T.C. Ege Üniversitesi Dişhekimliği Fakültesi Ağız, Diş ve Çene Hastalıkları Cerrahisi Anabilim Dalı DENTAL İMPLANTOLOJİNİN ENDİKASYON VE KONTRENDİKASYONLARI BİTİRME TEZİ Stj. Dişhekimi Abbas KURUÇAY Danışman Öğretim Üyesi : Doç. Dr. Bahar SEZER İZMİR-2007 ÖNSÖZ Tez çalışmalarım sırasında değerli görüş ve düşüncelerini benden esirgemeyen Sayın Hocam Doç. Dr. Bahar SEZER’e ve Dt. Ayhan TETİK’ e teşekkürlerimi bir borç bilirim. İZMİR-2007 Stj. Dişhekimi Abbas KURUÇAY İÇİNDEKİLER 1. GİRİŞ VE GENEL BİLGİLER …………………………………………………1 1.1. İMPLANT NEDİR ?......................................................................................2 1.2. DENTAL İMPLANTOLOJİNİN TARİHSEL GELİŞİMİ………….......3-9 2. DENTAL İMPLANTOLOJİNİN TEMELİ…..………………….................... ..10 2.1. YAŞLANAN NÜFUSUN ETKİSİ………………… ... ……… .. ……....10 2.2. YAŞA BAĞLI DİŞ KAYBI…………………………………….. ….........11 3. DİŞ KAYBININ NEDEN OLDUĞU DEĞİŞİKLİKLER ………………….….12 3.1. ANATOMİK DEĞİŞİKLİKLER …………………………………….12-16 3.2. YUMUŞAK DOKU DEĞİŞİKLİKLERİ………………………...………16 3.3. ESTETİK DEĞİŞİKLİKLER…………………………………. .……17-20 3.4. FİZYOLOJİK DEĞİŞİKLİKLER…………………………………….20-24 4. DENTAL İMPLANT ENDİKASYONLARI…………………………………..25 4.1. HAREKETLİ PROTEZLERİN DÜŞÜK PERFORMANSI………….26-27 4.2. DİŞ KAYBININ GETİRDİĞİ PSİKOLOJİK PROBLEMLER……….....28 4.3. İMPLANT DESTEKLİ PROTEZLERİN AVANTAJLARI……………..29 5. DENTAL İMPLANTIN KONTRENDİKASYONLARI……………..………..34 5.1. YAŞÇA BÜYÜK İMPLANT HASTALARININ DEĞERLENDİRİLMESİ………………………………………………...35 5.2. TIBBİ GEÇMİŞ………………………………………………..................36 5.2.1. VİTAL BULGULAR……………………………………...….36-41 5.2.2. LABARATUVAR DEĞERLENDİRMELERİ………...….….41-49 5.3. SİSTEMİK HASTALIKLARIN DEĞERLENDİRİLMES……….....…...49 5.3.1. KALP VE DAMAR HASTALIKLARI…………………...…..…51 5.3.1.1. HİPERTANSİYON ………………………………51-55 5.3.1.2. ANGİNA PECTORİS …………………………….55-58 5.3.1.3. MYOKARD INFARKTÜSÜ ………………..……58-60 5.3.1.4. KONJESTİF KALP YETMEZLİĞİ…………..……60-62 5.3.1.5. SUBAKUT BAKTERİYEL ENDOKARDİT...….…62-67 5.3.2. ENDOKRİN BOZUKLUKLARI………………………..…… …67 5.3.2.1. DİABETUS MELLİTUS…………………………...67-71 5.3.2.2. TROİD BEZİ BOZUKLUKLARI…………….……71-74 5.3.2.3. BÖBREK ÜSTÜ BEZİ BOZUKLUKLARI…..……74-79 5.3.3. HEMATOLOJİK BOZUKLUKLAR……………………….……79 5.3.3.1. ERİTROSİT BOZUKLUKLARI……………….. ….….79 5.3.3.2. LÖKOSİT BOZUKLUKLARI…………………...…….81 5.3.4. KRONİK OBSTRÜKTİF AKCİĞER HASTALIKLARI….…….83 5.3.5. İSKELET SİSTEMİ HASTALIKLARI……………………. .…..85 5.3.5.1. OSTEOPÖRÖZ ………………………………….. .…..85 5.3.5.2. D VİTAMİNİ EKSİKLİĞİ …………………… ..……87 5.3.5.3. HİPERPARATROİDİ 5.3.5.4. FİBRÖZ DİSPLAZİ ……………………………….87 …………………………............88 5.3.5.5. PAGET HASTALIĞI ……………………...………….89 5.3.5.6. MULTIPLE MYELOMA…………………...……….…89 5.4. GEBELİK…………………………………………………………….…90 5.5. TÜTÜN KULLANIMI…………………………………… ……......91-92 6. ÖZET……………………………………………………………………….93-94 7. KAYNAKLAR……………………………………………………………95-106 1. GİRİŞ VE GENEL BİLGİLER Son yıllarda dünya dişhekimliği literatüründe önem kazanmış, uluslararası dişhekimliği kongrelerinde üzerinde en çok çalışılıp tartışılan konuların başında dental implantoloji gelmektir. Geçmişte dişhekimliğinde hastalara sınırlı tedaviler uygulanabilirken, implant tedavilerinin farklı endikasyonlarda başarılı bir şekilde uygulanabilmesi ile hayal bile edilemeyecek tedavi seçenekleri günümüzde rahatlıkla uygulanabilmektedir. İmplant tedavisi uygulamasında başarıyı yakalamak için endikasyonların doğru bir şekilde konulması, implant düşünülen hastaların sistemik ve lokal olarak dikkatli bir şekilde değerlendirilmesi zorunludur. Sistemik olarak, günümüzde tıbbın ilerlemesi ve birçok hastalığın kontrol altına alınması sonucu, bazı kontrendikasyonlar dışında bütün vakalara implant uygulaması yapılabilmektedir (1). 1.1. İMPLANT NEDİR ? Bilimsel olarak implant, insan vücudundaki eksik bir bölümü restore etmek amacıyla doku içine yerleştirilen suni aygıtlara verilen isimdir. Cansız dokuların ya da alloplastik materyallerin organizmanın çeşitli fonksiyonlarına yardımcı olmak amacıyla canlı dokuya yerleştirilmesine implantasyon denir (2). Dişhekimliği açısından ise implantasyon, diş kayıpları sonucu oluşan fonksiyonel, estetik ve fonetik bozuklukların ilk haline yakın bir şekilde hastaya iadesinde, klasik yöntemlerin ortaya çıkardığı sorunların ve bir noktadan sonra yetersiz kalmalarının sonucu doğmuştur (3). Dental implantasyon, biyouyumlu materyallerin doğal bir diş kökü vazifesi görmesi amacı ile diş eksikliğinin olduğu bölgelerde, çene kemiğine yerleştirilmesi işlemidir (Resim 1). Resim 1: Dental implantın şematik görüntüsü. 2 1.2. DENTAL İMPLANTOLOJİ’ NİN TARİHSEL GELİŞİMİ İmplantasyon hakkında ilk çalışmalar M.Ö. 6000 yıllarında Orta Amerika ‘ da Mayalar tarafından yapıldığı bilinmektedir. 1010 yıllarında Arap cerrahı Abdulkasis reimplantasyon üzerinde çalışmıştır. 1809’da Maggialo, altın kökleri pivo ayağı olarak tarif etmiş ve implant tariflerine uygun ilk teorileri ortay atmıştır. 1806’ larda Lister, bu konuda antisepsi üzerine çalışmalar yapmıştır. 1887’de Younger, açılan kaviteye diş implante etmiştir. 1887’de Haris, üzeri platin kaplı kurşun kök uygulamış, bunu kron kısmını porselenden yapmıştır. 1888’de Berry, kurşun kökler teklif etmiş, 1889’da Lewis, platin kökler üzerinde porselen dişler kullanmıştır. Edwars (1889) , Rhomenski (1891) ve Gram (1898’de) suni porselen kökleri, lastik ve gütaperkayı tutuculuğu arttırmak için kullanmıştır. Wright, Hilischer, von Heyden, Behrend ve Frank (1891), Bonwill (1895), C.Boyne (1898) altın iridyum çivileri ve kapsülleri tek dişe destek olması için veya totallerde tutuculuğu arttırmak için kullanmıştır. 1900’de William Lane, açık kemikte yumuşak dokudan çok daha fazla aseptik çalışmayla başarıya ulaşılabileceğini belirterek implantolojiye yeni bir yön vermiştir. 3 1901’de Greenfield, iridioplatinumdan kafesli bir kemik içi implantı denemiştir, 1913’de bu çalışmasını daha da modifiye eden bu yazarın uygulaması çok önemlidir. School 1905’de porselen kökleri implante etmiştir. 1906’da Hentle, biri porselen diğeri kauçuktan iki kök implantı uygulamış; porselen 3 ay, kauçuk ise 2 yıl stabilitesini muhafaza etmiştir. 1909’da Ablin Lambotte, Al, Ag, Cu, Mg ve yumuşak çelikten mamul üzerine, altın, nikel kaplı apareyler yapmış ve doku reaksiyonunu izlemişlerdir. Leger Darez, 4 ayrı parçadan meydana gelen vidanın döndürülmesi ile uzayabilen bir implantı 1920’de uygulamıştır. 1920’de Bricke suni sokete fildişi kökü uygulayarak üzerine Richmondpivo yerleştirmiştir. 1932’de Brill, çene kemiğine tüneller açarak ve gümüş çiviler yerleştirerek buranın epitelle kapanmasını bekleyerek daha sonra bu çivileri altınlar ile değiştirmeyi teklif etmiş ve böylece retansiyon sağlanabileceğini ileri sürmüştür. 1936’da Venable, Stuch ve Beach yaptıkları araştırmada, doku sıvıları ile temasa gelen metallerin belirli miktarda akım meydana getirmekte olduğunu tespit etmiş, dolayısıyla açığa çıkan ölü partiküllerin canlı hücre üzerindeki etkilerini incelemişlerdir. Bu çalışmalar sonucunda vitalliumun özellikleri hakkında bilgilendirilmiştir. 1937’de Müller, platin döküm kökleri porselen kaplayarak uygulamış, Yvurhman, U 4 biçimli köprü çapaları kullanmış, Schneider ise altın destekli fildişini implant materyali olarak kullanmıştır. 1939’da Alvin E Strock ve Mases Strock kardeşler, çeşitli vitalium vidaları ve plakları çene kemiklerine uygulamış ve açık redüksiyon operasyonları gerçekleştirmişlerdir. Cameron, Henderson ve Speed 1940’da vitaliumun, non-iritan olduğu ve doku tarafından yabancı madde olarak kabul edilmediğini ortaya atmışlar ve eklem rekonstrüksiyonunda kullanmışlardır. 1949’da Rossi, akril kökler üzerinde çalışmıştır. 1950‘de Jaskarzec, vidaları köprü ayağı olarak kullanmıştır. 1950’de Lew, subperiostal implant tasarımlarında pek çok modifikasyonlar yaparak bu yöntemi geliştirmiştir. Bugün bile kullanılan bazı implant tasarımlarını çizmiştir. Linea obliqua externa sınırını, linea mylohyoidea sınırını, mentolabial implant sınırını belirtmiştir. Yazar bu çalışmalarını direkt kemik ölçüsü alınarak elde edilen modeller üzerinde gerçekleştirmiştir. Bu arada 1955 yılına dek süren çalışmalarında, üst çene subperiostal implantlarda da en ideal tasarımı elde etmiştir. Jermyn, Cranin, Mentag ve Linkow da aynı yıllarda başlamak üzere Geshkoff, Goldberg ve Lew ‘ in teknik ve uygulamalarını daha da geliştirmişlerdir. 1950’de, Fransız Dandayve Amrikalı Stanler, J. Behrman, kemik içine yerleştirdikleri mıknatıslı krom-kobalt alaşımı implantların uzun yıllar alt çenede başarılı bir biçimde kullanılabildiğini rapor etmişlerdir. 1951’de Skinner, bukkolingual kemik içi tüpleri tavsiye ederek, protezin buraya çiviler aracılığıyla fiske edilebileceğini ileri sürmüştür. 5 Yine 1951’de W.Ogus, Fransız Parant, La Rosa. Werne, Güney Amerikalı ve Fransız Sabrasi Mazotto, Audero gibi araştırmacılar subperiostal implantlarda başarı için direkt kemik ölçüsünün her zaman tercih edilen bir yöntem olduğunu savunmuş ve uygulamışlardır. 1951’de Dahi ve Lenhart İzikovvitz İsveç’de yeni bir çalışma ortaya koymuşlardır. Supraplant adını verdikleri u tekniğe göre tek taraflı sonsuz ağızlarda, desteklerden birisi (öndeki) Prepare edilen diş iken, diğeri e mukoza altına yerleştirilen protezin uzantısı olmuştur. Başarıyla kullanılmasına karşın hijyenik koşulların hekim tarafından sık sık kontrol edilmesi gerekli olmuştur. 1952‘de John E. Bremnon da halka tipi mukoza bağlantılı barlı implantları uygulamıştır. 1953’de Bodine, implantolojide cerrahi girişim kadar Protetik üst yapının da önem taşıdığını belirterek bu konuya eğilmiştir. Yine 1953’de Knovvlton, çiğneme basıncının implant aracılığıyla dokulara iletilmesini ve etkilerini incelemiştir. 1954’de Herschfus, implant çevresindeki dokuların histopatolojik incelemesini gerçekleştirmiştir. 1954‘de L. Marzioni, Sonza ve Bruno endodontik implant fikrini ortaya atmıştır. 1955’de Zeppani, yine bir İtalyan olan Formiggi’nin izini takip ederek kemik içi spiral implantlar ile ilgilenmiştir. Araştırmacı implantı, histopatolojik ve magnogafik olarak da incelemiştir. Lehmen 1955’de vidalandıkça açılarak daha fazla retansiyon sağlayan halkalı bir implantı başarıyla uygulamıştır. 6 1959’da Parisli teknisyen Pretto, trombon implant fikrini ortaya atmıştır. 1965’de Chercheve, Formigi’ nin tarif ettiği implantı daha da geliştirerek spiral-shaft implant tasarımını ortaya koymuştur. 1962’de W. Christensen, transfikse vidaları kendi geliştirdiği alet yardımıyla uygulamıştır. Bu alet, vidalar için uygun kanal açmaya yarıyordu. Genel anestezi altında yapılan bu uygulamalarda oldukça başarılı sonuçlar elde edilmiştir. Aynı yıllarda dar bölgeler için M. Chercheve, narrow-ridge adını verdiği tantalyumdan yapılmış implantları kullanmıştır. 1963’de Muratori, Formiggi’ nin implantlarını daha başarılı sonuçlar elde ederek uygulamış, 1967’de bunları daha da geliştirmiştir. 1963’de L.I. Linkovv adlı Amerikalı araştırmacı, vent-plant adlı kendi kendine vidalanarak çene kemiğine fiske olabilen pencereli implantları kullanmıştır. 1965’de Jacques Sciolam, tripod tarzında implantları uygulamıştır.bu teknikte kemik içine 30-45 derecelik açılar ile çakıldıktan sonra otopolimerizan akril ile birbirine tutturulan üç ya da dört çivi kullanılmaktaydı. Tantalyumdan yapılan bu çiviler, anguldruvaya takılan özel adaptörlerle kemik içine uygulanmaktaydı ve özellikle üst çenede kullanılmak üzere tavsiye edilmekteydi. 1966’da Spaniard Peron-Andres, spiral–shaft tipi implantları geliştirmiş ve uygulamıştır. Trattner, Lew ve Linkow da aynı yıllarda Formiggini implantların modifikasyonlarını çift ünite halinde modifiye ederek uygulamışlardır. 7 1966’da M. Chercheve, Rahphael Chercheve, Iylarcel Polfersollier protezler için daha radikal bir sistem olan transfikse vidalar üzerinde çalışmış ve uygulama yapmışlardır. 1966’da Bordan ve R. Azovlay, farklı eksenlerde ve iki paralel uzantısı olan bir çift implantı bir bar yarımıyla fiske ederek ön alt çeneye yerleştirmişlerdir. Linkow, bir olguda buna bir vent-plant ilave etmiştir. 1968’de Sami Sandhaus, sentetik safi ile kaplanan implantların daha başarılı olacağını savunmuş ise de Linkow, içlerinden bir tanesi sentetik safir ile kaplanmış olan bir dizi implant uyguladığı olgulardan en fazla rezorpsiyonun bu materyal ile kapladığı implant çevresinde gözlendiğini bildirerek bu teklifi çürütmüştür. L.I. Linkow’un 1968’de teklif ettiği blade-vent adı verilen kemik içi implant türü başarılı sonuçlar sağlamıştır ve günümüzde halen kullanılmaktadır. 1975’de Mühlemann, bir implantın makroskobik şeklinin ve biokompabilitesinin yanında mikromorfolojik yapısının da çok önemli olduğunu ileri sürmüştür. Schroeder, uzun yıllar implant ile kemik arasındaki sınırda histolojik incelemeler yapmış ve bu stabil kemik-implant birleşmesini ankiloz olarak adlandırmıştır. Branemark, çalışmalarına ilk olarak 1965 yılında başlamış, sabit seramik implant birleşimini tanımlamış, histolojik olarak da ispat etmiş ve osseointegrasyon kavramını oraya atmıştır. 1984’de Steinemann ve Straumnn, 1979’da ve 1986’da Ledermann var olan farklı iki sertlikteki titanyum yüzeylerinden başka, titanyum plazma sprey tabakasının da osseointegrasyon için şart olduğunu belirtmişlerdir. 8 1987’de Wahli Tuschewitzki, Donath, Moser ve Nentwig gibi araştırmacılar tarafından yapılan yayınlarda bu plazma-sprey katmanının olumsuz yönleri ortaya konmuştur. Tacobs Kramer ve Pielsticker adlı yazarlar implantolojik ve Protetik gereksinim gösteren dişsiz ve atrofik alt çene alveoler kret endikasyonunda, Koch (1976) ve Kirsch (1982) tarafından geliştirilen İntramobil silindir implantları 1985’den itibaren kullanmışlardır. 1974 yılından beri yapılan klinik çalışmalar sonucunda tek veya çift taraflı serbest sonlanan alt çene dişsizlik olgularında alternatif olarak ITI implant tipi geliştirilmiştir. Günümüzde yine bir grup araştırmacı dişhekimi ve diş teknisyeni, oral implantoloji ile ilgili bazı problemleri tartışmak için bir araya geldiler ve düşüncelerinin birleşmesiyle istenilene uygun teknik özellikleri taşıyan altı yıllık bir klinik deneyimden geçmiş olan implant tipi geliştirdiler; HA-TI (Hand-titanschraııben Implant) ilk kez 1985’de implante edildi. 10 yıldan fazla süredir yapılan çalışmaların olumlu sonuçları TPS vida implantların dişsiz alt çenelerde çok sağlıklı bir biçime kullanılabildiğini göstermiştir. Linkow, Branemark, ITI, IMZ, Tremante, LEDERMANN, Münch, Herkowiz ve diğerleri Protetik olarak diş telafisi için 12’den fazla implant sistemini piyasada rekabete sunmuşlardır (3). 9 2. DENTAL İMPLANTOLOJİ’NİN TEMELİ Modern dişhekimliğinin amacı, hastayı atrofiye, hastalığa, veya stomatognatik sistemin hasarına bakılmaksızın normal konturlara, fonksiyona, rahata, estetiğe, konuşmaya ve sağlığa sahip olacak şekilde restore etmektir (4). Ancak, hasta ne kadar çok diş kaybederse geleneksel dişhekimliği ile bu amaca ulaşmakta o kadar zor olmaktadır. Tedavi ile ilgili yapılan birçok araştırmanın sonucu olarak hedeflenen başarı artık birçok zor klinik vakanın rehabilitasyonu için bir gerçeklilik kazanmıştır (5). İmplantla ilgili tedavilerin artan ihtiyacı ve kullanımı; (a) yaşlanan nüfus, (b) yaşa bağlı diş kaybı, (c) dişsizliğin yol açtığı anatomik sonuçlar, (d) hareketli protezlerin yetersiz performansı, (e) diş kaybının fizyolojik etkileri, (f) implantla desteklenmiş protezlerin uzun vadede hedeflenen sonuçları ve (g) implantla desteklenmiş protezlerin avantajları, gibi faktörlerin kombine etkisiyle ortaya çıkmaktadır 2.1. YAŞLANAN NÜFUSUN ETKİSİ Literatüre göre, yaş, diş kaybı ile doğrudan ilişkilidir (8,9). Bu sebeple, yaşlanan nüfus, dental implantolojide dikkate alınacak, önemli bir faktördür. Yaşlanan nüfus giderek artmaktadır ve dışarıda yemeğe çıkmak, biriyle buluşmaya gitmek gibi sosyal zevkler, ileri yaşlarda da devam etmektedir. Geçmişte, geriatrik dişhekimliği cerrahi olmayan yaklaşımları içeren ucuz tedaviler anlamına geliyordu. Bugün, yaşça büyük hastalar için dental hizmetlerin kapsamlı olmasının, hem 10 kamusal hem de mesleki açıdan önemi toplumumuzun artan yaşı dolayısıyla yükselmektedir. İmplant destekli sabit protez elde etmek gibi yöntemleri de içeren tedavi alternatifleri, hemen hemen her hastaya sunulmalıdır. Bir hastanın, dental implantolojinin faydalarından yararlanma isteği, yalnızca tüm tedavi seçenekleri tartışıldığı zaman değerlendirilebilir (8,9,10,11). 2.2. YAŞA BAĞLI DİŞ KAYBI En yaygın kayıp dişler azı dişleridir (12). Bölümlü serbest sonlanan dişsizlik özellikle önemlidir; çünkü bu hastalarda, kaybedilen dişlerin yerine sıklıkla bölümlü hareketli protezler yapılır. Genel olarak bu durum 25 yaşından daha genç insanlarda nadiren görülür. Mandibulada serbest sonlanan dişsizlik tüm yaş gruplarında maksilladaki antagonistlerinden daha fazladır. Tek taraflı serbet sonlanan dişsizlik daha genç yaş gruplarında (25’ten 44’e kadar) hem maksiller hem de mandibuler arkta bilateral dişsizlikten daha yaygındır (9). Ek koruma, destek ve stabilite ihtiyacı veya hareketli bir protez kullanımını elimine etme isteği, dental implantlar için yaygın sebeplerdir. Aynı zamanda dental implantlar, özellikle ağzın arka bölümlerinde, tek bir dişin yerini tutması için giderek daha fazla kullanılmaktadır (6,7). Komşu sağlam diş yapısını bozmak, çürüme riskini artırmak, endodontik tedavi gereği, iki veya daha fazla dişi kaplamak, ağız hijyeni sağlanmasını engellemek ve plak oluşumunu artırmak gibi dezavantajları bulunan protetik restorasyonlar yerine, bir dental implant tek bir dişin boşluğunu doldurabilir (14,15). 11 3. DİŞ KAYBININ NEDEN OLDUĞU DEĞİŞİKLİKLER 3.1. ANATOMİK DEĞİŞİKLİKLER Alveol kemiği dental iskelet yapısını oluşturur, kas bağlarının birçoğu ile ilişkidedir ve dişler çıkmadan önce fetüste oluşmaya başlar. Alveoler kemik oluşumu ilk olarak diş tomurcuğunun Hertwig kök kılıfı gelişimi tamamladığında görünür (15). Alveoler kemik süt veya daimi diş gelişiminin yokluğunda oluşmaz. Diş ve alveoler kemik arasındaki yakın ilişki hayat boyu sürer. Wolff Yasası’na göre, üzerine uygulanan kuvvetler kemiği biçimlendirir (16). Kemiğe gelen fonksiyonel yükler ile kemik şekillenirken, iç mimaride ve dış konfigürasyonda belirli bir değişim olur (17). Kemik formunu ve yoğunluğunu korumak için uyarılmaya ihtiyaç duyar. Roberts et al, iskelet sisteminin % 4’lük gerilmesi ile kemiğin korunduğu, rezorpsiyonun dengelenmesine ve formasyonuna yardım ettiğini rapor etmişlerdir (18). Dişler sıkıştırıcı ve gerici kuvvetleri kendilerini çevreleyen kemiğe iletirler. Bu kuvvetler kemiğin inorganik kısmını oluşturan durapatitin kusurlu kristallerinde piezoelektrik bir etki olarak ölçülmüştür (19). Bir diş kaybedildiği zaman, simulasyon eksikliği sonucu, kalan kemikteki external genişlik ve yüksekliğin azalması ile birlikte (Kemik volumündeki azalma ile birlikte), bölgedeki kemik densitesinde ve trabeküllerin yoğunluğunda da azalma olur (20). Diş kaybını takip eden birinci yıl içinde kemiğin çapında % 25 azalma ve bir yıl boyunca toplam kemik yüksekliğinde 4mm azalma olur (21). Bir diş, alveoler kemiğin gelişimi için gereklidir ve bu kemiğin uyarılması, yoğunluğunun ve hacminin korunması için şarttır. Çok önemli olan bu konu, geçmişte geleneksel dişhekimliği tarafından göz ardı edilmiştir. Doktorlar 12 çoğunlukla diş çekilmesinden sonra ortaya çıkan ve devam eden kemik kaybını göz ardı ederler. Hasta genellikle anatomik değişiklikler ve devam eden kemik kaybının olası sonuçları konusunda bilgili değildir. Ayrıca, bu kemik kaybı sıklıkla hasta iyi oturmayan hareketli protezi taktığı zaman hız kazanır. Hastalar diş eksikliği ile kemiğin zamanla kaybedildiğini ve tam uyumlu olmayan protezi takmaya devam etmesi ile bu rezorpsiyonun hızlandığını anlamamaktadırlar. Genellikle hastalar, protezler hasar görmediği ya da kullanılamayacak kadar rahatsızlık vermediği sürece, dişhekimine kontrole gitmezler. Bu yüzden, eksik dişlerin rehabilitasyonu yöntemi sıklıkla doktor ve hasta tarafından tahmin edilemeyecek bir şekilde kemik kaybına neden olur. Koruyucu dişhekimliği geleneksel olarak diş kaybını önleme yöntemlerine önem verir. Meslekte önceden kemikte diş kaybından kaynaklanan değişimlerden kaçınmak için kabul edilen, tahmin edilebilir hiçbir tedavi yoktur. Bugün meslek sahipleri sadece diş kaybını değil, aynı zamanda kemik kaybını da düşünmek zorundadırlar. Dişin kaybedilmesi, kendisini çevreleyen alveoler kemiğin şekil değiştirmesine ve rezorpsiyonuna sebep olur, bunun sonucu olarak atrofik dişsiz kretler ortaya çıkar. Kemik kaybının hızı ve miktarı cinsiyet, hormonlar, metabolizma, parafonksiyon, ve uyumsuz protez gibi durumlardan etkileniyor olabilir. Bunun yanında, protez kullananların % 40’ı 10 yıldan fazla süredir hala aynı protezi kullanmaktadır (22). Protezlerini hem gece hem gündüz kullanan hastalar yumuşak ve sert dokulara daha fazla kuvvet uygulamaktadır, bu da kemik kaybına ivme kazandırabilir. Dişsiz atrofik kretler, geleneksel dental tedavinin beklenen sonuçlarını çoğunlukla azaltan anatomik sorunlara yol açarlar. Bu anatomik sorunların birçoğu aşağıda listelenmiştir. 