T.C. BAHÇEġEHĠR ÜNĠVERSĠTESĠ TÜRKĠYE’DE SAHNELENEN YERLĠ OYUNLARDA TRANSSEKSÜELLĠK VE TRANSFOBĠ Yüksek Lisans Tezi ġEBNEM NAZLI KARALI ĠSTANBUL, 2015 T.C. BAHÇEġEHĠR ÜNĠVERSĠTESĠ SOSYAL BĠLĠMLER ENSTĠTÜSÜ ĠLERĠ OYUNCULUK YÜKSEK LĠSANS PROGRAMI TÜRKĠYE’DE SAHNELENEN YERLĠ OYUNLARDA TRANSSEKSÜELLĠK VE TRANSFOBĠ Yüksek Lisans Tezi ġEBNEM NAZLI KARALI Tez DanıĢmanı: Öğretim Görevlisi Ali DÜġENKALKAR ĠSTANBUL, MAYIS 2015 T.C. BAHÇEġEHĠR ÜNĠVERSĠTESĠ SOSYAL BĠLĠMLER ENSTĠTÜSÜ ĠLERĠ OYUNCULUK YÜKSEK LĠSANS PROGRAMI Tezin Adı: Türkiye‟de Sahnelenen Yerli Oyunlarda Transseksüellik ve Transfobi Öğrencinin Adı Soyadı: Şebnem Nazlı Karalı Tez Savunma Tarihi: 26.05.2015 Bu tezin Yüksek Lisans tezi olarak gerekli şartları yerine getirmiş olduğu Sosyal Bilimler Enstitüsü tarafından onaylanmıştır. Yrd. Doç. Dr. Burak KÜNTAY Enstitü Müdürü İmza Bu tezin Yüksek Lisans tezi olarak gerekli şartları yerine getirmiş olduğunu onaylarım. Öğr. Gör. Ali DÜŞENKALKAR Program Koordinatörü İmza Bu Tez tarafımızca okunmuş, nitelik ve içerik açısından bir Yüksek Lisans tezi olarak yeterli görülmüş ve kabul edilmiştir. Jüri Üyeleri __ İmzalar Tez Danışmanı Öğr. Gör. Ali DÜŞENKALKAR ------------------------------- Üye Ünvan, Adı ve SOYADI ------------------------------- Üye Ünvan, Adı ve SOYADI ------------------------------- TEġEKKÜR Öncelikle bu tezi yazmama destek olan, benle ve tezimle ilgilenen bölüm koordinatörümüze Ali Düşenkalkar‟a teşekkür ederim. Boğaziçi Üniversitesi‟ndeki lisans eğitimimde drama derslerini ondan aldığım için çok mutlu olduğum, benden güvenini ve desteğini asla esirgemeyen, bitirme tezini onunla yazdığım için mutlu, tezin nasıl yazıldığını bana öğrettiği ve beni kabul ettiği için minnettar olduğum Boğaziçi Üniversitesi Batı Dilleri ve Edebiyatları bölüm başkanımız Prof. Dr. Aslı Tekinay‟a tüm kalbimle teşekkür ederim. Tezimle ilgili adını dahi duymadığım kitapları bana söyleyip, kütüphanelerden kitap getiren, ufkumu açıp binlerce bakış açısı kazandıran değerli hocam ve arkadaşım Dr. Aylin Alkaç‟a minnettarım. Bu tezin her bir satırında defalarca aklıma gelen hatta aklımdan çıkmayan canım hocalarım ve yine arkadaşlarım Doç. Dr. Özlem Öğüt Yazıcıoğlu ve Doç. Dr. Matthew Gumpert‟a yürekten teşekkür ediyorum. Yurtdışına doktoraya gitmeden önce topladığı tüm belgeleri çekinmeksizin bana sunan, gittikten sonra benim tezimle ilgili öğrendiği her şeyi ama her şeyi muhakkak haber eden güzel yürekli dostum Deniz Başar, iyi ki varsın. Sen bu tezin asli kaynakçasısın. İki senelik bu süreçte yanımdan ayrılmayıp tüm ilgisini ve sevgisini sunan, format dahisi Janberk Okan‟a, arşivime ve bana katkıları için canım arkadaşım Naz Unat‟a çok teşekkür ederim. “90larda Lubunya Olmak” kitabını uyarlayıp bir oyun haline getiren ve beni oyuncusu olarak seçen canım yönetmenim ve dramaturgum Ufuk Tan Altunkaya‟ya çok teşekkür ederim. Son olarak Alp Uçar, sen olmasaydın bu tez olmazdı. En azından bu kadar zevkli yazılmazdı. Hayatımdaki varlığına ve yıllardır yaşadığımız her şeye binlerce kez teşekkür ederim. Nisan 2015, İstanbul Şebnem Nazli KARALI iii ÖZET TÜRKİYE‟DE SAHNELENEN YERLİ OYUNLARDA TRANSSEKSÜELLİK VE TRANSFOBİ Şebnem Nazlı Karalı İleri Oyunculuk Yüksek Lisans Programı Tez Danışmanı: Ali Düşenkalkar Mayıs 2015, 33 sayfa Bu yüksek lisans tezi, Türkiye tiyatrosunda günümüze kadar gelmiş yerel oyunlarda transseksüellik ve transfobi kavramını incelemektedir. Bunun için önce cinsiyet ve queer kuramını irdeler, sonra Türkiye‟deki cinsiyet ve iktidar ilişkisini sorgular. Sosyolojik analizden sonra tiyatroda feminist akımlara denk gelen yerel metinleri bir tablo halinde sunar. Bahsedilen tüm oyunlar sözcük sayısı kısıtlaması gereği ayrıntılı incelenememektedir. Buna rağmen genel bir bakış açısı verilir. Feminist dalgaları açıkladıktan sonra incelenecek oyunun dramaturjik analizini ve sahnelenecek karakterin karakter analizini ve çalışmasını sunar. Anahtar Kelime: Transseksüellik, Transfobi, Tiyatro, Toplumsal Cinsiyet, Queer. iv ABSTRACT TRANSSEXUALITY AND TRANSPHOBIA IN THE NATIVE PLAYS STAGED IN TURKEY Şebnem Nazlı Karalı Advanced Acting Program Thesis Supervisor: Ali Düşenkalkar May 2015, 33 pages This master‟s thesis studies the transsexuality and transphobia in the native plays staged in Turkey so far. First of all, it scrutinisingly examines sex/gender and queer theory, then questions the relationship between gender and government in Turkey. After the sociological analysis, the table presents the native plays corresponding to the feminism waves. The plays included are not examined deeply because of the limitation set upon the number of words. Despite the limitation, a general viewpoint is given regarding the plays included. Following the waves of feminism, the dramaturgical analysis of the play to be studied alone and the analysis of the character to be performed are presented. Keywords: Transsexuality, Transphobia, Theatre, Gender, Queer. v ĠÇĠNDEKĠLER TABLOLAR .................................................................................................................. vii 1. GĠRĠġ ........................................................................................................................... 1 2. KURAM VE PRATĠK ................................................................................................ 2 2.1 CĠNSĠYET VE TOPLUMSAL CĠNSĠYET ÜZERĠNE ..................................... 2 2.2 QUEER KURAMI VE KAVRAM ...................................................................... 6 2.3 RENKLERĠN KĠMLĠĞĠ ...................................................................................... 7 2.4 TÜRKĠYE’DE AZINLIK OLMAK: CĠNSELLĠK VE ĠKTĠDAR ĠLĠġKĠSĠ . 9 3. TĠYATRO’DA TEMSĠLĠYET VE KARAKTER .................................................. 16 3.1 FEMĠNĠST DALGALARI TEMSĠL EDEN ANA ARGÜMANLARA DENK GELEN YEREL METĠNLER............................................................... 16 3.1.1 Birinci Dalga: EĢitlik PeĢinde .................................................................. 18 3.1.2 Ġkinci Dalga: YaĢama Hakkına Sahibiz .................................................. 19 3.1.3 Üçüncü Dalga: Otonomi Vakti ................................................................. 20 3.1.4 Dalgaları BirleĢtiren Bir Oyun: Diva ...................................................... 20 4. 90’LARDA LUBUNYA OLMAK ............................................................................ 23 4.1 DRAMATURJĠK ÇALIġMA ............................................................................ 23 4.2 KARAKTER ANALĠZĠ...................................................................................... 29 SONUÇ ........................................................................................................................... 33 KAYNAKÇA ................................................................................................................. 34 ÖZGEÇMĠġ ................................................................................................................... 38 vi TABLOLAR Tablo 3.1: Feminist argümanlara denk gelen yerel oyun metinleri ................................ 18 vii 1. GĠRĠġ Bu çalışma, Türkiye Tiyatrosunda geçmişten günümüze sahnelenmiş oyunlarda transseksüellik ve transfobi kavramlarını incelemektedir. „„Alternatif‟‟ olarak isimlendirebileceğimiz ve isimlendirilen „„Alternatif Sahneler‟‟de sahnelenen oyunlar Deniz Başar‟ın (2014) kategorileştirilmesiyle kendini üç dalgaya ayırmıştır. Transseksüellik nosyonuna odaklanarak daha kapsamlı bir çalışma yapmak amacıyla eşcinsellik odaklı oyunları ya da oyunlardaki eşcinsel karakterleri veya eşcinsel temaları/alt metinleritez dahilinde tutulmamıştır. Fakat “cinsiyet” ve “toplumsal cinsiyet” kavramlarından bahsederken eşcinselliğe vurgu yapacağım. Sigmund Freud, Judith Butler, Helene Cixous, Joan W.Scott gibi değerli bilim adamı ve feminist eleştirmenlerden; Pınar Selek, Berfu Şeker, Deniz Kandiyoti, Alev Özkazanç, Esmeray gibi Türk toplumunun “alt kültür”ünü yansıtmayı amaç haline getirmiş araştırmacılara, sosyologlara ve oyunculara kadar kapsamlı bir çalışma yürütülmesi amaçlanmıştır. 2. KURAM VE PRATĠK 2.1 CĠNSĠYET VE TOPLUMSAL CĠNSĠYET ÜZERĠNE 1856‟da Freieberg‟de doğmuş olan Sigmund Freud, „„Yaşamım ve Psikanaliz‟‟de (Selbstdarstellung) hayat öyküsünü vererek cinsiyet çalışmalarına nasıl yöneldiğini açıklamıştır. Organik sinir hastalıklarının tedavisiyle uğraşırken bu işin sadece fizyolojisiyle değil, ruhani yönüyle de ilgilenmeye başlar. Psikanaliz adını vererek kurduğu bilimde, en önemli rolü cinselliğe verir. Tarihin standart gidişine bir sapma göstererek ve Viyana‟da beraber çalıştığı Dr. Joseph Breuer ile ciddi görüş ayrılıklarına vararak, yeni tanılara ve ruh hastalıklarının ortaya çıkışı ve tedavisi adına geliştirdiği farklı yöntemlerle ortaya çıkar. Freud, o dönemde histerinin sadece kadınlara özgü değil, erkeklerin de yaşadığı bir ruhani bunalım olduğunu ortaya atar. Tabipler Birliği‟nde ciddi derecede alaycı cevaplarla karşılaştığını belirtir. Freud‟a göre histeri, bilinçsiz yasaklamalardan ve bastırmalardan ileri gelir. Bütün nevrozlar „„ben‟‟ ve „„libido‟‟ arasındaki çekişmenin sonucudur. „„Cinsellik Kuramı Üzerine Üç Deneme‟‟(Drei Abhandlungen zur Sexualtheorie) adlı kitabında, dönüklük (inversion) ve sapma (perversion) dahil olmak üzere, ontojenetik gelişmeyi filojenetik gelişmeden üstün tutarak cinselliği hiç düşünülmedik ve dolayısıyla alışılmadık bir biçimde gözler önüne serer. Türkiye‟de homoseksüellik ve transseksüellik bir çeşit sapma, yoldan çıkma, sapıklık, kafa karışıklığı, hastalık, günah vb. sıfatlar yakıştırılarak karşılanmaktadır. Alışılmayana, bilinmeyene ve farklı olana duyulan bu temelsiz nefret ve kin; ölüm, tecavüz, dışlama, kınama, taciz gibi farklı biçimlerde kendini göstermektedir. Ancak, Freud‟un „„cinsel nesne‟‟, „„cinsel amaç‟‟ ve „cinsel dürtü‟ kavramlarıyla, homoseksüellerin ve transseksüellerin aslında „heteroseksüeller kadar doğal olduğu‟nu rahatça görebiliriz. Hayvanların ve insanların cinsel gereksinimlerini karşılamak için belli bir „cinsel dürtü‟ kabul edilmiştir. Tarih boyunca, geleneksel olarak bu dürtünün ergenlik çağında oluştuğu ve belli bir „„cinsel amac‟‟a yönelik olduğu kabul edilir. Dolayısıyla, cinsel 2 çekim oluşturan şeye „„cinsel nesne‟‟, kişinin ya da hayvanın içinde varolan „„cinsel dürtünün‟‟ kendilerini ittiği eyleme de „„cinsel amaç‟‟ denir. Haz (die Lust) dediğimiz kavram ise, cinsel açlığın karşılığının bir doyumla birleştiği an ortaya çıkan haldir. İşte tam bu hazzın ulaşılması istenen noktada tercih edilen cinsel nesne ve cinsel amaç çok sayıda sapma barındırır ve kabul edilenin aksine homoseksüellerde, biseksüellerde, interseksüellerde ve transseksüellerde farklı şekillerde ifade bulurlar. Normal addedilen hal ile sapma olarak addedilen hal arasında aslında çok derin bir bilimsel bağ bulunmaktadır. „„Yaradılış‟‟ta (Genesis) belirtildiği üzere, insan kadın ve erkek olarak iki kategoriye ayrılmıştır ve birleşme amacını barındırırlar. Bu sebepten ötürü cinsel nesnesi kadın olan bir kadın ya da erkek olan bir erkek topluma göre farklı, başka, sapkın, değişik, anormaldir. Bunlara „„dönük‟‟ yani „„eşcinsel‟‟ denir. Dönükler