T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ KAMU YÖNETİMİ VE SİYASET BİLİMİ (SİYASET BİLİMİ) ANABİLİM DALI DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİYE : 1980 Sonrası Dönemde Türkiye’de Demokratikleşme Süreci Doktora Tezi Mehmet ARI Ankara – 2004 i T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ KAMU YÖNETİMİ VE SİYASET BİLİMİ (SİYASET BİLİMİ) ANABİLİM DALI DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİYE : 1980 Sonrası Dönemde Türkiye’de Demokratikleşme Süreci Doktora Tezi Mehmet ARI Tez Danışmanı Prof. Dr. Ömür SEZGİN Ankara – 2004 i T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ KAMU YÖNETİMİ VE SİYASET BİLİMİ (SİYASET BİLİMİ) ANABİLİM DALI DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİYE : 1980 Sonrası Dönemde Türkiye’de Demokratikleşme Süreci Doktora Tezi Tez Danışmanı : Prof. Dr. Ömür SEZGİN Tez Jürisi Üyeleri Adı Soyadı İmzası Prof. Dr. Ömür SEZGİN ............................. Prof. Dr. Sina AKŞİN ............................. Prof. Dr. Yavuz SABUNCU ............................. Prof. Dr. A. Raşit KAYA .............................. Prof. Dr. H. Levent KÖKER ................................ Tez Sınavı Tarihi : 24.11.2004 Teşekkürler Bu çalışmanın hazırlanması çok kişiye çok şey borçludur. Kuşkusuz ilk sırada 10 yıl süreyle bana katlanan tez danışmanım Prof. Dr. Ömür Sezgin gelmektedir. Her ne sebeple olursa olsun ihmalkârlıklarıma katlanarak programda kalmamı sağladığı ve yazdıklarımı okuma sabrı gösterdiği için teşekkür ederim. Prof. Dr. Raşit Kaya, ODTÜ Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü’nde lisans eğitimim sırasında hocam ve danışmanım olmuştur. 1985 yılından bu yana pek çok konuda danıştığım ve her seferinde çok olumlu yönlendirmeler ve destekler aldığım değerli hocama çok teşekkür ederim. Prof. Dr. Levent Köker, çok kısa bir süre aynı kurumda çalışma şansını yakaladığım için mutlu olduğum değerli hocam, bu tezin bitebileceğini bana empoze ederek çok önemli bir işi başarmıştır. Kendisine çok teşekkür ederim. Değerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli eleştirilerde bulundular. Kendilerine çok teşekkür ederim. Bu tezin yazılması sırasında benim hayatıma giren sevgili eşim Funda, kendisiyle paylaşamadığım değerli zamanlara rıza gösterdiği için büyük bir teşekkürü hak ediyor. Tezin yazılmasının tek sebebi ise tabii ki Kemal Barış Arı’dır. İki yaşındaki oğlum tez yazmaya çalışmak için kendisinden kaçtığım bütün zamanları “anlamamış gibi yaparak” bana sevgiyle yaklaşmış, onu yalnız bıraktığım zamanların hesabını sormaya kalkmamıştır. Kendisinden çaldığım, benimle paylaşmak istediği zamanlar için çok özür diliyorum. Bu süreçteki destekleri için Ada, Gamze ve Murat Özdemir’e teşekkür ediyorum. Prof. Dr. Erkan Akın, Anabilim dalı başkanımız olarak, bizimle çalışmaya başladığı 2000 yılı Haziran’ından, tezin tamamlandığı 2004 Temmuz’una kadar her gün tez hakkında bir şeyler sorarak ve defalarca demokrasi konusunda bana bir şeyler anlatarak konuya yakın kalmamı sağladığı için teşekkür ederim. Anabilim dalımız öğretim üyesi Yrd. Doç. Dr. Necat Akyıldız büyük bir sabırla tezi okuyarak yazım hatalarını ve anlatım eksikliklerini düzeltmiştir. Çok teşekkür ederim. Burada adlarını sayamadığım, tez yazım sürecinde çeşitli şekillerde desteklerini gördüğüm arkadaşlarım ve öğrencilerime de teşekkür etmek istiyorum. Son olarak, 40 yaşıma kadar öğrenci kalmama katlanan sevgili annem, babam ve kardeşlerime bana gösterdikleri anlayış ve şefkat için teşekkür ederim. Beni bana kazandıran Prof. Dr. A. Raşit Kaya’ya Yetmediğini bilmenin üzüntüsüyle ... 4 İÇİNDEKİLER GİRİŞ ........................................................................................................................... 1 1. Bölüm: Demokrasi Tartışmaları............................................................................... 9 1.1. Liberal Demokrasi............................................................................................. 9 Demokrasi ve Hukuk Devleti............................................................................. 16 Silahlı Kuvvetlerin Demokrasideki Yeri............................................................ 19 1.2. Liberal Demokrasinin Krizi ............................................................................ 26 1.2.1. Meşruiyet Krizi ........................................................................................ 26 1.2.2. Katılım Krizi ............................................................................................ 36 1.3. Krize Çözüm Önerileri.................................................................................... 40 1.3.1.Radikal Demokrasi.................................................................................... 41 1.3.2.Müzakereci Demokrasi ............................................................................. 49 2. Bölüm: Azgelişmiş Ülkelerde Demokrasi Sorunu................................................. 56 2.1. Azgelişmiş Ülkelerde Demokrasiye Geçiş Çabaları ....................................... 56 2.2. Azgelişmiş Ülkelerde Demokratikleşme Süreçleri ......................................... 64 2.3. Azgelişmiş ve Gelişmiş Ülkelerde Farklılaşan Demokrasi Tartışmaları ........ 73 3. Bölüm: Türkiye'de Demokratikleşme .................................................................... 82 3.1. Türkiye'de 1980’den Günümüze Demokrasi Tartışmaları.............................. 82 3.1.1. Askeri Dönem .......................................................................................... 83 1982 Anayasası .................................................................................................. 94 MGK'nın Hızlandırılmış Yasama Faaliyeti...................................................... 103 3.1.2. ANAP İktidarı Dönemi .......................................................................... 104 3.1.3. ANAP Sonrası Dönem ........................................................................... 114 3.2. Uluslararası Kuruluşların Önerdiği Programlar ............................................ 125 3.2.1. Dünya Bankası ve IMF’nin Yapısal Uyum Programları........................ 126 3.2.2. Yönetişim ............................................................................................... 130 3.2.3. Bu Politikaların Türkiye'deki Sonuçları: Derviş Yasaları...................... 138 3.3. Avrupa Birliği Sürecinin Demokratikleşmeye Etkisi ................................... 145 3.3.1. Kopenhag Kriterleri ve Uyum Yasaları ................................................. 145 3.3.2. Siyasal Partilerin AB’ne Giriş Süreciyle İlgili Görüşleri....................... 149 3.3.3. Sivil Toplum Kuruluşlarının Bu Süreçteki Tavrı................................... 159 4. Bölüm: Durumdan Vazife Çıkarmak ................................................................... 165 4.1. Mevcut Durumun Analizi: Ulaşılan Demokrasi Düzeyi............................... 165 2 4.2. Mevcut Durum Nasıl Adlandırılabilir: Düşük Yoğunluklu Demokrasi........ 172 SONUÇ .................................................................................................................... 187 KAYNAKLAR ........................................................................................................ 191 3 GİRİŞ 1980 yılında Türkiye’de bir askeri darbe gerçekleştirildi. Bu darbenin aktörleri yayınladıkları ilk bildiride, ülkede “rayından çıkmış olan demokrasiyi yeniden rayına oturtma amacını” vurguladılar. Bu şu demekti: Kalıcı bir askeri rejim planlanmış değildir. Daha önce yaşanmış olan 1960 ihtilali ışığı altında, kamuoyunda ve siyasal kadrolarda askeri rejimin çok uzun sürmeyeceği beklentisi doğmuştur. Ancak köprülerin altından çok sular akmıştır. Tez boyunca anlatacağımız gibi, ordunun Türk toplumundaki konumu ve yapısı değişikliklere uğramıştır. 1960 yılında Türkiye’de ordu Atatürk’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti’nin temel değerlerini savunmak dışında siyaset ve ekonominin oldukça dışında kalan bir aydın-bürokrat kadro yapısına sahipken, 1980’lerde OYAK aracılığıyla bizatihi ekonomide bir aktör olan ve siyasal olarak “Kutsal Türk Devleti”ni her şeyin üstünde tutan, Batılı anayasa ve anayasacılık hareketlerinin dışında bir anayasayla yönetilen bir ülke özleyen kadro yapısına sahip olmuştur. Onun için 1960 ihtilalini gerçekleştiren kadronun hazırlattığı 1961 anayasası “temel hak ve özgürlüklerin özüne hiçbir koşulda dokunulamaz” diyebilirken, 1980 ihtilalini gerçekleştiren kadronun hazırlattığı ve son şeklini kendisinin verdiği 1982 Anayasası temel hak ve hürriyetlerin sınırlanabileceği koşullara geniş yer vermiştir. Hatta bu hak ve özgürlüklerin sınırlama düzenlemeleri, bu anayasayı klasik anayasacılık geleneğinin dışına taşımış, bu geleneği adeta tersine çevirmiştir. Hem “kurucu iktidar”, hem “tali iktidar” yetki ve sıfatlarını kendisinde toplayan ve kendisine Milli Güvenlik Konseyi adını veren, darbeyi emir komuta zinciri içinde yukarıdan aşağıya gerçekleştiren kadro, yaptıkları yasaların ve aldıkları kararların kendi yaptıkları Anayasa’ya uygunluğunun denetimini yasaklamışlardır. (Yazıcı, 1997: 38) Darbeyi gerçekleştirenler yine ilk yayınladıkları bildiride “demokrasiye aşık” Türk ordusu mensupları olarak kendilerinden söz etmişlerdir. Demokrasiye aşık oldukları konusunda bir kuşku yoktur ama hangi “demokrasiye” aşık oldukları tartışmalıdır ve bu demokrasi anlayışları daha sonra ortaya çıkacaktır. Bu anlayış çalışmanın ileri aşamalarında gösterilmeye çalışılacaktır. Ancak hemen belirtmek gereken bazı hususlar bu anlayışa örnek oluşturabilir : Örneğin darbenin başında yer alan ve Devlet Başkanı ve MGK başkanı sıfatlarını kendisinde toplayan kişi, “siyasi suçlardan idam mahkumu kişileri kastederek asmayalım da besleyelim mi ?” (Oran, 1989: 189); “Avrupalı devletler bizim idam cezası uygulamamızı eleştiriyorlar, biz onlara siz niye idamı kaldırdınız diye soruyor muyuz” (Oran, 1989: 68) gibi tümceleri çeşitli illerde yaptığı yurt gezilerinde sarf etmiştir. Yani askerlerin aşık oldukları demokrasi “bizim demokrasimiz”, “bize göre demokrasi” anlayışıdır. Demokrasinin evrenselleşmiş ve özellikle gelişmiş Batı ülkelerinde görülen biçimleri “bize” uygun değildir. Nitekim aynı düşünceleri hak ve özgürlükler ya da genel olarak hukuk anlayışı açısından da dile getirmek olanaklıdır. Aksi takdirde Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nin varlığını açıklayamazdık. Ancak burada askerlere haksızlık etmemek için belirtmek gerekir ki, çok sayıda sivil kişi ve sivil toplum kuruluşu bu zihniyettedir. İleride tekrarlamak pahasına da olsa söylemeliyiz ki TİSK Başkanı Halit Narin 11 Eylül 1980 günü basında yer alan bir demecinde “DGM’ler kurulmadan üretim artmaz” demiştir. Buradan şunu söylemek olanaklıdır : Türk 2 toplumunda çağdaş ve evrensel demokrasinin savunucuları sadece darbeci asker zihniyetine karşı değil, aynı zamanda Batı toplumlarında demokrasinin kurucusu olan burjuva sınıfının Türkiye’deki temsilcilerinin çoğunluğuna karşı da demokrasi mücadelesi vermek zorundadırlar. En azından tezimizin konusu olan dönemler için böyledir. 12 Eylül rejimi, 1980-1983 yılları arasında üç yıl sürmüş ve 6 Kasım 1983 seçimleriyle sivil ve demokratik bir düzene geçilmiş gibi biçimsel bir görüntü söz konusudur. Gerçekte ise 12 Eylül hareketinin düzenlemeleri bütün yönleriyle daha uzun süre yaşayacaktı. Şimdi sözünü edeceğimiz bazı düzenlemeler bunun açıkça görülmesini sağlayacaktır. Her şeyden önce darbenin başı ve üyeleri sivil dönemin cumhurbaşkanı ve cumhurbaşkanlığı konseyi üyeleri sıfatını almışlardır. Yani devlet başkanlığı makamındaki kişi değişmemiştir. Peki o kişi kimdir? Murat Belge’ye göre; “Kenan Evren, bir askeri diktatördür. Türkiye’de görülmüş en keyfi yönetim, onun devlet başkanlığı sırasında yaşanmıştır. Ama biz diktatörlerin çoğunda, normal insanlara göre ‘aşırı’ denebilir özellikler görmeye alışmışızdır. Hitler, Mussolini, Stalin gibi büyük çaplı diktatörleri düşünelim. Dünyaya ve insanlığa ettikleri büyük kötülüklere rağmen, sıradan insanı aşan boyutları vardır bu adamların. Hayat serüvenleri son derece yoğun ve çarpıcıdır. Sonuçları ne kadar zararlı da olsa, düşünceleri dahiyane bir dimağın ürünüdür. Bu gibi, normalden daha iri boyutlara sahip diktatörlerle karşılaştırıldığında, Kenan Evren’in ‘aşırı’ denebilecek tek yanı, ‘sıradan’lığıydı” (1993: 27) Bu sıradan adamın yaptığı, sivil dönemde varlığını sürdüren hukukî düzenlemeler ve kurumlar çok sayıda ve etkilidir. Öncelikle 3 Anayasa başta olmak üzere altı yüz civarında yasa o dönemde çıkarılmıştır. (İnan ve Ozansoy, 1986: 6) Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’na ilişkin düzenlemeler o dönemde çıkarılmıştır. Ülkenin bütün üniversitelerini zapturapt altına alan ve üniversite özerkliğini hemen hemen ortadan kaldıran Yüksek Öğretim Yasası o dönemde düzenlenmiştir. Siyasi Partiler Yasası, Grev ve Lokavt Yasası, Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Yasası gibi çok önemli ve toplumsal, siyasal yaşamı düzenleyen kanunlar ya o dönemde çıkarılmış veya o dönemde demokratiklikleri ortadan kaldırılmış. Paradoksal olan bütün bunlar raydan çıkmış olan demokrasiyi rayına oturtmak için yapılmıştır. Bütün bu yapılanlara toplum nasıl yanıt vermiştir? Kurumlar kendileri ile ilgili düzenlemelere nasıl yanıt vermiştir? Örneğin siyasi partiler kapatıldıklarında ne tepki vermişlerdir? Üniversiteler özerklikleri ellerinden alındığında ne tepki vermişlerdir? Sendikalar faaliyetleri durdurulduğu zaman ne tepki vermişlerdir? Kısaca bütün kurumlar ve genel olarak toplum 12 Eylül’ü nasıl karşılamışlardır? Toplumun 12 Eylül’e tepkisine (ya da tepkisizliğine) bakarak bu toplum askeri diktatörlükle yönetilmeyi ve arkasından gelen demokrasiden uzak bir toplumsal ve siyasal hayatı hak etmiştir diyebilir miyiz ? Buradan hareketle bu toplumun hiçbir şekilde Batı tipi bir demokrasiyi kuramayacağını çünkü hak etmediğini söyleyebilir miyiz ? Bir başka deyişle demokrasiye geçmeyi deneyen diğer azgelişmiş ülkeler gibi Türkiye de bir üçüncü dünya ülkesidir ve o ancak “kendine özgü bir demokrasi” ile yetinmek zorundadır diyebilir miyiz ? 4 Bütün bu sorulara verilecek cevapların demokrasi adına bizde bir umut yaratabilmesinin en temel kaynağı, demokrasiyi hak edecek bir kültürel gelişme yaşanmasıdır. Her şeyden önce katılımcı bir kültür yaratılmalıdır. Bu kültür sadece bir siyasal kültür olarak kalmamalıdır. Her alanda katılımcı bir kültür yaratamayan bir topluma, dört veya beş yılda bir oy vermeyi katılım olarak kabul ettirebilirler. Nitekim uzun dönemli bir tartışma haline gelen ve günümüzde de süren siyasi partilerde parti içi demokrasi yokluğu veya liderler sultası tartışması bunun en basit ama en önemli örneğidir. Yani bize (seçmenlere) kimi seçebileceğimiz konusunda bırakılan alan o kadar daraltılıyor ki, buna seçim demek şüpheli hale geliyor. Toplumun bu işleyişe bir tepkisi olduğu konusunda ciddi verilerimiz yok. Veriden kastımız sıkça dile getirilen bu eleştiriyi temel alan ve etkili olabilecek bir örgütlenme yoktur. İşte bu tepkisizliğin veya bu yöndeki tepkilerin örgütlenemediği, örgütlenirse engellendiği ülkelerde demokrasi ancak birilerinin izin verdiği kadar demokrasi olabiliyor. Bir başka bağlamda düşük yoğunluklu bir demokrasi anlayışı egemen olabiliyor. Tezin ileriki aşamalarında ayrıntılandırılacağı üzere “istikrar” adına halkın hareket edebileceği alanın daraltıldığı ve bu dar elbiseyi yırtacak halk girişimlerinin de sürekli kontrol altına alındığı bir demokrasi anlayışı egemen olur ve yürürlükte kalır. Burada bahsedilen istikrar neyin istikrarıdır? Daha sonra açıklamak üzere kısaca değinmek gerekirse: 1980 öncesi dönemde Türkiye istikrarsız bir ülkedir ve 24 Ocak 5 1980 istikrar paketiyle, istikrara kavuşturulacaktır. 24 Ocak kararlarında öncelikle reel ücretlerde büyük düşüşler sağlamaya yönelik önlemler yer almıştır. Bunun adı ihracata yönelik sanayileşme modelidir. İhracat yapabilmek için reel ücretlerin düşürülmesinin ne anlamı vardır? Bu iki yönden önemlidir. Birincisi iç talep kısıtlanır. Reel geliri düşen kişinin talebi de düşer. İkincisi ise ucuz iş gücü ile üretilen sanayi ürünü dış piyasada rekabet etme şansına sahip olacağından ihracat artar. Buradaki en önemli sorunlardan birisi, demokratik bir ortamda reel ücretlerin düşürülmesine ücretlilerin nasıl razı olduğudur. İşçi hareketi önderliğinde bütün halk kesimleri gelirlerinin eritilmesine karşı demokratik haklarını kullanarak karşı çıkarlar. Bunu hem kendi demokratik kitle örgütleri aracılığıyla hem de siyasal partileri aracılığıyla yaparlar. Öyleyse “istikrarı” sağlamak üzere gelirlerin azaltılması doğrultusunda aldığınız önlemleri uygulamak için önce gelirlerini azalttığınız kesimin örgütlerini kapatmalısınız. Yani demokrasinin en temel özelliklerinden olan katılım haklarını ortadan kaldırmalısınız. Nitekim 12 Eylül hareketi de öncelikle bunu yapmıştır. (Başkaya, 1986) Bunu yapmasının temel ve objektif gerekçesi ekonominin içine girdiği “kriz”dir. 1980’e kadar uygulanan ithal ikameci birikim modeli içinde yerel üretime ve talebe göre düzenlenmiş bir ekonomik işleyiş söz konusudur. Bu dönemde gümrük duvarlarıyla korunan yerli üretici yüksek maliyetli bir üretim yapmakta ve bu üretimini de ancak iç piyasada satabilmektedir. Dış piyasalarda rekabet etme gücü yoktur. Bu işleyiş neden krize yol açmıştır? Üretim içerde yapılmaktadır ama üretimin ara malları dışarıdan alınmaktadır, teknolojisi dışarıdan alınmaktadır. 6 Böylece ihracat yapmayan bir ekonominin dışarıdan mal almasını sağlayacak döviz gereksinimi karşılanamamaktadır. Onun için dış borç bulma zorunluluğu ortaya çıkmıştır. İşte, dış borç bulma zorunluluğu size politika empoze edilebilmesinin kapısını açmaktadır. Kapitalist dünyanın merkez ülkelerinde uygulamaya giren neo liberal politikalar, 24 Ocak kararları ile Türkiye’nin de gündemine sokulmuştur. Türkiye Cumhuriyeti hükümetinin aldığı bu kararlar esasen Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Dünya Bankası uzmanlarının hazırlayıp sunduğu bir programdan ibarettir. 1950’lerde başlayan ve 24 Ocak 1980’de hızlanan, bu kurumların Türkiye’ye istikrar paketi hazırlamaları günümüzde de devam etmektedir. Günümüzde öne çıkan bir başka gelişme ise Türkiye’nin Batı demokrasisine ulaşabilmesinin bir yolu olarak fiilen ve hukuken Batı dünyası içinde yer almasıdır. Yani Türkiye Avrupa Birliği’ne katılmalıdır. Ancak burada ilginç olan Avrupa Birliği’nin Türkiye’yi birliğe kabul etmesinin ön koşulu, Türkiye’nin demokrasiyi uygulamasıdır. Demek oluyor ki demokrasiyi ülke dinamikleriyle kurmak zorunludur. Bu olanaklı mıdır? Bu noktada Türkiye’de demokrasi talep edenlerin, yöneticilerin Avrupa Birliği’ne giriş vizesi alabilmek için Türkiye’ye demokrasi getirecekleri beklentisi vardır. Bu beklenti bir bekleyiş şeklinde ortaya çıkarsa sonuçsuz kalabilir. Çünkü demokrasinin gerektirdiği kültürel yapıyı gerçekleştirmeye niyeti olmayan bir toplumun dışarıdan demokrasi bekleme hakkı da yoktur, demokrasiyle yönetilme hakkı da yoktur. 7 Tez dört bölümden oluşacaktır. Birinci bölümde gelişmiş kapitalist ülkelerde demokrasi tartışmaları ve liberal demokrasinin içine girdiği iddia edilin kriz ve bu krizden çıkış önerileri ele alınacaktır. İkinci bölümde ise azgelişmiş ülkelerde demokrasinin gelişmesi sorunları ve birinci bölümdeki tartışmaların Türkiye vb. ülkelerde gündemde ne şekilde yer aldığı üzerinde durulacaktır. Üçüncü bölümde Türkiye’de demokrasinin 1980 sonrası dönemde yaşadığı demokratikleşme süreci tartışılacaktır. Dördüncü bölümde bugün Türkiye’de gelinen noktanın genel bir değerlendirmesi yapılarak rejimin yaşadığı sorunlar tarihsel arka planıyla değerlendirilecek ve düşük yoğunluklu bir demokrasinin varlığı açıklanacaktır. Sonuçta ise çağdaş bir demokrasinin Türkiye’de değinilecektir. 8 nasıl beklenebileceğine 1. Bölüm: Demokrasi Tartışmaları Birinci bölümde önce liberal demokrasinin tanımı yapılacaktır. Bu tanımdan kaynaklanan ve demokrasinin işlemesini sağlayan kurumsal yapı ele alınacaktır. Sonra bu yapıda ortaya çıkan sorunlar ele alınacaktır. Yani demokrasinin içine düştüğü kriz değerlendirilecektir. Bu değerlendirmeye bağlı olarak ortaya çıkan çözüm önerileri (radikal demokrasi ve müzakereci demokrasi gibi) gözden geçirilecektir. 1.1. Liberal Demokrasi Siyasal eşitlik ve halk denetiminin hayata geçirilmesi anlamında demokrasi hiçbir zaman sona ermeyecek bir gelişme potansiyeline sahiptir. Bir yönetimin demokratikliğinin böyle kavranmasının “herkes kendi demokrasi düzeyine rıza göstersin” yaklaşımının temeli olamayacağını belirterek başlamalıyız. Demokrasi yaygın olarak yönetilenlerin yöneticileri seçebildiği bir sistem olarak tanımlansa bile bu seçimlerin özellikleri vardır. Seçimler eşit ve genel oy ilkesine göre yapılmalıdır. J. S. Mill’den bu yana eşit ve genel oy ilkesine yöneltilen eleştiri cahil kalabalıkların anlayamayacakları politikalar hakkında seçme hakkına sahip olduklarıdır. Bu eleştiriyi demokratlar “demokrasi yapılarak öğrenilen bir şeydir” yaklaşımıyla cevaplandırırlar. Yani politikaların değerlendirmesini yapma ihtiyacını ancak ona maruz kaldıkları ve onun hakkında söz söyleme hakkına sahip oldukları zaman yaparlar. Demokrasinin ilk örneklerini veren eski Yunan toplumunda “ayakkabının nerden sıktığını yapan değil giyen bilir” derlermiş. (Uygun, 2003: 300) Demokrasi bugünlerde gündeme getirilen radikal demokrasi yaklaşımının iddiasının aksine, klasik olarak açık tartışmaya, ikna ve uzlaşmaya dayanan bir rejim olarak kabul edilir. Demokrasi temel özgürlükleri güvence altına alan bir rejim olarak eşit haklara sahip bireylerin farklı görüşlere sahip olabileceği ve bunların dinlenmesi olasılığını benimser. İfade özgürlüğü, örgütlenme özgürlüğü, hareket özgürlüğü ve kişi güvenliği gibi haklar güvence altına alınır. Çünkü bu, farklılıkların eşitlik temelinde bir arada bulunabilmesinin asgarî koşuludur. Demokrasi fikri Atina demokrasisinden gelmektedir. Ancak Atina demokrasisi * doğrudan demokrasi iken çağdaş demokrasi temsilî bir sistemdir. Rousseau’dan başlayarak pek çok düşünür temsili sistemin demokratik olamayacağını çünkü temsilin mümkün olmadığını öne sürmüşlerdir. Temsilî sistemin zorunluluğunun bir gerekçesi nüfusun Atina’nın doğrudan demokrasisinin uygulandığı dönemle kıyaslanamayacak kadar kalabalık ve siyasal sorunlarla ilgilenecek yeterli zamana sahip olmamalarıdır. İleri teknolojilerin kullanıldığı günümüzde bir tür doğrudan demokrasi uygulama olasılığı gündeme getirilse bile bu teknolojiler henüz her bireye bütün sorunlar hakkında ilgilenecek ve bilgilenecek yeterli zamanı sağlamazlar. Buradan hareketle biçimsel ve temsilî demokrasinin sınırlı bir uygulamasını demokrasi olarak savunanlar halkın yöneten iktidar konumuna hep birlikte gelemeyeceğini ancak iktidarı denetleyebileceğini öne sürerler. Böylece halk politikaların belirlenmesini ve uygulanmasını denetleme * Atina demokrasisinin özellikleri için Ağaoğulları (2003)’e bakınız. 10 hakkına sahip olur. Ancak bu hakkını sürekli olarak kullanabilmesi yukarıda saydığımız nüfus fazlalığı ve zaman eksikliği dolayısıyla mümkün olamaz. Böylece halk hem politikaları uygulayacak hükümeti hem de onu denetleyecek olan parlamentoyu seçer. Halkın bizatihi kendisinin denetleyici rolü bir sonraki seçimde oy verecek olmasından kaynaklanır. Yani hükümet edenler ve parlamento üyeleri tekrar seçilebilmek için halkın taleplerini dikkate almak zorundadırlar. Böylece kısıtlı bir demokrasi anlayışını günümüzün mümkün demokrasisi olarak sunanlar halkın seçimden seçime söz sahibi olabileceği bir rejimi demokrasi olarak kabul ederler. Demokrasinin siyasal eşitlik ilkesi temsil sistemi içinde eşitsizliğe dönüşerek her bir yurttaşın eşit oya sahip olduğu fikrini tartışmalı hale getirir. Yani her bireyin eşit bir oya sahip olduğu görüşü pratikte işlemez. Çünkü temsili sistemde seçme ve seçilme pratikleri belli maliyetlerle gerçekleşir. Seçilmek isteyenlerin tanıtımda eşit olanaklara sahip olmadığı gibi seçmenleri etkileme açısından da farklı olanaklara sahiptirler. Dolayısıyla oyların manipülasyonu vb. olasılıklar vardır. Bunun yanında uygulanan seçim sistemlerinden kaynaklanan bir biçimde oyların ağırlığının değiştiği iddia edilebilir. Türkiye’den örnek verirsek yürürlükteki seçim sistemine göre İstanbul’dan milletvekili seçilen bir kişinin aldığı oy sayısı ile Bayburt’tan milletvekili seçilen bir kişinin aldığı oy kıyaslanamayacak kadar farklıdır. Demokrasilerin işleyişinde bir başka önemli güç de basın veya medyadır. Demokraside ifade özgürlüğünün ve bilgi edinme hakkının garantisi olarak işlev görmesi beklenen basın veya medya seçim sürecini ve seçimden sonra iktidar sahiplerinin halkı manipüle etme çabalarını etkileyebilir. Yani medya bazı 11 durumlarda demokrasinin eşitlik ilkesini olumsuz etkileyebilir. Örneğin medya bir grubun tekelinde olursa veya hükümetin mali desteğine gereksinim duyarsa görevini yerine getiremez. (Kaya, 1999b) Öyleyse medya bağımsızlığı garanti edilmeden demokrasiye katkı sağlayamaz. Yani medya demokrasinin yararına bir güç olacaksa hem hükümetten hem de hükümet dışı güç odaklarından bağımsız olmalıdır. Tarihsel bazı sebeplerle temsilî demokrasiler liberal demokrasi olarak adlandırılmaktadır. Bir sebep liberal anayasacılık hareketi içinde çoğu Batı devleti demokratik olmadan liberal olmasıdır. Monarkın yönetiminin meşruiyeti Anayasacılık hareketinin bir sonucu olarak burjuvazinin temsilcilerinden oluşan bir parlamentonun onayına bağlanmıştır. Böylece genel ve eşit oy ilkesinden çok önce demokrasi temsilî bir sistem haline gelmişti. Buradan hareketle liberal anayasacılık zaman içinde demokrasinin temeli olarak kabul edildi. Modern devletin iktidarı hukukla sınırlandırılmaz ise insanların iktidarı denetleme kapasitesi zarar görür. Demokrasi devamlı olarak iktidarın denetiminin ve etkilenmesinin şartlarını sağlayan bir sistemdir. Bu şartların içerisindeki temel unsur anayasa; hukuk devleti; kuvvetler ayrımı; bireylerin hak ve özgürlüklerinin güvence altına alınmasıdır. Demokrasinin temel özelliği karar verme hakkını herkesin eşit olarak paylaşmasıdır. Bu noktadan hareketle diyebiliriz ki, demokrasi çoğunluk yönetimi veya halkın bir kısmının diğer kısmını yönetmesi demek değildir. Çoğunluğun kararına başvurulması ancak tartışma, değiştirme, uzlaşma gibi diğer yollar tükendiği zaman anlaşmazlığı çözücü bir usul olarak ortaya çıkan bir zorunluluktur. Çoğunluğun kararı azınlığı 12 güçsüz bıraktığı, sonuç üzerinde azınlığın etkisini ortadan kaldırdığı oranda çoğunluk yönetimi, demokratik mükemmelliğin en iyi örneği olmaktan ziyade karara ulaşmanın en çabuk ve kaba yolu olarak algılanmalıdır. Çoğunluğun kararı her zaman demokratik olmayabilir veya demokrasinin uygulanıyor olduğunun bir kanıtı olmayabilir. ∗ Eğer çoğunluğu veya çoğunluğun desteğine sahip hükümetin kararı, bir bireyin veya bir grubun temel demokratik haklarını ihlal ediyorsa bu durumda demokrasi söz konusu değildir. “Temel haklar, siyasal yaşama insanların katkıda bulunmasına olanak sağlamak için gerekli olan ifade özgürlüğü, örgütlenme özgürlüğü, seçme ve seçilme hakkı gibi haklardır. Tüm vatandaşların bu haklarının güvence altına alınması, demokratik sistemin temel unsurunu oluşturur; ideal olarak bu haklar anayasa ile korunmaya alınmalı, çoğunluğun müdahalesine karşı bağışık hale getirilmelidir.” (Beetham ve Boyle, 1998: 24) Tarih göstermektedir ki, demokrasinin uzun dönemli bir halk mücadelesi olmadan kurulması sık rastlanan bir olgu değildir.Yani demokrasi yukarıdan sunulmaz. İktidarı elinde bulunduran geleneksel yöneticiler, askeri diktatörler gönüllü olarak ondan vazgeçmezler. Onların güçlerinden vazgeçmeleri ancak halkın mücadele ederek onları iktidardan uzaklaştırmaları ile mümkündür. ∗ Bu konuda güzel bir örnek olarak 1982 Anayasası’nın oylandığı reformu irdeleyen Eroğul’a (1995) bakılabilir. 13 Ülke dışındaki demokrasilerin desteği, ülkedeki demokratik anayasanın oluşturulmasına yardım edebilir. Ancak bu destekler otoriter yönetime karşı halkın kendi mücadelesinin yerini alamaz. Burada hemen akla gelen 1980’ler boyunca Reagan yönetimindeki ABD’nin Güney ve Orta Amerika ülkelerine demokrasi ihraç etme çabalarının yanı sıra, günümüzde yine ABD’nin Ortadoğu ülkelerine demokrasi getirmekte olduğunu iddia etme olgusudur. Demokrasi ile ilgili bir başka önemli konu da demokrasinin bir kez kurulmasının onun sürekliliğini garanti edip etmeyeceğidir. Demokrasi bir kez kurulduktan sonra sürdürülebilmesinin basit bir reçetesi yoktur. Demokrasi hem anti demokratik güçlere karşı korunmalı; hem de hükümetin gücü sınırlandırmalıdır. “İşleyen bir demokrasinin dört temel unsuru vardır : 1) Özgür ve adil seçim, 2) açık ve sorumlu hükümet, 3) sivil ve siyasal haklar, 4) demokratik veya sivil toplum.” (Beetham ve Boyle, 1998: 32) Özgür ve adil seçim hem kamu makamlarına gelebilme hem de oyların değeri açısından vatandaşların siyasi eşitliğini sağlamanın önemli bir alanını oluşturur. Özgür ve adil seçim, seçim mevzuatı ve seçim prosedürü olmak üzere iki boyuta sahiptir. Demokrasilerde hükümetin birincisi yasal sorumluluk, ikincisi siyasal olarak adlandırılan iki türlü sorumluluğu vardır. Yasal sorumluluk hukuk devleti ilkesine bağlı olarak hükümetin işlerinin yasal denetime tabi olmasıdır. Siyasal sorumluluk ise hükümetin politika ve fiillerini halk ve parlamento nezdinde haklı 14 çıkarabilmesidir. Hükümet hem halka formel olarak danışma hem de değişik şekillerde halkın görüşlerini açıklamasına açıklığı ile sorumlu olma yanında duyarlı da olmalıdır. Demokraside bireylerin medeni ve siyasî haklarını kolektif karar ve eylemlere katılabilmek için kullanabilmeleri esastır. Yani bireye sağlanmış olan düşünce ve ifade özgürlüğü gibi haklar demokraside ancak hükümeti etkileyebilmek için yürütülen bir kampanyada, bir örgütlenmede kullanılabildiği zaman anlamlıdır. Yaygın bir anlayışa göre demokraside bireyler bireysel bir hak olarak kullandıkları sürece söz ve ifade özgürlüğüne sınırsızca sahip olabilirler. Ne zaman ki hükümeti etkilemek için kolektif bir eylem örgütlemek üzere bir girişimde, örgütlenme içinde bulunurlar o zaman demokrasinin sınırsız özgürlükler rejimi olmadığı demokrasinin de kendisini korumak zorunda olduğu dile getirilir. Hemen belirtmek gerekir ki Batı demokrasilerinde bu daha az kullanılan bir argümandır. Yani düşünce ve ifade özgürlüğü birlikte düşünülür ve uygulamada da buna olanak sağlanır. Yani yaygın bir örgütlenme özgürlüğü söz konusudur. Daha sonra üzerinde durulacak ise de burada bir örnek olarak belirtmek gerekirse, Türkiye’de askeri bir rejimden demokrasiye geçildiği iddiası ile yürürlüğe konulan 1982 Anayasası toplumun hemen her kesiminin düşünce açıklamasını ve örgütlenmesini sınırlandırmış adeta hiç olanak tanımamıştır. Örneğin sendikaların, derneklerin siyaset yapamayacakları bu anayasada birkaç kez tekrar edilmiştir. Demokraside, sivil toplum örgütleri denilen sendikalar, meslek kuruluşları vb. her türlü örgütlenme önemli bir yere sahiptir. Hükümet dışı örgütler olarak da anılan bu kuruluşların örgütlenmesi ve varlığı, devletten 15 bağımsız örgütlenmelere demokrasinin ihtiyaç duyduğunu belirtir. Devletin gücü ancak bu yolla sınırlandırılabilir, halkın görüşleri yukarıdan belirlenmek yerine aşağıdan oluşturulabilir, keyfi yönetime direnme hususunda toplum kendine güvenini kazanabilir. Sivil toplum örgütlerinin toplumdaki demokratik kültürü geliştirme konusunda bir katkıları olabilmesi için kendi iç işleyişlerinde demokratik olmaları zorunludur. Aksi halde sadece devlet düzeyinde olan, toplumun kalan kısmının otoriter çizgide olduğu zayıf bir demokrasi söz konusu olur. Demokraside açık hükümet bir zorunluluktur. Çünkü hükümetin faaliyetleri hakkında yeterli bilgi olmadan kamu makamları sorumlu tutulamayacağı gibi seçmenler bilinçli bir tercih yapamayacaklardır. Bu bilgilere ulaşmak hükümetin bir ihsanı değil vatandaşların veya onlar adına medyanın hakkıdır. Bu bilgilerin açıklığı yolsuzlukları önlemenin yanı sıra politik hataların kronikleşmeden ortaya konulmasına yardım eder. Açık hükümet dört ana unsuru içerir: 1) Hükümet politikaları ve bu politikaların hayata geçirilmesini sağlayan araçlar ve maliyetlerle ilgili bilgiler hükümetin kendisi tarafından sağlanır. 