sosyal anksiyete bozukluğu belirti düzeyi yüksek ve düşük olan

advertisement
Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü
Psikoloji Anabilim Dalı
Klinik Psikoloji Bilim Dalı
SOSYAL ANKSİYETE BOZUKLUĞU BELİRTİ DÜZEYİ YÜKSEK
VE DÜŞÜK OLAN BİREYLERİN ÇEŞİTLİ PSİKOLOJİK
DEĞİŞKENLER VE BİLİŞSEL YANLILIKLAR AÇISINDAN
KARŞILAŞTIRILMASI: BİR BİLGECE FARKINDALIK TEMELLİ
PSİKOEĞİTİM PROGRAMI ÖNERİSİ
Dilay Eldoğan
Doktora Tezi
Ankara, 2017
SOSYAL ANKSİYETE BOZUKLUĞU BELİRTİ DÜZEYİ YÜKSEK VE DÜŞÜK
OLAN BİREYLERİN ÇEŞİTLİ PSİKOLOJİK DEĞİŞKENLER VE BİLİŞSEL
YANLILIKLAR AÇISINDAN KARŞILAŞTIRILMASI: BİR BİLGECE
FARKINDALIK TEMELLİ PSİKOEĞİTİM PROGRAMI ÖNERİSİ
Dilay Eldoğan
Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü
Psikoloji Anabilim Dalı
Klinik Psikoloji Bilim Dalı
Doktora Tezi
Ankara, 2017
TEŞEKKÜR
Tez danışmanım ve sevgili hocam Doç. Dr. Müjgan İnözü’ye doktora tez sürecimdeki
önemli katkıları ve üzerimdeki büyük emeği için yürekten teşekkür ediyorum.
Yaşadığım pek çok sıkıntıda önerdiği hızlı ve yapıcı çözümler için kendisine çok şey
borçluyum. Akademik bilgisi ve birikimlerinin yanı sıra bana her zaman destek olan
değerli hocalarım Prof. Dr. Ferhunde Öktem, Prof. Dr. Gonca Soygüt, Doç. Dr. Sait
Uluç’a çok teşekkür ederim. Ayrıca, Prof. Dr. Nesrin Hisli Şahin’e çok şey borçluyum.
Doktora tez sürecimde varlığını hep hissettim ve ondan çok şey öğrendim.
Tüm lisansüstü öğrenim sürecimde akademik bilgisi ve birikiminin yanı sıra manevi
desteğini her zaman hissettiğim Prof. Dr. Elif Barışkın’a ise ayrıca teşekkür ederim.
Yaşadığım ve yaşayabileceğim pek çok başarıda ve hayatımda aldığım pek çok kararda
çok büyük payı vardır. İyi ki varsınız.
Her zaman desteğini, sevgisini ve yardımlarını hissettiğim dönem arkadaşlarım Klinik
Psk. Ece Ataman Temizel, Klinik Psk. Özge Yılmaz Cengiz ve Klinik Psk. Merve Kılıç
Yıldız’a çok teşekkür ederim. Hayata karşı şükran duygumun sebebi sizsiniz.
Doktora yeterliliğimden mezuniyetime kadar her daim yanımda olan ve desteklerini
sonsuz hissettiğim başta Yrd. Doç. Dr. Zuhal Yeniçeri Kökdemir ve Prof. Dr. Doğan
Kökdemir olmak üzere tüm Başkent Üniversitesi Psikoloji Bölümü ailesine ne kadar
teşekkür etsem azdır.
Tez yazma sürecimde tüm stresime katlanan, benimle birlikte stres yaşayan ve bu
süreçte beni hiç yalnız bırakmayan Dr. Aykut Eken’e çok teşekkür ederim. İyi ki
hayatımdasın.
Son olarak, sevgilerini ve desteklerini hayatım boyunca bana hissettiren sevgili babam
Veysel Eldoğan’a, sevgili annem Mehtap Eldoğan’a, ablam Dr. Selay Doğan’a ve
sevgili ağabeylerime ne kadar teşekkür etsem azdır.
Doktora eğitimim süresince sağladığı maddi olanaklar ile bu süreci daha kolay
geçirmemi sağlayan TÜBİTAK’a çok teşekkür ederim.
vi
ÖZET
ELDOĞAN, Dilay. Sosyal Anksiyete Bozukluğu Belirti Düzeyi Yüksek ve Düşük Olan
Bireylerin
Çeşitli
Psikolojik
Değişkenler
ve
Bilişsel
Yanlılıklar
Açısından
Karşılaştırılması: Bir Bilgece Farkındalık Temelli Psikoeğitim Programı Önerisi,
Doktora Tezi, Ankara, 2017.
Bu araştırma kapsamında, sosyal anksiyete bozukluğu (SAB) belirtileri deneyimleyen
bireylerin psikolojik belirtileri, duygu düzenleme güçlükleri, bilgece farkındalık
düzeyleri ile çalışma belleği ve dikkat süreçlerine ilişkin yanlılıkları incelenmiştir.
Ayrıca, bireylerin bilişsel işlevselliği ve esnekliği ile ilişkili olduğu bilinen bilgece
farkındalık kavramının entegre edildiği bir psikoeğitim programı hazırlanmış ve yapılan
pilot çalışma ile Bilgece Farkındalık Temelli Psikoeğitim Programı’nın SAB belirtileri
ve dikkat yanlılığı üzerindeki etkililiği değerlendirilmiştir.
İlk aşamada, 941 üniversitesi öğrencisinin SAB belirti düzeyleri değerlendirilmiş, SAB
belirti düzeyi yüksek ve düşük gruplar oluşturulmuş, bu gruplar çeşitli psikolojik
belirtiler açısından karşılaştırılmıştır. İkinci aşamada, SAB belirti düzeyi yüksek ve
düşük olan gruplar duygu düzenleme güçlüğü, bilgece farkındalık, çalışma belleği ve
dikkat yanlılığı açısından karşılaştırılmıştır. Üçüncü aşamada ise araştırma kapsamında
hazırlanmış olan Bilgece Farkındalık Temelli Psikoeğitim Programı, bir pilot çalışma
ile SAB belirti düzeyi yüksek 7 katılımcıya uygulanmış ve katılımcıların SAB belirtileri
ile dikkat yanlılıklarındaki değişim incelenmiştir.
Araştırma sonuçlarına göre, ilk olarak SAB belirti düzeyi yüksek grubun düşük gruba
kıyasla
somatizasyon,
depresyon,
obsesif-kompulsif,
kişilerarası
duyarlılık,
öfke/saldırganlık, paranoya ve psikotizm belirti düzeyi ile duygu düzenleme güçlüğü
düzeyinin yüksek, bilgece farkındalık düzeyinin ise düşük olduğu görülmüştür. İkinci
olarak, tüm katılımcıların nötr, kızgınlık, korku ve üzüntü ifadelerine şaşkınlık ifadesine
kıyasla daha uzun sürede tepki verdikleri, SAB belirti düzeyi yüksek kadınların ise
düşük kadınlara kıyasla nötr ifadeye daha uzun sürede tepki verdikleri görülmüştür.
Ayrıca, SAB belirti düzeyi yüksek kadınlar düşük kadınlara kıyasla tüm kelime
türlerine daha uzun sürede tepki vermişlerdir. Son olarak, Bilgece Farkındalık Temelli
vii
Psikoeğitim Programı’nın SAB belirtilerini azaltmada etkili olduğu, dikkat yanlılığını
azaltmada ise eğilim düzeyinde bir farklılık yaratabildiği bulgusuna ulaşılmıştır.
Araştırmada elde edilen bulgular ve araştırmanın katkıları ilgili alan yazın ışığında
tartışılmıştır.
Anahtar Sözcükler
Sosyal anksiyete bozukluğu, duygu düzenleme, bilgece farkındalık, bilişsel yanlılıklar
viii
ABSTRACT
ELDOĞAN, Dilay. The Comparison of Individuals with High Social Anxiety Disorder
Symptoms with Individuals with Low Social Anxiety Disorder Symptoms in terms of
Psychological Variables and Cognitive Biases: Proposal for a Mindfulness Based
Psychoeducation Program, PhD Thesis, Ankara, 2017.
In the current study, people who experience different degree of social anxiety disorder
symptoms were examined in terms of psychological symptoms, emotion regulation
difficulties, level of mindfulness, and biases in working memory and attention process.
Moreover, a psychoeducation program based on mindfulness which is known as a
concept related to cognitive functioning and flexibility, was prepared and its
effectiveness on SAD symptoms and attention bias was investigated in a pilot study.
The present study was composed of three different phases.
In the first phase, SAD symptom level of 941 university students were examined and
low and high level groups were formed. Then, these groups were compared in terms of
other psychological symptoms. In the second phase of the study, high and low groups
were compared in terms of their emotion regulation difficulties, level of mindfulness
and biases in working memory and attention processes. In the last phase of the study,
Mindfulness Based Psychoeducation Program (MBPP), which was prepared in the
current study, was administered to 7 participants with high level of SAD symptoms and
the effectiveness of the psychoeducation program on the symptoms and attention bias
were examined.
According to the result of the study, firstly high level of SAD symptoms group had
higher levels of somatization, depression, obsession-compulsion, interpersonal
sensitivity, hostility, paranoia, psychotism and emotion regulation difficulties but lower
levels of mindfulness as compared with low level of SAD symptoms group. Secondly,
reaction time of all participants is higher for neutral, aggressive, sad, fearful faces than
surprised faces. Furthermore, women with high level of SAD symptoms had higher
reaction time for neutral faces and all types of words than women with low level of
ix
SAD symptoms. Lastly, according to result of the pilot study, MBPP was effective in
the reduction of SAD symptoms. However, the program’s effectiveness for reducing
attention bias was only marginally significant.
The result of the study and their contribution to the theory and practice of clinical
psychology is discussed in light of the current literature.
Keywords
Social anxiety disorder, emotion regulation, mindfulness, cognitive biases
x
İÇİNDEKİLER
KABUL VE ONAY ............................................................................................... i
BİLDİRİM ............................................................................................................ ii
YAYIMLAMA VE FİKRİ MÜLKİYET HAKLARI ...................................... iii
ETİK BEYAN ..................................................................................................... iv
TEŞEKKÜR ......................................................................................................... v
ÖZET ................................................................................................................... vi
ABSTARCT....................................................................................................... viii
İÇİNDEKİLER .................................................................................................... x
TABLOLAR DİZİNİ ........................................................................................ xiv
ŞEKİLLER DİZİNİ ........................................................................................... xv
GİRİŞ .................................................................................................................... 1
1. BÖLÜM: SOSYAL ANKSİYETE BOZUKLUĞU ...................................... 2
1.1. DSM’DE SOSYAL FOBİ VE SOSYAL ANKSİYETE BOZUKLUĞU ......... 2
1.2. SOSYAL FOBİNİN VE SOSYAL ANKSİYETE BOZUKLUĞUNUN ALT
GRUPLARI ................................................................................................................. 4
1.3. SOSYAL ANKSİYETE BOZUKLUĞUNUN YAYGINLIĞI ......................... 6
1.4. SOSYAL ANKSİYETE BOZUKLUĞU BELİRTİLERİ DENEYİMLEYEN
BİREYLERİN DEMOGRAFİK ÖZELLİKLERİ ................................................... 7
1.5. SOSYAL ANKSİYETE BOZUKLUĞU İLE BİRLİKTE GÖRÜLEN
PSİKOLOJİK SORUNLAR, EŞ TANI..................................................................... 8
2. BÖLÜM: SOSYAL ANKSİYETE BOZUKLUĞUNUN ETİYOLOJİSİNE
YÖNELİK KURAMSAL YAKLAŞIMLAR ................................................... 10
2.1. GENETİK FAKTÖRLERE ODAKLANAN BİYOLOJİK MODELLER ... 10
2.2. DİĞER BİYOLOJİK FAKTÖRLER............................................................... 12
2.3. SOSYO-GELİŞİMSEL MODELLER.............................................................. 13
2.3.1. Ebeveyn İlişkileri ....................................................................................... 13
2.3.2. Travma, İstismar ve Olumsuz Yaşam Olayları ...................................... 15
2.3.3. Akran İlişkileri ve Okul ............................................................................ 16
xi
2.4. BİLİŞSEL VE BİLİŞSEL DAVRANIŞÇI MODELLER ............................... 18
2.4.1. Clark ve Wells’in Bilişsel Modeli (1995) .................................................. 18
2.4.2. Rapee ve Heimberg’in Bilişsel Davranışçı Modeli (1997) ...................... 20
2.4.3. Sosyal Anksiyeteyi Açıklamaya Yönelik Geliştirilen Yeni Bilişsel
Davranışçı Modeller ............................................................................................ 23
3. BÖLÜM: SOSYAL ANKSİYETE BOZUKLUĞUNDA BİLGİ İŞLEME
SÜREÇLERİ ...................................................................................................... 27
3.1. YORUMLAMA VE YARGILARA VARMA ................................................. 28
3.2. OLAY SONRASI SÜREÇLER VE BELLEK ................................................. 29
3.3. SEÇİCİ DİKKAT VE DİKKAT YANLILIĞI ................................................ 31
4. BÖLÜM: SOSYAL ANKSİYETE BOZUKLUĞUNDA BİLİŞSEL
YANLILIKLARA ODAKLANAN YAKLAŞIMLAR ................................... 36
4.1. BİLİŞSEL YANLILIK DÜZELTMESİ (COGNITIVE BIAS
MODIFICATION) .................................................................................................... 36
4.2. BİLGECE FARKINDALIK VE BİLGİ İŞLEME SÜREÇLERİ .................. 38
4.2.1. Bilgece Farkındalık.................................................................................... 38
4.2.2. Bilgece Farkındalık Odaklı Klinik Uygulamalar ................................... 39
5. BÖLÜM: ALAN YAZINDAKİ KISITLILIKLAR, ARAŞTIRMANIN
ÖNEMİ, AMACI, ARAŞTIRMA SORULARI VE HİPOTEZLER............... 43
5.1. MEVCUT ALAN YAZINDAKİ KISITLILIKLAR VE ARAŞTIRMANIN
ÖNEMİ ....................................................................................................................... 43
5.2. ARAŞTIRMANIN AMACI VE ARAŞTIRMA SORULARI ........................ 43
6. BÖLÜM: BİRİNCİ AŞAMA ........................................................................ 43
6.1. YÖNTEM ............................................................................................................ 50
6.1.1. Örneklem .................................................................................................... 50
6.1.2. Veri Toplama Araçları .............................................................................. 51
6.1.2.1 Demografik Bilgi Formu ......................................................................... 52
6.1.2.2. Liebowitz Sosyal Kaygı Ölçeği (LSKÖ) ............................................... 52
6.1.2.3. Belirti Tarama Listesi (SCL-90-R) ........................................................ 53
6.1.3. İşlem ............................................................................................................ 53
6.1.4. Verilerin Analizi ........................................................................................ 54
7. BÖLÜM: BULGULAR ................................................................................. 55
xii
8. BÖLÜM: İKİNCİ AŞAMA ........................................................................... 60
8.1. YÖNTEM ............................................................................................................ 60
8.1.1 Örneklem ..................................................................................................... 60
8.1.2. Veri Toplama Araçları .............................................................................. 61
8.1.2.1 Duygu Düzenleme Güçlüğü Ölçeği (DDGÖ) ......................................... 62
8.1.2.3. Çalışma Belleği Performans Görevi ...................................................... 63
8.1.2.4. Duygusal Stroop ..................................................................................... 65
8.1.3. İşlem ............................................................................................................ 67
8.1.4. Verilerin Analizi ........................................................................................ 69
9. BÖLÜM: BULGULAR ................................................................................. 70
9.1. SAB BELİRTİ DÜZEYİ YÜKSEK VE DÜŞÜK GRUPLARIN
PSİKOLOJİK DEĞİŞKENLER AÇISINDAN İNCELENMESİ......................... 70
9.1.1. SAB Belirti Düzeyi Yüksek ve Düşük Grupların Duygu Düzenleme
Güçlüğü ve Bilgece Farkındalık Değişkenleri Açısından Karşılaştırılması ... 70
9.2. ÇALIŞMA BELLEĞİ PERFORMANS GÖREVİ ARACILIĞI İLE SAB
BELİRTİ DÜZEYİ YÜKSEK VE DÜŞÜK GRUPLARIN BİLİŞSEL
YANLILIKLARININ DEĞERLENDİRİLMESİ .................................................. 73
9.3. DUYGUSAL STROOP ARACILIĞI İLE SAB BELİRTİ DÜZEYİ
YÜKSEK VE DÜŞÜK GRUPLARIN DİKKAT YANLILIKLARININ
DEĞERLENDİRİLMESİ......................................................................................... 82
10. BÖLÜM: ÜÇÜNCÜ AŞAMA ..................................................................... 88
10.1. YÖNTEM .......................................................................................................... 88
10.1.1 Örneklem ................................................................................................... 88
10.1.2. Veri Toplama Araçları ............................................................................ 88
10.1.2.1. Bilgece Farkındalık Temelli Psikoeğitim Programı Kapsamında
Uygulanan Egzersizler ........................................................................................ 89
10.1.2.1.1. Nefes Egzersizi.............................................................................. 89
10.1.2.1.2. Kasma-Gevşetme Egzersizi .......................................................... 90
10.1.2.1.3. Üzüm Meditasyonu ....................................................................... 91
10.1.2.1.4. Dağ Meditasyonu .......................................................................... 91
10.2. BİLGECE FARKINDALIK TEMELLİ PSİKOEĞİTİM PROGRAMI.... 92
10.2.1. Birinci Oturum......................................................................................... 92
xiii
10.2.2. İkinci Oturum .......................................................................................... 93
10.2.3. Üçüncü Oturum ....................................................................................... 95
10.2.4. Dördüncü Oturum ................................................................................... 96
10.2.5. İşlem .......................................................................................................... 98
10.2.6. Verilerin Analizi ...................................................................................... 99
11. BÖLÜM: BULGULAR ............................................................................. 100
12. BÖLÜM: TARTIŞMA .............................................................................. 104
12.1. SAB BELİRTİ DÜZEYİ YÜKSEK VE DÜŞÜK OLAN BİREYLERİN
SAB İLE İLİŞKİLİ PSİKOLOJİK DEĞİŞKENLER AÇISINDAN
KARŞILAŞTIRILMASINA İLİŞKİN BULGULARIN TARTIŞILMASI ........ 104
12.2. SAB BELİRTİ DÜZEYİ YÜKSEK VE DÜŞÜK OLAN BİREYLERİN
DUYGU DÜZENLEME GÜÇLÜĞÜ VE BİLGECE FARKINDALIK
DEĞİŞKENLERİ AÇISINDAN KARŞILAŞTIRILMASINA İLİŞKİN
BULGULARIN TARTIŞILMASI ......................................................................... 107
12.3. SAB BELİRTİ DÜZEYLERİ YÜKSEK OLAN BİREYLERİN BİLİŞSEL
YANLILIKLARINA İLİŞKİN BULGULARIN TARTIŞILMASI.................... 113
12.4. BİLGECE FARKINDALIK TEMELLİ PSİKOEĞİTİM PROGRAMININ
SAB BELİRTİLERİ VE DİKKAT YANLILIĞI ÜZERİNDEKİ
ETKİLİLİĞİNE İLİŞKİN YÜRÜTÜLEN PİLOT ÇALIŞMA BULGULARININ
TARTIŞILMASI ..................................................................................................... 118
13. BÖLÜM: SONUÇLAR VE KLİNİK ÖNEMİ ........................................ 130
13.1. SINIRLILIKLAR VE ÖNERİLER .............................................................. 130
KAYNAKÇA .................................................................................................... 136
EK 1: Demografik Bilgi Formu ............................................................................. 151
EK 2: Liebowitz Sosyal Kaygı Ölçeği .................................................................... 152
EK 3: Kısa Semptom Envanteri............................................................................. 154
EK 4: Psikoeğitim Programı Ev Ödevleri ............................................................. 157
Orijinallik Raporu .................................................................................................. 162
Etik Kurul Onay Yazısı .......................................................................................... 163
Özgeçmiş .................................................................................................................. 164
xv
TABLOLAR DİZİNİ
Tablo 1 Örnekleme İlişkin Sosyodemografik Değerler ................................................... 51
Tablo 2 Örneklemin SAB, Psikolojik Belirtileri Toplam Puanları ve Standart Sapma
Değerleri ........................................................................................................................ 56
Tablo 3 LSKÖ Toplam Puanlarına göre Yüksek ve Düşük SAB Gruplarının Ortalama ve
Standart Sapma Değerleri .............................................................................................. 57
Tablo 4 Yüksek ve Düşük SAB gruplarının Psikolojik Belirti Düzeyleri Açısından
Karşılaştırılması ............................................................................................................. 58
Tablo 5 SAB Belirti Düzeyi Yüksek ve Düşük Grupların Psikolojik Belirti Alt Boyutları
Açısından Ortalama ve Standart Sapma Değerleri ........................................................ 59
Tablo 6 Örnekleme İlişkin Özellikler .............................................................................. 61
Tablo 7 Duygusal Stroop Görevi Kapsamında Katılımcılara Gösterilen Kelimeler ...... 66
Tablo 8 SAB Belirti Düzeyi Yüksek ve Düşük Grupların Duygu Düzenleme Güçlüğü
Açısından Karşılaştırılması ............................................................................................. 71
Tablo 9 SAB Belirti Düzeyi Yüksek ve Düşük Grupların Duygu Düzenleme Güçlüğü Alt
Boyutları Açısından Karşılaştırılması............................................................................. 72
Tablo 10 SAB Belirti Düzeyi Yüksek ve Düşük Grupların Duygu Düzenleme Güçlüğü Alt
Boyutları Açısından Karşılaştırılması............................................................................. 73
Tablo 11 Hata Puanlarına İlişkin Ortalama ve Standart Sapma Değerleri ................... 74
Tablo 12 SAB Belirti Düzeyleri Farklılaşan Erkek ve Kadın Katılımcıların Duygu
İfadelerine Göre Hata Puanı Ortalamaları .................................................................... 76
Tablo 13 Tüm Katılımcılar ile SAB Belirti Düzeyleri Farklılaşan Erkek ve Kadın
Katılımcıların Duygu İfadelerine Göre Tepki Süresi Ortalama ve Standart Sapma
Değerleri ......................................................................................................................... 81
Tablo 14 Tüm Katılımcılar ile SAB Belirti Düzeyleri Farklılaşan Erkek ve Kadın
Katılımcıların Duygu İfadelerine Göre Tepki Süresi Ortalama ve Standart Sapma
Değerleri ......................................................................................................................... 86
Tablo 15 LSKÖ, DDGÖ ve TBFÖ Ön ve Son Test Karşılaştırmaları için Wilcoxon
İşaretli Sıralar Testi Sonuçları...................................................................................... 101
Tablo 16 Ön veSon ÖlçümlerdeFarklı Kelime Türlerine Göre Tepki Süresi Ortalama ve
Standart Sapma Değerleri............................................................................................. 103
xvi
ŞEKİLLER DİZİNİ
Şekil 1. Clark ve Wells’in (1995) sosyal anksiyete bozukluğu belirtilerini açıklamaya
yönelik geliştirdikleri bilişsel model ............................................................................... 19
Şekil 2. Rapee ve Heimberg’in (1997) sosyal anksiyete bozukluğu belirtilerini
açıklamaya yönelik olarak geliştirdikleri bilişsel davranışçı model ............................... 21
Şekil 3. Spence ve Rapee’nin (2016) sosyal anksiyete bozukluğu belirtilerini açıklamaya
yönelik olarak geliştirdikleri bilişsel davranışçı model .................................................. 26
Şekil 4. Çalışma Belleği Performans Görevi denem I ..................................................... 64
Şekil 5. Tüm katılımcıların duygu ifadelerine göre tepki süreleri ................................... 78
Şekil 6. Erkek katılımcıların duygu ifadelerine göre tepki süreleri ................................. 79
Şekil 7. Kadın katılımcıların duygu ifadelerine göre tepki süreleri ................................ 80
Şekil 8. Tüm katılımcıların kelime türlerine göre tepki süreleri ..................................... 84
Şekil 9. Erkek katılımcıların kelime türlerine göre tepki süreleri ................................... 85
Şekil 10. Kadın katılımcıların kelime türlerine göre tepki süreleri ................................. 85
Şekil 11. Katılımcıların ön ve son ölçümlerde kelime türlerine göre tepki süreleri ...... 103
1
GİRİŞ
İzleyici önünde performans sergilenmesi gereken durumlarda ya da genel olarak sosyal
ortamlarda bireylerin korku yaşamaları tarih boyunca araştırmacıların ilgisini çekmiştir.
Ancak bilindiği kadarıyla, sosyal anksiyete tanımı ilk defa 1966’da Marks ve Gelder
tarafından, insanların başkaları tarafından dikkatle izlendiklerini düşündükleri ya da
performans sergilemeleri gereken durumlarda deneyimledikleri yoğun kaygı şeklinde
yapılmıştır.
Yapılan genel tanımların aksine, sosyal anksiyete bozukluğu (SAB) belirtileri
deneyimleyen bireylerde ciddi bir farklılığın söz konusu olduğu bilinmektedir. Bazı
bireylerin kaygı yaşadıkları ortamlar değişiklik gösterebilmekte, bazılarının ise kaygı
yaşadıkları ortamların sayısı değişebilmektedir. SAB belirtileri deneyimleyen bireylerin
en yaygın şekilde kaygı yaşadıkları ortam türünün performans sergilenmesi gereken
ortamlar olduğu ifade edilse de (Pollard ve Henderson, 1988), bu bireylerin yemek
yerken, kamuya ait tuvaletleri kullanırken, yazı yazarken, bir partiye gittiklerinde ya da
yeni insanlarla tanışırken yoğun kaygı yaşayabildikleri bilinmektedir (Liebowitz, 1987).
Sosyal ya da performans gerektiren ortamlarda yaşanılan kaygının sosyal anksiyete
bozukluğu tanısı alabilmesi için gerekli olan kriterler Mental Bozukların Tanısal ve
İstatistiksel El Kitabında [Diagnostic and Statistical Manual of Mental Disorders
(DSM)] sıralanmıştır.
2
1. BÖLÜM
SOSYAL ANKSİYETE BOZUKLUĞU
1.1. DSM’DE SOSYAL FOBİ VE SOSYAL ANKSİYETE BOZUKLUĞU
DSM’nin ilk (Amerikan Psikiyatri Birliği [APA], 1952) ve ikinci edisyonlarında (APA,
1968) psikanalitik kuramın fobilerin oluşmasında kabul edilemeyen içgüdüsel dürtüler
(Freud, 1926/1961) olması varsayımından yola çıkılarak sosyal fobi1 dâhil tüm fobiler
aynı başlık altında toplanmıştır. Kuramsal etiyolojiden nispeten bağımsız olan DSM’nin
üçüncü edisyonunda (APA, 1980) ise sosyal fobi ayrı bir tanı grubu olarak yer
bulmuştur. Sosyal fobi, bireylerin başkaları tarafından dikkatlice izlenildikleri ya da
performans sergilemeleri gereken ortamlarda yoğun gözlenme kaygısı yaşamaları kriteri
ile ifade edilmiştir. Ayrıca DSM-III’te tanının konulabilmesi için bireylerin kaçıngan
kişilik bozukluğu tanı kriterlerini karşılamamaları ve yaşadıkları stresi
“aşırı ve
nedensiz” olarak tanımlanmalarının gerekliliği belirtilmiştir.
Sosyal fobi için belirtilen tanımlama ve kriter ölçütlerini takiben yapılan araştırmalarda,
bazı bireylerin korku ve kaygı yaşadıkları sosyal ortamların sayısının oldukça fazla
olabildiği bulgusuna ulaşılmıştır (Liebowitz, Gorman, Fyer ve Klein, 1985). Bu sebeple,
DSM-III-TR (APA, 1987)’ye pek çok sosyal ortamda yoğun kaygı ve korku
deneyimleme ile karakterize sosyal fobinin “genellenmiş alt tipi” eklenmiş, ayrıca
bireylerin kaçıngan kişilik bozukluğu kriterlerini karşılamaları koşulu bu edisyondan
çıkarılmıştır. Ancak kaçıngan kişilik bozukluğu ile sosyal fobi arasındaki örtüşme
devam etmiş ve pek çok araştırmacı iki farklı eksende yer alan, iki farklı
psikopatolojinin varlığını sorgulamıştır. DSM-III-TR’den DSM-IV’e (APA, 1994)
geçilme sürecinde tanı kriterlerine ilişkin herhangi bir değişiklik yapılmamıştır. Ancak,
DSM-IV çalışma grupları genellenmiş alt tip için “sosyal ortamların pek çoğu”
ifadesinin yeterince somut olmadığını belirtmiş ve “fobi” teriminin bu psikopatolojinin
özellikleri ile uyuşmadığını ifade etmişlerdir (Heimberg, Liebowitz, Hobe ve Schneier,
1DSM’nin ilk edisyonunda “sosyal fobi” terminolojisi kullanılmış, DSM-V-TR itibariyle sosyal
fobinin yerini “sosyal anksiyete bozukluğu” terimi almıştır. Bu sebeple araştırmanın bu ve bir
sonraki bölümünde sosyal fobi ve daha sonra sosyal anksiyete bozukluğu tarihsel terimlerinin
kullanımı tarihsel akış dikkate alınarak verilmiştir.
3
1995). DSM-IV ve DSM-IV-TR’de (APA, 2000) genellenmiş alt tipin ifade etmek
istediği “sosyal ortamların pek çoğu” ifadesi objektif bir temele oturtulamamış ancak
sosyal fobi teriminden sosyal anksiyete bozukluğu terimine geçiş süreci başlamıştır.
DSM-5’te (APA, 2013) ise sosyal fobi teriminin yerini sosyal anksiyete bozukluğu
(SAB) almış, tanı kategorisine ilişkin isimsel değişiklik ile sosyal koşullara ilişkin
yaşanılan kaygının daha iyi ifade edilebildiği belirtilmiştir. DSM-5’te ayrıca önceki
edisyonlarda yer alan performans gerektiren koşullarda yoğun korku ve kaygı
yaşamanın yerini, bireylerin sosyal ortamlarda verdikleri tepkiler almıştır. DSM-5’te
yetişkinler için yer alan sosyal anksiyete bozukluğu tanı kriterleri aşağıdaki gibidir:
“A. Kişi, başkalarınca değerlendirilebilecek olduğu bir ya da birden çok toplumsal
durumda belirgin bir korku ya da kaygı yaşar. Örnekler arasında toplumsal
etkileşimler (örn. Karşılıklı konuşma, tanımadık insanlarla karşılaşma), gözlenme
(örn. Yemek yerken ya da içerken) ve başkalarının önünde bir eylemi
gerçekleştirme (örn, Bir konuşma yapma) vardır.
B. Kişi, olumsuz olarak değerlendirilebilecek bir şekilde davranmaktan ya da kaygı
duyduğuna ilişkin belirtiler göstermekten korkar (küçük düşeceği ya da utanç
duyacağı bir biçimde; başkaları tarafından dışlanacağı ya da başkalarının
kırılmasına yol açacak bir biçimde).
C. Söz konusu toplumsal durumlar, neredeyse her zaman, korku ya da kaygı
doğurur.
D. Söz konusu toplumsal durumlardan kaçınılır ya da yoğun bir korku ya da kaygı
ile bunlara katlanılır.
E. Duyulan korku ya da kaygı, söz konusu toplumsal ortamlarda çekinilen duruma
ve toplumsal-kültürel bağlama göre orantısızdır.
F. Korku, kaygı ya da kaçınma sürekli bir durumdur, 6 ay veya daha uzun sürer.
G. Korku, kaygı ya da kaçınma klinik açıdan belirgin bir sıkıntıya ya da toplumsal,
işle ilgili alanlarda ya da önemli diğer işlevsellik alanlarında düşmeye neden olur.
H. Korku, kaygı ya da kaçınma bir maddenin (örn. Kötüye kullanılabilen bir
madde, bir ilaç) ya da başka bir sağlık durumunun fizyoloji ile ilgili etkilerine
bağlanamaz.
I. Korku, kaygı ya da kaçınma, panik bozukluğu, beden algısı bozukluğu ya da
otizm açılımı kapsamında bozukluk gibi başka bir ruhsal bozukla daha iyi
açıklanamaz.
İ. Sağlığı ilgilendiren başka bir durum varsa (örn. Parkinson hastalığı, şişmanlık,
yanık ya da yaralanmadan kaynaklanan biçimsel bozukluk), korku, kaygı ya da
kaçınma bu durumla açıkça ilişkisizdir ya da aşırı düzeydedir.
Belirleyici:
Yalnızca Eylem Gerçekleştirme Sırasında: Korku toplum içinde konuşma ya da
performans sergileme ile sınırlıysa” (APA, 2013, s. 203-204).
DSM-IV-TR’dan DSM-5’e geçiş sürecinde “genellenmiş” belirleyicisinin yerini,
“yalnızca eylem gerçekleştirme sırasında” belirleyicisi almıştır. Bu değişikliğin
gerekçesinin “genellenmiş” teriminin güvenilir bir biçimde belirlenememesi olduğu
4
belirtilmiştir. “Yalnızca eylem gerçekleştirme sırasında” belirleyicisinin özellikle
müzisyenler, dansçılar, performans sanatçıları ya da düzenli olarak halka hitap etmek
zorunda kalan bireyler için uygun bir belirleyici olduğu ifade edilmiştir. Ayrıca DSMIV’te yer alan yaşanılan kaygı ve korkunun “aşırı ve nedensiz” olmasına ilişkin kriter
kaldırılarak bu değerlendirme klinisyene bırakılmıştır.
1.2. SOSYAL FOBİNİN VE SOSYAL ANKSİYETE BOZUKLUĞUNUN ALT
GRUPLARI
İlk kez DSM-III’te yer aldıktan sonra sosyal fobi ile ilgili pek çok araştırma yapılmış ve
sosyal fobi belirtileri gösteren bireylerin heterojen bir grup olduğu sonucuna varılmıştır
(Heimberg, Holt, Schneier, Spitzer ve Liebowitz, 1993). DSM-III-R, DSM-IV ve DSMIV-TR’da sosyal fobiye genellenmiş tip (pek çok sosyal ortam ve etkileşimde kaygı ve
korku yaşayanlar) şeklinde bir belirleyici eklenmiştir. Genellenmiş tip bireyin içinde
bulunduğu neredeyse tüm sosyal ortamlarda korku ve kaygı yaşaması olarak ifade
edilmiş ancak korku ve kaygı yaşanılan ortamların sayısına ya da türüne ilişkin somut
ifadelere yer verilmemiştir. Bu durumun bir sonucu olarak çeşitli araştırma grupları
sosyal fobinin genellenmiş alt tipi ve sosyal fobi belirtileri gösteren fakat genellenmiş
alt tip kriterlerini karşılamayan tip için çeşitli operasyonel tanımlar yapmışlardır. Ancak
bu durum ampirik verilerin karşılaştırılması sürecinde çeşitli zorluklara yol açmıştır
(Hoffman, Heinrichs ve Moscovitzh, 2004). Turner, Beidel ve Townsley (1992) ve
Stemberger, Turner, Beidel ve Calhaun (1995) sosyal fobi belirtileri deneyimleyen
bireylerin sosyal etkileşim sırasında (partiye katılma), iletişim başlatma ya da sürdürme
süreçlerinde kaygı yaşamaları durumunda genellenmiş tipte yer alabileceklerini,
performans gerektiren durumlarda (ör. bir topluluk önünde konuşma), başkalarının
önünde yazı yazma, kamuya açık tuvaletleri kullanma gibi koşullarda kaygı ve korku
yaşanması durumunda ise belirlenmiş (spesifik) alt tipte yer alabileceklerini
belirtmişlerdir. Diğer bir değişle, belirlenmiş (spesifik) alt tipte yer alan bireylerin
spesifik sosyal ortamlarda ve performans sergileme koşulunda kaygı deneyimledikleri,
iletişim başlatma, sürdürme gibi sosyal durumlarda kaygı yaşamadıkları ifade edilerek
bir ayrıştırma yoluna gidilmiştir. Heimberg, Holtz, Schneier, Spitzer ve Liebowitz
(1993) ise sosyal fobinin genellenmiş, genellenmemiş ve sınırlanmış (circumscribed) alt
5
tiplerinin olduğunu savunmuşlardır. Araştırmacılar tarafından yapılan tanımlara göre
genellenmemiş sosyal fobi alt tipinde yer alan bireyler en az bir sosyal alanda sosyal
kaygı yaşamaktadır ve bu kaygının düzeyi klinik olarak anlamlı düzeyde değildir.
Sınırlanmış (circumscribed) alt tip ile ise başkalarının önünde bir konuşma yapma gibi
belli başlı bir ya da iki sosyal alanda yaşanılan sosyal kaygı ifade edilmektedir. Ancak
çoğu araştırmada sınırlanmış tipin ya hiç çalışılmadığı ya da genellenmemiş sosyal fobi
başlığı altında değerlendirildiği görülmektedir (Brown, Heimberg ve Juster, 1995;
Hofmann, Newman, Ehlers ve Roth, 1995; Hofmann ve Roth, 1996; Holt, Heimberg ve
Hope, 1992).
Sosyal fobinin alt gruplarına ilişkin çalışmalarda kaygı ve kaçınma deneyimlenen sosyal
ortamların sayısı ve türüne odaklanılması, sosyal fobiyi bu açılardan değerlendiren
değerlendirme araçlarının geliştirilmesine olanak sağlanmıştır. Ancak sosyal fobi
deneyimleyen bireylerin kaygı ve kaçınma deneyimledikleri olası sosyal ortamların
türlerine ilişkin de alan yazında bir fikir birliği sağlanamamıştır. Diğer bir değişle, bazı
araştırmacılar
sosyal
fobiyi
resmi
konuşma/etkileşim,
resmi
olmayan
konuşma/etkileşim, girişken sosyal etkileşim ve başkaları tarafından gözlenme
durumlarında yaşanılan yoğun kaygı ve kaçınma olarak tanımlarken (Liebowitz, 1987),
bazı araştırmacıların daha farklı bir kategori sistemini kullandığı görülmektedir. Bu
farklılaşma incelendiğinde, sosyal etkileşim, başkalarına sunum/konuşma yapma,
başkaları tarafından gözlenme, başkalarının önünde bir şeyler yiyip içmede yaşanılan
kaygı (Safren, Heimberg, Hofner ve ark., 1999) ya da sosyal etkileşimde yaşanılan,
sözel olmayan performans sergilemede, yiyip/içmede ve girişken olunması gereken
durumlarda yaşanılan kaygı (Baker, Heinrichs, Kim ve Hofmann, 2002) olarak
kategorize edildiği dikkat çekmektedir. . Sosyal anksiyete bozukluğunun bu şekilde alt
tiplere ayrılma girişimine alternatif olarak, Sosyal fobinin ya da güncel ismi ile sosyal
anksiyete bozukluğunun niceliksel ya da durumsal farklılıkları dikkate alarak alt tiplere
göre ayrılmasının eleştirildiği ciddi bir alan yazın da mevcuttur. Stein, Tolgrud ve
Walker (2000) tarafından 2000 kişilik bir örneklemle yapılan çalışmada sosyal kaygı
yaşanılan ortamların sayısı arttıkça bireylerin deneyimledikleri sosyal kaygı düzeyinin
arttığı gözlenmiş olsa da, Hook ve Valentier (2002) tarafından yapılan gözden geçirme
çalışmasında sosyal anksiyete bozukluğunun olası alt gruplarının ve fenotiplerinin
6
ancak niteliksel olarak birbirlerinden ayrışabilecekleri, bunun semptom düzeyinde bir
artış ile paralel gitmeyebileceği savunulmaktadır.
1.3. SOSYAL ANKSİYETE BOZUKLUĞUNUN YAYGINLIĞI
Sosyal anksiyete bozukluğu ilk kez DSM-III’te sosyal fobi adıyla resmi bir tanı
kategorisi olarak yer aldıktan sonra sosyal anksiyete bozukluğunun yaygınlığına ilişkin
farklı kültürlerde pek çok epidemiyolojik araştırma yapılmıştır. Amerika Birleşik
Devletleri’nde 2005 yılında yapılan yaygınlık araştırmasına göre sosyal anksiyete
bozukluğunun %12.1’lik yaşam boyu görülme sıklığı ile özgül fobiden sonra en yaygın
görülen anksiyete bozukluğu olduğu belirtilmiştir (Kessler, Berglund, Demler,
Merikangas ve Walter , 2005). Tüm mental bozukluklar arasında ise SAB majör
depresif bozukluk, alkol kötüye kullanımı ve özgül fobiden sonra dördüncü sıradaki en
yaygın psikolojik sorun olarak göze çarpmaktadır (Liebowitz, Heimberg, Fresco,
Travers ve Stein, 2000). Sosyal anksiyete bozukluğunun yaşam boyu görülme sıklığına
ilişkin alınan verilerin Kanada ve Avustralya için de benzer oranlarda olduğu
görülmektedir (Ianchu ve ark., 2009). Klinik olarak SAB tanı ölçütlerini karşılamasa da
SAB benzeri belirtilerin de toplumda görülme sıklığının yüksek olduğu bilinmektedir.
Sosyal
anksiyete
bozukluğunun
bir
benzeri
olan
“topluma
karşı
konuşma
anksiyetesinin” (Bu anksiyete DSM-V’e göre değerlendirildiğinde “yalnızca eylem
gerçekleşme sırasında” belirleyicisine örnek olarak verilebilir.) görülme oranı (%34),
klinik SAB oranından çok daha yüksektir (Stein ve ark. 1996). Kanada’da yapılan bir
kamu araştırmasında ise bireylerin %15’inin bir konuşma yaptıklarında, %14’ünün bir
toplantıya katıldıklarında, %13’ünün tanımadıkları insanlarla konuştuklarında orta
düzey sosyal kaygı yaşadıkları görülmüştür (Stein ve ark. 2000).
Epidemiyolojik çalışmalarda sosyal anksiyete bozukluğunun alt tiplerine ya da spesifik
bazı SAB tanı kriterine göre SAB yaygınlığının değişim göstermesi sosyal anksiyete
bozukluğunun yaygınlığına ilişkin yapılan epidemiyolojik çalışmaların alt tiplere göre
yapılmasını gerekli kılmıştır. Alan yazın bulguları ise bu araştırmalarda SAB belirtileri
gösteren bireylerin yaklaşık yarısının genellenmiş SAB tanı kategorisinde yer aldığını
göstermiştir. Örneğin, Manuzza ve ark. (1994) 129 SAB tanısı almış birey ile
7
görüşmeler yapmış ve bu bireylerin %52’sinin genellenmiş SAB tanı kriterlerini
karşıladığını belirtmişlerdir.
Türkiye’de yapılmış olan Türkiye Ruh Sağlığı Profili Araştırması’na göre yetişkinlerde
SAB görülme sıklığının son 12 ayda %1.8 olduğu saptanmıştır (Kılıç, 1997). Üniversite
öğrencileriyle yapılmış̧ üç farklı çalışmada ise SAB yaygınlığının %9.8-21.7 arasında
değiştiği bulunmuştur (Dilbaz, 2002; Gültekin ve Dereboy, 2011; İzgiç ve ark. 2000).
Ayrıca Türkiye’de üniversite öğrencilerinin SAB belirtilerini tespit etmeye yönelik
yapılan bir çalışmada son bir yılda SAB belirtileri deneyimleyen bireylerin %74.6’sının,
yaşam boyu SAB deneyimleyenlerin ise %76.5’inin belirlenmiş (spesifik, özgül sosyal
anksiyete) alt tip belirtileri gösterdikleri bulgusuna ulaşılmıştır (Gültekin ve Dereboy,
2011).
1.4. SOSYAL ANKSİYETE BOZUKLUĞU BELİRTİLERİ DENEYİMLEYEN
BİREYLERİN DEMOGRAFİK ÖZELLİKLERİ
Sosyal
anksiyete
bozukluğu
belirtileri
deneyimleyen
bireylerin
demografik
özelliklerinin incelendiği pek çok araştırmada sosyal anksiyete bozukluğunun
kadınlarda erkeklere kıyasla daha fazla görüldüğü (Kadın:Erkek oranı 1:1.5-1:2.2
aralığında değişebilmektedir) (DSM V, 2013), kronik olduğu, belirtilerin gençlik
döneminden yetişkinlik dönemine kadar varlığını koruduğu (Cairney ve ark., 2007),
ancak artan yaşla birlikte kadınlarda ve erkeklerde belirtilerin görülme oranının
eşitlenebildiği belirtilmektedir (DSM V, 2013). Fakat, kadınlarda sosyal anksiyete
bozukluğunun yaygınlık oranlarına bakılırken erkeklerin psikolojik sorunlarını
kadınlara kıyasla daha fazla saklama eğiliminde olmaları göz ardı edilmemelidir.
Özellikle genellenmiş sosyal anksiyete bozukluğunda başlangıç yaşının erken olabildiği,
belirtilerin erken çocukluk ve ergenlik döneminde görülmeye başlandığı bilinmektedir
(Chavira ve Stein, 2005). Yapılan çalışmalar ise sosyal anksiyete bozukluğunun
başlangıç yaşının ortalama 15.1 olduğunu ve genellikle belirtilerin 25 yaşından önce
görüldüğünü göstermektedir (Chavira, Stein, Bailey ve Stein, 2004). Bazı kaynaklar ise
sosyal anksiyete bozukluğunun başlangıç yaşının 13 olduğunu, ancak bu belirtileri
8
deneyimleyen bireylerin büyük çoğunluğunun belirtilerin ortaya çıkışından yaklaşık 10
yıl sonra yardım arayışında bulunduğunu rapor etmektedir (Anxiety and Depression
Association of America [ADAA], 2016). SAB belirtilerinin farklı yaş gurupları için
görülme oranı incelendiğinde, belirtilerin en sık 30-44 yaşları arasında görüldüğü
belirtilmektedir (Kessler, Chiu, Demler ve Walters, 2005).
Sosyal anksiyetenin yarattığı zorluk erken çocukluk döneminde okul reddi ya da okulu
erken yaşta bırakma ile sonuçlanabilmektedir (Stein ve Kean, 2000). Deneyimlenen
belirtilerin kronikliğini koruyor olması, eğitim ve kariyerin bu durumdan zarar görmesi,
düşük eğitim ve gelir düzeyine sahip olma, akademik başarısızlık ve yüksek oranda
işsizlik ile ilişkili olabilmektedir (Witchen ve Fehm, 2001). Bu durum, SAB belirtileri
deneyimleyen bireylerin yaşam kalitelerindeki düşüşü beraberinde getirebilmektedir
(Stein ve ark., 2005).
1.5. SOSYAL ANKSİYETE BOZUKLUĞU İLE BİRLİKTE GÖRÜLEN
PSİKOLOJİK SORUNLAR, EŞ TANI
Alan yazındaki araştırmalar incelendiğinde SAB tanısı alan bireylerin bir ya da birden
çok eş tanıya sahip oldukları gözlenmektedir (Kessler ve ark., 2005). Lepine ve
Pelissolo (1996) tarafından yapılan bir çalışmada, SAB tanısı alan 5 bireyden sadece 1
tanesinin sosyal anksiyete bozukluğuna ek bir psikopatoloji tariflemediği, başka bir
araştırmada ise katılımcıların %66.2’sinin SAB belirtilerine ek bir tanı alacak düzeyde
psikolojik sorunlar rapor ettikleri gözlenmiştir (Acartürk, De Graaf, van Straten, den
Have ve Cuijpers, 2008). Sosyal anksiyete bozukluğunda eş tanıya ilişkin yapılan
araştırmaların çoğunlukla diğer anksiyete bozukluklarına, duygudurum bozukluklarına
ve kişilik bozuklarına odaklandığı görülmektedir. SAB ile eş tanı oranı en yüksek
anksiyete bozukluğunun genellenmiş anksiyete bozukluğu olduğu ifade edilmektedir
(Sanderson, DiNardo, Rapee ve Barlow, 1990). SAB tanısı alan bireylerde %4.3
oranında obsesif-kompulsif bozukluk (Acartürk ve ark., 2008), %5.8 ile %12.8 arasında
değişen oranlarda panik bozukluk (Chartier ve ark., 2003), %7 oranında travma sonrası
stres bozukluğu (Zayfert, DeViva ve Hoffman, 2005) görülebilmektedir. SAB ile majör
depresif bozukluk eş tanısı ise oldukça yaygın olarak görülen bir örüntü olabilmektedir
9
ve majör depresif bozukluk belirtileri çoğunlukla genellenmiş sosyal anksiyete
bozukluğuna eşlik etmektedir (Hughes ve ark., 2006). Ancak SAB ve majör depresif
bozukluğun birlikte görülme oranı ilerleyen yaşla birlikte azalabilmektedir (Ohayon ve
Schatzberg, 2010). Bipolar bozukluk ve SAB eş tanısı için ise araştırmalar bipolar
bozukluk belirtileri deneyimleyen bireylerin yaklaşık yarısının yaşamlarının bir
döneminde SAB belirtileri deneyimleyebildiklerini belirtmektedir (Krishnan, 2005).
Kişilik bozuklukları arasında ise kaçıngan kişilik bozukluğu ile özellikle genellenmiş
SAB arasındaki yüksek eş tanı oranları dikkat çekicidir; SAB tanısı alan bireyler,
yaklaşık %25-%73 arasında değişen oranlarda kaçıngan kişilik bozukluğu tanısı da
alabilmektedir
(Chambless,
Fydrich
ve
Roadbaugh,
2008).
SAB
belirtileri
deneyimleyen bireylerde madde kötüye kullanımının da oldukça yaygın olabildiği
bilinmektedir (Kessler ve ark., 1997). SAB belirtileri deneyimleyen bireylerde alkol ve
tütün ürünleri kötüye kullanımının artan yaşla birlikte (60 yaşından sonra) artış
gösterdiği de elde edilen başka bir bulgudur (Chou, 2009).
Bireylerin, SAB belirtilerine ek psikolojik sorunlarının olması klinisyenleri tanı koyma,
etiyolojik varsayımlarda bulunma ya da tedavi planlama konusunda oldukça
zorlayabilmektedir (Marrie ve ark., 2009). Sosyal anksiyete bozukluğuna ek bir tanıya
sahip olmak bireylerin yaşamındaki işlevselliği azaltmakta, yaşam kalitesini
düşürmekte, yaşanılan psikolojik yükü arttırabilmekte ve tedavi sonucunu olumsuz
yönde etkileyebilmektedir (Klein Hofmeijer-Sevink ve ark., 2012).
10
2. BÖLÜM
SOSYAL ANKSİYETE BOZUKLUĞUNUN ETİYOLOJİSİNE YÖNELİK
KURAMSAL YAKLAŞIMLAR
2.1. GENETİK FAKTÖRLERE ODAKLANAN BİYOLOJİK MODELLER
Sosyal anksiyete bozukluğunun pek çok farklı psikopatoloji ile yüksek eş tanı
göstermesi (majör depresif bozukluk, panik bozukluk vb.), SAB belirtilerinin içe
dönüklük, utangaçlık gibi genetik temelleri olan kişilik özellikleri (Flint, 2004) ile
ilişkili olması, bozukluğun belirtilerinin bireyler tarafından deneyimlenmesinde
kalıtımsal
faktörlerin
rolü
olabileceğini
düşündürmektedir.
Sosyal
anksiyete
bozukluğunun tek yumurta ikizlerinde çift yumurta ikizlerine kıyasla daha fazla birlikte
görülüyor olması da sosyal anksiyete bozukluğunun genetik temelleri olabileceğini
destekler niteliktedir (Kendler, Myers, Presscott ve Neale, 2001). Ayrıca, SAB
belirtileri deneyimleyen çocukların ebeveynlerinde ya da SAB deneyimleyen
ebeveynlerin çocuklarında da SAB belirtilerinin gözlendiğini görülmüştür (Elizabeth ve
ark., 2006). Ancak bu ortaklığın paylaşılan çevresel koşulların ortak olmasında mı
yoksa genetik faktörler ile çevre etkileşiminin mi bir sonucu olduğu alan yazında bir
tartışma konusu olarak yer bulmaktadır.
Scaini, Belotti ve Ogliari (2014) tarafından sosyal anksiyete bozukluğunda genetik
faktörlerin rolüne ilişkin yapılan meta-analiz çalışmasında, SAB belirtileri için tahmini
kalıtım oranlarının çeşitli araştırmalarda 0.13 ile 0.60 olduğu, paylaşılmayan çevresel
koşullar göz önünde bulundurulduğu koşullarda ise 0.31 ile 0.78 arasında değiştiğini
ifade edilmiştir. Elde edilen bulgu, paylaşılan çevresel koşulların SAB belirtilerinin
ortaya çıkmasında küçük bir etkisi olabileceği şeklinde yorumlanmıştır. Bu meta-analiz
çalışmasında ayrıca, sosyal anksiyete bozukluğunun bir tanı olarak genetik yükünün
sosyal anksiyete belirtilerine kıyasla daha düşük olabileceği belirtilmiştir (Scaniti ve
ark., 2014). Spence ve Rappe (2016) ise bu bulguyu, sosyal anksiyete belirtilerinin SAB
tanısından farklı değerlendirilmesi gereken ve genetik yükü olan bir kişilik yapısı olarak
11
yorumlamışlardır.
