OSMANLI TARİHİ ANSİKLOPEDİSİ 4.CİLD İçindekiler Tablosu 4. Cild (İsmâîl-Makbûl) ................................................................ 3 KERVANSARAYLAR ........................................................ 244 İSMAİL HAKKI BURSEVÎ .................................................... 3 KIBRIS................................................................................. 248 İSTANBUL’UN FETHİ ........................................................... 7 KILIÇ ALAYI ...................................................................... 260 İTFÂİYE (Bkz. Tulumbacılar) ............................................... 25 KILIÇ (Uluç) ALİ PAŞA ..................................................... 262 İTTİHÂD VE TERAKKÎ ....................................................... 25 KINALIZÂDE ALİ (Bkz. Ali bin Emrullah) ....................... 264 İZZET MOLLA (Bkz. Keçecizâde İzzet Molla) .................... 38 KINALIZÂDE HASAN ÇELEBİ ........................................ 264 JÖN TÜRKLER ..................................................................... 38 KIRIM SEFERLERİ ............................................................ 266 KABAKÇI MUSTAFA .......................................................... 50 KIRKÇEŞME TE’SİSLERİ ................................................. 276 KÂDI...................................................................................... 54 KOÇİ BEY ........................................................................... 285 KÂDI BEDREDDÎN .............................................................. 63 KORSANLIK ....................................................................... 286 KÂDIZÂDE ........................................................................... 65 KOSOVA MEYDAN MUHÂREBELERİ ........................... 292 KÂDIZÂDE MEHMED TÂHİR EFENDİ ............................ 67 KÖLE ................................................................................... 299 KÂDIZÂDE-İ RÛMÎ (Mîrim Kösesi) .................................... 69 KÖPRÜLÜLER ................................................................... 310 KÂDIZADE-İ RÛMÎ ............................................................. 70 KÖSEM SULTAN (Bkz. Mâhpeyker Sultan) ...................... 324 KAFKASYA VE HARPLERİ ............................................... 73 KULELİ VAK’ASI .............................................................. 324 KALEM (Bkz. Kâtib) ............................................................. 82 KUŞADALI İBRÂHİM HALVETÎ ..................................... 326 KÂMİL PAŞA (Mehmed) ...................................................... 82 KUYUCU MURÂD PAŞA .................................................. 329 KANAL HAREKÂTI ............................................................ 85 KÜÇÜK KAYNARCA ANDLAŞMASI ............................. 332 KANİJE MÜDÂFAASI ......................................................... 87 KÜTÜPHÂNE ..................................................................... 335 KÂNÜN-I ESÂSÎ ................................................................... 94 LÂĞIM (Bkz. Kapıkulu Ocakları) ....................................... 341 KÂNÛNÎ SULTAN SÜLEYMÂN ...................................... 110 LALA ................................................................................... 341 KANUNNÂME .................................................................... 147 LALA MUSTAFA PAŞA .................................................... 343 KAPALI ÇARŞI .................................................................. 152 LALA ŞAHİN PAŞA ........................................................... 346 KAPIKULU OCAKLARI .................................................... 156 LÂLE DEVRİ ...................................................................... 348 KAPİTÜLASYONLAR ....................................................... 172 LÂMİÎ ÇELEBİ ................................................................... 350 KAPTÂN-I DERY ............................................................ 181 LONCA (Bkz. Esnaf Teşkilâtı) ............................................ 353 KARA ALİ (Emir Ali) ......................................................... 187 MÂBEYN-İ HÜMÂYÛN .................................................... 353 KARAÇELEBİZÂDE ABDÜLAZÎZ EFENDİ ................... 190 MAGNİSAVÎZADE ............................................................ 355 KARAHİSARÎ ..................................................................... 192 MAHKEMELER (Bkz. Adliye Teşkilâtı) ............................ 357 KARAMÂNÎ MEHMED PAŞA .......................................... 195 MAHMÛD CELÂLEDDÎN PAŞA ...................................... 357 KARAMÜRSEL .................................................................. 196 MAHMÛD CELÂLEDDÎN PAŞA (Dâmâd) ....................... 360 KASR-I ŞÎRÎN ANDLAŞMASI .......................................... 204 MAHMÛD HAN-I ............................................................... 364 KASSÂM ............................................................................. 206 MAHMÛD HAN-II .............................................................. 378 KÂTİP .................................................................................. 207 MAHMÛD NEDİM PAŞA .................................................. 393 KÂTİB ÇELEBİ ................................................................... 212 MAHMÛD PAŞA (Velî) ...................................................... 397 KAVALALI MEHMED ALİ PAŞA .................................... 215 MAHMÛD SÂMİNÎ ............................................................ 403 KAZASKER ........................................................................ 225 MAHMÛD ŞEVKET PAŞA ................................................ 405 KEÇECİZÂDE FUAD PAŞA .............................................. 229 MÂHPEYKER SULTAN .................................................... 411 KEÇECİZÂDE İZZET MOLLA .......................................... 238 MAKBÛL İBRÂHİM PAŞA ............................................... 413 KEMÂL PAŞAZÂDE .......................................................... 240 4. Cild (İsmâîl-Makbûl) KAPAKTAKİ RESİMLER: [1] Kânunî Sultan Süleymân Han: Osmanlı Devleti’nin onuncu pâdişâhı, müslümanların yetmiş beşinci halîfesi olup, Yavuz Sultan Selim Han’ın oğlu, sultan İkinci Selim Han’ın babasıdır. 1495’de Trabzon’da doğdu. 1566’da Zigetvar’da vefât etti. Türbesi kendi yaptırdığı Süleymâniye Külliyesi içerisindedir. Devri, Osmanlı Devleti’nin en ihtişamlı zamanı idi. Krallar, onun vekili olan sadrâzamın elini öpmek için can atarlardı. Ömrünü; Allahü teâlânın dînini yaymak, insanları huzur ve saadete kavuşturmak için harcadı. Zâlim kralların zulümleri altında inleyen insanları kurtararak, İslâm’ın adaleti ile şenlendirdi. Her işini ehliyet sahibi İslâm âlimlerine sorarak yapardı. [2] Süleymâniye Külliyesi: Kânûnî Sultan Süleymân Han’ın, 1550-1556 yılları arasında Mimar Sinân’a yaptırdığı muhteşem eser. Külliyede, câmiden başka; medrese, mektep, han, dârülhadîs, dârüşşifâ, imâret, tabhâne, bîmârhâne, tıb mektebi, kütüphâne, hamam, çarşı, Kânûnî ve Hürrem Sultan türbeleri de vardır. Sultan İkinci Süleymân Han ile sultan İkinci Ahmed Han da burada medfûndur. [3] Kırkçeşme su tesislerinden Muallak Kemer: Mağlova Kemeri de denir. Kânûnî’nin emriyle Mimar Sinân tarafından yapılmış olup, 2.013 metre uzunluğunda 47,01 metre yüksekliğindedir. Üst kemerin kalınlığı 3.05 metre, alt kemerinki ise, 4.5 metredir. Böyle zarîf bir kemerin zelzele, rüzgâr gibi te’sirlere dayanabilmesi için esaslı konstrüktif tedbirler alınmıştır. Eser her devir için büyük bir mühendislik ve mîmârlık şâheseri olup, dünyâda bir eşi daha yoktur. [4] Mehter: Saltanat alâmetlerindendir. Osman Gâzi’ye beylik verilmesi üzerine teşkil edilip, her ikindi vakti pâdişâh kapısında nevbet (mehter) vurduruldu. Savaşlarda orduyla beraber giden mehter; Gâzileri coşturur, düşmanı korkuturdu. Kânûnî devrinde en ihtişamlı devrini yaşadı. 1826’da Yeniçeri Ocağı ile birlikte kaldırıldı. 1914 yılında tekrar kuruldu. İSMAİL HAKKI BURSEVÎ Anadolu’da yetişen büyük velîlerden, müfessir ve metinler şerhi üstadı. İsmi, İsmâil Hakkı olup 1650 (H. 1062) târihinde Aydos kasabasında doğdu. Babası, sâlih bir zât olan Mustafa Efendidir. 1725 (H. 1137) târihinde Bursa’da vefât etti. Kabri, İsmâil Hakkı Tekkesi diye anılan, yaptırdığı Câmi-i Muhammedi’nin mihrâbı arkasındadır, Sultan İkinci Abdülhamîd Hân’ın yakınlarından Hacı Ali Paşa hem kabrini hem de câmi-i şerifini tamir ettirmiştir. Kabrin üstü açık olup, etrafında ve üstünde demir şebeke vardır. İsmâil Hakkı Efendi, küçük yaşta, babası tarafından Celvetiyye yolu büyüklerinden Seyyid Osman Fadlî Efendi’ye götürüldü. Onun; “Sen doğumundan itibaren bizim hâlis talebemizsin” duâ ve iltifatına kavuştu. On yaşında Osman Fadlî Efendi’nin Edirne’de bulunan yetişmiş talebesi Abdülbâki Efendi’nin terbiyesi altına girip, yedi sene kendisinden din ve fen bilgilerini okudu. Okuduğu eserleri kendi yazısı ile yazardı. Abdülbâki Efendi’nin emri ile İstanbul’a geldi ve Osman Fadlî Efendi’nin mânevi terbiyesine girdi. Kısa zamanda manevî kemâle (olgunluğa) yükseldi, insanları irşâd (doğru yolu göstermek) için Bursa’ya gönderildi. İsmâil Hakkı Efendi bu hususta; “Hocamın duâsından sonra ilâhî feyz ve marifetlere kavuştum” demiştir. Bir müddet Bursa’da kaldıktan sonra Üsküp’e gönderildi. Hocasının kendisine gönderdiği mektubtaki nasihatlerle amel edip, büyük hizmetlerde bulundu. On sene Üsküp’de kalan İsmâil Efendi, hocasının manevî işaretiyle 1685 târihinde Bursa’ya gitti. Hocasının Magosa’ya gittiğini duyunca, o da gitti. Osman Efendi ona; “Seni buraya getiren bana olan bağlılığın, sana olan sevgimdir. Çünkü senden başka kalbimde uygun bir kimseyi görmedim” diyerek, İsmâil Hakkı Efendi’ye bir tefsîr kitabı uzatıp; “Bunu al! Otuz altı yıllık mahsûlümdür. Allahü teâlâ sana daha güzelini nasîb etsin” buyurmuştur. İsmâil Hakkı Efendi hocasının vefâtından sonra, Konya, Seydişehir, Söğüt, İznik ve İstanbul güzergâhı ile Bursa’ya geldi. Bu yolculuk sırasında Mevlânâ, Sadreddîn-i Konevî ve Eşrefzâde Abdullah Rûmi (r. aleyhim) gibi büyüklerin kabirlerini ziyaret etti. İsmâil Hakkı Efendi, sultan İkinci Mustafa Hân’ın daveti üzerine 1695 târihinde Edirne’ye gitti. Nemçe seferinde cihâdın sevabını ve büyüklüğünü anlatarak askeri coşturdu. Ertesi sene yine Edirne’den ayrılarak Belgrad’a gitti. İsmâil Hakkı Efendi, sadrâzam Elmas Mehmed Paşa’nın hazır bulunduğu gazâların hepsine katıldı ve bir kaç yerinden yara aldı. Ordunun zaferle geri dönüşünden sonra yaralı haliyle Bursa’ya geldi, talebe yetiştirmeye ve eser yazmaya devam etti. Bir ara Şam’a gitti ise de tekrar döndü. İsmâil Hakkı Efendi, Bursa’da dergâh, mescid, semâhâne, çilehâne ve misafir odalarından meydana gelen bir dergâh yaptırarak ismini Câmi-i Muhammedî koydu. Câminin kitabesini bizzat kendisi yazdı. İsmâil Hakkı Bursevî’nin 106 eseri vardır. Bunlardan bâzıları şunlardır: 1- Tefsîr-i Rûh-ul-Beyân; İstanbul ve Mısır’da basılmıştır. 2- Şerh-i Muhammediyye (iki cild), 3- Şerh-i Mesnevî, 4- Şerh-i Pend-i Attâr, 5- Şerh-i Bostan, 6- Şerh-i Hadîsi Erbain, 7- Dîvân ve başkaları. İsmâil Hakkı Bursevî (r. aleyh) buyurdu ki: “İnsana gelen belâ ve sıkıntılar kalbi aydınlatır. Belâ ve musibet zamanında ilâhî tecellî meydana geldiği için kalb genişler.” “Evliyayı inkâr etmeyip, muhabbet beslemek lâzımdır. Çünkü hadîs-i şerîfde; “Kişi sevdiği ile beraberdir” buyruldu. Kıyamet günü bu büyükler şefaat edeceklerinden, onları sevmemek uygun değildir. Onlara düşman olmak insanın helakine sebeb olur.” “Kelime-i tevhîd; söyleyenin korkusunu ve hayalindeki düşünceleri giderir.” “Muhammed aleyhisselâmın yoluna girene farz olan; Allahü teâlâdan başka şeyleri kalbinden çıkarmaktır.” “Salih arkadaşlarından ayrılma, yoksa yolda kalırsın veya dalâlete saparsın. Topluluktan ayrılan helak olur.” Bursalı Hakkı hazretlerinin yazmış olduğu ilâhilerden biri şudur: SEHERDE Seherlerde eser bâdı tecellî, Uyan ey gözlerim vakt-i seherde. Açılır gonce-i ihsânı küllî, Uyan ey gözlerim vakt-i seherde. Tecellî bağına girmek dilersen, Hakikat güllerin dermek dilersen, Cemâl-i Hazreti görmek dilersen, Uyan ey gözlerim vakt-i seherde, Hicâb-ı gafleti kaldır aradan, Görürsün vech-i bâki her yanadan, Uyursun sen, uyumaz ol yaradan, Uyan ey gözlerim vakt-i seherde. Yuyanlar çeşm-i nerkisten bu hâbı, Seher vakti görürler mâhitâbı, Gözün aç hakkından işit hitabı, Uyan ey gözlerim vakt-i seherde. GÜZEL AHLÂK Osman Fadlî Efendi, İsmâil Hakkı Bursevî’ye yazdığı mektubda şöyle buyurdu: “Oğlum İsmâil Efendi! Aklen ve dînen güzel ve beğenilmiş olan şeyleri halka söyle. Kötü ve beğenilmeyen şeyleri yapmaktan onları men et. Kalem sûresinin kırk sekizinci âyet-i kerîmesindeki hitaba hâzır ol. Sabırlı ol. Şükr edici ol. Geceleri ibâdet et. Gündüzleri oruç tut. Muttakî ol (Allahü teâlâdan kork). Kötü zanna sebeb olacak, töhmet altında bırakacak yerlerden sakın. Böyle yerlere gitme. Herkesi ilme çağır. Onları itikadı ve amelî yönden terbiye et. Herkes hakkında iyi konuş. Ne şekilde olursa olsun, kendi varlığını ortaya koyma.” 1) Mu’cem-ül-müellifîn; cild-2, sh. 266 2) Esmâ-ül-müellifîn; cild-1, sh. 219 3) Kitâb-ı Silsile-i İsmâil Hakkı; sh. 105 4) Sefinet’ül-evliyâ; cild-3, sh. 37 5) Kâmûs-ül-a’lâm; cild-2, sh. 250 6) Osmanlı Müellifleri; cild-1, sh. 28 7) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 1026 8) Rehber Ansiklopedisi; cild-8. sh. 226 9) İslâm Alimleri Ansiklopedisi; cild-17, sh. 13 10) Büyük Türk Klasikleri; cild-7; sh. 306 İSTANBUL’UN FETHİ Osmanlı sultanlarından ikinci Mehmed Han’ın 29 Mayıs 1453’de, Bizans İmparatorluğu’nun başşehrini almasıyla kavuşulan mübarek fetih. Türk-İslâm târihinde çok önemli bir yer tutan İstanbul’un fethi, İslâmiyet’le birlikte ortaya çıkan mukaddes bir ideâl, yüce bir gâyedir. Bu ulvî gâye uğruna önce Arablar, sonra da Türkler İstanbul surları önünde seve seve can verdiler. İstanbul, 1453 senesine kadar çeşitli millet, devlet ve topluluklar tarafından bir çok defa muhasara edildi. Peygamber efendimizin; “Kostantiniyye (İstanbul) muhakkak fethedilecektir. Bu fethi yapacak hükümdâr ne güzel hükümdar ve onun askerleri ne güzel askerdir” hadîs-i şerîfi, bütün müslüman sultan ve kumandanlarının bu şehri fethetmek arzu ve gayretlerini harekete geçirdi. Müslümanlar, feth-i mübîni gerçekleştirmek için pek çok teşebbüste bulundular. İslâm âleminde dört halîfe, Emevîler, Abbasîler ve Osmanlılar devrinde en büyük ideâl hâline gelen İstanbul’un fethine ilk teşebbüs, üçüncü halîfe hazret-i Osman devrinde 655 senesinde yapıldı. Emevîler devrinde, hazret-i Muâviye, oğlu Yezîd kumandasında bir orduyu İstanbul’u muhasara için gönderdi. Bu muhasara da büyük sahabelerden hazret-i Ebû Eyyûb el-Ensârî de bulunuyordu. 669 baharında kuvvetli bir şekilde muhasara edilen İstanbul, fetholunamadı. Hazret-i Ebû Eyyûb el-Ensârî bu kuşatma sırasında dizanteriden vefât edip, İstanbul surları yakınına defnedildi. Emevî donanması 673 senesinde tekrar İstanbul önlerine geldi. Yedi sene süren bu muhasarada donanma kışın Kapudağ sahillerinde barınırdı. Muhasaralarda Bizanslıların Rum ateşi kullanmalarından dolayı muvaffak olunamadı. 714 senesinde büyük bir ordu ile İstanbul üzerine yürüyen Mesleme bin Abdülmelik ile Ömer bin Abdülazîz, 716’da karadan ve denizden şehri muhasara altına aldılar. Ancak muhasaranın uzun sürmesi dolayısıyla donanma ve kara kuvvetlerinin ikmâlsiz kalması, kışın şiddetli geçmesi ve Bizans entrikaları netîcesinde fetih gerçekleşemedi. Bu kuşatma esnasında, Bizans, İstanbul’da Dârülbalat adı ile içinde bir câmi bulunan konak yaptırmayı kabul etti. 781’de Abbasî halîfesi el-Mehdî, oğlu Hârûn Reşîd kumandasında bir orduyu İstanbul üzerine gönderdi. Boğaz içine kadar gelen ordu Bizans’ı haraca bağlayıp geri döndü. Onuncu asırda, İslâmiyet’i kabul eden Türkler, büyük şevk ve îmân ile İstanbul’un fethini ulvî bir gaye olarak benimsediler. 1071 Malazgird zaferinden sonra Anadolu’ya yerleşen Türkler, iki sene gibi kısa zamanda Marmara denizi ve boğaziçi sahillerini ele geçirerek İstanbul’u tehdîde başladılar. On birinci asrın sonlarında Papa’nın öncülüğünde hıristiyanların mukaddes beldelerini müslümanlardan kurtarmak ve Türkleri Anadolu’dan atmak için düzenlenen haçlı seferleri İstanbul’un fethini geciktirdi. 1299’da Osman Gâzi’nin kurduğu Osmanlı Devleti pâdişâhları ve askerleri hadîs-i şerîfde müjdelenen ulvî gayeye ulaşmak arzusuyla faaliyetlerde bulundular. Osman Gâzi ölüm döşeğinde oğlu Orhan Gâzi’ye; “İstanbul’u al, gülzâr et” diyerek vasiyette bulunmuştu, İstanbul’un fethinin ilâhî bir vâd olduğunu bilen Osmanlı sultanları ısrarla bunun üzerinde durdular. 1391 senesinde sultan Yıldırım Bâyezîd Han İstanbul’u kuşattı. Abluka şeklinde devam eden bu kuşatma; İstanbul’da bir Türk garnizonu mahallesi, câmi, mahkeme kurulması ve kâdı (hâkim) ile her sene on bin altın harac verilmesi şartı ile kaldırıldı. Bizans’ın bu şartları yerine getirmemesi üzerine şehir 1395’de tekrar kuşatıldı. Haçlı ordusunun Niğbolu önüne gelmesi üzerine muhasara gevşetildi. Niğbolu zaferinden sonra Yıldırım Bâyezîd Karadeniz’den gelecek haçlı donanmasına mâni olmak için Şile’yi zabtetti ve boğaz içinde Anadolu (Güzelce) Hisarı’nı yaptırdı. 1397 senesinde muhasarayı şiddetlendiren Yıldırım Bâyezîd, Bizanslıların İstanbul’da bir Türk mahallesiyle şer’iyye mahkemesi ve câmi kurulmasını ve harac vermeyi kabul etmeleri üzerine muhâsarayı kaldırdı. Yıldırım Bâyezîd Han’ın son kuşatması 1400’de başlayıp, Tîmûr Han’ın Osmanlı topraklarına girmesi ile son buldu. Fetret devrinde İstanbul Mûsâ Çelebi tarafından kuşatıldı ise de, Bizans entrikaları yüzünden neticesiz kaldı. Sultan İkinci Murâd Han, 1422 senesinde İstanbul’u kuşattı. Dört ay kadar süren bu kuşatmada her türlü savaş taktiği ve zamanın teknik imkânları kullanıldı. Büyük velî Emîr Sultan’ın da sefere katılması ordunun maneviyâtını yükseltti. İstanbul’un düşmesi an mes’elesi hâline geldi. Meşhur Bizans entrikaları tatbik edilerek, Anadolu’da Osmanlı’ya karşı ittifak te’sis edilince, iki cephede savaşmanın güçlülüğü yüzünden muhasara kaldırıldı. Osmanlı Türklerinin Trakya, Boğaz ve Kocaeli yarımadasını alması ile Bizans, İstanbul dâhil bir kaç şehirden ibaret kalmıştı. Toprak ve nüfûs azınlığına rağmen, Avrupa hıristiyanlarının hâmisi durumunda olan Bizans, Papa’nın desteğini görüyordu. Bizans kendisi için tehlike kabul ettiği Osmanlı Devleti’nin devamlı zararına çalışıyordu. Anadolu Türk beyleri, Bizans entrikaları doğrultusunda Osmanlı Devleti’ne taarruz ediyordu. Çocukluğundan îtibâren devrin en büyük âlimlerinden manevî bir terbiye alarak, dînî ve millî kültür ve cihângirlik şuuru içinde yetiştirilen şehzâde Mehmed, İstanbul’u fethetmek ve böylece manevî müjdelere mazhâr olmak gayesinde idi. Bu sebeple henüz on dokuz yaşında iken 1451’de ikinci defa saltanat tahtına oturur oturmaz bu büyük ideâlini gerçekleştirmeye çalıştı. Fetih öncesi Bizans’ın en önemli kuvvet ve ikmâl yolu olan boğazı, Osmanlı kontrolü altına almak maksadıyla Anadolu Hisârı’nın karşısına yerini bizzat kendisinin tesbit ettiği Rumeli (Boğazkesen) Hisarı’nın yapımını başlattı. Plânını da bizzat kendisinin yaptığı hisar, dört ay gibi kısa zamanda bitti. Bizanslılar iyice sıkıştırılıp, dış dünyâyla alâkalarının kesileceğini, hisarın yapımı devam ederken anlayıp hisarın yapılmasını durdurmak için elçi gönderip, teşebbüse geçmişlerse de, Fâtih Sultan Mehmed Han’ın hâkimiyet prensibinin esâsını teşkil eden târihi cevâbı, Bizanslıları o anda şaşkına çevirmişti. Bu cevapta; “Varna savaşı sırasında imparatorunuz Macarlarla birlik olup, babamın Rumeli’ye geçmesine engel olmak istediğinde, babam ne zorluklar çekmişti. Şimdi kendi arazim üzerinde gönlümün istediğini yapmama karşı gelmeniz için elinizde ne hak, ne de kudret vardır. İki kıyı da benimdir. Anadolu kıyısı benim, zîrâ ahâlisi Osmanlı’dır. Rumeli kıyısı da benimdir, çünkü savunmasını bilmiyorsunuz. Gidip efendinize söyleyiniz, böyle haberleri bir daha göndermesin.” Osmanlı sultânı, Mora’dan gelecek kuvvetlere karşı Turhan Bey’i, Avrupa’dan gelecek kuvvetlere karşı da akıncıları görevlendirdi. 1452-1453 kışı Edirne’de kuşatma hazırlıkları içinde geçti. Büyük toplar dökülüp tecrübe atışları yapıldı. Osmanlı sultânının balistik hesaplarını kendisinin yaptığı topların dökümü çok kısa zamanda bitirildi. Osmanlı sultânı kuşatma hazırlıkları içinde iken, Bizans’a Karadeniz’den Venedik kadırgaları, Cenevizli kaptan Juanni Justiniani Langus, Sakızlı Maurise Cantoneo yardıma geldi. Bizans imparatoru şehir savunmasını Cenevizli kaptan Justiniani’ye verdi. Surun kenarındaki dolu vaziyetteki hendekler açılıp, yenileri kazıldı. Mezarlıktaki taşlarla surlar takviye ve tamir edildi. Şehir kapılarının muhafazası, yardım için gelen Venedikli ve Cenevizli komutanlara verildi. Haliç’deki meşhur zincir Venediklilere gerdirilerek, şehir deniz saldırısından korunmaya çalışıldı. Zîrâ İstanbul surlarının Haliç kısmı zayıf idi. Adaların tahkimi ve şehre erzak yığmakla kuşatmaya karşı savunma hazırlıkları yapan Bizans ordusu karmaşık bir yapıya sahipti. Bulgar, İtalyan, Fransız, Morali, Giritli, Alman ve İngiliz ücretli askerleriyle, Bizanslılardan meydana geliyordu. Osmanlı ordusu 1453 senesi başlarında bütün harb hazırlıklarını tamamlayarak ağır topçu grubu ile Edirne’den yola çıktı. Toplar, Rumeli beylerbeyi Karaca Bey’in kumandasında on bin kişilik süvariyle iki ayda İstanbul önlerine getirildi. Anadolu ve Rumeli ordusuyla, Türk-İslâm âleminin her tarafından gelen şeyh ve dervişler, Aydınoğlu, Karamanoğlu gönüllü kuvvetlerinden meydana gelen Osmanlı ordusunun mevcudu yüz yirmi beş bin civarında idi. Devrin en modern silâh ve kuvvetlerine sahip Osmanlı sultânı ikinci Mehmed Han, yanında Akşemseddîn, Akbıyık, Molla Gürânî ve Molla Hüsrev gibi büyük âlimler olduğu hâlde 24 Mart Cuma günü, namazdan sonra Edirne’den hareket etti. Bu sırada Gelibolu’da bulunan kapdân-ı derya Baltaoğlu Süleymân Paşa 147 parçalık donanma ile İstanbul’a hareket etti. Osmanlı ordusu 1 Nisan’da Çekmece’ye, 5 Nisan’da İstanbul önüne ulaştı. Bayrampaşa deresi kenarında Maltepe sırtlarına Otağ-ı hümâyûn kuruldu. 6 Nisan Cuma günü bütün ordusuyla İstanbul surları önünde Cuma namazı kılan sultan Mehmed Han, kuşatma hattını kurdu. Topkapı’dan Edirnekapı’ya kadar uzanan merkezde Sultan ve sadrâzam Çandarlı Halîl paşa, Yaldızkapı’dan Topkapı’ya kadar uzanan sağ kanadda Anadolu beylerbeyi İshak Paşa ve Mahmûd Paşa, Edirnekapı’dan Haliç’e kadar uzanan sol kanatta Rumeli beylerbeyi Karaca Paşa, Cenevizlilere âid Galata sitesi önünde vezir Zağanos Paşa yer alıyordu. Vezîr Mahmûd Paşa, sünnet-i seniyyeye uyularak, şehrin kan dökülmeden teslimini te’min için, Bizans İmparatoru on birinci Konstantinos Baledopos’a elçi olarak gönderildi. İstanbul’un derhâl teslimi hâlinde kan dökülmeyeceği, ahâlinin canına, malına hürmet edileceği teklif edildi. Bizans imparatorunun Osmanlı teklifini reddi üzerine, 6 Nisan Cuma günü açılan ateşle harekât başlatıldı. Osmanlı kuşatma harekâtı başladığında, İstanbul’un nüfûsu yetmiş bin civarında olup, Bizans ordusu, ücretli asker ve yardıma gelen haçlı kuvvetleriyle yirmi bin kadar asker ve elli gemiden meydana geliyordu. Osmanlı topçusunun surları çökerten, kalblere dehşet veren ateşleri, Bizanslıları iyice korkuttu. Bütün ahâli bu durumda topyekün savunmaya iştirak etti. Her biri dört toptan meydana gelen on dört batarya, beş yüz-altı yüz kilogram gelen mermi ve granit top gülleler ile yüzyıllardan beri bütün haşmetiyle uzanıp yükselen İstanbul surlarından büyük gedikler açıyordu. Açılan gedikler, kısa zamanda tamir edilip, yeniden duvar hâline getiriliyordu. 12-17 Nisan günleri Osmanlı ordusunun bilhassa piyadelerin surlara yaklaşma gayretleri netîce vermedi. Sultan tarafından, zamanın tekniğinden çok ileride sayılabilecek bir seyyar top dökümhânesi ordugâhın hemen yanında kurdurulmuştu. Açılan gediklerin, Bizanslılar tarafından derhâl tâmir edilmesi üzerine, Sultan, topların daha sık ateş etmelerini söyledi. Fakat top soğumadan yapılan ikinci bir atışta, toplardan biri parçalandı. Bu duruma üzülen Sultan, sabaha kadar düşündü. Sabahleyin topların atıştan sonra zeytinyağı ile yağlanmasını böylece soğutulup daha sık şekilde ateş edilmesini emretti. Bundan sonra top atışlarından çok iyi netîce alındı. Makinelerin yağla soğutulması, Fâtih’in keşfidir. İstanbul’un savunması ve ikmâlini te’min için Papa tarafından gönderilen üç Ceneviz gemisi ile bir Bizans gemisi 20 Nisan günü Marmara’da görünür görünmez, kapdân-ı derya Baltaoğlu Süleymân Paşa on sekiz parçalık bir filo ile Yeşilköy-Bakırköy açıklarında karşıladı. Düşman gemilerine nazaran küçük olan Osmanlı donanması kafi bir neticeye gidemedi. Bu harbi, Zeytinburnu açıklarından at üzerinde tâkib etmekte olan sultan Mehmed Han’ın hırs ve üzüntüsünden dudakları çatladı. Sultan, atını denize sürdü ve elbiseleri ıslanıncaya kadar ilerledi. Maiyyetinde bulunanlar da Sultân’ı takib etti. Bu hâlde iken donanmaya emirler gönderdi. Bu muhârebede Venedik ve Bizans gemileri, Osmanlı kuvvetlerinin elinden kurtularak, o sırada çıkan uygun rüzgâr ile Haliç önlerine kadar gelip gerili bulunan zincirin açılması ile içeri alındılar. Muteber kaynaklara göre Osmanlı kaybı yüz kadar şehîd ve otuz yaralı idi. Bu hâl, Bizans’ın moralini yükseltti. Bu harbin sonunda Baltaoğlu Süleymân Bey görevden alındı, yerine Hamza Bey tâyin edildi. 21 Nisan günü Kabataş’a gelen sultan Mehmed Han, hazırlıkların daha önce başlamış olduğu hakkında kuvvetli delîller bulunan karadan donanma yürütme işine hız verdirdi. İstanbul’un Haliç’e kıyı olan kısmındaki surları çok zayıf olduğu için bu zafiyeti değerlendiren Sultan, Bizans’ı buradan da sıkıştırmak istiyordu. Böylece kuvvet dengesi Bizans aleyhine bozulacak ve yeni cepheler açılacaktı. Bu maksadla Fâtih Sultan Mehmed gemileri karadan yürütme işine karar verdi. O zaman bağ; bahçe ve çalılık yerlerden geçen bu yolu temizletip, gerekli tesviyelerini sür’atle yaptırdı. Yollar yapılıp, iri taşlar üzerine kalaslar döşenerek, iç yağı, sâde yağ ve zeytinyağı ile yağlanarak, yolun iniş ve çıkışlı yerleri ile virajlarına işin özelliğine uygun palanga, bucurgat ve sâir tesbit malzemeleri yerleştirildi. Donanmanın karadan katettiği yolun güzergâhı Tophane-Kumbaracı yokuşu-Tepebaşı-Asmalı mescidKasımpaşa şeklinde tesbit edilmişti, Yolun uzunluğu yaklaşık iki kilometre kadardı. 22 Nisan’da tatbikine girişilecek olan bu büyük teşebbüsün son hazırlıkları bir gün evveline kadar devam etti. 21 Nisan’da Galata surlarının kuzeyine yeniden yerleştirilen bataryalar, şafakla beraber Haliç’te zincirin gerisinde bulunan hıristiyan gemilerine ateş açtılar. Gülleler, Galata evleri üstünden geçerek hedeflerine ulaşıyordu. Aynı zamanda kara surları da dehşetli bir bombardımana tâbi tutuldu. Türk donanmasının yeni amirali Hamza Bey de zincir üzerine müteaddit hücumlar yaptı. Bu suretle Fâtih, 21 Nisan’daki faaliyeti gizlemeye çalışıyor, Bizanslıların dikkatini başka noktalar üzerinde toplamaya uğraşıyor ve Galata Cenevizlilerini de evlerinin üzerinden aşırdığı güllelerle korkutmak istiyordu. Onun için Cenevizliler hemen kendi surlarının kenarında yapılmakta olan yol hakkında düşünme imkânından mahrum kaldılar, bununla ilgilenemediler. Aynı günün gecesi yâni 21-22 Nisan Pazar günü gecesi 67 Türk gemisi karadan çekilerek Haliç’e indirildi. O devirde Bizans’ta hurafe çok yaygın olduğundan, sabaha karşı gemilerin sür’atle Haliç’e geldiğini görenler; “Bu müslümanlar bize sihir yapıyor” diye seyre daldılar. Gerçekten de Fâtih’in dâhiyane bir buluşu neticesinde gerçekleştirdiği bu muazzam projenin nasıl yapıldığı ve 70’e yakın bir geminin iki kilometrelik yolu aşıp bir gece içerisinde nasıl Haliç’e indirildiği bugün dahi anlaşılabilmiş değildir. Bu sırada Osmanlı donanmasını Haliç’te gören Bizanslılarda büyük bir korku hâsıl oldu. Bizans imparatoru bir hey’et göndererek; ne kadar ağır olursa olsun bir vergi karşılığında kuşatmanın kaldırılmasını tekif etti. Sultan Mehmed Han da İstanbul kalesinin teslimi karşılığında imparatora Mora despotluğunu verebileceğini söyledi, imparator teklifi kabul etmedi. Bu arada Bizans’a savunmada yardımcı olan Venedik ve Cenevizlilerin arasında komuta ve savunma tedbirleri hususunda büyük anlaşmazlıklar baş göstermişti. Birbirini kaçmaya niyetli olmakla suçlamaya başladılar. Bizans ilk korkuyu atlatınca, âni bir gece baskınıyla Haliç’teki Osmanlı donanmasını yakmayı plânladı. Bu iş için Venedikli G. Cocco’ya vazîfe verildi. Cocco geceleyin hazırlanacak iki kadırga ile Kasımpaşa koyundaki Osmanlı donanmasını yakacaktı. Bu karârı öğrenen Galata belediye başkanı Anzolo Zaciria, Bizans liman reisi Diedo’ya haber göndererek, bu baskını bu gece yapmamalarını, başka geceye ertelerlerse geniş çapta yardımda bulunabileceğini bildirdi. Bunun üzerine Bizans baskını 24 Nisan yerine 28 Nisan’a ertelendi. Galata belediye başkanı zaman kazanınca, durumu, güvendiği bir adamla Zağanos Paşa’ya bildirdi, öğrendiği haberi gayet gizli tutan Zağanos Paşa, Kasımpaşa’daki gemilere çok sayıda tüfekli asker ve kıyı topları koydurdu. Bu baskını teklif eden Venedikli Cocco zaferden emin bir şekilde baskına en önde katılmak istemiş ve kendi kadırgası ile Türklerin üzerine saldırmıştı. Hazırlıklı olan Türk gemileri derhâl güllelerini atmaya başladılar ve netîcede baskına gelenler başta Cocco olmak üzere kısa zamanda Haliç’in sularına gömüldüler. Daha sonra Osmanlı kuvvetleri seri bir şekilde Haliç üzerine bir köprü kurmaya başladılar. Galata tarafından Humbarahâne ile Bizans tarafından bu günkü Defterdâr arasına kurulmaya başlanan bu köprünün genişliği beş buçuk metre kadardı. Cenevizlilerden satın alınan boş şarap fıçıları ile bâzı küçük kayıkların üzerine geniş kalaslar bağlanarak, bir ucu serbest olarak inşâ edilen köprüyü akılları almayan Bizanslılar; “Su üstünde yürüme sihiri” diye değerlendirdiler. Bu köprü İstanbul’un fethine kadar asker ve malzeme naklinde kullanılıp, yanlarına konan küçük toplarla da zayıf Bizans surları döğüldü. Kuşatmanın hızla devam ettiği sırada Sultan, büyük velî Akşemseddîn’den devamlı ve ısrarla bilgi ve işaret istiyordu. Veliyyüddîn Ahmed Paşa’yı bir, gün Akşemseddîn’e göndererek; “Şeyhe sor, kale feth olunacak ve düşmana karşı muzaffer olacak mıyız?” dedi. Buna Akşemseddîn şöyle cevap verdi; “Ümmet-i Muhammed’den bu kadar müslüman ve gâziler bir kâfir kalesine müteveccih oldu (hücum etti). İnşâallahü teâlâ feth olur.” Fâtih, umûmî cevapla yetinmeyip, Veliyyüddîn Ahmed Paşa’y tekrar Akşemseddîn’e gönderip; “Vakti için bir işaret vermezler mi?” dedi. Akşemseddîn murakabeye daldı. Başını eğip, Allahü teâlâya yalvardı. Mübarek yüzü terledi. Sonunda başını kaldırarak; “İşbu senenin Rebi’ul-âhir ayının yirminci günü, seher vaktinde, sıdk-u himmetle filân cânibden (taraftan) hücum etsinler! Ol gün feth ola!.. Kostantinıyye, sedâ-i ezan ile dola...” dedi. Bunun üzerine Fâtih Sultan Mehmed Han kuşatmayı arttırdı. 18 Mayıs’a kadar kara ve denizde devam eden muhârebeler, yeni bir kuşatma silahının surların kenarında kullanılması ile tekrar kızıştı. Osmanlı kuvvetleri geceleyin, ağaçtan yapılmış, İstanbul surlarından daha yüksek yürüyen bir kuleyi surlara on adım mesafeye getirdi. Sabahleyin bunu fark eden Bizanslılar bu kuleden çok korktular. Bir gecede yapılan bu kulenin iskeleti iki kat deve derisi ile kaplanıp, ateşe karşı mukavim olması için arası toprakla doldurulmuştu. Üst katlarına merdivenle çıkılan ve yürüyen kulenin gövdesinde ateş açma pencereleri vardı. Sura yaklaşan kuledeki askerler yıkım yaparken, etraftaki askerler de hendekleri dolduruyorlardı. 23 Mayıs’ta surlarda açılan gediklerde Bizans askerlerinin savunmada gösterdikleri yılgınlık üzerine, sultan Mehmed Han, bir defa daha teslim teklifinde bulundu. Bu maksadla İsfendiyâroğlu Kasım Bey’i elçi gönderdi. Elçi, Sultân’ın; “Umûmî taarruzun doğuracağı felâket ve dehşeti takdir edersiniz. Şehri mâmur; insanları sağ salim bırakmak isteriz. İmparator bütün mal ve hazînesi ile istediği yere çekip gidebilir. İstanbul halkından da isteyenler her şeyini alıp gidebilirler. Kalmak isteyenler mal ve mülklerini muhafaza edebilmek hakkına sahip olacaklardır, imparatora Mora despotluğu verilecektir” şeklindeki isteklerini bildirdi. Ayrıca, dostça bunların kabulünü husûsen rica etti. İmparatorun cevâbı; “Sultan barış istiyorsa muhasarayı kaldırsın, ne kadar ağır olursa olsun istenen vergi verilecektir. Şehri teslim etmeye yetkim yoktur” şeklinde oldu. Osmanlı elçisinin ordugâha döndüğü 26 Mayıs günü, Macar kralı Vladislas’ın elçilik hey’eti gelerek; “Bizans kuşatmasının kaldırılmasını, eğer kaldırılmayacak olursa, Macaristan’ın Bizans tarafında yer alacağını, ayrıca batılı hıristiyan devletlerinin gönderdiği büyük bir donanmanın İstanbul’a yaklaşmakta olduğunu bildirdi. Osmanlı karargâhında bâzı bozguncu sözler dolaşmaya başladı. Çandarlı Halil Paşa’nın düşüncesi kuşatmanın kaldırılması yönünde idi. Sultan ve Zağanos Paşa ise derhâl umûmî hücumun yapılması fikrinde idiler. Toplanan harb meclislerinde tereddütler hâsıl oluyordu. Sultân’ın hocası olan büyük âlim Akşemseddîn tarafından Pâdişâh’a yazılan bir arzda; “Sert ve enerjik” davranılması öğütleniyordu. Bunun üzerine toplanan son harb meclisinde, daha fazla beklemenin ordudaki bozguncu dedikoduları arttıracağı düşüncesi ile hemen taarruz kararı alındı. Bu arada Zağanos Paşa, Hadım Şehâbeddîn Paşa, Turhan Bey, Akşemseddîn ve Molla Gürânî bu karârı destekler mâhiyette asker arasında maneviyâtı yükseltici konuşmalar yaptılar. 26 Mayıs’dan îtbâren Osmanlı ordugâhında büyük şenlikler başladı. 28 Mayıs günü gün batması ile birlikte bütün Osmanlı birlik ve gemileri mum donanması yaptılar. Bizans bir ışık çemberi ile çevrilmişti. Her yerden tüyleri ürpertecek tekbir sesleri geliyordu. Bizans halkı bu ışık ve seslerden dehşete düştü. Gece yarısı mum donanmasının her tarafta birden bire sönmesi, Bizanslılar üzerinde daha büyük bir yıkıntı meydana getirdi. Sehere yakın Osmanlı topçusu hazırlık ateşine başladı. 29 Mayıs’da sultan Menmed Han, sabah namazından sonra güneş yükselince iki rek’at namaz kılarak kılıcını kuşanıp ata bindi ve gece yarısından beri surları döğen Osmanlı topçusunun hedefi iyice yumuşattığına kanâat getirerek askerlerine; “Şimdi parlak bir cihâd için birbirinizi teşvik ediniz, zafer için üç şart esastır. Niyetinizi hâlis edip, emirlere itaat ediniz. Yâni tam bir sükûnet ve intizâm ile verilen emirleri eksiksiz icra edip, yaptırınız, îmânınızın verdiği galeyan ile muhârebeye koşunuz. Bu işte liyâkatinizi ortaya koyunuz. Zillet geride, şehâdet ileridedir. Bana gelince, sizin başınızda döğüşeceğime yemîn ederim. Herkesin ne suretle hareket ettiğini bizzat tâkib edeceğim” deyip, hücum emrini verdi. Allahü teâlânın rızâsı için cihâda niyet etmiş olan Osmanlı askeri; “Ya Cennet! Ya İstanbul!” diyor ve iki yerden başka bir makama gitmek istemiyordu. İslâm mücâhidleri arkadaşlarının yaralanmasına, şehîd olmasına aldırmadan; “Allah Allah” nidalarıyla hücuma geçti. Ellerine geçirdikleri her türlü vâsıtalarla surlara tırmanmaya çalışıyorlardı. Fethin bir süre gecikmesi üzerine yerinde duramayan Fâtih, Akşemseddîn’i davet etti. Fakat o, taarruz başlamadan önce çadırına girerek rahatsız edilmemesini söylediğinden, kimse çadıra giremedi. Bunun üzerine Sultan kendisi gitti. Çadır sıkısıkıya kapatılmıştı. Çadırın bir kenarından baktığında içinde hiç bir şey yoktu. Akşemseddîn kuru toprak üzerinde diz çökmüş, ellerini açmış Allahü teâlâya yalvarıyor, zamanın sahibini, en büyük evliyâsını imdada göndermesini arzuluyordu. Sultan Mehmed Han da elini açıp; “Âmin” dedi. Her ikisinin gözlerinden yağmur gibi yaşlar aktı. Sultan Mehmed Han oradan ayrılıp otağına doğru gelirken, Bizans surlarına baktı. İslâm askerinin önünde; beyaz elbiseli, yeşil sarıklı başka bir ordunun daha hücum ettiğini gördü. Başlarındaki kumandana dikkatle bakıp, vasıflarını zihnine yerleştirdi. Çok geçmeden Ulubatlı Hasan, otuz kadar arkadaşıyla ilk defa surlar üzerine Osmanlı sancağını dikti ve oracıkta şehîd edildi. Osmanlı kuvvetleri muhtelif bölgelerden dalga dalga İstanbul’a girmeye başlamışlardı. Bizans halkı Ayasofya kilisesine sığınmaya çalışıyordu. Dalga dalga gelen Osmanlı askerleri kısa zamanda İstanbul’un her yerine hâkim oldu. Kiliseye sığınan ahâliye, güçsüz ve acınacak durumdaki bu insan yığınına kılıç çekmeye lüzum görmeyip, onlara dokunmadılar. 29 Mayıs Salı günü öğleye doğru kır atının üstünde beraberinde hocaları ve ordu kumandanları olduğu hâlde muhteşem bir alayla Topkapı’dan İstanbul’a giren Pâdişâh’ın yanında, çok sevdiği hocası Akşemseddîn de vardı. Yerli halk yolları doldurmuştu. Fâtih Sultan Mehmed Han çok genç olduğu için herkes Akşemseddîn’i pâdişâh sanıyordu. Ona demet demet çiçek sunuyordu. Akşemseddîn, Genç pâdişâhı göstererek; “Sultan Mehmed ben değilim, odur” dedi. Sultan Mehmed de; “Gidiniz, yine ona gidiniz. Sultan Mehmed benim ama o benim hocamdır. Şehrin manevî fâtihidir” dedi. Sultan, Türk askerlerinin kale burçları dâhil her taraftan göklere yükselen ezan ve tekbir sesleri arasında, Ayasofya önüne geldi. Genç Sultan, yerlere kapanan ahâli, rahip ve eski Ortodoks patriğine karşı; “Kalkınız! Ben sultan Mehmed, size ve bütün ahâliye söylüyorum ki, bu günden îtibâren hayâtınız ve hürriyetiniz hususunda benim gazabımdan korkmayınız” diye hitâbda bulundu. Cenevizliler dâhil bütün san’at ve ticâret erbâbıyla ahâlinin din, mezheb hürriyetini te’min eden bir ferman yayınlayan sultan Mehmed, Ayasofya’nın Cuma gününe kadar câmi hâline getirilmesini emretti. Maiyyetiyle Ayasofya’ya gelen Fâtih, İstanbul’da ilk Cuma namazını burada kıldı. 655’den 1453’e kadar devam eden bir ideâlin (Feth-i mübîn) gerçekleştirildiği, fetihnamelerle bütün İslâm âlemine müjdelenip dünyâya ilân edildi. İstanbul kuşatması 6 Nisan’dan 29 Mayıs’a kadar elli dört gün sürdü. Kuşatma sırasında ölen Bizanslıların sayısı dört binin üzerinde olup, elli binden fazla Bizanslı esir edildi. Osmanlıların kayıpları ise beş binin üzerinde idi. Fetih ile Osmanlılar çok mikdarda ganîmet ele geçirdiler. İstanbul fethedilmekle, Osmanlı Devleti toprakları arasında sıkışıp kalan, mevcudiyeti ve siyâseti ile dâima bir tehlike teşkil eden, bin yüz yirmi üç senesi İstanbul’da geçen bin dört yüz seksen senelik Roma İmparatorluğu’na son verildi. Osmanlı Devleti’nde yükselme devri başlayıp, çihân-şümul hâkimiyet fikri gelişti. İnsanlığı îmân birliği içinde bir tek devlet ve hükümdar hâkimiyetinde toplamak için teşebbüse geçildi. Fetihle beraber İstanbul sefahat yeri olmaktan çıkarılarak ilim ve kültür merkezi hâline getirildi. Osmanlılar her gittiği yerde olduğu gibi, İstanbul’da da medrese ve kütüphâneler açtılar. Fâtih Sultan Mehmed’in eliyle kazanılan bu mübarek zafer, târihî kaynaklarda dâima feth-i celîl ve feth-i mübîn adları ile anılmıştır. Latin istilâsından sonra gittikçe harabeye dönen, nüfûsu elli bin civarına inen bu bin yıllık şehir, ahlâkı ve maneviyâtı ile de perişan bir vaziyette idi. Bu sebeple fetih, şehre hayat ve medeniyet getirmiş, İslâm medeniyeti ve yüksek ahlâk ve nizâmının da merkezi olmuştu. Gökkubbeye uzanan muhteşem câmileri, Allahü teâlâya niyazı temsil eden zarif minareleri, her köşesini dolduran evliyâ ziyâretgâhları ile bu mübarek belde gerçekten İslâm’ın kudsiyetine kavuşmuştur. Şehir, ilim, kültür eserleri, sarayları, hayır, ticâret ve san’at müesseseleriyle sâdece Türk-İslâm medeniyetinin değil dünyânın da en büyük merkezi olmuştu. İstanbul’un fethi dünyâ ve medeniyet târihi bakımından da çeşitli müsbet neticelere sebeb oldu. Katolik ve Ortodoks taassubu ve çeşitli fikirler ile birbirlerine karşı amansız mücâdeleye giren hıristiyan âlemi her türlü insanlık dışı işkencede bulunup, katliâm yapıyorlardı. Meselâ dördüncü haçlı seferi (1202-1204) sonunda İstanbul’da İmparatorluk kuran Latinler; şehirdeki dindaşlarını soyup, halkı işkenceyle öldürüp, Bizans saraylarından, mâbedler ve ahâlinin evlerine varıncaya kadar yağmaladılar. Fetihten önce İstanbul ahâlisi, devlet adamları ve papazlardan bâzıları, lâtin şapkası yerine Osmanlı sarığı görmeyi tercih ediyorlardı. Türkler İstanbul’u fethedince, halka kötü muamelede bulunmadılar. Sultan Mehmed Han’ın emriyle şehir temizlenip, emniyet ve âsâyiş korundu. İstanbul’un imârına başlanılarak, şehir için lüzumlu eserler inşâ edildi. Her din, milliyet ve fikirden insanları iskân edilip, yaşanılan bir şehir hâline getirildi. Türklerin ve hükümdarlarının insanca davranması neticesinde, insan haklarının en başında gelen vicdan hürriyeti te’sis edildi. İnsanların en büyük ihtiyâcı olan hak şuuruyla adalet nizâmı, Avrupa’da hıristiyan âlemine Türk idaresi sayesinde girdi. Hıristiyan âlemi, kâdı (hâkim) karşısında hükümdarla gayr-i müslim bir vatandaşın bile muhakeme edildiğini İslâm ve Türk adaletinin sarsılmaz kaidelerine şâhid oldu. Topçuluk tekniğinde dünyâ târihini değiştirecek ilk büyük zafer İstanbul’un fethinde görüldü. Avrupa kralları top sayesinde, otoritelerini hiçe sayan derebeylik usûlünü kaldırdılar. Merkezî otorite ve millî birlik esâsına göre kuvvetlenip kurulan devletler, Avrupa haritasında kalıcı sınırlar meydana getirdi. Doğu ticâret yollarının bütünüyle Türk ve İslâm ülkelerinin eline geçmesi, Avrupalıları ihtiyâçlarını te’min için yeni yollar aramaya sevk etti. Ticarî yollar aramak için keşiflere çıktılar. Yeni ülkeler keşfettiler. Gemicilik gelişip, denizaşırı ülkelere açıldılar. Keşif ve buluşlar yapılarak teknik, kültür ve medeniyette büyük gelişmeler oldu ve Avrupa Devletleri sömürgeciliğe yönelerek, yeni ülkelerin zenginliklerini memleketlerine taşıdılar. İstanbul’un fethi hakkında Pirenne; “Bu sırada Avrupalılar, müslüman âlimler vâsıtasiyle dünyânın yuvarlaklığını, öğrenmişler ve coğrafyada ilerlemişlerdir. Barutun herkesçe kullanılması, müslümanlardan pusulanın öğrenilmesi, topun İstanbul’un fethinden sonra bütün Avrupa’ca kabulü ve gemilere top konulması, Türk fetihleri ile boğulan ve doğu yolu kesilen Avrupa’yı denize doğru can havli ile atılmaya, yeni yeni yollar bulmaya, tükenmiş altın stoklarını telâfiye çalışmaya sevk etmiştir” demektedir. Fâtih devri üzerinde çeşitli araştırmalarıyla ün yapan, Babinger; “Cihân târihinde bir dönüm noktası meydana getirecek olan bu saatin, te’siri her yerde hissedildi ve Batıda bu hâdisenin doğurduğu muazzam akis herkesi, İstanbul’un memleketler değer bir belde olduğuna inandırdı. İki kıt’anın hududunda bulunan İstanbul’un fethi... Böylece 1453 senesi modern çağlar ile Ortaçağ arasında hatt-ı fasıl olarak haklı bir şekilde tesbit edildi” sözleri ile fethin önemini belirtmekte, yeni bir çağ açıldığını anlatmaktadır. P. Faurede; “Fâtih’in, İkinci Bâyezîd’in ve Yavuz Sultan Selîm’in müsamahasına çok şey borçlu olan rönesans, İstanbul’un fethi ile başlar” diyerek fethin Avrupa için olan önemini ifâde etmiştir. 29 Mayıs 1453’deki İstanbul’un fethi ile Osmanlı Devleti, cihânşümul hâle geldiği gibi, İstanbul, Osmanlı Devleti’nin başşehri olup, kültür ve medeniyetin beşiği hâline geldi. İstanbul’un fethi genel olarak şöyle değerlendirilebilir: A. Savaş Öncesi Hazırlıklar: 1) Fâtih Sultan Mehmed, savaşa başlamadan önce, orduyu düzeltmiş ve yeniçeri ağalarını değiştirmek suretiyle disiplin altına almıştı. 2) Kesin sonuçlu savaştan önce, savaş bölgesine yardımın gelmesi umulan yerlerin ele geçirilmesi, tıkanması veya yardım edemeyecek duruma getirilmesi yarar sağlamıştı. Bu gaye ile: - Rumelihisarı yaptırılmış, Karadeniz bölgesinden yardımın gelmesi ve ikmâlin yapılması önlenmişti. - Savaştan önce Mora yarımadasına kuvvet gönderilerek, harp süresince kımıldayamayacak duruma getirilmişti. - İstanbul dolaylarındaki küçük kaleler alınmıştı. 3) Venedik’ten başka, bütün devletlerle dostluk andlaşması imzalayarak, Bizans’ın yalnız kalması, Galata Cenevizlilerinin tarafsızlığı sağlanmıştı. 4) İsyanlar bastırılmış, Anadolu’daki beylikler itaat altına alınmıştı. Böylece, savaş sırasında çıkması muhtemel gaileler kaldırılarak birlik sağlanmıştı. 5) İstanbul surları incelenmiş, eski kuşatma usûlleri gözden geçirilmişti. Böylece, surların zayıf yerleri tespit edilmiş, gereken araç ve gereçler sağlanmış; İstanbul surlarını yıkabilecek güçte toplar döktürülmüştü. 6) İstanbul’un dış dünyâ ile alâkasını kesmek için donanmaya önem verildi. 7) Bizans ordusuna göre sayı ve nitelik bakımından üstün bir ordu hazırlanmasına önem verilmişti. B. Savaş Sırasındaki Çalışmalar: 1) Düşman kuvvetlerini dağıtmak için, gemiler Haliç’e indirilmiş, bundan dolayı Bizanslılar, Haliç surlarına da kuvvet ayırmak zorunda kalmışlardı. 2) Donanmanın Marmara surlarını kuşatmasıyla hem denizden yardım önlenmiş, hem de bu kesime kuvvet ayrılması sağlanmıştı. 3) Haliç’teki zincirin gerisindeki gemilerin batırılması için, Fâtih Sultan Mehmed tarafından, dik mermi yollu top (havan) düşünülmüş ve döktürülmüştü. 4) Fâtih Sultan Mehmed, ön hatlara kadar ilerleyerek hem askerin moralini yükseltmiş, hem de aldığı tedbirlerle ihtiyatı zamanında kullanarak başarının gelişmesini sağlamıştı. 5) Topları gereken bölgelere toplayarak, ateş sıklet merkezini kurmuştu. C) İstanbul’un Fethinin Osmanlılara Sağladığı Siyâsî, Askerî ve ekonomik faydalar; 1) İstanbul boğazı ve Bizans, Osmanlı topraklarından Anadolu ve Rumeli’yi birleştirmede bir engeldi. İstanbul’un ele geçirilmesi, iki bölümden (Anadolu ve Rumeli) meydana gelen Osmanlı İmparatorluğu’nu birleştirmiştir. 2) Ortodoks kilisesi, tekrar bağımsızlığa kavuşturulmuş ve böylece hıristiyan birliğinin kurulmasına engel olunmuştur. 3) İnanç serbestliğinin sağlanmasiyle ehli salibin yeniden kurulması ve dolayısiyle büyük savaşların açılması önlenmiştir. 4) Rum ve Cenevizlilerin ticarî faaliyetlerinin serbest bırakılması ile ekonomik düzenin bozulmasının önüne geçilmiştir. 5) Bir ülkenin veya memleketin devamlı elde tutulmasının, o yerde nüfûs çoğunluğu sağlanamadıkça gerçekleşemeyeceğini gören Fâtih Sultan Mehmed, Anadolu’dan ve Rumeli’den getirdiği Türkleri yerleştirerek, İstanbul’u Türkleştirmiştir. 6) Fâtih, Bizans’taki yerli ve yabancı san’atkâr ve bilginleri korumuş ve bunlardan yararlanmıştır. KURULDUĞUNDAN BERİ İSTANBUL KUŞATMALARI (Abluka mahiyetindeki teşebbüsler hâriçtir) 1. M.Ö. 477’de Pausanias tarafından Plate muhasarasından sonra, 2. M.Ö. 410’da Alkibyad tarafından, 3. M.Ö. 340’da Makedonyalı Filip’in generali Leon tarafından, 4. M.S. 197’de imparator Septim Severus tarafından, 5. 313’de Sezar Maksiminus (Maximinus) tarafından, 6. 315’de Büyük Konstantin tarafından, 7. 616’da İran İmparatoru Keyhüsrev-II tarafından, 8. 626’da Avar hakanı tarafından, 9. 655’de hazret-i Osman devrinde hazret-i Muâviye tarafından, 10. 668’de hazret-i Muâviye’nin oğlu Yezîd tarafından (Bu seferde hazret-i Eyyûb-elEnsârî şehîd olmuştur). 11. 673’de Süfyân bin Avf tarafından, 12. 715’de Mesleme komutasındaki ordu tarafından, 13. 739’da Abdülmelik’in oğlu Süleymân tarafından, 14. 764’de Bulgar kralı Pağanus tarafından, 15. 781’de Hârûn-ür-Reşîd komutasındaki ordu tarafından, 16. 793’de Abdülmelik tarafından, 17. 812’de Islav despotu Krumus tarafından, 18. 820’de Islav despotu Tomas tarafından, 19. 866’da Ruslar (Askoldodir) tarafından, 20. 914’de Bulgar kralı Simeon tarafından, 21. 1048’de Asi Turniçyüs tarafından, 22. 1081’de Aleksios Komnenos tarafından, 23. 1204’de, Lâtinlerden mürekkep dördüncü haçlılar ordusu tarafından, 24. 1261’de İznik Rum Devleti İmparatoru Mihâel Paleologos- VI tarafından, 25. 1395’de Yıldırım Bâyezîd tarafından, 26. 1402’de Yıldırım Bâyezîd tarafından, 27. 1411’de şehzâde Mûsâ Çelebi tarafından, 28. 1422’de Murâd-II tarafından, 29. 1453’de Mehmed-II tarafından. HİÇ BİR ENGEL, BİZİ YOLUMUZDAN DÖNDÜREMİYECEKTİR Sultan Mehmed Han’ın, Edirne Sarayı’nda topladığı dîvânda yaptığı târihî ve uzun bir nutku, bu yaşta ne derece geniş bir bilgiye derin bir şuura ve isabetli bir görüşe sâhib olduğunu göstermektedir: “Elimizde bulunan bu devlet, ecdadımızın nice cihâd, cidal ve emekleri ile kazanılmış ve bize miras kalmıştır. Yaşlılarınız bu cihâd ve savaşlara şâhiddir ve bizzat onlara katılmışlardır. Gençleriniz de bunların gazâlarını babalarından dinlemişlerdir. Bu uğurda pek çok yiğit ebedî âleme intikâl etti. Yürekleri yüce hislerle dolu ve korkudan âzâde olan atalarımız en müthiş tehlikelere göğüs gererek büyük işler gördüler. Ey yaşlı fedakârlar ve yiğit gençler! Bütün bu fetihlerin kolayca olmadığını ve emeksiz devlet elde edilmediğini bilirsiniz. Bu uğurda nice kanlar döküldü, yaralar açıldı. Ne kadar dul ve yetimlerin gözyaşları aktı. Nice engin dereler, coşkun ırmaklar, yalçın kayalar, sarp dağlar ve boğazlar aşıldı. Nice geceler uykusuz, gündüzler istirâhatsiz ve tehlikeli geçti. İşte ecdadımız bu fevkalâde zorluklara katlandı. Düşman karşısında bâzan muvaffak olunamadı. Fakat hiç bir zaman istikbâlden ümid kesmediler ve gâlib gelinceye kadar uğraştılar. Dâima cihâd yolunda kaldılar. Felâket zamanlarında kederlenmez ve zafer anlarında da aşırı sevinç duymazlardı. Bu sayede şanlı bir devlet kurdular; cihâna da hamiyyet ve adaletin örneğini verdiler. Bize de her yanı ile mükemmel bir devlet bıraktılar. Şimdi bize düşen vazife, devletimizin şânını yüceltmek ve atalarımıza hayırlı halef olduğumuzu meydana koyarak ruhlarını şâd etmektir. Sizlere tarife lüzum yoktur. İstanbul, memleketimizin ortasında müstesna bir beldedir. Uzun müddet bizlerle savaşarak zayıflamış ve nüfusu boşalmıştır. Rum hükümetinin bize verdiği zararları, çıkardığı zorlukları ve çevirdiği dolapları hep bilirsiniz. Dedem Bâyezîd’e karşı Fransız, Cermen, Macar ve Ulah’ı kışkırtıp, askerlerini Tuna’dan gemilerle geçirip devletimizi yıkmak, bizi Rumeli’den ve hattâ Anadolu’dan çıkarmak istemedi mi? Bereket versin dedem onları Allah’ın yardımı ile Tuna’nın dalgalarına dökerek devletimizi kurtardı. Yine dün babam hakana karşı yaptığı hilelere bugün de devam etmekte ve fırsat kollamaktadırlar. Bu şehir (İstanbul) fethedilmedikçe, Bizans’ın fesadı ve bize karşı çıkaracağı tehlikeler devam edecektir. Zîrâ memleketlerimizi ortadan parçalayan bu şehir rumlar elinde kaldıkça devletimiz emniyette olamayacaktır. Eğer rumlar şehrin muhafazasını başka kuvvetli askerlere bırakırsa, bu bizim için daha tehlikeli olur. Biz muhârebe vâsıtaları, gemi ve askerlerimizle düşmana karşı çok üstünüz. Bu sebeple ya şehri kuşatıp hücumla alacağız veya uzun bir muhasara ile teslime mecbur edeceğiz. Sür’atle harekete geçip düşmanın devletimizin ortasında tahrik ve fesadına fırsat vermeyelim ve ecdadımıza lâyık olduğumuzu cihâna gösterelim. Bizi hiç bir engel yolumuzdan döndüremeyecek ve hiç bir kuvvet satvetimize dayanamayacaktır. Ben ordunun başında, sizinle beraber, birinci safta bulunacak ve hizmetlerinizi tebcil ile birlikte mükâfatlandıracağım.” Târihî ve siyâsî durumu fevkalâde güzel bir şekilde ortaya koyan bu konuşma sonunda, İstanbul’u alma fikri ittifakla kabul edilerek sefer hazırlıkları başladı. ÜÇ KÖS TOKMAĞI VUR!.. Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri, bir Perşembe günü öğleden sonra, aniden atının hazırlanmasını istedi. Atı hazırlanınca, atına binip, Semerkand’dan sür’atle çıktı. Talebelerinden birkısmı da kendisini tâkib etti. Biraz yol aldıktan sonra, Semerkand’ın dışında bir yerde talebelerine; “Siz burada durunuz” buyurdu. Sonra atını Abbas sahrasına sürdü. Mevlâna Şeyh adıyla tanınmış bir talebesi, bir müddet daha peşinden gidip tâkib etti. Abbas sahrasına varınca, atının üstünde sağa-sola gidip geldi. Sonra da birden bire gözden kayboldu. Ubeydullah-ı Ahrâr daha sonra evine döndüğünde, talebeleri nereye ve niçin gittiğini sorduklarında; “Türk sultânı Muhammed Han (Fâtih) kâfirlerle harb ediyordu. Benden yardım istendi ve yardıma gittim. Allahü teâlânın izniyle galip gelinip zafer kazanıldı” buyurdu. Fâtih Sultan Mehmed Han, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin gelişini şöyle anlatır: “İstanbul’u fethetmek üzere savaştığım sırada, harbin en şiddetli bir ânında Allahü teâlâya yalvarıp, zamanın kutbunun imdadıma yetişmesini istedim. O anda beyaz at üzerinde bir zât yanıma geldi. “Korkma!” buyurdu. Bende;” Nasıl endişelenmeyeyim küffâr askeri pek çok” deyince, elbisesinin yeninden bakmamı söyledi. Baktığımda büyük bir ordu gördüm. “İşte bu ordu ile sana yardıma geldim. Şimdi sen falan tepenin üzerine çık, kösün tokmağına üç defa vur. Orduna hücum emri ver” buyurdu. Emirlerini aynen yerine getirdim. Oda bana gösterdiği ordusuyla hücuma geçti. Böylece düşman hezimete uğradı. İstanbul’un fethi gerçekleşti.” Fâtih Sultan Mehmed Han, İstanbul’u fethederken cümle evliyânın ve rûhâniyetlerinin yardımını gördüğü pek açık bir hakikattir. 1) Evliya Çelebi Seyahatnamesi; cild-1 sh. 65 2) Rehber Ansiklopedisi; cild-8, sh. 343 3) Osmanlı Deniz Harp Târihi; cild-1, sh. 129 4) İstanbul’un Fethi (Feridun Dirimtekin) 5) Osmanlı Târihi Kronolojisi; cild-1, sh. 232 6) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-11, sh. 255, cild-12, sh. 7 7) İstanbul’un Fethi (Türk Silâhlı Kuvvetler Târihi); cild-3, sh.1 8) Tâc-üt-Tevârih; cild-2, sh. 268 9) Netâyic-ül-vukûat; cild-1, sh. 43 10) Neşri Târihi; cild-2, sh. 689 11) Devlet-i Osmâniyye Târihi (Hammer); cild-2, sh. 532 12) Fetihnâme-i İstanbul; (Kıvâmî) 13) Mahrûse-i İstanbul Fetihnamesi; (Tâcizâde Ca’fer Çelebi) İTFÂİYE (Bkz. Tulumbacılar) İTTİHÂD VE TERAKKÎ Önce gizli cemiyet olarak kurulan, ikinci Meşrûtiyetin ilânından sonra siyâsî fırka hâlini alan topluluk. Sultan İkinci Abdülhamîd Han’ın dağılmakta olan Osmanlı Devleti’ni toparlaması, güçlendirip ilerletmesi; başta İngiltere olmak üzere batılı devletleri yeni plânlar hazırlamağa, Abdülhamîd Han’ı tahttan uzaklaştırmak için teşebbüslerde bulundurmaya sevketti. Bunun için Osmanlı hâkimiyeti altında asırlardır huzur, refah ve güven içinde yaşayan gayr-i müslim ve Türk olmayan unsurları devlete karşı defalarca kışkırttılar. Avrupa’da meydana gelen ilmî ve teknik gelişmeleri öğrenmek ve tâkib etmekle vazîfeli gönderilen, fakat Osmanlı Devleti’nin birliğini bozmaya yönelik Avrupaî fikirlerin etkisinde kalan kimseler de Avrupa devletleriyle elbirliği ettiler. Gayr-i müslim ve Türk olmayan unsurlarla, sözde okumuş aydın kimseler, millet ve devlet düşmanlarının kurdukları tuzakların farkına varan ve karşı tedbirler alan sultan İkinci Abdülhamîd Han’ı tahttan indirmek ve bu suretle gayelerine ulaşmak için yurt içinde ve yurt dışında çeşitli gizli cemiyetler kurdular. Çıkardıkları gazetelerle Osmanlı Devleti’nin ve sultan Abdülhamîd Han’ın aleyhinde neşriyat yaptılar. Bunlardan biri de 21 Mayıs 1889’da İstanbul’da İttihâd-ı Osmânî adıyla kurulan daha sonra İttihâd ve Terakkî adını alan gizli cemiyettir. Bu cemiyet, Sarayburnu’nda eski pâdişâh sarayı ile yeni demiryolu garı arkasındaki mesafenin orta yerindeki askerî tıbbiye mektebinin bahçesinde toplanan Ohrili bir Arnavut olan İbrâhim Temo, Kafkasyalı Çerkes Mehmed Reşîd, Arabkirli Abdullah Cevdet ve Diyarbakırlı İshak Sükûtî adındaki dört kişi tarafından kuruldu. Daha sonra katılan Azerbaycanlı Hüseyinzâde Ali, Konyalı Hikmet Emin, İsmail, İbrâhim ve Mekkeli Dr. M. Sabri de cemiyetin ilk kurucuları arasında sayılırlar. Cemiyetin Edirnekapı dışında Aluş Ağa’nın idare ettiği bağda yapılan ilk toplantısında, kuruculardan başka Şam Mekteb-i tıbbiyesi muallimlerinden Giridli Muharrem, Askerî tıbbiye talebelerinden Âsaf Derviş ve Şerefeddîn Mağmûmî, adliye me’murlarından Hersekli Ali Rüşdî ve Seâdet gazetesi başyazarı İzmirli Ali Şefik de bulundular. Bu toplantıda cemiyetin başkanlığına Ali Rüşdî, kâtipliğine Şerefeddîn Mağmûmî, muhâsib üyeliğe de Âsaf Derviş seçildiler. Yeni cemiyet, İstanbul’daki sivil, askerî, bahrî, tıbbî ve diğer yüksek okul talebeleri arasında tarafdar kazanarak sür’atle büyüdü. İtalyan Karbonari mason teşkilâtını örnek alarak kurulan bu gizli cemiyet, hücreler hâlinde teşkilâtlandı. Hücre içindeki her üyeye bir sıra numarası verildi. Birinci hücrenin birinci üyesi İbrâhim Temo idi. Cemiyet üyeleri, Galata Fransız postahânesi aracılığıyla merkezi Paris’te kurulan Jön Türklerle irtibat kurdular. Cemiyetin üyelerinden olan Bursa maârif müdürü Ahmed Rızâ Bey, Paris’teki bir sergiyi gezmek bahanesiyle Fransa’ya gidip, Jön Türkler grubuna katıldı ve geri dönmedi. İttihâd-ı Osmânî cemiyetinin fikirlerini yaymaya başladı. Çok geçmeden onlar arasında hâkim bir sîmâ oldu. Sultan Abdülhamîd Han’ı tahttan indirmeyi gaye edinerek kurulan cemiyet, Sultan Abdülhamîd Han’a karşı kişi ve çevrelerle kurduğu münâsebetler netîcesinde tanınmaya başladı; yurt içinde ve dışında şubeler kurarak teşkilâtlandı. Ahmed Rızâ, Avrupa’daki teşkilâtın adını, Auguste Comte’un pozitivist felsefesinin parolası olan Nizam ve Terakkî koymak istedi. Jön Türkler bu ismi kabul etmeyip, İstanbul’daki İttihâd-ı Osmânî cemiyetinin ittihadının da bu cemiyetin isminde yer almasını istediler. Böylece İstanbul’dakilerin ittihadı ile Ahmed Rızâ’nın Terakkîsi bir araya getirilerek, cemiyetin adı Terakkî ve İttihâd hâline getirildi ve cemiyetin yayın organı hüviyetinde olan Meşveret gazetesi çıkarıldı. Daha sonra Cenevre ve Brüksel’de yayın hayâtına devam eden Meşveret gazetesi yurda gizlice sokuldu. Cemiyetin para ihtiyâcını Paris mason locası karşıladı. Tıbbiye, harbiye, mülkiye gibi yüksek okullarda gizli kollar ve komiteler teşkil eden cemiyetin yurt içindeki varlığı, 1895 yılındaki ermeni olayları sebebiyle duyuldu. Cemiyetin; Dr. İshak Sükûtî, Dr. İbrâhim Temo, Dr. Abdullah Cevdet, Dr. Âkil Muhtar, Tunalı Hilmi gibi faal üyeleri, yapılan soruşturmalar netîcesinde suçlu bulunarak dağıtıldılar. Bâzıları çeşitli yerlere sürülen cemiyet üyelerinin bir kısmı yurt dışına kaçtı. Yurt dışı faaliyetleri Bükreş, Paris, Cenevre ve Kahire’den idare edilmeye başlandı. 1897 yılında cemiyetin Cenevre ve Kahire şubeleri faaliyete geçti. Cenevre şubesinin çıkardığı Mîzan ve Osmanlı gazeteleriyle Kahire şubesinin çıkardığı Kânûn-i Esâsî ve Hak gazeteleri cemiyetin fikirlerinin destekçiliğini yaptılar. Bükreş şubesini İbrâhim Temo; Paris şubesini ise, Ahmed Rızâ idare etti. Kalabalık bir kitle teşkil etmeyen ülke dışındaki cemiyet mensupları, sürekli anlaşmazlıklar içindeydi. Sultan İkinci Abdülhamîd Han, yurt dışındaki bu muhalifleri ikna veya pasifize etmek için gerekli tedbirleri aldı. Zâten fikrî ve siyâsî sebeblerden dolayı ikiye bölünmüş olan İttihâdçıların Cenevre grubunun lideri Mizancı Murâd Bey’le anlaşması için serhâfiye Ahmed Celâleddîn Paşa’yı vazifelendirerek Avrupa’ya gönderdi. Ahmed Celâleddîn Paşa’nın gizli çalışmaları neticesinde, muhaliflerden büyük bir kısmı muhalefetten çekilerek İstanbul’a döndüler ve Pâdişâh’ın hizmetine girdiler. Ancak Ahmed Rızâ’nın çevresinde kalan bir avuç insan, Osmanlı Devleti’ne karşı şiddetli muhalefete ve basın yoluyla propagandaya devam ettiler. Bu sırada sultan İkinci Abdülhamîd Han’dan istediği ilgiyi göremeyen eniştesi Dâmâd Mahmûd Celâleddîn Paşa da ülke dışına kaçarak, iki oğlu prens Sebahaddîn ve Lütfullah beyle Paris’e gitti. Sultan İkinci Abdülhamîd Han’ın ve Osmanlı Devleti’nin aleyhinde faaliyete başladı. Böylece Avrupa’daki Jön Türk hareketi biraz canlandı. Ancak anlaşmazlık ve şahsî rekabetler de gittikçe arttı. 4 şubat 1902 târihinde Paris’te, bütün Jön Türkleri içine alan bir kongre toplandı. Bu kongreye; Prens Sebahaddîn, Ahmed Rızâ, İsmâil Kemâl, İsmâil Hakkı (Paşa), Hoca Kadri, Halil Ganem, Mahir Saîd, Yûsuf Akçura, Ferid Bey, Ali Haydar, Hüseyin Sîret, İbrâhim Temo, Dr. Nâzım, Dr. Refik Nevzat ile Ermeniler ve rumlar adına da bâzı şahıslar katıldı. Kongrede tâkib edilecek usûl ile ilgili görüş ayrılıkları belirdi. Ahmed Rızâ ve arkadaşları cemiyetin adını Osmanlı Terakkî ve İttihâd cemiyeti olarak değiştirip, Paris’te Meşveret’i çıkarmaya devam ettiler. Mısır’da da Şûrâ-yı ümmet gazetesini kurdular. Prens Sebahaddîn ve tarafdârları da Teşebbüs-i Şahsî ve Adem-i Merkeziyet cemiyetini kurup Terakkî gazetesini çıkardılar. İki cemiyet yayın organlarıyla birbirlerini itham etmeye devam etti. Bir taraftan da tarafdâr kazanmak için program ve fikirlerini açıklayıp yaymaya koyuldular. Cemiyet, Rumeli’de de hızla teşkilâtlandı. Yalnız Tiran’da olmak üzere, Köstence, Dobruca, Şumnu, Plevne, Sofya, Kızanlık, Vidin ve İşkodra’da bir çok şubeler açıldı. İttihâd ve Terakkî cemiyeti batı dünyâsında Jön Türklerin temsilcisi olarak tanıtıldı. 1906 Eylül’ünde ekseriyeti üçüncü ordu subaylarından olan; Bursalı Tâhir, Nâki, Edib Servet, Kâzım Nâmi, Ömer Naci, İsmâil Canbolat, Hakkı Bahâ beyler ile posta ve telgraf idaresi başkâtibi Mehmed Talat, Rahmi ve Midhat Şükrü beyler tarafından Selanik’te Osmanlı Hürriyet cemiyeti kuruldu. Sultan Abdülhamîd Han’ı tahttan indirme gayesini güden, ihtilâlci bir hüviyete sâhib olan ve kurucularının ekseriyetinin mason olması ile dikkat çeken bu cemiyet, ülke içinde veya dışında aynı gaye ile kurulan cemiyetleri kendine çekerek kaynaştırmayı başardı. Cemiyet, silâhlı kuvvetler çevresinde hızla yayıldı. Asker ve sivil üyeleri fazlalaşarak ihtilâlci bir güç meydana geldi. Bu cemiyet bir yıl sonra Osmanlı Terakkî ve İttihâd cemiyetinin Paris şûbesiyle birleşme karârı aldı. Böylece Osmanlı Hürriyet cemiyeti de Terakkî ve İttihâd adını aldı. Hem yurt içinde hem de yurt dışında faaliyet gösteren Terakkî ve İttihâd cemiyetinin biri Selânik’de, diğeri Paris’de olmak üzere iki merkez-i umûmîsi ortaya çıktı. Bu birleşmeden sonra Rumeli’de hızlı bir şekilde teşkilâtlanan Osmanlı Terakkî ve İttihâd cemiyeti komita faaliyetlerine girişti. Enver Bey, Tikveş yöresinde; Niyazi ve Eyyûb Sabri beyler Resne ve Ohri’de; Selâhaddîn ve Hasan Tosun beyler Arnavutluk’ta hürriyet taburları kurarak tedhiş hareketlerini yaygınlaştırdılar. Bulundukları bölgelerdeki gayr-i müslim ve Türk olmayan unsurlarla da iş birliği yaparak, müslüman ahâliyi sultan Abdülhamîd Han’a karşı ayaklanmaya çağırdılar. Durumun tehlike arz ettiğini gören sultan İkinci Abdülhamîd Han, bu komita faaliyetlerini bastırmak üzere Makedonya’ya asker sevk etti. Gönderilen askerî birliklerden de İttihâd ve Terakkî komitacılarına katılanlar olması, cemiyetin Manastır’da ve Selanik’te hürriyet îlân edeceğine dâir aldığı karârı pâdişâha bildirmesi, durumu iyice tehlikeli bir hâle soktu. Bu defa sultan İkinci Abdülhamîd Han, Şemsi Paşa’yı ayaklanmayı bastırmakla vazifelendirdi. Hazırlıklarını tamamlayan Şemsi Paşa, 7 Temmuz 1908’de Pâdişâh’a son raporunu vermek üzere girdiği Manastır postahânesinden çıkarken İttihâd ve Terakkî komitacılarından Bigalı teğmen Atıf tarafından öldürüldü. Dağa çıkan komitacıların sayısı gittikçe arttı. Komitacılar, 20 Temmuz 1908’de Firzovik’te halkı meydana toplayarak hürriyet ve meşrûtiyet isteğiyle gösteri yaptı. Bu vak’alardan sonra Tatar Osman Paşa, İzmir ve civarı redif kuvvetleri de kendisine verilerek, Manastır ve havalisi fevkalâde kumandanı olarak bu bölgeye gönderildi. Ohri taburu kumandanı Eyyûb Sabri ve Resne kuvvetleri kumandanı Niyazi beyler Manastır’da Osman Paşa’nın oturduğu konağı muhasara ederek kendisini Resne’ye götürdüler. Durumun nazikliği üzerine Kânûn-i esasiyi yürürlüğe koyan sultan İkinci Abdülhamîd Han, 23 Temmuz 1908’de İkinci Meşrûtiyet’i îlân etti. Meşrûtiyetin îlânını tâkib eden günlerde birleştirici olduğunu îlân eden İttihâd ve Terakkî; Prens Sebahaddîn grubunun mensub olduğu Teşebbüs-i şahsî ve Adem-i Merkeziyet cemiyetiyle birleştiğini duyurdu. Partinin Selanik’teki merkez-i umûmî üyelerinden Ahmed Rızâ, Talât, Hüseyin Kadri, Hayri, Midhat, Şükrü, Habib, Enver, İsmâil Hakkı, Dr. Bahaeddîn Şâkir ve Nâzım beyler hükümetin faaliyetlerini gözetlemek üzere İstanbul’a geldiler. Kendileri kabineye giremedilerse de hükümet üzerinde hâkimiyet kurdular. Tecrübesizliklerinden dolayı kabineleri doğrudan doğruya kurmak yerine kontrol altında bulundurmayı tercih ettiler. 4 Ağustos 1908’de kurulan meşrûtiyetin ilk kabinesi olan Saîd Paşa hükümeti, İttihâd ve Terakkî’nin baskısına dayanamıyarak 13 Ağustos’ta çekilmek zorunda kaldı. İkinci defa kurulan Saîd Paşa hükümeti ise beş gün dayanabildi. İttihâd ve Terakkî iktidar olmamıştı ama hükümeti ve hükümetin icrâatını kendisi tâyin ediyordu. 21 Ağustos’da İttihâd ve Terakkî’nin baskısıyla Kâmil Paşa hükümeti kuruldu. Hükûmetlerdeki istikrarsızlık, İttihâd ve Terakkî’nin devlet otoritesini ve bütünlüğünü bozmaya yönelik faaliyetleri üzerine, 5 Ekim’de Bulgaristan bağımsızlığını îlân etti. Ertesi gün Avusturya, Bosna-Hersek’i ilhak etti. 6 Ekim’de Girid, Yunanistan’a bağlandı. Meşrûtiyetin ilânından sonra ülkeye dönen Prens Sebahaddin Bey grubu, İttihâd ve Terakkî ile birlikte hareket etmeyi reddederek kendi görüşleri doğrultusunda faaliyet göstermeye başladılar. Adem-i merkeziyetçi görüşleri sebebiyle İttihâd ve Terakkî’den bekledikleri iltifatı göremediler. İttihâd ve Terakkî ile tamamen irtibatı kesen Prens Sebahaddîn Bey, 14 Eylül’de Ahrâr fırkasının kurulmasını destekledi. Kısa zamanda muhalefetin sesi hâline gelen Ahrâr fırkası, İttihâd ve Terakkî’nin gizli kapaklı yönetim modeliyle iktidar tekelciliğinin ve gizliliğinin sonunda bir istibdâd meydana gelebileceği konusunu işledi. İdarî ve siyâsî mes’ûliyetten uzak olan İttihâd ve Terakkî’nin devlet işlerine karışmasını, hükümeti ve milleti tahakkümü altına almasını, orduyu siyâsete karıştırmasını tenkid etti. İttihâd ve Terakkî’nin, Kâmil Paşa hükümeti üzerinde şiddetli baskı kurmak istemesi yüzünden, Kâmil Paşa ile İttihâd ve Terakkî’nin arası açıldı. 18 Ekim-8 Kasım 1908 târihleri arasında İttihâd ve Terakkî’nin kongresi toplandı ve cemiyet için yeni bir siyâsî program hazırlandı. Kongre sonunda yayınlanan 13 maddelik bildiride, cemiyetin siyâsî fırka (parti) hâline geldiği îlân edildi. Gayr-i müslim ve Türk olmayan unsurlarla, aslında İttihâdcı zihniyette olmayan Türk unsurunun da desteğiyle, 1908 yılı sonlarına doğru yapılan seçimi İttihâd ve Terakkî kazandı. 17 Aralık 1908’de sultan İkinci Abdülhamîd Han’ın konuşmasıyla yeni seçilen Meclis-i meb’ûsân açıldı. Sadrâzam Kâmil Paşa’nın hükümette bâzı değişiklikler yapması, İttihâd ve Terakkî’nin Bâb-ı âlî’ye karşı sert tepkiler göstermesi sebebiyle, İttihâd ve Terakkî ile Sadrâzam’ın ve Bâb-ı âlî’nin arası iyice açıldı. 14 Şubat 1909’da Meclis-i meb’ûsânda yapılan güven oylamasıyla, Ahmed Rızâ, Talat, Câvit ve Enver Bey gibi ittihâdcıların faaliyetleri sonucu Kâmil Paşa hükümeti düşürüldü. Sadrâzamlığa Hüseyin Hilmi Paşa getirildi. İttihâd ve Terakkî’ye karşı gerek meclis içi, gerekse meclis dışı muhalefet şiddetlendi. Meclis içinde, çok az üyesi bulunan Ahrâr fırkası, Meclis dışında ise Serbesti gazetesi muhalefet çalışmalarını sürdürdü. Bu gazete, eski me’murlardan şantaj yoluyla para alındığını gösteren belgeler ve makaleler yayınladı. Siyâsî rakîblerine karşı tedhiş yoluna baş vuran İttihâdçılar, Serbesti gazetesi başyazarı Hasan Fehmi’yi Sirkeci postahânesi yanında esrarlı bir şekilde öldürttüler. Hasan Fehmi’nin cenaze töreni ittihâdcıların aleyhinde bir gösteri mâhiyetinde cereyan etti. Derviş Vahdetî ve arkadaşları tarafından kurulan İttihâd-ı Muhammedi cemiyeti ve yayın organı olan Volkan gazetesi de, İttihâd ve Terakkî aleyhinde faaliyet gösterdiler. İttihâd ve Terakkî’nin ordu içinde kendisine karşı olan, milletini, dînini ve vatanını seven subayları, orduda gençleştirme bahanesiyle tasfiye etmesi, orduda huzursuzluklara yol açtı. İttihâd ve Terakkî’nin Pâdişâh’a ve hilâfet makamına karşı olan sevimsiz hareketleri de sağduyu sahibi müslüman ahâlide nefret uyandırdı. İttihâd ve Terakkî, Pâdişâh’a sâdık birinci orduya güvenmeyerek Selânik’deki üçüncü ordudan avcı taburları getirtti. İttihâdcılar tarafından tertib edilen ve Selânikten getirilip Derviş Vahdeti isminde bir kimse tarafından “Din elden gidiyor” “Şeriat isteriz” gibi sloganlarla kışkırtılan avcı taburları tarafından çıkartıldığı tesbit edilen 31 Mart Vak’ası üzerine İttihâd ve Terakkî tarafından, Selanik’ten Bulgar, Sırb, Yunan, Arnavud yağmacılarının da bulunduğu hareket ordusu İstanbul’a getirildi. Sultan İkinci Abdülhamîd Han, Selanik’ten gelen hareket ordusuna karşı koymak isteyen kendisine sâdık kumandanlara, çarpışılmaması, müslüman kanı dökülmemesi için sıkı emir verdi. İsteseydi yalnız Taksim ve Taş kışladaki talimli asker ve sâdık subaylar, gelen hareket ordusunu darmadağınık edebilirdi. Fakat Sultan, kardeş kanının dökülmesini istemedi. İttihâd ve Terakkî’nin önderliğinde İstanbul’a giren hareket ordusu kumandanları, doğru Yıldız Sarayı’na geldiler. Hazîneyi, asırlardan beri toplanmış olan kıymetli yadigârları ve dünyânın en zengin kütüphânelerinden olan saray kitaplığını yağma ettiler. Pâdişâh’ın arabası bile parçalanıp paylaşıldı. Sultan İkinci Abdülhamîd Han, İttihâd ve Terakkî ileri gelenlerince tahttan indirildi, yerine kendinden iki yaş küçük olan kardeşi Muhammed Reşâd getirildi. İttihâd ve Terakkî ileri gelenleri, sultan İkinci Abdülhamîd Han’ı lekeliyecek bir suç bulamadılar. Milletin, hükümdarı saydığını görerek öldürmeye de cesaret edemediler. Hemen o gece, kurmay binbaşı Fethi Okyar’ın emrinde olarak trenle Selânik’e götürdüler. Oradaki Alâtini köşküne habs ettiler. Bu olaylar sırasında Hüseyin Hilmi Paşa istifa edip Tevfik Paşa sadrâzam oldu. 31 Mart Vak’asından bir gün sonra Adana’da ermeni ihtilâli oldu. Müslümanların mallarına, canlarına, ırzlarına saldıran ermeniler; İttihâd ve Terakkî’nin seyirci kaldığı hâdiselerde 1850 müslüman-Türk’ü öldürdüler. Halkın bir araya gelmesiyle ermeni isyânı bastırıldı. Adana’ya vâli tâyin edilen İttihâd ve Terakkî ileri gelenlerinden Cemâl Paşa da, Avrupalılara şirin görünmek için ermenîlerle birlikte hareket ederek yüzlerce müslümanı asıp kesti. 31 Mart ayaklanmasının bastırılmasından ve sultan İkinci Abdülhamîd Han’ın tahttan indirilmesinden sonra duruma hâkim olan İttihâd ve Terakkî, bütün fırkaları lağv ederek muhalif olanları tevkif ettirdi. Bu arada hiç bir kabahatleri olmadığı hâlde, sâdece cemiyete karşı oldukları zannedilen bir çok zabit de tutuklanarak Bekirağa bölüğüne hapsedildi. İstanbul’da örfî idare (sıkıyönetim) îlân edilerek Dîvân-ı harb-i örfîlerle (sıkıyönetim mahkemesi) birlikte darağaçları kuruldu. Kendilerine göre suçlu görülenlerin yanında suçsuzlar da îdâm edildi. Eski devre âid devlet adamlarından pek çok kimse çeşitli yerlere sürüldü. İttihâd ve Terakkî erkânının devlet işlerini, doğrudan doğruya ellerine almak istemeleri üzerine, 14 Nisan 1909’da Tevfik Paşa sadrâzamlıktan istifa etti. Yerine Hüseyin Hilmi Paşa tekrar sadrâzam oldu. İttihâd ve Terakkî’nin ileri gelenlerinden genç, tecrübesiz ve maceracı Talat Bey de bu kabînede dâhiliye nâzırlığına getirildi. İttihâd ve Terakkî’nin keyfî baskılarına dayanamayan Hüseyin Hilmi Paşa, 7 ay 24 günlük bir iktidardan sonra tekrar istîfâ etti, Sadâret makamına getirilen Roma sefîri Hakkı Paşa kabînesinde, hareket ordusunun diktatör kumandanı Mahmûd Şevket Paşa, harbiye nâzırı olarak vazîfe aldı. Muhaliflerine karşı sert tedbirler alan ve tedhiş yollarına başvuran İttihâd ve Terakkî, Sadâ-yı Millet gazetesi başyazarı Ahmed Samim’i de sokak ortasında öldürttü. Sultan İkinci Abdülhamîd Han’ın Balkan siyâsetinin esâsı olan Bulgar ve Rum kiliseleri arasındaki rekabete son veren İttihâd ve Terakkî, güya Makedonya’daki unsurlar arasındaki ihtilâfı gidermek bahanesiyle kiliseler kânununu çıkardı. Netîcede Bulgar, Yunan ve Sırp unsurları arasında hiç bir ihtilâf bırakmayarak, bunların Osmanlı Devleti aleyhine Balkan ittifakı kurmalarına yol açtı. 1 Nisan 1910’da Arnavutluk ayaklanması çıktı; 9 Mayıs 1910’da da Girid meclisi Yunan kralına bağlılık yemîni etti. Bu sırada, harbiye nâzırı olan Mahmûd Şevket Paşa, Trablus’daki askeri Yemen’e sevk etmek, bir çok ihtarlara rağmen mühimmatı da İstanbul’a getirmek suretiyle bu bölgeyi müdâfâdan mahrum hâle getirdi. İtalyanların teşebbüsleri üzerine Trablusgarb vâli ve kumandanı Müşir İbrâhim Paşa da vazîfeden azledilerek bu vilâyet kumandansız ve vâlisiz bırakıldı. Roma hükümeti de bu vaziyetten istifâdeyle İttihâd ve Terakkî’nin Trablusgarb ve Bingâzi’deki halkı İtalyanlar aleyhinde tahrik etmesini ve Osmanlı vapurlarıyla oralara asker ve mühimmat sevk olunduğunu iddia ile 23 Eylül 1911’de verdiği bir ültimatomla Trablus ve Bingâzi’nin boşaltılmasını ve teslim edilmesini istedi. Daha sonra da harb ilân etti. Ciddî bir tedbîr alınmadığı için Trablusgarb’ın elden çıkmasına sebeb olundu. Harb ilânını bildiren ültimatom geldiğinde, İttihâdcıların hâriciye nâzırı, İtalyan sefîri ile satranç oynamakta idi. Sadrâzamlığı sırasında; Çırağan Sarayı yangını, Bâb-ı âlî yangını, Arnavutluk isyânı, Girid’in Yunanistan’a iltihâkı, Trablusgarb’ın İtalyanlarca işgal edilmesi gibi felâketlerin vuku bulduğu Hakkı Paşa, 29 Eylül 1911’de istifa etmek zorunda kaldı. Yerine Âyân reisi Küçük Saîd Paşa sadrâzam oldu. İttihâd ve Terakkî’nin içeride uyguladığı partizan ve baskıcı politika ile dışarıda uyguladığı tavizci politika sebebiyle muhalefet gittikçe fazlalaştı. 1911 yılı başlarında kendi içinde meydana gelen Hizb-i cedîd hareketi de muhalefete katıldı. 21 Kasım 1911’de bütün muhalefet gruplarının ve fırkalarının bir araya gelmesiyle Hürriyet ve İtilâf fırkası kuruldu. Kurulmasından yirmi gün sonra girdiği İstanbul’daki meb’ûs seçiminde başarı göstermesi, İttihâd ve Terakkî’ye karşı muhalefetin güçlendiğini ortaya koydu. Meclis-i meb’ûsândaki hâkimiyetin elinden çıkmakta olduğunu gören İttihâd ve Terakkî, Kânûn-i esâsîde değişiklikler yaparak hükümetin yetkilerini artırmak çabasına girdi. Hükümetle meclis-i meb’ûsânın arası açılınca, meclisde güven oyu alamayan hükümetler ard arda istifa etmek zorunda kaldı. Bu bunalım sebebiyle Meclis-i meb’ûsân feshedilerek tekrar seçime gitme karârı ahndı. “Sopalı seçimler” diye bilinen ve İttihâd ve Terakkî’nin çeşitli tedhiş hareket ve hileleriyle yapılan 1912 seçimlerinde, çoğunluğu yine İttihâd ve Terakkî elde etti. Meclisde ekseriyeti elde eden İttihâd ve Terakkî: hükümete kendi adamlarını getirmek suretiyle baskı rejimini iyice arttırdı. Muhalefetin desteğiyle, ordu içinde İttihâd ve Terakkîye karşı olan subaylar tarafından Halâskârân-ı zâbitân grubu kuruldu. Bu grub, hükümete gizli tehdîd ve baskılar yapınca, 16 Temmuz 1912’de Saîd Paşa sadrâzamlıktan istifa etti. Bu sırada meydana gelen bâzı iç ve dış hâdiseler yüzünden yıpranan ve güçten düşen İttihâd ve Terakkî iktidara tâlib olmayınca, 21 Temmuz’da partilerüstü görünümde olan Gâzi Ahmed Muhtar Paşa hükümeti kuruldu. Aslında İttihâd ve Terakkî’ye karşı bir tepki hükümeti olan Gâzi Ahmed Muhtar Paşa hükümeti bu fırkaya karşı gittikçe sertleşti. Bir bahaneyle Meclis-i meb’ûsânı fesh ettirdi. Bu sırada meclis dışında kalan İttihâd ve Terakkî’nin tahrik ve teşvîkleriyle yapılan gösterilerden sonra Balkan harbi başladı. Ordunun siyâsete sokulması ve subayların İttihâdcı-îtilâfçı olarak ikiye bölünmesi yüzünden Osmanlı ordusu Balkan harbinde bütün cephelerde kısa zamanda yenilgiye uğradı. Osmanlı orduları ancak Çatalca hattında tutunabildiler. Kısa bir müddet sonra Gâzi Ahmed Muhtar Paşa’nın sadrâzamlıktan istifa etmesi üzerine Kâmil Paşa hükümeti kuruldu. Yeni hükümet döneminde Balkan harbinin felâketli neticeleri devam etti. Kâmil Paşa hükümetinin de aleyhinde propaganda yapan İttihâd ve Terakkî, normal yollardan iktidara gelemeyeceğini anlayınca hükümete karşı darbe plânladı. 23 Ocak 1913’de Bâb-ı âlî baskını diye bilinen kanlı bir baskın düzenleyerek iktidara el koydu. Sadrâzam Kâmil Paşa’nın zorla istifa ettirilmesi üzerine, İttihâdcı olan Mahmûd Şevket Paşa sadârete getirildi. Her işte kendi bildiğine göre hareket eden Mahmûd Şevket Paşa da 11 Haziran 1913’de İttihâdçılar tarafından meçhul bir şekilde öldürtüldü. Mahmûd Şevket Paşa’nın ölümünden sonra Saîd Halim Paşa’nın sadrâzam olmasıyla İttihâd ve Terakkî tam iktidar oldu. İttihâd ve Terakkî’ye faal olarak bizzat hizmet eden Saîd Halim Paşa hükümetinin bütün üyeleri ittihâdcı idi. Saîd Halîm Paşa’nın 3 sene 7 ay ve 23 günlük ve bunun yerine gelen Talat Paşa’nın bir buçuk senelik sadâret zamanlarında memleket karmakarışık oldu. Herkes ölüm ve habs korkusu içinde yaşadı. Can, mal ve namus emniyeti kalmadı. İslâm düşmanlığı moda olmaya başladı. Her vilâyette zâlimler, ırz düşmanları türedi. 1914 yılında yapılan seçimleri de kazanan İttihâd ve Terakkî, bir oldu bittiye getirilerek Osmanlı Devleti’ni Harb-i umûmî diye bilinen Birinci Dünyâ harbine soktu. Hiç bir mecburiyet yok iken ve Osmanlı ordusunun güçsüz, silâhsız ve techîzâtsız olduğu bir dönemde Talât, Enver ve Cemâl gibi İttihâd ve Terakkî paşalarının çeşitli hülyâlarıyla girilen savaş; Sina, Irak, Kafkasya ve Çanakkale cephelerinde devam etti. 1914-1918 yılları arasında devam eden Birinci Dünyâ harbinde pek çok vatan toprağı elden gitti; yüz binlerce müslüman-Türk evlâdı şehîd düştü. Savaşın mağlûbiyetle sona ermesi üzerine, 8 Ekim 1918’de sadrâzam Talat Paşa istifa etti. Yerine de Ahmed İzzet Paşa sadrâzamlığa getirildi. Böylece on seneden az bir zaman zarfında sultan Abdülhamîd’den devr alınan üç kıt’aya yayılmış altı yüz senelik koca bir imparatorluğu, korkunç bir ihtiras ve cehalet ile târihin sinesine gömen ve birinci derecede mes’ûl olan İttihâd ve Terakkî, iktidardan uzaklaştı. Şahsî ihtiras ve ikbâl için bir milleti harbe sokarak müslüman-Türk evlâdlarından en az iki milyon kişiyi cephelerde kar ve tipi altında veya kavurucu çöller ortasında çıplak, aç, susuz bırakarak şehîd olmalarına sebeb olan İttihâd ve Terakkî’nin ileri gelenleri, bir kaç milyon kilometre kare olarak devraldığı bir memleketi bir kaç yüz bin kilometre kareye kadar küçülttüler. Bu küçük toprak parçasını da düşman çizmelerinin altında bırakarak kaçtılar. İlk olarak Enver, Talat ve Cemâl paşalar ile doktor Bahaddîn Şâkir, doktor Nâzım, 30 Ekim 1918’de Mondros mütârekesini imza ettikten bir gün sonra gece yarısı koca Osmanlı Devleti’ni yıktıkdan sonra, ihanetlerine bir yenisini ekliyerek kaçtılar. Sultan Abdülhamîd Han’ı tahttan indiren, Trablusgarb’ı İtalyanlara bırakan, çıkardığı kiliseler kanunuyla Balkanlardaki hıristiyanların birlik kurmalarını sağlayan ve Balkanların Osmanlı Devleti’nden kopmasına sebeb olan, Bâb-ı âlî baskınını düzenleyen ve milleti zulüm ve tedhiş ile idare eden, Sarıkamış faciasında on binlerce müslüman-Türk’ün canına kıyan, mecnûnâne bir hareketle Kanal seferini açarak Filistin ve Suriye’de Osmanlı ordusunun ve bu toprakların elden çıkmasına sebeb olan, dört senelik Birinci Dünyâ harbi müddetince Anadolu’da halkı; açlık, sussuzluk, yokluk içinde inleten İttihâd ve Terakkî ileri gelenlerinden Enver Paşa Türkistan’da, Talat Paşa Berlin’de, Cemâl Paşa da Tiflis’de işbirlikçileri ve müslüman Türk’e tercih ettikleri ermeniler tarafından öldürüldüler. İlk önce gizli bir cemiyet şeklinde kurulup, yurt içinde ve yurd dışında teşkilâtlanan, Abdülhamîd Han’ı tahttan indirmek için Osmanlı ve İslâm düşmanlarıyla işbirliği yaparak komitacılık faaliyetlerinde bulunan İttihâd ve Terakkî, 1908 ile 1918 arasında yapılan seçimlerden 1908, 1912 ve 1914 senelerinde yapılan üç genel seçimi kazandı. İlk zamanlar Osmanlıcı ve İttihâd-ı anâsırcı bir çizgi izlediği ve daha sonraki dönemlerde, bünyesinde Türk olmayanlara yer verdiği hâlde, Türkçü ve milliyetçi bir çizgi tâkib eder göründü. Doğrudan cemiyete âid ve bağlı gazeteler olarak Selânik’de çıkan İttihâd ve Terakkî, Hürriyet, Rumeli, İstanbul’da yayınlanan Tanin ile Şûrâ-yı ümmet gazetelerinin yanında bağımsız fakat İttihâd ve Terakkî’nin destekçisi Hüviyetindeki Tasvîr-i Efkâr, Tercümân-ı Hakikat gazeteleri ile fırkaya eğilimli İstiklâl, Hak, Hâdisât, Vakit gazeteleri yanında Kalem, Karagöz ve haftalık Şûrâ-yı ümmet gibi mîzâh gazeteleri; Türkçülere âid yayın organlarından; Türk Yurdu, İslâm mecmuası, Yeni mecmua İttihâd ve Terakkî’nin fikirlerini desteklediler. Talat, Saîd Halîm, Enver, Cemâl, Halil ve Nuri paşalar, Babanzâde İsmâil Hakkı, Seyid, Hacı Âdil, İsmâil Hakkı, Hüseyin Câhid (Yalçın), Ahmed Rızâ, Halil (Menteşe), Ziya (Gökâlp), Midhat Şükrü (Bleda), Ömer Nâci, Ahmed Şükrü, Dr. Nâzım, Câvit, Bahaddîn Şâkir, (Kara) Kemâl, (Küçük) Talat beyler ve Hâfız İbrâhim, Emrullah, Hayri, şeyhülislâm Mûsâ Kâzım efendilerle Emanoel Karaso ve Hallaçyan gibileri İttihâd ve Terakkî’nin ileri gelen elemanlarındandı. On seneye yakın bir müddet iktidarda kalan, koskoca Osmanlı Devleti’nin yağma edilmesine sebeb olan İttihâd ve Terakkî’nin son kongresi, Birinci Dünyâ harbinin mağlûbiyetle bitmesinden sonra 14 Kasım 1918’de toplandı. Bu kongrede kendini feshederek, târihe karıştığını ilân etti. Bâzı İttihâdçılar birleşerek Teceddüd fırkasını kurdular. Resmî ve kânûnî olarak târihe karışan İttihâd ve Terakkî’nin mensubları kendilerine yeni yollar aramaya devam ettiler. Daha sonra İttihâdcılara karşı sert tedbirler alındı. Kurulan Dîvân-ı harb-i örfî tarafından yargılandılar. Tevfik Paşa hükümetince, İttihâd ve Terakkî’nin mallarına el kondu. Bir kısım malları ise Teceddüt fırkasına devredildi. Yurt dışına kaçanların gıyaben cezalandırılmaları sırasında bir kısmı da mahkûm edilerek Bekirağa bölüğüne habs edildiler. Daha sonra da Malta’ya sürüldüler. Ancak Müdâfaa-i Hukuk cemiyetleri olarak fiilen istiklâl savaşı sırasında faaliyet gösterdiler. Partizanlık, mizaçları hâline geldiği için, millet düşmanla çarpışırken onlar siyâsî hesap peşindeydiler. Cemiyetleri yok oldu ise de, geride zihniyetleri kaldı. Ülkedeki halk düşmanlığı, bölücülük, jurnalcilik hastalıkları, İttihadçıların cemiyetimize adapte ettiği kötü örneklerden sâdece bir kaçıdır. Cemiyet; kuruluş, teşkilatlanması ve faaliyet bakımından farklı özellikler taşıyordu. Abdülhamîd Han’a karşı gizli olarak kurulan cemiyetin yöneticilerinin çoğu masondu. Cemiyeti yöneten merkez-i umûmî (genel merkez), üyesi yedi kişinin kimlikleri, meşrûtiyet îlân edildikten sonra bile açıklanmadı. Üyeler, masonların merasimlerine benzer usûllerle cemiyete alınırdı. Rehber üyelerce tavsiye edilen ve uygun görülen kişiler, Tahlif hey’eti (yemin kurulu) önünde yemîn ederlerdi. Hey’et başkanı, önce cemiyetin gayesini, cemiyet üyeliğinin taşıdığı sorumluluğu aday üyeye anlatır, sonra merkez-i umûmînin hazırladığı yemîni okurdu. Aday üye, inandığı dînin kutsal kitabına, hançer ve tabanca üzerine el basarak yemini tekrarlardı. Cemiyete giren üye, teşkilâtın gayesi uğruna gerektiğinde canını fedaya hazır olduğunu bu yeminle kabul ediyordu. Ayrıca cemiyetin vereceği özel görevleri yerine getirmek için fedaî şubeleri kurulmuştu. Fedaîler görev sırasında öldükleri takdirde, cemiyet, ailelerine bakmayı taahhüt ediyordu. Cemiyetin amaçlarına aykırı hareket eden üyeler için merkez hey’etleri, yargıç kurulları gibi yargılama yaparlar ve suçluyu cezalandırırlardı. Cinayetten hüküm giyenler ölüm cezasına çarptırılırdı. 1) Siyâsî Partiler (T. Zafer Tunaya); cild-1, sh. 21, cild-2, sh. 51, 52 2) İnkılâb Târihimiz ve İttihâd Terakkî (A. Bedevî Kuran) 3) İttihâd Terakkî ve Jön Türkler (Şükrü Hanioğlu) 4) İttihâd ve Terakkî 1908-1912 (Firûz Ahmed, İstanbul 1988) 5) The Young Türks Prelude to the Revolution of 1908 (Ramsaur) 6) Eshâb-ı Kiram; sh. 135 7) İttihâd ve Terakkî içinde dönenler (S.N. Tansu) 8) Rehber Ansiklopedisi; cild-9, sh. 21 İZZET MOLLA (Bkz. Keçecizâde İzzet Molla) JÖN TÜRKLER On dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısından itibaren, Osmanlı Devleti’nde batı tarzı idare ve fikirlerin gelişmesi için çalışan kimselere verilen ad. “Yeni Osmanlılar” ve “Genç Türkler” de denilen bu kimseler için, ilk defa Mısırlı Mustafa Fâzıl Paşa, bir Fransız gazetesine yazdığı mektubda, Fransızların aşırılık tarafdârı olanlar için kullandıkları “Jeunes Frances” tâbirine benzeterek “Jeunes Turcs” tâbirini kullanmıştır. Bu tâbir daha sonra Nâmık Kemâl ve Ali Süâvî tarafından da benimsenerek Türkçe telaffuzu olan Jön Türkler şeklinde kullanılmıştır. Böylece Türkçe’ye yerleşen tâbir, hükümete karşı olan bütün ihtilâlcilerin ortak adı olmuştur. Avrupa’da rönesans hareketlerinin neticesi olarak, ortaya çıkan bâzı ilmî ve teknik gelişmeler, Osmanlı Devleti tarafından da tâkib edilmeye başlandı. On sekizinci yüzyıldan itibaren, Avrupa’da meydana gelen bu ilmî ve teknik gelişmeleri öğrenmek ve tatbiki mümkün olanları almak üzere hey’etler gönderildi. Daha çok askerî sahada meydana gelen teknik gelişmeler alınarak uygulamaya konuldu. Bu sırada Macar asıllı mühtedî İbrâhim Müteferrika tarafından ilk matbaa kuruldu. Avrupa ile olan bu alışverişler kültürel ve sosyal hayat üzerinde de etkili olmaya başladı. Sultan birinci Mahmûd Han devrinde askerî ve idâri sahada bâzı yenilikler yapıldı. Sultan birinci Abdülhamîd Han devrinde de yeniliklere devam edildi. Sultan üçüncü Selîm Han zamanında bilhassa askerî sahada zamanın îcablarına göre köklü yenilikler yapıldı. Nizâm-ı Cedîd adı verilen askerî teşkîlât kuruldu. Siyâsî, idâri, mâlî ve iktisadî konularda da bâzı yenilikler yapan üçüncü Selîm Han, Kabakçı Mustafa isyânı neticesinde tahttan indirilip şehîd edildi. Üçüncü Selîm Han’dan sonra pâdişâh olan ikinci Mahmûd Han-ı Adlî zamânında da yenilik hareketleri devam etti. 1826’da asıl gayesinden uzaklaşıp, bir ihtilâl ve anarşi yuvası hâline gelen yeniçeri ocağı kaldırılarak Asâkir-i mansûre-i Muhammediyye adlı yeni bir ordu kuruldu. İlmî ve teknik gelişmeleri öğrenmek için Avrupa’ya talebe gönderilmeye tekrar başlandı. Osmanlı Devleti’nin parçalanma ve yıkılmasını plânlayan hıristiyân Avrupa devletleri, tahsil için Avrupa’ya gönderilen bu talebeleri ve Osmanlı devlet adamlarını elde ederek kendi plânlarına uygun şekle getirmeye çalıştılar. Paris ve Londra büyükelçiliklerinde bulunan batı kültürü hayranı, İslâmî bilgilerden uzak yetişen Mustafa Reşîd Paşa’yı aldatarak mason yaptılar. Tahsîl için giden talebeler de Osmanlı Devleti’nin parçalanmasına ve yıkılmasına yönelik Avrupai fikirlerin te’sîrinde kaldılar. Sultan İkinci Mahmûd Han, Mustafa Reşîd Paşa’nın ihanetini görerek idamını emrettiyse de ömrü vefâ etmedi. Pâdişâh’ın vefâtından sonra İstanbul’a dönen Mustafa Reşid Paşa ve arkadaşları, İngilizlerin isteği doğrultusunda hazırladıkları Tanzîmât fermanını bir hileyle sultan İkinci Mahmûd’un yerine geçen on sekiz yaşındaki genç ve tecrübesiz pâdişâh Abdülmecîd Han’a tasdik ettirerek 1839’da ilân ettiler (Bkz. Tanzîmât). Garblılaşmak ve yenilik adıyla ileri sürülen ve gayr-i müslimlere yeni haklar tanıyan bu ferman müslüman ahâlî tarafından tepki ve nefretle karşılandı. Tanzîmât fermânıyla yeni imtiyazlar kazanmakla beraber, memnun da olmayan gayr-i müslim tebea, Rusya ile batılı devletlerin de tahriki netîcesinde temeli Fransız ihtilaliyle atılan milliyetçilik hareketlerine kalkıştılar. Sadrâzam olan Mustafa Reşîd Paşa iş başına gelir gelmez, büyük şehirlerde mason locaları açtırdı. Gençleri din câhili, İslâm düşmanı olarak yetiştirmeye gayret etti. Masonları işbaşına getirdi. Mustafa Reşîd Paşa’dan sonra sadrâzam olan Alî Paşa da İngiliz ve Fransız elçileriyle birlikte hazırladığı Tanzîmât fermanından daha fazla tâvizleri ihtiva eden Islâhat fermanını uygulamaya koydu (Bkz. Islâhat Fermanı). Bu dönemde garb modası, Avrupa’nın âdet ve gelenekleri İstanbul’da yaygın bir hâl aldı. İngiliz kışkırtma ve desteğiyle açılan 1853-1856 Kırım harbi, devleti zor durumda bıraktı. Avrupa’dan borç almak durumuna gelindi. O günden sonra devlet, borç ve sıkıntılardan kurtulamadı. Sultan Abdülmecîd Han’ın vefâtından sonra pâdişâh olan Abdülazîz Han, Avrupalıların ilim ve tekniği dışındaki örf, âdet ve geleneklerinin alınmasına karşı çıktı. İlmî ve teknik gelişmelerin öğrenilmesi ve tâkib edilmesi için, önceki pâdişâhlar döneminde başlatılan Avrupa’ya ilim tahsili için talebe göndermeye devam etti. Tahsîl için gönderilen Türk İslâm kültüründen mahrum bu gençler, gönderiliş maksadlarını unutarak garblıların âdet ve gelenekleri ile Osmanlı Devleti’ni yıkmaya yönelik bozuk fikirlerinin te’sirinde kaldılar. Tanzîmât hareketlerini yeterli görmeyip, devletin mevcut sisteminin değiştirilip meşrutî sisteme geçilmesini istediler. Böylece Jön Türk (Yeni Osmanlılar) hareketi ortaya çıktı. Şinâsî, Nâmık Kemâl ve arkadaşları, çıkarttıkları Tasvîr-i Efkâr ve Tercümân-ı Ahvâl gazetelerinde pâdişâhı ve Bâb-ı âlî hükümetlerinin icrâatlarını dolaylı olarak tenkîd ettiler. 1865 yılı Haziran ayı içerisinde de altı kişilik bir grup hâlinde toplanarak İttifâk-ı hamiyyet adında gizli bir dernek kurdular. Tanzîmâtçılardan Âlî ve Fuâd paşaları ülkede meşrûtiyetin kurulmasında en büyük engel gören Sağır Ahmed Bey’in oğlu Mehmed, reji komiseri Nuri, Kayazâde Reşâd, Subhi Pazaşâzade Âyetullah ve Nâmık Kemâl tarafından, İbn-ül-Emîn’e göre; Mustafa Fâzıl Paşa’nın da yardımıyla kurulan, daha sonra Yeni Osmanlılar adını alan cemiyet, İtalyan Karbonari (Carbonari) teşkilâtının programını benimsedi. Fikrî liderliğini Şinâsî’nin yaptığı cemiyetin esas lideri ise Mehmed Bey idi. 1865’de Şinâsî’nin Paris’e kaçması üzerine cemiyetin fikrî liderliğine Nâmık Kemâl getirildi. İlk toplantı Sağır Ahmed Bey’in yalısında yapıldı. Daha sonra Ziya Paşa, Ali Süâvî, EbüzZiyâ Tevfik, Mir’ât mecmuası sahibi ve Agâh Efendi’nin de üyeleri arasına girdiği cemiyet hızla büyüdü ve kısa bir müddet içinde, üye sayısı 245’e yükseldi. Vezirler, askerler ve edebiyatçılardan girenler hayli fazla idi. Bunların gayesi; Âlî Paşa’nın şahsî, ağır ve ezici politikasına nihayet vermek ve devletde hür bir idare te’sis eylemek” idi. Bunun için önce Âlî Paşa’yı devirecekler, sonra da yerine, yeni usûlü kabul edecek, hürriyet esâslarına bağlı bir şahsı getireceklerdi. Bu gayelerini tahakkuk ettirmekde, Âlî Paşa hâriç; Fuâd Paşa, Şirvânîzâde Rüşdî Paşa, Mısırlı Sami Paşa, Yûsuf Kâmil Paşa, Midhat Paşa gibi devletin ileri gelenlerinden yardım umuyorlardı. Abdurrahmân Şeref Efendi’nin bildirdiğine göre; cemiyet hâlini alan bu gençler, yeni kabineyi terkîb edecek zevatı tâyin eylemek üzere, bir gün Ayasofya Câmii’nde toplanmışlar; nezâretlere, münevver (aydın), dürüst insanları aday göstermişler, fakat Âlî Paşa’nın yerine getirilecek şahısta anlaşamamışlardı. Necîb Paşa’nın torunu ve Sağır Ahmed Bey’in oğlu olan Mehmed Bey, amcası Mahmûd Nedîm Paşa’nın sadârete getirilmesi üzerinde ısrar etmiş, ancak diğerleri bu makama Ahmed Vefik Efendi’yi lâyık görmüşlerdi. Ayasofya toplantısından sonra, hükümet durumu haber alıp, takibata girişti. Cemiyetin ileri gelenlerinden bâzıları Mahmudiye gemisinde tevkîf edildi. Bunun üzerine Yeni Osmanlılardan bâzıları Avrupa’ya kaçarak pâdişâh ve Bâb-ı âlî hükümetleri aleyhinde faaliyet göstermeye başladılar. Hindistan ve Uzakdoğu ile Kuzey Afrika taraflarındaki müslüman topraklarını işgal eden İngiltere ve Fransa gibi sömürgeci devletler de, kurulu Osmanlı düzenine ve Abdülazîz Han’a karşı gelişen bu hareketi memnuniyetle desteklemekten geri durmadılar. Büyük devletlerin Osmanlı Devleti içindeki hıristiyan azınlıkların her işine karışmaları ve devleti zor duruma sokmaları üzerine Abdülazîz Han da, diğer devletlerin hâkimiyetinde olan müslümanlara daha çok destek verip teşkilâtlandırmaya başladı. Mısır hıdivi İsmâil Paşa veraset usûlünü değiştirerek kardeşi Mustafa Fâzıl Paşa’yı bütün haklarından mahrum edince, ikbâl küskünü olan Mustafa Fâzıl” Paşa, Abdülazîz Han’la, Alî ve Fuâd paşalara karşı düşman kesilerek intikam almak için Avrupa’daki Yeni Osmanlıların arasına katılıp maddî ve manevî bakımından onları destekledi. Paris’e gelir gelmez yeni Osmanlılar tarafından çıkarılan Liberte gazetesinde sultan Abdülazîz Han’a hitaben Fransızca bir açık mektup yayınladı. Mektubunda devletin durumu konusunda bâzı açıklamalar yaptı ve çeşitli reformların yapılmasını, meşrutî sisteme geçilmesini teklif etti. Etrafını almış olan devlet ileri gelenlerinden Âlî ve Fuâd paşaların hâin ve bilgisiz kimseler olduğunu ileri sürdü. Nâmık Kemâl, Ebüz-Ziyâ Tevfik ve Sâdullah beyler tarafından Türkçe’ye tercüme edilerek Tasvîr-i Efkâr gazetesi idarecileri tarafından çok sayıda basılarak dağıtılan mektup, Yeni Osmanlılar cemiyeti mensûbları arasında büyük heyecan uyandırdı. Yurt içindeki ve dışındaki Jön Türkleri kendi siyâsî geleceği için tehlikeli gören Âlî Paşa, bu mektubu bahane ederek harekete geçti. Âlî kararnamesini çıkararak basına sansür koydu. Jön Türklerin liderlerinden olan Ali Süâvî Kastamonu’ya gönderilirken, Nâmık Kemâl ve Ziya Paşa da taşra me’mûriyetlerine tâyin edildiler. Bu sırada Mustafa Fâzıl Paşa çevirdiği bâzı karanlık işler dolayısiyle, Fransa’da yayınlanan Le Nord gazetesinde hakkında çıkan bir haberi tekzîb için yazdığı mektupda, Jeunes turcs (Jön Türk) tâbirini kullandı. Mektup İstanbul’da Fransızca olarak yayınlanan Courrier d’Orient gazetesinde neşr edildi. 21 Şubat 1867 tarihli Muhbir gazetesinde Türkçe’ye çevrilen mektupda geçen ve Yeni Osmanlılar karşılığı olarak kullanılan Jön Türk adı, Ali Süâvî ve Nâmık Kemâl tarafından de benimsendi. Bu tâbir uzun müddet Osmanlı topraklarındaki ihtilâlcilerin ortak adı olarak kaldı. Âlî Paşa’nın Jön Türklere karşı giriştiği hareketi haber alan ve büyük servet sahibi olan Mustafa Fazıl Paşa, Jön Türklerin liderlerini Paris’e çağırdı. Mayıs 1867’de bir Fransız vapuruyla İstanbul’dan ayrılan Jön Türkler Paris’e gittiler. Böylece Yeni Osmanlılar cemiyeti, Paris’e taşındı. Paris elçiliği me’mûrlarından Kani Paşazade Râfet Bey de onlarla işbirliği yaptı. Sürgün edildiği Kastamonu’dan kaçan Ali Süâvî de, Paris’te onlara katıldı. Daha sonra da Londra’ya giderek, 31 Ağustos 1867’de Muhbir gazetesini neşretti. Mustafa Fâzıl Paşa’nın maddî desteğiyle Avrupa’da geniş bir yayın faaliyetine girişen Jön Türkler, biri sönüp diğeri açılan ve sayıları gittikçe çoğalan gazete ve dergilerinde, mükemmel bir fikir sisteminin ifâdesi ve îzâhından ziyâde belli başlı bir kaç nokta üzerinde durdular, hep aynı şeyleri tekrarladılar. Nâmık Kemâl, Ali Süâvî, Ziya Paşa gibi meşhur isimlerin kalemleri ile dile getirdikleri bu fikirler; Osmanlı Devleti’ne meşrûtiyet idâresinin getirilmesi ve bütün azınlıklara Avrupai tarzda hak ve hürriyet verilmesi şeklinde özetlenebilir. Jön Türkler hareketi içinde zamanla görüş ayrılıkları ortaya çıktı. Bir kısmı ihtilâl ve kanlı mücâdele tarafdârı idiler. Bâzıları da fikrî mücâdeleye devam edilmesini ve din ve devlet işlerinin birlikte yürütülmesini istiyordu. Ali Süâvî ve Mustafa Fâzıl Paşa birinci kısımda, Nâmık Kemâl ve Ziya Paşa ise ikinci kısımda yer aldı. Bu görüş ayrılıkları sebebiyle diğerlerinden ayrılan Ali Süâvî, Londra’da çıkardığı Muhbir gazetesinde görüşlerini açıkladı. Nâmık Kemâl, Ziya Paşa ve arkadaşları ise, Jön Türklerin resmî yayın organı hüviyetinde olan Hürriyet gazetesini Paris’te 29 Haziran 1868’de çıkarmaya başladılar. Bu gazete ile görüşlerini anlattılar. Londra’daki Muhbir gazetesi kapanan Ali Süâvî, Paris’e gelerek Ulûm gazetesini çıkarmaya başladı. Sultan Abdülazîz Han 1867 senesinde Fransa ve İngiltere ziyaretleri esnasında Jön Türklerin bâzı ileri gelenleriyle görüştü. Pâdişâh’tan af dileyen ve kendisine nâzırlık verilen Mustafa Fâzıl Paşa’nın maksadına kavuşup aralarından ayrılması ve Osmanlı Devleti’y’e dost geçinmek isteyen Fransa ve İngiltere hükümetlerinin nezdinde itibârları kalmaması sebebiyle Jön Türkler iyice parçalandılar. Neticede baştan beri süre gelen anlaşmazlıklar, daha da artarak küçük grublara ayrıldılar. 1870 senesi sonlarında Nâmık Kemâl, aracılar yoluyla sadrâzam Alî Paşa ile barışarak İstanbul’a döndü. Eylül 1871’de Âlî Paşa’nın ölümünden sonra diğer Jön Türkler de yurda dönmek için hazırlığa başladılar. 1871 ve 1872 seneleri içinde Ali Süâvî ve Mehmed Bey dışındaki Jön Türkler de İstanbul’a döndüler. Bir Kısmı Pâdişâh’dan özür dileyerek devlet kademelerinde vazîfe aldılar. Bâzıları da yayıncılık faâliyetlerine devam ettiler. Nâmık Kemâl, Haziran 1872’de İbret gazetesini çıkardı. Başyazarlığını yaptığı İbret gazetesinde Pâdişâh’a ve Bâb-ı âlî’ye yönelik tenkidleri ve Vatan yâhud Silistre piyesinin oynanması sırasında başgösteren olaylar ürerine 1873’de Kıbrıs’a sürgün edildi. Bu sırada Jön Türklerden bâzıları tutuklandı. Nûrî ve Hakkı beyler Akka’ya, Ahmed Midhat Efendi ile Tevfik beyler ise, Rodos’a sürüldüler. Bütün bunlara rağmen Jön Türklerin bir kısmı gizli faaliyetlerine devam ederek Midhat Paşa’nın etrafında toplandılar. Mayıs 1876’da sultan Abdülazîz Han’ın tahttan indirilmesinden sonra sultan beşinci Murâd tahta geçince, idareye hâkim olan Şûrâ-yı devlet reisi Midhat Paşa, serasker Hüseyin Avni Paşa, harbiye kumandanı Süleymân Paşa gibi kimseler Jön Türkleri sürgünden çağırıp çeşitli vazifeler verdiler. Kıbrıs’tan çağrılan Nâmık Kemâl, Pâdişâh’ın özel kâtipliğine, Sâdullah Bey ise, mâbeyn başkâtipliğine getirildi. Jön Türklerin yeni pâdişâhdan memnunlukları uzun sürmedi. Rahatsızlığı sebebiyle tahttan indirilen beşinci Murâd’ın yerine pâdişâh olan sultan İkinci Abdülhamîd Han Meşrûtiyet’i ilân etti. Birinci Meşrûtiyetin verdiği serbestlik havasından istifâde eden Jön Türkler (Yeni Osmanlılar) cemiyeti bâzı zararlı faaliyetlerde bulundukları için, sultan İkinci Abdülhamîd Han tarafından kapatıldı. Böylece kaybolup giden Jön Türkler hareketinin birinci devre faaliyeti sona erdi. Osmanlı Devleti’nin parçalanmasını ve yıkılmasını isteyen hırîstiyan Avrupa devletleri ve Osmanlı hakimiyetindeki azınlıklarla işbirliği içinde bulunan ve faaliyetleri yasaklanan Jön Türkler, çeşitli sebeplerle tekrar Avrupa’ya kaçtılar. Yurt içinde ve dışında çeşitli gizli cemiyetler kurarak ve sayıları yüze varan dergi ve gazete çıkararak sultan İkinci Abdülhamîd Han’ın şahsında Osmanlı Devleti’ne karşı kesif bir propagandaya giriştiler. Fransız ve İngiliz hükümet çevreleriyle sıkı bir işbirliği kurarak destek gördüler. Sultan beşinci Murâd’ı tekrar tahta geçirmek için gayret sarf ettiler. Ali Süâvî, Filibeli muhacirlerden etrafına topladığı kalabalık bir grupla 19 Mayıs 1878’de Çırağan Sarayı baskınını düzenledi. Çırağan Sarayı’nda bulunan sultan beşinci Murâd’ı sultan Abdülhamîd Han’ın yerine tahta geçirecekti. Beşiktaş inzibat işleri ile görevli mirliva Hasan Paşa, topladığı askerlerle isyâncıların üzerine yürüdü. Bu baskın sırasında Ali Süâvî ve adamlarından 21 kişi öldürüldü, 17 kişi de yaralandı. Sağ olarak ele geçenler de dîvân-ı harbe sevk edilerek çeşitli cezalara çarptırıldılar (Bkz. Çırağan Vak’ası). Sultan Abdülhamîd Han’ın tahttan indirilmesi için masonlarla ve diğer hıristiyan Avrupa devletleriyle işbirliği yapan Jön Türkler, çeşitli gizli komplolar düzenlemeye devam ettiler. Çengelköy mason locasının üstâd-ı âzamı olan ve İstanbul’da yaşayan Yunan uyruklu Kleanti Skaliyeri, Alman ve İngiliz mason localarının nüfuzlarını kullanarak İstanbul’daki Alman ve İngiliz elçilerini beşinci Murâd lehinde müdâhalede bulunmaya çağırdı. Fakat bu teşebbüsleri sonuç alamadı. Bu arada gizli komiteler kuran Jön Türkler, sultan İkinci Abdülhamîd Han aleyhindeki gizli faaliyetlerine devam ettiler. Kleanti Skaliyeri evkaf teftiş kurulu me’mûrlarından Azîz Bey ve devlet şûrasının eski me’mûrlarından ve Nâmık Kemâl’in dostu olan Ali Şefkatî’nin kurduğu komiteye girdi. Bu komite de çeşitli darbe plânları hazırladı. Devletin istihbarat teşkilâtının bu komitenin çirkin plânını tesbit etmesi üzerine, komite üyeleri komite karargâhının bulunduğu Azîz Bey’in evinde basıldılar. Skaliyeri, Nakşibend Kalfa ve Ali Şefkatî gibi kimseler kaçmayı başardılar. Yakalananlar tutuklanarak çeşitli cezalara çarptırıldılar. Diğer Jön Türkler gibi Avrupa’ya kaçan Ali Şefkatî, 1879-1881 yılları arasında Napoli ve Cenevre’de İstikbâl gazetesini çıkartarak gizli yollardan İstanbul’daki Tıbbiye talebelerine gönderdi. Avrupa’ya gönderdiği sürgünden döndükten sonra, sultan Abdülazîz Han’ın ölümüyle ilgili olduğu için, cezalandırılan Midhat Paşa’nın 1881’de Taife sürülmesi üzerine, İstanbul’daki Askeri idâdî talebelerinden Nedim, Saîd ve Cemâl Bey ismindeki arkadaşları çıkardıkları Sadâkat gazetesinde Midhat Paşa’nın sürgüne gönderilmesinin Kânûn-i esâsîye aykırı olduğunu iddia ettiler. Hilmi Hakkı Bey de, Cür’et gazetesini çıkararak Jön Türklerin fikirlerinin savunuculuğunu yaptı. Ali Şefkatî’nin 1889’da Paris’te ölümü üzerine, Bursa Maârif müdürü iken Fransa ihtilâlinin yüzüncü yıl dönümü’sebebiyle Paris’te açılan meşhur sergiyi gezmek üzere Avrupa’ya giden Ahmed Rızâ, yurda dönmeyip Jön Türklere lider oldu ve kısa zamanda meşhûrlaştı. 1890 yılında İstanbul’da Mîzâncı Murâd tarafından çıkartılan Mîzân gazetesinde de Jön Türklerin meşrutiyetçi fikirleri işlendi. Daha sonra gazetesi kapatılan Mizancı Murâd, Mısır’a oradan da Avrupa’ya giderek Jön Türkler arasına katıldı ve Abdülhamîd Han’ı tahttan indirmeye yönelik faaliyetlere devam etti. Bu sırada İstanbul’daki Askerî Tıbbiye talebeleri daha sonra İttihâd ve Terakkî adını alacak plan gizli İttihâd-i Osmânî cemiyetini kurdular. Her birisi Jön Türklerden olan bu genç talebelerin faaliyetleri tesbit edilince 1895’den sonra çeşitli yerlere sürgüne gönderildiler. Aralarından bâzıları Mısır’a ve Avrupa’ya kaçarak Osmanlı Devleti’ne ve sultan İkinci Abdülhamîd Han’a karşı faaliyetlerini sürdürdüler. Fakat benimsedikleri fikirler yönünden çeşitli grublara ayrıldılar. Sultan Abdülhamîd Han tarafından Avrupa’ya gönderilen, serhâfiye Ahmed Celâleddîn Paşa’nın yaptığı gizli çalışmalar neticesinde, büyük bir kısmı ikna olarak ve muhalefetten çekilerek İstanbul’a döndüler. Bunlar arasında Cenevre grubu lideri Mîzâncı Murâd da vardı. Ahmed Rızâ’nın etrafında toplananlar ise, yurda dönmeyerek ısrarla faaliyetlerine devam ettiler. Çıkardıkları çeşitli gazetelerle asılsız propagandalar yaptılar. Sultan İkinci Abdülhamîd Han’dan beklediği ilgiyi göremeyen Dâmâd Mahmûd Celâleddîn Paşa, 1899 yılında iki oğlu prens Sebahaddîn ve Lütfullah beylerle Avrupa’ya kaçtı. Hiç bir ideâle dayanmadan, sâdece sultan İkinci Abdülhamîd Han’ın îtimâd ve teveccühünü kaybettiği için Avrupa’ya kaçan Ali Kemâl gibi gençler de Jön Türklere katıldı. Böylece biraz canlanır gibi görünen Jön Türkler hareketi içindeki görüş ayrılıkları da fazlalaştı. Fakat ortak gayeleri sultan Abdülhamîd’e karşı muhalefetti. Bunu, çıkardıkları çeşitli gazetelerde açıkça ortaya koyup işlediler. Jön Türkler 95 Türkçe, 8 Arapça, 12 Fransızca olmak üzere toplam 115 gazete çıkardılar. 4 Şubat 1902’de ermeni ve rum temsilcilerin de katıldığı birinci Jön Türkler kongresi Paris’de toplandı ve içlerinde pek az Türk vardı. Bu kongrede sultan Abdülhamîd Han’a karşı mücâdelede tâkib edilecek yol ile ilgili görüş ayrılıkları ortaya çıktı. Jön Türklerden bir kısmı Ahmed Rızâ’nın etrafında toplanarak Meşveret gazetesini çıkardılar. Osmanlı Terakkî ve İttihâd cemiyeti adıyla ayrıldılar. Prens Sebahaddîn ve arkadaşları ise, Teşebbüs-i Şahsî ve Adem-i Merkeziyet cemiyetini kurup Terakkî gazetesini çıkardılar. Bundan sonra, Jön Türkler, birbirlerini itham etmeye başladılar. Bir taraftan da tarafdâr kazanmak için program ve fikirlerini yaymaya çalıştılar. Rumeli’de ve Osmanlı ülkesinin bâzı merkezlerinde de şubeler açan İttihâd ve Terakkî cemiyeti, kendisini batı dünyâsında Jön Türklerin temsilcisi olarak tanıttı. Sultan Abdülhamîd Han’ı tahttan indirmeyi gaye edinen Jön Türkleri bünyesinde toplayan ve Osmanlı Devleti’nin parçalanması ve yıkılmasını isteyen çeşitli unsurlarla işbirliği yapan İttihâd ve Terakkî, komitacılık faaliyetlerine girişti. 28-29 Aralık 1907’de yine Paris’te toplanan ikinci Jön Türk kongresine, İttihâd ve Terakkî, prens Sebahaddîn’in Teşebbüs-i Şahsî ve Adem-i merkeziyet cemiyetleri ile birlikte ermeni Taşnaksütyûn komitesi de katıldı. Kendi aralarında birlik olmamasından yakınan Jön Türkler, kongrede Osmanıl Devleti ve sultan İkinci Abdülhamîd Han aleyhinde ağır ithamlarda bulundular. Neticede Osmanlı Devleti aleyhinde olan İran meb’usan meclisine dostluk telgrafı çekilmesine, Makedonya’daki Rum, Bulgar v.s. çetelerinin devlete karşı olan isyânlarının desteklenmesine, diğer gizli cemiyetlerin birleştirilerek ihtilâlci yayınlar yapılmasına karar verildi. Birisi Paris’te, ikincisi Selanik’te olmak üzere iki merkez-i umûmîsi olan İttihâd ve Terakkî bünyesinde teşkilâtlanan Jön Türkler, Rumeli’de çeşitli tedhiş ve terör faaliyetlerine giriştiler. Bulundukları bölgelerde Osmanlı devletine karşı olan gayr-i müslim ve Türk olmayan unsurlarla da işbirliği yaparak müslüman ahâliyi sultan İkinci Abdülhamîd Han’a karşı ayaklandırmaya çalıştılar. Ordu içindeki subaylardan da destek görerek tedhiş ve isyân hareketlerini bastırmak üzere gönderilen ordu birliklerine karşı silâhlı mücâdeleye giriştiler. Hareketleri bastırmak üzere gönderilen Şemsi Paşa, 7 Temmuz 1908’de Pâdişâh’a son raporunu bildirmek üzere girdiği manastır postahânesinden çıkarken komitacılar tarafından öldürüldü. Jön Türklerin teşvik ve tahrikleriyle meydanlara toplanan ahâlî, hürriyet ve meşrûtiyet isteğiyle gösteriler yaptı. Durumun nazikliğini gören ve kardeş kanının dökülmesini istemeyen sultan İkinci Abdülhamîd Han, Kânûn-i esâsîyi yürürlüğe koydu ve 23 Temmuz 1908’de meşrûtiyeti îlân etti. İkinci Meşrûtiyetin îlânından sonra yurda dönen Jön Türkler, çeşitli vazifelere getirildiler. Avrupa’dan dönen Prens Sebahaddîn grubu Jön Türkler, İttihâd ve Terakkî grubuyla birlikte hareket etmeyi reddederek ayrıldı. Teşebbüs-i Şahsî ve Adem-i Merkeziyet cemiyeti olarak faaliyet gösteren prens Sebahaddîn grubu Jön Türkler, İttihâd ve Terakkî’ye karşı mücâdele verdiler. 14 Eylül 1908’de kurulan Ahrâr fırkasının kurulmasını desteklediler (Bkz. Fırkalar). Meşrûtiyetin îlânından sonra iktidara gelen İttihâd ve Terakkî meb’usları, ilk zamanlar hükümetler üzerinde baskı kurarak iktidarlarını sürdürdüler. Sultan İkinci Abdülhamîd Han’ı tahttan indirdiler. Daha sonra da fiilen hükümette vazîfe alarak Osmanlı Devleti’ni çeşitli badirelere sürüklediler (Bkz. İttihâd ve Terakkî). İttihâd ve Terakkî dışında kalan Jön Türkler de çeşitli siyâsî fırkalar (partiler) kurup gazeteler çıkararak, İttihâd ve Terakkî’ye karşı muhalefeti sürdürdüler. Jön Türklerin uzun yıllar devam eden faaliyetlerinde ön plânda meşrûtiyet ve hürriyet fikirleri görülüyorsa da, her grup veya şahsın ayrı ayrı maksâdları vardı. Azınlıklar; istiklâl, hiç değilse muhtariyet elde etmek, şahıslar ise; şahsî hırs ve arzularını gerçekleştirmek peşindeydiler. Bunları destekleyen devletlerin gayesi de Osmanlı’yı zayıf düşürerek kendi emelleri doğrultusunda kullanmaktı. Meşrûtiyet, hürriyet gibi kelimelerin cazibesinden ve moda hâline getirilmesinden dolayı bilhassa batı kültürü ile yetişmiş, veya bu kültürün hayranı olanlar tarafından bir zamanlar medhedilen Jön Türkler hareketi ve faaliyetleri, Osmanlı Devleti’nin yıkılışını hızlandıran belli başlı âmillerden olmuştur. Batı dünyâsı karşısındaki tavırlarının taklidden öteye geçmemesi, devlet kademelerinde yer almak, meşhur olmak, hattâ (Midhat Paşa gibi) kendi ailelerini hânedân ailesi yapmak için azınlıklarla, eşkıyalarla, rum, bulgar ve ermeni çeteleri ve Avrupa devletleriyle işbirliği yapmaktan çekinmemeleri bu faaliyetlerin en acı ve ihanete varan tarafları olmuştur. Jön Türkler Avrupa’daki gibi meşrutî bir idare getirmek istemişler, ancak bu konuda hiç bir Avrupa devletinin meşrutî yapısını, anayasasını incelememişlerdi. Ayrıca Osmanlı Devleti’ni bu devletlerden biri ile karşılaştırmak düşüncesinden uzak kalmışlar, Osmanlı halkının böyle bir idareye hazır olup olmadığına, halkın etnik yapısının böyle bir idareye imkân verip vermediğine bakmamışlardı. Nitekim iki defa îlân edilen meşrûtiyet netîcesinde Osmanlı idaresinde yaşıyan azınlıklar, daha ilk mecliste bağımsızlık istemeye başlamışlardı. Jön Türklerin bir diğer ortak yönleri de, hemen hepsinin, Tercüme odası, Mühimme kalemi, Mâbeyn-i hümâyûn gibi muhitlerde yetişmiş ve birbirlerini tanımış olmaları idi. Ayrıca bir kısmı, saraya ve saltanata mensûb ailelerin çocukları, bâzısı Nâmık Kemâl gibi, bâzısı Subhi Paşazade Ayetullah, Necib Paşa torunu Mehmed ve Kânipaşazâde Rıfat gibi zengin tâife çocukları idi. Bu sebeple siyâsî ihtiras ve yükselme hırsı, kendilerinde adetâ aile mîrâsı idi. Jön Türklerin bir diğer önemli yanları da çoğunun mason, bir kısmının da inançsız olması idi. Netice olarak bunlar Osmanlı topraklarındaki sulh ve sükûnu, dört bir yandan patlak veren ihtilâller, isyânlar, hükümet darbeleri ve savaşlar ile yok etmişler, çıkarılan kargaşa ve savaşlar ortamı içinde milletin felâketini hazırlamışlardır. Birinci Dünyâ Harbi, Jön Türkler hareketinin Türkiye’de sonu olmuş, daha önce yaptıkları gibi yine yurt dışına kaçmışlardır. Her ne kadar mahkemelerin karşısına çıkmaktan kurtulmuşlarsa da, milletin vicdanında yargılanmaya devam etmişlerdir. ABDÜLHAMÎD HAN’A GÖRE JÖN TÜRKLER “... Ve daha garib bir tecelliye bakınız ki, “Genç Osmanlılar”ı da “Jön Türkler”i de Osmanlı İmparatorluğu’nu parçalamak isteyen büyük devletlerin hepsi arkalıyorlardı! Bu devletlerin gözünde ümit bu gençlerdeydi!.. Bunların dediği yapılırsa, Osmanlı İmparatorluğu kurtulacak, dediklerine kulak asılmazsa, batacaktı! İki kere istemeyerek de olsa, dediklerini yaptık ve işte battık!... Bârî son kalan bir avuç vatan toprağında yaşayanların gözleri açıldı mı?.. İnşaallah!.. Evlâdım sayılan bu vatan çocukları, benim, bir sarayın dört duvarı arasında gördüğüm hakikati, koskoca yeryüzünü gezip tozdukları hâlde nasıl görmediler; nasıl görmediler de ecdâd kanı ile sulanmış koskoca bir ülkeyi kendi elleriyle batırdılar! Suçlamaya dilim varmıyor; fakat görüyorlardı ki, İngilizler, Fransızlar, Ruslar, hattâ Almanlar ve Avusturyalılar yâni bütün büyük Avrupa devletleri, menfaatlerini Osmanlı mülkünün parçalanmasında bulmuşlardır. Görüyorlardı ki bu devletler birbirleriyle dalaşıyorlar, ama Osmanlıları bölüşmekte anlaşıyorlardı. Anlaşamadıkları, kimin daha büyük parçayı yutacağı idi. Öyle olduğu hâlde, bu düşüncede olan devletlerin kendilerini arkalamalarından da mı bir mânâ çıkaramıyorlardı ? Söyledim, yine söyleyeceğim, anlattım, yine anlatacağım, düşünmüyorlar mıydı ki, Osmanlı ülkesi bir çok milletlerin bir araya gelmesinden meydana gelmiştir. Böyle bir ülkede meşrûtiyet, ülkenin unsur-i aslîsi için (temel unsur) ölümdür. İngiliz Parlamentosunda bir Hindli, Afrikalı, Mısırlı; Fransız Parlamentosunda bir Cezâyirli meb’ûs varmıydı ki, Osmanlı Parlamentosunda Rum, Ermeni, Bulgar, Sırp ve Arap meb’ûsu bulunmasını istemeye kalkıyorlar!.. Hayır, bunca okumuş, düşünmüş, kendisini dâvasına vermiş vatan evlâdının cibilliyetsiz çıkacağını kabul edemem! Sâdece aldandılar, derim. Aldandılar ama, cezalarını kendilerinden çok, aldanmayan milyonlarca masum vatan evlâdı çekti! Hem öldüler, hem de vatandan oldular! Kendilerine “Jön Türkler” denilen kimseler aslında üç-beş kişidir. Bunlar yıllarca Avrupa’da benim aleyhimde çalışmışlar, benim aleyhimde çalışmanın vatanın da aleyhinde çalışmak demek olduğunu düşünmeden yazmışlar, çizmişler, söylemişlerdir. Çıkardıkları gazeteleri gizlice memlekete sokmanın yolunu büyük devletlere arkalarını dayayarak buluyorlar, yabancı postahânelerden de yabancı uyruklu kimseler aracılığı ile çekip şuna buna dağıtıyorlardı. Yıllar yılı, ciddî sayılabilecek bir te’sirleri olmamıştır; ciddî sayılacak bir fikirleri olmadığı gibi... Fakat ben buna rağmen, kendileriyle ilgilendim. Yabancı memleketlerde parasızlık yüzünden bâzı şeylere katlanmamaları için, gazetelerini satın almak bahanesiyle büyük yardımlarda bulundum, bâzı kimselerin memleketten para göndermelerine göz yumdum. Tek yabancıların maşası olmasınlar, muhalefetleri yanlış da olsa namuslu kalsın diye!.. Ahmed Celâleddîn Paşa’nın Mısır’da Ali Kemâl Bey’den aldığı mektubu görmüştüm. Bu mektup her hâlde Yıldız evrakı arasında saklıdır. Kimin nereden para aldığını isim isim yazıyordu. Bu mektupta, Dr. Abdullah Cevdet, Dr. İshak Sukûtî, Dr. Bahaddîn Şâkir, Dr. Nâzım, Dr. İbrâhim Temo’nun Fransız ve İtalyan localarına bağlı olduklarını ve bu locaların yardımıyla yaşadıklarını, hattâ memleketteki ailelerine dahi bu localar eliyle para gönderildiğini yazıyor ve bunların vesikalarını gösteriyordu. Avrupa’da, Mısır’da çeşitli namlar altında çıkan gazeteler ve buralarda gezinen gizli cemiyetin adamları, daha önce de söylediğim gibi, memlekete ciddî bir zarar vermediler. Fakat mason locaları, bütün tâkiblerimize rağmen? “İttihâd ve Terakkî’ye bağlı subayları harekete geçirince, bu âvâre insanlar birer bayrak hâline geldiler. İşte Jön Türkler ve İttihâd ve Terakkî cemiyetinin hikâyesi de budur.” Abdülhamîd’in Hâtıra Defteri; sh. 60 TAHRİF EDİLEN HAKÎKATLER İsmâil Hami Dânişmend diyor ki: “Târihte tahrif edilmiş bir çok şahsiyetler vardır: Bâzılarının kahramanlaştırılmasına mukabil, bâzıları da canavarlaştırılmıştır!.. İkinci Abdülhamîd işte bu ikinci zümredendir. Saltanatı devrinde muhalifleri tarafından yabancı memleketlerde ve hal’inden sonra düşmanları tarafından Türkiye’de yazılmış eserlerde bin türlü mübalağalarla yalnız kusurlarından bahsedilmiş ve gene bin türlü iftiralar atılarak kanlı ve korkunç bir tip hâline getirilmiştir. Meselâ Ermeni komitecilerinin Avrupa müdâhalesine sebeb olmak için yaptıkları hareketlerle ihtilâl teşebbüslerini tenkil etmiş olduğu için muhtelif memleketlerde bir takım müteassıb Türk düşmanlarının sultan Hamîd’e taktıkları bâzı çirkin lakaplar vardır: Bunların en meşhurları Fransız müverrihlerinden Albert Vandav’ın ortaya attığı “Le Sultan RougeKızıl Sultan” ve İngiltere’deki “Whigs” partisinin meşhur reisi Gladstone’un savurduğu “The Great criminal-Büyük cani” sıfatlarıdır! Hıristiyanlık taassubuyla Anadolu’nun yarısını Ermenistan görmek isteyen bir takım Türk düşmanlarının bu gibi herzeler ve hattâ küfürler savurmaları pek tabiîdir: Fakat Ermeni komitecisine karşı Türk’ün hakkını koruduğu için müteassıb Fransızın ortaya attığı “Sultan Rouge” lakabını Türkçe’ye tercüme edip de Sultan Hamîd’e “Kızıl Sultan” diyen Jön Türklerin ve onları tâkib edenlerin yüz kızartıcı gaflet ve cehaletlerine ne denilebilir?” 