kendi aralarında üçe ayrılır: Kesin dönükler, çift yaşayışlı dönükler (psikoseksüel hermafrodizm) ve fırsat düştüğünde dönük olanlar. Önceden belirtildiği üzere, bu kategoriler belki ergenlik çağında belki de hafızanın bile yetişemeyeceği çok uzun bir zaman önce varolmuştur. Konunun derinliklerine daha fazla girmeden transseksüellere bağlamak yerinde olur. Transcinsel ya da transseksüel, ona verilmiş olan cinsiyetin yanlış yahut yetersiz olduğunu hissedip bunu baştan reddeden, dolayısıyla cinsiyet kategorilerini reddeden bireye denir. Biyolojik açıdan belli bir cinsiyete bağlı olarak gözükmeleri onları o cinsiyete ait yapmaz, hala farklı bir cinsiyete ait hissederler. Eşcinsellerde böyle bir durum söz konusu değildir. Onlar kendi cinsiyetlerinden memnundur ya da kabullenmiştir fakat cinsel nesneleri hemcinsleridir. Biseksüeller de kendi cinsiyetlerinden memnundur ve yine kabullenmiş de olabilir ancak cinsel nesneleri hem kendi hemcinsleri hem de karşı cinstir. İnterseksüeller (hermafroditler/erselikler), genetik veya hormonal sebeplerden hem dişil hem de eril cinsiyet özelliğine sahiptirler. İki cinsiyetten birini tercih etme zorunda bırakılırlar. Heteronormatif olan toplumsal bir düzende bu kadar çeşitlemenin kabul görmesi kafa karışıklığı ve her nevi dışlamaya neden olmaktadır. Freud, her insanda çok yapılı bir sapkınlığa değinerek beklenenin dışında vuku bulan cinsel hayatlarımızla heteronormativizme darbeyi vurmuştur. Heterenormatif düzende, cinsiyet kavramını iki bağlamda inceleyebiliriz: Biyolojik cinsiyet (sex) ve toplumsal cinsiyet (gender). Joan W.Scott (1988, s. 3) „„En güncel 3 kullanımıyla „„toplumsal cinsiyet‟‟ ilk kez cinsiyete dayalı ayrımların asli toplumsal niteliğini ısrarla vurgulayan Amerikalı feministler arasında ortaya çıkmış gibi görünüyor‟‟ demiştir. Toplumsal cinsiyet, kadınlık rolüne vurgu yaparak feminist teoriye büyük bir kolaylık sağlamıştır. Artık kadınların ve erkeklerin birbirlerine göre tanımlanması söz konusu değildi zira ikisi de tek başlarına bir araştırma konusuydu. En basit tanımıyla, biyolojik cinsiyet adından da anlaşıldığı üzere kişinin kadın veya erkek olarak fizyolojik, biyolojik ve genetik özellikleridir. Bu bağlamda, kadının ya da erkeğin üstün olduğu tartışılamaz. Aralarında sadece cinsiyet farkı mevcuttur. Fakat toplumsal cinsiyet ele alındığında, işin içine kadınlık erkeklik rolleri ve toplumun bireylere yüklediği sorumluluklar girer. Bunlar coğrafyaya, kültüre, zamana bağlı olarak değişim gösterirler. Bir kadın, kadın olarak dünyaya geldiğinde bir rolü ya da sorumluluğu yoktur. Fakat içinde bulunduğu toplum ona bunları yükler. Örneğin, kadına yüklenen en büyük toplumsal rollerden biri anneliktir. Heteronormatif düzende de daha bebeklikten itibaren kız çocuğuna pembe, erkek çocuğuna mavi renklerinin empoze edilmesi ileride bu cinsiyetler arasında çok daha başka farklılıklara neden olur. Uzaktan baktığımızda „„zararsız‟‟ olarak nitelendirebileceğimiz bu renk ayrımı, kadınların erkekler tarafından fiziksel ve psikolojik şiddete uğramasına, bir birey olarak değil de bir adamın „„karısı‟‟ ya da „„namusu‟ olarak etiketlenmesine, annelik ve ev idaresi gibi rolleri üstlenmek zorunda kalmasına, çalışma hayatına erkekler kadar kolay katılamamasına ya da hiç katılamamasına neden olur. Adalet kavramının varolmasının saçma olacağı biyolojik cinsiyet, adil olarak davranmayan toplumsal cinsiyet tarafından örtülür. Joan W.Scott (1988, s.11) bu durumu en güzel şekliyle şöyle açıklamıştır: „„toplumsal cinsiyet, cinsiyeti olan bir bedene zorla kabul ettirilmiş bir toplumsal kategoridir.‟‟ Simone De Beauvoir „„Kişi kadın doğmaz, kadın olur‟‟ demiştir. Burada, toplumsal cinsiyetin hayatlarımızı ne kadar kontrol ettiğini görebiliriz. Biyolojik cinsiyetlerimiz bile toplum tarafından şekillenmektedir. Feminist hareketin ağırlık kazanmasıyla, bireyin biyolojik cinsiyetinin ve buna bağlı oluşan kişiliğinin, bu kişilikle çevresiyle kurduğu ilişkinin toplum tarafından oluşturulduğu, bu sebepten ötürü kadınlığın ve erkekliğin toplumsal cins kimlikleri olduğu görüşü kabul edildi. Toplumsal cinsiyet, iki cinsiyet üzerinden, yani düalizmle anlam bulur: kadın ve erkek. Fakat transseksüeller ve 4 travestiler ele alındığında, Freud‟un bahsettiği gibi biyolojik cinsiyet ve Judith Butler‟ın (1999, ss. 50-51) ima ettiği gibi toplumsal cinsiyet sorgulamaya girer: Dahası, cinsiyetler morfoloji ve kuruluş itibariyle sorunsuzca ikiliymiş gibi görünse bile (ki bu da sorunsallaştırılacaktır), toplumsal cinsiyetin de ikiyle sınırlı kalmasını varsaymamız için herhangi bir sebep yoktur. İkili bir toplumsal cinsiyet sistemini varsaymak, toplumsal cinsiyet ile cinsiyet arasında mimetik bir ilişki, bir yansılama ilişkisi olduğu, toplumsal cinsiyetin cinsiyeti aynaladığı ya da cinsiyet tarafından başka şekillerde kısıtlandığı inancını korumaktır. Oysa toplumsal cinsiyetin inşa edilmişliğini cinsiyetten tümüyle bağımsız bir şey olarak kurumsallaştırdığımızda toplumsal cinsiyetin kendisi yüzergezer bir yapıntı haline gelir; böylece erkek ve eril, erkek bedeni imlediği gibi pekala dişi bedeni de imleyebilir, kadın ve dişil de, dişi bedeni imlediği kolaylıkla erkek bedeni imleyebilir. „„Böyle bir durumda, yani cinsiyetin kendisi toplumsal cinsiyetli bir kategoriyse eğer, toplumsal cinsiyeti cinsiyetin kültürel yorumu olarak tanımlamak anlamsız olur‟‟ (Butler 1999, s. 52).Erkeklik ve kadınlığın resmen toplumun bir kategorisi haline geldiği bu noktada, erkek eşcinsellerin kadınlara özendiği, kadın eşcinsellerin de erkeklere özendiği iddia edilir ve toplumsal cinsiyet varlığını sürdürür. Oysa ki eşcinsellik cinselliğini bu kategoriler dahilinde yaşamak istememektir. Transgender söz konusu olduğunda ise, bu kategorilerin dışına çıkma ya da farklı bir kategoriye ait olma eğilimi söz konusudur. Pınar Selek (2001, s. 72) transgender konumunu, „„biyolojik cinsiyeti ile cinsiyet kimliği uyuşmayan, cinsiyet geçişi sürecine girmiş ya da girmemiş, girmeyi düşünen/düşünmeyen, toplumsal cinsiyetini sorgulayan, kendini ikili cinsiyet sistemi içinde hissetmeyen bireyler, transgender kategorisi üzerinden tanımlanabilir‟‟ şeklinde ele almıştır. Bu noktada, kadınlık ve erkeklik rollerini oynayamayan transgenderlar ciddi derecede problematik bir konuma düşerler. Cinsel ilişki biçimi bile öylesine toplum ürünüdür ki eşcinseller ve transgenderların dışlanması işten bile değildir. Kategorileri sarsan bu „„eşcinsel ve transgender hastalığının‟‟ adı „„Cinsiyet Kimliği Bozukluğu‟‟dur. Son zamanlarda her ne kadar eşcinsellik psikiyatri tarafından hastalık olarak tanımlanmasa da, transgender olmak hala patolojik bir durum olarak görülmektedir. Joan W. Scott (1988, s. 38) „„Toplumsal cinsiyet, cinsler arasındaki kavranabilen farklılıklara dayalı toplumsal ilişkilerin kurucu öğesidir ve toplumsal cinsiyet, iktidar ilişkilerini belirgin kılmanın asli yoludur‟‟ der. Çoğunlukla kabul gören ikili karşıtlık ve onlara ilişkin anlamlar su götürmez derecede kategorileştirilmiştir. İktidar, toplumsal cinsiyeti ortaya koyarak onu asli bir alan haline getirir. Çünkü „„Toplumun peşini bırakmayan cinsellik değildir. Toplum, bedenin cinselliğinin peşini bırakmamaktadır‟‟ (Godelier 1981, s. 17). 5 2.2 QUEER KAVRAMI VE KURAMI – QUEER HAREKET „„Queer‟‟ İngilizcede; fiil olarak bozmak, mahvetmek; isim olarak acayiplik, nonoş, sahte para, acibe, lubunya; sıfat olarak muammalı, şüpheli, hasta, ne idüğü belirsiz, acayip, rahatsız, garip, cins, çatlak, kaçık, tuhaf, antika manasına gelir. Görüldüğü üzere pejoratif bir anlama sahip olan bu kelime, 1990‟ların başında LGBTTİ topluluğu tarafından pejoratif anlamıyla benimsenmiştir. Heteroseksist ve fallogosantrik rejimde öteki kılınanların eşit haklar mücadelesi manasını kazanıp bir nevi anlam iyileşmesine (amelioration) uğramıştır. Elizabeth Grosz‟un (2011, s.7) makalesine başlarken trans erkek Jasper Laybutt‟ın sözlerinin belirttiği gibi bu kavram bizdir, farkedemediğimiz kendimizdir: Bana soracak olursanız, queer her türlü toplumsal cinsiyeti, her türlü cinselkanaati ve felsefeyi aşmaktadır. Queerlik bir varoluş hâlidir. Aynı zamanda biryaşam tarzıdır. Ebediyen alternatif olan bir şeydir. Hem anaakım gey topluluğuiçin hem de anaakım lezbiyen topluluğu için. Şimdi queer olan şey beş yıl sonunda queer olmaktan çıkabilir. Toplumsal cinsiyet-ötesi queer her iki topluluk tarafındanda kabul edilecek olursa, queer diye bir şey kalmaz. İçinde yaşadığınız zamanlarınbirer yansımasıdır bu. Queer hareket, en başta eşcinsel kimliği yaratmada rol aldı. Nasıl ki, Afro-Amerikanlar “nigger” sözcüğünü benimsedilerse, lezbiyen ve geyler de “queer” sözcüğünü benimsemişlerdi.1 Bu, örgütlü mücadelelerinin meydan okumasıydı. Ama 1990larda, kimliksizleşme hareketinin başını çekti queer hareket. Queer, basitçe gey ve lezbiyen politikası demek değildir. Queer, LGBTTI değildir. LGBTTI, heteronormativite karşısında dışlanan cinsel „azınlıklardır‟. Önce geyleri, sonra lezbiyenleri tanımlamak için kullanılan queer, zamanla „dışlanan diğer ötekileri‟ içine almaya uygun bir duruş sergiler.Queer, normatif cinsellikleri sorgular ama queer olmak sadece normatif cinsellik dışı olmak demek değildir. Heteronormativizme karşı bir hak savunma, karşı bir alternatif oluşturmaktan ziyade, queer „„tüm bir toplumsallığı ve tarihselliği yeniden düşünme ve alternatif bir muhalif mantığı geliştirme aracı olarak öne çıkar‟‟ (Özkazanç 2015, s. 104).Mücadele amaçlı oluşturulan bütün kimliklerin aslında kendilerince bir iktidar yarattığını, varolan kurgusal kimliklerin aşılmasıyla özneleşme sürecinin yaratılabileceğini savunur. Sınıfsızlaşma ve kimliksizleşme süreci, akışkan kategoriler üstünde yer alır ve düalizmi sorgular. Egemenlik adı altında oluşan kimliklerin sınırlarını zorlar. Politik özneleşme, „„ara‟‟da ortaya çıkar. Bu „„ara‟‟, „„kesişim üzerine kurulu kimliklerin kesiştiği yer‟‟dir. (Selek 2001, s.70) 1 Ayrıntılı bilgi için, Jagose, 1996, Queer Theory: An Introduction. 6 Butler (1999, s. 29), Cinsiyet Belası‟nın 1999 tarihli önsözünde „„Cinsiyet Belası‟nın olumlu bir normatif görevi varsa o da bu meşruiyetin yanlış, gerçekdışı ve idrak edilemez addedilmiş olan bedenleri de kapsayacak şekilde genişletilmesinde ısrar etmektir‟‟ der. Butler‟ı toplumsal cinsiyet üstüne yoğunlaşmasını sağlayan neden, „„yaşama, hayatı mümkün kılma ve mümkün olanı yeniden düşünme arzusu olmuştur‟‟ (Özkazanç 2015, s. 25). Bu durumda Butler „„performatiflik‟‟ kavramı üstünde durur, toplumsal cinsiyet denilen kavramın performatif olduğu kabul edildiği sürece heteroseksizme başkaldırabileceğini iddia eder. Foucault da, modern iktidarın öznellik merkezli, öznelliğin cinsellik merkezli, cinselliğin de heteronormatif düzende oluşturulduğunu söyler (Foucault 2007). Butler‟ın performatiflik kavramıyla, aslında ihtilaflı, dağınık, parçalı olan öznellik, dolayısıyla cinsellik başkaldırmaya oldukça uygundur. Feminizm, „„toplumsal cinsiyet‟‟ kuramıyla bütün bir toplumsallığı ve tarihselliği sorgularken, queer kuram da cinsellik ve heteronormativite kavramıyla, cinsiyetin toplumsallığın bir ürünü olduğu gerçeğini daha da derinleştirir. Queer, cinsellik merkezli bir örgütlenme, bir direniş olmaktan ziyade, sınırlandırılamaz kapsamıyla iktidar- toplum- cinsellik arasındaki ilişkiyi sorgular. Cinselliğin her fırsatta kendini gösterdiği iktidara karşı, cinselliğin her fırsatta kendini gösterdiği bir örgütlenmeyle sınırlı kalmaz. Alternatif özneleşme şekillerinin icat edilmesi gerektiğini savunur. Anarşizm, kapitalizm, ırkçılık, militarizm, feminizm vb. birçok disiplinle bir arada tartışmaya girer. 