Yapılan araştırmalar özellikle genellenmiş sosyal anksiyete bozukluğunun genetik
temellerinin olabileceğini göstermektedir (Stein, Cahrtier, Hazen ve ark., 1998). Bazı
araştırmalarda ise sosyal etkileşim kaygısının genetik temelleri olabileceği bulgusuna
ulaşılmış ve sosyal anksiyete bozukluğundan ziyade SAB endofenotiplerinin genetik bir
temeli olabileceği savunulmuştur (Stein, Chartier, Lizak ve Jang, 2001).
Genetik bağlantı kromozomda yer alan bazı genlerin birbirine oldukça yakın olması ve
mayoz bölünme sırasında birlikte aktarılmaları anlamına gelmektedir. Birbirine yakın
olan genler, kromozomal çaprazlama sırasında birbirinden ayrılmama eğilimindedirler
ve birbirlerine bağlıdırlar (Strachan, 2010). LOD skoru da belli bir kişilik özelliği ya da
kişilik örüntüsü ile genetik işaret arasındaki bağlantıyı gösteren bir tür istatistiksel
testtir. Pozitif LOD skoru genetik işaret ile kişilik özelliği arasında bir bağlantı
olduğunu, negatif LOD skoru ise bir bağlantının azaldığına işaret etmektedir. Yaklaşık
160 sosyal anksiyete bozukluğu tanısı almış bireyle yapılan bir çalışmada kromozom 16
ile 3.46 LOD skoru değerinde bir bağlantı gözlenmiştir. Genetik haritada ise
SCL6A2’nin (norepinefrin transporter protein nucleus) varlığı dikkat çekmiştir
(Glertner, Page, Stein ve Woods, 20014). Bu durum SAB ile bağlantılı olabilecek bir
genetik alt yapıdan söz edilebilmesini destekler nitelikte bir bulgu ortaya çıkarmıştır.
Yapılan başka bir araştırmada ise 13 genin 6’sının anksiyete bozuklukları ile ilişkili
olduğu bulgusuna ulaşılmış, SAB ile en güçlü ilişki ALAD (delta aminolevulinate
dehydratese) ile bulunmuştur (Donner ve ark., 2008). Bazı araştırmalarda ise SAB
tanısından ziyade sosyal anksiyete ile ilişkili kişilik özelliklerinin genetik alt yapısına
değinilmiştir. Örneğin, yeterince aktif olmayan 5-HTTLPR genotipi anksiyeteye bağlı
yüz kızarması (Domschke ve ark., 2009) ve utangaçlık (Arbelle ve ark., 2013) ile
ilişkilendirilebilmektedir.
Elde edilen bu bulgulara rağmen, SAB belirtilerinin genetik temellerine tutarlı olarak
işaret eden spesifik genlerden söz etmek şuan için çok mümkün görünmemektedir.
Ancak araştırmacıların sosyal anksiyete belirtilerini açıklamaya çalışırken çalışmalarını
seratonerjik ve dopaminerjik yolaklardaki sorunlara yönelttikleri gözlenmektedir
(Spence ve Rapee, 2014).
12
2.2. DİĞER BİYOLOJİK FAKTÖRLER
Günümüz araştırmaları, SAB belirtileri ile ilişkili biyolojik süreçlere ilişkin henüz
tutarlı bulgular öne sürmekten uzak olsalar da, yapılan araştırmalar genetik faktörlerin
yanı sıra çoğunlukla SAB belirtileri deneyimleyen bireylerde beyin yapılarına, nöral
yolaklara, nörotransmiterlere ve psikofizyolojik süreçlere odaklanmaktadırlar.
Sosyal anksiyete bozukluğu belirtileri deneyimleyen bireylerde bu belirtiler ile ilişkili
beyin yapıları ve nöral yolaklar incelendiğinde araştırmacıların çoğunlukla amigdala ve
prefrontal kortekse odaklandıkları görülmektedir (Fox ve Kalin, 2014). Bu beyin
yapılarının en temelde duygusal tepki yaratan uyaranlara ilişkin bilgi işleme ve üst
düzey bilişsel işlemlemeden, duygu düzenlemeden ve davranışsal tepkilerden sorumlu
beyin bölgeleri oldukları bilinmektedir (Detweiler ve ark., 2014). Yapılan nörogörüntüleme araştırmaları sosyal tehlike olarak algılanan bir uyaran karşısında sosyal
anksiyete bozukluğuna sahip bireylerde özellikle bilateral amigdalada aktivasyon artışı
olduğu tespit edilmiştir (Syal ve ark., 2012). Prefrontal korteksin sosyal tehdit
algısındaki süreçlerine ilişkin bulgular ise tutarlı değildir; bazı durumlarda prefrontal
kortekste bir aktivasyon artışından söz edilirken, bazı durumlarda aktivasyonun azaldığı
görülmektedir (Yokoyama ve ark., 2015).
Caoutte ve Guyer (2014), SAB belirtileri deneyimleyen çocuklar ve ergenler ile yapılan
beyin görüntüleme çalışmalarına ilişkin yazdıkları derleme makalesinde, tehdit içeren
yüz ifadesine dikkatin yönelmesi sürecinde amigdalada aktivasyon artışı olduğuna
değinmişlerdir. Ancak benzer bir bulguya, yani sağ amigdaladaki aktivasyon artışına
komorbiditeden bağımsız olarak genellenmiş kaygı bozukluğu belirtileri deneyimleyen
bireylerde de rastlanmış olması (Monk ve ark., 2008), araştırmacıları bu bulgunun
sosyal anksiyete bozukluğuna özgü bir bulgu olabileceği fikrinden uzaklaştırmıştır.
Araştırma bulguları SAB belirtileri deneyimleyen bireylerin ayrıca motivasyonel
davranış ve ödül ile ilişkili uyaranların işlemlenmesi süreçlerinde özellikle frontal
kortikal bölgeler, basal ganglia, hipokampüs, amigdala ve arterier singulatı kapsayan
13
yolaklarda aktivasyon deneyimlediklerine işaret etmektedir. Bu aktivasyonun ise ödüle
duyarlılık, performansın değerlendirilmesine karşı aşırı uyarılmışlık ve olumlu sonuç
elde etmeye fazlasıyla değer atfetme ile ilişkili olduğu belirtilmektedir (Caoutte ve
Guyer, 2014). Ayrıca bu bulguya genellenmiş anksiyete bozukluğunda rastlanmamış
olması sosyal anksiyete bozukluğuna özgü olabileceğini düşündürmüştür.
Sosyal anksiyete bozukluğu belirtilerinin biyolojik süreçlerine ilişkin araştırmalar, bu
belirtileri deneyimleyen çocuklarda sempatik aktivite taban düzeyinin (baseline) (kalp
atım hızı, elektrodermal aktivite vb.) yüksek olduğunu, parasempatik aktivite düzeyinin
(solunum aritmisi) ise düşük olduğunu göstermektedir (Kramer ve ark., 2012). Diğer bir
değişle, çocuklarla yapılan bir araştırmada sosyal tehdit karşısında sosyal anksiyete
belirtileri deneyimleyen çocuklar kontrol grubu ile benzer düzeyde kalp atım hızı
deneyimlerken, parasempatik sistem aktivitesine geçiş sürecinin (kalp atımının normale
dönmesi vb.) sosyal anksiyete belirtileri deneyimleyen çocukların kontrol grubuna
kıyasla yavaş olduğu görülmüştür (Schmitz ve ark., 2011).
Sosyal anksiyete bozukluğunda biyolojik süreçlerin incelendiği çalışmaların henüz
oldukça sınırlı olduğu görülmektedir. Ayrıca yapılan araştırmaların psikopatolojik bir
süreci değerlendiren pek çok araştırmada olduğu gibi doğası gereği kesitsel araştırmalar
olması bu araştırmalara ilişkin önemli bir sınırlılıktır. Bu alanda farklı yaş gruplarını
yapılacak ve farklı belirtisel süreçleri inceleyen araştırmalara ihtiyaç duyulmaktadır.
2.3. SOSYO-GELİŞİMSEL MODELLER
2.3.1. Ebeveyn İlişkileri
Sosyal anksiyete bozukluğu belirtileri deneyimleyen pek çok bireyin çocukluk ve
ergenlik döneminde de benzer problemler deneyimlediklerini belirtmeleri yaşamın ilk
yıllarında çocuğun özelliklerinin, deneyimlerinin, ev ortamının, okulun ve ebeveynlerle
olan ilişkilerin incelenmesini gerekli kılmaktadır.
Sosyal anksiyete bozukluğunun gelişimsel kökenlerini inceleyen yeni modellerde
14
ebeveyn tutumlarının mizaç özellikleri üzerindeki rolü incelenmekte ve davranışsal
olarak baskılanmış (behavioral inhibition) çocukların güvensiz bağlanma geliştirmeleri
sonucunda sosyal anksiyete bozukluğunun gelişebildiği savunulmaktadır (Ollendick,
Benoit ve Grills-Taquechel, 2014). Diğer bir değişle, çocuğun mizaç özellikleri
üzerinde ebeveyn tutumlarının koruyucu ya da zarar verici etkileşimsel bir rolü
olabilmektedir.
Davranışsal olarak baskılanmış mizaç özelliğine sahip bir çocuk
destekleyici, teşvik edici bir ebeveyn stili ile yetiştiğinde yeniliklere ve sosyalleşmeye
açık, yapıcı baş etme mekanizmalarını kullanabilen bir birey olarak yetişebilmektedir.
Aşırı kontrolcü, müdahaleci, endişeli, eleştirel/dışlayan bir ebeveyn stiline maruz
kaldığında ise SAB belirtileri geliştirebilmektedir (Ollendick, Benoit, Grills-Taquechel
ve Weeks, 2014). Gelişimsel modellerde benzer şekilde, ebeveynlerin kendi
anksiyetelerinin
ve
bilgi
işleme
yanlılıklarının,
çocukların
SAB
belirtilerini
yordayabileceği, diğer bir ifadeyle nesiller arası bir geçişin söz konusu olabileceği
belirtilmektedir (Ollendick, Benoit ve Grills-Taquechel, 2014). Bu argümanlarla tutarlı
olarak, yapılan deneysel bir çalışmada, 7-13 yaş arasındaki çocukların, yapılacak bir
sunum öncesi anneleri tarafından aşırı uyarılmaları ve annelerin çocukların yapacağı
sunuma ilişkin kontrolü eline almaları koşulunda sunum öncesi kaygı düzeylerinin,
anneleri tarafından sunum öncesi otonomileri desteklenen çocuklara kıyasla daha fazla
olduğu bulunmuştur (de Wilde ve Rapee, 2008).
Mizaç özellikleri ile ebeveyn tutumları etkileşimini inceleyen araştırmalarda vurgulanan
bir diğer unsur, tıpkı ebeveynlerin tutumlarının çocuğun davranışlarını etkilediği gibi,
çocuğun mizacının da ebeveynlerde aşırı kontrol gerektiren bir tutum ortaya
çıkarabildiği yani bu süreçte karşılıklı bir ilişkinin söz konusu olduğudur (Rubin,
Coplan ve Bowker, 2009). Diğer bir değişle araştırmalarda, mizaç özelliği olarak içe
dönük çocukların ebeveynlerinin kendilerini aşırı kontrol etme davranışlarını tetikliyor
olabilecekleri ileri sürülmekte, erken dönemde aşırı utangaçlığın aşırı kontrolcü
ebeveynlik stilinin ortaya çıkmasının bir yordayıcısı olabileceği belirtilmektedir
(Edward, Rapee ve Kennedy, 2010).
Sosyal anksiyete bozukluğunda gelişimsel süreçleri inceleyen araştırmalarda ise sadece
anne
tutumlarına
odaklanılmaması
gerektiği,
babaların
ebeveyn
tutumlarının
15
incelenmesinin de önemli olduğu ileri sürülmektedir (ör. Möller, Majdandzic ve Bögels,
2015). Örneğin, annenin aşırı korumacılığı ile babanın reddediciliği ve duygusal
soğukluğunun etkileşiminin SAB için bir risk oluşturabileceğine işaret eden araştırma
bulguları bulunmaktadır (Knappe, Baesdo-Baum, Fehm, Lieb ve Wittchen, 2012). Bir
başka araştırmada, sosyal belirsizliğin hakim olduğu koşullarda annelerin kaygılı
yaklaşımındansa babaların kaygılı yaklaşımının çocukların sosyal anksiyetesini
tetikleyebildiği savunulmaktadır (Bögels, Stevens ve Majdandzic, 2011). Benzer şekilde
bağımsızlığı, merak etmeyi, yarışmayı teşvik edici baba tutumunun (mücadeleci
ebeveynlik) sosyal anksiyete riskini azalttığı ifade edilmektedir (Majdandzic, Möller
Bögels, Wente ve Boom, 2014). Ancak aynı araştırmada mücadeleci ebeveynlik stiline
sahip annelerin sosyal anksiyete belirtileri için bir risk faktörü olabileceği de
belirtilmiştir.
Özetle, SAB belirtilerinin ortaya çıkmasında aşırı kontrolcü ebeveyn tutumlarının
önemine vurgu yapılmasına rağmen araştırmalarda: (1) aşırı kontrolcü ebeveyn
tutumunun farklı araştırmalarda farklı şekillerde operasyonel tanımının yapılıyor
olması, (2) araştırmaların metodolojik eksikliklerinin bulunması, (3) araştırma
verilerinin boylamsal yöntem yerine kesitsel yönteme dayanması, (4) ebeveyn
tutumlarına ilişkin bulguların aslında sosyal anksiyete bozukluğuna özgü olmaktan
ziyade tüm anksiyete bozuklukları için geçerli olması
gibi bir dizi sınırlılıkların
bulunduğuna dikkat çekilmektedir (Spencer ve Rapee, 2016).
2.3.2. Travma, İstismar ve Olumsuz Yaşam Olayları
Travma, istismar ve olumsuz/stresli yaşam olaylarının SAB belirtilerini tetiklediği
bilinmektedir. Ancak cinsel ve fiziksel istismar, duygusal ihmal ve istismar,
ebeveynlerden erken yaşta ayrılma, ebeveynlerin boşanması, aile içi şiddet, çocukluk
döneminde
ciddi
hastalık
geçirilmesi
ve
ebeveynlerin
psikopatolojisi
diğer
psikopatolojilerde olduğu gibi SAB için de risk faktörleri olarak değerlendirilmektedir
(McLaughlin
ve
Nolen-Hoeksema,
2012).
Bu
faktörlerden
sosyal
anksiyete
bozukluğuna özgü olanlar incelendiğinde her ne kadar retrospektif ölçümler alınıyor
olsa da çocukluk döneminde fiziksel istismardan ziyade duygusal istismarın
16
yetişkinlerde görülen SAB belirtilerinin bir yordayıcısı olabileceği belirtilmektedir (Kuo
ve ark., 2011).
Alan yazında SAB belirtileri ile ilişkili çocukluk çağı
yaşantılarını inceleyen
araştırmalara ilişkin bir eksiklik olduğu gözlenmiştir. Dolayısıyla, çocukluk çağı
yaşantıları ile SAB belirtileri ilişkisini inceleyen boylamsal çalışmalara ihtiyaç
duyulmaktadır. Yapılacak olan çalışmalarda SAB belirtilerinin ortaya çıkmasını
tetikleyebilecek risk faktörlerinin ya da bireylerin SAB belirtileri deneyimlemelerine
engel olabilecek koruyucu faktörlerin incelenmesinin alan yazına katkı sağlayacağı
düşünülmektedir.
2.3.3. Akran İlişkileri ve Okul
Sosyal anksiyete bozukluğu belirtileri deneyimleyen çocuk ve ergenler için korku ve
kaygı yaratan pek çok koşulun (tahtaya yazı yazmak, öğretmenden bir şey istemek, ders
aralarında akranlarla vakit geçirmek vb.) okul ile ilişkili olduğu bilinmektedir (Blote,
Miers, Heyne ve ark., 2015).Yapılan araştırmalar sosyal anksiyete bozukluğunun ortaya
çıkmasında ve sürdürülmesinde akran ilişkileri ve okulun rolünü vurgulamaktadır.
Diğer bir değişle, özellikle Batı kültüründe yapılan çalışmalar SAB belirtileri
deneyimleyen bireylerin daha az arkadaşları olduğunu, arkadaşları tarafından daha az
sevilip daha az kabul edildiklerini, sıklıkla olumsuz arkadaş ilişkileri geliştirdiklerini,
pasif olarak da olsa reddedilebildiklerini ve akran zorbalığına daha fazla maruz
kaldıklarını göstermektedir (Ranta, Kaltiala-Heino, Pelkonen ve Marttunen, 2009,
2013). Bu durum, SAB belirtileri deneyimleyen çocuklar ve yetişkinler için sosyal
anksiyete tepkisini ortaya çıkaracak bir döngü yaratmakta, diğerleri tarafından
reddedileceği, beğenilmeyeceği, istenmeyeceği düşüncesini pekiştirmekte ve kaçınma
davranışını beraberinde getirmektedir (Miers, Blote ve Westenberg, 2010). Bu
döngünün daha başında SAB belirtileri deneyimleyen bireylerin düşük sosyal
performans sergiledikleri de görülmektedir. Blote, Miers ve Westenberg (2015)
tarafından yapılan araştırmada ergen katılımcıların yaptıkları bir konuşmanın video
kaydı alınmış ve bu kayıtlar katılımcıları tanımayan yetişkin ve katlımcılar ile yaşıt
yargıcılara izletilmiştir. Hem yetişkinlik hem ergenlik dönemindeki yargıcılar SAB olan
17
katılımcıların konuşmalarını, anksiyete belirtileri deneyimlemeyen konuşmacılara
kıyasla daha düşük olarak puanlamışlardır. Ayrıca ergenlik dönemindeki yargıcılar bu
konuşmaları daha az çekici olarak değerlendirmişlerdir. Dolayısıyla bu araştırmada,
SAB ve akranlar tarafından reddedilme arasındaki aracı değişkenlerin sosyal
performanstaki başarısızlık ve akranlar tarafından yeterince çekici bulunmama
olabileceği sonucuna ulaşılmıştır (Blote, Miers ve Westenberg, 2015). Başka bir
araştırmada ise SAB belirtileri deneyimleyen ergen katılımcıların sadece çekici
bulunmamakla kalmayıp, akranları tarafından “farklı” olarak da nitelendirildikleri
gözlenmiş, bu farklılık, onların aşırı tedirgin olmaları ile ilişkilendirilmiştir (Blote,
Bokhorst, Miers ve Westenberg, 2012).
Yapılan kesitsel araştırmalar, SAB belirtileri deneyimleyen ergen ve çocukların daha
fazla akran zorbalığına maruz kaldıklarını göstermektedir (Ranta ve ark., 2009). Ancak
bu zorbalığın türüne ilişkin alan yazında çelişen bulgulara rastlanmaktadır. Bazı
araştırmalarda açık zorbalıktan ziyade ilişkisel zorbalığa (dedikodusunu yapma,
dışlama, sosyal ilişkilerini manipüle etme vb.) maruz kalmanın SAB belirtileri için risk
faktörü olabileceği belirtilirken (Storch, Masia-Warner, Crisp ve Klein, 2005), bazı
araştırmalarda ise açık zorbalığın (tehdit etme, hakaret etme, fiziksel zarar verme vb.)
SAB belirtilerinin yordayıcısı olduğu belirtilmektedir (Loukas ve Pasch, 2013). Ranta
ve arkadaşları (2013) tarafından yapılan güncel bir araştırmada ise açık zorbalığın 17
yaşındaki erkeklerde, ilişkisel zorbalığın ise 17 yaşındaki kız çocuklarında SAB
belirtileri için risk oluşturabildiği bulgusuna ulaşılmıştır. Bu noktada esas ilgi çeken
bulgu ise bu yaşlarda SAB belirtileri deneyimleyen ergenlik dönemindeki katılımcıların
akranlarının bu çocukların zorbalığa maruz kalmayı hak ettiklerini düşünmeleridir.
Luchetti ve Rapee (2014) tarafından yapılan bir araştırmada, yargıcı çocuklara yaşları
12 ile 14 arasında değişen bazı çocuklara ilişkin vinyetler gösterilmiş, bu vinyetlerde
yer alan, sosyal ortamlarda daha suskun olan ya da başkalarının olumsuz
değerlendirmekten korkan çocuklar, yargıcı çocuklar tarafından daha az sevilebilir ve
zorbalığı daha fazla hak eden çocuklar olarak belirtilmişlerdir.
Okul ortamında deneyimlenen kaygının ve bu durumun bir sonucu olarak akranlar
tarafından zorbalığa, dışlanmaya, sevilmemeye maruz kalmanın yetişkinlik dönemi
18
SAB belirtileri için kaçınılmaz olduğu düşünülmektedir. Calvete (2014), okul
döneminde yaşanan böyle bir sürecin yetişkinler için fonksiyonel olmayan anılar,
duygular, bilişler, sosyal ilişkilerde deneyimlenebilecek bedensel duyumların
öncüllerini oluşturacağını ifade etmektedir. Ancak bu noktada yer alan araştırmaların
Doğu kültüründen örneklem grupları ile de çalışılmasına ihtiyaç duyulmaktadır, çünkü
bazı araştırmalarda özellikle Doğu Asya kültüründe okulda suskun olmanın, içe dönük
olmanın daha olumlu değerlendirilebildiğini belirtilmektedir (Chen ve Tse, 2008).
Özetle, SAB belirtilerinin ortaya çıkmasında nesiller arası gen aktarımının, aşırı
kontrolcü, kaygılı ebeveyn tutumlarının, bireylerin maruz kaldığı duygusal istismarın ve
örseleyici okul deneyimleri/akran ilişkilerinin rol oynayabildiği görülmektedir. Sosyal
anksiyete bozukluğu belirtilerinin ortaya çıkışından ziyade sürdürülmesinde rol oynayan
zihinsel süreçlere ilişkin yaklaşımlar da alan yazında sıklıkla yer bulmaktadır. Bu
yaklaşımlar arasında bilişsel ve bilişsel davranışçı yaklaşım pek çok araştırmanın çıkış
noktasını oluşturmaktadır.
2.4. BİLİŞSEL VE BİLİŞSEL DAVRANIŞÇI MODELLER
2.4.1. Clark ve Wells’in Bilişsel Modeli (1995)
Clark ve Wells (1995) sosyal anksiyete bozukluğunda kaçınılan ve korku tepkisini
ortaya çıkaran uyaran ve ortamlara maruz kalmanın sosyal anksiyete bozukluğunun
tedavisinde yeterli olmadığının gözlenmesi üzerine sosyal anksiyete bozukluğuna
yönelik bilişsel bir model geliştirmişlerdir. Clark ve Wells’in (1995) SAB modelinin
temelini benlik sunumu modeli (self presentation model) oluşturmaktadır. Modele göre
birey başkaları üzerinde mükemmel bir izlenim bırakmaya çalışırken bir taraftan da bu
izlenimi bırakmaya ilişkin yetilerinin yetersiz olduğunu düşünmektedir. Bu düşünce
bireyde girişimde bulunacağı her alanda davranışlarının kendisi için olumsuz,
katastrofik sonuçlar doğuracağı, bu durumun beraberinde statü kaybı ve reddedilme
getireceğine ilişkin düşünceler doğurabilmektedir. Bu modele göre SAB belirtileri
yaşayan bireyler için doğuştan gelen bazı davranışsal yatkınlıklar ile yaşam deneyimleri
çatışmakta, yaşanılan sosyal dünya tehlikeli bir yer olarak, bu tehlike ile baş edebilecek
19
kaynaklar ise yetersiz olarak algılanmaktadır. Clark ve Wells’in (1995) sosyal anksiyete
bozukluğuna ilişkin geliştirdikleri bilişsel modelin şematik görünümü Şekil 1’de yer
almaktadır:
Şekil 1. Clark ve Wells’in (1995) sosyal anksiyete bozukluğu belirtilerini açıklamaya
yönelik geliştirdikleri bilişsel model
Şekil 1’den de görülebileceği gibi, Clark ve Wells’e (1995) göre sosyal anksiyetede iki
işlevsel olmayan örüntünün birbirleriyle etkileşim halinde süreçleri bulunmaktadır. İlk
süreç kaygı yaratan ortama maruz kalınması, bu ortamın tehlikeli ve bireyin eleştirilip
reddedileceği bir ortam olarak algılaması ile başlamaktadır. Bu algı ile bireyler,
dikkatlerini kendilerine yöneltmekte ve kendi performanslarına ilişkin başkalarının
kendilerini nasıl görüyor olabileceklerine ilişkin (gözlemci perspektifi) belirli yargılarda
bulunmaktadırlar. Ancak bu yargılar çoğunlukla olumsuz, eleştirel ve reddedici, bir
20
diğer değişle çarpıtılmış yargılar olmaktadırlar. Kaygı yaratan ortamlarda da dikkat,
“ben”e döndürülmekte ve benlik sosyal bir nesne olarak algılanmaktadır. İkinci süreç
ise bireylerin negatif değerlendirilme, eleştirilme veya reddedilmeden kaçınmak için
gerçekleştirdiği güvenlik davranışları ile devam etmektedir. Ancak sosyal anksiyete
yaratan ortamlardan kaçma ya da kaçınma ile birlikte gelen güvenlik davranışları
deneyimlenen kaygıyı uzun vadede arttırmaktadır. Üçüncü süreç yargılayıcı,
değerlendirici olarak atfedilen diğerlerinin SAB belirtisi deneyimleyen bireylerin
performansına yönelik düşüncelerine yapılan olumsuz atıfların abartılması ile devam
etmektedir. Bu durum bireylerin kendi performanslarına ilişkin aşırı kontrolleri ve
gözlemleri ile devam etmekte ve bireylerin performansına gerçekten zarar
verebilmektedir. SAB belirtileri deneyimleyen bireyler korktukları durum ile karşı
karşıya kalmakta, somatik ve bilişsel kaygı belirtileri göstermekte ve başkaları
tarafından başarısız ve uzak olarak tanımlanabilmektedir. Modelin son süreci ise SAB
belirtileri deneyimleyen bireyler sosyal uyaran içeren ortama girmeden önce ya da
girdikten sonra gerçekleşmektedir. Bireyler önceki performanslarına ilişkin olumsuz
algıları ile sosyal ortamlardan tamamen kaçınabilmektedir. Başka bir seçenek ise
yeniden olumsuz değerlendirilme beklentisi ile dikkat tamamen “ben”’e yönelmişken,
yeniden kaygı yaşama beklentisi ile sosyal ortamda yer alınması olabilmektedir. Ancak
bu durumda bireylerin çevreden gelebilecek olumlu reaksiyonları da gözden kaçırmaları
oldukça muhtemeldir. Sosyal uyarana maruz kalındıktan sonra da bireylerin kendi
performaslarına ilişkin olumsuz yargıları devam etmektedir. Bu durum hem kendilerinin
performansı hem de başkalarının düşüncelerine ilişkin çarpıtılmış bilişler ile devam
etmekte, gelecekte sosyal uyaranlarla karşı karşıya kalınma ihtimalini azaltmakta,
kaçınmaları
arttırabilmekte
ve
SAB
belirtilerinin
devam
etmesine
zemin
hazırlamaktadır.
2.4.2. Rapee ve Heimberg’in Bilişsel Davranışçı Modeli (1997)
Alan yazında en çok vurgulanan sosyal anksiyete modellerinden bir diğerini ise Rapee
ve Heimberg’in (1997) bilişsel davranışçı modeli oluşturmaktadır. Modelde sosyal
anksiyete dereceli bir kavram olarak değerlendirilmektedir ve sosyal anksiyetenin
düzeyi SAB belirtileri deneyimleyen bireylerin karşılaştıkları sosyal uyaranları ne
21
derece tehlikeli ya da tehdit içeren bir uyaran olarak algıladıklarına göre değişmektedir
(Rapee ve Heimberg, 1997). Bu algının oluşmasında ve bireylerin dikkatlerini tehlike
yarattığı düşünülen uyaranlara yöneltmelerinde genetik faktörlerin, çevresel faktörlerin,
ebeveyn tutumlarının vb. rolü olabileceği öne sürülmektedir. Bu algı bireylerin diğerleri
tarafından olumsuz olarak değerlendirilecekleri algısını da beraberinde getirmektedir.
Ayrıca SAB belirtileri deneyimleyen bireylerin bu “tehlikeli” dünyada başkaları
tarafından kabul görmeyi oldukça ön planda tuttukları varsayılmaktadır. Rapee ve
Heimberg’in (1997) sosyal anksiyete bozukluğuna ilişkin geliştirdikleri bilişsel
davranışçı modelin şematik görünümü Şekil 2’de yer almaktadır:
Şekil 2. Rapee ve Heimberg’in (1997) sosyal anksiyete bozukluğu belirtilerini
açıklamaya yönelik olarak geliştirdikleri bilişsel davranışçı model
22
Model kapsamında sosyal anksiyete bozukluğuna ilişkin fonksiyonel olmayan döngü
değerlendirildiğinde, benliğin zihinsel temsili ile diğerlerinin beklentisi arasındaki
ayrımın vurgulandığı görülmektedir. Bu modele göre SAB belirtileri deneyimleyen
bireyler sosyal bir ortamda bulunduğu ya da sosyal ortama maruz kaldıkları durumlarda
hem kendileri hem de diğerleri (kendisini izleyenler) ile ilgili zihinsel temsiller
oluşturmaktadır. Nasıl göründükleri, nasıl davrandıkları ile ilgili olan temsillerin
oluşumunda kendileriyle ilgili genel düşünceleri, o anki fiziksel ve ruhsal durumları ve
diğerlerinden aldıkları geri bildirimler etkili olmaktadır. Fakat, temel inançları sebebiyle
bireyler kendileriyle ilgili genellikle olumsuz zihinsel temsiller oluştururken, sosyal
ortamdaki diğer insanların kendilerinden çok üstün performans bekledikleri varsayımına
sahip olmaktadırlar. Bu durum sosyal anksiyeteye ilişkin davranışsal, bilişsel ve fiziksel
belirtileri beraberinde getirmektedir. Kaçınma ve kaçma tepkisi ortaya çıkarak sıklıkla
bu döngüyü beslemektedir.
Rapee ve ve Heimberg’in (1997) sosyal anksiyeteyi açıklamaya yönelik olarak
geliştirmiş oldukları bilişsel davranışçı model, Heimberg, Brozovitch ve Rapee (2010)
tarafından güncellenmiş ve sosyal anksiyeteye ilişkin güncel bulgular modele entegre
edilmiştir. Modele entegre edilen bileşenlerin ilkini SAB belirtileri deneyimleyen
bireylerin benliklerine yönelik geliştirmiş oldukları zihinsel temsillere ek olumsuz
zihinsel imajların bu süreçlerde anlamlı yer tutuyor olması oluşturmaktadır (Hackman,
Surawy ve Clark, 1998). Bu olumsuz zihinsel imajlar ise izleyicilerin bireylere ve
performanslarına yönelik bakış açısını yansıtan imajlar olmaktadır (Hackman ve ark.,
1998).
Ayrıca modelin eski versiyonunda SAB belirtileri deneyimleyen bireylerin
başkaları tarafından olumsuz değerlendirmeye ilişkin bir korku deneyimledikleri
vurgulanırken, modelin güncellenmiş halinde SAB belirtileri deneyimleyen bireylerin
sadece olumsuz değerlendirmeye değil aynı zamanda olumlu değerlendirmeye ilişkin de
korku yaşanabildiğine işaret edilmektedir (Weeks, Heimberg, Rodebaugh ve Norton,
2008). Olumlu değerlendirilme korkusu, başarılı performans sonucunda SAB belirtileri
deneyimleyen bireylerin izleyiciler üzerinde yarattıkları etkiyi sürdüremeyeceği ve
yeniden başarılı bir performans sergileyip sergileyemeyeceklerine ilişkin şüphe duyma
ile açıklanmaktadır (Weeks, Heimberg, Rodebaugh ve Norton, 2008). Evrimsel
modeller ise olumlu değerlendirme korkusuna, sosyal anksiyete belirtileri deneyimleyen
23
bireylerin sahip oldukları düşük statüyü koruyabilmek için (Bu statü bireylere düşük
olmasına rağmen güvenli gelmektedir.) dikkatin olumlu ya da olumsuz olarak
kendilerine yönelmesini engellemeye çalışıyor olabilecekleri şeklinde açıklamaktadır
(Gilbert, 2001). Son olarak modele bireylerin olay sonrası düşünce süreçleri de
eklenmiş, bireylerin kaygı deneyimi yaşadıkları sosyal olaya ilişkin düşüncelerinin olay
sonrasında da devam ettiği, kendi performanslarına ilişkin düşüncelerinin zihinlerinde
çarpıtılmış bir süreçten geçiriyor olmaları ve bu durumun kaçınma davranışı üzerindeki
olası etkisi de modelin güncel halinde yer almıştır.
Clark ve Wells’in (1995) modeli ile Rapee ve Heimberg’in (1997) modelini birbirinden
ayrıştıran en önemli nokta, ilk modelde bireyin kendisi ve içsel tepkilerine dikkatini
yöneltmesi, ikinci modelde ise dikkatin hem bireye hem de çevresel uyaranlara
yönelmesidir. Ancak iki model için de ortak olan en önemli noktalardan biri sosyal
anksiyete belirtileri deneyimleyen bireylerin tehlike olarak algıladıkları uyaranlara ve
kendi tepkilerine yönelttikleri dikkatin, kaygı belirtilerinin artması ile sonuçlanmasıdır.
2.4.3. Sosyal Anksiyeteyi Açıklamaya Yönelik Geliştirilen Yeni Bilişsel Davranışçı
Modeller
Sosyal anksiyete bozukluğu belirtilerini açıklamaya yönelik olarak geliştirilen
modellere geçtiğimiz son 10 yıl içerisinde yeni modeller de eklenmiştir. Örneğin,
Hoffman (2007) sosyal anksiyete bozukluğunu devam ettiren bilişsel faktörleri içeren
bir model önermiştir. Hoffman’ın modeli (2007), Clark ve Wells’in (1995) bilişsel
modeline benzemektedir, ancak modele bazı eklemeler yapılmıştır. Hoffman (2007)’in
modeline Clark ve Wells’in (1995) modeline performanslarına ilişkin beklentiyi
yükseltmemek amacıyla bireylerin bilinçli ve farkında olarak kötü performans
sergileyebildiğine ilişkin bir hipotez eklenmiştir. Modele göre birey, bilinçli ve farkında
olarak kötü performans sergilemekte, böylelikle başkalarının kendisinden olumlu
performans beklentisini bilinçli olarak engellemiş olmaktadır. Diğer bir değişle,
bireyler, başkaları tarafından performanslarının beğenilmeyeceğine ilişkin korkularını
kendi kontrolleri altına almaktadırlar. Buna ek olarak, Hoffman (2007), hem Clark ve
Wells (1995) hem de Rapee ve Heimberg’in (1997) modellerinde vurguladıkları gibi,
24
SAB belirtileri deneyimleyen bireylerin yeterli düzeyde sosyal beceriye sahip
olduklarını, sahip oldukları sosyal beceriye ilişkin algılarının ise olumsuz olduğuna
değinmektedir.
Moscovitch’in (2009), sosyal anksiyete belirtileri deneyimleyen bireylerin korkularını
temel alan modeli ise hem sosyal anksiyete belirtilerinin doğasına hem de bu belirtilerin
tedavisine ışık tutmaktadır. Moscovitch (2009) modelinde, başkaları tarafından olumsuz
değerlendirilmeyi ve mahcubiyeti korkulan uyaran olarak kabul eden bilişsel davranışçı
terapistlere karşı çıkmıştır ve eleştirilme, olumsuz değerlendirilme ya da mahcup olmayı
gerçekleşmesinden korkulan sonuç olarak kavramsallaştırmıştır. Moscovitch (2009),
SAB belirtileri deneyimleyen bireylerin temel korkusunu kendisini yetersiz algılayan ve
sosyal beklentileri karşılayamayacağını düşünen benlik özellikleri olarak tanımlamıştır.
Diğer bir değişle, sosyal kaygıyı ortaya çıkaran temel korkunun benlik özellikleri
olduğunu savunmuş ve bu özelliklerin kişilik özellikleri gibi süreğen (stabil) özellikler
olduğunu ifade etmiştir. Moscovitch’in (2009) modeline göre benlikle ilgili korkulan
uyaranlar (1) sosyal beceri ve davranışlara ilişkin yetersizlik algısı, (2 ) kaygının
başkaları tarafından gözlenebilen özelikleri, (3) bireyin kendi fiziksel özelliklerine
ilişkin çarpıtılmış algısı ve (4) bireyin kendi karakterine ilişkin çarpıtılmış algısı olmak
üzere dört boyutludur. Moscovitch (2009) modeli kapsamında klinisyenlere, SAB
belirtileri deneyimleyen danışanlarını sosyal ortamlara maruz bırakmak yerine bu dört
boyutu ortaya çıkaran durumlara maruz bırakmayı tedavi yöntemi olarak önermiştir.
Ancak, bazı araştırmacılar Moscovitch’in (2009) bu modelini eleştirmiş, korku duyulan
uyaran ya da korku duyulan sonucun birbirleriyle iç içe olduğunu ve ayrıştırılmalarını
zor olabileceğini savunmuşlardır (ör. Heimberg, 2009).
Sosyal anksiyete bozukluğu belirtilerini açıklamaya yönelik geliştirilmiş olan
modellerde benlik algısının ve benlik özelliklerinin merkezi bir yer tuttuğu
görülmektedir, ancak benliğe ne şekilde değinildiği ve benliğin, belirtilerin ortaya
çıkma sürecinde ne kadar merkezi rol oynadığı modeller arasında değişiklik
göstermektedir. Belirtilerin ortaya çıkışında benliğe vurgu yapan bir diğer model ise
Stopa (2009) tarafından geliştirilmiştir.
Stopa (2009) modelinde, SAB belirtilerini
açıklarken çoklu benlik temsillerine odaklanarak yaşanılan kaygıya sosyal psikolojik bir
25
perspektiften bakmıştır. Modele göre bireyler belli koşullarda aktif olan ve koşullara
göre değişebilen birden çok benlik temsiline sahiptirler. Sosyal anksiyete bozukluğu
belirtileri deneyimleyen bireylerin ise olumsuz ve çarpıtılmış imajlardan oluşan benlik
temsilleri sosyal uyaranların varlığında aktif hale gelmektedir. Dolayısıyla terapide
amacın sosyal uyaranların varlığında daha pozitif benlik temsillerinin ortaya çıkmasını
sağlamak olması gerektiği önerilmektedir. Stopa
(2010), aynı zamanda bilişsel
davranışçı terapistleri terapi sürecinde benliğin tam olarak ele alınmadığı gerekçesiyle
eleştirmektedir. Benliğin içerik (benliğe ilişkin bilgi), süreç (benliğe ilişkin bilgiye
dikkatin nasıl yöneltildiği) ve yapı (benliğe ilişkin bilginin nasıl organize edildiği)
olmak üzere üç bileşen şeklinde incelenmesi gerektiğini savunmaktadır. Stopa (2009),
özellikle bilişsel davranışçı terapistlerin benlik yapısını yok saydıklarını öne sürmekte
ancak benlik yapısının benliğe ilişkin bilgiye kişinin belli koşullarda daha kolay
ulaşabilmesini sağlaması bakımından oldukça önemli olduğunu belirtmektedir.
Bu modellerin yanı sıra Spence ve Rapee (2016) yeni makalelerinde 11 yıl önce sosyal
anksiyete bozukluğuna ilişkin elde edilen bulgulara ilişkin yazdıkları makaleyi
güncellemiş ve sosyal anksiyete bozukluğuna yönelik kapsamlı bir model
geliştirmişlerdir. Spence be Rapee (2016) tarafından sunulan güncel modelin şematik
görünümü Şekil 3’te sunulmuştur.
26
Şekil 3. Spence ve Rapee’nin (2016) sosyal anksiyete bozukluğu belirtilerini açıklamaya
yönelik olarak geliştirdikleri bilişsel davranışçı model
Şekil 3’ten de görülebileceği gibi model, sosyal anksiyete belirtilerinin ortaya çıkmasını
ve sürdürülmesini, genetik/mizaç, çevre, davranış, biliş, kültür ve kişisel faktörleri
içerecek şekilde formüle edilmiştir. Bu modelde hem SAB olarak klinik bir tanı hem de
sosyal anksiyete belirtileri ile sonuçlanan aracı ve düzenleyici değişkenlerin yer aldığı
bir sürece değinmişlerdir. Model, SAB belirtilerini açıklamaya yönelik olarak
geliştirilmiş bilişsel ve bilişsel davranışçı modellerin özeti niteliğini taşımaktadır.
Söz konusu bilişsel davranışçı kuramlar kapsamında değinildiği gibi SAB belirtileri
deneyimleyen bireylerin gerek sosyal uyaranları gerekse içsel, bedensel, bilişsel ve
duygusal tepkileri yorumlamada bazı çarpıtılmış algıları, diğer bir değişle bilgi işleme
süreçlerinde bazı yanlılıkları olabilmektedir. Bu bağlamda bir sonraki bölümde SAB
belirtilerinin ortaya çıkmasında rol oynadığı düşünülen bilgi işleme süreci yanlılıklarına
değinilecektir.
27
3. BÖLÜM
SOSYAL ANKSİYETE BOZUKLUĞUNDA BİLGİ İŞLEME SÜREÇLERİ
Bilişsel ve bilişsel davranışçı modeller incelendiğinde sosyal anksiyete belirtilerinin
ortaya çıkmasında bireylerin kendi benliklerinin sosyal ortamdaki görünümüne ilişkin
çarpıtılmış bilişlerinin rol oynadığı görülmektedir. Bu bilişler benlikle ilgili yüksek
performans beklentileri (ör. Kesinlikle yanlış bir şey söylememeliyim), diğerlerinin
kendilerini kabul etmesinin ya da olumsuz değerlendirmesinin belli koşullara bağlanmış
olması (ör. Şu an terlediğimi fark ederlerse beni aralarında istemezler), benlikle ilgili
algının koşulsuz ve genellenmiş olması (ör. Ben sevilecek biri değilim) çerçevesinde
toplanmaktadır. Belirtileri açıklayan bazı modellerde dikkatin içsel uyaranlara yönelmiş
(Clark ve Wells, 1995) bazılarında ise dışsal çevresel uyaranlara yönelmiş (Heimberg
ve ark., 2010; Rapee ve Heimberg, 1995) olduğu ifade edilmektedir. Sosyal ortamlara
maruz kalma süreci sonrasında da olumsuz bilişsel süreçlerin devam ettiği, bireylerin
sosyal duruma ilişkin bilişleri üzerinden ruminasyon yapma ve duruma ile kendi
benliklerine ilişkin olumsuz yorumlamalar yapmaya devam ettikleri belirtilmektedir. Bu
modellerden hareketle, elde edilebilecek genel yargı SAB belirtileri deneyimleyen
bireylerin gerek çevresel (izleyiciler, sosyal ortamdaki diğer insanların tepkileri,
değerlendirmeleri vb.) gerekse içsel (bedensel, bilişsel, duygusal) uyaranlara ilişkin
bilgiyi işleme süreçlerinde bir takım yanlılıklarının olabileceği şeklindedir. Diğer bir
değişle, SAB belirtileri deneyimleyen bireyler çevresel ve içsel uyaranları yorumlarken
hatalar yapabilmekte, çevresel ve kendileri için tehdit olarak nitelendirebilecekleri
uyaranlara yönelik bilişsel yanlılıklara sahip olabilmekte ve çeşitli çıkarımlarda
bulunarak sosyal anksiyete belirtilerini devam ettirebilmektedir (Wong, Gordon ve
Heimberg, 2014). Alan yazın incelendiğinde SAB belirtileri deneyimleyen bireylerin
yorumlama ve yargılara varma, olay sonrası süreçler ve bellek ile seçici dikkat gibi bilgi
işleme süreçlerine ilişkin yanlılıklarının olabildiği görülmektedir.
28
3.1. YORUMLAMA VE YARGILARA VARMA
Sosyal ortamlarda bireylerin performansları ile ilgili doğrudan, belirgin bir şekilde
geribildirim almaları mümkün olmayabilmektedir. Örneğin bir sunum yapıldığında
anında diğer insanların sunumu beğendiği ya da beğenmeyip sıkıldığı ile ilgili bir
geribildirim alınamayabilmektedir. Sosyal anksiyete bozukluğu belirtileri deneyimleyen
bireyler ise sosyal ortamlarda bulunduklarında olumlu ya da olumsuzluğu belirgin
olmayan uyaranları dahi kendi benlikleri ve performanslarına ilişkin olumsuz bir
değerlendirme olarak yorumlama eğiliminde olabilmektedirler (Amir, Beard ve Bower,
2005; Heuer, Lange, Isaac, Rinck ve Becker, 2010).
Amir, Foa ve Cole (1998) tarafından yapılan bir araştırmada katılımcılara bazı belirsiz
sosyal senaryolar gösterilmiş ve katılımcıların bu senaryoları olumlu, olumsuz ya da
nötr olarak değerlendirmeleri beklenmiştir. Araştırma sonucuna göre, SAB belirti
düzeyi yüksek olan bireyler bu senaryoları çoğunlukla olumsuz senaryolar olarak
değerlendirirken, obsesif kompulsif bozukluk belirtileri gösteren ya da herhangi bir
kaygı bozukluğu belirtisine sahip olmayan bireyler senaryoları olumsuz olarak
değerlendirme konusunda bir yanlılık göstermemişlerdir (Amir, Foa ve Cole, 1998). Bu
durum belirsiz sosyal durumlara yönelik bir yanlılığın özellikle sosyal anksiyete
bozukluğuna özgü olabileceğini düşündürmüştür. Sosyal anksiyete bozukluğu belirtileri
deneyimleyen bireylerin belirsiz durumları olumsuz olarak yorumlama ve olumsuz
yargılara varma yatkınlığı pek çok araştırma kapsamında ve farklı koşullar altında tekrar
edilmiştir. Sosyal anksiyete bozukluğu belirtileri deneyimleyen bireyler dinledikleri bir
semineri değerlendirirken, performansa ilişkin herhangi bir belirleyicinin bulunmadığı
koşulda belirsiz ifadeleri eleştirel ya da reddedici olarak yorumlama eğiliminde
olabilmektedirler (Kanai, Sasagawa, Chen, Shimada ve Sakano, 2010). Benzer şekilde,
video kaydı aracılığı ile izledikleri bir performansı değerlendirirken de yorumlama ve
yargıya varma yanlılığı gösterebilmektedirler (Amir, Beard ve Bower, 2005).
Sosyal anksiyete bozukluğu ve diğer anksiyete bozuklukları karşılaştırıldığında, SAB
belirtileri deneyimleyen bireylerin herkes tarafından olumsuz olarak değerlendirilen
durumları diğer anksiyete bozukluklarının belirtilerini deneyimleyen bireylere kıyasla
29
daha fazla felaketleştirme eğiliminde oldukları görülmektedir (Alden, Taylor, Mellings
ve Laposa, 2008). Örneğin, SAB belirtileri deneyimleyen bireyler, olumsuz olarak
değerlendirildikleri koşullarda, olumlu durumları görmezden gelebilmektedirler
(Kashdan, Weeks ve Savostyanova, 2011). Sosyal anksiyete bozukluğu belirtileri
deneyimleyen bireylerin belirsiz ve olumsuz uyaranlara ilişkin yorumlama ve yargıya
varma yanlılıkları kendi performanslarına ilişkin olumsuzlukları felaketleştirme (ör.
bedensel kaygı tepkilerinin herkes tarafından gözlendiğini düşünme) ve olumsuzlukları
ise görmezden gelme eğilimlerini açıklar niteliktedir.
Özetle, SAB belirtileri deneyimleyen bireyler sosyal geribildirim almadıkları koşullarda
dahi gerek kendi performanslarına gerekse başkalarının performansına ilişkin bir takım
yorumlar getirebilmektedirler. Yapılan yorumlarda ise SAB belirtileri deneyimleyen
bireylerin belirsiz uyaranları olumsuz olarak yorumlama ya da uyaranların olumlu
yönlerini görmezden gelme eğiliminde olabildikleri gözlenmektedir.
3.2. OLAY SONRASI SÜREÇLER VE BELLEK
Sosyal anksiyete bozukluğu belirtileri deneyimleyen bireylerin benliklerine ve
performanslarına yönelik olumsuz düşünceleri yalnızca sosyal durumlarla sınırlı
kalmayıp, olay sonrasında da devam edebilmektedir (Brozovich ve Heimberg, 2008).
Bu duruma, Clark ve Wells’in (1995) modelinde “olay sonrası işlemleme” (post event
processing) olarak yer verilmekte ve modelde sosyal durum sonrası bellekte yer alan
durumun
değerlendirilmesinde
çeşitli
yanlılıkların
söz
konusu
olabileceğine
değinilmektedir. Yapılan araştırmalar, SAB belirtileri deneyimleyen bireylerin
yaşadıkları sosyal durumu diğer kaygı bozukluğu belirtileri deneyimlemeyen bireylere
kıyasla daha olumsuz değerlendirme eğiliminde olduklarını, bu işlemleme sürecinin ise
gelecekteki
sosyal
durumlardan
kaçınmanın
güçlü
bir
yordayıcısı
olduğunu
göstermektedir (Rachman, Grüter-Andrew ve Shafran, 2000).
Sosyal anksiyete belirtileri deneyimleyen bireylerin sosyal durumlara ilişkin olumsuz
uyaran ve durumları olumlu ya da nötr olanlara kıyasla daha fazla hatırlayıp
hatırlamadıklarına ilişkin araştırma bulgularında ise tam bir tutarlılık elde
30
edilememiştir. Araştırma sonuçları, sosyal uyaranın sözel mi ya da görsel mi olduğuna,
nasıl kodlandığına (örtük ya da açık) ya da nasıl geri alındığına (hatırlama/tanıma) göre
değişiklik gösterebilmektedir (Mitte, 2008). Örtük bellek (implicit memory) ve
tanımaya (recognition) ilişkin yapılan araştırmalarda, SAB belirtileri deneyimleyen
bireylerin, anksiyete belirtileri deneyimlemeyen bireylere kıyasla sadece kızgın yüzleri
tanımaya ilişkin bir yanlılık gösterdiği bulunmuştur
(Mitte, 2008). Ayrıca, sosyal
kaygının ortaya çıktığı koşullarda bireyler kendileri ile ilgili bilgiyi daha fazla hatırlama
eğilimi gösterebilmektedirler (Amir, Coles, Brigidi ve Foa, 2001). Ancak böyle bir
bellek yanlılığının var olmadığını savunan araştırmalar da alan yazında mevcuttur (ör.
Morgan, 2010).
Sosyal anksiyete belirtileri deneyimleyen bireylerin performans sergiledikleri
durumlarda aldıkları geri bildirimleri nasıl hatırladıklarına ilişkin yapılan çalışmalarda
ise diğer anksiyete bozukluklarının belirtileri deneyimlemeyen bireylere kıyasla
performanslarına ilişkin olumsuz bilgiyi daha da olumsuz hatırlama, olumlu bilgiyi ise
daha az hatırlama eğilimi gösterdikleri görülmektedir (Cody ve Teachman, 2010).
Ayrıca sosyal anksiyete belirtileri deneyimleyen bireylerin hatırladıklarının daha
duruma özgü bilgiler (ör. “Kaç defa “ııııı, şeyyyy” dedim?”) olmaktan ziyade daha
genel bilgiler (ör. Çok kötü bir konuşma yaptım) olabildiği görülmektedir (Cody ve
Teachman, 2011).
Bireylerin performanslarına ilişkin belleklerinde yer eden bilginin zaman içinde nasıl
değiştiği de alan yazında araştırılan başka bir konu olmaktadır. Sosyal anksiyete
bozukluğu belirtileri deneyimleyen bireylerin sosyal kaygı yaratan durumlardaki
performanslarına ilişkin hatırladıkları bilgiler zaman içinde stabil bir şekilde olumsuz
olarak kalırken sağlıklı kontrol grubundaki bireylerde zaman içinde daha olumlu bir
seviyeye gelebilmektedir (Abbott ve Rappe, 2004). Unutma açısından bakıldığında ise
sosyal anksiyete belirtileri deneyimleyen bireylerin kontrol grubuna kıyasla özellikle
olumlu bilgiyi daha hızlı unutma eğiliminde oldukları görülmektedir (Liang, Hsu,
Hung, Wang ve Lin, 2011).
Sosyal anksiyete bozukluğu belirtileri deneyimleyen bireylerin özellikle olumsuz
31
bilgiye yönelik bir bellek yanlılıklarının olabileceğini savunan araştırmalar olduğu gibi,
bu bilgiyi bastırma ve bu tür bilgilerden kaçınma eğiliminde olabileceklerini savunan
araştırmalar da bulunmaktadır. LeMoult ve Joorman (2012) çalışmalarında SAB
belirtileri deneyimleyen bireylerin özellikle kızgın, üzgün ya da tiksinmiş yüz
ifadelerini daha az tanıdıklarını (recognition) belirtmişlerdir. Benzer bir çalışmada ise
sosyal anksiyete bozukluğu belirtileri deneyimleyen bireylerin sosyal tehdit olarak
algıladıkları bilgiyi kontrol grubuna kıyasla daha fazla bastırma eğiliminde olabildikleri
ifade
edilmektedir
(Kingsep
ve
Page,
2010).
