38 SORUDA MEZHEPLER VE MEZHEPLERİN DOĞUŞU 1) Mezhep kelimesinin lügat anlamı nedir? Mezhep; gidiş, tavır, tarz, yorum, bakış, metot gibi anlamlara gelen “zehab” kelimesinden türemiş bir tabirdir. Gidiş yolu, gidilen yol, ekol, metot dünya görüşü gibi anlamlar taşır. 2) Dini literatürde kullanılan teknik bir terim olarak ne anlama gelir? İslam düşünce tarihinde olduğu kadar, İslam siyasi tarihinde de önemli bir kullanım sahası bulunan mezhep deyimi, kısa ifadesi ile düşünce ekolü, yorum sistemi demektir. Bazılarının sandığı gibi mezhep, sadece dini-ilahi yaklaşımı esas alan ekolleri ifade etmez; bunlarla birlikte, İslam tarihi boyunca sayıları 100'e yaklaşan -siyasi, etnik, millî vs. ekolleri de ifade eder. Bu anlamda olmak üzere fırka (çoğulu: fırrak) ve nihle (çoğulu: nihel) deyimleri de kullanılmaktadır. Bu konulara değinen bazı ünlü eserlerin isimleri, mezhep, fırka ve nihle tabirlerine izafe edilen kelimelerle oluşturulmuştur: Mezâhib-i Erbaa, el-Fark beynel Firak e el-Milel ven-Nihel gibi. 3) Bir oranlama yaparsak; sırf ilmi-dini maksatlarla oluşturulmuş mezhepler mi, yoksa siyasi mezhepler mi daha fazladır? Hiç kuşkusuz siyasi olanlar fazladır. Hatta parmakla sayılacak kadar az bir miktar dışında, hemen hepsi siyasidir. Ne var ki, bu siyasi mezhepler, büyük kitleleri inandırmak ve kendi gayelerine hizmet ettirmek için, daima dini görünmüşlerdir. Şunu da ilave etmek lazım ki, İslam'ın yalnız bir vicdan ve ahiret dini değil, hayatı bütünüyle kucaklayan total ve evrensel sistem oluşu da böyle bir istismara imkân ve kolaylık sağlamıştır. 4) İslam'ın ana kaynakları olan Kuran ve Hadis'in, böyle bir olguya zemin hazırlayan, malzeme veren, yönleri var mı? Siyasi mezheplerin menfi yaklaşım ve istismarlarına değil, insanlığın hayrına hizmet etmek üzere, vardır. Bununla söylemek istediğimiz şudur: Kuran ve ona bağlı olarak Hadis, diğer dinlerdeki kutsal metinler gibi insan aklına pranga vuran, insanın yaratıcılığını körelten, insanın meraklarını, hürriyetlerini karartan veya görmezlikten gelen, kısaca insanın elini kolunu sallayarak onu itaatkâr bir hayvan haline getiren dogmalar değillerdir. Tam aksine, Kuran ve Hadis, insanoğlunu; kendini, kâinatı ve bunun da ötesinde bizzat vahyin verilerini tetkike, tefsire, yorumlamaya çağırmakta ve bunu en kutsal ibadet telakki etmektedir. 5) Yorumu bu zihniyet içinde yapmakla, siyasi sömürü aleti olarak kullanmayı nasıl ayırabiliriz? Çok zor değil. İki noktaya dikkat etmek, bu meseleyi halleder: Öldürmeyeceksin ve menfaat devşirmeyeceksin. Esasen Kuran, insanlara önderlik iddiasında olanların tespit edebilmesi için ölümsüz bir ölçü getirmiştir, önderlik edilen kitleden ücret ve karşılık almamak, beklememek. Kuran'ın getirdiği ve bizim değindiğimiz öteki ölçü de, İlahi Kitap'ın, insan hayatının değeriyle 1 ilgili şu tespitinde yatmaktadır: “Bir cana kıyan, bilsin ki insanlığın canına kıymış gibidir.” (Maide, 32) 6) Kuran ve Hadis'in hayırlı hizmetlere vesile olmak üzere, kapı araladığı hizmet ekollerine hangi yaklaşımlar malzeme veriyor? Her şeyden önce, Kuran, kendisini iç içe kıvrılmış çift manalı (mesâniye) bir kelam olarak gösteriyor. (Zümer, 23) Bunun ifade edebileceği ilk mana şudur: Kuran, taşıdığı evrensel diyalektik itibariyle akıl yürütmeye, yoruma açık bir kelamdır. Kuran; Allah'ın birliği, peygamberlik, ahiret inancı, insanın nihai sorumluluğu vs. gibi temel kavramları mahfuz tutmak kaydıyla, hemen hemen ihtiva ettiği her konuda kendisini yoruma açmaktadır. O, az önce değindiğimiz temel kavram veya postülatlara muhkem demekte ve muhkemleri Ümmül Kitap (Kitabın Anaları) diye adlandırmaktadır. Buna göre, hiç kimse, mesela Allah'ın varlığı ve birliği konusunda tartışma açıp yorum getiremez. Muhkemât dışında kalan bütün konular -ki bunlar yüzde itibarıyla Kuran'ın dörtte üçüne yakındır- yoruma açıktır. Bunlara müteşâbihât denir. Burada dikkat edilecek incelik şudur: Müteşâbihler'le ilgili söz söyleme, yorum yapma hak ve yetkisi, muhkemlere inanmış olmak ve yeterli ilmi kudrete de sahip bulunmak şartlarına bağlanmıştır. (Bu konuda bk. Âli İmran Sûresi, 7). O halde, Kuran yoruma açık bir kitaptır teranesiyle ortaya fırlayarak, imansız ve ilimsiz bir yorum fırtınası koparıp dinin bünyesini zedelemek veya tahrip etmekle, Kuran'ın, kendisine inanandan beklediği yaratıcılık ve fikri dinamizmi birbirine katmamak gerekir. Bu ikisini birbirinden ayırmak hiç de zor değildir: ölçüyü, bizzat Kuran getirmiştir. Muhkemâta iman ve ilim. 7) Hadis bünyesinde konumuz açısından dikkat çeken neler var? Evvela şunu hatırlamak gerekir: Hz. Peygamber, “Ümmetim 73 fırkaya ayrılacaktır; bunların 72'si