19. Yüzyılın „„homoseksüel‟‟i, 1970‟lerin „„gey ve lezbiyen‟‟i olmakla yetinmez, 1990‟larda „„yaratıcı bir tekrara‟‟ (Özkazanç 2015, s. 91) uğrayarak, radikal bir araştırma, sorgulama anlamına gelir. 2.3 RENKLERĠN KĠMLĠĞĠ Çağdaş Türkiye‟de transseksüelleri tanımlayan tıbbi bir söylem ve toplumsal cinsiyeti belirleyen yasal ve idari düzenlemeler mevcuttur. Türkiye‟de kadın olmak için, daha doğrusu pembe kimliğe sahip olmak için belli şartlar vardır. Pembe kimlik gibi „„kıymetli bir mala‟‟ sahip olan kadınlar, bunun değerini „„pembe kimliği elde etmek için dolambaçlı yaşam stratejileri geliştirmek zorunda kalan pek çok erkek‟‟(Kandiyoti ve Saktanber 2002, s. 280) gibi bilemezler. Pembe kimliğe sahip olmayı mümkün kılan yasa, Bülent Ersoy Londra‟da cinsiyet değişimi ameliyatı geçirdikten sonra, kadın kimliğinin tanınması için mahkemeye başvurmasıyla gündeme geldi. 1981‟de başlayan bu hukuki mücadele 1988‟de yasaya yapılan bir eklemeyle sona erdi. 7 Fakat cinsiyet değişimini tanıyan bu yasa da durumu düzeltmedi. Zira, ameliyatların yasal ve tıbbi koşulları hala belirlenmediği için sonuçlar o kadar da iç açıcı değil. Kandiyoti‟nin (2002, s. 280) yazdığı üzere, bazı transseksüeller vajinal rekonstrüksüyon yerine, lokal anesteziyle hadım edildiklerini söylüyorlar. Cinselliklerinin geri dönülemez bir biçimde mahvolduğunu belirtiyorlar. Diagnostic and Statistical Manual‟da (Tanı ve İstatistik Kılavuzu), „„tıbbi tanı transseksüelliği travestilikten de eşcinsellikten de farklı, ilk belirtileri erken yaşlarda ortaya çıkan ve yoğun depresyon ve intihar eğilimleri duyması olası hastanın tuh sağlığına kavuşması için düzeltici ameliyat gerektiren, derinlemesine yerleşmiş bir cinsiyet memnuniyetsizliği olarak tanımlıyor‟‟ (Kandiyoti ve Saktaber 2002, s. 281). „„Hastalar‟‟ kendi içlerinden gelen o „„sapkın‟‟ duygulardan ötürü, kendilerine verilmiş olan biyolojik cinsiyetlerinin somut fiziksel özelliklerinden kurtulmak ister. Yeni bir nüfus cüzdanı istiyorlarsa, kağıt üstünde, tıbbi uzmanların oluşturduğu bir heyetin değerlendirmesinden geçtikten sonra, „„psikoterapi, aşamalı hormon tedavisi, göğüs ameliyatı ve üreme organları operasyonları ile birlikte en az iki yıl karşı cins olarak yaşamak‟‟ (Kandiyoti ve Saktaber 2002, s. 281) zorundadırlar. Nüfus cüzdanı değiştirme talepleri sırasında mahkemeye başvurunca mahkeme onları kendi adına çalışan tıbbi bir heyete yollar ve bu heyet, değiştirme talep eden kişinin, akıl sağlığının yerinde olup olmadığına bakar. Biyolojik cinsiyeti de ruh sağlığı için bir tehdit oluşturmazsa, yasal açıdan cinsiyet değiştirmeye giden yol açılır. Ayrıca, pembe kimliğe sahip olmadan evvel, vajinanın derinliğini ölçmeye varacak kadar ayrıntılı tıbbi muayeneler yapılır. Tabii ki kimliği rengi, toplumsal olarak kadın olmak, toplum tarafından kadın kabul edilmek anlamına geliyor. Psikolojik dişilik, transkadınların hedefidir. „„İnsanı kadın yapan başarılı dişilik performansı‟‟dır (Kandiyoti ve Saktanber 2002, s. 283). Ayrıca her transseksüel olduğunu hisseden ya da travesti olan cinsiyet değiştirmek zorunda değildir. Cornwall (1994) „„Kadın ve erkek özelliklerinin birleşmesi, travestilerin cazibesinin bir bölümünü oluşturuyor ve sattıkları malın değerini tanımlıyor‟‟demiştir. Erkek performansı gösterebilmek için, cinsiyet değiştirmeyi reddeden ya da cinsiyet değiştirme arzusunu bastıran travesti ve ameliyatsız transseksüeller de mevcut. „„Kulplu sultan, kulpsuzundan daha iyidir‟‟ gibi söylemlerin var olduğu bir yerde, farklı kadın, fazlası olan kadın olmak, „„hakiki erkeklerin‟‟ ne istediklerini anlamaya yarar. 8 Kandiyoti (2002, s. 285) üç çeşit travesti belirleyebildiğini ama başkalarının da olabileceğini söyler. Para kazanmak için „„kadın‟‟ olan ama ameliyat geçirmeyen, baskı ve „„koca‟‟nın isteği yüzünden ameliyat geçiren, „„gerçekten kadın‟‟ olduğunu hissedip, fiziksel olarak da „„gerçekten kadın‟‟ olanlar. Fakat, transseksüellik ve travestilik alt kültürü içinde, Kandiyoti‟nin de belirttiği gibi, kategoriler oluşturup sınırları çizmek hiç kolay ve mümkün değildir. Transseksüeller ve travestiler, dışlandıkları ve destek buldukları kendi alt kültürlerinin içinde, kendilerine ait şifreli bir dil kullanmalarıyla anlaşılmak istemediklerini ima eder ve sınırlarını çizdikleri hayatlarını korur. Ama bu „„kapalı‟‟ grup içerisine dışarıdan girip çıkmak da mümkündür. „„Bilinçsizliğe‟‟ karşı kimliklerini tanıtma görevini üstlenenler de vardır aralarında. Eylemciler, röportaj yapanlar, „„star‟‟ olanlar, oyuncular… 2.4 TÜRKĠYE’DE AZINLIK OLMAK: CĠNSELLĠK VE ĠKTĠDAR ĠLĠġKĠSĠ “Travesti ve transseksüellerin Ülker Sokak‟tan dışlanmasına ilişkin araştırmamı tamamlayıp bunu yüksek lisans tezi haline getirdikten sonra , “alacağımı aldım” deyip sorunlarını paylaştığım insanları öylece bırakamazdım.”(Selek 2001, s.17). Türkiye‟de travesti ve transseksüellere karşı uygulanan toplumsal şiddetten bahsederken, onları bir özne olarak nesne yerine koyuyor değilim. Fakat, sorun odaklı çözüm kavramına güvenerek Ülker Sokak‟ta neler yaşandığını kitaplardan, röportajlardan, belgesellerden, makalelerden derlediğim kadarıyla sunmayı bir edebiyatçı ve tiyatrocu olarak kendime görev olarak görüyorum.„„.... Ama sokaktaki insana nasıl kapkaç, uyuşturucu rahatsızlık veriyorsa travestiler de aynı şekilde rahatsızlık veriyor. Ben travestilerden nefret ediyorum demiyorum ama tiksiniyorum. İki metre boyunda bir insanın bayan elbisesi giyip bıyıklı bir adamla cinsel ilişki kurması ne kadar tiksindirici, ürpertici bir olay‟‟diyen Hortum Süleyman2 gibi, para kazanmak için evlere iki katı fiyat biçen Güngör Gider3 gibi subjektif değil, yüksek lisans tezini yazan bir araştırmacı gibi objektif olmak niyetindeyim. Hiç kimseye methiyeler düzmek ya da karalamak niyetinde değilim. 2 3 http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/haber.aspx?id=292556 90‟larda Lubunya Olmak, 241 9 Tarih, ataerkil, kapitalist, militarist, milliyetçi ve tezimin başkaldırdığı olgu olan heteroseksist bir düzendir. Tarihe hükmeden egemen güç patriyarkadır ve „„öteki‟‟yi istediği şekilde yansıtır. Bizler de bunu bize yansıltıldığı üzere okur, görür, izler ve inanıp inanmamak tercihleri arasında bir seçimde bulunuruz. Medya da bu egemenlerin elindedir. Beyaz, siyahı istediği gibi yansıtır çünkü iktidar beyazındır. Erkek, kadını istediği gibi algılatır çünkü iktidar erkektir. Üstelik iktidar ikiyüzlüdür de, yaptığını yapılması gereken diye gösterip üstünü kapar. Biz, kendimize ve kendi kültürümüze yabancıyızdır çünkü 1996 Ülker Sokak olayı, 2006 Eryaman olayı, 2009 Şişli ve 2011 Tarlabaşı olayları bize, birilerinin penceresinden aktarıldı ve biz kabul ettik. Çünkü ne olduğunu bilmiyorduk. Bize gerçek sunulmadı, gerçek olma olasılığı yüksek olan yalanlar denizinde yüzdük. Katliam kelimesini bile yumuşatıp toplumsal şiddet dediler. Bu toplumsal şiddete uğrayanlar ne acıdır ki, sürekli dışlanan, ev bulamayan, linç edilen ya da ölüme sürüklenenlerdi. İki yüzlü Janus4 hayatlarımızdan hiç eksik olmadı, gülen yüzüyle kapıyı bize açtı ve bilinmezliğin güvenli sularında kalmaya devam ettik. Türkiye‟de eşcinsellik her zaman bir alt kültür olarak görülmüştür. Travestiler ve transseksüeller de bu alt kültürün bir öznesidir. Tıpkı her alt kültürün patriyarkayla karşı karşıya geldiği gibi, bu özgün topluluk da geleneksel ataerkil düzenin yok etmeye çalıştığı bir uzantıdır. Hem birey olarak, hem de Sokak Sanatçıları Atölyesi‟ni komplo kurup „„bomba var‟‟ ihbarıyla yok ederek devlet her anlamda gücünü kontrolsüz ve yıkıcı şekilde kullanmıştır. İktidarın ve toplumun ayağının altında ezip kenara fırlattığı insanların toplanıp sanatla dirilmeye çalıştıkları bu atölyeye karşı olan tutum bile bu ülkede sanat yapmanın ne kadar zor olduğunun kanıtıdır. Malzemeler sokaktaki çöp kutularından toplanıyor olsa bile. Bir sanat yurdu, devlet tarafından cephanelik olarak görüldü ve dağıtıldı. Ataerkil düzen yine bayrağını dikti. „„Sömürünün doğasını anlamak için ondokuzuncu yüzyıla kadar beklemek zorunda kaldık; iktidarın doğasını ise bugüne dek henüz tam anlamıyla kavramış değiliz.‟‟ der Foucault (1987, s. 213). İktidarın doğası, doğası gereği Pierre Clastres‟in dediği gibi baskıcıdır. İktidar, kapsadığını kapsamaya ve dışladığını da kapsamaya çalışır ve fakat bu kapsama amacı şiddetle gerçekleşir. Bu şiddet illa ki fiziksel bir şiddet olmak zorunda değildir. İktidar, dışlama ile şiddetini zaten gösterir. Kapsamaya çalışırken de, 4 Janus, iki yüzü olan ve her ikisi de farklı taraflara bakan Roma tanrısıdır. Bir yüzü geçmişi, diğeri geleceği temsil eder. Bir yüzü kentten içeri girenlere, diğeri dışarı çıkanlara bakar. 10 dışladığını yok etmeye çalışırken de, asimilasyon yaratmaya çalışırken de şiddetini bir kez daha uygular. Dışlama, şiddetin iki kere uygulanması demektir. Dışlama, sadece iktidarın uyguladığı bir durum değildir. İktidarın toplumsal baskıyla susturup yönettiği halk da, bilinçli veya bilinçsiz bu dışlamaya dahil olur. Pınar Selek (2001, s.34)durumu şöyle özetlemiştir: Toplumsal ilişkilerde ekonomik, sosyal, kültürel, siyasal anlamda egemen olan gruplar,kendi çıkarlarına uygun olan anlamları evrensel kılıp, onları tüm topluma mal ederler.Bu anlamlara uygun olmayan tüm tavır, tutum ve düşünceler sadece egemen gruplar tarafından değil, onların suç ortakları olan ezilenler tarafından da dışlanır . Ülker Sokak, Pürtelaş, Sormagir gibi diğer sokaklardan sıyrılıp bir tiyatro sahnesi olma özelliğini edinmiştir. Medya da eksik kalmayıp oyunun ikinci temsilini göstermekte geri kalmamıştır. 1996 Ülker Sokak „„katliam‟‟ında dışlanan transseksüellerin ve travestilerin yok edilmek istendiğini görmekteyiz. 1990‟larda hem zenci hem de trans gettosu olan Ülker Sokak, bir nevi alt kültürlerin buluşma merkeziydi. Hakim olan heteronormatif kültür sisteminin karşısında yer alan alt kültür, Ülker Sokak‟ta kendini transseksüeller ve travestilerle göstermiştir. Heteronormatif zihniyet, cinsel eğilim ve cinsel kimliği birleştirip, „„olması gereken‟‟ etrafında konuşlandığı için, eşcinsellerle beraber travesti ve transseksüeller de homofobik şiddet görmek zorunda kalmışlardır. Türkiye‟de eşcinsel altkültür denilince bu kategoride travesti ve transseksüeller de görüldü. Biyolojik cinsiyetleriyle, cinsel eğilimleri uyuşmayan bu altkültür, cinsel eğilimlerini biyolojik cinsiyetleri temelinde tanımlayan eşcinsel altkültürden farklı değildi. Sonra da Selek‟in (2001, ss. 81-82) kitabında belirttiği gibi karşılarına iktidar dikildi: … travestilerin karşısına birdenbire bin yıllık mirası olan bir cephe dikilmiştir. Bu cephe üç söylemi birleştirir: Bayrak, İstiklal Marşı, milliyetçilik gibi cumhuriyete ait birsöylem; namus, ezan, ahlak edep, günah, cehennem, şeytanlık, başörtü gibi dinselsöylem ve şeref, delikanlılık, aile ve çeşit çeşit küfürlerin ait olduğu ataerkil söylem.Bu söylem ise iki tipi birleştirir; birincisi, ülkücülerin, Başkomiser „Hortum‟ Süleyman‟ın, Mahalledeki esrar satıcılarının, haraççıların temsil ettiği erkek tipi: Erkek, Müslüman,ülkücü ve çoğunlukla Fenerbahçeli. İkincisi ise mahallelinin başını çeken Güngör Abla‟nın temsil ettiği tip: Başörtülü, küfürbaz, şiddet yanlısı, bağırıp çağırıp erkeği yardıma çağıran, erkeğin belirlediği rolleri, tüm analıkbacılık-namus vb. değerlerini kullanarak oynayan Güngör Abla, bize ister istemez „„Tansu Bacı‟‟yı anımsatır. O, kadına verilen rolü oynamaktadır. Bu rol erkekliği beslemektedir. 11 Tıpta, uzun uğraşlardan ve araştırmalardan sonra, hastalık olarak görülen eşcinselliğin, hastalık olmadığı psikiyatri tarafından açıklandı. Ama transgender patolojik bir durum olarak kaldı. Bu bir hastalıktır ve bu hastalığın adı „„Cinsiyet Kimliği Bozukluğu‟‟dur. Erkeklik ve kadınlığın toplum tarafından dayatıldığı ülkelerde, bu toplumsal cinsiyetler biyolojik cinsiyetlerin de önüne geçmektedir. Bu noktada, beklenen cinsel yönelimin dışına çıkan eşcinsellerin, heteronormatif sistemin düşmanı görülmesi yetmiyormuş gibi, farklı cinsel bir kategoride yer almak isteyen ya da kategorileri yok etme amacı güden transseksüellerin var olan kültürün değerli „„değer sistemleri‟‟ tarafından yok edilmeye çalışılması cabasıdır. Transgender, cinsiyet değiştirip de kazanılan bir kimlik değildir. Selek (2001, s.72) bunu „„biyolojik cinsiyeti ile cinsiyet kimliği uyuşmayan, cinsiyet geçişi sürecine girmiş ya da girmemiş, girmeyi düşünen/düşünmeyen, toplumsal cinsiyetini sorgulayan, kendini ikili cinsiyet sistemi içinde hissetmeyen bireyler, transgender kategorisi üzerinden tanımlanabilir.‟‟ şeklinde ifade eder. Dolayısıyla transgender, artık yoldan çıkmış, azmış kudurmuş, ne yapacağını bilmeyen eşcinsel değildir.Eşcinseller ve transseksüellerin varoluş platformları zaten farklıdır. Eşcinseller, cinsellikleri doğrultusunda egemen olan heteronormativizme başkaldırır. Travesti ve transseksüeller ise cinsiyetleri doğrultusunda, hakim olan kültürün karşısındadır. Transgenderlarda dönüşümün fiziksel olması şart değildir, ama beklenen ve şu ana dek bilinen budur. Biyolojik zorunluluğa karşı çıkan transgenderların, toplumsal cins kimliğini değiştirmeleri eşcinsellikle alakasızdır. Burada “90‟larda Lubunya Olmak‟‟ (2013, s. 114) adlı kitapta yer alan şu sözlere değinmek istiyorum: Transların toplantıya katılması söz konusu olunca tartışma çıktı. Transların, organizasyonda istenmediği ortak kararı alındı. Birçok insanın itiraz etmesine rağmen, çoğunluk istediği için. Buna rağmen toplantılardan birine katıldı. Banu Gök'tü sanırım ismi. HIV hastası olduğunu söyledi. O, toplantıya katıldığı için toplantıdan ayrıldı bir sürü insan, o odaya girince mesela. HIV hastası olduğunu söyledi, devletin yardım etmediğini... O zaman bir HIV tedavisi yok, devlet karşılamıyor tedaviyi. Yani insanlar HIV olduklarını öğrendikten kısa bir süre sonra da ölüyorlardı maalesef. Yardım istedi fakat genelin kararı ilgisizlikti kadına ve o da bir süre sonra öldü zaten . 12 Hakim kültüre ait olmayan, karşı kültür dediğimiz eşcinsel alt kültür dahi, egemenliğe karşı direnişi sürdürmek için oluşturulan politik bir örgütlenmeye transseksüelleri dahil etmemiştir. Buna şu şekilde bakılabileceğini düşünüyorum: Dış görünüş olarak, yani biçimsel olarak, bir eşcinsel kendini belli etmek zorunda değildir. Transseksüel olmayan eşcinseller, heteroseksüel kadın ve erkeklerden farklı görünmezler. Hiç kimse cinsel yönelimini ifade etmek, bunu göstermeye mecbur bırakılamaz. Dolayısıyla travesti ve transseksüeller böylesine „„göze çarparken‟‟, eşcinseller o kadar da göze çarpmazlar. Fakat, muhafazakar bir toplum olan Türk toplumunda, her anlamda bir çok şey biçimsel olarak önem taşımaktayken, daha yeni yeni Onur yürüyüşünün düzenleneceği, eşcinsel alt kültürün birleşip sesini çıkarmaya çalıştığı 1990‟larda, kadın ve erkek ayrımının aşırı derecede net olduğu bir toplumda, cinsiyet değiştiren veya değiştirmek isteyen ya da biyolojik cinsiyetine boyun eğmeyen transseksüeller o kadar da kolay kabul görememiştir. Bedensel olarak bir dönüşüm yaşamamış olan travestiler, kendini „„trans‟‟ olarak tanımladıklarından travestiler de bu kabulü görmeyenlerdendir. Tabii ki travesti ya da transseksüel olmak beden değişimi üstünden tanımlanamaz: bu kavramlar hissiyatla alakalıdır. Tıp, transseksüel olmanın operasyon gerektirdiğini söyleyerek, zaten heteronormatif olan egemen bir toplumda, başka bir egemenlik kurar. Zira, biyolojik cinsiyeti erkek olup, feminen bir üslubu, tavrı, tutumu benimseyen travestiler de „„trans‟‟ olarak tanımlandıklarından veya kendilerini „„trans‟‟ olarak tanımladıklarından ötürü, transseksüellik beden değişimi gibi küçük bir kalıba sığmaz. Jean Baudrillard (1997, s. 125) „„Biz hepimiz transseksüeliz‟‟ diyerek, travesti ve transseksüellerin bu dünyanın ruhunu görmemizi sağladıklarını vurgulamıştır. Görüntünün gerçeği bile yok edebileceği bir dünya düzeninde, transseksüeller varolan bu dünya düzenini yansıtır. „„Cinsiyet Kimliği Bozukluğu‟‟na sahip bu „„hastalar‟‟, doğanın kurallarına karşı geldikleri sebep gösterilerek toplum tarafından dışlandılar. Alt kültür anlamında yakın oldukları hatta en yakın oldukları eşcinseller tarafından dışlandılar. Eşcinsellerle aynı muameleyi gördüler, kimlikleri anlaşılmadan dışlandılar. Batıda dışlandılar, doğuda dışlandılar. Kendilerini sorgulayıp, kendilerini keşfetmeye çalıştılar. Tipik bir söylemle „„bedenlerini ruhlarına uydurdular‟‟ama yine dışlandılar. Varlığı, görüntüyle saptayan bu sistemi yansıttılar, ne ironidir ki yine dışlandılar. Daha da kötüsü ve komiği, transerkekler dışlanırken, transkadınlar daha çok dışlandılar, aşağılandılar. Çünkü onlar kadın olmayı „„seçtiler‟‟. Selek (2001, ss. 71-72) , aşağıdaki alıntısıyla bunu açıklar: 13 Kimse gizli saklı cinsel fantezilere ses çıkarmaz. Eşcinsellik zaten yaşanan bir şey.Ama bunu açığa çıkarıp bir kimlik haline getirirsen ayvayı yersin. Lezbiyen vegeylerin farklı bir yaşam tarzı yok. Görünürde, sistemle de uyumlular. Normal kızve erkekler gibiler. Ya biz? Biz her şeyimizle başkayız. Bu nedenle herkes bize karşıbirleşiyor. Ülker Sokak, ataerkil şiddet biçimleriyle hegemonik erkekliğin nasıl iç içe yürüdüğünün küçük bir örneğini yaşadı. Bu şiddeti sadece erkekler yürütmedi, tersine travesti ve transseksüellere karşı geliştirilen örgütlü dışlama eyleminin öncüsü bir grup kadındı. Connell‟in bu noktada geliştirdiği iki önemli kavram bu süreci anlamak açısından yararlı olabilir: „„Tabi kılınmış erkeklik‟‟ ve „„önplana çıkarılmış kadınlık‟‟(Selek 2001, s.48). Tabi kılınmış bu erkeklik ve oldukça abartılan o kadınlık, ürettikleri „„top‟‟, „„ibne‟‟, „„puşt‟‟, „„tanju‟‟, „„yumuşak‟‟, „„tekerlek‟‟ gibi aşağılayıcı söylemleriyle ve kelimeleriyle eşcinsellere „„bir küfrü yaşatırlar‟‟(Selek 2001, s. 92). Erkek dediğinin etken olduğu böyle ataerkil bir toplumda, edilgen bir hayat sürmek, egemen kültüre başkaldırmaktır ve kabul göremez. Eğer bir erkek, başka bir erkekten hoşlanıyorsa, kadın kimliğine sahip olmalıdır. Bu, erkek olmayan, erkekliği taşıyamayan kişi, bozuktur, kadındır. Bozukluğun, kadınlıkla eş anlamlı kullanılmasına da dikkat çekmek istiyorum. Bu aşağı seviyeye düşmüş, „„erkeklikten bozma, kadın duygusu taşıyan oğlan‟‟ da, kadın gibi görünmeyi seçerse daha makbul olur. Bu sebepten, çoğu eşcinsel kendini travesti ya da transseksüel olarak açık eder. Türkiye‟de de bu „„oğlan‟‟ların hepsi iç içe geçmiş ve topluca bir alt kültür oluşturmuştur. Erkeklere bu kadar vurgu yapılmasının sebebinde yine ataerkil düzen yatar. Altkültür bile çoğu zaman buram buram ataerkil kokar çünkü geylerin erkek olmasının „„avantajı‟‟ vardır, kadınlık zaten bir dezavantajdır. Lezbiyenler yıllar boyunca önce feminist argümanlarla donanıp sonra ses çıkarmaya başladılar. Zira 1921 yılında erkek eşcinseller cezalandırılırken, kadın eşcinseller doğrudan yok sayılıyordu. Dışlanması için kabul görmesi gereken şey, kabul bile edilmiyordu. İngiltere‟de lezbiyenliğe karşı yasa çıkarılması istendiğinde böyle bir şeyin dünyaya duyurulmaması gerektiği aksi takdirde kadınların kafalarına yanlışlıkla böyle bir şey sokulabileceği söylendi. Bu sebepten lezbiyenler sonradan „„türediler‟‟. 14 Travesti ve transseksüellik, Osmanlı‟daki köçek geleneğine kadar giderler. Köçeklik zamanla ortadan kalkınca, köçekler için iki seçenek kalır: heteroseksüel yaşama uyum sağlamak ya da seks işçiliği yapmak. Türkiye‟de yaşayan travesti ve transseksüeller, seks işçiliği yaparak hayatlarını sürdürürler. Seks işçiliği, eşcinsellerde bu kadar da yaygın değildir. Seks işçisi olan bir transseksüel, seks işçisi olan bir kadının yaşadığı tüm sorunları ve belki de daha fazlasını yaşar. Tarlabaşı‟nda sürekli sözlü ve fiziksel tacize uğramaları bunun bir örneğidir. Ailelerini „„utandırmamak‟‟ adına, aileden koparlar. Zaten çoğu çoktan tehdit edilmiştir doğru yolu „„seçmediği‟‟ için. Ailesinden kopan bu bireyler, ailesinden kopan diğer bireylerle beraber yaşarlar. Kendiliğinden bir alt kültür oluşur böylece. Bu altkültürü ortak alanlarında yaşarken, ortak alanlarının yok edilmesiyle kendilerini bir boşlukta bulurlar. Tiyatro sahnesi olan Ülker Sokak‟ın yok edilmesi gibi. 15 3. TĠYATRODA TEMSĠLĠYET VE KARAKTER 3.1 FEMĠNĠST DALGALARI TEMSĠL EDEN ANA ARGÜMANLARA DENK GELEN YEREL METĠNLER Feminizm „„her ne kadar parçalı ve ihtilaflı da olsa aynı zamanda toplumsal dönüşüm sorunuyla doğrudan ilgili bir siyasi gelenektir ve amacı toplumsal cinsiyet ilişkilerinin toplumsal dönüşümüdür‟‟(Özkazanç 2015, s. 27). Feminizmin en önemli isimlerinden olan Butler, feminizmin önem arzeden terimleri bile istikrara kavuşturamadığından bahseder ve feminizmin zamanımızda bir kriz içinde debelendiğini söyler. Fakat, feminist kuramı felsefeyle içselleştirerek, felsefi terimlerle tanımlarsak, aslında başarıya ulaştığını görebiliriz. Özkazanç (2015, s. 28) bu soruları şöyle açıklamıştır: Siyasi düşüncede yaşamla ilgili pek çok soru sorma biçimi (özellikle „„iyi yaşamın‟‟ne olduğu sorusu) hep olagelmiştir ancak Butler bunları değil de hayatta kalma(survival)sorununu asıl soru olarak öne çıkarır. „„Feminist felsefe‟‟ bir yandan„„kimin yaşamı yaşam sayılıyor?‟‟ „„Tutarlı bir cinsiyet, bir yaşamı yaşanır kılmakiçin ne kadar ve neden gereklidir?‟‟ gibi analitik sorular sorarken, bir yandan da„„yaşamı nasıl örgütleyelim?‟‟ „„ona nasıl değer verelim?‟‟ „„onu şiddetten nasılkoruyalım?‟‟ „„yeni değerlere yer açmak için yaşamı nasıl zorlayalım?