13 Dişsizlikle Birlikte Oluşan Anatomik Sorunlar ve Değişiklikler (Resim 2) : Destek kemiğin genişliğinin azalması Destek kemiğin boyunun azalması İnternal oblik arkların ve myolohyoidinçıkık olması Keratinize mukozada azalma Süperior genial tüberküllerin çıkıntılı olması Milohiyoidin ve arkada destek olan buccinator kasların kısalmasıyla protezin yükselmesi. Anatomik durumdan dolayı protezin ileriye doğru hareketi Abrazyona duyarlılığın artmasıyla mukozanın incelmesi Mandibular kanalın ortaya çıkması ile meydana gelen parestezi Dilde büyüme Çiğnemede dilin daha aktif rol alması Yaşlanmayla birlikte nöromusküler kontrolde azalma Kemik kaybının yüzün alt üçte birlik kısmının estetik görünümüne etkisi Resim 2 : Diş kaybının neden olduğu anatomik değişiklikler ve yumuşak doku değişiklikleri 14 Kemik kaybı ilk önce kemiğin genişliğinin azalmasına sebep olur. Yumuşuk doku destekli hareketli protez, altındaki ince dokulara yüklendiğinde, geride kalan dar sırt sıklıkla rahtsızlığa sebep olur. Alt çene kemiğinin arka kısmında devam eden atrofi son olarak çıkık milohiyoide ve içte ince, hareketli mukozayla kaplı eğik kretlere sebep olur. Geriye kalan öndeki alveoler kretde rezorbe olmaya devam eder ve üstte süperior genial tüberküller sonunda ön mandibuler kretin üst kısmına gelir. Protezin fonksiyon veya konuşma sırasında alt dudağa doğru hareket etmesini engellemek zordur. Bu durum protezin distal yönde dikey hareketi ile daha da ilerler, mylohyoidin ve buccinatör kaslarının kontraksiyonu maxilla ile karşılaştırıldığında atrofik mandibula da öne eğimli hale gelir (23). Mandibulada veya maksillada kemik kaybı alveoler kemik ile sınırlı değildir; aynı zamanda bazal kemiğin bazı kısımlarında da rezorpsiyon medyada gelebilir. (Şekil 1-5). Bu olay birçok rezorpsiyonun % 65’ten fazla kemik kaybıyla sonuçlanabildiği, mandibulanın arka bölümlerinde görülür. Mandibular kanal veya mental foramen açığa çıkabilir ve protezin destek alanının bir bölümü gibi hizmet görebilir. Sonuç olarak, mandibüler sinirin innervasyon alanlarında geçici veya kalıcı parestezi meydana gelebilir (25). Maksilladaki burun kemiğinin rezorbe olması ile ağrı ve fonksiyon esnasında üst protezin hareketinde bir artma meydana gelir. Çiğnemeden kaynaklanan yük, tüm kemiğe değil sadece kemiğin yüzeyine taşınır (24). Kısa yüz tipine sahip kişilerin ürettiği çiğneme kuvvetleri uzun yüz tipine sahip kişilerinkilerin 3 veya 4 katı olabilir. Kısa yüz tipine sahip hastalar şiddetli atrofi geliştirme riski taşımaktadırlar (26,27). Buna benzer durumların birçoğu, yumuşak doku destekli protez kullanan kısmi dişsiz hastalarda ortaya çıkabilir. Ek olarak, üzerlerinde doğrudan ve dolaylı “retainer”ların tasarlandığı doğal destek dişler, ek lateral güçlere boyun eğer. Bu 15 dişler çoğunlukla yetersiz periodontal destekleri olduğu için, birçok kısmi takma diş bunlara uygulanan kuvvetleri en aza indirmek üzere tasarlanmıştır. Kesin sonuç, hareketli protezin mobilitesinde artış ve daha büyük yumuşak doku desteğidir. Bu koşullar geride kalan dişi korur; ancak dişsiz bölgelerde kemik kaybını hızlandırır (28). 3.2. YUMUŞAK DOKU DEĞİŞİKLİKLERİ Kemik genişliğinin ve yüksekliğinin kaybı, gingival ataşman kaybınıda beraberinde getirir. İleri atrofik mandibuler kemik üzerinde uzanan yumuşak dokular ya çok incedir ya da kaybolmaya yüz tutmuştur. Dişeti, protezin sebep olduğu aşınmalara karşı dayanıksızdır. Ayrıca uygun olmayan, kas bağlantıları ve hipermobil yumuşak dokular, bu durumu sıklıkla daha da karmaşıklaştırır. Atrofik alveoler kemik üzerindeki mukozanın kalınlığı, sistemik bir hastalığın varlığıyla ve yaşlanmaya eşlik eden fizyolojik değişimlerle ilgilidir. Hipertansiyon, diyabet, anemi, ve beslenmeyle ilgili bozukluklar, hareketli protezin altındaki yumuşak dokunun kalitesi ve vasküleritesi üzerinde zarar verici bir etkiye sahiptir. Bu rahatsızlıkların sonucunda epitelin bazal hücre tabakasında oksijen miktarı azalır. Buna bağlı olarak yüzeyde hücre kaybı gerçekleşirken bazal tabakadaki hücre formasyonu yavaşlar. Sonuç olarak, yüzeydeki dokuların kalınlığı yavaş yavaş azalır (Resim 2). Dişsiz hastalarda dil, sıklıkla önceden dişler tarafından işgal edilen sahaya doğru büyür. Aynı zamanda, dil hareketli protezin hareketinde ve çiğneme sürecinde aktif bir rol alır. Sonuç olarak, hareketli protezin stabilitesi azalır. Çoğunlukla yaşlanmayla birlikte olan nöromusküler kontroldeki azalma, hareketli protezlerin 16 stabilite problemlerini daha da artırır. Hareketli protezlerin hastalar tarafından kullanımı çoğunlukla öğrenilebilen bir durumdur. Motor yeteneğinin eksikliği, sonradan dişlerini kaybetmiş yaşlı bir hastanın bu yeni duruma alışmasını zorlaştırabilir. 3.3. ESTETİK DEĞİŞİKLİKLER Yüzle ilgili yaşlanma sürecine bağlı doğal olarak ortaya çıkan değişimler, dişlerin kaybedilmesiyle hızlanabilir. Aşağıda alveoler kemiğin kaybedilmesi sonucu ortaya çıkan estetik değişiklikler listelenmiştir. Dişsizliğin Yol Açtığı Estetik Değişiklikler (Resim 3) : Prognatik görünüş Yatay dudak açısında azalma Dudakların incelmesi (Özellikle maksillada) Nazolabial sulcusun derinleşmesi Dikey boyutun azalması Columella- filtrum arasındaki açıda artma Kas tonusunda azalma Yüz yüksekliğinde azalma Mimik kaslarında tonus kaybı Üst dudak sarkıklığı Dinlenme pozisyonunda dişlerin daha az görünmesi Dudak-çizgisi pozisyonu (Yaşlı gülümseme) 17 Resim 3 : Uzun süreli diş eksikliğinin yüz profilinde meydana getirdiği estetik değişiklikler. Azalmış dikey boyuttan kaynaklanan yüz uzunluğunda ki azalma yüzde birçok değişmeye yol açar. Labiomental açının kaybedilmesi ve alandaki dikey çizgilerin derinleşmesi daha sert bir görüntü yaratır. Dikey boyut progresif olarak azaldıkça, oklüzyon yalancı Sınıf 3 maloklüzyona doğru kayar. Sonuç olarak, çene öne doğru çıkar ve prognatik bir yüz görünümü oluşur. Bu koşullar dudakların kenarındaki yatay dudak açısında bir azalmayla sonuçlanır. Hasta ağzı dinlenme durumundayken mutsuz gibi görünür (Resim 3). Küçük yüz tipleri (Brakiyosefalikler) daha fazla bir ısırma kuvvetine, daha büyük bir kemik kaybına ve diğer yüz tipleri ile karşılaştırıldığında dişsizlikte daha fazla yüz değişimine sahiptirler. Maksiller dudaktaki bir incelme protez tarafından sağlanan yetersiz dudak desteğinden kaynaklanır. Protezin geriye itilmiş pozisyonu premaksiller bölgede alveoler kemik kaybı ve yüz ifadesinin verilmesinde rol oynayan kasların tonuslarının kaybı ile ilişkilidir. Kadınlar sıklıkla kozmetik açıdan pek istenmeyen bu görünümlerini saklamak için şu iki teknikten birini kullanırlar: minimum makyaj yapmak ve hiç ruj 18 kullanmamak veya ruju dudak sınırının üstüne taşırarak daha dolgun dudak görünümü elde etmek. Nazolabiyal oluğun derinleşmesi ve aynı zamanda dudaktaki diğer dikey çizgilerin derinliğindeki artış, yaşlanma ve kemik kaybıyla ilgilidir. Buna genellikle columella – filtrum açısındaki bir genişleme eşlik eder. Bu, eğer dudağa daha fazla destek sağlanmazsa burnu daha büyük gösterir. Erkekler bu etkiyi azaltmak için çoğunlukla bıyık bırakırlar. Maksiler dudak doğal olarak yaşla birlikte, yerçekiminin ve kas tonunun kaybının etkisiyle uzar, bu da dinlenme halindeyken daha az diş görünmesiyle sonuçlanır. Bu durumun gülümsemeyi “yaşlandırma” eğilimi vardır, çünkü hasta ne kadar gençse dudakların istirahat konumunda ve kişinin gülümsemesi esnasında, üst dudak hizasında o kadar fazla diş görünür. Kas tonunun kaybı dişsiz hastada daha hızlıdır; bu yüzden dudağın uzaması daha erken bir yaşta gerçekleşir. Mental ve bukkinatör kaslarla beraber simfiz mandibulada bu atrofiden etkilenir. Kişide doku nsarkması sonucu ‘gerdan’ veya ‘cadı çenesi’adı verilen durum ortaya çıkar. Diş kaybı ve azalan ısırma kuvveti ile kaybedilen kas tonusu sonucu bu durum daha da belirginleşir. Hastalar bu yumuşak ve sert doku değişimlerinin diş kaybından kaynaklandığından habersizdirler. Hareketli protez kullanan hastaların % 39’u aynı protezi 10 yıldan fazla zamandır kullanmaktadırlar (22). Hastalar düzenli yıllık kontroller için dişhekimlerine gelmedikleri sürece, bu durumları değerlendirilememektedir. Bu yüzden diş kaybından doğan sonuçlar kısmi veya tam olarak dişsiz hastaya tedavinin erken safhalarında anlatılmalıdır (29). 19 3.4. FİZYOLOJİK DEĞİŞİKLİKLER Yaşlanma ve bunun farmakolojik karşılıklarıyla birlikte meydana gelen fizyolojik değişiklikler, hastanın fiziksel, sosyal ve ekonomik hayatını değiştirir. Önemli bireysel değişkenler olsa da, yaşça büyük hastaların biyolojik sistemleri işlev görmede ve fizyolojik rezervlerde bir düşmeyle başa çıkmak zorundadır. Bu fizyolojik değişimler yaşlanan hastanın hastalıklara duyarlılığını arttırabilir. Genel olarak, sağlıklı yaşlı bir kimse, sağlıklı genç bir yetişkinin gösterdiği akciğer fonksiyonunun sadece yarısını gösterir. Yaşlı bir kişinin kan akışı, 30 yaşında sağlıklı bir kişininkinin % 80’i kadardır. Ayrıca kalp çalışma verimi % 70’i, renal plazma akışı % 50’si ve glomerüler filtrasyon sadece % 60 ı’ kadardır. Atardamar sisteminin esnekliğinde bir azalma ve sistolik kan basıncında bir artma meydana gelmektedir. Hayati kapasite 17 yaşındaki bir hastanınkinin % 70’ine düşmüştür ve oksijenin atardamardaki kısmi basıncında azalma meydana gelmiştir (52). Aynı zamanda mide motilitesi ve bağırsakta emilim de azalmıştır. Özellikle dişlerin ve kemiğin yokluğundan dolayı oluşan çiğneme eksikliği mevcutsa, çoğunlukla hastanın toplam vücut ağırlığı düşmüştür. Ancak, vücut yağlarında bir artış vardır. Sonuç olarak, verilen tüm ilaçlar değişime uğramış farmakokinetik ve farmakodinamikleri izleyeceklerdir. Özellikle dağıtım (distribüsyon) fazında, su ağırlığının artması, kalp veriminin ve plazma albümin konsantrasyonunun azalması sonucunda, ilaç kinetiği değişir. Plazma albümin konsantrasyonunun azalması ilacın daha büyük bir yüzdesinin serbest ve aktif halde kalmasına sebep olur. Böbrek fonksiyonlarındaki azalma, ilaçların metabolize olmasını belirli bir oranda azaltmakta ve vücuttan atılımını zorlaştırmaktadır. Bu yüzden, vücut yağlarının artışını ve azalan bağışık yanıtı dengelemek amacıyla, ilaç 20 verilme aralıkları uzun olmalıdır ve dozlar düşürülmelidir. Yaşça büyük hastanın azalan mide motilitesi, kodein gibi oral analjeziklerin kullanımını etkiler. Farmakodinamik değişiklikler, merkezi sinir sistemi (CNS, central nervous system) faaliyetlerini azaltan (Yatıştırıcı) ilaçlara olan duyarlılığı artırır. Yaşça büyük hastalarda bireysel değişkenler nüfusun diğer bölümlerinde olduğundan daha büyüktür; dozlar her hasta için ayrı ayarlanmalıdır. Kronik ve multiple hastalık tabloları yaşlanmanın karakteristik özellikleridir. Yapılan araştırmalar, yaşlı olanların % 80’inin en az bir kronik hastalığı olduğunu göstermektedir. Aynı zamanda, 65 yaşından büyük kişilerin yarısının artriti, % 42’sinin hipertansiyonu, % 34’ünün kalp damar sorunları ve % 40’tan fazlasının duyma bozuklukları vardır. Yaşlanmayla birlikte oluşan diğer hastalıklar, hücre yenilenmesine bağlı hastalıklar olduğu gibi, diyabet (% 8,5), immün sistem hasarlar, osteopöröz (% 17) ve duyu bozukluklarıdır (56,57). Kronik hastalık durumlarının etkileri 65 yaş üstündeki kişilerde iki katına çıkar. Bu durum patolojik süreçleri ve prognozu etkileyebilir. Yaşça büyük hastalar toplam nüfusun sadece % 12’sini temsil etmelerine rağmen, reçetelenen tüm ilaçların % 25’ini almaktadırlar. Sayısız tezgahüstü ilaçlara ek olarak, yılda ortalama 13 reçete alırlar. Bunlar genel olarak ağrı kesicilerdir. İlaçların sayısı genellikle yaşla birlikte yükselir; kadınlar çoğunlukla erkeklerden daha fazla ilaç alırlar. 65 yaş ve üstündeki hastaların en az % 75’i ilaç kullanmaktadır (58,59). En sık reçetelenen ilaç kategorileri şunlardır: 1. Kalp – damar hastalıklarında kullanılan ilaç grupları (En çok reçetelenen 50 ilacın 15’i bu gruptadır) : Digitalis (Digoksin, Lanoxin), antikoagülanlar (Warfarin sodyum; Coumadin), anjiyotensin dönüştürücü enzim (ACE) inhibitörleri (VAsotec, Zestril, Capoten, Prinivil), 21 diüretikler (Triamteren, Furasemid, Lasix), kalsiyum kanal blokerleri (Procardia, Cardizem, Norvasc) ve kolesterol düşürücü ajanlar (Zocor) 2. Gastrointestinal (GI) ve solunum ajanları (En çok reçetelenen 50 ilacın 7’si bu gruptadır) : Antiasitler (Xantac), beta bronkodilatörler (Proventil) ve antihistaminikler (Claritin, Seldane) 3. Endokrin ajanlar (50 ilaçtan 6’sı bu gruptandır) : Östrojen replasman terapisi, tiroid hormon replasmanı (Synthroid) ve insülin 4. Psikotropikler ve antikonvülsanlar (50 ilaçtan 6’sı bu gruptandır) : Benzodiazepinler (Xanax), antidepresanlar (Prozac, Zoloft), ve antikonvülsanlar (Dilantin, Klonopin) 5. Antimikrobiyal ve analjezikler (50 ilaçtan 6’sı bu gruptandır) (60). Bu ilaçların birçoğu ters ilaç reaksiyonlarından sorumludur. Yapılan bir çalışma yaşça büyük hastalar tarafından alınan ilaçların % 70’nden fazlasının dental uygulamada potansiyel ters etkileri olduğunu göstermiştir. Reçete ilaçlarının en yaygın yan etkileri ağız kuruluğu (Özellikle antidepresanlar ve antianksiyetik ilaçlar), gastroözofajal iritasyon, reflü ve anormal kanamadır. Kardiyovasküler ilaçlardan; digitalis, mide bulantısı, anoreksi ve aritmiye yol açar, diüretikler, dehidrasyon, ağız kuruluğu, elektrolit dengesizliği (Potasyum tükenmesi), hiperglisemi ve sialoadenitise sebep olur, kalsiyum kanal blokerleri, ödem, kabızlık ve dişeti hiperplazisinden sorumlu olabilir, nifedipin, hem doğal dişlerin hem de dental implantların etrafında diş eti büyümesini şiddetlendirmesi ile bilinir. ACE inhibitörleri öksürük, anjiyoödem ve tat alma duyusunda değişiklik oluşturabilir. Antikoagülanlar kanama riskini arttırırlar. Potansiyel kardiyotoksik ilaç etkileşimi yüzünden, eritromisinle terfenadin (Seldane) verilmemesi için özen gösterilmelidir. 22 İnsülin ile ilgili olarak hastalarda en yaygın komplikasyon hipoglisemidir (60,62). Bu yüzden pratisyen dişhekimleri çeşitli ilaçlar ile ilişkili ters etkileri göz önünde tutmak zorunda kalabilirler. Bunlardan en yaygın olanları şunlardır: Anormal kanama (Aspirin, Nonsteroid antienflamatuar ilaçlar) Değişmiş hematopoez (Barbitüratlar, Fenotiazinler) Değişmiş konak direnci (Antibiyotikler, İnsülin, Sistemik kortikosteroidler) Azalmış stres toleransı (Beta blokerleri, Kalsiyum kanal blokerleri) GI iritasyon (Aspirin, Antibiyotikler) Dişeti hiperplazisi (Nifedipin, Diltiazem, Fenitoin, Valproik asit, ve Verapamil) Mukoza reaksiyonu (Barbitüratlar) Solunum baskılanması (Uyuşturucular, Barbitüratlar) Tükrük bezi hipertrofisi (Klonidin, İnsülin, Fenotiazinler) Aşırı tükrük salgısı (Kolinerjikler, Antikonvülsanlar, Antianksiyetikler) Tat almada değişiklik (ACE inhibitörleri, Benzodiazepinler, Metronidazol) Ağız kuruluğu (Neredeyse tüm ilaçlar) Yaşça büyük hastalarda, ilaçların tetiklediği hastalıkların % 30’u ilaçlar arasındaki etkileşimlerden kaynaklanmaktadır. Antimikrobiyal ve analjezik ilaçlar bunların % 40’ını oluşturur (62). 23 Özellikle, NSAID’leri alan astım hastaları akut bronkospazm yaşayabilirler. Terfenadin (Seldane), ketokonazol veya eritromisin ventriküler aritmiye yol açabilir (63). Eritromisin, karbamazepin tedavisindeki hastalarda mide bulantısı, kusma ve kalpte disritmiye sebep olabilir. Selegilinle (Eldepryl) antiparkinson tedavisi gören hastalarda kullanılır, bu ilaç opioidlerle (Özellikle meperidin) beraber kullanılırlarsa ölümcül bir etkileşim yaşanabilir (63,64) . Antihipertansif tedavi gören hastalar uzun dönem NSAID terapisi almamalıdırlar; çünkü NSAID’ler antihipertansif ajanların etkisini önemli ölçüde azaltabilir. 24 4. DENTAL İMPLANT ENDİKASYONLARI Genel olarak dental implant endikasyonları şunlardır; Tam ve kısmi dişsiz hastalar Çene ve yüz defektleri Aşırı rezorbe kret ile karakterize tam diş eksiklikleri Hareketli bölümlü protez kullanımında güçlük çeken hastalar Hareketli protez kullanmayı reddeden hastalar Dişlerini prepare ettirmek istemeyen hastalar Oldukça uzun boşluk içeren sabit protez hastaları Herhangi bir dişsiz sahada veya tam protezin oturduğu yumuşak dokularda meydana gelen ciddi değişiklikler Oral muskuler koordinasyonu bozuk olan hastalar Protezin stabilitesini bozan, parafonksiyonel alışkanlıkları olan hastalar Tam protezlerden fazla beklentisi olan hastalar Aşırı kusma refleksi olan hastalar Sayısı ve konumu yetersiz destek diş mevcudiyetinde Tek diş eksikliğinde Travmaya bağlı diş kaybı veya kök kırıklarında İnternal granulomların varlığında Eksternal ve internal kök rezorbsiyonunda (3) 25 Günümüzde en önemli dental implant endikasyonları şu üç başlık altında değerlendirilebilir: 1. Hareketli protezlerin düşük performansı 2. Diş kaybının getirdiği psikolojik problemler 3. İmplantüstü protezlerin avantajları 4.1. HAREKETLİ PROTEZLERİN DÜŞÜK PERFORMANSI Normal dişleri olan bir insan için kaydedilmiş maksimum oklüzal kuvvetler ile tamamen dişsiz biri için kaydedilenler arasındaki fark dramatiktir. Dişleri olan bir insanın birinci molar bölgesinde, ortalama kuvvet 150 ile 250 psi arasında ölçülmüştür (29). Dişlerini sıkan bir hasta 1000 psi’ye yaklaşan bir kuvvet uygulayabilir. Dişsiz bir hastada maksimum oklüzal kuvvet 50 psi’den aza inmiştir. Hastalar ne kadar uzun dişsiz olurlarsa, üretebilecekleri kuvvet o kadar az olacaktır. 