kızılbaş ekim 2012 - sayı 19 kızılbaş alevilerin sorunlarının tartışıldığı demokratik kürsü! savaşa hayır! kızılbaş veröffentlicht generaldirektor freizugeben. sakine polat genelyayın yönetmeni ali ülger tr. hukuk danışmanları: av. nadide metin erdoğan av. erdal doğan av. hıdır özcan av. birliği hukuk danışmanı: av. ertekin ceylan ankara temsilcisi: hatice çevik tel: 0506 818 66 55 kizilbasankara@hotmail.com berlin temsilcisi: ali koçak alikocak50@hotmail.com tel: 0177 457 79 78 stuttgart temsilcisi: ali usta info@ali-usta.net tel: 0176 78 56 12 71 adres: bergheimer str 51 d - 47228 duisburg almanya tel: +49 (0) 177 502 88 53 http://www.kizilbas.biz kizilbasdergisi@kizilbas.biz kızılbaş’ta yayınlanan yazı ve ilanların sorumluluğu sahiplerine aittir. kızılbaş’ta imzasız ve kaynaksız yazılar yayınlanmaz. yayın tarihi: 15 ekim 2012 sayı: 19 yeni web sayfamız: http://www.kizilbas.biz kızılbaş’ın eski sayılarını bize vereceğiniz e-mail adresinize pdf dosya olarak gönderebiliriz. k izilbasdergisi@k izilbas.biz gönüllü katkı formu adı soyadı :.................................................................................................. adres :.......................................................................................................... e-mail & tel :............................................................................................... ali ülger konto: 300 23 23 29 BLZ: 350 500 00 Sparkasse Duisburg 6 sayı 25 € - 12 sayı 50 € kızılbaş - sayfa 3 - sayı 19 - ekim 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 içi ndek i ler: Sayfa 01 - kapak savaşa hayır ....................................... rıza avgül Sayfa 04 - cangözüyle görmek ...................................... sakine polat Sayfa 05 - alevi ailelerin çocukları zorla imam hatibe yerleştirildi! Sayfa 06 - hamburg anlaşması ve sonrası ........................................................ hüseyin murat dörtyol Sayfa 07 - YOL YAZILARI KÜTAHYA – GEDİZ – AKÇAA LAN BELDESİ ........................................ Ali Aksüt Sayfa 09 - Maraş Katliamı’ndan etkilenen bir ailenin hikâyesini anlatan ‘Babamın Sesi’, 19 Altın Koza Film Festivali’ nde en iyi film seçildi. Sayfa 10 - EKSİKLİĞİMİZ KENDİMİZDEDİ YERYÜ ZÜNÜN YAŞAYAN ÖLÜMSÜZ İNSAN TAN RISI HIZIR - (6) ....................... Adnan Cangüder Sayfa 14 - Fetih’te Gemiler Nerden Geldi Erdoğan Aydın Sayfa 17 - Sabuncuzade, Davutoğlu’nun lobi Çalışmaları ve Yeni Sabuncuzadeler ........................ İbrahim Seven Sayfa 20 - Suriye’de İșler Daha da Kızıșmadan ....................................................... Prof. Dr. Taner Akçam Sayfa 22 - Suriye tezkeresi imzalandı! Sayfa 23 - SURİYE DENKLEMİ ............................... Mihrac Ural Sayfa 25 - Ermenifobi su yüzüne çıktı ............ Nişanyan yazdı Sayfa 26 - AİHM, Ahmet Önal’ı Haklı Buldu Sayfa 27 - İsmail Beşikçi’nin Uluslararası Hrant Dink Ödülü’ nü Alırken Yaptığı Konuşma Sayfa 29 - ip çetesinden dava ...................................................... agos Sayfa 30 - Rober Koptaş’a Bir Mektup .............. Erdem Özgül Sayfa 33 - CHP “Savaş Karşıtları”nın Maskesini Düşürdü! ............................................................................ barzan boti Sayfa 34 - Dersimli Ermeni’lerin sorunları Avrupa’da dillendirilmiş oldu ............ Mihran Pırgiç Gültekin Sayfa 35 - HEMŞİN VE HEMŞİNLİ ERMENİLER, 19141921 YILLARINDA HEMŞİNLİLER, PONTUS VE ERMENİSTAN .. Prof. Riçard G. Hovhannisyan Sayfa 41 - 12 EYLÜL’ÜN ORTAK VİCDAN ARAYIŞINDA BİR ERMENİ DEVRİMCİ: LEVON EKMEKÇİ YAN......................................... Sarkis Hatspanian Sayfa 46- KARADENİZ’DE RESMİ TARİHİ İLE HESAPLAŞIYOR Sayfa 48 - 1894-96 Ermeni Katliamları ve Charmetant raporu ......................................... Ali Sait Çetinoğlu Sayfa 55 - İşte Dersim sürgün listesi Sayfa 56 - Balyoz Vuruşmaları... ....................... recep maraşlı Sayfa 58 - Kilise sahibi Altaylı’ya soruldu:. ‘Hani bu kiliselerin ilk sahibi?..’ Sayfa 59 - Fatih Altaylı’ya miras kalan Kilise’nin öyküsü... Sayfa 61 - Dersim’de ‘38 Anıtı Sayfa 62 - Tek eksik ‘Sakallı Nureddin Paşa’ya ..... Ayşe HÜR Sayfa 64 - Sakine Polat Kamuoyuna; F. Almanyada yaşayan kürtler demokratik telepleri için başlatmış oldukları çalışmalarını başarılı olmasını istiyoruz organize edenleri, katkı sunanları, destekleyenleri selamlıyoruz. Kızılbaş Dergisi Yayınlayanı Sakine Polat kizilbasdergisi@kizilbas.biz kızılbaş dergisinin web sayfası yayına başlamıştır. www.kizilbas.biz http://ismailbesikcivakfi.org kızılbaş - sayfa 4 - sayı 19 - ekim 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 cangözü ile görmek Toplumu oluşturan tüm kesimlerin siyaset hareketliliği iyice yoğunlaştı. Biz Kızılbaş kesiminin siyaseti de giderek yaptıkları işleriyle oldukça belirginleşti. Bu durumu sağlıklı irdelemek gerekiyor. Aksi durumda, mevcut devlet- ordu -chp siyasetinden kurtulmak mümkün olmaz. Cumhuriyet mitinglerinde marabalık yapan devletin Alevi-Bektaşisolcu(ları) şimdi de “eşityurttaş” mitinglerinde aynı işleri yapıyorlar. Kör-topal ittifakı; Türk solcularının önemli bir kesimi Kızılbaş-Alevi keiminin evlatlarından oluştuğu biliniyor. Kah aleviler kah solcularbirbirlerine yağ-çekip siyaseti işletiyorlar bu siyaset chp-ordudevlet siyasetidir... Kızılbaş-Alevilik solculuk, solculukta Kızılbaş-Alevilik olmadığı biliniyor buna rağmen bir birlerine yağ-çekerek işletilen siyasetten ne solculuğa ne de Kızılbaş-Alevilere hiç ama hiç fayda gelmemiştir. Tam tersine asimilasyona inkara tırk ırkçılığına hizmet etmiştir... Chp + Ordu = Devlet siyaseti, Kızılbaş-Alevi-Bektaşi toplulukları içinde İslam-Müslüman düşmanlığı yaptırıldı. Bu siyasette işbölümüdür. Diğer yandan da Devletin Ordunun AKP’in CHP’in MHP’in aracılığıyla da Kızılbaş-Alevi düşmanlığı yaptırılmaktadır... Hal böyle olunca Kızılbaş-Alevi, İslam - Müslüman kesimleri var olarn tarihsel ve sosyal sorunlarımız körüklenerek durum daha da kötü daha çekilmez bir siyasete sokuldu... Nedeni nedir taraflar arasında sorunların tartışılmasını çözümlerine yönelik önerilerin üretilmesine siyasete direk ve aktif katılmasının önünü kesmektir. Demokratikleşmeyi geciktirmek, demokratik ortamın oluşmasını engellemektir. Tüm bu siyasetlere sakine polat rağmen pesetmeden açık siyaset ile demokratikleşme ve dayanışmanın yollarını araçlarını üretmek her dürüst Kızılbaş-Alevinin ve Her dürüst Müslümanın ortak muradı olmalıdır... Irkçı - inkarcı devlet siyasetlerine ve araçlarına karşı dik durmayı başarmalıyız. Farklı kimliklerin farklı inançların ortak toplumsal çıkarlarını gözleyen kollayan demokrasinin yollarını dayanışmayla açmak önümüzde ki önemli işlerin başında geldiğini unutmadan... Savaş şarlatanlığı ayyuka çıkartıldı.. Suriye’yi işgal hayalleriyle Hal-ep’i hatta tümünü “misak-i milli”ye katma büyük turanı canlandırmak isteyen kara ve yeşil (chp-akp) ittifakı yeni bir felaketin içine girdiklerinin farkındadırlar!.. Asıl dertleri oluşan Kürt varlığını ortadan kaldırmaktır. Savaş-siyaset sonuçlarını baştan kabullenmekle yapılır... TSK yani TC devletinin artık toprak olarak genişletilmesi ihtimal dışıdır. Sadece; midyat pirinç-bulgur durumu var. Yugoslavya’dan birçok devlet üretildi... ABD+AB tarafında “misak-i milli” de kaldırılırsa nasıl bir coğrafya oluşacak? “siyaseti” bu yanından da düşünenler var mı?... Gelişebilecek bu yapılanmayı TC nin bugünkü komşuları da onaylayabilirler hatta destek bile sunarlar kanısındayız... Kürtlerin durumu vahim hala Türk-Kürt kardeşliğine tabiler. Bu siyasetle kendilerini marabalıktan kurtaramazlar kanısındayız... Osmanlıdan TC ne geçişte Kürt aydınlarının önemli bir kesmi ”Türkler zor durumdalar milli taleplerden vazgeçelim” siyasetini işletmediler mi? Bugün benzeri siyaseti işletmeyeceklerinin garantisi var mı?... Kürt milli siyasetinin biz KızılbaşAlevilere eleştirisi nedir? Neden CHP’ni destekliyorsunuz değil mi? Ardından; Bizi destekleyin talebi gelmiyor mu? Şimdi Kızılbaş-Alevileri destekçi maraba gözüyle kendilerine davet var. Peki CHP siyasetinden ne farkı var bu Kürt siyasetinin?... Ha hasan, ha kel hasan olmuyor mu? Kızılbaş-Alevilerin kendi partilerinin oluşmasını CHP de Kürt milli siyaseti de istemiyor... Kızılbaş-Aleviler olarak kendi bağımsız siyasal örgütlenmelerimizi üretip siyaset alanına çıkarak kendimizi temsil etmeliyiz. Kürt milli siyasetleriyle de var olan ortak sorunlarımızın çözümlerine yönelik adımlar atabiliriz. Kızılbaş Şafii sorunu Ermeni Soykırımı Türk - Kürt ittifakı vb. sorunlarda MüslümanKürt milli siyasetiyle gözü kapalı ittifak bize hayır getirmez. Türk ile yapılan ittifak ve sonuçları orta yerde açık dururken!... İnternette Kızılbaş Dergisinin WEB sayfasını yayına sunduk... Bu alanda yeni ve acemiyiz kaplumbağa hızıyla bir şeyler paylaşmaya çalışıyoruz. Okuyucularımızın WEB sayfamızda yayınlanmasını istedikleri yazı belge bilgi paylaşımına açık olacağız. Ayrıca olgunlaşmaya iyileştirme teknik ve estetik öneri ve katkılarınızı da bekliyoruz. Tüm Abone ve dostlarımızın önerilerini bekliyoruz. Kızılbaş Dergisi e-mail üzerinden 10,000 bin dağıtımı yapılıyor umarız bu sayıyı yakın zamanda ikiye üçe katlayalım. kızılbaş - sayfa 5 - sayı 19 - ekim 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Alevi ailelerin çocukları zorla imam hatibe yerleştirildi! İstanbul Sultangazi’de, puanı yetmediği için Anadolu ya da meslek liselerine yerleşemeyen 100’e yakın öğrenci, bilgileri dışında imam hatip liselerine yerleştirildi. Çoğu Alevi veliler, çocuklarının istekleri dışında zorla imam hatip liselerine kaydedildiğini belirterek, “Dilekçe verdik, hakkımızı arayacağız” dediler. Yeni eğitim sistemi protestolarının dünkü, adresi İstanbul Sultangazi ilçesi oldu. Hürriyet‘tenŞebnem Arat‘ın haberine göre İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü önünde toplanan 100’e yakın veli hem 4+4+4’ü hem çocuklarının istekleri dışında imam hatip lisesine kaydedilmesini protesto etti. Ellerinde ‘Gerici eğitim istemiyoruz’ dövizleri taşıyan veliler, çeşitli sloganlar attı. Oğlu Aytaç Batmaz’ın, istekleri dışında imam hatip lisesine kaydedildiğini belirten Sevda Batmaz şunları söyledi: olduğumuzun sorulması gerekmiyor mu?” Songül Gülveren adlı veli ise 14 yaşındaki kızı Duygu Gülveren’in, kendi istekleri dışında Sultangazi İmam Hatip Lisesi’ne kaydedildiğini ifade ederek şunları söyledi: “Kızım Sultangazi İmam Hatip Lisesi’ne yerleştirildi. Tercih formunda 3 meslek lisesini seçmiştik halbuki. Aleviyiz, imam hatip lisesinde bizim ne işimiz var. İtiraz dilekçesi vererek hakkımızı arayacağız.” 35 yaşındaki Saadet Budak ise, “Çocuğumun puanı düşüktü açıkta kaldık. Meslek lisesini istiyoruz ama zorla imam hatip’e yazdırıldık. Ayrıca okul evimize çok uzakta. Alevi değilim ama imam hatip lisesinde okumasını istemiyorum. Çocuğum da istemiyor. Çocuklarımızın gelecekleriyle oynuyorlar.” İl Milli Eğitim Müdürü Muammer Yıldız ise şunları söyledi: “Kayıt komisyonu hiçbir yere yerleşemeyen çocukları yönlendirme yaparken birkaçını İmam Hatip’lere de yönlendirmiş. Onlardan şimdi dilekçe alınıyor. Bu okulları istemeyenler başka okullara yönlendirilecek. İstasnai durumlar olmuş. Velilerin taleplerine göre başka yere göndereceğiz. ” İlçede 3 bine yakın öğrenci açıkta kaldı Sultangazi İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü binasına asılı 70’e yakın listede, Anadolu ya da meslek liselerine yerleşemeyip, açıkta kalan öğrencilerin isimlerinin yer aldığı görüldü. Listelerden anlaşıldığı kadarıyla ilçede 3 bine yakın öğrenci puanı düşük olduğu için açıkta kaldı. Bu listedeki öğrencilerin çoğunun kendi istekleri dışında imam hatip lisesine kaydedildiği öğrenildi. 26 Eylül 2012 Kaynak: http://kirmizihaber.com/?p=16556 İmam hatipte ne işimiz var “Oğlum puanı düşük olduğu için anadolu ya da meslek lisesine yerleşemedi. Fakat Milli Eğitim Bakanlığı açıkta kalan öğrenciler için tercih formu dağıttı. Biz Gazi Ticaret Meslek Lisesi ile Sultangazi Teknik ve Endüstri Meslek Lisesi’ni tercih ettik. Ama Sultangazi Erkek İmam Hatip Lisesi’ne yerleştirildiğini öğrendik. Okullar açılmadan önce de 8 meslek lisesinden red cevabı aldık. Oğlum imam hatip lisesinde okumak istemiyor. Biz Zaten Aleviyiz. Bunları gözardı ederek, herkesi imam hatip lisesinde okumaya zorunlu tutuyorlar. Hakkımızı arayacağız.” 36 yaşındaki Seher Ay da, 14 yaşındaki oğlu Onur’un zorla imam hatip lisesine yerleştirildiğini, ancak burada okumak istemediğini söyledi. Ay şöyle konuştu: “Oğlum puanı çok düşük olduğu için hiçbir okula yerleşemedi. Bize verilen formda meslek lisesini tercih ettiğimiz halde zoraki olarak imam hatip lisesine yerleştirildik. Aldığımız cevap ‘Hiçbirinde yer yok’ oldu. Oğlum imam hatip lisesine gitmek istemiyor, her gün ağlıyor. Ayrıca biz Aleviyiz. Bunu nasıl yok sayabiliyorlar. Böyle yerleştirmeler yapılırken bize hangi mezhepten SİYASET BEZİRGANLARI Neşet Ertaş hakka yürüdü. Tün sevenlerinin başı sağolsun Sağlığında selam vermeyenler şimdi cenazesi üzerinden siyaset yapıyorlar laletlik siyasetlerini!.. Sakine Polat - Ali Ülger - Sadık Türkmen kızılbaş - sayfa 6 - sayı 19 - ekim 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Hamburg yim demek cesaret işi. Evin işaretlenir, Ramazan'da provakasyona uğrarsın işinden olursun. Türkiye'de bir araştırma yapılsa devlete ait bakanlıklarda, diğer işyerlerinde, AKP belediyelerinde alevi çalışanların işlerinden olduğu kesindir. Beşyüz yıllık baskı, katlıam, asimilasyon alevilerin biz de müslümanız demesine yol açmıştır. Anlaşması ve sonrası Hamburg Eyalet Hükümeti Almanya göç tarihinde bir ilke imza atarak çok önemli bir anlaşma imzaladı. Hamburg'da yaşayan dinler ve inançlarla eşitlik anlaşmasıydı bu anlaşma. Bu anlaşmada geç kalınmış olsa da Almanya'da ilk olması çok önemli. Diğer eyaletler de er geç bu tür anlaşmaları imzalayacaklardır. Hamburg Eyalet Hükümeti'nin yaptığı eşitlik antlaşmasının en önemli yanı ; Hamburg Hükümeti'nin Aleviliği ayrı bir inanç olarak tanımasıdır. Hamburg Hükümeti Aleviliğin, ibadetleri, ritüelleri ve inanç yapısıyla kendine özgü bir inanç olduğunu tanımıştır ve bu kararın aleviler açısından tarihsel bir değeri vardır. Bu karar Türkiye'nın ve hakim mezhep sünniliğin iki yüzlü politikalarına vurulmuş bir darbedir. Yüzyıllar boyu Osmanlı İmparatorluğunun belirli bir döneminden, özellikle Yavuz Sultan Selim dönemi ve sonrasında Alevilik, müslümanlık dışı sapık bir inanç olarak görüldü, katliamlara uğradı, ŞeyhÜl-İslamlar Aleviler hakkında ölüm fetvaları çıkardılar, korkunç iftiralara maruz kaldılar. Yönetici mezhep Sünni'liğin dili hep ayrımcı Aleviler ve Müslümanlar oldu. Bu söylemin altında yatan, Aleviler müslüman değildir. Bu söylem hala geçerli,özellikle politikasını Sunni islam üzerine kurmuş olan AKP iktidarı döneminde daha da artmıştır. AKP ve Sunnilerin iki yüzlülüğü Günümüzde Aleviler hızlı bir şekilde örgütleniyor. Artık inançlarına sahip çıkıyorlar. Cem Evleri açıyorlar, istemlerini dile getiriyorlar. Bu durum haliyle AKP ve Sunnilerin hoşuna gitmiyor. Danıştay'ından meclisine alevi- Sonuç olarak liğin islamın bir parçası olduğunu, alevilerin ibadet yerinin Cami olduğunu söyleyerek cem evlerinin ibadet yeri olması istemlerine karşı çıkıyorlar. Alevilerin haklı inanç istemlerine hep bu gerekçelerle karşı çıkıyorlar,diğer yandan Cami'lerinde aleviliğin islam olmadığını vaazediyorlar. Katliamlara göz yumuyor hatta teşvik ediyorlar. Hangi islami kuruluş Sivas'ta onbin kişinin "Allah Allah" nidalarıyla yaktığı 35 canın ardından bu vahşi katliamı kınadı. Ben duymadım duyan bildirsin. Alevilerin belirli kesimi neden "biz müslümanız" diyor Yavuz Sultan Selim'den bu yana Türkiye'de açıkca Aleviyim demek, katliama, kırıma, iftiraya uğramak demekti. Aleviler yüzyıllarca inançlarını saklamak zorunda kaldılar. 'Alevinin kestiği yenmez' diyen Emevi sünnisi bir komşuyla yaşamak zorunda olan bir alevi elbette biz de müslümanız diyecek asıl inancını gizleyecek. İşin içinde katliam var,allah allah naralarıyla yakılmak var bu durum birkaç yıldır değil beş yüz yıldır böyle. Bu gün bile alev- Bu gün aleviler örgütlenmiştir. Örgütlü aleviler takiye yapmaktan vazgeçerek asıl inançları doğrultusunda inanç istemlerini dile getirmektedir ve AKP hükümeti iki yüzlülük yaparak siz müslümansınız,ibadet yeriniz Cami'dir diyor. Hamburg Hükümetinin bu önemli kararı sonrası bir internet sitesine konuşan Şura başkanı Yoldaş, Muslüman olmadığını söyleyen aleviler bir avuç marksist leninisttir demiş. Alevilik konusunda en son konuşması gereken kişi Yoldaş ve onun gibilerdir. Yoldaş, beşyüz yıldır alevileri katleden emevi müslümanlığın bugünkü sözcüsüdür. Ne Sivas katliamına,ne Maraş katliamına karşı bir tavır koymamıştır. Masum değildir. Türkiye'de alevilerin Cem Evi istekleri doğrultusunda ağzını açmamıştır. Yoldaş'ın ve ait olduğu inanç mensuplarının inanç özğürlüğü zorunlu olarak Avrupa ülkeleriyle sınırlıdır. Türkiye'de diğer inançlara baskının baş aktörleridir. Alevileri hiç değilse bu ülkelerde rahat bırakın. Örgütlü aleviler ne olup ne olmadıklarını çok iyi biliyorlar. Size söz düşmez. Hüseyin Murat Dörtyol kızılbaş - sayfa 7 - sayı 19 - ekim 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 YOL YAZILARI KÜTAHYA – GEDİZ – AKÇAALAN BELDESİ Karadonlu Can Baba kütahya gediz akçaalan köyü Kütahya’dan canlara yazılacak çok şey olduğunu biliyorum. Ama bunun gerçekleşmesi için zamana, maddi ve manevi olanağa, konuksever yüzlere ihtiyaç var. Ayrıca derlemeye çağdaş araç gereç donanımı ile gidilmediği zaman verilen emeğin çoğu da boşa gidiyor. Bizlerin yaptığına gelince sıfıra yakın olanakla, bir şeyleri yaratma gayreti. Gücü aşktan almak gibi bir şey. Kütahya’ya bağlı Gediz ilçesinin Akçaalan köyü araştırılması ve önemle üzerinde durulması gereken bir Alevi yerleşim yeri. Köyde tarihin izlerini taşıyan sayısız türbe, ziyaret yeri ve mâkam var. Ayrıca Akçaalan çevresinde bir çok dede ocağının izlerini de görmek mümkün. Asimilasyon Akçaalan beldesini dününden hayli aralamış. Yetersiz kurumlaşma, yetersiz inanç önderi ile Alevilik gibi kavranması gerçek bir bilince dayalı olan inancı yaşatmak hayli zorlaşmış durumda. Önce bu tür yerleşim yerlerini araştırıp bulup tanımak gerekir. Sonra sıra ne yapmalı, nasıl yapmalı sorularına gelecek. Akçaalan, Gediz ilçesinin 4 km kadar yakınında belediyelik bir köy. Köylüler köyün kuruluş tarihini bilmiyorlar. Akçaalan’ın yaklaşık 4/3 Alevi inançlı. Yaşlılar köyün batısına Datçaalanı diyorlar. Datçaalanı köyün ilk kurulduğu yer imiş. Yine yaşlılar Akçaalan’ı üç kabilenin kurduğunu, bunların: 1) Yörükler 2) Abdallar 3) Türkmenler olduğunu söylüyorlar. Yörükler köy kurulalı beri Sünni geleneği sürdürüyorlarmış. Köy içindeki yerleşim saydığımız kümelere göre değil. Yörük, Abdal, Türkmen her sokakta karışık oturuyorlar. Karşılıklı kız alıp veriyorlar. Türkmen ve Abdal diye adlandırılan gruplar Alevi. Köyde Karadonlu Can Baba türbesinin dışında çok sayıda türbe, mâkam ve ziyaret yeri var. Akçaalanlı Aleviler Işıkali ocağına bağlı olduklarını söylüyorlar. Işık Çakır’ın türbesi ise Kütahya Hisarcık ilçesi Işıkçakır köyünde. Işık Çakır Hacı Bektaş dergahına bağlı diyorlar. Akçaalan Beldesindeki Türbeler 1. Karadonlu Can Baba ALİ AKSÜT 2. Doğru Baba 3. Ali Baba 4. Namaz Dağı 5. Tekke 6. Meyis Dede 7. Pir Mahmut (Mehmet –Ahmet) 8. Araplar Tekkesi (Âşık Paşa Köyü Yakınında) 9. Tuzla Dede Ziyaret Yerleri KAPSAL EBE: Doymak Mevkiinde bir taş yığınının bulunduğu yerin adı. Kapsal Ebe askerlere su taşıyan, genç, güzel ve ermiş bir kadındır. Akçaalan’da her ziyaret yerinden bir sülale sorumlu. Kapsal Ebe ziyaret yerine Taşkınlar sülalesi bakıyormuş. “Kapsal Ebe su başında oturur, /Her geleni ayağına getirir” dizeleri Akçaalanlı canların bugün de semahlarında geçiyor. MERYEM ANA: Akçaalan ile Doymak mevkii arasında bir taş yığını ve yanındaki meşeliğe verilen ad. Meryem Ana’ya bakıp gözetme sorumluluğu Akçaalan’da Engürler ailesine ait. SARI KIZ: 1970 Depreminde yıkılan Semitler köyünün batısında Sarı Kız denilen Mevkiide Sarı Kız adlı bir ziyaret yeri var. Ziyaret yeri bir taş yığını, bir çeşme ve meşelikten ibaret. Sarı Kız ziyaret yerinin birkaç yüz metre doğusunda Akçaalanlıların Madan Dede adını verdikleri bir taş yığını var. Sarı Kız söylenceye göre kendi ziyaret yeri ile Madan Dede ziyaret yeri arasında dolaşan genç ve güzel bir kızmış. Gediz Çayının çıktığı bu mevkiide, çıplak olarak suya girip kaybolmuş. Eğer bir çocuk Sarı Kız ziyaret, yanında uyursa Sarı Kız o çocuğu çalarmış yani çocuk ölürmüş. Çocukları çalınmasın diye anneler burada çocuk uyutmazlarmış. Akçaalan’lılar her güz diğer türbe ve ziyaret yerlerine yaptıkları gibi Sarı Kız’a da adaklar adar kurbanlar keserlermiş. Ayrıca Hıdırellez’i de burada, Sarı Kız’ın makamında kutlarlarmış. Ama gördüğüm kadarıyla Malatya Hekimhan’da, Antalya Karatepe’de, Kayseri Sarı Kız’da, Domaniç Sarı Kız’da, Kaz Dağların’da ve Anadolu’nun daha bir çok yerinde olduğu gibi Sarı Kızımız hep yalnız. Ayrıca Gediz’în Murat Dağında bir kaplıcaya da Sarı Kız deniyormuş. Akçaalan’a Sarı Kız’ın ruhu sinmiş. Köyün içinde Doğru Gazi Caddesi yakınlarında bir evin duvarında mum yakılan için de Sarı Kız mekanı diyorlar. Bu mekan yeri Sarı Kız’ın asıl mekan yeri bilinmez ama Anadolu insanının sevecen yüreğinde hayli çok mekan yeri var. Bu oyuğun bulunduğu ev 1970 depreminde yıkılmış. Sarı Kız yaşayan Akçaalan’lıların sık sık düşlerine girdiği için onlar da devamlı adak adar kurban keserlermiş. Sarı Kız’ın bir tarafında Madan Dede bir tarafında da Mehmet Dede ziyaret yerleri var. Onlar da birer meşe koruluğu. Sarı Kız ziyaret yerine Akçaalanlı Karaloğlan la kaplı Karaaliler bakıyorlarmış. Akçaalan’lılar koruyup kollasalar, onlardan medet bekleseler de, adaklar adayıp, kurbanlar kestikleri ziyaretler yerlerinin çoğunun dününü unutmuşlar. Acı gerçek bu. Köy içinde ve çevresinde her koruluk, her ulu ağaç bir dede adı taşıyor. Dede adıyla doğayı korumanın ne güzel örneği bu. Çevreciler de koruluklara birer eren adı bulsalar iş kolaylaşacak gibi. Akçaalan’da tespit edebildiğim 15 ziyaret yerinin hiçbirisinde mezar ya da türbe yok. Bu da biz de, bu köyde yaşayan ve sevilen, toplum üzerinde iz bırakan dedelerin anısı yaşasın diye bir ulu ağacın, bir koruluğun korunduğu kanısını uyandırıyor. Böylece o dedenin adı ile birlikte doğal çevre de korunmuş ve yaşatılmış oluyor. İşte zaman zaman zındık ve mühlit sayılan Anadolu Kızılbaşları’nın bulduğu kızılbaş - sayfa 8 - sayı 19 - ekim 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Hak’ça ve Halk’ça güzel bir çözüm. Buralara dokunan iflah olmuyor, dertten kurtulmuyor SELVİ YEREN: Büyük olasılıkla Yaren sözcüğünün değişmesi ile oluşsa gerek. Akçaalan- Yeşilova arasında bir taş yığını ve Ulu çam ağaçları KARAARDIÇ: Semitler mevkiinde ulu bir ardıç ağacının çevresindeki meşelik HÜSEYİN DEDE: Yine Semitler mevkiinde yaşlı çam ve meşe ağaçları. BALIPBA DEDE: Yayla mevkiinde, çam ve meşe ağaçları arasındaki taş yığını YEREN DEDE (YAREN): Akçaalan’da iki ayrı yerde Yeren Dede adlı ziyaret yeri var. Birisi köy içinde köy girişinde diğeri köyün güneyinde Selim yaylasına yakın bir yerde çam ağaçları ve taş yığını. Akkaya köyü yakınlarında üçüncü bir Yeren Dede ziyaret yeri olduğunu da söylüyorlar. Güçlü Ahi’lik bağı olasılığı akla geliyor. HARDAL DEDE: Hanım Bunarı (pınarı) mevkiinde çam ağaçları arasında bir taş yığını. HACİM DEDE: Hanım Pınarı yakınındaki çam ağaçları arasıdaki taş yığını. SALIF DEDE: Semitler mezarlığında meşelik içinde bir taş yığını. ILDIRŞIK DEDE: Batak deresi mevkiinde çam ağaçları arasında bir taş yığını. KIRAN DEDE: Köyün batı ucunda yaşlı bir çam ağacı ve taş yığını. YOLAGELDİ DEDE: Akkaya mevkiinde ardıç ağaçları arasında türbesi varmış ancak türbeyi Akkaya köylüleri yıkmışlar. GÜLŞAH DEDE: Çingene çayırındaki ardıç ve çam ağaçlarına verilen addır. GAFLET DEDE: Değirmen Derede ki taş yığını ve meyve ağaçları. Görüldüğü gibi insana duyulan sevgi ile doğaya duyulan sevgi bir arada. Hak ile Hak , Halk ile Halk olma öğretisinin bu güne gelen izleri desek çok olmaz sanırım. Akçaalan’nın kapısını Alevilik dışı değerler aralamış. Akçaalan’ın çığlığını her sağlıklı kulağın duyması gerekir. Akçaalan “İşte Gidiyorum” türküsünü söyler gibi geldi bize.Gelin hep birlik olalım Akçaalanlı’lara bu türküyü söyletmeyelim. DOĞRU GAZİ: Türkistan’dan Anadolu’ ya gelen Türkmenlerden asıl adı Kara Bali olan Murat Gazi Gediz yakınlarındaki Murat Dağında bir türbede gömülüdür. Murat Dağında şehit olmuştur. Germiyanoğulları’nın Beyi Umur Bey’ e bağlı birlikler Balca Ovası’nda Bizans Nikola ile yapılan bu savaş Akçaalan ve Çayköy yöresinde yapılmıştır. Gediz’in alınması sırasında bir ulu olarak yaşayan. Türkmen Velisi’dir Doğru Gazi. Bu savaşta 10’dan fazla Bizanslı savaşçının arasında kalan Doğru Baba var gücü ile savaşır ancak yaralanır. Yaralı ve bitkin bir halde kan kaybederken Hacı Bektaş Veli’yi düşte görür gibi sisler arasında görür. Melekler Doğrul Baba’yı Doğru Baba Dağı’nın zirvesine götürü r ve gömerler. Türbesi o tepenin başındadır. Akçaalan’ın merkezinde Tekke adlı bir türbe bulunmaktadır. Bu Türbede yatan eren kişi Haydar Gazi’dir. Türbenin duvarında Doğru Gazi sokak levhası bulunur. Akçaalan’lılara Doğruya Doğru Gazi’nin yolundan gidilir der gibi türbenin köşesini süslüyor o levha... DÂNABAŞ: Kütahya Gediz ilçesi doğusundadır. Bu dağda Hacı Dâna adlı bir erenin dına ve Sarı Kız adına iki kaplıca bulunmaktadır. Oğuz boylarından Salurlar Gedos (Gediz)’un İki km doğusuna yerleşmiştir. Dâna bilen, bilici anlamındadır. (1) Gediz 14.yy’ın ilk yıllarında fethedilmiştir. Danabaş Tahtacılar içerisinde bir grubun adıdır. YAĞMURLAR: Gediz’den Kütahya’ya giderken ayrılan yol üzerinde bir yerle- şim yeridir. Burada şu anda Alevi öğretisinde kimse yaşamıyor. Yağmurlar Abdallar içinde bir dede ocağına ad veren grubun adıdır. Akçaalan’da Tahtacı, Abdal grup adlarının yanında Sarı Kız söylencesinin de yaşayan izlerini görmek mümkün. Akçaalan Beldesinde Semah Akçaalanlı Aleviler cemlerde 3 semah dönüyorlar. 1) Analar semahı 2) Türkmen semahı 3) Seyran semahı ANALAR SEMAHI: Akçaalan’da cem törenleri dışında kesinlikle semah dönülmüyor. Semahlar ancak ve ancak cemlerde dönülüyor. Cemlerde ilk dönülen semahın adı Analar semahı. Tüm canlar toplanıp ,erkan kurulup, küsdargın barıştırıldıktan sonra hizmet sahipleri duası yapılır. Tevhid okunur. Car çalınır. Çerağ-ı Evliya uyandırılır. 3 nefes, 1 duaz-ı İmam okunduktan sonra erkanda ilk oturak bitmiş olur. Meydana üçler dolusu gelir. Dolu dağıtıldıktan sonra varsa Cebrail(genellikle tavuk eti) dağıtılır. Meydana Selma-ı Pak gelir el yıkanır. 3 nefes 1 duaz-ı İmam 1 oturaktır. Oturak ortama göre üç-beş olabilir. Bunun peşine yine tevhid okunur erkan bağlanır. Tekrar car çalınır ve sıra Analar semahına gelir. Gözcü Ana bacıyı “Ana sultan semaha” diye uyarır. İki Ana sultan ve iki bacı daha kalkar. Gül ağacı gül ağacı hakikate bağlı bu yolun ucu Semaha kalksın ev sahibi bacı Ezgisi ile analar semahı başlar. Gözcü Ana bacıdan başlayarak kemer bağlar. kızılbaş - sayfa 9 - sayı 19 - ekim 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Bacılar niyazlaşır ve semaha başlarlar. Bunun peşine “endim eşiğine niyaz eyledim” duaz-ı imamı okunur. Bacılar niyaz edip yerlerine otururlar. Semah sırasında tüm canlar ayaktadır. SEYRAN SEMAHI: Seyran semahı cem de ikinci semahtır. Bu semahı bacılar da diğer canlardan ayrı ayrı dönebilirler. Ancak Akçaalan’lılar kadın erkek hiçbir semahı birlikte dönmüyorlar. Seyran semahı Analar semahından daha hızlı dönülen bir semahtır. Sabah oldu dedem bakma göçüme Dedem beni talip etsen olmaz mı Bakma benim eksiğime suçuma Dedem beni talip etsen olmaz mı Diye başlayan Veli Dede’me ait olduğu söylenen bir nefesle dönülmektedir. Derneklerin ve inanç önderlerinin önce ana-babaları sonra gençleri yani kitleyi inisiyatiflerine alamamaları yüzünden çoğu yöremizde deyişleri nefesleri bile belli yaş grubunda insanlar söylüyor. Semahları hemen her köyde kadınlar yaşatıyor demek doğru olur. Saz veya yöre çalgılarını gençlerine öğretemeyen Alevi köylerinde dede sıkıntısının 12 hizmet görevlisi sıkıntısının , semah dönenin bulunmamasının getirdiği sıkıntı ve zakir-güvende sıkıntısı da eklenmektedir. Her Alevi erenin türbesi gerici ve Alevilik dışı kitaplarla doldurulurken Akçaalan ve Işıklar gibi köylerdeki değişimin büyüklüğünü ve acılığını görmeyen göze, duymayan yüreğe acımak gerekir aslında. Akçaalan Köyü’nün 4/3 Alevi. Belediye başkanı Ak Partili. Bilmem bir şeyler anlatabiliyor muyum? Hal böyle böyle.De Ali nasıl söylersen söyle... 1 Pınar , Mehmet Çağlar Boyunca Gediz, 2004, Eski Gediz Bel. Kül. Yay. 1 S.58-62 K.K. Kütahya Gediz Akçaalan Köyü Hüseyin Kahraman 48 Y. Ev. 3Ç. İlkok.Me. Mürşit K.K. Kütahya Gediz Akçaalan Köyü Fadime Kahraman 48 Y. Ev. 3.Ç. Ana Bacı K.K. Kütahya Gediz Akçaalan Köyü Mehmet Er 70 Y. Ev. 3 Ç. İlkokul Me. Aşık Kaynak: http://www.turkmensitesi.com/369.html Maraş Katliamı’ndan etkilenen bir ailenin hikâyesini anlatan ‘Babamın Sesi’, 19 Altın Koza Film Festivali’nde en iyi film seçildi. Bu yıl 19’uncusu düzenlenen Adana Altın Koza Film Festivali ’nde büyük ödül ‘Babamın Sesi’nin oldu. ‘İki Dil Bir Bavul’ ekibinin yeni filmi ‘Babamın Sesi’, Maraş Katliamı ’ndan etkilenen Kürt- Alevi bir ailenin hikâyesi üzerinden kimlik meselelerine eğiliyor. Eski eşyalar arasında babasına gönderilmek üzere kaydedilmiş annesinin ve kendi çocukluk sesinin olduğu kasetleri bulanca babasının gurbetten gönderdiği kasetlerin peşine düşen genç Mehmet’in arayışına odaklanan filmi ‘İki Dil Bir Bavul’un yönetmenlerinden Orhan Eskiköy, Zeynel Doğan’la birlikte yönetirken ‘İki Dil’in diğer yönetmeni Özgür Doğan bu kez yapımcı. Altın Koza’nın en çok ödül kazanan filmi ise beş ödülle Pelin Esmer’in yönettiği ‘Gözetleme Kulesi’ oldu. Pelin Esmer en iyi yönetmen seçilirken ‘Gözetleme Kulesi’ başroldeki Nilay Erdönmez’e en iyi kadın oyuncu, Menderes Samancılar’a yardımcı erkek, Laçin Ceylan’a yardımcı kadın oyuncu, Özgür Eken’e de en iyi görüntü yönetmeni ödülünü getirdi. Yönetmen Belmin Söylemez, ilk filmi ‘Şimdiki Zaman’la Yılmaz Güney Ödülü’nün sahibi oldu. Radikal’in sinema yazarlarından Şenay Aydemir’in de yer aldığı SİYAD jürisinin en iyi film tercihi de ‘Şimdiki Zaman’ olurken bu yıl ilk kez yönetmenlerin verdiği Film-Yön jürisinin ödülü ‘Yük’ filmiyle usta yönetmen Erden Kıral’a gitti. Film-Yön jürisi Belmin Söylemez’e de özel ödül verdi. Başkanlığını yönetmen Ferzan Özpetek’in yaptığı jüri, ‘Siirt’in Sırrı’ belgeselinde hikayesi anlatılan kadın güreşçi Evin Demirhan’a özendirme ödülü verilmesini kararlaştırdı. Festivalin iddalı yapımları arasında gösterilen Yeşim Ustaoğlu’nun yönettiği ‘Araf ’ ise yardımcı kadın umut veren kadın/erkek oyuncu ve sanat yönetimi ödülleriyle yetinmek zorunda kaldı. 19. Altın Koza Film Festivali ödülleri En iyi film: Babamın Sesi (Orhan Eskiköy, Zeynel Doğan) Yılmaz Güney ödülü: Şimdiki Zaman (Belmin Söylemez) Yönetmen: Pelin Esmer (Gözetleme Kulesi) Senaryo: Orhan Eskiköy (Babamın Sesi) Kadın oyuncu: Nilay Erdönmez (Gözetleme Kulesi) Erkek oyuncu: Engin Günaydın (Yeraltı), İlyas Salman (Lal Gece) Yardımcı kadın oyuncu: Nihal Yalçın (Yeraltı ve Araf), Laçin Ceylan (Gözetleme Kulesi) Yardımcı erkek oyuncu: Menderes Samancılar (Gözetleme Kulesi) Görüntü yönetmeni: Özgür Eken (Gözetleme Kulesi) Müzik: Verilmedi. Sanat yönetimi: Osman Özcan (Araf) Kurgu: Siirt’in Sırrı (İnan Temelkuran, Kristen Stevens) Türkan Şoray umut veren genç kadın oyuncu: Neslihan Atagül (Araf) Umut veren genç erkek oyuncu: Barış Hacıhan (Araf) İzleyici ödülü: Lal Gece (Reis Çelik) SİYAD jürisi en iyi film: Şimdiki Zaman (Belmin Söylemez) Film-Yön jürisi en iyi yönetmen: Erden Kıral (Yük) / Özel ödül: Belmin Söylemez (Şimdiki Zaman) Jüri Özel: Siirt’in Sırrı Jüri Özendirme ödülü: Evin Demirhan (Siirt’in Sırrı) Radikal - 24 eylül 2012 kızılbaş - sayfa 10 - sayı 19 - ekim 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 EKSİKLİĞİMİZ KENDİMİZDEDİR YERYÜZÜNÜN YAŞAYAN ÖLÜMSÜZ İNSAN TANRISI HIZIR - (6) Derviş Yunus söyler sözün, yaş doludur iki gözün Bilmeyen ne bilsin bizi, bilenlere selam olsun…! Yunus EMRE GILGAMIS DESTANI Gılgamış, Uruk şehrini o zamana kadar görülmemiş bir duvarla çevirir.Güvenliği artan şehir zenginleşir, insanlar mutlu olur.Bu nedenle Gılgamış destanı yazılmıştır.12 kil tabletten oluşmaktadır. Gılgamış Destanı tablet 1 den alıntı: 1) Savas ve aşk tanrıçası İştar'ın tapınağı. 2- Bu yedi bilge, yerin altında bulunan tatlı su okyanusunun tanrısı Ea'nın öğrencileridir. Bunlar yeryüzüne çıkıp insanoğluna bilim ve bilgelik öğrettiler 3) Güneş tanrısı Gılgamış Destanı Tam Metin BİRİNCİ TABLET Yerin dibindeki suyun kaynağını görenin öyküsünü dinle, yurdum! Dünyada her şeyi bilen adamın adını herkes duysun: onun görmediği hiçbir şey yoktur. Dünyanın bütün bilgeliklerini bilip torunlarına bırakan bir adamdır. Gizleri görüp bunların perdesini yırtan bir adamdır. Tufandan önce olanın haberini getirdi. Uzun yoldan gelip yorgun düştü; ama gücünü yitirmedi. Bütün çektiklerini bir anıt taşına kazıdı. Uruk'un dört bir yanına duvar çektirdi. Kutsal E-anna'nın (3) ve temiz hazinenin duvarına bak! O duvar, didilmiş yünden örülen bir urgan gibidir. Onun köse burçlarını da gözden geçir! Onun esini hiç kimse yapamaz. Ta öteden beri orada duran tas merdivenden yol alıp iştar'ın oturduğu E-anna tapınağına yaklaş! Sonradan gelen hiçbir kral onun eşini yapmadı. Uruk duvarının üstüne çık! İleri yürü! Temeli gözden geçir! Tuğla duvarı incele. Acaba bunun tuğlaları pismiş midir, (4) değil midir? Temeli yedi bilge kurmamış mıdır? (5). (Burada 25 satır eksiklik vardır. Bu eksiklik Etice yazmadan aşa- ADNAN CANGÜDER ğıdaki biçimde tamamlanabilir.) Ulu Tanrı Gılgamış’ı en yetkin biçime soktu. Bütün tanrılar, ona en iyi erdemleri vermek için birbirleriyle yarış ettiler. Güneş Tanrısı ona, erdemin en yükseğini, yeraltındaki tatlı su okyanusunun tanrısı Ea, bilgeliği bağışladı (6). Büyük tanrılar Gılgamış’ı şu ölçüde yarattılar: Boyunun uzunluğu on bir endaze, göğsünün genişliği dokuz karış (7). Gılgamıs'ın bedeninin betimlemesini son yeni Babil yazmasında korunmuş olan ufacık bir parçadan, aşağıdaki gibi tamamlamaya çalışabiliriz.) Adımlarının genişliği...... idi. Sakalı yanaklarından aşağı uzamıştı. Güzel bıyıkları vardı. Başındaki saçlar gürdü. Bedeni her bakımdan ölçülüydü. Onda üçte iki tanrılık, üçte bir insanlık vardı. Gövdesi pek iriydi. (Alt satır eksik.) Bütün ülkeleri dolaştıktan sonra Uruk kentine vardı. Uruk caddelerinde kurumundan kafasını dik tutuyordu. Caddelerde yabancı bir boğa gibi böğürürdü. Eşsizdi. Silâhları kalkıktı. insanlara dirlik vermemek için eli durmazdı. Dirliksizliği yüzünden Uruk halkı gittikçe eksildi.Gılgamış, oğlu babaya bırakmaz, gece gündüz kudurup sağa sola çatardı. Gılgamış ağılı bol (8) Uruk'un ne biçim çobanıdır? (9) Öylesine güçlü, üstün, bilgiç, bilge olan bir kral, oğlu babaya, sevileni sevene, kocayı karıya hiç bırakır mı? Gılgamış'ın savaşçılarının kızları, erlerin karıları bundan ötürü tanrıların huzurunda ağlayıp sızlandılar. Bunların ağlayıp sızlanmalarını tanrılar dinlediler. Gökyüzünün tanrıları da, Uruk kentinin baş tanrısı Anu'ya başvurarak şöyle dediler: "Sen, ipe gelmez, yabanım, vahşi boğayı, Uruk halkını tedirgin etmek için mi yarattın? Eşsizdir. Silâhları kalkıktır. insanlara dirlik vermemek için eli durmaz. Gılgamış oğlu babaya bırakmaz Gece gündüz kudurup sağa sola çatar. Gılgamış ağılı bol Uruk'un ne biçim çobanıdır?" Öylesine güçlü,üstün, bilgiç, bilge olan bir kral oğlu babaya, sevileni sevene,kocayı karıya hiç bırakır mı?Gılgamış'ın savaşçılarının kızları, erlerinin karıları bundan ötürü ağlayıp sızlandılar. Bunların ağlayıp, sızlanmalarını büyük Gök Tanrısı dinledi. (10) Büyük tanrıca Aruru (11) çağırıldı: "Ey Aruru, sen büyük Ahu’yu yarattın. Şimdi onun rakibini yarat! O istediği denli Gılgamış'a karşı dursun. Bu iki yiğitin birbirlerine karşı güçlerini ölçmelerinden Uruk şehri soluk alsın!" Tanrıça Aruru bunu duyar duymaz Gök Tanrısının rakibini kalbinde yarattı. Aruru ellerini yıkadı; bir parça çamur koparıp yazıya attı. Ve yazıda yiğit Engidu'yu yarattı. Çamurdan yaratılan Engidu, demir gibi sertti (12). Bütün gövdesi kıllarla kapkara olmuştu. Kadın gibi uzun saçları vardı. Saçının lüleleri tıpkı buğday başağı gibi filizlenmişti. O, insan ve kent yüzü görmemişti. Üzerinde, yazının hayvanları gibi bir giysi vardı. Bu durumda ceylanlarla ot yiyor, yabancı hayvanlarla itişe kakışa suvata (13) iniyor; suyun kalabalığıyla (14) gönlü açılıyordu. Günün birinde suvatın karşı yakasında bir avcıya, bir tuzak (15) kurana rast geldi. Birinci, gün, ikinci gün ve üçüncü gün suvatın karşısında ona rastladı. Onu gören avcının yüzü döndü; hayvanlarıyla olduğu yerde saklandı; korkudan titremeye tutuldu; sesi soluğu kesildi, içini sıkıntı bastı; çehresini bulut kapladı; gönlünü gam, uzunca sardı; yüzü uzun yolculuk yapan bir yolcunun yüzüne döndü. Avcı, kızılbaş - sayfa 11 - sayı 19 - ekim 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 konuşmak için ağzını açıp babasına dedi:"Baba, dağdan bir adam geldi. Bu yörenin en güçlüsüdür. Gökten inen yoğun cevhere (16) benzer. Gücü büyüktür, hep dağda dolaşıyor. Her zaman yabancı hayvanlarla ot yiyor. Ayağı suvatın karşı yakasından hiç eksilmiyor. Korkudan ona yaklaşamıyorum. Açtığım çukurları (17) doldurdu. Gerdiğim ağları yerden koparıp çıkardı. Kırın kalabalığını, (18) avı elimden kaçırıyor, kırdaki işime engel oluyor." Babası konuşmak için ağzını açıp avcıya dedi: "Biliyor musun oğlum, Gılgamış Uruk'ta oturuyor. Onu yenecek kimse yoktur. Gökten inen yoğun cevhere benzer. Gücü büyüktür. Ona, krala yüzünü dön! Güçlü adam hakkında ona bilgi ver. O sana bir fahişe versin. Onu krala götür. O kadın, bu adamı orada, güçlü bir adam gibi yensin. Yabancı hayvanlar suvata yaklaştıklarında, o kadın giysisini atsın ve o da zevke dalsın. Kadını görür görmez, ona yaklaşacaktır: Fakat kırlarda onunla birlikte yürüyen hayvanlar, onu yadsıyacaklardır." Babasının öğüdü üzerine kalkıp, avcı yaya olarak Gılgamış'a gitti. Yolunu tuttu, Uruk'un ortasında durdu: "Gılgamış, beni dinle ve bana öğüt ver! Dağdan bir adam geldi. Bu, ülkenin en güçlü adamıdır. Gökten inen yoğun cevhere benzer; gücü büyüktür. Her zaman dağda dolaşıyor, hep yabanIı hayvanlarla ot yiyor,ayağı suvatın karşı yakasından hiç eksilmiyor. Korkudan ona yaklaşamıyorum. Açtığım çukurları doldurdu. Gerdiğim ağları yerden çıkarıp kopardı... Kırın kalabalığını, avı elimden kaçırıyordu. Kırdaki işime engel oluyordu! Gılgamış, ona, avcıya dedi: "Ey avcı, git; yanında bir fahişe, bir orospu görür! Yabanıl hayvanlar suvata yaklaştıklarında, kadın, giysisini atıp şehvetini kabartsın; kırlarda onunla büyüyen hayvanlar, onu yadsıyacaklardır." Avcı gidip yanına bir fahişe, bir orospu aldı. Bunlar doğru gidecekleri yerin yolunu tuttular. Üçüncü günde belli yere vardılar. Avcı ve fahişe yerlerine oturdular. Bir gün, iki gün suvatın karşısında beklediler. Hayvanlar gelip suvatta su içtiler. Su kalabalığı geldi (19) ve yüreği rahatladı. Ne de olsa Engidu, dağda yaşadığı için, ceylânlarla ot yiyor, su kalabalığıyla yüreği rahatlıyordu. Orospu bunu, bu yabancı adamı, kırda dolaşan bu cellat (20) herifi görür. "Orospu! işte budur. Göğsünü gevşet, kucağını zevkine aç, dalsın! Korkma!. Onun saldırısını karşıla. Bir kez seni görür görmez sana yaklaşacaktır. Üstünde yatması için giysini aç. O yabanıla kadınlık becerini göster: Kırlarda onunla büyüyen hayvanlar onu yadsıyacaklar- dır. Onun tutkusu (21) senin üstünde zevke doyamayacaktır." Orospu, göğsünü gevşetti. Kucağını açtı. Ve o, kadının zevkine daldı. Kadın korkmadı. Onun saldırısını karşıladı. Üstünde yatması için giysisini açtı. Yabancı adama kadınlık becerisini gösterdi. Onun tutkusu kadının üstünde zevke doymadı. Engidu, altı gün, yedi gece uyanık kalarak orospuyla Allah'ın emri oldu. (22) (23) Engidu'yu gören ceylânlar mertleşip (24) kaçtılar. Artık kırın hayvanları onun yanından uzaklaştılar. Hayvanların ondan uzaklaştığı sırada, Engidu, bedeni bağlanmış gibi ürperdi. Dizleri tutmadı. Engidu zayıf düştü. Yürüyüşü eskisi gibi değildi. Sonra aklı başına geldi; işi anladı. Geri dönüp orospunun dizlerine oturdu, onun yüzüne bakarak sözlerine kulak verdi. Orospu ona, Engidu'ya dedi: "Engidu senbilgesin, sen bir tanrı gibisin! Neden bu kalabalıkla kırda dolaşıyorsun? Gel, seni Uruk'a, Anu'nun, istar'ın evi olan görkemli tapınağa götüreyim. Gılgamış'ın olduğu yere, gücü tam olan adamın, yabancı boğa gibi insanlara zorbalık eden yiğitin yanına." Fahişenin bu sözleri Engidu'nun hoşuna gitti; bilge gönlü bir arkadaşa gereksinim duydu. Engidu ona, orospuya dedi:"Gel orospu, beni birlikte götür! Anu'nun, istar'ın evi olan görkemli tapınağa; Gılgamış'ın olduğu yere, gücü tam olan adamın, yabanIı boğa gibi insanlara zorbalık eden yiğitin yanına. Ben ona meydan okumak istiyorum. Yiğit gibi konuşmak istiyorum. Uruk'a gidince Uruk'un yazgısını değiştiririm. Kırda doğanın gücü yamandır!" "Gel, bırak gidelim. O, senin yüzünü görsün. Sana Gılgamış’ı göstereyim. Onun nerede olduğunu çok iyi biliyorum. Engidu, Uruk'a gel. Süslü kemerler kullanan insanların yanına! Her gün orada bir bayram kutlanır... Neşe yaratan genç oğlanların, görülmeye değer genç kızların oldukları yere: Zevk onlardadır; tam neşe içindedirler." (Bir satır eksik.) "Engidu, sana yaşamı seven, açıdan zevk alan Gılgamış'ı göstermek isterim. Onu gör, onun yüzüne bak: O, erkek güzelidir. Tam güçlüdür; senden güçlüdür. Gece gündüz dinlenmesi yoktur. Engidu, kıskançlığını bırak! Ona, Gılgamış'a, sevgiyi Samas (25) gösterdi. Onun aklını düşüncesini Anu, Enlil ve Ea (26) genişlettiler; sen o dağdan gelmezden önce, Gılgamış seni düşünde gördü; düşünü yorarak kalktı,anasına anlattı: "Aman ana, ben bu gece bir düş gördüm. Bütün gücümle adamların arasından geçip ileri gittim. Orada gökyüzünün yıldızları birdenbire yere döküldüler. Göktaşı gibi yukardan aşağı üstüme düştü. Onu kal- dırmak istedim. Bana ağır geldi, kımıldatmak istedim,kımıldatamadım.Uruk halkı oraya toplandı. Erkekler onun ayaklarını öptüler ve ben, o bir karıymış gibi, üzerinde ondan zevk aldım (27). Orada kendi kendime zorladım. Onlar bana yardım ettiler. Onu kaldırdım ve sana getirdim." Her şeyi öğrenen Gılgamış'ın anası, Gılgamış'a anlattı: "Gılgamış, bu açık bir şeydir. Kırda sana benzer biri doğmuştur. Onu dağlar yetiştirmiştir. Senin onu görür görmez, bir karıymış gibi üzerinde ondan zevk aldığın adam, senden asla ayrılmayacaktır. Adamlar onun ayaklarını öpecektir. Sen onu kucaklayacaksın. Onu bana getireceksin! O, güçlü Engidu'dur. Dar zamanda arkadaşa yardım eden bir yoldaştır. Ülkede en güçlü odur. Güçlüdür. Gökten inen yoğun cevhere benzer. Gücü büyüktür. Senin, karı gibi, üstünde zevk aldığın o adam, senden hiç ayrılmayacaktır." Gılgamış uyumak için yattı ve başka bir düş gördü.Anasına anlattı: "Aman ana, başka bir düş gördüm. Karışık şeyler gördüm. Uruk'ta yolun ortasında bir balta yatıyordu. Bunun çevresine toplanmışlar; halk da oraya zorluyordu. Bu baltanın görünüşü şaşırtıcıydı. Ona baktığımda sevindim. Onu severek, bir karıymış gibi, onun üzerinde ondan zevk aldım ve yanıma koydum." Bilge, bütün bilimleri bilen Ninsun (28), oğluna dedi: "Gılgamış, senin o adamı görmenin, o bir karıymış gibi onun üzerinde ondan zevk almanın anlamı, onu sana denk tutacağımı gösterir. Bu, yine güçlü Engidu'dur, dar zamanda arkadaşa yardım eden bir yoldaştır. Ülkede en güçlü odur. Güçlüdür. Gökten inen yoğun cevhere benzer, gücü büyüktür!" Gılgamış bir daha anasına dedi: "Bu, bana büyük bir pay olarak düşsün! Bir arkadaş kazanmak isterim,bir yoldaş!" (Bir satır eksik.) Ve Gılgamış düşleri yordu. "Gel bakalım, yaş yerden kalk!" Fahişe böylece Engidu'ya anlattı. Hayvanların su içtikleri yerde ikisi yalnız kalmışlardı. İKİNCİ TABLET Engidu fahişenin karşısına oturdu. O, onun sözcüklerini dinledi ve anlattıklarına kulak verdi. Kadının öğüdü yüreğine işledi. Kadın bir giysi çıkardı: Birini ona giydirdi, öbürünü kendisine alıkoydu; kadın onu bir ana gibi elinden tutup çobanların sofrasına, hayvanların ağırına götürdü. Onun, yurdu dağlar olan Engidu'nun, önceleri ceylânlarla ot yiyen adamın, kalabalığın sütünü emenin, şimdi önüne yemek koydular. O, utanarak gözünü dikiyor, bakıyordu. Engidu kızılbaş - sayfa 12 - sayı 19 - ekim 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 ekmek yemesini bilmiyor, içki içmesini anlamıyor! Fahişe ağzını açıp Engidu'ya dedi: "Engidu, ekmek ye! Bu, yaşamın koşuludur! içki iç! Bu, ülkenin göreneğidir!" Engidu, doyuncaya dek ekmek yedi. Yedi kulp içki içti. içi açıldı,neşe buldu. Yüreğine açıklık geldi, yüzü parladı. Kıllı, pis gövdesini sıvadı, kendi kendini yağladı (29), insana döndü. Sonra bir giysi giydi, artık adam oldu. Aslanların üstüne yürümek için silâhını aldı.