2) Bireyler veya basın hükümet belgelerine doğrudan veya parlamento aracılığıyla dolaylı olarak ulaşabilmelidir. 3) Toplantılar halka ve basına açık olmalıdır. 4) Politikaların formüle edilmesi ve uygulanmasında hükümetin sistematik olarak ilgililere danışması, alınan bilgi ve tavsiyelerin yayınlanmasıdır. (Beetham ve Boyle, 1998: 70) Demokrasi ve Hukuk Devleti Hukuk devleti, demokrasinin ve birey haklarının köşe taşı olarak görülebilir. Hukuk devleti olmaksızın bireyin haklarını yürütmeye karşı korumak mümkün değildir. 16 Demokratik anayasa ve seçilmiş yasama hukukun kaynağı olduğu için yürütmenin hukuka itaat etmesi demokrasinin gereklerindendir. Hukuk devleti ile kastedilen, devletin ve siyasal iktidarın hukukun üstünlüğünü kabul etmesidir. Bu da, hukukun genel ve evrensel ilkelerine uygunluğun yanı sıra, siyasal iktidarın ulusal anayasaya uymasını zorunlu kılar. Kuşkusuz ulusal anayasa da hukukun ve demokrasinin evrensel ilkelerine uygun olmak zorundadır. Böylece, hukuk devleti, devletin bütün uygulamalarında hukuk kurallarına uyacağını önceden kabul ve ilan eden bir devlet olarak tanımlanabilir. Bu tanımın doğuracağı kurumlar ve kurallar olacaktır. Bunlar; i) Devletin bütün eylem ve işlemlerinin yargı denetimine tabi olması, ii) Yasama organının çıkaracağı yasaların anayasaya uygunluk denetiminin yapılması, iii) Temel hak ve özgürlüklerin tanınması ve korunması, iv) Yasa önünde eşitlik ilkesinin uygulanması, v) Yargı kuruluşlarının bağımsızlığının ve güvenilirliğinin sağlanması. (Sabuncu, 1994: 31- 41) Devletin bütün eylem ve işlemlerinin yargı denetimine tabi olması siyasal iktidarın ve kamu yönetiminin hukuka bağlı çalışmasını, keyfilikten uzak olmasını sağlamanın ön koşuludur. Eğer bunlara uymazlarsa kararları bağımsız yargı tarafından iptal edilir. Bunun önemi şuradadır: modern dünyada birey devlet karşısında güçsüzdür, onun bu güçsüzlüğü yargısal korumayla giderilmeye çalışılmıştır. Yasama organının kararlarının anayasal denetimi, yasama organında çoğunluğu ele geçiren bir partinin, zümrenin kendi çıkarlarına uygun ve keyfi yasal düzenlemeler yapmasını önler. Anayasaların toplumsal mutabakatın belgeleri olduğu varsayılırsa yasaların buna uygunluğunun denetimi toplumda bireylere ve gruplara asgari bir 17 güvence sağlar. Demokrasilerde bu uygulama farklılıklar gösterebilir, ama bu farklılıklar biçimseldir. Öz itibarıyla yasama meclisi toplumun kendisi değil temsilcileridir. Oysa anayasaların oylanmasında uygulanan referandumda, anayasa metnini oylayan, toplumun kendisidir. Temel hak ve özgürlüklerin tanınması ve korunması, bireylerin devlet karşısındaki haklarını güvenceye alır. Burada tek tek hepsini saymamıza gerek yok. Bu haklar birinci, ikinci ve üçüncü kuşak haklar olarak belirtilebilir. Birinci kuşakta devletin dokunmaması istenilen haklar, ikinci kuşakta devletin sağlaması gereken haklar, üçüncü kuşakta ise dayanışma hakları denen haklar vardır. Bu hakların neler olduğu ve nasıl korunacağı hukukta belirlenmiş ise de, uygulamada farklılıklar ortaya çıkabilmektedir. Şu kadarını belirtmek gerekir ki; demokrasilerde, bu haklar topluca insan hakları olarak ele alınabilir. Uluslararası anlaşma ve sözleşmelerle güvence altına alınmış bu haklar çeşitli düzeylerde ihlal edilme riskine sahiptirler. İşte bu yüzden hukuk devletinin temel özelliklerinden biri, bu hakları tanımak ve korumaktır. (Kaboğlu, 1995: 113-114) Yasa önünde eşitlik ilkesi liberal anayasacılık hareketlerinin temelinde yer almaktadır. Fransız Yurttaş Hakları Bildirisi’nden bu yana bireylerin yasa önünde eşitliği ilkesi benimsenmiştir. (Soysal, 1986: 14) Daha önceleri farklı toplumsal zümrelerden insanlar farklı yargılama usullerine tabi idiler. Ancak günümüzde yurttaşlık statüsü bireylerin eşit yargılama haklarını teslim etmektedir. Toplumsal sınıf, zümre, kategori veya statü farklılıklarına bakılmaksızın yurttaşlar işledikleri veya isnat edilen suçun gerektirdiği mahkemelerde, suçun işlenmesinden daha önce 18 oluşturulmuş yasalara göre ve daha önceden atanmış yargıçlar tarafından yargılanmaktadırlar. Yargı kuruluşlarının bağımsızlığının ve güvenilirliğinin sağlanması da hukuk devleti için önemli bir zorunluluktur. Bu kuruluşların bağımsızlığı yargıçların bağımsızlığı güvence altına alınarak sağlanabilir. Yargıçlar hem ekonomik açıdan güvence altına alınmalıdırlar, yani, Türkiye’de bir yüksek mahkeme başkanının dediği gibi vicdanlarıyla cüzdanları arasına sıkışmamalıdırlar; hem de siyasal baskılardan uzak olmalıdırlar. Atama ve yükseltilme işlemleri siyasi iktidarın etkisi altında olmamalıdır. Hukuk devleti kendisini koruyacak bağımsız bir yargının varlığı ölçüsünde etkin olacaktır. Bu bağımsızlık hem yargı kurumunun yürütmenin müdahalelerinden kolektif olarak bağımsız olması, hem de görevlerini yerine getirirken korku ve menfaat vaadinden uzak bir şekilde birey olarak yargıçların kişisel bağımsızlığıdır. Her iki tür bağımsızlık da resmî, anayasal güvenceden daha fazlasını gerektirmektedir; bu bağımsızlık yargıçların atanmasına, iş güvenliklerinin sağlanmasına da bağlıdır. Atamalar, hükümetin veya yürütmenin elinde olmamalıdır. Benzer olarak yargıçlar mevcut hükümet tarafından görevden alınamamalıdır. Silahlı Kuvvetlerin Demokrasideki Yeri Silahlı kuvvetlerin demokrasideki yeri konusunda tartışma açmanın önemli gerekçesi yaygın olarak demokrasinin kesintiye uğrama sebeplerinin birinci sırasında askerî müdahalelerin gelmesidir. Modern dönemin demokratikleşme hareketlerinin 19 başlangıcında kurulmuş demokrasilerde siyasal ve askerî kararlar arasında iyi anlaşılmış ve dikkatle korunan bir ayrım olduğu için silahlı kuvvetlerin sivil denetime nasıl tabi tutulacağı bir sorun oluşturmamaktadır. Öte yandan tarihlerinde askerî ihtilal, askerî yönetim veya hükümetin politikası veya atamalarının askerî vetoya tabi tutulduğu uygulamalar yaşamış, son zamanlarda kurulmuş olan demokrasiler için silahlı kuvvetlerin nasıl denetime tabi tutulabileceği önemli bir sorundur. Her şeyden önemlisi, ordu her yerde seçilmiş politikacıları etkisiz hale getirecek, hükümeti devirecek ve halkı kendi yönetimine tabi kılacak güç kapasitesine sahiptir. Sorun, silahlı kuvvetlerin bunu yapma istekleri ve bu isteğin nasıl zayıflatılabileceğidir. Ordunun seçilmiş politikacılara itaatini sürdürmesi, ordu mensuplarının siyasal olmayan rollerde eğitilmesi, onlara tatmin edici ücret ve statü verilmesi ve ileri teknoloji silahlarının verilmesine bağlıdır. Ordu içerisindeki memnuniyetsizlikler askerî müdahaleye katkıda bulunan faktörler olsa bile nadiren belirleyici faktör olabilirler. “Demokratik düzende politikacıların çözmekte yetersiz kaldığı derin ve devamlı krizler, iç savaş, kronik enflasyon, kamu düzeninin bozulması, açıkça kötü ve ısrarlı siyasal yozlaşma olduğu durumlarda genellikle ordu sivil hükümeti devirmektedir. Kurulu düzeni tehdit eden radikal programlara sahip olan partilerin seçim kazanmasını veya programların uygulamalarını engellemek için de askerî müdahale yapılabilmektedir.” (Beetham ve Boyle, 1998: 91-93) Bu açıklamada karşımıza çıkan durum işlevsel demokratik kurumların güçlendirilmesindeki başarısızlığın müdahalelerin ana sebebi olmasıdır. Türkiye’den örnek vermek gerekirse 12 Eylül darbesini yapan komuta heyetinin başında bulunan Kenan 20 Evren’in açıklaması belirtilebilir: “Eğer 12 Eylül öncesinde mecliste bulunan iki büyük parti (iktidar ve ana muhalefet partisi) anlaşarak bizim önerdiğimiz yasal düzenlemeleri yapsa ve Cumhurbaşkanını seçebilse idi biz müdahale etmezdik.” Burada açıkça darbenin sorumluluğu sivil siyasetçilere ve siyasal partilere yüklenmiştir. Oysa çok açıktır ki, herhangi bir sivil parlamento demokrasinin yürürlükte ve demokratik örgütlerin güçlü olduğu bir ülkede askerî yönetimin yaptığı yasal düzenlemeleri yapamazdı. Askerî yönetimler kalıcı olamamaktadırlar. Çünkü onlar toplumun sorunlarına, uzun dönem için değil kısa dönem için daha az hoşnutsuzluk yaratan çözümler temin edebilirler. 1980’lerde, uygulanmasında demokratik yetersizliğinin politikaların aksine, askerî ekonomik yönetimleri kararların ekonominin modernleşmesini ve ülkenin imarını sağlayıcı bir unsur olarak yüceltmek modaydı. Örneğin Türkiye’de 24 Ocak Kararlarının mimarı olarak gösterilen Turgut Özal 1980 Ağustos’unda “ülkenin temel ekonomi politikalarına siyasetçiler karışıyorlar, bu önlenmelidir” demiş ve 12 Eylül’de askerî darbe olmuş. (Kaya, 2002: 173) Ancak, silahlı kuvvetler hükümet otoritesi için meşru kaynak temin etmekte basitçe yetersizdir. Onların iktidarda kaldıkları dönemin kayıtları üzücüdür. Askerî yönetimler, kapalı ve gizli hükümet yolsuzluklarını azaltmaktan ziyade onları sadece gizlemektedir; ekonomi yönetiminde de herhangi bir başarıları kaydedilmemiştir; askerî yönetimler hiçbir açık hükümetin tolere edemeyeceği insan hakları ihlalleri siciline de sahiptirler.(Beetham ve Boyle, 1998: 93) Demokrasiyi güçlendirmek için hukuk devletini, anayasal hükümeti ve demokratik kurumları güçlendirmek gerekmektedir. Bu uzun dönemli bir mücadele gerektirir ve 21 gerekirse uluslararası destek de alınmalıdır. Bunun alternatifi olabilecek demokrasiyi kolayca güçlendirebilecek bir yol yoktur. Aynı şekilde, temel sosyal çatışmaları çözmenin müzakere ve uzlaşma politikası dışında bir alternatifi yoktur. Ayrıca, demokrasinin gelişmesinde insan hakları ihlallerine yönelik ulusal ve uluslararası alanda mücadele etmek önemlidir. İnsan hakları, tarihsel gelişimini ve temellendirilme sürecini burada tartışmamıza gerek olmayan, temel özgürlükler, insanî ihtiyaçlardan ve yeteneklerden kaynaklanan bireysel haklardır. Uluslararası toplum insan hakları ile ilgili bir çok uluslararası anlaşma ve sözleşme benimsemiştir. Örneğin Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi. Bu araçlar, insan hak ve özgürlüklerinin kapsamı hakkında üzerinde anlaşılmış tanımlar ortaya koymayı amaçlamanın yanında, aynı zamanda ilgili ülkelerin hukuk sistemlerinde ve pratik yaşamlarında bu hakları koruyucu gerekli adımların hükümetlerce atılmasını sağlamayı amaçlamaktadırlar. Uluslararası insan hakları hareketinin gelişmesi ve uluslararası insan hakları standartlarının hızla yayılması sonucunda günümüzde devletlerin iç işlerine karışılmaması ilkesine bir istisna gelmiştir; veya iç işleri tanımı değişmiştir. Kamu alanında devletin kendi vatandaşlarına muamele tarzı, diğer hükümetlerin ve gönüllü kuruluşların bu tür uygulamaları dışarıdan eleştirileri ülkelerin iç işlerine müdahale sayılmaz. Yani insan hakları ihlalleri uluslararası düzeyde bir yaptırımla karşılaştığı zaman ilgili devletler ve hükümetler ona uymak zorundadır. Bu yaptırımlara uymak zorunda olmak hükümetlerin insan hakları ihlallerine son vereceği anlamına gelmiyor. Örneğin Türkiye Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin kararlarıyla bu 22 ihlallerin mağdurlarına defalarca tazminat ödemiştir. Yani bir yaptırımla karşılaşmak hakları ihlal etmeyi sağlamamıştır. İnsan Hakları Dünya Konferansında da, “tüm insan haklarının korunması ve geliştirilmesi uluslararası toplumun meşru ilgi alanıdır” ifadesi ile diğer ülkelerin insan hakları ihlallerine müdahale edilebileceği yolundaki ilke onaylanmıştır. (Uygun, 2003: 296) İnsan Hakları Dünya Konferansı demokrasi ile insan hakları arasındaki ilişkiyi, “karşılıklı birbirine bağlılık” ve “karşılıklı birbirini destekleyicilik” olarak nitelendirmektedir. Bu demektir ki, insan hakları ve hukuk devletinin sadece gelişmiş ülkelerde değil gelişmekte olan ülkelerde de demokratik ilkelere bağlı kalınarak en iyi şekilde başarılacağı uluslararası toplumca kabul edilmiştir. Demokrasinin iyi bir şekilde işleyebilmesi için insan hak ve özgürlüklerinin kullanılması gereklidir. Demokraside vatandaşların bireysel hakları olan medenî ve siyasî hakların güvence altına alınması iki yönlü bir işleve sahiptir: 1) Bu haklar kolektif karar verme sürecinde siyasal eşitlik ve halk denetimi gibi demokratik ilkelerinin sağlanması için gereklidir. 2) Bu haklar ve özgürlükler çoğunluk kararının kapsama alanı dışında bireyin özgürlük ve seçim alanını tanımlayarak kolektif hareketlere bir sınır oluştururlar. Bu ikili işlev demokratik sisteme sıkıca bağlı bazı medeni ve siyasî hakların ana hatlarıyla gözden geçirilmesi ile örneklendirilebilir. Düşünce ve vicdan özgürlüğü: Demokratik toplumun ön varsayımı, her bireyin istediği şekilde düşünmede, kendi fikirlerine, görüşlerine, genel hayat felsefesine sahip olmada özgür olmasıdır. Aynı şekilde demokratik toplum bireye diğerleri ile birlikte bir inanca sahip olması, diğerlerinin haklarına saygılı kalarak inancını 23 pratikte yaşaması özgürlüğü sunar. Yaygın veya çoğunluğun inançlarına karşı düşünce özgürlüğü bireyin hakkı olarak daima korunmalıdır. İfade ve basın özgürlüğü: Demokrasinin temeli her vatandaşın diğerleri ile eşit olarak işitilmek ve konuşma hakkına sahip olmasıdır. Bundan dolayı, ifade özgürlüğü temel bir insan hakkıdır. Eğer her bir vatandaş kendi sesini duyurma şansına sahip olacaksa, ifade özgürlüğüyle ilgili uluslararası standartlar sadece konuşma hakkını değil aynı zamanda sınır tanımayan medya araçları ile her türlü fikir ve bilgi almayı isteme hakkını da kapsar. Modern toplumda bunun anlamı, bireyin itibarını ve özel hayatını korumak için yerleşmiş belirli kurallar çerçevesinde medya bağımsız olmalıdır; medya, vatandaşı bilgilendirmede, hükümeti eleştirmede ve politik seçenekleri veya tartışmaları yansıtmada özgür olmalıdır. Toplantı ve örgütlenme özgürlüğü: Modern temsilî demokrasi insanların kamu sorunlarını tartışmak üzere bir araya gelme, sendika ve dernek kurma, menfaatleri için hükümete baskı yapma, siyasal partilere katılma özgürlükleri garanti edilmeden işlevini gereği gibi yerine getiremez. Bu özgürlükler, toplanma, gösteri ve şikayet sebebinin ortadan kaldırılması için başvurabilme haklarını da içerir. Sosyal ve ekonomik haklar ile demokrasinin ilişkisine baktığımız zaman, yaşamak için gerekli temel insan ihtiyaçlarının karşılanmasının demokrasinin işleyebilmesi için gerekli bir platform olduğunu görürüz. Demokrasinin eşitlik ilkesi her ne kadar liberal demokrasi tarafından siyasal ve hukuk önünde eşitlik olarak kabul edilse bile vatandaşın eşit söz hakkını daha geniş yorumlamak mümkündür. Ekonomik ve sosyal yaşamda var olan çeşitli eşitsizliklerin boyutu toplumun demokratikleşme 24 potansiyelini önemli ölçüde sınırlar. Örneğin eğitim olanaklarından yararlanma düzeyindeki eşitsizlik bazı vatandaşların haklarını talep edebilme konusunda diğerlerinden daha güçsüz konumda kalmasına yol açar. Aynı zamanda, kolektif bir süreç olarak demokrasi bu eşitsizliklerin tanımlandığı ve azaltıldığı bir mekanizmadır. İnsan haklarının soyut bir takım haklar olmaktan çıkıp pratikte yaşanabilmesi için bazı olanaklar olmalıdır. Hakların korunması için sağladıkları araçlar açısından demokratik toplumlar farklılıklar gösterse bile, hakkının ihlal edildiğini iddia eden her bireyin sahip olacağı bir başvuru yolu gerekliliğini kapsar şekilde uluslararası standartlar bazı ilkeler sunar. Bireyler, kendi ülkelerince kabul edilen insan hakları ile ilgili uluslararası sözleşmelerde yer alan hakları kullanabilmelidirler. Demokrasiye 1983 yılında geçtiğini ilan eden Türkiye'nin vatandaşlarına Avrupa İnsan Hakları Komisyonu’na bireysel başvuru hakkını kabul etmesi için 28 Ocak 1987’yi beklemek gerekti. Dünyadaki devletlerden bazıları, insan hakları taahhütlerinin tanımlandığı ve demokratik sistemin işleyişi ile garanti altına alındığı yazılı anayasalara sahiptirler. Anayasalarda ve temel haklar bildirgelerinde belirtildiği gibi, insan haklarının savunulmasında mahkemeler ön safhadır. Bireyler, haklarının varlığını kanıtlamak için, ihtiyaç duyulan hallerde adlî yardım da alarak, mahkemelere başvurma hakkına sahip olmalıdır. Mahkemelerin kararları, hükümetler tarafından uygulanmalıdır; kararların uygulanması anayasanın öngörmesi halinde kanunların değiştirilmesi ve tazminat ödenmesini içermelidir. Ayrımcılığın her şeklinin yasaklanması; çocuk, sakat, sosyal olarak dezavantajlı gibi korunmaya 25 muhtaç kişilerin temel haklarının korunması genellikle yasa kabulü veya diğer önlemler şeklinde pozitif hareketler gerektirir. Demokrasilerde insanlar adalete ve haklarına ulaşmak için seçtikleri temsilcilere başvururlar. Medya, insan hakları ihlallerinin izleyicisi olarak temel öneme sahiptir. Pratikte insan haklarını korumak için, hükümetin yönetiminin işleyişini gözetlemek üzere bağımsız denetçiler veya ombudsman kurumu gibi, bir çok kurumdan faydalanılır. Ancak, demokrasinin en iyi savunması onun ilke ve amaçlarına olan inançtır. Bundan dolayı, insan hakları ve demokratik vatandaşlıkla ilgili eğitim her seviyede çok gereklidir. Eğitim programları, okullar ve üniversitelerle sınırlı olmamalı, polis ve asker dahil tüm kamu otoritesini kapsamalıdır. 1.2. Liberal Demokrasinin Krizi Bu alt başlıkta liberal demokrasinin iki krizi ele alınacaktır. Bunlardan bir tanesi liberal demokrasinin meşruiyet temeline ilişkin sorundur. İkincisi ise katılım veya temsil krizi diye adlandırılan, seçmenlerin ilgisizliği ağırlıklı bir değerlendirme olacaktır. 1.2.1. Meşruiyet Krizi Meşruiyet siyasal iktidarın en önemli dayanağıdır. İktidarın en önemli dayanağı olan meşruiyetin unsurları birbiriyle iç içe geçmiş sosyal yapı, kültürel değerler, siyasal hedefler, ideolojik söylem ve yönetim tarzıdır. İşte bu unsurlar arasındaki uyumsuzluk ve çatışmalar meşruiyet krizini oluşturur. Meşruiyet krizinin temel 26 kaynağı bireylerin kendilerini ne ölçüde siyasal ve toplumsal bütünlüğün bir parçası saydıklarını sorgulamaya başlamaları ve aidiyet duygularının zayıflamasıdır. İktidar açısından bakarsak, meşruiyet krizi, siyasal iktidarın toplumsal ilke ve değerlere yabancılaşmasıdır. Bu yabancılaşma, aynı zamanda bireylerin ve toplumun da siyasal iktidara yabancılaşmasına yol açar. Bu durumda bireyler, siyasal sorunlar karşısında kaygısız, ilgisiz kalacak veya siyasal sisteme karşı güvensizlik duyacak ve itiraz sesleri yükselecektir. Habermas, meşruiyet krizinin kaynağında, siyasal iktidarın kendi varlığını korumak ve düzenli, istikrarlı bir şekilde sürekliliğini sağlamak uğruna, sahip olduğu amaçları, ilkelerini ve bunların anlamlarını, değerlerini ve fikirlerini toplumsal meşruiyeti göz ardı ederek sürdürmek isteğinin yattığını belirtir. Habermas’a göre siyasal iktidar, ekonomik sınıfların çıkarlarını ve çatışmalarını kontrol altında tutmak ve bunları meşrulaştırmak için, başta ekonomi olmak üzere toplumsal ilişkilere müdahale eder. Elindeki güç kaynaklarını tüm topluma adil dağıtmak yerine, kendine yakın sınıflar arasında bölüştürür. (Türköne, 2003: 60) Siyasal iktidar ideolojik bir meşrulaştırma girişimiyle, alternatif meşruiyet kaynaklarını ve potansiyel sınıfları kontrol etmek üzere topluma müdahale eder. Bu yüzden meşruiyet krizine bağlı olarak, sınıf çatışmaları, temsil, katılım, bütünleşme ve bölüşüm krizleri toplumsal alanda yükselir. Siyasal iktidar meşruiyetini sağlayamadığı zamanlarda ikna yöntemlerini değil, zor ve baskı yöntemlerini kullanır. Siyasal iktidarın rıza yerine baskı ve zor kullanmayı seçmesi meşruiyet krizini derinleştirir. Bir iktidarın yasal olarak geçerli olması onun meşruiyetini sürdürdüğü anlamına gelmeyebilir. Yasallık meşruiyet için 27 gereklidir ama yeterli değildir. Habermas’a göre bu kriz olan ile olması gereken arasındaki çatışmadır. Otoriter ve totaliter siyasal sistemlerde olduğu gibi, demokratik sistemlerde de meşruiyet krizi çok ciddi boyutlarda ortaya çıkmaktadır. Demokratik sistemlerde yaşanan meşruiyet krizinin en iyi örneği demokratik seçimlerle iktidara gelen faşist yönetimlerdir. Demokrasilerde meşruiyet kaynağı geleneksel, dinsel, kişisel vb. ayrıcalıklar yerine toplumu oluşturan tüm bireylerin özgürlüğü ve eşitliği üzerine oturtulmaktadır. Burada en önemli katkı seçme ve seçilme hakkının yaygınlaştırılmasından kaynaklanmıştır. Modern demokraside yönetim anlayışı eskiden olduğu gibi soya, dine, mülkiyete, geleneğe, kahramanlığa dayandırılmaktan kurtulmuş onun yerine toplumsal rızaya ve tek tek bireylerin tercihlerine dayandırılmıştır. Buradan hareketle günümüzde demokrasi bir takım ilkelere dayanmaktadır. Bu ilkeler; halkın yönetime etkin katılımı, farklı düşüncelerin özgürce ifadesi, örgütlenmesi ve temsili, düşünce özgürlüğü, çoğunluğun yönetimi ve azınlığın haklarının korunması, temel hak ve özgürlüklerin güvence altına alınması ve hukukun üstünlüğü şeklinde özetlenebilir. Demokrasi, siyasal iktidarın “meşru güç kullanma tekeline” sahip olma ayrıcalığının, toplumsal rızaya dayanması zorunluluğu üzerinde yükselir. Toplumsal rızanın oluşmasında tek meşruiyet ölçütü olarak bireysel aklı tercih eden demokrasi için, bu aklın üstünde hiçbir “akıl” olamaz. Demokrasi bireyin aklını tek meşruiyet yasası, bireyin tercihini (seçimini) de tek temsil yasası olarak kabul eder. Demokrasilerde 28 halk (bireyler), kendilerinden ayrı ve bağımsız bir siyasal iktidarla değil, bizzat kendilerinden kaynaklanan, kendilerinin tercihinin ürünü olan bir iktidarla yönetilirler. Son tahlilde siyasal iktidarın meşruiyeti ile toplumsal rızanın temsili aynı şeydir. Demokrasinin üstünlüğü de zaten temsil ile meşruiyetin en geniş oranda ve alanda örtüşmesidir. (Türköne, 2003 : 62) Demokratik sistemde meşruiyet krizine yol açan gelişmeler neler olabilir? Siyasal iktidarın meşruiyet kaynağını oluşturan toplumsal konsensüsü temsil edemez hale geldiği, bireylerin tercihlerini özgürce ifade etmesine izin vermediği, çoğunluk iktidarı adı altında azınlık haklarını göz ardı edip çoğunluk diktatörlüğüne yol açtığı, karar ve eylemlerinin yargı ve diğer güçlerce denetlenmesine engel olduğu, sosyal, siyasal ve ekonomik kaynakları adil olarak bölüştürmediği, toplumsal taleplere cevaplar üretemediği zaman, meşruiyet krizi ortaya çıkar. Dolayısıyla İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde süregelen meşruiyet krizi tartışmaları, demokratik rejimlerle ilgilidir. Bir siyasal iktidarın var olma ve varlığını sürdürme üzerine kurduğu ilke ve değerlerinin, toplum tarafından kabul edilmemesi veya kazanılmış toplumsal rızanın zamanla zayıflaması anlamında bir siyasal sistem sorunu olarak karşımıza meşruiyet krizi çıkar. Bu krizin tarafları olarak birey, toplum ve siyasal iktidar görülür: siyasal iktidardan özgürlük gibi beklentileri olan birey; siyasal iktidardan kendi inanç, gelenek ve kültürüyle uyumlu davranışlar bekleyen toplum ve bireylerin ve toplumun bu beklentilerine makul, adil, sürekli ve meşru cevaplar üretemeyen siyasal iktidar, krizin taraflarıdır. Temsilî demokrasinin meşruiyet krizinin en önemli nedenlerinden biri de demokratik sistemin meşruluk kaynağında yer alan, ulus-devletin siyasal-kültürel türdeşlik 29 anlayışının sorgulanmasıyla ortaya çıkar. Bu sorgulamanın altında yatan neden ise ulus-devlet içinde var olan farklı kültürel gruplardır. Modern zamanlarda meşruiyet ortak toplumsal rızaya dayandırılmaktadır. Bunun yol açtığı sorunlar şöyle özetlenebilir: “1) Ortak toplumsal rızanın esası olan ortak toplumsallıktan ne anlaşılmak gerekir? 2) Ortak toplumsal rızanın oluşma süreci, ne gibi ilkelere, ne tür kurumsal çerçevelere dayanmalıdır?” (Köker, 1997: 42) Günümüzde uygulandığı biçimiyle liberal-demokratik temsilî sistemler genel olarak ortak bazı ilkelere dayanmaktadır. Bu ilkeler, kısaca, 1) Bireyin temel hak ve özgürlüklerinin hukuk devleti ilkesi uyarınca güvence altına alınması; 2) siyasal iktidarın belirli dönemlerde, genel ve eşit oy ile gizli oy açık sayım ilkelerine uygun olarak yapılan seçimlerle el değiştirebilmesi imkanının varolması ve 3) siyasal iktidarın kendi içindeki kurumsal unsurlar ile kendi dışında kalan örgütlü toplum kesimleri tarafından denetlenebilmesi ve iktidardan hesap sorulabilmesi biçiminde özetlenebilir. (Köker, 1997: 42) Siyasal kararın meşruiyet temeli açısından değerlendirildiğinde, günümüz liberal demokrasilerinin “ortak toplumsal rıza”da yer alan toplumsallıktan “ulus”u anladıklarını görürüz. Bu noktada, varolan temsili sistemlerin siyasal meşruiyet açısından bir sorunu olduğu görülür. Bu sorun liberal bir değer olan “bireysel özgürlük” ile ortak rızanın toplumsal temelinin “ulus” olması noktasında çıkmaktadır. 30 “1)Ulus-devlet kavramının ifade ettiği devletin bir siyasal kurumlar sistemi olarak meşruiyetinin kaynağını dayandırdığı “ulus” türdeşlik esasında tanımlanırken, siyasal kararların meşruiyet kaynağını aldığı toplum, ekonomik, kültürel, ideolojik ya da düpedüz farklı yaşam tarzlarına dayanan tercihlerin belirlediği bir çeşitlilik göstermektedir. 2) Bireysel özgürlük, bireyin toplum içinde varolan bu çeşitlilik içinde kendi yerini (kimliğini) statik olmayan bir tarzda oluşturma özgürlüğünü de içermekte, dolayısıyla da, siyasal kararların alınma ve uygulanma sürecine bireyin “ulusal türdeşlik” esasına göre belirlenmiş bir sınırlama içinde katılımına izin veren, bireylerin toplum içindeki farklı konumlarının siyasal ifadesini -tümüyle ortadan kaldırmasa bile- sınırlandıran “ulus-devlet” çerçevesi başlı başına bu özgürlükle çelişkili olmaktadır. 3) “Ulus-devlet içi siyaset” ile “demokratik siyaset”in hedefleriyle ilgili bir çelişki vardır. Demokratik siyaset, toplumsal bağlayıcılığı olan kararların alınma ve uygulanma sürecine, bu kararlardan doğrudan etkilenen yahut etkilenme olasılığı bulunan bireylerle grupların özgür katılımıyla belirlenen bir süreç içinde, ortak iyilik üzerinde toplumsal bir rızanın oluşması gerektiğini içerirken, “ulus-devlet içi siyaset” bu sürecin ulus-devletin bütünlüğünün ve varlığının korunmasıyla sınırlı olduğunu ifade etmektedir. Nitekim bilinen biçimiyle liberal demokratik temsilî sistemlerin siyasal katılım ve çoğulculuk ilkeleri uyarınca işleyen siyasal süreçleri içinde çoğulculuğu, ulus-devletin üzerine oturduğu kültürel türdeşlik ve bunun siyasal-kurumsal ifadesini zedelemeyecek bir biçimde sadece sosyoekonomik farklılıkların siyasal partiler ve baskı ya da çıkar grupları aracılığıyla pazarlık konusu yapılmasıyla sınırlandırmış olmaları; bu açıdan aslında korporatizme dönüşen bir temsil mekanizmasına vücut vermeleri ilgi çekicidir.” (Köker, 1997: 43) 31 Modern toplumda bir çok farklılık ve eşitsizlikle karşılaşırız. Bu farklılıkların kaynağında ekonomik, kültürel, ideolojik veya yaşam tarzı tercihleri yer almaktadır. Ulus-devletin meşruiyet temelleriyle çelişmediği sürece bu farklılıkların siyasal olarak ifade edilebilmesinin kabul ediliyor olması, demokratik meşruiyet temelinin sağlandığı anlamına gelmez. Çünkü ulus-devlet toplumsal rızanın sürekli, dinamik, sınırsız ve engellenmemiş bir katılım ile oluşacağını kabul etmez. Özünde farklılıkları ve eşitsizlikleri gizlemeye dönük olana ulus-devletin baskıcı siyasal potansiyelini de açığa çıkaran bu çelişki, ulus-devletin siyasal-kurumsal yapısında yapılacak bir takım düzenlemelerle giderilemez. “Bir meşruiyet formülü olarak ulus-devlet ile demokratik meşruiyet arasındaki çelişkili gerilim, temsilî demokratik sistemlerde, yüzeysel demokrasi görünümünün ardında, devletin zorlayıcı gücünü dengeleyen, denetleyen, sınırlandıran mekanizmaların ortadan kalkmasıyla, “yumuşak” baskıcılığa kaynak oluşturabilir. Bu yumuşak despotizm tehlikesi, modern ulus-devlet içi temsilî demokratik sistemin meşruiyet krizini aşmakta içine girebileceği yönelimlerden birini ifade etmektedir. Böylesi bir “yumuşak despotizm” yönelimi, modern ulus-devlet olma sürecine daha geç bir tarihsel dönemde girmiş toplumlarda, hem ileri kapitalist toplumlara özgü meşruiyet krizi öğelerini, hem de ulus-devlet olma ve ulus-devlet içi demokratikleşme süreçlerini aynı anda yaşamaktan kaynaklanan meşruiyet krizlerini bir arada içeren toplumlarda, doğrudan ve kaba bir despotizme de neden olabilir.” (Köker, 1997: 44) İleri kapitalist toplumlarda ve daha az gelişmiş olanlarda ortaya çıkan meşruiyet krizi yakın bir gelecekte, siyasal iktidarın örgütlenmesiyle ilgili bazı değişikliklerin 32 olacağı beklentisi doğurmaktadır. Bu meşruiyet krizi değişik tarihsel ve güncel etkenlerin birleşimiyle ortaya çıkmaktadır, ve özünde ulus-devlet ile demokratik meşruiyet arasındaki gerilim vardır. Sözü edilen değişim beklentisinin gerçekleşeği kesin olmakta birlikte nasıl bir değişim olacağı bilinemez. Yani, bu değişim kaba veya yumuşak bir despotizmle sonuçlanabileceği gibi, kapsamlı bir demokratikleşmeyle de sonuçlanabilir. Demokratikleşmeyle sonuçlanmasının ön koşulu ise, devlet ile toplum arasındaki ilişkilerin, devletin varlığını ve bütünlüğünü koruma mantığına endekslenmiş bir siyaset tarzının nasıl aşılacağı ve toplumsal kesimlerin demokratik karar alma süreçlerine katılımlarını olanaklı kılan yeni bir siyasal yapılanma üzerine düşünmektir. Liberal demokrasinin bir kriz içinde olduğu uzun zamandır öne sürülen bir görüştür. 