cehenneme, birisi cennete gidecektir” buyurmuştur. Bu hadise göre, fırkaların yalnız bir tanesi doğru yol üzeredir: Buna, fırka-i nâciye (kurtulan fırka) deniyor, işin önemli tarafı şudur: Her fırka, kurtulan fırkanın kendisi olduğunu iddia etmekte, tabii ki ötekilerin cehennemlik olduğunu savunmaktadır. Bütün bu fırkalar, savunmalarını Kuran ve Hadis'e dayandırdıklarına göre, ortaya çıkan çelişme, hatta komik manzara nasıl izah edilecektir? Bir diğer husus, hadisteki rakamla, tarih içinde karşımıza çıkan mezhep sayısı birbirine uymamaktadır: 100'ün üstünde mezhep vardır. Ancak bu mesele halledilebilir. Şöyle ki, Arap dilinde 7 sayısı ve katları, genellikle çokluktan kinâye olarak kullanılır. O halde Peygamber'in, “70 demekle, çok sayıda” demek istediği söylenebilir. Ne var ki, mesele burada bitmiyor. Hicrî 356 (m.966)'da ölen el-Makdîsî, “Ahsen et-Tekaasim” adlı eserinde, bu hadisi tamamen tersi bir anlam verecek şekilde şöyle rivayet etmektedir: “Ümmetim, 73 fırkaya ayrılacaktır; bunlardan 72'si cennete, 1 tanesi cehenneme gidecektir.” Bu rivayet esas alınırsa, yorumların ve ekollerin çoğalması, takdir ve teşvik ediliyor demektir. Bu yaklaşım, Hz. Peygamber'in "Ümmetimin ihtilâfi ilâhi bir rahmettir.” hadisindeki mantığa da uygundur. Ne var ki, bu fırkaların, tarih içinde döktükleri kanlara, söndürdükleri ocaklara baktığımızda her şeyi “İlâhi rahmet” olarak görmek imkânsızlaşıyor. Düşünülsün ki, daha Peygamber mezarına indirilmeden kavga başlamış, aradan 15 sene geçmeden halife kanı 2 dökülmüş ve yarım asır geçmeden iki peygamber torunu, biri zehirlenerek (Hz.Hasan), biri de başı kesilerek (Hz.Hüseyin) yok edilmiştir. Ve bütün bunlar, yorum ve görüş (içtihad) adı altında Müslümanlığın çekirdek nesli tarafından işlenmiştir. 8) Bunca yüzyıl geçmesine rağmen, bu fırkalar ve ayrılıklar konusu, İslam'ın temel esasları etrafında birleşilerek halledilemez miydi? Konu, Müslümanlar tarafından bu açıdan ele alındığında, İslam dünyası Batı emperyalizmi, sömürgeciliği ve nihayet kültürünün etkisi ve hegemonyası altına girmişlerdi. Batı, oryantalistler ordusuyla başlattığı Müslüman Doğu'yu tetkik seferberliğini başarıyla sonuçlandırdı ve İslam'ı Müslümanlar'dan çok daha iyi öğrendi. Bunu neden yaptı? Müslümanları daha iyi parçalamak ve daha rahat yutmak için. Böylece Batılılar, İslam tarihinde ne kadar fırka ve mezhep varsa, onları yüzlerce esere konu ederek gün ışığına çıkardılar. Bununla da yetinmeyerek, durmadan ve insan hayalini zorlayacak bir biçimde; mezhepler, fırkalar, klikler, başka bir deyimle çıbanbaşları yaratarak Müslümanları binlerce parçaya böldüler. Nihayet Müslümanlar o hale geldi ki, kendilerinin “Allah'ın muhkem ipi” ve “ana kaynak” niteliğini taşıyan biri kitapları olduğunu, bunun etrafında birleşmenin tek çıkar yol olarak ortada durduğunu düşünmek yerine, bu fırka ve klik üretiminde Batılıların işini kolaylaştırırcasına adeta yarışa girdiler. İslam dünyası, bugün, bir uçtan öbür uca, bazı olumlu gelişmeler görülmekle birlikte, andığımız derdin getirdiği sancılar içinde kıvranmaktadır, öyle ki, bugün hâlâ, birlikte secde ettikleri aynı mabet içinde, birbirlerini “kâfir” veya “fâsık” diye suçlayan kişi veya gruplara rastlamak, hiç de olağanüstü bir şey değildir. Kısacası, İslam'ın temel kaynağı, tartışmasız kaynağı Kuran, adeta dışlanmış ve O'nun yerini hizip ve kliklerin ürettiği yaygara ve sloganlar almış ve İslam'ın büyük vicdanı Mehmet Akif'in deyimiyle “Kuran göklere çekilmiştir.” 9) İslam tarihi içinde ilk fırkalaşma siyasi bir çehre mi taşıyordu, dini-ilmi bir çehre mi? İslam söz konusu edildiğinde, siyasi-dini ayırımı yapmak sanıldığı kadar kolay değildir. Böyle bir ayrıma kesin olarak güvenmek “aldatıcı” sonuçlara götürebilir. Çünkü İslam, din-dünya ayırımı yapmayan, ruhi olanla hukuki olanı birleştiren bir sistemdir. Bu temel gerçeği tespitten sonra yine de bir ayırım yapmak gerekirse, ilk fırkalaşmanın siyasi olduğu söylenebilir. Çünkü ilk fırkalaşma, Peygamber'in ruhunu teslim ettiği gün başlayan hilafet konusu yani, devlet başkanlığı meselesi etrafında oluşmuştur. Tarafların bu meseleyi dini bir problem gibi ortaya koymaları yaklaşımın doğruluğunu göstermez. Çünkü dinin kaynağı olan Kuran'da hilafet veya imamet meselesi yoktur. 10) Hilafet-imamet, yani devlet başkanlığı ile ilgili mezhep tartışmaları hangi noktada yoğunlaşıyordu? Bu noktaları şöyle özetleyebiliriz: 1-Halife Kureyş kabilesinden mi olacaktır? 2-Birden fazla halife mümkün mü? 3-Kebâir yani büyük günah işleyen halife olur mu? Görüldüğü gibi bu tartışmalar vahyin getirdiği mesajlarla hiçbir ilintisi olmayan, tamamen politik, geleneksel, zaman ve mekâna göre değişken konularla ilgilidir. Evrensel Kuran mesajının bu konulara cevap veren hiçbir ayeti yoktur. 