15 yıldan fazla zamandır hareketli protez kullanan hastalar en fazla 5.6 psi’lik bir maksimum oklüzal kuvvet üretebilirler (30). Diş kaybı ile birlikte azalmış oklüzal kuvvetin ve hareketli protezin instabilitesinin bir sonucu olarak, çiğneme etkinliği de azalır. Aynı çerçevede değerlendirecek olursak doğal dişlerle yiyeceklerin öğütülmesi % 90 iken tam protez kullanan hastalarda bu oran % 58’e iner (31). Kuvvette 10 kat ve etkinlikte % 30 azalma hastanın çiğneme kabiliyetini etkilemektedir. Hareketli protez kullanan hastaların, % 29’u sadece yumuşak veya ezilmiş besinleri yiyebildiklerini (32), % 50’si birçok besinden kaçınmak zorunda kaldığını, % 17’si protezsiz daha iyi yiyebildiklerini öne sürmektedir (33). Hareketli protez kullanan 367 kişiyle (158 26 erkek ve 209 kadın) yapılan bir çalışmada hastaların % 47’sinin düşük çiğneme performansına sahip olduğu gözlenmiştir (22). Bu gruptaki kadın hastaların meyveleri, sebzeleri ve A vitaminini düşük miktarda aldığı gözlemlenmiştir. Bu hastaların % 28’i gastrointestinal bozukluklar için ilaç kullanmakla beraber, daha üstün çiğneme yeteneğine sahip kişilere (% 20) göre önemli ölçüde fazla ilaç almışlardı (% 37). Yetersiz çiğneme performansı gösteren dişsiz hastalarda, yüksek oranda lif içeren besinlerin tüketiminin azalması gastrointestinal sorunları indükleyebilir. Ayrıca bolusun büyük olması sindirimle ilgili ekstraksiyon fonksiyonlarını bozabilir (34,35). Literatürde, yetersiz çiğneme ve yutma performansının hastalık, güçten düşme ve beklenen yaşam süresinde kısalma gibi sistemik değişimlere yol açtığı belirtilmiştir (36,37). Literatürdeki birçok raporda, hastaların yaşam süreleri ve sağlıklarının dental sağlık ile ilişkili olduğu belirtilmiştir (38,39,41). Dental hastalıklar ve kalp-damar hastalıkları arasında önemli bir ilişki bulunmaktadır. Hareketli protez kullanan hastaların stomatognatik sistemlerinin daha iyi fonksiyon görecek şekilde iyileştirilmesi, hastanın hayat kalitesini ve uzunluğunu arttırabilir (34,35,40). Dişhekimliğinde, bölümlü hareketli protezler hastalar tarafından en az kabul gören protezlerdir. Bölümlü hareketli protezler geride kalan dişleri ve çevre dokuların sağlığını kötü yönde etkilemektedir (42,43). Yapılan bir başka çalışmada, hareketli protezlerin çok az bir kısmının 6 yıldan fazla dayanabildiği belirtilmiştir (44). Amerika Birleşik Devletleri’ndeki beş yetişkinden biri herhangi bir tipteki hareketli protez kullanımında sorun yaşasa da, bunların sadece % 60’ı bu durumla ilgili en az bir problemi olduğunu dile getirmiştir (13). 27 4.2. DİŞ KAYBININ GETİRDİĞİ PSİKOLOJİK PROBLEMLER Tam dişsizliğin psikolojik etkileri karmaşık ve çeşitlidir. Minimum psikolojik etkiden nevrotizme kadar varan şiddetli travmalara sebep olabilir. Total protezler birçok hastanın estetik ihtiyaçlarını karşılayabilmesine rağmen, sosyal hayatlarının bundan önemli ölçüde etkilendiğini hissedenler de vardır. Yapılan bir araştırmada, dişsiz nüfusun sadece % 80’inin hareketli protezlerini sürekli taktıklarını ortaya koymuştur (10). Bazı hastalar protezlerini sadece kısa süreler için takmaktadırlar. Ayrıca hastaların yaklaşık % 7’si protezlerini kullanamamaktadırlar ve bu protezler dental olarak “sakat” veya “işe yaramaz” hale gelirler. Bu hastalar evlerini nadiren terk ederler. Protezlerini takmadan dışarı çıktıklarında insanlarla buluşmak ve konuşmak onlar için tedirgin edicidir. Misch ve Misch tedavi bekleyen tamamen dişsiz 104 hastada bir çalışma yapmıştır (33). Birlikte çalışılan hastalardan, %25’i çok zor sorunlarla karşılaştığından bahsederken, % 88’i de konuşmada zorluk çektiğini belirtmiştir. Alt çenede kullanılan hareketli protezlerdeki stabilite sorunu bu hastaların % 62,5’i tarafından belirtilmiş, üst çenede bu sorundan % 40 oranında bahsedilmiştir. Hastaların % 16,5’i protezlerini hiçbir zaman takmadıklarını, yaklaşık olarak yarısı birçok besinden kaçındıklarını ve % 17’si protezleri olmadan çiğneme fonksiyonunu daha etkili bir şekilde gerçekleştirebildiklerini ifade etmişlerdir. Dişsiz hastanın psikolojik ihtiyacı birçok şekilde ifade edilmektedir. Örneğin, 1970 yılında, Britonlar 88 ton hareketli protez yapıştırıcısı kullanmıştı (44). 1982 yılında 5 milyondan fazla Amerikalı hareketli protez yapıştırıcısı kullanmıştı (45). Son zamanlarda hazırlanan bir rapor Amerika Birleşik Devletleri’nde her yıl 147 bin dolardan fazla paranın hareketli protez 28 yapıştırıcıları için harcandığını göstermektedir. Hastalar, protezin neden olduğu kötü tadı, utanç verici durumları, sürekli masrafı ve meydana gelen uyum sorununu kabul etmek istememektedirler. Oysa implant destekli protezle tedavi edilen hastaların % 80’i, hareketli protez takarkenki durumlarına göre genel psikolojilerinin iyileşmiş olduğuna karar vermişler ve implant destekli protezi vücutlarıyla bütünleşmiş bir parça gibi gördüklerini ifade etmişlerdir (46,47). 4.3. İMPLANT DESTEKLİ PROTEZİN AVANTAJLARI İmplant destekli protezlerin kullanımının hareketli protezlere göre birçok avantajı vardır. Bu avantajlar; Kemiğin korunması Oklüzal dikey boyutun korunması Estetik Uygun oklüzyon Psikolojik durumun düzelmesi Proprioception duyusunun geri kazanılması Stabilitenin artması Retansiyonun artması Fonetiğin düzelmesi Protezin başarı oranının artması Protezin yaşam süresinin artması Kasların tonusunun korunması 29 Kaybedilen dişin yerine dental implantların uygulanması gerektiğini düşündüren en önemli neden alveoler kemiğin korunmasıdır. Kemiğe yerleştirilen dental implant sadece protetik araç olarak görev almaz; aynı zamanda dişhekimliğindeki en iyi önleyici, koruma hizmeti olarak da işlev görür. İmplantı çevreleyen kemikte meydana gelen belirli miktardaki stres ve gerilimler, diş ekstraksiyonundan sonra oluşan kemik trabekülasyonundaki azalmayı tersine döndürür. Dental implant yerleştiğinde ve fonksiyona girdiğinde kemik trabekulası ve yoğunluğunda bir artış olur. Aynı zamanda, kemiğin genel hacmi de dental implantla korunmaktadır. Endosteal bir implant, sağlıklı kaldığı sürece kemiğin genişliğini ve uzunluğunu koruyabilir (48). Tıpkı doğal dişlerde olduğu gibi, implantı çevreleyen kemikte de meydana gelen rezorpsiyon milimetrenin ondabirlik biriminde ölçülebilir ve hareketli protez kullanımında meydana gelen rezorpsiyonla karşılaştırıldığında yirmi kat daha azdır. Alt çenede kullanılan hareketli protezler sıklıkla konuşma veya çiğneme esnasında aktif olan mylohyoid ve buccinatör kasların etkisiyle, hareket eder. Dişler çoğunlukla doğal dişlerin yerleştiği yerdense protezin stabilitesine göre pozisyon alır. İmplantlar ise stabilite problemi yaşamadığından, estetik ve fonetiği geliştirecek şekilde rahatlıkla konumlandırılabilir. Dikey boyut kaybedildiğinde, hareketli protezler yüzün çizgilerini geliştirmek için destek görevi görürler. Hareketli protezler, kemik rezorbe oldukça daha hacimli bir hal alırlar, bu da protezin fonksiyonunun, stabilitesinin ve retansiyonunun bozulmasına neden olur. İmplant destekli protezle dikey boyut doğal dişlerdekine benzer şekilde korunabilir. Ayrıca, implant destekli protez, dişlerin ark üzerindeki ideal bölgelere yerleştirilmesine ve yumuşak dokular ile dudak çizgilerinin daha doğal görünümünün elde edilmesine izin verir. Hareketli protezlerin kullanımı, yüz 30 profilinin bozulmasına neden olurken, implantların kullanımı bu durumu uzun vadede iyileştirebilir (Resim 4). Resim 4 : Uzun süre dişsiz kalan bir hastada implant destekli protez yapımı sonrası kaybedilen yüz anatomisinin ve estetiğinin, geri kazanılması. Hareketli protezler ile tam bir okluzyon oluşturmak ve bunu stabilize etmek zordur. Alt çenede kullanılan hareketli protezler fonksiyon sırasında 10 mm veya daha fazla hareket edebileceğinden, uygun oklüzal temaslar tasarıyla değil, tesadüfle olur (49,50). Hasta hareketli protezlerin neden olduğu değişken okluzal pozisyonları benimsemektense santrik-ilişkili oklüzyona geri dönebilir. Doğal dişin periodontal ligamentindeki reseptörler onun oklüzal pozisyonunun belirlenmesinde yardımcı olur. Endosteal implantların periodontal ligamenti olmamasına rağmen, bunlar hareketli protezlere göre daha düzgün bir okluzal ilişki sağlarlar. Doğal dişleri olan hastalar dişler arasındaki 20 mikrometrelik bir farkı algılayabilirler, bu miktar hareketli protez kullanan hastalarda 100 mikrometre, implant kullanan hastalar da ise 50 mikrometredir (51). Artırılmış oklüzal algılamanın bir sonucu olarak, hasta daha düzgün bir oklüzyon aralığında fonksiyon görür. İmplant destekli bir protezde, oklüzal yüklerin 31 yönü protezi yapan dişhekimi tarafından kontrol edilebilir. Hareketli protezler üzerindeki yatay kuvvetler kemik kaybını hızlandırır, protez stabilitesini azaltır ve yumuşak doku abrazyonunu arttırır. İmplant destekli protezlere uygulanan yatay kuvvetlerin azaltılabilmesi yerel parametreleri iyileştirir, alttaki yumuşak ve sert dokuların korunmasına yardım eder. İmplant destekli protezlerin başarı oranı her hasta için değişen, bir grup faktöre bağlıdır. Ancak, geleneksel protetik yöntemlerle karşılaştırıldığında, implant destekli protezlerin kullanımı kemiğin korunmasını sağlamakta, fonksiyonu düzeltmekte, psikolojik sorunları ortadan kaldırmakta ve protezin ömrünü uzatmaktadır. Yapılan araştırmalara göre, doğal dişler üzerine hazırlanan sabit protezlerin %75 inin 10 yıl boyunca fonksiyon görebildiği, başarısızlıkltaki en büyük nedenin ise destek dişlerde meydana gelen çürümeler olduğu tespit edilmiştir (52). Kısmi dişsiz hastalarda, implant uygulamaları sağlam komşu dişleri koruyabilir. Ayrıca, sabit protezin başarısızlığının en yaygın sebepleri olan çürüme, porselen fraktürü ve zayıf estetik gibi komplikasyonları sınırlar (52). İmplant destekli protezin en büyük avantajı abutmentlerin çürümemesidir. İmplant destekli protezler 10 yıllık süre içerisinde % 90 oranında başarı gösterir. Hareketli protez kullanan bir kişinin uygulayacağı en fazla oklüzal kuvvet 5 ile 50 lb arasında değişir. İmplant destekli sabit protezli hastalar tedavinin tamamlanmasından sonraki 2 ay içinde maksimal ısırma kuvvetlerini % 85 oranında arttırabilirler. 3’üncü yılın sonunda ortalama kuvvet, tedaviden önceki değerlerle karşılaştırıldığında % 300 oranında artabilir. Sonuç olarak, bir implant destekli protez kullanıcısı doğal dişle desteklenmiş sabit restorasyonlu hastanınkine benzer bir fonksiyonel kuvvet uygulayabilir. Bir implant destekli protez kullanımı ile 32 gösterilen çiğneme etkinliği hareketli protezlerin kullanımı ile karşılaştırıldığında büyük ölçüde ilerlediği Rissin ve arkadaşları tarafından değerlendirilmişti (31). Hareketli protez kullanımı çiğneme etkinliğinde % 30 azalmaya neden olurken; diğer raporlar, bu protezi kullananların, doğal dişleri olan hastalara göre fonksiyonlarında % 60 oranında azalma olduğunu ifade etmiştir. Doğal dişlerden destek alınarak hazırlanan sabit restorasyonlarda ise çiğneme etkinliği sadece %10 oranında azalmıştır. İmplant destekli protez kulanımında da aynı oranda bir azalma gözlenir. Ayrıca, implant destekli sabit köprülerin fonksiyonunun, doğal dişlerde hazırlanan sabit köprülerden belirgin bir farkı yoktur (32). Bir implant destekli protezin stabilitesi ve retansiyonu hareketli protezlere nazaran daha iyidir (53,55). Fonetik, hareketli protezlerin instabilitesinden dolayı bozulabilir. Bukkinatör ve mylohyoid kaslar esneyebilir ve dikey boyuttan bağımsız olarak, tıkırtıya sebep olabilecek şekilde hareketli protezin arka bölümünü itebilir. Sonuç olarak, dikey boyutu hatalı olan bir hasta konuşma sırasında hala tıkırtı çıkarabilir (50). Sıklıkla hareketli protez kullanan hastanın dili, protezi yerinde tutmak için arka alanlarda düzleşmiştir. Yüze ifadesini veren ön mandibüler kaslar protezin öne kaymasını engellemek için sıkılaşabilir. İmplant destekli protez stabildir, dil, yumuşak dokular ve kaslar gibi çevre dokuların şekillenmesine ihtiyaç duymaz. Bu, hareketli protezinin hacminden rahatsızlık duyduğunu sık sık dile getiren hastalar için büyük bir avantajdır (44). 33 5. DENTAL İMPLANTIN KONTRENDİKASYONLARI İmplant uygulamalarının kontrendike olduğu sistemik hastalıklar ve bazı lokal bozukluklar vardır. Sistemik nedenler: Myokard enfarktüsü geçirmiş olan hastalar Kalp kapakçığı protezi taşıyanlar Ağır böbrek rahatsızlığı olanlar Ağır osteomalazili hastalar Kontral altına alınamayan diabet hastaları Kronik alkolizm İlaç bağımlıları Radyoterapi görmüş hastalar Ağır hormonal bozukluklar Kan hastalığı olanlar Neoplazik oluşumların varlığı ve yabancı cisimlere karşı doku reaksiyonlarının olduğu durumlar Lokal nedenler: Alveoler kemik hastalıkları Periodontal hastalıklar Rezidiv oluşturan ağız mukozası hastalıkları TME disfonksiyonları Kemik hacminin yetersiz olduğu durumlar Anatomik oluşumların malformasyonları Makroglossi 34 Bruksizm Yetersiz ağız hijyeni (3). 5.1. YAŞÇA BÜYÜK İMPLANT HASTALARININ DEĞERLENDİRİLMESİ Yaşça büyük hastanın uysallığı çoğunlukla azalmıştır. Yaşlanan hastaların ilaçları almayı unutma veya yanlış doz ve sıklıkta alma eğilimi vardır. Bozulan duyma ve görmeden dolayı, kafaları daha kolay karışabilmektedir. Birçoğu durumlarını bozabilecek ve ameliyattan sonra iyileşmeyi yavaşlatıcı uygunsuz bir diyet izlemektedir. Yaşlarından dolayı, sağlıklı implant adaylarının bile (60 yaşın üstündekiler) hafif sistemik hastalıklı olarak düşünülmesi gerekir (65). Fizyolojik adaptasyon yetenekleri azalmıştır (66). Vital işaretleri izleme, ilaçların değişen dozları ve merkezi sinir sistemini (CNS) baskılayan ilaçlara karşı artan duyarlılıktan dolayı, sedasyon esnasında özel bakım gösterilir. Antibiyotiklerin dozunun arttırılması, viral ve bakteriyel hastalıklara karşı duyarlılığı azaltır. Aynı zamanda yağda çözünen ilaçların dozlarının da artırılması önerilir. Yaşlı hastalar ağrıya daha az duyarlıdır, bu yüzden, özellikle mide motiliteleri azaldığı için, narkotik analjeziklerin düşük dozları tavsiye edilir. Dişhekimi, implantın cerrahi prosedürleri için reçetelenen ilaçların, önceden kullanılan ve kullanılmaya devam edilen ilaçlarla meydana getirebileceği ters etkileşim ihtimalini değerlendirmelidir. 35 5.2. TIBBİ GEÇMİŞ Medikal geçmişin incelenmesi esnasında elde edinilen bilgiler iki temel kategoride değerlendirilir. Bunlardan ilki geçmiş tıbbi olayları ikincisi ise hastanın sistemik sağlığının incelenmesini kapsar (67) . Dişhekimi, hastanın tıbbi durumuna ait bilgilerin işlendiği bir form bulundurmalıdır. Bu form kullanılan ilaçlar, sistemik hastalıklar, alerjik durumlar, sistemlerin patofizyolojisi ile ilgili soruları içerir. Herhangi bir hata ihtimaline karşın hekim hastaya formu doldurmasında yardımcı olmalıdır. Ağız İçi ve Ağız Dışı Muayeneler Muayene boyunca nazik ve şefkatli bir şekilde davranılır. Önce başın ve boynun muayenesi yapılır. Bu muayene kontrol randevularında da tekrarlanır. Hasta kist, benign veya malign tümörler için düzenli muayene ihtiyacı hakkında bilgilendirilir. Her yıl 26,000 kanser vakasına baş ve boyun bölgesinde teşhis konulduğu unutulmamalıdır. Ağız içi ve ağız dışı muayeneler oral teşhisle ilgili herhangi bir ders kitabında anlatıldığı gibidir. Birkaç spesifik ayrıntıdan bahsedilir; çünkü implant tedavisine özel, komplikasyonlar gözlemlenmiştir. Önce ağız dışı muayene yapılır. Özellikle yüz simetrisini, kulakları, burnu ve gözleri kapsayacak şekilde detaylı bir muayene yapılır. Submental, submandibüler, parotid ve servikal lenf bezleri, lenfadenopati veya olağandışı bir şişliği anlamak amacıyla elle muayene edilir. Krikoid çentik ve suprasternal çentik arasında bulunan tiroid bezi muayene edilir; çünkü onun fizyolojisi kemik metabolizmasını ve implant yönetimini etkiler. 36 Ardından dudakların, dudak ve yanak mukozasının, sert ve yumuşak damağın, dilin ve oral farinksin ağız içi muayenesi yapılır. Herhangi bir lezyon veya hastalık durumu implant prosedürü başlamadan değerlendirilmiş olmalıdır. 5.2.1. VİTAL BULGULAR Vital bulgularda (Kan basıncı, nabız, sıcaklık, solunum, ağırlık, boy) fiziksel muayenenin parçasıdır. Bu bilgi dişhekimi tarafından incelenmeden önce eğitimli yardımcı personel tarafından toplanabilir. Eğer herhangi bir bulgu olağandışıysa, gerektiğinde doktor değerlendirmeyi tekrarlayabilir. Kan Basıncı: Dental muayenehanelerin yaklaşık % 10’u hastanın kan basıncını kaydeder (68). Bu, implantı yapan dişhekimi için girdiği sıkıntıya değer; çünkü ameliyat ve uzun prostodontik prosedürlerde sıklıkla gerekmektedir. Kan basıncı atardamar sistemi içinde ölçülür. Maksimum basınç sistolik basınçtır ve minimum basınç da diastoliktir. Kan basıncı kardiyak verim, kan hacmi, kanın akışkanlığı, kan damarlarının durumu (Özellikle arterioller) ve kalp atış hızından etkilenir. Hipertansiyon dinlenme halindeki arteriyel sistolik ve/ veya diastolik kan basıncının anormal yükselmesidir. Hipertansiyon ve arterosikloz kalp damar hastalıklarının % 40’ını oluşturur. Yine de Amerika Birleşik Devletleri’ndeki hipertansiyon vakalarının yarısının teşhis konmadan kaldığı tahmin edilmektedir. İmplant tedavisinde hipertansiyonun etkisinin daha eksiksiz bir anlatımı ilerleyen kısımlarında incelenmiştir. 37 Nabız: Diş hekimlerinin sadece % 3’ü hastalarının nabzını kaydetmektedir. Aslında bu basit prosedürden uygun birçok bilgi edinilebilmektedir. Nabız, kalbin sol karıncığının her büzülmesi için kanın aort duvarlarına uyguladığı kuvveti temsil eder. Nabız dalgası arterlerden ilerler ve her kasılmadan 0,1 ile 0,2 saniye sonra bileğe ulaşır. Gerçek kan akışının bu mesafeyi kat etmesi daha uzun süre alır. Ancak, boyundaki karotis arteri ve temporal bölgedeki temporal arter implant ameliyatı veya dental tedavi esnasında kullanmak için uygundur. Nabız monitörlerinin kullanımı kolaydır, ameliyat veya uzun protetik işler esnasında yararlıdır. Nabız hızı: Normal nabız hızı rahat, tedirgin olmayan bir hastada dakikada 60 ile 90 vuruş arasındadır. Vuruşlar güçlü ve düzenlidir. Normalin üst sınırı dakikada 100 vuruş olarak düşünülür; mükemmel fiziksel durumda olan kişilerde dakikada 40 ile 60 vuruş arasında olabilir. Nabız hızı sporcu olmayan kişilerde dakikada 60 vuruşun altında veya 110 vuruşun üstünde ise şüphelidir. Azalan nabız hızı (Dakikada 60 vuruştan az) sinüs bradikardisini işaret eder. Bu bazı hastalar için doğaldır ve dakikada 40 vuruşa kadar düşebilir. İmplant ameliyatı esnasında, uygunsuz bradikardi yaklaşan ani ölümü gösterebilir. Eğer hastanın nabız hızı dakikada 60 vuruştan daha aza indiyse ve bu duruma terleme, zayıflık, göğüs ağrısı veya nefes darlığı eşlik ediliyorsa, implant ameliyatı durdurulmalı, oksijen verilmeli ve acil tıbbi yardım alınmalıdır. Artan nabız hızı (Dakikada 100 vuruştan fazla) sinüs taşikardisi olarak adlandırılır. Bu hız egzersiz veya anksiyete sırasındaysa normaldir. Ancak, anemili veya ağır kanamalı hastalarda, kalp atış hızı, oksijenin dokularda azalmasını telafi 38 etmek için yükselir. Eğer ameliyat sırasında kanama yüzünden görüş bulanıklaşırsa, nabız hızı ve kan basıncı kontrol edilmelidir. Nabız hızı sıcaklıkla da ilişkilidir. Vücut sıcaklığının yükseldiği her 1 derecede nabız dakikada 5 vuruş artar. Hipertiroidi ve kalp hastalıkları da sinüs taşikardisiyle sonuçlanabilir. Proksismal atriyal taşikardi (PAT, paroxysmal atrial tachycardia) adı verilen bir durum birkaç dakika veya birkaç hafta sürebilen çok hızlı kalp atışları ile karakterizedir. Tüm bu durumlar ameliyatı etkileyebilir veya ameliyat sonrası şişliği arttırabilir. Artan şişlik implant ameliyatından sonraki haftalarda medyana gelen enfeksiyonları ve komplikasyonları gösterir. Nabız ritmi: Anormal nabız ritminin düzenli ve düzensiz olmak üzere iki tipi bilinmektedir. Egzersiz esnasında düzenli artan bir düzensizlik atrial fibrilasyonu işaret edebilir. Bu hipertiroidi, mitral stenoz veya hipertansif kalp hastalığının bir sonucu olabilir ve implant ameliyatından önce değerlendirilmelidir. Stres azaltıcı protokoller yerine getirilebilir ve hatta koşullar ağırsa implant tedavisi ertelenebilir. Normal ritimde ani bir durma olarak meydana gelen duruma prematüre ventriküler kontraksiyon (PVC, premature ventricular contraction) denir. Bu durum yorgunluk, stres, sigara veya kahvenin aşırı tüketimi ile birlikte olabilir ve kalp durmasının habercisi olabilir. Eğer implant ameliyatı esnasında 1 dakika içinde 5 veya daha fazla PVC kaydedilirse, özellikle nefes darlığı veya ağrı eşlik ediyorsa, ameliyat durdurulmalı, oksijen verilmeli, hasta sırt üstü yatırılmalı ve acil tıbbi yardım sağlanmalıdır (66). Nabız gücü: Hastanın nabız hızı ve ritmi normal olabilir, yine de kan hacmi nabzın karakterini etkileyebilir. Nabız güçlü ve zayıf vuruşlar arasında değişkenlik gösterebilir Bu durum pulsus alternans (Birbirini izleyen değişik şiddette nabız atımlarıdır) ve ağır miyokard hasarını gösterir. İmplant ameliyatı kontrendikedir ve 39 teşhisi doğrulamak için elektrokardiyografik muayeneyle, tıbbi konsültasyon gerekir. Bir pulsus alternans teşhisi konduktan sonra, bir hastanın yaşam süresi nadir olarak 1 veya 2 yıl uzar. Sıcaklık: Normal vücut sıcaklığı sağlıklı bir bireyde 96,8 ile 99,4 F arasında değişir. En düşük değerini genellikle sabahları ve en yüksek değerini ise öğleden sonra geç saatlerde veya akşamları alır. 99,5 F veya üstündeki oral temperatür, ateşli hastalık olarak düşünülür. Ateşin her derecesi için, nabız hızı dakikada 5 vuruş ve solunum hızı dakikada 4 vuruş artar. Yükselen vücut sıcaklığının nedeni genellikle bakteriyel enfeksiyon ve onun toksik biyoürünleridir. Diğer etkenler egzersiz, hipertiroidi, miyokardiyal enfarktüs, konjestif kalp sorunu, travma veya ameliyattan kaynaklanan doku hasarı olabilir. Yükselmiş bir sıcaklığa sebep olan dental koşullar ağır dental apse, selülitis veya akut herpetik stomatit olabilir. Düşük vücut sıcaklığı hipotiroidizmde gözlenir. İsteğe bağlı hiçbir ameliyat (İmplant ameliyatları dahil) ateşli hastalığın varlığında uygulanmamalıdır. Ateşin sebebi ameliyat sonrası iyileşme sürecini zorlaştırabilir. Sıcaklığın artması hastanın nabız hızını yükseltmesine ek olarak, hemoraji, ödem, enfeksiyon gibi ameliyat sonrası komplikasyonlara neden olur. Solunum: Erişkinlerin normal solunum sayısı dakikada 16 ile 20 arasındadır. Eğer hasta ameliyat esnasında ya da ameliyattan önce soluk almak için boynundaki ve omzundaki yardımcı kasları kullanıyorsa, dispneden (Nefes darlığı) şüphelenilir. Uyuşturucular dahil birçok intravenöz ilaç, dispneye yol açar. Aynı zamanda konjestif kalp yetmezliği, bronkiyal astım ve ileri akciğer anfizemi de nefes 40 alışverişini zorlaştırır. Eğer nefes darlığı ameliyat esnasında ortaya çıkarsa, nabız, PVC veya miyokard enfarktüsünü önlemek için acilen değerlendirilmelidir. Hipervantilasyon solunum hızının ve derinliğinin artmasının sonucu meydana gelir. Dakikada 20 soluktan daha hızlı bir solunum hızı detaylı bir değerlendirme gerektirir. Solunum hızının artmasına sebep olan etkenler ağır anemi, ileri bronkopulmoner hastalık ve konjestif kalp yetmezliğidir. Bunların her üçü de cerrahi prosedürü ve/ veya implant tedavisi sonrası iyileşmeyi etkileyebilir. 