1970’lerin başında Jurgen Habermas’ın “meşruiyet krizi” (Swingewood, 1998: 339345) kavramlaştırmasıyla yükselen bu kriz saptaması 1990’lı yıllardan bu yana “temsil krizi” saptamasıyla birlikte anılmaya başlamıştır. Yani liberal demokrasinin içinde bulunduğu kriz, değerler alanında yürütülen bir temelde açıklandığı zaman meşruiyet krizi, prosedür açısından ele alındığı zaman temsil krizinden veya yönetemezlik krizinden söz edebiliriz. Kriz düzeyleri farklı saptandığı zaman krize çözüm önerileri de farklılıklar içermektedir. Bu krizin temelinde yatan ise temsili demokrasinin dayandığı siyaset modelinin yurttaşları demokratik süreçten dışlamasıyla ortaya çıkmaktadır. Kriz açıklamaları, içinde yaşadığımız dönemde daha da çeşitlenmiştir. Örneğin ulusdevletin ve küreselleşmenin krizi; temsili sistemin krizi; medyanın krizi; siyasal partilerin krizi; toplumsal örgütlerin krizi gibi. 33 Liberal demokratik değerler ve siyasi ideallerle liberal demokratik siyasetin kurumsal yapısı arasındaki çatışma liberal demokrasinin siyaset krizini doğurmaktadır. 1940’lı yıllarda Schumpeter tarafından bu krize önerilen çözüm, demokrasinin sadece bir usül olarak kabul edilmesidir. Bir başka deyişle demokrasinin dayandığı kabul edilen özgürlük, eşitlik, çoğulculuk, katılım ve adalet gibi değerlerin tartışma konusu dışında tutularak demokrasi bir seçim yöntemine indirgenmiştir. Böylece bir toplum hangi değer setine dayalı olarak örgütlenmiş olursa olsun demokrasi denilen yönetim biçimini işletebilir. 1970’lerden sonra gündeme giren neo-liberal veya neo-muhafazakâr siyaset ise demokrasinin sorununu yönetememe olarak saptar. Yönetememe sorunu 1960’lı yıllar boyunca Batı toplumlarında uygulama alanı bulan refah devleti uygulamalarının bir sonucu olarak değerlendirilir. Öyleyse sorunu çözmenin yolu refah devleti uygulamalarını terk etmektir. Refah devleti uygulamaları niçin bir sorun yaratmıştır? Bu soruya yeni muhafazakârların vereceği yanıt bir toplumda varolan devletin optimum bir büyüklükte olması ve çözmesi gereken sorunları çözecek yetenekte olmasıdır. Oysa refah devleti uygulamalarını yürüten kapitalist devlet, olması gereken devletten büyüktür. Öyleyse devlet hangi büyüklükte olmalıdır? Devletin asgâri devlet olarak işlemesi gerekmektedir. Yani toplumun bireylerinin dışlanamayacağı hizmetleri yürütmekle kendisini sınırlamalıdır. Bu hizmetler iç ve dış güvenlik ve yargıdan başka bir şey değildir. Bunun dışındaki hizmetlerin üretimi piyasada ekonomik aktörler tarafından üretilir ve talep edenlere sunulur. Burada görülen, devletin işleyişine getirilen bu eleştiri ve önerilen çözüm liberal demokrasinin içinde olduğu meşruluk krizini kabul etmemektedir. 34 Meşruluk krizinin temelinde, demokrasinin kolektif kararlar ile bir iktidar oluşturma süreci olmasından doğan meşrulaştırma gerekliliği vardır. Bir toplumsal ilişki olarak iktidarı belirleme süreci meşrulaştırılmalıdır. Yani demokrasi neden iyidir veya meşrudur sorusuna cevap bulunmalıdır. Liberal demokrasinin krizi, yerleşik temsili kurumlaşma ile bunlara meşruluğunu sağlayan değerler arasında ortaya çıkan bir kaymadan dolayı, yönetilemezlik krizinin ötesinde bir sorundur. Böyle bir kriz kavrayışının içeriği Köker (1996 : 113) tarafından şöyle özetlenmektedir: Siyasi kararların demokratik meşruluğu, ancak bu kararlardan etkilenecek olanların, karar-alma sürecine özgürce katılabilmesine bağlıdır. Siyasi karar-alma sürecine özgürce katılma imkanı, toplumu oluşturan bireylerin eşitliğini gerektirir. Bu eşitliğin ekonomik güç, siyasi iktidara yakınlık ya da uzaklık ve toplumsal sınıf ve statü konumlanmalarından etkilenmemesi zorunludur. Yine bu eşitlik, siyasi sürece katılanların birbirlerini eşdeğer özneler olarak görmelerini; sürece katılmak için gereken araç ve imkanlara eşitçe sahip olmalarını ve sürecin içerdiği tartışma/konuşma (diyalog) konularının sınırlandırılmamasını zorunlu kılmaktadır. Bu ölçüleri, varolan liberal demokrasilere uyguladığımızda meşruiyet krizi açıkça görülür. Bireylerin siyasi karar alma sürecine katılmaları söz konusu değildir. Düşünce ve ifade özgürlüğü hakkı siyasal kararların oluşturulmasına katılma hakkı doğuramamaktadır. Katılma araçları olan siyasal partiler vb. örgütlerin hiyerarşik 35 yapısı bireyin özgür katılımını önler. Günümüzde en çok konuşulan konulardan birisi kimlik politikasıdır. Liberal demokrasinin bireye sağladığı soyut haklar, kolektif kimliklere talep edilen hakları hukuk düzeninin dışında görür. Kültürel kimlik talepleri de kabul görmez ve siyasi tartışma konusu yapılabilecek sorunların alanı sınırlanır. Bu sınırlandırma katılma araçlarının nitelikleriyle birlikte düşünüldüğünde siyasetin “iyi siyasi toplum” arayışı olarak kabul edildiği eski yunan toplumunun tersine, devletin varlığı ve bekası ile ilgili kaygıların belirlediği teknik faaliyetler kümesi biçiminde anlaşıldığı görülür. Meşruiyet krizinin daha genel bir düzeyde “Modernliğin Sıkıntıları” olarak ifade edilen oluşumlara bağlandığı görülür. Charles Taylor aynı isimli kitabında bu sıkıntıları üç kategoride ele almaktadır. Köker (1996 : 115) bu kategorileri şöyle özetlemektedir: 1) Liberal teorinin dokunulmaz ve vazgeçilmez haklarıyla soyut bir birey anlayışını ifade eden “bireyselciliğin” çıkarlarını azamileştirmeye çalışan birey anlayışını ifade eden “bireyciliğe” dönüşmesi; 2) Yüksek bir ahlaki ideal olarak iyi yaşam arayışını dışlayan araçsal aklın verimliliği artırma amacına bağlı olarak toplumun her alanına yayılması; ve 3) Siyasetin siyasetçilerin yapacağı uzmanlık faaliyeti olarak kabul edilmesiyle belirginleşen toplumsal karar-alma süreçlerine katılma iradesinin eksilmesi ve giderek yok olmasıdır. 1.2.2. Katılım Krizi Temsil krizi olarak da adlandırılan bu olgu iki boyutludur. Öncelikle siyasal partilerin temsil yeteneğini kaybetmiş olması belirtilebilir. İkinci boyutu ise seçmenin siyasal katılıma ilgisizliği olarak saptayabiliriz. 36 Siyasal partiler hem teoride hem de pratikte veya hukuksal metinlerde demokratik hayatın vazgeçilmez unsurları olarak kabul edilir. Neden siyasal partiler demokratik bir rejimde bu kadar önemlidir? Öncelikle siyasal partiler konusunda siyaset biliminde kabul görmüş yaklaşımlara bakarsak genel olarak partilere bir takım işlevlerin yüklendiğini görürüz. Bu işlevleri kısaca belirtmek gerekirse: “1) Temsil, 2) Siyasal devşirme, 3) Politika belirleme, 4) Çıkarların birleştirilmesi, 5) Siyasal sosyalleşme ve mobilizasyon, ve 6) Hükümetin organizasyonu.” (Türköne, 2003: 255) Bu işlevleri kısaca açıklayalım: Temsil: Temsilî demokraside, “temsil”i kurumlaştıran siyasal partilerdir. Bu yüzden siyasal partilerin aslî işlevi, halkı temsil etmektir. Temsil, siyasal partilerin hem üyelerinin, hem de seçmenlerinin görüşlerini ve tercihlerini siyasal sisteme taşımaları anlamına gelir. (Türköne, 2003: 255) Siyasal Devşirme: Profesyonel siyasetçiler, siyasal partilerin içinden çıkmakta veya onlar aracılığıyla siyaset sahnesine taşınmaktadır. Siyasal partilerin gördüğü bu işleve “siyasal devşirme” diyoruz. Siyasal devşirme sistemi partilerin kendi içlerinde uyguladıkları aday gösterme ve seçim mekanizmaları ile gerçekleşmektedir. (Türköne, 2003: 255) Politikaların Belirlenmesi: Partiler, toplumun değişik kesimlerinin istek ve tercihlerini derleyerek siyasal sisteme aktarmaktadır. Toplumun kendi içinde oldukça dağınık olan taleplerin uygulanabilir olması için belirli bir biçimde formüle edilmeleri, yani politikalara dönüştürülmeleri gerekir. Siyasal partiler, amaçları ve bu amaçlara ulaşmak için gerekli plan ve programları oluşturarak siyasal sistem içinde 37 dolaşıma sokarlar. Bunlar aynı zamanda siyasal partinin iktidara geldiği zaman uygulamayı taahhüt ettiği programı oluşturmaktadır. (Türköne, 2003: 255) Çıkarların Birleştirilmesi: Partiler toplumun belirli kesimlerinin ulaşmak istediği amaçları formüle etmekle kalmaz; bu eksende çeşitli kişi, grup ve kuruluşların siyasal sistem karşısındaki çıkarlarını bir araya getirir ve bunları ifade ederek birer genel siyaset alternatifine dönüştürür. Farklı çıkarlar, bu şekilde azınlıkta kalmaktan kurtulur, genel bir mutabakat içinde kendisini ifade etme ortamına kavuşur. (Türköne, 2003: 255) Siyasal Sosyalleşme ve Mobilizasyon: Siyasal partiler aynı zamanda toplum için bir siyasal sosyalleşme aracıdır. Bireylerin siyasal sisteme katılmaları, siyasal bilinç ve kanaatlerinin oluşmasında siyasal partiler birer aracı kurum olarak devreye girmektedir. Siyasal sistemin nasıl işlediğini öğrenmek, iktidar oyununun kuralları hakkında fikir sahibi olmak ve siyasete katılmanın yolları hakkında bilgi sahibi olmak, siyasal partilerin yerine getirdikleri işlevler arasındadır. Siyasal sosyalleşme, mevcut siyasal kültürün benimsenmesi ve sürdürülmesinin yanında yeni değer ve inançların yaratılması sürecini de kapsamaktadır. (Türköne, 2003: 255-256) Hükümetin Organizasyonu: Siyasal partiler, yasama ve yürütme organının sahipleridir. Partiler oluşturdukları program ve politikalarla yasama ve yürütme organlarını biçimlendirir; devletin karmaşık mekanizmasına bir yön ve biçim verirler. Nihayet doğrudan doğruya yasama ve yürütme sorumluluğunu üstlenirler. (Türköne, 2003: 256) 38 Siyasal partilerin yukarıda sayılan işlevleri tamamen onları temsil etme özelliklerinin değişik yönlerine karşılık gelir. Ancak günümüzde gerek gelişmiş ülkelerde gerek Türkiye gibi azgelişmiş ülkelerde siyasal partilerin bu özelliklerinden uzaklaştıklarını görüyoruz. Adeta siyasal partiler içi boşaltılmış bir yapıya dönüşmüşlerdir. Özellikle liberal demokratik sistemlerde etkili olan toplayıcı parti niteliğindeki partilerin seçmenle kurduğu bağ zayıflamıştır. Özellikle Batı ülkelerinde bu bağın zayıflamasının sebebi olarak seçmenin artan refah seviyesi gösterilmektedir. Farklılaşan eğilimler ve refah seviyesi artışına bağlı olarak seçmenler partilerden uzaklaşmaktadırlar. Öte yandan seçmenlerin partilerinden uzaklaşmaları bununla sınırlı kalmamakta seçmenin bütünüyle siyasetten uzaklaşmasına yol açmaktadır. Bir tür siyasal ilgisizlik ortaya çıkmaktadır. Örneğin 2000 yılında ABD’de yapılan seçimlerde seçimlere katılım seçmenlerin % 50’sine gerilemiş, ve ABD başkanı seçmenlerin % 25’inin oylarıyla seçilmiştir. Türkiye’den örnek vermek gerekirse siyaset güvenilmeyen bir kurum olarak gösterilse bile yıllar boyunca yüksek katılım oranları gözlenmiştir. 2002 Kasım’ında yapılan seçimlerde ise seçime katılma zorunluluğunun sürmesi ve katılmamanın cezai yaptırımı olmasına rağmen katılım son yirmi yılın en düşük düzeyine gerilemiştir. Seçmenlerin yaklaşık % 25’i seçimlere katılmamıştır. Katılanların %34’ünün oyunu alan siyasal parti tek başına ezici bir çoğunlukla iktidara gelmiştir. Yani genel seçmenin yaklaşık % 27’sini alan parti parlamentodaki sandalyelerin % 66’sını almıştır. Bu da gösteriyor ki seçmenin siyasal katılımdan bir beklentisi kalmamıştır. Bu doğrudan seçimleri protesto olarak 39 da okunabilir. Her ne şekilde değerlendirilirse değerlendirilsin seçmen bu siyasal partilere kendisini temsil etme yetkisi vermemiştir. Burada belirtilmesi gereken önemli bir olgu vardır. Özellikle gelişmiş ülkelerde sivil toplumun gelişmişliği ve örgütlenme düzeyinin yüksekliği seçmenin parlamenterlerin seçildiği seçimlere katılmamasının bir eksiklik olmadığını düşündürtebilir. Yani vatandaşlar her düzeyde bir katılım olanağı bulabilecekleri için seçimlerden beklenen sonuç önemli olmaktan çıkar. Temsil yeteneğini kaybetmiş bir parlamentodan toplumun büyük çoğunluğunu rahatsız edecek bir karar çıkar ise, toplum çeşitli yollardan bu düzenlemelere göstereceği tepki ile kararın düzeltilmesini sağlayabilir. Ancak siyasal katılımdan dört veya beş yılda bir sandık başına gitmenin anlaşıldığı azgelişmiş ülkelerde bu katılım düşüklüğünün olumsuz etkileri daha büyük olabilir. Radikal partiler, üyelerinin etkili çabalarıyla toplumda az sayıda seçmeni etkileyebildiği zaman, tek başına iktidar olabilirler. Burada önemli olan, siyasal iktidarın kaynak dağıtmak olarak anlaşıldığı azgelişmiş ülkelerde, bu temsil yetkisi ve yeteneği olmayan hükümeti denetlemenin zorlaşması veya olanaksız hale gelmesidir. İleri teknolojilerle katılımın artacağı ve “bir tür doğrudan demokrasi çağının yaşanacağı” beklentisinin gerçekleşmesi en azından azgelişmiş ülkelerde mümkün görülmemektedir. Kaldı ki, böyle bir teknoloji kullanımı gelişmiş ülkelerde de söz konusu değildir. 1.3. Krize Çözüm Önerileri Gerek meşruiyet krizi gerek temsil krizi ve katılım krizi demokrasinin işleyişi konusunda bazı düşüncelerin gelişmesine yol açmıştır. Bu düşünceleri krizlere 40 çözüm önerileri olarak düşünebiliriz. Hemen belirtmek gerekirse özellikle gelişmiş ülkelerde ortaya çıkan krizlere karşı geliştirilen bu görüşler liberal demokrasiyi reddetmez. Aksine onu baz alarak “demokrasinin derinleştirilmesi” veya Giddens’ın (2000: 89 vd) önerdiği gibi “demokrasinin demokratikleştirilmesi” girişiminde bulunur. Burada bu siyaset önerilerinden iki tanesi çok kısaca ele alınacaktır. Zaman zaman ikisi arasında da anlaşmazlıklar çıkan bu liberal demokrasinin derinleştirilmesi projelerinden birisi radikal demokrasi diğeri de müzakereci demokrasidir. Bu projeleri daha yakından ele almadan önce belirtmeliyiz ki, bu projeler henüz Batı demokrasilerinde uygulanmış projeler değildir. Bir olasılıktan söz edilmektedir. Bu projelerin temelinde vatandaşların daha yüksek katılım oranlarıyla, doğrudan kendilerini ilgilendiren konuların kararlaştırılması sürecinin içinde olmaları hedeflenmektedir. Ayrıca bu demokrasi projeleri, vatandaşların gündem oluşturulmasına da özgürce katılımını sağlayacak olanaklar olarak değerlendirilmektedir. Yani vatandaş, seçmen olarak önceden belirlenmiş iki politikadan birini tercih etmeye zorlanmayacak, kendisi yeni bir seçenek önerebilecektir. 1.3.1.Radikal Demokrasi Radikal demokrasiden bahsedildiği zaman akla ilk gelen siyaset teorisyenleri Laclau ve Mouffe olmaktadır. 1985 yılında yayınladıkları “Hegemonya ve Sosyalist Strateji” kitabında yer yer radikal demokrasinin neden bir zorunluluk olduğunu açıklıyorlar. Postmodern veya postMarxist olarak gördükleri zamanımızda eski demokrasi anlayışlarının, eski siyaset anlayışlarının (sınıf mücadelesinin, sınıf 41 temelli siyasetin) geçersizleştiğini iddia ederek yeni dönemin siyasal aktörlerinin sınıf değil “yeni toplumsal hareketler” olacağını savunuyorlar. Radikal demokrasiyi kurabilmek için Laclau ve Mouffe modern siyasal değerlerin yeniden inşa edilmesi gerektiğini düşünüyorlar. “Modernitenin siyaset projesinin başta gelen özelliği iyimserliği idi. Amacı özgürlük, eşitlik ve adalet gibi evrensel değerlerin tamamlanmasıyla birlikte onların hayata geçirilmelerini sağlayacak uygulamalara ışık tutmaktı. Laclau ve Mouffe modernitenin bu iyimserliğini paylaşıyorlar. Onlara göre, bugün de demokrasinin kuruluş koşullarını aramak mümkündür ve bu arayış toplumların parçalanma süreçlerine girdikleri, sınıf mücadelesinin yersizleştiği, Sağ/Sol ayrımının anlamını yitirdiği ve toplumsal dayanışmanın sekteye uğradığı postmodern çağda büsbütün aciliyet kazanmış bulunmaktadır. Bu durumu, vaktimizi kökten postmodernistler gibi ağlaşarak ve umutsuzluğa kapılarak geçirerek değil, daha eşitlikçi ve çoğulcu bir siyaset oluşturmak için bir fırsat olarak değerlendirmemiz gerekmektedir. Fırsat demokrasiyi yeniden inşa etmek, onu radikalleştirerek hayata geçirmek için kullanılmalıdır. Zaman, “radikal düşlemeyi” harekete geçirerek demokratik devrimi derinleştirmeye yönelik stratejileri oluşturmak zamanıdır. Zaman yeni bir siyasal felsefenin temellerini atma zamanıdır.” (Vergin, 2003:308) Laclau ve Mouffe modernitenin yol açtığı liberal demokrasiyi temel alan bir demokrasi inşa etmek istemektedirler. Onların liberal demokrasiyi radikal demokrasinin önkoşulu olarak görmeleri moderniteye olan bağlılıklarını göstermektedir. Modernitenin insanlığa sağladığı büyük katkılara rağmen kabul 42 edilemez olmasının temelinde yatan, Aydınlanma’nın evrensellik ideali ve totallik iddiasıdır. Laclau ve Mouffe, postmodernistlerin Aydınlanma’ya getirdikleri eleştirilerden yararlanarak, Aydınlanma’nın özcülük ve temelcilik üzerine kurulmuş iddialarını değiştirmek istiyorlar. “Radikal demokrasi teorisyenlerinin başlıca kaygısı, işte bu noktada düğümlenmektedir. Modernitenin hakikat ve değerler konusunda adeta bir postülayı çağrıştıran kesin ve güvenli tavrı Laclau ve Mouffe için sorun teşkil etmektedir. Çünkü bu tavrın uzantısında toplumların totalitarizmin içinde ya da en azından eşiğinde olması işten değildir. Ama diğer yandan, postmodernizmin vaz ettiği geri çekilme ve ne olursa olsuncu “oyuncu” yaklaşımının da toplumsal parçalanmaya ve dayanışmasız bir topluma yol açma ihtimali çok yüksektir. Bu bir tür bozguncu politik tutumun da anti-demokratik, hatta totaliter açılımlara zemin oluşturacağı göz önünde bulundurulmalıdır. Laclau ve Mouffe’a göre, düğümü çözebilmenin yolu liberal demokrasinin radikalleşmesinden ya da radikalleştirilmesinden geçmektedir.” (Vergin, 2003: 309) Mouffe’a göre, yeni toplumsal hareketler, radikalleşmenin gereksinim duyduğu yeniözne kurumlardır. İçinde bulunduğumuz çağın “post-Marksist” olduğunu iddia eden Mouffe, sınıf mücadelesi döneminin kapandığını ve toplumsal hareketlerin demokratik ve çoğulcu bir toplumu kurmanın aktörleri haline geldiğini öne sürer. Bu hareketler liberal demokrasiyi derinleştirmenin zeminini oluşturabilecek bir örgütlenmeyi eşitlik özgürlük mücadeleleriyle oluşturabilirler. Laclau ve Mouffe’a göre, gerçek bir siyasal güç olma potansiyelini de taşıyan toplumsal hareketler, 19. ve 20. yüzyılın işçi sınıfının işlevini de aşmış durumdadırlar. Toplumsal hareketlerin 43 çok farklı geleneklerden gelen gelen, belirli ve özel bir sorun (dava) etrafında birleşmeleri devrimci bir potansiyel olarak değerlendiriliyor. Bu bireylerin etrafında birleştikleri konudan başka ortak paydaları olmamasının örgütlü hareketlerinden bir engel olmadığı öne sürülüyor. Ayrıca, Mouffe, özgürce tartışmak ve demokratikleşmeye engel olana karşı koymak için oluşturulan beraberliği, farklılıkları ortadan kaldıran konsensüse tercih ediyor. Mouffe, toplumsal hareketlerin radikal demokrasinin kurulmasına olanak sağlayacak radikal dönüşüm ve değişimlerin kaynağı olduğunu öne sürüyor. Nur Vergin’e göre, Laclau ve Mouffe’un geliştirdiği bu yeni siyaset biçimi toplumsal hareketler üzerinde temellenmektedir. Bu yeni siyaset biçiminin bir tek hedef etrafında kümelenen grup politikalarına alkış tutmasının yanı sıra, farklılıkları neredeyse fetişizm boyutuna ulaşan ölçüde vurguladığı da bir gerçektir. Sınıf dayanışmasının yerine bu sefer farklılıklar üzerinde odaklanan politikalarla demokrasiye derinlik kazandırılmak istenmektedir. “Farklılık, postmodern siyasetin demokrasi arayışında bayraktarlığını yaptığı başta gelen sosyolojik bir olgudur. Bu itibarla da bazı araştırmacılar postmodern siyasetin kimlik politikalarıyla ilintili olduğunu düşünmektedirler. Kimlik politikasında bireyler, kültür, etnisite ya da cinsiyet üzerinde temellenen mücadeleler vermek suretiyle kendilerini özdeşleştirdikleri ve egemen kültür tarafından baskı altında tutulan grupların çıkarları doğrultusunda siyaset yaparlar. Bu nedenle, farklılıklar kimlik politikalarının merkezi önem verdiği bir husustur.” (Vergin, 2003: 310-311) Kimlik politikaları milli kültürün özgüllüğünü, belirli bir gruba ya da cemaate ait olan özellikleri, yerel nitelikli gelenekleri muhafaza etmeyi öngörmektedir. Bu 44 politikalar modernitenin vurgu yaptığı yurttaşlık ya da haklar gibi daha geniş ya da daha gayrı şahsi dayanışma biçimlerine kimliksel özellikleri yeğ tutmaktadırlar. Yerel ve özel tercihler evrensel ve genel tercihlerin üzerinde tutulmaktadır. Bu nedenledir ki, bir çok kimlik politikası etnisiteyi ve etnik birliği siyasal dayanışmanın esas unsuru olarak belirlemiştir. Ama bu konudaki tartışma da, işte bu noktada alevleniyor. Acaba kimlik politikalarının özünde var olan anti-modern ve antievrenselci tutum, modernitenin dışladığı ve egemen grubun özümsemek ya da yola getirmek istediği farklılıkların bağımsızlaşmasına, kültürel kimliklerin özerkleşmesine mi yol açacaktır? Yoksa, tam tersine, söz konusu kimliklerin büsbütün baskı altında tutulmalarına ve içlerine kapanarak tecrit edilmelerine mi? Bu tür bir içe kapanma ve tecrit edilmişlik, kimliklerin uzun vadede yitip gitmesi tehlikesiyle de karşı karşıya gelmeleri ihtimalini beraberinde taşımaktadır. Radikal demokrasi söylemi Laclau ve Mouffe tarafından geliştirilmiş olmasına rağmen başka açılımları da olmuş, uygulanabilmesine yönelik bir takım ilkeleri geliştirme yoluna gidilmiştir. Fuat Keyman radikal demokrasi projesinin Türkiye için bir olanak olduğunu ileri sürdüğü makalesinde, Türkiye’nin bir ikilem içinde olduğunu ya radikal demokrasi olanağını değerlendireceğini ya da milliyetçi bir akıntıda sürükleneceğini öne sürüyor. “21. yüzyıla girerken Türkiye'de siyasal yaşama anlam verme gücünde olan iki farklı siyaset anlayışından söz edebiliriz. Bir taraftan, milliyetçi söylemle hareket eden toplulukçu siyasal hareketlerin varlığını, ve böylece çoğulculuğa karşı aynılığı ve tekliği savunan milliyetçi bir siyaset anlayışının giderek güçlenmesini görüyoruz. Diğer taraftan, bu milliyetçi siyaset anlayışına karşı güçlendirilmesi gereken liberal 45 demokrasiyi savunan, fakat bunu yaparken liberal demokrasinin çoğulcu toplum yapısına uygun yeniden kurulması gerektiğini de vurgulayan yeni bir siyaset anlayışına çağrılar var.” (Keyman, 1999: 200) “Bu çağrılardan bir tanesi radikal demokrasi projesi, ve bu projenin savunduğu, (a) kimlik-fark ilişkisine dayalı, (b) devlet egemenliği söylemini sorunsallaştıran. (c) siyasal alanı global/ulusal/yerel etkileşim eksenine doğru genişleten, (d) sivil toplumu devlet/parti gibi bir siyasal özne olarak düşünen, ve bu bağlamda (e) katılımcı demokrasinin liberal demokrasi için önemini vurgulayan yeni siyaset anlayışı. Hemen belirtmeliyiz ki, radikal demokrasi liberal demokrasinin yaşadığımız geç/post modern duruma göre yeniden kurulma gereksinimini vurgulayarak, “demokrasiyi demokratikleştirmeyi” amaçlayan bir kuramsal girişim. Diğer bir deyişle, kamusal alanın demokratikleşmenin ön-koşulu olduğunu saptayarak demokratik bir devlet/sivil toplum ilişkisinin parametrelerini kurmaya çalışan bir proje. Aynı zamanda da, liberal demokrasinin katılımcı bir tarzda işlev görmesini sağlayacak kurumsal ve normatif bir demokrasi anlayışını siyasal söyleme yerleştirme çabası.” (Keyman, 1999: 200-201) Bu noktada Keyman radikal demokrasi projesinin ilkelerini ve stratejilerini saptamaya yöneliyor ki, bunlar Türkiye siyasetinden bağımsız genel kategorilerdir. Buna göre radikal demokrasi projesinin üç boyutu vardır: “Felsefi Boyut: 1) Agonistik çelişkiye dayalı demokrasi anlayışı 2) Kimliğin fark ile ilişkili kurulmuşluğunun tanınması 3) Kamusal alanın “kimlikler arası diyalojik karşılıklı etkileşim” ilkesi üzerinde yeniden kurulması” (Keyman, 1999: 207). 46 “Kurumsal boyut: 1) Katılımcı demokrasinin liberal demokrasinin kurumsal temeli olması 2) Siyasal etki eşitliği ilkesinin hem devlet-sivil toplum ilişkisinin hem de karar alma sürecinin kurucu ve niteleyici öğesi olması” (Keyman, 1999: 208). “Normatif Boyut: 1) Demokrasinin tarihselliğe açık bir süreç olarak düşünülmesi 2) Kimliğin sınırlarının tanınması 3) Ötekine karşı sorumluluk anlayışına dayalı demokratik etiğin kamusal alanın işleyiş tarzını belirlemesi 4) Diyalojik etkileşimi destekleyen ve yaygınlaştıran siyasal kültürün toplumsal ilişkileri nitelemesi.” (Keyman, 1999: 208) Burada önemle vurgulamamız gereken nokta şu: Bu siyaset anlayışı bir gerçeklik değil; bir olasılık olarak gündeme geliyor. Keyman’a göre, “bu olasılığı yaşama sokmadıkça, diğer bir deyişle, bu yeni siyaset anlayışıyla liberal demokrasiyi demokratikleştirmedikçe, gittikçe güçlenen milliyetçi söylemlere ve bu söylemlerin anlam verdiği toplulukçu siyasal hareketlere karşı verilebilecek bir mücadelenin başarılı olmasını beklemek, deyim yerindeyse, kaçırılmış ve bir daha seferi olmayan bir treni boş bir istasyonda beklemekten başka bir şey değil.” (Keyman, 1996: 108) Yirmi birinci yüzyılın eşiğinde ortaya çıkan demokrasi tartışmalarına yanıt olarak ortaya çıkan projelerden birisi de radikal demokrasidir. Bu proje iki yüz yıllık demokratikleşme çabalarını yaygınlaştırmayı ve derinleştirmeyi amaçlar. Radikal demokrasi kavramının kapsamı, içeriği ve çağrışımları konusunda bu teoriye katkı yapan düşünürler arasında da farklılıklar vardır. Ancak hemen tümü siyasal 47 olasılığa inanıyorlar ve değişimin elde edilebilir olduğunu düşünüyorlar. (Çelik, 1997: 49) “İleri sanayi toplumlarında siyasal direnişin hedefleri, yaşamın bürokratikleşmesi, metalaşması ve artan ölçüde türdeşleşmesi olgularıdır. Laclau ve Mouffe, yeni hareketlerin bu kaygan ve değişken bağlamda farklı özne konumları temelinde oluşturulan çağdaş mücadelelerin özgüllüğünü görünür kıldığını belirtirler. Siyasal direnişin radikalliğin ve çoğulculuğun iyice birbirinin içine girdiği yeni bağlamı, radikal ve çoğulcu demokrasinin ortaya çıkışını belirginleştirir. İleri sanayi toplumlarında gözlenen değişim ve bürokratikleşme, liberal demokratik söylemin kendini yeniden üretmesi ve yeni siyasal öznelerin ortaya çıkışı, bürokratikleşme ve değişme ile tanımlanan toplumsal bağlamın sonucudur. Laclau ve Mouffe, bu bağlam içinde oluşan özne konumlarındaki çoğullaşmayı ve değişmeyi ‘demokratik devrimin derinleşme anı’ olarak betimlerler.” (Çelik, 1997: 55) Kendilerini post-Marksist olarak konumlayan ve “Marksizmin antagonizmaların çoğalması ile görünür kılınan toplumsal mücadelelerin birleşmiş öznesinin bölünmesine karşı işçi sınıfının birliğini yeniden oluşturabilecek bir siyasal arayışı yeniden değerlendiren Laclau ve Mouffe, bu bölünmenin Marksist gelenek içinde değerlendirildiğinin tersine, kapitalizmin mantığından doğan yapay ve zorunlu olarak olumsuz bir bölünme olmadığında ısrarlıdırlar. Onlara göre, bu bölünmede ifadesini bulan çoğulluk, demokratik devrimin derinleşmesini olanaklı kılan zeminin yaratıcısıdır. Bu bağlamda, birleşmiş özne kategorisinin eleştirisi ve her özne konumunun içinde kurulduğu söylemsel dağılımın tanınması, bir radikal ve çoğulcu 48 demokrasi kavramlaştırmasının kurumsal başlangıç noktalarını oluşturur.” (Çelik, 1997: 56) Daha önce de değindiğimiz gibi radikal ve çoğulcu demokrasi tasarımları, liberal bir demokratik kurumlaşmanın varlığını zorunlu kılıyor. Çünkü ancak liberal demokrasinin genişletilmesi ve derinleştirilmesi çabası olarak radikal demokrasi anlamlı oluyor. “Demokrasinin zorunluluğu konusunda az çok bir uzlaşma sağlanmış olmalıdır ki, radikal demokrasi, başlamış bir demokratik devrimin derinleştirilmesi ve genişletilmesi anlamında, anlamlı bir siyasal kategori oluşturabilsin.” (Çelik, 1997: 56-57) Radikal demokrasi projesinin Türkiye gibi ülkeler için anlamlı bir alternatif oluşturmadığı, bu projenin kendi söylemi içinden çıkıyor. Henüz demokrasinin kurulamadığı bir yerde nasıl olup de demokrasiyi derinleştiren projeleri uygulama olasılığından söz edeceğiz. 