3 11) İlk hilafet tartışması bu üç noktadan hangisi etrafındaydı? İlk hilafet tartışması daha net bir şekilde karşımıza çıkmaktadır. Soru şuydu: Halife peygamberin ailesinden biri –ki bu Hz. Ali’dir- mi olacaktı yoksa başka biri –ki bu Ebubekir’dir- mi? Siyasi mücadeleler verilmiş ve Ebubekir diyenler kazanmıştır. Bunun hemen ardından bu siyasi seçime dini-ilahi bir hava verilmiş ve bu havayı savunmak ve yerleştirmek için de delil devşirilmesine ve hatta icadına gidilmiştir. Ayetler zorlanmış, Peygamber’in sözleri ve tavırları acayip yorumlara tabi tutulmuş ve bir siyasi seçim yığın ruhi değer ve ölçüsünün göstergesi olarak kabul edilmiştir. 12) Bu zorlama yorumlara örnek verilebilir mi? Elbette. Bazı örnekler verelim: Mesela Sünniler Hz. Peygamber’in hastalığı sırasında Ebubekir’i namaz kıldırmakla görevlendirişini, onu kendisinden sonra halifeliğe aday gösterdiği yolunda yorumlamışlardır. Öte yandan Şiiler, Peygamberin Ömer tarafından yazılması engellenen vasiyetinde Hz. Ali’yi halife göstermek istediğini iddia ederler. Tabii bunlar hep tarafların iddialarıdır. Ortadaki gerçek şudur: Ebubekir, halifeliğe, Ömer’in getirilmesini isteyerek ölmüş, aynı şekilde Ömer, ölümünden önce içlerinde Osman’ın da bulunduğu 6 kişiyi halifeliğe aday göstermiştir. Bütün bunlar eğrisi doğrusuyla siyasi, sosyolojik gelişmelerdir. Fakat bakıyoruz, Sünni inanış halifelerin bu seçim sırasını Peygamber’den sonra en mükemmel tespit için bir ölçü kabul ediyor. Buna göre Peygamber’den sonra ümmetin en büyüğü Ebubekir, sonra Ömer, sonra Osman, sonra Ali’dir. İslam’ın ilahi ve evrensel prensiplerine göre böyle bir hükmü sadece Allah verebilir. Peygamber’in bile böyle bir hüküm verme yetkisi yoktur. Peygamber bir insanın cennetlik olduğunu söyleyebilir ancak ümmetin en büyüğü olduğunu söyleyemez. Bu, vahyin tekelindedir. Olay şudur: Kuran’ın son ayeti vahyedildiği anda din bitmiştir. Ne ilginçtir ki vahyin son ayeti “Bugün sizin dininizi tamamladım” (Maide, 3) demektedir. Bir başka ifadeyle, Peygamber’in bu dünyaya veda edişinden sonra ortaya çıkan hiçbir yorum ve yaklaşım din adına bağlayıcı değildir. Bunların herhangi birini seçmek veya reddetmek herkesin tabii hakkıdır. Bunların hiçbiri İslam’ın resmi görüşü olarak takdim edilemez. Bu bakımdandır ki bunlara mezhep yani yorum denilmiştir. 13) O halde, İslam’a uygun-İslam dışı tespitinde tek ölçü vahiy, yani Kuran mı oluyor? Evet. İslam'da ortodoksinin esası, ölçüsü ve çerçevesi Kuran'dır. Yani, insanları İslam'ın içinde veya dışında gösterirken, yalnız Kuran esas alınır. Bununla kastedilen, Kuran'a imandır. Bir insan Kuran'ın, ilahi vahiyleri ihtiva eden bir rehber ve Allah kelamı olduğunu kabul ediyorsa, o Müslüman'dır. Böyle bir insana ehl-i kıble denir. Bu insanın İslami ibadetlere, yasaklara fiilen riayet etmesi bile şart değildir. Yani, bu hususlar onunla Allah arasında kalır. Allah isterse onu affeder, isterse azaba uğratır. Her halükârda şahıs Müslümandır ve biz ona Müslüman muamelesi yapmakla yükümlüyüz. Bu perspektiften bakıldığında, İslam tarihi boyunca mezheplerin zaman zaman kan dökmeye kadar giden boğuşmaları, her ne kadar din adına ve Kuran'a dayandırılarak yapılmışsa da, hakikatte dine ve Kuran'a aykırı bir tutum olarak ortadadır. Filan adam halife olacaktı, yok falanca olacaktı; günah işleyen cehenneme gider mi, gitmez mi vs. vs. Görüldüğü gibi, 4 didişmenin gerekçesi olarak gösterilen şeyler, ya dinle hiç ilgili değil yahut da sadece Allah'ın hakemlik yapabileceği konulardır. 14) Bu didişme ve tartışmaların olmadığı bir tarih ye dünya mümkün müdür? Elbette değildir. Didişme ve tartışmalar insan hayatının, hatta hayatın ta kendisidir. Ancak, bunların ait oldukları gerekçelerle izah edilmeleri beklenir. Menfaat didişmesi, politik didişme, ırklar arası, bölgeler arası vs. vs. diyebilirsiniz. Fakat kitleleri rahat kandırmak ve kolayca gütmek için bütün çıkar ve politika hesaplarını din kisvesine büründürmek ve “ben böyle yapıyorum, çünkü Allah'ın emri budur” diye ortaya çıkmak dine ve gerçeğe ihanetten başka bir şey değildir. Rahmet ve bereket olan yorum ve mezhep odur ki, “ben bu konuyu şöyle anlıyorum, ama sizin anladığınız doğru olabilir” der ve kendisi gibi düşünmeyenlere saldırmaz. Peygamber'in gösterdiği tarz ve tavır budur, Kuran'ın istediği de budur. Ne yazık ki, İslam tarihi, genellikle bunun tersine delil olacak olaylarla doludur. 