Çobanlar geceleri uykuya daldı. Kurtları yakaladı, aslanları kovaladı. Eski bekçiler rahat ettiler. O, güçten üstün insan, o erkeklerin bir tanesi Engidu, bunlara bekçi oldu. (14 satırlık boşluk. Engidu fahişeyle birlikte) Engidu, orospu ile eğlenirken gözlerini kaldırdı ve bir adam gördü.Fahişeye seslendi: "Yosma! Adam buraya gelsin! O ne diye geldi? Söyleyeceğini dinlemek isterim!" Fahişe adamı çağırıp ona yaklaştı, ona dedi: "Adam, nereye acele ediyorsun? Yorulman neye yarar?" Adam ağzını açıp Engidu'ya dedi: "Benimle birlikte kız evine (30) gel! Nişanlı seçmek için herkesin evi Uruk kralına daima açıktır. Nişanlı seçmek için herkesin evi, Uruk kralı olan Gılgamış'a daima açıktır. O, evlenecek olanlarla önce kendisi yatar, sonra da koca (31). Tanrısal yasaya göre bu, tanrının bir buyruğudur. Bu buyruk kendisine öbeğinin bağı kesilir kesilmez verilmiştir" (32). Adamın sözü üzerine benzi sarardı... (Dokuz satırlık boşluk.) Engidu önden gidiyor, orospu onun arkasından.O, Uruk'a girince halk çevresine toplandı. Uruk'ta caddenin ortasında durunca, insanlar başına biriktiler ve ondan şöyle söz ettiler: "O, aşağı yukarı Gılgamış'a benzer. Bedence daha ufaktır; ama, kemikleri onunkinden daha güçlüdür. (Bir satır eksik.) Ülkede en güçlü odur. Güçlüdür. O, kalabalığın sütünü emmiştir." (Bir satır eksik.) Zayıf yavrucuklar gibi ondan korkmalarına karşın, adamlar rahatladılar, "O yiğite karşı, gösterisi yaman bir yiğit alandadır. Gılgamış'a karşı tanrıya benzer, onun (33) bir eşi alandadır! ishara'ya (34) özgü bir yatak hazırlanmıştır. Gılgamış'ın onun yanında kalması için. Bu gece onunla 'Allahın emri' olacaktır" (35) Gılgamış yaklaştığında, Engidu caddenin ortasına dikildi. Gılgamış'a yolu kapamak isteyip, onu yatak odasına bırakmadı. (Yedi satır eksik.) Gılgamış kırda büyüyen, gür saçlı, ele avuca sığmaz Engidu'ya baktı: Kendi kendisine yol açtı ve üstüne yürüdü. Kentin alanında birbirleriyle karsılaştılar. Engidu kapıyı ayağıyla kapayıp Gılgamış'ı içeri bırakmadı. Bunun üzerine boğalar gibi böğürerek kapıştılar:Kapının direkle- rini paramparça ettiler. Duvar yerinden sarsıldı! Gılgamış ve Engidu, evet, boğalar gibi böğürerek birbiriyle kapıştılar. Kapının direklerini paramparça ettiler. Duvar yerinden sarsıldı! Gılgamış diz üstü yere düşünce, öf kesi indi ve göğsünü geri çekti. Gılgamış göğsünü çeker çekmez, Engidu ona, Gılgamış'a dedi: "Anan olan, ağılın yabanIı ineği, Tanrıca Ninsun (36), seni bir tane doğurdu. Basın adamların tepesini asmıştır! Enlil senin alnına insanların krallığını yazmıştır! Gücün evrenin beylerinden üstündür." (On satırlık boşluk.) Birbirini öptüler ve arkadaş oldular. (Görünüşe bakılırsa bundan sonraki 14 satırlık boşluğun sonuna doğru, Gılgamış'ın Engidu'yu, bir oğul olarak kendi anasına götürmüş olmasından söz ediliyor. Gılgamış, Engidu'dan şu biçimde söz ediyor.) "Ülkede en güçlü odur. Güçlüdür. Gökten inen yoğun cevhere benzer, gücü büyüktür! Kimse karşısında duramaz. Ona lûtfunu göster." Gılgamış'ın anası oğluna dedi, Ninsun, yabanlı inek, Gılgamış'a dedi: "Oğlum.... (üç satır eksik.) (Engidu'nun hep korumakta olduğu biçiminden ötürü, Ninsun'un şaşkınlığını belli ettiği anlaşılıyor. Bundan sonraki beş satırsa, Gılgamış'ın yanıtlarını oluşturabilir.) "Onunla yukarı, aile ocağının kapısına gitti. O, bana karşı pek çok kışkırtıldı. Engidu'nun babası ve anası yoktur. Onun dağınık saçları hiç kesilmemiştir. O, kırda doğduğundan kimse onu eğitmemiştir." Engidu orada durdu ve onun söylediklerini dinledi. Gözleri yaşla doldu. Söylenenler kendisine pek dokunduğundan acı acı içini çekti. Gılgamış, yüzünü ona çevirip, oturdukları yerde birbirleriyle kucaklaştılar; âşıklar gibi eller birbirinin üstüne kondu ve Gılgamış, Engidu'ya dedi: "Dostum, neden gözlerin yaşla dolu? Söylenenler sana dokunduğu için mi acı acı içini çektin?" Engidu ağzını açıp Gılgamış'a anlattı: "Dostum, bir acı boğazımı sıkıyor. Kollarım uyuştu, gücüm azaldı." Gılgamış, ağzını açıp Engidu'ya dedi: (Altı satır eksik.) "Ejder yapılı Humbaba ormanda oturuyor. Sen ve ben onu öldürüp şu belâyı ülkeden kaldıralım. Kendimize katran ağaçları devirelim." (Dört satır eksik.) Engidu, ağzını açıp Gılgamış'a dedi: "Dostum, ben dağlarda deneyimliyim; yabanIı hayvanlarla oralarda dolaştım. Ormanın uzaklığı iki kez on bin saat çeker. Yukarıya, onun içine dalacak kimdir? Humbaba... onun böğürtüsü tufandır, evet, onun soluğu ateş, saldırısı ölüm. Neden ötürü böyle şeyleri yapma- ya yeliyorsun? (37) Humbaba'nın oturduğu yer için savaşan hiçbir kimse ona karsı dayanamaz." Gılgamış, ağzını açıp Engidu'ya dedi:"Katransa, ben bunun dağına çıkmak istiyorum. Bu dağ geniş ormanın ortasında bulunuyor. (Üç satır eksik.) Humbaba'nın bulunduğu ormana gitmek istiyorum. Savaşta bir balta bana yeter. Sen burada yalnız kal, ben oraya gideceğim. "Engidu, ağzını açıp Gılgamış'a dedi:" Oraya nasıl gidebiliriz... Katran ormanına? Gılgamış, onun bekçisi bir savaşçıdır. Hiçbir zaman ımızganmaz. (38) (iki satır eksik.) Enlil onu, katranları korusun diye insanların başına belâ kılmıştır.Her kim yukarı, ormana çıkarsa, kötürüm olur. "Gılgamış, ağzını açıp Engidu'ya dedi:"............" (39) "Güneş gökyüzünde durdukça tanrılar sonsuza dek yaşarlar. Ancak, insanın günleri sayılıdır. Onların ettikleri hep havadır. Sen daha buradayken ölümden korkuyorsun. Yiğit ruhundaki gücün sana yararı ne? Öyleyse, seni ben götüreyim de, ağzın bana: "ileri git! Korkma" diye çağırsın. Kendim ölürsem adımı yükseltirim, 'Ejder yapılı Humbaba'nın düşmanı Gılgamış ölmüştür,' derler." (Sekiz satır eksik.) "Katran devirmek için elimi bulaştırmak istiyorum. Kendim için bir ad bırakmak istiyorum. Şimdi dostum, silâhçı ustasına gitmek istiyorum. Silâhlar gözümüzün önünde dövülsün." Elele verip silâhçı ustasına gittiler. Ustalar oturup birbirleriyle danıştılar. Büyük baltalar dövdüler. Üç okkalık nacaklar dövdüler. Yalımı iki okkalık büyük kılıçlar dövdüler. Kabzaların başı on beş okkalık, kılıçların kını on beşer okkalık; altından. Gılgamış ve Engidu, her biri 300 okkalık silâhlar taşıdılar. Adamlar, Uruk kentinin yedi sürgülü kapısına vardılar; halk bir araya birikti; Uruk sokaklarına neşe saçıldı. Gılgamış, Uruk sokaklarında halkın neşesine tanık oldu. O, karşısında oturan halka seslendi: "Ben, ejder yapılı Humbaba'ya gitmek istiyorum. O söylenen şeyi, ben Gılgamış, görmek istiyorum. Onun adı ülkelere yayılmıştır. Katran ormanına koşmak istiyorum. Uruk çocuğunun nasıl güçlü olduğunu bütün ülkeye anlatayım. Katranları devirmek için elimi bulaştırayım. Kendim için sonsuzlaşacak bir ad yapayım!" Uruk mahallesinin yaşlıları dönüp Gılgamış'a dediler: "Gılgamış, sen genç olduğundan, gönlün seni böylesine ileri götürdü.Sen burada ne yaptı bilmiyorsun. Bizim işittiklerimiz, Humbaba'nın çok acayip olduğudur. Onun silâhının karşısına çıkacak olan kimdir? Orman iki kez on bin saat uzaklık çekiyor. Yukarı çıkıp onun içine girecek olan kimdir? Humbaba, onun böğürtüsü tufandır, kızılbaş - sayfa 13 - sayı 19 - ekim 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 evet, onun soluğu ateş, onun saldırısı ölüm. Neden dolayı böyle şeyleri yapmaya heves ediyorsun? Humbaba'nın oturduğu yer için savaşan hiçbir kimse ona dayanamaz." Gılgamış, öğütçülerinin sözünü dinledikten sonra, gülümseyerek gözlerini arkadaşına dikti (40). (Dokuz satır eksik). "Korucuyu meleğin seni sıkıntılardan kurtarsın; barış içinde Uruk kıyısına (41) dönmen için sana kılavuz olsun!" Gılgamış, diz çöküp elini kaldırdı:"Söyledikleriniz yerini bulsun. Şimdi gidiyorum. Samas! Ellerimi sana kaldırıyorum: oraya varınca canım sağ esen kalsın! Beni Uruk kıyısına geri döndür! Gölgeni üstümden eksik etme!" Bundan sonra Gılgamış,arkadaşını çağırdı, falına onunla birlikte baktı (42). (Yedi satır eksik). Gılgamış'ın gözlerinden yaşlar boşandı: "Hiç gitmediğim bir yol. Sonu belli olmayan bir yolculuk. Burada sağ esen kalırsam seni gönlüme göre sevmiş olurum. Kendimi senin zevkine kaptırmak isterim, seni tahtlara geçirmek isterim." Artık köleler silâhlarını getirdiler. Büyük kılıçları, yayı, sadağı eline teslim ettiler. Baltaları aldı, sadağı ve Ansan (43) yayını bir yanına astı, kılıcı kemere taktı. Yolda yürümeye başladılar. insanlar Gılgamış'a sordular: "Sen ne zaman kente geri döneceksin?" (devamı gelecek sayıda) ACIKLAMALAR (1) "Bahri recez" Arap şiirinden OsmanlITurk şiirine gecen ve divan edebiyatımızda kullanılan aruz biçimlerinden biridir. Gılgamış destanının, binlerce yıl önce aruzla yazıldığını duymak ilk anda garip gelebilir. Ancak, günümüzün Ortadoğu gelenek ve göreneklerinin pek çoğunun kökeninin Sümerlere kadar uzandığının, kazılarda elde edilen bulguların incelenmesiyle bilimsel olarak kanıtlandığını göz önünde tutarak, bu acıkmamayı yazan çevirmenin ya da Prof. Landsberger'in bir bildiği olduğunu düşündük ve açıklamayı koruduk. (Yayımlayan.) (2) Nuh adI, Sâmi dillerinde kullanılır. Metinde, Nuh adI yerine Utnapistim denmektedir. Gerek Nuh'un, gerekse Utnapistim'in sözlük anlamları belli değildir. Sümerler Nuh Peygambere, Zi-UDSUDDA diyorlardı. Bu addaki 'Zi', 'yasam, can, ruh' demektir; 'UD', 'zaman', 'SUDDA' da, 'uzun' anlamına gelir. Bu üç sözcükten oluşan ad, 'uzun omurlu' demektir. (3) Savaş ve aşk tanrıçası istar'In tapınağı. (4) Pişmiş tuğla, güneşte kurumuş tuğla olan kerpiçten daha değerliydi. Pismiş tuğla öteki tuğlaların kaplaması olarak kullanılırdı. (5) Bu yedi bilge, yerin altında bulunan tatlı su okyanusunun tanrısı Ea'nIn öğrencileridir. Bunlar yeryüzüne çıkıp insanoğluna bilim ve bilgelik öğrettiler: Çok eski bir söylenceye göre de Sümer ülkesinin krallarıydılar. (6) Etice yazmadaki bu yerde, Etilerin iki baş tanrısından biri göğün Güneş Tanrısı, öteki de Fırtına Tanrısıdır. Burayı Babil mitolojisine, Babil anlayışına göre değiştirmeye çalıştık (Prof. Landsberger). (7) Endaze: 60 cm; karış: aşağı yukarı 20 cm. (8) Bizim hep "ağlıl bol Uruk" diye çevirdiğimiz tümce, daha doğru olarak, "Koyun ağıllarının kenti olan Uruk" diye çevrilmeliydi. "Bol ağıl" Uruk kentine göndermedir. Bu sıfat, Uruk'un Tanrıçası olan istar'a adanmış kutsal koyun sürülerini anıştırıyor. (9) Gılgamış'ın taşıdığı yüksek krallık niteliklerinden biri olan çobanlıkla,yaptığı zulüm bağdaşmadığından, burada kendisiyle alay ediliyor. (10) Yakınmalar doğrudan doğruya büyük tanrılara yapılmadığından, daha küçük tanrıların aracılığına başvuruluyor, bunların aracılığıyla yapılan yakınmaları, ulu tanrılar dinlemiş oluyor. (11) Büyük ana tanrıçalardan birinin adıdır. (12) Aruru, kendisinin eskiden yarattığı Gök Tanrısı Anu'nun biçimini ruhunda canlandırıyor, sonra çamuru yazıya atarak bir buyu yapıp, ruhunda canlandırdığı bu biçimi gerçekleştiriyor (Prof. Landsberger). (13) Suvat: hayvanların sürekli su içebildikleri bir su kıyısındaki, en çok da Irmak kıyısındaki düzlük yer. (14) Çok su içiyor olsa gerek (?). (15) Avcı tuzak ya da kapan kurduğuna göre, yanındaki hayvanların, bu tuzak ya da kapana bağladığı hayvanlar olması gerekir. Çünkü avlanacak hayvanlar ne türdense, o tur ya da başka tur hayvanlardan biri kapanın ve tuzağın yanına bağlanır. (16) Biz bunu, yoğun bir cevher olan göktaşI olarak yorumluyoruz. Bu, en büyük gücün simgesidir. (17) Tuzakları. (18) Yabanıl hayvanları (Prof. Landsberger). (19) Belki içtiği bol su. (20) Çevik, yiğit, açıkgöz, yaramaz anlamlarına gelir. Adam boynu vuran cellatla bir ilgisi bulunma olasılığı da vardır. (21) Burada "addeğişimi " (metonomasie) vardır (Prof. Landsberger). (22) "Allah’ın emri olmak" deyimi, cinsel ilişkide bulunmak ve yatmak sözcüklerinin karşılığıdır. Halk dilinde çok kullanıldığından bunu ötekilere yeğledim. Özgün metinde de yasal ilişkide bulunmuşlar gibi görülmektedir. (23) Dr. Albert Schott'un çevirisine koyduğu eski Babil yazmasına ait 45. satırın, anlam bütünlüğünü bozması nedeniyle çevirmedim. Prof. Landsberger bu satırı çıkarmamamı salık verdi.. (24)Ceylânların, geyiklerin, yagmurcaların birdenbire sıçramalarına"mertlemek " denir. (25) Güneş Tanrısı. (26) En yüksek tanrılar. (27) Burada Schott'un çevirisi, özgün metne göre değiştirilmiştir. Bu değişikliğin nedeni, burada eşcinsel ilişkiye değinilmesidir. Çünkü olay yanıltıcıdır. Destanı düzenleyen sanatçının anlattığı düş, sanatta gösterdiği en büyük özelliğidir. Sanatçı, Gılgamış'a koşnul bir düş gösteriyor; o da bu düşü, bir çocuk saflığıyla anasına anlatıyor. Bu örge, birinci düşte, destanın yalnızca en son yazmasında bulunuyor. Schott'un metniyse, en son yazma olan eski Babilce metinden çevrilmiştir (Prof. Landsberger). (28) Gılgamış'ın anası. (29) O zamanlar insanlar güzel kokulu yağlarla bedenlerini yağlarlardı (Prof. Landsberger). (30) Ev diye çevirdiğim sözcük, iki yerde geçmektedir, anlaşılması da güçtür. (31) Burası yeterince açık değildir. Bazı dilbilimciler bunu "ius primae noctis" (ilk gece hakkI) diye yorumluyorlarsa da, bu yorum genellikle kabul olunmuş değildir. (32) Çocuk doğduktan sonra,göbeğinin bağı üzerinde fal bakılmış olsa gerek. (33) Gılgamış'ın. (34) Yerli olmayıp Sümer panteonuna sonradan girmiş bir tanrıça. (35) Gılgamış'ın izhara ile evlenme hazırlığı akla geliyor. (36) Yabanıl inek görünümünde bir tanrıcadır (Prof. Landsberger). (37) Yelmek, heves etmek anlamına gelir. Bazen bağlanma, kapılanma anlamında da kullanılır.(CN) (38) Hafif uyumak, şekerleme yapmak. (CN) (39) Bu satır anlaşılmıyor (Prof. Landsberger). (40) Gılgamış'ın Engidu'ya söyledikleri, ne yazık ki kaybolmuştur. (41) Uruk, Fırat kıyısında olduğundan böyle bir dilekte bulunulmuştur. (42) Faldan, isin uğursuz gideceği anlaşılıyor. (43) Eski Elâm devletine ait bir yer. Bugünkü Batı İran’da. kızılbaş - sayfa 14 - sayı 19 - ekim 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Fetih'te Gemiler Nerden Geldi Her İstanbul’un fethi yıldönümünde, tekerlek monte edilmiş bir “kadırga” karikatürünün asfalt yolda Belediye işçilerine çektirilmesi mizanseni yaşarız. Genellikle aksiliklerle ve komik görüntülerle gölgelenen, ama yine de ıslarla yinelenen bu gösteriden amaç, Fatih’in 72 gemiyi bir gecede karadan geçirdiği efsanesini kamuoyuna maletmektir. Ne ki tarihsel gerçeklikte yeri olmayan bir gösteriydi yinelenen. Hikayeyi anlatan kaynaklar, II. Mehmet’in, 20 Nisan’daki deniz yenilgisinin öfkesiyle karadan gemi geçirmeye karar verdiğini ve bu çerçevede 2 gecede 72 kadırgayı Tophane (veya Beşiktaş, veya Dolmabahçe)’den, Kasımpaşa’ya indirdiğini iddia edecektir. Ne ki söz konusu gemilerin karadan geçirildiğini kanıtlayan somut bilgiler yoktur. Gemilerin 22 Nisan sabahı Kasımpaşa’ da göründüğü konusunda kuşku yok; ancak nereden ve nasıl geldikleri sorunu, Fetih sürecinin en büyük bilmecesi, daha doğrusu miti olarak karşımızdadır. Kimi Osmanlı kaynakları yanında kimi Bizans kaynaklarında da yinelenen söz konusu iddia, tüm Osmanlıcı tarihçilerin en temel övünç vesilesi olarak fetih anlatımlarının temel malzemesi yapılır. Ancak söz konusu iddia, örneğin Rumeli Hisarı’nın yapılması veya döktürülen büyük toplara ilişkin olduğu gibi bilgi ve belgeyle desteklenmekten yoksundur. [/align:7b192482ec] HAVADA YÜRÜTTÜLER UÇURDULAR BELKİ [align=justify:7b192482ec] Kimsenin sorgulamaya cesaret edemediği bir fetih efsanesi ile karşı karşıyayız. Örneğin Şehabettin Tekindağ; “Mamafih bu mevzuda Aşık Paşazade, Tursun Bey, İdris-i Bitlisi gibi en eski kaynakların, Dukas gibi mühim bir Bizans menbaının tafsilat vermemeleri bu hususta kat’i bir hükme varmayı güçleştirmektedir.” Demekte, ama yine de karadan geçirilmeyi bir veri olarak *işlemektedir.İşaret ettiği Tursun Bey’in anlatışı aynen şöyledir: da ileri gitmiş, en kısa mesafede üç kilometre olan bu yol boyunca yelken açarak kaydırdığı yüzlerce ton ağırlığındaki gemilerin içine savaşçıları da yerleştirip, onları ayakta dikeltmekten de imtina etmemiş!... Tabii asıl üzerinde durulması gereken nokta, Osmanlı vakanüvislerinin bu gerçeküstü söylemi değil; bu masalın, günümüz resmi tarihçilerince de sorgusuz * yinelenebilmesidir. Erdoğan Aydın “İslam gemileri bayraklarla bezenip yelkenleri açtılar. Galata kalesi ensesinde havada yürüttüler. Belki uçurdular. Bu heybetle götürülüp mükemmel silahla liman liman denizine saldılar.” Buna göre, İslam gemileri yelkenleri açıp Galata kalesi ensesinde havada yürüyor, bekli de uçuyor ve bu heybetle liman denizine konuveriyorlar!... Aşıkpaşazade’nin anlatışı da farklı değil: “Yetmiş parça gemi dahi Galata’nın üst yanından karadan yelken açtılar. Savaşçılar ayak üzeri durdular ve sancaklarını çözdüler. Geldiler Hisar dibinde denize girdiler”!... Görüldüğü gibi Aşıkpaşazade daha Bu noktada ciddi verilerle desteklemediği halde, söz konusu efsaneyi yineleyen tarihçilerimizin, Voltair’in ifadesiyle; “...keşişlerin o zaman uydurdukları masalları tekrarlayıp durma” konumuna düştükleri açık. Voltair’in; “Tarihsel yanlışlıklardan hoşlanan uluslar çoktur.(...) Çoğu birer alfabetik yalan dergisi olan sözlüklerimizde böyle gülünç masallara sık sık rastlanır” sözleri bizim için de geçerli ne yazık ki.[/align:7b192482ec] OLGUSAL DEĞERİ OLMAYAN AYRINTILAR [align=justify:7b192482ec] Bu durumda, gemileri dağdan aşırmaya varacak denli büyük bir zahmet ve zekaya kadar, alt tarafı bir zinciri kesecek testereleri de mi yoktu atalarımızın diye sorası geliyor insanın? Zinciri kesmek veya Osmanlı vesayetindeki Galata yanından kırmak varken, Osmanlı dedelerimizin böyle olağanüstü bir organizasyon için kafa patlatmasını, birlerce insan ve hayvanın onca yük altında eziyet çekmesini, onca ormanın telef edilmesini anlamak mümkün değil doğrusu. Gerçekten de ayrıntıları üzerinde kafa yormaya başladığımızda, tam da Voltair’in işaret ettiği bir masal örneği ile karşı karşıya olduğumuzu görüyoruz. İddianın belki de ilk kaynağı olup o sırada içeride olan Bizanslı danışman Francis’in anlatımı ise daha da ilginç: 20 Nisan yenilgisi sonrasını kastederek; “Padişah kızgınlığı içinde hıncından ellerini ısırıyor ve topuğu ile toprağı dövüyordu.(...) Donanmasının bir kızılbaş - sayfa 15 - sayı 19 - ekim 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 bölümünü limana sokabilmesini sağlayacak bir çare bulmaya çalışıyordu. Bu düşüncesini de hemen gerçekleştirdi. Galata’nın arkasındaki tepeden limana kadar bir yol yaptırarak, onu öküz ve koyunlardan elde ettiği yağlarla kayganlaştırdığı kalasa ve odunlarla döşedi.Gene değişik bazı makineler yaptırarak bunlarla iki ve üç sıralı gemilerini kolaylıkla tepeden geçirerek limana indirtti.” Görüldüğü gibi Francis’te, vakanüvislerde olmayan ayrıntılar mevcut. Ancak bu özgülde olgusal değeri olmayan ayrıntılar bunlar. Esasen onun yaptığı, Sezar’ın Antonyus’a karşı savaşta uyguladığı, düz yolda gemi yürütme bilgisini, Haliç’te görüp bilgisine sahip olmadığı gemilere uygulamaktır. Onun bu geniş hayal gücünü, Fatih’e ilişkin tiyatral anlatımdan, ‘Ulubatlı Hasan’ efsanesini üretmesinden, Galata sırtlarından sorumlu olan Zağanos Paşa’yı saldırının yöneticisi ilan etmesinden ve Fatih’in topunun ağız genişliğini 12 karış göstermesinden biliyoruz.Tabii dağdan gemi aşırmayı mantıki kılmak için, “değişik bazı makinelerin” varlığından söz eder ki; eğer bu iddia gerçek olsaydı, o dönem koşullarında, Osmanlıyı Yeniçağ’ın öncüsü yapacak teknolojik bir devrimden söz ediyor olacaktık. [/align:7b192482ec] HESABA GELMEZ İDDİA [align=justify:7b192482ec]Özetle farklı kaynaklarca yinelenmiş olmasına rağmen, dağdan gemi aşırma efsanesine itibar etmek olanaksız. Her şeyden önce teknik ve zamansal olarak olanaksız. En uygun güzergahın saptanması ve işin yapılabilirliği için keşif gerekiyor öncelikle; ki birkaç ekibin çalışması halinde bile iki günden fazla sürer. İkincisi, o dönemde orman olan o arazide –ki en kısa mesafe bile 3 kilometre- gemilerin geçebilmesi için binlerce ağaç kesmek ve güzergahı temizlemek gerekiyor. Bir ayda yapılabilirse mucize olur. Üçüncüsü, Galata veya Taksim sırtını geçmek, oldukça büyük bir çıkış ve iniş yanında bir dizi irili ufaklı iniş, çıkış ve kavisleri geçmek demek. Geçirilecek olanın koca koca gemiler olduğu düşünülecek olursa ciddi bir stabilizasyon çalışmasının önceden yapılması, bir dizi çukurun doldurulması, tepenin kazılması, kavislerin düzeltilmesi zorunlu. Dördüncüsü, gemiler kaydırılmışsa gemi başına bir kızak ve üzerinde kayması için yol boyunca, yağlı ve birbirleriyle simetrik binlerce(en kısa mesafede en az 6 bin) kereste hazırlanıp yerleştirilmesi gerek. Tekerlekler üzerinde götürülmüşse, 72 tane, yüzlerce ton taşıyabilecek büyüklükte ve yeterli sayıda tekerleği olan araba üzerinde gidebileceği sağlamlıkta yok gerek. Ne kadar mükemmel bir organizasyon olursa olsun bu da aylar alacak bir iş. Bir geminin sadece kızağa alınıp karaya çıkarılması bile, neresinden bakılırsa bakılsın, her gemi için tekrarlanmak üzere saatler alacak bir iş. Oldukça dik olan o yokuştan gemilerin çıkarılması ve o kadar ağır ve hassas bir yükün, çıkarmaktan da zor bir iş olan, elden kaçırılmadan aşağıya kadar indirilmesi, en tecrübeli ve uyumlu ekiple bile haftalar alır. Diğer yandan tek güzergah olduğundan, biri inişe geçmeden diğerinin çekilmesi olanaksız, dolayısıyla birbirlerini beklemek zorundalar. Bunların yanında, 72 geminin Kasımpaşa’ya indirilebilmesi için, buranın bu işe uygun hale getirilmesi, yani, gemilerin karaya çıkarıldıkları yer gibi, Kasımpaşa’da da ciddi bir inşaat faaliyeti gerek. Aynı güzergah kullanıldığından aynı mekanda on binlerce insan, bir o kadar manda, deve, vb., bunların sevk ve organizasyonu, yaşanan olağanüstü trafik... O ilkel koşullarda ne denli mükemmel bir mühendislik ve idare yapılırsa yapılsın, üstelik benzeri bir iş deneyimi olmadığından bir dizi aksama kaçınılmaz. Son olarak belirtilmesi gereken, söz konusu güzergahlarda yapılacak bir gemi yükleme ve indirmesinin Bizans’ın haberi dışında gerçekleşmesinin olanaksızlığıdır. Tüm bu veriler ışığında büyük bir özgüvenle belirtilmeli ki, iki gecede (siz deyin ki iki ayda) gizlice dağdan gemi aşırtma safsatasına inanmamızı isteyenler, amiyane tabirle hiç hesap bilmiyorlar! Her yıl tekerlikli büyücek bir kayığı asfalt yoldan Kasımpaşa’ya taşıma mizanseni sırasında yaşanan sorunlar bile, bu 72 gemi geçirme efsanesine itibar edilemeyeceğinin yeterli kanıtı aslında. Dolayısıyla Fatih’in elinde yüzlerce tonluk bir ağırlığı yüklenecek bir helikopter olmadığını bildiğimiz koşullarda bu efsane, salt bizim değil, pek çok tarihçimizin de ne hale getirildiğinin göstergesi olmaktan başka bir anlam taşımıyor. [/align:7b192482ec] GERÇEK NEREDE [align=justify:7b192482ec] Esasen karadan gemi geçirme masalına yüklenen bu olağanüstü anlam, bizi gerçeklikten koparması yanında, döneminin en büyük planlama örneklerinden olan fetih sürecini yöneten kurmayı da hafife almaktadır. İstanbul’un fethi sürecindeki asıl başarı, her şeyin daha en baştan incelikle planlanmasıdır. Rumeli Hisarı inşası, topların dökülmesi, tünel hazırlıkları, o kadar askerin yemek ve tuvalet organizasyonu yanında zayıf * Haliç surlarına saldırı için gemi ve köprü hazırlığı da bu kapsamda değerlendirilmeli. Özetle büyüklük, çocukları ve çocuklaştırılan bir toplumu büyülemek için işlevsel olan iki gecede gemi geçirme masalında değil,tarihin kaydettiği en etkin surlarına karşı, her türden olasılık hesabını önceden yapabilen öngörüde aranmalı. Tüm bu irdelemelerin üzerine Haliç’te görülen söz konusu gemilerin nereden geldiği sorusuna gelince.. Bunlar, saldırıdan çok önce yapılan hazırlıklardan biri olarak, Okmeydanı sırtları ve Kağıthane deresinin Haliç’e açıldığı noktada yaptırılan tersanelerdeki inşaatın ürünüdür. Buralar Bizans’ın görme alanının tümüyle dışında, gemi ya- kızılbaş - sayfa 16 - sayı 19 - ekim 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 pımı için bol miktarda ağaç barındıran bir yerdir ve Osmanlı da böylesi gemi yapımında ustalaşmıştır. Bu gerçekliğin en olgusal anlatımını, çoğu zaman abartıya kaçan Evliya Çelebi’de buluyoruz: “Ebü’l-feth, Timurtaş Paşa’yı iki bin askerle Kağıthane’deki koruluk içinde 50 parça kadırga yapmakla görevlendirdi. O da kimi köyleri talan edip tahta ve kerestelerden işe yarayanları bu gemilerin yapımında kullandı. Koca Mustafa Paşa ise askeriyle Okmeydanı ensesinde Levent Çiftliği denilen yerde 50 parça kadırga ve 50 parça da at yağını işe hazır eyledi.(Kuşatmanın) Onuncu gününde de Kağıthane’deki kadırgalarda hazır olup, cümle karada, denizde olan bütün gemiler ve içlerindeki asker hazır baş idiler.... Tersane bahçesi dibinde Şahkulu adlı iskelede denize indirdiler.Gemilerin geçtiği yerler, Okmeydanı’ndan hala görülmektedir. O günlerde gemilerin altına dökülen darılar oralarda kendi bitip kendi yiter.Sonra cümle gaziler silah ve nacaklarıyla gemilere doldular ve emre hazır oldular. Kağıthane’de Timurtaş Paşa’nın yaptırdığı 50 parça büyük kadırga da Eyüp tarafında göründü. * Görüldüğü gibi oldukça somut bilgilerle karşı karşıyayız; 22 Nisan sabahı görülen gemilerin, kimlerin komutasında, nerede, nasıl yaptırıldıkları, başka bir kaynakta rastlamadığımız bir açıklıkla anlatılmış. Gemilerin, Bizans’ın haberi olmadan nasıl birdenbire Kasımpaşa’da beliriverdikleri sorusunun yanıtı da böylece belirginleşmiş olmaktadır. Müneccimbaşı da Evliya Çelebi’yi onaylamaktadır: Sahaifü’l- Ahbar adlı Tarihi’nde, önce yağlı tahtalar üzerinden kaydırmanın Boğazkesen Kalesi’nden başladığından söz ederek malum efsaneyi yineleyen Müneccimbaşı, hemen devamında; “Fakat sahih(doğru, gerçek) olan rivayete göre, gemiler Okmeydanı’nda hazırlanmış ve buradan denize indirilmiştir” demektedir. İşte 22 Nisan sabahı aniden Haliç’te beliriveren ve Bizanslıların, “Eya bu ne ola deyü perişan oldu”kları gemilerin hikayesi bundan ibaret (ayrıntılı bilgi ve irdelemeler için bkz.Fatih ve Fetih,Cumhuriyet Kitapları). [/ align:7b192482ec] Kaynak: http://www.turandursun.com/ forumlar/showthread.php?t=4202 İstanbul'un Pendik ilçesinde cemevine giderek polis olduklarını söyleyip tehdit ettiği iddia edilen iki kişiden biri gerçek polis çıktı. Pendik Cemevi'nde önceki gün meydana gelen olayda cemevi yetkilileri, polis olduğunu söyleyen iki kişinin bulundukları binaya gelerek şüpheli hareketlerde bulunduğu yönünde şikayette bulundu. Asayiş Şube Müdürlüğü tarafından olayla ilgili başlatılan soruşturmada polis, cemevine gelen kişilerin peşine düştü. Gasp Büro Amirliği dedektifleri cemevine geldiği tespit edilen Sabiha Gökçen Havaalanın'da çalışan polis memuru M.K. ile kuaför arkadaşı Ö.Y.'yü yakaladı. Asayiş Şube Müdürlüğüne getirilen polis memuru M.K. "Arkadaşımla birlikte cemevinin önünde kız arkadaşlarımızı bekliyorduk. Onlar gecikince arkadaşım "ben daha önce hiç cemevine girmedim. Bir bakalım mı?' dedi. Birlikte içeri girdik. Cemevinde bulunan yetkiliyle Alevilik konusunda konuştuk. Konuşma sırasında kendimi tanıtıp polis olduğumu ve çalıştığım yeri bile söyledim. Daha sonra bize geç olduğunu cemevini kapatacağını daha münasip bir zamanda tekrar gelirsek çay içip yine konuşabileceğimizi söyledi. Daha sonra vedalaşarak oradan ayrıldık" dedi. Polis memuru M.K. Cemevi yetkililerinin daha sonradan niye şikayetçi olduğunu bilmediğini sözlerine ekledi. Öte yandan Cemevi yetkilileri Asayiş Şube Müdürlüğüne gelerek polis memuru M.K. ile Ö.Y.'yi teşhis etti. Polis tarafından şikayetle ilgili ifadeleri alınan polis memuru M.K. ile arkadaşı Ö.Y. daha sonra adliyeye gönderildi. (dha) Radikal - 6 eylül 2012 Sultanbeyli’nin yerli halka göre “Başaran”, resmi adı Yavuz Sultan Selim konulan Alevi mahallesi 4 yıldır isminin değiştirilmesini bekliyor. Yan mahallede bir sokağa “Alevilerin canları, malları, namusları size helaldir” fetvası veren Şeyhülislam Ebu Suud isminin verildiği de ortaya çıktı. 11 BİN İMZAYLA GİTTİLER, KOVULDULAR Mahalleli, ismin değiştirilmesini isteyen 11 bin imzayla gitmiş, halkı kovmuş eski belediye başkanı. Başbakan yeni başkana “cemevini hızlandırın” dedi. Ben de isim meselesi çözüldü diye düşündüm. Aradan zaman geçti, Sadegül’ü aradım, ‘değişmedi’ dedi. Yeni belediye başkanını aradım, ‘Yavuz Sultan Selim ismi önemli bir padişah ama Alevi bırakmamış bu topraklarda, onları rencide eden bir şey, bu ismi değiştirelim’ dedim. Belediye Başkanı, ‘Orada Sünniler de oturuyor, ismin değişmesine karşılar’ dedi. Ben tekrar, “Sünnileri rencide edecek bir isim koyun demiyorum, çiçek ismi olabilir dedim, morsalkım gibi dedim”, “Yok efendim, itiraz geliyor” dedi, sonuç alamadım. HASAN OCAK'ın anası - METİN GÖKTEPE'nin anası - ERDAL EREN'in anası kızılbaş - sayfa 17 - sayı 19 - ekim 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Sabuncuzade, Davutoğlu'nun lobi Çalışmaları ve Yeni Sabuncuzadeler Hikâyemiz 1839 da Mardin‘in Derik kasabasında başlıyor. Derik Süryanicede manastır anlamına gelen Dayro nun Kürtlerce kilise anlamında türettiği bir kelimedir. 1839 da Süryani bir ailenin çocuğu olarak doğan kahramanımız Sabuncuzade Louis Alberi daha sonra Diyarbakır‘da eğitim görüyor. Süryani Ortodoks kilisesinin bölünmesinde Sabuncuzade Süryani Katolik tarafta yer alıyor. Bizzat kendisi mi? Yoksa daha evvel ailesinin mi bu bölünmede yer aldığını bilmiyoruz. Daha sonra Lübnan‘da Katolik eğitimi görüyor, Roma’da Papalık Akademisinde eğitim görüp papaz oluyor bilahare Londra’da Tarih doktorasını tamamlıyor. Lübnan, Suriye, Mısır ve Irak’ı gezmesinin yanında 8 dil konuşan Sabuncuzade Hindistan ve ABD’ne gibi uzak diyarlara da gidiyor. Anlayacağınız renkli ve bilgili bir kişi. Lübnan da En Nahle adında bir gazete çıkarıyor. Bu gazetede keskin muhaliftir ve Muhammed‘in Arap olduğunu ve bu yüzden halifenin Türk olmasının mümkün olmadığını, halifeliğin Araplara geçmesi gerektiğini savunuyor. Türk milliyetçilerinin yoğun dezenformasyonu altında bulunan Türk kamuoyu bu konuyu bilmiyor. İslam’a göre halifenin Arap olması yetmiyor Kureyş olması gerekiyor. Dolayısıyla İslam teorisi açısından Osmanlı halifeliği gayri meşrudur. Bu arada geçerken bir konuyu daha zikredeyim: İslam’ın beş şartı içinde hali vakti yerinde Müslümanların hacca gitmesi şarttır. Hiçbir Osmanlı padişahı bu önemli ve esaslı şartı yerine getirmedi!!!!! Gene Türk kamuoyunun çoğunun bilmediği bir konu; erkeklerin penislerinin derisinin kesilmesi beş şarttan biri değil sünnettir. Yani Muhammedin yaptığı bir iştir; beyaz Arap entarisi giymek gibi. Bilindiği gibi bu penisin derisini kesme Sami kabilelerinin geleneğiydi ve Yahudilikle birlikte dini bir fonksiyon görmeye başladı. Konumuza dönersek Kahramanımız Sabuncuzade Londra’da En Nahle‘yi çıkarmaya devam ediyor. Bu arada Zenzibar emirinden elmas yıldız nişanı İran İbrahim Seven Şahından Shiri Xurshid nişanını alıyor. Anlayacağınız muktedirlerle beraber olmaktan hoşlanıyor. Bu arada Abdülhamid’e muhalefet etmeye devam ediyor. Londra’da çeşitli is çevreleri ve muhtemelen İngiliz servisleri ile sıkı bir ilişkiye geçiyor ve Trablus, Humus, Hama, Şam, Halep, Bağdat Basra demiryollarının imtiyazlarını almak için bir anonim şirketin adamı olarak İstanbul’a geliyor. YILDIZ’DA BİR PAPAZ Bu iş ilişkilerini yürütmek üzere papazımız maarif naziri Münif paşa ile tanışıp sarayda tercüman ve şehzadelerin eğitimi için öğretmen oluyor. 8 dil bilen ruhanımız bu arada İngilizce Fransızca İtalyanca ve Arapça gazeteleri okuyup majesteleri Abdülhamit han aleyhine yazılan yazıları bir jurnal olarak takdim ediyor. Bu görevinde yıllık maaşı 490 liradan 1117 liraya (1 OSL 7.2 gr altındır) yükseliyor. Ara sıra geciken maaşı ve yeterince fazla olmamasından şikâyet etse de bu Abdülhamid’in düşüşüne kadar sürüyor. Bu arada çeşitli madalyalarla taltif ediliyor. 1908 den sonra hizmete devam etmek istediyse de başarılı olamadı. 1911 de mısır üzerinde İngiltere'ye gidiyor. 1931 de ikamet ettiği Londra’daki otelinde eşyasını çalmak isteyen bir hırsız tarafından öldürülüyor. Hatıraları „YILDIZ SARAYI’NDA BIR PAPAZ „ baslığı ile 2007 de Selis Kitaplar serisinde kitap olarak yayınlanıyor. Meraklıları kitapta çeşitli detayları Hindistan’da kardeşinin yüz binlerce sterlin pounda bir Hint mihraceye sattığı elmasın pa- rasını alamamasından şikâyetini papa temsilcisine İstanbul'da Bulgar prensinin asla Rus bir prensesle evlenmemesi gerektiği böylece Ortodoks olmasının önlenmesin Babıâli ve Katolik kilisesinin yüce Menfaatlerini aykırı olduğu bunun yerine alman bir Katolik’le evlendirilmesi gerektiği gibi enteresan görüşleri yanında bizi asil ilgilendiren kendisinin Münif paşaya 13 Şubat 1891 önerdiği bazı görüşleridir. Günümüzde Davutoğlu ve TC lobisinin faaliyetlerini anlamamızı kolaylaştıran bir Tarihi hatıradır. SABUNCUZADE’NİN ERMENİ FİTNELERİNE! KARŞI ÖNERİLERİ 13 Şubat Öğleyin Münih paşaya rastladım. Beraber gidiyorduk. Yolda dedi ki: Ermeni meselesi ve East West (belli ki Ermenilere yapılan zulümu eleştiren bir gazete) gazetesi hakkında görüsün nasıl? Bu gazete devam eder mi, yoksa kapanır mı? Şu cevabı verdim: Bu gazete devam edecektir. Cünkü Londra”da ingilizce intişar ediyor. Fiyati cok ucuzdur . İngiltere’de gazette okuyanlar çoktur . Gazete muharrirleri mutlak surette hürdürler. İtiraza uğramadan istediklerini yazabilirler . Paşa sordu : -Bu gazetenin zararları nasıl önlenebilir? Buna da şu cevabı verdim: - Osmanlı devletine yaptığı zararları önlemek için bir çok yollar vardır. 1.Ermenilerin Londra , Manchester ,Paris ve başka yerlerdeki desiselerini öğrenmeye çalışmak. 2.Onlara para ile manevi kuvvet ile yardım eden ecnebileri aramak. 3.Londra’da Osmanlı Devleti’nin siyasetini müdafaa etmek için İngilizce Arabça bir gazette neşretmek. 4.İngilizlerin nazarında Osmanlı Devletini desteklemek için ,Ermeni meselesini ele alanların haberlerini yalanla- kızılbaş - sayfa 18 - sayı 19 - ekim 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 mak için, Ermenilerin İngiliz kadın ve erkeklerinden para toplamak maksadıyla dini ve siyasi mahfillerde söyledikleri nutukların aksini ortaya atmak için Londra mahfillerinde İngilizce nutuklar söylemek . 5.East West gazetesinde siyasi makaleler neşrederek Osmanlı Devletini ve takip ettiği politikayı müdafaa etmek ve gerek bu gazetenin gerekse daily news gazetesinin neşrettiği fena haberleri Tekzip etmek. (NİHAYET SEVGİLİ PAPAZIMIZ SONUNDA DAHA DA AÇIK KONUŞUYOR İ.S.) 6.Londradaki Ermeni cemiyet reislerine bir miktar para vermek suretiyle kendilerini fitne tohumları atmaktan ve Devlet-i Aliyyeye karşı durmaktan alıkoymak . Eğer Devlet-i Aliyye anlattığım tarzda ordular seferber etmezse Ermenilerin bütün Osmanlı memleketinde fesat tohumlarını ekmek için kurmus oldukları manevi ordulara laroce morale mukavemet edemez. Çünkü mister Gladstone ve partisi yalnız Ermenileri müdafaa etmekle kalmıyorlar.Osmanlı memleketinin neresinde fitne ve fesat ateşi çıkarsa Devlet –i Aliyyeyi zarara sokmak ve ondan intikam almak için bir mukavemete uğramaksızın ateşi körüklüyorlar. ………………… hamid’in çağdaşları Olayın günümüzde de benzerlerinin olduğunu gözönünde tutarak bu papazımızın icraatından sadece o zamanı anlamak için değil bugün için de ders çıkarmak gerekir . İlk once Osmanlı yerine bir arap hilafet devleti kurmakla başlıyor yani radikal muhalif, sonunda ise pespaye bir ajan olarak ölüyor. Bugün de TC devletine radikal –hatta silahlı-muhalefetle baslayıp sonunda Mitin paralellinde vatanımızın!!! bölünmezliği için sürdürenler var. Bunların içinde Türk , Kürt oldugu gibi Süryani de vardır . İkincisi zamanına göre cok aydın mürekkep yalamış dünyayı gezmiş birisi olarak hangi hırs ve kariyerle bu uşaklığı yapıyor . Bugün de böyle mürekkep yalamış Akp nin her yaptığına kılıf uyduranlar var. Daha evvel kemalistlerin yalanlarına kılıf uyduranlar olduğu gibi . Bunların içinde Hıristiyan anne babadan doğanlar da var. Eve gittim.Sözlerimi bir kağıda geçirdim.Bir defa İbrahim Beye gösterdim. Muvafik buldu.Alıp Münif paşaya götürdü. Ücüncüsü Osmanlı Hıristiyanları ezerken öbür taraftan bazılarını yanına cekmek ve birbirine düşürmek için planlar yapmakta. Ayrıca onların Avrupa ve Hıristiyan aleminde bilgi ve ilişkilelerinden yararlanmak istemektedir. Böylece Osmanlı ve TC, Hıristiyanların Avrupa ve ABDde haklı mücadelelerini de baltalamaktadır. Pis sırıtışı ile Süryani kiliselerini gezen –Köln ABD vs -Davutoğlu bu hain planın bir parçası olarak icrayi sanat eylemektedir. Başbakanlığa bağlı yurt dışı TÜRKLERI !!! lobisi olusturma planına bazı Süryanileri de katma da bu planın bir parçasıdır. Sadece Süryanileri değil bu plana Diaspora kürtleri, Dersimlileri , Alevileri de katmak için meşhur fasist Musa Serdar Çelebinin de katılması ile oluşturulmak istenen Köln platform aynı hain planın parçalarıdır. Bu arada gecerken, aynı planı daha evvel Kemalistler Fransız parlementosunun Ermeni jenosidi kararı karşısında zamanın MGK genel sekreteri Gen Kılınç liderliğinde ve zamanın TC elçisi Onur Öymenin de katkısı ile alevilerden kürtlere İslamcılara kadar bir koalisyona bildiri yayınlattırmıştı. Yıldız sarayında bir papaz Sayfa 8284 Günümüzde Sabuncuzade ve Abdül- Dördüncü ders nasıl ki papazımız Sabuncuzade 1891 subatında, O zaman Avrupadaki Ermeni ulusal örgütlen- Bu devirde harp kılıçla değil kalemle oluyor.