1.3.2.Müzakereci Demokrasi Müzakereci demokrasi düşüncesinin de liberal demokrasinin krizine çözüm arayışları içinde ortaya çıktığını daha önce belirtmiştik. Öyleyse soru “liberal demokrasi niye meşru değildir veya bir meşruiyet krizi yaşar?” Çünkü kararlar, doğrudan demokrasinin katılımcı bireyi tarafından yani toplumun ve kendi gündelik yaşamının sorunlarını aralarında tartışmadan müzakere etmeden kendi iradesi, istemi ve fikri dışında alınmış olmasındandır. Böyle bir demokrasinin meşruiyetinden söz edilemez. Demokrasinin meşru olabilmesinin ilk koşulu müzakereci olmasıdır. Müzakereci 49 demokrasi kuramları bir kamu alanının varlığını kaçınılmaz sayar. Bu kamu alanı yurttaşların gündelik yaşamı ve aralarında kuracakları diyalogu kapsayan bir süreç olarak betimlenir. Daha doğrusu, yurttaşların gündelik yaşamları içinde kendi dünya görüş ve değerlerine bağlı iddialarını belli konuşma ilke ve prosedürlerine bağlı olarak dile getirebildikleri ve kamusal yaşam ile ilgili olarak tartışabildikleri bir ortamın sonucunda oluşmuş olan alana, kamu alanı diyoruz. Burada tanımlı bir kamu alanından değil de kurulacak bir kamusal alandan bahsedildiğine dikkat etmeliyiz. Sivil toplum gönüllülük esasına dayalı katılımcılar tarafından bu kamusal alanı yeniden yaratacaktır. Müzakereci demokrasi savunucuları bu iddialarıyla demokratik katılımı bireylerin önceden belirlenmiş tercihlerinin çatışması olarak gören liberal yaklaşımdan uzaklaşırlar. Tercihin önceden belirlenmiş olması katılımcı yurttaşın müzakere olanağını ortadan kaldırır. Müzakereci demokraside ise yurttaş katılımı sonucunda tercihler bir süreç içinde belirlenir. Bu süreç içinde taraflar karşılıklı etkileşimde bulunurlar. Karar safhasına gelindiğinde oylamaya başvurulsa bile arzulanan bir uzlaşmaya varılmıştır. Peki bu kolektif müzakere nasıl yapılacak nasıl işleyecektir? Habermas’ın iletişimsel eylem kuramında buna verdiği cevap müzakerenin iletişimsel hakkaniyet standardı temel alınarak yürütülmesidir. Gerek diyalogu pragmatik yansızlığa dayandıran liberal meşruiyet modeli gerekse bireyin ve bireysel çıkarların üzerinde kabul edilen ideal ve bütünlükçü bir ortak iyiyi öngören cumhuriyetçi-cemaatçi model modern toplumlarda demokratik meşruiyetin temelini oluşturacak bir kamusal müzakere modeli açısından yeterli değildir. (Doğanay, 2003: 50) Habermas ve Benhabib her iki modelin de demokratik modelin temelini 50 oluşturamayacağını savunurlar. Bunlar bir müzakere modeli olarak yeterli değillerdir. Bu tür müzakere koşul ve ortamları yerine adil bir tartışmaya imkan tanıyacak normatif iddialar ve demokratik kuramın gerçekleştirilebilmesine imkan tanıyan pratik usuller öngörülmektedir. Habermas müzakereci demokrasinin olabilirlik koşullarını ortaya koymak için ideal konuşma durumundan söz eder. Normatif demokrasinin inşa edilebilmesi için ön koşul hakkaniyetli tartışma koşullarının belirgin hale getirilmesidir. Katılımcılar eşit iletişimsel koşullar altında tartışmayı sürdürebilmelidirler, bunun için de tartışmanın seyri bir dizi pragmatik ilke tarafından belirlenmeli ve bir iletişimsel hakkaniyet standardı oluşturulmalıdır. Bu müzakereci modelin esin kaynağı doğrudan Habermas’tır. Habermas liberal demokrasinin, 4 yılda bir sandık başına giderek verilen oylarla oluşturulmuş bir demokrasinin yurttaşı dışlayıcı yapısı ve kendi özel çıkarını düşünen rasyonalitesini kınamakta, bunun yerine, ortak duyuya dayanan iletişim içinde çözülmesi gereken pratik bir rasyonellik kavrayışını önermektedir. Yurttaşların siyasal iradenin oluşumuna katılabilecekleri özsel bir demokrasi anlayışı ancak böyle bir demokrasi anlayışıyla gerçekleşebilir. Eski Yunan demokrasileri meşru otoriteyi kendi aralarında konuşarak yani kelam yoluyla yarattıkları bir kamusal alanın varlığıyla yaşatırlardı. Onun için Habermas’a göre de özsel demokrasinin ve siyasal etkinliğin başlıca unsuru her şeyden önce konuşmaya dayalı etkinliktir. Habermas’ın özsel demokrasi anlayışı üç temel kavram etrafında toplanır : İletişimsel eylem; iletişim etiği ve ideal konuşma durumu. Bu kavramların gönderme yaptığı müzakere modelini anlayabilmek için Habermas’ın hayat alanı (life world) ve sistem alanı (sistem world) arasında yaptığı ayrım üzerinde durmak gerekir. (Doğanay, 2003: 51) Sistem alanı bireyin kontrolü dışındaki devleti ve ekonomiyi, makro toplumsal 51 yaşamı, para ve güç tarafından yönlendirilen bir alanı kapsamaktadır. Bu alanın denetimi bürokrasi ve pazar gibi güçlerin etkisi altındadır. Bu bakımdan bireyin müzakereci tartışmasıyla bu alana bir yön verileceği pek düşünülemez. Bunun için Habermas bu alana stratejik eylem alanı der; ve bu stratejik eylem alanını iletişimsel eylemden ayırır. İletişimsel eylem ise hayat alanı ile ilgilidir. Aileyi ve kamu oyunu içerir. Bu alanda anlamlar tartışılır, bireyler kendi kimliklerini kurarlar, etkileşimler halinde siyasal birlikler oluşturulur, deneyimler yüz yüze yaşanır. Bu alan karşımıza, konuşmanın, geleneklerin, kavrayışın, normların ve dayanışmanın gündelik yaşamda üretildikleri alan olarak karşımıza çıkar. Sistem alanı özne-nesne ilişkisine dayanır. İnsanın doğa üzerinde ya da insan üzerinde egemenlik kurduğu bir süreç olarak tezahür ettiği için stratejik eylem tarafından belirlenir. Oysa kamusal hayat alanı özneler arası bir etkileşime dayalıdır. Çünkü hayat alanı kültür, toplum ve kişilik tarafından kurulur. Demek ki insanlar, iletişimsel eylemleriyle, karşılıklı anlayışa ve uzlaşmaya dayalı olarak bir ilişkiler setini, özneler arası etkileşim aracılığıyla kurabilirler. Stratejik eylem insanları başarıya, piyasa mekanizması içinde bir etkinliğe ekonomik statüye dayalı bir başarıya yönlendirirken, özsel demokrasi insanların insanlarla olan ilişkisini karşılıklı anlayış ve diyalogun kurulmasını esas alır. Bu diyalogun kurulabilmesi için iletişimsel eylem, ideal konuşma durumunu gerektirir. İdeal konuşma durumunun ilkeleri şu şekilde sıralanabilir: “1) Bir söylemin tüm (potansiyel) katılımcılarının iletişimsel söz edimlerini kullanmada eşit şansı olmalıdır, yani söylemi başlatma ve devam ettirme şansları eşit olmalıdır. 2) Tüm (potansiyel) katılımcıların temsil edici söz edimlerini kullanma, tutumlarını, duygularını ve niyetlerini dile getirme şansı eşit olmalıdır. 3) Tüm (potansiyel) konuşmacıların konuşma edimlerini düzenleme olanağı bakımından eşit şansı 52 olmalıdır. 4) Tüm (potansiyel) katılımcıların betimleyici söz edimlerini kullanmakta eşit fırsatları olmalıdır.” (Mutlu, 1994: 92-93) İdeal konuşma durumunun birinci koşulu, toplumsal aktörlerin iletişimsel yetkinliğe sahip olmalıdır. Yetkin olmanın koşulu, konuşmacıların iddialar geliştirme ve iddiasını sorgulayabilecek eşitlikte ve kapasitede olmalarıdır. İdeal konuşma yetkin aktörlerin katılımına hiçbir sınırlama getirmemelidir. Tartışmanın esenliğini sağlayacak hakim otorite iyi argümanın otoritesi olmalıdır. Konuşma içinde yer alan taraflar doğal olarak kendi kişisel çıkarlarını gözeteceklerdir. Ancak kendi çıkarlarını diğerlerinin savlarını dikkate aldıktan ve yürüttükleri diyalog süreci içinde en iyi olanları seçtikten sonra yaratılan uzlaşma ortamı içinde koruyabileceklerdir. İdeal konuşma durumu içinde toplumsal sorunlar tartışılırken rasyonel bir biçimde düzenlenmiş olarak dile getirilmelidir; ilgili kişilerin ortak çıkarına yönelik olmaları sağlanmalıdır. Burada esas olan katılımcıların kendi kişisel tercihlerini aşmış olmaları ve tarafsız olmaya özen göstermeleridir. Habermas bu tür bir tartışmayı demokratik meşruiyeti kuracak kamusal tartışma olarak niteler. Bu demokratik meşruiyetin kurulması, toplumun tümü için geçerli olan konuların gündeme getirilmesi ve tartışanların sorunların çözümüne katkıda bulunması ile mümkündür. Kötü iddialar elenecek, en iyiler öne çıkarılacaktır. Ancak bu özgür ve aydınlanmış müzakerenin gerçekleşmesi bir iletişim etiğinin varoluşuna bağlıdır. Eğer herkes sınırlanmamış bir söylem içinde, rasyonel bir uzlaşmaya ulaşmak ve anlaşmaya varmak için mücadele eder, kendi tarafsız yargısına ulaşırsa, iletişimsel etiğin normları da gerçekleşmiş olur. 53 İdeal konuşma durumunda dikkat edilecek husus konuşmacının anlaşılır bir ifade kullanmaya dikkat etmesidir. Bu dinleyenle konuşulan konuda anlaşma sağlamanın ön koşuludur. Konuşmacı rasyonel temelleri olan bir argüman geliştirmeli ve karşısındakini ikna edici bir sunum yapmalıdır. Konuşmacının önerisi eğer dinleyen tarafından kabul edilmiş normatif bir temele dayandırılmıyorsa, konuşmanın bir anlamı yoktur. Öneri dinleyiciye bilgi verici özellikler içermelidir. İletişimsel eylem problematiği içinde böylesine ideal ve soyut bir müzakere söylemi geliştiren Habermas, son dönemlerinde, etik kriterleri baz alan bir adalet normunda ısrar etmek yerine, bu söylemi yaşama geçirmenin pragmatik yollarını aramaya ve göstermeye çalışmaya yönelmiştir. Habermas sorunu sivil toplumda ortaya çıkan iletişimsel gücün nasıl devletin idari gücüne dönüştürüleceği ve devletin yeniden nasıl yapılandırılacağı şeklinde formüle eder. Sorun, ortak kararların mevcut haklara ve siyaset programlarına ters düşmeden nasıl olup da yasal sürece yansıtılacağıdır. (Gueye, 2000’den aktaran Doğanay, 2003: 54) Habermas’a göre, karmaşık çoğulcu toplumlarda söylemsel demokrasi belli koşullar içinde gerçekleşebilir. Başlıca koşul, sivil toplumun devlet tarafından bir dizi insan hakları düzenlemesi ve anayasal destekle güvenceye alınması, hukuk devleti ilkesi üzerine kurulu bir siyasal sistemin yapısının oluşturulmasıdır. Demokratik kamusal alan problemleri saptayan, tematikleştiren ve olası çözümler sunan bir yapı içinde işlev görürken, yasama organı da müzakereyle işlemeli, tüm enformasyon, bilgi ve tavırlar yasama organında bir araya gelmelidir. Sonuç olarak, Habermas’ın hukuka ve yasal süreçlere yaptığı vurgu, müzakereyi iletişimsel eylemin gerçekleşme alanı 54 olarak gördüğü kamu alanı ile liberal demokrasinin kurumları arasındaki bir kesişme noktası olarak tanımlama çabasını ortaya koymaktadır. (Doğanay, 2003: 55) Radikal demokrasi bahsinde söylediğimiz liberal demokrasiyi derinleştirme çabası değerlendirmesini müzakereci demokrasi modeli için de söyleyebiliriz. Dolayısıyla liberal demokrasiyi yetkin bir halde uygulayamayan Türkiye için müzakereci demokrasi tartışmaları da gündemde değildir. 55 2. Bölüm: Azgelişmiş Ülkelerde Demokrasi Sorunu Bu bölümde öncelikle gerçekleştirilemediğini azgelişmiş açıklayacağız. ülkelerde Daha sonra demokratikleşme sürecini ele alacağız. Son olarak da neden bu demokrasinin ülkelerin yaşadığı ileri kapitalist ülkelerde demokrasinin derinleştirilmesi bağlamında konuşulan konuların niçin azgelişmiş ülkelerde konu edilmediğini değerlendireceğiz. 2.1. Azgelişmiş Ülkelerde Demokrasiye Geçiş Çabaları Dünya’da 1990’lar yeni bir demokrasi dalgasının yükseldiği, demokrasi retoriğinin egemen ideolojide yeniden öne çıktığı bir dönemdir. 1990’lı yıllar boyunca uluslararası örgütler ve dünyaya egemen devletler “demokrasi ölçütleri” geliştirerek azgelişmiş ülkeleri bu ölçütlere uyma konusunda desteklemişlerdir. Aynı dönemde otoriter yönetimler altındaki ülkelerde demokrasiye geçiş ve demokrasiye daha önce geçmiş ülkelerde de “demokrasi standartlarını yükseltme doğrultusunda” bazı adımlar atıldığı görülmektedir. Demokrasiyi serbest piyasa ekonomisinin bir sonucu gibi gören liberal yaklaşım, azgelişmiş ülkelerde ve eski sosyalist blok ülkelerinde egemen olan bu yeni demokratikleşme dalgasında etkili olmaktadır. Bu yaklaşım liberal ekonominin liberal siyaseti doğuracağını varsaymaktadır. Örnek vermek gerekirse Türkiye’nin başbakanı ve daha sonra cumhurbaşkanı olan Turgut Özal, o dönemde, Türkiye’nin öncelikle serbest piyasa ekonomisini uygulaması gerektiğini ve buna bağlı olarak da gelişmiş ülkelerdeki demokrasinin Türkiye’ye geleceğini öne sürmüştür. Demokratikleşme dalgasının liberal yaklaşımla incelenmesi, azgelişmiş 56 ülkelerin siyasal rejim değişiklikleri ve demokratikleşme sorunlarının kavranışına önemli kısıtlılıklar getirmektedir. Örneğin (Macpherson 1984)’te yapıldığı gibi, demokrasi farklı siyasal sistemlerde uygulanabilir. Yani kapitalist, sosyalist ve azgelişmiş ülkelerde demokrasiden söz edilebilir. Ataay’ın önerdiği gibi, azgelişmiş ülkelerde demokrasinin istikrarsızlığı, sık sık siyasal rejim değişiklikleri yaşanması gibi sorunlar üzerine tarihsel bir perspektif oluşturulmaya çalışılırken Gramsci’nin hegemonya kavramından yararlanılabilir. Böylece, liberal demokrasiyi “hegemonik bir yönetim biçimi”, otoriter rejimlere geçişleri de “hegemonya krizleri” bağlamında “hegemonik olmayan yönetim biçimleri” olarak ele almak uygun olacaktır. (2003: 136) Liberal demokrasinin istikrarı açısından bakıldığında bu istikrarın ancak gelişmiş ülkelerde sağlanabildiği, azgelişmiş ülkelerde bunun gerçekleşmediği görülür. Niçin gelişmiş ülkeler ile azgelişmiş ülkeler arasında böyle bir farklılık vardır? Bu farklılık siyaset kuramının üzerinde durduğu önemli bir sorundur. Burada azgelişmiş ülkelerde demokrasinin yerleşiklik kazanamamasının ve siyasal rejimin istikrarsızlığının tarihsel-toplumsal nedenleri açıklanmaya çalışılacaktır. Gelişmiş ülkelerde yerleşiklik kazanmış bulunan liberal demokrasinin azgelişmiş ülkelerin ancak bir bölümünde kurulabildiğini, çoğu azgelişmiş ülkenin ise henüz liberal demokrasi ile tanışmadığını görmek için özel bir araştırmaya gerek yoktur. Ayrıca liberal demokrasiyi kurma başarısını göstermiş olan azgelişmiş ülkelerin dahi bu demokrasiyi istikrarlı bir biçimde sürdüremedikleri; bu ülkelerde demokrasinin sıklıkla kesintiye uğrayan çok kısıtlı bir biçiminin yürürlükte olduğu görülür. Bu 57 noktadan hareketle azgelişmiş toplumların bazı tarihsel-toplumsal özelliklerinin demokrasinin yerleşiklik kazanmasına engel olduğu düşüncesi yaygınlık kazanmaktadır. Yaygınlık kazanan bu düşünceyle ilgili olarak, demokrasinin gelişmesi için asgari bazı kriterler sayan ve bu kriterlerin azgelişmiş ülkelerde olmadığını iddia eden Kışlalı (1991: 177-178) anılabilir. Bu kriterlere bakıldığında eğitim düzeyinin düşüklüğü, kentleşmenin gerçekleşmemiş olması, iletişim olanakların sınırlılığı gibi özellikler dikkat çeker. Buradan hareketle de demokrasinin ancak bu özelliklerin geliştiği toplumlarda yaşayabileceği öne sürülür. Bir başka özellik olarak da, demokrasinin her ülkede gelişebileceği düşüncesi kabul edilirse, bütün ülkelerin gelişme yolunda olduğu ve bir gün gelişmiş ülke olabileceği görüşü ihsas edilebilir. Modernleşme yaklaşımının bu konudaki argümanları çok ciddi yetersizlikler içermektedir. Liberal demokrasinin kurulabilmesi için ülkenin gelişmiş ülke olması gerekir. Azgelişmiş ülkelerin gelişmiş ülke olamayacağına ilişkin bir literatür olduğu düşünülürse hiçbir zaman bu ülkelerde demokrasinin kurulamayacağını öne sürmek gerekir. Bu konudaki farklı kuramsal açıklamalara biraz daha yakından bakalım. Siyasal rejimlerin istikrarsızlığı ve demokrasinin yerleşmemişliğinin azgelişmiş ülkelerin bir özelliği olduğu görüşü, ekonomik özgürlüklerin siyasal özgürlüklere de temel oluşturduğu kabulünden hareket eden, liberal yaklaşımdan kaynaklanır. Bu yaklaşıma göre serbest piyasa ekonomisinin gelişmesine paralel olarak demokrasi de gelişecektir. Çünkü, ekonomik gelişmeye paralel olarak sanayileşme ve kentleşme artacak, nüfusun yaşam düzeyi ve eğitim gibi vasıfları gelişecek, orta sınıflar 58 güçlenecek, böylece demokrasinin toplumsal tabanı da oluşacaktır. Bu açıklama biçimi tarihsel gerçeklik tarafından doğrulanmamıştır. Azgelişmiş ülkelerde demokrasinin gelişememesini açıklamaya çalışan bir başka görüş bu ülkelerde özerk ve fazla gelişmiş bir devlet aygıtı ile devletin bu özerk ve güçlü niteliğini kendi çıkarları ve hedefleri için kullanan elitlerin (devlet sınıfı) varlığıdır. Bu müdahaleciliği görüşe göre tarafından serbest piyasa engellenmektedir. ekonomisinin “Devlet bu işlemesi devlet müdahaleciliğinden kaynaklanan bir güce sahiptir ve devlet bürokrasisi güçlü bir şekilde iktidara sahiptir. Bütün bunların sonucunda devlet demokrasinin gelişmesini engellemektedir. ∗ Bu görüş gelişmiş ülkelerde devletin azgelişmiş ülkelerden daha güçlü olduğu gerçeğini göz ardı etmektedir. Ayrıca bürokrasi devlet iktidarını bağımsız bir şekilde kullanan bir kesim olamaz.” (Ataay, 2003: 141) Bu açıklamalara benzer bir sebepler setini topluca değerlendiren bir bakış açısı da İkinci Dünya Savaşı sonrasında yeni bağımsızlaşan devletlerin yaygın olarak azgelişmiş ülkeler olduğu ve bu ülkelerde de demokrasinin şartlarının sağlanamadığına dikkat çekilmektedir. Örneğin Kapani (1987) azgelişmiş ülkelerde insan hakları ve demokrasinin sınırlılığını bu koşulların yetersizliğine bağlamaktadır. Bir başka ifadeyle, azgelişmiş ülkelerdeki toplumların tarihsel süreç içinde siyasal ∗ Bu yaklaşıma bir örnek olarak Türkiye’de 3 Kasım 2002 seçimlerinde iktidara gelen AKP’nin devlete yakın bir parti olmadığı için, bu güçlü devletin demokrasiyi engellemesine karşı bir iktidar olarak, ülkeyi 12 Eylül koşullarından çıkarma yeteneği ve olasılığına sahip olduğu görüşü için bakınız (İnsel, 2002) 59 kültürlerinin gelişmemiş olması ve siyasal özgürlükleri içselleştirememiş olmalarından kaynaklanmaktadır. Buna göre: "Bu ülkelerin bir çoğunda ulusal bütünleşmenin gerçekleşmeyişi ve ülke halkının henüz kabile aşamasını geçerek millet aşamasına varamamış olmaları." (Kapani, 1987: 90) Gerçekten azgelişmiş ülkelerin sosyal yapıları çeşitlilik gösterir. Farklı inanca, geleneğe, etnik kökene, dile sahip toplumsal gruplar bir aradadır. Bu nedenle bu toplumlar tam anlamıyla ulus bilincine varmadan devlet kurmaya çalıştıklarında problemlerle karşılaşmaktadırlar. Bu problemler özellikle insanların birlikte yaşamayı ve ulus olmayı başaramamalarından kaynaklanmaktadır. Sonuçta rasyonel bir yönetim anlayışı geliştirilememekte ve siyasi yapıyı sık sık kesintiye uğratacak olaylar gerçekleşmektedir. "Yaygın olan yoksulluk ve cahilliğin, geniş kitleleri ülke ve toplum sorunları ile ilgilenmekten (bu sorunlara fikir sahibi olmaktan) alıkoyuşu." (Kapani, 1987: 91) Bu durumda siyasal sistem için temsil sorunları gündeme gelmektedir. Siyasal katılma ancak küçük elit kesimlerin elinde şekillenmekte ve bu da bir çok alanda eşitsizlikleri yaratmaktadır. " Siyasal iktidarın seçimle kuruluşu ve el değiştirişi, yönetilenlerin serbest siyasal tercihlerine dayanmasını gerektirirken, yarı feodal ve oligarşik sosyal yapılara sahip ülkelerde bu gerçek tercihin ortaya çıkmayışı ve neticede politik iktidarın, sosyoekonomik iktidara sahip bir azınlık sınıfının elinde toplanması." (Kapani, 1987: 91) 60 "Kitlelerin siyasal kültürünün düşük oluşu yüzünden özgürlüğün bilincine varamamış olmaları. Bunda sürekli otoriter geleneğin (yüzyıllar boyunca otoriter bir yönetim altında yaşama alışkanlığının) önemli rolü bulunduğuna şüphe yoktur." (Kapani, 1987: 91) Demokrasinin özgürlükler rejimi olduğu bilicine bu ülkeler henüz varamamışlardır. Bugüne gelinceye kadar da bir kralın boyunduruğu altında otoriter şekilde yönetildiklerinden demokrasiyi ve özgürlükleri içselleştirmeyi başaramamakta, demokratik yönetimin gereklerini işler kılamamaktadırlar. "İktidarı elinde bulunduran yönetici kadronun çoğu zaman demokrasinin oyun kurallarına uymaya yanaşmaması, iktidarı sürdürmek için kendisine rakip olabilecek başka kadro ve grupları siyaset arenasının dışına itmeye, onları saf dışı bırakmaya çalışması." (Kapani, 1987: 91) Bu unsur demokrasinin azınlığa saygılı çoğunluk yönetimi ile ilgilidir. İktidarı elinde bulunduran çoğunluk gelecekte bir gün azınlık olma ihtimalini göz ardı etmemelidir. Azınlığı yok sayan, azınlığın düşüncelerini tamamı ile reddeden bir iktidar, güçle yönetme anlayışı içinde olan bir iktidar demokrasinin benimsemeyeceği bir yaklaşımdır. Bütün bu etkenler bir araya getirildiğinde Batı modeli demokratik sistemin azgelişmiş ülkelerde işleyememesi ve kırılgan nitelikte olduğu daha rahat anlaşılabilir. Azgelişmiş ülkelerde demokrasi denemeleri başarısızlıklarla sonuçlanınca ya da sık sık kesintiye uğrayınca bu ülkelerdeki siyasi yapı eskiden kalma otoriter eğilimlerini devam ettirmektedir. 61 Azgelişmiş ülkelerde demokrasinin gelişmemişliğini açıklayabilecek bir yaklaşım, “azgelişmiş ülkelerde güçlü ve istikrarlı bir hegemonyanın kurulamayışının nedenlerini, temelde bu ülkelerin dünya ekonomisi ile çevresel biçimde eklemlenmesinde bulmaktadır. Buna göre, azgelişmiş ülkeler uluslararası işbölümüne tabi olmakta ve uluslararası hiyerarşide daha alt sıralarda yer almakta, bu durum bu ülkeleri verimliliği daha düşük üretim biçimlerine mahkum etmektedir. Daha geri teknolojilerle üretim yapmak zorunda olan bu ülkeler, dünya piyasasında rekabet gücü daha düşük ürünlerin üretiminde uzmanlaştıklarından emek maliyetlerini düşürmek durumundadırlar. Bu nedenle emeğin baskı altına alınması bu ülkeler için daha büyük önem kazanmakta, bu da egemen sınıfların demokratik açılımlara şiddetle direnmesine neden olmaktadır.” (Ataay, 2003: 142-143) Burada bir örnek verelim: 1990’ların ortasında Malezya Başbakanı Pekin’de katıldığı Asyalılık konusunda uluslararası bir konferansta “batılı ülkelerin kendi demokrasi modellerini farklı kültür yapısındaki ülkelere zorla empoze etmek istediklerini” savundu. Yani batılı ülkeler azgelişmiş ülkeleri demokratikleşme konusunda zorladıkları zaman onların gerçeklerine aykırı davranıyorlardı. Bu gerçek neydi? Malezya Başbakanı Mahathir Bin Muhammed’e göre “Doğu Asya ülkelerinin sermaye hareketlerinde tek rekabet avantajı olan düşük ücretleri korumaları demokrasi yönündeki baskılarla engelleniyordu”. Bu düşük ücretleri koruyabilmenin tek yolu güçlü ve istikrarlı hükümetlere sahip olmaktı. Batılıların bir “uluslararası asgarî ücret” önererek kırmak istedikleri bu avantajı ancak güçlü iktidarlar koruyabilirdi. (Timur, 1996: 33) Özetle, Mahatir bin Muhammed bize demokrasiden önce ekonomimizi korumak gerek demektedir. 62 Dünya ekonomisi ile çevresel biçimde eklemlenmenin bir sonucu olarak, ekonomilerinin iç bütünlüğünü sağlayamamış olan azgelişmiş ülkeler ulusaşırı sermayeye kaptırdıkları artık değerin bir kısmıyla, sürekli gelişmiş ülkelere kaynak aktarımı yapmak durumunda kalmaktadırlar. Böylece azgelişmiş, ülkelerde ekonomik gelişmeye paralel olarak toplumun çeşitli kesimlerinin refahı arttırılamıyor. Diğer yandan, ulusaşırı sermayenin azgelişmiş ülkelerdeki varlığının, bu ülkelere dışarıdan egemen olma biçiminde değil, yerli egemen sınıflarla ittifak içinde iktidar bloğuna dahil olarak temsil edilme biçiminde gerçekleştiği ve etkilerinin içselleştirildiği de vurgulanmalıdır. Dünya ekonomisindeki krizlerin en ağır etkileri, dünya ekonomisine tabii bir biçimde eklemlenmiş olmaları nedeniyle azgelişmiş ülkelerde yaşanmaktadır. Bundan dolayı bu ülkeler ağır ekonomik programlar uygulamaya zorlanmakta, IMF, Dünya Bankası gibi uluslararası kuruluşlarca gündeme getirilen programların dışına çıkamamaları istenmektedir. Sürekli dış açık veren ekonomik yapıları, bu ülkelerin sürekli borç bunalımı içinde olmalarına ve borçluluk ilişkisi üzerinden bir bağımlılık ilişkisine tabi olmalarına yol açmaktadır. Azgelişmiş ülkelerde demokrasinin genellikle çoğulcu bir nitelik taşımaması ve istikrarsız oluşunu nasıl açıklayabiliriz? Azgelişmiş ülkelerde egemen sınıfların alt sınıflar üzerindeki hegemonyasını genişletebilme olanakları oldukça sınırlıdır. Çünkü azgelişmiş ülkelerin yukarıda açıklanan özellikleri, bu ülkelerde egemen sınıfların manevra alanını daraltmakta, egemen sınıfların alt sınıflara ekonomik ödünler verebilme olanaklarını sınırlamaktadır. İç pazarın üst ve orta sınıflara ağırlık tanıması, alt sınıfların tüketim düzeyinin sürekli olarak bastırılması, gelir 63 dağılımındaki büyük uçurumlar, çalışma koşullarının kötülüğü, işsizlik gibi etmenler azgelişmiş ülkelerde sınıfsal uçurumları ve toplumsal gerilimleri sürekli olarak gündemde tutmaktadır. Bu durum, alt sınıfların istemlerinin içerilerek siyasal süreçlere katılmasının değil, depolitize edilerek siyasal süreçlerden dışlanmasının daha baskın bir özellik olarak ortaya çıkmasına yol açmaktadır. 2.2. Azgelişmiş Ülkelerde Demokratikleşme Süreçleri İkinci Dünya Savaşının kapitalist devletlerin paylaşım savaşından kaynaklandığı bilinen bir olgudur. Çok iyi bilinen bir başka olgu da, özellikle Almanya'nın, uluslararası arenada Birinci Dünya Savaşında kendisine yapılan haksızlıkları ödetmek gibi bir düşünceyle İkinci Dünya Savaşını körüklemiş olmasıdır. Belirtilmesi gereken önemli bir özellik ise hepsi kapitalist olan ancak farklı devlet biçimleri ile yönetilen devletlerin bu savaşta karşı karşıya geldiğidir. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği devlet tipi olarak da farklı olduğu için ayrıca ele alınmalıdır. (Tünay, 1995: 74) Farklı devlet biçimlerinden kastedilen faşist ve totaliter yönetimler ile liberal demokratik yönetimlerin devlet biçimleridir. Bu bağlamda Almanya, İtalya ve Japonya faşist ve totaliter devletler; İngiltere, Fransa ve Amerika Birleşik Devletleri ise liberal demokratik devletlerdir. S.S.C.B. ise sadece devlet biçimi olarak değil devlet tipi olarak da farklıdır ve sosyalist bir devlettir. Çalışmamızın konusu liberal demokrasi kavramı içinde şekilleneceğinden sosyalist devletin demokrasi ile ilişkisi ya da demokrasi açısından ele alınması kısaca yapılacaktır. Daha doğrusu, liberal demokrasinin şekillenmesine ilişkin olgularda yer aldığı kadar değerlendirilecektir. 64 İkinci Dünya savaşının sonucunun demokrasi açısından önemi, liberal demokratik devletlerin yer aldığı kampın, savaşın galibi olmasıdır. Bu değerlendirmenin kapitalist devlet tipi içinde yer alan devletler açısından taşıdığı önemi göz önüne alarak, mağluplara yönelik yaptırımları arasına kendi devlet biçimlerine yakınlaşma koşulunun konulabilmesine dikkat çekilmelidir. Üstelik İkinci Dünya savaşının galip tarafı içinde güçlü devlet olan A.B.D., bu biçim koşulunu sadece mağluplara değil, kendisinin ittifak yaptığı devletlerin savaş sonrası yapılanmasına da koşul olarak dayatmıştır. En bilinen örneği, Fransa'da Komünist Partisi etkinliğinin kırılması, Marshall yardımının önkoşulu olmuştur. İkinci Dünya savaşı sonrası başlayan ve 1960'ların başına kadar süren demokratikleşme süreci Huntington tarafından ikinci demokratikleşme dalgası olarak değerlendiriliyor. (1993, 15) İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde liberal demokrasi savaştan yenik çıkan Almanya, İtalya, Japonya gibi ülkelere doğrudan Müttefikler eliyle empoze edilirken, pek çok azgelişmiş ülkede de liberal demokrasilerin kurulmaya başlandığı görülmektedir. Türkiye, Yunanistan, İsrail, Brezilya, Arjantin, Uruguay, Kolombiya, Hindistan, Pakistan, Filipinler gibi ülkelerde savaş biter bitmez ardı ardına demokrasiye geçildi. Bu demokrasi dalgasına katılan üçüncü bir grup ise sömürgelerin tasfiyesi ile kurulmaya başlanan yeni devletler arasından çıktı. Bu ülkelerden bazılarında demokrasi çok kısa bir süre içinde yıkılırken, bazılarında belirli bir süre yaşayabildiği görüldü. (Huntington, 1993) 65 Azgelişmiş ülkelerde, bu dönemde kurulan demokrasilerin bazı özellikleri vardır. Ataay’a göre bu özellikleri öyle sıralayabiliriz. 1) Bu demokrasiler kısıtlı demokrasilerdir. Bu kısıtlamalar çoğunlukla işçi sınıfı partilerine getirilen siyasal yasaklardır. Aynı yasakların İtalya ve Fransa’da da komünist partilerine yönelik baskılar şeklinde ortaya çıktığını görüyoruz. 2) Bu demokrasiler, yerleşik partilerin kitlelerin desteğini sağlamaya ve siyasal süreçlere katılımını yönlendirmeye çalışırken, elitist ideolojilerden uzaklaşıp popülist ideolojiler geliştirmeye başlamışlardır. 3) Genel ve eşit oy hakkının kurulduğu çoğu yerde olduğu gibi, demokratikleşmenin bürokrasinin ve yeni kontrol biçimlerinin geliştirilmesiyle paralel yürümesidir. Bu daha çok, İkinci Dünya Savaşı sonrası oluşturulan ulusal güvenlik doktrininin yaygınlaşmasıyla gerçekleşti. 4) Bu ülkelerden, özellikle 1950’lerin ikinci yarısından itibaren ithal ikameci kalkınma modelinin yürürlüğe konanlarında hızlı bir gelişme yaşandı. Bu ithal ikameci kalkınma modelinden kaynaklanan kısıtlı da olsa yeniden bölüşüm politikalarının uygulanması, azgelişmiş ülkelerde, çıkar gruplarına dayalı çoğulcu demokrasi anlayışının kısmen de olsa yürütülmesine yaramıştır. (2003: 146) İthal ikameci politikalardan çıkış ve neo-liberal yeniden yapılanma, azgelişmiş ülkelerin çoğunda otoriter yönetimler eliyle gerçekleştirildi. Bu yeniden yapılanma, temelde ekonominin dışa açılmasını ve yeni uluslararası işbölümüne uyumlu bir biçimde dönüştürülmesini sağlamayı amaçladı. Bu dönüşüm sürecinde alt sınıflar, sosyal haklarını önemli oranda kaybetmelerine neden olan baskılara maruz kaldılar. (Gülalp, 1987) Bu gelişmelerin demokrasi açısından önemi ise çoğu durumda demokrasinin ya ortadan kaldırılması ya da önemli oranda geriletilmesidir. Çünkü, 66 sınıfsal güç dengelerinde bir değişim gerçekleşmeden neo-liberal politikaların uygulamaya geçirilmesi mümkün değildi. Bu neo-liberal politikaların uygulanması için otoriter yönetimlere geçiş “düzen ve istikrarı sağlama” gerekçesi ile meşrulaştırıldı. Ekonomik krizin yarattığı toplumsal hoşnutsuzluklar, liberal demokratik ortamda, toplumsal çatışmaları tırmandırmış, çoğu ülkede radikal akımlar güçlenmişti. Bu ortamda ulusal güvenlik doktrini çerçevesinde “düzen ve istikrarı kurmak üzere otoriter yönetimler başa geçmişti. Zaten emeğin siyasal yaşamdaki ağırlığının ortadan kaldırılması, otoriter yönetimin kendisinden sonraki rejimlere devrettiği en önemli miras oldu. “Ancak, ekonomik krize çözüm üretilememesi ve neo-liberal politikalar bir süre sonra otoriter rejimlerin toplumsal desteğinin erimesine yol açıyordu. Pek çok ülkede bir yandan toplumsal hoşnutsuzluklar açık muhalefete dönmeye başlar, bir yandan üst ve orta sınıflarda yeni arayışlar ortaya çıkarken, diğer yandan da ordu içinde politikleşme eğilimleri baş gösteriyordu. Bu durumda, otoriter yönetimler için çıkış yolu genellikle demokrasiye dönüş olmuştur. Bu aşamaya gelindiğinde zaten otoriter yönetimler alt sınıfları depolitize ederek yeni bir hegemonyanın kuruluş olanaklarını da sağlamış görünüyordu. Dolayısıyla demokrasiye son verilmesinin en önemli nedeninin ortadan kalktığı koşullarda demokrasiye dönüşün önünde de bir engel kalmıyordu.” (Ataay, 2003: 149-150) Asıl olarak, 1980’lerin başlarında azgelişmiş ülkelerde hızlanmaya başlayan bir demokrasiye dönüş dalgası görülür. Bu dönüş sürecinin genel bir özelliği, çoğu durumda demokrasiye dönüş ordunun kontrolü altında gerçekleşirken, ordunun demokrasiye dönüldükten sonra rejimin bir tür bekçiliğini yapmaya devam etmesi, 67 bunun için de bazı anayasal kurumlar oluşturulmasıdır. Yani, demokrasiye dönüldükten sonra da ulusal güvenlik doktrini geçerliliğini sürdürmüştür. Demokrasiye dönüş süreci çoğu durumda askerlerin, rejim içindeki ağırlıklı yerlerinin korunması amacıyla anayasal güvenceler konulması ve istikrarın bozulması durumunda yönetimi tekrar ele alabilmeleri olasılığı ile iktidarı muhafazakar sivil yöneticilere devretmesi biçiminde yaşanmıştır. Demokrasiye dönüş de, İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde demokrasiye geçişte olduğu gibi, kısıtlı olmuştur. “Özellikle sol partiler ve sendikal haklar üzerindeki ağır kısıtlamalar/yasaklar korunmuştur. İnsan hakları ihlalleri ise askeri yönetim dönemine göre ancak bir ölçüde iyileşmiştir. Çoğu durumda, demokrasinin en temel biçimsel özelliklerinde bile, önemli eksiklikler söz konusu olmuştur. Bir çok örnekte, kurucu meclislerin ve anayasa komisyonlarının doğrudan askerî yönetim tarafından atanması, ısmarlama muhalefet partileri kurdurulması, bu partilerin programının, yöneticilerinin ve propaganda faaliyetlerinin doğrudan dikte edilmesi, muvazaa biçiminde seçimler, seçim kampanyaları üzerinde kısıtlamalar, seçim harcamalarında adaletsizlik, seçim sürecinin sıkıyönetim altında gerçekleşmesi, seçim hileleri, basın üzerinde koyu bir sansür, seçilmiş meclise askerî yönetimce üye atanması, oy sayısı ile milletvekili sayısı arasında büyük dengesizlikler doğuran seçim yöntemleri gibi uygulamalar sıklıkla görülmüştür.” (Attay, 2003: 150) Pek çok ülkede demokrasiye dönüş olarak açıklanan gelişmeler, gerçek demokratik açılımlar sağlamaktan uzak kısıtlı demokrasilerin kurulmasıyla sonuçlanmıştır. Kurulan yeni rejimlerin çoğunda, yürütmenin güçlendirildiği, askeri bürokrasinin seçilmişlerden etkin kılındığı veya 68 başkanlık sistemi adıyla tek adam yönetimine geçildiği görülmüştür. Bu rejimler Gills vd. (1994) tarafından, “düşük yoğunluklu demokrasi” olarak adlandırılmıştır. 