15) Bu mezheplerin öncüleri gerçeğin bu olduğunu görmüyorlar mı ki, birbirlerini itham ve boğazlamaya devam ediyorlar? Görüyorlar. Fakat gerekeni yaptıkları takdirde, istismar ve menfaatin duracağını bildiklerinden kör dövüşünü devam ettiriyorlar. Politik hedefleri var, çıkarları var ve bunları elde etmek ve sürdürmek için, madde ve insan gücüne ihtiyaçları var. Peki, kitleleri peşlerinde nasıl sürükleyecekler? Bir şeyleri sömürerek… “Öldürmekle, sövmekle bir yere gidilmez; aklı, ilmi ve hoşgörüyü rehber edinin” derlerse, etraflarında kim kalır? Herkes işine gücüne gider. Kalabalıktan toplamak, hele hele onların keselerindekini kendi menfaatleri için kullanmak, o kalabalıkları putlaştırılan bir heyecan etrafında halkalanmaya çağırmışlardır. Gerçek etrafında toplanan insanları sömüremezsiniz. İnsanoğlunun garip taraflarından biri de bu... Sömürülmek için hep bulanık sulara, karanlıklara, izbelere adeta tutkundur. 16) Bugünkü İslam dünyası, durumun farkında mıdır? Çok olumlu gelişmelerin varlığına tanık oluyoruz. Fakat İslam dünyasındaki kitleler hâlâ iki boyunduruğun pençesinden kurtulamamıştır. Biri, dış boyunduruk; İkincisi, iç boyunduruk. Dış sömürü, bir zamanlar emperyalizm ve sömürgecilik halinde faaliyette idi. Şimdilerde ise ekonomik ve kültürel sömürü olarak devam ediyor. Ancak, bu dış boyunduruğu kırmak, eğer içerideki yönetimler istese kolaylaşır. Ne yazık ki, İslam toplumlarında kitlelerin belirli şuur ve anlayış düzenine gelmesinden rahatsız olacak iç odaklar vardır, yönetimler vardır. Kitlenin aydınlanması ve mesela, din adına sadece Kuran'ı dinlemesi, bunların mumunu söndürür. Bunu, asla istemezler. Hemen hemen bütün İslam ülkelerini yakından tanımış bulunan bu satırların yazarı, şunu esefle müşahede etmiştir: Yalnız Kuran'ı esas alan bir İslami uyanış, yani hurafelerden, sloganlardan, mezhep aforozlarından arınmış bir İslami gelişme, karşısında önce din çevrelerini, daha isabetli bir deyimle, din bezirgânlarını buluyor. Bunun içindir ki, bu ülkelerde bilimsel hoşgörü ve hür araştırmalara saygı yok denecek kadar azdır. Bazılarının zannettiği gibi, İslam ülkelerinin ve İslam'ın bugünkü temel problemi, ekonomik değil, zihniyet problemidir. En büyük dert insanın bu ülkelerdeki kalitesizliğidir. İnsan, 5 buralarda, çağın ulaştığı insana saygı çizgisinin çok gerilerindedir. Bu ülkelerde, en ucuz şey insan emeği ve insanın alın teridir. Bu emek ve alın terinin sömürülmesi için kitleleri gerçekten uzak tutmaya, uyandırmamaya özen gösterenler vardır. 17) Başlangıçta mezhepleşmelere yol açan, hilafet tartışması dışında, ne gibi etkenler vardı? İkinci önemli etken, Arap ırkçılığı veya İslam'ı Araplaştırma gayretleri olmuştur. Bunu, Emeviler'in İslam’ı yozlaştırmaları olarak da ifadeye koyabiliriz. Çünkü Arap ırkçılığı ve İslam'ı Araplaştırma gayreti, tamamen Emevi hanedanının icraatıdır. Emevi hanedanı yani, Benû Ümeyye ile Hz. Peygamber'in mensup olduğu Benû Hâşim arasında çekişme, çok eskilere gider. İslam Peygamber’inin Hâşimlerden olması, Emeviler'in tarihi kıskançlık ve düşmanlıklarını iyice kamçılamış ve bunlar, İslam'a ilk zamanlar bütün varlıkları ile düşman kesilmişlerdir. Sonra, İslam inkılabı zafere ulaşınca, bükemedikleri bileği öpmek zorunda kalan Emeviler, Hz. Peygamber’in vefatının ardından özledikleri mevkilere gelmek için seferber olmuş ve bir süre sonra da bunu başarmışlardır. Bu başarılarının ardından İslâm’ı, Emevi saltanatının bir aleti haline getirdikleri görülüyor. Emeviler, bu yozlaştırmanın karşısına çıkan her engeli acımasızca kırdılar. İslam'ın ıstırap ve kader günlerinde ona bütün varlığını adamış Sahabiler işkencelere maruz bırakıldı, sürüldü, hatta öldürüldüler. Öldürülenler içinde, Peygamber'in torunları da vardır. İslam tarihinin, o dönemleri anlatan sayfaları gerçekten çok derin hüzünler ve ibretlerle doludur. Burada altını çizerek, bir noktaya işaret etmek isteriz. Şurada yaptığımız tespit, her zaman Emeviler lehine yorumlar yapan Sünni kaynakların verilerine oturmaktadır, Şii kaynaklara değil. Tespitin yerindeliğini anlamak için, en koyu Sünni kaynakları, mesela bir İbn Sa'd'i, mesela bir Taberî'yi, hatta bir Emevi propagandisti olan İbn Abdrabbih'i, hatta Sünniliğin Kuran'dan sonra en büyük kaynak kabul ettiği Buhari'yi okumak yeter. 18) Böyle bir noktaya parmak basmanın sebebi nedir? Sebep şudur: Her şeyden önce, Şiilik, bir ifrata cevap olarak ortaya çıkmış bir tefrittir. Onun tespit ve kaynaklarına güvenmek, özellikle Emeviler konusunda güvenmek, çok aldatıcı olur. Ne garip tecellidir ki, yalnız Sünni malzemenin tetkiki bile bizi, “Emeviler İslam'ı yozlaştırdı, Araplaştırdı, hedefinden saptırdı” hükmünü vermeye zorlamaktadır. Şiilik üzerinde, başka vesilelerle konuşacağımız için, burada bu kadarla yetiniyoruz. 