içindekiler 8 Mart’ları Yaratan ve Bugünlere Taşıyan Kadınların İnancıyla Güler Elveren. ......................................................................................................... 2 Kadınlar Günü’nün Fikir Annesi “CLARA ZETKİN” Başak Karaduman..............................................................................................4 Onlar Çalıp Çırptıkça Biz Yoksullaşıyoruz! Sibel Özbudun........................................................................................................ 8 Sendikal Mücadelenin Yeniden İnşası Kadınlarla Mümkün Satı Burunucu Çalı......................................................................................... 12 Mobbing’in Kadın Çalışanlar İçin Anlamı Melda Yaman...................................................................................................... 16 Özel Sayı Mart 2014 Kadın Mücadelesinin Geldiği Düzey Eş Başkanlık Sistemi Figen Aras................................................................................................................ 18 Sahibi ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Ömer Salih EROL HDP Kocaeli büyükşehir Eş Başkan Adayı Nilay Etiler ile Röportaj......................................................................... 21 TÜM BEL-SENDİKA Yayına Hazırlayan: Güler Elveren Yönetim Yeri: Sümer 2 Sokak No: 29/7 Kat: 4 Kızılay / ANKARA Tel: 0312 230 59 39 - 230 62 33 Faks: 0.312 230 48 29-39 web: www.tumbelsen.org.tr E-posta: posta@tumbelsen.org.tr Basım Tarihi: 03/03/2014 Basım Yeri: Hermes Tanıtım Ofset Baskı Hizm. Ltd. Şti. Kadına Yönelik Şiddetle Mücadelede Yirmi Yedi Yıl: Kadın Dayanışma Vakfı Gülsen Ülker......................................................................................................... 24 Cinsiyetçi Hukuk İçinde Kadın Avukat Olmak Candan Dumrul................................................................................................ 27 Dünyadaki Barış Görüşmeleri ve Kadınlar Nazan Üstündağ.............................................................................................. 30 Göçmenler ve Kadın Cahide Sarı............................................................................................................. 35 Alternatif Bir Ekonomi Denemesi: Jiyan Sabit Semt Pazarı.......................................................................... 39 Muhafazakarlığın Dönüşümü ve Kadın Hakları...................................................................................................... 40 8 Mart’ları Yaratan ve Bugünlere Taşıyan Kadınların İnancıyla... Güler Elveren Tüm Bel-Sen Merkez Kadın Sekreteri T arih defterine bir not düşüldü. Sene: 1910, Yer: Kopenhang, II. Uluslararası (Enternasyonal) Sosyalist Kadınlar Konferansı. Düşülen not: 8 Mart 1857 yılında, Newyorklu yüzlerce dokuma işçisi kadının fabrikada başlattığı grev esnasında, kuşkulu bir biçimde çıkan yangında yanan 129 kadın işçinin anısına 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar günü olmalı. Konferansta kararlaşan bu öneriyi sunan ise, o dönemin efsane devrimcisi Clara Zetkin. Hakları için mücadele eden kadınların ve işçilerin tercümanı Clara, Almanya’da ve diğer Avrupa ülkeleri ve Rusya’da sürdürdüğü mücadele sırasında “hayatın olduğu yerde savaşmak istiyorum” dedi. Her zaman da sarf ettiği, dile getirdiği sözünün eri olarak yaşadı. Boydan boya savaş dolu bir yaşam yani… Kadın konusuna eğilmek Clara’yı o zamanki tüm devrimcilerden ayıran, en belirgin özellik olmuştur. Aynı dönemdeki Polonyalı mücadeleci Roza Lüksemburg bile, kadın konusuna ilişkin bir konu tartışıldığı zaman; “Clara’ya sorun” der, Clara’nın bu konudaki ilgi ve yetkinliğini işaret ederdi. Clara, kadın işçilerin sendikal örgüt oluşturabilmesi ve iş koşullarının düzeltilebilmesi için, eşit ücret hakkı, seçme ve seçilme hakkı gibi kadınların toplumsal statüsünün değişimine dönük hak mücadelesinde, Fransız devriminden sonra eril sisteme başkaldıran kadınların bayrağını devralıp 20.yy’ın ortalarına kadar bu bayrağı hep yükseltir. Clara’da somutlanan binlerce yıllık mücadle birikiminin sonucu 8 Mart’ın ‘Dünya Emekçi Kadınlar Günü’ olarak ilan edilmesinin üzerinden tam 104 yıl geçti. 2014 yılının 8 Mart’ında aramızda olmasa bile bu tarihin her dönemine tanıklık ederek nefes nefese mücadele vermiş ve bu mücadele ruhunu ölümsüz kılmış efsane kadın Sara yoldaşı her şeyden önce saygı ve minnetle bir kez daha anıyorum. Çünkü Sara 2 Dünyanın her yerindeki kadınlar aynı sloganlarla, aynı afişlerle sokaklara çıkıyor, kadına yönelik taciz, tecavüz, ayrımcılığa, güvencesizliğe, eşitsizliğe, gözaltılara, savaşa ve kadın katliamlarına karşı direniş şarkılarını haykırıyor, aynı özlemler için taleplerini sıralıyor. yoldaş yaşamını baştanbaşa mücadeleyle örmüş, yaşamın yani kadın olmanın hakkını vermeyi başarmış bir hakikattir. Clara’nın “hayatın olduğu her yerde savaşmak istiyorum” deyip tüm kadınlara bıraktığı mesajı, Sara yoldaş; ”Zaten Hep Kavgaydı Yaşamım” diyerek yükselttiği direniş mücadelesiyle on binlerce kadını etrafında toplamayı başarmıştır. Sara yoldaş, Tanrıça İnanna’nın direniş çığlığını duymuş, Tiamat’a vurulan ölümcül darbeyi hissetmiş, Marya’nın kavgasına anlam biçmiş, Hz. Meryem’in sessizliğini kabul etmemiş, Hz. Ayşe’nin feryadını iliklerine kadar yaşamış, Olimpe’den Clara’ya, Roza’ya, Alexandera’ya uzanan kadın uyanışlarını heyecanla karşılayarak, onlarla aynı yolun yoldaşı olmuş, tarihten süzülüp gelen bir bilince dönüşmüştür. Hayatı üreten kadınların, hayata yön verme etkinliğine ulaşmasıyla dünyada şiddet adına, tahakküm adına, sömürü adına dolayısıyla yoksulluk, fakirlik adına hiçbir sorunun kalmayacağı da giderek anlaşılmaktadır. Kadınların tüm talepleri eşitlik, özgürlük, adalet temelinde, barış, kardeşlik özlemleri, umutlarıyla belirlenmektedir. Kadınlarda herkese yetecek bir yürek, herkesi kucaklayacak bir hoşgörü bulunmaktadır. Hayata, insanlığa kibirle, kıskançlıkla değil sevgiyle, hoşgörüyle, empatiyle yaklaşmakta, paylaşmayı, dayanışmayı hayatın vazgeçilmezi saymaktadır. Bunun böyle olduğu 8 Mart alanlarındaki pankartlardan talepleriyle, bir araya gelen her inançtan, etnik gruptan, sınıftan kadınların uyumlu çeşitliliğinden anlamaktayız. 8 Mart etkinlikleri kadınların ortak bir dili olduğunu, ortak bir bilinci ve yüreği olduğunu, bu dille konuşulunca birbirini anlama sorunlarının kalmayacağını, sorunların birbirini anlama temelinde çözülebileceğini ortaya koymuştur. Dünyanın her yerindeki kadınlar aynı sloganlarla, aynı afişlerle sokaklara çıkıyor, kadına yönelik taciz, tecavüz, ayrımcılığa, güvencesizliğe, eşitsizliğe, gözaltılara, savaşa ve kadın katliamlarına karşı direniş şarkılarını haykırıyor, aynı özlemler için taleplerini sıralıyor. Her yıl gerçekleşen 8 Mart etkinlikleri, tarihin ilk ve son sömürge ulusları kadınların dünya çapında aynı talepler temelinde eyleme geçtiğini, bunun yarınların büyük umudu olacağını ortaya koymuştur. Kadınların deri rengi, inancı, eğitim düzeyi, ekonomik geliri, mekânı ne olursa olsun tüm kadınlar özünde aynı talepler için mücadele etmekte, aynı özlemler peşinde koşmaktadır. 2014 yerel seçimlerin arifesinde olan ülkemizde demokrasinin beşiği olarak kabul edilen yerel yönetimlerin kadın bakışı ve özgürlük anlayışı gerçek tarihsel özüne dönüşeceğine inanıyoruz. Çünkü kadınların talepleri insanlığın komünal dönemden beridir özlemini çektiği ve bu uğurda canı pahasına mücadele ettiği talepleridir. Çünkü kadınların özlemleri insanlığın özlemleridir. Çünkü kadınların mücadelesi insanlığın mücadelesidir. Bunun böyle olduğu gün geçtikçe daha iyi anlaşılmakta, görülmekte ve kadınlar şahsında insanlığın ortaklaşmasına giden yolda buluşma yoğunlaşmaktadır. Kadınların kurtuluş adına baktıkları yer kesinlikle doğrudur. İnsanlığın kurtuluşu kadın inkârı üzerinden gelişen ataerkillik ve bunun dayandığı iktidar ideolojisi olarak toplumsal cinsiyetçiliğin aşılmasındadır. Toplumsal cinsiyetçilik aşılmadan hiçbir sorunun aşılmayacağı, çünkü bütün sorunların bu ideolojiden beslendiği artık somuttur. Bu nedenle tüm insanlık egemenlik, sömürge, işgal, eşitsizlik, adaletsizlik karşısındaki mücadelesini esas olarak toplumsal cinsiyetçilikle mücadele temeline oturtmalıdır. Ülkemizde paralelinden derinine kadar her türlü tekçi ve devletçi iktidar güçleri arasında süren kirli savaş ortamında bilinçli veya bilinçsiz bir şekilde figüran olmayıp, kendi coğrafyamızda yaşayan halklarımızdan başlayarak bütün insanlık için bir alternatif yaratmak istiyorsak; önümüzdeki yerel seçimlerden başlamak üzere her alanda 8 Mart’ları yaratan kadınların inancı ve kararlığını örnek alarak toplumsal cinsiyetçi anlayışla mücadele etmeli birleştirdiğimiz ellerimizle eşitlikçi ve özgürlükçü yeni bir yaşamı şimdiden kurmaya girişmeliyiz. 3 Kadınlar Günü’nün Fikir Annesi “CLARA ZETKİN” Başak Karaduman Tüm Bel-Sen İzmir 1 No’lu Şube Kadın Sek. C lara Zetkin geçtiğimiz yüzyılın en önemli kadın sosyalist kişiliklerinden biridir. 19. ve 20. yüzyıl Marksizmine ömrünü adamış eylemcisi, düşünürü ve yazarıdır. Özellikle "kadın sorunu" çerçevesindeki mücadeleleri ve bu alandaki makaleleri devrin sosyalistleri arasındaki erkek egemenliğine ve ataerkil düşünce ve tutumlara karşı bir isyan niteliğindedir. Birinci Dünya Savaşında parlamentoda Almanya Sosyal Demokrat Partisinin kadın sorumlusuyken, savaş karşıtı tutumu nedeniyle partisiyle ayrılığa düşmeyi göze alabilen cesur bir kadındır. 8 Mart Dünya Kadınlar Gününün yaratıcısıdır. Birleşene kadar Doğu Almanya'nın 10 Mark banknotlarının üstünde fotoğrafı yer almıştır. Clara Zetkin, SPD'den yakın arkadaşı Rosa Luxemburg ile birlikte, kadınların oy hakkı ve fırsat eşitliği gibi konularda kadın politikasına da eğilmiş, sosyal demokrat kadın hareketini geliştirmeye çalışmıştır. 1891'den 1917'ye kadar SDP'nin kadın gazetesi Die Gleichheit (Eşitlik)’in editörlüğünü yapmıştır. 1907’de Uluslararası Sosyalist Kadınlar gününü organize eden Zetkin, tüm sosyalist partileri kadınların oy hakkı için mücadele etmeye çağırmış, kadın haklarının korunması için mücadele vermiştir. 1908 yılında New York Sosyal Demokrat Kadınlar Birliği bu çağrıya uyarak büyük bir gösteri gerçekleştirir. Bundan 104 yıl önce New York’ta 20 bin kadın işçi, çalışma koşullarını ve adaletsiz ücretleri kınamak için grev yaparlar. Şubat 1910’a kadar süren grev sırasında polis 700 kadar kadını tutuklar. 26-27 Ağustos 1910 tarihinde Danimarka'nın Kopenhag kentinde 2. Enternasyonal'e bağlı kadınlar toplantısında (Uluslararası Sosyalist Kadınlar Konferansı) Clara Zetkin, 8 Mart 1857 tarihindeki tekstil fabrikası yangınında ölen kadın işçiler 4 anısına 8 Mart'ın "Internationaler Frauentag- International Women's Day - Dünya Kadınlar Günü" olarak kutlanması önerisini getirmiş ve öneri oybirliğiyle kabul edilmiştir. 19 Mart 1911’de de Avrupalı sosyalistler ilk kez bir uluslararası kadınlar gününü kutlayarak, İsviçre, Avusturya, Danimarka ve Almanya’da yaşayan bir milyondan fazla kadına eşit haklar sağlanması için seslerini yükseltir. İlk Dünya Emekçi Kadınlar Günü protestolarından... Kadınlar ve hatta erkekler bu günü "Kadınlar gökyüzünün yarısını elinde tutuyor" pankartlarıyla kutlamışlardır. 8 Mart için, ilk yıllarda belli bir tarih saptanmamış, fakat her zaman ilkbaharda anılıyordur. Rus sosyalist kadınlar 23 Şubat 1917’de Petrograd’da yapılan bir kadın hakları protestosunda “ekmek ve barış” sloganlarıyla polisle çatışır. Eski Rus takviminin 23 Şubat günü, Sovyet Devrimi’nden sonra kabul edilen Bati takvimindeki 8 Mart’a rastladığından, 1918’den itibaren Kadınlar Günü 8 Mart’ta kutlanmaya başlanır. Vladimir Lenin 1922’de Uluslararası Kadınlar Günü’nü bir komünist bayramı olarak ilan eder. Birinci ve İkinci Dünya Savaşı yılları arasında bazı ülkelerde anılması yasaklanan Dünya Kadınlar Günü, 1960’ların sonunda kadın hareketinin tekrar canlanması, Birleşmiş Milletlerin 1975 yılını kadın yılı olarak ilan etmesi ve bunu takiben 1975-1985 arasının kadınların on yılı olarak açıklanması ve 1977’de BM tarafından 8 Mart’ı “Dünya Kadınlar Günü” olarak kabul edilir. Bu gün dünyanın her yerinde 8 Mart sadece kadınları hatırlamaya değil, kadın hakları, kadın-erkek eşitsizliği ve kadına karşı şiddet gibi sorunların da tartışılmasına vesile olmaktadır. Türkiye'de 8 Mart Dünya Kadınlar Günü ilk kez 1921 yılında "Emekçi Kadınlar Günü" olarak kutlanmaya başlanır. 1975 yılında ve onu izleyen yıllarda daha yaygın, ve yığınsal olarak kutlandı, kapalı mekanlardan sokaklara taşınır. "Birleşmiş Milletler Kadınlar On Yılı" programından Türkiye'nin de etkilenmesiyle, 1975 yılında "Türkiye 1975 Kadın Yılı" kongresi yapılır. 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi'nden sonra dört yıl süreyle herhangi bir kutlama yapılmaz. 1984'ten itibaren her yıl çeşitli kadın örgütleri tarafından "Dünya Kadınlar Günü" kutlanmaya devam edilmektedir. 