Bu
bulgular
göz
önünde
bulundurulduğunda SAB belirtileri deneyimleyen bireylerin olay sonrası işlemleme
süreçlerinin daha derinlemesine çalışılmasına ve yapılan araştırmaların farklı örneklem
grupları ile tekrar edilmesine ihtiyaç duyulduğu gözlenmektedir.
Özetle, SAB belirtilerini devam ettiren en önemli unsurlardan biri kaçınma
davranışlarıdır ve önceki deneyimlere ilişkin bellek süreçleri kaçınma davranışlarının
önemli bir yordayıcısı olabilmektedir. Sosyal anksiyete bozukluğu belirtileri
deneyimleyen bireylerin sosyal deneyimlerine ilişkin bellek süreçleri incelendiğinde,
olumsuz uyaranları hatırlamaya ve hatırladıkları olumsuz bilgiyi tüm performanslarına
genellemeye ilişkin bir yanlılıklarının olabildiği gözlenmiştir. Ayrıca, SAB belirtileri
deneyimleyen bireylerin olumlu deneyimlerini görmezden gelme, bastırma eğiliminde
olduklarına ilişkin tutarlı bulgular elde edildiği görülmektedir. Ancak, farklı yüz
ifadelerine ilişkin bellek yanlılıklarına ilişkin yapılacak detaylı araştırmalara ihtiyaç
duyulmaktadır.
3.3. SEÇİCİ DİKKAT VE DİKKAT YANLILIĞI
Evrimsel olarak değerlendirildiğinde insanların hayatta kalmak için çevrelerinde tehlike
yaratma olasılığı olan ya da tehdit edici sinyaller veren uyaranlara karşı aşırı duyarlı
oldukları, tam olarak bilinç düzeyinde olmasa dahi bu uyaranları kolaylıkla fark
edebildikleri bilinmektedir (Öhman ve Mineka, 2001). Dolayısıyla, SAB belirtileri
deneyimleyen bireylerin de tehlikeli olarak algıladıkları sosyal uyaranlara karşı tetikte
oldukları ve bu uyaranlara karşı dikkat yanlılıklarının olabildiği düşünülmektedir
(Heeren, Mogoaşe, Philippot ve McNelly, 2015). Yapılan araştırmalarda ise SAB
32
belirtileri deneyimleyen bireylerin, dikkat yanlılıklarına ilişkin hem bilinçli (Putman,
Hermans ve van Honk, 2004) hem de bilinçdışı, örtük (Mogg ve Bradley, 2002)
süreçlere odaklanılmaktadır.
Olumsuz duyguları yansıtan yüz ifadeleri gibi sosyal tehlike ipuçları taşıyan uyaranları
bilinçdışı olarak işlemleme süreçlerine odaklanan araştırmalarda en çok kullanılan iki
görevin Dot Probe Görevi ve Duygusal Stroop Görevi olduğu görülmektedir. Dot Probe
Görevi’nde, sosyal tehlike ipucu ile eşleştirilen bir uyaranın yeri ya da bir okun yönü,
Duygusal Stroop Görevi’nde ise sosyal tehlike ipucu ile eşleştirilen bir kelimenin hangi
renkte yazıldığını seçilmektedir. Bilişsel işlemleme sürecini bilinçdışı ya da örtük hale
getiren, sosyal tehlike ipucu içeren uyaranların bireylere gösterilme süresinin çok kısa
olması ya da bu uyaranların maskelenmiş olarak gösterilmesidir. Yapılan bazı
araştırmalar sosyal anksiyete belirtileri gösteren bireylerin maskelenmiş sosyal tehlike
ipucu taşıyan (ör. kızgın yüz ifadesi) ve sadece 7-14 ms gösterilen uyaranlara nötr
uyaranlara kıyasla daha hızlı tepki verdiklerini göstermektedir (Mogg ve Bradley,
2002). Ancak Putman, Hermans ve van Honk (2004) tarafından yapılan bir araştırmada,
25 ms uyarana maruz kalmanın daha hızlı tepki verip sosyal tehlike içeren uyarana (ör.
kızgın yüz ifadesi) karşı aşırı duyarlı olunmasından ziyade SAB belirtileri
deneyimleyen bireylerin bu uyaranlardan kaçınma eğilimi gösterdikleri bulgusuna
ulaşılmıştır. Alan yazında SAB belirtileri deneyimleyen bireylerin sosyal tehlike ipucu
içeren uyaranlara verdikleri tepkilere ilişkin bulgularda bir tutarlılık olmadığı
gözlenmektedir.
Bu
noktada,
yapılacak
yeni
araştırmalarda
SAB
belirtileri
deneyimleyen bireylerin sosyal tehlike ipuçları içeren uyaranlara aşırı duyarlılık
gösterme ya da bu uyaranlardan kaçınma eğilimlerinin incelenmesi faydalı olacaktır.
Sosyal anksiyete bozukluğu belirtileri deneyimleyen bireylerin sosyal tehlike ipuçları
taşıyan uyaranları bilinç düzeyinde algıladıklarında sahip oldukları dikkat yanlılıklarına
ilişkin ise alan yazında daha tutarlı bulgular olduğu görülmektedir. Bilinç düzeyinde
dikkat yanlılıklarının değerlendirildiği araştırmalarda da çoğunlukla aynı deneysel
görevler kullanılmakta (Dot Probe Görevi ve Duygusal Stroop) ancak herhangi bir
maskeleme yapılmamakta ve bireylerin bu uyaranlara maruz kalma süreleri uzamaktadır
(genellikle ≥ 500ms olmakta ama daha kısa da olabilmektedir). Yapılan pek çok
33
araştırmada SAB belirti düzeyleri yüksek olan bireylerin anksiyete düzeyleri düşük olan
bireylere kıyasla Duygusal Stroop Görevinde sosyal tehlike ipuçları taşıyan sözcüklerin
rengini daha yavaş seçtikleri görülmektedir (ör. Kim, Lundh ve Harvey, 2002). Diğer
bir değişle kelimenin içeriği SAB belirtileri deneyimleyen bireylerde bir dikkat yanlılığı
yaratmakta, bu da asıl görev olan kelimenin hangi renkte yazıldığını seçme süresini
uzatabilmektedir. Sosyal anksiyete bozukluğu belirtileri deneyimleyen bireylerin dikkat
yanlılıklarını kelimelerden ziyade farklı duyguları yansıtan yüz ifadeleri aracılığı ile
incelenmesine de sıklıkla rastlanmaktadır. Ancak bu araştırmalarda nadir de olsa benzer
bir dikkat yanlılığı bulgusuna ulaşılmadığı (Putman, Hermans ve van Honk, 2004) ya da
SAB belirti düzeyleri yüksek olan bireylerin bu yüz ifadelerinden kaçınma eğiliminde
olduğunu gösteren (Mansell, Clark, Ehler ve Chen, 1999) araştırma bulguları
bulunmaktadır.
Bazı araştırmalarda ise dikkat yanlılığının sosyal tehlike içeren uyaran 500ms
gösterildiğinde ortaya çıkabildiğini, 1250ms gösterildiğinde ise ortaya çıkmadığı
savunulmaktadır (Mogg ve ark., 2004). Bu noktada araştırmacıları düşündüren konu
SAB belirti düzeyleri yüksek olan bireylerin sosyal tehdit içeren uyaranlara hızlıca
dikkatlerini yöneltmek (vigilance for threat) konusunda mı yoksa dikkatlerini bu
uyarandan çekip farklı bir uyarana yöneltmek (disengaging from threat) konusunda mı
zorlandıkları olmuştur. Amir, Elias, Klump ve Prezeworski (2003) bu eğilimi
değerlendirmek
amacıyla
Posner
paradigmasını
(Posner
Paradigm,
1988)
kullanmışlardır. Posner paradigması kapsamında her bir denemede bilgisayar ekranının
sağ ya da sol bölümünde sosyal tehdit içeren, nötr ya da pozitif kelimeler gösterilmiş,
kelimeleri takiben ya kelimenin görüldüğü bölümde (geçerli deneme) ya da kelimenin
tersi bölümde (geçersiz deneme) katılımcılara bir uyaran [probe (“*”)] gösterilmiştir.
Sosyal anksiyete belirtileri deneyimleyen bireylerin, sosyal tehdit içeren kelimeleri
takip eden geçersiz denemelere tepki vermelerine kadar geçen sürenin (response
latency) kontrol grubuna kıyasla daha uzun olduğu bulgusuna ulaşılmıştır. Bu bulgu,
SAB belirti düzeyi yüksek olan bireylerin tehlike içeren uyarandan dikkatlerini çekme
süresinin daha uzun olabildiği şeklinde yorumlanmıştır (Amir, Elias, Klump ve
Prezeworski, 2003).
34
Sosyal anksiyete bozukluğunda dikkat yanlılığını değerlendirmede kullanılan farklı
görevler de bulunmaktadır. Bu görevlerden biri Kalabalıkta Yüz Görevi (Face in the
Crowd)’dir. Bu görevde katılımcılara farklı duygusal ve nötr ifadelerin yer aldığı yüzler
gösterilmekte ve katılımcılardan bazı yüz ifadelerini seçmeleri beklenmektedir. Örneğin
pek çok olumlu duygu ifadesine sahip yüz ifadesi arasından olumsuz duygu ifadelerini
ayırt edip seçerek görev gerçekleştirilebilmektedir. Bu görev kapsamında SAB
belirtileri deneyimleyen bireylerin özellikte kızgın yüz ifadelerini kontrol grubuna
kıyasla daha hızlı tespit edebildikleri gözlenmiştir (Gilboa-Schechtman, Foa ve Amir,
1999). Bu bulguya ilişkin olarak, bu bireylerin kızgın yüzleri mi daha hızlı tespit
ettikleri yoksa mutlu yüzleri tespit etmeleri için geçen zamanın mı daha yavaş olduğu
konusu henüz netlik kazanmamıştır. Dikkat yanlılığını değerlendirmede kullanılan bir
diğer görev dikkat yanıp sönmesi (attentional blink) etkisini ortaya çıkaran görevlerdir.
Bir görevde bireylere ardarda pek çok uyaran gösterilmekte ve bu uyaranların daha
sonra tanınması beklenmektedir. İlk gösterilen uyaranın ikinci gösterilen uyaranın
tanınma ihtimalini etkilemesi beklenirken, bazen ikinci uyaranın yarattığı yanlılık bu
duruma engel olmaktadır. Sosyal anksiyete bozukluğu belirtileri deneyimleyen
bireylerde ikinci uyaranın mutlu ya da kızgın yüz ifadesi olması koşulları arasında
anlamlı bir fark elde edilmemiştir (de Jong ve ark., 2009). Moser, Huppert, Duval ve
Simons (2008) ise SAB belirtileri deneyimleyen bireylerin dikkat yanlılıklarını
değerlendirirken “Flanker Görevi” kullanmışlardır. Bu görevde ise bilgisayar ekranının
merkezinde bir yüz ifadesi, bu yüz ifadesinin iki yanında ise aynı yüzün farklı duyguları
temsil eden iki ifadesi yer almaktadır. Katılımcılardan ekranın merkezinde yer alan yüz
ifadesinin yansıttığı duyguyu belirtmeleri beklenmektedir, ancak merkezdeki ifadenin
yanındaki ifadelerden bir tanesinin tehdit içeren bir ifade (kızgın, eleştirel vb.) olması
durumuna katılımcının tepkisinin yavaşlayacağı düşünülmektedir. Sosyal anksiyete
bozukluğu için Flanker Görevi’nde herhangi bir dikkat yanlılığına rastlanmamıştır
(Moser, Huppert, Duval ve Simons, 2008).
Özetle, SAB belirtileri deneyimleyen bireylerin dikkat yanlılıklarının değerlendirildiği
araştırmalarda hem bilinçdışı (örtük) hem de bilinçli dikkat süreçlerine değinildiği
görülmektedir. Katılımcıların sosyal tehdit içeren uyaranlara örtük olarak maruz kaldığı
çalışmalarda, SAB belirtileri deneyimleyen bireylerin olumsuz uyaranlara nötr ve
35
olumlu uyaranlara kıyasla daha hızlı tepki verilebildiğine ilişkin araştırma bulguları yer
almaktadır. Ancak katılımcıların olumsuz uyaranlara daha uzun süre maruz kaldıkları ve
bilinçli dikkat süreçlerinin değerlendirildiği çalışmalarda, olumsuz uyaranlara verilen
tepki sürelerinde bir artış olduğu ve SAB belirtileri deneyimleyen bireylerin olumsuz
uyaranlara olumlu uyaranlara kıyasla daha uzun sürede tepki verdikleri gözlenmiştir.
Ancak alan yazındaki bulgular incelendiğinde SAB belirtileri deneyimleyen bireylerin
örtük ve bilinçli dikkat süreçlerine ilişkin elde edilen bulguların tutarlı bulgular
olmadığı gözlenmektedir ve bu alanda yapılacak yeni araştırmalara ihtiyaç
duyulmaktadır.
36
4. BÖLÜM
SOSYAL ANKSİYETE BOZUKLUĞUNDA BİLİŞSEL YANLILIKLARA
ODAKLANAN YAKLAŞIMLAR
4.1. BİLİŞSEL YANLILIK DÜZELTMESİ (COGNITIVE BIAS
MODIFICATION)
Klasik bilişsel davranışçı terapilerin anksiyete bozukluklarının tedavisinde üç temel yol
izledikleri görülmektedir: (1) anksiyete düzeyinin artmasında zihinden geçen
düşüncelerin (bilişlerin) rolü hakkında farkındalık kazanılmasını sağlamak, (2)
anksiyete belirtilerini tetikleyen düşünce ve inançlarını bulmak konusunda yardımcı
olmak, (3) bireylerin zihinlerinden geçen düşüncelere meydan okumalarını sağlamak ve
böylelikle anksiyete belirtilerinin azalması konusunda bireyleri cesaretlendirmek (Clark
ve Beck, 2010). Diğer taraftan ise, bilişsel davranışçı modeller kapsamında, anksiyete
bozukluklarının ortaya çıkışında bireylerin bilgi işleme süreçlerindeki yanlılıklara ortak
bir nokta olarak değinildiği, bireylerin farkındalık alanında dahi olmayan bir takım
yanlılıkların anksiyete belirtilerinin ortaya çıkmasında, sürdürülmesinde hatta
etiyolojisinde başat rol oynayabildiği vurgulanmaktadır (Mathews and Macleod, 2005;
Morrison ve Heimberg, 2013). Özellikle son 30 yılda, anksiyete bozukluklarında bilgi
işleme süreçleri yanlılıklarının rolüne yapılan vurgu klasik bilişsel davranışçı terapilerin
yerine bilgi işleme süreçlerindeki yanlılıklara ve bu yanlılıkları ortadan kaldırmaya
çalışan sağaltım yöntemlerinin geliştirilmesine olanak tanımıştır.
Bilişsel Yanlılık Düzeltmesi (Cognitive Bias Modification) olarak adlandırılan ve
yorumlama, bellek ve dikkat gibi bilişsel yanlılıklara odaklanan yöntemlerin üç temel
amacı olduğu görülmektedir: (1) anksiyete bozuklukları ve bilişsel yanlılıklar arasındaki
neden-sonuç ilişkisini açıklamak, (2) bilişsel yanlılıkların düzeltilmesinin anksiyete
bozukluklarındaki terapötik potansiyelini ortaya koymak, (3) anksiyete bozukluklarında
bilişsel yanlılık mekanizmasını ilişkin alan yazın bilgisine ışık tutmaktır (MacLeod ve
Mathews, 2012). Sosyal anksiyete bouzkluğu belirtileri ve dikkat yanlılığı (seçici
37
dikkat) süreçlerine odaklanan bilişsel yanlılık düzeltmesi yöntemleri arasında Dikkat
Yanlılığı Düzeltmesi Programının
(MacLeod ve ark., 1986) sıklıkla kullanıldığı
görülmektedir. Bu program katılımcılara bilgisayar ortamında uygulanmakta ve ekranın
ortasında konumlanmış bir çarpı işareti ile başlamaktadır. Bir sonraki ekranda ise
katılımcılara yatay olarak ikiye bölünmüş ekranda nötr ve tehdit içeren yüz ifadeleri
(kızgın, korkulu, tiksinmiş vb.) aynı anda gösterilmektedir. Bir sonraki ekranda ise
katılımcılardan ekranda gördükleri harfin E ya da F olduğuna karar vermeleri
beklenmektedir. Katılımcıların karar verme sürecinin sonucu olan harf, çoğunlukla bir
önceki ekranda nötr uyaranın bulunduğu bölümde yer almaktadır. Bu durum
katılımcılarda örtük olarak nötr ya da pozitif uyarandan sonra bir karar verme süreci
gerçekleştirecekleri algısı yarattığı için katılımcıların tüm uygulama boyunca tehdit
içeren
uyarandan
dikkatlerini
uzaklaştırma
(avoid-negative
stimuli)
koşulunu
gerçekleştirmeleri sağlanmaktadır. Alan yazın incelendiğinde, SAB belirtileri
deneyimleyen ve Bilişsel Yanlılık Düzeltmesi uygulanan bireylerde elde edilen
sonuçların oldukça olumlu olduğu gözlenmektedir. Bilişsel Yanlılık Düzeltmesi’nin,
SAB belirtileri deneyimleyen bireylerin belirtilerinin azaltılmasında etkin olduğu pek
çok araştırma kapsamında vurgulanmıştır (Amir, Weber, Beard, Bomyea ve Taylor,
2008; Amir ve ark., 2009; Heeren, Reese, McNally ve Philippot, 2012). Ayrıca, SAB
belirtilerine yönelik olan yapılan uygulamalarda tek seansta olumlu sonuçların alındığı
dahi görülmüştür. Örneğin, Amir ve arkadaşları (2008) tarafından yürütülen bir
çalışmada, yüksek SAB belirti düzeyi grubuna Bilişsel Yanlılık Düzeltmesi uygulanmış,
benzer özellikteki bir gruba ise herhangi bir uygulama yapılmayıp, bu grup kontrol
grubu olarak atanmıştır. Yapılan tek seanslık uygulama sonunda, katılımcıların dikkat
yanlılıklarında olumlu gelişmeler olduğu, kendilerinden istenilen izleyici karşısında
konuşma görevinde kontrol grubuna kıyasla düşük düzeyde kaygı belirtileri
deneyimledikleri ve katılımcıların konuşma performanslarının kontrol grubuna kıyasla
yargıcılar tarafından daha iyi olarak değerlendirildiği bulgularına ulaşılmıştır (Amir ve
ark., 2008). Schmidt, Richey, Buckner ve Timpani (2009) tarafından yapılan haftada iki
defa, 15’er dakika olarak gerçekleştirilen toplam sekiz Bilişsel Yanlılık Düzeltmesi
sonunda da bireylerin SAB belirti düzeylerinde azalma olduğu görülmüştür. Daha
önemlisi, uygulamaların bitiminden 1 hafta sonra alınan ölçümlerde uygulama yapılan
katılımcıların %72’sinin artık genellenmiş SAB belirtilerini deneyimlemedikleri
38
(kontrol grubu için bu oran %11 olarak belirtilmiştir) ve elde edilen bu klinik kazanımın
4 ay sonra yapılan takip çalışmasında da devam ettiğidir.
Sosyal anksiyete bozukluğu belirtilerine yönelik olarak hazırlanan Bilişsel Yanlılık
Düzeltmesi uygulaması oldukça pratik, uygulamacıya ve SAB belirtileri deneyimleyen
bireylere uygulama kolaylığı sağlayan ve zamansal açısından ekonomik bir uygulama
olması sebebiyle pek çok uygulamacı ve araştırmacının oldukça ilgisini çekmiştir.
Ancak,
son 4 yılda yapılan çalışmalarda önceki çalışmalarda elde edilen olumlu
sonuçlara rastlanılmaması şüphe uyandırmıştır (ör. Boettcher, Berger ve Renneberg,
2012; Boettcher ve ark., 2013; Carlbring ve ark., 2012; McNally, Enock, Tsai ve
Tousian, 2013). Emmelkamp (2012) tarafından yazılan değerlendirme yazısında Bilişsel
Yanlılık Düzeltmesi uygulamalarının son yıllarda yapılan araştırmalardaki popülaritesi
İmparatorun Yeni Kıyafeti (Emperor’s New Suit) yakıştırması ile eleştirilmiş, bu
uygulamanın klinik tanı kriterlerini karşılamayan fakat SAB belirtileri deneyimleyen
bireylerde işlevsel olabileceği belirtilmiştir. Ayrıca, SAB belirtilerine yönelik olarak
hazırlanan
çevrimiçi
programları
aracılığıyla,
Bilişsel
Yanlılık
Düzeltmesi
uygulamalarına kıyasla daha olumlu sonuçlar edilebileceğine değinilmiştir. Bu
bağlamda sosyal anksiyete bozukluğunda dikkat yanlılığına yönelik olarak geliştirilen
yöntemlerin etkililiğine ilişkin elde edilen çelişkili bulgular yapılan bu uygulamalarla
ilgili araştırmaların sürdürülmesini gerekli kılmaktadır. Diğer taraftan, bilişsel
yanlılıkların
önemli
bir
bölümünü
oluşturan
dikkat
yanlılıklarının
SAB
psikopatolojisindeki rolüne yapılacak klinik uygulamalarda odaklanılmasının önemli
olduğu düşünülmüştür. Bireylerin dikkat süreçleri üzerinde olumlu etkileri olduğu
bilinen bir değişken ise Bilgece Farkındalık (Mindfulness)’tır (Piet, Hougaard,
Hecksher ve Rosenberg, 2010).
4.2. BİLGECE FARKINDALIK VE BİLGİ İŞLEME SÜREÇLERİ
4.2.1. Bilgece Farkındalık
Bilgece farkındalık; içinde bulunulan an’ın yargılanmadan, farkında olarak yaşanması,
deneyimlenmesi olarak tanımlanmaktadır (Kabat-Zinn, 1990). Bu sürecin bireylerin
39
psikolojik iyilik halleri üzerindeki olumlu etkisi alan yazında sıklıkla incelenmiş, pek
çok klinik uygulamaya bilgece farkındalık etkin bir bileşen olarak entegre edilmiş,
böylelikle bireylerin deneyimledikleri stresin azaldığı, iyilik hallerinin arttığı
gözlenmiştir (Chambers, Gullone ve Allen, 2009).
Bilgece farkındalık kavramının ve bilgece farkındalık egzersizlerinin temellerinin 2500
yıl öncesine dayandığı bilinmektedir. Bilindiği kadarıyla, bilgece farkındalık felsefesini
ve öğretilerini yaşamına ilk entegre eden kişi ise Buda’dır. Son 2500 yılda bu felsefe,
Asya’daki Budist manastırların fikir ve uygulamalarının temelini oluşturmuştur
(Almond, 1988).
Bilgece farkındalık kavramı ile Avrupa’nın tanışması, 19. yüzyılın sonlarına doğru
gerçekleşmiş, Avrupalı kaşif, şair ve ressamlar aracılığı ile bilgece farkındalık kavramı
ve öğretileri Avrupalılara tanıtılmıştır. 1960-1970’lerde dünyanın, üzerindeki tüm
canlılara ait olduğunu kabul eden ve komün hayatı savunan Hippi yaşam tarzı ile
bilgece farkındalık Amerika’da ilgi görmüştür (Chaskalson, 2014). Ancak bilgece
farkındalığın bilim dünyası ile tanışması 1970’lerin sonlarına doğru John Kabat-Zinn
aracılığı ile gerçekleşmiştir (Kabat-Zinn, 1995). Çalıştığı hastanede hastaların
çoğunluğunun medikal tedaviden tamamıyla fayda göremediğini gören Kabat Zinn,
üniversite yıllarında tanıştığı bir Tibetli rahip aracılığı öğrendiği bireysel bilgece
farkındalık uygulamalarını medikal tedavi gören hastalara uygulamaya başlamıştır
(Kabat-Zinn, 1995). John Kabat Zinn’in geliştirmiş olduğu Bilgece Farkındalık Temelli
Stres Azaltma (Mindfullness Based Stress Reduction [MBSR] programının fiziksel ve
psikolojik hastalıklar deneyimleyen insanlar üzerindeki olumlu etkileri,
nörobilim
çalışan bilim insanlarının oldukça ilgisini çekmiş ve uzmanlar 90’lı yıllarda Budist
rahiplerin beyin aktivitelerini görüntülemeye başlamışlardır (Chaskalson, 2014).
Bilgece farkındalık kavramı ile Batı’nın temasını arttıran önemli bir figür ise Dalai
Lama olmuş, 2001 yılında Dalai Lama’nın yardımıyla Tibetli Budist rahiplerin beyin
aktiviteleri görüntülenmeye başlanmıştır (Chaskalson, 2014) .
4.2.2. Bilgece Farkındalık Odaklı Klinik Uygulamalar
40
Bilgece farkındalık odaklı klinik uygulamalar “bilişsel davranışçı terapiler ailesinin yeni
üyeleri” olarak alan yazında yer bulmaktadırlar (Herbert ve Hoffman, 2011). Bu
uygulamalardaki temel hedefin ise davranış değişikliği sağlamak ve bireylere daha
doyurucu bir yaşam olanağı sunmak olduğu belirtilmekte, bilgece farkındalık bir
teknikten ziyade psikolojik bir zihinsel süreç olarak ifade edilmektedir. Bilgece
farkındalığa odaklanan farklı klinik uygulamalar olsa da pek çok psikopatolojinin
sağaltımında Bilgece Farkındalık Temelli Stres Azaltma (MBSR; Kabat-Zinn, 1990) ve
Bilgece Farkındalık Bilişsel Davranışçı Terapi (MBCT; Segal, Williams ve Teasdale,
2011) kullanılmaktadır. Bilgece Farkındalık Temelli Stres Azaltma programının SAB
belirtileri deneyimleyen bireylerin duygusal tepkilerini ve kendilerini referans aldıkları
zihinsel süreçlerini düzenleyici etkisinin olduğu ve bu olumlu değişimin fMRI taraması
ile de gözlenebildiği belirtilmektedir (Goldin, Ramel ve Gross, 2009). Bilgece
farkındalık temelli bilişsel davranışçı terapilerin ise bireylerin SAB belirtilerine ilişkin
öz bildirimlerinde olumlu değişiklikler ile sonuçlandığı, bu değişimlerin ise iki ay sonra
yapılan takip çalışmalarında dahi devam ettiği (Bögels, Sijber, Voncken, 2006; Piet,
Hougaard, Hecksher ve Rosenberg, 2010) bulgularına ulaşılmaktadır. Ancak alan
yazında hala tam olarak netlik kazanmamış konular da yer almaktadır. Yapılan bir
araştırmada aerobik egzersizi yapan bireyler ve bilgece farkındalık odaklı stres azaltma
programına katılan bireylerin SAB belirti düzeyi değişimleri arasında anlamlı bir farka
rastlanmamış olması (Jazaieri, Goldin, Werner, Ziv ve Gross, 2012) ya da Bilişsel
Davranışçı Grup Terapisinin, bilgece farkındalık odaklı stres azaltma programına belirti
düzeyinde bir azalma yaratma açısından daha üstün olduğunun gözlenmesi (Koszycki,
Benger, Shlik ve Bradwejn, 2007) gibi bulgular bu uygulamaların etkililiğinden ziyade
etkinlik mekanizmalarının çalışılmasını gerekli kılmaktadır.
Alan yazında bilgece farkındalığın etkililiğine ilişkin yapılan çok sayıda araştırmanın
yanı sıra nasıl işe yaradığını ya da bu işlevselliğin çalışma mekanizmasını inceleyen
araştırmalara oldukça nadir olarak rastlanılmaktadır. Az sayıdaki araştırmada, bilgece
farkındalık mekanizmasının bireylerin otomatikleşme, otomatik pilotta yaşama devam
etme döngüsünü kırdığı, bu yolla değişim yarattığı ileri sürülmektedir (Kang, Gruber ve
Gray, 2013). Bilgece farkındalığın işlevsellik mekanizmasını araştırmaya yönelik olarak
geliştirilen modellerden biri Kang, Gruber ve Gray (2013) tarafından geliştirilmiştir ve
41
modelde bilgece farkındalığın “farkındalık”, “dikkat”, “an’a odaklanma” ve “kabul”
olmak üzere dört bileşeninin olduğu ileri sürülmüştür. Bilgece farkındalığın bu
bileşenleri harekete geçirerek otomatikleşmeyi azalttığı ve psikolojik iyilik halini
artırdığı savunulmaktadır.
Kang ve arkadaşlarının (2009) otomatikleşme üzerine oluşturdukları model, SAB
belirtilerine uyarlandığında da bir psikopatoloji ve model örtüşmesine rastlanmaktadır.
Kang ve arkadaşları (2009) modellerinde ilk olarak “farkındalığın” diğer bir değişle,
bireyin bedensel duyumları, duyguları, düşünceleri ve çevrelerindeki uyaranlara ilişkin
bilinçlilik hallerinin (Brown ve Ryan, 2003) otomatikleşmeyi azaltabildiğini öne
sürmüştür. Çevresel tetikleyicilerin (prime) varlığının, bireyler farkında dahi olmadan
zihinsel süzgeçten geçirilerek işlenebildiğine ve bu tetikleyicilere dikkatin yöneliminin
verilen tepkileri şekillendirebildiğine (Tetikleyici etkisi (Priming effect); Salanick ve
Pfeffer, 1977) değinilmiştir. Sosyal anksiyete bozukluğu belirtileri deneyimleyen
bireyler açısından düşünüldüğünde, bireylerin dikkatlerinin tetikleyicilere hızla
yöneldiği, tetikleyicilere yönelen dikkatin duygu, düşünce ve bedensel tepkileri ortaya
çıkarabildiği, arada geçen sürede tetikleyiciye yönelik bir kaçınma tepkisi gösterildiği
ve bu defa dikkatin bedensel duyumlar ve zihinsel süreçlere yönelip çevresel
uyaranların göz ardı edildiği görülmektedir. Modelde bilgece farkındalığın ikinci
bileşeni olarak dikkate değinilmekte, bilgece farkındalık düzeyi yüksek olan bireylerin
dikkatlerini esas uyarana yönlendirmek ve bu uyaran üzerindeki dikkatlerini sürdürmek
konusunda gerekli bilişsel kontrol ve esnekliğe sahip olabildikleri belirtilmektedir
(Shapiro ve Schwartz, 2000). Bilgece farkındalık düzeylerine göre bireyler, Stroop
görevindeki performansları açısından karşılaştırıldıklarında 6 haftalık meditasyon
uygulamasını tamamlayanların daha iyi performans sergiledikleri bulgusuna ulaşılmıştır
(Moore ve Malinowski, 2009). Sosyal anksiyete belirtileri deneyimleyen bireyler
açısından düşünüldüğünde sosyal uyaranların varlığında dikkatlerini esas uyaran (ör.
izleyici önünde yapılan sunuma odaklanma) yerine sosyal uyaranlardan gelebilecek
olası tehditlere (beğenilmeme, eleştirilme vb.) odakladıkları ve dikkati sürdürme
konusunda zorlandıkları görülmektedir. Modelde bilgece farkındalığın üçüncü bileşeni
olarak “an’a odaklanma”, zihnimizden geçen düşünceler ile gerçeğin ne olduğunun
birbirinden farklı süreçler olabileceğinin (Segal, Williams ve Teasdale, 2002) farkında
vararak
42
şimdiye
odaklanma
oluşturmaktadır.
An’a
odaklanma
bileşeninde,
tetikleyicilerin etkisiyle otomatikleşmiş bir şekilde zihinden geçen düşüncelere ve
duygulara ilişkin odağın merkezi kaydırılarak bu duygu ve düşüncelere uzaktan
bakılmakta,
etkilenmeden
izlenmekte
(decentering),
dikkat
şimdiye
çekilerek
ruminasyon engellenmekte ve içinde bulunulan süreç üzerine yapılan yorumlamalar
durdurulmaktadır. Sosyal anksiyete bozukluğu belirtileri deneyimleyen bireyler
açısından düşünüldüğünde de bireylerin kendi sosyal etkileşimlerine ve kendi
performanslarına ilişkin zihinlerinden geçen olumsuz düşüncelerin sosyal etkileşim ile
sınırlı kalmadığı, bu olaylar üzerine ruminasyonun sıklıkla yapıldığı ve bu durumun da
gelecek sosyal etkileşimler için kaçınma davranışını beraberinde getirebildiği
düşünülmektedir. Diğer bir değişle, SAB belirtileri deneyimleyen bireyler her yeni
sosyal etkileşim sürecine yeni, bir etkileşimmiş gibi yaklaşmaktan ziyade önceki sosyal
etkileşimin etkisinde ve gelecek sosyal etkileşimlerin beklentisi ile bilişsel süreçlerini
şekillendirerek yaklaşabilmektedirler. Bilgece farkındalığın son bileşenini ise “kabul”
oluşturmaktadır. Kabul, bireyin zihinden geçen düşüncelerini, deneyimledikleri
duyguları,
davranışlarına
yönelik
arzularını
yargılamadan
ve
kaçınmadan
benimsemeleri olarak tanımlanmakta ve bilgece farkındalıktan beslenen kabul ve
kararlılık terapilerinin temel odağını oluşturmaktadır (Baer, 2003). Sosyal anksiyete
bozukluğu belirtileri deneyimleyen bireyler açısından düşünüldüğünde de bireylerin
gerek kendi düşünceleri, gerek deneyimledikleri kaygı, gerekse kaçınma davranışlarına
ilişkin kendilerini yargıladıkları ve bu bilişsel süreçlerin peşinden gittikleri
görülmektedir. Aksine, bilgece farkındalık, bu bilişsel süreçlerini kabul ile
yargılamadan dışarıdan izlenmesinin kaygı duyulan ya da korkulan uyaranların daha az
tehlikeli olarak algılanmasına olanak tanıyabilmektedir.
Bilgece farkındalık bileşenleri birlikte incelendiğinde bu bileşenlerin aslında bireylerin
bilgi işleme süreçlerini ve bu süreçlerdeki yanlılıkları hedef alarak bir sağaltım
sağlayabildikleri görülmektedir. Diğer bir değişle, bilgece farkındalık temeli klinik
uygulamaların sağaltım mekanizmasının bireylerin bilgi işleme süreçlerine ilişkin
yanlılıklarını giderme üzerine kurulu bir mekanizma olduğu düşünülebilir.
43
5. BÖLÜM
ALAN YAZINDAKİ KISITLILIKLAR, ARAŞTIRMANIN ÖNEMİ,
AMACI, ARAŞTIRMA SORULARI VE HİPOTEZLER
5.1. MEVCUT ALAN YAZINDAKİ KISITLILIKLAR VE ARAŞTIRMANIN
ÖNEMİ
Alan yazındaki araştırmalar incelendiğinde, SAB belirtileri deneyimleyen bireylerin
olayları yorumlama, olaylara ilişkin yargılara varma ile bellek ve dikkat süreçlerine
ilişkin bazı bilişsel yanlılıklarının olduğu görülmektedir. Bireylerin yaşadıkları sosyal
anksiyete belirtilerinin ortaya çıkmasında ise sosyal tehdit içeren uyaranlara yönelik
aşırı duyarlılık mı gösterdikleri ya da bu uyaranlara yönelik bir kaçınma eğilimi gösterip
dikkatlerini kendilerine mi döndürdüklerine ilişkin tutarlı bilgi mevcut değildir.
SAB belirtileri deneyimleyen bireylerin bilişsel yanlılıklarını inceleyen araştırmalarda
SAB belirtileri deneyimleyen bireylerin sosyal tehdit içeren olumsuz uyaranları olumlu
uyaranlara göre daha hızlı tespit etme (ör. Mogg ve Bradley, 2002) ya da bu
uyaranlardan kaçınma eğilimi göstermelerine (ör. Mansell, Clark, Ehler ve Chen, 1999)
ilişkin bulgular yer almaktadır. Benzer şekilde, sosyal tehdit içeren uyaranlara maruz
kalınma süresinin, ne şekilde maruz kalındığının (maskelenmiş ya da açık), ne tür
uyaranlara maruz kalındığının deneyimlenen bilişsel yanlılığı etkileyebildiği de
görülmektedir. Ancak, farklı görev ve farklı koşullar ile sınanmış olsa da alan yazındaki
araştırmalarda SAB belirtileri deneyimleyen bireylerin bilişsel yanlılıklarına ilişkin
tutarlı bulgulara rastlanmamıştır. Yapılan araştırmalarda kullanılan görevlerde çoğu
koşulda sosyal tehdit içeren ve içermeyen sözcüklere yer verildiği görülmüştür (ör.
Amir, Elias, Klump ve Prezeworski, 2003). Bazı araştırmalarda SAB belirtileri
deneyimleyen bireylerin farklı yüz ifadelerine yönelik bellek yanlılıklarına yer verilmiş
olsa da yüz ifadeleri ile yansıtılan duygu yelpazesinin yeterince geniş olmadığı
gözlenmiştir (ör. Putman, Hermans ve van Honk, 2004). Diğer bir değişle, mutlu,
üzgün, kızgın yüz ifadelerine sıklıkla yer verilmiş ancak farklı duygulara yönelik
44
yanlılık aynı koşular altında çok nadir olarak çalışılmıştır. Ayrıca, alan yazın
incelendiğinde SAB belirtileri deneyimleyen bireylerde çalışma belleğine ilişkin
yanlılıkların çok az sayıda çalışma aracılığı ile incelendiği görülmektedir ve bu
çalışmalarda çoğunlukla sözel uyaranlara ilişkin yanlılıklar çalışılmıştır.
Bu bilgiler ışığında mevcut araştırma kapsamında SAB belirtileri deneyimleyen
bireylerin çalışma belleği ve dikkat yanlılıklarının; şaşkınlık, kızgınlık, korku, mutluluk,
üzüntü ve nötr ifadeyi yansıtan yüz ifadeleri ve olumlu, olumsuz, nötr ve belirsiz sözel
uyaranlar aracılığıyla incelenmesi amaçlanmıştır. Araştırmanın çalışma belleği ve
dikkat süreçlerine ilişkin yanlılıkları birlikte değerlendirmeyi amaçlaması, sözel ve
görsel uyaranlar aracılığıyla bilişsel yanlılığın değerlendirilmesi ve farklı duygu
ifadelerine yönelik yanlılıkların aynı koşullar altında değerlendirilmesi açısından önemli
olduğu düşünülmektedir. Ayrıca alan yazındaki araştırmalar incelendiğinde bu çalışma,
ulaşılan alan yazın bulguları dikkate alındığında, SAB belirtileri deneyimleyen
bireylerin bilişsel yanlılıklarını Türkiye örnekleminde değerlendiren ilk araştırma olma
özelliğine sahiptir. Son olarak, alan yazın incelendiğinde SAB belirtileri deneyimleyen
bireylerin bilişsel yanlılıklarına ilişkin yapılan incelemelerde cinsiyet değişkenine
bilişsel yanlılık düzeyini etkileyebilecek bir değişken olarak yer verilmediği
görülmüştür. Bu araştırma kapsamıda, araştırmanın kesitsel doğasına bağlı olarak
cinsiyet değişkeninin olası bilişsel yanlılıklar ile ilişkisinin de incelenmesi amaçlanmış,
elde edilen bulguların alan yazına katkı sağlayacağı düşünülmüştür.
Bu araştırma kapsamında da değinildiği gibi, SAB belirtilerine yönelik olarak hem
bireysel hem de grup düzeyinde pek çok tedavi programı geliştirilmiştir ve bu
programlarının etkililik çalışmaları yapılmıştır. 2000’li yıllara gelindiğinde SAB
belirtilerine yönelik olarak uygulanan tedavi programlarının da psikoterapi alanındaki
gelişmelerden
etkilendiği,
yapılan
uygulamalarda
üçüncü
dalga
psikoterapi
uygulamalarının odak noktası olan duygu, düşünce ve davranışları yargılamadan,
şefkatle kabul etmeye odaklanan bilgece farkındalık bileşeninden faydalanıldığı
gözlenmiştir. Bu kapsamda SAB belirtileri deneyimleyen bireylere bilgece farkındalık
odaklı psikolojik müdahaleler uygulanmış ve bireyler bu uygulamalardan fayda
görmüşlerdir (Bögels, Sijber, Voncken, 2006; Piet, Hougaard, Hecksher ve Rosenberg,
45
2010). Bilgece farkındalığın psikolojik belirtilerin azaltılması, beyin düzeyinde
sağladığı değişim (Bögels, Sijber, Voncken, 2006) ve dikkat süreçleri üzerindeki
geliştirici etkisi (Chiesa, Calati ve Serretti, 2011) biliniyor olmasına rağmen, alan yazın
incelendiğinde SAB belirtileri deneyimleyen bireylerin bilgece farkındalık odaklı
psikolojik müdahaleler aracılığı ile bilişsel yanlılıklar açısından elde ettikleri sağaltıma
ilişkin detaylı araştırmalara rastlanmamaktadır. Alan yazındaki bu eksikliği gidermek
amacıyla mevcut araştırma kapsamında SAB belirtilerine yönelik olarak Bilgece
Farkındalık Temelli Psikoeğitim programı geliştirilmiş ve yapılan bir pilot çalışma ile
geliştirilen psikoeğitim programının SAB belirtileri deneyimleyen bireylerin hem dikkat
yanlılıkları hem de SAB belirtileri üzerindeki sağaltıcı etkisi incelenmiştir. Ayrıca, alan
yazında yer alıyor olmasına rağmen mevcut araştırma kapsamında veri elde edilen
örneklem grubunun psikolojik özelliklerini anlamak ve bilgece farkındalık temelli
psikoğitim programının yapısını oluşturmak amacıyla katılımcılardan çeşitli psikolojik
ölçümlerin de alınması sağlanmıştır.
Özetle, mevcut araştırma kapsamında, ilk olarak, SAB belirtilerine ilişkin alan yazında
sıklıkla vurgulanan bilişsel yanlılıklar bu alanda çalışılmamış iki farklı deneysel yöntem
aracılığıyla incelenmiştir. İkinci olarak, bu araştırma ile Türkiye’deki klinik uygulama
alanına SAB belirtilerine yönelik olarak hazırlanmış bir müdahale programı
kazandırılmıştır. Son olarak, bu araştırma aracılığı ile SAB belirtileri deneyimleyen
bireylerin SAB belirtilerine yönelik olarak hazırlanmış Bilgece Farkındalık Temelli
Psikoeğitim Programından hangi belirtiler açısından fayda gördüklerinin incelenmesi
amaçlanmıştır.
5.2. ARAŞTIRMANIN AMACI VE ARAŞTIRMA SORULARI
Sosyal anksiyete bozukluğu belirtileri deneyimleyen bireylerin bilişsel süreçleri ve SAB
belirtilerinin sağaltımına ilişkin önerilen tedavi yöntemlerine ilişkin bulgular ışığında
mevcut araştırmanın amaçları:
1. Sosyal anksiyete bozukluğu belirti düzeyi yüksek ve düşük olan bireyleri psikolojik
belirti, duygu düzenleme güçlüğü ve bilgece farkındalık düzeyleri açısından
46
karşılaştırmak,
2. Sosyal anksiyete bozukluğu belirtileri deneyimleyen kadın ve erkeklerin çalışma
belleği ve dikkat yanlılıklarını bu alanda çalışılmak üzere henüz kullanılmamış iki
deneysel görev ile değerlendirmek,
3. Sosyal
anksiyete
bozukluğu
belirtileri
deneyimleyen
kadın
ve
erkeklerin
deneyimledikleri belirtiler ve olası dikkat yanlılıklarına yönelik olarak bir psikoeğitim
programı hazırlamak,
4. Bir pilot çalışma aracılığı ile sosyal anksiyete bozukluğu belirtileri deneyimleyen
bireylere yönelik olarak hazırlanan Bilgece Farkındalık Temelli Psikoğitim Programının
dikkat yanlılığı ve sosyal anksiyete bozukluğu belirtilerini azaltmadaki rolünü
incelemektir.
Mevcut araştırmanın soruları ve test edilmesi hedeflenen hipotezleri aşağıdaki gibi
sıralanabilir:
Araştırma Sorusu 1: Sosyal anksiyete bozukluğu (SAB) belirti düzeyi düşük olan
bireyler ile yüksek olan bireyler psikolojik belirtiler, duygu düzenleme güçlüğü ve
bilgece farkındalık düzeyleri açısından farklılaşmakta mıdır?
a) SAB belirti düzeyleri yüksek ve düşük olan bireyler toplam psikolojik belirti
puanları ile somatizasyon, obsesyon-kompulsiyon, kişilerarası duyarlılık,
depresyon, öfke/düşmanlık, paranoya, psikotizm boyutlarından aldıkları
puanlara göre farklılaşmakta mıdır?
H1: SAB belirti düzeyi yüksek olan bireylerin toplam psikolojik belirti puanları ve
somatizasyon, obsesyon-kompulsiyon, kişilerarası duyarlılık, depresyon,
öfke/düşmanlık, paranoya, psikotizm boyutlarından aldıkları puanlar SAB belirti
düzeyi düşük olan bireylere kıyasla daha yüksek olacaktır.
b) SAB belirti düzeyleri yüksek ve düşük olan bireyler duygu düzenleme güçlüğü
toplam puanları ile duygu düzenleme güçlüğünün farkındalık, açıklık, duyguları
kabul etmeme, uygun stratejilere yönelme, dürtü kontrolü ve amaç odaklı
davranma boyutlarından aldıkları puanlara göre farklılaşmakta mıdır?
47
H2: SAB belirti düzeyi yüksek olan bireylerin duygu düzenleme güçlüğü toplam
puanları ve duygu düzenleme güçlüğünün farkındalık, açıklık, duyguları kabul
etmeme, uygun stratejilere yönelme, dürtü kontrolü ve amaç odaklı davranma
boyutlarından aldıkları puanlar SAB belirti düzeyi düşük olan bireylere kıyasla daha
yüksek olacaktır.
c) SAB belirti düzeyleri yüksek ve düşük olan bireyler bilgece farkındalık toplam
puanları ile bilgece farkındalığın etkilenmeden izleme ve merak boyutlarından
aldıkları puanlara göre farklılaşmakta mıdır?
H3: SAB belirti düzeyi yüksek olan bireylerin bilgece farkındalık toplam puanları ile
bilgece farkındalığın etkilenmeden izleme ve merak boyutlarından aldıkları puanlar
SAB belirti düzeyi düşük olan bireylere kıyasla daha yüksek olacaktır.
Araştırma Sorusu 2: Sosyal anksiyete bozukluğu (SAB) belirti düzeyi düşük olan
bireyler ile yüksek olan bireyler cinsiyet değişkeni göz önünde bulundurulduğunda
bilişsel yanlılıklar açısından farklılaşmakta mıdır?
a) SAB belirti düzeyi yüksek ve düşük olan bireylerin tüm duygu ifadeleri için
hata puanları cinsiyet değişkeni göz önünde bulundurulduğunda farklılaşmakta
mıdır?
H4: SAB belirti düzeyi yüksek olan erkeklerin tüm duygu ifadeleri için hata puanları
SAB belirti düzeyi düşük erkeklere kıyasla daha fazla olacaktır.
H5: SAB belirti düzeyi yüksek olan kadınların tüm duygu ifadeleri için hata puanları
SAB belirti düzeyi düşük kadınlara kıyasla daha fazla olacaktır.
b) SAB belirti düzeyi yüksek ve düşük olan bireylerin olumsuz (kızgınlık, korku,
üzüntü) ve olumsuz olmayan (mutluluk, şaşkınlık, nötr) ifadeler için hata
puanları farklılaşmakta mıdır?
H6: SAB belirti düzeyi yüksek olan bireylerin kızgınlık, korku, üzüntü
ifadelerindeki hata puanları SAB belirti düzeyi düşük olan bireylere kıyasla daha
fazla olacaktır.
H7: SAB belirti düzeyi yüksek olan bireylerin mutluluk, şaşkınlık ifadeleri ve nötr
ifadeler için hata puanları SAB belirti düzeyi düşük olan bireylerle aynı olacaktır.
c) SAB belirti düzeyi yüksek ve düşük olan bireylerin, tüm duygu ifadelerine tepki
süreleri cinsiyet değişkeni göz önünde bulundurulduğunda farklılaşmakta mıdır?
H8: SAB belirti düzeyi yüksek olan erkeklerin tüm duygu ifadelerine tepki süreleri
48
SAB belirti düzeyi düşük olan erkeklerden daha fazla olacaktır.
H9: SAB belirti düzeyi yüksek olan kadınların tüm duygu ifadelerine tepki süreleri
SAB belirti düzeyi düşük olan kadınlardan daha fazla olacaktır.
d) SAB belirti düzeyi yüksek ve düşük olan bireylerin olumsuz (kızgınlık, korku,
üzüntü) ve olumsuz olmayan (şaşkınlık, mutluluk, nötr) ifadeleri tanıyıp tepki
verme süreleri cinsiyet değişkeni göz önünde bulundurulduğunda farklılaşmakta
mıdır?
H10: SAB belirti düzeyi yüksek olan erkeklerin kızgınlık, korku, üzüntü ifadelerine
tepki süreleri SAB belirti düzeyi düşük olan erkeklere kıyasla daha fazla olacaktır.
H11: SAB belirti düzeyi yüksek olan kadınların kızgınlık, korku, üzüntü ifadelerine
tepki süreleri SAB belirti düzeyi düşük olan kadınlara kıyasla daha fazla olacaktır.
H12: SAB belirti düzeyi yüksek olan erkeklerin şaşkınlık, mutluluk ifadeleri ile nötr
ifadeye tepki süreleri SAB belirti düzeyi düşük olan erkeklerle aynı olacaktır.
H13: SAB belirti düzeyi yüksek olan kadınların şaşkınlık, mutluluk ifadeleri ile nötr
ifadeye tepki süreleri SAB belirti düzeyi düşük olan kadınlarla aynı olacaktır.
e) SAB belirti düzeyi yüksek ve düşük olan bireylerin tüm kelimelerin rengine
toplam tepki verme süreleri cinsiyet değişkeni göz önünde bulundurulduğunda
farklılaşmakta mıdır?
H14: SAB belirti düzeyi yüksek olan erkeklerin tüm kelimelerin rengine tepki verme
süreleri SAB belirti düzeyi düşük olan erkeklere kıyasla daha fazla olacaktır.
H15: SAB belirti düzeyi yüksek olan kadınların tüm kelimelerin rengine tepki verme
süreleri SAB belirti düzeyi düşük olan kadınlara kıyasla daha fazla olacaktır.
f) SAB belirti düzeyi yüksek ve düşük olan bireylerin olumlu, olumsuz, nötr ve
belirsiz kelimelerin rengine tepki verme süreleri cinsiyet değişkeni göz önünde
bulundurulduğunda farklılaşmakta mıdır?
H16: SAB belirti düzeyi yüksek olan erkeklerin olumsuz kelimelerin rengine tepki
verme süresi SAB belirti düzeyi düşük olan erkeklere kıyasla daha fazla olacaktır.
H17: SAB belirti düzeyi yüksek olan kadınların olumsuz kelimelerin rengine tepki
verme süresi SAB belirti düzeyi düşük olan kadınlara kıyasla daha fazla olacaktır.
H18: SAB belirti düzeyi yüksek olan erkeklerin nötr ve belirsiz kelimelerin rengine
tepki süreleri SAB belirti düzeyi düşük olan erkeklerle aynı olacaktır.
H19: SAB belirti düzeyi yüksek olan kadınların nötr ve belirsiz kelimelerin rengine
49
tepki süreleri SAB belirti düzeyi düşük olan kadınlarla aynı olacaktır.
Araştırma Sorusu 3: Bilgece Farkındalık Temelli Psikoeğitim Programı sosyal anksiyete
bozukluğu belirti düzeyi yüksek olan bireylerin sosyal anksiyete bozukluğu belirtileri,
duygu düzenleme güçlüğü ve bilgece farkındalık düzeyi ile dikkat yanlılığını azaltmada
rolü var mıdır?
a) Bilgece Farkındalık Temelli Psikoeğitim Programı’na katılan bireylerin SAB
belirti düzeyi, duygu düzenleme güçlüğü ve bilgece farkındalık ön ölçüm ve son
ölçüm puanları farklılaşmakta mıdır?
H20: Bilgece Farkındalık Temelli Psikoeğitim Programı’na katılan bireylerin SAB
belirtileri, bilgece farkındalık ve duygu düzenleme güçlüğü düzeyleri program
sonunda azalacaktır.
b) Bilgece Farkındalık Temelli Psikoeğitim Programı’na katılan bireylerin dikkat
yanlılığı ön ölçüm ve son ölçüm puanları farklılaşmakta mıdır?
H21: Bilgece Farkındalık Temelli Psikoeğitim Programı’na katılan bireylerin
dikkat ölçümlerindeki tepki süreleri program sonunda azalacaktır.
50
6. BÖLÜM
BİRİNCİ AŞAMA
Araştırmanın bu aşamasında Ankara’daki üniversitelerde eğitimlerine devam eden
üniversite öğrencilerinin sosyal anksiyete bozukluğu (SAB) belirti düzeyleri ile
deneyimledikleri psikolojik belirtiler incelenmiştir. Bu aşamada elde edilen bulgular
doğrultusunda araştırmanın ikinci ve üçüncü aşamasında yer alacak olan, SAB belirti
düzeyi yüksek ve düşük olan gruplar belirlenmiştir.