Şüphesiz ki kalemle harbetmek, kılıçla ve Krup topları ile yapılan harpten daha az külfetli ,ve daha az masraflı , daha iyi sonuçlu, daha az tehlikelidir. Paşa dedi ki: Söylediklerinizi bir kağıda yazınız. Padişahımıza arzetmek üzere bana veriniz. - Memnuniyetle dedim. melerini baltalamak için kullanılıyor idiyse aynı şekilde şimdi de TC Süryanileri Ermeni ve Kürtlere hatta alevilere karşı kullanma peşindedir. Oluşabilecek bir Süryani Ermeni Kürt Alevi ittifakını şimdiden baltalama. Süryanileri ‘CİCİ HIRİSTİYAN AZINLIK!!!!’ göstererek Ermeni Diasporasını ve yurt dışında seyfonun tanınması için çalışanları ırkçı Türk düşmanı ve benzeri propaganda ile karalama. Bu arada bazı ‘Solcu’ ların katıldığı bir koro var. Efendim bütün milliyetcilikler kötüdür. Türk milliyetçiliği, Ermeni miliyetçiliği, Süryani milliyetçiliği gibi ama bu solcu’larımız allahın herşeyden münezzeh olduğu gibi doğustan milliyetcilikten münezzehtir. Babalarının Mustafa Kemal sofrasında olması ve Menderesin konuşmalarını hazırlamasının onların üzerine hiç bir etkisi yok. Bu koronun bir iddiası da efendim Türkiyedeki Ermeni ve Süryaniler Türkleri iyi tanıdığı için Diaspora gibi ırkçı değil cici. Diaspora ise Türkleri tanımıyor ondan, tanısa fikrini değiştirir. Yani ben de Türkleri tanımayan bir diaspora mensubu oluyorum. Allah için benim kadar Türkleri tanıyan dillerini konuşan onlarla beraber yaşamış cok az Süryani vardır. Süryani kiliseleri ihanet, direniş SEYFO 1915 Süryani kiliselerimizin ruhanilerinin içinde ister korku , ister kişisel menfaat hırs kariyer ister kişilik bozulmasından Sabuncuzade gibi Osmanlı ve TC’ne uşaklık yapanlar çoktur. Ancak sanılmasın ki kiliselerimiz ve ruhanilerimizin hepsi böyledir. TC kamuoyunun yeni duyduğu SEYFO 1915 jenosid ve direnişinde birçok kahraman papaz ve rahibimiz direnişin örgütlenmesinde haklimizin direniş ruhunu manevi telkinlerle aktif katıldığı gibi bu direniş ruhunu ve katliamın vahşetini anlatan nice şiirleri vardır. Seyfo sırasında iki önemli direniş odağını TC kamuoyuna tanıtmak istiyorum. Birincisi Midyat şehrinde başlayan Osmanlı, Kürt , ihalmi'lerin üstün silah mühimmat ve asker sayısına rağmen bir hafta süren direniş son olarak benim doğduğum evde Midyat direnişi yenilince halkımız „Aynwardo köyüne çekilip direnişi sürdürmüştür. (Katliamda dedem ve kardeşleri katledilmiş halkımız koyun gibi bıçakla kesilmiş kızılbaş - sayfa 19 - sayı 19 - ekim 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 bugüne kadar doğduğum evde bir metre boyunda bordo rengi kan durmaktadır). Tüm silah vs üstünlüğüne rağmen direniş kırılamamış sonunda aynkef Şeyhi Fethullah'ın arabuluculuğu ile barış anlaşması ile sonuçlanmıştır. Bu arada AKP başının Şeyh Fethullah’ın barıştaki rolünü takdir eden Süryanilerin bu temiz duygularını Müslümanlar Süryanileri kurtarmış!!! dinsiz ittihatçılara karşı gibi yansıtması doğru olmadığı gibi halkımız bu katliam sırasında Osmanlı Kürt ve mihalmi saldırganlarının Allah ü ekber hayee ala sala ile saldırdığını ve SEYFO da islamın rolünün inkar edilemeyeceği açıktır. Bu direniş sırasında 'Aywardo da kiliseler direniş ve manevi güç oluşturmuştur. Papaz ve rahiplerimiz bu direnişi elinden geldiğince desteklemiştir. İkinci direniş örneği ise Hazax'ımızda oluyor. Hazax'ımız çok eski bir Süryani yerleşim yeridir. Kemalist tarihin ırza geçme çerçevesinde adi sözüm ona Türklerin yasadığı iddia edilen sibiryadaki IT-IL nehrine izafeten İdil olarak değiştiriliyor: Bu gün bile Hazaxta bir tek yerli Türk yoktur. İste burada kahraman Hasyo“ muz ( Türkçede metropolit Arapça mitran denen kilise bölge yöneticisine biz HASYO deriz) Hasyo Akrali Behnam 80 yasında olmasına rağmen dini ve manevi Telkinlerle direniş ruhunu yükseltmiştir. Hazax in etrafı Osmanlı Çerkez Kürt askerleri ile kuşatılmasına rağmen direniş sürüyor ve sonunda anlaşma ile sonuçlanıyor. Direniş sırasında direniş yapılıp yapılmaması için referandum yapılıyor. Direnişin lideri oylamada direniş isteyenler kağıda ismi ile birde hac işareti yazsın diyor. Bilindiği gibi Hıristiyanlıkta haçımı omuzuma alırım demek ölümü göze aldım demektir dinim için şehit olmaya hazırım demek ve oy birliğiyle direniş kararı çıkıyor. İste kilisemizde böyle kahraman ve şerefli ruhaniler de vardır. Bu arada katliamı gören ve bunu dünyaya duyurmaya çalışan Osmanlı tarafından tutuklanıp Mustafa Kemalin emri ile kendisine gönderilen bir imamın ihtida (IHTIDA DININDEN VAZGECIP EFENDILERIN DINI ISLAMA GECME ) teklifini re edip işkenceler neticesinde bırakılmasından kısa bir müddet sonra ölen Katolik papazımız Tüfenkci'yi de bu arada anmak gerekir . Süryani Seyfo su ve direnişle ilgili TC 90 yıl sustu. TC resmi ilkokul ortaokul ve lisesinde okumuş biri olarak tüm tarih palavralarına rağmen Süryani seyfosu ile ilgili bir tek cümle okumadım. Halkımızın Avrupa da Seyfo ile ilgili yayınlarından ve İsveç’in aldığı parlamento kararından rahatsız olan TC Süryani İsyanı icat etti. Her zamanki gibi bu yalanı uydurma görevi Türk tarih kurumundan Bülent Özdemir'e verildi bu yalanı Süryanilerin dünü bugünü diye 2009 TTK yayını olarak neşretti. TC Ermeni jenosidini hakli göstermek için Sözde bir Ermeni isyanını uydurdu. İsyan yalan da, Ermenilerin HINCHAK TASHNAK gibi partileri vardı. Bizim partimiz purtumuz de yoktu. Buna Türkçede kuyruklu yalan denir. Son olarak bu Sabuncuzade bahsini Suriye ile ilgili kapatmak istiyorum. Barışçı ve demokratik başlayan Asada karşı muhalefet daha sonra ABD Katar Suudi Arabistan TC vs nin desteğiyle her türden İslamcı caninin rol aldığı bir savaşa dönüştü. MESIHHIYYIN LBEYRUT ALEWIYYUN LIL TABUT sloganları atılmaya başlandı. Arapçası kafiyeli olan bu slogan Hıristiyanlar Beyrut'a yani Süriyeden sürme gibi nazik!!! bir çağrı Nusayrilere ise tabut uygun görüyorlar. ABD VE TC TARAFINDAN angaje edilen bazı Süryaniler EL KAIDECI; SELEFIST MÜSLÜMAN KARDES in cinayetlerine Tevrattaki gibi incir yaprağı olmak için kullanılmaktadırlar isleri bitene kadar. Bunlar Süryani halkımızı temsil etmemekte hele hele Suriye’deki Süryanileri asla. Günümüz Sabuncuzadeleridir akıbetleri de aynı olacaktır. Esed rejiminin demokratik olmadığı biliniyor ancak onun yerine gelecek bir İslamcı koalisyon halkımız için ölüm olacaktır. Suriye’de Kürtler gibi ne Esed nede İslamcı canilere angaje olmadan demokratik bir çözüm tek çıkar yoldur. Bazı arkadaşlarla yayınladığımız bildiride tehlikeyi belirtmiştik nitekim Halepte 4 el kaideci ünlü Türk çatışmada öldü. yani tehlike gerçek Hıristiyan ve Süryanilerin sur iyede felakete karşı birlik oluşturması gerekir. SABUNCUZADE NIN BIOGRAFISI YETERINCE DERS OLMALI Kaynaklar 1-Yıldız sarayında bir papaz Sabuncuzade Louis Alberi 2-SULTAN H. Abdülhamid’in hal tercümesi SABUNCUZADE L. A . 3-Süryanilerin dünü bugünü 1. Dünya savasinda Süryaniler B .ÖZDEMIR 4-Midyat direnişi ve doğduğum evdeki son direniş odağı için bakiniz affet bizi Marin O .Miroğlu sahife 62 5-Süryani aydınların Suriye ilgili bildirisi Temmuz 2012 Kaynak: ht t p://w w w.a r men ien i n fo.net /d ige r-y a z a r l a r /4210 -i b r a h i m - s e ve n davutoglu-ve-tuerk-lobi-calismalari. html kızılbaş - sayfa 20 - sayı 19 - ekim 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 verecek. Sur iye’de İșler Daha da K ı z ıșmadan Prof. Dr. Taner Akçam Suriye konusunda artık geriye sayım başlamış görünüyor. Olası bir müdahalede “ihale” Türkiye’nin üstüne de kalabilir... Fakat her hangi bir dıș müdahaleden önce epey düşünmekte fayda var. Türkiye’nin içinde yer alacağı her hangi bir girișim, Suriye ve bölge halkları açısından, Türkiye’nin bölgede özgür ve demokratik rejimlerin yaratılması için uğrașması olarak anlaşılmayacaktır. Bölge halklarının birbirlerine hala tarihte yașanmıș olayların ve algıların penceresinden baktıkları asla unutulmamalıdır. Aslında Türkiye’nin dünya ve bölgede yeni bir rol oynayacağının ilanı, seçim sonrası, Balkon konuşması ile verildi. “Artık beni de hesaba katın” ilanı yapılırken, komşularımız ve bașkentleri tek tek sayıldı. Sayılanlar arasında Ermenistan ve Erivan’ın olmaması çok ama çok önemli idi. Bunu, 1915 ve Ermeni konusundaki özel merakım nedeniyle söylemiyorum. Türkiye’nin bölgesinde oynayacağı yeni rolü oynayıp oynayamayacağının anahtarı, bölgeye ilișkin geliştirilecek politikalarda Ermenistan’ın (bir anlamda Hristiyanların) nereye konulup konulmayacağı ile doğrudan ilgili. Buna bir de, Balkon konuşmasında anılmayan İran-Tahran faktörünü eklemek gerek. İslam dininin büyük kollarından birisi olan Şia mezhebinin, Hristiyanlarla birlikte, geliștirilecek bölge politikalarındaki yeri ve onlara biçilen rol, AKP’nin bölgeye yönelik politikasının ne olup olmayacağının ip uçlarını Bilmece gibi konuşmak yerine AKP politikasının ana damarını șöyle formüle etmek isterim: Asırlardır mazlum ve mağdur bir millet olduğu kabul edilen İslami toplulukların mağduriyetlerine, uluslararası evrensel normlarla sahip çıkarak son vermek. Bunu, Batı tarafından horlandığı ve ezildiği kabul edilen Müslüman dünyanın, yine bizzat Batı normlarıyla haklarının korunması ve Batı karșısında eșit bir statüye getirilmesi kavgası olarak da tanımlayabilirsiniz... Yani Müslüman dünya insanını “kölelikten efendiliğe çıkartmak”... Ve bunu gerekirse Batı’ya kafa tutarak yapmak. Erdoğan’ın İsrail’e karșı sert tutum almasında ve “One Minute” çıkıșında bu arka plan önemli... Bu sert çıkıșın Türkiye’de ve bölgede yarattığı büyük sempati dalgası, AKP’nin çok ama çok önemli bir yaraya parmak bastığını da gösteriyor. “Batı’yı Batı’nın silahıyla vurmak” Ortadoğu’da Batı’nın, sömürgeci amaçlarına uygun zorla çizdiği ulusal devlet sınırlarını açıktan eleștirmek, bölge insanlarının kaderlerini yeniden birleștirebilecek ekonomik ve siyasi entegrasyon politikaları geliștirmek; yani Ortadoğu’yu, bir anlamda bura insanının “ortak evi” olarak inșa etmek AKP’nin bölgeye ilișkin politikalarının esasını olușturuyor. “Komșularla sıfır sorun” bu anlayıșın yansıması. Türkiye’nin bu yeni politikalarını onun bölgeye ilișkin yayıl- macı ve emperyalist emelleri olarak okumak son derece sığ ve yetersiz olur. Meseleye daha geniș bir perspektiften bakmak gerekiyor: İnsanlığın (Batı’nın) evrensel demokratik değerlerini esas alarak, Ortadoğu’da, Avrupa Birliği benzeri, ulusal sınırları așacak, ekonomik-siyasi ve kültürel entegrasyon süreçlerini yaratmak son derece doğru bir hedef olarak tanımlanabilir. Ama asıl soru, Türkiye’nin bölgesinde böylesi bir birlikteliği yaratabilecek ideolojik, politik ve ekonomik donanımlara sahip olup olmadığıdır. Cevap, hem “evet” hem de “hayır” olarak verilebilir. “Hristiyanlığa Karșı İșlenmiș Suçlar” Niçin Evet! Bunun için ilginç ve pek bilinmeyen bir hatırlatma yapmak isterim. “Crimes Against Humanity” (İnsanlığa Karșı İșlenmiș Suçlar) çok önemli bir Uluslararası Hukuk normudur. İlk defa, bir hukuk terimi olarak, Ermeni soykırımı vesilesiyle 24 Mayıs 1915 yılında kullanılmıștır ve Nürnberg Nazi Yargılanmaları, bugünkü Yugoslavya, Ruanda ve benzeri diğer uluslararası yargılamaların ahlaki ve hukuki arka planını olușturur. Bunlar bilinir, ama bilinmeyen, bu ifadenin ilk taslak halinin “Crimes Against Christianity” (Hristiyanlığa Karșı İșlenmiș Suçlar) olduğudur. Evet, İngiltere, Rusya ve Fransa, Osmanlı Devletine, söz konusu ültimatomu verme için hazırlıklar yaparken, İttihat ve Terakki’nin ișlediği cinayetleri “Hristiyanlara karșı ișlenmiș suçlar” olarak tanımlamıșlar ama daha sonra bunun yaratacağı yanlıș anlamaları ve özellikle egemenlikleri altındaki Müslüman halkların tepkisini düșünerek Hristiyanlık kelimesini insanlık ile değiștirmișlerdir. Tartıștığımız konunun tüm gizemi bu kavramda yatıyor gibi... Hem Hristiyanlık kelimesinden insanlık kelimesine geçiș hem de ifadenin kime karșı (İttihatçılara ve Osmanlı-Türklerine) kullanılmıș olduğu AKP’nin ve Türkiye’nin bugünkü karşılaştığı zorluğu özetler gibidir. Hristiyanlık kelimesinin insanlık kelimesi ile ikame edilmesi aslında bugün insanlığın evrensel normları olarak kabul ettiğimiz değerlerin kısa tarihi gibidir. İnsan hakları, demokra- kızılbaş - sayfa 21 - sayı 19 - ekim 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 si vb. bildiğimiz tüm evrensel değerler esas olarak Hristiyan kültür dünyasının ürünleridir. Bu dünya (aydınlanmasını da yașayarak) kendisine ait bir takım normları ve hassasiyetleri insanlığın evrensel değerleri haline getirmeyi bașarmıștır. İnsanlık tarihi bu anlamda, Hristiyan özgül değerlerinden, insanlığın evrensel değerlerinin yaratılmasına doğru bir yürüyüș olarak da görülebilir. Bu nedenle, bu yürüyüșün Müslüman dünyası tarafından iki-yüzlülük ve sahtekarlık olarak kavranması da son derece anlașılır bir șeydi. İslami Kültür Dünyasından Evrenselliğe Yürümek AKP’nin yapmaya çalıștığı, İslami kültür dünyasından evrenselliğe yürümektir. Nasıl ki, Hristiyan kültür dünyası, kendi özelinden evrensele doğru bir yürüyüș yapmıștır, benzeri bir yürüyüșü, İslam dünyası ve onun yeni önderlerinden AKP niye yapmasın? Balkon konușması ile ilan edileni böyle okumak da mümkündür. Aslında AKP’nin bu anlamda kökleri 18. ve 19. yüzyıla kadar giden İslami bir gelenek üzerine oturduğunu kabul etmemiz gerekir. Bu yüzyılların İslami “yeniden uyanıș” hareketleri, Batı’nın evrensel normlarının aslında Hristiyanlığa özgül değerler olduğunu ve Batını emperyalist politikalarını gizlemek amacıyla gündeme getirilmiş iki yüzlü ifadeler olduğunu söylüyordu. Bu gelenek, İslam dünyasını “mazlum milletler” olarak görüyor ve Batı’ya karșı çıkıșı, “mazlumların sömürgeci efendilere karșı baș kaldırması” olarak tanımlıyordu. Ama henüz kendi karșı çıkıșını, İnsanlığın yeni evrensel değerleri olarak tanımlamaktan uzaktı. Bu anlamda, İslami düșünceden evrenselliğe doğru yürüyüșün ilk bașlangıç adımlarını temsil ediyorlardı. AKP, bu güçlü İslami gelenek üzerinden, Batının değerleri ile İslami kültürel geleneği birleștirerek, böylesi bir yolculuğun son durağını olușturuyor gibidir. İște bu anlamda, nasıl ki Batı, “Hristiyanlığa karșı ișlenmiș suçlar”dan, “insanlığa karșı ișlenmiș suçlar”ı çıkartmıștır; İslami dünyanın da AKP tarzı bir önderlikle, özellikle “Müslümanlara karșı ișlenmiș suçlar” etrafında geliștirdiği politika- lardan, yeni ve daha geniș kapsamlı bir “insanlığa karșı ișlenmiș suçlar” kategorisi çıkarması mümkündür. Bu anlamda Erdoğan’ın söylemindeki kuvvetli İslami kültürel ağırlık veya İslami hassasiyet vurgusu çok önemli değildir veya daha doğrusu gereklidir de. Nitekim, Erdoğan’ın gerek Ortadoğu’da gerekse Dünya’da popüler olmasının ana nedeni, bu İslami hassasiyet vurgusunu Batı’nın kendi değerleriyle birleștirerek yapmasıdır, diyebiliriz. Müslümanların Tarihi Sadece Mazlumların Tarihi Değil Şimdi, niye “hayır”a yakından bakabiliriz. Ana sorun, AKP’nin İslami Kültürel değerlere ve geleneklere sahip çıkarak insanlığın evrensel değerlerine doğru yürüyüșünü bașarıyla tamamlayıp tamamlayamayacağı. Burada da anahtar kavram “mazlumluk” ve “mağdurluk”. İslami kesim, kurdukları insan hakları örgütleri örneğinden de bilindiği gibi, kendisini esas olarak mazlum olarak tanımlar. Batı (ve Türkiye’de onun temsilcisi sayılan laik Sivil-Asker Bürokratik elit) karșısında mazlum ve mağdur olduğuna inanan topluluk, șu andaki kavgasını da mazlumun eșitlik ve özgürlük kavgası olarak kavramaktadır. Filistin’in bu kavgada özel bir yer tutmasının nedeni budur; çünkü bölgemizdeki en mazlum topluluğu onlar oluștururlar. Aslında kendini “mazlum ve mağdur” olarak tanımlamak, hemen hemen her kolektif grubun bașvurduğu bir yöntemdir. Fakat sorun șudur ki, İslami topluluk, yakın tarihini sadece “mazlum ve mağdur” olarak yașamadı. Bu topraklarda, Müslümanların da șu veya bu biçimde sorumlusu olduğu, Hristiyanlara yönelik ciddi kitlesel katliamlar yașandı. Eğer AKP bu tarih üzerine hiç bir șey söylemeden ve bu cinayetlerle yüzleșmeden Suriye’ye giderse, ona hatırlatılacak olan, tarihin mazlum ve mağduru olarak İslamın asılardır verdiği özgürlük kavgası değil, yakın tarihte diğer dinlere karșı ișlenen cinayetler olacaktır. Bugün esas olarak Müslüman hassasiyet üzerinden, Müslüman çoğunlukların “özgürlük ve demokrasi” taleplerine cevap veren AKP, eğer bu kavgasını, tarihte Müslüman toplulukların da ortak olduğu cinayetlerin eleștirisi boyutuna ulaștıramazsa, İnsanlığın evrensel değerlerine doğru yürüyüșünü tamamlayamayacaktır. Batı’nın, Hristiyanlık değerlerinden insanlığın evrensel değerlerine geçiș bașarısını anlayamayacak ve sadece Sünni-Müslüman toplulukların hassasiyetleri ile sınırlı, özgül bir alana tıkanıp kalacaktır. Balkon Konușmasına Ermenistan ve Erivan’ı Katmak Bugün bölgede iki temel problem var gözüküyor. Birisi, özgürlük ve demokrasi diğeri ise güvenlik. Suriye’de, Hristiyanların ve diğer azınlıkların Baas rejimini desteklemeleri bu nedenle tesadüf değil. Güvenlikleri için özgürlüklerinden vazgeçmeye razılar. Türkiye, Suriye’deki Sünni-Müslüman çoğunluğun özgürlük talebine cevap verirken, Hristiyanların güvenlik talebine cevap veremiyor, aksine onlara 1915’i hatırlattığı için, Türkiye bir “güvenlik tehdidi” olarak da görülüyor. Baas rejiminin, savunma bakanlığına bir Hristiyanı atamıș olması bu bakımdan çok anlamlı. Bu görünüșü değiștirebilmesi için AKP’nin tarihiyle yüzleșmesi ve Hristiyanlara karșı ișlenmiș cinayetlere açıkça tavır alabilmesi gerek. Ama AKP, bu donanımdan çok uzak. Bu nedenle de bölge Hristiyanları tarafından potansiyel bir 1915 aktörü olarak görülmeye devam edecek. İroni burada, “özgürlük ve demokrasi” kızılbaş - sayfa 22 - sayı 19 - ekim 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 adına bölgede müdahaleci taraf olmak isteyen Türkiye’ye, geçmiște ișlediği “insanlığa karșı ișlenmiș suçlar” kimliği hatırlatılacak. Buna iki önemli faktör daha eklememiz gerekir. Birincisi, İran ile Suriye-Alevi (Şia) dayanışmasıdır. Bu dayanışma, Suriye ve İran’daki otoriter rejimleri savunmayı esas alsa bile, Türkiye’nin “özgürlük ve demokrasi” adına yapacağını iddia ettiği müdahaleyi, tarihle yüzleşme boyutu eksik olduğu için, kolayca bir mezhep çatıșması haline sokacaktır. Sünni-Hanefi mezhebi ile Şia (Alevi) çatıșması... İkincisi, İttihat ve Terakki’nin, Cemal Pașa’nın önderliğinde, Beyrut’tan Şam’a, ana caddelerde Arap ulusal hareketinin önderlerini asmıș olduğu gerçeğidir. Arap milliyetçi hareketinin ezilmesi ile 1915 soykırımını arasındaki ilișki biliniyor. Her ikisi de İttihatçıların, Anadolu’yu Türk-Müslüman kimliği etrafında șekillendirme politikalarının parçasıdır. Bu nedenle, gerek Suriye Baas Yönetimi gerekse bölgedeki Arap ulusalcı çevreler Türkiye’ye, kendi ulusal önderlerinin asılması gerçeğini hatırlatmakta hiç tereddüt etmeyecektir. İșin özeti șudur ki, AKP, Ortadoğu’ya ilișkin geliștirdiği yeni politikaları hangi güçlü İslami kültürel arka plan üzerinden yürüttüğünü söylerse söylesin, eğer tarihi ile yüzleșmez ise bölge halkları tarafından yeni İttihat ve Terakki olarak görülecek ve anlașılacaktır. İște Balkon konușmasına, Ermenistan ve Erivan’ın dahil edilmesinin anlamı burada yatmaktadır. AKP bölgede “özgürlükler ve demokrasinin” savunuculuğunu yapmak; İslami hassasiyetlerden, insanlığın evrensel değerlerine doğru yürümek istiyorsa, önce İslamın yakın dönem tarihine daha eleștirel bakmayı öğrenmek zorundadır. Özgürlük ve demokrasi söylemi, Hristiyanların güvenlik talebine de cevap vererek, onları da kapsayan bir boyutta tanımlanmalıdır. Bunun yolu ise bașta Ermeni soykırımı olmak üzere, tarihteki cinayetlerle açıkça hesaplașabilmekten geçmektedir. AKP’nin unutmaması gereken gerçek, Hristiyan Batı’nın, Hristiyan Sırbistan’ı bombalamasının arkasında böyle kuvvetli bir özeleștirinin yatıyor olduğu gerçeğidir. Kaynak: Taraf, 11.08.2011 Suriye tezkeresi imzalandı! Türkiye, Suriye tezkeresini gerektiğinde kullanılmak üzere Bakanlar Kurulu’nda imzalandı ve Meclis’e gönderildi. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan başkanlığında, Akçakale’ye top mermisi düşmesi olayıyla ilgili düzenlenen geniş katılımlı değerlendirme toplantısı sonrası önemli kararlar alındı. Hükümet kaynakları tezkere ile ilgili olarak, “Amacımız savaş değil, caydırıcı olacağız” derken tezkerede Suriye’den gelebilecek tehdite karşı ‘gerektiğinde kullanılmak üzere’ ibaresi yer alacak. Kabinede imzalanan ve Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne gönderilen tezkerenin bugün saat 10:00′da, TBMM Genel Kurulu’nda görüşülmesi bekleniyor… Öte yandan bugün Meclis’te sınır ötesi operasyonlarda kullanılmak üzere bir de Irak tezkeresi görüşülüp kabul edilecek. SİLAHLI KUVVETLER ALARMDA Bu arada olayın ardından ardından Hava Kuvvetleri’nde büyük bir hareketlilik yaşandı. Kalkan savaş uçakları, Suriye sınırında keşif uçuşu yaptı. Uçakların vurulacak hedeflerin koordinatlarını belirledikten sonra bu hedefler top atışıyla vuruldu. Üsten saat 18.00 sıralarında ‘acil emirle’ silahlı olarak havalanan 5 F-16 savaş uçağı ile Malatya 7′inci Ana Jet Üs Komutanlığı’ndan kalkan RF-4E keşif uçakları, Türkiye-Suriye sını- rında keşif uçuşu yaptı. Suriye hava sahasını ihlal etmeyen savaş uçakları Suriye’nin Türkiye sınırında bulunan askeri hedefleri belirledi. Belirlenen askeri hedeflerin koordinatları da tespit edilerek, hedefler ve koordinatlar Kara Kuvvetleri Komutanlığı’na bildirildi. Türk savaş uçaklarının Suriye’de belirlediği hedefler, daha sonra sınırdaki birlikler tarafından top atışı ile vuruldu. Atışlar, yüksek hassaslığa sahip T-155 Fırtına obüsleri tarafından vuruldu. 8 ila 25 kilometre arasında değişen menzilde etkili olan bu obüsler, hedefleri yüksek hassaslıkla vurabiliyor. Tank üzerine yerleştirilen ve kundağı motorlu obüs olarak adlandırılan sistemlerden Kara Kuvvetleri enanterinde toplam 150 adet bulunuyor. Askeri yetkililer, şu ana kadar Suriye’ye havadan bir operasyon düzenlenmediğini belirterek, “Belirlenen hedefler sadece karadan yapılan top atışı ile vuruldu” dedi. TOP ATIŞLARI SABAH TEKRAR BAŞLADI Akçakale ilçesi ve çevresinde, saat 06.45 itibariyle Türkiye’den Suriye tarafına yapılan top atışlarının sesleri duyuldu. ht t p://w w w.samanyoluhaber.com / gundem/Suriye-tezkeresi-imzalandi/852847/ kızılbaş - sayfa 23 - sayı 19 - ekim 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Mihrac Ural SUR İYE DENK LEMİ Şehit babası Adil Reyhan misafirimdi. Reyhan ailesi geniş bir aile. Cisir el Şuğuru’un en yiğit ailelerinden. Suriye olayları başladığından bu yana ağır bedeller ödeyen aile, 3 yiğidini Mukaveme Suriyyi saflarında şehit sundu. Dünya şer güçlerinin amansız saldırılarına karşı Suriye halkının yönetimden yana aldığı tutumla karanlık hesapları bozmada, kendi çapında katkısı olan bir aile. Bunda uzun yıllara dayanan ilişkilerimin oynadığı rol, benim olduğu kadar Mukaveme Suriyyi için de bir onur kaynağıdır. Reyhan adı bende derin kültürel inançsal çağrışımlar yapar. Reyhansız bir inanç ritüeli eksik sayılır; elden ele dağıtılır, avuçlarda ovulur, koklanır. Ölenlerimiz, mezarlarımız reyhansız kutsanmaz. Kadim Akdeniz kültürünün çalı-ağaç türü olan reyhanın dayanıklı dalları ise tarihler boyu insanlığa birçok konuda hizmet sunmuştur; sepet olmuştur, zembil olmuş, yük taşımak için at ve katır sırtında küfe olmuştur. Bir de reyhan kokusu var; kokuları güzel olsun diye küçük çocukların banyo sularına reyhan koyulur; “reyhan kokulu yarim” diye bir deyim var mı bilmem ama benim var. Reyhan adını taşımak gerçekten yerli olmaktır, Suriyeli olmak vatansever olmaktır. Reyhan ailesi de soyadını bu bileşkelerde anlamlandırmış bir aile Şehit babası Adil Reyhan’la uzun bir sohbetimiz oldu. Misafirlerimle siyasal kültürel sohbetler her zaman ağırlıklıdır. Bu sohbetler sorular ve cevaplar şeklinde devam eder. Ama bu kez şehit babasının sohbeti farklı bir boyuttaydı. Reyhan, ülke sorunlarını bir uzman gibi bilince çıkarmış çözümlemeleri ve soyutlamalarıyla Suriye insanının 7000 yıllık tarihin akıl işlevlerini üzerinde taşırcasına siyasal olaylarla ilgili bağımsız yorum yaptı. Adil Reyhan, inanç babından Sünni bir aileden geliyor. Laik bir mücadele örgütü olarak Mukaveme Suriyyi güçleri saflarında Suriyeli olma paydası dışında her etnik ve her inançtan insan yer alıyor. Bu tür alt kimliklerin bileşkesi olan antiemperyalist mücadele tüm inançlara ve etnik dokulara saygıyı esas alan bir yaklaşım içindedir. Bu nedenle Suriye olaylarında özellikle Selefilerin işledikleri vahşeti ele alırken, mezhep genellemesi olmaması için daha bir hassasiyetle konuşulur. Misafirimle sohbetimizde bu kaygılarla başladı. kısa sürede gerçek bir Suriyelinin tarih, toplum, siyasi bilgi birikimlerinin seremonisine dönüştü. Bu açıklamalar, daha da bir gerçekçi veri olarak Suriye olaylarında Sünni inanç topluluğunun ezici çoğunluğunca alınan yönetim yanlısı tutumu izah eder nitelikteydi. Şehit Babası Adil reyhan; “ Suriye olayları, Suriye gerçeğine zorla oturtulmak istenen yöntemlerle kirli çıkar politikalarının örtüşmesinden ibarettir. Din bunun örtüsüdür, mezhepçilikse aracı. Bölgede emperyalist- siyonist çıkarların, ülkeleri kolonilere bölüm sulta altına almanın yolu da ülkemize yönelik bu tahribat girişimlerinden geçiyor. Yarım asırdır direnen ülkeme böylece bedel ödetmek istiyorlar. Sorunları eksikleri giderme, demokrasi ve özgürlük olsaydı, yönetimin ortaya koyduğu diyalog çağrılarına, halkımızın kazanımları arasına geçirmiş olduğu demokratikleşme paketine kayıtsız kalmazlardı; her üç seçimde de (Yerel seçimler, Anayasa oylaması ve Parlamento seçimleri) halkın milyonları milyonlara ekleyerek gösterdiği destek karşısında marjinal bile olamayanların nasıl da dış güçlerin kuklaları oldukların anlamak zor değildir. Suriye’yle uzak-yakın hiçbir ilgisi olmayan, Çeçenistan’dan, Libya’ya, Yemen’den, Suudi Arabistan’a, Tunus’tan Afganistan’a kadar yeryüzünün tüm katil sürülerinin bizleri katletmek için üzerimize sürülmelerinin başka bir anlamı yoktur Bu savaşa mezhep savaşı diyenlerin handikabı da burada başlıyor. Buna mezhep savaşı adı verilecekse, “Sünni’ye karşı Sünni’yi kırdırma savaşı” demek yanlış olmayacaktır. İşin gerçekçe boyutunda da Suriye devleti bir Sünni devlettir ve başka bir mezhebin tecavüzüne tarihinin hiçbir döneminde uğramamıştır; bölgenin diğer mezhepleriyle barış esas alan laik Suriye devleti ilericidir, anti-emperyalisttir, direnmeden yana sadece siyasal kıstaslara önem verir. Kaldı ki, Erdoğan yönetiminin mali askeri desteğiyle, Türkiye’nin ülkemizle 910 km boyundaki sınırını kanlı kıyım için vatan hainlerine açarak sergilediği kin ve intikam ilkel din örtüsü altında olsa da gerçekte emperyalist-siyonist çıkarların bölgedeki ileri karakolu olmaktan öte bir anlamı yoktur. Bölgede böylesi kukla roller hiçbir halka onur vermez. Türk halkı bu bedbaht şaşkınlardan, iflas üzerine iflas eklenmiş siyasetlerinden, içte halkıyla kanlı süreçlerden kurtulamamış baskıcı rejimlerden kurtulması Suriye’nin başarısına bağlı bir hal alması da çok manidardır. Ölüm ve kıyımı merkezine almış bu şebekelere karşı insan erdeminin Suriye halkı ve Türkiye’nin duyarlı halkıyla yüz yüze gelmesinin nedeni de budur. Bu uygarlık gücüyle, güç uygarlığının savaşıdır. Suriye 7000 yıllık uygarlık birikimlerinin sentezidir. İnsanlık öncesi vahşet çağına karşı kızılbaş - sayfa 24 - sayı 19 - ekim 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 insanlık erdemiyle bunu başarmıştır. İnsanı katletmekle de yetinmeyip cesedini parçalama güdüsünün insani hiçbir yanı yoktur. İnsanlık erdemini de bu çerçevede kavramak, onu göreliliğin sığı alanından kurtarıp soyutlamanın böylesi bir anlamı vardır. Bu denklemi doğru kavramamış hiçbir siyasal analiz, hangi alt sorunla ilgili önemsemeleri öne çıkarırsa çıkarsın olayın özünü kavramamış demektir. Suriye’nin ortak vatan olarak farklılıklarıyla oluşturduğu bileşkenin alt sorunları da bu bütün içinde çözüm bulacaktır. Yeni-Osmanlıcılıkta tüm çirkinliğini yansıtan Erdoğan yönetiminin gösterdiği çabalar, tarihler boyunca düşman addettiği Türkmenleri kışkırtıp ırkçı zeminde yaratılan heyulalarla eli kanlı hale getirmek, kapı komşuları karşısında vicdansız erdemsiz ve onursuzlaştırmak demektir. Eski Osmanlının Türkmen Aşiretlerine karşı acımasız kırımlarını bilmeyenler, bu gün yeni- Osmanlıların Türkmenlerin başına ördüğü felaketi izlemeleri yeterli olacaktır. Suriye halkı tüm farklılıklarıyla bu planlara karşı direnerek zafer kazanacaktır. Süreç, halkın ordusuyla omuz omuza savaşma sürecidir. Vatan sathında bütünsel olarak mücadele etme sürecidir. Suriye halkı, vatansever muhalefetiyle de hızla bütünleşip, sorunlara son verme kararlılığı içindedir. Ailemizin üç gencini Mukaveme Suriyyi saflarında şehit vermek ailemiz için erdemli bir duruştur bu duruşa kendimi de katmak isterim. Askeri bilgim kadar on yılara dayanan deneyimlerimle kamplarınızda siz çocuklarım ve arkadaşlarımla omuz omuza olmak istiyorum” Şehit babası Adil Reyhan’ çok daha fazlasını söyledi. Bu özeti sizlere sunarken bir kez daha, Suriye insanının nasıl da binlerce yılın bilgi birikimlerini algılarına yerleştirdiğini, yaptığı sentez ve çözümlemelerle göstermiş oldu. Bu satırların yazarı, kendi deneylerinin sonucu olan “aklın yolu bir değil, bin birdir. Doğru da tek değil, doğruya giden yollar da bir değil” soyutlamasına inanır. Buna rağmen kimi zaman akıl yolunun bir olduğunu itiraf etmesi gerek. Bu beni bir kez daha Suriye olgusuna dikkat çekmeye getiriyor. Suriye ne bir etnik topluluk adı ne de bir inanç adıdır. Farklılıklarıyla beli bir coğrafyayı, tarihin evrimiyle kültürel olarak yükselten bir kimlik adı olduğu ve bunun Ak denizin verimli hilali kadar, Anadolu’yu da kapsadığını anlamak güç değildir. Suriyeli olmak, hukuki olarak Suriye vatandaşı olmak değildir buna özendirmek de değil. Bu, bölgemizin direnme bilincini taşımaktır. Ancak aptalların anlamakta güçlük çektiği şey, Suriye olaylarında ortak refleks gösteren halkımızın kararlı duruşudur. Antakya’da, Suriye’ye karşı savaş karşıtı barış panellerini birkaç yüz kişi olarak yorumlayan cahillerin ertesi gün (16 Eylül 2012), on binlerin direnişine yükselmesini anlamaları mümkün değildir. Aynı halkın farklı devlet altında da olsa ortak refleks göstermesini anlama güçlüğü çekenlerin, siyasal sahnede böylesi tahripkar yönelimlere düşmesi kaçınılmazdır. Bu nedenle de Suriye kazanacak Erdoğan kaybedecektir tespitini yaptım durdum. Suriye’yi bu toprakların bilincinde olduğu kadar vicdanında da haklı yere oturtan budur; Suriye bu bölgenin vicdanıdır. Bu gün Suriyeli olmak barış için atılacak en önemli adımdır. savaşa hayır savaşa hayır savaşa hayır kızılbaş - sayfa 25 - sayı 19 - ekim 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Nişanyan yazdı Ermenifobi su yüzüne çıktı Sevan Nişanyan'ın islamifobi ve nefret suçunun ne olduğuna dair yazdığı yazı tam anlamıyla bir nefret dalgasına neden oldu. 02 Ekim 2012 Salı Nişanyan'ın yazısındaki İslamın peygamberine yönelik, "Buna karşılık, bundan yüzlerce yıl önce Allah’la kontak kurduğunu iddia edip bundan siyasi, mali ve cinsel menfaat temin etmiş bir Arap lideriyle dalga geçmek nefret suçu değildir. “İfade özgürlüğü” denilen şeyin, adeta anaokulu seviyesindeki bir test örneğidir." sözleri bahane edilerek sosyal medyada Ermenilere yönelik bir linç kampanyası başlatıldı. Ve twitterda Sevan Nişanyan Tehcir Edilsin' tagı Türkiye TT Listesine girdi. Oysa daha yakın tarihte Agos'un attığı "İfade özgürlüğü bahane İslam düşmanlığı şahane" manşeti atarak Nişanyan'dan çok farklıbir tutum almıştı. Nişanyan'ın fikirlerinin 'Ermeniliğine' bağlanıp Ermeni soykırımını meşru gören bir tagın bukadar destek görmesi demokratikkamuoyunda endişe yarattı. İşte Sevan Nişanyan'ın kendi bloğunda yayınladığı, tartışmaya neden olan yazısı: Nefret suçlarıyla mücadele etmeli Korumasız kişi veya grupların saldırıya uğramasına, ya da saldırıya uğrama korkusuna kapılmasına yol açacak şekilde onları aşağılayan, temel vatandaşlık haklarını sorgulayan ve onlara karşı şiddeti teşvik eden söylemlere “nefret söylemi” denir. Nefret söyleminde suç sayılan şey nefret olgusu değildir. İnsanların diledikleri şeyden ve kişiden nefret etme hakkı saklıdır. Çirkindir belki, ayıptır, günahtır, ama suç değildir. Suç olan şey nefretin, nefret konusu olan kişi veya zümreye karşı saldırı, yağma ve her çeşit hak ihlali doğurabilecek nitelikte olmasıdır. Mesela Paris’in meydanında “Fransızlar şöyle böyledir, hepsini kesmeli” diye konuşmak nefret suçu değildir, çünkü bir hak ihlali sonucunu doğurması ihtimali yoktur. Ama “bütün zen- ci seyyar satıcılar hırsızdır, bunları sınırdışı etmeli” demek, eğer gerçek bir düşmanlık ve saldırı eğilimi doğurma olasılığı varsa, nefret suçu oluşturabilir. Yahudilerin küçük bir azınlık olduğu X ülkesinde mikrofonu kapan cami hocasının “Yahudiler şöyle menfur bir ırktır, bütün kötülüklerin ardında onlar vardır, kitapları da zaten sahtedir” diye kusmuk saçması, klasik bir nefret suçu örneği oluşturur. Aynı ülkenin başbakanının, “teröre” karşı duyarlığın şiddetle pompalanmış olduğu bir ortamda, muhalif bir partinin üyelerini teröristlikle suçlayarak onları terör örgütüne katılmaya davet etmesi, tartışma götürmeyecek netlikte bir nefret suçu vakasıdır. Buna karşılık, bundan yüzlerce yıl önce Allah’la kontak kurduğunu iddia edip bundan siyasi, mali ve cinsel menfaat temin etmiş bir Arap lideriyle dalga geçmek nefret suçu değildir. “İfade özgürlüğü” denilen şeyin, adeta anaokulu seviyesindeki bir test örneğidir. Düşünce ve ifade özgürlüğü konusunda asgari duyarlığa sahip insanların, yok senaryosu kötüydü, yok kamerası ilkeldi, yok yapımcısı yamuk tipmiş diyorlar gibi eften püften bahanelerin ardına saklanmadan, bu konuda net ve güçlü bir tavır almaları gerekir. Yoksa birileri bu konuyu bahane edip bu memlekette fikir özgürlüğüne de, internet özgürlüğüne de ölümcül darbeyi vurmaya hazırlanıyor gibi geliyor bana. Kaynak: http://www.turnusol.biz kızılbaş - sayfa 26 - sayı 19 - ekim 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 AİHM, Ahmet Önal'ı Haklı Buldu Kürtler ve Alevilerle ilgili yayımladığı iki kitapta "kin ve düşmanlığa tahrik" gerekçesiyle mahkum olan yayıncı Ahmet Önal, verdiği hukuk mücadelesini AİHM'de kazandı. Strasbourg - BİA Haber Merkezi Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), ifade özgürlüğü dosyalarında savunma vermeyeceğini açıklayan Türkiye'yi yayıncı Ahmet Önal'ın iki başvurusu nedeniyle mahkum etti. Strasbourg'dan dün (2 Ekim) yapılan açıklamada Türkiye yargısının Önal'ın ifade özgürlüğü hakkını hukuka aykırı şekilde çiğnediği ve bu yolla da Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin 10. Maddesini ihlal ettiği belirtildi. Bu durumda Türkiye, uğradığı maddi ve manevi zarar karşılığında yayıncıya 6 bin avro (yaklaşık 14 bin TL) ödeyecek. Baybaşin ve Alevi kitaplarına cezaya AİHM mahkumiyeti Peri Yayınları sahibi Önal, Aralık 1999'da çıkardığı "Teyze Baz - Bir Kürt İşadamı Hüseyin Baybaşin - Mahmut Baksi" kitabı yoluyla "halkın kin ve düşmanlığa tahrik edildiği" iddiasıyla yargılanmış ve 7 Kasım 2002'de 20 ay hapse mahkum edilmişti. 4 bin nüsha basılan kitap mahkeme kararıyla toplatılırken Önal'a verilen hapis cezası da paraya çevrilmişti. AİHM'e taşıdığı ikinci dosyası Önal'ın, Nisan 1999'da yayımladığı "Dersim'de Alevilik - Munzur Cem" kitabında yine "kin ve düşmanlığa tahrik ettiği" iddiasıyla 31 Aralık 2002'de 20 ay hapisle cezalandırılmasıyla ilgili. Söz konusu kitap, ilk olarak 1995'te İsveç'te okurlarıyla buluşmuştu. Kitabı Türkiye'de bastığı için cezalandırılan Önal'ın cezası da sonuçta paraya çevrilmişti. 1 Haziran 2005'te yürürlükten kalkan eski Türk Ceza Kanunu'nun 312. Maddesinden yargılanan Önal, ifade özgür- lüğü hakkının mahkemelerce görmezden gelindiğini, söz konusu kitaplarda "nefret çağrısı veya ırkçılık yapılmadığını ve başkaların haklarının ihlal edilmediğini" savunmuştu. Önal, bu yargılamalar yoluyla Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin (AİHS) 10. Maddesinin ihlal edildiğini iddia etmişti. AİHM bu kararıyla Önal'ı haklı çıkardı. TCK'nın 301. maddesinden soruşturma ve davaların Adalet Bakanlığı'nca durdurulması ve AİHM'de daha fazla şikayet konusu edilememesi oldu. Artık AİHM'e gitmek daha zor! Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Eylül 2010'da yaptığı açıklamada, AİHM'deki ifade özgürlüğü dosyalarıyla ilgili, istisnalar hariç, hükümet olarak savunma vermeyeceklerini açıklamıştı. Türkiye'de yargı süreçlerinin uzaması, 5 Temmuz'da yürürlüğe giren 3. Yargı Paketi gibi "Şartlı Af" Yasaları'nın çıkarılması, ifade özgürlüğü dosyalarının AİHM'e daha zor taşınmasına neden oldu. Bir diğer neden de, geçmişte çok sayıda akademisyen, gazeteci ve hak savunucusunun yargılanmasına neden olan Son olarak da bu zorluğa, AİHM'e başvurmadan önce Anayasa Mahkemesi'ne başvurma şartı getirilmesini neden oldu. Açıklamaya, Hrant Dink cinayetiyle ilgili hükümetin Strasbourg'a gönderdiği tepki çeken savunma neden olmuştu. (EÖ) kızılbaş - sayfa 27 - sayı 19 - ekim 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 İsmail Beşikçi’nin Uluslararası Hrant Dink Ödülü’nü Alırken Yaptığı Konuşma Uluslararası Hrant Dink Ödülü’nün dördüncüsü, 15 Eylül Cumartesi akşamı gerçekleştirilen törenle verildi. Ödülü Türkiye’den İsmail Beşikçi, Rusya’dan Uluslararası “Memorial” Topluluğu adına Memorial İnsan Hakları Merkezi Direktörü Alexander Cherkasov aldı. İsmail Beşikçi’nin törende yaptığı konuşmayı yayınlıyoruz: “İfade özgürlüğü herhangi bir toplumun, herhangi bir devletin, çağdaş, medeni bir devlet olmasının temel bir göstergesidir. Yollar, barajlar, fabrikalar, büyük büyük binalar çağdaş medeniyetin göstergeleri değildir. Eğer toplumda ifade özgürlüğü kurumlaşmışsa, özgür eleştiri kurumlaşmışsa o toplumda resmi ideoloji diye bir kurum yoktur. Resmi ideoloji demokrasinin önündeki en önemli engeldir.” 