19) Halifenin kim olacağı konusunda Kuran ve Peygamber'in bir beyanı olmadığı belirtiliyor. Kuran, bu konuda hiçbir perspektif getirmemiş midir? Kuran, hukuki hayatın olması gereken boyutlarına işaret eder. Yani, bu konuda bir ufuk açar, fakat insanın elini kolunu bağlayan özel kurallar koymaz. Bu tip kuralların tespitini, zaman ve mekâna uygun olarak, insana havale eder. Mesela, Kuran adalet ister, ama bir adli teşkilat modeli vermez. Böyle bir şey, her topluluk tarafından, Kuran'ın evrensel prensiplerine uygun olarak, değişik zamanlarda değişik şekilde saptanacaktır. 6 Aynen bunun gibi, Kuran Şûra (danışma kurulu, danışma organı) ister. Hatta vahyin direktifleri ile hareket etme durumunda olan Peygambere bile, Şûra'ya riayet etmesi emredilir. “İş ve yönetim hususunda, onlara danış, müşavere et” (Ali İmran, 159). Bizzat, Yaradan’ın rehberlik ettiği Peygamber'in şunun bunun danışmanlığına temelde ihtiyacı yoktur. Kuran burada bir prensibe dikkat çekiyor; demek istiyor ki: Peygamber bile, müşaverenin dışında değildir; siz, hiç olamazsınız. Kuran'ın bu yaklaşımını, bugünkü hukuk diliyle ifadeye koyarsak, söylenecek şey şudur: Kuran müslüman toplumların yönetiminde Cumhuriyeti esas alıyor. Bir başka ifadeyle Kuran'a göre, mutlu ve adaletti bir yönetim, cumhuriyetle mümkündür. Kuran, bunu söyler ve kenara çekilir. Bu temel ilkenin uygulanışı, organların teşekkülü, devlet başkanının seçimi bizim halledeceğimiz bir iştir. Ama mezhep tutkusu ve tasallutu burada durmuyor. Siyasi kanaatlerini dinileştirmek, ilahileştirmek suretiyle istismara gidiyor. Sonuç olarak da din, yozlaşıyor. 20) Emeviler’in, İslam’ı Araplaştırmaları ile kastedilen, biraz daha açık olarak, nedir? Emeviler her şeyden önce şura sistemini yani cumhuriyet sistemini bozup saltanat sistemini getirmişlerdir. Muaviye, oğlu Yezid’i; o da ondan sonrakileri yerine bırakmıştır. Tabii bu sistemi yürütmek için her türlü yola, her türlü entrikaya başvurulmuştur. Sahabi nesli ile Emeviler arasında zaman zaman kanlı tablolar bırakan mücadelelerin temel sebebi budur. Ne yazık ki bu noktada yine Emevi güdümlü fıkıh çevreleri bir başka gariplik sergilemişlerdir. Bütün bu yozlaştırma ve saptırmalar içtihad (dini bir prensibin, bir vahiy ürününün ilmi otoriteler tarafından yorumlanması) olarak vasıflandırılmıştır. Böylece Muaviye’nin peygamber torunu Hz. Hasan’ı zehirletmesi, ayyaş ve ırz düşmanı oğlu Yezid’i halife yapmak için akla gelen her şeyi yapması ve hatta Yezid’in Hz. Hüseyin’in başını kesip bir tepsi içinde önüne koyarak, elindeki sopayla dudağını, burnunu dürtükleyerek “Benim dedem ve babam senin deden ve babandan hayırlıydı demenin sonu işte budur” diye kahkahalar atması vs. vs. hep “içtihad” olmuştur. Esasında bu, içtihad değil, içtihada, hatta akla ve İslam'a ihanetti. İslam'ı Araplaştırmanın ikinci bir görünümü de Arap asıllı olmayan Müslümanlara yapılan kötülüklerdir, özellikle, Mevali denen ve İslam düşünce ve ilimlerinde, hemen hemen bütün yaratıcılıkların sahibi bulunan kitleye yapılan zulüm ve hakaretler, gerçekten tüyler ürperticidir. Bu Mevali içinde, Türk asıllı kişilerin de bulunduğunu söylemek gerekir. 21) Bu Araplaştırma anlayışının bugün de izleri var mıdır? Elbette vardır. Bugün bile, Arap dünyası bu anlayışı, en azından bir şuuraltı olarak taşımaktadır. Buna, çağdaş Arap literatüründe Urûbe (Araççılık, Araplaştırma) denmektedir. Nâsır'dan, Esat'a; Esat'tan Suudi krallığına kadar bütün Arap liderlerde, İslam şampiyonluğu arkasında, Urûbe mantık ve ideali yatmaktadır. Bugün, büyük Arap başkentlerinde, radyo televizyon yayınlarının hemen hepsi, “Urûbe'de kardeşliğimiz adına selamlar” diye açılış yapmaktadırlar. Konunun, İslam dini açısından tehlike arz eden yanı şudur: Bizim ülkemizde de güçlü uzantıları olan Urûbe mantığı, sinsi ve planlı gayretlerle İslami olanla Arabi olanı aynileştirmekte ve nesillere İslam adı altında büyük ölçüde Bedevilik öğretmektedir. Bugün, “İslâm” yaygarasıyla ortaya çıkan bir yığın hizip ve klik, esasta bilerek veya bilmeyerek Urûbe meddahlığı 7 yapmaktadır. Bu konularla meşgul olanların, dikkat etmeleri gereken önemli noktalardan biri de budur. Çünkü Urûbe, faaliyetlerini muazzam rakamlara varan paralarla desteklemektedir. 22) İslam tarihi boyunca, sahneye çıkmış siyasi veya siyaset ağırlıklı mezhepler hangileridir? Siyasi yönü ağırlık arz eden veya en azından bünyesinde siyasi standartları taşıma özelliği de bulunan mezhepler şöyle sıralanabilir: Şiilik ve kolları, Ehl-i Sünnet Haricilik ve bunların kolları, Bâtınilik ve kolları, Vahhabilik. 