6.1. YÖNTEM
6.1.1. Örneklem
Araştırmanın ilk aşamasının örneklemini Ankara’daki üniversitelerde hazırlık, lisans ve
lisansüstü eğitimine devam eden 941 üniversite öğrencisi oluşturmuştur. Katılımcıların
564’ünü (%59.9) kadın, 356’sını (%37.8) erkek katılımcılar oluşturmuş, 21 (%2.23)
katılımcıdan ise cinsiyet bilgisi alınamamıştır. Örneklemi oluşturan katılımcıların yaş
aralığı 17-30 arasında değişmiştir ve yaş ortalamaları 19.58 (SS=1.38) olarak
hesaplanmıştır. Araştırma örneklemine ilişkin diğer sosyo-demografik özellikler Tablo
1’de sıklık (F) ve yüzdelik (%) değerler olarak verilmiştir.
51
Tablo 1
Örnekleme İlişkin Sosyo-Demografik Değerler
Değişken
Sıklık (F)
Cinsiyet
Yüzde (%)
Kadın
564
59.9
Erkek
356
37.8
Kayıp Değer
21
2.23
Üniversite
Hacettepe Üniversitesi
363
38.57
Başkent Üniversitesi
458
48.67
Diğer
120
12.76
Fakülte
Fen Edebiyat
228
24.22
Sağlık Bilimleri
586
62.27
Diğer
127
13.51
Birlikte Yaşanılan Kişi
Var
573
60.89
Yok
229
24.34
Kayıp Değer
139
14.77
941
%100
Ortalama (N=941)
Standart Sapma
19.84
1.2
Toplam
Yaş
6.1.2. Veri Toplama Araçları
Araştırmada yer alan katılımcılara sosyo-demografik özelliklerini değerlendirmek amacıyla
Demografik Bilgi Formu (Ek 1) verilmiştir. Demografik Bilgi Formu’na ek olarak
araştırmanın değişkenleri göz önünde bulundurularak katılımcılara SAB belirti düzeylerini
değerlendirmek amacıyla Liebowitz Sosyal Kaygı Ölçeği (LSKÖ) (Ek 2), yaşadıkları olası
psikolojik sorunları değerlendirmek amacıyla SCL-90-R (Ek 3) uygulanmıştır.
52
6.1.2.1 Demografik Bilgi Formu
Örneklemi oluşturan katılımcılara ilişkin çeşitli sosyo-demografik özellikleri (yaş,
cinsiyet, eğitim durumu vb.) belirlemek amacıyla araştırmacı tarafından oluşturulan bir
demografik bilgi formu katılımcılara uygulanmıştır.
6.1.2.2. Liebowitz Sosyal Kaygı Ölçeği (LSKÖ)
LSKÖ sosyal etkileşim ve performans durumlarında sosyal anksiyete bozukluğu
deneyimleyen
kişilerin
korku
ve
kaçınma
düzeylerini
belirlemek
amacıyla
geliştirilmiştir (Liebowitz, 1987). Ölçeğin geçerlik ve güvenirlik çalışmaları Heimberg,
Horner, Juster, Safren ve arkadaşları (1999) tarafından yürütülmüştür. Ölçek, 11’i
sosyal etkileşimi ve 13’ü performansı değerlendiren 24 maddeden ve iki alt ölçekten
oluşmaktadır. Tüm maddeler 4’lü Likert tipi ölçekleme yöntemi ile ayrı ayrı kaygı ve
kaçınma alt başlıkları için değerlendirilmektedir. Uygulama sonrası toplam korku,
“Sosyal Etkileşim Korkusu”, “Performans Korkusu”, toplam kaçınma, “Sosyal
Etkileşimden Kaçınma” ve “Performanstan Kaçınma” olmak üzere farklı alanlarda puan
elde edilmektedir. Ölçekten alınabilecek toplam puan 0 ile 144 arasında değişebilmekte
ve alınan puanın yüksek olması sosyal anksiyete belirti düzeyinin yüksek olduğu
anlamına gelmektedir. Ölçeğin Cronbach alfa değeri .81 ile .92 arasında değişmektedir
(Heimberg ve ark., 1999). Ayrıca ölçeğin sosyal kaygı ve kaçınma düzeylerini belirleme
konusunda kullanışlı bir ölçek olduğu belirtilmektedir (Holt ve ark., 1992).
Ülkemizde ölçeğin Türkçe formu için geçerlik ve güvenirlik çalışmaları Soykan,
Özgüven ve Gençöz (2003) tarafından yapılmıştır. “Sosyal Kaygı” alt ölçeği maddeleri
için Cronbach alfa kat sayısı .96, “Sosyal Kaçınma” alt ölçeği için .95 ve bütün ölçek
için .98 olarak bulunmuştur. LSKÖ, klinisyen tarafından uygulanan bir ölçek olmasına
rağmen araştırmalarda öz bildirim ölçeği olarak kullanıldığında da ölçekten oldukça
güvenilir ve geçerli sonuçlar elde edilebilmektedir (Fresco, Coles, Heimberg, Liebowitz
ve ark., 2001). LSKÖ, Soykan ve arkadaşları (2003) tarafından özbildirim formu olarak
kullanıldığında Cronbach alfa katsayısı “Sosyal Kaygı” alt ölçeği için .90, “Sosyal
Kaçınma” alt ölçeği için .89 ve bütün ölçek maddeleri için .94 olarak hesaplanmıştır.
53
YBu sonuçlar, ölçeğin öz bildirim için de geçerlilik ve güvenirlilik değerlerinin
istatistiksel olarak kabul edilebilir düzeyde olduğuna işaret etmiştir. Bu araştırmada
LSKÖ, katılımcıların SAB belirti düzeylerini değerlendirmek amacıyla kullanılmıştır.
Bu araştırmada LSKÖ’nün Cronbach alfa katsayısı “Sosyal Kaygı” alt ölçeği için .89,
“Sosyal Kaçınma” alt ölçeği için .87 ve tüm ölçek için .93 olarak bulunmuştur.
6.1.2.3. Belirti Tarama Listesi (SCL-90-R)
Belirti Tarama Listesi (Symptom Check List, SCL - 90 - R), Derogatis (1977)
tarafından geliştirilen ve 90 maddeden oluşan bir öz bildirim ölçeğidir. Psikiyatrik bir
tarama aracı olarak geliştirilen ölçek, 9 ayrı belirti boyutuna ait maddelerden
oluşmaktadır. Ölçek, “Somatizasyon”, “Obsesif Kompulsif Belirtiler”, “Kişilerarası
Duyarlılık”, “Depresyon”, “Kaygı”, “Düşmanlık”, “Fobik Kaygı”, “Paranoid Düşünce”
ve “Psikotizm” belirti boyutlarından oluşmaktadır. Her bir madde, madde ile ifade
edilen belirtinin son on beş gün içinde ne derece rahatsızlık verdiği göz önünde
bulundurularak
ve
0
(hiç)
ile
4
(çok
fazla)
arasında
puan
verilerek
değerlendirilmektedir. Ölçekten alınan puan değerlendirilirken uygulama yapılan
kişinin her bir belirti boyutu için aldığı toplam puanın o boyutu oluşturan madde
sayısına bölünmesi ile hesaplanan “genel belirti düzeyi” puanı dikkate alınmaktadır.
Genel belirti düzeyi 0 ile 4 arasında değişmektedir ve artan puan belirti düzeyinin
arttığına işaret etmektedir. Ölçeğin, Türkçe formu için geçerlik ve güvenirlik çalışması,
Dağ (1991) tarafından yapılmıştır. Üniversite öğrencileri örnekleminde yapılan
çalışmada ölçeğin iç tutarlık katsayısı .97 olarak hesaplanmıştır. Bu araştırmada SCL90-R katılımcıların SAB dışındaki psikolojik belirtilerini sorgulamak amacıyla
kullanılmıştır ve mevcut araştırmada ölçeğin Cronbach alfa katsayısı .98 olarak
hesaplanmıştır.
6.1.3. İşlem
Araştırmada veri toplama amaçlı olarak kullanılan ölçekler, Hacettepe Üniversitesi Etik
Komitesi’nden alınan izin sonrası Ankara’daki üniversitelerde eğitimlerine devam eden
hazırlık, lisans ve lisansüstü öğrencilerine, 2015-2016 akademik yılı Güz ve Bahar
54
dönemleri ile 2016-2017 akademik yılı Güz döneminde uygulanmıştır. Ölçek
uygulamaları
çoğunlukla
sınıf
ortamında
grup
uygulamaları
şeklinde
gerçekleştirilmiştir. Bazı katılımcıların ise ölçek setini internet ortamında çevrim içi
olarak doldurmaları sağlanmıştır. Veri toplama öncesinde katılımcılara araştırma amacı
açıklandıktan sonra bilgilendirilmiş onam formu aracılığı ile katılımcıların araştırmaya
gönüllü katılımları sağlanmıştır.
Bu aşamada katılımcılara araştırmanın diğer aşamalarına katılmak isteyip istemedikleri
sorulmuş ve araştırmanın diğer aşamaları için kendilerine ulaşılmasını kabul eden
katılımcılardan adlarının ve soyadlarının baş harfleri ve telefon numaralarının son üç
rakamından oluşan bir kod (örn., DE512) ve iletişim bilgilerini yazmaları istenmiştir.
6.1.4. Verilerin Analizi
Katılımcılardan elde edilen veriler Statistical Package for Social Science (SPSS V. 23)
programına aktarılmıştır. Araştırmada yer alan katılımcılardan alınan verilerin dağılımı
incelenmiş ve ortalamanın bir standart sapma üstünde yer alan puanları kapsayan veriler
SAB belirti düzeyi yüksek, ortalamanın bir standart sapma altında yer alan puanları
kapsayan veriler ise SAB belirti düzeyi düşük grubu oluşturmuşlardır. Katılımcılardan
alınan veriler aracılığı ile SAB belirti düzeyi toplam puanlarını ve psikolojik belirtiler
toplam puanlarını karşılaştırmak amacıyla Bağımsız Gruplar için t testi, psikolojik
belirtiler değişkeninin alt boyutlarını karşılaştırmak amacıyla Çok Değişkenli Varyans
Analizi (Multivariate Analysis of Variance [MANOVA]) uygulanmıştır.
55
7. BÖLÜM
BULGULAR
Araştırmanın bu aşamasında ilk olarak araştırmada katılan katılımcıların sosyal kaygı,
sosyal kaçınma ve sosyal anksiyete bozukluğu (SAB) belirti düzeyleri ile
deneyimledikleri somatizasyon, obsesif-kompulsif belirtiler, kişilerarası duyarlılık,
depresyon, öfke/düşmanlık, paranoya ve psikotizm gibi diğer psikolojik belirti
düzeylerinin incelenmesi amaçlanmıştır. Araştırmanın bu aşamasının ikinci amacı ise
katılımcılar arasında yer alan düşük ve yüksek SAB belirti düzeyi gruplarının tespit
edilmesi ve bu grupların psikolojik belirti düzeyleri açısından karşılaştırılması
oluşturmuştur.
İlk olarak, araştırma katılımcılarının sosyal kaygı, sosyal kaçınma, sosyal anksiyete
bozukluğu, somatizasyon, obsesyon-kompulsiyon, kişilerarası duyarlılık, depresyon,
öfke/düşmanlık, paranoya ve psikotizm toplam puanları hesaplanmıştır. Katılımcılarının
bu değişkenlere ilişkin ortalama toplam puanları ve bu puanlara ilişkin standart sapma
değerleri Tablo 2’de verilmiştir.
56
Tablo 2
Örneklemin SAB, Psikolojik Belirtiler Toplam Puanları ve Standart Sapma Değerleri
Ortalama
Standart Sapma
En Düşük
En Yüksek
SAB Belirtileri
90.39
19.83
48
170
Somatizasyon
10.99
8.00
0
34
Obsesyon-Kompulsiyon
15.52
7.08
0
37
Kişilerarası Duyarlılık
12.26
7.20
0
33
Depresyon
18.00
10.80
0
48
Öfke/Düşmanlık
6.41
4.94
0
23
Paranoya
7.77
4.82
0
22
Psikotizm
8.12
6.71
0
36
103.01
56.22
5
300
Psikolojik Belirtiler
SAB = Sosyal Anksiyete Bozukluğu
İkinci olarak, Liebowitz Sosyal Kaygı Ölçeği (LSKÖ)’nden alınan toplam puanlar esas
alınarak yüksek ve düşük SAB belirti düzeyine sahip gruplar belirlenmiştir. Mevcut
araştırma kapsamında LSKÖ’den alınan ortalama toplam puanın en az 1 standart sapma
üstünde puan alan bireyler (LSKÖ toplam puanı 110.22 ve üstü olanlar) yüksek SAB
belirti düzeyi grubunu, en fazla 1 standart sapma altında puan alan bireyler (LSKÖ
toplam puanı 70.56 ve altında olan bireyler) ise düşük SAB belirti düzeyi grubunu
oluşturmuştur. Yüksek ve düşük SAB belirti düzeyi gruplarına ilişkin özellikler Tablo
3’te yer almaktadır.
57
Tablo 3
LSKÖ Toplam Puanlarına Göre Yüksek ve Düşük SAB Gruplarının Ortalama ve
Standart Sapma Değerleri
SAB Belirti Düzeyi
Düşük SAB (n = 122)
Yüksek Grup (n = 133)
(Ort, SS)
(Ort, SS)
Sosyal Kaygı
(33.05, 3.36)
(65.08, 7.21)
Sosyal Kaçınma
(30.44, 3.03)
(59.14, 7.55)
SAB Toplam Puan
(63.49, 5.14)
(124.21, 12.04)
LSKÖ = Liebowitz Sosyal Kaygı Ölçeği, SAB = Sosyal Anksiyete Bozukluğu
Tablo 3’ten görülebileceği gibi LSKÖ toplam puanlarına göre mevcut araştırmada
düşük SAB belirti düzeyine sahip 122, yüksek SAB belirti düzeyine sahip 133 katılımcı
belirlenmiştir. Düşük SAB belirti düzeyine sahip bireylerin LSKÖ toplam puanları 60
ile 66, yüksek SAB belirti düzeyine sahip bireylerin LSKÖ toplam puanları ise 113 ile
148 aralığında değişmiştir.
Bu araştırmanın ilk araştırma sorusunun ilk alt sorusunu, SAB belirti düzeyleri yüksek
ve düşük olan bireylerin toplam psikolojik belirti puanları ile somatizasyon, obsesyonkompulsiyon, kişilerarası duyarlılık, depresyon, öfke/düşmanlık, paranoya, psikotizm
boyutlarından aldıkları puanlar açısından farklılaşıp farklılaşmadığı oluşturmuştur
(Araştırma Sorusu 1-a). Bu araştırma sorusunun incelenmesi amacıyla, ilk olarak düşük
ve yüksek SAB grupları psikolojik belirtiler toplam puanları açısından Bağımsız
Gruplar için t testi aracılığı ile karşılaştırılmıştır. Analiz sonuçları Tablo 4’te yer
almaktadır.
58
Tablo 4
Yüksek ve Düşük SAB Gruplarının Psikolojik Belirti Düzeyleri Açısından
Karşılaştırılması
Sosyal Anksiyete Bozukluğu Belirti Düzeyi Düşük SAB
N
Psikolojik
Belirtiler
81
Ort
Yüksek SAB
SS
67.63 45.60
N
92
Ort
t Testi
SS
148.07 63.01
t
9.51
df
p
171
.00
*SAB = Sosyal Anksiyete Bozukluğu
Tablo 4’ten de görülebileceği gibi yüksek SAB belirti düzeyine sahip bireyler düşük
SAB belirti düzeyine sahip bireylerden diğer psikolojik belirtiler açısından istatistiksel
olarak anlamlı olarak yüksek puan almışlardır, bir diğer değişle söz konusu belirtileri
daha fazla yaşadıklarını belirtmişlerdir.
İkinci olarak, düşük ve yüksek SAB belirti düzeyi gruplarını psikolojik belirtiler
değişkeninin alt boyutları (somatizasyon, obsesyon-kompulsiyon, kişilerarası duyarlılık,
depresyon, öfke/düşmanlık, paranoya, psikotizm) açısından karşılaştırmak amacıyla
Çok
Değişkenli
Varyans
Analizi
(MANOVA)
yapılmıştır.
Yapılan
ikili
karşılaştırmalarda Tip I hatayı önlemek amacıyla, Bonferroni düzeltmesi yapılmış ve
anlamlılık değeri 0.007 (0.05/7) olarak kabul edilmiştir. MANOVA sonucuna göre,
SAB belirti düzeyi yüksek ve düşük olan grupların somatizasyon, (F[1, 218] = 54.15, p
< .001, η2
kısmi
= .20), obsesyon-kompulsiyon, (F[1, 218] = 91.91, p < .001, η2
.30), kişilerarası duyarlılık, (F[1, 218] = 185.99, p < .001, η2
kısmi
kısmi
=
= .46), depresyon
(F[1, 218] = 79.26, p < .001, η2 kısmi = .27), öfke/düşmanlık (F[1, 218] = 29.75, p < .001,
η2 kısmi = .12), paranoya (F[1, 218] = 66.41, p < .001, η2 kısmi = .23), ve psikotizm, (F[1,
218] = 58.28, p < .001, η2 kısmi = .21), açısından farklılaştığı bulgusuna ulaşılmıştır. SAB
belirti düzeyi yüksek ve düşük olan grupların psikolojik belirtiler alt boyutlarına göre
ortalama ve standart sapmaları Tablo 5’te verilmiştir.
59
Tablo 5
SAB Belirti Düzeyi Yüksek ve Düşük Gruplarının Psikolojik Belirti Alt Boyutları
Açısından Ortalama ve Standart Sapma Değerleri
SAB Belirti Düzeyi
Düşük SAB (n = 106)
Yüksek SAB (n = 114)
Ort
SS
Ort
SS
Somatizasyon
7.56a
7.08
15.49b
18.72
Obsesyon-Kompulsiyon
11.40a
6.55
20.20b
7.02
Kişilerarası Duyarlılık
6.50a
4.89
18.59b
7.81
Depresyon
11.76a
9.04
24.79b
12.29
Öfke/Düşmanlık
5.09a
4.85
8.78b
5.14
Paranoya
5.50a
4.85
10.71b
5.25
Psikotizm
4.85a
4.73
12.17b
8.74
*Her bir satırda, aynı hafin yer aldığı ortalama değerler birbirlerinden farklılaşmamaktadır.
*SAB = Sosyal Anksiyete Bozukluğu
Tablo 5’ten takip edilebileceği gibi, SAB belirti düzeyi yüksek ve düşük olan grupların
psikolojik belirti alt boyutlarına ilişkin ortalamaları göz önünde bulundurulduğunda
SAB belirti düzeyi yüksek grubun, SAB belirti düzeyi düşük gruba kıyasla psikolojik
belirti alt boyutlarından daha yüksek puan aldıkları görülmüştür.
60
8. BÖLÜM
İKİNCİ AŞAMA
Araştırmanın bu aşamasında ilk olarak mevcut araştırmada yer alan sosyal anksiyete
bozukluğu (SAB) belirti düzeyi yüksek ve düşük gruplara ilişkin özelliklere yer
verilmiştir. Ayrıca bu aşamada, SAB belirti düzeyi yüksek ve düşük olan gruplar duygu
düzenleme güçlüğü ve bilgece farkındalık değişkenleri açısından karşılaştırılmışlardır.
Son olarak, bu aşamada SAB belirti düzeyleri yüksek ve düşük olan grupların bilişsel
yanlılıkları, hem farklı duyguları yansıtan yüz ifadelerinin hem de olumsuz, olumlu,
nötr ve belirsiz kelimelerin kullanıldığı iki farklı deneysel görev aracılığı ile
incelenmiştir.
8.1. YÖNTEM
8.1.1 Örneklem
Araştırmanın bu aşamasının örneklemini SAB belirti düzeyi yüksek (n = 50) ve SAB
belirti düzeyi düşük (n = 53), 2015-2016 ve 2016-2017 öğretim yıllarında Ankara’daki
üniversitelerde hazırlık, lisans ve lisansüstü eğitimine devam eden 103 üniversite
öğrencisi oluşturmuştur. Araştırmanın bu aşamasının katılımcılarını ilk aşamada LSKÖ
aracılığı ile SAB belirti düzeyleri değerlendirilen ve araştırmanın ikinci aşamasına
katılmayı kabul SAB belirti düzeyi yüksek ve düşük katılıcımlar oluşturmuştur.
Araştırmanın bu aşamasında yer alan katılımcıların 20’si erkek (%19.4), 83’ü (%80.6)
kadın katılımcıdır. Katılımcıların yaş aralığı17 - 25 arasında değişmiştir ve yaş
ortalaması 19.25 (SS = 1.56) olarak hesaplanmıştır. Araştırma örnekleminin cinsiyetlere
göre dağılımı ile sosyal kaygı, sosyal kaçınma ve SAB toplam puanlarına ilişkin
bilgileri Tablo 6’da verilmiştir.
61
Tablo 6
Örnekleme İlişkin Özellikler
SAB Belirti Düzeyi
Düşük SAB (n = 53)
Kadın (n = 41)
Yüksek SAB (n = 50)
Erkek (n=12)
Kadın (n=42)
Erkek (n=8)
Ort
SS
Ort
SS
Ort
SS
Ort
SS
Sosyal Kaygı
32.43
3.18
35
7.38
65.72
7.40
69.50
7.40
Sosyal Kaçınma
31.51
5.13
33.08
7.20
58.10
9.75
61.57
4.65
SAB Toplam Puan
64.26
6.96
68.08
13.48
123.97
14.79
129.28
6.52
*SAB = Sosyal Anksiyete Bozukluğu
8.1.2. Veri Toplama Araçları
8.1.2.1 Duygu Düzenleme Güçlüğü Ölçeği (DDGÖ)
Bu çalışmada katılımcıların duygu düzenleme güçlüğü düzeylerini belirlemek amacıyla
Gratz ve Roemer (2004) tarafından geliştirilen Duygu Düzenleme Güçlüğü Ölçeği
(DDGÖ) kullanılmıştır.
DDGÖ, duygusal tepkilere ilişkin farkındalığın olmaması (Farkındalık), duygusal
tepkilerin anlaşılmaması (Açıklık), duygusal tepkilerin kabul edilmemesi (Kabul
Etmeme), etkili olarak algılanan duygu düzenleme stratejilerine sınırlı erişim
(Stratejiler), olumsuz duygular deneyimlerken dürtülerin kontrolünde güçlük yaşama
(Dürtü), olumsuz duygular deneyimlerken amaç odaklı davranışlarda bulunmada güçlük
yaşama (Amaçlar) alt boyutlarından oluşan bir öz bildirim ölçeğidir. Otuz altı
maddeden oluşan ölçeğin her bir maddesi 5’li Likert tipi ölçekleme yöntemi
kullanılarak (1= hemen hemen hiç, 5 = hemen hemen her zaman) değerlendirilmektedir.
Ölçeğin özgün formuna ilişkin geçerlik ve güvenirlik çalışmaları Gratz ve Roemer
(2004) tarafından yapılmış ve bu çalışmada iç tutarlık katsayısı .93 olarak
62
hesaplanmıştır. Ölçeğin alt boyutlarının iç tutarlılık katsayılarının .88 ile .89 arasında
değiştiği, test tekrar test güvenirliğinin ise .88 olduğu belirtilmiştir (Gratz ve Roemer,
2004). Ölçeğin Türkçe uyarlanması, geçerlilik ve güvenirlik çalışmaları Rugancı (2008)
tarafından yapılmıştır. Ölçeğin özgün formundaki 10. madde, tüm ölçek ile çok düşük
bir korelasyona (r = .06) sahip olması nedeniyle çıkarılmış, ölçeğe aynı içeriğe sahip
başka bir madde eklenmiştir. Böylece, DDGÖ’nün faktör sayısı ve yapısı ölçeğin özgün
formuyla aynı bulunarak yapı geçerliliği sağlanmıştır. Ölçeğin Türkçe formunun iç
tutarlılık kat sayısı .94 olarak hesaplanmış, alt boyutlarının iç tutarlılık kat sayılarının
ise .75 ile .90 arasında değiştiği gözlenmiştir. Ölçeğin Türkçe formunun test - tekrar test
güvenirliği . 83, iki yarım test güvenirliği ise .95 olarak bulunmuştur. Ölçeğin
ülkemizde yapılan geçerlik çalışmasında DDGÖ ile Kısa Semptom Envanteri (KSE)
arasındaki korelasyon katsayısı .62 olarak hesaplanmıştır (Rugancı, 2008). Ayrıca,
DDGÖ’nün “Farkındalık” alt boyutu dışında kalan boyutlarının KSE ile .37 - .58
arasında değişen düzeylerde korelasyon gösterdiği, “Farkındalık” alt boyutunun ise
KSE ile .18 düzeyinde korelasyon gösterdiği tespit edilmiştir. Bu ilişkiler psikolojik
sorunlar ve duygu düzenleme güçlüğü arasındaki ilişkiye işaret etmektedir. Mevcut
araştırma kapsamında DDGÖ araştırma katılımcılarının deneyimledikleri duygu
düzenleme problemlerini tespit etmek ve geliştirilmesi planlanan psikoeğitim
programının içeriğine yön vermek amacıyla kullanılmıştır. Bu araştırmada, DDGÖ’nün
Cronbach alfa katsayısı .86 olarak bulunmuştur.
8.1.2.2. Toronto Bilgece Farkındalık Ölçeği (TBFÖ)
Toronto Bilgece Farkındalık Ölçeği (TBFÖ), bilgece farkındalığa dayalı terapilerin
etkililiğinin hangi mekanizmalara bağlı olduğunun incelenmesi amacıyla Lau ve
arkadaşları (2006) tarafından geliştirilmiştir. TBFÖ 5’li Likert tipinde (1 = kesinlikle
katılmıyorum, 5 = kesinlikle katılıyorum) değerlendirilen 13 maddeden oluşan bir
ölçektir. Ölçeğin, “Etkilenmeden İzleme” (Decentering) ve “Merak” (Curiosity) olmak
üzere iki alt boyutu bulunmaktadır. Ölçekten alınan puan bireylerin bir kişilik özelliği
olarak sürekli (trait) bilgece farkındalık düzeyi hakkında bilgi vermektedir. Ölçeğin, iki
boyutunun diğer bilgece farkındalık ölçekleriyle (örn., Mindful Attention Awareness
Scale [MAAS], Brown ve Ryan, 2003; Freiburg Mindfulness Inventory [FMI], Wallach,
63
Buchheld, Buttenmuller, Kleinknecht ve Schmidt, 2006; Cognitive and Affective
Mindfulness Scale [CAMS-R], Feldman, Hayes, Kumar, Greeson ve Laurenceau, 2007)
.22 ve .74 arasında değişen oranlarda korelasyonu olduğu görülmektedir. TBFÖ’nin
psikolojik belirtilerle ilişkilerinin incelendiği bir çalışmada tedavi öncesi ve sonrası
puan değişmelerinin her iki boyut için de anlamlı olduğu, tedavi sonrası psikolojik
belirti (KSE) puanlarıyla tedavi sonrası Algılanan Stres Ölçeği (PSS) puanlarını
yordamada ise sadece “Etkilenmeden İzleme” boyutunun yordayıcı gücü olduğu
bulgusuna ulaşılmıştır. Ancak “Merak” boyutu için benzer bir durum gözlenmemiştir.
Bu sonuç da, ölçeğin değişime duyarlılığının, özellikle “Etkilenmeden İzleme”
boyutuyla açıklanabileceğini düşündürmektedir. Ülkemizde, TBFÖ’nün Türkçe
uyarlama çalışması Şahin ve Yeniçeri-Kökdemir (2016) tarafından yapılmıştır. Bu
çalışmada ölçeğin Türkçe formunun Cronbach alfa katsayısının ölçeğin tamamı için .60,
“Etkilemeden İzleme” alt boyutu için . 71, “Merak” alt boyutu için .41 olduğu
gözlenmiştir. Mevcut araştırmada TBFÖ, katılımcıların bir kişilik özelliği olarak bilgece
farkındalık düzeylerini değerlendirmek ve hazırlanan psikoeğitim programına bağlı
olarak katılımcıların bilgece farkındalık düzeylerindeki değişimi incelemek amacıyla
kullanılmıştır. Bu araştırmada TBFÖ’nin Cronbach alfa katsayısı .59 olarak
bulunmuştur.
8.1.2.3. Çalışma Belleği Performans Görevi
Çalışma Belleği Performans Görevi, görsel kısa süreli bellek, bölünmüş dikkat gibi
becerileri içeren bir çalışma belleği görevi aracılığıyla farklı duyguları yansıtan yüz
ifadelerinin algılanma sürecini değerlendirmek amacıyla geliştirilmiştir (Adaklı, 2013).
Görev, mutluluk, öfke, korku, şaşkınlık, üzüntü, nötr olmak üzere 6 ifadeyi içeren 6’şar
yüz ifadesini (her bir duygu ifadesi 3 defa aynı erkek fotoğrafında, 3 defa aynı kadın
fotoğrafında sunulmaktadır) içeren fotoğraflar kullanılarak hazırlanmıştır.
Çalışma Belleği Performans Görevi dikey olarak ikiye ayrılmış bir bilgisayar ekranında
uygulanmıştır. Katılımcılara sunulan ilk ekranın sağ tarafında başla komutu, sol
tarafında ise bir yüz ifadesi yer almıştır. Katılımcılar başla komutunu tıkladığında ekran
64
değişmiş, ekranın sağ tarafında bir önceki ekranda ekranın sol tarafında görülen yüz
ifadesini de içeren dört yüz ifadesi, sol tarafında ise yeni bir yüz ifadesi görmüştür.
Katılımcılardan beklenen bir önceki ekranda ekranın sol tarafında görülen yüz ifadesini
akıllarında tutmak, yeni gördükleri ekrandaki dört fotoğraf arasından bir önceki
ekranda, ekranın solunda yer alan yüz ifadesini seçerek fare ile fotoğrafa bir kez
tıklamak olmuştur. Katılımcılar, fare ile fotoğrafa tıkladıklarında, ekran değişmiş,
ekranın sol tarafında bir yüz ifadesi ve sağ tarafında bir önceki ekranda, sol tarafta
görülen yüz ifadesini içeren 4 yüz ifadesi görülmüştür. Ekranın, sol tarafında bulunan
fotoğraflar 12.4 × 11.3 cm, sağ tarafında bulunan fotoğraflar ise 6.8 × 6 cm boyutlarında
katılımcılara gösterilmiştir. Katılımcıların her bir denemede olabildiğince hızlı tepki
vermeleri ve bir önceki ekranda ekranın solunda gördükleri yüz ifadesini yeni ekranda
ekranın sağında bulunun dört fotoğraf arasından seçmeleri beklenmiştir. Katılımcılardan
toplamda 36 deneme tamamlamaları istenmiştir. Katılımcıların her bir yüz ifadesine
tepki süreleri ile yanıtlarının doğruluğu/yanlışlığı kaydedilmiştir. Katılımcıların tepki
süreleri milisaniye olarak, doğru yanıtlar ise 1 puan olarak veri setinde yer almıştır.
Çalışma Belleği Performans Görevi’nin ilk ve ikinci denemelerinin bilgisayar
ekranındaki görüntüsü Şekil 4’te görülmektedir.
Şekil 4. Çalışma Belleği Performans Görevi deneme I
65
Görev, süreci katılımcıya öğretmek amacıyla alıştırma aşaması ile başlamıştır. Alıştırma
aşamasında katılımcılara asıl görevde yer almayan yüz ifadeleri gösterilmiş ve asıl
görevden farklı olarak katılımcılara her bir alıştırma denemesini doğru ya da yanlış
yaptıklarına ilişkin geri bildirim verilmiştir (Doğru tamamlanan denemeler için yeşil,
yanlış tamamlanan denemeler için kırmızı uyaran gösterilmiştir). Üç denemede üst üste
doğru yanıt verildiğinde katılımcıların görevi öğrendikleri varsayılmıştır. Mevcut
araştırma kapsamında katılımcıların farklı duyguları içeren yüz ifadelerindeki hata
sayıları ve farklı yüz ifadelerine tepki sürelerindeki farklılıklar SAB belirti düzeyi ve
cinsiyet değişkenleri açısından karşılaştırılmıştır.
8.1.2.4. Duygusal Stroop
Mevcut araştırma kapsamında Baran, Özel-Kızıl ve Cangöz (2012) tarafından
geliştirilmiş olan Duygusal Stroop görevi kullanılmıştır. Görev kapsamında
katılımcılardan sarı, kırmızı, yeşil ve mavi renkte yazılmış toplam 63 kelime ile 63
kontrol uyaranının renklerini klavye üzerindeki sarı, kırmızı, yeşil ve mavi renkte
boyanmış tuşlara basarak belirtmeleri beklenmiştir. Görevde yer alan 63 kelimenin 21’i
olumlu bir ifadeyi, 21’i olumsuz bir ifadeyi ve 21’i ise nötr bir ifadeyi temsil etmiştir.
Duygusal Stroop kapsamında, görevde yer alan anlamlı her bir kelimeyi takiben bir
kontrol uyaranı gösterilmiştir. Duygusal Stroop görevi kapsamında katılımcılara
gösterilen kelimeler Tablo 7’de gösterilmiştir.
66
Tablo 7
Duygusal Stroop Görevi Kapsamında Katılımcılara Gösterilen Kelimeler
Olumlu Kelimeler
Olumsuz Kelimeler
Nötr Kelimeler
Kontrol Uyaranları*
YARATICI
GÜVENSİZ
BİLEŞİK
ÇÇÇÇÇÇÇÇ
DAYANIKLI
SIKINTILI
GENEL
PPPPPPP
DÜRÜST
ZAVALLI
BİTİŞİK
BBBBBBB
GİRİŞKEN
ÜZGÜN
YEREL
TTTTTTTT
ÇEKİCİ
ÇİLELİ
BEDENSEL
CCCCC
CESUR
KÖTÜMSER
ZİHİNSEL
AAAAAA
NEŞELİ
ÇARESİZ
ANONİM
DDDDDDDD
KONUŞKAN
KEYİFSİZ
SOYUT
GGGGGGGG
SEVİNÇLİ
SALDIRGAN
SANAL
SSSSSSSSS
YETERLİ
KIZGIN
SİLİNDİR
ÇÇÇÇÇÇÇ
BAŞARILI
KIRILGAN
GÖRSEL
BBBBBBBBB
MUTLU
YORGUN
HAFTALIK
YYYYYYYY
ÇALIŞKAN
TÜKENMİŞ
DENEYSEL
TTTTTTTT
DEĞERLİ
TEDİRGİN
YUVARLAK
BBBBBBBB
HEVESLİ
KORKAK
İLİŞKİLİ
KKKKKK
HAREKETLİ
PERİŞAN
SİMETRİK
BBBBBBBB
AKILLI
İŞTAHSIZ
OLASILIK
NNNNNN
HUZURLU
BUNALMIŞ
SABİT
BBBBBBBB
MESUT
KARAMSAR
NESNEL
OOOOOOOO
ŞAKACI
ENDİŞELİ
DESENLİ
SSSSSSSS
BECERİKLİ
TALİHSİZ
BELGESEL
ZZZZZZZZ
* Tabloda Duygusal Stroop kapsamında yer alan toplam 63 kontrol uyaranının sadece 21 tanesi
yer almaktadır.
E-Prime bilgisayar programı kullanılarak geliştirilmiş olan Duygusal Stroop,
katılımcılara 17” bilgisayar ekranı aracılığı ile uygulanmıştır. Görev kapsamında yer
alan kelimeler her bir katılımcıya farklı sırada uygulanmış ve duygusal yükü olan her
67
bir kelimeyi bir kontrol uyaranı takip etmiştir. Kontrol uyaranları bu araştırmada
“Belirsiz Kelime” ismi verilerek analize dahil edilmiştir. Her bir katılımcının
uygulaması yaklaşık 15 dakika sürmüş ve katılımcıların uyaranlara verdikleri tepki
süreleri kaydedilmiştir.
8.1.3. İşlem
Araştırmanın ilk aşamasında elde edilen veriler doğrultusunda SAB belirti düzeyi
ortalamanın bir standart sapma üstünde ve bir standart sapma altında olan katılımcılar
araştırmanın ikinci aşamasını gerçekleştirmek amacıyla deney ortamına davet
edilmişlerdir. Mevcut araştırma kapsamında bilişsel yanlılıklarını değerlendirmek üzere
deney ortamına davet edilen katılımcıların ilk olarak araştırmanın bu aşamasına gönüllü
katılımları teyit edilmiştir. Katılımcılara, bilgisayar ekranı aracılığı ile uygulanacak olan
görevlerin bireylerde herhangi bir rahatsızlık hissi yaratmadığı ve istedikleri zaman
deneyin sonlandırılabileceği bilgisi verilmiştir.
Katılımcıları dikkat yanlılıklarını değerlendirmek amacıyla yürütülecek olan deney
aşamasında yer alacak Çalışma Belleği Performans Görevi ve Duygusal Stroop’un
katılımcılar tarafından anlaşılıp anlaşılmadığını ve uygulamaya ilişkin olası aksaklıkları
test etmek amacıyla 10 kişilik bir katılımcı grubu ile pilot çalışma yapılmıştır. Pilot
çalışmada yer alan katılımcıların araştırmanın esas proje katılımcılarından farklı bireyler
olmaları sağlanmıştır. Bu aşama aracılığı ile Çalışma Belleği Performans Görevi ve
Duygusal Stroop’a ilişkin olası aksaklıkların giderilmesi hedeflenmiştir.
Çalışma Belleği Performans Görevi’ne ilişkin verilen yönerge kapsamında görevin bir
alıştırma aşaması ile başladığı bilgisi aktarılmıştır. Katılımcılara bilgisayar ekranının sol
tarafında bir fotoğraf, sağ tarafında ise BAŞLA yazısı görecekleri söylenmiştir.
Bilgisayar ekranının sağ tarafında yer alan BAŞLA yazısına fare aracılığı ile tıklanması
koşulunda, ekranın sol tarafında yer alan fotoğrafın değişeceği, ekranın sağ tarafında ise
dört farklı fotoğrafın yer alacağı bilgisi aktarılmıştır. Ekranın sağ tarafında yer alan
fotoğraflardan bir tanesinin bir önceki ekranda, ekranın sol tarafında yer alan fotoğraf
olacağı ve katılımcıların bu fotoğrafı belleklerinde tutmaya çalışarak dört fotoğraf
68
arasından seçmeleri istenmiştir. Ekranın sol tarafında yer alan fotoğrafın bellekte
tutulup bir sonraki ekranda, ekranın sağ tarafında yer alan dört fotoğraf arasından seçim
sürecinin her bir deneme için tekrarlanacağı söylenmiştir. Alıştırma aşamasında, her bir
denemeye doğru ya da yanlış yanıt verildiğinde bu tepkiye ilişkin geribildirim alacakları
bilgisi aktarılmış ve alıştırma aşamasına başlanmıştır.
Katılımcılar kendilerini hazır hissettiklerinde alıştırma denemeleri uygulanmaya
başlanmıştır. Alıştırma aşamasında katılımcılar doğru yanıt verdiklerinde ekranda
seçilen fotoğraf için yeşil, yanlış yanıt verdiklerinde ise kırmızı çerçeve oluşmuştur.
Alıştırma denemelerine üç defa üst üste doğru yanıt veren katılımcıların görevi
öğrendiği varsayılmıştır. Alıştırma denemelerinde üçten fazla hata yapan katılımcılara
ise alıştırma denemeleri yeniden uygulanmıştır. Görevin anlaşıldığından emin olduktan
sonra asıl görev aşamasına geçilmiş ve katılımcılara aynı görevin farklı fotoğraflar ile
gerçekleşeceği fakat bu defa denemelere doğru ya da yanlış yanıt verildiğine ilişkin
geribildirim alınmayacağı, verdikleri tepkilerin kaydının tutulduğu bilgisi verilmiştir.
Ek olarak katılımcılara denemelere olabildiğince hızlı tepki vermeleri söylenmiş ve
uygulamaya geçilmiştir. Uygulama yaklaşık 20 dakika sürmüştür.
Duygusal Stroop görevine ilişkin verilen yönerge kapsamında ilk olarak katılımcılara
klavye üzerinde yer alan kırmızı, mavi, sarı ve yeşil tuşlar tanıtılmıştır. Katılımcılara bu
görevde kendilerine bilgisayar ekranında kelimeler gösterileceği, bu kelimelerin
kırmızı, mavi, sarı ya da yeşil renkte yazılmış olduğu bilgisi aktarılmıştır.
Katılımcılardan bilgisayar ekranında gördükleri kelime ile aynı renkteki tuşa,
olabildiğince hızlı basmaları istenmiştir. Katılımcıların herhangi bir tuşa basmaları
koşulunda görevin başlayacağı söylenmiş ve katılımcılar hazır hissettiklerinde göreve
başlamışlardır. Uygulama yaklaşık 15 dakika sürmüştür.
Her bir katılımcıya Çalışma Belleği Performans Görevi ve Duygusal Stroop bireysel
olarak uygulanmış ve görevler farklı sıralarda uygulanarak sıra etkisi önlenmeye
çalışılmıştır. Görev uygulamaları sırasında araştırmacı deney odasında katılımcıların
yanında ayakta beklemiş ve görevin tamamlanışını gözlemlemiştir. Görevler her bir
katılımcı için aynı deney ortamında 17” masaüstü bilgisayar ekranı ve E-Prime
69
bilgisayar programı kullanılarak uygulanmıştır. Bilgisayar ortamında tamamlanan
görevler sonrasında katılımcılardan bu aşamada yer alan ve yukarıda psikometrik
özellikleri verilen ilgili ölçekleri (DDGÖ ve TBFÖ) doldurmaları istenmiştir.
8.1.4. Verilerin Analizi
Katılımcılardan elde edilen verilerin kaydı E-Prime bilgisayar programı aracılığı ile
tutulmuştur ve veriler analiz için SPSS programına aktarılmıştır. Üç katılımcıdan alınan
verinin ise uç değer olduğu tespit edilmiş ve bu katılımcılardan alınan veriler analiz
öncesi veri setinden çıkarılmıştır. SAB belirti düzeyi yüksek ve düşük olan bireylerin
duygu düzenleme güçlüğü ve bilgece farkındalık toplam puanlarını karşılaştırmak
amacıyla Bağımsız Gruplar için t testi, duygu düzenleme güçlüğü ve bilgece farkındalık
değişkenlerinin alt boyutlarını karşılaştırmak amacıyla Çok Değişkenli Varyans Analizi
(Multivariate Analysis of Variance [MANOVA]) yapılmıştır. Ayrıca, katılımcıların
Çalışma Belleği Performans Görevindeki hatalı deneme sayısını SAB belirti düzeyi ve
cinsiyet değişkenlerini göz önünde bulundurarak karşılaştırmak amacıyla araştırma
verilerine İki Yönlü Varyans Analizi (Two Way ANOVA) uygulanmıştır. Son olarak
Çalışma Belleği Performans Görevi ve Duygusal Stroop görevlerindeki farklı duyguları
içeren yüz ifadeleri ya da kelimelere göre tepki sürelerindeki farklılıkları SAB belirti
düzeyi ve cinsiyet değişkenlerini göz önünde bulundurarak karşılaştırmak amacıyla
Karma Desen Varyans Analizi (Mixed Design ANOVA) uygulanmıştır.
70
9. BÖLÜM
BULGULAR
Mevcut araştırma kapsamında katılımcıların bilişsel yanlılıklarını değerlendirmek
amacıyla Çalışma Belleği Performans Görevi ve Duygusal Stroop Testi uygulanmıştır.
Ayrıca, bu görevlere katılan katılımcıların deneyimledikleri psikopatolojilerle ilişkili
özelliklerini değerlendirmek ve elde edilen bilgiler ışığında geliştirilen müdahale
programının içeriğini belirlemek amacıyla katılımcıların deneyimledikleri duygu
düzenleme problemleri ve bilgece farkındalık düzeyleri incelenmiştir. Katılımcıların
duygu düzenleme güçlüğü ve bilgece farkındalık düzeyleri ile farklı görevler aracılığı
ile değerlendirilen bilişsel yanlılıklarına ilişkin bulgular aşağıda sunulmuştur.
9.1. SAB BELİRTİ DÜZEYİ YÜKSEK VE DÜŞÜK GRUPLARIN PSİKOLOJİK
DEĞİŞKENLER AÇISINDAN İNCELENMESİ
9.1.1. SAB Belirti Düzeyi Yüksek ve Düşük Grupların Duygu Düzenleme Güçlüğü
ve Bilgece Farkındalık Değişkenleri Açısından Karşılaştırılması
Bu araştırmanın ilk araştırma sorusunun ikinci ve üçüncü alt sorusunu, SAB belirti
düzeyleri yüksek ve düşük olan bireylerin duygu düzenleme güçlüğü toplam puanları ve
duygu düzenleme güçlüğü alt boyutları açısından farklılaşıp farklılaşmadığı (Araştırma
Sorusu 1-b) ile bilgece farkındalık toplam puanı ve bilgece farkındalığın alt boyutları
açısından farklılaşıp farklılaşmadığı (Araştırma Sorusu 1-c) oluşturmuştur. Bu araştırma
sorularını incelemek amacıyla, ilk olarak SAB belirti düzeyi yüksek ve düşük olan
gruplar duygu düzenleme güçlüğü ve bilgece farkındalık düzeyleri açısından Bağımsız
Gruplar için t Testi aracılığı ile karşılaştırılmıştır. Analiz sonuçlarına göre duygu
düzenleme güçlüğü toplam puanı (t[101] = -5.26, p < .01) ile bilgece farkındalık toplam
puanı (t[99] = 2.31, p < .05) açısından gruplar arasında istatistiksel olarak anlamlı
düzeyde farka rastlanmıştır. Analiz sonuçları Tablo 8’de verilmiştir.
71
Tablo 8
SAB Belirti Düzeyi Yüksek ve Düşük Grupların Duygu Düzenleme Güçlüğü Açısından
Karşılaştırılması
SAB Belirti Düzeyi
Düşük SAB
Yüksek SAB
t Testi
N
Ort
SS
N
Ort
SS
t
df
p
DDGÖ
52
2.54
.40
51
2.97
.44
5.26
101
.00
TBFÖ
51
3.60
.37
50
3.42
.38
2.31
99
.02
*SAB = Sosyal Anksiyete Bozukluğu, DDGÖ = Duygu Düzenleme Güçlüğü Ölçeği, TBFÖ = Toronto
Bilgece Farkındalık Ölçeği
Tablo 8 incelendiğinde SAB belirti düzeyi yüksek olan bireylerin düşük olan bireylere
kıyasla duygu düzenleme güçlüğü toplam puanlarının daha yüksek olduğu, bilgece
farkındalık toplam puanlarının ise daha düşük olduğu görülmektedir.
İkinci olarak, SAB belirti düzeyi düşük ve yüksek olan grupları DDGÖ’nün alt
boyutları (duygusal tepkilere ilişkin farkındalığın olmaması (Farkındalık), duygusal
tepkilerin anlaşılmaması (Açıklık), duygusal tepkilerin kabul edilmemesi (Kabul
Etmeme), etkili olarak algılanan duygu düzenleme stratejilerine sınırlı erişim
(Stratejiler), olumsuz duygular deneyimlerken dürtülerin kontrolünde güçlük yaşama
(Dürtü), olumsuz duygular deneyimlerken amaç odaklı davranışlarda bulunmada güçlük
yaşama (Amaçlar)) açısından karşılaştırmak amacıyla Çok Değişkenli Varyans Analizi
(MANOVA) yapılmıştır. Yapılan karşılaştırmalarda Tip I hatayı önlemek amacıyla,
Bonferroni düzeltmesi yapılmış ve anlamlılık değeri 0.008 (0.05/6) olarak kabul
edilmiştir. MANOVA sonucuna göre, SAB belirti düzeyi yüksek ve düşük olan
grupların duygu düzenleme güçlüğünün “Açıklık” (F[1, 90] = 16.81, p < .001, η2 kısmi =
.16), “Kabul Etmeme” (F[1, 90] = 19.83, p < .001, η2 kısmi = .18), “Stratejiler” (F[1, 90]
= 36.78, p < .001, η2
kısmi
= .29), “Amaçlar” (F[1, 90] = 37.14, p < .001, η2
kısmi
= .29)
boyutları açısından farklılaştığı bulgusuna ulaşılmıştır. Duygu düzenleme güçlüğünün
“Farkındalık” (F[1, 90] = 1.13, p = .29) ve “Dürtü” (F[1, 90] = 4.94, p = .03) boyutları
açısından ise gruplar arası istatistiksel olarak anlamlı düzeyde farka rastlanmamıştır.
72
SAB belirti düzeyi yüksek ve düşük olan grupların DDGÖ alt boyutlarına göre ortalama
ve standart sapma değerleri Tablo 9’da verilmiştir.
Tablo 9
SAB Belirti Düzeyi Yüksek ve Düşük Olan Bireylerin Duygu Düzenleme Güçlüğü Alt
Boyutları Açısından Karşılaştırılması
SAB Belirti Düzeyi
Düşük SAB (n = 48)
Yüksek SAB (n = 44)
Ort
SS
Ort
SS
Farkındalık
2.52a
.59
2.65a
.57
Açıklık
2.10a
.71
2.83b
.99
Kabul Etmeme
1.73a
.70
2.50b
.93
Strateji
2.23a
.63
3.11b
.78
Dürtü
2.36a
.74
2.70a
.72
Amaç
2.93a
.88
3.94b
.68
*Her bir satırda, aynı hafin yer aldığı ortalama değerler birbirlerinden farklılaşmamaktadır.
*SAB = Sosyal Anksiyete Bozukluğu
Tablo 9’dan görülebileceği gibi SAB belirti düzeyi yüksek olan bireyler düşük olan
bireylere kıyasla duygu düzenleme problemlerinin “Açıklık”, “Kabul Etmeme”,
“Stratejiler” ve “Amaçlar” boyutlarından daha yüksek puan almışlardır. “Farkındalık”
ve “Dürtü” boyutları için ise gruplar arası fark istatistiksel olarak anlamlı düzeye
ulaşmamıştır.
Benzer şekilde SAB belirti düzeyi yüksek ve düşük olan grupları TBFÖ’nin alt
boyutları olan “Etkilenmeden İzleme” ve “Merak” açısından karşılaştırmak amacıyla
Çok Değişkenli Varyans Analizi (MANOVA) yapılmıştır. Yapılan karşılaştırmalarda
Tip I hatayı önlemek amacıyla, Bonferroni düzeltmesi yapılmış ve anlamlılık değeri
0.03 (0.05/2) olarak kabul edilmiştir. MANOVA sonucuna göre, SAB belirti düzeyi
yüksek ve düşük olan gruplar arasında “Etkilenmeden İzleme” boyutu açısından
73
istatistiksel olarak anlamlı düzeyde farka rastlanmıştır (F[1, 97] = 9.04, p < .01, η2 kısmi =
.09).
“Merak” boyutu açısından ise grupların birbirlerinden farklılaşmadığı
gözlenmiştir (F[1, 97] = .38, p = .54). SAB belirti düzeyi yüksek ve düşük olan
grupların TBFÖ alt boyutlarına göre ortalama ve standart sapma değerleri Tablo 10’da
verilmiştir.
Tablo 10
SAB Belirti Düzeyi Yüksek ve Düşük Olan Bireylerin TBFÖ Alt Boyutları Açısından
Karşılaştırılması
SAB Belirti Düzeyi
Düşük SAB (n = 49)
Yüksek SAB (n = 50)
Ort
SS
Ort
SS
Etkilenmeden İzleme
3.34a
.46
3.06b
.44
Merak
3.92a
.55
3.85a
.56
*Her bir satırda, aynı hafin yer aldığı ortalama değerler birbirlerinden farklılaşmamaktadır.
*SAB = Sosyal Anksiyete Bozukluğu, TBFÖ = Toronto Bilgece Farkındalık Ölçeği
Tablo 10’dan görülebileceği gibi SAB belirti düzeyi yüksek olan bireyler (X = 3.06, SS
= .44) düşük olan bireylere (X = 3.34, SS = .46) kıyasla TBFÖ’nin “Etkilenmeden
İzleme” boyutundan daha düşük puan almışlardır. “Merak” boyutu için ise gruplar arası
fark istatistiksel olarak anlamlı düzeye ulaşmamıştır.