20 Eylül 2012 tarihinde Açık Radyo’da Açık Gazete programında yayınlanmıştır. *** Uluslararası Hrant Dink Ödülü’nden bahsetmiştik bu hafta programlarımızın başında, uluslararası Hrant Dink Ödülü’nün dördüncüsü geçen Cumartesi, 15 Eylül’de İstanbul Cemal Reşit Rey Konser Salonu’nda gerçekleştirilen bir törenle verildi. Uluslararası ödülü Rusya’dan Memorial topluluğu adına, Memorial İnsan Hakları Merkezi Direktörü Alexander Cherkasov aldı, Türkiye’den de İsmail Beşikçi aldı. Bunun kısaca haberini vermiştik Pazartesi günü hatırlanacağı üzere. İsmail Beşikçi yıllarını Kürt meselesinin derinlemesine incelemesine vermiş, bir sosyolog olarak, bir bilim insanı olarak, hem de aynı zamanda bir aktivist olarak ömrünün önemli bir bölümünü hapishanelerde geçirmiş çok cesur, entelektüel sorumluluğu olan bir kişi. Hiçbir ödülü kabul etmeyen İsmail Beşikçi’nin şimdi onurla kabul ettiğini belirttiği ödülü alırken törende yaptığı konuşmanın tamamını vermek istiyoruz. Tarihi bir önem taşıyor, onu dinleyelim şimdi: * Uluslararası Hrant Dink Vakfı’nın değerli başkanı, değerli jüri üyeleri, ödül komitesinin değerli başkanı, değerli konuklar, hepinizi sevgiyle selamlıyorum, Hrant Dink’i sevgiyle anıyorum. Ödüller her zaman insanlara sorumluluk da yükler, bu sorumluluğu da taşımaya çalışacağım, teşekkür ediyorum. Arkadaşlar, özür, -hani siyaset adamları özür diliyor ya zaman zaman- hiçbir konunun çözümü değildir. Özür hiçbir sorunu çözmez, bu sorunların üstesinden gelecek tek tutum şudur benim kanımca; döneme ilişkin ciddi araştırma ve incelemelerin yapılması. Bu sorunlar hep birbiriyle ilişkilidir. Kürt sorunu Ermeni sorunuyla çok yakından ilişkilidir. Nasıl ilişkilidir? Örneğin Ermeni nüfus çürütüldü, Ermenilerden kalan taşınmaz mallar diyelim Bitlis’te, diyelim Muş’ta, Diyarbakır’da, Siirt’te diyelim, bölgedeki Kürt ağalarının, Kürt aşiretlerinin önemli bir kısmının eline geçti. O zaman bu kişiler bu malları ellerinde tutabilmek için devletin görüşüne elbette evet diyeceklerdir. Devlet nasıl bir görüş ileri sürüyor toplumsal konularda, siyasal konularda, ne Kürt sorunu konuşuluyor, nasıl bir görüş ileri sürüyor? Siz o malları yağmaladığınız için devletin bu görüşüne de evet diyorsunuz. Eğer evet demiyorsanız devlet za- ten sizin o malları kullanmanıza izin vermez. O bakımdan bu tür konular iç içedir, birbirleriyle ilişkilidir, birbirlerinin hem nedenidir, hem sonucudur. O bakımdan işte Ermenilerle ilgili bir sorun, sadece Ermenilerle ilgili değil Kürtlerle, Ermenilerle, Süryanilerle birlikte ele alındığı zaman daha bütünsel bir yapıya ulaşabiliyor, daha bütünsel bilgilere ulaşabiliyoruz. Bu tür sorunların üstesinden gelmenin temel yolu arkadaşlar, bu konuyla ilgili araştırmanın, incelemelerin sürmesi, sürdürülmesi. Budur benim kanımca temel sorun. Bu toplum bilincinin, tarih bilincinin gelişmesini sağlayacak. Halklar arasında bu bilince ulaşan kişiler öbür halklara, yani bu sorunun bilincine vardığı için, kendi başlarına nasıl bir felaket getirilmiş, bunun bilincine vardığı için, öbür halklara daha az zarar verme ve öbür halklara karşı daha anlayışlı davranma tutumuna sahip olacaktır. Bu bakımdan toplum bilincinin, tarih bilincinin gelişmesi bu araştırma inceleme süreciyle çok yakından ilgilidir. Anlayışın gelişmesi, hem halklar arasında anlayışın gelişmesi hem de herhangi bir halkın farklı kesimlerinin arasında anlayışın gelişmesi böyle gerçekleşir arkadaşlar. Bir ulus tarihinin belli bir döneminde bölünmeye, parçalanmaya, paylaşılmaya, böyle bir operasyona uğradığı kızılbaş - sayfa 28 - sayı 19 - ekim 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 zaman bu ulusun yapısında çok büyük bir travma yaratıyor. Kürtlerin böyle bir sorunu vardır, bölünme, parçalanma, paylaşılma ve insanın iskeletinin parçalanması gibidir, beynin dağılması gibidir. Ermenilerin de böyle bir sorunu vardır, Rus Ermenistan’ı, Osmanlı Ermenistan’ı Ermenilerin gücünü kırmıştır. Rusya, Osmanlı, İran arasında Ermeniler bir güç olamamıştır. Bir kere bir ulus tarihinin belirli bir döneminde böyle bir politikaya, böyle bir operasyona uğradığı zaman bu kendisini çoğaltan bir yapı oluşuyor, yani bölünme, parçalanma, daha da büyüyor, daha da yaygınlaşıyor, derinleşiyor. İşte bugün Kürtleri görüyoruz; Ortadoğu’nun ortasında 40 milyona yakın bir ulus ama küçücük bir siyasal statüsü yok. Uluslararası ilişkileriyle, ma yın tarlalarıyla, dikenli tellerle, gözetleme kuleleriyle bölünmüş. Bu bölünmenin parçalanmanın devam etmesi, derinleşmesi, yaygınlaşması isteniyor. Bunların üstesinden nasıl gelebiliriz? Araştırma, incelemeyle arkadaşlar. Burada ifade özgürlüğü çok önemlidir, ifade özgürlüğü çok önemlidir. İfade özgürlüğü herhangi bir toplumun, herhangi bir devletin, çağdaş, medeni bir devlet olmasının temel bir göstergesidir. Yollar, barajlar, fabrikalar, büyük büyük binalar çok katlı binalar, bunlar çağdaş medeniyetin göstergeleri değildir. Çağdaş medeniyetin temel göstergesi toplumun ifade özgürlüğüne sahip olmasıdır. Bu ne demek? Bu şu demektir, eğer toplumda ifade özgürlüğü kurumlaşmışsa, özgür eleştiri kurumlaşmışsa o toplumda resmi ideoloji yoktur, resmi ideoloji diye bir kurum yoktur demektir. Resmi ideolojinin olmaması çok önemlidir; resmi ideoloji demokrasinin önündeki en önemli engeldir. İfade özgürlüğünün kurumlaşması o toplumun, o devletin gocunacağı bir şeyin olmadığını gösterir. İfade özgürlüğünün olması toplumda, özgür eleştirinin kurumlaşması o toplumda yolsuzlukların, dolandırıcılıkların, rüşvetin olmaması veya olduğu zaman şiddetli bir şekilde tepki görmesi, yargılanması demektir. İfade özgürlüğü çağdaş medeniyetin en önemli göstergesidir. Tabii toplumsal bilimler o bakımdan çok önemli. Türkiye’de çok yoğun baskılar söz konusudur toplumsal bilimlere karşı. 1940’ları düşündüğümüz zaman Behice Boran, Niyazi Berkes öyle baskılarla, zulümlerle karşılaşmıştı üniversitelerde. 1970’lerde Oya Baydar ve arkadaşları benzer operasyonlarla karşılaştılar. Bugün de işte Pınar Selek gibi, Müge Tuzcuoğlu gibi genç araştırmacılar, genç toplumbilimciler benzer baskılarla karşılaşıyor. Müge, Mart 2012’den beri Diyarbakır Cezaevi’nde tutuklu, Müge ne yaptı? Müge şunu yaptı; köyleri yakılan, yıkılan aileler var ya, Müge onların çocuklarıyla ilgilendi. Sarmaşık Derneği var, Göç-Der var, onlarla ilgilendi. İlgilenmek ne anlama geliyor? İşte faili meçhul cinayetler nasıl gerçekleşir, köyler nasıl yakıldı, yıkıldı, aileler nasıl mağdur oldu. Diyelim köyde toprak da var, su da var, ama siz onlardan yararlanamıyorsunuz, şehirlerin varoşlarında mağdur bir yaşam sürdürüyorsunuz. Halbuki sizin suyunuz da var, toprağınız da var, ağa- cınız da var, bahçeniz, her şeyiniz var, tapularınız da var örneğin. Ama işte oralarla ilgilenemiyorsunuz, oralara gidemiyorsunuz; diyelim Bursa, diyelim İstanbul, oralarda mağdur bir yaşam sürdürüyorsunuz. İşte Müge Tuzcuoğlu gibi araştırmacılar bu köyleri yakılan yıkılan ailelerin çocuklarıyla ilgilendi, işte Sarmaşık Derneği’nde çalıştı, Göç-Der’de çalıştı. Bunlar devletin, hükümetin hiç istemediği konular, ifade özgürlüğü bunun için kısıtlanıyor, yani gerçeklerin araştırılmasına engel olmak, onların nasıl gerçekleştiğinin, bu operasyonların nasıl gerçekleştiğinin, bütün bunların araştırılmasına engel olmak için, bu konuda bir bilincin oluşmasına engel olmak için ifade özgürlüğü kısıtlanıyor. Biz şunu söyleyebiliriz arkadaşlar; Türkiye’de yargı, toplumsal dinamikleri, toplumsal talepleri pek dikkate almıyor. Toplumsal dinamikler, toplumsal talepler dikkate alınmıyor, bunlar yokmuş gibi düşünülüyor. Çok ağır idari cezai yaptırımlar söz konusu oluyor. Dilerim bundan sonra Türkiye’de yargı toplumsal talepleri, toplumsal dinamikleri de dikkate alır, yasaklayıcı değil bilakis bunların daha da örgütlenmesine, gelişmesine yardım edecek tutumları benimser. Hepinizi sevgiyle selamlıyorum arkadaşlar, Hrant Dink’i sevgiyle anıyorum. Kaynak: http://www.acikradyo.com.tr/default. aspx?_mv=a&aid=30330&cat=100 kızılbaş - sayfa 29 - sayı 19 - ekim 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 ip çetesinden dava İşçi Partisi Genel Merkezi, Agos yayın yönetmeni Rober Koptaş'ın 26 Ağustos 2011 tarihinde yayımlanan "İP'ye destek utancı" başlıklı yazısından dolayı suç duyurusunda bulunarak, "kişilik haklarına ağır saldırı" olduğu gerekçesiyle 10 bin TL "manevi" tazminat talebinde bulundu. İstanbul 18. Asliye Hukuk Mahkemesi, dava açılması için yasal zaman aşımı süresinin dolmasına iki gün kala söz konusu dava talebini kabul etti. Koptaş, yazısında Özgürlük ve Dayanışma Partisi Genel Başkanı Alper Taş'ın, Ergenekon davası kapsamında bazı İşçi Partililerin gözaltına alınmasının ardından bu partinin yayın organı Ulusal Kanal'a ve İl genel merkezine destek ziyaretinde bulunmasını eleştirmişti. (Bahsi geçen yazı için tıklayın) İşçi Partisi Genel Başkanlığı, dava açmak için gerekli 1 senelik zamanaşımı süresinin dolmasına 2 gün kala, 24 Ağustos 2012'de İstanbul Asliye Hukuk Mahkemesi'ne başvurarak, yazının "gerçeğe aykırı ve ağır hakaret niteliğinde" olduğu gerekçesiyle manevi tazminata hükmedilmesini talep etti. İstanbul 18. Asliye Hukuk Mahkemesi ise, aynı gün verdiği kararla davayı kabul etti ve yazılı yargılama usulüyle görülmesine karar verdi. Koptaş yazısında, "Bir sosyalist parti için, yıllardır her türlü manipülasyonla, her tür yalanla, her tür pis ilişkiyle demokratlara ve devrimcilere karşı tetikçilik yapan, aydınları hedef gösteren, derin devletin cephaneliği olarak hizmet gören bir 'siyasi' harekete, sol adına, demokratlık adına sahip çıkmak, onunla birlikte hareket etmeye kalkışmak, kamuoyuna bu yönde çağrıda bulunmak, vicdan ve izanla bağın ne kadar koptuğunu gösteriyor (...) İnsan elbette ki haksız tutuklamalara, haksız uygulamalara karşı çıkabilir, çıkmalıdır. Demokratlığın da, özgürlükçülüğün de gereğidir bu. Ama işin aslını astarını bilmeden, İşçi Partisi gibi bir karanlık odağa yönelik gözaltıların hukuki mesnetini sorgulamadan, alelacele dayanışma ilan etmek, o örgütle birlikte hareket etme çağrısı yapmak, en hafif tabirle, sapla samanı birbirine karıştırmak değil de nedir?" demişti. "Eleştiri basın yayın organları için haktır" Agos gazetesi avukatı Hakan Bakırcıoğlu, mahkemeye sunulmak üzere hazırlanan yanıt dilekçesinde, yazının hakaret değil eleştiri unsurları içerdiğini vurgulayarak, İşçi Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek ve çok sayıda yöneticisinin, "silahlı terör örgütü kurma, yönetme, zorla hükümeti ıskata teşebbüs, T.C. Hükümetine karşı silahlı isyana tahrik, açıklanması yasak belgeleri temin etme, silahlı terör örgütüne üye olma, hukuka aykırı olarak kişisel verileri kaydetme, dil yargılamayı etkilemeye teşebbüs" suçlamalarıyla tutuklu olduklarına dikkat çekti. Bakırcıoğlu, "Dava konusu 'İP'ye des- tek utancı' başlıklı yazı, Ulusal Kanal ile İşçi Partisi üyelerine yönelik 2011 yılı Ağustos ayında 'Ergenekon Soruşturması' kapsamında düzenlenen operasyon sonrası Özgürlük ve Dayanışma Partisi Genel Başkanı'nın bu operasyonlara karşı Ulusal Kanal ve İşçi Partisi'ne destek açıklamasında bulunması nedeni ile kaleme alınan eleştiri yazısıdır. Yazıda, haksız tutuklamalara, haksız uygulamalara elbette karşı çıkılması gerektiğini, bu tutumun demokratlığın ve özgürlükçü tutumun gereği olduğunu ancak yapılan operasyonun nedenini, gerekçesini bilmeden ve gerekçesini, nedenini sorgulamadan açıklanan koşulsuz desteğin kabul edilemez olduğunu belirtilmiştir" diye konuştu. Demokratik bir toplumda eleştirinin basın yayın organları için hak ve görev olduğuna dikkat çeken Bakırcıoğlu, "Eleştiri ile toplumsal, siyasal eksiklikler, yanlışlar ortaya konulur, nedenleri tartışılır, yanlışların ve eksikliklerin giderilmesine yönelik sergilenecek tutumlar önerilir ve çözüm yolları gösterilir" dedi. Bakırcıoğlu, mahkemeden davanın reddedilmesini talep ettiklerini söyledi. İstanbul 18. Asliye Hukuk Mahkemesi, delillerin toplanması ve inceleme yapılmasının ardından duruşma tarihi belirleyecek. Rober Koptaş'ın davaya konu olan yazısı, Agos'un 26 Ağustos 2011 tarihli sayısında yayımlanmıştı. (Agos) AltÜst'ü bulamıyorsanız abone olmak veya satın almak için: E-posta: bilgi@altust.org http://www.altust.org Telefon: tel: 0 (507) 522 99 33 kızılbaş - sayfa 30 - sayı 19 - ekim 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Rober Koptaş'a Bir Mektup rete sahipsiniz bu satırları yazarken. Tehleryan'a hiç kulak vermediğinizi iddia edemem ama Tehleryan'ın ruhunu okuyamadığınız ortada. Tehleryan'ı Talat Paşa karşısında eşit mi görüyorsunuz bilmiyorum ama "yüceltilmiş bir katil" olduğunu açıkça vurguluyorsunuz. Tehleryan, Talat Paşa ve Seferov üçü de cinayet işlediği için, üçü de katil ama kendi uluslarınca da kahraman sizin güttüğünüz mantığa göre. Erdem Özgül Siz Agos gazetesinde yayınlanan 'Kiminin kahramanı, kiminin katili' köşe yazınızda diyorsunuz ki: "Ulus-devletler, milliyetçilikler, kahramanlara ihtiyaç duyar, hatta kahramanlar olmadan var olamazlar. Kahramanın kimliği ise, o toplumun ruhu hakkında bize çok şey söyler. Kahramanlar kimi zaman cesaret, kimi zaman fedakârlık timsalidir. Bazen savaş alanında, bazen barış zamanında sorumluluk ve risk alan insanlar, kalabalıklara doğruyu, bağlılığı, yurt sevgisini anlatır." Ve sözünüzün devamını şu cümlelerle bağlıyorsunuz: "Peki ya Seferov gibiler ne anlatır? Bir geceyarısı, bir otel odasında uyumakta olan bir insanı bir baltayla ve tam 65 darbeyle öldüren bir asker, Azerbaycan’lı okul çocuğuna ne söyler? Onun kahramanlığını dinleyerek büyüyen bir çocuk, ne tür gelecek hayalleri kurar? Bu soruların yanıtlarının pek çok Azerbaycanlı’yı da kaygılandırdığına şüphe yok. Zaten Azerbaycan’a dair asıl sorun, ülkedeki otoriter rejimin, farklı düşünen herkesin sesini kesmesinde." Ve yine siz diyorsunuz ki: "Katillerden kahraman yaratmak hususunda, yaşadığımız ülke de pek acemi sayılmaz. Katliamcılığı tescilli Topal Osman’ın heykeli süslemiyor mu bugün Giresun'un merkezini? Boğazlıyan’da yaptıklarından ötürü Osmanlı mahkemesi tarafından mahkûm edilen kaymakamın itibarı bizzat Atatürk tarafından iade edilip, çocuklarına maaş bağlanmadı mı? Abdi İpekçi’yi katleden, Papa’ya suikast düzenleyen katilin, cezaevinden çıktığında “Malatya’da doğdu, Papa’yı da vurdu, helal olsun sana, Mehmet Ali Ağca” şarkısı eşliğinde karşılanması kulaklarımızda. Ogun Samast’la kahramanlık pozu vermek için yarışmadı mı polisle jandarma? Yedi öğrenci genci boğarak öldüren militanın, afla salıverildikten sonra memleketi Elazığ’da konvoyla, davul zurnayla karşılanması daha dündü." Buraya kadar yukarıda Allah var tek kelime haksız bir ithamda bulunmuyorsunuz. Ama ne oluyorsa bundan sonra oluyor, İncil'in kapağını açıyorsunuz ve ilk iş kendi gözünüzdeki merteği çıkardığınızı sanıyorsunuz. Hal böyle olunca da ikinci adımı kardeşinizin gözündeki çöpü çıkarmak için atıyorsunuz. Ama siz yanılmış olmalısınız, gözünüzdeki merteği çıkardığınızdan emin misiniz ? Çok acele ediyorsunuz kardeşinizin gözündeki çöpü almak için, bir diğer yandan burnunuzun ucunu göremiyorsunuz. Siz diyorsunuz ki: "Peki acaba, bugün Seferov’un kahramanlaştırılmasına isyan eden, olan bitene sert tepki gösteren Ermeniler’in katilleri yüceltme konusundaki sicilleri nasıldır? Gönül rahatlığıyla “Ermeniler bu konuda temizdir” diyebilir miyiz? Cevap vermeden önce, size Soğomon Tehliryan’ı hatırlatırım. Talat Paşa, Ermeni soykırımının 1 numaralı faili de olsa, sokakta yürüyen bir adamın üzerine kurşun yağdırmak kahramanca bir hareket midir? Tehliryan’ın, kaçmadığı, suçunu inkâr etmediği halde, Ermeniler’in katledilmesindeki sorumluluklarının üzerini örtmek kaygısıyla hareket eden Alman makamları tarafından cezasız bırakılması, onu kahraman yapmaya yeter mi?" (1) Size soruyorum peki ama neden bu kadar kendinizi zorluyorsunuz ? Empati kurmaya çalışıyorsunuz ama okurun yazınızdan çıkardığı sonuç tüyler ürpertiyor. Korkunç bir cesa- Sizin bu kendinden son derece emin düsturunuzu anlayamıyorum ama geride sadece kemikleri kalmış milyonlarca Ermeni'ye bakınca Tehleryan'ı gayet iyi anlıyabiliyorum. Tehleryan çıkarıldığı mahkemede, davanın ilk günü verdiği ifade şöyle: "Avukat Gordon: Sanığa, kendini niçin suçlu görmediği sorusunu sormak istiyorum ? Başkan, soruyu sanığa sordu. Sanık: Vicdanım rahat, kendimi suçlu hissetmiyorum. Başkan: Vicdanınız niye rahat ? Sanık: Bir insan öldürdüm ama katil değilim. Başkan: Vicdan azabı çekmediğinizi mi söylüyorsunuz ? Yani kendinizi suçlu bulmuyor musunuz ? Ama şu soruyu da kendinize sormak zorundasınız: Talat Paşa'yı öldürmek istemediniz mi ? Sanık: Bu soruyu anlamıyorum. Onu öldürdüğümü söyledim ya. Başkan: Planlayarak mı ? Sanık: Hayır, planlayarak değil. Başkan: Onu öldürme fikri ne zaman aklınıza düştü ? Sanık: Olaydan iki hafta önce, katliam görüntülerinin hatıraları yüzünden kendimi çok kötü hissediyordum. Annemin cesedini gördüm. Sonra ceset ayağa kalkıp bana doğru yürümeye başladı. Annem dedi ki bana: Talat'ın burada olduğu seni hiç ırgalamıyor. Oğlum filan değilsin sen." (2) Buyur buradan yak. Soğomon Tehleryan Ermeni soykırımına karışmış kızılbaş - sayfa 31 - sayı 19 - ekim 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 herhangi bir askeri, köylüyü, Kürt, Türk ya da Çerkes herhangi bir suçluyu öldürmüyor, tüm bu katliamları planlayan, halkı çöle süren adamı, Talat Paşa'yı cezalandırıyor. Burada Tehleryan'a katil yaftası yapıştırmak için, hele onu Talat ve Seferov'la aynı cümlede anmak için yeterli bir bulgu yok. Ama tam aksi bir durum var, siz hiç kendinize soruyor musunuz Tehleryan başka ne yapabilirdi ? Ben soruyorum ve dönüp Rafael Lemkin'e baktığımda herhangi bir cevap veremiyorum kendime. Rafael Lemkin'in sizin de bildiğiniz bir anısını tekrar hatırlayalım. Eminim beni düşündürdüğü kadar sizi de düşündürüyordur Lemkin'i şoke eden bu olay. Şöyle ki: "Lemkin profesörlerinden biriyle davayı tartışırken, Talat'ın eylemlerinden dolayı yargılanıp yargılanamayacağını sordu. Profesör, Talat'ın tutuklanıp yargılanmasını gerektirecek hiç bir uluslararası hukuk kuralı olmadığı cevabını verdi: "Bir kümes tavuğu olan bir çiftçi düşünelim. Adam tavuklarını öldürsün, işi bu. Eğer sen müdahale edersen başkasının hanesine tecavüz etmiş sayılırsın." Cevap Lemkin'i şoke etmişti: "Ama Ermeniler tavuk değil ki!" Lemkin'e göre bu bir anlam taşımıyordu. "Tehleryan'ın bir kişiyi öldürmesi suç ama zalimin bir milyondan fazla insanı öldürmesi suç değil! En büyük tutarsızlık burada." (3) Siz diyorsunuz ki: "Bugün hâlâ, dünyanın herhangi bir köşesinde şu ya da bu partiye mensup Ermeni gençler “Talat Paşa’nın cebine leblebi (yani kurşun) doldurduk” diyen şarkıyla eğleniyorsa; beş yaşındaki çocukların, anadillerini unutmasınlar, Ermeni akranlarıyla bir araya gelsinler, kültürlerinden kopmasınlar diye gönderildikleri cumartesi okulunun duvarlarını Tehliryan’ın veya bedenleri çift sıra fişeklikle çevrili fedailerin resimleri süslüyorsa, “Başkaları barbardır ama Ermeniler barışçı bir halktır” diye övünmek ne kadar sahicidir?" İyi ama neden ? Neden Seferov'un insanlığın gözlerinin içine baka baka işlediği cinayet sizi Ermenilerin barışçıl bir halk olmakla övündükleri sonucuna götürüyor ? Seferov bir cinayet işliyor, yetmiyor bir ikincisini işlemeye kalktığında yakayı ele veriyor. Ve mahkemeye çıkarıldığında Gurgen Markaryan'ın Azerbaycan bayrağının üzerine pislediğini, kendisini taciz ettiğini söylüyor. Ve netice sizin de bildiğiniz gibi Seferov'un yalan söylediğinin belgelenmesi oluyor. İşte bunun için ben sizi anlamakta olağanüstü zorluklar çekiyorum ve anlayabilmek için sorular soruyorum. Nasıl oluyor bu ? Ermeni fedaisi Ermeni köylüsünü ya da en son Karabağ'da olduğu gibi bütün bir halkı katliama karşı savunmaya geçiyor. Bunun tam karşısında Talat Paşa gibi, Aliyev gibi devletlülerin cinayet işlemeye azmettirdiği Seferov'lar var. Peki buna rağmen nasıl oluyor da kurbanın cezalandırdığı katil ile katilin 65 balta darbesiyle canını aldığı kurban "aslında" aynı şeyi yapmış oluyor? Bunu sizin izah etmeniz gerekiyor. Ermeniler, Türk ve Azeri toplumları tarafından "komitacı" olmakla, çeşitli "barbarlıklar" yapmış olmakla suçlanıyorlar. Bu ırkçı, tarihi tersine çeviren söylemle mücadele edenlere neden böyle bir cevap verme gereği duyuyorsunuz? Ben sizin master tezinizi henüz okuyamadım, sadece bir kaç pasajını biliyorum bu değerli çalışmanızın. İnsan hakları aktivisti, yazar Ayşe Günaysu, Taşnaklar Türklere Güvenmemekte Haksız Mı? başlıklı yazısında sizin master tezinizden alıntılar yapıyor. Siz diyorsunuz ki: "Vahan Papazyan anılarında anlatır. Meclisi Mebusan’da Serengülyan ile Papazyan’ı İttihatçı lider ve Meclis Başkanı Ahmet Rıza karşılar. Papazyan, Serengülyan’ı, “dağlardan inen bir fedai” olarak tanıtır. (Hatırlatmadan geçmek olmaz: Resmi söylemin “komitacı” diye adlandırmayı çok sevdiği Ermeni savaşçılar o zaman yaygın olarak Ermeni “devrimci/ ihtilalci”ler, ya da “fedai”ler olarlak adlandırılırdı.) Ahmet Rıza, meclis başkanı, bu sözlere, “Ne güzel! Güvenilir dostlarımız meşrutiyetin kurumlarını savunmak için dağlardan inip meclise geliyorlar” diyerek cevap verir. (Koptaş, s.63) Taşnaksutyun’a duyulan güvenin bir başka göstergesi de, Adana katliamlarında Taşnaksutyun’un parmağını arayanlara karşı Edirne mebusu Rıza Tevfik’in sözleridir. “…bugün Ermeniler’i fedaidir, yok bilmem nedir diye itham edemeyiz. Ermeniler’de fedai vardır, ben gördüm onları, hakikaten hürriyet için canlarını feda ettiler ve hastanede bizim şühedamız [şehitlerimiz] için hizmet ettiler. Başka türlü bir fedai bilmiyorum. Hürriyete, bu kadar bizimle beraber hizmet eden bir milleti ve bunca zulüm ve hakaret gördükten sonra … büyük bir kabahatle itham edemeyiz.” (Rober Koptaş, s. 64)." (4) Ve siz tüm bunlara rağmen hala diyorsunuz ki: “Başkaları barbardır ama Ermeniler barışçı bir halktır” diye övünmek ne kadar sahicidir?" Peki ama neden ? Öyle zannediyorum ki tezinize geri dönüp tartışmaya oradan başlasanız çok daha hayırlı bir iş yapmış olacaksınız. Sizin açınızdan ne kadar tartışılır bilmiyorum ama Ermeni fedailerini barbarlaştırmadan önce dönüp Ahmet Rıza'nın, Rıza Tevhik'in söylediklerine bir daha bakmak yararlı olur gibime geliyor. Ne oluyor, neden bir eşik aşılıncaya kadar Ermeni fedaisi olumlanıyor da sonrasında şeytanlaştırılıyor bunun üzerinde daha fazla düşünmekte yarar var. Abdulhamid rejiminin bir darbeyleİttihat ve Terakkinin eline geçtiği geçiş döneminde Ermeni fedaisi bulunmaz nimet, çünkü henüz Jön Türk rejimi pekişmemiş, güçlenmeli ve devleti ele geçirmeli, bunun için de sırtını ne kadar sağlam duvarlara dayarsa o kadar iyi. Ve bu amaçla Ermeni fedaisi olumlanıyor, burada bir zaman hesabı var, İttihat ve Terakki istediği gücü elde ettiğinde kendi mantığına göre Ermeni fedaisine ait olduğu gömleği giydiriyor, onu şeytanlaştırıyor. Bu aslında bir şekliyle bugüne kadar da akıp gelen kirli bir ırmak. Her zamanın "iyi Ermeni"si ve "kötü Ermeni"si hazır ve nazır. Kimi zaman iyi Ermeni’ye yakıştırılan kalıp "Evet efendim, tamam efendimcilik," kimi zaman "hak, hukuk istemeyiz, zaten hakkımız olanı alıyoruz" gibi sözler, kimi zaman da Musa Dağ da Kırk Gün gibi kitapları toplu bir törenle kilise avlusunda yak- kızılbaş - sayfa 32 - sayı 19 - ekim 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 tırmak. Kötü Ermeni de fedai gibi, ne zaman ki çıkıp gaspedilen haklarımız var almak isteriz diyor , ondan "şeytanı ve hırçını" yok. Diaspora Ermenileri bunun şamarını en çok yiyenler. Üzülerek söylüyorum ama gazeteniz muhabirleri de kimi zaman bu haksızlığa kapı aralayabiliyorlar. Örneğin Esra Elmas'ın 'Sao Paulo’dan Urfa’ya bir eve dönüş hikâyesi' yorum yazısı bu tip bir yazı. Şöyle diyor Esra Elmas: "Şahinyan’ın yolu uzun ve aradığı pek çok şey var… Fakat Türkiye’deki yaygın korkunun aksine, izini sürdüğü şey, geri almak üzere bir ev ya da toprak parçası değil." (5) Şimdi siz bu başlığa ve bu cümleye güler misiniz ağlar mısınız, bir eve dönüş hikayesi, yok edilmiş bir ev ve toprak parçası ama kesinlikle geri istenmiyor. Peki ama neden ? Yaygın korku Şahinyan'a gaspedilmiş evini ve toprağını geri vermiyorsa o korkuyu beslemenin anlamı nedir ? Neden sürekli egemen olanı nazarı itibara almak zorundayız, yoksa bu Esra Elmas'ında mı korkusu aynı zamanda, hal böyleyse daha kötü değil mi ? Hangi yüzleşmeden bahsedilebilir böyle bir ortamda ? Benzer bir söylemle William Saroyan' ın Ödlekler Cesurdur kitabına, Aziz Gökdemir'in 2001 yılı baskısı için yazdığı önsözde de karşılaşıyoruz. Şöyle yazıyor Aziz Gökdemir "Tabi vatan sevgisini ancak dışlayıcı, kovucu, hükmedici baglamlarda düsünebilenler, "yüreği bu topraklardaydı" deyişini rozetini taşıdıkları tarafa göre "gözü bizim toprağımızdaydı" ya da "bizim davamızın adamıydı" seklinde algilamakta ısrar edebilirler." (6) delice, çılgınca ve saplantılıdır. O aşşağılık herif, geçmişi geri getirmek için ağlar ve bu tam bir deliliktir. Bitlis'e gelince, bu şehir hertürlü beklentinin ötesindedir. On yıl önce oradaydım ve oradan ayrılmak istemiyordum. Ancak orası bize ait değil. Bizim, fakat şimdi başkaları sahiplenmiş. Bizim olacağı ve oraya geri döneceğim günlerin özlemini çektim." (7) " ht t p://w w w.a go s.c om .t r/m a k a le. php?seo=kiminin-kahramani-kimininkat ili&det ay =307"&H Y PER LI N K " ht t p://w w w.a go s.c om .t r/m a k a le. php?seo=kiminin-kahramani-kimininkatili&detay=307"detay=307 Şimdi bu satırlarda ki Saroyan bizim dediği tarafın adamı olduğunda ona ne diyecek Aziz Gökdemir, o da "kötü Ermeniymiş" mi ? 3) Rafael Lemkin'in Ermeni Soykiırımı Dosyası, V. Yeğhiayan/ L. Fermanian, Belge Yayınları Sayfa 9-10 Peki ama neden ? Şimdi tüm bu olan bitenden sonra, tekrar sizin yazınıza dönersek siz şöyle bir öneri de mi bulunuyorsunuz ? Aynayı kendi yüzümüze tutalım ki, karşımızdakilere de ayna da yüzlerinin aldığı hali görebilmelerini önerelim ? İyi ama soykırım planlayıcısının cezalandırılmasıyla, düpedüz ırkçı bir cinayeti eşitlemek adalete ulaşmayı daha da zorlaştırmaz mı, adalet duygusunu hiçleştirmez mi? 1) Rober Koptaş, Kimin Katili, Kimin Kahramanı: h t t p : / / w w w. a g o s . c o m . t r / m a k a l e . p h p?s e o =k i m i n i n - k a h r a m a n i kiminin-katiliHYPER LI NK 2) Talat Paşa Davası, Tutanaklar, Doğan Akhanlı, Belge Yayınlar, Sayfa 30-31 4) Ayşe Günaysu, Taşnaklar Türklere güvenmemekte haksız mı ? http://www. sesonline.net/php/genel_sayfa_yazar. php?K a r t No = 54 0 02H Y PER LI N K "http://www.sesonline.net/php/genel_ sayfa_yazar.php?KartNo=54002&Yaz ar=Ay%26%23351%3Be+G%FCnaysu "&HYPERLINK "http://www.sesonline.net/php/genel_sayfa_yazar.php?Ka rtNo=54002&Yazar=Ay%26%23351% 3Be+G%FCnaysu"Yazar=Ay%26%233 51%3Be+G%FCnaysu 5) Esra Elmas, Sao Paulo’dan Urfa’ya bir eve dönüş hikâyesi: http://www. a g o s . c o m .t r / h a b e r. p h p?s e o = s a o p a u l o d a n - u r f a y a - b i r- e ve - d o n u s hikyesiHYPERLINK http://www. a g o s . c o m .t r / h a b e r. p h p?s e o = s a o p a u l o d a n - u r f a y a - b i r- e ve - d o n u s - Aziz Gökdemir'e deşaşmamak elde değil. Gökdemir Aras Yayıncıliğın William Saroyan dizisi editörü. İyi ama Aziz Gökdemir yayına hazırladığı kitapları okumadan mı matbaaya gönderiyor, yoksa Saroyan'ın kötü olduğuna mı inanıyor da onu iyileştirme gereği duyuyor ? Saroyan anlatıyor: "Bitlis kaybımızın bir nevi abidesi haline geldi. Oraya geri dönmek gibi neredeyse psikopatça bir his var içimde. Tracy'nin Kaplanı kitabımdaki, bir kaybı giderme duygusu palu - harput 2. cildini bizden temin edebilirsiniz. posta ücreti de dahil fiyatı 50 € sipariş için kizilbasdergisi@kizilbas.biz kızılbaş - sayfa 33 - sayı 19 - ekim 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 CHP "Savaş Karşıtları"nın Maskesini Düşürdü! Güney Kürdistan’a operasyon konusunda Hükümete verilen yetkiyi bir yıl daha uzatan Başbakanlık tezkeresi CHP, MHP ve AKP’nin oylarıyla kabul edildi. Son bir haftada iki ayrı tezkere Meclise geldi; Biri Suriye, diğeri de Güney Kürdistan ile ilgiliydi. Güney Kürdistan ile ilgili olan tezkere yıllardır yürürlüktedir ve bu konuda bir yıl daha uzatma kararı alma noktasında hiçbir sıkıntı yaşamadı Hükümet. AKP öncesinde var olan ve AKP ile devam eden “Kürdlere operasyon” tezkerelerine başta CHP olmak üzere tüm partiler tereddüt etmeden hep “evet” demişlerdir. 11.10.2012 Perşembe günü (dün), Güney Kürdistan’a operasyon konusunda Hükümete verilen yetkiyi bir yıl daha uzatan Başbakanlık tezkeresi CHP, MHP ve AKP’nin oylarıyla kabul edildi. Son bir haftada iki ayrı tezkere Meclise geldi; Biri Suriye, diğeri de Güney Kürdistan ile ilgiliydi. Güney Kürdistan ile ilgili olan tezkere yıllardır yürürlüktedir ve bu konuda bir yıl daha uzatma kararı alma noktasında hiçbir sıkıntı yaşamadı Hükümet. Sadece BDP Milletvekillerinin ret oyu verdiği tezkereye, CHP tereddüt etmeden evet dedi. Aynı CHP Suriye konusundaki tezkereye en sert tepkiyi göstermiş ve Kemalist Sol ile BDP’yi de yedeğine alıp sokaklara dökülerek “barış havarisi” kesilmişti. “Savaş karşıtlarının” samimi olmadıklarını sadece ve sadece Ortadoğu’da statükonun Kürdler lehine değişme olasılığından korktukları için “barış havarisi” kesildiklerini yazdık. “Kemalist/Faşist Cepheden "Savaşa Hayır" Mitingi” http://www.nasname. com/tr/11423.html Ve “Savaş Çığırtkanlarının "Savaş Karşıtlığı" Oyununda Figüran Olmak!” http://www.nasname.com/ tr/11424.html başlıklı değerlendirmemizde bu sahtekarların sadece Kürdlerin ulusal haklarına kavuşma ihtimalinden korktukları ve faşist Esad’ı korumak amacıyla “savaş karşıtlığına” soyunduklarını belirterek, iyi niyetli, samimi, hümanist insanların bu savaş kışkırtıcılarının taktıkları “barış maskesine” aldanmamaları gerektiğinin altını çizdik. Kürd/Kürdistan düşmanlığının belirleyici rol oynadığı ve Kemalistlerin baş rol oynadığı bu çirkin “barış oyununda” Kürdlerin de figüran olarak yer alması tam bir trajedidir. BDP’nin HDK adıyla tamamen Kemalist sola teslim olduğu ve Kürd/Kürdistan düşmanlığı yapan cephede utanmadan yer aldığı gerçeğine rağmen Kürd politik çevrelerinin sessizliği, Kürdler adına yaşanan trajediye utancı (utanmazlığı) da eklemiş durumdadır. CHP ve diğer Kemalistlerin başrol oynadığı “savaş karşıtları” cephesinin kirli amacını ortaya koyan değerlendirmemiz üzerinden henüz bir hafta bile geçmeden doğrulanmış olması bizi sevindirmiyor; Kürd politik çevrelerinin ve basınının hâlâ bu oyuna karşı onurlu bir tepki göstermemesi onlar adına bizi fazlasıyla utandırıyor. Dün CHP ile kol kola “Suriye Tezkeresine” hayır! deyip sokaklara dökülenler, Güney Kürdistan’a yönelik tezkereye evet diyen CHP ile birlikte çifte standart, iki yüzlülük ve Kürd/Kürdistan düşmanlığı konularında mahkum oldular. Güney Kürdistan’a saldırıya sessiz ka- lanlar, dün Suriye için “bu benim savaşım değil” diyorlardı. Peki Güney Kürdistan’a saldırı senin savaşın mı? Saddam, Esad ve yarın da İran Molla rejimi söz konusu olduğunda “halklar kardeştir” diye savaş karşıtlığına soyunanlar, özelde Güney Kürdistan genelde de Kürdler söz konusu olduğunda kardeşliğiniz bitiyor mu? Güney Kürdistan tezkeresi için neden şimdiye kadar sokaklara dökülmediniz? Güney Kürdistan’a yönelik operasyonları/saldırıları öngören tezkereye BDP’nin ret oyu vermesi de, Kürdlerin genel çıkarlarını düşündükleri için değil, PKK’ye yönelik operasyon(!) olduğu ve halkın tepkisinden çekindikleri için taktiksel olarak ret oyu vermişlerdir. Çünkü her konuda ve her alanda Kemalist Sol Cephe'nin aktif bir bileşeni olmakla BDP, Kürdlerin Ulusal Hakları önünde engel olma noktasında tereddüde yer bırakmayacak kadar açık bir tutum içindedir. Kürd/Kürdistan düşmanlığını, savaş karşıtlığı gibi insani değerlere sığınarak dışa vuranları bir kez daha lanetlerken, bu lanetli cephenin oyununa sessiz kalanları da lanetliyoruz... Barzan Boti Kay nak:ht t p://w w w.nasname.com / tr/11444.html kızılbaş - sayfa 34 - sayı 19 - ekim 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Dersimli Ermeni’lerin sorunları Avrupa’da dillendirilmiş oldu Kara Vagon: Dersim-Kırım ve Sürgün Fındık, Özgür İstanbul, 2012 - Fam Yayınları Turkish - 335 pages ISBN - 9 7 8 6 0 5 5 2 9 3 0 1 7 Dersimli Ermeniler 29 Eylül Cumartesi günü Frankfurt’ta 20 km uzaklıkta bulunan Hannau kentinde bir araya geldiler. Konuşmacı katılımcılar Episkopos Karekin, Mihran Pırgiç Gültekin, Hovsep Hayreni, Recep Maraşlı ve Mihran Dabağ, sanatçılar ise Mikail Aslan, Devrim Kavallı, Cemil Koçgiri, Vardan Hovannisyan ve Emre Gültekin, yazar ve sanatcı arkadaşlardan meydana gelmekteydi. Gecenin acılışı 1915 de Soykırımda katledilenlerin anısına saygı duruşu ile başladı. İlk konuşmayı Episkopos Karekin yaptı. Konuşmasını Dersimli bir Ermeni’nin anısıyla başladı ve etkinliğin önemiyle konuşmasını bitirdi. İkinci konuşmayı dernek başkanı Mihran Pırgiç yaparak, dernek faaliyetlerini anlattıktan sonra Soykırımda katledilenlerin dışında kurtulan insanlarımızın nasıl bir travma yaşadıklarını kendi ailesinden örneklerle ve yaşamadıkları insani haklarından bahsetti. Dersim’de yapmayı düşündükleri kilisenin projesini anlatarak, Dersim Ermeni’lerini anlatan bir belgeselin çekime hazır durumda olduğunu belirtip, içinde bulundukları sıkıntıyı da dile getirmeye çalıştı. Hovsep Hayreni ise daha çok Dersim’in Ermeni tarihini anlattı, özellikle Dersim’in eski dönemdeki gibi özerk bir bölge olması ve öyle kalması arzusunu dile getirdi. Recep Maraşlı ise geçmişte Dersim’de de haksızlıkların yapıldığını örneklerle anlatmaya çalıştı. Mihran Dabağ ise öze dönüş için yapılanların çok anlamlı olduğunu dile getirirken, geçmişte Diyarbakır’da yaşadığı haksızlıkları dile getirdi. Sanatçı arkadaşların müzik dinletisinden sonra program planlandığı gibi saat 23.00’te bitirildi. Geceye katılanlar arasında dikkati çeken durum, Amerika, Kanada, İsveç ve Fransa’dan katılımın olmasıydı. Almanya’daki Dersimli Ermeni’lerin katılımı maalesef yeterli değildi, katılanların ise ilgisi bayağı yüksekti. Sonuç itibarı ile derneğimiz hedefine ulaşmıştı, tüm Avrupa’da Dersimli Ermeni’lerin sorunları dillendirilmiş oldu. Dersim Ermenileri İnanç ve Sosyal Yardımlaşma Derneği Başkanı Mihran Pırgiç Gültekin / Akunq.net kızılbaş - sayfa 35- sayı 19 - ekim 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 HEMŞİN VE HEMŞİNLİ ERMENİLER, 1914-1921 YILLARINDA HEMŞİNLİLER, PONTUS VE ERMENİSTAN meniydi. 1914-1921 YILLARINDA HEMŞİNLİLER, PONTUS VE ERMENİSTAN Ermeni ve Ortadoğu Tarihi profesörü, California 1914–1921 yılları arasındaki dönem, Pontus’un Çoruh Nehri vadisinden Trabzon, Gümüşhane ve Samsun şehirlerine kadar olan bölgede ikamet eden Hemşinli Ermeniler için büyük önem taşımıştır. Hemşin nüfusu birkaç kuşak önce İslamlaştırılmış olmasına rağmen, Hıristiyan Hemşinlilerin çoğu dinlerini koruyup öz vatanları olan Hemşin yaylaları ve Kara-Dere’den (Sürmene çevresinde) Batıya göç edip Trabzon, Ordu ve Çarşamba bölgelerinde çok sayıda köyler kurmuşlardı. Birinci Dünya Savaşı kisvesi altında gerçekleştirilmiş olan 1915 Soykırımı esnasında Müslüman Hemşinliler tehcir ve katliamlara maruz kalmamışken Hıristiyan Hemşinliler Osmanlı İmparatorluğu’ndaki tüm Ermenilerin kaderini paylaşmışlardır. Bazı bölgelerde Müslüman Hemşinli önderler Hıristiyan Hemşinlilere destek vermeye kalkmış ve bazı verilere göre Ermeni fedailere katılıp Türk silahlı kuvvetlerine karşı koymayı denemişlerdir. Osmanlı İmparatorluğu, Birinci Dünya Savaşı’nda mağlup olup, Jön Türkler Ekim 1918’de yurt dışına kaçtıklarında Pontus bölgesi ve bölgenin son derece karmaşık etnik-dini nüfusunun geleceğiyle ilgili ciddi sorunlar ortaya çıkmıştır. Prof. Riçard G. Hovhannisyan Samsun’da 10 000 olmak üzere yaklaşık 60 000 Hemşinli ve Hemşinli olmayan Hıristiyan Ermeni yaşamaktaydı. Hemşinlilerin dili ve gelenekleri, genelde insanların zorlukla geçindikleri taşrada korunmuştu. Her bir köyde küçük bir kilise veya şapel olmasına rağmen IX. yy. sonlarına kadar okulları bulunmamaktaydı. Trabzon Vilayeti ve Canik Sancağı Ermeni nüfusun sadece bir kısmının Hemşinli olduğu sahil şehirleri, daha müreffeh ve gelişmiş durumdaydı. Trabzon’daki ilk Ermeni Okulu IX. yy. başlarında açılırken ilk gazete 1850 yıllarında yayınlanmıştır. Bölgede Ermeni Katolik ve Protestan cemaatler de meydana gelmiş ve Ermeni Apostolik kilisesi ile ciddi çatışmalar yaşanmıştır. Karadeniz kıyı bölgesi, Lazistan’dan Tireboli (Tirebolu) ve iç kısımlara, Dıbebelik ve Gümüşhane’ye kadar olan bölge 1864 yılından itibaren idari açıdan Trabzon Vilayeti’ne bağlanmıştı. Batı kıyıları ise, merkezi Samsun liman şehri ile Canik Sancağı olarak belirlenmişti. Bu uzun ve dar koridor bünyesinde XX. yy. başlarında Trabzon ve çevresinde 15 000, Gümüşhane’de 2 500, Tirebolu’da 800, Giresun’da 1 500, Ordu’da 5 000, Ünye’de 2 000, Ermeniler, bölgenin ekonomik hayatında önemli bir rol oynamaktaydı. Trabzon’un tüm ticaret ve zanaat kolları Ermenilerin elinde bulunmakta Samsun’daki tütün ve un üretimi ise Ermenilerin tekelinde sayılırdı. Trabzon ve Samsun, Ermeni sancaklarından Bitlis, Van, Erzurum, Amasya, Tokat ve Sivas ile İran’a giden ve gelen kervanların limanları olduklarından dolayı buradaki aracılar, bankerler ve yabancı şirketlerin tercümanları da Er- XIX. yy.da birbirini takip eden reform ve baskılar dönemi, 1890’larda zirveye ulaştı. II. Abdülhamit, 1878 San Stefano ve Berlin antlaşmalarına istinaden hükümeti güçlendirecek ve imparatorluğu kurtaracak reformları uygulamak yerine kandırmacaya ve katliamlara başvurdu. Bu durum, Osmanlı İmparatorluğu’nda kökten sosyoekonomik ve siyasi değişimler gerçekleştirebilmek amacı güden ve özellikle de Ermeni halkının ferdi ve toplu gelişmesini gerçekleştirebilmeyi amaç edinen Hınçak partisi (1887) ve Ermeni Devrimci Federasyonu (1890) gibi, Ermeni savunma birliklerinin kurulmasına yol açtı. 1894 yılındaki Sasun katliamlarından sonra Sultan Abdülhamit, Avrupa devletlerinin baskıları sonucunda reformları ilan etti diğer taraftan da Ermenilere bir ders vermek istedi. Reform programının kabulünün Avrupalılara ilan edilmesiyle eşzamanlı olarak, Ekim 1895’te Trabzon’da katliamlar başlayıp sonraki haftalar ve aylarda kıyı boyunca Rize’den Sasun’a ve Ermeni Yüksek Platosu’na kadar Ermenilerin yaşadığı yüzlerce köy ve kente ulaştı. Her yerde Ermenilere saldırılıyor, erkekler öldürülüp, kuruluşlar talan edilip, dükkânlar ateşe verilerek Ermeniler sefalete terk ediliyordu. Trabzon’daki Britanya konsolosunun raporu, 8 Ekim 1895’te boru sesi ile başlamış olan vahşetleri anlatmaktadır. “Sokaklarda yürüyen habersiz insanlar kurşunlandı. Dükkânlarının kapısında oturan erkekler başlarına veya kalplerine yöneltilen kurşunlarla anında yere devrildi… Bazılarını öldürene kadar bıçakladılar… Bu korkunç, insanlıkdışı katliam kesintisiz beş saat sürdü… Daha sonra ateş sesleri sustu ve yağma başladı. Çarşıdaki, Ermenilere ait tüm mağazalar yakıldı, bu alçak ve hunharca savaşın galipleri ise elde ettikleri ganimetle seviniyorlardı. Kumaş ve pamuk balyaları ve her çe- kızılbaş - sayfa 36 - sayı 19 - ekim 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 şit mal, hiçbir engellemeyle karşılaşmadan, saatler boyunca talancıların evlerine naklediliyordu. Amaçlarının, mümkün olduğu kadar çok Ermeniyi iflas ettirip bu şehirden kaçırmak olduğu apaçıktı. Görüldüğü gibi, polis ve askerler açıkça bu vahşete destek vermekteydi ve silahlı insanların arasına karışarak, onları durdurmak için en ufak bir harekette bulunmadıklarını görüyorduk”. Birinci Dünya Savaşı Bu darbeye rağmen Hemşinliler, “Hürriyet, eşitlik, adalet” sloganlı 1908 Jön Türk devrimi sonucunda yeni bir iyimserlik dönemine girip eğitim, siyaset ve kültür hayatını tekrar faaliyete geçirdiler, fakat bu durum uzun sürmedi. Kısa zamanda devrim başarısız olup İttihad ve Terakki Komitesi’nin aşırı şovenist kanadı 1913 başlarında iktidarı ele geçirdi. Ardından, 1914 Şubatında Rusya, Büyük Britanya ve Fransa’nın da desteğiyle, Osmanlı hükümetine son bir reform planı kabul ettirdi. Bu reform planının önemli noktalarından biri, gerekli değişimleri uygulayabilmek amacıyla, Avrupalı denetçiler kontrolünde iki büyük Ermeni eyaleti oluşturmaktı. Bu karara göre Trabzon Vilayeti, Sivas ve Erzurum vilayetleriyle birleşip iki Ermeni eyaletlerinden birini oluşturacak, böylelikle Pontus ile Ermeni Yüksek Platosu arasındaki bağ sağlanacaktı. İkinci eyalet Harput, Diyarbakır, Bitlis ve Van vilayetlerden oluşacaktı. Lâkin 1914 yazında Birinci Dünya Savaşı’nın başlaması ve Osmanlı İmparatorluğu’nun birkaç ay sonra Alman İmparatorluğu’nun müttefiki olarak savaşa katılmasıyla, Osmanlı İmparatorluğu’nda Ermenilerin can ve mal güvenliğini sağlayacak olan meşru reformların son ümitleri de boşa çıktı. Enver, Talat ve Cemal paşaların yönetimindeki Jön Türk hükümeti reform projesini iptal ettiğini ilan ederek Ermeni sorununu Ermeni nüfusun imhası sayesinde çözmeye karar verdi. Nisan 1915’te, silah saklamak gerekçesiyle Trabzon’da Ermeni toplumunun önde gelenleri tutuklandı. Ardından, 11 Haziran’da, kırktan fazla Ermeni yönetici yargılama gerekçesiyle Samsun’a gönderilip yolda katledildi. İki hafta sonra, 26 Haziran’da hükümet, Trab- zonlu Ermenilerin tehcir edilmesiyle ilgili resmi kararı ilân etti. Bu kararı değiştirme veya hiç değilse uygulamayı ertelemeyle ilgili tüm başvuru ve ricalar sonuçsuz kaldı. Pontus’un yıkımı başlamıştı. İtalyan konsolosu Gorini, emirlerin merkezi hükümetten geldiğini ve bu durumun birçok kereler teyit edildiğini yazmaktadır. “Konsolosluk müdahale edip hiç değilse kadın ve çocukları kurtarabilmeyi denemekteydi. Bazı tavizler elde etmemize rağmen bunlarda hiç biri uygulanmadı, çünkü İttihad ve Terakki Komitesi şubesi müdahale etmekte ve İstanbul’dan yeni emiler gelmekteydi”. 1 Temmuz’da ile kervan şehirden çıktı, bunu 3 ve 5 Temmuz’da ikinci ve üçüncü kervanlar takip etti. Temmuz sonlarında Tranzon’dan tehcir edilmiş Ermenilerin sayısı 10 000’e ulaşmıştı. Bahtsızların bir kısmı gemilere yüklenip denizde boğduruldu, büyük kısmı ise yaya olarak dağlardan Gümüşhane’ye doğru yön aldı. Dağlara sığınabilen erkeklerin küçük bir grubu haricinde, Trabzon Vilayeti ve Canik Sancağı’ndaki Ermenilerle meskûn tüm şehir ve köylerdeki insanlar aynı kaderi paylaştı. Tehcire maruz kalan Ermenilerin sefil görüntüleri İtalyan konsolosu Gorini üzerinde silinmez bir izlenim bırakmıştı, “Ne yiyor ne içiyordum, sinir gerginliği ve tiksintiden muzdariptim. Bu savunmasız ve suçsuz insanların kitlesel imhasını görmenin ıstırabı çok korkunçtu. Ermeni sürgünlerin grupları konsolosluğun kapısı ve pencereleri yakınından geçerken yardım diliyorlar fakat ne ben, ne de başkası bir şey yapamıyorduk. Şehir ablukadaydı. 