1) Yeni Osmanlılar Târihi (Tasvîri Efkar, 1909-1910) 2) XIX Yüzyıl Türk Edebiyatı Târihi (Tanpınar); sh. 194 3) Yakın Çağ Türk Kültürü ve Edebiyâtı üzerinde Araştırmalar Yeni Osmanlılar (K. Bilgegil, Ankara-1976) 4) Ziyâ Paşa Üzerinde bir Araştırma (K. Bilgegil, Erzurum-1970); sh. 70 5) Târih Müsâhebeleri; sh. 183 6) Âlî Paşa’nın Siyâseti (Ali Süâvî, İstanbul-1325); sh. 23 7) İnkılâp Târihimiz ve Jön Türkler (E. Kuran) 8) Osmanlı Târihi (E. Z. Karal); cild-8, sh. 309 9) Jön Türklerin Siyâsi Fikirleri (Şerif Mardin, İstanbul-1986) 10) Rehber Ansiklopedisi; cild-9, sh. 84 11) Hâtırât-ı Abdülhamîd; sh. 59 12) Türkiye’de Çağdaş Düşünce Târihi (H.Z. Ülken, İstanbul-1966) sh. 63 KABAKÇI MUSTAFA Sultan üçüncü Selîm Han’ı tahttan indiren âsîlerin ele başısı. Kastamonuludur. Mayıs 1807’de Osmanlı sultânına karşı yabancıların da desteği ile harekete geçen âsîlerin lideri olup, isyândan önceki hayâtı karanlıktır. Kabakçı Mustafa, üçüncü Selîm Han’ın tahttan indirilmesindeki rolü ve ondan sonraki tutarsız hareketleri yüzünden Temmuz 1808’de Alemdâr Mustafa Paşa’nın adamları tarafından Boğaz’daki evinde öldürüldü. 25 Mayıs 1807 günü başlattığı isyânıyla meşhur oldu. Kabakçı Mustafa isyânının sebepleri çok çeşitlidir. On sekizinci asrın sonlarında Osmanlı Devleti dışta ve içeride çeşitli düşmanlarla mücâdele ediyordu. Nizam ve disiplini kalmamış olan yeniçeri ordusunun gayretsizliği neticesinde bu savaşların büyük bir bölümü mağlûbiyetle neticeleniyordu. Bu sebeple sultan üçüncü Selîm Han 1789’da saltanata geçince, ilk olarak Nizâm-ı cedîd adı verilen ıslâhat hareketlerine girişmişti. Bu ıslâhatların en önemli bölümünü ise yeniçeri ordusunun yanında ikinci talimli ve düzenli modern bir ordunun (nizâm-ı cedîd ordusu) kurulması teşkil ediyordu. Nitekim evvelâ İstanbul’da sonra da Anadolu’nun çeşitli şehirlerinde kurulan Nizâm-ı cedîd-askerleri, ilk defa olarak, Mısır seferi sırasında Akka önünde Napolyon’a karşı başarılar kazandı. Ancak Nizâm-ı cedîdin kuruluşundan itibaren düşmanlık besleyen yeniçeri ocağının kini bu başarılardan sonra daha da arttı. Devlete zararları bir yana hiç bir faydalan dokunmayan; âdetleri, savaşta düşman önünden kaçmak, sulh zamanında eşkıyalık, kabadayılık ve esnaflık yapmak olan yeniçeriler, son günlerinin yaklaştığını iyice hissediyorlardı. Bu arada sultan Selîm Han’ın ıslâhat fikirlerine karşı çıkan bâzı devlet adamları da yeniçerilerin bu huzursuzluğundan faydalanarak onları teşvik ve tahrik etmeye başladılar. Bu devlet adamlarının başında, vezir Köse Mûsâ Paşa ile şeyhülislâm Topal Atâullah Efendi geliyordu. Nitekim 1807’de Rusya ile Osmanlı Devleti arasında çıkan harp bunlara aradıkları fırsatı verdi ve derhâl nizâm-ı cedîdi ortadan kaldırmak için harekete geçtiler. Akka mağlûbiyetini bir türlü unutamayan, bu sebeple Nizâm-ı cedîde karşı özel bir kin duyan Fransızların İstanbul sefiri Sebastiani de isyânı el altından teşvik ediyordu. İlk olarak Köse Mûsâ Paşa, Mayıs sonlarına doğru, Karadeniz boğazında muhafız yeniçeri yamaklarına Nizâm-ı cedîd elbisesi giydirilmesi için Boğaz nâzırı Mahmûd Efendi’yi görevlendirdi. Fakat yamakların yanına gönderdiği Özel me’murlarda, bu tedbirin pâdişâh tarafından alındığını ve “Nizâm-ı cedîd elbisesi giyerseniz dinden çıkarsınız, giymezseniz tardedileceksiniz. Belki Nizâm-ı cedîd sizi öldürecek” fitnesini yaydı. Bunun üzerine daha önce teşkilâtlanmış olan yamaklar; “Biz atalarımızdan beri yeniçeriyiz, nizâm-ı cedîd elbisesi giymiyoruz” diye ayaklandılar. Neticede yamakların ağaları olan Halîl Haseki durumu haber alarak, yatıştırmak istedi ise de, orada öldürüldü. Artık isyân başlamıştı. Bunu öğrenen Boğaz nâzırı Mahmûd Efendi, iskeleden kayıkla Büyükdere ocağına sığınmak için yola çıktı. Arkadan yetişen yamaklar onu ve hizmet erini de öldürdüler. Mahmûd Efendi’nin mühürdarı, İstanbul’a gelen kayıkçılardan hâdiseyi öğrenince, kethüda İbrâhim Efendi’ye haber verdi. Bâb-ı âlî vaziyeti öğrenince bir toplantı yaparak durumu görüştü. Kaymakam Mûsâ Paşa’nın; “Bir kazadır olmuş, yamaklar da yola gelmek üzeredir” demesi üzerine sultan üçüncü Selîm, gerekli tedbirlerin alınarak eşkıyanın dağıtılmasını ve zararlarına son verilmesini emretti. Neticede yamakları yumuşatmak ve yatıştırmak üzere bir hey’et gönderilmesi kararlaştırıldı. Gönderilen hey’et onlara nasîhat yerine gayret ve cesaret verdi. Bu durumdan cesaret alan âsîler, Büyükdere çayırında toplanarak Kabakçı Mustafa’yı lider seçtiler. Müslüman ve hıristiyan her kim olursa olsun hiç bir kimsenin ırz, can ve malına dokunulmamak, eğer dokunan olursa îdâm olunmak ve şeyhülislâm tarafından tasdik edilmedikçe birşey istememek, Atmeydanında toplanarak Bâb-ı âlî’den yapılacak isteklerine izin verilmedikçe dağılmamak üzere aralarında yemin edip, İstanbul’a doğru hareket ettiler. Rastladıkları serseriler de âsîlere katılıyordu. Tarabya’ya geldikleri vakit sayıları bine yaklaştı. İsyancılar Balta limanı ve Bebek’ten geçerlerken Levend çiftliğinden bir bölük Nizâm-ı cedîd askeri indirilip, dağıtılabilecekleri hâlde, Köse Mûsâ Paşa nizâm-ı cedîd askerlerine kışlalarından çıkmamaları emrini gönderdi. Tophane’den geçen âsîlere karşı koymaya hazırlanan Topçu ocağına, Köse Mûsâ Paşa; “Karşı gelinmesün, bu iş cümle ittifakıyledür” haberini gönderdi. İsyancılara önce topçular sonra da cebeci ocağı katıldı. Kabakçı Mustafa, âsîleri Atmeydanı’nda topladı. İsyanın bu hadde gelmesi üzerine sultan Selîm Han, müslüman kanı dökülmesini istemedi ve; “Bu işlere sebep, benim hilmimdir! (Yumuşak huyluluk)” dedi. Köse Mûsâ Paşa, âsîleri teskin edeceğini Sultân’a bildirerek, nizâm-ı cedidin kaldırıldığına dâîr bir hatt-ı hümâyûn çıkarttı. Bu arada Mûsâ Paşa, Kabakçı’ya on bir kişinin isimleri bulunan bir liste gönderdi. Kabakçı, âsîlere; “Bu on bir kişi memleketi harâb edenlerdir, ölü veya diri pâdişâhtan bunları istemeliyiz” dedi. Asîler, Kabakçı’nın bu fikrini kabul ettiler. Sultan Selîm Han, fazla kan dökülmemesi için isyâncıların bu isteğini yerine getirdi ve sarayda bulunanları teslim etti. Zîrâ Sultan onların bu isteklerinin yerine getirilmediği takdirde, zorla saraya girip isteklerini gerçekleştireceklerini biliyordu. İsyancılar, listede ismi geçenleri çeşitli işkencelerle katlettiler. Fakat yamakları isyana teşvik eden devlet ricali bu kadarını kâfi görmedi ve tekrar onları kışkırtarak Pâdişâh’ın tahttan indirilmesini istemelerini telkin ettiler. Kabakçı Mustafa, şeyhülislâmı Atmeydanı’na davet ederek; “Sultan Selîm’in saltanatta istiklâli yok. Hükümeti bir takım zâlimlerin eline verdi. Hükümete getirdikleri de fukaraya ve reâyâya zulüm yapıyorlar. Böyle bir pâdişâhın hilâfeti caiz midir?” diye sordu. Şeyhülislâm; “Değildir” diye cevap vererek hal’ fetvasını yazdı. Bunun üzerine âsîler; “Sultan Selim’i istemiyoruz, sultan Mustafa efendimizi istiyoruz” diye bağırmaya başladılar. Bir hey’et hal’ fetvasını pâdişâha götürdü. Selîm Han, derin bir acı ile pâdişâhlıktan çekildiğini bildirdi. Sultan Selîm Han’a saltanattan ferâgattan önce ordu-yı hümâyûnu İstanbul’a çağırarak isyanı bastırması teklif edilmişti. Bu teklife verdiği cevap “Olmaz, sonra Rus orduları Çatalca’ya kadar gelir” oldu. Böylece en büyük felâket ânında dahi devlet ve memleketi düşünerek hareket etti. Osmanlı tahtına yeğeni dördüncü Mustafa Han geçti, istekleri yerine gelen isyâncılar dağıldı. Kabakçı Mustafa’ya, turnacı başılık rütbesi, yardımcılarından Arnavut Ali’ye Anadolu kaleleri nezâreti ve ağalığı, Bayburtlu Süleymân’a tersâne-i âmire sancağı kaptanlığı verildi. Köse Mûsâ Paşa, öldürülen devlet adamlarının hazîneye devredilmesi gereken mal, mülk ve yalılarına sahip çıktı. Böylece ihtilâlcilerle el birliği yapanlar istedikleri maddî menfaatleri de sağladılar. Bundan böyle devlet işlerine karışmamaları, şartıyla, yeni sultan tarafından yeniçerinin kabahatli tutulmayacağını bildiren bir hatt-ı hümâyûn yayınlandı. Kabakçı Mustafa’nın başarılı olması Tuna’da Ruslarla savaşan ve Yeniçerilerden kurulu orduda büyük bir sevinç meydana getirdi. O sırada orduda bulunan yenilik tarafdârı devlet adamları Rusçuk âyânı Alemdâr Mustafa Paşa’nın yanına sığındılar. Kabakçı Mustafa isyânı, Osmanlı Devleti’ne maddî ve manevî bir çok zararlar verdi. Devletin ilerlemesi için gerekli olan kabiliyetli devlet adamlarının öldürülmesi kayıpların en büyüğü idi. Büyük emekler harcanarak kurulan Nizâm-ı cedîd’in kaldırılması ise maddî yönden olan kayıplardandır. İsyandan kısa bir süre sonra Rusçuk âyânı Alemdâr Mustafa Paşa, İstanbul’a gelerek ihtilâlin ele başılarını öldürdü ve sultan İkinci Mahmûd Hân’ı tahtta geçirdi. 1) Osmanlı Târihi (E. Z. Karal); cild-5, sh. 77 2) Kabakçı Mustafafa (A. Refik, İstanbul-1331) 3) Târih-i Cevdet; cild-8, sh. 132 4) Îzahlı Osmanlı Târihi Kronolojisi; cild-4, sh. 85 5) III. Selîm’in Biyografisi (Ahmed Cevâd Eren, İstanbul-1964); sh. 61 6) Mufassal Osmanlı Târihi; cild-5, sh. 2810 7) Büyük Türkiye Târihi; cild-6, sh. 402 8) Büyük İslâm Târihi; cild-11, sh. 339 9) Rehber Ansiklopedisi; cild-9, sh. 92 KÂDI Hâdiselere göre ortaya çıkan dâvaları hâllederek sonuçlandıran hâkim. Verilen hükme de kazâ denir. İslâmiyet’te kaza işlerini ilk üzerine alan Peygamber efendimizdir. Muhammed aleyhisselâm, getirdiği İslâm dînini tebliğ vazîfesi yanında, bir devlet reisi sıfatıyla müslümanların idaresini de deruhte etti (üzerine aldı). İnsanlar arasında, Allahü teâlânın kendisine vahy ettiği esaslara göre hüküm verdi. Kur’ân-ı kerîmde açıkça bulunmayan hususlar için hukukî hükümler koydu. Peygamber efendimizin vefâtından sonra kaza işlerini bizzat dört halîfe yürüttü. İslâm devleti büyüyüp işler artınca, halîfeler insanlar arasındaki ihtilâflarda hüküm verecek ehil kimseleri hâkim tâyin ettiler. Bu vekîllere kâdı adı verildi ve kânunların tatbiki işi kâdılara bırakıldı. Hazret-i Ömer, kâdıların dâvaları halletmekte uygulayacakları bir kânun vâz etti. Basra kâdısı Ebû Mûsâ el-Eş’arî ve diğer kâdılara gönderdiği metin İslâm mahkeme usûlünün esâsı oldu. Böylece sosyal ihtiyâçlara dâir, ailevî, idarî; siyâsî v.b. bütün hususlara cevap veren kaide ve kânunlar ortaya çıktı. Kur’ân-ı kerîm, hadîs-i şerifler, icmâ-ı ümmet ve kıyâs-ı fukahâ olmak üzere dört husus edillei şer’iyye adıyla İslâm kânunlarının çıkarıldığı ana kaynaklar oldu. İslâm devletlerinde dâvalara kâdılar baktılar. Emevî ve Abbasîler devrinde kâdıların, ilim, takva ve verâ sahibi, adaletli olmalarına dikkât edildi. Abbasîler devrinde kâdıların tâyin, terfi ve kontrollerini yapan kâdı’l-kudât (başkâdılık) teşkilâtı kuruldu. Selçuklu ve Türkiye Selçuklu Devleti’nde de hukukî dâvalara kâdılar baktı. Hükümler ekseriya Hanefî fıkhına göre verildi. Memlekette askeri sınıfa ve halka mahsus ayrı ayrı hüküm mercîleri (kâdılıklar) ortaya çıktı. Osmanlı Devleti’nin kuruluşu sırasında en büyük kâdılık evvelâ İznik ve sonra Bursa kâdılığı olup, fethedilen yerlerde de ikinci ve üçüncü derecelerde kâdılıklar ihdas olunmuştu. Kâdılarla idare edilen mahallere kazâ adı verilmiş ve bu isim günümüze kadar gelmiştir. Kâdı, idâri ve hukukî bütün hükümleri tatbik edici demek olup, aynı zamanda hükümetin emirlerini de yerine getiren bir makamdı. Kâdılara hâkimü’ş-şer’i ve daha sonra kısaca hâkim denilmiştir. Kâdılar, medrese tahsili görüp icâze alarak mülâzemet edenlerden (belirli bir staj dönemi geçirenlerden) tâyin edilirlerdi. Medreseden çıkıp kazasker dîvânına mülâzemet edenler, müderris olmak istemeyip kâdılık etmek isterlerse, doğrudan doğruya kazâ kâdılıklarına tâyin edildikleri gibi, bir müddet müderrislik edip sonra kâdı olmak isteyenler de müderrisliklerinin derecesine göre kazâ, sancak ve eyâletlerden birinin kâdısı olurlardı. On dördüncü yüzyıldan on altıncı yüzyıl sonlarına kadar ilmiye sınıfının en yüksek makamı kazaskerlikler idi. Bu îtibârla mevleviyet denilen büyük kâdılıklar da dâhil olmak üzere bütün kâdıların tâyinleri Rumeli ve Anadolu kazaskerlerinin arzları ile olurdu. Ancak Anadolu ve Rumeli kazaskerleri başlangıçtan yüz elli akçelik kâdılıklara kadar olan terfileri pâdişâh tarafından kabulleri esnasında huzûr-ı hümâyûn da bizzat okuyarak irâdesini aldıkları hâlde, yüz elli akçelikden yukarı mevleviyet denilen daha büyük kâdıları sadrâzama bildirirler ve o da pâdişâha arz ederek tâyin işini gerçekleştirirdi. Kendi selâhiyetleri dahilindeki kaza kâdılarının tâyinleri ve azilleri hususunda kazaskerler tarafından tutulmuş olan deftere Akdiye defteri yâni kâdılar defteri denilirdi. İlmiye teşkilâtında daha sonra yapılan değişiklik gereğince, kazaskerlerin kâdı ve müderrisler için tuttukları defter esas olmak üzere, tâyin ve nakiller, bir tahrîrata göre yapılır ve değişiklikler tarik defteri denilen deftere kaydolunurdu. Osmanlı Devleti’nde kâdılıklar; Anadolu, Rumeli ve Mısır olmak üzere üç sınıftı. Rumeli’de kâdılık edenler Rumeli kazaskeri defterinde kayıtlı olduklarından, bunlar Anadolu kâdılığına geçemezlerdi. Ancak Rumeli’deki kazâlarda terfî etmek suretiyle kâdılık ederlerdi. Yine Anadolu kazalarında kâdılık edenler de Anadolu kâdılığı defterlerinde kayıtlı olmalarıyla orada devir yaparlardı. Kazaskerlerin kâdıların derecelerini gösteren defterlere göre Rumeli’deki kazâ kâdılıkları dokuz sınıfa, Anadolu’dakiler on sınıfa ve Mısır kâdılıkları altı sınıfa ayrılmışlardı. Rumeli kazaskerine tâbi olan kâdılar mülâzemeti müteakip, en aşağı derecede olan cinad derecesinden başlayarak çelebi, Eğri, İnebahtı, sâlise, saniye, karîb-i ûlâ, rütbei ûlâ ve en son yüksek derece olan Sitte-i Rumeli’ye kadar çıkar ve oradan tekâüd (emekli) olurdu. İçlerinden değerli olanlardan ikisi Rumeli kazaskeri dîvânında müşavir olarak bulunurlardı. Bu suretle Rumeli’deki kazalardan her biri bu dokuz dereceye göre ayarlanmıştı. Anadolu kazaskerine tâbi Anadolu kâdılıkları da yine İbtidâdan başlıyarak; tâsia, sâmine, sâbia, sâdise, hâmise, râbia, sâlise, saniye ve Sitte-i Anadolu derecelerine kadar çıkardı. Bu suretle Anadolu’daki kaza kâdılıkları da yukarıda gösterilen on dereceye ayrılmıştı. Yine Anadolu kazaskerine tâbi Mısır kâdılıkları da; sâdise, hâmise, râbia, sâlise, Musul ve Sitte-i Mısır olmak üzere altı derece idi. Bunların en yüksek derecesi olan Sitte-i Anadolu ve Sitte-i Mısır’dan değerli ve tecrübeli ikişer kişi Anadolu kazaskeri dîvânında müşavirlik ederlerdi. Bu müşavirlere tahta başı deniliyordu. Bunlar kazaskerlerin sağında ve solunda oturduklarına göre, sağ tahtabaşı ve sol tahtabaşı diye anılırlardı. Rumeli, Anadolu ve Mısır’daki kazalarda kâdılık ederek nihayet sitte denilen dereceye kadar çıkanlara eşrâf-ı kuzât denilirdi. Kazaların kâdılıkları yukarıda görülen derecelere göre beşer akçe zam ile yirmiden kırk akçeye kadar çıkmaktaydı. Daha sonraları para rayicine göre en düşük derecenin yevmiyesi kırk akçeden başlamış ve böylece yüz elli akçelik en son derecesine kadar çıkmıştır. Kadılık mesleği, devletin amme nizâmını koruyan temel unsur olduğundan, her önüne gelen kâdı olamazdı. Kâdı olacak kimse; hür, müslüman, akıllı ve baliğ olmalı, dînî mes’elelere ve muhakeme usûllerine vâkıf olacak yeterli bilgiye sahip, anlayışı kuvvetli, doğruluktan ayrılmayan, güvenilir, vakarlı ve temkinli, sağlam, dayanıklı olmalıdır. Ayrıca hâkim (kâdı), iyiyi kötüden ayırabilecek temyiz kudretine sâhib olmalı, küçük, deli, bunak, kör ve sağır olmamalıdır. İslâm hukukuna göre, kâdılar kendileri için sû-i zanna, yâni hakkında kötü düşünmeye sebeb olmayan herkes hakkında hüküm vermek selâhiyetine sahiptirler. Ancak kendilerinin yakın akrabaları meselâ babası, annesi ve çocukları v.s. hakkında hüküm veremezler. Kâdılar mahkemede taraflara eşit muamele ile söz haklarını muhafaza ve ispat külfetinin taraflardan hangisine düştüğünü tâyin etmekle mükelleftirler. Kâdıların, anlayış kudretini azaltan korku, hiddet, açlık ve susuzluk hâllerinde, hatâya düşmemek için, hüküm vermekten sakınmaları şarttı. İslâm hukukunda, kâdılık yüksek bir mevkî ve mertebe kabul edildiği için, kâdılardan zengin olanlarının, beytülmâlden (devlet hazînesinden) ücret alamayacakları bildirilmiştir. Yine zengin veya fakir hiç bir kâdının, davaya taraf olanlardan (dâvâcı ve dâvâlıdan) hediye kabul edemeyecekleri, bunların verdiği ziyafetlere gidemeyecekleri beyân edilmiştir. Bir yere tâyin edilen kâdıya hukukî kararları icraya (uygulamaya) me’zûn olduğuna dâir pâdişâhın tuğrasını taşıyan bir berât verilir ve aynı zamanda bağlı olduğu kâdıaskerlerden de (kazaskerden) bir mühürlü mektup alarak vazîfesine giderdi. Osmanlı Devleti’nde kâdıların bulundukları kaza ve şehirlerde şer’î mahkemeler vardı. Kâdılar kendilerine verilen beratlarda gösterilen vazîfeleri yaparlardı. Evleneceklere nikâh kıyma, mîras taksimi, yetim ve kaybolup bulunmuş malların muhafazası, vasi tâyin ve vasiliği sona erdirme, vasiyetlerin ve vakıfların şartlarına uyulup uyulmadığının gözetilmesi, suç, cinayet, ecza, hukuk, ticâret vesâir bütün dâvalar, kâdılar tarafından görülürdü. Ayrıca köylü tabaka ile askerî sınıf arasındaki arazi ile ilgili ihtilâflar hükümetin emriyle kâdılar tarafından görülür ve verilen hüküm hükümete bildirilerek karârın infazı sağlanırdı. Kâdıların hukukî vazîfelerinden başka, idâri cihetten pek mühim vazîfeleri vardı. Bu hususta hükümetçe kendilerine ferman gönderilir, onlar da îcâb eden cevâbı doğrudan hükümete arzederlerdi. Kâdıların bulundukları şehir ve kasabaların inzibat görevi, mahallî ve askerî sınıfa bırakılmıştı. Zahire ve amele tedâriki, hayvan sevki, menzil emirleri, asker toplanması, iktisadî işler, mahallî rayice göre satılan eşyalara narh konması, belediye işleri yâni askerî inzibattan başka bütün devlet işlerinin te’mini kâdılara aitti. Bundan dolayı kâdılar selâhiyet bakımından doğrudan devlet merkezine bağlı vazîfe sahibi idiler. Kâdılar bu geniş vazîfeleri dolayısıyle kendilerine gelen hüküm ve fermanları ve bunlara verilen cevapları ve gördükleri çeşitli dâvalara dâir vermiş oldukları hükümleri kayıt için sicil denilen kayıt defterleri tutarlardı. Kâdı sicilleri âid oldukları yerde gayet titiz bir şekilde muhafaza edilirlerdi. Kâdıların tuttuğu bu siciller, dînin emirlerinin tatbîkâtı olup, böylece İslâm târihine ve sosyal bünyesine âid vesîkalardır. Bugün sâdece Türkiye’de müze ve kütüphânelerde bu sicil defterlerinden çeşitli sebeplerle zayi olan ve yananlardan geriye kalıp muhafaza olunanlar yüzbinleri geçer. Şimdi bu sicil defterlerinin tozlu yaprakları arasında, yüzyılların mîrâsı koskocaman bir adalet târihi yatmaktadır. Kâdı mahkemeleri umûma açık ve alenîdir. Kâdı, göreceği dâva konusu ile ilgili olarak, gerektiğinde bilirkişiye müracaat ederdi. Kâdının doğru hüküm vermesi için müracaat ettiği bir zât da yine İslâm hukukunu bilen, bulunduğu yerin müftîsidir. Kâdı arzu ederse bir husus için müftîden fetva isteyebilir. Osmanlı Devleti’nde kâdıların gördüğü dâvalar, kısa zamanda hükme bağlanır ve hüküm hemen yerine getirilirdi. O devirlerde ve hattâ bugün dahi dünyânın hiçbir yerinde dâvalar Osmanlı’daki gibi hızla halledilemezdi. Vatandaş çok mühim dâvalar için kâdıya giderdi. Ufak tefek anlaşmazlıkları, büyük otoriteleri olan aile reisleri, esnaftan olan zâtlar, esnaf temsilcileri hakem olarak çözerlerdi (Bkz. Adliye Teşkilâtı). Dâva sayısı kalabalık olan İstanbul gibi yerlerde gece nâibleri vardı. Bu nâib kâdılar, dâvaları kâdı nâmına gece görüp bitirirlerdi. Görülüyor ki, kâdı devlet işlerinin aksamadan yürümesinde birinci derecede rol oynayan ve mes’ûl tutulan bir şahsiyettir. Nitekim dîvândan Kütahya kâdısı ve diğer Anadolu kâdılarına hitaben gelen bir emirde; “Kütahya taraflarında Saka Derbendi yakınlarında bir takım yol kesenlerin türediği öğrenilmiştir. Asayiş bozulmuş, kervanlar ve yolcular yağma edilmiştir. Siz ki Kütahya kâdısı ve subaşı bu fesadı defetmek birinci vazîfenizdir. Eşkıyayı sür’atle def etmek üzere tedbir alınız”. Bursa kâdısına âit başka bir vesikada; “Tacir Andrea hassa tâcirimizdir. Mıntıkamızda uğradığı yerlerde emtiası açılmayacak, kendisinden bir gümrük resmi istenmeyecektir” denilmesi bunun en güzel misâlidir. Bursa müzesi arşivinde (yâni hazîne-i evrakında) iki yüz sene öncesine âid bir mahkeme kaydına göre Altıparmak’daki yahûdî mahallesi yanında bir arsaya müslümanlar câmi yapıyor. Yahudiler; “Arsa bizimdir, yapamazsınız” diyerek iş mahkemede kâdıya İntikâl ediyor. Arsanın Yahûdîlere âid olduğu anlaşılarak, mahkemede kâdı; câminin yıkılmasına, arsanın yahûdîlere verilmesine karar veriyor ve hüküm yerine getiriliyor. Bu da Osmanlı kâdılarının adaletle verdikleri ehemmiyeti çok güzel ifâde etmektedir. Kâdıların vazifeleri çok geniş olduğundan işlerin görülmesinde kâdılara yardım eden kimseler vardı. Bunlar nâib ve kassam idi. Nâib, vekil demekti. Mahkemelerde kâdılar nâmına muhtelif hizmetlerde vazife gören nâibler vardı. Naibin bir veya bir kaç olması kâdının tâyin edildiği kazanın büyük ve küçüklüğüne ve yapacağı işin geniş olup olmamasına bağlı idi. Bundan dolayı kaza, sancak ve eyâlet kâdılarının nâib sayısı değişirdi. Nâibler, vazifelerinin mâhiyetine göre kaza nâibleri, kâdı nâibleri, mevâli nâibleri (büyük şehir kâdılarının nâibleri), kapı ve ayak nâibleri (bunlar çarşı pazar ve seyyar esnafı kontrol ederlerdi) ile arpalık nâibleri idi. Arpalık; vezir, beylerbeyi ve sancak beyleri gibi askerî sınıf ile ilmiye sınıfından şeyhülislâm, kazasker ve büyük kâdılara geçinmeleri için tahsîs olunan geçici tekâüdlük (emeklilik) maaşının adına denirdi. Ayrıca her eyâlet ve sancakta, kaza kâdılarından başka toprak kâdıları da vardı. Toprak kâdıları, seyyar kâdılıktı. Gerek devlet merkezinde ve gerek eyâletlerden tahkîkâtı îcâb eden bir iş, toprak kâdıları vasıtasıyla tahkik ve teftiş olunurdu. Bunlar, bir de köylülerin; sancak beyi, alay beyi, subaşı, zeamet, tımar sahipleri tarafından herhangi bir haksızlığa uğradıkları zaman, eyâlet ve sancak kâdılarına ve dîvân-ı hümâyûna yaptıkları şikâyetlerini dinler, bunların tahkikatlarını yapar ve îcâb ederse kendilerine verilen emirlerle bu dâvalara da bakarlardı. Köylülerin şikâyetleri kendi aralarında olduğu gibi, tımarlı sipahilerin de köylülere yaptıkları haksız muameleler, kânuna aykırı hareketler, sipahinin imtiyazına bakılmayarak icâbında onların da tevkif ve hapislerine dâir vâlilere ferman gönderilirdi. Diğer bâzı gizli teşekküllerin tahkîki de, toprak kâdılarına havale olunurdu. Toprak kâdıları ayrıca muhârebe zamanlarında ve fevkalâde hâllerde memleket inzibatı (asayişi) ile alâkadar olanlarla beraber hizmet görürlerdi. Derece itibariyle en önemli kâdılıklar, öncelik sırasıyla; İstanbul, Mekke-Medîne, Edirne, Bursa, Eyyûb kâdılıklarıydı. Bunlara mevleviyet kâdılıkları denir. Osmanlı sultanları cülûs ve bayram tebriklerinde mevâlîden olan bu kâdılara ayağa kalkar ve vezîriâzam bunları sultâna arz ederdi. İstanbul, özelliği dolayısıyle dört kâdılık bölgesine ayrılmıştı. Sur içi, İstanbul kâdılığının bölgesiydi. Eyûb kâdılığı, Çekmeceler, Çatalca ve Silivri kazasını ve çevrelerini içine alıyordu. Üsküdar kâdılığı, İstanbul’un Anadolu yakasıydı. Galata kâdılığı da, Beyoğlu yakasını içine alıyordu. Mevleviyet kâdılıklarının en yükseği İstanbul kâdılığı idi. Protokole göre, defterdârların üstünde otururlardı ve dereceleri beylerbeyilerle müsavi idi. Muayyen bir makamları olmayıp, oturduğu konağın bir kaç odasında dâvaları dinlerdi. Mahkemesinde bâb denilen kapı naibi ile muhzırbaşı çuhadarlar vazîfe görürlerdi. Pâdişâha olan mâruzâtını Rumeli kazaskeri vasıtasıyla yapardı. Çünkü İstanbul, Rumeli toprağında bulunduğundan, muamele itibariyle mercii Rumeli kazaskerliği idi. Kalpazanların kontrolleri, paranın alım gücünün korunması, su işleri, hamalların nizâmı, fuhuş yasaklarının kontrolü, içki-kumar yasaklarına uymanın sağlanması, yangınlar için tedbir alınması, kaldırımların tamiri, vâsıtaların kontrolü, şehrin sağlık işleri; ilâç, doktor ve cerrahların teftişi, amele ücretlerinin kontrolü, narhtan fazlaya satılan eşya ile ilgili şikâyetlerin tetkîki, İstanbul’a yiyecek, içecek ve giyeceklerin ne suretle dağıtılacağı, et narhına dikkat edilmesi, esnafın kontrolü, odun ve kömürün narha göre satılması, ayakkabıların nizâma göre yapılması, dilenciliğin men’i, hırsızlara karşı tedbir alınması, mahallelerde kefilsiz hiç kimsenin oturmaması, ev inşâsında dikkat edilecek şeyler, mîrî (devlet) imalâthânesinden başka yerde silâh yapılmaması, İstanbul tarafına gelen gemi ve kayıkların muayyen yerlerinden başka yerlere yanaştırılmaması, bir muhârebe esnasında kapıkulu ocaklarıyla birlikte sefere gidecek orducu esnafının tesbiti ve zamanı gelince sevkleri, yasak eşyanın kat’iyyen memleket dışına çıkarılmaması, şayet özel olarak yabancı memleketlere eşya çıkarılacak ve memleket ihtiyâcına zarar vermiyecekse, ihracât için müsâade edilmesi, halkın sıkıntı çekmemesi ile ilgili gıda maddelerinin depolanması ve önceden tedbir alınması İstanbul kâdısının en önemli vazîfesi idi. Kâdı, bunların bir kısmını doğrudan doğruya kendisi görür veya nâiblerine (yardımcılarına) gördürürdü. Bir kısmını da başka ilgili kimselerle işbirliği yaparak hallederdi. Meselâ İstanbul’daki bina işleri, mîmâr başının; sağlık işleri, doktorların ve hastahânelerin kontrolleri de hekimbaşının vazifeleri arasında idi. Kâdı hükmü olmaksızın ceza verilmezdi; Kâdı hükmü olmadan kimsenin ceza tertip ve infaz edememesi, Osmanlı idâresinin temel prensiplerinden biri olmuştur. Beylerbeyi, kâdının verdiği kararlarda icra âmiri durumunda idi. Kâdı, beylerbeyinin dahi kânuna aykırı hareketlerinin önüne geçmek mecburiyetinde olup, îcâbında bu gibi hareketleri merkeze ihbar etmek salâhiyeti vardı ve buna mecburdu. Kâdılar ve bilhassa mevleviyet derecesinde bulunan büyük şehir kâdıları, uzun süren kâdılık veya büyük medreselerden birinde uzun bir müderrislik (profesörlük) devresinden sonra böyle bir makama erişebilirlerdi. Fâtih ve Ayasofya müderrisleri bu hakka sahipti. Devrine göre bu yüksek bilgisi ile kâdı Osmanlı Devleti teşkîlât ve idâresinin dimağı mesabesinde olmuştur. Tanzîmâttan öncesine kadar hukuk, ceza, ticâret ve bütün dâvalara kâdı huzurunda bakılır, Osmanlı tebeasından bir kimse ile herhangi bir yabancı arasında olan dâvalara da tercüman vâsıtası ile kâdı huzurunda ve şer’iye mahkemelerinde bakılırdı. Sonradan nizamiye mahkemelerinin kurulması ile 1887 (H. 1305) tarihli kararla, şer’î mahkemelerin ve kâdıların fiilî salâhiyetleri daraltılmış, ekserî dâvalar için, şer’î mahkemeler yerine nizamiye mahkemeleri kullanılır olmuştur. Osmanlı Devleti’nin son zamanlarında şeyhülislâm olan Ürgüplü Hayri de, kâdılara âit kânunlarda kendi anlayışına göre değişiklikler yapmıştır. Bundan kısa bir zaman sonra da, 1921 (H. 8 Nisan 1340) tarihli şer’î mahkemelerin kaldırılmasına dâir kânun ile şer’î mahkemelerin bütün vazifeleri, asliye mahkemelerine devir edilerek, Türkiye’de kâdılık ünvânına da son verilmiştir. 1) Osmanlı Devleti’nin İlmiye Teşkîlâtı; sh. 83 2) Büyük Türkiye Târihi; cild-10, sh. 268 3) Kâdıların Vazife ve Salâhiyetleri (Ş. Altındağ; VI. T. Târih Kongresi) sh. 342 4) Rehber Ansiklopedisi; cild-9, sh. 111 5) Osmanlı Târih Deyimleri; cild-2, sh. 118 6) İslâm Muhakeme Usûlü; sh. 82 7) Mecelle 8) Türk Hukuk Târihi; sh. 229 9) Redd-ül-muhtâr; Edeb-ül-kâdı bahsi 10) Vezâyif-ül-kuddât 11) Kenz-ül-küberâ KÂDI BEDREDDÎN Osmanlı Devleti’nin idaresini ele geçirmek isteyen bâtınî lideri. Dedesi Abdülazîz, sultan birinci Murâd Han’ın ilk zamanlarında Dimetoka’da ölmüş, babası İsrail ise, Dimetoka’daki Bizans kumandanının kızı ile evlenerek Samavna kalesine kâdı tâyin edilmişti. Bu evlilikten 1368 senesinde Kâdı Bedreddîn doğdu. Samavna Kâdısı oğlu diye biliniyorsa da sonradan yakıştırma suretiyle yanlışlıkla Kütahya’nın Simav kasabasına nisbet edilerek Bedreddîn Simavî denildi. Kâdı Bedreddîn küçük yaşta ilim öğrenmeye başladı. İlmini arttırmak için önce Bursa, sonra Konya ve Kâhire’ye gitti. Kahire’de büyük âlim Seyyid Şerif Cürcânî ve Aydınlı Hacı Paşa ile beraber Mübârekşâh Mantıkî’den din ilimleri, felsefe ve mantık okudu. Tahsîlini tamamladıktan sonra Tebriz’e giderek, Tîmûr Han’ın huzurunda yapılan ilmî sohbetlere iştirak etti. Daha sonra Kazvin’e giden Kâdı Bedreddîn, burada doğru yoldan ayrılarak sapık bâtınîlik fırkasına girdi. Dönüşünde Memlûklü sultânı Melik Zahir Berkuk’un oğlu Ferec’e hoca tâyin edildi. Bir müddet sonra Anadolu’ya dönerek Karaman, Germiyan, Aydın, Tire ve diğer bâzı batı Anadolu şehirlerini dolaştı. Daha sonra Edirne’ye yerleşen Kâdı Bedreddîn’in bu faaliyetleri Osmanlı Devleti’nin fetret devrine tesadüf etmiştir. Edirne’de hükümdarlığını îlân eden Mûsâ Çelebi, Kâdı Bedreddîn’i kazasker tâyin ederek, bilmeden onun nüfuzunun yayılmasına yardım etti. Bundan istifâde eden Kâdı Bedreddîn, sinsi bir şekilde faaliyetlerine hız verdi. Onun asıl gayesi devlet idaresini eline geçirmek idi. Ancak Çelebi Mehmed Han, kardeşi Mûsâ Çelebi’yi yenip birliği sağlayarak devlete hâkim olunca, Kâdı Bedreddîn’i görevinden alarak, İzmit’te mecburî ikâmete me’mur etti. İzmit’te yerleşen Kâdı Bedreddîn, Osmanoğullarının saltanatını yıkacağını zannederek, câhil halk tabakası üzerinde etkili olabilecek fikirlerini yaymak için kitaplar yazdı. Her türlü mülkiyetin kaldırılması ve toprak ile malın müşterek olmasını tavsiye eden Kâdı Bedreddîn, Mezdekizm ve bugünkü komünizme benzeyen bir sistemi halk arasında yaymaya başladı. Aynı zamanda bâtınîlik propagandası yaparak ehl-i sünnet akidelerini yıkmaya çalıştı. Kadı Bedreddîn’in Anadolu’nun çeşitli yerlerinde halîfeleri vardı. Bunlar arasında bilhassa İzmir civarındaki Karaburun’da bulunan Börklüce Mustafa adındaki halîfesi etrafında binlerce taraftar topladı. Onun bu faaliyetini haber alan Kâdı Bedreddîn hacca gitmek bahanesi ile Kastamonu’ya ve oradan da Sinop’a geçerek, bir gemi ile Kefe limanına çıktı. Daha sonra Eflak voyvodasının yanına gitti. Eflak voyvodası Türk hâkimiyetinden kurtulmak ümidiyle Bedreddîn’e elinden gelen yardımı yaptı. Böylece Rumeli’de Kâdı Bedreddîn, Karaburun’da Börklücü Mustafa, Manisa’da Börklüce’nin sağ kolu, yahûdî dönmesi Torlak Kemâl devlete isyân bayrağını açtılar. Tuna’nın güneyine geçen Bedreddîn, ne kadar âsî varsa etrafına toplayarak Deliorman’da kuvvetlerini arttırdı. Börklüce Mustafa’nın beş bin kişi ile İzmir sancakbeyini yenmesi üzerine isyân korkunç bir hâl aldı. Son olarak Saruhan sancak beyinin Börklüce’ye yenilmesi Çelebi Sultan Mehmed Han’ı harekete geçirdi. Velîahd şehzâde Murâd’ın yanına vezîriâzam Bâyezîd Paşa’yı katıp Börklüce’nin üzerine gönderdi. Bâyezîd Paşa yapılan muhârebede âsîlerin pek çoğunu imha etti. Kalanını esir aldı. Esirlerin çoğunu, sorgulamadan sonra cezalandırdı. Börklüce Mustafa mahkeme edildikten sonra idamına karar verildi ve karâr yerine getirildi. Manisa civârında Torlak Kemâl ile 3.000 âsî de yakalanıp öldürüldü. Anadolu’da isyânın bastırıldığını öğrenen Kâdı Bedreddîn, Deliorman’da müşkül vaziyette kaldı. Çünkü etrafında bulunan çapulcuların büyük bir kısmı Anadolu’daki isyânın bastırıldığını duyarak kaçmışlardı. Bu sebeple Bâyezîd Paşa Rumeli’ye geçerek, Bedreddîn ve taraftarlarını Deliorman’da küçük bir çarpışmadan sonra kolaylıkla yakaladı. Kardeşi Mustafa Çelebi’ye karşı Rumeli’ye geçmiş olan Çelebi Sultan Mehmed Han’ın bulunduğu Serez’e yolladı. Sultan Mehmed Han, onu Mevlânâ Haydar başkanlığındaki mahkemenin huzuruna çıkarttı. Bedreddîn, Heratlı Mevlânâ Haydar’ın suâlleri neticesinde suçlu ve cezasının îdâm olduğunu bizzat kabul etti. 1420 senesinde Serez pazarında asıldı. Bu suretle Mustafa Çelebi hâdisesi ile aynı zamanda vuku bulan ve devleti çok zor duruma sokan ayaklanma, Bâyezîd Paşa’nın gayret ve çalışmalarıyla ortadan kaldırıldı. Kadı Bedreddîn, Ehl-i sünnet akidesini çok iyi öğrenmişti. Sonraları sapıtarak Peygamber efendimizin yolunu yıkmak için sinsi fikirleri yansıtan bir çok kitap yazdı. Bâtınî îtikâdına göre yazdığı Varidât adlı eserinde, Cennet’i, Cehennem’i ve kıyamette insanların dirileceğini inkâr etmektedir. 1) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 1043 2) Büyük Türkiye Târihi; cild-2, sh. 377 3) Osmanlı Târihi (Uzunçarşılı); cild-1, sh. 360 4) Osmanlı Müellifleri; cild-1, sh. 64 5) Îzahlı Osmanlı Târihi Kronolojisi; cild-1, sh. 179 KÂDIZÂDE Osmanlı âlimlerinden. Edirne’de yetişen Hanefî mezhebi fıkıh âlimlerinden olup, Osmanlı şeyhülislâmlarının on altıncısıdır. İsmi, Ahmed bin Mahmûd el-Edirnevî erRûmî olup, lakabı Şemseddîn’dir. Kâdızâde diye tanınır. 1512 (H. 918) senesinde dünyâya geldi. 1580 (H. 988) senesinde İstanbul’da vefât etti. Kabri, Fâtih Câmii yakınında bulunan Küçük Karaman’daki çeşme yanındadır. Babası Bedrüddîn Mahmûd Efendi de âlim bir zât idi. İlim tahsiline Edirne’de İshak Çelebi’nin huzurunda başladı. Yine Edirne’de bulunan Üç şerefeli medreselerinde, o zamanın meşhur âlimlerinden olan şeyhülislâm Çivizâde Muhammed Muhyiddîn Efendi’den okudu. Bundan sonra İstanbul’da Sahn-ı semân medreselerinde, şeyhülislâm Ebüssü’ûd Efendi’nin derslerine devam etti. Ayrıca Sa’dî Çelebi ve Mevlânâ Kadri Efendi gibi zâtlardan da ders aldı. Böylece asrının en büyük âlimlerinden ders ve feyz alarak kemâle gelip, zamanının önde gelen âimlerinden oldu. Kâdızâde Ahmed Efendi, sıra ile Bursa’daki Ferhâdiyye, Veliyyüddîn oğlu Ahmed Paşa ve Kaplıca Medreselerinde daha sonra da İstanbul’da Atîk Ali Paşa Medresesi’nde müderrislik yaptı. 1555’de Haleb kâdısı oldu. 1559 senesinde müfettişlik me’mûriyeti verildi. 1563’de İstanbul kâdısı ve 1566 Rebî-ül-âhir ayında Rumeli kazaskeri oldu. Bu sırada sadrâzam Mehmed Paşa ile aralarında meydana gelen bir soğukluk sebebiyle Edirne’ye gitti. Orada Dârülhadîs medreselerinde ders vermekle meşgul iken, oğlu Kâdı Abdürrahmân Çelebi’nin vefâtı üzerine İstanbul’a geldi. O sırada tahta geçmiş olan sultan üçüncü Murâd Han’ın iltifatına kavuşan Kâdızâde, pâdişâh tarafından hatırı hoş edilerek, 1575’de Süleymâniye Dârülhadîs’ine tâyin edildi. Aynı sene kendisine tekrar Rumeli kazaskerliği vazîfesi verildi. 1577’de Hamîd Efendi’nin vefâtıyla şeyhülislâm oldu. Vazifesini hakkıyla ifâ edip, herkesin hürmet, takdîr ve tebrikini kazandı. 1580’de vefâtı üzerine yerine Ma’lûlzâde Nakîb Mehmed Efendi getirildi. Pek çok üstün ve güzel sıfatları kendinde toplamış olan iyilik, ihsân sahibi, cömertler kafilesinin ferdi idi. İlmi o kadar çok idi ki, âlimler, onun geçmiş büyük âlimlere hayırlı bir halef, iyi bir vekil olduğunu söylemişlerdir. Aklı ve zihni pek kuvvetli idi. Bir ân boş durmazdı. Fazilet ve kemâlâtta, mükemmel idi. Hükmünde çok âdil idi. Zâlimin hasmı, mazlumun hâmisi (koruyucusu) idi. Edebi ve zekâsı pek çok idi. Heybetli, vakur, ağırbaşlı ve sâlih bir zât olup, her türlü taşkınlıktan uzak idi. Allah rızâsı için çok çalışıp, çok eser bıraktı. Çukur Hamam yakınında bulunan evinin karşısında yaptırdığı câmisi ve dâr-ül-kurrâsı vardır. Edirne’de babasının yaptırdığı câmiyi genişletip tamir ettirdi. Câminin gelirlerini de genişletip çoğalttı. Takvası yâni haramlardan sakınıp, dînimizin emirlerine tam uyması o derece idi ki, yaptığı işin, dînimizin emrine uygun olmasında son derece titiz ve gayretli idi. Doğruyu söylemekten, en tehlikeli ve nâzik anlarda bile vazîfesini hakkıyla ifâ etmekten, adalete uygun hüküm vermekten çekinmezdi. Ferman ve emirlerden, dinimizce mahzurlu bulduklarını iptâl ettirip, geri bıraktırdığı çok olmuştur. İki sene yedi ay ve sekiz gün devam eden şeyhülislâmlığı müddetince ve başka vazifelerinde, görevini hiç aksatmadan, en ince teferruatına kadar eksiksiz yaptı. Zâten yüksek olan ilmiye mesleğinin, ilim erbabının itibârının daha da yükselmesine vesîle olup, İslâmiyet’e uygun olmayan bâzı hâllerin halk arasında yayılmasına, verdiği fetvalar ile mâni oldu. Yazdığı değerli eserlerinden bâzıları şunlardır: 1- Netâic-ül-efkâr fî keşf-ir-rümûz vel-esrâr: Bu kitap, İbn-i Hümâm hazretlerinin Feth-ul-kadîr isimli meşhur eserine tekmiledir. Feth-ul-kadîr, vekâlet bahsine kadar olup, sonra tekmile başlamaktadır. Bu eser sekiz cild olarak 1900’de Mısır’da basılmış ve 1968’de Beyrut’ta fotokopisi yapılmıştır. 2- Ta’lîkâtün alet-telvîh: Sa’düddîn-i Teftâzânî’nin Tenkîh-ul-usûl şerhine ta’lîkdir. 3- Şerh-uş-şerifi li miftâh-ıl-ulûm lis-Sekkâkî, 4- Haşiyetün alâ tecrîd-il-kelâm, 5- Şerhu hidâyet-ül-hikme lil-Ebherî, 6- Hâşiyetün alâ evâili Sadr-üş-şerî’a, 7- Ta’lîkâtün alel-Mevâkıf, 8- Hâşiye-i Beydâvî. 1) Mu’cem-ül-müellifîn; cild-2, sh. 171 2) El-A’lâm; cild-1, sh. 254 3) Şezerât-üz-zeheb; cild-8, sh. 414 4) Kâmûs-ul-a’lâm; cild-5, sh. 3539 5) Şakâyık-ı Nu’mâniyye zeyli; (Ataî); sh. 259 6) Esmâ-ül-müellifîn; cild-1, sh. 148 7) İzâh-ul-meknûn; cild-2, sh. 620, 721 8) Ikd-ül-manzum; cild-2, sh. 387 9) Rehber Ansiklopedisi; cild-9, sh. 118 11) Devhat-ül-meşâyıh; sh. 28 12) Keşf-üz-zünûn; sh. 348, 498, 1766, 2022, 2030, 2034 13) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-14, sh. 153 KÂDIZÂDE MEHMED TÂHİR EFENDİ Osmanlı âlimlerinden. Yüz dördüncü Osmanlı şeyhülislâmıdır. Osmanlı târihinde Vak’a-i Hayriyye adı ile anılan yeniçeri ocağının kaldınlması için fetvayı veren şeyhülislâmdır. İsmi Mehmed Tâhir olup, Tokatlı kâdı Ömer Efendi’nin oğludur. Bu sebeble Kâdızâde diye şöhret bulmuştur. 1747 (H. 1160) senesinde Tokat’ta doğdu. 1838 (H. 1254) senesinde İstanbul’da vefât etti. Eyyûb Sultan civarında, Bostan İskelesi yakınına defnedildi. Çocuk yaşında tahsile başladı ve ilk tahsilini babasından aldı. Daha sonra İstanbul’a gelip, zamanının meşhur âlimlerinden aklî ve naklî ilimleri öğrendi. 1782 senesinde girdiği imtihanda üstün başarı göstererek, müderrislik rüûsunu (diplomasını) kazandı. Kâdılık mesleğini tercih ederek, Anadolu ve Rumeli’nin bir çok illerinde kâdılık yaptı. İnsanlara Allahü teâlânın emir ve yasaklarını anlatarak, onların din ve dünyâ saadetine vesîle oldu. 1818 senesinde İstanbul kâdılığına tâyin edildi. 1824 senesinde Anadolu kazaskeri oldu. Bu arada Rumeli payesine de nail olup, 1825 senesinde Mekkîzâde Mustafa Âsım Efendi’nin ayrılmasıyla boşalan şeyhülislâmlık makamına yükseltildi. Sultan İkinci Mahmûd Han’ın, yeniçeri ocağını kaldırıp, yerine disiplinli ve itaatkâr bir ordu kurulması fikrini samimiyetle destekledi. 1826 senesinde yeniçeri ocağının kaldırılması için fetva verdi. Bu cesur ve kararlı davranışı sebebiyle sultan İkinci Mahmûd Han’ın iltifat ve ihsânlarına kavuştu. Pâdişâh, elmas taşlı kıymetli bir yüzüğü Mehmed Tâhir Efendi’ye hediye etti. Sultan İkinci Mahmûd Han tarafından, şeyhülislâmın fetvasıyla Asakir-i Mansûre-i Muhammediyye adlı yeni bir ordu kuruldu. Kâdızâde Mehmed Tâhir Efendi bu makamda iki buçuk yıl kaldıktan, sonra, yaşı seksene ulaştığında, 1828 senesinde vazîfeden ayrıldı ve evinde istirâhate çekildi. Allahü teâlâya ibâdet ve tâatle meşgul olduğu sırada vefât etti. Kâdızâde Mehmed Tâhir Efendi, aklî ve naklî ilimlerde derin âlim ve cesur bir zât idi. Kâdılığı ve şeyhülislâmlığı müddetince adalet ve doğruluktan ayrılmadı. Zühd ve takva sahibi idi. Başta pâdişâh olmak üzere herkesin sevgi ve teveccühüne kavuşmuş idi. Zekî, çalışkan, ileri görüşlü ve yeniliklere çabuk uyum sağlar idi. Vazifesini müdrik olup, kendisine bir mes’ele sorulduğu zaman iyice araştırır, düşünür ve cevâbını verirdi. Fıkıh ilminde yüksek ilim sahibi ve edebiyata karşı meraklı idi. Cömert olup hayır hasenat yapmayı severdi. Altımermer civarında bir dergâh bina ettirmişti. Kâdızâde Mehmed Tâhir Efendi’nin eserleri şunlardır: 1- Mecmûât-ül-fetâvâ, 2Şerh-i Kelimet-üt-tevhîd, 3- Oniki tarîk üzere yazılmış Nûriyye risalesi, 4Tefsîr-i Sûre-i ihlâs, 5- Talâk hakkında bir risale. 1) Devhat-ül-Meşâyıh; sh. 128 2) İlmiye Salnamesi; sh. 587 3) Kâmûs-ül-a’lâm; cild-5, sh. 3540 4) Rehber Ansiklopedisi; cild-9, sh. 118 5) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-18, sh. 61 KÂDIZÂDE-İ RÛMÎ (Mîrim Kösesi) Osmanlı âlimlerinin büyüklerinden. İsmi, Muhammed bin Kutbüddîn Muhammed bin Muhammed bin Kâdızâde-i Rûmî, lakabı Muhyiddîn’dir. On beşinci asrın ortalarında vefât eden meşhur Osmanlı âlimlerinden Kâdızâde-i Rûmî diye bilinen Selâhaddîn Mûsâ bin Muhammed’in torunu olan Kutbüddîn Muhammed’in oğludur. Büyük dedesine nisbetle Kâdızâde-ı Rûmî diye meşhur oldu. Ayrıca; Mîrim Kösesi ve Kutbüddînzâde isimleriyle de tanındı. Kaynaklarda doğum târihi bulunamayan Kâdızâde, 1550 (H. 957)’de vefât etti. Baba ve dedeleri âlim ve fâdıl kimseler olan Kâdızâde, anne tarafından da asîl bir aileye mensuptur. Annesi, meşhur âlim Hocazâde’nin kerîmesi (kızı) olup, babaannesi de, büyük kelâm ve astronomi âlimi Ali Kuşçu’nun kerîmesi idi. Muzafferuddîn-i Acemî, Mevlânâ Koçavî, Yâkub bin Seyyid Ali, Mevlânâ Müeyyedzâde gibi zamanının meşhur, büyük âlimlerinden ilim öğrenerek yetişti. Bu büyük âlimlerin huzur ve hizmetlerinde bulunmakla, ilmî bakımdan yükseldiği gibi, güzel hasletleri de kendisinde topladı. Böylece zahirî, bâtınî kemâlâta, yüksek olgunluklara ve manevî derecelere kavuştu. İlim tahsilini tamamladıktan sonra, ilk olarak, Bursa Veliyyüddînzâde Ahmed Paşa Medresesi’ne müderris oldu. Daha sonra, İstanbul’da Atik Ali ve Hacı Hasanzâde, İznik’de İznik, Edirne’de Dâr-ül-hadîs, Bursa’da Muradiye ve Bâyezîd Han medreselerinde müderrislik yaptı. Adı geçen medreselerde uzun müddet hizmet edip, çok talebe yetiştirdi. Talebeler, onun anlattıkları ince bilgilerden, yüksek ilimlerden ve akıcı lisânından çok istifâde edip, âlim oldular. Müderrislikten sonra kâdılık vazifesine geçen Kâdızâde, Haleb ve Edirne kâdılıklarında bulundu. 1538’de saltanat merkezi olan İstanbul’a kâdı, daha sonra da Anadolu kazaskeri oldu. Bir müddet sonra bu vazifeden alıntp, tekrar İstanbul’da bulunan Sahn-ı semân medreselerinden birine müderris yapıldı. Kısa bir müddet buradaki vazifeye devam edip, sonra haccetmek niyetiyle yola çıktı. Hac vazifelerini edâ edip, tekrar İstanbul’a döndü ve emekliye ayrıldı. İlim sahibi ve ilmi ile amel eden âlimlerin büyüklerinden olan Kâdızâde-i Rûmî Muhyiddîn Efendi, dînimizin emirlerine son derece hassasiyetle bağlı idi. Haram ve şüphelilerden çok sakınırdı. Edebi, aklı ve zekâsı fevkalâde idi. Şuur ve idrâki kuvvetli, basiret sahibi ve asîl bir zât idi. Gece gündüz devamlı ilim öğrenmekle meşgul idi. Kıymetli meclisinde her mahlûku hayır ile yâdeder, hiç bir şeyi kötülemezdi. Hayâ ve edebini hiç bir zaman terk etmezdi. Temkin, ihtiyât, vakâr ve heybet sahibi idi. Bütün fazîletteri kendisinde toplamış idi. Tasavvuf yolunda yüksek derece sahibi olup, bu yolda bulunanlara da çok muhabbet ederdi. Kendisi umumiyetle insanlardan uzak durur, kendi hâli ile meşgul olurdu. Allahü teâlânın muhabbeti ile yanan, keşf ve kerâmet sahibi bir zât idi. Kâdızâde-i Rûmî, amcası olan Mîrim Çelebi’nin yanında yetiştiği için, Mîrim Kösesi diye meşhur olmuştur. Böylece, hey’et (astronomi), hendese (geometri) gibi aklî ilimlerde de ilerledi. Hey’et ilmine dâir bir risale, ayrıca Kâfiye isimli nahiv kitabına bir haşiye yazdı. İstanbul’da bir mescid ve bir mekteb yaptırdığı bilinmektedir. 1) Şezerât-üz-zeheb; cild-8, sh. 320 2) Esmâ-ül-müellifîn; cild-2, sh. 243 3) Sicilli Osmânî; cild-4, sh. 113 4) Şakâyık-ı Nu’mâniyye; cild-1, sh. 497 5) Şakâyık-ı Nu’mâniyye Tercümesi (Mecdî Efendi); sh. 448, 6) İslâm Alimleri Ansiklopedisi; cild-14, sh. 155 KÂDIZADE-İ RÛMÎ Matematik, astronomi ve Hanefî mezhebî fıkıh âlimi. İsmi, Mûsâ Paşa bin Mehmed bin Kâdı Mahmûd Efendi’dir. Dedesi Mahmûd Efendi, uzun zaman Bursa kâdılığı yapması sebebiyle Koca Kâdı adıyla tanınmıştı. Babası Mehmed Efendi de genç yaşta Bursa kâdılığına getirildi. Fakat kısa bir süre sonra vefât etti. Ailenin büyük oğlu olması hasebiyle, adının sonuna paşa kelimesi eklenerek, Mûsâ Paşa denilen Kâdızâde’ye, Selâhaddîn lakabı verildi. Dede ve babasına nisbetle Kâdızâde, Anadolu’dan Semerkand’a gittiği için de Rûmî denildi. Muhtemelen 1337 senesinde Bursa’da doğan Kâdızâde-i Rûmî’nin doğum yeri ve târihi ihtilaflıdır. Kâdızâde, babası Mehmed Efendi’nin vefâtından sonra dedesi Kâdı Mahmûd’un himayesinde büyüdü. Dedesinden ve talebelerinden ilim öğrendi. Molla Fenârî’den fıkıh, matematik ve astronomi ilimlerini tahsîl etti. Bursa’daki tahsîlini tamamladıktan sonra, Seyyid Şerîf Cürcânî’nin nâmını duyunca, ilim öğrenmek için yirmi beş yaşlarında iken, 1362’de Horasan taraflarına gitti. Seyyid Şerîf Cürcânî’den kelâm ve fen ilimlerini öğrendi. Astronomi ve matematikte söz sahibi oldu. Mâverâünnehr taraflarına gitti. Semerkand’da Tîmûr Han’ın oğlu Şahruh’tan büyük itibâr gördü. Şahruh’un büyük oğlu Uluğ Bey’in hocalığına tâyin edildi. Uluğ Bey’e Türkistan ve Mâverâünnehr bölgesinin idaresi verilince, Semerkand’ı kendisine merkez yaptı. Hocası, Kâdızâde’ye büyük ihtimam gösterip, onun için bir medrese ve rasadhâne inşâ ettirdi. Her talebe için bir dershâne yaptırdı. Medreseye müderrisler ve müderrislerin başına Kâdızâde’yi tâyin etti. Uluğ Bey Medresesi’ne başmüderris olan Kâdızâde, medresesinin ortasında bulunan kare şeklindeki sahaya müderrisleri toplar, ders verirdi. Bu müderrisler de kendi dershânelerinde talebelerine anlatarak îzâhta bulunurlardı. Hatta Uluğ Bey de Kâdızâde’nin derslerini dinlerdi. Bu sırada, Uluğ Bey’in sebebsîz yere bir müderrisi azletmesi, Kâdızâdenin evine kapanarak derse gitmemesine sebeb oldu. Onun bu davranışı üzerine Uluğ Bey hatâ işlediğini anladı ve bizzat Kâdızâde’nin ziyaretine giderek niçin ilimden el çektiğini sordu. Kâdızâde de; “Biz ilmi mukaddes biliriz. Onu şahıslar üstü bir değer olarak takdir ederiz, ilmin, insanların merhametine muhtaç duruma düşmesine üzüldük. Bir sultânın sözüyle âlimler ilimden alıkonuluyor. Bunun üzerine ilimden el çekmeyi tercih ettik. İlme hürmetimiz sebebiyle, ona leke kondurmamak için böyle yaptık” deyince, sultan Uluğ Bey özür dilemekten başka çâre bulamadı. Görevden aldığı müderrisi tekrar vazifesine tâyin ederek, bir daha ilme ve âlimlere müdâhalede bulunmayacağına dâir söz verdi. Uluğ Bey Medresesi’nde yüksek din bilgileri ile matematik ve astronomi ilminin incelikleri öğretilirdi. Uluğ Bey, medresenin yanında yaptırdığı rasadhânede de Kâdızâde’ye vazîfe verdi. Rasadhâne’nin müdürü olan astronomi âlimi Gıyâseddîn Cemşid’in ölümü üzerine, müdürlüğe Kâdızâde-i Rûmî getirildi. Kâdızâde-i Rûmî, rasadhânede yaptığı gözlemler neticesinde eski Yunan bilginlerinden intikal eden bir çok bilgilerin hatalı olduğunu ortaya koydu. Astronomik cedvel ve tabloların yeniden tanzim edilerek, hatâların düzeltilmesi için Uluğ Bey Ziyc’ini hazırlamaya başladı. Ancak ömrü vefâ etmeyip, ziyci tamamlayamadan 1421 senesinde Semerkand’da vefât etti. Kâdızâde’nin yetiştirdiği Ali Kuşçu ve Fethullah Şirvânî isimli iki meşhur talebesi sayesinde yüksek matematik ilmi, batı Türkleri arasında (Anadolu’da) da yayıldı. Kâdızâde ve talebeleri, gök cisimlerinin kendi etrafındaki hareketlerini incelerken, zamanında bilinen yüksek matematiğin en son geliştirilen kaidelerini daha da geliştirip uyguladılar. Astronomi ile ilgili fizik kurallarını da, astronomiye ilk olarak tatbik ettiler. Kâdızâde-i Rûmî’nin yazmış olduğu eserlerden bâzıları şunlardır: 1- Muhtasar filHisâb: Muhtasar bir aritmetik kitabıdır ve allâme Selâhaddîn Mûsâ imzasını taşımaktadır. 2- Câmi-il-Mahmûd: Harezmî’nin El-Mülahhas fil-hey’e adlı astronomiye dâir eserinin şerhi olup, Osmanlı medreselerinin temel kitaplarındandır. Çeşitli kütüphânelerde bir çok yazma nüshası olan eser, üç-dört defa basılmıştır 3Şerhu Eşkâl-it-Te’sis fil-Hendese: Muhammed bin Eşref Semerkandî tarafından Oklid’in Kitâb-ül-usûl’ünde bahsedilen mevzulara dâir yazılan ilk geometri çizimleri ve üçgenlerin niteliklerine dâir Eşkâl-i Te’sis adlı eserin şerhidir. Bu eser de Osmanlılarda çok meşhur olup, pek çok yazmaları mevcuttur ve baskısı da yapılmıştır. 4- Risale fî istihrâc-il-ceyb derece vahide: Gıyâseddîn Cemşid’in bir eserinin şerhidir. Bu eserde, bir derecelik yayın sinüsünü bulma usûlünü, kitabın aslından daha iyi ve basit bir şekilde, devrinde bilinen matematik kaidelerinden daha ileri bir seviyede hesap şeklini ortaya koyarak açıklamıştır. Bu kıymetli eserde, bir derecelik yayın sinüs değerinin, yarıçap bir birim alındığında; 0,017452406437 olduğu gösterilmiştir ki, bugünkü ile aynıdır. 5- Şerhu kitabi mulahhas fîlhendese, 6- Şerh-ut-tezkire, 7- Haşiye alâ-şerh-il-Hidâye, 8- Şerh-ulmulahhas fîl-hey’e. 1) Şakâyık-ı Nu’mâniyye Tercümesi (Mecdî Efendi); sh. 196 2) Osmanlı Müellifleri; cild-3, sh. 291 3) Tâc-üt-tevârih; cild-2, sh. 407 4) Âsâr-ı bakıyye; cild-1, sh. 190 5) Târih-ül-ulûm indel Arab; sh. 175 6) Ulûm-ül-bahte; sh. 425 7) Mu’cem-ül-müellifîn; cild-11, sh. 319 8) Rehber Ansiklopedisi; cild-3, sh. 118 9) Osmanlı Türklerinde İlim; sh. 14 10) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-12, sh. 230 KAFKASYA VE HARPLERİ Karadeniz ve Hazar denizi arasındaki bölge ve burada vuku bulan harbler. İslâmiyet Kafkasya’ya ilk defa hazret-i Ömer zamanında girdi (642). İslâm devletinin İran orduları serdârı olan Sürâka bin Ömer, Azerbaycan’ı fethedip, Dağıstan’a girdi. Sonraki kumandan Abdurrahman bin Râbia da Dağıstan ve Gürcistan’ın bir çok yerlerini alıp İslâmiyet’i yaymaya başladılar. Halîfe Hişâm bin Abdülmelik zamanında (724) Kafkasya tamamen fethedilerek İslâm ülkesine katıldı. 796 yılında henüz müslümanlığı kabul etmemiş olan Hazarların hücumlarıyla müslümanların yoğun olarak yaşadıkları Derbend düşünce, bu hâkimiyet sona erdi. Neticede iki yüz yıl devam edecek olan İslâm ve diğer kavimler arasındaki mücâdele başlamış oldu. Sultan Melikşâh zamanında bölgeye akınlarda bulunan Selçuklular, bir kısım Türk kabîlelerini Dağtstan taraflarına yerleştirdiler. Sonraları Selçuklu Devleti’ni yıkan Moğollar buraya da hâkim oldular. Moğol te’sirinin azalmasından sonra bölgede idareyi ele geçiren Şirvanşahlar, 1335 yılına kadar Dağıstan yöresinde hüküm sürdükten sonra, İran şahı Tahmasb bu devleti yıkıp topraklarını ele geçirdi. 1548’de Kânûnî Sultan Süleymân Han İran seferinden dönerken ikinci vezir Ahmed Paşa’yı Gürcistan taraflarına yolladı. Osmanlı Devleti’nin Kafkasya’ya ilk fiilî hareketi olan bu seferde, bir buçuk ayda başta Tortum ve Akçakale olmak üzere yirmi mühim kale alındı. Daha sonra fethedilen yerler bir sancak yapılarak, ümerâdan biri sancakbeyi olarak tâyin edildi (1555). On beşinci asrın ikinci yarısında, Orta Asya ticâretinin mühim iskelelerinden olan Azak ve Kefe’nin Osmanlıların eline geçmesi, siyâsî ve ticarî sahada önemli idi. Osmanlı Devleti kudret ve nüfuzunu Orta Asya’ya kadar sokmak ve şiî olan İran’ı, Osmanlılarla Orta Asya sünnî hanlıkları arasında sıkışık vaziyette bırakmak, İran’ın bâzı Avrupa devletleri ve Papalık ile ittifakına karşılık Orta Asya’daki sünnî devletlerle anlaşmak istiyordu. Ancak bunun için evvelâ bu devletlerle sınır birliği sağlamak gerekiyordu. Bu sayede Osmanlı hükûmeti’nin îcâbında Gürcistan, İran ve Kuzey Kafkasya üzerine yapacağı bir seferde, askerin zahire ve sâir levazımının kolayca nakli için emin ve kestirme bir yol bulması îcâb ediyordu. Bunu sağlamak için Azak denizine akan Volga nehri ile Don nehrinin birbirine en yakın noktasından bir kanal açılarak, bu iki nehrin birleştirilmesi düşünüldü. Böylece İstanbul’dan çıkan Osmanlı donanması, Karadeniz’den Azak denizine, oradan da Don ve Volga nehirlerinden geçerek Hazar, denizine ulaşabilecekti. Bu sayede de doğudaki bir askerî hareket için kısa sürede asker ve mühimmat nakli mümkün olabilecek, Rusların Orta Asya’ya yayılması ve Karadeniz’e açılma siyâsetlerinin önüne kuvvetli bir duvar çekilebilecekti. 1568 yılında Kefe beyi Kâsım Paşa bu işle vazifelendirilerek bölgeye gönderildi. Hem iki nehir arasında kanal açacak hem de Ejderhan’ı zaptederek Osmanlı Devletiyle sünnî Orta Asya hanlıkları arasında bağlantı kuracaktı. Fakat Kırım hânı Devlet Giray’ın ve Rus çarının entrikaları sonunda başarı sağlanamadı (Bkz. Astırhan seferi). 1576’da İran şahı Tahmasb’ın ölümünden sonra yerine geçen ikinci İsmâil ve ondan sonraki Hüdâbende zamanında İran kuvvetleri Osmanlı idaresindeki Gürcistan’a saldırdılar. Bu hareketler karşısında İran’a harb açıldı. Lala Mustafa Paşa serdârlıkla vazifelendirilerek Kuzey İran taraflarına gönderildi. Ardahan’dan Gürcistan’a giren Lala Mustafa Paşa, 1578’de Çıldır’da Tokmak Han idaresindeki İran kuvvetlerini yenerek, Gürcistan’da ilerlemeye başladı. Tiflis’i alarak eyâlet merkezi yaptı ve Mehmed Paşa’yı beylerbeyi nasbetti. Sonra Şirvan taraflarına giderek Derbend’i merkez yaptı, beylerbeyliğine Özdemiroğlu Osman Paşa’yı getirdi. Kış yaklaştığından Lala Mustafa Paşa Erzurum’a döndü. Özdemiroğlu Osman Paşa ise harekâta devam ederek Kuzey Kafkasya’nın büyük bir kısmını fethetti (Bkz, Özdemiroğlu). Bu fetihlerin sonunda İranlılarla İstanbul andlaşması yapıldı (1590) ve alınan yerler merkezi Ahıska olan Çıldır beylerbeyliğine bağlandı. 1603 yılında Şâh Abbâs, Avrupa devletleri ve Papalık’la ittifak kurduktan sonra harb îlân etmeksizin ânî bir baskınla Tebriz’i ele geçirdi. Aileleri ve silâhlarıyla beraber serbestçe çıkıp gitmek şartıyla teslim olan askerleri katletti. Şâh bundan sonra Selmas, Hoy, Meraga ve Nahcivan gibi yerleri kolaylıkla ele geçirip Erivan üzerine yürüdü. 1604 Kasım ayı başlarında Erivan’a girip, kaleyi kuşattı. Şâh’ın teslim teklifine kale müdafii Şerîf Mehmed Paşa; “Kalenin her taşı için bir baş vermedikçe ve sizin gibi ayak takımı olan din düşmanlarının kellelerinden kule yapmadıkça mümkün değildir” cevâbını verdi. Sık sık tekrarladığı hurûc hareketleriyle şiî ordusuna büyük kayıplar verdirdi. Yaklaşık yedi ay boyunca az bir kuvvetle büyük bir orduya karşı kahramanca müdâfaa savaşı veren Şerif Mehmed Paşa’nın elinde 500 kadar asker kalmıştı. Dışardan da yardım alamayınca vire ile teslim oldu (28 Mayıs 1604). Tebriz’den sonra Nahcivan ve Erivan’ın da Safevî hâkimiyetine geçmesi üzerine, Karabağ ve Şirvan’daki Türkmen oymaklarıyla Gürcistan prensleri Şâh Abbâs’a tâbi olduklarını bildirdiler. Osmanlı vâlisi olan Gürcü hükümdarları birer Safevî vâlisi durumuna geldiler. Şâh Abbâs ise Karadağ ve Şirvan taraflarına akıncılar göndererek yağma ettirdi. Kars ve kalesindeki sünnî câmilerini yakıp yıkarak viraneye çevirdi. Bu târihlerde Anadolu’da celâlî isyânlarının büyümesi ve Avusturya ile yapılan harb gibi sebeplerle Kafkasya ile ilgilenilememiş, fethedilen yerler hemen tamamen elden çıkmış; Seki, Gence, Lori, Tumanis, Tiflis, Derbend (Demirkapı), Bakü, Şamahı ve hattâ Kars bile Safevî hâkimiyetine geçmişti (Bkz. İran Harpleri). Bu sırada Rus çarı Büyük Petro da fırsattan istifâde için Hazar sahillerinden Bakü’ye doğru ilerleyip Gîlân’la Mâzenderân ve Esterâbâd’ı tehdîd etmeye başladı. Bu ise, Osmanlı sınırlarının Rus çenberine girmesi ve Rusların Hazar’dan sonra Karadeniz’e inmesinin kolaylaşması demekti. Bu günlerde İran şahı birinci Hüseyin, isyân eden Afganlı Mahmûd Han’a esir olup, oğlu Tahmasb da İran’dan koğulunca, durumu dikkatle tâkib eden sadrâzam Dâmâd İbrâhim Paşa, İran’la 94 sene evvel akdedilmiş olan Kasr-ı şîrîn andlaşmasının, son durumlar sebebiyle, hükümsüz olduğunu açıkladı. Şark cephesinin emniyetini te’min etmek için de derhâl tedbirler alarak, Erzurum vâlisi silâhdar İbrâhim Paşa’yı Cenubî Kafkasya, Van vâlisi Köprülüzâde Abdullah Paşa’yı Azerbaycan ve Bağdâd vâlisi Hasan Paşa’yı da Hemedan ve Kirmanşah taraflarına serdâr tâyin etti. Gürcistan’ın Safevî hâkimiyetinde bulunan Karthli krallığına karşı derhâl harekete me’mûr olan silâhdar İbrâhim Paşa, bu krallığın payitahtı Tiflis ve en mühim şehri Gori kalelerini teslim alıp, kale anahtarlarını İstanbul’a gönderdi. Silâhdar İbrâhim Paşa’nın en mühim vazifesi, Rus çarı Büyük Petro’dan evvel Bakü’yü elde etmek idi. Fakat Tiflis’i ele geçirdikten sonra 132 gün boş vakit geçiren Paşa, Bakü’nün Ruslar tarafından işgaline sebeb olduğu için azledildi. Diyarbakır beylerbeyi Ârifî Ahmed Paşa serdâr oldu. Bu günlerde Hazar boylarını işgal eden Büyük Petro, Afganlılara esir olan Şâh Hüseyin’in oğlu Tahmasb’ı himayesine almış, o da Gîlân, Mâzenderân ve Esterâbâd havalisinin Ruslara terkini kabul etmişti. Bu durum, Osmanlı-Rus münâsebetlerinin çok gergin bir şekle gelmesine sebeb oldu. Rusya’ya savaş açılması tartışıldıysa da, Nevşehirli Dâmâd İbrâhim Paşa orduya güvenmediğinden, Ruslarla sulhe karar verdi. Rus elçisi Nepluyef’le akdedilen altı maddelik andlaşma gereğince, Hazar boylarıyla Tahmasb’ın Ruslara terketmiş olduğu eyâletler Rusya’da kaldı. Buna karşılık, Rus çarı da Osmanlıların istediği Şirvan, Gence, Erivan, Mogan, Karabağ, Azerbaycan’ı verdi ve kısmen Irak-ı acem’in Osmanlı’ya ilhakında yardım taahhüd etti (1724). Bu andlaşmadan sonra harekete geçen yeni serdâr Ârifî Ahmed Paşa, Nahcivan’ı zaptedip Revan (Erivan) üzerine yürüdü. Üç ay süren şiddetli muhasara ve muhârebeden sonra kale muhafızı Ali Kulu Han 28 Eylül 1724’de teslim oldu. Revan muhafızlığına Anadolu vâlisi Osman Paşa getirildi (Bkz. İran Harpleri). 1733’de kış sebebiyle kuvvetleri terhis edilmiş olan Topal Osman Paşa, Kerkük’de Nâdir Şâh’a yenilince, Osmanlı hükümeti Kafkasya’daki Osmanlı nüfuzunu güçlendirmek için Kırım hanı Kaplan Giray’a, Kafkasya’ya geçmesini emretti. Ayrıca Kalmukların reisi Mehmed Bey’e beylerbeyilik vererek Osmanlı Devleti’ne bağlanmasını sağladı. Buna rağmen Nâdirşâh, Osmanlı ordusunu Arpaçay meydan muhârebesinde yendikten sonra, Osmanlı Devleti’nin elinde bulunan Şamahı, Gence, Kuri, Ordubâd ve Yezd şehirlerini ele geçirdi. Bu sırada Hindistan’ı fethe hazırlanan Nâdir Şâh’ın Gence vâlisi Genç Ali Paşa vasıtasıyla yaptığı andlaşma teklifi, Osmanlılar tarafından kabul edildi. Bu andlaşma ile Kasr-ı şîrîn muâhedesindeki hudud esas alındı. Ancak Sünnîliğe mütemayil olduğu hâlde şiî bir ülkede görüşünü belli edemeyen Nâdir Şâh’ın, Câferî mezhebinin beşinci mezheb olarak tasdik edilmesi hususundaki teklifini Osmanlı ulemâsı şiddetle reddetti. Bu andlaşmadan sonra Hindistan tarafına dönerek Gürgâniye topraklarını işgal ve yağma eden Nâdir Şâh, geri döndüğünde Osmanlı Devleti’ne bağlı Dağıstan beylerine fermanlar gönderip kendisine itaat etmelerini istedi. Bu isteklerinin kabul edilmemesi üzerine de Şamahı taraflarına tecâvüz ederek sık sık yağma etmeye kalkıştı, fakat her defasında şiddetli mukabeleyle karşılaştı. Bunun üzerine Nâdir Şâh, asker gönderip, Kerkük havalisinin henüz hasad edilmemiş mahsûllerini talan ettirdikten sonra kaleyi kuşattırdı. Teslim teklifini reddeden kale müdâfîleri İran askerine ağır kayıplar verdirerek geri çekilmeye mecbur ettiler. Bunu öğrenen Şâh, bir kaç yüz top ve büyük bir kuvvetle Kerkük’e gelip kaleyi kuşattı. Kale ancak üç-dört gün mukavemet edebildi. Nihayet canlarına dokunulmamak kaydıyla teslim olan kale müdâfîleri ve halkdan büyük bir kısmı katledildi. 13 Eylül 1743’de de Musul önlerine gelen Şâh, siperler kazdırıp kaleyi muhasaraya başladı. Uzun süre şehri topa tuttu. Kale müdâfiî Abdülcelîlzâde Hüseyin Paşa bütün gayretiyle çalışıp düşman saldırılarına mukabele ettiğinden, Şâh bu kaleyi alamadı. 1744 yılında tekrar harekete geçip Kars’ı kuşatan Şâh, bir ay süren kuşatmasında, şiddetli müdâfaaya dayanamayarak geri çekildi. Bu tecâvüzler sonunda sefere karar veren Osmanlı hükümeti, Yeğen Mehmed Paşa’yı Anadolu vâliliğine getirip Şark serdârı yaptı. Emrindeki orduyla harekete geçen Yeğen Mehmed Paşa, Revan’ın kuzeyindeki Yagorvat sahrasına indi. Burada siperlenmiş olan Nâdir Şâh’ın kuvvetlerine karşı çarpışmaya başladı. Nâdir Şâh’ın kuvvetlerini ordugâhlarına, siperlerinin içine kadar sürüp ertesi gün siper alarak İran metrisleri üzerine yürüdü. Üç gün süren muhârebe sonunda İran ordusu iyice sıkıştırıldı. Fakat kat’î hücum karârı verildiği gün, Yeğen Mehmed Paşa’nın vefât etmesi her şeyi alt-üst etti. Muhârebenin şiddetlendiği sırada askerin bir kısmının geri çekilmesi sonunda, ordu yirmi bin kayıp vererek Kars’a çekildi. Bundan sonra eski sınırlar esas alınarak İran’la yeniden andlaşma yapıldı (4 Eylül 1746). İran, câferî mezhebinin beşinci hak mezheb olarak kabulü isteklerinden vaz geçti. Bir müddet sonra Nâdir Şâh’ın ölmesi ve İran’da uzun süre devam edecek olan iç karışıklıklar sebebiyle Kafkasya’daki mücâdeleler bundan sonra genellikle Rusya ile oldu. 1739’da Belgrad andlaşmasıyla Azak’ı alan Rusya, Osmanlı Devleti nezdinde harekete geçerek Kabartaylara, devletler arasında anlaşmazlığa sebeb oluyor diye, bu bölgenin işlerine her iki devlet tarafından müdâhale olunmamasını da kabul ettirmişti. Sonradan bu andlaşmaya uymayarak Küçük Kabartay’ı ilhak edip, Büyük Kabartay’ı da tazyike başlamıştı. Osmanlı Devleti bir yandan bu ilhaka mâni olmak, bir yandan da Azak kalesini geri almak isterken 1768-1774 Osmanlı-Rus harbi başladı. Uzun süren savaşlar sonunda Osmanlı Devleti yenilerek Küçük Kaynarca andlaşmasını imzalamak zorunda kaldı. Andlaşmanın Kafkasya’yı ilgilendiren yirmi birinci maddesine göre Orta Kafkasya’nın kuzeyinde bulunan Küçük ve Büyük Kabartaylar Rusya’ya bırakıldı. Yirmi üçüncü maddeye göre de Kafkasya’da Ruslar tarafından alınan Gürcistan taraflarındaki Kutayis ve Şehriban’ın Osmanlı Devleti’ne, diğerlerinin ise, Gürcistan’a verilmesi kararlaştırıldı. Bu andlaşma üzerine Kırım’ın da elden çıkmış olması, İstanbul’da büyük bir tepki ve infiale sebeb oldu. Fransa ve İngiltere hükümetleri de el altından Bâb-ı âlî’yî Rusya’ya karşı savaş için kışkırttılar. Nihayet İsveç’le ittifak kuran Bâb-ı âlî 13 Ağustos 1787’de Rusya’ya harb îlân etti. Kafkas taraflarından da Rusları vurmak isteyen Osmanlı hükümeti, Çıldır vâlisi Süleymân Paşa vasıtasıyla Dağıstan ve Azerbaycan hanlarını ittifaka almaya teşebbüs etti ve Dağıstan hanlarının en kuvvetlisi olan Amme Han’dan istifâdeyi düşündü. Kabartay ümerâsı ve Buhârâ hanına da, Rusya’ya karşı akın düzenlemeleri için emir gönderdi. Dağıstan ve Azerbaycan hanları, Osmanlı Devleti’ne sâdık kalacaklarına dâir yemin etmelerine rağmen, kendi aralarındaki mücâdelelere devam ettiklerinden bunlardan yeterince faydalanılamadı. Amme Han’ın Osmanlı emrine verdiği otuz bin kişilik kuvvetleri ise, asıl hedef olan Rusya’ya bağlı Gürcü prensi Ereğli Han’ın üzerine gönderilmesi gerekirken başka tarafa sevkedilerek hedeften uzaklaşıldı. Kafkas dağları, Türkiye ile Rusya arasında tabiî bir set iken, Rusların Gürcistan’a girmeleri Anadolu tarafındaki emniyeti ortadan kaldırdı. Bu arada Avusturya’nın da Rusya’nın yanında savaşa girmesiyle, muhârebe tamamen Osmanlılar aleyhine döndü. Netîcede Osmanlı Devleti ile Rusya arasında 1791’de Yaş andlaşması imzalandı. Bu andlaşmaya göre Osmanlılarla Rusya arasında Kafkasya’da, Kuban ırmağı sınır kabul edildi. On dokuzuncu yüzyıl başlarında Gürcistan, birbiriyle savaşan bir kaç büyük beylik yüzünden çeşitli târihlerde Ruslar tarafından zaptedilerek, bölündü. Bu durum karşısında Gürcü Beylerinden on ikinci Gorg, Gürcistan’ı tamamen Ruslara bağlamak istedi. Rus çarı bu teklifi kabul ederek, önce bir Rus generali başkanlığında Gürcü hükümeti kurdu. 1801’de ise Gürcistan’ı ilhak etmek istedi. Bunun üzerine Mingrelya ve İmeretya beyi Salaman, Osmanlı Devleti’ne sığındı. 1804 ve 1805 yıllarında ise, Revan ve Bakü hanlıkları da Rus hâkimiyetini tanıdılar. Fakat bu bölgeleri Rus hâkimiyetine alan Tsitsianu, Bakü’de öldürüldü. Bunu bahâene eden Ruslar, Kafkasya’ya asker göndererek Dağıstan ve Kafkasya’nın büyük bir kısmını işgal edip Doğu Anadolu sınırına dayandılar. Birinci Nikola başa geçip Rusya’da mutlak bir hâkimiyet kurduktan sonra kendisinden önceki Rus çarlarının geleneklerine sâdık kalarak Kafkasya’daki Rüs nüfuzunu arttırdı. Azerbaycan’ı işgal etti. Öte yandan Navarin’de Osmanlı donanmasını yakan Ruslar, Osmanlı Devleti’nin protesto ve tazmînât talebine savaş açmakla cevap verdiler. Rus ordusu Avrupa’da Tuna nehrini geçtiği sırada, diğer bir ordu da Kafkas cephesinde hücuma geçti. Kars, Erzurum gibi yerleri aldı. Trabzon’a doğru ilerlemeye başladı. Bu fecî durum karşısında Bâb-ı âlî âcil olarak andlaşma taleb etmek zorunda kaldı. 1829’da Edirne’de imzalanan andlaşmayla Kafkasya ve Anadolu tarafında Anapa, Pati, Ahıska ve Ahılkelek kaleleri Rusya’ya bırakılıp, Rusya’nın Gürcistan hâkimiyeti de kabul edildi. Fakat buna rağmen Kuzey Kafkasya ve Dağıstan halkı tamamen Rus hâkimiyeti altına girmedi. Arazinin dağlık ve zaptı güç olması, Rusların buralara girmesine engel oldu. Ruslar Kuzey Kafkasya’yı itaatleri altına almak için büyük kuvvetlerle bölgeye saldırdılar. Fakat bu devirde bölgede yetişmiş büyük âlimlerden İmâm Gâzi Muhammed, Nakşibendî şeyhi Kuralı Muhammed ile irtibat kurarak Ruslara karşı açacağı cihâd için fikirlerini aldı. Onun da teşvîkiyle 1829 yılında bir beyanname neşrederek Ruslara ve onlara bağlı olan Kafkas kavimlerine karşı fiilî mücâdeleyi başlattı. Bundan sonra Dağıstanlılar Rusya’ya karşı daha sistemli bir şekilde savaşmaya başladılar. Fakat Osmanlı Devleti Rusya ile Edirne’de imzaladığı andlaşmayla Kuzey Kafkasya dâhil bu bölgedeki haklarından vazgeçtiğinden, te’sirli bir siyâset gütmesi ve asker yollaması imkânı yoktu. Bununla beraber bütün Osmanlı ülkesinde bu hareketlerin başarısı için duâ edilmiş, en ufak bir başarı bile İstanbul’da şenliklere sebeb olmuştur. İmam, Gâzi Muhammed’in 1832’de şehîd edilmesinden sonra İmam olan Gamzat Bey, Ruslara bağlı Avar hanlığını ortadan kaldırdı. Fakat bir müddet sonra o da şehîd oldu. Yerine Şeyh Şâmil geçti. Dağıstan’ın Gimri köyünden olan Şeyh Şâmil, çok iyi bir medrese tahsîli görmüş, İslâmî ilimlerde ileri derecede bir âlim idi. Meşhur velî Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’nin sohbetlerinde bulunarak tasavvuf yolunda da yetişmişti. Kabiliyetli ve teşkilâtçı bir lider olarak tanındı. Yirmi beş yıl boyunca topuyla tüfeğiyle tam teşkilâtlı büyük Rus ordularına karşı Dağıstan’ı kurtarmak için savaştı. Bir avuç askeriyle muazzam Rus ordularını bozup büyük kayıplar verdirdi. Onların ilerleyişini durdurdu. Fakat sonunda teslim olmak zorunda kaldı (1869), Ailesi rehin bırakılarak kendisi hac için serbest bırakıldı. İstanbul’a geldi. Abdülazîz Han bizzat karşılayarak izzet ikrâmda bulundu. Hac için gittiği Medine’de vefât etti. Şeyh Şâmil’den sonra yerine geçen Muhammed Emîn, bir süre daha Kafkasların batı bölgesinde mücâdelesini sürdürdü. Fakat o da mağlûb olup bölge Ruslar tarafından ele geçirilince, on binlerce Türk Anadolu’ya göç etti. Birinci Dünyâ savaşı sırasında Kafkas cephesinde ilk tecâvüz Ruslar tarafından vâki oldu (31 Ekim 1914). Doğu Bâyezîd’in kuzey tarafından tecâvüze başlayan Ruslar, Kars’dan hareketle 1 Kasım’da hududu geçerek, Pasin ve Eleşkird’e doğru ilerlediler. İki ordu arasındaki ilk mühim vak’a 6 Kasım’da başlayıp altı gün süren Köprüköy muhârebesi idi.” Bu muhârebe neticesinde Ruslar geri atıldı. 11 Kasım’dan 19 Kasım’a kadar süren karşı Türk taarruzları ile Ruslar, Azap koyu muhârebesinde mağlûb edildi. Fakat iyi keşif yapılamayıp düşman tâkib olunamadığından nihâî netice elde edilemedi. 22 Aralık 1914’de Enver Paşa’nın sırf şan ve şöhret uğruna girişmiş olduğu Sarıkamış harekâtı, Osmanlı târihinin en büyük felâketlerinden biri oldu. Büyük bölümü daha düşmanı görmeden soğuktan donmak suretiyle ve bir kısmı da düşmanın karşısında olmak üzere yaklaşık 90 bin kişinin şehîd düşmesi neticesinde; Osmanlıların değil Kafkasya, Doğu Anadolu’yu dahi koruyacak gücü kalmadı (Bkz. Sarıkamış Harekâtı). Nitekim 1916 yılı başlarında karşı taarruza geçen Ruslar, 16 Şubat’ta Erzurum’a, sonra da Muş ve Bitlis’e girdiler. Aynı zamanda Karadeniz kıyısı boyunca da gelişen Rus taarruzu sonucunda 19 Nisan’da Trabzon, 25 Temmuz’da ise Erzincan düştü. 1917 yılında Rusya’da bolşevik ihtilâli oldu. İhtilâl sebebiyle muharip bir kuvvet olma vasfını kaybeden Rus ordusu harbden çekilince, Lehistan’ın Brest-Litovsk şehrinde Almanya ve müttefikleriyle Rusya arasında andlaşma imzalandı. Osmanlı Devleti’ni, sadrâzam Talat Paşa’nın temsil ettiği bu andlaşmayla Türk-Rus hududunu alâkadar eden yerlerin halk oylaması sonucu belirlenmesi kararlaştırıldı. Fakat bu sırada Kafkasya’da Azerî, Türk, Ermeni ve Gürcü unsurlardan meydana gelen Cenubî Kafkasya devleti kurulduğu için, Osmanlı Devleti bir ültimatom vererek; Batum, Ardahan ve Kars’ı bu devletten istedi. O sırada ordusu henüz teşkilâtlanmamış olan Rusya, bunu kabul etmek zorunda kaldı. 30 Ekim 1918 Mondros mütârekesinden sonra, Osmanlı Devleti Batum ve Ardahan’dan çekildi ve buraları İngilizler işgal etti. Temmuz 1920’de ise, İngilizlerin çekilmesi üzerine Gürcistan hükümeti bölgeyi işgal etti. Türkiye Büyük Millet Meclisi hükümetinin protestosundan ve askerî harekâta geçmesinden sonra; Batum, Ardahan ve Artvin Türk ordusu tarafından alındı. Fakat 16 Mart 1921’de Moskova’da imzalanan Türkiye-Rusya andlaşmasıyla Batum Gürcistan Sovyet Cumhuriyetine bırakıldı. 1) Osmanlı Târihi (Uzunçarşılı); cild-2, 3/1, 3/2, 4/1, 4/2 2) Büyük Türkiye Târihi (Y. Öztuna) 3) Rusya Tarihi (A.N. Kuran); sh. 331, 417, 420 4) Kafkasya ve Osmanlı İmparatorluğu’nun Kafkasya Siyâseti (Dr. Cemâl Gökçe) 5) Belgelerle Türk Târihi Dergisi; sayı-3-24 6) Îzâhlı Osmanlı Târihi Kronolojisi (Danişmend); cild-3, 4 7) Osmanlıların Kafkas İllerini Fethi (Prof. Dr. Fahrettin Kırzıoğlu) KALEM (Bkz. Kâtib) KÂMİL PAŞA (Mehmed) Son devir Osmanlı sadrâzamlarından. Topçu yüzbaşılarından Sâlih Ağa’nın oğludur. 1832’de Kıbrıs’ın Lefkoşe şehrinde doğdu. 1845 yılına kadar Arabça, Farsça, Rumca ve Fransızca’yı öğrendi. 1845’de Mısır’a giderek Elsine Medresesi’ne girdi. Daha sonra bu medresenin harbiye mektebine çevrilmesi üzerine askerî tahsîle geçti ve mektebi başarıyla bitirdi. Mısır prenslerinden İlhâmî Paşa ile Avrupa başkentlerini gezdi. Hidiv Abbâs Paşa’nın genç yaşında kendisine verdiği Avrupa siyâsetini tedkîk vazifesini yürüttü. Hidiv Abbâs Paşa’nın vefâtı üzerine İlhâmî Paşa ile birlikte Mısır’a döndü. Daha sonra sadrâzam Kıbrıslı Mehmed Emîn Paşa’nın daveti üzerine İlhâmi Pâşa’yla birlikte İstanbul’a geldi. İlhâmi Paşa’nın vefâtı üzerine Mısır’a dönmeyerek İstanbul’da kaldı. Kıbrıslı Mehmed Emîn Paşa tarafından 1860 senesinde karışık vaziyette olan Kıbrıs evkafını düzeltmek üzere adaya vakıflar müdürü olarak gönderildi. 1863’de Kıbrıs muhasebeciliğine tâyin edildi. Aynı yıl içinde Sayda eyâleti muhasebeciliğine, Suriye vilâyetinin teşkilinde ise merkez mutasarrıflığına nakledildi ve mîr-i mîrânlık rütbesi verildi. Yedi ay sonra Beyrut mutasarrıflığına tâyin edildi ve Rumeli beylerbeyliği payesi verildi. 1869’da Trablusşam mutasarrıflığına nakl edildi. Aynı yıl içinde Haleb vilâyeti merkez mutasarrıflığına, müteakiben vilâyet muavinliği ve Umûrı ecnebiye müdürlüğüne tâyin edildi. Filibe ve Kudüs mutasarrıflıklarında da bulunduktan sonra 1872’de Hersek, daha sonra da tekrar Beyrut mutasarrıflığına getirildi. 1873’de tekrar Kudüs mutasarrıflığına tâyin edildi. 1875’de Sakız, 1876’da üçüncü defa Beyrut mutasarrıflığına getirildi. 1877’de vezirlik rütbesi verilerek Kosova, daha sonra da Haleb vâliliğine tâyin olundu. 1879’da dâhiliye nezâreti müsteşarlığına, 1880’de evkaf nâzırlığına getirildi ve ikinci rütbe mecîdi nişanı verildi. Aynı yıl içinde maârif nezâretine getirildi ve on gün sonra da birinci rütbe mecîdi nişanı verildi. Şûrâ-yı devlet âzasından Ali Fuâd Bey’in yerine tâyin edilmesinden sonra Umûr-ı nâfia komisyonu âzâlığına getirildi. Ahmed Vefik Paşa’nın ikinci sadâretinde 1882’de tekrar evkaf nezâretine getirildi. Nezâret uhdesinde kalmak suretiyle Manisa civarında zuhûr eden eşkıya hareketlerini bastırmak için, 1883’de Aydın vilâyetine gönderildi. Adliye nâzırı Hasan Fehmi Paşa’nın Londra’ya gönderilmesi üzerine evkaf nezâretine ilâveten, adliye nezâreti vekâleti de verildi. 1885 yılında karışık bir durum alan Şarkî Rumeli ve Bulgar ayaklanmasını hâlletmek ümit ve gayesiyle sadrâzamlığa getirildi. Altı sene bu makamda kaldıktan sonra 1891’de vazîfeden alındı. Sadrâzamlıktan ayrıldıktan sonra ortaya çıkan ermeni mes’elesi ve bu konudaki siyâseti sebebiyle 1895’de ikinci defa sadrâzamlığa getirildi. Kâmil Paşa, İngiliz ve Fransız elçilerinin telkinleri üzerine durumun ıslâhı için düşüncelerini bir lâyiha ile pâdişâha bildirdi. Lâyihada görülen aksaklıklara sebeb olarak, sarayın her işe müdâhale etmesiyle ortada mes’ûl bir makam kalmadığını, mes’ûl bir vükelâ hey’etinin teşkîli lüzumundan bahsetmişti. İngiliz ve Fransız elçilerinin te’sirinde kalan Kâmil Paşa, hazırladığı bu lâyihada yapılması gerekli ıslâhatın başında nâzırların sadrâzam tarafından seçilmesini tavsiye etti. Te’sir altında kalarak verdiği bu lâyiha sebebiyle vazifeden alınan Kâmil Paşa’ya, ertesi gün Haleb, Konya ve Aydın vilâyetlerinden hangisini tercih ederse oraya tâyin olunacağı tebliğ olundu. Tercih ettiği Aydın vâliliğine gönderildi. Vilâyette zuhur eden eşkıyanın tâkib ve tenkili ile huzur ve rahatın sağlanmasında fazla başarılı olamayan Kâmil Paşa, bu vazifeden de azledilerek Rodos’a gönderilmesine karar verildi. İngiliz sempatizanı olan Kâmil Paşa durumu haber alınca, Rodos’a gitmemek için İngiliz konsolosluğuna iltica etti. Pâdişâh’ın kendi şahsı ve İngiltere adına resmen te’mînat vermesi üzerine İstanbul’a döndü. Bundan sonra İngiltere hükümetinin himayesinde bir Osmanlı vatandaşı olarak İstanbul’da yaşadı. Sultan İkinci Abdülhamîd Han’ın İttihâd ve Terakkî’nin baskıları ve Rumeli’de başgösteren ayaklanmalar üzerine İkinci Meşrutiyet’i ilânından sonra Kâmil Paşa üçüncü defa sadârete getirildi. Onun sadrâzamlığının bu buhranlı günlerinde Bulgaristan istiklâlini îlân etti. Bosna-Hersek, Avusturya tarafından resmen ilhak edildi. İttihâd ve Terakkî’nin hâkim duruma geçmesi ve idarede kendi görüşlerini hâkim kılmak istemesi Kâmil Paşa’yı güç durumda bıraktı. İdarî ve siyâsî mes’ûliyetten uzak olan İttihâd ve Terakkî’nin, Kâmil Paşa hükümeti üzerinde şiddetli baskı kurmak istemesi, İttihâdçılarla Kâmil Paşa’nın arasının açılmasına sebeb oldu. Hükümette bâzı değişiklikler yapması ve İttihâd ve Terakkî’ye karşı sert tepki göstermesi üzerine, 14 Şubat 1909’da Meclis-i meb’ûsanda yapılan güven oylamasıyla Kâmil Paşa hükümeti düşürüldü. 1911 senesi Ekim ayında tebdîl-i hava için Mısır’a giden Kâmil Paşa, o sırada Hindistan’a seyahat etmekte olan İngiltere kralı beşinci George ve kraliçe Mary’nin Mısır’a gelişinde kral tarafından Portsaid’e İmparatorluk yatına davet edildi. Davete icabet eden Kâmil, Paşa, kral ve kraliçeden büyük iltifat gördü. Bu davet dolayısıyle çektirilmiş olan fotoğraf bütün gazetelerde yayınlandı. Gâzi Ahmed Muhtar Paşanın istifa etmesinden sonra 22 Ekim 1912’de dördüncü defa sadârete getirilen Kâmil Paşa, İttihâd ve Terakkî’nin düzenlediği Bâb-ı âlî baskını diye bilinen kanlı baskın üzerine 23 Ocak 1913 târihinde sadrâzamlıktan zorla istifa ettirildi. Yerine Mahmûd Şevket Paşa sadârete getirildi. Kâmil Paşa bir müddet sonra hükümetçe gösterilen lüzum üzerine Kıbrıs’a gitti. Orada meşrûtiyet dönemi ile ilgili hatıratını yazmaya başladığı sırada 14 Kasım 1913’de 81 yaşındayken öldü. Lefkoşe’de Arab Ahmed Paşa Câmii bahçesine defnedildi. Üç cildden meydana gelen Târih-i Siyâsî-i Devlet-i Âliyye-i Osmâniyye, Kâmil Paşa’nın Âyân reisi Saîd Paşa’ya cevapları ve bir cildlik Hâtırât’ı bulunan Kâmil Paşa, fırtınalı bir dönemin siyâsî cereyanları arasında yetişmiş, bir kaç lisan bilen, zekî bir devlet adamı idi. Avrupa siyâset âleminde tanınmış bir şahsiyet olup, İngiltere dış siyâsetinin etkisi altındaydı. Târihler onun büyük işler adamı olmadığını ve vazîfe başındayken sâdece günlük işleri pürüzsüz yürütmeye çalıştığını yazarlar. İngiliz dostu ve taraflısı olduğu meşhurdur. 1) Son Sadrâzamlar; cild-2, sh. 1347-1472 2) Osmanlı Târihi Kronolojisi; cild-5, sh. 95, 96, 97, 101 3) Hâtırât-ı Kâmil Paşa 4) Hürriyet ve istiklâl Mücâdeleleri Târihi; cild-16, sh. 8934 5) Osmanlı İmparatorluğu Târihi (Zuhuri Danışman); cild-13, sh. 352 KANAL HAREKÂTI Birinci Dünyâ harbi sırasında, bahriye nâzırı ve dördüncü ordu kumandanı Cemâl Paşa’nın idare ettiği, Mısır’ı işgal eden İngilizlere karşı düzenlenen harekât. İttihâd ve Terakkî’nin fiilen iktidara gelmesinden sonra, üç paşalar diye bilinen Talât, Enver ve Cemâl paşaların bâzı kaprisleri, gerçek ve tecrübeleri bir tarafa bırakarak hayâllere kapılmaları sebebiyle Osmanlı Devleti; Rusya, İngiltere, Fransa, Sırbistan, Romanya, Belçika, Yunanistan, Portekiz ve Karadağ devletlerinden meydâna gelen îtilâf devletlerine karşı; Almanya, Avusturya-Macaristan ve Bulgaristan’dan meydâna gelen ittifak devletleri yanında harbe girdi. Osmanlı Devleti’nin fiilen harbe girmesi ve seferberliğin îlân edilmesi üzerine, bahriye nâzırı Cemâl Paşa, harbiye nâzırlığı uhdesinde kalmak üzere, dördüncü ordu kumandanlığı ile Filistin-Arabistan umûmî vâliliğine tâyin edidi. 21 Kasım 1914 Cumartesi günü İstanbul’dan ayrıldı. Haydarpaşa İstasyonunda düzenlenen bir törenle uğurlanan Cemâl Paşa, tören sırasında; “Vazifemin yüksekliğini takdîr ediyorum. Bu vazîfeyi îfâ ederken ne büyük müşkillerle karşılaşacağımı da biliyorum. Muvaffak olabilmek için hiç bir fedâkârlıktan çekinmeyeceğim. Eğer muvaffak olamazsam, kanalın sularını kendimin ve kahraman arkadaşlarımın cesedleriyle dolduracağım. Hiç şüphesiz ki arkada kalanlar bizim cesedlerimizin üzerinden geçerek Mısır topraklarına girecekler ve İslâm ülkesini İngilizlerin istilâsından kurtaracaklardır” şeklinde bir konuşma yaptı. Şam’a ulaşınca, Damascus Palas’da karargâhını kuran ve Mısır fâtihi olmak hülyasına kapılan Cemâl Paşa, krallar gibi zevk ve sefâhet içinde yaşamaya başladı. Ferik Zeki Paşa’nın plânsız ve techîzâtsız yapılacak bir kanal seferinin mahzurlarını anlatmasına rağmen, görünüşte İngilizlerin Mısır’dan çıkarılması gayesiyle, gerçekte ise daha sonra Cemâl Paşa’nın kendi hatıratında bildirdiği gibi; garb cephesinde fazla sıkışan Alman kuvvetlerinin yükünü bir mikdâr azaltmak ve İngiliz kuvvetlerini Osmanlı üzerine çekmek için kanal seferine girişti. Almanların Cemâl Paşa’ya yaptıkları telkîne göre bu sefer çok kolay ve başarılı olacaktı. Süveyş kanalının iki tarafındaki sedler top mermileriyle yıkılır yıkılmaz, kanal tıkanacak, gemiler geçemez olacak, Türk askeri Mısır’a ayak basar basmaz da Mısırlılar, İngilizler aleyhine isyân edecekti. Bu hülyalarla aldatılan Cemâl Paşa, yanında erkân-ı harb reîsi Von Frankenberg ve müşaviri Von Kress ve daha bir takım Alman subayları olduğu hâlde 25.000 kişilik bir orduyla 14 Ocak 1915’de Şam’dan Mısır’a hareket etti. 300 km.’lik bir kum çölü olan Tih sahrasını bin bir zahmet, meşakkat ve mahrumiyet içinde geçen Osmanlı ordusu, 3 Şubat 1915’de kanal bölgesine ulaştı. Cemâl Paşa İngilizlerin 200.000’e yakın asker, tel örgüler, zırhlılar ve zırhlı trenlerden meydana gelen bir tahkimat yaptıklarından habersizdi. Gece yarısından sonra hemen harekâta geçen Cemâl Paşa’nın kumandasındaki ordu, hücum ve saldırılar karşısında kısa bir müddet içinde pek çok kayıp vererek geri çekildi. Bu felâkette şehîd, yaralı ve kayıp yekünü 1.410’u buldu. İngiliz zayiatı ise, 25 ölü ve 150 yaralıdan ibaretti. Bâzı mevzi hücumlarla harekât devam ettirildiyse de, fazla zâyiât verilerek 15 Şubat’ta geri çekilindı. Bu felâket üzerine Mısır fethinden vazgeçen harbiye nâzırı Enver Paşa ve bahriye nâzırı Cemâl Paşa, dördüncü ordu emrindeki 8, 10 ve 25. fırkaları (tümen) Çanakkale’ye sevk ettiler. Böylece birinci kanal seferi fecî bir başarısızlık, acı ve pek çok kayıpla sona erdi. 1916 senesi 26 Temmuz’unda dördüncü ordu emrindeki Alman subayı Von Kress, 10.000 kişilik bir kuvvetle ikinci kanal seferine teşebbüs ettiyse de bu da birinci sefer gibi şiddetle mukabele gördü. Osmanlı ordusu El-Ariş’e çekilmek zorunda kaldı. Sırf Almanya’nın garb cephesindeki yükünü hafifletmek ve Cemâl Paşa’nın Mısır fâtihliği hülyasına hizmet etmek için girişilen bu çılgınca teşebbüsle Osmanlı ordusu perişan oldu ve Mısır elden çıktı. Mısır ile birlikte İngilizlerin uyguladığı sinsi siyâset neticesinde Hicaz da kaybedildi. İkinci kanal seferinden sonra, El-Ariş’e çekilen Osmanlı kuvvetleri, İngilizlerin Filistin ve Suriye üzerine olan hücûmlarıyla karşılaştılar. İngilizler 15 Kasım 1917’de Remle’yi, 17 Kasım’da Yafa’yı, 9 Aralık’ta Kudüs’ü işgal ettiler. 16 Aralık 1917’de ElAriş tahliye edildi. Birbirini tâkib eden ve on binlerce müslüman-Türk evlâdının Alman kumandanı Von Kress’in; “Bu malzeme ve bu askerle böyle şey olmaz. Bunu biliyorum ama, Türklerin muahedeye bağlanmaları için İngilizlerle aralarında kan dökülmesi lâzım. Bu harekâtın yapılmasında bunun için ısrar ettim. Götürdüğümüz 20.000 kişinin dökülmesi îcâb eden kanı vermeye kafi geleceği ümidindeyim” diyerek ifâde ettiği gibi on binlerce vatan evlâdı bir hiç uğruna aç ve sefil bir surette feda edildi. “Dimyat’a pirince gideyim derken evdeki bulgurdan olmak” ata sözüyle ifâde edilen kanal harekâtının mağlûbiyetle sona ermesi, pek çok vatan toprağının İngilizler ve müttefiklerince işgal edilerek Osmanlı Devleti’nden ayrılmasına sebeb oldu (Bkz. Cemâl Paşa). 1) Siyâsî Târih (R. Uçarol); sh. 360 2) Siyâsî Târih (F. Armaoğlu); sh. 122 3) Îzâhlı Osmanlı Târihi Kronolojisi; cild-4, sh. 426 4) Birinci Dünyâ Harbinde Türk Harbi, Sina ve Filistin Cebhesi (Genel Kurmay Başkanlığı Yayını) 5) Türkiye’de İstiklâl ve Hürriyet Mücâdeleleri Târihi; cild-18, sh. 10292 KANİJE MÜDÂFAASI Mücâhid Gâzi Tiryâki Hasan Paşa’nın Kanije kalesinde kendinden çok üstün olan haçlı kuvvetlerine karşı, 1601’de yaptığı şanlı müdâfaa. Kanije 22 Ekim 1600’de Avusturyalıların elinden alınıp bir serhat, yâni sınır kalesi yapıldı: Çok önemli bir konuma sâhib bulunan Kanije’nin, Osmanlıların eline geçmesini bir türlü hazmedemeyen Avusturyalılar, kaleyi geri alma hazırlıklarına giriştiler. Arşidük Ferdinand kumandasında büyük bir ordu ile harekete geçtiler. Düşmanın hazırlıklarını başından beri casusları vasıtasıyla tâkib eden kale kumandanı Tiryâki Hasan Paşa, gecesini gündüzüne katarak Kanije’nin noksanlarını tamamladı. Aylarca ihtiyâca yetecek erzak ve mühimmatı te’min etti. Harplerde güngörmüş dokuz bin yiğidiyle düşmanı beklemeye başladı. Nihayet Haçlı ordusunun başkomutanı Ferdinand, Avusturyalılardan başka; Fransız, İspanya, İtalya, Macar, Papalık, Malta şövalyelerinden meydana gelen yüz bin kişilik ordusu ve 47 adet ağır muhasara toplarıyla Kanije’ye yürüdü. Kaleye varmadan önce, Osmanlı’nın gücünü öğrenmek için 5000 kişilik bir keşif kolu çıkardı. Ömrünü harplerde geçiren Tiryâki Hasan Paşa, düşmanın niyetini anladığından, askerlerine sâdece tüfekle karşılık vermelerini emretti ve top kullandırmadı. Çünkü düşmanın kalede top olduğunu öğrenmelerini istemiyordu. Öncü komutanının verdiği rapor üzerine başkomutan Ferdinand, 9-10 Eylül 1601 gecesi muhasarayı başlattı. Haçlı birlikleri önce tüfek ateşiyle oyalandı. Ancak top menziline girdikleri ve iyece sokuldukları an, toplar hep birden ateşlendi. Bu müthiş karışıklıkta, binlerce haçlı askerinin kolu, bacağı havada uçuşmaya başladı. Böylece düşman ordusunun büyük bir kısmı, imha edildi. Düşman birbirini çiğneyerek kaçışmaya başlayınca, bunu fırsat bilen Hasan Paşa, kale kapılarını açıp yiğitlerini salıverdi. Mücâhidler düşmanı kıra kıra, Kanije suyunun Zigetvar tarafına atarak geri döndüler. Aldatıldığını anlayan Ferdinand, bütün toplarını uygun yerlere dizip şiddetli bir muhasaraya başladı. Hasan Paşa, her gün başka harp hileleriyle düşmanın karşısına çıkıyordu. Her şeyden önce sadrâzam Yemişçi Hasan Paşa’ya haber ulaştırmak için lisan bilen cesur birini göndermeliydi. Bu işe Kara Pençe’yi vazifelendirdi. Düşmanın ortasından büyük bir maharetle geçen Karapençe Osman, Belgrad yakınlarına yetişen sadrâzam hazretlerine, bir mektup ulaştırdı. Vaziyeti bütün açıklığıyla öğrenen sadrâzam, Kanije’ye geleceğini bildirdi... Fakat yarıyolda, İstolni-Belgrad’ın düştüğünü öğrendi. Kaledekilerin kılıçtan geçirildiğini ve çocuklara dahi işkence edildiğini duydu. Bu sebeple oraya gitmeyi tercih ettiğini bildiren, ikinci bir mektubu Kanije’ye yolladı. Tiryâki Hasan Paşa, bu ikinci mektubu gizli tuttu. Tam aksine, ordu-yı hümâyûn’nun yetişmek üzere olduğu bildirilen, kendisinin yazdığı bir mektubu, askerlerine alenen okuttu. Fedakârca savaşan gâzîlerin, morallerini yükseltiyordu... Kaleye fazla sokulamayan düşman, aralıksız top atışları yaparak mücâhîdleri güç durunla düşürüyordu. Muhasara uzadı. Her gün 2000 gülle yiyen Kanije’nin hâli pek haraptı. Surlar delik deşik olmuştu. Türkler surlarda açılan gedikleri ancak geceleyin, tamir etmeye çalışıyorlardı. Fakat işin en kötüsü, barut bitmek üzere idi. Bunu öğrenen beşinci bölük çavuşlarından Uzun Ahmed, gün görmüş komutanına müracaat etti ve aralarında şu konuşma geçti: “İzin verirsen paşam, biz burada kendimiz de barut îmâl edebiliriz.” “Ne dersin evlât?...” “Doğru derim paşa baba...” “Bu nice olur? “Şu söğüt ağaçlarını görüyor musun paşam?... İşte onlar bizi, daha epeyce barutsuz komaz!... Yeter ki Mevlâm, seni başımızdan eksik etmesin.” “Ne deyim oğul... Hemen cenâb-ı Hak yardımcın olsun... Gayri göster kendini.” Ahmed çavuş üç gün içinde, hakîkaten bol barut elde etti. Söğüt ağacının kavı ile, ince kum kullanıyordu. Çalışkan arkadaşları ile birlikte, bu sırrı kendisine öğreten ustasına Fatihalar okudular. Osmanlının söğüt ağacına sevgisinin sebebi de gâziler tarafından böylece öğrenilmiş oldu. Artık daha hızlı patlayan kale topları, gün batana dek susmak bilmiyordu. Tam bu sıralarda bir öğle vakti, düşman mızraklarına takılmış iki kesik baş teşhir edildi... Bunlar, şehîd edilen Budin beylerbeyi ile kethüdasının başlarıydı. Böylece düşman, kaledekilere İstolni-Belgrad’ı ele geçirdiklerini ve kendilerine hiç bir yerden yardım gelmiyeceğini îmâ etmek istiyorlardı. Şımarık haçlı şövalyeleri, sevinçlerinden hora tepiyorlar, bağırıp çağırıyorlardı. Bunları gören Türk askerlerinin, maneviyâtı bozuluyordu. Tiryâki Hasan Paşa, askerlerinin maneviyâtını düzeltmek için; “Gâzilerim!.. Yiğitlerim!.. Bu şehîd kardeşlerimiz asla ve kafa, Budin beylerbeyi ve kethüdası olamaz. Bilirsiniz ki, her ikisi de, kırk yıllık dostlarımızdır. Onları bizden iyi kim tanıyabilir? Üstelik koca Osmanlı ordusu buralarda iken, bir beylerbeyinin başı nasıl uçurulabilir? Daha bizim kaleyi bile düşüremezken, bu kefereler!.. Karapençe’yi gönderelim, doğrusunu öğrenip gelsin. Doğru olsa bile biz Allah için cihâd ediyoruz. Pâdişâhımız sağ olsun!..” gibi sözlerle mücâhidlerin endişelerini giderdi. Çünkü Peygamber efendimiz buyurmuşlardı ki: “Harp, hud’adır...” Yâni harb hiledir. Îcâbederse, yalan dahi söylenebilirdi... O günden sonra İstolni-Belgrad’ı zapteden Arşidük Mathias’ın kumandasındaki Avusturya ordusu da, Kanije muhasarasına katıldı. Hasan Paşa’ya teslim olmalarını teklif ettilerse de, topla cevap verdi. Bunun üzerine düşman, köprüler hazırlayarak sabahın erken saatlerinde umûmî bir hücuma girişti. Kalabalık haçlı sürüsü dalga dalga kale bedenlerine saldırıyordu, buna mukabil Kanije arslanları, canlarını feda ederek düşmanı içeri sokmuyorlardı. Tiryâki Hasan Paşa ise, daralan gâzilerin yanına koşuyor: “Gâzilerim!.. Evlâdlarım! Bugün yiğitlik günüdür. Mertlik demidir. Düşman çok fakat îmânı yok. Hamdolsun hepimizin göğsü îmân nuru ile doludur, ölürsek şehîd olur Cennet’e gideriz. Kalanlarımız Gâzilik rütbesiyle şereflenir. Dînimiz uğruna Hak yoluna cihâd ediyoruz. Düşman kırıldı, artık kaçmaya yüz tuttu... Pâdişâhımızın ekmeği hepinize helâl olsun! Vurun yiğitlerim! Koman gâzilerim! Zafer sizindir!..” diyerek askeri teşvik ediyordu. Zaman zaman küffâr sürüsünün kale bedenlerine kadar çıktıkları görülüyor, burçlar üzerinde göğüs göğüse çarpışmalar oluyordu. Osmanlı yiğitlerinin her biri birer ateş parçası kesilmişti. Nereye düşse yakıyordu. İhtiyar kumandanları Hasan Paşa’nın teşvikiyle, hepsi de sanki seyyar bir kale hâline gelmişti. O umûmî taarruzda düşman, bir rivayete göre 18 bin ölü vererek perişan bir hâlde geri çekilmek zorunda kaldı. Kumandanlarından papa sekizinci Glement’in yeğeni Aldobrandini de öldürülmüştü. Bu haber, Osmanlı mücâhidlerini çok sevindirdi. Kanije kartalı Hasan Paşa, askerlerine hitaben: “İşte görüyorsunuz!.. Dünkü iki şehîd kardeşimize karşılık bugün, binlerce küffâr ve koskoca Rimpapa’nın yeğeni telef edildi. Hem biliyorsunuz bu muhasara, 12 Rebî’ül-evvel gecesi başladı... O gece, Peygamberler sultânı Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz dünyâyı teşrîf ettiler. Cenâb-ı Hak, öyle mübarek bir gece hürmetine, müslüman kullarını, küffâr karşısında mağlûb ve gamlı eylemez inşâallah. Yeter ki, hepimiz, îmanımızı ve kılıçlarımızı kavi tutalım...” diyerek askerin maneviyâtını yükseltti. Ancak kalenin durumu ciddi ve nâzikti. Arşidük Ferdinand her ne pahasına olursa olsun kış esnasında bile kaleyi muhasara edip, almaya çalışıyordu. Bunun için askeri barındıracak siperler ve yer altı mahfelleri yaptırdı. Muhtelif tahrip ve işgal vasıtalarıyla hücum ederek kaleyi delik deşik ediyor fakat bir türlü düşürmeye muvaffak olamıyordu. Bu sırada kale müdafii dört bin kadardı. Muhasaranın devam ettiği günlerde Tiryâki Hasan Paşa’nın içoğlanlarından aslen Macar olan iki kilercinin kaçması, kale halkını ıstıraba düşürdü. Handan ve Kenan ismindeki içoğlanları Ferdinand’a giderek kale ahvâlini bildirmişlerdi. Hasan Paşa ise kaledekilere: “Hiç telâş etmeyin, onların hesabı görülür” diye teselli verdi ve bir kaç tutsak yakalanmasını emretti. Hasan Paşa, yakalanıp getirilen tutsaklara; “Kralınıza iki adamımı gönderdim buluştu mu?” diye sordu. Onlarda adamların kralla buluştuğunu ve kralı her yönüyle perişan hâle gelmiş kale üzerine yürünmesi için teşvik ettiğini bildirdiler. Bunun üzerine Hasan Paşa bunların da başlarının kesilmesini emrederek, Kara Ömer Bey’e teslim etti. Ömer Bey de güya paşasından habersiz olarak bu tutsaklara; “Ben sizdenim evvelki esirleri dahi ben kurtardım. O iki oğlanı Paşa, kendisi bilerek gönderdi. Bundan maksadı, kalenin kötü durumundan bahisle kralı kışkırtmaya teşvik içindir. Kalede bir yıllık zahire ve barut vardır ve Zigetvar’da olan kuvvetler de yardıma gelmek üzeredir” dedikten sonra kum dolu çuvalları barut çuvalı olarak gösterip, ellerine birer mikdâr beyaz ekmek vererek salıverdi. Salıverilen esirlerden ve yine Hasan Paşa’nın gizlice ordugâha bıraktırdığı mektuplardan iki içoğlanın casus olduğuna kanâat getiren Ferdinand, bunları îdâm ettirdikten sonra başlarını kalede bulunanlara göstererek; “Baka Hasan Paşa al Handan ile Kenan oğlanların başını. Serdâra gönderdiğin mektubun dahi elimize geçti ve ahvâl bilindi” deyince, duruma vâkıf olan kaledekıler gülüşmeye başladılar. Arşidük Ferdinand kaleyi ele geçirmek için yeni plânlar yaparken kış da bütün şiddetiyle bastırmış bulunuyordu. Tiryâki Hasan Paşa artık serdârın gelmiyeceğine kanâat getirerek Kış şartlarından istifâde ile Ferdinand’ın kuvvetlerine son darbeyi vurmak istedi. Kara Ömer Bey’e, üç yüz kişi vererek donmuş olan Berk suyunu geçirip düşman üzerine baskın yaptıran Hasan Paşa, Öte yandan kaledeki topları da hep birlikte ateşleterek düşman ordugâhını alt üst etti. Birbirine giren düşman kuvvetleri, her şeyi bırakıp kaçmaya başladılar. Hasan Paşa beş yüz kişilik diğer bir hücum kuvvetiyle baskına devam etti. Düşman ordugâhından elde ettiği barut, top ve sâireyi kaleye almayı ihmâl etmedi. Kısa zamanda on sekiz bin düşman öldürüldü. Hasan Paşa kalede altı yüz kişi bırakıp bizzat çıkarak düşman siperlerini zabt ettirdi, kırk beş top ele geçirildi. Haçlılar, Hasan Paşa’nın yanında pek az bir kuvvetin bulunduğunu görüp takip olunmadıklarını anlayınca, kaleden uzakta bir yerde bulunan Arşidük Ferdinand’ın da teşvikiyle büyük bir kuvvetle dışarıda metriste bulunan Hasan Paşa’nın üzerine saldırdılar. Hasan Paşa, düşmandan aldığı topları atışa hazır hâle getirmişti. Yanında bulunanlara cesaret verip, fırsat bizimdir dedikten sonra, topları ateşleyerek Arşidük’ün alaylarını perişan etti. Atlıları kaçabildiyse de yayaları kırıldı. Bu defa Hasan Paşa’nın yiğitleri otuz bin düşmanı öldürdüler. Daha sonra Ferdinand’ın karargâhına kadar yaklaşan Hasan Paşa, uzaktan top atışı ile Arşidük’ün otağını parçaladı. Askerini göğüs goğüse harbe sokmak istemeyen Hasan Paşa, böylece fazla zâyiât vermek istemiyor ve Avusturya kuvvetlerini çenber altına almak istiyordu. Kaçış yolunun kesileceğini anlayan Arşidük Ferdinand ise, büyük bir dehşete düşerek yüz kadar adamıyla kaçmaya başladı. Bunu gören düşman ordusunda umûmî bir panik baş gösterdi. Arşidük’ün karargâhı, bütün eşyası, hazîneleri meydanda kaldı. Hasan Paşa üç bin kişilik bir kuvveti, düşman karargâhını fethe gönderdi ve düşmanı tamamen temizlemedikçe katiyen ganimete el uzatmamalarını sıkı sıkıya, tenbih etti. Tiryâki Hasan Paşa, karargâhın düşmandan tamamen temizlendiğini haber alınca, Arşidük’ün otağına doğru gitti. Otağın içerisinde etrafı altın ve gümüş parmaklıklı, başları mücevherli ve direklerinin başı elmaslı bir taht vardı. Tahtın iki tarafında kadife örtülü sırma saçaklı on iki koltuk bulunuyordu. Tahtın önünde tahminen dört metre uzunluğunda yemek masası konmuştu. Arşidük’ün otağına girince bunları gören Hasan Paşa iki rek’at şükür namazı kıldı ve duâ edip ağladı. Bu muzafferiyetin Allahü teâlânın inayeti ve hazret-i Peygamberin mûcizâtı eseri olduğunu söyledikten sonra, feth ve nusret alâmeti olarak Arşidük’ün tahtını ortadan kılıçladı ve sonra geçip oturdu. Diğer beyler ve ağalar da derecelerine göre koltuklara oturdular. Tiryâki Hasan Paşa hepsine hitaben, sabır ve sebatın neticesinin ve birlikte hareketin ve kumandana itaatin böyle bir zafere yol açtığını anlatarak nasihat etti. Zaferi müteâkib gerek çadırlara ve gerek Ferdinand’ın karargâhına girdikleri zaman yağmaya hakkı olan askerin; ganimet mallarına kafiyen el vurmayıp, kumandanın taksim etmesi için sabaha kadar bekleyişi dikkate şâyân bir davranış oldu. Hasan Paşa, üç ay kadar süren Kanije muhasarası neticesinde elde ettiği harp levâzımatını, iki ayda ancak kaleye nakledebildi. Muhasara esnasında mühim hizmeti görülen Kara Ömer Bey’e, kendi dirliği olan Peçuy sancağını verdi. VAZİFEMİZİ YAPTIK!.. Kanije müjdesinin İstanbul’a bildirilmesi üzerine, büyük şenlikler yapıldı. Tiryâki Hasan Paşa’nın tevcih ettiği bütün vazifeler kabul olunduğu gibi. Pâdişâh, kendisine vezirlik berâtı ile beraber, hizmetini takdir yollu birhat-ı hümâyûn gönderdi. Cihân pâdişâhı üçüncü Mehmed Han, bu fermanda, Kanije müdâfîlerini tebrikle, hadsiz duâda bulunuyordu. “Yerin ve göğün sahibi olan yüce Allah’a hamdolsun ki, Osmanlı Devleti’ne senin gibi paşalar ve askerlerin sayesinde, nice zaferler nâsib eyledi... Sevgili Peygamberimize salât ve selâm olsun ki, seni ve Devlet-i âliyye askerlerini, kendi yolunda cihâd eylerken görürüz... Şanlı Kanije serencâmınızı (serüvenlerinizi) bütün tafsilatıyla öğrendim... Berhudar olasınız, iki cihânda yüzleriniz ak ola... Sana, vezirlik (meraşallık rütbesi) verdik. Helâl olsun. Seninle bile bulunan askerlerim dahi, manevî oğullarımdır. Cümlesinden yüce Mevlâ razı olsun. Ettiğiniz bilcümle tedâbir (tedbirli işleriniz) makbûl-i hümâyûnumdur. Her birinizi, Hak teâlâ hazretlerine ısmarlıyorum...” diye yazıyordu. Göz yaşları ile pâdişâh fermanını okuyan Tiryâki Hasan Paşa şöyle diyordu: “Sâdece vazifemizi edâ eylememiz sebebiyle, pâdişâhımız efendimiz, bizim gibi bir pîr-i fâniye vezâret rütbesi lütfetmişler... Bizler cümlemiz Allah, millet ve devlet yoluna fedâyız... Cenâb-ı Hak, heman devletimize ve milletimize zeval vermesin...” 1) Îzâhlı Osmanlı Târihi Kronolojisi: cild-3, sh. 205 2) Büyük Türkiye Târihî; cild-5, sh. 64 3) Osmanlı Devleti Târihi (Hammer); cild-8, sh. 12 4) Osmanlı Târihi (Uzunçarşılı); cild-3, kısım-1, sh. 83 5) Târihi Nâimâ; cild-1, sh. 264 6) Târihi Peçevî; cild-2, sh. 224 7) Kanije Müdâfaası (G.K. Harp Târihi Yayını) 8) Gazâvât-ı Tiryâki Hasan Paşa 9) Rehber Ansiklopedisi; cild-7, sh. 118 KÂNÜN-I ESÂSÎ Devletin şeklini, çatısını, devlet içindeki teşrî (yasama), icra (yürütme), kaza (yargı) kuvvetlerinin birbiriyle münâsebetini, bunların hangi organlar vasıtasıyla kullanıldığını ve ayrıca ferdin devlete karşı olan haklarını tâyin ve tanzim eden kânun. Osmanlı Devleti bir İslâm devleti olması hasebiyle, bütün faaliyetlerini İslâm hukukuna göre düzenlerdi. Bu hususta temel müracaat kaynakları, fıkıh ve fetva kitapları ile bunların ışığında değişik şartlara, örf ve âdetlere göre hazırlanan kanunnâmelerdi. Yâni bu üçü Osmanlı Devleti’nin anayasası durumundaydı (Bkz. Hukuk ve Kanunnâme maddeleri). Kanunnâmelerin dışında 1808’de Sened-i İttifak, 1839’da Gülhâne Hatt-ı hümâyûnu ve 1856’da benzeri Islâhat fermanları gibi anayasa sayılmayan siyâsî belgeler de çıkarılmışsa da, uygulama imkânı bulunamamıştır. Bu belgeler siyâsî olup, genelde azınlıkların haklarını koruduğu için Avrupa devletlerinin baskısı ile çıkarılmıştır. Ancak bu hareketler, meşrutiyetçi bir rejim arzusunu geliştirmişti. Tanzîmât döneminden itibaren tahsîl için Avrupa’ya gönderilen şahıslar, batı kültürü ile temasa geçtiler. Fransız ihtilâlinin ortaya koyduğu liberal fikirlerin etkisinde kalan gençler, bunları Osmanlı ülkesinde yaymaya çalıştılar. Osmanlı Devleti’nin siyâsi yapısını değiştirmek için ilk olarak 1865’de kurulan ve üyeleri arasında; Nâmık Kemâl, Ali Süâvî, Ziya Paşa ve Mısırlı prens Mustafa Fâzıl Paşa gibi kimselerin bulunduğu Yeni Osmanlılar cemiyeti, Meşrûtiyet idâresinin uygulanması için çeşitli yollardan faaliyete geçti. Ancak İstanbul’da serbest çalışamıyacaklarını anlayan cemiyet mensupları, Mustafa Fâzıl Paşa’nın mâlî yardımı ile 1867’de Fransa’ya kaçtılar. Orada pâdişâh ve Osmanlı hükümeti aleyhinde faaliyet gösterdiler. Sultan Abdülazîz Han’ın şahsına karşı açtıkları mücâdele ile birlikte, meşrûtiyet idaresini memlekette hâkim kılmak için çalışmaya başladılar. Onların bu faaliyetleri, Osmanlı Devleti’ni parçalamak isteyen dış düşmanların da tahrikleriyle Balkanlarda kaynaşmaya sebeb oldu. Batı rejim ve müesseselerine hayran olan Midhat Paşa’nın da dâhil olduğu Yeni Osmanlılar cemiyeti’ne mensub kimseler, başta pâdişâh olmak üzere, yüksek devlet makamlarını işgal eden bâzı şahsiyetler aleyhine tertiplere giriştiler. Medrese öğrencilerini tahrik ile; 12 Mayıs 1876’da ayaklandırarak; “Sadrâzam ve şeyhülislâmı istemeyiz” diye bağırttılar. Asıl maksadları, Midhat Paşa’yı sadârete getirmekti. İsyan hareketi yaygınlaşınca Mahmûd Nedîm Paşa sadrâzamlıktan alınıp yerine Mütercim Rüşdî Paşa getirildi. Hüseyin Avni Paşa seraskerliğe tâyin oldu, kabinede değişiklik yapıldı. Hayrullah efendi de şeyhülislâmlığa tâyin edildi. Asıl maksadları tahakkuk etmeyince, Midhat Paşa ve arkadaşları yâni Yeni Osmanlılar cemiyeti mensupları, bunu kâfî görmeyip Abdülazîz Han’ı tahttan indirme yollarını araştırdılar. Nihayet kurdukları türlü hile ve tuzaklarla 30 Mayıs 1876’da Sultan’ı tahttan indirip, Topkapı Sarayı’na hapsettiler ve yerine beşinci Murâd Han’ı geçirdiler. Bir kaç ay sonra da Abdülazîz Han’ı Fer’iyye Sarayı’nda Kur’ân-ı kerim okurken, bilek damarlarını kesdirerek şehîd ettiler. Sultan beşinci Murâd, bu işkenceli ölümü işitince üzüntüden aklî dengesini kaybetti. Hava değişimi için Yıldız kasrına nakledilerek tedâvî altına alındı. Doktorların, sultan Murâd’ın tedavisine artık imkân kalmadığını raporla bildirmeleri üzerine, Bâb-ı âlî’de toplanan Vükelâ hey’eti, sultan Murâd’ın hal’ine ve sultan İkinci Abdülhamîd Han’ın tahta geçirilmesine karar verdi. Bunun üzerine Mütercim Rüşdî ve Midhat Paşa, Kâğıthane’ye gelerek Abdülhamîd Han’la görüştüler. Abdülhamîd Han, mevkiinden başka bir şey düşünmeyen Mütercim Rüşdî Paşa’ya da; “Usûl-i, meşrûtiyet ve meşverete mübteni olmayacak (dayanmayacak) bir hükümeti kabul etmem” diyerek muhteşem kol düğmelerini çıkarıp yadigâr vermiştir. Bundan sonra Bâb-ı âlî’de yapılan cülûs merasiminde okunan Hatt-ı hümâyûn ile Abdülhamîd Han Kânûn-i esâsî’yi hazırlamak üzere Midhat Paşa’yı vazîfelendirmiştir. Sultan Abdülhamîd Han’ın bu fermanından sonra Kânûn-i esâsî çalışmaları hızlandı. Ön hazırlık olmak üzere yirmiye yakın proje hazırlandı. Çeşitli Avrupa anayasaları tercüme edildi. Ticâret-i Bahriye zabit kâtibi Es’ad Efendi, Hükûmet-i meşruta adlı bir broşürü 1876 yılının ilk yarısında neşretti. Hazırlanan bu projeler içinde en önemli olanı, Midhat Paşa ile Eğinli Küçük Saîd Paşa’nınki idi. Midhat Paşa’nın elli yedi madde ve dokuz bölüm olarak hazırladığı Kânûn-ı cedîd adlı proje, dengesiz bir meşrûtiyet rejimi taslağıydı. Bu projede icra yetkisi sâdece pâdişâha verilmesine rağmen, yapılanlardan pâdişâh sorumsuz olacak ve bütün icrâat onun adına vekiller tarafından yürütülecekti. Pâdişâhın kânuna uygun emirlerine îtirâz eden ise ceza görecekti. Proje, sekseni seçimle, kırkı hükümetçe tâyin edilecek yüz yirmi kişilik bir meclis ihtiva ediyordu. Bu meclis mutlak yasama yetkisine sâhib değildi. Seçilen meb’ûsların görev süresi üç yıldı. Hükümetçe tâyin edilenler yerinde bırakılabilirdi. Yapılacak kânunlar, Şûrâ-yı devlette görüşüldükten sonra karâra bağlanacak ve meclisin tasdikine sunulacaktı. Meclisin tasdikinden sonra icra makamına arzedilecekti. Pâdişâh tasdik ederse yürürlüğe girecek, reddettiği takdirde meb’ûslar yenilenmedikçe tekrar görüşülemeyecekti. Görüldüğü gibi, Midhat Paşanın hazırladığı projeye göre meclisin görevi, sâdece Şûrâ-yı devletten gelen tasarıları görüşmek ve devletin bütçesini düzenlemek idi. Midhat Paşa’nın böyle garîb bir “proje hazırlamasını ve devrin Kânûn-i esasi hakkındaki düşüncesine sultan Abdülhamîd Han, Hâtırât’ında şöyle îzâh ediyor: “Diyorlar ki, bizde Kânûn-i esâsî’yi kuran Midhat Paşa’dır. Gerçekten o, öteden beri meşrûtiyet yanlısıydı. Lâkin, ismini ve bâzı kitaplarda medhini işitmekle hâsıl olmuş bir tarafdârlık... Midhat Paşa, yalnız meşrûtiyet yönetiminin Avrupa’da sağlamış olduğu faydaları görmüş, fakat bu ümranın (bayındırlık ve medeniyetin) diğer sebeblerini incelememişti. Sulfato, her hastalığa, her bünyeye yaramadığı gibi, meşrûtiyet de her millete, her millî bünyeye faydalı olmayacağını sanırım. O vakit, faydalı olamıyacağını sanırdım, şimdi ise, zararlı olduğuna kâniim. Midhat Paşa Kânûn-i esâsî’nin mutlaka îlân edilmesini teklif ettiği zaman, hiç bir devletin kânûn-i esâsîsini incelememiş ve bu konuda esaslı bir fikir edinmemişti. Akıl hocası, (ermeni) Odyan efendi ise, o zaman bile bizde mümtaz bir hukukçu değildi. Hele memleketi hiç tanımazdı. Sanırım ki bu vukufsuzluk (bilgisizlik) yüzünden Midhat Paşa ile Tâif kalesine kadar beraber gitti. 93’de (1877) Ziya Paşalar, Kemâl Beyler, Âbidîn Paşalar Kânûn-i esâsî lâyihasını hazırlamaya çalıştıkları gibi, sır kâtibim Saîd Paşa ve o sırada müşir olan Mekâtib-i harbiyye nâzırı Süleymân Paşa da, bir lâyiha düzenleyip takdîm ettiler. Ama bu kişilerin hiç biri arasında fikir birliği yoktu. Kemâl Bey bu konuda, hem Midhat Paşa’ya, hem de kendi arkadaşları ile Saîd Paşa’ya karşı idi. Bana yirmiye yakın arîza (proje) verildi. Yıldız Sarayı’nın Harbiye nezâretine aktarılan, evrak arasında saklıdır. Bu kâğıtların, târihî olmaktan öte bir değeri olmadığı için, yağma edilmemiş veya satılmamıştır ümidindeyim. Şunu da söyleyeyim, o zaman havâs (aydınlar) arasında Kânûn-i esâsî’ye karşı olanlar tarafdâr olanlardan çoktu. Edhem Paşa, Safvet Paşa ve öteki vezir ve tanınmış devlet adamları, bir millete hazırlanmadan ceffelkalem (gelişigüzel) tam bir hürriyet verilmesine karşı idiler. Hatta, Tunuslu Hayreddîn Paşa gibi sözünü esirgemez bir vezir bile sadrâzamken bana bir ara: “Eclâfı kânun ile silâhlandırmadan önce, bir çok düşünmek gerekir” demişti. Bu deyim aynen Hayreddîn Paşa’nındır. Fakat ben o zamanki ceryânın önüne geçemezdim. Mademki millet, kendi mukadderatını birde kendisi idare etmek tecrübesinde bulunmak istiyor, milletin istediği olsun dedim ve eldeki lâyihalar arasında Midhat Paşa’nınkîni küçük bir düzeltme ile onaylayarak bilinen hatt-ı hümâyûnu çıkardım.” Hazırlanan bu projeleri; pâdişâh tarafından tâyin edilen, on altısı mülkiye me’muru, onu ilmiyyeden, ikisi askeriyeden (ferik) ve üç hıristiyandan müteşekkil Meclis-i mahsûs adlı bir komisyonca incelenmeye tâbi tutuldu. Bu meclisin başkanı olarak bâzı eserlerde Server Paşa, bâzılarında ise, Midhat Paşa geçmektedir. Ziya Paşa ile Nâmık Kemâl de bu komisyonun üyesi idi. Bu arada dış ağırlığı karşısında, mevcûd güçlüklerin önüne geçilebilir ümidiyle, komisyon tarafından Kânûn-i esâsî’nin îlânına hazırlık olmak üzere, milletvekillerinin seçimi ve toplantı tarzı hakkında bir Tâ’limât-ı muvakkete hazırlanarak Meclis-i vükelâya sunuldu. Meclis-i vükelânın kabul ve Pâdişâh’ın tasdikinden sonra, 28 Ekim 1876 (10 Şevval 1293)’de vilâyetlere bildirildi. Komisyon uzun müzâkereleri esnasında Midhat Paşa, her unsurun kendi dilini öğrenip, öğretmekte ve kullanmakta serbest olmasını istemiş, bu felâkete Eğinli Saîd Paşa ve tarafdârları mâni olmuştur. Yine, Pâdişâh’a muhâkemesiz sürgüne gönderme yetkisini veren 113. maddeyi Midhat Paşa bütün muhalefete rağmen koydurmuştu. Bu sırada, müzâkereler devam ederken 1876 Ekim ayında İstanbul sokaklarında gösteriler yapıldı. Durumu, hey’et-i vükelâya götüren Midhat Paşa elebaşlarını muhâkemesiz sürmek istemişti. Sultan Abdülhamîd Han, muhâkemesiz sürgün etmenin tanzîmât ilkelerine aykırı olduğunu belirterek tasdîk etmek istememişse de Midhat Paşa’nın ısrarı üzerine tasdîk etmişti. 113. maddeyi Dâmâd Mahmûd Celâleddîn Paşa’nın koydurduğu da bâzı târih kitablarında geçmektedir. Uzun münâkaşalardan sonra komisyon yüz kırk maddelik bir projeyi Pâdişâh’a takdîm etti. Abdülhamîd Han, hazırlanan projenin bir defa da hey’et-i vükelâca görüşülmesini istedi. Netîcede Midhat Paşa’nın konağındaki uzun münâkaşalardan sonra yüz on dokuz maddeye indirilip, Pâdişâh’a takdîm edildi. Sultan da kendisine sunulan projede bâzı tadilât yapıp, tasdîk ettikten sonra îlân edilmek üzere daha dört günlük bir sadrâzam olan Midhat Paşa’ya gönderdi. Kânûn-i Esâsî, 23 Aralık 1876 (6 Zilhicce 1293)’de Bâb-ı âlî’de yapılan merasimle îlân edildi. Bu maksadla yüz pare top atıldı. Bu sırada toplantı hâlindeki Tersane konferansında bulunan hâriciye nâzırı Safvet Paşa, top seslerini işitir işitmez ayağa kalktı ve; “Bu işittiğimiz top sesleri Kânûn-i esâsî’nin îfânını tebşir etmektedir (müjdelemektedir) demiş ve gayr-i müslimlerin haklarının müslümanlarla eşit hâle getirildiğini belirtmiştir. “Artık ictimâmız (toplantımız) zâid kalır (lüzumsuz olur)” demişse de hiç ehemmiyet verilmemiş ve toplantı devam etmiştir. Toplantıdan sonra Safvet Paşa Bâb-ı âlî’ye döndüğünde, Midhat Paşa’nın merakla; “Ne dediler, ne dediler?” sorusuna karşı; “Ne diyecekler çocuk oyuncağı dediler” cevâbını vermiştir (Bkz. Tersâne Konferansı). Midhat Paşa meşrûtiyeti sultan Âbdülhamîd’e karşı, milletler arası bir andlaşma ile te’minât altına aldırmak için Avrupa devletleri ile bir rejim muahedesi imzalamaya kalkıştı. Bunun için de nâfiâ müsteşarı olan akıl hocası Odyan Efendi’yi, me’mûriyet-i mahsûsa ile Avrupa’ya gönûerdi. Böylece Kânûn-i esâsî’yi Avrupa devletlerinin kefaleti (garantisi) altına almak istemişti. Londra’da İngiliz Hâriciye nâzırı Lord Derby ile görüşen Odyan Efendi; “Osmanlı Devleti’nın meşrutî idareyi devletler arası bir şekle koyabileceğini ve bu hususta hükümetler tarafından taleb olunacak her nevî te’minâtı Bâb-ı âlî’nin verebileceğini söyledi. Odyan Efendi’ye bir kaç gün sonra cevâb veren Lord Derby; bu işin Osmanlı Devleti’nin bir iç mes’elesi olduğunu, Avrupa devletlerinin karışamayacaklarını söyledi. Midhat Paşa bu hâince teklifini Tersane konferansında da tekrarlamışsa da kabul edilmemiştir. Buradan Midhat Paşa’nın idaresini Avrupa devletlerinin kefaleti altına sokan bir devletin; artık istiklâlinden, bağımsızlığından eser kalmayacağını ve yabancı te’mînâtı altındaki hürriyetin esaretten daha kötü olduğunu anlamayacak, takdîr edemeyecek kadar şahsî ihtirasa kapıldığı veya ihanet içinde olduğu anlaşılmaktadır. Bunun başka türlü îzâhı mümkün değildir. Kânûn-i esâsî’nin kabul ve îlân edilmesinden sonra daha önce düzenlenen Tâlîmât-ı müvakkate’ye göre, 1877 yılının başında ilk meb’ûs seçimleri yapıldı. Yapılan seçimler sonunda altmış dokuzu müslüman, kırk altısı gayr-i müslim olmak üzere 115 kişiden müteşekkil Meclis-i meb’ûsan ile, kırk kişi yerine yirmi altısı tâyin edilen Â’yân meclisinden meydana gelen Meclis-i umûmî 20 Mart 1877 (4 Rebîulevvel 1294)’de Dolmabahçe Sarayı’nın muâyede salonunda Pâdişâh’ın nutku ile açıldı. Gayr-i müslim ve azınlıkların daha etkili olduğu Meclis-i umûmî, elli ictimâdan (toplantıdan) sonra, 28 Haziran 1877’de, normal müddetinden on gün sonra dağıldı. Meclis-i umûmî’nîn ikinci devresi 13 Aralık 1877’de başlayıp, 16 Şubat 1878’e kadar sürdü. Bu sırada doksanüç harbi olarak bilinen Osmanlı-Rus harbi başlamış, Ruslar Tuna’yı aşıp, Plevne’yi Gâzi Osman Paşa’nın şanlı müdâfaasına rağmen ele geçirdikten sonra, Balkanlarda Şıpka önlerine gelmişler ve Sofya üzerine yürümeye hazırlanmışlardı. Doğuda da Erzurum’u kuşatmışlardı. Karadağlılar ise çıkardıkları karışıklıklarla Bosna ve Hersek havalisini kana boğmakta idiler. Meclis-i meb’ûsan ise yaptığı tartışmalı ve gürültülü toplantılarda memleket faydasına olan kararlar almak şöyle dursun, ülkenin durumunu daha çok tehlikeye sokacak tartışmalara girmişti. Bunun üzerine, sultan İkinci Abdülhamîd Han, Kânûn-i esâsî’nin kendisine verdiği yetkiye dayanarak Meclis-i meb’ûsân’ın feshine karar verdi ve bu karârı 14 Şubat 1878 tarihli toplantıda okuttu ve meb’ûslar dağıldılar. Böylece Birinci Meşrûtiyet denilen dönem bitti. Bu suretle ilk milletvekillerinin vazifeleri sona erdi. Ancak Sultan İkinci Abdülhamîd Han, Âyân üyelerinin vazifelerine son vermedi. Meclis-i meb’ûsânı Kânûn-i esâsî’nin 43. maddesindeki yetkilerine dayanarak toplantıya çağırmadı. Yürürlükte olan Kânûn-i esâsî’nin uygulamasına otuz sene beş ay dokuz gün ara verildi (Bkz. Meclis-i Umûmî). 23 Temmuz 1908’de sultan İkinci Abdülhamîd Han tarafından tekrar yürürlüğe konuldu. Kânûn-i esâsî’nin yeniden uygulamaya konulması ve İkinci Meşrûtiyet’in îlânı üzerine Osmanlı Devleti’nin bünyesinde bulunan gayr-i müslim ve Türk olmayan unsurlarda filizlenip yeşermiş olan bağımsızlık fikirleri, asırlardır Osmanlı Devleti’nin parçalanmasına ve yıkılmasına çalışan Rusya ve hıristiyan Avrupa devletlerinin tahrikleri, Avrupa’ya devlet parasıyla tahsîle gönderilip, yabancı fikirlerin te’sirinde kalarak Pâdişâh’a, Osmanlı Devleti’ne ve Bâb-ı âlî hükümetlerine karşı çıkan sözde aydınlardan meydana gelen İttihâd ve Terakkî Komitesi’nin, halkı, pâdişâh ve hükümet aleyhine kışkırtması ve ordu içindeki subayların grublara ayrılması gibi hususlar, memlekette otorite boşluğuna yol açtı. İleri görüşlü bir devlet adamı olan sultan İkinci Abdülhamîd Han, doğması muhtemel tehlikeleri önlemek maksadıyla 26 Temmuz 1908’de şeyhülislâm Cemâleddîn Efendi tarafından kaleme alınıp, gazetelerde yayınlanan bir îlânla Kânûn-i esâsî hükümlerine göre, gerek İstanbul’da gerek diğer vilâyetlerde Kasım ayı başında meb’ûs (milletvekili) seçimlerinin yapılacağını ve bu husûsda yetkili makamlara gereken teblîgâtın yapıldığı bildirildi. Fakat gayeleri, mevcut devleti ve nizâmı yıkmak olan İttihâd ve Terakkîciler ile gayr-i müslim unsurlar, meşrûtiyetin verdiği serbestlikten istifâde ederek, her gün yeni bir tertip ve hîleye başvurdular. Bu tahrikler neticesinde gösteri ve yürüyüşler yaygınlaştı. Meşrutî sistemin gereği, kurulan siyâsî parti didişmeleri ve başlangıcından beri pâdişâh ve Bâb-ı âlî hükümetleri aleyhinde neşriyat yapan gazetelerin tutumları da memleketin içinde bulunduğu durumun kötüye gitmesine sebeb oldu. 1908 yılının Kasım ve Aralık aylarında milletvekili seçimleri yapıldı. Bu seçime İttihâd ve Terakkî fırkasıyla, Ahrâr fırkası katıldı. Ordu içindeki subaylardan destek alan İttihâd ve Terakkî fırkası, rakîbinin seçimlerde başarı sağlamaması için her çeşit tedbire başvurdu. Hattâ etkisi altında bulundurduğu hükümet ve idare mekanizmalarından faydalanmak suretiyle, şiddet ve baskıya başvurmaktan geri kalmadı. Bu teşebbüslerinde de başarılı olarak, İttihâd ve Terakkî fırkasının çoğunluğuna dayanan bir Meb’uslar meclisi teşekkül etti. Kânûn-i esâsî gereğince pâdişâh tarafından seçilen Âyân meclisi ile birlikte Meclis-i meb’ûsân 4 Aralık 1908’de açıldı. Kısa bir müddet içinde kurulan hükümetlerle İttihâd ve Terakkî fırkasının arası açıldı. İngilizlerin ve İttihâd ve Terakkî komitesinin kışkırtmaları neticesinde meydana gelen 31 Mart vak’asından sonra sultan İkinci Abdülhamîd Han hal’ edilerek tahttan indirildi ve Selânik’e gönderildi. Yerine de sultân beşinci Mehmed Reşâd getirildi. Sultân İkinci Abdülhamîd Han’ın tahttan indirilmesinden, sonra toplanan Meclis-i meb’usan, Kânûn-i esâsî üzerinde değişiklik yapılmasını kararlaştırdı. Yapılacak bu değişiklikleri tesbit etmek üzere bir komisyon kuruldu. Komisyonun hazırladığı değişiklik tasarıları, meclisin 3 Mayıs 1909 günkü oturumunda görüşmeye başlandı. Meb’ûslar meclisi’nde kabul edilen değişiklikler, Âyân meclisi’nden geçtikten ve Pâdişâh tarafından tasdîk olunduktan sonra kesinleşti. Bu değişikliklerin tamâmı İttihâd ve Terakkî fırkasıncâ teklif edilip, aynı partinin Meclis-i meb’ûsan’daki hâkim çoğunluğu tarafından kabul olundu. Pek çok tartışmalarla geçen bu değişiklikler esnasında, başka teklifler iltifat görmedi. Bu sırada Kânûn-i esâsî’nin 3, 6, 7, 10, 12, 27, 28, 29, 30, 35, 36, 38, 43, 44, 53, 55, 76, 77, 80, 113, 118, 119, 120, 121, numaralı maddeleri de değiştirildi. Bu değişiklik, ana hatlarıyla Osmanlı Devleti’nin şeklinde bir değişmeye sebeb olmadı. Buna göre, daha önce olduğu gibi devletin dîni İslâm olarak kabul edilmiş, devletin başında bulunan pâdişâhın dînî ve dünyevî olmak üzere iki sıfatı hâiz olduğu, yâni pâdişâhın hem devlet başkanı hem de halîfe olduğu kabul ediliyordu. Kânûn-i esâsî’nin üçüncü maddesinin ikinci fıkrasındaki şer’î şerîf hükümlerine riâyeti sağlama hususunda yemin mükellefiyetini pâdişâha yüklemişti. Yedinci maddede ise, hutbelerde pâdişâhın nâmının zikr olunacağı, şeyhülislâmın pâdişâh tarafından tâyin edileceği ve kendisinin ahkâm-ı şer’iyyenin korunması ve uygulanmasıyla mükellef olduğu bildiriliyordu. Meclisin feshi, toplanma müddeti, vekillerin tâyini ve sorumluluğu, vekiller ile meclis arasında çıkabilecek ihtilâfların halli sureti, kânun teklif ve görüşmesi, meclisde kabul olunan kânunların yürürlüğe konulması gibi mes’eleler daha serbest esaslara bağlandı. Buna göre meclisin feshi salâhiyeti yine pâdişâha bırakıldı. Ancak bu selâhiyet, feshi müteakip üç ay içinde yeni meclisin toplanması şartıyla idi ve feshe Âyân meclisinin de muvafakat etmesi maddesi de yer almıştı. Vükelâ (bakanlar) ile meb’ûslar (milletvekilleri) arasında bir anlaşmazlık ortaya çıktığı zaman; vekiller görüşünde ısrar edince, meb’ûslar tarafından kesin olarak ikinci defa reddedilirse, vekifler ya meb’ûsların karârını kabul eder veya istifaya mecbur olurlar. Pâdişâh, meclisi feshedebilir. Ancak yeni Meb’ûslar hey’eti evvelki hey’etin görüşünde sebat ve ısrar ederse Meclis-i meb’ûsan’ın rey ve karârının kabulü mecburîdir. Yapılan bir değişikliğe göre de, daha önce vekiller yalnız pâdişâha karşı mes’ûl iken, Meclis-i meb’ûsan’a karşı da sorumlu olması hükmü getirildi. Açılan gensoru sonunda Meclis-i meb’ûsan’ın çoğunluğunun güven oyunu almayan vekilin düşeceği hükme bağlandı. Meclisin toplanma süresi dört aydan altı aya çıkarıldı. Meclis-i umûmî’nin iki hey’eti (Meclis-i meb’ûsan, Meclis-i âyân) Kasım ayı başında çağrılmaya gerek olmadan kendiliğinden toplanır. Pâdişâhın iradesiyle açılır, yine pâdişâhın iradesiyle kapanır hükmü getirildi. Daha önce meclislerce kabul edilen bir kânun tasarısının kanunilik kazanabilmesi için pâdişâh tarafından tasdîk edilmesi gerekmekteydi. Bu değişiklikte; meclisler tarafından görüşülüp kabul edilen kânun tasarısı, pâdişâh tarafından tasdik edilirse kanunlaşır. Ancak iki ay içinde ya tasdik olunur veya tedkîk edilmek üzere bir kere daha iade edilir. İade olunan kânun tekrar görüşülünce, üçte iki oy çokluğu ile kabulü şartı vardır. Âcil olduğuna karar verilen kânunlar ise, on gün içinde ya tasdîk veya iade olunur. Kânûn-i esâsî’nin Midhat Paşa’nın vazifeden alınarak yurt dışına sürgün edilmesine sebeb olan; “Hükümetin emniyetini ihlâl ettikleri zabıta idâresinin soruşturması ile sabit olan kimseleri, Osmanlı ülkesi dışına sürgün edebilmek yetkisini pâdişâha tanıyan 113. maddesinin ikinci fıkrası kaldırıldı. Ayrıca basının sansüre tâbi tutulmayacağı, toplanma ve dernek kurma hakkı da Kânûn-i esâsî’de yer aldı. Kânûn-i esâsî üzerindeki bir kısım değişiklikler de 1911-1914 senelerinde olmuştur. 