9.2. ÇALIŞMA BELLEĞİ PERFORMANS GÖREVİ ARACILIĞI İLE SAB
BELİRTİ DÜZEYİ YÜKSEK VE DÜŞÜK GRUPLARIN BİLİŞSEL
YANLILIKLARININ DEĞERLENDİRİLMESİ
Bu araştırmanın ikinci araştırma sorusunun ilk alt sorusunu, SAB belirti düzeyi yüksek
ve düşük olan bireylerin tüm duygu ifadeleri için toplam hata puanlarının cinsiyet
değişkeni göz önünde bulundurulduğunda farklılaşıp farklılaşmadığı oluşturmuştur
(Araştırma Sorusu 2-a). Bu araştırma sorusunu incelemek amacıyla, yapılan ilk
karşılaştırmada yüksek ve düşük SAB belirti düzeyi grupları, cinsiyet değişkeni göz
74
önünde bulundurularak Çalışma Belleği Performans Görevi’ndeki hata puanları
açısından
İki
Yönlü
Varyans
Analizi
(Two
Way
ANOVA)
aracılığı
ile
karşılaştırılmıştır. Yapılan 2 (Cinsiyet: Kadın ve Erkek) x 2 (SAB belirti düzeyi:
Yüksek ve Düşük) ANOVA’da, bağımsız değişkenler cinsiyet (kadın ve erkek) ve SAB
belirti düzeyi (düşük ve yüksek), bağımlı değişken ise hatalı cevaplanan deneme
sayısını ifade eden hata puanı olarak belirlenmiştir. Hata puanlarının, SAB belirti düzeyi
ve cinsiyet değişkenlerine göre ortalama ve standart sapma değerleri Tablo 11’de
verilmiştir.
Tablo 11
Hata Puanlarına İlişkin Ortalama ve Standart Sapma Değerleri
SAB Belirti Düzeyi
Yüksek SAB
Düşük SAB
Cinsiyet
Ortalama
Standart Sapma
Erkek (n = 9)
10.78
6.08
Kadın (n = 42)
8.45
5.11
Erkek (n = 13)
5.08
4.11
Kadın (n = 41)
7.41
6.00
*SAB = Sosyal Anksiyete Bozukluğu
2 X 2 ANOVA sonucuna göre SAB belirti düzeyi için temel etki gözlenmiştir (F[1,
101] = 6.45, p < .05, η2 kısmi = .06). Ancak cinsiyet temel etkisi (F[1, 101] = .00, p = .99)
ile cinsiyet x SAB belirti düzeyi ortak etkileşim etkisi istatistiksel olarak anlamlı düzeye
ulaşmamıştır (F[1, 101] = 3.08, p = .08, η2
kısmi
= .03). SAB belirti düzeyi için elde
edilen temel etki, SAB belirti düzeyi yüksek olan bireylerin (X = 8.86, SS = 5.30) düşük
olan bireylere (X = 6.85, SS = 5.66) kıyasla Çalışma Belleği Performans Görevi’nde
daha fazla denemede hatalı cevap verdiklerini göstermiştir.
Araştırmanın ikinci araştırma sorusunun ikinci alt sorusunu, SAB belirti düzeyi yüksek
ve düşük olan bireylerin olumsuz (kızgınlık, korku, üzüntü) ve olumsuz olmayan
(mutluluk, şaşkınlık, nötr) ifadelerdeki hata puanlarının farklılaşıp farklılaşmadığı
oluşturmuştur (Araştırma Sorusu 2-b). Bu soruyu incelemek amacıyla yüksek ve düşük
SAB belirti düzeyine sahip olan bireylerin, Çalışma Belleği Performans Görevinin
75
denemelerindeki hata puanları cinsiyet ve duygu ifadesi değişkenleri göz önünde
bulundurularak Karma Desen Faktöriyel ANOVA aracılığıyla karşılaştırılmıştır.
Yapılan 2 (Cinsiyet: Erkek ve Kadın) x 2 (SAB Belirti Düzeyi: Düşük ve Yüksek) x 6
(Duygu İfadesi: Şaşkınlık, Mutluluk, Üzüntü, Kızgınlık, Korku ve Nötr) Karma Desen
ANOVA (Mixed Design ANOVA)’da,
“cinsiyet” (erkek ve kadın), “SAB belirti
düzeyi” (düşük ve yüksek) ile “duygu ifadesi” (şaşkınlık, mutluluk, üzüntü, kızgınlık,
korku ve nötr) bağımsız değişkenleri, katılımcıların yanlış cevapladıkları denemelerden
elde edilen “hata puanları” ise bağımlı değişkeni oluşturmuştur. “Cinsiyet” ve “SAB
belirti düzeyi” araştırma deseninin denekler arası (between subject) bölümünü, “duygu
ifadesi” değişkeni ise denek içi (within subject) bölümünü oluşturmuştur. Analiz
sonuçlarına göre, denemelerdeki hata puanı açısından duygu ifadesi temel etkisinin,
(F[5, 101] = 7.02, p < .001, η2
kısmi
= .07), istatistiksel olarak anlamlı olduğu, fakat
cinsiyet x duygu ifadesi, (F[5, 101] = 2.16, p = .06), ile SAB belirti düzeyi x duygu
ifadesi, (F[5, 101] = .32, p = .89), cinsiyet x SAB belirti düzeyi x duygu ifadesi ortak
etkileşim etkisinin, (F[5, 101] = .48, p = .79) istatiksel olarak anlamlı düzeye
ulaşmadığı gözlenmiştir.
Çalışma Belleği Performans Görevi denemelerinde hata puanı açısından elde edilen
anlamlı duygu ifadesi temel etkisinin hangi duygu ifadeleri arasında olduğunu
belirlemek amacıyla Bonferonni yöntemi kullanılarak ileri analiz yapılmıştır. Analiz
sonuçlarına göre, tüm katılımcılar nötr (X = 1.55, SS = 1.29), kızgınlık (X = 1.34, SS =
1.44), korku (X = 1.77, SS = 1.25) ve üzüntü (X = 1.48, SS = 1.34) ifadesi
denemelerinde şaşkınlık (X = .83, SS = 1.02) ve mutluluk ifadesi (X = .85, SS = 1.21)
denemelerine kıyasla daha yüksek hata puanına elde etmişlerdir. . Katılımcıların duygu
ifadelerine göre hata puanlarındaki değişim Tablo 12’de verilmiştir.
76
Tablo 12
SAB Belirti Düzeyleri Farklılaşan Erkek ve Kadın Katılımcıların Duygu İfadelerine
Göre Hata Puanı Ortalamaları
Cinsiyet
SAB Belirti Düzeyi
Duygu İfadesi
Şaşkınlık Mutluluk
Erkek
(n = 21)
Kadın
(n = 81)
Üzüntü
Korku
Kızgınlık Nötr
Düşük SAB
(n = 13)
Ort
SS
.53
.87
.61
.96
1.07
1.32
1
1
.77
.83
1.08
.75
Yüksek SAB
(n = 8)
Ort
SS
1.33
1
1.88
2.08
1.77
1.09
1.66
1
2
1.65
2.11
1.69
Düşük SAB
(n = 41)
Ort
SS
.75
1.06
.68
1.14
1.44
1.50
1.78
1.40
1.37
1.47
1.39
1.35
Yüksek SAB
(n =40)
Ort
SS
.90
1.03
.85
1.02
1.57
1.25
2.02
1.13
1.35
1.47
1.73
1.21
Ort
SS
.83
1.02
.85
1.21
1.48
1.34
1.77
1.25
1.34
1.44
1.55
1.29
Tüm Katılımcılar
(N = 105)
*SAB = Sosyal Anksiyete Bozukluğu
Tablo 12’den görülebileceği gibi Çalışma Belleği Performans Görevi denemelerinde
hata puanları farklı duygular açısından karşılaştırıldığında SAB belirti düzeyi yüksek
olan bireylerin hata puanlarının yüksek olmasına ilişkin bir eğilim gözlenmiş, bu eğilim
farklı duygu ifadelerinde istatistiksel olarak anlamlılığa ulaşmamış, tüm katılımcıların
olumsuz ve nötr ifadelerde olumsuz olmayan ifadelere kıyasla daha fazla hata
yapabildikleri gözlenmiştir.
Araştırmanın ikinci araştırma sorusunun üçüncü alt sorusunu, SAB belirti düzeyi
yüksek ve düşük olan bireylerin, tüm duygu ifadelerine verdileri toplam tepki süresinin
cinsiyet
değişkeni
göz
önünde
bulundurulduğunda
farklılaşıp
farklılaşmadığı
oluşturmuştur (Araştırma Sorusu 2-c). Bu araştırma sorusunu incelemek amacıyla
yüksek ve düşük SAB belirti düzeyine sahip olan bireylerin, Çalışma Belleği
Performans Görevinin tüm denemelerindeki ortalama toplam tepki süreleri cinsiyet
değişkeni göz önünde bulundurularak İki Yönlü Varyans Analizi (Two Way ANOVA)
aracılığı ile karşılaştırılmıştır. Yapılan 2 (Cinsiyet: Kadın ve Erkek) x 2 (SAB belirti
düzeyi: Yüksek ve Düşük) ANOVA’da, cinsiyet (erkek ve kadın) ve SAB belirti düzeyi
77
(düşük ve yüksek) değişkenleri bağımsız değişkenleri, ortalama toplam tepki süresi ise
bağımlı değişkeni temsil etmiştir. Analiz sonuçlarına göre tüm denemelerdeki ortalama
toplam tepki süresi açısından SAB belirti düzeyi (F[1, 101] = .80, p = .37), cinsiyet
temel etkisine (F[1, 101] = .05, p = .83) ya da cinsiyet x SAB belirti düzeyi ortak
etkileşim etkisine (F[1, 101] = .19, p = .66) rastlanmamıştır.
Araştırmanın ikinci sorusunun dördüncü alt sorusunu, SAB belirti düzeyi yüksek ve
düşük olan bireylerin olumsuz (kızgınlık, korku, üzüntü) ve olumsuz olmayan
(şaşkınlık, mutluluk, nötr) ifadeleri tanıyıp tepki verme sürelerinin cinsiyet değişkeni
göz önünde bulundurulduğunda farklılaşıp farklılaşmadığı oluşturmuştur. (Araştırma
Sorusu 2-d). Bu soruyu incelemek amacıyla yüksek ve düşük SAB belirti düzeyine
sahip olan bireylerin, Çalışma Belleği Performans Görevinin denemelerindeki tepki
süreleri cinsiyet ve duygu ifadesi değişkenleri göz önünde bulundurularak Karma Desen
Faktöriyel ANOVA aracılığıyla karşılaştırılmıştır. Yapılan 2 (Cinsiyet: Erkek ve Kadın)
x 2 (SAB Belirti Düzeyi: Düşük ve Yüksek) x 6 (Duygu İfadesi: Şaşkınlık, Mutluluk,
Üzüntü, Kızgınlık, Korku ve Nötr) Karma Desen ANOVA (Mixed Design
ANOVA)’da, “cinsiyet” (erkek ve kadın), “SAB belirti düzeyi” (düşük ve yüksek) ile
“duygu ifadesi” (şaşkınlık, mutluluk, üzüntü, kızgınlık, korku ve nötr) bağımsız
değişkenleri, katılımcıların doğru yanıtlarındaki “tepki süresi” ise bağımlı değişkeni
oluşturmuştur. “Cinsiyet” ve “SAB belirti düzeyi” araştırma deseninin denekler arası
(between subject) bölümünü, “duygu ifadesi” değişkeni ise denek içi (within subject)
bölümünü oluşturmuştur. Analiz sonuçlarına göre, denemelerdeki tepki süresi açısından
duygu ifadesi temel etkisi, (F[5, 98] = 6.09, p < .001, η2
kısmi
= .06), ile cinsiyet x SAB
belirti düzeyi x duygu ifadesi ortak etkileşim etkisinin anlamlı olduğu, (F[5, 98] =
42.59, p < .03, η2
kısmi
= .03), fakat cinsiyet x duygu ifadesi ortak etkileşim etkisi, (F[5,
98] = 1.05, p = .38), ile SAB belirti düzeyi x duygu ifadesi ortak etkileşim etkisinin,
(F[5, 98] = 1.01, p = .41), istatiksel olarak anlamlı düzeye ulaşmadığı gözlenmiştir.
Çalışma Belleği Performans Görevi denemelerinde tepki süresi açısından elde edilen
anlamlı duygu ifadesi temel etkisinin ve cinsiyet x SAB belirti düzeyi x duygu ifadesi
ortak etkileşim etkisinin hangi duygu ifadeleri ve SAB belirti düzeyi grupları arasında
olduğunu belirlemek amacıyla Bonferonni yöntemi kullanılarak ileri analiz yapılmıştır.
78
Analiz sonuçlarına göre, tüm katılımcıların nötr (X = 2766ms, SS = 752), kızgınlık (X =
2671ms, SS = 661), korku (X = 2625ms, SS = 726) ve üzüntü (X = 2619, SS = 754)
ifadelerini içeren uyaranlara, şaşkınlık ifadesine (X = 2258ms, SS = 610) kıyasla daha
uzun sürede tepki verdikleri gözlenmiştir. Katılımcıların duygu ifadelerine göre tepki
sürelerindeki değişim Şekil 5’te verilmiştir.
Şekil
5. Tüm katılımcıların duygu ifadelerine göre tepki süreleri
SAB belirti düzeyi düşük olan erkekler incelendiğinde nötr (X = 2808ms, SS = 372) ve
korku (X = 2824ms, SS = 653) ifadelerine, şaşkınlık (X = 2097ms, SS = 480) ifadesine
kıyasla daha uzun sürede tepki verdikleri gözlenmiştir. SAB belirti düzeyi yüksek olan
erkeklerin denemelerdeki tepki süreleri açısından duygu ifadeleri arasında anlamlı bir
farka rastlanmamıştır. SAB belirti düzeyi yüksek ve düşük erkek katılımcılar, farklı
duygu ifadelerine tepki süreleri açısından karşılaştırıldığında ise, herhangi bir duygu
ifadesi için gruplar arasında istatiksel olarak anlamlı düzeyde bir farka rastlanmamıştır.
Araştırmada yer alan erkek katılımcıların duygu ifadelerine göre tepki sürelerindeki
değişim Şekil 6’da verilmiştir.
79
Şekil 6. Erkek katılımcıların duygu ifadelerine göre tepki süreleri
SAB belirti düzeyi düşük olan kadınlar incelendiğinde nötr (X = 2590ms, SS = 691) ve
üzüntü (X = 2635ms, SS = 766) ifadelerine, şaşkınlık (X = 2266ms, SS = 544) ve
mutluluk (X = 2166ms, SS = 632) ifadelerine kıyasla daha uzun sürede tepki verdikleri
görülmüştür. SAB belirti düzeyi yüksek olan kadınların ise nötr (X = 2985ms, SS =
893), üzüntü (X = 2673ms, SS = 741), korku (X = 2663ms, SS = 840) ve kızgınlık (X =
2792ms, SS = 790) ifadelerine, şaşkınlık (X = 2241ms, SS = 635) ifadesine kıyasla daha
uzun sürede tepki verdikleri gözlenmiştir. SAB belirti düzeyi yüksek ve düşük kadın
katılımcılar, farklı duygu ifadelerine tepki süreleri açısından karşılaştırıldığında ise SAB
belirti düzeyi yüksek olan kadın katılımcıların (X = 2985ms, SS = 893), nötr ifadeye
SAB belirti düzeyi düşük kadın katılımcılara (X = 2590ms, SS = 691) kıyasla daha
uzun sürede tepki verdikleri gözlenmiştir. Araştırmada yer alan kadın katılımcıların
duygu ifadesine göre tepki sürelerindeki değişim Şekil 7’de verilmiştir.
80
Şekil 7. Kadın katılımcıların duygu ifadelerine göre tepki süreleri
Tüm katılımcılar ile SAB belirti düzeyleri farklılaşan erkek ve kadın katılımcıların
duygu ifadelerine göre tepki süresi ortalama ve standart sapma değerleri Tablo 13’te
verilmiştir.
81
Tablo 13
Tüm Katılımcılar ile SAB Belirti Düzeyleri Farklılaşan Erkek ve Kadın Katılımcıların Duygu İfadelerine Göre Tepki Süresi Ortalama ve
Standart Sapma Değerleri
Cinsiyet
SAB Belirti Düzeyi
Düşük SAB
(n = 13)
Erkek
(n = 21)
Yüksek
SAB
(n = 8)
Düşük SAB
(n = 41)
Kadın
(n = 81)
Yüksek
SAB
(n = 40)
Ort
SS
Ort
SS
Ort
SS
Ort
SS
Duygu İfadesi
Toplam
Tepki Süresi
Şaşkınlık
Mutluluk
Üzüntü
Korku
Kızgınlık
Nötr
2541
2097a
2551a,b
2369a,b
2824b
2595a,b
2808b
399
480
1260
773
653
541
372
2595
2559a
2470a
2740a
2440a
2775a
2513a
570
938
1086
624
656
859
477
2462
2266b,c
2166b
2635a
2561a,b
2555a,b
2590a
430
544
632
766
645
499
691
2622
2241c
2286b,c
2659a,b
2663a,b
2795a
2985a
560
635
698
769
840
787
893
Tüm Katılımcılar
Ort
2547
2258c
2286b,c
2619a,b
2671a
2625a,b
2766a
N = 102
SS
493
610
796
754
661
726
752
*Her bir satırda, aynı hafin yer aldığı ortalama değerler birbirlerinden farklılaşmamaktadır. *SAB = Sosyal Anksiyete Bozukluğu
82
Elde edilen bulgular incelendiğinde, tüm katılımcılar birlikte değerlendirildiklerinde
korku, kızgınlık, üzüntü ve nötr duygu ifadelerine şaşkınlık ifadesine kıyasla daha uzun
sürede tepki verdikleri gözlenmiştir. SAB belirti düzeyi düşük erkek katılımcılar nötr ve
korku ifadelerine şaşkınlık ifadesine kıyasla daha uzun sürede tepki verirken, SAB
belirti düzeyi yüksek erkekler duygu farklı duygu ifadelerine tepki süreleri açısından
farklılaşmamıştır. Ayrıca, SAB belirti düzeyi düşük ve yüksek erkek katılımcılar
karşılaştırıldıklarında, herhangi bir duygu ifadesine yönelik tepki sürelerindeki fark
istatistiksel olarak anlamlı düzeye ulaşmamıştır. SAB belirti düzeyi düşük kadın
katılımcılar ise nötr, üzüntü ifadelerine şaşkınlık ve mutluluk ifadelerine kıyasla daha
uzun sürede tepki verirken, SAB belirti düzeyi yüksek kadın katılımcılar nötr, üzüntü,
korku ve kızgınlık ifadelerine şaşkınlık ifadesine kıyasla daha uzun sürede tepki
vermişlerdir. Son olarak, SAB belirti düzeyi düşük ve yüksek kadın katılımcılar kendi
aralarında karşılaştırıldıklarında SAB belirti düzeyi yüksek kadın katılımcıların, düşük
kadın katılımcılara kıyasla nötr ifadeye istatistiksel olarak anlamlı düzeyde daha uzun
sürede tepki verdikleri gözlenmiştir.
9.3. DUYGUSAL STROOP ARACILIĞI İLE SAB BELİRTİ DÜZEYİ YÜKSEK
VE DÜŞÜK GRUPLARIN DİKKAT YANLILIKLARININ
DEĞERLENDİRİLMESİ
Araştırmanın ikinci araştırma sorusunun beşinci alt sorusunu, SAB belirti düzeyi
yüksek ve düşük olan bireylerin tüm kelimelerin rengine toplam tepki verme sürelerinin
cinsiyet
değişkeni
göz
önünde
bulundurulduğunda
farklılaşıp
farklılaşmadığı
oluşturmuştur (Araştırma Sorusu 2-e). Bu araştırma sorusunu incelemek amacıyla
Duygusal Stroop Testi aracılığı ile dikkat yanlılıkları değerlendirilen katılımcıların
Duygusal Stroop denemelerindeki ortalama toplam tepki süreleri, cinsiyet ve SAB
belirti düzeyi değişkenleri göz önünde bulundurularak İki Yönlü Varyans Analizi (Two
Way ANOVA) aracılığı ile karşılaştırılmıştır. Araştırmanın bu aşamasının bağımsız
değişkenlerini cinsiyet (kadın ve erkek) ile SAB belirti düzeyi (düşük ve yüksek),
bağımlı değişkenini ise tüm denemelerdeki ortalama tepki süresi oluşturmuştur. Yapılan
2 (Cinsiyet: Erkek ve Kadın) X 2 (SAB belirti düzeyi: Yüksek ve Düşük) ANOVA
sonuçlarına göre, SAB belirti düzeyi, (F[1, 86] = 1.83, p = .18, η2 kısmi = .02) ve cinsiyet
83
temel etkisine (F[1, 86] = .00, p = .99, η2 kısmi = .00) ya da cinsiyet x SAB belirti düzeyi
ortak etkileşim etkisine (F[1, 86] = 1.04, p = .31, η2 kısmi = .01) rastlanmamıştır.
Araştırmanın ikinci araştırma sorusunun altıncı alt sorusunu, SAB belirti düzeyi yüksek
ve düşük olan bireylerin olumlu, olumsuz, nötr ve belirsiz kelimelerin rengine tepki
verme sürelerinin cinsiyet değişkeni göz önünde bulundurulduğunda farklılaşıp
farklılaşmadığı oluşturmuştur (Araştırma Sorusu 2-f). Bu araştırma sorusunu incelemek
amacıyla, SAB belirti düzeyi yüksek ve düşük olan bireylerin Duygusal Stroop
denemelerindeki tepki süreleri cinsiyet ve kelime türü değişkenleri göz önünde
bulundurularak Karma Desen ANOVA (Mixed Design ANOVA) aracılığı ile
karşılaştırılmıştır. Yapılan 2 (Cinsiyet: Erkek ve Kadın) X 2 (SAB Belirti Düzeyi:
Yüksek ve Düşük) X 4 (Kelime Türü: Olumlu, Olumsuz, Nötr ve Belirsiz) Karma
Desen ANOVA’da cinsiyet (erkek ve kadın), SAB belirti düzeyi (düşük ve yüksek) ile
kelime türü (olumlu, olumsuz, nötr ve belirsiz) bu aşamanın bağımsız değişkenlerini,
katılımcıların
denemelerdeki
ortalama
tepki
süreleri
ise
bağımlı
değişkeni
oluşturmuştur. Cinsiyet ve SAB belirti düzeyi desenin denekler arası (between subject)
bölümünü, kelime türü değişkeni ise denek içi (within subject) bölümünü oluşturmuştur.
Analiz sonuçlarına göre denemelerdeki tepki süresi açısından kelime türü temel
etkisine, (F[3, 84] = .39, p = .76, η2kısmi = .01), cinsiyet temel etkisine, (F[1, 86] = .01, p
= .94, η2kısmi = .00) ve SAB belirti düzeyi temel etkisine, (F[1, 86] = 1.89, p = .17, η2kısmi
= .02), rastlanmamıştır. Benzer şekilde, SAB belirti düzeyi x kelime türü ortak etkileşim
etkisinin, (F[3, 84] = .48, p = .70, η2kısmi = .02) ya da kelime türü x SAB belirti düzeyi x
cinsiyet etkileşim etkisinin, (F(3, 84) = 2.36, p = .08, η2kısmi = .08) istatistiksel olarak
anlamlı
düzeye
ulaşmadığı
gözlenmiştir.
Tüm
katılımcılar
birlikte
değerlendirildiklerinde farklı kelime türlerine verdikleri tepki süresindeki değişim Şekil
8’de gösterilmiştir.
84
Şekil 8. Tüm katılımcıların kelime türlerine göre tepki süreleri
Analiz
sonuçları incelendiğinde kelime türü x SAB belirti düzeyi x cinsiyet etkileşim
etkisinin istatistiksel olarak anlamlılık düzeyine ulaşmadığı ancak elde edilen etki
büyüklüğünün .03’ten yüksek olduğu görülmüştür. Etki büyüklüğünün .03’ten yüksek
olmasının evrende olası bir farkın var olabileceğine işaret etmesi varsayımından yola
çıkılarak kelime türü x SAB belirti düzeyi x cinsiyet etkileşim etkisi için Bonferroni
yöntemi kullanılarak ileri analiz yapılmıştır. Analiz sonuçlarına göre SAB belirti düzeyi
yüksek ve düşük erkek katılımcıların farklı kelime türlerine tepki süreleri arasında
istatistiksel anlamlılık düzeyinde bir farka rastlanmazken, SAB belirti düzeyi yüksek
kadın katılımcıların (sırasıyla X = 839ms, SS = 112; X = 830ms, SS = 109; X = 822ms,
SS = 114; X = 819ms, SS = 102) olumlu, olumsuz, nötr ve belirsiz kelimelere SAB
belirti düzeyi düşük kadın katılımcılara (sırasıyla X = 749ms, SS = 121; X = 758ms, SS
= 109; X = 750ms, SS = 111; X = 762ms, SS = 119) kıyasla daha uzun sürede tepki
verdikleri görülmüştür. SAB belirti düzeyi ve cinsiyet değişkenleri göz önünde
bulundurulduğunda farklı kelime türleri arasındaki tepki süresi farkı ise istatistiksel
anlamlılık düzeyine ulaşmamıştır. SAB belirti düzeylerine göre kadın ve erkek
katılımcıların farklı kelime türlerine tepki süreleri Şekil 9 ve Şekil 10’da verilmiştir.
85
Şekil 9. Kadın katılımcıların kelime
türlerine göre tepki süreleri
Şekil 10. Erkek katılımcıların kelime
türlerine göre tepki süreleri
SAB belirti düzeyleri ve cinsiyet değişkenleri göz önünde bulundurulduğunda kelime
türüne göre katılımcıların tepki sürelerine ilişkin ortalama ve standart sapma değerleri
Tablo 14’te verilmiştir.
86
Tablo 14
SAB Belirti Düzeyleri Farklılaşan Erkek ve Kadın Katılımcıların Kelime Türüne Göre Tepki Süresi Ortalama ve Standart Sapma Değerleri
Cinsiyet
SAB Belirti
Düzeyi
Kelime Türü
Toplam
Tepki Süresi
Olumlu Kelime Olumsuz Kelime
Nötr Kelime
Belirsiz
Kelime
Düşük SAB
(n = 11)
Ort
786
804a
772a
786a
785a
SS
68
79
74
70
76
Yüksek SAB
(n = 6)
Ort
796
782a
804a
778a
803a
SS
95
94
121
87
93
Düşük SAB
(n = 33)
Ort
757
749a
758a
750a
762a
SS
141
121
109
103
119
Yüksek SAB
(n = 40)
Ort
825
839a
830a
817a
819a
SS
103
112
109
111
102
Tüm Katılımcılar
Ort
793
798a
795a
788a
793a
N = 90
SS
104
117
109
110
107
Erkek
(n = 17)
Kadın
(n = 77)
*Her bir satırda, aynı hafin yer aldığı ortalama değerler birbirlerinden farklılaşmamaktadır. *SAB = Sosyal Anksiyete Bozukluğu
87
Elde edilen bulgular incelendiğinde, tüm katılımcılar birlikte değerlendirildiğinde tüm
kelime türlerine neredeyse aynı sürede tepki verdikleri görülmüştür. Katılımcıların tepki
süreleri, cinsiyet, SAB belirti düzeyi ve kelime türü göz önünde bulundurularak
karşılaştırıldığında ise SAB belirti düzeyi yüksek kadınların tüm kelime türlerine SAB
belirti düzeyi düşük olan kadınlara kıyasla daha uzun sürede tepki verdikleri
görülmüştür. Erkek katılımcılar için ise kelime türlerine tepki süresi açısından gruplar
arası farka rastlanmamıştır.
88
10. BÖLÜM
ÜÇÜNCÜ AŞAMA
Araştırmanın bu aşamasında ilk olarak, mevcut araştırma kapsamında sosyal anksiyete
bozukluğu (SAB) belirtileri ve sosyal anksiyete bozukluğunda deneyimlenen dikkat
yanlılığına yönelik olarak geliştirilmiş olan dört haftalık Bilgece Farkındalık Temelli
Psikoeğitim programı tanıtılmıştır. İkinci olarak ise mevcut araştırma kapsamında
geliştirilmiş olan psikoeğitim programının etkililiğini incelemek amacıyla yapılmış olan
pilot çalışma bulgularına yer verilmiştir.
10.1. YÖNTEM
10.1.1 Örneklem
Araştırmanın üçüncü aşamasının örneklemini Başkent Üniversitesi’nde eğitimlerine
devam etmekte olan SAB belirti düzeyi yüksek katılımcılar oluşturmuştur.
Dört
psikoeğitim oturumundan oluşan Bilgece Farkındalık Temelli Psikoeğitim Programı’nın
ilk oturumunda 8’i kadın, 1’i erkek olmak üzere toplam 9 katılımcı yer almıştır. Ancak
2 katılımcı ikinci oturum itibariyle psikoeğitim programına devam etmeme kararı
almıştır. Son durumda, psikoeğitim programı SAB belirti düzeyi yüksek (Sosyal Kaygı
X = 59.29, SS = 8.61; Sosyal Kaçınma X = 54.42, SS = 9.88; SAB toplam X = 113.71,
SS = 18.22) olan 7 katılımcı ile tamamlanmıştır. Araştırmanın bu aşamasında yer alan
katılımcıların 1’ini erkek (%14.3), 6’sını (%85.7) ise kadın katılımcılar oluşturmuştur.
Katılımcıların yaş aralığı 17-20, yaş ortalaması ise 19.25 (SS = 1.2) olarak
hesaplanmıştır.
10.1.2. Veri Toplama Araçları
Araştırmanın bu aşamasında, katılımcıların SAB belirti düzeylerindeki değişimi
değerlendirmek amacıyla Liebowitz Sosyal Kaygı Ölçeği (LSKÖ), duygu düzenleme
güçlüğü düzeylerindeki değişimi değerlendirmek amacıyla Duygu Düzenleme Güçlüğü
89
Ölçeği (DDGÖ), bilgece farkındalık düzeylerindeki değişimi değerlendirmek amacıyla
ise Toronto Bilgece Farkındalık Ölçeği (TBFÖ) psikoeğitim programı öncesinde ve
sonrasında uygulanmıştır. Ayrıca, deneyimlenen dikkat yanlılığı düzeyindeki değişimi
değerlendirmek amacıyla katılımcılardan Duygusal Stroop Görevi’ni psikoeğitim
programı öncesinde ve sonrasında yeniden tamamlamaları beklenmiştir. Araştırmanın
bu aşamasında kullanılan ölçüm araçlarının psikometrik özellikleri ile Duygusal Stroop
Görevi’nin içeriği ve uygulanışına ilişkin bilgilere, mevcut araştırmanın ikinci
aşamasında yer verilmiştir.
10.1.2.1. Bilgece Farkındalık Temelli Psikoeğitim Programı Kapsamında Uygulanan
Egzersizler
Günümüzde kullanılan bilgece farkındalık odaklı müdahale yöntemlerinde ilk olarak
Budist manastırlarda yer verilen egzersizlere ve bu egzersizlerden yola çıkılarak
oluşturulmuş yeni uygulamalara yer verilmeye devam edilmiştir. Mevcut araştırma
kapsamında da bilgece farkındalık temelli uygulamalarda yer verilen meditasyon ve
gevşeme odaklı egzersizlerden faydalanılmıştır. Mevcut psikoeğitim programının
oturumlarında katılımcılar ile nefes egzersizi, gevşeme egzersizi, üzüm meditasyonu ve
dağ meditasyonu uygulamaları yapılmıştır.
10.1.2.1.1. Nefes Egzersizi
Nefes egzersizi, neredeyse tüm bilgece farkındalık meditasyonlarının temelini
oluşturmaktadır. Diyafram nefesinin uygulanması ile başlamakta ve sürdürülmektedir.
Nefes egzersizi uygulamasının temel amacı dikkatin zihinden geçen düşünceler yerine
içinde bulunulan a’na şefkatle odaklanılmasıdır. Nefes egzersizinin tamamlanması
yaklaşık 10 dakika sürmektedir. Egzersizin uygulama aşamaları aşağıdaki gibidir:
1. Sandalyenin üzerinde oturarak ya da uzanarak yapılabilen bir egzersizdir. Sandalye
üzerinde dik, iki ayak yere basacak şekilde oturulması gerekmektedir.
2. Katılımcılardan diyafram nefesi almaları istenir. Diyafram nefesi alınırken, nefesin
burundan alınması (yaklaşık 3 sn sürecek şekilde) ve ağızdan verilmesi (yaklaşık 7 sn
sürecek şekilde) istenir. Burundan alınan nefes ile birlikte karın bölgesinin şişmesi,
verilen nefes ile karnın inmesi beklenir. İlk uygulama sırasında katılımcılar tek ellerini
karın bölgelerinin üzerinde tutarak bu süreci takip edebilirler.
90
3. Nefesin burundan girip, ağızdan çıkması sürecinde tüm dikkat şefkatle nefese yönelir,
nefesin burunda ve ağızda yarattığı hisse odaklanılır.
4. Katılımcılara nefes egzersizi sırasında zihinlerinden düşünceler geçebileceği, çeşitli
duygular deneyimlediklerini fark edebilecekleri ya da bedensel duyumlarının
değişebileceği bilgisi verilir. Bu durumu fark ettikleri anda kendilerini yargılamadan,
şefkatle dikkatlerini yeniden nefeslerine yönlendirmeleri söylenir. Bu süreç tüm
egzersiz boyunca birkaç defa tekrar edilebilir (Williams, Teasdale, Segal ve Kabat Zinn,
2007).
10.1.2.1.2. Kasma-Gevşetme Egzersizi
Kasma-gevşetme egzersizi, stres ve kaygı tepkisi ile tetikte ve gergin olan bedende
gevşeme tepkisinin ortaya çıkarılmasını amaçlayan bir egzersizdir. Diyafram nefesi
uygulaması ile başlayan egzersiz, her nefes alındığında bir beden bölgesinin kasılması,
her nefes verildiğinde ise o beden bölgesinin gevşetilmesi ve kasma ve gevşeme tepkisi
arasındaki farkın, fark edilmesi ile devam eder. Kasma-gevşetme egzersizi yaklaşık 20
dakika sürmektedir. Egzersizin uygulama aşamaları aşağıdaki gibidir:
1. Egzersizin başlangıcı nefes egzersizinin başlangıcında olduğu gibidir. Aynı oturma
pozisyonu alınır ve diyafram nefesine başlanır.
2. Katılımcılardan birkaç diyafram nefesi alındıktan sonra burunlarından nefes alırken bir
taraftan da yumruklarını sıkmaları, nefeslerini verirken ise yumruklarını gevşetmeleri
istenir. Yumruklarda gevşeme tepkisinin ortaya çıkmasını takiben katılımcılardan
dikkatlerini kasma ve gevşetme tepkisi arasındaki farka vermeleri beklenmektedir.
3. Her bir beden bölgesi için kasma ve gevşetme süreci iki defa gerçekleşir. Yumrukları,
kollar, omuz, yüz, göğüs bölgesi, karın bölgesi, kalça, üst bacak, alt bacak, ayaklar takip
eder. Her bir beden bölgesi ikişer defa kasılır, gevşetilir ve aradaki farka odaklanılır.
4. Katılımcılardan son olarak bedenlerindeki tüm bölgeleri birden kasmaları ve
gevşetmeleri istenir. Bu süreç de iki defa tekrarlanır (Kabat-Zinn, 1995).
10.1.2.1.3. Üzüm Meditasyonu
Üzüm meditasyonu, bir çekirdeksiz kuru üzüm tanesinin bilgece farkında olarak duyu
organları aracılığı ile algılanmasına odaklanmaktadır. Tüm dikkatin üzüm tanesi
üzerinde olduğu egzersiz yaklaşık 15 dakika sürmektedir. Üzüm meditasyonunun
amacı, dikkatin belli bir süre belli bir uyaran üzerinde tutulması, uyaranın fark
edildiğinin fark edilmesi ve a’na odaklanılmasıdır. Egzersizin uygulama aşamaları
aşağıdaki gibidir:
1. Elde Tutma
91
Üzüm tanesi avuç içinde tutulur. Bir süre üzüm tanesinin ağırlığı fark edilir. Daha sonra
üzüm tanesinin ısısı – sıcaklığı, soğukluğu- fark edilir.
2. Bakma
Tüm dikkat üzüm tanesine verilerek, bakılır. Şekli, rengi fark edilir.
3. Dokunma
Üzüm tanesi baş parmak ve işaret parmağı arasında tutulur. Dokusu fark edilir.
4. Görme
Üzüm tanesi dikkatlice incelenir, görünen ve görünmeyen kıvrımları fark edilmeye çalışılır.
5. Koklama
Üzüm tanesinin kokusu fark edilir. Kokuyla birlikte midede ve ağızda olan değişimler
(salya vb.) fark edilir.
6. Ağza Yerleştirme
Üzüm tanesi, önce dudaklar değdirilerek, daha sonra ise ağız içine konularak fark edilir.
Herhangi bir çiğneme gerçekleşmez.
7. Tadına Bakma
Üzüm tanesi ısırılır ve tadı fark edilir.
8. Çiğneme
Üzüm tanesi yavaşça çiğnenir, yutulmadan çok ufak parçalar haline getirilir.
9. Yutma
Çiğnenecek parça kalmadığında üzüm tanesi yutulur. Mideye doğru hareketi fark edilir
(Chaskalson, 2014).
10.1.2.1.4. Dağ Meditasyonu
Dağ meditasyonunun amacı, özellikle stres deneyimlenen zamanlarda, bu durumun
geçici bir süreç olduğu ve içsel gücün her daim sabit ve kalıcı olduğunun fark
edilmesini sağlamaktır. Dağ meditasyonunun uygulanma süresi yaklaşık 20 dakikadır.
Egzersizin uygulama aşamaları aşağıdaki gibidir:
1. Sandalyenin üzerinde gözler kapalı ya da açık iken rahat bir şekilde fakat dik olarak
oturulur.
2. Diyafram nefesi ile meditasyona başlanır. Birkaç nefes sonra katılımcılardan oldukça
görkemli, büyük bir dağı olabildiğince tüm detaylarıyla gözlerinde canlandırmaları
istenir.
3. Dağ tüm detayları ile zihinden canlandırıldıktan sonra, katılımcılardan o dağın kendileri
olduğunu hayal etmeleri istenir. Katılımcılar kendilerini o dağ olarak düşünürler.
4. Katılımcılar kendilerini görkemli bir dağ olarak hayal ederken, pek çok doğa olayının
gerçekleştiğini,
mevsimlerin
değiştiğini
fakat
dağ
olarak
kendilerinin
görkemliliklerinden bir şey kaybetmediklerini imgelerler. Dağ üzerinde pek çok şey
değişmekte, fakat dağ hala sağlam, görkemli olarak kalmakta ve tüm olanları sakinlikle
etkilenmeden izlemektedir.
5. Katılımcılar kendilerini görkemli bir dağ olarak düşünürken, kendilerine bir taraftan
zihinlerinden düşünceler geçebileceği, çeşitli duygular deneyimleyebilecekleri bilgisi
verilir. Ancak katılımcılara bu deneyimleri görkemli dağın üzerinde olanlara baktığı
gibi dışarıdan izlemeleri ve geçip gitmesine izin vermeleri söylenir.
6. Katılımcılar sakin, dingin ve hazır hissettiklerinde egzersiz sonlandırılır (Kabat Zinn,
1995).
92
10.2. BİLGECE FARKINDALIK TEMELLİ PSİKOEĞİTİM PROGRAMI
Bilgece Farkındalık Temelli Psiko-eğitim Programı, SAB belirtileri deneyimleyen
bireylerin SAB belirtilerini ve olası bilişsel yanlılıklarını azaltmaya ve bu belirtileri ile
başa çıkma becerileri kazanmalarını sağlamaya yönelik olarak hazırlanmış bir
psikoeğitim programıdır. Psikoeğitim programı 4 hafta boyunca haftalık 2 saatlik
oturumlar ile grup uygulaması şeklinde yürütülmüştür. Her bir oturum seans içi
uygulamalar ve seanslar arası ödevlerle gerçekleştirilmiştir. Dört hafta süren
psikoeğitim programının her bir seansı için planlanmış olan içerik aşağıda sunulmuştur:
10.2.1. Birinci Oturum
Birinci oturum katılımcılardan alınan ön ölçümü takiben katılımcıların kendilerini grup
üyelerine tanıtmaları ve yaşadıkları sosyal anksiyete bozukluğu belirtilerini kısaca
paylaşmaları ile başlamıştır. İlk oturum;
stres, stres faktörleri, sosyal uyaranların
bireyler için bir stres faktörü haline gelmesi ve böylece sosyal kaygı belirtilerinin ortaya
çıkması üzerine bir psikoeğitim süreci ile başlamıştır. Bu psikoeğitim sürecinde kaygı
tepkilerinin düşük düzeyde olduğunda insanlar için oldukça işlevsel olabildiği ancak
yüksek düzeye çıktığı anda işlevselliğe zarar verebildiği ve bireylerde rahatsızlık hissi
uyandıran bedensel semptomları ortaya çıkarabildiği bilgisi aktarılmıştır. Oturumda,
sosyal uyaranların tehdit unsuru olarak algılanıp sosyal kaygı tepkisinin ortaya çıkması
ve bireylerin işlevselliğinin bozulması süreci sosyal anksiyete bozukluğu olarak
kavramsallaştırılmıştır. Oturum boyunca katılımcıların sosyal uyaranların tehdit unsuru
olarak algılanmasına ilişkin deneyimlerini aktarmaları sağlanmıştır.
Bu oturumda katılımcılara, bireylerin sosyal kaygı belirtilerinin ortaya çıkmasını
engellemek için kaçınma davranışları gösterilebildiği ancak kaçınmanın sosyal kaygıyı
azaltmak yerine arttırabildiği anlatılmıştır. Katılımcılara sosyal uyaranlar karşısında
deneyimleyebilecekleri bilişsel, duygusal, bedensel ve bilişsel belirtiler ile baş
etmelerine yardımcı olabilecek “nefes egzersizi” seans sırasında uygulaması yapılarak
öğretilmiştir.
93
Oturum Sırasında Alınan Ölçümler: Oturum öncesinde alınan ölçümlere ek olarak ilk
olarak oturum başında katılımcılardan o anki sosyal kaygı düzeylerini 10’lu Likert
tipinde değerlendirilen tek bir madde ile derecelendirmeleri istenmiştir. Seans sonunda
ise katılımcılardan sosyal kaygı düzeylerini yeniden belirtmeleri istenmiş, ayrıca bu
oturumdan akıllarında kalanları, oturumla ilgili kendilerine iyi gelen unsurları,
deneyimledikleri sosyal kaygıya ilişkin farkındalık düzeylerindeki değişimi, yapılan
nefes egzersizi uygulamasının zorluğunu ve günlük hayatta uygulamak için
uygunluğunu değerlendirmeleri istenmiştir.
Ev Ödevleri: Katılımcılardan ilk olarak bir hafta boyunca günde beş defa, on beşer kez
olmak üzere nefes egzersizi yapmaları ve yaptıkları egzersizi kendilerine verilen
Egzersiz Tablosu’na (Ek 4) not almaları istenmiştir. İkinci olarak katılımcılardan günlük
yaşamlarında kendilerinde sosyal kaygı belirtilerini ortaya çıkaran faktörleri ve hali
hazırda kullandıkları başa çıkma yollarını ve bu başa çıkma yollarının ne kadar işe
yaradığını kendilerine verilen Sosyal Kaygı Tepkisini Ortaya Çıkaran Durumlar
Tablosu’na (Ek 4) not almaları istenmiştir. Son olarak katılımcılardan kendileri için bir
kaçınma hiyerarşisi oluşturmaları, günlük yaşamlarında sosyal kaygı yaşamamak adına
kaçındıkları durumları ve kaçınılan durumların kendilerinde ne kadar kaygı yarattığını
100 üzerinden bir puan vererek Kaçınma Hiyerarşisi Tablosu’na (Ek 4) yazmaları
istenmiştir. Katılımcılara verilen ödevlerin yapılabilirliği katılımcılar ile tartışılmış ve
kendilerinin onay vermesi üzerine ödevlerde herhangi bir değişiklik yapılmamıştır.
10.2.2. İkinci Oturum
Bu oturumda ilk olarak katılımcıların yaptıkları ödevler alınmış ve ödevleri yapmakla
ilgili yaşadıkları sorunlar konuşulmuştur. Katılımcıların ödevlerini yaparken ne tür
zorluklar yaşadıkları not edilmiştir. İkinci oturumun içeriğine başlanılmadan önce
birinci oturumda üzerine konuşulan sosyal tehdit, kaygı, kaygı ve kaçınma ilişkisi tekrar
edilerek katılımcıların iki oturum arasında bağlantı kurmaları sağlanmıştır.
Bu oturumun temel konusunu kaygı tepkisini ortaya çıkaran durumlarda bilişsel
süreçlerin rolü oluşturmuştur. İlk olarak katılımcılara bireylerin kendileri ile ilgili
94
yüksek beklentileri olabileceği ve bu yüksek beklentilerin sosyal uyaranlar karşısında
aktif hale gelebileceği bilgisi aktarılmıştır. Bu tür koşullarda bireylerin dikkatlerinin
“ben’e” yönelebildiği, dikkatin “ben’e” yönelmesinin ise kendi benlik algıları, bedensel
duyumları ve performanslarının sonuçlarına ilişkin olumsuz beklentiler yaratabileceği,
bu beklentilerin duygu düzenlemeyi güçleştirebileceği anlatılmıştır. Çoğu zaman
bireylerin bu tepkilerle karşılaşmamak amacıyla güvenlik davranışlarına yönelebildiği
ve sosyal uyaranın varlığı sona erdikten sonra dahi bireylerin ruminasyon yapma
eğilimlerinin devam edebildiği aktarılmıştır. Bu modelin şematik gösterimi kolay takip
edebilmeleri açısından katılımcılara dağıtılmıştır. Modelin aktarımı sırasında ve
sonrasında katılımcıların kendi sosyal deneyimlerini model ile ilişkilendirmeleri ve grup
içinde paylaşmaları beklenilmiştir. Modelin aktarımından sonra kaygı deneyiminin
dikkat yönetimi ve dikkatin “ben’e” yöneltilmesi ile ilişkisi anlatılmış, dikkati uygun
yönetmenin ve beynimize bu beceriyi kazandırmanın kaygı ve duygu düzenlemedeki
rolü anlatılmıştır. Katılımcılara dikkat yönetimi uygulamaları gösterilmiştir. Bu
oturumun seans için egzersizini “üzüm meditasyonu” oluşturmuştur.
Oturum Sırasında Alınan Ölçümler: İlk olarak oturum başında katılımcılardan sosyal
kaygı düzeylerini 10’lu Likert tipinde değerlendirilen tek bir madde ile belirtmeleri
istenmiştir. Seans sonunda ise katılımcılardan kaygı düzeylerine ilişkin ölçüm yeniden
alınmıştır. Ayrıca bu oturumdan akıllarında kalanları, oturumla ilgili kendilerine iyi
gelen unsurları, deneyimledikleri sosyal kaygıya ilişkin farkındalık düzeylerindeki
değişimi, yapılan üzüm meditasyonunun zorluğunu ve günlük hayatta uygulamak için
uygunluğunu belirtmeleri istenmiştir.
Ev Ödevleri: Katılımcılara Egzersiz Tablosu (Ek 4) yeniden verilmiş ancak tabloya
nefes egzersizine ek olarak üzüm meditasyonuna ilişkin bir satır eklenmiştir ve
katılımcılardan hafta içinde yaptıkları nefes egzersizi ve meditasyon sıklığını not
almaları istenmiştir. İkinci olarak katılımcılardan günlük yaşamlarında, hayatlarında
doyum almalarını sağlayan özelliklerinin ne olduğunu, bu özellikleri ile ilgili kanıtları
ile birlikte Hayattan Doyum Alma Tablosu’na (Ek 4) not almaları beklenmiştir.
Böylelikle güçlü yönlerinin kendileriyle ilgili yüksek beklentiler engeline takılmadan
farkına varmaları amaçlanmıştır. Katılımcılara verilen ödevlerin yapılabilirliği
95
katılımcılar ile tartışılmış ve kendilerinin onay vermesi üzerine ödevlerde herhangi bir
değişiklik yapılmamıştır.
10.2.3. Üçüncü Oturum
Oturum başında katılımcılara bir önceki hafta yaptıkları ödevlerle ilgili yazılı
geribildirim verilmiş ve ödevlerin psikoeğitim sürecinin oldukça önemli bir parçası
olduğu vurgulanmıştır. Ayrıca, katılımcıların ödevlerini yaparken ne tür zorluklar
yaşayabildikleri tartışılmıştır. Üçüncü oturumun içeriğine başlanılmadan önce ikinci
oturumda üzerine konuşulan yüksek standartlar, sosyal tehdit, kaygı, dikkat yönetimi
ilişkisi tekrar edilerek katılımcıların zihin setleri üçüncü oturum için hazırlanmıştır.
Bu
oturumun
temel
konusunu
kaygı
tepkisini
ortaya
çıkaran
durumların
anlamlandırılması oluşturmuştur. Katılımcıların deneyimledikleri ve kendilerinde sosyal
tehdit algısı yaratan olaylarla ilgili “Bu olayla ilgili zihnimde nasıl bir görüntü var?,
“Olay sırasında aklımdan ne geçti?”, “En çok kaygı duyduğum anda başına
gelmesinden korktuğum durum ne idi?” “Olay bittikten sonra zihnimden ne geçti?” gibi
soruları sorgulamaları ve bu şekilde yaşadıkları olayları anlamlandırma becerisi
kazanmaları amaçlanmıştır. Bu oturumda, olaylara ilişkin yapılan yorumların hatalı
olabileceği varsayımından yola çıkılarak sosyal anksiyete bozukluğu belirtileri
deneyimleyen
bireylerde
sıklıkla
rastlanan
bilişsel
çarpıtmalar
katılımcılara
aktarılmıştır. Katılımcıların kolay takip edebilmeleri ve daha sonra okuyabilmeleri
açısından kendilerine bilişsel çarpıtmalar listesi verilmiştir. Zihnimizden geçen
düşüncelerin duygularımızı değiştirme gücü, bilişsel çarpıtmaların varlığında ortaya
çıkan duygunun kaygı duygusu olabileceği bilgisi verilmiştir. Katılımcılarda ikinci nesil
bilişsel davranışçı terapiler de olduğu gibi zihinlerinden geçen ve bilişsel çarpıtma
içeren düşünceyi rasyonel düşünce ile yer değiştirmek yerine üçüncü nesil bilgece
farkındalık odaklı bilişsel davranışçı terapilerde olduğu gibi fark etme, kendilerini
yargılamadan düşünceyi kabul ederek, düşüncelerini dışarıdan izleyerek geçip gitmesine
izin verme becerisinin kazandırılması amaçlanmıştır. Bu oturumun seans içi uygulaması
gevşeme egzersizi olarak belirlenmiş ve sosyal kaygı ve bilişsel çarpıtmalarla birlikte
gelen bedensel tepkileri yönetme becerisinin kazanılması hedeflenmiştir.
96
Oturum Sırasında Alınan Ölçümler: Oturum başında katılımcılardan sosyal kaygı
düzeylerini 10’lu Likert tipinde değerlendirilen tek bir madde ile belirtmeleri
istenmiştir. Seans sonunda ise katılımcıların kaygı düzeylerine ilişkin ölçüm yeniden
alınmıştır. Ayrıca bu oturumdan akıllarında kalanları, oturumla ilgili kendilerine iyi
gelen unsurları, deneyimledikleri sosyal kaygıya ilişkin farkındalık düzeylerindeki
değişimi, yapılan gevşeme egzersizinin zorluğunu ve günlük hayatta uygulamak için
uygunluğunu belirtmeleri istenmiştir.
Ev Ödevleri: Katılımcılara Egzersiz Tablosu (Ek 4) yeniden verilmiş ancak tabloya
nefes egzersizi ve üzüm meditasyonuna ek olarak gevşeme egzersizine ilişkin bir satır
eklenmiştir ve katılımcılardan hafta içinde yaptıkları nefes egzersizi, üzüm meditasyonu
ve gevşeme egzersizi sıklığını not almaları istenmiştir. İkinci olarak katılımcılardan
hafta içinde sosyal kaygı deneyimledikleri durumları takip ederek olay, duygu, düşünce,
bilişsel çarpıtma ve tekrar duygu sütunlarını içeren Bilişsel Çarpıtma Takip Formunu
(Ek 4) doldurmaları istenmiştir. Katılımcılara verilen ödevlerin yapılabilirliği
katılımcılar ile tartışılmış ve kendilerinin onay vermesi üzerine ödevlerde herhangi bir
değişiklik yapılmamıştır.
10.2.4. Dördüncü Oturum
Oturum başında katılımcılara bir önceki hafta yaptıkları ödevlerle ilgili yazılı
geribildirim verilmiş ve ödevlerin psikoeğitim sürecinin oldukça önemli bir parçası
olduğu vurgulanmıştır. Ayrıca, katılımcıların ödevlerini yaparken ne tür zorluklar
yaşayabildikleri tartışılmıştır. Dördüncü oturumun içeriğine başlanılmadan önce üçüncü
oturumda üzerine konuşulan düşünce, bilişsel çarpıtmalar, düşüncelerin kabul edilip
dışarıdan izlenilmesi ve duygu yönetimi ilişkisi tekrar edilerek katılımcıların zihin
setleri dördüncü oturum için hazırlanmıştır.