15 bin kişilik tam teçhizatlı ve silahlı ordu, binlerce polis ajanı, çeteler ve İttihad ve Terakki komitesi üyeleri her şeyi kontrol altına almışlardı. Acı ve gözyaşları, intiharlar ve korkudan ani ölümler, birden çıldıranlar, yangınlar, kurbanların kurşunlanmaları, evler ve bahçelerin vahşice aranmaları, tehcir yolunda her gün yüzlerce ceset, zorla İslamlaştırılmış veya diğerleri gibi tehcire maruz kalmış genç kadınlar, ailelerinden veya Hıristiyan okullarından zorla koparılmış ve Müslüman ailelere teslim edilmiş veya yalınayak ve bir tek gömlekle yüzlercesi gemilere yüklenip Karadeniz’de yahut Değirmen Dere’ye boğdurulmaya götürülen çocuklar… İşte, Tranon’daki benim son ve silinmez hatıralarım bunlardır. Bir ay geçtikten sonra dahi ruhumun ızdırap çektiği ve çıldırdığımı zannettiğim hatıralar bunlardır”. Antant Devletleri’nin (Rusya, Büyük Britanya ve Fransa) gizli anlaşması, Osmanlı İmparatorluğu’nun gelecekteki kaderiyle ilgili olarak Ermeni Yüksek Platosu’nun doğu kısmı ve Trabzon Vilayeti’nin büyük kısmının Rusya’ya bağlanmasını öngörmekteydi. 1916 baharında Rus ordularının bu bölgelere sarkması Van, Muş, Erzurum ve Erzincan’ın fethiyle sonuçlandı. Aynı zamanda, Nisan ayında General Leakhov’un birlikleri Rize, Sürmene, Of ve Trabzon’a girdi. Bunun sonucunda Ermeni fedailer dağlardan inip Müslüman evlerinden çok sayıda Ermeni kadın ve çocukları toplayabildiler. Bu çalışmalara Rusya ve Kafkasya’daki Ermeni hayırsever kuruluşları destek vermekteydi. Kurtarılanlar Batum ve Soçi arasında veya Kırım Yarımadası’ndaki liman şehirlerine götürülüyorlardı. Bu süre zarfında bazı Hemşinli önderler Ermeni kökenlerine dönme konusunda ilgi göstermekteydi ve bu bölge Rusya etkisi altında kalmış olduğu takdirde büyük bir ihtimalle Hemşinliler tekrar Hıristiyan Hemşinlilere dönüşürlerdi. 1917 yılı Rus devrimi ve bunun neticesinde Rus ordularının Kaf kas cephesini terk etmesiyle durum aniden değişti. Tiflis’teki, Güney Kaf kasya Komiserliği ve Seym’in, Trabzon ve Lazistan cepheleri ile ele geçirilmiş Erzurum, Bitlis ve Van bölegelerini elde tutma teşebbüsleri başarısız oldu. Rus ordusunun terk ettiği yolları tutmaya çalışan az sayıdaki Gürcü ve Ermeni güçleri Türk silahlı kuvvetleri ile eşit değildi. 1918 yılı Şubat sonunda Sovyet Rusya, Almanya ve müttefikleri ile barış görüşmeleri yaparken Türk ordusu Trabzon’u yeniden ele geçirdi. Daha sonra Sovnarkom (Sovyet Halk Komiserliği) 3 Mart 1918 Brest-Litovsk antlaşmasına göre Kars, Ardahan ve Batum ile birlikte tüm Batı Ermenistan’ı kızılbaş - sayfa 37 - sayı 19 - ekim 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Osmanlı İmparatorluğu’na teslim etti. Türk ordusu Batum’a ulaşırken, diğer birlikler tüm Batı Ermenistan’ı işgal edip Kars Vilayetine ve Tiflis ile Yerevan vilayetlerinin batı bölgelerine girdiler. Türk hükümeti, ancak Ermenilerin bu kayıpları sonucunda, Mayıs 1918’de Erivan çevresinde oluşturulmuş küçük Ermenistan Cumhuriyeti’ni tanımaya razı oldu. Bu kırılgan devlet, Osmanlı ve Alman imparatorluklarının Antant güçlerine yenilmesi sonucu biraz nefes alana kadar son derece güvensiz şartlar altında varlığını korudu. Osmanlı orduları Transkafkasya’dan çekildiklerinde tüm Yerevan Vilayeti ve Kars Bölgesi’nin büyük bir bölümü Ermenistan Cumhuriyeti’ne dahil oldu. Ermenistan Cumhuriyeti ve Pontus Müttefik güçlerin Birinci Dünya Savaşında elde ettiği galibiyet Ermeni halkı için yeni ufuklar açmıştı. İttifak devletleri yöneticileri, Ermeni halkının yeniden yapılanması ve yeniden hayat bulmasıyla ilgili vaatler ve Ermenilerin artık hiç bir zaman Türklerin zorbalıklarına maruz kalmayacaklarına dair garantiler vermişlerdi. Dünyadaki tüm Ermeniler, müttefiklerin açıklamalarının Ermeniler için bağımsız veya özerk devlet kurma ve Batı Ermenistan’ın altı vilayetleri olan Van, Bitlis, Diyarbarkır, Erzurum, Harput ve Sivas’ın, hatta belki de Kilikya’nın, Akdeniz limanlarıyla birlikte, birleştirileceğine yol açtığına inandılar. Erivan yönetimi, Avetis Aharonyan’ı Paris Barış Zirvesi’ne Ermeni taleplerini sunmaya göndermeye hazırlanırken Ermenistan Konseyi bu talepleri, Karadenize çıkışı olan bir Doğu Ermenistan (Rusya Ermenistanı) ve Batı Ermenistan (Türkiye Ermenistanı) olarak formüle etti. Pontus bölgesinde Ermenilerin azınlık olmalarına rağmen, bu bölgenin de yeni Ermenistan Cumhuriyeti’ne eklenmesi ekonomik açıdan gerekliydi. Gürcistan Cumhuriyeti, Ermeni taleplerine karşı çıkıp, Trabzon vilayetinin doğu kısmı olan Lazistan’da zorla İslamlaştırılmış Gürcülerin ikamet ettiğini ve onların anayurtlarıyla birleşme gerekliliğini açıkladı. Ermenilerden daha çok sayıda olan Pontus Yunanlıları’nın büyük bir kısmının Ermeni devletine tabi olmak istememeleri daha ciddi bir itiraz idi. Liderleri başepiskopos Krizantos, Paris Barış Zirvesi’ne başvurarak, ayrı bir Yevksin Pontus devleti oluşturulma ricasında bulundu. Fakat gerçekte oradaki nüfusun çoğunluğu ne Hıristiyan Ermeniler, ne de Yunanlılar olup, -her ne kadar Laz, Hemşinli, Türk, Kürt ve diğerleri gibi etnik-dil gruplarına bölünmüş olsalar da- Müslümanlardı. Ermenistan temsilcisi Avetis Aharonyan ve Batı Ermenilerini temsil eden Poğos Nubar Şubat 1919’da Paris’te müttefik devletleri yöneticileri nezdinde bulunduklarında, Baltık Denizi’ne açılan Danzig Boğazı’nın yeni Polonya devletine verildiği gibi Ermenistan’a da Trabzon’un verilmesini talep ettiler. Yunanistan başbakanı Elefterios Venizelos’un, Yunanistan’ın Trabzon hakkında hiçbir talebi olmadığına dair açıklamaları ve böylelikle Ermenistan’ın ekonomik gelişmesini bu topraklar üzerinden sağlamasını kabul etmesi, Ermeni temsilcilerini teşvik etmişti. Venizelos, Ermenilerin Pontus bölgesine mümkün olan en geniş çaplı özerklik verecekleri vaatleriyle yetinmekteydi. Poğos Nubar’ın telkiniyle Avetis Aharonyan’ın, Kilikya Bölgesini de birleştirmekle ilgili Ermeni taleplerini genişletmeye razı olması günümüz bakış açısından gerçek dışı gibi görünüyor olsa dahi, aslında bu rüyanın Amerika ve Britanya’nın gizli barış ön planlarına uyduğunu belirtmek gerekir. Osmanlı İmparatorluğu’yla barış antlaşması imzalaması konusunda danışmanlık sorumluluğu, dışişleri bakanı Lord G.N. Curson yönetimindeki Britanya hükümeti Doğu İşleri Komitesi’ne verilmişti. Komite, Küçük Asya’da bir Türk Devleti’nin kurulması fikrine taraftar olmakla birlikte, bu devletin sınırlarının Karadeniz Samsun’dan Akdeniz Selevkia’ya (Silif ke) kadar uzanan çizginin doğusuna yayılmamasını önermekteydi. Giresun-Sıvas-Mersin çizgisinin doğusuna düşen ve karışık nüfusa sahip bölgeler ayrılarak, tarihi ismi olan Ermenistan olarak anılmalıydı. Ermeni Devleti’nin Batı sınırının Trabzon ve Tirebolu arasında Karadeniz’e çıkışının olması öngö- rülmekteydi. Memorandum’a eklenen haritada Ermenistan Ordu’dan Toros Dağları üzerindenAkdeniz’in Kilikya kıyılarına kadar uzanmaktaydı. Daha sonra, Doğu Komitesi, Trabzon, Batum, Poti ve hatta Bakü’nün serbest liman bölgelerine dönüştürülmesini önerdi. Paris Barış Zirvesi’nin, Amerikan heyeti Batı Asya Dairesi de Ermenistan’ı, doğu sınırı Transtoros Dağları olacak olan, gelecekteki Türk devletinden ayırmayı tavsiye etmekteydi. Profesör William Westerman’ın yönettiği bu daire, Ermenistan’ın Transkafkasya bölgelerinin de Osmanlı İmparatorluğu Ermeni vilayetlerine birleştirilmesi gerektiğini belirtmekteydi. Bu yeni devletin Batı ve Güney sınırları zaten doğa tarafından Transtoros ve Toros Sıradağları sayesinde belirlenmişti. Böylelikle Ermenistan, Kilikya’dan Trabzon çevresine, Kars, Ahıska, Ahalkelek ve Yerevan’a kadar uzanmaktaydı. Korkunç katliamlar ve tehcir ile Ermenilere yönelik tarihi adaletsizlik ortamında, bu durumda kendi kaderini kendi belirlenme hakkının liberal yorumlanması gerektiği kaydedildi. Ermenistan, Milletler Cemiyeti tarafından mandaya sahip bir ülke himayesi altına alınacaktı. Daha sonra, Amerikan King Crane Komisyonu 1919 yazında İstanbul, Kilikya ve Sürye-Lübnan-Filistin’i ziyaret ettikten sonra, Ermenilerin aşırı taleplerinin çoğunluk ilkesini ihlâl ettiği hakkındaki kaygılarını açıkladı. Komisyon, Ermenilerin kendi çıkarları uğruna, devletlerinin, Rusya Ermenistanı ve Rus ordularının 1916 yılında işgal ettiği Doğu Vilayetleri ile yetinmesini önerdi. Bu durum, bu denli küçük bir Ermeni Devleti’nin dahi Hemşinlilerin bölgesini, Trabzon şehri ve limanına kadar içereceği anlamına gelmekteydi. Müttefiklerin çekilmesi Ermenistan’ın geleceğine ilişkin bütün bu programların gerçekleşmesi ve denize çıkış müttefiklerin, o topraklardan Türk silahlı kuvvetlerini çıkarma kararlılığı ve kabiliyetine bağlıydı. Daha önemlisi ise, Birinci Dünya Savaşından sonra Türk yöneticilerini kaplamış olan kadercilik ve kötümser- kızılbaş - sayfa 38 - sayı 19 - ekim 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 lik, yerini savaşkan lider Mustafa Kemal Paşa’nın, Türk halkına yeni ilham verdiği yeni hayata bırakmıştı. O, irade ve kurnazlığıyla Ermeniler ve Yunanlılara toprak tavizlerini engelleyen bir direniş teşkil etmeye muvaffak oldu. 1919 yazında Erzurum ve Sivas Müslüman önde gelenlerinin toplantısında Kemal, Türk devletinin doğal sınırlarının tüm Doğu Vilayetleri’ni ve Trabzon’u içerdiğini iddia etmekteydi. Türk milliyetçileri, müttefik devletlerin Türk vatanlarıyla ilgili tüm parçalama teşebbüslerini reddetmekteydi. Müttefik Devletler arasındaki gergin rekabet ve Kemalist hareketine darbe vurmak için silahlı güçler gönderme isteksizliği 1919 yılında Ermeni Sorunu’nda geri adım atılmasına yol açtı. Doğu vilayetlerinde Türk ordusunu silahsızlandırmak ve katliamlardan kurtulmuş göçmenleri vatanlarına geri getirmak için Ermeniler tarafından müttefiklere yapılan tüm başvurular olumsuz sonuçlandı. Dahası, ABD’nin Ermeni mandasını kabul etmediği ve Türkiye ile barış antlaşması hazırlanmasına katılmak istemediği belli oldu. Amerikalılar Avrupa’ya sırtlarını çevirip “mutlu izolasyon” dönemine girdiler. Başkan Woodrow Wilson, Amerikan Kongresi’ni Ermeni mandasını kabul etme veya hiç değilse Almanya ile Versail antlaşmasını tasdik etme konusunda ikna edemedi. Versail antlaşması, 1919 Haziran’da imzalanıp eski sömürge ülkeleri – yeni devletlere yönelik gelişmiş devletler tarafından himaye veya mandaları tasdik eden Milletler Cemiyeti konvensiyonunu içermekteydi. İngiliz, Fransız ve İtalyan liderleri, ABD’nin katılımından yoksun olarak hem İstanbul’daki resmi Türk hükümetini, hem de Angora’daki (Ankara) muhalif Kemalist hükümetini rahatlatmaya yönelik bir politika benimsediler. Türkleri Konstantnopolis’ten (İstanbul) ve kalan Avrupa topraklardan çıkarmayla ilgili ilk düşüncelerinden vazgeçip, Kilikya bölgesinin de Türk hâkimiyeti altında kalmasını kabul ettiler. Ermenistan sınırlarının da küçültülüp Transkafkasya’da var olan Ermeni devleti toprakları ve Türkiye Ermenistanı’nın eski vilayetlerinin doğu kısmını içine alması kararlaştırıldı. 1920 yılı başlarında İngiltere Dı- şişleri bakanı Curson’un sözlerine göre Ermenistan’ın kompakt olacağı ve sorunun, bu devletin büyük veya küçük olmasıydı. Şubat 1920 Londra görüşmelerinde Curson, Akdeniz’e çıkacak olan Büyük Ermenistan fikrinin artık olanaksız olduğunu kabul etti. Şimdi artık, Erzurum kale-şehrinin ve Trabzon limanının Ermenistan’a ait olup olmaması gerekliliği tartışılmaktaydı. Bölge nüfusunun büyük bir kısmının Gürcü Müslümanlardan oluşmuş olmasına rağmen Lazistan üzerinden denize çıkış elde etmesi için bu liman Ermenistan’a verilecekti. Batum da serbest liman olarak öngörülmekteydi. Fransa dışişleri bakanı Phillipe Berteleau Ermenistan’ın İşviçre’den örnek alıp Karadeniz limanlarını kullanmak için demiryolu bağlantısı ve ticari ayrıcalıklardan faydalanmasını önerdi. İngiltere hükümeti iç yazışmalarından anlaşıldığı üzere Dışişleri bakanlığı, Trabzon’un Ermenistan’a bağlanması fikrine sıcak bakmaktaydı. V.S.Child, bu hususu, “Trabzon’u içeren Ermenistan kompakt, komple ve bağımsız bir ekonomik birim olur ve sempatilerini bize yöneltir. Bu durum, devlet için gelişen bir gelir kaynağı olur, milli bilincin güçlenmesine yardımcı olup Batum veya başka bir yabancı limanla ilgili anlaşma hakkı sağlayamaz… Trabzon üzerinden deniz çıkışla ilgili Ermenistan’ın ne etnik, ne de tarihi bir talebi yoktur ve bu bölgenin eklenmesi sadece ekonomik fayda sağlamaya yöneliktir. Fakat bu faydanın büyük olduğuna eminim ve Trabzon gibi bir şehre sahip olmanın (Trabzon, coğrafi açıdan Ermenistan’ın doğal limanıdır), bu devletin istikrarı, birliği ve gelişimi için her hangi bir bölgeye sahip olmaktan daha fazla fayda sağlayacağına eminim” olarak açıklamaktaydı. Bu ve diğer sorunların incelenmesi ve bu konuda önerilerin sunulması için Londra Konferansı, “Ermenistan Komisyonu”nu kurdu. Aharonyan, Nubar ve diğer ilgili taraflarla görüşmeler ve mülâkatlardan sonra komisyon, Şubat sonunda önerilerini sundu. Trabzon’u Ermenistan toprakları dâhilinde görmek her ne kadar arzu edilen bir durum ise de, Ermeniler, tüm bölgelere tekrar yerleşmelerine imkân vermeyecek bir şekilde imha edilmiş olduklarından dolayı benzer bir çözüm gerçeklerle bağdaşmamaktadır. Trabzon’un Ermenistan’a bağlanması stratejik açıdan Ermeni Yüksek Platosu’nu elde tutmaya ve savunmasını sağlamaya yardımcı olabilirdi, fakat siyasi ve etnik açıdan bunun gerçekleştirmek imkânsızdı. Ermenistan’a verilecek olan bölgenin, Ermenilerin kısa bir süre içinde burada çoğunluğu sağlayabilmeleri açısından küçük olmalıydı. Türklere kalan toprakların Trabzon ve Tirebolu arasında kalan kısmı güvenlik açısından silahlardan arındırılmış olmalı ve Trabzon’daki tüm istihkâmların ortadan kaldırılması gerekmekteydi. Böylece, Ermenistan sınırı Trabzon ve Erzurum vilayetleri sınırındaki Pontus Dağları’ndan güneye, Bayburt, Muş, Sasun, Bitlis ve Van’a uzanacaktı. Ermenistan’ın, denize çıkış talebi Çoruh Nehri vadisinden, Kars-Ardahan-Artvin çizgisi üzerinden demiryolu veya karayolu inşa etmekle sağlanacaktı. Batum ise uluslar arası serbest bölge olacaktı. Lazistan’ın da özerk bölge olarak Ermenistan’a bağlanması ihtimal dâhilindeydi. Lazların, Gürcüleri sevmediği ve mümkün olduğu kadar hür olmayı yeğledikleri belirtilmekteydi. Benzer bir çözüm Ermenistan’a Bayburt, Rize ve Of‘taki küçük limanlara giden yollardan faydalanma imkânı vermekteydi. Tüm bunlara ek olarak Ermenistan, Erzurum veBayburt’tan Trabzon’a özel transit imtiyazlarından faydalanıp bu liman üzerinden ihracat ve ithalat için garanti altına alınmış transit hakkı elde edebilirdi. Amerikan etkeni ABD, barış sürecinden geri çekilmesine rağmen, Ermeni yanlısı lobinin baskıları altında Avrupalı müttefiklerinden yeni kurulan Ermeni Devletine karşı mümkün olduğu kadar eliaçık olmalarını talep etmekteydi. Mart 1920’de, Senato, Versail antlaşmasını onaylamayı ikinci defa reddettiğinde, dışişleri bakanı Banebridge Colby, Ermeni halkının meşru taleplerini tanıma “özellikle de Ermenistan’a serbest ve engelsiz denize çıkış imkânı verme” çağrısı yaptı. Sadece Lazistan’la ilgili verilen özel hakların Ermenistan’a benzer bir çıkış sağlayamayacağını belirtmekteydi. Trabzon’un, her zaman için kızılbaş - sayfa 39 - sayı 19 - ekim 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Ermenistan’dan geçen yolların çıkış noktası olmuş olduğunu ve başbakan Venizelos’un Pontus Yunanlıları adına bu şehrin Türkiye’den ziyade Ermenistan’a birleşmesinden yana olduğunu hesaba katarak, Birleşik Devletler’in, Avrupalı müttefiklerinden Trabzon’u Ermenistan’a vermeleri konusunda ısrar etmekte olduğunu belirtmekteydi. Nisan 1920’de, İtalyan San Remo tatil beldesinde müttefikler görüşmelerine devam ederken Washington’a, bağımsız Ermeni Devleti kurma yönündeki duygularına katıldıklarını ve Ermenistan’a ihtiyaçları ve ileri dönemlerdeki gelişmesine gerekli olan talep edilen bölgeleri vermek arzusunda olduklarını, fakat Birleşik Devletler’in, Türk ordularını uzaklaştırma konusunda yardım edemeyip Ermenistan’ın güvenliğini sağlayamadığından dolayı, yeni kurulan Ermenistan Devleti’nin çok büyük bölgelere sahip olmasının elverişli olmadığını bildirdiler. Ermenilere azami olarak Batum üzerinden, ayrıca Lazistan’ı (Trabzon’un doğusu) Ermenistan’a bağlayarak ve Trabzon limanında transit hakları ve imtiyazlara sahip olma sayesinde denize çıkış verilebilirdi. Müttefiklerin San Remo görüşmeleri esnasında Britanya dışişleri ve savaş bakanlıkları arasında önemli görüş ayrılıkları ortaya çıktı. Lord Curson Erzurum’u Ermenistan’a verme taraftarıydı, savaş bakanı Winston Churchill ise buna karşıydı. Erzurum’u veya Trabzon’u Ermenistan’a vermenin doğurabileceği sonuçların sorumluluğundan kurtulmak için başbakan Lloyd George kurnazca bir manevra yaparak 24 Nisan 1920 tarihinde, dört doğu vilayetleri olan Trabzon, Erzurum, Bitlis ve Van’da Ermenistan’ın sınırlarını belirleme konusunda ABD başkanı Wilson’a, hakem rolünü üstlenmesi ricasıyla başvurdu. Osmanlı İmparatorluğu’yla gelecekte yapılacak barış anlaşmasında ABD’nin bu dört vilayetlerde önerdiği sınır düzenlemesini Türk Devleti önceden kabul etmeye mecbur oluyordu. Her ne kadar şaşılacak olsa da başkan Wilson 17 Mayıs’ta müttefiklerin bu davetini kabul etti. Dışişlerinin bu sorunu incelenmesi ve öneriler sunması için uzmanlardan oluşan bir grup hazırlanması için birkaç hafta gerekliydi. 10 Ağustos 1920’de, Sevr Antlaşması’nı imzalamak üzere Osmanlı hükümeti heyeti Paris’e davet edildi. Bu antlaşmanın 89. maddesi “Türkiye, Ermenistan ve antlaşmayı imzalayan tüm devletler, Amerika Birleşik Devletleri başkanının Türkiye ve Ermenistan arasında Erzurum, Trabzon, Van ve Bitlis vilayetlerinde sınırların belirlenmesi konusunda ve bu konudaki vereceği tüm kararlarını kabul etmekte, ayrıca, Ermenistan’ın denize çıkışını ve belirtilen sınırlara bileşik tüm Türk bölgelerinin silahlardan arındırılması konusundaki talimatlara uymayı kabul etmektedirler”. Bu esnada, William Westerman başkanlığındaki Amerikalı uzmanlar grubu başkanın verdiği görevi yerine getiriyordu ve 28 Eylül 1920’de (Sevr Antlaşması’nın imzalanmasından altı hafta sonra) dışişlerine raporunu sundu. Heyetin açıklamasında, önerilerin hazırlanmasında coğrafi, ekonomik ve demografik kriterlerin göz önüne alındığı belirtilmekteydi. Ermeniler için öngörülen bölge, talep edilenin yarısından da azdı, fakat son aylarda vuku bulan gelişmeler bu düzenlemeleri yapmayı zorunlu kılmıştı. Heyet, Ermenistan’ın denize çıkışıyla ilgili birkaç olanağı incelemeye almıştı. Çoruh Nehri vadisi üzerinden Batum’a giden yol sadece eski Rus İmparatorluğu bünyeside bulunmuş olan bölgeler için ticari yol niteliğindeydi, bu ise ülkenin içinde bulunduğu siyasi istikrarsızlık ortamında şüpheliydi. Batıda, Lazistan kıyıları boyunca iki küçük liman vardı, Of ve Rize, fakat buraların sert iklim şartları ve son derece kötü rıhtım olanakları yüzünden bazı aylar süresince taşımacılık duruyor, ayrıca ülke içlerine giden uygun yollar da yoktu. Başkan Wilson’un yaklaşımını göz önünde bulundurarak komisyon Ermenistan’a denize çıkış imkânı sağlamak için, ne şehirde ve ne de vilayette Ermenilerin etnik çoğunluğa sahip olmamalarına rağmen Trabzon’un Ermenilere verilmesi gerektiği sonucuna vardı. Ekonomik ihtiyaç kesin ve karar verici nitelikteydi. Trabzon limanından doğrudan Bayburt ve Erzurum’a giden kervan yolu boyunca demiryolu inşa etme konusundaki herhangi bir projenin aşılamaz zorluklarla karşılaşacağından dolayı, denizi Ermeni Platosu’na bağlayan tek yaşam yolu olarak Tireboli’ye (Tirebolu) kadar uzayan Kelkit Çayı vadisini Ermenistan’a bağlamak gerekmekteydi. Bu bölgelerle ilgili Türk ve Yunan talepleri ise “üç vilayetlerdeki Van, Bitlis ve Erzurum’daki Kürt, Türk ve Ermeni nüfusun çıkarlarına istinaden ikincil olarak kabul edilmeliydi”. Bu sebeple Trabzon ve Tireboli (Tirebolu) Ermenistan’ verilmeli ve Türk tarafında sınır bölgesi yaratma vasıtasıyla silahlardan arındırılmalıydı. Heyetin önerdiği sınırların son şekli Ermenistan’a Trabzon ve Erzurum vilayetlerinin (Erzurum şehri dâhil olmak üzere) büyük kısmını, ayrıca Van ve Bitlis vilayetlerinin üçte ikisini bırakmaktaydı. Ermenistan sınırı Tireboli (Tirebolu) ve Giresun arasında başlayarak Pontus Dağları üzerinden Gümüşhane’den batıya ve ŞebinKarahisar’dan doğuya düşen Kelkit Nehri’nin çıkış noktasına varmaktaydı. Böylelikle, Trabzon’un batısında bulunan Kelkit Çayı vadisi Ermenistan Cumhuriyeti bünyesinde bulunduğundan ve Trabzon ve Lazistan’ın diğer liman şehirleri sayesinde denize çıkışı sağlanmış olacağından dolayı Ermenistan için özel liman ve transit ayrıcalıkları yaratma konusunda bir çalışma yapmaya gerek kalmıyordu. Sonuç 1920 yılının Eylül sonunda rapor dışişleri bakanlığının eline geçmiş olmasına rağmen, başkan Wilson’un bu talimatları müttefiklere ulaştırması iki ay sürdü. Bu arada, müttefiklerin ne bu talimatları, ne de Sevr anlaşmasının farklı birçok bölümlerini gerçekleştirmeyecekleri belli olmuştu. Mustafa Kemal’in Sovyet Rusya’dan aldığı desteğin ve daha sonra, ortak emperyalist düşmanlara karşı sunulan Sovyet silah ve para yardımının tam da Trabzon ve Lazistan’ın küçük limanları üzerinden almış olduğu ise Ermeniler için acı bir alay niteliğindeydi. kızılbaş - sayfa 40 - sayı 19 - ekim 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 1920 yazında Bekir Sami Bey başkanlığındaki heyet, Sovnarkom’un (Sovyet Halk Komiserliği) desteğini almak ve antlaşma imzalamak amacıyla Moskova’ya geldi. Kaçak Gençtürklerden Enver ve Cemal paşaların yapmış olduğu ön çalışmalardan faydalanan Bekir Sami, 24 Ağustosta imzalanacak olan SovyetTürk antlaşması taslağı konusunda başarılı görüşmelerde bulundu Antlaşmanın ilk maddesi, iki taraftan herhangi birine baskı altında yapılacak hiçbir antlaşmayı veya dikte edilecek konuyu iki tarafın da tanımamasını öngörmekteydi. Rusya, özellikle Milli Ankara Hüküme ti’ni Türkiye’nin tek temsilcisi olarak tanımakta ve bu yönetim tarafından onaylanmamış tüm uluslar arası anlaşmaları, örneğin Sevr Antlaşması’nı, meşru kabul etmeyeceğini taahhüt etmekteydi. Taslak, Sovyet askeri ve mali yardımlarıyla ilgli gizli eklerle birlikte heyet üyesi Ali Kemal Bey vasıtasıyla Tuapse’den Lazistan’a gönderildi. Ali Kemal, Eylül ortalarında antlaşma şartlarını Ankara’da bulunan Mustafa Kemal’e telgrafla iletti ve var olan Ermenistan Cumhuriyeti’ne karşı Türk tarafından yapılacak askeri hareketlerin başlaması durumunda Rusya’nın müdahale etmeyeceği konusunda garanti verdi. Ancak bu iyi haberleri aldıktan sonra Kemal, General Kazım Karabekir komutanlığındaki on beşinci kolorduya, Sevr Antlaşması ve bu antlaşmanın taleplerine yönelik etkili bir cevap olarak, Kars’a girip Ermeni ordusunu kırma emri verdi. 1920 yılının Eylül sonunda Ekime kadar devam eden kısa süreli ErmeniTürk savaşı esnasında Avrupa’nın Ermeni yanlısı çevreleri müttefiklerin veya Yunan güçlerinin, Trabzon’a yönelen Türk güçlerin ileri hareketini durdurmak amacıyla denizden çıkarma yapılması için rica ediyorlardı. Benzer çağrılar Milletler Cemiyeti’nin salonlarında yankılanıp bazı Batı gazetelerinde de yer bulmalarına rağ- men herhangi bir fiili adım atılmadı ve yenilmiş Ermenistan hükümetine, bugün hukuk dışı olan Aleksandrapol Antlaşması’nı imzalayarak, yönetimi Sovyetlere teslim etme suretiyle elde kalanı kurtarmaktan başka çıkar yol kalmamıştı. Bu sayede, Osmanlı topraklarıyla ilgili tüm Ermeni talepleri ortadan kalkıyor ve Rusya Ermenistanı’nın da yarısı elden gitmiş oluyordu. Sovyet Askeri-Devrimci Komitesi, Ermenistan Cumhuriyeti’nin son hükümetiyle yaptığı anlaşmaya Yerevan’da ihanet ettiğinden, Sovyet Rusya’nın taahhütlerini yerine getirip Türk ordularını savaş öncesi mevzilerine dönmeye zorlayacağı ümidi de kısa zamanda söndü. Mustafa Kemal, müttefikleri ve Sovnarkom’u birbirine düşürüp, her bir taraftan kendi için azami yararlar sağlayarak muzaffer gidişatına devam etti. 1921 Mart ve Ekim aylarında Sovyetlerle imzalanan Moskova ve Kars antlaşmalarıyla Türk milliyetçilerinin başarıları zirveye ulaştı. Batıda, Ekim 1921’de Kilikya bölgesiyle ilgili olarak Fransa-Türkiye antlaşması imzalandı, 1923 Temmuzunda ise Lozan Antlaşması. Bu antlaşma Sevr Antlaşması’nı geçersiz kılmaktaydı. Ermeni Sorunu Lozan’da ayak- lar altına alındı, çünkü Lozan’da artık ne Ermenistan, ne de Ermeni kelimesi geçiyordu. Üç yıl süren Türk-Yunan çatışması ve İzmir şehrinin ateşe verilmesinin ardından, 1922 yılında toplumların karşılıklı takas edilmesi Hıristiyan Pontus’un yeniden dirilmesiyle ilgili tüm rüya ve projelere son noktasını koydu. Yunan toplumu zorla Yunanistan’a yerleştirildi, hayatta kalan Hemşinli Ermeni nüfus ise Karadeniz’in Doğu ve Kuzey kıyılarına geçerek Sovyet sisteminin ekonomik ve ideolojik baskısı altında benliğini ve yaşam şeklini tekrar canlandırmaya çalıştı. Diğer taraftan, Müslüman Hemşinliler, milli-dini kimliklerine geri dönme imkânından mahrum olarak, kendilerini devletin asimilasyon politikasının beklediği, Türk gerçekliğinin yeraltına geçtiler. Herne kadar Kemalist rejim Türkleştirme alanında genel olarak başarıya ulaşmışsa da Hemşinliler tamamen yok olmadılar ve günümüzde Kürt, Türkmen, Laz, Alevi ve diğer etnik grupların benlik sorunu gündemdeyken Hemşinlilerin Ermeni tarih-kültür, dil, hatta dini köklerine tekrar dönme ve araştırma imkânları yeni cazip ufuklar açmaktadır. Kaynak: http://www.network54.com/ Forum/677257/ kızılbaş - sayfa 41 - sayı 19 - ekim 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 12 EYLÜL’ÜN ORTAK VİCDAN ARAYIŞINDA BİR ERMENİ DEVRİMCİ: LEVON EKMEKÇİYAN 12 EYLÜL’ÜN ORTAK VİCDAN ARAYIŞINDA BİR ERMENİ DEVRİMCİ: LEVON EKMEKÇİYAN Birkaç yıl önce mahpusanede okuduğum “O Şafağın Atlıları-12 Eylül İdamları” adlı bir kitapta, 12 Eylül faşizmiyle, onun devamındaki süreçte gerçekleşen siyasi idamlar hakkında sunulan bilgilerde, idam edilenler arasında Ermenistan’ın Kurtuluşu İçin Ermeni Gizli Ordusu-ASALA üyesi Ermeni devrimci Levon Ekmekçiyan’ın da varolması gerekirken hiçbir yerde hatırlanmayışına duyduğum insani tepkiyle “UNUTULAN” ADAM(1) başlıklı bir makale yazmıştım. Makalemde sözkonusu kitap dışında SESSİZLİK(2) başlıklı bir başka yazıda, 12 Eylül rejiminin idam ettiği Ermeni devrimcinin ölümsüz anısını rencide eden, hakkında haksızca sarfedilen, yaralayıcı bulduğum ifadeleri de eleştirmiş ve kendilerini solcu olarak tanımlayan kesimlere yönelttiğim sitem dolu sözümde en ufak bir bilgi sahibi bile olmadıkları konular hakkında nasıl fikir sahibi olabildiklerine şaşırdığımı belirtmiştim. Bundan 30 yıl önce, 7.ağustos.1982 günü Ankara Esenboğa havaalanında ASALA tarafından yapılan askeri operasyonla ilgili, geniş kitlelere belki de ilk defa ulaştırılan önemli bilgiler içeren makalem sonrası değişik basın-yayın organlarında duyarlı birçok dürüst insan tarafından kaleme alınan çok değerli yazılar yayınlandı.(3) Tabu olarak kabul edilen konu ilk kez açıkça konuşuldu, tartışıldı, değişik websitelerin interaktif forumlarında birbirinden değişik görüşlere sahip her ulustan yüzlerce insan Ermeni devrimciye yapılan haksızlığı kınayan kısa yazılar yazdı, yorumlar yayınladı. Bunlardan en kayda değer olanları, bittabi onunla aynı dönem cezaevinde bulunmuş eski politik tutukluların ulaştırdığı değerli bilgiler ve çok insani, duygusal anılar da yer alıyordu. Tüm bunları ateşleyen ilk kıvılcım olma talihsizliğine sahip “O Şafağın Atlıları-12 Eylül İdam- Sarkis Hatspanian ları” adlı kitabı yayınlayan BELGE Yayıncılık’ın sahibi değerli aydın Ragıp Zarakolu’nun Evrensel gazetesinde yayınlanan(4) yazısında “12 Eylül idamlarından konuşulurken atlanan bir ismi, hepimizin bir ayıbı olarak anmak istiyorum: Levon Ekmekçiyan” sözleriyle neredeyse herkes adına özür dileyen bir ifadesinin varolması, “UNUTULAN” Ermeni devrimcinin sadece hatırlanmaya değil, aynı zamanda lâyık olduğu itibarının da iade edilmeye başlanmasının ilk adımı sayılırdı. Günlük yaşamın hemen her alanında, Ermeni’nin küfür olarak kullanıldığı ve soyumuza karşı düşmanlığın tahammül edilemez boyutlara vardırıldığı, toplumun tüm katmanlarında ırkçı-dinci fikirlerin yaygın olduğu «T.C.» koşullarını oldukça yakından tanıdığımızdan, Levon Ekmekçiyan’la ilgili kuşkusuz olumlu olarak adlandırılacak bu süreci, şaşkınlık ve memnuniyet karışımı bir yeterlilik duygusuyla karşılamıştık. Ne yazık ki bu duyguları lâyıkıyla yaşamamız oldukça kısa sürdü; Ermeni devrimcinin, özellikle toplumun ilerici, demokrat, aydın sayılan kesimlerince daha ilk günden hakettiği ilgiye 30 yıl geç kalınmış olsa da, en büyük usta tarih nezdinde lâyık olduğu itibarın iadesine doğru, belki biraz fazla ürkekçe ama emin adımlarla gidildiğinin şahidi oluyorken, O yeni bir “unutma”nın daha kurbanı oldu. Tarihe not düşmek için belirtmek gerektiğine inandığım utanç verici bu davranışta bulunanlar, ille de “tarih tekerrürden ibarettir” sözünü doğrularcasına, yıllar öncesinde olduğu gibi, bu kez de SOL gösterip, SAĞ vuran sözde “devrimci”lerdi. Tüm 78’li neslin mirasına sahiplenme iddiasındaki bu örgütlenmenin, 12 Eylül faşizminin barbarlığını topluma sunmak amacıyla, askeri darbenin 32.inci yıldönümünde açılacağını bildirdiği “Utanç Müzesi”nde fotoğrafları ve özgeçmişlerinin sergilenmesi planlanan devrimci mağdurlar içerisinde yer verilmeyen TEK ama TEK İNSAN, 12 Eylül faşizminin idam ettiği yiğit Ermeni Levon Ekmekçiyan’dı. Fakat ortada, kimilerinin sandığı gibi bir hafıza-i beşer sorunu yoktu, aksine yapılan çok bilinçli bir reddetmeydi ! UTANÇ verici bu duruşun sebebiyse (!), kendini devrimci adlandıran sözkonusu örgütün, Ermeni devrimci hakkında faşist cuntanın 30 yıl önce elinde avucundaki tüm olanakları seferber ederek aylarca uygulamaya koyduğu yalan makinesine dayanarak, binbir hile ve hıyanetle gerçekleştirmeye yeltendiği sahtekârca propagandayı kaynak olarak kabul etmesi, tek kelimeyle yani, kendi duruşunu düşmanı ilan ettiği faşist cuntanın alçakça yutturmacalarına endekslemesiydi. Değerli Fransız düşünürü Piere Teilhard de Chardin’in «Belirleyici olan, her za- kızılbaş - sayfa 42 - sayı 19 - ekim 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 man nereye bakıldığı değil nereden bakıldığıdır» sözünde özetlediği, Dersim İsyanı lideri Seyit Rıza’nın “Zulûmdür, günahtır, ayıptır !..” deyişine eşdeğer bu davranışı ben, büyük bir UTANÇ olarak niteliyorum. Elimdeki 2005 yılında TDK tarafından Ankara’da yayınlanmış Türkçe sözlüğün 2039.uncu sayfasında yeralan UTANÇ kelimesine istinaden «Utanma duygusu, hicap, utanç duymak, utanmak, utancından yere geçmek, çok utanmak, utancından yerin dibine girmek, istenilen biçimde ve nitelikte olmama karşısında üzüntü duymak, aşırı utanmak» diye yazıyor. «Utanç duygusu»nun karşılığındaysa pek kısaca, «İnsanın ruh dünyasında oluşan utanma duygusu» yazılıyor. Sözlüklerdeki anlamıyla «Onursuz sayılacak veya gülünç olacak bir duruma düşmekten üzüntü duymak, korkmak, mahçup olmak, sıkılmak, çekinmek» anlamlarını taşıyan UTANMA kelimesinden türeyen UTANÇ kavramının, sayılan tüm bu özelliklerinden bihaber, hem de Ankara’da, hem de kendini devrimci adlandıran bir kuruluş olabileceğinden haberim olduğunda, tarih 2012 Eylül’ünün ilk haftasını gösteriyordu. Adı DEVRİMCİ 78’LİLER FEDERASYONU olan bir kuruluş, 12.Eylül.1980 faşizminin 32.inci yıldönümünde Ankara’da bir “Utanç Müzesi” açılacağını duyuruyor ve orada “ONURUMUZDUR” başlığı altında faşist cunta rejimi tarafından idam edilen devrimcilerin fotoğraflarının bulunduğu ilanlarını, günümüz teknolojisinin sunduğu olanaklardan yararlanarak olabildiğince yayıyor, yaygınlaştırıyordu. Şahsımın da o kuruluşun adında geçen devrimci bir 78’li olması, hem de sözkonusu örgütün açmaya hazırlandığı UTANÇ MÜZESİ gibi yerinde bir çalışmanın manen destekleyicisi olmam mı beni doğrudan etkiledi bilmiyorum ama, bundan iki yıl önce okumuş olduğum kitaptaki üzücü “unutma” olayının olumsuz etkilerini halen taşıyor oluşumdan ileri gelen reflekslerim sayesinde, sözü edilen UTANÇ müzesinde, aynı rejimin başı tarafından meşhur “asmayalım da besleyelim mi ?” sözleriyle işaret ettiği Ermeni devrimci Levon Ekmekçiyan’ın da kısa biografisiyle, bir fotoğrafının bulunup-bulunmayacağını merak etmem, çok zaman olduğu gibi, bu sefer de «T.C.» solcu- larının sosyal-şoven tutumlarına rastlama bahtsızlığımla son buldu. Devrimci 78’liler Federasyonu tarafından kamuoyuna haftalardır 12.Eylül.1980 faşizminin 32.inci yıldönümünde Ankara’da açılacağını bildirdiği Utanç Müzesi’nde Levon Ekmekçiyan yoktu, olmayacak, anılmayacaktı !... Rahmetli adaşım ve soydaşım, değerli Sarkis Çerkezyan’ın daha 1960’lı yılların sonlarında haklı sitemine neden olan, kendisini devrimci adlandıranlarca «Türk Migros»’u benzerliğiyle yaratılan Türk Solu’nu pek yakından tanıdığım halde, kendi kendime “şimdi 68’lerde değiliz ama, 21.inci yüzyılda bulunuyoruz artık” gibi içimdeki BEN’i bile yanıltan bir düşüncenin etkisiyle, hemen bu kuruluşla ilgisi olan bazı dostlarla ilişki kurarak, «Levon Ekmekçiyan idam edilişinden 30 yıl sonra, bir kere daha mı “unutuluyor” acaba, durumla ilgili gerekli kişileri uyarın da, Ermeni devrimcinin anısına karşı bir ayıpta bulunmasınlar sakın !» diye insani kaygımı bildirdim. Birkaç gün sonra bahsini ettiğim dostlardan edindiğim yanıtlardan, “Devrimci 78’liler Federasyonu adlı kuruluşun Levon Ekmekçiyan’ı anmaya lâyık bulmayışının bir unutma sonucu değil, aksine bilinçli olarak ve yönetim kurulunda görüşülerek alınan karar gereği ve onun ONURUMUZDUR başlığı altında idam edilen diğer devrimcilerle yan yana anılmayacağını” öğrendim. O dostlara, bana “iletilen bilgilerin doğruluğu hakkında emin olabilmek için ellerinde herhangi bir bilgi-belge veya açıklama olup-olmadığını” sorunca, dostluk ve samimiyetlerinden hiç kuşku duymadığım bu insanlardan bazılarının üyesi oldukları kuruluş yöneticilerine aynı soruyla başvurduklarını, fakat belirgin bir yanıt edinmediklerini de öğrendim. 12 Eylül geldi-çattı ama, beklediğim o güne kadar Utanç Müzesi’ni açan Devrimci 78’liler Federasyonu’ndan yazılı herhangi bir açıklama gelmeyince, hiç tanımadığım bu insanların yeğlediği «kaçak döğüşme» yöntemine hiç alışık olmadığımdan, aynı gün, herhalde Utanç Müzesinin açıldığı saatlerde olsa gerek, Facebook sayfamda haftalardır basın-yayın organlarına ulaştırdıkları ve faşist cuntanın idam ettiği 17 devrimci insanın resimlerinin de bulunduğu ilana başlık olarak seçilen cümleyi kopyalayarak, “12.EYLÜL.1980’DEN 32 YIL SONRA, KENDİNİ HALA İLERİCİ, DEVRİMCİ, DEMOKRAT, SOSYALİST, KOMÜNİST, VS. ZANNEDENLERE SORUM VAR: «12 EYLÜL’ÜN KAN ÇİÇEKLERİ.. SİZLERİ UNUTMAK İHANETTİR.. DE ASILAN ERMENİ DEVRİMCİ LEVON EKMEKÇİYAN’I “UNUTMAK” UTANÇ DEĞİL MİDİR ?»” sorumu yayınladım. (5) Sosyal iletişim ağının sanal ortam koşullarında oldukça hızla yayılan bu sorunun, Türk, Kürt, Arap, Ermeni, Çerkes, Elen, Zaza, Laz, Türkmen, Pomak, Yezidi, Asuri-Süryani ve daha başka halklardan da yüzlerce insan tarafından paylaşımlara layık görülmesinden birkaç saat bile geçmemişken, yüzlerce kişiden edindiğim ve çoğunluğunda Devrimci 78’liler Federasyonu’nun sosyal-şoven duruşunu mahküm eden ifadelere paralel, kişisel terbiyemin kaldıramayacağı seviyesizlikte, belden aşağı küfürlerle harmanlı, pek uygunsuz onlarca yazı ve yorumu silmek amacıyla, tüm geceyi bilgisayarımın önünde geçirmek zorunda kaldım. Ertesi gün Facebook moderatörlüğünden edindiğim bir yazıyla, Ankara ve İstanbul’dan edindikleri birçok şikayete istinaden “halklar arası düşmanlık tohumları eken ve ırkçılık yapan yazılar paylaştığım” gerekçesiyle, sayfamda yazı ve yorum yayınlama yasağım olduğu kararıyla tanıştım ve aslı astarı olmayan şikayetlere karşı hemen itirazda bulundum. Bu türden bir şikayette bulunma alçaklığını yapmaya muktedir olanların kimlikleri hakkında herhangi bir bilgim olmadığından da, ne yazık ki şimdi bile kiminle hesaplaşmam gerektiğinden bihaber bir ruh halinin dayanılmaz ağırlığına tahammül etmek zorunda bulunuyorum. Ne iyi ki Facebook sorumluları itirazımın acil incelemeye alınması sonrası, hakkımda yapılan şikayetlerin asılsız olduğunun anlaşılması sonucu benden özür dileyerek, sayfamı özgürce kullanabilme hakkımı geri verdiler de, kullanamadığım sayfam ve diğer insanların paylaşımlarında, Devrimci 78’liler Federasyonu’nun ayıbı hakkında fikirlerini belirten yüzlerce insanın, biribirlerine çok yakın, hatta ortak bile adlandırabileceğim duygu ve düşünceleriyle tanışma olanağım oldu. İsteyenler Facebook sayfamda herkese açık ve 400’e yakın paylaşımı, 250 kere de güncelleştirilmiş olan bu yazılarla(6) tanışabilirler tabii de, ben bundan seneler önce, pek safça kızılbaş - sayfa 43 - sayı 19 - ekim 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 salt “UNUTULAN” sandığım Ermeni devrimci Levon Ekmekçiyan nezdinde, şimdi bilinçli olarak yapılan bu utanç verici davranış hakkında, çok somut olgular temelinde yüksek sesle düşünmek ve onların anlaşılması doğrultusunda sağlıklı bir tartışma başlatmak istiyorum. Hamuruna daha ilk günden bol miktarda ittihatçı-milliyetçi maya karıştırılan, yani öncüllerinin Ermenilere yapılan soykırım gibi İNSANLIĞA KARŞI işlenmiş iğrenç bir suça bilfiil katılarak veya suskun kalarak iştirak etmiş, mazlum bir halkın binyılların birikimi emeğinin yağmalanarak, ele geçirilişine payidar olmuş, çalınanı sanki hak edilmiş ve meşruymuş gibi sorgusuz-sualsiz cebe indirmiş vicdan ve maneviyat yoksunu bu mirasyedilerin ardılları olan nesillerin, uygarlaşma ve siyasal bilinçlenme dönemlerinin sonraki evrelerine bir göz atacak olursak, bahsini ettiklerimin hayvanlar dünyasının rasyonellik yetisine sahip tek üyesi insanı insanlaştıran değerlerden ne denli uzak bulunduklarının şahidi oluruz. 1920 sonbaharında Bakü’de kurulan TKP’nin önemli figürlerinden Mustafa Suphi, Ethem Nejat, Salih Zeki Zor ve daha birçokları İttihat ve Terakki ile onun soykırımcı makinesi Teşkilat-ı Mahsusa’nın üyeleri olmuşlardır. Kuvay-ı Milliye Destanı’yla, Memleketimden İnsan Manzaraları’yla kendi atatopraklarında boğazlanan masum Elen ve Ermeni halklarının katlini ‘milli mücadele-emperyalizme karşı ulusal kurtuluş savaşı’ yutturmacası olarak sunmuş olması nedeniyle, tarih sahtekârlığı yapan ve yalancılıkla suçlanması gereken Nâzım Hikmet de, İttihat ve Terakki üçlüsünün ‘Savunma’ Bakanı Enver Paşa’sının Turan-Türkistan cihadına gönüllü katılmak amacıyla birlikte Sovyetlere gittiği yoldaşı Şevket Süreyya Aydemir de Türkçü nasyonal-sosyalistlerdir !... Sayılan beyzadelerden, halk dilinde “üç aşağı beş yukarı” denilen ve sadece yakıştırma aynılığındaki önemsiz farklılıklarıyla varolagelmiş, tüm beyin ve yürek hücreleriyle ulusalcıkemalist diğer beyleri de sıralamak zorunda kalırsak eğer, Vedat Nedim Tör, Şefik Hüsnü Değmer, Hüsamettin Özdoğu, Dr. Hikmet Kıvılcımlı, Mihri Belli, Zeki Baştımar, İsmail Bilen, Reşat Fuat Baraner, Mehmet Ali Aybar, Doğan Avcıoğlu, Yalçın Küçük vb. gibi epeyi tanıdık simayı daha bir listeye ortak edip, bunlardan 1967 yılında Türk SOLU dergisini yayınlayan ve MDD (Milli Demokratik Devrim) önerisiyle 1968 ve sonrası öğrenci gençlik hareketine damgasını vuran Mihri Belli’nin, İttihat ve Terakki kadrolarından olup, Müdafa-i Hukuk Cemiyeti görevlisi olarak Ermenilerle, Elenlerin mallarına el koyma memuru olarak çalışmış, ‘maneviyat’ sembolü bir babanın evladı olduğunu görürüz. 