5.2.2. LABORATUAR DEĞERLENDİRMESİ Dental tedaviler öncesi yapılan rutin laboratuar testlerinde hastaların , % 12 ile % 18’inin teşhisi konmamış sistemik hastalığı olduğu tespit edilmiştir (70,71). Bu hastalıkların birçoğu implant cerrahi protokolünü veya uzun süreli başarı oranlarını etkileyebilir. Genellikle yaşça büyük hastalar dental implant tedavilerinden yararlanır. Bu yüzden rutin kontrollerde sistemik bir hastalığın farkedilmesi ihtimali implant tedavisi gören hastalarda daha da yüksektir. Klinik laboratuar testler sıklıkla teşhisi ve tedavi planını desteklemek amacıyla kullanılır. Aynı zamanda sistemik hastalıkların oral tanılarını ortaya koyma açısından da yararlıdır. Ancak, ameliyat öncesi testler tüm hastalar için zorunlu görülmemelidir. Laboratuar prosedürlerinin gerekçelendirilmesi ameliyatın içeriği ve hastanın sistemik durumuyla ilişkili olmalıdır. Dental implantolojide kullanılan en yaygın klinik laboratuar testler venöz kan örneklerinden elde edilmektedir. Bunun yanında CBC, SMA ve kanama bozuklukları testleride yapılabilir (72). Diş hekimi implant tedavisini etkileyebilecek sistemik hastalıkların teşhisinde gereken testleri seçmelidir. 41 İdrar Tahlili: Sağlıklı bir yetişkinde her gün böbreklerin, glomerüllerinden yaklaşık 180 L sıvı süzülmektedir. Glomerüller plazmayı süzer ve tübüller seçici olarak suyu ve vücut için yararlı olan maddeleri geri emerler. İstenmeyen maddeleri geride bırakırlar veya onları idrara salarlar. İdrarın bileşenleri bir sistemik hastalık veya enfeksiyon varlığında değişebilir. İdrar tahlili nicel bilgiden çok nitel bilgi sağlar. Tüm dental hastalar için rutin bir prosedür olarak gösterilmemektedir ve dental implantolojide nadiren kullanılır. Diş hekimi tarafından idrar tahlilinin en sık kullanımı glikozürinin en yaygın sebebi olan diabetes mellitus varlığını araştırmak içindir. Ancak kanın incelenmesi, hastanın glikoz metabolizmasını daha doğru şekilde gösterir ve daha güvenilir bir testtir. Bu yüzden idrar tahlili dental implant cerrahisi için nadiren kullanılır. Tam Kan Sayımı: Tam kan sayımı (CBC, complete blood count) venöz kanın tek bir örneği üzerinde birçok tekil ölçümden oluşur. Bunlar, eritrositlerin (Kırmızı kan hücreleri) ve lökositlerin (Beyaz kan hücreleri) sayısını, lökositik farklılıkları, hücresel morfolojiyi ve maturiteyi, hemoglobinin belirlenmesini, hematokrit ve trombosit sayımını içerir CBC’nin değerlendirmesi dental implantoloji için 3 klinik durumla sınırlanabilir: eritrositik bozuklukları, lökositik bozuklukları ve kanama bozuklukları (73). Beyaz Kan Hücresi Sayımı: Toplam beyaz kan hücresi (WBC, white blood cell) sayısı mililitrede 6000 ile 10,000 arasındadır ve çoğunlukla her hastalıkta değişir. 42 İnflamatuar sürecin belirlenmesi implantı yapan dişhekimi için önemlidir. Parçalara ayrılmış nötrofiller bakterileri fagosite eder ve enfeksiyon süresince yükselir. Bu yüzden eğer bir WBC sayımı bir implantın etrafındaki enfeksiyonun hastanın genel sağlığını etkileyip etkilemediğini belirlemek için istendiyse sadece varolan lökositlerin sayısı değil farklı WBC tipleri de değerlendirilir. Beyaz kan hücresi sayımları ayakta tedavi gören dental hastalar için kritiktir. Sayımlar enfeksiyonları, lösemiyi (Miyoproliferatif), bağışıklık bozukluklarını gösterebilir. En kritik iki grup granülositler (Örneğin enfeksiyonla savaşan nötrofiller) ve lenfositlerdir (Bağışık yanıt). Mutlak nötrofil sayımı (ANC, Absolute Neutrophil Count) antibiyotik profilaksisi olmadan yapılan normal dental tedavi için 2000’den büyük olmalıdır. 1000 ile 2000 arasındaysa antibiyotik desteği gerekir. 1000’den daha düşük seviyede ise doktor konsultasyonu şarttır. Lenfositler hastanın immün yanıt potansiyelini değerlendirmek için gereklidir. HIV pozitif hastalar dahil birçok bağışıklık sistemi bozukluğu olan hasta, herhangi bir sistemik semptom göstermeyebilirler. Yine de yetersiz lenfositleri olabilir (74). Kırmızı Kan Hücresi Sayımı: Kırmızı kan hücreleri (RBC, Red Blood Cell) oksijenin ve karbonsidoksitin vücut içinde taşınmasından ve kan pH seviyesinin kontrolünden sorumludur. Bu hücreler kan elemanlarının en büyük bölümünü oluşturur. Normal RBC sayımı erkeklerde kadınlara göre daha yüksektir. Yükselmeler polisitemi, konjenital kalp hastalığı veya Cushing hastalığından dolayı olabilir. En yaygın bulgu, azalan hücre sayısının işaret ettiği anemidir. Hemoglobin: Bir kırmızı kan hücresinin kuru ağırlığının neredeyse % 95’i hemoglobindir. Kanın oksijen taşıma kapasitesinden sorumludur. Hemoglobinin normal seviyesi 43 erkeklerde 13,5 ile 18 g/dl ve kadınlarda 12 ile 16 g/dl arasında değişmektedir. Ameliyatın yapılabilmesi için kanda minimum 10 g/dl hemoglobin bulunması gerekir. Ancak, birçok hasta 8 g/dl hemoglabin ile güvenli bir şekilde cerrahi prosedürlere katılmaktadırlar. Eşik değeri hastanın durumu ve beklenen kan kaybı ile ilişkilidir (69). Hemotokrit: Hematokrit paketlenmiş hücre hacmini gösterir ve belirli bir kan hacmindeki kırmızı kan hücrelerinin yüzde oranını (RBC’ler/100 ml kan) belirtir. Aneminin veya kan kaybının en önemli göstergesidir. Bu yüzden eğer bu durumlardan birinden şüpheleniliyorsa, hematokrit değerlendirilir. Sedasyondan veya genel anesteziden önce % 75 ile % 80 arasındaki normal değerler gerekmektedir. Kanama Testleri: Kanama bozuklukları cerrahide karşılaşılan en önemli durumlardan biridir. Trombosit sayımı bu komplikasyonu yansıtabilir; fakat potansiyel kanama bozukluklarını belirlemek için yeterli bilgiyi sağlamaz. Hastanın tıbbi geçmişi daha detaylı bilgi sağlar. Normal pıhtılaşma sürecini anlamak, hangi kanama testinin yapılacağını belirler. Damar duvarının bütünlüğü ameliyat esnasında bozulduğu zaman, vasküler kasılmayla hemostaz gerçekleştirilir ve pıhtı, damardaki doku hasarını kapatmak için gittikçe büyür. Hemostazın korunması veya gerçekleştirilmesi için, kan damarları normal olmalıdır, işlevsel trombositler yeterli sayıda bulunmalıdır ve kanın koagülasyon mekanizması sağlam olmalıdır. Potansiyel kanama problemlerini tespit etmek için üç yol kullanılır. Bunlar; 1. Sağlık geçmişini kontrol etmek 44 2. Fiziksel muayeneyi incelemek 3. Klinik laboratuar testlerine bakmak (75) Kanama bozukluklarının % 90’ından fazlası tıbbi geçmişe bakılarak teşhis edilebilir. Tıbbi Geçmiş: Akrabalardaki kanama problemleri önemlidir çünkü bunlar kalıtsal pıhtılaşma bozukluklarını gösterir. Hemofili ve Christmas faktörü hastalıkları en yaygın olanlardır. Burun, tükrük veya eklemlerde spontane kanamalar kalıtsal hastalığı veya kanama bozukluğuyla birlikte oluşan hastalığı işaret eder (Örneğin akut lösemi). Eğer önceki ameliyatta hiçbir sorun olmamışsa, o zaman hiçbir hastalık kazanılmamıştır ve önemli kalıtsal bir bozukluk şu an mevcut değildir. Artan kanamaya sebep olan ilaçlar trombosit bozukluklarından kaynaklanan kanamanın yaygın nedenleridir. Bu iatrojenik faktörler primer olarak üç tip ilaçta görülür: antikoagülanlar, aspirin ve uzun dönem antibiyotikler. Kanama bozuklukları ile birlikte oluşan hastalıklar, lösemi, anemi, trombositopeni, hemofili ve hepatik hastalıklardır. Karaciğer hastalığı olan hastaların yaklaşık yarısı hipersplenizmin sonucu olarak trombositlerde azalma yaşamaktadır ve böylece potansiyel kanama bozuklukları meydana gelmektedir (76). Fiziksel Muayene: İmplantı uygulayan dişhekiminin kanama bozukluğu olan bir hastayı değerlendireceği ikinci yöntem fiziksel muayenedir. Açıktaki deri ve oral mukoza nesnel işaretler için muayene edilmelidir. Peteşi (Lezyon), ekimoz veya sarılık kanama komplikasyonları olan karaciğer hastalıklı kişilerde gözlemlenebilir. Akut 45 veya kronik lösemili hastalar oral mukoza ülserleşmesi, tükrüğün hiperplazisi, deri veya oral mukozada peteşi veya ekimoz veya lenfadenopati bulguları gösterirler. Klinik Laboratuar Testleri: Bir kanama bozukluğunu tespit etmek için üçüncü seçenek klinik laboratuvar testleridir. Eğer bir hastanın sağlık geçmişi ve fiziksel muayenesi potansiyel kanama bozukluklarını açığa çıkarmıyorsa, koagülasyon profiliyle rutin görüntüleme yapılmaz. Ancak, eğer kapsamlı cerrahi prosedürler yapılacaksa, bir koagülasyon profili gösterilir. Kanama bozuklukları, trombosit fonksiyonu ve kapiller geçirgenlik ölçümleri için 4 test kullanılır. Bunlar, trombosit sayımı, kanama süresi, parsiyel tromboplastin süresi (PTT, Partial Thromboplastin Time) ve protrombin süresidir (PT, Prothrombin time). Gerekli durumda bir trombin pıhtılaşma süresi (TCT, Thrombin Clotting Time) ve fibrinojen seviyesi de ölçülebilir. Trombosit sayımı CBC’de (Tam kan sayımı) elde edilir; normal değerler mililitrede 200,000 ile 300,000 arasında değişir. Trombositler mililitrede 80,000’in altında olduklarında genellikle görünmezler. 20,000 civarındaki değerler bir spontane kanama riskini işaret eder. Ivy kanama süresi, yeterli trombosit fonksiyonunu belirlemek için en uygun olan testtir. Kanama süresi trombosit fonksiyonunu ve kapiller aktiviteyi olduğu kadar koagülasyon yollarını da ölçer. PTT (Kısmi tromboplastin süresi) kanın damar içinde pıhtılaşma yeteneğini belirlemek için kullanılır. Aspirin alan hastalar için, bir kanama süresi ve PTT alınmalıdır. Aspirin trombosit fonksiyonunu inhibe eder; çünkü K vitaminlerinin kullanımını engelleyerek protrombinin hepatik üretimini engeller. Bir adet 5 “grain”lik aspirin tableti trombosit aglütinasyonunu 3 gün için etkileyebilir. Eğer 1 haftadan fazla süre 46 boyunca bir günde 4 veya daha fazla tablet alınırsa, hem kanama süresi hem de PTT etkilenebilir. Özellikle hastanın peteşisi varsa kanama komplikasyonlarından şüphelenilmelidir. Aspirinle birlikte gelen kanama komplikasyonları implant cerrahisinde karşılaşılan en yaygın komplikasyonlardan biridir. Nadiren yaşamı tehdit etsede, sürekli kan sızıntısı büyük bir kan kaybıyla sonuçlanabilir. Eğer hasta önceden geçirilen miyokard enfarktüsü, serebrovasküler hasar veya tromboflebit yüzünden antikoagülan ilaç kullanıyorsa, PT kontrol edilmelidir. Son zamanlarda kanamayı ve antikoagülan potansiyelini değerlendirmek için Uluslararası Normalleştirilmiş Oran (INR, International Normalized Ratio) kullanılmaktadır. PT için kabul edilen yönergeler hafif antikoagüle hastalar için 2 ile 2,5 INR’dir. Mekanik kalp kapakçıkları (ki daha yüksek risk taşırlar) ve tekrar eden trombüs hastaları, daha yüksek INR değerlerinde tutulur. 2.0 INR değeri rutin tedavi için kabul edilebilirdir; ancak daha kapsamlı cerrahi prosedürler veya yükselen INR değerleri doktor konsültasyonu gerektirir (77,78). Orak antikoagülanlar genel olarak kumarin türevleridir (Coumadin gibi). Kumarinler prtotrombin kompleks faktörlerine zarar veren K vitamini antagonistleridir. Hareketleri genellikle 8 ile 12 saat içinde başlar, 36 saat içinde en fazla etkiye ulaşır. Protrombinde bir yükselme ve PT’de bir düşme gözlemlenmeden önce 2 veya 3 günlük bir düşük kumarin seviyesi gereklidir. Artık ameliyat esnasında antikoagülan tedavisinin sürdürülmesini destekleyen birçok çalışma vardır (78,79). Amerikan Diş Hekimleri Derneği (ADA, American Dental Association) koagülan tedavisi gören hastaların cerrahi prosedürlere bile girebileceklerini belirtmiştir (80). Ancak, birçok doktor hala tek bir cerrahi ekstraksiyon için antikoagülan tedavi değişimini önermektedir (81). Bu gibi karşıt görüşlerin ışığında, 47 ilaçların ihtiyaca göre azaltılması veya sıklaştırılması konusunda doktor konsultasyonu tavsiye edilir. Böbrek diyalizi hastaları genellikle iyileşme komplikasyonları yaşarlar. İmplantlar çoğunlukla bu hastalarda kontrendikedir. Ancak, dişhekimi önceden implant tedavisi görmüş bir diyaliz hastasını tedavi edebilir. Eğer PTT normal değerin 1,5 katından fazlaysa, ameliyat ertelenmelidir. Uzun dönem antibiyotik tedavisi karaciğerde protrombin üretimi için gerekli K vitaminini sentezleyen bağırsak bakterilerini etkileyebilir. Bu yüzden, eğer implant hastası uzun süredir antibiyotik kullanıyorsa, olası kanama komplikasyonlarını değerlendirmek için bir PT testi yaptırmalıdır. Alkolik olan veya karaciğer yetersizliği işaretleri gösteren bir hastada kanama bozukluklarından şüphelenilmelidir. Koagülasyon faktörlerinden birçoğu karaciğerde üretilmektedir; karaciğer hastalığı olan hastaların % 50’sinin trombositlerin yıkımından kaynaklanan hipersplenizmi vardır. PT, hepatositlerin protrombin kompleks faktörlerinin bozulmuş sentezini değerlendirmek ve karaciğer hastalıklı hastalarda hemostazı değerlendirmek için kullanılan en yararlı testtir. En kısa yarı ömre sahip olan faktör VII dir ve ilk olarak azalan da odur. Faktör VIII ve Von Willebrand faktörü kronik karaciğer hastalarında yükselme eğilimleri vardır. Kanama süresi ve PT de bu yüzden değerlendirilmelidir. PT ve PTT koagülasyon faktör hasarlarını belirlemek için birlikte kullanılabilir. Normal bir PT ve anormal bir PTT hemofiliyi düşündürür. Anormal bir PT ve normal bir PTT, faktör VII yetersizliğini düşündürür. Eğer hem PT hem de PTT uzunsa, Faktör II, V, X veya fibrinojenin yetersizliği düşünülür. 48 Geçmiş, muayene ve klinik laboratuar testleri üzerinden herhangi bir kanama sorunu olduğundan şüphelenilen bir hastaya uygun hazırlık, dişhekimi ve doktor arasında uyumlu bir iletişim olmadan hiçbir cerrahi prosedür uygulanmamalıdır. Eğer kanama sorununa önceden teşhis konmamışsa, altta yatan neden isteğe bağlı implant cerrahisi prosedürü başlamadan tespit edilmelidir. 5.3. SİSTEMİK HASTALIKLAR VE ORAL İMPLANTLAR Sistemik hastalıklar implant hastalarındaki doğal dişleri etkileyebilir. Birçok doktor dental implantolojide yapılan tedavilerin ne kadar geniş kapsamlı olduğundan habersizdir. Bazı konservatif ameliyat ve protetik implant prosedürleri sistemik hastalıklardan dolayı kontrendikedir. Sistemik hastalıklar ve dental implantoloji arasındaki ilişkiyi anlamak implantı yapan dişhekiminin sorumluluğudur. Sistemik hastalıklar hastalara, şiddetlerine göre değişen dercelerde etki ederler.. Tartışılan hastalıklar hafif, orta veya ağır şeklinde sınıflandırılmıştır (Tablo 1). Bir hastalığın varlığı, konağı değişen yoğunluklarda etkiler. Hafif diyabet implant tedavisine izin verebilirken, aynı hastalığın ağır formu birçok implant tedavisi için kontrendike olabilir. Bu yüzden hafif diyabetik hasta, ağır diyabetik hastaya göre farklı şekilde tedavi edilmelidir. Tablo 2’de, cerrahi ve protetik dental tedaviler 4 tip prosedür altında değerlendirilmiştir. Tip 1 prosedürler: Sistemik koşullara bakılmaksızın birçok hasta üzerinde gerçekleştirilebilir. 49 Tip 2 prosedürler: Dişeti kanamasına veya kemikli yapının bakteriyel invazyonuna yol açma olasılıkları vardır. Tip 3 prosedürler: Daha fazla zaman ve teknik gerektiren cerrahi prosedürlerdir. Tip 4 prosedürler: Daha fazla kanama, ameliyat sonrası enfeksiyon ve komplikasyon riski olan ileri cerrahi prosedürlerdir. Hastalığın şiddeti (Hafiften ağıra) ve dental implant prosedürünün içeriği arasında bir ilişki kurulmalıdır. Daha kapsamlı bir prosedür için, hasta daha sağlıklı olmalıdır; hastalığın daha ağır bir formu için, cerrahi prosedür daha az invaziv olmalıdır. Hafif RİSK Tip 1 ASA II + Tip 2 Sedasyon ve azaltma protokolü Tip 3 Tip 4 stres IV sedasyon ve stres azaltma protokolü Hastaneye Orta ASA III + Ağır ASA IV + IV sedasyon ve stres azaltma protokolü götürme İsteğe bağlı tüm prosedürleri erteleyin Tablo 1: Sistemik hastalıklar şiddetlerine göre değerlendirilmelidir. Hafif, orta ve ağır hastalığı olan hastalarda tedavinin prosedürleri gösterilmiştir. Tip 1’den 4’e kadar olan prosedürlerin açıklamaları için Tablo 2’ye bakınız. 