Bu oturumun temel konusunu sosyal anksiyete bozukluğu belirtileri deneyimleyen
bireylerin deneyimledikleri bilişsel çarpıtmaların kökenlerinin neler olabileceği
oluşturmuş ve çocuk, ebeveyn ve sağlıklı yetişkin modları katılımcılara aktarılmıştır. İlk
olarak modların nasıl gelişmiş olabileceği anlatılmıştır. Katılımcılardan anlatılan bilgiler
97
ışığında kendi yaşamlarından örnekler üretmeleri beklenilmiştir. Daha sonra, bireylerin
sosyal uyaranlar karşısında kendi benliklerine ilişkin zihinlerinden geçirdikleri
düşüncelerin genel olarak belli başlı temalarının olabileceği, bu temaların çoğu zaman
eleştirel ve cezalandırıcı ebeveyn modlarından olmak üzere zaman zaman da öfkeli,
yalnız, kırılgan çocuk modlarında gelebileceği bilgisi aktarılmıştır. Asıl ulaşılmak
istenilen ve çoğu koşulda benliğimize hâkim olmasını beklediğimiz modun ise sağlıklı
yetişkin mod olduğu belirtilmiştir. Bu mod aracılığıyla üretilen düşüncelerin daha
rasyonel ve duyguları olumlu yönde şekillendiren düşünceler olabildiği bilgisi
verilmiştir. Bilgece farkındalık temelli terapilerin fark etmeye ve yargılamadan kabul
etmeye odaklı doğası göz önünde bulundurularak, bu modların bireylerde görülme süre
ve sıklıklarının değişebildiği, bu konuda psikolojik esnekliğe sahip olunabildiği
anlatılmıştır. Modların aktarımı sırasında katılımcıların ebeveynlerine ilişkin suçlayıcı
bir takım düşünceleri olabileceği varsayımından yola çıkılarak ebeveynlerinin
kendilerine yönelik tutumlarına ilişkin atıfları sorgulanmış, ebeveynlerinin bildikleri en
iyi ebeveynlik stilini uygulamış olabilecekleri özellikle vurgulanmıştır. Bu seans
sonunda seans içi egzersiz olarak dağ meditasyonu yapılmış ve sağlıklı yetişkin
modunun farkındalığının arttırılması amaçlanmıştır.
Dördüncü oturumun son oturum olmasına bağlı olarak katılımcıların tüm oturumlarla
ilgili görüşleri, oturumlardan sağladıkları yararlar, kazanabildikleri baş etme becerileri
ve oturumlara ilişkin yorumları alınarak oturum tamamlanmıştır.
Oturum Sırasında Alınan Ölçümler: Oturum başında katılımcılardan sosyal kaygı
düzeylerini 10’lu Likert tipinde değerlendirilen tek bir madde ile belirtmeleri
istenmiştir. Seans sonunda ise katılımcıların kaygı düzeylerine ilişkin ölçüm yeniden
alınmıştır. Ayrıca bu oturumdan akıllarında kalanları, oturumla ilgili kendilerine iyi
gelen unsurları, deneyimledikleri sosyal kaygıya ilişkin farkındalık düzeylerindeki
değişimi, yapılan dağ meditasyonunun zorluğunu ve günlük hayatta uygulamak için
uygunluğunu belirtmeleri istenmiştir. Psikoeğitim programının son oturumu olmasına
bağlı olarak katılımcılardan ayrıca tüm oturumları olumlu ve olumsuz yönleri ile yazılı
olarak değerlendirmeleri istenmiştir. Oturum sonunda katılımcılardan ilk oturum
98
öncesinde alınan tüm ölçümler yeniden alınmış ve bu ölçümler mevcut araştırmanın son
ölçümlerini oluşturmuştur.
Ev Ödevleri: Katılımcılardan Egzersiz Tablosu (Ek 4) yeniden verilmiş ancak tabloya
nefes egzersizi, üzüm meditasyonuna ve gevşeme egzersizine ek olarak dağ
meditasyonunu içeren bir satır eklenmiştir ve katılımcılardan hafta içinde yaptıkları
egzersiz ile meditasyon çeşidi ve sıklığını not almaları istenmiştir. Katılımcılardan
üçüncü oturum sonunda kendilerine verilen Bilişsel Çarpıtma Takip Formunu (Ek 4)
yeniden doldurmaları ve düşünceleri ve başa çıkma stillerini takip etmeleri beklenmiştir.
Son olarak katılımcılara Ego Durumları Egzersizi Formu (Ek 4) verilmiş ve
deneyimlenen olay, zihinden geçen düşünce, bu düşüncenin hangi moddan gelmiş
olabileceği, davranış ve davranışın hangi mod tarafından yapılmış olabileceğini takip
ederek not almaları beklenmiştir. Katılımcılara verilen ödevlerin yapılabilirliği
katılımcılar ile tartışılmış ve kendilerinin onay vermesi üzerine ödevlerde herhangi bir
değişiklik yapılmamıştır. Bu oturum son oturum olduğu için katılımcılar dördüncü
oturum sonunda kendilerine verilen ödevleri bir hafta sonra uygulamacıya iletmişlerdir.
10.2.5. İşlem
Araştırmanın bu aşamasında araştırmaya gönüllü katılımları teyit edilen katılımcılara 4
hafta boyunca haftada 2 saat süren Bilgece Farkındalık Temelli Psikoeğitim Programı
uygulanmıştır. Uygulama, Başkent Üniversitesi Psikoloji Bölümü’nde, her hafta
Pazartesi Günleri 17:00-19:00 saatleri arasında, aynı salonda klinik psikoloji doktora
programı öğrencisi tarafından gerçekleştirilmiştir. Psikoeğitim programının etkililiğini
incelemek amacıyla Psikoeğitim Programı’nın ilk oturumu öncesinde katılımcıların
uygulama salonuna yarım saat erken gelmeleri istenmiş, katılımcılardan LSKÖ, DDGÖ
ve TBFÖ’ni grup uygulaması şeklinde doldurmaları beklenmiştir. Bu ölçümler alınırken
katılımcılara deney odasında bireysel olarak Duygusal Stroop uygulanmıştır. Bilgece
Farkındalık Temelli Psikoeğitim Programı seans içi uygulamalar ve seanslar arası
ödevler ile 4 hafta boyunca devam etmiştir. Uygulamalar sırasında katılımcıların
psikoeğitim içeriğini kolay takip edebilmeleri için sunu dosyaları kullanılmış,
projeksiyon cihazı aracılığı ile sununun yansıtılması sağlanmış, gerekli durumlarda
99
katılımcılara ayrıca oturum içeriğine ilişkin yazılı materyaller verilmiştir. Son oturumun
sonunda katılımcılardan yeniden LSKÖ, DDGÖ ve TBFÖ’ni doldurmaları beklenmiş ve
kendilerine yeniden Duygusal Stroop uygulanmıştır. Psikoeğitim programı başında
kendilerine belirtildiği gibi katılımcıların psikoeğitim programına devamlılıklarını
sağlamak amacıyla her bir oturum için 10 TL katılım ücreti ödenmiştir. Ücret programın
sonunda katılımcıların banka hesaplarına yatırılmıştır. Ayrıca Bilgece Farkındalık
Temelli Psikoeğitim Programını’nı takip eden 15 gün içerisinde müdahale programının
etkililiğine ilişkin araştırma bulguları katılımcılar ile paylaşılmıştır.
10.2.6. Verilerin Analizi
Araştırmanın bu aşamasında katılımcılar tarafından doldurulan ölçekler aracılığıyla elde
edilen veri ile Duygusal Stroop aracılığıyla elde edilen veri SPSS programı aracılığı ile
analiz edilmiştir. Araştırmanın bu aşamasında yer alan katılımcı sayısının az olması
sebebiyle parametrik test sayıltıları karşılanmamıştır. Bu sebeple araştırma verileri bu
aşamada Wilcoxon İşaretli Sıralar Testi aracılığı ile analiz edilmiştir.
100
11. BÖLÜM
BULGULAR
Araştırmanın üçüncü araştırma sorusunun ilk alt sorusunu Bilgece Farkındalık Temelli
Psikoeğitim Programı’na katılan bireylerin SAB belirti düzeyi, bilgece farkındalık ve
duygu düzenleme güçlüğü ön ölçüm ve son ölçüm puanlarının farklılaşıp
farklılaşmadığı oluşturmuştur (Araştırma Sorusu 3-a). Bu araştırma sorusunu incelemek
amacıyla, Bilgece Farkındalık Temelli Psikoeğitim Programına katılan katılımcıların
sosyal kaygı, sosyal kaçınma, SAB belirtileri ile duygu düzenleme güçlüğü ve bilgece
farkındalık düzeylerindeki değişimi değerlendirmek amacıyla ön ve son test
ölçümlerinden aldıkları toplam puanlar üzerinden Wilcoxon İşaretli Sıralar Testi
yapılmıştır. Test sonuçları katılımcıların SAB belirti, z = -1.99, p < .05, ve sosyal
kaçınma düzeyleri, z = -2.22, p < .05, ile duygu düzenleme güçlüğü, z = -1.99, p < .05
ve amaç odaklı davranışlara yönelme toplam puanlarında, z = -2.12, p < .05, ön test ve
son test ölçümleri arasında istatistiksel olarak anlamlı düzeyde fark olduğunu
göstermiştir. Sosyal kaygı, duygu düzenleme güçlüğünün diğer alt boyutları (duygusal
tepkilere
ilişkin
farkındalığın
olmaması
[Farkındalık],
duygusal
tepkilerin
anlaşılmaması [Açıklık], duygusal tepkilerin kabul edilmemesi [Kabul Etmeme], etkili
olarak algılanan duygu düzenleme stratejilerine sınırlı erişim [Stratejiler], olumsuz
duygular deneyimlerken dürtülerin kontrolünde güçlük yaşama [Dürtü]) açısından ön
test ve son test ölçümleri arasında ise istatistiksel olarak anlamlı düzeyde bir farka
rastlanmamıştır. Wilcoxon İşaretli Sıralar Testi sonuçları Tablo 15’te verilmiştir.
101
Tablo 15
LSKÖ, DDGÖ ve TBFÖ Ön ve Son Test Karşılaştırmaları için Wilcoxon İşaretli Sıralar
Testi Sonuçları
Değişken
Ön Test/Son Test
n
Sosyal Kaygı
Negatif Sıra
5
4.30
21.50
Pozitif Sıra
2
3.25
6.50
Sosyal
Negatif Sıra
6
4.50
27
Kaçınma
Pozitif Sıra
1
1
1
LSKÖ
Negatif Sıra
5
4
20
Pozitif Sıra
1
1
1
Eşit
1
Negatif Sıra
3
3.50
10.50
Pozitif Sıra
3
3.50
10.50
Eşit
1
Kabul
Negatif Sıra
4
4.42
26.50
Etmeme
Pozitif Sıra
2
1.50
1.50
Eşit
1
Negatif Sıra
6
4.42
26.50
Pozitif Sıra
1
1.50
1.50
Negatif Sıra
5
4.60
23.00
Pozitif Sıra
2
2.50
1.50
Negatif Sıra
3
4.33
13.00
Pozitif Sıra
4
3.75
15.00
Negatif Sıra
3
2.83
8.50
Pozitif Sıra
1
1.50
1.50
Farkındalık
Amaç
Stratejiler
Dürtü
Açıklık
Sıra Ortalaması Sıra Toplamı
z
p
-1.27
.03
-2.22
.20
-1.99
.04
.00
1.00
-1.38
.17
-2.12
.03
-1.55
.12
-.17
.87
-1.30
.19
102
Eşit
3
Negatif Sıra
5
4
20.00
Pozitif Sıra
1
1
1
Eşit
1
Etkilenmeden
Negatif Sıra
3
3.67
11.00
İzleme
Pozitif Sıra
3
3.33
10.00
Eşit
1
Negatif Sıra
4
4.25
17.00
Pozitif Sıra
2
2.00
4.00
Eşit
1
Negatif Sıra
5
3.30
16.50
Pozitif Sıra
2
5.75
11.50
DDGÖ
Merak
TBFÖ
-1.99
.04
-.11
.91
-1.38
.17
-.42
.67
*SAB = Sosyal Anksiyete Bozukluğu, DDGÖ = Duygu Düzenleme Güçlüğü Ölçeği, TBFÖ = Toronto
Bilgece Farkındalık Ölçeği
Tablo 15’ten görüleceği gibi, fark puanlarının sıra ortalamaları dikkate alındığında bu
farkın negatif sıralar lehine olduğu görülmüştür. Diğer bir değişle, Bilgece Farkındalık
Temelli Psikoeğitim Programı sonunda katılımcıların sosyal kaçınma ve SAB belirti
düzeyleri ile amaç odaklı davranışlara yönelme ve duygu düzenleme güçlüğü toplam
puanlarında azalma gözlenmiştir.
Bu araştırmanın üçüncü araştırma sorusunun ikinci alt sorusunun Bilgece Farkındalık
Temelli Psikoeğitim Programı’na katılan bireylerin dikkat yanlılığı ön ölçüm ve son
ölçüm puanlarının farklılaşıp farklılaşmadığı oluşturmuştur (Araştırma Sorusu 3-b). Bu
araştırma sorusunun incelemek amacıyla, Bilgece Farkındalık Temelli Psikoeğitim
Programı’na katılan katılımcıların Duygusal Stroop ön ve son ölçümlerinden aldıkları
toplam puanlar üzerinden bir Wilcoxon İşaretli Sıralar Testi daha yapılmıştır. Analiz
sonuçları incelendiğinde katılımcıların olumlu, olumsuz, nötr ve belirsiz kelimeler ile
toplam tepki sürelerine ilişkin alınan ön ve son ölçüm arasında istatistiksel olarak
103
anlamlı düzeyde farka rastlanmamıştır. Katılımcıların tepki sürelerine ilişkin değişim
Şekil 11’de verilmiştir.
Şekil 11. Katılımcıların ön ve son ölçümlerde kelime türlerine göre tepki süreleri
Katılımcılardan Duygusal Stroop Testi aracılığı ile alınan ön ve son ölçümlerde farklı
kelime türlerine göre tepki sürelerine ilişkin ortalama ve standart sapma değerleri Tablo
16’da verilmiştir.
Tablo 16
Ön ve Son Ölçümlerde Farklı Kelime Türlerine Göre Tepki Süresi Ortalama ve
Standart Sapma Değerleri
Toplam
Olumlu Kelime Olumsuz Kelime Nötr Kelime Belirsiz Kelime
Tepki Süresi
Ort (SS)
Ort (SS)
Ort (SS)
Ort (SS)
Ort (SS)
Ön Ölçüm
862 (87)
880 (130)
866 (84)
838 (120)
862 (81)
Son Ölçüm
800 (62)
809 (70)
824 (70)
786 (82)
794 (78)
Elde edilen bulgular incelendiğinde, Duygusal Stroop ön ve son ölçümleri arasında
katılımcıların toplam tepki süresi ile olumlu kelimeler, olumsuz kelimeler ve nötr
kelimelere verdikleri tepki süreleri azalan bir eğilim göstermiştir. Ancak bu azalma
istatistiksel olarak anlamlı düzeye ulaşmamıştır.
104
12. BÖLÜM
TARTIŞMA
Bu araştırmanın ilk aşamasında sosyal anksiyete bozukluğu (SAB) ile ilişkili psikolojik
değişkenler incelenmiş, ikinci aşamasında SAB belirti düzeyi yüksek ve düşük olan
gruplar bilişsel yanlılıklar açısından karşılaştırılmıştır. Araştırmanın son aşamasında ise
elde edilen bulgular ışığında SAB belirtilerine ve SAB belirtileri deneyimleyen
bireylerin bilişsel yanlılıklarına yönelik olarak Bilgece Farkındalık Temelli Psikoeğitim
programı hazırlanarak bir pilot çalışma aracılığı ile bu psikoeğitim programının
etkililiği araştırılmıştır. Bu bölümde, mevcut araştırmada elde edilen bulgular ilgili
literatür ışığında tartışılmış, çalışmanın genel sonuçları ve sınırlılıkları ile gelecek
araştırmalar için öneriler sunulmuştur.
12.1. SAB BELİRTİ DÜZEYİ YÜKSEK VE DÜŞÜK OLAN BİREYLERİN SAB
İLE İLİŞKİLİ PSİKOLOJİK DEĞİŞKENLER AÇISINDAN
KARŞILAŞTIRILMASINA İLİŞKİN BULGULARIN TARTIŞILMASI
Mevcut araştırma kapsamında elde edilen bulgular incelendiğinde SAB belirti düzeyi
yüksek olan bireylerin SAB belirti düzeyi düşük olan bireylere kıyasla somatizasyon,
obsesif-kompulsif, kişilerarası duyarlılık/duyarsızlık, depresyon, öfke/düşmanlık,
paranoya ve psikotizm belirti düzeylerinin daha yüksek olduğu görülmüştür.
Somatizasyon belirtileri ve SAB belirtileri ilişkisi incelendiğinde, somatik belirtilerin
SAB belirtilerinin önemli bir bileşeni olduğu göze çarpmaktadır. Clark ve Wells’in
(1995) SAB modelinde de yer verildiği gibi, somatik belirtiler SAB belirtilerinin devam
etmesinin önemli yordayıcılarından biri olarak tanımlanmıştır. Diğer bir değişle, SAB
belirtileri deneyimleyen bireylerin kaygı deneyimleri sırasında somatik belirtilerinin
diğerleri tarafından görüleceğine ilişkin yaşadıkları korku ve çoğu zaman somatik
belirtilerini hatalı yorumlama eğilimleri, SAB belirtilerinin sürdürülmesi ile ilişkili
olabilmektedir (Clark ve Wells, 1995). Dolayısıyla, çoğu anksiyete bozukluğunun
olduğu gibi (Gupta ve Perez-Edgar, 2012) sosyal anksiyete bozukluğunun da
105
somatizasyon belirtileri ile ilişkili olması alan yazın ile tutarlı bir bulgu olma özelliği
taşımıştır. Ayrıca, alan yazında somatizasyon belirtilerinin deneyimlenmesinde cinsiyet
farkından söz edilmiş ve kadınların erkeklere kıyasla daha fazla somatizasyon belirtileri
deneyimledikleri not edilmiştir (Romero-Acosta, Penelo ve Noorian, 2013). Mevcut
araştırma katılımcılarının çoğunluğunu kadın katılımcıların oluşturması, elde edilen
somatizasyon
ve
SAB
belirtileri
ilişkisi
için
açıklayıcı
bir
faktör
olarak
değerlendirilebilmektedir.
SAB belirti düzeyi yüksek olan bireylerin düşük olan bireylere kıyasla obsesifkompulsif belirti düzeylerinin de yüksek olması yönündeki araştırma bulgusu
incelediğinde, sosyal anksiyete ile ilgili düşüncelerin obsesif belirtiler, sosyal anksiyete
belirtilerinden kaçınmak için gerçekleştirilen güvenlik davranışlarının ise kompulsif
belirtiler ile ilişkilendirildiği görülmüştür (Bjornnson ve Phillips, 2014). SAB belirtileri
deneyimleyen bireylerin sosyal ortamlarda karşılaştıkları zorluklarla ilişkili rahatsız
edici imgelere (sunum sırasında her şeyi unutmak, izleyicilere rezil olmak vb.) maruz
kalabildikleri bilinmektedir. Araştırma bulguları, yüksek SAB belirti düzeyine sahip
bireylerin zihinlerinden geçen gerçek ve hayali imgelerin obsesyonlara benzer nitelik
taşıyabildiğini ve bireyleri bu imgelerden kurtulmak için belli cümleleri tekrar etmek,
ellerinde bir bardak tutup devamlı su içmek gibi güvenlik davranışlarına, yani
kompulsiyonlara yönelebildiğini göstermiştir (Bjornnson ve Phillips, 2014). Benzer
şekilde obsesif kompulsif bozukluk (OKB) ve SAB eş tanı oranları incelendiğinde OKB
belirtileri deneyimleyen bireylerin yaşam boyu SAB belirtileri deneyimleme oranlarının
yaklaşık %33 ile %43 (Asuncao ve ark., 2012), SAB belirtileri deneyimleyen bireylerin
OKB belirtileri deneyimleme oranının ise %2 ile %11 arasında değiştiği belirtilmiştir
(Brown, Campell, Lehman, Grisham ve Mancill, 2001). Yüksek eş tanı oranları göz
önünde bulundurulduğunda bu araştırmada elde edilen bulgunun alan yazın ile tutarlı
olduğu düşünülmüştür.
Major depresif bozukluk, SAB belirtileri deneyimleyen bireyler tarafından sıklıkla eş
tanı olarak (%41 - %48) deneyimlenmektedir (Brown, Campell, Lehman, Grisham ve
Mancill, 2001). Ayrıca, depresyona eğilimli kişilik örüntüsüne sahip bireylerdeki
yüksek düzey kişilerarası duyarlılığın (kişilerarası ilişkilerle ilgili yoğun bilişsel uğraş,
ruminasyon, reddedilmeye duyarlılık) SAB belirtileri deneyimleyen bireylerde de
106
gözlenebildiğine ilişkin araştırma bulgularına rastlanmıştır (Vidyanidhi ve Sudhir,
2009). Dolayısıyla, SAB belirtileri deneyimleyen bireyler gerek deneyimledikleri
psikopatolojinin doğası gereği gerekse komorbid olarak deneyimledikleri depresif
belirtilere bağlı olarak yüksek düzey kişilerarası duyarlılık yaşayabilmektedirler. Ancak
benliğe döndürülmüş öfke olarak tanımlanabilecek depresyonun, çevreye döndürülen
öfke ve saldırganlık şeklindeki görünümü ile SAB belirtilerinin ilişkilendirilmesine alan
yazında pek sık rastlanılmamasına rağmen mevcut araştırmada SAB belirti düzeyi
yüksek olan bireylerin düşük olan bireylere kıyasla öfke/düşmanlık düzeylerinin de
yüksek olduğu gözlenmiştir. Kendini düzenleme kuramı açısından bakıldığında,
reddedilme (gerçek ya da algılanan) ile agresif ve dürtüsel davranışlar arasında bir ilişki
olduğu görülmektedir (Leary, Twenge ve Quinlivan, 2006). Başkaları tarafından kabul
edilme arzusunun bir göstergesi olarak reddedilmeye ilişkin kaygılar, bireylerin yoğun
öfke deneyimlemeleri ya da öfkelerini saldırganca davranışlar ile ifade etmeleri şeklinde
görülebilmektedir (Ayduk, Downey, Testa ve Yen, 1999). SAB belirtileri deneyimleyen
bireyler açısından düşünüldüğünde ise belirsiz durumlar dahi sosyal bir tehdit,
reddedilme ya da benliğe, performansa ilişkin olumsuz değerlendirilme olarak
algılanabilmektedir (Amir, Foa ve Coles, 1998). Dolayısıyla SAB belirtileri
deneyimleyen tüm bireyler olmasa da bir grup bireyin yüksek düzeyde reddedilme
algılarına paralel olarak saldırganca ve dürtüsel davranışlar sergileyebildikleri
düşünülmektedir.
SAB belirtileri deneyimleyen bireyler yaşadıkları kaygıyı ve reddedilme hassasiyetini
öfke, düşmanlık ya da saldırganlıkla ifade edebildikleri gibi psikotik özellikli olmayan
paranoid belirtiler ile de ifade edebilmektedirler. Diğer bir değişle, SAB belirtileri
deneyimleyen bireyler paranoya yaşantısındaki başkalarından zarar görme düşüncesinde
olduğu
gibi
başkaları
tarafından
eleştirilme,
reddedilme
korkusu
deneyimleyebilmektedirler (Hoffman ve ark., 2004). Örneğin, SAB belirtileri
deneyimleyen bireylerin ses tonundaki titreme diğerleri tarafından kabul edilmeyeceği,
reddedileceği veya beğenilmeyeceği düşüncesini ve başkalarının kendilerine yönelik
tutumuna ilişkin olumsuz atıflarını beraberinde getirebilmektedir. Ancak bu araştırma
kapsamında, SAB belirti düzeyi yüksek olan bireylerin düşük olan bireylere kıyasla
paranoya belirti düzeylerinin yüksek olduğu bulgusu elde edilmiş olsa da, alan yazın
paranoyanın çok boyutlu değerlendirilmesi gereken bir kavram olduğunu ve normal
107
kabul edilebilir aralıktaki paranoya ile psikotik özellikli paranoyanın birbirlerinden ayırt
edilmesi gerektiğini savunmaktadır (Tone, Goulding ve Compton, 2011). Mevcut
araştırmada elde edilen benzer bir bulguyu, SAB belirti düzeyi yüksek olan bireylerin
psikotizm belirti düzeylerinin de yüksek olduğu bulgusu olmuştur. Yapılan
araştırmalarda, psikotik bozukluklar ile anksiyete bozukluklarının eş tanı oranlarının
yüksek olduğu ve anksiyete bozuklukları arasında sosyal anksiyete bozukluğunun
psikotik bozukluklarla birlikte en sık görülen anksiyete bozukluğu olduğu
vurgulanmıştır (Pallantini, Quercioli ve Hollander, 2004). Ancak mevcut araştırma
kapsamında elde edilen bulgunun, psikotik bozukluk ve SAB eş tanısından ziyade
çoğunlukla psikotik bozuklukların davranışsal inhibisyonu ve sosyal etkileşimdeki
azalmayı
içeren
psikozun
negatif
belirtileri
ile
örtüşmeden
kaynaklandığı
düşünülmüştür.
Mevcut araştırma kapsamında SAB belirti düzeyi yüksek olan bireylerin düşük olan
bireylere kıyasla, somatizasyon, obsesyon-kompulsiyon, depresyon, paranoya ve
psikotizm belirtileri gibi psikolojik belirtiler açısından da yüksek belirti düzeyine sahip
olmaları alan yazın ile oldukça tutarlıdır. Ancak SAB belirti düzeyi yüksek olan
bireylerin yüksek öfke/saldırganlık düzeyine sahip olabildiklerine ilişkin bulguya sınırlı
sayıda araştırmada yer verilmiştir (örn. Kashdan ve Hoffman, 2007). Dolayısıyla,
yapılacak yeni araştırmalar ile bu bulgunun incelenmesine ihtiyaç duyulmaktadır.
12.2. SAB BELİRTİ DÜZEYİ YÜKSEK VE DÜŞÜK OLAN BİREYLERİN
DUYGU DÜZENLEME GÜÇLÜĞÜ VE BİLGECE FARKINDALIK
DEĞİŞKENLERİ AÇISINDAN KARŞILAŞTIRILMASINA İLİŞKİN
BULGULARIN TARTIŞILMASI
Mevcut araştırma kapsamında SAB belirti düzeyi yüksek ve düşük grupların
karşılaştırıldığı değişkenlerden biri ise duygu düzenleme güçlüğüdür. Duygu
düzenleme, bireyin, deneyimlediği duyguları ne zaman, hangi şiddette, nasıl
deneyimleyeceğine ve bu duyguları nasıl ifade edeceğine ilişkin çabası olarak
tanımlanmaktadır (Gross, 1998). Duygu düzenleme güçlüğünde ise bireylerin
108
duygularına yönelik bilinçli ya da bilinçdışı olarak gerçekleşen çabası sonuçsuz
kalmakta ve istenilen amaca ulaşılamamaktadır. Duygu düzenlemeye ilişkin yaşanan
problemlerin psikopatolojilerle ilişkili
olduğunu savunan alan yazın bulguları
mevcuttur ve SAB bu psikopatolojiler arasında yer almıştır (Aldao ve ark., 2010).
Aldao ve arkadaşları (2010) tarafından yapılan derleme çalışmasında SAB belirtileri
deneyimleyen bireylerin davranışsal ve duygusal olarak kaçınma, duyguları bastırma,
ifade edememe ve ruminasyon eğilimleri olduğu, duyguları kabul etmeye, karşılaşılan
durumu yeniden değerlendirmeye ya da problemi çözmeye ilişkin işlevsel çabalarının
ise yetersiz kaldığı belirtilmiştir. Başka bir araştırmada ise SAB belirtileri deneyimleyen
bireylerin duygu düzenleme problemleri; sosyal uyaranlara yönelik kaçınma
davranışları göstermeleri (ortam seçimi), sosyal uyaranların varlığında güvenlik
davranışlarında bulunmaları (ortam düzenlemesi), dikkatlerini olumsuz uyarandan
çekememeleri ya da dikkatlerini fazlaca “ben”e yönelmeleri (dikkat dağılımı), sosyal
uyaranlara ilişkin bilişsel yeniden değerlendirmede zorluk yaşamaları (bilişsel değişim)
ve kaygılarına ifade etmekten kaçınmaları (tepki düzenlemesi) ile ilişkilendirilmiştir
(Jazaiere, Morrison, Goldin ve Gross, 2015). Benzer şekilde, bu araştırmada da SAB
belirti düzeyi yüksek olan bireyler düşük olan bireylere kıyasla duygu düzenleme
güçlüğünün, duygusal tepkilerin anlaşılmaması (Açıklık), duygusal tepkilerin kabul
edilmemesi (Kabul etmeme), etkili olarak algılanan duygu düzenleme stratejilerine
sınırlı erişimin olması (Stratejiler), olumsuz duygular deneyimlerken amaç odaklı
davranışlarda bulunmada güçlük yaşanması (Amaçlar) boyutlarından daha yüksek puan
almışlardır. Mevcut araştırma kapsamında duygulara ilişkin farkındalık için gruplar
arası farka rastlanmazken, alan yazında SAB belirtileri deneyimleyen bireylerin sağlıklı
kontrol grubuna kıyasla duygularına ilişkin farkındalık düzeylerinin daha düşük olduğu
bulgusuna sıklıkla rastlanmaktadır (Blalock, Kashdan ve Farmer, 2016; Turk,
Heimberg, Lutherek, Mennin ve Fresco, 2005). Ancak, yapılan meta-analiz
çalışmalarında, özellikle SAB ile sağlıklı kontrol grubunun duygulara ilişkin farkındalık
ve açıklık değişkenleri açısından karşılaştırıldıkları çalışmalarda elde edilen etki
büyüklüğünün düşük olduğunu (r = -.18) belirtmiştir (Otoole, Hougaard ve Mennin,
2013). Ayrıca, Turk ve arkadaşları (2005) tarafından yapılan başka bir çalışmada ise
duygulara ilişkin farkındalığın yüksek ya da düşük düzeyde olmasının psikopatolojilerle
ilişkilendirilmesinde temkinli olunması gerektiği, işlevsel olanın uygun yer ve zamanda
109
duygulara ilişkin uygun düzeyde farkındalığa sahip olmak olduğu ifade edilmiştir. Son
olarak, ölçeğin Türkçe formunda, bu alt ölçeğin ayırt edici geçerliliği şüphe
uyandırmıştır. Diğer bir değişle, ölçeğin uyarlama çalışmasında “farkındalık” alt
ölçeğinin Kısa Semptom Envanteri ile düşük düzeyde korelasyon göstermiştir ve
ölçeğin uyarlama çalışmasında elde edilen bulgu ile bu araştırmada elde dilen bulgunun
birbirlerini destekler nitelikte olduğu düşünülmüştür. Mevcut araştırma kapsamında
gruplar arası istatistiksel olarak anlamlı düzeyde farka rastlanmayan bir diğer duygu
düzenleme güçlüğü boyutu ise dürtü kontrolüdür. Alan yazın incelendiğinde, sosyal
anksiyete bozukluğunun dürtü kontrolünde zorluk yaşayan ve risk alma eğilimi yüksek
olan küçük bir alt grubunun varlığından söz ediliyor olsa da (Kashdan ve Hoffman,
2007), Sosyal anksiyete bouzkluğu fenotipik farklılıklardan bağımsız olarak
incelendiğinde, dürtü kontrolüne ilişkin zorluklardan ziyade davranışsal inhibisyon ile
ilişkili bulunan (Gray ve McNaughton, 1996) bir psikopatoloji olarak alan yazında yer
bulmaktadır. Dolayısıyla bu araştırmada SAB belirti düzeyi yüksek olan grubun dürtü
kontrolün açısından SAB belirti düzeyi düşük gruptan farklılaşmamasının alan yazın ile
tutarlı bir bulgu olduğu düşünülmektedir.
Duygu düzenleme güçlüğü ve SAB belirtileri ilişkisinde bireylerin içinde bulundukları
an’a yargılamadan, kabul ile dikkatlerini yöneltmeleri olarak tanımlanabilecek bilgece
farkındalığın (Kabat-Zinn, 2003) önemli bir rolünün olabileceği düşünülmektedir. Alan
yazın bulguları incelendiğinde bireylerin bilgece farkındalık düzeyleri ile yaşadıkları
psikolojik belirtiler arasındaki ilişkide duyguları kabul etmeme ve uygun duygu
düzenleme
stratejilerine
yönelmede
zorluk
yaşamalarının
rolünün
olduğu
belirtilmektedir (Pepping, O’Donovan, Zimmer-Gembeck ve Hanisch, 2014). Ancak,
alan yazında bireylerin bilgece farkındalık düzeyleri ile SAB belirtileri arasındaki
negatif ilişkiye değinilmiş olsa da (Rasmussen ve Pidgeon, 2011), bilgece farkındalık
ile SAB belirtileri ilişkisinde duygu düzenleme güçlüğünün rolüne odaklanan
araştırmalara rastlanmamıştır. Mevcut araştırma bulguları incelendiğinde ise SAB belirti
düzeyleri yüksek olan bireylerin bilgece farkındalık düzeylerinin daha düşük olduğu,
ancak elde edilen bulguların bilgece farkındalığın “Etkilenmeden İzleme” ve “Merak”
alt boyutları için farklılık gösterdiği görülmüştür. Diğer bir değişle, SAB belirti düzeyi
yüksek olan bireyler düşük olan bireylere kıyasla bilgece farkındalığın “Etkilenmeden
İzleme” alt boyutundan daha düşük puan alırken, “Merak” boyutunda gruplar arası
110
farka rastlanmamıştır. SAB belirtilerini açıklayan modeller düşünüldüğünde, Rapee ve
Heimberg (1997)’in SAB belirtilerini, sosyal uyaranların tehdit olarak algılanması,
“ben” ve performansa ilişkin olumsuz beklentiler içine girilmesi, beklentilerin gerçek
sonuçlarmış gibi kabul edilmesi ve bu durumun bilişsel, fizyolojik ve duygusal olarak
kaygı belirtilerini ortaya çıkarması ile kavramsallaştırdıkları görülmüştür. Herbert ve
Cardaciotto (2005) ise SAB belirtilerini sosyal tehdit algılandığında dikkatin “ben”e
yönelmesi ve fark edilen fizyolojik, bilişsel ve duygusal tepkilerin felaketleştirilmesi, bu
tepkilerden kurtulmaya yönelik çaba sarf edilmesi şeklinde açıklamıştır. Sosyal
anksiyete bouzkluğu belirtilerini açıklamaya yönelik olarak geliştirilen iki modelde de
bireylerin sosyal uyaranlar karşısında gösterdikleri tepkiler ile bütünleştikleri dikkat
çekmiştir. Diğer bir değişle, bireylerin bilgece farkındalığın öngördüğü gibi kaygı
tepkilerini şefkatle, kendilerini yargılamadan ve düşüncelerini kabul ederek dışarıdan
izlemekte zorlandıkları, düşüncelerine ve yaşadıkları durumla ilgili olumsuz zihinsel
temsillerine “gerçeklik” gözü ile baktıkları düşünülmüştür. Dolayısıyla mevcut
araştırmada elde edilen SAB belirti düzeyi yüksek olan bireylerin düşük olan bireylere
kıyasla “Etkilenmeden İzleme” boyutundan daha düşük puan almış olmaları alan yazın
ile uyumlu (Hayes-Skelton ve Graham, 2013) bir bulgudur. Bilgece farkındalığın
“Merak” boyutunda, gruplar arasında farka rastlanmamış olmasına ilişkin elde edilen
bulguya ise psikolojik belirtiler ile “Merak” ilişkisinin çalışıldığı araştırmalarda
rastlanıldığı
görülmüştür.
Toronto
Bilgece
Farkındalık
Ölçeği’nin
uyarlama
çalışmasında psikolojik belirti düzeyi farklılaşan gruplar arasında “Merak” boyutunda
anlamlı farka rastlanmamış (Şahin ve Yeniçeri-Kökdemir, 2015), ölçeğin orijinal
çalışmasında ise “Merak” boyutu ile diğer bilgece farkındalık ölçümleri arasında ilişki
bulunurken, merak boyutunun aleksitimi ile ve depresyon ile arasında istatistiksel olarak
anlamlı düzeyde bir ilişki göstermediği gözlenmiştir (Davis, Lau ve Cairns, 2009).
David ve arkadaşları (2009) tarafından yapılan çalışmada elde edilen bu bulgu, “Merak”
boyutunun, bireylerin kendilerini ve kendi deneyimlerini anlamaya, anlamlandırmaya
ne kadar istekli oldukları, dolayısıyla da psikolojik belirtiler ile olan ilişkisinden ziyade
bireylerin bilgece farkındalık düzeylerini arttırmaya ne kadar hazır oldukları ile ilişkili
bir boyut olduğu şeklinde açıklanmıştır. Dolayısıyla mevcut araştırmada da “Merak”
boyutu açısından gruplar arasında farka rastlanmamış olmaması, bilgece farkında
bireyler olmak için ne kadar hazır olunduğunun SAB belirti düzeyine göre
111
farklılaşmadığı şeklinde açıklanabilir.
Özetle, mevcut araştırma bulguları ile de desteklendiği gibi SAB belirtileri
deneyimleyen bireyler duygu düzenleme güçlüğünün pek çok alt alanında sorunlar
yaşamaktadırlar. Benzer şekilde bir kişilik özelliği olarak deneyimledikleri duygusal
yaşantıları şefkatle, kendilerini yargılamadan kabul etme ve bu yaşantıları etkilenmeden
izleme konusunda zorluklar deneyimlemektedirler. Bu araştırma ile elde edilen, alan
yazın ile tutarlı bulgular göz önünde bulundurulduğunda, SAB belirtileri deneyimleyen
bireylerin bilgece farkındalık düzeyleri ve yaşadıkları duygu düzenleme problemlerinin
birbirleriyle ilişkili kavramlar olabilecekleri düşünülmüştür. Yapılacak araştırmalarda
bu ilişkilerin incelenmesine ihtiyaç duyulmaktadır.
12.3. SAB BELİRTİ DÜZEYLERİ YÜKSEK OLAN BİREYLERİN BİLİŞSEL
YANLILIKLARINA İLİŞKİN BULGULARIN TARTIŞILMASI
Mevcut
araştırma
kapsamında
SAB
belirti
düzeyi
yüksek
olan
bireylerin
deneyimledikleri bilişsel yanlılık hem çalışma belleği hem de dikkat süreçleri göz
önünde bulundurularak incelenmiştir. İlk olarak çalışma belleği yanlılıklarına ilişkin
bulgular incelendiğinde, bu araştırmada SAB belirti düzeyi yüksek olan bireylerin
düşük olan bireylere kıyasla çalışma belleği performansını değerlendiren görevde daha
fazla denemeye hatalı yanıt verdikleri, özellikle korku ifadesi içeren denemelerde SAB
belirti düzeyi yüksek olan bireylerin hata yapma sıklığının SAB belirti düzeyi düşük
olan bireylere kıyasla daha fazla olduğu görülmüştür.
Yapılan araştırmalarda anksiyetenin bireylerin çeşitli koşullarda iyi performans
göstermelerini sağlayacak çalışma belleği kapasitesini işgal ettiği savunulmuştur
(Beilock ve Carr, 2005). Çalışma belleği kapasitesinin endişeye bağlı olarak azalması
bir kişilik özelliği olarak kaygı düzeyi yüksek olan bireylerde de gözlenmiştir (Hayes,
Hirsch ve Mathews, 2008). Bu bulgudan yola çıkarak, Amir ve Bomyea (2011), SAB
ile çalışma belleği kapasitesinin ilişkisini incelemek amacıyla SAB belirti düzeyi
yüksek ve düşük olan bireylere bazı sözcükler göstermiş ve bu sözcükleri belli bir sırada
hatırlamalarını beklemiştir. Araştırma sonuçlarına göre SAB belirti düzeyi yüksek olan
112
bireyler düşük olan bireylere kıyasla daha az sözcüğü doğru olarak hatırlayabilmişlerdir
(Amir ve Bomyea, 2011). Amir ve Bomyea’nın (2011) araştırması ile mevcut
araştırmada elde edilen bulgu tutarlılık göstermiş, SAB belirti düzeyi yüksek olan
bireyler Çalışma Belleği Performans Görevi’nde daha az ifadeyi doğru olarak
tanıyabilmişlerdir.
SAB belirti düzeyi yüksek olan bireylerin çalışma belleği performansı açısından
deneyimledikleri yanlılığın sözel ve görsel uyaranlara (Moriya ve Siguira, 2012) ya da
maruz kalınan uyaranın olumlu, olumsuz ya da nötr olmasına (Yoon, Kutz, Lemoult ve
Joormann, 2016) göre değişebileceğini savunan araştırmaların da alan yazında yer
bulduğu görülmüştür. Dikkat Kontrol Kuramı’na göre Eysenck (2007), tehdit altında
kaygı deneyimlendiğini ve kaygı deneyimine bağlı olarak görsel dikkat kapasitesinde
bir artış sağlandığına dikkat çekmiştir.
Örneğin, SAB belirti düzeyi yüksek olan
bireylerin olumsuz, olumlu ve nötr yüz ifadelerine yönelik çalışma belleği
performanslarının incelendiği bir çalışmada SAB belirti düzeyi yüksek olan bireylerin
nötr yüz ifadelerini içeren uyaranlardaki hata düzeylerinin olumsuz duygu ifadeleri
içeren uyaranlara kıyasla daha fazla olduğu bulgusuna ulaşılmış, bu bulgu SAB belirti
düzeyi yüksek olan bireylerin duygu yüklü uyaranlara dikkatlerini daha fazla yöneltip
daha iyi performans gösteriyor olabilecekleri ile açıklanmıştır (Yoon, Kutz, Lemoult ve
Joormann, 2016). Algısal Yük Kuramı’nda (Lavie, 2005) ise dikkatin sınırlı bir
kapasitesi olduğu ve bireylerin hem tehdit içeren hem de tehdit içermeyen uyaranları
aynı anda algılamasının zor olduğundan söz edilmiş, dolayısıyla tehdit içeren uyaranlara
yönelen dikkatin çalışma belleği performansını düşürebildiği öngörülmüştür. Mevcut
araştırmada SAB belirti düzeyi yüksek olan bireylerin hata yapma sıklıklarının özellikle
korku ifadesi içeren denemelerde SAB belirti düzeyi düşük olan bireylere kıyasla daha
fazla olması Algısal Yük Kuramı’nı (Eyscenk, 2007) ve tehdit içeren olumsuz
uyaranların bireylerin çalışma belleği performansını düşürebileceğine ilişkin düşünceyi
(Lavie, 2005) destekleyen bir bulgudur. Ancak bu konuya ilişkin yapılacak yeni
çalışmalara ihtiyaç duyulmaktadır çünkü mevcut araştırmada yer alan kızgınlık ve
üzüntü ifadeleri de olumsuz ifadeler olmalarına rağmen SAB belirti düzeyleri
farklılaşan grupların hata yapma sıklığına ilişkin benzer bir eğilim gözlenmemiştir.
Bu araştırma kapsamında SAB belirti düzeyi yüksek olan bireylerin çalışma belleğine
113
ilişkin yanlılıkları incelenirken farklı duygu ifadeleri içeren uyaranları tanımaya yönelik
tepki süreleri de incelenmiştir. Tepki süresine yönelik incelemede, SAB belirti düzeyi
ayırt etmeksizin tüm katılımcıların özellikle nötr, kızgınlık, korku ve üzüntü ifadelerini
içeren denemelerdeki tepki süresinin şaşkınlık ifadesi içeren denemelere kıyasla daha
fazla olduğu bulgusuna ulaşılmıştır. Mutluluk ifadesine verilen tepki süresinin ise
şaşkınlık ifadesine yakın bir tepki süresinde olduğu gözlenmiştir. Elde edilen bulgu,
Dikkat Kontrol Kuramı (Eysenck, 2007) ve Algısal Yük Kuramı’nın (Lavie, 2005)
varsayımları ile örtüşmüştür. Diğer bir değişle, Dikkat Kontrol Kuramı’nın da
öngördüğü gibi bireyler, duygu yüklü olmayan uyaranlara (nötr duygu ifadesi) duygu
yüklü uyaranlara kıyasla daha uzun sürede tepki vermişlerdir. Ayrıca duygu yüklü
uyaranlar kendi aralarında sınıflandırıldığında da algısal yük kuramının öngördüğü gibi
tehdit içeren uyaranlara (kızgınlık, korku, üzüntü ifadesi) tehdit içermeyen uyaranlara
(mutluluk, şaşkınlık ifadesi) kıyasla tepki süresinin daha fazla olduğu görülmüştür.
Leppanen ve Hietanen (2004) de Algısal Yük Kuramı’nda (Lavie, 2004) olduğu gibi
insanların olumlu yüz ifadelerini olumsuz ifadelere kıyasla daha hızlı tanımalarının
olumsuz ifadelerin işlemleme sürecinde daha fazla dikkat kapasitesine ihtiyaç
duyuluyor olması şeklinde açıklamıştır. Strenberg ve arkadaşlarının (1998) daha fazla
dikkat kapasitesine ihtiyaç duymanın daha hızlı tanıma ile eşdeğer olmadığı, tehdit
içeren uyaranların daha fazla bilişsel işlemleme gerektirdiği ve bu yüzden tepki
süresinin uzadığı şeklindeki araştırma bulguları da dikkat çekmiştir.
Mevcut araştırmada elde edilen bulguların alan yazında yer alan diğer duygusal yüz
tanıma (face recognition) çalışmaları ile benzer olduğu da gözlenmiştir. Yapılan
duygusal yüz tanıma çalışmalarında katılımcılar mutlu yüz ifadelerine, üzgün (Crews ve
Harrison, 1994), kızgın (Silvia, Allen, Beauchamp, Maschauer ve Workman, 2006) ve
nötr (Hugdahl ve ark., 1993) ifadelere kıyasla daha hızlı tepki vermişlerdir. Nötr ifade
içeren uyaranlara verilen tepki süresinin de olumsuz duygu ifadesine benzer sürede
olması, bazı araştırmacılar tarafından nötr yüz ifadesinin sosyal tehlike içeren ve daha
uzun sürede tepki verilen uyaranlar arasında yer alması (Foa ve ark., 2000), nötr
uyaranların sağlıklı kontrol grubu ve SAB belirtileri deneyimleyen bireyler tarafından
afektif uyaran olarak algılanması ve bu durumun SAB belirtileri deneyimleyen
bireylerde sağ, sağlıklı kontrol grubunda ise sol amigdala aktivasyonu ile
sonuçlanabilmesi (Cooney ve ark., 2006) şeklinde açıklanmıştır. Ayrıca, başka bir
114
çalışmada ise bilişsel olarak nötr ifadelerin bireylerde yarattığı bilişsel yükün üzgün ve
kızgın ifadeye benzer düzeyde olduğu
(Johnston, Katsikitis ve Carr, 2001)
vurgulanmıştır. İnsanların niçin olumlu yüz ifadelerini olumsuz yüz ifadelerine kıyasla
daha kısa sürede tanıdığı ve hatırladığı sorusu da alan yazında sıklıkla tartışılmıştır ve
farklı araştırmalarda bu soruya cevap bulunmaya çalışılmıştır. Leppanen ve Hietanen
(2004), olumlu ifadelere daha hızlı tepki verilmesinin olumlu ifadede algılanan yüz
ifadesi tonunun olumsuz ifadeye kıyasla daha fazla olabileceği düşüncesinden hareketle,
yüz ifadelerini şematik hale getirerek (ör. insan yüzü yerine emoji kullanmak) bireylerin
tepki süresini incelemiştir. Katılımcıların tepki süresi yine olumlu ifadelerin avantajına
olmuş, ancak şematik ifadeler katılımcılar tarafından gerçek yüzlerden daha yavaş
tanınmış ve araştırmacıların hipotezi kısmen desteklenmiştir. Öhman ve arkadaşları
(2001), olumlu yüz ifadelerine hızlı tepki verilmesini, bireylerin günlük hayatlarında
çoğunlukla olumu yüz ifadelerine maruz kalıyor olmaları, çoğunlukla olumlu bir ruh
halinde olmaları ve dolayısıyla olumlu ifadeleri daha hızlı tanıyor olmaları ile
açıklamıştır.
Duygusal yüz ifadesi tanımayı SAB belirtilerinin varlığında inceleyen araştırmalarda da
benzer bulgulara ulaşılmıştır. Silvia ve arkadaşları (2006) tarafından yapılan çalışmada
SAB belirti düzeyi yüksek olan bireylerin düşük olan bireylere kıyasla olumlu (ör.
mutlu) yüz ifadelerine olumsuz (ör. üzgün, kızgın) yüz ifadelerine kıyasla daha hızlı
tepki verdikleri bulgusuna ulaşılmıştır. Mevcut araştırmada ise benzer bir bulgu cinsiyet
değişkeninin varlığında elde edilmiştir. Diğer bir değişle, SAB belirti düzeyi, cinsiyet
ve duygu ifadesi değişkenleri birlikte değerlendirildiğinde, SAB belirti düzeyi düşük
erkeklerin, nötr ve korku ifadelerine şaşkınlık ifadesine kıyasla daha uzun sürede tepki
verdikleri görülmüş, SAB belirti düzeyi yüksek erkeklerin farklı duygu ifadelerine tepki
sürelerine ilişkin ise istatistiksel olarak anlamlı düzeyde farka rastlanmamıştır. SAB
belirti düzeyi düşük kadınların ise nötr, korku ve üzüntü ifadelerine tepki süreleri,
şaşkınlık ifadesine kıyasla daha yüksek bulunmuş, SAB belirti düzeyi yüksek kadınların
ise bu ifadelere ek olarak kızgınlık ifadesine de tepki süresinin yüksek olduğu
görülmüştür. Mevcut araştırma kapsamında elde edilen bulgular değerlendirildiğinde
tüm insanlar için gözlenen olumlu ifadelere olumsuz ifadelere kıyasla daha hızlı tepki
verme eğiliminin SAB belirti düzeyi yüksek bireyler için de geçerli olduğu görülmüştür.
Yüksek SAB belirti düzeyine sahip kadın katılımcıların düşük SAB belirti düzeyine
115
sahip kadın katılımcılara kıyasla özellikle olumsuz ifadelerdeki tepki sürelerindeki
artan eğilim, tüm insanlarda gözlenen olumsuz ifadelere uzun sürede tepki verme
eğiliminin artan SAB belirti düzeyi ile birlikte daha da arttığını göstermiştir, ancak
düşük ve yüksek SAB belirti düzeyine sahip kadın katılımcılar arasındaki tepki süresi
farkı sadece nötr ifade için istatistiksel olarak anlamlı düzeye ulaşmıştır. Strenberg ve
arkadaşları (1998) bu durumu tehdit içeren uyaranlara bireylerin daha fazla dikkat
yöneltmeleri, daha fazla dikkatin yöneltildiği uyaranlarda daha fazla bilişsel
işlemlemeye ihtiyaç duyulması ve buna bağlı olarak tepki süresinin uzaması şeklinde
açıklamışlardır. Bu bulgudan hareketle, bu araştırmada SAB belirti düzeyi yüksek olan
bireylerin olumsuz yüz ifadelerine ilişkin tehlike atfının fazla olmasının bilgi işlemleme
sürecini uzatıyor olabildiği düşünülmüştür. Benzer şekilde, nötr yüz ifadesinin yarattığı
belirsizliğe de tehlike atfının yapılıp, olumsuz yüz ifadesi olarak değerlendirilebildiği ve
tehlike atfı ile birlikte gelen uzun işlemleme süresinin tepki süresini arttırdığı
görülmüştür. Kızgınlık, korku, nötr, üzüntü gibi olumsuz ifadelerine yönelik tepki
süresinin fazla olması, Clark ve Wells’in (1995) modellerinde açıkladıkları gibi SAB
belirtileri deneyimleyen bireylerde sosyal tehdit algısı deneyimi ile birlikte dikkatin
zihinsel ve fizyolojik süreçlere döndürülmesi ve bu durumun tepki süresini artırması ile
açıklanabilmektedir.
Diğer
bir
değişle,
tehdit
algısının
bireylerin
tepkilerini
yavaşlatabildiği, SAB belirtileri deneyimleyen bireylerin tehdit algılarının fazla
olmasına bağlı olarak tepki sürelerinin daha fazla yavaşlayabildiği düşünülmüştür. Nötr
ifadeye yönelik tepki süresinde SAB belirti düzeyi yüksek ve düşük kadın katılımcılar
arasındaki istatistiksel olarak anlamlı düzeyde elde edilen fark, Johnston ve
arkadaşlarının (2001) bilişsel olarak nötr ifadelerin bireylerde yarattığı bilişsel yükün
üzgün ve kızgın ifadeye benzer düzeyde olduğu bulgusu ile açıklanmıştır. Ayrıca, nötr
ifadenin olumsuz bir uyaran olarak algılanmasının yanı sıra nötr ifade, SAB belirti
düzeyi yüksek olan bireyler tarafından belirsizlik içeren bir uyaran olarak algılanıyor ve
bu durumun kaygı düzeylerini arttırmasına bağlı olarak kaçınma eğilimlerini tetikliyor
olabilir. Mevcut araştırmada kadın ve erkek katılımcılara ilişkin elde edilen bulgular ise
dikkat çekicidir. Erkekler katılımcılar ve kadın katılımcılar arasında farklı uyaranlara
yönelik tepki sürelerindeki farklılık bu araştırmada SAB belirti düzeyi yüksek erkek
katılımcıların (n = 8) kadın katılımcılara (n = 41) kıyasla sayıca az olması ile
açıklanmıştır. Diğer bir değişle, bu araştırmada erkek katılımcı sayısının düşük olması,
116
erkek katılımcılar aracılığı ile elde edilen bulguların genellenebilirliğini düşürmüştür.
Ancak,
elde edilen bulgulara göre çalışma belleği yanlılığı açısından SAB belirti
düzeyi yüksek kadın ve erkeklerin farklı bir örüntü gösteriyor olması, sosyal anksiyete
bozukluğunun
erkek
ve
kadınlardaki
görünümünde
farklılıklar
olabileceğini
düşündürmüştür. SAB, kadınlarda erkeklere kıyasla yaklaşık 1.5 – 2 kat daha fazla
görülen bir bozukluk olarak değerlendirilmesine rağmen (APA, 2013), SAB belirtileri
deneyimleyen daha fazla erkek katılımcıyla benzer çalışmaların yapılması sonucunda
daha güvenilir ve genellenebilir bulguların elde edilebileceği düşünülmüştür. Bu
aşamada elde edilebilecek güvenilir bulguların, katılımcı sayısı göz önünde
bulundurulduğunda kadın katılımcılardan elde edildiği görülmüştür.
Yürütülmüş olan bu araştırmanın amaçlarından bir diğerini ise SAB belirti düzeyi
yüksek
olan
bireylerin
bilişsel
yanlılıklarının
dikkat
süreçleri
göz
önünde
bulundurularak incelenmesi oluşturmuştur. Bu amaç doğrultusunda katılımcılara
Duygusal Stroop Görevi uygulanmış, tüm katılımcıların olumlu, olumsuz ve belirsiz
kelimelere tepki süresinin nötr kelimelere kıyasla daha yüksek olma eğilimi gösterdiği
gözlenmiştir. Cinsiyet, SAB belirti düzeyi ve kelime türü birlikte değerlendirilerek tepki
süresindeki farklılıklar incelendiğinde ise tüm kelime türlerine SAB belirti düzeyi
yüksek kadın katılımcıların SAB belirti düzeyi düşük kadın katılımcılara kıyasla daha
uzun sürede tepki verdikleri, tepki süresi farkının en fazla olduğu kelime türlerinin ise
olumlu ve olumsuz kelimeler olduğu görülmüştür. Erkek katılımcılarda ise gruplar arası
tepki süresi farkının istatistiksel anlamlılık düzeyine ulaşmadığı gözlenmiştir. Sosyal
anksiyete bozukluğunda dikkat yanlılığını inceleyen araştırmalar, SAB belirti düzeyi
yüksek olan bireylerin SAB belirti düzeyleri düşük olanlara kıyasla Duygusal Stroop
görevinde sosyal tehlike ipuçları taşıyan sözcüklerin rengini nötr sözcüklere kıyasla
daha yavaş seçtiklerini göstermiştir (Anderson, Westö, Johansson ve Carlbring, 2006).
Algısal yük kuramında (Lavie, 2005) da değinildiği gibi bireylerin dikkat kapasiteleri
sınırlıdır ve dikkatin farklı bir uyarana yönelmesi (ör. sosyal tehdit algısı yaratan
kelimenin anlamı) bireylerin amaç odaklı davranışları gerçekleştirmelerini (ör. renk
seçimi) yavaşlatabilmektedir. Sosyal anksiyete bozukluğuna ilişkin son yıllarda yapılan
araştırmalar ayrıca, SAB belirtileri deneyimleyen bireylerin olumsuz uyaranların yanı
sıra olumlu uyaranları da tehdit olarak algılayabildiklerini, olumlu değerlendirilmeye
ilişkin de kaygı yaşayabildiklerini göstermiştir (Weeks, Heimberg, Rodebaugh ve
117
Norton, 2008). Dolayısıyla, SAB belirti düzeyi yüksek olan bireylerin olumlu
uyaranlara ilişkin de dikkat yanlılığı gösteriyor olmaları, olumlu uyaranların da algısal
bir yük yaratarak tepki süresini uzatabilmesi ise açıklanabilir. Diğer bir değişle,
Duygusal Stroop Görevi kapsamında bireylere gösterilen olumlu kelimeler “başarı,
cesur, dayanıklı” gibi kelimelerdir ve bu kelimeler bireylerin performans kaygısını
tetiklemiş olabilir. Bu araştırmada, alan yazında farklı olarak SAB belirti düzeyi yüksek
olan kadın katılımcıların nötr ya da belirsiz kelimelere de SAB belirti düzeyi düşük
kadınlara kıyasla daha uzun sürede tepki vermiş olmaları, genel olarak performans
sergilenmesi gereken bir görevi gerçekleştirmenin ve bu durumun bireylerde yarattığı
kaygının tüm kelime türlerine tepki süresini azaltabildiğini, genel olarak performansı
düşürebildiği de düşündürmüştür.
Sosyal anksiyete bozukluğu belirtileri deneyimleyen bireylerin çalışma belleği ve dikkat
süreçlerine ilişkin yanlılıklar birlikte değerlendirildiğinde çalışma belleği yanlılığına
ilişkin SAB belirti düzeyi yüksek özellikle kadın katılımcıların olumsuz ve nötr
uyaranlara ilişkin çalışma belleği yanlılıklarının olabildiğini ve bu durumun bu
uyaranlara yönelik tepki süresinin artma eğilimi göstermesi ile sonuçlanabildiğini
göstermektedir. Dikkat yanlılığına ilişkin ise çalışma belleği yanlılığındaki örüntüye ek
olarak olumlu, nötr ve belirsiz uyaranlara ilişkin de bir yanlılık gözlenmiş, SAB belirti
düzeyi yüksek kadın katılımcılar tüm kelime türlerine SAB belirti düzeyi düşük
katılımcılara kıyasla daha uzun sürede tepki vermiş olmaları çalışma belleği ve dikkat
yanlılığının bireylerde farklı bir bilişsel süreç ile gerçekleşiyor olabileceğini
düşündürmüştür. Benzer şekilde, çalışma belleği ve dikkat yanlılığına ilişkin elde edilen
bulguların çoğu noktada paralellik göstermesine karşın görevler arasında elde edilen
farklılıkların görevlerin yüz ifadesi ve kelime içeren görevler olmasına bağlı
olabileceğine de dikkat çekmiştir.
Özetle, SAB belirtileri deneyimleyen kadınlar olumsuz ve nötr görsel uyaranlar ile
olumlu, olumsuz, nötr ve belirsiz sözel uyaranlara uzun sürede tepki verme eğiliminde
olabilmektedir. Bu bulgu, SAB belirtileri deneyimleyen bireylerin deneyimledikleri
kaygının çevrelerindeki bireylerin olumlu ve olumsuz yüz ifadeleri ya da kendilerine
söyledikleri olumlu, olumsuz ya da nötr sözler ile tetiklenebileceğini destekler nitelikte
olmuştur. Ancak mevcut araştırmada dikkat yanlılığına ilişkin elde edilen bulguların
118
belli bir etki büyüklüğüne sahip olmasına rağmen istatistiksel anlamlılık düzeyine
ulaşmamış olması, mevcut bulguların yeni araştırmalar ile tekrar edilmesini gerekli
kılmıştır.
12.4. BİLGECE FARKINDALIK TEMELLİ PSİKOEĞİTİM PROGRAMININ
SAB BELİRTİLERİ VE DİKKAT YANLILIĞI ÜZERİNDEKİ ETKİLİLİĞİNE
İLİŞKİN YÜRÜTÜLEN PİLOT ÇALIŞMA BULGULARININ TARTIŞILMASI
Bu araştırma kapsamında SAB belirti düzeyi yüksek bireylerin belirtilerini ve
yaşadıkları dikkat yanlılığını azaltmaya yönelik Bilgece Farkındalık Temelli
Psikoeğitim programı hazırlanmış ve bu program bir pilot çalışma kapsamında
katılımcılara
uygulanmıştır.
Yapılan
pilot
çalışmaya
ilişkin
katılımcılardan
geribildirimler alınmış ve alınan ön ve son ölçümlerle katılımcıların deneyimledikleri
belirtilerdeki değişim ve dikkat yanlılıklarındaki değişim incelenmiştir. Yapılan pilot
çalışma sonuçlarına göre dört haftalık psikoeğitim programı sonunda katılımcıların
deneyimledikleri değişim psikolojik değişkenler açısından değerlendirildiğinde
katılımcıların sosyal kaçınma ve SAB belirti düzeylerinin azaldığı, duygu düzenleme
güçlüğü toplam ve duygu düzenleme güçlüğünün amaç odaklı davranışlarda
bulunma(ma) alt boyutu puanlarının düştüğü gözlenmiştir. Araştırmanın diğer
değişkenleri olan sosyal kaygı, duygu düzenleme güçlüğünün diğer alt boyutlarına ya da
bilgece farkındalığa ilişkin alınan ölçümlerde istatistiksek olarak anlamlı düzeyde bir
azalmaya rastlanmamıştır. Araştırma sonuçları incelendiğinde katılımcılardan alınan
psikolojik ölçümlerde belirli bir azalmanın yaşandığı değişkenlerin çoğunlukla sosyal
anksiyete bozukluğunun davranışsal boyutuna ilişkin değişkenler olduğu gözlenmiştir.
Katılımcılara
uygulanan
psikoeğitim
programının
içeriği
göz
önünde
bulundurulduğunda elde edilen değişimin beklenen yönde olduğu görülmüştür. Diğer
bir değişle, katılımcılara psikoeğitim programının birinci oturumundan itibaren kaçınma
davranışlarının sosyal kaygıyı arttırıcı bir olumsuz pekiştireç olma özelliği taşıdığı
aktarılmıştır. Psikoeğitim sürecinde aktarılan bu bilginin katılımcıların sosyal kaçınma
düzeylerinde, buna bağlı olarak da istatiksel olarak anlamlı düzeyde olmasa dahi sosyal
kaygı düzeylerinde azalma sağlaması kaçınılmaz olmuştur. Benzer şekilde, psikoeğitim
programının ilk oturumunda verilen “Kaçınma Hiyerarşisi” ödevi, katılımcıların günlük
hayatlarında
deneyimledikleri
kaçınma
davranışlarına
yönelik
bir
farkındalık
119
kazanmalarına olanak sağlamış olabilir.
Katılımcılara uygulanan psikoeğitim programının temel amacını bilgece farkındalık
aracılığı ile katılımcıların sosyal anksiyete ile başa çıkmalarını sağlayabilecekleri baş
etme yollarını tanıtmak oluşturmuştur. Bu kapsamda katılımcıların bilgece farkındalık
düzeylerini arttıracak ve günlük yaşamda deneyimledikleri kaygı ile baş etmelerini
sağlayacak egzersiz ve yöntemler dört hafta boyunca aktarılmıştır. Yapılan
uygulamaların temelinin sosyal kaygı ile başa çıkmaya yönelik olması katılımcıların
özellikle duygu düzenleme güçlüğünün amaç odaklı davranışlarda bulunma boyutunda
sağladıkları olumlu değişimi açıklar niteliktedir. Diğer bir değişle, katılımcılar dört
haftalık psikoeğitim sürecinde öğrenmiş oldukları sosyal kaygı ile başa çıkma
yöntemlerini günlük hayatlarına uygulama becerisi kazanmış ve sosyal tehdit olarak
algıladıkları
durumlarda
dahi
amaç
odaklı
davranışlarda
bulunma
becerisi
kazanmışlardır. Ayrıca, katılımcılardan psikoeğitim programının her bir oturumunun
sonunda, o günkü oturumda kendilerine en iyi gelen bileşenin ne olduğu sorulduğunda,
bu soruya çoğunlukla oturumda yapılan bilgece farkındalık temelli egzersizler yanıtı
alınmıştır. Dolayısıyla, her bir oturumda yapılan bilgece farkındalık temelli egzersizler
ile katılımcılara hem sosyal kaygı ile başa çıkma hem de bilgece farkındalık temelli
egzersizler aracılığı ile içinde bulunulan an’a odaklanarak amaç odaklı davranışlarda
bulunma becerisi kazandırılmış olabileceği düşünülmüştür. Katılımcılarının bilgece
farkındalık aracılığıyla deneyimledikleri sosyal kaygı ile baş etmeye yönelik beceri
kazandıklarına ve program kapsamında yapılan egzersizlerin faydasına olan olumlu atfı
bir katılımcının psikoeğitim programına ilişkin yaptığı aşağıdaki değerlendirmeden
anlaşılabilmektedir:
“Gevşeme egzersizi insanı rahatlatıyor. Oturumda öğrendiğim kaygı anında
nefese odaklan önerisinin çok faydasını gördüm. Sosyal sıkıntıları yıllardır
yaşayan biri olarak ilaç tedavisinin yanında bu egzersizler yapılırsa insana daha
kalıcı etki bırakabilir. Sosyal olmayı içselleştirince ilacı kesip egzersizlerle
devam edebiliriz.”
Katılımcılarda bilgece farkındalık temelli psikoeğitim programı sonunda sağlanan
psikolojik belirtilere ilişkin olumlu değişimde, Norcross, Krebs ve Prochaska’nın
(2011)
120
da
önerdiği
gibi
bireylerin
değişime
hazır
olmalarının
ve
yüksek
motivasyonlarının da rolü olabileceği düşünülmüştür. Ayrıca neredeyse tüm
katılımcılardan alınan ortak geribildirimin sosyal kaygı yaşayan başka insanların da
olmasının kendilerine iyi geldiği şeklinde olması, yapılan grup uygulamasının
psikolojik belirtilerin normalleşme sürecini kolaylaştırdığını düşündürmüştür. Program
katılımcılarından biri psikoeğitim sürecinin kendisine iyi gelen yönlerini aşağıdaki ifade
ile aktarmıştır:
“Benim için çok iyi geldi. Yararlı olduğunu düşünüyorum. Yaşadıklarımla ilgili
bir farkındalık yaşadım, sebeplerini öğrendim ve bu durumları sadece benim
yaşamadığımı fark ettim. Arkadaşlarımla birçok aynı şey yaşadığımızı fark
ederek bunları herkesin yaşayabileceğini fark ettim. Dört oturumla beraber
kaygılandığımda, bir durumla karşılaştığımda kendimi sakinleştirebiliyorum. Bu
bana gerçekten iyi gelmeye başladı. Teşekkür ederim.”
Psikoeğitim
programının
sonunda
katılımcılarda
davranışsal
olarak
birtakım
değişiklikler sağlanmış olsa da (ör. kaçınma davranışlarının azalması, amaç odaklı
davranışlarda bulunma), bilişsel süreçleri içeren duygu düzenleme bileşenlerinde ve
yine bilişsel süreçlerle ilişkili olarak katılımcıların bilgece farkındalık düzeylerinde
istatistiksek olarak anlamlı bir değişme gözlenmemiştir. Hjeltnes, Moltu, Schanche,
Jansen ve Binder (2016) tarafından yapılan bir çalışmada bilgece farkındalık temelli
psikolojik müdahalelerin bireylerde beklenilen olumlu değişimi getirmemesinin olası
nedenleri tartışılmıştır. Bu araştırmada, değişime hazır olunmadığının ya da bilgece
farkındalık temelli uygulamaların kendileri için uygun olmadığını düşünmenin,
psikoeğitim programının uygulandığı grup üyeleri ile yeterli bağ kurulamamasını,
bilgece farkındalık egzersizlerini yaparken yaşanan yetersizlik hissinin ve psikoeğitim
sırasında dahi günlük yaşamın zorluklarını düşünmekten vazgeçememenin beklenen
değişimin önünde engel teşkil edebileceği belirtilmiştir (Hjeltnes, Moltu, Schanche,
Jansen ve Binder, 2016). Mevcut araştırma kapsamında sayılan değişkenlere ilişkin
katılımcılardan geribildirim alınmamış olmasına karşın, beklenen değişimin tam
anlamıyla gerçekleşmemiş olması psikoeğitim programının süresinin yeterince uzun
olmaması ile ilişkilendirilmiştir. Bu konuya ilişkin psikoeğitim programına katılan bir
katılımcının yorumu aşağıdaki gibidir:
121
“Gevşeme egzersizleri ve nefes egzersizleri çok olumlu idi. Kaygımı
azaltabileceğimi öğrenmek beni mutlu etti. Fakat daha uzun bir eğitim olmasını
isterdim, 4 hafta az geldi. Bir de daha çok müdahaleye yönelik öneriler almak
isterdim.”
Başka bir katılımcı ise psikoeğitim programının süresine ilişkin düşüncesini aşağıdaki
şekilde ifade etmiştir:
“Farkındalık yaşattığını düşünüyorum. Olayları yaşarken biraz da olsa fark
edebiliyorum. Fakat davranışlarımı değiştirebilecek kadar etkili oldu mu emin
değilim. Süremiz kısıtlıydı çünkü. Ama katıldığım oturumların pozitif etkisi
olduğunu düşünüyorum. En azından o günün sonunda kendimi iyi hissederek
dönüyorum yurduma.”
Alan yazın incelendiğinde bilgece farkındalık temelli uygulamaların yapıldığı çoğu
araştırmada Kabat-Zinn (1985, 1992) tarafından, stres ve kaygıyı azaltmak üzere
hazırlanmış olan Bilgece Farkındalık Temelli Stres Azaltma [Mindfulness Based Stress
Reduction (MBSR)] ya da Teasdale, Segal ve Williams (1995) tarafından depresyonu
azaltmak ve depresyonun nüksünü önlemek üzere hazırlanmış olan Bilgece Farkındalık
Temelli Bilişsel Terapi [Mindfulness Based Cognitive Therapy, (MBCT)] protokollerin
uygulandığı görülmüştür. Bu protokollerden Bilgece Farkındalık Temelli Stres Azaltma
iki buçuk saatlik sekiz oturum ve 1 tam günlük oturumdan, Bilgece Farkındalık Temelli
Bilişsel Terapi ise 2 saatlik 8 oturumdan oluşmaktadır. Bu protokoller seans içi
meditasyonları, psikoeğitimi ve katılımcıların her gün en az 45 dakikalarını ayırdıkları
ev ödevlerini içermektedir. Süre ve içerik itibariyle incelendiğinde mevcut araştırma
kapsamında uygulanan protokolün alan yazında mevcut protokollere benzer özellik
taşıdığı ancak süre olarak bu protokollerden kısa olduğu görülmüştür. Mevcut
araştırmada 4 haftalık psikoeğitim programı sonunda belirtisel değişimin beklenilen
düzeyde olmaması süre etkisi ile açıklanabilir. Ayrıca, bilgece farkındalık temelli
uygulamaların bireylerin bilişsel süreçleri ile seçici, sürdürülmüş ve yürütücü dikkat
becerilerini (zihin seti değişimi, güncelleme/gözden geçirme, inhibisyon) geliştirici
etkisinin olduğuna ilişkin alan yazın bilgisi olmasına rağmen (Chiesa, Calati ve Serretti,
2011), mevcut araştırmada SAB belirtileri deneyimleyen bireylerin Duygusal Stroop
Testi ile yapılan dikkat yanlılığı ölçümlerinde istatistiksel olarak anlamlı düzeyde bir
122
azalma gözlenmemiş, ancak program sonunda katılımcıların Duygusal Stroop’ta yer
alan tüm kelime türlerine yönelik tepki sürelerinin azalan bir eğilim gösterdiği
görülmüştür. Alan yazın incelendiğinde bilgece farkındalık temelli uygulamaların SAB
belirtileri deneyimleyen bireylerin yaşadıkları dikkat yanlılığı üzerindeki rolünü
inceleyen araştırmalara rastlanmamıştır. Ancak, Lao,
Kissane ve Meadows (2016)
tarafından yapılan derleme çalışmasında MBSR ve MBCT uygulamalarının bilişsel
süreçler üzerindeki etkisinin çalışıldığı araştırmalar incelenmiştir. Bu derlemede ilk
olarak bilgece farkındalık uygulamalarının odaklanmış/sürdürülmüş dikkat üzerindeki
etkisini inceleyen üç çalışmaya rastlanılmış ve bu çalışmalardan sadece bir tanesinin
(Oken ve ark., 2010) düşük etki büyüklüğü ile katılımcıların dikkati üzerinde olumlu
sonuçlar doğurabildiği gözlenmiştir. İkinci olarak, bilgece farkındalık uygulamalarının
seçici dikkat üzerindeki etkisine odaklanan üç çalışma incelenmiş ve bu çalışmalardan
da sadece bir tanesi (Jha ve ark., 2007) düşük etki büyüklüğü ile seçici dikkat üzerinde
olumlu sonuçlar doğurmuştur. Üçüncü olarak araştırmada Stroop etkisini de kapsayan
yürütücü dikkat üzerinde bilgece farkındalığın rolü incelenmiş ve bu konuda yapılan üç
araştırmada da anlamlı bulgular elde edilememiştir. Elde edilen bulgular ışığında Lao,
Kissane ve Meadows (2016) çalışmalarında, bilgece farkındalık temelli sekiz haftalık
uygulamaların çalışma belleği, bilişsel esneklik, üst-farkındalık, yürütücü işlevler
üzerinde olumlu yönde değişim sağlayabileceğini ancak dikkat süreçlerine ilişkin
değişimin süreli uygulamalardan ziyade bilgece farkındalığın yaşam stili haline gelip,
uzun süreli olarak devam ettirilmesi koşulunda dikkat süreçleri ve yanlılıkları üzerinde
etkili olabileceğini belirtmişlerdir. Yapılan kesitsel çalışmalarda düzenli meditasyon
yapan bireyler ile yapmayan bireylerin dikkat süreçlerinin karşılaştırılması sonucu elde
edilen olumlu bulgular (Chiesa ve ark., 2011) araştırmacıların bu düşüncesini destekler
niteliktedir. Dolayısıyla mevcut araştırmada elde edilen dört haftalık Bilgece
Farkındalık Temelli Psikoeğitim Programı’nın farklı duygusal yükü olan uyaranlara
yönelik tepki süresinde azalma olması fakat bu azalmanın istatistiksel olarak anlamlı
düzeye ulaşmamış olması alan yazın ile tutarlı bir bulgu olmuştur.
Özetle, mevcut araştırma kapsamında uygulanmış olan psikoeğitim programından gerek
belirtisel düzeyde gerekse bilişsel yanlılıklar açısından katılımcıların fayda gördükleri
düşünülmüştür. Ancak müdahale programlarının süresinin uzaması ve bilgece
123
farkındalık temelli uygulamaların bir yaşam stili haline gelmesi ile beklenilen düzeyde
değişimin elde edilebileceği düşünülmüştür.
124
13. BÖLÜM
SONUÇLAR VE KLİNİK ÖNEMİ
Araştırmanın bu bölümünde araştırmaya ilişkin sonuçlar ve sonuçların alan yazına
katkıları aktarılmaktadır. Mevcut araştırma kapsamında elde edilen bulgular aşağıdaki
gibidir:
1. SAB belirti düzeyi yüksek olan bireyler, SAB belirti düzeyi düşük olan bireylere
kıyasla psikolojik belirtiler, duygu düzenleme güçlüğü ve bilgece farkındalık
düzeyleri açısından farklılaşmıştır.
a) SAB belirti düzeyi yüksek olan bireylerin SAB belirti düzeyi düşük olan
bireylere kıyasla somatizasyon, obsesyon kompulsiyon, depresif belirti,
kişilerarası duyarlılık, öfke/düşmanlık, paranoya ve psikotizm düzeyleri
daha yüksek bulunmuştur.
b) SAB belirti düzeyi yüksek olan bireylerin SAB belirti düzeyi düşük olan
bireylere kıyasla daha fazla duygu düzenleme güçlüğü deneyimledikleri,
duygu düzenleme güçlüğünün duygusal tepkilerin anlaşılmaması (Açıklık),
duygusal tepkilerin kabul edilmemesi (Kabul Etmeme), etkili olarak
algılanan duygu düzenleme stratejilerine sınırlı erişim (Stratejiler), olumsuz
duygular deneyimlerken amaç odaklı davranışlarda bulunmada güçlük
yaşama (Amaçlar) boyutlarında daha fazla sorun deneyimledikleri
görülmüştür. Duygulara ilişkin farkındalığın olmaması (Farkındalık) ve
olumsuz duygular deneyimlerken dürtülerin kontrolünde güçlük yaşama
(Dürtü) boyutlarında ise gruplar arası farka rastlanmamıştır.
c) SAB belirti düzeyi yüksek olan bireylerin bilgece farkındalık düzeylerinin
SAB belirti düzeyi düşük olan bireylere kıyasla daha düşük olduğu, SAB
belirti düzeyi yüksek olan bireylerin bilgece farkındalığın etkilenmeden
izleme boyutunda daha fazla sorun yaşadıkları gözlenmiştir. Bilgece
farkındalığın merak boyutunda ise gruplar arası farka rastlanmamıştır.
Elde edilen bulgular değerlendirildiğinde, SAB belirtileri deneyimleyen bireylerin
komorbid olarak deneyimledikleri psikolojik belirtilerin, duygu düzenleme güçlüğünün
ve düşük bilgece farkındalık düzeyinin mevcut araştırma ile de desteklendiği
görülmüştür. Bu bulgu SAB belirtileri deneyimleyen bireylerin yaşadığı güçlüğün
125
boyutunu gözler önüne sermiştir. SAB belirtilerine yönelik olarak yapılacak olan
müdahale çalışmalarında depresyon, somatizasyon, obsesif-kompulsif belirtiler ile
yüksek
düzey
öfke/saldırganlık
ve
kişilerarası
ilişkilerde
aşırı
duyarlılığın
değerlendirilmesinin tedavi sürecinin planlanmasını daha güvenilir hale getirebileceği
düşünülmüştür. Ayrıca, son dönemde yapılan epidemiyolojik çalışmalarda, sosyal
anksiyete bozukluğunun alt gruplara ayrıştırılma sürecinde alt grupların kaygı duyulan
ve kaçınılan sosyal ortamların sayısına ilişkin doğrusal bir artış göz önünde
bulundurularak yapılan bir sınıflamadan ziyade sosyal anksiyete bozukluğunun kalitatif
yöntemlerle
incelenerek
ayrıştırılmasının
daha
güvenilir
sonuçlar
doğuracağı
savunulmaktadırlar (Hoffman, Heinreichs ve Moskovitch, 2004; Kollman, Brown,
Liverant ve Hoffman, 2006). Diğer bir değişle, sosyal anksiyete bozukluğunun alt
gruplara ayrışma sürecinde kaygı ve kaçınma yaşanılan sosyal ortamların sayısı, türü ve
yaygınlığına göre yapılacak olan bir sınıflamadan ziyade alt grupların özelliklerinin
kalitatif yöntemlerle, detaylı çalışılmasının daha yol gösterici olacağı düşünülmektedir.
Dolayısıyla sosyal anskiyete bozukluğunun alt gruplarına ayrıştırılması sürecinde SAB
belirtilerine ek olarak deneyimlenen psikolojik belirtilerin varlığının göz önünde
bulundurulduğu bir alt grup belirleme yöntemi kullanılabilir. Küme analizi yöntemiyle
yapılacak olan ayrıştırma ile elde edilen bulgular, farklı özellikteki SAB alt grupları ile
ilgili alan yazına önemli katkılar sağlayabilir. Bu araştırma ile de görüldüğü gibi SAB
belirtileri deneyimleyen bireylerin depresif belirtilerden psikotik belirtilere doğru
genişleyen bir yelpazede belirtiler deneyimliyor olması bu düşünceyi destekler
niteliktedir. Benzer şekilde, SAB belirtileri deneyimleyen bireylerin yaşadıkları duygu
düzenleme güçlüklerinde de bir takım farklılıklar olduğu görülmüştür. Bazı araştırmalar
duygu düzenlemenin her boyutu için yaşanılan sorunlara vurgu yaparken (Eldoğan ve
Barışkın, 2014), bazı araştırmalarda bu araştırmada da olduğu gibi SAB belirtileri
deneyimleyen bireylerin duygu düzenlemenin her alt boyutunda sorun yaşamıyor
olabileceklerine değinilmektedir. Benzer klinik görünüme sahip ancak farklı bulguların
elde edildiği araştırmalar SAB belirtileri deneyimleyen bireylerin fenotipik farklılıkları
olabileceğine ilişkin düşünceyi destekler niteliktedir.
2. SAB belirti düzeyi yüksek olan bireyler ile SAB belirti düzeyi düşük olan bireyler
SAB belirti düzeyi, cinsiyet ve uyaran türü birlikte değerlendirildiğinde farklı
uyaranlara verdikleri tepki süreleri bakımından farklılaşmıştır.
126
a) SAB belirti düzeyi yüksek olan bireyler SAB belirti düzeyi düşük olanlara
kıyasla çalışma belleği performansına ilişkin denemelerde daha fazla hata
yapmışlardır. Farklı duygular açısından değerlendirildiğinde SAB belirti düzeyi
yüksek olan bireylerin düşük olan bireylere kıyasla özellikle korku duygusunu
içeren denemelerde çalışma belleği performanslarının daha düşük olduğu
görülmüştür. Tüm katılımcıların olumsuz yüz ifadelerini (korku, kızgınlık,
üzüntü, nötr) tanıyıp tepki verme süresi ise şaşkınlık ifadesine kıyasla daha
uzundur.
b) SAB belirti düzeyi yüksek ve düşük gruplar incelendiğinde, yüksek SAB belirti
düzeyine sahip bireylerin korku, üzüntü, kızgınlık ve nötr yüz ifadelerini tanıma
sürelerinin şaşkınlık ve mutluluk ifadesine kıyasla daha fazla olma eğilimi
gösterdiği gözlenmiştir. Ancak bu eğilim cinsiyet değişkeninin varlığında
istatistiksel anlamlılık düzeyine ulaşabilmiştir. SAB belirti düzeyi yüksek erkek
katılımcıların farklı duygu ifadelerine tepki süresine ilişkin istatistiksel olarak
anlamlı düzeyde farka rastlanmazken, SAB belirti düzeyi yüksek kadın
katılımcıların korku, üzüntü, kızgınlık ve nötr yüz ifadelerine şaşkınlık ifadesine
kıyasla daha uzun sürede tepki verdikleri görülmüştür. SAB belirti düzeyi
yüksek ve düşük gruplar karşılaştırıldığında ise SAB belirti düzeyi yüksek
kadınların SAB belirti düzeyi düşük kadınlara kıyasla nötr ifadeye daha uzun
sürede tepki verdikleri gözlenmiştir. SAB belirti düzeyi yüksek ve düşük
erkeklerin farklı duygu ifadelerine tepki süreleri arasında ise istatiksel olarak
anlamlı düzeyde bir farka rastlanmamıştır.
c) Tüm katılımcıların kelime türlerine tepki süreleri incelendiğinde tüm kelimelere
neredeyse aynı sürede tepki verme eğiliminde oldukları gözlenmiştir.
Katılımcıların kelime türlerine tepki süreleri cinsiyet, SAB belirti düzeyi ve
kelime türü göz önünde bulundurularak karşılaştırıldığında ise SAB belirti
düzeyi yüksek kadın katılımcıların tüm kelime türlerine SAB belirti düzeyi
düşük kadın katılımcılara kıyasla daha uzun sürede tepki verdikleri görülmüştür.
Erkek katılımcılarda kelime türlerine tepki süresine ilişkin gruplar arası farka
rastlanmamıştır.
Alan yazın bulguları incelendiğinde, SAB belirtileri deneyimleyen bireylerin dikkat
yanlılıklarının sıklıkla çalışıldığı, ancak çalışma belleği yanlılıklarına ilişkin sınırlı
sayıda araştırma bulgusunun alan yazında yer aldığı görülmüştür. Yapılan
araştırmalarda ise SAB belirtileri farklı duygulardan ziyade olumlu ve olumsuz
kelimeler ya da yüz ifadeleri ile değerlendirilmiş, yapılan araştırmalarda uyaran türleri
oldukça sınırlı tutulmuştur. Mevcut araştırma kapsamında SAB belirtileri deneyimleyen
bireylerin çalışma belleği yanlılıklarının kızgınlık, korku, üzüntü, mutluluk, şaşkınlık ve
nötr ifade olmak üzere geniş bir duygu ifadesi yelpazesi açısından incelenmiş olması bu
araştırmanın önemli bir yönüne işaret etmiştir. Tüm bireylerin olumsuz yüz ifadelerine
127
yönelik çalışma belleği yanlılıklarının olabildiği, SAB belirtileri ile birlikte bu
yanlılığın artabildiği görülmüştür. Bu bulgunun SAB belirtileri deneyimleyen bireylerin
günlük yaşamlarına yansıması düşünüldüğünde yüz ifadesi olumsuz ya da nötr olan
bireylere karşı önce bu ifadeleri hızlıca seçme daha sonra da ifadenin yarattığı duygusal
yaşantı ile kaygı deneyimleme eğilimi gösterebilecekleri düşünülebilmektedir. Diğer bir
değişle, söz konusu bilişsel sürecin ilk olarak olumsuz ifadelerin seçilmesi ve olumsuz
uyaranlara karşı aşırı tetikte olunması ile başladığı, tehlike algısı ile birlikte bireylerin
kaygı düzeylerinin artarak, kendi bedensel ve zihinsel süreçlerine odaklanmaları ile
devam ettiği ve bu durumun sosyal ortamdaki performansın zarar görmesi ve SAB
belirtilerinin sürdürülmesi ile sonuçlandığı düşünülebilir. Bu yanlılığın ise üzüntü,
kızgınlık, korku gibi duygu ifadelerinin yanı sıra nötr duygu ifadesinde de benzer bir
tepki yaratıyor olmasının SAB belirtileri deneyimleyen bireylerin yaşamlarını oldukça
güçleştirebildiği düşünülmektedir. Çünkü çok geniş bir yelpazede olan olumsuz ve
belirsiz duygu ifadeleri ile sosyal ortamlarda pek çok koşulda karşılaşılması kaçınılmaz
bir durumdur. SAB belirtileri deneyimleyen bireylerin gerek kendileri ile ilgili gerekse
sosyal ortamda bulunan bireylerin kendi zihinsel süreçleri ile ilgili yüz ifadelerini bir
tehdit olarak algılayıp, tepki vermeleri sosyal anksiyete bozukluğunun bireylerin
yaşamına getirdiği yükü ve bireylerdeki kaçınma davranışlarının sıklığını açıklar
niteliktedir.
Araştırma kapsamında elde edilen bulgular değerlendirildiğinde SAB belirtileri
deneyimleyen bireylerin deneyimledikleri çalışma belleği yanlılığının cinsiyet
değişkeninin varlığında farklılaşabildiği görülmüştür. Bu araştırmada katılımcıların
cinsiyetlere göre dağılımının dengeli olmadığı ve erkek katılımcı sayısının oldukça az
olduğu biliniyor olsa da elde edilen bulgular SAB yaşantısının ve söz konusu bilişsel
yanlılıkların cinsiyetlere göre değişiklik gösterebileceğini düşündürmüştür. Örneğin, bu
araştırmada SAB belirti düzeyi yüksek kadın katılımcıların aksine SAB belirti düzeyi
yüksek erkek katılımcıların farklı duygu ifadelerine yönelik tepki sürelerinde herhangi
bir farklılaşma gözlenmemiştir. Bu durum kadın katılımcılara benzer bir yanlılığın SAB
belirti düzeyi yüksek erkeklerde yaşanmıyor olabileceğini düşündürebileceği gibi SAB
belirtileri deneyimleyen erkek ve kadınlarda fenotipik bir takım farklılıklar olabileceğini
de düşündürebilir. Ancak mevcut araştırmada SAB belirti düzeyi yüksek erkek katılımcı
128
sayısı genelleme yapmak ve bilimsel bir çıkarımda bulunmak konusunda temkinli
olunmasını gerektirecek kadar düşüktür.
Bu araştırma aracılığı ile ayrıca, sosyal anksiyete bozukluğunun bilişsel modellerinde
belirtildiği gibi SAB belirtileri deneyimleyen bireylerin eleştiriye, başkaları tarafından
olumsuz değerlendirilmeye ilişkin hassasiyetleri, SAB belirtileri deneyimleyen
bireylerin olumlu, olumsuz ve nötr kelimelere (sözel uyaranlara) tepki sürelerini
değerlendiren deneysel bir araştırma deseni ile incelenmiştir. Araştırma sonucuna göre,
SAB belirtileri deneyimleyen bireylerin kaygılarını tetikleyen, performanslarını düşüren
çevresel uyaranlar arasında olumsuz ya da belirsiz duyguları yansıtan yüz ifadelerinin
yanı sıra sözel ifadelerin de olabildiği görülmüştür. Bu araştırmada kadın katılımcılarda
artan SAB belirti düzeyi ile paralel olarak artan olumlu, olumsuz, nötr ve belirsiz
kelimelere tepki süresi araştırmacı ve klinisyenler için önemli bir ipucu niteliği
taşımıştır. Diğer bir ifadeyle, SAB belirtileri deneyimleyen bireylerin farklı yüz
ifadelerinde olduğu gibi sosyal ortamlarda olumlu, olumsuz ya da nötr sözel uyaranları
da tehdit olarak algıladıkları, bu durumun kaygı düzeylerini ve tepki sürelerini artırdığı
düşünülmüştür. Son dönemde yapılan araştırma bulgularına paralel şekilde SAB
belirtileri deneyimleyen özellikle kadınların olumlu ifadeler için tepki sürelerinin fazla
olması, sosyal anksiyete bozukluğunun değerlendirme ve tedavi sürecinde eleştiriye
hassasiyetin yanı sıra bireylere mercek altında olma hissi yaratan beğeni, övgü
ifadelerinin varlığında da ortaya çıkan kaygı tepkisine yer verilmesinin önemini
göstermiştir. Ayrıca, bu araştırmada SAB belirti düzeyi yüksek erkek katılımcılarda
kadın katılımcılara benzer bir gruplar arası farka rastlanmamış olması SAB belirtileri
deneyimleyen erkek ve kadınların olumlu değerlendirilmeye ilişkin tepkilerinin gelecek
araştırmalarda incelenmesini gerekli kılmıştır.
Ayrıca SAB belirtileri deneyimleyen bireylerin çalışma belleği ve dikkat yanlılıkları,
yapılan pek çok araştırma ile incelenmiş olsa da, mevcut araştırmanın Türkiye
örnekleminde SAB belirtileri deneyimleyen bireylerin çalışma belleği ve dikkat
yanlılıklarını inceleyen ilk araştırma olması açısından önem taşıdığı düşünülmüştür.
129
3. Bilgece Farkındalık Temelli Psikoeğitim Programı sonunda katılımcıların sosyal
kaçınma ve SAB belirti düzeyleri ile amaç odaklı davranışlara yönelme ve duygu
düzenleme güçlüğü toplam puanlarının azaldığı gözlenmiştir. Ayrıca katılımcıların
program sonunda olumlu, olumsuz, nötr ve belirsiz kelimelere tepki süreleri azalmış
ancak bu azalma istatistiksel olarak anlamlılık düzeyine ulaşmamıştır.
Mevcut araştırma kapsamında SAB belirtilerine yönelik olarak dört hafta süren Bilgece
Farkındalık Temelli Psikoeğitim Programı geliştirilmiştir. Geliştirilen programının SAB
belirtileri deneyimleyen bireylere kısa sürede başa çıkma becerisi kazandırması, bilgece
farkındalığın bir yaşam felsefesine haline gelmesinin başlangıç noktası olması açısından
önemli ve pratik olduğu düşünülmüştür. Ancak mevcut araştırma kapsamında SAB
belirtileri deneyimleyen bireylerde istenilen düzeyde bir değişim sağlanamamıştır.
Dolayısıyla, bu araştırma kapsamında hazırlanmış olan psikoeğitim programının yapılan
pilot çalışma sonucunda gözlenmiş olan eksikliklerinin giderilmesinin ardından klinik
uygulamalar arasında yer almasının klinik psikoloji uygulama alanına katkı sağlayacağı
düşünülmüştür. Ayrıca, alan yazın incelendiğinde SAB belirtilerine yönelik olarak
hazırlanmış, bilgece farkındalık temelli müdahale programlarının olduğu, bu müdahale
programlarının SAB belirtileri üzerinde olumlu etkilerinin olduğu (Norton, Abbott,
Norber ve Hunt, 2015), ancak bilişsel yanlılıklara ilişkin bir incelemede bulunulmadığı
görülmüştür. Diğer taraftan, sosyal anksiyete bozukluğunda görülen bilişsel yanlılıklara
yönelik olarak geliştirilmiş olan Bilişsel Yanlılık Düzeltmesinin (Cognitive Bias
Modification, MacLeod ve Mathews, 2012) ise sosyal anksiyete bozukluğunda görülen
bilişsel yanlılıklara odaklanmak ile sınırlı kaldığı, psikolojik belirtilere yönelik bir
müdahaleyi kapsamadığı bilinmektedir. Dolayısıyla mevcut araştırma kapsamında
geliştirilmiş olan psikoeğitim programının SAB belirtileri, bilişsel yanlılıklar ve yaşam
felsefesi değişikliği adına değişim sağlamayı hedeflemesi açısından önemli olduğu
düşünülmüştür. Ayrıca, sosyal anksiyete bozukluğunda deneyimlenen bilişsel
yanlılıklara yönelik etkililik çalışmaları incelendiğinde, genel olarak bilgece farkındalık
temelli uygulamaların bilişsel yanlılık üzerindeki etkililiğini inceleyen araştırmalara
alan yazında rastlanmamıştır. Bu sebeple bu araştırma ile bir pilot çalışma kapsamında
dahi olsa bilgece farkındalık temelli bir uygulamanın bilişsel yanlılık üzerindeki
etkililiğinin
incelenmesinin
önemli
olduğu
düşünülmüştür.
Ayrıca
Türkiye
130
örnekleminde bilgece farkındalık temelli bir uygulamanın SAB belirtileri üzerindeki
etkililiğini inceleyen bir araştırmaya rastlanmamıştır. Dolayısıyla, bu araştırma ile elde
edilen bulguların Türkiye örnekleminde hem SAB belirtileri deneyimleyen bireylerin
bilişsel yanlılıklar hem de bilgece farkındalık temelli uygulamaların etkililiği açısından
klinik psikoloji alan yazınına katkı sağladığı düşünülmüştür.
13.1. SINIRLILIKLAR VE ÖNERİLER
Mevcut araştırmanın alan yazına sağladığı katkıların yanı sıra bazı sınırlılıklarının
olduğu görülmüştür. Bu bölümde bu araştırmada bulunan ve giderilmesi önerilen
sınırlılıklar ile sosyal anksiyete bozukluğunda gözlenen bilişsel yanlılıklara ilişkin
yapılacak yeni araştırmalar için önerilere yer verilmiştir.
Araştırmanın ilk sınırlılığını katılımcı profili oluşturmuştur. Mevcut araştırma
kapsamında üniversitesi öğrencileri ile çalışılmıştır. Üniversitesi öğrencilerinin SAB
belirti düzeyleri objektif bir ölçüm aracılığı ile ölçülmüş, bu ölçüm aracından
ortalamanın üstünde puan alan katılımcılar yüksek SAB belirti düzeyi grubunu,
ortalamanın altında puan alan katılımcılar düşük SAB belirti düzeyi grubunu
oluşturmuştur. Bu araştırma kapsamında çok sayıda öğrenciye, dolayısıyla büyük bir
örneklem grubuna ulaşılmış (n = 941) ve SAB belirtilerini değerlendirmede güvenilir
olarak kullanılan bir ölçüm aracı uygulanmıştır. Ancak, gerekli önlemler alınmış olsa da
(örneklem büyüklüğü, ölçüm aracı seçimi vb.) araştırmada SAB tanısı almış klinik
örneklem ile çalışılmamıştır. Katılımcıların SAB belirtileri objektif, geçerli ve güvenilir
bir ölçüm aracı aracılığı ile değerlendirildiğinde SAB belirti düzeyi oldukça yüksek
olan katılımcıların örneklem grubu arasında olduğu görülmüştür ancak SAB tanısı
detaylı klinik değerlendirme sonucunda konulması gereken bir tanıdır. Dolayısıyla,
mevcut araştırmada klinik bir tanı kategorisi araştırılırken, klinik olmayan bir örneklem
ile çalışılmış olmasının araştırmanın önemli bir sınırlılığı olduğu düşünülmüştür. Bu
araştırmada örneklem grubuna ilişkin bir diğer eksikliğin ise kadın ve erkek katılımcı
sayısındaki dengesizlik olduğu düşünülmüştür. Araştırmada yer alan erkek katılımcı
sayısı kadın katılımcı sayısına kıyasla oldukça düşüktür ve bu durum SAB belirti düzeyi
yüksek erkeklere ilişkin elde edilen araştırma bulgularının güvenirliğini ve
genellenebilirliğini düşürmüştür.
131
Araştırmanın diğer sınırlılığının Çalışma Belleği Performans Görevine ilişkin olduğu
düşünülmüştür. Çalışma Belleği Performans Görevi kapsamında katılımcılardan
kendilerine gösterilen yüz ifadelerini belleklerinde tutup dört fotoğraf arasından
seçmeleri beklenmiştir. Araştırma kapsamında katılımcılar seçim yaparken olumsuz
fotoğrafları tanıma ve tepki verme sürelerinin olumlu fotoğraflara kıyasla daha uzun
olacağı, katılımcıların belleklerinde tuttukları olumsuz ifadelerin yarattığı duygusal
yükle birlikte gelen bir yanlılıklarının olacağı düşünülmüştür. Ancak katılımcıların dört
fotoğraf arasından seçim yaptıkları koşulda, seçilmesi gereken doğru fotoğraf dışındaki
diğer üç fotoğrafın katılımcılarda yaratacağı duygusal yük ve bilişsel yanlılık kontrol
edilmemiştir. Diğer bir ifadeyle, katılımcıların dört fotoğraf arasından seçim yaptıkları
koşulda diğer üç fotoğraftan herhangi bir ya da birkaçının olumsuz ya da nötr yüz
ifadesi içermesi de katılımcıların seçimlerini ve seçim süresini etkilemiş olabilir. Bu
koşul, Çalışma Belleği Performans Görevi aracılığı ile SAB belirtileri deneyimleyen
bireylerin çalışma belleği yanlılıklarını değerlendirme süreci öncesinde araştırmacı
tarafından değerlendirmeye alınmamıştır ancak araştırma bulguları doğrultusunda
kontrol edilmesi gereken bir değişken olduğu düşünülmüştür. Benzer şekilde
katılımcıların dört fotoğraf arasından yanlış olarak seçtikleri fotoğrafların hangi duygu
ifadelerini yansıttıkları araştırma kapsamında kaydedilmiştir. Ancak yapılan yanlış
seçimler ile elde edilebilecek sistematik bir örüntünün (örn. Düzenli olarak katılımcılar
tarafından mutlu ifade yerine olumsuz bir ifadenin seçilmesi) alan yazına katkı
sağlayacağı düşünülmüştür.
Araştırmanın bir diğer sınırlılığının bu araştırmada geliştirilmiş olan Bilgece
Farkındalık Temelli Psikoeğitim Programı’na ilişkin olduğu görülmüştür. Hazırlanmış
olan psikoeğitim programının en önemli kısıtlılıklarından birini psikoeğitim
programının süresi oluşturmuştur. Pilot çalışmada elde dilen bulgular çerçevesinde
programın süresinin alan yazındaki diğer etkililik araştırmalarına bağlı kalınarak en az
sekiz hafta süresince uygulanmasının bu eksikliği giderebileceği düşünülmüştür. Sekiz
hafta şeklinde hazırlanacak olan psikoeeğitim programında ise ele alınan konulara
ilişkin daha fazla uygulama yapılmasının ve sosyal anksiyete bozukluğuna ilişkin yeni
konulara yer verilmesinin katılımcılar için oldukça işlevsel olacağı düşünülmüştür.
132
Süresi uzatılan psikoeğitim programı kapsamında öncelikle katılımcıların otomatik
düşüncelerini ve bu düşüncelerindeki bilişsel hataları bulmaya yönelik daha fazla
uygulama yapma şansı bulmalarına olanak sağlanabilecektir. Ayrıca mevcut
psikoeğitim programının son oturumunda katılımcıların söz konusu otomatik
düşüncelerinin
nasıl
ortaya
çıktığını
anlamlandırmalarını
sağlamak
amacıyla
eleştirel/cezalandırıcı/suçlayıcı ebeveyn modlarından yalnız/kırılgan çocuk modları
tartışılmıştır. Modlar, bireylerin hayatını geniş bir yelpazede etkileyen, değiştirilmesi ve
fark edilmesi oldukça zor kavramlardır. Dolayısıyla Bilgece Farkındalık Temelli
Psikoeğitim Programı kapsamında katılımcıların günlük yaşamında hangi modların
çoğunlukla hakim olduğu, bu modların nasıl fark edildiği, hangi koşulda hangi modların
tetiklenip psikolojik süreçlerini etkileyebildiği yeterince tartışılamamış, süre kısıtına
bağlı olarak bu konuda yeterince uygulama yapılamamış ve oturumlar arasında
katılımcıların kendi hayat deneyimlerinde modlarını fark etme süreçlerine yer
verilememiştir. Ayrıca hazırlanmış olan psikoeğitim programının en önemli bileşenini
bilgece farkındalık kavramı oluşturmuş, bireylerin tetiklenen otomatik düşünce ve
modları ile bilgece farkındalık aracılığı ile başa çıkma becerisi kazanmaları
hedeflenmiştir. Bireylerin bilgece farkındalık düzeylerini arttırmanın bu psikoeğitim
programı kapsamında yer verilen bileşenlerini an’a odaklanma, etkilenemeden izleme,
şefkatle kabul etme ve düşüncelerin geçip gitmesine izin verme oluşturmuştur. Ancak
bu bileşenlerin gelişmesi süreci kolay olmamakta, belirtisel bir değişimin sağlanması ise
düzenli uygulama gerektirmekte, bu bileşenlerin yaşam felsefesi halini almasını gerekli
kılmaktadır. Bu araştırma kapsamında özellikle artan bilgece farkındalık düzeyinin
katılımcıların bilişsel yanlılıkları üzerinde olumlu etkileri olabileceği düşünülürken,
süre kısıtına bağlı olarak geliştirilmiş olan psikoeğitim programı kapsamında söz
konusu becerinin kazanılmasını sağlayacak yeterli seans içi uygulama ve seanslara arası
ödevlere yer verilememiştir.
Bu araştırma kapsamında gerçekleştirilmiş olan pilot çalışmaya ilişkin de bazı
kısıtlılıkların olduğu görülmüştür. Öncelikle, pilot çalışma kapsamında SAB belirti
düzeyi yüksek grubu temsil ettiği düşünülen, ancak oldukça sınırlı sayıda katılımcıya
Bilgece Farkındalık Temelli Psikoeğitim Programı uygulanmış ve psikoeğitim
programına katılacak olan katılımcıların seçiminde rastgele seçim yapılması mümkün
133
olmamıştır. Bu durum yapılan pilot çalışmanın dış geçerliğini, yani bu çalışma ile elde
edilen bulguların genellenebilirliğini düşürmüştür. Ayrıca yapılan pilot çalışmada bir
kontrol grubu yer almamıştır. Bu durum katılımcıların deneyimledikleri psikolojik
belirtilere ilişkin değişimin etki mekanizmasına ilişkin yapılacak olan tahminleri
güçleştirmiş, katılımcılarda gözlenen değişimin uygulanan psikoeğitim programı,
uygulamacı ile kurulan terapötik ilişki, zaman etkisi ya da farklı bir karıştırıcı
değişkenin etkisi sonucunda ya da tüm bu faktörlerin ortak etkileşimi sonucunda
gerçekleşmiş olabileceği ihtimallerini doğurmuştur. Son olarak,
psikoeğitim
programlarının bir tür eğitim süreci olduğu, hızlı bir değişimden ziyade bireylerin beceri
kazanımlarını sağladığı ve kazanılan becerilerin günlük hayatta uygulanması sonucu
beklenen değişimin gerçekleşebildiği bilinmektedir. Bu araştırma kapsamında ise
katılımcılardan alınan ölçümler psikoeğitim programı öncesi ve sonrası ile sınırlı
kalmış, takip çalışmasına yer verilememiştir. Bu durum araştırmanın bir diğer
kısıtlılığını oluşturmuştur.
Araştırmanın kısıtlılıkları göz önünde bulundurulduğunda yapılacak olan yeni
çalışmalarda klinik örneklem grubu ile çalışılmasının alan yazına önemli katkılar
sağlayacağı düşünülmüştür. Bu araştırmada, klinik örneklem grubu ile çalışılmasının
yanı sıra SAB belirtilerinin deneyimlenmesinde kadın ve erkekler arasındaki farkların
incelenmesinin önemli olduğu görülmüştür. Sosyal anksiyete bozukluğu kadınlarda
erkeklere kıyasla daha fazla görülen bir psikopatoloji olmasına rağmen, gerek bilişsel
yanlılıklar gerekse diğer fenotipik özellikler açısından SAB belirti düzeyi yüksek erkek
katılımcıların incelenmesine ihtiyaç duyulmaktadır. Bu incelemenin ise ancak SAB
belirtileri
deneyimleyen
daha
fazla
erkek
katılımcı
ile
gerçekleşebileceği
düşünülmüştür. Benzer şekilde yapılacak olan araştırmalarda SAB belirtileri
deneyimleyen erkek katılımcı sayısının artırılması erkek ve kadın katılımcıların farklı
cinsiyetler tarafından yansıtılan duygu ifadeleri açısından da karşılaştırılmasını
sağalayabilir. Diğer bir değişle, yapılacak olan araştırmalarda SAB belirti düzeyi
yüksek erkek katılımcı sayısının artırılması SAB belirti düzeyi yüksek erkek
katılımcıların kadın fotoğraflarına tepki sürelerinin ya da SAB belirti düzeyi yüksek
kadın katılımcıların erkek fotoğraflarına tepki sürelerinin incelenmesine olanak
tanıyabilir.