1980’lerde, ekonomik durgunluk ve neo-liberal politikaların tartışmasız egemenliğinde kurulan yeni demokrasiler önemli baskılarla karşılaşmıştır. “Seçimle gelen iktidarlar, toplumsal istemlere yanıt veren ekonomik ve sosyal politikalar geliştirme olanağına sahip olamamışlar, otoriter yönetimlerce uygulanan ekonomik politikaların sürdürücüsü olmanın dışına çıkamamışlardır. ‘Ekonomik sıkıntıların geçici olduğuna” ve “yapısal uyumun sağlanmasından sonra durumun düzeleceğine’ ilişkin vaatlerin bütünüyle karşılıksız kalmasıyla birlikte, demokrasiye dönüş oldukça kısıtlı kalmış, siyasal ve sosyal haklar konusunda açılımlar sağlayan bir demokratikleşme süreci hiçbir ülkede gerçekleşmemiştir. Hatta, sosyal demokrat partilerin iktidarı da hiçbir ülkede bu genel eğilimin dışına çıkmamıştır. Bu durum, yeni rejimlerin toplumsal desteğini önemli ölçüde kısıtlamış, çoğu durumda siyasal partiler açısından temsil krizine yol açmıştır. Dolayısıyla, 1980’lerin sonlarına gelindiğinde rejimlerin kırılganlığı ve siyasal kargaşa tehlikesinin varlığı bu ülkeler için genel bir özellik olmuştur.” (Ataay, 2003: 151) Sovyetler Birliği’nin çökmesi üzerine, 1990’larda dünyaya hakim olan yeni demokrasi dalgası, 1980’lerde demokrasiye geçen rejimlerin kurdukları kısıtlı demokrasiden kurtulacakları izlenimi doğurduysa da, bu beklentiler boş çıktı. Berlin duvarının yıkılmasının, dünyada baskı rejimlerinin son bulduğunu simgelediği iddiaları doğrulanamadı. Aksine, dünyada esen demokrasi rüzgarlarının etkilerinin yayılması, azgelişmiş ülkelerde neo-liberal politikalar altında süren güdümlü demokrasilerin tıkanmaya başlamasını önleyemedi. Çünkü, dünya ekonomisiyle 69 ticaret yoluyla bütünleşerek dışa açılan azgelişmiş ülkeler, ekonomik büyümenin sağlanamamasının ve toplumsal beklentilerin karşılanamamasının sonucunda, 1980’lerde tıkanıklıkla karşı karşıya kaldılar. Bu durum, aynı zamanda, liberalizasyon sürecinin ilerletilmesi için gerekli siyasi iradenin oluşturulmasının önündeki en önemli engeli oluşturuyordu. 1990’larda esen yeni demokrasi dalgasıyla bu tıkanıklık aşıldı ve neo-liberal yeniden yapılanma süreci ilerledi. Ekonomi alanında, finansal liberalizasyon gibi araçlarla, neo-liberal yeniden yapılandırma süreci ilerletilirken, aynı zamanda, ekonomik liberalizmin siyasal liberalizmle tamamlanmasını vaat eden bir demokratikleşme projesi gündeme getirildi. Neo-liberal politikalar bir takım mucize kaynakları olarak sunulurken, ortaya çıkan başarısızlıklar nasıl açıklanabilirdi? Örneğin Türkiye’de Özal’ın başlattığı bir çizgiyi takip eden ekonomi yöneticileri, siyasetin ekonomiye karışmasından kaynaklı sorunlar dolayısıyla bu mucizelerin gerçekleşmesinin önüne geçildiği iddia ediyordu. Aynı süreçte, neo-liberal politikalar, liberal demokrasiyle özdeşleştirilmeye çalışılıyordu. “IMF ve Dünya Bankası gibi uluslararası örgütlerin azgelişmiş ülkelere yazdığı reçetelerde de büyük ağırlık kazanan yeni demokrasi projesinde hukuk devleti, insan hakları, hesap verebilir yönetim, yolsuzlukların önlenmesi, şeffaflık, katılımcı yönetim anlayışı, sivil toplum örgütlerinin güçlendirilmesi, yerindenlik gibi ilkeler öne çıkıyor, liberal demokrasinin bu tür temaları neo-liberal ekonomi politikalarıyla organik bağ içinde yeniden tanımlanıyordu.” (Ataay, 2003: 152) Devletin demokratikleşmesinin ve sivil toplumun güçlenmesinin önündeki engel olarak, devletin ekonomiye müdahalesi 70 gösteriliyordu. Böylece neo-liberal politikalar, liberal demokrasinin kurulması için ön koşul olarak sunuluyordu. Neo-liberal politikalar, 1970-80’lerde, daha çok otoriter rejimler ve muhafazakâr yönetimler eliyle yürütülürken, 1990’larda, yeni demokrasi dalgasının da etkisiyle, demokrasiyle ve demokrasinin geliştirilmesi amacıyla kullanılacak izlenimi veriliyordu. Ancak, katılımı artırmayı vaat eden demokrasi retoriğine rağmen, teknokratik mekanizmaların güçlendirildiği ve siyasetin ekonomiyle ilişkisinin kesilmeye çalışıldığı görüldü. 1990’larda, azgelişmiş ülkelerde neo-liberal politikaların hayata geçirilmesinde, IMF ve Dünya Bankası gibi uluslararası örgütlerin yönlendiriciliği, daha da belirgin duruma geldi. Ekonomik ve toplumsal sorunların teknik bir bakış açısıyla ele alınması gerektiğini ileri süren görüşlerin egemenliğinde, Merkez Bankası özerkliği, üst kurullar gibi teknokratik mekanizmalar büyük ağırlık kazandı. Gerçekte bu yeni bir otoriterleşme biçimiydi. Nitekim neo-liberal reformların gerçekleştirilme biçiminin son derece tepeden olması bile, demokratikleşme retoriğinin içinin ne kadar boş olduğunu göstermeye tek başına yeterlidir. Hukuk devletini geliştirip insan haklarını güçlendirmeyi, çevreye duyarlı politikaların egemen olmasını ve yoksulluğun önlenmesini vaat eden ve bu doğrultuda sivil toplum kuruluşlarının (STK) katılımını öngören politikalar ise sürece damgasını vurabilmekten uzak sembolik adımlar olmanın ötesine geçemedi. (Ataay, 2003: 153) Karar alma süreçlerine katılan STK’lar daha çok sermaye örgütleriydi. Çünkü sivil toplum daha çok piyasa bağlantılı olarak anlaşılıyordu. Ekonomik liberalizmin meşrulaştırılmasını ve ona karşı oluşacak toplumsal muhalefeti önlemek için, sürecin siyasal liberalizmle tamamlanarak demokratik bir açılım gerçekleştirme 71 vaat edildi. Ancak, yaygınlaştırılmasıyla, demokrasi neo-liberal adına politikalar yönetişim karşısında mekanizmasının oluşacak toplumsal muhalefeti önlemenin bir aracı olarak, STK’lar sürece katılarak etkisizleştirildi. Bu biçimiyle yönetişim mekanizması ve STK’ların katılımı, neo-liberal politikalara yönelik muhalefetin bölünmesini ve siyasal hayatta ağırlık taşıyan toplumsal grupların neo-liberal politikalara kazanılmasını sağladı. (Zabcı, 2000, 2002) 1990’ların sonlarına doğru azgelişmiş ülkelerin hemen tamamında büyük finansal krizler yaşandı ve toplumun büyük bölümü bu krizlerden ağır bir biçimde etkilendi. Başlangıçta orta sınıflar tarafından da belli ölçüde çekici bulunan neo-liberal politikalar, bu krizlerin ardından yeniden toplumsal desteğini yitirmeye başladı. Bu koşullarda siyasal partiler açısından temsil krizi daha da artan bir sorun olarak gündeme geldi. Zira, manevra alanı iyice daralan iktidarların alternatif politikalar geliştiremeyişi ve toplumsal taleplere yanıt veren politikalardan uzaklaşması, toplumsal desteklerinin de hızla erimesine yol açıyordu.(Gills vd., 1994) Toplumsal taleplere yanıt vermeyi hedefleyen yönetimler ise sermayenin ciddi bir direnişi ile karşılaşıyordu. Dolayısıyla, günümüzde azgelişmiş ülkelerde siyasal sistem açısından temsil krizi ciddi bir sorun olarak varlığını korumaktadır. Beklentilerin aksine, STK’lar ve yönetişim mekanizması da bu sorunu hafifleten bir katkı sunabilmekten uzak kalmaktadır. Ancak, neo-liberalizme karşı güçlü bir alternatifin günümüzde henüz ortaya konamamış olması, her krizden sonra liberalizasyon sürecini daha da ilerleten programların uygulamaya geçirilebilmesine olanak sağlamaya devam ediyor. Bu nedenle, 1990’ların demokrasi dalgasını sona erdiren ters dalga henüz ortaya çıkmış değildir. Otoriter yönetimlere kayış alternatifi yerine, toplumsal 72 desteğini yitiren siyasal oluşumların seçim sürecinde devre dışı bırakılıp, neo-liberal reform sürecinin yeni siyasal oluşumlar eliyle sürdürülmesi hâlâ geçerli bir alternatif olmayı sürdürüyor. Dolayısıyla, neo-liberal politikaların siyasal meşruiyete sahip yönetimler eliyle sürdürülmesi sağlanabildiği sürece liberal demokrasilerin değerini koruyacağı anlaşılıyor. 2.3. Azgelişmiş ve Gelişmiş Ülkelerde Farklılaşan Demokrasi Tartışmaları “Liberalizmin İngilizce çekimli dili, demokrasinin retoriğini solgun ve etkisiz bırakmıştır; ama ben demokrasi retoriğinden çok pratiğini onarmayı ve canlandırmayı umuyorum, -kaldı ki, sonuçta demokrasi pratiği de kısmen bir dil ve retorik sorunu olarak karşımıza çıkar-. Daha sonra kanıtlanacağı gibi, liberal demokrasinin krizi en çok dilde ve teoride bir krizdir.” (Barber, 1995: 21-22) “Güçlü demokrasi modern siyasetin alabileceği tek uygulanabilir biçimdir ve demokrasi katılımcı bir biçime bürünmediği sürece, mümkün kıldığı liberal değerlerle birlikte siyaset sahnesini terk edecektir”. (Barber, 1995: 24) Yukarıda alıntıladığımız iki küçük paragraftan birincisi sorunun tespitinin, ikincisi çözümünün adı olduğu iddiasındadır. Benjamin Barber tarafından 1984 yılında ABD’de yayınlanan “Güçlü Demokrasi” (Strong Democracy) adlı ve “yeni bir çağ için katılımcı siyaset” alt başlıklı kitabın önsözünden alınmıştır. 73 Kitap ilerleyen bölümlerinde, liberal demokrasiyi “cılız demokrasi” olarak tanımlamakta ve katılımcı bir siyaset önerisi olarak “güçlü demokrasi” ile değiştirilmesini savunmaktadır. Çalışmamızın birinci bölümünde liberal demokrasinin krizine çözüm önerileri olarak tartıştığımız radikal demokrasi ve müzakereci demokrasi tezleri gibi bir yaklaşım görüyoruz. Burada önerilen çözüm liberal demokrasinin bireyinin cemaatçi bir anlayış içinde dönüştürülmüş “komşular” haline gelmeleridir. “Bireyler güçlü demokratik cemaatle dönüştürülür. Özerklikleri korunur; çünkü onların kendi özgürlük ve çıkar görüşleri başkalarını kapsayacak şekilde genişletilmiştir ve ortak güce itaatleri meşru kılınır; çünkü geniş bakış açılarıyla ortak güç içinde kendi iradelerinin çalışmasını algılarlar.” (Barber, 1995: 287) Gerek birinci bölümde tartıştığımız demokratikleşme önerileri, gerek burada değindiğimiz güçlü demokratik dönüşüm, bir olasılık, bir soyut proje gibi gözükürler. Bunun yanında liberal demokrasinin somut olarak derinleştirilmesini çağrıştıracak, insan hakları alanındaki gelişmelere bakabiliriz. Birinci ve ikinci kuşak insan hakları denilen ve bireylerin negatif ve pozitif haklarını anlatan insan hakları yaklaşımının yanında, yeni geliştirilmiş bir üçüncü kuşak insan hakları demetinden bahsedilmektedir: Dayanışma hakları. Bu haklar insanlığın ortak çıkarı temelinde formüle edilen ve sürekli gelişen ve sayıları artan barış hakkı, sağlıklı bir çevrede yaşama hakkı, gelişme hakkı gibi haklardır. Bu haklara yakından bakmadan önce birinci bölümde ele aldığımız radikal demokrasi projesinin normatif temellerinden biri sayılan demokrasinin tarihsel bir 74 kategori olarak sürekli gelişeceği yaklaşımı ile bir yakınlık kurabiliriz. Yani insanlığın gelişmesine paralel olarak tanımlanmış haklarının da genişleyebileceği yaklaşımı söz konusu edilebilir. Ancak burada değinmemiz gereken, insan hakları konusunda çalışanların, üçüncü kuşak haklara yaklaşımlarında, farklılıkların söz konusu olmasıdır. Geleneksel insan hakları anlayışına bağlı uzmanlar bu hakların soyut haklar olarak kalmasını savunuyorlar. (Kaboğlu, 1995: 282) Bu görüşü savunmanın dayanağı, daha gelişkin insan hakları savunmak adına genişletilen çerçevenin klasik insan haklarının etkililiğini azaltacağıdır. Buna karşılık dayanışma haklarının da insan hakkı olduğuna ilişkin görüş ağırlık kazanmaktadır. “Olay ve olgularla anlayış ve kavramlardaki evrim, yeni haklar dalgasını yadsıma iradesini çürütmektedir. Yadsıma kabul edilemez; çünkü, insan hakları bir süreçtir ve süreç devam etmektedir. Geleneksel yaklaşım olumsuzluğu bağrında taşımaktadır; zira; dayanışma hakları yeni dramlar ve tehlikelere karşı, hukukun yeni kavramlarla insan hakları bağlamında yanıt verme denemesini ifade etmektedir.” (Kaboğlu, 1995: 283) Yeni hakların ortak temeli yaşama hakkıdır. Yaşama hakkı mutlaka birinci ve ikinci kuşak hakların da temelidir. Birinci kuşakta güvenlik içinde; ikinci kuşakta onurlu bir biçimde yaşama hakkına sahip olan birey, bunlara ek olarak üçüncü kuşakta da temiz bir çevre ve barış içinde yaşama hakkına sahiptir. 75 Buradan hareketle gelişmiş ve azgelişmiş ülkeler arasındaki demokrasi ve demokratikleşme anlayışlarının farklılığına geçebiliriz. Ancak bir ayrıntıyı da mutlaka belirtmeliyiz. İnsan hakları devletlere karşı savunulan bir hak olmakla birlikte korunması uluslar arası bir düzeye yükselmiştir. Ancak gelişmiş ülkelerin devletlerinin bu hakları kesin bir şekilde kabullenip her düzeyde işlettikleri garantisi yoktur. Çünkü temiz bir çevrede yaşama hakkı bir insan hakkı olarak kabul edilmiş olmasına rağmen sıklıkla çevreye zararlı teknolojilerin ve atıkların azgelişmiş ülkelerin başına bela edildiğini görüyoruz. Bunda azgelişmiş ülkelerin devletleri birinci derecede sorumludurlar. Çünkü insan haklarının ve demokrasinin batının kültür empozesi olarak Doğu Asya’da güçlü hükümetlerin kurulmasını engellediğini iddia etmiş bir Malezya başbakanı görüyoruz. Malezya başbakanı Mahathir Bin Muhammed’e göre, “Hong Kong dışındaki tüm Doğu Asya ülkeleri ‘laissaiz faire’ kapitalizmine dayanan batı modeli demokrasiyi reddediyorlardı. Çünkü, bu ülkelerin sermaye hareketlerinde ‘tek rekabet avantajı olan’ düşük ücretleri koruyabilmek için ‘güçlü ve istikrarlı hükümetlere ihtiyaçları vardı. Batılıların bir ‘uluslar arası asgari ücret’ önererek kırmak istedikleri bu avantajı, ancak güçlü iktidarlar koruyabilirdi. Diğer tüm avantajların (sermaye, teknoloji, büyük pazarlar vb.) Batı’nın lehine olduğu düşünülürse, Asyalı ülkelerin yapabilecekleri başka bir şey yoktu.” (Timur, 1996: 33) Burada açıkça görülen odur ki, azgelişmiş ülke yöneticileri ülkelerinde gerçekleştirmek istedikleri insan hakları ihlallerinin Batılı devletler tarafından konu edilmemesini, denetlenmemesini istiyorlar. Bu söylem bize çok tanıdık geliyor. Giriş bölümünde belirttiğimiz gibi, askeri cuntanın başındaki Evren, Batılı devletlere kafa 76 tutarak, “biz onlarda neden idam cezası yok diye soruyor muyuz?” demişti. Yani azgelişmiş ülke yöneticilerinin bazı şeyleri korumak adına insan haklarına aykırı davranmaları onların asker veya sivil olmalarına göre pek değişmiyor. Burada ısrarla belirtmeliyiz ki, Batılı yöneticiler veya sermaye sahiplerinin insan hakları savunucuları olmaları mutlak değildir. Daha çok uzun mücadelelerle bu hakların kurumsallaşmasını sağlamış sivil toplum ve onun örgütleri bu konuda duyarlıdır. Aksi halde, insan hakları konusunda çok önemli hassasiyetleriyle dikkat çeken Fransız hükümetine karşı, Green Peace eylemcileri Okyanusta eylem yapmak zorunda kalmazlardı. Demek ki, azgelişmiş ülkelerdeki insanların haklarını savunmaları çok daha zordur. Çünkü onların hakları, hem kendi yöneticileri tarafından, hem de neo-liberal politikanın uluslararası uygulayıcıları tarafından ihlal edilme tehlikesiyle karşı karşıyadır. Örneğin, Türkiye’de çok uzun yıllar verilen mücadele sonunda ancak bertaraf edilebilen, Bergama’da siyanürle altın çıkaran firmanın, bırakın insanın temiz bir çevrede yaşama hakkını, doğrudan yaşama hakkını ihlal ettiğini belirtmeliyiz. Bunun yanında, insanlık onurunu ayaklar altına alan bir devlet görevlisinin, Güneydoğu’da köylüye “pislik” yedirdiğini de dile getirmeliyiz. Daha genel bir bilanço için istatistik vermek gerekirse, 1995-2000 yılları arasında Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM)’ne Türkiye’den 63 dava açılmıştır. Bu davalar ağırlıklı olarak kişisel güvenlik hakları, yaşama hakkı, mülkiyet hakkı ihlalini konu almaktadır. 77 Devlet bu davaların bir çoğunda tazminat ödemeye mahkum edilmektedir. Yani suçlu bulunmaktadır. Ve insan hakları ihlallerini sürdürmektedir. Buradan çıkarmak istediğimiz sonuç, azgelişmiş ülkelerin içinde gelişmekte olan bir ülke olarak, Türkiye’de, bu düzeyde insan hakları ihlal edilebiliyorsa, üçüncü dünyanın geri kalmış ülkelerinde, insan hakları raporlarını incelemeye bile gerek yoktur. Bir diğer sonuç ise, daha sonra ayrıntılı tartışılacağı için belirtip geçmek yeterlidir, demokratikleşme konusunda Türkiye’de iktidar sahipleri ancak dış dinamiğin etkisiyle hareket etmektedir. Bunu nasıl tespit edebiliyoruz? Demokratikleşme konusunda hazırlanan yasa paketleri minimum gelişme içeriyor. Bazı konularda da özellikle bir gelişme gözlenmiyor. Hatta geriye doğru bir hak kaybının yolu açılıyor. Bu alan kolayca tahmin edileceği gibi emek kesiminin haklarıdır. Bir yandan Anayasa’da sendikalara yönelik kısıtlamalar kaldırılırken, bir yandan da yeni ortaya çıkan yasal düzenlemelerle, her alandan emekçilerin örgütlenmelerini engelleyici düzenlemelere gidilmektedir. İşçiler sendikasızlaştırılmakta, çiftçiler daha sonra değineceğimiz gibi Şeker Yasası, Tütün Yasası gibi düzenlemelerle topraktan atılmaktadırlar. Yukarıda değindiğimiz ve demokratik ilerlemenin bir göstergesi saydığımız sağlıklı bir çevrede yaşama hakkı, bir yandan yeni gelişen bir hak olduğu halde, öte yandan tehdit altındadır. Küreselleşme sürecinde su yüzüne çıkan en önemli tehditler arasında çevreye verilen zararlar dolayısıyla tüm insanlığın maruz kalmakta olduğu 78 zararlar da sayılabilir. Denizlerde ve içme suyu kaynaklarında kirlenme, kimyasal, biyolojik ve nükleer atıklardan doğan sorunlar, iklim değişiklikleri ve küresel ısınma, erozyon nedeniyle ekilebilir alanların azalması gibi olgular dünyayı tehdit etmektedir. Sanayileşmeyle birlikte aşırı biçimde ortaya çıkan karbondioksit gazının etkileri sonucunda atmosferdeki ozon tabakası incelmiş, son yüz yıl içinde Kuzey Kutbu bölgesindeki ortalama hava sıcaklığı 5 derece artmıştır. Önümüzdeki 100 yıl içinde dünyanın ortalama hava sıcaklığının da, 1.4 ila 5.8 derece oranında artacağı hesaplanmaktadır. Küresel ısınma sonucunda büyük buzullar hızla erimeye başlamış, bu ise şiddetli yağışlar, sel felaketleri, büyük tayfunlar (El Nino vb.) büyük miktarda erozyon ve kıyıya yakın bölgelerin sular altında kalması gibi tehlikeler doğurmuştur. Küresel ısınmanın ayrıca dünyadaki bitki ve hayvan türleri üzerinde de olumsuz etkileri ortaya çıkmış ve gelecekte yaşanabilecek küresel gıda bunalımlarına zemin oluşmaya başlamıştır. Çevresel sorunlar, insanlarda beslenme ve solunum bozuklukları, kanser, akciğer ve kemik hastalıkları başta olmak üzere bazı hastalıkların yayılmasında da etkili olmaktadır. Küreselleşmenin bu yöndeki olumsuz etkileri tüm dünyada hissedilmekle birlikte, gelişmekte olan veya azgelişmiş ülkelerde hissedilen zarar diğerlerine oranla daha büyüktür. Bu olumsuzluklar yaşanırken, küresel ısınma başta olmak üzere çevreye yönelen tehditlerle mücadelede uluslararası işbirliğini öngören çabalar da son dönemde yoğunlaşmıştır. 79 Ancak, başta ABD olmak üzere bazı sanayileşmiş ülkelerin bu çabalara katılmakta isteksiz davranması, çevresel tehditlerin azaltılmasına imkan sağlamamaktadır. George Bush'un ABD Başkanı olduktan sonra, atmosfere karbondioksit salınmasını denetim altına almayı amaçlayan Kyoto Protokolü'ndeki ABD imzasını, ulusal sanayiinin zarar göreceği gerekçesiyle geri çekmesi, öngörülen uluslararası işbirliğini anlamsız kılmıştır. Çünkü atmosfere salınan zararlı gazların neredeyse % 70'i ABD kaynaklıdır. (Erhan, 2003) ABD’nin dünyayı tek başına yönetme talebi çok farklı ve küreselleşmenin getirdiği koşulların verdiği katılım ve ileri bir demokrasi imkanlarını reddedici bir proje içeriyor. Amerikan toplumunda güçlü demokrasi projeleri tartışılsa da, ABD yönetimi, hem ülkesinde hem de dünyada demokrasiyi riske sokuyor. Buradan hareketle sadece azgelişmiş ve gelişmiş ülkeler arasında bir demokrasi tartışmaları farklılığından söz etmekle yetinmiyoruz. Aynı zamanda gelişmiş ülkelerin kendi aralarında da demokrasi tartışmaları açısından ciddi farklar görüyoruz. Özellik AB ve ABD karşıtlığında bunu izlemek mümkün hale geliyor. Bush yönetiminin Orta Doğu’ya ihraç etmeye çalıştığı şey, Avrupa’dan “demokrasi” olarak gözükmüyor. Cem Somel’in 6 Haziran 2004 tarihli köşesinden de “Büyük Orta Doğu Sahtekarlığı” olarak görülüyor. “Reagan döneminden beri gerek Amerikan iç politikasında gerekse dünyaya ihraç ettiği düşünce şeklinde neo-liberalizm hakim. Neo-liberalizmin esas unsuru devletin piyasa üzerindeki düzenlemesinde vazgeçmek olarak ortaya çıkıyor. Yani piyasada olup bitene karışmamak. Bu çekimserlik ise, özellikle küreselleşmeyle birlikte, 80 çalışanların aleyhine gelişen bir dinamik oluşturuyor. Nitekim 1980’den beri Amerika’da gelir dağılımı sürekli bozuluyor, bütün üretim ve üretkenlik artışlarına rağmen çalışan aileler yirmi yıl önceki gelirlerini elde edebilmek için daha çok saat çalışma mecburiyetinde kalıyorlar. En çok kazananlarla sıradan işçiler arasındaki gelir farklılığı katlanıyor. Servet birikimi daha da eşitsiz bir gelişme gösteriyor.” (Keyder, 2003: 242) Bütün bu eşitsizliklerin ortaya çıktığı sürece neo-liberalizmin sosyal devleti reddeden ideolojisi ekleniyor. Bu eklemlenmeyle birlikte devletin sorun olarak sunulmasının zemini doğuyor. Devletin sorun olması ne demektir? Devlet vergi alır. Amerikan siyasetçisinin en önemli propaganda malzemelerinden birisi vergi alımının azaltılacağıdır. Ancak bunun bir sonucu vardır. Daha az vergi toplayan devlet daha az sosyal harcama yapmak olanağına (olanaksızlığına) sahip olur. Böylece, ABD vatandaşları sosyal güvenlik sisteminin dışına düşme tehlikesi içinde, sadece iş sahibi oldukları zaman sigortalı olduklarından, işlerini kaybetme korkusu içinde yaşıyorlar. (Keyder, 2003: 243) Sonuç olarak ABD’de sınıflar arasındaki denge bozuluyor. Veya demokrasinin temel desteği sayılan orta sınıf daralıyor. “Acaba bu gelişme sınıf temelli siyaset açıklaması ölmüştür” diyen Laclau ve Mouffe’un dikkatini çekiyor mudur? 81 3. Bölüm: Türkiye'de Demokratikleşme Bu bölüm üç alt başlıktan oluşmaktadır. Önce, 1980’den günümüze geçen çeyrek yüzyıl içinde askeri rejimin, geçiş döneminin ve geçiş sonrası dönemin iktidar sahiplerinin demokratikleşme adına neler yaptıkları değerlendiriliyor. İkincisinde, bu sürecin tamamlayıcısı ve etkileyicisi olarak özellikle ekonomik alanda çok fazla gündeme gelmiş olan, dış etken değerlendirilmektedir. Bu bağlamda Türkiye'nin 1980 yılından itibaren küreselleşme söylemi içinde dünya kapitalist sistemiyle nasıl eklemlenmeye çalıştığına bakacağız. Bu süreçte, Türkiye içinden de sağlanan destekle uygulamaya konulan ekonomik ve hukuksal programları değerlendireceğiz. Üçüncü alt başlıkta ise, Avrupa Birliği’ne yönelimin bazı çevrelerde yarattığı demokratikleşmenin sağlanacağı beklentisi ele alınacaktır. Bu bağlamda ortaya çıkan “Kopenhag kriterleri”nin karşılanma çabası ve “Uyum Yasaları” süreci değerlendirilecek, siyasal partilerin ve sivil toplum kuruluşlarının Avrupa Birliği’ne giriş sürecine yaklaşımları ele alınacaktır. 3.1. Türkiye'de 1980’den Günümüze Demokrasi Tartışmaları Bu başlık üç alt bölümden oluşmaktadır. Birinci alt bölümde, demokrasinin kesintiye uğratıldığı dönemden çıkılırken, demokrasiye dönüş projesini yürüten askeri rejim yöneticilerinin yaptığı anayasa ve hukuk sistemini değerlendireceğiz. İkincisinde, ekonomiyi kendisine çalışma ve uygulama alanı olarak seçmiş, siyaseti ise adeta askeri dönemin bir uzantısı olarak mümkün olduğunca bastırmış olan geçiş dönemi veya Özal iktidarı dönemine bakacağız. Zira Türkiye'de Özal’ın vizyon sahibi ve ülkeye çağ atlattığı gibi bir yanılsama hiç olmazsa bir dönem etkili olmuştur. Özellikle Avrupa Birliği’ne (o tarihte Avrupa Topluluğu) tam üyelik başvurusu yapması bağlamında Türkiye'nin önünü açan bir iktidar olarak algılanmıştır. Üçüncü alt bölümde ise, sivil rejime geçişin sağlandığı, hatta demokratikleşme umutlarının pekiştiği DYP-SHP koalisyonuyla başlayan dönemin değerlendirilmesi olacaktır. 3.1.1. Askeri Dönem 12 Eylül askeri darbesi emir komuta zinciri içinde, Genel Kurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanlarının oluşturduğu bir heyet tarafından gerçekleştirildi. Bu heyet kendisini Milli Güvenlik Konseyi olarak adlandırdı. Heyetin başkanı dönemin Genel Kurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren, üyeleri ise Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Nurettin Ersin, Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Tahsin Şahinkaya, Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Nejat Tümer ve Jandarma Genel Komutanı Sedat Celasun idi. Kenan Evren MGK başkanlığının yanı sıra “devlet başkanlığı” görev ve yetkilerini de kendisinde toplamıştı. Orgeneral Haydar Saltık MGK Genel Sekreteri olarak görevlendirildi. Milli Güvenlik Konseyi, “Bildiri” ve “Karar” adıyla açıkladığı kuralları ve emirleri numaralandırarark kamuoyuna duyuruyordu. MGK’nin ilk bildirisi “1 numaralı” bildiri olarak 12 Eylül sabahı saat 04:00’te TRT’den duyuruldu. Orgeneral Kenan Evren’in ağzından okunan bu ilk bildirinin dikkat çekici yönlerini Bülent Tanör şöyle sıralıyor : 83 “- Devletin varlığına, rejimine ve bağımsızlığına yönelik saldırılar yoğunluk kazanmıştır. - Buna karşılık devlet organları ve anayasal kuruluşlar işlemez duruma getirilmişlerdir. - İrticai fikirler ve sapık ideolojiler devlet kuruluşlarını, işçi örgütlerini ve siyasal partileri etkileri altına alarak ülkeyi iç savaş eşiğine getirmişlerdir. - TSK, İç Hizmet Kanunu'nun verdiği Türkiye Cumhuriyeti'ni kollama ve koruma görevini Türk Milleti adına yerine getirmek için emir ve komuta zinciri içinde ülke yönetimine bütünüyle el koymuştur. - Harekatın amacı, ülkenin bütünlüğünü, devletin otoritesini yeniden sağlamak, demokratik düzenin işlemesine engel olan nedenleri ortadan kaldırmaktır. - Parlamento ve hükümet feshedilmiş, milletvekillerinin dokunulmazlıkları kaldırılmış, bütün yurtta sıkıyönetim ilan edilmiş, yurt dışına çıkışlar yasaklanmış, ikinci bir emre kadar saat 05:00'ten itibaren sokağa çıkma yasağı konmuştur.” (Tanör, 1995 : 27) “Dar Sokakta Siyaset” isimli kitabında Yalçın Doğan’ın dikkat çektiği gibi, bildiri parlamento ve hükümeti feshetmiş olmasına rağmen, siyasal partiler için böyle bir karar alınmamış, siyasal faaliyetlerin durdurulması bile söz konusu olmamıştı. Bir iddiaya göre darbeden üç hafta önce bildiri taslağını hazırlayan iki sivil bürokratın 84 metne koyduğu “partiler feshedilmiştir” ibare komutanlar tarafından metinden çıkarılmıştı. (Doğan, 1986, 42-44) Bir nolu bildiride sözü edilen darbe hakkındaki “teferruatlı açıklama” belirtildiği gibi aynı gün saat 13:00'te K. Evren tarafından TRT aracılığıyla kamuoyuna iletilmiştir. Buna göre darbenin gerekliği konusundaki açıklamanın önemli noktaları şunlardır: “- Anarşi, terör ve bölücülük karşısında partiler ve milletvekilleri seyirci kalmış, hukuk devleti kavramı bir takım anayasal kuruluşlarca devletin parçalanması pahasına da olsa kişilerin savunulması olarak yorumlanmış, kuvvetler ayrılığı ilkesi kuvvetler çatışmasına dönüşmüş, siyasal partiler yıkıcı ve bölücü mihrakları kışkırtmış, iktidarlar partizanca kullanılmışlardır. - 12 Eylül harekatı kanun ve nizam hakimiyetini sağlamak için yapılmıştır. MGK yasama ve yürütme yetkilerini yüklenmiş olup, yürütme sorumluluğu en kısa zamanda Bakanlar Kurulu'na bırakılacaktır. Yeni bir anayasa, seçim ve siyasal partiler kanunu ile diğer düzenlemelerin yapılmasından sonra ülkede seçimlere geçilecektir. - Bu dönem içinde her türlü siyasi faaliyet durdurulmuştur. Parlamento üyeleri siyasal faaliyetlerinden dolayı suçlanmayacak, yeni yönetime karşı suç niteliğinde davranışlarda bulunmadıkça herhangi bir işleme uğratılmayacaklardır. - AP, CHP, MSP ve MHP Genel Başkanları can güvenliklerinin sağlanması amacıyla şimdilik TSK gözetiminde belli yerlerde ikamete tabi tutulmuş olup, durum elverişli olduğunda serbest bırakılacaklardır.” (Tanör, 1995 : 28) 85 Darbenin dünyaya duyurulması ise ABD resmi sözcüleri ve kanalları tarafından yapılmıştır. Bu noktada darbeden bir gün önce Hava Kuvvetleri Komutanı Tahsin Şahinkaya'nın ABD'den Türkiye'ye dönmüş bulunması dikkati çekmektedir. Tarihe geçmiş bir bilgi olarak CIA’nın şeflerinden biri olan ve Türkiye politikasını yakından izleyen Paul Henze, darbeyi Beyaz Saray’a “Bizim çocuklar başardı” biçiminde duyurduğunu belirtelim. (Çavdar, 1996, 265) “ABD Başkanı J. Carter, görevinden ayrıldıktan sonra yaptığı bir gezide Türkiye'ye de uğradığında, 12 Eylül darbesiyle ABD'nin ferahladığını, Afganistan ve İran'dan sonra Türkiye'nin istikrarının da kendileri için son derece önemli olduğunu ifade etti.” (Tanör, 1995 : 29) Milli Güvenlik Konseyi’nin yasama ve yürütme yetkilerini üstlenmiş bir kurul olarak aldığı ilk kararlar toplum ve çalışma hayatı ile ilgili kararlardır. Daha önce dikkat çekildiği üzere topumun etkin kesimlerinin etkisizleştirilmesi operasyonuna ilk olarak emek kesiminden başlanmıştır. Grev ve lokavtlar ertelenmiş, grevde olan işçiler işbaşı yaptırılmıştır. Devrimci İşçi Sendikaları Federasyonu (DİSK), Milliyetçi İşçi Sendikaları Federasyonu (MİSK) ve HAK-İŞ sendikalarının faaliyetleri durdurulmuş ve paraları bloke edilmiştir. Sadece TÜRK-İŞ’e bağlı sendikaların faaliyetlerinin devamına izin verilmiştir. Milli Güvenlik Konseyi bir yasama meclisi içtüzüğü sayılabilecek 24 maddelik “Türkiye Cumhuriyeti Milli Güvenlik Konseyi Yasama Görevleri İçtüzüğü” adlı bir karar yayınlayarak kendisini hukuki bir organ haline getirmeye çalışmıştır. Bu metnin önemli hükümleri şunlardır: 86 “- MGK; Genel Kurmay Başkanı Org. K. Evren, KKK Org. N. Ersin, HKK Org. T. Şahinkaya, DKK Ora. N. Tümer ve Jandarma Genel Komutanı Org. S. Celasun'dan oluşur. (md 1) Konsey'e Genel Kurmay Başkanı başkanlık eder. (md 2) - MGK'nin danışmanlık ve sekreterlik görevini Milli Güvenlik Konseyi Sekreteri yapar. Sekreter Konsey toplantılarına katılır ama oy kullanamaz. (md 3) Sekreter gerekli gördüğünde yasa tasarı ve teklifleri ve diğer konular üzerinde inceleme yapmak üzere geçici İhtisas Komisyonları oluşturabilir. (md 5)” (Tanör, 1995 : 31) İçtüzük'ten anlaşıldığına göre, yasama yetkisi Milli Güvenlik Konseyinde ise de yasaların taslağını hazırlamak görevi Sekreter tarafından yürütülmektedir. Dolayısıyla Sekreter, Konsey toplantılarına “oy hakkı” olmadan katılmasına rağmen yasama sürecinde MGK üyeleri kadar etkilidir. Darbeyi yapanlar, sadece TBMM’ni ve hükümeti fesh etmekle yetinmemişler; yerel yönetimler düzeyinde de seçimle gelmiş organları fesh etmişlerdir. 25 Eylül 1980 tarihinde belediye başkanları görevlerinden alınmış, il genel meclisleri ve belediye meclisleri dağıtılmıştır. Görevden alınan belediye başkanlarının yerine ise daha çok asker kökenli kişiler İçişleri bakanlığınca belediye başkanı olarak görevlendirilmiştir. “Askeri rejimin ya da geçiş rejiminin temel düzenleyicisi Anayasa Düzeni Hakkında Kanun oldu (2324-27.10.1980;RG.27.10.1980). Bu metne "Geçici Anayasa" da denebilir.” (Tanör, 1995 : 32) Kanunun giriş bölümü şöyledir: "Büyük Türk Milleti adına tarihi sorumluluk duygusu ile hareket ederek emir ve komuta zinciri içinde ve emirle 12 Eylül 1980 87 harekatını gerçekleştirmiş ve yönetime bütünüyle el koymuş bulunan Türk Silahlı Kuvvetlerinin yönetime el koymasını zorunlu kılan sebepler ile harekatın amacı ve Milli Güvenlik Konseyi'nin kuruluş tarzı, Konsey bildirileri ve Konsey Başkanının 12 Eylül 1980 günü radyo ve televizyonla yayınlanmış konuşması ile kamuoyuna duyurulmuştur". (Tanör, 1995 : 32) “Bundan sonra 7 maddelik kısa bir metin gelmektedir. Buna göre, 1961 Anayasası aşağıdaki istisnalar dışında ve yenisi yapılana dek yürürlüktedir. 