23) Şia ne demektir? Bu mezhep hakkında neler söylenebilir? Şia, kelime anlamıyla taraftar, fırka, yardımcı demektir. Bir İslam tarihi terimi olarak, kısaca Hz. Ali'yi diğer Sahabilerden üstün gören ve onu Peygamberden sonra halifeliğe getirilmesi dinen emredilen kişi olarak tanıyan grup ve ekolün adıdır. Üçüncü halife Osman öldürüldüğünde, Müslümanların önde gelenleri ikiye ayrılmışlardı: Emeviliği ve buna bağlı olarak Osman tarafını tutanlara “Osman'ın şiası”, Ali tarafını tutanlara “Ali'nin şiası” denmişti. Zaman içinde, Osman'ın şiası diye bir grup kalmadığından, şia tabiri sadece Ali'nin şiası için kullanılır oldu. Genel kanaat budur. Ancak, bazı İslam bilginleri şia tabirinin bu tarihten çok önce, hatta bizzat Hz. Peygamber tarafından, Ali'nin taraftarlarını ifade etmek için kullanıldığını söylerler. Bu konuda, şu sözler Peygamber'e izafe edilir: “Ey Ali! Razı değil misin ki, sen, Hasan ve Hüseyin cennette benimle beraber olasınız, şiamız da yanımızda bulunsun.” (Ahmet b. Hanbel) ve: “Ali'nin şiası, kurtulanların, murada erenlerin ta kendileridir.” (Künüz'ül-Hak'aaık). Hz. Ali, Sahabiler içinde ilmi, irfanı, şiir ve edebiyattaki kudreti, emsalsiz cengâverlik ve komutanlığı ve nihayet Hz. Peygamber yanındaki büyük itibarıyla, gerçekten bir ekoldür. Ancak Hz. Peygamber gibi, birleştirme ve kaynaştırmanın sembolü bir zatın bir şia (fırka) kavramına, Ali etrafında da olsa, yeşil ışık yakacağı öyle kolay kabul edilecek cinsten değildir. (Bu konuda geniş bilgi için bk. A. Gölpınarlı, İslam Mezhepleri, 23-25). 24) Şiiliğin, diğer mezheplerden temel farkı nedir? İmamet inancıdır. Daha doğrusu masum imam inancı; bu inanca göre, Peygamber'den sonra İslam ümmetinin liderliğini, yine Peygamber soyundan kişiler üstlenecektir. Görüldüğü gibi bu inanç, Hz. Peygamber'in ailesinde risalet(peygamberlik)'le riyaset(liderlik)'i birleştirmektedir. Şiilik, bunun Allah'ın ve dinin emri olduğunu savunma gibi aşırılıklara dahi gidebilmektedir. Bu inancın zorunlu bir uzantısı olarak, Şiilik, Peygamber'den sonra Hz. Ali'nin halife olması gerektiğini ve bu hakkın onun elinden zulümle gasp edildiğini iddia eder. 8 25) Şiilere göre, bu konuya Peygamberin bakışı nasıldır? Şiirlere göre, Hz. Peygamber, kendisinden sonra Ali'nin halife olmasını açıkça ve bir emir olarak ifade etmiştir. Bu konuda Hz. Peygamber'in, hayatının son yılında gerçekleşen Veda Haccı'ndan dönerken Mekke ile Medine arasındaki Gadıru Humm mevkiinde irad ettiği konuşmasında açık ifadeler bulunduğu söylenir. Şiilerce bu konuda kullanılan ikinci delil şudur: Hz. Peygamber, ölümüne dört gün kala, hasta yatağında kâğıt kalem istemiş ve ümmeti ebediyen sapmaktan kurtaracak bir şey yazacağını söylemişti. Peygamberin bu isteği, Ömer tarafından, “Peygamber şu anda kendinde değil, söyleyeceği ancak hezeyan olur. Bir şey yazmasına da gerek yok, Allah'ın kitabı bize yeter’’ sözleriyle engellenmiştir. Şiilere göre, Peygamberin yazdıracağı şey, Ali'nin halife olmasını emretmekten ibaretti. Ömer bunu anlamış ve Peygamber'e engel olma cüretini göstermiştir. 26) Bu vasiyet olayına biraz daha açıklık getirilebilir mi? Bu olay bütün İslam kaynaklarının ortaklaşa verdikleri bir olaydır. Yani, olayın varlığı konusunda hiçbir tartışma yoktur. Tartışma, engellenen vasiyetin muhtevası konusundadır. 27) O halde Hz. Ömer'in bu davranışı, onun hakkında nasıl bir tespitte bulunmamızı gerektirmektedir? Bizim cevabımız şudur: Susmamızı gerektirmektedir. Biz olayı tespit ederiz. Gerisi Hz. Peygamber ile Ömer arasında halledilsin. Mutlaka söylenmesi gerekeni bizden çok daha yetkili bir ağız, İbn Abbas gibi bir şahsiyet söylemiştir. Olayın tanıklarından biri olan İbn Abbas, bütün macerayı kaydettikten sonra şunu ekliyor: “İşte, müstakbel bütün felaket, rezillik ve buhranların sebebi, Allah Resulu ve onun yazdıracağı şey arasına girmekten İbaret bu davranıştır.” 28) Halife Osman'dan sonraki devir, başka bir ifadeyle, Emeviler devri, Şiiliğin gelişmesi ve yayılması bakımından nasıl bir rol oynadı? Bu sorunun cevabını, mezhepler tarihi üzerine, zamanımızın en büyük otoritesi sayılan Muhammed Ebu Zehra'dan dinleyelim: “Emeviler devri, Hz. Ali'yi takdir için ortaya çıkan aşırılar grubuna fevkalade hazır ve bir o kadar da elverişli bir devir olmuştu. Çünkü Muaviye, Hz. Ali meselesinde kendi saltanatı boyunca cidden uygunsuz ve kötü bir yol tutturmuştu. Mamafih, onun başlattığı bu kötü hareket tarzı, oğlunun ve hatta Ömer b. Abdülaziz devrine kadarki, diğer Emevi halifelerinin zamanlarında devam etmiştir. Bu kötü davranış da hutbe bitirildikten sonra Hz. Ali'nin lanetlenmesiydi. Bununla beraber, gerideki diğer Sahabiler, bu çirkin hareketten gerçekten nefret ediyor ve Muaviye ile valilerini bu türlü davranışlarına son vermeye çağırıyorlardı. O kadar ki, Peygamberimizin eşi Ümmü Seleme, Muaviye'ye bu hususta kendisini men eden bir mektup yazarak şöyle demişti: “Şurası bir gerçektir ki, siz minberlerinizde sadece Allah ve Resulünü değil, Hz. Ali ve onu sevenleri de lanetliyorsunuz. Hâlbuki ben, Resulullah'ın, onu sevdiğine her zaman şahadet ederim." 