taleplerinin sağlıklı yapılması,
- Üretimde kaynak çeşitliliğini sağlamak amacıyla 2020 yılına kadar
nükleer santrallerin toplam üretim
içindeki payının en az yüzde 5 seviyesine çıkarılması,
- 2023 yılına kadar yenilenebilir
enerji kaynaklarından sağlanan
toplam üretim içindeki payının
yüzde 30 seviyesine çıkarılması.
Devlet Planlama Teşkilatı Uzmanı
Ahmet Dinçer Türkiye’de enerji
üretimi ve tüketimi konusunu değerlendirirken özellikle Türkiye’de
nükleer enerji konusuna değindi.
Dinçer konuşmasında, nükleer
enerjinin ödemeler dengesine etkisini inceledi.
Toplantı soru-cevap bölümü ile
son buldu.
108 STRATEJİK DÜŞÜNCE | HAZİRAN 2011
‘‘Ortadoğu’da Değişimin Tarihsel
Arka Planı’’ Tartışıldı
Stratejik Düşünce Enstitüsü (SDE) tarafından ‘‘Ortadoğu’da Değişimin Tarihsel
Arka Planı’’ konulu beyin fırtınası Kamu Diplomasisi Koordinatörlüğü’nden Ahmet
Demirhan’ın moderatörlüğünde gerçekleştirildi. Toplantıya konuşmacı olarak South
Florida Üniversitesi’nden Hüseyin Yılmaz katılırken, SDE Uluslararası İlişkiler
Programı Koordinatörü Prof. Dr. Birol Akgün, Gazi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler
Bölümü’nden Yrd. Doç. Dr. Mehmet Şahin, SDE Uluslararası İlişkiler Uzmanı Doç.
Dr. Erkin Ekrem ve Kaan Dilek toplantının tartışmacıları oldular.
T
oplantıda; Tunus, Mısır ve
Libya’da yaşanan gelişmelerin başka hangi bölge
ülkelerini doğrudan etkileyeceği, İran’ın da Ortadoğu’da esen
değişim rüzgârlarından etkilenip
etkilenmeyeceği, Yemen’in tekrar ikiye bölünüp bölünmeyeceği, Lübnan’da iktidar boşluğunun
nasıl doldurulacağı, Suriye’nin bu
dalgaları nasıl atlatacağı, Ürdün’de
sessiz ve derinden gelen muhalefet
seslerinin nasıl yankı bulacağı,
İsrail’in tüm bu bölgesel gelişmelerden nasıl etkileneceği, ABD’nin
Ortadoğu politikalarının nasıl yeniden şekilleneceği, Libya, Mısır
ve Tunus’ta nasıl bir geleceğin
inşa edileceği gibi konular üzerinde duruldu.
Beyin fırtınası toplantısı South
Florida Üniversitesi’nden Hüseyin Yılmaz’ın sunumu ile başladı. Ortadoğu sorunsalının tarihsel
arka planı üzerinde duran Yılmaz,
Ortadoğu’nun her zaman öncelikle
“sorun” çağrıştırdığını belirterek
bu kapsamda Ortadoğu’nun coğrafi ve kültürel bir bütünlük değil,
“sorunun” coğrafyası olduğunu
kaydetti. Yılmaz, Ortadoğu’yu
temsil eden müşterek bir kurumun
olmadığının altını çizerken bu coğrafyanın sürekli yeniden kurgulandığını, çıkarlara göre sınırlarının
yeniden belirlendiğini ifade etti.
Dönemsel olarak çok sayıda Ortadoğu haritasının çizildiğini belirten
Yılmaz, eski dönemlerde dünyanın
merkezinin neresi olduğu sorusunun da sıkça sorulduğunu, bu soruya Müslümanların Bağdat, Kudüs,
Mekke-Medine cevaplarını verdiklerini buna karşılık Hıristiyanların
dünyanın merkezi olarak Kudüs’ü
gördüklerini kaydetti.
Yılmaz sunumunda Müslüman ve
Hıristiyanların yaptıkları haritalardan yola çıkarak farklı algılar
üzerinde durdu. Eski dönemlerde
Müslümanların “kıta” bazlı değil
“iklim” bazlı olarak haritaları çizdiklerini ve bu çerçevede dünyayı
7 iklime böldüklerini açıkladı.
Toplantı tartışmacıların Yılmaz’a
yönelttikleri sorular ile devam etti.
HAZİRAN 2011 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 109
Ali Kocamaz
karikadüş
YAYIN ADI
Stratejik Düúünce
(AylÕk UluslararasÕ øliúkiler ve Strateji
Dergisi)
ABONELøK FORMU
12 AylÕk Yurtiçi Abonelik Bedeli
12 AylÕk YurtdÕúÕ Abonelik Bedeli
84 TL
100 $
* Lütfen abone olmak istedi÷iniz yayÕnÕmÕzÕn yanÕndaki kutuyu iúaretleyiniz.
* Stratejik Düúünce Dergisine SayÕ…….’den itibaren abone olmak istiyorum.
Firma AdÕ:
Vergi Dairesi ve No:
/
AdÕ SoyadÕ:
Adres:
Posta Kodu:
Telefon:
Faks:
ùehir / Ülke:
Cep Telefonu:
e-posta:
Ödeme ùekli:
Nakit
Banka Havalesi
Posta Havalesi
Kredi KartÕ
VISA
MASTER CARD
Banka AdÕ:
AdÕ SoyadÕ:
Kart No:
Son Kullanma Tarihi:
Güvenlik No:
(KartÕnÕzÕn arka yüzündeki imza bölümünde bulunan numaranÕn son 3 hanesi)
øMZA
TARøH
………………………..
……/……/20……
Türkiye Finans KatÕlÕm BankasÕ / Balgat-Ankara ùubesi
ùube Kodu: 82
IBAN:TR440020600082009721510001
Stratejik Düúünce ve AraútÕrma VakfÕ
øktisadi øúletmesi HesabÕ
TL HesabÕ
: 972151 - 1
USD HesabÕ : 972151 – 101
EURO HesabÕ: 972151 - 102
Önemli Not: Banka ve Posta Havalesi ile yapÕlan ödemelerde, ilgili dekontun Abone Formu ile birlikte posta, faks veya e-posta
yoluyla abonelik merkezimize ulaútÕrÕlmasÕ zorunludur.
SUAT AYHAN/ ABONE SORUMLUSU
Tel: 0 312 473 80 41
Faks: 0 312 0 312 473 80 43-46
e-posta: abone@sde.org.tr
Adres: Stratejik Düúünce Enstitüsü (SDE), Çetin Emeç BulvarÕ, A.Öveçler Mah. 4. Cadde 1330. Sokak No:12
06460 - Dikmen/ANKARA
110 STRATEJİK DÜŞÜNCE | HAZİRAN 2011
HAZİRAN 2011 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 111
Download