1967 yılında TİP genel başkanı ve milletvekiliyken, Londra’da ABD’nin Vietnam’daki savaş suçlarını yargılamak üzere oluşturulan Uluslararası Russei Mahkemesine yargıç olarak seçilmiş olan Mehmet Ali Aybar’ın, bu mahkemenin I. Dünya Savaşı sırasında kendi toprakları üzerinde katledilen Ermenilerle ilgili bir genelge önerisine karşı red oyu kullanmış olduğunu da bilmekte yarar var. Buna benzer onlarca, yüzlerce örneğin incelenip-araştırılarak toplumların eğitilmesine katkıda bulunmak ve doğruların bilince çıkarılmasına fazlasıyla ihtiyaç olduğunu görüyorum. Sol literatürde şu meşhur “Eski tüfekler” sözüyle özdeşleştirilen bu neslin sözümona solculuk yaptığı tüm o yıllarda, TKP (Türkiye Komünist Partisi), TSP (Türkiye Sosyalist Partisi), TSEKP (Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisi), VP (Vatan Partisi), TİP (Türkiye İşçi Partisi), vs.’nin, 1915-1923 yılları arasında Ermeni ulusuna yapılan SOYKIRIM dışında, 1921-KOÇGİRİ, 1922-YUNAN, 1925ŞEYH SAİD, 1926-1930 AĞRI isyan ve katliamları, 1934-TRAKYA olayları, 1936-Ermeni ve Elenlerin mülk edinmesini engelleyen VAKIFLAR BEYANNAMESİ, 1936-1939 HATAY sorunu, 1937-1938 DERSİM SOYKIRIMI, 1941-sadece Ermeni, Elen, Asuri-Süryani ve Yahudileri kapsayan 20 Kur’a Nafia askerliği ve hemen ertesinde yine aynı halkları hedef alan 1942-Varlık Vergisi, S.S.C.B. tarafından 1945-1946 yıllarında Sovyet Ermenistanı ve Sovyet Gürcistanı adına «T.C.»’den resmen talep edilen Artvin, Kars ve Ağrı vilayetlerini kapsayan toprak sorunu, 1955 yılında Elen ve Ermenilere karşı yapılan 6-7 Eylül Pogromu, 1963 ve 1974 KIBRIS gibi daha birçok sorunla ilgili, kendisini ilerici, demokrat, devrimci, sosyalist veya komünist adlandıran bu kesim insanlarına hiç yakışmayan, en ‘iyi’ ha- liyle “klasik üç maymunlar”ı oynama, en kötüsüyle sosyal-şoven, ulusalcı-kemalist duruşlar sergilenmiş olmasıyla ilgili, kimseciklerden hiç ama hiçbir zaman samimi özeleştiriler duymuşluğumuzu hatırlamıyorum. Bu böyleyken peki, yani siyasetin sol notaları üzerine “neynimney” beste ve güfteler yapmaktan öteye gitmemiş olan tüm o “leylimley” devrimcilerin, yaşanılan gerçekleri tamamiyle tahrip ederek, yeni nesillere sahte bir tarih sunmaları sonucu, 1960’lı yıllarda öğrenci gençliğin sol yelpazesinde yer alanların, iğrenç Osmanlı’nın işgalciliğinden esinlenerek, İstanbul, Ankara ve İzmir’lerde yollara dökülüp de “Ceddin dede, Ceddin baba” ve “Plevne Marşı” söyleyerekten neo-yeniçeriliğe özenmesinin tohumlarını atanlar olduğunu ifşa etmek ve de onların aslında soykırımcı ittihatçi-kemalizmin yardakçılığından başka bir rolü düşlemediklerini göstermek doğru değil midir ? Bu bağlamda, 1968 sonrasının genç nesli tarafından [Mahir Çayan ve arkadaşlarınca kurulan THKP-C (Türkiye Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi), Deniz GEZMİŞ ve arkadaşlarınca kurulan THKO (Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu), Doğu Perinçek ve çevresince kurulan TİİKP (Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi) vs.] gibi onlardan türeyivermiş bir dizi örgütlenmeleri ben, halk dilinde “Kılavuzu karga olanın…” sözünü hatırlatan daha yukarılarda sözünü ettiğim nesil solcularının doğrudan veya dolaylı mağdurları olmaları nedeniyle, belirtmeye çalıştığım tarih tahribatçılığı gerçekliğine bire-bir uyan örnekler yaratmalarından dolayı, özü ittihatçikemalist olan ulusalcı sol söylemciliğin süreğenliğini sağlayan ve taşıyıcısı olduğu milliyetçi virüsten kurtulabilmeyi 40 yıldan beri bir türlü beceremeyen hastalıklı oluşumlar olarak görüyorum. Söylediğimi örnekleyeyim: «Yıl 1968, günlerden 29 Ekim… başlarında Deniz Gezmiş’in bulunduğu kalabalık bir devrimci gençlik grubu, ellerinde taşınan “Tam Bağımsız Türkiye için Mustafa Kemal Yürüyüşü” yazılı pankartlarla, Türk bayrakları, Atatürk’ün Kurtuluş Savaşını başlattığı Samsun’dan başlattıkları yürüyüşlerini 10 Kasım günü, Atatürk’ün ölümünden tam 30 yıl sonra Ankara’ya girerek noktalıyorlar… İşte meşhur Samsun-Ankara yürüyüşü dolayısıyla Deniz Gezmiş’in kaleme aldığı bildiri- kızılbaş - sayfa 44 - sayı 19 - ekim 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 den sadece birkaç satır: “Büyük Türk Milleti ve Atatürk için toplanalım! Mustafa Kemal’in Milli Kurtuluş idealini yaşatmak için, Mustafa Kemal devrimine saldıran karanlık güçlere dur demek için, milletçe yabancı uşaklığına düşmekten kurtulmak için, tam bağımsız, gerçekten demokratik Türkiye için, Gazi Mustafa Kemal’in Milli Kurtuluşçu saflarında toplanalım! Yaşasın Türkiye! Yaşasın tam bağımsız Türkiye için verdiğimiz mücadele!” ... Ve işte Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının THKO savunmasından bazı satırlar: “Samsun’dan Ankara’ya gerçekler örtülmek isteniyor. Mustafa Kemal’e gerçekten sahip çıkanlar varsa, onlar biziz. O’nun istiklal-i tam prensibini ve istiklal-i tam Türkiye idealini biz devam ettiriyoruz. İddianame’de bizim Anayasa’yı cebren ilgaya teşebbüs ettiğimiz ileri sürülmektedir. Öteden beri arz etmiş olduğum gibi, bu ülkede Anayasa’yı en fazla savunanlar bizleriz. Anayasa’nın uygulanmasını isteyenler gene bizleriz…” » !!! Sözkonusu dönemin tek-tek isimlerini sıraladığım tanınan “devrimcilerden” kimin imzasını isterseniz isteyin, böylesine örneklemelerden belki de sadece nokta ve virgül yerlerinin farklılığıyla, dolu, binlerce sayfa tutan ittihatçı-kemalist söylem, analiz ve propagandalarla dolu bildiri, broşür ve kitaba rastlamak talihsizliğini yaşamak isteyenlerin, küreselleşme süreci koşullarında el-hamdül’illah hepimizin peygamberi sayılır Hazreti Google’e başvurmalarının yeterli olduğunu belirtmekle yetiniyorum. Tarihe karşı adil olmak için ama, o yıllarda gençlik dünyasını saran siyasal tüm hareketler içinde İbrahim Kaypakkaya’nın kalemine ait, «T.C.» solunun 50 yıllık ittihatçı damarından radikal biçimde ayrılan, kemalist ideolojinin ırkçıfaşist özünü çırılçıplak teşhir eden, gayr-ı Müslim halkların kanlı tasfiyesi ve farklı kimliklerin inkârı üzerine kurulmuş Türk-Müslüman hakimiyetini sorgulayarak, ezilen ulus ve azınlıkların özgürlüğü için mücadele bilincini yükseltme doğrultusundaki teorik çalışmaların çölde bir damla su misali tek istisna olduğunu da söylemeliyim. Devrimci fikirlere gönül veren Ermeni gençlerinin, belki tam da bu istisna-i özellik nedeniyle İbrahim Kaypakkaya tarafından kurulan TKP/ML-TİKKO (Türkiye Komünist Partisi/Marksist Leninist-Türkiye İşçi Köylü Kurtuluş Ordusu)’na sempati duyduklarını da belirtmenin yeridir sanıyorum. “İstisnaların kaideyi bozmadığına” şahit olduğumuz dünyamızın ayrılmaz parçası halindeki hastalıklı sol yapılanmaların, namuslu ve dürüst bir siyasi kültürden payına düşeni alıp da beklenen gelişmeyi göstermeyi, olgunlaşmayı bir türlü beceremeyişlerinin nedenlerinden belki de en başlıcası, bulundukları yerlerin gerçek tarihine çok yabancı ve bu topraklarda yaşanmış her türden felaket ve acılara karşı sırf barbarlara özgü bir duyarsızlık, dahası ilgisizlik göstermeleridir düşüncesindeyim. Çizilen tablonun, 78’ler ve sonrasında daha da belirginleşmesinin en büyük göstergesi, kendi kendisiyle hesaplaşıpyüzleşemeyen solun, 12.Eylül.1980’de faşist cuntanın iktidara gelişinin ertesindeki dönemde bile, içine düştüğü durumun nedenlerini ve sonuçlarını sorgulama gibi bir niyetinin olmadığı, yaşanılan realitenin rasyonelliği hakkında faydalı ve çoktandır olgunlaşmış bir tartışmayı kotaramayışından anlaşılsa dahi, bu durum salt onlara özgü fikirsel sığlıktan değil, neredeyse bir yüzyıl ittihatçi-kemalist ideolojinin her türden akıldışı saptama ve propagandalarıyla yoğrulmuş hamurlarından kaynaklanmaktaydı. Zorba bir devlet birimine karşı mücadele etmek, onun varlığına son verme amaçlı alternatif önerilerde bulunması gereken gerçek devrimci değerlerin hakiki taşıyıcısı olmayı gerektirir. Buysa, kendini devrimci adlandıran çevre insanlarının, oldum olası din-i bütün iman sahibi bir islamın günde beş vakit namazına eşdeğer sıklıkta tekrarlandığından ezberlenen Lenin’in “Sol” Komünizm; Komünizmin Çocukluk Hastalığı adlı çalışmasının sadece bir cümlesinde özetlediğini pratik yaşamlarında uygulama becerisine bağlıdır. “Bir siyasal partinin kendi yanılgıları karşısındaki tutumu, bu partinin ciddi olup olmadığını, kendi sınıfına karşı ve emekçi yığınlara karşı görevlerini gerçekten yerine getirip getirmediğini saptayabilmemiz için, en önemli ve en güvenilir ölçütlerden biridir. Yanılgısını içtenlikle kabul etmek, nedenlerini arayıp bulmak, bu yanılgıya yol açan koşulları tahlil etmek, yanılgıyı doğrultma yollarını dikkatle incelemek; işte, ciddi bir partinin işaretleri bunlardır, bu, ciddi bir parti için görevlerini yerine getirmek, sınıfı ve ardından da yığınları eğitmek ve bilinçlendirmek demektir.” Öyleki, aynada kendine bakmayı becerememişlerden türeyip, ben beni bildim bileli bölünerek-çoğalan ve çoğalarak-ufalan, isimlendirip-örneklediğim ittihatçı-kemalist solun, leninist ölçüt temelinde ne kendi safındakiler, ne de mücadele ettiğini belirttiği karşı güçler nezdinde ciddiye alınmadığının aşikar olduğu sonucuna varmak pek de zor olmasa gerek ! 1920’lerden bu yana hep devrimci adlandırılagelmiş mücadelenin hemen hiçbir döneminde ve mücadele bayrağını yükselttiği iddiasındaki hiç bir kesim tarafından, Osmanlı’nın devamı olarak, milyonlarca masum insanın canı ve kanı pahasına zorbalıkla varedilen ırkçı-faşist bir devletin meşruluğu, her nedense hiç mevz-u bahis edilmemiştir. Kendini nedendir bilmem devrimci adlandıran Türk solunun bu kadar ırkçı-şoven duruşunun perde arkasında duran asıl neden, soykırıma uğratılarak anavatanı işgal edilmiş başka halklara ait, tarihsel, coğrafik, etnik, kültürel, taşınır, taşınmaz, maddi ve manevi her türden mirasının üzerine her yerinden yamalı çulunu pervasızca serip-uzanmış her soydan ve boydan insanlarının günümüz nesillerinin, son 89 senelik zaman biriminde vatandaşı sayılarak yaşadıkları «T.C.» adlandırılan devlet biriminin gayr-ı meşru varlığını sorgulama, yani kendileriyle yüzleşmeyi beceremeyişleridir. Onları korkutan ve inkârcılığa iten neden, işte bu gerçekten kaçma arzusu, devkuşu misali kafalarını kuma gömmekte çareyi arama zavallılığıdır. Bu satırları yazarken Falih Rıfkı ATAY’ın Zeytin Dağı yapıtında geçen, “TARİHE HAKİKAT’İN NE LÜZUMU VAR. OSMANLI TARİHİ, BU SEBEPLE, BİR YALAN ALEMİ OLMUŞTUR, YALAN ŞARKTA AYIP DEĞİLDİR” anlatımını hatırladım birden... İttihatçı Osmanlı’nın kemalist devamı olan «T.C.» tarihiyle, onun vatandaşı sayılanların hal-i vaziyetini de şahane özetlemiş bu cümleye şapka çıkarmak gerek ! Gerçeğin bütünüyle itirafı bundan daha az ve öz bir şekilde ifade edilemezdi herhal, AYIP nedir bilenlerin bu gerçekliği belleklerine kaydetmelerini diliyorum. Ancak yaşanılan gerçeğe daha da uyan, birkaç önemli olguyu birlikte ve bir arada sunma özelliğine sahip kızılbaş - sayfa 45 - sayı 19 - ekim 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 olmasıyla, neredeyse “bulunmaz Hint kumaşı” değerinde başka bir örnek de var. Türkçülüğün ünlü ideologu Ziya Gökalp’ın, daha 20. yüzyıl başlarında etnik türdeşliğin gereklerine dair yazılarında “Türklerle gayr-ı Türk unsurlar arasında müşterek bir vicdan yoktu” sözlerinin İktisadiyat Mecmuası’nda yayınlanışından bir yüzyıldan da fazla bir zaman geçmesinden sonra, adında hem de devrimci ibaresi olan bir örgütün utanç verici duruşuyla denk düşen bu anlatımın rahatsız edici doğruluğu, itiraf ediyorum beni gönül verdiğim değerlerin evrenselliğine olan inanç ve sadakatim açısından ciddi olarak düşündürmektedir. Faşist generallerin idam ettiği Ermeni devrimciyi, 12 Eylül Utanç Müzesi çerçevesinde anma onuruna lâyık bulmayan örgütün şu an başkanlığını yapan ve hiç bir devrimci eyleme katılmamışken hapsedildiğini 78’lerde üyesi olduğu siyasi hareketin eski kadrolarından bazı kişilerin sanal ortamdaki anlatımlarından duyduğumuz şahsın bilinçaltında, herhalde Ermenilerin uğratıldığı soykırıma aktif olarak katılan dedelerinin 1915 sonrası gelip yerleştikleri Sivas’ın İmranlı kazasına bağlı kendi doğup-büyüdüğü evin de bir Ermeni köyünde olmasının verdiği rahatsızlık vardır diye düşünmekten kendimi alamıyorum. Sadece kendi doğmuş olduğu köy değil, İmranlı’nın ister doğusundan batısına, isterseniz güneyinden kuzeyine, nereye giderseniz gidin, her yerde binyıllar evvelinden hep Ermeni yerleşim yerleri, köy, kasaba, şehir ve bölgeleriyle karşılaşırsınız. Levon Ekmekçiyan, ASALA adına 1982 ağustosunda «T.C.»’nin başkentinde gerçekleştirilen “Garin” (Batı Ermenistan’ın başkenti Erzurum) askeri operasyonuna gönüllü olarak katılarak, diasporada doğup-büyümüş üçüncü nesle ait bir Ermeni evladının kalbinde kendi atatopraklarına duyduğu özlem ve sevginin ne kadar canlı olduğunu, mangal gibi bir yüreğe sahip ve onurlu bir devrimciye yakışan bilinçle, ölümden korkmadığını daha Beyrut’tan Ankara’ya vardığında göstermiş olduğundan olsa gerek, salt faşist 12 Eylül cuntacılarının değil, işte bu türden “devrimci”lerin bilincaltını kurcalama suçunu da işlemişti besbelli !... 12 Eylül ve utanç kelimelerini yan yana kullanan her İNSANOĞLU, Ermeni devrimcisi Levon Ekmekçiyan’a yapılan bu onursuzca davranışa yeltenenlerin örgütlerinin ismindeki devrimci ibaresini ciddiye alıp da kulak asmasa bile, halkımızın sanki kamburuymuş gibi kalbinin derinliklerinde taşıdığı anlatılmaz acıları böylesine çirkin bir provokasyonla bir kez daha közleyip, yüreğimizi yeniden dağlayanlarla müşterek bir vicdana sahip olmadığımızı görsün ister, o kendini bilmezleri halkım adına ayıplarım. net/osd/soft/zeitung_print.php?id=1797 (1): “ UNUTULAN” ADAM – Sarkis HATSPANIAN http://www.gelawej.net/modules.php?nam e=Content&pa=showpage&pid=3402 (2): SESSİZLİK – Sevda KURAN-AKDAĞ http://www.yeni-sentez.net/index. php?option=com_content&task=view&id= 2376&Itemid=242 (3): UNUTULAN İDAM, UNUTULAN DEVRİMCİ: LEVON EKMEKÇİYAN (1) - Samet ERDOĞDU http://www.mesop.net/osd/soft/zeitung_ print.php?id=1722 UNUTULAN İDAM, UNUTULAN DEVRİMCİ: LEVON EKMEKÇİYAN (2) - Samet ERDOĞDU MAMAK TUTUKLULARININ ‘’SESSİZ VE TEPKİSİZ’’ KARŞILADIĞI TEK İNFAZ: LEVON EKMEKÇİYAN’IN İDAMI Samet ERDOĞDU http://www.mesop.net/osd/soft/zeitung_ print.php?id=1845 BİR UNUTKANLIĞIN ANIMSATTIKLARI VE ASALA OLAYI – Garbis ALTINOĞLU http://koxuz.net/anasayfa/2011/11/23/ bir-unutkanligin-animsattiklari-ve-asalaolayi/ YOKMUŞ GİBİ – Füsun ERDOĞAN http://bianet.org/bianet/azinliklar/130635yokmus-gibi LEVON VE ALİ BÜLENT – Bülent FORTA http://www.birgun.net/writer_2005_index. php?category_code=1186603162&news_co de=1116815905&year=2005&month=05& day=23#.UGWnisO4ra4 BİRGÜN, HRANT VE LEVON – Şafak ŞENTEŞ http://fakfukfon.wordpress. com/2012/02/02/birgun-hrant-ve-levon/ (4): “UNUTULAN” ADAM – Ragıp ZARAKOLU http://www.evrensel.net/news.php?id=1090 (5): “www/facebook.com” – Sarkis HATSPANIAN https://www.facebook.com/photo.php?f b id=326297664133527&set=a.12127573130 2389.22834.100002598872715&type=1& theater http://www.mesop.net/osd/soft/zeitung_ print.php?id=1768 (6): “www/facebook.com” – Sarkis HATSPANIAN UNUTULAN İDAM, UNUTULAN DEVRİMCİ: LEVON EKMEKÇİYAN (3) - Samet ERDOĞDU http://www.mesop. net/osd/soft/zeitung_print.php?id=1747 www.facebook.com/photo.php?f bid=3262 97664133527&set=a.121275731302389.228 34.100002598872715&type=1&theater www.facebook.com/hatspanian.sarkis-12 Eylül’ün getirdiği değerler böyle işte ! www.facebook.com/photo.php?f bid=3270 20854061208&set=a.121275731302389.22 834.100002598872715&type=1&theater Yerevan, 01.Ekim.2012 DOĞU ERMENİSTAN Dipnotlar: UNUTULAN İDAM, UNUTULAN DEVRİMCİ: LEVON EKMEKÇİYAN (4) - Samet ERDOĞDU http://www.mesop. http://hyetert.blogspot.de http://ismailbesikcivakfi.org http://www.armenieninfo.net http://www.arasyayincilik.com/tr http://www.gelawej.net/index.php http://www.genocide-museum.am/trk/ index.php http://www.network54.com/Forum/121213 kızılbaş - sayfa 46 - sayı 19 - ekim 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 laşılan şudur ki; bu halk yüzyıllardır kendini egemen sınıflara ispat etmek zorunda gibi hisseden reflekslere sahiptir. Tüm bunların yanısıra dillerini konuşmaya devam etmişlerdir. devrimci KARADENİZ Karadeniz'de hatta özellikle Trabzon'da ''ırkçı ve şöven'' politikalar nasıl bu kadar etkili oluyor? Bu sorunun yanıtını doğru bir şekilde verebilmek için önce yüzyıl geriye dönmek ve ordan da 5 yüzyıl öcesine gitmek, 15.yüzyılın Karadeniz'inden de o güne gitmek ve 20.yüzyılın Karadeniz'inde yaşananları hatırlamak, daha doğrusu öğrenmek ve bilmek gerekiyor. Zira resmi tarih 15.y üzyıldan 20.yüzyılın başlarına kadar yaşananları ve sonrasını baştan aşağıya yanlış yazmıştır. 20.yüzyılın başında yani Osmanlı İmparatorluğu'nun son yıllarında Karadeniz'de yaşayan Ermeni ve Rumlar şu anda Karadeniz'de değiller. Ermeniler 1915 Soykırımı ile yokedildikten sonra Rumlar'a yapılanlar, bir ''Kurtuluş Savaşı'' hikayesinin sayfalarında görmezden gelinmiş, gizlenmiştir. Mesele sadece bununla sınırlı olsa belki Rumlar'a bu zalimliği yapanlar kimi itiraflarla bazı şeyleri kabullenecek ya da yumuşatmaya çalışacaklardır ama mesele ne yazık ki bununla da sınırlı değildir. Mesele Osmanlı'nın 1461'de Trabzon'u işgalinden bugüne yaşanan bir dramdır. Bir halkın Müslümanlaştırılmasıyla başlayan süreç, kendi içinde gizli olarak Hristiyanlığı yaşayan bir topluluğun dramıdır aslında. Müslümanlığı kabul eden kimi aileler sonradan Trabzon'a getirilen Müslümanlarla birarada yaşarken, ne kadar iyi Müslüman olduklarını ispat etmek için gereken ibadetlerin tümünü eksiksiz yapmak için çok dikkatli davranmıştır. Ama asıl dram Müslümanlığı kabul etmelerine rağmen, gizli olarak Hristiyanlığı yaşamalarıdır. Her evin gizli bölümlerinde yeralan ibadet odalarında Hristiyanlığı yaşayan bu halk, dışarda ise Müslüman olduğunu ispat etmek için adeta bir yarış içindedir. Kendi imamları bile vardır; öldüklerinde sünnetsiz oldukları anlaşılmasın diye, ölülerini bile kendi imamlarının yıkayacağı denli de örgütlüdürler. Tüm namaz vakitlerinde her aieleden mutlaka biri camide bulunmuştur. Peki başka bir dine inandıkları halde neden bunca eziyet yaşanmıştır? Birincisi Osmanlı'nın Trabzon'u işgal etmesiyle beraber gayrimüslimlere dayatılan vergi oranı o kadar büyüktür ki; birinci sebep budur. İkincisi Osmanlı'nın Müslüman olmayan halklara karşı tutumudur. Safevi Krallığı'na (İran) çıkılacak her sefer öncesi, bir ihtimal savaş sırasında Safevilerden yana tavır alabilirler düşüncesiyle (Safeviler Şii olduğu için) Anadolu'daki Aleviler kılıçtan geçirilmiştir. Yavuz'un bir sefer öncesi katlettiği 40 bin Alevi bunun en somut örneğidir. Tarihin akışı içersinde kimi Rumlar bir sonraki nesile bu gerçeği aktarmak yerine Müslüman olarak yaşamayı devam ettirerek, bu ''eziyetten'' kurtulmuştur. Tabi bir de ta başından itibaren din değiştirmeyip vergi sistemine katlanarak kimliklerini koruyan Rumlar da vardır; işte onlar da 20.yüzyılın başında uğradıkları mezalimle ya katledilmiş ya da sürgün olmuşlardır. Sosyologlar bu toplumun, bu halkın içinde bulunduğu ruh halini elbette daha iyi tanımlayacaklardır. Ama an- Sonradan Türkçe öğrenen bir Yunanlının konuşmasının Trabzonluların şivesine benzemesinin sebebi Rumcada kullanılan seslerle ilgilidir. Trabzon'da konuşulan şivenin kökeni de ana dili Rumca (Romeyka) olanların Türkçeyi Rum şivesiyle konuşmasıdır. Ne kadar insanın bugüne değin gizli olarak Hristiyanlığı sürdürdüğüne dair herhangi bir belge olmamakla beraber 1980 yılından bugüne basına yansıyan kimi örnekler vardır. Bu örnekler evleri basılan kimi ailelerin evlerin gizli bölümlerinde Hristiyanlığa dair ikonlar bulunduğudur, ancak sayıları birkaçla sınırlıdır. Yani gizli Hristiyanların hala yaşayıp yaşamadığını şimdilik bilmiyoruz; onlardan ses çıkana kadar. Müslümanlığı kabul etmeyip yaşamını devam ettirenler ise ya katledilmiş ya da açlık ve hastalıktan ölmüşler, sağ kalanlar da mübadele ile Yunanistana göç etmek zorunda kalmışlardır... Peki ya geride kalanlar? Yani Müslümanlaştırılan diğerleri? Tüm bunlar çeşitli bilimlerin incelemeleri ile belki de belirlenebilecektir. Ama önemli olan geçmişten bugüne burada yaşayan halkların refleksleridir. İşte kendi olma şansı ellerinden alınanların yaşamak için, egemenlere kendini ispat etme çabasının yarattığı ruh hali, refleks ya da ne denirse densin, bugün bu yörede yaşayan halkın tavrının özünü ifade ediyor. Mübadele, yani zorunlu göç 19231924 yıllarında gerçekleşmiş, (Türkiye-Yunanistan Nüfus Mübadelesi veya Değişimi, 1923 yılında Lozan Antlaşması'na ek protokol uyarınca Türkiye ve Yunanistan'ın kendi ülkelerinin yurttaşlarını din esası üzerine zorunlu göçe tabi tutmasına verilen addır. Bu uygulamaya Lozan Antlaşması sırasında karar verildiği için kısaca Lozan Mübadelesi de denir.) geride ka- kızılbaş - sayfa 47 - sayı 19 - ekim 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 lan az sayıda insana da 1930 İnönü-Venizelos sözleşmesine dek zorunlu göç uygulamasına devam edilmiştir. Zorunlu göç bile başlı başına hem gidenler hem kalanlar açısından büyük travmalara sebep olmuşken, bundan daha önce yaşananlar sürgündeki Rumlarca ''soykırım'' olarak iddia edilmektedir ve kaynaklara bakıldığında bu konuda pek de haksız olmadıkları, en azından ciddi sayılarda Pontuslu'nun (Rum) öldürüldüğü anlaşılmaktadır... 1912 yılında Trabzon Vilayetinin, Trabzon 38.625 Sürmene 8.804 Akçaabat 11.081 Vakfıkebir 762 Görele 640 Tirebolu 17.821 Giresun 44.214 Ordu 19.930 Cevizlik 13.347 kazalarından oluşan Trabzon Sancağı'nın 585.751 kişilik nüfusunun 154. 774'ü yani %26,4'ünün Rumlar teşkil etmekteydi. (George Soteriadis, ''An Athnological Map İllustrating Hellenism in the Balkan Peninsula and Asia Minor'' Londra; Edward Stanfort Ltd., 1918) Yani Müslüman nüfusun ne kadarının Rum olduğuna dair bilgi olmadığı gibi, Müslüman olanların tümü Türk kabul edilmiştir. Bu yazı Karadeniz'de resmi tarihle hesaplaşma sürecinin en azından bizim açımızdan ilk yazısıdır. İnsanlık tarihinin birikimlerinden, diğer dillerde yazılmış araştırma ve belgelerden, çeşitli bilimsel çalışmalardan yararlanılarak herşeyin su yüzüne çıkması için çaba sarfedeceğiz. Ancak şu ana kadarki bilgiler bile, şu ana kadar yazılı resmi tarihin; yakın Cumhuriyet tarihi de dahil, baştan aşağı yanlış yazıldığını anlamamıza yeterlidir. Alman Dışişleri Bakanlığı Siyasi Arşivini inceleme çalışmalarımız devam etmektedir; Rusça, Ermenice, Rumca ve İngilizce yazılmış çeşitli devlet arşivlerindeki belgeleri inceleyerek bu çalışmamıza devam edeceğiz. Osmanlı arşivlerindeki kimi belgeler çeşitli bilimadamlarınca yanlı olarak yayınlanmış olsa da, bu kaynaklar da bir çok konuda bilgi sahibi olmamıza yardımcı olmaktadır. Ve tabi Osmanlı ve Cumhuriyet arşivlerinin de çok kısıtlı bir bölümüne ulaşılabilmektedir. Bu çalışmamıza daha sonra ekleneceğini umduğumuz bilimadamları, araştır- macılarla insanlık tarihinin bu karanlık sayfalarını aydınlatabileceğimizi umuyoruz. Alman Dışişleri Bakanlığı Siyasi Arşivinin Türkiye No: 168 nolu belgelerin ''Türkiye ile Yunanistan Arası İlişkiler başlığını oluşturan 14 ve 15.ciltlerinde geçen yazışmalardan birinde (2 Ağustos 1915) Almanya'nın İstanbul Büyükelçisi Metternich ( bilinmektedir ki Almanya bu tarihlerde Osmanlı'nın müttefikidir) Türkler'in, Rumların ayaklanacağından korkulduğunu söyler... 1920 yılındaki yazışmalarda ise (haziran) Sinop ve diğer sahil kıyısındaki bütün Rum nüfusun sökülüp atıldığı ve sürgün edildiğinden bahsedilir. Ve özellikle de ''sökülüp atılmanın'' Türkçe'deki anlamına vurgu yapılarak, ''söküp atmak Türkçe'de yıkmak ve kovmak anlamına gelir'' diye de bir dip not düşülüp, öldürülmeyenlerin de hastalık ve açlıktan öldükleri bildirir. http://www.facebook.com/media/set/? set=a.445232112185590.94151.1063495 52740516&type=3#!/photo.php?f bid=4 45232142185587&set=a.4452321121855 90.94151.106349552740516&type=3&t heater Bu tarihte Trabzon Sancağı'nda yaşayan Ermeni nüfus ise 26.321 yani %4,4'tür. Fatsa 2.670 Ünye 7.552 Çarşamba 9.727 Samsun 78.643 Bafra 37.495 kazalarından oluşan Canik Sancağı'nda 136.087 kişilik nüfus ile %34.7 Rumlar yaşamaktadır. Ermeniler 22.585 ile nüfusun %5,7 sini oluştururlar. Gümüşhane 5.997 Torul 48.135 Kelkit 1.626 Şiran 2.990 kazalarından oluşan Gümüşhane Sancağı'nda ise 59.748 kişilik nüfusla Rumlar %40 oranındadır. Ermeniler ise 1.718 nüfus ile %1,1 oranındadır. Ama anlaşılacağı üzere bu rakamlar Müslüman olmayan ve o güne dek kimliklerini açıkca yaşayanlarla sınırlıdır. Cami'ye çevrilen Amasya Gümüşhacıköy Ermeni Kilisesi Türkiyeli Ermeniler Konuşuyor, Sessizliğin sesini' dinle... Ellerine birer Kuran tutuşturdular... 1920’lerde de Gümüşhacıköy’de katliam oluyor ama bu daha sınırlı. Topal Osman’ın çetesi Amasya’ya geliyor ama asıl katliamı Merzifon’da yapıyorlar. “Gümüşhacıköy’e de gelelim mi?” diye haber gönderiyorlar. Gümüşhacıköy’deki eşraf da “Burada pek Ermeni kalmadı, gelmeyin” diyor. Bu arada zaten eli silah tutan genç, gürbüz Ermenilerin hepsi öldürülmüş Gümüşhacıköy’de. Babama “Sen sarık sar, git bağda üç-beş gün saklan” diyorlar. Annemle anneannemin ellerine de birer Kuran tutuşturup Kuran kursuna yolluyorlar. Onlar da çete bölgeden uzaklaşana kadar öyle yaşıyorlar. kızılbaş - sayfa 48 - sayı 19 - ekim 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 1894-96 Ermeni Katliamları ve Charmetant raporu Abdülhamid döneminde Ermenilere karşı gerçekleşen 1894-96 katliamları 1915 Soykırımının gölgesinde kalmaktadır. Bunun nedeni 20. Yüzyılın ilk büyük soykırımının boyutu ve vahşetinden kaynaklanmaktadır. Oysa 1894-96 katliamları ve ardında bıraktığı izler son derece derin ve önemlidir. Bunlardan birkaçını sayarsak: Bu katliamların arkasında kitlesel olarak Ermeniler İslam’a geçirilmişlerdir. Diyarbakır İngiliz konsolos Yardımcısı bu sürecin altını çizerek örnekler verir; “Osmanlı İmparatorluğu içinde iki buçuk asırda meydana gelen olayları hatırlayalım. Türkiye denilen kanlı ve harap ülkede serbestçe katliamlar kırımlar talanlar devletin keyfi hareketleri ve baskılar devam etmektedir. Bu durum sonucunda Rıştuni Ermeni aşireti din değiştirerek Kürt Reşkota aşireti adını alır ve yaşadıkları yeri terk etmek istemezler. Ermeni Pakraduniler, Kürt Bakıra aşireti, Mamikonyanlar Mamıka, Alyanlar Alıka, Moka’lılar Motka adlarını alarak İslamlaşır, Kürtleşirler. Masis (Tur Abdin) Ermeni ve Süryani nüfusu Yakubi Patrik İsmail öncülüğünde inançlarını değiştirip Kürt Mahallemi Bekliğini kurdular. Patrik İsmail Şeyh İsmail adını alır ve İslamlaşmış Kürtleşmiş halkın başına geçer. Böylece kendi dağ ve tepelerinde yaşamaya devam ettiler. Bu dağın bahtsız çocukları Hayga ırkının acı kırıntılarıdır.”[1] İkincisi bu katliamlar Ermeni erkeklere, daha çok Ermeni genç erkeklerine yöneliktir ve bunun sonucunda 1915 Soykırımında Ermeni toplumunun tehcir sırasında korumasız kalmasının ve Soykırımın çok kolay gerçekleştirilmesinin başlıca etkenlerinden biridir. Wolfgang Gust Türk sultanı Abdülhamit’in kendi tebaası olan Ermenilerden binlercesini öldürttüğü 1894’ten 1896’ya değin süren büyük katliamlardan sonra Ermeni dullara iş temin eden bir halı fabrikası ve İsviçreli Diyakon (hastabakıcı) Jakob Künzler’in yönettiği bir hastaneden oluşan bir sosyal yardım örgütü”nden[2] söz eder. Bir üçüncüsü de bu katliamlar bir anlamda 1915’in provalarından biridir. Liste uzatılabilir. George A. Bournoution, Ermeni Tarihi adlı kapsamlı çalışmasında 189496 katliamlarını şu sözlerle özetler; “ Al i Sa i t Çe t i noğlu İstabuldan gelen emir doğrultusunda, Ermeni köylerine ve altı ermeni vilayetindeki Ermeni mahallelerine sistematik saldırılar başladı. Katliamlar, zor kullanarak din değiştirmeler ve yağ­ malar 1896 yazma kadar sürdü. Kaynaklarda, 100.000 ila 200.000 arasında Ermeni’nin öldürüldüğü, yarım milyondan fazlasının sefalete terk edildiği ifade edilmektedir.[3] Yüzlerce manastır ve kilisenin kutsi­yetine saygısızlık edilmiş, yıkılmış ya da camiye çevrilmiş; sayısız köy ihtidaya mecbur edilmişti. Silahlı Ermenilerin kendini savunduğu Van ve Zeytun daha az hasar gördü. Tüm bunlar olup biterken, İn­ giliz, Fransız ve Rus elçiler protestoyla yetinip, eyleme geçmeyi red­dettiler. Sason, Bitlis, Van ve Muş’ta, kendini savunabilen bir avuç silahlı fedainin haricinde, Ermenilerin büyük çoğunluğu tepki vere­meyecek kadar şaşkındı. On binlercesi Arap topraklarına, Avrupa’ya ve ABD’ye göç etti. Siyasi gösteriler bir anda siliniverdi.”[4] Bournoution, Katliamların Ermeni toplumu üzerindeki yıkımı ve süregelen katliamların önlenmesi için bu katliamlara büyük devletlerin dikkatini çekmek amacıyla 1896 Osmanlı Bankası baskınını ve ardından gelen İstanbul katliamlarından da söz ederek bu katliamlarda katledilen 6.000 ermeni gencine dikkat çeker; “[1894-96 katliamlarında] Armenagan Partisi’nin ve Hınçakların üst kadroları büyük ölçüde yok edildi; hayatta kalan tek Ermeni siyasi Örgütü Taşnak’tı. Avrupa­lıların kayıtsızlığı, o zamana kadar Hınçakların düzenlediği gösterile­re katılmayan Taşnakları harekete geçmeye sevk etti. 26 Ağustos 1896′da yirmi altı Taşnak, genç Papken Suni önderliğinde, patlayıcı­larla donanarak İstanbul’daki Osmanlı Bankası’nı işgal etti.[5] Talep- leri arasında genel af, el konulan mülklerin iadesi, altı vilayette Avrupalı yetkililerin gözetiminde reformların hızla hayata geçirilmesi ve kuru­lacak karma bir Müslüman-Ermeni zabıta gücü yer alıyordu. İçlerin­den 10′u kuşatmada öldürüldü. Kalanlar, taleplerinin dikkate alınaca­ğ ı hususunda Avrupalı diplomatlarca ikna edildikten sonra eyleme son verdiler. Güvenliklerinin sağlanacağı konusunda güvence alarak gemiyle Avrupa’ya gittiler. Tepki de gecikmedi; hükümetin kışkırt­masıyla çıkan İstanbul’daki ayaklanmalar yaklaşık 6.000 Ermeni’nin canına mal oldu. Avrupa’nın, olayları protesto etmesine Osmanlı in­kârla ve suçu Ermeni tedhişçilere yüklemekle cevap verdi.”[6] Taşnak militanlarının bu eylemi de batı’yı harekete geçirememiş, Ermeni gençliğinin Hamid yönetimince kırılması önlenememiştir. Hamid, Ermeni vilayetlerinde Hamidiye alayları vasıtasıyla Kürtleri tetikçi olarak kullandığı gibi İstanbul’da da “Ermenilere yönelik şiddet hareketlerinde ön sırada “baltacılar” adı verilen Kürt hamallar bulunmaktaydı. Bazı kaynaklar Abdülhamit’in Kürt hamalları özellikle Ermenilere karşı mevzilendirmek için İstanbul’a yerleştirdiğini yazmaktadır.[7] Bu olaylar sonucunda Kumkapı’da yoğun olarak bulunan Ermeni hamalların yerini Kürt hamalları almış, meslekte İstanbul egemeni olmuşlardı.[8]”[9] Hans-Lukas Kieser, katliamların öncesinde, “[B]aşkent de dâhil ül­ kenin geri kalan tüm bölümlerinin aksine, Tanzimat’la beraber Doğu Vilayetleri’ne atanan tüm Ermeni memurların görevden alındığının belirtilmesi de gerek[tiğinin]” altını çizer.[10] Tüm kurbanları Ermenilerden oluşan pogroma neden olan olay, eski Van valisine kim tarafın­d an düzenlendiği belli olmayan bir suikasttı. Osmanlıda reform’un ardından katliam’ın gelmesi bir gelenektir. Reformların telaffuzu ve antlaşmaların yapılmasının ardından gelen katliamların bir kronolojisini çıkaran Levon Vartan[11], Katliamlar ve reformlar arasındaki bağıntıyı ortaya koyar. Kıyımların bü­y ük çoğunluğu, “Avrupalıların reform taleplerinin sultan tara­f ından şaşılacak bir kızılbaş - sayfa 49 - sayı 19 - ekim 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 şekilde kabul edildiği 17 Ekim 1895 tari­h inden sonraki günlerde ve haftalarda gerçekleşti. Düzinelerce şehirde ve yüzlerce köyde, Müslümanlar Hıristiyanlara karşı katliamlar düzenlediler. Erzurum’da, alışılmadık uzunlukta bir öğle namazı sonra­sında işitilen borazan 25 Ekim pogromunun başlangıcını ha­ber verirken, üç saat sonra işitilen borazan, katliamın sonunu, akşam işitilen borazan ise yağmanın sonunu bildiriyordu. As­kerî devriyelerin de katıldığı pogrom, sadece valinin direnişi sayesinde belli sınırlar içinde kalabilmişti (yaklaşık dört yüz Ermeni öldürülmüştü). Bölgedeki Amerikan misyonunun yö­neticisi ve görgü şahidi olan William Chambers’in bildirdiğine göre, iki gün sonra beyaz sarıklı Sünniler tarafından çıkartılan bir karışıklığın pogroma dönüşmemesi de, ancak valinin en­gelleme çabalarıyla mümkün olabilmişti. Chambers, aynı za­manda, bir zamanlar Şakir Paşa’nın komisyonuyla beraber zi­yaret ettiği Erzurum’un doğusundaki Eleşkirt’te katliam yapıl­mamasını da şaşkınlıkla karşılıyordu. Sonradan Eleşkirt kaymakamıyla yaptığı bir görüşmede, hem onun hem de sorumlu subayların katliam politikasına karşı çıktıklarını ve başarılı korkutma yöntemleriyle Sünni Kürtleri, Ermeni köylerinde pogrom düzenlemekten alıkoyabildiklerini öğrenmiş, böylece şaşkınlık nedenini açıklığa kavuşturmuştu.[12] Demografik anlamda en geniş grup olarak pogromlara bil­hassa Kürtler -sadece Hamidiye Alayları değil- katılmaktaydı. Harput’tan gönderilen misyoner raporlarından anlaşıldığına göre, Alevi Kürtler sadece yağmaya katılmakla yetiniyorlardı. Bu olaylar Aleviler için maddi anlamda çıkar sağlayabilecekleri sosyal bir patlama niteliği taşırken, Sünniler için dinî temel­de iktidar sorunu daha önemli bir rol oynuyordu. Birçok belir­t i, katliamların yerel zeminde camilerde özenle planlanmış ol­duğunu ortaya koymaktadır. Gâvur asilerin katledilmesi -genellikle sadece erkekler ve erkek çocuklar[13] -, radikal Sünni­ler tarafından kutsal bir görev addediliyordu. Cinayetlerin bu dinî karakterine pek çok görgü şahidi işaret etmekteydi. Sözlü bir şahadet sonrasında, İslâm’ı kabul edenlerin ve sünnet olan­ların hayatlarının bağışlanması dikkat çekicidir; ancak böyle bir şahadet, erkekler için ümmete dönüşü olmayan bir bağlılı­ğ ı da beraberinde getiriyordu. Birinci Dünya Savaşı esnasında, din değiştirme sayesinde gelen kurtuluş, ancak istisnai du­r umlarda gerçekleşebiliyordu.[14] Katliam sonrasında kurbanlar hakkında “Türkler tarafından deklare edilen -örneğin sekiz bin gibi- çok daha düşük sayılar,[15] söz konusu sosyal depremin bü­y üklüğüyle ciddi bir tezat oluşturmaktadır. Bu sosyal deprem, haklı olarak partial genocide [kısmi soykırım] [abç] olarak nitelendi­r ilmekte, misyon raporları sayesinde detaylı olarak tasvir edil­mekte, büyüklüğü misyon şubelerindeki yüzlerce, hatta binlerce öksüz ve yetim[16] ile istatistiksel olarak tahmin edilmektedir. Batılıların ve Ermenilerin yaptığı pek çok tasvirdeyse, ölü sayısı üç yüz bin olarak geçmektedir; Açlık, hastalık ve yokluk nedeniyle sonradan ölenlerin sayısı da hiç şüphesiz çok yüksektir, ancak tam bir rakam vermek çok güçtür.[17] Büyük maddi değerler, geri dönüşü bir daha mümkün olmayacak şekilde Hıristiyanlardan Müslümanlara geçmişti; özellikle Kürtler kırsal alandaki büyük Ermeni arazilerine el koymuşlardı, bu da ileride Genç Türki­ye’nin politikalarını Doğu Vilayetleri’nde ciddi şekilde zorlaya­cak toprak meselesinin temelini oluşturacaktı.”[18] 1915 Soykırımının gölgesinde kalan 1894-96 katliamları ile ilgili Charmetant’ın raporunun[19] yayınlanması neredeyse unutulan 1894-96 katliamları tekrar gündeme taşıyarak Ermeni toplumunun 19.yüzyıl sonunda maruz kaldığı kitlesel katliamları gün ışığına çıkararak sonuçlarını göz önüne serer. Rapor’un alt başlığı da İstanbul’da görevli altı büyükelçinin ortak hazırladığı istatistik olup bu istatistik yerel güvenilir kaynakların raporları ile desteklenerek raporun hazırlayıcısı Charmetant tarafından açıklamalı bilgilerle de desteklenmiştir. Charmetant raporun sunumunda: “Bir insanlık ve yurtseverlik görevi saydığımız bu dokümanı yayınlamakla Ermenistanlı kardeşlerimize Avrupa’nın kayıtsız gözleri önünde yapılan bu korkunç işleri içinde bulundukları ciddi ve tehlikeli durum hakkında Avrupa kamuoyunu daha önceki raporlarımızdan daha etkili şekilde bilgilendireceğimizi, onları daha çok aydınlatacağımızı biliyoruz” derken kullandığı sözler dahi katliamın bo- yutunu ve niteliğini anlatmakta uzak olduğu gibi, sonucunda gerçekleşenler karşısında bu raporun dahi Avrupa’da gözlerin açılmasında bir fayda temin etmediğini görmekteyiz. Nitekim çok geçmeden büyük güçlerin donanmalarının gözleri önünde ve İngilizlerin kolaylaştırıcılığında Kilikya’da 1909 katliamları gerçekleştirilecektir. Burada büyük güçlerin gözlerini kamaştıran Kilikya pamuğundan çıkan çiğitin savaş öncesi barut sanayi için önemi Kilikya Ermenilerinin ölüm fermanını imzalanmasına neden olacak katliam Avrupalıların gözleri önünde gerçekleştirilecektir. Bu kayıtsızlık ise 1915 Soykırımını kolaylaştıran en büyük etmenlerden biridir. Jöntürk yöneticilerini pervasız bir şekilde Ermeni halkını ve diğer kadim Hıristiyan halkların (Pontos, Elen, Süryani) tarihsel topraklarından sökülmesinde bir an bile tereddüt etmemelerine neden olacaktır. Charmetant’ın sunumunda ayrıca, işbirlikçi batılı gazetecilerden de söz etmektedir ki; bu gazeteciler -mensup oldukları devletlerinin 1909’da Kilikya’daki Ermeni zenginliği ve Kilikya çiğitinin[20] cazibesine kapılarak 30.000 Ermeni’nin katledilmesine seyirci kaldıkları gibi- Sultan Hamid’in altınlarının cazibesine kapılmışlardır. “birçok gazetecinin dindaş kardeşlerimizin kanı ile lekelenmiş birkaç altın uğruna düştükleri sessizlik” gibi, Alman İmparatoru Wilhelm II. de Almanların bölgedeki çıkarları gereği sessizliğin ötesine geçmekten çekinmeyecektir. 1894-96 Ermeni katliamlarından sonra “hissizleşmiş Avrupa onlardan [Hamid ve ekibinden] nefret eder ve katliamların mimarı Kızıl Sultanı lanetlerken, imparatorluk çapındaki katliam dizisinin sona ermesinden yaklaşık iki yıl sonra,1898’de II. Wilhelm’in, Türkiye’ye yaptığı ikinci ziyarette büyük tantana ve törenlerle karşılanmasının Almanları memnun etmesi, onların bir tebaa milliyetinin boğazlanmasını affetme eğiliminde olduğunun işaretiydi. Bu hoşgörü için, imparator ev sahiplerince cömertçe ödüllendirilecekti. Fransız Büyükelçi Cambon’un dilinde, Sultan konuklarına paha biçilmez hediyeler vermekle tam bir sağmal inek olduğunu göstermişti[r].”[21] Bugün yabancı resmi tarihçilerin ödüllendirildiği gibi Hamit de Alman İmparatorunu hediyelere boğmaktan çekinmeyecektir. Al- kızılbaş - sayfa 50 - sayı 19 - ekim 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 man politikasının Soykırıma uzanan süreçte Osmanlı ile işbirliği sistematik olduğunu söylemek mümkün. Alman İmparatorunun yanında başkaları da vardır: Osmanlı İmparatorluğu’nu ziyaret eden politik papaz Naumann, Almanların yüksek çıkarlarının Türk imparatorluğundaki Hıristiyanların ızdıraplarına politik olarak kayıtsız kalmalarının gerekli olduğunu söylemekten çekinmediği gibi,[22] Soykırım sürecinde, Ermeni Tehciri ve katliamlarıyla ilgili belgelerden bir seçki hazırlayan Dr. Lepsius da Alman devletini sorumluluktan kurtarmak için bazı belgeleri karartmaktan çekinmeyecektir.[23] Almanların bölgedeki çıkarları, Katliamlardan soykırıma giden süreci görmezden gelmelerinin yanında, tutumları katliamları ve soykırımı kolaylaştırıcı bir etken olmuştur. “Abdülhamid çağı katliamlarının son evresinin (Kasım 1896) ardından Alman Dışişleri Bakanlığı Siyasi Sorunlar Dairesi Yakındo­ğ u İşleri Başdanışmanı Alfons Mumm von Schwarzenstein tarafından açıklanmıştı. Almanya’nın duruşu özlü ama oldukça pervasız bir bi­çimde yazılan on iki sayfalık bir direktifte açıklanmıştı. Argümanın başlıca üç çizgisi bu dokümanın içeriklerini vurguluyordu: 1) Kurnaz ve fesat bir ırk olan Ermeniler, kendi ulusal varlıklarının tehlikeye düştüğü duygusunu yaşayan Türkleri kışkırttılar. 2) Almanya’nın mutlak olarak hiçbir çıkarı olmayan bir ırkın lehine duruma müdaha­le etmesi için hiçbir neden olmadığı gibi, bir Hıristiyan halkın lehine hilale karşı bir haçlı seferi başlatmak Alman siyasetinin vazifesi de olamaz; zira geçen yıl müdahaleci Güçlerin lehte araya girme girişim­leri bu halkın acılarını daha da artırmıştır ve 3) Türkiye’nin bütünlüğünü başka şekillerde tehdit eden tehlikeler ve Türkiye’deki çok sayı­d a Alman’ın ekonomik çıkarları düşünülürse, ne kadar üzücü olursa olsun Ermenistandaki kıyımlar genel tablo içinde küçük kötülükler olarak görülmelidir. Bu politik beyanname, Almanya’nın sorunları içinden çıkılamayacak bir hale sokabilecek her türlü eylemden kaçı­narak olay sahnesinin bir seyircisi olarak kalması gerektiği sonucuna varılarak sona eriyor.”[24] Bu konumun derin ahlaki temellere dayalı olduğunu söyleyen pa­paz Naumann, 1894- 1896 döneminin Ermeni katliamlarına bir gerekçe bulmak için şöyle devam eder: “Sayıca azalan, sürekli geri çekilme halindeki Türkler belki de eskiden sahip olmadıkları bir nitelik kazandılar. Onlar, özünde yıkılmış bir halk olan ama dış dünyayı ilgilendirdiği kadarıyla var olmak isteyen bir halkın becerisini edindiler. Tüm zayıflığı­na karşın içgüdüsel olarak dişlerini ve pençelerini hala nasıl kullanabileceğini bilen küçük bir hayvan gibi, Türkler de bir kez daha nasıl barbar olarak davranıp, kan döküleceğini biliyor­lar. Ermenilerin soykırımı (Armeniermord) Türklerin barbarca davranışının sağlayabileceği son fırsattı.”[25] Savaş dönemi Başbakanı Lloyd George’ un ifadesi aslında Batı’nın politikasını özetlediğini söyleyebiliriz: “Er­meniler bizim kurduğumuz zafer atlarında kurban edildiler… [P]erişan Ermeniler, Ermeni vilayetlerinde iyileştirmeler ve ıslahat yapılacak” vaadiyle bir defa daha eski efendilerinin insafına bırakıldılar. Ermenistan’ın Osmanlı hükümranlığına bırakılmasının esas itibariyle mesulü memleketten gelen daim protestolara rağmen, bu vaat­lerin kırk senedir nasıl tutulduğunu gayet iyi biliyoruz. İngiliz Hükümeti­n in faaliyeti 1895-97, 1909 katliamlarına ve asıl korkuncu da 1915 katli­a mlarına sebep oldu…”[26] Lloyd George bu zulümlerin mümkün olmasında paylarını teslim eder lakin olan olmuş reel politik’e Ermeniler feda edilmiştir. Dadrian, “Ermenistan ve Ermenilerin çıkarlarına İngilizler belki zorunlu olarak kısmen ikincil mesele olarak yaklaşıyorlardı. Bu çıkarlar tıpkı bir satranç oyunundaki piyonların kullanılması gibi, aldatıcı oyunlar sergilemesine müsaitti.”[27] Sözleriyle dönemin dünya politikasını yöneten Emperyal gücün politikasını özetler. Diğer ülkelerin tutumu bu politikanın bir parçası ve izdüşümünden başka bir şey değildir. Hatta bazıları daha açık sözlüdürler! “ Almanya’nın Avusturya Büyükelçisi Prens Philipp 3. Eulenburg, Fransa’nın Viyana Maslahatgüzarı Marchand ile bir görüşmesinde, bizim için Er­meni Sorunu diye bir şey yoktur diyerek”[28], Avusturya’nın politikasını özetler. Avusturya dış işleri bakanı Kont Agenor Goluchowski, “1894-96 katliamları sırasında söz konusu kitlesel katliamın trajik boyutları ne olursa olsun Sultana karşı herhangi bir zorlayıcı eyleme karşı çıktı.”