1961 Anayasasının TBMM'ne, Millet Meclisi'ne ve Cumhuriyet Senatosu'na tanıdığı görev ve yetkiler 12 Eylül 1980'den itibaren MGK tarafından, Cumhurbaşkanı'na vermiş oldukları da MGK Başkanı ve Devlet Başkanı tarafından yerine getirilir. MGK karar, bildiri ve yasalarının Anayasaya aykırılığı ileri sürülemez. MGK bildiri ve kararları ile Bakanlar Kurulu kararnameleri ve üçlü kararnamelerin yürütülmesinin durdurulması istenemez. MGK bildiri, karar ve yasalarının 1961 anayasasına uymayan hükümleri Anayasa değişikliği, yürürlükteki yasalara uymayanları yasa değişikliği sayılıp yürürlüğe girerler. Kanun Resmi Gazete'de yayınlandığında, 12 Eylül 1980'den geçerli olmak üzere yürürlüğe girer.” (Tanör, 1995 : 32) Milli Güvenlik Konseyi, kendisini yetkilendirdiği bu yasayla olağanüstü yetkiler almış, hem anayasa yapma hem anayasa değiştirme yetkisine sahip olmuştu. Yani hem asli hem kurucu iktidar hak ve yetkisini kullanmıştı. Milli Güvenlik Konseyi 12 Eylül müdahalesinden önceki dönemde asayişten sorumlu yetkililerin özellikle de sıkıyönetim komutanlarının yetki azlığından şikayetlerini de dikkate alarak bir takım yasalar çıkarmıştır. Bu, hızlı bir yasama faaliyetine yol 88 açmıştır; çünkü 12 Eylül’ün temel gerekçelerinden biri olarak asayiş sorunları dile getiriliyordu. Dikkat çekmek gerekir ki bu yetki taleplerini sivil dönemin Başbakanı Süleyman Demirel demokratik hukuk devletine uygun bulmamıştı. “12 Eylül müdahalesi yüksek komutanlara bu alanda da yeni bir olanak sundu. Sivil siyasetçilerden talep ettikleri ama gerçekleştirilmeyenleri bizzat yapma fırsatını elde ettiler. Basitleştirilmiş yasa yapma usulü (beş kişilik yasama organı) sayesinde, yeni Anayasadan önce ve sonra, yasalar dünyasında köklü değişiklikler yarattılar. Rakamlar da bunu ortaya koymaktadır. MGK ilk altı ayında 123, dokuzuncu ayında 175, 1981'in sonuna varıldığında da 51 tanesi yeni yasa olmak üzere toplam 268 yasa çıkarmış olacaktı” (Tanör, 1995, 33). Milli Güvenlik Konseyi, özellikle asayiş konusundaki yasa değişikliklerini hızla yapmış ve idam cezalarının yerine getirilmesinde de istekli davranmıştır. Daha önce de belirtildiği gibi, MGK başkanı idam cezalarıyla ilgili eleştirileri “asmayalım da besleyelim mi?” diye cevapladı. MGK her ne kadar demokratik bir sistemin kurulacağını ilan etmiş ve demokrasiye dönüşü bir takvime bağlamışsa da, zaman içinde gelişen olaylara göre siyasal faaliyetlere ve siyasetçilere karşı daha sert davranmıştır. Askeri otoritenin siyasal partilere karşı davranışlarında da farklılıklar gözlenmiştir. Merkezin sağında ve solunda yer alan AP ve CHP’ye ve genel başkanlarına karşı davranışlarıyla “aşırı” sağda yer alan MHP ve MSP’ ve genel başkanlarına davranışları farklı olmuştur. Darbe günü açıklanan zorunlu ikamet uygulaması AP ve CHP lideri için sona 89 erdirilirken, MHP ve MSP genel başkanları tutuklanmış, onlar ve parti yöneticileri hakkında Ankara Sıkıyönetim Komutanlığınca kamu davası açılmıştır. “Askeri rejim partiler hakkındaki tutumunu bir süre sonra sertleştirdi. Kenan Evren 15 Ocak 1981 tarihli Konya konuşmasında bunlara ve liderlerine toptan çattı. Ama yine de bir kapatma kararı söz konusu değildi. Hedef hala partilerin kendinden çok liderleriydi. Kurucu Meclis Hakkında Kanun bile, Danışma Meclisi üyelerinin partisizlerden oluşmasını şart koşmakla, partilerin varlığını kabul etmiş gibiydi. Siyasal faaliyetler konusundaki büyük darbe MGK'nin 52 nolu kararıyla gelecek, bunu siyasal partilerin feshi izleyecektir” (Tanör, 1995, 34-35). Adalet Partisi ve Cumhuriyet Halk Partisi’nin yöneticileri zorunlu ikametten muaf tutuldukları halde, gelişmeleri izleyen askeri otorite bu kişilerin siyasal faaliyetlerini sürdürdükleri kanaatiyle, bu faaliyetleri durdurmak ve memleketin gereksinim duyduğu “huzur ortamını” sağlamak için 1981 yılının 2 Haziran günü 52 nolu kararı açıkladı. 52 sayılı Kararı Tanör şöyle özetlemektedir: “- Ülkeyi 12 Eylül 1980 ortamına getiren kişileri eleştirmek ya da övmek şeklindeki demeç, yorum ve yayınların yanı sıra, siyasal gösteri şeklindeki özel toplantılar da devam etmektedir. - Bunların önlenmesi amacıyla her türlü siyasal parti faaliyeti, siyasal çekişmelerin sürdürülmesi, parlamento üyesi eski siyasetçiler ile parti yönetici ve üyelerinin ülkenin siyasi ve hukuki geçmişi ile geleceği hakkında sözlü-yazılı demeçleri, makale yazmaları ve toplantı düzenlemeleri yasaklanmıştır. 90 - Sıkıyönetim Komutanlıklarının kararlarının tartışılması ve haklarında kamu davası açılmış tüzel ve gerçek kişilerle ilgili olarak kamuoyunu yanıltıcı ve ilgilileri etkileyici sözlü-yazılı demeç ya da makale yayımı yoluyla beyan ve yorumda bulunmak da yasaktır.” (Tanör, 1995 : 35) Yaşama hakkı ve kişi dokunulmazlığı en çok zarar gören hak olarak uzun süreden beri uygulanmayan idam cezaları uygulamaya konmuştur. Sınırlı süreler olmasına alışılmış gözaltı süreleri 90 güne kadar uzatılmıştır. Bu gözaltı sürelerinde de, gözaltındaki kişiler hakkında bilgi edinilemeyen zamanlar olmuş ve işkence iddiaları yaygınlaşmıştır. “Bir yandan, askeri rejimin baskıcı ve keyfi karakteri diğer yandan, buna karşı koyabilmenin hukuki olanaklarının iyice kısılmış olması nedeniyle, bu dönem içerisinde yurttaşların seslerini duyurabilmek için "dilekçe hakkı"na başvurmaktan başka ciddi bir seçenekleri kalmamıştır. Osmanlı tebaasının alışık ve sahip olduğu bu biricik ifade olanağı, 12 Eylül rejimi süresince yeniden canlanmış, darbeyle gelen 'hükümdarlara' her gün yüzlerce dilekçe sunulmuştur. Örneğin yeni rejimin yedinci ayı dolarken MGK'ya gelen dilekçelerin toplamı 59.318 idi.” (Tanör, 1995 : 36) 1 Kasım 1980 günü basına yapılan bir açıklamayla askeri rejimin “demokratkleşme paketi” açıklandı. Açıklama MGK adına genel sekreter Org. Haydar Saltık tarafından yapıldı. Bu açıklamayı bir takım koşullar olarak okuyabiliriz. “1) "Kurucu Meclis'in teşkiline imkan verecek ön şartların sağlanması, 91 2) Anayasa Düzeni Hakkındaki Kanun'a ek olmak üzere çıkarılacak Kurucu Meclisi'in kuruluş, görev ve yetkileri hakkındaki kanunun kabulü, 3) Kurucu Meclis'in bilfiil teşkil edilerek çalışmaya başlaması ve öncelikle yeni Anayasanın hazırlanması, 4) Yeni Anayasa metninin, hazırlanacak bir referandum kanunu ile halk oyuna sunularak tasvip edilmesi, 5) Yeni Anayasanın halkoyunca kabul edilmiş hükümleri uyarınca yeni partiler kanunu ve yeni seçim kanununun hazırlanıp Kurucu Meclis'ce kabul edilmesi, 6) Yeni Anayasa ve siyasi partiler kanuna uygun yeni partilerin kurulmasına ve teşkilatlanmasına yetebilecek bir zaman da dikkate alınarak parti faaliyetlerinin başlatılması, 7) Belirttiğim makul sürenin sonunda, yeni seçim kanunu uyarınca genel seçimlerin yapılması suretiyle parlamentonun kurulması ve göreve başlaması, 8) Anayasada yer almış geçici hükümler uyarınca Kurucu Meclis ve Milli Güvenlik Konseyi'nin görev ve mevcudiyetlerinin sona ermesi suretiyle normal demokratik siyasi hayata bütünüyle dönülmesi." (Tanör, 1995 : 37) Bu açıklamaları takibeden aylarda MGK başkanı Org. Kenan Evren yeni yıl mesajında, 1982 sonbaharında yeni anayasanın referanduma sunulacağını; 1983 92 sonbaharında da genel seçimlerin yapılacağını açıkladı. Bu en yetkili ağızdan demokrasiye geçiş takviminin açıklanmasıydı. Hazırlanan anayasanın halkoyuna sunulması süreci demokratik bir ortamla bağdaşmayacak özellikler taşımaktadır. Özellikle anayasanın tanıtımı kampanyası gibi bir misyonla ortaya çıkan, devlet başkanı ve MGK başkanı Evren’in konuşmalarının yasaklanmasıyla yetinilmemiş; anayasa taslağının eleştirilmesi de yasaklanmıştır. Ayrıca referandumu düzenleyen kanun, oy kullanmayı zorunlu tutmuş ve oy kullanmayanların oy kullanma haklarını beş yıl için askıya almıştır. Yani referandumda oy kullanmayan seçmen genel ve yerel seçimde oy kullanamayacaktır. Öte yandan, Anayasa oylaması ile Cumhurbaşkanlığı plebisiti birleştirilerek yeni bir baskı unsuruna başvurulmuştur. (Tanör, 1994, 106) “Anayasanın geçici birinci maddesine göre, Anayasanın halkoylamasıyla kabulüyle birlikte, MGK Başkanı da Cumhurbaşkanı sıfatını kazanacaktı. Böylece adeta Evren'in prestiji ile Anayasaya oy sağlanmak isteniyordu. Ayrıca Devlet başkanlığının adaysız seçimsiz belirlenmesi de bir Cumhuriyet'e yakışmıyordu.” (Tanör, 1995 : 41) “Asıl önemli psikolojik baskı bir başka noktadan geliyordu. Anayasa tasarısının reddi durumunda ne olacağı belli değildi. Dolayısıyla olumsuz oy vermek ister istemez belirsizliğe destek olmak, askeri rejimin sürmesine rıza göstermek anlamına geliyordu. Yani demokrasiye geçilmek isteniyorsa, demokratik bulunmasa bile bu metne oy verilmeliydi. Nitekim Anayasa Komisyonu Başkanı Prof. Orhan Aldıkaçtı bunun bir şantaj olduğunu adeta itiraf ediyordu: "Bizim Anayasamız kabul 93 edilecektir. Kesin... Çünkü Anayasanın kabul edilmesi demek, Siyasi Partiler Kanununun yapılması ve seçime gidilmesi demektir... Seçmen bunu değerlendirecek ve bir an evvel normal düzene geçilmesi için Anayasaya oy verecektir"(Tanör, 1995 : 41) Böyle bir ortamda Kenan Evren onbeş gün süreyle anayasayı tanıtma gezileri ve Radyo TV konuşmalarıyla anayasayı halka tanıttı. Basının adeta susturulduğu ve her türlü örgütlenmenin yasak olduğu bir ortamda referanduma ulaşıldı. 7 Kasım 1982 tarihinde yapılan referandumda % 91.37 kabul oyuyla 1982 Anayasası yürürlüğe girdi. Anayasaya ret oyu verenlerin oranı sadece % 8.63 oldu. Böylece Anayasanın ilgili maddesine göre Evren de Cumhurbaşkanı oldu. 1982 Anayasası 1982 Anayasasını, demokratik teorinin gerektirdiği “sınırlı iktidar” anlayışı açısından incelemek için, devletin iç yapısındaki işleyiş ve birey devlet ilişkilerine bakmalıyız. 1961 Anayasasında yasama yürütme ilişkisinde yasamaya açıkça üstünlük sağlanmış ve yürütme bir görev olarak tanımlanmıştı. 1982 Anayasası ise yürütmeyi güçlendirerek yasamayla denkleştirmeye doğru bir eğilim göstermiştir. Yürütme anayasadan güç alan bir yetki haline getirilmiş ve kanun hükmünde kararname çıkarma yetkisiyle de adeta yasama yetkisine de ortak edilmiştir. Yürütmenin genel olarak güçlendirilmesinin yanında özel olarak da yürütme içinde Cumhurbaşkanı güçlendirilmiştir. Burada belirtmek gerekmektedir ki 1980’lere kadar cumhurbaşkanları genellikle asker kökenli kişilerden seçilmiştir. Yani MGK 94 başkanının cumhurbaşkanlığı makamına oturacağı garantisi içinde bu düzenleme yapılmıştır. Yürütme ve yargı ilişkileri açısından baktığımızda da yürütmenin güçlendirildiğini görüyoruz. Bunu anlamak için iki düzenlemeye bakmak yeterlidir. Birincisi cumhurbaşkanının yüksek yargı organlarının yöneticilerinin ve üyelerinin atanması konusundaki yetkileridir. İkincisi de idarenin yargı yoluyla denetlenmesine getirilen kısıtlamalardır. Örneğin yüksek askeri şüra kararları yargı denetimi dışındadır. Bir örnek de Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulunun Başkanlığına Adalet bakanının getirilmesi yargıyı yürütme karşısında güçsüzleştirmiştir. Ancak bu mutlak bir güçsüzleştirme olarak kabul edilemez. Olsa olsa etkiye açılmıştır diyebiliriz. Çünkü bu kurulun yedi kişilik üye yapısı içinde adalet bakanı ve müsteşar sadece iki oya sahiptirler. “Anayasa yargısı da daraltılmıştır. Anayasa Mahkemesi'nin yetkileri daraltılmıştır. Öncelikle denetlenebilecek işlemler sınırlanmıştır. Olağanüstü hal kanun hükmünde kararnameleri, MGK dönemi (12 Eylül 1980 - 7 Aralık 1983) yasa ve KHK'leri denetim dışıdır. Olağan hal KHK'lerinin denetimi de daraltılmıştır. Anayasa değişiklikleri de ancak biçim yönünden ve sınırlı noktalardan denetlenebilir. Temel hak ve özgürlükler doğrudan Anayasa'da kısıldığından bu alandaki yargı denetimi de etkisizleşmiştir. Anayasa Mahkemesi'ne başvuru yolları da kısılmıştır. Önceki Anayasada kendi görev ve varlık alanlarını ilgilendiren konularda dava açabilen Yüksek Hakimler Kurulu, Yargıtay, Danıştay, Askeri Yargıtay ve Üniversiteler artık böyle bir olanağa sahip değillerdir. İptal davası hakkı Cumhurbaşkanı, iktidar (koalisyon hükümetinin büyük ortağı) ve ana muhalefet partisi grupları ile TBMM 95 üye tam sayısının en az beşte birine tanındığından, diğer parti ve grupların başvurusu da artık imkansızdır. Oysa 1961 Anayasasının ilk 10 yılında TBMM'de bir tek temsilcisi bulunan partiler bile bu hakka sahipti. Daha sonraları ise TBMM'de grubu bulunan bütün partiler iptal davası açabiliyorlardı.” (Tanör, 1995 : 43-44) 1961 Anayasası’nın Demokrat Parti dönemine bir tepki olarak doğduğunu ve yürütme ve yasama karşısında yargıyı güçlendirdiğini biliyoruz. Benzer bir şekilde 1982 Anayasası da kendisinde önceki döneme tepki özelliği taşımıştır. Bu cümleden olarak bu Anayasa’nın düzenlediği kurumlar içinde kayıplı çıkan yargı olmuştur. Bu tepkinin altında yatan neden ise 1980’li yıllara yargının ayak bağı olduğu söylemleri içinde girilmiş olmasıdır. Örneğin Devlet Güvenlik Mahkemeleri gibi olağanüstü sayılacak mahkemelerin kurulamamasından sıklıkla yakınılmıştır. Yürütmenin iç yapısında da önemli değişiklikler yapan düzenlemeler söz konusudur. Ancak “1982 Anayasası’na göre yürütmeyi olağan ve olağanüstü dönemler ayrımı yaparak değerlendirmek gerekiyor” (Yüzbaşıoğlu, 1996: 33-34) Olağan dönemlerde klasik parlamenter rejime uygun olarak Bakanlar Kurulu etkin olurken; olağanüstü dönemde cumhurbaşkanı Bakanlar Kurumuna başkanlık ediyor ve olağanüstü hal kanun hükmünde kararnameleri çıkarılıyor. Burada belirtilmesi gereken ve cumhurbaşkanının yetkilerini artıran bir başka düzenleme de devlet başkanı olarak cumhurbaşkanının özerk olması gereken çeşitli kurumların başkanlarını atama yetkisiyle donatılmasıdır. “Cumhurbaşkanı'nın statüsü ile ilgili düzenlemeler yürütme içi değişmelerin en ilginç olanıdır. Cumhuriyet'in ilanından beri bu statü teorik olarak etkisizdi; 96 parlamenter hakemlik karakteri göstermişti. Fakat pratikte ilk üç cumhurbaşkanı dönemi güçlü cumhurbaşkanlığı demek olmuştu. Çünkü, Atatürk ve İnönü kurtuluş savaşının muzaffer önderleri, yeni rejimin de mimarıydılar. Üstelik rejim uzun süre tek partili olmuştu. Bayar sivil kökenli ilk Cumhurbaşkanı idi ama, arkasında fiili DP grubu ağırlığı vardı. Türkiye'de hem teorik hem de pratik açıdan parlamenter cumhurbaşkanlığı aslında 1961 Anayasası döneminde başlamış, özellikle Sunay ve Korutürk bunun klasik örneklerini vermişlerdi. 1982 Anayasası’nın Cumhurbaşkanı'na çizdiği daha aktif statü iledir ki, Türkiye'de ilk defa olarak Cumhurbaşkanlığı konumu teorik olarak da güçlendirilmek istenmiştir. Bunun temelinde, 1980 öncesinin bunalımlarında bu hakemlik kurumunun kendinden bekleneni yeterince yerine getirmediği inancı yatar.” (Tanör, 1995 : 44-45) Bunların sonucu olarak, cumhurbaşkanlığına TBMM dışından aday gösterilebilmesi, cumhurbaşkanının yetkilerinin arttığını gösteren yeni bir ant metni oluşturulması dikkat çekmektedir. Milli güvenlik ve olağanüstü yönetim usulleri açısından da cumhurbaşkanı önemli bir rol üstlenmektedir. Bu ve benzeri düzenlemeler cumhurbaşkanının sistem içindeki yerini adeta 1958 Fransız V. Cumhuriyet Anayasasının Cumhurbaşkanına yaklaştırmıştır. Fransız cumhurbaşkanının konumuna binaen sistem “yarı başkanlık” olarak adlandırıldığına göre Türkiye’de sistem nasıl adlandırılabilir. Bu açıdan 1982 düzenlemesi parlamenter sistem ile yarı parlamenter ya da yarı başkanlık sistemi arası bir konumdadır. (Akyıldız, 1993) Siyasal iktidar-askeri güç ilişkileri açısından 1982 Anayasası’na bakarsak, askeri otoritenin parlamenter demokrasilerde rastlanmayacak bir güce ulaştığı görülür. “Parlamenter demokrasilerde iki başlı olan yürütme (Bakanlar Kurulu ve 97 Cumhurbaşkanı), 1961 ve 1982 Türkiye anayasalarında, deyim yerindeyse üç başlıdır. Bu üçüncü baş askeri bürokrasidir. Parlamenter demokrasilerde temel kural, yönetim organlarından biri olan silahlı kuvvetlerin sivil otoriteye yani yürütmenin ikinci başı olan parti hükümetine ya da bakanlar kuruluna bağlı olmasıdır. Oysa 1961 ve 1982 anayasalarında askeri bürokrasiye sivil otoriteye karşı belli bir özerklik verilmekle kalınmamış; bazı bakımlardan, temel siyasal kararlarda sivil otoriteye görüş dikte edebileceği bir konum sağlanmıştır.” (Parla, 1991: 79-80) Ordunun 1982 Anayasasıyla güçlendirilmiş olmasının bazı göstergelerine değinmek gerekirse; birincisi milli güvenlik kavramının genişletilmesi ve Milli Güvenlik Kurulu’nda sivil üye çoğunluğuna son verilerek askeri üyelerin ağırlığının belirtilmesi gerekir. İkincisi, 1982 Anayasası’nın Başlangıç bölümünde, 12 Eylül müdahalesi milletin çağrısı üzerine gerçekleştirilmiştir denilerek adeta darbe meşrulaştırılmaya çalışılmıştır. “1982 Anayasası’nın hiç mi olumlu yanı yoktur? Anayasanın olumlu katkıları da vardır. Bunlar özellikle, daha önceki dönemlerde görülen karar alma zorluklarını azaltıcı hükümlerdir. 1961 Anayasası döneminde Cumhurbaşkanı'nın seçimleri yenileme usulü gerçekleşmesi çok zor koşullara bağlanmış, zaten bu yola başvurabilme olanağı da hiç doğmamıştı. 1982 Anayasası, siyasal kriz halinde başvurulabilecek bu önlemin koşullarını kolaylaştırmıştır. Cumhurbaşkanı seçimi ile ilgili yeni düzenleme de bu niteliktedir. 1980 yılında, Cumhurbaşkanı seçimi tıkanmış ve ülke altı ay süreyle Cumhurbaşkanı vekilliğine sahne olmuştu. Bu 98 durum, askeri müdahalenin birinci dereceden nedenleri arasında sayılamasa bile, bunu kolaylaştırıcı bir rol oynamıştı. 1982 Anayasası bu tür tıkanıklıklara karşı da önlem almıştır. Cumhurbaşkanı seçilebilmek için ilk iki turda TBMM üye tam sayısının 2/3 oyunu, üçüncü turda salt çoğunluğu öngörmüştür. İlk üç turda seçim yapılamadığı takdirde son tur olarak düzenlenen dördüncü turda, bir önceki oylamada en çok oy almış olan iki aday arasında yapılacak oylamada üye tam sayısının salt çoğunluğunu gerekli ve yeterli saymıştır. Bu turda da sonuç alınamaması halinde ise, bir başka yenilik olarak, TBMM seçimlerinin yenilenmesi sonucu doğacaktır (md 102). TBMM Başkanının seçiminde de bir kolaylık sağlanmış, ilk iki turda 2/3, üçüncüsünde salt çoğunluk sağlanamamışsa, dördüncü turda, en çok oy almış olan iki adaydan en fazla oyu alanın seçilmesi usulü benimsenmiştir (md 94). Meclis sayısının ikiden bire indirilmesi, yani çift meclis sisteminden vazgeçilmesi de karar almayı kolaylaştırıcı bir yeniliktir. Aynı doğrultuda yeni Anayasa, meclis içi engellemeleri en az düzeye indirmek için de önlemler almıştır. Bu konudaki yenilik, TBMM'nin üye tam sayısının üçte biri ile toplanabilmesidir. Ancak, karar yeter sayısı hiç bir şekilde üye tam sayısının dörtte birinin bir fazlasından az olamaz (md 96). Nihayet, partilerin meclis grubu kurmalarının güçleştirilmiş olmasına değinilebilir. Bu sayı eski Anayasa döneminde 10 milletvekiliydi. 1982 Anayasası grup kurabilmeyi en az 20 üye koşuluna bağlamakla, meclisteki engellemeleri azaltıcı bir tutum takınmıştır.” (Tanör, 1995 : 46) Demokrasinin çerçevesinin nasıl çizildiğiyle ilgili bir konu olarak, devlet karşısında birey ve toplumun konumuna baktığımız zaman ne görüyoruz? 1982 Anayasası daha 99 başlangıç bölümünden itibaren devlet karşısında bireyi koruyan liberal anayasa geleneğine aykırı bir biçimde, devletin kutsallığını ilan etmiştir. Devletin ve Türk Milleti’nin menfaatlerini her şeyi üzerinde tanımlamıştır. Hukuk devleti kavramlaştırması da evrensel hukuk normlarında farklı bir biçimde, “anayasada gösterilen” hukuk devleti ve demokrasi haline getirilmiştir. Aynı mantığın temel hak ve özgürlüklerin tanımlanmasında da görüyoruz. 1961 Anayasası’nda varolan “sınırlandırılamaz” temel hak ve özgürlükler ölçütü kaldırılmış, sınırlanamaz hiçbir hak ve özgürlük kalmamıştır. Ayrıca bu sınırlmalar da bir takım muğlak ölçütlere bağlanmıştır. Örneğin milli güvenlik, devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü, kamu yararı, genel ahlâk vb. bazı kavramlar sınırlama ölçütü olarak kullanılmıştır. Temel hak ve özgürlüklerin bireysel kullanımına karşı çok sınırlayıcı bir tutum benimsemiş olan 1982 Anayasası, topluca kullanılan hak ve özgürlüklere karşı ayrıca bir hassasiyet göstermektedir. Bazı düzenlemeler bunu açıkça göstermektedir; toplantı ve gösteri yürüyüşü, dernek kurma, sendikal etkinlik ve siyasal partiler konusundaki kısıtlayıcı düzenlemeler örnek olarak verilebilir. Toplumsal örgütlerin birlikte davranma ve işbirliği yapma konusundaki kısıtlamalar da ayrıca belirtilmelidir. Çağdaş demokrasilerde yaşanan siyasal partilerin toplumsal örgütlerle ilişki içinde olması serbestisi 1982 Anayasası’nda açıkça yasaklanmıştır. Ayrıca sendikaların hak grevi yapması ve siyasal nitelikli eylemlerde yer alması yasaklanmıştır. Bu eylemler sadece ekonomik amaçlı yapılabilir hale getirilmiştir.Siyasal alanın emekçi kesimlere 100 kapatılması konusunda özel bir çaba sarf edilmiş; çalışanların ve öğrencilerin her türlü siyasal örgütlenmeye katılmaları yasaklanmıştır. “Siyasal'a karşı duyulan alerji anayasanın bir başka özelliğidir. Dernek, sendika, kooperatif, vakıf, kamu kurumu niteliğinde meslek kuruluşu gibi örgütlere getirilen siyasal faaliyet ve aralarında bu amaçla işbirliği yasakları bunun ilk örneğidir. Partiler de kıskaçlar arasında çalışmaya mahkûmdurlar. Bunlar yurtdışında örgütlenemez, kadın ve gençlik kolları kuramaz, vakıf kuramaz, dernek, sendika, meslek kuruluşu, kooperatif ve benzeri kuruluşlarla siyasal ilişki ve işbirliği içinde olamaz, bunlardan maddi yardım alamazlar. Partiler yabancı ülkelerdeki dernek ve gruplardan da yardım göremezler. Devlet memurlarının ve öğrencilerin partilere üye olmaları yasaktır. Kitle örgütleriyle ilgili kayıtlamalar nasıl esas olarak emekçi örgütlenmelerini hedef alıyor idiyse, buradaki yasaklamalar da esas olarak sol eğilimli partileri hedef almaktadır. Çünkü kitle örgütleriyle temas ve bunların desteğini almak asıl bunlar için vazgeçilmez bir ihtiyaçtır. Bu kısıtlamalar zaten yeterince katılımcı olmayan demokrasiyi iyice sığlaştırıcı özelliktedir. Depolitizasyon amacının bir başka göstergesi, TBMM seçimlerinin dört yıldan beş yıla çıkarılması ve ara seçimlerin de bir defaya mahsus olarak öngörülmüş olmasıdır. Ancak bunda, seçim ekonomisini dizginleme amacı da vardır.” (Tanör, 1995 : 48) Hak ve özgürlüklerin güvence altına alınmasında etkili olan yargısal yaptırımlar da 1982 Anayasası’yla geriletilmiştir. Özgürlüklerin sınırlanabilmesinde yargıç kararı zorunluluğu yeni sistemde bir zorunluluk olmaktan çıkarılmıştı. “Gecikmesinde sakınca bulunan haller” sihirli formülüyle, idarenin (kolluk güçlerinin) eli 101 güçlendirilmişti. Böylece olağanüstü dönemde uygulanmakta olan kolluk kuvvetlerinin artırılmış yetkileri olağan hal dönemine de yayılmış oldu. “1982 Anayasası hakkında toplu bir sonuçlar dizisi çıkarmak için şu soru ölçü alınabilir : Kim kime karşı güçlenmektedir? Yukarıdaki veriler ışığında bu soruya verilmesi gereken yanıtlar şöyle olmalıdır:” (Tanör, 1995 : 48) “Devlet-Birey-Toplum ilişkilerinde devlet kendinden sonrakilere karşı, devlet içi alanda da siyasal organlar yargıya karşı, siyasal organlar içinde yürütme yasamaya karşı, yürütme merkeziyetçilik içinde yerinden Cumhurbaşkanı yönetimcilik hükümete ve karşı, idare özerkliklere karşı içinde de güçlenmiş bulunmaktadır.” (Tanör, 1995 : 48-49) Türk siyasal kültürünün bir yansıması olarak 1961 Anayasası da, 1982 Anayasası da “çerçeve anayasa” anlayışı yerine kazuistik bir anlayışla düzenlenmiştir. (Özbudun, 1986, 43) Anayasaların kazuistik yöntemle yapılmasının önemli nedenlerinden birisi tepki anayasaları olmalarıdır. Özellikle 1982 Anayasası siyasal ve sosyal sorunları da anayasayla çözmeyi hedeflemiş, bunun içinde alışılmadık pek çok konu anayasada ayrıntılı düzenlenmiştir. Ayrıca çözümlerin kalıcı olması hedeflenerek anayasanın değiştirilmesi zorlaştırılmıştır. Öyle ki, cumhurbaşkanı istemezse anayasada değişiklik yapılması olanaksızdır. Çünkü 1982 Anayasası’nın ilk halinde, değişiklikle ilgili 175. maddesine göre, cumhurbaşkanının tekrar görüşülmek üzere TBMM’ne geri gönderdiği değişikliğin kabulü TBMM’nin dörtte üçünün oyu gereklidir. Ancak 1987 yılında yapılan değişiklikle, değiştirme usulü görece kolaylaştırılmıştır. 102 MGK'nın Hızlandırılmış Yasama Faaliyeti Yasa yapma görevi yasama organına aittir. Bu cümleden olarak, Kurucu Meclisler Anayasa yapım süreci tamamlandıktan sonra, yasa yapma görevini seçilecek yeni meclise bırakmaktadırlar. Türkiye’de 1961 yılında sona eren askeri rejim döneminde de bu kurala uyulmuştur. Ancak 1980-82 döneminde yasama yetkisini elinde bulunduran MGK, anayasanın ilanından sonra da bu yetkiyi kendisinde tutmuş ve yasaları yapmak için kullanmıştır. Yani MGK, adaylarını tek tek onaylayarak seçime girmesine izin verdiği 1983 seçimlerinde oluşacak olan sivil parlamentoyu güvenilir bulmamış, yasaları da bizzat kendisi yapmıştır. “İşin bir başka püf noktası daha vardı. Olağanüstü koşullarda hazırlanan ve oylatılan Anayasa, 12 Eylül 1980 tarihi ile yeni TBMM'nin başkanlık divanının oluşacağı tarih arasında üretilecek olan MGK işlemlerinin anayasa yargısı denetimi dışında olduklarını ve olacaklarını ilan etmişti. (geçici md.15) Yasalar bunların içinde ve başında yer alıyordu. Demek ki, Anayasaya sokuşturulamayan antidemokratik hükümler MGK eliyle yasalaştırılabilecek, bunların da anayasaya aykırılığı ileri sürülemeyecekti. Anayasaya olumlu oy verildiği için, işin meşruluk yönü de tartışma konusu olmaktan çıkmıştı. MGK artık bu yetkisini milletin onayından geçmiş Anayasadan alıyordu.” (Tanör, 1995 : 50) Milli Güvenlik Konseyi’nin bizzat ürettiği yasalar çok önemli konuları düzenlemiştir. Toplumsal yaşamın siyasal, kültürel, sendikal vb. alanlarını düzenleyen yasaların tamamına yakını 1982 Anayasası’nın kabulünden 1983 yılında TBMM’nin açılışına kadar geçen sürede düzenlenmiştir. (İnan ve Ozansoy, 1986) 103 Bu dönemde çıkarılan yasalar Anayasa Mahkemesi’nin denetiminden muaf sayıldığı için yani bu yasalarla ilgili anayasaya aykırılık davası açılamayacağı anayasal güvence altına alındığı için bu yasalar demeti adeta “ikinci anayasa” (Tanör, 1995: 51) niteliği taşımaktadır. “MGK patentli yasalar içinde askeri alanı ilgilendirenler son derece geniş bir yer tutar. Bunlar askeri yargıdan, asker kişilerin özlük haklarına kadar uzanan çok geniş bir alana yayılmıştır. Anlaşılan TSK, yıllardan beri sivil siyasal iktidar ve çoğunluklardan beklediklerini, bu fırsattan yararlanarak bizzat gerçekleştirme olanağı bulmuştur. Bunlara da bir kaç örnek vermek ilginç olacaktır: Sıkıyönetim, askeri hakimler, askeri mahkemeler, TSK personeli, MİT, askeri yasak bölgeler, Askeri Tıp Akademisi, askeri ceza, jandarma teşkilatı ve görevleri, Yüksek Askeri Şûra, seferberlik ve savaş hali, harbokulları, v.b. ile ilgili yasalar ve yasa değişiklikleri...” (Tanör, 1995 : 51) 3.1.2. ANAP İktidarı Dönemi 1983 yılında yapılan seçimler, Türkiye'de askeri dönemin sona erdiği ve sivil rejime geçildiğinin göstergesi olarak kabul edilir. Hatta dönemin cumhurbaşkanı olan ve askeri darbeyi yapan komuta heyetinin de başkanı olan Kenan Evren bu süreci demokrasiye geçiş olarak açıklamıştır. Oysa gerçekte sivil rejime bile geçildiği şüphelidir. Çünkü Kenan Evren bir yandan demokrasiye geçildiğini açıklarken diğer yandan anayasanın kefili olduğunu ve onu değiştirtmeyeceğini açıklıyordu. Parlamenter demokrasilerde anayasanın nasıl değiştirileceği bellidir. Cumhurbaşkanının kişisel olarak önleyebileceği bir süreç değildir. Kenan Evren’in 104 bu açıklamalarının pratikte bir değeri olmayabilir. Ama içinde bulunulan dönemin bir geçiş dönemi olduğunu, yani bir olağanüstülüğün sürdüğünü her fırsatta yenilemektedir. Zaten TBMM’de o dönem temsil edilme hakkı kazanan siyasal partiler cuntanın izin verdiği partilerdir ve onun vekillerinden oluşan bir yapı hakimdir. Yani anayasayı değiştirme düşüncesinde, demokratikleşme yönünde girişimlerde bulunma niyetinde olan bir parlamentodan söz edilemez. Öyleyse bunları söylememizin ne anlamı var? Bu 1987 yılında ortaya çıkan gelişmelerde görülecek. 1987 yılında anayasanın öngördüğü 10 yıllık yasakların (yani eski siyasal parti liderlerinin yasaklarının) kaldırılması gündeme gelince, TBMM’deki partilerin tutumu önem kazandı. Meclisin en büyük grubuna sahip olan ve tek başına iktidar olan ANAP’ın lideri, demokrasiyle açıklanamayacak bir şey yaptı ve siyasal yasakların kaldırılmasını, sıradan bir anayasa değişikliği gibi referanduma götürdü. Siyasal hakları insan hakları kapsamında düşünürsek onların referandum yoluyla konulabilmesinin hukuka ve demokrasiye aykırı olduğunu kolayca görebiliriz. Oysa ANAP bu hakların kullanılabilmesini referanduma sunmakla kalmamış, bir de bunların sürdürülmesini meydanlarda savunmuştur. Bu siyasal gelişmelerle ilgili örneği burada keserek demokrasinin ekonomik tabanını ele alalım. Ekonomik koşullar açısından Türkiye’nin orta gelirli ve “belirsizlik aşaması”nda bulunan ülkelerden bir tanesi olduğunu görürüz. “Bir başka deyişle, kalkınmışlık düzeyi Türkiye'de demokratik bir rejimi garantilemediği gibi, otoriter bir rejime de mahkum etmemektedir. Türkiye'nin ulaştığı ekonomik kalkınma düzeyi veya endüstrileşme aşaması, hem demokratik hem de demokratik olmayan rejimlere açık görünmektedir. Diğer taraftan, piyasa ekonomisine Türkiye oldukça geç ancak 105 1950’lerde, o da mesafeli bir biçimde geçebilmiştir. Piyasa ekonomisine geçişle demokrasiye geçiş Türkiye'de aynı döneme rastlamasına rağmen başlangıçtaki bu olumlu ilişki sonradan kopmuştur. Bu durum siyasal rejimlerin ekonomik nedenlerin kaçınılmaz sonucu olmadığı gerçeğini bir kere daha vurgulamaktadır. Ekonomik koşulların belirsiz gücü ise toplumsal dayanakların önemini vurgulamaktadır.” (Sunar, 1987: 93-94) Türkiye’yi toplumsal yapının demokratikleşmeye sağladığı destekler açısından değerlendirirsek, merkeziyetçi bir siyasal mirasın, devletçi bir ekonomik sistemin, cılız bir orta sınıfın, dağınık ve güçsüz bir işçi kesiminin, temelde zincirleme birbirlerine bağlı olan bu koşulların, demokratikleşmeye sağlayabilecekleri koşulların oldukça sınırlı olduğunu görürüz. Buna rağmen kalkınmakta olan ülkeler içinde Türkiye'nin önemli bir demokrasi deneyimine sahip olduğunu saptayabiliriz. 