9 Ayrıca, Hz. Ali'nin oğlu Hz. Hüseyin'i, Yezid zamanında cidden feci bir şekilde katletmişlerdi. Hâlbuki Hz. Hüseyin ve kardeşi Hz. Hasan'ın cennet ehlinin genç efendileri oldukları, hadisle sabitti. Hz. Hüseyin'in kanı, kısasa hürmet edilip diyeti alınmaksızın boş yere akıp gittiği gibi kendisinin ve babası Hz. Ali'nin kızları yani Resulullah’ın kızının kızları, tertemiz Peygamber torunları olmalarına aldırış etmeksizin esir cariyeler şeklinde Muaviye'nin oğlu Yezid'in eline düştüler! Halk bütün bu olup bitenleri gördüğü halde, herhangi bir müdahalede bulunup düzeltmeye kâdir olamadıkları için, gayz ve kinlerini yendiler ve nefislerine hâkim oldular. Bu ise elem ve teessürleri artırdıkça artırdı.” 29) Muaviye'den sonraki olayların, özellikle Kerbela olayının mezhepleşmeler üzerindeki etkisi; özellikle Şiilik açısından nasıl değerlendirilebilir? Kerbela olayı, İslam Peygamberi, Hz. Muhammed’in “cennet çiçeğim” diye koklayıp öptüğü en sevgili torunu Hz. Hüseyin'in ve aile fertlerinin katledildiği bir faciadır, insanlık tarihinde, değil bir dini önderin ailesine, bir siyasi liderin ailesine bile böyle korkunç bir zulüm reva görülmemiştir. İşin en hayret verici tarafı zulmün aynı dine mensup olduklarını söyleyen, hatta içlerinde Peygamber'i tanıyanların bile bulunduğu bir kitle tarafından işlenmiş olmasıdır. Hz. Hüseyin, etrafındakilere bu mücadelenin bir saltanat ve menfaat mücadelesi olmadığını, bir İslam'a hizmet savaşı olduğunu ve ölümle sonuçlanacağını, bu yüzden ayrılmak isteyenlerin peşinen ayrılmaları gerektiğini söyledi. Ayrılanlar, ayrılıp gitti. Hüseyin, kalan bağlılarıyla h. 61 yılının 10 Muharrem günü, bugünkü Irak topraklarında bulunan Yezid'in ordusuyla karşılaştı. Yanında yer alan yaşlı Sahabiler, 11 yaşındaki yeğeni Kasım, oğlu Ekber başta olmak üzere bütün yakınları ve aile fertleri tek tek doğrandı, öldürülenler içinde kucağında tuttuğu küçük oğlu altı aylık Ali Asgar da vardır. Bu korkunç olay, maddi anlamda Emevi saltanatını güçlendirmekle beraber, Müslümanların vicdanında Emeviler'e karşı büyük bir nefret uyandırdı ve elbette ki Hz. Ali ve çocuklarına bağlılığı bayrak edinen Şiilik için çok büyük bir popülarite sağladı. 30) Hz. Hüseyin, Hasan, Ali, Fatma kısaca Ehlibeyt meselesi, mezhepler arasında üzerinde en çok söz edilen konulardan biridir. Bu konuyla ilgili neler söylenebilir? Şiiliğin birçok konuda olduğu gibi Ehlibeyt konusunda da sergilediği aşırılık ve istismarları bir yana bırakırsak, Kuran ve Hadis ışığında Ehlibeyt'i sevmenin her Müslüman'ın ödevi olduğunu söylemek durumundayız. Bu yalnız Hadis'in değil, bizzat Kuran'ın emridir. Bazı insanlar Şiiliğin ifratlarına bakarak, Ehlibeyt konusunda, lakaytlık ve saygısızlığa varan bir tefrit sergiliyorlar. 31) Ehlibeyt ne demektir? Kuran ve sünnet bu konuya nasıl bakıyor? Sözlük anlamıyla ehlibeyt, ev halkı demektir. İslam literatüründeki anlamıyla, son peygamberin ev halkı demek olur. O halde ehlibeyt tabirinin biri geniş, biri de dar olmak üzere iki anlamı var. Geniş anlamda ehlibeyt Hz. Peygamber'in bütün ev halkı hatta ev halkına yakın kişiler topluluğu demek olur. Nitekim bir İranlı olan Selman Fârisi için Hz. Peygamber “O bizim ehlibeytimizdendir” buyurmuştur. İslam geleneği geniş manada ehlibeytten ezvâc-ı tâhiratı, yani Peygamber'in temiz hanımlarıyla Ali-Fâtıma ailesini anlamaktadır. Ehlibeyt tabirinin bu geniş manasına Kuran'ın şu ayetinde rastlamaktayız: “Ey Peygamber hanımları! 10 Evlerinizde oturun. Daha önceki cahiliye kadınlarının kırıla döküle, süslerini göstererek yürümeleri gibi yürümeyin. Namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin. Allah'a ve Resul’üne İtaat edin. Allah sizden kiri gidermek ve sizi tertemiz yapmak İster.” (Ahzâb, 32-34) Dar manada ehlibeytte kastedilen (ki, bu mana ayet ve hadiste esas manadır) şu dört kişidir: Ali, Fatıma, Hasan, Hüseyin. 32) Bir de Âl-i Aba deyimi var. O'nun bu konuyla ilgisi nedir? Âl-i Aba veya Ehlü'l-Kısâ (elbise altına alınan yakınlar) tabirinin doğuşuna kaynaklık eden birkaç olay vardır. Bunların hepsini burada sıralayacak değiliz. İki tanesine işaret edelim. İlk olarak, kaynaklarımızda kaydedilen bir olayı İbn el-Esir'in Üsdü'l-Gaabe'sinden izleyelim. Sahabilerden Usame b. Zeyd anlatıyor: “Bir gece bir işim için Allah Resul’ünü ziyarete gitmiştim. Elbisesi altına birilerini almış, örtüyordu. Ben ‘Ey Allah Elçisi, elbisenle sarıp sarmaladıkların kimler?’ diye sordum. Resul şu cevabı verdi: ‘Bunlar Hasan ile Hüseyin'dir. Bunlar benim yavrularım ve yavrularımın yavrularıdır. Allah'ım, ben onları seviyorum, sen de sev. Onları sevenleri de sev.’ " Peygamber eşi Ümmü Seleme şunu anlatıyor: "Bir keresinde Allah Resulü Hz. Fâtıma'nın evini şereflendirirmiş oturmuşlardı. Fatıma yemek yapmak üzere et doğruyordu. Peygamber Fatıma'ya gidip Ali, Hasan ve Hüseyin'i çağırmasını emretti. O da gidip çağırdı, hazırlanan yemeği hepsi birlikte yediler. Bunun ardından Allah Resulü sırtındaki Hayber imalatı abayı çıkarıp Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin'in üstüne örterek şöyle dedi: Ey Allah'ım, işte bunlar benim ehlibeytim ve âl-i abamdırlar. Sen onları rızana aykırı şeylerden uzak tut." 33) İslam bilginlerinin bu ehlibeyt meselesine bakışları nasıldır? Bu konuyla ilgili, kısa bir bilgi vermek bile yüzlerce sayfa tutar. Burada şu kadarını söylemekle yetineceğiz. İslam bilginleri arasında “müfessirlerin üstadı” diye anılan Fahreddin Râzf bu konuyu değerlendirirken, Ehlibeyt'in bizzat Allah tarafından Hz. Peygamber'le tam beş şeyde ortak kılındığını tespit eder. 34) Şiiliğin kolları nelerdir? Bir yığın koldan söz edilir. Ne ilginçtir ki, tarih içinde bu mezheplerin her biri, ortaya çıkmakla kalmaz hemen çıkışını müteakip adeta fabrikasyon bir imalatla kol üretirler. Bu kollar da giderek alt kollara ayrılır. Hâsılı karşımıza içinden çıkılmaz bir manzara dikilir. Şiiliğin, mezhepler tarihine dair eserlerde, şu kolları sayılır: 1- Şi'a-i Ulâ, 2- Usul-u Şi'a, 3- Mufaddıla, 4- Sâbbe veya Teberrâiyye, 5- Gâliye veya Müellihe, 6- Keysâniye, 7- Zeydiye, 8- imâmiye, 9- İsnâ Aşeriyye, 10- Nusayriyye. 35) Zeydiye nedir? BU kol, 12 imamdan dördüncüsü olan Zeynul Âbidin Ali b. Hüseyin'in oğlu Zeyd'e uyanlara verilen addır. Esasen Şiilik'te kol diyebileceğimiz ilk grup budur. Zeydiye'den önceki kollar ve ayırımlar, daha çok Şia dışındaki mezheplerin, Şia adına dışarıdan yaptıkları tasnifler, adlandırmaların sonucudur. Zeyd, faaliyetlerine Şam'da başlamış, burada bir başarı elde edemeyince Kûfe'ye geçmiş ve h. 121 yılında bir savaş sırasında alnından aldığı bir ok yarasıyla ölmüştü. Taraftarları, onun 11 cesedini, Emeviler tarafından el konulup hakaret konusu yapılmasın diye nehir sularının dibine gömmüşlerdi. Fakat ceset bulunmuş ve Emevi hükümdarı Hişan'ın emriyle çırılçıplak asılmış, uzun süre teşhir edildikten sonra da yakılmıştır. Mensupları bugün için Yemen'de yaşayan Zeydiye mezhebinin inanç sistemi, daha sonra göreceğimiz Mutezile’ye uygundur. İbadet ve muamelatta daha çok Hanefiliği andırır. 36) Zeydiye'nin temel görüşleri nelerdir? Zeydiye, hemen hemen hiçbir aşırılığı olmayan bir mezheptir. Bunda da öncüsü olan şahsın çok büyük bir bilgin ve İslam’a hizmeti biricik gaye edinmiş bir gönül eri olmasının payı büyüktür. Gerçekten de Zeyd, İslam düşünce tarihinin abide isimlerinden biri olan Vâsıl b. Atâ'dan dersler alacak, bir başka abide isim olan İmam-ı Âzam Ebu Hanife'ye dersler verecek kadar üstün bir şahsiyete sahipti. Hatta Ebu Hanife, Zeyd'e olan büyük sevgi ve saygısıyla da bilinir. Zeyd, Emevi kuvvetleriyle çarpışmaya giderken, imam-ı Azam onun bu mücadelesini Hz. Peygamber'in Bedir harbine benzetiyor ve ona dua ediyordu. Burada şunu da belirtmek gerekir: Zeydiye'nin 3. imamı İmam Muhammed ile 4. imamı olan İmam İbrahim, İmam-ı Âzam'ın hocası Abdullah b. Hasan'ın oğullarıdır. Dahası var: İmam-ı Âzam, Emevi idaresi tarafından, İmam İbrahim'e yardım etmekle itham edilmiş ve İbrahim'in hareketi bastırılıncaya kadar göz hapsinde tutulmuştur. İbrahim'in kuvvetleri tenkil edilince Ebu Câfer el-Mansûr, büyük imamdan hıncını almak için bahane aramış ve ona kabul etmeyeceği bir kadılık teklif etmiştir. İmam-ı Âzam'ın teklifi reddetmesi üzerine hapse atıldığını ve orada, maruz bırakıldığı eziyetler sonucu hayatını kaybettiğini biliyoruz. 37) Birbirine zıt bilinen iki büyük mezhep olan Şiilik ve Ehli Sünnetin en büyük iki imamının böylesine içten dostlukları garip değil mi? Hiç de garip değil. Aksine, özlenen, olması gereken bir yaklaşım. Daha önce de söylediğimiz gibi, İslam'da ortodoksinin ölçüsü Kuran ve Kuran'a imandır. Şiilik ve Sünniliğin Kuran konuşunda bir ayrılıkları olmadığına göre, bu iki mezhebi İslam ortodoksisi içinde düşünmek icap eder. 38) Şia-Ehli Sünnet kaynaşmasını vurgulayacak daha neler söylenebilir? Burada bazı tarihi olgulara işaret etmek ve mesela 18. yüzyılın yarılarında İran hükümdarı Nadir Şah tarafından verilen birleştirme gayretlerine değinmek yerinde olur. 12