[29] Bu durumda Rapor’un siyasi bir yönünün olmadığını söylemekle birlikte, tarihe tanıklık bakımından son derece önemlidir. Olayları sıcağı sıcağına tanıklarıyla kaydetmekte ve 1894-96 Ermeni katliamlarının bir bölümünü (1895 güz) aydınlatmaktadır. Rapor, yer, olay tarihi, ölü sayısı, olayların özeti ve nedenleri ile halkın ve yetkililerin tutumu belirtilerek tablolar halindedir. Raporda sistematik katliamların başlangıcı neredeyse her yerde aynıdır. Bu da Ermenilerin, merkezden yönlendirilmiş sistematik bir katliam, yağma ve zorla Müslümanlaştırma karşısında olduklarının delilidir. Trabzon’da [8 Ekim 1895] Öğlene doğru şehrin her tarafında birden bire kargaşa başlar ve her taraftan silah sesleri yükselir. Konsolosların araştırmaları, şehrin Ermenileri tarafından herhangi bir tahrik olmadığını göstermektedir. Bir borazan sesi ile verilen işaret üzerine olaylar hemen başlamıştır. O işaret verilinceye kadar şehir sakindir. Öğleden sonra üçe kadar süren yağma ve katliam o saatte verilen öncekine benzer bir işaretle aniden durmuştur. Saat üçe kadar sokaklarda yakalanan Ermenilerin hepsi katledilmiştir. Katiller Ermeni mağazalarına da girip satıcıları öldürdükten sonra malları yağmalamışlardır. Dikkat çeken bir husus yabancıların ikametgâhlarına dokunulmadığıdır. Bu da her şeyin önceden verilen emirlerle yürütüldüğünü göstermektedir. Katliamdan kaçabilen 150 kişi Rus konsolosluğuna sığınmıştır. Şehirdeki öteki konsoloslukların hepsi katiller tarafından kovalanan sığınmacıları kabul etmiştir. Halkın ve yetkililerin tutumu: Borazanla, verilen işaret üzerine rıhtımdaki Lazlar silahlarını almak için kayıklarına koşarlar. Birçok yerde askerlerin de yağmalara katıldığı, yağmacı katillere yardım ettiğine tanık olunmuştur. Üst rütbeli subayların yağma malları arabalara yükleyip evlerine götürdükleri görülmüştür. Gümüşhane’de, Müslümanlar Gümüşhane çevresindeki yerleşim yerleri ve köylerdeki Ermenileri katlediyorlar. Katliama başlamadan önce meydana topladıkları Hıristiyanlardan Ermenileri ayırarak ayrı bir sıra yapıyorlar. Kurbanlarını böylelikle önceden ve ötekilerle karıştırmadan belirlemişler- kızılbaş - sayfa 51 - sayı 19 - ekim 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 dir. Bu kargaşada birkaç Rum’da hayatını kaybeder. Dikkat edilirse güvenlik güçleri ortada yoktur. Ortada olanlar da Trabzon ve Samsun’da olduğu gibi olayların bizzat failleridir. Çarşambaya bağlı Ağca güney’de o bölgeyi çetelere karşı korumakla görevlendirilen redifler aksini yaparak Ermeni evlerini kendileri talan ediyor. Kiliseyi soyduktan sonra bağladıkları papazın önünde kutsal dini objelere saygısızlık ve hakaretler ediyorlar. Çaresiz papaza ve cemaatine, İslam’a geçmezlerse tüm Ermenilere de aynı şeyleri yapacaklarını söylüyorlar… Kayıkçıoğlu çetesi Kabaceviz köyünü basıyor, birkaç Ermeni köylü öldürülüyor. Kalanlar kırsal alanlara sığınıyor. Erzurum’da, Pakariç: 200 ev yağmalanıyor. Katliamdan kaçabilenler İslami kabule zorlanırlar. Pulk: 80 ev yağmalanıyor İslami kabul edenlerin canları bağışlanıyor. Pirij: 120 ev yağmalanıyor. Ancak İslami kabul edenler sağ bırakılıyor. Halkın ve yetkililerin tutumuna gelince: Ekim ayının başlarında asa­yiş güçlerinin takviyesine rağmen sonuç alınamıyor. Konsoloslarca Ermeni­leri sakinleştirme ve Müslümanların silahsızlaştırma ça­baları ve öneri­len tedbirlere rağmen otorite kayıtsız kalıyor ve sadece Er­menileri tutuk­lamakla yetini­yor. Oysa Türk nüfusu o sıra saldırı günü için hazırlık yapmaktadır. Talan ve katliamlara subay ve erlerinde alenen katıldı­ğ ını konsolos­lar görmüşler­dir. Karmaşa ve saldırılan bir defalığına tamamen dükkânlar yağmalandıktan sonra ve yerleşiklere saldırıldıktan sonra müdahale ediliyor. Pirij’de bu şekilde ancak 30 Ekim ve 31 Ekimde tüm gece boyu ve izleyen gece kuşatılmış mahallelerde yağma v cinayetler bitince yetkililer duruma el koyuyorlar… Kürt lider Haydaranlı Hüseyin Paşa olayların sorumlusu olmasına ve görev ihmali görülmesine rağmen kötü yönetimin hesabını vermek üzere askeri mahkemeye çıkarılmıyor… Olaylar olup bittikten sonra çağrılan redifler daha kötü bir duruma neden olur. Onlara göre sultan2ın emirleri gereğince ülkeyi Hıristiyanlardan temizlemek gerekir… Yerli Müslüman nüfustan çok sayıda soyguncu çete mensuplarına silah temin ediyor ve katliama askerler de katılıyor… Erzurum’daki Fransız konsolos mösyö Brgeron izinli olarak gittiği fransa2dan dönünce dehşet içinde bölgeyi dolaştı. Bayburt ve Trabzon’a bağlı Gümüşhane arasındaki bölge tamamen yakılıp yıkılmıştır. Narzahan yakınlarından geçerken bir çukura 100 kadar Ermeni’nin cesedinin atıldığına tanık olur. Yollar evsiz barksız kalmış, üstü başı çıplak, aç susuz dolanıp duran kadın ve çocuk kafileleri ile doludur. Yıkımdan kurtulmak için çok sayıda köy İslam’a geçmeyi kabul etmiştir. Bitlis’te de aynı senaryo hâkimdir: “Ermeniler tarafından yapılmış hiç bir tahrik yok iken Türkler camiden çıkışta Ermenilere saldırıyor. Daha önce ve başka yerlerde de olduğu gibi olaylar önceden planlandığı şekliyle borazan sesi ile verilen işaret üzerine başlar ve aynı sesle biter… Şehre bağlı nahiye ve köylerde çok sayıda Ermeni’nin zorla İslamiyete döndürüldüğü belir­t iliyor.” Çapakçur’da katledilmeyen bütün Ermeniler Müslüman olmak zorunda bırakılıyor. Muş’ta katliam tehditleri, ortamın hazırlanması ve olayların çıkış nedenleri Muş kadısına mal ediliyor. İlin tam bir felaketten kurtulmasının nedeni il müftüsü ve mutasarrıf Fehim Paşa’nın birlikte gösterdikleri çabadır. Adilcevaz’da Emin ve Temir Paşaların komutasındaki Haydaranlı Kürtler 18 köyü yağmalarlar. Erciş’te Mesrop manastırı Emin Paşa’nın babası Hasan tarafından yağmalanır. Saray’da Hakkâri sancağına bağlı Mahmudiye kazası merkezi özellikle Kürtlerden oluşan Hamidiye birliklerince Kaymakam Hüseyin Takuri Bey’in komutasında yağmalanıyor. Muş mutasarrıf tarafından kurtarılırken burası kaymakam tarafından yağmalanıyor. Mamuret-ül Aziz vilayetinde Kürtler ve Müslümanları Ermeni mahallelerine saldırırlar ve bü­t ün Ermenileri katlederler. Kapuçin misyonunun lideri de öldürülmekten kurtulamaz. Amerikan misyonu yerle bir edilir ve ölümden kurtulabilen Hıristiyanlar İslam’a dönmeyi kabul etmek zorunda bırakılırlar. Halkın ve yetkililerin tutumuna gelince; Subaylar ve askerler de ga­nimetten pay­larını alırlar, yağmalara katılırlar. Kürtler yetki­lilerle anlaş­malı hareket et­t iklerini söylü­yorlar. Otorite yapılacak iş konusunda hemfikirmiş ama çok daha geç bir zamanda yapıl­masını iste­ mekte imiş. Ay­r ıca subaylar, askerler ve jan­darmalar da ta­lana katıldığı için olaylar kar­şısında daha sert davrana­ mamış… Katliamdan kurtulan erkekler tutuklanıyor ve bunları akıbeti belli değildir. Arapgir’de Hıristiyan nüfusun çok olduğu bu bölgede kurban sayısının tah­minlerin de üstünde olmasından korkuluyor. Silahlanmış Kürtler ve Türkler Hıristiyanlara saldırıp şehri yakıp yıkarlar. Eğin’de Dersim Kürtleri Gamaragah köyüne saldırıyor. 300 ev yağmalanır. 30 evlik bir mahalle ateşe verilir. Oturanların bir bölümü katledilir. İslamiyet’i kabul edenler sağ bırakılır. Pingan, Armudan, Licik, Zimara, Teğut, Muşeşgak ve Narver köylerindeki insanların bir bölümü katledildi, İslamiyet’e geçenler canlarını kurtarabildiler. Siirt’te diğer Hıristiyan topluluklarda pogromun dışında tutulmayacaktır: Müslümanlar önemli sayıda Kildani ve Ermeniyi katlediyor. Süryaniler ve Jakobitlerin otur­duğu evler yağmalanır. Çevrede­k i önemli miktarda Süryani, Kildani ve Jakobit köyü yakılıp yıkılır. Bunlar; Mor Yakup, Berke, Tel Meşar, Beynkof idi Malatya’da Kürtler ve Türkler Hıristiyanlara saldırıyı başlattıktan sonraki 6 gün boyunca talan ve katliam yapıyorlar. Yangın ve katliamlardan kaçan Ermeniler kiliselere sığınıyorlar. Katolik kapuçinler dövülür ve hakarete uğrarlar. Evleri, okulları ve kiliseleri yakılıyor… Ölü sayısı en az 3000 olarak hesaplanmaktadır… Ermenilerin önemli bir bölümüne de İslam zorla kabul ettirilmiştir. Diyarbekir vilayetinde, 01 Kasım sabahı kırsaldaki Kürtler şehre girerler ve şehirde yerleşik Müslümanlarla bir­ leşerek pazarı yağmalarlar, ateşe verirler. Daha sonra mezhebine bakılmaksızın Hıristiyanları katl­ederler. Kürtler, zaptiyeler ve askerler, hepsi bir arada Hıristiyanlara ateş yağdırırlar. İnsan kırımı üç gün sürer. Türkler, Hıristiyanların cami­lere girerek Müslümanları öl­dürdüklerini böylelikle onları katliam yapmaya kışkırttıklarını iddia etmektedirler. Bu iddia kesinlikle yalandır. Fransa kon­solosu 30 Ekimde Cemil denen bir kişinin evinde Şeyh kızılbaş - sayfa 52 - sayı 19 - ekim 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Zeylan ve oğlunun bulunduğu toplan­ tılara dikkat çekiyordu. Daha önceki oğlu ki oğlu bu yakın­larda Sason katliamında yer almıştır. Bu toplantılarda Hıristiyanlara yapılması mümkün olabilecek en korkunç projeler tartışılmış, camilerin duvarları­na duyurular yapıştırılmıştır. Bu duyurularla Sultan’ın Hıristiyanlar hakkında uygulamayı kabul ettiği reformlar hakkında yanlış bilgiler verilmiştir. Bun­ ları okuyan Müslümanlar Sultan’a bir protesto telgrafı gön­derirler. Telgrafta eğer verilecek cevap tatmin edici bulunmaz ise, 1 Kasım Perşembe günü Hıristiyanlardan öç almak niye­t inde oldukları belirtilir. Yani her-şeyin önceden planlandığı ve Hıristiyanların paniğe kapılış nedeni apaçıktır. Ayrıca Müs­lümanların daha önce görül­memiş miktarda silah ve cep­hane satın almaları da ortalığı tahrik etmeye yetmiştir. Mardin, Şehir büyük bir tehlike içindedir. Ama katliam olmaz. Yine de bölgenin tümü yakılıp yıkılır. Katolik Ermenilerin büyük ve önemli bir köyü Tel Ermen’de taş üstünde taş bırakılmaz. Köy sakinleri Mar­din merkezine sığınırlar. Ortodoks-Rum 100 hanelik Pakoz Köyü’nün sakinleri ra­h ipleri ile birlikte İslamiyet’e geçmek zorunda bırakılırlar. Sivas, Katliam akşamı müezzinler Müslümanları Allah adına insan kıyımına davet ediyorlar. Bu katliam çağrıları özellikle dervişler tarafından yapılarak halkın kışkırtıldığı belirtilmektedir… Gürün’de Redif kılığında 2000 Kürt içinde 4000 Ermeninin yaşadığı kenti kuşatıyorlar. Dört günlük direnişten sonra Kürtler şehri zapt ediyor… Kurtulan Ermeni sayısını belirlemek mümkün değildir. Bu sıralar Sivas’tan ulaşan haberlere göre bu ilçedeki ölü sayısı çoktur. Katliamlardan 14 gün sonra bile yani 28 Kasımda yollarda gömülmemiş cesetler bulunuyordu.. 150 genç Ermeni kadını ve kızı Kürtler tarafından kaçırılıyor. Amasya, Müslümanların Ermenilere saldırmasıyla değirmen, ev ve dükkânlar yağmalanıyor. Hıristiyanlar rastgele katlediyorlar. Konsolosların verdikleri bil­g ilere göre ölü sa- yısı 1000 kişidir. Resmi rakamlar ise sadece 80 kişinin öldüğünü söylüyor. Yeşilırmak’ın ceset­lerle dolu olduğu görülmüştür. Merzifon, Müslüman bir güruh Hıristiyanlara saldırıyor. Öldürülen Ermeni sayısı 150. Yaralı sayısı ise 500′dür. 400 ev ve dükkân yağmalanıyor. Katiller, öldürülenlerin üzerindeki giysileri bile alıp götürüyorlar. Cesetler gömülmeden çırılçıplak yollara atılıyorlar… Yağma ve katliamlara askerler de katılmıştır. Kaymakam, Cizvit din adamlarını olayların Ermenilerin tahriki ile meydana geldiğine dair beyanatı imzalamaya zorluyor. Urfa, 28 Ekim: Kürtler ve Hamidiyeliler büyük. Bir Hıristiyan katliamı yapıyorlar. Yaralı sayısı da çok fazladır. 1500 dükkân yağmalanmıştır. Olayların çıkış nedeni olarak bir Türkle bir Ermeni arasında çıkan kavgaya dayandırılıyor. Kavgadaki Ermeni, öldürülünce hemşerileri de Müslümanı öldürüyorlar. 2 ay sonra 28 Aralık ta katliam tekrarlanır. Yeni bir Ermeni katliamı oluyor. Yetkililere göre ölü sayısı 800′dür. Konsoloslara göre bu rakam 2000′den çoktur. Kürtler ve Bedeviler daha önce eşine rastlanmamış derecede korkunç insan l kıyımı yapıyorlar… Öldürülme tehdidi ile İslama geçmeye zorlanan Hıristiyan sayısı fazladır. Bu emre itaat edenlerin evine beyaz bayrak çekilir ve başları türbanla örtülür. Sözde düzeni sağlamakla görevli redifler de yağma ve katliama katılırlar. Yenicekale’de bir borazan sesiyle müfreze Hıristiyanlara saldırır. Sonrası ateşe verme, talan ve katliamdır. Rapordaki anlatımlar neredeyse her ilde aynı cümlelerle devam etmektedir: Mersin, Adana, Tarsus[30], Ankara, Masis, Hacin, Payas, Kayseri, Çorum, Yozgat, Akhisar, İzmit… Charmetant, raporunda yukarıda örneklerini verdiğimiz katliama dair bilgilerden sonra bu tabloyu tahlil eder: “Buraya kadar okunan tablo ve bundan sonra okunacak istatistikî bil­g ilere ek olarak birkaç düşüncenin eklenilmesi zorunlu görülmektedir… Bizler ait olduğumuz ulusların tarihinde, yaklaşık iki yıldır göz­lerimizin önünde cereyan eden bu kadar korkunç zamanlar bulun­abileceğine inanmıyoruz. Şimdi- ye kadar Hıristiyanlara karşı anlayışlı ve mülayim sanılan Türkler Hıristiyanlara karşı bu yakın geçmişte önceden planladıkları hedef ve amaçlarını, başlangıç ve bitiş işaretlerinin dahi ne olacağı belir­lenmiş olayları gerçekleştirdiler. Bu olaylarda ve saldırılarda amaç, yaradılışında var olan anlayışlı, yumuşak başlı, barışçı tutumları ile başlarındakilere tabiiyetlerini her zaman ispatlamış Ermeni ırkının kökünü kazımaktı. Oysa yukarıda belirtildiği gibi bu iyi niteliklere sahip ırka bu canavar barbarlığın reva görülmesini gerektirecek, yapanları haklı kılacak hiçbir neden yoktur. Türk yönetimi bir zamanlar çok zengin olan bu ülkeyi her yerde ve her zaman olduğu gibi köleleştirme ve haraç alarak sömürme uygula­malarıyla kısırlaştırdı. Bu şekilde, zavallı Osmanlı Hıristiyanları, zapt edilmiş toprakların asıl sahipleri, yüzyıllardır yaşadıkları kırsal bölgelerin yalnızlığında, yöneticilerinin baskı ve aşağılamaları altında, uzaktan bakanların acıyan bakışlarına maruz kalarak böylesine rezil şartlarda yaşıyorlar. Bugün bu koşulların, bu aşağılanma durumunun yerini şiddetli bir zulme bıraktığı gündür. Şu sıralar Türklerin başka bir taktik kullandığına da şahit oluyoruz: İmparatorluklarındaki Hıristiyanları fiziksel olarak yok etmek yerine taşra illerindeki Hıristiyan yerleşim birimlerini yakıp yıktıktan sonra, önceden katliam dışı tuttukları kadın ve kızları ahlaksız işlerine alet etmek, ahlaklarını bozmak, Ermeni ailelerini baskı ve tehditle din­lerinden döndürmeye çalışmak. Osmanlı’da her işin daha önceden hazırlanmış ve her yerde aynı biçimde uygulandığı gözlemlenmiştir. Amaç. Hıristiyan kadınlarının kir­letilmesi ve Ermenilerin Müslümanlaştırılmasıdır. Hıristiyan dünyasının her yerinde olduğu gibi Doğu’da da kadın erkekten daha çok dinine bağlıdır. Bunun için Türkler sistematik, zorun­lu ve ahlaksız yöntemlerle Hıristiyan kadınları lekelemeye çalışmakladır. Bu dönemde özellikle uzak köylerdeki Hıristiyanlara, sahipsiz ailelere etkin bir propaganda ile İslamiyete geçmeleri için tehditler yapılıyor. Birçoğu yaşamak için bu fırtına geçer geçmez yeniden atalarının dinine dönebilmek umuduyla baskılara boyun eğiyorlar. Ancak bu da çoğu zaman yetmiyor. kızılbaş - sayfa 53 - sayı 19 - ekim 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Şu sıralarda Muş, Maraş ve etrafındaki yerlerde çok sayıda aile zora boyun eğmektedir. Ama sükûnete kavuşur kavuş­maz Hıristiyanlıklarında ısrar ettiklerinin açığa vuruyorlar ve o zaman da katlediliyorlar. İslam yasası Şeriat’ın bu konudaki hükmü kesindir. Bir defa Müslüman olanın dininden dönmesi mümkün değildir. İslamiyeti terk eden birinin cezası ölümdür! Bu hükme dayanarak Türk yetkililer Kürtlerin bu son katliamları yapmalarına göz yumuyorlar. Çünkü Türklere göre bu katliamlar geçer­li bir İslami hükmün uygulanmasıdır. Bu nedenle Türk devleti Avrupa nezdinde suçlu görülmekten kurtulmaktadır. Zorlanarak bile olsa Hıristiyanların Müslümanlığı kabul ettikleri andan itibaren vaftiz edildik­leri eski dinlerine dönmeleri İslam dini nazarında ölümle cezalandırıla­cak bir suçtur. Rapor, din değiştirmelerinin boyutuna altını çizer: Din değiştirenlerin durumu da endişe vericidir. Korkunç şeriat gereklerine göre mecburi olarak din değiştirenleri Ermeni ulusu kayıp olarak kabul etmelidir. Raporun özel istatistik bölümündeki, Ermenistan’daki, onbir vilayette, son zamanlarda kiliselere yapılan hakaret ve saygısızlıklar, Papazların katledilmeleri, kadın ve genç kızların kaçırılması! Başlığı altındaki kesiminde, bu vilayetlerdeki Hıristiyanların içinde bulunduğu çaresizlikler, koşullar, katliamlar ve din değiştirmeler görgü tanıklarına dayanılarak nakledilmektedir, bu konuda verilecek birkaç örnek katliam dışında din değiştirmelerin boyutunu gözler önüne sermektedir. Charmetant, her nekadar din değiştirmelerin sayısını 40- 50 bin civarında verse de raporda belirtildiği gibi gerçek rakam bunların çok üzerindedir: Trabzon: Alçakdere, Maktilla, Gromela, ve Kortanez köylerinin sakinleri olan Gregoryenler İslamiyete geçmeye zorlandılar. Kadın ve kızları vahşi ve rezil işlere kurban gittiler… Erzurum: Kırsal alanda yaşayan Gregoryen nüfusun katil kılıcından kaçan kısmında İslama geçenler oldu. Papaz Der Husik, piskopos vekili de aynı akı­ bete uğrayarak İslama geçmek zorunda bırakıldı. Ertesi gün taze dön­melerin yeni dinlerini pekiştirmek üzere toplu sünnetlerinin yapılması için merasim hazırlıklarına başlandı. Bayburt’ta, Ksanta köyünde Kilise camiye çevrildi. 400 civarında insan katledildi, çoğu kadın olmak üzere katliam kaçaklarına İslamiyet zorla kabul ettirildi. Plur, Plurak,Buşdi, Surp Toros, Nik ve Balakor köylerindeki altı kilise camiye çevrildi. Papazları Der Magar, Der Krikor ve adı öğre­nilemeyen bir papaz öldürüldü. Üç papaz da kayboldu. Yukarıdaki köylerin yanı sıra, Varzahan, Karavirak, Çakmak, Averek, Gopus, Osdek, Varin Kerzi ve Verin Kerzi köylerinin ahalisi zorla İslamiyete döndürüldü. Plur köyü Gregoryenleri islamiyete geçmeyi çaresiz kabul etmelerine rağmen gözü dönmüş müslüman sürüsü tarafından kurşu­na dizilmekten kurtulamadı. Gerekçeleri şuydu; bu Hıristiyanlar Müslüman görünerek yaşamaya devam etseler bile ruhlarının derin­liklerinde yine de Hıristiyan dinini devam ettireceklerdir. İşe, dinden döndükleri için kafalarına şapka yerine sarık geçirilmesiyle başlandı, namaz öğretildi, uygulamalara girişildi, bunun için de camiye götürür gibi kiliselerine götürüldüler. Onların katli burada ve bu ser­emoniyle yapıldı. Bayburt’ta ve tüm çevresinde Hıristiyan dini ve ibadeti tamamen bitti. Erzincan, Megvetzik köyünde katliamdan arta kalanlar zorla sünnet edilip din­leri değiştirildi. Dantzi köyü Ermenileri zorla Müslümanlaştırıldı ve erkekleri toplu halde sünnet edildi… Van vilayeti: Aşağı Gargar kasabasına bağlı olan Çakog, Dzogu, Dap, Ksoktentz, Meçgantz, Mülk, Gici, Argantz, Kakt köylerinin sakinleri arasında yaşayan üç papaz da dâhil olmak üzere islamiyete geçirildi. Moks (Bahçesaray) ilçesinde Paykner, Varek, Yukarı Sarin, Şadossen, Varentz, Paşavank, Padagantz, Deşok, Atanan adlı 9 köyün Ermenileri ölüm tehdidiyle dinlerinden döndürülüp Müslümanlaştırıldılar. Kürtler, Pasin-Taht ilçesindeki Gagazis, Şidan, Areg, Gaynamiran, Korner, Darentz ve Nar adlı yedi köyün halkını İslama zorladılar. Çatak ilçesinin tüm köyleri yağmadan nasibini aldı. Bu köylerde yaşayan herkes yine ölüm tehditleriyle İslama geçmeyi ve sünnet olmayı kabul etti. Gandijgan ilçesinde Sembon, Usut, Pigant ve daha birçok Ermeni nüfusu ve Sembon Ermeni kilisesinin papazı zorla Müslüman yapıldı… Bitlis’te, Kuyt kilisesinin başrahibi Der Mikhitar’ın cesedi Müslüman olarak görülüp Müslüman mezarlığına defnedildi. Şehirde buna benzer hile ve yöntemlerle ve zorlamayla çok sayıda din değiştirme oldu. Yerum ilçesinde 13-15 Ekim arasında katliam yapıldı. Bu esnada ilçenin 12 Ermeni köyünün kilisesi her türlü hakarete maruz kaldı. Daha sonra da camiye çevrildi. İslamiyeti kabul ederek sünnet olanlar ölümden kurtulabileceklerdir. Papazların başlarına sarık kondu. Kadınlar evlendirilmek üzere Müslüman Mollalara teslim edildi, hem de karşılıklı olarak. Yani papazların kendileri de Müslüman dul kadın almak zorunda bırakıldılar. Bu papazlara üstelik fazladan bir veya iki Kürt kadın verildi. Amaç papazların din değiştirmesini sağlamaktı. Müslümanlarla çok yönlü ilişkiler içine sokmak, onları tamamen ve katiyen Müslümanlaştırmaktı. Hatta çok kardeşi i Hıristiyan ailelerde bu kardeşlerden bir veya ikisi öldürülerek dul kalan karıları yaşayan kardeşlere verildiler ki durum şeriat yasalarına uygun olsun. Şirvan ilçesi kırsalında aralarında Sarus, Avin, Avar, Napahn, Sermek ve Temenk köyleri olmak üzere yirmiden fazla Hıristiyan köyünde katliam kurtulan Ermeniler Müslüman olmaya zorlandılar. İçlerinde bu köylerin bir kısmı yıkılıp öteki kısmı camiye çevrilen kiliselerinin papazları da vardır. Hizan ve Sipagert ilçelerinde, Sgavaray Gregoryen Manastırı başpapazı Ohannes’e yapılan bir dizi hakaret ve işkenceden sonra papaz İslamı kabul etmek ve iki karı almak zorunda kaldı. Hizan’da yerleşik konumda ve kalabalık miktardaki Ermeni nüfusu aynı yerdeki Müslüman tekkesine zorla konduktan sonra İslamiyete geçirildiler. Aynı şekilde Horkhotz köyünün üç Gregoryen papazına din değiştirmeleri zorla kabul ettirildi. Ondan sonra da başları­na sarık bağlanarak yollarda gezdirildiler. Şenitzor nahiyesine bağlı sekiz köyün ahalisi İslama geçmeye zor­landı. Bu köyün okul ve kiliseleri kapatıldı ve çok sayıda kadın ve kız kaçırıldı. Hizan ve Sipagert ilçelerine bağlı, aşağıda adı verilen altmış köyün sakinleri toplu halde İslamiyete geçmek zorunda bırakıldı: Hizan ilçesi: Darontz, Aşağı Darontz, Karason, Yukarı Karason, Şen, Harit, Klup, kızılbaş - sayfa 54 - sayı 19 - ekim 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Tagik, Palassor Haçugontz, Zigu, Antentz, Kamagiel, Surp Haç, Di, Norşen, Yegondz, Anabat, Broşent-Tars, Motentz, Mamtentz, Gassar, Hagir, Korklotz, Nan, Hodz, Gadinak Bagsar, Li, Hucuk. Sipagert ilçesi:Yukarı Huruk, Aşağı Huruk, Candican, Aşağı Godentz, Yukarı Godentz, Nerpan, Oghant, Sevkar, Pagentz, Sonar, Tag, Kagis, Dantzis, Şoson, Hargnin, Taloro, Bedrantz, Huş, Kut, Şort, Pagt, Sagantz, Arençik, Duag, Geran, Taht, Mad, Zemen. Mamduruk ilçesindeki Gregoryen nüfusun çoğunluğu islamlaştırıldı. Bu ilçeye bağlı adları aşağıda yazılı on yedi köyün ahalisi toplu halde İslama dönmek zorunda bırakıldı; Ov, Seg, Perganto, Abarank, Kedantz, Huvandantz, Dantz, Miloti, Şenağpür, Mont, Gugentz, Honis, Horont, Paramons, Hagons, Garna, Bargantz.Segert şehrindeki Halkın bir bölümü İslamiyeti mecburen kabullendi. Genç ilçesine bağlı Gernos, Valer, Tarepnis, Duzmalan, Kupar adlı köylerin sakinleri zorla Müslüman edilerek katliamdan kurtuldular. Çapakçur ilçesinin Çevlik, Madrak, Sinfor ve Köşem köy­lerinin Hıristiyan ahalisi ve yine Peçar Nahiyesinin Mıguk, Anti, Murdarik, Norşen, Tiç, Peçar köylerinin Hıristiyan sakinleri İslama geçm­e ye zorlandılar. Bu köylerin papazları da din değiştirmek zorunda kalan­lardandır. Bu köylere ait kiliseler bugün cami olarak kullanılıyor ve buralarda Kuran okutuluyor. Sivas Vilayeti, Koyulhisar ilçesinin Ermeni sakinleri evlerinin yakılma, zincire vurulma gibi zorbalık tehditleri altında zorla müslümanlaştırıldılar. Genç Ermeni kızları Türklerle evlenmek zorunda bırakıldılar. Divriği’de Şehrin içinde olduğu kırsal alanda da Ermeni nüfus toptan İslamiyete geçirildi. Din değiştirmeye direnenler de katledildiler. Armudag köyü kilisesi papazı da öldürüldü. Surp Hagop Manastırı harabeye döndürüldü. Zımara ve Gasma köylerindeki kiliseler kısmen yıkıldılar. Çoğu camiye çevrildi Gasma köyü ve çevresinde yaşayan 650 insan zorla İslamiyete geçirildi. Erkeklerin başına sarık sarıldı. Günde 5 defa namaz kılmak üzere zorla camilere götürüldüler. Ölen Krikor Balyan adlı bir Hıristiyan Müslüman mezarlığına defnedildi. Yine katliam tehditleri altında Gurasin ve Apuşan köyleri sakinleri İslamiyeti kabul etmek zorunda kaldılar. Zimara köyü sakinleri de papazları ile birlikte aynı sonu paylaştılar… Mamuret ül Aziz vilayeti, Eğin nahiyesi köylerinden, Licik, Narver ve Azni köyleri kiliseleri yağmalandı, yıkıldı. Bu köydeki Ermeni nüfus bir araya toplandı. Sonra gerekli baskı ve tehditler yapıldı. Hepsi islamiyete geçmek zorunda kaldı. Licik köyü sakinleri ayrıca papazları ile birlikte din değiştirdi. Aynı şey Ağın nahiyesinin 14 Ermeni köyünde de yapıldı. Hemen İslama geçmeye ve sünnet olmaya zorlandılar. Nahiye yönetici ve yetkilileri zorla din değiştirip sünnet ettikleri erkeklere bu işleri kendi rızalarıyla yaptıklarına dair beyanlar imzalatıy­orlar. Ançerti köyü sakinlerine de aynı amaçla aynı konuda bir bildiri imzalatıldı. Bu köylülerin hepsine zorla yeni müslüman adları ver­ildiğini belirtmek gerekmektedir. Bununla da yetinilmeyip şimdilerde yeni dindaşları ile karşılıklı evlendirilerek aralarında yeni akrabalık bağları oluşturmaya çalışılıyor. Gamaragah köyündeki Hıristiyanların hepsi namaz kılmaya zorlandı. Onlara namaz ve dualar öğretildi. Gamaragah erkeklerinin hepsi sarık takmaya, kadınlar ise yüzlerini bile peçeyle kapatmak zorunda bırakıldılar. Türk kadınının kıyafeti Hıristiyan kadını için de mecbur kılındı. Garmir köyü sakinlerine zorla Müslümanlık kabul ettirildi ve erkeklerin hepsi sünnet edildi. Bu köylüler arasında köyün Gregoryen kilisesi papazı Der Daçat da vardı. Arapgir’in 20 kadar Gregoryen köyü sakinlerine ölüm tehdidiyle islamiyet kabul ettirildi. Köylerin adları şunlardır; Sagmega, Maşgert, Ehnetzik, Vahzen, Zabelvar, Kuhna, Yagavir, Agen, Vank, Grani, Hatzgeni, Zak, Sincan. Bunların içinde adları bilinemeyen birkaç köy daha vardır.İslamiyete geçirilen köylerin ahalisi içinde bu köylerin papazları da bulunmaktadır. Köylü erkeklerin hepsi ayrıca sünnet edilmiştir… Diyarbekir Vilayetindeki, Surp Astvadzadzin Partzirarahayatz’ı soyup soğana çevirdikten sonra yıktılar. Manastır cemaatinin hepsi öldürüldü, din adamı Der Hagop hariç. Çünkü korkutmak için onun önce bir kulağını kestiler ve bu yöntemle korkuttuktan sonra çaresiz islamiyeti kabul etti ve sünnet oldu. Diyarbekir çevresinde- ki Silvan, Beşiri, Zerivan ve Paravan yöne­t im bölgelerine bağlı 105 köyün Hristiyan ahalisi ile Hani ve Lice ilçelerinin Hıristiyan nüfusunun bir bölümü zorla İslamlaştırıldı. Palu’daki köylerde katliamlardan arta kalanlar İslamiyeti kabule zorlandılar. Mevcut kiliselerin hepsi camiye çevrildi. Havav köyü kilisesi soyulduk­tan sonra ateşe verildi. Bu köyün Ermeni nüfusu, papazları Der Bogos da dahil Müslümanlaştırıldı… listeuzar gider… 1896 yılında hazırlanan Charmetant’ın raporu’nun bir özelliğide 20 yıl sonra gerçekleşecek Soykırıma işaret etmesidir , ki Jöntürk yönetimi bu kehaneti doğrulayacaktır: Boğaziçi’nde tutulacak zırhlı sayısının tartışması ile meşgul olan Avrupa diplomasisin Bizans oyunlarına kan­ması veya öyle gözükmesi, kendi güçsüzlüğünün, etkin olamadığını kabul etmesinin resmidir. İşin en tehlikeli yönü de budur. Çünkü açığa çıkan bu güçsüzlük daha yeni bitmiş gözüken ama yenilerinin hazır­ lanacağından emin olduğumuz katliamlara Türk’ü cesaretlendirmiştir. Türk böylece Hıritiyan devletlerden korkmasına gerek olmadığına emin olunca Ermenileri tamamen ortadan kaldırma amacından ısrarlı olacaktır. Avrupa bu şekilde pasif ve etkisiz kalmakla müslüman barbarlığının da suç ortaklığı durumuna düşmüştür. Charmetant, 1915 Soykırımını açık bir dille ifade etmiştir. Akunq.net [1] Tovmas Mıgirdiçyan, Diyarbakır Vilayeti Katliamları ve Kürtlerin Vahşeti, Kahire 1919 [2] Wofgang Gust, Alman Belgeleri, çev. Z. Hasançebi, A. Takcan, Belge uluslar arası Y. 2012 s 27. [3] “Sultan Abdülhamit bütün ulusalcı hareketlenmeleri özellikle MüslümanHıristiyan çelişmesini hareket ettirerek, katliamlarla, kitle terörü yaratarak sindirmeyi denemiştir. Bu sistemli kargaşalıklar sonucu 1894-96 yılları arasında resmi kaynaklara göre 10 binden fazla insan hayatını kaybetmiştir. Bunun 2 bini Müslüman’dır. Ama, bunlar resmi Osmanlı kayıtlarıdır. Katliamların gerçek boyutu ise daha büyüktür ve yüz binleri bulmaktadır. Lepsius, 88 bin 243 Ermeni’nin öldürülmüş olduğunu yazmaktadır. Zartaryan 300 bin civarında olduğunu belirtir.” ( Recep Maraşlı, Ermeni ulusal Demokratik Hareketi ve 1915 Soykırımı, Peri Y. 2008, s 159) [4] George A. Bournoution, Ermeni Tarihi, Ermeni halkının Tarihine Kısa bir kızılbaş - sayfa 55 - sayı 19 - ekim 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Bakış, çev. E. Abadoğlu, O. Kılıçdağı, Aras Y. 2011, s 219-220 [5] Bu konuda geniş bilgi, bu baskını gerçekleştirenlerden Karekin Pastırmacıyan (Armen Garo) anılarında bulunmaktadır; Armen Garo’nun Anıları, Osmanlı Bankası, çev. Attila tuygan, Belge uluslar arası Y. 2009. “Osmanlı Bankası baskınının bir diğer sonucu da, batılı devletlerin bir süre daha Ermeni reformunu görüşmelerine karşı, Ermeni örgütlerinin radikalleşmesinden ve kendilerini de hedef almaya başlamasından rahatsız olmaları ve aralarına daha soğuk bir mesafe koymaya başlamaları oldu.”( Recep Maraşlı, Ermeni ulusal Demokratik Hareketi ve 1915 Soykırımı, Peri Y. 2008, s 159) [6] George A. Bournoution, Ermeni Tarihi… s 220 [7] Edvvin Pears, “Forty Years in Constantinople”, London, 1916, s.162; “life of Abdul Hamid. London, 1917, s.2S7 (Aktaran: Rohat Alakom, “Eski İstanbul Kürtleri, 1453-1925″, Avesta, İstanbul, 1998 [8] Donalt Quataert, Osmanlı imparatorluğunda Iggücü Politikası ve Siyaset: Hamallar ve Babıâli, Tarih ve Toplum, no.33, 1986 [9] Recep Maraşlı, Ermeni ulusal Demokratik Hareketi ve 1915 Soykırımı, Peri Y. 2008, s 159 [10] Beylerian, Arthur, “Uimperialisme et le mouvement national armenien (1885-1890),” in: Relations internationales, Nr, 3, s. 19-54, Genf-Paris, 1975. S 38 aktaran: Hans-Lukas Kieser, Iskalanmış Barış, çev. Atilla Dirim, İletişim Y. 2005, s 210 [11] Levon Vartan, The armenian 1915, Atlas Printing Press Beirut, 1970, s 85-86 [12] Erzurum hakkında: Chambers 1988 (1928), s. 36, 75 vd., 88 vd. Eleşkirt hakkında: Chambers 1988 (1928), s. 33-35, 89 vd. Akt HL Kieser, İskalanmış Barış, s 211 [13] Altını ben çizdim (SC) [14] Hans-Lukas Kieser, Iskalanmış Barış, çev. Atilla Dirim, İletişim Y. 2005, s 216-217 [15] Kamuran Gürün tarafından verilmektedir. [16] İhtiyatlı gözlemciler dahi 1896 yazında, kitle katliamları sonrasında on iki yaş al­t ında en az elli bin öksüz çocuktan söz etmektedirler. [17] Charmetant raporu da kurban sayısı hakkında doğru bilgi vermekten uzaktır. Bu durum raporda da belirtilmekte mağdur sayısısının belitilen rakamın çok üzerinde olduğu teslim edilmektedir.Her yerleşim birimindeki kurban sayısına gelince . Bu dökümanı hazırlayan komite sadece doğru değerlendirmeyi mümkün kılacak nitelikleri verileri hesaba katarak rakamı tesbit etmiştir. Yani alınan her bilgi hesaba katılmamış, nesnel ve resmi olanlara rağbet edilmiştir. Komite, duygusal ve abartılı durumlardan sakınmıştır. Araştırmacıların kendileri bile bölgenin tümündeki maktul sayısını, birkaç yere ait olanlar hariç, tam olarak, kesin biçimde tespit ede­m emiştir. Bu rakamlar özellikle tamamen yok edilen binlerce köye ve Diyarbekir, Van ve Harput yörelerindeki katliam yapılan nahiye ve köylere aittir. Bölgedeki temel yerleşim birimlerinin dışındaki ölü sayısını kesin olarak belirlemek asla mümkün olmamıştır. Bu sıralar­d a aldığımız bilgilere göre tam da bu yerlerde katliamların en korkunçlarının yapılığı ve buralarda oluk oluk akıtılan Hristiyan kanının ötekilere nazaran çok daha fazla olduğu anlaşılmaktadır. [18] Hans-Lukas Kieser, Age, s 217-218 [19] Ermeni Katliamları Raporu, Haz. P.F. Charmetant, Çev. Mehmet Baytimur, Peri Y. 2012 [20] Çiğit barut üretiminde kullanılan temel maddelerden biridir. Savaş öncesi Avrupa’nın mühimmat ihtiyacını karşılayacak Kilikya pamuğu Avrupa’ya en yakın bölgedir. Bu bakımdan Ermenilerin kontrolündeki Kilikya pamuğuna el koyabilmek, bu bölgedeki Ermenilerin yok edilmesiyle olanaklıdır. [21] Vahakn N. Dadrian İttifak Devletleri Kaynaklarında Ermeni Soykırım, toplu Makaleler kitap 3 çev. Ali Çakıroğlu, Belge Uluslar arası Y. 2007, s 118-119, [22] Vahakan N. Dadrian Age, s. 120 [23] Vakan N. Dadrian Age, s 114-115, [24] Vakan N. Dadrian Age, s 121 [25] Vakan N. Dadrian Age, s 120 [26] D. Lloyd George, Memoirs of The Peace Conference, 2. Cilt Londra 1939, 811. Aktaran Vahakn N. Dadrian, Ermeni Soykırımı Tarihi, çev. Ali Çakıroğlu, Belge Uluslar arası Y. 2008 s 111-112 [27] Vahakn N. Dadrian, Ermeni Soykırımı Tarihi, çev. Ali Çakıroğlu, Belge Uluslar arası Y. 2008 s 114 [28] Vahakn N. Dadrian, Ermeni Soykırımı Tarihi… s 121 [29] Vahakn N. Dadrian, Ermeni Soykırımı Tarihi… s 123 [30] Tarsus’taki hareketi kışkırtan Kayseri’den gelmiş Türklerdir. Bunlar Kayseri’deki katliamları anlatarak Tarsusluları aynı işleri yapmaya ikna etmeye çalışırlar. İşte Dersim sürgün listesi TBMM’deki Dersim Komisyonu, 1937 – 1938’de bölgeden Türkiye’nin dört bir yanına sürgün edilenlerin listesini ortaya çıkardı. Toplam 32 ile 2.907 aileden, 14.411 kişi sürgün edildi. TBMM Dilekçe Komisyonu bünyesinde oluşturulan Dersim Alt Komisyonu, 1937 – 1938 yıllarındaki olaylarda bölgeden Türkiye’nin dört bir yanına sürgün edilenlerin listesini ortaya çıkardı. Listeye göre, toplam 32 il’e 2.907 aileden, 14.411 kişi sürgün edildi. Kişi sayısı itibariyle en çok sürgün edilen illerin başında Bursa yer aldı. 1.861 kişi Bursa’ya sürgün edilirken, ikinci sırayı 1.264 kişi ile Konya, üçüncü sırayı ise 1087 kişi ile Balıkesir aldı. Dersim Alt Komisyonu, Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü’nün gönderdiği binlerce belgenin tasnifini yaparken, 1937-38 Dersim katliamının ardından bölge halkının başta Marmara ve Ege bölgesi olmak üzere Türkiye’nin birçok yerine sürgün edildiğini gösteren bir belgeye ulaştı. Konya’ya 212 aile, Balıkesir’e ise 240 aile gönderildi. Dördüncü sırada ise 248 aile ile bin 15 kişilik sürgün sayısıyla Manisa yer aldı. Manisa’yı Aydın, Bilecik, Çankırı, Denizli ve Eskişehir izledi. Adresi vermediler Dersim sürgünlerinden yazar Celal Yıldız, TBMM Dersim Alt Komisyonu’na başvurarak, ailesinin yaşadığı dramı anlattı. Kendisinin sürgünde dünyaya geldiğini belirten Yıldız, annesinin babasından önce sürgüne gönderildiğini ve babasına annesinin adresinin kasıtlı olarak verilmediğini iddia ederek, ailesinin ancak bir yıl sonra kavuşabildiğini öne sürdü. Yıldız dilekçesinde şu ifadelere yer verdi: “Dağdaki üç aylık kaçak hayattan sonra tüm akrabalarıyla birlikte teslim olan babamgillere sürgündeki ailelerinin adresleri kasıtlı olarak verilmemiş. Babam ile amcam yaklaşık 20 akrabasıyla birlikte Aydın Çine Mahmutlar köyünde taş ocağı olan bir müteahhide teslim edilmiş. Bu müteahhit akrabalarımızı tam altı ay köleler gibi karın tokluğuna zorla çalıştırmış. Ailemiz yaklaşık bir yıl sonra birbirine kavuşabilmişler.” Yıldız, Dersim 38 faciasının okul kitaplarına konulması talebinde bulundu. Yıldız ayrıca tazminat hakkı olan Dersimliler için bir fon oluşturulmasını ve fonda toplanan paranın ise Dersim bölgesinin toplumsal kalkınmasına aktarılmasını önerdi. kızılbaş - sayfa 56 - sayı 19 - ekim 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Balyoz Vuruşmaları... değil, sistem içindeki siyasi kadroların bir kısmının, asker bürokrat ağırlıklı diğerlerini tasfiye etmiş olmasıdır. Özünde tüm bunlar Asker-Sivil Bürokrat elitin aralarındaki dönemsel çıkar çatışmaları ve tasfiye süreçlerini ifade eder. Recep Maraşlı Türkiye’nin son beş yılına damgasını vuran ve önümüzdeki birkaç on yılı daha belirleyecek olan tarihsel dönemecin ünlü siyasal davalarından biri sonuçlandı. Yetkileri sınırlandırılmış da olsa „Özel Yetkili“ Mahkeme „Balyoz“ Davasında 325 emekli veya muvazzaf çeşitli rütbelerden subaya, „Darbeye eksik teşebbüs“ suçundan ağır cezalar verdi. Böylece Türkiye tarihinde ilk kez bir „Sivil“ Mahkeme Türk Silahlı Kuvvetlerinin muvazzaf veya emekli bu kadar çok yüksek rütbeli kadrosunu tutuklu olarak yargılamış, ağır cezalara çarptırmış oldu. Bu görünüme bakarsak, Türk ordusunun sivil iktidarlar üzerindeki vesayet döneminin kapandığı, sivilleşme yönünde çok önemli dönemecin dönüldüğü, artık askeri darbeler devrinin sona erdiği gibi iyimser tespitler yapmak mümkündür. Gerçekten de böyle midir? Bir zamanlar burnundan kıl aldırmayan darbeci generallerin dizi dizi yargılandıklarını ve ceza aldıklarını görmek; bu yapının en her zaman hedefi ve mağduru olmuş bizler için, alışılmadık ve ibret verici manzaralar olabilir; fakat bu, bize TSK dahil olmak üzere mevcut siyasi iktidar ve onun uzantısı olan Yargı organları hakkında hayırhah bir tutum takınma lüksünü bahşetmez. Sunulan biçimle gerçeklik arasındaki mesafe bir hayli açıktır. Durum militarist-bürokratik oligarşinin değişmesi Sivillerle daha geniş bir ittifak kuran, ABD konseptini daha iyi değerlendiren cunta gruplarından biri diğerlerine üstünlük kurmuştur. Tasfiyenin “darbelere, darbeciliğe karşı mücadele” diskuruyla yürütülmesi, konjonktür ve ittifaklarla ilgilidir, özüyle değil. Nasıl başka zamanlardaki siyasi tasfiyelerin “demokrasi” veya “özgürlük” söylemleriyle yapılmış olması onların gerçek içeriklerini tanımlamaya yetmezse; Türk ordusunun kurucu, kurtarıcı, baba rolü konusunda; Kemalizm ve resmi ideolojide yargılananlardan zerre kadar farklı olmayan diğerlerinin de nitelikleri bu değildir. Bu tür tasfiye operasyonlarında asker-sivil bürokrat, politikacı mevzilenmeleri, ittifakları yanıltıcı biçimler alabilmektedir. Bu tip tasfiyeler Cumhuriyet’in kuruluşunun çeşitli aşamalarında Örneğin „İzmir Suikastı Davası“nda; 27 Mayıs “Yassıada Duruşmaları”nda; 28 Şubat “Talat Aydemir Davası”nda; 12 Mart Sıkıyönetim Askeri Mahkemelerinde ve 12 Eylül Yargılamalarında da yapılmıştı. Tasfiyelerin döneme göre “Cumhuriyet düşmanlarının temizlenmesi”, “Diktatörlükten hürriyete ve anayasal özgürlüklere geçilmesi”, “Komünizm, anarşizm, bölücülük veya irtica tehlikesinin bertaraf edilmesi”, “Kardeşkanının dökülmesinin önlenmesi” gibi siyasi-ideolojik ifadelerle tanımlanması özünün de böyle olduğu anlamına gelmez. Söz gelimi tasfiye edilmesi gereken kadrolar bu denli geniş olmasa, birkaç Generalle sınırlı kalsaydı belki küçük bir “kaset operasyonu” veya “yolsuzluk davası” işi çözebilirlerdi. Nitekim böyle “nokta” operasyonlarına çok tanık olduk. Burada manivela olarak kullanılan araçların hukukiliği veya sahihliği ayrı bir meseledir. Örneğin “Kaset” veya “yolsuzluk” gerçek olabilirler de. Keza Darbe ve cunta faa- liyetleriyle tarihi boyunca haşir neşir olmuş bir TSK gibi bir orduda belge ortaya çıkarmak, Ordunun kendi içinde olmak şartıyla hiç de zor değildir. Belgelerin birbirleri aleyhine kullanmak üzere biriktirilmesi, bekletilmesi –belki üretilmesi-, ancak koşullar olgunlaşınca ortaya sürülmesi belli bir şantaj ve iç denge süreci geçirildiğini gösterir. 