1950 yılından bu yana, Türkiye demokrasiyle yaşamayı becerememekteyse bile, deneyimleri ve birikimi sonucu demokrasisiz yaşayamayacağını da göstermiştir. Tarihi ve toplumsal koşulları demokratik düzene sürekli bir teminat sağlayamadığı halde, otoriter bir rejime de sürekli destek sağlayacak nitelikte değildir. Demokrasi ile askeri müdahaleler arasındaki gidiş gelişler bir bakıma bunun kanıtıdır. Ekonomik ve toplumsal koşullar, Türkiye'de görülen rejim değişikliklerini kendi başına kaçınılmaz bir biçimde belirleyecek nitelikte değildir. Türkiye'nin de içinde bulunduğu üçüncü dünya ülkelerinde demokratik sürecin devrevi bir nitelik taşımaktadır. Brezilya, Arjantin, Uruguay, Yunanistan ve Türkiye gibi ülkelerde, demokratik rejimler ve askerî müdahaleler arasında gidiş-gelişler, adeta gelenekselleşmiş gibi görünmektedir. Demokratik veya askerî rejimler değil, 106 her ikisi arasında gidiş-geliş, adeta bir siyasal sistem hüviyetine bürünmüş gibi bu ülkelerde. “O halde, Türkiye gibi orta gelirli ve kalkınmakta olan ülkelerde demokratik süreç bir defaya mahsus olarak yaşanan bir olay değildir. Bu ülkelerde neden demokratik kurallar ve kurumlar gelenekselleşemiyor, neden demokratik düzenler belirli aralıklarla çöküyor.” (Sunar, 1987: 97) “Türkiye'de bir kez daha yeniden yaşanmakta olan demokratikleşme süreci açısından bakacak olursak, Türkiye'nin hem kendi geçmiş deneyimlerinden hem de demokrasilerini yeniden kuran ülkelerin tecrübelerinden faydalanacağı birçok dersler bulunmaktadır. Türkiye, acaba yeniden kurduğu demokratik rejime sürekli bir işlerlik kazandırabilecek midir?” (Sunar, 1987: 97) 1980’lerin ortasındaki soru budur. Demokratik rejime geçiş sürecinde, toplumsal ve siyasal güçler, aralarında vardıkları uzlaşmanın temel ilkelerini ve demokratik sözleşmenin dayanaklarını oluşturmak üzere diğerlerinden, kendi yararlarına güvenceler isterler. Bu teminatlardan birincisi, güçlerin birbirlerinin yaşamsal çıkarlarına vermemeleri vaadine dayanan, devlet kurumlarının bütünlüğünün korunması, sermayenin kendini yeniden üretebilmesi ve muhalefet siyasal sürece katılmasıdır. Güvencelerin ikincisi ise, “şartlı onay” ilkesine dayanır ve demokratik kuralların özünü güvenceye alır. Böylece siyasal mücadelenin sınırları ve kendisi güvence altına alınmış olur. “Bu bilgiler ışığında Türkiye'deki gelişmelere bakacak olursak, Türkiye'de demokrasiye geçiş hazırlıklarının oldukça kısa bir sürede gerçekleştiğini görüyoruz. Anayasa, seçim kanunu, partiler, sendikalar ve dernekler kanunu gibi siyasal ve toplumsal grupların siyasal sürece katılmalarını düzenleyen kurallar, farklı grup ve 107 kesimleri kapsayan bir uzlaşma veya sözleşme sonucu değil, daha çok popülerplebisiter desteği yüksek askerî rejimin ağırlığı ile saptanmıştır.” (Sunar, 1987: 101) Ancak bu yasaların kurduğu siyasal rejimin demokrasi olarak adlandırılması yadırgatıcıdır. Örneğin siyasal partiler yasası siyasal partilerin siyaset yapma sürecine çok ciddi kısıtlamalar getirdiği gibi, dernekler ve diğer kuruluşlar hakkındaki yasalar da, onların siyaset yapmalarını yasaklar. Yani dernekler kanunu dernekleri, sendikaları düzenleyen kanunlar da sendikaları siyasetten men etmişlerdir. Ayrıca belirtmeye gerek yoktur ki, 1982 anayasası da, hem çeşitli toplumsal oluşumların hem de bireylerin siyasete katılma alanlarını çok ciddi bir şekilde yasaklamışlardır. Örneğin seçimlerde mahkumlar ile birlikte tutuklular da oy kullanamazlar. Öğretim üyeleri ve yüksek öğretim öğrencileri siyasal partilere katılamazlar. Demokrasiye geçiş olarak adlandırılan ve 1983 seçimleriyle açılan yeni dönem Türkiye’de demokratikleşme açısından yoğun bir gündeme sahip olunacağı izlenimiyle başlamıştır. Çünkü bu dönem demokratik kuralların yeniden biçimlenmesinin ve demokratik uzlaşmanın farklı bir çerçeveye oturma olasılıkları vardır. Bu olasılıklara bağlı olarak da demokratik konsolidasyon döneminin Türkiye’deki önemi artmaktadır. Üçüncü dünya ülkelerinde demokrasiye geçiş için hazırlıkların yapıldığı dönemde henüz demokratik mekanizmalar işlemeye başlamamıştır. “Yönetim henüz sivilleşmemiş, seçimler yapılmamış ve toplumsal örgütler serbest faaliyette bulunamadıkları için, demokrasiye geçiş dönemi sürecini temellendiren, danışma, demokratik pazarlık ve uzlaşma süreci daha çok belirli güç ve kesimleri temsil eden 108 liderler arasında yapılmıştır. Demokratik konsolidasyon döneminde ise liderler arasındaki ilişkilerin liderler ile kitleler arasında kurulacak ilişkilerle temellendirilmesi söz konusudur. Parti ve sendika liderleri, meslek kuruluşları ve dernekler, kısaca siyasal ve toplumsal örgütler temsil ettikleri “taban” ile bağlantı kurmaları ve bu bağları pekiştirmeleri gündemdedir. Özetleyecek olursak, otoriter rejim döneminde siyasetten uzaklaştırılan toplumun farklı kesimlerinin şimdi kendi görüş ve çıkarları doğrultusunda örgütlenerek, siyasal sürece tekrar katılmaları demokratik konsolidasyon döneminin temel sorunudur.” (Sunar, 1987: 102) Siyasal katılma sorunu, demokratik konsolidasyon döneminde, birincisi tavan ile taban arasındaki ilişkiler; ikincisi partiler, parlamento ve bürokrasi arasındaki ilişkiler olmak üzere iki boyutlu bir görünüm sergilemektedir. Bütün Batılı demokratik rejimlerde toplum bir örgütler ağı ile örülmüştür. Toplum yalnız örgütlenmeyle kalmamış, bu örgütler özerklikleri, tutarlılıkları ve kazandıkları süreklilik ile kurumsallaşmışlardır. Yani, Batı’da toplum ve siyaset “örgütlenmiştir”. Siyasal katılmaya düzen ve disiplin kazandıran işte bu örgütlenmedir. Üçüncü dünya ülkelerinin çoğunda aşırı siyasallaşma ile siyasetten uzaklaştırılma arasında adeta bir sarkaç hareketi gözlenmektedir. Aşırı siyasallaşmanın kurumsallaşmadan yoksun olduğuna dikkat çekmeliyiz. Çünkü bu siyasallaşmayı sağlayan örgütlerin ve partilerin de sürekliliği olmayan, tutarlılığı zayıf kurumlar olduğunu görüyoruz. Öte yandan, bu sürece katkı sağlayan bir gelişme de geleneksel bağlarından kopmuş, ancak toplumla sağlıklı bir ilişki kuramamış kitleler toplumda önemli bir yer tutmaya başlamıştır. Bu ortam aşırı siyasallaşmaya yol açmaktadır; 109 çünkü, çağdaş bir biçimde kurumsallaşamayan toplumda karizmatik liderlere dayanan popülist partiler ve anti demokratik militan akımlar ortaya çıkmaktadır. Böylece eksik örgütlenme aşırı siyasallaşmaya yol açmaktadır. Üçüncü dünya ülkelerinde yaşanan bu gelişmelerin, sarkacın diğer yana doğru salınmasını tetikleyen etken olduğunu söyleyebiliriz. Toplumun siyasetsizleştirilmesine yol açan gelişmeler, genellikle askeri müdahale ile gelen otoriter bir rejimin kapattığı siyasal partiler, sendikalar ve meslek kuruluşları ile resmedilmektedirler. “Türkiye'de demokrasiye geçiş hazırlıklarının yapıldığı dönemde siyasal katılmaya çeşitli sınırlamalar getirilmiştir. Bu sınırlar siyasal katılma kurallarını düzenleyen anayasa, seçim, partiler, dernekler kanunu gibi kanunlar tarafından çizilmiştir. Bu sınırlama ve yasaklara göre, 30 yaşını ve ilkokulu bitirmeyenler, affa uğrasalar bile (taksirli suçlar hariç) bir yıldan fazla hüküm giyenler, sendika ve diğer meslek kuruluşları yöneticileri milletvekili olamazlar. Sendikaların ve diğer meslek kuruluşlarının, derneklerin siyasetle ilgilenmeleri, siyasal görüş açıklamaları ve partiler ile ilişki kurmaları, partilerin köylerde örgütlenmeleri, derneklerin köylerde şube açmaları da mümkün değildir. Bu gibi sınırlama ve yasaklar, siyasal katılımın kapsamını daraltmaktadır. Siyasal partilerin bu örgütlerle ve bu örgütlerin de kendi aralarındaki ilişkilerin sınırlandırılması bunları siyasetten uzaklaştırmak amacına yöneliktir.”(Sunar, 1987: 104) Bir toplumda siyasal partilere ve toplumsal örgütlere katılmanın düzeyiyle, demokratik bütünleşme arasında doğrudan bir ilişki vardır. Katılım düzeyi düşük olan toplumlarda, demokratik bütünleşme açısından doğabilecek sorunlar şöyle sıralanabilir: 1) Katılım düzeyinin düşüklüğü siyasal partilerin ve toplumsal 110 örgütlerin temsil gücünü zayıflatacağı için, toplumda etkili biçimde temsil edilemeyen kitle ve kesimlerin ortaya çıkmasına yol açar. 2) Temsil gücü düşük partiler ve örgütlerin tabanıyla zayıf bağları olacağı için, bu partiler toplumdaki diğer partilerle partiler arası uzlaşma sağlamakta başarısız olurlar. Böylece partiler gerginleşen siyasal ortama hakim olma becerisi gösteremezler. 3) Ayrıca toplumsal gücü zayıf örgütlerin yarattığı boşluk, örgütsel-kurumsal bağları olmayan kitlelerin militan akımlarca kolayca mobilize edilebileceği bir ortam yaratır. Demokratik bütünleşme açısından ortaya çıkan bu sorunlar çözülemeyince, örgütsüz katılma ve aşırı hareketlenme yönünde bir gelişme olur. Bu gelişmenin sonucu ise istikrar değil tam tersine demokratik süreçlerin tıkanması olmaktadır. Demokratik düzenlerde iktidar yapısının üç bileşeni vardır : 1) partiler-parlamento, 2) bürokrasi, 3) toplumsal çıkar örgütleri. Türkiye’de tek parti döneminde bürokrasi etkili iken, çok partili rejime geçildikten sonra bürokrasi güç kaybetmiştir. Özellikle DP iktidarı döneminde hem sivil hem askeri bürokrasi zayıflamıştır. Üçüncü bileşen olan toplumsal örgütlerin gücü ise artmamıştır. Seçim öncesinde işçilere grev hakkı vaad edildiği halde, bu örgütlerin güçsüzlüğünden dolayı DP bu vaadini yerine getirmemekten çekinmemiştir. (Zurcher, 1995: 330) Toplumsal örgütlerin güçsüz kalması konusunda, Türkiye’nin merkeziyetçi siyasal geleneği etkili olmuştur. Bunun sonucunda toplumsal örgütlerin güçlenmesi konusunda, siyasal partiler de bürokrasi kadar kuşkucu davranmışlardır. Toplumsal örgütlerin güçlenmesini adeta kendi etkinlik alanına saldırı olarak değerlendirmişlerdir. Oysa toplumsal örgütler, toplumun temsiliyeti açısından en az siyasal partiler kadar önemli bir işleve sahiptir. 111 Toplumsal örgütlerin zayıf olduğu toplumlarda demokratikleşme süreci de aksamaktadır. “Çoğulcu demokratik düzene sahip Batı toplumlarında toplumsal örgütler, ne bürokrasinin güdümünde ne de siyasal partilerin uzantısı olmak durumundadır. Türkiye'de güçlü bir bürokratik gelenek, diğer kalkınmakta olan ülkelere oranla, etkin ve sürekli bir partiler sistemi olmasına karşın, sivil toplumun temel taşları olan toplumsal kurumlar ve kuruluşlar köksüz, bağımlı olarak kalmışlar, daha da ötesi “çıkar” örgütleri olarak hep kuşkuyla karşılanmışlardır.” (Sunar, 1987: 106) Merkez sol ve sosyal demokrat partiler her zaman sendikalar ile yoğun bir işbirliği içinde gelişirler. Bu desteğin ve işbirliğinin yasaklandığı bir ortamda sol partiler zayıf kalır. Benzer bir şekilde sağ partiler de işveren kuruluşları ile bağlantılı olmalıdır. Merkez sağ veya liberal partilerin bu kuruluşlarla ilişkisi yasaklandığı zaman, sağ partiler “destek karşılığı hizmet” diye özeklenebilecek patronaj ilişkileri içine girmek zorunda kalırlar. Böylece, sol partiler örgütleri zayıf, karizmatik liderlerin yönettiği popülist partiler; sağ partiler de aynı şekilde karizmatik liderlerin yönettiği patronaj partileri olmaya mahkum olurlar. Sonuç olarak, örgütsüz toplumlar, sosyal demokrasi yerine popülizm; liberalizm yerine patronaj partilerini ortaya çıkarabiliyorlar ki, her iki parti yapısı da toplumsal destekten yoksundur. Toplumsal destekleri zayıf partilerin birbirleriyle uzlaşmaları ve siyasal ortamı yumuşatmaları zor olmaktadır. Buna bağlı olarak de, siyasal çekişmeler kişisel sürtüşmelerle sınırlı hale gelmektedir. 112 Eğer Türkiye'de demokratikleşme konusundaki girişimlerin başlangıç aşamasını, anti demokratik anayasanın ve yasaların değiştirilmeleri oluşturacaksa, ANAP dönemiyle ilgili bu açıdan da kısa bir değerlendirme yapmak gerekir. Özellikle güçlü liderinin başbakan olduğu dönemlerde, ANAP iktidarı, anayasada önemli bir değişiklik yapma girişiminde bulunmamıştır. 1987 yılında yapılan ilk anayasa değişikliği oldukça dar kapsamlı olmuştur. Üç değişiklik söz konusudur. Birincisi anayasa değişikliğiyle ilgili 175. maddede, ikincisi seçmen yaşı ile ilgili 67. maddede, üçüncüsü milletvekili sayısını düzenleyen 75. maddede ve son olarak halkoylamasında onaylanması koşuluyla, eski siyaset adamlarına siyaset yasağı koyan geçici 4. maddede yapılan değişikliktir. “Geçici 4. maddenin kaldırılmasının halkoylaması koşuluna bağlanmış olması, demokrasi açısından büyük bir talihsizlik olmuştur. Gerçi, 6 Eylül 1987 günü yapılan halkoylamasında ‘evet’ oyları ‘hayır’ oylarından fazla çıkmış ve böylece, geçici 4. madde ayıbından kurtulma olanağı bulunmuştur. Ne var ki, bu oylamanın sonuçları, insan haklarına ilişkin konularda halkın oyuna başvurulmasının tehlikesini apaçık bir biçimde ortaya koymuştur. Gerçekten de, yirmi üç milyon dolayındaki geçerli oy toplamı içinde yalnızca kırk bin kişi kabul yerine red oyu verseydi, halkoylamasının sonucu olumsuz çıkacaktı.” (Eroğul, 1995: 7) Bu süreçle başlayan anayasa değişiklikleri 2004 yılına kadar dokuz defa gerçekleştirilmiştir. Bunların en kapsamlıları Avrupa Birliği üyeliği süreciyle ilgili olarak, “dış etken” ile gerçekleştirilmiştir. AB ile ilgili daha sonra bir bölüm olduğu için burada ayrıntıya girmeden belirtmeliyiz ki, en kapsamlıları da dahil olmak üzere anayasa değişiklikleri, demokratikleşme yolunda yeterli değişiklikleri içermemektedir. Zira 113 1982 Anayasası içinde doğduğu ortamın bütün olumsuzluklarını taşıyarak Fazıl Sağlam’ın deyişiyle bir “anti-anayasa”, Server Tanilli’nin deyişiyle “anayasa denilen bir belge”dir. Yani 1982 anayasasının yerine demokratik yeni bir anayasa yapılmalıdır. Bir başka şeyi daha mutlaka belirtmeliyiz: Bu güne kadar seçilmiş hiçbir siyasi parti kapsamlı bir anayasa ve demokratikleşme girişiminde bulunmamıştır. Adeta, “dış etken”in zorlamasıyla, istemeye istemeye bazı değişiklikleri yapmaya rıza göstermişlerdir. 3.1.3. ANAP Sonrası Dönem Ekim 1991’de yapılan seçimler Türkiye’de yeni bir dönemin başlayacağı olasılığını doğurmuştu. Bu yeni dönemin en belirgin özelliği 12 Eylül rejimin siyasal düzenlemelerinin ve siyasal mirasının ortadan kaldırılma olasılığına da karşılık gelecekti. Çünkü, 12 Eylül yönetiminin “icazetli” partileri siyaset sahnesindeki etkilerini tamamen kaybetmiş olacaklardı. Bir başka etken de, 12 Eylül döneminin yasakladığı siyasal partiler ve liderleri, iktidara gelecekler ve muhalefet döneminde vaat ettikleri demokratikleşmeyi gerçekleştireceklerdi. 1991 döneminde oluşan TBMM gerçekten de bu olasılıklar doğrultusunda oluştu. Ancak bu parlamento, beklenenlerin hemen hemen hiç birini gerçekleştiremedi. Neden? Değerlendirmemize, 1983 yılında geçilen sivil dönemin genel bir özetiyle başlamak gerekiyor. Türkiye'de, baştan aşağı yenilenmiş ve sınırlandırılmış bir hukuki yapıyla, daha kısıtlı bir anayasal çerçeve içinde demokrasiye dönülen bu dönem, istikrarsız 114 bir demokrasi deneyiminin de başlangıcı oldu. O günden bu yana, gerek uluslararası sözleşmelerle belirlenen ölçütlere uygun kabul edilen bir liberal demokrasiye sahip olunmaması, gerek etnik ve dinsel hareketlerin yükselişi, gerekse parlamenter siyasetin bir türlü istikrara kavuşturulamayışı, rejim tartışmalarının sürekli gündemde kalmasına neden oluyordu. Özellikle ANAP’ın düşüşe geçtiğinin artık kesinleştiği 1989’dan bu yana, parlamenter siyasetin krize girdiği, temsil sorunu yaşandığı, rejimin meşruiyet üretmekte zorlandığı, genel bir kanı durumuna gelmiş bulunuyordu. Parlamenter siyasetteki kriz, farklı yaklaşımlarca, güçlü hükümetler çıkarılamadığı için ‘yönetememe krizi’; kamu politikalarının toplumsal uzlaşmaya dayanmaması, küçük bir kesimin çıkarlarını yansıtması ve bu nedenle de kapalı kapılar ardında belirlenmesi nedeniyle ‘meşruiyet krizi’; ya da, devletin yasakçı politikalarının kültürel kimlikleri bastırması nedeniyle, ‘temsil krizi’ olarak nitelendirilebilmektedir. Türkiye’de bazı çevreler, 1983-1991 dönemini tek partinin istikrarlı yönetimi anlamında, ‘yöneten demokrasi’ olarak ele alıyorlar. Aynı mantığı sürdürerek, 1991’den bu yana geçen dönemi de, ‘yönetemeyen demokrasi’ olarak ele alıyorlar. Açıklayıcılığı tartışmalı olsa da, böyle bir yaklaşım 1983’ten bu yana yaşanan parlamenter dönemi nitelemekte kullanılabilir. Ekonomik, siyasal ve ideolojik boyutlarıyla derin bir krize sahne olan 1991 sonrası Türkiye’sinde her ne kadar radikal İslam ılımlılaştırılabilmiş ve parçalanmış, PKK’nın silahlı eylemlerine son vermesi sağlanmış görünse de, kriz dinamiklerini bütünüyle ortadan kaldıran bir istikrar dönemine girildiğini söyleyebilmek olanaklı değildir. Öne çıkan sorun, ekonomide odaklanmaktadır. 115 Yakın dönem ele alınırken, 1989’un yeni bir alt dönemin başlangıcı olarak kabul edilmesi konusunda, yaygın bir uzlaşı bulunduğunu söyleyebiliriz. Türkiye’de kriz çalışan akademisyenler bu dönemi, ekonomide ihracata dönük modelin tıkanması ve finansal liberalizasyona geçiş olarak, ele alıyorlar. Buna bağlı olarak siyasette de ANAP’ın uğradığı ağır yerel seçim yenilgisi ve sendikal mücadelelerin önlenemez boyutta yükselişi, yeni bir alt dönemi başlatır görünmektedir. 1980’lere damgasını vuran ANAP’ın 1989 yerel seçimlerinde üçüncü sıraya düşmesi, seçmen desteğinin hızla eridiğini gösteriyordu. Merkez sağdaki yer tutma mücadelesi olarak açıklanabilecek süreç, 1989’da başladı. ANAP ile DYP’nin sonradan birbirini tüketen sert bir rekabete girişmesinin ve ‘pata’ durumunun başlangıcı, siyasal yasakların kaldırılması referandumuyla başlatılabilirse de, 1989 yerel seçimleri bu mücadelenin açığa çıktığı dönem olmuştur. Örneğin DYP genel başkanı Süleyman Demirel kendi üslubu içinde birazda demagoji yaparak, ANAP’ın oylarının yüzde 22’ye gerilediğini söyleyenlere, “hayır, yüzde 21.78’dir, milletin vermediği oyları onlara ben veremem” diyordu. Sermayenin ana partisi olmak için girişilen bu çözümsüz rekabet, 1990’ların önemli siyasal gelişmelerinden biridir. Zira, merkez sağdaki iki büyük partinin birlikte zayıflamaları ve sermayenin kendinden saydığı hükümetler oluşturmakta sıkıntıya düşülmesi, siyasal istikrarsızlığın önemli parametrelerinden biridir. 1991 genel seçimlerinin analizi gösteriyor ki; DYP birinci çıkmıştır ve ANAP yerine, SHP ile koalisyon hükümeti kurmaya karar vermiştir. Yani merkez sağdaki iki partinin bir araya gelmeleri kolay olmayacaktır; SHP’nin yükselişi kısa sürede durmuştur ve 1989’daki yerel seçimlerde elde ettiği ilk sırayı kaybetmiştir; buna 116 karşılık, seçim ittifakı kuran RP-MHP-IDP önemli bir oy artışı sağlamıştır. Nitekim, 1994 yerel seçimleri ile 1995 genel seçiminde RP, oy patlaması yapacaktır. Bu seçimde barajın altında kalmakla beraber, MHP’nin sağladığı artış da küçümsenecek gibi değildir. ANAP ile DYP’nin, büyük parti sayılmak için psikolojik sınır sayılabilecek yüzde 20’nin altında kalması ise merkez sağdaki erimeyi gösteriyordu. DYP ile ANAP’ın kurduğu koalisyon hükümetinin kısa sürede dağılması, sonuçta 28 Şubat’a giden yolu da açmıştır. 28 Şubat süreci ise DYP’nin, RP’sinin “radikal islamcılığını” yumuşatmak iddiasıyla kurduğu koalisyonun sonu olmuştur. Yani RP, sistemle çatışma noktalarını zorlamaktan geri durmamış, yumuşamak yerine, zaman zaman sertleşen bir üslupla, daha radikal bir tutum sergilemiştir. 28 Şubat 1997’de yapılan MGK toplantısı, bu durumu su yüzüne çıkarmış ve hükümetin son bulmasına yol açan süreci başlatmıştır. Bu süreci “postmodern darbe” olarak değerlendiren, çok sayıda gazeteci ve sosyal bilimci bulunmaktadır. 1999 genel seçiminin en çarpıcı sonucu ise, DSP ile MHP’nin hiç beklenmeyen bir oy patlaması gerçekleştirmeleriydi. 1995’te “merkez sol”un birinci partisi durumuna gelen DSP, 1999 seçiminden de birinci parti olarak çıktı. 28 Şubat’ın mağduru sayılan ve bu seçimde oy patlaması yapması beklenen RP ise, ancak üçüncü parti olabildi. ANAP ve DYP’nin oyları baraja iyice yaklaşırken, CHP tarihinde ilk kez parlamento dışında kaldı. Yakın dönemin henüz hafızalarda taze olan gelişmelerini daha fazla uzatmadan; Türkiye'nin parlamenter siyasetinde, ANAP’ın düşüşe geçtiğinin artık tescillendiği 117 1989’dan sonraki dönemde, her seçimden bir başka partinin birinci olarak çıktığını belirtelim. Seçmenlerin ANAP’a karşı SHP ve DYP’de bulamadığı alternatifi RP, MHP ve DSP’de aramaya devam ettiği görünmektedir. Bu süreç içinde, belirtmek gereken bir siyaset üslubu gelişmiştir: her parti, seçim sürecinde seçmene “denenmemiş” olmasını bir özellik olarak sunup, “bu sefer bizi deneyin”, demektedir. Parlamenter siyasetin krize girdiği bu dönemin bazı özelliklerini şöyle sıralamak mümkündür. “Geniş seçmen yığınlarının arayışının, her ne kadar bilince çıkmasa da, neo-liberal politikalara karşıtlık temelinde şekillendiği söylenebilir. Son zamanlarda yapılan pek çok kamuoyu araştırması, deneklerin büyük bölümünün en önemli sorun olarak ekonomik ve sosyal sorunları gördüğünü göstermektedir. Seçmenlerin, yeni umut olarak görüp yöneldiği partilerin kalıcı olamayışında, IMF-Dünya Bankası politikalarına alternatif üretememeleri ve tabanlarını sağlamlaştırabilecek ekonomik ve sosyal politikalar geliştiremeyişleri belirleyici olmuştur. Özellikle merkez sağın başarıyı, seçime ekonomik açıdan iyi bir konjonktürde girmeye (seçim ekonomisi) ve medyayı tekelleştirerek kontrol altına almaya bağlayan stratejisi yetersiz kalmıştır.” (Ataay, 2002: 207) Bu görüşe iktidarda olmayan siyasal partilerden bir itiraz gelmektedir. Bunu iktidarda olmayan partilerin, bu politikaların kendisini eleştirmek ve bir alternatif üretmek yerine, neo-liberal politikalar denilen IMF ve Dünya Bankası politikalarının kararlı bir şekilde uygulanamadığını söylemelerinden anlıyoruz. Yani krizin kaynağını politikalarda değil, koalisyon hükümetlerinin güçsüzlüğünde görüyorlar. Tek başlarına iktidara gelmek ve önerilen programları kararlı bir şekilde uygulamak için oy istiyorlar. 118 Sermayenin politikalarını belli bir süzgeçten geçirme, aşırı yanlarını törpüleme, böylece destek-meşruiyet kazandırma işlevini üstlenen siyasal partiler, bunu yerine getiremez duruma düşmüştür. Kriz derinleştikçe ve sermayenin istemleri meşruiyet kaygısından uzaklaştıkça, siyasal partilerin bunlar üzerinde ufak düzeltmeler yapma olanağı da iyice ortadan kalkmaya başlamıştır. Türkiye'de son yirmi yılda, hükümetler, sürekli olarak toplumun geniş kesimlerinden fedakârlık istemiş, uygulamaya koyduğu yoksullaştırıcı politikaların geçici olduğunu, birkaç yıllık bir fedakârlıktan sonra ekonomideki sorunların çözüleceğini söylemiş, refahın artacağı vaadinde bulunmuşlardır. Ancak, bugüne kadar sözünü tutabilen bir iktidar olmamıştır. Toplumun geniş kesimleri de bu duruma, o partiye yeniden oy vermeyerek yanıt vermiştir. Ancak, refahı artırma vaadiyle yönelinen ve iktidara getirilen diğer partilerin uygulamaları da farklı olmamıştır. Bu gelişmelerin sonucunda, toplumda siyasal partilere, siyasetçiye ve genel olarak siyasete olan güven en alt düzeye inmiştir. Siyasal partilerin kitle tabanı erimiş, kararsız-partisiz seçmen oranında büyük artış olmuştur. Her seçimde önemli oy dalgalanmaları yaşanmakta, partiler arasında çok ciddi boyutlarda oy kaymaları ortaya çıkmaktadır. Merkez sağ ve merkez solun oy tabanı, Türkiye tarihinin, en alt düzeyine inmiştir. Aşırı sağın oy tabanı, Türkiye tarihinin, en yüksek düzeyine çıkmıştır. Toplum genel bir umutsuzluk, yönsüzlük, hedefsizlik psikolojisi içine girmiştir. 1990’lar boyunca bütün hükümetler, koalisyon veya azınlık hükümeti olarak kurulabilmiştir. Bu dönemde, tek başına iktidara gelen ve programını-sözlerini uygulayabilen partilere rastlanamamaktadır. Merkez sağda ve merkez solda siyasal 119 parçalanma kalıcılaşmıştır. Partilerden herhangi biri diğerleri aleyhine büyümemiştir. Gerçekleşen daha çok nöbet değişimidir. Günümüz Türkiye’sinde, yüzde 20’nin üzerinde oy almak artık büyük başarı sayılır olmuştur. Nitekim, 2002 seçimlerinde bir parti yüzde 20’yi geçmiştir ve tek başına anayasayı değiştirecek sayıda milletvekiline sahip olmuştur. 1990’lar boyunca, koalisyonların oluşumu da ilginçtir. Alışılmışın aksine, genellikle siyasal yelpazenin farklı bölümlerinden partilerin bir araya gelerek oluşturdukları koalisyon hükümetleri kurulmaktadır. Bunun tek istisnasını oluşturan DYP-ANAP koalisyonu çok kısa ömürlü olabilmiştir. Partilerin, bazı koalisyonlarda, kimliklerini vurgulama amaçlı dirençlerinden kaynaklı, koalisyon krizleri çıkmaktadır. Koalisyon hükümetleri boyunca, temel siyasal sorunlarda parlamenter siyasetin gücü ve belirleyiciliği azalmış, bürokrasinin çeşitli kanatlarının gücünde artış görülmüş ve teknokrasinin siyaset üzerindeki vesayetinde artış gibi eğilimler egemen olmuştur. “1990’lar boyunca, sayılan bu istikrarsızlık unsurlarına yanıt olmak üzere, siyasal partiler sisteminin istikrara kavuşturulması için çokça arayışta bulunulmuş olmasına karşın, bunların hiç biri başarılı olamamıştır. Merkez sağdaki iki partinin birleşmesi, birinin diğeri aleyhine güçlendirilmesi ya da koalisyonda bir araya gelmesi sağlanamamıştır. Tersine, merkez sağ partiler birlikte erimeye devam etmişlerdir. Öte yandan, merkez partileri lehine sonuç vereceği düşünülen başkanlık sistemi, yarı-başkanlık sistemi, iki turlu dar bölge seçim sistemi gibi arayışlar da uygulamaya geçirilememiştir. Bu durum, sermayeyi güvenilir hükümetler kurulmasını sağlamak sorunuyla karşı karşıya bırakmaktadır.” (Ataay, 2002: 208) 120 2002 seçimleri öncesinde, sermaye açısından en önemli problem programını tavizsiz uygulayacak, güçlü ve kararlı hükümetler kurulmasını sağlamaktır. Ancak bu, içinde aşılması imkansız çelişkiler barındıran bir istemdir. Çünkü, sermayenin uygulanmasını istediği politikalar, toplumun küçük bir kesimi lehine ve büyük bir kesimi aleyhine politikalardır ve bu politikaları kararlılıkla uygulayarak, güçlü seçmen desteğine sahip kalabilmek, seçimle gelen bir siyasal parti için imkansızdır. “Bu yüzden sermayenin IMF-Dünya Bankası paketlerinde-programlarında somutlanan istemlerini, kararlılıkla-ödünsüz olmasa da büyük ölçüde uygulayan partilerin tekrar seçim kazanabilmeleri olanaksızdır. Öyleyse, esas olanın partinin seçim başarılarının sürekliliğinden çok sermayenin IMF-Dünya Bankası paketlerinde somutlanan politikalarını ödünsüz uygulanması olduğunu söyleyebiliriz. Bu yaklaşıma gelebilecek bir itiraz şudur: Seçmen sadece iktisat politikasına göre mi oy veriyor? Bu itiraz kapsamlı bir şekilde tartışılabilir. Çünkü günümüzde ideolojilerin sona erdiği iddialarına rağmen seçmen inanç, kültürel kimlik vb. saiklerle oyunu verebilir. Ancak yukarıda yaptığımız saptamaya bağlı olarak, sermayenin son on yılda tekrarlanan oyunun devam etmesini istediğini ve bunun çıkarları için zorunlu olduğunu belirtmeliyiz. Peki partiler bu oyuna neden dahil oluyorlar? Bunu bir iş adamı “taç giyen baş akıllanır” sözü ile ifade etmiştir: Seçim sürecinde seçmenlere, parti tabanına hangi vaatlerde bulunulduğu, partinin programı hedefleri önemli değildir. Önemli olan iktidara gelince akıllanmak, yani sermayenin programını ödünsüz uygulamaktır.” (Ataay, 2002: 209) Acaba, bütün partilerin en az bir kez rol aldığı bu oyunu tekrar sahneleyebilmek olanaklı mıdır? 121 Her şeye karşın, tüm partilerin ekonomik ve sosyal politikalarının tek tipleştiği 1990’lar boyunca, yerli ve yabancı sermayenin programı, bütün hükümetler tarafından sürdürülmüştür. Büyük sermaye egemenliğinin geleneksel temsilcileri sağ parti ve hükümetler olsa da, çeşitli nedenlerle sol parti ve hükümetler de bu programı uygulamaktan kaçınamamışlardır. Bu çeşitli nedenlerin en başında da küreselleşme döneminde, dünya kapitalist sistemiyle bütünleşme anlamına gelen neo-liberal politikaları öneren/dayatan sermayenin uluslararası kuruluşlarının gücü gelmektedir. “Bütün partilerin tek tipleştirilmesi süreci pek de sancısız değildir. Bu durum, her seçimden sonra, hükümete katılan partilerin değişip değişmediğinin büyük sermayeli medyada gürültülü bir biçimde sorgulanmasıyla ortaya çıkmaktadır. Bu değişimin garantiye alınmasında, birkaç temel mekanizma öne çıkmaktadır.” (Ataay, 2002: 209) Bu sürecin ekonomik ve siyasal olmak üzere iki yönü vardır. Ekonomik yönden belirleyici olanlar, IMF ve Dünya Bankası ile ekonomi bürokrasisidir. Ekonomi bürokrasinin etkileri de büyük oranda bu uluslar arası kuruluşların etkisiyle ortaya çıkmaktadır. Belki belirtilmesi gereken bir başka şey de Özal’ın oluşturduğu bir gelenektir: “ekonominin gereği yapılacaktır” sözünde anlam bulan bu gelenek, 1980’ler boyunca çok duyulan bir sözdür. Yani ekonomi bir bilimdir ve politikaya kurban edilmeden onun gerekleri yapılacaktır. Bu ideolojik söylem Özal döneminde etkili olduğu gibi daha sonra Kemal Derviş’in partisiz bakanlığına kadar uzanan bir gelenek de yaratmıştır. Partileri tek tipleştiren sürecin siyasal yönünde ise MGK, yüksek yargı ve cumhurbaşkanlığı gibi mekanizmalar belirleyicidir. Sermayenin egemenliğindeki medya, bu sürece eşlik etmektedir ve bir tür milli birlik/bütünlük 122 söylemi içinde, partiler hep aynı politikaları uygulamayı kabul etmektedirler. Medya sürecin bütün aşamalarına eşlik etmektedir. “Sermayenin programına destek sağlamakta zorlanması ve siyasal partilerin bu programı uygulamakta isteksiz davranması, sermaye açısından temsil krizinin işaretlerini vermektedir. Ancak, sermayenin elinde de güçlü kozlar bulunmakta, ekonominin kırılgan yapısı kriz çıkarma tehdidinin hükümetlerin başında sürekli sallanmasını sağlamakta; bu da hangi partiler iktidara gelirse gelsin, hangi vaatlerde bulunmuş olursa olsunlar, IMF-Dünya Bankası paketlerinin uygulanmasını kolaylaştırmaktadır.” (Ataay, 2002: 209) Bu sürecin ilerlemesi sancılı olmaktadır. Bu sancının sebebi, bekleneceği gibi emekçi sınıfların muhalefetinden kaynaklanmamaktadır. Büyük sermayenin uyguladığı bu politikalara en önemli tepkiyi küçük ve orta ölçekli sermaye göstermektedir. Buna bağlı olarak da sermayenin asıl rahatsız olduğu siyasal güç, sağ siyasal partilerdir. Zira, bu süreçten olumsuz etkilenen küçük ve orta ölçekli sermayenin temsilcileri, aşırı sağ partilerdir. Küçük orta ölçekli sermaye ve küçük burjuvazi, 1980 sonrası dönemin ekonomik politikaları tarafından, dışlanmaktadır. Bu dışlanma, hem birikim modeli düzeyinde hem de uygulanan kriz dönemi politikalarında, karşımıza çıkmaktadır. Daha sonra tekrar değineceğimiz gibi, tütün yasası sadece tütün üreticisi çiftçiyi değil, tütün ve tütün ürünleri alanında çalışan küçük işletmeciyi de dışlamaktadır. Sermayenin yeniden yapılanmasına yol açan bu gelişmeler ya da bir başka ifadeyle kriz, IMF-Dünya Bankası paketleri-programları etrafında, sermayenin bütün kanatlarını kapsayan bir uzlaşmanın ortaya çıkmasını önleyecek kadar derindir. Bunun sonucu olarak da 1990’lar boyunca merkez sağ gerilemeye aşırı sağ 123 ise güçlenmeye devam etmiştir. Ancak büyük sermayenin ve uluslar arası desteğinin gücü, aşırı sağ partilerin iktidar olmaları halinde kendi destekçilerine ve temsil ettiği kesimlere yönelik bir politika uygulayabilmelerini engellemektedir. Emekçiler ise, 1980 yenilgisinin psikolojisinden kurtulamamış, mücadele edecek bir güç olarak belirli bir siyasal yapı içinde ve bilinç düzeyinde, birlik olamamışlardır. Bu durumun siyasal yansıması ise bağımsız siyasal partisine sahip olamayan bir emekçi sınıf olmuştur. Dolayısıyla, en büyük temsil krizini de bu sınıf yaşamaktadır. Karşı hegemonya oluşturmanın nesnel gücü olması gereken emekçi kesim, bu dağınıklığı ve partisizliğine bağlı olarak, kendi çıkarlarını bile istenilen düzeyde savunmaktan uzaktır. 