50 Sınıflandırma Tedavi Muayeneler, radyografiler, çalışma modeli elde etme, oral hijyen eğitimi, Tip 1 supragingival profilaksi, basit koruyucu dişhekimliği Subgingival küretaj, endodontik tedaviler, basit ekstraksiyonlar, basit Tip 2 gingivektomi, ileri restoratif teknikler, basit implantlar Çoklu ekstraksiyonlar, gingivektomi, cerrahi ekstraksiyonlar, apikoektomi, Tip 3 levha şeklinde implantlar, çoklu kök formları, unilateral sinüs greftleri, unilateral subperiosteal implantlar Tüm ark implantları (subperiosteal implantlar, frame implantları, tüm – ark Tip 4 endosteal implantları), ortognatik cerrahi, otojen kemik agumentasyonu, bilateral sinüs greftleri Tablo 2: Dental Tedavilerin Sınıflandırılması 5.3.1. KALP VE DAMAR HASTALIKLARI 5.3.1.1. HİPERTANSİYON Hipertansiyon ve arterioskleroz tüm kalp hastalıklarının yaklaşık % 40’ını oluşturur. Bir hastadan alınan üç veya daha fazla kan basıncı ölçümü yapılarak bu ölçümlerin ortalaması alınır. Arteriyel sistolik basınç 140mm Hg veya üstünde ya da diastolik kan basıncı 90mm Hg veya üstünde ise hipertansiyondan bahsedilir (82). Amerika Birleşik Devletleri’ndeki yetişkin nüfusun yaklaşık % 20’si ve Afrikalı – Amerikalı yetişkin nüfusun % 40’ı hipertansiyondan etkilenmiştir. Tedavi olmayan 51 35 yaşındaki bir hipertansiyon hastası ortalamadan 17 yıl daha az yaşar (83). Ayrıca Amerika Birleşik Devletleri’ndeki hipertansiyon vakalarının yarısına teşhis konmadığı tahmin edilmektedir. Hipertansiyon genellikle asemptomatiktir ve koroner kalp hastalıkları için en büyük risk faktörüdür. Hipertansif hastaların % 90’ının temel veya idiyopatik hipertansiyonu vardır. Temel hipertansiyonu olan hastalar normal tansiyonu olan kişilere göre koroner hastalıklara 3 kat, kalp hastalıklarına 4 kat ve myokard infarktüsüne 7 kat daha duyarlıdır. Temel hipertansiyon (HT) birçoğu sayısız yan etkileri sebebiyle implant tedavisi üzerinde güçlü yan etkisi olan ilaçlarla tedavi edilir. Bu yan etkiler ortostatik hipotansiyon, dehidrotasyon, sedasyon, ağız kuruluğu ve depresyondur. Yan etkiler tedaviyi değiştirebilir veya özel önlemler gerektirebilir. Hipertansiyon veya konjestif kalp hastalığını tedavi etmede kullanılan kalsiyum kanal blokerleri (Dilantin benzeri) dişlerin veya implantların etrafında gingival hiperplaziye sebep olabilir (84). Yeni üretilen anjiotensin II blokeri ajanlarının hiçbir dental komplikasyon göstermeyecekleri tahmin ediliyor (85). Ayrıca, ağır hipertansiyon angina pektoris’e, konjestif kalp yetmezliğine ve hatta serebrovasküler hastalığa sebep olabilir. Spesifik bir kardiak risk indeksi, pratisyene bu gibi prosedürlerin riskini tayin etmekte yardım etmesi için önerilmiştir. Dokuz bağımsız risk değişkenini tanımlar ve bunları nokta değerlerine atar. En son dört kategori perioperatif kardiak olayları Amerikan Anestezistler Derneği’nin (ASA, American Society of Anesthesiologists) fiziksel durum sınıflandırma sisteminden daha iyi tahmin eder (86,87). Miyokard enfarktüsü, retinal hemoraji ve böbrek yetmezliği diğer ciddi komplikasyonlardır. 52 Bir hasta hipertansiyonu olduğuna dair bilgi verirse, teşhisin tarihi, komplikasyonlar ve ilaçlar incelenmelidir. Hafif hipertansiyonu tedavi etmek için kullanılan diüretik ilaçlar implant tedavisini değiştirebilecek küçük komplikasyonlara sebep olmaktadır. Birlikte kullanılan ilaçlar daha ağır bir hipertansiyona işaret etmektedir. Klonidin gibi ek ilaçlar alan hastalar daha ağır hipertansiyon gösterirler ve komplike implant ameliyatı prosedürlerine girmeden önce tıbbi konsultasyon şarttır (88). Hipertansiyon üzerine Birleşik Ulusal Komisyon son olarak yetişkin kan basıncının geleneksel hafif/orta/ağır şeklindeki sınıflandırmanın yerine geçecek yeni bir sınıflandırma bulmuştur ve dental tedavi modifikasyonu eklemişlerdir ( Tablo 3 ) (82). Tedavi aynı zamanda şu kategorileri izleyecek şekilde yeniden geliştirilmiştir: I. Safha, hipertansiyona katkı yapan faktörleri azaltmak için eğitim ve hayat tarzı değişimi tavsiyelerini içerir. I. veya II. Safhadaki hipertansif hastalara kan basıncı bulgularını % 10 azaltmaları için ilaç verilmektedir. İlaçlar hipertansiyonun şiddetine göre değil bireysel yanıta göre seçilmiştir. 53 RİSK Normal yükseklik S 130- D Tip 1 Tip 2 Tip 3 Tip 4 85-89 + + Sedasyon Sedasyon 90-99 + Sedasyon Sedasyon Sedasyon 160- 100- + Sedasyon İsteğe 179 109 180- 110- İsteğe bağlı tüm prosedürleri erteleyin ve 209 119 doktora yönlendirin >210 >120 İsteğe bağlı tüm prosedürleri erteleyin ve 139 Safha I 140159 Safha II Safha III Safha IV bağlı tüm prosdeürleri erteleyin doktora yönlendirin Tablo 3: Hipertansif hastalarda dental implant uygulama prosedürleri. Dental İmplant yönetimi: Anksiyete kan basıncını büyük ölçüde etkiler. Bu yüzden hipertansif bir hasta için stres azaltıcı protokoller gereklidir. 30 mg flurazepam (Dalmane) veya 5 ile 10 mg arasında diazepam hastanın ameliyattan önceki gece rahatça uyumasına yardımcı olmak için reçetelenebilir. Antihipertansif tedavi gören 50 milyon hastanın 12 milyonu aynı zamanda NSAID’leri kullanmaktadır. Bu ilaçların, myokard infarktüsünü ve koroner kalp yetmezliğini önemli ölçüde arttırma yönünde etki yaptığı ve hipertansif ajanların etkisini azalttığı gösterilmiştir. Bu yüzden NSAID’lerin sınırlandırılması ve gerektiği zaman kullanılması tavsiye edilmektedir. 54 Kan basıncının izlenmesi tüm hastalar için önerilmektedir. Normal ve yüksek aralıktaki hastalar düzenli tedaviyi izleyebilir. Başka bir sistemik hastalığı olmayan, I. safha hipertansiyon hastası (140 ile 159/ 90 ile 99mm Hg aralığına kadar) cerrahi olmayan tedavileri ve implant cerrahisi tip 1 ve tip 2 prosedürlerini tolere edebilir. Oral veya bilinçli sedatif teknikler daha kapsamlı implant cerrahisi için yararlıdır (Tip 3 ve 4). II. safha hipertansiyonu bulunan hastalar (160 ile 179/100 ile 109mm Hg aralığı) tıbbi değerlendirme için konsultasyona gönderilir. Bu, tedavinin erken dönemlerinde yapılırsa, hastanın kan basıncı ameliyattan önce düşürülebilir. Cerrahi olmayan prosedürler (Tip 1) erken değerlendirme ve tedavi esnasında doktor tarafından yapılabilir. Sedasyon teknikleri uzun iyileştirici randevular veya basit implant prosedürleri (Tip 2) esnasında kullanılmalıdır. Orta veya ileri cerrahi prosedürler (Tip 3 ve 4) tercihen ertelenir (84). III. safhadaki ( 180 ila 209/110 ila 119mm Hg) ve IV. Safhadaki (210/120mm Hg veya daha büyük) hastalar sadece gerginlik yaratmayan acil prosedürleri izleyebilir (Tip 1) ve acilen bir doktora gönderilmelidir. Acil durumu işaret eden bu kategorilerdeki hastaların doktora danışılana kadar antibiyotikler ve oral analjeziklerle tedavi edilmesi gerekir (84). 5.3.1.2. ANGİNA PECTORİS Angina pectoris, göğüs ağrısı ve kalp kasının krampı ile karakterize koroner kalp hastalığının bir formudur. Bazen miyokard normalde aldığından daha fazla oksijene ihtiyaç duyar. Oksijen talebinin sağlanamaması myokard iskemisine neden olur. Angina pectoris, geçici miyokard iskemisinin semptomatik bir ifadesidir. 55 Anemi, hipotansiyon, emboli, kazanılmış arterit ve kalıtsal bağlı doku hastalığı bu duruma neden olabilir fakat angina pectorisin en önemli nedeni koroner damarların aterosklerozudur (89). Angina pectoriste meydana gelen retrosternal ağrının klasik belirtisi sıklıkla stres veya fiziksel çaba esnasında gelişir, omuzlara, sol kola, mandibulaya, sağ kola, boyna, damağa ve dile yayılır; bu belirtiler dinlenmeyle geçer. Eğer bir hasta tıbbi geçmişinde angina olduğunu belirtiyorsa, hastalığın şiddeti en son gelen atak, atakların sıklığındaki değişme, atakların sıklığı, şiddeti ve reçetelenen ilaçlar değerlendirilir. Hipertansiyon gibi, bu hastalık da hafif, orta veya ağır olarak sınıflandırılabilir (Tablo 4). Hafif derecede anginası bulunan bir hasta her ay bir veya daha az atakla karşılaşabilir. Orta derecede anginası olan hasta aşırı stres veya fiziksel çaba olmadığı zamanlarda bile, sıklığı değişen fakat tahmin edilebilen ataklarla karşılaşabilir. Stabil olmayan ağır angina hastaları neredeyse her gün artan şiddetlerde ataklar yaşarlar. İmplantı yapan dişhekimini en çok ilgilendiren kısım, gerçek angina atağının tetikleyebilecek faktörlerdir. Bu faktörler fiziksel çaba, soğuk, ısı, büyük öğünler, nem ve dişle ilgili strestir. Bütün bu faktörler kalp atış hızını, kan basıncını ve miyokardın oksijen ihtiyacını arttıran kateşolamin salınımına yol açar (90). Dental İmplant Yönetimi: Dental acil yardım çantası kısa raf ömürlerinden dolayı 6 ayda bir yenileriyle değiştirilmesi gereken nitrogliserin tabletlerini (0,3 ile 0,4 mg arasınıda) veya translingual spreyi içermelidir. Bir angina atağı sırasında, tüm dental uygulamalar acilen durdurulmalıdır. Ardından hasta sırtüstü ve yarı yatar pozisyonda iken dilaltından nitrogliserin ve dakikada 6 litre ile % 100 oksijen verilir. Yaşam işaretleri nitrogliserin verildikten sonra izlenmelidir; çünkü geçici hipotansiyon ortaya çıkabilir. Eğer sistolik kan basıncı 100mm Hg’nın altına 56 düşerse, hastanın ayakları yüksek bir yere konumlandırılmalıdır. Eğer ağrı 5 dakikalık aralıklarla nitrogliserin kullanımı sonucu 8 – 10 dakika içinde geçmezse, hasta acilen bir hastaneye taşınmalıdır. Hafif anginası bulunan bir hasta (Ayda bir veya daha az atak) normal protokolde cerrahi olmayan dental prosedürlerin birçoğuna girebilir (Tip 1). Yaşam işaretlerini izleme ve dental tedavi esnasında nitrogliserin bulundurma gibi genel kardiyak önlemler alınır. İleri restoratif prosedürler ve minör implant ameliyatı (Tip 2) nitröz oksit veya oral sedasyon ile gerçekleştirilir. Daha ileri implant prosedürleri için (Tip 3 ve 4), uygun sedasyon teknikleri kullanılmalıdır. Ziyaretler mümkün olduğunca kısa tutulmalıdır. Vazokonstrüktörlerin kullanımı maksimum 0,04 ile 0,05 mg epinefrin ile sınırlandırılmalıdır ve 1/100,000’den büyük oranlarda kullanımından kaçınılmalıdır. Orta derece anginası bulunan hastalar (Haftada bir veya daha az atak) muayeneyi ve basit ameliyat prosedürlerinin çoğunu tolere eder (Tip 1). Profilaktik nitrogliserin (0,3 ile 0,4 miligram arasında) veya uzun etkili nitratlar ileri cerrahi ve implant cerrahisinden hemen önce dilaltından verilmelidir. Ek oksijen ile antianksiyete sedasyonu gereklidir. Küçük miktarlarda olsa bile vazokonstrüktörlerin kullanımı tartışılır. Birçok kişi bunun kontrendike olduğunu öne sürmektedir. İleri cerrahi prosedürler bir hastane ortamı gerektirebilir (Tip 4). Ağır anginası bulunan hastalar (Günlük ataklar) normal protokol altında muayene prosedürleri ile sınırlandırılmıştır (Tip 1). Tıbbi konsultasyon tavsiye edilir. Basit ameliyat prosedürleri profilaktik nitratlarla gerçekleştirilebilir. İsteğe bağlı implant cerrahisi prosedürleri genellikle bu hastalar üzerinde uygulanmaz. Nitrogliserinin yan etkilerinın tanınması önemlidir; çünkü profilaktik ilaç verilmesi orta anginadan ağır anginaya kadar hastalar içindir. Beyne giden kandaki 57 azalmadan dolayı hasta bayılabilir. Bu yüzden hasta nitrogliserin verilmesi sırasında oturuyor veya uzanıyor olmalıdır. Kalp azalan kan basıncını telafi etmeye çalışır; nabız hızı dakikada 160 vuruşa çıkabilir. Nitrogliserin verildikten sonra yüzün ve omuzların kızarması sıkça görülür. Eğer hasta uzun etkili nitratlar alıyorsa, ilaca karşı tolerans gelişmiş olabilir; bir seferde iki tablet almak gerekebilir. İlaç verilmesinden sonra baş ağrısı meydana gelirse analjezik verilebilir. RİSK Tip1 Tip 2 Ayda bir atak Hafif ASA II Haftada bir Orta Tip 4 Sedasyon, + atak ASA III Tip 3 + + Süplemental oksijen Sedasyon, Sedasyon, Nitratlar, Ayakta hastanın Süplemantal oksijen hastaneye yatırılması Günlük Ağır ataklar Kararsız ASA IV + Doktor İsteğe bağlı prosedürler konsultasyonu kontrendikedir Tablo 4: Angina Pectoris’li hastalarda dental implant yönetimi. 5.3.1.3. MYOKARD INFARKTÜSÜ Miyokard enfarktüsü (MI, myocardial infarction) kalpte hasara sebep olan, uzun süredir devam eden bir iskemi veya oksijen yokluğudur. İmplantı uygulayan 58 dişhekiminin çalıştığı hasta grubunun genellikle yaşlı hastalardan oluşması, hekimin MI ile daha sık karşılaşmasına neden olur (86,91). Genellikle bir MI geçiren hastada substernal veya sol prekordiyal alanda şiddetli göğüs ağrısı vardır. Bu ağrı sol kola veya mandibulaya yayılabilir. Ağrı angina pectorise benzer; ancak daha ağırdır. Morarma, soğuk terleme, zayıflık, mide bulantısı, kusma, düzensiz ve yüksek nabız hızı miyokard enfarktüsünün belirtileridir. MI komplikasyonları aritmi ve konjestif kalp yetmezliğini içerir. İskemik alan ne kadar büyükse, kalp yetmezliği veya hayatı tehdit eden aritmi riski o kadar büyüktür. MI geçmişi olan kişinin koroner damarlarında önemli problemler meydana gelmiş demektir (92). Dental implant yönetimi. Dental değerlendirmede tüm atakların tarihleri, özellikle en sonuncusu ve tüm komplikasyonlar incelenir. Tıbbi konsültasyon restoratif veya cerrahi prosedür öncesi yapılmalıdır (Tablo 5). Geçen 6 ay içinde miyokard enfarktüsü geçirmiş olan hastalar herhangi özel bir koşul olmaksızın dental muayene olabilirler (Tip 1) . Tüm uygulamalar mümkünse 6 ay için ertelenmelidir. 6 ile 12 ay içinde MI geçirmiş olan hastalar muayene olabilir, cerrahi olmayan prosedürlere katılabilir ve tıbbi konsültasyondan sonra gerçekleştirilen basit acil cerrahi prosedürlere girebilirler. Stres azaltma protokolü izlenmelidir. İsteğe bağlı implant prosedürleri miyokard enfarktüsünü takip eden en az 12 ay için ertelenmelidir (93). İsteğe bağlı tüm ileri cerrahi prosedürler için hastaneye yatma da kabul edilen bir usuldür. Miyokard enfarktüsünden sonra geçen zamana bakılmaksızın; eğer genel anestezi uygulandıysa hastaneye yatmak şarttır. 59 RİSK Tip 1 Tip 2 Tip 3 Doktor Hafif > 12 ay + + konsültasyonu Tip 4 Doktor konsültasyonu, Genel anestezi gerekliyse hastaneye yatırma Orta 6-12 ay + İsteğe bağlı tüm prosedürlerin ertelenmesi Ağır < 6 ay + İsteğe bağlı tüm prosedürlerin ertelenmesi Tablo 5: Miyokard enfarktüslü hastalarda dental implant yönetimi. 5.3.1.4. KONJESTİF KALP YETMEZLİĞİ Konjestif kalp yetersizliği (CHF, congestive heart failure) kalbin bir pompa gibi görev yapmakta başarısız olduğu, kronik bir kalp hastalığıdır Kalp diğer organlara ve vücut dokularına günde 2000 galon kan pompalar. Eş zamanlı olarak iki pompanın fonksiyonunu düzenler: sol kısım, kanı vücuda iter; sağ kısım ise kanı oksijenlenmesi için akciğerlere gönderir. Kalp hasar gördüğü zaman kan akciğerlerde veya vücutta yedeklenmeye başlar. Kalp, kasılma hızını ve gücünü arttırarak bunu telafi etmeye çalışır (Starling Yasası). Bunların hepsi kısa vadede dolaşım ihtiyaçlarını karşılayabilmek içindir; ancak bunun uzun vadede bir karşılığı vardır. Daha az kan dolaşıma girer; çünkü fazladan 60 efor kalp kasının oksijen talebini arttırdığında kalbin tekrar kanla dolmak için daha az zamanı kalır. Bu ihtiyaç karşılanmadığında, kalp ritimleri tehlike oluşturacak şekilde anormalleşebilir (Aritmi) ve ölüme yol açabilir. CHF belirtileri aşağıda listelenmiştir. Anormal yorgunluk Nefes darlığı Hırıltılı soluk alıp verme Bacak veya ayak bileklerinde ödem Sık idrara çıkma Ortopne Boyunda venöz şişme Akciğerlerdeki sıvıdan kaynaklanan hırıltılı soluk alıp verme (Pulmoner ödem) Steteskop ile dinlemede boyunda venöz distansiyon sesleri (S3 gallop) Geceleri dispne nöbetleri (PND, paroxysmal nocturnal dyspnea) Uykuyu bölebilen nefes alamama hissi CHF için reçetelenen ilaçlar kabaca 3 D şeklinde sınıflandırılır: digitalis, diüretikler ve dilatörler. Digitalis (Digoksin, Lanoxin) kalbin pompalama hareketini arttırır (Pozitif inotropik); diüretikler (Furosemit; Lasix) aşırı tuzu ve suyu elimine eder; vazodilatörler (ACE) kan damarlarını genişletir, böylece basınç düşer ve kan daha kolay geçebilir. Digitalis CHF tedavisinde yaygın bir ilaç olduğu için, doktor digitalisin yan etkilerini bilmelidir. 61 Dental implant yönetimi: Digitalisin bir letal dozu tedavi dozunun sadece 2 katıdır. Daha sık görülen yan etkileri (Mide bulantısı, kusma ve anoreksi) farkeden dişhekiminin, bunları hastayı tedavi eden doktora belirtmesi gerekir. Kalp atış hızı azalmıştır (Negatif kronotropik); çünkü ilaç atrioventriküler düğümün etkisini azaltmıştır (Negatif dromotropik) ve vagus sinirini uyarır. Prematüre ventriküler kasılmalar (PVCs, premature ventricular contractions) daha yaygındır çünkü kalp atış hızı düşmüştür. Kalsiyum kanal blokerleri de aynı zamanda CHF ve hipertansiyon tedavisinde kullanılmaktadır. Kalsiyum atriyal kasılma için gereklidir. Kalsiyumu bloke edildiğinde, ventrikül kasılması için geriye sodyum kalır. Nifedipin kullanımıyla birlikte dişlerin veya implantların etrafında diş eti hiperplazisi (Dilantin’in sebep olduğuna benzer şekilde) gözlenmiştir. Ödem ve kabızlık gibi diğer yan etkiler de belirtilmiştir. Aynı zamanda, digoksin veya diüretik kullanan hastalarda ameliyattan önce serum elektrolitleri değerlendirilmelidir. Örneğin, potasyumda bir azalma digoksin zehirlenmesinin artan riskine işaret eder. 5.3.1.5. SUBAKUT BAKTERİYEL ENDOKARDİT Bakteriyel endokardit kalp kapakçıklarının veya kalbin endotelyal yüzeyinin bir enfeksiyonudur. Dental uygulamayı takip eden endokarditle birlikte olan mikroorganizmalar çoğunlukla alfa hemolitik Streptococcus viridans, daha az sıklıkla stafilokok ve anaeroplardır. Yaklaşık % 10’luk bir mortalite oranına sahip ciddi bir hastalıktır (88). 62 Geçici bakteremiye sebep olan dental prosedürler bakteriyel endokarditin en büyük sebebidir. Sonuç olarak, implantı uygulayan dişhekiminin, risk altında olan hastayı tanıması ve profilaktik uygulamaları tamamlaması gerekir. Bakteriyel endokardit insidansı: Yüksek; Önceden geçirilen endokardit hikayesi olanlar Kalp kapakçığı protezi taşıyanlar Cerrahi sistemik pulmoner shunt taşıyanlar Önemli; Romatik kalp kapakçığı bozukluğu olanlar Kazanılmış kalp kapakçığı hastalığı olanlar Konjenital kalp yetmezliği olanlar İntravasküler protez taşıyanlar Aortun koarktasyonu Çok Az Risk; Transvenöz “pacemaker” (kalbin atış hızını ayarlayan cihaz) kullananlar Romatik ateş ve romatik kalp hastalığı öyküsü olanlar (daha önce hiç geçirmemiş) En Az Risk; Fonksiyonel kalp hırıltısı olanlar Karışık olmayan atriyal septal bozukluğu olanlar 63 Koroner artere bypass ile doku ekleme ameliyatları geçirenler Kalbin değişen yüzeylerinin birçok sonucu olabilir. Diş hekimliğinde en iyi bilineni romatik ateşten dolayı mitral kapakçık bozukluğudur. Kazanılan kapakçık lezyonları, septal hasardan dolayı kalbin sertleşmiş alanları ve protez kalp kapakçıkları, yılda % 4 insidans oranıyla endokardit geliştirirler. Tekrar etme şansı endokardit öyküsü olan hastalarda önemli ölçüde artar. Önceden bir kez endokardit yaşamış herhangi bir hastanın ikinci bir enfeksiyon için yılda % 10 riski vardır. İkinci enfeksiyon bir kez olduğunda, risk faktörü % 25’e çıkar. Bakteriyel endokardit riski intraoral yumuşak doku travmasının miktarıyla artar. Endokarditin insidansıyla, ağızda önceden bulunan inflamatuar hastalığın derecesi arasında bir korelasyon vardır (94). Ağır periodontal hastalığı olan hastalarda bakteriyeminin 6 kez daha yüksek insidansı olduğu görülmüştür (95). Ancak, yumuşak doku ameliyatından önce kök yüzeyi düzleştirilmesi işlemi yapılırsa, endokardit riski büyük ölçüde azaltılır (96). Travmatik diş fırçalamadan, endodontik tedaviden ve parafin çiğnenmesinden sonra bile bakteriyemi oluştuğu belirtilmiştir (97). Klorheksidinin diş çekiminden 5 dakika önce izole diş eti üzerine sürülmesi ekstraksiyon sonrası bakteriyemiyi azaltır. Bazı hastalıklar hastayı endokardite duyarlı hale getirir. Kenjenital kalp malformasyonları, romatik ve diğer kazanılmış kalp kapakçığı hastalıkları, hipertrofik kardiyomiyopati ve mitral kapak prolapsı bunlardan bazılarıdır. Dental implant yönetimi: İmplantı uygulayan dişhekimi, profilaksi gerektiren durumlardaki antibiyotik kullanımı hakkında bilgili olmalıdır. Son zamanlarda tekrar gözden geçirilen standart profilaksi uygulaması ağızdan veya parental yoldan verilebilir (Tablo 6) (98). Yetişkinlerde intraoral uygulama, operasyondan 60 dakika önce 2,0 gram amoksisilindir. Ağızdan ilaç alamayan hastalar için, 2,0 gram 64 ampisilin intramüsküler (IM) veya intravenöz (IV) olarak verilir. Eğer hastanın penisiline alerjisi varsa, ameliyattan 1 saat önce ağızdan 600 mg klindamisin veya 2,0 g sefaleksin (veya sefadroksil) verilir. Penisiline alerjisi olan ve ağızdan ilaç alamayan hastalar için, operasyonun 30 dakikası içinde 600 mg klindamisin IV veya operasyondan 30 dakika önce 1,0 sefazolinin IM veya IV olarak verilmesi tavsiye edilir. Eritromisin artık verilmemektedir; çünkü gastrointestinal bozukluk ve farmakokinetik etkileşimler onun kullanımını sorunlu hale getirmektedir (98). Bazı hastalarda implant terapisi yüksek endokardit riskinden dolayı kontrendike olabilir. İmplantlarla iyileştirilen dişsiz hastaların çiğnemeden, fırçalamadan veya periimplanter hastalıktan dolayı geçici bakteriyemiyle mücadele etmeleri gerekir. 