12 Eylül döneminin sonu ve Özal iktidarının başladığı 1989-91 arasındaki MİT içinde birbirlerine karşı tasfiye mücadelesine giren grupların raporları savaşını anımsayalım. Karşılıklı olarak birbirlerinin “kirli çamaşırlarını ifşa” yarışına girmişler, raporlarını basına servis etmişlerdi. MİT, bürokratik mekanizmalar içinde daha alt ve pasif bir kurum olduğu için bu mücadele üst kurumlar tarafından bastırılabildi. Ama ordu içindeki tasfiye savaşına müdahil olabilecek bir üst kurum olmadığından mücadele ancak böyle sonuçlanabilirdi diyebiliriz. Ordu içinde tasfiyeyi yürüten bir başka cunta grubu olmasaydı; -ki bunlar muhtemelen komuta kademesinde de etkiliydiler- yargılamaları sağlayan “belge” ve “dokümanların” askeri birliklerin şurasında burasında anında bulunması, bavullarla basına servis edilmesi; gizli tanıklar bulunması mümkün olmazdı. Dahası Komuta kademesinin bu tasfiyeye kontrollü olarak, belki de bir denge gözeterek yol verdiği de açıktır. Eğer böyle olmasaydı Askeri birliklerde arama yapılmasına izin vermek ya da görev başındaki komutanların polislere teslim edilmesi gibi “askeri güç “ gerektiren hiçbir operasyon gerçekleştirilemezdi. Türk Polisinin, Türk ordusuna karşı ne psikolojik ne de fiili olarak savaşması mümkün değildi. Bu basit olgu bile bu tasfiyenin esas olarak ordu içinde cunta gruplar arasında olduğunu gösterir. (Örneğin 3. Ordu komutanını iki yıl boyunca gözaltına almak veya mahkemeye çıkarmak mümkün olmadı!) Burada dikkat çekmek istediğim nokta “kazananların”, “kaybedenlerden” ahlaken ve siyaseten pek farklı olmadıkları; galiplerin iddia ettiği gibi “askeri vesayete son verilmesi”, “darbeciliğin mahkum edilmesi” vb. söz konusu olmadığı; yargılanan ve şu anda yenik durumda olanların da ma- kızılbaş - sayfa 57 - sayı 19 - ekim 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 sum veya “sütten çıkmış ak kaşık” olmadıklarıdır. Yargı yönüne gelince: Öncelikle “Özel Yetkili Mahkeme” lerin, “Sivil” değil “Siyasi” mahkeme ler olduğunun altını çizmekte fayda var. İstiklal Mahkemelerinden başlamak üzere, Sıkıyönetim Mahkemeleri, DGM’ler ve onun devamı olan Özel Yetkili Mahkemeler, Siyasi İktidarların en yakın infaz ve cezalandırma kurumları olarak çalışmışlardır. Adalet değil, siyaset yapmışladır. Siyasi iktidarlar kendilerinin doğrudan sorumluluk almak istemedikleri ve “hukuki” kılıf giydirmek istedikleri bütün operasyonları Polisle organik çalışan mahkemeler eliyle yapmaya çalışmışlardır. Bugün de değişen bir şey yoktur. Dolayısıyla Balyoz davası kararları da hukuki değil siyasi kararlardır. Siyasi bir tasfiye operasyonunun mahkeme aşamasından ibarettir. Öyleki yargılama sürecinde ve hükümde gösterilen şiddet, tarafların birbiri aleyhinde duydukları nefreti de yansıtmaktadır. Zaten kararı olumlu karşılayanlar da bunun hukuki olup olmamasından çok siyasi yanıyla ilgilidirler. Oysa siyasi kararları siyaset mercisinin dışında muhataplarla tartıştığınız zaman, Ordunun siyaset yapmasıyla Mahkemelerin siyaset yapması arasında bir fark olmadığını unutmuş oluruz. Siyasi kararlarla mahkeme kararları birlikte tartışıldığı zaman sapla-samanın karışması kaçınılmaz olmaktadır. KCK operasyon ve davalarında olduğu gibi, Ergenekon, Balyoz, Odatv vb. davaları da böyledir. Birinde “siyaset” yapan kurumun diğerinde “adalet dağıttığını” sanmak saçma olurdu. Evrensel hukuk normları bu mahkemeler için hiçbir zaman esas sorun olmamış; amaç kutsalsa hukuki normlar “teferruat” sayılmıştır. Hukuk dışı yollarla elde edilmiş, sahte veya tahrif edilmiş delillere dayanılması, savunmanın dışlanması gibi eleştiriler bu tür mahkemelerin rutinleridir. Türk Yargı sisteminde “vicdani kanaat” denen, bütün norm ve maddi delillerin üzerine oturan bir kavram vardır. Bir çok belge tahrif edilmiş veya imal edilmiş olsa bile , yargıçlar tek bir delilden yola çıkarak bile “vicdani kanat” oluşturduklarını söyleyebilirler. Sıkıyönetim, DGM ve ÖYM’lerin üzerinde tek bir bildiri çıkan gençleri bile “örgüt üyeliği” nden yıllarca cezaevlerinde çürüttüklerini anımsayalım. Dayandıkları tek şey “vicdani kanaat”ti. İşin doğrusunu söylemek gerekirse bu davalarda generallerin darbe niyet ve girişimleri o denli açık ki bunu belgelemek için sahte delillere de ihtiyaç yoktur, vicdani kanaate de… Benim itirazım buradan yola çıkarak Özel Yetkili Mahkemelerin “hukuk ve adalet dağıtan” mekanizmalar gibi sunulması veya olup bitenlerin “askeri vesayet sistemine son verildiği” gibi manipülatif değerlendirmelerdir. Şimdi “Daha Yargıtay var, Anayasa Mahkemesi var” gibi yatıştırıcı söylemler ortada dolaşsa da kararı Yargı değil siyaset verecektir. Polis ve Özel Yetkili Mahkemelerin, Hükümet kanadından biraz daha “özerk” bir bağlamda koordine oldukları; MİT Başkanının Oslo Görüşmeleri nedeniyle sorgulanıp yargılanmak istenmesiyle ortaya çıkan krizde çok daha açık biçimde kendini göstermişti. Bugün iktidarın asker-sivil kanatları arasında belli bir denge oluşmuşsa da bu “demokrasi normlarının oturduğu için değil, bir uzlaşma zemininde bulunulduğu içindir. Bu uzlaşmanın Türk devletinin temel yapısının, kurumlarının ve işleyişinin korunması temelinde olduğuna kuşku yoktur. Bir kısım liberal aydının kendi beklentilerini vehmetmelerinin aks ne AK Parti iktidarının Muilitarist-Bürokrasinin rolü konusunda kesin bir karşıtlık içinde olmadığı açık. AK Parti, (onun iktidarıyla kendini ifade eden birçok toplumsal tabaka) Ordu ile uyum içinde olma ve iktidarı paylaşma konusunda sorunlu değildir. Onlar kendilerini İslami-milliyetçi muhafazakar değerlerle ifade eden, çok fazla kıyıda bırakılmış, merkeze dahil edilmemiş taşra burjuvazisinin, Anadolu esnafının, Cumhuriyetin geleneksel korumacı burjuvazisi, elitleri ve bürokratları arasında merkezde bir yer edinme çabasını temsil ederler. Bir yanıyla o merkeze tepkili olmakla beraber, asıl olarak oraya oranın ortaklarından biri olarak dahil olmanın kavgasını verir. Dolayısıyla bu yapısal sistemin kendisiyle fazla bir sorunu yoktur. Onu değiştirmek değil, ondan daha çok yararlanmak istemektedir. Şimdi Militarist-bürokratik oligarşik yapının iktidar ortakları arasında oyuncu değişikliği söz konusudur. Toplumsal, ekonomik ve siyasal hayattaki ağırlığına uygun olarak AK Partinin temsil ettiği Anadolu burjuvazisi kendi siyasi kültür ve taleplerini de taşıyarak bu yapının içinde daha güçlü biçimde yer almasının Asker bürokrasi tarafından “kerhen” de olsa kabul edildiği bir dönem bu. Ama bu birileri için “demokrasinin zaferi” sayılsa da öyle değildir; zaten onlar için Kürtler’i, Kürdistan’ı yok sayarsanız her şey “güllük-gülistanlık” sayılır. Sonuç olarak şunu söyleyebilirim: Balyoz Davası hakimleri kararlarının kısa gerekçesinde „Darbeye eksik teşebbüs!“ tespiti yapmaktadırlar. Kendilerinin siyasi niyeti gerçekten de Militarist-bürokrasiyi dizginlemekse yaptıklarının “Askeri vesayete son vermeye eksik teşebbüs!” sayılması daha doğru olur. Kaynak: http://www.gelawej.net kızılbaş - sayfa 58 - sayı 19 - ekim 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Kilise sahibi Altaylı'ya soruldu: 'Hani bu kiliselerin ilk sahibi?..' [Sesonline] İSTANBUL- Van'ın, Yukarı Bakraçlı köyünde bulunan ve "Yedi Kilise" (Varaka Surp Hac Vank) olarak anılan kilisenin ve kilisenin içinde bulunduğu köyün dedesinden miras yoluyla sahibi olduğu ortaya çıkan Habertürk Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Fatih Altaylı, İstanbul'da protesto edildi. Devrimci Sosyalist İşçi Partisi (DSİP) İstanbul İl Örgütü tarafından Habertürk gazetesi önünde yapılmak istenen basın toplantısı, Altaylı'nın 'güvenlik' görevlilerince engellenmek istendi. Habertürk binasının girişinde toplanan protestocular, güvenlikçilerin toplu müdahalesine rağmen açıklamalarını yine gazete önünde gerçekleştirdi. Habertürk yakınında bulunan direnişteki Bedaş (Boğaziçi Elektrik Dağıtım Aş.) işçileri de eyleme destek vermek üzere topluca gösteriye katıldı. "Bu miras soykırım ödülü", "Gasp edilen kiliseler, Ermeni köyleri sahiplerine geri verilsin", "Bir şahsın nasıl ve niçin kilisesi olur?" ve "Hepimiz Hrant'ız hepimiz Ermeniyiz" yazılı dövizlerin taşındığı eylemde, DSİP İstanbul İl Örgütü'nce yapılan açıklamada; "Ekranlarda'Soykırım vardır diyenin yüzüne tükürürüm' dediği bilinen, Ermeni soykırımının inkârına yönelik kampanyanın ateşli savunucularından biri olan Fatih Altaylı’nın dedesinin, Ermenilerin yaşadığı bir köyün soykırımdan sonra 'sahibi'olduğu ortaya çıktı. Fatih Altaylı’ya soruyoruz: Bir şahıs, niçin ve nasıl bir kilisenin sahibi olmuştur? Dedesinin 'sahibi' olduğu köyde 1915’ten önce kimler yaşamaktaydı? Şimdi neredeler?" dendi. Nuran Yüce tarafından yapılan DSİP İstanbul İl örgütü açıklamasında şu görüşlere yer verildi:..... [» Kilise sahibi Fatih Altaylı'ya Ermenilerden tepki...] "Van'ın Yukarı Bakraçlı Köyü'ndeki tarihi Yedi Kilise (Varak Surp Haç manastırı) restore edilmek istenirken, İl Kültür Müdürlüğü, çalışmaların başlayabilmesi için Van Tapu Kadastro Müdürlüğü’ne başvurarak kilisenin kimin olduğunu sordu. Hüsamettin Altaylı’nın mülkü olarak görünen kilisenin varisinin Habertürk gazetesi genel yayın yönetmeni Fatih Altaylı olduğu ortaya çıktı. Fatih Altaylı, kendisine ulaşıldığında, kilisenin kendisinin olduğunu doğruladı. Hatta bütün köyün kendilerine ait biliniyor. » Fatih Altaylı’ya soruyoruz: Bu kültürel değerler nerede? Dedesi bunları hiç görmüş müdür? olduğunu söyledi. Hiçbir şeyden haberi olmadığını belirterek, 'Ne gerekiyorsa izin veririz. Satın diyorlarsa satarız. Yani ne istiyorlarsa onu yaparız. Kilise orda duruyor, ben ne yapacağım kiliseyi?' dedi. Ekranlarda 'Soykırım vardır diyenin yüzüne tükürürüm'dediği bilinen, Ermeni soykırımının inkârına yönelik kampanyanın ateşli savunucularından biri olan Fatih Altaylı’nın dedesinin, Ermenilerin yaşadığı bir köyün soykırımdan sonra 'sahibi' olduğu ortaya çıktı. Fatih Altaylı’ya soruyoruz: Bir şahıs, niçin ve nasıl bir kilisenin sahibi olmuştur? Dedesinin 'sahibi' olduğu köyde 1915’ten önce kimler yaşamaktaydı? Şimdi neredeler? İsmini, arkasındaki Erek Dağı’nın Ermenicesi olanVarak’tan alan manastır, bölgedeki manastırlar içerisinde en ünlülerinden biriydi. 19. yüzyılda burada yoğun bir faaliyet yürütülüyordu. Hatta Anadolu tarihinin ilk süreli yayınlarından biri, manastırın patriği Mıgırdıç Hırimyantarafından çıkartılıyordu. Manastırda, başka kopyası bulunmayan 350 el yazması kitabın da olduğu bir kütüphanenin, ikonaların, şamdanların, haçların, tabloların bulunduğu Üstelik Varak Manastırı, 1915 soykırımından sonra el konan binlerce Ermeni mülkünden yalnızca bir tanesi. Yalnızca Van bölgesinde 300 kadar, toplamda 2 binden fazla kilisenin şu an kimlerde olduğu biliniyor mu? Yalnızca bir “sorun” olduğunda araştırılan bu mülkler, şahıslara, hazineye veya belediyelere ait çıkıyor. 2005 yılında, Tapu ve Kadastro Genel Müdürlüğü’nün eski dildeki Osmanlı tapularının Türkçeleştirilerek bilgisayar ortamına aktarılması talebi karşısında, Genelkurmay Başkanlığı “gizli” ibareli bir yazıyla yanıt vererek, bunu yapmanın “asılsız Ermeni iddialarına” kaynak oluşturabileceğini söylemişti. » Devlete soruyoruz: Hiçbir caminin şahıs mülkü olmadığını biliyoruz. Ermeni toplumunun kiliselerinde nasıl insanlar ikamet edebiliyor, sorulduğunda bu kiliselere fiyat biçebiliyorlar. Bu kiliseler nasıl onların oldu? Hani bu kiliselerin ilk sahibi? Yukarı Bakraçlı köyünde yaşayanlara ne oldu? Soykırımı inkâr eden ve soykırıma uğratılan köylerden birinin varisi çıkan Fatih Altaylı’dan Yedi Kilise’yi geri vermesini talep ediyoruz. Tapu kayıtlarının açılmasını, 1915’ten sonra el konulan Ermeni mallarının iadesini istiyoruz." TIKLAYINIZ: http://sesonline.net/ php/genel_sayfa.php?KartNo=57415 kızılbaş - sayfa 59 - sayı 19 - ekim 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Fatih Altaylı'ya miras kalan Kilise'nin öyküsü... Tarih-Belge Gazeteci Fatih Altaylı "Babasının malı" Ermeni Kilisesini Ermeni patrikhanesine bağışlayacağını açıkladı. Konuya duyarlı insanların yarattığı kamuoyu baskısının da başarısıyla iyi bir gelişme... Şu hale bakın ki bu absürd ve acınası duruma bile yine de "iyi" diyebilecek kadar gerilerdeyiz. Tabi Altaylı, bunu yaparken Ermeni soykırımı ve el konulan Ermeni mallarının akıbetini çok bariz şekilde ortaya koyan bu durum karşısında hiçbir açıklama yapmak ihtiyacı da duymadı. Geçmişte olduğu gibi bugün de Soykırım olmadığını ve "özür dilemek" gerekmediğini savunmaya devam ediyor. Bir Ermeni kilisesinin "Babasının malı" olmasındaki çarpıklığı sorgulamayan, bunu izah etme ve gerçeği açık yüreklilikle teslim etme cesareti gösteremeyen bir gazeteci... Bu utancı ortaya koyup hiç olmazsa kendi şahsında somlut hale gelen "özür borcunu" ifade etmek yerine, bir dte "Babasının malını bağışlayanların ali-cenaplığı ile" Kiliseyi Patrikhane'ye veya Kültür Bakanlığı'na "hibe" edeceğini söyleyerek büyüklük gösterme fırsatını da kaçırmıyor. Oysa doğru ifade "hibe" değil gaspedilen Ermeni malları ve Kültürel mirasının "iade edilmesi" olmalıydı. Hem de tarihsel gerç eklikleri kabul edip mütevazı bir "özür"le beraber... Acaba Fatih Altaylı Ne Zaman "Adam" olur? Gelawej Varagavank aslında bir Manastır. Bu manstıra bağlı Yedi Kilise (Azize Sofya Kilisesi, Aziz Yahya Kilisesi, Meryem Ana Kilisesi, Aziz Kevork Jamatunu, Kutsal Seal Şapeli, Kutsal Haç Kilisesi, Aziz Sion Kilisesi) bulunduğu için populer olarak b u isimle anılmaktadır. İşte Fatih Altaylı'ya Dedesinden babasından "miras!" kalan Yedi Kilise'nin öyküsü; VARAGAVANK MANASTIRI 2011/03/19 Tarihçe Manastırın ana yapılarının görüntüsü, 1915-öncesi fotoğraf – büyüğü için tıklayınız Yedi Kilise olarak da bilinen Varagavank Ermeni manastırı, Vaspurakan’ın en zengin ve en iyi bilinen manastırı ve de Van başpiskoposunun mevkii imiş. Manastır, günümüzde Erek Dağı olarak bilinen Varag Dağı’nın güney yamacına yakın bir konumda, Van şehrinin 10 kilometre kuzeydoğusundaymış. Vaspurakan Kralı SenekerimHovhannes’in bu manastırı, hükümdarlık dönemi(1003-1022)nin başlarında yaptırdığı rivayet edilir, ancak burada bu tarihten önce de başka dini yapılar varmış. Varag Kutsal Haçı 3üncü yüzyılın sonlarında azizeler Gayane ve Hripsime’nin, Ermenistan üzerinden geçerken İsa’nın Çarmıhı’nın bir parçasını Van’a getirmeleri rivayet edilir. Vaspurakan’dan ayrıldıklarında bu kalıntı, mucize eseri bir keşiş tarafından Varag Dağı’nda tekrar bulunduğu ve Varagavank Manastırı olacak zaviyeye götürüldüğü 7nci yüzyıla kadar kayıp bilinmiştir. Kral Senekerim, krallığındaki en mukaddes kalıntısını barındırması için mevcut kompleksi genişletip manastır yapmıştır. Krallığını Bizans İmparatorluğu’na devrettiğinde Senekerim bu kalıntıyı alıp Sivas’ın hemen dışındaki Surp Nişan Ermeni manastırına teslim etmiştir. Bir süre sonra, Senekerim’in ölümünün ardından, bu emanet Varagavank’a geri götürülmüştür. 1231′de, artık çok muhterem tutulan bu kalıntı, kuzeydoğu Ermenistan’daki Norvaragvank’a (“Yeni Varag Manastırı”) nakledilmiştir. Daha sonraki bir tarihte Van’a geri dönmüştür ve eski surlu şehrin içindeki Surp Nişan Kilisesi’nde muhafaza edilmiştir. 1915 kuşatması ve katliamı kızılbaş - sayfa 60 - sayı 19 - ekim 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 sırasında, ebediyen kaybolmuştur. Manastırın Kiliseleri Kürt köyü, kiliselerin harabeleri etrafında bürümüştür. Duvarlar şaşırtıcı derecede kabaca inşa edilmiştir. Kalın bir kat sıva, moloz çe 1. Azize Sofya Kilisesi ile (solunda) Aziz Yahya Kilisesi’nin 1915-öncesi fotoğrafı kirdeği örter. Sivri kemerli tonozlar ve duvarların st kısımları tuğladan örülmüştür. Orta sahının üzerinde bir kubbe varmış. Bu da tuğladanmış ve tuğla alın ile berkitilip içeriden silindirik ve dıştan onikigenmiş. 1.Azize Sofya Kilisesi 2.Aziz Yahya Kilisesi 3.Meryem Ana Kilisesi 4.Aziz Kevork Jamatunu 5.Kutsal Seal Şapeli 6.Kutsal Haç Kilisesi 7.Aziz Sion Kilisesi 8.Çankuleli sundurma Sonraki Tarihçesi Manastır, 17nci ve 18inci yüzyıllarda, Osmanlı ile Fars ımparatorlukları arasındaki savaşların son bulmasıyla gelişmiştir ancak 19uncu yüzyılda hızla gerilemiştir. Doğu Anadolu’nun çoğunun derdi Kürt aşiretlerinin saldırılarına maruz kaldıkları gibi, manastır, Türk yetkililerinin Ermeni kurumlara uyguladığı siyasi zulümden de muzdarip olmuştur. Van Gölü bölgesi, “Türk Ermenistanı”nda Ermeni nüfusunun Türk ve Kürtlerin nüfuslarının toplamından sayıca üstün olduğu tek yer olmaya devam etmiştir. Dolayısıyla, baskının en kuvvetli olduğu bölge de burası olmuştur. 1. Varagavank Manastırı’nın 1915 – öncesi görünüşü 2. Manastırın avlusunda 2. Günümüze ulaşan binaları gösteren bir başka açı Ana kilise olan Meryem Ana kilisesi (3), belki de Senekerim tarafından yaptırılmıştır, ancak durum buysa, daha sonraki dönemlerde epeyce onarım geçirmiştir (özellikle 1648 depreminden sonra). Ana kiliseye kuzey duvarından bitişik bir küçük yapı varmış, adı da Kutsal Seal Şapeli, (5). Kendinden geriye bir şey kalmamıştır. Planı, Eçmiyadzin’de türünün ilk örneği 7nci yüzyıl Azize Hripsime kilisesininkine benzediğinden, bazen “Azize Hripsime tipi” diye adlandırılan tür dendir. Aynı zamanda “dört apsis-dört niş” planı olarak da bilinir. Özelliği, apsis ile yan hücreler arasındaki neredeyse dairesel dört niştir. 1. Jamatuna giriş 2. Bugün sadece apsisi mevcuttur 3. Varagavan’a götüren yol Meryem Ana Kilisesi’nin batısında, Ermenice jamatun olarak bilinen bir büyük hol (4) vardır. Kapısındaki yazıt, buranın 1648′de mimar Tiratur tarafından yapıldığını kaydeder. Muhtemelen o yılki depremde mahvolan eski bir yapının yerine yapılmıştır. 14′e 14 metrelik kare bir yapıdır, güzel işçilikli kesme taştan yapılmıştır ve 9 sahına 1. Jamatuna giren kemerli sundurma 2. Üstteki kilisenin bugünkü hali bölünmüştür. Orta sahının üzerindeki çatının, yüksek, sekizgen bir alnın Van’ı ziyaret eden birçok Avrupalı gezgin, Varagavank’ı da ziyaret etmiştir ve buranın tarifini yazmıştır.H. F. B. Lynch’in 1893′te manastırı ziyaret edişini okumak için buraya tıklayınız (İng.). 20nci yüzyılın başlarında, Alman arkeolog Walter Bachman manastırın ayrıntılı bir planını çizmiştir. Varagavank, 30 Nisan 1915′te Van kuşatması sırasında Türk ordusu tarafından yıkılmıştır. Bakraçlı adında bir kızılbaş - sayfa 61 - sayı 19 - ekim 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 üzerinde kubbesi varmış. Diğer sekiz sahınınsa bingilerin üstüne oturtulmuş kubbeli tonozlara sahiptir. Jamatundan kiliseye geçiş kapısı özellikle çok süslüdür ve Ermeni, Türk ve Fars motifleri karışımından faydalanmıştır. 1. Meryem Ana Kilisesi’nin içi, 1893 fotoğrafı 2. Jamatunun 1915 öncesi girişi Jamatunun içindeki bağımsız ve yarı sütunların üstünde, diğerleri arasında, Azize Hripsime, Azize Gayane, baş meleklerden Mikail ve Cebrail, başka azizler, ruhbani şahıslar ve jamatunun hamisi Kirakos’un freskleri gösterilir. Bugün kötü durumdaki bu freskler, bir zamanlar pek cafcaflıymış. A. H. Layard, 1850′de buraya uğradıktan sonra, şöyle yazmıştır: “Duvarları, yapımında olduğu gibi tasarımında da ilkel resimlerle kaplıdır. Aziz Kevork, pirinçten tüfekle korkunç bir ejderhayı darma duman ederken ve geleneksel Avrupa kıyafetli azizler mucizeler yaratırken gösterilmiştir.” Bu fresklerin, üslup bağlamında, bir İranlı Ermeni tarafından yapıldığı düşünülür. 1. Jamatunun içinden doğuya bakarken 2. Jamatunun içindeki sütunda freskler Jamatunun kuzey duvarına dayalı bir şapel daha (6), Kutsal Haç Kilisesi vardır. 1817′de ya yapılmıştır ya da onarılmıştır ve bir süre manastırın kütüphanesi vazifesini görmüştür. Jamatunun güney duvarına dayandırılmış, 1849′da inşa edilmiş bir beşik tonozlu oda (7) vardır. Pek de kiliseye benzememesine rağmen, Aziz Sion Kilisesi olarak bilinirmiş. Jamatunun batı duvarı önünde kemerli sundurma vardır. Orta sahının zerinde iki katlı çan kulesi varmış. Bu sun- durma bir zamanlar manastıra ait yan binaların çevrelediği bir avluya nazırmış. 1. Jamatunun kuzey duvarındaki niş 2. Ana kilisenin girişinin çerçevesindeki ilkin boyalı olan süs öğeleri Manastırın ana kompleksinin güneyinde iki kilise varmış. En az biri, Senekerim’in manastırı yaptırdığı tarihten eskidir. En güney kilise, Aziz Sofya Kilisesi(1)nin yapımını, Ani Kralı Gagik’in kızı ve Vaspurakan’ın gelecek kralı Senekerim’in eşi Khoşuş üstlenmiştir ve kilise 981 yılında yaptırılmıştır. Planı, kubbeli hol tipindedir. 1648 depreminde çökmüştür ve onarılmamıştır. Bugün sadece apsisi mevcuttur ve saman saklamak için kullanılır. Aziz Yahya Kilisesi (2), Azize Sofya Kilisesi’nin kuzey duvarına dayandırılmıştır. İki kilise de inşa tarzı olarak birbirinin benzeridir ve belki de aynı dönemde yapılmıştır. Aziz Yahya Kilisesi, üç apsisli, köşe kemerlerinin üstüne yerleştirilmiş silindirik alnının üstüne oturtulmuş kubbesiyle üç apsisli kiliseymiş. 1915′te sağlamken, bugün tamamen mahvolmuştur. Kaynak: http://www.virtualani.org/varagavank/ turkish.htm nu belirtti. "İktidarlar, yönetimler, isimler değişir. Ancak benim torunumun torunu 100 yıl sonra yürüdüğü yerlerde 1938'de neler yaşandığını bilmeli. İşte anıt Dersim gerçeğini geleceğe taşımak için gerekli." "Katliamda insanlar rastgele çoluk çocuk üst üste yığılarak çukurlara atıldı. İşte bu anıt mezarla kefensiz gömülen o insanları elimizde mumlarla, dualarla sembolik olarak defin etmiş olacağız." Dersim'de toplu ölümlerin yaşandığı 60 noktada benzer anıt mezarlar yapılacak. Birbirine karışmış cesetler Mimar Dara Kırmızıtoprak, anıt mezarın neden "düzensiz" bir mimarisi olduğunu şöyle anlattı: "500 metrekarelik anıt mezarın içinde sokakların arasında yüründüğünde katliam alanının içinde yürünüyormuş hissi uyandırmak istiyoruz. Çeşitli yüksekliklerde kübik prizmalar var. Buradaki insanlar ne yazık ki hesapsız ve hayasızca katledildi. Üst üste düşen insanların kolları bacakları hayvan cesetleri birbirine karışmış. Buradaki düzensizlik de bunu simgeliyor. Amacımız gezenlere bu travmayı hissettirmek." Mezarın ortasında hem Aleviler için önemli hem de ölümü çağrıştırdığı için yanan bir alev olacak. Kırmızıtoprak, devletin resmi söylemin dışına çıkarak özeleştiri yapması ve özür noktasına gelmesinin bu eserin ortaya çıkmasında önemli bir faktör olduğunu söyledi ve ekledi: "İnsanlarımızın en doğal taleplerine uzak duran zihniyetin değişmesi kayıplarına bir saygı ortamı yaratacak bu platformlarda huzur, güven ve barış ortamı yaratacaktır." (NV) Dersim'de '38 Anıtı Mazgirt'e Dersim Katliamı'nda öldürülenler için '38 Anıtı yapılıyor. Anıt birbirine karışmış ölüleri simgelemesi adına düzensiz bir mimariye sahip. Nilay VARDAR nilay@bianet.org 1937-38 Dersim Katliamı'nda ölenlerin anısına Dersim'im Mazgirt ilçesinde 38' Anıt Mezarı yapılıyor; açılışı Seyit Rıza'nın ölüm günü olan 17 Kasım'da. Anıt, binlerce insanın öldüğü Dersim Katliamı esnasında beş toplu katliamın yaşandığı Mazgirt'in kent mevkiine yapılacak. "Bu anıt halkımızın yıllardır içinde taşıdığı özlemdir" diyen Mazgirt Belediye Başkanı Tekin Türkel, anıtın halktan gelen talep doğrultusunda işbirliği içinde inşa edildiğini söyledi. "100 yıl sonra da bilinmeli" Türkel, Dersimlilerden soykırımın tanınması anlamında "özür"ün iyi bir adım olacağını ancak asıl önemlisinin halkın geçmişini unutmaması olduğu- kızılbaş - sayfa 62 - sayı 19 - ekim 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Tek eksik ‘Sakallı Nureddin Paşa’ Ayşe HÜR Müjdeler olsun. 26. sınırötesi harekât başladı. Madem devletimiz 90 yıllık Kürt Meselesi’ni (onlara göre PKK veya terör meselesi elbette) orduya havale etti, o halde ordumuzun başına bir de ‘Sakallı Nureddin Paşa’ bulalım, böylece hem gelenek devam etsin, hem ordumuz başarıdan başarıya koşsun, hem ordunun yetmediği yerlerde ‘Nureddin Paşa yöntemleri’ ile meseleyi halletsin. Neden böyle düşündüğümü yazıyı okuduğunuzda anlayacağınızı düşünüyorum. Parlak askerî sicil Önce kahramanımızın Cumhuriyet öncesi kısa künyesini verelim:1873 yılında Bursa’da doğan Mehmed Nureddin Bey 1893 yılında teğmen rütbesiyle askerlik hayatına başlamıştı. Nurettin Bey sırasıyla 1897’de Osmanlı-Yunan Savaşı’na gönüllü olarak katıldı, 1898’de II. Abdülhamid’in yaverliğine atandı, 1902’de Makedonya’da Bulgar çetecileri takip etmekle görevlendirildi, 1909’da 31 Mart Olayı’nı bastırmak için Hareket Ordusu’yla İstanbul’a geldi, 1911’de Yemen’de çıkan Zeydî İmam Yahya İsyanı’nı bastırmakla görevlendirildi. Buradaki başarısından sonra 9. Kolordu Komutanlığı’na tayin edildi. 1913’te II. Balkan Savaşı’nın son yıllarına katıldı ve Edirne’nin geri alınışında bulundu. Birinci Dünya Savaşı sırasında Albay rütbesiyle Irak ve Havalisi Umum Komutanı olarak atandı. Ayrıca Basra ve Bağdat Valilikleri de ek göreviydi. Sakal bırakmaya ve ‘Sakallı’ diye anılmaya bu yıllarda başladı. Selman-ı Pak ve Kut’ül-Amare muharebeleri sırasında kararlarını beğenmediği için Goltz Paşa’ya ve Enver Paşa’ya sert cevap mektupları yazdı. Sonunda Enver Paşa’nın isteğiyle Goltz Paşa tarafından görevinden alındı, kısa süre Kafkas Cephesi’nde görev yaptıktan sonra, Ekim 1916’da Muğla ve Antalya Havalisi Komutanlığı’na atandı. Urla Rumları ‘Sakallı Nureddin’, 1 Mart 1918’de Mirliva (Tuğ-Tüm General/Paşa) oldu. Ocak 1919’da Aydın (İzmir) Vali Vekilliği ve 17. Kolordu Komutanlığı, sonra İzmir Valiliği ve İzmir Havalisi Bölge Komutanlığı’na tayin oldu. Bölge azınlıklarına karşı o kadar gaddarca politikalar izledi ki, gayrımüslimler ve İtilaf Devletleri Nureddin Paşa’nın görevden alınması için İstanbul hükümetine baskı yaptılar. Sonunda Nurettin Paşa İzmir Valiliği ve Bölge Komutanlığı’ndan alındı, İstanbul’da sadece adı olan 25. Ko- lordu Komutanlığı emrine atandı ancak kendisine bir görev verilmedi. Sıra Lo diyenlerde İstanbul’dan ümidini kesince Haziran 1920’de Anadolu’ya geçen Nureddin Paşa, ayağının tozuyla Mustafa Kemal’e Hilafet, Bolşeviklik ve İtilaf Devletleri’ne yönelik politikaları konusundaki görüşlerini sorma cüretinde bulundu. Mustafa Kemal bunun üzerine Paşa’yı İsmet Bey’e havale etti, o da kendisini Konya Valiliği’ne atadı. Ancak Paşa bu görevi pasif buldu ve küserek damadı Hüseyin Paşa’nın bulunduğu Taşköprü’ye gitti. Neyse kısa sürede affedildi ve aralık ayında Sivas’ta bulunan 3. Ordu’ya bağlı 3. Kolordu’nun yerine kurulan Merkez Ordusu’nun başına atandı. Karahisar-ı Şarki (Şebinkarahisar), Erzincan ve Dersim’i kapsayan Elazığ Livası’nda faaliyet gösterecek bu ordunun en önemli işi 1921 baharında başlayan Koçgiri İsyanı’nı kanlı biçimde bastırmak olacaktı. Nureddin Paşa’nın görevine başlarken sarf ettiği şu söz tarihe geçti: “Zo diyenleri ortadan kaldırdık, şimdi sıra Lo diyenlerde...” Paşa kibarca 1915’de Ermenilere reva görüleni, Kürtlere reva gördüğünü söylüyordu anlayacağınız. Hikâyesini bir başka hafta anlatmayı planladığım Topal Osman’ın 47. Müfrezesi’nin de yardımıyla Nureddin Paşa kısa sürede görevini başardı. 500 asiyi ‘temizledi’, iki bin kişiyi sürdü. Hükümet isyanın bastırılmasını yeterli görüyordu ama Nureddin Paşa bölgeye yönelik sert tedbirlerin devam etmesinden yanaydı. Özellikle Dersimli Kızılbaş aşiretlerin “bir daha ayağa kalkamayacak şekilde dağıtılmasında ve Anadolu’nun değişik yerlerine serpiştirilmesinde” ısrarlıydı. Ancak Meclis bu teklifi reddetti ve mesele küllenmeye bırakıldı. Pontusçuları temizliyor Nureddin Paşa’nın yeni görevi, Karadeniz havalisindeki Rumları (ve yolu üzerindeki Ermenileri ve Kürtleri) yola getirmekti. (Pontusluların suçu neydi derseniz, 14 Mart 2010 tarihli “Pontus’un gayrı resmî tarihi”, yazıma bakabilirsiniz.) ‘Sakallı Nureddin Paşa’ya bağlı kuvvetler bir yandan Rum köylerine baskınlar yaparak çetecileri imha ederken, bir yandan da TBMM’de kabul edilen bir kararname ile Muğla, Aydın, Burdur ve Silifke livalarındaki 18-50 yaş arasındaki Hıristiyanlar ile Karadeniz havalisindeki eli 15-50 yaş arasındaki Hıristiyanların Sivas, Elazığ, Ergani, Malatya, Maraş’a tehcir edilmeleri emredilmişti. Ama Nureddin Paşa’ya bağlı birlikler bölgede öyle katliamlar yaptılar ki, sonunda Karadeniz ve Doğu vilayetlerinin milletvekilleri isyan etti. Erzurum Milletvekili Hüseyin Avni (Ulaş) ve 106 arkadaşının imzaladığı dilekçe Dâhiliye Vekâleti’nce haklı görülünce Nureddin Paşa 4 Kasım 1921’de Merkez Ordusu Komutanlığı’ndan alındı ve Ankara’ya çağrıldı. Mustafa Kemal’in kalkanı Ancak, Nureddin Paşa hakkında yapılan gizli oturumlarda, Paşa’nın Kürtlere, Ermenilere ve Rumlara karşı acımasızlığı değil, mıntıkasında bir çeşit ‘aile hükümeti’ kurması tartışıldı. Nureddin Paşa’yı milletvekillerinin gazabından Mustafa Kemal kurtardı, Genelkurmay Başkanı’nın kendisini yargılaması koşuluyla Meclis soruşturmasından vazgeçilmesini sağladı. Fevzi (Çakmak) Paşa tahmin edileceği gibi Nureddin Paşa’yı cezalandırmadı sadece askerlik görevine son verdi. Çünkü bu gaddar asker, o güne dek devletin pek çok kirli işini başarıyla halletmişti. Tekrar Taşköprü’deki damadının yanına giden Nureddin Paşa’nın yıldızı, 6-11 Ocak 1921’de I. İnönü Muharebesi’ndeki başarısı(!) yüzünden (bu konuya da bir başka yazıda değineceğim) albaylıktan paşalığa terfi ettirilen İsmet (İnönü) Bey’in 1. ve 2. Ordu olarak ikiye ayrılan Garp (Batı) Cephesi Orduları’nın başına getirilmesi üzerine doğan boşlukta yeniden parladı. İsmet Bey’in yerine 1. Ordu’nun başına getirilmek istenen Ali İhsan (Sabis) Paşa, Ali Fuad (Cebesoy) Paşa ve Refet (Bele) Paşa, sırayla, kendilerinden kıdemsiz olan İsmet Bey’in emrinde çalışmak istemedikleri için görevi kabul etmeyince Mustafa Kemal bu göreve ‘açıktaki’ Nureddin Paşa’yı atamıştı. Paşa da Taşköprü’de kızaktan kurtulmak için olsa gerek, itiraz etmeden kabul etmişti. Büyük Taarruz’u sahipleniyor Paşa görevine 1 Temmuz 1922’de başladı. Mustafa Kemal’in Yunan ordusuna yönelik taarruz planına ilk başta sadece Nureddin Paşa destek verdi. Ama daha sonra ikili arasında görüş ayrılıkları belirmeye başladı. İsmet Bey de Nureddin Paşa’ya hak veriyordu. 26 Ağustos 1922 günü başlayan Büyük Taarruz sırasındaki bazı başarıları Nureddin Paşa’yı iyice cüretkâr hale getirdi ve Mustafa Kemal’in kararlarını daha çok eleştirmeye başladı. Büyük Taarruz’un başarı ile sonuçlanması üzerine TBMM “Bu muharebe bizzat Başkumandan tarafından idare edildiğinden dolayı” “Başkumandanlık Meydan Muharebesi” adı verilmesini teklif edince Nureddin Paşa’nın keyfi kaçtı. Çünkü bu zaferde kendi katkısının daha büyük olduğunu düşünüyordu. Ancak yapacak şey yoktu. Nureddin Paşa’ya Uşak, Alaşehir, Nazilli istikametine kaçmakta olan Yunan askerlerini ve yol üzerindeki Rumları ‘tepeleme’ görevi verilmişti. Paşa bu görevi de hakkıyla yaptı. 9 Eylül günü İzmir’e giren ve şehrin gayrımüslim ahalisini, mecazî anlamda değil kelimenin gerçek anlamıyla “denize döken” birliklerin komutanı Nureddin Paşa’ydı. Hrisostomos’u linç ettiriyor 10 Eylül 1922’de İzmir’e gelen Mustafa Kemal’e tekmili Nurettin Paşa verdi. Önlerindeki masada değerli taşlarla süslenmiş bir kılıç duruyordu. Bu kılıç, İzmir’e girecek ilk süvari komutanına verilmek üzere Buhara Cumhuriyeti tarafından gönderilen üç kılıçtan biriydi. Nurettin Paşa’nın da- kızılbaş - sayfa 63 - sayı 19 - ekim 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 veti üzerine, işgal yıllarında doğal olarak Yunanlılarla işbirliği yapan İzmir Rum Metropoliti Hrisostomos, yanında Belediye Meclisi Üyesi Klimadoğlu, Çürükçüoğlu Nikolaki, Sarraf Yanko ve Timoleon Efendi ile birlikte Vilâyet Konağı’na gelmişti. Aslında Metropolit İzmir’in geri alınmasından önce pekâlâ kaçabilirdi ancak kaçmamıştı. Anlaşılan fazla iyimserdi. olan Falih Rıfkı (Atay) ve Fevzi (Çakmak) Paşa’ya (ve bana göre) yangının arkasında Nureddin Paşa vardı. (Neden böyle düşündüğümü 14 Eylül 2009 tarihli “1922’de güzelim İzmir’e kimler kıydı” başlıklı yazımda uzun uzun anlattım, merak edenler bakabilir.) Mustafa Kemal, Nureddin Paşa’ya “Senin dostundur! Git görüş, ben görüşmek istemem” demişti. Nureddin Paşa Hrisostomos’a elini uzatmadığı gibi hakaret etti. Ardından İkiçeşmelik Karakolu’na götürülerek sorgulanmasını emretti. Bir süre sonra Hrisostomos’un halk tarafından linç edildiği haberi geldi. Linçin en yakın tanıdığı hikâyesini bu sayfalarda (3 Nisan 2011) anlattığım Cellât Ali’nin 1973 yılında Yeni Asır gazetesinde yayımlanan hatıratında linç emrini Nureddin Paşa’nın verdiği söylendikten sonra olay şöyle anlatılıyordu: “Papaz, muhafızların himayesinde bulunduğu hücreden çıkarıldı ve idam hükmünün yerine getirileceği Namazgâh yönüne yürümeye başlandı. Biz giderken peşimizdeki kalabalık da her dakika artıyor ve tehlikeli bir durum meydana geliyordu (...) Jandarmalar ne yapacaklarını şaşırmışlardı. Galeyana gelenleri yatıştırmaya çalışıyorlardı. Fakat nasıl olduysa oldu ve papaz kaşla göz arasında kayboluverdi. ‘Ey ahali ne oluyor? Bu yaptığınız doğru değil. Zaten ona kanun(?) cezasını vermiş’ demeye kalmadan Hrisostomos parça parça edildi ve cesedi de bir kenara atıldı. Kafasına vurulan ilk sopayla kanlar içinde kalmıştı. Ölürken Latince bir özdeyişi tekrar tekrar mırıldandığı duyuldu: ‘Credo quia absurdum’...” Eylül ayının son günlerini Urla’daki Rumları tepeleyerek geçiren Nureddin Paşa 11 Ekim 1922’de imzalanan Mudanya Mütarekesi sırasında Ordu’nun terhis edilmesine karşı çıkınca neredeyse Lozan Barış Antlaşması’nın imzalanmasını tehlikeye düşürecekti. İstanbul’a karşı harekete geçmesi planlanan orduların başına geçirilerek İzmit’e gönderilen Paşa’nın son marifeti, Mütareke Dönemi’nde Damat Ferit Paşa kabinelerinde Maarif ve Dâhiliye Nazırı olarak hizmet vermiş, Milli Mücadele sırasında Anadolu hareketine ve Mustafa Kemal’e sert muhalefet yapmış, gazeteci Ali Kemal’i linç ettirmek oldu. ‘İnanıyorum, çünkü saçma’ anlamına gelen bu son sözleri Cellât Ali mi söylemiş yoksa gazeteci mi eklemiş belli değildi ama daha sonra olanları düşününce deyim cuk oturmuştu. Güzelim İzmir yanıyor İstirdat’ın (yani İzmir’in geri alınışının) dördüncü günü, yani 13 eylülde İzmir’in en mamur, en güzel, en zengin mahallelerini yani Ermeni Mahallesi, Çalgıcıbaşı, Aya Dimitri, Aya Katerina, Aya Nikola, Sur Takya, Hacı Franko mahallelerini alevler sardı. 18 eylülde söndürülebilen yangında yaklaşık 2,6 milyon metrekarelik bir alan, 25 bin ev, işyeri, kilise, hastane, fabrika, depo, otel ve lokanta yok olmuştu. Şehirde her nasılsa kalmış gayrımüslim ahali bu yangında yanarak ya da yangından kaçarken denizde boğularak ölmüştü. Böylece şehir gayrımüslim ahalisinden bir anlamda ‘kendiliğinden kurtulmuştu’. 29 Kasım 1922’de TBMM’de yapılan gizli celsede “yangını kimin çıkardığı (Ermeniler mi, Yunanlılar mı, Türkler mi?)” konusu nedense konuşulmadı ama Afyon Karahisar Mebusu Mehmet Şükrü Bey’e göre “Nureddin Paşa [gayrımüslimlerden kalan] kasaları bomba ile açtırmış ve [içlerindeki] paraları almıştı”. Yangın sırasında şehirde Ali Kemal’i linç ettiriyor Bu olayı da daha önce anlattım “Resmî tarihin ünlü haini: Ali Kemal”, 11 Nisan 2008) anlattım ama kısaca tekrarlayayım: Hakkında TBMM tarafından 1 Kasım 1922’de çıkarılmış yakalama kararı olan Ali Kemal, İstanbul Polis Müdür Muavini Sadi Bey ve dört polisi tarafından berber koltuğunda derdest edilip Samatya kıyısına yanaşan bir motorla 6 Kasım 1922’de İzmit’e götürülmüştü. Kısa bir sorgulamadan sonra Nureddin Paşa, Haberalma Şube Başkanı Rahmi (Apak) Bey’e “Şimdi sokaktan birkaç yüz kişi bulup Büyük Kapı’nın önünde toplayacaksın. [Bunlar] kapıdan çıkarken Ali Kemal’i linç etsinler!.. Öldürsünler!..” demişti. Rahmi Bey’in deyimiyle “Ahali bir kara bulut gibi” çullanmıştı Ali Kemal’e. Saldırılardan kurtulmak için İstiklal Mahkemesi Savcısı Necip Ali (Küçüka) Bey’e sarılmış olan Ali Kemal’in böğrüne bir de bıçak sokulmuş, taş ve sopalarla kafası ezilmişti. Saldırgan güruh, Ali Kemal’i donuna kadar soymuş, parmağındaki yüzüğü, altın saatini ve paralarını almayı da ihmal etmemişti. Ardından ayaklarına bir ip bağlayarak sokaklarda dolaştırmışlardı. Parçalanmış cenazesi bir çöp arabasıyla bilinmeyen bir yere gömülmüştü. Güya İsmet Paşa kızmış O gün, Lozan Konferansı’na gitmek üzere trenle İzmit’ten geçen İsmet İnönü görsün diye, Nurettin Paşa istasyonun yakınındaki küçük tünelin üstüne bir sehpa kurdurmuş ve Ali Kemal’in ölü vücudunu astırmıştı. Falih Rıfkı’ya göre “İsmet Paşa, meşalelerle aydınlanan korkunç sehpayı uzaktan görünce yüzünü asmış, başını eğmiş ve hiç bakmayarak binaya girmiş, orada Nureddin Paşa’ya söylemediğini bırakmamıştı”. Kızmıştı da ne olmuştu derseniz hiçbir şey. Nureddin Paşa’nın görevi ancak 1 Eylül 1923’te Batı Cephesi Karargâhı’nın lağvedilmesi üzerine bitmişti. Bunun üzerine memleketi Bursa’ya giden Nureddtin Paşa, 1923 yılındaki seçimlere katılmak istedi. Ancak bizzat Mustafa Kemal’in oluşturduğu listede adı yoktu. Koçgiri ve Karadeniz’deki katliamları gibi hizmetleri yüzünden değildi bu aforoz, Mustafa Kemal’in liderliğini sorgulaması yüzündendi. Ama Paşa inatçıydı, Mustafa Kemal’in kendisine komplo kurduğunu düşündüğü asker-milletvekillerinden istifasını istemesi üzerine 2. Kolordu Kumandanı Ali Hikmet (Ayerdem) Bey’den boşalan sandalye için bağımsız adaylığını koydu. Paşa kapağında “İzmir Fatihi, Karahisar ve Dumlupınar Muharebeleri Galibi, Gazi Nureddin Paşa Hazretlerinin Tercüme-i Hâli” yazan 19 sayfalık bir de broşür bastırmıştı ki bu unvanların ‘resmi tarih’ tezlerini nasıl altüst ettiğini görmemek imkânsızdı. Askerlik mi milletvekilliği mi? Ama Paşa imkânsızı başarmış, 1 Kasım 1924’te (daha sonra CHP olacak) Halk Fırkası’nın (HF) adayı Dr. Emin Bey’e karşı 236 ikinci seçmen oyu alarak (o yıllarda halk doğrudan seçemiyordu, ikinci seçmenler seçiyordu) Bursa’dan milletvekili seçilmişti. Hepsi de merkezden atanmış ikinci seçmenlerin bu tavrı Ankara’da epey konuşulmuştu. Ama demokrasilerde çare tükenmezdi! 19 Aralık 1924’te kabul edilen “Askerlik ile Mebusluğun birarada yürütülmeyeceğini” öngören kanun imdada yetişti. Nureddin Paşa’nın milletvekili seçilirken asker olması bahane edilerek milletvekilliği onaylanmadı. Hâlbuki, kanun III. Dönem’den yani 1927’den itibaren uygulanacaktı ve Mustafa Kemal başta olmak üzere pek çok milletvekili askerlikten henüz istifa etmedikleri halde TBMM’ye seçilebilmişlerdi. Bir kez konuşabildi Elbette hukukun değil Mustafa Kemal’in dediği oldu. Bunun üzerine Nureddin Paşa askerlikten istifa etti ancak yedi açık milletvekilliği için 5 Şubat 1925’te yapılan ara seçimlerde tekrar bağımsız aday oldu. Halk Fırkası Nureddin Paşa’yı seçtirmemek için Bursa’da özel çalışma yaptığı halde başarılı olamadı, Nureddin Paşa Dr. Emin Bey’i bu sefer 296 oy alarak mağlup etti ve TBMM’ye girdi. Girdi ama Halk Fırkası üyeleri ağzını açmasına izin vermediler. Sadece 28 Kasım 1925’te kabul edilen Şapka İktisası (Giyilmesi) Hakkındaki Kanun’un 1924 Anayasası’na aykırı olduğunu söyleyebildi. Konuşması HF’li milletvekilleri tarafından büyük tepki ile karşılandı. HF’nin örgütlemesiyle Nureddin Paşa aleyhine 76 protesto telgrafı gönderildi. Gazetelerde “Bu irticacı paşanın Meclis’te işi ne” diye soruldu. Bir sonraki dönemde (1927) milletvekili seçilemeyen Nureddin Paşa, 18 Şubat 1932 tarihinde İstanbul’da vefat etti. Nutuk’ta ‘karakter katliamı’ Mustafa Kemal’in 15-20 Ekim 1927’de CHF Kurultayı’nda okuduğu Nutuk’ta tam 31 sayfada Nureddin Paşa’nın adı geçiyordu. Bunlardan 16 sayfa külliyen Nureddin kızılbaş - sayfa 64 - sayı 19 - ekim 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Paşa’yı yerine dibine batırmaya ayrılmıştı. Neler demiyordu ki Mustafa Kemal? Babası İbrahim Paşa’nın II. Abdülhamid’e hizmet etmesini kınamakla başlıyor, Nureddin Paşa’nın 1909’da 31 Mart Olayı’na müdahale eden Hareket Ordusu’nda görev aldığının yalan olduğunu, Yemen’deki İmam Yahya İsyanı’nda hiçbir rolünün olmadığını, Salman-ı Pak’ta İngilizler tarafından kovalandığını, 1920’de Taşköprü’de bastırdığı kartvizitine yazdığı “Kutü’l-Amare Muhasırı” unvanını hiç hak etmediğini, soyunun Kerbela Şehidi İmam Hüseyin’e uzandığını söylemesinin ne kadar ayıp olduğunu, Büyük Taarruz’da en az payı olan kişi olduğunu (iddiasına göre savaş boyunca dürbünden bakmayı tercih etmişti) ve daha nice kusurunu sayıp döküyordu. (Bu polemikçi üslup sonradan mahcubiyet yaratmış olmalı ki, Nutuk’un 1929’da yapılan Fransızca baskısından bu bölümler çıkarılacaktı.) İlginçtir Mustafa Kemal’in değinmediği sadece üç konu vardı: Hrisostomos’un linç edilmesi, İzmir Yangını ve Ali Kemal’in linç edilmesi. İki ihtimal vardı: Mustafa Kemal ya Nureddin Paşa’nın bu eylemlerini onaylamıştı ya da Nureddin Paşa’yı bunlardan sorumlu tutmamıştı! Artık hangisi olduğuna siz karar verin. 12 Eylülcülerin gözbebeği Nureddin Paşa’nın bayrağını küçük damadı Abdullah Alpdoğan Paşa teslim almış ve 1935’te Tunceli Genel Valiliği sırasında göndere çekmişti. Atatürkçülük şampiyonu 12 Eylülcülerin 6 Kasım 1981 tarihli “Devlet Mezarlığı’na gömülmeleri öngörülen kişiler” listesindeki üçüncü ismin (İsmet İnönü ve Fevzi Çakmak’tan sonra) Mustafa Kemal’in Nutuk’ta yerin dibine batırdığı Nureddin Paşa olması gayet ironikti. İleriki yıllarda hem Atatürkçü olup hem de “Keşke Nureddin Paşa’ya engel olunmasaydı da Kürt Meselesi o zamandan kökünden halledilseydi” diye hayıflananlar oldu. Şimdi başa dönüyorum, askerlik konusundaki başarıları şüpheli de olsa (herhalde Mustafa Kemal yalan söyleyecek değil), ‘Sakallı Nureddin Paşa’nın Ermeni, Rum ve Kürt meselelerindeki ‘başarısı’ göz kamaştırıcı değil mi? Kuzey Irak’a sefere giden ordunun başında böyle bir paşamız olsa fena mı olur? Kürt Meselesi hallolmasa bile geride epey tedip, tehcir, tepeleme, katliam, linç hikâyesi kalır ki, doğrusu bundan memnun olacak çok kişi var etrafta... *** ÖZET KAYNAKÇA: Necati Fahri Taş, Nureddin Paşa ve Tarihi Gerçekler, Nehir Yayınları, 1997 Atatürk, Söylev (Nutuk), II. Cilt, TDK Yayınları, 1965, s. 532-547; Mete Tunçay, Türkiye Cumhuriyeti’nde Tek Parti Yönetimi’nin Kurulması (1923-1931), Tarih Vakfı Yayınları, 2005, s. 124-127; Orhan Karaveli, Ali Kemal, Doğan Kitap, 2009. Taraf GAZETESİ hurayse@hotmail.com - daha dün cumhuriyet mitinklerinde kalabalık yapan alevi - bektaşi dernek ve vakıf güruhu ırkçı inkarcı ittihatçı ittifakıyla dayanışma içinde oldular!... - akp şahsında islam müslüman düşmanlığı yaptılar!... - bu mitinklere katılan solcular da işbirlikçi siyasetilerini sergilediler!... - chp ve atalarıyla, açık hesaplaşmayanlar kendilerini chp ırkçılığından kurtaramazlar. aynen cumhuriyet mitinklerindekileri gibi eşityurtaş mitinklerindekileri de chp’in değirmenine su taşımaya devam etmiştir! - eşityurtaş(!) mitinğine katılan solcu + kürt + alevi + zaza vd.... tümü chp + devlete marabalık yaptılar!... - sa k i ne pola t -