‟‟ gibi politiksorular aracılığıyla toplumsal dönüşüm sorusuna bağlanır. Tam da bu noktada, feminist argümanların transseksüel ve/veya travesti „„sorunsalını‟‟ ele alırken tamamıyla işe yarayacağını düşünüyorum. Zira, onların yaşamı yaşam sayılmıyor mu? Tutarlı cinsiyet mi yaşamı yaşanır kılmak zorunda? Yaşamı nasıl örgütlemek lazım? Yaşama nasıl değer verilmeli? Yeni değerlere yer açmak için yaşamı nasıl zorlamalı? Bütün bu soruları da teker teker transseksüellerin ve/veya travestilerin yaşamına ya da yaşamak zorunda bırakıldıkları hayatlarına yönlendirebileceğimizi düşünüyorum. Aşağıdaki tabloda, transseksüel bireylerin biyografilerinden ya da oyun yazarlarının hayal gücünden yola çıkılarak yazılmış ve Türkiye‟de sahnelenmiş olan oyunların isimleri temel başlıklarıyla beraber yer almıştır. Oyunlar, hayat hikayesi paylaşımından kurmaca metinlere giden bir sıra izlemektedir. Tezimde inceleyeceğim oyun, Siyah 16 Pembe Üçgen Derneği‟nin dönemin tanıklarıyla yaptıkları röportajlardan oluşturduğu kitabı, Ufuk Tan Altunkaya‟nın uyarlamasıyla oyun haline getirdiği „„90‟larda Lubunya Olmak‟‟ adlı oyundur. Tablo 3.1: Feminist argümanlara denk gelen yerel oyun metinleri Transseksüel içerikli ve odaklı oyunların adları Prömiyer tarihi Oyunun yazarı Transseksüel (-i canlandıran) oyuncu veya oyuncular Dramaturjik yapısı Ana performans çatısı Kurmaca ya da biyografi Cadının Bohçası 2006 Esmeray Esmeray Monolog- oyuncu hayat hikayesini dramatize ederek oynar. Planlanmış doğaçlama Otobiyografi Yırtık Bohça 2012 Esmeray Esmeray Monolog – oyuncu hayat hikayesini dramatize ederek oynar. Planlanmış doğaçlama Otobiyografi Planlanmış Doğaçlama Otobiyografi Otobiyografi Bizim Atölye 2013 Esmeray Esmeray Monolog – oyuncu hayat hikayesini dramatize ederek oynar. Kestirmeden Hikayeler 2014 Esmeray Esmeray Monolog – oyuncu hayat hikayesini dramatize ederek oynar. Planlanmış doğaçlama Dört monolog- her biri dört tane oyuncu tarafından oynanır. Oyuncuyla seyirci arasına „dördüncü duvar‟ konulmadan, monologlar oynanır. Dramatik oyun Şarkıların olduğu yerler hariç, oyuncu ve seyirci arasında „dördüncü duvar‟ mevcuttur. 80'lerde Lubunya Olmak 2013 LGBT Sözlü Tarih Ayşe Gülerman, Burcu Yasemin Şeyben, Elit Çam, Neşem Akhan, “80‟lerde Lubunya Olmak” kitabından uyarlamagerçek kişilerin röportajları “90‟larda Lubunya Olmak” kitabından uyarlamagerçek kişilerin röportajları 90'larda Lubunya Olmak 2014 LGBT Sözlü Tarih Şebnem Nazlı Karalı, Ceren Taşçı/Ufuk Tan Altunkaya Kimsenin Ölmediği Bir Günün Ertesiydi 2012 Ebru Nihan Celkan Sumru Yavrucuk Monolog- oyuncu metni dramatize eder. Oyuncu ve seyirci arasında „dördüncü duvar‟ yoktur. Kurmaca Kadınlar Aşklar Şarkılar 2013 Şamil Yılmaz Ahmet Melih Yılmaz Monolog- oyuncu farklı karakterlere girip çıkar. Oyuncu ve seyirci arasında „dördüncü duvar‟ yoktur. Kurmaca 17 Düdüklü Tencere 2013 Ali Cüneyd Kılcıoğlu Fehmi Karaaslan İki ayrı monolog Okuma tiyatrosu Kurmaca İz 2013 Ahmet Sami Özbudak Okan Urun Dramatik oyun Oyuncu ve seyirci arasında „dördüncü duvar‟ vardır. Kurmaca Garaj 2013 Kemal Hamamcıo ğlu Enis Arıkan Dramatik oyun Oyuncu ve seyirci arasında „dördüncü duvar‟ vardır. Kurmaca Diva 2014 Başak Kıvılcım Ertanoğlu Eraslan Sağlam/Ayta Sözeri Dramatik oyun Oyuncu ve seyirci arasında „dördüncü duvar‟vardır. Kurmaca 3.1.1 Birinci Dalga: EĢitlik PeĢinde Birinci dalga feminizm 19. yüzyıl ve 20. yüzyılın başlarında tüm dünyadaki feminist hareketlenmeyi kapsar. Bu hareketlenme özellikle Amerika Birleşik Devletleri, Kanada, Birleşik Krallık ve Hollanda‟da meydana gelmiştir. Kadınlara oy kullanma hakkının verilmesini amaçlar. Dolayısıyla kadınlar, erkeklerle neden eşit olmadıklarını sorguladıklarında aldıkları ya da kendilerine verdikleri cevapla hukuki bir düzenleme getirilmesini talep etmişlerdir. „„Kadınların özgürlüğü ve yararı için bir reforma gidilmelidir‟‟ (Öner 2015, s. 26) birinci kuşak feminizmin manifestosudur. Nasıl kadınlar da erkekler gibi „„insan olduklarını‟‟ belirtmişseler, tiyatroda da trans bireyler „„insan‟‟ olduklarını göstermek için deneyimlerini paylaşmışlardır. Türkiye‟de Zeynep Esmeray Özatik sırasıyla 2006, 2012, 2013 ve 2014 yıllarında ilk gösterimlerini yaptığı „„Cadının Bohçası‟‟, „„Yırtık Bohça‟‟, „„Bizim Hikaye‟‟ ve „„Kestirmeden Hikayeler‟‟ oyunlarıyla transkadın olarak deneyimlerini paylaşmıştır. Performansları otobiyografiktir. Oyunlarını kendi yazar, kendi yönetir ve kendi oynar. Sahnede bütün yaşanılanların dışavurumu olarak dururken politik bir tonda seyircisine hayatını ve görüşlerini sunar. 18 3.1.2 Ġkinci Dalga: YaĢam Hakkına Sahibiz İkinci dalga feminizm, 20. yüzyılın ortalarında Amerika Birleşik Devletleri‟nde ortaya çıkmış ve dünyaya yayılmıştır. Birinci dalga daha kanuni bir duruş sergilerken, ikinci dalga cinsellik, aile, iş hayatı, üreme hakkı, toplumdaki eşitsizlikler ve resmiyetteki eşitsizliklere odaklanır. Toplumla savaşını anlatmayı amaçlayan bu dalga, hak kazanma isteğini de beraberinde getirir. Bu kuşak, „„kadınların yaşadığı gerçek deneyimleri açıklıkla dile getirmek ve böylece yaşanan problemlerin kaynağı olan sistemik egemenliği yıkmak amacıyla gerçeği birlikte haykırma yaklaşımını savundular‟‟ (Öner 2015, s. 26). İkinci dalga feminizmin ideolojisini yansıtan oyunlar sırasıyla Ebru Nihan Celkan, Şamil Yılmaz, Ali Cüneyd Kılcıoğlu ve Ufuk Tan Altunkaya‟nın oyunları olan „„Kimsenin Ölmediği Bir Günün Ertesiydi‟‟, „„Kadınlar, Aşklar, Şarkılar‟‟, „„Düdüklü Tencere‟‟, „„80‟lerde Lubunya Olmak‟‟ ve „„90‟larda Lubunya Olmak‟‟ oyunlarıdır. Bu oyunlarla ilgili şunu belirtmek isterim ki „„80‟lerde Lubunya Olmak‟‟ ve „„90‟larda Lubunya Olmak‟‟ Ufuk Tan Altunkaya‟nın, LGBT Sözlü Tarih projesi kapsamında Siyah Pembe Üçgen İzmir Derneğinin çıkarmış olduğu kitaptan uyarladığı oyunlardır. Bütün trans bireyleri yaşadıkları dolayısıyla ortak bir zeminde buluşturmayı amaçlayan bu oyunlar, trans bireylerin yaşamlarını ve toplumla olan mücadelelerini gözler önüne serer. Ölüm gerçeği, „„Kimsenin Ölmediği Bir Günün Ertesiydi‟‟ ve „„Kadınlar, Aşklar, Şarkılar‟‟ oyunlarında karşımıza çıkar. İlk oyunda Sumru Yavrucuk, ikinci oyunda Ahmet Melih Yılmaz başkalarının deneyimlerini biyolojik kadın ve erkek olarak bize sunarlar. „„80‟lerde Lubunya Olmak‟‟ ve „„90‟larda Lubunya Olmak‟‟ oyunlarında sahnede ölümle karşılaşmayız. Bu oyunlar gerçek röportajlardan uyarlandığı için birinci dalga feminizmin, „„hayatı paylaşma‟‟ amacını da yansıtır. Fakat, 80‟ler gazinoyu, 90‟larsa Gezi Parkı, hamam, kulüp gibi kurmaca atmosferler yarattığından ikinci dalga feminizme daha yakındır. Ayrıca, trans bireyleri canlandıran oyuncular (“80‟lerde Lubunya Olmak”; Ayşe Gülerman, Burcu Yasemin Şeyben, Elit Çam, Neşem Akhan, “90‟larda Lubunya Olmak”; Şebnem Nazlı Karalı, Ceren Taşçı/Ufuk Tan Altunkaya) trans değil, biyolojik olarak kadındır. Birinci dalgayı tek başına temsil eden Esmeray gibi olayları kendi yaşamamışlardır. Paylaşımdan ziyade sunum önemlidir bu 19 oyunlarda. Trans bireyi canlandıran oyuncular tek başına „„ortak zemin‟‟ göstermeyi amaçlar. Cinsel kimlik odaklı olan bu oyunlar, Esmeray‟ın oyunları gibi tam olarak politik bir ton taşımaz. 3.1.3 Üçüncü Dalga: Otonomi Vakti Üçüncü dalga feminizm, 1990‟larda başlayan ve günümüze kadar devam eden feminizm hareketidir. Çeşitli renklerden, ırklardan, dinlerden, uyruklardan, kültürel altyapılardan olan kadınların algılanması ve toplumsal cinsiyet beklentilerinin ortadan kalkmasını amaçlar. Queer kuramla içli dışlı olan bu dalga, klişelerden kurtulmayı da benimsemiştir. Pornografi ve seks işçiliği gibi mevzularda kararlı bir duruş sergileyen ikinci dalga feminizme karşı olarak, bu konseptleri sorgulamış ve kuşkulu yaklaşmıştır. Üçüncü dalga feminizmin ideolojisini kapsayan oyunlar arasında, Kemal Hamamcıoğlu‟nun „„Garaj‟‟ ve Ahmet Sami Özbudak‟ın „„İz‟‟ oyunu bulunmaktadır. Okan Urun‟un canlandırdığı Sevengül ve Enis Arıkan‟ın canlandırdığı travesti karakterler, klişeleşmiş ve ille de diğer travesti ve trans bireylerle ortak bir zemin oluşturan karakterler değildir. Sevengül, kim olduğunun ve ne kadar değerli olduğunun farkında kendi ayakları üstünde durabilen transkadındır. 3.1.4 Dalgaları BirleĢtiren Bir Oyun: Diva Feminizm dalgalarından bahsederken, „„Diva‟‟ oyununun yazarı ve yönetmeni Başak Kıvılcım Ertanoğlu ile yapmış olduğum röportajı eklemek isterim5. Aslında, Türkiye‟de sahnelenen bu oyunların, birinci, ikinci ve üçüncü kuşak feminizm dalgalarıyla sınırlı kalamayacağını, aslında her birinin çok kapsamlı, çok katmanlı ve iç içe olduğunu gösteren bir oyun „„Diva‟‟. „„Diva‟‟ bize aslında her şeyin kesin çizgilerle ayrılmış olmasının nasıl imkansız olduğunu gösterir. Cinsiyetsiz bir karakter olarak tanımladığı Diva, queer kuramının sahnede vücut bulmuş halidir. Diva, Ertanoğlu için bir „„ex olma halidir‟‟. 5 (B. K. ERTANOĞLU, sözlü görüşme) 20 Ertanoğlu, Diva‟yı gerçekten transseksüel bir kadının oynamasını istemediğini söyler. Transseksüel birine, transseksüel bir karakteri oynatmanın boşa çıkabileceğini belirtir. Bunu yapmak, düşünsel olarak politik bir harekettir. Oyuncu değişikliğinden sonra (Eraslan Sağlam‟ın yerine Diva‟yı Ayta Sözeri oynadı), Ertanoğlu‟nun Ayta‟yı oynatmasının altında, Ayta‟nın transseksüel olması değil, istekli olması yatar. Ayta‟nın hayat tecrübeleri, ona „„metni en iyi okuyan, en iyi anlayan oydu‟‟cümlelerini kazandırır. Eraslan Sağlam‟ın, yerinde oyunculuğuna vurgu yapan Ertanoğlu, Sözeri‟nin okumasının „„tam bir kadın okuması‟‟ olduğunu, Sağlam‟ın okumasının ise „„politize bir trans okuması‟‟ olduğunu söyler. Bu noktada Ertanoğlu, metnin transseksüel bir metin olduğuna kanaat getirir. Değişen sadece oyuncu ve oyunculuk değildir. Metin de anlam kazanır ya da değiştirir. Sağlam‟ın „„transseksüel gibi okuması lazımdı, çünkü çok erkekti‟‟ ama Sözeri „„çok kadındı ve seyircinin gözüne onun ilişkiye girmesi Sağlam‟ın ilişkiye girmesi kadar‟‟ batmadı.„„Diva‟‟ bu durumda cinsiyetsiz bir karakterdir. „„Diva queerdir, kaybedendir, becerme ve becerilme hallerini barındıran, sakın konservatuvara gitme, kötü yola düşersin diyen amcanın sözlerinin‟‟ somut bir halde yansımasıdır. Diva, kadın ya da erkek ya da feminist ya da transseksüel olarak kategorize edilmeden önce bizdik, „„kaybetmelerimiz ve başarısızlıklarımız‟‟dı. Ertanoğlu bunu „„Özellikle sanatsal camiada ama genel olarak da hayatıma değen herkesti Diva‟‟ diye yorumlar. „„Oyuncu değişiminin metne hizmet ettiğini‟‟ vurgulayan Ertanoğlu, metnin „„politik okumaya çok açık‟‟ olduğunu, „„eğer ki politik oynanmak istenilseydi, politik olacağını‟‟ söyler. Sözeri‟nin metni politik okuduğunu ama Sağlam kadar politik okumadığını belirtir. Metni yorumlamanın üstünde oldukça duran Ertanoğlu, kafasında şekillendirdiğini başarılı bir biçimde sahneye yansıtmasıyla bütün kategorileri yıkar. Diva‟yı Ayta Sözeri oynadığında, „„Diva‟‟ ikinci dalgaya ait olmaktan çıkar, çünkü biz ikinci dalgada biyolojik transseksüel bir oyuncu görmeyiz. Birinci dalgadaki Zeynep Esmeray Özatik‟e benzer bu yönüyle. Fakat, Sağlam‟ın politik okumasıyla birinci dalganın manifestosuna yaklaşan bu oyun, Sözeri‟nin „„Sağlam‟ın okuduğu gibi politik okumaması‟‟yla birinci dalgadan ayrılır. Metin otobiyografi olmadığı için, ikinci ve üçüncü dalganın „„metin kurmaca kuralı‟‟nı besler. Ve fakat Ayta Sözeri‟nin hem kendi hayatını oynarmışçasına oynaması hem de metni sunması, bu üç dalgayı da birleştirir. Karşımıza ölüm gerçeği çıkmaz, oyunu kuralına göre oynamak çıkar. Bu da ikinci 21 dalgadan ayırır kendini. Bu durumda, dalgaları birbirinden rahatlıkla ayırmamızı sağlayan tüm özellikler, „„Diva‟‟da iç içe geçmiştir. Ertanoğlu, Diva‟nın tam bir „„survivor‟‟ olduğunu belirtir. Maddiyatın mutlulukla yakından ilişkilendiği bu dünyada, Diva „„oyunu kuralına göre oynar‟‟. Diva‟nın yaşamsal bir kaygısı yoktur çünkü parası vardır. Lakin, belki de dünyanın en mağdur insanıdır da Diva. Normalize etme çabasından kaynaklı, LGBTTİ‟nin ucube gibi bakıldığı bir dünyada, Diva elbette ki mağdurdur. Ertanoğlu, Diva‟nın liminal bir karakter olduğunu da vurgular. „„Diva, aktivist midir paracı mı?‟‟ diyerek, karakterin arada kalmışlığını bir kat daha arttırır. Bizler, Diva‟nın dilemmasını izleriz. Yönetmenlik sürecinde de, yönetmenliğinin „„trans olduğunu‟‟ belirten Ertanoğlu, metnin ve oyuncuların da „„trans‟‟ olduklarını ekleyerek, aslında hayatlarımızın trans olduğunu vurgular. Tıpkı Baudrilliard‟ın (1997, s. 125) „„Biz hepimiz transseksüeliz‟‟ dediği gibi, Ertanoğlu da son sözünde „Biz hepimiz aynıyız‟ diyor. Oyuna baktığında „„ressam da olabilirim, asistan da olabilirim, diva da olabilirim‟‟ diyen Ertanoğlu, belirlenmiş tüm kategorilerin üstüne bir çizgi atar ve „„Diva‟‟nın „kaybetmelerimize, ikiyüzlülüğümüze, bakış açılarımıza, paradokslarımıza, hepimizin o ayrı ayrı hikayelerine‟‟ kısacası insanlığımıza dokunmasını istediğini söyler. Seyirciyi „„rahatsız etme çabası‟‟ içerisinde olduğunu belirten Ertanoğlu, seyircinin „„suça ortak olmasını‟‟ister. Oyunu izledikten sonra „„A, böyle de bir hikaye varmış işte‟‟ diyip seyircinin yoluna koyulmasını istemeyen Ertanoğlu, son sahnede Diva‟nın seyirciyle göz kontağı kurmasını istediğini söyler. O noktada seyirci, „„neden bu oyun‟‟ sorusunun cevabını alır: …. Aynı bokun soyusunuz hepiniz. Bak bana, izle beni. Pudralı yüzüme bak. Dört kat geçilmiş sıvalı bir duvar. Hisset alnımı, burnumu, gözümü… her yerdeyiz çünkü…. Hisset ki, öyle yap yapacaklarını…. Tüm bu yüzü ezberle, aklına çiz iyice. Dokun. Nefret ettiğin o ucubeye dokun. Dokun ki anla artık. Herşey bitti. Herşey çoktaaan bitti. 22 4. 90’LARDA LUBUNYA OLMAK 4.1 DRAMATURJĠK ÇALIġMA Prömiyer Tarihi: 18 Ekim 2014 Uyarlama/Reji: Ufuk Tan Altunkaya Proje Koordinasyon: Didem Kaplan Proje Danışmanı: Ozan Ünlükoç Video-Görsel Tasarım: Çağla Çağlar Teknik Yönetim: Ahmet Özer Prömiyer Yeri: Mekan Artı Oyuncular: Ceren Taşçı, Didem Topatan, Murat Baykan, Onur Adıgüzel, Onur Ceyhan, Serhat Kacar, Sinan Coşkun, Şebnem Nazlı Karalı, Ufuk Tan Altunkaya „„Siyah Pembe Üçgen İzmir Derneği‟nin Sözlü Tarih Çalışmasından Bir Uyarlama... 90‟ların karmaşası içinde lubunyaların örgütlenmesi, Ülker Sokak, dönemin baskıları ve ilk onur yürüyüşünün hazırlıkları... Kafası karışmış bir dönemin umut dolu bireyleri... Dönemin tanıklarının gerçek röportajları...‟‟ Oyun beş oyuncunun hayat hikayelerinin birleşmesi ve dramatik sahnelenmesinden meydana gelir. Murat Baykan, Sinan Coşkun, Ufuk Tan Altunkaya gey bireyleri, Didem Topatan lezbiyen bireyi, Şebnem Nazlı Karalı transkadını canlandırmaktadır. Oyun, gerçek kişilerin röportajlarından uyarlanmış bir oyundur. İki perdeden oluşur. İlk perdede sırasıyla karşımıza Gezi Parkı, Harbiye Üftade Sokak, yatak odası, bar, hamam ve tekrar Gezi parkı çıkar. İkinci perdede trans karakterin evinin odası, cafe, eşcinsel karakterlerin toplantı yeri ve İstiklal Caddesi vardır. Oyunla ilgili bilinmesi gereken temel şey, belgesel tiyatrosunun bir başka formu olan „„verbatim‟‟ tiyatrosunun çok güzel bir örneği olmasıdır. Tıpkı „„80‟lerde Lubunya Olmak‟‟ gibi bu oyunda da karakterlerin canlandırdığı gerçek kişilerin röportajları 23 kelimesi kelimesine yer alır. „„verbatim‟‟ kelimesi, motamot, tam, kelimesi kelimesine yapılmış, harfi harfine anlamları taşır. Özellikle trans karakterin monologları, kelimesi kelimesine röportajın sahneye taşınmış versiyonudur. Bu durumda oyun, gerçek tanıkların şahitliğini kullanır. Verbatim tiyatrosu, 1990‟larda Avrupa ve Kuzey Amerika‟da ortaya çıkmıştır. Birleşik Krallık‟ta, özellikle İngiltere‟de önemli bir politik alan teşkil eder. Bu tiyatronun ortaya çıkmasında iktidara gittikçe artan şüpheli bir yaklaşım, medyaya olan güvensizlik, örtbas edilmiş, yanlış aktarılmış olayların ortaya çıkarılması arzusu ve batının gerçeği bir fetiş haline getirmesi önemli rol oynar. Haksız savaşlar ve travmatik olayların yarattığı korkuyu vurgulamakla birlikte yasal işlemler ve insan hakları ihlallerine de parmak basar. Hiç de şaşırtıcı değildir ki, bu tiyatro İngiltere‟de kamu hizmeti altyapısının zayıfladığı, Ulusal Sağlık Hizmetinin (National Health Service) ve adalet sisteminin manşetlerden düşmediği zamanda ortaya çıkmıştır. 1990‟ların Türkiye‟sinden bahsederken böyle bir yol kullanmak sağlıklı bir tercihtir. Sahneye koyulmuş dört tane televizyondan Tansu Çiller‟in sesinin gelmesi, din üstüne yapılmış konuşmaların gösterilmesi vb. yazarın/uyarlayanın tahtından inip, halka açık seçik bir biçimde „„hakikaten‟‟ olanları göstermesi ve/veya hatırlatmasıdır. Halk da bu anlatılanları duymak, hatırlamak ve ne kadar güçsüzleştirilebileceğinin farkına varmak ister. Bu gerçekliği tam anlamıyla yansıtmak adına, oyuncular sahneye 90‟ların kıyafetleri ve makyajlarıyla çıkarlar. 90larda ünlü olan şarkılarla dansetmeleri seyirciyi o zamana götürür. Zaten o zamanlarda da son derece dışlanan transseksüellerin aslında „„o kadar da korkunç‟‟ olmadıklarını, karakterler duygusal konuşmalarıyla gösterirler. Yönetmenin, ikinci sahnede Harbiye Üftade Sokakta seks işçiliği yapan transseksüelin konuşmasını, aynı perdede son monologuyla yumuşatması bunun bir örneğidir. 90larda Lubunya Olmak (2013, s. 53): Sen çükü olan bir kızsın. Hayatın böyle geçiyor ameliyattan önce. Ameliyat olana kadarbenimkisi böyle geçti. Ameliyata da karar vermedim, bana mesela ameliyata nasıl kararverdiniz, diye soruluyor, ameliyata karar vermedin, ameliyat için gerekli olan parayıelime geçirdiğim gün ameliyat olmuştum zaten. 24 Yine ikinci perde açıldığında evinde „„normal bir insan gibi‟‟ makyajını çıkaran transseksüelin duygusal konuşması, ikinci perdenin tonunu belirler. 90‟larda Lubunya Olmak (2013, ss. 215-216): Şunları ben yaşadım mesela ilk İstanbul‟a geldiğimde. O dönemde Sirkeci‟de EmniyetMüdürlüğü vardı, aşağıda ve yakalanıp oraya getirildiğimi biliyorum. Nedim Bey miadamın adı, bir komiser vardı. Orda daha sonra Doğan Karakaplan‟ı hatırlıyorum.Valla, yine 86-87 miydi, neydi tam hatırlamıyorum. O dönemler olabilir. DoğanKarakaplan da dini tarikattandı, Karakaplan tarikatında o adam. Emniyette insanlarınamaz kıldırmaya filan kalkıyordu. Valla, beni namaz kıldırmaya kalkmadı ama yaniben çok iyi hatırlıyorum. Emniyetin Ahlak Büro Amirliği‟nde, o adam ahlak büroamiriydi, 30 tane 40 tane transla bir odanın içinde olduğumuzu hatırlıyorum. Hatta birara orda translar isyan çıkarmıştı, o kapıları kırdılar, nezarethaneyi ateşe verdiler, kaçan translar da oldu. Aslında o zaman trans hareketleri örgütlenmeye başlamıştı,çünkü transların üzerinde çok baskılar vardı. Pürtelaş‟ta çok genç, 17 yaşında transınben, Seyhan Soylu Sisi Pürtelaş‟ta oturuyordu. İşte bu da 86 filan zannediyorum. 86-87 trans hareketin caf caflı dönemiydi. Biz o zamanlar orda güvence altındaydık, çok fazlaölüm olayına rastlamadık ama polis baskısından rahmetli Kaçariye vardı, meselaKaçariye Sormagir‟de kendini ateşe verdi, yaktı. Ondan önce o genç, trans Sisi'nin,Seyhan Soylu‟nun evinde kendini aşağı attı Pürtelaş‟a, yola. O zaman içimiz cızediyordu, çünkü o kadar yoğun baskılar vardı ki, gündüz evde oturamıyorduk, tak polisgiriyordu kapıdan, içeri alıyordu bizi, iki-üç günümüzün karakolda geçtiğini, BeyoğluKarakolu‟nda geçtiğini biliyorum ben, Saç kesme olduğunu hatırlıyorum. Gece meselaisimle çağırıyorlardı, hah sıra bize geldi saç kesme var, diyorduk, dua ediyordukiçimizden, ya saçımız kesilmesin diye. Şeytan kulağına kurşun derler ya, hiç saçımkesilmedi, rastlamadım. Şişli karakol Amirliği‟nin alt katında, şimdi orayı garajyapmışlar, üç-dört gün bizi Harbiye‟ye çıkarken yakalayıp bir haftanın üç gününü okarakolun alt katında nezarethanede geçirdiğimizi hatırlıyorum. Işık dahivermemişlerdi, normal yukarıdan betonun arasından ışık veriyorlardı bize. Yanihaftanın üç gününü Şişli Karakolu‟nun şimdi garaj olan yerinde geçiriyorduk, nezarethane alt kattaydı. Bu duygusal monologdan sonra, transseksüellerin Ülker Sokaktaki gündelik yaşamlarına şahit oluruz. Bakkalın ona satış yapmaması üzerine, arkadaşına haber verip bir şeyler aldıran transkadın, arkadaşının bakkala olan öfkesiyle karşılaşır: „„Ay on yıllık bakkalın yaptığı ibneliğe bak yani. Kız sen bu sokakta yıllanmışsın. Kime satış yapmıyor!‟‟ Evdeki transkadın da ne yaparlarsa yapsın evinden ayrılmayacağını belirtir: „„Ay siktir et Allah aşkına. Geri zekalı adam. Gitmiyorum ayol. Sikseler gitmiyorum. Lafın gelişi yani.‟‟ Dış dünyanın tehlike olduğu gerçeği, misafir transkadın kapıya vurunca, evdeki transseksüelin „„yüreğinin ağzına gelmesiyle‟‟ somutlaştırabilir. Sonrasında, sokaktaki transkadınlara en başta dostça davranıp sonrasında taraf değiştiren Güngör Gider‟in taraf değiştirme sürecini anlatır. 90‟larda Lubunya Olmak (2013, s.246): 25 Aman Güngör deme bana kalbini kırarım. Bu kadın ilk geldiğinde şeydi, bizimle dostolmaya çalıştı, o büyük binayı aldığında. Vakıftan aldı, bir yerden aldı, 700 milyona almıştı. Bize hatta şey dedi, bizim eve geliyordu çünkü oturup bira içiyorduk, belki denumaradan içiyordu: “Ön taraftaki daireleri, yok apartmanı size kiralayayım” diyordu.Biz de, “Tamam, ön tarafı tutarız ama arka taraf işimize yaramaz bizim” dedik,tutmadık. Daha sonra biraz daha mahalle baskı yaptı ona, kadın otomatik olarak dönüşyaptı, o tarafa geçti, artık saflar belirlenmeye başlanmıştı. Sonra n‟aaptı bak; kadıntravestilerin eşyalarını kapılarının önüne koydu, evleri boşalttı. Eşyaları sokağa koyduböyle, sıra size gelecek falan filan, diyor. Güngör‟ün yaptıklarına oldukça sinirlenen, misafir transkadın annesinin kimseye güvenmediğini yad ederek, başına gelenleri anlatır. Ailesine hiçbir zaman seks işçiliği yaptığını söylemediğini, bunun onları çok kıracağını ve onları koruma amaçlı yalan söylediğini anlatır. Trans kimliğiyle ilgili bir çekincesi olmadığını da ekler (Cingöz ve Gürsu 2013, s. 61). Anlattığı hikayedeki komik bir yerde, ikisi de gülmeye başladıkları sırada siren sesi duyarlar. Evdeki transkadın oldukça gergin olduğu için, ne yapacağını şaşırır. Misafir olan hemen ışıkları kapatmasını çünkü Hortum Süleyman‟ın geldiğini söyler. Sahnede ışıklar kapanır ve zamanında darp edilen bir transseksüelin hezeyan içindeki bağırışları televizyonlardan duyulur. Bu sırada transkadınlar sağ ve sol lokal olmak üzere yerlerine geçerler ve sağ lokale ışık vurmasıyla misafir, Ülker Sokak‟ın nasıl bir yerden nasıl bir yere dönüştürüldüğünü ve önce zencilerin ardından da hemen kendilerinin başına gelenleri anlatır. 90‟larda Lubunya Olmak (2013, ss. 64-65): İstanbul yerlisi de vardı, oyuncular da vardı, her kesimden insan vardı Ülker Sokak‟ta.Cihangir tarihinde şimdiki zamana kadar, bu lafı hiç sevmiyorum ama,“marjinallerin”, uçuk kaçıkların, ressamların, yazarların, çizerlerin olduğu bir yerdi.Görece daha hoşgörülü diyebiliriz. Başından beri Cihangir öyle bir yer olmuş. Elit ve Aristokrat bir semt olmamış Cihangir tarihinde, hep kaçanların uçanların semti olmuş ama kentleşmeyle beraber, hem de rantla beraber, şimdiki Cihangir İstanbul‟un en pahalı en popüler semtlerinden biri. Gelin görün ki, bu da bir ironidir. Oradantranslar, zenciler saçlarından sürüklenerek kendi mahallelerinden çıkartıldılar, 96-97lerde. Şimdi de Cihangir orta ve üst gelir sınıfın gey ve lezbiyen gettosuna dönüştü. Atılanlar transtı ama tekrar tercih edenler varlıklı 3 bin doların üzerinde para kazanan gey ve lezbiyen nüfusu oldu, onlar tercih ediyor şu anda. Ve devam eder (Cingöz ve Gürsu 2013, s. 249): O zamanlar Cihangir'i, Ülker Sokak'ı zencilerle paylaşıyoruz. Cihangir aynı zamanda hem trans hem de zenci gettosu. Aileler var, çoluklar çocuklar var. Bizim Demet ile oturduğumuz apartman komple trans, yanımızdaki bitişik olan apartmanda full zenciler vardı. Cihangirden translardan önce zenciler sürüldü. O kadınlar, adamlar saçlarından böyle, merdivenlerden bağırış çağırış sürüklendiler Cihangir‟den. Çünkü Habitat toplantısı vardı, çünkü Cihangir'in temizlenmesi gerekiyordu. İlk önce zenciler temizlendi, biz onların vahşetini gördük, o sokaktan ne koşullarda çıkarıldıklarını. Ve hiç kanunsuz bir şey yoktu, yani yasaldılar onlar orada. Buna rağmen oradan tasfiye edildiler. Bağırış çağırış bir şekilde. Sonra 26 translar. Biz önce onları gördük, bu sonra başımıza geldi. Bu daha kötü bir şey. Hani başına ne geleceğini görüyorsun, sonra da geliyor gibi. Evde oturan transkadın da şunları söyler (Cingöz ve Gürsu 2013, ss. 103-104): ….açlık grevi filan yapmıştık o Pürtelaş‟taki baskılara karşı. Esra vardı, mesela bizim Esra, o da kendini yaktı, öldü en sonunda. Esra‟yla beraber grup halinde biz Emniyet‟i şikayet etmiştik, büyük bir savcılık vardı, oraya ettiğimizi biliyorum. Taksim Meydanı‟nda, Taksim Meydanı‟nda oturma eylemi yaptığımızı biliyorum merdivenlerde. İbrahim Eren'in evinde açlık grevi yaptığımızı biliyorum. Gizli gizli toplandığımızı hatırlıyorum. Mesela üst katlarda Çukurcuma‟da bir kafede buluşurduk. Daha Lambda kurulmamıştı ama arkadaşlarla oturup toplantı filan yapılıyordu. Haftada bir pazar günleri mi falandı. Bir ara da Deniz Kızları diye bir trans oluşumu örgütlenmeye başlamıştı Şişli‟de. Mesela Hande, Handeler o zaman orada mı oturuyordu, bilmiyorum, trans arkadaşların evlerinde toplanmaya başlamıştık. Transkadınların sahnesi, misafir transkadının Hortum Süleyman‟ın işkencelerini anlatmasıyla biter (Cingöz ve Gürsu 2013, ss. 250-252): Sonra 95-96‟da Habitat toplantısı yapılması gündeme geldi ve Beyoğlu Polis Karakolu‟na Hortum Süleyman ithal edildi. Trans sorununu çözmesi için. Faşist, ırkçı, gerici yobaz bir adam bu. Eli kanlı bir adam bu. Hortum Süleyman, Ülker Sokak'a geldi. Herkesin kapısını kırdı ve kırdığı kapıları da kamyonetin arkasına atarak, toplayarak gitti. Bir daha kimse evlerine geri dönemesin, diye. Hepimiz alındık, götürüldük tabii karakola. Bütün sokak. Neyse kızlarla beraberdik, hani yirmi-otuz kızdık karakolda. O kadar çok paniklememiştim ama hayatımda ilk defa karakola düşüyorum ve böyle kötü bir operasyonla düşüyorum. Çok acımasız davranıyordu polisler o zaman. Polisin sana vurmamak için herhangi bir çekincesi, tedirginliği falan asla olmuyordu. Kafa göz giriyorlardı. O zamanki polis teşkilatı milliyetçi ideolojiden gelen insanlardan oluşuyordu. Şimdiki gibi fetocular değildi. O yüzden vurmak ya da fiziksel şiddet uygulamak onlar için gayet alışılagelmiş bir şeydi. O yüzden zaten kızlar da o dönemlerde ceplerinde şişe taşırlar, falçatataşırlardı çünkü kafana bir kereden de daha fazla vurulmasını istemezsin sen de doğal olarak. Birileri senin sürekli kafana vursun, itip kakalasın. Etki-tepki fizik kanunu bu. Ay geliyor o dönemler de gözümün önüne, tam sinir harbi yani... Retrospektif bir bakış açısıyla ele alınmış dramaturji, o dönemde zar zor yapılan gey ve lezbiyenlerin toplantılarını ele alarak devam eder. Dış dünyanın tehlike olarak addedilmesi, ikinci perdenin üçüncü sahnesinde, geylerin toplantısı esnasında kapının vurulmasıyla bir kez daha göze çarpar. Elindeki suyu döken, yerinde sıçrayan, yüreği ağzına gelen bir kalabalık, dış dünyanın zorbalığını bizlere masumiyetleriyle sunar. Her şeyin tezadıyla varolduğu bu dünyada, gizlilik de tehlikeden kaçmanın bir konotasyonudur. Kapıyı çalan toplantıya gelecek olan lezbiyendir. Geldiğinde, monoloğuyla o zaman filizlenen örgütlenmeleri anlatmaya başlar: Yeşil Bizans, Gökkuşağı, Lambda,.. Sonrasında Almanya‟daki eşcinsel derneklerinin İstanbul‟da düzenlemek istedikleri 27 „„Onur Yürüyüşü‟‟ ya da „„Pride‟‟ söz konusu olur. O zamanlarda İstiklal Caddesi‟nde eşcinsellerin yürümesini hayal etmenin bile korkutucu olduğunu görürüz. Her şeyin gizli saklı olduğundan ve şartlar olgunlaşmadığı için gizli saklı olması gerektiğinden, basılmaktan korkan grup bariz bir şekilde dışlandıklarının farkındadır. Fakat bu „„istenilmeyen‟‟ler, transseksüelleri de aralarında istemezler. 90‟larda Lubunya Olmak (2013, s. 114): Transların toplantıya katılması söz konusu olunca tartışma çıktı. Transların, istenmediği ortak kararı alındı. Birçok insanın itiraz etmesine rağmen, çoğunluk istediği için. Buna rağmen toplantılardan birine katıldı. Banu Gök'tü sanırım ismi. HIV hastası olduğunu söyledi. O, toplantıya katıldığı için toplantıdan ayrıldı bir sürü insan, o odaya girince mesela. HIV hastası olduğunu söyledi, devletin yardım etmediğini... O zaman bir HIV tedavisi yok, devlet karşılamıyor tedaviyi. Yani insanlar HIV olduklarını öğrendikten kısa bir süre sonra da ölüyorlardı maalesef! Yardım istedi fakat genelin kararı ilgisizlikti kadına ve o da bir süre sonra öldü zaten. İşte bu tam olarak transseksüellerin LGBTTİ altkültürü içerisinde o dönemde dışlandıklarının bir kanıtıdır. Sadece, „„normaller‟‟ tarafından değil, altkültür anlamında en yakın oldukları eşcinseller de istemediler. Pride‟ın gerçekleştiğinden ve ne kadar „„dramatik‟‟ olduğundan bahseden gey karakterler ve lezbiyen karakter, yürüyüşten bir gün önce karşılaştıkları zorlukları anlatmaya devam ederler. İstiklal Caddesi‟ne üç kişi girilen ve üç kişinin basılmaktan korktukları için ayrı ayrı yürüdükleri o zamanlardan, son sahnede Pride görüntülerinin televizyonda çıkmasıyla „„katedilen yol‟‟ gösterilir. Oyun, tüm trajik alt metnine rağmen, cesur bir dil kullanır. En olmadık yerlerde atılan kahkahalar, trajediyi daha da güçlendirir. Gerçek tanıkların röportajlarından yola çıkılması oyunun gerçekliğini daha da arttırır. Hakikatin, hakikaten televizyonlarda ve çeşitli efektlerle gösterilmesi, seyirciyi uykusundan uyandıran bir tercihtir. „„Evet, bir zamanlar bunlar da oldu‟‟ ve „„Ay, ne kadar üzücü‟‟ arasında şöyle bir nüans vardır: Birincisi, mantığın eleğinden geçirilen duyguların salınmasıyken, ikincisi saf duygu yüklüdür. Bu kesinlikle ikincisinin yanlış ya da kötü olduğu manasına gelmez. Ama „„verbatim‟‟ tiyatronun, motamot anlatım kuralı, seyirciye hafızanın ne kadar güçsüz olabileceğini, yanılmanın ne kadar kolay olabileceğini ve halkı bu şekilde güçsüz kılmanın ne kadar taktiksel ve kolay olabileceğini gösterir. Eğlenmenin yanısıra, 28 seyirciyi „„rahatsız etme‟‟ amacını sağlayan sahneleme, oyuncuların bir anda sertleşip bir anda yumuşayan üsluplarıyla destek bulur. Özellikle transkadınların yer aldığı sahnelerin sıralamasında da „„uyandırılan fikri değiştirme‟‟ anlayışı yatar. Transkadınlar sahneye ilk olarak seks işçisi olarak çıkar. Kullandıkları üslup, heteroseksüel zannettikleri bir geye yaklaşımları, ürkütücü ve tekinsizdir. Fakat ardından gelen bar ve hamam sahnesiyle seyirci gülmeyi yakalar ve eşcinseller ile transkadınları „„sevimli‟‟ ve „„eğlenceli‟‟ bulur. İkinci perdeyle, gerçek yüzlerine çarpar. Bu „„eğlenceli‟‟ ve kimi zaman „„yüzeysel‟‟ bulunan transseksüeller ve eşcinseller o kadar da kolay bir hayat yaşamazlar. İkinci perdeyi açan transkadın yaşadığı zorlukları anlatırken, Hortum Süleyman‟ın siren seslerinin duyulmasından sonra misafir transkadının anlattıkları, zor yaşamlarının dile dökülmesidir. Bu insanların gerekirse evlerine girilir ve doğru nezarethaneye atılır. Böyle bir düzende haneye tecavüzü bile haklı kılar „„Cinsiyet Kimliği Bozukluğu‟‟. Bu zor hayatın diğer bir örneği olarak neredeyse nefes almaktan korkan eşcinsel bireylerin toplantısı karşımıza çıkar. Birinci perdede ve toplantıdan bir önceki sahnede duygusal hayatlarına şahit olduğumuz gey çift, toplantıda beraber sistemin işleyişine karşı savaşırlar. Onlar sürekli sevişen, eğlenen, yiyip içen bir birey olmaktan ziyade, Onur Yürüyüşü yapmak için ellerinden geleni yapan aktivist bir yapıya da sahiptirler. Harold Pinter‟ın oyunlarında özenle kullandığı „„dış dünya tehlikesi‟‟, bu oyunda da defalarca karşımıza çıkar: Üftade Sokak‟taki seks işçileri, misafir transkadının kapı vurmasının yarattığı korku, siren sesleri, lezbiyen karakterin kapıyı sert vurması üstüne gey bireylerin irkilmesi ve dışarıdaki Güngör Abla, Hortum Süleyman, polis, ekip, ev basan İç İşleri Bakanlığından siviller… İçeriğin taşıdığı dış dünya korkusu, sahnelemelerle de verilmeye çalışılır. Direnişin sesini duyurmaya çalışan eşcinsel ve transseksüel karakterler, dış dünyaya rağmen yaşadıklarını, çünkü yaşamak istenildiğinde yaşayabileceklerini gösterirler bize. Her şeye rağmen. 4.2 KARAKTER ANALĠZĠ Karakter -„„90‟larda Lubunya Olmak‟‟ oyunundaki misafir transkadın-, hayat hikayesini anlatmaya başlar ve kendini tanıtır. Annesi eşcinsel olduğunu öğrendiğinde, babasını aramış ve babası onu silah zoruyla Gelibolu‟da „„uslu durmaya‟‟ zorlamıştır. Askerliğin, 29 onu „„iyileştireceğini‟‟ söylemiş ama karakter bunu istemediğini ve İstanbul‟a dönmek istediğini belirtmiştir. Bu, bir başkaldırıdır. Karakter, kendi yolunu kendi çizmiş ve İstanbul‟a dönmüştür. Yapısının kötümser olmadığını belirten karakter, bunu şu sözleriyle belirtmiştir (Cingöz ve Gürsu 2013, s. 53): Eğer hayatımdaki adamlar ölmezse ben depresyona girmiyorum, nişanlım intihar etmişti... Öyle bir lüksüm yok, depresyona girmek gibi. Hayat boş ve karanlık gibi düşüncelerim yok. İstanbul çocuğuyum, arkadaşlarımla beraber eğlenip politika yaparak hayatımı geçirmeyi hedeflemiştim hala da öyle geçiriyorum. Yeşil Bizans‟ta tanıştığı arkadaşları, eğiliminin aslında „„fena bir şey olmadığını‟‟ belirtmiş, sevdiği bir insanla bunu yaşamanın daha güzel olacağını söylemiştir. Karakter, önce müşterisi sonra sevgilisi olan Orhan‟la ortak bir hayata başlar. Sonrasında AB destekli projede yer alarak eğitime verdiği önem ortaya çıkar. Önce transseksüel bireylerle bulaşan cinsel hastalıkları önleme eğitimi alıp sonra bunu müşterilere öğretme odaklı olan bu projede gönüllü olarak yer alan karaktere, vakıf memnuniyet dolayısıyla iş teklif eder. Geçmiş zaman kullanan karakter, retrospektif bakış açısıyla bize 90‟ların Ülker Sokak‟ını, yeni yeni transseksüel ve eşcinsel göçü alan İstanbul‟u, kimi zaman şaşıran hafızasıyla anlatır. Onu için önemli olan 90 ya da 91 senesinde, 19 ya da 19 küsur yaşında Ülker Sokak‟a taşınması değil, o dönemleri kafamızda büyük bir resimle çizmektir. Aktivist sese sahip bu karakter, sosyolojik olarak 90‟ların Türkiye‟sinin resmini çizer. Ülker Sokak‟a taşınmasıyla „„gey kimliğini terkedip, kadın kimliğine dönüştüğü‟‟ (Cingöz ve Gürsu 2013, s. 56) bir sürece giren karakter, eline yeterli para geçtiği zaman bedenini ruhuna uydurmuştur. Ameliyata karar vermediğini, bunun böyle olduğunu belirtir. Bir sene boyunca Demet‟in evinde yaşadığını ve Demet‟in ona bir anne gibi baktığını söyler. Bir sene boyunca, karaktere yol yordam öğreten ve annelik, yoldaşlık yapan Demet, transseksüel altkültürün vücut bulmuş halidir. Herkesin birbirine saygı gösterdiği, bütün ilişkilerin kardeşlik üstünden kurulduğu, Türk‟ün, Kürt‟ün, liberalin, muhafazakarın bir arada yaşadığı bu mahallede, mahalleliyle olan ilişkilerin sahteliği, mahallelinin polis tarafında yer almasıyla ortaya çıkar. 90‟larda Lubunya Olmak (2013, s. 59): 30 Çünkü transların o sokaktan sürülmesi gündeme geldiğinde, polisin yanında yer alanlar ilk önce bizim ahbap dediğimiz insanlar oldu. Esrar satan vardı, bizim yan komşumuz. Ülker‟de esrar, camdan sepet sarkıtılarak alınan bir şeydi. Camdan sepet sarkıtılıp esrar alınıyordu ve o esrar satın alınan kişi, ilk polislerin tarafında yer alan oldu. Translara esrar satıp hayatını kazanan insan ilk önce sırtını döndü translara. Bunları da gördük. Karakter, ameliyat olduktan sonra erkeklerin taleplerinin daha çirkin geldiğini vurgular. İki „„döneminde‟‟ de seks işçiliği yapan karakter, ameliyattan sonra „„kukusunu hak etmediklerini düşünmeye başladığını‟‟ söyler (Cingöz ve Gürsu 2013, s. 61). O zamanki müşterilerin de, taleplerinin de şimdiki kadar ruh hastasıolmadığını vurgular. Transların altın çağını yaşadığı zamanlarda yani en azından seks işçiliğinin çok popüler bir meslek olduğu için oldukça iyi para kazandığı 90‟lı yıllarda, transfobi ve homofobinin de bu kadar belirgin olup, ayrı kutuplara düşülmediğinden bahseder. 19 -20 yaşlarında İstanbul‟da gördüğü mekanları ve katıldığı toplantıları anlatır. Lambda‟nın isim toplantısında kendinin de olduğunu söyler. Yeşil Bizans toplantılarına katılan tek transkadının Demet olduğunu belirtir. Toplantılarda transseksüel bireylerin istenmemesiyle arada bir bağ kurulabilir. Hatta eşcinsel ve transseksüel örgütlenmenin farklılığından ve farklı olması gerektiğinden şöyle bahseder (Cingöz ve Gürsu 2013, s. 144): Onur Haftası‟nın toplantıları yapılıyor, bir tane trans kadın gidiyor toplantılara ve gey arkadaşlar da “siz seks işçiliği yapıyorsunuz, travestisiniz, transsınız, transseksüelsiniz, bizim prestijimizi düşüyorsunuz” diyerek katılan tek trans kadından toplantılara bir daha katılmaması isteniliyor. Bırakın travesti, transseksüel arasındaki hiyerarşiyi, hani işte benim bahsettiğim gey, lezbiyen örgütlenmesiyle trans örgütlenmesinin neden farklı olması gerektiğine dair en somut, çarpıcı, en ilkel ham göstergelerinden biri budur. Arada olan şey, esasında gayet kimyasal bir şey, farklılık yani. Daha o zamanlar başlamış bu belki de ayrışma, politik farklı görüşler vesaire. Bunun adını siz koyun. Sonrasında, transseksüellerin eylem yapmasının imkansız olduğunu, hatta yan yana İstiklal Caddesi‟nde yürüyemediklerini ve 1996‟da Hortum Süleyman‟ın tayiniyle Ülker Sokak‟ın „„sona erdiğini‟‟ anlatır. Görünmenin bu kadar önemli olduğu bu dünyada, o zamanlar geylerin bile görünürlük problemi olduğunu vurgular. Bütün bu problemlerin, sorunların içinde kendi bedeniyle ve değişimiyle ilgilenmek ister. „„Seks işçisi‟‟ tanımının lugata girdiği zamanlar, seks işçilerinin „„Gacı‟‟ yayını, Pınar Selek‟i babası Alp Selek‟in transseksüellerin örgütlenmesi için danışmanlık vermesi… Fakat yine de 2007‟nin sonuna kadar örgütlü trans mücadelesinden bahsedilmeyeceğini belirtir oysa 31 „„… transların mücadelesi bitmez, zaten transların mücadelesi doğdukları anda başlıyor. Transların şu anda Türkiye‟de var olmaya çalışmaları bile bir mücadele, bir direniştir‟‟ (Cingöz ve Gürsu 2013, s. 150). Önce zencilerin, sonra da transların sürülmesine şahitlik eden karakteri, bu „„vahşetin‟‟ kanunsuz ve insafsız olduğundan bahseder. Yine tarihinden tam emin olmamakla birlikte Habitat toplantısı ve Hortum Süleyman‟ı anlatır. Sonrasında en baştaki hayat hikayesine, Orhan‟la kurduğu hayata döner. Ama burada çok fazla durmadan, Ülker Sokak‟ta Demet ile oturdukları evlerin kapılarının balyozlandığını, kapıyı tellerin tuttuğunu anlatmaya başlar. Orhan‟la hayat kurmak için, Ülker Sokak‟ı terkettiğini ve bir hafta sonra da bu baskının olduğunu belirtir. En vurucu noktasıysa, önce „„zencilerin‟‟ o sokaktan temizlenme nedenlerini bilmemeleri, ikinci olarak da izledikleri o bağırış çağırışın onların da başına gelmeleri. Ve sonrasında da „„Kalanlar oldu, işte Demet‟in evi kaldı, bir de Demet‟in karşı apartmanında bir daire. İki üç kişi orada, iki üç kişi orada yaşıyordu. Çoğu ev, başka insanlara kiraya verildi, trans olmayan insanlara kiraya verildi. Sokakta fuhuş durdu. Herkes bir yere dağıldı...‟‟ (Cingöz ve Gürsu 2013, s. 256). 32 5. SONUÇ Türkiye‟de transseksüellik ve transfobi odaklı yazılan ve uyarlanan oyunlar, queer kuram, feminizm, politika, sosyoloji, psikoloji odaklı incelenmiştir. Önce, cinsiyetin tanımıyla başlayıp, ardından transseksüelliğin ne demek olduğu anlatılan bu çalışma, cinsel kimliksizleşme sürecini ulaşılması gereken nokta olarak görüp, Türkiye‟de kimlik sahibi olmanın ne kadar önemli olduğunu vurgulamıştır. Cinselliğin dahi iktidarın elinde tuttuğu ve yönetmeye çalıştığı bir araç haline getirmesinin sorununu tartışmıştır. İkinci bölümde, „„alternatif‟‟ adı verilen sahnelerde sahnelenen oyunlar kendi aralarında gruplanarak incelenmiş ve birbirlerinden ayrılan özelliklerinin aslında o kadar belirgin ve kesin olmadığı da, „„Diva‟‟ oyunun yazarı ve aynı zamanda yönetmeniyle yapılan röportajla gösterilmeye çalışılmıştır. Sonrasında “90‟larda Lubunya Olmak” oyunu incelenmiş ve sahnelenecek karakterin analizi yapılmıştır. Bu konuda araştırma yapmak isteyenlere özenle ve ayrıntılı bir biçimde hazırladığım kaynakçayı öneririm. 33 KAYNAKÇA Kitaplar Antmen, A. (Ed.). 2008. Sanat Cinsiyet Sanat Tarihi ve Feminist Eleştiri. 3. Baskı. İstanbul :İletişim Yayınları Butler, Judith., 2013. Bela Bedenler. C.Çakırlar, Z.Talay (Çev.), İstanbul: Pinhan Yayıncılık. Butler, Judith., 1999. Cinsiyet Belası: Feminizmin ve Kimliğin Altüst Edilmesi.3.Baskı. B.Ertür (Çev.), İstanbul: Metis Yayınları. Case, Sue-Ellen., 1988. Feminizm ve Tiyatro. A. Sönmez (Çev.), İstanbul: Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi. Cervulle, M. & Rees-Roberts, N. 2015. Homo Exoticus Irk, Sınıf ve Queer Eleştiri. A. Yalın(Çev.), İstanbul: Ekslibris Yayıncılık. Cornwall, Andrea., 1994. Gendered Identities and Gender Ambiguity Among Travestis in Salvador, Brazil. Dislocating Masculinity: Comparative Ethnographies. A. Cornwall veL. Lindisfarne (Drl.). Londra: Routledge. Cingöz, Y.,& Gürsu, E. (Hzl.), 2013. 90‟larda Lubunya Olmak. İzmir: Siyah Pembe Üçgen. Esmeray., 2013. Cadının Bohçası. İstanbul: bgst Yayınları. Foucault, Michel., 1987. Söylemin Düzeni. Ankara: Hil Yayınları. Foucault, Michel., 2007. Cinselliğin Tarihi. H.U.Tanrıöver (Çev.), İstanbul: Ayrıntı Yayınları. Freud, Sigmund., 1981. Cinsiyet Üzerine. 17.Baskı. A.A.Öneş (Çev.), İstanbul: Say Yayınları. Halberstam, Judith., 2005. In a Queer Time and Place: Transgender Bodies, Subcultural Lives. New York and London: New York University Press. Halberstam, Judith., 2011. The Queer Art of Failure. Durham, NC: Duke University Press. Holdsworth, N., & Luckhurst, M. (Ed.), 2007. A Concise Companion to Contemporary British and Irish Drama. New Jersey: Wiley-Blackwell. Jagose, Anne Marie., 1996. Queer Theory: An Introduction. New York: New York University Press. 34 Kandiyoti, D., 1996. Cariyeler, Bacılar, Yurttaşlar Kimlikler ve Toplumsal Dönüşümler. 4.Basım. A. Bora, F. Sayılan, Ş. Tekeli, H. Tapınç, F. Özbay (Çev.), İstanbul: MetisYayınları. Kandiyoti, D.,& Saktanber, A. (Hzl), 2003. Kültür Fragmanları Türkiye‟de Gündelik Hayat.3.Basım. Z. Yelçe (Çev.), İstanbul: Metis Yayınları. Kosofsky Sedgwick, Eve., 1990. Epistemology of the Closet. 2. Baskı. California: University of California Press. Öner, Aysun., 2015. Beyaz Yakalı Eşcinseller. İstanbul: İletişim Yayınları. Özkazanç, Alev., 2015. Feminizm ve Queer Kuram. Ankara: Dipnot Yayınları. Selek, Pınar., 2001. Maskeler Süvariler Gacılar. 2.Baskı. Ankara: Ayizi Yayınları. Şeker, B. (Hzl.), 2013. Başkaldıran Bedenler. İstanbul: Metis Yayınları. W.Scott, Joan., 1988. Toplumsal Cinsiyet: Faydalı Bir Tarihsel Analiz Kategorisi. A.T.Kılıç(Çev.), İstanbul: Agora Kitaplığı. 35 Süreli Yayınlar Arman, Ayşe., 2015. Bu Ülkede Devlet Erkek Adalet Erkek Medya Erkek! Hürriyet Pazar,26 Nisan. ss. 10-11. Baudrillard, Jean., 1997. Biz Hepimiz Transseksüeliz. Defter. 125 (6). Cogito., 2011. Cinsel Yönelimler ve Queer Kuram. Yapı Kredi Yayınları (Drl.).Bahar 2011(65-66) Godelier, Maurice., 1981. The Origins of Male Domination. New Left Review. 127, s. 17. 36 Diğer Yayınlar Alper, M.C. & Binay, M. (Yapımcı), 2011. Caner Alper & Mehmet Binay (Yönetmen). Zenne[Film]. Türkiye: CAM Films. Aydın, Gülden., 2005. Devletin polisi homoseksüelden dayak yiyor mu dedirtecektim. Hürriyet, [online] 30 Ocak 2005, http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/haber.aspx?id=292556 [15 Nisan 2015]. Başar, Deniz., (2014). Performative Publicness: Alternative Theater in Turkey After 2000s. Thesis for the M.A. Degree. İstanbul: Boğaziçi University The Atatürk Institute forModern Turkish History. Turgut, F. & Turgut, K. (Yapımcı), 1987. Şerif Gören (Yönetmen). Beyoğlu‟nun Arka Yakası[Film]. Türkiye: Uzman Film. Ün, M. (Yapımcı), 1992. Orhan Oğuz (Yönetmen). Dönersen Islık Çal [Film]. Türkiye: Uğur Film. Yılmaz, A. (Yapımcı), 1993. Atıf Yılmaz (Yönetmen). Gece Melek ve Bizim Çocuklar [Film].Türkiye: Yeşilçam Film. 37 ÖZGEÇMĠġ Adı Soyadı: Şebnem Nazlı Karalı Sürekli Adresi : Hamidiye Mah. Kervansaray Sok. Kazancilar İnş. 34782 Çekmeköy/İstanbul Doğum Yeri ve Yılı: Fatih - 1990 Yabancı Dili: İngilizce, Almanca, Yunanca, İsveççe, Karayca Ġlk Öğretim: Altunizade Hafize Özal İlköğretim Okulu - 2004 Orta Öğretim: Üsküdar Çağrıbey Anadolu Lisesi - 2008 Lisans: Boğaziçi Üniversitesi - 2013 Yüksek Lisans: Bahçeşehir Üniversitesi - 2015 Enstitü Adı: Sosyal Bilimler Enstitüsü Program Adı: İleri Oyunculuk Yüksek Lisans Programı Akademik ÇalıĢmalar: Şubat – Haziran 2013, Boğaziçi Üniversitesi, İstanbul Senior Thesis: The Elements of Jean-Paul Sartre‟s Existentialism in Samuel Beckett‟s Five Plays: Waiting for Godot, Endgame, Krapp‟s Last Tape, Play, Not I Nisan 2015, Boğaziçi Üniversitesi, Istanbul Shakespeare Symposium: „„Counterstream Shakespeare‟‟ Konuşma: Metot Oyunculuğunda Shakespeare Karakterlerine YaklaşımShakespeare Oyunculuğu Derken? 38 ÇalıĢma Hayatı: Eylül 18, 2014- hala, Mekan Artı, Istanbul „„90‟larda Lubunya Olmak‟‟ – Transseksüel Ocak 1-Haz 20, 2014 , Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi, İstanbul „„Bir Delinin Hatıra Defteri‟‟ – Dramaturg ve Çevirmen Kasım 23 – Ocak 29, 2013-14, American Cultural Association Language Schools Çekmeköy VIP, İstanbul İngilizce Öğretmeni Conversation Club Eğitimcisi Ekim 12 – Kasım 13, 2013, İkinci Kat, İstanbul Asistan Eylül 2 – Ekim 31, 2013, Magma Engineering Translation Management, İstanbul Freelance Çevirmen Temmuz 1 – Ekim 1, 2013, American Cultural Association Language Schools Üsküdar, İstanbul İngilizce Öğretmeni Speaking and Movie Clubs Eğitimcisi Nisan - Mayıs 2013, Galataperform, İstanbul „„İkinci Yeni Metin Yeni Tiyatro‟‟ projesinde asistan ve basın bülteni çevirmeni „„Ricci/Forte: Borders‟‟ oyunculuk atölyesinde asistan ve basın bülteni çevirmeni Mart 20 - 30, 2013, Galataperform, İstanbul „Playwriting with Peter Arnott: Borders‟ atölyesinde ardıl çevirmen Eylül 2012, Boğaziçi University, İstanbul 11th Conference of the European Society for the Study of English (ESSE)– katılımcı ve takım elemanı 39