1911 yılı Kasım ayında İstanbul’da yapılan ara seçimi İttihâd ve Terakkî fırkası kaybetti. Bu seçimi kazanan Hürriyet ve İtilâf fırkası, mecliste, hükümetin Trablusgarb’ı savunmadaki başarısızlığı ile ilgili bir genel soruşturma istedi. Bâzı İttihâdçı meb’ûslar da muhalefete katıldı. Meclisin kontrollerinden çıkmak üzere olduğunu gören İttihâd ve Terakkî fırkası ileri gelenleri, sadrâzam Saîd Paşa’dan meclisi fesh etmesini istediler. Bunu yapmak için Kânûn-i esâsî’nin 7 ve 35. maddelerini değiştirerek, pâdişâha, meclisle kabîne arasında bir tartışma olmadan da meclisi fesh hakkı yeniden verilmek istendi. Hürriyet ve İtilâf fırkası, pâdişâhın yetkisini güçlendirmek için bu tedbîrin alınmasını daha önce kendisi istediğinden karşı çıkmadı. Buna rağmen değişiklik teklifi mecliste reddedildi. Böylece meclisle kabîne arasında görüş ayrılığı çıktı. Bu durum değiştirilmek istenen 35. madde ile çözüldü ve pâdişâh 18 Ocak 1912’de Meclis-i meb’ûsanı fesh etti. Sopalı seçim olarak anılan yeni bir umûmî seçim yapılarak ikinci yasama yılı 18 Nisan 1912’de başladı. 15 Mayıs 1912’de Kânûn-i esâsî’de yapılması istenen değişiklik tasarıları tekrar meclise getirildi. 7-35 ve 43. maddelerinin değiştirilmesiyle ilgili tasarılar kolayca meclisden geçti. Fakat Meclis-i âyân’dan ve pâdişâhın tasdikinden geçmesi bâzı siyâsî olaylar sebebiyle kaldı. Ordu içinde bulunan Halâskârân-ı zâbitân grubunun baskıları sonucu Temmuz 1912’de Saîd Paşa hükümeti istifa etti. Saîd Paşa’nın istifası üzerine Gâzi Ahmet Muhtar Paşa hükümeti kuruldu. Meclis-i meb’ûsan’da memleket ve millet faydasına olan kânunlar çıkmaması ve kısır tartışmaların uzaması üzerine Gâzi Ahmed Muhtar Paşa, 5 Ağustos 1912’de meclisi feshettirdi ve yeniden milletvekili umûmî seçimlerinin yapılması kararlaştırıldı. Fakat Balkan savaşının patlak vermesi üzerine genel seçimler te’hir edildi. Memlekette örfi idare (sıkıyönetim) îlân edildi. 23 Ocak 1913’de meydana gelen kanlı Bâb-ı âlî baskını üzerine iktidara gelen İttihâd ve Terakkî, 1911 yılındaki Kânûn-i esâsî değişiklik tasarısını kabul ettirdi. Böylece ikinci önemli Kânûn-i esâsî değişikliği oldu. Bu değişikliğe 1911 tadilâtı denilmiştir. 1915’de yapılan bir değişiklikle meb’ûsların tahsilat (maaş) ve harcırah mes’eleleri düzenlendi. 10 Mart 1916’da yapılan bir değişiklikle 35. madde tamamen kaldırıldı. Meclisin feshi doğrudan doğruya 7. maddedeki pâdişâhın yetkileri arasına alındı. 1916’da yapılan diğer bir değişiklikle de seçme ve seçilme muamelelerinde yeni düzenlemeler getirildi. 21 Mart 1918’de yapılan bir değişiklikle de seçimle ilgili bâzı yeniliklere yer verildiği gibi, savaş hâlinde yasama döneminin uzatılabilme hükmü getirildi. 1876 yılından 1924 yılına kadar 48 yıl yürürlükte kalan ve Pâdişâhın yetkilerini ve meşrûtiyeti kabul eden Kânûn-i esâsî, Türkiye Büyük Millet Meclisi hükümeti devrinde de uygulandı. 1921 yılındaki çıkarılan Teşkîlât-ı esâsiye kanunuyla birlikte yürürlükte bulunan Kânûn-i esâsî, 1924 Anayasasının kabulüyle fiilen yürürlükten kalktı. Bu husus 1924 Anayasasının (Teşkîlât-ı esâsiye kânunu) 104. maddesiyle açıklanmıştır. Osmanlı Devleti’nde bir dönem uygulanan Kânûn-i esâsî 121 maddeden ibarettir. Birinci maddeden yedinci maddeye kadar olan birinci kısım, Memâlik-i Devlet-i Osmaniye başlığını taşımaktadır. Osmanlı Devleti’nin ülkesi ile bütünlüğü, başşehrinin İstanbul olduğu, saltanat ve hilâfetin Osmanlı sülâlesinden olan en büyük evlâda âid olduğu ve Osmanlı pâdişâhının yetkileri hükme bağlanmıştır. İkinci kısım ise, Tebea-i Devlet-i Osmaniye’nin Hukûk-ı Umûmiye’si başlığını taşımaktadır. Sekizinciden yirmi altıncı maddeye kadar olan kısımdır. Bu maddelerde Osmanlı Devleti tebeasının hak ve hürriyetleri sayılmakta ve hükme bağlanmaktadır. Bu bölümde yer alan hükümlere göre Osmanlı Devleti tebeasının şahsî hürriyetleri vardır, fertler başkalarının hürriyet haklarına tecâvüz edemezler. Şahsî hürriyetler her türlü tecâvüzden korunmuştur. Hiç bir kimse kânunun tâyin ettiği sebeb ve suretten başka bir bahane ile cezâlandırılamaz. Osmanlı Devleti’nin dîni İslâm’dır. Matbûât kânun dâiresinde serbesttir. Osmanlı tebeası nizâm ve kânunlar çerçevesinde ticâret ve san’at için her nevî şirketler kurabilir. Osmanlı tebeası olan kişiler gerek fert, gerekse toplu olarak şahısları ve kamuyu ilgilendiren konularda kânun ve nizâmlara aykırı gördükleri maddelerden dolayı işin merciine veya Meclis-i umûmî’ye dilekçe verebilirler. Me’murları, yaptıkları yanlış icrâattan dolayı şikâyet edebilirler. Bütün okullar devletin gözetimi altında olup, öğretim serbesttir. Bütün Osmanlılar kânun karşısında din ve mezhep hâlleri dışında hak ve vazifeler yönünden eşittirler. Devletin resmî dili Türkçe’dir. Vergiler özel kânunlarına göre bütün tebea arasında herkesin kudretine göre belirtilir. Mülkiyet hakkı garanti altına alınmıştır. Umûmun menfeati sabit olmadıkça, kânun gereğince değer pahası peşin verilmedikçe, kimsenin tasarrufunda olan mülkü alınamaz. Osmanlı memleketleri içinde herkesin mesken dokunulmazlığı vardır. Kânunun tâyin ettiği hâller dışında bir sebebe dayanılarak hükümet tarafından zorla hiç kimsenin meskenine ve menziline girilemez. Hiç kimse, kânuna göre mensûb olduğu mahkemeden, başka bir mahkemeye gitmeye zorlanamaz. Müsadere, angarya ve cerime yasaktır. Ancak muhârebe esnasında usulen tâyin olunacak vergiler ve hâller bunun dışındadır. Kânun gereği olmadıkça vergi ve rüsumat nâmı altında ve başka bir adla kimseden bir akçe alınamaz. İşkence vesâir her türlü eziyet kesin olarak yasaktır. Üçüncü kısım Vükelâ-yı Devlet başlığını taşımaktadır. Yirmi yediden otuz sekizinci maddeye kadardır. Bu maddelerde sadrâzam ve vekillerin (bakanların) hukukî durumu, vekiller hey’etinin pâdişâh ve meclis karşısındaki durumları tanzim edilmiştir. Bu kısımda yer alan maddelerden bâzıları şöyledir: Sadrâzam ve şeyhülislâm, pâdişâh tarafından tâyin edildiği gibi diğer vekiller de pâdişâh iradesiyle tâyin olunurlar. Meclis-i vükelâ, sadrâzamın başkanlığı altında toplanır. Vekillerden her biri dâiresine âid olan işlerden icrası me’zûniyeti altında olanları kendisi icra eder. İcrası me’zûniyeti altında olmayanları ise sadrâzama arz eder, sadrâzam bu işlerden müzâkereye muhtâc olanları Meclis-i vükelâ’nın müzâkeresine sunar. Alınan karâra göre gereğini yerine getirir. Vekiller, me’mûriyetleriyle ilgili hâllerden ve uygulamalardan sorumludur. Vekillerin me’mûriyetiyle ilgili mes’elelerden dolayı şikâyet edilirse, yapılan soruşturma ve ilgili vekilin savunmasına göre Meclis-i vükelâ genel kurulunda görüşülür. Toplantıda bulunan üyelerin üçte iki çoğunluğunun karârıyla yargılanmak üzere sadâret makamına arz edilir. Konuyla ilgili İrâde-i seniyye üzerine durum Dîvân-ı Âlî’ye havale edilir. Ve o vekil, Dîvân-ı Âlî’de yargılanır. Bu yargılama usûlü vekillerin vazîfeleriyle ilgili hususlardadır. Me’mûriyetleri dışında ve şahıslarını ilgilendiren her çeşit dâvalarda diğer Osmanlılar gibi bu hususların yargılanmasına âid umûmî mahkemelerde yargılanır. Vekiller hey’eti bâzı şartların zuhur etmesi hâlinde, kânun hüküm ve kuvvetinde kararnameler düzenleyebilir. Meclis-i Umûmî toplantı hâlinde bulunmadığı zamanlarda, devleti bir tehlikeden kurtarmak veya genel güvenliği muhafaza etmek için bir zaruretin ortaya çıkması ve bunun için meclisin davet ile toplanmasına imkân olmadığı hâllerde, Kânûn-i esâsî hükümlerine aykırı olmamak şartıyla, vekiller hey’eti tarafından bir kararname çıkarılabilir. Bu kararname, Meclis-i meb’ûsan’ın toplanarak verecekleri karâra kadar kânun hüküm ve kuvvetindedir. Dördüncü kısım, otuz dokuzdan kırk birinciye kadar olan maddeler, Me’mûrîn başlığını taşımaktadır. Bu maddelerde; me’murların sâhib olduğu hukukî te’mînâttan, kânûnî şartlara uygun olarak tâyin edilen bu kimselerin kanunen azillerini gerektiren hareketi gerçekleşmedikçe veya kendileri istifa etmedikçe veya devletçe zarurî bir sebeb görülmedikçe azlolunamıyacağı, değiştirilemediği için; her me’murun özel nizâm ile tâyin olunan vazifesi dâiresinde sorumlu olduğu, me’murun âmire itaatinin kânun dâiresi dışına taşamıyacağı, âmirinin kânuna aykırı emirlerine itaat etmesi hâlinde sorumluluktan kurtulamıyacağı bildirilmektedir. Beşinci kısım ise, kırk ikinciden elli dokuzuncu maddeye kadar olup, Meclis-i Umûmî başlığını taşımaktadır. Osmanlı Devleti’nin parlamentosu olan Meclis-i umûmî’nin, Hey’et-i âyân ve Hey’et-i meb’ûsan’dan meydana geldiğini hükme bağlamaktadır (Bkz. Meclis-i Umûmî). Meclis-i umûmî’nin her iki hey’eti, Kasım ayının başında toplanır, pâdişâhın iradesiyle açılır ve Mart başında yine pâdişâhın iradesiyle kapanır. Bu hey’etlerden biri diğerinin toplanmadığı zamanlarda toplanıp karar alamaz. Meclis-i umûmî üyeliğine seçilen ve tâyin edilen kimse, meclisin açılış gününde sadrâzam huzurunda ve o gün hazır bulunmayan olur ise, mensup olduğu hey’et toplandığı zamanda başkanları huzurunda, pâdişâhın şahsına ve vatanına sadâkat ve Kânûn-i esâsî hükümlerine ve kendisine verilen vazifeye riâyet edip, aksine hareket etmekten kaçınacağına yemîn ettirilir. Meclis-i umûmî üyeleri görüş ve mütâlâalarını beyân etmekte serbesttirler. Meclis-i Umûmî üyelerinden herbirinin hiyânet ve Kânûn-i esâsî’yi bozmaya ve ortadan kaldırmaya yönelik hareketlerde bulunduğuna dâir hey’ette hazır bulunan üyelerin üçte iki çoğunluğu ile karar verilirse, yahut kanunen hapis veya’sürgünü gerektiren bir ceza ile mahkûm olursa, üyelik sıfatı ortadan kalkar ve bu fiillerin yargılanması ile cezalandırılması âid olduğu mahkeme tarafından görülüp hükme bağlanır. Bir kimse, iki hey’ete birden üye olamaz. Yeni kânun çıkarılması veya mevcut kânunlardan birinin değiştirilmesinin teklîfi vekiller hey’etine âiddir. Bunun dışında Hey’et-i âyân ve Hey’et-i meb’ûsan’ın da kânun teklif etme yetkileri vardır, kânun tasarıları evvelâ Hey’et-i meb’ûsan’da daha sonra Hey’et-i âyân’da görüşülür ve karâra bağlanır. Kânun tasarılarının her iki hey’etin müzâkere ve kabulünden geçmesi gereklidir. Her iki mecliste de oylanıp karâra bağlanan kânun tasarıları, hükümlerinin icrası için pâdişâhın irâdesine sunulur. Kânun, İrâde-i seniyye üzerine uygulanmak kabiliyeti kazanır. Âyân ve Meb’ûsan hey’etlerinden biri tarafından reddedilen kânun tasarıları, o senenin toplantı müddetince tekrar görüşülmez. Bu hey’etlerdeki görüşmelerde Türkçe konuşulur. Her hey’etin iç işlerini kendi başkanı yürütür. Altıncı kısım, altmışdan altmış dördüncü maddeye kadar olup, Hey’et-i âyân başlığını taşır. Bu kısımda Âyân meclisi’nin statüsü düzenlenmiştir. Yedinci kısım, altmış beşinciden sekseninci maddeye kadar olup, Hey’et-i meb’ûsan başlığını taşır (Bkz. Meclis-i Umûmî). Sekizinci kısım; seksen birinciden, doksan birinci maddeye kadar olup, Mehâkim başlığını taşır. Hâkimlerin ve mahkemelerin durumunu düzenleyen bu kısma göre; hâkimler vazifeden alınamazlar. Ancak istifa ederlerse istifaları kabul olunur. Mahkemelerde her türlü yargılama alenî olarak yapılır. Ancak kânûnen açıklanan bâzı sebebler dolayısıyle muhakeme gizli yapılabilir. Herkes mahkeme huzurunda haklarını korumak için lüzumlu gördüğü meşru vâsıtaları kullanabilir. Bu mahkeme kendi vazife sahası ile ilgili bir dâvanın yürütülmesinden ne suretle olursa olsun kaçınamaz. Her dâva âid olduğu mahkemede görülür. Şahıslar ile hükümet arasındaki dâvalar dahî umûmî mahkemelere âiddir. Mahkemeler bağımsız olup, her türlü müdâhaleden korunmuşlardır. Ceza işlerinde umûmun haklarını korumaya me’mur Müdde-i umûmîler (savcı) bulunacak, bunların vazifeleri ve dereceleri kânun ile belirlenecektir. Dokuzuncu kısım ise; doksan ikinci ve doksan beşinci maddeler arasında olup, Dîvân-ı Âlî başlığını taşımaktadır. Bu maddelere göre Dîvân-ı Âlî; vekilleri, temyiz mahkemesi başkanları ile üyelerini, kendi üyelerini bâzı suçları işlemeleri hâlinde yargılayan yüksek bir mahkemedir. Yargılayacağı suçlar da; pâdişâhın şahsı ve hakları aleyhinde harekete ve devleti bir tehlike hâline götürmeye teşebbüs etmektir. Dîvân-ı Alî, İtham dâiresi ve Hüküm dîvânı olmak üzere iki dâireye ayrılmıştır. İtham dâiresi dokuz üyeden meydana gelir. Hüküm dîvânı ise. yirmi bir kişiden ibarettir. İtham dâiresi hakkında şikâyet vâki olan kimsenin itham edilip edilmediğine üçte iki çoğunlukla karar verir. İtham Dâiresi’nde bulunanlar Hüküm dîvânı’nda bulunamazlar. Hüküm dîvânı, İtham dâiresi tarafından muhakemesi lâzım olduğuna karar verilmiş dâvalar hakkında, mevcud kânunlara uyarak ve kesin olarak hüküm verir. Kararları bütün üyelerin üçte iki çoğunluğuyla alınır. Onuncu kısım ise; doksan altıdan yüz yedinci maddeye kadar olup Umûr-i Mâliye başlığını taşımaktadır. Bu maddelerde mâlî işleri düzenleyen hükümler mevcûddur. Kısaca özetlemek gerekirse; vergi ancak kânun ile tesbit edilir ve toplanır. Devletin bütçe kânunu, gelir ve giderleri yaklaşık olarak gösteren kânundur. Bütçe kânunu, Meclis-i umûmî’de madde madde görüşülür ve tasdîk olunur, özel bir kânun ile belirtilmedikçe bütçe dışında sarfiyat yapılmaz. Bütçe kânununun hükmü bir sene geçerlidir. Kesin hesap kânunu tasarısı ilgili senenin bitmesinden îtibâren en geç dört yıl sonra Meclis-i umûmî’ye verilir, Devlet gelirlerinin toplanmasına ve sarf edilmesine me’mur olan kimselerin yaptığı işlemleri tedkîk ve murâkabe için bir Dîvân-ı muhasebat (Sayıştay) kurulacaktır. On iki kişiden meydana gelen Dîvân-ı muhasebat üyeleri, Hey’et-i meb’ûsân’dan ekseriyetle vazifeden alınmasının lüzumu tasdîk edemedikçe, hayât boyu vazife yapıp, pâdişâh tarafından tâyin edileceklerdir. On birinci kısım; Vilâyet başlığını taşımakta olup, yüz sekizinciden, yüz on ikinciye kadar olan maddelerden meydana gelmiştir. Bu hükümlere göre; vilâyetlerin idaresi, Usûl-i tevsi-i me’zûniyet (yetki genişliği) ve vazifelerin ayrılması (tefrik-i vezâif) esasları üzerine kurulmuştur. Vilâyet, liva ve kaza merkezlerinde olan idare meclisleriyle yılda bir defa vilâyet merkezinde toplanan umûmî meclis üyelerinin seçimi sureti özel bir kânunla genişletilecektir. Belediye işleri İstanbul ve taşrada seçimle teşkil olunacak belediye meclisleri daireleriyle idare olunacak ve bu dâirelerin teşkili şekli ve görevleri ile üyelerinin seçimi tarzı özel kânun ile tâyin kılınacaktır. On ikinci ve son kısmı teşkil eden yüz on üçüncüden yüz yirmi birinciye kadar olan Mevâd-ı Şifâ başlığını taşımaktadır. Bu kısımda yer alan hükümlere göre; memleketin bir tarafında ihtilâl zuhur edeceğini gösteren işaretler görüldüğü hâlde, hükümetin o mahalle mahsus olmak üzere, geçici olarak örfî idare (sıkıyönetim) îlân etmeye hakkı vardır. Örfî idare, kânunların ve mülkî nizâmların geçici olarak yürürlükten kaldırılmasından ibaret olup, örfî idare altında bulunan mahallin idaresi özel bir kânuna göre düzenlenecektir. Hükümetin emniyetini ihlâl ettikleri idâre-i zâbıta’nın soruşturmasıyla sabit olanları, hükümdar Osmanlı ülkesi hudutları dışına sürgün edebilir. Bütün Osmanlılara ilk öğretim mecburî olacaktır. Kânûn-i esâsî’nin hiç bir maddesi hiç bir sebeb ve bahane ile yürürlükten kaldırılamaz. Kânûn-i esâsî’nin ancak bâzı maddeleri bâzı şartlara riâyet edilmek suretiyle değiştirilebilir. Bir kânun maddesinin yorumu yapılmak gerekince, bu kânun adlî konularla ilgiliyse Temyiz mahkemesine, idarî konularla ilgiliyse Şûrâ-yı Devlet’e, Kânûn-i esâsî ile ilgiliyse Hey’et-i âyân’a aittir. Hâlen yürürlükte bulunan kânun ve âdetler ileride çıkarılacak kânunlar ve nizamlar ile değiştirilmedikçe veya tamamen kaldırılmadıkça yürürlükte kalırlar. Yukarıda kısaca özetlenen ve çeştili Avrupa anayasalarından mülhem olarak hazırlanan; devlet’in dîni yapısını da te’yîd eden Kânûn-i esâsî’de pâdişâhın yetki ve selâhiyetleri sınırlandırılmıştır. Fakat yetkilerinin paylaşılmasına rağmen, devlet işlerinde son söz yine pâdişâhındır. Pâdişâh vekiller üzerinde doğrudan doğruya hâkim ve icra kuvvetinin hukukî ve fiilî başkanıdır. Vekiller ise Meclis-i umûmî’ye karşı değil, pâdişâha karşı sorumludurlar ve teker teker pâdişâh tarafından tâyin ve azledilirler. 1) Îzâhlı Osmanlı Târihi Kronolojisi; cild-4, sh. 293 2) Mir’ât-ı hakikat; sh. 202 3) Büyük Türkiye Târihi; cild-7, sh. 136 4) Amme Hukukumuzun Anahatları (R.G. Okandan, İstanbul-1977); sh. 134 5) Abdülhamîd-i Sânı Devri ve Saltanatı; sh. 115 6) Abdillhamîd’in Evâil-i Saltanatı; sh. 96 7) Osmanlı İmparatorluğu Târihi; cild-13, sh. 43 8) Hâtırât-ı Abdülhamîd Han; sh. 20 9) Modern Türkiye’nin Doğuşu; sh. 162 10) Mufassal Osmanlı Târihi; cild-6, sh. 3289 11) Türkiye’de çağdaşlaşma; sh. 299 12) Üss-i İnkılâb; cild-2, sh. 321 13) Osmanlı Târihi; (E. Z. Karal); cild-8, sh. 218 KÂNÛNÎ SULTAN SÜLEYMÂN Babası ............................ : Yavuz Sultan Selim Annesi ............................ : Hafsa Hatun Doğumu ......................... : 27 Nisan 1495 Vefâtı ............................. : 6/7 Eylül 1566 Tahta Geçişi ................... : 30 Eylül 1520 Saltanat Müddeti ............ : 45 sene, 11 ay, 7 gün Halîfelik Sırası ................ : 75 Osmanlı sultanlarının onuncusu ve İslâm halîfelerinin yetmiş beşincisi. Yavuz Sultan Selîm Han’ın oğlu. 27 Nisan 1495’de Trabzon’da Aişe Hafsa Sultan’dan doğdu. Kânûnî Sultan Süleymân doğduğu zaman, Süleymân ismi, Kur’ân-ı kerîm açılarak verildi. Neml sûresi otuzuncu âyet-i kerîmesinde geçen hazret-i Süleymân’ın isminden alındı. Kânûnî lakabıyla meşhur oldu. Avrupalılar Büyük Türk ve Muhteşem Süleymân lakablarını verdiler. Annesi Aişe Hafsa Hâtûn ve ninesi Gülbahâr Hâtun’un terbiyesinde büyüyen şehzâde Süleymân, yedi yaşından sonra ilim öğrenmeye başladı. Kastamonu yakınlarındaki Daday Kasabasından Evhadoğlu Hayreddîn ismiyle bilinen mübarek bir zât, şehzâdeye hoca tâyin edildi. Hayreddîn Efendi, şehzâde Süleymân’a aklî ve naklî ilimleri öğretti. Bu sırada her şehzâde gibi, onun da bir san’at sahibi olması arzu edildi. Devrin tanınmış kuyumcularından biri hoca tâyin edildi ve kuyumculuk san’atını öğrendi. Yaşı ilerledikçe değişik ilimlerde çeşitli hocalardan ders aldı. Askerlik, idare ve komutanlık bilgilerini öğrendi. On beş yaşına kadar babasının yanında kalan şehzâde Süleymân, kânun gereği sancak taleb etmesi üzerine, önce Karahisâ-i Şarkî, oradan da Bolu, kısa bir süre sonra da Kefe sancakbeyliğine gönderildi (1509). Şehzâde Süleymân, annesi ile birlikte gittiği Kefe’de lalası nezâretinde devlet idaresinde tecrübe sahibi oldu. Çevresinde meydana getirilen ilmî havadan hiç bir zaman uzak kalmadı. Âlimlerin ders ve sohbetlerine devamlı katıldı. Onların nasîhatlarını dinleyerek, ilim ve feyzlerinden istifâde etti. Özellikle fıkıh bilgilerinde çok yükseldi. Yavuz Sultan Selîm’in 1512’de tahta geçmesi üzerine İstanbul’a çağrılan şehzâde Süleymân, babasının kardeşleri ile mücâdeleleri sırasında İstanbul’da babasına vekâlet etti. Babası, kardeşlerine karşı üstün gelip, Osmanlı tahtına rakipsiz olarak geçtikten sonra, genç şehzâde, merkezi Manisa olan Saruhan sancakbeylîğine gönderildi. Burada da, lalası Kâsım Paşa’nın nezâretinde, devlet idaresini iyice öğrendi. Annesinin İstanbul’daki meşhur velî Sünbül Efendi’den bir talebesini istemesi üzerine, o da Manisa’ya Merkez Efendi’yi gönderdi. Şehzâde Süleymân önce Manisa’da sonra da İstanbul’da Merkez Efendi’den çok istifâde etti. Sultan olduktan sonra, İstanbul’da Topkapı dışında bir dergâh yaptırıp emrine verdi. Yavuz Sultan Selîm Hân’ın 1514 İran ve 1516 Mısır seferleri sırasında şehzâde Süleymân Rumeli’nin muhafazası ile vazifelendirilerek, Edirne’de oturdu. Babası Mısır seferinden dönünce, tekrar Saruhan sancağına döndü. Yavuz Sultan Selîm, Çorlu yakınlarında Sırt köyünde vefât edince sadrâzam Pîrî Mehmed Paşa’nın gönderdiği silâhdârlar kethüdası Süleymân Ağa’nın Manisa’ya getirdiği haber üzerine İstanbul’a geldi. Şehzâde Süleymân, yirmi altı yaşında bir delikanlı iken 30 Eylül 1520’de Osmanlı tahtına geçti. Ertesi gün İstanbul’a getirilen babasının cenazesini surların önünde karşıladı ve arkasından yaya olarak Fâtih Câmii’ne kadar yürüdü. Cenaze namazından sonra Sultan Selîm semtindeki mezarına defnedildi. Genç sultan, mîmârbaşı Ali Ağaya, buraya bir türbe ve tek kubbeli büyük bir câminin yapılmasını emretti. Pîrî Mehmed Paşa’yı sadrâzamlık makamında bıraktı. Dîvân-ı hümâyûna ilk defa dördüncü bir vezir olarak lalası Kâsım Paşa’yı tâyin etti. Kânûnî Sultan Süleymân tahta çıktığı zaman Osmanlı Devleti, çok zengin ve İslâm âlemi için önemli bir yere sahipti. Dünyânın en kudretli ordu ve donanması, en düzenli devlet teşkîlâtı, en zengin ülkeleri, en muntazam mâliyesi ve en kabiliyetli milleti emrindeydi. Yavuz Sultan Selîm Han’ın vefâtı ve Süleymân Han’ın pâdişâh olması üzerine Avrupa “Aslan öldü, yerine Kuzu geçti” sözleri ile seviniyordu. Bütün haçlı dünyâsını sevindiren bu haber çok geçmeden Avrupa’yı hayâl kırıklığına uğrattı. Sultan Süleymân tahta geçtiği ilk senelerde, bâzı iç olaylarla uğraştı. Mısır’ın fethinden sonra Memlûklülerin nüfuzlu beylerinden olan Canberdi Gazâli, Hayır Bey’in tavassutu ile af edilerek Şam beylerbeyliğine ve Kudüs ve Gazze sancaklarına tâyin edilmişti. Sultan Selîm’in vefâtı üzerine, Canberdi Gazâlî, Melik Eşref ünvânıyla hükümdarlığını îlân etti ve adına para bastırdı. Sonra Halep üzerine yürüyerek yirmi bin kişilik bir kuvvetle kuşattı. Durum İstanbul’da öğrenilince bölgeye Dulkadiroğlu Şahsuvarzâde ile üçüncü vezir Ferhat Paşa kumandasında kuvvetler gönderildi. Ocak 1521’de Şehsuvarzâde Ali Bey, maiyyetindeki kuvvetle Canberdi Gazâlî’yi bozarak Haleb’i kurtardı ve Halep beylerbeyi Karaca Ahmed Paşa ile birlikte onu tâkib edip ikinci muhârebede mağlûb etti. Bunu müteakip yetişen Ferhat Paşa kuvvetlerinin de katıldığı son muhârebede de yenilen Canberdi Gazali, gerektiği şekilde cezalandırıldı. Memleketin iç işleri düzelip, Osmanlı topraklarında huzur ve sükûn te’min edildikten sonra Sultan, babasının vasiyeti üzerine Avrupa’da yeni yerlere İslâmiyet’i yaymak ve duyurmak gayesiyle cihâd harekâtını tekrar başlattı. Canberdi isyânı bastırıldığı sırada, yıllık haracını vermemek için direnen Macar kralı, Osmanlı elçisi Behram Çavuş’u bir çok eziyetlerden sonra öldürdü. Bunun üzerine Kânûnî, Macaristan üzerine sefer açmaya karar vererek hazırlıkları hızlandırdı. Tecrübeli sadrâzam Pîrî Mehmed Paşa, genç Pâdişâh’ı gelip geçici bir Macaristan seferinden ziyâde esaslı bir plân dâhilinde harekete sevketmek istiyordu. Bunun için de kendisinin önemli mikdârda tımarlı sipâhî ile Belgrad’ı muhasara etmesi kararlaştırıldı ve elli kadar gemi ile Tuna nehri yoluyla harp levâzımâtı bölgeye sevk edildi. Diğer taraftan Macar kralı ordusuna çok güvendiği için vergi ödemeyi kabul etmemişti. Vergi gönderdiği takdirde Osmanlı pâdişâhını tanımış olacaktı. Sultan Süleymân 18 Mayıs 1521’de İstanbul’un manevî büyükleri olan; Eyyûb-el-Ensârî ve Şeyh Ebü’l-Vefâ, Seyyid Emir Ahmed Buhârî gibi büyük zâtlar ile baba ve dedelerinin de kabirlerini ziyaret ettikten sonra, ordusunun başında ilk seferine çıktı. Hedef, Avrupa’nın kapısı kabul edilen Belgrad kalesi idi. Osmanlı ordusu 27 Mayıs’tâ Edirne’ye, 9 Haziran’da Filibe’ye, 16 Haziran’da Sofya’ya, 27 Haziran’da Niş’e vardı. Niş yakınlarında ordugâh kuruldu. Bu sırada Semendre sancakbeyi Gâzi Hüsrev Bey, Belgrad’a giden yolları tutmuştu. Toplanan dîvânda önce Belgrad yakınlarındaki Zemlin ve Böğürdelen kalelerinin fethi kararlaştırıldı. Böğürdelen 8 Temmuz günü fethedildi. Kânûnî’nin ilk fethettiği kale olduğu için burası, Pâdişâh’ın emri ile mâmur edildi. Zemlin kalesi de, Semendre beyi Hüsrev Bey’in şiddetli taarruzuna dayanamıyarak teslim oldu. Diğer taraftan Piri Mehmed Paşa Komutasındaki ordu tarafından Belgrad ablukaya alınmıştı. Kanunî Sultan Süleymân’ın 26 Temmuz’da Sava nehri üzerinde tamamlanan köprüden geçmesi ile abluka, şiddetli bir muhasaraya döndü. Uzun süre muhâsaraya dayanamayacağını anlayan kale komutanı, aman dileyerek teslim oldu (29 Ağustos 1521). Ertesi gün Cuma olduğundan, şehrin en büyük kilisesi câmiye çevrilip Cuma namazı kılındı. Bu sefere, evliyâdan bir çok kimse ile Edirne, Filibe ve Sofya medreselerinden pek çok talebe katılmıştı. Osmanlı ordusu 18 Eylül’de Belgrad’dan hareket ederek 31 günde Belgradİstanbul yolunu aldı ve 19 Ekim’de İstanbul’a döndü. Kânûnî Sultan Süleymân, Belgrad seferinden döndükten sonra, Rodos’un fethi için hazırlıklara başlanması emrini verdi. Avrupa’nın kilidi olan Belgrad’dan sonra, sıra Akdeniz’in kilidi durumundaki Rodos’a gelmişti. Rodos, müslümanlarla ölünceye kadar mücâdele etmeye yemin etmiş olan Sen Jan şövalyeleri adlı hıristiyanların elinde olup, korsan yatağı idi. Rodos’da, Osmanlı Devleti’ne karşı Papalık başta olmak üzere, hıristiyan devletleri ve deniz korsanları ile devamlı ittifak hâlinde şövalyeler bulunuyordu. Osmanlı deniz ticâretini ve müslümanların deniz yoluyla hacca gitmelerini engelleyerek, Anadolu sahillerine baskın düzenliyor ve ahâliyi ta’cîz ediyorlardı. Ayrıca Sultan Süleymân’ın tahta geçişinde küstahça hareketleri olmuştu. Aynı zamanda batı Anadolu sahillerine çok yakın olan adanın, coğrafî, stratejik mevkii, korsanlık yapması, devletin hâkimiyeti ile Akdeniz’in emniyeti için tehlike arzettiğinden sefere karar verildi. Osmanlı Devleti’nin Yavuz Sultan Selîm devrinde hazırlanmış mükemmel bir donanması mevcuttu. Rodos seferine serdâr olarak ikinci vezir Çoban Mustafa Paşa tâyin edildi. Donanma komutanı Pulak Mustafa Paşa olmakla beraber, donanmanın sevk ve idaresi Kurdoğlu Muslihiddîn Paşa’da idi. 1522 Haziran’ında İstanbul’dan hareket eden donanmanın mevcudu, dört yüzü harp gemisi olmak üzere yedi yüz kadardı. Pâdişâh ise 18 Haziran’da Üsküdar’a geçip kapıkulu askerleri ve sefere me’mur edilen diğer eyâletlerin tımarlı sipahileri ile beraber karadan yola çıktı. Donanma yirmi gün sonra Rodos önlerine geldi ve Öküzburnu limanından karaya asker çıkarıldı. Marmaris sahillerine gelen kara ordusu da gemilerle Rodos’a geçirildi ve muhasaraya başlandı. Muhasaranın uzaması üzerine, serdar Mustafa Paşa Mısır vâliliğine tâyin edilerek, Rodos sefer serdârlığına ve ikinci vezirliğe Ahmed Paşa getirildi. Kütahya ve Aydın yoluyla Marmaris’e gelen Pâdişâh, 28 Temmuz’da Kara Mahmûd Reis’in Yeşil Melek isimli harb gemisi ile Rodos adasına çıktı. Sultan, şövalyelerden kalenin teslimini istedi. Red cevâbı gelince muhasara bütün şiddetiyle devam etti. Yeni çağın en müstahkem kalesine sâhib Rodos’un, devrin bütün teknik ve ateşli silahlarını bulunduran Osmanlı ordusu karşısında, Avrupalılardan çok yardım almasına rağmen, fazla dayanamayacağı belli idi. Nitekim Osmanlı topçu ve lağımcısının çalışmalarıyla kalenin bütün istihkâmları Türklerin eline geçince, baş şövalye andlaşma ile adayı teslim etti (Bkz. Rodos seferleri). Aralık 1522 sonunda bütünüyle Türk hâkimiyetine giren Rodos adasındaki üç bin kadar müslüman esir kurtarıldı. Sultan Süleymân Hân Rodos’un fethinde adanın ihtiyar hükümdarını huzuruna getirdikleri zaman gözleri yaşararak; “Böyle bir ihtiyar adamı hânesinden çıkardığımdan müteessirim” diye üzüntüsünü belirtmiş ve onu hürmetle gemiye koyup istediği yere göndermiştir. Korsanlar adayı terk edince, Kânûnî Sultan Süleymân Rodos’un îmârını emretti. Papalığın doğudaki son temsilcisi olan Saint-Jean haçlı devleti yıkılarak, Batı Anadolu korsanlığı bertaraf edildi. İstanbul-Sûriye-Mısır deniz ticâreti ve hac yolu emniyete alındı. Rodos seferi dönüşünde, sadrâzam Pîrî Mehmed Paşa emekliye sevkedilerek yerine Pâdişâh’ın Manisa’da iken yanında bulunan İbrâhim Ağa tâyin edildi. Bu, şimdiye kadar görülmemiş bir şey idi. Bu hâli hazmedemeyen ikinci vezir Ahmed Paşa, Mısır beylerbeyliğini taleb etti. Bu isteği kabul edilen Ahmed Paşa, orada elde ettiği Memlûklü kalıntıları ve küskünlerin başına geçerek sultanlığını ilân etti. Adına hutbe okutup, para bastırdı. Ahmed Paşa’nın isyânı üzerine Mısır’da bulunan beş bin yeniçeri, Kahire kalesini ele geçirip, Ahmed Paşa’ya karşı müdâfaaya hazırlandılar. Ahmed Paşa kaleyi almak istedi. Vuruşmanın uzaması üzerine, Ahmed Paşa bu işi başaramayacağını anladığı sırada, Memlûklüler iki asırdan beri kapalı bulunan bir lağım yolunu bularak, kaleye girdiler, Yeniçeri gafil avlanıp, çoğu vuruşarak öldü. Ahmed Paşa, kendisine Kâdızâde Mehmed Bey’i sadrâzam tâyin etti. Ancak Kânûnî Sultan Süleymân, Mehmed Bey’e gönderdiği gizli bir talimatla hâin Ahmed Paşa’yı ortadan kaldırmasını istedi. Bu emre riâyet eden Mehmed Bey, bir fırsatını bulup Ahmed Paşa hamamda yıkanırken baskın yaparak, bütün maiyyetini öldürttü. Fakat Ahmed Paşa kaleye sığınmaya muvaffak oldu. Memlûklüter, vaziyetin değiştiğini görünce tarafsız kaldılar ve Ahmed Paşa’yı desteklemekten vazgeçtiler. Kâdızâde Mehmed Bey kaleyi kuşatınca, hâin Ahmed Paşa savunmadan vaz geçerek bir Arap şeyhine sığındı. Onu tâkib eden Mehmed Bey sığındığı şeyhten teslim aldı ve derhâl îdâm ettirdi. Mısır vâliliğine tekrar Güzelce Kâsım Paşa tâyin edildi. Kânûnî Sultan Süleymân, hâin Ahmed olayından sonra, devletin bu eyâletinde ıslâhat yapma lüzumunu gördü ve bu iş için İbrâhim Paşa’yı görevlendirdi. İbrâhim Paşa Mısır’a giderek buranın yönetiminde köklü bir değişiklik yaptı. Kamu düzenini sağlayacak kânunları yürürlüğe koydu. İktidarda ve idarede bölge beylerinin söz sahibi olmalarını sağladı. Böylece on dokuzuncu asrın başlarına kadar Mısır’da bir daha isyân ve ayaklanma olmadı. Mısır mes’elesi hâlledildikten sonra, Mart 1525 seferinde ganîmet alamamalarından dolayı baş kaldıran yeniçerilere karşı, sultan otoritesini çabuk gösterdi. Ayaklanmanın bedelini ağır şekilde ödeyen yeniçeri, Kânûnî’nin vefâtına kadar bir daha böyle bir harekette bulunmadı. İç mes’eleler hallolduktan sonra Pâdişâh tekrar batıya yöneldi. Sefer hazırlıkları başladı. Üçüncü sefer-i hümâyûn da Macaristan’a karşı düzenlendi. Macaristan üzerine sefer düzenlenmesinin belli başlı sebepleri vardı. Macaristan, Osmanlı Devleti aleyhine İran ile ittifak muahedesi akdetmek üzere müzâkerelerde bulunuyor, Eflak işlerine karışıyor, Ulah zadeganını Türklere karşı kışkırtarak karışıklıklar çıkarmaya çalışıyordu. Diğer taraftan Alman imparatoru Şarlken ile yaptığı savaşta esir düşen Fransa kralı birinci François’ın annesi tarafından gönderilen elçi, 6 Aralık 1525’de Sultan tarafından kabul edildi. Louise de Savoie, oğlunun esaretten kurtulması için cihân Sultânı’na yazdığı mektubda yalvanyordu. Bütün bu sebepler üzerine Kânûnî Sultan Süleymân, 23 Nisan 1526’da ordusunun başında İstanbul’dan yola çıkarak; Edirne-Filibe-Sofya-Niş üzerinden Belgrad yolunu tâkib etti. 21 Ağustos’da ordu, Drava’yı kurulan köprüler vasıtasıyla geçti. Geçiş tamamlandıktan sonra Sultan’ın emri ile köprüler yıkıldı. Bu durum, Pâdişâh’ın Macaristan’ı kesin bir şekilde fethetme karârında olduğunu gösteriyordu. 29 Ağustos sabahı gün ışırken Osmanlı ordusu Mohaç kasabası yakınlarına mevzîlenmişti. Osmanlı ordusunda yüz bin asker ve üç yüz top vardı. Sabah namazından sonra Sultan asker arasına girerek güzel bir konuşma yaptı. Daha sonra Osmanlı, ordusu bütün seferlerde olduğu gibi savaş düzeni aldı. Fakat bu savaş düzeniyle savaşa girilirse, Osmanlı ordusunun yenilebileceğini düşünen Semendire sancak beyinin teklif ettiği plân uygulamaya koyuldu. Plâna göre düşmanla ilk teması başvezir İbrâhim Paşa kuvvetleri ve Rumeli askerleri sağlayacak, ardından Anadolu, bunların arkasından da Pâdişâh ve kapıkulu askerleri yer alacaktı. Bâli ve Hüsrev beylerin akıncı kuvvetleri, düşman gerisine sarkacaklardı. Macarlar, Osmanlı ordusunun plân değiştirdiğini bilmiyordu. Sabah namazından sonra büyük hakan ellerini semâya doğru açarak; “Yâ Rabbî! Senin kudret ve himayeni diliyor, hazret-i Muhammed’in ümmetine yardımını niyaz ediyorum” diye yalvardı. Bunu gören askerler de büyük bir şevk ve îmânla âmin diyerek muhârebeye hazırlandılar. İki ordu ikindi vakti sırasında hücuma geçerek birbirlerine şiddetle saldırdılar. Otuz beş Macar şövalyesi, Pâdişâh’ı öldürmeye yemîn etmişti. Bunlardan ancak üçü Pâdişâh’ın yanına kadar ulaşabildiler. Kânûnî, tek başına bu üç şövalye ile dövüşerek, hepsini öldürdü. Üç yüz topun birden ateşine mâruz kalan Macar zırhlı süvarisi perişan oldu. Bâli ve Hüsrev beyler, düşmanı bataklığa doğru süren manevralar yaptılar. Muhârebe sâdece bir kaç saat sürdü. Macarların büyük kısmı muhârebe meydanında öldürüldü. Çoğu da bataklıklarda boğuldu. Geriye kalan yirmi beş bini de esir edildi. Böylece Macar ordusunun imhası ile Orta Avrupa’nın yolu Türkler’e açılmış bulunuyordu. Nitekim 20 Eylül’de Macaristan’ın payitahtı Budin şehri Pâdişâh’a teslim oldu. Kânûnî, Erdel voyvodası Zapoiya’yı Osmanlı Devleti’ne tâbi Macaristan kralı ve Erdel prensi îlân ettikten sonra, Macaristan fâtihi olarak 13 Kasım 1526’da İstanbul’a girdi. Akıncılar, Mohaç meydan muhârebesinden sonra, akınlarına devam ederek bir çok yerleri ele geçirdiler (Bkz. Mohaç Zaferi). Avusturya arşidükü Ferdinand, Zapolya’nın elinde bulunan Macar krallık tacını ele geçirmek için, Kânûnî İstanbul’a döndükten sonra harekete geçti. Zapolya ilk önceleri bu mes’eleyi Osmanlı sultânını işe karıştırmadan hâlletmek istiyordu. Bunda başarılı olamayınca, Pâdişâh’tan yardım istedi. Kânûnî bu isteği kabul ederek sefer hazırlıklarına başladı. Bu hazırlıklar devam ederken Avusturya arşidükü Ferdinand’ın gönderdiği elçiler İstanbul’a geldi. Bu hey’et, Macaristan’dan alınan arazinin geri verilmesi karşılığında barış yapmak için gelmişti. Ancak bu istek reddedildi. Çünkü Kânûnî Sultan Süleymân Han’ın asıl gayesi Ferdinand’ı destekleyen Alman ordularını ezdikten sonra Türk sancaklarını Viyana’ya taşımaktı. Hazırlıklarını tamamlayan Kânûnî 10 Mayıs 1529’da İstanbul’dan hareket etti. Osmanlı ordusu, Edirne, Filibe üzerinden Sofya’ya 20 Hazîran’da vardı. Sadrâzam İbrâhim Paşa, ordunun bir kısmı ile burada Sultan’dan ayrıldı ve önden ilerlemeye başladı. 18 Ağustos’ta ordu Mohaç sahrasında konakladı. Zapolya burada altı bin Macar askeri ile Osmanlı ordusuna katıldı. Kânûnî, Zapolya’ya bir çok ihsânlarda bulundu. Budin, Ferdinand tarafından Zapolya’nın elinden alınmıştı. Kânûnî 3 Eylül günü ikinci defa Budin’i kuşattı. Yapılan teslim şartı kabul edilmeyince şiddetli şekilde muhasara edildi. Yapılacak umûmî bir hücuma kalenin dayanamayacağını anlayan komutanlar, hayatlarına dokunulmaması şartı ile kaleyi teslim ettiler. Sultan, şehrin yağma edilmesini kat’î bir şekilde yasakladı. Bu zaferden sonra Boğdan voyvodası, beşinci Petro Rareş ordugâha gelerek tâbiiyyet muahedesini imzaladı. 14 Eylül günü Ferdinand’ın adamlarının elinden alınan Macar tacı sekbanbaşı tarafından Zapolya’ya tekrar giydirildi. Zapolya o günden itibaren Macaristan kralı oldu. Fakat bu krallık Osmanlı protokolünde bir vâliyle aynı derecede idi. Osmanlı ordusu Budin’i aldıktan sonra yol üzerindeki Estergon muhasara edilip, Ferdinand’ın bulunduğu Viyana üzerine yüründü ve şehir 26 Eylül günü kuşatıldı. Ferdinand, on altı bin kişilik bir müdâfaa kuvvetini Viyana’da bırakıp, kuvvet toplamak için Alman topraklarına gitti. Almanları gayrete getirerek, Kont Patatini kumandasında yirmi iki bin yaya ve atlı ile yüz büyük, iki yüz küçük top tedârik ederek kuşatmadan önce Viyana’ya gönderdi. Sadrâzam İbrâhim Paşa komutasındaki öncü kuvvetleri kaleyi kuşattı. Fakat muhasara Eylül ayına rastladığı için, mevsimsizdi. Ayrıca Ferdinand’a gözdağı vermek istendiği için büyük muhasara topları götürülmemiş ve Tuna yoluyla getirilmekte olan az miktardaki top ve mühimmat da Almanların taarruzuna uğrayıp batırılmıştı. Ordu-yı hümâyûn ile Viyana önlerine gelen Kânûnî, Viyana’nın teslîmini istedi ise de kale müdafileri red cevâbı verdi. Viyana muhasarası, Avrupa’da dînî galeyan ve Almanya’da millî hissiyatı heyecana getirdi. Osmanlı ordusu kaleyi ele geçirmek için büyük bir gayret sarfetti. Açılan lağımlar surun bir kısmını yıktı ise de netîce alınamadı. 14 Ekim’de yapılan son umûmî hücumda da şehre girmek mümkün olmadı. Kar yağmaya başlayınca 16 Ekim günü muhasara kaldırıldı. Viyana önünden dönülürken, yeniçeriye biner akçe bahşişi verildi. Tımarlı sipahiye ise her bin akçede münâsib mikdârda zam yapıldı. Viyana kuşatması sırasında Osmanlı akıncıları Bavyera’da Ratibson ile Çekoslavakya’nın önemli şehirlerinden olan Brün’e kadar ilerlemişlerdi. Bu sefer-i hümâyûn 7 ay 7 gün sürdü ve Sultan 16 Aralık 1529’da İstanbul’a döndü. Viyana seferinde Osmanlı ordusunun kaybı on dört bin şehîd ve yaralı idi (Bkz. Viyana kuşatmaları). Viyana muhasarasından geri dönüldükten sonra Ferdinand, vergi vermek şartıyla Macaristan krallığının kendisine verilmesi için ikinci defa elçi gönderdi. Fakat yine red cevâbı aldı. Diğer taraftan Macar krallığına getirilen Zapolya, hâkim olduğu topraklarda kendini kabul ettirememişti. Macar beylerinin büyük bir kısmı Ferdinand’ın tarafdârı idi. Hattâ Zapolya’dan memnun olmayan Zigetvar banı liderliğinde Macar beylerinin bir kısmı isyân etti. Zapolya, isyânı bastırmak için on bin Macar askeri ile kendisini korumakla görevli bin yeniçeriyi Zigetvar’a gönderdiği sırada, Ferdinand’ın Budin üzerine geldiğini haber aldı. Derhâl Semendire sancakbeyi Yahyâ Paşazade Mehmed Bey’e haber göndererek yardım istedi. Ferdinand, Osmanlılara âid Estergon, Vişegrad ve Vaç kalelerini aldıktan sonra Budin’i kuşattı. Kale müdâfîleri şiddetle karşı koydular. Bu arada Semendire sancakbeyi Mehmed Bey ile Bosna sancakbeyi Gâzi Hüsrev Bey’in kumandasında gelen akıncıların, Budin’e yaklaştığını öğrenen Ferdinand iki ateş arasında kalmamak için elli yedi gün süren kuşatmayı kaldırdı. Bunun üzerine akıncılar, Ferdinand’ın topraklarına akınlar düzenlediler. Budin’in Ferdinand tarafından kuşatıldığını öğrenen Pâdişâh, 25 Nisan 1523’de Macaristan’a bir sefer daha açtı. Niş’e yaklaştığı zaman Ferdinand ile Alman imparatoru Şarlken’in elçileri ordu-yı hümâyûna geldi. Bu elçiler önce vergi vermek suretiyle Ferdinand’in krallığını teklif ettilerse de kabul edilmedi. Macaristan topraklarına giren Kânûnî 30 Ağustos’ta Ferdinand’a kendisinin ve ağabeyinin nerede olduklarını soran ağır bir mektup gönderdi. Mektuba cevap alamayan Kânûnî, Alman imparatoru Şarlken’in bir meydan muhârebesini kabul etmeyerek, vur kaç taktiği ile Macaristan’a saldıracağını anladı. Osmanlı ordusu büyüklü küçüklü on beş kaleyi fethettikten sonra, 11 Eylülde Avusturya’nın ikinci büyük şehri Graz’a girdi. Daha sonra Drava nehri kıyısındaki Siklos, Papaçe, Şorpon kaleleri alındıktan sonra güneye dönüldü. Morava ve Drava nehirleri geçilip, İslovenlerin topraklarına girildi. Zagreb ve Podgogonce beyleri itaatlerini bildirerek cizye vermeyi kabul ettiler. Pozaga, Zacensen, Nemçe ve Podgal kaleleri fethedildi. 7 ay kadar süren Alman seferinde Pâdişâh Kasım ayının sonlarına doğru İstanbul’a geldi. Macar krallığını ele geçirmek için yaptığı teşebbüslerin boşa çıkması üzerine, Ferdinand, Osmanlı Devleti ile sulh yapmak için müracaat etti. Bu istek Osmanlı Devleti’nin de işine geldi. Macaristan’a yapılan seferler için çok fazla masraf yapılıyordu. Diğer taraftan, Safevî Devleti’nin başına geçen Tahmasb, Doğu Anadolu’da faaliyete geçmişti. Bu sebeple Osmanlı Devleti de sulhe tarafdârdı. 22 Temmuz 1533’de imzalanan İstanbul andlaşması ile Alman İmparatoru Osmanlı Devleti’nin ve Sultan’ın üstünlüğünü kabul etti. İstanbul andlaşmasına göre: 1Ferdinand, sultan Süleymân Han’ı baba ve metbû bilerek ve ancak kardeş diye hitâb ettiği sadrâzamla eşit sayılacaktır. 2- Ferdinand, Osmanlı ülkesine tecâvüz etmeyecek ve Sultan da Avusturya ülkesiyle ahâlisini kendi tebeası bilecektir. 3- Ferdinand, Macaristan üzerindeki veraset, iddialarından vaz geçecekti. Macaristan’ın batısı ve kuzeybatısındaki arazinin hâkimi olacaktır, 4- Macar kralı Zapolya ile Ferdinand arasında Osmanlıların tasvip ettiği hudud muteber olacaktır. 5- Eski kraliçe ve Ferdinand’ın kız kardeşi Maria’nın kocasından mîrâs kalan malikâne, geçimi için ihsân edilecektir. 6- Bu andlaşma geçici değil, devamlı olacaktır. Avrupa’da, Fransa’dan başka Avusturya’nın da Osmanlı sultânı Süleymân Han’ın himayesini kabul etmesiyle Şarlken’in Avrupa imparatorluğu kurma projesi gerçekleşemedi. Türklerin tâkib ettiği âlemşümul dünyâ hâkimiyeti siyâseti gereğince, Kânûnî Sultan Süleymân ve Osmanlı Devleti Avrupa’da büyük nüfuz sahibi oldu. Yavuz Sultan Selîm Han’ın kazandığı Çaldıran zaferinden sonra dünyânın Osmanlı Devleti’nden sonra ikinci büyük devleti olan Safevî İran İmparatorluğu on dokuz sene Osmanlılara karşı herhangi bir harekette bulunamadı. Ancak Şâh Tahmasb da Şâh İsmâil gibi İran’da Şiîliği hâkim kılmak için sünnîlere zulüm yapıyor, Avrupa kralları i’le ittifak ederek Osmanlılar aleyhinde hareketlerde bulunuyordu. Aynı zamanda İmâm-ı a’zam gibi İslâm büyüklerinin türbelerini de yıkıyorlardı. Bu sebeble Kânûnî Sultan Süleymân, Şâh’a gönderdiği bir mektupta; “Cihânın sığındığı dergâhımıza niçin adam gönderip kulluğunu arz etmedin. İnşâallah otağımız, Tebriz’den sonra Azerbaycan, İran, Turan ve Horasan’da kurulmak üzere harekete geçecektir. Bugüne kadar tehir sebebi Macaristan ve Almanya’daki puthâneleri İslâm mescidi yapmakla meşgûl olmam idi. Şimdi şahlık tacını başından çıkarıp, ecdadının tarîkatine göre başına keçe koyarak seni dervişlik tekkesine oturtmadıkça askerlerim dönmiyecektir” diye hitapta bulunuyordu. Ayrıca babasının ve ecdadının; kaçanı kovmak ve düşkünü öldürmek âdet ve kaideleri olmadığı için vücûdunun kurtulduğunu” hatırlatmakta idi. Bununla beraber Osmanlı pâdişâhları, İran sözünde durdukça ona dokunmuyorlardı. Zîrâ Osmanlılar dâima endişe kaynağı ve cihâd sahası olan Avrupa’dan başka bir cephede kendilerine bir mes’ele çıkarmamaya çalışıyorlardı. İşte bu düşünceler altında Kânûnî Sultan Süleymân’ın İran üzerine üç büyük seferi oldu (Bkz. İran Harpleri). Birinci seferi hümâyûnunda 11 Haziran 1534’de İstanbul’dan hareketle 20 Temmuz’da Konya’ya gelen sultan Mevlânâ Celâleddîn Rûmî’nin türbesini ziyaret edip, KayseriSivas-Erzincan yolunu tâkib ederek 28 Eylül’de Tebriz’e girdi. Safevîlerin zulmünden bunalan Tebrizliler, Pâdişâh’ı çok iyi karşıladılar. 29 Eylül’de Tebriz’le Hoy arasındaki Ucan mevkiinde Sultan, vezîriâzam tarafından karşılandı. 5 Ekim’de ordu-yı hümâyûn Ucan mevkiinden hareket etti. Tebriz-Kazvin yoluyla Sultaniye’ye 13 Ekim’de Osmanlı ordusu Kasr-ı şîrîn yoluyla Bağdâd önlerine geldi. Bağdâd muhafızı Tekeli Han, Osmanlı kuvvetleri gelmeden şehri terk ettiği için, Bağdâd kalesi mukavemet göstermeden teslim alındı. 24 Kasım’da Bağdâd’a giren Osmanlı ordusunun ardından, Azamiyye’de bulunan İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe’nin kabrini ziyaret edip, büyük bir türbe yapılmasını emrettikten sonra, Mûsâ Kâzım ve diğer İslâm büyüklerinin kabirlerini ziyaret eden Pâdişâh, 30 Kâsım’da şehre girdi. Bağdâd’da ahâlinin, âlimlerin, kumandanların ve devlet adamlarının iştirakiyle şükür ifâdesi olan dînî merasim yapılarak ihsânlarda bulunuldu. 1534-1535 kışını Bağdâd’da geçiren Sultan, burada Osmanlı devlet teşkilâtını kurdu. Şâir Fuzûlî meşhur Bağdâd kasîdesini bu sırada takdîm etti. Sultan, Bağdâd’ın mübarek beldelerini, Kerbelâ’da hazret-i Ali ve Hüseyin’in makamlarını ziyaret etti. Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin kabrine türbe ve yanına imâret yaptırdı. Bu seferde, Irak-ı arab ve lrak-ı acem fethedildiği için bu sefere; iki Irak seferi mânâsına Irakeyn seferi denildi. Bir sene altı ay yirmi yedi gün süren Irakeyn seferi neticesinde; bölgedeki şiî Safevî hâkimiyeti son bularak, Bağdâd dâhil, Basra Osmanlı topraklarına katıldı. Irakeyn seferi dönüşünde, on iki sene sekiz ay on sekiz gün Osmanlı Devleti’nin en yüksek makâmı olan vezirlik makamında kalan ve hiç bir vezîre nasîb olmayan hudutsuz selâhiyetlere sâhib olan İbrâhim Paşa, sorumsuz hareketlerde bulunmasından ve saltanatta gözü olması yüzünden 6 Mart 1536’da îdâm edildi. Sadâret makamına ikinci vezir Ayâs Mehmed Paşa, getirildi. Sultan, İran seferine çıkmadan önce İstanbul’a gelen Barbaros Hayreddîn Paşa ile görüşüp kendisine beylerbeylik ünvânı verildi. Sadrâzamla Halep’te görüştükten sonra İstanbul’a dönen Barbaros, tersanede, kısa zamanda altmış bir adet çok sağlam ve devrinin en mükemmel harb gemisini inşâ ettirdi. Bunlara kendi gemilerini de ilâve ederek 84 harp ve 20 nakliye gemisi ile Sultan’ın İran seferine çıkmasından kısa bir süre sonra Akdeniz’e açıldı. Cezâyir beylerbeyi ve kapdân-ı derya olan Barbaros Hayreddîn Paşa, bundan sonra bütün ömrü boyunca Akdeniz’i bir Türk gölü hâline getirmek için olanca gücü ile çalıştı (Bkz. Barbaros Hayreddîn Paşa). Osmanlı ordusu karada ve denizde muhârebelere devam ederken Kânûnî Sultan Süleymân, Osmanlı Devleti’nin iktisadî, siyâsî, askerî ve sosyal bakımdan en güçlü olduğu bu asırda; fakir, zayıf, muhtaç ve kralını dahi esaretten kurtardığı Fransa’ya ticarî imtiyazlar verdi. Bu, ileriye dönük bir siyâsî yatırım idi. Kapitülasyonlar olarak bilinen ticarî imtiyazlar, Dâmâd İbrâhim Paşa ile Fransa elçisi Jean de La Forest arasında 18 Şubat 1536’da imzalandı. Kapitülasyonlar 1569, 1579, 1580, 1614, 1673, 1740 senelerinde yenilenip, imtiyazlar genişletildi ve başka ülkelere de verildi. (Bkz. Kapitülasyonlar). Avusturya ile Osmanlı Devleti arasındaki barış, ufak tefek hudut hareketlerine rağmen devam ediyordu. 12 Mart 1537’de Kilis kalesinin fethi önemli bir hâdise ise de Avusturya sulhunu bozar mâhiyette sayılmadı. Bu sırada Venedik’in, Dîvân-ı hümâyûnun Osmanlı-Fransa ittifakına davet eden teklifini reddetmesi ve Osmanlı Devleti’nin düşmanı, Karada ve denizde birinci rakîbi olan Almanya-İspanya ile gizli ittifak müzâkerelerinde bulunması üzerine Kânûnî Venedik üzerine sefere karar verdi. Bundan gaye, Napoli krallığını zabtederek Roma’yı ele geçirmekti. Bu sefere de, Fâtih Sultan Mehmed Han’ın seferi gibi Pulya seferi denildi. 17 Mayıs 1537’de Sultan İstanbul’dan hareket etti. Kapdân-ı derya Barbaros Hayreddîn Paşa da Sultan’dan altı gün önce İstanbul’dan donanmayı hümâyûn ile hareket etmişti. Sultan, İstanbul-Edirne-Filibe-Üsküb-Elbasan yoluyla Arnavutluk’un Avlonya limanına geldi. Burası İtalya’nın Otranto limanının tam karşısına düşüyordu. 280 parçalık gemiden meydana gelen donanma, Pâdişâh’dan iki gün önce Avlonya körfezine girmişti Osmanlı-Fransız ittifakına göre, Türk donanması Güney İtalya’ya hücum ettiği sırada, Fransız kralı da Kuzey İtalya’ya yürüyecekti. Fakat Fransa kralı, Osmanlı Devleti ile olan andlaşmasına rağmen bu sözünde durmadı. 23 Temnuz 1537’de Osmanlı donanması 92 km. olan Otranto boğazını geçerek İtalya’ya asker çıkardı ve Otranto fethedildi. Böylece 56 sene sonra Türkler tekrar İtalya yarımadasının topuğunu fethettiler. Bu sırada Adriyatik denizinde Venedik’in büyük donanması, Yunan denizinde İspanyol ve İtalya donanmaları mevcûd idi. Avrupa’nın en kuvvetli bu iki donanması, Osmanlı donanmasının İtalya’ya asker çıkarması karşısında herhangi bir müdâhale yapmaya cesaret edemedi. Fakat bu fetih de geçici oldu. 21 gün sonra Lütfi Paşa, Otranto’yu boşaltarak Avlonya ya geri döndü. Osmanlı ordusunun birinci hedefi, Güney İtalya’yı ele geçirmekti. Fakat siyâsî ve askerî durumun değişmesi, başta Venedik’e bir darbe indirilmesini gerekli kıldı ve Korfu adasının fethine karar verildi. 25 Ağustos’da Lütfi Paşa kumandasında yirmi beş bin asker ve otuz top Korfu adasına çıkarıldı. Adanın tamâmı ele geçirilmesine rağmen, çok müstahkem olan Korfu kalesi mukavemet ediyordu. Kânûnî’nin Korfu adası karşısındaki Bastia iskelesine geldiği sırada, sadrâzam Ayas Paşa, komutasında yirmi beş bin asker daha adaya çıkarıldı. Kale muhafızlarına yapılan teslim olma teklifi reddedilince, on iki günlük bir muhasaradan sonra Pâdişâh, Barbaros Hayreddîn Paşanın bütün rica ve ısrarlarına rağmen muhasaranın kaldırılması emrini verdi. Muhasaranın bu kadar çabuk kaldırılmasında, mevsim şartlarının kötüleşmesi ve bir düşman güllesinin dört Türk askerini şehîd etmesi gibi sebepler vardı. Askerlerinin şehid olduğunu gören Sultan; “Bir mücâhid kulumu, böyle bin kaleye bedel kılmam” diyerek kuşatmayı kaldırdı. Osmanlı ordusu. 15 Eylul’de İstanbul’a dönmek için yola çıktı. Pâdişâh, ManastırSelânik-Serez-Kavala-Dimetoka-Edirne yoluyla 22 Kasım’da İstanbul’a girdi. Pulya seferi altı ay altı gün sürdü. Kânûnî Avlonya’dan ayrılırken akıncılara ve donanmaya, kara ve deniz harekâtının devamını emretti. Kapdân-ı derya Barbaros Hayreddîn Paşa, Venediklilere âid Sina, Patmos, Maksos adalarını fethetti. Osmanlı-Avusturya barış andlaşmasına, Türkler riâyet ettiği hâlde, Avusturyalılar bu sulhu fiîlen bozdular. Almanya imparatoru Şarlken’in, Barbaros’a karşı açtığı Tunus seferi sırasında, komutası altına topladığı orduda Avusturyalı askerler de vardı. Böylece kral Ferdinand, resmen Osmanlı Devleti’ne karşı bir harbe iştirak etmiş oluyordu. Bunun üzerine Osmanlı Devleti Almanya ile Avusturya’ya karşı denizde ve karada mukabil hareketlere başladı. Bosna beylerbeyi Hüsrev Bey, Avusturya hakimiyetindeki Hırvatistan ve Dalmaçya’ya girerek bir kaç kaleyi zabtetmişti. Semendire sancakbeyi ise Pajega kalesini fethetti. Osmanlı akınları karşısında kral Ferdinand telâşa düşerek, sayısı kırk beş bine ulaşan bir ordu ile karşı koymaya çalıştı. Bu ordunun kumandanlığına da zamanın ünlü kumandanlarından Katzianer getirildi. Avusturya ordusunda 49 top vardı. İki ordu 2 Aralık 1537’de Verlizo ovasında karşılaştı. Mevsim kış olduğundan hava çok soğuktu. Muhârebe çok kısa sürdü. Avusturya kuvvetleri sahte bir ric’atle pusuya düşürülerek mağlûb edildi. Ancak üç bin kadar asker ve Katzianer kaçıp kurtulabildi. Semendire beyi ganimet ve esirleri oğlu Arslan Bey ile İstanbul’a gönderdi. Kânûnî, bu başarıda önemli rol oynayan genç Arslan Bey’i yeni kurulan Pojega sancakbeyliğine tâyin etti. 1538 kışını İstanbul’da geçiren Kânûnî Sultan Süleymân, anlaşmaya uymayan ve Osmanlı Devleti’nin düşmanları ile işbirliği yapan Boğdan voyvodası üzerine sefere karar verdi. Osmanlı Devleti’ne tâbi voyvoda, Lehistan topraklarına saldırmıştı. Hâlbuki Kânûnî, Kırım Han’ı ile Boğdan voyvodasının Lehistan’a saldırmayacağını taahhüd etmişti. Yine Boğdan voyvodası, Kânûnî’nin kıymet verdiği bir Venedikliyi öldürtmüştü. Sonraki zamanlarda Osmanlı Devleti’ne karşı Avusturyalılarla gizli muhârebelerde bulunduğu Pâdişâh tarafından öğrenilmişti. Bütün bu sebeplerden dolayı Kânûnî Sultan Süleymân, 8 Temmuz 1538’de ordu-yı hümâyûn ile Boğdan seferine çıktı. Ordu, 16 Ağustos’da Babadağ’a vardı. Pâdişâh’ın, Avrupa içlerine ilerlerken düşman ülkesinde bile ahâlinin canına, ırz ve malına hattâ tarlasındaki ekili mahsûlüne zarar verdirtmeden hareketi, güzel bir adalet örneği oluyordu. Babadağ’a varıldığı sırada, Boğdan voyvodası ordugâha davet edildi ise de gelmedi. 31 Ağustos’da, Prut nehri üzerine Mîmâr Sinân’ın yaptığı köprüden geçildi. 15 Eylül’de Boğdan voyvodalığının merkezi Suçava’ya girildi. Ahâli İslâm dîninin adaletini temsil eden ve Avrupa’ya medeniyet götüren Osmanlı idaresini istediğinden, mukavemete tarafdâr olmadı. Bu yüzden voyvoda Petro yalnız kalarak kaçtı. Bu sefer askerî bir yürüyüş manzarasını göstermekte ise de neticesi bakımından önemli olmuştur. Toplanan dîvânda Boğdan’ın statüsü tamamen değiştirildi. Almanya’ya kaçmış olan Petro Rareş voyvodalıktan azledildi. Yerine kardeşi Stefan tâyin edilerek maiyyetine muhafız adıyla beş yüz yeniçeri verildi. Yeni voyvoda iki yılda bir İstanbul’a iki senelik vergisini getirerek, Pâdişâh’a tazimlerini arz edecekti. Dinyester ile Prut nehirleri arasındaki Moldovya arazisinin hepsi doğrudan doğruya Osmanlı Devleti’ne bağlandı. Petro Rareş’in sarayın mahzenlerinde saklı bulunan hazînesi zaptedildi, Sultan 22 Eylül’de İstanbul’a dönmek için hareket etti. Kânûnî Sultan Süleymân Boğdan seferine çıkmadan önce, Mısır vâlisi Hadım Süleymân Paşa’ya Hindistan’a sefereçıkmasını emretti. Zîrâ bu sırada Portekizliler Hind okyanusunda ticâret yapan müslüman gemicileri rahat bırakmayarak, insafsızca öldürdükten sonra gemilerini yakıp batırıyorlar, aynı zamanda büyük kâr getiren ipekyolu güzergâhının değişerek, Avrupalıların Ümit Burnu’nu kullanmaları, Osmanlı ekonomisini zarara sokuyordu. 13. Haziran 1538’de Süveyş limanından 76 gemi ile hareket eden Hadım Süleymân Paşa’nın emrinde, yedi bin yeniçeri ve on üç binden fazla levend bulunuyordu. Süleymân Paşa, 24 Temmuz’da Aden’i aldı. Behrâm Bey’i Aden sancakbeyliğine tâyin etti. Aden’den ayrılarak 27 Ağustos’da Gucerât yarımadası açıklarına geldi. Süleymân Paşa bu yarımadanın yakınlarında bulunan ve Portekizlilerin üssü olan Div adasını feth etmek istedi, önce adadaki Gohala ve Kat kalelerini fethetti. Sonra Div Kalesini kuşattı. Düşman büyük zâyiât verdi. Kalede büyük gedikler açılmış iken Süleymân Paşa 20 Eylül günü kuşatmayı kaldırdı. Sahilden ayrıldıktan sonra donanma fırtınaya yakalandı. Dört gemi karaya oturdu. Süleymân Paşa, Hindistan müslümanlarına kendilerini Portekizlilere karşı korumaları için bir mikdâr mühimmat bıraktı. Dönüşte Eritre, Somali ve Habeşistan müslümanlarına yardımda bulundu. Zebid’i ele geçirerek Yemen eyâleti ile birleştirdi. Beylerbeyiliğine Gazze sancak beyi Mustafa Bey’i tâyin etti. 13 Mart 1539’da Cidde’ye geldi. Donanmayı Süveyş limanına göndererek kendisi hacca gitti. Daha sonra İstanbul’a giderek Hind seferi hakkında mufassal bir rapor verdi. Bu ilk Hindistan seferi idi ve bir sene sürmüştü. Ordu-yı hümâyûn seferden dönerken Alman imparatoru Şarlken’in, Alman, Venedik, Portekiz, Ceneviz, Papalık, Floransa ve Malta filo gemilerinden meydana getirdiği 600 gemi ve 60 bin kişilik büyük haçlı donanması, Andrea Doria’nın kumandası altında Preveze’de Barbaros Hayreddîn Paşa’nın karşısına çıkıyordu. 28 Eylül sabahı başlayan ve akşama kadar süren muhârebede Barbaros Hayreddîn Paşa haçlı donanmasını imha ederken, Andrea Doria gece karanlığından istifâde ederek kaçtı. Osmanlı donanması böylece büyük bir zafer kazandı. Ele geçirilen esir ve ganîmetler İstanbul’a gönderildi (Bkz. Preveze Zaferi). Emsali görülmeyen, Preveze zaferinin müjdesini Sultan 15 Ekim’de Yanbolu’ya geldiği vakit aldı. Zafer müjdesini ayakta dinleyen Pâdişâh, daha sonra durumu bütün vilâyetlere zafernâmelerle bildirdi ve şenlikler yapılmasını emretti. Venedikliler bu seferde, Osmanlı Devleti ile mücâdelenin Venedik için dâima zararlı olduğunu anladılar. Barbaros Hayreddîn Paşa’nın deniz seferlerinde en büyük zararı Venedik gördü. Akdeniz’deki bütün adalarını kaybeden Venedik’in, sâdece Girid ve Kıbrıs olmak üzere iki adası kalmıştı. Şayet Osmanlı Devleti ile savaşa devam edecek olursa, bunları da kaybedeceği kesindi. Bunun için Venedik Cumhuriyeti birbiri ardından Gritti, Pietro Zeno ve Tomaso Contarini’yi İstanbul’a gönderdi. Elçiler uzun müzâkereler yapmalarına rağmen bir şey elde edemediler. Sonunda Luipi Badoero adlı bir elçi, büyük salâhiyetlerle İstanbul’a geldi ve bir sulh andlaşması imzalamayı başardı (20 Ekim 1540). Andlaşmanın ana maddeleri şunlardı: 1- Venedik Cumhuriyeti, harp tazminatı olarak Osmanlı Devletine 300.000 duka altın ödeyecektir, 2- Mora’da Venediklilere âid Nauplia ile Malvoisia kaleleri Osmanlı Devleti’ne terkedilecektir, 3- Dalmaçya’da Nadin ve Arena kaleleri Türklere bırakılacaktır, 4- Barbaros Hayreddîn Paşa’nın son seferinde fethettiği bütün adalar Osmanlı Devleti’nde kalacaktır. 1541 senesinde Osmanlı Devleti’ne tâbi Macaristan kralı Yanoş ölünce, yerine on beş günlük bir bebeği vâris bırakmıştı. Bu durumdan istifâde etmek isteyen Avusturya kralı Ferdinand, Macaristan krallığının baş şehri olan Budin’e büyük bir ordu sevketti. Raggendorf’un kumanda ettiği Ferdinand’ın ordusunun Budin’i kuşatması üzerine, Zapolya tarafdârları Avusturyalıları Macaristan için gerçek bir tehlike sayarak şehri müdâfaa ettiler. Bu sırada üçüncü vezir Mehmed Paşa komutasındaki bir ordu, Budin’in yardımına gönderildi. Sultan ise, 20 Haziran 1541’de İstanbul’dan hareket etti. Mehmed Paşa komutasındaki öncü kuvvetlerin yaklaştığını öğrenen Rogendorf önce ordusunun etrafına hendek kazıp tahkim ederek müdâfaaya karar verdi ise de yenilgiden kurtulamadı. Dört tarafı; hendekler, toplar, nakliye arabaları ile iyice tahkim edilmiş ordugâha Türkler İstabur dedikleri için, Kânûnî gelmeden Türk vezirlerinin kazandığı bu zafere, İstabur zaferi denmiştir. Bu arada Kânûnî’nin büyük bir ordu ile gelmekte olduğunu haber alan Rogendorf, geceden istifâde ederek (21-22 Ağustos gecesi) birliklerini Mehmed Paşa kuvvetlerine sezdirmeden Tuna’nın öbür yakasına geçirmeye kalkıştı. Durumu haber alan Mehmed Paşa, hemen hücuma geçerek, Avusturya ordusunu imha etti. Rogendorf yaralı olarak canını kurtarabildi. Kâsım Paşa da ince filosu ile Tuna’dan ilerleyerek Almanların elinde bulunan, Budin’in karşı yakadaki bölümünü geri aldı. Bu zaferden dört gün sonra Kânûnî Sultan Süleymân, Ordu-yı hümâyûn ile Budin önlerine geldi. Macaristan Osmanlı Devleti’ne ilhak edilip, 30 Ağustos 1541’de Budin beylerbeyliği ve idarî teşkîlâtı kuruldu. Bebek kral Sigismund, Erdel banlığına tayin edildi. Budin’in en büyük kilisesi olan ve câmiye çevrilerek Fethiye adı verilen bu mâbedde Ebüssü’ûd Efendi’nin imâmetinde Sultan ilk Cuma namazını kıldı. Kânûnî Sultan Süleymân 28 Eylül’de Budin’den hareket ederek beş ay yedi gün süren bu seferin sonunda 27 Kasım 1541’de İstanbul’a girdi. Kral Ferdinand, 1542 yazında, senelik harac karşılığında Macar krallığının kendisine verilmesini teklif ettiyse de bu teklif dikkate alınmadı. Ferdinand, Budin’in bir Türk eyâleti olmasından ürktüğü için Avrupa’da Türk-İslâm tehlikesinden bahsederek propagandaya başladı. Avusturya, Alman ve diğer Avrupa devletlerinden yüz bin mevcûdlu büyük bir hıristiyan ordusu topladı. Peşte kalesini kuşatan müttefik Avrupa ordusuna karşı, Budin beylerbeyi Yahyâ Paşazade Bâli Bey sekiz bin askerle müdâfaada bulundu. Durumu öğrenerek ordusunun başında 17 Kasım 1542’de İstanbul’dan yola çıkan Kânûnî, henüz yolda iken 24 Kasım’da düşmana karşı gece taarruzuyla Peşte zaferi kazanıldı. Müttefik Avrupa orduları perişan bir hâlde kaçarken imha edildi. Düşmandan pek çok esir ve ganimet alındı. Zafer haberi alan Pâdişâh, seferden vazgeçerek Edirne’de kaldı. 1543 kışını Edirne’de geçiren Kânûnî, Budin’in emniyet ve teşkilâtını pekiştirmek için onuncu seferine çıktı. 371 parçalık Tuna ince donanması da büyük mikdârda erzak ve mühimmat ile Segedin sancakbeyi Ali Bey ile kethüdası Sinân Ağa nezâretinde Tuna’da ilerliyordu. 4 Hazîran’da Belgrad’a varan Kânûnî, iki gün sonra, Sava ırmağını geçerek Sirmi bölgesine girdi. Yol üzerindeki kaleleri feth ederek ilerleyen Osmanlı ordusu, 29 Temmuz’da Estergon önlerinde görüldü. Başpiskoposluk merkezi olan Estergon kalesini; Alman, İtalyan ve İspanyol muhafız askerleri koruyordu. Kale müdafileri, teslim teklifini kabul etmeyince, devrin en büyük ve te’sirli ateşli silâhlarına sâhib Osmanlı ordusu, üç yüz on beş topla kaleyi dövmeye başladı. Sultan Süleymân Han’ın en muhteşem seferlerinden biri olan Estergon seferine gayet tedarikli çıkılmıştı. Anadolu ve Rumeli orduları Pâdişâh’ın maiyyetinde, çeşitli sınıfların aldığı sefer tertîbi, mühimmat ve erzakı mükemmeldi. Osmanlı kuşatmasına on iki gün mukavemet edebilen Estergon, 10 Ağustos’da, müdâfîlerinin çekilip gitmeleri şartıyla teslim oldu. Şehrin büyük kilisesi câmiye çevrilerek Pâdişâh burada Cuma namazını kıldı. Osmanlı fütûhatı, Avrupa’da devam ederek, eski Macar krallarının taht merkezi İstolni-Belgrad 20 Ağustos’ta kuşatıldı ve şehir 4 Eylül günü fethedildi. Kralların gömüldüğü büyük kilise, halkın ricaları üzerine câmiye çevrilmiyerek, başka bir kilise câmi yapıldı, İstolni-Belgrad, sancak merkezi olarak Budin beylerbeyliğine bağlandı. Mevsim ilerlediğinden, Pâdişâh, 6 ay 23 gün süren Macaristan seferi sonunda, 7 Eylül günü İstanbul’a dönmek için hareket etti ve 16 Kasım 1543’de İstanbul’a vardı. Yolda, oğlu velîahd şehzâde Mehmed’in ölüm haberini alarak çok üzüldü. Nitekim Pâdişâh kendi adına yaptırmakta olduğu câmiyi çok sevdiği oğlu Mehmed’in adına, yanına bir türbe yaptırmak suretiyle tamamlatmıştır. Sultan’ın İstanbul’a dönmesine rağmen, Avusturya hududunda Osmanlı fütûhatı durmadı. Budin beylerbeyi Avusturyalılara âid bir çok kaleyi fethetti. Bütün Avrupa’nın imparatoru olduğunu iddia eden Şarlken ile kardeşi, Avusturya kralı Ferdinand, sulhe baş vurarak İstanbul’a birer elçi gönderdiler ve kendilerini böylece kurtarmaya çalıştılar. Uzun süren müzâkereler neticesinde 13 Haziran 1547’de kesin andlaşmaya varılarak, 19 Haziran’da İstanbul muahedesi imzalandı ve Almanya ile Osmanlı Devleti arasındaki savaşa son verildi. Muahedeyi 1 Ağustos’da Şarlken 8 Ekim’de de Kanunî Sultan Süleymân tasdîk etti. Bu andlaşma ile kudret ve azamet bakımından muasır devletlerden hiç birisi ile eşit olmayan Osmanlı Devleti’nin; cihân devleti sıfatı bütün dünyâ devletleri tarafından tanınmış oluyordu. Osmanlıların Orta Avrupa’da önemli mes’elelerle meşgul olması sebebiyle, İran Safevî Devleti iyice toparlandı. Şiîlik propagandası ve Doğu Anadolu’yu geri alma siyâsetini tâkib eden Safevî Devleti üzerine yeni bir sefer açılması lüzumlu bir hâl almıştı. Şâh Tahmasb’ın, hudûddaki bâzı Osmanlı kale ve mevkilerini ele geçirmesi, Safevîlere isyân eden Şâh İsmail’in oğlu Şirvan vâlisi Elkas Mirzâ’nın, sultan Süleymân Han’dan yardım istemek gayesiyle İstanbul’a gelmesi ve şiî propagandasına karşı âlimler ile Osmanlı umûmî efkârın tepkisi üzerine Sultan, İran üzerine sefere çıkmaya karar verdi. Osmanlı sultânı 29 Mart 1548 günü İstanbul’dan hareketle ikinci İran seferine çıktı. Sefere Pâdişâh’ın en küçük oğlu şehzâde Cihângir de katılıyordu. Elkas Mirza, yanına verilen Osmanlı askerleri ile öncü kuvvet olarak gönderildi. Ancak Osmanlı ordusu 27 Temmuz’da dördüncü defa Tebriz’e girdiği hâlde Şâh Tahmasb meydanlarda yoktu. O, ülkesini Osmanlılara terketmiş ve en ücra köşelere çekilmişti. Meydana çıkabilmek için Osmanlı sultânının dönüşünü beklemekten başka çâresi yoktu. Şehirde beş gün kalan Sultan, sonra Van kalesi önüne geldi. Osmanlı pâdişâhı bu seferde Safevî Devleti’nin önemli topraklarının yanı sıra, 25 Ağustos’ta Van kalesini de ele geçirdi. Kaleyi çok iyi bir şekilde tahkim eden Sultan, 29 Eylül’de Diyarbakır’a, oradan da 25 Kasım’da Haleb’e geldi ve kışı Haleb’de geçirdi. Bu sırada Elkas Mirza, İsfehan ve Kum dolaylarına akınlar yapmakla vazifelendirildi. 1549 baharında Halep’ten ayrılan Sultan, uzun müddet Diyarbakır’da kaldı. İkinci vezir Ahmed Paşa’yı Gürcistan taraflarına yolladı. Bu seferde Berekân, Gömge, Penak, Gemnek, Samagar, Ahadır kaleleri ve mevkileri fethedildi. 5 Kasım’da Diyarbakır’dan ayrılan Sultan, 21 Aralık’ta İstanbul’a döndü. Kânûnî’nin Tebriz seferi olarak bilinen bu sefer-i hümâyûnu 1 sene 8 ay 23 gün devam etti, Osmanlı ordusu, Doğu Anadolu’dan ayrıldıktan sonra 1551 senesine kadar Şâh Tahmasb herhangi bir saldırıda bulunmadı. 1551 Ağustos’unda Safevî ordularının Osmanlı serhat kalelerine, hücumlarda bulunması üzerine Kânûnî Sultan Süleymân üçüncü İran seferine çıktı (28 Ağustos 1553). 8 Kasım’da Haleb’e varan Sultan, 15531554 kışını burada geçirdi. 1554 baharında yavaş yürüyüşle Haleb’den çıkan ordu, 1 ay 3 gün sonra Diyarbakır civarında konakladı. 15 Mayıs’ta toplanan harp dîvânında, Osmanlı devlet adamları ve kumandanları sultan Süleymân Han’dan İslâm’a hizmet beklediklerini arz edip, emrinde Hind’e ve Sind’e dahî gidebileceklerini ifâde ettiler. 20 Mayıs’ta Diyarbakır’dan Nahcivan ve Revan üzerine sefer niyetiyle hareket edildi. 5 Temmuz’da Şâh Tahmasb’a Kars önlerinde harp için davet yapıldı. Ancak, her zaman olduğu gibi Osmanlı’nın yokluğunda Doğu Anadolu’yu kana bulayıp, müslümanlara her türlü insanlık dışı fiilleri işleyen İran Safevîleri, muhârebe meydanında görünmeyince, Nahcivan, Revan ve Karadağ tarafları zaptedildi. Böylece Doğuda Osmanlı hâkimiyetini sağlamlaştıran Sultan, 28 Eylül 1554’de Erzurum’dan hareket ederek, kışı geçirmek üzere 30 Ekim’de Amasya’ya ulaştı. Kânûnî Sultan Süleymân’ın mûtad dışı olarak iki sene üst üste Anadolu’da kışlaması, Şâh’ı korkuttu. Sulh için Amasya’ya elçiler gönderdi. Uzun süren görüşmeler neticesinde, iki devlet arasında Amasya andlaşması imzalandı (29 Mayıs 1555). Andlaşmaya göre; Gürcistan paylaşıldı. Ardahan, Göle, Arpaçay ve çevresi Osmanlı Devleti’ne bırakıldı. Şiî İranlıların; hazret-i Ebû Bekr, Ömer, Osman ve Aişe dâhil sâhâbîlere küfr ve iftira etmemeleri ile mukaddes makamlara hürmet etmeleri kabul edildi. Anadolu, aşağı yukarı bugünkü sınırlar üzerinde anlaşıldı. Böylece doğuda yirmi üç sene sürecek bir sulh dönemine girildi. Kânûnî’nîn doğu mes’elesini hâllettiği sırada, Alman imparatoru Şarlken, topraklarını oğlu İkinci Philip ile imparator îlân edilen Ferdinand arasında bölüştürdü. Almanya ile İspanya birbirlerinden ayrıldı. Sultan’ın uzun süreden beri uyguladığı siyâset başarı ile netîcelenmişti. Bütün bunlar olurken kapdân-ı deryalığa getirilen Piyâle Paşa, 1555 yazında Fransa’yı desteklemek emriyle sefere çıktı. Trablusgarb beylerbeyi Turgut Reis ile birleşti. Turgut Reis İspanya sahillerine kadar gitti. Andrea Doria Osmanlı donanması karşısına çıkmayınca, Piyâle Paşa İstanbul’a döndü. Bu sırada Şarlken’in tahttan çekilmesine üzülen ve çok ihtiyârlıyan Doria, İspanya deniz kuvvetleri komutanlığından ayrıldı. 1558 yazı Piyâle Paşa, Turgut Reis ile sefere çıkarak Sorrento’yu aldı. Balaer adalarını fethetti. Bu adaları savunamıyan İspanya, 1559’da Fransa ile bir sulh andlaşması imzaladı. Aynı sene Piyâle Paşa, Adriya denizine girerek sancak gösterip döndü. Bu sırada İspanya kendisini göstermek üzere faaliyetlerde bulunuyordu. Bunun için de Turgut Reis’i ve onun başlıca üssü olan Cerbe adasını hedef seçti ve büyük bir armada hazırlamaya başladı. Durumu öğrenen Turgut Reis, İstanbul’a haber gönderdi. İspanya, Preveze’den sonra en büyük donanmayı hazırladı ve Andrea Doria’nın yeğeni Gîan Doria komutan tâyin edildi. Haçlı donanması 2 Mart 1560 günü Cerbe adası önlerine gelerek karaya asker çıkardı. Cerbe’yi müdâfaa eden bin kadar levend beş gün dayandıktan sonra Trablus’a çekildi. Kapdân-ı derya Piyâle Paşa, Turgut Reis’in durumunu bilmesi üzerine hemen harekete geçti. Osmanlı donanmasının geldiğini haber alan haçlılar, Osmanlıları Cerbe’de beklemeye karar verdiler. 4 Nisan’da 120 gemilik filo ile denize açılan Piyâle Paşa, 35 günde Cerbe açıklarına geldi. Toplanan dîvânda, Barbaros’un Preveze’de kullandığı plânın uygulanmasına karar verildi. Osmanlı donanmasında Kılıç Ali Paşa, Seydi Ali Reis, Turgut Reis, Mustafa Reis gibi kurt denizciler bulunuyordu. 14 Mayıs 1560 sabahı Cerbe adası açıklarında dünyâ târihinin büyük deniz muhârebelerinden biri meydana geldi. Haçlı donanması Piyâle Paşa’nın ustaca manevraları sonucunda bir kaç saat içinde perişan oldu. Başkumandan Gian Doria bir kaç gemi ile kaçarak canını zor kurtardı. Bu zafer, Avrupa’da duyulduğu zaman, umûmî bir matem havası esti. Yeğeninin mağlûbiyet haberini hasta yatağında öğrenen 90 yaşındaki Andrea Doria, kısa bir süre sonra üzüntüsünden öldü. Bu büyük zafer, Akdeniz’de hâkimiyet dâvasında bulunan İspanya kralı ikinci Philip için bir darbe idi. Donanmanın İstanbul’a dönüşü pek muhteşem oldu. Kânûnî Sultan Süleymân donanmayı sahilde karşıladı. Bu zaferler kazanılırken şehzâdeler arasında da saltanat mücâdelesi başgöstermişti. Nitekim 1553 Nahcivan seferi sırasında şehzâde Mustafa devlet adamlarının da kışkırtmaları sonucu, saltanat sevdasına kapılınca îdâm edilmişti. Böylece Kânûnî’nin hayatta iki oğlu kaldı. Şehzâde Bâyezîd ile şehzâde Selim arasındaki mücâdele de iki taraftan birini destekleyen devlet adamlarının da körüklemeleri sonucu had safhaya ulaştı. Kânûnî, bir ihtiyat tedbiri olarak şehzâde Selîm’i Manisa’dan alarak Konya’ya, şehzâde Bâyezîd’i de Kütahya’dan Amasya’ya nakl etti. Fakat bu iki şehzâde arasındaki mücâdeleyi ortadan kaldıramadı. Nitekim iki şehzâdenin kuvvetleri Konya yakınlarında muhârebeye tutuştu. Şehzâde Bâyezîd kesin bir netice elde edemeyeceğini anlayınca geri çekilerek Amasya’ya gitti. Bu arada bâzı devlet adamlarının onu isyânkâr göstermek suretiyle aleyhinde çevirdiği entrikaları anlayarak babasından af diledi ise de yazdığı mektuplar, Pâdişâh’a ulaşmadan entrikacılar tarafından imha edildi. Kânûni Sultan Süleymân, oğlunun Amasya’da tekrar asker toplamaya başlaması üzerine, bizzat onun üzerine yürümek için harekete geçti. 5 Haziran’da Üsküdar’da ordugâh kuruldu. Bu sırada şehzâde Selîm’in maiyyetindeki kuvvetlerle, Amasya’ya yürümesi üzerine, muvaffak olamayacağını anlayan şehzâde Bâyezîd, maiyyeti ve çocukları ile İran’a sığındı. Şâh Tahmasb tarafından çok iyi karşılanan Şehzâde, emrindeki ordu ile Şâh’ı devirmek teşebbüsünde olduğu ortaya çıkınca, sıkı göz altına alındı. İki devlet arasında yapılan görüşmeler sonunda şehzâde Bâyezîd ve dört oğlu Osmanlı Devleti’ne iade edildi. Entrikacı devlet adamları Şehzâde ve çocuklarını daha İran topraklarında iken öldürdüler. Bu hâdise Osmanlı ülkesinde büyük teessür meydana getirdi. Kânûnî Sultan Süleymân, Şâh tarafından anlaşmaya uyulmadığını kabul ederek vâdedilen paranın tamâmını göndermediği gibi, Kars kalesini de vermedi. Şehzâde Bâyezîd’in ölümünden sonra tahta geçecek tek şehzâde, Selîm kaldı. Piyâle Paşa 1561, 1562, 1563 sefer mevsimlerinde Akdeniz’e açılıp, sancak gösterdi. 1564’de Rif’e gitti. Napoli civarında bir kaç kaleyi fethedip, Fransızlara teslim etti. Rodos, şövalyeleri, Rodos’dan ayrıldıktan sonra Malta adasına yerleşmişlerdi. Osmanlı donanması sık sık Malta’yı vurdu ise de, şövalyeleri çıkarıp atmak mümkün olmadı. Şövalyelerin, giyim eşyası götüren bir Türk gemisini zaptetmeleri üzerine 1 Nisan 1565’de Piyâle Paşa, donanma-yı hümâyûn ile Malta üzerine sefere çıktı. 19 Mayıs’da Malta önlerine gelen donanma, adanın batısında bulunan Mugiano koyundan karaya asker çıkarttı. Hâlbuki Kânûnî Sultan Süleymân, donanmada bulunan kara kuvvetleri komutanı Mustafa Paşa’ya; “Turgut Paşa, Malta adasının ahvâline, her kalenin dövülecek bölümüne ve metrisler kazılacak yerine iyi bir şekilde vâkıftır. Zinhar reyine muhalefet etmeyin” diyerek tenbihde bulunmuştu. Mustafa Paşa adaya asker çıkardığı zaman, Turgut Paşa daha bölgeye gelmemişti. Karaya çıkan Osmanlı askeri 24 Mayıs günü iki tabiî limana sahip müstahkem, Saint Elme kalesini kuşattı, 2 Haziran’da ada açıklarına gelen Turgut Paşa, durumu tedkîk eder etmez yapılan hatâları görerek, Piyâle Paşa ve Mustafa Paşa’ya bunları îzâh etti. Büyük emek ve mühimmat sarfedilmiş olduğu için Turgut Paşa, mecburen kalenin muhasarasına devamdan başka çâre bulamadı. 17 Haziran gecesi sabaha karşı Türk deniz târihinin büyük simalarından olan Turgut Paşa aldığı bir yara neticesinde şehâdet şerbetini içti. Trablusgarb’a nakledildi. 23 Haziran günü Saint Elme kalesi fethedildi. 1 Temmuz’da Saint Michel kalesinin muhasarasına başlandı. Temmuz sıcağında devam eden muhasara çok kanlı geçti. 11 Temmuz’da Cezâyir beylerbeyi Hasan Paşa, donanması ile yardıma geldi. 15 Temmuz’da yapılan büyük hücum, her iki tarafa ağır kayıplar verdirdi. 2 Ağustos’tan itibaren Salih Paşazade Yahyâ Bey, büyük lağım muhârebelerini başlattı. 7 Ağustos’ta Mustafa Paşa, 22.000 askeri birden taarruza sürdü. Ağustos ayı sonlarına kadar umûmî hücumlar bir kaç kere yapıldı. Bu sırada Sicilya açıklarında bekleyen haçlı donanması, gece karanlığından faydalanarak adaya asker çıkardı. Bu, adadaki Türk ordusu için tehlikeli idi. Aynı zamanda üç aylık bir muhasaraya göre ayarlanmış olan erzak bitmeye yüz tutmuştu. Cezâyir beylerbeyi Hasan Paşa; kendisinin yöneteceği bir taarruz daha yapıp muvaffak olamazsa muhasaranın kaldırılmasının daha iyi olacağını, çünkü Cezâyir ve İstanbul’dan yardım gelmeden Malta’da kışlamanın çok zor olduğunu serdâra bildirdi. Üç ay yirmi üç gün süren muhasara 8 Eylül’de kaldırıldı. Osmanlı donanması 11 Eylül günü adadan ayrıldı. Muhasaranın başarısızlıkla neticelenmesi, Kânûnî Sultan Süleymân’ı çok üzdü. 1565 sonlarında İstanbul’a gelen Piyâle Paşa, 26 Mart 1566 senesinde tekrar denize açıldı. 14 Nisan günü Sakız adası limanına girdi. Bu ada Osmanlı himayesinde ve Ceneviz yönetiminde idi. Ada müdâfîlerinin mukavemet etmelerine imkân yoktu. Nitekim ada, mukavemet etmeksizin Osmanlı topraklarına katıldı. Buradan ayrılan Piyâle Paşa, bir daha göremeyeceği Pâdişâh’ın emri ile Güney İtalya sahillerini vurmak için yola çıktı. Gerçekten de bu sırada Kânûnî Sultan Süleymân, ağır hasta olduğu hâlde hıristiyanlar üzerine 1 Mayıs 1566 günü yeni bir sefere çıkıyordu. Bu seferin Sultan’ın son seferi olduğu belli gibiydi. Nitekim Pâdişâh rahatsızlığı dolayısıyla yalnız şehirlere girerken ata binebiliyor, diğer zamanlarda özel arabasıyla gidiyordu. 29 Haziran’da Belgrad’ın karşısında bulunan Zemlin sahrasında, otağ kuruldu. Bu sırada da Erdel prensi kral ikinci Yanoş’u kabul eden Sultan, ona, Tise ile Erdel arasındaki toprakları verdi. Sultan, Erdel sınırında bulunan ve Avusturyalılara âid Erlov kalesini alarak burayı Osmanlı topraklarına katmak istedi. Fakat Zigetvar voyvodasının Osmanlı devlet adamlarından birkaçını öldürerek, mallarına el koyması üzerine, Zigetvar üzerine yüründü. 5 Ağustos’da kale önüne gelen Sultan, ilk önce kalede bulunanlara, müslüman olmalarını veya teslim olup cizye vermelerini istedi. Bu teklifleri kabul edilmeyince muhasara başladı. Sultan, maiyyetindekilerin ağlıyarak yalvarmalarına rağmen hasta hasta atına binip, muhasara saflarını teftiş ederek son emirlerini verdi. Çadırına döndüğünde yorgunluktan yatağa düştü. Hastalığı şiddetini arttırmış olmasına rağmen, yatmayıp devamlı muhasara ile meşgul oldu. Aynı gün ikinci umûmî hücum yapıldı. 1 Eylül günü, ikinci vezir Pertev Paşa, Gyula kalesini fethetmişti. 2 Eylül günü, üçüncü büyük taarruz yapıldı. Bu taarruz sırasında çok yağmur yağdığı için, arazi bataklık hâline geldi. 5 Eylül günü abdest alıp, vasiyetini yazan yeniçeri bölükbaşısı, merdivenle kaleye tırmanıp, mazgallardan birine humbara soktuktan sonra fitilini ateşlediği anda tüfek kurşunlarıyla şehîd oldu. Bu fedaî yeniçerinin ateşlediği humbara patlayarak büyük bir gedik açtı. Osmanlı askeri bu gedikten içeri girerek dış kaleyi ele geçirdi. İç kaleye çekilen müdâfîlerin komutanı kont Zerniski, bütün askerleriyle beraber ölmek ve Türklere elinden geldiği kadar fazla zâyiât verdirmek ve vakit kaybettirmek gayesinde idi. Sadrâzam Sokullu Mehmed Paşa’nın sır kâtibi Ahmed Feridun Bey, Almanca, Latince, Hırvatça ve Macarca beyannameler yazdırarak okla iç kaleye attırdı. Beyannamelerde, daha fazla dayanmalarının kendileri için ölüm olduğunu, kumandanları Zerniski’nin onları delice ölüme götürdüğü yazılı idi. Bu sırada ölüm döşeğinde bulunan Pâdişâh, Sokullu Mehmed Paşa’ya, ölümü hâlinde ordunun başına geçmesi için, yazdığı son hatt-ı hümâyûnda ön saflarda bulunup hayâtını tehlikeye atmamasını tavsiye ederek şöyle demiştir: “Bundan sonra, sen harb meydanına gitmeyip, saltanat kazasında din ve devlet işlerini, adalet ve asayişini sağlamak ile meşgul olasın ve gözümün nuru Selîm Han’ımı ve İslâm askerini ve seni askeriyeye ısmarladım.” Türkler arasında Kanunî ve Gâzî olarak, Avrupalılar arasında Muhteşem ve Büyük olarak meşhur olan Cihân Sultânı, 6 Eylül gecesi saat bir buçuk sırasında ebedî âleme göçtü. Bu sırada, başında sâdece sadrâzam Sokullu Mehmed Paşa ve hekimbaşı Kaysûnîzâde Bedreddîn Mehmed Çelebi bulunuyordu. Pâdişâh’ın vefâtı üzerine sadrâzam derhâl vezirleri toplantıya çağırdı. Bu toplantıda, Sultan’ın ölümünün askerden saklanmasına ve yeni Pâdişâh’ın ordu-yı hümâyûna varıncaya kadar, Kânûnî Sultan Süleymân’ın sağ olarak gösterilmesine karar verildi. Has oda subaylarından İmâm Hasan Ağa, Sultan’a çok benzediğinden, Sokullu’nun emri ile Pâdişâh’ın elbisesini giyerek saltanat arabasına bindi. Kânûnî’nin vefât ettiği gecenin sabahı, Sokullu Mehmed Paşa, Kütahya’da bulunan velîahd şehzâde Selîm’e, bir ulak göndererek, durumu bildirdi. Aynı gün Osmanlı askerleri Zigetvar’ın iç kalesini fethetti. Zerniski, Türk esirlerine korkunç işkenceler yaptığı için, îdâm edildi. Böylece otuz üç gün süren kuşatma sona ermiş oldu. Sokullu Mehmed Paşa, harab bir hâle gelen kaleyi tamir ettirdi ve sancak merkezi yaptığı kaleye alay beylerinden İskender Beyi tâyin etti. Ordu, Kânûnî’nin cenazesiyle beraber İstanbul’a dönerken, saltanat arabasına oturtulan Hasan Ağa, Pâdişâh’ın bütün hareketlerini taklid ediyordu. Arada bir Sokullu yanına yaklaşarak güya bir şeyler söylüyordu. Böylelikle Pâdişâh’ın öldüğü şayiaları önlendi ve muhtemel taşkınlıkların önüne geçildi. Babasının ölüm haberi üzerine İstanbul’a gelen şehzâde Selîm, fazla zaman kaybetmeden babasının cenazesini ve orduyu karşılamak için yola çıktı ve Belgrad yakınlarında ordu ile buluştu. Sokullu Mehmed Paşa, şehzâdenin ordugâha gelmesi üzerine, devlet ileri gelenlerini toplayarak, Pâdişâh’ın vefât ettiğini bildirdi. Herkes ne yapacağını şaşırdı. Kırk altı sene başlarında bulunup zaferden zafere koşturan, hiç bir seferinde yenilmek bilmeyen bu, büyük Pâdişâh’ın öldüğüne inanamıyorlardı. Fakat hakîkat ortada idi ve doğan her şey, ölüme mahkûmdu. Kabullenmekten başka çâre yoktu. Yeni Pâdişâh memleketin nâzik durumunu dikkate alarak, kendisi askerin başında kaldı. Zigetvar seferine iştirak etmiş olan Şeyh Nûreddînzâde Muslihuddîn Efendi ve talebelerine teslim edilen cenaze, dört yüz muhafızın nezâretinde İstanbul’a getirildi Cenaze İstanbul’da Süleymâniye Câmii’nin musalla taşına konuldu. Cenaze namazı, beş yüz mübelliğin, (imâmın sözünü tekrar ederek, duyulmayan yerlere ulaştıran cemâatten bir kimsenin) “Er kişi niyyetine” sözleri ve tekbir sesleri arasında kılındı. Baş tarafı Süleymâniye’de bulunan cemâatin sonu, Fatih’te bitiyordu. Kılınan Cenaze namazından sonra, Süleymâniye Câmii bahçesinde hazırlanan kabre konuldu. Kânûnî Sultan Süleymân defnedilirken bir çekmece getirilip, kabre konulmak istendi. Şeyhülislâm Ebüssü’ûd Efendi, müdâhale ederek, çekmecenin konulmaması gerektiğini, dinimizde kıymetli bir şeyin cenazeyle gömülmesinin mümkün olmadığını söyledi. Sultan Süleymân Han’ın, vefâtından bir gün önce vasiyyet edip, bu çekmecenin kendisi ile gömülmesini istediğini bildirdiler. Ebüssü’ûd Efendi mutlaka içindekilerin görülmesi gerektiğini, kıymetli bir şey varsa gömülemeyeceğini söyledi. Çekmece Ebbüssü’ûd Efendi’ye verilirken elden kayıp düşünce yere bir sürü kâğıt döküldü. Kâğıtların herbirinde bir fetva ve altında şeyhülislâmın imzası vardı. Ebüssü’ûd Efendi, yazıların altında kendi imzasını görünce; “Sen kendini kurtardın ama, biz ne yapacağız?” diyerek ağlamaya başladı. Kânûnî Sultan Süleymân Han, yapacağı her işi şeyhülislâma sormuş, ondan aldığı fetva dâhilinde hareket etmişti. Delîl olarak da, bu fetvaların yanına gömülmesini vasiyyet etmişti. Kânûnî Sultan Süleymân, babasından devraldığı 6.557.000 km2 Osmanlı toprağını, yaptığı fetihlerle 14.893.000 km.’ye ulaştırdı. Batıda Almanya içlerine kadar fetihler yapılırken, doğuda Hazar denizine ulaşıldı. Türkiye-Orta Asya birleşmesi siyâseti yanında, bütün Arabistan, Ortadoğu dâhil, Hind okyanusunda, Umman denizi, Basra körfezi, Kızıldeniz’e ve Kuzey Afrika’dan Atlas okyanusuna ulaşıldı. “Türk asrı” denilen on altıncı asırda, Osmanlı Devleti’nin sultânı Süleymân Han’ın, dünyânın bütün kralları ve beylerine karşı yüksek otoritesi vardı. Roma-Cermen imparatorluğu, Portekiz, İspanya, Fransa, Milano, Napoli, Papalık, Ceneviz, Venedik, Macaristan, Avusturya, Lehistan, Rus Knezleri, Safevî, Gürgâniye, Özbek devlet, krallık, dukalık ve sultanlığı ile münâsebetlerde bulunuldu. Dünyânın her tarafındaki müslümanlarla irtibat kurulup, dertlerine derman olunarak, yardımlarına koşuldu. İspanya’daki Endülüs müslümanları, hıristiyanların zulmünden kurtarılıp, Kuzey Afrika’ya ve Osmanlı topraklarına taşındı. Sultan Süleymân Han’ın asıl adından daha fazla bilinip, şöhreti olan Kânûnî ünvânı, önceki Osmanlı kanunnâmelerini ve devri îcâbı, lüzumlu hükümleri Kânunnâme-i Âli Osman adı altında, İslâm hukuku esasları dâhilinde toplattırıp, tanzîm ettirmesinden ileri gelmektedir. Kânunnâme-i Al-i Osman’ın hazırlanmasında Sultan Süleymân Han’a, devrin büyük âlimlerinden olan Ahmed İbni Kemâl Paşa ve Ebüssü’ûd efendiler yardımcı oldular. Kanunnâme; hukukî, idarî, mâlî, askerî ve diğer lüzumlu mevzuları içine alan, başlıklar altında, ceza, vergi ve ahâli ile askerlerin kânunlarını ihtiva ediyordu. Asırlarca tatbik edilen Kanunnâmede; tımar ve zeamet sahipleri ile ahâlinin hukukî ve mâlî durumları tesbit edilerek, toprakları uşri, haracî ve mîrî olarak birbirinden ayrılmış, hükümlerin tatbik şekilleri açıklanmıştır. Kânunnâme’de bildirilen hükümlerin tamâmı İslâm hukukundan alınarak, Hanefî mezhebine göre tanzim edilmiş, fethedilen ülkelerde, örfi hukuk denilen, önceki idareden kalan kânunlar ve halkın teamülleri de, İslâm hukukuna uygunluğu şartıyla Kânunnâme’de yar almıştır. Devleti idare etme, hilâfet müessesesinin gerekleri ve sosyal adalet hususlarındaki hükümler, bizzat Kânûnî tarafından titizlikle tatbik edildi. Sultan Süleymân Han; Atlas okyanusundan Umman denizine ve Macaristan, Kırım ve Kazan’dan Habeşistan’a kadar geniş yerleri, Allahü teâlânın kelâmı Kur’ân-ı kerîmin emirleri ile adaletle idare etmeye muvaffak oldu. Kânunnâme’yi hazırlarken ve tatbik ederken, İslâm âlimlerine danışmadan bir iş ve bir kânun yapmadı. Kânûnî’nin, kırk altı senelik hükümdarlığı zamanında hazırlanan kânunlar, çok güzel tatbik edilip, devletin tebeasına ve diğer insanlara huzur ve saadet kaynağı oldu. Sultan Süleymân Han, çevresindeki seçkin ilim sahibi ulemâya danışarak hazırlattığı, kânun ve nizâmlarda me’murîyete tâyin ve azlin esaslarını da tesbit etmiş, haksızlıklara mâni olarak, rastgele tâyin ve azlin önüne geçmiştir. Kendisi de, koyduğu kânun ve nizâma tam bir riâyet göstermiştir. Bu sebeple, herkes azledildikten sonra, bir daha tâyin edilmeme korkusuna düşmüş, vazifelerini bilfiil icrada daha temkinli ve dikkatli hâle gelmişlerdir. Çünkü kânunlara uymayan bir hâlinden dolayı azledilen bir me’mur, bir daha tâyin edilemez, makam ve mansıp yüzü göremezdi. Bir kimseye imtiyaz hakkı verilmeyen Osmanlı’da, herkes kazancını bileğinin hakkıyla kazanırdı. Mevki ve makam babadan oğula geçmez; akıllı baba vezir, akılsız oğlu çöpçü olabilirdi. Köle, gösterdiği muvaffakiyet ve sadâkat mesabesinde, sadrâzamlığa kadar yükselirdi. Asalet mes’elesi, yalnız Osmanlı hânedânı için mevzûbahisti. Ancak Osmanlı hânedânının her şehzâdesi tam bir dikkatle, liyakatli ellerde yetiştirilir, devlet-i âliyenin başına geçmeye lâyık hâle getirilirdi. Hiç bir şehzâde, vaktini boşa geçirmez, her gün, sabahtan akşama kadar belirli bir programa göre belirli işleri yapmaya, mecbur tutulurdu. Saray, yeni giren bir çıraktan pâdişâha kadar, herkes için bir mektep vazifesi görürdü. Herhangi bir me’muriyete tâyinde; zenginlik, fakirlik, dostluk, ahbablık gözetilmez, liyâkat ön plâna alınırdı. Zamanın Avusturya sefiri Busbek’in dediği gibi: “Herkes kendi mevki ve ikbâlinin bânîsidir. Türkler, meziyyetin insanlarda irsiyet yoluyla intikâl ettiğine veya mîrâs kaldığına inanmazlar. Nâmuzsuz, tenbel ve âtıl olanlar, hiç bir zaman yükselemezler, îtibâr göremezler, hor ve hakir olup, kenarda kalırlar. “Kanunî devri sadrâzamlarından Lütfî Paşa, Asafnâme adlı eserinde, vezirlerin ve paşaların halkın işlerini gördüğü dâirelerin, kapılarının halka günde beş vakit açık olduğunu, herbirinin dâiresinde halkın rahatça yemek yiyip beş vakit namaz kıldığını anlatmakta ve bunun devamını istemektedir. Vezirin dâiresi de halka açıktır. Halkın karnını doyuran vezir ev sahipliği yapmaktadır. Tam bir adalet, disiplin, hakkâniyet ve Allahü teâlânın rızâsı için konup icra edilen kânun ve nizâmlar, sâdece Osmanlı vatandaşlarını huzura gark etmekle kalmamış, onlardaki huzur ve refahı gören İngiliz kralının zekîce bir davranışıyla İngiltere’de bugünkü demokratik sistemin temeli atılmıştır. Zamanın İngiltere kralı olan sekizinci Henry, ânında ve âdil karar verebilen Osmanlı adliyesini, gönderdiği bir tedkîk hey’etine inceletmiş ve kendi memleketinde tatbik etme yoluna gitmiştir. Halkını her yönüyle huzur ve sükûna kavuşturmak isteyen Kânûnî Sultan Süleymân, vergi ve mâlî işleri de yeniden düzenledi. Vergilendirme ve vergi tahsilinde halka zulmedilmemesine, çok dikkat ederdi. Hattâ bir defasında Hadım Süleymân Paşa’nın yerine Mısır beylerbeyliğine tâyin edilen Hüsrev Paşa, Mısır’dan hazîneye dört yüz bin altın fazla para göndermişti. Pâdişâh, halka zulmedip haksızlıkla elde edilmiş olabilir düşüncesiyle, tedkik hey’eti göndererek, durumu yerinde kontrol ettirdi. Paranın, yapılan yeni yeni kanallar sayesinde üretimin artmasıyla, ortaya çıkan fazlalıktan alınan gelir olduğu tesbit edildi. Ancak Kânûnî, yine de işe tam kanâat etmeyip, Hüsrev Paşa’yı vazîfeden alarak, Hadım Süleymân Paşa’yı yeniden Mısır’a gönderdi ve fazla olan dört yüz bin altınla da, yeni su kanalları açılıp, halkın istifâdesine sunulmasını emretti. Bu kadar büyük işleri başaran dâhi Pâdişâh, büyük cihângir, şahsiyeti ve icrâatı ile tam bir örnekti. Sefer esnasında vefât eden Kânûnî Sultan Süleymân Han, iyi bir komutan, teşkilâtçı bir devlet adamı olup, âlim ve edîbdi. Vakur, azim ve irâde sahibiydi. Adam seçip yetiştirmesini gayeti iyi bildiğinden, devlet kadrosunda kıymetli şahsiyetleri vazifelendirdi. Hoşgörü sahibi olmasına rağmen, din ve devlet aleyhine olan hareketleri hiç affetmezdi. İleri görüşlü olup, anlayışı kuvvetliydi. Milletin ve askerin psikolojisini iyi bildiğinden, çok sevilirdi. Hayâtı seferden sefere koşmakta ve muhârebe meydanlarında geçen Kânûnî Sultan Süleymân’ın devrinde, Osmanlı Devleti çok zenginleşti. Kırk altı yıl süren saltanatı müddetince, İslâmiyet’i yaymaktan başka bir şey düşünmedi. Sultan Süleymân Han, tâkib ettiği âlemşumül siyâsetle, Almanya içinde Hıristiyanlıkta yeni bir mezhep kuran Martin Luther ve tarafdârı protestanları desteklemiştir. Avrupa’nın en mahrem yerlerine kadar ulaşan teşkilâtlı istihbarat ağı sayesinde, her türlü hâdiseden haberi olan Kânûnî Sultan Süleymân, Almanya ile İspanya’yı birbirinden ayıracak olan Martin Luther’i, daha ilk ortaya çıkışında keşfetti. Martin Luther’in günlük yediği yemeğe kadar her türlü hâl ve hareketlerinden haberdâr oldu ve onu kullanarak Avrupayı parçaladı. Senelerce sürecek olan Avrupa iç çekişmelerini hazırlayarak, Osmanlı Devleti’nin karşısında güçlü bir birliğin meydana gelmesine mâni oldu. Kânûnî Sultan Süleymân Han, âlimler ile Allah dostlarına çok hürmet eder, her birine hâllerine göre izzet ve ikrâmlarda bulunurdu. Sünbül Efendi ve talebesi Merkez Efendiye, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin halîfelerinden Baba Haydar’a ve İstanbul’daki diğer evliyâya çok hürmet gösterirdi. Ömrünün sonuna doğru, Nûreddînzâde Muslihiddîn Efendi’yi yanından hiç ayırmaz olmuştu. Âlimlere danışmadan hiç bir iş yapmaz, Allah dostlarının nazarlarını üzerinden eksik etmezdi. Âlimler için medreseler, evliyâ için tekkeler yaptırır, fethettiği yerleri câmilerle mâmur ederdi. Devrinde kültür ve san’at faaliyetleri doruk noktasındaydı. İlim, kültür ve san’at müesseselerinde, Kânûnî’nin himayesinde kıymetli şahsiyetler yetişip, herbiri eşsiz eserler verdiler. Devrinde yetişen tefsir, hadîs, fıkıh ve diğer İslâm ilimlerinde Ahmed İbni Kemâl Paşa, Ebüssü’ûd Efendi, Zenbilli Ali Cemâlî Efendi, Taşköprüzâde, Kınalızâde Ali Efendi, Celâlzâde Mustafa Bey, Halebî İbrâhim Efendi, Coğrafyada; Pîri Reis ve Seydi Ali Reis ile Anadolu atlası sahibi Matrakçı Nasûh, hattatlıkta; şeyh Hamdullah’ın oğulları ve talebeleri meşhurdu. Şiirde “Sultân-üş-şu’arâ” Baki Efendi’nin üstünlüğünü herkes kabul ederdi. Her Osmanlı pâdişâhı gibi Kânûnî Sultan Süleymân Han da kul hakkına çok riâyet eder, âhirette kendinden hesâb sorulmasından, çok korkardı. Çeşitli hizmet birimlerinden meydana gelen Süleymâniye külliyesi tamamlanınca, mîmârından işçisine kadar, orada çalışanlardan helâllik almak istedi ve çalışanların hepsinin toplanmasını istedi. Verilen gün ve saatte herkes geldi. İnsanların hakkı geçmemesi için, onları bekletmekten de hoşlanmayan sultan Süleymân Han, saatinde gelerek, kendisi için hazırlanan yere geçti. Sultanlar sultânı, en tatlı sesiyle, önce Allahü teâlâya hamdetti. Sonra Peygamberler sultânına salevât getirdi. O’nun güzel ve güzîde Eshâbını hayırla andı. Sonra da ecdadına ve bütün din kardeşlerine, Fatihalar gönderip, duâda bulundu ve; “Ey din kardeşlerim!.. Can kardeşlerim! Görüyoruz ki, bu câmi-i şerîf tamamlanmıştır. Ona emeği geçenlerin cümlesinden Kadir Mevlâm razı olsun! Ancak hemen şunu söylemek istiyorum ki, çalışıp da hakkını alamamış kim varsa gelip bizden istesin...” dedi. Çıt çıkmıyordu. Yüce Pâdişâh sözüne devam edip; “Olabilir kî, hakkını alamayan kimse, burada değildir. Burada olanlara ahdim olsun ki, gelmiyenlere söyliyeler. Onlar da gelip haklarını bizden alalar” dedi. Tabiî ki hiç kimse çıkip benim şu hakkım var demedi. Çünkü hiç kimsenin hakkı kalmamıştı. Vesikaların tedkîkinden anlaşıldığına göre; inşâatın en kesîf zamanlarında bile, çalıştırılan at, merkep ve katırların çayıra alınma saatlerine bile bilhassa dikkat edilmiş, hiç bir mahlûkâtın hakkına tecâvüz edilmemesine gayret gösterilmişti. Sultan Süleymân Han devrinde, Osmanlı Devleti’nin kara ve deniz ordusu dünyâda birinci idi. Ordunun gelişmesi ve dünyânın tek gücü hâline gelmesi için, elinden geleni yaptı. Askerleri tarafından çok sevildi. Devrinde el san’atları ve ticâret gelişmiş olup, çiftçilik, çini, ayna, hakkaklık ve dokuma san’atı çok ileri seviyedeydi. Kanunî, kültürle ilgili mes’elelere önem verirdi. Osmanlı Devleti’nde ilk şuarâ tezkireleri onun adına yazıldı. Birinci sınıf bir şâir olup, hassas bir kalbe sâhibti. Muhibbî mahlası ile çok güzel şiirler yazdı. Şiirlerinden bir kısmı dîvânında toplandı. Ömrünü harp meydanlarında geçirmesine rağmen asrındaki şâirlerden daha çok şiir yazdı. Dîvân’ındaki gazellerin sayısı üç bine yaklaşır ve Zâtiden sonra ikinci gelir. Hastalığı sırasında söylediği şu beyt-i berceste yâni seçkin beyti dillerden düşmez. Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi, Olmaya devlet cihânda bir nefes sıhhat gibi. Pek çok hayrat ve iyilikleri olan Kânûnî Süleymân Han, îmâr faaliyetleriyle de uğraştı. Türk mimarîsinin ölmez eserleri olan; câmiler, medreseler inşâ ettirdi. Bir çok ata yadigârını da yeni baştan yapılır şekilde tamir ettirdi. En muhteşem eser, şüphesiz Mîmâr Sînân tarafından yapılan Süleymâniye külliyesidir. Halk arasında yaygın olan şu sözler gerçeğin tam ifadesidir: “Süleymâniye’nin sahibi Süleymân, mîmârı Sinân, hamuru îmândır.” Fâtih Sultan Mehmed Han’ın kurduğu Sahn-ı semân medreselerinin ilmî bütünlüğünü tamamlamak, Süleymâniye Câmii ve külliyesine nasîb olmuştur. İstanbul’un yedi tepesinden birinin üstünde kurulan Süleymâniye külliyesi, câmi-i şerîf, tıp fakültesi, dört medrese, mülâzimler medresesi, dârülhadîs, hastahâne, imâret, tabhâne, dârül kurrâ ve türbelerden meydana gelmiştir (Bkz. Süleymâniye Câmii). Yaptırdığı diğer câmiler ise şunlardır: “Yavuz Selîm Câmii, Şehzâde ve Cihângir câmileri Üsküdar ve Edirnekapı Mihrimah Sultan câmileri. Avrat pazarındaki Hürrem Sultan Câmii, Rodos’da adı ile anılan bir câmi ve Anadolu, Rumeli ve Adalarda muhteşem câmiler, ayrıca memleketin her yerinde medreseler hastahâneler, yollar, köprüler yaptırmıştır. Bağdâd’ı fethedince; Muhyiddîn-i Arabî’nin, kabri üzerine kubbe inşâ ettirdi. İmâm-ı a’zam’ın türbesini tamir ettirerek yanına bir câmi ve imâret yaptırdı. Abdülkâdir-i Geylânî’nin, türbesi yanındaki câmiyi tamir ettirerek, ihya etti. Konya’daki Mevlânâ türbesinin yanına, iki minareli bir câmi ve dervişlerin ikâmetleri için odalar ve fakirler için imâretler yaptırdı. Seyid Gâzî kasabasında büyük bir tekke, bir câmi, bir medrese, fukara ve gurebâ için imâret yaptırdı. Mekke’de dört mezhep için Osmanlı tarzında medreseler inşâ ettirdi. Abbasî halîfelerinden Hârûn Reşîd’in hanımı Zübeyde tarafından, Mekke’de yaptırılan ve harâb hâle gelen su yollarını yeniden yaptırdı. Kânûnî Sultan Süleymân’ın, Gülbahar Hâtûn ve Hürrem Sultan isminde iki hanımı vardı. Bu hanımlarından Abdullah, Murâd, Mahmûd, Mustafa, Mehmed, Cihângir, Bâyezîd, Selîm isimlerinde sekiz oğlu ve Mihrimah Sultan isimli bir kızı olmuştur. Şehzâde Abdullah, Murâd ve Mahmûd küçük yaşlarda iken vefât etmişlerdir. Şehzâde Mehmed yirmi iki yaşında iken vefât etti. Şehzâde Cihângir çok sevdiği ağabeyi velîahd şehzâde Mustafa’nın öldürülmesi üzerine, üzüntüsünden kısa süre sonra öldü. Şehzâde Mustafa, bâzı devlet adamlarının entrikaları sonunda îdâm edildi. Şehzâde Bâyezîd ise, kardeşi Selîm ile yaptığı mücâdele neticesinde mağlûb olduktan sonra İran’a kaçtı ise de geri gönderildiğinde yolda öldürüldü. TUĞ, O KADAR UCUZ DEĞİL! Mohaç meydan muhârebesinde, Macar ordusunu arkadan çevirerek onu tamamen mahveden Semendire sancakbeyi Gâzi Bâli Bey, Mohaç harbinden yıllar sonra sancakbeyliği alâmeti olarak kendinde mevcûd olan iki tuğun üçe çıkarılmasını rica ederek, Pâdişâh’dan bir tuğ daha istemisti. Terfi ve terakkînin muayyen yaş, kıdem ve hizmet mukabilinde olduğunu bilen Kanuni, Gâzi Bâli Bey’e şu mektubu yazdı: “ Yadigârım ve muhterem lalam Gâzi Bâli Bey! Berhudar olasın, yüzün ak olsun. Bizden bir tuğ dâhi arzu eylemişsin. Henüz bir tuğ zamanı değildir. Sana Muhammed Mustafâ’nın sallallahü aleyhi ve sellem fetih tuğunu verdik. Bu ihsân üzerine iyilik olmaz. Bunun şükrünü bilip yerine getiresin. Bilesin ki bey olmak iki kefeli terazidir. Bir kefesi Cennet, bir kefesi Cehennemdir. Bir adaletle hükmetmek, yetmiş yıllık ibâdetten efdâldir. Âhireti hatırdan çıkarmayasın. Serasker olduğun yerlerde ve hükmünün geçtiği mahallerde bir kimseye zulüm ve düşmanlık etmekten şiddetle sakınasın, Âhirette bize hitâb olunursa, senin yakana yapışırım. “Ol vilâyetleri kılıcımla fetheyledim” demeyesin. Memleket, Allahü teâlâ hazretlerinindir. Dikkat edip, nefsine gurur getirmeyesin. Feth olunan kalelerin mal ve erzakını hep beyt-ülmâl için almışsın. Buna rızâ-yı hümâyûnum yoktur. Beşte birini alıp, geri kalanını İslâm askerlerine dağıtasın. İslâm askerlerinin ihtiyarlarını baba, orta yaşlılarını kardeş ve gençlerini oğul bilesin. Babalara hürmet edesin, oğullara şefkat gösteresin. İslâm askerine hiç bir veçhile zorluk çektirmeyesin. Nimeti bol veresin. Eğer hazînen tükenirse, buraya bildiresin ki, sana bir-iki bin kese göndermekten aczim yoktur. Halkın fakirlerini, rencide ettirmekten şiddetle kaçınasın ki, bizim halkımızı rahat görüp, küffâr halkı imrensinler. Meyl ve muhabbetleri bizim tarafa olsun. Bir kimseyi hizmetinde kullandığın zaman da sakın evvelki hâline îtimâd etmeyesin. Çok kimseler vardır, elinde fırsat olmadığı zamanda zâhidlik ve iyilik yüzü gösterip, eline fırsat geçtiği zaman Fir’avn ve Nemrûd olur. Ol kimseleri tecrübe edip göresin. Eğer evvelki hâli son hâline uygunsa, hizmetinde kullanasın. İmdi, ey Gâzi Bâli Bey! Sana dahi nasihatim odur ki, atın yürüğünü, kılıcın keskinini ve beyin bahadırını saklayasın. Allahü teâlâ hazretleri, yolunu açık ve kılıcını keskin eyleye ve seni küffâr-ı hâksâr üzerine mensur ve muzaffer eyleye.” Kanunî Sultan Süleymân Devri Kronolojisi 30 Eylül 1520 : Süleymân Han’ın tahta çıkışı. 18 Mayıs 1521 : 1. Sefer-i hümâyûna çıkılması (Belgrad seferi). 7 Temmuz 1521 : Böğürdelen kalesinin fethedilmesi. 8 Ağustos 1521 : Belgrad kalesinin fethedilmesi. 29 Ağustos 1521 : Belgrad, iç kalesinin fethedilmesi. 16 Haziran 1522 : İkinci Sefer-i hümâyuna çıkılması (Rodos seferi.) 20 Aralık 1522 : Rodos kalesinin teslim olması. 29 Aralık 1522 : Kânûnî Sultan Süleymân’ın Rodos’a girmesi. 27 Haziran 1523 : Makbûl İbrâhim Paşa’nın sadrâzam olması. 30 Eylül 1524 : Sadrâzam İbrâhim Paşa’nın, Mısır’a asayişi sağlaması için gönderilmesi 6 Aralık 1525 : İlk Fransız elçisinin İstanbul’a gelmesi. 23 Nisan 1526 : Üçüncü Sefer-i hümâyûna çıkılması (Mohaç Seferi). 27 Temmuz 1526 : Petervaradin’in fethedilmesi. 8 Ağustos 1526 : İllok kalesinin fethedilmesi. 29 Ağustos 1526 : Mohaç zaferinin kazanılması. 11 Eylül 1526 : Kânûnî’nin Budin’egirmesi. 28 Kasım 1526 : Segedin’in fethedilmesi. 13 Kasım 1526 : Kânûnî’nin İstanbul’a dönmesi. 13 Kasım 1527 : Bosna Hırvatistan, Esklavonya ve Dalmaçya’nın fethedilmesi. 10 Mayıs 1529 : Dördüncü sefer-i hümâyûna çıkılması (Viyana seferi). 8 Eylül 1529 : Budin’in ikinci defa feth edilmesi. 27 Eylül 1529 : Viyana’nın kuşatılması. 14 Ekim 1529 : Viyana kuşatmasının kaldırılması. 16 Aralık 1529 : Sultan’ın İstanbul’a dönmesi. 17 Ekim 1530 : Avusturya elçilerinin barış isteğiyle İstanbul’a gelmesi. 25 Nisan 1532 : Beşinci sefer-i hümâyûna çıkılması (Almanya seferi). 21 Temmuz 1532 : Sikloş, Erşak ve Sereçyanos kalelerinin fethi. 30 Temmuz 1532 : Kanije kalesinin fethedilmesi. 28 Ağustos 1532 : Güns kalesinin teslim olması. 21 Eylül 1532 : Andrea Doria’nın sahillerimize ilk hücumu. 13 Kasım 1532 : Büyük denizci Pîrî Reis’in vefâtı. 21 Kasım 1532 : Sultan’ın İstanbul’a dönmesi 22 Haziran 1533 : Avusturya ile geçici barış andlaşmaşının imzalanması. 21 Ekim 1533 : Sadrâzam İbrâhim Paşa’nın doğu seferine öncü kuvvet olarak çıkması. 27 Ekim 1533 : Barbaros Hayreddîn Paşa’nın İstanbul’a gelmesi. 19 Mart 1534 : Pâdişâh’ın annesi Vâlide Sultan hafsa Hatunun vefâtı. 6 Nisan 1534 : Barbaros Hayreddîn Paşa’ya kapdan-ı deryalık verilmesi. 16 Nisan 1534 : Şeyhülislâm İbn-i Kemâl Efendi’nin vefâtı. 11 Haziran 1534 : Altıncı seferi hümâyuna çıkılması (Irakeyn seferi). 23 Haziran 1534 : Van’ın fethi 1 Ağustos 1534 : Barbaros’un Tunus seferine çıkması. 22 Ağustos 1534 : Tunus’un fethi. 5 Ekim 1534 : Sultan’ın Bağdâd’a hareketi 28 Ekim 1534 : Pâdişâh’ın Bağdâd’a girmesi. 1 Nisan 1535 : Kânûnî’nin Bağdâd’dan ikinci Azerbaycan seferine çıkması. 30 Haziran 1535 : Tebriz’in üçüncü defa fethedilmesi 3 Temmuz 1535 : Kânûnî’nin Tebriz’e girmesi. 21 Temmuz 1535 : Safevî Şahı Tahmasb’ın kardeşi Samirzâ’nın Osmanlılara katılması. 3 Ağustos 1535 8 Ocak 1536 18 Şubat 1536 : Safevî Şâhı’nın elçi göndererek barış istemesi. : Pâdişâh’ın İstanbul’a dönüşü. : Fransızlara Osmanlı toprakları ve denizlerinde bâzı haklar tanınması. 15 Mart 1536 : Ayas Mehmed Paşa’nın sadârete getirilmesi. 11 Mayıs 1537 : Osmanlı donanmasının İtalya seferine çıkması 17 Mayıs 1537 : Yedinci sefer-i hümâyûna çıkılması (İtalya seferi). 29 Ağustos 1537 : Korfu adasına çıkarma yapılması. 22 Kasım 1537 : Pâdişâh’ın İstanbul’a dönmesi. 8 Temmuz 1538 : Sekizinci sefer-i hümâyûna çıkılması (Boğdan seferi). 13 Temmuz 1538 : Barbaros’un Girid akını, Kerpe ve Kaşot adalarının fethedilmesi 27 Ağustos 1538 : Hindistan seferine gönderilen Süleymân Paşa’nın Gucerât sahillerine ulaşması. 15 Eylül 1538 : Buğdan’ın başkenti Suçava şehrinin fethedilmesi. 28 Eylül 1538 : Preveze deniz zaferi. 13 Eylül 1539 : Lütfü Paşa’nın sadârete getirilmesi 20 Ekim 1540 20 Haziran 1541 : Osmanlı-Venedik barış andlaşmasının imzalanması. : Dokuzuncu sefer-i hümâyûna çıkılması (Budin seferi). 21/22 Ağustos 1541 : İstabur zaferi 29 Ağustos 1541 : Budin’in fethi ve bütün Macaristan topraklarının Osmanlı Devleti’ne katılması. 23 Nisan 1543 : Onuncu Sefer-i hümâyûn (Estergon seferi). 10 Ağustos 1543 : Estergon kalesinin fethi. 20 Ağustos 1543 : Nis kalesinin fethi. 4 Eylül 1543 : İstolni-Belgrad’ın fethedilmesi 28 Ekim 1544 : Dâmâd Rüstem Paşanın sadârete getirilmesi. 29 Mart 1548 : On birinci sefer-i hümâyûn (İkinci İran Seferi). 27 Temmuz 1548 : Tebriz’in tekrar fethedilmesi. 13 Haziran 1550 : Süleymâniye Câmii’nin temelinin atılması. 15 Ağustos 1551 : Trablusgarb’ın fethi. 23/24 Şubat 1552 :Segedin zaferi. 28 Ağustos 1553 :On ikinci sefer-i hümâyûn (Nahcivan seferi). 6 Kasım 1553 :Kara Ahmed Paşa’nın sadârete getirilmesi. 7 Haziran 1557 :Süleymâniye Câmii’nin ibâdete açılması. 14 Mayıs 1560 :Cerbe Deniz zaferi. 1 Haziran 1562 :Osmanlı-Avusturya barış andlaşmasının imzalanması. 4 Şubat 1565 :Donanmanın Malta seferine hareket etmesi. 28 Haziran 1566 :Sokullu Mehmed Paşa’nın sadârete getirilmesi. 14 Nisan 1566 :Sakız adasının fethedilmesi. 1 Mayıs 1566 :On üçüncü sefer-i hümâyûna çıkılması (Zigetvar seferi). 5 Ağustos 1566 :Zigetvar kalesinin kuşatılması. 6/7 Eylül 1566 :Büyük Osmanlı Sultânı Kanunî’nin vefât etmesi. 1) Târih-i Peçevî 2) Târih-i Solakzâde 3) Tezkiret-üş-Şuarâ; cild-1, sh. 94 4) Münşeât-ı selâtîn; cild-1, sh. 510 5) Şakâyık-ı Nu’mâniyye zeyli (Atâî); sh. 90 6) Menâkıb-ı Gülşenî; sh. 405 7) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 1068 8) Rehber Ansiklopedisi; cild-15, sh. 369 9) Şakâyık-ı Nu’mâniyye tercümesi (Mecdi Efendi); sh. 440 10) Süleymânnâme (Karaçelebizâde Abdülazîz Efendi İstanbul-1248) 11) Menâkıb-ı Beşiktaş’ı (Müderris Yahyâ Efendi) 12) Hulefâ-i âzâm-ı Osmâniyye hadarâtının Haremeyn-i şerîfeyndeki âsâr-ı mebrûre ve meşkûre-i hümâyûnları, (İstanbul-1317); sh. 25 13) İslâm Alimleri Ansiklopedisi; cild-14, sh. 329 14) Osmanlı Târihi (İ.H. Uzunçarşılı); cild-2, sh. 307 15) Osmanlı Pâdişâhlarının Hayat Hikâyeleri (Y. Öztuna); sh. 133 16) Osmanlı İmparatorluğu Târihi (Z. Danışman); cild-6, sh. 8, cild-7, sh. 5 17) Kânûnî İle 46 Yıl (Prof. Dr. Yaşar Yücel); sh. 1 v.d. 18) Büyük Türkiye Târihi; cild-3, sh. 327 v.d. cild-4, sh. 5 v.d. 19) Îzahlı Osmanlı Târihi Kronolojisi 20) Kânunî Sultan Süleymân (E. B. Koryürek); sh. 5. v.d. 21) Osmanlı Devleti Târihi (Hammer) 22) Türk Cihân Hâkimiyeti Mefkûresi Târihi, (O. Turan); sh. 88-103 23) Tabakât-ül-memâlik (Celâlzâde Mustafa Çelebi) KANUNNÂME İdarî, mâlî, cezaî ve çeşitli sahalarda görülen lüzum üzerine pâdişâhların emir ve fermanları ile vaz’ edilen (konulan) kânun ve nizamları ihtiva eden mecmua. Kanunnâmeler, daha önceki pâdişâhlar tarafından konulan kânun ve nizamların aynen veya hülâsa edilerek toplanmak suretiyle de meydana getirilirdi. Bütün İslâm devletlerinde hükümde birinci derecede esas kaynak; kitap, sünnet, icmâ ve kıyas ile bunlara bağlı fer’î delillerin teşkil ettiği İslâm hukukudur. Müctehîd âlimlerin yetiştiği hicrî dördüncü asra kadar hâkim mevkîindeki müctehidler, ortaya çıkan mes’eleleri kendi ictihâdlarına göre hallediyorlardı. Bu asırdan îtibâren yalnız dört büyük müetehidin ictihâd ve usûlleri kaydedilmiş, fıkıh ve usûl-i fıkıh kitapları yazılmıştır. Bundan sonra, sorulan suâller bu kitaplara göre cevaplandırılmıştır. Zamanla âlimlerin fıkıh kitaplarına göre verdikleri cevaplar derlenerek fetva kitapları yazılmıştır. Bunların yanında, sultan tarafından emir, ferman ve kanunnâmeler de çıkarılmıştır. Bunlar, meydana gelen hâdiseleri halleden hükümler mahiyetindedir. Pâdişâhların bu nevî hüküm verme hususunda mesnedleri, dayanakları yine İslâm hukukudur. İslâm hukuku lüzum görüldüğünde pâdişâha hüküm vermek selâhiyeti vermiştir. Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîfde, ulûlemre itaat emredilmiştir. Bu sebeple pâdişâhlar, zaman zaman kamu yararını ve devlet işlerinin düzenli yürütülmesini dikkate alarak hukukun çeşitli mevzularına âid kânunlar koymuşlardır. Nitekim pazardaki bâc vergisinin mikdârı, tımarlı sipahilerin, hak ve vazîfeleri, kıyafet ve sikke mes’eleleri, pâdişâhın emir ve fermanları ile tanzim edilmiştir. Bu düzenlemelerde, muhitlerin dîne muhalif olmayan örf ve âdetleri de önemli rol oynamıştır. Bu husus emir ve fermanları bir araya toplayan kanunnâme mecmualarının baş tarafındaki; “Şer-i şerife muvafakati mukarrer olup, hâlen muteber kavanîn ve mesâil-i şer’iyyedir (Yüce İslâm kânununa uygunluğu görülüp, şimdi bile geçerli kânun ve İslâmî mes’eledir” ibaresinden de açıkça anlaşılmaktadır. Kemâl paşazade’nin bir fetvâsındaki; “Şer’an caiz değildir ve hem men olunmuştur Cânib-i sultândan” ifâdesi İslâm hukuku ile kanunnâmeler arasındaki muvafakati gösterir. Osmanlı için böyle bir uygunluk mecburîdir. Çünkü devletin temeli, İslâm’ı yaşama ve yayma gayesi üzerine kurulmuştur. Osmanlı pâdişâhlarının İslâm hukukunun dışında olan örfe dayanarak yaptığı düzenlemeleri İslâm hukukunun dışında görmek ve Osmanlı’nın İslâm hukukundan ayrı, bir de örfî hukuk tatbik ettiğini söylemek mümkün değildir. Çünkü İslâm esaslarına muhalif olmayan her tasarruf dînîdir ve dîne uygundur. Bunun içindir ki, Osmanlılarda hâkim mevkiinde olan kâdılar, fıkıh ve fetva kitapları yanında pâdişâh tarafından çıkarılan emir, ferman ve kanunnâmelere de hükümde kaynak olarak müracaat etmişlerdir. İlk Osmanlı kanunnâmeleri, kânun tekniği ve bünye hususiyetleri bakımından mücerret ve umûmî bâzı hükümlerin, sistemli bir tarzda, tasnîf ve tertipleri suretiyle meydana gelmiş değildi. Bunlar daha ziyâde, muayyen zaman ve mekânlarda ortaya çıkan hâdiselerle ilgili emir ve fermanlardan ibaretti. Ayrıca bütün Osmanlı memleketlerine mahsûs umûmî kânunlar olmayıp, her yerin örf ve âdetlerine göre düzenlenmiş husûsî kânunlardı. Zâten Osmanlı Devleti’nde, idâri, mâlî mevzuatta bölgelere göre her biri ayrı bir teşkilât ve nizâm ile idare edilen ve çeşitli imtiyaz ve muafiyetlere sahip bulunan zümreler vardı. Bunlara ve vakıflar şeklinde, idârî-mâlî bir takım muhtariyetlere ve her biri kendi husûsî statüsüne göre idare edilen teşekküllere hükmeden bir ülkede, umûmî bir teşkilât ve idare kânunu tertib etmeye ve bunu herkesin eline vermeye imkân yoktu. Bu sebeple Osmanlıların, şeriata (islâmiyet’e) uygun olmak şartıyla, meselâ Macaristan’da fethedilen memleketler ile Adalarda, Mısır’da, Azerbaycan’da veya doğu vilâyetlerinde hemen fetihten sonra uyulacak kânunlar kaleme alınırken, o memleketlerde öteden beri geçerli örf ve âdetler ile birlikte bir kısım eski nizâm ve kânunların da değiştirilmedikleri dikkati çekmektedir. Bilhassa bir kısım Türk-islâm devletlerinden fethedilen ülkelerde bâzan eski kânunların hiç değiştirilmeden aynen ve eski isimleri ile muhafaza ve tatbik edildiği, sâdece sonradan sokulmuş ve İslâmiyet’e aykırı bid’atlerin ayıklanarak atıldığı görülmektedir. Denilebilir ki, Osmanlılar feth ettikleri memleketlerdeki örf ve âdetler ile halkın alışık olduğu vergi şekillerine uzun müddet riâyet etmişler, ancak lüzum duyuldukça onları yavaş yavaş tâdil ve ıslâh etmek suretiyle bütün memleket için umûmî ve müşterek bir nizâma doğru yükselmek imkânını bulmuşlardır. Yine bu siyâset sayesinde hâkimiyetleri altına aldıkları ülke halkının gönlünü ve kalbini de fethetmişler ve onları İslâmiyet’e daha kolay ısındırmışlardır. İlk zamanlarda emir ve fermanlar çıkarmak suretiyle mahalline gönderilen kânunları, Fâtih Sultan Mehmed zamanında Kânunnâme-i âl-i Osman adıyla tedvin edilmiştir (toplattırılmıştır). Nitekim Kanunnâme’nin hemen başında; “Bu kanunnâme atam ve dedem kânunudur ve benüm dahî kânunumdur” ifâdesi bunun açık delilidir. Fâtih kanunnâmesi üç kısımdan teşekkül etmekteydi. Birinci kısım, devlet ileri gelenlerinin teşrifattaki yerlerine, pâdişâha kimlerin arzda bulunabileceklerine, kâdıların mertebelerine; ikinci kısım, saltanat işlerinin tertibine, yâni dîvân, has oda teşkilâtına ve saray hizmetkârlarının bayramlaşma merasimlerine; üçüncü kısım ise, suçlar ve karşılıkları ile mansıb sahiplerinin gelirlerine dâir bilgileri ihtiva ediyordu. Son kısımda ayrıca gayr-i müslim devletlerin verecekleri yıllık vergiler ile devlet görevlileri ve hânedân mensûblarına dâir lakab örnekleri bulunmaktadır. Diğer taraftan, arazî ile ilgili kanunnâmeler, her pâdişâh değiştikçe ve yeni fetih ve ilhakları müteakip, tutulması âdet olan umûmî nüfus ve arazi tahrir defterlerinin baş kısmında yer alıyordu. Burada Osmanlı Devleti’nde yazıldığı yöre ile ilgili toprak işçiliğinin organizasyon şekilleri, toprakların ve o toprağı işleyen reâyanın hukukî statüleri, vergi sistemleri ve çifçileri alâkadar eden muhtelif vergilerin ehemmiyet ve mâhiyeti belirtilmekte idi. Halkın eşya ve yiyecek fiatlarının tesbit ve teftişi hususlarını tâyin eden ihtisâb kanunnâmeleri ise, pâdişâhın emri üzerine, alâkalı zümre mümessillerinin iştirakiyle, mahallînde yapılan tedkîklere ve esnafın âdet ve nizâmlarını tesbit için vaktiyle verilmiş fermanlara dayanarak düzenlenmiştir. Kanunnâmede alış-verişlerle alâkalı olarak narhın herkesi ilgilindirmesi sebebiyle, ferman çıkmadıkça fiatların yükselip düşürülemiyeceği üzerinde durulmaktadır. Narh söz konusu edilirken sâdece tâyin edilen fiyattan satmak değil, bunun yanında kalitenin de bozulmaması lazım geldiği hususuna dikkat çekilmekte; fiyata riâyet etmekle beraber; san’atına hile katan, gramajı düşüren veya özellikle ekmeği çiğ çıkaranların affedilmeyip cezalandırılmaları istenmektedir. Bilhassa halkın huzur içinde yaşayabilmesini te’min eden şartlardan birinin çarşıpazarın intizâmına bağlı bulunduğuna dikkat çekilmektedir. Bu yüzdendir ki, Osmanlılar çok önem verdikleri narh müessesesinin kontrolünü sadrâzamın vazifeleri arasına almışlardır (Bkz. Narh ve İhtisâb maddeleri). Fâtih Sultan Mehmed, ikinci Bâyezîd ve Yavuz Sultan Selîm Han zamanlarında düzenlenen kanunnâmeler, Kanunî Sultan Süleymân zamanında en mükemmel şeklini almıştır. Bu kanunnâmede, Fâtih kanunnâmesi gibi, üç bölümden meydana gelmektedir. Birinci bölümde, ceza kânunları genişletilmiş ve sistematik bir şekilde düzenlenmiştir. İkinci bölüm sipahilerin yükümlülüklerini ve sipahilerle ilgili kânunlara yer vermiş, sipâhîlerin reâyâ üzerindeki haklarıyla onlardan alacakları vergiler, has ve tımar arazilerinden alınan baçlar, yayalarla müsellemlere ilişkin kânunlar da bu bölümde ele alınmıştır. Üçüncü bölümde ise, reâyanın hak ve görevleriyle, toprakların kullanımına dâir hükümler ve askerlik vazifesi yapan reâyanın özel kânunları vardır. Bu arada, Fâtih’den îtibâren bâzı pâdişâhlar döneminde geliştirilmek suretiyle tedvin edilen kanunnâmelerin hülâsa edilerek husûsî bir plâna göre tertip ve te’lif edilmeleri ile meydana getirilmiş mecmualar da vardır. Bunlar tatbikatta resmen müracaat edilecek bir kaynak durumunda değiller ise de ilmî bir eser olarak büyük kıymetleri vardır, bunların en zengin ve mükemmellerinden biri Hezârfen Hüseyin Efendi’nin Telhisü’l-beyân fî kavânîn-i âl-i Osman isimli eseridir. Hezârfen Hüseyin Efendi eserini yazarken, devlet dairelerindeki defter ve hesaplar ile kanunnâmelerden bilhassa târihlerden istifâde etmiştir. On iki bâb üzerine tasnif ve tertip edilen eserde; hazîne hesapları, muhtelif askerî, mülkî ve ilmî sınıfların kânun ve nizamlarıyla âdet ve teşkilâtları, saray ve dîvân-ı hümâyûn teşrifat ve nizâmları, şehzâdelerin evlenmeleri ve sünnet düğünleri münâsebetiyle yapılan merasimler, narh usûlleri, mâden ve tuzla nizamları yer almaktadır. Bu şekilde meydana getirilen husûsî kanunnâmeler yanında zamanın pâdişâhının emri ve muhtelif kânunların bir araya getirilmesi suretiyle teşkil olunan kanunnâmeler de görülmektedir. Ancak bu kanunnâmeler de tatbikatta müracaat edilen asıl kânun metinleri olmaktan uzaktır. Gerçekten de bu tip kanunnâmeler devlet dâirelerinde tatbik edilmek üzere, resmen tanzim edilmiş bir kânunlar mecellesinin aslı olmayıp, Osmanlı devlet teşkilâtı hakkında umûmî bir fikir vermeye yarayacak derlemelerden ibarettir. Ancak bâzan bunlar bir kanunnâme sureti de olabilmektedir. Nitekim sultan dördüncü Murâd Han zamânında yazıldığı tahmin olunan ve derkenarlarından; vaktiyle selâhiyetti hukuk ve idare adamlarının elinde bulunduğu anlaşılan bir kanunnâme sureti bâb ve fasıllar hâlinde tertib edilmiş olup, özet olarak şu kânunları ihtiva etmektedir: Tımarlı sipâhîlere ve yörüklere âid mühim bâzı kânunlar; zina, dövme, sövme, katl, şarap içmek, hırsızlık ve bühtan kabahatlerinin cezaları ile ilgili maddeler, reâyanın tâbi tutulacağı hizmet ve mükellefiyetler; tatarın ve müsellemin tâbi olacağı hükümler yanında saray merasimleri, saltanat işleri ve vezirlerin maaş ve gelirleri. Ayrıca bâzı kanunnâmeler de asıl metni teşkil eden hükümlerin fetva şeklinde birer misâl ile îzâh edildiği de görülmektedir. Bunlar arasında bilhassa şeyhülislâm Ebüssü’ûd Efendi’ye âid olup, mîrî arazi rejiminin esaslarını tesbit ve îzâh eden fetvalar çok önemlidir. Pâdişâhlar bu kânunları düzenlerken mutlak olarak dîvân üyeleri ile istişare etmişler, bunlar arasında dâima ulemâdan üye (kazasker) bulunmuş, şeyhülislâmın da tasdikinden geçirilmiştir. Bu durum devletin zayıfladığı ve dış baskılarla îlân edilen Tanzîmât fermanına kadar düzenli bir şekilde devam etmiştir. Tanzîmât’tan sonra, Osmanlı ülkesindeki ecnebî dâvalarının şer”î mahkemelerde görülmesine karşı çıkılınca, batılı devletlerin baskısı ile, yabancıların dâvalarının halledilmesinde esas olmak üzere bâzı tâdiller de yapılmıştır. Hattâ bunun için Avrupai kânunların tercüme edilmesini teklif edenler olmuştur. Cevdet Paşa ve tarafdârları bu kânunların Osmanlı Devleti’nin bünyesine uymadığını söyleyince, kabul gören bu fikir neticesinde, devrin âlimlerinden müteşekkil bir hey’et; metn-i metin ve Arazi kanunnâmesi bilâhare Mecelle-i Ahkam-ı adliyye’yi hazırlamıştır. Bunların yanında 1840 ve (1650-51) tarihli ceza kânunları İslâm hukukuna uygun olarak hazırlanan kânunlar grubunu teşkil eder. Bununla beraber, 1850 tarihli Ticâret Kanunnâmesi, 1858 tarihli Ceza Kânunnâme-i Hümâyûn gibi kânunlar ise, batılı kânunların değiştirilmesi ile hazırlanmışlardır. 1) Osmanlı İmparatorluğu’nda Ziraî Ekonominin Hukukî ve Mâlî Esasları Kânunları (Ö. L. Barkan; İstanbul-1943) 2) Die Geschicets Schreiber der Osmânen Und İhve Werke (F. Babinger, Leipzig1929); sh. 230 3) Hüdâvendigâri Sancağı ve Kanunnâmesi (Ö. L. Barkan) 4) Fâtih’in Teşkilât Kanunnâmesi (Abdülkâdir Özcan, İstanbul-1982); sh. 7 KAPALI ÇARŞI İstanbul’un fethinden sonra Fâtih Sultan Mehmed Han tarafından inşâ edilen, üzeri dam ve kubbelerle örtülü dükkanların bulunduğu sokaklardan meydana gelen büyük çarşı. İstanbul’un en eski ticâret merkezi olup, târihteki adı Çarşu-yı kebîr = Büyük Çarşı’dır. Diğer Osmanlı şehirlerinde olduğu gibi, İstanbul’da da ticâret hayâtının merkezini teşkil edecek bir bedestenin inşâsı uygun görülerek büyük bir bedesten yapıldı. 1460 yılında yapılan Kapalı Çarşı’nın, çekirdeğini teşkil eden iç bedestene, Cevahir bedesteni denildi ve geliri Ayasofya’ya verilmek üzere, Fâtih Sultan Mehmed Han tarafından vakfedildi. Sultan Fâtih, bu çevrede, pek çok dükkan yaptırarak ticâret hayâtını canlandıracak bir tedbir aldığı gibi, vakfettiği hayratına da büyük gelir sağladı. İç bedestene ilk ilâve, Sandal bedesteni olan Bezzâzistân-ı atîk idi. Kânûnî Sultan Süleymân Han’devri dâhil, zamanla devamlı ilaveleriyle genişleyen Kapalı Çarşı, Nûru Osmaniye ve Bâyezid câmileri ile Mahmûd Paşa çarşısı arasındaki 30.700 m2’lik bir sahayı kaplayarak bugünkü hâlini aldı. İstanbul Kapalı Çarşısı’nın iki bedesteninden Cevahir bedesteni (Bedesten-i atîk-Eski bedesteni) bir mîmârî âbide olup, tuğla kemerle ayrılmış on beş bölümden ibarettir. Bölümlerden her biri bir kubbe ile örtülmüştür. Bu dört kapılı mahfuz bina 45, 5x30 metre-1365 m2’dir. Evvelce aradaki dar yollarda, yüksekte olup dolap denilen tezgâhlar bulunuyordu. Duvarların iç taraflarında da gayet küçük hücreler, gözler vardı. Kapalı Çarşı’daki ikinci bedesten olan Sandal bedesten (Bedesten-i cedîd=Yeni bedesten) ise, 12 pâye ile 20 bölüme ayrılmış idi, Bunların üzerlerine tuğladan geniş kemerler atılmıştır. Sandal bedesteni, 50 kubbe ile örtülmüştür. İçeriden ölçüleri 40x32 metre = 1280 m2’dir. (Diğer bedestenden 85 metre kare küçük olup, her ikisi toplamı 2.645 m2’dir.) Sandal bedesteni, kubbe sayısı bakımından Türk mimarisinde, bu çeşit eserlerin en büyüğüdür. Burada da dış cepheye bitişik dükkanlar olup, dört taraftan giriş vardı. Bu iki bedesten bir bakıma Kapalı Çarşı’nın, iç kaleleri oldu. Her iki bedestenin duvarlarındaki gözlerde bulunan kalın demir kasalar, en değerli malların, mücevher ve paraların saklandığı; tacirlerin sermâye ve tasarruflarını bıraktıkları, loncaların kayıt ve sicil defterlerini koydukları emniyet sandıklarıydı. Fâtih devrinde yüz yirmi sekiz emânet sandığı kasası vardı. Çarşı; devletin sosyal, kültürel ve iktisadî merkezi idi. Bedesten ve çarşı ilk defa 1651 yılında yandı. Mahmûdpaşa ve Mercan’ı yakarak genişleyen yangın, Gedikpaşa’dan kadırga limanına kadar yayıldı. 1710 yılında sultan İkinci Mustafa zamanında bir kere daha yanınca, bu defa kârgir olarak ve kubbeleri tuğladan yapıldı. Bekçi ve me’murlar için yeni dâireler eklendi. 1 Temmuz 1825 târihinde bir daha yandı. 10 Temmuz 1894 tarihindeki büyük zelzelede tamâmiyle yıkılınca, Kapalı Çarşıda zarar görenlere Abdülhamîd Han, bizzat kendi parasıyla yardım etti. Sultan’ın emri ile dört yıllık bir inşâ çalışması neticesinde bugünkü şekilde yeniden, alışverişe açıldı. Kapalı Çarşı’nın Bâyezid istikametindeki kapısının üstünde, “Elkâsib Habîbullah” kitabesi ve sultan İkinci Abdülhamîd Han’ın tuğrası, Nûruosmâniye Câmii istikametindeki kapısının üstünde de kitabe ve Osmanlı Devleti’nin arması mevcûddur. Eski Kapalı Çarşı, bugünkünden büyüktü. İki bedesten, 4.399 dükkan, 2.195 hücre (küçük dükkan), 497 dolap, 12 mahzen, bir hamam, bir câmi, 10 mescid, 16 çeşme, 2 şadırvan, bir sebil, 8 kuyu, bir türbe, bir mekteb, 24 işhanından ibaretti. Bugün Kapalı Çarşı’daki sokak isimleri, eskiden bir araya toplanan esnaf isimlerinin bir hâtırasıdır. Çarşının içindeki yer adları, esnaf ve san’atlarla alâkalıdır. Akikçiler, Altıncılar, Aynacılar, Basmacılar, Çadırcılar, Fesçiler, Hakkâklar, İnciciler, Kalpakçılar, Kavaflar, Keseciler, Kuyumcular, Kürkçüler, Mahfazacılar, Okçular, Örücüler, Püskülcüler, Sahaflar, Takkeciler, Terziler, Varakçılar, Yağlıkçılar, Yorgancılar ve Zenneciler adları, esnaf ve san’atların hâtırası olarak, zamanımızda da cadde, sokak ve iş yerlerinde hâlâ kullanılmaktadır. Kapalı Çarşı, kuşluk vakti duâ ile açılırdı. Duâ merasimi, bölükbaşı tarafından yapılıp, adına duâcı denirdi. “Buyurun duâya” nidasıyla, çarşının ortasındaki muhafızlık dolabının önünde toplanan esnaf ve ahâli; devrin sultânı ve ordusunun selâmetine, gelmiş ve geçmiş bölükbaşı ve esnafın ruhlarına niyaz edip, Salâten tüncînâ duâsı okunurdu. Duânın ardından, bölükbaşı, tellâllara hitaben; “Tavcılık yapılmayacak mal kapatılmayacak, kefilsiz mal alınıp satılmayacak” diye nasîhatta bulunurdu. Çarşıda alış-veriş kuşluktan ikindiye kadar idi. Pahalı malların satışı genellikle, Perşembe günleri yapılırdı. Çarşının idaresi, Osmanlı esnaf teşkilâtlarından olan loncanın elinde idi. Muazzam bir muhafaza teşkilâtına sâhibti. Kuyumcuların ve kıymetli malların muhafazası için, husûsî dolaplar da mevcuttu. Müşteri ve esnaf çarşıyı boşaltıp, kontrol yapıldıktan sonra, muhafaza teşkilâtının bekçileri, el tetikte, kulak tıkırtıda olarak vazifelerini yaparlardı: Kapalı Çarşı’daki esnaf teşkilâtı, İttihâdçılar tarafından 1912’de dağıtılınca, idare ve ticarî hayatta da değişmeler oldu. Kapalı Çarşı’daki hayâtı, ticâreti, idare tarzını ve fonksiyonunu anlatan bir çok eser olup, yerli ve yabancı yazarlar tarafından kitap, makale ve broşürlerle bütün dünyâya tanıtılmıştır. Dünyâca meşhur İtalyan edîbî Edmondo de Amicis, İstanbul ile alâkalı seyahatnamesinde Osmanlı târihi üzerinde bilgi vermekte ve Kapalı Çarşı hakkında özetle şunları söylemektedir: “Kapalı Çarşı’nın, dış taraftan dikkati çekecek ve içerisini tahmîn ettirecek bir hâli yoktur. Cümle kapısından içeri girilince civar yollardan gürültü gelmez. Kapıdan içeriye girer girmez insan; oymalı direklere ve sütunlara dayanan kemerli kubbelerle iç içe örtülmüş sokakları, mescidleri, çeşmeleri, dört yol ağızları, küçük meydanları olan, kesif bir ormana sızan güneş ışığı gibi, zayıf loş bir ışıkla aydınlanan ve pek büyük bir kalabalığın dolaştığı hakîkî bir şehirle karşılaşır. Her sokak bir çarşıdır ve hemen hepsi de siyah, beyaz taştan kemerleri olan, bir kubbeyle örtülü câmi sahnı gibi arabesklerle süslü bir ana yola çıkılır. Müşteri dört bir taraftan sözlerle, işaretlerle çağrılır. Müslüman tüccarların kuvvetli bir îmânla nurlanmış simalarını bulabilmek için, çarşıya gelip en içerdeki sokakların en loş eski dükkanların dip taraflarına bakmanız gerekir. Orada bağdaş kurmuş bir hâlde hareketsiz ve vakur oturur, ağızlarını açmadan kaderlerinde olan müşterilerini beklerler. İşleri yolundaysa “Maşallah”, değilse, “Olsun” derler ve başlarını tevekkülle eğerler. Bir kısmı Kur’ân-ı kerîm okur, bâzıları İsm-i Celîli dalgın dalgın mırıldanarak tesbih çeker, bâzıları derin düşünceler içindedir. Ne düşünürler? Belki Sivastopol önünde şehîd düşmüş oğullarını, belki, Peygamberin aleyhisselâm vâd ettiği Cennet bahçelerini düşünür. Kapalı Çarşı’da, insanın aklını başından alabilecek bir eşya ve insan kalabalığı görülür. Bununla beraber kargaşalık ancak görünüştedir. Bu koca çarşı, bir kışla kadar muntazamdır ve bir iki saat içinde yol gösteren kimse olmadan insan aradığı her şeyi bulabilecek hâle gelir. Her türlü malın küçük bir mahallesi, küçük bir sokağı, küçük bir koridoru ve küçük bir meydanı vardır. Rastgele çarşıya dalın, günün yarısını farkına varmadan geçirirsiniz. Kumaş ve esvap çarşısı, insanın gözünü, aklını ve kesesini kaybettirecek kadar zengin ve muhteşem bir çarşı, bir panayırdır.” 1) Rehber Ansiklopedisi; cild-9, sh. 218 2) Kapalı Çarşı (Hayat Târih; Sene-1966, sayı-9, sh. 37, sene-1973, sayı-1, sh. 49) 3) İstanbul, (Edmondo de Amicis); sh. 100 KAPIKULU OCAKLARI Osmanlı Cihân Devleti’nin merkez askerleri. Osmanlı Devleti’nin kuruluşunu gerçekleştiren Osman Gâzi’ye bağlı birlikler atlıydı. O asrın îcâblarına göre, hududlarda ancak bu şekilde atlı kuvvetlere sâhib olan aşiretler bulunurdu. Osman Gâzi’nin emrindeki atlı aşiret kuvvetleri de hudud muhafızı olup, iktâ denilen bir teşkilâtla idare ediliyordu. Orhan Gâzi de bu atlılardan istifâde etti. Fakat Bursa’nın fethi sırasında, atlı kuvvetlerin kale muhasaralarında pek işe yaramadığı anlaşıldı. Bunun farkına varılması, Orhan Gâzi’yi muntazam ve muvazzaf bir yaya kuvveti kurmaya sevketti. Bununla beraber yine muvazzaf ve dâimi süvari kuvveti de teşkil edilerek, aşiret kuvvetiyle ordu kuvveti birbirinden ayrıldı. Murâd-ı Hüdâvendigâr zamanında, Orhan Gâzî’nin teşkil ettiği yaya ve müsellem denilen piyade ve süvârî teşkilâtı bırakılmakla beraber, bizzat hükümdara bağlı olmak üzere, dâimi ve maaşlı bir yaya ve atlı ordusu vücûda getirilmek suretiyle kapıkulu ocakları meydana getirildi. Yaya sınıfı olarak; yeniçeri, cebeci, topçu, top arabacıları, humbaracı, lağımcı ve atlı olarak da kapıkulu süvârîleri şeklinde bölümlere ayrılan kapıkulu ocaklarına kaynak olmak (eleman yetiştirmek) üzere, esir ve devşirme hıristiyan çocuklarından müteşekkil bir acemi ocağı te’sis edildi. Acemi Ocağı Kapıkulu ocaklarına, özellikle yeniçeri ocağına asker yetiştirmek için kuruldu. İlk olarak Murâd-ı Hüdâvendigâr zamanında Çandarlı Kara Halîl ile Karamanlı Molla Rüstem’in çalışmaları sonunda Gelibolu’da vücûda getirildi. Daha önceleri Rumeli fâtihi Süleymân Paşa, bizzat kendi esir ettiği hıristiyan çocuklarını kısa bir eğitimden sonra iki akçe yevmiye ile yeniçeri olarak savaşa göndermişti. Fakat onun vefâtından sonra bu usûl, savaş esirlerinin önce Lapseki, Çardak ve Gelibolu arasında hizmet veren at gemilerinde birer akçe yevmiye ile beş on yıl çalıştıktan sonra yeniçeri olmaları şekline dönüşmüştü. Donanma hizmetinde kullanılan bu esirlerden başka, bir kısmı da Anadolu’da Türk çiftçilerinin yanına verilip, Türkleştirilerek yeniçeri yapıldı. Böylece Gelibolu’da kurulan bu ilk acemi ocağı genişletildi. Bu ocağın en büyük subayı, Gelibolu Ağası olarak adlandırılırdı. Acemi oğlanı iki şekilde alınırdı: Birincisi, harpte askerler tarafından esir edilen her beş erkekten biri (pençik), diğeri de Osmanlı hududları dahilindeki hıristiyan tebeanın çocuklarından bir tanesi idi. Pençik Oğlanı; İslâm hukukunda harbte elde edilen esir ve ganimetlerin beşte birinin beytülmâle âid olması hükmüne dayanılarak, pençik yâni beşte bir kânunu çıkarıldı. Bu kânunla savaşlarda elde edilen her beş esirden biri devlet hesabına ve asker ihtiyâcına göre esir sahiplerinden alındı. Bu kânuna dayanılarak alınan esir oğlanlara da pençik oğlanı denildi. Bunlar Gelibolu’daki acemi ocağında geri hizmetinde kullanıldılar. Asker ihtiyâcı olmadığı zaman her esir oğlana değer biçilen yüz yirmi beş akçenin beşte biri olan yirmi beş akçe, esir sahibinden alınırken; bâzan da, askere ihtiyâç fazla olduğundan, değeri ödenmek şartıyla esirlerin beşte birinden fazlası alındı. Pençik oğlanlarının mühim bir kısmı, akıncıların düşman memleketlerine yaptıkları akınlardan elde edilmekteydi. On beşinci asır sonlarında akıncı beyi, toyca (yüksek rütbeli akıncı subayı) ve akıncıların elde ettikleri esirler, pençikçi denilen ve akıncılarla beraber olan bir me’mur tarafından tesbit edilirdi. Akıncı beyinin bizzat elde ettiği oğlanlardan yirmisi, pençikçinin elde ettiği oğlanların beşi kendilerine bırakılır; toycaların yüksek rütbelilerine birer ve küçük rütbelilerine ise her ikisine birer esir verilirdi. Arta kalan erkek esirlerin on ile on yedi yaş arasında bulunan, kusursuz ve sağlam olanlarının her biri üç yüzer akçeyle devletçe satın alınırdı. Satın alınan bu esirler, ad ve eşkâlleri tesbit edilip bir deftere kaydedildikten sonra, kafile hâlinde Gelibolu’ya gönderilirdi. Pençik kânunu sonradan daha teferruatlı hâle getirilip, esaslı surette tesbit edildi. Acemiliğe alınmayanlardan; üç yaşına kadar olan çocuklara şirha (meme emen), üç yaşından sekiz yaşına kadar olanlara beççe (yavru), sekizden on iki yaşına kadar olanlara gulâmçe (küçük çocuk) ve bulûğa erenlere gulâm, traşı gelmiş olanlara sakallı ve yaşlılara da pîr (ihtiyar) denildi. Bunlardan yaşlarına ve sağlık durumlarına göre vergi alındı. Acemi ocağına alınacakların yaşları, on ile yirmi arasında sınırlandırılırdı. Fütûhatın genişlemesi sebebiyle elde edilen pençik oğlanlarının Gelibolu acemi ocağında hep geri hizmetinde bulunmaları, yapılan tecrübelere binâen mahzurlu görülüp, birer akçe yevmiye ile acemi ocağında hep geri hizmetinde bulunmaları, yapılan tecrübelere binâen mahzurlu görülüp, birer akçe yevmiye ile acemi olmaları usûlü kaldırıldı. Anadolu’ya gönderilerek, az bir bedel karşılığında Osmanlı hududları dahilindeki çiftçilerin hizmetlerine verilmesi karâra bağlandı. Bu suretle Anadolu’da İslâm ve Türk terbiyesi görüp Türkçe’yi öğrenerek yetişecek pençik oğlanlarının, ileride orduda daha emniyetli şekilde hizmet edecekleri düşünülmüştü. Bunların Anadolu’ya gönderilmeleri; henüz Rumeli’ye iyice yerleşilmediğinden, aradaki deniz sebebiyle Avrupa’ya kaçamamaları içindi. Bu esirlerin Anadolu’daki çift-çubuk sahiplerine ufak bir bedel mukabilinde verilmesi de kânun îcâbıydı. Sonraları Rumeli’deki fetihlerin büyümesi ve bölgenin Türkleşmesi sebebiyle, Rumeli’deki Türklerin yanlarına verilmeleri de kabul edildi. Esirlerin bir bedel mukabilinde verilmelerine sebep; ben hünkâr kuluyum diye serkeşlik etmemesi ve verilen vazîfeyi görmesini te’min içindi. Anadolu’daki çiftçilerin yanında üç-beş yıl hizmet edip yetişen pençik oğlanlarının bir kısmı bahrî hizmetlerde kullanılmak üzere Gelibolu’daki donanma hizmetine; diğer bir kısmı da acemi ocağına verildiler. Devşirme: Yıldırım Bâyezîd Han’la, Tîmûr Han arasında vuku bulan Ankara meydan muhârebesinden sonra Osmanlı fütûhatı geçici olarak durmuş ve bâzı yerler Bizans İmparatorluğu ile Sırplara terkedilmişti. Gerek Çelebi Mehmed Han ve gerekse oğlu İkinci Murâd Han’ın ilk devirlerinde Rumeli’de fütûhat yapılamadığı için, esirlerden istifâde edilememiş, yeterli mikdârda pençik oğlanı bulunamamıştı. Bunun üzerine yeni bir usûl ile hıristiyan tebeanın birden fazla çocuklarından yalnız bir tanesinin Osmanlı ordusuna alınması karar altına alındı. Devşirme kânunu çıkarıldı. Bu yeni kânunla baştan başa gayr-i müslim olan Rumeli halkı tedricen İslâmlaştırılacak ve aynı suretle müslüman olan bu askerlerle Türk ordusu kuvvetlenecekti. Bu kânun gereği lüzum ve ihtiyâca göre hıristiyan tebeanın sekiz ile yirmi yaşları arasındaki çocuklarının sıhhatli ve kuvvetlilerinden acemi oğlanı alınmaya başlandı. Önceleri Rumeli’de tatbik edilen bu kânunla; Arnavutluk, Yunanistan, Adalar ve Bulgaristan’dan ve daha sonra da Sırbistan, Bosna-Hersek ve Macaristan’daki Osmanlı arazisinden de devşirmeler yapıldı. On beşinci yüzyıl sonları veya on altıncı yüzyıl başlarından itibaren Anadolu’daki hıristiyan tebeaya teşmil edilen bu kânun on yedinci yüzyılda umûmî bir şekil aldı. Devşirme işinde birinci derecede mes’ûl olan yeniçeri ağası, devşirilecek çocuk mikdârını tesbit ettikten sonra, îtimâd ettiği kimselerden devşirmeye gidecek devşirme ağalarını (me’murlarını) seçip gönderirdi. Devşirme emrini aldıktan sonra ilgili bölgelere giden bu me’mûrlar, bölge kâdılarına haber verirler, durum ahâliye îlân edilerek hıristiyan ahâlinin bütün çocuklarıyla beraber belli yerlerde toplanması te’min edilirdi. İki veya daha fazla erkek çocuğu olan ailelerin sekiz ile on sekiz yaşları arasında bulunan çocuklarından en sıhhatli ve gürbüz olan bir tanesi seçilirdi. Her bölgede kırk aileden bir oğlan seçmek kânun îcâbıydı. Ayrıca seçim yapılırken bilhassa asil aile çocuklarının alınmasına dikkat edilirdi. Annesi ve babası ölmüş çocuklar genelde iyi terbiye görememiş; asîl olmayan fakat makam sahibi kişilerin çocukları da şımarık olacağından devşirilmezlerdi. Devşirilen çocukların köy, kaza, sancak, ana-baba isimleri, doğum ve eşkâlleri deftere kaydedilirdi. İki nüsha hâlinde düzenlenen defterin biri bu çocukları İstanbul’a götürecek sürü başında, diğeri de devşirme işini yapan me’mûrda kalırdı. Devşirilen çocuklar, sürü adı verilen, iki yüz veya daha fazla kişilik kafileler hâlinde yola çıkarılır; İstanbul’un fethinden önce Gelibolu’daki acemi ocaklarına; sonra ise İstanbul’a götürülürdü. İstanbul’a getirilen bu çocuklar, yeniçeri ağası tarafından eşkâl defterlerine göre tek tek kontrol edilir, dışardan bir kişinin katıldığı tesbit edilirse ilgili sürüden hiç kimse acemi ocağına alınmaz, topçu veya cebeci ocağına gönderilirdi. Eğer karışma olmazsa defter yine yeniçeri ağası tarafından mühürlenir ve saklanırdı. Sürü ise acemi ocağı kışlalarına yerleştirilir, bir kaç gün istirahat etmeleri te’min edilirdi. Daha sonra acemi ocağına gelen kapıağası, bu çocukların vücut yapıları en mükemmel ve zekî olanlarını saray mektepleri için ayırır; gürbüz olanlarını ise, bostancı ocaklarına gönderirdi. Devşirmelerin kalan kısmı Anadolu ve Rumeli’deki müslüman-Türk çiftçilerin yanına verilirdi. Bu muamele ile bunların müslüman-Türk örf ve âdetlerine göre yetişmeleri te’min edilir, bulundukları yerlerde görevli me’murlar tarafından sık sık kontrol edilerek, sistemde bir aksama olmamasına îtinâ gösterilirdi. Bu şekilde en az üç, en fazla sekiz yıl terbiye edilen devşirmeler, yeniçeri ağasının arzı ve dîvân-ı hümâyûnun onayı ile İstanbul’a getirilirlerdi. Burada eşkâlleri tekrar kontrol edildikten sonra, acemi ocağına kaydedilerek acemi oğlanı adını alırlardı. Acemiler, acemi ocağı ağası kontrolü ve sorumluluğu altında; saray, câmi, çeşme, köprü, medrese, hastahâne gibi te’sislerin inşâatında çalıştırılabilirlerdi. Acemilerin bir kısmı sekbanlar fırınında çalıştırılır, bâzıları da gemilerin kalafat işlerinde kullanılırdı. Yeniçeri ağasının odun gemilerinde de acemi oğlanları hizmet görürlerdi. Acemilerden ağa kapısında bulunanlar nalbantlık, berberlik, saraçlık gibi san’atları öğrenir, bâzıları da yeniçeri ağası kol gezerken onun hizmetinde çalışırdı. Bâzıları matbah-ı âmireye (saray mutfağına) âid koyunları bekler veya birer akçe ulufe ile kasap çırağı olurlardı. Acemi oğlanlarının oda tâbir edilen kışlaları, İstanbul’da Şehzâdebaşı ile Vezneciler arasında olup, bu kışlanın başında acemi ocağı ağası bulunurdu. Doğrudan doğruya yeniçeri ağasına bağlı olan acemi ocağı ağası, acemilerin vazifelerini belirler ve tezkerelerini kaleme alırdı. Ordu sefere gittiği zaman, İstanbul’un güvenliğini sağlamak bu ocağın görevi idi. Acemi oğlanları suç işleyince, meydan kethüdası veya meydanbaşı denilen zabit tarafından cezalandırılırdı. Acemi oğlanlarını devamlı kontrol altında bulunduran yayabaşıların da bunlar üzerinde geniş yetkileri vardı. Acemi oğlanları İstanbul dışında iken yeniçeri serdârına bağlı olurlardı. Acemi oğlanları geçimlerini yevmiyeleriyle te’min eder, yemeklerini odalarında kendileri pişirirlerdi. Bunların ulufe denilen ve her üç ayda bir verilen maaşları acemi ocağı meydanında dağıtılırdı. Yevmiyeleri, ocağın ilk kuruluş yıllarında bir akçe iken, on sekizinci yüzyılın ilk yarısında yedi buçuk akçeyi bulmuştu. İlk zamanlar yılık iki kat elbise verilirken, sonraları elbise yerine de para verildi. Acemi oğlanları dolama denilen bir cübbe giyerlerdi. Bellerinde çizgili kumaştan bir kuşak ile küçük bir hançer bulunur, başlarında ise, koni şeklinde sarı bir serpuş, etrafında krepten ince sarık olurdu. Papuçları bağsız ve arkasızdı. Acemi oğlanlarının, acemilik sürelerini tamamladıktan sonra, yeniçeri ocağına kabul edilip kaydedilmelerine; kapuya çıkma veya bedergâh denirdi. Umumiyetle yedi veya sekiz yılda bir kapuya çıkarlardı. Savaş yıllarında, yeniçeri ocağının ihtiyâcına göre bu süre biraz daha kısaltılabilirdi. Acemi ocağından çıkabilmek için yeniçeri ağası dîvâna arzda bulunur, istek kabul edilirse sırası gelen acemilerin listesi, çorbacılar tarafından yeniçeri ağasına verilirdi. Ağa, mühürleyip tasdik ettiği listeyi sadrâzamın tasvibine arzeder, daha sonra liste ocak kâtibine gönderilirdi. Acemi ocağından ekseri yeniçeri ocağına olmakla beraber, diğer kapıkulu ve bostancı ocaklarına da çıkmalar yapılırdı. On yedinci yüzyılın ortalarından îtibâren Türklerden acemi alınmaya başlandı. Acemi ocaklarındaki oğlanların sayısı yeniçeri ocağına bağlı olarak devamlı değişiklik gösterdi. İlk devirlerde ocağın mevcudu bin kişi civarında iken, bu sayı Kânunî devrinde dört bin, birinci Ahmed Han devrinde ise dokuz bin dört yüzü buldu. 1622 târihinde bostancılarla beraber dokuz bin iki yüz iken, bir yıl sonra on bir bin civarına ulaştı. 1679’da ocak mevcudu iki bin yedi yüz kırklara kadar indirildi. 1826 yılında yeniçeri ocağının ortadan kaldırılmasıyla da acemi oğlanları ocağı târihe karıştı. Yeniçeri Ocağı İlk kurulduğu zamanlarda ordudaki yegâne ağır piyade askeri olması sebebiyle başarıları görülmüş, fakat on altıncı yüzyıl sonlarından îtibâren devletin başına büyük gaileler çıkarmış olan yeniçeri ocağının açılması, birinci Murâd Han zamanına rastlar. Ocağın ilk teşkilinde pençik oğlanlarından ikişer akçe yevmiye ile bin kadar yeniçeri alınıp, bunların her yüz kişisine komutan olarak Türklerden meydana getirilen yaya askeri usûlüne uygun olarak bir yayabaşı tâyin edildi. On beşinci yüzyıl ortalarına kadar yaya bölükleri veya daha sonra cemâat adı verilen bir sınıftan ibaret olan yeniçeri ocağı, Fâtih Sultan Mehmed Han zamanında sekban bölüğünün de kurulmasıyla iki sınıf hâline geldi. On altıncı asır başlarında ise ağa bölükleri denilen üçüncü bir sınıf daha teşekkül ettirildi. Bütün yeniçeri bölüklerinin mevcutları on beşinci yüzyıl ortalarına kadar aşağı yukarı on bin kadardı. Yeniçeriler, Osmanlı ordusunun ağır piyade sınıfını teşkil ederler ve harpte ordu merkezinde pâdişâhın önünde bulunurlardı. Pâdişâh sefere giderken hududa yaklaşınca, etrafında yürüyerek gece-gündüz onu muhafaza altında bulundururlardı. İstanbul’da bulundukları zaman ise, içtimâ günlerinde nöbetle dîvân-ı hümâyûn muhafızlığı yaparlar, yangın olursa söndürmeye giderler, yeniçeri ağasıyla kol gezerek ve karakollarda bulunarak asayişi te’min ederlerdi. Bundan başka, üç senede bir değişmek üzere hükümetçe uygun görülen serhat kalelerinde muhafızlık ederlerdi. En büyük kumandanları yeniçeri ağası idi. Bundan sonra büyük subay olarak sırasıyla; sekbanbaşı, kul kethüdası, zağarcıbaşı, samsoncubaşı (saksoncubaşı), turnacı başı, hasekiler, başçavuş, muhzırbaşı, kethüdâyeri vardı (Bkz. Yeniçeri Ocağı). Cebeci Ocağı Bugünkü ismiyle ordudonatım sınıfı. Kapıkulu ocaklarının yaya kısmında olup, bölük ve cemâat olarak iki gruba ayrılan cebeci ocağı, yeniçerilere âid ok, yay, tüfek, kılıç, kazma, kürek, barut, fitil, kurşun, zırh, tolga, harbe ve buna benzer levâzımâtını yapar, muhafaza eder, muhârebe zamanında bunları cepheye götürürdü. Muhârebe öncesinde yeniçerilere dağıttığı, bu silâhları dönüşte toplar, tamire muhtaç olanları tamir eder, yağlayıp bakımını yapar, eksikleri tamamlar ve cebehânede (silâh deposunda) saklardı. Bu ocağa da yeniçerilerde olduğu gibi acemi ocaklarından efrâd alınırdı. Ocağa önce Şakirdi ismiyle çırak giren acemiler, sonra intisâb ettikleri san’atlarda yetişerek usta olurlardı. Silâh yapan ve tamir eden, barutları ıslâh, harp levazımını tedârik eyleyen ve humbarayı yapan şeklinde ortalara ayrılan cebeci ocağının mevcudu on beşinci yüzyıl başlarına kadar beş yüz civarındaydı. 1600’lerde dört bin, 1750’lerde sekiz bin kişiye kadar çıktı. İstanbul dışında büyük taşra şehir ve kalelerinde de üç yıllık sürelerle görev yapan cebeciler mevcuttu. Taşrada bulunan cebeciler, yalnız yeniçerilerin değil, azab (hafif piyade), dizdar (kale muhafızı) gibi sınıfların silâhlarına da bakarlardı. Merkezdeki cebehâneler (silâh depoları) gibi bu kalelerde de cebehâneleri bulunur, muhafızlığını kendileri yapardı. İstanbul’daki cebeci kışlası Ayasofya Câmii karşısındaydı ve Yerebatan taraflarında da imalâthâneleri ile depoları vardı. Cebehâne için lâzım olan mâmül ve gayr-i mâmûl bütün eşya bu depoda bulunur ve ihtiyâç hâlinde ya imalâthânelerde kullanılır veya yapılmış olan şeyler istenilen yere gönderilir, yâhud depoda muhafaza edilirdi. On altıncı asır sonlarında, hududlardaki silâh depolarından en mühimi Budin ve Belgrad’da idi. Rumeli’deki demir mâdenlerinde dökülen tüfek kurşunu da Belgrad’da depo edilirdi. Yeniçerilere âid cebe yâni zırh üzerlerinin kumaşları, tolga kılıfları, zırh keseleri, meşin, bakır, pamuk ipliği, keten, çelik, kayış, tüfek maşası vesaire cebehâne ambarlarında bulunan eşyalardan idi. Cebeci ocağının Samako’da (Bulgaristan) istihkâm levâzımâtı atölyesi; İstanbul, Gelibolu ve Edirne’de atölyeleri vardı. Bu atölyelerin üretimi yetmediği zaman özel atölyelere siparişler verilirdi. Gene bu ocağın yaptığı tüfeklerin kundaklarına lâzım olan ağaç, Adapazarı ormanlarından ücret mukabili halka kesdirilerek tedârik edilir, lâzım olan ipliğin bir kısmı Halep’ten gelirdi. Cebeci ocağının en büyük zabitine cebecibaşı denilirdi. Sancakbeyi (tümgeneral) seviyesinde olan cebecibaşınm, tâyininde, pâdişâhın huzuruna çıkması kânun îcâbıydı. On altıncı asır sonlarında yetmiş beş akçe yevmiye alırdı. Bundan başka cebeci ocağında dört kethüda vardı. En kıdemlisine başkethüda denir, cebecibaşının azli veya vefâtı sonunda yerine tâyin olunurdu. Bâzan cebehâne başçavuşunun veya dışardan birinin de cebecibaşı yapıldığı olurdu. Kethüdalardan sonra gelen cebeciler başçavuşu, bölük ve orta komutanları, onların da bir derece aşağısında odabaşılar ve diğer küçük zabitler bulunurdu. Ocakta, bu zabitlerden başka cebeciler kâtibi, başhalîfe ve kîsedâr (kesedar) gibi kalem erkânı da vardı. Bunlar cebecilerin ulufe ve silâh, cebehâne ile diğer depolarda bulunan levâzımâtın defterlerini tutarlardı. Bir yerin zaptını takiben elde edilen silâh, barut gibi malzemeyi yazmak ve kalelere konan cebehânenin defterlerini tutmak da bunların görevleri idi. Yeniçeri ocağıyla beraber ikinci Mahmûd Han tarafından ilga edilen cebeci ocağından 1054 er ve subay seçilip, cebehâne-i hümâyûn kuruldu. Bunlar sağ ve sol kol diye iki kısma ayrılıp, kol kumandanlarına; sağ-sol kol bölükbaşıları dendi. Asâkir-i mansûre kurulduktan sonra, bu askerî sınıfa silâh yapar oldular. Topçu Ocağı Top ile mermisini dökmek ve muhârebede top kullanmak üzere iki kısım olarak kurulan topçu ocağı, kapıkulu ocaklarının yaya kısmına dâhil olup, tamâmiyle müstakil idi. İlk defa Murâd-ı Hüdâvendigâr zamanında kullanılmaya başlandıktan sonra, Osmanlı ordusunun muvaffakiyetinde mühim payı bulunan top, on beşinci asır ortalarından îtibâren evvelâ Fâtih ve sonra da Kânûnî’nin gayretleriyle en yüksek dereceye çıkmıştı. On dördüncü asır sonları ile on beşinci asır başlarında kurulduğu tahmin edilen topçu ocağı teşkilâtına, acemi ocağından efrâd alınmaktaydı. Gerek topçunun atış kısmına, gerekse top ve mermi îmâlinde istihdam edilecek acemi efrada ihtiyâç duyulduğu zaman; topçubaşı, dîvân-ı hümâyûna müracaat eder, lüzumu kadar acemi isterdi. Durum yeniçeri ağasına, acemi ocağının hangi kısmından ne mikdârda ve hangi evsâfda çıkma yapacağı yazıyla bildirilirdi. Her iki sınıf için ayrılan efrâd da şâkird olarak deftere kaydedilirdi. Top dökücüleri kısmında bulunan şâkirdler, tezgâhlarda yetişerek usta olurlardı. Fabrikada dökümcübaşının emrinde; tamirci, burgucu, yamacı, dökümcü, delici gibi muhtelif san’at erbabı ile maiyyetleri çalışırdı. Topların zarbazen ismindeki muhtelif nevileri yanında; şakloz, pranga, bacaloşka, ejderdehen, havan ve sâir tipleri de vardı. Topçu efradı İstanbul’da bulundukları gibi, nöbetleşe kalelerde hizmet de ederlerdi. Bunların İstanbul Tophâne’de ustaların nezâretleri altında haftada iki gün nişangâha atış yapmaları kânun îcâbı idi. Ağa bölükleri ve cemâat olarak başlıca iki kısma ayrılmış olup, her birinin müteaddid ortaları vardı ve cemâat kısmı yetişmiş iki ortadan meydâna geliyordu. Topçu ocağında; sertopî veya topçubaşı denilen bir ocak kumandanı ile dökümcübaşı, ocak kethüdası ve çavuşu gibi yüksek rütbeliler, çorbacı veya bölükbaşı ile dökücü halîfeleri isimlerinde daha küçük rütbeli zabitleri yanında bir de ocak kâtibi bulunurdu. Sivil me’murlardan da tophâne nâzırı ile tophâne emîni vardı. Tophâne emîni, tophâneye alınan ve sarf edilen eşyanın defterini tutar, her sene hesabını verirdi. Tophâne levazımı da bunun eliyle tedârik edilirdi. Dökümhâne kısmında top fırını mîmârı, topçu halîfeleri ve anbar kâtibi denilen usta muavinleri varsa da, bunlar ikinci derecedeki zabit ve me’murlardandı. Ayrıca, top dökülmesi için; ocağın yanmasından itibaren, sıvı demir cevherinin top kalıplarına akıtılması zamanına kadar geçen vakti, tuttuğu kum saatiyle topçu ocağının dökümhânesi için tâyin edilmiş bir muvakkit vardı. Ocağın bir de duâgû ismi verilen duâcısı vardı. Taşraya sefere giden topçu ortalarının bayrak açmalarında ve maaş için sergi açmasında duâ etmekle mükellefti. Topçubaşı on altıncı asır ortalarında günde altmış, erler ise yeniçerilerden fazla olarak altı ile sekiz akçe alıyorlardı. Ocağın mevcudu 1.200 dolaylarında idi. Topçu ocağının kışlası ve en büyük fabrikası Tophâne’de, Kılıç Ali Paşa Câmii’nin karşısında bulunurdu. Burası Fâtih Sultan Mehmed ve oğlu Bâyezîd Han zamanında yapılmış olmakla beraber, Kânûnî Sultan Süleymân Han tarafından genişletilmişti. İstanbul’dakinden başka devletin yedi top fabrikası daha vardı. Bunlar; Belgrad, Baç (Semendire yakınlarında), Budin (Budapeşte), İşkodra, Pravişte (Darama yakınları), Tameşvar ve Asya’da ise yalnız İran sınırında Gülanber’de idi. Buralarda İstanbul’dan gönderilen döküm makineleri kalıpları ile top dökülebiliyordu. Her fabrika yıllık ortalama iki yüz otuz top dökecek kapasitede idi. Bunlara ek olarak, büyük topların taşınamadığı kale önlerinde de dökümhâne kurulur, kuşatılan kale önlerinde top dökülürdü. Bunu, Osmanlı Devleti’nden başka hiç bir devlet başaramamıştı. Madenî top güllesi yapan altı fabrika mevcuttu. Bu fabrikalar; Bilecik, Van, Kığı, Kamangrad (Bosna-Banyaluka yakınları), Novaberde (Morava kıyısı) ve Baç’ta bulunuyordu. Buralarda yapılan gülleler ihtiyâca göre kale ve palangalara gönderilir, ihtiyâç fazlası olanlar ise; İzmit, Yenişehir, Pazarcık ve Edincik’te kurulan dört adet depoda muhafaza edilir ve sefer hâlinde sevkiyât buralardan yapılırdı. On yedinci asır ortalarından sonra Avrupa’da topçuluğun gelişmesi üzerine, Osmanlı Devleti’nde de tedbirler alınıp, bir ferman ile sür’at topçuları teşkilâtı kuruldu ve topçu ocağına bağlandı, önceleri iki yüz elli civarında olan bu topçuların mevcudu sonradan iki bine kadar çıkarıldı. Seri tâlimlerle kısa zamanda yetiştirilen topçular, bir dakikada, sekiz-on top atar hâle gelerek, bir kısmı sınır kalelerine gönderildiler. Vak’a-i hayrîyye esnasında topçular, hükümete sâdık kalarak humbaracı ve lağımcı ocaklarıyla birlikte sancak-ı şerîf altına toplandılar. Yeniçeri ocağının kaldırılmasından sonra da yeni bir şekle göre tertip edildiler. Top Arabacıları Ocağı Osmanlı Devleti’nin ilk devirlerinde kullanılan toplar, deve, katır ve beygirlerle naklolunan küçük ve hafif toplardı. On beşinci yüzyılın ortalarından îtibâren topçuluğun önemli ölçüde gelişmesi üzerine, büyük hacimlerde toplar döküldü. Bu topların deve, katır ve beygirlerle götürülmesi imkânsız olduğundan, arabalarda taşınmasına karar verildi ve top arabacıları ocağı kuruldu. Arabacıbaşı denilen ve tümgeneral seviyesinde bulunan bir komutandan sonra ocakta; kethüda, çavuş, başçavuş, kethüdâyâveri, ocak kâtibi gibi birinci derecede ve bölükbaşı, odabaşı, halîfe isimleriyle de ikinci derecede orta ve bölük zabitleri bulunurdu. Ocağa efrâd, acemi ocaklarından alınırken, arabacılara lâzım olan döşeme ağacı Hırvatistan’daki Pozağa ve Sirem’den; arabaları çeken beygirler; Eflâk, Boğdan ve Tuna taraflarındaki sancak ve kazalardan; beygirler için çulların altına konan kepenekler de Yunanistan’ın Tırhala ve Fener taraflarından getirilirdi. Ocaktaki asker sayısı, başlangıçtan vak’a-yi hayriyyeye kadar beş yüzle üç bin arasında değişirken, beygir mikdârı 1808’de beş yüzden fazlaydı. Ocağın başlıca görevi; topların nakil işleri, bunun için gereken arabaların yapımı ve tamiri ile beygirlerin bakımı idi. Arabacıların kışlaları Şehremini’nde, araba imalâthâneleri Tophâne’de ve atlara bakılan kısmı ise Ahırkapı’da idi. Top arabacıları sefere topçularla beraber giderlerdi. Sahra toplarını çeken ve topların ağırlıklarına göre ayrı ayrı dizayn edilmiş ve yapılmış olan arabalar ile beygirler, bunların nezâreti altında bulunurdu, Muhârebe esnasında ise, ürkmemeleri için beygirleri muhafaza etmek bunların vazifesi idi. Arabacı ocağı, topçu ocağıyla sıkı münâsebette olduğundan, ordudaki ıslâhattan istifâde etti. Yapılan ıslâhat sonunda süvari ve piyade olarak iki kısma ayrıldılar. Tertîb-i cedîd ismiyle düzenlenen her süvari bölüğü de ikiye ayrıldı. Birinin kumandanına halîfe-i evvel, diğerininkine halîfe-i sânî dendi. Aynı şekilde tertîb-i cedîd ismiyle tertibolunan her piyade bölüğünde; eski tertib üzere bölükbaşı, odabaşı, alemdar, alemdar yamağı gibi bölük âmir ve çavuşlarıyla ocak imâmı vardı. Humbaracı Ocağı: Önceleri topçu ve cebeci ocaklarının bâzı bölükleri humbaracı idiler. On altıncı asırda ayrı bir ocak hâline getirildiler. Humbara, el bombası olup, tüfekle atılanları da vardı. İstanbul’daki ulûfeli humbaracılardan başka, taşrada tımarlı humbaracılar vardı. Her ikisinin âmiri İstanbul’daki humbaracıbaşı idi. Kışla ve fabrikaları Üsküdar Ayazma’da idi. Mevcudu 18. yüzyılın ilk yarısında altı yüz civarında olan ocak; oda denilen ve her biri yüz kişiden meydana gelen altı bölüğe ayrılmıştı. Bunların üçü ulûfeli, üçü de tımarlı idi. Her ulûfeli odaya iki yüz akçe ile bir odabaşı ve doksanar akçe ile iki tane ellibaşı ve elti akçe yevmiye ile üç tane otuzbaşı ve otuzar akçe yevmiye ile on tane onbaşı, vekilharç, çavuş, imam, cerrah, yazıcı, davulcu tâyin edildi. Neferlerin yevmiyesi on sekiz; Alaybaşı denilen humbaracıbaşının yevmiyesi ise üç yüz altmış akçe idi. Üçüncü Selîm Han’dan îtibâren açılan ıslâhat devresinde 1792’den îtibâren humbaracı ocağı iyice ele alınıp, tımarlı ve ulûfeli şeklindeki ayırıma son verilerek, hepsinin devlet merkezinde bulunmaları kabul edildi. Lağımcı Ocağı: İki sınıftan meydâna gelen bu ocak; muhârebe zamanında muhasara edilen kaleleri yıkmak için lağım yapmak ve atmakta vazifeli idi. Birincisi maaşla olup, cebecibaşının emri altında cebeci ocağına bağlı idi. İkincisinin de zeamet ve tımarları vardı. Tımarlı lağımcıların başındaki âmire lağımcıbaşı denirdi. Bundan başka kethüda ve çavuş, ocağın büyük zabitlerinden olup, alemdar da küçük zabitlerdendi. Yer altından yollar açarak fitil ve barutla kale bedenlerini yıkma veya lağım atarak berhava etme işi olan lağımcılık, Osmanlı ordusunda çok gelişmişti. Lağımcılar, seferde ordu ile beraber giderdi. Mevcut lağımcılar kâfî gelmediği zaman, hâriçten lağımcı alınırdı. Kânûnî Sultan Süleymân Han Zigetvar seferine giderken, muhtelif kazalardan lağımcı istemişti. Osmanlı ordusunda lağımcılık, mühendisliğe eş ehemmiyetli bir meslek iken, on yedinci asır ortalarından itibaren bozulmuş ve gitgide san’attan anlamayanların toplandığı bir yuva olmuştu. On sekizinci asrın sonlarına doğru mevcudu iki yüz dolaylarında olan ocak, 1792’de üçüncü Selîm Han zamanında, birincisi lağım bağlamak tekniğini, ikincisi ise köprü, tabya ve kale yapmak gibi mîmâriyi içine alan iki mühim kısma ayrıldı. Birinci Abdülhamîd Han, Kağıthâne’de yapılan humbaracı ve lağımcı tâlimlerine bâzan gelerek, ağalarını ve efradı hil’at ve bahşiş ile teşvik ederdi. Kapıkulu Süvârileri Yeniçeriler ve bostancılar arasında hizmet görmüş olanlarla Enderûn ve Enderüna eleman yetiştiren Edirne, Galatasaray, İbrâhim Paşa, İskender Paşa sarayları gibi yerlerden iç oğlanları ve büyük fedâkârlığı görülen garîb yiğitlerden alınan fertlerle vücûda getirilmiş bir sınıftı. Yeniçeriler ve diğer piyade sınıfları gibi maaşlı idi. Tımarlı sipahilerden ayırmak için bunlara, kapıkulu süvarisinden başka bölük halkı da denilirdi. Daha sonraları yalnız sipahi demekle de, kapıkulu süvarisi kastedildi. Kapıkulu süvari ocağına alınmasına bölüğe çıkmak denilir ve bu suretle buradaki boşluklar doldurulurdu. Altı bölük olan kapıkulu süvari ocağına gerek saraylardan gerek yeniçeri ocağından geçenlere bir hayvan veya hayvan parasıyla beraber yay ve ok akçesi adıyla bir mikdâr para verilirdi. Murâd-ı Hüdâvendigâr zamanında kurulan kapıkulu süvarileri başlangıçta sipahi ve silahdâr olmak üzere iki kısım idi. Bu iki kısım süvariden sonra derece derece aşağıya doğru ulûfeciyân-ı yemin (sağ ulûfeciler) ve ulûfeciyân-ı yesâr, (sol ulûfeciler) ve gurebâ-ı yemîn (sağ garibler) ve gurebâ-ı yesâr (sol garibler) isimleriyle on beşinci asır ortalarına doğru diğer dört kısım kapıkulu süvârîsi daha ihdas edilerek, süvarilerin hepsi altı bölüğe tamamlandı. Kapıkulu süvarisinden her bölüğün vazîfesi ayrı ayrı idi. Sipah bölüğü: Süvari ocağının kırmızı bayrak da denilen en mümtaz ve itibarlı bölüğü. İlk devirlerde devletle nüfuz sahibi olanların çocukları bu bölüğe alınırdı. Bunlar sulh zamanlarında cizye, âdet-i ağnam, mukâtaa gibi mîrî malların tahsilinde görevlendirilirler ve ekseriya üzerlerine hünkâr iç oğlanlarından biri ağa tâyin olunarak, tahsilata giderlerdi. On yedinci asırda kendilerine tevliyet (mütevellîlik), voyvodalık ve daha başka hizmetler verildi. Sipah bölüğü, pâdişâhların câmiye çıkışlarında ve sefere hareketlerinde, ikişer ikişer sağ tarafında yürürlerdi, harp sahasında ordu merkezinin sağ tarafındaki saltanat bayrakları altında ve bâzan da hükümdarın arka tarafında dururlardı. Sefere giderken ordunun geçeceği yerlere sancak tepesi denilen tepeler ihdas edip güzergâhı tesbit ederlerdi: Muhârebe meydanında çadırlarını hükümdar otağının sağında kurarlar, otağ-ı hümâyûnun gece korunmasını silahdâr bölüğüyle münavebeli olarak yaparlardı. Sipahiler üç yüz bölükten meydana geliyordu. On yedinci asrın ilk yarısında her bölükte yirmi-otuz kişi ile bir de bölükbaşı bulunurdu. Efrâd, on altıncı asır sonlarında on beşden otuz akçeye kadar değişen yevmiye alırlardı. Bölük başılarının yevmiyesi ise kırk akçe idi. Silahdâr bölüğü: Sarı bayrak da denilen bu bölük, Osmanlı Devleti’nde kapıkulu süvarilerinin ilk teşkil edilen bölüğüdür. Bu bölüğe başlangıçta harem-i hümâyûndan çıkan iç oğlanlarından, sonradan da Galatasaray, İbrâhim Paşa, İskender Paşa ve Edirne saraylarından çıkanlardan ve veledeş denilen süvârî çocuklarından efrâd alındı. Sipah bölüğünün kurulmasından sonra, silahdâr bölüğünün ehemmiyeti ikinci dereceye düşmüştür. Fâtih Sultan Mehmed Han zamanına kadar beş bölük olan silahdârlar, alaylarda pâdişâhın arkasında yürürler, aşağı bölükler de bunların etrafında giderlerdi. Sefere gidilirken askerin geçeceği yolların açılıp temizlenmesi silâhdârlara aitti. Bunun için bir mikdâr neferle kethüdaları veya çavuşları bu işe me’mur edilirdi. Silahdârlar yolları açarlar, köprüleri tamir ettirirler, geçilmesi zor bataklıkları temizlettirirler, bunun için de yerli halkı ücret karşılığı bu hizmetlerde çalıştırırlardı. Pâdişâh sefere çıktığında bir kaç milde bir yolun her iki; vezîriâzam serdâr olduğu zaman ise sâdece sol tarafa sancak tepeleri ihdas etmek bunların görevleri arasındaydı. Yol açma hizmetlerinden başka tuğculuk (pâdişâhın tuğralarının taşınması), yedekçilik (pâdişâhın yedek atlarının götürülmesi), buçukculuk (pâdişâhın câmiye çıkışında fakirlere sadaka dağıtılması) gibi îtibârlı vazifeler de bu bölüğe verilmişti. İki yüz altmış bölüğe ayrılan Silâhdâr bölüğü seferde olduğu gibi, câmiye çıkışlarda da pâdişâhın sol tarafında yürürler, harp sahasında ise saltanat sancaklarının sol yanında ve bâzan pâdişâhın arkasında bulunurlardı. Gerek sipâh ve gerekse silâhdarların başlarında büyük zabit olarak silâhdâr ağasından başka; kethüda, kethüda yeri, başçavuş, çavuş ve bir de kâtipleri vardı. Ulûfeciyân-i yemîn ve yesâr bölükleri: Bâzan orta bölükler de denilen iki bölükten birincisine yeşil bayrak ismi verilirdi. Sağ ulûfeciler yüz yirmi bölüğe ayrılmışlardı. Sarılı beyaz bayrak taşıyan sol ulûfeciler ise yüz bölüktü. Sağ ulûfeciler seferde pâdişâhın sağında yürüyen sipah bölüğünün sağında; sol ulûfeciler de solunda yürüyen silahdârların solunda yürürlerdi. Harp meydanında ve ordunun konak yerinde ise, pâdişâh sancağının biri sağında, diğeri solunda dururlardı. Hazîneyi korumak bunların görevleri arasındaydı. Bu iki bölükten dördü sağ, üçü de sol ulûfecilerden olmak üzere yedi kişi, sübaşı ismiyle bölük sübaşılığına tâyin edilirlerdi. Ulûfeci bölüklerine, alınan efradın hepsi Galatasaray, İbrâhim Paşa, İskender Paşa Edirne saraylarından çıkmış olmayıp, bunlara ek olarak orduda, devlet adamları hizmetinde ve kumandanlar maiyyetinde bulunarak, muhârebelerde yararlıkları görülen efrâd, ekseriyeti teşkîl ederdi. Veledeş denilen süvârî evlâdının ulûfecilere de verildiği olurdu. Tehlikeli zamanlarda kendilerine hizmet teklif edilenlerin, hayatlarını tehlikeye koyup o hizmeti îfâ şartıyla bölüğe kaydedilmeleri de kânun îcâbıydı. Ulûfeciler arasından üç ihtiyar süvârî otağcı ismiyle, eski ve satılması îcâbeden otağları satmak vazifesiyle mükellef idiler. Hükümdara ve hazîneye âid otağları bunlardan başkası satamazdı. Bu üç süvarinin birisi emin, biri kâtip, birisi de nâzır olurdu. Gurebâ-i yemîn ve yesâr bölükleri: Sağ garibler ve sol garibler denilen bu bölüklere, aşağı bölükler de denirdi. Bir kısmı diğer bölükler gibi saraylardan alınırken, ekserîsi Türk, Acem ve sâir memleketlerden gelen veya müslüman ve muhârebe meydanlarında çok tehlikeli işlerde muvaffak olmuşlardan teşkil edilirdi. Sefer esnasında merkez kolunda her gece otağ ve ağırlıkları muhafaza ederlerdi. Harp esnasında en mühim vazifeleri, sancak-ı şerifin muhafazası idi. Bunun için sancak-ı şerifin konulduğu çadırın etrafını karargâh yaparlardı. Sancak-ı şerîf ordu ile bulunmadığı devirlerde, yâni Yavuz Sultan Selîm Han’dan önce, pâdişâhın sancaklarını bunlar korurlardı. Ordugâha odun naklini te’min etmek de görevleri arasındaydı. Sağ ve sol garibler ayrı ayrı yüzer bölüğe ayrılmışlardı. Sağ gariblerin bayrakları sarı ile beyaz ve sol gariblerinki ise yeşil ile beyaz renklerden meydana geliyordu. Gurebâ bölükler efradı sonuna kadar bölüklerinde kalmayıp, ocakta ağa değiştiği, bir aşağı bölük ağası bir derece terfî ile yukarı bölüğe ağa olduğu zaman, bu bölüklerden muayyen miktar efrâd da bir yukarı bölüğe terfî ettirilirdi. Kapıkulu süvarilerinin silâhları, bir pala ve bir mızrakla, gaddâre denilen ve eyerin kaşına asılı bir kılıç idi. Bunlar meşakkate dayanıklı ve atik olan Anadolu atlarına binerlerdi. Harpte iki derin hat üzerine nizâm alarak, değişmeli olarak düşmana hücum ederlerdi. Her süvari sefere bir de yedek at götürmek mecbûriyetindeydi. Sipahi ocaklarına kaydolunacaklar hakkında hat denilen pâdişâhın tahrîri irâdesi çıkardı. Bu ocağa girecekler ismi evvelâ mukabeleci denilen mâliye me’muru defterine kaydedilir. Mukabeleci, ocaktaki mahlûlleri her ulufe zamanında bir deftere yazarak vezîriâzama bildirir, o da hükümdara arzederdi. Veziriazamın huzurunda ulufelerini alacak süvariler, maaşlarını alırken, iptida denilen askerî hüviyetlerini gösterirlerdi. Bu hüviyetlerde, her neferin künyesi, eşkâli ve ulufe mikdârı yazılı olurdu. Süvârî ağalarından sipah ağası sancağa çıkacak olursa üç yüz bin; silâhdar ve sağ ulûfeci ağaları da, iki yüz bin akçelik haslarla sancakbeyi olurlardı. Sol ulûfeci ve gurebâ ağaları ise, hârice çıktıkları vakit defter kethüdası olurlar yâni zeamet ile çıkarlardı. Kapıkulu süvarilerinin hükümet merkezinde yeniçeriler gibi müstakil kışlaları yoktu. Bunlar büyük mikdârda at beslemeye mecbur olduklarından, çoğu hükümet merkezi haricindeki yakın yerlerde bulunurlardı. 1) Osmanlı Devleti Teşkilâtından Kapıkulu Ocakları (Uzunçarşılı); cild-1, 2 2) Osmanlı Târihi (Uzunçarşılı); cild-2, sh. 553 3) Büyük Türkiye Târihi (Y. Öztuna); cild-8, sh. 351 4) Kuruluştan II. Bâyezîd’e Kadar Osmanlı Devlet Teşkilâtı ve Müesseseleri; sh. 20 5) Kuruluşundan On beşinci Asrın ilk Yarısına Kadar Osmanlı İmparatorluğu Teşkilâtı (İ. H. Uzunçarşılı) 6) Târih Deyimleri ve Terimleri (ilgili maddeler) 7) Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye (Stanford Shaw) 8) Osmanlı Kara ve Deniz Kuvvetleri (Prof. Dr. Aydın Taneri, Kültür bakanlığı yayınları) KAPİTÜLASYONLAR Osmanlı Devleti’nde yabancıların statüsünü tesbit eden hukukî, mâlî, idâri ve dînî özellikteki andlaşmalar. Buna İmtiyâzât-ı ecnebiyye de denir. Batı dillerinde çeşitli mânâlar ifâde eden kapitülasyon kelimesi, Fransızca’da teslim olma, İtalyanca’da yabancılara tanınan imtiyaz ve anlaşma mânâlarında kullanılır. Ayrıca bir devletin tebeasının haklarını diğer bir devletin toprakları üzerinde düzenleyen andlaşma mânâsında da kullanılmaktadır. Fakat asıl olarak kapitülasyonların mânâsını, yapılan andlaşmaların maddelerinde aramak gerekmektedir. Nitekim Osmanlıların çeşitli dönemlerde Avrupalılarla imzalamış oldukları kapitülasyonların kimisi imtiyaz, kimisi karşılıklı eşit şartlarda yapılan andlaşmalar, kimisi ise teslim olma mânâlarını ifâde ediyordu. Çok eski zamanlardan beri mevcûd olan kapitülasyonlar, bir hıristiyan devlet tarafından müslümanlar lehine veya iki İslâm devletinin karşılıklı tebeaları için veya bir hıristiyan devleti tarafından hıristiyan topluluğa karşı uygulanmıştır. Nitekim Osmanlı Devleti’nin kurulduğu sırada da çevresindeki ülkelerde kapitülasyon kurumu geniş ölçüde işlemekteydi. Bizans, Selçuklular ve Akdeniz kıyısındaki İslâm ülkeleri, yabancılara çeşitli imtiyazlar tanımışlardı. Anadolu Selçuklu sultanları 1207’den başlıyarak Kıbrıs krallığına ve Venedik Cumhuriyetine ticarî bâzı imtiyazlar vermişlerdi. Osmanlı Devleti târihinde ise, ilk olarak kapitülasyon sultan birinci Murâd Han zamanında 1365 yılında Dalmaçya kıyılarında fakir bir ülke olan Ragusa Cumhûriyetine beş yüz duka harac karşılığında verilen ticarî imtiyaz idi. Hıristiyanların dînî ve ticarî durumlarını Osmanlı Devleti’nin siyâsî menfaatlerini göz önünde tutan, onların severek müslüman olmalarını isteyen diğer Osmanlı pâdişâhları da daimî veya muvakkat kaydıyla bâzı imtiyazlar verdiler. 1397’de Yıldırmı Bâyezîd Han ile Bizans imparatoru yedinci İoannes Palaiologos arasında kapitülasyon andlaşması imzalandı. Osmanlı Devleti ülkesine gönderilen Bizans elçi ve konsoloslarına bâzı imtiyazlar verildi. Bu imtiyazlar karşılığında Bizans İmparatorluğu’ndan İstanbul’da bir Türk mahallesi kurma ve bu mahallede oturan Türklerin dâvalarına bakmak üzere kâdı ile din işlerine bakacak müftî tâyin etme hakkı alındı. Yıldırım Bâyezîd’in oğulları Süleymân Çelebi, Mûsâ Çelebi ve birinci Mehmed (Çelebi) devirlerinde de yabancılara bâzı imtiyazlar tanındı. 1410’da birinci Mehmed (Çelebi) ile Bizans imparatoru Mariuel Palaiologos ve 1413’de Venedik Cumhuriyeti arasında kapitülasyon andlaşması imzalandı. Fâtih Sultan Mehmed ise, İstanbul’u fethettiğinde Bizans’ın Venedik ve Ceneviz’e tanıdığı imtiyazları küçük bâzı değişikliklerle kabul etti. 1479’da yine Fâtih tarafından Venedik’e Kefe ve Trabzon’da ticâret yapma hakkı tanındı. Fâtih Sultan Mehmed tarafından Venedik’e verilen bu imtiyazları Yavuz Sultan Selîm 1513’de ve Kânûnî Sultan Süleymân 1521’de yapılan Osmanlı-Venedik ticâret andlaşmalarıyla genişleterek kabul ettiler. Osmanlı sultanları verdikleri bu imtiyazlarla fethettikleri ülkelerde ticarî faaliyetlerin canlı kalmasına ve ellerine geçirdikleri önemli transit yolların faaliyetlerine devam etmesine sebeb oluyordu. Ayrıca, bu asırda Amerika’nın ve Ümid Burnu’nun keşfedilmesi sebebiyle ipek yolu ticâreti Osmanlı topraklarından uzaklaşmış, ticâret batıya kaymış idi. Verilen bu imtiyazlarla ticâret tekrar Osmanlı topraklarına çekilmek istenmiş, böylece Osmanlı himâyesi altına giren gayr-i müslim ahâli maddî bakımdan en ufak bir kayba uğramamıştı. Osmanlı Devleti’nın her bakımdan en parlak devrine eriştiği, fetihlerin genişlediği, kültür ve san’atın en parlak seviyesine ulaştığı, Kânûnî Sultan Süleymân Han zamanında, Fransa kralı birinci Fransuva’yla Uhûd-i atîka adı verilen yeni bir imtiyaz andlaşması imzalandı. 18 Şubat 1536’da imzalanan bu andlaşma, Kânûnî Sultan Süleymân’ın Osmanlı Devleti’nin iktisadî, siyâsî, askerî ve sosyal bakımdan en güçlü olduğu on altıncı yüz yılda; fakir, zayıf, muhtaç ve kralını dahi esaretten kurtardığı Fransa’ya imtiyaz vermesi kendi açısından ileriye dönük ticarî ve siyâsî bir yatırımdı. Kânûnî Sultan Süleymân Han devrinde Osmanlı Devleti’nin cihân devleti hâline gelmesi ve Avrupa’ya hâkim olması karşısında diğer Avrupa devletleri tedirgin oldular. Osmanlı Devleti’nin kuvvetlenmesini istemeyen Almanya imparatoru ve İspanya kralı Şarlken, buna manî olmak için çâreler aradı. Avrupa’nın büyük bir kısmını idaresi altında bulunduran Şarlken, İngiltere ve Fransa krallıkları karşısında tehdîd unsuru durumundaydı. Çünkü Kristof Kolomb’un 1492’de İspanya adına Amerika’yı keşf etmesi, İspanya’yı en güçlü mevkiye çıkarmıştı. Amerikan gümüşü kendi tekelinde bulunan İspanya, Amerika kıt’asının tabiî kaynaklarından istifâde ederek güçlendi. Bu durumdan İngiltere ve bilhassa Fransa tedirgin oldular. Avrupa devletleri arasındaki bu durumdan istifâde etmeyi düşünen Kânûnî Sultan Süleymân, Avrupa’da büyüyen bu devi yıpratarak parçalayıp ortadan kaldırmayı plânladı. Bu sırada Avrupa’da reform adı verilen hareketler başlamış, Luther, papaya baş kaldırmıştı. Almanya-İspanya imparatoru Şarlken ise Luther’e karşı papayı destekliyordu. Bu suretle ortaya çıkan mezhep kavgaları Avrupa’yı kana boyamaya başladı. Katolikler ve protestanlar arasındaki kanlı katliâmlar gittikçe arttı. Bu sırada Fransa karalı birinci Fransuva, Şarlken’e yenilerek esir düştü. İspanya’da hapisde bulunduğu sırada 6 Aralık 1525’de annesi Louise de Savoie, Kont Len Frangigani’yi Kânûnî Sultan Süleymân’a elçi olarak gönderdi. Oğlunun kurtarılmasını ve Fransa’nın Alman-İspanyol istilâsına mâruz kalmasının önlenmesini istedi. Zîrâ Avrupa’da Şarlken’e karşı durabilecek sâdece Fransa kalmıştı. Fransa seddi de yıkılınca, Şarlken hıristiyan Avrupa’ya hâkim olacaktı. Bu ise Osmanlı Devleti için büyük bir tehdîd unsuru idi. Ayrıca Almanya-İspanya imparatoru Şarlken, İran şahı Tahmasb’a elçi göndererek, Osmanlı Devleti’ne karşı ittifak kurmak istediğini bildirmişti. Almanya-İspanya İmparatoruyla, İran Şâh’ının Osmanlı Devleti aleyhinde birlik kurmak istediklerini tesbit eden Kânûnî Sultan Süleymân Han, Fransa’nın zayıf durumundan istifâde ederek Şarlken’in Avrupa’ya hâkim olma isteğine mâni olmak için, siyâsî bakımdan desteklediği gibi Fransa ile 1535’de ticarî bir muahede imzaladı. Osmanlı Devleti ile Fransa arasındaki ilk ahidnâme bu idi. Ahidnâmeye göre Fransız tüccarlarının yüzde beş gümrük ile her iki devlete âit gemilerle serbestçe dolaşmaları ve bütün hukukî muamelelerde Fransız konsoloslarının kaza hakları kabul ediliyordu. Bundan başka Fransız tebea hakkındaki dâvalarda hüküm verecek kâdıların yanında bir Fransız tercümanı hazır bulunacaktı. Müslüman tebeadan birisine olan borcunu ödemeden kaçan Fransız’ın yerine başka bir Fransız ve konsolos yakalanmıyarak, Fransa kralı aleyhine dâva açılacaktı. Fransa bu ahidnâme ile Osmanlı ülkesinde sağladığı önemli imtiyazlar neticesinde, İspanya ve Venedik gibi ticarî kazançlar elde etmeye başladı. Çok geçmeden de Avrupa imparatorluğu kurma hülyasında olan Şarlken’e karşı koyabilecek bir güce erişti. Osmanlı Devleti kapitülasyon andlaşmasıyla Fransa’ya maddî yardımda bulunduğu gibi, zaman zaman askeri yardımda da bulundu. Osmanlı donanması bir kaç kere Fransa’nın yardımına gönderildi. Fransa ise verilen bu imtiyazlara karşı, Osmanlı Devleti’ne vergi ödedi. Ticarî imtiyazlar bahş edilmesinden minnetdâr olan Fransa, İstanbul’a gönderdiği elçiyle her yıl muayyen bir vergi ve pâdişâha belirli mikdârda hediye vermeyi kabul ettiğini bildirdi. Kânûnî’nin tâkib ettiği bu siyâset ile Osmanlı Devleti’nin hâkimiyeti ve nüfuzu arttı. Avrupa’da Osmanlı idaresi için müsbet yönde büyük propaganda yapılmasına, Osmanlı Devleti’nin büyüklüğünün tanınmasına, dolayısıyla İslâmiyet’in yayılmasına sebeb oldu. Hattâ Avrupa’da reform hareketlerinin önderi olarak kabul edilen Luther; “Yâ Rabbim! Büyük Türkleri bir an önce başımıza getir de, senin ilâhî adaletinden onlar sayesinde nasîbimizi alalım” demesine sebeb oldu. Bu andlaşma ayrıca Kânûnî’nin Rodos adasını fethi sırasında Venediklilerin tarafsız kalmasını, Rodos’u ellerinde bulunduran Saint-Jean şövalyelerine yardım etmemesini de sağladı. Kânûnî Sultan Süleymân’ın vefâtından sonra, 1569’da sultan İkinci Selîm Han, dokuzuncu Charles ile 18 maddelik; 1581’de sultan üçüncü Murâd Han, üçüncü Henri ile 19 maddelik; 1579’da sultan üçüncü Mehmed Han, dördüncü Henri ile 32 maddelik; 1604’de sultan birinci Ahmed Han, yine dördüncü Henri ile 53 maddelik; 1743’de Edirne’de sultan dördüncü Mehmed Han, on dördüncü Louis ile 55 maddelik; 1770’de sultan birinci Mahmûd Han, on beşinci Louis ile 84 maddelik kapitülasyon andlaşmaları imzaladılar. Bunlardan başka 1578’de Toskana krallığına, 1565’de Ceneviz Cumhuriyetine, 1580, 1593, 1603; 1606, 1622, 1624, 1641, 1662, 1675 yllarında İngiltere’ye; 1598, 1612, 1634, 1668, 1712 yıllarında Hollanda krallığına, 1617’de Avusturya’ya, 1678’de Polonya’ya, 1700’de Rusya’ya ve 1737’de İsveç krallığına çeşitli kapitülasyon imtiyazları verildi. Bu kapitülasyonlar yabancılara, Osmanlı Devleti’nde yerleşmek, dolaşmak ve ticâret yapmak haklarını tanıyordu. Ancak ticâret hususunda tam bir serbestliğe sahip bulunmuyorlardı. Kapitülasyonların her yenilenmesinde, Osmanlılardan satın alarak yabancı memleketlere götürecekleri ticâret eşyası da sayılarak belli ediliyordu. Hattâ 1740’da Fransa ile yenilenen kapitülasyonlar, sabit bir hâle getirildiği hâlde, Fransızların Osmanlı Devleti’nden satın alacakları ticâret maddeleri 56 olarak tesbit edilmişti. Bu maddelerin dışında ticâret maddeleri götürmeleri yasaktı. Yasak olan maddeler içerisinde hububat ve kuru meyveler de vardı. Bundan başka kapitülasyonlara göre yabancıların Osmanlı Devleti’ne getirdikleri, ticâret eşyası üzerinden başlangıçta % 5, daha sonra % 3 bir gümrük resmi de alınmaktaydı. On sekizinci yüzyılın ilk yarısına kadar verilen kapitülasyon imtiyazlarının bir bölümü devletler genel hukuku kurallarına göre, andlaşma niteliği taşımakta idi. Ancak büyük bölümü (% 90’ı) pâdişâh fermanları ile tek taraflı verilmiş imtiyazlardı. Bu tip kapitülasyonlar; pâdişâh hayatta olduğu müddetçe yürürlükte kalır, istenildiği an kaldırılabilirdi. Bu yüzden her pâdişâh değiştiğinde imtiyazların da yenilenmesi gerekiyordu. Ancak bu yenileme işlemlerinin uzun zaman alması ve Avrupa devletlerinin her defa yeni imtiyazlar istemeleri üzerine, 1740’ta sultan birinci Mahmûd ile Fransa kralı on beşinci Louis arasındaki kapitülasyon andlaşması daimî statü ile yapıldı. Böylece bu yeni andlaşma Fransa’ya tanınan ticarî ve hukukî imtiyazları genişlettiği gibi, kapitülasyon kavramına da yeni bir nitelik kazandırdı ve bir lütuf olmaktan çıkarak, karşılıklı bağlayıcılığı olan bir ticâret muahedesi şeklini aldı. 1838’de İngiltere ile başlayan ve diğer Avrupa devletleri ile devam eden bir dizi ticarî andlaşma ise, Osmanlı Devleti’nin iktisadî bakımdan batının hâkimiyeti altına girmesine sebeb olmuştur. Bilhassa İngilizlerin yetiştirmesi olan Mustafa Reşîd Paşa ve arkadaşlarının gayretleriyle imzalanan bu anlaşma ile yabancı ülkelere Osmanlı Devleti’ni sömürmek için kapitülasyonlara ek ticâret imtiyazları verilmiş oldu. Böylece kapitülasyonlar artık Osmanlı Devleti’nin Avrupa ekonomisine teslim olmasını ifâde ediyordu. Nitekim 1838 ticâret muahedeleri ile Osmanlı Devleti bâzı ticâret eşyası üzerinde mevcut yed-i vâhid (tekel) usûlünü kaldırmayı taahhüd ederek yabancılara iç ve dış ticâret hususunda tam bir serbestlik tanıyordu. Bununla beraber Osmanlı ülkesinden çıkacak bir mal üzerinden % 9 iskele ve % 3 çıkış resmi olmak üzere % 12 nisbetinde resim alınmakta idi. Reşîd Paşa’nın yetiştirmesi olan Âlî ve Fuâd paşalar da 1861’de imzaladıkları yeni ticâret andlaşmalarında, 1838 ticâret muahedelerinin iç ve dış ticâret serbestliği prensibini kabul etmenin yanında, ihrâc edilen mallardan alınmakta olan % 12 iskele ve gümrük resmini başlangıçta % 8’e ve sekiz yıl sonra da % 1’e indirdiler. Böylece 1838’de Reşîd Paşa ile başlayan ve 1861’de Âlî ve Fuâd paşalarla devam eden ihanet şebekesi, Osmanlı’yı Avrupa’nın mahkumu yapıyordu. Artık yabancı tüccarlar Osmanlı memleketlerine yayılıp Osmanlı tüccarları gibi iç ticârette iş yapıyorlar, ham maddeyi kolaylıkla Avrupa’ya ihraç ediyorlar, mâmûl getirip satıyorlardı. Kendi memleketlerinde bundan daha kârlı ve imtiyazlı ticâret yapmalarına imkân yoktu. Avrupalı tüccarlara verilen bu imtiyazlara karşılık, Osmanlı tüccarlarının ve esnafının korunması için en ufak bir tedbir alınmamıştı. Âlî ve Fuâd paşaların ıslâhat lâyihalarında ticârete dâir ciddî tek bir fikir yoktu (Bkz. Baltalimanı andlaşmaları). Netîcede Osmanlı Devleti dış pazarlara açılarak ham madde ihracına başlayınca, yerli sanayi ham madde bulmakta sıkıntıya düştü. Başka bir ifâdeyle Osmanlı sanayiinin çöküşü hızlandı. Böylece Osmanlı ekonomisi zamanla dinçliğini kaybederek gelişmelerin gerisinde kaldı. Nihayet Avrupa’nın gittikçe gelişen ve genişleyen ticarî, iktisadî ve teknolojik rekabeti karşısında tutunamayarak on dokuzuncu yüz yılın ikinci yarısından itibaren hızlı bir çökme dönemine girdi. Avrupa devletlerinin desteğine duyulan ihtiyâç, Osmanlı hükümetlerini onların karşısında mes’elelerini eşit şartlarda müzâkere etme gücünden mahrum bıraktı. Yapılan bu ticarî andlaşmalar, başta İngiltere olmak üzere, diğer Avrupa ülkelerinin mallarına karşı ilgiyi arttırarak yerli mallara olan talebi azalttı. Böylece Osmanlı sanâyî ve ticâretinin gerilemesine yol açtı. Böylece 1838 andlaşmalarının Osmanlı ekonomisini felce uğratması ve devletin Rusya ile giriştiği harpleri kaybetmesi üzerine 1854’de İngiliz ve Fransızlarla ilk borç andlaşmaları imzalandı. Alınan borçların faizlerinin ödenememesi ve yeni borçların alımı ile 1870’de borç mikdârı 792 milyon Frankı buldu. Bunu fırsat bilen Avrupa devletleri, Osmanlı Devleti üzerine siyâsî ve askerî baskılar kurmaya başladılar. Bu sırada Abdülazîz Han’ın şehâdetinden sonra, tahta geçen sultan beşinci Murâd’ın kısa süren saltanatından sonra sultan İkinci Abdülhamîd Han pâdişâh oldu. Birinci Meşrûtiyet’i îlân ederek Kânûn-i esâsî’yi kabul etti. Bu sırada tanzîmâtçıların uyguladığı yanlış ekonomik politikalar ve yabancılara verilen imtiyazlar sebebiyle devletin mâlî durumu iyice kötüye gitti. Avrupa basını Osmanlı Devleti’nin mâlî iflâs hâlinde bulunduğunu yazıyordu. Bu sırada Bosna-Hersek isyânı ile Midhat Paşa ve adamlarının tahrik ve teşvikleriyle Osmanlı-Rus harbi patlak verdi. Devletin içinde bulunduğu mâlî kriz daha da büyüdü. Yabancı devletlerin baskılarını önlemek ve Osmanlı Devleti’nin kaybolan itibârını iade etmek isteyen sultan İkinci Abdülhamîd Han bir çok mâlî tedbirler aldı. 1881 yılı Eylül ayında yabancı ülkelerin mâlî temsilcilerini İstanbul’a davet etti. Yapılan görüşmeler esnasında devletin o târihe kadar birikmiş ve ödenmemiş faiz borçlarının kısa yoldan ödeneceği îlân edildi. Osmanlı Devleti’nin hüsn-i niyetini gören alacaklılar, çoğu yalnız faizlerden ibaret olan borç yekûnunun yarıdan fazlasını indirdiler. Devlet gelirlerinin bir kısmının doğrudan doğruya alacaklılar tarafından toplanması kararlaştırıldı. Bu borçları tahsil etmek için de Düyûn-ı umûmiye idaresi kuruldu. Alacaklı ülkelerin ve temsilcilerinden ve Osmanlı me’murlarından meydana gelen bu idare, tütün, tuz ve ipek vergi gelirleriyle damga pulu ve balık gelirlerini toplama yetkisini eline aldı (Bkz. Düyûn-ı Umûmiye). Yapılan bu düzenlemeyle devlet, borçlarının büyük bir kısmından kurtuldu ve yabancı devletlerin iç işlerimize müdâhalesi önlenmiş oldu. Sultan İkinci Abdülhamîd Han’ın şahsî kabiliyeti ve akıllı siyâseti sayesinde devlet mâlî itibârını elde etti ve siyâsî istiklâline kavuştu. Alınan bâzı tasarruf tedbirleriyle de borçların önemli bir kısmı ödendi. Ayrıca sultan Abdülhamîd Han ekonomik imtiyazları da devleti idare siyâsetinde maharetle kullandı. Yabancı devlet şirketlerine ihaleler yoluyla çeşitli bölgelerde yeni yatırımlar yaptırdı. Bu sırada İngiliz ve Fransız şirketleriyle birlikte Alman firmalarına da imtiyazlar verildi. Bu şekilde yabancı devlet ve firmalar arasında mücâdele başladı. Demiryolu yapımındaki mücâdeleyi Almanya kazandı. Almanya’dan alınan mâli destek ile 1888’de Haydarpaşa-İzmit demir yolu Ankara’ya kadar uzatıldı. 1902’de Ankara, Bağdâd demiryolunun yapımı da Almanlara verildi. Alınan yeni tedbirlerle eğitim, bayındırlık ve tarım alanında müsbet gelişmeler oldu. Bütün memlekette ticâret, zirâat ve sanayi odaları açıldı. Böylece sultan Abdülhamîd mevcûd kapitülasyonları devlet lehine kullandı. Yabancılara tanınan imtiyazların yer aldığı kapitülasyonlar, Birinci Dünyâ harbine kadar sürdü. Sultan beşinci Mehmed Reşâd Han, 9 Eylül 1914’de kapitülasyonların 1 Ekim târihinden itibaren yürürlükten kaldırılacağını, bütün yabancı devlet temsilcilerine bildirdi. İmtiyazlardan faydalanan Fransa, İngiltere ve çarlık Rusya’sı milletlerarası özellikte bir andlaşmanın tek taraflı olarak yürürlükten kaldırılamayacağı görüşünü ileri sürerek sultan Beşinci Mehmed Reşâd’ın karârını protesto ettiler. Ancak bu arada Osmanlı Devleti savaşa girdi. Birinci Dünyâ Savaşından sonra 30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros mütârekesi ile kapitülasyonlar bütün ağırlığı ve şartları ile kendiliğinden geri geldi. 20 Ağustos 1920’de imzalanan Sevr andlaşması ile yabancılara tanınan haklar arttırıldı. Ancak istiklâl savaşından sonra 24 Temmuz 1923 Lozan andlaşması ile kapitülasyonlar kesin olarak kaldırıldı. OSMANLI SANAYÎ M. A. Ubicini “Türkiye 1852” adlı eserinde, 1838 ticarî andlaşması sebebiyle Osmanlı sanayiinin 1840’lı yıllarda düştüğü durumu şöyle îzâh ediyor: “Osmanlı İmparatorluğunda, sanayi eski hâlinden çok daha düşüktür. Bugün Türkiye ihracâtının büyük kısmı Avrupa’ya sattığı ve işlenmiş olarak geri aldığı ham maddelerden ibarettir. Bir zamanlar sâdece kendi tüketimini karşılamakla kalmayıp, doğu memleketlerinin bütün pazarlarına ve bir çok Avrupa ülkelerine de mal te’min etmekte olan, oldukça çok çeşitli mal üreten fabrikalar ya kapanmışlar, veya tam bir durgunluk dönemine girmişlerdir... Anadolu’daki kadife, keten ve ipekli dokumalarıyla ünlü Diyarbakır ve Bursa şimdi bundan otuz veya kırk sene önce îmâl ettiklerinin onda birini bile üretmemektedirler... Aynı çöküntü Suriye ve Irak’ın sanayi merkezlerinde de kendisini göstermiştir. Bu merkezlerden bilhassa Bağdâd, boyalı dokumaları, sepicilik ve tabakçılık, seramik ve kuyumculuk gibi sektörlerde ün kazanmış parlak bir sanayi merkeziydi. Şark ticâretinin büyük bir kısmını beslemiş olan bütün bu sanayi kollarının hepsinin üretimi bugün üç dört milyonluk değere zor ulaşmaktadır. Halep, Bağdâd’dan da parlaktı. Nanken adı verilen altın işlemeli dokumaları; pamuklu, yünlü ve ipekli kumaşlar îmâl eden 40.000 dokuma tezgâhı mevcuttu. Senelik imalâtı yüz milyonu bulmaktaydı. Bugün ise bu üretim yedi-sekiz milyonu aşmamaktadır.” 1) Rehber Ansiklopedisi; cild-9, sh. 226 2) Osmanlı Târihi Deyimleri; cild-2, sh. 177 3) Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye; cild-2, sh. 229 4) Büyük Türkiye Târihi; cild-11, sh. 432 5) Osmanlı Târihi (Uzunçarşılı); cild-2, sh. 506 6) Osmanlı Târihi (E. Ziya Karal); cild-7, sh. 258, cild-8, sh. 434 7) Tanzîmât Dönemi Osmanlı Sanayi; sh. 4 8) Osmanlı-İngiliz İktisadî Münâsebetleri; cild-1, sh. 6. v.d. 9) İmtiyâzât (H. İnalcık, Encyclopedia of Islam New Edition); cild-3, sh. 1179 KAPTÂN-I DERY Osmanlı Devleti bahriye (deniz kuvvetleri) teşkilâtının en büyük âmiri ve donanmanın baş kumandanına verilen ünvân. Buna Deryâ beyi veya Kaptan paşa da denirdi. Kaptân-ı deryâ vezirlik rütbesini hâiz olup, teşrîfâtta (protokolde) vüzerâ-yı izam (büyük vezirler) arasında yer alırdı. Arz günlerinde Dîvân-ı hümâyûna gelir, derecesine göre vezirlerin yanında kubbe altında otururdu. Kaptân-ı deryanın elinde hâkimiyet alâmeti olarak sedefkârî âsâsı olup, tersanede onunla gezerdi. Bahriye ile ilgili Dîvân-ı hümâyûna gelen dâvalar kendisine havale olunur, dîvânda muayyen bir yerde oturup dâvalara bakar ve karar verirdi. Tersaneye geldiği zaman orada da dâva dinler ve dâva işi nereye âid ise oranın kâdısına buyruldu gönderir, lüzum hâsıl olursa dâvayı kâdıya da havale ederdi. Bahriye teşkilâtında büyük-küçük bütün tâyinlerden kaptân-ı derya mes’ûldü. Bâzı mühim işleri sadrâzama arz ederdi. Bahriye ile ilgili işler için, hüküm yazmaya ve tuğra çekmeye vazifeli idi. Yâni pâdişâh nâmına ferman yazar, tuğra çekerdi. Derya kalemine âid tımar ve zeametlerin dağıtılması ve bahriye ile ilgili tâyinler kaptân-ı deryaya âiddi. Zeamet ve tımar kayıtlarının tashihi ile defterhânedeki esas kayıtlarda bir yanlışlığa meydan verilmemesi hususunda sadâret makamına telhis gönderirdi. Pâdişâhın teftiş veya denize gemi inmesi münâsebetiyle, tersaneye gelişinde, sadrâzamın takdim ettiği ata binerek dolaşması sırasında, sadrâzam ve kaptân-ı deryanın sedefli âsâ ile önünde yürümeleri kânun îcâbındandı. Sadrâzamın da zaman zaman tersaneyi gezmek ve bahriye işlerini gözden geçirmek için gelişinde kaptân-ı derya iskele üzerinde karşılayıp, kendisinin taşıdığı sedef asasını sadrâzama verir, önüne düşüp, tersaneyi gezdirir ve işler hakkında lüzumlu açıklamalarda bulunurdu. Önce sadrâzama sonra pâdişâha karşı sorumlu olan kaptân-ı deryanın sırasıyla; kapudâne (oramiral), patrona (koramiral), riyale (tümamiral) olmak üzere üç yardımcısı vardı. Kapudâne, kaptân-ı deryaya her türlü işinde vekâlet ederdi. Osmanlı deniz kuvvetlerinin başı olan kaptân-ı deryanın sorumluluk sahası, Akdeniz ve ona bağlı denizler, Ege denizi, Marmara denizi, Karadeniz, Azak denizi ve Atlas okyanusu idi. Kaptân-ı derya bütün bu denizleri, buralara üslenmiş amiralleri vasıtasıyla idare ederdi. Kaptân-ı derya İstanbul’da bulunduğu zaman Cuma namazından sonra paşa kapısına gelip, Arz odasında sadrâzamla, sadrâzam seferde ise, sadâret kaymakamıyla görüşür, arzuya göre, iki haftada bir, sadâret kethüdasının odasına da uğrardı. Kaptân-ı deryanın sefere giderken ve dönüşde, Yalı köşkünde pâdişâhın huzuruna kabulünde, Yalı köşkünün döşeme bahası olarak pâdişâh hazînesine yirmi bin kuruş para vermesi usûldendi. Kaptân-ı derya donanmayla sefere çıktığı vakit hukuk ve cezaya âid dâvaları dinler, îcâb edince hükm-i siyâseti (îdâm karârını) infaz ederdi. Donanmada bir de kâdı bulunur ve şer’î hükümleri o verirdi. Kaptân-ı deryanın maiyyetinde derya veya donanma tercümanı adıyla bir tercüman bulunurdu. Bu tercümanlar adalarla ilgili işleri yürütürlerdi. Kaptân-ı deryaların kayıkları yedi çifte ve kadırga burunlu olmasına rağmen, öteki vezirlere âid kayıklar kanca burunlu idi. Veziriazam kayığının kıçı ise, yeşil çuha ile örtülürdü. Kaptân-ı deryalığa tâyin edilen zât, Bâb-ı âli’ye davet olunup kendisine sadrâzam huzurunda kaptân-ı deryalığa tâyinine dâir ferman okunup, bunun arkasından kürk giydirilir ve sonra tersaneye gidip orada da merasim yapılırdı. Kaptân-ı deryaların tâyinlerinde, rütbelerine göre, top atılması ve paşa gemisi tâbir olunan gemiye bayrak çekilmesi, paşanın bindiği filikaya başlı-kıçlı bayrak asılması da usûldendi. Kaptân-ı deryaların bindiği gösterişli kadırgaya Kaptan paşa Baştardası adı verilirdi. Kaptan paşa Baştardasına târih içinde değişen renk ve biçimdeki Kaptan paşa Bayrağı denilen bayrak çekilirdi. Kaptân-ı deryaların tersanedeki İkâmetgâhlarına (Divanhâne) denilirdi. Pâdişâhlar herhangi bir suretle tersaneye geldikleri zaman bâzan burada otururlardı. İlk zamanlar Gelibolu’da bulunan daha sonra Cezâyir’e nakledilen kaptân-ı deryalık merkezi eyâletine; kaptân-ı derya eyâleti, kaptan paşa eyâleti veya Cezâyir eyâleti denirdi. Osmanlı Devleti’nin hudutlarının genişlemesi nisbetinde genişletilen Kaptan paşa eyâleti; hâslı ve sâlyâneli (yıllıklı) olarak iki kısma ayrılmıştı. Bunlardan Gelibolu, Ağrıboz, İnebahtı, Midilli, Sığacık, Kocaeli, Karlıeli, Rodos, Biga ve Mezistre sancakları haslı; Sakız, Nakşe (Naksos), Mehdiye sancakları ise sâlyâneli yâni yıllıklı sancaklardı. Kaptan paşa eyâletine bağlı sancakbeylerine (Derya Beyleri) denilirdi. Selçuklularda deniz kuvvetleri ile ilgili komutana Emîr-ül-bahr, Melik-üs-sevâhîl, Emîr-üs-sevâhil gibi adlar verilirdi. Kaptân-ı deryalık ünvânı Osmanlı Devleti’nin ilk devirlerinde derya beyi diye anıldı. İlk derya beyi olarak, Orhan Gâzi’nin cülûsunda (1324) bu görevde bulunan Kara Mürsel Bey’i göstermek mümkündür. Yıldırım Bâyezîd devrinde Sarıca Paşa, Çelebi Sultan Mehmed devrinde 1416’da vefât eden Çavlı Bey derya beyi idi. 1451’de Baltaoğlu Süleymân Bey, Fâtih Sultan Mehmed Han tarafından kaptân-ı derya adıyla Osmanlı bahriyesinin başına getirildi. Bu târihten itibaren kaptân-ı derya ünvânı kullanılmaya başlandı. 1463’e kadar kaptân-ı deryaların rütbesi sancak beyi yâni tümamiral idi. Bu târihden başlayarak derya beylerbeyi (oramiral) rütbesi ile kaptân-ı derya oldular. Bununla beraber eskisi gibi, sancak beyi rütbesiyle kaptân-ı derya olanlar da oldu. Sultan İkinci Bâyezîd zamanında gerek Venedik, gerek Mısır muhârebeleri neticesinde deryâbeyliğinin vazîfe ve salâhiyetleri genişletilmeye başlandı. Nihayet Yavuz Sultan Selim zamanında, o târihe kadar Gelibolu’da üslenen Osmanlı Bahriyesinin merkezi, 15 Mayıs 1516’da temelleri Fâtih Sultan Mehmed Han devrinde atılan İstanbul tersanesine nakledildi. Bu suretle kaptân-ı deryalık devlet merkezinde nüfuz ve te’sirini her gün biraz daha arttıran bir teşkîlât hâlini almaya başladı. Barbaros Hayreddîn Paşa’nın 1533 senesinde Kânûnî Sultan Süleymân Han’a tâbi olduğunu bildirmesi üzerine, Gelibolu sancak beyliği rütbesindeki kaptân-ı deryanın, rütbesinin yükseltilmesi zaruret hâlini aldı. Lütfi Paşa’nın sadâreti esnasında teşrifat (protokol) sırasında Budin eyâletinden sonra gelmek üzere Cezâyir eyâleti (Kaptan paşa eyâleti) kurularak, Anadolu beylerbeyliğinden Kocaeli, Suğla, Biga ve Rumeli beylerbeyliğinden Ağrıboz, İnebahtı, Mezistre, Karlıeli, Midilli sancakları alınarak yeni teşkil edilen eyâlete verildi. Kaptân-ı derya ünvânı, devletin deniz kuvvetlerinin amirali mukabilinde kabul edildi. O târihe kadar aynı mânâda kullanılan derya beyi ünvânı ise filo kumandanlığı derecesine indirildi. İlk zamanlarda beylerbeyi rütbesinde ve teşrîfât derecesi Budin eyâletinden sonra gelen kaptân-ı derya, deniz zaferlerinin neticesi olarak Anadolu beylerbeyliğinden sonra gelmeye başladı. Zamanla bu da kâfi gelmeyerek vezirlik rütbesi verildi. Deniz kuvvetleri mensuplarının yükselebileceği en yüksek derece olan kaptân-ı derya, dîvân-ı hümâyûna girme hakkını elde ettikten sonra, dîvânın bir rüknü olarak ve taşıdığı rütbeye göre bir yerde oturarak, dîvân müzâkerelerine iştirak etti. Selâhiyeti dahilindeki şikâyetleri dinleyerek hükme bağladı. Kaptân-ı derya İstanbul’da bulunduğu zaman kendisine Akdeniz’de Rodos beyi vekâlet ederdi. Bu mevkî, filo kumandanları arasında kaptân-ı deryadan sonra en yüksek makam olup, bu mevkiden kaptân-ı deryalığa yükselenler olurdu. Daha sonra derya ocaklarının önemlerini kaybetmeleri ve İstanbul tersânesindeki kalyonlar kapudânının nüfuzunun artması üzerine, bu mevkî on yedinci asrın sonundan itibaren kapudâne-i hümâyûn rütbesinde olan, ümerâya verildi. Kaptân-ı deryanın İstanbul’daki yardımcısı tersane kethüdası idi. Kethüdâlık uzun zaman ehemmiyetini muhafaza etti ve bu mevkiden kaptân-ı deryalığa yükselen şahıslar oldu. Bu ünvân ilk defa sultan üçüncü Selim Han zamanında Umûr-ı bahriye ismini aldı. Sultan dördüncü Mustafa Han devrinde kethüdâlık yeniden ihdas edildi. Halîl Rifat Paşa’nın kaptân-ı deryalığı zamanında da tersane müdürlüğü şekline getirildi. Firârî Ahmed Fevzi Paşa’nın kaptân-ı deryalığı esnasında bahriye müsteşarlığına çevrildi. Osmanlı Devleti’nin idâri ve askerî teşkilâtlarında olduğu gibi, kaptân-ı deryalık teşkilâtında da zaman zaman, ıslâhat yapıldı. Bu ıslâhat daha ziyâde teşkilâta âid olup, Kaptân-ı derya mevkii eski kânun ve an’aneleriyle devam etti. Sultan dördüncü Murâd Han zamanında, Kara Mustafa Paşa’nın sadâreti sırasında başlayan ıslâhat hareketleri sonunda, bahriye teşkilâtı Tanzîmât’la köklü değişikliğe uğradı. 1863’de kaptân-ı deryalık ünvânı yerine, Umûr-ı bahriye nâzırlığı ünvânı getirildi. 11 Mart 1867 târihinde ise, kaptân-ı derya deniz kuvvetlerinin en yüksek amiralinin rütbesi olarak kabul edildi. Bahriye teşkilâtının idâri ve ve mülkî işleri ise, ayrı bir ünvân olan Bahriye nâzırının uhdesine verildi. Bu târihten itibaren bahriye nâzırları, eski kaptân-ı deryaların vazifesini yaptılar. DONANMA SEFERE ÇIKARKEN Andrea Doria’nın kırk kadar kadırga ile Mısır’dan Hind mallarını getiren Salih Reis’i yakalamak üzere, Girid sularında beklediği şayiası duyuldu. Kaptân-ı derya Barbaros Hayreddîn Paşa, kader arkadaşı Salih Reis’in, Doria’nın pususuna düşmesine razı olmıyacağı muhakkaktı. Nitekim ertesi günü aynı şayiayı tersanede duyan Barbaros Hayreddîn Paşa, vezîriâzama koşarak şayianın doğru olup olmadığını sordu. Diğer vezirler de orada idi. Ayas Paşa fevkalâde müteessir bir tavırla; “Hakikat böyle kardeş, içimiz kan ağlar” dedi. Diğer vezirler de aynı tarzda konuştular. Bunun üzerine Barbaros Hayreddîn Paşa, onlardan son bir te’minât istedi. “Salih Reis benim kader arkadaşımdır. Onu göz göre göre küffârın eline bırakamam, feda edemem. Akdeniz’e yelken açmak artık zaruret hâlini aldı. Ancak paşa kardeşlerim, siz de biraz ikdam (gayret) göstermelisiniz” dedi. Başta vezîriâzam olmak üzere hep birden; “Asûde-hâtır ol paşa kardeş, gözün arkada kalmasın. Bir mâha kalmaz, diğer sefineler de ikmâl edilir” diye cevap verdiler. Ancak bir ay bekleyemeyecek olan Hayreddîn Paşa, vezîriâzamın sarayından sonra saray-ı hümâyûna giderek huzura çıktı ve vaziyeti Pâdişâh’a da arzederek denize açılmak üzere müsâade istedi Kânûni Sultan Süleymân, kaptan paşanın bu fedakârlığına bir kere daha hayran olmuştu. Ancak onu körükörüne ateşe atmaktan çekiniyordu. “Ya Doria ziyâde sefine ile çıkarsa?” “Merak buyurmayınız Sultân’ım, duânız bereketiyle donanma-yı hümâyûnumuzun nâmını küçük düşürmem.” “Allah seni muzaffer etsin, iki cihânda aziz ol!” Barbaros’un bu hayır duâ karşısında gözleri dolu dolu olmuştu. Pâdişâh’ın ellerine sarılarak: “Bizi hatırdan çıkarma Pâdişâh’ım, sana lâyık bir kul olduğumu isbât için, îcâbederse uğrunda fedâ-yı cân edeceğim” dedi. Sonra düşmana hitâbediyormuş gibi denize bakan pencereye döndü, yumruklarını sıktı: “Küffâr görsün, cihân Pâdişâhını, Sultan Selim Han oğlu Sultan Süleymân Han’ın leventlerini. Hezimete hâzır olsun Doria!” Sultan Süleymân heyecan içinde idi. Barbaros’a yaklaştı: “Sana inanıyorum Hayreddîn” dedi. Huzurdan çıkınca soluğu tersanede alan Barbaros Hayreddîn Paşa, deniz cenklerinde su ve ateş içinde pişmiş tecrübeli kaptanları topladı, îcâb eden emirleri verdi. Askerin derhâl gemilere bindirilmesini emretti. 1538 yılı Haziran ayının yedinci günü donanma-yı hümâyûn Haliç’den çıkmıştı. Bütün gemiler bayraklarla süslü idi. Hayreddîn Paşa, sabahın ilk saatlerinde saraya gitti. Vezirler ve devlet erkânı ile saray erkânı kaptan paşayı kapıda bekliyorlardı. Hayreddîn Paşa, beraberinde kaptanları olduğu hâlde sarayın merasim dâiresine girdi. Kaptanların bellerinde kıymetli taşlarla süslü sırma kemerler, kabzaları mücevherlerle işlenmiş kılıçlar vardı. Bu merasim için askerler de gelmişti. Âdet üzere paşaya bir sancak, davul, nakkare verildi. Sultan Süleymân zafer temenni etti. Vezirler ve devlet erkânı saraydan ayrılan kaptan paşayı iskeleye kadar geçirdiler. Barbaros amiral gemisine çıkınca sefineler demir alıp, yelkenlerini çektiler ve küreklerini yaydılar. Hareket işareti ile toplar, tüfekler patladı. Kânûnî Sultan Süleymân, Topkapı Sarayı’nın balkonunda, sarayın önünden geçip Marmara’ya açılan donanmasını vakur bir edâ ile temaşa ediyordu. Gemiler ufukta gölge hâline gelinceye kadar balkonda kalmış, sonra: “Yâ Rabbî! Sen bizi muzaffer eyle. Yüzümüzü ak çıkar, küffarın zebûnu etme!” diye duâ ederek içeriye girmişti. Pâdişâh duâsını alan Barbaros Hayreddîn Paşa, inşâ hâlindeki gemilerin de iştiraki ile donanmasını güçlendirdi ve 27 Eylül 1538 günü Preveze önlerinde Andrea Doria komutasındaki çok güçlü haçlı donanmasını tam bir hezimete uğrattı. Akdeniz kırk yıl Osmanlının mutlak hâkimiyeti ile şenlendi. 1) Osmanlı Devleti’nin Merkez ve Bahriye Teşkilâtı; sh. 414 2) Netâyic-ül-vukûât; cild-1, sh. 114 3) Mir’ât-ı İstanbul; sh. 474 4) Rehber Ansiklopedisi; cild-9, sh. 234 5) Osmanlı Târihi Deyimleri; cild-2, sh. 182 6) Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye; cild-1, sh. 189 7) Büyük Türkiye Târihi 8) Mufassal Osmanlı Târihi KARA ALİ (Emir Ali) Osman Gâzi’nin silâh arkadaşlarından Aykut Alb’in oğlu. Osmanlı Devleti’nin ikinci amirali. Kara Ali, Osman Gâzi’nin de kumandanlarından olup, Orhan Gâzi zamanında da başarılı hizmetlerde bulunmuştur. Yiğit ve kahraman kişilere Türkler arasında kara lakabı verildiğinden, asıl adı Ali olan bu Gâziye de gösterdiği kahramanlıkları sebebiyle Kara Ali denmiştir. Doğum yeri ve târihi bilinmemektedir. 1356 yılında Gelibolu’nun fethi sırasında çarpışarak şehîd düştü. Vasiyeti üzerine, Gelibolu’nun sonradan Hamza Bey limanı ismini alan Marmara cihetindeki liman kıyısına defnedildi. Oğlu Demirtaş (Tîmûrtaş) Paşa onun yattığı yere sonradan bir türbe yaptırmıştır. Gelibolu ve civar halkı onu “Ali Baba” diye rahmetle anmakta ve türbesini ziyaret etmektedir. Kara Ali, Osman Gâzi tarafından 1308 senesinde Bursa civarında Kite tekfuruna bağlı Galios adasının fethine me’mûr edildi. Adayı fethedince, buradaki büyük kilisenin şöhret sahibi rahibini, ailecek Osman Gâzi’nin huzuruna getirdi. Sonra bilâhare rahibin kızı Kara Ali ile evlendirildi. Osman Gâzi’nin 1313 yılındaki seferinde, Geyve tekfuru kaleyi boşaltarak ahâlisi ile birlikte Kurudere denilen müstahkem bir mevkie asker toplamıştı. Osman Gâzi mücâhid gâzilerle birlikte hücum ederek, Karasu derbendi denilen bu zor geçidi ele geçirip, düşmanı hezîmete uğrattı. O sırada Geyve’ye bağlı Tekfur Pınarı denilen sağlam bir kalenin zapt edilmesi gerekiyordu. Osman Gâzi, hükümet merkezi olan Yenrşehir’e dönmesini îcâb ettiren önemli bir iş yüzünden, bu vazîfeyi Kara Ali’ye bıraktı. Kara Ali kısa bir zamanda Tekfur Pınarını alarak ele geçirdiği ganimetleri, Osman Gâzi’ye gönderdi. Bu hizmetine karşılık olarak da Tekfur Pınarı ve buraya bağlı olan yerler, Kara Ali’ye tımar olarak verildi. Geyve ve diğer yerler de öteki mücâhid gâzilere dağıtıldı. Kara Ali daha sonra Geyve’ye bağlı Bizans kalelerinden Yeni kale, önde ve Yamukça hisar kalelerini Osmanlı topraklarına kattı. Osman Gâzi zamanında başarılı askerî hizmetleri görülen Kara Ali, bu hizmetlerini Orhan Gâzi zamanında da sürdürdü. Orhan Gâzi, ilk Osmanlı amirali Kara Mürset Bey’in vefâtından sonra, onun yerine Kara Ali Bey’i getirdi. O sırada derya kaptanının tam karşılığı olarak Emîr-ül-bahr ünvânı kullanıldığı için, Kara Ali Bey, kısaca Emîr Ali diye anılmış ve târihe böyle geçmiştir. Emîr Ali, yeni kurulan Osmanlı denizciliğini hareketlendirmek suretiyle, Marmara’da bir deniz hâkimiyeti kurdu. Bu suretle Mudanya ve Gemlik kıyılarına asker çıkararak Bursa’ya yardım eden Bizans donanmasını böyle bir dayanaktan mahrum bıraktı. Bursa ve İznik’in fethedilmesini kolaylaştırdı. Bu arada Marmara’deki dayanak noktalarını da ihmâl etmeyen Emîr Ali, önceleri ismini alan, fakat sonraları halk dilinde İmralı şekline çevrilen Kalo Limno adası ile Marmara adasını da fethetti. Gemlik, Armutlu, İzmit, Yalova, Hereke gibi sahil şehirlerini fethederek (1338), Osmanlıların Marmara kıyılarına inmelerini sağladı. Böylece bu yeni kurulan Osmanlı filosu ile kara harekâtına büyük destek oldu. Târihlerimizde İzmit’in alınması sırasında İzmit’e yakın bir mesafede bulunan Koyunhisar kalesinin, Kara Ali ile babası Aykut Alb tarafından fethedilmesinin İzmit’in fethini kolaylaştırdığı bildirilmektedir. Orhan Gâzi, İzmit’i almaya karar verip İzmit civarında konakladığında, kumandanlarından Aykut Alb ve oğlu Emir Ali’yi bir mikdâr askerle Koyunhisarını fethetmek için gönderdi. İzmit’in kadın tekfuresi Balokonya, Bizans İmparatoru’nun akrabâsıydı. Mayon isimli erkek kardeşi de Koyunhisar kalesi tekfuru idi. Fırsat buldukça Osmanlı obalarına saldırır; koyun ve keçi sürülerini çalardı. Kılayon, ablasına yardıma gelirse Osmanlı askerini meşgul edebilirdi. Aykut Alb ve oğlu Kara Ali, Koyunhisar önüne vardığında, kale komutanı Kılayon, bütün silâhlarını takınmış, zırhlarını kuşanmış olarak kalenin baş mazgalında kendilerini gözlüyordu. Etrafında bir sürü şövalye ve subay vardı. Kendilerini görünce kollarını sallamaya, bağıra çağıra bir şeyler anlatmaya başladı. Kara Ali dillerini bilirdi. Fakat uzak olduğu için bir şey anlaşılmıyordu. Biraz daha yaklaşınca; “Gelin gelin... Ölümünüze geldiniz... Sizden sonra Orhan Bey’inizi de öldüreceğim. Ablamı onun elinden kurtaracağım” dediğini anladı. Duyduklarını yanındakilere tercüme etti. İşte bu sırada Kara Ali, yayını sonuna kadar gerdi ve; “Yâ Allah! Bismillah...” deyip okunu fırlattı. Tekfurun yalnız göz delikleri hâriç her tarafı zırhlarla kaplı idi. Kara Alî’nin duâlı ve İsabetli oku, Kılayon’un sol gözünü delip beynine saplandı. Şımarık tekfur, zırhlı bir kuş gibi kaleden aşağı uçtu. Osmanlı fedaîleri koşup onu Aykut Alb’in önüne getirdiler ve buyruk üzerine kellesini kestiler. Aykut Alb; “Kara Ali’m, tiz bu kelleyi Orhan Bey’imize yetiştir. Ola ki bir diyeceği vardır! Biz de hemen şu kaleyi teslim almaya bakalım” dedi. Daha sonra Orhan Gâzi kesik kelleyi bir mızrağa saplatıp, İzmit kalesi önüne diktirdi. Mağrur Balekonya, kardeşinin kesik başını görünce dehşete kapılıp telaş içinde, sulh için elçiler gönderdi. Müslüman Türklerde, aman diyene kılıç kalkmazdı: Yine öyle oldu ve bütün Gâziler şanla şerefle İzmit’e girdiler. Bu zaferi kendilerine nasîb eden yüce Allah’a şükrettiler. Kara Ali, Orhan Gâzi’nin kumandanları arasında Bizanslılarla yapılan Palekonan muhârebesine de katıldı ve büyük kahramanlıklar gösterdi. Daha sonra Rumeli Fâtihi Süleymân Paşa’nın, Rumeli’ye geçişinde büyük hizmetleri oldu. 1356 Mart ayında çetin ve kanlı bir muhârebeye sahne olan Gelibolu’nun fethinde, denizden yapılan harekâta katıldı. Bu harekât esnasında kale kapısı önünde çok şehîd verildi. Emir Ali de bu şehîdler arasında idi. 1) Devlet Kuran Kahramanlar; sh. 109 2) Yeni Tarih Dergisi; sayı-2, sh. 50 3) Deniz Kuvvetleri Dergisi (Ocak-1974); sh. 27 4) Tevârîh-i Âl-i Osman (Âşıkpaşazâde) 5) Neşrî Târihi KARAÇELEBİZÂDE ABDÜLAZÎZ EFENDİ Osmanlı âlimlerinden. Otuz üçüncü Osmanlı şeyhülislâmıdır. İsmi, Abdülazîz’dir. Sultan üçüncü Mehmed Han zamanı âlimlerinden, Rumeli kazaskeri Karaçelebizâde Hüsâmeddîn Efendi’nin oğludur. Karaçelebizâde Abdülazîz Efendi diye meşhur olmuştur. 1591 (H. 1000) senesinde İstanbul’da doğdu. 1658 (H. 1068) senesinde Bursa’da vefât etti. Şeyh Mehmed Deveci mezarlığına defnedildi. Küçük yaşta iken babası vefât eden Karaçelebizâde Abdülazîz Efendi, ilk tahsilini ağabeyi Mehmed Efendi’den yaptı. Şeyhülislâm Sun’ullah Efendi’den ilim öğrendi. Staj süresini doldurduktan sonra müderrisliği seçip, ilk olarak 1611 (H. 1020) senesinde İstanbul’da Hayreddîn Paşa Medresesi’ne tâyin edildi. 1617 (H. 1026)’da Kalenderhâne, 1619 (H. 1029)’da Sahn-ı semân medreselerinden birine, 1620 (H. 1030)’da Hânkâh Medresesi’ne, 1621 (H. 1031)’de Eyyûb Medresesi’ne, 1623 (H. 1033)’de Süleymâniye medresesine tâyin edildi. Daha sonra vazifesinden ayrılıp, Yenişehir kâdılığına tâyin edildi. 1624 (H. 1034) senesine kadar bu vazifede kaldı. 1626 (H. 1036) senesinde Mekke-i mükerreme kâdılığına gönderildi. 1627 (H. 1037)’de tekrar İstanbul’a dönüp, 1630 (H. 1040) senesinde Edirne kâdılığına tâyin edildi. 1633 (H. 1043)’de İstanbul kâdılığına terfi ettirilen Karaçelebizâde bir sene de bu vazifede kaldı. Sonra Kıbrıs’a gönderildi. 1635 (H. 1045) senesinde İstanbul’a döndü. Uzun müddet kendisine vazîfe verilmediğinden, Samatya’daki konağında kaldı. Mesleği ile ilgili ilmî çalışmalar yapıp, Siyer-i Kazrûnî’yi Türkçe’ye çevirdi. 1648 (H. 1058)’de sultan dördüncü Mehmed tarafından Rumeli kâdıaskerliğine tâyin edildi. Bu vazifede bir sene kaldı. 1651 (H. 1061) senesinde şeyhülislâm oldu. Beş ay kaldığı bu vazîfe esnasında, fıkha dâir eserlerini tamamladı. Karaçelebizâde Sakız adasına gönderilince, yerine Ebû Saîd Efendi getirildi. Orada Ravdat-ül-ebrâr’a güzel bir zeyl (ilâve) yazdı. İki sene sonra kendi isteğiyle Bursa’ya nakledildi. Bursa’da uzun müddet İkâmet edip, eser yazmakla meşgul iken vefât etti. Karaçelebizâde Abdülazîz Efendi, aklî ve naklî ilimlerde yüksek derece sahibi olup, zamanındaki âlimlerin üstünlerinden idi. Fıkıh ilminde özel ihtisası vardı. Târihe karşı da büyük alâkası olan Karaçelebizâde, bu konuda birçok kıymetli eser yazdı. Aynı zamanda şâir ve edîb olan Karaçelebizâde, şiirlerinde Azîzî mahlasını kullanırdı. Sert bir mîzâca sâhib olan Karaçelebizâde’nin bâzı hareketleri, onun maceralı bir hayat sürmesine sebeb olmuştur. Şiirlerinde süslü kelimelere yer veren Karaçelebizâde, Arab edebiyatında söz sahibi idi. İslâmî ilimlerde derin bilgi sahibiydi. Cömert ve kerem sahibi idi. Bursa’da kaldığı müddet içinde, birçok çeşme yaptırmıştır. Bilhassa Müftü Suyu diye bilinen meşhur suyu, Uludağ’ın eteğinden o getirtmiştir. Sed başında da bir câmi inşâ etmiştir. Eserleri: 1- Ravdat-ül-ebrâr: Dillere destan olan bu kıymetli eseri, Âdem aleyhisselâmdan 1646 (H. 1056) târihine kadar olan hâdiseleri anlatır. Dört bölümden meydana gelir. Sultan İbrâhim’e ithaf ettiği bu eserinde, şu bölümler vardır: a) Peygamberler târihi, b) Sevgili Peygamberimizin hayâtı ve güzel ahlâkı, c) İslâm hükümdarları târihi, d) Osmanlı sultanları târihi. Sakız adasında ve Bursa’da bulunduğu sırada da sultan dördüncü Mehmed’in tahta geçişinden, 1648 (H. 1058) senesine, yâni kendi zamanının son günlerine kadar geçen olayları anlatan, Ravdatül-ebrâr zeylini açık bir dille hâtıra şeklinde yazmıştır. Târihî bir kaynaktır. 2- Mir’âtüs-safâ fî ahvâl-il-enbiyâ: Adem aleyhisselâmdan sevgili Peygamberimize sallallahü aleyhi ve sellem kadar yazmış olduğu ayrı bir peygamberler târihidir. 3Süleymân-nâme: Kanunî Sultan Süleymân devrini anlatır. Bu eser şeyhülislâm Hoca Sa’deddîn Efendi’nin Tâc’üt-tevârih’ine bir zeyldir. Süslü ve edebî bir dille yazılmıştır, 4- Hilyet-ül-Enbiyâ, 5- Zafernâme: Dördüncü Murâd Hân’ın Revân ve Bağdâd seferini anlatır. Bu esere; “Târih-i feth-i Revân ve Bağdâd” adı da verilmiştir 6- Ahlâk-ı Muhsinî tercümesi: Ahlâk ilmine dâirdir. 7- Hall-ül-iştibâh an Ukdet-ül-Eşbâh: Fıkıh ilmine dâir Eşbâh şerhidir. 8- Kitâb-ül-elgâz fî fıkh-ilHanefiyye: Fıkha dâirdir. 9- Kâfi: Fıkıh kitabıdır. 10- Gülşen-i Niyaz: Manzum bir eserdir. 11- Ferâyih-un-Nebeviyye fî sîret-il-Mustafaviyye: Kazrûnî’nin Siyer-i Nebevî’sinin tercümesidir 12- Dîvân-ı Eş’âr, 13- Risâle-i kalemiyye, 14Nefehât-ül-üns: Fıkıh ilmine dâir Ravdât-ül-Kuds adlı esere yazdığı şerhidir. 1) Devhat-ül-meşâyıh; sh. 57 2) Hülâsat-ül-eser; cild-2, sh. 421 3) Mu’cem-ül-müellifîn; cild-5, sh. 245 4) Nâimâ Târihi; cild-1, sh. 577 5) Sicilli Osmânî; cild-1, sh. 339 6) Osmanlı Târih ve Müverrihleri; sh. 29 7) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-16, sh. 12 KARAHİSARÎ Fâtih devri âlim ve şâirlerinden. İsmi, Abdürrahîm’dir. Afyonkarahisar’da doğdu. Doğum ve vefât târihleri bilinmemektedir. Karahisar’da vefât etti. Kasımpaşa Câmii bitişiğindeki türbede medfûn olup, dâmâdı Sûfî Çelebi ile yanyanadır. Abdurrahîm Efendi aslen Mısırlı olup, Afyon’a yerleşmiş zengin bir ailedendir. O devirde ilim ve irfan merkezi olan Karahisar’da tahsîl gördü. Kendisinden önce vefât eden fazilet sahibi kardeşi Muslihiddîn Efendi de âlim ve sâlih bir zât idi. 1436 (H. 840) târihinde Beypazarı’na gidip, Akşemseddîn hazretlerine talebe oldu. 1453 (H. 857) târihinde hocasıyla birlikte İstanbul’un fethine katıldı. Daha sonra Afyon’a döndü. Kendi adıyla kurduğu vakıfla, câmi ve hayrat eserleri yaptırdı. İlâhî bir aşk ile tasavvufî mâhiyette şiirler söyledi. Eserler yazdı. Eserlerinden bâzıları şunlardır: 1- Münyet-ül-Ebrâr ve Gunyet-ül-Ahyâr: İstanbul’un fethi esnasında yazdı. İki kısımdır. Birinci kısımda hak yoluna girenler; ikinci kısımda Halveti yolu âdabı anlatılmaktadır. 2- Tercüme-i Kasîde-i Bürde: Meşhur İslâm şâirlerinden İmâm-ı Busayrî’nin (r. aleyh) Bânet Süâd diye başlayıp Peygamber efendimizi medh ü sena eden kasîdesinin tercümesidir. 57-59 beyttir. 3- Vahdetnâme: 4.250 beyt olup, Mesnevî tarzındadır. Âşıkpaşa’nın Garibnâmesine benzemektedir. 4- Risale fî eşrât-is-sâat: Arabî olarak yazılan eser, kıyamet alâmetlerinden bahseder. 5- Işknâme: Nûruosmaniye Kütüphânesi’nde bulunan bu eser, Vahdetnâme’sinden seçilmiş şiirlere yer verir. Vahdetnâme’sindeki beytlerden bâzıları şöyledir: Aşıka vü sâlihe vü zahide, Bu risalem ola cümle sâlihe. (Bu risalemin hepsi, hak âşığına, sâlihe ve zahide hayırlı olsun.) Aslı çün vahdetden oldı muktebes, Komuşam adını Vahdetnâme bes. (Onun aslı birlikten alındığı için, adını Vahdetnâme koydum.) Olmaya vahdetden ursam dem, aceb, Buna bir sultân-ı dîn oldı sebeb. (Her zaman birlikten söylesem acâib değildir, bir din büyüğü bunu yazmama sebeb oldu.) Hizmetinde niceler buldı kemâl. Niceler dökdi öninde perr ü bal. (Bir çok kişi hizmetinde kemâle erip olgunlaştı. Bir çok kişi onun önünde koldan kanattan oldu.) Kapusuna gelen ehl-i ihtiyâç, Urınur başına şehler gibi taç. (Onun kapısına gelen ihtiyaç sâhibleri, şahlar gibi başlarına taç giyerler.) Rûm n’olur ger Arabdur ger Acem, Kamu ol mahdûma otmuşdur hadem. (Sâdece Rum, Anadolu değil; Arab ve Acem’in hepsi, O hizmet edilene hizmet ederler.) Ol kapudan kimse olmaz bî-nasîb, Bî-nasîb ola meğer münkir mürîb. (O kapıdan kimse nasîbsiz kalmaz; ancak inkâr eden ve şüphe edenler nasîb alamaz.) Vasfın u zâtın çü nur itdi temâm, Didiler Akşemseddîn adını enâm (Nûr gibi vasfını ve zâtını tamamlayınca, insanlar adını Akşemseddîn koydu.) Ben anun âlî makamın bilmezem, Acizem yirince medhin kılmazam. (Ben onun yüksek makamını bilmekten âcizim, lâyıkı ile medhini yapamam.) Çün mürebbî oldı ol pertev bana, Bahş kıldı bir vücûd-i nev bana. (O nûr beni yetiştirdi. Bana yepyeni bir hayât verdi.) 1) Türk Klasikleri; cild-2, sh. 172 2) II. Murâd Devri Mevlevî Şâirlerinden Muînüddin Mustafâ ve Mesnevî Şerhi (K. Yavuz) 3) Osmanlı Müellifleri; cild-1, sh. 114 4) Türk Şâirleri; cild-1, sh. 241 5) Abdürrahim Karahisârî-Vahdetnâme (İ. Erünsal Basılmamış Mezuniyet tezi; 1969-Türkiyât Kütüphânesi No: 877 KARAMÂNÎ MEHMED PAŞA Fâtih Sultan Mehmed Han’ın son vezîriâzamı, ilim ve devlet adamı. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin neslinden olup, babasının adı Arif Çelebi’dir, Aslen Konyalı olduğu için, Karamânî nisbet edildi. Doğum târihi kesin olarak belli değildir. Küçük yaşta ilim öğrenmeye başlayan Mehmed Paşa, Konya’da Cemâleddîn-i Aksarâyî’nin torunu Musannifek’den aklî ve manevî ilimleri tahsil etti. Karamânî Mehmed Paşa genç yaşta İstanbul’a geldi. Sadrâzam Mahmûd Paşa-i Velî ile tanıştı ve onun yaptırdığı medresede tahsil gördü. Vefâ Konevî’nin sohbetlerinde bulundu. Medrese tahsilini iyi derece ile tamamlayıp me’zûn olduktan sonra aynı medresede müderrisliğe başladı. Bir müddet sonra Mahmûd Paşa’nın müşaviri ve yardımcısı olarak hizmetlerde bulundu. Daha sonra Mahmûd Paşa’nın tavsiyesi üzerine vezirlik payesi ile nişancı oldu. Bu makamda uzun müddet kaldığı için, Nişancı lakabıyla tanındı. Bu sırada Fâtih Sultan Mehmed Han’ın dikkatini çekerek teveccühünü kazanan Mehmed Paşa devlet me’mûriyetlerinin düzenlenmesi ve devlet idaresine âit temel kânunların tertîbi hususunda pâdişâhın müşaviri oldu. Yeni kanunnâmelerin düzenlenmesinde çalıştı. 1478 senesinde pâdişâh, sadrâzam Gedik Ahmed Paşa’yı vazîfeden alıp, onun yerine Karamânî Mehmed Paşa’yı tâyin etti. Vefât edinceye kadar bu vazifede kaldı. Karamânî Mehmed Paşa’nın Uzun Hasan’a yazdığı üslûb ve muhtevasından dolayı beğenilen siyâsî mektuplar, bu makamdaki şöhretini arttırdı. Anadolu seferine çıkan Fâtih Sultan Mehmed Han, Gebze’de vefât ettiğinde, nâşını saklayıp vefâtını askerden gizledi. 4 Mayıs 1481’de Tahtakale’de isyân eden yeniçeriler tarafından, Cem taraftarı olduğu iddiasıyla öldürüldü. Kumkapı’da yaptırdığı Nişancı Câmii bahçesine defnedildi. Mehmed Paşa, âlim ve değerli bir vezir idi. Çok iyi Arabça bilirdi. Aynı zamanda tarihçi idi. Osmanlı târihine ve Fâtih devrine âit Arabça risaleler yazdı. Fâtih Sultan Mehmed Han zamanında hazırlanmış olan Kânûnnâme-i Âl-i Osman bunun sadâretinde kaleme alındı. Şâir ve ediplere çok alâka gösterirdi. Kendisi de şâir idi. Şiirlerinde Nişancı mahlasını kullanan Mehmed Paşa, Türkçe şiirlerinde sâde ve külfetsiz bir üslûba yer verirdi. Şâhâ ne tuhfe göndereyin hâk-i pâyüne Benüm gibi fakîrün elinden duâ gelür beyti, buna açık bir örnek teşkil eder. Kabûlî ve Hamîdî gibi devrin bâzı şâirleri Mehmed Paşa adına samîmi kasîdeler yazdılar. Karamânî Mehmed Paşa’nın manzum şiirleri ile iki cildlik Osmanlı târihi vardır. Arabça olarak kaleme aldığı târihî eserinin birinci cildi, “Risale fî Tevârih-i Selâtini âl-i Osmaniye” olup, Osman Gâzi’den Fâtih Sultan Mehmed Han’ın cülûsuna (1451) kadar olan devirlere aittir. İkinci cild ise, “Risale fî Târih Sultan Muhammed bin Murâd Han minel-Osman” olup, 1451’den 1480’e kadar olan devre yer verir. 1) Tezkire-i Halvetiyye (Es’ad Efendi Kütüphânesi; No: 1372) 2) Sehi Tezkiresi; sh. 60 3) Şakâyık-ı Nu’mâniye tercümesi; sh. 285 4) Latifî Tezkiresi; sh. 334 5) Rehber Ansiklopedisi; cild-9, sh. 263 6) Hadîkat-ül-vüzerâ; sh. 14 KARAMÜRSEL Osmanlıların ilk kapdân-ı deryası. Ertuğrul ve Osman Gâzi’nin gazâ arkadaşı. İsmi, Mürsel olup, kahramanlığı ve gözüpekliği sebebiyle Orhan Gâzi tarafından kendisine Kara lâkabı, takılarak Karamürsel denmiştir. Orhan Gâzi’nin kumandanlarından olup, doğum yeri ve târihi belli değildir. Büyük mücâhid Akçakoca’nın aşiretinden ve onun yetiştirdiği yiğitlerden idi. 1329 târihinden sonra vefât etmiş olup, kabr-i şerifi İzmitYalova karayolu üzerinde kendi ismini taşıyan ilçenin kabristanlığındadır. Ayrıca Karamürsel Bey’in Bilecik’in Söğüt kasabasında Ertuğrul Gâzi hazîresinde bir makamı da bulunmaktadır. Karamürsel Alp, ilk zamanlarda güçlü bir donanmaya sâhib olan Karesioğulları beyliği hizmetindeydi. Bu beyliğin Osmanlı hâkimiyeti altına girmesinden sonra, Karamürsel Bey de Osmanlı hizmetine girerek küçük Osmanlı donanmasının gelişmesi için büyük gayret sarfetti. Karesi beyliğinde iken beraber çalıştığı gemi ustalarını yine yanına alarak Armutçuk limanında bir tersane kurup, donanma hazırladı. Hafif ve sür’atli giden gemiler yaptırdı. Bu gemi tipine onun adına izafeten Karamürsel denilmiştir. Böylece Karamürsel Bey, bir ölçüde yüzyıllarca Akdeniz’de şerefle dalgalanacak Osmanlı bayrağının denizlerde ilk temelini atmıştır. Bu hazırlıkları müteâkib harekete geçerek, İzmit körfezinin güney taraflarını, Yalova’ya kadar bütün sahil şeridini fethetti ve bu yerlerin muhafazası için dâima harb gemileri bulundurmak şartıyla buraları kendisine tımar olarak verildi. Daha sonra harp filosunun başına geçerek, İzmit körfezinin ağzını kapattı. O sırada Bizans’a bağlı İzmit kalesine, denizden gelecek Bizans yardımını durdurdu ve Karadan Orhan Gâzi tarafından kuşatılan İzmit’in fethini kolaylaştırdı. Böylece Orhan Gâzi’nin duâ ve iltifâtına kavuştu. Karamürsel Bey, hazırladığı bu donanma ile Kocaeli cephesinin gerisine çıkarma yaptırarak, Orhan Gâzi’nin Bizans imparatoru Andronikos ile yaptığı Pelekanon savaşını kazanmasında da büyük hizmet gördü. Karamürsel’in kurduğu donanma sebebiyle, Marmara denizinde üstünlük Bizanslılardan Osmanlılara geçmiş ve hattâ Bizanslılar denize gemi çıkaramaz olmuşlardı. Ömrünü cihâd ile geçiren Karamürsel Bey, vasiyetinde (rivayete göre); “Vefât edince beni öyle bir yere defnedin ki sırtım dağlara dayansın, kucağıma da deniz gelsin! Böylece dâima donanmamı göreyim” demiştir. 1) Rehber Ansiklopedisi; cild-9, sh. 269 2) Kâmûs-al-a’lâm; cild-5, sh. 3647 3) Devlet Kuran Kahramanlar; sh. 111 4) Îzâhlı Osmanlı Târihi Kronolojisi; cild-1, sh. 2, 11, 20 5) Tâc-üt-tevârih; cild-1, sh. 63 6) Tevârih-i âl-i Osman (Âşıkpaşazâde) sh. 43 7) Kitâb-ı Cihânnümâ; sh. 79 KARA ŞEMS Anadolu’da yetişen büyük velîlerden, Tasavvufda Halvetiyye yolunun kolu olan Şemsiyye (Sivâsîyye)’nin kurucusudur. İsmi, Ahmed, künyesi Ebü’s-Senâ, lakabı Şemseddîn’dir. Daha çok Kara Şems diye şöhret bulmuştur. Babası Ebü’l-Berekât Muhammed’dir. 1519 (H. 926)’da Zile’de doğdu. 1597 (H. 1006)’da Sivas’da vefât etti. Kabri, Sivas’da Meydân Câmii avlusunda olup, ziyaret edilmektedir. Türk-İslâm târihinde meşhur üç Şemseddîn’den biridir. Diğer iki Şems, Şems-i Tebrîzî ve Akşemseddîn’dir. Kara Şems daha yedi yaşında iken, babası tarafından Halvetiyye yolunun şeyhlerinden Şeyh Hacı Hıdır’ın sohbetine götürülüp duâsına kavuştu. Aldığı bu duâ için; “Bu fakîre gelen ihsânlar ve yükseklikler, o duânın bereketiyledir” demiştir. Zile’de bulunan âlimlerden sarf, nahiv ve diğer ilimleri öğrendi. Sonra Tokat’a gidip Arakıyecizâde Şemseddîn Efendi’den ve diğer âlimlerden aklî ve naklî ilimleri öğrendi. Tahsilini tamamladıktan sonra İstanbul’a gidip, bir müddet Sahn-ı semân medreselerinde müderrislik yaptı. Sonra hacca gidip Zile’ye döndü ve orada talebe yetiştirmeye başladı. Bu arada İbn-i Hişâm’ın Kavâid-ül-irâb adlı eserine Hall-ülMe’âkıd adlı bir şerh yazdı. Bütün bu hizmetleri yanında kalbi ilâhî aşk ile yanıyor, tasavvuf deryasına dalıp yüksek derecelerden pay almak için çırpınıyordu. Bu sırada Amasyalı Şeyh Muslihiddîn Efendi’nin dergâhına gidip tasavvufda ona talebe oldu. Sohbetlerinde bulunup icâzet aldı. Bu hocası vefât edince çok garîb kaldı. Tokat’da bulunan ve tasavvuf ehli olan Şeyh Mustafa Kırbâsî’ye talebe olmak istedi. Ancak bu zât yaş itibariyle yüzü âşkın olduğundan; “Sen gençsin, ben ise ihtiyar ve hastayım. Seni yetiştirmekle meşgul olamam. Fakat sâdık bir talebe isen, cenâb-ı Hak mürşidini altı ay sonra ayağına gönderir” dedi. Tekrar Zile’ye döndü. Yine ilim öğrenmekle meşgul oldu. Bu sefer de Muhtasar-ı Menâr üzerine Zübdet-ül-esrar adlı bir şerh yazdı. Zile’de iken, altı ay sonra Tokat’a Abdülmecîd Şirvânî adında, bir mübarek zâtın geldiğini işitti. Huzuruna varıp büyük bir arzu ile talebesi olmayı istedi. “Sen meşhur bir kimsenin, bu yol ise sıkıntılar yoludur!” cevâbını alan Kara Şems, “Canlar feda muhabbet-i cânâne sır değil, Erbâb-ı aşka terk-i sır etmek hüner değil,” beytini okudu. Bunun üzerine; “Sen sâdık bir talebesin. Biz de seni irşâd etmekle vazifeliyiz. Kısa zamanda rızâ-i ilâhiye kavuşursun” buyurdu ve o da şu beyti okudu: “Yâre yol iki kademdir birisi cânâ bas, Çünkü bu meydâna geldin merd isen merdâne bas.” Kara Şems, Abdülmecîd Şirvânî hazretlerinin sohbetinde, kısa zamanda kemâle erip, tasavvufda icazet aldı. İnsanları irşâd, doğru yolu göstermek ile vazifelendirildi. Kısa zamanda tanınıp çok sevildi. O devrin Sivas vâlisi Hasan Paşa, onu Sivas’a davet edip, yaptırdığı bir dergâha yerleştirdi. Bu dergâhda ilim öğretmek ve insanları irşâd etmekle meşgul oldu. Ömrünün sonlarına doğru Eğri seferine katılıp cihâd etti. Bu sefere katılışını talebesi Recep Efendi şöyle anlatmıştır: “Bir gün hocam beni çağırıp; “Hıristiyanlar sınır boylarındaki müslümanlara zulme başlamışlar ve bu zulüm tahammül edilmez bir hâl almıştır. İslâm düşmanlarına karşı cihâda gideceğim” dedi. İhtiyar ve zayıf olduğunu ve pâdişâhdan da bir emir gelmediğini söyledim. Bunun üzerine; “Bana manen sefer hazırlıklarımı tamamlamam işaret edildi ve zafer müjdesi verildi” dedi. Bu sıralarda sultan üçüncü Mehmed Han tahta çıktı. Şemseddîn Sivâsî hazretleri, altı deve, altı katır ve kendi için de bir at satın alıp, sefer hazırlığını tamamladı. Sivas’da medfûn bulunan Gâzi Abdülvehhâb’ın sancağını yanlarına alıp, Sivas’taki Ayasofya yakınında Kapı Ağası dergâhında bulunan, Koca Şeyh’e verdi. Bütün sefer hazırlıkları tamam olunca, mübarek bir günde her türlü erzak ve mühimmat hayvanlara yüklendi. Bütün şehir ahâlisi Şeyh Şemseddîn Sivâsî’yi uğurlamak üzere toplandığı sırada, bir kapıcıbaşı acele ile koşarak gelip, pâdişâhtan Eğri seferine katılmak üzere davet geldiğini belirten fermanı okudu. Bunun üzerine Şeyh Şemseddîn hazretleri; “İşittik ve itaat ettik. Zâten biz iki senedir hazırlıklıydık. Bismillah, hemen gidelim” diye el kaldırıp duâ buyurdu. Orada toplananlar duâya âmin deyip göz yaşları arasında uğurladılar. Uzun yolculuktan sonra Üsküdar’a geldiler. Henüz genç olan Azîz Mahmûd Hüdâî onu karşılayıp, ellerini öptü. Şeyh Şemseddîn Sivâsî, Mahmûd Hüdâî’ye; “Oğlum siz yegânesiniz (bir tanesiniz). Bu günden sonra fazlalaşırsınız” diye duâ edip, ileride büyük bir velî olacağını müjdeledi. O gece sabaha kadar sohbet ettiler. Sohbet esnasında Azîz Mahmûd Hüdâî; “Yaşınız seksene ulaşmış, vücûdunuz da zayıftır. Kendinize eziyet etmeseniz olmaz mı? Çünkü her an nefsiniz ile büyük cihâddasınız” diyerek, seferden alıkoymak istedi. Bu sözüne cevaben; “Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın bütün emirlerine uymak lâzımdır. Büyük cihâdı yaptık. Ancak küçük cihâd kalmış idi. Bu emirlerine de şimdi yaşlı olarak uymak isteriz” buyurdu. Üsküdar’da üç gün kaldıktan sonra, dördüncü gün, pâdişâh tarafından gönderilen bir kadırga ile İstanbul’a geçip, Ayasofya yakınında bir yere yerleştirildi. Daha sonra Sinân Paşa köşküne, pâdişâh üçüncü Mehmed Han tarafından davet edildi. Uzun müddet sohbette bulundular. Bu sohbette Şeyhülislâm Sa’deddîn Efendi de hazır idi. Sohbet esnasında Pâdişâh, Şemseddîn Sivâsî’ye; “Tarafımızdan sizi sefere davet etmek üzere gönderilen kapıcı başımız, sizi yola çıkmak üzere hazır bulmuş. Hazırlıklı olduğunuza göre, bu işin sonunun ne olacağı bildirilmiştir. Bizi müjde işaretinizle sevindirip, netîceden haber vermenizi isteriz” deyince; Şemseddîn Sivâsî; “Hadîs-i şerîfde; “Amellerin en faziletlisi, mü’minleri sevindirmektir” buyruldu. Malûmunuz ola ki Eğri zaferi biraz zahmet çektikten sonra müyesser olacak. Düşman yenik ve perişan olacaktır. Hatırınızı hoş tutun” müjdesini verdi. Pâdişâh üçüncü Mehmed Han, bu müjdeye pek ziyâde sevinip, üzerindeki kürkü çıkararak Şemseddîn Sivâsî hazretlerine hürmet ve edeble giydirdi. Sonra hediye olarak iki yüz altın sikke gönderdi. Ayrıca talebelerine de yüz altın sikke verdirdi. “Bunlar helâl malımızdır kabul buyursunlar” dedi. Bir kaç gün sonra da pâdişâhla birlikte ordunun başında sefere çıkıp, Eğri kalesi önlerine ulaşıldı. Yapılan ilk harekâtta kale ele geçirildi. Ancak düşman ordusu kalede yoktu. Kalenin yakınlarında başka bir yerde mevzîlenmişti. Bu durum tesbit edilince, Osmanlı ordusu düşman karşısında bir yere ordugâh kurdu. Nihayet her iki ordu arasında çetin bir savaş başladı. Bir müddet sonra Osmanlı ordusunda bozgun ve dağılma görüldü. Sultan üçüncü Mehmed Han, yerinden hareket etmeyip; “Ey Rabbimiz! Üzerimize bol bol sabır dök. Ayaklarımıza kuvvet ve sebat ver, bizi kâfirler kavmi üzerine muzaffer kıl” mealindeki Bekara sûresi iki yüz elli yedinci âyet-i kerîmesini okudu. Pâdişâh’ın yanında şeyhülislâm, kâdıaskerler, şeyhler ve bâzı vazifeliler hâricinde kimse kalmadı. Hazîne ve cephanelik düşman tarafından zaptedildi. Bu firar ve bozgun üzerine her şeyin bittiğini zanneden pâdişâha, Şemseddîn Sivâsî; “Pâdişâhım, söylediklerimiz doğrudur. Kâfirin hezimete uğramasına yarım saat kalmıştır. Şu anda bir kuvvet sahibi tasarruf için ortaya çıkmak üzeredir. Bu an fethin başlangıç ânıdır. Hatırınızı hoş tutunuz” diye cevap verdi. Bu sözleri söyledikten kısa bir süre sonra birdenbire bir zât ortaya çıktı. Kara Şems, Pâdişâh’ın yanına yaklaşıp; “Fetih vaktidir” diye müjde verdi. Ortaya çıkan zât dağılan Osmanlı ordusunun arasına girip heryeri inleten bir ses ile; “Ey mü’minler! Nerede İslâm gayreti? Nerede cihâd gayreti? Şehîd olmak, dînini yüceltmek isteyen kimse yanıma gelsin” diye nida etti. Bu sırada yanına bir kaç bin kişi toplanıp, birlikte düşmana hücum ettiler. Bunu gören düşman neye uğradığını şaşırdı. Durumu haber alan firari askerler toplanarak, düşmana saldırınca, düşman bozguna uğratılıp, zafere ulaşıldı. Daha sonra o zâtın kim olduğu Şemseddîn Sivâsî’ye sorulunca, Hızır aleyhisselâm olduğunu haber verdi.” Pâdişâh, ordusuyla birlikte İstanbul’a döndüğünde, Şemseddin-i Sivâsî’nin İstanbul’da kalmasını ısrarla rica ettiyse de kabul ettiremedi. Şemseddîn-i Sivâsî, ihtiyarlığının yanında, seferin şiddetinden ve kışın aşırı soğuğundan hayli yorgun ve zayıf düşmüştü. Hayâtının son anlarını yaşadığını anladığından, ruhunu ailesinin ve sevenlerinin yanında teslim etmek istediğini belirterek izin isteyip Sivas’a döndü. Amcazadesi ve dâmâdı Receb Efendi’yi vazifesine tâyin etti. Vefâtlarına yakın, talebelerini odasına çağırdı. Onlarla birlikte bir saat kadar Allahü teâlânın zikri ile meşgul olduktan sonra, duâ edip, ruhunu teslim etti. Velîler, âlimler, sâlihler, devlet adamları cenazesinde hâzır bulundu. Cenazesi göz yaşları arasında; “Âlimin ölümü, âlemin ölümü gibidir” diyerek musallaya konuldu. Cenaze namazında, altmış binden fazla kişi olduğu rivayet edilir. Namazını amcazadesi ve dâmâdı Receb Efendi kıldırdı. Sağlığında iken vasiyet ettiği gibi, Meydan Câmii’nin bahçesine defnedildi. Daha sonra kabrinin üzerine beyaz bir kubbe yaptırıldı. Hâlen ziyâretgâhdır. Şehir ahâlisi, şiddetli bir sıkıntı olduğu zaman kabrini ziyarete gider ve yaptıkları duâ üzerine Allahü teâlânın izniyle, sıkıntılardan kurtulurlar. Kara Şems hazretlerinin; Süleymânnâme, İlâhînâme tercümesi, Mantıkuttayr ve Kasîde-i bürde tercemesi gibi on yedi kadar manzum eseri vardır. Dürer-ülakâid, Hüccet-i ilâhîye, Menâkıb-ı çihâr-ı yâr-ı güzün, Menâzil-ül-ârifîn gibi on dokuz kadar da mensur eseri vardır. Eserlerinde genel olarak işlediği hususlardan bâzıları şöyledir: “Bu dünyâ fâni ve vefâsızdır. İnsanı gaflette bırakan, boş ve lüzumsuz şeylerle oyalayan, Allahü teâlânın rızâsına kavuşmayı engelleyen şeyler düşmandır. Bu dünyânın geçici lezzetleri aldatıcıdır. Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak için nefsi terbiye etmek lâzımdır. Peygamber efendimizin şefaatine kavuşmak için sünnet-i seniyyeye tam sarılmak lâzımdır. Allahü teâlânın verdiği sayısız nimetlere şükr etmek gerekir. Sabırlı ve tahammüllü olmak lâzımdır.” ZAFERÎN SIRRI!.. Şeyh Şemseddîn-i Sivâsî hazretleri, Eğri zaferi kazanıldıktan sonra sultan üçüncü Mehmed’in huzuruna çıktı ve aralarında şu konuşma geçti: Pâdişâh; “Buyurun ey gönlümün sultânı!” dedi. Şemseddîn Sivâsî; “Vâdini yerine getiren, kuluna yardım eden ve kâfirleri hezimete uğratan Allah’a hamd olsun. Ey benim Pâdişâh’ım! Eğer dinlerseniz bir kaç kelime nasihat etmek isterim” deyince, Pâdişâh; “Ey insanlara hakkı tavsiye eden üstadım! Buyurun. Hak olan sözü dinlerim” dedi. Şemseddîn Sivâsî; “Ey benim Pâdişâh’ım! Yeryüzünde Allahü teâlânın halîfesi olanların niyetleri; Allahü teâlânın rızâsını kazanmak olup, dayandıkları ve güvendikleri, Allahü teâlâ olması gerekir. Savaşta askerlerin çokluğuna güvenmeyip, kuvvet ve kudret sahibi Allahü teâlâya tevekkül etmek gerekir. Âyet-i kerîmelerde meâlen; “Siz de, düşmanlara karşı gücünüzün yettiği kadar, her türlü kuvvet ve cihâd için bağlanıp beslenen atlar hazırlayın” (Enfâl sûresi: 60) ve; “Ey îmân edenler! Düşmana karşı hazırlığınızı görün ve silahlarınızı takınarak cihâda hazır olun da, birlikler hâlinde savaşa çıkın, yâhud toptan seferber olun” (Nisa sûresi: 71) emredildiği üzere, savaş için gerekli hazırlıklar yapılmalı. Ancak, buna güvenmeyip Allahü teâlâya tevekkül ve itimât etmelidir. Eğer Allahü teâlâya güvenmeyip asker ve cephaneye güvenilir ise, hezimet (yenilgi) zuhur eder. Kalbden cenâb-ı Hakk’a tam tevekkül edip, hâlis kalb ile yönelebilirsen, zafer müyesser ve mukadder olur. Bizden hüznü gideren Allah’a hamd olsun. Ey Pâdişâh’ım! Bilesin ki, deden Fâtih Sultan Mehmed Han, İstanbul’un fethine niyetlenince, Akşemseddîn’in refakati ve duâsının bereketiyle fetih müyesser oldu. Bunun üzerine Akşemseddîn hazretleri; “Ey Pâdişâh’ım! Büyük fethin şükran ifâdesi olarak nice câmi, mescid, medrese ve hamamlar inşâ etmek gerekir” buyurmuştu. Bunun üzerine Fâtih Sultan Mehmed Han’ın da, nice hayır ve hasenat yapmış olduğu malûmunuzdur. Aynı şekilde, sizin de isminiz sultan Mehmed, duâcınız hakirin dahi ismi Şemseddin’dir. Bu güzel fethin şükrânesi olarak zâtınız dahi, reâya (halk) ve fukara (fakirler) üzerinden sıkıntıyı kaldırıp, İslâm askerine ihsânlarda bulunup, her makama dindar, adaletli ve doğru kimseler tâyin etmeniz gerekir” buyurdu. Bu nasîhatları can kulağıyla dinleyen üçüncü Mehmed Han; “Bin cân ile kabul ettim ve nasihatinize fazlasıyla riâyet edeceğim” cevabını verdi. 1) Hediyet-ül-ihvân (Şeyh Muhammed Nazmi, Süleymâniye Kütüphânesi, Hacı Mahmûd Efendi Bölümü. No: 4587 Vrk. 24b 27b, 44a, 48a.) 2) Osmanlı Müellifleri; cild-1, sh. 95 3) Nâimâ Târihi; cild-1, sh. 372 4) Sicilli Osmânî; cild-3, sh. 165 5) Peçevî Târihi; cild-2, sh. 290 6) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 1018 7) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-16, sh. 13 KASR-I ŞÎRÎN ANDLAŞMASI Osmanlı Devleti ile Safevî-İran Devleti arasında yapılan andlaşma. 1639 (H. 1049)’da imzalanan bu andlaşma ile Osmanlı-Safevî hududu tesbit edilmiştir. Sultan dördüncü Murâd Han’ın 24 Aralık 1638’de, Bağdâd’ı Safevîlerden geri almasından sonra, sadrâzam ve serdâr-ı ekrem Kemankeş Kara Mustafa Paşa, İran üzerine yürüdü. Bunun üzerine, Kasr-ı Şîrîn’deki Osmanlı ordugâhına elçi gönderen Safevî hükümdarı birinci Safi, 29 Nisan 1639’da Muhammed Kulihan’ı elçi göndererek barış istedi. Ayrıca Kars kalesinin İran’a terkini veya kalenin tahribini istemişse de isteği reddedilmiştir. Sadrâzam ise, Safevî ordusunun Bağdâd hududundan çekilmesi ve Derteng kalesinin Osmanlı Devleti’ne terkini istedi. Aksi takdirde Osmanlı ordusunun savaşa hazır olduğunu bildirdi. Bir kaç gün sonra Safevî başkumandanı Rüstem Han’dan, sadrâzama bir tezkere geldi. Bunda, Derteng kalesinin tahliye edildiği ve bir elçilik hey’etinin gönderildiği bildiriliyordu. Türk askeri Kasr-ı Şîrîn mevkîine geldiği zaman Saruhan başkanlığındaki bir murahhas hey’eti de, buraya ulaşmış bulunuyordu. Burada yapılan görüşmelerde, Osmanlıyı sadrâzam Kara Mustafa Paşa; İran’ı da, Suruhan ile elçi Muhammed Kulihan temsil ediyordu. 14 Mayıs’ta müzâkereler başladı. 17 Mayıs 1639’da andlaşmaya varıldı. Andlaşma; Osmanlı sadrâzamlarının muhteşem otağında, bütün vezirler, beylerbeyileri, sancak beyleri ve ocak ağalarının önünde büyük bir merasimle imzâlandı. Bu andlaşma ile 11 Ocak 1624’de Bağdâd’ın Safevîler tarafından işgal edilmesiyle başlayan ve 15 sene 4 ay 7 gün süren Osmanlı-Safevî savaşı sona erdi. Andlaşma, ana hatlarıyla şöyle idi: 1- Bağdâd, Basra, Kerkük ve Doğu Anadolu, Osmanlı Devleti’nin; Revan, Safevî Devleti’nin olacak. 2- Kofor, Mokur ve Kars taraflarındaki kaleler iki tarafça yıkılacak. 3- Safevîler, İran’da Eshâb-ı kirama, İslâm âlimlerine ve eserlerine dil uzatmayı ve sövmeyi yasaklayacaklar. Bu andlaşmayı kabul edip imzalayan Savefî hükümdarı birinci Safi, imzalı nüshayı dördüncü Murâd Han’a gönderdi. Sultan dördüncü Murâd Han bu andlaşmadan çok memnun oldu ve imzaladı. Seferden İstanbul’a dönmek üzere yola çıktı. 8 Haziran 1639’da İzmit’e geldi ve iki gün kaldı. Oradan deniz yolu ve donanma-yı hümâyûndan elli sekiz kadırga alarak Üsküdar’a geldi. İki gün dinlendikten sonra İstanbul’a girerken muhteşem bir merasim yapıldı. Osmanlı Devleti’nde bir hafta şenlik ilân edildi. Pâdişâh daha önce Revan seferinin hâtırasına, Topkapı Sarayı’na Revan köşkünü yaptırmıştı. Bu sefer de, Bağdâd köşkünün yapılmasını emretti. Bu emir üzerine Bağdâd köşkü yapıldı. Kasr-ı Şîrîn andlaşması, bugünkü Türkiye ile İran hududunu tesbit etmesi bakımından önemlidir. Kerkük, Basra, Bağdâd ve Revan dışındaki Türkiye-İran hududu, bu andlaşmaya göre bugüne kadar aynen kalmıştır. 1) Rehber Ansiklopedisi; cild-9, sh. 331 2) Büyük Türkiye Târihi; cild-5, sh. 275 3) Îzâhlı Osmanlı Târihi Kronolojisi; cild-3, sh. 382 4) Osmanlı İmparatorluğu Târihi; cild-9, sh. 158 5) Devlet-i Osmâniyye Târihi (Hammer); cild-9, sh. 261 6) Osmanlı Târihi (Uzunçarşılı); cild-3, kısım-1, sh. 205 7) Muâhedât-ı Umûmiyye Mecmuası; cild-2, sh. 308 8) IV. Murâd devrinde Osmanlı Safevî münâsebetleri, (Kerim Yans, Târih Semineri Kütüphânesi, Doktora Tezi, No: 2798) KASSÂM Osmanlı Devleti’nde, vefât eden bir kimsenin terekesini (geriye bıraktığı malını), İslâmî mîrâs hukukuna göre, vârisleri arasında paylaştıran me’mûr. Arabça bir kelime olan kassam, lügatte kısım kısım ayıran, veren demektir. Osmanlılarda kâdıların, vazîfe ve salâhiyetleri arasında, amme hukukunu koruyan bir otorite olarak; yetim ve gâiblerin haklarını korumak, vasiyyetlerin İslâmiyet’e uygun şekilde yerine getirilip getirilmediğini kontrol etmek, vefât edenlerin mirasına el koyup geride kalan, mirasçıları ve bunların hisselerini tesbit etmek de vardır. Bu suretle, mirasçılar arasında küçük yaşta çocuklar bulunduğu takdirde, bunların hisseleri vasîlerine teslim edilir ve vasînin muameleleri kâdı tarafından, devamlı olarak kontrol edilirdi. Bunun yanında, mîrâsçılar arasında malların taksimi hususunda, anlaşmazlık hâllerinde veya vefât edenin alacak veya borçlarının mahkeme kararıyla isbât, tâkib ve tahsili îcâb eden hâllerde, kâdının ihtisas sahibi me’muru (âdil, emin, ferâiz ilmini iyi bilen) kassam vazifeli idi. Kassâmlar yaptıkları iş karşılığında, resm-i kısmet adıyla terekeden bir ücret alırlardı. Bu ücretler, kanunnâmelerde belirtildiği şekilde alınırdı. Kassâmlar, kazasker kassâmları ve kâdılık kassâmları olmak üzere ikiye ayrılırdı. Kazasker kassâmları, askerî sınıfın terekesini vârisleri arasında pay ederlerdi. Rumeli’dekiler, Rumeli kazaskerleri; Anadolu’dakiler, Anadolu kazaskerleri tarafından tâyin edilirdi. Bu askerî kassâmların askerler nâmına aldıkları resimleri, tahsîl etmek üzere müfettişleri de vardı. Bundan başka, yine askerî yâni, kazasker kassâmlarının muamelâtını gözden geçirip, bakiye resimleri tahsîl için, zaman zaman Anadolu ve Rumeli’ye üç koldan süvari kassâmları yollanır ve ellerine fermanlar verilirdi. Süvârî kassâmları her teftiş ettiği yerde tahsîl edilen kısmet-i askeriyyeyi, kâdılık sandığından tesellüm ederek, elindeki mühürlü defteri, bu resimleri kendisine teslîm eden kâdı veya naibine mühürletirdi. Mahallî ve askerî kassâmların azli ve yerine başkasının tâyini, süvârî kassâmının selâhiyeti dâhilinde olduğu gibi, bunlar hakkındaki şikâyetler veya taltif edilmeleri hakkında verdikleri raporlar da hükûmetçe dikkate alınırdı. Eyâlet, sancak ve kazalarda kâdıların maiyyetindeki, kâdı ve mevâlî kassâmları, askerî sınıfın dışındaki şehirlinin mîrâs işlerine bakarlardı. Her kâdılıkta ayrı bir kassâm (tereke) defteri tutulur, vefât edenin terekesinde bulunan eşya ve mallar, kassâmın önünde birer birer deftere geçirilirdi. Bilirkişi (ehl-i hibre), yardımıyla her birinin kıymeti takdir olunup, vefât edenin techîz, tekfîn ve ıskat masrafları ile kassâmın emeği karşılığı alacağı ücret, tereke yekûnünden çıkarıldıktan sonra, kalan mallar kânuna göre vârisler arasında taksîm edilirdi. Bâzan, kazasker kassâmı ile mahallî kâdı veya nâibler arasında resm-i kısmetin ne tarafa âid olduğuna dâir, ihtilâf çıkar ve mes’ele Dîvân-ı hümâyûna kadar gelirdi. Bunun için, kazaskerlere âid askerî rüsumların neler olduğu, hüküm yâni fermanla açıklanarak, aradaki ihtilâf halledilirdi. Tanzîmât’ın ilânından sonra, bütün kassâmlıklar kaldırılmış, yalnız İstanbul’da bir tek kassâmlık bırakılmıştır. Eyâlet ve sancaklardaki mîrâs taksim işleri mahallî kâdılara verilmiştir. 1) Osmanlı Târih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü; cild-2, sh. 209 2) Edirne Askerî Kassâmına Âid Tereke Defterleri (Ö.L. Barkan, Belgeler, T.T.K. Yayını, sayı 5-6) 3) El-İhtiyâr; cild-2, sh. 73 4) Osmanlı Devletinin İlmîye Teşkilâtı; Sh. 121 5) Redd-ül-Muhtâr; cild-5, sh. 222 KÂTİP Osmanlı Devleti’nde dîvân-ı hümâyûnda ve devlet teşkilâtının diğer kısımlarında, yazı ve kayıd işlerini görmekle vazifeli me’mûr. İslâmiyet’ten önce yazı ile uğraşan her millette, kâtiplik mesleği vardı. İslâmiyet’in gelmesinden sonra bilhassa, nazil olan (inen) Kur’ân-ı kerîm âyetlerinin yazılması, müslümanlar arasında kâtiplerin çoğalmasına sebeb oldu. Eshâb-ı kiram (r. anhüm) arasındaki vahy kâtipleri meşhurdur. Vahy kâtipleri aynı zamanda Peygamber efendimizin etrâfdaki hükümdarlara, İslâm’a davet için gönderdikleri mektupları da yazarlardı. Hulefâ-i râşidîn ve Emevîler devrinde kâtipler, vezir mevkiinde idiler. Emevîler devrinde başkâtibe, kâtib-üs-sır (özel kâtip) denirdi. Resmî evrakı yazanlara kâtib-ül-inşâ, ordudaki hesâb ve yazışmaları yapanlara kâtib-ül-ceyş denirdi. Halîfenin husûsî işlerinin tanzimi ile meşgul olan kâtibler de mevcuttu. Kâtiplerin teşkîl ettiği dîvânın geniş yetkileri vardı. Zamanla kâtiplere örnek teşkîl edecek ve onlara yol gösterecek kitaplar yazıldı. İbn-i Kuteybe’nin Edeb-ül-kâtib’i, Kalkaşandî’nin Subh-ul-A’şâ fî kitabet-il-inşâ’sı bu konuda yazılmış meşhur eserler arasında yer aldı. Daha sonraki İslâm devletlerinde; Abbasîler, Gazneliler ve Selçuklularda da kâtipler, başta dîvânlar olmak üzere, devletin çeşitli kademelerinde çalıştılar. Altı yüz sene gibi uzun bir müddet hükümrân olan Osmanlı Devletin’de de, her türlü resmî belgenin kusursuz ve dikkatle yazılması, haberleşmenin hakkıyla gerçekleşmesi için bu işte vazife alacak kâtiplerin yetiştirilmeşine çok ehemmiyet verildi. Asırlar ötesinde günümüze kadar sistemli bir şekilde ulaşan milyonlarca belgenin mîmarları olan kâtipler, belli bir kültür seviyesine ulaştıktan sonra kalemlere alınır, usta-çırak sistemi ile yetiştirilirdi. Her kısmın başında bir hoca bulunur, emrinde usta derecesindeki kalfa; çıraklıkdan kâtip yetiştirmekle meşgul olurdu. Kâtip adayları; İslâmî ilimler, edebiyat, târih ve coğrafya gibi sahalarda bilgi sahibi olmak için ayrıca ulemâdan ders alırlardı. Usta hattatlardan aldıkları hat dersleri ile bulundukları kalemin yazı şeklini öğrenen kâtipler, ferman ve nâmeleri dîvânî, mâlî kayıtları siyâkat; dînî yazıları ta’lîk yazı ile yazarlardı. Bilhassa ferman, berat, hüküm gibi pâdişâh tuğrasını taşıyan evraklar süslü bir dille kendine mahsûs bir üslûbla inşâ edilirlerdi. Bu tür mühim yazıların nasıl kaleme alınacağı hakkında inşâ kitapları vardı. Başlangıçta Ahmed Dâî’nin Teressül adlı eseri, Osmanlı kâtipleri arasında el kitabı olarak kullanıldı. Sonraları, nişancı Feridun Bey’in Münşeât-üs-selâtîn’i ve Lâmiî Çelebi’nin Münşeât-i mekâtib adlı eseri, Osmanlı kâtibinin el kitabı oldu. Resmî yazışmalar için husûsî bir inşâ stili yerleştiren Cafer Çelebi, İbn-i Kemâl Paşa ve Nişancı Celâlzâde Mustafa Çelebi’nin yazıları sonra gelenler için örnek teşkil etti. Böylesine ilim sâhibi ve kabiliyetli kimseler ve kâtib yetiştirmede uygulanan yüksek standart sayesinde, Türkçe nesir, bir edebî eser gibi meydana çıktı. Böylece Arapça ve Farsça örneklerle kıyas edilebilecek bir Türkçe inşâ stili ortaya kondu. Kânuna uygun şekilde, müslüman hükümdarından vezirine, çavuşundan şeyhülislâmına, papazından kralına kadar kime nasıl hitâb edileceği örnekleri ile anlatılan bu eserler, kâtiblerin ellerinden düşmedi. Kâtipler, devletin her teşkilâtında hizmet görmekle beraber, daha çok Dîvân-ı hümâyûn kalemi ile mâliye kaleminde bulunurlardı. 1- Dîvân-ı Hümâyûn Kalemleri: Buradaki bürokratik teşkilât; görüşülecek işleri hazırlayıp, sıraya koyan, karâra bağlanan konuları kaydedip, ilgililere bildiren kâtiplerin çalıştığı çeşitli kalemlerden meydana gelirdi. Bu kalemlerin en önemlileri şunlardı: a- Beylikçi veya Dîvân kalemi: Dîvânda karâra bağlanan konulara âid evrak burada tasnif edilip, kaydedilir, sonra ilgili kalemlere gönderilirdi. Ferman ve beratları hazırlamak da bu kalemin vazîfesi idi. Burada 120 kâtip çılışıyordu. b- Rüûs veya nişan kalemi: Yüksek rütbeliler dışındaki devlet me’murlarının kayıt, sicil ve özlük işlerine bakarlardı. c- Tahvil kalemi: Vezir, beylerbeyi, sancakbeyi gibi yüksek rütbeli devlet me’murlarının kayıt, sicil ve özlük işlerine bakardı. d- Âmedî kalemi: Sadrâzam ve reîsülküttâbın husûsî sekreterliğidir. On dokuzuncu yüzyıla kadar dış işleri ile uğraşırdı. Bunlardan başka teşrifatçılık ve vak’anüvislik kalemleri de vardı. Dîvânda görevli kâtiplerin zaman zaman dîvân dışı vazîfelerde de bulunduğu görülürdü. Tahrîr kâtibi olarak eyâletlere giderlerdi. Dîvân kâtiblerinden küçük bir bölümü sadrâzamla birlikte seferlere iştirak ederlerdi. Şehnameci veya vak’anüvis olarak sefere katılan kâtipler de vardı. Bütün kalemlerin başı reîs-ül-küttâb; onun şefi de nişancıydı. Fakat kalemlerin işleri ile doğrudan doğruya reîsülküttâb ilgilenirdi. Reîsülküttâblık daha sonra dış işleri yönünde gelişerek yerine Umûr-i hâriciye nezâreti kuruldu. 2- Mâliye Kâtibleri: Kâtiblerin kalabalık olarak çalıştığı mâliye teşkilâtının en yüksek yetkilisi defterdârdı. Ayrıca Rumeli ve Anadolu defterdârları vardı. Defterdârların emrinde dört dâire vardı: a- Defterhâne: Mâliye ile ilgili temel kayıtlar burada tutulurdu. Buraya bağlı dâireler yardı. Vilâyetlerin veya büyük mâlî bölgelerin özel bütçesini hazırlayan icmâl, gelir kaynakları ve giderlerin ayrı ayrı kayıtlı olduğu mufassal, ödeme kayıtlarının yapıldığı rûznâme dâiresi bunlardandır. b- Muhasebe dâiresi: Makbuzların tek tek kaydı tutulurdu. c- Murakabe dâiresi: Diğer dâirelerin kayıtlarını kontrol eder, saray me’mûrlarının ve ordunun aylık bordrolarını tutardı. d- Mevkûfât dâiresi: Hazîne adına el konulan malların, gelir ve gider kayıtları burada tutulurdu. Değişik isimler altında daha başka kâtipler de vardı. Bunlardan bâzısı şunlardı: Kâtib-i kütüb: Sarayda kitap istinsah eden kâtiplerdir. Kâtib-i adl: Noterlik vazifesini gören kâtiplerdir. Kâtib-i beytülmâl: Yeniçeri ocağı ve zabitlerinden vefât edenlerin geride bıraktıkları ile meşgul olan yazıcıdır. Kâtib-i hâfız-ı kütüb: Kütüphânelerdeki kitapların isim ve sayılarını yazan, kimlere verildiğini kaydeden me’mûr. Kâtib-i yeniçeriyân: Yeniçeri kâtibi demek olup, ocağın önde gelen zâbitlerindendir. Ocağın asıl ve yeniçeri kütüğü denilen ulufe defteri üzerinde gerekli kayıtları, hizmete me’mûr olanları, verilen terfileri yazmak başlıca vazîfesi idi. On sekizinci yüzyıl sonlarında kalemiye de denilen kâtipler sınıfından Bâb-ı âlî’de çalışan 1.000-1.500 kadar me’mûr bulunuyordu, önde gelen kalemiye mensupları, paşa rütbesine yükselebildikleri gibi, vâli veya sadrâzam dahi olabilirlerdi. Bu arada siyâsî münâsebetlerde de büyük rol oynuyorlardı. Sultan İkinci Mahmûd 1830’da eski kalemiyenin topluca yeni bir tür sivil bürokrasiye (mülkiye) dönüşmesini sağlayan reformu gerçekleştirdi, Sivil me’mûrların eğitimi için yeni okullar kurdurdu. Mülkiye rütbeleri denilen bir sivil rütbeler sistemi te’sis etti. Sultan İkinci Mahmûd’un devleti merkezîleştirme arzusu, onun emrinde çalışmaya yeterli ve hazır, ileri görüşlü, akıllı ve disiplinli devlet adamlarının bulunmasını gerektiriyordu. Bunu hiç bir zaman bulamadı. Oğlu Abdülmecîd devrinin ve Tanzîmât’ın önde gelen devlet adamlarından Mustafa Reşîd Paşa, Fuâd ve Âlî paşalar ise, emperyalizmin maşaları olmaktan ileri gidemediler. Bilhassa Mustafa Reşîd Paşa, yalnızca Gülhâne Hatt-ı hümâyûnunun değil, Osmanlı ülkesini emperyalist Avrupa devletlerinin serbest ticâretine açarak Osmanlı ekonomisini felâkete götüren 1838 Balta Limanı andlaşmasının en büyük sorumlusu oldu. Peşinden gelen yetiştirmeleri Âlî ve Fuâd paşalarda devlete kötülük yapmakta ondan geri kalmadılar. Tanzîmât döneminde mülkiye me’mûrlarının sayıları on binleri aştı. Artık yalnızca merkez dairelerdeki kâtiplerden meydana gelimiyen mülkiye, taşra yönetimi, adalet, eğitim ve nüfus sayımı gibi alanlarda modern bir sivil bürokrasiden beklenen işlemlerin bir çoğunda sorumluluk üstleniyordu. Ancak Tanzîmât’dan Cumhûriyet’e kadar gelen bürokrasi zinciri de asıl olarak bu dönemde ortaya çıkıyordu. O güne kadar bir gün içinde hâlledilen dâvalar, artık günler, haftalar ve aylarca sürmeye, vatandaşı canından bezdirmeye başladı. Devlet kapısı, herkesin geleceği yer değil, herkesin kaçacağı yer hâline geldi. Sultan İkinci Abdülhamîd Han idareyi sağlamlaştırdıktan sonra sivil bürokrasiyi ikinci Mahmûd’un arzusuna yakın, tabiî bir konuma getirdi. Çıkartılan bir dizi kânun ile me’mûrların özlük hakları düzenlendi. Bu arada bürokrasinin eğitimi için de çeşitli okullar açıldı. Çeşitli bakanlıklardaki tâyin komisyonlarının, kendi başlarına atama kararlarını verme hakları saraya verildi. Bunlar yalnızca saraya tavsiyelerde bulunuyorlar, nihâî kararları, adayların sicil dosyalarını inceledikten sonra pâdişâh veriyordu. Böylece sultan Abdülhamîd idaresi, personel politikasına modern, akılcı şekiller verdi. Ancak İttihâd ve Terakkî partisinin sultan İkinci Abdülhamîd’i tahttan indirdikten sonraki faaliyetleri, bu olumlu gelişmeleri tamamen ortadan kaldırdı. 1) History of the Ottoman Empire and Modern Turkey; cild-1, sh. 134, 283 2) Bureaucratic Reform in the Ottoman Empire (Carter Findley; Princeton-1980) 3) Bürokratik Yönetim Geleneği; Osmanlı imparatorluğu ve Türkiye Cumhûriyeti’nde Gelişimi ve Niteliği (Metin Heper, Ankara-1974) 4) Osmanlı Târih Deyimleri; cild-2 5) Merkez ve Bahriye Teşkilâtı; sh. 19, 357 6) “From Scribe to Litterateur: the career of a sixteen the century Ottoman Kâtib” (Ciristine Woodhead, Bulletin of the British Society for Middle Eastern Studies-1982); cild-9, sayı-1, sh. 55 KÂTİB ÇELEBİ Târih, coğrafya, bibliyoğrafya ve biyoğrafya ile meşgul olmuş meşhur bir âlim. Asıl adı Mustafa olup, 1608 (H. 1017)’de İstanbul’da doğdu. Babasının adı Abdullah’dır. Babası, Osmanlı devlet ve siyâset adamlarının yetiştirildiği Enderûn mektebinde tahsîl görerek yetişmiş bir askerdir. Mustafa bin Abdullah, ordu kâtipliğinde bulunduğu için ulemâ ve halk arasında Kâtip Çelebi diye tanındı. Hacca gittiği ve başmuhâsebeci ikinci halîfesi olduğu için Hacı Halîfe ismiyle meşhur oldu. Babası dindar bir zât olduğu için beş-altı yaşlarında onu ilme teşvik etti. O da imâm Îsâ Halîfe-i el-Kırımî’den Kur’ân-ı kerîm ve tecvîd dersleri almaya başladı. On dört yaşına kadar çeşitli hocalarından din ilimleri tahsîl etti. On dört yaşında Anadolu muhasebesi kalemine kâtip oldu. Oradaki halîfelerin birinden hesap kaidelerini ve siyâkat yazısını öğrendi. 1624 yılında babasıyla birlikte Tercan, bir sene sonra da Bağdâd seferine çıktı. Dönüşte Musul’a geldiklerinde babası; bir ay sonra da Nusaybin civarında amcası vefât etti. Bir müddet Diyarbakır’da kaldı. Babasının yakın arkadaşlarından birisi kendisini süvari mukabelesine tâyin etti. 16271628’de Erzurum kuşatmasına katıldıktan sonra İstanbul’a geldi ve yaklaşık iki sene, Bağdâd seferine katılana kadar, Kâdızâde’nin derslerine devam etti. 1630 Bağdâd kuşatmasında toprak dolu tulumlarla yapılmış siperler arasında ordunun defterini tuttu. Seferden sonra tekrar İstanbul’a dönerek Kâdızâde’nin derslerine devam etti. Kendisinden tefsir, İhyâ-ül-ulûm, Şerh-i Mevâkıf, Târîkat-ı Muhammediyye okudu. 1633-1635 Halep seferinde hacca gitme fırsatı buldu. Dönüşte bir kış Diyarbakır’da kalıp oradaki âlimlerle görüştü. 1635 senesinde sultan dördüncü Murâd Han ile Revan seferine katıldı. On sene kadar çeşitli savaşlarda bulunduktan sonra İstanbul’a döndü ve kendisini tamamen ilme verdi. İlme verdiği ehemmiyetten dolayı eline geçen bir defa küçük, bir defa da büyük mîrâsın büyük bir kısmını kitaba verdi. Kendisi tamamen ilimle uğraştığı için sultan dördüncü Murâd Han’ın Bağdâd seferine katılamadı. A’rec Mustafa Efendi, Ayasofya dersiamı Abdullah Efendi, Süleymâniye dersiamı Mehmed Efendi’den ders aldı ve A’rec Mustafa Efendi’yi kendisine üstâd edindi. Bir taraftan kendisi öğrenirken, diğer yandan bir çok talebeye ders verdi. 1645’de Girid seferi münâsebetiyle haritaların nasıl yapıldığını, tedkîk etti ve bu konuyla ilgili yazılan eserlerde çizilen haritaları gördü. Bu arada memuriyetten ayrıldı ve üç yıl vazife almadı. Bu üç yıl içinde bâzı talebelerine çeşitli konularda dersler verdi. Yine bu zaman içinde âni olarak hastalandığı için tedâvî çârelerini aramak maksadıyla tıb kitabları okudu. Kalbini kötülüklerden temizlemek, manevî sağlığa kavuşmak için de Esmâ ve Havâs kitaplarını okudu. Din âlimlerine olan aşırı sevgisi sebebiyle devamlı onlarla beraber olmaya çalışırdı. 1648 yılında tekrar me’mûriyete girdiğinde şeyhülislâm Abdürrahîm Efendi’nin en yakın arkadaşlarından oldu ve pek çok eserini bu yıllarda yazdı. Kâtib Çelebi 1656 senesinde vefât etti. Kabri, Vefâ’dan Unkapanı’ndaki Mahmudiye (Unkapanı) köprüsüne inen büyük caddenin sağ kenarındadır. Dindar bir zât olup huşu içinde, şartlarına uygun yapılacak duâların kabul olacağına ve Kur’ân-ı kerîmin şifâ vereceğine olan inancını sık sık zikrederdi. Kâtib Çelebi çalışkan, iyi huylu, vakarlı, az konuşan, çok yazan biri olarak bilinir. Arabî, Fârisî yanında Latince’yi de bilirdi. Osmanlı Devleti’nde batı ilmiyle en fazla ilgilenen, doğu ilmiyle mukayesesini ve sentezini yapan ilk Türk ilim adamlarından biridir. Yazdığı yirmiyi aşkın eseriyle sâdece Türk dünyâsına değil bütün dünyâya seslenmişti. Çalışmalarının genişliği ve derinliğiyle döneminin en mühim ilim adamlarından sayılmıştır. Özellikle bibliyografya ve biyografyaya âid eserlerini hazırlarken fiş kullanarak ilmî bir usûlle çalışmıştır. Târih kitaplarında daha çok hâdiselerin özünü ve hakîkatini anlatmaya çalışmış, üslûb ve edebiyat yönüne fazla ağırlık vermemiştir. Fikirlerini, düşüncelerini çeşitli san’atlarla süsleyerek anlatmak yerine kısa, öz ve açık yazmıştır. Eserleri: 1- Keşf-üz-Zünûn an Esâmi-il-Kütüb vel-Fünûn: Arabî, çok kıymetli eseridir. On beş bine yakın kitap ve on bine yakın müellifi tanıtan büyük bir bibliyografya ansiklopedisi mahiyetindedir. Mısır’da, Almanya’da, İstanbul’da basıldı. Latince’ye de tercüme ve tâb edildi. 2- Cihânnümâ: En eski coğrafya kitabımızdır. Haritalarıyla birlikte İbrâhim Müteferrika matbaasında basılmıştır. Daha sonra yazılacak coğrafya kitablarımıza kaynak teşkil edebilecek bu eser, Avrupa dillerinde tercüme edilmiştir. 3- Tuhfet-ül-Kibar fî Esfâr-il-Bihâr: Denizcilik târihi bakımından mühim bir eserdir. Osmanlı Devleti zamanındaki deniz savaşlarından bahseder. 4- Takvîm-üt-Tevârîh: Adem aleyhisselâmdan 1648 târihine kadar geçen vak’aların kronolojik açıklamasını ihtiva eder. Arabî ve Fârisî dilde basılmıştır. 5- Fezleket-üt-Tevârîh: Bir mukaddime, üç usûl ve bir sonsözden ibaret olan bu eser, varlıkların başlangıcı, peygamberlerin ve hükümdarların târihi diye hülâsa edilebilecek bir târih kitabıdır. 6- Fezleke: Fezleket-üt Tevârih’in devamı niteliğindedir. 1591’den 1654 târihine kadar vuku bulan olayları anlatır. 1879’da iki cild olarak basılmıştır. 7- Kanunnâme, 8- Târîh-i Firengî Tercümesi, 9- Târih-i Kostantiniyye ve Kayâsire, 10- İrşâd-ül-Hayâfâ ilâ Târîh-ul Yunan ver-Rûm, 11- Süllem-ülVusul ilâ Tabakât-ü Fuhûl, 12- İhlâm-ül-Mukaddes, 13- Tuhfet-ül-AhfârfilHikem ve’l-emsâl ve’l-Eş’âr, 14- Dürer-i Müntesira vel-Gurer-i Müntesira, 15Düstûr-ül-Amel fî Islâhil-Hâlâl, 16- Beydâvî Tefsiri şerhi, 17- Hüsn-ülHidâye, 18- Resm-ür-Recm bis-Sim ve’l-cîm, 19- Câmi-ul-mütûn min Cüll-ilFünûn, 20- Mîzân-ül-Hak fî ihtiyâr-il-ehak. 1) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 1028 2) Mu’cem-ül-müellifîn; cild-12, sh. 262 3) Keşfüz-zünûn mukaddimesi 4) El-alâm; cild-7 sh. 236 5) Kâmûs-ül-a’lâm; cild-7, sh. 3806 6) Brockelmann sup-2, sh. 635 7) Rehber Ansiklopedisi; cild-9, sh. 351 8) Osmanlı Müellifleri 9) Kâtib Çelebi (Kültür Bakanlığı. Yayını-1988) 10) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-16, sh. 21 KAVALALI MEHMED ALİ PAŞA On dokuzuncu yüzyılda Mısır’da, idarenin Kavalalılar hânedânına geçmesini sağlayan paşa. 1769 senesinde Kavala’da doğdu. Babası, Kavala kasabasının bekçibaşısı olan İbrâhim Ağa’dır. Babasının 17 çocuğu olmuş, fakat içlerinden yalnız Mehmed Ali yaşamıştı. Bu sebeple babasından büyük bir şefkat ve muhabbet gördü. Fakat küçük yaşında babasını kaybetti. Babasının ölümünden sonra Kavala mütesellimi olan, amcası Tosun Ağa’nın himayesine girdi. Bir müddet sonra, amcasının ölümü üzerine himayeye muhtâc oldu ve iş hayâtına atıldı, önce postacılık sonra da simsarlık yaptı. 18 yaşına geldiği zaman askerlik hizmetine girdi. Mısır’ı, Napolyon Bonapart’ın kuvvetlerinden kurtarmak için, Kavala’dan gönderilen seçme erlerin başında Kâhire’ye geldi. Okur yazar olmamakla beraber çalışkan, cesur, kabiliyetli olduğu için kendini az zamanda gösterdi ve serçeşmelik ünvânıyla Kâhire’de başıbozuk erlerin komutanı oldu. Bundan sonra Fransız işgaline karşı Napolyon’un kuvvetleriyle çarpıştı. Fransızlarla yapılan muhârebelerde ve bilhassa Ebû Kayr muhârebesinde fevkalâde cesaret gösterip, şöhret kazandı, itibârı devamlı arttı. Napolyon’un Mısır’dan kovulmasından sonra, sultan üçüncü Selîm bölgedeki Osmanlı idaresini zayıf gördüğünden kuvvetlendirmek istedi. Ancak bu iş için de, her şeyden önce kendilerini Mısır’ın gerçek sahibi sayan Kölemen beylerini ortadan kaldırmak gerekiyordu. Bunun için serdâr-ı ekrem Yûsuf Ziya Paşa’nın dönüşünde Hüsrev Paşa Kahire vâliliğine tâyin edilerek kuvvetli bir idare kurmaya me’mur edildi. Hüsrev Paşa, Mısır’ın olduğu kadar kendi İktidarını da korumak için düzenli asker hazırlamaya koyuldu. Bu iş ilerledikçe başıbozuk askere ihtiyaç azaldı. Hüsrev Paşa, başıbozukları Kâhire’den uzaklaştırmaya başlayınca, bunlar verilmemiş maaşlarını bahane ederek ayaklandılar. Hüsrev Paşa Mısır’dan kaçtı. Ancak serçeşme Mehmed Ali Bey, Mısır’daki bu ayaklanmayı önlemeye muvaffak oldu. Sükûneti sağlaması ve başıbozuk kuvvetleri emri altına almasındaki başarıları İstanbul’a arz edildi. Bu arada Mısır vâliliği Hurşid Paşa’ya verildi. Hurşid Paşa, Mısır’da fevkalâde bir güce sâhib bulunduğunu gördüğü Kavalalı Mehmed Ali’yi Kâhire’den uzaklaştırmak için vezirlik rütbesiyle Cidde vâliliğine tâyin ettirdi. Mısır’dan çıkmak istemeyen Mehmed Ali ise, Hurşit Paşa’ya karşı ayaklanma tertipledi. Sultan üçüncü Selîm Han ise, Mısır’da kuvvetli bir idarenin ancak muktedir bir şahsiyet olan Mehmed Ali tarafından sağlanacağını kestirdiğinden ve bu sırada Vehhâbîlerin mukaddes beldelerdeki tahribatını onun sayesinde önleyebileceğini düşündüğünden onu Mısır vâliliğine tâyin etti (8 Temmuz 1805). Mısır’a vâli olmak kolay, fakat vâli olarak iş görmek güçtü. Bir çok vâliler Mısır’da bir kaç aydan fazla vâlilik edememişlerdi. Mehmed Ali Paşa Kahire vâliliğine getirildiği vakit, kendisinden önceki vâliler gibi güç durumda kaldı. Niyeti Mısır’da kuvvetli bir idare kurmaktı. Fakat Mısır’daki Kölemen beyleri ile İngilizler böyle bir idarenin kurulmasına tarafdâr değildiler. Nitekim 1807’de İstanbul önünden çekilmek zorunda kalan İngiliz kuvvetleri, başarısızlıklarını örtmek için Mısır’ın zabtına giriştiler. Önce İskenderiye civarına asker çıkararak şehri işgal ettiler. Bu sırada Osmanlı Devleti Rusya ile harp hâlinde bulunduğundan, Mısır’a yardım edebilecek bir durumda değildi. Fakat Mehmed Ali Paşa kurduğu düzenli ve disiplinli ordusu ile İngiliz kuvvetlerini Reşid’de kat’î bir mağlûbiyete uğratarak, 14 Eylül 1808’de geri çekilmek zorunda bıraktı. Bu başarısı üzerine o târihe kadar donanma tarafından idare edilen Mısır’ın sahil kısmı da Mehmed Ali Paşa’ya bırakıldı. Bu arada Mehmed Ali Paşa Mısır’da iş görmek için Kölemen beylerinin ortadan kaldırılması gerektiğini anlamış bulunuyordu. Çünkü bunlar zor durumda kaldıklarında İngiliz veya Fransız kuvvetlerini ülkelerine çağırmaktan çekinmiyorlardı. Mehmed Ali Paşa 1811’de şereflerine verdiği bir ziyafet sonunda bir çoğunu öldürttü ve Mısır’da tam bir hâkimiyet te’sis etti. Bu sırada mukaddes beldeler olan Mekke, Medîne ve Hicaz yöresinde vehhâbîler büyük bir dert teşkil etmeye başlamışlardı. Vehhâbîlik daha sultan üçüncü Ahmed’in son zamanlarında, Muhammed bin Abdülvehhâb isminde bir zat tarafından İbn-i Teymiyye’nin ehl-i sünnete uymayan bozuk fikirlerini ortaya koyan kitaplarından etkilenerek kurulmuştu. Necd’in bir bölümünü elinde tutan İbn-i Abdülvehhâb 1766 yılına kadar hüküm sürmüş ve etrafına fakir, câhil ve adetâ vahşî bedevilerden müteşekkil büyük bir kitle toplamıştır. Onun 1766’da ölümü üzerine yerine oğlu Abdülazîz İbn-i Suûd geçti. İlk olarak bunun zamanında 1791 (B. 1205)’de vehhâbîler ile Mekkeliler arasında ihtilâf oldu. Abdülazîz ibni Suûd 1803 başlarında Hicaz’ı yağmalamaya başladı ve bir ay kadar süren bir muhasaradan sonra Tâif şehrini aldı. Ahâliyi kılıçtan geçirdi. 30 Nisan’da Mekke’yi, aldı. Bu senelerde Osmanlı Devleti, haricî düşmanlarla muhârebe hâlinde bulunduğundan, vehhâbîlik mes’elesi ile ilgilenemedi. Ancak 1811 senesinde vehhâbîlerin müslümanlara yaptıkları işkence ve hakaretler dayanılamıyacak hâl aldığından, sultan İkinci Mahmûd Han, Mısır vâlisi Mehmed Ali Paşa’ya ferman gönderip eşkıyayı terbiye etmesini emreyledi. Bu emir üzerine Mehmed Aii Paşa, oğlu Tosun Paşa’nın kumandasındaki bir kolorduyu 1811 yılında isyânı bastırmak üzere Mısır’dan yola çıkardı. Tosun Paşa Medîne’nin iskelesi olan Yenbû şehrini geri aldı. Cüdeyde yolu ile Medine’ye giderken Safra vadisi ile Cüdeyde boğazı arasındaki muhârebede bozguna uğradı. Bunu duyan Mehmed Ali Paşa çok üzüldü. Bir kolordu ile kendisi yola çıktı. 1812 senesinin Ağustos ayında Safra ve Cüdeyde boğazlarını geçti. Mekke emîri Şerîf Gâlib Efendi ile görüşen ve onun fikirlerinden de istifâde eden Mehmet Ali Paşa, para ile bir çok köyleri harbsiz ele geçirdi. Yine Şerîf Gâlib’in gönderdiği gizli plânlarla Kasım 1812’de Medîne’yi de kansız olarak ele geçiren Mehmed Ali Paşa, Mısır’a döndü. Bir fırkayı da cidde yolundan Mekke üzerine gönderdi. Bu fırka 1813 senesi başlarında Cidde’ye gelerek Mekke’ye yürüdü ve şehre girdi. Osmanlı ordusunun Mekke üzerine yürüdüğü haberi yayılınca, vehhâbîlerin ileri gelenleri dağlara kaçtılar. Daha sonra Tâif üzerine de yürüyen Osmanlı ordusu bu şehri de harbsiz ele geçirdi. Müjde haberi İstanbul’a sultan, ikinci Mahmûd-ı Adlî’ye bildirildi. Bu habere çok sevinen sultan İkinci Mahmûd Han, Mehmed Ali Paşa’ya teşekkürler ve ihsânlar gönderip, Hicaz’a tekrar giderek isyâncıları teftiş ve kontrol etmesini emretti. Pâdişâhın emrine uyan Mehmed Ali Paşa, Mısır’dan tekrar yola çıktı. Bu sırada Şerif Gâlib Efendi Osmanlı ordusu ile birlikte Taife gitmişti, isyâncıların ileri gelenlerinden Osman el-Mudâyıkî’yi yakalamıştı. Müdâyıkî, Mısır’a oradan da İstanbul’a gönderildi. Mehmed Ali Paşa Mekke’ye gidince Şerîf Gâlib Efendi’yi İstanbul’a gönderdi. Yerine de Yahyâ bin Mes’ûd Efendi’yi emir yaptı. Mehmed Ali Paşa, Hicaz’ın vehhâbîlerden alınmasından sonra Yemen’e kadar olan yerleri de kurtarmak için, bir fırka (tümen) gönderdi. Kendi askeri ile de bu fırkanın yardımına gitti: Oraları da vehhâbîlerden kurtardıktan sonra Mekke’ye döndü. 1815 yılı ortalarına kadar orada kaldıktan sonra Mısır’a döndü. Bu, sırada Suûd bin Abdülazîz ölüp yerine oğlu Abdullah bin Suûd geçti. Mehmed Ali Paşa Mısır’a, gelince, oğlu İbrâhim Paşa’yı bir fırka asker ile Abdullah’ın üzerine gönderdi. Abdullah bin Suûd önceden Tosun Paşa ile andlaşma yaparak, Deriyye emîri kalmak şartıyla Osmanlılara itaat edeceğini bildirmişti. Fakat bu andlaşmayı Mehmed Ali Paşa kabul etmedi. Mısır’dan hareket eden İbrâhim Paşa, 1816 senesi sonunda Deriyye’ye vardı. Abdullah bin Suûd bütün askeri ile karşısına çıktı. Çok kanlı, muhârebelerden sonra Abdullah bin Suûd yakalandı. Pek çok müslümanın kanının dökülmesine sebeb olan ve devlete karşı isyân eden Abdullah bin Suüd ile, dört oğlu ve ümerâsından bâzıları esir alınarak Mısır’a, oradan da İstanbul’a gönderilerek cezalandırıldılar. Abdullah bin Suûd’dan sonra, o soydan gelen Terkî bin Abdullah 1824 senesinde vehhâbîlerin reîsi oldu. 1833 senesinde Suûd’un oğlu Meşşârî, Terkî”yi öldürüp yerine geçti. Terkî’nin oğlu Faysal da Meşşârî’yi kesip 1838’de vehhâbîlerin başına geçti. Mehmed Alî Paşa’nın yeniden gönderdiği askere karşı koymak istediyse de mirliva Hurşid Paşa’nın eline geçerek Mısır’a gönderildi ve habs edildi. Arabistan’ın mübarek şehirlerini vehhâbîlerden kurtaran Mehmed Ali Paşa, büyük bir şöhret kazandı ve Hac yolunu emniyet altına aldı. Bu başarıları üzerine Bâb-ı âlî tarafından oğlu İbrâhim Paşa’ya vezirlik rütbesiyle Hicaz umûmî vâliliği verildi. Osmanlı Devleti, 1821’de Mora’da çıkan Yunan isyânını bastırmak üzere Mehmed Ali Paşa’dan yardım istedi. Mehmed Ali Paşa, oğtu İbrâhim Paşa’yı düzenli, bir ordu ve güçlü bir donanmayla Mora’ya gönderdi. İbrâhim Paşa, Mora ayaklanmasını başarıyla bastırdıysa da İngiliz, Fransız ve Rus gemilerinden meydana gelen filo, Osmanlı-Mısır gemilerini 1827’de Navarin limanında yaktılar. Avrupa devletlerinin Yunanistan’ı Osmanlı Devleti’nden ayıracaklarını kestiren Mehmed Ali Paşa da oğlu İbrâhim Paşa’yı geri çağırdı. Yaptığı bu hizmetlere ve savaş masraflarına karşılık Osmanlı Devleti’nden oğlu İbrâhim Paşa için Suriye vâliliğini istedi ise de Bâb-ı âlî ona, Suriye yerine Girîd’i verdi. Bir müddet sonra Mehmed Ali Paşa’mn, Sayda vâlisi Abdullah Paşa ile arası açıldı. Mehmed Ali Paşa, Filistin’e kaçan, emri altındaki 6000 kölemenin iadesini Abdullah Paşa’dan istedi. Ancak Abdullah Paşa bunları iade etmediği için, Mehmed Ali Paşa büyük oğlu İbrâhim Paşa’yı 10 Ekim 1831’de 40.000 asker ve 23 parçalık donanmayla Mısır’dan Filistin üzerine gönderdi. İbrâhim Paşa’nın Filistin’i harbsiz ele geçirmesi üzerine, Abdullah Paşa 2.000 kadar askeriyle Akka kalesine çekildi. 27 Mayıs 1832’de Akka’ya da giren İbrâhim Paşa, 15 Haziran 1832’de Şam’ı zabt etti. İki paşa arasındaki bu olaylar üzerine payitahtta bulunan Hüsrev Paşa ve diğer müşavirler, pâdişâhı, önceden hasım oldukları Mehmed Ali Paşa üzerine kışkırttılar. Edirne vâlisi Ağa Hüseyin Paşa, serdâr-ı ekrem ve Mısır vâliliğine tâyin edilerek Mehmed Ali Paşa üzerine gönderildi. Böylece Osmanlı Devleti ile Mısır paşası arasında harp başlamış oldu. Mısır kuvvetleri Bâb-ı âlî tarafından gönderilen Ağa Hüseyin Paşa komutasındaki Osmanlı ordusunu Antakya ile İskenderun arasında bozguna uğrattı. Bunun üzerine 3 Kasım 1832’de sadrâzam Reşîd Mehmed Paşa 60.000 kişilik bir orduyla İstanbul’dan hareket etti. Bu sırada Anadolu’ya giren İbrâhim Paşa, 21 Kasım’da Konya’ya ulaştı. Hiç bir muhalefetle karşılaşmayan İbrâhim Paşa, sadrâzam ve serasker Reşîd Mehmed Paşa’nın kuvvetleriyle Konya yakınlarında karşılaştı. İbrâhim Paşa kuvvetleri yenilmek üzereyken, kar yağışı ve puslu bir havada kendi askerleri sanarak Mısırlı süvariler arasına giren sadrâzam esir edildi. Bunun üzerine, başsız kalan Osmanlı ordusu, muhârebe meydanını İbrâhim Paşa’ya terk ederek geri çekildi. Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın oğlu İbrâhim Paşa, 2 Şubat 1833’de Kütahya’ya geldi. Bâb-ı âiî’nin bir veziri gibi davranıp halkı incitmemeye çok dikkat etti. Hattâ esir edilen sadrâzam Mehmed Reşîd Paşa’yı serbest bıraktı. Mehmed Ali Paşa, sadrâzam olmak veya Osmanlı tahtına oturmak gibi niyete sâhib değildi. Fakat o, Mısır’da yarı bağımsız bir idare kurmak istiyordu. Bu arada sultan İkinci Mahmûd Han, bu fırsattan istifâde ederek Mehmed Ali Paşa’yı Osmanlı Devleti’ne karşı kışkırtmak isteyen İngiltere ve Fransa’nın gözünü korkutup, bu yolla Mehmed Ali Paşa’yı yola getirmek için Rusya’yla anlaştı. Pâdişâhın daveti üzerine 10 savaş gemisiyle bir kaç bin Rus askeri Büyükdere çayırına çıktı. Bu hâdise üzerine telâşa düşen İngiltere ve Fransa, Mehmed Ali Paşa’dan Anadolu’yu tahliye etmesini istediler. Rusya’nın işe karışmasını, boğazlar üzerindeki kendi çıkarları açısından tehlikeli gören İngiltere ve Fransa araya girerek Kütahya’dan ordusunu çekmesi için Mehmed Ali Paşa’ya baskı yapmaya başladılar. Neticede Osmanlı Devleti ile Kavalalı Mehmed Ali Paşa arasında 8 Nisan 1833’de Kütahya andlaşması imzalandı. Bu andlaşmaya göre Mısır, Sudan, Sayda, Trablusşam, Suriye, Adana ve Cidde Mehmed Ali Paşa ile oğluna bırakılacak, ayaklanmaya katılanlar için umûmî af îlân edilecek, Mısır ordusu Anadolu’yu boşaltacaktı. Osmanlı Devleti’nin yedi eyâletinin bir tek vâliye verilmesinin devletin geleceği ve emniyeti açısından iç açıcı olmadığını düşünen sultan İkinci Mahmûd Han, Rusya ile 8 Temmuz 1833’de Hünkâr iskelesi andlaşmasını imzaladı. Bu andlaşmaya göre, Rusya savaşa girerse, Osmanlı Devleti Rusya’ya karşı olan düşman savaş gemilerini boğazlardan sokmayacak, Rusya’nın istediği gemilere geçit verip, istemediklerine geçit vermiyecek, Osmanlı Devleti savaşa girerse Rusya pâdişâhın istediği yere mâkûl haddi aşmamak üzere asker sevk edecekti. Bu andlaşma 1841 yılına kadar sekiz yıl için imzalanmıştı. Böylece Mısır mes’elesi altı yıl için kapanmış oldu. Bu sulh devrinde sultan İkinci Mahmûd Han şark ordusunu kurup Çerkez Mehmed Paşa’yı da kumandanlığına tâyin etti. Toroslar üzerindeki geçitleri tahkim eden İbrâhim Paşa Suriye’de 80.000 asker, babası Mehmed Ali Paşa da Fransız subaylarının nezâretinde 50.000 kişilik modern bir ordu hazırladı. Sultan İkinci Mahmûd Han’ın itimâdını kaybettiğini anlayan Mehmed Ali Paşa, Osmanlı hazînesine vereceği vergiyi geciktirdi. Ayrıca İstanbul’daki yabancı konsoloslar aracılığıyla bağımsızlık isteğini açıkladı. Bu durum karşısında sultan İkinci Mahmûd Han Çerkez Hâfız Mehmed Paşa emrindeki ordunun harekete geçmesini emretti. 45.000 kişilik ordusuyla Fırat’ı geçip Haleb yolu üzerindeki Nizip’i 3 Mayıs 1839’de alan Çerkez Hâfız Mehmed Paşa, 24 Haziran’da Nizip önlerinde yapılan savaşta mağlûb oldu. Bu mağlûbiyet haberi İstanbul’a ulaşmadan önce 1 Temmuz 1839’da sultan İkinci Mahmûd Han vefât etti. Yerine büyük oğlu Abdülmecîd pâdişâh oldu. Mehmed Emîn Rauf Paşa’yı vazîfeden alarak Koca Hüsrev Mehmed Paşa’yı sadrâzamlığa getirdi. Baş düşmanı Hüsrev Paşa’nın sadrâzam olmasını kendisi için büyük tehlike sayan kaptân-ı derya Ahmed Fevzi Paşa Çanakkale’de yatan Osmanlı donanmasını İskenderiye’ye götürerek Mehmed Ali Paşa’ya teslim etti. Bundan sonra da hâin adıyla anıldı. Osmanlı Devleti’nin, kara kuvvetlerinin Nizip yakınlarında yok olmasından sonra, deniz kuvvetlerinin de kaybedilmesi sebebiyle Hünkâr iskelesi andlaşmasına dayanarak Rusya’dan askerî yardım isteneceğinden endişe eden ve Rusya’nın Akdeniz’e inmesini kendi menfaatleri açısından tehlikeli gören Fransa dışındaki diğer Avrupa devletleri, İngiltere’nin önderliğinde 15 Temmuz 1840’da Londra andlaşmasını imzaladılar. Bu andlaşmaya Mehmed Ali Paşa tarafdârı olan Fransa katılmadı. İngiltere, Rusya, Avusturya ve Prusya arasında imzalanan andlaşmaya göre; Mısır Mehmed Ali Paşa’ya bırakılacak, Osmanlı donanması geri verilecek, Mısır ordusu Suriye’yi boşaltacaktı. Mehmed Ali Paşa bu şartlara uymadığı takdirde müttefik devletler bu kararları uygulamak için birlikte harekâta geçeceklerdi. Mehmed Ali Paşa verilen ültimatomlara uymadığı takdirde, âsî muamelesi görecek, Mısır ile Sudan elinden alınacaktı. Mehmed Ali Paşa Londra andlaşması kararlarını reddedince askerî harekât başladı. İngilizler 15 Eylül 1840’da Beyrut’un kuzeyine çıkarma yaptılar. Avusturya kuvvetleri Beyrut’u aldı. Yeniden tanzim edilerek karadan harekete geçen Osmanlı ordusu da Suriye üzerine yürüyerek İbrâhim Paşa kuvvetlerini bozguna uğrattı. Lazkiye, Sayda ve Sur şehirlerini ele geçirdi. Kısa bir kuşatmadan sonra Akka kalesi de düştü. Haleb ve Şam’ı da elinden çıkaran İbrâhim Paşa, Mısır’a dönmek zorunda kaldı. Bu arada İskenderiye önüne gelen bir İngiliz filosunun amirali, Mehmed Ali Paşa’ya Mısır’la iktifa etme karârını kabul etmeyecek olursa, şehri topa tutacağına dâir ültimatom verdi. Zâten Suriye’den vazgeçmiş olan Mehmed Ali Paşa, 27 Kasım 1840’da İngiliz amirâliyle yalnız Mısır’la yetineceğini belirten İskenderiye andlaşmasını imzaladı. Bu durumda İngiltere, Osmanlı Devleti’ne bir oyun oynadı. Londra andlaşmasına göre Mehmed Ali Paşa’nın Mısır ve Sudan’dan da çıkarılması îcâb ederken bu eyâletleri Mehmed Ali Paşa’ya bırakarak kendi çıkarlarını devam ettirebileceği bir çıban başı ortaya çıkardı. İç mes’elelerle meşgul olan, donanma ve güçlü bir ordudan mahrum bulunan Bâb-ı âlî de bir emr-i vâki şeklindeki bu andlaşmayı kabul etmek zorunda kaldı. İngiliz hayranı Mustafa Reşîd Paşada 24 Mayıs 1841’de sultan Abdülmecîd Han’a Mısır’ın statüsüyle ilgili Mısır fermanını yayınlattı. Buna göre; Mehmed Ali Paşa’ya Mısır ve Sudan verilecek, Sina yarımadasının bir kısmı Mısır’a, bir kısmı da doğrudan Osmanlı idaresine bırakılacaktı. Mehmed Ali Paşa ölünce, pâdişâh, Mısır vâliliğini onun oğlu veya torunlarından yaşça en büyük olanına verecekti. İsyan veya aklî zaaf gibi bir hâl olmadıkça, Mısır vâliliği Kavalalı ailesinin en yaşlı ferdine kalacaktı. Her yeni vâlilik pâdişâhın yeni bir fermanının Kâhire’de okunmasıyla yürürlüğe girecekti. Kavalılar ailesinin nesli erkek tarafından kesilirse, pâdişâh Mısır’a istediğini vâli tâyin edecek ve Mısır’ın statüsünü bu fermanın hükümleriyle bağlı olmaksızın, diğer eyâletler gibi istediği şekilde değiştirebilecekti. Tanzîmât fermanının bütün esasları Mısır’da da uygulanacaktı. Mısır’da Pâdişâh adına basılan Osmanlı parası ve Osmanlı bayrağı kullanılacaktı. Osmanlı Devleti’nin diğer eyâletlerinde vergi hangi usûllerle toplanıyorsa, Mısır’da da aynı usûllerle toplanacaktı. Mısır ordusu derhâl terhis edilecek ve bundan sonra Mısır vâlisi 18.000 kişiden fazla asker beslemeyecekti. Ancak pâdişâh emrettiği takdirde savaş hâlinde ve Bâb-ı âlî’nin emrettiği cephede kullanılmak üzere Mısır vâlisi daha fazla askeri silâh altına çağırabilecekti. Devletin bütün askeri kânunları Mısır’da da uygulanacaktı. Osmanlı askerinin giydiği formayı Mısır askeri de aynen giyecekti. Mısır kâdısını İstanbullu ulemâ arasından şeyhülislâm seçecekti. Mısır, donanmasını dağıtacak ve ancak Bâb-ı âlî’nin yazılı olarak müsâde ettiği küçük gemiler kullanabilecekti... Bu fermanın bir tek maddesine aykırı hareket edildiği takdirde Mısır, Kavalılar’dan alınacaktı... Zâten bir Osmanlı paşası olup, İslâmiyet’e büyük hizmetler etmiş olan ve dînine bağlı iyi bir kimse olan Kavalalı Mehmed Ali Paşa, bu fermanın hükümlerine aykırı harekette bulunmaktan şiddetle kaçındı. Buna mennun olan sultan Abdülmecîd Han, 1842 senesinde ona vezirlik rütbesinin üzerine sadâret payesini de verdi. 19 Temmuz 1846’da İstanbul’a gelen Mehmed Ali Paşa, kendisinden 54 yaş genç olan sultan Abdülmecîd Han’a bağlılığını arz etti. 17 Ağustos’a kadar 29 gün İstanbul’da kaldı. İstanbul’dan sonra 47 yıl önce ayrıldığı doğum yeri olan Kavala şehrini de ziyaret etti. Napoli ve Malta’ya da uğradıktan sonra Kahire’ye döndü. Bir müddet sonra sultan Abdülmecîd Han Kavala şehrinin karşısındaki Taşoz adasını da Mısır’a bırakarak paşaya karşı lütuf ve mürüvvetini gösterdi. 10 Kasım 1848’de oğlu İbrâhim Paşa 50 yaşında vefât etti. Mehmed Ali Paşa da İbrâhim Paşa’nın vefâtından 8 ay 21 gün sonra, 1 Ağustos 1849 târihinde seksen yaşında vefât etti. Kahire’deki türbesine defnedildi. Mehmed Ali Paşa’nın vefâtından sonra yerine Kavalalıların en yaşlısı ve Tosun Paşa’nın oğlu olan birinci Abbâs Hilmi Paşa Mısır vâlisi oldu. Uzun ömrü içinde İslâmiyet’e pek çok hizmetleri dokunan Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın; kendisinden önce vefât eden İbrâhim Paşa, eski Hicaz ve Habeşistan vâlisi Ahmed Tosun Paşa, Sudan vâlisi iken vefât eden İskender İsmâil Paşa, 1818’de vefât eden Abdülhalîm Bey, Abbâs Hilmi Paşa’nın yâni yeğeninin yerine Mısır vâlisi olan Mehmed Saîd Paşa, Osmanlı nâzırlarından vezir Mehmed Abdülhalîm Paşa ve yine Osmanlı mâliye nâzırlarından vezir Mehmed Ali Paşa olmak üzere yedi oğlu vardı. Ayrıca 1823’de genç yaşta ölen Zeyneb Hanım, defterdâr Hüsrev Bey’in zevcesi Nazlı Hanım, sadrâzam Yûsuf Kâmil Paşa’nın zevcesi olup İstanbul’da çok büyük hayır eserleri yaptıran meşhur Zeyneb (Kâmil) Hanım adlı kızları vardı. Mısır’da Kavalalı Mehmed Ali Paşa’yla başlayan Kavalalılar hânedânının Mısır hâkimiyeti 1953 yılma kadar sürdü. Kavalalılar hânedânı temsilcisine ilk zamanlar vâli, İsmâil paşa devrinde hidiv, Hüseyin Kâmil Paşa devrinde sultan, birinci Fuâd devrinde melik ünvânları verildi. Kavalalı ailesinden Osmanlı sultanlarının kızlarıyla evlenerek akrabalık kuranlar olduğu gibi, devletin iç ve dış işlerinde vazîfe alanlar da oldu. Abbâs Hilmi Paşa’nın oğlu Dâmâd İbrâhim, sultan Abdülmecîd Han’ın kızı Münire Sultan’la evlendi. Mehmed Tosun Paşa müşirlik, Melik Fuâd Paşa da ikinci sultan Abdülhamîd Han devrinde Viyana’da askerî ateşelik yaptı. On dokuzuncu yüzyılın sonlarında mâlî bakımdan İngiltere’nin kontrolü altına giren Kavalalılar, Birinci Dünyâ harbi ve sonrasında İngiliz himayesine girdiler. 1948 Arabİsrâil harbindeki mağlûbiyetleri üzerine sosyalistlerin de tahrik ve teşvikleriyle Kavalalılar hânedânına karşı memnuniyetsizlik meydana geldi. 1953 senesinde cumhuriyetin îlân edilmesiyle Kavalalılar hânedânına son verildi. Kavalalılar hânedânlığı mensubları ve târihleri şöyledir: 1- Kavalalı Mehmed Ali Paşa (1805-1848) 2- İbrâhim Paşa (1848-) 3- Birinci Abbâs Hilmi Paşa (1848-1854) 4- Saîd Paşa (1854-1863) 5- Hidiv İsmâil Paşa (1863-1879) 6- Hidiv Tevfik Paşa (1879-1893) 7- İkinci Abbâs Hilmi Paşa (1892-1914) 8- Hüseyin Kâmil Paşa (1914-1917) 9- Melik birinci Fuâd Paşa (1917-1936) 10- Melik Mehmed Fâruk (1936-1952) 11- İkinci Fuâd (1952-1953) BİZİM MAKSADIMIZ!.. Abdullah Paşa ile olan mücâdelesinin bir anda Pâdişâhla savaşa dönüşmesi ile karşı karşıya gelen Mehmed Ali Paşa’nın, sadrâzam olmak veya saltanatı ele geçirmek gibi niyetleri olduğu ileri sürülmekte ise de doğru, değildir. Nitekim Paşa, böyle bir maksat gütmediğini ve güdemiyeceğini bir İngiliz diplomatına şu sözleriyle anlatmaktadır: “Siz bir yabancısınız. Bir müslüman gibi düşünmesini bilmezsiniz. Osmanlı Devleti’nin parçalanmasından benim için doğacak mes’ûliyeti biliyor musunuz? Müslümanlar nefretle benden uzaklaşacaklardır. İlk uzaklaşanlardan biri de iki oğlum olacaktır.” 1833’de ise, İskenderiye’deki Avrupalılara şu sözleri söylediği görülüyor: “Pâdişâh’ın hizmetkârı olarak kalmak istiyorum. Oğlum İbrâhim, eğer Boğaziçi’ne varmaya muvaffak olursa. Pâdişâh’ın ayaklarına kapanarak affını ve Mısır’a dönmek için müsâadesini dileyecektir.” 1) Kavalalı Mehmed Ali Paşa İsyânı (Ş. Altındağ, Ankara-1988) 2) Târih-i Cevdet; cild-8, sh. 105 3) Büyük Türkiye Târihi; cild-6, sh. 15 4) Osmanlı Târihi (E. Z. Karal); cild-5 5) Osmanlı Târihi Kronolojisi; cild-4 6) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 1100 7) Kıyamet ve Âhiret; sh. 366 8) Rehber Ansiklopedisi; cild-9, sh. 351 9) Türk Siyâsi Târihi; sh. 199 KAZASKER Osmanlı Devleti’nde askerî sınıfa âid şer’î ve hukukî dâvalara bakan hâkim. Kazaskerlik, ilmiye mesleğinin en yüksek mertebelerinden biri olup, teşkîlât târihi bakımından ordu kâdısı demektir. Kazaskerlik çok eski mansıblardan (devlet hizmetlerinden)’dir. Abbâsîlerde görülen bu hizmet; Harzemşâhlarda, Türkiye Selçuklularında, Eyyûbîlerde, Memlûklülerde hattâ Anadolu beyliklerinde mevcûddu. 972 (H. 362) senesinde vefât eden Muhammed bin Abdurrahmân bin Ebû Bekr el-Bağdâdî ve 1243 (H. 641)’de vefât eden Mevlânâ Necmeddîn Halîl bin Hüseyin bin Aliyyül-Hamevî ilk kazaskerlerdendir. Osmanlı Devleti’nde askerî sınıfın şer’î ve hukukî işlerine bakmak için 1360 târihinde Orhan Gâzi tarafından kazaskerlik makamı ihdas edilmiş ve bu mevkîe ilk defa Bursa kâdısı Çandarlı Kara Halîl Hayreddîn Efendi getirilmiştir. Bu makamın 1363 yılında sultan Murâd Han tarafından ihdas edildiği de rivayet edilmektedir. Çandarlı Kara Halîl’den sonra kazaskerlerin seferde de hükümdarın yanında bulunmaları gelenek hâlini aldı. Kazaskerlik 1480 (H. 885) yılına kadar bir iken, hudutların genişlemesi ve işlerin artması yüzünden Karamanî Mehmed Paşa’nın teklifi üzerine, Fâtih Sultan Mehmed Han bu makamı, Rumeli ve Anadolu kazaskerliği olmak üzere ikiye çıkarttı. İlk defa bu makamlardan Rumeli kazaskerliğine Muslihiddîn-i Kastalânî, Anadolu kazaskerliğine de İstanbul kâdısı Balıkesirli Hacı Hazanzâde getirildi. Rumeli kazaskeri derece ve paye îtibâriyle Anadolu kazaskerinden daha önce gelirdi. Yavuz Sultan Selîm Han zamanında Doğu ve Güney Anadolu’nun ilhakı üzerine 1516 (H. 922) yılında Arap ve Acem kazaskerliği isminde üçüncü bir kazaskerlik ihdas olundu. Merkezi Diyârbekir olan bu kazaskerlik makamına da ilk defa büyük âlim ve tarihçi İdris-i Bitlisî tâyin edildi. Daha sonra 1523 yılında bu kazaskerlik kaldırılıp, işleri tekrar Anadolu kazaskerliğine bırakıldı. Kazaskerliğe mevleviyet denilen büyük kâdılıklardan gelinirdi. Ancak on altıncı asrın ikinci yarısına kadar kazasker olmak için muayyen bir tertip yoktu. Fakat bu târihten sonra Anadolu kâdılığına, Anadolu kazaskeri pâyesiyle, İstanbul kâdılığı yapanlar getirilmeye başlandı. Oradan Rumeli kazaskerliğine tâyin olup, Rumeli kazaskerleri de, şeyhülislâm olurlardı. Saray-ı cedîd-i âmire denilen Topkapı Sarayı’ndaki dîvân-ı hümâyûn toplantılarında, kazaskerler de bu dîvânın azalarından idiler. Veziriazamın başkanlığında kubbealtı denilen mahalde toplanan dîvânda, vezirler sadrâzamların sağında ve kazaskerler de sol tarafında otururlardı. Bunlar her ictimâda eğer varsa kendi kazaskerlikleri mıntıkasında dîvâna kadar gelmiş olan hukukî dâvalara bakarlardı. Kazaskerler dîvân toplantısı ve yemekden sonra önceleri her ictimâda ve sonraları haftada iki gün vezirlerden evvel pâdişâh tarafından huzura kabul olunurlardı. Burada yaptıkları işlere dâir mütâlaalarını söyleyerek Akdiye defterleri denilen kâdı defterlerini okuyup bunda, tâyin edecekleri kâdıların isimlerini ve nereye tâyin edileceklerini arz ederlerdi. Bunun üzerine pâdişâh bu tâyin edilecek kâdıların ehil olup olmadıklarını sorar ve yaptıkları tâyinleri kabul ederdi. Kazaskerler her hafta Cuma günleri paşa kapısında vezîriâzamın ikindi dîvânına giderek huzur murafaasında (Rumeli ve Anadolu kazaskerleriyle İstanbul kâdısı tarafından arz odasında ve sadrâzam huzurunda görülen dâvalarda) bulunurlardı. Burada yalnız Rumeli kazaskeri dâva dinlerdi. Eğer iş fazla olursa, sadrâzamın müsâdesiyle Anadolu kazaskeri de dâvaya bakardı. Dâvalar, vâki îtirâz üzerine kâdılıklardan gelmiş ise yeniden görülüp karâra bağlanırdı. Veziriazam, kazaskerlerin verdikleri hükümlerden şüphe ederse yeniden tetkîk ettirirdi. Eğer dîvânda görülen dâvada, kazaskerin tarafsız olmadığı iddia edilirse, ma’zûl (azledilmiş) kazaskerlerden birisi dâvayı dinleyip hüküm verirdi. Kazaskerlerin Divân-ı hümâyûnda dâva dinleme vazifelerinden başka, Salı ve Çarşamba günleri müstesna olmak üzere, her gün konaklarında dîvân kurup kendilerine âid veya kendilerine havale olunan hukukî işlere bakarlardı. Kazaskerlerin konaklarındaki dîvânlarında birer nâibleri olup, ehemmiyeti hâiz olmayan dâvaları bunlar dinlerlerdi. Rumeli kazaskerlerinin İstanbul ve Galata bedestenlerinde birer kassâmı bulunurdu. Bunlar resm-i kısmete âid dâvaları dinlerlerdi. Ayrıca kassam dâirelerinde kalabalık bir kalem hey’eti bulunur ve verasete dâir dâvalarla meşgul olurlardı. Yine kazaskerlerin maiyyetlerinde zabit kâtibi makamında olarak daimî surette vekâyi kâtibi bulunur ve davacılara sorulan suâllerle verilen cevapları hülasa ve muhakemenin safahatını zabt ederek, neticesine göre kat’î hüküm vermeye müsâid bir hülâsa kaleme alırdı. Ayrıca kazaskerlerin her birinin tezkireci, rûznâmeci, matlabçı, tatbikçi, mektupçu ve kethüda olarak altı yardımcısı daha vardı. Tezkireci: Kazasker kaleminin âmiriydi. Rûznâmeci: Tâyin işleri ile uğraşan kalemin müdürüydü. Matlabcı: Kâdıların durumlarını bildiren defteri tutardı. Tatbikçi: Büyük kâdıların gönderdikleri evrakın mühürlerini kendi yanında bulunan o şahsın mührü ile kontrol eder, böylece sahtekârlığın sûistimâllerin önüne geçerdi. Mektupçu: Kazaskerlere âid bütün yazışmaları idare ederdi. Kethüda: Para işleriyle meşgul olurdu. Kazaskerler on altıncı asrın ikinci yarısına kadar müderris ve kâdıların tâyininde vezîriâzamlara arz ve delâlette bulunurlarken, sonraları bu mühim vazîfe, şeyhülislâmlara verildi. Muayyen maaşlı müderris ile kaza kâdılarının tâyinleri kazaskerlere bırakılmıştı. Yalnız bu tâyinler keyfî yapılmaz; kazasker, Dîvân-ı hümâyûn günü pâdişâhın huzuruna çıkar, getirdikleri defterlerdeki isimleri okuyarak selâhiyeti dahilindeki müderris ve kâdıların tâyinlerine müsâde isterdi. Bütün müderris ve kâdıların tâyinlerinin kendilerine âid olduğu zaman da vezîriâzamın muvafakatini alırdı. Kazaskerlerin tâyinleri, on yedinci asra kadar vezîriâzamların pâdişâha arzı ile yapılırdı. Şeyhülislâmlar bu târihten îtibâren vezîriâzamların muvafakatini alarak, kazaskerlerin tâyinlerini pâdişâha arzetmeye başladılar. Kazaskerlerin vazifede kalışları on yedinci asra kadar iki yıl iken, daha sonra bir yıla indirildi. Kazasker olan bir zât bir kaç defa aynı makama tâyin edilebilirdi. Pâdişâhlar sefere çıkarken kazaskerler de muhakkak sefere iştirak eder, pâdişâhın yanında olurdu. Veziriazamların serdâr-ı ekrem olarak gittikleri seferlerde ise, kazaskerlik nâmına bir ordu kâdısı vazifelendirildi. Kazaskerlik, devletin sonuna kadar devam etmiş ve Osmanlı Devleti’yle birlikte ortadan kalkmıştır. 1) Osmanlı Devleti’nin İlmiye Teşkilâtı; sh. 151 2) Büyük Türkiye Târihi; cild-10, sh. 263 3) Osmanlı Devleti Târihi; cild-3, sh. 828 4) Osmanlı Târihi Deyimleri; cild-2, sh. 229 5) Osmanlı Devleti’nin Merkez ve Bahriye Teşkilâtı; sh. 228 6) Rehber Ansiklopedisi; cild-10, sh. 16. 7) History of the Ottoman Empire and Modern Turkey; cild-1, sh. 138 8) Türk Hukuk Târihi; sh. 226 KEÇECİZÂDE FUAD PAŞA Tanzîmât devri Osmanlı sadrâzam ve devlet adamlarından. Babası şâir Keçecizâde Mehmed İzzet Efendi, annesi Hibetullah Hanım olup, 1814 yılında İstanbul’da doğdu. Çocuk yaşta ilim tahsiline yöneldi. Daha sonra sultan İkinci Mahmûd Han’ın Galata Sarayı’nda kurduğu Mekteb-i tıbbiye-i şâhâne-i askeriyyeye girdi. Mektebde bütün dersler Fransızca verildiğinden, bu dili mükemmel olarak öğrendi. Yirmi iki yaşında hekim yüzbaşı rütbesiyle Tıbbiyeyi bitirdikten sonra, kapdân-ı derya Çengeloğlu Tâhir Paşa’nın maiyyetinde alay tabîbi olarak Trablusgarb’a gitti. Bir müddet tabîblik yaptıktan sonra İstanbul’a dönüp, Tophane ve Bahriye askerlerine doktorluk yaptı. Paris ve Londra elçiliklerinde bulunduğu sırada İskoç masonlarının te’sirinde kalarak masonluğu benimseyen Mustafa Reşîd Paşa’nın dikkatini çeken Mehmed Fuâd, onun teşvikiyle, doktorluk mesleğini terk ederek, siyâsî hayâta atıldı. 1837’de Bâb-ı âlî tercüme kaleminde vazife aldı. Bir müddet sonra hâcegânlık rütbesi verildi. 1838’de Umûr-i Nâfia meclisi ikinci kâtipliğine, 1839’da Bâb-ı âlî mütercim-i evvelliğine tâyin olundu. 1840 yılında Londra sefâreti başkâtipliğine getirildi. Burada kaldığı sırada Osmanlı Devleti’nin yıkılmasına yönelik Avrupâî fikirlerin te’sirinde kaldı ve üç yıl kadar sonra İstanbul’a döndü. Burada tanıştığı Londra elçisi Âlî Paşa ile dost oldu. 1843’de Madrid, bir yıl sonra da Lizbon muvakkat (geçici) elçiliklerine tâyin edildi. 1845’de Safvet Efendi’nin (Paşa) hâriciye kitabetine nakledilmesi sırasında Dîvân-ı hümâyûn tercümanlığına getirildi. 1846’da rütbe-i ûlâ, sınıf-ı sânî rütbesi verildi. Te’sirinde kaldığı hâmisi Mustafa Reşîd Paşa’nın birinci sadrâzamlığında, 1847’de rütbe-i ûlâ, sınıf-ı evvel rütbesi verilerek Dîvân-ı hümâyûn âmedciliğine tâyin dildi. Macarların, Avusturya Devleti’ne karşı bağımsızlık faaliyetlerine girişmeleri neticesinde Eflak, Romen birliği fikriyle kaynamaya başlamıştı. Voyvoda Bibeşko da 1848 yılında Kânûn-i esâsî’yi istemeyerek de olsa kabul ettikten dörd gün sonra kaçmak zorunda kaldı. Bu hareket Boğdan’a da sıçrayınca buranın voyvodası Mihâil Sturdza vazîfeden çekilmek mecburiyetinde kalmıştı. Bu karışıklık esnasında bir ara duruma hâkim olan milliyetçiler, muhtemel bir Rus nüfuzuna karşı, Bâb-i âlî’ye temayül gösterince, Fuâd Paşa 1849’da fevkalâde yetkilerle Bükreş’e komiser olarak gönderildi. Aynı sene içinde Avusturya ve Rusya orduları önünden kaçan Leh ve Macarlar, Osmanlı sınırını geçerek sığınma hakkı istediler. Böylece Osmanlı târihinde; “Mül-tecîler mes’elesi” denilen ve uzun süre devam eden problemlerden biri başladı. Rusya ve Avusturya, mültecilerinin iadesini istedi. Bu esnada sadrâzam olan Reşîd Paşa, İngiliz ve Fransızların teşvîki ile bu isteği reddetti. Zîrâ İngiliz ve Fransızlar Osmanlı Devleti’ni Ruslarla meşgul ederek sömürgelerinde rahat hareket etmek istiyorlardı. Bunun için Reşîd Paşa’ya destek vâdediyorlardı. Ayrıca İngiltere de donanmasını Çanakkale boğazına gönderdi. Fuâd Efendi ise, Bükreş’ten Bâb-ı âlî’ye gönderdiği raporda mültecilerden 36 subayın teslimini tektif etti. Fakat Reşîd Paşa kabul etmedi. Avrupa basınında Osmanlı Devleti’nin bu hareketini tasvîb eden yazılar çıkıyordu. Fuâd Efendi’nin teklifini reddeden Reşîd Paşa, Viyana büyükelçisi Kostaki Bey’i Avusturya imparatoruna; fevkalâde murahhas büyükelçi ünvânı verilen Fuâd Paşayı da, mülteciler mes’elesinin halli için, pâdişâh adına Rus çarına elçi olarak vazifelendirdi. Fuâd Bey Petersburg’a giderek Rus çarı Nikola ile başbaşa görüştü. Bu durum Avrupa basınında yazılınca Fuâd Efendi meşhur oldu. Aynı sene içinde bâlâ rütbesiyle sadâret müsteşarlığına getirildi. 1850’de İstanbul’a geldi. İmtiyaz nişanı verijerek Encümen-i dânişin teşkilinde dahilî âzâlığa tâyin edildi. Bursa’ya dinlenmeye gittiklerinde, Cevdet Paşa ile birlikte Kayâid-i Osmaniye kitabını yazdı. Aynı sene İstanbul’da İngiliz sefiri olan Lord Rading, Mustafa Reşîd Paşa ve adamlarının da desteğiyle Galata civarında İskoç locasına bağlı bir mason locası kurdurdu. Bunu fırsat bilen Fransızlar da derhal harekete geçerek Beyoğlu’nda bir mason locası kurdular. Fuâd Paşa ve Alî Paşa bu Fransız mason locasına girdiler. Fuâd Paşa, 1852 senesinde me’mûriyet-i mahsûsa ile Mısır’a Kavalalılar arasında çıkan miras mes’elesini hâlletmek üzere gönderildi. Gayr-i müslimlerle müslümanları eşit sayan, Mustafa Reşîd Paşa ve adamlarınca hazırlanarak ilân ettirilen Tanzîmât fermanını da beraberinde götürdü. Tanzîmât fermanının halkın önünde açıkça okunmasının, Mısır’da karışıklığa sebeb olacağını düşünen Abbâs Hilmi Paşa, fermanı, vilâyet dâiresinde bulunan me’mûr ve ileri gelenlerin huzurunda okuttu. Fuâd Efendi, fermanı okunmuş kabul etti ve Abbâs Hilmi Paşa’ya, Bâb-ı âlî’ye hitaben bağlılığını bildiren bir mektup yazdırıp, hazîneye konmak üzere kırk bin altın ve Mısır’ın senelik vergisini 80 bin altına çıkararak İstanbul’a döndü ve bu mektubu, büyük bir hediye gibi, Mustafa Reşîd Paşa’ya takdim etti. Mısır’dan elde ettiği bu gelirlere karşılık da Abbâs Hilmi Paşa’ya hayât boyu Mısır vâliliği imtiyazı verdi. Verilen bu imtiyaz neredeyse Mısır’ın istiklâli demekti. Böylece Mısır’ın Osmanlı Devleti’nin elinden çıkmasına zemin hazırlanıyordu. Abbâs Hilmi Paşa’nın vazîfeden alınmasını isteyen Mustafa Reşîd Paşa, asıl maksadına kavuşamayınca, Cevdet Paşa’nın bildirdiğine göre Abbâs Paşa’dan bin altın hediye alan Fuâd Efendi’ye kırılıp, gün geçtikçe araları açıldı. Mustafa Reşîd Paşa’ya karşı olan Âlî Paşa ile beraber hareket eden Fuâd Efendi, Mustafa Reşîd Paşa’ya karşı cephe meydana getirmeye çalıştı. Serasker Rüşdî Paşa’nın da Fuâd ve Âlî Paşa tarafında yer almasıyla, Mustafa Reşîd Paşa tarafı iktidar kavgasında zayıf kaldı. Fuâd Efendi, 1852’de Mısır’dan dönünce, hâriciye nezâretine tâyin olundu. Bu vazifesi esnâsında Kudüs’te makâmât-ı mukaddese mes’elesi ortaya çıktı. Bu mes’elenin esas noktası şöyle idi: Kudüs müslümanlarca olduğu gibi, hıristiyanlarca da mukaddes idi. Burayı ziyaret eden hıristiyan, hıristiyan hacısı kabul edilirdi. Buradaki dînî âyinleri Yavuz Sultan Selîm’den itibaren pâdişâhın tâyin ettiği bir hıristiyan din adamı idare ederdi. Bu din adamı daha ziyâde Ortodoks olurdu. Zîrâ Osmanlı Devleti Ortodoksların yanında yer alarak, katolik ve protestan Avrupa’ya karşı onları kullanırdı. Böylece muhtemel bir Avrupa birliğinin önüne geçilirdi. Dördüncü Murâd devrinde, haçlı seferlerinden beri katolik rahiplerin hizmet ettikleri bâzı kiliselerden, bu hizmetler alınarak pâdişâhın sözlü bir emri ile Ortodokslara verildi. 19. asırda imparator olan üçüncü Napoleon, Fransa’nın emperyalist prestijini artırmak için katoliklerin hâmiliğini iddia etmeye başladı. Bu arada İngiltere de Protestanların Kudüs’de temsil edilmediğini iddia ederek, Reşîd Paşa vasıtasıyla burada bir kilise yaptırdılar. Fuâd Efendi de Fransızlara bâzı vâdlerde bulundu. Îsâ aleyhisselâmın doğduğu Beyt-ül-lahm mağarasında katoliklere bir dolap yaptırma izni verdi ve Beyt-ül-lahm kilisesine âit kapı anahtarının latinlere verileceğinden bahsetti. Hâlbuki önceden, Rus çarına gönderilen bir nâme-i hümâyûnda mevcûd statünün muhafaza edileceği bildirilmişti. Fuâd Efendi’nin bu hareketi, Ortodoksların hâmiliğini iddia eden Ruslarla Osmanlı devleti arasındaki münâsebetleri gergin bir safhaya getirdi. Rus çarı, daha önce Bâb-ı âlî’nin kendisine yaptığı gibi, Rus prensi Mençikofu fevkalâde elçi olarak İstanbul’a gönderdi. Rus prensi Mençikof’un usûle aykırı şekilde hâriciye nâzırını ziyaret etmeden sadrâzamı ziyaret etmesi, Fuâd Paşa’nın 1853’de hâriciye nâzırlığından istifa etmesine yol açtı. Fuâd Paşa’nın Makâmât-ı mukaddese mes’elesinde Fransa tarafını tutması Rus savaşının sebeblerinden biri oldu ve neticede Kırım savaşı çıktı. Osmanlı Devleti’nin Kırım harbiyle meşgul olduğu sırada Yunanlılar isyân ettiler. Bir sene açıkta kalan Fuâd Paşa bir ordu kumandanına verilen selâhiyetlerle donatılarak hâdiseleri bastırmak için 1854’de Yanya ve Tırhala’yâ gönderildi. Bu vazifeyi kanlı bir şekilde yerine getirdi ve yeni kurulan Meclis-i âlî-i tanzîmât’a âzâ tâyin edildi. Âlî Paşa’nın ikinci defa sadrâzam olması üzerine, 1855’de Fuâd Efendi vezirlik rütbesiyle ikinci defa hâriciye nâzırlığına getirildi. Böylece Paşa oldu. 1856’da Âlî Paşa’nın sadâretten azl edilip, Mustafa Reşîd Paşa’nın sadârete getirilmesi üzerine, Fuâd Paşada hâriciye nâzırlığından istifa etti. Mustafa Reşîd Paşa, Âlî ve Fuâd paşalara yeni hükümette vazîfe vermek istediyse de kabul etmediler. Mecâlis-i âliyyeye me’mûr edilen Fuâd Paşa, 1857’de Meclis-i âlî-i tanzîmât reisliğine getirildi. 1858’de Âlî Paşa’nın tekrar sadârete getirilmesi üzerine, üçüncü defa hâriciye nâzırlığına tâyin edildi. Aynı yıl içinde Eflâk ve Boğdan’ın yeni idaresini kararlaştırmak için toplanan Paris kongresine murahhas olarak katıldı. 1856’da îlân edilen Islâhat fermanına tepki olarak ortaya çıkan Şam’daki müslümanlarla hıristiyanların kavgası üzerine; katolikle’rin hâmiliğini iddia eden Fransa, hıristiyanları korumak bahanesiyle Suriye üzerine asker sevk etti. Bunun üzerine Fuâd Paşa, 1860’da Suriye’ye fevkalâde me’mur ve murahhas tâyin edildi. Dış politikada Fransız tarafdârı olan Fuâd Paşa, Fransız askerinin müdâhalesine meydan vermemek için şiddetli tedbirlere başvurdu. Fransa’ya yaranmak için Arabistan ordusu müşiri ve Şam vâlisi olup bu vak’anın zuhur edeceğini defalarca Bâb-ı âlî’ye bildiren, fakat kulak arkası edilip, iki ay görevden el çektirilen ve askerinin bir kısmı da başka yere nakledilip, adetâ cezalandırılmak istenen Müşir Ahmed Paşa’yı vazîfeden uzaklaştırarak, maiyyetindeki 61 sivil ve 111 askeri ile birlikte kurşuna dizdirdi. Bir çok kimseyi sürgün ve habsettirdi. Hıristiyan ahâli Tanzîmât ve Islâhat fermanlarına göre kânun önünde eşit oldukları hâlde, onlara hafif cezalar verdi. Hattâ hazîneden Mârûnîlere 750.000 altın dağıttı. Burada bulunduğu sırada Ziya Paşa’nın; “Âlî Paşa, Fuâd Paşa’yı emin sanıp, göndermiş ve orada yedi-sekiz yüz bin kese para çalacağı besbelli hatırına gelmemiş idi” dediği gibi mâlî yolsuzlukta bulundu. Fuâd Paşa’nın daha sonra iki oğlunun birden ölmesi ve iki konağının arka arkaya yanması, burada döktüğü müslüman kanının bedeli olduğu İstanbul’da, halk arasında konuşuldu. Fuâd Paşa Suriye’de iken Abdülmecîd Han vefât edip yerine Abdülazîz Han pâdişâh oldu. 1861’de Meclis-i Vâlâ-yı ahkâm-ı adliyye ile Meclis-i âlî-i tanzîmât 1861’de birleştirilerek reisliğine Fuâd Paşa tâyin edildi. Aynı sene içinde dördüncü defa hâriciye nezâretine, kısa bir müddet sonra da sadâret makamına getirildi. Daha önceki devirlerde bozulmaya başlayan mâlî durum, onun zamanında gittikçe kötüleşti. Rumeli’nde artan milliyetçilik hareketlerinde pasif kaldığı için 14 ay kadar yapabildiği sadâretten 1862 yılı sonlarında istifa etti. Arkadaşları Âlî Paşa, Kâmil ve Rüşdî paşalar da sultan Abdülazîz Han’ı müşkil durumda bırakıp istediklerini yaptırmak maksadıyla topluca istifa ettiler. Fakat fikirlerinde ısrarlı olamayan, koltuk ve makam hırsından başka bir şey düşünmeyen bu paşalar kısa bir müddet sonra pâdişâhın teklif ettiği vazifeleri kabul etmek zorunda kaldılar. Bu sırada Fuâd Paşa Meclis-i vâlâ reisliğini kabul etti. Sultan Abdülazîz Han’ın 1863’deki Mısır ziyaretine katıldı. Bu sırada Meclisi vâlâ reisliğinden seraskerliğe nakledildi. Bu göreve bir sivilin getirilmesi hiç görülmediğinden, Osmanlı târihinde bir istisna teşkîl etti. Sultan Abdülazîz Han’ın Mısır seyahatinde yanından ayrılmayarak yakınlığını kazandı. İstanbul’a dönünce de Osmanlı târihinde ilk olarak yâver-i ekrem ünvânını aldı. Aradan bir ay geçmeden de seraskerlik uhdesinde kalmak üzere ikinci defa sadrâzam oldu. 1866 yılına kadar bu vazifede kaldı. Sadâceti esnâsında Âlî Paşa ile beraber Mısır vâlisi İsmâil Paşa’ya yeni imtiyazlar ve selâhiyetler vererek, vâlilik ünvânını hidivliğe çevirdi. İsmâil Paşa, İstanbul’a Fuâd ve Âlî paşalara külçe külçe altın göndererek bu imtiyazları elde ettiği gibi her istediğini yaptırdı. Hidivliğin sâdece İsmâil Paşa’nın evlâdına tahsisi için ferman çıkarttıran Fuâd Paşa, hidivliğe vâris olması gereken Mustafa Fâzıl ve Halîm paşaların kırılmalarına sebeb oldu. Avrupa’ya giderek meşrutiyetçi fikirleri savunan Yeni Osmanlılarla (Jön Türkler) münâsebet kuran ve onları destekleyen Mustafa Fâzıl Paşa; Fuâd Paşa ile diğer tanzîmâtçılar aleyhinde neşriyat yaptı. Böylece hükümete ve Pâdişâh’a karşı çıkmasına, senelerce devletin başının ağrımasına sebeb oldular. Fuâd Paşa, 1866 yılında sadâretten ve seraskerlikten ayrıldı. Bir buçuk ay kadar açıkda kaldıktan sonra, Rüşdî Paşa’nın istifası üzerine sadrâzam olan Âlî Paşa’nın ısrarı ile 1867 yılında beşinci defa hâriciye nezâretine tâyin olundu. Sultan Abdülazîz Han’ın Avrupa seyahatine hâriciye nâzırı olarak katıldı. Dönüşte sadâret kâim-i makâmlığı vazifesi de verildi. Seyahatten dönüşte Yakacık’a giderek Yûsuf Kâmil Paşa’nın köşkünde istirahat etti. O sırada Bâyezîd’de inşâ ettirmekte olduğu konağın, mâliye dâiresi olarak kullanılması üzerine, kâim-i makâmlıktan ve hâriciye nezâretinden istifa etti. Daha önceden tutulmuş olduğu romatizmanın kalb hastalığına çevirmesi üzerine, doktorların tavsiyesiyle Fransa’nın Nice (Nis) şehrine gitti. 1868’de orada öldü. Cenazesi Paris sefaretinde bulunan Tahsin Efendi tarafından yıkandı ve kefenlendi. Fransa’da şatafatlı bir cenaze merasimi yapılarak, cenazesi bir Fransız gemisiyle İstanbul’a getirildi. İstanbul’da da büyük bir cenaze merasimi yapılarak Üçler Câmii civarındaki türbesine defnedildi. Cevdet Paşa Mârûzat’da; “Fuâd Paşa’nın cenazesi Derseâdet’e (İstanbul) getirilip müheyya olan türbesine götürülürken, sanki bir alafranga alay gibi herkes gülüyordu. Lâkin o sırada “Allah taksiratını affetsin” diyenler çok idi. Rahmet ile yâd edenler de var idi” diyerek onun; ölümü esnasında müslümanların sevindiklerini ifâde etmiştir. Bir muhalif şâir de şu kıt’ayı söyledi: Şer’in ahkâmını fesh etmeği etdikçe murâd Gadab-ı Hak ile makhûr olur elbette Fuâd Âteş-i zulm ile yandıkça hemân kalb-i ibâd Tutuşup yandı bu şeb hâne-i berbâd-ı Fuâd. Mustafa Reşîd Paşa’nın yetiştirmesi olan Fuâd Paşa Fransız politikası tarafdârı idi. Sadrâzamlığı sırasında pâdişâhın emirlerine karşı geldiği için vazifeden alınmıştı. Volterci fikirlere sâhib olup İslâmî meziyetlerden uzaktı. Sadrâzam ve serasker iken bir Ramazan günü Bâyezîd Câmii’ne namaz kılmaya gitmişti. Cemâatin kalabalık olması sebebiyle avluda kalmıştı. Namaza duracağı vakit geride duran yaverlerine namaz kılmalarını söyledi. Onların; “Abdestimiz yok” demeleri üzerine de; dînî konulardaki gevşeklik ve kayıtsızlığını ortaya koyarak “Kimin abdesti var ki” diyerek imâma uydu. Cemâatle namaz kıldı. Kaht-ı rical devrinde iş yaptırmak mecburiyetinde kalan pâdişâh tarafından çeşitli madalya nişan ve makamlar verilen Fuâd Paşa, nâmûs ve iffet konusunda da kayıtsızdı. Bu hususta Cevdet Paşa Mârûzât’da şunları bildiriyor: “Fuâd Paşa, o mertebe kayıdsız idi ki familyasının (ailesinin) kayıtsızlığını bildiği hâlde iğmaz-ı âyn eyler (göz yumar) idi. Çünkü zevcesi hanım efendinin pederi Ahmed Efendi, Nusayri taifesinden olup, Nusayrîlerde ise hamiyyet ve ırz dâiyeleri (mefhumu) olmadığından; hanımının kayıtsızlığı pederinden mevrûs (mîrâs) idi...” “Avrupa kültürüyle yetişmiş olan Fuâd Paşa, daha çok Fransa’nın politikası doğrultusunda hareket ederdi: Bir defasında Fransız sefîrine; “Siz suflörlük ediniz, fakat sahneyi ve rollerin ibrasını; bize bırakın” demiştir. Başka bir zamanda da; “Bir devlette iki kuvvet olur. Biri yukarıdan diğeri aşağıdan gelir. Bizde aşağıdân gelen bir kuvvet olmadığı için yandan bir kuvvet kullanmaya muhtacız ki o da sefaretlerdir” dediği o zamanki İbret gazetesinde iddia edilmiştir. Gayet açık sözlü ve hazır cevaplı bir kimse idi. Bir gün diplomatlar toplantısında Avrupa devletlerinin kuvvet ve kudretinden bahs olunduğu sırada Fuâd Paşa; “En kuvvetli devlet Osmanlı Devleti’dir. Siz dışarıdan biz içeriden yıkmaya çalışıyoruz yine yıkamıyoruz” demişti. Fuâd Paşa ileriyi görmeden, acele iş yapar, gayesine ulaşmak için en kısa yoldan yürürdü. Gideceği yolu önceden tesbit etmediği ve pürüzlerini ayıklamadığı için ayağı kaydığı olurdu. En son söyleyeceğini en önce söylediği için de çevresindekilerin düşmanlığını kazanırdı. Sultan Abdülazîz Han bir gün kendisiyle Âlî ve Mütercim Rüşdî paşalar arasında ne fark olduğunu sorunca; “Üçümüz bir ırmak kenarına indiğimiz zaman, karşı tarafa geçmek için bir köprü kurulsa ben hemen atılır yürür geçerim; Âlî Paşa köprünün sağlam olup olmadığını yoklar ve geçit arar. Rüşdî Paşa’ya gelince, o, bir alay asker geçmeyince köprüye ayak bile basmaz” diyerek kendi aceleci kişiliğini ortaya koymuştur. FUÂD PAŞA’NIN VEFÂTI (ÖLÜMÜ) Londra’da Yeni Osmanlılar cemiyeti tarafından haftada bir yayınlanan Hürriyet gazetesinin 10 Zilkade 1285 (22 Şubat 1869) tarihli 35. sayısında Fuâd Paşa’nın vefâtı şu şekilde verilmiştir: Hâriciye nâzırı Fuâd Paşa mübtelâ olduğu illet-i füâdıyeden (kalb hastalığından) dolayı mevsim-i şitâyı (kış mevsimini) İtalya’da geçirmek üzere bir-iki mâhdan (aydan) beri Nis şehrinde bast-ı firâş-ı ikâmet etmekte (yatmakta) iken; “Her nerede olursanız olunuz, ölüm size ulaşır velev ki muhkem kalede olunuz” mealindeki Nisa sûresi 78. âyet-i kerîmesinin hükm-i ezelîsi îcâbınca geçen şehr-i şevvalin (şevval ayının) yirmi dokuzuncu Perşembe günü tekmîl-i enfâs-ı ma’dûde-i hayât (hayâtın sayılı nefeslerini tamam) eylemiştir. O aralık Nis’te bulunan bir zâtın tarafımıza yazdığı tafsilâta nazaran müteveffâ-yı müşârün ileyh (kendisine işaret olunan meyyit yâni Fuâd Paşa) Nis’e azimet iderken (gelirken), Roma’ya uğrayıp Papa hazretleriyle görüşmüş mu’tâd üzere (âdet üzere) duâsını almış olduğundan, bu kere vefâtı vukuunda Nis şehri patriği müşârün ileyhin (Fuâd Paşa’nın) katolik âyini üzere defnolunmasını ve kendisi ma’rûf ve mu’teber ve husûsiyle Papa’nın enfâs-ı müteberrikasına (mübarek nefeslerine) mazhar olduğundan, kilisece mu’tâd olan usül-i ihtirâmiyyenin hakkında tamamen icrası teşebbüsüne kıyam idüp İstanbul’dan tedâvî içün beraber gelmiş olan Horasancızâde akdemce (önceden) bâzı bahane ile savuşub gitdiği ve yanında bulunanların içinde söz anlar kimse bulunmadığı cihetle patriğin bu hareketine karşı cevâb verilmeyerek fakat Paris sefiri Cemîl Paşa’nın vürûduna (gelmesine) kadar tehirine (beklenilmesine) karar verilmiş, sefir müşârün ileyhe (sefire) serîan (acele) telgraf yazılıb ânın vürûdunda, (gelmesinde) müteveffa’nın (Fuâd Paşa’nın) İstanbul’da defnolunmak üzere vasiyyet-i mahsûsası (husûsi vasiyeti) olup, nâ’şı oraya nakl olunacağından, kilise âyininin buraca icrasına lüzum olmadığı ma’zereti serd olunmuş (ileri sürülmüş) ise de patrikin ziyâde’siyle ısrarı ve bu işte devletçe politikaya binüp şayet Fransa Devleti’nin kızgınlığını müeddî olur (sebeb olur) telâşı ile fakat (sâdece) meyyitin üzerine yatağında usûl-i mu’tâdenin (âdet olan usûllerin) icrâsıyla iktifa olunması suretine patrîkin muvafakati istihsâl edilmiş (alınmış) müteveffânın (Fuâd Paşa’nın) hâl-i intizârında (vefât ânında) dahi yanında İslâmdan kimse bulunmayıp ve kendisi takarrüb-i hatimesini (son nefesinin yaklaştığını) bilemeyip Fransızca söyleşerek teslîm-i ruh eylemiştir. Müşârün ileyhin (Fuâd Paşa’nın) i’tikâdı hakkında acâyib acâyib rivayetler var idi. Hele millet-i İslâmiyye ve Ümmet-i Osmâniyye anın yüzünden pek çok rahnelere (zararlara) uğradı. Mamafih biz yine; “Ölülerinizi hayırla zikrediniz” tenbih-i celîline (hadîs-i şerifine) ittibâ ederek (uyarak) fetânet-i zâtiyye ve nezâket-i muamele gibi hasenatını ihtar ve “Huda mazhar-ı gufran eyleye” duâsını tekrar ile beraber hitâm-ı hayâtına (hayâtının son bulmasına) müteallik olarak bâlâda (yukarıda) ihbar olunan (haber verilen) vukuatın zuhura (olayların meydana) gelmesinden dolayı beyân-ı teessüf ederiz (üzüntülerimizi belirtiriz). 1) Son Sadrâzamlar; cild-1, sh. 149 2) Mâruzât; sh. 2 v.d. 3) Târih Musâhebeleri; 4) Rehber Ansiklopedisi; cild-6, sh. 91 5) Târih Konuşmaları; sh. 68 6) Tezâkir 7) Keçecizâde Fuâd Paşa (Y. Öztuna, Ankara-1988) 8) Ricâl-i mühimme-i Siyâsiyye; sh. 143 9) Muharrerât-ı nâdire; sh. 74 10) Târih-i Lütfî; cild-8, sh. 138 11) Vesâyik-ut-târihiyye ve siyâsiyye; sh. 68 KEÇECİZÂDE İZZET MOLLA On dokuzuncu asır dîvân şâirlerinden. İsmi, Mehmed İzzet’tir. Aslen Konyalı bir aileye mensub olup, babasının dedesi Konya’da keçecilikle uğraştığından Keçecizâde lakabı ile anılır. Babası kâdıasker Salih Efendi’dir. 1785 senesinde İstanbul’da doğdu. Küçük yaşta babasını kaybettiğinden, eniştelerinin himayesinde büyüdü. Sıkıntı içinde tahsil gördükten sonra müderris oldu. Bir ara ilmiye mesleğinden uzaklaştırıldı. Bu yüzden yoksulluğa düşen İzzet Molla, saray kethüdası Hâlet Efendi ile tanıştı. Hâlet Efendi, vasıtasıyla sultan İkinci Mahmûd’la görüşmeye başladı. Şeyhülislâm Sâlihzâde Es’ad Efendi aracılığı ile 1809 senesinde müfettiş olarak Bursa’ya, 1820’de Galata kâdılığına tâyin edildi. Hâlet Efendi’nin 1822 senesinde görevinden alınıp, öldürülmesi İzzet Molla’yı zor durumda bıraktı. Hâlet Efendi’ye karşı olanları hicvetmesi yüzünden, aynı sene Keşan’da mecburi ikâmete tâbi tutuldu. Keşan’da iken Mihnet-i Keşan adlı meşhur eserini yazdı. Bir sene sonra tekrar İstanbul’a dönen İzzet Molla, 1825’de Mekke kâdısı payesini alıp, 1826 senesinde İstanbul kâdısı pâyesiyle Haremeyn müfettişliğine tâyin edildi. Bir sene sonra eyâlet tevzi defterlerinin teftişine me’mur edildi. Bu sırada Mora ihtilâlinden sonra zuhur eden Rus saldırısı üzerine başlayan harbe tarafdâr olmayan İzzet Molla, bu konunun görüşüldüğü mecliste bulundu ve meclisin çoğunlukla aldığı savaş karârına katılmış görünmekle beraber, daha sonra sultâna, savaşa karşı olduğunu bildiren bir lâyiha sundu. Bu lâyiha ve bâzı devlet ileri gelenlerinin oyunlarıyla Sivas’ta mecburî ikâmete tâbi tutuldu. Osmanlı-Rus savaşının yenilgiyle sonuçlanması üzerine, İzzet Molla’nın haklı olduğu anlaşıldı ve İstanbul’a geri çağrıldı. Fakat İzzet Molla bu haberin gelişinden bir iki saat önce vefât etmişti. 1829’da vefât eden İzzet Molla, Sivas’da defnedildi. 1916 senesinde torunu tarafından İstanbul’a getirilen kemikleri; Avratpazan’nda Mustafa Bey Mescidi’nin avlusundaki âile mezarlığına, babasının yanına gömüldü. Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’nın torunlarından bir hanımla evlenen İzzet Molla’nın; Fuâd, Reşâd, Murâd ve Sedâd adlı dört oğlu oldu. Bunlardan Fuâd, Tanzîmât Türkiyesinde büyük rol oynayarak sadrâzamlığa yükselmiştir. Mevlevi tarîkatına mensub olan İzzet Molla, temiz kalpli, şen ve nüktedân bir şâirdi. Kendi ifâdesine göre uzun boylu ve iri cüsselidir. Dîvân edebiyatının Tanzîmât’tan önceki son şairlerindendir. Şiirlerinde duygu ile nükteyi birleştirmiş ve kuvvetli mısralar söylemiştir. Bu yüzden o da mahallileşme cereyanı içinde görülmektedir. Gerek şiirlerinde, gerek mesnevîlerinde yerli unsurlar, tasvirler ve karakterler dikkati çekmektedir. Şiirlerinde Nef’î, Nâbi, Seyyid Vehbî, Nedîm ve Şeyh Gâlib’in te’sirleri vardır. Lisânı düzgün ve nükteli, hayalleri çekici ve kuvvetlidir. Nazım tekniği ve kültürü, çağdaşı Vâsıf’dan üstündür. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’ye ve Şeyh Gâlib’e husûsî bağlılığı vardır. Genç yaşta ölmesine rağmen bir çok eser yazmıştır. Eserlerinden bâzıları şunlardır: 1- Gülşen-i Aşk: Sembolik isimlerle ilâhî aşkın dile getirildiği yaklaşık 300 beytlik kısa bir mesnevîdir. Şeyh Gâlib’in Hüsn-ü Aşk’ına benzeyen bu eserin kahramanları arasında kendisi de yer almıştır. Bu eserini 1812 senesinde tamamlamıştır. Eserin sonunda ayrıca bir tardiyye ve bir târih kıt’ası vardır. 1848’de basılmıştır. 2- Mihnet-i Keşan: Keşan’a gidişinin ve çektiği sıkıntılarının bir nükte lisâniyle birleştirilmiş, güzel hikâyesidir. Şehname vezniyle hikâye edilen hâtıraların arasına, yeri geldikçe rubâî, gazel, murabba, kıt’a vb. şekilleriyle yazılmış manzumeler ilâvesiyle, okuyuşu renklendiren bir çeşitlilik sağlanmıştır. Eser 1852 senesinde Cerîde-i Havadis Matbaası’nda basılmıştır. 3- Bahâr-ı Efkâr: Şeyhülislâm Ârif Hikmet Bey’in teşviki ile 1825 senesinde tertib ettiği bu dîvân, İzzet Molla’nın gençlik şiirlerini ihtiva eder. 1839’de Bulak’da basılmıştır. 4- Hazân-ı Âsâr: İzzet Molla’nın ikinci dîvânıdır. Muhammed Behâeddîn Nakşibendî’yi öven bir kıt’a ile başlar. Bu dîvân 2 kasîde, 2 mesnevî, 35 târih, 42 gazel, 1 muhammes, 1 tahmis, 1 şarkı, 3 kıt’a, 2 müfrediden meydana gelmiştir. 1841 senesinde basılmıştır. 5- Devhat-ül-mehâmid fî Tercemet-il-vâlid: Bu eserinde babasının hayât hikâyesini anlatmıştır. 6- Lâyihalar: İzzet Molla’nın devlet yönetimiyle ilgili düşüncelerinin yer aldığı iki önemli lâyihası vardır. Birincisi sultan İkinci Mahmûd Hân’ın emriyle kaleme alınmıştır. Osmanlı eyâletlerinin gelir-gider işleriyle ilgili tesbit ve görüşlerini içine almaktadır. Ukinci lâyiha ise, Rusya’ya harp îlânının aleyhine hazırlanmıştır. 7- Şerh-i Elgâz-ı Râgıp Paşa: Râgıp Paşa’nın lügazlarını açıklayan bir eserdir. 1) Esâmi; sh. 311 2) Büyük Türk Klasikleri; cild-8, sh. 116 3) Osmanlı Müellifleri 4) XIX. Asır Türk Edebiyatı Târihi; 5) Son Asır Türk Şâirleri; cild-4, sh. 723 6) Hâtimet-ül-eş’âr; sh. 288 7) Kâmûs-ül-a’lâm; cild-4, sh. 3419 8) A History of Ottoman Poetry; cild-4, sh. 304 KEMÂL PAŞAZÂDE Osmanlı âlimlerinin en meşhurlarından. İsmi, Ahmed bin Süleymân bin Kemâl Paşa’dır. Lakabı Şemseddîn’dir. Dedesi Kemâl Paşa’ya izafeten İbn-i Kemâl ve Kemâl Paşazade isimleriyle tanınmıştır. 1468 (H. 873)’de doğdu. 1534 (H. 940)’da İstanbul’da vefât etti. İstanbul’da Edirnekapı kabristanındadır. Bir ümerâ ailesine mensub bulunan İbn-i Kemâl Paşa, ailesinin nezâretinde iyi bir tahsîl görmekle beraber, zamanının geleneği îcâbı, önce askerî sınıfa girdi ve sipahi olarak ikinci Bâyezîd Hân’ın seferlerine iştirak etti. Daha sonra ilmiye sınıfına geçti. İbn-i Kemâl Paşa, Molla Lütfî, Kestelli ismiyle meşhur Muslihuddîn Mustafa Efendi, Hâtibzâde Muhyiddîn Mehmed Efendi ve Muarrifzâde Sinânüddîn gibi zamanın meşhur âlimlerinden ilim öğrenip, icazet (diploma) aldı. Tefsîr, hadîs ve fıkıh ilimlerinde derin âlim olarak yetişti. Edirne’de Taşlık adıyla tanınan Ali Bey’in medresesine müderris olarak tâyin edildi. Burada müderris iken, pâdişâhın emri ile Tevârih-i Âl-i Osman adlı târihini yazdı. Daha sonra Üsküp’de İshak Paşa, Edirne’de; Halebiye, Edirne Üç Şerefeli, İstanbul’da Sahn-ı semân medreselerinde ve Sultan Bâyezîd Medresesi’nde müderrislik yaptı. Çok âlim yetiştirdi. Bu vazifelerinden sonra Rumeli kazaskeri, peşinden de Anadolu kazaskeri oldu. 1527’de ise şeyhülislâmlığa tâyin edildi. Sekiz sene bu vazifede bulundu. On altıncı asrın ilk yarısında, Osmanlı kültürünün en büyük mümessili olarak görülen İbn-i Kemâl Paşa, bütün vaktini ilme veren âlimlerdendir. İlmi ile büyük bir şöhret kazandı ve zamanındaki pek çok âlim, bâzı mes’elelerde ona başvurur oldu. Bir kısım ulemâ da yazdığı eserleri tashih (kontrol) maksadıyla ona gönderirlerdi. Ahlâkı güzel, edebi mükemmel, zekâsı ve aklı kuvvetli, ifâdesi açık ve vecîz olup, iki dünyâ faydalarını bilen ve bildiren, pek nâdir simalardan biri idi. Cinnilere de fetva verirdi. Bunun için Müftiy-üs-sekaleyn (insanların ve cinnîlerin müftîsi) adı ile meşhur oldu. Büyük bir âlim olduğu gibi, güçlü bir târihçi, değerli bir edîb, kuvvetli bir şâir idi. Tasavvufta da ileri derece sahibi idi. Büyük velîlerin teveccühünü kazanmıştı. Kânûnî sultan Süleymân Han zamanında, Zenbilli Ali Efendi’den sonra Osmanlıların dokuzuncu şeyhülislâmı oldu. Bu makamda bulunduğu sürede, dâhilî ve haricî, din ve mezheb düşmanlarına karşı, ilmi ve yazdığı kitaplarıyla mücâdele etti. İbn-i Kemâl Paşa, Eshâb-ı kiram düşmanlığı propagandasının te’siriyle Doğu Anadulu’da yer yer büyümeye başlayan fitneye karşı, ehl-i sünnet itikadını bütün gayreti ile müdâfaa etmiş, yazdığı risalelerle Yavuz Sultan Selim ve Kânûnî Sultan Süleymân Han’ı Safevî’lere karşı mücâdeleye teşvik ettiği gibi, Kânûnî’nin Şâh Tahmasb’a gönderdiği mektupları da bizzat kaleme almıştır. Kefevî, İbn-i Kemâl Paşa için; “Bâzı rivayetleri bâzılarına tercih edebilmesi bakımından, mezhebde (Hanefî mezhebinde) tercih sahibidir” demektedir. Bâzı ulemâ da onun için; “Mısır’da İmâm-ı Süyûtî ne ise, İstanbul’da ve diğer beldelerde de İbn-i Kemâl Paşa odur. Her İkisi de asrının süsüdür” demişlerdir. İbn-i Kemâl Paşa, ekserisi muhtelif risaleler olmak üzere, üç yüz civarında eser yazdı. Bu eserlerinden çoğu yazma olup, 36 tanesi Ahmed Cevdet Paşa tarafından yayınlandı. Fetvaları; usûl ilminde, Ta’yîr-üt-tenkîh; kelâm ilminde, Risale-i mümeyyize; akâid ve fıkıhda, Müerric-ül-kulûb, Telvih haşiyesi, Risâle-i münîre, Hidâye şerhi gibi eserleri vardır. İslâmî ilimlerden başka dil ilmi ile de uğraşan Kemâl Paşazade Arapça’yı esas alarak Galatât adlı bir eser yazmıştır. Dîvân şiirinin bu asırda önde gelen şâiri olup, Dîvân’ı ile Yûsufu Züleyhâ Mesnevîsi meşhurdur. Fakat daha ziyâde ağır bir dille yazdığı Tevârih-i Âl-i Osman adlı eseri ile tanınmıştır. Şâir olarak şiirlerinde mahlas kullanmamıştır. Bu îtibârla dîvânına başka şâirlerin şiirleri de karışmıştır. İbn-i Kemâl Paşa’nın şiirlerinden bâzıları şunlardır: Kısmetindir gezdiren yer yer seni, Arşa çıksan, akıbet yer yer seni. Eline nefsinin verip kazma, Yoluna kimsenin kuyu kazma. Her ki gayrın yolunda kazdı kuyu, Kendi düştü kuyuya yüzü koyu. Nâ-ehil olur muârız-ı ehl, Her Ahmed’e bulunur Ebû Cehl. Göz yum cihândan, aç gözünü kendi hâline, Sen göz yumup açınca, bu dünyâ gelir gider. Ölümden kurtuluş yokdur cihânda, O derdi çekmez olmaz üns-ü-canda. Kişinin ömri çünkim âhır ola, Yeg oldur kim gazâ yolunda öle. Tiz olma teemmül kıl Her hâle tahammül kıl Allah’a tevekkül kıl Tedbiri bozar takdir. KAFTANIMA SÜS OLSUN Mısır seferinde İbn-i Kemâl Paşa, Anadolu kazaskeri olarak pâdişâh Yavuz Sultan Selim Han’ın yanında bulunuyordu. Bu yolculukları sırasında sohbet ederek yol alırken, bir ara İbn-i Kemâl Paşa’nın atının ayağından sıçrayan çamurlar, Yavuz Sultan Selîm Han’ın kaftanına sıçradı. Pâdişâh’ın kaftanına çamur sıçrayınca, İbn-i Kemâl Paşa mahcûb olup, atını geriye çekerek özür dileyince; Yavuz Sultan Selîm Han’ın ona dönerek; “Üzülmeyiniz, âlimlerin atının ayağından sıçrayan çamur, bizim için süstür. Vasiyyet ediyorum, bu çamurlu kaftanım, ben vefât ettikten sonra kabrimin üzerine örtülsün” dedi. Bu vasiyyeti yerine getirildi. İLMİN KIYMETİ!.. İbn-i Kemâl Paşa, ilimde yetişmesini bizzat, kendisi şöyle anlatır: “Sultan İkinci Bâyezîd Han ile bir sefere çıkmıştık. O zaman vezir, Halil Paşa’nın oğlu İbrâhim Paşa idi. Şanlı, değerli bir vezir idi. Ahmed ibni Evrenos adında bir de kumandan vardı. Kumandanlardan hiç biri onun önüne geçemez, bir mecliste ondan ileri oturamazdı. Ben ise vezirin ve bu kumandanın huzûrunda ayakta, esas vaziyette dururdum. Bir defâsında, eski elbiseler giyinmiş bir âlim geldi. Bu kumandanlardan da yüksek yerde oturdu ve kimse ona mâni olmadı. Buna hayret ettim. Arkadaşlarımdan birine, kumandandan da yüksek yere oturan bu zâtın kim olduğunu sordum. “Filibe Medresesi müderrisi, âlim bir zâttır. İsmi Molla Lütfî’dir” dedi. “Ne kadar maaş alır” dedim. “Otuz dirhem” dedi. “Makâmı bu kadar yüksek olan bu kumandanlardan yukarı nasıl oturur?” dedim. “Âlimler, ilimlerinden dolayı tâzim ve takdîr olunur, hürmet görürler. Geri bırakılırsa, bu kumandan ve vezir buna razı olmazlar” dedi. Düşündüm; “Ben bu kumandan derecesine çıkamam, ama çalışır gayret edersem, şu âlim gibi olurum” dedim ve ilim tahsil etmeye niyet ettim. Sefer dönüşü, o meşhur âlim Molla Lütfî’nin huzuruna gittim. Sonra Edirne’deki Dârülhadîs müderrisliği bu zâta verildi. Ondan Metali Şerhi’nin haşiyelerini (açıklama ve ilâvelerini) okudum. 1) Şakâyik-ı nu’mâniyye Tercümesi; sh. 381 2) Mu’cem-ül-müellifin; cild-1, sh. 238 3) Fevâid-ül-behiyye; sh. 21 4) Şezerât-üz-zeheb; cild-8, sh. 238 5) Kâmûs-ül-a’lâm; cild-5, sh. 3885 6) Devhat-ül-meşâyıh; sh. 16 7)Tâc-üt-tevârîh; cild-2, sh. 585 8) Meşâhir-ül-İslâm; cild-4, sh. 1550 9) Sicilli Osmanî; cild-1, sh. 197 10) Hadîkat-ül-cevâmî; cild-1, sh. 180 11) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 981 12) Rehber Ansiklopedisi; cild-8, sh. 31 13) Esmâ-ül-müellıfin; cild-1, sh. 180 14) Seyahatname (Evliya Çelebi); cild-1, sh. 345 15) Şuarâ Tezkireleri 16) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-13. sh. 219 17) Türk Klasikleri; cild-3. sh. 264 18) XIII - XVI. Asır, Anadolu Sahasında Dil Yadigârlarının Yazılış Sebebleri (Kemal Yavuz) KERVANSARAYLAR Ticâret yolları üzerinde kervanların konakladığı ve her türlü ihtiyâçlarının ücretsiz karşılandığı, devlet veya hayırsever kişiler tarafından yapılmış muhkem binalar. İslâmiyet’in ilk dönemlerinde askerî maksatla ve sınır emniyetini korumak için kurulan ribatlar, sonraki devirlerde ticarî maksatla kullanılmaya başlandı. Kervanların konakladığı yer olan bu binalara, kervansaray adı verildi. Türklerin müslüman olmasından sonra İslâm toprakları üzerinde ortaya çıkan kervansaraylar, Selçuklular zamanında en gelişmiş şeklini aldı. Anadolu’daki çeşitli ticâret yolları üzerinde yüze yakın kervansaray yapıldı. Selçuklular devrinde Anadolu’da kurulan bu yol güzergâhları, Osmanlılar zamanında değişti ve sınırlarının genişlemesi netîcesi, Anadolu’da ticâret ileri derecede önemini kaybetti. Bunun üzerine, bu yollar da nisbeten ıssızlaştı. Meselâ Osmanlı Devleti’ne başşehir olan İstanbul’u Suriye ve Irak’a bağlayan yol, Konya-Adana istikâmetini tâkib ettiği için, Antalya’dan Sivas’a veya Elbistan’dan Kayseri ve Sivas’a giden yollar, bu şehirleri birbirine bağlayan tâli yol durumuna düştü. Bu yollar üzerinde bulunan kervansaraylar da ister istemez eski önemini kaybetti. Fakat yeni yol güzergâhlarının ortaya çıkması üzerine, Osmanlılar da kervansaray yapımına devam ettiler. Hac farizasını îfâ etmek için giden hacıların her türlü ihtiyâçlarını karşılamak üzere, İstanbul’u, Suriye üzerinden Mekke ve Medine’ye bağlayan yol üzerinde kervansaraylar kurdular. Osmanlı kervansarayları her yerde mahallî şartlara uygun ve aynı zamanda çok san’atlı inşâ edilmiş mükemmel mîmârî eserler oldu. Kervansaraylarda yatakhâne ve aşhâneler, erzak anbarları, ticarî eşya depoları, yolcuların hayvanları için ahırlar, samanlıklar, namaz kılmak için mescidler, kütüphâneler, misafirlerin yıkanması için hamamlar, şadırvanlar, hastahâneler ve eczâhâneler, yolcuların ayakkabılarını tamir etmek ve fakir yolculara yenisini yapmak için ayakkabıcılar, hayvanları nallamak için nalbantlar, bu teşkîlât ve te’sisleri idare edecek gelir ve gider hesaplarını yapacak dîvân (büro) ve me’murları vardı. Kervansaraylara inip konaklayan tüccar ve yolcuların; zengin-fakir, müslüman gayr-i müslim farkı gözetmeksizin her türlü ihtiyâçları ücretsiz görülürdü. On beşinci asrın ilk yarısında Osmanlı topraklarına gelen Fransız elçisi Bertranden de la Brocgulere, kervansaray sistemi karşısında şaşırmış ve hayranlık duymuştur. Kim olursa olsun bedava misafir eden, kendisini ve hayvanlarını üç gün müddetle yediripiçiren, yatıran, bütün ticâret mallarını emniyet ve devlet himâyesi altına alan kervansaray sistemi, Fransız elçisini hayretler içinde bırakmıştı. Fakirlerin nasıl iyi muamele ile kabûl edildiği, daha fazla ikrâm olunamadığı için özür dilendiği, yollar üzerine serpiştirilmiş bu müesseseler, onun görmediği yepyeni bir şeydi. Zira Avrupa’da asiller, fakirleri aşağı görür ve kötü muamele ederlerdi. Osmanlı Devleti’nde devlet otoritesinin güçlü olması sebebiyle hiç kimsenin kervansaraya tecâvüzü mümkün değildi. Yine bir Fransız sefiri olan Ricaut da, on yedinci asırdaki Türk han ve kervansarayları hakkında; “Osmanlı Türkleri bu çeşit yapılarda fevkalâde ihtişam göstermişler, devletlerin eyâletlerini böyle hanlarla doldurmuşlardır” demektedir. Kervansaraylara büyük ehemmiyet veren Osmanlı sultanları, bunların düzenli işletilmesi için, hüküm ve yasaknâmeler ihtiva eden Kervansaray kanunnâmeleri yayınlamışlardır. Mimar Sinân’ın bizzat yaptığı kervansaraylar şunlardır: 1- Kânûnî’nin Süleymâniye tabhânesinin arkasındaki kervansarayı, 2- Rüstem Paşa’nın Kapalıçarşı’daki Cebeciler Kervansarayı, 3- Rüstem Paşa’nın Galata’daki şimdi Kurşunlu adıyla anılan kervansarayı, 4- Ali Paşa’nın Bitpazarı’ndaki kervansarayı, 5- Vefâ’da Pertevpaşa Kervansarayı. On yedinci asırda İstanbul’da 12, Üsküdar’da 11 kervansaray olduğunu Evliyâ Çelebi kaydetmektedir. İzmit-Gebze’de Çoban Mustafa Paşa Kervansarayı, Afyon-Sincanlı’da Sinân Paşa Kervansarayı, Eskişehir Kurşunlu Kervansarayı, Bilecik-Bozüyük’te Kâsım Paşa Kervansarayı, Diyarbakır Hüsrev Paşa Kervansarayı (Deliller hanı), İzmir-Çeşme’de Kervansaray, İstanbul-Silivri’de Pîrî Mehmed Paşa Kervansarayı, Edirne-İpsala’da Hüsrev Paşa Kervansarayı, Antakya-Belen’de Kânûnî Sultan Süleymân Kervansarayı, Konya-Ereğli’de Rüstem Paşa Kervansarayı, Tekirdağ (Rodoscuk) Rüstem Paşa Kervansarayı, Edirne Rüstem Paşa Kervansarayı, Erzurum Rüstem Paşa Kervansarayı, Edirne-Babaeski’de Ali Paşa Kervansarayı, Büyükçekmece’de Kânûnî Sultan Süleymân Kervansarayı, Edirne Ali Paşa Kervansarayı, Bursa Ali Paşa Kervansarayı, KırklareliLüleburgaz’da Sokullu Mehmed Paşa Kervansarayı, Konya-Karapınar’da sultan İkinci Selîm Han Kervansarayı, Edirne-Havsa’da Kasımpaşa Kervansarayı, Bitlis el-Aman Kervansarayı, Antakya-Payas’ta sultan İkinci Selîm Kervansarayı, Diyarbakır Hasan Paşa Kervansarayı, İzmit Pertev Paşa Kervansarayı, Konya-Ilgın’da Lala Mustafa Paşa Kervansarayı, Üsküdar Atîk Vâlide Kervansarayı ve Manisa Kurşunlu Kervansarayı meşhur Osmanlı kervansaraylarından bâzılarıdır. Kânûnî, vakfiyesinde kendi kervansarayları için; “Ve Ziyâfethâne-i bîadîl ve ceygâh-ı misâfirîn ve İbn-is-sebîl” (benzeri olmayan ziyafetleri ile müsâfir ve yolcuların barınağı denmektedir. İslâm dîninin misafirperverliğe ve hayırseverliğe verdiği ehemmiyet sonucu ortaya çıkan kervansarayların, bir benzeri ortaçağ Avrupasında olmadığı gibi akla bile gelmemişti. İslâm târihinin önceki devirlerinde olduğu gibi, Osmanlılarda da bu güzel ve fâideli eserler, uzun bir zaman halkın hizmetinde kullanıldılar. GAFİL GİTMEN!.. Evliya Çelebi; kervansaraylardaki usûl ve âdabı şu şekilde anlatmaktadır: “Bir bâb-ı azîm (büyük bir kapı) içre kal’a-misâl karşu karşuya 150 ocak hân-ı kebîrdir (büyük handır). Haremli, develikli, ahurlı olup sâdece ahuru üç binden ziyâde hayvan alur. Kapuda dâima dîdebânları (gözcüleri) nigehbânlık (gözcülük) ederler. Ba’del’aşâ (yatsıdan sonra) kapuda mehterhâne çalınup, kapu sedd olunur (kapanır). Dîdebânlar, vakıfdan kandiller yakup dibinde yaturlar. Eğer nısfülleylede (gece yarısı) taşradan müsâfir gelirse, kapuyı açup içeri alırlar; mahazer (hazır olan) taam (yemek) getirirler. Amma (Ancak) cihân yıkılsa içeriden taşra bir âdem bırakmazlar, şart-ı vâkıf (vakfedenin şartı) böyledir. Tâ cümle (bütün) müsâfirîn (misafirler) kalktıkda yine mehterhâne döğülüp herkes malından haberdâr olur. Hancılar, dellâllar gibi; “Ey ümmet-i Muhammed! Malınız, canınız, atınız, eşyanız tamam mıdır?” diye recâ edüp nida ederler. Müsâfirîn cümlesi; “Tamamdır! Hak teâlâ, sâhib-i hayrata (hayır sahibine) rahmet eyleye” didiklerinde, bevvâblar (kapıcılar) vakt-i şâfii (uygun vakitte) iki dervâzeleri (kapıları) güşâde edüp (açıp) yine kapu dibinde; “Gafil gitmen, bisât (yaygı, örtü) gaip etmen, herkesi refik (yol arkadaşı) etmen, yürün, Allah âsân (kolay) getire” diyü duâ ve nasihat ederler. Herkes bir canibe (tarafa) revân olur. Bu hanın garbında vüzerâ ve vükelâ, âyân ve kibar için haremli, dîvânhâneli, yüz elli hücreli, hamamlı, kilerli, matbahlı bir sarây-ı azîm (büyük bir saray) vardır ki, medhinde lisan kasîrdir (kısadır, âcizdir).” Kânûnî Sultan Süleymân nâmına yazılan Kanunnâmede kervansaraylar hakkında konulan hükümler, Evliyâ Çelebi’nin ifâdesini te’yid etmektedir: “Kervansaraycılar emin ve mûtemed kimseler olup, her sabah kervansaray halkına icazet vermeden kervansarayda konan halktan istifsar edüp (sorup) kimsenin rızkı sirkat ve nehb (hırsızlık ve yağma) olmadığı malûm ve muhakkak oldukdan sonra kârbânsaray (kervansaray) kapusın açıvere. Ve kârbânsaraycı bu mânâyı eyidüp destur vermiş olup sonra kârbânsaray halkında kimesne rızkın ve esvabın (elbiselerin) uğrılandı (çalındı) diye mesmû olmaya (işitmeye). Ve eğer kârbânsaraycı ol mânâyı eyitmeden halka destur vermiş olup, olgice kârbânsarayda konan halkın nesnesi uğrılanmış olup, ki muhakkak ola, kârbânsaraycıdan çün gadr oldu (nasıl söze uyulmadı) uğrılanın esvabın kıymetini kârbânsaraycıya tazmin itdüreler.” 1) XVIII. Yüzyıl Osmanlı Kurumları ve Osmanlı Toplum Yaşantısı; sh. 90 2) Osmanlı Târih Deyimleri; cild-2, sh. 245 3) Rehber Ansiklopedisi; cild-10, sh. 64 4) Büyük Türkiye Târihi 5) Mimarbaşı Koca Sinân, Yaşadığı Çağ ve Eserleri; sh. 369 6) İslâm Târihi Ansiklopedisi; cild-3, sh. 52 7) Selçuklular ve İslâmiyet (Osman Turan, İstanbul-1980); sh. 161 8) Netâyic-ül-vukûât; cild-2, sh. 105 9) Seyahatname (Evliya Çelebi); cild-3, sh. 300 KIBRIS Akdeniz’in Sicilya ve Sardilya’dan sonra üçüncü büyük adası. Anadolu’ya yetmiş, Suriye kıyılarına yüz kilometre uzaklıktadır. Anadolu’nun tabiî parçası sayılan Kıbrıs’a, mîlâdî 650 yılında hazret-i Osman’ın hilâfeti devrinde ilk sefer düzenlenerek haraca bağlandı. Sonraki yıllarda Bizanslıların harac vermekten kaçınmaları sebebiyle halîfe Hârûn Reşîd, adayı İslâm devletine ilhak edip, müslüman idaresine girmesini te’min etti. Bu ilk İslâm hâkimiyetinden sonra mîlâdî 970’den itibaren Bizanslıların eline geçen ada, üçüncü haçlı seferi için bölgeye gelen İngiltere kralı Arslan Yürekli Rişar tarafından, 1191’de zaptedildi. Bir sene sonra haçlıların meşhur Fransız komutanı Guy de Lusignan’a verilen adada, bir Fransız krallığı kuruldu. Küçük ve zayıf bir devlet olan bu krallık, Mısır’dan ikinci Murâd Han’a gönderilen hediyeleri ele geçirince, Memlûklü sultânı Seyfeddîn Barsbay tarafından 1426 yılında senelik sekiz bin duka altına haraca bağlandı. Nihayet 1489 yılında Venediklilerin Kıbrıs’ı işgal edip, bu krallığa son verdikleri zaman Memlûklülerin hukukî hükümranlığı sona erdiyse de, Venedikliler haracı vermeye devam ettiler. Yavuz Sultan Selîm Han, Mısır’ı feth eder etmez, Kâhire’ye iki Venedik elçisi gelip, Memlûklü Devleti’ne ödedikleri vergiyi vermeyi ve Osmanlı Devleti’nin Kıbrıs adası üzerinde yüksek hükümranlık hakkını kabul ettiler. 17 Eylül 1517’de yapılan andlaşma gereğince sekiz bin altınlık haracı, artık Osmanlı hazînesine göndermeye başladılar. Kıbrıs, bundan sonra, mutlak olarak Osmanlı hâkimiyetine girinceye kadar 52 sene 6 ay Osmanlı himâyesi altında kaldı. On altıncı yüzyılın ikinci yarısından ve özellikle Kânûnî Sultan Süleymân Han’ın vefâtından sonra, Kıbrıs’ın Venediklilerin elinde bulunması, Osmanlı Devleti’nin Akdeniz’deki güvenliğini her zaman için tehdîd eden bir durum meydana getiriyordu. Her ne kadar Venedikliler, Yavuz Sultan Selîm Han’ın Mısır’ı fethinden sonra, harac vermeye başladılarsa da, Osmanlı Devleti için zararlı bir politika tâkib etmekteydiler. Nitekim adayı tahkim etmeleri bu sebebe dayanıyordu. Bunun dışında adanın, Osmanlı Devleti’nce fethini mecburî kılan bir çok sebep vardı. Her şeyden evvel Yavuz Sultan Selîm Han’ın 20 Şubat 1517 Cuma günü halîfe olmasından sonra, Osmanlı Devleti; Hulefâ-i râşidîn, Emevî ve Abbasî devirlerinden intikâl eden bütün târihî hukukun yegâne meşru vârisi oldu. Bu sebeple, Peygamberimiz Muhammed Mustafâ’nın (sallallahü aleyhi ve sellem) süt halasının şehîd olup defnedildiği bu ada, hıristiyan, tahakkümünde bulunamazdı. Osmanlı Devleti’ni, egemenliği altındaki Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerine ulaştıran kara yolları; uzun, yorucu ve yetersizdi. Buna karşılık Kıbrıs üzerinden, bu ülkelere, denizden her türlü lojistik hizmetler daha çabuk, rahat ve ekonomik olarak ulaştırılabilirdi. Ancak, bu ülkelerin kolay ve etkili savunulmasında değerli bir üs niteliğindeki Kıbrıs adası Venedîk’in elinde olduğundan, Osmanlı ülkeleri arasında her ân devletin böğrüne saplanmış gibi duran bir hançer durumunda idi. Ada, bu stratejik konumu dolayısıyla Osman’ı ülkelerinin kara ve deniz ulaşım yollarını tehdid eden etkili bir Venedik üssü olarak kullanılıyordu. Kıbrıs veya yakınlarından geçen ve Avrupa ile Asya’yı birbirine bağlayan, doğrudan doğruya deniz yollarını kullanan Türk ticâret ve hacıları taşıyan yolcu gemileri, Akdeniz’de hıristiyan korsanları tarafından vurularak soyuluyor; Venedik ise deniz ticâretinin Türklerin eline geçmemesi için bunlara yataklık yapıyordu. Yapılan titiz bir soruşturma sonunda, Akdeniz’de Türk gemilerinin soyulma işlerinin bir kısmının Venedikliler tarafından yapıldığı tesbit edilmiş, protesto edilen Venedik hükümeti, suçluları cezalandırdığını bildirmesine rağmen bu tür olayların önü alınamamıştı. İkinci Selîm Han’ın şehzâdeliği zamanında Mısır’dan kendisine gönderilen hediyeleri taşıyan bir gemi de Venedikliler tarafından zapt ve yağma edilmiş, kendilerinden sorulduğunda; “Şehzâde’ye âid olduğu ne malum” diye küstahça cevap vermişlerdi. Nihayet 1569 Haziran ayında İskenderiye yakınlarında Nil teknelerinden birinin yolunu kesen bir Venedik gemisi, 90 müslümanı esir etti. Yine bu sırada, içinde Mısır defterdârının da bulunduğu büyük bir Türk nakliye gemisini yakalayıp, defterdârı katlettiler. Gemide bulunan büyük ölçüde para ve kıymetli eşyayı kaçırıp, Kıbrıs’da sattılar. Çok kazançlı olan bu soygunlardan cesaret alan Venedik korsanları, iki ay sonra filo hâlinde yine aynı bölgede bir kaç Nil gemisine saldırdılar. Top sesleri üzerine, yedi kadırgasıyla duruma müdâhale eden İskenderiye beyi, kaçan Venedik gemilerinden birini yakaladı. Bu hâdise artık Venediklilere kat’iyyen güvenilemeyeceği gerçeğini ortaya çıkarıyordu. Nitekim ikinci Selîm Han durumdan haberdâr olunca, bu olayları belgeleriyle belirtmek suretiyle korsanlar hakkında Venedik’e nota verdi. Venedik’e gönderilen Mahmûd Çavuş’la yapılan bu uyarı ciddiye alınmayınca ikinci defa Kubat Çavuş 11 Şubat 1570’de Venedik’e gönderildi. Kan dökülmemesi ve barışın sürdürülmesi karşılığında Kıbrıs’ın Osmanlı Devleti’ne terkini isteyen bir notayı 28 Mart 1570’de Venedik senatosuna verdi. Natoda özellikle, Kıbrıs adasının Venedik’e 2000 mil uzaklıkta olduğu, Venediklilerin Dalmaçya’da Osmanlı sınırlarına sürekli olarak saldırdıkları, Akdeniz’de seyreden tüccar ve hacı gemilerine baskın yapan korsanların Kıbrıs’ta yuvalandıkları, Venedik için gereksiz olan bu adayı elde tutmak suretiyle dostlukla bağdaşmayan korsanlık eylemlerine aracı olma durumuna düştüğüne dikkat çekiliyor; bu tür olayları önlemek ve barışı sürdürmek için bir te’mînât olarak adanın derhâl Osmanlı Devleti’ne terk edilmesi gerektiği bildiriliyordu. Bu teklif, Venedik senatosu tarafından reddedildi ve Kubat Çavuş 5 Mayıs 1570’de İstanbul’a döndü. Venedik ise Kıbrıs’ın müdâfaasını güçlendirirken, bir haçlı donanmasının hazırlanması için papaya başvurdu. Bu sonucun geleceğini tahmin eden ikinci Selîm Han, daha önceden şeyhülislâm Ebüssü’ûd Efendi’nin Kıbrıs’ın alınması gerektiğini belirten fetvasını aldıktan sonra, savaş hazırlıklarını tamamlayarak gerekli harekâtı plânlamıştı. Venedik’e harb açıldığı îlân edilip, Osmanlı limanlarındaki Venedik gemilerine el konuldu. İstanbul’daki büyükelçi ve me’murları Yedikule’ye hapsedildi. Türk kara ordusu; Finike, Antalya ve Gelibolu sahillerinde toplandı. Kıbrıs serdârlığına altıncı vezir Lala Mustafa Paşa getirildi. Piyâle Paşa ise donanma komutanıydı. Kara askerlerinin kumandanı ise Muzaffer Paşa idi. Lala Mustafa paşa’nın maiyyetinde; Anadolu beylerbeyi İskender Paşa, Karaman vâlisi Hasan Paşa, Sivas vâlisi Behram Paşa, Kilis beyi Canbulat Paşa, Halep sancakbeyi Derviş Paşa, Dulkadir vâlisi Mustafa Paşa, Tırhala, Pirzerin, İlbasan, Yanya, Mora beyleri bulunuyordu ki, toplam asker mikdârı; 50.000 eyâlet askeri (piyade), 5.000 yeniçeri, 2.500 süvârî, 3.000 kadar da lağımcı, istihkamcı ve topçudan ibaretti. Harp ve nakliye gemilerinden meydana gelen donanmada 360 gemi bulunuyordu. Evvelâ 1570 Mart ayı sonlarında Murâd Reîs 25 savaş gemisiyle İstanbul’dan ayrıldı. Kendisine öncülük ve keşif görevi verilmişti. Nisan ayında Piyâle Paşa 65 kadırga ve 30 kalyonla, onu tâkib etti. 15 Mayıs’da ise, serdâr Lala Mustafa Paşa, kapdân-ı derya Müezzinzâde Ali Paşa ve donanmanın kalan kısmı ile resmen Kıbrıs seferine hareket ettiler. Asker ve savaş malzemesi taşıyan gemiler de bu donanmaya dâhildi. İkinci Selîm Han, serdârı uğurlamak için Yedikule’ye kadar gelmiş, daha evvel Beşiktaş’daki Barbaros Hayreddîn Paşa türbesinde an’anevî büyük törenler düzenlenmiş, kurbanlar kesilerek fakirler doyurulmuştu. Bu arada Venedik de boş durmamış, kuvvetli bir donanma hazırlamak için var gücüyle çalışmıştı. Venedik senatosu ayrıca, bütün Avrupa devletlerine yardım çağrılarında bulunmuştu. Papalık da, bu yolda çalışmalar yapmaya başlamıştı. Fakat Venedik ve Papalığın çabaları pek etkili olmadı. Almanya, Fransa, Rusya, Avusturya, Lehistan, İngiltere yardım yanlısı görünmekle birlikte, kendi iç ve dış mes’elelerinin zorluklarını ileri sürerek, Osmanlı Devletiyle olan barış ve dostluklarım bozamıyacaklarını bildirdiler. Buna karşılık İspanya 60, Papalık 2, Cenova ve Malta 4, Savoie dukalığı da 7 gemiyle yardıma koşmuş ve Venedik donanmasıyla beraber 206 gemilik muazzam bir donanma meydana getirilmişti. Donanmada 16.000 asker, 36.000 gemici ve kürekçi, 1.300 top vardı. Bu gemiler, Girid adasının Kandiye ve Suda limanlarında toplanma ve savaşa hazırlanma emri almış, ancak hazırlıkları umduklarından uzun sürmüştü. Donanmanın başkumandanı ise meşhur Andrea Doria’nın yeğeni Giovanni idi! Daha önceden öncülük göreviyle yola çıkarılmış olan Murâd Reis filosu, 3 Haziran 1570’de İstanköy’de Piyâle Paşa filosu ile birleşerek, 5 Haziran’da Rodos adasında ana filoya katıldılar. Bundan sonra topluca harekete geçen donanma, Finike limanına gelerek 20 gün kaldı. Burada toplanmış olan kara birlikleri, gemilere bindirildikten sonra, 30 Haziran 1570’de Kıbrıs istikâmetinde harekete geçildi. 2 Temmuz’da Limasol limanına varan donanma, buraya küçük bir kuvvet çıkardı. Bu kuvvet bir kaç kilometre içeriye girip ilk ihtirda teslim olan Lefteri kalesine Türk bayrağını çekti. 3 Temmuz günü Limasol’dan ayrılan bu Türk kuvveti ve donanması, aynı günün akşamı Tuzla (Larnaka) körfezine demir attı. Burada 21 pare top atışı ile Hala Sultan selamlandı. Asıl çıkarma 4 Temmuz sabahı burada yapıldı ve çıkarma sırasında hiç bir direnme ile karşılaşılmadı. Aynı gün bir köprübaşı kurulduktan sonra asker ve mühimmat karaya çıkarıldı. Lala Mustafa Paşa, burada kurulan otağında, vezir Piyâle Paşa’nın da katıldığı bir savaş meclisi topladı. Yapılan görüşmeler sonunda doğruca adanın merkezi Lefkoşe üzerine yürüme karârı verildi. Yapılabilecek herhangi bir taarruza karşı tedbirler alınarak, donanmanın, Suriye ve Güney Anadolu’daki Türk kuvvetlerini adaya getirmesi kararlaştırıldı. Ağır muhasara toplarının adaya çıkarılmasından sonra donanma, asker getirmek için ayrıldı. Lala Mustafa Paşa ise, Venedik komutanına bir mektup göndererek büyük bir kuvvetle adaya, çıktığını, gerektiğinde Pâdişâh’ın daha çok kuvvet gönderebileceğini, karşı koymaya çalışmanın doğru olmadığını, bu sebeple adanın dostça teslim edilmesini istemiş ve on beş günlük mühlet vermişti. Bunun üzerine 9 Temmuz’da Girne kendiliğinden teslim oldu. Suriye ve Anadolu kıyılarına gönderilmiş olan gemilere bindirilen Türk kuvvetleri, 22 Temmuz 1570’de Kıbrıs’a geldi. Böylece Kıbrıs seferinde görevli kuvvetler, bütünüyle adada toplanmış oluyorlardı. Asker taşıma görevini bitiren donanmaya; düşman donanması hakkında bilgi toplaması ve denizden gelebilecek düşman saldırılarını önlemesi görevi verilmişti. 22 Temmuz’da Larnaka’dan harekete geçen ordu, 27 Temmuz’da Lefkoşe önüne vardı. Bir süvârî birliği de Lefkoşe-Magosa arasındaki irtibatı kesmeye me’mûr edildi. Lefkoşe son derece tahkim edilmiş durumdaydı. Venedikliler, ikinci Selîm Han tahta çıkınca, evvelce geçen olaylara göre herhalde bir Kıbrıs mes’elesi çıkacağını düşünerek, şehirde mevcûd 365 kadar kiliseden seksenini ve içinde kralların mezarlarının bulunduğu bir manastırı yıkarak eski kale ile şehri içine alacak üç kapısı bulunan yeni bir sur inşâ etmişler ve bunu on bir kule-tabya ile donatmışlardı. Tabyaların her birinde dört top ve iki bin asker bulunuyordu. Bütün top sayısı iki yüz elli idi. Kaleyi Venediklilerden başka İtalyanlar, katolik Arnavudlar, İspanyollar, Lefkoşe asilzadeleri ve gönüllüler savunuyordu. Kuşatma için bütün hazırlık ve tedbirleri alan Lala Mustafa Paşa, elindeki askeri yediye bölüp, tabyaların karşısına yerleştirdikten sonra büyük toplarla kaleyi dövmeye başladı. Düşman büyük bir inatla dayanmakta, bombardımana karşılık vermekte, hattâ arada hurûc hareketi yaparak Türk metrislerine saldırmaktaydı. Bunların en önemlisi surlara bir hayli yaklaşmış olan Karaman askerine karşı, kuşatmanın otuz birinci günü yapıldı. Şiddetli ve kanlı boğuşmalar sonunda Venedikliler ağır zâyiât vererek kaleye dönmek mecburiyetinde kaldılar. Surlar çok sağlam olduğu için, Lefkoşe dayanıyordu. Yapılan hücumlar neticesiz kalmış ve bir hayli şehîd verilmişti. Bunun üzerine Lala Mustafa Paşa, yapılacak çok güçlü bir genel taarruzla Lefkoşe’nin alınmasını kararlaştırdı. Özellikle lağım açma işlerine hız ve ağırlık verildi. Toplar daha ileri mevzîlere kaydırıldı. Atışlar yoğunlaştırıldı. Yapılan keşiflerden, Girid’deki Venedik filosunun kısa sürede denize açılamayacağı ve haçlı donanmasının Kıbrıs’a gelme imkânlarının olmadığı anlaşıldığından, Tuzla körfezinde bulunan donanmadan 20.000 kişilik bir ihtiyat birliği 8 Eylül’de Lefkoşe’ye getirildi. 9 Eylül 1570 günü güneş doğmadan topçu desteği ve patlatılan lağımların yaptığı geniş yıkıntıların da yardımıyla, güneydeki dört burca karşı genel taarruza geçildi. Hücumdan iki saat sonra, Türk askerinin fevkalâde azmi ve inancı, ilk meyvelerini vermeye başladı. Karaman ve Anadolu eyâleti askerleri Podocataro burcunu ele geçirmeyi başardılar. Buradan şehre giren birlikler, savunmaya devam eden düşmanla yaptıkları boğaz boğaza mücâdeleden sonra, Venediklilerin son direnme yuvalarını ele geçirdiler. Venedikliler, Kıbrıs genel vâlisi Dandolo başta olmak üzere, 20.000 ölü ve 1.000 kadar da esir verdiler. Lala Mustafa Paşa, aynı gün Avlonya sancak beyi Muzaffer Paşa’yı Kıbrıs beylerbeyliğine tâyin etti. Yeni vâliye, şehrin hemen onarılmasını, savunma düzeninin alınmasını, Türk şehîdlerinin gömülmesini ve fethin sembolü olarak şehrin ortasındaki Ayasofya kilisesinin câmiye çevrilmesini emretti. Bu hazırlıklar bittikten sonra 15 Eylül’de büyük bir törenle şehre giren Lala Mustafa Paşa, Selîmiye Câmii adı verilen Ayasofya’da ilk Cuma namazını kıldı. Lefkoşe’nin fethedilmesi; Baf, Limasol ve Larnaka’nın savaşmadan teslim olmasını sağladı. Bu arada Meis adası civarına gelen haçlı donanması, Lefkoşe’nin Türkler tarafından alındığını öğrendi ve bir şey yapamayacağını anlayarak geri döndü. Lala Mustafa Paşa bundan sonra öldürülen Lefkoşe umum vâlisi Dandolo’nun kesik başını Magosa kale komutanı Bragadin’e göndererek kalenin teslim edilmesini istedi. Reddedilmesi üzerine, 8 Ekim’de Lefkoşe’den yola çıkarak 12 Ekim’de Magosa önlerine geldi. Yaptırdığı keşifler, kalenin çok kuvvetli bir şekilde tahkim edildiğini gösteriyordu. Mustafa Paşa, kaleyi zaptetmenin uzun zaman alacağını anlayıp, kış mevsiminin de yaklaşmakta olduğunu göz önüne alarak, sâdece kuşatılması ve gözlenmesiyle yetinilmesine, kesin zaptının ise ilkbahara bırakılmasına karar verdi. Bu gayeyle ordu, 1570 Ekim’inden başlayarak kışlamak üzere gerekli tedbirler almaya ve mevziler hazırlamaya başladı. Diğer taraftan kalenin dışarıyla olan bağlantılarını tamamen kesmek, giriş ve çıkışları engellemek maksadıyla karada ve denizde kuvvetli bir karakol ve devriye görevi düzenlendi. Ordunun büyük kısmı, bu güvenlik hattı gerisinde ve düşman topçusunun menzili dışında olarak, kalenin güneybatısında olan kışlık ordugâha geçti. Donanmanın büyük bir kısmı kışı geçirmek, hasar görmüş gemileri tamir etmek, noksanlarını gidermek, personel, cephane, araç ve gereç ikmâli yapmak üzere Kasım ayında İstanbul’a döndü. Türk donanmasının Kıbrıs sularından ayrılmasını fırsat bilen Girid-Kandiye komutanı Mark Antoine Quirini emrinde erzak, mühimmat, araç ve gereç yüklü bin altı yüz askerin bindirildiği dört yük gemisi ve on iki kadırgandan meydana gelen bir filo, 6 Ocak 1571’de Hanya limanından Kıbrıs üzerine yelken açtı. Denizdeki sıkı tutulmayan ablukayı yarıp, 26 Ocak’da Magosa limanına girdi. Bunun üzerine Lala Mustafa Paşa, İstanbul’a haber göndererek, düşman donanmasının Kıbrıs’a karşı bir girişimde bulunabileceğini bildirip donanmanın gönderilmesini istedi. Donanma kumandanlığından alınan Piyâle Paşa’nın yerine getirilen Müezzinzâde Ali Paşa, 23 Mart’ta donanmayla yola çıktı. Yiyecek, mühimmat, top, barut, kuşatma malzemeleri ve hafif silâhlarla yüklenmiş, ayrıca 2.000’den fazla yeniçeri ve cebecinin de bindirildiği donanma, Nisan ayında Kıbrıs’a ulaştı. Yeni yardıma ve bilhassa kudretli toplara kavuşan serdar Lala Mustafa Paşa, Magosa ablukasını derhâl yeniden kuşatmaya çevirerek kaleyi şiddetle sıkıştarmaya başladı. Bir taraftan toplar surları dövüyor, bir taraftan derin lağımlar kazılarak kaleye doğru ilerleniyordu. Kalenin her tabyasına karşı dörder toplu birer batarya yerleştirilmişti. Muhasara uzayınca yiyecek darlığı çekilmemesi için kale komutanı Bragadin, şehirde bulunan sekiz bin ihtiyar, kadın ve çocuğu dışarı çıkardı. Bunlar Türk ordugâhında bütün ihtiyâçları giderildikten sonra civardaki köylere yerleştirildi. Türk topları kale surlarında yer yer tahribata sebeb oldularsa da, düşmanın şiddetli direnmesi ve gündüz yıkılan yerleri gece tamir etmesi sebebiyle, hücumla girilebilecek derecede büyük gedikler açamadı. Bunun üzerine lağım işine girişildi. Bunlardan ustalıkla açılan birinin patlatılmasıyla şehir sarsıldıysa da, gediğe yürüyen Gâzilerin hücumu netice vermedi. Bundan sonra yürütülen bir kaç lağım, Venedikliler tarafından tesbit ve tahrîb edildi. 28 Mayıs’da Kilis sancak beyi Canbulat Bey’in deniz tarafından kalenin altına yürüttüğü lağımın patlaması pek müthiş oldu. Buradan taarruza geçen Türk birlikleriyle kale müdafileri arasında güneşin doğuşundan gece yarısına kadar süren kanlı boğuşmalar da netîcesiz kaldı. Bu taarruz esnasında Canbolat Bey şehîd oldu. Kabri Magosa girişinde Osmanlı bayrağına sarılı olarak bulunmaktadır. Ancak sürüp giden bombardımanlar ve atılan lağımlar yüzünden Magosa kalesi gittikçe harâb olmakta ve dayanma gücü azalmaktaydı. Bir genel hücumda mühim bataryalardan biri alınmak üzere iken, Venedikliler bunun altına hazırladıkları lağımı patlatıp, Türk askeriyle beraber kendi askerlerini de havaya uçurdular. 21 Temmuz’da Anadolu askeri hücum ederek bir tabyayı alıp içindeki topları dışarı çıkardılar. Ancak karşı hücuma geçen düşman, bunların daha fazla ilerlemesine mâni oldu. Son günlerdeki çarpışmalar sonunda değerlendirme yapan serdâr Lala Mustafa Paşa, bombardıman ve atılan lağımlarla şaşkına çevrilen düşmanın, devamlı yapılan hücûmlar sebebiyle direncinin sarsıldığını sezmişti. Bu sebeple yeni ve son bir hücum için çeşitli mıntıkalardan lağımlar açtırdı. 1 Ağustos 1571 sabahı erkenden başlatılan şiddetli bombardımandan sonra, hazırlanan lağımlar da patlatılarak hücuma geçildi. Çok şuurlu ve plânlı bir ölçü içinde, maddî ve manevî hazırlıklardan sonra girişilen bu amansız taarruzun ilk safhalarında Leusos burcunun, ikinci plândaki kulesi ele geçirilerek Türk bayrağı çekildi. Bu durumu gördükten sonra artık direnmenin gereksiz olduğunu kabul eden Venedik komutanlığı kale surlarına çektirdiği beyaz bayraklarla teslim olma isteğini bildirdi (1 Ağustos 1571). Bu gelişme üzerine ateş kesildi, savaş durdu. Hemen yeniçeri kethüdası ile serasker kethüdası şehre gittiler. Bunlara karşılık iki Venedik asilzadesi Türk ordugâhına gelip rehin tutuldular. Aynı gün vire şartları tesbit edildi. Buna göre kaledeki askerler eşya ve silâhlarını alıp çıkacaklar ve Osmanlı donanması gemileriyle Girid’e nakledilecekler; sivil halk da her şeyini alıp gitmekte veya kalmakta serbest olacak, kalanlar can ve mal güvenliğine sâhib bulunacaklar ve Venedikliler kalede bulunan 50 Türk esirini serbest bırakacaklardı. Andlaşma bu şekilde imzalandıktan sonra, Venedikliler o gece ellerindeki Türk esirlerini işkencelerle öldürdüler. Bundan habersiz olarak ertesi gün tahliye işlemleri başlatıldı. Türk filosu limana girerek kadın ve çocuklara âid eşyanın yüklenmesine başlandı. 3-5 Ağustos günleri arasında Venedik birliklerinin top ve silâhları gemilere yüklendi. Kale komutanı Bragadin 5 Ağustos günü akşamı kale anahtarını teslim etmek için Lala Mustafa Paşa’nın otağına gitme müsâdesi istedi. Yanında yüksek rütbeli komutanları ve muhafızları olduğu hâlde Türk karargâhına geldi. Lala Mustafa Paşa gelenleri nezâketle kabul edip karşıladı. Andlaşmaya rağmen, Girid’e gidecek Türk gemilerine karşı yolaa veya Gind’de herhangi bir saldırı olmaması için, filonun dönüşüne kadar komutanlardan Quirini’yi alıkoymak istediğini bildirdi. Bragadin ise bu haklı isteğe karşı küstahça; “Bir bey değil, bir köpek bile alıkoyamazsın” şeklinde karşılık verdi. Çok sinirlendiği hâlde sükûnetini muhafaza eden Lala Mustafa Paşa, 50 Türk esirinin iadesini istedi. Bragadin; “Vire gecesi onların hepsini katletmişler” dedi. Bunun üzerine Lala Mustafa Paşa; “O hâlde sen vireyi bozmuşsun” diyerek, Türk esirlerin kanına karşılık olmak üzere hemen on Venedikli komutanın başını vurdurdu. Gemiler boşaltılarak kadın ve çocukları adaya yerleştirdi. Girid’e gönderilecek 4.000 Venedik askeri ise donanmaya dağıtılarak forsaya çakıldı. Lala Mustafa Paşa, komutanlar tâyin edip idarî teşkilâtı tamamladıktan sonra, adaya 10.000 yeniçeri bırakarak 15 Eylül’de İstanbul’a gitmek üzere harekeletti. 15 aydan fazla süren ve yaklaşık 50.000 şehide mâl olan Kıbrıs, bu târihten itibaren Osmanlı idaresinde, asırlar sürecek bir huzur, sükûn ve refah devrine geçti. Ada, yeni bir mülkî yapıya kavuşturuldu. İdare merkezi Lefkoşe olmak üzere on altı kazaya, kazalar nahiyelere, nahiyeler de köylere ayrıldı. Müslüman olmayan halk, din, kültür ve ekonomik yönlerden tamamıyla serbest bırakıldı. Asırlar boyunca Fransız krallığı ve Venedikliler tarafından faaliyetleri engelenen Ortodoks başpiskoposluğu, yeniden çalışmaya başladı. Hattâ, adadaki katolik hıristiyanlardan gelecek bir saldırıdan korunmak üzere Ortodoks başpiskoposunun yanına bir mikdâr askerî kuvvet de bırakıldı. Üç asır boyunca devam eden bu âdil idare süresinde, Osmanlı Devleti’nin gerilemeye başladığı on yedinci yüzyıldan sonra adaya sızan Yunanlı din adamları, ada halkını Osmanlı’ya karşı kışkırtmaya başladılar. Bilhassa on dokuzuncu asırda bu faaliyetler iyice arttı. Doksanüç harbi sonunda yenilen Osmanlı Devleti, 3 Mart 1878’de Ruslarla Ayastefanos (Yeşilköy) andlaşmasmı imzalamış ve Balkanlarda büyük toprak kayıplarına uğramıştı. İmzalanan bu andlaşma, Batı-Avrupa devletlerini telâşa düşürdü. Zîrâ Rusya’nın himâyesi altında kurulacak bir Bulgaristan devletinin Ege denizine inmesi, Rusların sıcak denizlere inmesi demekti. Bu durum, Bosna-Hersek’e göz diken Avusturya’yı ve Hind yolunun tehlikeye girdiğini gören İngiltere’yi telâşa düşürdü. Onların bu telaşını kullanmak isteyen Abdülhamîd Han, çeşitli diplomatik temaslar sonunda bu devletlerle Rusya’yı karşı karşıya getirdi. İngiltere ve Avusturya’nın bâzı teşebbüsleri netîcesinde Almanya, 1856 Paris muahedesinde imzası bulunan devletleri, Ayastefanos yerine Berlin’de kat’î bir andlaşma için davet etti (Bkz. Berlin andlaşması). Berlin andlaşmasının hazırlıkları esnasında fırsattan istifâde eden İngiltere, Ruslarla Osmanlılar arasında çıkabilecek bir savaşta üs olarak kullanmak üzere Kıbrıs’ın idâresinin kendisine bırakılmasını istedi. Buna karşılık da toplanacak konferansta Osmanlılara yardım edeceğini vâdetti. İngiltere, Kıbrıs’ı Ruslara karşı hareket üssü olarak kullanacağını bahane ettiyse de, esasen adanın Hindistan, Süveyş ve Doğu Akdeniz ticâret yolu için fevkalâde ehememiyeti vardı. Hâriciye nâzırı bâzı itirazlarda bulununca, İngiltere sefîri, sulhte yardımcı olmak şöyle dursun, Kıbrıs’ı almak için icâbında İngiliz donanmasının çıkarma yapacağı tehdidinde bulundu. Bunun üzerine çaresiz kalan Safvet Paşa da Kıbrıs’ın idaresini İngilizlere bırakmak mecburiyetinde kaldı (4 Haziran 1878). Abdülhamîd Han ise, aceleye getirilerek imzalanan bu andlaşmayı tasdik etmemek için direniyordu. Neticede hükümranlık haklarına halel gelmeyeceği konusunda İngilizlerden bir belge almak suretiyle andlaşmayı tasdik etti. Osmanlı Devleti’nin bir parçası olarak kalacak adanın gelirleri her sene İstanbul’a yollanacaktı. 12 Temmuz 1878’de amiral Lord John Hay ile Osmanlı vâlisi Sami Paşa’nın hazır bulundukları bir tören sonunda adanın fiilî idaresi İngiltere’ye devredildi, İngiliz kraliçesi tarafından adanın idaresine me’mur edilen sir Garnet Wolseley, kendisine bağlı ve Hind birliklerinden meydana gelen kuvvetleriyle 22 Temmuz’da Larnaka’dân karaya çıkarak görevine başladı. İngilizlere en büyük zorluğu rumlar çıkardı. Türkler genellikle adanın Yununistan’a verileceği endişesi ile İngiliz idaresine destek oldular. Ancak bütün bunlara rağmen İngilizler, adanın nüfus yoğunluğundan, idarî mekanizmasına kadar Türklere karşı düşmanca bir politika tâkib ettiler. Adada Yunan okulları açılarak, Yunanistan’dan getirilen öğretmen ve din adamları vasıtasıyla halka Yunan kültürü aşılanması için çalıştılar. Bunun sonucu olarak adadan Anadolu’ya Türk göçleri oldu. İdarî görevlerden uzaklaştırılan Türklerin yerine rum me’murlar yerleştirildi. Ekonomik bakımdan zayıflatılan Türkler, ellerindeki toprağı satmak mecburiyetinde kaldı. Kilisenin teşviki ile rumlar, Türk topraklarının en büyük müşterisi oldular. Birinci Dünyâ savaşının başlaması ve Enver Paşa’nın hiyânet derecesindeki gafletiyle kısa bir süre içinde Osmanlı Devleti’ni 29 Ekim 1914’de Almanya’nın yanında savaşa katılmasını fırsat bilen İngilizler, 5 Kasım 1914’de Osmanlı Devleti’ne harb îlân etti. Kıbrıs’ı da bu sebebe dayanarak ilhak ettiğini açıkladı. Kıbrıs’ın bu şekilde işgali ile adada yeni bir statü ortaya çıktı. Osmanlı Devleti bu tek taraflı işgali tanımadı ve İngiltere’yi protesto etti. Buna rağmen İngilizler bir beyanname yayınlayarak ada halkının tabiiyyet durumunu değiştirdiklerini îlân ettiler. İngiliz tabiiyyetini kabul etmeyen binlerce Türk, Kıbrıs’dan ayrılarak Anadolu’ya göç etti. İngiltere, fiilen sömürge telakki ettiği Kıbrıs’ı, 1915 senesinde, İngiltere safında savaşa girmesi hâlinde Yunanistan’a vermeyi teklif etti. Fakat Yunanistan’ın savaşa girmeyi kabul etmemesi sebebiyle bu teklif gerçekleşmedi. Fakat İngiliz idâresinin rum yanlısı tutumu sebebiyle iyice şımaran rumlar, Enosis teşkilâtını kurarak Türklere karşı saldırılar düzenlemeye ve toplu katliâmlar yapmaya başladılar. İkinci dönem Türkiye Büyük Millet Meclisi 1923’de Kurtuluş savaşından sonra imzalanan Lozan barış andlaşmasmı tasdik ederek, Kıbrıs’ın resmen İngiltere’ye bırakıldığını kabul etmiş oldu. Bundan sonra adadan Anadolu’ya olan göçler daha da artarak nüfûs dengesi Türkler aleyhine bozuldu. 1) Kıbrıs’ın Fethi (K.T.B. Yayınları: 689) 2) Tuhfet-ül-Kibâr; cild-1, sh. 132 3) Îzâhlı Osmanlı Târihi Kronolojisi; cild-2, sh. 388 4) Büyük Türkiye Târihi; cild-4, sh. 304 5) Kıbrıs’da Kanlı Noel (Doç. Dr. Abdülhalûk Çay, Ankara-1989) 6) Osmanlı İmparatorluğu Târihi (Z. Danışman); cild-7, sh. 239 7) Osmanlı Târihi (Uzunçarşılı); cild-3/1, sh. 10 8) Hayat Târih Mecmuası; 1971/2, sayı-7, sh. 67, 1974/1, sayı-5, sh. 20, 1974/2, sayı-10, sh. 7 9) Kıbrıs Seferi (Genel Kurmay Basımevi, Ankara-1971) KILIÇ ALAYI Osmanlı Devleti’nde hükümdarlık şiârı (alâmeti) olarak cülûs-ı hümâyûndan sonra yapılan merasim. Bir kısım İslâm devletlerinde olduğu gibi kılıç kuşanma Osmanlılarda da kânun olduğundan, bu âdet ve an’ane, saltanatlarının sonuna kadar devam etmiştir. Dîni ve askerî bir durum arzeden merasim iki safhalıdır. Birincisi; törenin yapıldığı yere kadar, gidiş ve gelişi ihtiva eden kılıç alayı, diğeri de; mukaddes emânetlerden olan kılıçlardan birinin kuşanma safhasıdır. Buna taklîd-i seyf denilmektedir. Kılıç kuşanma âdetinin Osmânlılarda kesin olarak hangi târihte ihdas edildiği bilinmemektedir. Vakayinamelere göre; sultan İkinci Murâd babasının Edirne’de vefât haberi üzerine Amasya’dan Bursa’ya geldiğinde, âlimler ve eşraf tarafından şehir dışında karşılandı. Karşılamaya gelenler arasında bulunan dedesi Yıldırım Bâyezîd’ın dâmâdı Emîr Sultan tarafından “el-muzaffer dâima” ile biten bir duâdan sonra kendisine kılıç kuşatıldı. Bu el-muzaffer dâima ibaresi, İkinci Murâd Han’ın tuğrasında yer almıştır. Osmanlı sultanlarının İstanbul’un fethinden sonra Eyyûb semtinde Mihmândâr-ı Peygamberî (Peygamber efendimizin sancağını taşıyan) Hâlid bin Zeyd Ebû Eyyûb el- Ensârî’nin (r. anh) türbesinde kılıç kuşanmaları kânun olmuştur. Tahta çıkan her yeni hükümdar cülûsundan bir kaç gün sonra büyük bir alayla, bâzan karadan, bâzan da deniz yoluyla Eyyûb’a gider ve türbede kılıç kuşandıktan sonra saraya dönüş sırasında ecdadının türbelerini de ziyaret ederdi. Buna türbeler ziyareti de denilmiştir. Eyyûb Sultan türbesinde pâdişâhlara kılıç kuşatan zevat (muhterem kişiler) değişik olup, çok defa bu vazifeyi şeyhülislâmlar yapmışlardır. Fatih Sultan Mehmed Han’a Eyyûb’da Akşemseddîn tavafından Osman Gâzi’nin kılıcı kuşatılmıştır. Sultan İkinci Bâyezîd’e Eyyûb’da Nakîb-ül-eşrâf kılıç kuşatmıştır. Sultan birinci Âhmed Han’a şeyhülislâm Ebü’l-Meyâmin Mustafa Efendi, sultan dördüncü Murâd Han’a zamanın büyük evliyâsından celvetiyye yolu büyüğü Üsküdarlı Azîz Mahmûd Hüdâî Efendi kılıç kuşatmıştır. Kılıç kuşanma için Eyyûb’a hareket büyük merasim hâlinde yapılırdı. Devlet erkânı resmî elbiseleriyle saraya gelirler, önceden top arabaları, topçu, cebeci ve yeniçeri ocakları iki sıra hâlinde dizilip pâdişâhı bekleyerek geçişini seyrederlerdi. Daha sonra alay intizâm hâlinde Eyyûb’a gelir, Eyyûb Câmii’nde deniz yoluyla gelecek olan pâdişâh iskeleye geldiğinde sadrâzam, şeyhülislâm ve diğer devlet erkânı karşılar ve selâmlardı. Öğle namazını müteâkib hazret-i Hâlid’in (r. anh) türbesine gelinirdi. Pâdişâh edeb ile türbeye girdikten sonra sadrâzam, şeyhülislâm ve yeniçeri ağasını yanına davet eder, sonra şeyhülislâm duâya başlardı. Pâdişâh iki rek’at namaz kıldıkan sonra, duâsını yapar, kuşatılacak kılıcı saygı ile öptükten sonra şeyhülislâm veya devrin büyük âlimi tarafından beline kılıç kuşatılırdı. Bundan sonra pâdişâh merasime katılanlara selâm verir, türbeleri ziyaret ederek saraya dönerdi. Fâtih Sultan Mehmed Han türbesini ziyaret âdet olmuştur. Bu merasim sebebiyle Eyyûb’de kesilen 40-50 ve daha fazla koyun, çevredeki fakir fukaraya dağıtılır, merasime katılan herkese ihsânlarda bulunulurdu. Merasim, önceleri açıkta herkesin gözü önünde yapılırken, sonraları daha mahdûd topluluk içinde yapılmıştır. Kılıç alayında kullanılan kılıçlar Peygamber efendimizin, hazret-i Ömer’in, hazret-i Hâlid bin Velîd’in, Osman Gâzi ve Yavuz Sultan Selîm Han’ın kılıçları idi. Kânun îcâbı Osmanlı pâdişâhları kılıç kuşanmadan Cuma namazına çıkmazlardı. Sultan üçüncü Selîm Salı günü cülûs eylediği hâlde, kılıç alayının yedi gün sonraya yâni Pazartesi gününe bırakılması îcâbetmişti. Aradaki Cuma gününde pâdişâhın dışarı çıkmayacağı zannedilmişti. Fakat genç hükümdar bir an’ane hilâfına; “Kılıç kuşanma resmi, pâdişâhların an’anesidir ve ferâizi îfâ (farz olan Cuma namazı) emr-i İlâhîdir” diyerek eski an’aneyi bozmuş, ilk Cuma namazını Ayasofya Câmii’nde kılmıştır. 1) Osmanlı Devleti’nin Saray Teşkilâtı; sh. 189 2) Târih-i Enderûn; cild-1, sh. 35 3) Mufassal Osmanlı Târihi 4) Büyük Türkiye Târihi; cild-8, sh. 62 5) Osmanlı Târihi Deyimleri; cild-2, sh. 259 6) Rehber Ansiklopedisi; cild-3, sh. 255 KILIÇ (Uluç) ALİ PAŞA Büyük Türk denizcisi, kapdân-ı derya. Anadolu ahâlisinden olup, 1500 yıllarında doğduğu tahmin edilmektedir. 21 Haziran 1587 (H. 995)’de doksan yaşına yaklaşmış iken İstanbul’da vefât etti. Genç yaşta Turgut ve Barbaros Hayreddîn paşaların yanında levendlik yapan Uluç Ali, 1520-1566 seneleri arasında yapılan deniz muhârebelerine katıldı. Gösterdiği yararlılıklar üzerine 1550’de Sisam adası malikâne olarak kendisine verildi. 1565’de İskenderiye beylerbeyi olarak Mısır donanmasıyla Malta seferine katıldı. Turgut Reis’in şehîd olması üzerine Trablusgarb beylerbeyi oldu. 1568’de Barbaroszâde Hasan Paşa’nın yerine Cezâyir beylerbeyliğine tâyin edildi. 1569’da Tunus’u ve kalesini İspanyollardan ikinci defa aldı. Kıbrıs’ın fethine katılmak için emir aldı. Yolda rastladığı Malta filosunu yendi. Girid yakınlarında donanmaya katılıp Kıbrıs’ın fethinde bulundu (1570). 1571’de haçlı donanmasıyla yapılan İnebahtı deniz muhârebesinde sağ cenaha kumanda etti. Osmanlı donanmasının yenilmesine rağmen düşmanın sol kanadini meydana getiren Malta donanmasını yok edip, kayıp vermeden 17 Aralık 1571’de İstanbul’a döndü (Bkz. İnebahtı Muhârebesi). Sultan İkinci Selîm onu kapdân-ı deryalığa getirdi ve Uluç olan adını değiştirip Kılıç lakabını verdi. Bundan sonra da Kılıç Ali Paşa diye şöhret buldu. İnebahtı savaşında hemen hemen yok olmuş bulunan Osmanlı donanmasını yeniden kurma faaliyetine başladı. Pâdişâhın emirleri, Sokullu Mehmed ve Piyâle paşaların da gayretli yardımlarıyla bir sene içinde 158 gemi inşâ edildi. Haziran 1572’de donanma ile İstanbul’dan ayrıldı. Bu seferde düşman donanması kaçtığından ufak çarpışmalar sonunda İstanbul’a döndü. Haziran 1573’de Kılıç Ali ve Piyâle paşaların kumanda ettiği donanma-yı hümâyûn İstanbul’dan ayrılıp Akdeniz seferine çıktı. İtalya kıyıları vuruldu. Bir çok esir ve ganimet alındıktan sonra Kasım’da İstanbul’a dönüldü. Kılıç Ali Paşa 1575 Mayıs’ında donanmanın başında Tunus seferine çıktı. Mora’nın güneyindeki Navarin’e, oradan da Messina’ya geldi. Sicilya kıyılarını bombardıman ettikten sonra Temmuz’da Tunus’a vardı. Tunus’un en müstahkem kalesi olan Galetta (Halk-ul-vâd) 33 günlük şiddetli bir muhasaradan sonra üçüncü defa fethedilerek Kılıç Ali Paşa tarafından yıktırıldı. Bundan böyle İspanyolların Tunus şehrine gelip tutunmaları imkânsız hâle geldi. Osmanlı donanması bu sefer sonunda Akdeniz’e tamamen hâkim olmuş, İspanyollar kıyılarını savunma durumunda bırakılmış, Portekizliler de Fas’ı terketmek zorunda kalmışlardı. Bu sırada vefât eden İkinci Selîm Han’ın yerine üçüncü Murâd Han tahta geçti. 1581’de İspanyollarla Osmanlı Devleti arasında anlaşma imzalanınca, Akdeniz’de Kılıç Ali Paşa kumandasındaki Osmanlı donanmasının karşısına çıkacak hiç bir kuvvet kalmadı. 1582’de Kırım Hanı Devlet Giray’ın yerine kardeşi İslâm Giray’ı geçirmek vazifesi verilince donanma ile Karadeniz’e çıkan Kılıç Ali Paşa, 1585’de Suriye ve Lübnan’daki derezî (dürzî) âsîlerinin yola getirilmesi için donanmasının başında İskenderiye’ye gitti. 1587 senesinde İstanbul’da vefât etti. Tophâne’de, Mîmâr Sinân’a yaptırdığı câminin yanındaki türbesine defnedildi. 16 yıl süren kapdân-ı deryalık zamanında, büyük harp gemilerinin inşâsına ehemmiyet vermiştir. 1586’da Yeni-Saray’da pâdişâh için bir hamam, Boğaziçi kıyılarında iki câmi yaptırdı. Hanımı Selîme Hâtûn da Fındıklı deresinde bir mescid yaptırdı. Her ikisi de ihtiyâç sahiplerinin ihtiyâçlarını giderir, binlerce ihtiyâç sahibine muntazam olarak aylık verirlerdi. 1) Tuhfet-ül-kibâr; sh. 95 2) Îzahlı Osmanlı Târihi Kronolojisi; cild-3, sh. 103 3) Kâmûs-ül-a’lâm; cild-5, sh. 3692 4) Deniz Harp Târihi; cild-1, sh. 300 5) Rehber Ansiklopedisi; cild-10, sh. 78 6) Kılıç Ali Paşa (Dr. Hasan Küçük, İstanbul-1972) 7) Kılıç Ali Paşa (Doç. Dr. Ali İhsân Gencer, Türk Dünyâsı Târih Dergisi); sayı-9, sh. 50 8) Kılıç Ali ve Lepanto (Ali Haydar Emir, İstanbul-1931) 9) Târih-i Peçevî; cild-1, sh. 486 10) Mufassal Osmanlı Târihi; cild-3, sh. 1250, 1351 KINALIZÂDE ALİ (Bkz. Ali bin Emrullah) KINALIZÂDE HASAN ÇELEBİ Osmanlılar zamanında yetişen fıkıh ve kelâm âlimlerinin büyüklerinden. İsmi, Hasan Çelebi bin Alâüddîn Ali bin Emrullah bin Abdülkâdir Hamîdî olup, Ahlâk-ı alâî isimli meşhur ahlâk kitabının sahibi Ali bin Emrullah’ın oğludur. Kınalızâde Hasan Çelebi diye tanınır. Babası Bursa’da Hamzâ Bey Medresesi’nde müderris idi. Hasan Çelebi, 1546 (H. 953) senesinde Bursa’da doğdu. 1604 (H. 1012) senesinde Mısır’da Reşîd kasabasında vefât etti. Hasan Çelebi’nin velî olan baba ve dedeleri, zamanlarının yüksek âlimi olup, haramlardan ve şübheli olmak korkusu ile mubahların çoğundan sakınırdı. Büyük dedesi Abdülkâdir Hamîdî Efendi, sakalına kına yaktığı için, çocuk ve torunları, Kınalızâde diye tanınmışlardır. Hasan Çelebi önce babasından ve diğer bâzı âlimlerden okuduktan sonra, zamanın büyük âlimi şeyhülislâm Ebüssü’ûd Efendi’den ders gördü. Bilhassa fıkıh ve kelâm ilimlerinde çok yükselerek, icazet (diploma) aldı. Zühd ve takva sahibi, ilmiyle âmil büyük bir âlim idi. Dînî emir ve yasaklara uymakta çok titizdi. Aynı zamanda kuvvetli bir şâir ve çok yüksek bir edîb idi. Sayısız beytleri bunu göstermektedir. Dînî kitaplara şerh ve ekleri ise şiirinden daha üstündür. “Alim ilme doymaz” sözünde de ifâde olunduğu gibi, Kınalızâde Hasan Çelebi de ilme doymadı ve ilmini arttırmak için durmadan gayret etti. İlim tahsîlini tamamlayıp, kemâle geldikten sonra, zamanının usulünce medresede ders vermeye başladı. Talebelere ders okutacak seviyeye geldiğinde yirmi yaşını yeni geçmiş idi. 1567 (H. 975) senesinde, Bursa’da Ahmed Paşa Medresesi’nde vazîfe, aldı. Bir sene sonra babası Ali bin Emrullah Edirne’ye kâdı tâyin edilince, Edirne’ye gitti ve Çuhacı Hacı Medrese’sine müderris oldu. Üç sene sonra İstanbul’da, Eski İbrâhim Paşa Medresesi’ne tâyin edildi. 1580 (H. 988) senesine kadar İstanbul’da çeşitli vazifelerde bulundu. Sonra Bursa Sultâniyesi’nde vazîfe aldı. İki sene sonra tekrar İstanbul’a gelerek Sahn-ı semân Medresesi’ne müderris oldu. 1586 (H. 994)’de Kâfzâde Efendi yerine, Sultan Selîm Medresesi’nde vazîfe aldı. Bir sene sonra Rebî-ulevvel ayında, Süleymâniye medreselerinden birine tâyin edildi. 1590 (H. 999)’da Haleb kâdılığına tâyin olunan Kınalızâde Hasan Çelebi, sırası ile, Mısır, Kahire, Edirne tekrar Mısır, Kahire ve Bursa kâdılıklarında bulundu. 1600 (H. 1009)’da Gelibolu, sonra da Eyyûb kâdılıkları verildi. 1602 (H. 1011)’de Eski Zağra, son olarak da Mısır’da Reşîd beldesinde kâdılık yaptı. Bu vazifede bir sene kadar kaldıktan sonra, hastalanıp vefât etti. Kınalızâde Hasan Çelebi’nin en meşhur eseri, Tezkiret-üş-şu’arâ isimli şâirler tezkiresidir. Babasının Ahlâk-ı alâî isimli kitabından sonra, bu eser çok rağbet ve itibâr görmüştür. Bu meşhur eserde, altı pâdişâh, beş şehzâde, Hasan Çelebi’nin yaşadığı devrin hükümdarı üçüncü Murâd Han ile meşhur tarihçi Hoca Sa’deddîn Efendi ve beş yüz yetmiş civarında şâirin hâl tercümesi anlatılmıştır. Aynı zamanda şâir olan Hasan Çelebi’nin şiirleri dağınık bir halde mecmualarda yer aldığından, kitap hâline getirilmiş dîvânı yoktur. Bundan başka Dürer ve Gurer haşiyesi ve çeşitli mevzulara dâir bir çok risaleleri vardır. 1) Şakâyık-ı Nu’mâniyye zeyli (Atâî); sh. 491 2) Kâmûs-ül-a’lâm; cild-5, sh. 3697 3) Sicilli Osmânî; cild-2, sh. 127 4) Esmâ-ül-müellifîn; cild-1, sh. 290 5) Mu’cem-ül-müellifîn; cild-3, sh. 213 6) Keşf-üz-zünûn; sh. 387 7) İslâm Alimleri Ansiklopedisi; cild-16, sh. 33 KIRIM SEFERLERİ Azak Denizi’ni Karadeniz’den ayıran yarımadaya yapılan seferler. Kırım ilk defa on üçüncü yüzyılda Altınordu Devleti zamanında İslâm toprağı olma şerefine kavuştu. Bilâhare Karadeniz kıyıları Ceneviz kolonisi hâline geldi. İç kısımlarda bâzı müslüman hanlıklar hâkimiyet kurdular. Osmanlı Delveti’nin Kırım’la ilk münâsebeti Fâtih Sultan Mehmed Han zamanında oldu. İstanbul’u ele geçirdikten sonra, Karadeniz’i bir Türk gölü hâline getirmeye karar veren Sultan, beklediği ilk fırsatı 1453’de buldu. Altınordu tahtında hak iddia eden ve Cenevizlilerle geçinemeyen Kırım hanı Hacı Giray, ittifak teklif ediyordu. Bu fırsat değerlendirilerek Kırım kuvvetleriyle beraber Cenevizlilerin elindeki Kefe kuşatıldı. Cenevizlilerin andlaşma isteyip yıllık üç bin duka altın vermeyi kabul etmesiyle de kuşatma kaldırıldı. Daha sonra geniş bir fütûhata girişip aleyhindeki müthiş ittifakın halkalarını teker teker kıran ve zamanın en kudretli sultânı durumuna gelen Fâtih Sultan Mehmed Han, bir çok mes’eleler yanında Kırım işini tekrar ele aldı. Kırım’ın doğrudan doğruya Osmanlı Devleti’ne intikâli veya bu topraklar üstünde Osmanlılara bağlı bir devletin bulunması, Karadeniz’in batı sahillerinin büsbütün alınmasına hizmet edeceği gibi, bu sahillerin bir kısmını elinde tutan Boğdan Prensliği’nin sıkıştırılmasına, hattâ bu prensliği himaye eden Lehistan’ın tehdîd edilmesine de yarayacaktı. Ayrıca Kefe, Azak ve Menküb gibi Kırım şehirleri, büyük ticâret yolları üzerinde bulunuyordu. Bilhassa Astırhan, Kabil ve Ürgeç’ten gelen yol ile İran’dan geçen iki kervan yolunun üzerinden taşınan ticâret eşyası, Hind ve Çinhindi’nden gelen baharat ile Hazar denizi sahillerinden sevkolunan ipekler de, bu şehirlerin limanlarından Avrupa’ya ulaştırılıyordu. Bundan başka gemiler bu limanlardan buğday, kürk, deri, balık, havyar, balmumu ve tuz gibi malzemeyi de naklediyorlardı. Bâzı kaynakların haber verdiğine göre bu limanlardan bir günde dört yüz geminin yüklenip hareket ettiği bir gerçekti. Kırım hanı Hacı Giray’ın 1466’da vefâtından sonra oğulları Nur Devlet ile Mengli Giray arasındaki taht mücâdelesi, Mengli Giray’ın zaferi ile sonuçlandı. 1475 senesinde Kırım hanı Mengli Giray, Cenevizlilerin baskısı sonucu Kefe beyi Eminek’i azletti. Bu azlin sebepleri arasında Eminek Bey’in Osmanlılarla anlaşmış olması da vardı. Eminek Bey bunu kabul etmeyerek Kefe civarını vurmaya ve Mengli Giray’la çarpışmaya başladı. Çarpışmalarda yenilen Mengli Giray, 1.500 kadar süvari kuvvetiyle Cenevizlilerin yanına kaçtı. Bütün bu hâdiseleri yakından tâkib eden Fâtih Sultan Mehmed Han, Kırım’ın alınabilmesi için en müsait zamanın geldiğine hükmedip, Venediklilerle imzaladığı bir yıllık mütârekeden faydalanarak sadrâzam Gedik Ahmed Paşa’yı 1475 baharında 350 gemiden mürekkep bir donanma ile Kırım üzerine gönderdi. Haziran ayı başlarında Kefe önlerine gelen Gedik Ahmed Paşa, yaptığı teslim teklifine red cevâbı alınca, sahile bin atlı ile kırk bin dolaylarında yaya asker çıkardı. Şehir karadan ve denizden ablukaya alındı. Kaleye şiddetli top ateşi başlatılınca, Kefe halkı şehri teslim etmekten başka çâre olmadığını ileri sürerek komutanlarını tehdid ettiler. Buna rağmen üç gün mukavemet eden şehir, 9 Haziran’da teslim oldu. Kefe’yi zaptettikten sonra donanmayı Azak Denizine sokarak Azak kalesini alan Gedik Ahmed Paşa, Menküb şehrini de kuşattı. Bu kale hem çok muhkem, hem de müdafii çoktu. Bir müddet top ateşi altında tutulan kale düşürülemedi. Bir kale için uzun süre oyalanmak istemeyen Paşa hileye başvurdu. Kale çevresinde küçük bir kuvvetle Zâğracı Yâkub Bey’i bırakarak esas kuvvetlerle bölgeden ayrıldı. Bir müddet kuşatmaya devam eden Yâkub Bey, kalenin muhasarasını kaldırıp oradan ayrılmaya kalkışınca, müdâfîler bu küçük kuvveti vurmak için kaleden dışarı fırladılar. Hâlbuki Yâkub Bey’in çekilmesi tamamen tertibden ibaretti. Çünkü biraz ilerde düşmanın bilmediği, pusuya girmiş asıl Türk kuvvetleri vardı. Menküblülerin önünden yavaş yavaş ve savaşarak geri çekilen Yâkub Bey’in kuvvetleri, düşmanı pusuya kadar götürdü. Kuvvetlerinin bir kısmı öldürülüp bir kısmı da esir edilen Menküb kalesi, kolayca zaptedildiği gibi, bu muvaffakiyetle Kırım kıyılarında bulunan bütün Ceneviz şehir ve limanları ele geçirildi. Hanlığa da Osmanlı Devleti’ne bağlı kalmak şartıyla, Mengli Giray Han getirildi. Böylece Kırım hanlığı Osmanlılara bağlı hâle geldi. Osmanlı Devleti bu cihetten Lehistan’ı baskı altında tutup Avrupa’da daha rahat hareket etmeye başladığı gibi, gelişmekte olan Rus knezliğinin Karadeniz’e inme arzularını da uzun müddet engelledi. Rus kuvvetleri ilk defa 1736’da Kırım yarımadasını istilâya muvaffak oldu. Hanlık merkezi Bahçesaray’ı zaptederek yakıp yıktılar. Zengin kütüphâneleri yok ederek, 1737 ve 1738’de de yağma ve tahriplerini sürdürüp, 1739’da Azak kalesini ele geçirdiler. 1748-1756 seneleri arasında Arslan Giray Han yarımadayı müdâfaa eden istihkâmları kuvvetlendirdiyse de bölgede yeni kaleler inşâ eden Ruslar tehditlerini arttırdılar. Bu arada Rusya, Osmanlı Devleti himayesindeki Lehistan’ı işgal etti ve bir çok defa uyarılmasına rağmen işgali kaldırmadı. Kendilerine karşı çıkan Lehistanlılardan Osmanlı hududunu geçerek Kırım hanının haslarından olan Balta mevkiine iltica edenleri tâkib edip, hududu aşarak müslümanlardan bâzılarını da katletti. Karadağlıları isyâna teşvik etti. Bütün bu ahvâli değerlendiren dîvân-ı hümâyûn, Rusya’ya harb îlân etti. Kırım-Giray Han’ın 1769 yılı başında Beserabya’dan Rusya içlerine bir akın yapıp binlerce esirle dönmesi, savaşı fiilen başlatmış oldu. Sadrâzam ve serdâr-ı ekrem Yağlıkçı Mehmed Emîn Paşa, İstanbul’dan hareket ederek 1 Mayıs’da Dobruca’ya geldiği sırada Rus kuvvetleri Hotin’i kuşattılar, ancak kaleden çıkan Osmanlı askeri Rus ordusunu dağıttı. Rus komutanı Prens Galitsin, kuvvetlerini ancak üç ayda toparlayıp yeniden Hotin’i kuşattı. Bu seferde de kale müdafii Ahıskalı Hasan Paşa kaleden çıkarak düşman ordusunu bozdu. Bu arada sadrâzam kışlamak üzere orduyu Hotin yakınlarından İsakçı taraflarına çekince, Hotin müdafileri de kaleyi terkederek İsakçı’ya geldiler, Böylece Türk başarısıyla başlayan savaş, 1769 sonbaharı başında Hotin’in düşmesiyle Rusların lehine döndü. Ruslar Kafkasya’ya da girerek Osmanlı Devleti’ne tâbi bâzı toprakları işgal ettiler. Rus donanması, Baltık denizinden çıkıp Atlas okyanusuna, oradan da Akdeniz’e geçti. Mora’ya asker çıkarıp rumları ayaklandırdığı gibi, Çeşme limanındaki Osmanlı donanmasını da yaktı. Kont Panin ise 60.000 askerle Bender kalesini kuşattı. Kont Romanzoo 30.000 askerle Boğdan’ın büyük bir kısmını işgal edip, serdâr-ı ekrem İvazzâde Halîl Paşa kuvvetlerini bozdu ve binlerce askerini kılıçtan geçirdi. Prens Dolgoruki 90.000 askerle Kırım’ın kapısı olan Orkapı kalesini muhasaraya başlayıp üç ay sonra ele geçirdi. Rus çariçesi ise, Kırım hânı üçüncü Selîm Giray’a Osmanlı’dan ayrılması şartıyla Kırım’ı müstakil bir devlet olarak tanıyacağına dâir söz verdi. Böylece Kırım kuvvetlerini, Osmanlı ve Rus tarafdarı olmak üzere, ikiye bölüp savaştan çekilmelerini sağladı. Kırım’da Ruslara karşı sâdece Osmanlı kuvvetleri savaştı. Fakat uzun süre yardım alamadıklarından onlar da başlarındaki Kırım seraskeri silâhdâr İbrâhim Paşa ile beraber teslim oldular (13 Temmuz 1771). Prens Dolgoruki bütün yarımadayı işgal etti ve bu suretle Kırım’daki fiilî Osmanlı hâkimiyeti 296 yıl sonra sona ermiş oldu. Diğer cephelerde savaşın sona ermesinden sonra 21 Temmuz 1774’de Küçük Kaynarca andlaşması imzalandı. Bu andlaşmanın üçüncü maddesine göre Kırım, Bucak, Kuban, Yedisan, Çankboyluk ve Yedickul tatarları, bağımsız olarak kendi istekleriyle Cengiz soyundan seçilecek hanlar tarafından, eski yasa ve törelerine göre yönetilecekler, Rusya ve Bâb-ı âlî hanın seçimine karışmayacaktı. Tatarlar müslüman olduklarından, aynı zamanda halîfe olan sultana karşı dînin emirlerine uygun davranacaklardı. Ruslar Yeni kale, Kerç, Kılburun kalelerini ele geçirerek, görünüşte bağımsız olan Kırım’ı devamlı karıştırdılar. Kırım halkı tarafından seçilen ikinci Sâhib Giray Han, Rus tehlikesini görerek müslüman halkın desteğini de alıp, Osmanlı Devleti’ne yanaşınca, mirzalar ayaklanarak Han’ı İstanbul’a kaçmaya mecbur ettiler. Fakat tahta çıkarmak istedikleri Devlet Giray, Ruslar tarafından desteklenen Şahin Giray’ın saldırılarına karşı koyamadı. Şahin Giray, bir kısım mirzaları kendi tarafına çekip Rusların yardımıyla Devlet Giray’ı yendi. Fakat Rus sarayında uzun süre bulunup onlardan etkilenmişti. Her hareketiyle Ruslara hayranlığını belli eder olduğundan, müslüman halk ayaklanınca, yaralı olarak kaçıp Rusya’ya sığındı. İstanbul’dan gönderilen Baht Giray, Osmanlı yardımcı kuvvetleriyle gelerek tahta çıktıysa da Şâhih Giray, tekrar Rus askeriyle gelip duruma hâkim oldu. Rus kuvvetleri Kefe ve öteki limanları işgal ettiler. Bu arada Avrupâ’daki siyâsî bulanıklıktan istifâde eden Rus çariçesi Katerina, Kırım’a prens Potemkin kumandasında yetmiş bin kişilik bir kuvvet sevkettikten sonra bir beyânname yayınlayarak Kırım’ı ilhak ettiklerini açıkladı (1783). Osmanlı Devleti’nin üç asırdır elde tutmasına rağmen, muhtariyetine müdâhale etmediği Kırım hanlığı böylece ortadan kalktı. Prens Potemkin kısa bir müddet içinde hepsi yüksek tabakadan olmak üzere 30.000’den fazla Kırımlıyı, işkence ve idamlarla katletti. Bütün toprak sahiplerini de aynı şekilde yok ederek mallarına el koydu. Kırım’a Rus göçmenleri getirip yerleştirdi. Yüzbinlerce Türk, Karadeniz sâhiline yığılarak Osmanlı topraklarına göçebilmek için çâreler araştırdı. Bunların yarısından çoğu rus askerinin kılıcı altında, bir mikdârı da hastalık, açlık ve soğuk gibi sebeplerle can verdi. Çok az bir kısmı Balkanlara, Anadolu’ya veya İstanbul’a gelebildi. Kırım’ın işgali ve Rusya’ya ilhakı üzerine Şahin Giray ve tarafdârları Osmanlı idaresinden ayrılarak Ruslara güvenmenin ne demek olduğunu anladıkları zaman iş işten geçmişti. Bir süre sonra sıranın kendisine de geleceğini anlayan Şâhin Giray İstanbul’a kaçtı. Bâb-ı âlî tarafından tutuklanıp Rodos’a sürüldü ve îdâm edildi. Daha sonra Ocak 1784’de İstanbul’da Rusya ile yapılan bir görüşme sonunda Kırım’ın İlhakı resmen tanındı. 1853-56 Kırım Harbi 1800’lü yıllarda dünyâda iki büyük İslâm devleti vardı. Biri Osmanlı Devleti, diğeri ise, Hindistan’daki Gürgâniye hükümdarlığı idi. Her iki devlet İslâmiyet’in bekçisi idiler. İslâmiyet’in büyük düşmanı olan İngilizler ise devamlı bu iki devleti nasıl yok edebileceğini planlamakla meşguldü. Önce Gürgâniye Devleti’ni parçalamaya karar verdiler. Böylece hem Asya’daki müslümanları başsız bırakacaklar, hem de Hindistan’ın hazînelerine ve ticâretine hâkim olacaklardı. Fakat Osmanlı Devleti’nin buna mâni olmasından korkuyorlardı. Bunun için Osmanlı Devleti’yle Rusya arasında savaş çıkarmaya çalıştılar. Sıcak denizlere inme hayaliyle yanıp tutuşan Rusya’yı devamlı tahrik ettikleri gibi, sadrâzam Mustafa Reşîd Paşa’yı da kandırarak Rusya’ya karşı düşmanca tavır takınmasını te’min ettiler. İngilizlerin asıl maksadını anlayamayan Rus çarı birinci Nikola, bu devlet ile Osmanlı toprakları hakkında görüşmeye karar verdi. 9 Ocak 1853’de Sen-Petersburg’un kışlık sarayında verilen bir baloda, İngiliz elçisine Osmanlı Devlet’nin topraklarını paylaşmayı teklif etti. Ancak İngiltere bu teklifi red ettiği gibi, durumu Bâb-ı âlî’ye de bildirdi. Bunun üzerine Rusya, Osmanlı Devleti hakkında tek başına tedbirler almaya kalkıştı. İstanbul’a prens Mençikof’u elçi olarak gönderip, Fransa’nın Kudüs’de daha önceleri katolikler adına sağladıkları imtiyazları, Ortodokslar lehine çevirmek ve Ortodoks tebeânın himayesinin Rusya’ya verilmesini istedi. Fakat İngilizlerin yardım edeceklerine, zafer kazanacağına böylece Osmanlı Devleti’nin bir numaralı adamı olacağına inandırdıkları Mustafa Reşîd Paşa, bu teklifleri red edip Mes’elenin diplomatik yollardan çözümünü önledi. Bunun üzerine Avusturya İmparatorluğu ile Prusya Krallığı, İstanbul ve Petersburg’a kendi hakemliklerinde bir konferans toplanıp savaşın önlenmesini teklif ettiler. Rusya bu teklifi kabul ettiği halde Mustafa Reşîd Paşa reddetti. Böylece iki devlet arasında münâsebetler tamamen kesildi. Rusya harb îlân etmeden Eflak ve Boğdan’ı işgâl etti. Bunun üzerine Mustafa Reşîd Paşa’nın ikna etmesiyle sultan Abdülmecîd Han, 4 Ekim 1853’de Rusya’ya harb îlân etti. Tuna cephesinde savaş Türk topçu ateşiyle başladı (23.10.1853). İlk gün Ruslar 300 asker kayıp verdiler. Ömer Paşa 27 Ekim’de Vidin’den doğuya doğru Tuna dirseğini geçerek Romanya’ya girdi. Kalafat’ı aldı. Tutrakan ve Yerköyü’nden de Romanya’ya asker sokan Ömer Paşa, Oltenisa meydan muhârebesinde Rus kuvvetlerini bozdu (5.11.1853). Binlerce ölü ve yaralı veren Ruslar bozgun hâlinde Bükreş’e kaçtılar. Anadolu cephesinde de müşir Abdülkerîm Nâdir Paşa, Kafkasya’da harekâtda bulunup Şeyh Şâmil ile irtibat kurdu. Şeyh Şâmil vasıtasıyla Kafkasya’daki yerli ahâliden Ruslara karşı destek sağlandı. Fakat Tuna cephesindeki başarı, bu cephede sağlanamadı. Bunun üzerine Abdülkerîm Nâdir Paşa’nın yerine erkân-ı harbiye reisi olan Ahmed Paşa cephe kumandanı oldu. Bu arada Rus Karadeniz donanması, Sinop’da yatan 12 parçalık Türk filosunu bastı (30 Kasım 1853). Filonun tamâmı imha edilince iki binden fazla Osmanlı bahriyelisi şehîd oldu. Sinop’un müslüman mahalleleri bombardıman edilerek tahrib edildi. Bir çok sivil de şehid oldu. Bunun üzerine İngiltere, Rusya ile diplomatik münâsebetlerini kesti. Rus çarının Kudüs’de katoliklere karşı Ortodoksları ayaklandırdığını ileri sürerek, Rusların Akdeniz’e inmesini istemeyen Fransa’yı da yanına alıp 1854 Mart’ında Rusya’ya resmen savaş îlân etti. İki devlet, Osmanlı Devleti’nin yanında yer aldı. Bu arada Rusya; “Çarlık, Yunanlılara İstanbul’u kazandırmak için Balkanlarda Osmanlı, İngiltere ve Fransa ile savaşıyor” propagandasıyla Yunanlıları kandırarak ayaklandırmaya çağırıyordu. Yunanlılar, Ayasofya’da âyin yapmak hayaliyle Rus vadine aldanıp, para, mühimmat ve teşkilâtçı subay yardımı da alarak Epir ve Teselya’da ayaklandılar. Yunan ayaklanmasını bastırmak için Keçecizâde Fuâd Paşa görevlendirildi. Fuâd Paşa, 1 Nisan 1854’de Yunan kuvvetlerini yendi. Bu ayaklanma Fransa’nın da Atina ve Pire’ye asker çıkarmasıyla bastırıldı. Bu arada müttefik kuvvetleri, 31 Mart’da Gelibolu’da toplandı. İngiliz kuvvetlerine Lord Raglen, Fransız kuvvetlerine mareşal Arnard kumanda ediyordu. Tuna boyunda ise, Ömer Paşa 17 Nisan’da Küçük Eflak ve Sırbistan arasındaki Kalafat muhârebesinde Rus taarruzunu püskürtüp, düşmanı Karayova’ya kadar seksen kilometre kovaladı. Müttefik donanmasına Odesa’dan ateş edilmesi üzerine şehir topa tutuldu. Sekiz gemilik müttefik filosu on beş Rus gemisini batırıp, istihkâm ve tahkimatlarını, mühimmat depolarını, tersane te’sislerini tahrib ederek on üç gemiyi de ele geçirdi. 15 Mayıs’da Ruslar Güney Dobruca’da mühim bir Türk kalesi olan Silistre’yi muhasaraya başladılar. 80.000 kişilik Rus ordusu, kaleyi savunmakta olan Mûsâ Paşa’nın emrindeki 10.000 kişilik kuvvet karşısında buzguna uğradı. 41 gün içinde yaralanma ve ölüm sebebiyle bir kaç defa kumandan değiştirmek zorunda kalan Ruslar, 25 Haziran’da 15.000 ölü, 25.000 yaralı vererek muhasarayı kaldırdı. Ömer Paşa’nın kuvvetleri karşısında da duramayan Ruslar, 6.000 kayıp verdikten sonra Romanya’yı boşaltıp Boğdan’a çekildiler. Rus kuvvetlerinin yerine 6 Ağustos’da Türk kuvvetleri girdi. Rus zulmünden bıkan Romanyalılar, Osmanlı kuvvetlerini sevinçle karşılayıp büyük merasimler tertib ettiler. Hıristiyan olmalarına rağmen Büyük Bükreş kilisesinde duâ edip, Osmanlı hâkimiyetinde bulunmalarına sevinçle şükrettiler. Osmanlı Devleti ve müttefikleri Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ile andlaşma yapıp, Eflak, Boğdan ve Tuna’nın güvenliğini bunlara vererek Kırım’a saldırmaya karar verdiler. İngiliz ve Fransız donanması Baltık’a açılıp Rusları taciz etti. Temmuz ayından beri Varna’da bulunan 55.000 kişilik müttefik kuvvetleri Eylül ayında Kırım’a hareket etti. 14 Eylül 1854’de Kırım’a çıkartma yapıldı. Müttefik kuvvetlerin hedefi, Rusların Karadeniz’deki en kuvvetli ve müstahkem liman şehri Sivastopol’du. 19 Eylül’de Eskihisar mevkiinden hareket eden müttefik kuvvetleri, prens Mençikof idaresindeki elli bin Rus askeri ile Alma’da muhârebeye tutuştu. Rus kuvvetleri beş bin ölü, on iki bin yaralı verip, bozguna uğrayarak Sivastopol’a çekildi. Orada çok çetin bir savunmaya başladılar. Sivastopol’u kuşatan müttefik kuvvetler, şehir yakınındaki Balaklava limanını işgal ettiler. 25 Ekim’de Balaklava ve 5 Kasım’da İnkerman savaşlarında Ruslar 90.000 askerle savaşmalarına rağmen, Osmanlı kuvvetlerinin kahramanca çarpışması sebebiyle yenildiler. Bu yenilgileri hazmedemeyen prens Mençikof kederinden ölünce, yerine general Gorçokof tâyin edildi, Tuna cephesinde Rusları bozguna uğratıp bu taraftan gelebilecek tehlikeleri bertaraf eden Ömer Paşa, Şubat başında Kırım’a gelip 17 Şubat 1855’de Gözleve meydan muhârebesinde Rus ordusunu bozdu. Bu arada Rus çarı birinci Nikola ölmüş, yerine oğlu ikinci Aleksandır geçmişti. Kırım’da bulunan toplam müttefik kuvveti 202.000 kişiye ulaşmış, Osmanlı Devleti’yle yaptığı andlaşma ile Sardunya Krallığı da müttefiklerin yanında savaşa girip 16.000 askerini Kırım’a göndermişti. 24 Mayıs’da Kerç’i ve 28 Mayıs’da Anapa’yı alan müttefik kuvvetleri, 7 Haziran’da Sivastopol’a yaptıkları umûmî taarruzla Ruslara 20.000 asker zâyiât verdirip, 73 top ele geçirdiler. Müttefik kuvvetlerin verdiği kayıp beş bin idi. Bu savaşın maddî kaynaklarını karşılamakta güçlük çeken Osmanlı Devleti, Mustafa Reşîd Paşa’nın sadâreti zamanında ilk defa dış borçlanmaya girdi. İngiltere ve Fransa’dan 5.000.000 altın borç alındı. Bundan sonra dış borçlanmanın sonu gelmeyecek ve 20 yıl geçmeden Türk mâliyesi iflâsın eşiğine adım atacaktır. Müttefikler 1855 baharında büyük hazırlık yaparak Kırım’ın asker, mühimmat ve erzak stokunu takviye ettiler. Komuta kademesinde de değişiklik oldu. Fransız kuvvetlerinin başına general Pelisier, Lord Raglan’ın hastalıktan ölmesiyle de yerine İngiliz generali Simson tâyin edildi. 24 Mayıs’da Rusların Sivastopol’a asker sevkiyâtı yaptığı stratejik önemi olan Kerç boğazına müttefiklerin asker çıkartmasıyla harekât başladı. Buharlı savaş gemilerinden meydana gelen yirmi iki gemilik filo Azak denizine gönderildi. Rusların Karadeniz sahilleri işgal edilerek pek çok kayıp verdirildi. Yaz boyu bütün şiddetiyle devam eden çarpışmalardan sonra Sivastopol’a karşı umûmî hücuma geçildi. Ruslar, büyük yardım almalarına rağmen 8 Eylül’de Malakit istihkâmlarının zaptedilmesi üzerine dayanamıyacaklarını anlayıp, şehri terketmeye başladılar. Müttefik kuvvetleri 9 Eylül’de Sivastopol’a girdiler. 11 ay süren muhasara çok kanlı olmuş, iki taraf da büyük kayıp vermiş ve Sivastopol harabeye dönmüştü. Müttefikler, harekâta devamla Kılburnu zaferini kazanıp, Özi kalesini zaptetller. Bu cephede de Rusların hârbedecek gücü kalmadı. Kafkas cephesinde ise, Ruslar Doğubâyezîd’i alarak Kars’ı kuşattılar (15 Temmuz 1855). Kars’ın tahkîmâtı pek iyi olmamasına rağmen, müşir Mehmed Vâsıf paşa, 15.000 askeriyle 40.000 kişilik Rus kuvvetlerine başarıyla karşı koydu. Devamlı takviye alan Ruslar, 29 Eylül’de umûmî taarruz yapıp, 7.000 ölü 10.000 yaralı verdilerse de geri çekilmediler. Kırım’da savaşın bitmesinden yararlanan Ömer Paşa, Kafkas cephesine yardım için Sohumkale’ye çıktı. İngur meydan muhârebesinde Rus ordusunu dağıttı (6 Kasım 1855) ve Kars üzerine yürüdü. Fakat uzun süredir ikmâl alamayan Kars açlıktan dayanamayacak hâle gelince düşmana teslim oldu (28 Kasım 1855). Kars’ın düşmesiyle harb fiilen bitti ise de Ruslar sulhe yanaşmadı. Ancak Avusturya’nın ültimatomu üzerine sulhu kabul etti. 1856 Şubat ayında Viyana protokolü ile sulhun ana hatları kabul edildi ve savaş sona erdi. Savaşa askerî güçleriyle yardım eden İngiltere ve Fransa bu yardımlarına karşılık Osmanlı Devleti’nden Tanzîmât fermanını te’yid eden ve onu tamamlayan Islâhat fermanının yayınlanmasını istediler. Devrin sadrâzamı Âlî Paşa ile Fransız ve İngiliz elçilerinin ortaklaşa hazırladıkları yeni ferman, andlaşma imzalanmadan önce îlân edilerek; binlerce şehîd, dayanılmaz mâli külfet ve sıkıntılara malolan başarıların meyvesini göstermelik olarak savaşa giren Osmanlı müttefikleri topladı. Osmanlı Devleti’nin iç ve dış siyâsetinde yabancı müdâhalesine her zaman açık kapı bırakan bu ferman, Osmanlı toplumu ve ekonomisini Avrupa ekonomisinin nüfuz sahası içine sokarak bağımlı hâle getirdi. Bu ferman sayesinde çeşitli mezheblere bağlı hıristiyan tebeaya Rusların harb öncesi teklif ettiği haklardan daha fazlası verildi (Bkz Islâhat Fermanı). Bu fermanın yayınlanmasından sonra görüşmelere Paris’de devam edildi. Osmanlı Devleti Rusya, İngiltere, Fransa, İtalya, Avsturya-Macarıstan ve Prusya’nın katıldığı Paris görüşmeleri 30 Mart 1856’da sonuçlandı (Bkz. Paris Andlaşması). Kırım savaşı, Osmanlı Devleti’nin toprak kaybına sebeb olmamasına rağmen, siyâsî olarak aleyhine oldu. Devlet iktisâden çöktü. Müttefikler kârlı çıktı. Osmanlı Devleti’ni Rusya ile meşgul eden İngiltere az bir kuvvetle savaşa girip asıl maksadını gizledi ve büyük devletlerin dikkatini o yöne çekerek Hindistan’daki Gürgâniye İslâm Devleti’ni yıktı. Topraklarını işgal ederek, Hindistan hazînelerine sâhib oldu ve ticâretini geliştirdi. Ayrıca Ortadoğu ve Hindistan yolunda rakibi olan Rusya’yı Osmanlıyla çatıştırarak zayıflattı. Islâhat fermânıyla gayr-i müslimlere verilen haklar sonunda, bir çok yerde bağımsızlık hareketlerinin çıkmasına sebeb olundu. Fransa ise Ortadoğu’yu karıştırarak günümüze kadar süren hâdiselere sebebiyet verdi. İtalya müttefiklerden siyâsî yardım alarak birliğini kuvvetlendirip, tamamladı. Rusya savaştan mağlûb ayrılmasına rağmen, andlaşmaya aykırı hareket edip, büyük ideâlini önce siyâsî olarak, sonra da her türlü hareketlere teşebbüs ederek devam ettirdi. 1) Osmanlı Târihi (Uzunçarşılı); cild-4, bölüm-1, sh. 365 v.d. 2) Fâtih Sultan Mehmed’in Siyâsî ve Askerî Faaliyeti (M.E.B., İstanbul-1971); sh. 271 v.d. 3) Türkiye Târihi (Y. Öztuna); cild-13, sh. 111 v.d. 4) Rusya Târihi (Prof. Dr. A. Nimet Kurat; T.T.K. , Ankara-1987); sh. 289, 326 5) Türkiye ve Kırım Harbi (İstanbul Askeri Matbaası-1943) 6) Rehber Ansiklopedisi; cild-10, sh. 94 7) Kırım Harbi (Hayreddîn Bey) 8) Eshâb-ı Kirâm (A. Fârûkî Serhendî); sh. 141 9) Kırım Savaşı (Hayat Târih Mecmuası; 1967/2), sayı-7, sh. 14 KIRKÇEŞME TE’SİSLERİ Kânûnî Sultan Süleymân Han’ın Ser-mîmârân-ı Hassa (saray mimarlarının başı) Mîmâr Sinân’a yaptırdığı büyük su te’sisleri. Sultan, on altıncı yüzyılda İstanbul’un artan nüfûsunun, su ihtiyâcını karşılamak için, şehrin kuzeyinde bulunan Belgrad ormanlarından, su getirilmesini emretmişti. Bu emir üzerine Mîmâr Sinân, bölgedeki vadi ve tepeler üzerinde incelemeler yapıp, seviye farklarını bileşik kaplar prensibi ile ölçerek, dere sularının şehre gelebileceğini tesbit etti ve derelerdeki suların debilerini ölçerek Pâdişâh’a arzetti. Mîmâr Sinân, arkadaşı Nakkaş Sâî Mustafa Çelebi’ye anlatarak, yazdırdığı Tezkiret-ül-Bünyan’da, Kırkçeşme su yollarının yapımı hususunda şunları söylemektedir: “Bir seher vakti, cihân saltanatının ve gökyüzünün güneşi, pâdişâhların en yüreklisi, yiğidi ve şereflisi, en önde geleni, tâlii, ferahlık ve saadetle simgelenmiş, Allah’ın rahmet ve mağfiretine erişmiş, sultan Selîm Han’ın oğlu sultan Süleymân Han, Allah’ın rahmeti onun üzerine olsun ve onu Cennet’ine ulaştırsın, bir gün Kâğıthâne ovalarında gezinirken, yolu bir çayır çimenliğe düşer. Orada serap gibi akan bir suyun çer çöp içerisinde kaybolup, bu suyolunun yer yer harâb olduğunu ve buradan akan suyun, hayat çeşmesi gibi kara topraklar içerisinde yok olduğunu görür. Âlemin sığındığı saâdetli Pâdişâh’ın gözüne, bu saf suların İstanbul’a getirilmesi kolay görünür. İstanbul’daki susuzluğu gidermek için, boşa akan bu suları şehre getirmek niyetiyle, Pâdişâh sarayına geldiklerinde ileri gelenleri toplayıp, suların şehre eskiden nasıl geldiğini sorar. Tarihçilerin bildirdiklerine göre: Kostantiniyye şehrini kuran “Yanko bin Madyen” bu şehri kurarken yedi tepeyi kalenin içerisine alıp, şehri yedi tepe adası diye adlandırmış. O zaman büyük binalardan akan yağmur sularını toplamak için, sarnıçlar inşâ etmiş. Bugün Çukurbostanlar, Atmeydanı altındaki Binbirdirek de onlardandır. Sonra bir kral, Kırkçeşme kemerlerini yapıp, o yönden su getirmiş, bu te’sisler harâb olunca, suları toprağa karışmış, diye Pâdişâh’a arzetmişler. Merhum ve mağfur Pâdişâh; “Her san’atın bir üstadı ve her dağın bir ferhadı vardır. Bu kârı (işi) mîmâr ile müşavere lâzımdır. Bunun lâzım olan amelisidir, ilmîsi değildir” demiş ve zamanın Süleymân-ı ins-ü cân’ı bu zayıf karıncasına (Sinan’a) yüksek emirlerini vererek; “Bu becerikli mîmârın akan suyun İstanbul’a gelmesi hususunda dikkat ve ihtimam etmesi dünyâyı kaplayan maksudı şerîfimdir” diye, bu kullarına su yollarının yapılmasını sipariş etmiştir. Bu hakir dahî, Allahü teâlâya tevekkül eyleyip, hevâyî terâzu (su terazisi) ile, vadilerin alçak ve yüksek yerlerini yoklayıp, yer yer eski su yollarını takip edip, bu ulu emrin doğrultusunda hareket edebilmek için, Allah’ıma yalvararak dedim ki: “Ey bizim rızkımızı veren, ey her şeye kadir olan Allah’ım! Ancak kıymeti toz kadar olan bu karıncanın (Sinan’ın), bu zavallı kulunun, zamanın Süleymân’ının hizmetinde sözüne îtibâr edilebilmesi için yardım et. Sonra çeşitli yerlerden kaçarak çimenler içerisinde kayıp olan suların, alçak bölgelere akdığını gördüm. Pınar başından îtibâren dağların kenarlarından aşağı bölgelere yayılan suları hendeklerle derelere getirip, bir bent yaparak mühendislik ilmi ile, tahtalar üzerine lüleler geçirerek debilerini ölçtüm. Diğer derelerdeki ağaç ve bitkilere bakarak, karşılaştırma yapma sureti ile Pâdişâh hazretlerine dedim ki: “Saadetlü Pâdişâh’ım! Bu kara topraktaki yeşillikler hayat veren suyun bulunduğunu göstermektedir. Bu vadilerde su vardır ve yarım günlük yola kadar olan yolları da bulunmaktadır. Bu su yollarının tamam olması Pâdişâhımızın emrine bağlıdır.” Süleymân-ı ins-ü cân, bu zayıf karınca ile meşveret edüp, saadetle buyurdular kî: “Bu, suların gelmesi ne tarikle mümkin ola?” Ben dahi; “Pâdişâhım! Bunda iki tarik (yol) vardır: Biri oldur ki, bendelerinizin hadd-u hasrı yok. Buyurun her biri hizmette can verir. Biri dahi budur ki, ücretle herkese dest-i mezîd (çok para) tâyin oluna, hazîne sarf olınup, üstadiyetle işlene. “Merhum ve mağfûrunleh; “Evvelki tedbirin bize fâidesi olmayup el hayrı olup tedbir sonra olan tedbirdir ki, kendü malımızdan ücret ile getürdüğüm kimsenin zerre mikdârı hatırı rencide (kırılmış) olmaya” diyü buyurdular. Bu âciz karıncanın (Sinan’ın) bu şekildeki tedbirine aferin diyerek ve iyi haberden ferahlık duyup sevinerek, o zamanki ağalardan Keylûn (Kilûn) Ali Ağa demekle tanınan ve sonra Mısır Paşası olan zâtı, bina emîni tâyin ettiler. Pâdişâh’ın İstanbul’daki bir çok mûtemed adamları ile usta insanlar toplandı. Uygun bir gün ve saatde su yollarının etrafını açıp tâmirine başlandı. Kısa müddet sonra bu suya dâir havadisler herkesin ağzına yayıldı ve bina emîninin kulağına da geldi. Zamanın sultânı Süleymân’a, vezirleri dahi hazînenin muhafazası gerektiğini bildirerek, bu işin durdurulmasını istemişler. “Pâdişâh’ım, bu suyun akıtılması herkes için büyük bir feyiz kaynağı olduğu gibi, çok büyük hayır işidir. Ancak, ortada su mevcut değilken yalnız mîmârın sözü ile hazîneden para sarf etmek suretiyle suyun şehre geleceğini kim te’min edebilir? Bu kadar dağları delmek ve kazmak için hudutsuz para sarf etmek gerekecektir. Bu mîmâr gaipten haberdâr mıdır ki bu mikdâr lüle su vardır, diye bildirir? Bu mîmâr bilmez mi ki çeşmelere gelen su yollarını yaparken, su başka yöne de kaçar? Her su yolunun suya delil olmayacağı gibi, her çimenlik de orada bir menba bulunduğunu göstermez” diyerek merhumu üzüp su getirilmesi hususundaki sevincine engel olup gazaba gelmesine ve kararsızlığına sebeb olmuşlar. Ben bütün bunlardan gafil, derelerdeki suları toplayıp, lülelerden akıtmak için gerekeni yaparken ve en sonraki deredeki işlere başlarken saadetlü Pâdişâh, her zaman ava geldiği yoldan çıkageldi. Bu gelişlerinde yanında çok az kişi vardı. Bina emîni ile selamlayıp durduk. Pâdişâh hazretleri; “Mîmâr, bu derede ne mikdâr su var?” dediği mahalde ben de; “Saadetlü Pâdişâh’ım, tahmin olunan üzre yazılmıştır, 5 lüledir” dediğimde, bina emîni atılıp; “Pâdişâh’ım mîmâr bendeniz bu acayip fende mahirdir ve üstâd-ı kâmildir. Zîr-i zeminde nihan (yeraltında görünmeyen) suyu, rûy-ı zemindeki gibi bilir. Bu bâbda halk-ı âlemin hilâfında bir özge mânâya vâsıldır” dediği anda, anladım ki bu işte çok dedikodu olmuştur. Pâdişâh’ın geldiğini gördüğüm zaman, hemen içinde su olan yukarıdaki derelere adamlar gönderip lülelerin takılmasını te’min etmiştim. Cihân Pâdişâhı; “Hani arzolunan sular nerededir? Gel göster” dediklerinde, yola düşüp ikinci dereye varınca korkdum ve ruhum canımdan çıkmış gibi kendimden geçtim, Allahü teâlâya duâ ederek, o hâkimi mutlaka yalvararak dedim ki: “Yâ ilâhi, âlim-ü dânâsın, Cümle ezdâddan müberrâsın, Beni vâdi-i gamda zâr itme, Şeh yanında zelîl ü hâr itme!” Pes (sonra) ol dereye vardık ki, otuz lüle su arz olunmuştur. Tahtalarıyla lüleleri konmuş. Otuz lüle su akdığından mâda, üzerinde ziyâdesi on lüle miktarı su taşıp akar. Saadetlü Pâdişâh ol bâb-ı musaffayı (temiz su) gördükte, bir miktar safa hasıl edüp; “Mîmâr! Gel berü su hemen bu mudur? Gayrı yerlerde dahi var mudur?” dediklerinde; “Belî saadetlü Pâdişâhım, iki derede dahi bunların emsali hâliya (hâlen) Pâdişâh devletlerinde, câridir (akmaktadır). Pâdişâhım, arz olunan yüz lüle amma, ziyâdesi elli lüle dahi olmak muhakkaktır. Husûsan eyyâm-ı bâhûrda (yazın sıcak günlerinde yâni 29 Temmuz - 8 Ağustos arası asla sular bundan eksik akmaz” diyü duâlar eyledim. Saadetlü Pâdişâhım ile bir dereye daha gidüp, orada da bir çok lüle suyun aktığını görup ve o temiz sulardan safa ile içerek, sonra bir dereye daha gittiler. O derede de temiz suyun letafet ve akışını görünce, mubârek kaşlarının çatıklığı gidüp gazap deryâsındaki dalgaları tamamen sakinleşti ve bu âcizi, hil’at giydirerek mükâfatlandırdı ve yüceltdi ve akranımdan üstün tuttu. Böylece nifak çıkaranların başlarının yaptıkları kötülükleri giderek, hayat veren su gibi tereddüdden bir eser kalmadı. Saadetlü Pâdişâh, onlara iltifat etmeyip, bu hakiri iltifatları ile sevindirdi ve devletin tahtına dönerken Allah’ın hikmeti ile, dilimden şu sözler döküldü: “Saadetlü Pâdişâhım! Bu bendeniz su yolları binasında nice tasarruf-ı hâssım (özel maharetim) vardır. Cümleden biri bu derelerin herbirinde havuzlar ve kâfirî (kâfire âit) mermer oluklar olmakdır. Bürûr-ı eyyam (günlerin geçmesi) ile yıkılub zîr-i zeminde (toprak altında) bînişân (kayıp) olmuştur. İnşallahü teâlâ Pâdişâh-ı cihân-penâh devletinde, ankarîb (pek yakında) zuhur etmek ümid olunur” dedim. Bu sözlerimi doğru olarak kabul edip, sevinçli olarak Saray-ı hümâyûnlarına yollandılar. Allah’ın hikmeti o derelerin her birinde çok yerde kârgir yüksek havuzlar süslü mermer oluklar bulundu. Binâ emîni, bunların her sefer bulunuşunda, saadetlü Pâdişâh’a müjdeciler gönderdi. Yine bir müddet sonra, şevketlü Pâdişâh devletle gelüp çıkan havuzlar ve mermer olukları seyredüp bu hakiri hediyeler vererek ve iltifatlar ile mutlu etti ve mahsûd-i ayân-ı rûzigâr oldum (zamanın ileri gelenleri beni kıskandı). Kemerlerden biri Uzunkemer demekle meşhurdur. Yüksekliği 20 zra’ (9,6 m) ve uzunluğu 1.220 zra’dır (585,6 m) ve biri dahi Kovukkemerdir ki temeli ile beraber yüksekliği 70 zra’ (33,6 m)’dir. Gözlücekemerde bir kaç yüksek kemerdir. Mağlovakemeri üç tabakadır. Köprü gibi yolu vardır, atlı geçer. Yüksekliği 65 zra’ ve temeli 18 zra’ (13,5 m)’dir. Ondan sonra suyollarını tamir ederek, 962 senesi Zilkadesi başında (17-26 Eylül 1554) başlanıp, 971 târihinde (21 Ağustos 1563 - 9 Ağustos 1564) tamam olmuştur. Masraf olarak 40.263.063 akçe sarf olunmuş, sonra büyük feyezanda yıkılan Muallakkemer’in (Mağlovakemeri) tekrar inşâsı için 9.791.044 akçe sarf olunmuştur. Böylece sayısız zahmetlerden sonra Kırkçeşme semtine su akmaya başladı. Cihân Pâdişâhına müjdeciler gönderildi. Kânûnî devrinde 1 akçe 3,5 kırat =0,7 g gümüş (85 ayar). Meğer o sırada saadetlü Pâdişâh adam gönderip, taze gelen sudan, saraylarına getirtmişler. Bâzı kimseler bunda taze su râyihası yok, eski sudur diye karşı çıkmışlar. Bu hakîr, Pâdişâh’ın ayaklarının tozuna yollandığında, Bâzıları; “Bunda taze su râyihası (kokusu) yok, dâhi eski sudur” diye sebebini sorduklarında cevap verdim: “Saadetlü Pâdişâh’a malûmdur ki bu suyu künk ile getirmedim. Bu bir ırmaktır ki kârgir yollar ile revâne eyledik (akıttık), gıll-ü gîşden pâk âyn-ı tâbnâkdır (her türlü kirlerden korunmuş berrak sudur)” deyü duâ eyledim. O zaman sadrâzam olan saadet sahibi zât, Kırkçeşme başından itibaren bir çok yerde başçeşmeler yapılmasını, sakaların her yere su yetiştirmesini istedi. Rahmetli Cihân Pâdişâhı buyurdular ki: “Benim maksûdum bu su her mahalleye revâne ola, ulaşa. Çeşme bina olacak yerde çeşme ve kabiliyet olmayan yüksek yerlerde tatlı kuyular ola ki, su içine uğraya. Tâ kim her yerde pîr-ü zaîf ve dul hâtûnlar, uşacık oğlancıklar destiler ve bardaklarını doldurup, devâm-ı devletime duâ eyleyeler” “Kırkçeşme te’sislerinin yapımı 1554 yılında başlamış, 1563 yılında tamamlanmıştır. 46 kilometre uzunluğundaki Kırkçeşme isâle hattının dokuz sene gibi kısa bir müddet içerisinde bitirilmesi, o devirdeki teşkilâtın çok mükemmelliğinin bir delilidir. Bu büyük eserin maliyeti o zamanın parasıyla 50 milyon akçeyi geçmiştir. Kırkçeşme’de 300’den fazla çeşme Mîmâr Sinân zamanında yapılmış, daha sonra 590’ı bulan çeşmelerle İstanbul halkına su dağıtılmıştır. Kırkçeşme isâle hattına başlandığı sıralarda, Süleymâniye Câmii ile Rüstem Paşa Câmii inşâatı gibi pek çok yapının inşâatı devam etmekte idi. Kırkçeşme yapıları; sulama, çökeltme havuzu, üstü kapalı kanallar, galeriler, kum yıkama tertibatı, kemerler, havuzlar, maksemler (taksim yerleri), dağıtma şebekesi, su terazileri (maslaklar), debi ölçme tertibatı ve çeşmeleri ile hiçbir eksikliği bulunmayan çok sağlam ve teknik yönden mükemmel bir su te’sisidir. Kırkçeşme te’sislerinin suları yer üstünde mevcut sulardır. Bu sular ızgara denilen su alma tertibatı ile alınarak isâleye verilmektedir. Dere üzerinde eşik şeklinde bir bağlama yapılarak, su kabartılmakta ve yan tarafta önüne düşey ızgaralar konmuş bir su alma ağzından alınan sular kapalı bir kanala sevk edilmekte idi. Kapalı kanal dâire şeklinde yapılmış bir çökeltme havuzuna bitişerek oradan tekrar üstü kapalı kanal veya galerilere giriyordu. Bu çökeltme havuzlarının içerisinde biriken kumları temizlemek için tertibat yapılmıştı. Kırkçeşme te’sislerinin isâle (iletim) hattı, esas iki koldan ibarettir ve isâle şehrin kuzeyindeki Belgrad ormanlarında başlamaktadır. Bu iki ana kolun doğusunda olan kol üzerinde, yedi su kemeri vardır. Bunların en büyüğü Kırıkkemer ile Paşakemeridir. Batı kolunda ise, Kurtkemeri ile Uzunkemer bulunmaktadır. Kollar Başhavuz denen bir havuzda birleşmekte, oradan da Ali Bey deresi üzerindeki Mağlovakemerinden ve Lekeciköy yakınında Güzelcekemerden geçip Cebeciköyden gelen kol ile birleştikten sonra, çeşitli büyüklükteki kemerler üzerinden Eğrikapı maksemine, oradan da şehre girmektedir. Bu bölgedeki su almalarda suyun bulanıklığını azaltmak ve yüzen cisimlerin girmesine engel olmak için, Bağlama şeklindeki eşikler vasıtasıyla su kabartılmış, ızgaralar yardımıyla da yüzen cisimler tutulmuştur. Çökertme havuzları, oldukça derin ve dâire şeklinde yapılmıştır. Çökertme havuzları çok büyük boyutlandırıldığı için, kumlar rahatlıkla bu havuzlarda tutulabilmekte ve suyun bulanıklığı azaltılmaktadır. Galeriler, kanallar 55 cm. genişliğinde, 175 cm. yüksekliğinde bakım ve tamir için içerisinde 1 kişinin rahatlıkla yürüyebileceği ebadda yapılmıştır. Kanalların üstü üçgen şeklinde harçlı sal taşları ile kapatılmıştır. 495 seneden fazla zamandan beri çalışan galeri ve kanallarda hemen hiç bir arıza görülmemiş, sağlam ve teknik yönden mükemmel yapılardır. Kırkçeşme te’sislerinin yapı elemanları ve özellikleri şunlardır: Su kemerleri: Kemerler sağlam taşlar ile kısa sürede yapılmıştır. Bunlar içerisinde Mağlovakemeri, Kırıkkemer, Uzunkemer ve Güzelcekemer en önemlilerindendir. En uzunu ve hacimlisi 711 metre uzunluktaki Uzunkemer en yükseği ise 36 metre ile Mağlovakemeridir. Mağlovakemerinin inceliği, haşmeti ve mühendislik bakımından önemi, o târihe kadar yapılan kemerlerin hiç birisiyle kıyaslanamaz. 14 katlı bir binanın yüksekliğinden fazla olan Mağlovakemerinde, üst kemerin kalınlığı 3,05 metre, altkemerinki ise, 4,5 metredir. Bu narinlikteki bir kemerin zelzele, rüzgar gibi yatay te’sirlere mukavemet etmesi ancak esaslı inşâî tedbirler almakla mümkündür. Mîmâr Sinân’ın aldığı tedbirler ise, mühendislik bakımından fevkalâde ilginç ve mükemmeldir. Gerek Roma ve gerek Helenistik devirlerde yapılan su kemerlerinde kemer kalınlığı, yukarıdan aşağıya sabit tutulmuş ve bu yüzden de bu kemerlerin çoğu yıkılmıştır. Mîmâr Sinân; Uzunkemer, Kavukkemer ve Güzelcekemerde ayak kalınlıklarını temelden üste doğru azalacak şekilde yapmış ve böylece yatay kuvvetlere, karşı dayanıklı bir yapı meydana getirmiş, bileşke kuvvetin dâima orta üçte birde kalmasını sağlamıştır. Buna mukabil Mağovakemerinde çok daha güzel bir çözüm bulmuş, kemer kalınlıklarını çok küçük tutarak ağırlıklarını azaltmış, yatay kuvvetlere dayanabilmeleri için ayakları kemerlere dik yönde aşağı doğru pramit şeklinde genişleterek stabiliteyi arttırmıştır. Mağlova kemeri’nde vadinin ortası iki katlı dört kemer ile geçilir. Alt kemerlerin açıklıkları 16.75, üst kemerlerindeki ise, 13,45 metredir. Bu çözüm tarzı stabiliteyi çok arttırmakta, ayrıca estetik yönünden güzellik sağlamaktadır. Kırkçeşme te’sislerindeki pek çok kemerden altısının boyutları şöyledir: Doğu Kolu Üzerinde: Uzunluk: Yükseklik: Paşakemeri 102 m. 16,40 m. iki ve bir kat Kırıkkemer 408 m. 35 m. üç katlı Kuzey Kolu Üzerinde: Kurtkemeri 305,40 m. 14,21 m. bir katlı Uzunkemer 710 m. 25 m. iki katlı 258 m. 36 m. iki katlı Baş Havuzdan Sonra: Mağlovakemeri Güzelcekemer 165 m. 29,5 m. iki katlı Başhavuz: İki kolun birleştiği başhavuz dâire şeklindedir. Değişik seviyelerden gelen kolların suyu burada birleştirilmiş, suyun bir mikdâr havalandırılıp durultulması ve kumların tutulmasından sonra ana kola sevki sağlanmıştır. Havuz kenarları yüksek yapılarak içerisine hayvanların düşmesi ve kirletilmesi önlenmiştir. Ana isâle hattı: Galeriler Ali Bey deresini Mağlova kemeri, Cebeciköy deresini Güzelcekemer vasıtasıyla geçtikten ve çeşitli kollarla birleştikten sonra, çok sayıda irili ufaklı kemerlerden geçerek, Eyyûb kubbesine, oradan da Eğrikapı maksemine ulaşmaktadır. İsâle hattı üzerinde, Eyyûb semtine su verilmek amacıyla, Rami kışlasının doğusunda bir kubbe yapılmıştır. Buradan verilen suların debileri lülelerle ölçülerek çeşitli semtlere dağıtılmıştır. Eğrikapı maksemi: Ana dağıtım merkezi olup çok enteresan bir yapı arzeder. Çeşitli zamanlarda tamir edilmiş ve ilâveler yapılmıştır. Galerilerden gelen suların lüleler yardımı ile debileri ölçülerek çeşitli kollara dağıtılır. Bugün harab bir hâldedir. Şehir içi dağıtımı: Kırkçeşme suları şehre şu şekilde dağıtılmakta idi: 1- Eyyûb üzerindeki kubbeden Eyyûb’e. 2- Eyyûb’deki kubbe ile Eğrikapı maksemi arasındaki bölgeden yine Eyyûb’e. 3- Eğrikapı maksemınden; a) Eğrikapı makseminden sulukule maksemine, oradan Yenibahçe’den Aksaray Sarıgüzel’e, b) Eğrikapı makseminden Kırkçeşme Tezgahçılar taksimleri arasından çeşitli yerlere. c) Eğrikapı makseminden, Kırkçeşme Tezgahçılar taksimleri arasından Azaplar cihetine. d) Kırkçeşme Tezgahçılar taksiminden, Tahtakale, Yeni Câmii, Küçük Pazar cihetine. e) Kırkçeşme Tezgahçılar taksiminden, Aksaray cihetine, oradan Sultanahmet ve Ayasofya’ya. Kubbeler ve maksemler: İsâle hattı şehir içerisine girdikten sonra, hâkim yerlerde kubbeler ve maksemler yapılmıştır. Kubbeler bir bekçi kulübesi gibi olup, ekseri suyun bir çok yere ayrıldığı veya birleştiği noktalara yapılmıştır. Üzerleri kubbe şeklinde olduğu için bu ad verilmiştir. Maksemler ise, yalnız belirli bir ölçü ile debiyi dağıtmak için yapılmıştır. Maksemlerde su bir havuz içerisine alındıktan sonra, ekseni su yüzeyinden 96 mm. aşağıda havuzun düşey duvarlarına yerleştirilen, dâire kesitli kısa borular yardımı ile ölçülerek dağıtılır. Ekseni su seviyesinden 96 mm. aşağıda, iç yüzeyleri duvarla aynı olan 26 mm. iç çaplı kısa pirinç borudan, (Lüle = nozzle) akan debi 1 lüledir. 1 lüle = 36 It/dak = 4 kamış = 8 masura Su terazileri: Kule şeklinde yapılan su terazilerinin iki değişik fonksiyonu vardır: a) İsâle hattı üzerinde basıncı sınırlayarak aşırı basıncı önlemek. b) Debiyi ölçerek dağıtmak. Su terazilerinin en üstünde ekseri taştan oyulmuş bir sandık olup, aynen maksemlerde olduğu gibi, debi, lülelerle ölçülerek dağıtılmıştır. Kırkçeşme te’sislerindeki bendler: Büyük bend 1560 yılında yapılmıştır. 17241748 senelerinde ve son olarak sultan İkinci Abdülhamîd Han tarafından, tamir edilmiş ve yükseltilmiştir. Aynı dere üzerindeki sultan İkinci Osman bendi 1620’de, Ayvan bendi 1765’de, Kirazlı bend ise, 1818 yılında yapılmıştır. 1) Mîmâr Sinân ve Kırkçeşme Te’sisleri; (Kâzım Çeçen, İstanbul İski Yayını - 1988) 2) Mimarbaşı Koca Sinân Yaşadığı Çağ ve Eserleri; sh. 440 3) Tezkiret-ül-bünyân KOÇİ BEY On yedinci yüzyılın ilk yarısında yetişmiş, sultan dördüncü Murâd ve sultan İbrâhim’e sunduğu lâyihalarla (raporlarla) meşhur yazar. Adının Mustafa olduğu rivayet edilir. Koçi ismiyle tanındı. Rumeli devşirmesidir. Doğum ve vefât târihleri kesin olarak bilinmemektedir. Sultan dördüncü Mehmed zamanında tekaüde (emekliye) ayrılarak memleketi olan Görice’ye gitmiş, Plament köyünde veîât etmiştir. Koçi Bey, Osmanlı sultânı birinci Ahmed Han (1603-1617) devrinde Rumeli’den getirilip Enderûn’da İslâm terbiyesi üzerine yetiştirildi. Enderûn’da muhtelif odalarda hizmet gördükten sonra, dördüncü Murâd Han (1623-1640) devrinde, has odaya ayrıldı. Sadâkati (bağlılığı) sebebiyle Sultân’ın îtimâdını kazandı. 1630 yılında Bağdâd seferine iştirak ederek sultan Murâd’ın musahibi (sohbet arkadaşı, sır dostu) oldu. Koçi Bey 1631 yılında, arzlardan (raporlardan) meydana gelen ilk risalesini yazarak devlet idaresinde gördüğü bir takım aksaklıkları iki kısım hâlinde Sultân’a arz etti. Sultan Murâd Han’a takdim ettiği risâlenin birinci kısmında alınması îcâbeden tedbir ve tavsiyelere yer vermiştir. Koçi Bey, risalesinde, bu tavsiyelerini Osmanlı edeb terbiyesi ile sıralamış, Sultân’ın takdir, tebrik ve teveccühünü kazanmıştır. Sultan dörüncü Murâd Han’ın ıslâhat teşebbüsleri ve idâri tedbirleri Koçi Bey risalesini okuduktan sonradır. Böylece Sultan, devlet idaresinde ihmâl ve suistimâileri görülenleri cezalandırmış, rüşvet ve iltimasla mücâdele etmiştir. Koçi Bey, sultan İbrâhim Han (1640-1648) devrinde de Osmanlı sarayında hizmet etti. 1640 yılında ikinci risalesini sultan İbrâhim Han’a takdim etti. Eserinde sâde dille bâzı idâri, mâlî, askerî mes’eleleri, saray teşkilâtının teşrifat usûllerini (resmî kabul ve protokoller) ve konuşma şekillerini açıkladı. Teşkilât, idare ve teşrîfât konularında Osmanlı târihinin önemli kaynaklarından sayılan bu risalelerin yazma ve basma nüshaları mevcûd olup, çeşitli dillere tercümeleri yapılmıştır. 1) Rehber Ansiklopedisi; cild-10, sh. 183 2) Koçi Bey Risalesi (Ali Kemâli Aksüt, İstanbul-1939) 3) Osmanlı Müellifleri; cild-3, sh. 119 4) Koçi Bey Risalesi (Ahmed Vefik Paşa, İstanbul-1303) KORSANLIK Osmanlı deniz akıncılarının ismi. Karadaki akıncının denizdeki karşılığıdır. On dokuzuncu asırda bu kelime deniz haydudu mânâsında kullanılmışsa da, daha önceki devirlerde bu mânâ yoktur. Osmanlı metinlerinde, en büyük amiraller, faydalı mahir ve büyük korsandır gibi tâbirlerle öğülür. Korsanlıktan yetişmemiş bir denizci gerçek denizci sayılmaz. Korsan levendler tam denizcidirler. Osmanlı deniz korsanları bahriyenin en imtiyazlı fedaî sınıfı idi. Bugünkü deniz komandosu olup, en tehlikeli vazifeleri yüklenir ve bunu hayâtı bahasına başarırdı. Devletin sulh hâlinde bulunmadığı devletlerin gemilerini açık denize bırakmaz, zapteder veya korkuturdu. Osmanlı Devleti’nin devamlı muhârebe hâlinde bulunduğu İspanya’ya ve İtalya sahillerine kadar gidip, düşmanın maneviyâtını alt üst eder, ekonomik gücünü kırar, limanlar arasındaki irtibâtı keser ve ticâret yapmalarına izin vermezlerdi. Osmanlı Devleti on dördüncü yüzyıl sonlarından başlayarak Akdeniz’deki dağınık hâlde bulunan Türk deniz korsanlarını düzenledi ve gelişmesine yardımcı oldu. Türk korsan sınıfının kurucusu sultan İkinci Bâyezîd Han’ın üçüncü oğlu Yavuz Sultan Selîm Han’ın ağabeyi, şehzâde Korkut’tur. Bu iş için çok çalışmış ve Oruç Reis’i korsanlığa sevk etmiştir. Bu korsanlardan ilk olarak devlet hizmetine giren Kemâl Reis olmuştur. Ondan sonra Türk korsanlarının pîrî Oruç Reis, sonra kardeşi Hızır Reis (Barbaros Hayreddîn Paşa), onun İstanbul’a çağırılması üzerine de Turgut Reis korsan ocağının başına geçmiştir. Turgut Reis Tunus’ta Mehdiyye, Cerbe, sonra Trablusgarb ve Cezâyir beylerbeyliğinin bir çok limanını belli başlı korsan üsleri hâline getirmiştir. 1513 yılı yazında Oruç Reis’in kuzey Afrika’ya Mağrib’e ayak basması, Türk denizcilik târihinin dönüm noktasıdır. Oruç Reis bu kıyıları İspanyollardan temizleyip, yerli halkın sevgi ve îtimâdmı kazandı. Batı Akdeniz’de, hâkimiyet Oruç Reis’in eline geçti. Bu suları çok iyi bilen Kemâl Reis’in yeğeni Pîrî Reis, Oruç Reis’in maiyyetinde idi. Cezâyir-Türk korsanları, on altıncı asırda zamanının en iyi denizcileri idi. İstisnasız Akdeniz’in her yerinde faaliyet gösterdiler. Bu asırda Türk deniz akıncılarının olmadığı hiç bir Akdeniz limanı gösterilemezdi. Sardunya, Sicilya, Korsika, Malta, Türklerin her yıl çıkartma yaptıkları adalardı. Hattâ Korsika’yı tamamen Turgut Reis fethetmişti. Tunus beylerbeyliğine âid korsan filoları da Malta şövalyelerine rağmen İtalya ve Sicilyaya korku verdiler. On yedinci asrın başlarında Büyük (Koca) Murâd Reis’in Batı Akdeniz ve Atlantik seferleri çok meşhurdur. Murâd Reis’i daha hayâtında İngiliz tarihçisi Knolles; “Akdeniz’in batı kesimi için Türklerin amirali Murâd Reis” şekliyle tavsif etmektedir. Murâd Reis o derece meşhur olmuştu ki, İngiltere kralı birinci James’le mektuplaşmış, krala gönderdiği 2 Şubat 1607 tarihli mektubunda; “Derya beyi Murâd” şekliyle yazarak, mütevazı hâlini ortaya koymuştur. Murâd Reis, Âli Biçin Reis’in dâmâdı Kılıç Ali Paşa’nın talebesidir. Onların himayesinde yetişmiş, Cezâyir eyâletinin korsan filosunun reisi olmuştur. Derya sancak beyi rütbesi verilen Murâd Reis’in kahramanlık ve gazâlarını dinleyerek hayran olan sultan birinci Ahmed Han, kendisini bizzat görmek istemiş, huzûr-ı hümâyûnda hiç bir vezirin nâil olmadığı iltifatlar göstererek onu Mora sancakbeyi yapmıştır. Bu kahraman Türk deniz akıncı beyi, bir deniz muhârebesinde şehîd oldu. 1609’da Rodos’ta yaptırdığı câminin yanındaki türbesine defnedildi. 1609 yılından sonra türbesinin önünden geçen her Türk harb gemisinin Murâd Reis’i selâmlaması kânundu. Murâd Reis’in on bir ay kara yüzü görmeden seferini anlatan şu koşma (şiir) meşhurdur. On bir ay oturdum bir han içinde, Yedi derya geçtim bir gün içinde, Rabbim bize kısmet eyle karayı, Evvelâ karayı sonra sılayı, Akdeniz üstünde sümbüllü dağlar, Murâd Reis oturmuş dümen dağlar, Kral kızı karşısında baş bağlar, On bir ay dedikte göründü dağlar. Yine Rodos’ta medfûn bulunan Memiş Paşaoğulları, on altı ve on yedinci asrın büyük amiral ve korsanlar yetiştirmiş bir denizci ailesi idi. Denizciliğe Oruç Reisle başlayan Kurdoğulları çok meşhurdur. Endenozya’ya giden Hızır Reis, Kurdoğullarından idi. Türk korsanları, İrlanda gibi Büyük Britanya adasına da pek çok seferler yaptılar. Devamlı şekilde 30 gemilik bir Türk filosu bu sularda geziniyordu: 1625 yılında Türkler Bristol Kanalı’nın açığında Lundy adasını aldılar, Bristol liman ağzına hâkim oldular. İngiltere yıllarca Türkleri bu Lund ve Scilly adalarından atamadı. 1631’de Türkler İngiliz limanını yıllık vergiye bağladılar. Murâd Reis’in 20 Haziran 1627’deki İzlanda seferi meşhurdur. Adada 26 gün kalmış, İkinci İzlanda seferine de Ali Reis kumanda etmiştir. Korsanlık, akıncılık gibi bir teşkîlât olup, Cezâyir beylerbeyinin Rotterdam, Amsterdam, Ceneviz, Livorno ve emsali büyük Avrupa limanlarında gizli ajanları vardı. Bunlar o limanlara bağlı gemilerin giriş-çıkış ve rotalarını Cezâyir’e bildirirlerdi. On sekizinci asırda da Türk deniz akıncıları eski hüviyetlerini korumakla birlikte, İngiltere ve Fransa da büyük denizci devletler arasına girdiler. 1783 yılında Amerika Birleşik Devletleri denizlerde bayrak gezdirmeye başladı. 25 Temmuz 1785’de Atlantik’te Cadiz açıklarında bu yeni bayrağı taşıyan ilk gemi, Cezâyir Korsanları tarafından zaptedildi. Bu gemi Boston limanına bağlı, kaptan İsaak Stevens’in idaresindeki Mora gemisi idi. Az sonra Philadelphia limanına bağlı, kaptan D. Brienin’in Dauphin’i aynı akıbete uğradı ve Cezâyir’e getirildi. 1793 Ekim ve Kasım aylarında 11 Birleşik Amerika gemisi daha Türk filosu tarafından zaptedildi. Kongre 27 Mart 1794 celsesinde, Türk korsanlarına karşı koyacak güçte harp gemileri îmâl edilmesi veya satın alınması için başkan George Washington’a 688.000 dolar harcama salâhiyeti verdi. Böylece Birleşik Amerika donanmasının temeli atıldı. Az zaman sonra Birleşik Amerika, Cezâyir donanması ile başa çıkamayacağını anladı ve Cezâyir’le anlaşma yoluna gitti. 5 Eylül 1795 (21 Safer 1210) tarihindeki muahede ile Birleşik Amerika, Cezâyir’deki esirlerinin iadesi ve gerek Atlantik’te ve gerek Akdeniz’de Birleşik Devletler’in sancağını taşıyan hiç bir tekneye dokunulmaması karşılığında 642.000 altın dolar ve yılda 12.000 Osmanlı altını ödeyecekti. Türkçe ve 22 madde olan muahedeye, George Washington ve beylerbeyi Hasan Dayı imza koydular. Böylece Birleşik Amerika da yıllık vergiye bağlanmış oldu. Derya ve akıncı beylerinin çok mühim bir vasıfları da ellerinin son derece açık olması ve ünlü zenginlerin yapamadıkları cömertliği yapabilmeleri, fukara babası olmalarıydı. Bütün bir bölgenin fakirleri bir tek derya ve akıncı beyinin sayesinde geçinip giderlerdi. Beylerin konakları misafirhâne olup, herkese açıktı. Misafir, derecesine göre ikrâm görürdü. Misafiri çevirmek gibi birşey olmazdı. Geri çevirmek, düşmana silâh teslim etmek derecesinde şerefsizliklerin en büyüğü sayılırdı. DİN İÇİN KILIÇ SALDILAR!.. Türk korsanlarının büyük merkezi Cezâyir idi. Fransız Jean Deny Cezâyir’de yetişen korsan levend şâirlerinin şiirlerini toplamış, 1925 yılında Pariste neşretmiştir. Bir korsan şiirinde şöyle denilmektedir: Korsanlık ederken Hind’in yolunda, Nemçe’nin bâcını aldı Cezâyir. Urum’da Acem’de halkın dilinde, Küffarın bağrını deldi Cezâyir. Gâziler dîn içün kılıç saldılar, Kanarya boğazında şikâr (av) buldular, Kimisin batırıp kimin aldılar, Adûyu (düşmanı) gamlara saldı Cezâyir. Mâl alıp esirin mezâd ettiler, Batırıp gemileri mât ettiler, Yedi kral birden feryâd ettiler, Şimdi cevâhirle dolu Cezâyir. ASLANLAR YATAĞI CEZÂYİR Benli Ali 1664 yılında Fransız donanmasının büyük bir hezimete uğratılması münâsebetiyle söylediği şiirde sultan dördüncü Mehmed Han’a şöyle hitâb etmektedir: Pâdişâhım Cezâyir’in, Yarar aslan yatağıdır. Zâviyesidir hem. Resûl’ün, Gerçek erler otağıdır. Coşar derya eser bâdı, Kılıç ile akar yâdı, Sedd-i İslâm’dır bir adı, Akdeniz’in bucağıdır. Allah olsun kîl-ü kâlin, Lütfü çoktur bî-zevâlin, Cezâyir yedi kralın, Dâim başı nacağıdır. Cezâyir’in kahramanı, Severler Âl-i Osmânı, Kâfire vermez amanı, Hacı Bektaş koçağıdır. Cezâyir Hak teâlânın, Yanar nûr-ı çerâğıdır. Kıl duânı pâdişâhım, Sanma menzil ırağıdır. Ser alır ser değişiriz, Döğe döğe yenişiriz, Sebîl-ullah döğüşürüz, Şehîd gâzî kıranıdır. 1) Büyük Türkiye Târihi; cild-10, sh. 88 2) Rehber Ansiklopedisi; cild-10, sh. 251 3) Osmanlı Devleti Târihi; cild-2, sh. 132 4) Osmanlı Târihi (Uzunçarşılı) cild-2, sh. 575 5) Osmanlı Târih Deyimleri; cild-2, sh. 296 KOSOVA MEYDAN MUHÂREBELERİ Kosova’da, Osmanlıların büyük haçlı kuvvetlerine karşı kazandıkları iki büyük zafer. İlki, 1389 yılında birinci Murâd Han, ikincisi 1448’de sultan İkinci Murâd Han devrinde yapıldı. Sultan birinci Murâd Han’ın Anadolu beyliklerinden en kudretlisi olan Karamanoğlunu’da mağlûb ederek itaat altına alması üzerine, Anadolu’da Osmanlı Devleti’nin kudret ve kuvveti artmış ve devlet bütün gücünü Rumeli üzerine çevirmişti. Bu durum Avrupa devletlerini telaşlandırdı. Nitekim Osmanlılara tek başlarına karşı koyamıyacaklarını anlayan bu devletler, anlaşarak birlikte harekete karar verdiler. Bu ittifaka, Sırp kralı Lazar ile Bosna kralı Tvartko ve Arnavud prensi Jorj Kastriyota önayak oldular. Küçük bâzı Sırp prensleri ile Bulgarlar ve Ulah (Eflak)’lar da muhârebeye katılacaklarına dâir bunlara söz verdiler. Sultan Murâd Han, bu ittifaktan ve aleyhine harekete geçileceğinden casusları vasıtasıyla haberdâr oldu. Gerekli tedbirleri yerinde ve zamanında almak suretiyle, düşmanın dikkatini çekmede plânlı bir şekilde harbe hazırlandı. İslâm’ın yayılması, vatanını müdâfaa ve müslümanları şânını yükseltmek niyetiyle, haçlı ittifakına karşı Anadolu beyliklerinden yardımcı kuvvetler isteyerek, gönüllüleri davet eyledi. Bu arada ittifaka girdiğini gizli tutan Bulgarları, müttefiklerle birleşmesine fırsat vermeden harb dışı bırakmayı tasarladı ve 1388’de vezîriâzam Çandarlızâde Ali Paşa kumandasında, otuz bin kişilik kuvvet gönderdi. Sırpların Bulgarlara yardım ihtimâlini gözönüne alan Ali Paşa, sür’atle hareket ederek doğuda Nadir geçidinden Balkanları aşarak Provadi, Şumnu ve Bulgar krallığının merkezi olan Tırnova’yı aldı. Sonra Tuna boyuna yürüyerek Ulahların nüfuzu altına girmiş olan Silis’tre ve Niğbolu’yu fethetti. Bu suretle Çandarlızâde, yapmış olduğu serî hareketle Bulgar kralı Şişman’ı dize getirerek, kralın Balkan ittifakına girmesini ve Osmanlı kuvvetlerini ansızın vurmasını önledi: Bu arada Kara Tîmûrtaş Paşa’nın oğlu Yahşî Bey, Sırp topraklarını vurmak istedi ise de sultan Murâd, bütün kuvvetlerin kendi kumandasında toplanmasını emretmiş olduğundan, Sırbistan akını terkedildi. Birinci Kosova Meydan Muhârebesi Türkleri, Balkanlardan atmak için hazırlanan ittifaka karşı bütün hazırlıklarını tamamlayan sultan Murâd Han, Anadolu’daki arazisinin muhafazası için beylerinden beş kişiyi bıraktıktan sonra Rumeli’ye geçti. Bu sırada bir müddet evvel hacca giden tecrübeli akıncı kumandanı Gâzi Evrenos Bey’in gelerek orduya iltihak etmesi, Türk kuvvetlerinin maneviyâtının artmasına sebeb oldu. Bundan sonra Osmanlı ordusu Sofya, Köstendil ve Kratova yoluyla düşman kuvvetlerine doğru harekete geçti. Daha yolda Sırp elçisi gelerek meydan okuyup muhârebeye hazır olduklarını bildirdi. Hakikatte elçinin geliş sebebi, Osmanlı ordusunun vaziyetini öğrenmekti. Bu son mevkide (Sultan tepesi) toplanan harp meclisinde sultan Murâd-ı Hüdâvendigâr, kumandanlarıyla istişare ederek harbin nerede ve nasıl yapılması gerektiği hakkında fikirlerini sordu. Önce, içlerinde en çok harplere katılan babası sultan Orhan Gâzi’nin silâh arkadaşı mücâhid gâzî Evrenos Bey’e; “Ey babam yoldaşı Gâzi Evrenos! Sen, bunca cenklere katılmış birisin. Bunlarla ne şekilde ceng etmelidir?” diye sordu. Evrenos Bey; “Sultânım! Evrenos, hakir bir kulunuzdur. Pâdişâhının huzurunda söze karışmak haddine düşmez. Askere kumanda etmesini hünkârımız cümlemizden âlâ bilür” diye cevap verdi. Sultan Murâd Han; “Beylerim! Hak teâlânın ihsân ve yardımlarıyla pek çok muhârebelere katıldım. Pek çoğunu muzaffer bitirmek nasîb oldu. Fakat bu gazâ diğerlerine benzemez. İstişare etmekte bereket vardır ve bu, Peygamber efendimizin sünnet-i seniyyesidir. Cümlemiz birlikte karar verip, gönül birleştirmek gerek. Beyim Evrenos! Hayli zamandır bu illerde cihâd eyledin. Düşmanın hâl ve hareket tarzını cümlemizden iyi bilirsin. Senin fikrin nicedir? Ketum olma, söyle!” dedi. Sultan’ın bu emri üzerine Gâzi Evrenos Bey; “Şevketlu Sultân’ım! Ben kuluna öyle geliyorki, Allahü teâlâya tevekkül ederek her şeyden önce muhârebe meydanına varmalı ve ordumuzu harp meydanının en münâsip yerine yerleştirmeli. Evvelâ düşmanın üzerimize gelmesini beklemeli. Zırhlara bürünmüş düşmana önce biz hamle edersek çok zâyiât veririz ve onların saflarını bozamayız. Saftan ayrılanlarla harb etmek kolay olur. Onlar yerlerinden ayrılıp dağılarak üzerimize hücum, ettiklerinde, aralarına girmeli, toplanmalarına fırsat vermemeli. Kulunuzun âcizane fikri budur Sultân’ım” diye cevap verdi. Bu fikri, orada bulunan Yahşî Bey, Tîmûrtaş Paşa, vezîriâzam Ali Paşa, şehzâde Yıldırım Bâyezîd ve diğer paşalar pek beğendiler. Sultan Murâd-ı Hüdâvendigâr da bu plânı yerinde buldu ve Sırp despotu Lazar’ın merkezi Priştine’ye doğru yürüdü. Düşman toprakları üzerinde yapılan bu yürüyüş günlerce sürdüğü hâlde, en küçük bir yağma ve tahribata yer verilmediğini Sırp kaynakları haber vermektedir. Gerçekten bu hareket İslâm’ı hıristiyanlara çok iyi tanıttı. İslâmiyet hakkında bilgileri olmayan halk, Türklerin korkusundan yardıma çağırdıkları kendi dindaşlarından çok çektiklerinden ve zulüm gördüklerinden bu davranışlar karşısında hayrete düştü. İdarecilerinin zulüm ve baskısından bıktıkları için bundan sonraki senelerde Türk İdaresini sevip arzu ve istekle beklediler. Kosova sahrasına gelindiğinde düşmanla karşılaşılınca sultan Murâd derhâl harbe girişilmesini söyledi ise de Evrenos Bey havanın sıcak ve askerin yorgunluğu sebebi ile harbin ertesi güne bırakılmasını arzu ettiğinden öyle yapıldı. Osmanlıların Balkanlardaki durumunu tâyin edecek olan bu muhârebede başkumandan olan sultan Murâd Han, âdet üzere ordu merkezinde bulunuyordu. Ordunun sağ kotuna Kütahya ve Hamid sancakbeyi şehzâde Bâyezîd kumandasında, Rumeli beylerbeyi Kara Tîmûrtaş Paşa ile Evrenos Bey ve diğer tecrübeli beyler, sol kola Karesi sancak beyi Yâkub Bey kumandasında olarak Anadolu beylerbeyi Saruca Paşa ile Kastamonu, Germiyan, Hamid, Teke, Menteşe ve Aydın kuvvetleri konuldu. Merkez kuvvetlerinin önünde yeniçeriler ve onların önünde toplar vardı. Bu arada Evrenos Bey’in tavsiyesiyle ordunun sağ ve sol kanadlarının önüne biner okçu kondu. Sağ cenah okçu kumandanı Hamidoğlu Malkoç Bey ve sol kol okçu kumandanı da Hamidoğlu’nun oğlu Mustafa Bey idi. Veziriazam Ali Paşa pâdişâhın yanında bulunuyordu. Haçlı ordusunun merkezinde bulunan Sırp despotu Lazar, birliklere komuta ediyordu. Sağ kolda Lazar’ın yeğeni ve dâmâdı Brankoviç, sol kolda ise Bosna kralı Tvartko’nun kuvvetleri vardı. Düşman kuvvetleri Sırp, Bosna, Macar, Ulah, Arnavud, Leh ve Çeklerden meydana gelip, mevcudu Osmanlı kuvvetlerinden fazlaydı. Bâzı rivayetlere göre bu ordu, 100, kimisine göre de 150 bin civarında idi. Sultan, düşman kumandanına bir elçi hey’eti gönderdi. Hey’et, elçilik bayrağı ile ilerleyip kâfir komutanlarıyla görüştü. Onları İslâmiyet’e davet eyledi. Red cevâbı alınca, boş yere kan dökülmemesini, Osmanlı sultânının emrine girip cizye, harac vererek canlarını kurtarmalarını, yoksa bu işi kılıçların hâlledeceğini bildirdi. Fakat, Osmanlı sultânının bu merhametli dileğini red eden haçlı kumandanları, bu hareketle Osmanlının korktuğunu zannetti. Elçi hey’eti de geri döndü. 9 Ağustos günü ordusunu yeniden gözden geçiren sultan Murâd; “Yiğitlerim! Gâzilerim! Beğlerim! Bugün, gayret günüdür. Erlik zamanı, mertlik demidir. Bunca zaman Osmanlı hânedânı sizinle iftihar etmiştir. Şimdi dahî sizden, cihânı tutan şân ve şöhretinizi gösterecek merdâne hareketler bekler. Erlerim! Alperenlerim! Beğlerim! Gâzilerim! Benim ile beraber hep birlikte tekbîr getirip küffâra saldırınız! Cenâb-ı Hak muininiz olsun!...” diyerek onları savaşa teşvik etti. Muhârebe 9 Ağustos 1389 günü haçlıların top atışıyla başladı. Bu esnada Osmanlı ordusunun sol kolu sarsılır gibi oldu. Fakat şehzâde Bâyezîd’in bu kola yardımı ve düşman saflarını yarması, tehlikeyi uzaklaştırdı. Türk ordusunun kahramanlığı ve harp plânının mükemmelliği ve muvaffakiyetle tatbiki netîcesinde, güçlü haçlı ordusu, sekiz saat içerisinde bozuldu. Sağ kalan haçlı kuvvetleri geri çekilip, çâreyi kaçmakta buldular. Muhârebenin kazanılmasında ve düşmanın imha ve tâkib edilmesinde, şehzâde Bâyezîd’in büyük rolü oldu. Haçlı kumandanı Lazar, oğlu ve yüksek rütbeli kumandanlar ile maiyyetleri esir edildiler. Murâd Han, zaferden sonra cenâb-ı Hakk’a şükrederek muhârebe meydanında dolaşırken, Miloş Obiliş adında yaralı bir Sırp asilzadesi tarafından hançerlenerek şehîd edildi. Sultan Murâd-ı Hüdâvendigâr’ın şehâdetinden önceki vasiyyeti üzerine şehzâde Bâyezîd Osmanlı sultânı oldu. Sultan Murâd Han’ın şehîd edilmesi üzerine Despot Lazar ve oğlu orada öldürüldüler. Kosova zaferi netîcesinde; Osmanlı Devleti Balkanlara kesin olarak yerleşti ve Sırp krallığı yıkılarak, Sırbistan, Türk hâkimiyetine geçti. Bölgeye, Türk ve İslâm nüfûsu iskân edilerek bu hâkimiyet pekiştirildi. İkinci Kosova Meydan Muhârebesi İkinci Kosova meydan muhârebesi, Osmanlı Devleti’nin siyâsî ve askerî târihinde çok önemli yeri olan birinci Kosova (1389), Niğbolu (1396), Varna (1444) ve daha bir çok muhârebeleri de İhtiva eden bir savaş zincirinin son halkasıdır. Osmanlıların Avrupa’daki ilerleyişini durdurmak için, hıristiyan devlet ve milletler her mağlûbiyetin ardından yeni ittifaklar kuruyorlardı. Bilhassa Büyük Macaristan İmparatorluğu’nu kurmayı gaye edinen Jan Hunyad her fırsatta Osmanlılara karşı haçlı seferi işini üzerine alıyordu. Nitekim Osmanlı sultânı ikinci Murâd Han (1421-1451) devrinde, 1444’deki Varna mağlûbiyetinin öcünü almak hissiyle, Macar kral naibi Jan Hunyad; Almanya, Polonya, Romanya ve diğer ülkelerden doksan bin kişilik bir ordu topladı. İlk olarak, kendisiyle birlikte hareket etmeyen Sırbistan’ı işgal etti. Bu arada Arnavutluk beyi İskender de kendisine yardımcı kuvvet göndereceğini vâdetti. Haçlı kuvvetleri, Osmanlıları Avrupa’dan atmak tasavvuru ile hareket ederken, Arnavutluk’un başkenti Kroya’da uygulanan Türk kuşatması ikinci ayını doldurmuştu. Şehrin su yolları kesilmek suretiyle kalenin teslîmi sağlanmış, sonra da Arnavutluk bölgelerinin fethi için harekâta başlanmıştı. Bu sırada Jan Hunyad’ın yoğun savaş hazırlıklarını öğrenen İkinci Murâd Han, Arnavutluk seferini yarıda bırakarak ordusu ile Edirne doğrultusunda harekete geçti. Yürüyüş sırasında, Haçlı ordusunun Tuna’ya geldiği, Vidin komutanı tarafından haber verilince, ikinci Murâd, ordusunun yürüyüş hedefini Sofya olarak değiştirdi ve Sırbistan’a istihbarat için casuslar gönderdi. Jan Hunyad ise, Sırbistan’dan çıkarak Osmanlı topraklarına girdikten sonra 1448 Ekim ayı ortalarında Kosova’ya geldi. Onu müteakip seksen-yüz bin kişilik bir kuvvetle de sultan Murâd yetişti. İki ordunun mevcudu eşit durumda olmasına rağmen, Osmanlılar top gibi devrin en üstün ateşli silâhlarına sahipti. Müttefik ordusu ağır zırhlı olup, çeşitli milletlerden meydana geliyordu. Türkler ise, muhârebe eğitim ve tecrübesi ile üstün taktik kabiliyet vasıfları yanında, sarsılmaz bir îmân birliği içindeydiler. Sultan Murâd Han, Türk-islâm an’anesi gereğince, muhârebeden önce, sulh teklif etti. Sulh, Haçlı taassubu ile red edilince, düşman ordusu hakkında bütün bilgiler değerlendirilerek, harp nizâmı alındı. Osmanlı ordusunun merkezinde ikinci Murâd Han, sağ kolda Rumeli beylerbeyi Turahan Bey, sol kolda, Dayı Karaca Paşa bulunuyordu. Merkez kuvvetlerinin önünde toplar mevzîlendirilmişti. Öncü kuvvetler, akıncı beylerinden Mihaloğlu Hızır Bey ve Îsâ Bey, ihtiyat da Saruca Paşa’nın kardeşi Sinân Bey kumandasında toplanmıştı. Hunyadi Yanuş’un kumandasındaki müttefik ordusunun sağında Macarlar, Sicilyalılar, sol kolda ise, Almanya, Polonya, Romanya kuvvetleri vardı. Bu savaşta Haçlı ordusunda da önemli ölçüde top bulunup merkez kuvvetlerinin önüne konulmuştu. 17 Ekim 1448 târihinde Hunyadi Yanuş, muhârebeyi zaferden emin bir şekilde taarruzla başlattı. İlk gün iki ordu da bulundukları mahalden ayrılmayıp, top, tüfek ve oklarla birbirlerine üstünlük sağlamaya çalıştılar. Asıl muhârebe ikinci gün öğleye doğru başladı. Varna meydan muhârebesinde olduğu gibi, düşmandan önce taarruza geçen Türk birlikleri şiddetle saldırdılar. Ancak haçlıların zırhlı elbiselerinin, Türk kılıç ve oklarının etkisini azaltması ve özellikle Macar kuvvetlerinin şiddetle direnmeleri neticesinde, akşama kadar devam eden savaşta Türk birlikleri kesin netîceye ulaşamadı. Bu arada Türkleri gece baskını ile rahatça yeneceğini sanan Jan Hunyad, şiddetli bir taarruza karar verdi. Fakat sultan Murâd Han, zamanında tedbirlerini aldığı için bu saldırı neticesiz kaldı. Muhârebenin üçüncü günü olan 19 Ekim sabahı haçlı kuvvetleri her iki kanattan taarruza başladılar. Jan Hunyad, ordusunun ağırlık merkezini sağ kanada kaydırmıştı. Dolayısıyla muhârebenin en şiddetli cereyan ettiği yer, düşmanın sağ kanadı ile Türk sol kanadının bulunduğu kesimdi. Muhârebenin iyice kızıştığı sırada sultan Murâd Han, sahte ric’at taktiğini tatbik ederek, geri çekildi. Sağ ve sol kollar açılarak, müttefiklere Osmanlı merkez kuvvetleri hedef tâyin ettirildi. Türklerin kaçtığını zanneden haçlı ordusu, zafer kazandık hissiyle merkez istikâmetine ilerledi. Merkez safha safha geri alınırken, düşmanın iyice dağıldığı tespit edilerek karşı taarruza geçildi. Merkeze giren düşman kuvvetleri, yandan ve geriden sarılarak iyice çevrildi. Durumu anlayan haçlılar, ümitsizce karşılık vermeye çalıştılar. İşte o zaman savaş en şiddetli ve korkunç hâlini aldı. Mehterânın heybetli ve gür sesi, boru uğultuları, at kişnemeleri, naralar, silâh şakırtıları, mücâhid gâzilerin “Allah! Allah!..” nidaları, feryatlar, duâlar, koca ovayı elli dokuz yıl önce olduğu gibi bir daha inletti. Gürsesli komutanlar; “Koman Gâziler!.. Vurun koç yiğitler!.. Bugün can verip şan alacak gündür! Analar ne yiğitler büyütürmüş gösterin! Zafer bizimdir!..” diyerek askerlerini coşturuyordu. Osmanlı bayrakları dalgalanıyor yiğitler kükremiş arslanlar gibi ileri atılıyordu. Cihân pâdişâhı sultan Murâd Han da vaktin geldiğini görüp, şehâdeti dört gözle bekleyen yeniçerilere; “Koman yiğitlerim! Haydi arslan yürekli gâzilerim!.. Göreyim sizi!..” diyerek şiddetli bir taarruz başlattı. Artık düşman tamâmiyle kıskaca alınmıştı. Kıran kırana olan bu müthiş mücâdele bir müddet devam etti. Haçlılarda çarpışacak hâl kalmamıştı. Sür’atle imha ediliyor, kaçacak yer arıyorlardı. Etrafları çepeçevre kuşatılmıştı. On yedi bin haçlı öldürüldü. Ancak kralları Jan Hunyad, gecenin karanlığından istifâde ederek emrindeki bir kaç askeriyle kaçmayı başardı. Sultan Murâd Han, zaferin sonunda cenâb-ı Hakk’a hamd edip şükür secdesine vardı. Bu cenkte şehâdet mertebesine kavuşan 4.000 şehidin cenaze namazlarını kıldırıp defnettirerek aziz ruhlarına Fatihalar hediye etti. İkinci Kosova meydan muhârebesi neticesinde, Türklerin Balkanlardan atılamayacağı kesinleşti. Avrupalılar taarruzu bırakıp müdâfaaya geçtiler. Balkanlarda başlatılan, menfaat mücâdelesi, hoşgörü ve adalet prensiplerini tatbik etme siyâsetince Osmanlılar lehine neticelendi. 1) Tâc-üt-Tevârih (Hoca Sa’deddîn); cild-1. sh. 174, cild-2, sh. 237 2) Neşrî Târihi; cild-1, sh. 260, 293 3) Tevârîh-i Âl-i Osman (Âşıkpaşa-zade); sh. 203 4) Hayrullah Efendi; cild-4, sh. 54, cild-2, sh. 203 5) Osmanlı Târihi, (Uzunçarşılı); cild-1, sh. 252, 446 6) Osmanlı Devleti Târihi (Hammer); cild-2, sh. 184, 505 7) Varna ve II. Kosova Muhârebeleri ve İkinci Murâd; sh. 71 v.d. 8) Büyük Türkiye Târihi; cild-2, sh. 296, 424 9) Münşeât-üs-Selâtin, (Kosova Fetihnâmesi); cild-1, sh. 112 10) Kosova Zaferi Ankara Hezîmeti (Fatma Aliyye Hanım) 11) Rehber Ansiklopedisi; cild-10, sh. 253 KÖLE Abd, hür olmayan insan, İslâm hukukunda; harbte esir alınıp, İslâm memleketine getirilen kimse. Kadın olursa câriye denir. Köle (abd) kelimesi yerine kullanılan başka kelimeler de vardır: Düşman memleketinde alınan esire rakîk, İslâm ülkesine getirilip gâzilere taksim edilene, memlûk denir. Abd, bir kimsenin başkasının irâdesi altında olduğunu da ifâde eder. Efendisinden bir korkusu, sıkıntısı ve şikâyeti olmadan, sırf kendi isteğine uyarak itaatten ayrılan köleye, âbık denir. Âzâd edilen (serbest bırakılan) köleye ise, mevlâ denir. Esasen mevlâ, efendi mânâsında olup, köle veya câriyenin sahibine denir. Ancak, âzâddan sonra da âzâd edilen köle ile efendisi arasında velâ (yakınlık) ve yardımlaşma devam ettiğinden hem efendiye, hem de âzâd ettiği kölesine mevlâ denmiştir. Hattâ âzâd edilen kölenin işlediği cinayetin diyetini mevlâsı (efendisi) verir. Yine âzâd edilen köle vefât edip, mîrâscısı yoksa mevlâsı (efendisi) ona mirasçı olur. Mevlâ kelimesinin çoğulu, Emevîler devrinde, arab olmayanlar için kullanılmış ve bunlara mevâlî denilmiştir. Köleliğin târihi çok eskilere dayanır. Bâzı milletler harb esirlerini işkencelerle öldürür, hiçbirini yaşatmazlardı. İsrâiloğullarında da durum böyleydi. Eski Mısırlılar köleyi, serveti arttırmaya yarayan bir âlet, çokluğu ile iftihar edilen bir meta olarak görüyor, diledikleri zaman öldürebiliyorlardı. Hindlilerde köle, sekiz hattâ on beş yolla, elde edilebiliyordu. Bunlardan birisi de borcunu ödemeyen kimsenin, alacaklı tarafından köle yapılabilmesiydi. İran’da ise, halk, dihkân denilen toprak sahiplerinin elinde köle muamelesi görüyordu. Borçlarını ve şahsî vergisini ödeyemeyen pek çok köle vardı. Filozoflar da dâhil, Yunanlılar da kölelerine çok zulmediyorlardı. Köleler onların nazarında eşyadan farksızdı. Aristo köleyi; “Ruhlu bir âlet, canlı bir meta” diye tarif etmişti. Köle bir suç işlerse, alnından kızgın bir şişle dağlanırdı. Yunanlılar, harbten başka sahil memleketlere baskınlar yaparak, köle elde ederlerdi. Bu sebeble, Yunan sömürgeleri birer esir pazarı kaynağı olmuştu. Romalılarda da köle vardı. Vücûdlarına ağır demir parçalarını bağlayarak tarla sürmek, ayaklarından asmak, öldürünceye kadar işkence etmek, Romalıların kölelere tatbik ettikleri cezalardandı. Hattâ bunlar, başkalarının karısını ve kızını çalarak satarlardı. Îsâ aleyhisselâmdan sonra bozulan hıristiyanlıkta, erkek ve kadın kölelerin, efendilerine mutlak itaati emredilmişti. Fakat kölelerin hukukuna riâyet edilmesine dâir, hükümler konulmamıştı. İslâmiyet’ten önce, Türklerde kölelik yoktu. Zâten konar göçer bir millet olmaları, buna müsâid değildi. İnsan hakları gözetilirdi. Göktürk metinlerinde kul ve câriye tâbirlerine yer verilmekle birlikte, kendilerinin, birliklerinin bozulmasından istifâde eden Çinliler tarafından köle ve câriye olarak kullandıkları zikredilmiştir. Daha sonraları kölelik, Tabgaçlar ile iç-Asya Uygurlarında görülmüştür. Eski asırlarda ise, Doğu Avrupa Türkleri arasında böyle bir duruma rastlanmaz. Yalnız Kıpçak bozkırlarında bâzı Türk çocuklarını satın alarak köle ticâreti yapan milletlerin varlığı da bir gerçektir. Kısaca eski Türk hayâtında kölelik söz konusu değildi. Ortaçağda, İslâmiyet’in doğduğu sırada, Arab yarımadasında da kölelik en katı şekli ile devam ediyordu. O zamanki kabîleler, baskınlardan ibaret olan muhârebelerde, ele geçirdikleri erkekleri köle, kadınları câriye yapıyor, en ağır işlerde çalıştırıyorlardı. Kölelik, cemiyete mâlolmuş, adetâ cemiyet hayâtının ayrılmaz bir parçası hâline gelmişti. Bu devirde, her millet karşısındakinin kuvvetini azaltıp, kendisini güçlü hâle getirmek gayreti içerisinde idi. Müslümanlar da düşmana silâhı ile mukabele etmek durumunda idi. Yoksa kendi varlığını tehlikeye atmış olurdu. Bunun içindir ki, İslâmiyet, düşmandan esir almaya izin verdi ve köleliği eşine rastlanmayan bir şekilde ıslâh etti. Sâdece, İslâmiyet’i ortadan kaldırmak isteyenler ve müslümanlara hayât hakkı tanımayanlarla yapılan muhârebeden sonra, ele geçirilen gayr-i müslim esirleri, köle yapmaya izin verdi. Harbde esir alınmayan bir insanı satmaya ve satın almaya müsâade etmedi. Harb dışındaki köle edinme yollarının hepsini yasakladı. Harbden önce düşmana müslüman olması teklif edilirdi. Kabul etmezlerse cizye vermeleri istenirdi. Kabul ettikleri takdirde, hür ve dinlerinde serbest olurlardı. Bunlara zîmmî (gayr-i müslim vatandaş) denirdi. Cizye vermeyi kabul etmezlerse, harb edilirdi. Harbin neticesinde ele geçirilen esirler hakkında devlet başkanı, şu üç husustan birini yapmakta serbestti: İslâmiyet’e ve müslümanlara zararlarını tamamen ortadan kaldırmak için ya öldürülürler, (kadınlar ve çocuklar öldürülmez, Müslümanlara köle olarak taksim edilirdi) veya kötülüklerine mâni olmak ve müslümanların faydalanmaları için köle yapılırlar, yahut şahıs başına cizye ve topraklarından harac alınıp, hür ve serbest bırakılırlar, zimmî olurlardı. Esir edildikten sonra müslüman olurlarsa, katledilmezler, fakat, köle olarak kalırlardı. Esir edilmeden önce müslüman olurlarsa köle yapılamazlardı. Çünkü müslüman olmaları, köle yapılmalarına mâni idi. Kâfir esirler ancak ihtiyaç varsa, mal veya müslüman esirler karşılığında bırakılabilirlerdi. Yoksa fidye ile bırakılmaları caiz değildi. Kölelerin beşte biri Beyt-ülmâle ayrıldıktan sonra, geri kalanı gâziler arasında taksim edilirdi. Taksimden sonra gâzilerin mülkü olurlardı. Harbte ele geçirilen kadınlar, İslâm ülkesine getirilmedikçe câriye olmazdı. Efendisinden çocuğu olan câriyeye ümm-i veled denirdi. Câriye (ümm-i veled de olsa) ve köle, efendilerinin izni ile evlenebilirdi. Ümm-i veled satılamazdı. Efendi ölünce, câriye ve köle mîras kalırdı; ümm-i veled ve efendisinden olan çocuğu hür olur, zevcinden olan çocuğu hür olmazdı (Bkz. Câriye). Câriyelerin kıyafetleri, hür kadınlarınkinden farklı idi. Hür müslüman kadınlar, yüzlerinden ve ellerinden başka her yerini tamamen örterlerdi. Câriyelerin ise, başlarını, saç, boyun, kol ve bacaklarını, diz kapaklarından altını örtmeleri lâzım değildi. Eskiden yalnız câriyeler başları açık gezerlerdi. Efendi, kölesini ve câriyesini evlendirmeye mecbur değildi. Fakat gayr-i meşru münâsebetlerde bulunacağından korkulursa, evlendirmeğe veya satmağa mecburdu. Efendi, kölesinin nafakasını te’min etmekle de mükellefdi. Yoksa, köle çalışarak nafakasını kazanırdı. İslâmiyet, harbte alınan esirlerin köle, hizmetçi yapılmasını mubah kılmakla beraber, onların durumlarını tanzim etti. Hürriyetlerine kavuşma imkânı verdi. Yemede, içmede, eğitim ve öğretimde köle ile efendiyi eşit tuttuğu gibi, emirlik (başkanlık) hâriç medenî hakların büyük bir kısmında onları aynı seviyede tuttu. Onlara iyilikle muamele edilmesini emretti. Kötülük yapılmasını, şahıslarına karşı işlenen tecâvüzleri, haksız yere dövülmelerini ve cezalandırılmalarını yasakladı. Allahü teâlâ, Kurân-ı kerîmde Nisa sûresinin otuz altıncı âyet-i kerîmesinde meâlen şöyle buyurdu: “Allah’a ibâdet edin. O’na hiç bir şeyi ortak koşmayın. Ananıza, babanıza (güzel söz ve fiil ile), akrabanıza (sıla-i rahîmle), yetimlere (gönüllerini almakla), fakirlere (sadaka vermekle), akrabanız olan komşularınıza (şefkat ve merhametle), uzak komşunuza (onlar için hayır istemek ve zararı gidermekle), dost ve arkadaşlarınıza (haklarına riâyet etmek ve sevgi ile), yolcuya (ikrâm etmek ve doyurmakla), ellerinizdeki kölelere (ve câriyelere yumuşak muamele etmek suretiyle) iyilik ediniz. Muhakkak ki, Allahü teâlâ (bunlara böyle iyilik etmeyip), kibirlenerek insanlara (karşı) haksız yere övünenleri sevmez.” Peygamber efendimiz de buyurdular ki; “Kölelere karşı iyi davranmak bereket, kötülük yapmak, ise şeamettir (hayır ve bereket getirmez)” ve “Emri altında bulunanlara kötü davranan Cennet’e girmez.” Veda hutbesinde beş vakit namazı tavsiye ve emrederken, hemen ardından kölelere ve emri altında olanlara yiyecek, giyecek ve diğer ihtiyaçlarında, ihsân, iyilik üzere olunmasını emretmiştir. Son vasiyetlerinden birinde şunları buyurdu; “Eliniz altında bulunan kimseler hakkında, Allahü teâlâdan korkunuz! Onlara; yediklerinizden yedirip, giydiklerinizden giydirin! Dayanamayacakları işleri yaptırmayın! Beğeniyorsanız yanınızda tutun, beğenmiyorsanız satın! Allahü teâlânın kullarına, yarattıklarına azâb, cefâ etmeyin! Çünkü Allahü teâlâ onları sizin emrinize verdi. İsteseydi, sizi onların emrine verirdi. “‘ “Şu iki güçsüz; yâni köle ve kadın hakkında Allah’dan korkunuz!” “Kim kölesinin yüzüne bir tokat atsa, veyahut onu döğse, onun keffâreti köleyi âzâd etmesidir.” “Sizden biriniz câriyesinin tâlim ve terbiyesine, hayâtına ve sıhhatine kıymet verir, sonra âzâd edip (serbest bırakıp) nikâh ederse iki sevâb kazanır. (Bu, âzâd ile nikâh sevabıdır.)” Yine Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, kölelerin gönüllerini hoş ederek; “Köle, Rabbine güzel ibâdet eder, üzerinde hakkı bulunan efendisine iyi hizmet eder ve itaat ederse iki sevâb kazanır” buyurmuştur. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz köle ve câriyelerle efendilerinin birbirlerine nasıl hitâb edeceklerini de şöyle beyân buyurdular: “Sizden hiç biriniz sakın memlûküne, kölem, câriyem diye seslenmesin. Yiğidim, oğlum, kızım deyiniz. Onlar da size, efendim, velînîmetim desin.” Köleler, müslümanlardan gördükleri şefkat, merhamet ve güzel muamele karşısında, onların yanında kalmayı, kendi ailelerinin yanına gitmeye tercih ettiler. Zeyd bin Harise, Peygamber efendimizin kölesi idi. Amcası ile babası, oğullarının köle olduğunu duymuş, Peygamberimize kadar gelerek; para, pul ne isterse ödeyeceklerini, onu kendilerine vermesini rica etmişlerdi. Sevgili Peygamberimiz hiç ücret istememiş, sâdece hazret-i Zeyd bin Hârise’ye, serbest olduğunu, isterse babası ve amcası ile gidebileceğini bildirmiştir. Fakat, Zeyd bin Harise, babası ve amcasının bütün ısrarlarına rağmen, Peygamber efendimizden ayrılmayacağını bildirdi. Peygamber efendimiz onu âzâd etti ve Arabların ileri gelenlerinden ve halasının kızı olan Zeyneb ile evlendirdi. Hattâ onu ve önceki hanımından olan oğlu Üsâme’yi ordu komutanı yaptı. Resûlullah’ın hazret-i Zeyd’i bâzı seferlerinde kâim-i makam olarak yerine bıraktığını Zührî (r. aleyh) rivayet etmiştir. Eshâb-ı kiram da, Allahü teâlânın ve Resûlullah’ın sallallahü aleyhi ve sellem bu husustaki emir ve tavsiyelerine cân u gönülden sarıldılar. Bedr muhârebesinden sonra Resûlullah efendimiz esirleri Eshâb-ı kiram (r. anhüm) arasında taksim edip; “Bunlara iyi muamele edin” buyurmuştu. Bedr’de müşriklerin sancakdârı ve bilâhare müslüman olan Ebû Aziz bin Umeyr der ki: “Ben Ensârdan bir cemâatin arasında bulunuyordum. Beni, Bedr’den getirdiler. Resûlullah efendimiz bize iyi davranmalarını tavsiye ettiği için, sabah-akşam yemeklerinde ekmeği ve katığı bana verirler, kendileri yalnız hurma yerlerdi.” Hazret-i Ömer Şam’ı fethettiğinde, oraya, girerken bir kölesi, bir de devesi vardı. Kölesi ile nöbetleşe deveye binerdi. Bâzan kendisi yürür, devenin yularını çekerdi. Şam’a yaklaştıklarında binme sırası kölede idi. Yol üzerinde bir nehre rastladılar. Hazret-i Ömer, ayakkabılarını koltuğunun altına alıp, deveyi çekerek, o suyu geçti. Şam vâlisi olan Ebû Ubeyde bin Cerrah, onu karşılamak için nehrin kenarına gelmişti. Ebû Ubeyde onu bu hâlde görüp; “Ey mü’minlerin emîri! Şam’ın ileri gelenleri sizi karşılamaya geliyorlar. Sizi böyle görürlerse beğenmez ve başka mânâ verirler” deyince, Ömer (r. anh); “Biz zelil bir kavim idik. Allahü teâlâ, bizi İslâmiyet ile azîz eylemiş, şereflendirmiştir. Biz, O’nun rızâsını ararız, insanların sözü bizi bağlamaz. Ne derlerse desinler” buyurdu. Bir gün hazret-i Osman kölesinin kulağını biraz şiddetle çekmişti. Sonra pişman oldu. Kölesine; “Ben senin kulağını nasıl çekmişsem sen de benim kulağımı öyle çek!” buyurdu. Kölenin edebinden yapmak istemediğini görünce, ısrar etti. Aynısını yaptırıp, onunla helâllaştı. Hazret-i Ali de; “Benim Rabbim Allah’dır diyen bir insanı köle edinmekten haya ederim” buyurmuştur. Yine o, farklı fiyatlarda iki kat elbise alması için kölesine bir kaç dirhem Vermişti. Elbiseleri getirince, pahalı ve iyi kumaşı köleye verip; “İyisi senin olsun. Çünkü sen gençsin. Ben artık ihtiyarladım” buyurdu. Ayrıca İslâmiyet karşılıksız, Allah rızâsı için köle âzâd etmeyi de teşvik etmiştir. Nitekim Beled sûresinde sekizden on yedinci âyet-i kerîmeye kadar meâlen şöyle buyrulmaktadır: “O (insan) kendisini hiç birinin (Allahü teâlânın) görmediğini (yaptığı kötülüklere karşılık cezalandırmayacağını) mı sanıyor. Biz ona (görecek) iki göz, (kalbine tercüman olacak) bir dil, (ağzını kapayabileceği, yiyip içmekte yardımcı olacak) iki dudak vermedik mi?Biz ona (hayır ve şer olmak üzere) iki de yol gösterdik. Fakat o, akabeyi (sarp yokuşu) aşamadı. (Malını, kıyamet günü Cehennem üzerindeki kılıçtan keskin olan sırat köprüsü akabelerini geçmeye yarayacak şeylere harcamayıp, Resûlullah sallallahü aleyhi ve selleme düşmanlık ve zarar vermek için sarfetti.) “Bu akabenin ne olduğunu (ve onun nasıl aşılıp geçileceğini) sana hangi şey bildirdi? (O akabeyi geçebilmek), köle âzâd etmek, yahut (şiddetli ihtiyaç ve) açlık gününde akraba, olan bir yetimi veya (şiddetli ihtiyâcı sebebiyle toprakda sürünen) fakiri doyurmaktır. (Bundan) sonra (o köle âzâd eden ve fakirleri doyuranın) mü’minlerden olup, birbirlerine (tâatlere, musîbetlere ve mâsiyete karşı) sabrı ve (insanlara) merhameti tavsiye edenlerden olması şarttır.” Resûlullah efendimiz de hadîs-i şerîfde; “Herhangi bir müslüman bir müslümanı âzâd ederse, Allahü teâlâ, onun her uzvu karşılığında o âzâd eden şahsın bir uzvunu ateşten kurtarır” buyurmuştur. Bunun içindir ki, müslümanlar İslâm’ı kabul edip, zühd ve takva hâlleri görülen köleleri ekseriyetle âzâd etmişlerdir. Yine İslâmiyet, köle âzâd etmeye zorlayıcı hükümler de bildirmiştir. Nitekim bâzı ibâdetlerin keffâretinde köle âzâd etmek, emr olunmuştur. Meselâ özürsüz orucunu bozanlar keffâret olarak köle âzâd eder. Köle âzâd edemeyen, ard arda altmış gün oruç tutar. Altmış gün sonra tutmadığı hergün için birer gün daha tutar. Yine yeminini bozanın keffâret olarak ya köle âzâd etmesi, yahut zekât alması caiz olan on fakire bütün bedenini örtecek kadar bir kat çamaşır vermesi veya aç olan on fakiri bir gün iki defa doyurması îcâbeder. Ayrıca, efendi, vefâtından sonra kölenin hür olmasını vasiyet edince, vefâttan sonra köle hür olabiliyordu. Satın alınan ve borcunu ödeyince âzâd olacak köle (mükâteb), kendilerine zekât verilecek kimselerden sayıldı. Devlet başkanı veya zekât me’mûru, hürriyetine kavuşması için efendisiyle mükâtebe yoluyla anlaşma yapmış olan köleye onu kölelikten kurtaracak kadar zekât malından verirdi. Bu şekilde pek çok köle âzâd edilmiştir. Düşmanın yanında bulunan kölelere âzâd edilecekleri vâd edilmek suretiyle, onların yardımlarında faydalanıldığı da çok olmuştur. Resûlullah efendimiz Tâif muhasarasında; “Kölelerden kim muhasara altında bulunan düşmanı bırakıp yanıma gelirse hürdür” buyurmuştu. Köleler cihâda teşvik maksadıyla da âzâd edilirdi. Emevîlerin Horasan vâlisi Cüneyd bin Abdurrahmân, Türk hâkânı Şâ’b ile yaptığı muhârebenin şiddetlendiği sırada; “Harbde kahramanlık gösteren köle hürdür” diye bağırmıştı. Bunun üzerine köleler, kahramanlıklar göstermiş, harb, Emevîler tarafından kazanılmıştı. Müslümanlar, fethettikleri yerlerdeki kölelere, müslüman olurlarsa, âzâd edeceklerini vâdediyorlardı. Böyle pek çok kimse müslüman olmuştu. Efendileri kölelere o kadar iyi muamele ederlerdi ki, kendilerini çocuklarından ayırmazlardı. Köleler de onları babaları gibi severlerdi. Bu bağlılık, âzâddan sonra da devam ederdi. Harb olduğunda eski efendilerinin emrinde toplanırlar, seve seve savaşa giderlerdi. Bunların hepsi kendilerini âzâd edenler hakkında fedây-ı cân edecek derecede vefâkar, hürmetkar ve fedakar idiler. Emevî devri kumandanlarından Muhammed Yezîd Mehlebî bir muhârebede bozguna uğrayınca, âzâdlı kölelerini toplayarak; “Ne dersiniz? Asker dağıldı. Her biri bir tarafa kaçtı. Allahü teâlânın takdiri yerini buluncaya kadar, kendim bizzat muhârebeye devam edeceğim. Yanımdan gitmek isteyen gidebilir. Elbette ölmenizi değil, hayatta kalmanızı isterim” dedi. Âzâdlılar da; “Biz esir idik, sen ise âzâd ettin. Yokluk içinde iken refaha ve bolluğa kavuşmamıza, itibârımızın artmasına vesîle oldun. Seni bırakıp gidersek sana karşı nankörlük etmiş oluruz. Senden sonra yaşasak ne olur” cevâbını verdiler. Mevâlîn (âzâdlıların) İslâm tarihindeki yeri büyüktür. Bunlar arasında tefsîr, hadîs, fıkıh gibi İslâmî ilimlerde mütehassıs âlimlerin yanında; meşhur kumandanlar ve devlet adamları da yetişmiştir. Bilhassa Hulefâ-i râşidîn (Dört büyük halîfe) devrinde yapılan fetihlerde bol ganimetler elde ediliyordu. Bu arada, elde edilen çocuklar arasında zekî olanlar seçilip, müslümanların elinde terbiye edilip yetiştiriliyordu. Hâlid bin Velîd (r. anh) Küfe’nin batısında ve Enbâr yakınlarındaki Aynuttemr kasabasını feth etmişti. Alınan ganimetler arasında kırk tane kabiliyetli çocuk vardı. Bunları hazret-i Ebû Bekr’e gönderdi. O da bu çocukları, muhârebede hizmetleri görülenlere dağıttı. Çocuklar, İslâm terbiyesi üzerine yetiştirilip âzâd edildiler. Daha sonra bunların neslinden büyük âlimler ve devlet adamları yetişti. Mağrib ve Endülüs fâtihi ve aynı zamanda Tabiînin büyüklerinden Mûsâ bin Nusayr, yine Tabiînin büyüklerinden ve rüya tâbiri ilminde mahir büyük âlim Muhammed bin Sîrîn, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemin mübarek hayatlarını (Sîret-i nebeviyye’yi) ilk yazan Muhammed bin İshâk onlardandır. İslâm târihinde esir çocuklar hep böyle yetiştirilmiş, kabiliyetli olanların çok büyük hizmetleri olmuştur. Erkek köleler askerlik yaparak devlet hizmeti de görmüşlerdir. Hattâ ilk defa Abbasîler devrinde köle ve âzâdlılardan askerî birlikler kurulmuştur. Abbasî halîfelerinden Mu’tasım, hilâfet mensuplarını korumaları için, Semerkand’da 3.000 Türk’den müteşekkil özel muhafız birliği kurmuştur. Daha sonra bunların soyundan gelenler, Abbasî ordusunda önemli bir güç teşkil etmişlerdir. Tûlûnoğulları, İhşidler, Sâmânoğulları, Eyyûbîler, Memlûklüler, Gazneliler, Selçuklular, Endülüs Emevîlerinde de köle askerler dâima orduda ehemmiyet arzetmişlerdir. Hattâ Eyyûbîler ve Memlûklüler gibi devletlerin kurucuları menşe îtibâriyle köle idi. Bilhassa hükümdarların korunmasında faydalanılan köleler, hükümdarların yakınında vazîfe almışlar, yükselebilmek için hür kimselerden daha fazla imkâna sâhib olmuşlardır. Devletin idarî kademelerinde önemli mevkilere gelmişlerdir. Bu şekilde, devletin askerî ve sivil üst kademelerinde köle ve âzâdlı idarecilerin bulunması, İslâm memleketlerine mahsûs bir tatbikattır, Osmanlılarda da yeniçerilerin çekirdeğini, harb esirlerinden seçilen beşde bir hisse (pençik) teşkil etmekte idi. Zamanla bunların asker ihtiyâcını karşılamaması üzerine devşirilen gayr-i müslim çocukları, acemi ocağında terbiye edildikten sonra, yeniçeri ocağına alınmışlardı. Ayrıca pençik ve devşirmelerden kabiliyetli olanlar, Enderûn’da terbiye edilerek saray hizmetine alınmışlardır. Bunlar arasında pek çoğu devletin en yüksek kademelerinde hizmet görmüşler, hattâ sadrâzam olanları bile görülmüştür. İslâm ülkelerinde erkek ve kadın oluşlarına göre hizmet sahaları farklı olan kölelerden kadınlar (câriyeler) umumiyetle ev işlerinde, erkek köleler ise dışarıda efendisi ile birlikte çalışmıştır. Kölelerin hizmet gördükleri yerlerden birisi de, hükümdar saraylarıdır. Erkekler, harem kısmı hâriç, sarayın diğer kısımlarının bütün hizmetlerinde çalışmışlardır. Câriyeler ise, yalnız sarayın harem kısmında istihdam edilmişlerdir. Câriyelerden, haremde pâdişâh hanımlığı derecesine kadar yükselenler de olmuştur (Bkz. Câriye, Harem). İslâm memleketlerinde kölelere yapılan İslâmî ve insanî muameleye yabancılar bile hayran kalmışlardır. Değişik târihlerde Osmanlı ülkesine gelen Avrupa’lı seyyahlar bu hususu bizzat görüp, eserlerinde îtirâf etmişlerdir. Kânûnî devrinde İstanbul’da harb esîri olarak kalan bir İspanyol seyyah şöyle demektedir: “Türkler İspanya’da olduğu gibi esirlerin alınlarını dağlıyarak, damgalamıyorlardı. Böyle yapmak, Türklerde büyük günah sayılıyordu. Türklerde dört sene kürek çekmek, İspanyol kadırgalarında bir yıl forsalık yapmakdan iyidir. İspanyol kadırgalarında forsalar bütün yıl kürek çektikleri hâlde, Türk gemilerinde yalnız yazın kürek çekerlerdi. İspanyol gemilerinde doyacak kadar peksimet verilmez. Türk gemilerindeki peksimet hem çok, hem daha kalitelidir. Türkler, inşâatta çalıştırdıkları esirlere ücret öderler. Bu ücretleri, biriktirerek, fidyesini ödeyen esir serbest bırakılırdı. Hâlbuki hıristiyan kadırgalardaki Türk esirler pek eziyet çekerlerdi. Türk kadırgalarındaki forsaların durumu ise gayet iyidir.” Kânûnî devrinde Türkiye’yi ziyaret eden meşhur seyyah Fransız Belon da, o zaman Osmanlılarda esirlerin durumunu şöyle anlatmaktadır: “Türkiye’de esirlere, Avrupa’daki hizmetkârlardan çok iyi bakılmaktadır. Esirler, efendileri tarafından sevilmekte eşit muamele görmekteydiler. Her esir, kâdıya müracaat edip, hakkını arayabilirdi. Kâdıları, efendisini şikâyette bulunan esirlere gayet iyi davranmaktadır. Köle ve câriyelerin bütün insanî hakları mahfuzdu. Onlara zulmedilmezdi. Avrupa’da bulunan kırbaç cezası bilinmediği gibi kânunların müeyyidesi ile yasaktı. Esir sahibi, yalnız çocuk döğer gibi, terbiye maksadiyle yaralamadan tehlikeli bir şeyle vurmadan döğebilirdi. Aksi hâlde kâdı derhâl müdâhale ederdi.” 1786’da İstanbul’a gelen Venezuellalı İspanyol general Mrandal da şöyle demektedir: “Bizde olduğu gibi, Türklerde zenci ırka karşı az da olsa bir nefret yoktur. Bindiğim geminin kaptanı, kölesi ile yemek yiyordu. Türkler, beyazlara yaptıkları muamelenin aynısını zenci kölelere de yapıyorlar, bu hususta ayırım yapmıyorlardı.” 1836’da Türkiye’ye gelen mareşal Von Moltke de şunları yazar: “Köle iyi korunur, fazla çalıştırılmaz, hastalanırsa, tedavisine ehemmiyet verilirdi. Tarlada çalıştırılmak ve benzeri ağır işler mevzuu bahis değildir. Avrupalı toprağa bağlı kölelere (serflere) göre çok daha rahat idiler. Osmanlılarda köleler, evin bir ferdi idi. Ev halkıyla beraber yer, içer, onlar gibi giyinirdi. Câriyeler de ev işlerinde efendisinin hanımına yardımcı olurdu. Hemen hepsi belirli bir müddet sonra âzâd edilirken, efendisi onu evlendirir, ev sahibi yapar ve mutlaka hayat boyu geçimini te’min ederdi.” Müsteşrik Van Denberg de şöyle demektedir: “İslâmiyet’te köleler için bir çok hüküm bildirilmiştir. Bunlar, Muhammed sallallahü aleyhi ve sellem ve O’na tâbi olanların kölelere karşı ne derece yüksek bir insanî his taşıdıklarını göstermektedir. Medeniyetin öncülüğünü iddia eden milletler, İslâm’ın köleler hakkındaki hükümlerini, daha, yakın târihlerde tatbik etmeye başladılar. İslâmiyet köleliği kaldırmadı fakat, kölenin durumunu en güzel şekilde ıslâh etti. Ona iyi muamele edilmesini emretti.” Köle ve câriyeler Osmanlı ülkesinde böyle müreffeh, mes’ûd bir hayat yaşarlarken, hattâ pâdişâhın hanım efendisi, pâdişâh annesi bile olabilirlerken, Avrupa’da esirler, serfler (toprak ile birlikte alınıp satılan köleler), hizmetkârlar, hattâ asîl aileden olmayanlar çok kötü şartlar altında yaşıyorlardı. Bunlara hakaret etmek, dayak atmak, asiller sınıfı için âdet ve normal bir hak idi. Asillerden başkasının yaşamasının bir ehemmiyeti yoktu. Elisabeth Bathory altı yüzelli genç kızı hizmetçi olarak kullanmış, sonra da hepsini işkencelerle öldürtmüştü. Bu cinayeti duyulunca Alman İmparatorluk adaleti onu yalnız dört yıl hapisle cezâlandırmıştı. On sekizinci asırda Osmanlı bahriye mektebinde (Mühendishâne-i bahr-i hümâyûn) senelerce muallimlik yapan Avrupalı Baron de Tott da; “îtirâf etmeliyiz ki kölelerine (ve câriyelerine) kötü davrananlar Avrupalılardır. Osmanlılar ve diğer doğulular (müslümanlar) köle ve câriye almak için para biriktirirler, biz ise, para biriktirmek için onları satın alırız” demek suretiyle Avrupalıların esirlerini toprakta çalıştırmak, bâzan da yüz kızartıcı işlerde çalıştırmak suretiyle para kazandıklarını îmâ eder. Osmanlılarda ise böyle bir durumla asla karşılaşılmaz. Avrupa devletleri onları geçim vâsıtası yapmış, bu günkü makina ve âletleri olmadığı için, bunların yerine kullanmış ve en ağır işlerde çalıştırmışlar, metro yolları yaptırıp, tüneller açtırmışlardır. On beşinci, yüzyıl sonunda Amerika keşfedilince, buranın pamuk, kahve, pirinç gibi tabii kaynaklarından faydalanmak için yerlileri çalıştırmak istediler. Fakat yerliler buna alışkın olmadıklarından çalıştıramadılar. Bunun üzerine Amerika’daki hıristiyan papazları, Afrika’dan zenci getirip çalıştırılması için Alman İmparatoru Şarlken’e teklifte bulundular (1519). Bu teklif kabul edilince, yüzyıllarca Afrika’dan Amerika’ya köle taşındı. Taşınma sırasında insanlık haysiyetlerine riâyet edilmedi. Bir kısım Avrupa devletleri de, Afrika’da koloniler kurmak suretiyle yerli halkı kendi topraklarında çalıştırıp metro tünelleri açtırdılar. Buraların tabiî kaynaklarını Avrupa’ya naklettiler. Diğer taraftan Okyanusya kıtasının (Avustralya ve çevresindeki adaların) keşfi, sömürgeci ve köle ticâretinin başını çeken İngiltere’nin çok işine yaradı. Gerek İngiltere gerekse diğer sömürgeci Avrupa devletleri, kölelerin sırtından kendi maddeci medeniyetlerinin, maddî imkânlarını te’min gayreti içerisinde idiler. Nihayet Avrupa’da Siyah kânunu adı ile köleler hakkında bir kânun çıkarıldı. Fransa’nın 1685 tarihli Siyah kânununa göre, hırsızlık yapan köle öldürülürdü. Efendisinin evinden kaçtığında, birinci ve ikinci defalarda kulakları kesilir, demirle dağlanırdı. İngiltere’nin Siyah kânununda ise, efendisinin evinden kaçan köle öldürüldüğü gibi, Fransa’ya ilim tahsîline gitmeleri da yasaktı. Bu târihlerden sonra, kölelerin vaziyetini düzeltmek için zaman zaman bâzı devletler toplandılar. Aslında Avrupalıların bu yöndeki faaliyetleri, daha çok, kötü muamelelere mâruz kalan kölelerin büyük içtimâi (sosyal) hâdiselere sebeb olmaları ve bunun Avrupalılara pahalıya mâlolması sebebiyledir. Çeşitli târihlerde bâzı devletler köleliği kaldırdı. Nihayet 1956 senesinde Birleşmiş milletlere bağlı bir komisyonun teşebbüsüyle toplanan konferansda, köleliğin, köle ticâretinin, köleliğe benzer tatbikatların kaldırılmasını şart koşan anlaşma kabul edildi. 1) Müsned-i Ahmed bin Hanbel; cild-4, sh. 345 2) Sünen-i İbni Mâce; Zühd; 42 3) En-Nihâye; “Abd” maddesi 4) Lisân-ül-Arab; “Abd” maddesi 5) Sahîh-i Buhârî; “Itk” bahsi. 6) Rehber Ansiklopedisi; cild-10, sh. 268 7) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 563, 784 8) Redd-ül-muhtâr; cild-3, sh. 2 9) Târih-ut-temeddün-il-islâmî; cild-5, sh. 39 10) Târih-ul’Irak-ıl-iktisâdî; sh. 64 11) İslâm Târihi Ansiklopedisi; cild-7, sh 73 KÖPRÜLÜLER On yedinci asrın ortalarında iktidara geçtikten sonra, Osmanlı Devleti’nin gerilemesini uzun müddet durdurmaya, hattâ yeni fütûhata muvaffak olan bir vezir ailesi. Bu aile, bir çok âzası ile on yedinci asrın sonuna kadar sadrâzam, serdâr, sadâret kaymakamı ve kapdân-ı derya gibi, belli başlı devlet vazifelerinde bulunmuş, sonraki asırlarda yine güzide devlet adamları yetiştirmiştir. On yedinci yüzyıl başlarından itibaren Osmanlı Devleti’nde idâri, mâlî, askerî bakımlardan çöküntü başlamıştı. Uzun yıllar süren savaşlar sonunda, önceki dönemlerde olduğu gibi başarılar kazanılamamış ve bunun sonucu olarak da mâlî sıkıntılar baş göstermişti. Anadolu’da çıkan celâli isyânları, önce Kuyucu Murâd Paşa ve sonra da dördüncü Murâd Han tarafından şiddetli darbelerle önlenmiş ise de, bu değerli pâdişâhın genç yaşta vefât etmesiyle celâiîler yine hareketlenmeye başlamışlardı. Bu arada sipâhî ve yeniçerilerin karışıklıklar çıkarmaları ve sık sık sadrâzam değiştirilmesi sebebiyle, kuvvetti bir otorite boşluğu meydana gelmişti. Sultan İbrâhim Han’ın başlattığı Girid seferinde, ilk zamanlarda zaferler kazanılıp kuvvetti kaleler fethedildiyse de, sonradan Venedik donanmasının Çanakkale boğazını ablukaya alması sebebiyle, Girid’deki askere yeterli asker ve mühimmat yardımı yapılamamış, yapılan bütün müdâhalelere rağmen bu abluka kaldırılamadığı gibi, Bozcaada, Semendirek ve Limni adaları Venedikliler tarafından işgal edilmişti. Göreve getirilen bütün vezirler bu işlerin üstesinden gelememişler ve dördüncü Mehmed Han’ın pâdişâhlığının ilk sekiz yılı büyük sıkıntılar ve isyânlarla geçmişti. Küçük yaşta tahta geçtiğinden, başlangıçta pek etkili olamayan dördüncü Mehmed Han, on beş yaşına geldiğinde karışıklıkların üstüne gitmeye başladı. İstanbul’da zorbalıklar yapıp, karışıklıklara sebep olan sipah ağalarını ve yandaşlarını yakalayıp, katlettirdi. Büyük ümitlerle göreve getirilen, fakat başarılı olamayan Boynueğri Mehmed Paşa’nın yerine dirayetli bir vezir aramaya başladı. Vâlide kethüdası Mimar Kâsım Ağa’nın tavsiyesiyle; güngörmüş, tecrübeli vezir Köprülü Mehmed Paşa saraya çağrıldı. Köprülü Mehmed Paşa, bu görüşmede devletin içinde bulunduğu güçlükleri îzâh ettikten sonra, bu güçlüklerin altından ancak, olağan üstü yetkilerle donatılmış olma hâlinde kalkılabileceğini, aksi takdirde başarılı olmanın mümkün olmadığını arzetti. Bunun üzerine dördüncü Mehmed Han, yaptığı işlere müdâhale edilmeyeceği, aleyhindeki şikâyetleri, kendi görüşünü almadan değerlendirmeyeceği, devlet me’mûriyetlerinde yapacağı tâyin ve azillere karışılmayacağı gibi büyük yetkilerle Köprülü Mehmed Paşa’ya sadrâzamlık mührünü verdi. Köprülü Mehmed Paşa Köprülüler ailesine adını veren paşa. Köprülü lakabını, zevcesinin memleketi ve kendisinin de yerleşme ve işden ayrı kaldığı zamanlarını geçirme yeri olup, o zaman Amasya sancağına bağlı bulunan ve bugün Vezirköprü adıyla anılan Köprü kasabasından aldı. Aslen Arnavud’dur. 1571 yılında Belgrad’ın Rudnik kasabasında doğmuş, devşirilerek İstanbul’a getirilip saraya alınmıştı. On yedinci yüzyıl başlarında girdiği sarayda önce 1613’de Matbah-ı âmirede, daha sonra Hazînede ve silâhdâr Hüsrev Paşa’nın yanında çalıştı. Çalışkanlığı ve dürüstlüğüyle tanındı. Hazîneden sipahilikle taşraya çıkarıldı. Bir müddet sonra tımar alarak Köprü’ye gitti. Sancak beyinin kızıyla evlendi. Sarayda yanında hizmet gördüğü Boşnak Hüsrev Paşa yeniçeri ağası olunca, o da yeniçerilere katıldı. Hüsrev Paşa’nın sadrâzam olmasıyla da hazinedarlığa getirildi. 1632 yılında Amasya sancakbeyi olan Köprülü, burada gösterdîği başarıdan dolayı İstanbul ihtisâb ağalığına getirildi. Sonra sırasıyla tophâne nâzırlığı, sipâhî birlikleri ağalığı yaptı. Bağdâd kuşatmasına Çorum sancakbeyi olarak katıldı. Kemankeş Mustafa Paşa’nın sadrâzamlığı sırasında önce saray kapı ağalığına, sonra da ıstabl-ı âmire ağalığına getirildi. Sadrâzam sultanzâde Mehmed Paşa zamanında siyâsette gösterdiği başarılar sebebiyle iki tuğlu vezir yapılarak Trabzon beylerbeyliğine gönderildi. 1647 yılında sultan İbrâhim’in hanımına has olarak verilen Şam’a, vergi tahsildarı oldu. Daha sonra Sivas’da celâli Vardar Ali’yi te’dîb ve uzaklaştırmakla görevlendirdiyse de yapılan çarpışmada tutsak düştü. Fakat İbşir Paşa tarafından kurtarılarak yine celâlîler üzerine gönderildi. Ertesi sene, Katırcıoğlu isyânını bastırmakla görevli iken, halka zulmettiğinden dolayı yakalanması için hakkında hatt-ı hümâyûn çıkan Boynueğri Mehmed Paşa üzerine gönderildi. Aldığı tedbirlerle bu işi de kısa sürede hâlletti. Bundan sonra İstanbul’a dönerek dördüncü Mehmed Han’ın saltanatının ilk yıllarında kubbe veziri oldu. Bir süre sonra sadrâzam Gürcü Mehmed Paşa tarafından azledilerek Köstendil’e sürüldü. Bilâhare bir müddet Köprü’de kaldı. Boynueğri Mehmed Paşa’nın sadâreti esnasında iç ve dış buhranın had safhaya ulaştığı sırada, reîsülküttâb Mehmed Efendi ve mimarbaşı Kâsım Ağa’nın teklifleriyle sadrâzamlığa getirildi. Köprülü Mehmed Paşa, yıllarca süren devlet hizmeti sırasında dürüst ve kabiliyetli bir yönetici olarak ün yaptı ve çok tecrübeler kazandı. Sadrâzamlık teklif edildiği zaman pâdişâhla görüştü; kendisinden önceki sadrâzamların ne kadar kabiliyetli olurlarsa olsunlar asker ve saray müdâhaleleri sebebiyle iş yapamaz duruma geldiklerini, geniş yetkiler verilmediği takdirde kendisinin de başarılı olamayacağını arzetti. Bunun üzerine dördüncü Mehmed Han, Paşa’ya o güne kadar görülmemiş yetkiler vererek, sadrâzamlık makamına getirdi ve çok duâlar etti (14 Eylül 1656). Paşa bu sırada seksen yaşındaydı. Köprülü Mehmed Paşa, sadrâzam olduktan sonra saray mensupları, ihtiyar paşanın bir iş yapacağını tahmin etmeyerek, kendisine ehemmiyet vermeden âdetleri üzere hükümet işlerine karışmaya devam etmek istediler. Bunun üzerine Mehmed Paşa, Pâdişâh’a te’sir edip işlerine engel olmak isteyen hasodabaşı Halîl Ağa’yı tekaüde ayırıp, yerine Safer Ağa’yı getirdi. Bozcaada’nın düşman eline geçmesine sebeb olan Abaza Ahmed Paşa’yı İstanbul’a getirterek derhâl îdâm ettirdi. Bunun üzerine sipahilerin ayaklanma çıkarmak istediklerini öğrenince, yeniçerileri kendi tarafına çekip, bütün sipahi elebaşlarını öldürttü. Kilit mevkilere; güvenilir, dürüstlüğüyle tanınan kişileri getirdi. Devletin içte ve dışla büyük buhranlar geçirdiği bir sırada, içerdeki bâzı gayr-i müslim unsurlar da büyük ümide düşmüşlerdi. Hattâ bu arada ortodoks kilisesinin mevcudiyetini Fâtih Sultan Mehmed’in himaye ve müsamahasına bağlı olduğunu unutan Rum patriği üçüncü Partenios’un, devletin bu karışık vaziyetinden istifâde ile Ortodoks kilisesine bağlı olan Eflâk ve Boğdan voyvodalarını isyâna teşvik ettiği, ele geçen mektubundan anlaşıldı. Ayrıca rumların yeniçeri kıyafetine girip isyân edeceklerine dâir haberler alan Köprülü Mehmed Paşa, derhâl patrikhâneyi bastırdı. Nitekim içeride bu iddiaları doğrulayıcı mâhiyette kırk-elli kat dolama, fes ve yeniçeri üsküfü elde edildi. Bundan sönra rum patriği Partenios’u huzuruna çağıran sadrâzam, devlete karşı giriştiği bu hareketlerin karşılığı olarak, verdiği bir emirle onu Parmakkapı’da îdâm ettirdi (24 Mart 1657). Fâtih Sultan Mehmed’in tâyin ettiği patrikten itibaren bu üçüncü Partenios’a kadar bütün rum patrikleri, milleti tarafından seçildikten sonra bizzat pâdişâhlar tarafından kabul olunurlarken, bundan sonra kendilerine karşı yapılan bu imtiyazlı muamele kaldırılarak, vezîriâzamlar tarafından kabul edilmeleri kânun olmuş ve bu tarz, tanzîmâta kadar devam etmiştir. Eski sadrâzamlardan Siyâvuş Paşa, Köprülü’nün kendisini Şam beylerbeyliğinden alma emrine karşı gelerek isyân çıkartınca, Köprülü kendisinin idamını istedi. Siyâvuş Paşa’nın saraydaki yakınları buna mâni olmak için müdâhale ettiklerinde, Köprülü derhâl istifa etmek için huzura çıktı. Fakat dördüncü Mehmed Han kendisine güvendiğini, hizmetlerine devam etmesini emrederek, Siyâvuş Paşa’nın idamı için hatt-ı hümâyûn verdi. Bundan sonra saraydaki ağaların hepsini görevden alan Köprülü Mehmed Paşa, yerlerine emîn devlet adamlarını yerleştirdi (23 Haziran 1657). İstanbul’da kudret ve iktidarını gösteren Köprülü Mehmed Paşa, Venedik’le olan uzun ve yıpratıcı savaşı sona erdirmeye, Çanakkale ablukasını kaldırmaya ve Girid’in fethini tamamlamaya karar vererek, sefer hazırlıklarına girişip yeni bir donanma hazırlattı. Fakat bütün bu çalışmalara rağmen kapdân-ı derya Topal Mehmed Paşa, Çanakkale boğazındaki ablukayı kaldıramayınca cezalandırıldı. Bir süre sonra Venedik amirali Moçeniko bizzat kendi amiral gemisi başta olduğu hâlde, Osmanlı baştardesini zaptetmek üzere Kumkalesi önünden geçerek taarruz etti. Venedik amiral gemisi tam Osmanlı baştardesini almak üzere iken Kumburnu’ndaki metrislerden Kara Mehmed adındaki bir topçu tarafından atılan bir gülle, Venedik amirali baştardesinin barut mahzenine isabet ederek baştardeyi havaya uçurdu. Bu muvaffakiyetli isabet, bozulmuş olan kuvve-i mâneviyenin düzelmesini sağladı ve Osmanlıların galebesini te’min etti. Akdeniz’de Kuzey Afrika kıyılarındaki Osmanlı gemilerinden meydana getirilen yeni bir filoyla, Bozcaada ve Limni de Venediklilerden alınınca, bundan sonra boğazın Venediklilerce ablukası imkânsız hâle geldi. Yıllardır devleti uğraştıran bu mes’elenin hallolması, Köprülü Mehmed Paşa’nın siyâsî kudretini arttırdı. Bundan sonra Köprülü ilk olarak Girid’in fethini düşünmekte idi. Ancak Erdel ve Anadolu’da isyânların çıkması bu hayırlı teşebbüse mâni oldu. Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu karışıklıklardan ve Venediklilerle meşgul olmasından dolayı isyân eden Erdel prensi Gyürgy Rakoczy, katoliklere karşı protestan direnişinin lideri olduğunu îlân ederek İsveç kralı yanında Eflak ve Boğdan prensleriyle de anlaşarak Macaristan ve Lehistan’ı fethetme hayâllerine kapıldı. Durumun vehâmetini sezen Köprülü Mehmed Paşa, dördüncü Mehmed Han’a durumu arzedip, bölgeye Kırım tatarlarının gönderilmesi gerektiğini bildirdi. Gönderilen hatt-ı hümâyûnla harekete geçen Kırım tatarları, büyük bir ordu ile gelerek Erdel’i itaat altına aldılar. Rokoczy, Varşova’dan çekilmek zorunda kaldı. 1657 yazı sonunda Vistül nehri yakınlarında yapılan savaşta da yenildi. Buna rağmen Rakoczy, Pâdişâh’a bağlılığını tekrarlamaktan kaçınınca, Köprülü Mehmed Paşa büyük bir orduyla üzerine yürüdü (23 Haziran 1658). Kırım tatarları da harekete geçerek akın hareketlerinde bulundular. Eylül 1658’de krallığın merkezi olan Erdel Belgrad’ı zaptedilince, Rakoczy, Habsburg topraklarına kaçtı. Erdel prensliğine Acos Barccai getirildi. Osmanlı birlikleri Yanova, Şebeş ve Lagos kalelerine yerleşerek Erdel’in tekrar ayaklanmasını önlediler. Rakoczy 1660’da ölünce taraftarları, onun generallerinden biri olan Kemeny Janos’un çevresinde toplandılar. Habsburg’luların desteğini de alan Janos, kral îlân edildi. Sonra Barccai’yi öldürüp, ülkenin büyük bir bölümünü ele geçiren Janos, Osmanlı kuvvetlerine yenilip Habsburg topraklarına kaçtı. Bir süre sonra Habsburglulardan sağladığı birliklerle tekrar döndüyse de yakalanıp öldürüldü. Erdel prensliğine Apafi Mihâil’i getiren Köprülü Mehmed Paşa, Anadolu’da çıkan iç isyânları bastırmak için acele ile İstanbul’a döndü. Nitekim Köprülü Mehmed Paşa’nın ve ordunun Avrupa’da olmasından istifâde eden Abaza Hasan Paşa, çıkardığı büyük bir isyân hareketiyle İstanbul üzerine yürümüştü. Bu tehlikeli durum üzerine Erdel isyânını bastıran Köprülü, hızla İstanbul’a gelerek orduyu Üsküdar’a geçirdi. Askerin kendisine bağlılığını sağlamlaştırmak için altı aylık maaşlarını peşin verdi. İsyanın elebaşılarına gizlice adamlar yollayarak aralarını açmaya çalıştı. Baskıyı hisseden Abaza Hasan Paşa, Eskişehir’e çekilirken, adamlarının çoğunu hem para almak, hem de sadrâzamı öldürmek için Osmanlı ordusuna katılmak üzere gönderdi. Köprülü Mehmed Paşa ise, sayısı 6.000’i bulan bu sahte askerleri tesbit edip hepsini öldürttü. Sonra harekete geçerek Abaza’nın üzerine yürüdü. Bu arada durmadan gerileyen Abaza Hasan Paşa, her geçen gün kuvvet kaybediyordu. Bu yüzden bir süre sonra barış çağrısında bulundu. Köprülü Mehmed Paşa ise bu barış çağrısına uymuş görünerek, tertiplediği bir ziyafette Abaza Hasan Paşa dâhil bütün isyâncı elebaşlarını ele geçirerek cezalarını verdi. Böylece bir darbe ile bütün isyâncıları zararsız hâle getiren Paşa, bundan sonra geniş bir araştırmaya girerek Anadolu’daki isyânlara karışmış, destek olmuş kişileri tespit edip cezalandırdı. Anadolu’da huzuru sağladıktan sonra İstanbul’a dönen Köprülü Mehmed Paşa, Fransızların Girid’de Venediklilere yardım ettiklerini öğrenince, İstanbul’daki Fransız uyrukluları hapsedip Fransa’yla münâsebetleri kesti. Sonra da çok yorulduğunu bildirip, oğlu Şam beylerbeyi Fâzıl Ahmed Paşa’yı yerine teklif ederek istifa etti. Bu teklif üzerine sadrâzamlığa getirilen Fâzıl Ahmed Paşa, yola çıkıp İstanbul’a geldi aynı gün Köprülü Mehmed Paşa Edirne’de vefât etti (30 Ekim 1661). Cenazesi İstanbul’a getirilip Dîvânyolu’nda yaptırmış olduğu külliyedeki türbesine defnedildi. Devletin içinde bulunduğu zor durumdan kurtulması için gece-gündüz demeden çalışan Mehmed Paşa, Anadolu ve Rumeli’de bir çok hayır eserleri vücûda getirdi. Bozcaada’da câmi, mescid, mektep, hamam, dükkanlar, yel değirmenleri, Yanova’da câmi, mektep, dükkanlar, Rudnik’de câmi, mektep, Turhal’da han, Vezirköprü’de çeşme ve namazgah, Lefke’de Karaoğlanbeli denilen yerde câmi, mektep, han, Şam eyâletinde köprü, Şugur’da câmi, mescid, mektep, han, Gümüşhacıköy’de câmi, mektep ve han, Bolu sancağında Taraklı kasabasında câmi ve mektep yaptırmıştır. Bunların giderlerinin karşılanması için de; Limni, Yanova, Köprü, Osmancık, Merzifon, Akhisar, Bilecik ve daha bâzı yerlerde mülk köylerini bütün resimleri ve hâsılatı ile vakfetmişti. Ayrıca Erdel’de Arad kasabasında su yolu, Hendek ile Sapanca arasında uzun bir köprü yaptırmıştı. Hekimhanı ve Antalya’da da vakıfları vardı. Vefâtından önce, oğluna Anadolu’daki vakıflarını unutmamasını, Rumeli’deki yarım kalmış hayratı ile Çenberlitaşdaki te’sisleri tamamlamasını vasiyet etmişti. Köprülü Fâzıl Ahmed Paşa Köprülü Mehmed Paşa’nın büyük oğlu, vezîriâzam. 1635 senesinde Köprü’de doğdu. Yedi yaşındayken babası tarafından İstanbul’a getirilip, tahsile başlatıldı. Devrin tanınmış ilim adamlarından evvelâ Osman Efendi’den sonra da Karaçelebizâde Abdülaziz Efendi’den ders aldı. Babası Köprülü Mehmed Paşa, devlet yönetiminde büyük başarılar göstermesine rağmen zaman zaman kuvvetli bir tahsîl görememesinin sıkıntısını çektiğinden, oğlunun tahsiline ehemmiyet verdi. Henüz on altı yaşındayken önce hâriç, sonra dâhil müderrisi tâyin edilen Fâzıl Ahmed, 1657 yılında yirmi iki yaşında iken sahn-ı semân müderrisliğine yükseldi. Fakat bir müddet sonra müderrisliği bırakarak idâri göreve geçti ve vezâretle Erzurum daha sonra Şam eyâleti vâliliğine tâyin olundu. Şam’da iken halktan alınan iki ayrı vergiyi kaldırdığı için halk tarafından çok sevildi. Dürziler üzerine yürüyüp, Şihâboğulları ile Maanoğullarını itaate zorladı ve bunların isyân hareketlerini önledi. Bu zamana kadar voyvodalık ile idare edilen Sayda, Beyrut, Safed havalisi ile Maan ve Şihâboğullarının bulundukları bölgeyi bir beylerbeyilik hâline getirdi. Bu başarıları üzerine Halep beylerbeyiliğine tâyin edildi. Ancak babasının hastalığı ve vasiyeti üzerine Edirne’ye hareket etti. Aynı zamanda babasının vefâtı da vuku bulunduğundan, gelir gelmez sadârete tâyin edildi. Köprülü Mehmed Paşa zamanında, Erdel isyânları bastırılıp Erdel prensliğine Apafi Mihâil getirilmiş, fakat Anadolu’da isyânlar çıktığı için bölgeye tam bir istikrar kazandırılamadan ordu geri dönmüştü. Avusturya Habsburg hânedânı bölgede devamlı karışıklıklar çıkarmış, serdâr Köse Ali Paşa’ya yenilmelerine rağmen tecâvüzkâr hareketlerinden vaz geçmemişti. Bütün bu mes’eleleri halletmek için İstanbul’da yapılan toplantıda Erdel’e sefer açılmasına karar verildi. Hazırlıklar yapılıp ordu Fâzıl Ahmed Paşa komutasında Belgrad’a geldiği zaman, Avusturya elçileri anlaşma için geldiler. Fâzıl Ahmed Paşa ise eski vaziyetin iadesini ve Kânûni Sultan Süleymân Han devrindeki gibi 30.000 altın verginin ödenmesini istedi. Şartlarının Avusturya tarafından kabul edilmemesi üzerine Uyvar üzerine yürüyen sadrâzam ve serdâr-ı ekrem Fâzıl Ahmed Paşa, yolda karşısına çıkan bir Avusturya ordusunu mağlûb edip, 17 Ağustos’da Uyvar’ı kuşattı. Bu arada kaleye yardıma gelen 30.000 kişilik bir Avusturya ordusu daha mağlûb edilip, sekiz gün süren bir kuşatmadan sonra kale aman ile teslim oldu. Uyvar müdafileri mal ve canlarına en ufak bir zarar gelmeden kaleyi terkettiler. Uyvar’ın fethiyle kalenin emniyeti gündeme geldi. Bunun sağlanması için civardaki bir takım kale ve palangaların fethi gerekiyordu. Bunların en önemlisi olan Novigrad yirmi yedi günlük bir muhasaradan sonra ve bilâhare diğerleri de fethedildi. Kırım atlıları ise, Moravya ve Silezya ile Macaristan’ın Avusturya işgalindeki arazisine bir akın düzenlediler. Kış mevsimi yaklaştığından ordugâhı Belgrad kışlağına taşıyan Fâzıl Ahmed Paşa, baharda yeni bir sefer açmayı plânlıyordu. Fakat kış mevsimi başlar başlamaz Avusturya ordusu harekete geçerek Zigetvar üzerine yürüdü. Bunu haber alan Fâzıl Ahmed Paşa, Halep beylerbeyi Gürcü Mehmed Paşa’yı önden düşman üzerine gönderip, kendisi de büyük bir kuvvetle yola çıktı. Fakat düşman Zigetvar kuşatmasını kaldırıp geri çekildi. Baharda Avusturya kuvvetleri tarafından muhasara edilen Kanije kalesini kurtaran Fâzıl Ahmed Paşa, civardaki birkaç kaleyi de fethetti. Uyvar’ın fethinden sonra peş peşe gelen başarılar, Avrupa’da heyecanın artmasına sebeb oldu. Zîrâ Avusturya’ya doğru önemli bir engel kalmamıştı. Başta Papalık olmak üzere, İspanyollar, Saksonya ve Brondenburg, Avusturya’ya asker ve para yardımında bulundular. Fransa kralı on dördüncü Louis de 5.000 Fransız gönüllüsü gönderdi. Bu kuvvetlerle birleşen Avusturya ordusu, başkumandan Montecuculi emrine verildi. Bu sırada Kanije’ye yakın Komer ve Egerseg kaleleri de Türk kuvvetleri tarafından zaptedildi. Fâzıl Ahmed Paşa ise, ordusunun başında Saint Gatthard (Sen Gotar) mevkiine geldiğinde, mareşal Montecuculi kumandasındaki; Alman, Fransız, İspanyol ve diğer müttefiklerin kuvvetleriyle karşılaştı. İki taraf arasında yalnızca Raab nehri vardı. Alman kumandanı köprü teşkîlâtı noksan olan Osmanlı kuvvetlerinin nehri geçmelerini bekledi ve Türk topçusunun bombardımanı karşısında nehir kenarındaki kuvvetlerini gerideki ormana çekti. Köprülüzâde de müsait bir yerinden nehri geçip düşmanı bastıktan ve Raab yahut Yanıkkale’yi aldıktan sonra Viyarça’ya doğru gitmek plânını tatbik etmek istiyordu. Ancak ilk plânda köprünün yapımının gevşek tutulması, asker geçirilirken yıkılmasına sebeb oldu. Ayrıca altı bin kadar askerle sür’atle karşıya geçirilen Bosnalı İsmâil Paşa, düşman kuvvetlerini ormana kadar sürdü. Sabahtan ikindiye kadar devam eden bu harbin ilk safhası Osmanlıların galibiyeti ile bitti. Fakat düşman tâkib edilerek veya gerekli tedbirler alınarak elde edilen muvaffakiyet değerlendirilemedi. Bu sırada yağan şiddetli yağmur, Osmanlı kuvvetinin bulunduğu yerdeki hareket kabiliyetini yok etti. Bu fırsattan istifâde eden Montecuculi, şiddetli bir taarruzla dört bin kadar Osmanlı askerini şehîd etti. Ancak kendi ordusunun da askerce zayiatı az değildi. Fâzıl Ahmed Paşa’nın bu muvaffakiyetsizliği muahedeye te’sir etmedi. Bir şans eseri olarak kazanılan Sen Gotar muhârebesinden sonra düşman kuvvetleri bir adım ileri gidemedi. Osmanlı ordusu da Vasvar’a döndü. Burada Avusturya murahhasları ile yapılan görüşmeler sonunda Vasvar’da barış imzalandı. Buna göre Avusturyalılar Erdel’de işgal ettikleri topraklardan çekilecekler, Erdel prensi Apafi yerinde kalacak ve prenslik Osmanlı himayesinde bulunacaktı. Yıkılan kaleler tekrar yapılmayacak, karşılıklı elçiler ve hediyeler gönderilecek, iki devlet arasında bundan önce imzalanan andlaşmalar da yürürlükte kalacaktı. Fâzıl Ahmed Paşa bu andlaşmadan sonra bölgeden ayrılmayıp, Viyana’dan gelecek olan tasdikli muahede metnini bekledi. Tasdikli metin geldikten sonra, Belgrad’a döndü. Muahede hükümlerinin tatbikatına nezâret etmek üzere kışı Belgrad’da geçirip sonra Edirne’ye döndü (15 Temmuz 1665). Sultan İbrâhim devrinde başlayan Girid’in fethi, iç karışıklıklar, Avrupa seferleri sebebiyle zamanında yardım gönderilememesi ve deniz yolunun Venedik donanmasının nakliye gemilerine taarruzu yüzünden uzamıştı. Ayrıca henüz fethedilmeyen kalelerin Avrupadan sürekli destek görmesi ve tahkim edilmesi mücâdeleyi Osmanlı aleyhine etkiliyordu. Avusturya cephesindeki savaşı bir andlaşmayla sona erdiren Fâzıl Ahmed Paşa, artık bu mes’eleyle ilgilenebilirdi. Bu arada Girid serdârı Ankebut Ahmed Paşa’nın imdat mektubu göndermesi üzerine, hemen bir meclis toplanıp bu işin halledilmesi gerektiği karârı alındı. Mühimmat ve donanma tedârikine başlanıldı. Tehlikeyi sezen Venedik, elçi gönderip barış teklifinde bulunduysa da huzura kabul edilmedi. Dördüncü Mehmed Han Girid serdârlığına bizzat sadrâzam Fâzıl Ahmed Paşa’yı getirdi. Fâzıl Ahmed Paşa hazırlıkların tamamlanması üzerine 15 Mayıs 1666’da Edirne’den hareket etti. Gümülcine, Serez, Selanik ve Yenişehir yolu üzerinden Tesalya’ya gelerek Asker toplanması için bir kaç ay burada bekledi. Bu arada Eğriboz adasıyla Benefşe ve Selanik iskelelerinden, donanma muhafazasında Girid’e asker, mühimmat ve cephane nakledildi. Fâzıl Ahmed Paşa da 3 Kasım’da Benefşe’den yola çıkıp 6 Kasım’da Girid’e çıktı. Kışı Hanya’da geçirip, 25 Mayıs 1667’de Kandiye muhasarasını başlattı. Kandiye, yirmi altı ay süren uzun ve şiddetli çarpışmalar sonunda, 5 Eylül 1669’da vire ile teslim oldu ve Girid’in fethi tamamlandı (Bkz. Girid ve Seferleri). 1669-1670 kışını Girid’de geçiren ve meydana gelen hasarların büyük bir bölümünün onarılmasına bizzat nezâret eden Fâzıl Ahmed Paşa, üç buçuk yıl kaldığı adanın yönetimini vezir Ankebut Ahmed Paşa’ya bırakarak 1670 Mayıs’ının ilk günlerinde Girid’den ayrıldı. 1669 yılı Haziran’ında Pâdişâh Yenişehir yaylasında bulunduğu sırada bir elçi gönderip Leh kralı ve Tatar hanından şikâyetle himaye edilmesini ve Avrupa tarafına olan seferde Osmanlı ordusunda hizmetinin kabulünü istirham eden Ukrayna Kazakları Hatman’ı Doreşenko’nun isteği kabul edilmiş ve kendisine bayrak, tuğ ve mehterhâne gönderilmişti. Ancak Lehistan, Doreşenko üzerine saldırılarını yoğunlaştırarak bir kaç palangasını zaptetti. Bunun üzerine Lehistan’a karşı harekete geçmeye karar veren dördüncü Mehmed Han, Fâzıl Ahmed Paşa’yı da yanına alarak Edirne’den yola çıktı. Birinci Lehistan seferi denilen bu sefer sırasında Podolya’nın merkezi ve Lehistan’ın en müstahkem kalelerinden biri olan Kamaniçe, dokuz gün süren kuşatmadan sonra alındı (27 Ağustos 1672). Düşmanda bu kalenin kaybedilmesi şoku sürerken, Halep vâlisi Kaplan Paşa’yla Kırım hanı Selîm Giray ve Doreşenko’nun komutasındaki birlikler, Lehistan’ın ünlü başkomutanı Jan Sobieski’nin savunma hatlarını yarıp, Polonya içlerine girdiler ve irili ufaklı bir çok kaleyi ele geçirdiler. Bunun üzerine Lehistan çok ağır şartlar altında andlaşma imzalamak zorunda kaldı. 18 Ekim 1672’de Bucaş’da imzalanan bu andlaşmayla, Podolya, Osmanlı Devleti’ne bağlı bir eyâlet hâline getirildi. Ukrayna, Osmanlı Devleti’ne bağlı Kazak Hatmanı Doreşenko’ya bırakıldı ve Lehistan’ın Osmanlı Devleti’ne her yıl 220 bin duka altın ödemesi kararlaştırıldı. Podolya, eyâlet olarak Osmanlı Devleti’ne bağlandığı için henüz fethedilmemiş kale ve palangalar Lehistan tarafından terkedildi. Ancak muahede, başta başkomutan Jan Sobieski olmak üzere Lehlilere çok ağır geldi ve Lehistan diyet meclisi bu andlaşmayı tesdîk etmediği gibi, haracı göndermeyip, bâzı kaleleri de teslim etmediler. Bunun üzerine 1673’de ikinci Lehistan seferine çıkıldı. Lehistan ise, savaş hazırlıkları yapıyor ve Avusturya’dan yardım alıyordu. Diğer taraftan Eflâk ve Boğdan voyvodaları Ghika ile Stefan, Osmanlı Devleti’ne ihanet edip, Lehistan safına geçtiler. Jan Sobieski kumandasında bir ordunun Hotin’i muhasara ettiği haberi ordugâha gelince, dördüncü M’ehmed Han, Fâzıl Ahmed Paşa’yı serdâr tâyin ederek o tarafa gönderdi. Kendisi Babadağı kışlağına döndü. Bu arada kale ve Turla köprüsü muhafazasına 30.000 kişilik bir kuvvet ayırıp, Sarı Hüseyin Paşa komutasına verildi. Kaplan Mustafa Paşa da 12.000 kişilik bir kuvvetle Yaş’a gönderildiğinden, Türk ordusu bir kaç parçaya bölünmüş oluyordu. Turla nehrinin karşı yakasında Hotin’i korumakla görevli Sarı Hüseyin Paşa, Jan Sobieski kumandasındaki 80.000 kişilik düşman ordusunun taarruzuna uğrayınca, kuvvetleri dağıldığından kale, Lehliler tarafından zaptedildi (Kasım 1673). Bunun üzerine Kırım kuvvetleri de yanında olduğu hâlde Hotin önüne gelen Fâzıl Ahmed Paşa, kaleyi kolayca ele geçirdi. Rusların Doreşenko’nun bâzı kalelerini aldıkları haber alınması üzerine, Leh seferinden vazgeçilerek, Kazak hatmanına yardım edilmek üzere, Osmanlı ordusu Ukrayna’ya girdi. Bâzı kale ve palangalar alındı. Leh elçisi gelip Podolya ve Ukrayna’nın iadesi şartıyla anlaşma istediyse de kabul edilmedi. Bu arada Fâzıl Ahmed Paşa’nın hastalanması üzerine, 1675’de Lehistan serdârlığına İbrâhim Paşa tâyin edildi. Şişman İbrâhim Paşa, kısasürede kırk sekiz kale ve palangayı fethedince, Lehistan tekrar andlaşma istedi. 27 Ekim 1676’da Zorawno’da imzalanan andlaşma ile Podolya ve Ukrayna Osmanlı hâkimiyetinde kaldı. Köprülü Fâzıl Ahmed Paşa ise, 1676 Ekim ayında Pâdişâhla beraber Edirne’ye dönerken yolda hastalığı daha da arttı. Kemerburgaz’daki Karabiber çiftliğinde bir süre dinlenmesi uygun görüldü. Ancak 2 Kasım’ı 3 Kasım’a bağlayan gece burada vefât etti. Cenazesi İstanbul’a getirilerek babasının Dîvânyolu’ndaki türbesine defnedildi. Zekî, bilgili, alçak gönüllü ve hayırsever bir sadrâzam olan Fâzıl Ahmed Paşa, 15 yıl 4 ay süren vazifesi boyunca; ilme ve ilim adamlarına kıymet verdi. Babasının Dîvânyolu’ndaki türbe ve medresesinin yakınına bir kütüphâne kurarak kendi kitaplarını buraya devretti. Kendisi çok zengin olmadığından, hayratı babasınınkiyle kıyaslanamayacak kadar azdır. Uyvar, Kamaniçe ve Kandiye’de birer câmisi ve İzmir’de inşâatı, sonradan tamamlanan kargir bir hanı vardır. Köprülü Fâzıl Mustafa Paşa Köprülü Mehmed Paşa’nın küçük oğlu, Fâzıl Ahmed Paşa’nın kardeşi. 1637’de Vezirköprü’de doğdu. Ağabeyi Fâzıl Ahmed Paşa gibi iyi bir medrese tahsili görüp, ilmiye sınıfına girdi. Yetişme çağında genellikle ağabeyi Fâzıl Ahmed Paşa’nın yanında bulunup bir takım savaşları gördü, tecrübe edindi. Yönetici olarak yetiştirildi. 1680’de eniştesi, Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’nın tavsiyesi üzerine yedinci vezir oldu. 1676’da altıncı vezirlik, ikinci Viyana kuşatması sırasında Edirne’de sadâret kaymakamlığı, sonra Silistre beylerbeyliği ve serdârlığı yaptı. 1684’de kubbe veziri olarak İstanbul’a geldi. Bir kaç ay sonra üçüncü vezirlik, sonra Çanakkale ve Sakız muhafızlığı yaptı. Abaza Siyâvuş Paşa’nın sadrâzamlığında sadâret kaymakamlığına tâyin edildi. Sultan İkinci Süleymân tahta geçince; Çanakkale, Hanya, Kandiye ve Sakız muhafızlıklarında bulundu. Viyana bozgununu tâkib eden sıkıntılı günlerde, ikinci Süleymân Han, bu durumun altından kalkabilecek tek komutanın Köprülü Fâzıl Mustafa Paşa olduğunu düşünerek, Sakız adası muhafızlığından geniş yetkilerle sadârete getirdi. Fâzıl Mustafa Paşa ilk iş olarak bir adâletnâme neşretti ve bâzı vergileri kaldırdı ve âlimlerle müşavere ederek bâzı evkafa ilhak edilmiş olan gelirleri yeni bir hukukî nizâma soktu. Yeniçeri ocağını ele alıp ulufeye müstehak olmayanların isimlerini sildirdi, emekdârların da ilerlemelerini ve haklarını gözden geçirdi. Yolsuz kazançlarla elde edilmiş servetleri hazîneye alarak ordu ve devlet teşkilâtında mühim değişiklikler yaptı. Böylece hazîneyi güçlendirdi ve gerekli hazırlıkları yaparak, 13 Temmuz 1690’da sefere çıktı. Fâzıl Mustafa Paşa, 28 Eylül’de Niş’i, 9 Kasım’da da, sekiz günlük bir muhasaradan sonra, Semendire’yi düşman elinden kurtardı. Belgrad muhasarasında şehîd olan Rumeli beylerbeyi Arnavud Mustafa Paşa’nın cenaze namazını kıldırıp, kalenin tamir ve tahkim edilmesine nezâret etti. Sonra yeni Palanga, Böğürdelen ve Tuna üzerindeki adanın fetihlerini gerçekleştirdi. Bu sırada Kırım kuvvetleri Rusya içlerini altüst ederken, Türk orduları da Vardar’dan Drava’ya kadar 60.000 kilometre kareden geniş araziyi Avusturyalılardan geri aldı. Kış aylarını ordunun eksiklerinin tamamlanması için İstanbul’da geçiren Fâzıl Mustafa Paşa, Erdel’i geri almak için Haziran 1691’de Edirne’den ayrıldı. Filibe’de ikinci Süleymân Han’ın vefât edip yerine ikinci Ahmed Han’ın geçtiğini ve sadâretinin devam ettiğini bildiren fermanı aldı. Yoluna devamla 28 Haziran’da Sofya’ya gelen Fâzıl Mustafa Paşa’ya burada Anadolu beylerbeyi Bekir Paşa’yla Macar kralı Tökeli İmre de kuvvetleriyle katıldılar. Belgrad’a gelen Fâzıl Mustafa Paşa, Kırım kuvvetlerini beklemeden yoluna devam ederek, orduyu Sava’nın karşı kıyısına geçirdi. Tuna’nın sağ kıyısında bir köy olan Slankarnen’de Baden prensi Ludwig Wilhelm’in komuta ettiği Avusturya kuvvetleriyle yapılan savaşta askeri harekete geçirmek için kahramanca ileri atılıp düşmana saldırınca, alnından vurularak şehîd düştü. Bütün aramalara rağmen nâşı bulunamadı. Sadrâzamın şehîd olması üzerine o âna kadar düşmana büyük kayıplar verdirilmesine rağmen, savaş yenilgiyle sonuçlandı ve ordu Belgrad’a çekildi. Fâzıl Mustafa Paşa, sadârette iki yıl kalmasına rağmen önemli işler başarmış, âlim, dindar, kâmil, âlicenâb vakur ve âdil bir devlet adamı olarak kendini kabul ettirmişti. Hadîs ve lügat ilminde söz sahibiydi. Köprülü sülâlesinden Fâzıl Mustafa Paşa’nın oğulları Nûmân, Abdullah ve Es’ad paşalar da çeşitli eyâletlerde vâliliklerde bulunup, savaşlarda yararlıklar gösterdiler. Nûman Paşa’nın iki aylık sadrâzamlığı da vardır. Osmanlı Devleti’nin bir devresine damgasını vuran Köprülüler’in ilki olan Mehmed Paşa, sessiz ve gösterişsiz bir şekilde göreve gelip idaredeki boşluğu doldurmuş, aldığı sert tedbirlerle devleti içine düştüğü kötü durumdan kurtarmış, Anadolu’daki eşkıyalık ve haydutluk ruhunu yok ederek celâlî isyânına son vermiştir. Dördüncü Murâd Han’ın vefâtından sonra her bakımdan bozulan idareyi derleyip toparlamış iç ve dış düşmanları sindirmiş, devlet otoritesini ve itibârını yeniden te’sis etmiştir. Kendinden önce sadâret makamına gelen bir çok meşhur askerin yapamadığını yapan Köprülü Mehmed Paşa, devleti eski ihtişamlı vaziyetine getirmiştir. Bundan sonra vasiyeti üzerine sadârete getirilen Fâzıl Ahmed Paşa ise, etrafına güven veren, vakar sahibi bir devlet adamı idi. Babasından sonra on beş yıl sadârette kalarak, Osmanlı Devleti’ne Kânûnî Sultan Süleymân devrindeki gibi huzurlu bir devre yaşattı. Fâzıl Mustafa Paşa’nın Slankamen meydan muhârebesinde şehîd düşmesi ile devletin bu ihtişamlı dönemi sona erdi. 1) Kâmûs-ul-a lâm; cild-5, sh. 3907 2) Köprülüler Ailesi (A. Refik) 3) Rehber Ansiklopedisi; cild-10, sh. 285 4) Mufassal Osmanlı Târihi; cild-4, sh. 2067 5) Hadîkat-ül-vüzerâ; sh. 104, 116 6) Osmanlı Târihi; cild-3/1, 3/2 7) Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye; cild-1, sh. 286 8) Nâimâ Târihi; cild-6, sh. 3 v.d. KÖSEM SULTAN (Bkz. Mâhpeyker Sultan) KULELİ VAK’ASI Sultan Abdülmecîd Han’ın son zamanlarında şahsına karşı yapılmak istenen bir suikast teşebbüsü. Vukû bulmadan bastırılan bu teşebbüs, 13 Eylül 1859 senesinde oldu. Tertipleyenler yakalanıp Çengelköy’deki Kuleli kışlasına hapsedilip orada muhakeme edildi. Bu sebeple hâdiseye Kuleli vak’ası denildi. Hâdisenin mâhiyeti bir hükümet darbesi yapmak için kurulmuş gizli bir cemiyetin ortaya çıkarılmasıdır. Kayıtlara göre bu gizli cemiyeti kuranlar ve suikast teşebbüsünü plânlayanlar şunlardır: Süleymâniyeli Ahmed, Ferik Çerkeş Hüseyin Paşa, Arnavut Câfer Paşa, Tophâne-i âmire ketebesinden Arif Bey ve îmâlât meclisi âzasından binbaşı Râsim Bey. Bu cemiyetin gayesi de kayıtlara şöyle geçmiştir: “Halkı ve askeri, saltanat-ı seniyye aleyhine kaldırarak, devleti tağyîr ile usûl ve kavânîni bozmak” yâni halkı ve askeri devlet aleyhine kışkırtarak; mevcûd devlet düzenini değiştirmek. Cemiyetin kurucuları, ileri gelen kimselerden pek çok üyelerinin olduğu propagandasını yaptılar. Mirliva Hasan Paşa’ya da üye olmasını teklif etmeleri üzerine, Hasan Paşa, durumu hükümete bildirerek bir toplantı hâlinde bulundukları sırada yakalattı. Böylece bu gizli cemiyet ortaya çıkarıldı. 13 Eylül 1859’da kırk bir üyesi yakalandı ve Kuleli kışlasına hapsedildi. Muhakemeleri; sadrâzam, şeyhülislâm, serasker paşa, Meclis-i âlî-i tanzîmât, Meclis-i vâlâ ve Meclis-i dâr-ı şürâ-yı askerî reislerinden kurulan bir hey’et tarafından yapıldı. Soruşturma dosyası, Bâb-ı âlî’deki toplanan vükelâ hey’eti tarafından incelenerek ceza kanunnâmesi hükümlerine göre, suçlulara ceza tesbit edildi. Cemiyetin kurucularından dördüne îdâm cezası, üyelerine ise, değişik cezalar verilmesine hükmedilmisti. Ancak pâdişâh Abdülmecîd Han, ortada katil bulunmadığı için îdâm cezalarını kaldırarak, îdâm cezası alanlardan Arif Bey ile binbaşı Râsim Bey’in cezalarını müebbet hapse çevirdi. Süleymâniyeli Ahmed ve Hüseyin Dâim Paşa’nın cezaları da kalebentliğe çevrildi. Süleymâniyeli Ahmed ve Arif Bey Magosa’ya; Râsim Bey ve Hüseyin Dâim Paşa da Akka’ya gönderildiler. İçlerinden Cafer Dem Paşa’nın Bâb-ı seraskerîde muhakemesi yapıldı. Cezalandırılmak için Kuleli kışlasına götürülürken, kayıktan denize atlayarak intihar etti. Diğer suçlulardan Tophâne-ı âmire kâtibi Bekir Efendi Limni’de; Kabataş karakol me’muru istihkam yüzbaşısı Osmanpazarlı İbrâhim Ağa ve Mühendishâne yüzbaşılarından Süleymâniyeli Süleymân Paşazade Ali Bey ve kardeşi Hasan Bey Rodos adasında, diğer suçlulardan dokuz kişi ile birlikte müebbed Kürek cezasına çarptırıldılar. Üçüncü derece suçlu olanlardan sekiz kişi kalebentliğe, dördüncü derecede suçlu görülenler ise, ordu hizmetinde bulunanları ordudan atılarak hapis ve sürgün cezalarına çarptırıldılar. Bu gizli cemiyeti serasker Rızâ Paşa’ya bildirmek suretiyle hükümeti haberdâr eden mirliva Hasan Paşa ise, yaptığı hizmet sebebiyle ferikliğe (Korgeneral) yükseltildi. Kuleli vak’asının mâhiyeti tam olarak araştırılıp açıklanmamıştır. Hakkında sabit olduğu tesbit edilmeyen bâzı kanâatler vardı. Bâzılarına göre bu hareket, ilân edilen Tanzîmât ve Islâhat fermanlarına karşı bir tepki olarak ortaya çıkmıştır. Ahmed Bedevi Kuran gibi yazarlara göre ise, bu hareket memlekete meşrûtiyet idaresini getirmek için yapılmıştır. Zirâ bâzı üyeleri daha sonra Yeni Osmanlılar Cemiyetinde yer almışlardır. Vak’ada dış te’sirlerin rolü de açık değildir. Zîrâ cemiyete giriş usûlleri İtalyan cemiyetlerininkine benzemekte idi. Bir diğer husus da ortada fiilî bir durum mevcûd değilken îdâm cezasına hükmedilmesidir. 1) Tezâkir; cüz-13-20, Sh. 82 2) Osmanlı Târihi (E. Z. Karal); cild-6, sh. 95 3) Amme Hukukunun Ana Hatları; sh. 75. 4) İnkılâb Târihimiz ve Jön Türkler; sh. 7 5) Kuleli Vak’ası Hakkında bir Araştırma (U. İğdemir, İstanbul-1937) KUŞADALI İBRÂHİM HALVETÎ Hanefî mezhebi fıkıh âlimlerinden ve tasavvuf büyüklerinden. İsmi, İbrâhim bin Mustafa eş-Şa’bânî el-Halvetî olup, Halvetiyye tarikatının Şa’bâhiyye kolunun büyüklerindendir. 1774 (H. 1188) senesinde, Aydın vilâyetinin Kuşadası kasabasına bağlı Çınar köyünde doğdu. 1846 (H. 1262) senesi Zilhicce ayında, hacdan dönerken yolda vefât etti. Vefât senesinin, 1847 (H. 1263) -1848 (H. 1264) olduğu da rivayet edilmiştir. İlim ve irfan sahibi sâlih bir zât olan İbrâhim Halvetî, ailesinden çok güzel edeb ve terbiye alarak yetişti. Anadolu’da çeşitli yerlerde ilim tahsîl ettikten sonra İstanbul’a gelerek, Fâtih’teki Feyziyye Medresesi’ne (şimdiki Millet Kütüphânesi’nin bulunduğu yer) yerleşti. Burada Emin Efendi’den ders alarak ilmini ilerletti. Sonra yine Fâtih’de bulunan Atpazarı dergâhına geçerek, riyazet ve mücâhedeler çekip, tasavvuf yolunda ilerlemeye çalıştı. Buraya geçmesi şöyle olmuştur: Birgün bir âyet-i kerimenin tefsiri üzerinde çalışan Kuşadalı, karşılaştığı bir müşkili kat’iyyen çözemiyordu. Bu müşkil halde iken medrese arkadaşlarından olan Mustafa Efendi yanına geldi. Bu hâlini görerek ona böyle müşkil mes’elelerini hâlletmek husûsunda, o günlerde Fâtih’deki Atpazarı dergâhında bulunan, Beypazarı Şeyh Ali Efendi’yi tavsiye etti ve onu alarak Ali Efendi’nin yanına götürdü. Ali Efendi, Kuşadalı’nın üzerinde çok durup çözemediği âyet-i kerîmenin, zahirî ve bâtınî mânâlarını, âlimler tarafından bildirilen çeşit çeşit tefsirini, uzun uzun îzâh etti. Bu ilk sohbette Ali Efendi’ye hayran kalan Kuşadalı, artık o büyük zâttan ayrılmayıp, talebelerinden oldu. O büyük zâtın, feyz ve nûr saçan sohbetlerinde bulunarak, kemâle geldi. Ali Efendi, Fındıkzâde semtindeki Kızılelma caddesinde bulunan Beşikçizâde dergâhında vazife yapmakta iken, 1818 (H. 1234) senesinde, vefât etti. Vefât ederken, yerine geçecek zâtın, Kuşadalı İbrâhim Halvetî olduğunu bildirdi. Onu kendi yerine tâyin etti. Kuşadalı, o sırada Mısır’da bulunuyordu. Ali Efendi’nin Kuşadalı’dan başka, Ahmed Nâzükî, Kâtip Muhammed Azîz İstanbûlî ve Veliyyüddîn Hilmî Efendi isimlerinde üç büyük talebesi daha vardı. Kuşadalı, hocasının vefâtı üzerine İstanbul’a döndü. Daha evvel kendisinin ders alarak yetiştiği Feyziyye Medresesi’ne yerleşti. Orada bir yıla yakın kaldı. Bundan sonra, Aksaray Sinekli Bakkal’da, Hacı Halîl Efendi isminde bir zâtın, kendisi için yaptırdığı ve Kuşadalı Dergâhı diye anılan dergâha geçerek, hizmetini sürdürdü. Buradaki hizmeti o tekkenin yandığı 1833 (H. 1249) senesine kadar devam etti. Yakınları, sevenleri dergâhı yeniden inşâ etmek için bir hayli ısrar ettiler ise de, o; tekkelerde eski safiyetin kalmadığını, gittikçe değişip asıl hüviyetlerin uzaklaştığını bildirerek, bu teklifi kabul etmedi. Dergâhı yandıktan sonra, Bâyezîd semtinde kiraladığı bir evde bir yıl kadar kalan Kuşadalı, daha sonra Fâtih’te, Çarşamba pazarı civarında bir ev satın alarak oraya taşındı. Aksaray’da on üç, Bâyezîd’de bir ve Çarşamba’da dokuz sene olmak üzere, yirmi üç sene müddetle İstanbul’da hizmet edip, birçok talebeye hocalık ettikten sonra, 1843 (H. 1259) senesi Şevval veya Zilkade ayında, hacca gitmek üzere İstanbul’dan yola çıktı. Hacdan sonra Medîne-i münevvereye geçerek, orada da bir müddet kaldı. Daha sonra Şam’a döndü ve orada yerleşti. Hayâtının sonuna kadar orada kalıp, imkânları dâhilinde hizmete devam eden Kuşadalı, ilim âşıklarına faydalı oldu. Başta Şam vâlisi Hacı Ali Paşa olmak üzere, 1845 (H. 1262) senesinde, yanında aile efradı ve en büyük talebesi Bosnalı Muhammed Tevfîk Efendi de olduğu hâlde, ikinci defa hacca gitti. O sene haccı îfâdan sonra dönerken mukaddes topraklarda vefât etti. Kutb-ül-ârifîn, Meşhûd-i ayn-il-yakîn, Gavs-ül-vâsılîn ve Mukâbil-i şems-i a’zam gibi isimlerle tanınmış olan Kuşadalı İbrâhim Halveti, bilhassa Türk tasavvuf büyükleri içinde husûsî bir yere sahip, çok yüksek bir velî idi. Ahmed Cevdet Paşa dâhil, o zamanın mühim şahsiyetleri onun sohbetlerine koşarlardı. Ahmed Cevdet Paşa, eserlerinden birinde şöyle demektedir: “Kuşadalı İbrâhim Efendi, devrinin en derin din âlimi idi. Son derece vakarlı ve heybetli idi. Güleryüzlü idi. En büyük ilmî müşkiller onun vesîlesiyle halledilirdi. İlim ve evliyâlıktaki yüksekliği ile birlikte, edebiyat ve şiirde de mahir olan Kuşadalı, Osmanlı Türkçesini fevkalâde güzel bir şekilde konuşurdu. Şiirleri de vardır. Kuşadalı İbrâhim Halvetî hazretlerinin talebelerinden bâzılarının isimleri şöyledir: Bosnalı Muhammed Tevfîk Efendi, Muhammed Ali Fethi er-Rusçukî, Hacı Kayyım Müezzin Efendi, Muhammed Naşir Efendi, Nâzükî Ahmed Efendi, Muhammed elKırîmî, Mustafa Aczi Efendi, Ali Fikri, Kâdızâde Ömer Halvetî, Kapânî Hacı Hüseyin, Muhammed Necîb, Muhammed Şevkî, Ahmed İzzet, Keçecizâde Hâfız Ali İzzet Efendi, Aydî Muhammed Efendi. Aydî Efendi, Kuşadalı’nın vefâtı üzerine şu şiirini yazmıştır: Hocam bekâya gitti, Kaldım ağlayı ağlayı, Akdıkça kan bu dîdeden, Sildim ağlayı ağlayı, Geldi dil deryası cûşâ Döndüm ol demde bir hûşa. İhtiyârsız başım tâşa, Çaldım ağlayı ağlayı. Arttı derdim âh-vâh ile, Göz kan döker dilhâh ile, Ser-tâ-kâdem eyvâh ile, Doldum ağlayı ağlayı. Yandı dil nâr-ı furkate; Sabrolunmaz bu hasrete, Şimdi deryâ-yı hasrete, Daldım ağlayı ağlayı. Altmış üçün Zilhiccesi, Göçmüş meşâyih zübdesi, Rebığ’da envâr türbesi, Bildim ağlayı ağlayı. Cismim yanar bu nâr ile, Gönlüm dolar bu zâr ile, Bağrım firâk-ı yâr ile, Deldim ağlayı ağlayı. Kuşadalı İbrâhim Halvetî’nin (r. aleyh), talebelerinden ve sevdiklerinden bâzılarına yazdığı mektuplardan başka, herhangi bir eseri yoktur. 1) Sefînet-ül-evliyâ; cild-4, sh. 71 2) Osmanlı Müellifleri; cild-1, sh. 151 3) İslâm Alimleri Ansiklopedisi; cild-18, sh. 66 KUYUCU MURÂD PAŞA Meşhur Osmanlı devlet adamlarından. Rumeli’den devşirme olarak alınıp, sarayda (Enderûn’da) İslâm terbiyesi ile yetiştirildi. Doğum târihi bilinmemektedir, ömrünü devlet ve milletine hizmetle geçirdi. İran üzerine yeni bir sefer hazırlıkları içindeyken, doksan yaşlarında 1611 (H. 1020) yılında Diyarbekir’de vefât etti. İstanbul’da yaptırdığı medresenin bahçesindeki türbesine defnedildi. Vezneciler’de bulunan bu medresinin yerine, İstanbul Üniversitesine âid ek üniteler yapıldığından, bugün eski şeklinde değildir. Enderûn’da yetişen Murâd Paşa, saray ve hükümet işlerinde vazife aldı. Kethüdâlık, vâlilik, beylerbeyilik, ordu kumandanlığı, diplomatik vezirlik ve sadrâzamlık yaptı. İlk olarak 1554’de Mısır vâlisi Mahmûd Paşa’ya kethüda oldu. Mısır’da başarılı hizmetler yapıp, kabiliyeti dikkat çektiğinden; sancakbeylik ve emir-i haclık vazifesi verildi. 1569’da Mısır beylerbeyi Koca Sinân Paşa ile Yemen’in fethine katıldı. Yemen’e önce vâli, 1576’da beylerbeyi tâyin edildi. Yemen beylerbeyi iken imâr faaliyetlerinde bulunup San’a Kasrı’nda, bir câmi ve Nakîm dağından su getirmek maksadıyla çeşitli te’sisler kurdu. Bu vazifedeyken İstanbul’a çağrıldı. Şarkî Karahisar sancakbeyi oldu. Şarkî Karahisar’dan sonra çeşitli vilâyetlerde vazife aldı. Diyarbekir beylerbeyi iken Karaman’a tâyin edildi. Buradan 1585’de, Özdemiroğlu Osman Paşa’nın komutasında Tebriz seferine katıldı. Tebriz civarındaki savaşın en kritik ânında atı ile beraber savaş meydanındaki kuyuya düştü. Hamza Mirza kumandasındaki Safevî kuvvetlerince esir alınıp, hapsedildi. 1590 Osmanlı-Safevî andlaşmasına kadar, İran’da kalan ve atıyla kuyuya düşmesinden dolayı Kuyucu lakabı verilen Murâd Paşa, İstanbul’a gelince, Kıbrıs beylerbeyiliğine tâyin edildi. Diyarbekir beylerbeyi uhdesinde olmak üzere, Avusturya seferine katıldı. 1596 Haçova meydan muhârebesinde büyük yararlıklar gösterdi. Uzun seneler, Macaristan cephesinde lâyıkiyle hizmet etti. Cephedeyken bâzı sulh müzâkerelerinde bulundu. Birinci Ahmed Han (1603-1617) Osmanlı sultânı olunca, Kuyucu Murâd Paşa, Şubat 1603’de Rumeli eyâletiyle beraber Budin muhafazasına me’mûr edildi. 1605’de Dîvânı hümâyûnda dördüncü vezir oldu. İran’daki Safevî Devleti, (1501-1732)’nin teşvik ve kışkırtmaları neticesinde Anadolu ve Kuzey Suriye’deki isyânlar tehlikeli bir hâl aldığından; Anadolu isyânları ve İran mes’elesi için Ferhat Paşa serdâr tâyin edildi. Kuyucu Murâd Paşa, Avusturya cephesindeki faaliyetlerinden ve MacaristanAvusturya mes’elesindeki teşebbüslerinden dolayı 13 Mayıs 1606’da Engürüs serdârı oldu. Kuyucu Murâd Paşa Rumeli’deyken, Osmanlı Devleti için en büyük tehlike; İran mes’elesi ile Anadolu ve Suriye taraflarındaki isyânlar idi. Celâlîleri (Bkz. Celâlîler) cezalandırmak için şeyhülislâm Sun’ullah Efendi’nin tavsiyesi ile Murâd Paşa sadrâzam tâyin edildi (Aralık 1606). Sadâretmührünü Belgrâd’da alan Murâd Paşa, serhâd işlerini yoluna koyarak İstanbul’a geldi. Osmanlı Devleti’nin 1593 yılından beri, Avrupa cephesinde savaşlarla meşgul olmasını fırsat bilen, İran-Safevî Devleti’nin Anadolu ve Kuzey Suriye’deki kışkırtmaları sonucu, Celali isyânları çok tehlikeli bir hâl almıştı. Murâd Paşa, Kuzey Suriye’de bir dürzî hükümeti kurmuş olan Canbolad oğlu Ali Paşa üzerine 1607 Temmuz’unda İstanbul’dan hareket etti. Yol boyunca âsilere karşı uslandırma hareketlerinde bulunan Murâd Paşa, âsi Canboladoğlu’na karşı Maraş beylerbeyi Zülfikâr Paşa’dan yardımcı kuvvetler aldı. Osmanlı ordusu, Boğros boğazı âsîlerinden ve dürzîlerden meydana gelen kırk bin yaya ve atlıyı İskenderun yakınlarındaki Belen boğazı yanında Oruç ovasında mağlûb etti. Canboladoğlu ve Lübnan dürzî lideri Maanoğlu Fahreddîn ile bütün dürzî kabîle reislerinden canlarını kuratarabilenler kaçtı. Murâd Paşa, Haleb’i ele geçirip, isyâncıları ve bölücüleri bölgeden temizleyerek, kışı orada geçirdi. Bağdâd’daki Taviloğlu Mustafa’nın üzerine Cağalazâde Mahmûd Paşa kumandasında bir kuvvet göndererek kaçırttı. Murâd Paşa Halep’deyken, celâli elebaşısı Kalenderzâde, otuz bin celâli kuvvetiyle İstanbul’u tehdîd etti. Murâd Paşa, İçel’deki Muslî Çavuş’un Kalenderzâde ile birleşmesini önlemek için ona İçel sancakbeyligini verip, Maraş ve Göksun’dan yeni kuvvetler aldı. Kalenderzâde, İstanbul’dan gönderilen bir mikdâr Osmanlı hazîne ve kuvvetlerini almak için Göksün boğazını kapamak istedi. Murâd Paşa daha önce hareket ederek boğazı tuttu. Göksün Maçayır ovasında Kalenderzâde’yi büyük bir bozguna uğrattı: Kalenderzâde ve tarafdârları İran’a sığınmak için doğuya kaçtı. Âsîler tâkib edilerek Eylül 1608’de Şarkî Karahisar’da toplanan binlerce celâlî imha edildi. Anadolu âsîlerden temizlenince Murâd Paşa, 1608 sonunda İstanbul’a döndü. Murâd Paşa, dâhiyane bir siyâsetle Osmanlı Devleti’nin içinde huzuru bozan âsîleri ortadan kaldırdı. Üsküdar seferi denilen 15 Haziran 1609 yazındaki harekâtla; Musli Çavuş ve Yûsuf Paşa gibi âsîleri ve bunlarla işbirliği yapan kimseleri îdâm ederek, bunların fesat tohumlarını ve köklerini kuruttu. 1610 baharında, Osmanlı Devleti içindeki karışıklıkların planlayıcısı ve destekçisi, İran-Safevî Devleti’ne karşı sefere çıktı. Tebriz’de bulunan Safevî Şâh Abbâs’ın (1587-1628), celâlî isyânları ve Avusturya seferi (1593-1606) esnasında işgal ettiği toprakları ve Kafkasya’yı kurtararak, Osmanlı lehine bir andlaşma sağlamak niyetiyle İran seferine çıktı. Murâd Paşa Tebriz önlerine geldiğinde sefer mevsimi geçtiğinden, kışı geçirmek için Diyarbekir’e çekildi. Fakat ömrü vefâ etmeyip burada vefât etti. Murâd Paşa; gayretli, dindar, üstün komutanlık, idarecilik ve devletin çıkarlarını her şeyden üstün tutan bir şahsiyete sahipti. Osmanlı ülkesine ve milletine çok hizmeti oldu. Osmanlı sultânına sadâkati (bağlılığı) çoktu. Sultan Ahmed kendisine; “Babam” diye hitâb ederdi. Tecrübeli, samîmi ve ileri görüşlü olduğundan, icrâatlarında tavizsiz hareket ederdi. Nakşibendî yoluna bağlı olup, her hafta Kur’ân-ı kerîmi hatmeder, insanlara zulüm etmeyi hiç sevmezdi. Devletine çok bağlı olduğundan, sabırla hareket etmesini gayet iyi bilirdi. İran-Safevî Devleti’ne ve Anadolu’daki Celâlîlere karşı çok şiddetli mücâdele ederek, İranlı şiîlerin Osmanlı Devleti’ni Avrupa hıristiyanları karşısında acze düşürme hayallerini yok etti. Onun bâzı sertlikleri tenkîde uğramışsa da, idâri kabiliyeti ve otoritesi yerli ve yabancılar tarafından kabul edilmiştir. Bunlardan zamanının İngiliz elçisi Bello; Murâd Paşa’nın devletine iyiliği dokunduğunu, basiret sahibi olduğunu, memleketin iç işlerini düzeltip, hâkimiyet sağladığını, iyi bir asker ve devlet adamı olduğunu itiraf etmektedir. On üç yıl süren Avusturya seferi ve yıllarca devam eden celâlî isyânları neticesinde, mâliyenin durumunu öğrenmek için Ayn-i Ali Efendi’ye, Kavânîn-i âl-i Osman der mezâmîn-i Defter-i dîvân isimli eserini yazdırmış olan Murâd Paşa’nın, Budin vâlisî Kâdızâde Ali Paşa ile evli bir kızı vardı. 1) Hadîkat-ül-vüzerâ; sh. 55 2) Hülasat-ül-esar fî a’yân-ül-karn-il-hâdî aşer (Muhibbî, Kahire-1284); cild-3, sh. 355 3) Şakayık Zeyli (Atâî Efendi); sh. 377 4) Târih (Selânikî Mustafa Efendi, İstanbul-1281); sh. 12, 199 5) Târih (Peçevî İbrâhim Efendi, İstanbul-1283); cild-2, sh. 101 6) Ravzat-ül-Ebrâr (Karaçelebizâde Abdülazîz Efendi, Kahire 1248); sh. 466, 507 7) Fezleke (Kâtib Çelebi); cild-1, sh. 281 8) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 1110 9) Rehber Ansiklopedisi; cild-10, sh. 366 KÜÇÜK KAYNARCA ANDLAŞMASI Osmanlı Devleti ile Rusya arasında yapılan bir andlaşma. 1768-1774 Osmanlı-Rus savaşına son veren ve Osmanlı Devleti’nin toprak kaybıyla neticelenen bir andlaşmadır. Bu andlaşma, Güney Dobruca’daki Küçük Kaynarca kasabasında imzalandığından, bu ad ile anılmıştır. 1773’de Osmanlı ordusunun Ruslara karşı kazandığı Rusçuk, Silistre ve Varna zaferlerinin intikamını almak için harekete geçen, Rus çariçesi ikinci Katerina, Tuna ordusuna takviye yapıp kuvvetlendirdi. Sonra da Osmanlı ordusunu merkezinde kuşatma altına almak için Şumnu’ya doğru ilerledi. Bu sırada Osmanlı sadrâzamı ve serdâr-ı ekrem Muhsinzâde Mehmed Paşa, Rus kuvvetlerine karşı durmak üzere yeniçeri ağası Yeğen Mehmed Paşa kumandasında bir ordu gönderdi. Fakat bu kuvvet Kozluca’da mağlûb oldu. Bundan sonra düşman Şumnu önlerine kadar gelip Varna yolunu kesti. Böylece Osmanlı ordusunun en önemli iaşe ve mühimmat sevkıyatına mâni oldu. Güç durumda kalan ordunun büyük bir kısmı dağıldı. Sâdece on iki bin kişilik bir ordu kaldı. Serdâr-ı ekrem bu kuvvetle düşman karşısında mukavemet gösteremiyeceğine kanâat getirip, mütâreke istemek zorunda kaldı. Andlaşma için murahhas hey’et olarak, sadrâzam kethüdası Reîs-ül-küttâb Ahmed Resmî Efendi’yi ve ikinci murahhas olarak da İbrâhim Münib Efendi’yi tâyin etti. Bu hey’et 12 Temmuz 1774’de Şumnu’dan hareket ederek Balya boğazı yakınındaki Küçük Kaynarca kasabasına gitti. Rusları, prens Repnin ve mareşal Romanzov temsil ediyordu. Bunlar mütârekeyi kabul etmeyip, birinci sulh müzâkeresinde iki tarafça da kabul edilen esaslara göre derhâl sulh yapılmasını istediler. Bu teklif kabul edilmek zorunda kalınıp, iki günde ve iki celsede andlaşma imzalandı. Rus başkumandanı görüşmenin yapılabilmesi için daha başlangıçta Kılburun, Kerç ve Yenihâli’nin Ruslara bırakılmasını şart koştu. Osmanlı hey’eti bu hususu sorup, istişareye fırsat bulamadan kabul etmek zorunda kaldı. Bu sırada birinci Abdülhamîd Han yeni tahta çıkmıştı. 17 Temmuz 1774’de imzalanan yirmi sekiz maddelik Küçük Kaynarca antlaşmasının önemli maddeleri şunlardır: 1- Kırım Hanlığı’yla Kuban ve Bucak Tatarları, siyâsî bakımından müstakil olup, ancak dînî işlerinde hilâfet makamına tâbi olacaklardır. 2- Kılburun, Kerç, Yenikale ve Azak kalesiyle, Dinyeper (Özi) ve Buğ (Aksu), nehirleri arasındaki arazi Rusya’ya terkedimiş ve Aksu hudûd kabul edilmiştir. 3- Ruslar tarafından işgal edilen Besarabya, Eflâk, Boğdan ve Gürcistan ülkeleriyle, Akdeniz adaları, Osmanlılara iade olunacaktır. 4- Rus ordusu Bulgaristan’da Tuna’nın sağ sahilinden, bir ay içinde sol sahiline çekilecektir. 5- Bâb-ı âlî, imparatorlukta hıristiyanlığı ve kiliseleri daimî surette himaye edecektir. 6- Rus sefirlerinin Eflâk ve Boğdan vaziyetleri hakkındaki müracaatları dikkate alınacaktır. Bu madde ile Eflâk ve Boğdan işlerinde Rus müdâhalesine daimî bir açık kapı bırakılmış oluyordu. 7- Rus ticâret gemileri Karadeniz’le Akdeniz’de serbestçe hareket edebilecek, istedikleri zaman boğazlardan geçebilecek ve Osmanlı limanlarında kalabileceklerdi. Ayrıca Ruslar, Osmanlı şehir ve kasabalarında münâsip görecekleri yerlerde konsolosluklar ihdas edebileceklerdi. 8- İngilizlerle Fransızlara verilen kapitülasyonlar, Rusya’ya da aynen tanınmıştır. 9- Osmanlı Devleti, üç senede ve üç taksitte Rusya’ya on beş bin kese akçe verecektir. Osmanlı Devleti, bu andlaşmada arazi îtibâriyle fazla kayba uğramamakla beraber, Rusların Eflâk ve Boğdan’a karışmaları ve istedikleri yerlerde konsolosluk açmaları, Ortodoksların hâmisi sıfatını takınmaları gibi maddeler kapalı müdâhaleye yol açtı. Ruslar, bu zaaftan istifâde ile, iki de bir tahakküm siyâseti takibine kalkdıklarından, devlet pek acı neticelerle karşılaştı. Osmanlı Devleti, Küçük Kaynarca andlaşmasıyla, arazî bakımından önemli bir kayba uğramadı. Fakat bu andlaşma târih boyunca yaptığı andlaşmaların en ağırlarından biri oldu. Bu andlaşma ile o zaman dünyânın birinci devleti olan Osmanlı Devleti, dördüncü devlet durumuna düştü. Rusya, İngiltere, Fransa ise en güçlü devletler hâline geldiler, önceden bir Tük gölü hâlinde olan Karadeniz, Osmanlı kontrolünden çıktı. Rusya Karadeniz’de sahillere sâhib oldu. Bir buçuk milyon müslüman Türk’ün meskûn bulunduğu on beş asırlık bir Türk ülkesi olan Kırım, Rusya’ya geçti. Bu ise müslüman-Türkler arasında derin bir üzüntüye sebeb oldu. Diğer taraftan Ortodoksluk bahanesi ile Rusya’nın Osmanlının içişlerine müdâhalesine imkân tanınıyordu. Lehistan’ı Rus sultasından kurtarmak için savaş göze alındı. Fakat neticede Küçük Kaynarca andlaşmasını imzalamak durumunda kalınarak, Lehistan’ın âkibeti Rusya, Prusya ve Almanya’ya bırakıldı. 1) Osmanlı Târihi (Uzunçarşılı); cild-4, kısım-1, sh. 422 2) Osmanlı Devleti Târihi (Hammer); cild-16, sh. 263 3) Büyük Türkiye Târihi; cild-6, sh. 366 4) Îzâhlı Osmanlı Târihi Kronolojisi; cild-4, sh. 56 5) Rehber Ansiklopedisi; cild-10, sh. 371 6) Hülâsat-ül-İ’tibâr (A. Resmî Efendi, İstanbul-1286); sh. 79 KÜTÜPHÂNE Araştırma, müracaat ve okumak için kitap ve benzeri materyallerin toplandığı, saklandığı ve okuyucunun istifâdesine sunulduğu yer. Kütüphâne; Arapça kütüb (kitablar) ve Farsça hâne (ev) kelimelerinden meydana gelmiş bir birleşik isimdir. Kütüphânelerin İslâm târihinde büyük önemi vardır. En son ve en mükemmel din olan İslâmiyet ilme ve âlime çok ehemmiyet vermiştir. Zümer sûresi 9. âyetinde meâlen; “De ki; hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” ve Nahl sûresi 43. âyetinde meâlen; “Şayet bilmiyorsanız, ilim ehline sorunuz” buyrulmak suretiyle ilim sahiplerinin ve ilim öğrenmenin ehemmiyeti bildirilmiştir. Peygamber efendimiz de; “İlim ve hikmet, mü’minin kaybettiği malıdır. Nerede bulursa alsın” ve “İlmi beşikten mezara kadar tahsil ediniz” ve “İlmi yazarak kayd ediniz” buyurmak suretiyle ilim öğrenmenin ehemmiyetini bildirmiş, ilmin yazmak suretiyle muhafaza edileceğine işaret buyurmuştur. Aklî ve naklî ilimlerin yazılmasıyla ortaya çıkan binlerce kitabın korunması ve bilgilerin gelecek nesillere aktarılması için kütüphânelere ihtiyâç duyuldu. İslâm târihinde ilk kütüphâne hazret-i Muâviye zamanında kuruldu ve bu kütüphâneye hâfız-ı kütüb olarak, Hâlid bin Yezîd ilk me’mur tâyin edildi. Abbasî Devleti zamanında ilmî çalışmalara, dînî ilimler yanında, geometri, astronomi, tıb, kimya, târih ve coğrafya ilimleri de eklendi ve kütüphâneler daha sistemli ve umûmî hâle getirildi. İlme ve âlimlere son derece hürmetli olan Abbasî halîfesi Hârûn Reşîd, Beyt-ül-hikme adındaki modern bir kütüphâne kurdu. Buraya, Sâhib-i beyt-il-hikme diye isimlendirilen bir müdür tâyin etti. Endülüste’ki Emevî hükümdarları da kurdukları kütüphâneler ile Avrupa medeniyetine beşiklik ederek, Avrupa’da ilim ve tekniğin gelişmesine sebeb oldular. Kaynakların bildirdiğine göre, o zaman Endülüs kütüphânelerinde 400.000 cild kitab bulunuyordu. Karahanlılar, Harezmşahlar, Gazneliler ve Selçuklular dönemlerinde, Türkistan ve Mâverâünnehr’de kütüphâneler kurulmuş, buralara âlimler ve devlet adamları tarafından binlerce cild kitab vakfedilmiştir. Selçuklular zamanında bilhassa Anadolu’da Âmid (Diyarbakır)’daki Ulu Câmii bitişiğinde kurulan kütüphâne, zamanın en meşhur kütüphânelerinden biri idi. Bu kütüphânede hicrî altıncı asırda bir milyon kırk bin cild kitap mevcûd olduğunu o devir tarihçilerinden öğrenmekteyiz. Osmanlıların önem verdikleri ilim ve kültür müesseselerinden biri de kütüphâneler olmuştur. Hükümdarlar, devlet adamları ve halk tarafından çeşitli devirlerde pek çok kütüphâne kuruldu. İlim mîrâsı sonraki nesillere intikâl ettirildi. Sultan İkinci Murâd Han, Edirne’de dört ayrı kütüphâne kurdurdu. Fâtih Sultan Mehmed Han, İstanbul’u feth ettikten sonra, çeşitli îmâr faaliyetleri yanında önemli kütüphâneler yaptırdı. Fâtih ve Eyyûb Sultan Câmii kütüphâneleri bunlardan olup, buralara ikişer bin kadar kitab vakfetti. Sarayda kurduğu kütüphâne kendisinden sonraki sultanlar zamanında zenginleştirildi. Fâtih Sultan Mehmed Han’ın yalnız kendisi ve saray için değil halk için açtığı bu kütüphâneleri de önemlidir. Türkçe vakfiyesinde; “Câmi-i şerifin garbisinde (batısında) bir buka-i latife (hoş bir bina) dâhi inşâ buyurdular tâ ki medârise-i şerîfelerinde (medreselerde) ifâde-i ulûm eden müderrisin (ders veren müderrisler) ve iktibâs-ı ulûm-ı âliye (yüksek ilimleri tahsil) eden tâlibîn-i müstaiddîn (kabiliyetli talebeler) belki ulemâ-yı mütehassisin vesâir muhtâcîn için vakıf buyurdukları kitaplar için mahzen olan (kütüphâne olan) yer” denmektedir. Osmanlı sultanlarında kitaba gösterilen hürmet ve îtinâ her türlü tarifin üzerindeydi. Edirne’den İstanbul’a Allâme Bedreddîn Aynî’nin İkd-ül-cumân adlı târihinin getirilmesi için bizzat pâdişâh sultan üçüncü Ahmed Han hatt-ı hümâyûn yazdı. Hatt-ı hümâyûnunda, kitabın, kışın rutubetinden müteessir olmaması (zarar görmemesi) için iki-üç kat muşambaya sarılmasını emrediyordu. Topkapı Sarayı’ndaki ilk büyük kütüphâne binasını sultan üçüncü Ahmed Han 1719 (H. 1131) târihinde yaptırdı. Arz odasının önündeki Havuz köşkünün yerinde yaptırılan kütüphâne binasının inşaâsına, hicrî 1719 (H. 1131) yılı Rebîulevvel ayının yirmi yedinci günü büyük bir merasimle başlandı. Kütüphânenin temeli, sultan üçüncü Ahmed’in atası sultan birinci Ahmed’in, Sultan Ahmed Câmii’nin temel atma merasiminde kullandığı altın kazma ile atıldı ve bina altı ay gibi kısa bir zamanda tamamlandı. Enderûn kütüphânesi adı ile de tanınan bu bina, Lâle devri mîmârî eserlerinin en güzel örneklerinden biridir. Rutubete karşı korunulması düşünülerek bodrum kat üzerine inşâ edilmiştir. Binanın girişi iki taraflı mermer merdivenle çıkılan bir sahanlıktadır. Kütüphâne binası yapılınca sarayın çeşitli dâirelerinden getirilen kitaplar, pâdişâhın vakıf mührü ile mühürlendikten sonra buraya konmuş ve sultan üçüncü Ahmed Han’ın düzenlettirdiği vakıfnameye göre Enderûn mensuplarının istifâdesine arz olunmuştur. Ayrıca kitaplığın bugüne örnek olacak derecede muntazam bir kayıt defteri tutulmuştur. Bu gün 3.889 eserin kayıtlı olduğu kitaplıkta, Bizanslılardan kalma çoğu tek nüsha olan Yunan, Latin, Süryânî dillerinde yazılmış 144 kitap vardır. Ayrı sıra numarasıyla kayıtlı bulunan ve gayr-i İslâmî eserler olarak adlandırılan bu kitapların katalogu D. Adolf Deismann tarafından yayınlanmıştır. Sultan birinci Mahmûd Han da 1742 yılında Ayasofya, Fâtih ve Nûruosmâniye kütüphânelerini yaptırarak, Galatasaray mektebi gibi ilim yerlerinde kütüphâneler kurmuş ve sarayda bulunan kitapları kısmen buralara vermiştir. Eğitim ve imâr sahasında büyük faaliyetlerin görüldüğü sultan İkinci Abdülhamîd Han devrinde, kütüphânecilik bakımından yeni hizmetler getirildi. Başta İstanbul olmak üzere devletin diğer şehirlerinde gerek devlet, gerekse şahıslar tarafından pek çok yeni kütüphâneler kuruldu. Önceden mevcûd olan vakıf kütüphâneleri devam etmekle beraber kütüphâneler devlet kontrolü altına alındı. Maarif nâzırı Münif Paşa’nın teşebbüsü ile kütüphâneler idaresi hakkında bir talimatname düzenlendi. İlk olarak Bâyezîd umûmî kütüphânesi açıldığı gibi, millî kütüphâne teşkîli için çalışmalar yapıldı. Sultan Abdülhamîd Han devrinde, eğitim politikasının neticesi olarak bir çok orta ve yüksek öğretim kurumlarının açılması, okul ve ihtisas kütüphânelerinin teşkilini gerektirdi. İdâdîlerde, meslek okullarında, okul kütüphâneleri kurulduğu gibi, Darülfünûn, Harbiye, Tıbbiye ve diğer yüksek okullarda ihtisas kütüphâneleri kurulup geliştirildi. Bu çeşit yüksek okul ve ihtisas kütüphânelerinde bilhassa fen ve teknik ilimlerle ilgili olanlar aynı zamanda yabancı dildeki eserlerle de zenginleştirildi. Abdülhamîd Han’ın irâdesi üzerine kütüphânelerin muntazam fihristleri hazırlanıp basıldı. On iki yıllık bir çalışma neticesi İstanbul’daki 63 kütüphânenin, 40 cilde yakın fihristi yapılıp basıldı. Ayrıca bâzı şehir kütüphânelerinin fihristleri de neşredildi. Kütüphânecilikle ilgili çalışmalara gerekli hassasiyeti gösteren Abdülhamîd Han, Yıldız Sarayı’nda çok zengin ve iyi düzenlenmiş modern bir kütüphâne kurdurdu. Sultan İkinci Abdülhamîd Han’ın emri ile İstanbul’dan başka, Osmanlı ülkelerindeki kütüphâneler tertîb ve tanzim edilerek fihristler düzenlendi. Mısır’daki dağınık kütüphâneler toplanarak Kâhire’deki bugünkü adıyla Dâr-ül-kütüb-ül-Mısriyye diye bilinen Hıdiv Kütüphânesi meydana getirildi ve binlerce eserin yok olması önlendi. Topkapı Sarayı kütüphânelerindeki eserler Osmanlı sultanlarının ilme, âlime ve kitaba verdikleri değeri göstermesi bakımından çok önemlidir. Bugün saraydaki kütüphâneler, yeni kütüphâne ve buraya bağlı sultan üçüncü Ahmed Kütüphânesi’nden ibarettir. Topkapı Sarayı’ndaki kitaplıklar şunlar idi: Hazîne kitaplığı: Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan beri satın alınan, yazarı veya san’atkârı tarafından takdim edilerek hazînede saklanan eserlerle yabancı devletlerden hediye gönderilen, muhârebelerde ele geçirilen kıymetli eserlerden meydana gelmektedir. Hazîne kitaplığında 2.999 eser bulunmaktadır. Bu eserlerin 6.32’si batı dillerinde yazılmış olan basma kitaplardır. Emânet hazînesi kitaplığı: Çeşitli mevzularda Türkçe, Farsça ve Arapça olmak üzere 3.119 yazma eserin bulunduğu bu kitaplıktaki eserler, Yavuz Sultan Selîm tarafından yaptırılan Silâhdâr hazînesi veya Hasoda hazînesi adı ile tanınan, daha sonraki devirlerde ise Emânât-ı Mukaddese Hazînesi de denilen binadan getirilen kitaplardan meydana gelmektedir. Kitaplıkta eserlerin çoğunluğunu, Gubârî denilen ve büyük bir ustalık isteyen (yazı) ile yazılmış Kur’ân-ı kerîmler teşkil eder. Yazı cild ve tezhib san’atı bakımından önemli bir yer işgal eden bu kitaplıktaki eserlerin bir özelliği de çok iyi muhafaza edilmiş olmalarıdır. Kitaplığın en önemli eserlerini Şeyh Hamdullah Karahisârî, Hâfız Osman ve bir çok hat san’atkârının yazı kolleksiyonlarının bulunduğu murakkalar ve hattatlara hocaları tarafından verilen diploma mahiyetindeki ketebe icazetnameleri, meydana getirmektedir. Kitaplıkta ayrıca sultan İkinci Bâyezîd, Yavuz Sultan Selîm, Kânûnî Sultan Süleymân, sultan üçüncü Mehmed Han ve bâzı sultanlarla, Dârüsseâde ağalarının ve paşaların yatırdıkları hayır işlerine dâir vakıfnameler vardır. Koğuşlar kitaplığı: Enderûn mektebi talebelerinin okuduğu kitaplarla, aşçılar, baltacılar kiler ve sofa, ocak ve koğuşlarda bulunmuş olan kitapların bir araya getirilmesi suretiyle meydana gelmiştir. 1.238, adet dînî mevzulardan meydana gelmiş eserlerdir. Revân Köşkü kitaplığı: Sultah dördüncü Murâd Han tarafından yaptırılan bu köşkte, sultan birinci Mahmûd 1733 yılında bir kitaplık meydana getirmiştir. Daha sonra sultan üçüncü Osman ve sultan üçüncü Mustafa Han tarafından eserler konulmuştur. Bu kısımdaki eserlerde üç pâdişâhın vakıf mühürlerinin bulunduğu 2.083 eser vardır. Bağdâd Köşkü kitaplığı: Sultan dördüncü Murâd tarafından 1639 yılında yaptırılan köşkte bulunan ve çoğu sultan birinci Abdülhamîd ve sultan üçüncü Selîm tarafından vakfedilen kitaplardan meydana gelen ve üzerlerinde bu sultanların tuğrası, vakıf mühürleri bulunan eserlerin büyük bir kısmını; dînî, târihî, edebî kitaplar meydana getirmektedir. Kitaplıkta 415 eser vardır. Sultan beşinci Mehmed Reşâd ve Tiryal Hanım kitaplığı: Sultan Mehmed Reşâd’ın husûsî kütüphânesi ile sultan İkinci Mahmûd Han’ın ikbâllerinden Tiryal Hanım’ın kitaplarından meydana gelmiş olan bu kitaplıkta çoğu basma olan 1.130 adet eser vardır. Bunlardan 1.032’si sultan Reşâd’ın, 98’i Tiryal Hanım’ın olup ona âid olan kitaplara “Devletlü üçüncü İkbal Tiryal Hanım hazretleri” yazılı mühür basılmıştır. Yeni kütüphâne: Topkapı Sarayı’nın üçüncü avlusunda yer alan bu bina, on beşinci yüzyıl yapısıdır. Fâtih Sultan Mehmed Han tarafından Enderûn ağaları için câmi olarak yaptırılmıştır. Bu câmiye aynı zamanda, küçük oda mektebine mensub Enderûn ağalarının câmii olduğu için, Küçük oda mescidi de denilmektedir. Câmi sonradan birçok değişikliklere uğradığı için ilk şeklinin nasıl olduğu bilinmemektedir. Bina restore edildikten sonra, sarayın muhtelif dâirelerinde dağınık hâlde bulunan bütün bu kitaplıklar, Yeni Kütüphâne adı altında bu binada toplanmıştır. Osmanlı sultanları devlet büyükleri ve âlimler İstanbul ve Anadolu’da birçok vakıf kütüphâneler meydana getirdiler. Bunların bir kısmı câmilerde, bir kısmı da ayrı binalarda idi. İstanbul’da ayrı bir binaya sahip kütüphânelerin ilki Köprülü Fâzıl Ahmed Paşa tarafından kuruldu. Devlet tarafından kurulan kütüphânelerin ilki, İstanbul Bâyezîd Devlet Kütüphânesi’dir. Devlet adamlarından, meselâ vezîriâzam Dâmât Rüstem Paşa’nın beşbin cildlik kütüphânesi, Amasyalı kazasker Müeyyedzâde Abdurrahmân Efendi’nin yedi bin cildlik yazma kütüphânesi çok meşhurdu. Kütüphânenin ilmî ve idarî işlerini yürüten kimse, hâzin (hâfız-ı kütüb) idi. Yeni çıkan kitapları kütüphâneye alır, fihristlerinin titizlikle yapılmasına, güzel tanzim ve tertip edilmesine nezâret eder, mümkün olduğu kadar okuyuculara her türlü kolaylığı sağlardı. Kitapları yıpranmaktan korumak, tamire ihtiyâcı olanları tamir ettirmek, cildlemek, ehli olmayan kimselere vermemek onun vazîfelerindendi. Kütüphânelerde umumiyetle bir hâzin bulunurdu. Çok büyük veya okuyucuları çok olan kütüphânelerde iki hâzin tâyin edildiği veya yardımcı verildiği de olurdu. Hâzinin vazîfesi sâdece idâri olmayıp, onda yüksek ilmî seviyeye sâhiblik şartı da aranırdı. Hâzinler bu sebeple bütün kitapların mevzûlarıyla ilgili ilmî üstünlüğü olan kişilerden, âlimlerden ve meşhur edîblerden olurdu. Cumhuriyet devrinde Osmanlı Devleti’nden kalma İstanbul kütüphâneleri; Süleymâniye, Millet ve Bâyezîd olmak üzere üç büyük kütüphâne çevresinde toplandı. Anadolu’nun hemen bütün büyük merkezlerinde Osmanlı’dan kalma yazma eser kütüphâneleri de vardır. Bu kütüphâneler Millî Eğitim Bakanlığı Kütüphâneler Genel Müdürlülüğü’ne bağlandı. Câmilere vakfedilen kitaplar da yazma eser kütüphânelerine devredildi. Türkçe, Farsça, Arapça yazmalarının en zengin kolleksiyonları da Türkiye’de ve bilhassa İstanbul’daki kütüphânelerdedir. 50.000 el yazma ve 120.000 matbu eser, mikrofilm atölyeleri ve modern te’sisleriyle Süleymâniye Kütüphânesi bugün yazma eser kütüphânelerinin en önde gelenidir. 1) Türkiye 1850; cild-1 sh. 207 2) Büyük Türkiye Târihi; cild-10, sh. 468 3) Rehber Ansiklopedisi; cild-11. sh. 14 4) Hayât Târih (sene-1965); cild-12, sh. 35 5) İstanbul Kütüphâneleri (Meral Alpay, İstanbul-1982) 6) Türkiye Kütüphâneleri Rehberi LÂĞIM (Bkz. Kapıkulu Ocakları) LALA Osmanlı Sarayında geleceğin hükümdarlarını yetiştirmek üzere vazifelendirilen beylerbeyi veya vezîr gibi tecrübeli devlet adamı. Lala deyimi, eğitici anlamında halk arasında kullanıldı. Pâdişâhlar vezirlerine de lala diye hitâb ederlerdi. Selçuklu ve sonra Osmanlı sarayında yeni doğan şehzâdenin hizmetine usta adı verilen mürebbîler bakardı. Bir-iki yaşında sütten kesildiğinde ağa adını taşıyan has odacılardan üçü vazifelendirilirdi. Edebli ve tecrübe sahibi kişilerden seçilen lalaların, şehzâdelerin hareketleri üzerinde büyük te’sirleri olurdu. Şehzâdelerin vâlilikleri esnasında işlerini idare eden vezir derecesinde lala adlı mûtemed yardımcıları vardı. Lalalık; hassas ve tam bir itimâda dayanan vazifelerdendi. Şehzâdenin bir yandan iyi bir devlet adamı olarak yetiştirilmesi, bilgili bir hükümdar olarak büyütülmesi yanında, pâdişâha karşı itaatinin devam ettirilmesi deb îcâb etmekte idi. Şehzâdeler bir dereceye kadar lalaları kabul edip etmemekte hak sahibi idiler. Nitekim Yavuz Sultan Selîm Han, şehzâdeliği sırasında, Trabzon vâlisi iken lala olarak gönderilen şahısları ilim ve edeb sahibi kimselerden olmadıkça kabul etmemiş, bir bahane ile geri göndermiştir. Eskiden büyük me’murlarla zenginler de çocuklarının terbiyesine bakmak üzere lala (terbiye ve eğitimci) istihdam etmişlerdir. Lala zahiren hizmetkâr vaziyetinde idiyse de terbiyesi kendisine havale olunan çocuğa karşı âmir yerinde bulunur, esasen yaşlı ve kâmil insanlardan seçildikleri için, çocuklar da kendisine bir mürebbî, bir hoca gibi tazim gösterip, hürmet ederlerdi. Osmanlıda lala ile ilgili tâbirlerden bâzıları şunlardır: Laladaş: Saray acemilerinin birbirlerine kardeş yerinde kullandıkları bir tâbirdir. Saraya alınan acemiler saray âdâb ve usûlünü öğrenmek üzere, birer lalanın idaresine verilir ve aceminin her hâl ve hareketi lalanın kontrolü altında bulunurdu. Bir lalanın terbiyesi altında kaç acemi bulunursa bulunsun, bunlar birbirlerine laladaş diye çağırırlardı. Lala destur: Saray mensûblarının dar yerlerde birbirlerine rastladıkları zaman, geçme müsâdesi yerinde kullandıkları bir tâbirdir. İzin isteyene karşı diğerlerinin çekilerek yol açmaması edebe aykırı bir hareketti. Lala dîvân etti: Terbiyesine me’mur olduğu aceminin bilmediği yeni bir şeyi öğretmek için, lalanın tenbihi yerinde kullanılan bir tâbirdir. Aceminin kusurunu düzeltmek maksadıyla lalanın nasihatine de lala nizâm etti denilirdi. 1) Osmanlı Târih Deyimleri; cild-2, sh. 354 2) Lakaplar ve Unvanlar (Hayat Târih, sene-1966); sayı-6, 56 3) Saray Teşkilâtı; sh. 124, 125 LALA MUSTAFA PAŞA Kıbrıs fâtihi, Kafkasya’nın fethinde İran’la yapılan muhârebelerin muzaffer serdârı. Bosna eyâletinin Sokol (Sokolovici) köyünde doğdu. Sokullu Mehmed Paşa’nın akrabası, İkinci vezirliğe kadar yükselen Deli Hüsrev Paşa’nın kardeşidir. Ağabeyi Hüsrev Paşa’nın delaletiyle Yavuz Sultan Selîm Han zamanında Enderûn-ı hümâyûna alındı. Burada yüksek tahsil ve terbiyesini tamamladıktan sonra altı yıl Kânûnî Sultan Süleymân’ın berberbaşılığını yaptı. Daha sonra çaşnigîr ve bilâhare mîrahûr (emîr-i âhûr) olarak Enderûn’un yüksek me’murluklarında bulundu. 1555 yılında Filistin-Safed sancakbeyiiğine gönderildi. Bir sene bu vazifede kaldıktan sonra, Manisa vâlisi şehzâde Selîm’in (ikinci Selîm Han) lalalığına tâyin edildi. 14 Eylül 1560’da önce Budin-Pojega sancakbeyi, sonra Tameşvar beylerbeyi, bir müddet sonra da Van beylerbeyi oldu. Fakat İran’a karşı yaptığı sert hareketler o yıllardaki devlet politikasına uymadığından, 1561 yılında Erzurum, oradan Halep beylerbeyliği, sonra da Şam beylerbeyliğine nakledilen Lala Mustafa Paşa, ikinci Selîm Han tahta geçtiğinde bu görevde bulunuyordu. 1567’de Yemen’de Zeydî imâmlarından Topal Mutahhar’ın isyân çıkarması üzerine, vezâret payesi verilerek bölgeye serdâr tâyin edildi. Mısır’da Yemen harekâtının hazırlıkları ile meşgulken, yerine Koca Sinân Paşa tâyin edilip İstanbul’a çağrıldı ve altıncı vezîr olarak dîvân-ı hümâyûna girdi. Kânûnî Sultan Süleymân Han devrinde denizlerde Osmanlı egemenliği mutlak hâkim olmuş ve adaların pek çoğu fethedilmişti. Kânûnî Sultan Süleymân Han, yaklaşık yarım asır boyunca batı ve doğuda giriştiği büyük savaşlar arasında Kıbrıs’la ilgilenmek fırsatı bulamamıştı. İkinci Selîm Han ise Venediklilerin elinde bulunan ve Mısır’a giden gemi, tüccar ve hacılara saldıran korsanların sığınağı durumunda olan Kıbrıs’ı bir an önce fethetmek niyetinde idi. Dîvân-ı hümâyûn azalarından Lala Mustafa ve Piyâle paşalar da doğu Akdeniz’de çıban başı gibi duran bu adanın, bir an önce fethedilmesini istiyorlardı. Pâdişâhın niyetini öğrenen Venedik, Avrupa’dan yardım istediyse de, Fransa ve Avusturya yenilecekleri kesin muhârebeye girmek istemediklerinden, Osmanlı Devleti ile yeni anlaşma imzaladıklarını bahane edip yardıma yanaşmadılar. Fakat Papa’nın önderliğinde yapılan hummalı çalışmalar sonunda; Papalık, Ceneviz, İspanya, Malta ve Venedik gemilerinden meydana gelen büyük bir donanma çıkarmayı başardılar. Osmanlı kuvvetlerine serdâr tâyin edilen Lala Mustafa Paşa, 1570 Mayıs’ında adaya asker çıkardı. Önce Lefkoşe ve sonra Magosa’da yaptığı şiddetli çarpışmalar ve muhasaradan sonra bir yıl içinde kaleyi fethetti. Anadolu Türklerini yerleştirip idarî teşkîlâtı kurduktan sonra, 15 Eylül 1571’de adadan ayrıldı ve büyük karşılama merasimi, gürleyen top sesleri arasında İstanbul’a geldi (Bkz. Kıbrıs). 1578 yılında İran orduları tarafından ülkeleri istilâ edilen sünnî Dağıstan, Şirvan ve Gürcistan beylerinin ağır İran tazyikleri karşısında Osmanlı Devleti’nden yardım istemeleri ve İran kuvvetlerinin Irak’ta Osmanlı topraklarına tecâvüz ederek 29 Mayıs 1555 Amasya andlaşmasını bozmaları üzerine İran’a karşı harbe karar verildi. Dîvân-ı hümâyûnda yapılan toplantı sonunda tecrübeli vezîr Lala Mustafa Paşa, İran serdârı tâyin edildi. 5 Nisan 1578’de İstanbul’dan hareketle yola çıkan Lala Mustafa Paşa, orduyu Erzurum’da topladı. Bu arada Diyarbekir kışlağında bulunan Habeş ve Yemen fetihlerinin meşhur kumandanı zamanın dehâ sahibi ve askeri olan Özdemiroğlu Osman Paşa’yı da, maiyyetine aldı. Erzurum’dan hareketle Ardahan yolundan ilerleyen Osmanlı orduları; Çıldır, Koyungeçidi, Şamahı savaşlarında İran’a büyük darbeler vurarak Kuzey Azerbaycan, Kafkasya ve Dağıstan’ı fethettiler (Bkz. İran Harpleri). 30 Eylül 1579’da Sokullu Mehmed Paşa’nın şehîd edilmesi üzerine ikinci vezirliğe yükseltilip İstanbul’a çağrıldı. Bunun üzerine Koca Sinân Paşa İran serdârı oldu. İstanbul’a dönmesinden bir müddet sonra sadrâzam Ahmed Paşa vefât edince vekîl-i saltanat ünvânıyla sadrâzam oldu. Üç ay dokuz gün sonra bu görevdeyken 7 Ağustos 1580’de vefât etti. Eyyûb Sultan’da bir müddet önce hazırlattığı mezarına defnedildi. Yavuz Sultan Selîm, Kanunî Sultan Süleymân, ikinci Selîm ve üçüncü Murâd Han devirlerinde Osmanlı Devleti’ne hizmet eden Lala Mustafa Paşa, ilk evliliğini Mısır Memlûklü hükümdarı Kansu Gavri’nin oğlu, Mehmed Bey’in kızı Fatma Hâtun’la yaptı. Bu evliliğinden olan oğlu Mehmed Paşa, babasının vefâtından beş yıl önce Halep beylerbeyi iken vefât etti. İkinci evliliğini Kânûnî Sultan Süleymân Han’ın oğlu, Şehzâde Mehmed’in kızı Hümâ Sultan ile yaptı. Bu evliliğinden de Sultanzâde Abdülbâkî Bey isimli bir oğlu oldu. Lala Mustafa Paşa; büyük bir kumandan, iyi bir devlet adamıydı. Osmanlı Devleti’nin en ihtişamlı devirlerinde, devlete yüksek kademelerde hizmet etme imkânını bulması, zekî ve iyi bir idareci olduğunun en açık delîlidir. İlk büyük başarısını Kıbrıs serdârlığında gösterdiğinden, Kıbrıs fâtihi diye tanındı. İran serdârlığında da büyük muvaffakiyetler sağladı. Peçevî İbrâhim Efendi, târihinde; “İranlılar, ondan yedikleri dayağı hiç bir serdârdan yemediler” diye başarılarını övmektedir. Lala Mustafa Paşa’nın idaredeki hizmetleri kadar önemli olan diğer bir hizmeti ise, Osmanlı Devleti’nin bir çok yerini inanılmaz azamette, âbide ve hayır eserleriyle donatmasıdır. Başta Kıbrıs ve Kafkasya fetihlerindeki ganîmet hissesi olmak üzere, elde ettiği büyük serveti bu yolda harcadı. Konya’da şehzâde Selîm’in lalasıyken Ilgın’da câmi, bedesten, kervansaray, Erzurum’da beylerbeyi iken Lala Mustafa Câmii, Şam’da beylerbeyi iken üç yüz altmış odalı Lala Paşa Han’ı ve hamamı, tekke, Kunaytira’da câmi ve imâret, Kıbrıs seferi serdârlığında Lefkoşe’de açtığı hazret-i Ömer Câmii’ne vakıflar, İran seferi serdârı iken Kars Tiflis’de yaptırdığı câmiler hayratından bâzılarıdır. Hicaz bölgesinde Mekke ve Medîne’de de bâzı hayrâtı vardır. 1) Lala Mustafa Paşa Üzerine Notlar (Belleten); cild-22, sh. 556 v.d. 2) Peçevî Târihi; cild-1, 2 3) Rehber Ansiklopedisi; cild-11, sh. 27 4) Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye 5) Îzahlı Osmanlı Târihi Kronolojisi; cild-2, 3 6) Mufassal Osmanlı Târihi; cild-3 LALA ŞAHİN PAŞA Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda, Rumeli’deki fetihlerde büyük hizmeti görülen kumandan ve devlet adamı. Doğum târihi bilinmemektedir. 1375 veya 1376 (H. 778)’de vefât ettiği sanılmaktadır. Babasının adı Abdülmuîn’dir. İkinci ve üçüncü Osmanlı sultânı Orhan Han ve birinci Murâd Han zamanlarında kahramanlıkları görülen Lala Şahin Paşa, sultan birinci Murâd Han’ın yetişmesiyle meşgul olup, şehzâdeliğinde ona lalalık yaptı ve bu sebeble lala lakabını aldı. Birinci Murâd Han’ın İzmit, Bursa sancak beyliklerinde maiyyetinde bulundu. Rumeli’de fetihlerin başlaması üzerine, şehzâde birinci Murâd’la birlikte ve Süleymân Paşa’nın emrinde vazîfe aldı. Çorlu, Lüleburgaz’ın fetihlerinde bulundu. Süleymân Paşa’nın vefâtı üzerine Lala Şahin Paşa’ya beylerbeyi vazîfesi verildi ve paşa ünvânı aldı. Böylece Osmanlı hânedânı dışında paşalık verme usûlü başladı. Sultan Orhan Gâzi’nin 1362’de vefâtı üzerine, Rumeli’deki Türk kuvvetlerinin komutanı Murâd Gâzi Bursa’ya döndü. Bunun üzerine ordunun kumandası Lala Şahin Paşa’ya bırakıldı. Bizanslıların hücumlarına karşı Hacı İlbey ve Evrenos Gâzi ile birlikte karşı durdu. Bir ara Lüleburgaz, Malkara ve Çorlu boşaltılmak durumuna düşüldü. Ancak Osmanlı birliklerinin Rumeli’den tamamen çekilmesine mâni oldu. Şehzâde Murâd Gâzi’nin hükümdar olup, Anadolu’da istikrarı sağlamasından sonra, Rumeli’ye geçti. Edirne’nin gerisini emniyete almak ve İstanbul tarafından gelecek bir Bizans taarruzuna mâni olmak için Çorlu ikinci defa fethedildi. Lüleburgaz alındı. Sultan Murâd Han, Lala Şâhin’i ilk beylerbeyi olarak tâyin etti ve ordunun kumandasını kendisine verdi. Gâzi Evrenos, Malkara ve İpsala’yı, Hacı İlbey de sahile inerek Dedeağaç kale ve limanını, daha sonra da Dimetoka’yı ele geçirdi. Lüleburgaz’da toplanan bir harp meclisinde Edirne üzerine yürünmesine karar verildi. Lala Şahin Paşa, o devirde Uçbeyi olan Hacı İlbey’i Bulgarların yardım etmeleri ihtimâline karşı Kırklareli yöresine, Evrenos Gâzi’yi de Sırpların muhtemel bir hücumuna karşı Serez tarafında vazifelendirdi, Dimetoka’nın batı tarafında da lüzumlu savunma tedbirlerini aldıktan sonra Edirne üzerine yürüdü. Bu sefer sırasında Pınarhisar ile Babaeski arasındaki Sazlıdere’de toplanan rum kuvvetlerini mağlûb edip dağıttı. Edirne’yi savunan rum kumandanı, Lala Şahin Paşa’nın bu zaferini işitince şehri terkedip Meriç nehri yoluyla kaçtı. Böylece Lala Şahin Paşa, Edirne’yi rahatlıkla teslim aldı. Lala Şahin Paşa 1361’de Edirne’yi fethettikten sonra burayı bir müddet beylerbeyi merkezi yaptı. Diğer taraftan Meriç vadisinde fetih hareketlerine devam edip, Filibe’yi, Eski ve Yeni Zağra şehirlerini aldı. Bu durum Balkan devletlerinde, Papalık ve Macaristan’da Osmanlılara karşı bir kuvvet hâlinde birleşme ve Türkleri Rumeli’den çıkarma fikrini doğurdu. Haçlı ittifakı faaliyete başladı. Lala Şahin Paşa, Osmanlı Devleti’ne karşı harekete geçen hıristiyan Avrupa’nın bu birleşmeleri karşısında hemen savunma tedbirleri aldı. Pâdişâh birinci Murâd Han’a haber göndererek, toplanan hıristiyan ordusuna karşı Anadolu’dan yardım istedi. Bir taraftan da Hacı İlbey komutasında on bin kişilik bir orduyu düşman üzerine sevketti ve keşif faaliyetleri yaptırdı. Hacı İlbey Meriç nehrinin sol sahilinde konaklayan düşman ordusuna karşı bir sabah vakti erkenden üç, kol hâlinde hücuma geçti. Yaptığı bu baskınla düşman ordusunu imha ederek, 1363 de Sırpsındığı zaferini kazandı. Lala Şahin Paşa. 1366’da Kuzeybatı Balkanlar üzerine büyük bir fetih hareketi başlattı. Emrindeki ordusuyla Bulgaristan’daki Samuka ve İhtiman’ı, Kırkkilise (Kırklareli) ve Vize’yi fethetti. 1368’de Çandarlı Halil Paşa’nın vezîriâzam olması üzerine Lala Şahin Paşa’ya da vezirlik verildi. Bu sırada, Osmanlı akınlarına karşı bir Bulgar-Sırp ittifakı kuruldu. Osmanlı kuvvetlerine karşı hücuma geçen bu Sırp-Bulgar ordularına karşı Lala Şahin Paşa, Samuka meydan muhârebesini yaptı ve muzaffer oldu. Aynı sene haçlı orduları karşısında Çimen’de kazanılan savaşa katıldı. Lala Şahin Paşa 1372’de Rumeli’deki Ferecik ve havalisinin fethi ile vazifelendirildi. Ferecik hisarını kuşatıp fethetti. 1373’de ise Makedonya fetihlerine katıldı. Bu seferde İskeçe, Drama, Korala, Zihne, Serez, Avrethisarı, Vardar Yenicesi ve Kararfiye şehir ve kasabaları fethedildi. Osmanlı Devleti’nin Balkanlardaki ilk fetihlerine katılıp cihâd eden ve İslâmiyet’in yayılmasında büyük hizmeti geçen Lala Şahin Paşa, sultan Murâd-ı Hüdâvendigâr’ın bütün bölgeyi fethetmek ve oralarda İslâmiyet’i yaymak maksadıyla kurduğu muntazam plânlarını uygulayan değerli devlet adamlarındandır. Bu gayeyi gerçekleştirmek için 1375’de Niş’in fethi sırasında, cihâda çıktığı, fetihten sonra şehîd düştüğü rivayet edilmiştir. Lala Şahin Paşa, 1348’de Bursa’da, medrese; Kirmasti’de câmi ve zaviye yaptırıp vakfetmiştir. Kendisinden sonra vakfına oğlu Mehmed Paşa’yı mütevellî etmiştir. Daha sonra da torunları mütevellî olmuşlardır. Edirne’de bir kasabaya ve Bursa’da bir mahalleye onun ismi verilerek hizmetleri ve hâtırası yâdedilmiştir. 1) Kâmûs-ül-a’lâm; cild-5, sh. 3971 2) Osmanlı Târihi (Uzunçarşılı); cild-1, sh. 572 3) Îzahlı Osmanlı Târihi Kronolojisi; cild-1, sh. 47 4) Rehber Ansiklopedisi; cild-11, sh. 28 LÂLE DEVRİ Osmanlı târihinde 1718-1730 seneleri arasındaki döneme sonradan verilen isim. Bu devirde İstanbul’da lâle zevki artıp, devlet adamları dâhil, İstanbulluların bahçelerinde çeşit çeşit lâle yetiştirilmesi yaygınlaşınca, şâir ve tarihçiler tarafından bu devre Lâle devri denilmiştir. Lâle devri; Osmanlı sultânı üçüncü Ahmed Han (1703-1730) ve sadrâzam Nevşehirli Dâmâd İbrâhim Paşa zamanında Osmanlı-Rus-Avusturya-Venedik harplerinden sonra imzalanan Prut ve Pasarofça andlaşması ardından başladı. Yıllarca süren harpler ve isyânlardan bıkan halk, antlaşmalardan sonra korku ve endişeden uzak bir hayât sürmeye başladı. İstanbul’da sünnet ve düğün merasimleri artarak, mevsimine göre kır, deniz seyâhatleri ve helva sohbetleri tertiplendi. Edebî faaliyet hızlanıp gelişti. Pâdişâh dâhil devlet adamları, lâle mevsiminde Sâdâbâd, Şerefâbâd, Kasr-ı Süreyya, Vezirbahçesi köşklerine, Tersane bahçesi, Çırağan bahçesi ve Beşiktaş yalılarına giderlerdi. Devlet adamları, ahâli ve çiçek esnafı iki yüzden fazla lâle çeşidi yetiştirdiler. Mahbud, devrin en meşhur ve pahalı lâle çeşidi oldu. İstanbul başta olmak üzere bütün memleket sathında park, bahçe tanzimi, köşk, saray, çeşme, sebîl, imâret, medrese, kütüphâne ve câmiler dâhil pek çok san’at eseri yapıldı. İnşâ ve tamir edilen san’at eserlerinin süslenip tezyini için İstanbul’a çini fabrikası kuruldu. Dâmâd İbrâhim Paşa’nın doğum yeri olan bugünkü Nevşehir, bu devrin eseridir. Yine bu devirde, on altıncı asırdan beri İstanbul ve diğer Osmanlı şehirlerinde Arapça, Ermenice, İbrânice, Rumca kitap basan matbaaların ardından, şeyhülislâm Abdullah Efendi’nin fetvası ile Osmanlıca kitap basan matbaa kuruldu ve basılacak kitapların kontrolü için âlimler vazifelendirildi. İstanbul’da bulunan ve bütün dünyâda kıymetli eserlerin yazılmasını sağlıyan doksan bin kadar hattatın durumları dikkate alınarak ilk zamanlar dînî kitaplar basılmadı. Hattatlıkla uğraşan kalem ehlinin bir kısmı matbaada tab işlerinde musahhihlik yaparak zamanla denge sağlandığından, dînî kitapların da basımına geçildi. Matbaanın ve hattatların ihtiyâcını karşılamak için kâğıt fabrikası kuruldu. Avrupa ile münâsebetler arttırılıp, Viyana’ya konsolos tâyin edilerek, çeşitli başşehirlere dostluk nâmeleri gönderildi. Bu devir sulh, sükûn ve huzurla geçtiğinden, Osmanlı kültür, san’at ve ilim âleminde kıymetli şahsiyetler yetişti. Eski eserler, hattatlar vasıtasıyla çoğaltılarak her tarafa dağıtıldı. İlmî encümen, hey’et ve büroları kurularak, Arabça, Farsça, Yunanca kitaplar tercüme edildi. Bu devirde yapılan saray ve köşklerdeki ilim meclislerinde, sohbetlere kıymetli âlimler, san’atkârlar, şâirler ve edipler katılırdı. Sohbetlere, doğu dillerini iyi bilen ve ilim erbabından şâir Nedim ayrı bir renk katardı. Nedim, Lâle devrinin günlük hayâtını ve İstanbul’un tasvirini: Bu şehr-i İstanbul ki, bi-mîsl ü bahâdır; Bir sengîne yekpare Acem mülki fedâdır. Kâlâ-yı maârif satılır sûklarında, Bâzâr-ı hüner mâden-i ilm ü ulemâdır. mısrâları ile yapmıştır. Lâle devrindeki huzur ahengini; İran mes’elesi, devlet adamlarının îmâr faaliyetlerini, ordudaki düzenlemeleri ve meclis toplantılarını istemeyen yabancılar ile yazılan eserlerin yanlış açıklanıp, anlaşılması bozdu. Patrona Halil adında devşirme bir tellak, yeniçeri ihtilâl hazırlığını tamamladıktan sonra, sultan üçüncü Ahmed Han sefer hazırlıkları içinde iken ve tatil günü devlet adamlarının yazlıklarında bulundukları esnada isyâna başladı. 28 Eylül 1730’da baş gösteren bu isyân ile Dâmâd İbrâhim Paşa ve yakınları âsîlerin arzusu ile vazîfeden alınıp öldürüldü (Bkz. Patrona Halîl isyânı). Âsîlerin arzusu bitmiyerek, sultan Ahmed’in hal’ini istediler. İsyan sırasında, İstanbul’da yapılan yalılar yağma edilip yıkılarak, lâle bahçeleri ve bütün yeşil saha tahrib edildi. Bir çok güzîde san’at eserleri âsilerin tahribine uğradığı gibi; san’atkârlar, şâirler, edipler, ilim ve devlet adamları da öldürülüp her hususta vahşice hareket edildi. Dâmâd İbrâhim Paşa’nın öldürülmesi ve sultan Üçüncü Ahmed’in tahttan indirilmesi ile Osmanlı târihinde sonradan Lâle devri denilen dönem sona erdi. Bu devir; sulh, sükûn, huzur, îmâr faaliyetleri, güzîde san’at eserleri yapılması, İlmî eserlerin çoğaltılarak dağıtılması, ihtiyâç duyulan maddelerin ülkede imalâtı için fabrika te’sisi, askerî yenilikler, dünyâda olup biten yenilik ve olayların tâkib edilmesi, İstanbul’da İtfaiye teşkilâtının kurulması; âlim, edip, şâir ve san’atkârların korunmasına ayrı bir îtinâ gösterilmesi bakımından, Türkiye târihinde başkalık arz etmesi sebebiyle önemlidir. 1) Türkiye Târihi (Y. Öztuna); cild-6, sh. 290 2) Îzahlı Osmanlı Kronolojisi (İ. Hami Danişmend); cild-4, sh. 16 3) Osmanlı Târihi (İ. Hakkı Uzunçarşılı); cild-4, bölüm-1, sh. 162 4) Râşid Târihi; cild-5, sh. 19, 420 5) Rehber Ansiklopedisi; cild-11, sh. 30 6) Osmanlı Târihi Deyimleri; cild-2, sh. 314 7) Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye; sh. 318 LÂMİÎ ÇELEBİ Osmanlılar devrinde yetişen âlimlerden. İsmi, Mahmûd bin Osman bin Ali en-Nakkâş bin İlyâs Lâmiî’dir. 1472 senesinde Bursa’da doğdu. Babası Osman Çelebi, sultan İkinci Bâyezîd’in hazîne defterdârı idi. Dedesi Nakkâş Ali Paşa, devrinin en şöhretli câmi içi nakkaşı idi. Tîmûr Han onu Ankara savaşından sonra Semerkand’a götürdü. Bir müddet orada kalan Ali Paşa, Bursa’ya döndüğünde Yeşil Câmi ve Yeşil türbenin iç nakışlarını yaparak büyük hizmetlerde bulundu. Lâmiî Çelebi, annesi Dilşâd Hâtûn tarafından yetiştirildi. Devrin büyük âlimlerinden, Molla Ehâveyn ve Molla Muhammed bin Hasanzâde’den tefsir, hadîs, fıkıh ilimlerini öğrendi. Muradiye Medresesi’nde öğretim gördü. Tasavvufa olan temayülü sebebiyle Şâh-ı Nakşibend Muhammed Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin yolundaki büyük velî, Seyyid Emîr Çelebi’nin derslerine katılarak, ona talebe oldu. Tasavvuf yolunda, o büyük zâtın teveccühleri, feyz ve bereketleri ile olgunlaşıp, kâmil bir insan oldu. Fettâh Nişâbûrî’den tercüme ettiği Hüsn ü Dil adlı eserini Yavuz Sultan Selîm’e takdim eden Lâmiî Çelebi, sultan tarafından 35 akçe ile mükâfatlandırıldı. Daha sonra Ferhâdnâme’yi yazıp sultana takdîm edince, bir köy bağışlandı. Lâmiî Çelebi, sultandan herhangi bir mevkî ve makam istemiyerek, ömrünü faydalı eserler yazmaya ve tercüme etmeye hasretti. 1512 senesinde dört bin akçelik bir vakıf kurdu. 1531’de Bursa’da vefât edince, dedesi Nakkaş Ali Paşa’nın yaptırdığı mescidin avlusuna defnedildi. Günümüzde sâdece baş taşı kalan mezarında, girift sülüsle; “Elmerhûm Şeyh Lâmiî bin Osman” yazısı vardır. Lâmiî Çelebi, büyük âlim Molla Câmî hazretlerinin Şevâhid-ün-nübüvve ve Nefehât-ül-üns adlı eserlerini tercüme ettiği için Câmî-i Rûm lakabıyla şöhret buldu. Nefehât’ı tercüme ettikten sonra, Anadolu evliyâsının hayatlarını da ekleyerek eserlerini genişletti. Şevâhid-ün-nübüvve’ye kendi araştırmasına dayanarak elde ettiği bilgileri ilâve etti ve esere te’lifî bir hava verdi. Lâmiî Çelebi; manzum, nazımla nesir karışık ve mensur mâhiyette otuza yakın eser yazmış ve tercüme etmiştir. Eserlerinde cümleler kısa, sâde ve canlıdır. Nesir eserlerinde zamanın âdetine uyup, arada bir şiir de söylemiştir. Tercüme ettiği eserlerde manzum olanları yine manzum olarak, hattâ bâzı kere aynı vezinle Türkçe’ye çevirmiş ve bunda çok başarılı olmuştur. Bu bakımdan, Lâmiî, Türk edebiyatının nesir ve tercüme alanlarında ilk sırayı alan güzîde üstadıdır. Büyük bir kısmı tasavvuf ile ilgili olan eserlerinden bâzıları şunlardır: 1- Şeref-ül-insân: İnsanın niçin yaratılmışların en üstünü olduğunu, delillerle anlatan bir eserdir. Eserin kaynağı Arabça bir eser olmasına rağmen, Lâmiî Çelebi, kendi kültürüyle genişleterek te’lîf hüviyeti kazandırmıştır. 2- Îbretnümâ: Eserin birinci bölümünde nesirle yazılmış evliyâ menkîbeleri yer almaktadır. İkinci bölümünde ise, doğuda bilinen Hind, Çin, Arap ve İran hikâyeleri değişik biçimde anlatılmıştır. 3- Dîvân: Dîvân’ında 3 tevhîd, bir mirâciyye, iki na’t, bir Eshâb-ı kiram hakkında medhiye, birinci Selîm ve Kânûnî’ye yazılmış yirmi sekiz kasîde, üç terci-i bend, şehzâdeler hakkında üç mersiye, beş tezkiye, altmış beş murabba, yüz otuz beş gazel, on altı târih ve lugatlar yer almaktadır. 4- Risale-i tasavvuf, 5Münâzarât-ı Behâr-üş-Şitâ, 6- Şerh-i Dîbâce-i Gülistan, 7- Münşeât-ı mekâtip, 8- Hall-i muammâ-i Mir Hüseyin, 9- Risâle-i Aruz, 10- Menâkıb-ı Üveys-i Karnî, 11- Risâle-i Usûl minel Fünûn, 12- Mevlid-ir Resul, 13- Maktel-i İmâm Hüseyin, 14- Kıssa-i evlâd-ı Câbir, 15- Lugat-ı Manzume, 16- Risâle-i Bal, 17Şehrengiz-i Bursa: Bursa’yı ve şairliğin özelliğini anlatan bir eserdir. 18- Vâmık ü Azrâ, 19- Risâle-i fâl, 20- Selâmân ü Ebsâl, eserlerinin büyük bir kısmının, İstanbul kütüphânelerinde yazma nüshaları bulunmaktadır. 1) Şakâyik-ı Nu’mâniyye Tercümesi (Mecdî Efendi) sh. 431 2) Sehi Beğ Tezkiyesi; sh. 50 3) Tekiret-üş-şu’arâ; cild-2, sh. 830 4) Latîfî Tezkiresi; sh. 293 5) Sicilli Osmânî cild-4, sh. 86 6) Kâmûs-ül-alâm; cild-5, sh. 3973 7) Rehber Ansiklopedisi; cild-11, sh. 35 8) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-4, sh. 177 9) Büyük Türk Klasikleri; cild-3, sh. 247, cild-4, sh. 141 10) Resimli Türk Edebiyatı (N. Sâmi Banarlı); cild-1, sh. 601 LONCA (Bkz. Esnaf Teşkilâtı) MÂBEYN-İ HÜMÂYÛN Sarayda harem dairesiyle dış dâireler arasında yer alan ve selâmlık dâiresi denilen kısım. Mâbeyn-i hümâyûn-u cenâb-ı mülûkâne adı da verilir. Hükümdarlar gündüzleri saraydan çıkmayacak olurlarsa burada ikâmet ederlerdi. Sarayın dışarısı ile her türlü muhâberât ve münâsebeti mâbeyn dairesince görülürdü. Dört halîfe (radıyallahü anhüm) zamanında halktan bir kimse istediği zaman halîfe ile görüşebilirdi. Zamanla devlet büyüyünce, Emevîler devrinde hâcibler kullanıldı. Bunlar hükümdara halkın dilek ve isteklerini arz ederdi. Osmanlı Devleti’nin ilk kuruluşunda sadelik hüküm sürdüğü için, ilk pâdişâhlar herkesle teşrîfât ve merasime hacet kalmaksızın görüşürlerdi. Devletin büyümesi ve gelişmesi neticesinde saray ve saray teşrifatı ortaya çıktı. Fâtih Sultan Mehmed Han, kanunnâmeler çıkartıp teşrifat için maddeler koydurmuş ve; “Evvelâ bir arz odası yapılsın. Cenâb-ı şerîfim pes perdede oturup haftada dört gün vüzerâm ve kazaskerim ve defterdârlarım rikâb-ı hümâyûnuma arza girsünler” demiştir. Bu duruma göre acele hâller dışında vezirler bile haftada ancak dört gün pâdişâhla görüşebilecekti. Pâdişâhla görüşebilmek için müracaatlar, kapıağasına yapılır, o da mâbeynci görevi yapan kapıcılar kethüdasına duyururdu. Daha sonra sırayla vezir ve kazaskerlere haber verilirdi. Sultan İkinci Mustafa Han’dan itibaren silâhdarlâr aynı zamanda mâbeyncilik de yapmaya başladılar. Çuhâdâr ve rikâbdâr da her zaman pâdişâhın huzuruna girebilirdi. Osmanlılarda ilk defa mâbeynci ünvânıyla me’mûr istihdamı sultan üçüncü Selim Han zamanında vâki oldu. Ondan sonra bu ünvân ile me’mûrlar tâyin edildi ve ehemmiyetleri de arttı. Sultan İkinci Abdülhamîd Han devrinde mâbeyn başlı başına bir dâire hâline geldi. Saraydaki mâbeyn dâiresinde başmâbeynci, ikinci mâbeynci ve öbür mâbeynciler kendilerine ayrılan odalarda oturur, sırayla nöbet tutarlardı. Abdülhamîd Han mâbeyncileri bizzat seçerdi. Sadrâzam ile vezirler saraya geldiklerinde kendilerine ayrılan odalarda, diğer ziyaretçiler mâbeyn dairesindeki odalarda beklerdi, Mâbeyn vazifelileri şunlardı: Mâbeyn başkâtibi: Sarayın yazı işlerini idare eden teşekkülün (kurumun) reisidir. Diğer bir tarifle Osmanlı sultânı ile hükümet teşkilâtının başında bulunan sadrâzam arasındaki haberleşme ve yazı işlerine bakan me’murun ünvânı olup, bu vazife sahibinin asıl adı sır kâtibi idi. Emrindeki diğer me’mûrlara mâbeyn kâtibi denirdi. Mâbeyn başkâtibi olarak hizmet edenlerden vezirler ile yüksek devlet me’mûriyetinde bulunanların yanında, Sa’îd Paşa gibi sadrâzam olanlar da vardır. Mâbeynci: Pâdişâhın dışarı ile olan işlerine bakan ve dilekleri kendisine ulaştıran saray me’murlarıdır. Bunun yerine, yakın mânâsında kurenâ tâbiri de kullanılmıştır. Enderûn ağalarından silâhdâr, çuhadar, rikâbdâr, tülbent ve peşkir gulâmı ile baş müezzin, sır kâtibi baş çuhadar, sarıkçıbaşı, kahveci başı ve tüfekçibaşı Mâbeyn dâiresinde hizmet ettikleri için, kendilerine Mâbeynci adı verilmiştir. Mâbeynciler, nöbetleşe sarayda kalırlar ve nöbetçi oldukları günün gecesi odalarında yatarlardı. Mâbeyn çavuşu: Buna hünkâr çavuşu da denilmiştir. Pâdişâhı korumak, atla habercilik yapmak ve davetlileri saraya çağırmakla görevli askerî saray me’murudur. Mâbeyn erkânı: Saray ileri gelenlerine verilen ad olup; başkâtip, başmâbeynci, mâbeyn müşiri, dârüsseâde ağası, baş imâm, hazîne-i hassa nâzırı, ıstabl-ı âmire müdiri ve emsâli bu kabildendir. Mâbeyn ferîki: Pâdişâhı korumakla görevli askerlerin, tümgeneral rütbesindeki kumandanıdır. Mâbeyn müşiri: Sarayda pâdişâh maiyyetindeki mareşal rütbeli askerî mümessildir. Plevne kahramanı Osman Paşa, mâbeyn müşirlerinin en meşhurudur. 1) Büyük Türkiye Târihi; cild-8, sh. 342 2) Rehber Ansiklopedisi; cild-11, sh. 124 3) Osmanlı Târih Deyimleri; cild-2, sh. 375 4) Devlet-i Osmaniye Târihi (Hammer); cild-3, sh. 230 MAGNİSAVÎZADE Fâtih Sultan Mehmed Han devrinin büyük âlimlerinden. İsmi, Mevlânâ Muhyiddîn Muhammed’dir. Mağnisavîzâde diye meşhur oldu. 1483 (H. 888) senesinde vefât etti. Zamanının âlimlerinden okudu ve Molla Hüsrev’in ders verdiği Ayasofya Medresesi’ne talebe oldu. Medresenin en üst bölümündeki odasında, bütün gece kandilini yakar, ders çalışır ve çalışması sabah namazına kadar sürerdi. Fâtih Sultan Mehmed Han, ilim yuvalarına ilgisi büyük olduğundan fırsat buldukça medreseleri dolaşır, okutulan dersleri dinler, talebe ile meşgul olurdu. Geceleri kalkar, saray penceresinden zaman zaman medreseleri gözden geçirir, hücrelerde bulunan talebeden hangisinin lâmbası geç vakitlere kadar yanar diye merak ederdi. Molla Hüsrev’in müderris bulunduğu kısımdaki talebelerden birinin, sabaha kadar uyumadığını ve bu hâlin aylarca devam ettiğini gördü. Merak edip, bir gün Molla Hüsrev ile görüşürken şöyle sordu: “Talebeniz arasında en zekî, en çalışkan ve istikbâl vâdeden hangisidir?” Molla Hüsrev de; “Muhyiddîn Mağnisavîzâde’dir Sultânım” deyince, Fâtih tekrar sordu: “Ondan sonra kimdir?” Molla Hüsrev; “Yine Magnisavîzâde’dir” dedi. Sultan Fâtih; “Medresenizde iki tane mi Mağnisavîzâde bulunur?” diye sorunca, Molla Hüsrev; “Hayır Sultân’ım, bir tanedir. Lâkin bin talebeye bedeldir. Çok zekî ve çok çalışkandır. Okuduğu bütün dersleri ezberlemiştir. Şu ânda müderrislik yapacak durumdadır. Zekâ ve hafıza gücü fevkalâde, sür’at-i intikâl ve mantık kuvveti yerindedir. Mütâlâa ettiği kitaplar hakkında üstün bilgi sahibidir” dedi. Sultan Fâtih; “Medresenin en üst bölümünde, şu karşıdaki hücrede hangi talebeniz kalır?” diye sordu. Molla Hüsrev, hücrelere dikkatle baktı ve Sultân’ın işaret ettiği hücrenin Mağnisavîzâde’ye âid olduğunu anlayınca; “Magnisavîzâde’ye aittir” dedi. Sultan tekrar sordu: “Peki bu talebe sabaha kadar hiç uyumaz mı?” Molla Hüsrev; “Az zaman uyur, çoğu vaktini ders mütâlâası ile geçirir. Bu sebeple okuduğu eserleri ezberlemiş ve hafızasına nakşetmiştir” dedi. Magnisavîzâde’nin bu hâlinden, Fâtih sultan Mehmed Hân çok memnun oldu. Onu takdîr ve tebrik etti. Vezîr Mahmûd Paşa, İstanbul’da bir medrese yaptırdı. Fâtih Sultan Mehmed ile görüşerek buraya bir müderris tâyinini istedi. Sultan öteden beri unutamadığı ve çalışmasını çok beğendiği Magnisavîzâde’yi tavsiye etti. Mahmûd Paşa, Molla Hüsrev ile görüşüp, Muhyiddîn Magnisavîzâde’nin bu medreseye tâyin edilmesinin uygun olup olmadığını sordu. O da; “Hiç tereddüd etmeden medreseyi ona teslim edebilirsiniz” dedi. Magnisavîzâde’nin ilk dersinde, başta Mola Hüsrev ve Hatîbzâde olmak üzere bir çok âlim hazır bulundular. Dersten sonra Molla Hüsrev şöyle dedi: “Hayâtımda tatlı ve doyurucu iki ders dinledim. Biri, Sultan Medresesi’nde Muhammed Şâh Fenârî’nin, diğeri de şimdi dinlediğim Magnisavîzâde’nin dersidir.” Fâtih Sultan Mehmed Hân, Magnisavîzâde’yi Sahn-ı semân medreselerinden birine tâyin etti. Çok geçmeden de İstanbul kazaskerliğine getirdi. Sultan, Rumeli tarafına olan bir seferinde, Magnisavîzâde’yi de beraberinde götürdü. Beraberinde pek çok ilim adamı da vardı. Yolda ilmî müzâkere ve müşahedelerde bulundular. Sultan Fâtih, bu sohbetleri büyük bir dikkatle tâkib etti. Bir ara Mağnisavîzâde’ye Arabca altı mısralık bir beyt okuyup, mânâsını ve aruzun hangi ölçüsünde olduğunu sordu. Mağnisavîzâde, bunun cevâbını daha sonra yazıp arzederim diyerek, cevap vermekte zorluk çekti. Fâtih, Arab edebiyatını bilmemenin noksanlık olduğuna dikkat çekerek, beraberindeki Nişancı Hoca Sirâcüddîn’i çağırıp, beytin mânâsını ve bahrini sordu. Sirâcüddîn Hoca Arab dili ve edebiyatında üstün derecede olduğundan, beytin tahlilini yapıp, güzel bir mânâ verdi. Vezin ve bahrini söyledi. Fâtih, bu etraflı îzâh şekline hayran kalıp, memnuniyetini bildirdi. İstanbul’a dönüşde, Magnisavîzâde’yi kazaskerlikten azledip, Sahn-ı semân medreselerinden birine tâyin etti. Sultân’ın maksadı, Magnisavîzâde’nin bu konu üzerinde de çalışma yapmasını sağlamaktı. Zekâ ve ilmiyle isim yapan Mağnisavîzâde, ikinci Bâyezîd Han tarafından tekrar kazasker yapıldı. Vefâtına kadar bu vazîfede kaldı. Bir Ramazan akşamı, iftar sofrasının başında, tam ezan okunduğu bir sırada, henüz iftarını açmadan kendisine bir fenalık geldi. Oradaki bir sedir üzerine uzandı. Oruçlu bir hâlde âhirete göç etti. Mevlânâ Kasım Anlatır: “Bir Ramazan akşamı, evinde iftar yemeğinde idik. Biraz rahatsız olduğunu ve bizim yemeği yememizi söyleyip, istirâhate çekildi. Biz yemeği yedik. Hizmetçilerinden biri gelip, rahatsızlığının arttığını söyledi. Gidip baktığımızda, vefâtının yaklaştığını anladık. Derhâl Yâsîn-i şerif sûresini okuduk ve sûrenin bitmesiyle birlikte ruhunu teslim etti.” Magnisavîzâde’nin naklî ilimlere dâir küçük bir risâlesi vardır. 1) Şakâyık-ı Nu’mâniyye tercümesi (Mecdi Efendi); sh. 208 2) Sicilli Osmânî; cild-4, sh. 319 3) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-12, sh. 256 MAHKEMELER (Bkz. Adliye Teşkilâtı) MAHMÛD CELÂLEDDÎN PAŞA Osmanlı Devleti’nin son devirlerinde yaşamış devlet adamlarından. Tarihçi, şâir ve yazar. Sultan üçüncü Ahmed Han devri sadrâzamlarından Çorlulu Ali Paşa’nın torunlarından olup, mâliye nezâreti muhasebecisi ve vüzerâ kapı kethüdalarından Mehmed Azîz Efendi’nin oğlu olan Mahmûd Celâleddîn Efendi, 1840’da İstanbul Vefâ’da doğdu. Annesi Fatma Zehra Hanım’dır. Babasının ve annesinin tek erkek evlâdı olan Mahmûd Celâleddîn, altı yaşında iken sultan Bâyezîd Rüşdiyesi’ne, 1849’da Dârülmeârif’e girdi. 1852’de buradan me’zun oldu. Bu arada zamanın hocalarından çeşitli dersler aldı ve Fransızca öğrendi. Sultan birinci Abdülmecîd Han’ın huzurunda yapılan imtihanda üstün başarı gösterdi. Mülâzim (stajyer) olarak Meclis-i vâlâ mazbata odasına girdi. Bu sırada 17 yaşında olan Mahmûd Celâleddîn Efendi, kısa bir müddet içinde başarı göstererek 1861’de Meclis-i vâlâ başkâtip muavinliğine tâyin edildi. Yazısı gayet güzel olduğundan, bir sene sonra başkâtipliğe terfî ettirildi. 1853 yılında dördüncü mecîdî rütbesi nişanıyla taltif olundu. 1864’de rütbe-i ûlâ, sınıf-ı sânîsi, bir sene sonra da üçüncü mecîdî rütbesi nişanı verildi. 1866’da rütbe-i ûlâ sınıf-ı ûlâsına yükseltildi. 1867’de mecîdî rütbesine nail olarak sadrâzam Âlî Paşa’nın maiyyetinde ıslâhat için Girid’e gitti. Beş ay müddetle sadrâzamın maiyyetinde kâtiblik yaptı. Dönüşünde yeni kurulan Şûrâ-yı devlet âzâlığına ve bu âzâlığa ilâve olarak şûra başkâtipliğine tâyin, olundu. 1870’de bâlâ rütbesi ile dâhiliye müsteşarlığına ve aynı sene içinde âmedciliğe tâyin edildi. Âlî Paşa’nın Eylül 1871’de ölümü üzerine yerine geçen sadrâzam Mahmûd Nedîm Paşa tarafından azledilip, on sekiz ay müddetle maaşsız ve vazifeden uzak olarak kaldı. Bu sırada Şefiknâme şerhi olan Havzat-ülkâmilin adlı eserini yazdı. 1873’de Adliye nezâreti muhâkemât dâiresi âzâlığına tâyin edilen Mahmûd Celâleddîn Efendi, 1875’de ikinci defa âmedciliğe getirildi. Sultan Abdülazîz Han’ın hal’i, sultan beşinci Murâd Han ve sultan İkinci Abdülhamîd Han’ın tahta geçişleri sırasında bu vazîfede bulunuyordu. 1878’de iki ay kadar azl edildi. Daha sonra sultan Abdülazîz Han’ın tahttan indirilmesi ve şehîd edilmesine sebeb olanların muhakeme edilmesi esnasında, o devirlerde vazife yapmış birisi olarak delillerin toplanmasında önemli vazifelerde bulundu. 15 Kasım 1881’de en yüksek rütbe olan vezirlik rütbesine nail oldu. Tanzîmât dâiresi reisliği uhdesinde kalmak üzere, 31 Mayıs 1885’de Umûr-ı nâfiâ komisyonu âzâlığına getirildi. 1887’de Girid’de zuhur eden karışıklıkları gidermek ve tahkikat yapmak üzere fevkalâde me’mûriyetle Girid’e gönderildi. Buradaki vazifesini kırk günde tamamlayan Mahmûd Celâleddîn Paşa, dönüşünde Sisam adasına uğradı ve orada çıkan kargaşalığı da yatıştırdı. Böylece sultan İkinci Abdülhamîd Han’ın fevkalâde takdirini kazandı ve kendisine murassa Osmânî nişanı verildi. Muvâzene-i Umûmîye komisyonu reisi oldu. Aralık 1887’de Mâliye nâzırı olan Mahmûd Celâleddîn Paşa, sadrâzam Yûsuf Kâmil Paşa’nın isteği üzerine Ağustos 1888’de bu vazifeden azledildi. Haziran 1889’da Girid’de zuhur eden asayişsizliği gidermek için ikinci defa gönderildi. Vazifesini başarıyla tamamlayıp döndükten sonra Şûrâ-yı devlet tanzîmât dâiresi reisliğine tâyin edildi. Ancak, kısa bir süre sonra bu vazifeden, kendi isteğiyle, ayrıldı. Bir kaç ay sonra Hüdâvendigâr (Bursa) vâliliğine, Ağustos 1891’de Ticâret ve nâfiâ nâzırlığına tâyin edildi. Fakat on bir gün sonra Girid vâli ve kumandanı Cevâd Paşa’nın sadrâzam olması üzerine Girid vâli vekilliğine gönderildi. Aynı sene içinde murassa mecîdî nişanı ile liyâkat madalyası verilen Mahmûd Celâleddîn Paşa, Temmuz 1894’de Turhan Paşa’nın Girid vâli vekilliğine tâyini üzerine İstanbul’a döndü. Bir müddet konağında oturdu. Kasım 1895’de ikinci defa Ticâret ve nâfiâ nâzırlığına getirildi ve ölümüne kadar bu vazîfede kaldı. Bu vazifesine ilâve olarak Rumeli vilâyât-ı ıslâhat komisyonu reisliği, bütçe komisyonu reisliği, Zirâat Bankası genel müdürlüğü vazifelerini de yürüttü. 1896’da en yüksek nişan olan murassa iftihar nişanı ile taltîf edildi. Yakalandığı zâtürre hastalığından, kurtulamıyarak 18 Ocak 1899’da geçirdiği bir ameliyat neticesinde vefât etti. Vasiyeti üzerine Beşiktaş’taki Yahyâ Efendi dergâhı kabristanına defnedildi. Mahmûd Celâleddîn Paşa’nın ilk evliliğinden Paris büyükelçisi olan Sâlih Münir Paşa, İkinci evliliğinden ise, Şemseddîn Ziya, Atıf (Eski Sivas meb’ûsu), Feridun ve Aziz beylerle Ayşe Vİldan Hanım dünyâya gelmişlerdir. Arapça, Farsça ve Fransızca bilen Mahmûd Celâleddîn Paşa; kalemi kuvvetli, ifâdesi güzel, rik’a yazıda üstâd ve iyi bir şâirdi. Hukuk ve târihde ihtisası olup, pek çok kânun ve nizâmnâmeyi bizzat kendisi hazırlamıştır. Zekî, ince ruhlu, güler yüzlü olmakla beraber, şaka ve nükteden hoşlanmazdı. Kapısı herkese açık olup, fakirlere yardım ederdi. Zamanının en meşhur münşilerinden idi ve yazdığı mazbatalar Bâb-ı âlî kalemlerinde örnek kabul edilirdi. Sultan Abdülazîz Han devrinde mühim mevkîlerde bulunmuş olan Mahmûd Celâleddîn Paşa, siyâsî görüşleri yönünden Mustafa Reşîd, Âlî ve Fuâd paşaların etkisinde kalmış, bu yüzden sultan Abdülazîz Han’ın kendisine gösterdiği teveccüh ve iltifata rağmen, sarayla münâsebeti resmî olmuştur. Mir’ât-ı Hakikat adlı eserinden anlaşıldığına göre, saltanat sisteminin devamına tarafdâr olmakla birlikte, devletin meşrûtiyetle idare edilmesini istemiştir. Vazîfesi sebebiyle sultan İkinci Abdülhamîd Han ile yakın münâsebeti bulunan Mahmûd Celâleddîn Paşa; mevzuata uyan başarılı bir devlet adamı, tarihçi, yazar ve şâirdi. Eserlerinden bâzıları şunlardır: 1839’dan vefâtına kadar olan zaman içinde meydana gelen hâdiseleri anlatan üç cildlik Mir’ât-i hakikat adlı târih kitabı, 1703 Edirne vak’asından bahs eden Şefiknâme şerhi, Girid vekâyiine dâir yazmış olduğu Girid ihtilâl târihi ve Ravzatül-Kâmilîn’dir. Bunlardan başka, basılmış olarak bâzı şiirleri, resmî nutukları ve bir kısım mektubları vardır. 1) Mir’ât-ı Hakikat; sh. 20 2) Resimli Târih Mecmuası; sh. 2840, 2906 MAHMÛD CELÂLEDDÎN PAŞA (Dâmâd) Osmanlıların son zamanlarında yaşamış, devlet adamı ve Jön Türkler hareketinin ileri gelenlerinden. Bahriye nâzırı Gürcü Halîl Rifat Paşa’nın oğlu olan Mahmûd Celâleddîn, 1853’de İstanbul’da doğdu. Babasını küçük yaşta iken kaybetti. Konya vâlisi Ali Kemâlî Paşa’nın nezâretinde büyüdü. Daha önce Halîl Rifat Paşa’nın kâhyası olan Ali Kemâlî Paşa, Halîl Rifat Paşa’nın servetini kendine istikbâl te’min etmek maksadıyla Dâmâd Fethi Paşa’ya vermek istedi. Bu sebeple vazîfeden uzaklaştırılınca, Mahmûd Celâleddîn Bey’e nezâret için Hacı Bekir Efendi kâhya tâyin edildi. İlk tahsîline, yeni açılmış bir mektebde başlayan Mahmûd Celâleddîn Bey, daha sonra mektebden alınarak özel bir eğitime tâbi tutuldu. Tahsilini tamamladıktan sonra, Bâb-ı âlî’ye me’mûr olarak girdi. Fransızca’sının gelişmesi için Paris konsolosluğunda vazife verildi. Bu suretle Fransızca’sını ilerletti. Bu sırada batı kültürünün, özellikle Fransız kültürünün te’sirinde kaldı. Sultan Abdülazîz Han’ın pâdişâhlığı sırasında dâmâdlığa namzet gösterildi. Henüz pâdişâh olmamış olan sultan İkinci Abdülhamîd’in tasvibiyle, Abdülmecîd Han’ın kızlarından Seniha Sultan ile evlendi. Böylece saraya dâmâd oldu. Sultan Abdülazîz Han’ın hal’inden ve sultan beşinci Murâd’ın ruhî rahatsızlığı sebebiyle, tahttan indirilmesinden sonra pâdişâh olan sultan İkinci Abdülhamîd Han’ın iltifatına kavuşup en yakınlarından oldu. 1877’de vezirlik rütbesi verilerek Adliye nâzırlığına getirildi. Yaptığı çalışmalar sebebiyle Pâdişâh’ın îtimâdını kazandı. Sultan İkinci Abdülhamîd Han memleket işleriyle ilgili olarak onunla görüşüp, fikirlerini alırdı. O sırada sultan beşinci Murâd’ı İkinci defa tahta çıkarmak ve sultan İkinci Abdülhamîd Han’ı tahttan indirmek için kurulmuş Skalyari-Aziz Bey komitesinin faaliyetlerine katıldığı zannedilerek Adliye nezâretinden azl edildi. Çünkü Mahmûd Celâleddîn Paşa’nın kâhyası Hacı Bekir Efendi’nin de bu komite ile alâkası vardı. Adliye nâzırlığından azledilmesi, Dâmâd Mahmûd Celâleddîn Paşa’ya çok ağır geldi. Yapılan tahkîkat neticesinde, Mahmûd Celâleddîn Paşa’nın komiteyle alâkalı olmadığı anlaşılınca kendisine Evkaf nâzırlığı teklif edildi. Bu teklifi kabul etmeyen Mahmûd Celâleddîn Paşa, daha sonra tâyin edildiği Şûrâ-yı Devlet Mülkiye dâiresi âzâlığını da kabul etmedi. Osmanlı Devleti’nin parçalanmasını ve yıkılmasını isteyen ve sultan Abdülhamîd Han’ın tahttan indirilmesi için çalışan batı hayranı sözde okumuş aydın kimselerle birlikte hareket etmeye başladı. Oğulları Prens Sebahaddîn ve Lütfullah beyleri, hayranlık duyduğu Fransız kültürüyle yetiştirmek için Avrupa’dan husûsî muallimler getirtti. Gün geçtikçe sultan İkinci Abdülhamîd Han’a karşı kinlenen Mahmûd Celâleddîn Paşa, Seniha Sultan’ın bile haberi olmadan oğulları Prens Sebahaddîn ve Lütfullah beylerle birlikte, 1899’da İstanbul’dan kaçarak Marsilya’ya, oradan da Paris’e gitti. Sultan İkinci Abdülhamîd Han’a karşı düşmanlık besleyen ve Avrupa’ya kaçmış olan Jön Türkler tarafından alâka ile karşılandı. Sultan Abdülhamîd Han’a yazdığı bir mektubda; “Tebeanız istibdadınızdan kurtulmak için firar ediyor. Vatan boşalıyor. Bunun neticesi olarak varidat azalıyor” deme saygısızlığında bulundu. Sultan Abdülhamîd Han’ın çalışmaları neticesinde Jön Türklerden bâzıları yurda dönünce, Mahmûd Celâleddîn Paşa’ya lider nazarıyla bakmaya başladılar. Avrupa’da kalan Jön Türklerin lideri olan Ahmed Rızâ Bey, bir müşavir tavrı takındı ve Mahmûd Celâleddîn Paşa’nın arzusu hilâfına herhangi bir hareketten sakınır oldu. Mahmûd Celâleddîn Paşa, Jön Türkler arasında bulunan ihtilâfların kaldırılması için uğraştı ve bâzı tavsiyelerde bulundu. Gittiği her yerde İngiltere’nin menfaatlerini koruyan faaliyetlerde bulundu. Osmanlı İttihâd ve Terakkî cemiyeti yayın organı olarak neşredilen Osmanlı gazetesi’nin durumunu düzeltmek ve oradaki Jön Türklerle tanışmak üzere oğullarıyla birlikte Cenevre’ye gitti. Osmanlı gazetesi’nin bütün masraf ve nes’ûliyetlerini üstüne aldı. Gazetesinde İngiliz politikasını destekleyen yazılar yazdı. Sultan İkinci Abdülhamîd Han, Mahmûd Celâleddîn Paşa’yı yıkıcı ve bölücü faaliyetlerinden vazgeçirmeye ve İstanbul’a dönmeye davet etmek üzere Paris sefîri Salih Münir Bey’i vazifelendirdi. Yapılan davet tekliflerini de kabul etmeyen Mahmûd Celâleddîn Paşa, bir ara; “Bu kadar sövüldüm sayıldım. Benim bir mevkiim var, zât-ı şâhâne hiç olmazsa beni on beş gün için intihâb edeceğim (seçeceğim) bir hey’etle başvekâlete tâyin etsin. On beş gün sonra da azl etsin” diyerek makam, mevki düşkünü ve maceracı bir kimse olduğunu ortaya koydu. Mahmûd Celâleddîn Paşa, Osmanlı gazetesi neşriyatını devam ettirmek ve Jön Türklerden muhtâc olanlara yardım etmek için fazlaca masrafa girdi. Vaktiyle İstanbul’da tanıştığı ve Avrupa’ya kaçmasında yardımcı olan Maymon isimli İngiliz, onu da dolandırdığından oldukça sıkıntıya düştü. Bu durum karşısında borç para bulmak için teşebbüse geçti. Bâzı sermâyedârlarca bir sendika kuruldu. Bu sendika Mahmûd Celâleddîn Paşa ve oğullarına ayda faizle 1.000 lira vermeyi kabul etti. Mahmûd Celâleddîn Paşa, bu sırada Londra’ya gitmeyi ve Osmanlı gazetesi’ni de İngiltere’ye nakl etmeyi kararlaştırdı. Oğullarıyla birlikte Londra’ya giden Paşa, 1 Temmuz 1900’de Osmanlı gazetesi’ni neşr etmeye başladı. Onu İstanbul’a dönüşe ikna etmek için giden serhâfiye Ahmed Celâleddîn Paşa’nın bütün gayretleri boşa çıktı. Bu yüzden Paşa ile serhâfiyenin arası iyice açıldı. İstanbul hükümetinin takibi neticesinde Londra’da da rahat bulamayan Mahmûd Celâleddîn Paşa, Mısır hıdivi Abbâs Hilmi Paşa’nın daveti üzerine oğullarıyla birlikte Mısır’a gitti. Hıdiv Abbâs Hilmi Paşa, onun ve oğullarının her türlü barınma ve iaşesini te’min ettikten sonra, her ay 1.000 lira maaş verdi. Hidiv, onun ve oğullarının İstanbul’a dönmesini teklif ettiyse de kabul etmedi. Mahmûd Celâleddîn Paşa, Mısır’da kaldığı müddet içinde Jön Türklerle mevcûd olan münâsebetlerini devam ettirdiği gibi, Hoca Kadri Efendi’nin idare ettiği, Kânûn-i esâsî gazetesi’ne yardım etti ve sultan İkinci Abdülhamîd Han’a karşı doğrudan ve şiddetle mücâdeleye devam etti. Burada bulunduğu sırada oğulları Prens Sebahaddîn ve Lütfullah beylere neşr ettirdiği beyannamelerle sultan Abdülhamîd Han’a karşı olanların tek bir çatı altına girerek Jön Türk kongresinin toplanmasını istedi. Mısır hidivinin de İstanbul’a dönme teklifini kabul etmeyen Mahmûd Celâleddîn Paşa, oğullarını Avrupa’ya gönderdi. Kendisi de kısa bir müddet sonra İskenderiyye üzerinden Paris’e gitti. Paris’in havasına intibak edemediği için Korfu adasına gitti. Orada bulunduğu sırada hastalandı. Mısır hidivi Abbâs Hilmi Paşa, Mahmûd Celâleddîn Paşa’ya tekrar bir adam göndererek, İstanbul’a dönmesini teklif ettiyse de, Paşa; “İçeri girmek istemiyorum. Memleketin bu vaziyeti devam ettikçe dışarıda ölmeği tercih ederim” dedi. İstanbul’un diplomatik teşebbüsleri neticesinde Korfu’dan çıkarılan Mahmûd Celâleddîn Paşa, Roma’ya gitti. On beş gün kadar sonra oğullarının bir borç akdi yaptıklarını ve Ahrâr-ı Osmaniye cemiyetinin ilk kongresi için her tarafa davetiyeler gönderdiklerini öğrendi. Kış münâsebetiyle bir ara Brüksel’e nakledilen Mahmûd Celâleddîn Paşa, orada iyice hastalandı. Sultan İkinci Abdülhamîd Han, eniştesini ömrünün sonunda İstanbul’a getirtmek için teşebbüse geçti. Mahmûd Celâleddîn Paşa, Paris sefiri Sâlih Münir Paşa’nın konuyla ilgili teklifini bir ara kabul ettiyse de, oğullarının baskısı üzerine vazgeçti. Hastalığı gün geçtikçe ilerleyen Paşa, ikbâl, makam hırsı uğruna uzaklaşmış olduğu memleketinin dışında, Brüksel’de 17 Aralık 1903’de 48 yaşındayken öldü. Ölümü, Jön Türkler arasında büyük üzüntüye sebeb oldu. Cenazesi Fransa’da Pere la Chaise kabristanındaki Türk mezarlığına defnedildi. Meşrûtiyetten sonra oğlu Prens Sebahaddîn tarafından cenazesi İstanbul’a getirilerek Eyyûb Sultan Bostan iskelesinde, Hüsrev Paşa Kütüphânesi’nin karşı köşesinde bulunan, kaptân-ı derya Halîl Rifat Paşa’nın medfûn bulunduğu aile türbesine defnedildi. Mahmûd Celâleddîn Paşa’nın, Âsâf mahlasıyla yazdığı şiirlerinden meydana gelen bir Dîvân’ı vardır. İNGİLİZ DOSTU!.. Jön Türk hareketine İngiliz yanlısı bir politika tâkib ettirmek isteyen Dâmâd Mahmûd Celâleddîn Paşa’nın bir dostuna yazdığı mektubun aşağıdaki kısmı bu durumu çok güzel ifade etmektedir: “... Arzu ettiğim şeyi elde ettiğinize dâir telgrafınız elime geçti ve bu vesile ile size hatırıma gelen ve sizi alâkalandırabilecek bâzı fikirleri sunma cesaretini kendimde buluyorum. Şunu söylememin tam yeri ki, içinde bulunduğum durumda doğuda İngiliz politikasının propagandasına kendimi adamak gayet yerinde gözükmektedir. (İngiliz Doğu Politikasından) Türk İmparatorluğu’nun kurtuluşu açısından avantajlı yanlar ve âcil çıkarları ortaya koymak ve Sultan’ın sempatisini İngiliz milletinin üzerine çekip, onu karar verme merhalelerinde İngiliz başkentine, Fransız, Alman veya başka başkentlere öncelik tanımaya zorlamak bu alandaki amacımdır. Bu da bizim karşılıklı çıkarlarımızı te’mînât altına alacaktır. Fakat bu sonuç ancak Avrupa ve İngiltere’de uzun süre ikâmetime bağlıdır...” (Affaires etrangeres-Nouvelle Serie Turquie; Vol. IV (1902-1904), 61-62 ve 75) 1) İnkılâp Târihimiz ve Jön Türkler, sh. 63, 268 2) Prens Sebahaddin, Hayâtı ve İlmî Müdâfaaları (N.N. Ege. İstanbul-1977); sh. 19 3) The Young Turks (Ramsaur); sh. 81, 89 4) Jön Türklerin Siyâsî Fikirleri 5) Osmanlı İttihâd ve Terakkî Cemiyeti ve Jön Türklük; sh. 342 MAHMÛD HAN-I Babası ............................ : İkinci Mustafa Han Annesi ............................ : Sâlihâ Sultan Doğumu ......................... : 2 Ağustos 1696 Vefâtı ............................. : 3 Aralık 1754 Tahta Geçişi ................... : 2 Ekim 1730 Saltanat Müddeti ............ : 24 sene 2 ay 12 gün Halîfelik Sırası ................ : 89 Osmanlı sultanlarının yirmi dördüncü ve İslâm halîfelerinin seksen dokuzuncusu. Sultan İkinci Mustafa Han’ın oğlu olup, 2 Ağustos 1696 senesinde Sâlihâ Sultan’dan Edirne’de doğdu. Okul çağına geldiği zaman babasının hocası Şeyhülislâm Feyzullah Efendi’den ders almaya başladı. Daha sonra şehzâdeye, hoca olarak Feyzullah Efendi’nin oğlu İbrâhim Efendi tâyin edildi. Şehzâdeliğinde, yüksek fen ve din ilimlerini öğrenerek yetişti. Babasının tahttan indirilmesinden sonra amcası üçüncü Ahmed Han tarafından İstanbul’a getirtilerek saray-ı âmirede bir dâireye yerleştirildi. Yetiştirilmesine burada da ihtimam gösterildi. Üçüncü Ahmed Han, Patrona Halil ayaklanması yüzünden tahttan çekilince, şehzâde Mahmûd, 2 Ekim 1730 günü Osmanlı sultânı oldu. Sultan Ahmed, birinci Mahmûd Han’a duâ ile bîat ettikten sonra şu vasiyyeti yaptı: “Vezirine teslim olma. Dâima ahvâlini araştır ve beş-on sene birini vezârette müstakil istihdam eyleme ve kalem-i dürûğlarına asla itimât etme. Merhamet sahibi ol. Cömertliği elden bırakma. Gayet tasarruf üzere ol. Hâlen hazînelerde bulunan malı zâyî etme. İşi kendin gör, ele itimât etme. İşte benim ahvâlim sana nasihat için kâfidir. Hacet sâhiblerine adaletle davran. Kimsenin bedduâsını alma. Şehzâdeler sana emânettir. Oğlum; devlet işlerini baban ve ben başkalarına bıraktığımızdan bu durum başımıza geldi. Sen bizzat idareyi ele al.” Sultan Mahmûd, tahta geçtiği zaman otuz beş yaşında idi. Amcası sultan Ahmed’in, Osmanlı sultânı olduğu zaman karşılaştığı aynı mes’eleyle karşı karşıya kaldı. Saltanatının ilk günlerinde hâkimiyet tamamen âsîlerin elinde idi. Âsîlerin reîsi Patrona Halîl ve avânesi, devletin önemli mevkilerine kendi tarafdarlarını getirmişti. Âsîler, istediklerini yapıyorlardı. Sultan Mahmûd buna mâni olmak için Patrona Halîl ve avânesini ortadan kaldırmaya karar verdi. Halil’e Rumeli beylerbeyliği rütbesi verildi. Hil’at giymek için gittiği Revan köşkünde, Pâdişâh’ın emri ile on yedinci bölük ağası Halîl Ağa tarafından öldürüldü. Dışarıda bekleyen âsîlere de “Hil’at giydirilecektir” denilerek birer birer içeri alınarak hepsi öldürüldü. Böylece elebaşıları öldürülen eşkıyanın sesi çıkmaz oldu (Bkz. Patrona İsyanı). Asîler daha sonra iki sefer ayaklandı. Ancak bu isyânlar kısa sürede bastırıldı. İstanbul’da emniyet ve âsâyiş sağlandıktan sonra, sultan Mahmûd Han, amcası zamanında başlayan İran harpleriyle meşgul olmaya başladı. İran seraskerliğine Bağdâd vâlisi Ahmed Paşa’yı tâyin etti. Bu sırada yeni Sultan’ı tebrike gelen İran elçisi, daha önce kesinleşen sulh şartlarına aykırı olarak yeni bazı teklifler getirdi. Bunun üzerine, toplanan dîvânda İran elçisinin, bölgenin ahvâline vâkıf Bağdâd vâlisi ve İran seraskeri Ahmed Paşa ile anlaşmasına karar verilerek, Bağdâd’a gönderilmesi kararlaştırıldı. Diğer taraftan İran elçisi henüz Diyarbekir’e gelmeden, İran Şâhı’nın Revan üzerine yürüdüğü öğrenildi. Şâh’ın elçi göndermekteki maksadı Osmanlı hükümetini yanıltmak ve oyalamak olduğu anlaşıldığından, elçi ve maiyyeti Mardin kalesine hapsedildi. İran seraskeri Ahmed Paşa ile Erzurum vâlisi ve Revan seraskeri Hekimoğlu Ali Paşa’ya iki koldan taarruza geçmeleri için ferman gönderildi. Osmanlı kuvvetleri Irak ve Azerbaycan mevkîlerinden, İran kuvvetlerine karşı taarruza geçtiler. Irak cephesinde serasker Ahmed Paşa’nın karşı harekâtına mukavemet edemeyen İran kuvvetleri, geri çekildi. 30 Temmuz 1731’de Kirmanşâh tekrar zaptedilip, oradan Hemedah üzerine hareket edildi. Osmanlı harekâtını haber alan Şâh Tahmasb, Kazvin’e geldi. Şâh’ın takibi için, Amasya mutasarrıfı Selîm Paşa vazifelendirildi. Selîm Paşa bir netice elde edemedi ise de, sekiz bin kişilik kuvveti ile bölgeyi iyice vurdu. Zor durumda kalan Şâh Tahmasb, Osmanlı Devleti ile tekrar anlaşma istedi. Teklife olumlu cevap verildi ise de, Şâh’ın sözüne îtimâd edilmediğinden, tedbir elden bırakılmadı. Nitekim İran Şahı, Osmanlı kuvvetlerini sulh sözleriyle oyalarken, vurmak istediğinden; kırk bin kişilik kuvvet, yirmi balyemez, beş şâhî ve iki yüz zenberek topu ile 15 Eylül 1731 târihinde aniden Hemedân yakınlarında Osmanlı kuvvetlerinin karşısına çıktı. Kürican sahrasında meydana gelen muhârebede, İran kuvvetleri bozguna uğratıldı. Şâh Tahmasb, maiyyeti ile kaçmak suretiyle canını zor kurtardı, İran ordusundaki yirmi bin yayanın hepsi, yirmi bin süvarinin de üçte ikisi ile ordu kumandanlarının Kazvin ve Şiraz hanları öldürüldü. Külliyetli mikdarda harb malzemesi ve ganimet ele geçirildi. Bu zaferden sonra Osmanlı kuvvetleri Hemedan’ı zapt etti. Daha sonra Ahmed Paşa, Sâdık Ağa kumandasında bir orduyu İsfehan bölgesine gönderdi. Sâdık Ağa, askerî mevkileri tahrîb ederek, Safevîlerin taarruz ümidini kırdı. Bu durum karşısında Şâh Tahmasb tekrar anlaşma teklif etti. Ancak Tahmasb’ın sahte sulh tekliflerine inanmayan Osmanlılar harekâta devam ettiler. Azerbaycan harekâtına me’mur edilen serasker Hekimoğlu Ali Paşa, İran’ın eline geçmiş olan Tebriz’i geri almak için harekete geçti. Tahmasb bir ara, Revan’ı kuşattı. Ancak kale müdâfîlerinin taarruzları neticesinde ordusu bozuldu ve kendisi zorlukla kaçabildi (Ekim 1731). Yenilmekten bıkmayan Şâh, tekrar Revan’a hücum etti ise de mağlûbiyetten kurtulamadı. Bizzat Hekimoğlu Ali Paşa’nın idare ettiği bu muhârebeler netîcesinde; İran ordusunun bütün harb malzemeleri ile şahın rikâbdâr başısı esir alınıp, İstanbul’a gönderildi. Bu galibiyetlerden sonra Ali Paşa, Tebriz üzerine hareket etti. Sefer sırasında çok iyi tahkim edilmiş olan Rumiye kalesi 15 Kasım 1731’de feth edildi. Daha sonra Selmas yoluyla Tebriz önlerine gelen Ali Paşa, şehir muhafızı Bisûtun Han’ın kaçması üzerine 4 Aralık 1731’de şehri zabtetti. Tebriz’in zabtı dolayısı ile sultan Mahmûd’a, Gâzî ünvânı verildi. Hemedan ve Kirmanşâh’ı kaybeden Tahmasb sulh teklif edince; görüşmeler başladı. Adını Osmanlı seraskerinden alan, 10 Ocak 1732 tarihli Ahmed Paşa andlaşmasına göre; Aras nehri, Osmanlı-Safevî tabiî hududu kesildi. Revan, Gence, Nahcivan, Bitlis, Şirvan, Şimali Dağıstan, Kaht, Karteli Osmanlılara; Tebriz, Kirmanşah, Hemedan, Luristan, Erdelan eyâletleri ve Hüveyze aşîreti İran’a bırakıldı. Zafer Osmanlı Devleti’nin olmasına rağmen, andlaşmadan fazla kazançlı çıkılmadı. Andlaşmadan sonra, Safevîlerde taht değişikliği oldu. Tahmasb tahttan indirilerek, yerine beşikteki oğlu Abbâs hükümdar îlân edildi. Hükümdar vekilliğine ise Nâdir Han getirildi. Nâib Nâdir Han, Osmanlı Devleti ile yapılan andlaşmayı beğenmiyerek tanımadı. Osmanlı hudutlarına taarruz etti. Irak tarafları na adamlar göndererek Osmanlılar aleyhinde propaganda yaptırdı. Ardından Azerbaycan harekâtını başlatarak, Gence taraflarına bir ordu gönderdi. Erbil’i işgal eden Nâdir Han, Kerkük tarafına gelip, Bağdâd, Van, Revan, Gence, Tiflis taraflarına yardımcı kuvvetler gönderdi. Nâdir Han yüz bin kişilik orduyla Bağdâd’ı kuşatınca, eski sadrâzam Erzurum vâlisi Topal Osman Paşa, serasker tâyin edildi. Osman Paşa, yüz bin kişilik kuvvet ile Bağdâd’a hareket etti. Bunu öğrenen Nâdir Han, Bağdâd önlerinde on bin kişi kadar kuvvet bırakarak, Osmanlı kuvvetlerini karşılamak için hareket etti. İki ordu Dicle sahilindeki Duleceylik mevkiinde karşılaştı. 19 Temmuz 1733 târihinde dokuz saat süren muhârebede otuz bin ölü veren Nâdir Han, yaralı şekilde ve bütün ağırlıklarını bırakarak kaçtı. Kaçanlar bir süre tâkib edildi. Böylece sultan Mahmûd Han devrinde İran’a karşı düzenlenen ikinci seferin ilk zaferi kazanıldı. Bağdâd kuşatmadan kurtarılarak, İstanbul’da üç gün şenlik tertip edildi. Bu zaferler, Irak ve Doğu Anadolu’yu Nâdir Han’ın eline düşmekten kurtardı. Hemedan’a çekilen Nâdir Han, taarruz etmek ve sulh yapmak kararsızlığı ile faaliyetlerini devam ettirdi. Doğudaki Osmanlı kuvvetlerinin büyük kısmının ilkbaharda gelmek üzere terhis edildiğini haber alınca, fırsatı kaçırmayarak, aniden saldırıya geçti. Şehrizor, Kerkük ve Deni’yi işgal etti. Bu sırada Anadolu vâlisi Topal Osman Paşa’nın Kerkük’de vefât etmesi üzerine yerine, Köprülüzâde Abdullah Paşa getirildi. Kafkasya’daki Osmanlı nüfuzunu takviye ve İran seferine katılmak üzere Kırım hanı Kaplan Giray’a vazîfe verildi. Bölgedeki Kumuklar’ın reisi Usmi Ahmed’e vezirlik ve oğlu Mehmed’e beylerbeyilik verilip, Osmanlı himayesine alındı. 1734 senesinin başında tekrar Erak harekâtını başlatan Nâdir Han, Bağdâd’ı kuşatamayınca anlaşma teklif etti. Aras nehrinin sağ sahilindeki bütün memleketlerin kendisine verilmesini istedi. Andlaşma sağlanamadan, İranlılar hududa tecâvüz edip, Osmanlı ülkesine propaganda yaparak destek sağladılar. İran tarafdârlarının Osmanlılara ihaneti ve Şirvan hanı Surhay Han’ın Dağıstan taraflarında bulunmasından istifâde eden Nâdir Han, Şemahi’yi, zaptetti. Surhay Han, 27 Eylül 1734 târihinde İran kuvvetlerini yenmişse de kuvvetlerinin azlığı dolayısıyla geri çekilmek zorunda kaldı. Şirvan ve merkezi Şemâhi’yi, elde ederek Dağıstan taraflarını kendi tarafına çeken Nâdir Han, Osmanlıların elinden Gence’yi almak üzere harekete geçti. Gence’nin kuşatmaya uğraması üzerine, Osmanlı Sultânı’nın şark seraskeri Abdullah Paşa ve diğer hudûd komutanlarına verdiği emirle, üç aydan beri muhasara edilmekte olan Gence kurtarıldı. Nâdir Han, beş saat süren bir muhârebeden sonra Kars suyunun öte tarafına atıldı. Abdullah Paşa, Arpaçay’ı tarafına doğru çekilen Nâdir Han’ı tâkib ederek kesin bir netîce almak istiyordu. Ancak Nâdir Han fırsat kollayarak, Osmanlı ordusunun dağınık olduğu bir sırada Bogaverd civarında saldırısıyla vuku bulan muhârebede, Osmanlı ordusu mağlûb ve serasker Abdullah Paşa şehîd düşmüştür (14 Haziran 1735). Bozulan Osmanlı kuvvetleri Kars’a çekildi. Bunun üzerine Sultân, Rakka vâlisi Ahmed Paşa’yı İran seraskerliğine tâyin etti. Kırım Han’ından da bölgeye hareket etmesini istedi. Ancak bu sırada Osmanlı-Rus münâsebetlerinin bozulması üzerine, İran’la sulh yapılması kararlaştırıldı. Gence muhafızı Ali Paşa, anlaşmaya murahhas tâyin edildi. Anlaşma görüşmeleri sırasında Nâdir Şâh’ın ağır şartlar ileri sürmesi üzerine İran seraskeri bunu kabul etmedi. Türk hey’eti, Kasr-ı şîrîn andlaşması esaslarına göre sınır çizilmesini teklif etti. Fakat Nâdir Şâh’ın bâzı maddeler daha ileri sürmesi üzerine, görüşmeler uzadı. Müzâkerelere İstanbul’da devam edildi. Bu sırada Nâdir Şâh, bir kukla olan Şâh Abbâs’ı tahttan indirerek, kendini şâh îlân etti. Uzun görüşmeler neticesinde Nâdir Şâh, Osmanlı tekliflerini kabul ederek barış andlaşması imzalandı. Böylece bir süre doğuda savaş sona ermiş oldu. Osmanlı Devleti’nin doğuda İran ile mücâdelesinin uzun sürmesini fırsat bilen Avusturya ile Rusya, harekete geçti. Prut ve Edirne andlaşmalarını hiçe sayan Rusya, Ukrayna ve Podolya sınırlarına yeni kaleler yaptırırken, Azak kalesi civarına kuvvet yığdı. Kırım kuvvetlerinin İran’a gitmek için Kuban’a inmeleri üzerine, Rusya bunu topraklarına tecâvüz sayarak, 30 Mart 1736 günü Azak kalesini kuşattı. Kale, otuz dört günlük bir kuşatmadan sonra Rusların eline geçti. İstanbul’da bulunan Rus sefiri zaman kazanmak için, Rusya’nın harekâtlarını olmamış gibi göstermeye çalışıyordu. Fransa sefîri ise, durmadan Osmanlı Devleti’ni Rusya’ya harb ilânına teşvik ediyordu. Bu arada Ruslar harekâta devam ederek, yirmi bin kişilik kuvveti Kılburun kalesini muhasaraya gönderdikten sonra, diğer kuvvetleriyle Kırım’a girmiş, önüne gelen kasaba ve köyleri yakıp yıkarak Bahçesaray, Akmescid, Gözleve’ye doğru yayılmışlardır. Bahçesaray’da Hacı Selîm Giray’ın te’sis ve vakfettiği zengin kütüphânesi yakılmış ve Akmescid de aynı akıbete uğramıştır. Bu olaylar üzerine Osmanlı Devleti, sultan Mahmûd Han’ın da hazır bulunduğu dîvân toplantısının sonunda Rusya’ya resmen harb îlân etti (2 Mayıs 1736). Sadrâzam Silâhdâr Mehmed Paşa serdâr olarak sefere me’mûr edildi. Osmanlı ordusunun üzerine geldiğini gören Rus kuvvetleri Kırım’ı boşaltarak geri çekildiler. Bu arada iki tarafı uzlaştırmak gayesiyle teşebbüse geçen Avusturya elçisi Talman, Rusların ilerlemiyeceklerine dâir te’minât vererek Osmanlı ordusunun Tuna’nın öte tarafına geçmesini önledi. Ayrıca Rus ve Avusturya hudut kumandanlarının îkâzlarına rağmen kalelere asker bırakmayan sadrâzam Mehmed Paşa, Babadağı’nda kışlamaya çekildi. Böylece Osmanlı ordusunu bir ölçüde pasifize durumda bırakan Rusya, derhâl harekete geçerek Özi kalesine saldırıp, doksan adet havan topuyla kaleyi dövmeye başladılar. Özi, otuz bin kişilik bir kuvvetle müdâfaa edilecek iken, sulh olacak diye, istenilen kuvvetlerin gönderilmemesi sebebiyle kalede bin kadar muhafız vardı. Fakat o sırada Bender muhafızı bulunan Muhsinzâde Abdullah Paşa, Özi muhafızı Yahyâ Paşa’nın müracaatı üzerine kaleye iki bin muhafız daha göndermişti. Özi muhafızı Yahyâ Paşa, kaleden üç gün üst üste çıkış yaparak otuz bin kadar düşmanı katletmeye muvaffak oldu. Ancak düşman humbarasiyle kalede yangın çıkıp söndürülmesi mümkün olmadığı gibi, kulelerden yedisinde mevcut cephane de ateş aldı. Kale suları da düşman tarafından kesilmiş olduğundan, üç günden beri susuzluktan takatsiz bir hâlde harp eden askerin, bir aralık ateş kesilmesinden istifâde ile kulenin su kapısına doğru gittikleri sırada, Ruslar bir hücumla arkalarından kaleye girdiler. Yahyâ Paşa, yanında kalan bin kadar maiyyetiyle yetmiş kişi kalıncaya kadar kahramanca çarpıştı. Tam şehîd edileceği bir sırada yanındaki askerlerin paşamız ve seraskerimiz diye bağırmaları üzerine Yahyâ Paşa on kadar maiyyeti ile birlikte esir düştü. İki tarafı andlaştırmak gayesiyle Osmanlıları pasif bırakan Avusturya kuvvetleri de harekete geçerek Vidin, Niş, Eflâk ve Bosna taraflarına saldırdılar. Rusların taarruzları ve Özi kalesinin düşmesi, sultan Mahmûd Han’ı son derece üzdü. Olaylarda ihmâli görülen sadrâzam Silâhdâr Mehmed Paşa’yı derhâl azlederek, Bender muhafızı Muhsinzâde Abdullah Paşa’yı sadârete getirdi. Ayrıca Avusturya’nın harbe girmesi üzerine, büyük bir soğukkanlılıkla vaziyeti gözden geçirerek, cephelere muntazaman kuvvet ve harp levazımı sevkettirdi. Kılburun ve Özi kalelerinin alınması için şiddetli emirler gönderdi. Muhsinzâde Abdullah Paşa’nın harekete geçmesi üzerine Özi ve Kılburun kalelerinde tutunamıyacağını anlayan Rus kuvvetleri, bu kaleleri tahrib ettikten sonra çekildi. Böylece Abdullah Paşa bu iki kaleyi harpsiz ele geçirdi (Aralık 1738). Yine aynı sene içinde tekrar Kırım’a girmek isteyen Ruslar, Kırım hanı Mengli Giray ve Kırım seraskeri Mehmed Paşa tarafından bozguna uğratıldılar. Kaptân-ı derya Canım Hoca kumandasındaki Osmanlı donanması ise, Rusların Kırım’a saldırısı ile Özi muhasarası esnasında kıyıya top ve asker çıkarmak suretiyle hizmette bulundu. Yine Rubat kalesini almak isteyen Ruslara karşı Osmanlı donanmasının yardımıyle zafer kazanıldı. Ertesi yıl Lori burnu muhârebesinde de Rusları mağlûb eden Osmanlı ordusu, böylece Rusların Azak’tan ileri geçmelerine mâni oldu. Öte yandan Rusların savaşın ilk yıllarındaki başarılarına güvenen Avusturya da 12 Temmuz 1737’de Osmanlı Devleti’ne harb îlân etti ve üç koldan ansızın Osmanlı topraklarına hücuma geçti. Bosna, Sırbistan ve Eflak’a giren Avusturya ordusu, 27 Temmuz’da Niş’i ele geçirdi. Bosna beylerbeyi Hekimoğlu Ali Paşa’nın, İzvornik’i muhasara eden Avusturya kuvvetleri üzerine gönderdiği altı bin kişilik bir ordu, düşmanı beş saat içinde mağlûb etti. Düşman kuvvetleri, Banyaluka üzerine yürüyerek şehri seksen bin askerle kuşattı. Bu kuvvet karşısında Hekimoğlu Ali Paşa değişik bir yol tâkib ederek geceleyin düşmanın hiç beklemediği noktadan önlerine çıktı. Çok çetin ve kanlı geçen bir savaştan sonra düşman askeri nehre sürüldü ve pek çoğu nehirde boğuldu. 12 top, 2.300 çadır, 15.000 varil barut ve sayılamıyacak kadar kılıç, tüfek gibi harb malzemesi ele geçirildi. Avusturya ordusunun zayiatı 60.000 civarında idi. Hekimoğlu Ali Paşa’nın bu zaferi İstanbul’da büyük bir sevince sebeb oldu. Vidin cephesinde İvaz Mehmed Paşa, Timok nehrini geçerek altı saatlik süren muhârebe neticesinde düşman kuvvetlerinin yarısından fazlasını imha etti. Avusturya ordusu bütün mühimmatlarını bırakıp kaçtı. Niş taraflarında ise, Köprülüzâde Hâfız Ahmed Paşa on iki bin kişilik bir ordu ile Avusturyalıların eline geçen Niş kalesini kuşattı. Bir kaç günlük muhasara neticesinde kale muhafızı Dokat, kaleyi 20 Ekim 1737 günü teslim etti. Bu zafer haberlerinden çok memnun olan Sultan, Ahmed Paşa’yı Niş muhafızlığına tâyin etti. Bu sırada Osmanlı ordusu kış geldiği için İstanbul’a döndü. 19 Aralık 1737’de Sultan, sadârete Yeğen Mehmed Paşa’yı getirdi. Bu sırada Fransa sefîri sulh yapılmasını teklif edince, Sultan; harb mes’ûliyetinin Rusya ve Avusturya tarafından kabul edilmesi şartıyla sulhe tarafdâr oldu. Fakat buna rağmen güvenliği elden bırakmıyan Osmanlı Sultânı, sadrâzam kumandasında bir orduyu 1738 baharında Belgrad’ı almakla görevlendirdi. Ordunun Muhâdiye boğazında bulunduğu sırada, yüz bin kişilik bir düşman kuvvetinin geldiği haberi alındı. İvaz Mehmed Paşa komutasındaki küçük bir ordu, düşmana saldırarak müthiş bir bozguna uğrattı ve külliyetli mikdarda harb malzemesi ele geçirdi. Bu durumu öğrenen Semendire muhafızı korkusundan kaleyi Vidinli Ali Ağa’ya teslim etti. Bir müddet sonra tekrar Muhâdiye üzerine gelen Avusturya ordusu, İvaz Mehmed Paşa tarafından mağlûb edildi. Türk akıncılarının Erdel ve Tamesvar’a kadar akınlar yapması bölgedeki insanları çok korkuttu. Ada-Kale bunların neticesinde teslim oldu (Ağustos 1738). Sadrâzam Yeğen Mehmed Paşa, Belgrad’ı almadıkça sulhe yanaşmıyordu. Bir kısım devlet adamı ise, hazır her tarafta Osmanlı orduları gâlib iken, yapılacak barışın faydalı olacağına inanıyorlardı. Bu sırada bâzı sebeblerden dolayı sadrâzam Yeğen Mehmed Paşa vazifeden alınarak yerine İvaz Mehmed Paşa getirildi, İvaz Mehmed Paşa, 1739 Temmuz’unda Belgrad üzerine yürüdü. Belgrad önlerinde mağlûb edilen düşman kuvvetleri, Tuna’yı geçerek kaçmaya mecbur kaldılar. 25 Temmuz’da Osmanlı ordusu Belgrad’ı kuşattı. Avusturya ordusu kumandanı Valis Hisarcık mağlûbiyeti üzerine sulh istedi. Sadrâzam, Belgrad, Varadin ve Tameşvar kalelerinin teslimi kabul edilmedikçe sulhe yanaşmıyacağını bildirdi. Belgrad muhasarasının uzaması askere bıkkınlık vermişti. Avusturya kumandanı sulh istemeye devam ediyordu. Fransa sefîri de Belgrad önlerine gelmiş, iki taraf arasında barış yapılması için faaliyet gösteriyordu. Avusturyalılar çok iyi bir şekilde tahkim ettikleri Belgrad’ı teslime yanaşmıyorlar, fakat sadrâzam da teslim edilmesi hususunda diretiyordu. Sonunda Fransa sefîrinin araya girmesi ile Belgrad’ın Osmanlılar zamanındaki haliyle teslimi hususunda bir anlaşmaya varıldı ve barış görüşmeleri 18 Eylül 1739 günü sona ererek Belgrad sulh andlaşması imzalandı. Avustruya ile yirmi yedi senelik, Rusya ile süresiz olan bu andlaşmaya göre: Belgrad, Osmanlı Devleti’ne kaldı. Avusturya ile Tuna ve Sava nehirleri hudud kesildi, Ruslar; Azak denizi ve Karadeniz’de donanma bulunduramayacaktı. Azak kalesi yıkılacaktı. Kazaklar Osmanlı topraklarına, Kırım hanları da Rusya’ya akınlar düzenlemeyecekti. Andlaşma, taraflarca 12 Aralık’ta imzalanarak yürürlüğe girdi. Devletin doğusunu ve batısını anlaşmalar netîcesinde emniyet altına alan sultan Mahmûd Han, Rusya’nın düşmanı olan İsveç ile 4 Ocak 1740 târihinde dokuz maddelik bir ittifak andlaşması imzaladı. Bunun üzerine Avusturya ile Rusya, ittifaklarını yenileyerek Osmanlı Devleti’ne bildirdiler. Bu iki ittifakın kurulması, dört devletin harbe hazır hâle gelmesine rağmen, sulhun 31 sene kadar muhafazasını te’min etti. Osmanlı Devleti, Rusya ve Avusturya ile harb ettiği sırada, İran hükümdarı Nâdir Şâh, Afganistan, Bülicistan ve Hindistan’ı ele geçirmeye çalıştı. Ancak bu havalideki başarıları yüzünden gurura kapıldı ve 1743’de tekrar batıya dönerek Osmanlılara saldırmaya niyetlendi ve İstanbul’a elçi göndererek bir çok arazi talebinde bulundu. Ehl-i sünnet mezhebi ile İmâmiye mezhebinden hangisinin doğru olduğunun ilim yolu ile anlaşılmasını istedi. Bağdâd vâlisi Ahmed Paşa, devrin âlimlerinden Bağdâdlı Ebü’lBerakât Abdullah Süveydî’yi İran Şâh’ına gönderdi. Abdullah Süveydî Efendi, İran ve Buhara âlimlerinin toplantısında meclis başkanı oldu. Abdullah Efendi ilim, akıl ve senetlerle uzun konuşmalar sonunda şiîleri cevapsız bıraktı. 29 Mayıs 1743’de Nâdir Şâh Irak hududuna tecâvüz ederek, Musul’u muhasara etti. Sekiz gün süren çok şiddetli ve kanlı muhârebelerden sonra, çok sayıda ölü verdi. Muhasarayı kaldıran Nâdir Şâh, Osmanlıların, kendilerine sığınan Safevîlerden birinci Hüseyin’in oğlu Safi Mirza’yı İran şahlığına tâyin etmesi ve Kars seraskeri tarafından da İsfehan’a götürülerek tahta oturtulması üzerine; Kars kalesini kuşatmaya gitti. 29 Temmuz’da şehrin güneyindeki üçler tepesi üzerinde ordugâh kurdu. Kars kalesi çok iyi bir şekilde tahkim edilmişti. Nâdir Şâh, Kars’ı 72 gün muhasara etti. Nihayet 9 Ekim günü muhasarayı kaldırmaya mecbur kaldı. Osmanlı-İran savaşları sırasında İran’da bir takım iç karışıklıklar baş gösterince, Nâdir Şâh sulh istedi. Müzâkereler netîcesinde Nâdir Şâh, Osmanlı Devleti’nin şartlarını tamamen kabul ederek, dördüncü Murâd zamanında imzalanan Kasr-ı şîrîn muahedesiyle çizilen hudûd esas olmak üzere bir andlaşma imzalandı (4 Eylül 1746). Ülke içinde ve dışında Osmanlı Devleti’ne azamet devri yaşatan birinci Mahmûd Han, son yıllarda rahatsız ve halsizdi. 13 Aralık 1754’de çok rahatsız olmasına ve hekimbaşının hareket etmemesini söylemesine rağmen, Cuma selâmlığına çıkıp, Cuma namazını kıldıktan sonra dönüşte Demirkapı’da at sırtında vefât etti. Yeni Câmi’de babası ikinci sultan Mustafa’nın yanına gömüldü. Birinci Mahmûd Han; çok zekî, anlayışlı, hamiyyetli, lütufkâr ve merhametli idi. Hâdiseleri ihmâlsiz olarak tâkib eder, devlet işlerinde mutlaka istişare yapar ve yaptırırdı. Ciddiyeti, vekârı, sebat ve azmi, fikr-i takibi vardı. Hâdiseleri soğukkanlılıkla mütâlâa edip, acele etmez ve telaş göstermezdi. Yirmi beş sene süren saltanatı boyuncu İstanbul’dan dışarı çıkmadığı hâlde, tâyin ettiği değerli kumandanlarla, İran, Rusya ve Avusturya muhârebelerini idare etmiştir. Tecrübeli vezirleri sadârette ve ordu seraskerliklerinde kullanarak muvaffak oldu. Yeniliği sever ve memleketi bu yolda yükseltmeye gayret ederdi. Lütfü ve merhameti çok olduğundan, devrindeki İstanbul yangın ve zelzelelerinden zarar görenlerin ıztırâbına samimiyetle ortak olup, yanan-yıkılan yerlerin yeniden yapılması için pek çok yardım da bulundu. İlim, san’at, edebiyat meclislerindeki sohbetlere katılır ve Sebkâtî mahlası ile şiirler yazardı. Sultan Mahmûd Han, ülkede pek çok îmâr faaliyetlerinde bulunup, ilim, kültür, san’at sahalarında çok kıymetli eserler yaptırdı. Kağıthane civarındaki Bağçeköy ile Balaban köyleri arasından geçen iki çayın sularını toplayan Topuzlu Bendini yaptırdı. Burada toplanan sularla, Taksim’deki depodan, Tophâne’deki Meydan çeşmesi ile Azapkapı’da Sâlihâ Sultan çeşmesi ve Beşiktaş, Galata, Kasımpaşa, Tepebaşı semtlerinin çeşitli yerlerindeki kırk kadar çeşmeye su verildi. Ahâli bol ve tatlı suya kavuşturuldu. Pek çok sarayı, kasrı, inşâ ve tamir ettirdi. Beşiktaş Sarayı’nın bir çok kısmını ve Bayıldım Kasrı’nı yeniden yaptırdı. Yûşâ tepesi civarındaki Tokat Köşkü’nü donatıp, Hümâyûnâbâd ile Kandilli Sarayı’nı imâr ettirerek Nevâbâd ismini verdi. Kanlıca’da Mihrâbâd Kasrı’nı yaptırdı. İstanbul’da Ayasofya Câmii içine, Fâtih Câmii yakınında ve Galata Saray Ocağı’nda olmak üzere üç, Belgrada’da bir kütüphâne yaptırdı. Ayasofya Câmii kütüphânesine sarayın hazîne odasından pek nefis, kıymetli, nadide kitaplar gönderdiği gibi, devrin devlet adamları da hediyelerde bulunarak dört bin cild nadide kitap toplandı. Ayasofya Kütüphânesi’ne İslâm âleminin en meşhur hattatlarından Yâkut-ı Musta’sımî, Şeyh Hamdullah, Hâfız Osman ve hazret-i Ali’ye âid olduğu söylenen Kur’ân-ı kerîmler de kondu. Kütüphânenin masrafını karşılamak için Cağaloğu’nda çifte hamam yaptırıp, gelirlerini vakfetti. Ayasofya’ya bitişik aşevini yaptırıp, huzurunda tertiplenen merasimle açıldı. Galatasaray Ocağı’nda yaptırmış olduğu kütüphâneye, saraydan kitaplar gönderip, açılış merasiminde, kütüphânenin iki tarafına yaptırılmış olan çeşmelerin hazînelerine şekerli şerbet doldurulup halka ikrâm edildi. Nûruosmâniye Câmii’nin yapımını başlattıysa da vefâtından bir sene sonra tamamlanabildi. Beşiktaş’da Arab İskelesi Câmii, Rumeli Hisarı’nda İskele Câmii, Üsküdar’da Sultan Mahmûd Câmii ve Kandilli, Defterdârkapısı, Tulumbacılar Odası, Yalı-köşkü ile Yıldıztepe mescidlerini yaptırdı. Askerî alanda da bâzı yenilikler yaptırdı. Türkiye’ye gelmiş olan bir Fransız kumandanı vâsıtasıyla humbaracı ocağında ıslâhata teşebbüs etti. İslâmiyet’i kabul eden Fransız komutan Humbaracı Ahmed Paşa adıyla meşhur oldu. Ahmed Paşa, Bosna’dan getirttiği üç yüz kadar humbaracı ile Üsküdar Ayazma Sarayı’nda bir ocak kurdu. Tımarlı humbaracılardan ölenlerin çocukları, maaşlı bu humbaracı ocağına alınacaklardı. Her bölükte bir odabaşı ile iki nefer elli başı, üç nefer otuz başı ve on nefer on başı ve bir çavuş ilâ vekilharç, tabib, cerrah, imâm ve hoca bulunuyordu. Her neferin yevmiyesi on sekiz akçe idi. Muhârebeler ve ihmâl yüzünden devletin en önemli süvârî askeri olan zeamet ve tımar teşkilâtı bozulmuştu. Pâdişâh bunların önemini takdir ederek ıslâhlarına dâir kânunlar çıkarttı. Bu kânunların en mühimi, 29 Ocak 1732’de çıkan tımar kânunları ile ilgili olan idi. Sultan Mahmûd Han, devrinde ilim, kültür ve san’at faaliyetleri arttı. İkinci defa matbaa açıldı. Matbaa ve hattatların artan kâğıt ihtiyâçlarını karşılamak için Yalova’da kâğıt fabrikası kuruldu. Sultan birinci Mahmûd Han’ın hiç çocuğu olmamıştır. SİZ DE PAYINIZI ALINIZ! Avusturya imparatoru altıncı Charles ölünce, Avusturya tahtı, kızı Marie Therese’ye kaldı. Avrupa devletleri, Avusturya’ya saldırarak, bir çok toprağını zabtettiler. Bu sırada Avrupa’dahi bazı devletlerin kralları sultan birinci Mahmûd Han’a başvurarak; “Avusturya’dan siz de payınızı almalısınız” dediler. Sultan Mahmûd Han, şu güzel cevâbı verdi: “Düşene vurmak yiğitlik değildir. Biz bir şey istersek kılıcımızın hakkıyla alırız. Fırsatçılık yapmayız. Tavsiye ederiz ki, siz de bu sevdadan vazgeçiniz ve Avusturya’yı kaderiyle başbaşa bırakınız.” HİZMETİ GEÇENLERİ TAKDİR EDERDİ Sultan birinci Mahmûd Han, hemen hemen bütün saltanatı boyunca devam eden İran, Rus ve Avusturya muhârebelerini; Hekimoğlu Ali Paşa, Topal Osman Paşa, Ahmed Paşa, Yeğen ve İvaz Mehmed paşalar gibi değerli kumandanlarıyla idare etti. Bilhassa hayâtı muvaffakiyetlerle dolu Hekimoğlu gibi cidden yetişkin ve tecrübeli vezirleri, sadârette ve ordu seraskerliklerinde kullanarak muvaffak oldu. Sultan Mahmûd Han hizmet edenleri takdir edip, kıymetli vezirlerini ufak tefek kusur ve hatâları ve hattâ mağlubiyetleri dolayısıyla derhâl azl ve sair suretle cezâlandırmayıp, hatâsını tashih için kendilerine müsâid davranırdı. Bağdâd vâlisi meşhur Ahmed Paşa ki, Sultan’ın toleransı ile Irak’ın hükümdarı gibi idi. İran seferleri dolayısıyla selâhiyeti hâricinde devlet tevcihâtını istediği gibi yapması sebebiyle azl olunarak Rakka eyâletine tâyin edilmişti. Ahmed Paşa kat’iyyen ayrılmayacağını ümîd ettiği Bağdâd’dan uzaklaştırılınca, korkup katledileceği vehmine kapıldı. Bu hususta vezîriâzam Hekimoğlu Ali Paşa’ya bir mektup yazarak korkuşunu beyân ile yardımını istedi. Ali Paşa bu mektubu pâdişâha arz eyleyince, sultan Mahmûd kendisine şunları yazmıştır; “Sadrâzam tarafına gönderdiğin kâimen (mektubun) manzûr-ı hümâyûnum olup, kaimende bâzı fikirler olduğun anlaşılmıştır. Sen bu kadar zamandan beri seraskerlik ve tevcîhat (tâyinler) ile kâmrev (istediğine kavuşmuş) olub, bundan dahi senden hidemât-ı seniyye (yüksek hizmetler) zuhuru me’mûl olmakla (ümid edilmekle) tahrîrâtına (raporuna) göre hilaf-ı melhuz (istenilene muhalif) hareketin vuku bulmuş olsa dahi affolunmuştur.” Bu ferman ile sultan Mahmûd, Ahmed Paşa’nın hizmetlerini takdir ettiğini ve ufak bir kusur ile en ağır cezanın yapılmıyacağını beyân ile kendisini rahatlatmıştır. Sultan Birinci Mahmûd Han Devri Kronolojisi 15 Kasım 1730 : Patrona Halîl ve yandaşlarının öldürülmesi. 22 Ocak 1731 : Kabakulak Mustafa Paşa’nın sadârete getirilmesi. 30 Temmuz 1731 : Kirmanşah’ın geri alınması. 10 Eylül 1731 : Topal Osman Paşa’nın sadârete getirilmesi. 16 Eylül 1731 : Kurican zaferinin kazanılması. 11 Ekim 1731 : Urmiye kalesinin fethi. 4 Aralık 1731 : Tebriz’in geri alınması. 10 Ocak 1732 : Osmanlı-Safevî barışının imzalanması. 12 Mart 1732 : Hekimoğlu Ali Paşa’nın sadârete getirilmesi. 19 Temmuz 1733 : Bağdâd zaferinin kazanılması. 12 Temmuz 1735 : Gürcü İsmâil Paşa’nın sadârete getirilmesi. 9 Ocak 1736 : Seyyid Mehmed Paşa’nın sadârete getirilmesi. 2 Mayıs 1736 : Rusya’ya resmen harb ilân edilmesi. 3 Mayıs 1736 : Azak kalesinin Rusların eline geçmesi. 16 Haziran 1736 : Sadrâzamın Rusya seferine çıkması. 12 Temmuz 1737 : Avusturya’nın Osmanlılara resmen harb îlân etmesi. 4 Ağustos 1737 6 Ağustos 1737 : Banyaluka zaferi. : Muhsinzâde Abdullah Paşa’nın sadârete getirilmesi. 19 Aralık 1737 : Yeğen Mehmed Paşa’nın sadârete getirilmesi. 15 Ağustos 1738 : Orsova’nın fethi. 22 Mart 1739 : İvaz Mehmed Paşanın sadârete getirilmesi. 22 Temmuz 1739 : Hisarcık zaferinin kazanılması. 1 Eylül 1739 18 Eylül 1739 : Belgrad kalesinin teslim alınması. : Avusturya ve Rusya ile Belgrad barış andlaşmasının imzalanması. 23 Haziran 1740 : Nişancı Hacı Ahmed Paşanın sadârete getirilmesi. 21 Nisan 1742 : Hekimoğlu Ali Paşa’nın ikinci defa sadârete getirilmesi. 29 Mayıs 1743 : İran Şahı Nâdir Şâh’ın Irak sınırına saldırması. 23 Eylül 1743 : Seyyid Hasan Paşa’nın sadârete getirilmesi. 27 Eylül 1743 : Nâdir Şâh’ın Musul’u kuşatması. 29 Temmuz 1744 : Nâdir Şâh’ın Kars’ı kuşatması. 9 Ekim 1744 28 Aralık 1745 : Kars kuşatmasının kaldırılması. : Büyük İstanbul yangını. 9 Ağustos 1746 : Tiryâki Mehmed Paşa’nın sadârete getirilmesi. 4 Eylül 1746 : Osmanlı-Avşar barış andlaşmasının imzalanması. 24 Ağustos 1747 : Seyyid Abdullah Paşa’nın sadârete getirilmesi. 3 Ocak 1750 : Mehmed Emin Paşa’nın sadârete getirilmesi. 4 Şubat 1750 : İstanbul’da ikinci defa büyük bir yangın çıkması. 1 Temmuz 1752 : Bahir Mustafa Paşa’nın sadârete getirilmesi. 3 Eylül 1754 : İstanbul’da büyük bir depremin olması. 13 Aralık 1754 : Sultan birinci Mahmûd Han’ın vefâtı. 1) Kâmûs-ül-a’lâm; cild-6, sh. 4224 2) Abdi Târihi; sh. 42 3) Osmanlı Devleti Târihi (Hammer); cild-14, sh. 138 v.d. , cild-15, sh. 1 v.d. 4) Îzahlı Osmanlı Târihi Kronolojisi; cild-4, sh. 20 5) Osmanlı imparatorluğu Târihi (Z. Danışman); cild-10, sh. 252 6) Büyük Türkiye Târihi (Y. Öztuna); cild-6, sh. 310 7) Osmanlı Târihi (Uzunçarşılı); cild-4, kısım-1, sh. 210 8) Rehber Ansiklopedisi; cild-11, sh. 152 9) Mürî-üt-tevârih; cild-1, sh. 67 MAHMÛD HAN-II Babası ............................ : Abdülhamîd Han-I Annesi ............................ : Nakş-i Dil Sultan Doğumu ......................... : 20 Temmuz 1786 Vefâtı ............................. : 1 Temmuz 1839 Tahta Geçişi ................... : 28 Temmuz 1808 Saltanat Müddeti ............ : 31 sene 4 gün Halîfelik Sırası ................ : 95 Osmanlı sultanlarının otuzuncu ve İslâm halîfelerinin doksan beşincisi. Sultan birinci Abdülhamîd Han’ın oğlu olup, 20 Temmuz 1786’da Nakş-i Dil Sultan’dan İstanbul’da doğdu, iyi bir eğitim ve öğretim gördü. Yüksek din ve fen ilimlerini, devrin kıymetli âlimlerinden öğrendi. Amcası sultan üçüncü Selîm, yetişmesine çok îtinâ göstererek devrin modern askerî ve teknik bilgilerini ve devlet idaresini iyi bir şekilde öğrenmesini sağladı. Sultan üçüncü Selîm tahttan indirildikten sonra, şehzâde Mahmûd’la sık sık görüşerek, ona politik tavsiyelerde bulundu ve bir çok hatâsını anlatarak, tahta çıktığı zaman dikkat etmesi gereken hususları bildirdi. Sultan üçüncü Selîm’in tahttan indirilmesiyle yerine geçen dördüncü Mustafa Han, İstanbul’da tam asayişi sağlayamamıştı. Zîrâ bir çok devlet ileri geleni âsîler tarafında idi. Rusçuk âyânı olarak bilinen Alemdâr Mustafa Paşa’ya sığınan bâzı ıslahatçı devlet adamları üçüncü Selîm’i tekrar tahta geçirmek istiyorlardı. Bunun için de devlet ileri gelenlerine farkettirmeden Alemdâr’ın İstanbul’a gitmesi lâzımdı. Alemdâr Mustafa Paşa bu nâzik işi başarabilmek için sultan dördüncü Mustafa’nın ve sadrâzamın îtimâdîarını kazandı. Edirne’den İstanbul’a dönen sadrâzama 16.000 kişilik sâdık askeriyle iştirak etti. Bu sırada Pınarhisar âyânı Hacı Ali Ağa, Alemdâr’in emri ile Kabakçı Mustafa’yı öldürerek kafasını sadrâzama yolladı. Bu durum saray erkânı ve yeniçeriler arasında büyük bir telâşa sebeb oldu. 19 Temmuz 1808 Salı günü İstanbul’a giren Alemdâr, zorbaları ortadan kaldırmaya başladı, Sadrâzam Çelebi Mustafa Paşa, artan nüfuzundan rahatsız olduğu Alemdâr’dan, İstanbul’u terk etmesini istedi. O da bunun üzerine on beş bin kişi ile Bâb-ı âlîyi bastı ve mühr-i hümâyûnu aldı. Sultan Selîm’i tekrar tahta çıkarmak için saraya gitti. Zorbaların kandırması ile sultan dördüncü Mustafa; üçüncü Selîm ve şehzâde Mahmûd’un öldürülmesi için ferman çıkarttı ve tahttan çekilmek istemediğini Alemdâr’a bildirdi. Bunun üzerine Alemdâr kuvvet kullanmaya karar vererek saray kapısını kırdırmaya başladı. Bu sırada zorbalar ise harem dâiresinde ibâdetle meşgul olan sultan Selîm’e alçakça saldırdılar. Sultan Selîm, Nizâm-ı cedîd çalışmalarında olduğu gibi, canını müdâfaada yalnız kaldı. Hançer darbeleriyle son nefesini veren üçüncü Selîm’in vücudunu Alemdâr’ın kırdığı kapının önüne bıraktılar. Hizmetkârlarının yardımıyla zorbaların elinden kurtulan şehzâde Mahmûd, Alemdâr tarafından tahta geçirildi. Alemdâr, ulemâ, devlet ricali ve ocak ağaları sultan İkinci Mahmûd Han’a bîat ettiler. Sultan Mahmûd, pâdişâh olur olmaz Alemdâr’a sadâret mührünü verdi. Sultan Mahmûd, Alemdâr’ı sadrâzam yaptıktan sonra, zorbaları cezalandırmakla görevlendirdi. Kabakçı Mustafa isyânında rol oynayanların hepsi cezalandırıldı. Fesat çıkaranlar İstanbul, dışında ikâmete mecbur tutuldu. İstanbul’da otorite sağlanmaya çalışılırken Rumeli ve Anadolu’nun birçok yerinde ve bilhassa, Halep ve Bağdad’da vâlilerin çıkardığı karışıklıklar devam ediyordu. Cezâyir’in idaresini dayılar ele geçirmişti. Vehhâbîler Harameyni zaptederek, hutbelerden pâdişâhın adını kaldırmışlardı. Bu kötü gidişe dur demek isteyen sultan Mahmûd, Anadolu ve Rumeli vâlilerini İstanbul’a davet etti. Bu vâlilerin yeni Sultan’a bağlılıklarını bildirmeleri istendi. Valiler İstanbul’a gelip, sultan Mahmûd Han’a bağlılıklarını arz ettiler ve muhtemel âsîlere karşı ittifak senedi imzaladılar (Bkz. Sened-i İttifak). Sultan Mahmûd, yeniçeri ocağının artık hiç bir işe yaramadığına ve bir anarşi yuvası hâline geldiğine inanmıştı. Bu ocağın tamamen ortadan kaldırılması yeni bir isyâna sebebiyet verebilirdi. Onun için, ocak mensuplarını kuşkulandırmayacak şekilde yeni tâlim ve terbiye usûllerinin tekrar tatbik edilmesini istedi. Fakat yeniçeriler bu icrâattan memnun olmadılar. 14 Ekim 1808’de kapıkulu ocağının sekizincisi olarak Sekbân-ı cedîd adıyla modern bir ordu kurulmaya başlandı. Sekbân-ı cedîd askeri, yeniçeriler ve tarafdârları tarafından Nizâm-ı cedîd’in ihyâsı alarak kabul edildi. Veziriazam Alemdâr Mustafa Paşa’nın devlet adamlarına ve askerlere karşı tavizsiz icrâatları, yeniçerileri harekete sevk etti. 14-15 Kasım gecesi meydana gelen ve Alemdâr vak’ası denilen hâdiselerde sadrâzamın konağı basıldı. Alemdâr Mustafa Paşa âsîlere karşı kahramanca mücâdele etti. Bulunduğu yerin kubbesinin delinmeye başlanması üzerine, barut fıçısını ateşledi. Meydana gelen patlamada beş yüz civarında âsî öldü. Alemdâr’ın cesedi iki gün sonra enkaz altından çıkarıldı (Bkz. Alemdâr Mustafa Paşa). Alemdâr vak’asında, tahttan indirilen sultan dördüncü Mustafa’nın teşvîki olduğu anlaşılınca, devletin geleceği düşünülerek, şeyhülislâmın verdiği fetva gereğince dördüncü Mustafa öldürüldü. Asîler daha sonra saraya saldırdılar. Sultan Mahmûd’u tahttan indirip yerine bir başkasını tahta geçirmek istediler. Saray muhafızı Sekbanlarla âsîler arasında kıyasıya bir mücâdele oldu. Saraya giremeyeceklerini anlayan âsîler geri çekildiler. Peşlerine takılan Abdurrahmân Paşa üç bin âsiyi öldürdü. Sultan, donanmaya emir vererek yeniçeri ağasının konağının bulunduğu yeri bombalattı. Âsîler, Pâdişâh’la başa çıkamıyacaklarını anlayınca, ulemâya sığındılar. Ulemânın karârına uyacaklarına söz verdiler. Ulemâ şu karârı verdi: “İki taraf derhâl ateş keserek, kapıkulu kışlalarına girecek, Pâdişâh da Sekbân-ı cedîd ordusunu lağvedecekti.” Sultan Mahmûd Sekbân-ı cedîdi kaldırmayı kabul etti. 18 Kasım’da bu ocakta bulunan askerleri terhis etti ve memleketlerine gönderdi. Subaylarına çeşitli vazifeler verdi. Asîler, isyân sırasında, devleti ayakta tutan savunma müesseselerini kundaklayıp, büyük yangınlar çıkarmışlardı. Sultan derhâl bunların onarımına başladı. Sultan İkinci Mahmûd Han böylece yalnız yenilik hareketlerinin boğulmasına ve payitahtın ihtilâllere sahne hâline gelmesine şâhid olmakla beraber; isyânlar, muhârebeler ve hattâ Osmanlı Devleti’nin taksim teşebbüsleri ile karşı karşıya kaldı. Fakat bu kadar ağır şartlar ve hâdiseler genç pâdişâhın ümid ve cesaretini kırmadı. O, ecdadına yakışırbir irâde ile mücâdelesine devam etti ve zamanı geldikçe fikirlerini tatbîke girişti. Zîrâ devletin karşılaştığı dış ve iç gaileler, beklemeyi gerektiriyordu. Nitekim İstanbul’daki duruma göre hareket eden Ruslar son iç savaştan cesaret alarak, Osmanlı Devleti’nden Eflak ve Boğdan’ı talep ettiler. Ruslar bu şartlar kabul edilmediği takdirde muahedenin İstanbul yakınlarında imzalanacağını da bildiriyordu. Bu Rus ültimatomundan müteessir olan sultan Mahmûd Han, yazdığı bir Hatt-ı hümâyûn ile Fâtih Câmii’nde büyük bir şûra topladı. Burada Rus tekliflerinin ağırlığını bildiren Sultan, bütün milleti din ve devlet uğrunda seferber olarak sancak-ı şerîf altında toplanmaya ve orduya iltihâka davet etti. Hatt-ı hümâyûnun eyâletlere de gönderilmesi netîcesinde, bütün millet heyecan içerisinde kaldı. Yurdun dört bir yanından gelen gönüllüler ve medrese talebeleri bu cihâda katıldılar. Nitekim bu kuvvetler sayesinde Osmanlı topraklarını Kuzey Bulgaristan’a kadar istilâ eden Ruslar, Tuna’nın öbür yakasına kadar püskürtüldü. Bu arada Rusya ile arası bozulan Fransa kralı Napolyon’un Moskova seferine hazırlanması neticesinde, Osmanlı Devleti Ruslar ile 1812’de Bükreş muahedesini imzaladı (Bkz. Bükreş Andlaşması). Osmanlı Devleti, Rusya ile sulh andlaşmasını imzaladı ise de bu defa da dâhilde Sırp, Eflak, Boğdan, Hicaz’da vehhâbîler ve bilhassa Yunan isyânları ile yeni bir sıkıntının içerisine düştü. Bükreş andlaşması ile muhtariyet kazanmalarına rağmen, Sırplar rahat durmuyorlardı. Sırbistan’daki kalelerde Osmanlı askeri bulunmasını bahane ederek, Osmanlı Devleti’ne ödeyecekleri senelik vergiyi kestiler. Tam istiklâl propagandaları yaparak kalelerdeki Osmanlı askerlerine saldırmaya başladılar. 1813 senesinde, Sırpları yola getirmek için Hurşit Paşa seraskerliğinde sefere çıkıldı. Hurşid Paşa, Belgrad’a giderek, âsîleri yola getirdi. Âsî Sırp lideri Kara Yorgi, esir düşmemek için, Avusturya’ya kaçtı ve burada yakalanarak habse atıldı. Belgrad ve Semendire kaleleri Osmanlılara tâbi oldu. Serasker Hurşid Paşa’nın umûmî af îlân etmesiyle, Sırpların başına Miloş Obrenoviç geçti. Miloş Obrenoviç ve Kara Yorgi’nin Sırbistan’daki liderlik mücâdeleleri kanlı hâdiselere sebeb oldu. Osmanlı Devleti’ne sadâkatle hizmete devam eden Miloş, Avusturya’dan dönen Kara Yorgi’yi öldürdü. Sırbistan’ın, dış işlerinde Osmanlılara bağlılığı devam etti. Osmanlı Devleti iç isyânlar ve Rusya ile savaşırken, Arabistan’daki vehhâbîler Osmanlı Devleti’ne siyâsî faaliyetlerden katliâmlara kadar varan tecâvüzlerde bulunuyorlardı. Ayrıca Hicaz’ı istilâya teşebbüs eden vehhâbîler hac mevsiminde hacıların yollarını kesip, işkence yaptıkları gibi, dîne hakaretleri dayanılamayacak bir duruma getirdiler. Sultan İkinci Mahmûd Han, Mısır vâlisi Mehmed Ali Paşa’ya emir gönderip, vehhâbîleri yola getirmesini emretti. Mehmed Ali Paşa, oğlu Tosun Paşa’nın kumandasında bir kolorduyu 1811 senesinde Hicaz’a gönderdi. Ancak Tosun Paşa’nın muvaffakiyetsizliği üzerine bizzat harekete geçen Mehmed Ali Paşa, Mekke şerîfi Gâlib Efendi ile de istişareler yaparak bir dizi harpden sonra mübarek beldeleri vehhâbîlerden temizledi (Bkz. Kavalalı Mehmed Ali Paşa, Vehhâbîlik). Vehhâbîler karşısında kazanılan zaferler, İslâm memleketlerinde büyük sevince sebeb oldu. Mısır’da üç gün şenlik yapıldı. Zafer haberine çok sevinen sultan Mahmûd Han, Mısır vâlisi Mehmed Ali Paşa’ya ihsânlarda bulundu. Öte yandan Türklerin idaresinde dînî, içtimaî ve kültürel muhtariyetlerini muhafaza eden rumlar, Fransız İhtilâlinin getirdiği milliyetçilik fikirlerine bağlanarak Rusya ve Avrupa’nın himâyesi ve şımartmasından cesaret almışlardı. Fenerli rumlarla eskiden beri sıkı münâsebetlerde ve İngilizlerle gizli muhaberelerde bulunan Hâlet Efendi’nin hâince faaliyetleri ve husûsiyle Tepedelenli Ali Paşa’yı bertaraf etmesi Yunanlılara ayaklanma fırsatı verdi. Etniki Eterya adı altında masonik esaslara dayanan gizli bir cemiyet kuran rumlar, bunu Rus çarına bağışlayarak halkın cesaretini artırmışlardı. Odesa’da, Yunanistan’da, adalarda ve hattâ bizzat İstanbul’da şubeleri olan bu fesat cemiyeti; masonik esaslara ve şifrelere göre teşkîlât ve faaliyetlerini geliştirmiş, Avrupa’da ve Rusya’da bulunan sermayedarlar da bu millî seferberliğe katılmışlardı. Bunlar mektepler açıyor, Avrupa’dan getirdikleri muallimlerle yeni nesli hazırlıyor, propagandalarını bunlar ve kilise mensupları vâsıtasiyle her tarafa yayıyorlardı. Etniki eterya cemiyeti 8 Ekim 1820’de, her tarafa gönderdiği bir beyanname ile isyân hazırlığı işaretini veriyor; patrik de parolalı ifâdelerle hareketi teşvik ettiğini bildiriyordu. Sâdece İstanbul’da cemiyetin on sekiz bin âzası bulunduğu rivayet ediliyor, isyân günü yaklaştıkça rumların şımarıklığı artıyordu. Rumlar, silâhları ve Avrupa’dan satın aldıkları harp gemileri ile hazırlandılar. Plâna göre İstanbul’da yangın ve katliâm ile başlayacak hareketle İstanbul halkı dehşete düşürülecek, Türk donanması yok edilecek ve bizzat sultan Mahmûd da yakalanarak Osmanlı Devleti yerine Bizans Devleti kurulacaktı. Ancak sultan Mahmûd Han rumların hıyanetlerinden haberdârdı. Yığınlarca toplanan gizli vesikaları tercüme ettirmiş, patriğin, metropolit ve papazların nasıl bir taassubla isyânı kışkırttıkları meydana çıkmıştı. Nitekim Yunanlılar 1821’de Mora’da ayaklandığı ve isyânın adalara da sıçraması üzerine, sultan Mahmûd Han derhâl üzerlerine kuvvet sevketti. Daha önceden hıyaneti sabit olan metropolit ve isyânın elebaşıları yakalanarak îdâm edildi. Patrik Gregorios da patrikhânenin orta kapısında asıldı. Patriğin göğsüne asılan yaftada kendilerine bahşedilen imtiyazlar belirtildikten sonra; “Allah tarafından müeyyed ve bekası âyât-ı semâviyye ile sabit bulunan din ve devlet aleyhinde işlediği hıyanetler sayılıyor ve başkalarına da ibret olsun diye îdâm edildiği” ifâde ediliyordu. Sultan Mahmûd Han’ın serî hareketle, daha rumlar harekete geçemeden isyânı bir anda bastırması, dış devletlerin olaya müdâhalesini önledi. Ancak Yunanlıların Mora’da başlattıkları isyân büyüyerek adalara ve Selânik’e kadar yayıldı. Bu durum üzerine sultan Mahmûd, Mısır vâlisi Mehmed Ali Paşa’yı isyânı bastırmaya me’mûr etti. Nitekim Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın, oğlu İbrâhim Paşa kumandasında gönderdiği küçük fakat disiplinli ve modern ordu, isyânı kısa sürede bastırmaya muvaffak oldu. Yunan isyânı sırasında yeniçeri ve sipâhîlerin daha fazla bozulduğunu gören sultan Mahmûd Han, bu fesat yuvalarını ortadan kaldırmaya karar verdi. Yeniçerilerin artan tecâvüz ve zorbalıkları umûmî efkârı da aleyhlerine çevirmişti. Pâdişâh, Yunan isyânının bastırılmasıyla kavuşulan sulh devresinde, önce orduyu ıslâha girişti. Tersane ve topçu sınıflarının modernleşmesine ve gemi inşâ işlerine başladı. Bu esnada Tophane’de inşâ olunan Nusrâtiye Câmii’nin açılışında bulundu. Bu sınıfları teknik bakımdan kuvvetlendirip, kendisine bağlayarak disiplin altına almak istiyordu. Sadrâzamın başkanlığında toplanan bir mecliste, kanunnâmelere göre yeniçerilerin, sultan Süleymân devrinde olduğu gibi, kışlalarında kalıp tâlimle meşgul olmaları, nizâmdan ayrılan bu askerlerin Yunan eşkıyasına karşı devletin haysiyetini perişan ettikleri, küçük Mısır ordusunun tâlim ve terbiye sayesinde muvaffakiyet kazandığı ve artık bıçağın kemiğe dayandığı ifâde edildi. Meclisteki din âlimleri de tâlim ve harp fenlerinin öğretilmesi zaruretini, âyet ve hadîslerle te’yîd ettiler. Şeyhülislâmın fetvasını da alan sultan Mahmûd Han, bu suretle eşkinci adı ile yeni bir ocağın kurulmasını emretti. Yeniçeri orta (taburlarından kaydedilen askerlere tâlim ettirilmesi kararlaştırılırken, bu karar hükümet erkânı ile birlikte yeniçerilere de imzalatıldı. Bu münâsebetle Pâdişâh, Kânûnî devri nizamlarının ihyasını bahis mevzuu ediyor, ocağa asla dokunmayacak gözüküyordu. Bununla beraber yeniçeriler de zorbalıklarına, tecâvüzlerine devam ediyor, taahhütlerine rağmen yine de isyâna hazırlanıyorlardı. Yeniçerilerin artan zulüm ve tecâvüzleri ilmiye sınıfı ve halkı da kendilerine düşman etmişti. Topçu ve tersane ocakları da yeniçerilere karşı Pâdişâh’ı tutuyordu. Yeniçeriler tâlim yapmayı reddedip, isyâna başlarken, sultan İkinci Mahmûd Han da hazırlanmış bir durumda idi. Beşiktaş Sarayı’nda kılıcını kuşanıp, Topkapı Sarayı’na geçti. Sadrâzam, şeyhülislâm ve devlet erkânını toplayarak yeniçerilerin artık hıyanette bulunduklarını, isyân hareketine geçeceklerini ve tedbir alınmasını belirtti. Âlimler, din ve devletin bekâsı için ve Pâdişâh uğrunda canlarını fedaya, isyânı bastırmaya ve yeniçerileri öldürmeye dâir heyecanlı konuşmalar yaptılar. Bunun üzerine şeyhülislâmın fetvası ile sancak-ı şerîf çıkarıldı. Pâdişâh bütün milleti onun altında toplanmaya davet etti ve bizzat mücâdeleye karışmak istedi. Hakan, 15 Haziran 1826 günü Et meydanındaki yeniçeri kışlalarının topa tutulmasını emretti. Suçsuzların telef olmaması ve kaçmaları için de kışlaların arka kapılarını serbest bıraktı. Böylece bir kaç saat zarfında top gülleleri ve gürültüleri içinde bu târihî ocağın ömrü sona erdi. Bu mücâdele esnasında yeniçeri elebaşıları ve 199. orta (tabur) arasında azılı 31. orta tamâmiyle yok edildi. Diğerlerinin vilâyetlere kaçmalarına göz yumuldu. Hâdisede ölü sayısı altı-yedi bin civarında idi. Ocak, devletin yükselişinde ne kadar büyük ve şerefli bir mevkie sâhib idiyse, son bir asırlık felâketlerine de o derece sebeb olmuştu. Bu nedenle yeniçeri ocağının kaldırılması hayırlı bir hâdise kabul edilerek Vak’a-i hayriyye denildi. İsyanın bastırılmasından sonra toplanan dîvânda, yeniçeri ocağının kesin bir şekilde kaldırılmasına ve Asâkir-i mansûre-i Muhammediyye adıyla yeni bir askerî sınıfın teşkîline karar verildi (Bkz. Asâkir-i Mansûre-i Muhammediyye). Yeniçeri ocağının kaldırılması sırasında, Rus çarı birinci Aleksandr ölmüş ve yerine Türk ve müslüman düşmanı olan birinci Nikola geçmişti. Osmanlı Devleti’nin yeni bir ordu teşkil etmesi, Nikola’nın rahatını kaçırıyordu. Osmanlıların ordusuz olduğu günlerde, Nikola savaş açmak istedi ve Sırplarla ilgili Bükreş andlaşmasına uyulmasını isteyen bâzı tekliflerde bulundu. Osmanlı hükümeti, yeni bir ordu kurmakla uğraştığından, Rusya ile bir harb çıkarmamak için, Nikola’nın isteklerine olumlu cevap verdi. Yapılan görüşmeler neticesinde Rus tüccarlara ticâret serbestisi tanındı. Sırbistan imtiyazlarının açıklanması için Sırp mensupları ile İstanbul’da görüşülerek on sekiz ay zarfında bir karâra varılması ve bu hususun Rusya’ya bildirilmesine dâir iki senet imzalandı (7 Ekim 1827). Mora’da isyânın tamamen bastırılması, hıristiyan Avrupa’da rumlar lehine resmî bir müdâhale fikri uyandırdı. 6 Temmuz 1827 günü Londra’da Fransa, İngiltere ve Rusya arasında bir protokol imzalanarak Osmanlı Devleti’ne müdâhale edilmesi kararlaştırıldı. Osmanlı hükümeti, bu protokol hükümlerini, iç işlerine karışma saydığı için kabul etmedi. Bunun üzerine müttefik üç devlet, donanmalarına, Mora’yı abluka altına alarak Osmanlı Devleti’ni mütârekeyi imzalamak için zorlama görevini verdi. Bu sırada Osmanlı donanması Navarin limanında idi. İbrâhim Paşa, İngiliz donanma komutanı Cardington tarafından yapılan mütâreke teklifini Pâdişâh’tan yetki almadığı için kabul etmedi. Bunun üzerine müttefik kuvvetlerin amiralleri İbrâhim Paşa’ya bir ültimatom göndererek, Osmanlı ve Mısır askerini Mora’dan çıkarmasını istediler. İbrâhim Paşa’nın bunu da kabul etmemesi üzerine, müttefik donanma Navarin limanına girerek, demirlemiş Osmanlı donanmasına ateş açtı. Bu ateş neticesinde elli yedi Osmanlı gemisi battı ve sekiz bin askeri de şehîd oldu (20 Ekim 1827). Navarin baskınından sonra Fransa, İngiltere ve Rusya hâdiseden haberdâr olmadıklarını îlân edip, mes’ûliyetten kaçmak istediler. Osmanlı Devleti, hâdiseyi protesto edip, tazmînât isteyince, mes’ûl devlet sefirleri İstanbul’dan ayrıldı (Bkz. Navarin Faciası). Osmanlı Devleti, Vak’a-i hayriyye ile ordusuz, Navarin faciası ile de donanmasız kalmıştı. Bunu fırsat bilen Rus çarı Nikola 26 Nisan 1828’de, Osmanlı Devleti’ne karşı savaş îlân etti. Balkanlar ve Kafkasya üzerinden saldırıya geçen Rus kuvvetlerinin kısa zamanda İstanbul önlerine geleceklerine bütün dünyâ inanıyordu. Dîvân toplanarak Rusya’ya harb îlân edildi ve seraskerliğine Bursa vâlisi Ağa Hüseyin Paşa tâyin edildi. Harbin ilk günlerinde Osmanlı ordusu muvaffak oldu ise de kısa bir süre sonra Ruslar hızla ilerleyerek Edirne’ye kadar geldiler. Doğuda ise; Kars, Ardahan Erzurum Rusların eline geçti. Osmanlı hükümeti doğudan ve batıdan tehlike altına girdi ve barış istemek mecburiyetinde kaldı. Çar Nikola da kazandığı zaferlere rağmen güç durumda idi. Zîrâ Rusya’da kargaşalıklar çıkmıştı ve ordu, Edirne önlerine gelmekle, merkezle arası çok açılmış olup, irtibat zor şartlar altında sağlanıyordu. Çar da, Osmanlı Devleti’nin barış tekliflerini kabul ederek, görüşmeler neticesinde 14 Eylül 1829’da Edirne barış andlaşması imzalandı (Bkz. Edirne Andlaşması). Fransa kralı Osmanlı Devleti’nin Ruslara yenilmesinden faydalanmak istedi. İbrâhim Paşa’nın Mora’dan ayrılması üzerine, Mora’yı işgal etti ve 15 Ağustos 1829’da Yunan Devleti teşekkül ettirildi. Cezâyir dayısı Hüseyin Paşa, Fransız ticâret gemilerine, alacağına mahsuben el koymuştu. Fransızlar, Cezâyir dayısının bilgisizce yaptığı işleri, plânlarını yürürlüğe koymak için vesîle saydılar. Fransa ile Cezâyir dayısının arasını bozan bu hâdisenin ortadan kaldırılması için Pâdişâh bir ferman gönderdi. Cezâyir dayısı, Fransız gemilerini serbest bırakmamakta inad etti. Bunun üzerine Fransızlar, yüz harb ve çok sayıda nakliye gemisi ile Cezâyir üzerine yürüdü. 12 Haziran 1830 günü Cezâyir’e 16.000 kişilik bir kuvvet çıkaran Fransa donanması karşısında dayı Hüseyin Paşa mağlûb oldu. Bâb-ı âlî, Rusya ile yaptığı harpten yeni çıktığı ve Cezâyir’in merkezden uzak olması yüzünden yardım yapamadı. Sultan İkinci Mahmûd Han bir yandan devlete yeni nizâm verirken, bir yandan da iç ve dış dehşetli buhranlarla dağılmak tehlikesine mâruz kalan ülkesini kurtarmaya çalışıyordu. Bunlar arasında en mühimi Mısır vâlisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın çıkardığı isyân oldu. Mısır’da hâkimiyetini kurmak isteyen Mehmed Ali Paşa, oğlu İbrâhim Paşa kumandasında, daha ordusu bütünüyle teşekkül etmemiş olan Osmanlı Devleti karşısında Suriye’de galip geldi. Şam halkı, Mehmed Ali Paşa’yı tanımak zorunda kaldı. İbrâhim Paşa, ordusu ile Kütahya’ya gelince, Osmanlı hükümeti Rusya’dan yardım istedi. Bu durum karşısında İngiltere ve Fransa telâşa düştü. Fransa’nın aracılığı ile 8 Nisan 1833 Kütahya andlaşması imzalandı. Andlaşmaya göre, Mehmed Ali Paşa’yı Mısır vâliliğine ilâveten Suriye, oğlu İbrâhim Paşa’ya da Adana eyâleti muhassıllık olarak verildi. Avrupa devletleri, barış görüşmeleri sırasında daha çok Mehmed Ali Paşa’nın çıkarlarını korumaları üzerine, sultan Mahmûd Han Rusya ile ittifak kurmayı kararlaştırdı. Böylece Mehmed Ali Paşa’nın çıkardığı isyân milletlerarası ağır bir mes’ele hâlini aldı. Hâdiseyi körükleyen Fransa ve İngiltere bu olaydan azamî istifâdeyi kalkarlarken Osmanlı Devleti zor dönemde bir yara daha aldı (Bkz. Kavalalı Mehmed Ali Paşa). Nitekim bütün buhranlar karşısında irâdesi, sabrı ve cesareti kırılmayan sultan Mahmûd Han, bu hâdisenin ıstırabı içerisinde 1 Temmuz 1839’da vefât etti. Cenazesi Çemberlitaş’daki türbesine defnedildi. Sultan İkinci Mahmûd Han’ın ilmi fazla olup, dînî, fennî, teknik, askerî, idarî ve san’at sahalarında kendisini çok iyi yetiştirmişti. Dindâr, akıllı, zekî, çalışkan ve azîm sahibiydi. Şâir olup, Adlî mahlası ile şiirler yazdı. İlim, san’at adamlarına ve eserlerine ziyadesiyle alâka gösterir, kıymet verip, himaye ederdi. Cevdet Paşa diyor ki: “Sultan Mahmûd Han, irâde ve kudret sahibi bir pâdişâh idi. Lâkin iş başında iktidar sahibi devlet adamları yoktu. Bu sebeble sathî taklitler yoluna gidildi. Acele bir şeyler yapmak isteği ile binanın temellerini tahkîm yerine süslemesi ile uğraşıldı.” Sultan İkinci Mahmûd Han, Osmanlı Devleti’nin ilerlemesini, teknik ve sanayide devrin seviyesine ulaşılmakta görüyordu. Gayret ve sebat sahibi bir pâdişâhtı. Devrindeki bütün hâdiseler karşısında asla ümidsizlik ve gevşeklik göstermedi. Gayreti sayesinde devlet, Avrupai tarzda sistemli bir orduya sâhib oldu. Mahmûd Han Avrupa’ya, askerlik ve yeni silâhların kullanılmasını öğrenmek için talebe gönderdi. Yeniçeri ocağını kaldırarak yerine talimli bir ordu kurmaya çalıştı ve bunun için Avrupa’dan hocalar getirtti, İstanbul, Rumeli, Anadolu ve Arabistan orduları adıyla yeni ordular teşkil etti. Topçu, humbaracı ve lağımcı ocakları, yeniçeriler kadar bozulmadığından, bu ocakları ıslâh etti. Deniz bilgilerini arttırmak için Mekteb-i Bahriye’yi kurdu. Askerî tıbbiye ve Harbiye mekteblerini kurarak, bu müesseselerin eğitim ve öğretimini en üst seviyeye çıkarmak için Avrupa’dan hocalar ve mütehassıslar getirtti. Bu okulların öğrenci ihtiyâcını karşılamak için medrese ve mekteplere ilâveten sıbyân mekteblerinin üstünde Rüşdiyeler, devlet me’murlarının yetiştirilmesi için de Mekteb-i maârif-i adlî kuruldu. Eğitim ve öğretim parasız olup, ilk öğretim mecburî hâle getirildi. Açılan okulların seviyesini yükseltmek için ve lüzumlu fen ve teknik kitapların tercümesi için batı dillerinde tercüme bürosu kurdurdu. Avrupa devletlerinin şehirlerine konsolos gönderilmeye tekrar başlanıldı. 1 Ekim 1831 târihinde Takvim-i Vekâyî adlı gazete, Osmanlı Türkçesi ile ülke içinde çıkarılmaya başlandı. Fransızcası da dış ülkelere gönderildi. Avrupa ülkelerine gönderilen gazeteler ile Türkiye’nin propagandası yapılarak, hâdiseler ve ıslâhatlar dünyâ kamuoyunda değerlendirilmeye tâbi tutuldu. Avrupa basınında Türkiye ve sultan Mahmûd Han hakkında neşr edilen yayınlar tâkib edildi. Sultan İkinci Mahmûd, hükümet teşkilâtı usûlleri ve kıyafet nizâmında da yenilikler yaptı. Osmanlı devlet teşkîlâtındaki sadrâzama başvekil, defterdâra mâliye nâzırı (mâliye bakanı), reisülküttâba hâriciye nâzırı (dış işleri bakanı), sadrâzam kethüdasına dâhiliye nâzırı (iç işleri bakanı) denilmeye başlandı. Devlet bünyesinde büyük yekûn tutan vakıflar için Evkaf nezâreti kuruldu. Hükümet ve ahâlinin önemli mes’elelerinin görüşüldüğü meclis-i Vâlâ-yı ahkâm-ı adliye ve askerî işlerin görüşülüp kararlaştırıldığı dâr-ı şûrâ-yı askerî müesseseleri teşkil edildi. Me’mûrlar iç ve dış işlerde olmak üzere ikiye ayrılıp, maaşları rütbe ve derecelerine göre verilmeye başlandı. Sultan, bir fermanla devlet için posta müessesesinin gerekli olduğunu açıklıyarak bir teşkilât kurdurdu. Posta teşkîlâtının kurulması üzerine posta yollarının yapımına başlandı. İlk olarak Üsküdar-İzmit arasında yapılan yol, Pâdişâh tarafından hizmete açıldı. Memleketin diğer bölgelerine de posta yolları yapıldı ve postahâneler açıldı. Posta teşkilâtı kurulduğu sırada, memleketin iç ve dışında yapılacak seyahatler için iki usûl kabul edildi. Yurt içinde yapılan seyahatler için yolcuların mürûr tezkeresi taşımaları, yurt dışına gideceklerin ise, her devlette olduğu gibi, hâriciye nezâretinden pasaport almaları şart koşuldu. 1831 senesinde ilk defa kısmî nüfus sayımı yapıldı. Arabistan’dan asker alınmadığı için sayımdan hâriç tutuldu. Dört milyon hıristiyan ile sekiz milyon müslüman ahâlinin sayımı yapıldı. Bölgelerdeki hıristiyanların sayısı, devlete verilen cizye mikdârını da ortaya çıkarmış oldu. Aynı sene ayrıca karantina uygulamasına başlanıldı. Bunun için yurt dışından me’murlar getirildi. Meclis-i sıhhiye cemiyeti ile bir karantina nezâreti kuruldu. Sultan Mahmûd’un giriştiği bu yenilikler, Türk târihinde yeni bir dönüm noktası teşkil ettiği muhakkaktır. Fakat bu yol üzerine yürüyen Tanzîmâtçılar ve meşrutiyetçiler, Avrupa ilmini ve tekniğini almak gibi ilmî ve aklî esaslı hedefler dururken, Türk milletinin kültürüne, örf ve âdetlerine uymayan kültürünü almaya çalıştılar. Bir taraftan memleketin içinde bulunduğu maddî-mânevî şartları iyi kavrıyamadıkları, diğer taraftan bu hayatî mes’elede geniş ve ilmî programa dayanan bir görüşten mahrum bulundukları için Türk milletini batıyı körü körüne taklide zorladılar. Nitekim tarihçilerin çoğuna göre büyük ölçüde sultan Mahmûd Han devrinde gerçekleştirilen yenilik hareketleri eğer onun devrinde bir Tanzîmât fermanı şeklinde yayınlansa idi, çok farklı bir yapıda olurdu. Zîrâ, Mahmûd Han, giriştiği yeniliklerle memleketi kurtarmaya çalışırken, ecdâdından mîrâs aldığı millî ve dînî inançlara da bağlı kalmış, ilim ve îmân, akıl ve vicdan arasında ahenkli bir yol tutmuştu (Bkz. Tanzîmât). Ülkenin imârına; ilim, san’at hayır ve sosyal müesseselerine önem veren Sultan, pek çok eser yaptırdı. Bâyezîd yangın kulesi, Unkapanı ile Azapkapı arasındaki şimdi Unkapanı köprüsü denilen Mahmudiye köprüsü, Beylerbeyi ve Çırağan sarayları, Tophane’deki Nusratiyye, Bahçekapı’daki Hidâyet, Üsküdar’daki Adliye, Arnavutköy sahilindeki Tevfikiyye câmileri bu Pâdişâh tarafından yaptırılmıştır. Eyyûb Sultan hazretlerinin türbesini mükemmel bir şekilde tamir ettirip, iyi bir hattat olduğundan, sandukası pişidesi (örtüsü) üzerindeki yazıyı kendi el yazısı ile yazdı. Tophane’de Kâdirî Câmii ve tekkesini tamir ettirdi. Mısır, Yanya ve Mora gibi vilâyetlerin isyânı, yeniçerilerin kaldırılmaları ve Rus ordularının saldırmaları sebebiyle bunlarla meşgul olan sultan Mahmûd Han, Mekke ve Medine’yi ancak tamir edebilmiş, kendisinden sonra oğlu Abdülmecîd Han bunları tezyîn için şaşılacak bir himmet ve gayret göstermiştir. Sultan Mahmûd Han’ın hanımları Âlîcenâb, Bezmiâlem, Hüsn-i Melek, Aşubkan sultanlardır. Hanımlarından Abdullah, Abdülazîz, Abdülhamîd (iki tane), Abdülmecîd, Bâyezîd, Kemâleddîn, Mahmûd, Mehmed (iki tane), Ahmed (Beş tane), Murâd Nizâmeddîn, Osman, Süleymân olmak üzere on dokuz oğlu; Adile, Fatma (iki tane), Esma, Emine, Ayşe, Atiye, Zeynep, Salime, Münîre, Mihrimâh, Hayriye (İki tane), Hamîde, Hadîce olmak üzere on beş kızı olmuştur. MUHABBETİN VESÎKASI! İkinci Mahmûd Han, 1820 senesinde Hücre-i Saadete hediye ettiği şamdanla birlikte gönderdiği aşağıdaki şiir, Osmanlı sultânlarının Resûlullah’a olan hürmet ve muhabbetlerinin bir vesikasıdır: Şamidan eyledim ihdâya cür’et yâ Resûlallah! Muradım dergeh-i ulyâya hizmet, yâ Resûlallah! Değildir ravdaya şâyeste, destâvîz-i nâçizim. Kabulünde kıl ihsân inayet, yâ Resûlallah! Kimim var hazretinden gayri, hâlim eyleyem ilâm Cenâbındandır ihsân mürüvvet, yâ Resûlallah! Dahîlek, el-emân, sad el-amân, dergâhına düştüm, Terahhüm kıl, bana eyle şefâat yâ Resûlallah! Dü-âlemde kıl istishâb hân Mahmûd-i adlîyi, Senindir evvel ü âhirde devlet yâ Resûlallah! Sultan İkinci Mahmûd Han Devri Kronolojisi 28 Temmuz 1808 : Alemdâr Mustafa Paşanın sadârete getirilmesi. 14 Ekim 1808 : Sekbân-ı cedîd ocağının kurulması. 15 Kasım 1808 : Yeniçerilerin isyânı ve sadrâzam Alemdâr Mustafa Paşa’nın ölümü. 22 Kasım 1808 1 Ocak 1809 : Memiş Paşa’nın sadârete getirilmesi. : Yûsuf Ziyâüddîn Paşa’nın sadârete getirilmesi. 24 Ekim 1809 : Ruslara karşı Tarice zaferinin kazanılması. 10 Nisan 1811 : Laz Ahmed Paşa’nın sadârete getirilmesi. 28 Eylül 1812 : Bükreş andlaşmasının imzalanması. 5 Ekim 1812 : Hurşid Mehmed Paşa’nın sadârete getirilmesi. 2 Aralık 1812 : Medine’nin vehhâbîlerden geri alınması. 23 Ocak 1813 : Mekke’nin vehhâbilerden geri alınması. 1 Nisan 1815 : Mehmed Rauf Paşa’nın sadârete getirilmesi. 5 Ocak 1818 : Derviş Mehmed Paşa’nın sadârete getirilmesi. 26 Eylül 1818 5 Ocak 1820 : Deriyye’nin feth edilmesi. : Seyyid Ali Paşa’nın sadrâzamlığa getirilmesi. 20 Ağustos 1820 : İsyân eden Tepedelenli Ali Paşa’nın Yanya’da kuşatılması. 21 Şubat 1821 : Yunan isyânının başlaması. 28 Mart 1821 : Benderli Ali Paşa’nın sadâreti. 20 Nisan 1821 : Hacı Salih Paşa’nın sadâreti. 13 Ocak 1822 : Yunanlıların bağımsızlıklarını ilân etmesi. 23 Mart 1822 : Sakız adasındaki rumların isyân etmesi. 15 Haziran 1826 : Yeniçeri ocağının kaldırılması. 5 Haziran 1827 : Atina’nın işgalcilerden alınması. 20 Ekim 1827 : İlk buharlı geminin satın alınması ve Navarin faciası. 26 Nisan 1828 : Rusya’ya sefer açılması. 3 Mart 1829 : Kıyafet değişikliği hakkında ferman yayınlanması. 15 Ağustos 1829 : Yunanistan devletinin kurulması. 24 Nisan 1830 : Kurulan Yunan devletini Osmanlıların tanıması. 5 Temmuz 1830 : Cezâyir’in, Fransa tarafından işgal edilmesi. 29 Ağustos 1830 : Sırbistan’ın bağımsızlığını ilân etmesi. 1 Kasım 1831 : İlk Türk gazetesi Takvimi Vekâyî’nin yayın hayâtına girmesi. 10 Aralık 1832 : Sisam’a bağımsızlık verilmesi. 21 Ocak 1832 : Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın isyânı. 24 Ocak 1839 : Nizib’de Osmanlı ordusunun Mısır ordusuna yenilmesi. 1 Temmuz 1839 : Sultan Mahmûd Han’ın vefâtı. 1) Kâmûs-ül-a’lâm; cild-6, sh. 4225 2) Osmanlı İmparatorluğu Târihi (Zuhuri Danışman); cild-11, sh. 191 3) Îzâhlı Osmanlı Kronolojisi (İ.H. Danişmend); cild-4, sh. 93 4) Deniz Harp Târihi; cild-2, sh. 313 5) Büyük Türkiye Târihi (Y. Öztuna); cild-6, sh. 421 6) Osmanlı Devleti Târihi; cild-1, sh. 478 7) Rehber Ansiklopedisi; cild-11, sh. 155 8) Osmanlı Pâdişâhlarının Hayat Hikâyeleri; sh. 419 9) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 1091 10) Türk Cihân Hâkimiyeti mefkuresi Târihi; cild-2, sh. 259 11) Mufassal Osmanlı Târihi; cild-5, sh. 2830 12) Osmanlı Târihi (E. Z. KaraL); cild-5, sh. 87 13) Târih-i Cevdet; cild-8, sh. 3 v.d. 14) Târih (Şânizâde Atâullah Efendi, İstanbul-1284); cild-1, sh. 21 15) Târih-i Lütfi; cild-1, sh. 127 16) History of the Ottoman Empire and Modern Turkey; cild-2, sh. 1 17) Eshâb-ı Kirâm; sh. 379 18) Türkiye Hâtıraları (Lord Stratford; Ankara-1959); sh. 57 MAHMÛD NEDİM PAŞA Tanzîmât dönemi Osmanlı sadrâzamlarından. Şam ve Bağdâd vâliliklerinde bulunmuş olan vezirlerden Gürcü Mehmed Necîb Paşa’nın oğludur. 1818’de İstanbul’da doğdu. Zamanının usûlüne göre tahsilini tamamladıktan sonra, 1831’de sadâret mektûbî kalemine girdi. 1834’de hâcegânlık rütbesine terfî eden Mahmûd Nedim Efendi, 1837’de serasker Dâmâd Bursalı Saîd Paşa’ya dîvân kâtibi, daha sonra da sadâret mektûbî muavini olau. 1841’de Âmedî kalemine girdi. Mustafa Reşîd Paşa’nın birinci sadâretinde 1847’de rütbe-i ûlâ sınıf-ı sânîsiyle sadâret mektubculuğuna tâyin edildi. Sadrâzamın iltifatını kazanarak, 1849’da vekâleten, 1850’de asil olarak dîvân-ı hümâyûn amedciliğine, 1853’de dîvân-ı hümâyûn beylikçiliğine, 1854’de rütbe-i bâlâ ile sadâret ve hâriciye müsteşarlığına getirildi. 1855’de vezirlik rütbesi verilerek Sayda vâliliğine tâyin olundu. Aynı sene içinde Şâm vâliliğine, 1856’da İzmir vâliliğine getirildi. 1858’de Meclis-i Tanzîmât âzâlığına ve Fuâd Paşa’nın Paris’e gitmesi üzerine hâriciye nezâreti vekâletine tâyin edildi. Aynı sene içinde Ticâret nezâretine getirildi. 1859’da bu vazifeden azledildi. Kendi isteği üzerine 1860’da Trablusgarb vâliliğine tâyin olundu. Bu sırada İstanbul’da toplanan Yeni Osmanlılar cemiyeti mensûblarının, Âlî Paşa’nın ve diğer nâzırların ortadan kaldırılarak, Mahmûd Nedîm Paşa’nın sadrâzamlığa aday gösterilmesini kararlaştırmalarıyla ilgili haber yayılınca, Alî Paşa ile arası açıldı. İstanbul’a gelen Mahmûd Nedîm Paşa, çeşitli yollara başvurarak kendini Âlî Paşa’ya affettirdi. Yedi sene bulunduğu Trablusgarb vâliliğinden affedilmesini istedi. İstifası kabul edilerek, 1867’de Meclis-i vâlâ âzâlığına tâyin edildi. Aynı sene içinde Deâvî nezâretine nasbedildi. 1868’de İkinci defa sadâret müsteşarlığına getirildi. Müsteşarlığa tâyin edilmesinden bir hafta sonra, Hakkı Paşa’nın ölümü sebebiyle boşalan Bahriye nezâretine getirildi. Serasker Hüseyin Avni Paşa’nın maaşı arttırıldığında, kendi maaşının da arttırılmasını istemek üzere sadrâzamın isteği dışında saraya müracaat ettiği için yeniden Âlî Paşa ile arası açılmaya başladı. Âlî Paşa’nın hastalanarak 1871’de ölümü üzerine sadârete getirildi. Mahmûd Nedîm Paşa, sadrâzam olunca, Âlî Paşa’ya karşı öteden beri beslediği kini açığa vurarak, Âlî Paşa’nın yakınlarından başlamak üzere, onun bütün dostlarını ve iş arkadaşlarını bulundukları vazifelerden alıp, başka yerlere tâyin etti. Bu arada meziyetsizliklerinden ve kötülüklerinden dolayı zaman zaman vazifesinden azledilip, çeşitli entrikalarla tekrar bir makam kapmayı başaran Hüseyin Avni Paşa’yı, rütbe ve nişanlarını sökerek Isparta’ya sürdü. Bu sebeple Hüseyin Avni Paşa, Mahmûd Nedîm Paşa’ya ve Mahmûd Nedîm Paşa’nın sadârete getirilmesini istememesine rağmen, sadârete getirdiği için sultan Abdülazîz Han’a karşı kin beslemeye başladı. Böylece Abdülazîz Han’ın ileride tahttan indirilmesine ve şehîd edilmesine sebeb olacak hâdiselerin tohumu atıldı. Mahmûd Nedîm Paşa, sadrâzamlığı sırasında, üsdâdı olan Mustafa Reşîd Paşa’nın İngiliz hayranlığı, Âlî ve Fuâd paşaların Fransız hayranlığına dayanan politikalarının tersine, Rus hayranı bir dış politika tâkib etti. Rusya’ya yaklaşıp, Rusya’nın bütün isteklerini yerine getirdi. Bu sebeple halk arasında Nedimof diye kınandı. Rusya taraflısı bir dış siyâset tâkib ettiği için diğer Avrupa devletleri karşısında Osmanlı Devleti yalnız kaldı. Ayrıca Osmanlı mâliyesini ıslâh edeceğim diyerek me’murların maaşlarında kısıntıya başvurdu. Vilâyet nizamnamesini değiştirerek, vâlilerin ödeneklerini kesti. Îcâb etmediği hâlde yeni vilâyetler kurdu ve devletin idaresini zorlaştırdı. Me’murlar arasında sürekli tâyin ve nakiller ise, tedirginliğin artmasına sebeb oldu. On bir ay süren sadrâzamlığı sırasında 5 serasker, 4 bahriye nâzın, 4 adliye nâzırı, 5 mâliye nâzırı, 6 tophane müşîri, 5 sadâret müsteşarı, 6 serasker müsteşarı değiştirdi. Vâliler ve taşra me’murları arasında sık sık yer değişikliği yaptı. Mahmûd Nedîm Paşa’nın tedirgin edici, uygunsuz ve beceriksiz muameleleri, sultan Abdülazîz Han tarafından tasvip edilmediği için, 1872’de sadrâzamlıktan azledildi. Kastamonu vâliliğine tâyin edilerek İstanbul’dan uzaklaştırıldı. Sonra da Adana vâliliğine nakledildi ve üç sene sonra İstanbul’a geldi. Tekrar ikbâl ve makam sevdasına düşen Mahmûd Nedîm Paşa, Hersek’te başlayan ayaklanmanın bastırılmasında sadrâzam Es’ad Paşa’nın âciz kalmasını fırsat bilerek, gezdiği yerlerde; “Bu mes’ele bir haftada hallolacak bir iştir. Bâb-ı âlî acizlik gösteriyor” kabilinde sözler sarf etti. Sadârete getirilirse mes’eleyi derhâl hâlledeceğini îmâ etti. Sultan Abdülazîz Han, muhalifleriyle arasını bulmak için 1875’de Mahmûd Nedîm Paşa’yı Şûra-yi devlet reisliğine, Midhat Paşa’yı Adliye nezâretine, Hüseyin Avni Paşa’yı seraskerliğe tâyin etti. Daha sonra da kaht-ı rical (adam kıtlığı) sebebiyle, mecbur kaldığından, Mahmûd Nedîm Paşa’yı aynı sene içinde ikinci defa sadârete getirdi. Hersek’de çıkan isyâna, Sırbistan’da zuhur eden karışıklıklara mâni olamayan Mahmûd Nedîm Paşa, yayımlattığı bir beyânname ile devletin dış borçlarının 6 Ekim 1875’de o yıla âid devlet bütçesinin, vâdesi gelmiş borçların faiz ve amortisman paylarının ödenmesine müsait olmadığı gerekçesiyle ancak yarısının ödeneceğini îlân etti. Zâten fena olan mâlî durum iyice bozuldu. Bu sebeple Avrupa’da çıkan gazeteler, Osmanlı Devleti’nin îtibârı aleyhinde pekçok neşriyat yaptılar. Aslında bu karar Hüseyin Avni Paşa, Mütercim Rüşdî Paşa ve diğer ileri gelenlerin hazır bulunduğu bir toplantıda alınmıştı. Buna rağmen tek sorumlu olarak Mahmûd Nedîm Paşa’nın gösterilmesi, onun banker Hristaki ile beraber borsa oyunları ile büyük kazanç sağlaması sebebiyledir. Rusya tarafdârı olan Mahmûd Nedîm Paşa, Rus elçisi İgnatiyef’in telkinlerine kapılarak Bulgaristan’da çıkan isyâna karşı yeterli tedbir almadı. O bölgeye yeterli asker gönderme imkânı varken göndermedi. Balkanlarda vuku bulan çeşitli hâdiseler büyük devletlerin müdâhalesine zemin hazırladı. Mahmûd Nedîm Paşa’yı sadârete getirdiği için sultan Abdülazîz Han’a karşı düşmanlıkları fazlalaşan Midhat ve Hüseyin Avni paşalar, yeni oyunlar hazırlamaya başladılar. Medrese talebelerine para dağıtarak, pâdişâh aleyhinde gösteriler yaptırdılar. Fâtih ve Bâyezîd meydanlarında toplanan medrese talebelerinin arasına ard niyetli kışkırtıcılar da katıldı. Zuhur eden bu hâdiseler, Bosna-Hersek isyânını bastıramaması ve mâlî krizin iyice artması üzerine 12 Nisan 1876’da sadâretten azledilen Mahmûd Nedîm Paşa’nın yerine Mütercim Rüşdî Paşa getirildi. Mahmûd Nedîm Paşa Çeşme’de ikâmete mecbur edildi. Serasker Hüseyin Avni Paşa gizlice onu öldürtmek istediyse de Midhat Paşa’nın karşı çıkması üzerine muvaffak olamadı. Daha sonra Sakız adasına gönderilen Mahmûd Nedîm Paşa, sultan İkinci Abdülhamîd Han zamanında saraya yazdığı arîza (dilekçe) üzerine affedilerek İstanbul’a getirildi. Musul vâliliğine tâyin edildi ise de, özür beyân ederek Midilli’ye gitti. Daha sonra tekrar İstanbul’a getirtilerek 1879’da Saîd Paşa kabinesinde Dâhiliye nâzırlığına tâyin edildi. Midhat Paşa’nın muhakemesi için tahkikatı yürütecek hey’ette vazifelendirildi. Dâhiliye nâzırlığı sırasında halka ve me’murlara çok iyi muamelede bulundu. Ahmed Vefik Paşa’nın ikinci sadâretinden azli üzerine sadâret makamına tâyin edildiyse de daha sonra vaz geçildi. Hastalığı sebebiyle 1883’de Dâhiliye nezâretinden azledildi. 15 Mayıs 1883’de İstanbul’da öldü. Vasiyeti üzerine Cağaloğlu Kapalıfırın civarında satın alınan arsaya defnedildi. Daha sonra kabri üzerine türbe yapıldı. Şiirlerinin toplandığı bir Dîvan’ı ve basılmamış olan Reddiye adlı eseriyle Hikâye-i Melik-i Muzaffer, devlet idaresine dâir Âyine-i devlet ve nazm şeklinde yazılmış Hasbihâl adlı eserleri bulunan Mahmûd Nedîm Paşa, menfaatine düşkün, bilhassa ikbâl ihtirası içinde bir kimse idi. Meziyetleriyle yüksek mevkilere çıkamıyacağını bildiği için, Pâdişâh’ın gözüne girmeye çalışırdı. Mustafa Reşîd Paşa bile; “Bizim mektubcu bey cıvık sabuna benzer, ne el yıkar, ne çamaşıra gelir” demek suretiyle onun işe yaramaz birisi olduğunu bildirmiştir. Bir zamanı diğer zamanına uymaz, uzun müddet iltifat ettiği bir kimseye ehemmiyetsiz bir sebeple gücenir, her şeyden şüphelenir ve yaptığı işin sonunu düşünmezdi. Bütün halk kendini medh etse aldırmaz, fakat aleyhinde söylenen önemsiz bir sözden nem kapıp incinirdi. Gayet alıngan olduğu için; “Bir adam yalınıza bakıyordu” dense, bundan türlü türlü mânâ çıkarırdı. Devlet idaresinde bir programı olmayan Mahmûd Nedîm Paşa, keyfî ve gelişigüzel hareket ederdi. Kültürü, târih bilgisi; Rusya’nın bize dost olamıyacağını, dost göründüğü zamanlarda ise, daha ziyâde fenalık yapacağını tahmin edemeyecek kadar noksandı. Nitekim Rus elçisi İgnatiyef’in telkinleriyle yaptığı işler yüzünden devletin başına büyük gaileler açılmıştı. 1) Mâruzât; sh. 4, 5, 197 2) Tezâkir; cüz-1-12, sh. 16 v.d. 3) Son Sadrâzamlar; cild-1, sh. 264 4) Kâmâs-ül-a’lâm; cild-6, sh. 4230 5) Osmanlı İmparatorluğu Târihi; cild-12, sh. 249 6) Bîr Darbenin Anatomisi; sh. 538 7) Osmanlı Târihi (E. Z. Karal); cild-7, sh. 131 8) Eshâb-ı Kiram; sh. 282 9) Rehber Ansiklopedisi; cild-11, sh. 161 10) Târih Musâhebeleri; sh. 120 11) Mesâil-i Mühimme-i Siyâsiyye; cild-2, sh. 373 MAHMÛD PAŞA (Velî) Fâtih Sultan Mehmed Hanlın sadrâzamlarından. Doğum târihi bilinmemektedir. Sırp kavmine mensup, asîl bir ailenin çocuğudur. Küçük yaşta serhâd gâzileri tarafından, Yenidağ’dan Semendire’ye giderken esir edilip, Edirne’ye getirildikten sonra, ümerâdan Mehmed Ağa satın alarak okutmuş ve ikinci Murâd Han’a takdim etmiştir. Daha sonra Fâtih Sultan Mehmed Han’ın hizmetine verildi. Zekâsı, ilmi ve kuvvetli şahsiyeti, Fâtih Sultan Mehmed Han tarafından takdir edildiğinden, on beş yıl sadrâzam olarak devlete ve millete büyük hizmetlerde bulundu. 1474 senesi sonlarında İstanbul’da vefât etti. Mehmed Ağa tarafından ikinci Murâd Han’a takdîm edilen Mahmûd Paşa, Edirne Sarayı’nda uzun süre tahsil görüp, Fâtih Sultan Mehmed Han’ın cülûsundan sonra yeni pâdişâhın teveccüh ve iltifatına mazhâr olarak, ocak ağalığı rütbesini aldı. İstanbul muhasarasında, pâdişâh tarafından Bizans’a elçi gönderildi ve beyhude yere kan dökülmemesi için şehrin teslimini istedi. Fakat bu istek, Bizanslılarca reddedildi. Mahmûd Paşa da kuşatma boyunca Anadolu beylerbeyi İshâk Paşa ile birlikte Haliç surları tarafında vazîfe aldı ve kahramanca çarpıştı. İstanbul’un fethinden sonra, Fâtih’in maiyyetinde olarak, bir çok sefere katıldı ve büyük muvaffakiyetler gösterdi. Nitekim Belgrad muhâsarasındaki şecâatına mükâfat olarak vezirliğe yükseltildi ve Rumeli beylerbeyliğiyle taltîf edildi. Sırbistan’ı malikâne olarak Papa’ya vermek isteyen kraliçe Helene’nin, Mahmûd Paşa’nın kardeşi, Michail Abogoviteh’i bir hileyle bertaraf edip, katolik bir Bosnalıyı işbaşına getirmesi, Sırp boylarının hoşuna gitmedi. Fâtih Sultan Mehmed’e başvurarak Sırbistan’ı Osmanlı Devleti’ne teslim edeceklerini bildirdiler. Sultan bu işle Mahmûd Paşa’yı vazifelendirdi. Rumeli askeri ve bin kadar yeniçeriyle Sırbistan’a giden Mahmûd Paşa, Sırpların menfî tavrıyla karşılaştı. İlk hamlede Resav ve Kuruca kalelerini alıp Semendire’yi muhasara etti. Kuvveti az olduğundan kaleyi düşüremeyeceğine kanâat getirip geri çekildi. Belgrad’ın karşısındaki Avala palangasını tamir edip, Ostcoviça ve Durnik kalelerini feth etti. Güvercinlik kalesini ele geçirip, tahkim etti ve Minnetoğlu Mehmed Bey’i Macaristan üzerine akıncı göndererek, Mora seferinden sonra Üsküb’e gelen Sultan’ın yanına döndü. Mahmûd Paşa, Fâtih’in ikinci Mora seferinde despot Demetrius’un elindeki Mistra kalesinin fethiyle vazifelendirildi. Paşa kısa zamanda kaleyi kuşatarak despotu teslim olmaya razı etti ve Fâtih Sultan Mehmed Han’ın huzuruna getirdi. Mahmûd Paşa ertesi sene, Fâtih’in maiyyetinde; Amasra, Sinop ve Trabzon seferine iştirak ederek büyük muvaffakiyet gösterdi. Bilhassa Trabzon’un teslim alınmasında, imparatorun baş mâbeyncisi ve aynı zamanda kendisinin de akrabası olan Gorgüs Amiratzes’i kullanarak büyük rol oynadı. Fâtih’in Karadeniz kıyısında seferde olmasından faydalanan Eflâk voyvodası Vlad, hâince tuzak kurup Silistre beyi Yûnus Bey ile Niğbolu beyi Çakırcıbaşı Hamzâ’yı ve askerlerini vahşîce katlederek Osmanlı topraklarını yağma edince, 1462’de Eflâk seferine karar verildi. Düşman uzun süre görünmeyince, Sultan, Evrenos Bey’i Eflâk içlerine akıncı gönderdi. Aldığı görevi yerine getiren Evrenos Bey’in akından döndüğünü haber alan voyvada Vlad (Kazıklı Voyvoda), akıncıların yolunu kesmeye karar verdi. Mahmûd Paşa bunu farkederek sür’atle bölgeye yetişip akıncıları büyük bir tehlikeden kurtarıp Eflâk kuvvetlerini imha etti. 1462 yılında Midilli’nin fethiyle görevlendirilen Paşa, 60 kadırga ve 7 nakliye gemisinden ibaret donanma ile adayı muhasara etti. Mukavemetin imkânsız olduğunu gören şehir kumandanı müdafaasız teslim oldu. Osmanlı kalelerine tecâvüz eden Bosna kralının Ağaçhisarı’nı da yakması üzerine, Bosna’ya sefere karar verildi. Ordu, Bosna topraklarına girince kaçan kralın yakalanması görevi, Mahmûd Paşa’ya verildi. Yirmi beş bin kişilik kuvvetle Bosna’nın merkezi olan Yayça’yı kuşatan Paşa, kralın buradan birgün önce Sokol kasabasına kaçtığını öğrenince, hemen hareketle burayı kuşattı. Kralın yine kaçtığını öğrenince takibe karar vererek kuşatmayı kaldırdı. Kralın kaçtığı Kliuteh’e gitmek için dar bir boğazdan geçmek lâzımdı. Çok sarp ve tehlikeli olan bu boğazdan geçmeyi istemeyen Paşa’nın maiyyeti, Sokol kasabasının muhasarasında ısrar ettilerse de, paşa, karârını değiştirmedi ve bütün gece, meş’alelerin ışığında boğazı geçip ovaya ulaştı. Bu boğazın kolayca geçilemeyeceğine inanarak kaleden ayrılmayan kral, şehrin sabah akıncı kuvvetleri tarafından kuşatıldığını görünce, asıl kuvvetleri görmediğinden hemen saldırdı. Mahmûd Paşa arkadan yetişerek kralın askerini bozdu ve kaleye çekilmeye mecbur etti. Bunu beklemeyen kral, mukavemetin mânâsız kalacağını, kalelerinin bir bir Türklerin eline geçtiğini anlayarak teslim oldu. Mahmûd Paşa bundan sonra, Mora’daki Rum şehirlerini isyâna teşvik eden Venediklilerin, tecâvüzlerini önlemeye me’mûr edildi. Mora’ya çıkarak, Germe-Hisata doğru yürüdü ve Venediklileri hezimete uğratıp kaleyi zaptetti. Bu muzafferiyet üzerine diğer rum şehirleri de teslim oldu. Mahmûd Paşa, Venedik kuvvetlerince kuşatılan Midilli’ye imdâd etmekle vazifelendirdiğinden, Mora’ya Ömer Bey’i bırakıp yüz on parçalık filoyla hareket etti ve adayı kurtardı. 1464’de Yayça’yı muhasara eden Fâtih, Macarların taarruza geçip Sıwornik’i kuşatmaları üzerine, Mahmûd Paşa’yı kış ortasında Macar seferiyle görevlendirdi. Gönderdiği habercilerle Swornik’i mukavemete teşvik eden Paşa, Mihaioğlu Ali Bey ile akıncıları kaleye göndererek Macarları geri çekilmeye mecbur etti. Karamanoğlu İbrâhim Bey’in ölümünden sonra ortaya çıkan problemleri çözmek için düzenlenen seferde, Konya ve Gevele’ye kadar giden Mahmûd Paşa, Karamanoğlu Pîr Ahmed’in takibiyle görevlendirildi ise de yakalayamadı. Karaman ilindeki amele ve san’at erbabının İstanbul’a nakli için yine Mahmûd Paşa’yı görevlendirdi. Fakat rakibleri boş durmayarak, zenginlerden rüşvet alarak yerlerinde bıraktığını ve sâdece fakirleri İstanbul’a naklettiğini iddia ettiler. Bu çalışmalar semeresini göstermekte gecikmedi ve Mahmûd Paşa sadrâzamlıktan azledildi. Mahmûd Paşa bu azilden sonra hassına çekilmiş ise de, çok geçmeden Gelibolu sancakbeyliği uhdesinde kalmak üzere kapdân-ı deryalığa getirildi. Ağrıboz seferinin hazırlıklarını yapmakla vazifelendirildi. 5 Haziran 1470’de idaresi altındaki büyük bir donanma ile harekete geçen Mahmûd Paşa, yolu üzerindeki Şira adasını zaptederek 14 Haziran’da Ağrıboz’u kuşattı. Öte yandan Fâtih Sultan Mehmed Han da, 70 veya 100.000 kişilik bir kuvvetle karadan Ağrıboz’un karşısına gelmişti. Adanın karaya en yakın yerinde gemiler toplanıp geceligündüzlü çalışarak karayla adayı birbirine bağladılar. Bu suretle ordu adaya geçirildi. Bütün ağırlık adaya geçirildikten sonra Pâdişâh da adaya geçerek surlara yakın bir yerde otağını kurdurdu. Kale üç yerden kuşatılmasına rağmen deniz yolunun bir tarafı açıkta kalmıştı. Düşmanın buradan yardım alması mümkündü. Burayı gemilerle sarmak, ancak kalenin önünden geçmekle mümkündü. Bu ise pek güç ve tehlikeli idi. Onun için İstanbul’un fethinde olduğu gibi gemilerden bir kısmı karadan yürütülerek kalenin öte tarafına geçirilmiş ve bu suretle o yol da kapatılmıştı. Bir kaç defa hücum edilip çok müstahkem olan kaleye girilemeyince, kalenin alınamayacağını düşünenler, hattâ Pâdişâh’ı geri dönmeye teşvik edenler oldu. Fakat Fâtih Sultan Mehmed Han ve Mahmûd Paşa’nın kararlı tutumları bunları düşüncelerinden vazgeçirdi. Bu arada yardıma gelen Venedik donanması karaya asker çıkarmaya çalıştı. Mahmûd Paşa bölgeye gönderilerek, düşmanın bu teşebbüsü önlendi. Köprüye saldırdıklarında da ağır kayıplar verdirilerek geriye çekilmeye mecbur edildi. Yardım ulaşamamasına rağmen kale bir aya yakın cesaretle mukavemet etti. Bütün surlarda açılan gediklerden sonra, 11 Temmuz Çarşamba günü başlayan hücum, bütün gece devam etti ve sabahleyin kale düştü. Bunu gören Venedik donanması bölgeyi terketti. Bu seferdeki başarılarından dolayı Mahmûd Paşa tekrar sadârete getirildi. 1472 senesi sonlarında Venedik ve Papa ile ittifak kuran Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan, Osmanlı Devleti’ni ortadan kaldırma hazırlıklarına başladı. Bu arada Uzun Hasan’ın, Macar kralına gönderdiği elçi yakalanarak, İstanbul’a getirildi. Sorgulama sonunda Uzun Hasan’ın Osmanlı’ya karşı kendisine yardım için Avrupa’da bir haçlı ittifakı meydana getirmeye çalıştığını öğrenen Sultan, 1473 kışını harb hazırlıkları ile geçirip, sefere çıktı. Öncü kuvvetlerinde Has Murâd Paşa’yla beraber görevli olan Mahmûd Paşa, Erzincan civarında Fırat nehrinin genişlediği yerde Akkoyunlu kuvvetleri ile karşılaştı. Çarpışma başlayınca düşmanın hîle ile geri çekilmesine aldanan tecrübesiz Murâd Paşa’nın, ileri atılıp şehîd olmasına rağmen, Mahmûd Paşa tedbirli hareketleriyle fazla bir zâyiât vermeden başarıyla geri çekildi. 11 Ağustos’da Tercan civarındaki üç ağızlı mevkiine gelen Osmanlı kuvvetleri, burada ordugâh kurmak ve istirahat etmek mecburiyetinde kaldılar. Çünkü etrafı yüksek dağlarla çevrilmiş olan bu dar vadinin geçilmesi oldukça güçtü ve artık hayvanların bile yürüyecek hâli kalmamıştı. Burada, ordunun henüz tertipten mahrum olduğu bir sırada, Otlukbeli denilen karşı tepelerde Uzun Hasan’ın komutanlarından Gavur İshak’ın kuvvetleri görüldü. Otlukbeli sırtlarını tutan Akkoyunlular, Osmanlı ordusunu bu tehlikeli yerde harbi kabule mecbur bırakmışlardı. Burası öyle bir yerdi ki, bozulan mutlaka mahvolurdu. Durumu değerlendiren Sultan, Gavur İshak’ın kuvvetlerini karşılamak üzere Dâvûd ve Mahmûd paşalara görev verdi. Aldıkları emir üzerine hızla harekete geçen Dâvûd ve Mahmûd paşalar, düşmanın tepeden aşağı inmesine mâni oldular. Aynı zamanda kahramanca çarpışarak düzlüğe çıktılar ve şiddetli bir çarpışmadan sonra tepeyi tutarak düşmanın geri çekilmesini sağladılar. Bu sırada Sultan da, kuvvetleriyle tepeye tırmandı. Dâvûd ve Mahmûd paşaların düşmanı yeterince oyalayıp ordunun tepeye çıkmasını sağlamaları, durumu Osmanlı lehine döndürdü (Bkz. Otlukbeli Savaşı). Otlukbeli muhârebesinin zaferle sonuçlanmasında büyük yararlıklar gösteren Mahmûd Paşa aleyhine, rakipleri yeni tertipler peşine düştüler. Neticede mevcûd târihi kaynaklardan kesin olarak anlaşılmayan bâzı siyâsî sebeblerle zindana atılmasına ve boğdurulmasına sebeb oldular. Türbesi Mahmûd Paşa Câmii’nin kıble duvarı önündedir. Adnî mahlası ile şiirler de yazan Mahmûd Paşa’nın, devrine göre sâde ve ahenkli bir dili vardır. Tezkereciler ondan takdir ile bahsederler. Zâhiri, Faryâbî, Hâfız gibi meşhur İran şâirlerine nazîreler yazmış ve Hâce-i cihân tarafından bir kasîde ile medhedilmiştir. Halk arasında çok sevilen ve İslâmî ilimlerde ileri derece sahibi olan Mahmûd Paşa’yı, Fâtih Sultan Mehmed Han çok sever, medreselere derse gittiği zaman onu da yanında götürürdü. Ali Tûsî ile beraber Tetimme ve Sahn-ı semân medreselerinin kurucularındandır. İstanbul’un bilinen ilk kütüphânelerinden biri de onun evindeydi. Devrin ricali, şeyhleri ve âlimleri ile dost olan Mahmûd Paşa, İstanbul’da faaliyetlerde bulunan sapık hurûfîlerin te’sirsiz hâle getirilmesini sağlamış, maddî, manevî destek vererek pek çok ilmî eserin yazılmasına önayak olmuştur. Farsça şiirleri kadar nesirleriyle de şöhret kazanmıştır. Fâtih Sultan Mehmed Han’ı metheden bir kasîdeyle başlayan ve bugün üç nüshası bulunan Dîvân’ı henüz basılmamıştır. Dîvân’ın sonunda Fâtih tarafından, bâzı hükümdarlara gönderilmiş Farsça altı mektup sureti bulunmaktadır. İyi bir komutan, değerli bir âlim ve şâir olan Mahmûd Paşa, bir çok hayır eseri yaptırmış ve vakıflarıyla yüzyıllarca yaşamasını te’min etmiştir. Mahmûd Paşa’nın Ankara’da yaptırdığı bedesteni ve hanı, yüzyıllar boyunca san’at ve ticâret merkezi olmuş, 1940’lardan sonra restore edilerek, Arkeoloji müzesi olarak kullanılmaya başlanmıştır. İstanbul ve Sofya’da Mahmûd Paşa câmileri, İstanbul’da Mahmûd Paşa hamamı, Bursa’da Mahmûd Paşa hanı ve İstanbul’daki Mahmûd Paşa kervansarayı bunlardan bâzılarıdır. 1) Kâmûs-ül-a’lâm; cild-6, sh. 4223 2) Rehber Ansiklopedisi; cild-11, sh. 162 3) Osmanlı Târihi (Uzunçarşılı); cild-2, sh. 530 4) Hadîkat-ül-Vüzerâ; sh. 9 5) Şakâyık-ı nu’mâniyye Tercümesi; sh. 176 6) Menâkıb-ı Mahmûd Paşa-i Velî (Üniversite Kütüphânesi, TY. No: 2425) 7) Osmanlı Müellifleri; cild-2, sh. 15 8) Türk Klasikleri; cild-2, sh. 218 9) Adnî Dîvânı (Bercis Miskioğlu, Üniversite Kütüphânesi, tez, 2123) 10) Resimli Türk Edebiyatı Târihi; cild-1, sh. 447 11) Fâtih Sultan Mehmed’in Siyâsî ve Askerî Faâliyetleri (S. Tansel, İstanbul1971). 12) Îzahlı Osmanlı Târihi Kronolojisi (Danişmend); cild-1 13) Tezkiret-üs-Şuârâ (Kınalızâde Hasan); cild-2, sh. 612 MAHMÛD SÂMİNÎ Evliyanın meşhurlarından. Erzurum’un Palu kasabasının Hun köyünde doğdu. Doğum târihi bilinmemektedir. 1897 (H. 1315)’de Palu’da vefât etti, seyyiddir. Kabri Murâd suyunun kenarındadır. Şafiî mezhebinde ve tasavvuf da mütehassıs idi. Tasavvufda hocası Ali Septî’dir. On üç sene hocasına hizmet ederek, ders ve sohbetlerinde kemâle erdi. Tasavvufda yirmiye yakın velî yetiştirdi. En meşhur talebeleri; Harput’lu Hâfız Osman Bedreddîn Efendi (İmâm Efendi) ve o zamanın Erzurum kazası olan Kığı kasabasında Hacı Yûsuf Efendi ile oğlu Muhammed Efendi ve Kığı müftîsi Muhammed Nûreddîn Efendi’dir. Mahmûd Sâminî hazretleri, en başta gelen talebesi Hâfız Osman Bedreddîn’i yetiştirmek için çok gayret sarfetmiş, onu tasavvufda kemâle erdirmek için manevî işaretler almıştır. Daha o, huzuruna gelip talebe olmadan geleceğini, vasıflarını belirtmiş, başından geçen önemli hâdiselere işaret etmiştir. Neticede onun tasavvufda yetiştirip kemâle erdirmiş ve böylece iki yüz bin kişiden ziyâde insanın kurtularak, sâlih mü’min olmasına sebep olmuştur. Sâminî hazretlerinin Hâfız Osman Bedreddîn hazretlerine nasihatlerinden bâzıları: “Hafız! Bir çocuk tahsîl çağına geldiği zaman, okuyup yazmaya nasıl harfleri öğrenmekle başlarsa, Hakk’a ermek de tavsiye edeceğim şu hususlara uymakla gerçekleşir: 1- Allahü teâlâyı tanımak, 2- Muhabbetullah (Allahü teâlâya muhabbet), 3- Gönlü toplamak, 4- Teslimiyet, 5- Nefsin arzularına uymamak, 6- Bu yolda gayret göstermek, 7- Kesrette vahdet, 8- Çok salevât okumak, 9- Kelime-i Tevhidi çok söylemek, 10- Az yemek, 11- Temiz giyinmek, 12- Halka faydalı olmak, 13Mütehallik olmak (Güzel ahlâk sahibi olmak), 14- Mürşide itaat, 15- Arkadaşlarına şefkat, 16- Âleme ibret nazarı ile bakmak, 17- Vaktin kıymetini bilmek, 18Hükümete itaat, 19- Hasedden ârî (uzak olmak), 20- Kimseye buğz ve düşmanlık etmemek, 21- Komşu hakkını ileri tutmak, 22- Sözünün eri olmak, 23- Kendini tanımak, 24-Dünyâdan lüzumlu kadar nasîb almak, 25- Âhireti unutmamak, 26Doğruluktan ayrılmamak, 27- Haddi aşmamak, 28- Huzurla sükûn bulmak. Tasavvufun elifbası bunlardır. İnsanlar arasında aşk ateşiyle dolaş, fenalıkları yak, iyilikleri besle. İnsanı insana yaklaştır, Hakk’a ulaştır. Asla ilmine güvenme, fadlına kanma. Dünyâya aldanma, nefsine uyma, şeytanı at. Aşk ile yan, şevk ile kalk. Peşinden gelenleri ne olursa olsun iyi gözet, sapıkları düzelt. Huzûra dikkat, her sözün hakîkat, görüşlerin marifet olsun. Hafız! Makâm-ı irşâd bir şimşektir. Çaktığı vakit etrafını aydınlatır ve düştüğü yeri de yakar. Marifet; o aydınlığı insanların kararan kalbine nüfuz ettirmek (sokmak) ve kalbleri aydınlatmaktır. Tasavvufda yol bir arı kovanına benzetilmiştir. Arı gibi gayet muntazam çalışmak ve arı gibi bal yapmak, karıncalar gibi kanaatkar olmak lâzımdır. Bal yapmak idrâkine eriştiğinde, bu şifalı baldan müslüman kardeşlerine tattırmak elzemdir. Çalışanlar tadını alır. Çalışmayanları da çalıştırmak rehberin vazifesidir. Mahlûkâtın yaratılışındaki güzellikde, ilâhî hikmetler var. Bunlarda esrâr-ı mevcûddur. Evliyâ zâtlar iğnenin ufacık deliğinden Hindistan’ı seyrederler. Bu hâl ise, âlem-i misâlin altında bir hâldir. Âlem-i misâl bunun üstündedir. Resûl-i ekrem efendimizden nurlarını alırlar ve ondan sonra vahdet sarayının ezelî ve ebedî varlığında erirler. Benliklerinden sıyrılırlar. Sırr-ı Sübhânda, mazhâr-ı lutfa ererler” (Bkz. Osman Bedreddîn). Hafız Osman Bedreddîn hazretleri hocası Mahmûd Sâminî hazretleri için yazmış olduğu bir şiiri şöyledir: Kim gelip girse bu gün Sâminî gülzârına Bir kademde vâsıl olur her kişi dildârına Bir nefesde mürde dil bulur hayât-ı câvidan Sâminî enfâs-ı kudsîden erer hem yârına Âlem-i mânâda şâh olmak dilersen tâlibâ Gel bugün ver varlığın Sâminî’nin vârına Hem gönül âyinesin derd-i sivâdan pâk kıl Er huzûr-i hazrete yanma bu furkat nârına Âlem-i kudse erişmek ister isen Bedriyâ Sıdk ile gel bende ol gir Sâminî bâzârına. 1) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 1092 2) Osman Bedreddîn Efendi, Hayatı ve Hocaları (Ahmed Yazıcı, Türkiye Gazetesi kütüphânesi) 3) Harput Yollarında (İshak Sungur) MAHMÛD ŞEVKET PAŞA Son devir Osmanlı sadrâzamlarından. Kumandan ve devlet adamı. Basra mutasarrıfı Kethüdâoğlu Bağdâdlı Süleymân Bey’in oğludur. 1856 senesinde Bağdâd’da doğdu. İlk tahsîlini Bağdâd’da gördükten sonra İstanbul’a gelerek önce Harbiye’ye girdi. 1882’de de Mekteb-i erkân-ı harbiye’den (kurmay) yüzbaşı rütbesiyle me’zûn oldu. O sene Mısır’a sevk olunmak üzere Girid’de toplanan fırkaya (tümen) tâyin olunarak Girid’e gitti. Bir müddet sonra oradan dönüp 1883’de Harbiye mektebinde silâh bilgisi ve atış tâlimi nazariyeleri muallimliği yaptı. Bir sene kadar Almanyalı müşir Kampatner Paşa’nın daha sonra da Von der Golç Paşa’nın emrinde çalıştı. Satın alınan mavzer tüfeklerinin yapılışını tedkîk etmek ve nezârette bulunmak üzere teşkîl olunan komisyonun âzası olarak Almanya’ya gitti. 1884’de kolağalığa, 1886’da binbaşılığa terfî ettirildi. 1889’da kaymakam (yarbaylık) rütbesiyle muayene komisyonu reis muavinliğine tâyin edildi. İki sene sonra da miralaylığa (albay) terfî ettirildi. Almanya’da kaldığı dokuz-on senelik müddet içinde çeşitli askerî manevralarda, top tâlimlerinde ve Mağdeburg’da, 1892’de çeşitli milletlere mensup iki yüz elli subayın katıldığı seri ateşli top ve zırhlı kale tatbîkâtlarında bulundu. 1894’de Osmanlı zabitlerinden meydana gelen bir komisyonun reîsi olarak Fransa’ya gönderildi. Zırhlı kuleler ve ateşli silahlar hakkında incelemelerde bulundu. Dönüşünde mirlivalığa yükseltildi. 1899’da Tophâne-i âmire tecribe ve muayene dâiresi reis vekilliğine tâyin edildi. 1901’de Feriklik rütbesine terfî ettirildi. O sene Mekke-i mükerreme ile Medînei münevvere arasında telgraf hattı döşetme vazifesiyle Hicaz’a gönderildi. Orada kaldığı bir sene içinde, Mekke şerîfi Avnür-Refîk ve Hicaz vâlisi Ahmed Râtib paşalarla anlaşamayarak İstanbul’a döndü. Tophane’deki vazîfesine iade edildi. 1905’de birinci ferik rütbesiyle Kosova vâliliğine tâyin edildi. 1908’de Birinci Meşrûtiyet’in ilânından sonra Üçüncü ordu kumandanlığına ve ilâveten Rumeli vilâyeti müfettiş-i umûmî vekilliğine tâyin edildi. Osmanlı Devleti’nin parçalanmasını ve yıkılmasını isteyen azınlıklarla işbirliği yapan, İttihâd ve Terakkî komitacılarıyla anlaşarak, sultan İkinci Abdülhamîd Han’a karşı harekete geçti. İngilizler ve İttihâdolar tarafından plânlanan ve İstanbul’da zuhur eden 31 Mart ayaklanması üzerine Selanik’te toplanan Hareket ordusunun kumandanı olarak İstanbul’a geldi. 24 Nisan’da Topkapı ve Edirnekapı’dan şehre girerek yol üzerindeki karakolları teslim aldı ve harbiye nezâretini işgal etti. Pâdişâh’a sâdık paşalar saraya gelerek, Yıldız ve civarındaki birliklerin, Hareket ordusuna karşı kullanılması için izin istediler. Kan dökülmesini istemeyen sultan İkinci Abdülhamîd Han; “Tüfekçilerin silâhları toplansın, kimse silâh atmasın. Müslümanı müslümana kırdırmam” diyerek, teklifi reddetti. Kuvvetli ve talimli askerleri bulunmasına rağmen, büyük fitne çıkmaması için bunu kullandırtmadı. Taksim kışlasında ve Taşkışla’da bâzı mukavemet hareketleri olduysa da, Hareket ordusunun şiddetli top ateşi karşısında kırıldı. Yıldız Sarayı’nın, Hareket ordusu tarafından işgal edilmesi sırasında, sultan Abdülhamîd Han mukavemet etmek isteyen askerlere; “Ben halîfe-i İslâm’ım. Müslümanı müslümana kırdırmam. Silâh çekmek isteyen ilk önce beni vursun, sonra diğer asker kardeşlerine kurşun atsın” diyerek çatışmanın ve kan dökülmesinin önüne geçti. Pâdişâh’ın emrine boyun eğen askerlerin silâhlarını teslim etmeleri üzerine 25 Nisan günü Hareket ordusu İstanbul’a hâkim oldu. Mahmûd Şevket Paşa örfî idare (sıkıyönetim) îlân ederek suçlu suçsuz demeden İttihâdçılara ve kendine muhalif pek çok kimseyi îdâm ettirdi. Etrafında topladığı yüzlerce Balkan çetecisiyle saraya girerek, kıymetli eşyaları yağmaladı. Hazîneyi, asırlardan beri toplanmış olan kıymetli yadigârları ve dünyânın en zengin kütüphânelerinden olan saray kitaplığını yağma ettirdi. Pâdişâh’ın altın arabası bile parçalanıp paylaşıldı. Kendisi Abdülhamîd Han’a muhalif olduğu halde, bu yağmaya dayanamayan Tevfik Fikret, bu hâdise için Han-ı Yağma adlı şiirini yazdı. Mahmûd Şevket Paşa İttihâd ve Terakkî’nin hâkimiyetini devam ettirmek için İstanbul’da tedhiş ve terör havası estirmeye başladı. Milletin can, mal ve nâmuş emniyeti kalmadı. Pek çok suçsuz kimse tutuklanarak hapse atıldı ve zulme uğradı. Sultan Abdülhamîd Han tahttan indirilerek Selânik’e gönderildi. İstanbul’a hâkim olan Mahmûd Şevket Paşa; Birinci, İkinci, Üçüncü ordular müfettiş-i umûmîsi oldu. 1909’da kurulan Hakkı Paşa kabinesinde harbiye nâzırı oldu. İttihâd ve Terakkî tarafından yâver-i ekremlik ünvânı verildi. Daha önceki devirlerde ordudaki subaylar arasındaki görüş ayrılıkları ve grublaşmalar onun harbiye nâzırlığı sırasında, had safhaya vardı. Pâdişâh’a, devletine, vatanına ve dînine bağlı subayları çeşitli bahanelerle ordudan uzaklaştırdı. 1910’da başlayan Arnavutluk isyânını bastırmak üzere sefere çıktı. Kumandasında seksen iki piyade taburu vardı. Arnavutluk isyânını şiddet kullanarak bastırdı. İsyana iştirak eden ve etmeyen bütün ahâlinin silâhlarını toplattı. Bu muamele esnasında erkekleri, kadınlarıyla kızlarının önünde sopalarla dövdürdü. İsyan yatışacağı yerde müzminleşti. Balkan harbi sırasında Arnavutluk’un tamamen elden çıkmasına sebeb oldu. Roma elçiliğinden sadrâzamlığa getirilen Hakkı Paşa hükümetinin harbiye nâzırı olan Mahmûd Şevket Paşa, Trablusgarb kumandanı ve vâlisi Müşir İbrâhim Paşa’nın; “Buradaki askerlerin Yemen’e gönderilmesi, Trablusgarb’ın İtalya’ya teslimi demektir” diye itirazına rağmen, Trablus’daki askeri Yemen’e sevk etti. İtiraz ettiği için de İbrâhim Paşa’yı vazifeden aldı. Bu kâfi gelmiyormuş gibi Trablus’daki askeri mühimmat iâşe ve silâhları da İstanbul’a naklettirdi. Trablus’u askersiz, kumandansız ve mühimmâtsız bıraktı. Hıyanet derecesine ulaşan bu gafletinden sonra İtalyanlar Eylül 1911’de Trablusgarb’ı işgal ettiler. Ateş bacayı sardıktan sonra asker gönderildiyse de netice alınamadı. On iki adayı işgal eden İtalyanlar, Çanakkale boğazını topa tutarak, İstanbul’u tehdîde başladılar. Ordudaki subaylar, İttihâdcı ve Halâskârân-ı zâbitân diye ikiye ayrıldı. Makedonya vilâyetlerinde, iktidar ve muhalefeti tutan subaylar çeteler teşkil ederek birbirleriyle çarpıştılar. İstanbul’da bulunan Halâskârân-ı zâbitân mensupları, hükümeti tehdîd etmeye başladılar. Bu baskı ve tehdîdler karşısında, Mahmûd Şevket Paşa 1912’de sadrâzam ve diğer nâzırlarla birlikte istifa etti. Böylece İttihâd ve Terakkî iktidardan uzaklaşmış oldu. Balkan Harbi sırasında Alasonya ordusu kumandanlığına tâyin olunan Mahmûd Şevket Paşa, bu vazifeyi kabul etmeyerek istifa etti. Böyle mühim bir harbdeki vazifeyi kabul etmeyişinin sebebini de kendine mâbeyn başkâtibi Ali Fuâd Bey tarafından sorulan bir soruya verdiği cevâbda; “Canım efendim ne yapayım. Bu, benim şöhretimi ve şeref-i askerîmi ihlâl etmek, için yapılmıştı. Şöhretimi nasıl feda ederim?” diyerek vatan ve millet hususundaki kayıtsızlığını beyân etti. İktidardan uzaklaşan İttihâd ve Terakkî ileri gelenlerinin 23 Ocak 1913’de düzenledikleri kanlı Bâb-ı âlî baskınından sonra, Kâmil Paşa zorla sadrâzamlıktan istifa ettirilince, sadrâzamlığa Mahmûd Şevket Paşa getirildi. Onun sadâreti döneminde Balkan harbi devam etti. 30 Mayıs 1913 Cuma günü Osmanlı Devleti ile Balkan müttefikleri arasında yedi maddelik, Londra barış andlaşması imzalandı. İttihâd ve Terakkî zihniyetinde olan Mahmûd Şevket Paşa, kendinden önceki sadrâzam Kâmil Paşa’yı ihanetle itham edip Edirne’yi kurtarmayı vâdederken, bütün Rumeli’yi Balkan devletlerine terk edip Midye-Enez hattını hudûd kabul etti. Bu suretle Edirne de sınır dışında kaldı. Arnavutluk’la, adaların geleceği ise, büyük devletlere terk edilmek suretiyle elden çıkarıldı. Mahmûd Şevket Paşa, yaptığı işler sebebiyle İttihâd ve Terakkîciler arasında şöhret sahibi oldu. Onun bu şöhreti, meclisteki muhalif meb’ûslardan başka İttihâdcıları da düşündürüyordu. Bu sebeble günün birinde bütün devlet idaresini ele geçirip kendilerine mevkî ve makam vermemesinden endişe ediyorlardı. Muhalif milletvekilleri, onun bâzı kötü icrâatlarını tenkid etmekten çekinmiyorlardı. Bu tenkidlere şiddet ve tehdîtle karşılık veren Mahmûd Şevket Paşa’ya karşı muhalefet şiddetlendi. Hattâ bu muhalefet kampanyasına İttihâd ve Terakkî meb’uslarından da katılanlar oldu. Mahmûd Şevket Paşa’nın gün geçtikçe orduda artan nüfuzundan çekinen Talat Bey (Paşa), çeşitli planlar hazırladı ve Paşa aleyhinde yolsuzluk iddialarının çıkarılmasını teşvik etti. Talat Bey ile birlikte harekete geçen Selanik milletvekili yahûdî Emanuel Karaso ile İsmâil Canbolat, Mahmûd Şevket Paşa’nın aleyhinde uğraşırken, Talat Bey ve arkadaşları da İttihâd ve Terakkî umûmî merkezinin hükümet üzerinde nüfuz sahibi olması için çalıştılar. Mahmûd Şevket Paşa’nın daha kuvvetlenmesine ve tahakkümüne tahammül edemedikleri için, onu ortadan kaldırma yollarını düşündüler. Bütün muhalif unsurları, Mahmûd Şevket Paşa aleyhine kullanmaya çalıştılar. İttihâd ve Terakkî ileri gelenleri, Hürriyet ve îtilâf fırkasının gayr-i memnunları, İttihâd ve Terakkî’ye düşmanlık besleyen halk, tahsil ve yetişme tarzlarıyla kuru bir gurura kapılan okumuşlar, gayr-i müslim azınlıklara mensup banker, sarraf gibi kimseler, müslüman olup Türk olmayan unsurlar; Mahmûd Şevket Paşa hükümetini devirmek için birlikte çalıştılar. Sadrâzam ve Harbiye nâzırlığını birlikte yürüten, Bâb-ı âlî baskını ile iş başına geldiğinin dördüncü ayını idrâk eden Mahmûd Şevket Paşa, 11 Haziran 1913 günü saat 11.30 sıralarında Bâyezîd’deki harbiye nezâretinden otomobiliyle çıkıp Bâb-ı âlî’ye gitmek üzere Bâyezîd meydanını geçip, Çarşıkapı’ya sapacağı sırada bir cenaze alayı ile karşılaştı. Topluluk, paşanın Çarşıkapı’ya sapacak otomobilinin yolunu kapadı. Bu sırada meçhul silâhlı kişiler tarafından açılan tabanca ateşiyle yaralandı. İsabet eden beş kurşundan birisi paşanın sağ yanağına isabet etti. Arabasında bulunan İbrâhim Bey de aldığı kurşun yaralarının te’siriyle orada öldü. Paşanın otomobili harbiye dâiresine götürüldü. Mahmûd Şevket Paşa Şûrâ-yı askerî dâiresine kaldırılarak, tedavisine başlandı. Kurşunlardan birinin paşanın sağ şakağını delerek beynini tahrîb ettiği görüldü. Bütün müdâhalelere rağmen, yarım saat sonra öldü. Ertesi gün Ayasofya Câmii’nde cenaze namazı kılındıktan sonra, Hürriyet-i Ebediye tepesine götürülerek defnolundu. Mensubu olduğu İttihâd ve Terakkî ileri gelenlerinin tertipleri sonucunda mı, yoksa muhalifleri tarafından mı vurulduğu kesin olarak aydınlanmamış olan bu cinayet, İttihâdcıların azarak muhaliflerini sindirmesine yol açtı. Katillerinden bâzıları yakalandıysa da cinayetin esası aydınlanamadı. İbnül Emin’in bildirdiğine göre, meşhur İttihâdçı Cemâl Paşa, vak’a ânında İstanbul muhafızı iken suikasttan haberi olup lüzumlu tedbiri almamıştır. Cebir, geometri ve askerî konulara dâir eserleri olup; Arapça, Almanca, Fransızca dillerini bilen Mahmûd Şevket Paşa, İttihâd ve Terakkî’nin zulüm ve işkencelerine âlet olmasının cezası olarak; “Su testisi su yolunda kırılır” ve “Zulm ile âbâd olanın âhiri berbâd olur” kâidesince muhtemelen kendisini o makamlara getirenler tarafından öldürüldü. ABDÜLHAMÎD HAN’A GÖRE, MAHMÛD ŞEVKET PAŞA!.. Sultan İkinci Abdülhamîd Han Hâtırât’ında, Mahmûd Şevket Paşa’nın öldürülmesiyle ilgili olarak şunları söylemektedir: “Hareket ordusu kahramanının şöhretinden halâs olmak (kurtulmak) ve Enver Bey’e (Paşa) harbiye nâzırlığı yolunu açmak için, Mahmûd Şevket Paşa’yı güpegündüz kurşunlayıp öldürdüler. Bir taşla iki kuş vurmak istiyorlardı. Hem ikide bir önlerine çıkan meşhur bir kumandanın gölgesinden kurtulmak, hem de ondan yanaymış gibi davranıp günün muhaliflerini bir çırpıda temizleyivermek... Nasıl avcı taburlarını kışkırtıp Hareket ordusunu İstanbul kapılarına getirmişler ve beni düşürmüşlerse, bu sefer de Mahmûd Şevket Paşa’nın kan dâvası ve asayiş bahanesiyle bütün muhaliflerini astılar, sürdüler, birer köşeye sindirdiler... ... Dört yıl önce Takvîm-i vekâyî’de okumuşdum: Mahmûd Şevket Paşa’nın öldürüleceği yer ve saat hükümetçe daha önceden haber alınmışken, koca bir sadrâzam ve harbiye nâzırı güpegündüz ve harbiye nezâretinin önünde bir yâveriyle birlikte parça parça ediliyor ve on yedi kurşun atılıyor da yine bir polis, bir jandarma eri meydana çıkmıyor. Otomobille kaçamayan bir topal olmasaydı belki olayın suçluları da kolluk me’mûrları gibi ortaya çıkmazlardı.” 1) İttihâd ve Terakkî İçinde Dönenler, sh. 66, 163, 192 2) Son Sadrâzamlar; cild-3, sh. 1869 3) Rehber Ansiklopedisi; cild-11, sh. 163 4) Hâtırât-ı Siyâsiyye (Cemâleddîn Efendi); sh. 25, 52 5) İkinci Abdülhamîd Han’ın Hâtıra Defteri; sh. 20, 165 6) Büyük Türkiye Târihi (Y. Öztuna); cild-7, sh. 231 7) Görüp işittiklerim; sh. 18, 58, 71, 98 8) Türk inkılap Târihi; cild-2, kısım-1, sh. 253 9) Türkiye İstiklâl ve Hürriyet Mücâdeleleri Târihi; cild-17, sh. 9959 10) İkinci Meşrûtiyetin Îlânı ve Otuzbir Mart Hâdisesi (F. Reşit Unat, Ankara1985); sh. 68 v.d. MÂHPEYKER SULTAN Sultan birinci Ahmed Han’ın zevcesi. Sultan dördüncü Murâd ile sultan İbrâhim’in vâlidesi. Kösem Sultan da denir. Vâlide-i muazzama, Sâhibet-ül-makâm, Vâlide-i atîka, Vâlide-i kebîre sıfatlarıyla anılmıştır. 1592 (H. 1000) târihinde doğdu. Doğum yeri bilinmemektedir. 1651 (H. 1061) tarihindeki isyânda Topkapı Sarayı’nda âsîler tarafından şehîd edildi. Zevci sultan Ahmed Han’ın türbesine defnedildi. Sultan Ahmed Han’la evlenen Mâhpeyker Sultan’ın; şehzâde Murâd, şehzâde Kâsım, şehzâde İbrâhim adlı oğulları ile Ayşe, Fatma, Atîke ve Hanzâde sultan isimli kızları oldu. Sultan Ahmed Han’ın genç yaşta vefât etmesi ile yirmi yedi yaşında dul kaldı. Haremin ve devletin başı sayıldı. Sultan dördüncü Murâd’ın tahta geçmesi ile Vâlide Sultan oldu. Zekâsı, kabiliyeti, devlet işlerindeki ince anlayışı ile her iki oğluna yardım etti. Aklı ve zekâsı, güzelliği, hayrat ve hasenatı ile meşhur; sâliha, afîfe (temiz) bir hanım sultân idi. Bâzı târih kitaplarında katı yüreklilik ve entrika ile itham olunmakta ise de, bıraktığı eserler onun; dindar, cömert ve ziyadesiyle hayırsever olduğunu göstermektedir. Çok şefkatli olan Mâhpeyker Sultan, çevresindeki fakirlere bir daha kimseye muhtaç kalmayacak şekilde yardım etmiş ve bu hâli ile herkesin kalbini fethetmiştir. Her sene Receb-i şerif ayında kıyafet değiştirip araba ile hapishanelere gider, borç yüzünden hapse düşenleri, borçlarını ödemek suretiyle hapisten kurtarırdı. Katiller hâriç bütün mahkûmlara yardım elini uzatırdı. Hizmetindeki câriyeleri terbiye ettikten sonra serbest bırakıp, her birine kabiliyetine göre çeyizler ve bir mikdâr mücevher ile bir kaç kese de altın verir ve uygun gördüğü kimselerle nikâhlandırırdı. Yetim ve kimsesiz kızları araştırır çeyizlerini düzerek evlendirirdi. Mâhpeyker Sultan’ın yaptırdığı hayır eserlerinin başında Üsküdar’daki Çinili Câmi gelmektedir. Kubbe kasnağına kadar on yedinci yüzyılın en nefis çinileriyle süslü olan câminin yanında ayrıca mektep; çeşme, dârülhadîs, çifte hamam ve sebil inşâ ettirmiştir. Boğaziçi’nde Anadolu Kavağı, Sultan Selîm civarında (Çarşamba’da) Vâlide medresesi mescidi ile büyük sanayi ve ticâret yeri olan Çakmakçılar yokuşunda büyük Vâlide hanı ile içindeki mescidi yaptırdı. Rumeli’de milyonlar değerinde vakıfları ve hayratı vardır. Yeni Câmi’nin temeli de Mâh-Peyker Sultan tarafından atılmıştır. 1640 (H. 1050) târihinde hazırladığı vakfiyesiyle, her sene Mekke-i mükerreme ve Medîne-i münevveredeki fakirlere, sürre alayı ile gönderilmek üzere, vakıflarda bulunmuştur. 1) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 1092 2) Târihi Nâimâ; cild-3, sh. 67, cild-5, sh. 101 3) Rehber Ansiklopedisi; cild-10, sh. 289 4) Hayat Târih Mecmuası (Sene-1971); cild-1, sayı-1 sh. 49 5) İstanbul Çeşmeleri; cild-1, sh. 23, 74, 78, cild-2, sh. 266 6) Îzâhlı Osmanlı Târihi Kronolojisi; cild-3, sh. 270 7) Seyâhatnâme-i Evliyâ Çelebi; cild-1, sh. 325 8) Hadîkat-ül-cevâmî; cild-2, sh. 184 9) Mir’ât-ı İstanbul; sh. 130 MAKBÛL İBRÂHİM PAŞA Kânûnî Sultan Süleymân Han’ın ikinci sadrâzamı. 1493 yılında Epir’de Parga yakınlarında bir köyde doğdu. Altı yaşlarında iken Bosna beylerbeyi İskender Paşa’nın bir akını sırasında ele geçirildi. İstidat ve kabiliyeti görülerek Kefe sancakbeyi olan şehzâde Süleymân’a hediye edildi. Onunla beraber büyüdü. İslâm terbiyesi ile yetiştirildi. Şehzâde Süleymân’ın îtimât ve dostluğunu kazandı. Onun 1520’de babasının yerine tahta geçmesi üzerine, İstanbul’a geldi. Sarayda mühim vazîfeler gördü ve gittikçe nüfuz kazandı. 1521’de kapıağası (Bâbüsseâde ağası) oldu. Belgrad seferine katıldı. Bu esnada İstanbul’da onun için bir konak yapıldı. Sadrâzam Pîrî Mehmed Paşa, konağın inşâsı ile sefer esnasında bile alâkadar oldu. 1522’de yapılan Rodos seferine hasodabaşısı ve iç şahinciler ağası sıfatıyla katılan İbrâhim Ağa’nın, birçok işlerde nüfuz ve te’siri gün geçtikçe daha bariz şekilde görünmeye başladı. Pâdişâh; bilgisi, görgüsü ve kültürü ile vezir olacak şekilde yetiştirilmiş olan İbrâhim Ağa’yı sadrâzam yapmak istiyor, onun üstün vasıflarından bir an önce ve daha te’sirli şekilde istifâde etmeyi arzu ediyordu. Baba yadigârı sadrâzam Pîrî Mehmed Paşa’ya da bir şey diyemiyordu. Fakat Pîrî Mehmed Paşa, vaziyeti öteden beri biliyor, İbrâhim Ağa’nın ehil hâle gelmesi, yerine lâyık olması için elinden geleni esirgemiyordu. Pâdişâh bir gün Pîrî Mehmed Paşa’ya; “Hizmetinden gayet memnun olduğum bir hizmetkârımı Enderûn dışında bir işle görevlendirmek isterim, bilmem ne mansıbla çıkarsam?” dedi. Durumu hemen anlayan Pîrî Mehmed Paşa; “Ona bendenizin yeri münâsibdir” diyerek sadrâzamlık mührünü Kânûnî Sultan Süleymân Han’a teslim etti. Pâdişâh da hasodabaşı İbrâhim Ağa’yı Rumeli beylerbeyliği de uhdesinde olmak üzere sadrâzam yaptı. Pîrî Mehmed Paşa, emekliye ayrıldı. Sadrâzamlık bekleyen ikinci vezir Hâin Ahmed Paşa, Mısır beylerbeyliğini isteyerek İstanbul’dan ayrıldı. Mısır’a vardıktan bir müddet sonra da isyân etti. Sadrâzamlığının birinci senesi sonunda, Hâin Ahmed Paşa isyânının bastırılmasını müteakip, ikinci defa Mısır beylerbeyi olan Güzelce Kâsım Paşa ile defterdârı arasındaki ihtilâfları hâlletmek ve Mısır halkının isyâna destek vermesinin sebeplerini yerinde görmek için sadrâzam İbrâhim Paşa donanma ile yola çıktı (1524). Yanında, defterdâr İskender Çelebi ile tezkireci Celâlzâde Mustafa Çelebi de vardı. Pâdişâh, adalara kadar teşyî etti. Fırtına sebebiyle deniz yolunu terk ederek Marmaris’de karaya çıkıp, Halep-Şam yolu ile Kâhire’ye ulaştı. Kâhire’de üç ay kalarak mâlî ve idâri ıslâhat yaptı. Mısır beylerbeyliğine Süleymân Paşa’yı, defterdârlığa da Hamravî’yi tâyin etti. Varîdât fazlası sekiz yüz altının her sene İstanbul’a gönderilmesini kararlaştırdı. Bu sırada İstanbul’da yeniçeriler arasında karışıklık oldu. İbrâhim Paşa Sarayı’nın hazîne ve eşyası yağmalandı. Bunun üzerine Pâdişâh, sadrâzamı İstanbul’a çağırdı. 1525 Eylül’ünde İstanbul’a gelen İbrâhim Paşa, Mısır’daki icrâatı ile Pâdişâh’ı gayet memnun etmişti. Onu, 1526’da açılan Macaristan seferine serdar tâyin etti. Başta Pâdişâh olduğu hâlde İstanbul’dan hareket eden ordu, Sofya-Belgrad yolu ile ilerledi. İbrâhim Paşa, Petervaradin kalesini muhasara ile zabtedip, Uylak kalesini teslim aldıktan sonra, Mohaç ovasına yaklaşırken, sefer maksadının Budin’in fethi olduğu îlân edildi. 29 Ağustos’da, askeri yerli yerine yerleştirdikten sonra, pâdişâh huzurunda serhâd beyleriyle yapılan istişare toplantı sırasında düşmanın görülmesi üzerine, harp nizâmına geçildi. Rumeli kuvvetlerinin başında savaşa katılan İbrâhim Paşa, emrindeki kuvvetlerle ilk safta düşmanın hücumunu karşıladı. Macar kuvvetleri karşısında bir hayli hırpalanan Rumeli kuvvetleri, Hüsrev ve Bâli beylerin düşmanı yandan çevirmesi ve Osmanlı topçusunun müessir ateşi sayesinde tehlikeden kurtuldu. Bir kaç saat içinde Mohaç meydan muhârebesi kazanıldı (Bkz. Mohaç Meydan Muhârebesi). Pâdişâh sadrâzamla birlikte Budin’e girdi. Kurban bayramını burada geçirdikten sonra, Segedin’den Tisa yoluyla dönüşe geçen İbrâhim Paşa, Tuna yakınlarında Titel kalesini fethettikten sonra, köprü kurarak karşıya geçip Pâdişâh’la buluştu. Birlikte İstanbul’a döndüler. Ordu, Mohaç meydan muhârebesi ile meşgulken; Anadolu’da Kalender Şâh adında biri, İran’dan destek alarak başına topladığı bazı kimselerle isyâna kalkıştı. Mohaç seferi dönüşünde Kalender Şâh üzerine serdâr tâyin edilen İbrâhim Paşa, isabetli tedbirler alarak Başsız yaylasında âsileri mağlûb edip dağıttı (1527). Pâdişâh’ın dördüncü sefer-i hümâyûnu olan, birinci Viyana muhasarasının yapıldığı seferde orduya yine serasker tâyin edildi. Sefer esnasında Rumeli kuvvetlerinin başında Sofya’dan îtibâren öncü olan İbrâhim Paşa, Belgrad’da Osmanlı ordusunu karşılayıp, Mohaç’da bağlılığını arz için gelen Macar kralı Zapolya’yı karşıladı. Budin’i beş günlük bir muhasaradan sonra Avusturyalılardan teslim aldı. Viyana muhasarasında bir hayli gayretleri görüldü. Tebdîl-i kıyâfetle surların etrafını dolaşıyor, hücuma kalkan askeri teşyî ediyordu. Mühimmat ve zahîrenin azalması ve kış mevsiminin yaklaşması üzerine, kumandanlarla yaptığı istişare netîcesinde muhasara kaldırıldı (Ekim 1529). İstanbul’a dönen İbrâhim Paşa, Avusturya kralı Ferdinand’ın elçilerine yüz vermedi. O devirde hiçbir Avrupa devleti pâdişâha hitâb edemez, en büyük kral ve imparatorları bile sadrâzamla muhabere ederlerdi. Kral Ferdinand’ın elçileri İstanbul’da barış müzâkereleri ile uğraşırken, kumandanlarından biri de Budin’i muhasaraya kalkıştı. Bunun üzerine Alaman sefer-i hümâyûnu gerçekleşti (1532). Pâdişâh’ın beşinci seferi olan bu savaşta da İbrâhim Paşa’ya serdarlıkla birlikte, Rumeli beylerbeyliği tekrar verildi. Köseg kalesini muhasara eden İbrâhim Paşa, bir müddet sıkıştırdıktan sonra kaleyi sulhla teslim aldı. Muhafızını yerinde bırakarak, Osmanlı Devleti’ne tâbi olan Macar kralı Zapolya’ya itaati şart kılındı. Düşman kralları yine ortada görünmüyordu. Habsburg imparatoru ve İspanya kralı Şarlken’i meydanlara çekemeyen Osmanlı ordusu, akıncıları düşman ülkesine sokup geniş çapta bir yıpratma hareketi yaptırdıktan sonra, İstanbul’a döndü. İbrâhim Paşa, kral Ferdinand’a gönderdiği mektupda Şarlken’i bulamayan Pâdişâh’ın İstanbul’a döndüğünü alaylı bir dille anlattı. Osmanlı Pâdişâhı’nın bu işdeki kararlılığını gören kral Ferdinand, İstanbul’a elçi göndererek Osmanlı Devleti’nin bütün isteklerini kabul ederek sulh yaptı. Osmanlı Devleti’ne tâbi bir kral hâline gelen Ferdinand, Kânûnî Sultan Süleymân Han’ı babası, İbrâhim Paşa’yı da biraderi bilecek, Pâdişâh da Avusturya topraklarını kendi toprağı, halkını da tebeası kabul etme lütfunda bulunacaktı (1533). Batıda barış yapılması, İran tarafına rahat sefer yapılmasını te’min etti. Serasker ünvânıyla İbrâhim Paşa, Ekim 1533’de İstanbul’dan İran seferi için öncü olarak hareket etti. Kışı Halep’de geçirdi. Burada, İstanbul’dan gelen Barbaros Hayreddîn Paşa’yı kabul etti. 1534 Nisan’ında Diyarbekir’e doğru yola çıktı. Pâdişâh da Haziran’da İstanbul’dan hareket etti. İbrâhim Paşa, Doğu Anadolu’daki Osmanlı Devleti’ne tâbi olmayan yerleri itaate aldı. Van’ı alıp Azerbaycan’a girdi. İran ordusunu mağlûb ederek Ağustos 1534’de Tebriz’i aldı. Geylân ve Şirvan vâlilerinin itaatlerini kabul etti. Van ve Tebriz’i tahkim ettirdi. İran Şahı Tahmasb’ın geldiğini haber alınca da Pâdişâh’ı haberdâr etti. Eylül sonlarında Tebriz’e gelen Pâdişâh’la birlikte, 30 Kasım 1534’de savaşsız olarak Bağdâd’a girdiler. İmâm-ı a’zam ve Abdülkâdir-i Geylânî (r. aleyhim) gibi büyüklerin kabirlerini ziyaret edip, türbelerini tamir ve tezyin ettirdiler. Kışı Bağdâd’da geçiren Pâdişâh, İran Şâh’ı Tahmasb’ın Tebriz’i alıp Van’ı kuşatması sebebiyle tekrar Tebriz üzerine yürüdü. Osmanlı ordusu ile savaşmayı göze alamayan Tahmasb, İran içlerine çekildi. Tebriz’e tekrar giren Kânûnî Sultan Süleymân Han, şehirde lüzumlu tahkimatı yaptıktan sonra, İbrâhim Paşa ile birlikte İstanbul’a döndü (1536) (Bkz. İran Harpleri). İstanbul’da Fransızlara verilen imtiyazlarla (kapitülasyonlarla) ilgili andlaşmayı yapan İbrâhim Paşa, sarayda kaldığı bir gece, bilinmeyen bir sebeple verilen bir emir üzerine boğularak öldürüldü. Cesedi gizlice kaldırılarak, Galata’da Tersane arkasındaki Canfedâ zaviyesi mezarlığında defnedildi. Bir kaç lisan bilen İbrâhim Paşa, târih, coğrafya ve harp târihi ile ilgili kitaplar okurdu. Osmanlı Devleti târihi içinde hiç bir sadrâzamın erişemiyeceği bir ihtişama sahipti. Galata’da eski Yağkapanı Câmii, Mekke, Selanik, Hezargrad ve Kavala’da; câmi, imaret, mektep, medrese, dârülhadîs, tâbhâne, hamam, çeşme, sebil ve bâzı kasabalarda; mescid, tekke ve zaviyeler yaptırdı. Yaptığı zengin vakıflarla bunların uzun süre yaşamasını te’min etti. Ayrıca Muhsîne Hâtûn ismindeki hanımı da, İbrâhim Paşa adına Kumkapı’daki câmi ile bitişiğindeki zâviyeyi yaptırdı. 1) Hadîkat-ül-vüzerâ; sh. 24 2) Peçevî Târihi; cild-1, sh. 20 3) Tabakât-ül-memâlik (Celâlâde Mustafa Çelebi, Millet Kütüphânesi, 779); sh. 119 4) Âli Târihi; cild-2, sh. 5 5) Rehber Ansiklopedisi; cild-8, sh. 48 6) Münşeât-üs-selâtîn; cild-1. sh 508 7) Osmanlı Târihi (Uzunçarşılı); cild-2, sh. 545 8) Devlet-i Osmaniye Târihi (Hammer); cild-5, sh. 36, 160 9) Mufassal Osmanlı Târihi; cild-2, sh. 888 10) Osmanlı Târihinde Gizli Kalmış Vesikalar (Uzunçarşılı, Belleten, sayı-163, 1977) 11) Târih-i Solakzâde; sh. 446 12) Kânûnî Sultan Süleymân’ın vezîriâzamı 13) Makbûl ve Maktûl İbrâhim Paşa, Pâdişâh Dâmâdı Değildi (Uzunçarşılı, Belleten, sayı-114, 1965)