134
Bu araştırmada özellikle çalışma belleği ve dikkat yanlılığına ilişkin yanlılıklara ilişkin
gözlenen gruplar arası farkın, klinik örneklem grubu ile araştırmanın tekrar edilmesi
koşulunda istatistiksel olarak anlamlı düzeye ulaşılabileceği düşünülmüştür. Ancak
yukarıda belirtilen kısıtlılıklar doğrultusunda çalışma belleği ve dikkat yanlılığına
ilişkin yapılacak yeni çalışmalarda kullanılacak çalışma belleği görevinde bir takım
değişiklikler yapılabilir. Örneğin, çalışma belleğinde tutulan duygu ifadesinin
fotoğraflar arasından seçilmesi koşulunda, seçilmesi beklenen uyaran dışında SAB
belirtileri deneyimleyen bireylerde yanlılık oluşturacak herhangi bir uyaranın yer
almaması araştırma sonuçlarının güvenirliğini artıracak önemli bir kontrol yöntemi
olacaktır.
Ayrıca bireylerin SAB belirtilerinden bağımsız olarak çalışma belleği
kapasitelerinin ölçülüp kontrol edilmesi daha güvenilir sonuçlar doğurabilir. Benzer
şekilde dikkat yanlılığına ilişkin alınacak ölçümlerde katılımcıların baskı olarak sağ el
ya da sol el kullanmaları klavye tuşlarına basma ve tepki verme sürelerini etkileyebilir.
Yapılacak olan araştırmalarda bu değişkenlerin kontrol edilmesi güvenilir sonuçlar elde
edilmesini sağlayacaktır.
Bu araştırmada SAB belirtileri deneyimleyen bireylerin öfke ve saldırganlık
düzeylerinin de yüksek olduğu bulgusuna ulaşılmıştır. Davranışsal inhibisyonun sıklıkla
görüldüğü sosyal anksiyete bozukluğunda öfke ve saldırganlığın hakim olduğu bir alt
grubun olabileceğine ilişkin araştırma bulgularına rastlanmıştır (Kashdan ve Hoffman,
2007). Dolayısıyla, bu olası alt grubun belirtisel ve gelişimsel özellikler açısından
detaylı incelenmesinin alan yazına katkı sağlayacağı düşünülmüştür. Ayrıca bu
araştırmada sosyal anksiyete bozukluğunun hem bilgece farkındalık ile hem de duygu
düzenleme güçlüğü ile ilişkili bir bozukluk olduğu gözlenmiştir. Bilgece farkındalık ve
duygu düzenlemenin, doğaları gereği birbirleriyle ilişkili kavramlar olması bilgece
farkındalık düzeyi düşük olan bireylerin SAB belirtileri deneyimlemelerinde etkin rol
oynayan faktörlerden birinin duygu düzenleme ile ilişkili sorunlar olabileceği hipotezini
akla getirmiştir. Yapılacak araştırmalar ile bu hipotezin sınanmasına ihtiyaç
duyulmuştur.
Son olarak mevcut araştırma kapsamında geliştirilmiş olan psikoeğitim programına
135
ilişkin bir takım eksiklikler olduğu belirlenmiş ve bu eksiklikler yukarıda belirtilmiştir.
Bu eksiklikler doğrultusunda, bu alanda yapılmış olan psikoeğitim programlarına ve bu
programların etkililik araştırmalarının bulgularına bağlı kalınarak, psikoeğitim programı
süresinin en az sekiz hafta sürecek şekilde planlanması önerilmektedir. Süresi uzatılan
psikoeğitim programı kapsamında katılımcıların otomatik düşüncelerini ve bu
düşüncelerindeki
bilişsel
hataları
bulmaya
yönelik
daha
fazla
uygulama
yapılabilecektir. Bilgece Farkındalık Temelli Psikoeğitim Programı kapsamında
katılımcıların günlük yaşamlarında çoğunlukla hakim olan modlarını (eleştirel,
suçlayıcı, cezalandırıcı vb.) tespit etmeye ve bu modların hangi koşullarda
tetiklendiğine odaklanan bilgi aktarımı, uygulama ve seanslar arası ödevlere yer
verilebilecektir. Ayrıca, hazırlanmış olan psikoeğitim programının en önemli bileşenini
bilgece farkındalık kavramı oluşturmuş olmasına bağlı olarak, söz konusu psikolojik
belirtiler, otomatik düşünceler, bedensel duyumlar ile başa çıkmak için bilgece
farkındalığın an’a odaklanma, etkilenemeden izleme, şefkatle kabul etme ve
düşüncelerin geçip gitmesine izin verme gibi becerilerin kazanımına program süresinin
uzaması ile birlikte psikoeğitim programı kapsamında daha fazla yer verilebilecektir.
Bilgece Farkındalık Temelli Psikoeğitim Programı’nın yanı sıra söz konusu programın
etkililiğinin incelenme yöntemine ilişkin de bazı eksikliklerin olduğu belirtilmiştir.
Dolayısıyla, yapılacak olan deneysel bir çalışma ile bu araştırma ile tespit edilmiş ve
yukarıda belirtilmiş olan eksikliklerinin giderilmiş olduğu Bilgece Farkındalık Temelli
Psikoeğitim
Programının
etkililiğinin
incelenmesinin
düşünülmüştür. Yapılacak olan etkililik çalışmasında,
oldukça
önemli
olduğu
klinik olarak SAB tanı
kriterlerini karşılayan katılımcı grubuna ve kontrol grubunun var olduğu bir araştırma
desenine yer verilmesi önerilmektedir. Ayrıca bilgece farkındalığın bir yaşam felsefesi
haline gelmesi ile işlevselliği arttıran doğası gereği yapılacak olan deneysel çalışmanın
takip çalışmasının yapılmasının da alana katkı sağlayacağı düşünülmüştür.
Özetle, mevcut araştırma ile elde edilen bulguların gerek kuramsal gerekse klinik
uygulama düzeyinde SAB alan yazınına katkı sağladığı düşünülmüştür. Ancak
araştırmanın söz konusu kısıtlılıklarının giderilerek çalışılması ile alan yazına sağlanan
katkının arttırılabileceği öngörülmektedir.
136
KAYNAKÇA
Abbott, M. J. ve Rapee, R. M. (2004). Post-event rumination and negative self-appraisal
in social phobia before and after treatment. Journal of Abnormal Psychology,
113(1), 136–144.
Acarturk, C., Cuijpers, P., van Straten, A. ve de Graaf, R. (2009). Psychological
treatment of social anxiety disorder: A meta-analysis. Psychological Medicine,
39, 241–254.
Aldao, A. ve Nolen-Hoeksema, S. (2010). Specificity of cognitive emotion regulation
strategies: A transdiagnostic examination. Behavior Research and Therapy, 48,
974-983.
Alden, L. E., Taylor, C. T., Mellings, T. M. J. B. ve Laposa, J. M. (2008). Social
anxiety and the interpretation of positive social events. Journal of Anxiety
Disorders, 22(4), 577–90.
American Psychiatric Association (1952). Diagnostic and statistical manual for mental
disorders. Washington, DC: Author.
American Psychiatric Association (1968). Diagnostic and statistical manual for mental
disorders (2.baskı—Gözden geçirilmiş). Washington, DC: Author.
American Psychiatric Association (1980). Diagnostic and statistical manual for mental
disorders (3. baskı). Washington, DC: Author.
American Psychiatric Association (1987). Diagnostic and statistical manual for mental
disorders (3. baskı—Gözden geçirilmiş). Washington, DC: Author.
American Psychiatric Association (1994). Diagnostic and statistical manual for mental
disorders (4th edition). Washington, DC: Author.
American Psychiatric Association (2000). Diagnostic and statistical manual for mental
disorders (4th edition—Gözden geçirilmiş). Washington, DC: Author.
137
American Psychiatric Association (2013). Diagnostic and statistical manual for mental
disorders (5th edition). Washington, DC: Author.
Amir, N., Beard, C. ve Bower, E. (2005). Interpretation bias and social anxiety.
Cognitive Therapy and Research, 29(4), 433–443.
Amir, N., Coles, M. E., Brigidi, B. ve Foa, E. B. (2001). The effect of practice on recall
of emotional information in individuals with generalized social phobia. Journal
of Abnormal Psychology, 110, 713–720.
Amir, N., Elias, J., Klumpp, H. ve Przeworski, A. (2003). Attentional bias to threat in
social phobia: Facilitated processing of threat or difficulty disengaging attention
from threat? Behaviour Research and Therapy, 41(11), 1325–1335
Amir, N., Foa, E. B. ve Coles, M. E. (1998). Negative interpretation bias in social
phobia. Behaviour Research and Therapy, 36, 945–957.
Arbelle, S., Benjamin, J., Golin, M., Kremer, I., Belmaker, R. H. ve Ebstein, R. P.
(2003). Relation of shyness in grade school children to the genotype for the long
form of the serotonin transporter promoter region polymorphism. American
Journal of Psychiatry, 160(4), 671–676.
Assuncao, M. C., Lucas da Conceica, Costa, D., Mathis, M. A. D, Gedanke Shavitt, R.,
Arzeno Ferra, Y., Rosario, M. C. D. ve Rodrigues Torres, A. (2012). Social
phobia in obsessive–compulsive disorder: Prevalence and correlates. Journal of
Affective Disorders, 143, 138 – 147.
Ayduk, O., Downey, G., Testa, A. ve Yen, Y. (1999). Does rejection elicit hostility in
rejection sensitive women? Social Cognition, 17, 245–271.
Baker, S. L., Heinrichs, N., Kim, H. J. ve Hofmann, S. G. (2002). The Liebowitz Social
Anxiety Scale as a self-report instrument: A preliminary psychometric analysis.
138
Behaviour Research and Therapy, 40, 701–715.
Beilock, S. L. ve Carr, T. H. (2005). When high-powered people fail: Working memory
and ‘‘choking under pressure’’ in math. Psychological Science, 16, 101–105.
Blote, A. W., Miers, A. C., Heyne, D. A. ve Westenberg, P. (2015). Social anxiety and
the school environment of adolescents. In K. Ranta, A. M. La Greca, L.-J.
Garcia- Lopez ve M. Marttunen (Eds.), Social anxiety and phobia in
adolescents: Devel- opment, manifestation and intervention strategies (s. 151181) xi, 325 Cham, Switzerland (s. 151-181). Switzerland: Springer
International Publishing.
Blote, A. W., Bokhorst, C. L., Miers, A. C. ve Westenberg, P. (2012). Why are socially
anxious adolescents rejected by peers? The role of subject-group similarity
characteristics. Journal of Research on Adolescence, 22(1), 123-134.
Boettcher, J., Berger, T. ve Renneberg, B. (2012a). Internet-based attention training for
social anxiety: A randomized controlled trial. Cognitive Therapy and Research,
36(5), 522–536.
Miers, A. C., Blote, A. W. ve Westenberg, P. (2010). Peer perceptions of social skills in
socially anxious and nonanxious adolescents. Journal of Abnormal Child
Psychology, 38(1), 33-41.
Brown, T. A., Campbell, L. A., Lehman, C. L., Grisham, J. R. ve Mancill, R. B. (2001).
Current and lifetime comorbidity of the DSM-IV anxiety and mood disorders in
a large clinical sample. Journal of Abnormal Psychology, 110, 585 – 599.
Brown, E. J., Heimberg, R. G. ve Juster, H. R. (1995). Social phobia subtype and
avoidant personality disorder: Effect on severity of social phobia, impairment,
and outcome of cognitive behavioral treatment. Behavior Therapy, 26, 467–489.
Brown, K. W. ve Ryan, R. M. (2003). The benefits of being present: Mindfulness and
its role in psychological well-being. Journal of Personality and Social
139
Psychology, 84(4), 822–848.
Brozovich, F. ve Heimberg, R. G. (2008). An analysis of post-event processing in social
anxiety disorder. Clinical Psychology Review, 28(6), 891–903.
Calvete, E. (2014). Emotional abuse as a predictor of early maladaptive schemas in
adolescents: Contributions to the development of depressive and social anxiety
symptoms. Child Abuse and Neglect, 38(4), 735-746.
Carlbring, P., Apelstrand, M., Sehlin, H., Amir, N., Rousseau, A., Hofmann, S. ve
Andersson, G. (2012). Internet-delivered attention training in individuals with
social anxiety disorder—a double blind randomized controlled trial. BMC
Psychiatry, 12, 66.
Chavira, D. A., Stein, M. B., Bailey, K. ve Stein, M. T. (2004). Comorbidity of
generalized social anxiety disorder and depression in a pediatric primary care
sample. Journal of Affective Disorders, 80, 163–171.
Chen, X. ve Tse, H. C. H. (2008). Social functioning and adjustment in Canadian-born
children with Chinese and European backgrounds. Developmental Psychology,
44(4), 1184-1189.
Clark, D. M. ve Wells, A. (1995). A cognitive model of social phobia. In R. G.
Heimberg ve M. R. Liebowitz (Eds.), Social phobia: Diagnosis, assessment, and
treatment (s. 69-93). New York, NY, US: Guilford Press.
Chiesa, A., Calati, R. ve Serretti, A. (2011). Does mindfulness training improve
cognitive abilities? A systematic review of neuropsychological findings.
Clinical Psychology Review, 31(3), 449–464.
Cody, M. W. ve Teachman, B. A. (2010). Post-event processing and memory bias for
performance feedback in social anxiety. Journal of Anxiety Disorders, 24, 468–
479.
Davis, K. M., Lau, M. A. ve Cairns, D. R. (2009). Development and preliminary
140
validation of a trait version of the Toronto mindfulness scale. Journal of
Cognitive Psycho- therapy, 23, 185-197.
Dilbaz, N. (2002). The prevelance of social phobia among the Turkish university
students. XII. World Congress of Psychiatry, Yokohama, August 24-29, 2002.
Domschke, K., Stevens, S., Beck, B., Baffa, A., Hohoff, C., Deckert, J. ve Gerlach, A.
L. (2009). Blushing propensity in social anxiety disorder: Influence of serotonin
transporter gene variation. Journal of Neural Transmission, 116(6), 663–666.
Donner, J., Pirkola, S., Silander, K., Kananen, L., Terwilliger, J. D., Lonnqvist, J., . . .
Hovatta, I. (2008). An association analysis of murine anxiety genes in humans
implicates novel candidate genes for anxiety disorders. Biological Psychiatry,
64(8), 672–680.
Edwards, S. L., Rapee, R. M. ve Kennedy, S. (2010). Prediction of anxiety symptoms in
preschool-aged children: Examination of maternal and paternal perspectives.
Journal of Child Psychology and Psychiatry, 51, 313–321.
Erol-Adaklı, S. (2013). Otizm Tanısı Almış ve Almamış Kişilerde Duygu İfadelerine
İlişkin Çalışma Belleği ve Duygu İfadelerinin Anlamlandırılması.
Yayınlanmamış yüksek lisans tezi, Hacetepe Üniversitesi, Sosyal Bilimler
Enstitüsü.
Eysenck, M. W., Derakshan, N., Santos, R. ve Calvo, M. G. (2007). Anxiety and
cognitive performance: Attentional control theory. Emotion, 7(2), 336–353.
Gelernter, J., Page, G. P., Stein, M. B. ve Woods, S. W. (2004). Genome-wide linkage
scan for loci predisposing to social phobia: Evidence for a chromosome 16 risk
locus. American Journal of Psychiatry, 161(1), 59–66.
Gratz, K. L. ve Roemer, L. (2004). Multidimensional assessment of emotion regulation
and dysregulation: Development, factor structure, and initial validation of the
Difficulties in Emotion Regulation Scale. Journal of Psychopathology and
141
Behavioral Assessment, 26, 41-54.
Gupta, D. ve Perez-Edgar, K. (2012). The role of temperament in somatic complaints
among young female adults. Journal of Health Psychology, 17, 26–35.
Gültekin, B. D. ve Dereboy, İ. F. (2011). Üniversite öğrencilerinde sosyal fobinin
yaygınlığı ve sosyal fobinin yaşam kalitesi, akademik başarı ve kimlik oluşumu
üzerine etkileri, Türk Psikiyatri Dergisi, 22, 1-10.
Gray, J. A. ve McNaughton, N. (1996) ‘The neuropsychology of anxiety: Reprise’, in
D.A. Hope (ed.), Perspectives on Anxiety, Panic and Fear (pp. 61–134).
Nebraska: University of Nebraska Press.
Gross, J. J. (1998). The emerging field of emotion regulation: An integrative review.
Review of General Psychology, 2(3), 271–299.
Flint, A. J. (1994) Epidemiology and comorbidity of anxiety disorders in the elderly.
American Journal of Psychiatry, 151, 640- 649.
Hayes-Skelton, S. ve Graham, J. (2013). Decentering as a common link among
mindfulness, cognitive reappraisal, and social anxiety. Behavioral and Cognitive
Psychotherapy, 41, 317–328.
Heeren, A., Mogoaşe, C., Philippot, P. ve McNally, R. J. (2015). Attention bias
modification for social anxiety: A systematic review and meta-analysis. Clinical
Psychology Review, 40, 76-90.
Heimberg, R. G., Brozovich, F. A. ve Rapee, R. M. (2010). A cognitive behavioral
model of social anxiety disorder: Update and extension. In S. G. Hofmann ve P.
M. DiBartolo (Eds.), Social anxiety (2nd ed., s. 395-422). San Diego: Academic
Press.
Heimberg, R. G., Holt, C. S., Schneier, F. R., Spitzer, R. L. ve Liebowitz, M. R. (1993).
The issue of subtypes in the diagnosis of social phobia. Journal of Anxiety
142
Disorders, 7, 249–269.
Herbert, J. D. ve Cardaciotto, L. (2005). A mindfulness and acceptance-based
perspective on social anxiety disorder. In S. Orsill ve L. Roemer (Eds.),
Acceptance and mindfulness- based approaches to anxiety: Conceptualization
and treatment (s. 189–212). New York, NY: Springer.
Heuer, K., Lange, W.-G., Isaac, L., Rinck, M. ve Becker, E. S. (2010). Morphed
emotional faces: Emotion detection and misinterpretation in social anxiety.
Journal of Behavior Therapy and Experimental Psychiatry, 41(4), 418–425.
Hjeltnes, A., Molde, H., Schanche, E., Vøllestad, J., Svendsen, J. L., Moltu, C., ve
Binder, P. E. (2016). An open trial of mindful- ness-based stress reduction for
young adults with social anxiety disorder. Manuscript submitted for
publication.
Hofmann, S. G. (2007). Cognitive factors that maintain social anxiety disorder: A
comprehensive model and its treatment implications. Cognitive Behaviour
Therapy, 36, 195–209.
Hofmann, S. G., Newman, M. G., Ehlers, A. ve Roth, W. T. (1995).
Psychophysiological differences between subtypes of social phobia. Journal of
Abnormal Psychology, 104, 224–231.
Hofmann, S. G. ve Roth, W. T. (1996). Issues related to social anxiety among controls
in social phobia research. Behavior Therapy, 27, 79–91.
Holt, C. S., Heimberg, R. G. ve Hope, D. A. (1992). Avoidant personality disorder and
the generalized subtype of social phobia. Journal of Abnormal Psychology, 101,
318–325.
Hook, J. N. ve Valentiner, D. P. (2002). Are specific and generalized social phobias
qualitatively distinct? Clinical Psychology: Science and Practice, 9, 379–395.
Jazaieri, H., Goldin, P., Werner, K., Ziv, M. ve Gross, J. (2012). A randomized trial of
143
MBSR versus aerobic exercise for social anxiety disorder. Journal of Clinical
Psychology, 68(7), 715–731.
Jha, A. P., Krompinger, J. ve Baime, M. J. (2007). Mindfulness training modifies
subsystems of attention. Cognitive, Affective and Behavioral Neuroscience, 7(2),
109–119.
Johnston, P. J., Katsikitis, M. ve Carr, V. J. (2001). A generalized deficit can account
for problems in facial emotion recognition in schizophrenia. Biological
Psychology, 58, 203–227.
Kabat-Zinn, J. (1990). Full catastrophe living: Using the wisdom of your mind and body
to face stress, pain, and illness. New York, NY: Delacorte.
Kabat-Zinn, J. (2005). Full catastrophe living (15th ed.). New York: Delta Random
House.
Kanai, Y., Sasagawa, S., Chen, J., Shimada, H. ve Sakano, Y. (2010). Interpretation bias
for ambiguous social behavior among individuals with high and low levels of
social anxiety. Cognitive Therapy and Research, 34, 229–240.
Kang, Y., Gruber, J. ve Gray, J. R. (2013). Mindfulness and de-automatization. Emotion
Review, 5, 192–201.
Kashdan, T. B., Weeks, J. W. ve Savostyanova, A. A. (2011). Whether, how, and when
social anxiety shapes positive experiences and events: A self-regulatory
framework and treatment implications. Clinical Psychology Review, 31(5), 786–
799.
Kessler, R. C., Berglund, P., Demler, O., Jin, R., Merikangas, K. R. ve Walters, E. E.
(2005). Lifetime prevalence and age-of-onset distributions of DSM-IV disorders
in the National Comorbidity Survey Replication. Archives of General
Psychiatry, 62, 593–602.
Kessler, R. C., Chiu, W., Demler, O. ve Walters, E. E. (2005). Prevalence, severity, and
144
comorbidity of 12-month DSM-IV disorders in the National Comorbidity
Survey Replication. Archives of General Psychiatry, 62, 617–627.
Kılıç, C. (1997). Türkiye Ruh Sağlığı Profili: Erişkin Nüfusla İlgili Sonuçlar. Türkiye
Ruh Sağlığı Profili, Ön Rapor. Erol N, Kılıç C, Ulusoy M, Keçeci M, Şimşek
ZT (ed.) Ankara, Aydoğdu Ofset, T.C. Sağlık Bakanlığı.
Kim, H. Y., Lundh, L. G. ve Harvey, A. (2002). The enhancement of video feedback by
cognitive preparation in the treatment of social anxiety: A single-session
experiment. Journal of Behavior Therapy and Experimental Psychiatry, 33,
19–37.
Kingsep, P. ve Page, A. (2010). Attempted suppression of social threat thoughts:
Differential effects for social phobia and healthy controls? Behaviour Research
and Therapy, 48(7), 653–660.
Knappe, S., Beesdo-Baum, K., Fehm, L., Lieb, R. ve Wittchen, H. U. (2012).
Characterizing the association between parenting and adolescent social phobia.
Journal of Anxiety Disorders, 26(5), 608-616.
Koszycki, D., Benger, M., Shlik, J. ve Bradwejn, J. (2007). Randomized trial of a
meditation-based stress reduction program and cognitive behavior therapy in
generalized social anxiety disorder. Behavior Research and Therapy, 45, 2518–
2526.
Lavie, N. (2005). Distracted and confused? Selective attention under load. Trends
Cognitive Science, 9, 75–82.
Leary, M. R., Twenge, J. M. ve Quinlivan, E. (2006). Interpersonal rejection as a
determinant of anger and aggression. Personality and Social Psychology Review,
10, 111–132.
LeMoult, J. ve Joormann, J. (2012). Attention and memory biases in social anxiety disorder: The role of comorbid depression. Cognitive Therapy and Research, 36,
145
47–57.
Lepine, J. P. ve Peissolo, A. (1996) Comorbidity and social phobia: clinical and
epidemiological issues. International Clinical Psychopharmacology, 11, 35-41.
Liang, C.-W., Hsu, W.-Y., Hung, F.-C., Wang, W.-T. ve Lin, C.-H. (2011). Absence of
a positive bias in social anxiety: The application of a directed forgetting
paradigm. Journal of Behavior Therapy and Experimental Psychiatry, 42(2),
204–210.
Liebowitz, M. R. (1987). Social phobia. Modern Problems of Pharmacopsychiatry,
22,141-173.
Liebowitz, M. R., Gorman, J. M., Fyer, A. J. ve Klein, D. F. (1985). Social phobia:
Review of a neglected anxiety disorder. Archives of General Psychiatry, 42,
729–736.
Liebowitz, M. R., Heimberg, R. G., Fresco, D. M., Travers, J. ve Stein, M. B. (2000).
Social phobia or social anxiety disorder: What’s in a name?. Archives of General
Psychiatry, 57, 191–192.
Loukas, A. ve Pasch, K. E. (2013). Does school connectedness buffer the impact of peer
victimization on early adolescents’ subsequent adjustment problems? The
Journal of Early Adolescence, 33(2), 245-266.
Luchetti, S. ve Rapee, R. M. (2014). Liking and perceived probability of victimization
of peers displaying behaviors characteristic of anxiety and depression. Journal
of Experimental Psychopathology, 5(2), 212-223.
MacLeod, C. ve Mathews, A. (2012). Cognitive bias modification approaches to
anxiety. Annual Review of Clinical Psychology, 8, 189–217.
Mansell, W., Clark, D. M., Ehlers, A. ve Chen, Y.-P. (1999). Social anxiety and attention away from emotional faces. Cognition and Emotion, 13(6), 673–690.
Marks, I. M. ve Gelder, M. G. (1966). Different ages of onset in varieties of phobia.
146
American Journal of Psychiatry, 123, 218-221.
Mathews, A. ve MacLeod, C. (2005). Cognitive vulnerability to emotional disorders.
Annual Review of Clinical Psychology, 1(1), 167–195.
Mogg, K. ve Bradley, B. P. (2002). Selective orienting of attention to masked threat
faces in social anxiety. Behaviour Research and Therapy, 40, 1403–1414.
Monk, C. S., Telzer, E. H., Mogg, K., Bradley, B. P., Mai, X., Louro, H. M. C. (2008).
Amygdala and ventrolateral prefrontal cortex activation to masked angry faces
in children and adolescents with generalized anxiety disorder. Archives of
General Psychiatry, 65(5), 568-576.
Morgan, J. (2010). Autobiographical memory biases in social anxiety. Clinical
Psychology Review, 30, 288–297.
Morrison, A. S. ve Heimberg, R. G. (2013). Social anxiety and social anxiety disorder.
Annual Review of Clinical Psychology, 9, 249–274.
Moscovitch, D. A. (2009). What is the core fear in social phobia? A new model to
facilitate individualized case conceptualization and treatment. Cognitive and
Behavioral Practice, 16, 123–134.
McLaughlin, K. A. ve Nolen-Hoeksema, S. (2012). Interpersonal stress generation as a
mechanism linking rumination to internalizing symptoms in early adolescents.
Journal of Clinical Child and Adolescent Psychology, 41, 584–597.
Mitte, K. (2008). Memory bias for threatening information in anxiety and anxiety
disorders: A meta-analytic review. Psychological Bulletin, 134(6), 886–911.
Öhman, A. ve Mineka, S. (2001). Fears, phobias, and preparedness: Toward an evolved
module of fear and fear learning. Psychological Review, 108, 483–522.
Oken, B. S., Fonareva, I., Haas, M., Wahbeh, H., Lane, J. B., Zajdel, D. ve Amen, A.
(2010). Pilot controlled trial of mindfulness meditation and education for
dementia caregivers. Journal of Alternative and Complementary Medicine,
147
16(10), 1031–1038.
Pallanti, S., Quercioli, L. ve Hollander, E. (2004). Social anxiety in outpatients with
schizophrenia: a relevant cause of disability. American Journal of Psychiatry,
161(1), 53–58.
Pepping, C. A., O’Donovan, A. ve Davis, P. J. (baskıda). The differential relationship
between mindfulness and attachment in experienced and inexperienced
meditators. Mindfulness.
Pollard, C. A. ve Henderson, J. G. (1988). Four types of social phobia in a community
sample. Journal of Nervous and Mental Disease, 176, 440-445.
Piet, J., Hougaard, E., Hecksher, M. S. ve Rosenberg, N. K. (2010). A randomized pilot
study of mindfulness-based cognitive therapy and group cognitive-behavioral
therapy for young adults with social phobia. Scandinavian Journal of
Psychology, 51, 403–410.
Posner, M. I. (1980). Orienting of attention. The Quarterly Journal of Experimental
Psychology, 32(1), 3–25.
Putman, P., Hermans, E. ve van Honk, J. (2004). Emotional Stroop performance for
masked angry faces: It’s BAS, not BIS. Emotion, 4(3), 305–311.
Rachman, S., Gruter-Andrew, J. ve Shafran, R. (2000). Post-event processing in social
anxiety. Behaviour Research and Therapy, 38, 611–617.
Ranta, K., Kaltiala-Heino, R., Frojd, S. ve Marttunen, M. (2013). Peer victimization and
social phobia: A follow-up study among adolescents. Social Psychiatry and
Psychiatric Epidemiology, 48(4), 533-544.
Ranta, K., Kaltiala-Heino, R., Pelkonen, M. ve Marttunen, M. (2009). Associations
between peer victimization, self-reported depression and social phobia among
adolescents: The role of comorbidity. Journal of Adolescence, 32(1), 77-93.
Rapee, R. M. ve Heimberg, R. G. (1997). A cognitive–behavioral model of anxiety in
148
social phobia. Behaviour Research and Therapy, 35(8), 741−756.
Romero-Acosta K, Penelo E, Noorian Z. (2013) Racial/ethnic differences in the
prevalence of internalizing symptoms: Do Latin-American immigrant show
more symptomatology than Spanish native-born adolescents? Journal of Health
Psychology.
Rugancı, R. N. (2010). The relationship among attachment style, affect
regulation,psychological distress and mental construction of the relational
world. Yayınlanmamış doktora tezi, Orta Doğu Teknik Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü.
Safren, S. A., Heimberg, R. G., Horner, K. J., Juster, H. R., Schneier, F. R. ve
Liebowitz, M. R. (1999). Factor structure of social fears: The Liebowitz Social
Anxiety Scale. Journal of Anxiety Disorders, 13, 253–270.
Scaini, S., Belotti, R. ve Ogliari, A. (2014). Genetic and environmental contributions to
social anxiety across different ages: A meta-analytic approach to twin data.
Journal of Anxiety Disorders, 28(7), 650-656.
Schmidt, N. B., Richey, J. A., Buckner, J. D. ve Timpano, K. R. (2009). Attention training for generalized social anxiety disorder. Journal of Abnormal Psychology,
118, 5–14.
Segal, Z. V., Williams, J. M. G. ve Teasdale, J. D. (2002). Mindfulness-Based Cognitive
Therapy for Depression. New York, Guilford Press.
Silvia, P. J., Allan, W. D., Beauchamp, D. L., Maschauer, E. L.ve Workman, J. O.
(2006). Biased recognition of happy facial expressions in social anxiety. Journal
of Social and Clinical Psychology, 25(6), 588−602.
Spence, S. H. ve Rappe, R. M. (2016). The etiology of social anxiety disorder: An
evidence based model. Behavior Research and Therapy, 1-18.
149
Spurr, J. M. ve Stopa, L. (2002). Self-focused attention in social phobia and social
anxiety. Clinical Psychology Review, 22, 947–975.
Stein, M. B., ve Kean, Y. M. (2000). Disability and quality of life in social phobia:
Epidemiologic findings. American Journal of Psychiatry, 157, 1606–1613.
Stein, M. B., Torgrud, L. J. ve Walker, J. (2000). Social phobia symptoms, subtypes,
and severity. Archives of General Psychiatry, 57, 1046–1052.
Stemberger, R. T., Turner, S. M., Beidel, D. C. ve Calhoun, K. S. (1995). Social phobia:
An analysis of possible developmental factors. Journal of Abnormal
Psychology, 104, 526–531.
Stevens, S., Gerlach, A. L. ve Rist, F. (2008). Effects of alcohol on ratings of emotional facial expressions in social phobics. Journal of Anxiety Disorders, 22,
940–948.
Stopa, L. (2009). Why is the self important in understanding and treatment social
phobia? Cognitive Behaviour Therapy, 38, 48–54.
Strachan, T. R. A. (2010). Human molecular genetics (4th ed.). Taylor and Francis.
Syal, S., Hattingh, C. J., Fouche ́, J.-P., Spottiswoode, B., Carey, P. D., Lochner, C. ve
Stein, D. J. (2012). Grey matter abnormalities in social anxiety disorder: A pilot
study. Metabolic Brain Disease, 27(3), 299–309.
Tone, E. B., Goulding, S. M. ve Compton, M. T. (2011). Associations among perceptual
anomalies, social anxiety, and paarnoia in a college student sample. Psychiatry
Research, 188, 258-263.
Turner, S. M., Beidel, D. C. ve Townsley, R. M. (1992). Social phobia: A comparison
of specific and generalized subtypes and avoidant personality disorder. Journal
of Abnormal Psychology, 101, 326–331.
Soykan, Ç., Özgüven, H. D. ve Gençöz, T. (2003). Liebowitz social anxiety scaled:
turkish version. Psychological Reports, 93, 1059-69.
150
Stenberg, G., Wiking, S. ve Dahl, M. (1998). Judging words at face value: Interference
in word processing reveals automatic processing of affective facial expressions.
Cognition and Emotion, 12, 755–782.
Hisli Şahin, N. ve Yeniçeri, Z. (2015). Farkındalık üzerine üç araç: Psikolojik
Farkındalık, Bütünleyici Kendilik Farkındalığı ve Toronto Bilgece Farkındalık
Ölçekleri. Türk Psikoloji Dergisi, 30(76), 48-67.
Turk, C., Heimberg, R. ve Luterek, J. (2005). Emotion dysregulation in generalized
anxiety disorder: A comparison with social anxiety disorder. Cognitive Therapy
and Research, 29(1), 89–106.
Turk, C. L., Lerner, J., Heimberg, R. G. ve Rapee, R. M. (2001). An integrated
cognitive-behavioral model of social anxiety. In: S. G. Hofmann ve P. M.
Dibartolo (Eds.), From social anxiety to social phobia: multiple perspectives (s.
281–303). Allyn and Bacon.
Vidyanidhi, K. ve Sudhir, P. M. (2009). Interpersonal sensitivity and dysfunctional
cognitions in social anxiety and depression. Asian Journal of Psychiatry, 2, 2528.
Yoon, K. L., Kutz, A. M., LeMoult, J. ve Joormann, J. (2016). Working memory in
social anxiety disorder: Better manipulation of emotional versus neutral material
in working memory. Cognition and Emotion, 1-8.
Weeks, J. W., Heimberg, R. G., Rodebaugh, T. L. ve Norton, P. J. (2008). Exploring the
relationship between fear of positive evaluation and social anxiety. Journal of
Anxiety Disorders, 22, 386–400.
151
EK 1: Demografik Bilgi Formu
DEMOGRAFİK BİLGİ FORMU
Cinsiyet: ______
Yaş: ______
Medeni Durum: ______
Doğum Yeri: ______
Şuan yaşadığınız şehir: ________
Üniversite: ________
Bölüm/Fakülte: ______
Anne Eğitim Durumu: _______
Algılanan Gelir Düzeyi: Düşük ______
Şuan nerede yaşıyorsunuz? Ev____
Sınıf: ______
Baba Eğitim Durumu: _______
Orta _____
Yurt_____
Yüksek _____
Diğer_____
Birlikte yaşadığınız kişiler var mı? Var____ Yok____
Var ise belirtiniz: Aile_____ Arkadaş _______ Akraba_______ Diğer _______
Yakın arkadaş sayısı: Kız Arkadaş ______ Erkek Arkadaş ______
Herhangi bir fiziksel hastalığınız var mı? Bu hastalığınız için ilaç kullanıyor musunuz?
Herhangi bir psikiyatrik hastalığınız var mı? Bu hastalığınız için ilaç tedavisi ya da
psikoterapi alıyor musunuz?
152
EK 2: Liebowitz Sosyal Kaygı Ölçeği
LIEBOWITZ SOSYAL KAYGI ÖLÇEĞİ
Lütfen aşağıdaki formu dikkatle okuyunuz.
Sol kolondaki durumlarda duyduğunuz kaygının şiddetine göre, 1 ile 4 arasında puan
veriniz. Sağ kolonda aynı durumlar tekrar sıralanmıştır. Bu defa durumlardan
kaçınıyorsanız, kaçınmanın şiddetine göre yine 1 ile 4 arasında puan veriniz.
Puanlamayı aşağıdaki tariflere göre yapabilirsiniz..
Kaygı
1: Yok ya da çok hafif
2: Hafif
3: Orta derecede
4: Şiddetli
Kaçınma
1: Kaçınma yok ya da çok ender
2: Zaman zaman kaçınırım
3: Çoğunlukla kaçınırım
4: Her zaman kaçınırım
Kaygı
1.Önceden hazırlanmaksızın bir
toplantıda kalkıp konuşmak
2. Seyirci önünde hareket, gösteri ya da
konuşma yapmak
3. Dikkatleri üzerinde toplamak
4. Romantik veya cinsel bir ilişki kurmak
amacıyla birisiyle tanışmaya çalışmak
5. Bir gruba önceden hazırlanmış sözlü
bilgi sunmak
6. Başkaları içerdeyken bir odaya girmek
7.Kendisinden daha yetkili biriyle
konuşmak
8. Satın aldığı bir malı ödediği parayı
geri almak üzere mağazaya iade etmek
9. Çok iyi tanımadığı birisine fikir ayrılığı
veya hoşnutsuzluğun ifade edilmesi
10. Gözlendiği sırada çalışmak
11. Çok iyi tanımadığı bir kişiyle yüz yüze
konuşmak
12. Bir eğlenceye gitmek
13. Çok iyi tanımadığı birisinin gözlerinin
içine doğrudan bakmak
14. Yetenek, beceri ya da bilginin
sınanması
Kaçınma
1.Önceden hazırlanmaksızın
bir toplantıda kalkıp konuşmak
2. Seyirci önünde hareket, gösteri ya
da konuşma yapma
3. Dikkatleri üzerinde toplamak
4. Romantik veya cinsel bir ilişki
kurmak amacıyla birisiyle tanışmaya
çalışmak
5. Bir gruba önceden hazırlanmış
sözlü bilgi sunmak
6. Başkaları içerdeyken bir odaya
girmek
7.Kendisinden daha yetkili biriyle
konuşmak
8. Satın aldığı bir malı ödediği parayı
geri almak üzere mağazaya iade
etmek
9. Çok iyi tanımadığı birisine fikir
ayrılığı veya hoşnutsuzluğun ifade
edilmesi
10. Gözlendiği sırada çalışmak
11. Çok iyi tanımadığı bir kişiyle yüz
yüze konuşmak
12. Bir eğlenceye gitmek
13. Çok iyi tanımadığı birisinin
gözlerinin içine doğrudan bakmak
14. Yetenek, beceri ya da bilginin
sınanması
15. Gözlendiği sırada yazı yazmak
16. Çok iyi tanımadığı bir kişiyle telefonda
konuşmak
17. Umumi yerlerde yemek yemek
18. Evde misafir ağırlamak
19. Küçük bir grup faaliyetine katılmak
20. Umumi yerlerde bir şeyler içmek
21. Umumi telefonları kullanmak
22. Yabancılarla konuşmak
23. Satış elemanının yoğun baskısına karşı
koymak
24. Umumi tuvalette idrar yapmak
153
15. Gözlendiği sırada yazı yazmak
16. Çok iyi tanımadığı bir kişiyle
telefonda konuşmak
17. Umumi yerlerde yemek yemek
18. Evde misafir ağırlamak
19. Küçük bir grup faaliyetine
katılmak
20. Umumi yerlerde bir şeyler içmek
21. Umumi telefonları kullanmak
22. Yabancılarla konuşmak
23. Satış elemanının yoğun baskısına
karşı koymak
24. Umumi tuvalette idrar yapmak
154
EK 3: Kısa Semptom Envanteri
SCL-90
Aşağıda zaman zaman herkeste olabilecek yakınma ve sorunların bir listesi vardır.
Lütfen her birini dikkatlice okuyunuz. Sonra bu durumun bugün de dahil olmak üzere
son bir ay içinde sizi ne ölçüde huzursuz ve tedirgin ettiğini göz önüne alarak aşağıda
belirtilen tanımlamalardan uygun olanının numarasını karşısındaki boşluğa yazınız.
Düşüncenizi değiştirirseniz ilk yazdığınız numarayı tamamen siliniz. Lütfen başlangıç
örneğini dikkatle okuyunuz ve anlamadığınız bir cümle ile karşılaştığınızda uygulayan
kişiye danışınız.
0 Hiç
1 Çok az
2 Orta derecede
3 Oldukça fazla
4 Aşırı düzeyde
1. Baş ağrısı
..........
2. Sinirlilik ya da içinin titremesi
..........
3. Zihinden atamadığınız yineleyici (tekrarlayıcı) hoşa gitmeyen düşünceler
..........
4. Baygınlık ve baş dönmeler
..........
5. Cinsel arzuya ilginin kaybı
..........
6. Başkaları tarafından eleştirilme duygusu
..........
7. Herhangi bir kimsenin düşüncelerinizi kontrol edebileceği fikri
..........
8. Sorunlarınızdan pek çoğu için başkalarının suçlanması gerektiği fikri
..........
9. Olayları anımsamada (hatırlamada) güçlülük
..........
10. Dikkatsizlik veya sakarlıkla ilgili endişeler
..........
11. Kolayca gücenme, rahatsız olma hissi
..........
12. Göğüs veya kalp bölgesinde ağrılar
..........
13. Caddelerde veya açık alanlarda korku hissi
..........
14. Enerjinizde azalma veya yavaşlama hali
..........
15. Yaşamınızın sona ermesi düşünceleri
..........
16. Başka kişilerin duymadıkları sesleri duyma
..........
17. Titreme
..........
18. Çoğu kişiye güvenilmemesi gerektiği düşüncesi
..........
19. İştah azalması
..........
20. Kolayca ağlama
..........
21. Karşı cinsten kişilerle ilgili utangaçlık ve rahatsızlık hissi
..........
22. Tuzağa düşürülmüş veya tuzağa yakalanmış hissi
..........
155
23. Bir neden olmaksızın aniden korkuya kapılma
..........
24. Kontrol edilmeyen öfke patlamaları
..........
25. Evden dışarı yalnız çıkma korkusu
..........
26. Olanlar için kendini suçlama
..........
27. Belin alt kısmında ağrılar
..........
28. İşlerin yapılmasında erteleme düşüncesi
..........
29. Yalnız hissi
..........
30. Karamsarlık hissi
..........
31. Her şey için çok fazla endişe duyma
..........
32. Her şeye karşı ilgisizlik hali
..........
33. Korku hissi
..........
34. Duygularınızın kolayca incitilebilmesi hali
..........
35. Diğer insanların sizin düşündüklerinizi bilmesi hissi
..........
36. Başkalarının sizi anlamadığı veya hissedemeyeceği duygusu
..........
37. Başkalarının sizi sevmediği ya da dostça olmayan davranışlar gösterdiği hissi
..........
38. İşlerin doğru yapıldığından emin olabilmek için çok yavaş yapmak
..........
39. Kalbin çok hızlı çarpması
..........
40. Bulantı veya midede rahatsızlık hissi
..........
41. Kendini başkalarından aşağı görme
..........
42. Adele (kas) ağrıları
..........
43. Başkalarının sizi gözlediği veya hakkınızda konuştuğu hissi
..........
44. Uykuya dalmada güçlük
..........
45. Yaptığınız işleri bir ya da birkaç kez kontrol etme
..........
46. Karar vermede güçlük
..........
47. Otobüz, tren, metro gibi araçlarla yolculuk etme korkusu
..........
48. Nefes almada güçlük
..........
49. Soğuk ve sıcak basması
..........
50. Sizi korkutan belirli uğraş, yer veya nesnelerden kaçınma durumu
..........
51. Hiç bir şey düşünmeme hali
..........
52. Bedeninizin bazı kısımlarında uyuşma, karıncalanma olması
..........
53. Boğazınıza bir yumru tıkanmış hissi
54. Gelecek konusunda ümitsizlik
..........
55. Düşüncelerinizi bir konuya yoğunlaştırmada güçlülük
..........
56. Bedeninizin çeşitli kısımlarında zayıflılık hissi
..........
156
57. Gerginlik veya coşku hissi
..........
58. Kol ve bacaklarda ağırlık hissi
..........
59. Ölüm ya da ölme düşünceleri
..........
60. Aşırı yemek yeme
..........
61. İnsanlar size batığı veya hakkınızda konuştuğu zaman rahatsızlık duyma
..........
62. Size ait olmayan düşüncelere sahip olma
..........
63. Bir başkasına vurmak, zarar vermek, yaralamak dürtülerinin olması
..........
64. Sabahın erken saatlerinde uyanma
..........
65. Yıkanma, sayma, dokunma gibi bazı hareketleri yenileme hali
..........
66. Uykuda huzursuzluk, rahat uyuyamama
..........
67. Bazı şeyleri kırıp dökme isteği
..........
68. Başkalarının yanında kendini çok sıkılgan hissetme
..........
69. Başkalarının yanında kendini çok sıkılgan hissetme
..........
70. Çarşı, sinema gibi kalabalık yerlerde rahatsızlık hissi
..........
71. Her şeyin bir yük gibi görünmesi
..........
72. Dehşet ve panik nöbetleri
..........
73. Toplum içinde yer içerken huzursuzluk hissi
..........
74. Sık sık tartışmaya girme
..........
75. Yalnız bıraktığınızda sinirlilik hali
..........
76. Başkalarının sizi başarılarınız için yeterince takdir etmediği duygusu
..........
77. Başkalarıyla birlikte olunan durumlarda bile yalnızlık hissetme
..........
78. Yerinizde durmayacak ölçüde rahatsızlık duyma
..........
79. Değersizlik duygusu
..........
80. Size kötü bir şey olacakmış duygusu
..........
81. Bağırma ya da eşyaları fırlatma
..........
82. Topluluk içinde bayılacağınız korkusu
..........
83. Eğer izin verirseniz insanların sizi sömüreceği duygusu
..........
84. Cinsellik konusunda sizi çok rahatsız eden düşüncelerinizin olması
..........
85. Günahlarınızdan dolayı cezalandırmanız gerektiği düşüncesi
..........
86. Korkutucu türden düşünce ve hayaller
..........
87. Bedeninizde ciddi bir rahatsızlık olduğu düşüncesi
..........
88. Başka bir kişiye karşı asla yakınlık duymama
..........
89. Suçluluk duygusu
..........
90. Aklınızda bir bozukluğun olduğu düşüncesi
..........
157
EK 4: Psikoeğitim Programı Ev Ödevleri
Egzersiz Tablosu
Pazartesi
Salı
Çarşamba
Perşembe
Cuma
Cumartesi
Pazar
Nefes
Meditasyonu
Sosyal Kaygı Tepkisini Ortaya Çıkaran Durumlar
Durum
O sırada
aklından ne
geçti?
Duygu
Ne yaptın?
Duygu
Kaçınma Hiyerarşisi
Kaçınılan Durum
Bu Durumun Yarattığı Kaygı (0-100 arasında
derecelendiriniz)
158
EK 4: Psikoeğitim Programı Ev Ödevleri
Egzersiz Tablosu
Pazartesi
Salı
Çarşamba
Perşembe
Cuma
Cumartesi
Nefes
Meditasyonu
Üzüm
Meditasyonu
Hayattan Doyum Alma Tablosu
Hayattan Doyum Almamı Kolaylaştıran Özelliklerim için Haftalık Kanıtlarım
1.
(Özelliğin ne olduğu yazılacak) ___________________________________
Haftalık kanıt olayım: ______________________________________________
2. (Özelliğin ne olduğu yazılacak) ____________________________________
Haftalık kanıt olayım:_______________________________________________
3. (Özelliğin ne olduğu yazılacak ) ______________________________________
Haftalık kanıt olayım:__________________________________________________
Pazar
159
EK 4: Psikoeğitim Programı Ev Ödevleri
Egzersiz Tablosu
Pazartesi
Salı
Çarşamba
Perşembe
Cuma
Cumartesi
Pazar
Nefes
Meditasyonu
Üzüm
Meditasyonu
Gevşeme
Egzersizi
Bilişsel Çarpıtma Takip Formu
Olay
Otomatik Düşünce
Duygu
Bilişsel Çarpıtma
Davranış
Duygu
Ne oldu?
Aklınızdan ne
geçti?
Ne
hissettiniz?
Nasıl bir bilişsel
çarpıtma yaptınız?
Ne
yaptınız?
Ne
hissettiniz?
160
EK 4: Psikoeğitim Programı Ev Ödevleri
Egzersiz Tablosu
Pazartesi
Salı
Çarşamba
Nefes
Meditasyonu
Üzüm
Meditasyonu
Gevşeme
Egzersizi
Dağ
meditasyonu
Perşembe
Cuma
Cumartesi
Pazar
161
EK 4: Psikoeğitim Programı Ev Ödevleri
EGO DURUMLARI EGZERSİZİ
Geçtiğimiz hafta ya da daha önceki bir zamanda yaşadığınız ve sizde kaygı yaratan
olayı hatırlayın. Ego Durumlarıyla ilgili öğrendiklerinize bakarak, olay sırasındaki
ego durumunuzun ne olmuş olabileceğini belirlemeye çalışın ve yazmış olduğunuz
konuşma cümlelerinin yanına yazın (örneğin, cezalandırıcı ebeveyn, kuralcı ebeveyn,
isyankar çocuk, agresif çocuk vb.)
OLAY:
AKLINIZDAN GEÇEN DÜŞÜNCE NEYDİ?
SİZCE BU DÜŞÜNCE HANGİ EGO DURUMUNDAN SÖYLENMİŞ
OLABİLİR?
EBEVEYN :
HANGİ TÜR
EBEVEYN:
YETİŞKİN :
ÇOCUK :
HANGİ TÜR ÇOCUK:
OLAY NASIL SONUÇLANDI?
SİZ NE YAPTINIZ?
SİZCE BU DÜŞÜNCE HANGİ EGO DURUMUNDAN SÖYLENMİŞ
OLABİLİR?
EBEVEYN :
HANGİ TÜR
EBEVEYN:
YETİŞKİN :
ÇOCUK :
HANGİ TÜR ÇOCUK:
ÖZGEÇMİŞ
Kişisel Bilgiler
Adı Soyadı
: Dilay Eldoğan
Doğum Yeri ve Tarihi
: Adana/15.03.1988
Eğitim Durumu
Lisans Öğrenimi
: Orta Doğu Teknik Üniversitesi Psikoloji
Yüksek Lisans Öğrenimi
: Hacettepe Üniversitesi Klinik Psikoloji
Bildiği Yabancı Diller
: İngilizce
Bilimsel Faaliyetleri
:Eldoğan,
D.
Büyüklenmeci
(2016).
ve
Hangi
Kırılgan
Narsizm?
Narsizmin
Karşılaştırılmasına İlişkin Bir Gözden Geçirme.
Türk Psikoloji Yazıları, 19(37), 1-10.
Eldoğan, D. ve Barışkın E. (2014). Erken
dönem uyumsuz şema alanları ve sosyal fobi
belirtileri: Duygu düzenleme güçlüğünün aracı
rolü var mı? Türk Psikoloji Dergisi, 29(74), 108115.
Tunçel E. ve Eldoğan, D. (2016). Büyüklenmeci
ve kırılgan narsisizmin gelişiminde ebeveynlik
stillerinin etkisi: sosyal anksiyetenin aracı rolü.
19. Ulusal Psikoloji Kongresi, 5-7 Eylül, İzmirTürkiye.
Eldoğan, D. ve İnözü M. (2016). A new way to
explain attention bias in social anxiety disorder.
8. World Congress of Behavioral and Cognitive
Therapies,
22-25
Haziran,
Melbourne-
Avustralya.
Eldoğan, D. ve Barışkın, E. (2015). Early
maladaptive schema domains and social phobia
symptoms: Is there a mediator role of emotion
regulation difficulties, 1. International Congress
of Clinical and Health Psychology with Children
and Adolescents, 19-21 Kasım, Madrid-İspanya.
Bozo, Ö., Ar, Y. ve Eldoğan, D. (2011). Meme
Kanseri Hastalarında Duygusal İfadesizlik ve
Depresyon İlişkisi Üzerinde Evlilik Uyumunun
Etkisi. 17. Ulusal Psikoloji Kongresi, 25-28
Nisan, İstanbul-Türkiye.
Karancı, N., Eldoğan, D. ve Ar, Y. (2010).
Şizofreni Bilgisi : Hastalıkla ilgili Bilgi Sahibi
Olmanın Olumsuz Tanımlamalara Etkisi, 16.
Ulusal Psikoloji Kongresi, 14-17 Nisan, MersinTürkiye.
İş Deneyimi
Stajlar
: Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri
Çalıştığı Kurumlar
: Başkent Üniversitesi Psikoloji Bölümü
İletişim
E-Posta Adresi
: dilay@baskent.edu.tr
Tarih
: 15.03.2017
Download