65 HASTANIN DURUMU AJAN REJİM Standart genel profilaksi Amoksisilin Yetişkin: ameliyattan 1 saat önce 2,0 g İntraoral yolun Ampisilin Yetişkin: IM veya IV olarak 2,0g Klindamisin , (Klindamisin) Yetişkin: kullanılamaması durumunda Penisiline alerjisi olanlarda Sefaleksin veya Setadroksil Azitromisin veya ameliyattan 1saat önce 600 mg (Sefaleksin/Setadroksil) Yetişkin: ameliyattan 1 saat önce Klaritromisin 2,0 g (Azitromisin/Klaritromisin) Yetişkin: ameliyattan 1 saat önce 500 mg Penisiline alerjisi olanlarda Klindamisin veya Sefazolin* (Klindamisin) Yetişkin: ve İntraoral yolun ameliyattan önceki 30 dakika kullanılamaması durumunda içinde 600 mg IV (Sefazolin) Yetişkin: ameliyattan önceki 30 dakika içinde 1.0 g IM veya IV Tablo 6: Profilaksi Gerektiren Kalp hastalıkları için Antibiyotik Rejimleri Sefalosporinler penisiline ani tip aşırı duyarlılık (Ürtiker, anjiyödem, veya anafilaksi) gösteren bireylerde kullanılmamalıdır. Sonuç olarak, implantlar sınırlı bir oral hijyen potansiyeli olan hastalar için kontrendikedir. Ayrıca intramukozal uygulamalar bu hastaların birçoğu için kontrendike olabilir; çünkü hafif bir kanama ilk iyileşme süreci esnasında haftalar 66 boyunca rutin bir şekilde devam edebilir. Bağlı dişetinin yeterli bir genişliği olan endosteal implantlar, implant destekli proteze ihtiyaç duyan bu gruptaki insanlar için doğru implant seçimidir. 5.3.2. ENDOKRİN BOZUKLUKLARI 5.3.2.1. DİABETUS MELLİTUS Diabetes mellitus mutlak veya dolaylı yoldan bir insülin yetersizliği ile ilişkilidir (141). İmplant uygulayan dişhekimleri 40 yaşından büyük hastaları tedavi ettiklerinden, hastaların % 5’inden fazlasının diyabeti olacaktır. Ayrıca, diyabetik hastaların yarısına teşhis konmadığı tahmin edilmektedir. Diyabetin en büyük belirtileri polüri, polidipsi, polifaji ve kilo kaybıdır. Bu yüzden hastadan alınan anamnez artan susama, idrara çıkma, iştah veya son zamanlarda yaşanan kilo kaybı ile ilgili soruları içermelidir. Beyin ve omurilikteki hücreler hariç, neredeyse tüm hücrelerin membranları glikoz penetrasyonunun gerçekleşmesi için insüline ihtiyaç duyar. İnsülin yetersizliğinde glikoz kan dolaşımında kalır ve kan glikoz seviyesini yükseltir. Diyabetik hastalar enfeksiyon ve vasküler komplikasyonlar geliştirmeye eğilimlidir. İyileşme süreci, vasküler fonksiyon, kemotaksi yeteneği, nötrofil fonksiyonu bozulmuştur. Protein metabolizması yavaşlar, yumuşak ve sert dokuların iyileşmesi gecikir. İmplantı uygulayan dişhekimi 120 mg/dl’ nin üstünde glikoz seviyesinin varlığında diyabet teşhisi koyacaktır. Bu hastaların % 90’ında yetişkin tip diabetus mellitusu vardır ki bu 40 yaşından sonra gelişir ve 55 yaşın üstündeki yetişkinlerde yaygındır. İnsüline bağımlı olmayan diabetus mellitusu bulunan hastaların yaklaşık 67 % 80’i kiloludur. Genç tip diyabeti genellikle 25 yaşından önce ortaya çıkar ve insülinle ilgili komplikasyonları daha fazla tetikler. Dental implantoloji birçok diyabet hastasında kontrendike değildir; ancak hastaların tıbbi bakımları mümkün olduğunca kontrol edilmelidir. Gerçekleştirilen kontrolün seviyesini değerlendirmek için tıbbi geçmişin incelenmesi esnasında özel sorular sorulur. Bu sorular; diyet, insülin dozu, ağızdan alınan ilaçlar, kan glikozunu izlemek için kullanılan yöntem ve en son glikoz seviyeleri ile ilgilidir. Her zaman tam olarak kesin olmasa da, glikohemoglobin testi bir diyabet hastasının uzun dönem kan glikoz seviyesinin iyi bir indikatörüdür. Dental İmplant Yönetimi: Dental operasyon esnasında diyabet hastaları için en ciddi komplikasyon insülin seviyesinin aşırı artışı ile hipoglisemik ilaçlar veya yetersiz besin alımı sonucu oluşan hipoglisemidir. Zayıflık, sinirlilik, titreme, çarpıntı ve terleme hipogliseminin işaretleridir. Hafif belirtiler portakal suyu veya şekerleme gibi şeker kaynaklarıyla tedavi edilebilir. Eğer semptomlar fark edilemezse durum, nöbet, koma ve nihayetinde ölümle sonuçlanabilir. Ameliyatın stresi insülin regülasyonunu bozan hormonları harekete geçirebilir ve hiperglisemi ve katabolik bir tabloyla sonuçlanabilir. Ameliyat sonrası besin ve ilaç alımıyla ilgili dikkatli bir planlama hastanın iyiliği için gereklidir. Diyabetle ilgili düşük komplikasyon riski taşıyan hastalar asemptomatik ve iyi bir metabolik kontrole sahip olanlardır. Bu hastaların kan glikoz seviyeleri 150 mg/dl’den azdır (Ortalama, 100 mg/dl). Bu hastalar cerrahi olmayan tüm ziyaretler için normal protokolle tedavi edilebilir (Tip 1). Cerrahi prosedürler için, bu hastalar biraz daha fazla bakım ve ilgiye ihtiyaç duyarlar. Stress azaltıcı prosedürlerin uygulanması gerekir. Ameliyattan önce ve sonra diyet değerlendirmesi ve enfeksiyon riskinin kontrolü yapılmalıdır. Yatıştırıcı uygulamalar ve antibiyotikler 68 sıklıkla implant veya ileri cerrahi prosedürler için kullanılır (Tip 3 veya 4). İnsülin tedavisi, eğer ağızdan ilaç alımının uyumlu olması bekleniyorsa, ameliyatın olacağı günün sabahı normal dozun yarısına indirilebilir. Ameliyat gününün sabahı hasta bir doz oral ilaç almışsa operasyon durdurulur. İntravenöz bilinçsiz sedasyon, glikoz infüzyonu ve tuzlu çözelti (D5W) uzun prosedürler için kullanılabilir (Tablo 7). Orta derecede risk taşıyan hastalar hastalığı periyodik olarak gösterirler; ancak bu hastalar metabolik olarak dengededirler; çünkü diyabetin birkaç komplikasyonu mevcuttur. Kan glikoz seviyeleri 200 mg/dl’nin altındadır. Diyet kontrolü, stres azaltma protolü, aseptik teknik ve antibiyotikler bu bireyler için, düşük risk grubu için olduğundan daha önemlidir. Cerrahi olmayan prosedürlerin çoğu normal bir protokol izleyebilir (Tip 1). Oral veya intravenöz sedasyon birçok cerrahi veya restoratif, tip 2 operasyonları için düşünülmelidir. Kortikosteroidler ki çoğunlukla ödem, şişme ve ağrıyı azaltmak için kullanılırlar, diyabetik hastada kullanılmayabilir; çünkü bunlar kan şeker seviyelerini ters yönde etkiler. Kısa dönem kortikosteroid protokolü için doktor konsültasyonu şarttır. Tıbbi konsültasyon orta veya ileri cerrahi operasyonlardan önce mutlaka yapılmalıdır (Tip 3 veya 4). Sedatif teknikler ve hastaneye yatma, ileri cerrahi operasyonlar için düşünülmelidir (Tip 4). 69 RİSK Hafif Tip 1 Tip 2 Tip 3 < 150 mg/ dl Sedasyon, ASA II Premedikasyon, Glikoz 0-1+ + + Tip 4 Diyet/ insülin ayarlanması Ketonüri 0 Orta < 200 mg/dl Sedasyon ASA III Premedikasyon Glikoz 0-3+ + + Diyet/insülin ayarlanması Ketonüri 0 Diyet/insülin ayarlanması, Konsültasyon Hastaneye yatma > 250 mg/dl ASA IV Ağır Glikoz 3+ + İsteğe bağlı tüm prosedürlerin ertelenmesi Ketonüri 0 Tablo 7: Diyabetli hastalarda dental implant yönetimi. Yüksek risk taşıyan hastalar geçmişlerinde sık görülen hipoglisemi öyküsü olduğunu bildirirler ve diyabetin multıple komplikasyonlarını gösterirler. Artan kan şekeri çoğunlukla 250 mg/dl’yi aşan geniş aralıklarda inip çıkar. Cerrahi olsun olmasın, tüm prosedürler, tıbbi danışma gerektirir. Mümkünse, tıbbi koşullar dengelenene kadar tüm uygulamalar ertelenmelidir. Ameliyat sonrası hastanın diyeti insülin dozuyla ilgili olarak dikkatli olmayı gerektirir. Tüm diyabetik hastalar daha yüksek insidans ve şiddette bir periodontal hastalıkla, ağız kuruluğundan kaynaklanan diş çürümeleriyle, candidiazis, yanan 70 ağız ve likenoit reaksiyonlarla karşı karşıyadır. Bu hastaların % 75’i periodontal hastalık yaşamakta, artan alveolar kemik kaybı ve inflamatuar dişeti değişimleri göstermektedirler. Doku abrazyonunun hareketli protez kullanan kişilerde ortaya çıkması daha olasıdır; çünkü oksijen tansiyonundaki tükenme epitelyal büyümeyi ve doku kalınlığını azaltır. Yanan ağız sendromu nöropati, mikroanjiyopati ve tükrük bezi disfonksiyonu ile birliktedir. 5.3.2.2. TROİD BEZİ BOZUKLUKLARI Tiroid bozuklukları başta kadınlar olmak üzere genel nüfusun yaklaşık % 1’ini etkileyen, en yaygın ikinci endokrin sistemi bozukluğudur (60). Tiroid bezinin en büyük işlevi tiroksin hormonunun (T4) üretimidir. Tiroksin karbonhidrat, protein ve lipid metabolizmasının düzenlenmesinden sorumludur. Ayrıca bu hormon katekolaminler ve büyüme hormonları gibi diğer hormonların etkisini arttırır. Ön hipofiz bezinde veya tiroiddeki anomaliler tiroksin üretimi bozukluklarıyla sonuçlanabilir. Tiroksinin aşırı üretimi hipertiroidizmle sonuçlanır. Bu bozukluğun belirtileri artan nabız hızı, sinirlilik, ısıya karşı toleranssızlık, aşırı terleme, kasların zayıflığı, ishal, iştah artışı, artan metabolizma ve kilo kaybıdır. Aşırı tiroksin aynı zamanda atriyal fibrilasyon, angina ve konjestif kalp yetemezliğine sebep olabilir. Hastanın boynunun elle muayenesi, krikoid kıkırdak ve suprasternal çentiğin arasındaki tiroid bezinin büyümesini açığa çıkarabilir. Tiroksinin yetersiz üretimi hipotiroidi ile sonuçlanır. İlişkili semptomlar metabolizma hızının düşmesinin sonuçlarıdır. Hasta soğuğa dayanıksızlıktan, yorgunluktan ve kilo alımından şikayet eder. Sonunda komaya yol açabilecek, ses 71 kısılması ve azalan mental aktivite ortaya çıkar. Tiroid fonksiyon testleri hipotiroidi teşhisini doğrulamak için kullanılır. Dental İmplant Yönetimi: Hipertiroidi hastaları lokal anestetiklerden epinefrin gibi katekolaminlere özellikle duyarlıdır. Maruz kalınan katekolaminler stresle ve (Çoğunlukla dental prosedürle ilgili) doku hasarı ile birlikte olduğunda, hipertiroidi semptomları şiddetlenecektir. Sonuç tirotoksikoz veya “tiroid fırtınası” olarak isimlendirilir Hipotiroid hastası özel olarak, CNS baskılayıcı ilaçlara, özellikle diazepam veya barbitüratlar gibi uyuşturucu ve yatıştırıcı ilaçlara duyarlıdır. Solunumun baskılanması, kardiyovasküler depresyon veya ciğerlere hava gitmemesi riski mutlaka düşünülmelidir (100). Teşhis konmamış tiroid hastalığı nadirdir ve tiroid problemleri genellike önceden geçirilen tiroid hastalığıyla ilişkilidir. Bu yüzden geçmişinde tiroid bezi hastalıkları olan bir hastaya ısı duyarlılığı, son zamanlarda kilo kaybı ya da alımı, titremeler veya iştahta bir değişim olup olmadığı sorulmalıdır. Nabız ve solunum dikkatlice kontrol edilmelidir. Tiroid hastalığı bulunan ve önceki 6 ay içinde normal tiroid fonksiyonu olduğunu belirtilen tıbbi bir muayeneden geçen ve hastalığın hiçbir belirtisini göstermeyen herhangi bir hasta, düşük risktedir. Tüm dental implant cerrahisi ve iyileştirici ziyaretler için normal bir protokol izlenebilir (Tip 1’den 4’e kadar hepsi) (Tablo 8). Tiroid hastalığıyla ilgili hiçbir belirti göstermeyen; ancak son zamanlarda tiroid fonksiyonu testinden geçmemiş olan tiroid hastası orta risk kategorisindedir. Bu hastada tip 1 prosedürleri için normal bir protokol izlenebilir. Sedasyon ile ya da 72 sedasyonsuz stres azaltma protokolü ileri operatif ziyaretler ve basit cerrahi prosedürler için önerilir (Tip 2). Epinefrin, barbitüratlar ve diazepam gibi CNS baskılayıcı narkotik analjeziklerin kullanımı sınırlandırılmalıdır. Orta dereceden ileri dereceye kadar olan implant prosedürleri veya ameliyatı için (Tip 3 ve 4) tekrar tıbbi muayene yapılması çoğunlukla önerilir. Tiroid kontrolü bir kez sağlandığında, bu hastalar düşük risk kategorisinde yer alırlar ve normal protokole tabi tutulurlar. Semptomatik bir hasta, son tıbbi muayenenin ne zaman yapıldığına bakılmaksızın, yüksek riskli olarak değerlendirilir (54). Böyle hastalar sadece muayene uygulamalarına katılabilir (Tip 1); diğer tüm tedaviler tıbbi konsültasyon ve laboratuar değerlendirmesi hastalığın kontrolünü onaylayana kadar ertelenir. RİSK Tip 1 Tip 2 Tip 3 Tip 4 Tıbbi muayene < 6 ay Hafif normal FCT + + + + son 6 ay Belirti yok Efinefrin, Tıbbi muayene yok Orta FCT testi yok + steroid ve CNS baskılayıcı Doktor konsültasyonu ajanları azaltın Ağır Belirtiler + İsteğe bağlı tüm prosedürleri erteleyin Tablo 8: Tiroid hastalarının dental implant yönetimi. 73 5.3.2.3. BÖBREKÜSTÜ BEZİ BOZUKLUKLARI Böbreküstü bezleri böbreklerin hemen üstünde yer alan endokrin sistemi organlaırdır. Epinefrin ve norepinefrin bezin merkez kısmını oluşturan adrenal medulladaki kromafin hücreleri tarafından üretilir. Bu hormonlar çoğunlukla kan basıncının kontrolünden genel metabolizmadan, miyokardın kasılmasından ve uyarılmasından sorumludur (101). Bezin dış kısmı veya adrenal korteks 3 farklı tip hormon üretir. Glikokortikoidler karbonhidrat, yağ ve protein metabolizmasını düzenler ve aynı zamanda inflamasyonu azaltmaya yardım eder. Bunlar implantı uygulayan dişhekimi tarafından şişlik ve ağrıyı azaltmak için kullanılabilir (102). Mineralokortikoidler sodyum ve potasyum dengesini korur. Üçüncü kategori cinsiyet hormonlarıdır. Ön hipofiz bezi, hipotalamus ve böbreküstü bezleri glikokortikoid üretimini düzenlemek için etkileşirler. Mineralokortikoidler renin angiotensin hormonu, ön hipofiz bezi ve serum potasyum seviyeleri ile düzenlenir. Addison hastalığı adrenal bezin fonksiyonundaki bir azalma sonucu oluşur. Bu hastalar zayıflık, kilo kaybı, ortostatik hipotansiyon, mide bulantısı ve kusma gibi belirtiler gösterirler. Primer yetersizliğin fiziksel işaretleri bezin % 90’ı bozulmadan ortaya çıkmaz. Bu işaretler fark edildiğinde, implantı uygulayan dişhekimi derhal tıbbi konsültasyon istemelidir. Bu hastalar strese karşılık steroid üretimlerini yükseltemezler ve bir ameliyatın ya da uzun restoretif operasyonun ortasında kardiyovasküler çöküş yaşayabilirler. Fiziksel muayene sırasında, dişhekimi, yüzde, dudakta ve dişetinde hiperpigmente alanlar olduğunu görebilir (103). Serum potasyum seviyesinde bir artma (Hiperkalemi) ve serum glikoz seviyesinde düşme Addison hastalığının karakteristik özellikleridir. Adrenal korteksin hiperfonksiyonu Cushing hastalığı olarak adlandırılır. Bu hastalıkla birlikte gelen karakteristik değişimler, tipik ‘aydede yüzü’ , trunkal 74 obezite ve aşırı kıllılıktır. Hastalar hipertansiftir ve korteksin uzun vadede aşırı fonksiyonu kollojen üretimini azaltır. Bu hastalar kolayca yaralanır, yaralarının iyileşmesi yetersizdir, osteoporozla karşı karşıya gelirler ve aynı zamanda enfeksiyona karşı risk artmıştır. Bu elemanlar özellikle implantı uygulayan dişhekimi için önemlidir. Laboratuar çalışmaları karbonhidrat metabolizmasıyla bir etkileşimle ilişkili olan kan glikozunda bir yükselme gözlemlemiştir. Tam kan sayımı çoğunlukla eozinofil ve lenfosit sayılarında az miktarda azalma olduğunu gösterir. Kortikosteroidler bazı sistemik hastalıkları tedavi etmek için kullanılan potansiyel antiinflamatuar ilaçlardır ve tıpta en çok reçetelenen ilaçlardan biridir.. Ancak, eksojen steroidlerin devam eden kullanımı adrenal bezlerin doğal işlevini baskılar ve Cushing hastalığına yol açar. Sonuç olarak, uzun vadeli steroid tedavisi gören hastalar, adrenal bezi hipofonksiyonu tespit edilen hastalarla aynı protokolde yer alırlar. Dental İmplant Yönetimi: Vücut stresli durumlarda çok yüksek seviyede streoid üretemez ve kardiyovasküler yetersizlik yaşanabilir. Sonuç olarak, hastaya stresli durumdan hemen önce alması için ek steroidler reçetelenir. Bu dozlar 3 gün içinde kesilir. Sağlıklı hasta ameliyatın veya dental prosedürün stresine yanıt vermek için normal seviyelerden 3 ile 5 kez daha fazla steroid üretecektir. Bu yüzden hastanın adrenal bozukluğu varsa, konsültasyon için doktorla bağlantı kurulmalıdır. Bozukluğun yapısı ve tavsiye edilen tedavi değerlendirilmelidir. Steroidin normal dozlarını düzenli olarak alan hastanın günde 5 mg prednizonu aşması adrenal süpresyonun yükselmesine neden olabilir. Eğer bir hasta son 2 yıl içinde devam eden dental tedavi nedeniyle 2 hafta boyunca oral veya parenteral yoldan her gün 20 mg prednizon veya buna eşdeğer miktarda kortizon aldıysa, 75 adrenokortikal süpresyondan şüphelenilebilir (Tablo 9) (104). Hastanın doktorundan konsültasyon istenmelidir. Basit dereceden ileri dereceye kadar olan cerrahi prosedürler, basit ekstraksiyonlar, periodontal cerrahi ve implant cerrahisi için (Tip 1 ve 2), steroid dozu 60 mg prednizona veya eşdeğerine (10 mg deksametazon) çıkartılmalıdır. Ameliyattan sonraki gün, koruma dozu normale döndürülür. Oral veya intravenöz yoldan bilinçsiz sedasyon stresi azaltmak için kullanılır. Orta dereceden ileri dereceye kadar olan implant cerrahisi için ya da çok tedirgin hastalar için, genel anestezi yapılabilir. Operasyonun uygulanacağı gün 60 mg prednizon verilir. Bu doz normal doza 2 ile 3 günlük bir periyotta her gün % 50 azaltılır. Aynı zamanda antibiyotikler de 3 ile 5 gün için reçetelenir. Orta derecede risk taşıyan adrenal süpresyon hastaları son bir yıl içinde 7 günden daha fazla 20 mg prednizon ile steroid tedavisi gören hastalardır. Restoratif tedaviler ve basit cerrahi (Tip 1 ve 2) operasyonlar için operasyon günü 20 ile 40 mg prednizon verilmesini önerilir. 3 ile 5 gün boyunca antibiyotik desteği sağlanmalı ve sedasyon teknikleri uygulanmalıdır. Ameliyatı takip eden gün steroid dozu % 50 azaltılır ve üçüncü gün doz tekrar % 50 azaltılır veya normale döndürülür. Tip 3 ve tip 4 cerrahi operasyonlar için, tedavi protokolü farklıdır. Ameliyat günü 60 mg prednizon veya bunun eşdeğeri verilir. Bu doz bir sonraki gün % 50 azaltılır, üçüncü gün doz tekrar % 50 azaltılır. Genel anestezi, endişeli hastalarda anksiyeteyi azaltmak için kullanılabilir. Adrenal süpresyon riski düşük olan hastalar steroid tedavisi implant operasyonundan, 1 yıl veya daha önce bitmiş olan hastalardır. Bu hastalara, operasyonun günü 60 mg’a kadar prednizon verilir. İkinci gün doz % 50 azaltılır, üçüncü gün hasta standart steroid tedavisine geri döner. Aynı zamanda sedasyon teknikleri ve antibiyotikler de kullanılır. 76 Steroidler implant cerrahisini 3 farklı şekilde etkilerler. İnflamasyonu, şişliği ve ağrıyı azaltırlar. Ancak, steroidler protein sentezini azaltırlar, bu da iyileşmeyi geciktirir. Ayrıca lökositlerin sayısını ve bu nedenle hastanın enfeksiyonla mücadele etme yeteneğini azaltırlar. Bu yüzden hastaya ameliyat için steroid verildiği zaman, antibiyotik de vermek mantıklıdır. Bir doz yüklemesinden sonra, amoksisilin ve klindamisin 3 ile 5 gün boyunca günde 3 defa verilir. 77 RİSK Tip 1 Tip 2 Tip 3 Tip 4 Sedasyon ve antibiyotikler Steroidler Prednizon eşdeğeri Hafif Steroid Alternatif gün günü < 60 mg prednizon ameliyat + 1.gün ikinci gün doz/2 > 1 yıl üçüncü gün koruma dozu Sedasyon Prednizon Orta eşdeğeri > 20 mg veya geçen ve antibiyotikler antibiyotikler Birinci gün 20- Birinci gün 60 mg 40 mg İkinci ve İkinci gün doz/2 + yıl Sedasyon gün Üçüncü gün doz/4 doz/2 içinde > 7 gün Üçüncü gün doz/4 Ağır + Eşdeğer prednizon İsteğe bağlı prosedürler kontrendikedir 5 mg/gün Tablo 9: Adrenal bozuklukları olan hastalarda dental implant yönetimi 78 5.3.3. HEMATOLOJİK BOZUKLUKLAR 5.3.3.1. ERİTROSİT BOZUKLUKLARI Sağlıklı bir hastada, bir mililitre kanda 4 ile 6 milyon arası RBC (red blood cell, kırmızı kan hücresi) dolaşımdadır. Kırmızı kan hücreleri kandaki elemanların en büyük bölümünü oluşturur. Eritrosit bozukluklarının başlıca iki kategorisi vardır; 1. Polisitemi (Eritrosit sayısının artması) 2. Anemi (Hemoglobinin azalması) 1. Polisitemi: Polisitemi kanama, dalak büyümesi ve periferal damarların trombüsü ile karakterize olan nadir görülen kronik bir hastalıktır. 6 ile 10 yıl arasında ölüm gerçekleşir. Komplike implant veya rekonstrüksiyon tedavileri genellikle kontrendikedir (61). 