1980 sonrası Türkiye'sinde eşitsizlikler artarken, sınıf bilincinin de gerilemekte oluşunun nedenlerini, siyasal ve ideolojik süreçlerde aramak gerekmektedir. Bu dönemde, büyük sermayenin egemenliğini sürdürebilmesinde, gerek parlamento içi gerekse parlamento dışı muhalif siyasal akımları etkisizleştirebilmekte, örgütlü siyasal yönelişler geliştirebilmelerinin zeminini ortadan kaldırabilmekte gösterdiği başarı, temel önemde olmuştur. Türkiye'de geniş yığınların hoşnutsuzluklarının son derece arttığı bir dönem boyunca, alternatif siyasal arayışların gündeme bile gelemeyişinde, 12 Eylül'den kalma devlet yapısının ve 1990'larda yaşanan medya patlamasının (Kaya, 1999b) belirleyici etkileri olmuştur. Ancak, bunların başarısı da mutlak değildi. Neo-liberal politikaların tek yanlı ve gürültülü temsilciliğini üstlenen medya ideolojik etki yaratmakta gösterdiği başarıyı, çok arzulandığı açıkça belli olan seçim sonuçlarını yönlendirmekte gösterememiştir. 124 Geniş yığınların hoşnutsuzluğunu her seçimde iktidarı değiştirerek göstermesi, bir yanıyla, sistem açısından güçsüzlük ve istikrarsızlık belirtisidir. Öte yandan, seçmenlerin ideolojik yönelimlerinin belirlenmesinde gösterilen başarı, hoşnutsuzlukların, herkese iki anahtar, adil düzen gibi sağ popülist vaatlerle eklemlenebilmesini sağlamaktadır. Türkiye'de parlamenter siyaset, neo-liberal ideoloji ve politikalar ile sosyal adaletçi sağ popülist vaatlerin çelişkili eklemlenmesine sahne olmakta, ancak bu da uzun süreli olamamaktadır. Bunun bir başka boyutu, bireyci ideolojilerin yaygınlaştırılmasının yığınlarda bireyci ve köşe dönmeci yanılsamaların egemen olmasını sağlamasıdır. Öte yandan bireyci eğilimlerin egemenlik kazanması, devletin sınıf karakterinin yozlaşması (Boratav, 1991) durumunun bile, sisteme yönelik bir sorgulamaya konu olmamasına yol açmaktadır. 3.2. Uluslararası Kuruluşların Önerdiği Programlar Uluslararası Kuruluşların Önerdiği Programlar üç alt bölümde ele alınacaktır. Bunlardan birincisinde, 1980’lerden bu yana uygulanmakta olan ve üçüncü dünya ülkelerine IMF-Dünya Bankası ikilisinin önerdiği yapısal uyum programlarını ele alıyor ve Türkiye bağlamında kısaca değerlendiriyor. İkinci alt bölüm Dünya Bankası’nın kavramlaştırdığı ve idari reform olarak sunulan yönetişim uygulamalarını ele alıyor ve 2001 krizi sonrası verilen niyet mektubundaki yönetişim kavramına değiniyor. Üçüncü ve sonuncu alt bölüm ise, 2001 krizi sonrası Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’nin dışarıdan kabineye dahil edilmiş siyaset üstü “uzman” bakanının adıyla anılan “önlemler paketinin”, nasıl IMF-Dünya Bankası ikilisinin 125 önerileri doğrultusunda şekillendiğini ele alıyor. Bir başka deyişle, ikilinin üçüncü dünyaya önerdiği ikiz reformların (ekonomik ve idarî) nasıl bir dayatmayla uygulamaya konulduğu değerlendiriliyor. 3.2.1. Dünya Bankası ve IMF’nin Yapısal Uyum Programları Yapısal uyum programları kısaca şöyle tanımlanabilir: “IMF ve Dünya Bankası borçlarını ödeyebilmek için, borçlu ülkelerin, bu program çerçevesinde aynı kuruluşlardan yeni borçlar almalarını sağlayan ekonomik programlar”dır. (Soyak, 2003) Bu programlar, uluslararası finansal kuruluşlar tarafından, finansal yardım verilecek ülkelere dayatılan serbest piyasa yönelimli ekonomi politikaları setidir. IMF ve Dünya Bankası gibi temel uluslararası finansal kuruluşların yapısal uyum programlarının finansmanı ve tasarımında, ABD önemli rol oynamaktadır. Yapısal uyum politikalarıyla, kredi veren kuruluşların, azgelişmiş ülkelere yeni kredi açmasının koşulları benimsetilmeye çalışılmaktadır. Bu çerçevede krizle alt üst olan ve ekonomisini dış borçla yönetmek zorunda kalan azgelişmiş ülkeler, özellikle 1980’lerin başından itibaren, bu politikalara muhatap olmuşlardır. Yapısal uyum programları; ticaret ve yatırıma yönelik düzenlemelerle, yabancı yatırım için uygun bir ortamın yaratılmasını hedeflemekte ve yaygın amaç olarak da, yurtiçi piyasalar üzerine odaklanan ulusal kalkınma modellerinin yerine, dışa dönük kalkınma modellerini gündeme getirmektedir. Yani bu programlarla; ticaret, finans ve üretim yapılarına hakim olacak, tam bir küresel bütünleşme model olarak sunulmaktadır. 1980’lerin başında İngiltere’de Thatcher, ABD’de Reagan tarafından tohumları atılan 126 bu politikaların temel araçları, hemen her ülke için benzer nitelikler taşımaktadır. Tipik bir yapısal uyum programında borçlu ülkeye dayatılan ekonomik koşulları şu şekilde özetlemek mümkündür: * Ülkenin mevcut ekonomik yapısını süratle ihracatçı hale getirecek bir yeniden yapılanma, * Faiz oranlarının yükseltilmesi, * Fiyat kontrollerinin ve destekleme alımlarının kaldırılması, * Eğitim, sağlık ve gıda ile ilgili kamu programlarının kesilmesi, * Hükümet hizmetlerinde azaltılma yoluna gidilmesi, * İthalat ve ihracat kısıtlamalarının kaldırılması, * Mal ve hizmetlerin fiyatlarının deregule edilmesi, * Kârlı kamu kuruluşlarının özelleştirilmesi, * Devlüasyon. (Soyak, 2003) Yapısal uyum programları, aslında azgelişmiş ülkeleri aşan ve dünya ekonomisinin bütünleşmesini (küreselleşme) hedefleyen, neo-liberal politikalardır. Ancak azgelişmiş ülkeler, bu bütünleşmeyi sağlayabilmek için çok daha köklü ve sancılı reçeteleri uygulamak zorunda kalmışlardır. 127 Türkiye’ye baktığımızda, bu politikaların, 1980 “24 Ocak Kararları”na kadar geriye götürülebileceğini görüyoruz. 12 Eylül darbesi, Türkiye'de yeni bir dönemi açmıştır. Bu dönemde Özal’ın formüle ettiği 24 Ocak kararlarının, uluslararası kapitalizmin yapısal uyum stratejisine uygun ilk önlem paketi olduğunu saptıyoruz. Turgut Özal 24 Ocak kararlarının alınması sırasında bürokrat, uygulanması sırasında askeri rejimin bakanı ve yeni yapısal uyum programlarının gündeme getirilmesi sırasında da (1983’ten itibaren) başbakan olarak yönetimde bulunmuştur. Askerî vesayet tasarımına göre hazırlanmış olan 1982 Anayasası, yürütmeyi güçlendiren yapısıyla Türkiye'nin kapısında bekleyen yapısal uyum programlarına kapı aralamıştır. (Timur, 1996: 49) Bu dönemdeki uygulamalara baktığımız zaman, Latin Amerika ülkelerindeki uygulamalara benzer bir şekilde hükümetin, hızlı karar alma adına, yasa gücünde kararname ile ülkeyi yönettiğine tanık oluyoruz. Yasa gücünde kararname, yapısal uyum programları uygulayan azgelişmiş ülkelerde, sıkça kullanılan bir araçtır. Örneğin Arjantin’de Menem, diğer Latin Amerika ülkelerine örnek olan bu yöntemi sıklıkla kullanmış ve çok sayıda önemli düzenlemeyi, bu yolla gerçekleştirmiştir. Başbakan Turgut Özal, Kasım 1981’de toplanan İzmir İktisat Kongresi’nde, “ihracatı sadece ülkede üretilen malların dışarıya satılması olarak değil, ülkemizin kapalı ekonomisinin topyekun dış dünyaya açılması olarak algıladığını” açıkladı. Bu açıklama küreselleşme ve yapısal uyum politikalarının da en basit ifadesinden başka bir şey değildi. 1980’ler boyunca bu politikaların Türkiye'de uygulayıcısı olan Özal’ın uygulamalarına, biraz daha yakından bakmakta fayda bulunmaktadır. Bu politikaları uygulaması sırasında Özal iktidarı, askeri rejimle zımnî bir işbölümü yapmıştır. 128 Askerler düzeni koruyacak ve toplumsal talepleri bastıracak, Özal da iktisat politikası ve bununla uyumlu bir dış politikayı uygulayacaktı. 1987’de bile askerler Özal’ın hükümet kurma yetkisini denetleyebilmektedirler. Buna rağmen Özal, bundan bir memnuniyetsizlik duymamıştır. Çünkü Özal için önemli olan siyasal liberalizmin değil iktisadi liberalizmin savunulmasıdır. Siyasal hareketlenmelere karşı Özal sıklıkla “12 Eylül öncesine dönme” tehlikesine vurgu yapmıştır. Yapısal uyum programlarının uygulandığı azgelişmiş ülkelerde, yoksulluk olgusu dikkat çekmektedir. Bu programlar sosyal programların ve fonların kesilmesi, eğitim ve sağlık harcamalarının azaltılması gibi, sosyal refah devleti uygulamalarından vazgeçmeyi öneren bir tutum benimsediklerinden, uygulandıkları ülkelerde insanların işsiz, evsiz kalmalarına yol açmıştır. Dünyanın çeşitli ülkelerinde rastlanan bu sonuçlar açısından Türkiye’deki manzaranın da görülmesi gerekmektedir. Türkiye’de özellikle 1990’lı ve 2000’li yıllarda ortaya çıkan iktisadi krizler ve uygulanan IMF-Dünya Bankası güdümlü istikrar-yapısal uyum programlarıyla birlikte, benzer sonuçların ortaya çıktığı görülecektir. Birleşmiş Milletler’in İnsani Kalkınma Raporu’na (2002) göre, Türkiye’de yaklaşık 13 milyon kişi günde 2 dolarla, 1,5 milyon kişi ise günde 1 doların altındaki bir gelirle geçinmek zorundadır. Gelir dağılımındaki adaletsizlik hat safhasına ulaşmış; ülke genelinde nüfusun en zengin olan yüzde 20’si ile en yoksul yüzde 20’si arasındaki fark tam 17 katına çıkmıştır. (Soyak, 2003) 129 Bu politikaları uygulayan uluslararası kuruluşlardan biri olan IMF’yi, Sinan Sönmez (2002), uyguladığı politikalara ve uygulama biçimine bakarak; hem hekim, hem jandarma olarak değerlendiriyor. 3.2.2. Yönetişim Son yirmi yılda, pek çok Batı ülkesinde kamu sektöründe önemli dönüşümler yaşandı. Bu dönüşümler, yönetmekten yönetişime veya bürokrasiden piyasaya ve piyasa ağlarına doğru oldu. Dünya Bankası ve IMF gibi uluslararası finansal kuruluşlar, en önemli borç/kredi verme kriteri olarak “iyi yönetişim”i kullanmaya başladılar. 1980’lerde, gelişmekte olan ülkelerin, uluslararası finans kuruluşlarından borç alabilmelerinin ancak yapısal uyum programlarını uygulamaya koymakla mümkün olduğunu önceki başlıkta ele almıştık. Buna göre, “gelişmekte olan ülkelere yönelik olarak IMF ve Dünya Bankası kredileri, yapısal reformların gerçekleştirilmesi koşuluyla verilmekte; başka bir deyişle, reformlar o ülkenin “kredibilitesi” ile ilgili olarak bir nevi şantaj malzemesi yapılmaktadır. Bugünlerde, ekonomik dönüşümü ifade eden “yapısal uyum” kavramıyla birlikte, hatta ondan daha sık olarak, idarî dönüşümü de içine alacak şekilde “yönetişim” kavramı kullanılmaktadır. Uluslararası yatırımcılar, artık, bir ülkenin piyasalarına yönelik olarak yatırım kararı alırken, orada gelişkin bir yönetişim yapısının bulunup bulunmadığını dikkate almaktadırlar. İyi yönetişim, gelişmekte olan ülkeler için masum ve iyi niyetli bazı öneriler olmanın çok ötesinde, uluslararası sermaye için hayati önem taşıyan yasal/siyasal müdahale ve düzenlemeleri içinde barındırmaktadır. Küreselleşme sürecinde, oyunun kuralları yeniden belirlenirken çerçeveyi iyi yönetişim paradigması çizmektedir.” (Şenalp vd., 2003) 130 Bu kavram ilk defa Dünya Bankası’nın 1989 yılında hazırladığı bir raporda ortaya çıkmış, arkasından 1992 yılında OECD tarafından kabul edildiği açıklanmıştı. Nihayet 1997 yılında Birleşmiş Milletler “yönetişim” kavramına dayandırdığı 21.yy için katılımcı devlet modelini belirginleştirdi. (Bayramoğlu, 2002: 85 vs.) “1997’de yaşanan Asya Krizi, uluslararası finansal çevreler için büyük bir sürpriz olmasının yanı sıra; finansal serbestleşmenin, küresel sistemin kendi sürekliliğini sağlayabilme yeteneğinin iyiden iyiye sorgulandığı bir sürecin başlamasına neden oldu. Bu süreçte başta ABD olmak üzere merkez ülkelerin bir çoğu, krizin sebebinin sermaye hareketleri değil yükselen piyasa ekonomilerindeki “kötü” uygulamaları olduğunu savundu. Buna bağlı olarak da bu kötü yönetimlerden kurtulmanın bir aracı olarak “İyi yönetişim” (good governance) yaklaşımı gündeme getirildi. Piyasa mekanizması fiyatların “doğru” belirlenmesinde önemli bir role sahiptir ama bunun yanında “iyi politikaların” önemine de vurgu yapılmaktaydı.” (Chang 2002; 69’dan aktaran Şenalp vd, 2003) Bu vurgu çok önemli bir değişikliği gündeme getiriyordu: devlet artık iktisadi alana içsel bir değişken olarak kabul edilmektedir iddiası gündeme geldi. Yani, “devletin ekonominin tamamen dışında olması gerektiği” söyleminden vazgeçilmekte olduğu izlenimi doğdu. Burada açıkça görülen, devleti analiz etme biçimindeki değişimdir. Devletin sınıflar üstü bir konumda, sermaye birikimi ve kaynak dağılımı süreçlerinin dışında, ortak yararlar için örgütlenmiş bir kurum olarak değerlendirilmesinden vazgeçilmektedir. Buradan hareketle devlet, piyasaların karşısında bir güç olarak değerlendirilmemektedir. Yani “piyasa ve devlet” ikilemi terk edilmektedir. “Buradaki sorun, kapitalizmin içinden geçmekte olduğu değişim sürecinin 131 gereklilikleri doğrultusunda konumu belirginleşirken, devletin, bu yeni konum ve işlevlerinin ne şekilde teorize edileceğiyle ilgilidir. Dolayısıyla, Dünya Bankası başta olmak üzere IMF, OECD ve WTO gibi pek çok uluslararası siyasal/finansal kurum tarafından geliştirilerek, 1990’lardan bu yana kamuoyunun kullanımına sunulan bir kavram olarak “yönetişim”in önemi, egemen söylemdeki, rahatlıkla radikal olarak niteleyebileceğimiz bu dönüşümün, parlak bir ambalajı olmasından kaynaklanmaktadır.” (Şenalp vd, 2003) Ancak daha sonra, iktisat-devlet arasındaki bu kopukluğun ortadan kaldırılması gibi gözüken bu yaklaşımın başka bir işleyişle aşıldığını, sonraki alt başlıkta göreceğiz: siyasetin, ekonominin alanın dışında tutulması için, devletin ekonomi ile ilişkisi teknik bir ilişki olarak siyasetin denetimi dışına çıkarılarak, özerk “üst kurullara” veriliyor. Ulus-devletin “yönetebilirlik krizi” analizleri yönetişim fikrine yol açmıştır. Devlet müdahaleciliğinin geleneksel biçimlerinin karşılaştığı sorunlar, devletin yönetebilirliğini tartışmaya açmaktadır. Küreselleşmenin ortaya çıkardığı bazı gereksinimler yeni bir devlet anlayışı ve iktidar tarzını gündeme getirdi. Yönetişim bu yeni iktidar tarzının adıdır. Bu tarz, sermayenin artan hız ve hacminin etkisiyle gelişmiş ülkelerin birbirlerine yaklaşan iktisadi ve siyasi eğilimlerinin de desteğini almıştır. “Uzun yıllar boyunca yönetişim nosyonu devletin merkezi otoritesini yitirmesi ve giderek azalan etkinliği ve yeterliliği sorununun bir parçası olarak algılandı. Buradaki temel yaklaşım, giderek daha karmaşık bir hal alan dünyamızda, ortaya çıkan sayısız alt-sistemin, devletin hareket kapasitesinin kaybolmasına yol açtığı yönündeydi. Bu açıdan, Batı’nın modern refah devleti sistemi başarısızlıkla karşı 132 karşıyaydı, ve sistem “yönetilemez” hale gelmişti.” (Kooiman 1993’den aktaran Şenalp vd, 2003) Sivil toplumla olan bağlantısını kaybetmekte olan devlet, farklı toplumsal kesimlerden gelen ve giderek ağırlaşan sosyal taleplere cevap verememeye başladı. Bu anlamda devletin, geleneksel kamu hizmetlerini sürdürebilmesinin maliyetlerinin sürekli olarak artmasının yanı sıra hareketleri de etkisiz ve adaletsiz bir hale gelmekteydi. Sonuç olarak Batılı burjuva ideologlarının tezgahlarında dokunan bu yeni (iyi) yönetişim anlayışı, meşruiyetini, modern refah devletinin içine girdiği iddia edilen bu krizden almaktaydı. Modern refah devletinin krizde olduğu doğruydu, ancak, yönetişim kavramının ortaya atılması buna indirgenemezdi. IMF ve Dünya Bankası gibi küresel kurumların yönetişim kavramına yüklediği misyon, devletin sivil toplumun talepleri ve sosyal hizmetler noktasındaki sıkışıklığının çözülmesinin çok daha ötesindeydi. “Seksenli yıllardan bu tarafa metropol ekonomilerinin neredeyse tamamının sermaye yapılarında ortaya çıkan değişimler, bu toplumların sınıfsal yapılarını, kamusal alanın niteliğini ve gündelik hayata dair pek çok şeyi köklü değişikliklere uğrattı. Bu süreçte finansal sermayenin muazzam bir hareket yeteneğine erişmesi; yani, sermaye birikim sürecinin, kapitalizmin doğasına da uygun olarak, ulusal sınırlarından -ya da engellerinden- tam anlamıyla kurtulması, metropol ülkeleri açısından oldukça önemli bir değişim sürecinin ifadesi oldu.” (Şenalp vd., 2003) Seksenlerin sonuna gelindiğinde artık yönetişim uygulamalarının hantal, bürokratik ve en önemlisi sosyal devleti tasfiye etmeye çalıştığı açıkça görülmüştü. Çünkü bu sosyal devlet, seksenlerden beri küresel ölçekte örgütlenmesini sağlayan uluslararası sermayeye 133 artık ayak bağı haline gelmekteydi. Bu saptama, yönetişimin hangi temel ilkeler üzerinde yükseldiğinin daha kolay kavranmasını sağlayabilecektir. Pek çok bilimsel disiplinin ilgi alanlarından biri haline gelen iyi yönetişim kavramı çeşitli anlamlarda kullanılmaktadır. Bu anlamlardan bir tanesi güç kullanımının nasıl olması gerektiği sorusunu cevaplar. Buna göre, kamuyu yakından ilgilendiren konularda sorumlu ve duyarlı bir güç kullanımı gereklidir. Varolan bütün toplumsal ve siyasal örgütlenme değişerek esnek bir yeniden yapılanmaya gidilmelidir. Ancak bu değişiklikle küreselleşen dünyanın gereksinimlerine yanıt verebilecek bir iktidar tarzı oluşturulabilir. “Yönetişim, öncelikle, “minimal devlet” ve “özel girişimciliğin gözetilmesi” yaklaşımlarını içermekte; yani, devletin küçülmesi ve kamu girişimciliğinin ve hizmetlerinin özelleşmesi sürecinde ortaya çıkan yeni kamu ve ekonomi yönetimi anlayışının adı olmaktadır”. (Rhodes 1996’dan aktaran Şenalp vd, 2003) Buradan çıkarılacak sonuç, devletin meşruiyetini koruyabilmek için, iktidar tekelinden vazgeçerek, siyasal iktidarı sivil toplum kuruluşlarıyla paylaşmalıydı. Aynı zamanda iyi yönetişim başka bazı değişiklikler gerektirmektedir: merkezileşmeden ademi-merkezileşmeye, kaynak dağıtımını sağlayan devletten düzenleyici devlete, kamu hizmetlerinin yönetiminden piyasa ilkeleri doğrultusunda bir kamu idaresi anlayışına ve devletin öncülüğünden özel sektör ve kamunun işbirliği ilkelerine geçilmelidir. Günümüzde “iyi yönetişim kavramı”, öncelikle, demokrasi, açık ve etkin bürokrasi ve yargı, mülkiyet haklarının güvence altına alınması/geliştirilmesi ve iyi yönetişim kurumlarıyla gelişmiş finansal kurumları içine almaktadır. 134 Bir politika önermesi olarak ise yönetişim kavramı, ilk olarak, 1989 yılında Dünya Bankası’nın bir raporunda kullanıldı. “Kavram, devletle toplum arasındaki ilişki üzerine yeniden düşünmeyi öneriyordu; devlet-toplum karşıtlığını kaldırmayı ve devlet-toplum birliğini savunuyordu. Böylece yönetişim bir bakıma, devlet-toplum ilişkilerinin kurulması için bir “model” önermiş oluyordu. Bu model, yönetime katılım ilkesini de aşarak, “birlikte yönetme” iddiasını taşoyordu.”(Bayramoğlu, 2002: 86-87) Yönetişimin Türkiye’deki uygulanmasına yakından bakarsak, Dünya Bankası ve IMF gibi örgütlerle işbirliği çerçevesinde ortaya çıkan önlemleri görürüz. Bu önlemler, şeffaflığın artırılması ve yolsuzlukla mücadele kapsamında atılan adımlar, vergi sisteminde ve kamu kesimi üzerinde siyasi baskıyı azaltmaya yönelik olarak yapılan reformlar, bütçe şeffaflığını ve idarenin performansını artırıcı yeni tedbirler gibi düzenlemelerdir. Bu düzenlemelerin meşruiyet kaynağını ise 1990’lar boyunca yaşanan ekonomik krizler oluşturmuştur. Bu krizlerden çıkmak için IMF ve Dünya Bankasının önerdiği reform ve düzenlemelerin zorunluluğu konusunda kamuoyuna çeşitli açıklamalar yapılmıştır. 57. Hükümetin Mayıs 2001 tarihli Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı, hedefinin Türkiye’de “yönetişim tipi devlet sistemi”nin tesis edilmesi olduğunu ortaya koymaktadır. Son olarak, AKP tarafından kurulan 58. hükümetin, Kasım 2002’de açıkladığı “Acil Eylem Programı”, bu partinin “yönetişimci” karakterini ve AKP iktidarının geride kalan iki yıllık Kemal Derviş yönetiminden bayrağı devralmış olduğunu göstermektedir. AKP’nin ilk etapta bakanlıkların sayısını azaltmayı ve başbakanlığı bir “koordinasyon birimi” haline 135 getirmeyi planlayan “acil eylemleri”nin, merkezi yönetimin -piyasaların iyi işlemesinin güvencesi olan bir sekretarya konumuna indirgeyerek- zayıflatılmasına hizmet etmekten başka bir işlevi yoktur. (Şenalp vd., 2003) “OECD’nin (Ekonomik İşbirliği ve Gelişme Teşkilatı) (2002) ‘Türkiye’de Düzenleyici Reformlar: Ekonomik İyileşme İçin Önemli Destek – Yönetişim’ adlı raporu, ülkemizde 1990’ların ortalarından bu yana adeta bir furyaya dönüşen ve çalışmamız boyunca bazı temel argümanlarını ortaya koymaya çalıştığımız “yönetişim” söyleminin gerçek temellerini ve Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelere nasıl yaklaşıldığını daha iyi anlamamıza önemli katkılar sağlayacak argümanlarla doludur.”(Şenalp vd., 2003) OECD Raporu, Türkiye’de yapılan bazı reformları değerlendirerek olumlamaktadır. Bu reformlar, bankacılık sektöründe yapılan bazı düzenlemeler ile kamu yönetimi alanındaki bazı düzenlemelerdir. Burada dikkat çeken husus Rapor’un, bu reformların yapılabilme olanağının, Avrupa Birliği’ne üye olma hedefinin doğurduğu olumlu bir reform ortamına bağlanmasıdır. Raporda sunulan bazı reform önerileri söz konusudur. Bu öneriler, kamuya memur atamalarından ihale yasalarına, yerel yönetimlerden şeker ve tütün endüstrisine, bankacılıktan enerji sektörüne, taşımacılıktan telekomünikasyona akla gelebilecek her alana yönelik politika ve uygulamaları içermektedir. Bunun yanı sıra, rekabetin geliştirilmesi ve yabancı yatırımcıların güven duyacağı bir ortamın yaratılması için gerekli düzenlemelerin yapılması önerilmektedir. Özellikle rekabet verimliliği ve uzun vadede kalkınmayı artırıcı bir koşul olarak vurgulanmaktadır. Bütün bunların ancak yönetişim tipi bir siyasal yönetim tarzıyla başarılabileceği belirtilmektedir. 136 “Türkiye, devlet tarafından yönetilen bir ekonomiden, piyasa ve sivil toplum tarafından yönlendirilen yenilikçi ve müteşebbis bir ekonomiye geçiş sürecini tamamlamalıdır. Reformlar ve yeniden yapılanma ekonomiyi, piyasa göstergelerine ve rekabetine dayanan bir yöne doğru yönlendirmektedir.” (OECD 2002: 11’den aktaran Şenalp vd., 2003) Rapora göre, önerilen reformların uygulanması öncelikle reformlara karşı gelişebilecek olan toplumsal muhalefetin ortadan kaldırılmasına bağlıdır. Bunun nasıl başarılabileceği de yine raporda belirtiliyor: “Reforma kamu desteğinin sürekliliğinin sağlanması için iletişim yaşamsal önemdedir. Düzenleme reformunun hedefleri ve avantajlarının yayılmasına ihtiyaç bulunmaktadır. Bunun bir faydası da, reformların dışardan empoze edildiği yolundaki yaygın inancın giderilmesidir. Bundan dolayı, hükümetin iletişim stratejisinde kamuoyu ihmal edilmemelidir” (OECD 2002: 11’den aktaran Şenalp vd., 2003)). Elbette, bertaraf edilecek/edilmesi gereken toplumsal muhalefetin odağındaki güçlerden birisi sendikalardır. Sendikalar, yönetişimcilerin “dokunulmaz/ dokunulmamalı” şeklinde bir değer atfederek adeta tanrısallaştırdıkları piyasanın dokunulmazlığını bozabilen, en azından bozma potansiyeli olan güçlü öznelerden birisidir. Onun için yönetişim, emek örgütlerini bertaraf etmek için geliştirilmiş bir modeldir. Sendikaların tanrısallaştırılmış kapitalist piyasa için tehlikeli olmaktan nasıl çıkarılabileceği ise, onların kapitalist piyasa çarkının içine çekilebilmesine bağlıdır. Bunu yapmak için öncelikle, egemen sendikal anlayışa/geleneğe karşı bir “karşı paradigma” oluşturulmaya ve bu paradigma üzerine kurulu bir hegemonya yerleştirilmeye çalışılmaktadır. 137 “Yönetişim, her şeyden önce, belirgin uygulaması İngiltere örneğinde görülen “hükümet-işveren-işçi” üçlemesine dayalı liberal korporatist uygulamadaki sınıf dengesini de gözetmeyen yapısıyla dikkat çekmektedir. Formülde işveren özel sektör adıyla yerini almış, ama işçi kesimi STK içine gömülmüştür. STK, işverene kapalı başlık değildir; sermayenin dernekleri, meslek birlikleri, üretici birlikleri, kooperatifleri ile işçi kesiminin sendikaları bu başlıkta birlikte yer almaktadırlar. Demek ki bu katılımcı formülde katılma hakkı sermaye kesimine üç ortaktan biri ve üçüncü ortağın unsurlarından biri olarak katlamalı biçimde tanınmıştır.”(Güler, 2003: 114) 3.2.3. Bu Politikaların Türkiye'deki Sonuçları: Derviş Yasaları Bu alt başlıkta, IMF-Dünya Bankası ikilisinin yapısal uyum programları ve yönetişim gibi yaklaşımları, küresel ekonomiyle entegre etmeye çalıştıkları ülkelere nasıl empoze ettiklerini ele alacağız. Bunu yaparken öncelikle 2001 Şubat krizinin nasıl bir fırsat olarak değerlendirildiğini ve krizden çıkmanın şartları olarak gösterilen yasaları sıralayacağız. Ardından da bu yasaların zorunlu hale gelmesinin gereği olan küresel piyasa toplumu yönündeki dönüşümü değerlendireceğiz. Son olarak, bu yasalardan bir tanesi olan Tütün Yasasıyla ilgili bir değerlendirmeye yer vererek, nasıl olup da, STK’ların çok önemli olduğunun vurgulandığı yönetişim uygulamalarının kaçınılmaz olduğunun vurgulandığı programa rağmen, emekçi STK’larının dışlandığını ele alacağız. Türkiye ekonomisi 2001 Şubat ayında, içine girdiği krizden çıkarılmak üzere, Kemal Derviş’in eline teslim edildi. Derviş, Dünya Bankası uzmanlarından bir iktisatçıdır. 138 Gereksinim duyulan dış desteği bulmak üzere ABD, Almanya, IMF ve Dünya Bankası nezdinde görüşmelerde bulunan Derviş, bu çevrelerdeki temaslarından sonra, daha Türkiye'ye dönmeden, dış desteğin şartını açıkladı: “Meclis 15 günde 15 yasa çıkaracaktır”. İçinden ekonomiden sorumlu bir bakan çıkaramamış olan iktidar partileri de bu yasaların mahiyet ve muhtevasını bilmeden, siyasi kaderlerini teslim ettikleri Derviş’in sadece sayısını belirterek sözünü ettiği bu yasaların meclise gelmesi halinde en kısa sürede çıkarılacağını en yetkili kişilerinin ağzından ifade ettiler. Derviş Türkiye’ye döndü ve Merkez Bankası ve Hazine bürokratlarından oluşan A Takımı ile birlikte para kapılarında kendisine ev ödevi olarak verilen bu yasaların taslaklarını hazırlayarak meclise sevketti. O, görevini büyük ölçüde tamamlamıştı; artık top meclisteydi. Derviş yasaları en kısa sürede çıkacak, 12 milyar Dolar olarak telaffuz edilen dış yardım gelecekti. Peki neydi dış kaynağın endekslendiği bu önemli yasalar? 1) Ek Bütçe: Krizin etkisini yansıtan Ek Bütçe'nin çıkarılması; 2) Bankalar Kanunu: Kamu bankalarının özerkleştirilmesi; 3) İcra İflas Kanunu: Banka tasfiyesinin kolaylaştırılması; 4) Merkez Bankası Kanunu: Merkez Bankası’nın AB standartlarına uyumu; 5) Telekom Yasası: Türk Telekom’un yüzde 51'inin satışı; 6) Tütün Kanunu: Tütünde kısıtlama ve Tekel'in özelleştirilmesi; 7) Şeker Kanunu: Şeker piyasasının düzenlenmesi; 8) Doğalgaz Yasası: Doğalgaz piyasasının düzenlenmesi; 9) Sivil Havacılık Yasası: THY'nin serbestçe zam yapabilmesi, fiyat belirlemede Ulaştırma Bakanlığı onayının kaldırılması; 10) Kamu Bankaları: Görev zararlarının sıfırlanması, bundan sonra oluşacak görev zararlarının önüne geçilmesi; 11) Banka Kredileri: Özel karşılıkların 139 vergiden düşülmesi; 12) İhale mevzuatı: Kamu ihalelerinin şeffaflaştırılması, kamulaştırmaların düzenlenmesi. 1980’lerden bu yana artık iki tür piyasadan söz etmek gerekir. Piyasa toplumları ile küresel bir piyasadan. Çünkü küresel piyasa eski piyasa toplumlarından farklı olarak değişik iktidar ilişkileri içerir. 19. yüzyıl dan bu yana oluşmuş olan piyasa toplumları, iktidar ilişkileri açısından tahlil edildiklerinde, modern devletle özdeşleşir. Neo-liberal söylem, piyasa toplumlarının modern devletle iç içeliği görüşüne karşı çıkar. Piyasa toplumunun doğal bir oluşum olduğunu, evrensel olarak nitelenen arz ve talep yasaları tarafından yönlendirildiğini ileri sürer ve piyasa düzenine devletin müdahalesini gereksiz görür. Neo-liberal görüşün bu iddialarına katılmak mümkün değildir. Piyasa toplumlarının oluşum süreçleri modern devletlerin etken oldukları siyasal ortamdan bağımsız olarak ele alınamaz. Modern devlet yasa, idari kararlar ve hukuk ile, ki bunlar siyasetin söz konusu olduğu alanlardır, piyasayı etkiler. Piyasa toplumunun kurumları, özel mülkiyetin başat olduğu bir hukuksal sistem içinde, farklı sermaye ve emek gruplarının karşı karşıya gelip çıkarlarını müzakere edip savunabildikleri bir arenadan oluşur. Merkezi yönetimin işlevi bu farklı grup çıkarlarını uzlaştırmaktır. Modern yönetimler meşruiyetlerini bu farklı çıkarları uzlaştırma misyonundan alırlar. Modern devletin uzlaştırma işlevi, aynı zamanda, büyümenin sağlanması ve rekabetçi bir uluslararası piyasada yer edinilebilmesi ve başarı sağlanabilmesi misyonu ile örtüşür ve merkezi yönetim, toplum ve ekonomiyi yönlendirir. Merkezi yönetim, bir yandan çatışan gruplar arasında uzlaştırıcı bir rol oynayarak huzuru sağlarken ve ulusal serveti çeşitli çıkar grupları arasında paylaşımında rol oynarken, 140 bu servetin oluşturulmasında da önemli bir pay sahibi olur. İkinci dünya savaşı sonrasında görülen refah devleti, işveren ve işçi çiftçi, yoksul, orta sınıf vb. gibi grupların çıkarlarını uzlaştırmaya çalışarak, bu fonksiyonunu yerine getirmiştir. 1980’lerden bu yana oluşan küresel piyasa, toplumların güç dengelerinde köklü bir dönüşüme, merkezi yönetimin 1980’ler öncesi uzlaştırma ve paylaştırma işlevinde bir daralmaya yol açmıştır. Daha önce piyasa düzeni oluşurken ulusal düzeyde başlıca kaygı refahı kitlelere yaymak iken, artık amaç küresel bir düzeyde özel grupların çıkarlarına hizmet etmek olmuştur. Bu özel çıkar gruplarına hizmet misyonu sivil toplum retoriği altında yürütülmektedir. Bu sivil toplumun aktörlerinin kim olduğu gündeme getirilecek olursa bunların ulus-ötesi şirketler, bunlarla eklemleşme potansiyeli taşıyan ve işbirliği yapabilecek yeni şirketler, uluslararası sermaye ile yakın bağları olan şirketler gösterilebilir. Eskiden sivil toplum kavramı bütün emekçi kesimleri içine alırken, yeni sivil toplum kavramı çiftçi, işçi gibi aktörleri piyasanın dışına bırakmakta, piyasa aktörlerini artık ulus-ötesi aktörler oluşturmaktadır. “ ‘Devletin özelleştirilmesi’ olarak tanımlanan gelişmeler sonucu yönetim giderek özel yani siyasi olarak hesap vermek zorunda olmayan kurullara kaydırılmakta ve bunun sonucu olarak merkezî yönetimler 19. yüzyıldan bu yana oluşmuş olan uzlaştırıcı ