T.C. KÜLTÜR VE TURİZM BAKANLIĞI TÜRKİYE KÜLTÜR PORTALI PROJESİ MÜZİK BATILILAŞMA VE MÜZİK KÜLTÜRÜMÜZ Ünüşan KULOĞLU ARALIK - 2009 ANKARA 8. Batılılaşma ve Müzik Kültürümüz Anahtar Kelimeler: Doğu-Batı, Avrasya, Hümanizma. İnsanlık, uzun evrimi boyunca hemen hemen hep aynı kavramları açıklamaya çalışmıştır. Bu kavramların esasını ise insan ve insanlık oluşturmaktadır. Bu çaba, farklı kültür ve medeniyet anlayış ve arayışlarının ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Bu kültür ve medeniyetler ilk bakışta birbirlerinden ne kadar farklı görülseler de, yine de hepsi bu dünyada insan tarafından ve insan için geliştirilmiş yaşam biçimleridir. Üstelik her kültür ve medeniyet, bir başkasından aldığı unsurlarla beslenmiş ve gelişmiştir. Doğu-Batı kavramları bütün kavramlar gibi bir ihtiyacın ürünüdür ve niteliği sosyal, siyasal ve hatta ekonomik bir içeriğe sahiptir. İnsan hangi coğrafyada yaşıyorsa o coğrafyanın sunduğu olanakları kullanır. Bu olanaklar onun bilgisini ve yaşam biçimini belirler. Özellikle Hümanizma’nın 15. yüzyıldan itibaren gelişmesiyle beraber “Batı” yaşamı dini dogmalarla değil, evrensel akılla açıklar. Bu bakımdan, Hümanizma akıldan hareketle evrensel değerler yaratmaktır. Bu sayede “Batı” aklı ve maddeyi temsil ederken “Doğu”, derinliğin ve ruhun simgesi olmuştur. Doğu-Batı ayrımının tarihi, kimilerine göre Truva Savaşı’na, kimilerine göre Haçlı Seferleri’ne, kimilerine göre İstanbul’un fethine, kimilerine göre ise, 19. yüzyıl sömürgeciliğine dayanmaktadır. Bu ayrım, coğrafi anlamda basit bir yön bulma, yer tarif etme kolaylığı olarak görülebileceği gibi; felsefi, tarihsel ve siyasal anlam gibi sarmal bir bakış açısını yansıtma anlamında da değerlendirmek olasıdır. İnsanlık mirası ortaktır ve her kültür ve medeniyet bu mirasa katkıda bulunmuştur. Yalın anlamıyla, Avrupa ve Asya kıtalarının tarihine, birbirinden tamamen farklı iki geleneğe sahip iki kıta arasındaki ayrımı ifade etmek üzere kullanılan “Doğu” ve “Batı” kavramlarıyla da yaklaşmak mümkündür. Bu ayırımda, Batılı olanın Akdenizli Yunan ve Roma toplumlarının klasik geleneğinden kaynaklanarak Rönesans, Reform, Aydınlanma ve Batı Avrupa’daki Sanayi devrimiyle sonuçlandığı; “Doğu”lu olanınsa “öteki”leştirildiği de göz ardı edilmemelidir. Batı, kapitalizm ve sanayileşme devrimi ile birlikte ekonomik ve sosyal olarak üstünlükler yakalamıştır. İnsanlık tarihinin beşiği ve ilk medeniyetlerin kaynağı olan “Doğu” ise tarihin bütün evrelerinde dikkatleri üzerinde toplamış ve içinde barındırdığı tecrübe, bilgi ve zenginlik kaynaklarıyla her zaman güç merkezlerinin odağı olmuştur. MÖ. 5. yüzyılda Atina’da Sokrates ve güney İtalya’da Pitagoras ve Parmenides, Anadolu’da yanan bu ışığa yani İyonya doğa biliminin kaçınılmaz sonuçlarına karşı yine İyonya’dan öğrendikleri o eleştiri geleneği içinde isyan ettiler. Bunlar, “kesin tartışılmaz, doğru bilgi” peşinde olduklarından, İyonyalılar’ın kesin bilginin imkansız olduğu, her bilginin her an gelişmeye açık olduğu tezi bu kişileri ürkütmüştü. Zira Pitagoras sayılardaki kesinliğin bilginin doğruluğunun garantisi olduğunu öğretiyordu. Parmenides, sözlerinin gücünü Tanrıça Dike’den aldığını söylerken Sokrates ölümsüz ruhun Tanrı’yı bulacağını, iyi insanın Tanrı’ya en çok benzeyen insan olduğunu öğretiyordu. Sokrates’in öğrencisi olan Platon (Eflâtun) Avrupa’nın ilk totaliter devlet felsefesini kurmuş, onun öğrencisi Aristo da bilimsel düşünceye tartışılmaz gerçek tutkusunu yerleştirmiştir. Batı, Rönesans ile beraber, onun ruhuna paralel olarak gelişen büyük coğrafi keşifler ile Avrupa’da İyonya’nın ruhunu tekrar canlandıracak olan Galileo Galile’nin ortamının temelini atmıştır. Avrupa’da eleştirel aklın tekrar hızla gelişmesini sağlayan en önemli faktör bireysel özgürlüğün yaygınlığı olmuştur. Aynı dönemde üzücüdür ki gelişmelerden uzak kalmış Osmanlı matbaayı ülkesine sokmazken, 1450 ila 1500 yılları arasında tüm nüfusu o zamanlar yalnızca 60 milyon olan Avrupa’da 20 milyon kitap basılmıştır. 15. yüzyıla dek “Doğu”nun belli yönleriyle çok daha “gelişmiş” olduğunu söylenebilir. İslam düşüncesi, Yunan felsefi mirasını İspanya üzerinden Hıristiyan Avrupa’ya yeniden sunmuştur. İbn- i Sina, İbn- i Rüşd, Gazali, Farabi, İbn- i Haldun, Aristo’nun düşüncesiyle yoğrulmuştur. Nihayetinde İslam’ın algılanmasını ve İslam düşüncesini Aristo mantığı ve bilimi yönlendirmiştir. Bu noktadan 2 bakıldığında Yunan düşüncesinin İslam medeniyetinin harcında olduğu görülmektedir. 15. yüzyılda Aristo, Platon, Hipokrates vb. filozofların bütün eserleri Arapçaya çevrilmiştir. ElKindi, Pitagoras matematiğini bütün bilimlerin temeli saymış, matematik bilmeyenin felsefede ilerlemesinin mümkün olamayacağını söyleyen Eflatun ile aynı fikirleri paylaşmış ve Roger Bacon’u optik konusundaki düşünceleriyle etkilemiştir. Dünya ve Arap felsefe tarihinde Aristoteles’ten sonra ikinci öğretmen olarak isim yapan Farabi, yazdığı bütün kitaplarda Aristo’yu anlatmıştır. Büyük mantıkçı, tıp ilminin kurucularından İbn-i Sina’da Aristo’nun metafiziği ile büyümüştür. Bütün bu örnekleri çoğaltmak mümkündür. Bugünkü batı medeniyetinin, insanlığa yaptığı katkılar ölçüsünde önemli bir yere sahip olduğu gerçektir. Batı, kendi medeniyetini inşa ederken diğer kültür ve medeniyetlerden ve doğal olarak bunların birikimlerinden etkilenmiştir. Sonrasında sömürgeciliğin yayılmasıyla “Doğu” ve “Batı” toplumları arasında insan hakları, adalet, refah, barış, özgürlük, demokrasi alanlarında akıl almaz bir uçurum görünmektedir. Tarihe bakıldığında birbirlerini besleyen kültür alışverişleri, seyahatler, barış içinde bir arada yaşam örnekleri görülmektedir ve bu hiç de azımsanmayacak bir geçmişe uzanmaktadır. Hangi yönden bakılırsa bakılsın, “Batı” kadar “Doğu” da somut bir olgudur. Fikri ve kültürel geleneğin arkasında yatan toplumsallığı görerek, Doğu’yu ve Batı’yı daha doğru ve bir ahenk içerisinde anlamak mümkündür. Kaynak (Source): M. Sadık Acar, “Medeniyetler Çatışması mı, Menfaatler Çatışması mı?” D.E.Ü.İ.İ.B.F.Dergisi Cilt:18 Sayı:2, 2003, s. 33- 42 Yücel Bulut, “Oryantalizmin Kısa Tarihi”, Küre Yayınları, İstanbul. Josep Fontana, “Avrupa’nın Yeniden Yorumlanması” Afa Yay. 2004 Zihniyet Devrimi Kasım 2007 www.cojep.eu Doğu batı buluşmaları ve cojep'in misyonu çarşamba, 12 eylül 2007 Haklar (Rights): (Telif ve kullanım hakları ile ilgili bilgiler.) 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu uyarınca hazırlanan tüm içeriğin her türlü ortamda umuma arz yetkisi sınırsız süreyle Kültür Turizm Bakanlığına devredilmiştir. Bakanlık sonraki zamanlarda hazırlanan içerikle ilgili düzeltme, ekleme, silme veya yayından kaldırma hakkına sahiptir. Kaynağı Hazırlayan Konu Editörü Proje Yöneticisi Ünüşan KULOĞLU Prof. Binnur EKBER Prof. Dr. Hale Künüçen 3 8. 1 Osmanlı ve Batı Anahtar Kelimeler: Osmanlı, Batılılaşma, Karlofça Antlaşması, Osmanlı’da çağdaşlaşma hareketleri, Yenilikler Osmanlı İmparatorluğu, 17. yüzyıla dek dünyanın büyük devletlerinden biriydi. Ancak bu yüzyılın sonlarında ülke küçülmeye başlayarak Karlofça antlaşmasıyla başlayan toprak kayıpları, devlet adamlarını imparatorluğun geleceği konusunda endişelere yöneltir. Ordunun disiplinden yoksun bir durumda olması ve bunun sonucunda savaş alanlarında yenilmesi toprak kayıplarının nedeni olarak göze çarpar. Ancak bu tespit, olgunun sadece askerî yönünü dışa vururken gerçekte yapılması gereken sadece askeri örgütlerde değişim değil devletin çeşitli kurumlarının çağın ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde düzenlenmesi gerekliliğidir. Ancak bu dönemde bu köklü değişimleri yapacak devlet adamları çoğunluğu oluşturmadığından Osmanlı İmparatorluğundaki çağdaşlaşma hareketi imparatorluğu eski gücüne kavuşturmak amacıyla öncelikle askerî alanda başlatılmıştır. Tanzimat devrine gelinceye kadar ülkede bazı yenilik hareketlerine girişilmiştir. Ancak bunlar plânlı programlı çalışmalar olmadığı için, üzücüdür sadece yeniliği başlatan devlet adamlarının çabalarıyla sınırlı kalmış, yenilikçi kişinin ölümü ile projeler genelde yarım bırakılmıştır. 1. Askerî Alanda Yapılan Yenilikler Gerilemeden kurtulmak için yapılan yenilikler önce askerî alanda görülür. Bu yolda ilk çabalar Hendesehane’yi (1731) açan I. Mahmut’a dek gider. Hendesehane'de orduya fen öğrenimi yapmış elemanlar yetiştirilmeye başlanırsa da bu kurum, yeniçerilerin muhalefeti yüzünden çok geçmeden kapanır. Daha sonra padişah III. Mustafa, Osmanlı donanmasının Ruslarca yakılması üzerine denizcilikte yenilik yapmanın gerekliliğini anlar. Bu amaçla 1773’te Fransızların yardımıyla Mühendishane- i Bahr-i Hümayun’un kurulmasını sağlar. Çağdaş bilgilerle donatılmış Mühendishane-i Bahr-i Hümayun, kütüphanesiyle, araç gereciyle, eğitim kadrosuyla Türkiye’de kurulmuş batı tarzındaki ilkokul özelliğini kazanır. III. Selim padişah olunca, devletin yaşaması için kalıcı yeniliklerin yapılmasına karar verir. Bu amaçla görevde olanlardan daha önce devletin çeşitli kademelerinde bulunanlardan birer rapor ister. Elde edilen raporları oluşturduğu bir danışma meclisinde tartışır ve sonunda Yeniçeri Ocağının yanında Nizam-ı Cedit adıyla yeni bir askeri gücün oluşturulmasına karar verir. Böylece modern bir ordunun temelleri atılır. Ardından bu orduya hizmet verecek elemanları yetiştirmek için Mühendishane- i Berr-i Hümayun açılır (1795). Daha sonra da hem donanma, hem bütün ülke için hekim yetiştirmek üzere Tıphane kurulur (1806). III. Selim’in çalışmaları, yeniliklere açık olmayan bozuk düzenden yarar sağlayan devlet içerisindeki kimi unsurların tepkisine yol açar. Sonuçta çıkartılan isyanlarla III. Selimi tahttan indirip öldürerek yenileşme hareketlerini önlemeye çalışsalar da, Alemdar Mustafa Paşa'nın ordusuyla İstanbul’a gelerek olayları yatıştırması II. Mahmut’u tahta geçirerek kendisinin de sadrazamlık görevini üslenmesi yeniliklerin devam ettirilmesine olanak sağlar. II. Mahmut, yıllardan beri ülkede yapılacak yeniliklere ayak bağı olan Yeniçeri Ocağını1826’da yeniçerilerin ayaklanmasını bahane ederek kaldırır. Onun yerine çağdaş ölçülere uygun Asakir- i Mansure-i Muhammediye adıyla yeni bir ordu kurdurur. 2. Yönetim Alanında Yapılan Yenilikler İlk kez III. Selim döneminde Paris, Berlin, Viyana gibi Avrupa başkentlerinde elçilikler açılır. (1793). O zamana dek Osmanlı İmparatorluğu’nun Batı ülkelerinde elçilikleri bulunmamaktaydı. Bu nedenle imparatorluk batılı devletlerdeki gelişmelerden, onların Osmanlı İmparatorluğu’na yönelik amaçlarından doğru bilgi almakta zorlanıyordu. Bu nedenle III. Selim belli başlı bazı Batılı devletlerin başkentlerinde elçilikler açmayı 4 kararlaştırdı. II. Mahmut bunu daha da geliştirmiştir. Böylece Batılı devletlerden aracısız somut bilgiler alınmaya başlanır. Buralara giden elçiler ve onların yanında bulunanlar yabancı dil öğrenirler. Avrupa başkentlerine gönderilen elçiler, elçilik görevlerinin dışında yeniliklere de katkıda bulunurlar. Devlet bürokrasisini düzene sokmak isteyen II. Mahmut, Fransa'yı örnek alarak hükümet sistemi oluşturmak amacındadır ve Hariciye, Dahiliye başta olmak üzere çeşitli nazırlıklar kurdurur. Şeyhülislamlık makamını Fetvahane adıyla devlet dairesi konumuna getirir. Ayrıca Dâr-ı Şûra-yı Askerî, Dâr-ı Şûra-yı Bab-ı Ali ve Meclis-i Vâlâ adlı meclisler oluşturur. Daha sonra kamu hizmeti görenlerle ilgili yasalar çıkarttırmıştır: Tarik- i İlmiyeye Dair Ceza Kanunname-i Hümayunu, Memurîne Mahsus Ceza Kanunu(1838). Böylece hukuk devletine gidiş için adımlar atılmaya başlanmıştır. 3. Toplumsal Alanda Yapılan Yenilikler Yenilikler toplumsal alanda da kendini gösterir. Bu dönemdeki yeni işlerden biri, 1831’de Türkiye’de ilk kez nüfus sayımının yapılmasıdır. Ancak askerlik yükümlülüğü olmadığı için kadınlar sayılmamıştır. 1834’te posta sistemi kurulmuştur. Toplumsal alandaki yenilikler yaşam tarzında ve kıyafette de kendini göstermiştir. Yeni ordunun ceket ve pantolondan oluşan bir üniforma giymesi bu dönemde kararlaştırılır. Fes bu üniformaya daha sonra eklenmiştir. Daha sonra bir yönetmelik çıkarılarak, sivil kesim de yeni kıyafete yöneltilerek, ulema dışındaki memurlar için fes zorunlu tutulmuştur. Yalnızca ulemanın cübbe ve sarık kullanmasına izin verilirken, bunun dışındakiler için redingot, pelerin, pantolon, siyah derili potin kullanılması uygun görülür. Örnek olması amacı ile önce Sultan II. Mahmut ve saray çevresi bu giysileri giyer. Sonra memurlar da böyle giyinmeye başlarlar. Öte yandan divan ve yastıkların yanında Avrupaî tarzda masalar, sandalyeler ve koltuklar kullanılmaya başlanır. Artık sarayda yabancı diplomatlar Avrupa protokolüne göre kabul edilmeye başlanır. Padişah bu dönemde yeniliklere öncülük etmiş opera ve balelere giderek, yabancı elçiliklerde verilen resepsiyonlara katılmış, sakalını keserek yurt içinde gezilere çıkarak halkın içerisine karışmıştır.. 4. Kültürel Alanda Yapılan Yenilikler Bu dönemde yapılan kültür alanındaki yeniliklerin başında matbaanın kurulmasını saymak gerekir. Çünkü yazılı kültürün gelişmesi, paylaşılması ve üretilmesi buna bağlıdır. İmparatorluk içinde Paris Elçiliği’nde görevli Mehmet Sait Efendi ile İbrahim Müteferrika’nın ortak çabasıyla 1727’de ilk kez bir matbaa kurulmuştur. Bu dönemde pek çok yeni okul açıldığı görülür. Askerî okullardan başka da askerî ve sivil okullar açılır. II. Mahmut döneminde orduya doktor yetiştirmek üzere Askerî Mekteb-i Tıbbiyesi açılmıştır (1827). Sonra, bando için müzik elemanı yetiştirmek üzere Muzıka-i Hümayun (1831), ordunun subay kadrosunu hazırlamak için Mekteb-i Harbiye (1834) gibi yüksek okullar kurularak, bu okullarda yabancı dile büyük önem verilmiştir. Kimilerinde derslerin bir bölümü Türkçe, bir bölümü Fransızca okutulurken 1821’de kurulan Tercüme Bürosu da âdeta bir yabancı dil okulu görünümüne kavuşmuştur. Öte yandan yurt dışına daha çok Fransa’ya öğrenci gönderilerek böylece aydınlar arasında Fransızca hızla yayılmıştır. Elçilik heyetlerinden birçok kişi de dil öğrenerek ülkeye dönmüş, böylece gerek yeni okullar, gerekse elçiliklerde çalışanlardan dil öğrenenler sayesinde Batı kültürü de yavaş yavaş Osmanlı İmparatorluğuna girmeye başlamıştır. 1824’te eğitimle ilgili önemli bir yenilik yapılmış; İstanbul içinde ilköğretime zorunluluk getirilerek, 1838’de ilk ortaöğretim kurumu olan rüştiyelerin açılması kararlaştırılmıştır. Ancak uygulama ancak 1847’de gerçekleştirilebilmiştir. Yalnız, Mekteb-i Maarif-i Adliye, Mekteb-i Ulûm-u Edebiye adlarıyla açılan iki orta dereceli okul ile bu eğitim için hazırlığa başlandığı görülür (1838-1839). Medrese dışındaki eğitim Nafia Nezaretine bağlanmıştır ve böylelikle devlet, gereken elemanları medrese dışında kendi kurduğu okullarda yetiştirmeye başlamıştır. Türkiye’de 5 gazetecilik 1831’de çıkarılan Takvim-i Vekayi ile başlamıştır. II. Mahmut döneminde kültürel alanda yapılan yeniliklerden biri de Takvim-i Vakayi adıyla resmî nitelikte bir gazetenin çıkarılması olmuştur. Bu gazete çıkartılmadan önce de İzmir’de ve İstanbul’da Fransızca, hatta Mısır’da Arapça gazeteler çıkartılmaktaydı. Her ne kadar söz konusu gazete devletin resmi işlerine ağırlık vermiş ise de zaman zaman Avrupa devletlerindeki gelişmelerden, teknolojik yeniliklerden söz etmiş ve bazı çağdaş kavramları Osmanlı aydınına tanıtmıştır. II. Mahmut getirmiş olduğu yasal düzenlemelerle farklı etnik yapılara ait olan halkı kaynaştırmaya gayret etmiştir. Bütün bu yenileşme hareketlerine karşın imparatorluk kan kaybetmeye devam etmiş, Navarin’de Osmanlı donanması yok edilmiş, Rus orduları doğuda Kars’a batıda ise Edirne’ye kadar ulaşmıştır. Bunun sonucunda Ruslarla Hünkar İskelesi Antlaşması yapılmış, toprak kayıpları devam etmiştir. Foto1: II. Mahmud.jpg, Kaynak (Source): Gamze Güngörmüş Kona, “Batı'da Aydınlanma Doğu'da Batılılaşma”Okumuş Adam Yayınevi İlber Ortaylı, “Batılılaşma Yolunda” Merkez Kitapçılık ve Yayıncılık, 2007 Turan Dikmetaş, “Osmanlı Sultanları” Abc Yayınları, 2000 Haklar (Rights): (Telif ve kullanım hakları ile ilgili bilgiler.) 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu uyarınca hazırlanan tüm içeriğin her türlü ortamda umuma arz yetkisi sınırsız süreyle Kültür Turizm Bakanlığına devredilmiştir. Bakanlık sonraki zamanlarda hazırlanan içerikle ilgili düzeltme, ekleme, silme veya yayından kaldırma hakkına sahiptir. Kaynağı Hazırlayan Konu Editörü Proje Yöneticisi Ünüşan KULOĞLU Prof. Binnur EKBER Prof. Dr. Hale Künüçen 6 8.2. Tarihsel Süreç İçerisinde Batılılaşma Kavramı Anahtar Kelimeler: Aydınlanma, Fransız Devrimi, Sanayileşme. Aydınlanma özellikle Batı’da, hem düşüncenin hem de toplumsal yaşamın köklü değişimlere uğrayacağı bir sürecin fikirsel/felsefi başlatıcısı olmuştur. 18. yüzyılın sonlarına doğru meydana gelen Fransız devrimi (1789) ve ardından gerçekleşen modernleşme süreçleri, düşünsel anlamda etkilerini ve kaynaklarını aydınlanma felsefesinde bulmaktadır. Din ya da Tanrı merkezli toplumsal yapının ve düzenlemelerin yerini bu süreçte akıl merkezli toplumsal düzenlemeler arayışı alır. Geniş ve genel anlamıyla aydınlanma, Ortaçağ'da hüküm süren skolastik dünya görüşüne karşı yeni bir dünya görüşünün ortaya çıkması ve temellendirilmesi olarak belirtilir. Aklın aydınlattığı kesin doğrulara ve bilginin ilerlemesine dayanan entelektüel bir kültür egemen olmalıdır ve bu kültür sonsuz bir şekilde ilerlemelidir. Böylece ilerleme ideali, insanın geleneğin köleliğinden kurtularak sürekli mutluluk ve özgürlük yolunda gelişeceği düşüncesine dayandırılır. Aydınlanma felsefesinin kaynağı Rönesans felsefesi ve özellikle de 17. yüzyıl felsefesinin ortaya koyduğu ilkelerdir. Rönesans'tan itibaren düşüncenin tarihsel otoritelerden kurtulması, bilgi ve yaşam hakkında akla ve deneyime dayanmaya başlaması söz konusudur. 17. yüzyılda bu gelişmeler sistemleştirilip temel ilkelere dönüştürülmeye başlanmış, rasyonalizmin belirginleştiği bu yüzyılda aydınlanma felsefesinin düşünsel temelleri bir anlamda hazırlanmıştır. Sekülerleşme aydınlanma felsefesinin ve genel anlamda aydınlanmacılığın her tür girişiminde temel olmuş olan bir yönelimdir. 18. yüzyıl felsefesinde bir yanda rasyonalizmin öte yandan ampirizmin güçlenmesi ve bunlardan meydana gelen teorik sorunların yeni birtakım sentezlerle aşılmaya çalışılması söz konusu olacaktır. Kant, aydınlanmacılığı, "aklı kullanma cesareti" olarak tanımlandığında, genel olarak Aydınlanma Çağı'nın felsefesini vermektedir. Aydınlanma çağının ana fikri, akıl aracılığıyla doğru bilgilere ulaşılabileceği ve bu doğru bilgi ile de toplumsal yaşamın düzenlenebileceğidir. Öte yandan bilim alanındaki önemli gelişmeler de aydınlanma çağma öncülük eder ve bu çağda ayrıca çok yoğun yeni bilimsel gelişmeler de kaydedilir. Daha 15. yüzyıldan itibaren meydana gelmeye başlayan yeni keşifler ve icatlar bu süreci hazırlamış, bunun sonunda da "karanlık çağ" olarak değerlendirilen Ortaçağın sonuna gelinmiştir. Deney ve gözlem, aklın uygulama araçları olarak bu dönemde bilimsel yöntemin ilkeleri biçiminde ortaya çıkmış ve doğa bilimlerinde önemli gelişmelere kaynaklık etmiştir. Dinde meydana gelen yenileşme hareketleri de, dinsel düşüncenin giderek geriletilmesi ve aydınlanmacılıkla birlikte kuruculuk ve egemenlik gücünü kaybetmesiyle sonuçlanmıştır. Rönesans ve reformlarla başlayan bu gelişmeler, aydınlanmacılıkla doruğuna varmış ve buradan itibaren modernite denilen sürecin oluşumunu hazırlamıştır. Bu süreç aydınlamacılıkta ifadesini bulan köklü bir zihin değişikliği anlamına gelmektedir. Newton ve Kopernik ile tüm evren-dünya kavrayışı değişime uğramış, Descartes ve Kant gibi isimlerle bu değişen zihniyetin felsefi düşüncesi geliştirilmiştir. Avrupa'daki endüstri devrimleri de bu sürecin maddi temelini oluşturmaktadır. Yeni ve bambaşka toplumsal ve ekonomik ilişkiler içerisinde yaşamaya başlayan insanlar, ortaya çıkan yeni düşünce biçimleriyle dünyaya bambaşka gözlerle bakmaya başlamışlardır. Bunun sonucunda modem yaşamın temellleri atılmıştır. 1789 Fransız ihtilalinin temelinde, Fransız aydınlanmacılığının belirleyici bir etkisi vardır. Aydınlanmanın doğuşunda ve gelişmesinde belirleyici olan bazı isimleri: Newton, Kopernik, Galileo, Laplace, Dekart ,Jean-Jacques Rousseau, Francis Bacon, David Hume, Emmanuel Kant, Thomas Hobbs, Diderot, Voltaire Montesquieu olarak saymak mümkündür. Avrupa’da düşünsel anlamda çalkantılı ancak bir o kadar da dev adımlarla süren gelişmeler olurken tüm bu fikri, endüstriyel, bilimsel gelişmelerden mahrum kalmak istemeyen “Doğu”nun zamanın deyimiyle oryantalist ve mistik devletleri bu hızla ilerleyen arabanın içerisinde yer almak adına çalışmalar yapmaya başlamışlardı. Zira, tüm bu gelişmeler o denli baş döndürücü bir 7 hızla yaşanmıştı ki “farklılaşma” artık “atıl kalma” ile eş anlamlı bir hale gelecekti. Bu düşüncelerle “Doğu” devletleri de bu modernleşmeyi yakalama adına birçok farklı çalışma yürütmüşlerdir. Batılılaşmayı: "Batılı olmayan bir toplumun Batı normlarına göre yeniden yapılanması" şeklinde tanımlamak mümkündür. Batılılaşma uğraşı yalnızca Osmanlı Devleti’ne özgü bir davranış değildir. Osmanlı gibi, 17. yüzyıldan sonra Rusya ve Japonya yabancı uzmanlardan yararlanarak çağdaşlaşma örneği veren iki tipik ülke olarak görülmektedir. Batılılaşma ve modernleşme sürecinde çok geç kalan Rusya, geçiş aşamalarını büyük adımlar atarak hızlandırmıştır. Rusya'da Batılılaşma Çar I. Pedro ile başlamamıştır. Çünkü, çok daha önceleri Rusya seçkin sınıfında hümanizma ile birlikte, yeni çağın Avrupa kültürüne de eğilim duyulmuş ve Avrupalı yaşama biçimi her alana girmeye başlamıştır. Bir ada ülkesi olan Japonya, yüzyıllar boyu toprak beylerinin ve aristokrat bir savaşçı kastın oluşturduğu, merkezileşmemiş bir feodal oligarşi tarafından yönetilmiştir. 19. yüzyılın ortalarına kadar iyice içe dönük kalan ve yabancı etkilere karşı direnen Japonya, dünya ölçülerine göre siyasal açıdan olgunlaşmamış, ekonomik yönden geri ve askerî bakımdan da kudretsiz kalmıştır. Meiji dönemiyle birlikte, Batı uygarlığından yararlanmanın bir gereği olarak, Japonya'ya yabancı uzman ve öğretmenlerin getirilmesine karar verilmiştir. PrusyaAlman modeline dayalı yeni bir anayasa yapılıp hukuki sistem yenilenmiş; eğitim sistemi çok büyük çapta genişletilerek pek rastlanılmayan bir okur yazarlık oranına ulaşılmış; giyim kuşam ve takvim değiştirilmiş; çağdaş bir bankacılık sistemi kurulmuş; günün gereklerine karşılık verecek bir Japon donanmasının oluşturulması konusunda danışmanlık yapmak üzere, İngiltere Krallık Donanmasından, ordunun çağdaşlaştırılmasına yardımcı olmak için Prusya genelkurmayından uzmanlar getirilmiştir. Japon subayları Batı'ya askeri ve donanma akademilerine gönderilmiş, yerli bir sanayi kurulmakla birlikte, dışarıdan çağdaş silahlar satın alınmıştır. Devlet, demiryolu ağının, telgraf hatlarının ve deniz yollarının oluşturulmasını özendirdiği gibi, ağır sanayi, demir-çelik, gemi yapımcılığı gibi alanları geliştirmek ve tekstil üretimini de çağdaşlaştırmak üzere yeni yeni ortaya çıkan Japon girişimcileriyle ortak çalışmaya başlamıştır. Osmanlı'da adı konulmamış olan Batılılaşma olgusu, "dış zorlamadan çok, bir iç kararın sonucu" olmuştur. Kaynak (Source): Yrd. Doç Dr. Mustafa Şahin, “Osmanlı Devleti’nde Yabancı Uzmanlar Aracılığıyla Batılılaşma Çabaları” François Georgeon, “Osmanlı-Türk Modernleşmesi (1900–1930)”, YKY, İstanbul, 2006, (Çev. Ali Berktay) Haklar (Rights): (Telif ve kullanım hakları ile ilgili bilgiler.) 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu uyarınca hazırlanan tüm içeriğin her türlü ortamda umuma arz yetkisi sınırsız süreyle Kültür Turizm Bakanlığına devredilmiştir. Bakanlık sonraki zamanlarda hazırlanan içerikle ilgili düzeltme, ekleme, silme veya yayından kaldırma hakkına sahiptir. Kaynağı Hazırlayan Konu Editörü Proje Yöneticisi Ünüşan KULOĞLU Prof. Binnur EKBER Prof. Dr. Hale Künüçen 8 8.3. Batılılaşma Kavramı ve Müzik Anahtar Kelimeler: II. Mahmut, Yeniçeri Ocağı, Mehteran, Mızıka-i Hümayun, Darü’l Elhan, Alla turca Batılılaşma ve modernleşme kavramları ve düşüncesi, Osmanlı İmparatorluğu’nda Lale Devri ile başlayan askeri ve siyasi alandaki yeniliklerin temelini teşkil etmektedir. 19. yüzyıl ile birlikte sosyal ve kültürel alanlarda yayılan bu kavramlar ilk olarak batıyı model almakla başlasa da daha sonra modernizm akımlarıyla yeni modern sosyal yaşam ve kültür yaratma düşünceleri hakimiyet göstermiştir. İlk batılı müzik kurumu Muzıka-i Humayun bu dönemde kurulmuş, beraberinde batılı anlamda ilk müzik eğitim kurumu Darü’l Elhan kurularak çok sesli müzik Osmanlı’da tınlamaya başlamıştır. Osmanlı sarayında batı müziğinin etkileri ve şehirli eğlence müzikleri, kantolar, gezici opera, operet grupları ilk kez bu dönemde ülkemizi ziyaret etmeye başlamışlar ve böylelikle Avrupa müziği’nin Türkiye’deki etkileri ve yeni Türk müziği anlayışının doğuşu gözlemlenmeye başlamıştır. Müzik alanındaki batılılaşmaya dönecek olursak, modernleşme çalışmaları, Tanzimat'a hatta Tanzimat öncesi döneme kadar dayanan bir dizi gelişmenin sonucudur. 1524 yılında İstanbul'da yaşayan İtalyanlar, İtalyan devletleri arasında sağlanan barış anlaşmasını kutlamak amacıyla bir bale gösterisi düzenlemişler ve Türkler de hem oyuncu hem de seyirci olarak bu etkinliğe katılmışlardır. 1543 yılında ise, Osmanlı-Fransız antlaşmasından sonra, I.François'nın Kanuni Sultan Süleyman'a gönderdiği hediyeler arasında bir orkestra göze çarpar. 1797 yılında, III. Selim zamanında, Topkapı Sarayı'nda ilk defa yabancı bir topluluk tarafından bir opera sahnelenir. 1794'te Nizam-ı Cedid birliklerinin günlük eğitiminde görev almak üzere borazan-trampet takımı kurulmuştur ve Mehter müziğinin yerini alacak bir oluşum olması açısından önemlidir. 1826 yılında II. Mahmud'un Yeniçeri Ocağı'nı kaldırırken, bu örgütün parçası olan Mehteran'ı da kaldırdığını ve yerine Muzıka-i Humayun'u kurduğu görülmektedir. Bu yenilik, Batı müziğinin Osmanlı İmparatorluğu'na resmen girişinin temsil etmektedir. Bu resmen giriş, o günlerde başlayıp bugüne kadar gelen Türk kültürü - Batı kültürü, Alaturka-Alafranga çatışmasının temel nedeni olmuştur. Muzıka-i Humayun Yeni ordu ile uyum sağlayabilecek bir bando sisteminin kurulabilmesi için Napolyon Bonaparte döneminde askeri bando’nun şefliğini yapmış İtalyan müzisyen Guiseppe Donizetti İstanbul’a davet edilir (1828). Bu tercihin en önemli sebepleri, Donizetti’nin hem Avrupa’da seçkin bir müzik kültürü olarak kabul gören İtalya’dan gelmesi, hem de müzikal olarak saygı duyulan bir aileye mensup olmasıdır. Donizetti, İstanbul’da ilk örnek askeri bandoyu ve saray orkestrasını kurmakla kalmamış aynı zamanda sarayda müzik dersleri de vermiştir. Muzıka-i Humayun yapısı içinde bu bando ve orkestranın yanında eski ve yeni üslupta fasıl heyetleri ile müezzinler de yer almıştır. Türkiye’de batı müziği anlayışında bir çoksesli (polifonik) müziğin Donizetti ile başladığı kabul edilir. Bu üslup doğrultusunda yazılmış Donizetti’nin Mahmudiye, Mecidiye ve Cezayir marşları, Yesarizade Ahmet Necip Paşa’nın Hamidiye, Mecidiye ve Aziziye marşları, Guatelli Paşa’nın Marşı Sultani Osmaniye ve Şevkat, Klarnetçi Mehmet Ali Bey’in Plevne ve İzmir Marşları ilk batı tarzı çokseslilik örnekleri olarak görülebilir. “Muzıka-i Humayun’daki müzik yaşamında çağın gereği olarak, geleneksel tek sesli Türk Sanat ve halk müzikleriyle yetinilmeyip çoksesli müziğe ağırlık verilmek istendiği ve bu amaçla tek sesli müziğin yanı sıra çoksesli müziğin de kesin olarak devletçe benimsenip saray ile ordudan başlayarak halka ve ülkeye yayılmaya/yerleştirilmeye çalışıldığı anlaşılmaktadır.” Yine Avrupa müzik yazısı da Donizetti aracılığı ile Osmanlı Müzik 9 Kültürü’ne girmiştir. Saray çevresinin müzikal tercihleri de bu süreçten sonra geleneksel müziklerden batı müzikal yapılarına doğru değişmiştir. Dönem bestekârlarında ve bestelerinde bu akımın etkisi çok açık görülmektedir. Civan Ağa, Kemani Rıza Efendi, Asım Bey, Mahmud Celaleddin Paşa, Muallim Hacı Emin Bey, Udi Hafız Cemil Bey, Ziya Paşa, Ekrem Bey ve Merkel Efendi gibi bestekârların Batı müziği üslubunca çok sesli şekilde düzenlenmiş besteleri döneme ciddi şekilde damgasını vurmuştur. Bu düzenlemelerde yine Mızıka-i Humayun Donizetti’den sonraki şefi Guatelli (1820 – 1899) ve öğrencisi, klarinet sanatçısı ve hoca Zati Arca’nın (1863 – 1951) adlarını sıklıkla görülmektedir. Bu örneklerde, makamsal müziğin ana hatlarını koruyarak, çok seslendirilmiş eserler görülür. Bir ileri aşama ise özellikle saray mensupları ve çevresindeki bestekârlar tarafından tamamıyla Batı formunda eserleri görmek olmuştur. Yukarıda sayılan marş örnekleri dışında vals, polka ve mazurka gibi Batı formlarındaki eserler bizzat padişahlar ve saltanat üyeleri tarafından bestelenebiliyordu. Sultan V. Murat(1840 – 1904) tarafından bir halk ezgisinin batı tarzı çok seslendirilmesiyle oluşan “Aydın Havası” adlı yapıt, Cumhuriyet dönemi müzik politikalarının sessiz bir habercisi olarak göze çarpmaktadır. Çevreye ve kendisine bu ortamı hazırlayan yine saraydaki yönetim erkiydi. Örneğin tam bir opera hayranı olan Padişah Abdülmecit temsiller vermek üzere her mevsim “mükellef” Naum tiyatrosuna gelen opera heyetlerini orada dinlemekle kalmıyor, temsiller bazen saray çevresinde de tekrarlanıyordu. “1841’den 1871 yangınına kadar her yıl tekrarlanarak belli bir sınıf arasında opera zevkini bazen fazlasıyla pekiştiren bu temsiller bilhassa muzikacıların sanat eğitimi bakımından büsbütün uyandırıcı olmuştur.” Mahmud Ragıp Gazimihal hemen arkasından bu operalardan bazı seçkilerin bando repertuarına günü gününe girdiğini de tespit etmiştir (1955). Görülmektedir ki, Muzıka-i Humayun, Osmanlı’nın son dönemlerinde bir askeri bando okulundan çok daha fazla şey ifade etmekte, adeta “batı müziği ile bütünleşmenin” merkezi olarak hareket etmektedir. Öyle ki Muzıka-i Humayun son dönem Osmanlı kimliğinin öyle yerleşik bir parçası olmuştur ki, devletin dışa bakan yüzünü Avrupa turneleriyle temsil etmiştir. Bu konserleri bizzat İttihat ve Terakki hükümeti düzenlemiştir. (1917) Darü’l Elhan Darü’l Elhan, Osmanlı döneminde İstanbul’da kurulmuş ilk resmi musiki okuludur. Darü’l Elhân’ın hazırlayıcısı olan kurum, 1914’te kurulmuş olan Darülbedayi’nin musiki koludur. İstanbul Şehremaneti’ne bağlı olarak kurulan Darülbedayi, tiyatro, sahne musikisi, Türk ve Batı musikisi türlerinin tümünü bir arada ele almayı amaçlayan ulusal bir konservatuvardı. Namık Kemal’ın oğlu Ali Ekrem Bey’in ( Bolayır ) önerdiği Darü’l Elhân adı da anlamca “ Konservatuvar ” terimini karşılamaktadır. Darülbedayi biri tiyatro, öbürü musiki olmak üzere iki bölüme, musiki bölümü de Şark ve Garp musikisi olmak üzere iki şubeye ayrılmış, Tiyatro Bölümü Müdürlüğüne Reşad Rıdvan Bey, Musiki Bölümü Müdürlüğüne de Ali Rıfat Bey ( Çağatay ) getirilmiştir. Çalışmalar değişiklik ve onarımdan sonra Şehzadebaşı’ndaki Letafet Apartmanı’nda başlatılmış, ancak okulun resmen açılış töreninin hazırlandığı sırada 1. Dünya Savaşı başlayınca müdür André Anine geri dönmüş, okuldaki eğitim öğretim (Ağustos 1914) ertelenmiştir. Bununla birlikte okulun öğretmen ve öğrencilerinden bir kısmı Ferah Tiyatrosunda zaman zaman temsiller vererek çalışmalarını sürdürmüşlerdir. Batı musikisi bölümü bir süre sonra kapanmış, Türk Musikisini çöküşten koruma, klasik eserleri notaya alarak tespit etme, musiki zevkini toplamak yayın amacını güden Türk Musikisi bölümü icra çalışmalarına devam etmiş ve bazı musikili temsillere katkıda bulunmuştur. Savaş şartlarının güçlüğü ile baş gösteren mali sıkıntılar 14 Mart 1916’da bu bölümün de tamamıyla kapanmasına yol açmıştır. Dar’ül bedayi’nin kapanmasından sonra yeni bir musiki okulu açılması için maarif nezaretinde bir rapor sunmuş olan Abdülkadir Bey’in (Töre) raporu görüşülerek Bakanlıkta dönemin ünlü sanat musikisi üstatları ile düzenlenen toplantı sonunda 10 bir “Musiki Encümeni” oluşturulmasına karar verilmiştir. Eski Evkaf nazırı ve Washington büyükelçisi besteci Yusuf Ziya Paşa Başkanlığındaki musiki encümenine hazırlanan talimatname gereğince musiki hocası yetiştirecek ve daha çok Türk Musikisine ağırlık verecek bir okul olan Darü’l – Elhan’ın kurulduğu bildirilmiştir. Okulun adı Ziya Paşa’nın teklifi ile konulmuş olup, “ Nağmeler Evi ” anlamındadır. “Musiki encümen ve Darü’l-Elhan talimatnamesi” V. Mehmet’in (Reşad) “İrade-i Saniyesi” (9 Aralık 1916) ve Meclis-i Vükela kararı (1 Ocak 1917) ile kabul edilmiştir. Bu talimatname ile kadınların ve erkeklerin ayrı öğrenim görmesi ve halka musiki icrası ile görevli fasıl heyetleri kurulması öngörülmüştür. 14 Eylül 1925 te Darü’l-Elhan İstanbul Valisi Haydar Bey’in (Yuluğ) ilgisi ile ve Musa Süreyya Beyin yönetiminde Belediyeye bağlı olarak tekrar açılmış ve yönetmeliği değiştirilmiştir. Musiki Encümeni kaldırılmış kuruma “Batı Musikisi Bölümü” eklenmiş, alınacak öğrencilerin hazırlık sınıfından sonra bölümlere ve bu bölümlerde yer alan ihtisas sınıflarına ayrılmasına karar verilmiştir. Hazırlık sınıfından sonra üç yıl süreli Batı Musikisi bölümünde, Şan, Piyano, Keman, Alto, Viyolonsel ve öteki saz sınıfları yer almış ve bu bölüme dönemin şu tanınmış musikicileri öğretmen olarak atanmıştır: Zeki bey, Ekrem bey (Keman); Hegei, Sadri bey, Nezihe Hanım, Radeglia (Piyano); Muhittin Sadak (Viyolonsel); Kadri Bey (Flüt); Veli Bey, Adil Bey (Orkestra âlâtı); Asuman Hanım, Şerafettin Bey (Teganni); Musa Süreyya Bey (Tarih-i Musiki ve Kompozisyon); Edgar Manas (Koro ve Kompozisyon); Ali Ekrem Bey (Edebiyat ve Musiki Estetiği). Darü’l- Elhan’ın en verimli olduğu dönem bu yıllara rastlar. Öğretimde olduğu kadar sanat faaliyetlerinde ve yayınlarında kurum başarılı sonuçlara ulaşmıştır. Şark ve Garp musikisi şubelerinin ortak olarak düzenlediği, Galatasaray Lisesi Salonu, Tepebaşı Kışlık Tiyatrosu, Union Française gibi yerlerde verilen konserler oldukça ilgi toplamıştır. Batı musikisi bölümü öğretmenlerinden Cemal Reşit, Muhittin Sadak, Mesud Cemil, Ekrem Besim Beyler, Seyfettin ve Seza Asaf kardeşler, Hegei ve Nimed Vahid, çeşitli gruplar halinde ve bazı konuk sanatçılarında katılımıyla Union Française sahnesinde sürekli konserler vermişlerdir. O dönemin konser programları incelendiğinde hem klasik, hem de yeni bestelenmiş eserleri içeren zengin bir repertuarın icra edilmiş olduğu görülür. Bu konserlerde öğretmen ve öğrencilerin katılımıyla kurulan orkestra ve icra heyetlerinin Batı Musikisinde Musa Süreyya Bey ile Zeki Bey (Üngör), Türk Musikisinde ise İsmail Hakkı Bey, muallim Sedat (Öztoprak) ve muallim Ziya Bey yönetmişlerdir. Foto 1: Dolmabahçe Sarayı Tiyatrosu Foto 2: Mehter. jpg, Foto 3: V. Mehmet Reşad.jpg Foto 4: Donizetti Paşa. jpg, 11 Foto 5: Guatelli Paşa.jpg Kaynak (Source): Cenk Güray, “Anadolu'da Geleneksel Müzikler ve AB süreci” Cinuçen Tanrıkorur, “Osmanlı Dönemi Türk Musikisi” Dergah Yay., İstanbul, 2003. Yalçın Tura, C.D.T.A., cilt:6, s.1512 http://www.istanbul.edu.tr/yuksekokullar/konservatuar/turk/tarihce/tarihce.htm Haklar (Rights): (Telif ve kullanım hakları ile ilgili bilgiler.) 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu uyarınca hazırlanan tüm içeriğin her türlü ortamda umuma arz yetkisi sınırsız süreyle Kültür Turizm Bakanlığına devredilmiştir. Bakanlık sonraki zamanlarda hazırlanan içerikle ilgili düzeltme, ekleme, silme veya yayından kaldırma hakkına sahiptir. Kaynağı Hazırlayan Konu Editörü Proje Yöneticisi Ünüşan KULOĞLU Prof. Binnur EKBER Prof. Dr. Hale Künüçen 12