2. Anemi: Hematolojik bozukluklar arasında en sık görüleni anemidir. Neredeyse tüm kan diskrazileri anemi ile birlikte gözlenir. Anemi bir hastalık varlığı değildir; daha çok eritrositlerin üretiminin azalmasından ya da yıkımının artışından veya demir yetersizliğinden kaynaklanan bir semptomlar topluluğudur. Kanın oksijen taşıma kapasitesinde bir azalma olarak tanımlanır ve eritrositlerin sayısında bir azalmadan veya hemoglobinin anomalisinden kaynaklanır. Bayan hasta regl veya gebelik döneminde normal olarak anemi yaşayabilir. Erkeklerde hafif anemi, altta yatan tıbbi bir problem varlığında görülebilir. Erkeklerde aneminin en yaygın sebepleri peptik ülserler veya kolon kanseridir. 79 Genel belirtiler ve işaretler ya dokulara ulaşan oksijenin azalmasının yada kırmızı kan hücresi sayısının değişiminin bir sonucudur. Hafif aneminin belirtileri yorgunluk, anksiyete ve uykusuzluktur. Kronik anemi nefeslerin kısalığı, karın ağrısı, kemik ağrısı, ekstremitelerin karıncalanması, kas zayıflığı, baş ağrısı, bayılma, kalp ritminde değişiklik ve mide bulantısı ile karakterizedir. Aneminin genel işaretleri sarılık, solgunluk, tırnakların kırılması veya yerinden çıkması, karaciğer ve dalağın büyümesi ve lenfadenopati olabilir. Aneminin oral işaretleri dili etkileyebilir ve tat alma duyusunun kaybı, papilla kaybı, ağrı, kızarıklık ve ağız dokularının parestezisi gibi semptomlar gösterebilir. Anemi komplikasyonları: İmplant hastasında gözlenen komplikasyonlar hem kısa dönem hem de uzun dönemde prognozu etkileyebilir. Kemik olgunlaşması ve gelişimi uzun dönem anemik hastada çoğunlukla bozulur. % 25 ile % 40 oranda trabeküller kemik kaybı görülebilir. Bu yüzden implantı desteklemek için gereken kemiğin karakteri önemli ölçüde etkilenebilir. Azalan kemik yoğunluğu hem implant yerleşimini etkileyebilir, hem de kemikle entegre olan implantın yüzeyinde oluşan olgun lamellar kemiğin başlangıç miktarını etkileyebilir. Uygun bir yüzey oluşumu için gereken zaman zayıf kemik yoğunluğunda daha uzundur (105). Aneminin en yaygın komplikasyonu anormal kanamadır. Kapsamlı bir ameliyat esnasında, hemoraji alan görüşünü azaltır. Ödem ve iyileşme bozuklukları diğer komplikasyonlardır. Ayrıca, aşırı ödem postoperatif enfeksiyon riskini arttırır. Anemik hastalar sadece ameliyat esnasında enfeksiyon kapmaya eğilimli değil, aynı zamanda hayatları boyunca kronik enfeksiyonlara da daha duyarlıdırlar. Bu durum, önerilen implant veya abutment dişin uzun dönemde korunmasını etkileyebilir (106). 80 Anemi veya polisitemi teşhisi koyan laboratuar testleri CBC’dedir (Complete blood count, tam kan sayımı). Anemi için kesin bir test hematokrittir, bunu hemoglobin takip eder; en az kesin test ise kırmızı kan hücresi sayımıdır. Hematokrit eritrositlerden oluşan belirli bir hacimdeki kanın yüzdesini belirtir. Erkekler için normal aralık % 40 ile % 54 iken aynı aralık kadınlar için % 37 ile % 47 arasında değişir. Hemoglobin kırmızı kan hücrelerinin kuru ağırlığının neredeyse % 95’ini oluşturur. Erkekler için normal değerler 13 g/dl ile 18 g/dl arasında iken bu değer kadınlar için 12 g/dl ile 16 g/dl arasındadır. Ameliyat için gerekli olan minimum değer 10 mg/dl’dir. Anemik hastaların birçoğu için, implant prosedürleri kontrendike değildir. Ancak, ameliyat öncesi ve ameliyat sonrası antibiyotikler verilmelidir ve anemik hastalardaki kanama riski aspirin verilmesiyle tetiklenmemelidir. Hijyen randevuları bu hastalar için daha sık olacak şekilde ayarlanmalıdır. 5.3.3.2. LÖKOSİT BOZUKLUKLARI Lökositlerle ilgili bozukluklar hematolojik hastalıklarda önemli bir konudur. WBC (White blood cell, beyaz kan hücresi) sayımı yetişkinlerde normal olarak 5000_10,000/mm3 aralığındadır. Lökositoz, dolaşımda 10,000/mm3’ten daha fazla beyaz kan hücresi olması olarak tanımlanır. Lökositozun yaygın sebebi enfeksiyondur. Lösemi, neoplazmalar, akut hemoraji ve akut inflamasyon veya nekrozla birlikte olan hastalıklar (Enfarktüs ve bağ dokusu hastalıkları) lökositozun daha ciddi sebepleridir. Egzersiz, gebelik ve stres gibi fizyolojik koşullar da lökositoza yol açabilir. Lökopeni dolaşımda bulunan beyaz kan hücrelerinin sayısının milimetreküpte 5000’in altına düşmesidir. Azalan lökosit sayısı belirli enfeksiyonlara (Enfeksiyöz 81 hepatit), kemik iliği hasarlarına (Rradyasyon terapisinden dolayı), beslenme yetersizliğine (B12 vitamini ve folik asit) ve kan hastalıklarına (Anemi) eşlik edebilir. Lökositoz veya lökopenisi bulunan hastalarda, birçok komplikasyon implantın başarısını etkileyebilir. En yaygını enfeksiyondur. Geciken iyileşme aynı zamanda WBC bozukluklarının bir sonucudur Ağır kanamalarda lökosit bozukluklarını gösterebilir. Bu trombositopeni (Trombosit sayısının azalması) ile ilgili veya anemi ile birlikte olabilir. Her iki durumda da, cerrahi prosedür artan ödem, ameliyat sonrası rahatsızlık ve sekonder enfeksiyon için yüksek risk oluşturur. Dental implant prosedürlerinin çoğunluğu akut veya kronik lösemi hastası için kontrendikedir. Akut lösemi ölümcül bir hastalıktır. Bu hastalar hastalık sürecinde veya kemoterapi gördükleri dönem boyunca ciddi ağız problemleri yaşarlar. Kronik lösemili bir hastada anemi ve trombositopeni meydana gelecektir. Enfeksiyon, akut lösemiden daha az şiddetli olsa da, bu hastalarda çenenin radyolüsent lezyonları, oral ülserasyonlar, hiperplastik dişeti ve kanama komplikasyonları gelişir. Tedavi planı değişiklikleri, lökosit bozuklukları söz konusu olduğunda konservatif bir yaklaşımla ilerlemelidir. Komplikasyonlar eritrosit bozukluklarından daha yaygındır. Eğer durum geçiciyse, cerrahi prosedürler enfeksiyon kontrol altına alınana ve hasta normal durumuna geri dönene kadar ertelenmelidir. 82 5.3.4. KRONİK OBSTRÜKTİF AKCİĞER HASTALIKLARI Kronik obstrüktif akciğer hastalığının (COPD, chronic obstructive pulmonary disease) en yaygın iki şekli anfizem ve kronik bronşittir. COPD kardiyovasküler hastalıklardan sonra en çok ölüme neden olan hastalıktır. COPD progresiftir ve uzun yıllar içinde akciğer fonksiyonlarında düşüş ile sonuçlanır. Solunum yetersizliği genellikle pulmoner enfeksiyon ile hızlanır ve ölüme yol açar (107). COPD hastalarında kronik öksürük, sık balgam üretimi ve kısa aralıklarla nefes alma gibi semptomlar gözlenir. Muayenede taşıkardi varlığı, hırıltılı soluma, solunuma yardımcı kasların kullanımı, morarma, göğsün ön-arka çapındaki artma (Varil göğüs) ve kalbin sağ tarafının yetersizliği değerlendirilir. Dental İmplant Yönetimi: Sadece önemli bir egzersiz esnasında soluk alma sıkıntısı çeken hastalar minimal risktedir ve tüm restoratif veya cerrahi tedaviler normal protokole göre uygulanır.(Tip 1’den 4’e kadar hepsi) (Tablo 10). Genelde fiziksel zorlanma esnasında soluk almada sıkıntı çeken ve kronik bronkodilatör terapisi gören ya da yakın zamanda kortikosteroid kullanmış olan hastalar orta derecede risk taşırlar. Bu hastalar muayene prosedürlerini normal protokole göre izleyebilirler (Tip 1). Diğer tüm prosedürler için yakın zamanda gerçekleştirilen bir tıbbi muayene tavsiye edilir. Tip 2 prosedürler bir hastane ortamında gerçekleştirilmelidir. Eğer hasta bronkodilatör kullanıyorsa, anestetiklere veya dişeti retraksiyon iplerine epinefrin veya vazokonstrüktör eklenmemelidir. Adrenal süpresyon geçen yıl steroid tedavisi değerlendirilmelidir. 83 gören herhangi bir hasta için Yüksek risk altındaki hastalar, tanısı konmamış COPD ğı olanlar, akut ağırlaşma (Solunum enfeksiyonu) yaşayanlar, dinlenme halindeyken dispne yaşayanlar veya karbon dioksit retansiyonu öyküsü olanlardır. Muayene prosedürleri normal protokole göre (Tip 1) yapılabilir. İsteğe bağlı orta dereceli prosedürler veya ileri cerrahi operasyonları genellikle kontrendikedir. Ancak, eğer cerrahi veya protetik operasyonlar önceden takılan bir implantı onarmak için gerekliyse, bu müdahaleler hastane ortamında yapılmalıdır. Epinefrin kullanımı sınırlandırılmalıdır. Sedatifler (Nitröz oksit dahil), yatıştırıcılar (Tranquilizer) ve uyuşturucular gibi solunum işlevini baskılayan ilaçların kullanımı için konsültasyona başvurulmalıdır. RİSK Hafif Orta Ağır Tip 1 ASA II ASA III ASA IV Tip 2 + + + Tip 3 + + Tip 4 + Doktor Doktor konsültasyonu / orta konsültasyonu dereceli tedavi Erteleme İsteğe bağlı tüm prosedürler (hastaneye kontrendikedir yatma) Tablo 10: Kronik obstrüktif akciğer hastalığı olan hastalarda dental implant yönetimi (152). 84 5.3.5. İSKELET SİSTEMİ HASTALIKLARI İskelet sisteminin ve özellikle çenenin hasarı çoğunlukla dental implantoloji alanındaki tedavilere bakılarak verilen kararları etkileyebilir. Kemik ve kalsiyum metabolizması doğrudan ilgilidir. Vücuttaki kalsiyumun yaklaşık %99’u kemiklerde ve dişlerde bulunmaktadır (108). Paratiroid hormonu hücre dışı kalsiyum konsantrasyonlarının en önemli düzenleyicisidir. Ayrıca D vitamini, prostoglandinler, lenfositler (Osteoklast-aktive edici faktörler içinde), insülin, glikokortikoidler ve östrojen de hücre dışı kalsiyum konsantrasyonunu etkiler. Prostoglandinler lokal bir faktör gibi davranır ve kemik rezorpsiyonuna yol açabilecek, osteolize ve hiperkalsemiye neden olabilir. 5.3.5.1. OSTEOPÖRÖZ Kemik metabolizması ile ilgili dişhekiminin karşılaşacağı en yaygın hastalık osteoporozdur. Kemik kütlesinde azalma, kemik mimarisinde bozulma ve kırılmalara yatkınlık ile karakterize, yaşla ilişkili bir bozukluktur. 60 yaşın üstüne çıkıldığında, nüfusun neredeyse üçte biri bu hastalığa yakalanmaktadır. Kadınlarda görülme oranı erkeklerdekinden iki kat fazladır (88). Bu durum postmenapozal veya ovarektomi öyküsü olan kadınlarda daha yaygındır. Östrojen yokluğu osteoporoz olasılığını arttırır; östrojen ilavesi bu kadınlarda kalsiyum emilimini arttırmak için uygulanabilecek en etkili tedavidir (109). Çenede osteoporoza bağlı meydana gelen değişiklikler vücuttaki diğer kemiklerde meydana gelen değişikliklere benzerdir. Kemiğin yapısı normaldir; ancak, meydana gelen rezorpsiyon kemik yapımından daha fazladır. Kortikal kemik 85 incelmiştir, trabeküler yapı bozulmuştur ve ileri dercede deminerilizasyon gerçekleşir (110,111). Osteoporozun gerçek teşhisi ve tedavisi doktor tarafından gerçekleştirilmelidir. İmplantı uygulayan dişhekimi hastaya, trabeküler kemik kabını erken dönemde tespit ederek yardımcı olabilir. Düzenli egzersizin kemik kütlesini korumaya yardım ettiği ve kemik gücünü arttırdığı gösterilmiştir. Diyetle yeterli kalsiyum alımı şarttır. Hasta uygun kalsiyum emilim seviyelerini korumak için gereken diyeti izleyemeyebilir. Tavsiye edilen kalsiyum alımı günde 800 miligramdır. Postmenapozal kadınlarda, pozitif bir kalsiyum dengesini korumak için 1,500 mg kalsiyum gerekebilir (112). Günde 1 ile 2 gram arasında elemantal kalsiyum içeren süplemanların kemik kaybı oranını azalttığı birçok çalışmada gösterilmiştir. Ancak, bu süplemanların kemik kütlesini iyileştirdiğiyle ilgili hiçbir kanıt bulunmamaktadır. Kalsiyum karbonat tabletleri elemental kalsiyumun en büyük kısmını oluştururlar ve nispeten daha ucuzdurlar. Çözünebilir değildirler ve gastrik HCl tarafından kalsiyum klorüre çevrildikten sonra emilir. Aklorhidri (Hidroklorik asit yokluğu) yaşayan hastalara kalsiyum karbonat dışında tuzlar verilmelidir. Eğer hasta laktat eksikliği yaşıyorsa, laktat tuzları kontrendikedir. Birçok besin ilaç etkileşimi meydana gelmiştir. Tetrasiklin veya demir, kalsiyum dozlarıyla verimli bir şekilde çalışamaz. Hastalar aynı zamanda fosfattan (Bazı günlük ürünlerde ve sodada bulunur), okzalik asitten (Ispanak ve raventte bulunur), kepekteki ve tüm tohumlardaki fitik asitten kaçınmalıdır, çünkü bunlar kalsiyum emilimini azaltır. Böbrek taşı öyküsü olan hastalar kalsiyum süplemanlarından kaçınmalıdırlar. Böbrek fonksiyon bozukluğu olan hastaların periyodik serum ve idrar kalsiyum seviyeleri kontrolüne ihtiyaçları vardır 86 Osteoporoz kemik hacmi ve yoğunluğu için önemli bir faktör olmasına rağmen, dental implantlar için bir kontrendikasyon değildir. Kemik yoğunluğu tedavi planı, cerrahi yaklaşım, iyileşme süresinin uzunluğu ve progresif yüklemeyi etkilemez. İmplant tasarımları genişlikte daha büyük olmalıdır ve kemik temasını ve yoğunluğunu arttırmak için hidroksiapatitle kaplanmalıdır. İleir osteoporoz değişikliklerinde bile kemiğin uyarılması kemik yoğunluğunu arttıracaktır 5.3.5.2. D VİTAMİNİ EKSİKLİĞİ D vitamini vücutta deri, böbrek, karaciğer ve bağırsakların ortak çalışması ile sentezlenen bir vitamindir. Paratiroid hormonuyla birlikte böbrek tarafından aktive edilir. D vitamini bağırsaktan kalsiyum ve fosfat emilimini arttırır. Eksikliği yetişkinlerde osteomalaziye yol açar. Osteomalazinin en büyük sebebi diyete bağlı D vitamini eksikliği ve güneşe yeteri kadar maruz kalmamaktır (88). Antikonvülsan ilaçlar, özellikle difenilhidantoin ve fenobarbital, ilaçla tetiklenen osteomalaziye sebep olabilir. Aynı zamanda birçok gastrointestinal bozukluk osteomalaziyle sonuçlanabilir. Osteomalazinin oral bulguları genellikle dramatik değildir. Trabeküler kemikte bir azalma, belirsiz lamina dura ve kronik periodontal hastalıkta bir artma belirtilmiştir. Durum tanındığında, tedavi edilebilir; implantlar kontrendike değildir. 5.3.5.3. HİPERPARATRODİ Bu hastalık klinik olarak çok değişkendir. Hastalığın şiddetine bağlı olarak değişir. Hafif şiddette seyredenler asemptomatik olabilir. Renal kolik bozukluklar çoğunlukla orta derecede seyreden hiperparatiroidide 87 ortaya çıkar. Ağır hiperparatiroidi kemik, böbrek ve mide rahatsızlığına sebep olabilir. Paratiroid bezinin uyarılması sonucu iskeletsel deplesyon gerçekleştiği zaman, alveoler kemik, kosta, vertebra veya uzun kemiklerden daha önce etkilenebilir. Bu bozukluğa bağlı oral değişiklikler sadece ileri hastalıkta meydana gelir. Lamina duranın kaybı en önemli bulgudur. Klinik olarak, bu hastalığı yaşayan hastalarda dişlerde lüksasyon gözlenebilir. Trabeküler kemipğin yapısı değişmiştir (113). İmplantlar eğer implantın uygulanacağı bölgede kemikte lezyon yoksa kontrendike değildir. 5.3.5.4. FİBRÖZ DİSPLAZİ Fibröz displazi fibröz bağ dokularının normal kemik bölgelerinin yerine geçtiği bir bozukluktur. Kadınlarda erkeklerde görüldüğünden iki kat daha fazla görülür. Monostatik (Tekli lezyonlar) veya poliostatik (Çoklu lezyonlar) olabilir. Yetişkinlerde monostatik kemik bozukluğu daha yaygındır ve % 20 oranında çene kemiklerinde görülür. Maksillada, mandibülada olduğundna iki kat daha yaygındır. Monostotik fibröz displazi ağrısız, progresif bir lezyon olarak başlar. Yüz düzlemi genellikle genişler. Dişlerde lüksasyon vardır. Dişlerin köklerinin yeri değişebilir, ancak eksternal rezorpsiyon nadirdir. Radyografide, trabekülasyondaki artmadan dolayı benekli bir görünüm sergiler (114). Poliostotik fibröz displazi hemen hemen tüm kemikleri etkileyebilir. Bu durum kırığa yatkınlığı arttırır. Dental implant uygulaması bu bozukluğun olduğu bölgelerde kontrendikedir. Kemiğin yokluğu ve artan fibröz doku implantın stabilitesini azaltır ve yerel enfeksiyon süreçlerine daha eğilimlidir. Bu yerel enfeksiyonlar kemiğe yayılabilir ve daha ileri komplikasyonlarla sonuçlanabilir. Fibröz displazi alanlarının cerrahi 88 olarak çıkarılması genellikle bir tedavi seçimidir. Durum uzun-dönemde düzeltildiğinde, bu alana implant uygulanabilir 5.3.5.5. OSTEİTİS DEFORMANS ( PAGET HASTALIĞI ) Osteitis deformans veya Paget hastalığı, yavaş ilerleyen, kronik bir kemik hastalığıdır. Bu bozuklukta osteoblastik aktivite hakimdir. Erkekler kadınlardan daha fazla etkilenir ve hastalar genellikle 40 yaşın üstündedir. Paget hastalığı artmış serum alkalin fosfataz, normal veya artmış kalsiyum ve normal fosfat seviyeleri ile fark edilir. Vakaların yaklaşık % 20’sinde ene kemikleri etkilenir (88). Maksilla çoğunlukla mandibuladan daha fazla etkilenir. Artan diş mobilitesi sıklıkla belirtilir. Dişsiz hastalar sıklıkla rahatsızlık duymadan protezlerini takamamaktadırlar (115). Radyografide kemiğe pamuk veya yün görüntüsü verirler. Kemik büyümeleri elle muayenede tespit edilir. Spontane kırıklar nispeten yaygındır. Paget hastalığı için hiçbir spesifik tedavi yoktur ve bu hastalar osteosarkom geliştirmeye yatkındırlar. Dental implantlar bu bozukluktan etkilenmiş bölgelerde kontrendikedir. 5.3.5.6. MULTIPLE MYELOM Multıple myelom kemik iliğinde meydana gelen bir plazma hücre neoplazmasıdır. Hiperkalsemi, immün süpresyon, anemi ve trombositopeniye sebep olur; çünkü geniş kemik hasarına yol açar. Hastalık genellikle 40 ve 70 yaş arasındaki hastalarda ortaya çıkar. Çoğunlukla iskelet ağrısı semptomlarıyla vücutta birçok kemiği etkiler. Patolojik fraktürler oluşabilir. Radyografide şişkin lezyonlar görünür. Hastalığın oral semptomları yaygındır (% 80) ve maksilla ve/veya 89 mandibulayı etkileyebilir. Parestezi, şişme, diş mobilitesi ve lüksasyon ortaya çıkabilir. Dişeti büyümeleri de meydana gelebilir. Multiple myelom için bir tedavi yoktur ve durum genellikle ölümcüldür, başlangıçtan 2 veya 3 yıl sonra ölüm gerçekleşir. İmplantlar çoğunlukla kontrendikedir. 5.4. GEBELİK İmplant cerrahisi prosedürleri gebe hasta için kontrendikedir. Dişhekiminin sorumluluğunda olan sadece anne değil, hem anne hem fetüstür. İmplant tedavisi için gerekebilecek radyografiler, kullanılan ilaçlar ve artan stres, isteğe bağlı implant uygulamasının çocuğun doğmasından sonraya ertelenmesinin sebepleridir. Ancak hasta, 3 ay ile 1 yıl arasında değişebilen iyileşme sürecinde gebe kalabilir. Periodontal hastalık çoğunlukla gebelik esnasında şiddetlenir. Dental profilaksi hariç, isteğe bağlı tüm dental tedaviler doğumdan sonraya ertelenmelidir. Bunlara istisna olabilecek durumlar çürük diş kontrolü veya acil dental uygulamalar olabilir. Bu durumlarda, anestezikler, analjezikler ve antibiyotikler dahil olmak üzere tüm ilaçların kullanımı için hastanın doktoruna danışılmalıdır. Genellikle lidokain, penisilin, eritromisin ve asetaminofen (Tylenol) tercih edilir. Aspirin, vazokonstrüktörler (Epinefrin) ve solunum depresyonuna sebep olan ilaçlar (Örneğin narkotik analjezikler) çoğunlukla kontrendikedir. Diazepam (Vallium), nitröz oksit ve tetrasiklinler her zaman kontrendikedir. Dental Implant Yönetimi: Gebeliklerin neredeyse % 15’i ilk 3 aylık dönemde spontane düşük ile sona erer. Dental profilaktik ziyaretler ikinci veya üçüncü trimesterde önerilir. Dişhekimi, üçüncü trimesterin sonlarına doğru fetüsün inferior 90 vena cava’ya baskısının bir sonucu olarak sırt üstü yatan annede hipotansiyon meydana gelebileceğini bilmelidir. 5.5. TÜTÜN KULLANIMI Tütün kullanımının (Sigara içme veya tütün çiğneme) sağlığa zararlı etkisi geçtiğimiz on yılda belgelerle iyice kanıtlanmıştır. Ulus çapında gerçekleştirilen ağız sağlığı araştırması, yaş, cinsiyet, ırk ve ağız sağlığı alışkanlıkları ile ilgili düzeltmeler yapıldıktan sonra bile, sigara içme ve zayıf periodontal sağlık arasında kesin bir ilişki kurmuştur (116). Benzer bulgular periodontal ataşman kaybı ve sigara arasında ilişki kuran bir başka çalışma tarafından da belgelenmiştir (117). Ayrıca, tütün periodontal hastalığı ilerletici bir faktör olarak da düşünülebilir; çünkü kemik kaybını hızlandırır (118,119). Aslında, tüm stomatognatik sistem tütünün yan ürünlerinin etkisinden nasibini alır. Tütün dumanı polimorfonükleer lökositlerin (PMN, polymorphonclear leukocytes) aktivitesini azaltır, kemotaktik migrasyon oranının düşmesine motilitenin ve fagositik aktivitenin azalmasına sebep olur. Bu koşullar inflamasyon, enfeksiyon direncinin ve yara iyileştirme potansiyelinin azalmasına katkıda bulunur (120,121). Sigara ile birlikte kalsiyum emilimide azalır (112). Ayrıca intraoral karsinomun sigarayla birlikteliği de belgelenmiştir. Literatürdeki raporlar sigara kullanıcılarında endosteal implantlar için daha düşük başarı oranları olduğunu gösterir. Başarısızlıklar mandibulaya göre maksillada daha fazla olmaktadır (123). 91 Ameliyat olduktan sonra insizyon çizgisi açılırsa, sigara kullanıcılarının sekonder iyileşme süreçleri gecikecektir, kemik kontamine olacak ve primer iyileşme esnasında erken kemik kaybına neden olacaktır. Bu yüzden dikkatli bir yaklaşım tavsiye edilmektedir. Doktorlar potansiyel implant hastalarına sigaranın genel ağız ve sistemik sağlıkları üzerinde olduğu gibi, tedavileri üzerinde de zararlı bir etkisi olabileceğini anlatmalıdırlar. Aynı zamanda hasta implant tedavisinden önce bir sigara bırakma programına başlamak üzere cesaretlendirilmelidir. 92 6. ÖZET Modern dişhekimliğinin amacı hastayı beklentileri doğrultusunda ağız sağlığına kavuşturmaktır. Kısmi ve tamamen dişsiz hasta geleneksel bir hareketli protez ile normal fonksiyon, estetik, konfor veya konuşmayı elde edemeyebilir. Hareketli protez kullanımı, doğal dişlerin sergilemiş olduğu fonksiyonu %60 oranında azaltır; ancak, implantüstü protezler bu fonksiyonları neredeyse normal sınırlara kadar yükseltebilir. Aynı zamanda dişsiz hastada estetik sorunlarda meydana gelebilir. Devam eden rezorpsiyon yüzde dönüşümü olmayan değişikliklere yol açar. İmplant, kemiği uyarır ve sağlıklı doğal dişlere benzer bir şekilde boyutunu korur. Ayrıca, implant destekli restorasyonlar estetik ve konuşma ile ilişkili olarak pozisyonlandırılabilir. Dişsiz hastaların yumuşak dokuları, incelen mukoza, azalan tükrük salgısı ve uygun olmayan protezin etkisiyle hassaslaşır. İmplantla desteklenmiş restorasyon yumuşak doku desteğine ihtiyaç duymaz ve ağız konforunu arttırır. Dil ve perioral kas yapısı, alt çenedeki hareketli protezin hareketini sınırlamak için şekil değiştirebilir. İmplantüstü protezler, kasların çabası olmadan da stabildir (102). Sistemik hastalıkların dental implant tedavisi üzerinde geniş kapsamlı bir etkisi vardır. Bunlar hafif, orta ve ağır olarak kategorize edilebilir. İmplant tedavisi aynı zamanda geniş bir tedavi aralığı sunmaktadır. 4 kategori belirlenmiştir. Hafif hastalığı olan kişiler tedavinin herhangi bir çeşidini izleyebilirler; daha ileri tedaviler için stres azaltıcı bir protokol önerilir. Orta dereceli hastalığı olan kişiler genellikle daha fazla gözetim gerektirirler; hastane yardımı çoğunlukla daha ileri prosedürler için gerekir. Ağır hastalıklar sıklıkla isteğe bağlı implant terapisinde kontrendikedir. 93 İmplantüstü protezler sıklıkla, geleneksel restorasyonlardan daha iyi bir tedavi süreci sunar. Bu yüzden meslek sahipleri ve halk bu disiplin konusunda giderek daha bilinçli hale gelmektedirler. 94 7. KAYNAKLAR 1. Http://www.ido.org.tr/default.asp?ID=699. 2. Alp C; Dental İmplant Endikasyonları, İzmir 2000, Bitirme Tezi . 3. Sönmez S; Tüm Yönleriyle Dişhekimliğinde İmplantoloji, İzmir 2005, Bitirme Tezi . 4. Tatum OH : Omni implant system, Birmingham, Ala, may 1988, Alabama Implant Congress. 5. National Institutes of Health consensus development conference statement on dental implants, J Dent Educ 52:686-691, 1988. 6. Watson MT: Specialist's role in implant dentistry rooted in history. A survey of periodontists and maxillofacial surgeons, Dental Products Reports, 14-18, Jan 1997. 7. Watson MT: Implant dentistry: a 10-year retrospective report, Dental Products Report, 26-32, Dec 1998 8. Marcus SE, Drury JF, Brown LS ec al: Tooth retention and tooth loss in the permanent dentition of adults: United States, 1988-1991,; Dent Res 75(spec issue):6S4-695, Feb 1996. 9. Meskin LH, Brown LJ: Prevalence and patterns of tooth loss in the U.S. employed adult and senior populations, J Dent Educ 52:686-691, 19S8 10. U.S. Department of Health and Human Services: Oral health of U.S. adults, national findings, NIH Publ No (87):28-68, 1987. 11. Bloom B, Gaft HC, Jack SS (1992): National Center for Health Statistics. Dental Services and Oral Health. United States, 1989 Vital Health Stat 10(183), DHHS Pat No (PAS) 93-1511, Washington DC, U.S. Government Printing Office. 95 12. Hirschfeld L, Wasserman B: A long term survey of tooth loss in 600 treated periodontal patients, J Periodontal 49:225-237, 1978. 13. Weintraub JA, Bret BA: Oral health status in the United States: tooth loss and edentulism, Dent Ed 49:368-378, 1998. 14. Meskin LH, Brown LJ, Brunelle JA: Patterns of tooth loss and accuracy of prosthodontic treatment potential in U.S. employed adults and seniors, Gerodondcs 4:126-135, 1988 15. Redford M, Drury TF, Kingman A et al: Denture use and the technical quality of dental prostheses among persons 18-74 years old in the United States between 19SS and 1991, J Dent Res 75(spec issue):714-725, 1996. 16. Freeman E, Ten Cate AR: Development of the periodontium: an electron microscopic study, J Periodontal 42:387-395, 1971. 17. Murray PDF: Bones: a study of the development and structure of the vertebrae skeleton, Cambridge, 1936, Cambridge University Press. 18. Roberts WE et al: Bone physiology and metabolism, Cal Dent Assocj 15:5461, 1987. 19. Bassett CA: Biologic significance of piezoelectricity, Cakif Tissue Res 1:252272, 1968. 20. Pietrokovski J: The bony residual ridge in man,; Prosthet Dent 34:456-462, 1975. 21. Carlsson G, Persson G: Morphologic changes oi the mandible after extraction and wearing ot dentures: a longitudinal clinical and x-ray cephalometric study covering 5 years, Odont Revy 18:27-54, 1967. 22. Tallgren A: The reduction in face height of edentulous and partially edentulous subjects during long-term denture wear: a longitudinal roentgenographic 96 cephalometric study, Acta OdontolScand 24:195-239, 1966. 23. Brodeur JM, Laurin P, Vallee R et al: Nutrient intake and gastrointestinal disorders related to masticatory performance in the edentulous elderly, J Prosthet Dent 70(5):468-473, 1993. 24. Marcus P, Joshi A, Jones J et al: Complete edentulism and denture use for elders in New England, } Prosthet Dent 76(3):260-265, 1996. 25. Mickey JC, Zarb GA, Bolender CL, editors: Bouchers prosth-odomic treatment for edentulous patients, ed 10, pp 3-27, St Louis, 1990, Mosby. 26. Gruber H, Solar P, Ulm C: Maxillomandibular anatomy and patterns of resorption during atrophy. In Warzek, editor: Endosseous implants: scientific and clinical aspects, ch 2: 29-62, Chicago, 1996, Quintessence. 27. Sassouni V: A classification of skeletal facial types, Am] Ortho 55:109123,1969. 28. Mercier P, Lafontant R: Influence of facial morphology classes on residual alveolar ridge atrophy, J Prosthet Dent 41:90-100, 1979. 29. Rissin L, House JE et al: Effect of age and removable partial dentures on gingivitis and periodontal disease, ] Prosthet Dent 42(2):217-223, 1979. 30. Howell AW, Manley RS: An electronic strain gauge for measuring oral forces, Dent Res 27:705, 1948. 31. Carr A, Laney WR: Maximum occlusal force levels in patients with osseointegrated oral implant prostheses and patients with complete dentures, Int) Oral Maxillofac Impl 2:101-110, 1987. 32. Rissin L et al: Clinical comparison of masticatory performance and electromyographic activity of patients with complete dentures, overdentures and natural teeth, J Prost/tet Dent 39: 508-511, 1978. 97 33. Carlsson GE, Haraldson T: Functional response. In Branemark PI, Zarb GA, Albrektsson T, editors: Tissue integrated prostheses: osseointegration in clinical dentistry, pp 155-163, Chicago, 1985, Quintessence. 34. Misch LS, Misch CE: Denture satisfaction: a patient's perspective, Int J Oral Implant 7:43-48, 1991. 35. Feldman RS, Kaput KK, Alman JE et al: Aging and mastication changes in performance and in the swallowing threshold with natural dentition, J Am Geriatr Soc 28:97-103, 1980. 36. Health MR: The effect of maximum biting force and bone loss upon mastication function and dietary selection in the elderly, Int Dent 7 32:345356, 1982. 37. Kapur KK: Influence of ingested food particle size on body weight of rats, J Dent Res 53:422-426, 1974.. 38. Chen MK, Lowenstein F: Masticatory handicap, socioeconomic status and chronic conditions among adults, J Am Dent Assoc 109:916-918, 1984. 39. Agerberg G, Carlsson GE: Chewing ability in relation to dental and general health, Acta Odontol Scand 39:147-153, 1981. 40. 44- Hildebrandt GH, Loesche WJ, Lin CF et al: Comparison of the number and type of dental functional units in geriatric populations with diverse medical backgrounds, J Prosthet Dent 73:253-261, 1995. 41. DeStefano F, Anda RF, Kahn HS et al: Dental disease and risk of coronary heart disease and mortality, Br Med J 306:688-691, 1993. 42. Syrjonen J, Peltola J, Valtonen V et al: Dental infections in association with cerebral infarction in young and middle-aged men, Intern Med 225:179-184, 1989. 98 43. Mattila KJ, Nieminen MS, Valtonen V et al: Association between dental health and acute myocardial infarction, Br MedJ 298:779-782, 1989. 44. Loesche WJ: Periodontal disease as a risk factor for heart disease, Compend Contin Educ Dent XV(8):976-992, 1994. 45. Carlsson GE: Masticatory efficiency: the effect of age, the loss of teeth, and prosthetic rehabilitation, Int Dent J 34:93-97, 1984. 46. Wilding R, Reddy J: Periodontal disease in partial denture wearers—a biologic index, j Oral Rehab 14:111-124, 1987. 47. Vermeulen A, Keltjens A, Vant'hof M et al: Ten-year evaluation of removable partial dentures: survival rates based on retreatment, not wearing and replacement, } Prosthet Dent 76(3):267-272,1996. 48. Zarb G, Schmitt A: Edentulous predicament. I. A prospective study of the effectiveness of implant supported fixed prostheses, ] Am Dent Assoc 127:5972, 1996. 49. Smith D: The mobility of artificial dentures during comminution, J Prosthet Dent 13:834-856, 1963. 50. Lundqvist S, Haraldson T: Occlusal perception of thickness in patients with bridges on osteointegrated oral implants, Sctind J Dent Res 92:88, 1984- 51. Walton JN, Gardner FM, Agar JR: A survey of crown and fixed partial denture failures: length of service and reasons for replacement, J Prosthet Dent 56:416, 1986. 52. Kapur KK: Veterans Administration cooperative dental implant study. Comparisons between fixed partial dentures supported by blade-vent implants and removable partial dentures. Part II. Comparisons of mastication performances between two treatment modalities, J Prosthet Dent 65:272-283, 99 1991. 53. Kapur KK: Veterans Administration cooperative dental implant study. Part IV. Comparisons of patient satisfaction between two treatment modalities, J Prosthet Dent 66:517-530, 1991. 54. Garrett NR, Kapur KK, Hasse AL: Veterans Administration cooperative dental implant study. Part V Comparisons of pretreatment and posttreatment dietary intakes, J Prosthet Dent 77:153-161, 1997. 55. Alder M, Kitchen S, Jrion A: Data book on the elderly: a statistical portrait, Washington, DC, 19S7, U.S. Department of Health and Human Services. 56. A profile of older Americans, 1988, American Association of Retired Persons. 57. Levy SM, Baker KA, Semla TP et al: Use of medications with dental significance by a non-institutionalized elderly population, Genxfontfcs 4:119125, 198S. 58. Miller CS, Kaplan AL, Guest GF: Documenting medication use in adult dental patients, 1987-1991, JADA 123:41-48, 1992. 59. Top 200 drugs of 1995, Pharmacy Times, PP 29-30, April 1996. 60. Moorthy AP, Coghlan K, O'Neil R: Drug therapy among dental outpatients, Br Dent J 156(7):261, 1984. 61. Pal S: Six drug classes cause most ADRs, U.S. Phawxacist (Hospital ed) 20(5):16, 1993. 62. USP Drug information for the health care professional, ed 15, vol 1, p 646, Rockville, Md, 1995, US Pharmacopical Convention, Inc. 63. Gage TW, Pickett FA: Dental drug reference, ed 2, p 431, St. Louis, 1996, Mosby. 64. Malamed SF: Physical and psychological evaluation. In Malamed SF, editor: 100 Sedation: a guide to patient management, ed 3, pp 32-62, St. Louis, 1995, Mosby. 65. Gilbert GH, Minaker KL: Principles of surgical risk assessment of the elderly patient, J Oral Maxillofac Surg 48:972-979, 1990. 66. Patient evaluation booklet, Misch Implant Institute, 1988. 67. McCarthy FM: Vital signs the six-minute warning, Am Dent Assoc 100:682691, 1980. 68. Halstead C, editor: Physical evaluation of the dental patient, pp 74-81, St Louis, 1982, Mosby. 69. Sabes WR, Green S, Craine C: Value of medical diagnostic screening tests for dental patients, J Am Dent Assoc 80:133-136, 1970. 70. Sones ST et al: Comparison of the nature and frequency of medical problems among patients in general specialty and hospital dental practices, J Oral Med 33:58, 1985. 71. Implant criteria workshop, Dearborn, Michigan, June 197S, American Academy of Implant Dentistry. 72. Misch CE: Medical evaluation of the implant candidate. Part Int J Oral Implant 2:11-18, 19S2. 73. Jolly DE: Interpreting the clinical laboratory, Gal Dent Assoc J 23(ll):32-40, 1995. 74. Gorman L, Bolt RJ, editors: Medical evaluation of the pre-operative patient, Med Clin North Am 63:6, 1979. 75. Sherlock S: Diseases of the liver and biliary system, Oxford. 1975, Blackwell Scientific. 76. Johnson BS: Altered hemostasis: considerations for dental care, Cal Dent 101 Assoc J 23(ll):41-54, 1995. 77. Bennett B: Coagulation pathways: inter-relationships and control mechanisms, Semin Hematol 14:301, 1977. 78. Benoliel R, Leviner E, Kati J et al: Dental treatment tor the patient on anticoagulant therapy. Prothrombin time value--what difference does it make? Oral Surg Oral Med Oral Path 62:149-151, 19S6. 79. Salzman EW: Hemostatic problems in surgical patients. In Col man RW, Hirsh J, Marder VJ et al, editors: Hemostasis and thrombosis basic principles and clinical practice, ed 2, pp 920-925, Philadelphia, 1987, Lippincott. 80. American Dental Association- Accepted dental therapeutics, ed 40, Chicago, 1984, American Dental Association. 81. Wahl MJ, Howell J: Altering anticoagulation therapy: a survey of physicians, Am Dent Ass 127:625-635, 1996. 82. Joint National Committee on detection evaluation and treatment of high blood pressure. The fifth report of the Joint National Committee on detection, evaluation and treatment of high blood pressure (JNC-V), Arch intern Med 153:154-183, 1993. 83. Hypertension Detection and Follow-up Program Cooperative Group: Five year findings of the hypertension detection and follow-up program. I. Reduction in mortality of persons with high blood pressure, including mild hypertension, JAMA 242:2562, 1979. 84. Muzyka BC, Glick M: The hypertensive dental patient, ] Am Dent Assoc 128:1109-1120, 1997. 85. Velasquez MT: Angiotensin II receptor blockers: a new class of antihypertensive drugs, Arch Fam Med 5:351-356, 1996. 102 86. Goldman L, Caldera D: Risks of general anesthesia and elective operations in the hypertensive patient, Anesthesiology 50:285, 1979. 87. Goldman L: Cardiac risks and complications ot noncardiac surgery, Am Intern Med 98:504, 1983. 88. Sones S, Fazio R, Fang L, editors: Principles and practice of oral medicine, Philadelphia, 1984, WB Saunders. 89. O'Rourke RA, Schlant RC, Alexander RW, editors: Chest pain in the heart, ed 8, pp 659-667, New York, 1994, McGraw-Hill. 90. Herman WW, Konzelman JL: Angina, an update for dentistry, JADA 127:98104, 1996. 91. Humphries JO: Survival after myocardial infarction: prognosis and management, Mod Concepts Cardiovasc Dis 46:51, 1977. 92. Pell S, D'Alonzo CA: Immediate mortality and live year survival of employed men with a first myocardial infarctitn, N Engl J Med 270:915, 1964. 93. Foster E et al: Risk of noncardiac operation in patients with defined coronary disease: the coronary artery surgery study (CASS) registry experience, Ann Thorac Surg 41:42, 1986. 94. Burkett LW, Burn CG: Bacteremias following dental extraction: demonstration of source of bacteria by means of a non-pathogen (Serratia marcescons), J Dent Res 16:521, 1937. 95. Korn VA, Schaffer EM: A comparison of the postoperative bacteremias induced following different periodontal procedures, J Periodontal 33:226, 1962. 96. Bender IB, Seltzer S, Yermish M: The incidence of bacteremias in endodontic manipulation, Oral Surg 13:353, 1960. 103 97. Cameron IW: SBE in an edentulous patient: a case report, Br MedJ 1:821, 1971. 98. Dajani AS, Taubert KA, Wilson W et al: Prevention of bacterial endocarditis. Recommendations by the American Heart Association. Am Med Assoc 277(22):1794-1801, 1997. 99. National Institutes of Health, American Diabetes Association, 1996. 100. Irvine WJ, Toft AD: The diagnosis and treatment of thyrotoxicosis, Clin Endocrinol 5:687. 1976. 101. Liddle GW, Melmon KG The adrenals. In Williams RH, editor: Textbook on endocrinology, ed 5, Philadelphia, 1974, WB Saundeis. 102. Misch CE, Moore P: Steroids and the reduction of pain, edema, and dysfunction in implant dentistry, lnt Oral Implant 6:27-31, 1989. 103. Dummett CO, Barens C: Oromucosal pigmentation: an updated literary review, J Periodontol 42:726, 1971. 104. McCarthy FM: Adrenal insufficiency. In McCarthy FM, editor: Essentials oj safe dentistry for the medically compromised patient, Philadelphia, 1989, WB Saunders. 105. Misch CE: Density of bone: effect on treatment plans, surgical approach, healing and progressive bone loading, lnt Oral Implant 6:23-31, 1990. 106. Konotey-Ahuke Fl: The sickle cell diseases, Arch Intern Med 133:611, 1974. 107. Burrows B: Physiologic variants of chronic obstructive lung disease, Chest 58(SuPpl 2):415, 1970. 108. Baglink DJ et al: Systemic factors in alveolar bone loss, J ProsthetDent 31:486, 1977. 109. Boning up on osteoporosis, a guide to prevention and treatment, pp 5-7, 104 National Osteoporosis Foundation, 1991. 110. Dempster DW: Bone remodeling. In Coe FL, Favis MJ, editors: Disorders of bone and mineral metabolisms, pp 355-380, New York, 1992, Raven Press. 111. Cann CE et al: Quantitative computed tomography for prediction of vertebral fracture risk, Bone 6:1, 1985. 112. Farley JR, Wergedal JE, Baylink DJ: Fluoride directly stimulates proliferation and alkaline phosphatase activity of bone forming cells, Science 222-330, 1983. 113. Henrikson P: Periodontal disease and calcium deficiency: an experimental study iri the dog, Acta Odontol Scand 26(suppl 50):1-132, 1968. 114. Obisesan AA et al: The radiologic features of fibrous dysplasia of the craniofacial bones, Oral Surg 44:949, 1977. 115. McGousar DA: Clinical problems in Paget's disease affecting the jaws, Br] Oral Surg 11:230, 1974. 116. Ismail AI> Burt BA, Eklund SA: Epidemiologic patterns of smoking and periodontal disease in the United States, I Am Dent Assoc 106(5):617-621, 1983. 117. Schenkein HA, Gunsolley JC, Koertge TE et al: Smoking and its effect on early-onset periodontitis, J Am Dent Assoc 126(8):1107-1113, 1995. 118. Arno A, Schei O, Loudal A et al: Alveolar bone loss as a function of tobacco consumption, Acta Odont Scand 17:3-10, 1959. 119. Feidman RS, Bravacos JS, Rose CL: Association between smoking different tobacco products and periodontal disease indexes, J Periodontol 54:481-487, 1983. 120. Noble RC, Penny BB: Comparison of leukocyte count and function in 105 smoking and nonsmoking young men, Immunol-ogy 12:550-555, 1975. 121. Jones JK, Triplett RG: The relationship of cigarette smoking to impaired intraoral wound healing, ] Oral Maxillofac Surg 50:237-239, 1992. 122. Krall EA, Dawson Hughes B: Smoking and bone loss among postmenopausal women, J Bone Miner Res 6:331-338, 1991. 123. Bain CA, Moy PK: The association between the failure of dental implants and cigarette smoking, Int J Oral Maxillofac Impl 8:609-615, 1993. 106