5 8 Mart’ın fikir annesi ve "Yaşamın olduğu yerde savaşmak istiyorum" sloganın sahibi Clara Zetkin bu noktaya nasıl varmıştır? Her şey II. Enternasyonal’in 1910 yılında yapılan kadın konferansında bir öneriyle başlar ancak hemen orada bitmez. Clara Zetkin 1857'de doğar. Fransız burjuva devriminin etkisiyle serbest burjuva eğitim alarak büyür ve ilk gençlik çağından itibaren sosyalizm düşüncesine sempati duymaya başlar. İlk eşi Ossip Zetkin sayesinde, Clara işçi sınıfının düşünce dünyasına daha fazla girer. Zetkin siyasete yöneldiği ilk günlerden itibaren emekçi kadınların konumlarıyla ilgili olur. İki soru üzerinde sürekli durdu: İlki sosyalist toplumda kadının yeri nerededir? İkincisi, sosyalistler kadınları nasıl uyandırıp mücadelenin içine çekebilirler? Clara Zetkin, bir keresinde halka açık bir toplantıda konuşma sırası kendisine geldiğinde, o kadar dolu olmasına rağmen, sesini hafifçe yükselterek, konuşmaktan vazgeçtiğini söyler. Fakat, Paris'te 1889'daki II. Enternasyonal'in kuruluş kongresinde ismi okunduğunda bu korkuyu yener ve başlangıçta tutuk, sonra gittikçe kendisinden daha emin ve daha akıcı bir dille, genç kızların ve kadınların davasını temsil eder: "Sosyalistler bilmek zorundadır ki; günümüzdeki ekonomik gelişmede kadınların çalışması bir zorunluluktur... Sosyalistler her şeyden önce bilmelidir ki, ekonomik bağımlılık veya bağımsızlık, sosyal kölelik veya özgürlükle ilintilidir.” "İnsan suretindeki her şeyin kurtuluşunu slogan edinmiş olanlar, insan cinsiyetinin bir yarısını ekonomik bağımlılıkla siyasal ve sosyal köleliğe mahkûm edemezler. İşçiler kapitalistler tarafından nasıl boyunduruk altına alınmışlarsa, kadın da erkek tarafından öylesine boyunduruk altına alınmıştır ve ekonomik özgürlüğüne kavuşmadığı sürece de öyle kalacaktır. Kadınların ekonomik bağımsızlıkları için en gerekli şart çalışmaktır…..Ka- 6 dın işçiler kadının özgürlüğünün ayrı değil, büyük sosyal sorunun bir parçası olduğundan tamamen emindirler. Bu sorunun bugünkü toplumda hiçbir zaman çözülemeyeceğinin, ancak toplumun köklü değişiminden sonra bunun mümkün olabileceğinin de bilincindedirler... Kadının özgürlüğü, tüm insanoğlunun özgürlüğü gibi, yalnızca emeğin sermayenin boyunduruğundan kurtulmasıyla olacaktır.” II. Enternasyonalin kuruluş etkinliğinde, dünya işçi sınıfı temsilcilerinin bulunduğu bir yerde kadınların ezilmişliğine ilişkin böylesi bir konuşmanın tarihi değeri çok önemlidir. Clara Zetkin sosyalist partilerde hakları için mücadele etmek isteyen kadınlara tercüman olmaktadır. “…kadınlar sosyalist bayrak altına girmişlerdir... Fakat onlar şimdi bu bayrak altında duruyorlar ve burada kalacaklar! Burada özgürlükleri için, eşit haklara sahip insan olarak kabul edilmeleri için savaşıyorlar…” Zetkin’in tutkuyla dile getirdiği talepler yankısız kalmaz. Alman sosyal demokrasisi bir yıl sonra yeni programını bitirdiğinde bu programın içinde kadının ekonomik, siyasal ve hukuksal eşitliği de vardır. Clara Zetkin, emekçi kadın hareketini işçi sınıfının sosyalist mücadelesi altında toplama sorumluluğunu yaşamı boyunca hisseder 8 Mart'ın Dünya Kadınlar Günü olarak kutlanmasını öneren Clara Zetkin (solda) Rosa Luxemburg ile. Zetkin bir yandan da kadın işçilerin çıkarını kollayan Eşitlik adlı bir derginin kurucu ortağı ve yöneticisi olur. 25 yıl boyunca bu dergide elinden kalem düşmez. Eşitlik dergisinin yayın politikası, kadınların sendikal hareket ve Parti’nin seçim propagandası çalışmalarında etkisini hemen gösterir. Kadınlar sınıf mücadelesinde, toplumsal hayatta dinamik bir güç olmaya başlar. Ağustos 1907’de sosyalist kadınların ilk uluslararası toplantısına 14 ülkeden 56 delege katılır. Bu kadınlar Clara Zetkin'i uluslararası sekreterliğe seçer ve Eşitlik dergisini uluslararası yayın organı olarak belirlerler. Dergide, iş süresinin kısaltılması, anneler ve çocuklar için koruma kanunlarının çıkartılması, fabrikalara kadın denetimcilerin yerleştirilmesi; üretimi evinde yapan kadın işçilerin koşullarının iyileştirilmesi; uşaklık düzeninin kaldırılması; çocuk sömürüsünün bertaraf edilmesi gibi talepler sürekli dillendirir. Clara Zetkin yaşamı boyunca kadın ve çocuk sorunlarıyla ilgilenir. Kadın yoldaşlarının problemlerini dinleyip, işçi kadınların yaşam koşullarını yakından izlemiştir. 1923 yılında sağlık durumu giderek kötüleştir. Tüm hastalıklarına rağmen, Clara Zetkin 1932 yılında Reichstag'ın en yaşlı üyesi olarak yaptığı açılış konuşmasını yapar. Kelimenin tam anlamıyla son nefesine kadar çalışır, 20 Haziran 1933'de yaşama veda eder. Emekçi kadınlar açısından önemli bir günü olarak 8 Mart’ın anlamı ve önemi bakımından devrimci kadınlar arasında ilk akla gelen isim olan Clara Zetkin’in anısının yâd edilmesi, 8 Mart’ın anlamını açısından önemlidir. Zira, kadın hakları mücadelesi uluslararası platformlarda, özellikle işçi sınıfı mücadelesinin geliştiği Avrupa’da 19. yüzyılın son çeyreği itibariyle, daha çok işçi sınıfı mücadelesinin bir parçası olarak gelişmiştir. Son yıllarda 8 Mart’ın içini boşaltma, tüketim nesnesine indirgeme ve kutlamalara dönüştürme çabaları, emekçi ve sosyalist kadınların, feministlerin, demokratik kitle örgütü ve sendikaların 8 Mart’ı içeriğine uygun bir biçimde sahiplenmesinin önüne geçememiştir. Bugün 8 Mart, dünyanın her yerinde ortak bir mücadele günü olarak erkek egemen sömürü düzenine karşı bütün kadınlar tarafından benimsenmektedir. New Yorklu kadınların sesini 1910 yılındaki konferansa ulaştıran ABD’li kadın emekçileri ve bu çığlığı dünyanın kadınlarına ileten Clara Zetkin’i sesini bugün hala duyuyoruz; çünkü eşit işe eşit ücret, uzun çalışma sürelerinin kısaltılması temel talebinin yanında, kadına yönelik şiddete, kadının eve hapsedilmesine, bedeninin tahakküm altına alınmasına ve diğer sorunlarına karşı hep birlikte, sesimizi diğer kadınların sesiyle meydanlarda birleştirmeye devam ediyoruz. 7 Onlar Çalıp Çırptıkça Biz Yoksullaşıyoruz! Sibel Özbudun Akademisyen,Antropolog “İktidar yolsuzlaştırır. Mutlak iktidar X mutlaka yolsuzlaştırır.”[1] X. yüzyılın son onyıllarında, Dünya Bankası ve diğer ulusaşırı finans kurumları, özellikle “yükselen pazarlar” olarak kutsanan neo-liberal korsan devletlerdeki rüşvet ve yolsuzlukların maliyetinin, onlara dayattıkları “yapısal uyum programları”nın getirilerini asgarîleştirdiğini gördüğünden bu yana, “yolsuzluklar” başlığını, özellikle UNDP (Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı) gibi “şefkat” aygıtları eliyle gündeminde tutmakta. Öyle ya, Çokuluslu Şirketler, el sürülmemiş ya da pek az el sürülmüş uçsuz bucaksız yeni kaynaklara (petrol, doğalgaz, su, yer altı zenginlikleri, orman, tarımsal ürünler ve de aklınıza ne gelirse), el sürülmemiş ya da pek az el sürülmüş pazarlara erişmek, neo-liberal rüzgârları arkasına alıp bir an önce köşeyi dönme hırsındaki sınır tanımaz iktidarların giriştiği “çılgın” (ve ballı!) projelerden pay kapmak için ulusal bürokrasilere, siyasetçilere, aracılara, yerel yönetimlere tonla rüşvet yedirmek zorunda kalıyor; bu da yatırım maliyetlerini fena hâlde yükseltiyor. BM’nin kurumları son zamanlarda bunun derdinde… Neo-liberal iklimin her derde deva formülü malûm, bu gibi “sosyal projeler”i olabildiği kadar sivil toplumun sırtına yıkmak. Bu alanda da büyük ölçüde öyle yapıyorlar. BM ve paralel kuruluşların “yolsuzluk” vaazlarında popüler temalardan biri de, “toplumsal cinsiyet-yolsuzluk ilişkileri”. Konu en azından 2000’lerin başından bu yana, DB’nin gündeminde. Dönemin gözde saptaması, kadınların yolsuzluğa daha az yatkın oldukları yolunda. Örneğin 8 Banka’nın toplumsal cinsiyet eşitliği konusundaki siyasa önerilerini kapsayan Engendering Development (Dünya Bankası, 2001: 96)’da, kadınların siyasete katılımıyla yolsuzluk arasında ters orantı olduğu, bunun ise kamuda kadın mevcudiyetini güçlendirme konusunda yeni bir itki sağlayacağı belirtiliyor. Williams College, Kalkınma Ekonomisi Merkezi’nden Anand Swamy ve arkadaşları da benzer bir araştırmada aynı sonuca varıyorlar (“Gender and Corruption”, Ağustos 2000): kadın kamu görevlileri, yolsuzluğa daha az bulaşıyor! Bu teze dayalı politikaları hayata geçiren ülkeler yok değil; örneğin Peru’nun eski devlet başkanı Fujimori 1998’de Lima’da trafiğin denetimini kadın trafik polislerinin eline bırakacağını açıklamış; Meksika’da 2003’de kara ve deniz sınırlarındaki gümrük denetimi tümüyle kadın personelin eline terk edilmiş. Uganda’da ise, yerel yönetim sisteminde muhasebeye ilişkin görevler, büyük ölçüde kadınlara tevcih edilmekteymiş. Ancak kadınların yolsuzluğa daha az karıştığı yolundaki görüşe yönelik ihtiyat payları ve eleştiriler de gecikmeksizin dile getirilmeye başlandı. Örneğin, Rice Üniversitesi’nden Justin Esarey ile Ulusal Demokratik Enstitü’den Gina Chirillo,[2] bu saptamanın kısmî bir doğru olduğunu, ancak sorunun siyasal bağlamdan soyutlanarak ele alınmaması gerektiğini vurguluyorlar. Yazarlara göre kadınların siyasal görev ve sorumluluklar üstlenmesindeki yoğunlukla yolsuzluk arasındaki ters orantı, ancak şeffaf ve “demokratik” sistemlerde geçerlidir. Otokratik yönelimli ülkelerde ise, kadınlarla erkeklerin rüşvet ve yolsuzluk karşısındaki tavırlarında bir farklılaşma gözlemlenmemektedir. Sussex Üniversitesi Kalkınma Araştırmaları Enstitüsü’nden Anne Marie Goetz ise,[3] kadınların yolsuzluklara daha az karıştıkları vb. yollu genellemelerin kadınların “daha iffetli, daha ahlâklı” vb. olduğu yolundaki sağcı söylemlerin yeniden üretilmesinden öte bir anlam ifade etmeyeceği gibi, bunun biyolojik-temelli bir önerme olduğu, kadınlar arasındaki etnik, sınıfsal vb. farklılaşmaları gözlerden gizlediği itirazlarını dile getiriyor. Kadınların -doğaları gereği- yolsuzluğa daha uzak oldukları yönündeki saptamaya katılmak, Kösem Sultan’lara, Hürrem Sultan’lara, Semra Özal’ın Papatyaları’na, Tansu Çiller’lere ve son demlerde de kirli çamaşırları her gün internet sitelerine, gazete sayfalarına ve ekranlara saçılan Chanel tesettürlü 4x4’lü yeni sosyeteye yataklık etmiş bir ülkede, çok zor… Sorun elbette ki sınıfsal ve sınıfsal olarak ele alınmalı. Talan, yolsuzluk ve rüşvetin bir sermaye birikim rejimini desteklediği ülke ve evrelerde, politikada görünür ve (en azından görünüşte) hesap verebilir konumda olan erkeklerin, eşleri ve evlatları(nın kurduğu şirketler, üzerine yapılan gayrımenkuller sayesinde devasa servetler devşirebildiği, yabancımız değil! Zaten, kadınlar yolsuzluklara daha az mı, daha çok mu bulaşıyorlar tarzı bir sorunun kendisi bir mugalata. Soru, yolsuzluklardan hangi toplumsal kesim(ler)in en fazla etkilendiği şeklinde sorulduğundaysa, işin rengi değişiyor. Ergin Yıldızoğlu, rüşvet ve yolsuzluğun “bir ekonomik modelden diğerine geçerken oluşan belirsizlik ortamında, ‘yasal boşluklarda’ aniden çoğal”dığını[4] belirtirken, haklıdır. Bir adım daha atalım, yolsuzluk ve rüşvet, kapitalist sistemin farklı birikim rejimi evrelerini açan “ebelik” görevini üstlenmektedir adeta. Bizatihi kapitalizm, “ilkel birikim”ini talan, yağma ve korsanlıkla sağlamış değil midir? (Batı Avrupa kapitalizmi varlığını İspanyol, Portekiz, İngiliz korsan gemilerinin Amerika kıtasından taşıdığı altınlara borçlu değil midir?) Rüşvet ve yolsuzluk ise, iç talan biçimleridir. Ya da şöyle söyleyeyim; günümüzde yolsuzluk ve rüşvet, bürokrasinin, burjuvazinin talan aracılığıyla sermaye birikimi sağlayan kesimleriyle kurduğu ortaklığın adıdır. Sosyalist sistemin çöküşünün ardından Rusya’nın mafyatik kapitalizmi, birikimini çeteleşmiş bir bürokrasinin sınır tanımayan talanından sağlamadı mı? Türkiye kapitalizminin ithal ikameci rejimden neo-liberal rejime geçişi, Turgut Özal önderliğinde bir kleptokrasiyi “küreselleşen” Türkiye burjuvazisine eklemlemedi mi? Ve günümüzde, beş-on yıl öncesine dek Karayolları’ndan elektrik direği ihalesi aldıklarında bayram yapan müteahhitlik firmalarının bugün Kanal İstanbul, 9 Onlar çalıp çırptıkça, kadınlar, büzülen, küçülen aile bütçelerini sürdürebilmek adına, ucuzlayan sebze artıklarını alabilmek için akşam vakti pazar yerlerine koşuyor, ekmeği üç kuruş daha ucuza alabilmek için Halk Ekmekler önünde uzun kuyruklar oluşturuyor; doğalgazdan tasarruf için kaloriferi iptal edip sobaya dönüyor, soba zehirlenmesinden ailece can veriyor; onlar yolsuzluklarla semirdikçe, kadınlar küçülen iş yerlerinde işten çıkartılıyor, ya da boğaz tokluğuna ter atölyelerinde günde 14 saate, taşeronluğa mahkûm ediliyorlar… üçüncü havaalanı, üçüncü köprü, otoyollar gibi işleri kapmada yarışması, yolsuzluklardan, rüşvetten arî düşünülebilir mi? [Başbakan’ın talimatıyla Sabah-atv’nin satışı için “salma” çıkartılıp iki ayda 630 milyon dolar toplanan şirketlere bakar mısınız: “İstanbul’un ‘Çılgın Projesi’ Kanal İstanbul’un en önemli ayağı olarak tanıtılan 3. havaalanının yapımını üstlenen müteahhitler Cengiz İnşaat, Limak İnşaat ve Kolin İnşaat, demiryolu projelerinde aldığı ihaleler ile tanınan Makyol İnşaat, IC İçtaş İnşaat ve Özaltın İnşaat, vb.”[5] Onlar bile isyan ettiklerine göre… [6]] Hâl böyle olunca, Başbakan’ın “Ben yolsuzluk dendiğinde şunu anlarım; devletin kasası soyuluyor mu soyulmuyor mu? Ayakkabı kutusu içerisinde söylenen olaylar, Halk Bankası’ndan alınan ya da soyulan para değildir,”[7] demesi, laf-ı güzaftan ibarettir; çünkü ayakkabı kutusundan çıkan paralar, siyasal iktidar ve onunla iç içe geçmiş bürokrasinin, ormanları, havayı, suyu, ekosistemi, iklim dengesini talan, bunu yaparken de mevcut yasal düzenlemeleri (ihale yasası, ÇED önlemleri vb.) delik deşik eden müteahhitlerden (ya da genel adıyla burjuvaziden), bu talanın önünü açmak karşılığında aldığı paydır; ve tümü de halkın cebinden çıkmaktadır: vergi ve artı emek olarak. 10 Bir başka deyişle, yolsuzluk, emekçi sınıflardan sermaye sınıfına kaynak aktarımından başka bir şey değildir. Şu an ete kemiğe büründüğü haliyle ise, halk kesimlerinde, bırakın kalkınmayı, nisbî yoksulluğun daha da artmasına, sermaye ile emek arasındaki servet uçurumunun daha da açılmasına yol açmaktadır. Kısacası, onlar çaldıkça, rüşvet yedikçe, yolsuzluk yaptıkça biz yoksullaşıyoruz: biz emekçiler; en çok da kadınlar. Onlar çalıp çırptıkça, kadınlar, büzülen, küçülen aile bütçelerini sürdürebilmek adına, ucuzlayan sebze artıklarını alabilmek için akşam vakti pazar yerlerine koşuyor, ekmeği üç kuruş daha ucuza alabilmek için Halk Ekmekler önünde uzun kuyruklar oluşturuyor; doğalgazdan tasarruf için kaloriferi iptal edip sobaya dönüyor, soba zehirlenmesinden ailece can veriyor; onlar yolsuzluklarla semirdikçe, kadınlar küçülen iş yerlerinde işten çıkartılıyor, ya da boğaz tokluğuna ter atölyelerinde günde 14 saate, taşeronluğa mahkûm ediliyorlar… Onlar bir yerlerimize “koydukça”, iflas eden esnaf, işten çıkartılan işçi, gününü kahvede pinekleyerek geçiren işsiz, hırsını evdeki karısından, çoluk-çocuğundan çıkartıyor; kadına yönelik şiddet, dizginlerinden boşanıyor… Onlar SİT alanlarındaki yalılarının, villalarının sayısını katladıkça, icralık kiracıların sayısı artıyor; konutlar, dükkânlar boşaltılıyor… Onlar rüşvet yedikçe, halkın kaynaklarını “haramîler”in cebine aktardıkça nedense hep bir “pasta” olarak tahayyül ettikleri “millî gelir”den aldıkları dilimler büyüdükçe büyüyor, işçileri, işsizleri, emekçileri, dargelirlileri, köylüleri ile büyük çoğunluğun payına düşen kırıntılar seyreliyor. Ve büyüyen, genleşen yoksulluk, dönüp dolaşıp kadınları vuruyor. Toplumsal-cinsiyet duyarlı bütçe analizleri, örneğin, pek çok ülkede erkeklerin kamu harcamalarından kadınlara göre daha fazla yararlandığını gösteriyor. Kadınlara hasredilen programlara tahsis edilen bütçelerin, genel bütçe içindeki payı zaten “ihmal edilebilir” bir düzeyde. Evet, sorun “çalıyorsa benden çalıyor; elâleme ne?” sığlığına sığdırılamayacak kadar boyutlu. Çünkü yolsuzluk ve rüşvet salt “siyasal etik” ile ilişkili değil, aynı zamanda sermaye birikim stratejileriyle ilgili görüngüler… Onlar kamu kaynaklarını yağmaladıkça, bu pay daha da küçülüyor.[8] Ve nihayet, kamu görevlileri rüşvetten, yolsuzluktan beslendikçe, gündelik işleri yürütmek için trafik polisinden hastane görevlisine, adliye memurundan karakoldaki polise rüşvet şebekeleri gündelik kamusal yaşamı sarmaladıkça, kadınların çocuklarını okutması, adlî işlerini çözümlemesi, sağlık hizmetlerinden yararlanması güçleşiyor çocuğu için istenen kayıt parasını karşılayamadığı için okul temizletilen, yatak bulamayıp hastane hastane dolaştırılan kadınları düşünün lütfen… Evet, sorun “çalıyorsa benden çalıyor; elâleme ne?” sığlığına sığdırılamayacak kadar boyutlu. Çünkü yolsuzluk ve rüşvet salt “siyasal etik” ile ilişkili değil, aynı zamanda sermaye birikim stratejileriyle ilgili görüngüler… Ve birileri, elimizdeki vakada “Anadolu Kaplanları” küresel kapitalizme açılabilmek için sermaye biriktirdikçe hepimiz yoksullaşıyoruz; hele ki kadınlar! NOTLAR [1] Emerich Acton. [2] Justin Esarey, Gina Chirillo “ ‘Fairer Sex’ or Purity Myth? Corruption, Gender and Institutional Context” Politics & Gender, 9 (2013), ss.361-389. [3] Anne Marie Goetz, “Political Cleaners: How Women are the New Anti-Corruption Force. Does the Evidence Wash?” 2003. [4] Ergin Yıldızoğlu, “Yolsuzluğun Ekonomi Politiği”, Cumhuriyet, 11 Şubat 2014. [5] “Sabah ve ATV İçin İşadamlarından İhale Karşılığı Para Toplanmış”, Zaman, 1 Şubat 2014. [6] “Havuz”a 115 milyon dolar veren işadamı Nihat Özdemir şu tepkiyi gösteriyor: “Ben eve geldim var ya, hanımın falan kimsenin yüzüne bakmadım. Doğru böyle soyundum yatağa girdim. Sabah uyandım. Ya bak benim burama geldi ya. Dün bana işkenceydi ya.” (Zaman, 1 Şubat 2014.) [7] “Başbakan Erdoğan Yolsuzluk İddialarına Cevap Verdi”, Cafesiyaset http://www.Cafesiyaset. com/basbakan-erdogan-yolsuzluk-iddialarinacevap-verdi_400926.html#ixzz2t2hDelCp [8] “Gender and Corruption: Are Women Less Corrupt?”, Uluslararası Şeffaflık Örgütü, 7 Mart 2000. 11 Sendikal Mücadelenin Yeniden İnşası Kadınlarla Mümkün Satı Burunucu Çalı Tüm Bel-Sen Örgütlenme Sekreteri D 12 ünya sendikal hareketinin kadın hakları mücadelesi 1857’den bu yana “eşit işe eşit ücret, sosyal güvence, eğitim ve kariyer fırsatlarında eşitlik, kreş, bakımevi vb.” taleplerle sürüyor. Bunlara ek olarak bugün sosyal güvenliğin tasfiyesi, esnek çalışma, çalışma koşullarının giderek kötüleşmesi, eğitim ve sağlığın paralı hale getirilmesi, işyerleri de dâhil olmak üzere her gün daha çok artan şiddet koşullarında yaşıyoruz.(!). Sermaye sınıfı ve hükümeti AKP, kadın emeği istihdamının arttırılmasını güvencesiz ve esnek çalışmanın yaygınlaştırılmasına bağlıyor, istihdam paketleri ile bizi daha da köleleştirmek istiyor. Ev içi ve bakım emeği sömürüsünün yanı sıra ikincil görülen emeğimiz bir süredir daha çok değersizleştirilerek daha çok koca ve aileye bağımlılık arttırılmaktadır. Bu sürece bir de kapatılan kreşler, kaldırılan servisler, gece vardiyası, fazla mesai, esnek çalışma ve performans değerlendirmeler eklenince biz kadınlar için hayat bir kâbusa dönüşüyor. Muhafazakarlaşma ve gerici uygulamalar direk çalışma hayatına da siniyor. Burjuva toplum ve aile içindeki ikincil ve ezilen cins konumunu ortadan kaldırmadan bu duruma ek olarak kadınları, emek pazarına üstelik daha ucuz ve daha erken vazgeçilebilir emek gücü olarak sürmek, kadının üzerindeki yükü iki kat arttırmak. İşte modern burjuva toplumun kadına erkek karşısında eşitlik getirdiği ve burjuva demokrasisinin kadını özgür kıldığı yalanının aslı astarı budur... Yerel Yönetim İşkolunda Kadınlar Başbakanlık Devlet Personel Başkanlığı verilerine göre, kamuda kadınlar 2008 yılında %38.70 oranda çalışıyorken bugün bu oran %35.90’a düşmüş durumda. Yine 2013 verilerine göre 100 kamu çalışanının 64'ü erkek, 36'sı kadındır. Yönetici düzeyinde ise %90 erkek yöneticiler olduğu görülüyor. Ayrıca işe alımlarda ayrımcılık, işyerlerinde cinsel taciz ve toplumsal cinsiyete bağlı mobing, fiziki sözlü şiddet kamuda çalışan kadınlar için giderek yaygınlaşıyor. Eğitim, sağlık, kültür-sanat, büro ve yerel yönetim emekçisi kadınların hayatına her gün daha çok şiddet yapışıyor. Kimi zaman özelleştirilen ve niteliksizleşen kamu hizmeti verirken, kimi zaman amirler tarafından, kimi zaman mesai arkadaşları tarafından şiddete uğruyoruz. 2013 yılında tutulan yetki tutanağına göre; yerel yönetim işkolunda (işçi-taşeron statüsünde çalışanlar hariç) 2013 yılı için 94.671 erkek kamu çalışanına rağmen kadın kamu görevlilerin sayısı yalnızca 23.875. Yani işkolunda her 10 çalışandan 8’i erkek. Diyebiliriz ki kamuda 100 çalışandan sadece 36’sı kadınken bu durum yerel yönetim işkolunda iyice düşüyor ve işkolumuzda 100 çalışandan 80’i erkek iken kadın çalışan sayısı yalnızca 20 oluyor. Bu rakamların bile bize anlattığı o dur ki yerel yönetim işkolundaki kadınların durumu diğer işkollarından daha da kötüdür. Kadın ve erkek emekçilerin sendikal örgütlülük durumları karşılaştırıldığında erkek kamu görevlisinin 85.914’ünün (%90.75) ,23.875 kadın kamu Sendikamız Tüm Bel-Sen’in imzaladığı toplusözleşmelerde 8 Mart’ın tatil olması, kadına yönelik şiddet ve ayrımcılığa karşı yaptırımların ve işe alımlarda kadın kotası uygulanması biçimindeki kazanımların etkisi de olmakla beraber sendika değiştirme konusundaki onca baskıya rağmen kadın emekçilerin KESK’e bağlı Tüm Bel-sen’i üye olmak için seçmesi ve ısrar etmesi mücadeleci yönlerini görmek açısından önemli bir veridir. görevlisinden 20.55’ünün (%86.09) örgütlü olduğu görülüyor. Diğer kamu işkollarından daha kötü koşullarda ve daha çok baskıyla çalışmalarına karşılık yerel yönetim emekçisi kadınların aynı zamanda ne kadar mücadeleci oldukları sendikal tercihleri açısından da anlaşılır oluyor. Sendikalardaki Kadın üyelerin erkek üyelere oranı Bem Bir-Sen’de %20.63, Türk Yerel Hizmet Sen’de % 16.89, Tüm Bel-Sen’de % 35.05. Sendikamız Tüm Bel-Sen’in imzaladığı toplusözleşmelerde 8 Mart’ın tatil olması, kadına yönelik şiddet ve ayrımcılığa karşı yaptırımların ve işe alımlarda kadın kotası uygulanması biçimindeki kazanımların etkisi de olmakla beraber sendika değiştirme konusundaki onca baskıya rağmen kadın emekçilerin KESK’e bağlı Tüm Bel-sen’i üye olmak için seçmesi ve ısrar etmesi mücadeleci yönlerini görmek açısından önemli bir veridir. Oysa sendikamız yönetimlerinde temsiliyet açısından yaklaşıldığında 13 elbette yerel yönetim emekçisi kadınların hak ettikleri oranda temsil edilmedikleri görülüyor. Geçtiğimiz genel kurul sürecinde kadın sekreterliklerinin tüzük değişikliği ile güvence altına alınmış olması kadınların sayısını arttırsa da hala yeterli bir büyümeden söz edemeyiz. İşyerlerinde sürekli bir kadın faaliyetinin olmayışı, iktidarlaşmalarda kadın adayların ilk vazgeçilecekler olarak listelerde sonlarda sıralanması, ya da anlayışlar temelinde kadınların bir tercihe zorlanarak ya da kimi yerlerde bu tercihi kendileri isteyerek yönetimlere gelebilmesi yaşadığımız en önemli eksiklikler arasındadır. Oysa ihtiyacımız sendikal faaliyetimizin bir parçası olarak sürekli ve kesintisiz bir kadın faaliyetini bu iktidarlaşmalardan bağımsız ve kadın emekçilerin iradesine dayanarak sürdürmektir. Yerel yönetim işkolunda çalışan kadınların hangi yönetici kadrolarda ne oranda temsil edildikleri biçiminde bir çalışma yok. Ancak bizim sendikal mücadele süreci içinde tanıklık ettiğimiz görevde yükselmede yaşanan ayrımcılık, taciz, tehdit, sürgün, mobing gibi saldırılar istatistiğini tutamayacağımız kadar yaygın ve en kötüsü de yerel yönetim işkolunda olağan bir durum. 14 BİR İŞYERİ-SENDİKA KADIN ÇALIŞMASI NEDİR? NE DEĞİLDİR? İşte yukarda saydığımız bütün bu nedenlerle, yerel yönetim işkolunda biz kadın emekçiler, örgütlenme ve sendikal mücadeleye daha çok ihtiyaç duymaktayız. Oysa çoğunluğu erkek olan yöneticiler işyerinden kopmuş olan sözde sendikal faaliyeti, zaten ancak erkeklerin gidebileceği saatlerde ve ancak onların katılabileceği uzunlukta, işyerlerinden uzak sendika binalarında sürdürmektedirler. Sendikal mücadelede dönüşümü ve ilerlemeyi sağlayacak asıl güç biz kadın emekçilerdeyken, bütün şubelerde sendikal faaliyetin aşağıdaki gibi olması için mücadele etmeliyiz. O halde; İşyeri-sendika kadın çalışması sadece şube ya da genel merkez binalarında değil, işyerlerinde ve çalışma saatleri içinde yürütülebilir. İşyeri kadın çalışması yalnızca aynı statüde çalışan ve aynı sendika üyelerinin katılımıyla sınırlı olan bir faaliyet değildir. Aynı işyerinde çalışan kadın emekçilerin aynı zamanda kadın olmaktan kaynaklı özgün talepleri vardır ve bu ortak talep- leri onları kadrolu, sözleşmeli, taşeron demeden ortak mücadelede birleştirecek yakıcılıktadır. Sendika kadın çalışması belirli gün ve haftaların çalışması ve kutlaması değildir. 8 Mart ve 25 Kasım dışında kadınları hatırlamayan, onlara seslenmeyen bir çalışma kadın çalışması olarak anlatılamaz. Sendika kadın çalışması işyerlerinde sadece karma toplantılarla sürdürülemez. Kadın emekçiler sadece kendilerinin katıldıkları toplantılarda kendilerini daha rahat ifade edebilmekte ve özgün taleplerini de konuşabilmektedirler. Kadınlara seslenmek yalnızca kadınlar için bildiri, afiş çıkarmak değildir. Sendikanın bütün yayınlarında kadınlara seslenmek, kadın emekçiler için yaşanan saldırıların ne olduğunu ele almak, kadın emekçilerin katılımına duyulan ihtiyacı ve önemi her fırsatta ifade etmektir. Sendikal sürecin tamamı için, sendikal demokrasinin gereği olarak kararlar nasıl ki işyerlerinde en geniş emekçilerle alınıp yönetim kurulları yalnızca bunları hayata geçirecek yürütmelerden başka bir şey değilse kadınlar için de bu durum aynıdır.. İşyeri çalışmasıyla beslenen, buralardaki kadınların iradesine dayanan kararlar işyeri temsilciliği-şube-genel-merkez yönetim kurulları tarafından hayata geçirilir. Cinsiyetçi işbölümü dolayısıyla ikincil konumdaki kadın emekçilerin işyeri temsilcisi, şube ve genel merkez yöneticisi olmak üzere sendikal görevlere gelmesi için teşvik edilmesi, kadın sekreterliklerinin istenmeyen bir görev olmaktan çıkarılarak en etkin görev olarak işletilmesi önemlidir. Kadın emekçilerin ne evde ne de işyerinde yaşadığı engelleme ve her türlü şiddeti, tacizi yok sayarak bir sendikal faaliyet sürdürülemez. Giderek artan kadın cinayetleri ve her türlü şiddet, düşündüğümüzden daha da yaygındır ve görünür değildir. İş güvenceli ve örgütlü kadınlar dahi sokakta, işyerinde eşi, sevgilisi, amiri, mesai arka- daşı, hizmet verdiği yurttaş, hatta sendikasının yöneticisi tarafından şiddetle iç içedir. O halde kadın emekçileri sendikal mücadeleye katmak için evde, sokakta, işyerinde ve sendikada yaşanmakta olan, şiddet, engelleme ve ayrımcılığa karşı mücadele etmek gerekir. Şiddeti uygulayanlar hakkında hem işyerinde hem de sendikada alınacak önlemler, cezalandırmalar yönetmelik ve tüzüklerle tanımlanmalıdır. İşten çıktıktan sonra olanca hızıyla çocuk, hasta, yaşlı bakımı ve ev işleri diye genelleştirilen ancak her gün saatler alan ve araştırmalara göre evde de bir hafta boyunca 40 saatlik ikinci bir haftalık mesai tüketen kadın emekçiler kapitalizmin yeniden üretimi süreciyle ikinci kez ezilmektedir. O nedenle sendikalar ev işlerinin toplumsallaştırılması talebini yükselten bir mücadeleyi bütünlüklü bir sendikal politika haline getirmelidir. İşyerlerinde ve işyeri dışındaki örgütlü-örgütsüz işçi, emekçi diğer kadınlarla ve kadın platformları ile demokrasi ve barış mücadelesini de kapsayacak bağımsız bir kadın hareketinin bileşeni olarak çalışmak bir işyeri-sendika kadın çalışmasının özelliği olmalıdır. Toplu sözleşmelerde ücret artışlarının ötesine geçilerek kadın çalışanların çıkarlarını gözetecek hükümlere yer verilmesi (doğum izin sürelerinin uzatılması, çalışma saatlerinin azaltılması, kreş ve çocuk bakım yerlerinin açılması fazla mesai yaptırılmaması vb.), kadınların sendikalarının çıkarlarını gözeten bir örgüt olarak benimsemesini sağlayacaktır. Sonuç olarak sendikamızda, bütçe, zaman, toplantı saati, ulaşılabilirlik ya da komisyon, komite, tartışmaları her şey kadın emekçilerin katılımını sağlamalı ve her araç onlara ulaşmak üzere kullanılmalıdır. Bütün bir faaliyetimizin kadın emekçilerle birleşen, daha çok mücadeleye ve karar alma süreçlerine katan bir sendikal çalışma olması umuduyla bütün kadın arkadaşların 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Gününü kutlarım. 15 Mobbing’in Kadın Çalışanlar İçin Anlamı Yrd. Doç. Dr. Melda Yaman Öztürk Ondokuz Mayıs Üniversitesi M obbing iş yerinde çalışanlar arasındaki yıldırıcı davranışları açıklamak üzere kullanılmaktadır. Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) (2008) İngiltere’de çalışanların yüzde 53’ünün mobbing mağduru olduğu, yüzde 78’inin ise mobbing’e tanık olduğu belirtmiştir. Yapılan araştırmalar belediyelerde ve kamuda özellikle hizmet sektöründe yıldırmaya yol açan saldırgan davranışların (mobbing) sık yaşandığını ortaya koymuştur. Örneğin, bir araştırmada mobbing’in yüzde 37,3’ünün eğitim iş kolunda gerçekleştiği bulgulanmıştır. Eğitimin yanı sıra belediyeler, kamu kurumları ve sağlık hizmetleri mobbing’in sıklıkla yaşandığı çalışma alanlarıdır (aktaran, Toker Gökçe, 2006: 20). Avrupa Komisyonu’nun Kadına Yönelik Şiddet raporunda (2010: 9) da sağlık ve sosyal hizmetler alanında çalışanların (hemşire, sosyal hizmet görevlileri) mobbing ve diğer şiddet biçimlerine daha fazla maruz kaldığına dikkat çekilmiştir. Eğitim ve sağlık çalışanlarının daha sık mobbing’e uğraması bu iş kolunun özgül niteliklerinin yanı sıra kadın emeği yoğun olmasıyla bağlantılıdır. İş yerinde rekabet ve toplumsal cinsiyete bağlı rol ve davranışların mobbing davranışı üzerinde etkili olduğu anlaşılmaktadır. Dolaysıyla mobbing kişisel bir sorun olmaktan öte toplumsal bir sorundur; dahası ataerkil kapitalist topluma özgü bir sorundur, zira kadınlar için özgül sonuçlar yaratmaktadır. Kadınlar toplumsal cinsiyete dayalı konumlarından ötürü iş yerlerinde çeşitli şiddet ve ayrımcılığa maruz kalabilmektedir. Ataerkil ilişkiler çerçevesinde kadınlar erkek şiddetinin çeşitli biriçimlerine maruz kaldıkları gibi, toplumsal statü, itibar, otorite bakımından da erkeklerden aşağı konumlandırılırlar. Kadınlar, emeklerinin değersiz bulunmasından sözlerinin kesilmesine, terfilerde ayrımcılıktan cinsel tacize uzanan çeşitli biçimlerde mobbing ve şiddetle karşılaşmaktadır. Demek ki ataerkil kapitalist toplumun hiyerarşik ve sınıflı yapısı, 16 kadını aşağı konumlara yerleştirmekle kalmaz, bu konumun “olanaklı” kıldığı çeşitli yıldırma ve yıpratma davranışlarına da zemin hazırlar. de süregiden bir içeriğe sahiptir. Dolayısıyla kadınlar sırf kadın oldukları için daha sık mobbing’e maruz kalırlar (Yaman Öztürk, 2012). Çeşitli araştırmalarda kadınların mobbing’le daha sıklıkla karşılaştığını ve mobbing uygulayıcısının da daha çok erkekler olduğunu gösterilmiştir. Örneğin, üçüncü Avrupa Çalışma Koşulları Araştırması son on iki ayda erkeklerin yüzde 7’sine karşılık kadınların yüzde 10’unun mobbing’le karşılaştığını bildirmiştir (Avrupa Komisyonu, 2010: 79). Türkiye genelinde çeşitli illerden Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı okullarda görev yapan kadın ve erkek öğretmenlerle gerçekleştirilen araştırmanın sonuçları, kadınların erkeklerden daha fazla mobbing’e uğradığını destekler niteliktedir (Toker Gökçe, 2006: 136): Kadınların iş yerinde maruz kaldıkları mobbing’i dillendirmeleri, maruz kaldıkları ayrımcılık veya şiddetten şikâyetçi olmaları da kolay değildir. Mobbing uygulayıcının çoğu durumda üst pozisyondan bulunan bir erkek olması, kadınları iki bakımdan sessizliğe iter: Bir yandan kadınlar işlerini kaybetme korkusuyla ses çıkaramazken (Avrupa Komisyonu, 2010: 80), öbür yandan mobbing’in bir erkekten gelmesi ve pek çok örnekte olduğu gibi cinsel içerikli bir yanının da bulunması kadınların şikâyetçi olmasını engeller. Kadın öğretmenler erkek öğretmenlerden daha sık başkalarının yanında yüksek sesle azarlanmakta … geçersiz nedenlerle sözlü olarak uyarılmakta, başkalarının yapmak istemediği işlerle görevlendirilmekte, aşırı iş yükü altına sokulmaktadır … Bu araştırmada kadınların eğitim iş kolunda karşılaştığı öbür mobbing biçimlerine de yer verilmiştir: İftiraya uğramak, doğum yeri ile alay edilmesi, onur kırıcı şakalara maruz kalmak, dini görüşün / inancın hafife alınması, siyasi görüşle ilgili imada bulunulması, cinsel içerikli şakalar, fiziksel şiddet tehditi almak, gözünü korkutmak amacıyla hafif şiddete uğramak, herhangi bir yerine fiziksel zarar gelmesi (Toker Gökçe, 2006: 137). Eğitim ve sağlık alanı kadın emeği yoğunlukdur ve kadınların toplumsal cinsiyet rollerinin uzantısı kabul edilen görevleri içerir. Ataerkil normlar kadınların sabırlı, şefkatli, sevecen, güleç, sakin, itaatkâr, boyun eğen olmasını buyurur. Yine bu roller çerçevesinde kadına uygun görülen emek etkinliği bakım işleri ile bağlantılı görevlerdir. Eğitim ve sağlık çalışanlarının çoğunlukla kadın olması ve ayrıca kadınların işyerinde statüsünün erkeklerden daha düşük olması, kadını potansiyel mobbing kurbanı haline gettirir. Mobbing, kadına yönelik ayrımcılık biçiminde iş görüşmesiyle başlayabilen ve çalışma hayatında ayrımcılık, aşağılama, hor görme, yükselmeyi engelleme hatta çalışmayı engelleme gibi çeşitli yıldırma biçimleri altında, cinsel, fiziksel ve duygusal şiddet eşliğin- Mobbing’in kadınlar için taşıdığı özgül önem, mobbing’le mücadeleyi de kadınlar için özgül kılar. Mobbing erkek şiddetinin bir biçimi olduğu ölçüde mobbing’le mücadele erkek egemenliği ile mücadeledir. Dolayısıyla, mobbing’le mücadele feminist mücadeleden bağımsız değildir; erkek egemenliği sistemini deşifre ederek, erkek egemenliği ile mücadele ederek, feminist mücadeleyi destekler, feminist mücadelenin bir parçası haline gelir. Mobbing erkek egemenliği kadar kapitalist toplumun da bir ürünüdür. Kapitalist toplumda insanların yaşadığı güvensizlik, yalnızlık, yalıtılmışlık ve itildiği bencillik ve esas olarak çalışanlar arası rekabet ve yükselme hırsı da mobbing davranışlarını besler. Mobbing’le mücadelenin, bu bakımdan, kapitalizmle mücadelenin bir hattına evrilmesi büyük önem taşır. KAYNAKÇA Avrupa Komisyonu (European Commission) (2010) Violence Against Women and the Role of Gender Equality, Social Inclusion and Health Strategies, Expert Group on Gender Equality and Social Inclusion, Health and Long-Term Care Issues (EGGSI), Directorate-General for Employment, Social Affairs and Equal Opportunities. International Labour Organization (2008), “World of Work: When Working Becomes Hazardous”, No.26, (Çevrimiçi) http://www.ilo.org/ehost. Toker Gökçe A. (2006) “İşyerinde Yıldırma: Özel ve Resmi İlköğretim Okulu Öğretmen ve Yöneticiler Üzerinde Yapılan Bir Araştıma”, yayımlanmamış doktora tezi, Ankara Üniversitesi, Eğitim Bilimleri Enstitüsü, Eğitim Bilimleri Anabilim Dalı. Yaman Öztürk M. (2012) “Ataerkil Kapitalist Toplumda Mobbing”, SES Mobbing sayısı. 17 Kadın Mücadelesinin Geldiği Düzey Eş Başkanlık Sistemi Figen Aras Diyarbakır Kadın Akademisi 8 Mart ruhu kimi zaman sıkıştırılmış günlerde, kimi zaman binlerce yılın yansıması gibi içimizi ısıtıyor. Kadınların tarih boyunca büyük kazanımları olduğunu bilmek, ağır bedellere rağmen yaratıcılıklarına sahip çıktıklarını görmek, erkek egemen siyasete karşı direndiklerini bilmek içini ısıtıyor insanın... Tarih kitapları binlerce yıldır direnen, örgütlenen, mücadele eden kadınların öykülerini yazmazlar, yazsalar bile satır arası yaparlar. Sahi neden insanlar kadınların gerçekten direnip direnmediklerini sorma merakından uzaklaştırılmak istenir? Neden toplumsal mücadelede kadınların öncü rolü görünür kılınmaz? Erkek aklıyla yazılan tarihin altını oyduğumuzda kadınların büyük direnişlerini görürüz. Beş bin yıllık erkek egemen devletçi sistemin yaratımları olan toplumsal cinsiyetçiliğin kodlamalarıyla ezilen, sömürülen, tecavüze uğrayan, emeği görünmez kılınan kadınların direnişlerini görürüz. Erkek aklıyla yazılan tarihin altını oyduğumuzda bir şey daha görürüz: Kadınlar hiç bir zaman zavallı, duygusal, beceriksiz, anne ve eş olmanın dışında toplumsal sorumluluk alma yeteneklerinden uzak varlıklar değildi. Ve hatta bizi şaşırtan ipuçlarına yaklaşırız: Doğal toplum ve neolitik dönem toplumsal ilişkilerinde kadının statüsü... İyi ki ana tanrıça heykelcikleri şekerle yapılmamış yoksa onlar da eriyip gidebilir ve hafızalardan silinebilirdi. Dönemin toplumsal kimliğinin kendinde şe- 18 killendiği tanrıça kültüründe üretimin, paylaşımın, adaletin, barışın sembollerini görürüz ve hatta doğayla barışık yaşamanın ifadesi olan buğdayı, yılanı, kuşları, güneşi... Biz kadınlar tarihsel toplumsal süreçte sınıflı toplumla gelişen devletçi mekanizmalarda büyük mücadeleler vermişiz. Kendi bedenimize, emeğimize, irademize karşı geliştirilen saldırılara karşı büyük direnişler... Toplumun öz yönetimden uzaklaştırılarak eve kapatılmalara karşı, bedenlerimizin tecavüz nesnesi olmasına karşı, emeğimizin görünmez kılınmasına karşı büyük kavgalar çıkarmışız. Kadın aklıyla ve elimizdeki belgelere şüpheyle yaklaşarak tarihi ele aldığımızda doğal toplum sürecindeki eşitlik ve adaletin merkezinde kadının varlık oluşumunun belirleyici olduğunu görebiliyoruz ama erkeği karşıtına almadan, ama doğayı talan etmeden, ama farklılıkları koruyarak... Sınıflı devletçi sistemlerin merkezi uygarlık düzeyinde toplumların tüm hücrelerine girmeye çalışması ile birlikte toplumun dinamik yapısı olan ve bence hiç bir zaman yok olmamış olan değerleri gasp edilmek istenmiştir. Bu gasp olayı kadını ele geçirmeden, etkisiz kılmadan mümkün olmayacaktı. Öyleyse egemenler kendi iktidarlarını ve sömürü sistemlerini meşrulaştırmak ve sürdürebilmek için kadın kimliğine karşı savaş açacaktı ve bu savaş sonucunda milyonlarca kadın öldürülecek, kadın kimliği cinsel meta, çocuk doğurma aracı, ücretsiz ya da en düşük ücretli köle olacaktı. Kapitalist sistem, tüm dünyada, tüm toplumların bütün hücrelerine girmeye çalışır. Bunu da yapabilmesi için milliyetçilik, cinsiyetçilik, yeri geldiğince dincilik ve bilimciliği kullanır. Kapitalist sistem toplumu ele geçirmek için sadece açlığın, yoksulluğun, çeşitli zor biçimlerinin yeterli olmayacağını bilir, daha da önemli olan zihinsel ikna ve toplumsal inşayı gerçekleştirmek zorundadır. Eş başkanlık sistemi iddiası kadın mücadelesinin geldiği düzeyi açığa çıkarıyor. Kadınların, egemenlerin elinden çalmak istediği tüm yaratımlarını hayata geçirmesi için önemli bir fırsat olarak görünüyor. Çünkü kadınlar, erkek siyasetinin aklı çerçevesinde toplumsal yaşamın yönetiminden uzaklaştırılıyor, iradeleri kırılıyor ve “ kadın yapamaz” algısı topluma empoze edilmek isteniyor. Ve kadınlar, egemenlerin kendi tanımlamalarının sınırlarında yaşamalıdır. Kimi zaman fettan, kimi zaman sözü dinlenirse şeytan, şefkatli anne, uslu eş, gösterişli sevgili ama mutlak surette erkeğe köle olmayı kendine kader belleyen kadın tanımlaması sistemin kendini sürdürmesinde temel ayaklardır. Erkeklik yaratımı bence kadınlık yaratımından daha zavallı noktada duruyor. Sistemin kendine köleleştirdiği erkeklik, kadın üzerinden kendini efendi, güçlü, iktidar sahibi yapmakta. Ve erkeklik, iktidarını kaybetmekten korktuğu için bu gerçeklikle yüzleşmek istememekte. Erkeklik olgusu ancak kadınların mücadelesi ile açığa çıkarılacak ve böylece demokratik, ekolojik, feminen bir yaşam örülecektir. Katliamlara varan kadın cinayetleri sürerken, tecavüzler meşrulaştırılırken, kadın emeği hiçleştirilirken ve kadın kimliği siyasetten uzak tutulmak istenirken son süreçte seçimlerin gündeme gelmesiyle birlikte "eş başkanlık" sistemi neredeyse tüm çevrelerin büyük ilgisiyle karşılanıyor. Sanırım dünya tarihinde ilk defa bir hareket, tüm belediye başkanlıklarında ve parti yönetimlerinde eş başkanlığı hayata geçirme kararı alıyor. 19 Kadın iradesinin, erkek egemen zihniyetinin tüm geriliklerini parçalayacak bir sisteme öncülük edeceği heyecanı gittikçe artıyor. Toplumsal varlık olan bizler; dünya nüfusunun yarısını oluşturuyor ve yaşamın anlam gücünü ifade ediyorsak öz yönetimlerde sorumluluk almak tarihi bir değerdedir. Eş başkanlık sistemi iddiası kadın mücadelesinin geldiği düzeyi açığa çıkarıyor. Kadınların, egemenlerin elinden çalmak istediği tüm yaratımlarını hayata geçirmesi için önemli bir fırsat olarak görünüyor. Çünkü kadınlar, erkek siyasetinin aklı çerçevesinde toplumsal yaşamın yönetiminden uzaklaştırılıyor, iradeleri kırılıyor ve " kadın yapamaz" algısı topluma empoze edilmek isteniyor. Eş başkanlık sistemi ile birlikte demokratik yönetim olgusunun önemli düzeyde açığa çıkacağı umudu her geçen yükseliyor. Toplumsal öz yönetimlerde kadınların kadın bakış açısıyla temsiliyeti; demokrasiyi, ekolojik dengenin dikkate alınmasını, kadın özgürlük mücadelesini yükseltmeyi hedefliyor. Demokratik, ekolojik ve feminen bir yaşam kadınların kendi iradeleriyle yönetimlerde temsiliyet almalarıyla mümkün olacaktır. Klasik belediyeciliği aşan, insanı ve doğayı birbirinden ayırmadan, özgürlüğü ve eşitliği, farklılıkları koruyan bir paradigmayla hareket etmek ancak kadınların iradesiyle ve öncülüğüyle mümkün olacaktır. Eş başkanlık sisteminde kadınların geldiği düzey ve iddiaları ortadadır da erkekler hangi temsiliyet ve iddia üzerinden eş başkan olacaklardır? Var olan klasik erkeklikle mi eş başkanlık sistemi oluşacaktır? İktidarı kendinde somutlaştırmış, kaba siyaset yapan, merkeziyetçi, farklılıklara tahammül edemeyen erkek eş başkan mı yoksa kadın özgürlük mücadelesini irade olarak görmekle birlikte kendi erkekliğini sorgulayan ve toplumun demokratik yönetiminde tüm tahakküm ilişkilerini reddeden, sosyalist erkek olma iddiasını yaşamsal pratiğinde ortaya koyan erkek mi? Bunu şimdiden kestirmek mümkün değil ama gördüğümüz bir şey varsa bu konuda kadınların hem kendi cins 20 bilinçlerini hayata geçirme noktasında hem de erkeği değiştirip dönüştürmedeki iddialarının çok güçlü olduğudur. Eş başkanlık sistemine sadece sayısal temsiliyet olarak bakmak bence çok yanılgılı bir yaklaşım. Zihniyet devrimi yaratma iddiasında olmayan paradigmalar var olan sistemin paradigmalarının sınırlarına takılıyor. Eş başkanlık sistemi bir zihniyet paradigmasının hayata geçirilmesi olarak görülmelidir. Şekilde eşit görünen temsiliyet özünde erkek egemenliğine mahkum edilmişse bu sistem popülist olmaktan öteye gitmez. Kaldı ki burjuva siyasetinde bunu sıkça görmekteyiz. Kadınların cins dayanışmasını gerçekleştirdiği, tüm tahakküm ilişkilerine karşı birlikte mücadele ettiği, erkeklere erkekliklerini sorgulattıkları bir yaşam için önemli bir sayfa açılıyor. Sadece yerel yönetimlerde ve partilerde değil; sendikalarda, derneklerde, meclislerde de eş başkanlık sisteminin uygulanması örgütlerin kendi iç demokrasilerini geliştireceği gibi toplumsal değişim ve dönüşümde de büyük etki yaratacaktır. Kadın iradesinin, erkek egemen zihniyetinin tüm geriliklerini parçalayacak bir sisteme öncülük edeceği heyecanı gittikçe artıyor. Toplumsal varlık olan bizler; dünya nüfusunun yarısını oluşturuyor ve yaşamın anlam gücünü ifade ediyorsak öz yönetimlerde sorumluluk almak tarihi bir değerdedir. Tüm ezilmişlik ilişkileri bizim üzerimizden geliştiriliyorsa bununla mücadele etmek de bizlerin yönetimlerde yer almasıyla mümkün görünüyor. Toplumsal barışın, özgürlüğün, kadın erkek eşitliğinin hayat bulması tarihin en büyük ezilenleri olan biz kadınların öncülüğünde gerçekleşmeyi bekliyor. RÖPORTAJ Yerel yönetimlere aday olan kadınları daha yakından tanımak kapsamında Kocaeli Şube Kadın Sekreteri Fadime Günsel ve Güzide Saatçi tarafından HDP Kocaeli Büyükşehir Belediye Eşbaşkan Adayı Nilay ETİLER ile röportaj gerçekleştirdi. Kısa Özgeçmişiniz. 1969 yılında Gölcük’te doğdum. Tıp doktoru ve halk sağlığı uzmanıyım. 2000 yılından beri Kocaeli Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde öğretim üyesiyim. Türk Tabipler Birliği başta olmak üzere çeşitli demokratik kitle örgütlerinde, yerel platformlarda etkinliklerde bulundum. Neden HDP’den aday oldunuz? HDP’den aday olmamın nedenlerinin başında, şu anda mevcut partiler arasında benim görüşlerimle en fazla uyuşan parti olması geliyor. Türkiye’de yıllardır çözülemeyen bir Kürt sorunu var, mevcut partilerin çözüm önerileri bu toplumun ihtiyacını karşılayamadı. Artık herkes barış istiyor. Kadınlar, barış sürecine katkı sunabilir. Dünyada örnekleri var, bu türden sorunların çözümünde kadınların katılımı çok önemli. Bir Kadın olarak adaylık sürecinde yaşadığınız sorunlar nelerdir ? HDP, kadın adayları destekleyen, cesaretlendiren bir parti olduğu için adaylık sürecinde hiçbir sorun yaşamadım. Sizce Yerel Yönetimler ile Merkezi iktidarın ilişkileri nasıl olmalıdır? Merkezi iktidar, yerel yönetimlerin üzerinde yaptırım, baskı unsuru olmaktan çok temel ekonomi po- 21 litikaları ile ilgili olmalı. Yerelde yaşayanlar kendi yöneticilerini seçmeli, kendi sorunlarına kendi çözümlerini üretmeli. Yerellerin kendilerine göre özgünlükleri var, bunların yerel yönetime yansıması gerekir. Bunun için yerel demokrasinin güçlenmesi gerekir. Artık devlet baba, vatandaşların oğul olduğu paternalistik bir yönetim anlayışı gerilerde kaldı. Vatandaşların yönetime katılma hakkı var, katılmak istiyorlar, Gezi Parkı da bunu göstermedi mi bize! Kadınlar için nasıl bir kent hedefliyorsunuz? Kadınlar nasıl yerel yönetimlere katılacaklar? Kadınlar için nasıl bir kent hedefliyorsunuz sorusunun yanıtını şöyle verelim: kadınlar için bir kent hedefliyoruz. Çünkü kentler kadınlar için değildir. Kocaeli için söyleyelim, bu kent genç, erkek işçiler için dizayn edilmiş bir kenttir. Kentin sokakları kadın, engelli, yaşlılar için düşünülmemiştir. Kentlerde sadece evlerin için kadınlar içindir, kadınlar sadece orada özgürdür. Sokağa çöp atmak için çıkmak bile belli kurallara bağlıdır. Hal böyle olunca kentler kadınlar için olmuyor tabi. Otobüsler kadınlar için değil, çocuklu bir kadının ya da pazardan dönen bir kadının otobüse inip binmesi dünyanın en zor işlerinden biridir, mutlaka birinin yardımı gerekir. Parklar kadınlar için değildir, kaldırımlar vs, örnekleri arttırmak mümkün. Bu ataerkil zihniyetin sonucudur. Aynı zihniyet kadınların eşitsiz konumunun da nedenidir. Bunların hepsine bir bütün olarak bakıp “kadınlar için güvenli bir kent yaratacağız” dedik. Kadınların yerel yönetime katılımının en temel aracı kadın meclisleri olacak. İlçelerde hatta mahallelerde kurulacak kadın meclislerinin aldığı kararları uygulama konusunda “kadın kurulları” oluşturulması öngörülüyor. Kentteki bu kadın kurulu, kadın meclislerinin aldığı uygulayıcısı ve takipçisi olacak. Kadın kurulu, belediyelerde çalışan 22 kadınlar ve kadın meclislerinin temsilcilerinden oluşacak. Toplumsal cinsiyet eşitliğine dayalı bütçe hakkında ne düşünüyorsunuz? Belediye bütçesi hazırlanırken ilkeleriniz nasıl olacak? Yapılan icraatlar erkek bakış açısıyla yapılıyor çünkü yöneticilerin neredeyse tamamı erkek. Yerel yönetimlerde karar vericilerin erkekler olması demek, yapılan hizmetlerin kadınları göz önünde bulundurmadan yapılması demek. Bu aslında belediye bütçelerinin kadınlar için harcanmaması anlamına da geliyor. Örneğin, bir meslek edindirme kursu açıyor belediye, buna bir bütçe ayırıyor. Bakıyoruz kurslara kadınlar için el iş, nakış, ebru vb. Bunlar kadın için ancak bir hobi olabilir, meslek anlamına gelmez. Sonuçta belediyenin yıllık çalışma raporu açıldığında “biz kadınlara şu kadar meslek edindirme kursu açtık” denmiş oluyor. Belediye bütçesini hazırlarken kadınların taleplerini göz önünde bulunduracağız. Bu da yetmez elbette. Kadın-erkek eşitliği komisyonları ön görüyoruz, bu komisyonlar bütçenin eşitlikçi bir bütçe olması açısından inceleme yapacaklar. Yerel Yönetim emekçisi kadınların yönetimdeki temsiliyeti hakkında ne düşünüyorsunuz? Kocaeli için tüm yerel yönetimde çalışanların sadece %6’sı kadın, çoğu da memur. Dolayısıyla yönetime katılmaları söz konusu değil. Nasıl bir fabrikada ya da banka çalışıyorlar öyle her gün işlerine gidip geliyorlar, pek çok sorunları var. Kadınlar için en önemli sorun da karar alma mekanizmalarının dışında olmak, sadece memur olmaktır. Bu kadınların en fazla haksızlığa uğradığı konu. Sadece kadın olduğu için bilgisi, becerisi, dağarcığını yok saydığımız toplumun yarısı, ne kadar yazık değil mi? Yerel yönetimlerde istihdam noktasında kadınlara pozitif ayrımcılık konusunda ilkesel ka- rarımız var. Ayrıca biraz önce yukarda bahsettiğim gibi belediye çalışanı kadınlar, kadın kurullarının doğal üyesi olarak da yönetime katılacak. Kadınların yaşadığı şiddetle mücadele ve toplumsal cinsiyete dayalı iş bölümünün ortadan kaldırılması için neler yapmayı düşünüyorsunuz? Sığınma evi, kreş çocuk ve yaşlı bakım evi, ortak yemekhane ve çamaşırhaneler gibi düzenlemeler hakkında düşünceleriniz nelerdir? Kocaeli’de kadınlar için yapılacak çok şey var. Bu kentin pek çok özelliği var, Türkiye’de kişi başına düşen gelirin en fazla olduğu kent vb. Ama diğer bir özelliği de şu: Marmara bölgesinde en fazla kadına şiddetin olduğu il. Ayrıca kadın-erkek eşitsizliğinde beklenen sırada değil. Kocaeli bir emekçi kenti, kadınların sorunları kısmen bununla da ilişkili. Ben kadın bir aday olarak bu seçim çalışmasında ilk olarak kadınlara bir mektup yazdım. Bu mektupta, kadınların yaşadıkları sorunları ve bizim yapacak- larımız yer alıyor. Öncelikle kadınları çalışan- çalışmayan kadın olarak değil, ücretli çalışan- evde çalışan olarak ele alıyoruz. Temel yaklaşımımız şöyle: biz belediye olarak kadınların sırtındaki yükü paylaşacağız. Bu kadın-erkek eşitsizliği ile mücadele etmeyeceğiz anlamına gelmiyor elbette. Tüm kadınların hayatını kolaylaştırmak için mahalle kreşleri, ortak mutfaklar, çamaşırhaneler öngörüyoruz. Yine yaşlılar için gündüz bakımevleri açarak kadınların kendilerine zaman ayırmalarını planladık. Kentin bütün ortak mekanlarını kadınlara göre yeniden düzenleyeceğiz. Örneğin sokak aydınlatmaları, otobüs hatları, kaldırım yüksekliği vb. Elbette Kocaeli için kadın sığınma evleri çok önemli, mahallerde ilk başvuru istasyonları da dahil olmak üzere kadınları korumayı hedefliyoruz. Not: Yerel yönetim seçimlerinde aday olan kadın belediye başkanları ile röportajlar kapsamında CHP Aydın Büyükşehir Belediye Başkan adayı Özlem ÇERÇİOĞLU ve BDP Diyarbakır Büyükşehir Belediye Eş Başkan adayı Gülten KIŞANAK’tan da röportaj istedik; ancak röportajlar dergimiz baskıya girdiği tarihe yetişmediği için yayınlayamadık. 23 Kadına Yönelik Şiddetle Mücadelede Yirmi Yedi Yıl: Kadın Dayanışma Vakfı Gülsen Ülker Kadın Dayanışma Vakfı Gönüllüsü Şiddetle mücadele etmenin hiç kolay olmadığını biliyoruz. 1987 senesine dayanan tarihimizden bugüne kadar şiddete karşı mücadelemizi yaşadığımız tüm zorluklara rağmen sürdürüyoruz. Toplumda ikincil olarak görülmemizden kaynaklanan şiddetin iktidar olan erkek egemenlikten beslenerek devam ettirildiğini, doğduğumuz andan itibaren başlayan ayrımcılığın hayatlarımızı nasıl değiştirdiğini biliyoruz. En yakınlarımız, en güvendiğimiz insanlar tarafından eğitim hakkımız elimizden alınıyor, yetmiyor zorla evlendiriliyor, yetmiyor şiddet görüyor, öldürülüyoruz. Türkiye’de yıllardır yapılan araştırmaların sonuçlarında ne yazık ki değişen çok fazla bir şey yok. 2008 senesinde yapılan şiddet araştırmasında her 10 kadından 4’ünün şiddet gördüğü sonucu 15 yıl önce yapılan şiddet araştırmalarında çıkan her 3 kadından 1’inin şiddet gördüğü sonucundan çok farklı değil ne yazık ki. Fakat bu olumsuz tablo yıldırmıyor bizleri. Bizler biliyoruz ki kadına yönelik şiddetle etkin mücadele, kadın örgütlerinin mücadele ve deneyimlerinin yanında devlet kurumlarının, hükümetlerin şiddeti önleme yönündeki kararlığı ve kaynak aktarımı ile mümkün olacaktır. Biz her türlü platformda, evde, sokakta, işyerinde kadına yönelik şiddetin suç olduğunu, bu toplumda yaşayan her bireyin şiddetin önlenmesiyle ilgili sorumluluk taşıdığını, yeni yasal düzenlemelerin gerekliliği kadar uygulamaların takibinin de yapılmasını, yargının erkek yargı olmaktan çıkarılmasını, sığınma evleri ve danışma merkezlerinin sayılarının artırılması kadar koşullarının da iyileştirilmesini, kadın temsiliyetinin artırılmasını, medyanın yeniden ürettiği şiddetin sonlandırılmasını ve eğitim sisteminde toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin yeniden üretilmemesini söylemeye devam edeceğiz. Gelin seslerimizi birleştirelim, başka bir dünyayı birlikte yaratalım. Yaşasın Kadın Dayanışması 24 Kadın Dayanışma Vakfı, resmi kuruluşunu Mayıs 1993’te tamamladı ancak kökeni; 80’lerin sonunda Ankara’da onlarca kadının bir araya geldiği ve “kadın olmak” “kadınlık” “aile içi şiddet” gibi o güne dair üzerine pek de konuşulmamış bir çok konuyu gündemi yapan “Kadın Tartışma Grubu”nda yer almış aktivist kadınlara dayanmaktadır. Vakfın kadına yönelik şiddetle mücadelede iki temel amacı bulunmaktadır; birincisi, şiddete ve özellikle ev içi şiddete maruz kalmış kadınlara danışmanlık ve yönlendirme yoluyla sığınma hizmetleri sunmak ve onlara hayatlarını yeniden kurma süreçlerinde destek vermektir. İkincisi ise lobicilik ve savunu faaliyetleri aracılığıyla kadına yönelik şiddetin bir insan hakkı ihlali olduğu konusunda kamuoyunda farkındalık yaratmak; hükümetlerin, ilgili yasaları yürürlüğe koyarak ve kadınlar için sunulan hizmetleri destekleyip finansman sağlayarak, kadınlara yönelik şiddetin ortadan kaldırılması konusundaki sorumluluklarını yerine getirmesi için mücadele etmektir. Kadın dayanışması oluşturmak yoluyla, başta ev içi şiddet olmak üzere, kadınlara yönelik her türlü şiddeti ortadan kaldırmak için mücadele eden Vakıf, kadına yönelik şiddetle mücadelenin temel araçları olan kadın danışma merkezini 1991’de ve ilk bağımsız kadın sığınağını 1993 yılında açtı. Kadın danışma merkezi çok kısa süreler dışında hep açık oldu. Merkezde binlerce kadına danışmanlık verildi, başvuran kadınların ihtiyaçları doğrultusunda gerekli yönlendirmeler yapıldı. Danışma merkezimize kadınlar daha çok, yaşadıkları şiddetle mücadele ederken ihtiyaç duydukları bilgiyi edinebilmek, kendilerine destek olabilecek kurum ve kuruluşlara ulaşabilmek, sığınmak, iş bulmak, hukuki ve psikolojik danışmanlık almak, çocuklarına ücretsiz kreş bulabilmek veya ihtiyaç duydukları ekonomik desteğin kendilerine sağlanabilmesi gibi nedenlerle başvurmaktadır. Bu talepler doğrultusunda; hukuki danışmanlık talebi, gönüllü avukatlarımız ve/veya Ankara Barosu Kadın Danışma Merkezi/Gelincik Projesi kapsamındaki hizmetlere yönlendirilerek karşılanmaktadır. Psikolojik danışmanlık talep eden kadınlara merkezimizde danışmanlık verilmekte, bunun dışında 25 de merkezileştirilen hizmetler, gerekli altyapı da hazırlanmamış olduğundan hem bizim merkezlerimizi ve çalışmalarımızı yok saymakta hem de başvuran kadınların ihtiyaç duydukları desteği almalarını zorlaştırmaktadır. Vakfın, kadın danışma merkezi ve sığınak faaliyetinin yanı sıra kadına yönelik şiddetle mücadele çerçevesinde kamuoyuna ve medyaya yönelik çalışmaları devam ediyor. Kadına yönelik şiddetin meşruiyetini sona erdirme yönünde toplumsal değişime katkıda bulunma çalışmaları ile çeşitli eğitim programlarıyla ev içi şiddetle mücadele konusunda, danışma merkezine gelen kadınlara, Vakıf gönüllülerine ve meslek elemanlarına yönelik bilinç yükseltme çalışmaları sürdürülüyor. gönüllü psikologlarımıza ya da acil durumlarda hastanelerin psikiyatri kliniklerine yönlendirme yapılmaktadır. Kadın danışma merkezine ekonomik destek, iş ve çocuklar için kreş talepleri ile başvuran kadınlar için de gerekli bilgilendirme ve yönlendirmeler yapılmaktadır. Sığınak talep eden kadınlar açık olduğu dönemde vakfın sığınağına, bunun dışında devlete veya yerel yönetimlerin sığınaklarına yönlendirilmiştir. Ancak 6284 sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Yönelik Şiddetin Önlenmesine Dair Kanunda öngörülen Şiddet Önleme ve İzleme Merkezlerinin yapılanmasında, bütün sığınak yönlendirmeleri bu merkezler üzerinden yapılmaktadır. Bu şekil- 26 Kadın Dayanışma Vakfı’nın Altındağ Belediyesi ile işbirliği halinde açtığı ilk bağımsız kadın sığınağı (1993), 1994 yılı yerel seçimlerinde belediye yönetiminin değişmesi nedeniyle oldukça tartışmalı bir şekilde kapanmış ve ardından Vakıf satın aldığı binasında faaliyetini bir süre daha devam ettirmiştir. Vakfın ikinci sığınak deneyimi de yine yerel yönetimle işbirliği halinde gerçekleşmiş ve 2003’de Yenimahalle Belediyesi’nin mali desteği ile ev içi şiddet gören kadınlar için sığınak, vakfın binasında faaliyete geçmiştir. Ne yazık ki 2004 yılı yerel seçimleri ile yönetimi değişen belediye sığınağa verdiği desteği bitirmiştir. 2009 yılında eski yönetim iş başına gelmiş olmakla birlikte sığınak işbirliği yönünde bir adım atılmamıştır. Sosyal demokrat yönetimlerin (SHP, CHP) işbaşında olduğu dönemlerde destek almak mümkün olmakla birlikte sığınaklar ve daha geniş bir çerçevede kadına yönelik şiddetle mücadele söz konusu olduğunda yerel yönetimlerin pek de istekli olmadığı görülmüştür. Vakfın şu anda aktif olan bir sığınağı mevcut. İnsan ticaretine maruz kalmış kadınlar için Dışişleri Bakanlığının finansmanı ve Ankara Büyükşehir Belediyesinin bina ve bina harcamaları için sağladığı katkıyla açmış olduğumuz sığınak faaliyetini sürdürüyor. Vakfın, kadın danışma merkezi ve sığınak faaliyetinin yanı sıra kadına yönelik şiddetle mücadele çerçevesinde kamuoyuna ve medyaya yönelik çalışmaları devam ediyor. Kadına yönelik şiddetin meşruiyetini sona erdirme yönünde toplumsal değişime katkıda bulunma çalışmaları ile çeşitli eğitim programlarıyla ev içi şiddetle mücadele konusunda, danışma merkezine gelen kadınlara, Vakıf gönüllülerine ve meslek elemanlarına yönelik bilinç yükseltme çalışmaları sürdürülüyor. Cinsiyetçi Hukuk İçinde Kadın Avukat Olmak! Candan Dumrul Avukat H ayatın her alanında olduğu gibi, partiyarkal güç ilişkilerinin bir sonucu olarak hem hukukun kendisi hem de işleyişi içinde bileşenlerine yaklaşımı epeyce cinsiyetçidir. Hukukun cinsiyetçiliğine dair bugüne kadar bir dolu şey yazıldı, çizildi, tartışıldı. Evet, hukuk sistemimiz kolluğundan savcısına, savcısından yargıcına ve çoğu zaman da barosuna kadar kadınlar aleyhine işleyen bir mekanizmadır. Bu mekanizmanın da gerek fail gerekse mağdur olarak eline düşen kadınlara yaklaşımı, erkek mağdur ve faillere kıyasla ayrımcı ve düşmancadır. Ancak bu yazıda hukukun dışarıdaki kadınlara yaklaşımından değil, bizzat bu mekanizmaya dahil kadınlara, kadın avukatlara yaklaşımından söz etmek istiyorum. Meseleyi de bu mekanizmanın seçilmiş tek organı olan, yasayla kurulu meslek örgütü durumundaki Barolar üzerinden ele almayı amaçlıyorum. Türkiye Barolar Birliği Kadın Hakları Komisyonu tarafından 18-19 Mart 2012 tarihinde Kadın Avukatlar Kurultayı düzenlenmiştir. Bu kurultay öncesi yapılan bir anketin sonuçları basında çokça yer bulmuş ve başta Ankara Barosu olmak üzere pek çok Baroda infial etkisi yaratmıştır. Bilimsel olmadığı ileri sürülen anket sonuçlarına göre; Ankete katılan kadın avukatların %40’ı “meslek hayatınızda hiç şiddete maruz kaldınız mı” sorusuna “Evet” yanıtı vermiş, Evet, yanıtı verenlere “Aşağıdaki şiddet türlerinden hangisine maruz kaldınız” sorusu yöneltilmiştir. Bu soruya %84’ü “taciz”, %12’si “cinsel konulu tehdit”, %4’ü ise “tecavüz” yanıtını vermiştir. 27 Bilimsel olsun ya da olmasın sonuçlar oldukça çarpıcıdır. Bu verilerle karşılaşan bir meslek örgütünün asıl ve öncelikli yapması gereken, şayet anketin bilimsel ve doğru sonuçlar içermediğini düşünüyorsa; aynı içerikte bir anketi üyesi kadın avukatlarla yapmak, elde edeceği sonuçlar üzerinden bir risk haritası çıkartıp sorunla mücadelenin araçlarını geliştirmektir. Zira kadına yönelik şiddet her durumda ciddiye alınması gereken ve bu ülkede ne yazık ki oranları farklılaşsa da varlığı asla inkar edilemeyen bir olgudur. Baroların da bu durumda asıl görevi; sorunu kabul etmek, kadın avukatları bu şiddetten kurtulmuş ve azade görmeksizin, gerekli tedbirleri alıp etkili bir mekanizma yaratmaktır. Peki, benim de üyesi olduğum Ankara Barosu ne yapmıştır? Sonuçların Basına yansımasının ardından Ankara Barosu Kadın Hakları Merkezi yazılı bir açıklama yapmış ve anket sonuçlarının doğruyu yansıtmadığını belirterek “kadın avukatların asla güçsüz ve çaresiz olmadıklarını; aksine, kadın avukatların toplumda ciddiyet ve çalışmaları ile büyük takdir ve saygı gördüklerini, kadın avukatların toplumdaki itibarını ve mesleki saygınlıklarını zedeleyecek her türlü yaklaşımı ve meslekte ayrımcılığa yönelik her türlü tavrı kabul etmediklerini” kamuoyuna duyurmuşlardır. Aslında şaşırmamak gerek. İnkar bu ülkede çok eski ve köklü bir devlet politikasıdır. Kendisini devlet geleneğinin sürdürücüsü sayan mevcut Baro kadrosundan da daha fazlası haliyle beklenemez. Yapılan açıklama, pek çok sakıncayı içinde barındırmaktadır. Öncelikle Ankara Barosu, kadın avukatların sorunlarını inkar edip sorumluluktan kurtulmaya çalışmıştır. Öte yandan bu açıklama ile benim de üyesi olduğum baro kadına yönelik şiddete bakışını ortaya koymuştur. Ankara Barosu Kadın Hakları Merkezi’ne göre şiddete uğrayan 28 kadınlar, “GÜÇSÜZ ve ÇARESİZLER”dir. Kadın avukatlar güçsüz ve çaresiz olamayacaklarına göre de şiddete uğramamaktadırlar. Ne muhteşem bir analoji! Sosyal Bilimlerin kıyısından kenarında geçmiş herhangi biri bile bilir ki, sosyal bir sorunu çözmenin ilk yolu o sorunu olgusal olarak kabul etmektir. Oysaki benim meslek örgütüm, cinsiyetim sebebiyle şiddete uğradığımı/uğrayacağımı dahi kabul etmemektedir ki, bununla mücadele edebilsin! Bu yaklaşımın “tecavüze neden direnmedin?” diye soran ve şiddetin failine değil, mağduruna yönelen yargının diğer unsurlarının bakışından ne farkı vardır? Şunu çok net biçimde ortaya koymak gerekir: Kadın avukatlar, bu toplumun birer parçasıdırlar ve kadına yönelik şiddete (her kadın gibi) maruz kalırlar. Bu ne kadın avukatların çaresiz ve güçsüz olduklarını gösterir, ne de utanılacak bir şeydir. Bu sadece ülkemizde erkek şiddetinin yaş, statü, meslek, sosyal konum ayrımı yapmaksızın tüm kadınları hedef aldığını ortaya koyar. Kaldı ki bilimsel bulgular şiddetin öznesinin şiddetin varlığını belirlemediğini, yani eğitimli ve kendisini görece “kurtulmuş” sayan kadınların da bunu yaşadığını, ancak bununla mücadele konusunda eğitimsiz kadınlara nazaran daha az atak olduklarını ortaya koymaktadır. Bunun nedeni eğitimli ve statü sahibi kadınların uğradıkları şiddetten utanmalarıdır. Oysaki kadına yönelik şiddetle asıl ve öncelikli olarak mücadele etmesi gereken biz Kadın Avukatlar ve meslek örgütümüz olan Barolar bilmelilerdi ki; ne şiddete uğramak utanılacak bir şeydir ne de şiddetin utancı bize aittir. Barolarımız kadın avukatların diğer sorunları konusunda da aynen şiddet konusunda olduğu gibi sağır ve dilsizdir. Türkiye Barolar Birliği Kadın Hakları Komisyonu tarafından 18- 19 Mart 2012 tarihinde düzenlenen Kadın Avukatlar Kurultayında Ankara Barosu Kadın Hakları Merkezince sunulan bir bildiride; Ankara Barosunun 10.622 üyesinin 4.423’ünün kadın olduğu belirtilmiştir. Neredeyse %50’yi bulan kadın avukat sayısının Baro Kurullarında eşit temsiliyetle karşılık bulmadığı açıktır. Barolarımızda değil eşit temsil, kota dahi tartışılıp uygulanmamaktadır. Mevcut Baro Başkanlarının sadece 4’ü kadındır. Bugüne kadar Türkiye Barolar Birliğinin ise hiç kadın başkanı olmamıştır. Kadın Avukatların, Baronun Yönetsel Kurullarına seçilebilmeleri, Mesleki Kurullarda rahatlıkla çalışabilmeleri sadece kota ya da pozitif ayrımcılıkla sağlanamaz. Serbest meslek faaliyeti olan avukatlığın, kadın avukatlar açısından ekonomik sürdürülebilirliğini de güvence altına almak gerekir. Bunun için ise Baro Kreşi, kadın avukatlara hamilelik dönemlerinde aidat ve sigorta muafiyeti tanınması, yine bu dönemde bürolarındaki işlerin Baro tarafından belirlenecek bir dayanışma ağı ile sürdürülmesi gibi çözümler üretilebilir. Yeter ki biz kadın avukatların sadece cinsiyetimizden dolayı farklı sorunlarımız ve ihtiyaçlarımız olduğu bilinip, kabullenilsin. Oysaki Başkan seçimi odaklı Baro Genel Kurullarında, bu konuların adı dahi anılmamakta, bizler cılız sesimizle bunları duyurmaya çalışmaktayız. Cinsiyet ayrımcılığını Genel Kurullar dışında, baronun farklı etkinliklerinde, başka bağlamlarda dile getiren ve Barolardan, Baro Başkanlarından bununla mücadele konusunda farklı tavır bekleyenlerimiz ise disiplin cezaları ile baskılanmaktadırlar. Yani Baroların erkek aklı, kadın avukatlardan sadece oy veren edilgen seçmenler olmalarını Cinsiyet ayrımcılığını Genel Kurullar dışında, baronun farklı etkinliklerinde, başka bağlamlarda dile getiren ve Barolardan, Baro Başkanlarından bununla mücadele konusunda farklı tavır bekleyenlerimiz ise disiplin cezaları ile baskılanmaktadırlar. ve cinsiyetçilikle, erkek şiddetiyle mücadele konusunda talepkar olmamalarını beklemektedir. Bu bağlamda, “kadın avukat olduğum için tacize uğradım” dememizin yok sayılmasıyla, “Baro Başkanı toplu tecavüz davasında mağdurun karşısında olmamalıdır” dememizin cezalandırılmaya çalışması aynı mantığın sonucudur. Çünkü cinsiyetçilik ve kadın düşmanlığı, en çok öyle olmadığını iddia edenlerin ürünü ve sorunudur. Sonuç olarak, şunu bilmeliyiz ki; Barolar sadece bizim meslek örgütlerimiz değil, tüm toplumun demokratik hak ve özgürlüklerini savunması gereken kamu kurumlarıdır. Bu sebeple de, Barolar içindeki cinsiyetçilik yahut cinsiyet körü yaklaşımlar hepimizin sorunudur. Zira kendisi kadınları görmeyen ve çoğu zaman kadın düşmanı refleksler gösteren bir baronun kadın haklarının kamusal mecrada savunusunu yapması bir trajediden öte anlam taşımayacaktır. 29 Dünyadaki Barış Görüşmeleri ve Kadınlar Yrd. Doç. Dr. Nazan Üstündağ Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü D ünyada 1990 ile 2012 arasında gerçekleşen 102 barış sürecinde 585 anlaşma imzalanmış. Ancak bu 102 sürece katılanların sadece %8i kadın. İmzacıların %3ü, arabulucuların-ki bu arabulucular genellikle sözde kadın erkek eşitliğinde büyük mesafe kat etmiş batı ülkelerinden geliyorlar--% 3.2si, görüşmelere tanık olarak katılanların ise sadece %5.5i kadın. Kadınların bu dışlanmaya karşı yürüttükleri mücadele sonucunda 2000 yılında, BM Güvenlik Konseyi 1325 no’lu kararı alıyor. Buna göre kadınlar barış görüşmeleri de dahil barışın tesisine yönelik tüm süreçlerde yer almalılar ve tüm barış anlaşmaları kadınların ve kız çocuklarının güvenliğini sağlayacak maddeler barındırmalı. Aynı yıl Avrupa parlamentosu da benzer bir karar alıyor ve üye ülkelere gözlemci ve arabulucu heyetlerinde cinsiyet eşitliğini gözetmelerini tavsiye ediyor. Ancak kadınların barış süreçlerinde temsilinde beklenen artma gerçekleşmiyor. Tam tersine. 2000’den önce gerçekleşen süreçlerde kadınların katılımının daha bile fazla olduğu söylenebilir. Örneğin 2000’den önce gerçekleşen El Salvador barış görüşmelerinde kadınlar “masaların” tümünde temsil ediliyor, Kuzey İrlanda’da kadınların %10’luk bir temsili var. Güney Afrika’da ise hem barış görüşmelerini yürütenlerin hem de Hakikat Komisyonlarında tanıklık yapan ve tanıklıkları değerlendirenlerin %50’si kadın. Bu üç örnekte de masaya oturanların sol eğilimli özgürlük mücadeleleri olduğunu da belirtmek gerek. Oysa 2000’lerle 30 birlikte etnik çatışmalarda artış var ve bu tür çatışmalar, kadınları failleştirmekten çok kurbanlaştırıyor. Kadınların müzakerelere katılımını iki ayrı başlıkta ele almak gerek. Bunlardan birincisi kadınların barış süreçlerine “cismen” katılımı-ki yukarıda bundan bahsettim. İkincisi ise mutabakatların cinsiyet eşitliğine ne kadar duyarlı olduğu. Bu iki başlık birbiri ile tam örtüşmüyor. Çünkü kadınların katılımı kadın erkek eşitliğini gözeten düzenlemelerin anlaşmalara girmesini garantilemiyor. Ayrıca kadınların katılımı konusu da farklı yöntemlerle gerçekleşebiliyor. Kadınların temsili, savaşmış tarafları temsil eden delegasyonların içindeki kadın sayısını arttırarak sağlanabilir. Ya da kadınlar, savaşta en fazla zarara uğrayan toplumsal kesim oldukları ve barış için en büyük mücadeleyi verenler arasında yer aldıkları için, üçüncü bir taraf olarak görüşmelere doğrudan kendilerini temsil ederek ve ayrı bir kadınlar delegasyonu olarak katılıyor. İmzalanan anlaşmaların içeriğine gelince; imzalanan anlaşmaların sadece %18i savaş zamanı kadınlara yönelik işlenmiş suçları, %16sı ise cinsiyet eşitliğini söz konusu ediyor. Kadınlar Niye Dışlanıyor? Peki her yerde barış mücadelesinde önemli rol almış kadınlar nasıl oluyor da sürecin kendisinden dışlanıyor? Bunun birinci sebebi, kadınların savaşın muhatabı olarak görülmemesi. Kadınlar savaşa ya katılmamışlar, ya da katılsalar dahi erkekler tarafından temsil edildikleri var sayılıyor. Benzer bir şekilde taraflar, kadınları ve kadın merkezli konuları, savaşanların cinsiyet özgürlüğü için silaha davranmadıklarını hatırlatarak masanın dışında tutuyorlar. Cinsiyet eşitliği savaşın sebebi olmadığına göre neden müzakerelerin gözetmek zorunda olduğu bir mesele olsun? Oysa örneğin Türkiye’de 2012 yılında Polis Akademisi bünye- sinde bulunan Uluslararası Terörizm ve Sınır Aşan Suçlar Araştırma Merkezi (UTSAM) tarafından yapılan araştırmaya göre dahi kadınların gerillaya gitmelerinin önemli sebeplerinden biri cinsiyet eşitsizliğinden kaynaklı adaletsizlikler. Yani devlet eliyle üretilmiş veriler dahi Kürt sorunu ile cinsiyet eşitsizliğinin, Kürt özgürlük mücadelesi ile kadın mücadelesinin iç içeliğini gösteriyor. Yani savaş da, barış da, kadınları yakından ilgilendiriyor. Kadınların katılımının kısıtlı olmasının üçüncü sebebi, devlet ve muhalif grupların lider kadrolarında yer almamaları. Barış görüşmelerine katılanların yöneticiler olduğunu düşünürsek; tam da bu sebeple kadınların sürece katılma ihtimalleri, özel olarak gözetilmedikleri takdirde son derece düşük. Son olarak barış görüşmeleri sadece kadınları değil, bir çok toplumsal ezileni bileşenine katmıyor. Çünkü barış süreçlerinin tamamında aynı Türkiye’de olduğu gibi sürecin hiç bir engele takılmaması, hassasiyetlere zarar vermemesi ve çabucak bir sona kavuşması isteniyor. Oysa hassasiyetler ne sınıflar, ne cinsiyetler ne de etnik gruplar arasında eşit dağılmıyor. Engel olarak görülen, geciktirici olarak değerlendirilen hep toplumsal hiyerarşilerin alt kısmında yer alanların kaygıları, talepleri ve hayalleri oluyor. Araştırmalar kadınların ve sivil toplumun diğer bileşenlerinin barış süreçlerine katılmama- 31 çok savaşın açtığı yaraların tamiratı ve gündelik yaşamın nasıl ezilenlere yer açacak şekilde kolaylaştırılacağı ile ilgileniyorlar. sı halinde doğacak sonuçları da belirtiyor. Buna göre katılımcılığın sağlanmadığı ve egemenliğin paylaşımının cinsiyetler ve sınıflar arasında eşit olarak dağıtılmadığı barış süreçleri başarıya ulaşsa dahi, toplumda anlamsızlık, ihanete uğramışlık, beklentilerin boşa çıkması ve baskılanma hissi yaratıyor. Cinsiyet eşitliğinin yasal zeminin sağlanmadığı ve savaş ile cinsiyet eşitsizliklerinin ideolojik olarak ilişkilendirilmediği barış mutabakatları sonucunda “etnik” düşmanına dokunması yasaklanmış özneler toplum tarafından en az cezalandırılan suça; kadına yönelik şiddete yöneliyor. Ayrıca kadınların dışlandığı barış süreçleri savaşın yarattığı toplumsal kayıpları en az tanıyan ve telafi ve tazmin mekanizmalarını en az çalıştıran şekillerde sonuçlanıyor. Kadınların barışın tesisi yönünde atılacak adımların kararlaştırıldığı süreçlere katılması cinsiyet temelli sorunların ve toplumun başka ezilen kesimlerinin çıkarlarının gündeme getirilmesini sağlıyor. Kadınlar için egemenlik paylaşımından daha çok ve daha sıklıkla özgürlük için ödenmiş bedeller, barışa yatırım yapılmış umutlar ve kayıplar önemli. Yani kadınlar, hangi topraklar üzerinde hangi araçlarla egemenlik kuracaklarından 32 Ayrıca kadınlar erkeklerin aklına gelmeyen bazı konulara dikkat çekmeyi başarıyorlar. Örneğin yerinden yönetimin farklı türlerinde kadınların sağ ideolojilerin yerel iktidara gelmesi durumunda ne şekilde merkezi iktidarın araçlarını güvence olarak kullanabilecekleri gibi. Uzmanlar kadınların barış görüşmelerinin en erken safhalarında hatta görüşmelere başlanmadan örgütlenmesi, taleplerini oluşturması ve geniş bir taban sağlaması gerektiğini de söylüyorlar. Aksi takdirde kadınlar, “masada” konuşulacak ve üzerine “kavga” edilecek maddelerin listesine kendi taleplerini sokamıyorlar. Kadınların Barıştan Beklentileri Kadınların barıştan ve görüşmelerden beklentilerine gelince; kadınlar öncelikli olarak barışma sırasında güvenlik güçleri tarafından kadınlara ve çocuklara yönelecek şiddet eylemlerinin anlaşmayı bozmak için yeterli sebep olarak görülmesini, diyaloğu sürdürecek taraflara toplumsal cinsiyet eğitimi verilmesini, cinsiyet eşitliği duyarlı güvenlik sektörü reformu yapılmasını, güvenlik güçlerinin işlediği cinsel suçların af kapsamı dışında bırakılarak ortaya çıkarılmasını, cezalandırılmasını, tazmin ve telafi edilmesini, zorunlu göçe maruz kalmışlara özel güçlendirici programlar oluşturulmasını, mayınların temizlenmesini ve cinsiyet eşitliğini sağlayıcı anayasal düzenlemelerin gerçekleşmesini talep ediyorlar. Ayrıca kadın gerillaların silahlarını bırakmayı tercih etmeleri durumunda “girişlerinin” kadınlar gözetiminde yapılması, kadın savcılar, hâkimler ve avukatların tanıklığının sağlanmasını istiyorlar. Aksi takdirde egemen kimliğin erkeklerinin, gerilla kadınlara kadın kimliklerini hatırlatıcı ve ayrımcı davranış ve yorumlarıyla sıklıkla karşılaşılıyor. Kadınlar barış ile ilgili düzenlemelerde benimsenecek bakış açısının toplumu savaş öncesi durumuna geri döndürmek olmadığının da altını çiziyorlar. Örneğin travma programlarından beklenen kadın ve çocukların geçmişte yaşadıkları hayata dönecek şekilde sağıltılmaları değil. Tam tersine; savaşın ve mücadelenin hareketlendirdiği toplumsal kesimlerin ve bilhassa kadınların özgür mücadele alanlarını genişletecek şekilde güçlendirilmesi; tüm uygulanacak cinsiyet eşitlikçi siyasetlerin temelini oluşturmalı. Kadınlar barışın tesisi süreçlerine kendilerini dâhil etmek için çok çeşitli yöntemler benimsemiş. Afrika ile başlayalım. Afrika’da barış anlaşmaları genelde toplumsal grupların tamamını içeriyor ve konu ediyor. Bunun sebeplerinden biri buradaki savaşların etnik çatışma niteliği taşıması ve tüm halkı fail haline getirmesi. Bir diğer sebebi ise burada çatışma sonrası çözüm sürecinin güvenlik şirketleri, yardım fonları ve gözlemci ülkeleri de dâhil eden uluslararası bir sektör yaratmış olması. Afrika kıtasında çatışmadan kaynaklı çok çeşitli konularda (gözaltında taciz tecavüz, mayınlar, zorunlu göç, kayıplar, ekolojik yıkım, silahlanma vs.) önemli bir teknik bilgi birikimi, mücadelede olduğu gibi barışmada da başvurulabilecek alternatif siyasi ve toplumsal örgütlenmeler mevcut. Kenya’da kadın temsiliyeti hem arabulucu hem katılımcılar arasında %25 ve bu BM ile UNIFEM’in şart koşmasıyla gerçekleşmiş. Sudan’da kadınların resmi heyetlerde temsiliyetinin yanı sıra, kadınlar kendi barış konferanslarını yapmış. Burundi’de kadınlar resmi süreçlere katılamayınca kendi barış görüşmelerini yapıyorlar, bir taslakta anlaşıyorlar ve bir deklerasyon yayınlıyorlar. Aynı sırada sa- vaş tekrar patlak veriyor ve resmi görüşmeler son buluyor. Ancak kadınlar görüşmelere devam ediyor. Resmi müzakere tekrar başladığında taraflar kadınların taslak anlaşmasını temel olarak kabul ediyorlar. Guatemala’da da resmi görüşmelerin yanı sıra sivil toplum gözlemci, takipçi ve tartışmacı olarak sürece dahil olmak amacıyla örgütleniyor ve hem siyasi hem teknik konularla ilgili heyetler kuruyorlar. Bu heyetlerin tamamında kadınların eşit temsiliyeti sağlanıyor. Guatemala’da sivil toplumun tarihe geçen hareketliliği sayesinde dünyanın en çoğulcu ve eşitlikçi anlaşması ve anayasası hazırlanıyor. Ne yazık ki mutabakatın yasallaşması erteleniyor ve nihayetinde askıya alınıyor. Sri Lanka’da kadın örgütleri resmi kanalları zorlayıp sonuç alamayınca arabulucu konumunda olan Norveç’i ikna ediyor ve onun baskısıyla heyetlere dâhil oluyor. Ancak kadınların tamamı cinsiyet komisyonuna hapsediliyor. Toplumsal cinsiyet ile diğer konular (egemenlik bölüşümü, yerinden yönetim, çatışma kaynaklı mağduriyetler) arasındaki ilişki kurulamayınca da kadın sorunları yaptırımı olmayan maddelerle sınırlı kalıyor. 33 Son olarak Kuzey İrlanda’da barış görüşmelerini yürütecek heyetin belirlenmesi için seçime gidiliyor. Taraflar kadın aday göstermeyince, Protestan ve Katolik akademisyen, aktivist ve örgütlü kadınlar bir araya gelerek Kuzey İrlanda Kadın Koalisyonu’nu kuruyor ve partileşiyorlar. Parti aldığı oylar sayesinde 10 kişilik barış kurulu içine bir kadını sokmayı başarıyor. Sonraki süreçte kadınlar tarafından görevlendirilmiş ve seçilmiş bu temsilci her konuda toplumsal cinsiyet sorununu gündemleştiriyor. Ne Yapmalı? Bu deneyimler bizlere neler öğretiyor ve ilgili kuruluşlar kadınlara ne tavsiye ediyor? Kadınların barış sürecine katılma mücadelelerinde altını çizmeleri gereken en önemli şey sürece katılmak istemelerindeki sebebin sadece savaşın mağdurları olmaktan kaynaklanmadığı. Kadınların barış görüşmelerine katılma taleplerini meşrulaştıran, barış mücadelesinde biriktirmiş oldukları deneyim. Kadınlar deneyimleri, talepleri ve projeleri olduğu için bu süreçte taraflar da. Uluslararası kuruluşlar bu bilgiyi toplumsal tabana yaymanın kadınların mücadelelerinde başarılı olmaları için elzem olduğunu söylüyorlar. Kadın barış mücadelesi tarihini ve taleplerini anlatan kitaplar, barış aktivisti kadınların söyleşileri, hayat hikâyeleri ve görünürlüklerinin sağlanması kadınların katılım taleplerinin desteklenmesinde önemli rol oynuyor. Uluslararası destek de mücadeleye katkı sunuyor. Kadınların görüşmelere konu olacak her konuda teknik birikimlerini arttırmaları da gerekiyor. Yasa yapımı kadar, her yasanın toplumsal eşitsizliklere ve cinsiyet ilişkilerine nasıl yansıyacağı, uzlaşmaların kimleri yaralayacağı ya da kimlere ne fayda sağlayacağı gibi konular teknikleştirilerek/dünya çatışma çözüm yazınına tercüme edilerek, tartışılması gereken konular. Korucuların durumundan 34 göç mağdurlarının geri dönüşüne, tazmin ve telafiden yargılanmalara kadar birçok konuda kadınların uzman görüşü hazırlaması gerekiyor. Ancak bunların tümünden önemlisi kadınların toplumu örgütlemesi. Kadın mitingleri, sivil alanda paralel görüşmeler, kadın konferansları ve gölge anlaşmaların hazırlanması ve imzalanması, barışın kadınlaşması ve toplumsallaşması için uygulanabilecek taktikler. Elbette bizim durumumuzda olduğu gibi gerillada ve sivilde bulunan kadınların kendi barış görüşmelerini yapması, kendi anlaşmalarını oluşturması da izlenebilecek bir yol. Kadınların görüşmeleri takip eden, tıkanıklıkları saptayan ve gidermeye yönelik tavsiyelerde bulunan gözlem heyetleri kurması veya taraflarla görüşmeler yapması da tavsiye edilen yöntemlerden. Bugün dünyanın birçok bölgesinde bilhassa Latin Amerika ve Afrika’da kadınlar bu alanda daha fazla rol almak için iş birliği yapıyor ve mücadele ediyorlar. Çünkü kadınların barışın tesisinde yer almaları anlaşmaların niteliğini değiştiriyor. Barış çoğu zaman savaşı taklit ediyor. Erkek egemen bilme biçimlerini, istihbarat ve spekülasyona dayalı söylemleri, sırlara yakın ya da uzak olma üzerinden belirlenen hiyerarşileri yeniden üretiyor. Kadınların barış görüşmelerine katılmaları erkeklerin sırlara, istihbarata, egemenliğe dayalı ittifaklarını bozma potansiyeli taşıyor. Ama en önemlisi kadınların süreçlere dâhil olması fazlasıyla örnekte görülen ve kadınları savaş sonrasında yeniden ev içlerine, erkek merkezli toplumsal yapılara geri gönderen bir kültürün ve yasal zeminin oluşmasını engelliyor. Son olarak kadınların paralel görüşmeleri ve gölge anlaşmaları daha somut, daha eşitlikçi ve daha gerçekçi olabiliyor. Bu ise erkeklerin bozup durduğu barış süreçlerine başka türlü bakmanın imkânını hazırlıyor. Göçmenler ve Kadın Cahide Sarı Uluslararası Af Örgütü H 90’lı yıllarda giderek tırmanan uluslararası göçün anlaşılmasını ve siyaseten doğru okunması ile ilgili en önemli sorunlardan birini toplumsal cinsiyet körlüğü oluşturuyor. Her mülteci nüfusunun en az yarısını kadınlar ve kız çocukları oluşturur. Hatta belli ülkelere bakıldığında göç eden nüfusun önemli bir kısmını kadınlar oluşturuyor. Avrupa’da çocuk ve yaşlı bakımı gibi hizmetleri sunanların (yasal ya da yasa dışı) azımsanmayacak bölümünü Güneydoğu Asyalı kadınlar oluşturmaktadır. Avrupa Birliği sınırlarına yasal olmayan yollardan giriş için kullanılan pek çok nokta bulunuyor. Ancak özellikle Türkiye ve Güney Avrupa ülkelerinden yapılan girişlerin önlenmesine yönelik özel çalışmalar yürütülmektedir. Bu noktaları giriş için kullanan göçmenlerin çıkış noktaları genellikle İran, Irak, Afganistan, Suriye, Orta Asya ülkeleri ve Kuzey Afrika ülkeleridir. AB sınır güvenliği için harcanan paranın önemli bir bölümü bu yönlerden gelen göçü engellemek ya da kontrol etmek üzere harcanıyor. Sınır güvenliğinin giderek daha çok özel şirketlerden satın alınan hizmetler üzerinden gerçekleştirildiği bir süreç işletilmektedir. Genel olarak kontrolün de sınır noktasından geriye doğru kaydığını ifade edebiliriz. Göçü sınır noktasına gelmeden engelleyen ve kontrol altına almaya çalışan yeni bir göç rejimi oldukça uzun zamandır iş başında bulunuyor. Sınır güvenliğinin artmasının ve genişlemesinin en önemli sonucu, her seferinde göçmenlerin daha yüksek riskler almalarıdır. Bu risklerden biri de ölüm. Bununla birlikte denetim arttıkça sınır geçme faaliyetinin kendisi giderek uluslararası bir şebekeyi gerektirmekte ve sınır geçmek her geçen gün daha yüksek fiyatlara satılan bir “hizmete” dönüşmektedir. Sınırın bir tarafında büyük bütçeli uluslararası şirketler, diğer tarafında 35 da kayıt dışı biçimde faaliyet yürüten uluslar arası şebekeler yer almaktadır. Sınır geçme faaliyeti oldukça uzun zamandır bireysel olarak gerçekleştirilen bir faaliyet olmaktan çıkmış, kayıtlı ya da kayıt dışı olarak önemli bir rant ve ihlal alanına dönüşmüştür. Tüm bu güvenlik mekanizmalarının göçmeni tanımlayıp geldiği yere geri göndermek üzerinden kurgulandığını görüyoruz. Dolayısıyla tanımlanamamak bu noktada göçmenler açısından önemli bir silaha dönüşmektedir. Sahip oldukları pasaportlarıyla sınırı geçme hakkı tanınmayan, ne kadar uğraşsalar da vize alamayacak olan göçmenler, bugüne kadar kendilerini durdurmaktan başka bir işe yaramayan pasaportlarını yakarak, denize atarak geri gönderilme ihtimallerini ortadan kaldırmaya çalışmaktadırlar. Bir üçüncü dünya ülkesine ait pasaport, ona sahip olan bedeni sınırın karşı tarafına geçmeden bu tarafta tutmaya yarar. Bundan başka da bir işlevi yoktur. Dolayısıyla bir göçmenin yapması gereken ilk şey bu engeli ortadan kaldırmaktır. Pasaportun imha edilmesi, uluslar arası göç hukukunun tam sınırında dikilmek, beden ve isim arasındaki bağa odaklanarak insanı bu noktadan kapan mekanizmayı bir süre için durdurmak demektir. Her şeyi yerli yerine koyan bir düzenleme mantığında, pasaportunuzun alınmadığı bir ülkenin sınırlarında iseniz doğrudan onu size veren ulus devletin sınırları içine geri gönderilirsiniz. Her şey ait olduğu yerde durmalı! Pasaportunuz yoksa ve siz kim olduğunuz konusunda bilgi vermiyorsanız ya da örneğin Burma gibi AB ile sınır kontrolü konusunda işbirliği içinde olmayan bir ülkeden veya Filistin ve Kuzey Kıbrıs gibi ulus devlet statüsü tam anlamıyla kabul edilmeyen ülkelerden geldiğinizi ifade ediyorsanız (bu yöntemler göçmenler tarafından yoğun biçimde kullanılmaktadır) sizi geriye doğru fırlatan mekanizmadan kurtulursunuz, ancak sizi durduran mekanizmaya yakalanırsınız yani kampa. Kamplarda uzun süre alıkonan göçmenlerin azımsanmayacak bir kısmı kamplardan kaçmakta ve hayatının geri kalanını tümüyle “kaçak” geçirmektedir. Bilindiği gibi Türkiye sadece Avrupa ülkelerinden gelen göçmenlere mülteci statüsü vererek onlarla ilgili bir takım yükümlülükleri üstlenmektedir. Ancak Türkiye’ye asıl göçmen akınının yaşandığı ve Türkiye’nin doğusunda ya da güneyinde bulunan ülkelerden gelen göçmenler, başka bir ülke- 36 de iltica hakkı kazanana dek Türkiye’de sığınmacı statüsünde yaşamaktadırlar. Sığınmacılara sunulan hizmetler, tanınan haklar ve devletin sığınmacılara dönük yükümlülükleri göçmenlerin ihtiyaç duydukları korumayı gerçekten sağlayabilecek düzeyden oldukça uzaktır. Bu nedenle başta kadınlar ve çocuklar olmak üzere Türkiye’de göçmenlerin yaşam koşullarının insan onuruyla bağdaşmadığını ve devletin sorumluluklarını tam anlamıyla yerine getirmeyerek göçmenlerin insanca yaşam hakkından faydalanmasını engellediğini belirtmeliyiz. Göçmen kadınlar Türkiye’ye gelmelerinden itibaren sorunlarla kendi imkanlarıyla başa çıkmak zorunda kalmaktadırlar. Oysa göçmen kadınların durumu çoğu zaman diğer göçmen gruplarına göre çok daha hassas olabilmekte ve tehlikeye açık konumda bırakılmaları yaşamlarında kalıcı sorunlara neden olabilmektedir. Kendilerini yoğun biçimde yasadışı bir hayata mahkum eden sınır güvenlik uygulamaları nedeniyle hayatta kalabilmek amacıyla oldukça kötü çalışma ve yaşam koşullarına razı olan göçmenler, işsizliğin giderek tırmandığı dönemlerin ilk ve en önemli günah keçileri olmaktadır. Dolayısıyla sınırın genellikle yasa dışı bir biçimde fiziksel olarak aşılmış olması beraberinde toplumsal sınır çizgilerinin giderek kalınlaşmasına neden olabilmektedir. Sınır güvenlik uygulamaları nedeniyle yasa dışılaştırılan göçmenler içinde yaşadıkları toplumun yürüyen sınır çizgilerine dönüştürülmektedirler. Siyasal krizlerin eşlik ettiği ekonomik krizler göçmenlerin canavarlaştırılması yönündeki eğilimi tırmandırmaktadır. Suriye’de yaşanan siyasal krizin ardından Türkiye’ye gelen göçmenlerin azımsanmayacak bir kısmı yasa dışı ve güvencesiz işgücüne dahil olmuştur. Türkiye’deki genel yaşam koşullarının daha da zorlaşmasıyla birlikte bu kesimlere yönelik dışlayıcı mekanizmaların işbaşında olacağını tahmin etmek pek zor değildir. Kadın Göçmenler: Kadınlara yönelik şiddetin yoğun olması ve bazı devletlerin kadınların insan haklarını korumada isteksiz olması, korumaması, savaş ve şiddet olayları dünyadaki kadın göçmen sayısının fazla olmasına neden olmuştur. Dünyadaki göçmen nüfusunun %70’ini kadınlar ve çocuklar oluşturmaktadır. Birleşmiş Milletler verilerine göre son iki buçuk yılda 2 milyon 249 bin Suriyeli ülkesini terk ede- rek komşu ülkelerde sığınma arıyor. Toplam mülteci nüfusunun yüzde 51’ini kadın ve kız çocukları oluşturuyor. Kadınlar da bütün göçmenler gibi, baskı zulüm ve korku içinde oldukları için kaçmaktadır. Ancak kadınlar, erkeklerden farklı olarak 1951 Sözleşmesi’nde özel olarak yer verilmeyen toplumsal cinsiyet temelli ayrımcılık, sosyal ve kültürel önyargılardan kaynaklanan baskı ve zulüm, geleneklerle ilişkili bedensel ve ruhsal sağlıklarını bozan zarar verici uygulamalar, cinsel istismar, cinsel şiddet, aile içi şiddet gibi esas olarak kadın olmalarından kaynaklı zulüm ve baskılardan kaçmak için de ülkelerini terk etmek ve başka bir ülkeye sığınmak zorunda kalırlar. Kadınlar; evlerinin, ülkelerinin ve çoğu zaman da ailelerinin korumasından da yoksun kalır ve savunmasız bir duruma düşerler. Bazı kadın göçmenler de diğer kadın göçmenlerden çok daha fazla korunmaya ihtiyaç duyabilirler. Ülkelerini terk ettikten ya da terk etmeye zorlandıktan sonra da sorunlar genelde devam etmektedir. Sığınılan ülkelerde de sığınmacılara yönelik ayrımcı muameleler kadınlara yönelik ayrımcılık ile tırmanabilmektedir. “Başta Suriye olmak üzere Afganistan, İran, Irak ve Somali gibi ülkelerde yaşanan çatışmalardan etkilenen kadınlar hem kendi güvenlikleri hem de çocukların güvenliklerini sağlamaya çalışıyor. Kadınların yaşadıkları bölgelerdeki güvensiz ortamda cinsel taciz ve tecavüzle karşılaşma ihtimali çok yüksek. Uluslararası Koruma amacıyla farklı ülkelere göç ederek mülteci kamplarında ve ya şehirlerde yaşayan kadınlara devletler tarafından yeterli bir koruma sağlanmıyor. Eğitim, sağlık, barınma ve gıda ihtiyaçları için gerekli kaynaklar yaratılmıyor. Ayrıca sığındıkları ülkelerde taciz, tecavüz ve zorla evlendirme ile karşı karşıya kalan kadınların sayısının arttığı iddialarına her gün yenisi ekleniyor” (http://www.amnesty.org.tr/ai/ node/2307). Göçmenler ve Sendikalar: Kendilerine çalışma hakkı tanınmaması nedeniyle ülkemizde ve başka pek çok ülkede göçmenler kayıt dışı çalışmak zorunda kalmaktadırlar. Kadınların daha yoğun biçimde çalıştığı evde bakım hizmetlerinde, göçmenleri cinsel istismardan koruyacak ve cinsel istismarın yaşanmamasını sağlayacak yasal bir mekanizma bulunmamaktadır. Avrupa ülkelerindeki sendikaların, bu ihlallerle karşılaşan kadınların sorunlarını gündemleştirmekte ve ihlal önleyici mekanizmaların hayata geçirilmesi için hükümetlere baskı yapmakta oldukça yetersiz kaldığını biliyoruz. Bu insanlık dışı tablonun ortaya çıkmasında emek örgütlerinin payını şu şekilde açıklamak mümkündür: 1-Göçmenler ve özellikle kadın göçmenler genelde sendikalılaşma oranının oldukça düşük olduğu ya da hiç olmadığı sektörlerde iş bulabilmektedir (evde bakım hizmeti ve seks işçiliği gibi). Dolayısıyla sendikaların ihlallerle ilgili bir çalışma yürütmesinin önündeki en önemli engel örgütsel kapasitedir. 2-Göçmenlerin yasal çalışma hakkına kavuşması oldukça zor olduğundan pek çoğu kayıt dışı bi- 37 çimde çalışmaktadır ve hem ülkemizdeki sendikaların hem de diğer ülkelerdeki sendikaların kayıt dışı alana dair çalışmaları oldukça sınırlıdır ve bu alana yönelik özel bir stratejileri bulunmamaktadır ya da strateji eksikliği bu sendikalar tarafından sorun olarak bile görünmemektedir. Dolayısıyla bu alandaki sorunlar görmezden gelinmeye devam etmektedir. 3- Sendika üyesi olmak yalnızca vatandaşlık hakkı bulunanlara tanınan bir haktır ve göçmenler en baştan bu alandan zaten dışlanmışlardır. Sendikal faaliyetin yasal vatandaşlık ve yasal çalışma hakkı bulunanlarla sınırlanması sonucunda sendikaya en çok ihtiyaç duyan göçmenler ve özellikle kadın göçmenlerin örgütlenme ve insanca yaşam hakkı tanınmamakta ve bu durum kendini “yasal” örgütlenme alanıyla sınırlayan sendikalar için bir sorun teşkil etmemektedir. 4-Göçmenler, iş yerinde diğer emekçiler tarafından ayrımcılığa uğramakta, düşmanlaştırılmakta ve göçmenlerle göçmen olmayan işçiler arasında dayanışma yerine rekabet bulunmaktadır. Oldukça kötü çalışma ve yaşam şartları ile karşı karşıya kalacağını bilmesine rağmen ülkesini terk etmek zorunda kalmış ve geldiği ülkelerde insanlık dışı koşullarla çoğu zaman tek başına mücadele etmek durumunda olan, yaşadığı sorunları çözebilmek ve kamuoyu oluşturabilmek adına ihtiyaç duyduğu yasal örgütlenme mekanizmalarından dışlanmış bir göçmenin diğer işçilerden çok daha ucuza çalışmak dışında bir alternatifi olmamaktadır. Ancak bu durum diğer işçiler ve emekçiler tarafından göçmenlerin düşmanlaştırılmasına ve çoğu kez saldırıya açık hale gelmelerine neden olmaktadır. Bu saldırıların ekonomik kriz ve işsizliğin yoğun olduğu dönemlerde arttığı herkesin malumudur. Sendikaların en önemli görevi bu iki kesim arasında var olan rekabet ilişkisinin dayanışma ile ortadan kaldırılmasını sağlamaktır. 5-Sendikal mücadeleyi ve faaliyeti sadece belli bir emekçi grubunun ekonomik kazanımlarının arttırılması ile sınırlı gören sendikal anlayış, işyerindeki, sokaktaki ayrımcılığı ve göçmen işçilere yönelik toplumsal dışlamayı yok saymakta ve 38 bunlarla mücadeleyi sendikal mücadele alanının içinde görmemektedir. 6-Göçmenlere yönelik faaliyetler yürüten sendikalar da çoğu kez göçmenleri toptan değerlendirmelerle analiz etmeye kalkışmakta, kadın göçmenlerin yanı sıra eşcinsel göçmenlerin özel olarak deneyimledikleri sorunlar da bu toptancı analizlerde kaybolup gitmektedir. Bu çürümüş ya da gerçek bir stratejiden yoksun sendikal anlayışların hiçbirinin, bugün milyonlara ulaşan göçmen akını karşısında daha fazla var olma imkânı bulunmamaktadır. Göç ile ilgili çalışmalar yürüten ulusal ve uluslararası kuruluşların en önemli çabası “eksik” statülendirmenin giderilmesi şeklinde iken göçmenlerin örgütlediği yeni dayanışma ve direniş biçimi, bizzat statünün sorun haline getirilmesi etrafında inşa edilmektedir. Evrensel eşitlik ilkesi ile siyasi ve toplumsal eşitsizlikler arasındaki açığın siyasallaştırılması çerçevesinde sınır yalnızca kontrolün değil aynı zamanda göçmenliğe ilişkin “fazlanın” da iş başında olduğu bir uzamdır. Bu uzamın sınırları, yani sınırın sınırları, her an ihlal edilerek yeniden belirlenmekte, siyasalın sınırlarını hedef alan eşitlik istemi çok çeşitli biçimler altında yeniden örgütlenmekte ve içerisi ve dışarısının siyasal anlamı yeniden inşa edilmektedir. Bu bağlamda ulus-devlet iktidarına referansla tanımlanan vatandaşlık ve yine ulus devletler ve uluslararası kurumların oluşturduğu küresel iktidar mekanizmalarına referansla tanımlanan göçmenliğe ilişkin statüleri sorunsallaştıran yeni bir dayanışma biçiminin yaygınlaştırılmasına ve bu hareketin politik taleplerinin statüsüzlük etrafında daha çok şekillendirilmesine ihtiyaç vardır. Bu yeni dayanışma biçiminin, en alta hiçbir statüsü olmayanların ve en üste de en avantajlı vatandaşlık kategorilerinin yerleştirildiği, altı ve üstü olan hiyerarşik yapıyı yeniden üreten tüm mekanizmaların reddiyle mümkün olabileceğini belirtmek isterim. Alternatif Bir Ekonomi Denemesi: Jiyan Sabit Semt Pazarı Sema Koç Bildiğiniz gibi her ekonomik anlayış bir politik düşünce sistemine dayanmaktadır. Günümüzde hâkim olan neo-liberal ekonomik politikalar ile topraklarımızın tüm doğal kaynakları sömürülmekte, dolayısıyla doğası tahrip edilmekte. Ne ahlak, ne de insan hakkı tanımayan, para haricinde hiçbir değere saygı duymayan, emeğin karşılığını bulamadığı bu sistem bu coğrafyada birey, toplum ve doğa arasında binyıllara dayanan uyumu kar hırsıyla yok etmektedir. Bir sistemi istediğimiz kadar eleştirebiliriz ama ekonomik üretimine alternatif yaratamadığımız sürece o sistemi aşmamız mümkün değildir. Doğrusu toplumsal ihtiyaçları fark edip ihtiyaçlar doğrultusunda bunları karşılamaya çalışmaktır. Bu açıdan mevcut işsizliği ortadan kaldıracak, halkın kendi özgücüne dayalı ve aynı zamanda demokratik örgütlülüğünü oluşturacak, dayanışma temelinde bir ekonomik güç birliği potansiyelini açığa çıkarmak gerekmektedir. Demokratik, ekolojik ve cinsiyet özgürlükçü toplumda üretim ya da bölüşüm açısından bilinçli, şeffaf, değiştirilebilir ve bütünleşmiş yani topyekûn ahlaki bir ekonomiyi örgütlemek zorunludur. İnsanların ekonomik meselelere sadece birer üretici ya da tüketici düzeyinde değil toplumsal mutluluk hedefine bağlı bireyler olarak yaklaşması gerekir. İnsanın emeğinin karşılığını aldığı, doğanın kendisine yabancılaşmayı aştığı, kadının bütün toplumsal alanlarda yerini aldığı, kendisini ifadeye kavuşturduğu, şehrin her sokağında soluk alabildiği özgür bir yaşam ancak böyle filizlenebilir. Bu açıdan önemli olan özgürleşen kadın bilincinin güzelliğini de şehrin ve hayatın her yanında ortaya çıkarmaktır. Bu açıdan Bağlar’ın temel altyapı sorunları toplumsal sorunlarından bağımsız değildir. Bu bakış açısıyla bir bir altyapı sorunlarını çözmeye, çalışırken diğer yandan da toplumsal dönüşüm için çözüm yolları açmaya çalışıyoruz. Bugün artık şehirlerde trafiği aksatacak alanlardan ziyade mahallelerde ihtiyaca cevap verecek sabit semt pazarları gerekmektedir. Haftanın bir günü çalışan atıl yapılar olmaktan ziyade haftanın diğer günlerinde de çalışan böylece halka ucuz, sağlıklı, doğal ürünlerin güvenli koşullarda sunulabildiği aynı zamanda toplumsal iletişimin ve etkileşimin geliştirilebileceği mekânlara ihtiyaç vardır. Bütün bunlar esas alınarak Diyarbakır Bağlar’da Jiyan sabit semt pazarı; 546 m2 kapalı alanı ve alt yapısı ile halkımızın hizmetine sunulmuştur. İçinde yer alan toplam 104 tezgâhta 214 kadın arkadaşımız Çarşamba günü hariç her gün çalışmaktadır. Sayının çok oluşunun sebebi çalışan kadın arkadaşlarımızın hemen hepsi çocuk sahibi olmaları aslında kendi içinde ayrı bir dayanışmayı da getirmektedir, her kadın bir yedeği ile bu işe geliyor. Pazar yerimiz 13 stanttan oluşmaktadır; her standın içinde 8 kadın arkadaşımız çalışmakta ve bu 8 kadının kendi aralarında seçtiği bir temsilci ile sorunlar yine pazarcı esnafının kendi aralarından seçtikleri 5 asil 5 yedek üyeden oluşan üst yönetime aktarılmaktadır. Pazar yönetimine 5 asil üye ile birlikte 1 Belediye Başkan Yardımcısı, Kültür Müdürü ve Belediyeden bir kadın arkadaşımız koordinatör dâhil edilmiştir. Bu Pazaryeri satıcılarının tümü kadın olan ilk pazardır. Bu proje ile hem Bağlar’ın giderek gelişen bu kesiminde pazar yeri problemine son veriyoruz; hem de Bağlar’da yaşayan kadınların kalıcı istihdamı için bir adım atmış oluyoruz. Tüm çalışanları kadınlardan oluşan Jiyan sabit semt pazarı kadınlar için bir yaşam alanı olmuştur. Şimdilik sayısı yalnızca bir ama umuyoruz açılacak benzer semt pazarları için öncü olacak ve örnek teşkil edecektir. Bağlar’daki örneği yaygınlaştırarak özlemini duyduğumuz özgür yaşamı her yerde bugünden inşa etmeliyiz. Toplumsal dayanışmanın, güç birliğinin gelişmesine katkıda bulunacak bu hizmetler hep beraber demokratik kurtuluşumuz için birer zemin oluşturmasını umut ediyoruz. 39 Muhafazakarlığın Dönüşümü ve Kadın Hakları Berfin Abdaloğlu Geleneği muhafaza etmek üzerine kurulu devlet düzeninin en önemli dayanaklarından biri ailenin ve kadın bedeninin denetimidir. Cumhuriyetin kurulması ile yeni bir format alan modernleşme projesi cinsiyet rejimi açısından her ne kadar görece iyileştirmeler içerse de özü itibarı ile muhafazakâr yapısından vazgeçmemiştir. Bunun en önemli nedeni yeni kurulan laik erkek sistemin sadakatini yüceltmek ve devam ettirmektir. 1926’da Medeni Kanunun çıkmasına 1933 ve 1934’te oy hakkı eşitliğini sağlayan anayasa değişikliğine rağmen kadınların o dönem siyasal ve kamusal temsiliyetlerinin önü sürekli engellenmiştir. Somut örneklerinden biri 1923’te kurulan ve kısa zaman sonra aşırı talepleri olduğu ileri sürülerek kapatılan Kadınlar Halk Fırkasının ardından siyasal yaşama dâhil olan Türk kadınlar birliği ilk seçimde Nezihe Muhiddini aday olarak göstermiştir. Ve fakat Cumhuriyet Gazetesi bu durumu “Havva'nın kızları, Meclis'e girip yılın manto modasını tartışacak” diyerek alaya alır (Türk Hukuk sitesi / Kadın Hakları Çalışma Grubu ) Türkiye kurulalı beri kadın hakları bir adım ileri iki adım geri gitmiştir. Bundan yirmi dört yıl önce kadınlar “438’e karşı” kampanya ile ciddi bir başarı elde etmişti şimdi ise çok kısa bir zaman önce tecavüz sonucu doğan çocuğa devlet bakar gibi kadın bedeni üzerinden fütursuzca bir politik anlayış devam etmektedir. Sürekli kendini yeniden üreten muhafazakâr devlet sistemi haklar konusunda bir o kadar geri adım atmaktadır. Belli aralıklarla çıkan torba kanunlarda ileri demokrasi pratikleri öne sürülürken aslında kadını eve daha çok bağlayan geleneksel aile normlarını pekiştiren yasal düzenlemeler yapılmaktadır. Yeni muhafazakâr yönetim biçimi bir yandan kadını 40 dışarı çıkarırken öte yandan aynı kadını dışarıda nasıl denetleyeceğini mevcut iktidar aygıtları ile birlikte belirlemektedir. 1990 yılına kadar TMK 159.maddesine göre evli kadınlara, ev dışında çalışabilmek için kocalarından izin alma zorunluluğu getirmekteydi. Kadın hareketinin çabalarıyla bu madde 29.11.1990 tarihli Anayasa Mahkemesi kararıyla iptal edilince bu zorunluluk ortadan kalktı. Son tartışılan düzenlemelerin içeriğine göre kadının çocuk sayısına bağlı evden çalışma modeli, ücretsiz izin süresinin uzatılması vb. uygulama tartışmaları aile içinde ve işgücü piyasasındaki cinsiyetçi iş bölümünü derinleştirmekte ve kadının evden bağımsız bir yaşam sürdürmelerini engellemektedir. Ayrıca kadınların çalışma yaşamındaki taleplerini bir hak olarak değil muhafazakâr algı sonucu bir yardım olarak görmektedir. Burada mevcut uygulamaların hepsini sıralamak çok mümkün değil. Cinsiyet eşitsizliğini ve heteroseksüel devlet ve toplum geleneğini tersyüz etmenin en önemli ayağı liberal sağ/sol muhafazakârlığın karşısında demokrasiden yana tavrı güçlendirmek ve toplumsallaştırmaktır. Özellikle kadının iradesinin ve bedeninin denetiminin pekiştirilmesi için uygulanmak istenen politikaların asıl olarak neyi amaçladığı iyi görülmelidir. Yolsuzluk ve rüşvetle bulanmış başarısız, otokratik iktidarın geçmişte olduğu gibi kirli uygulamalarını halklar üzerinden örtbas etmelerine izin vermemeliyiz. Bu açıdan demokratik bir toplumun oluşmasının en önemli koşulu özgürleşen ve örgütlenen kadındır.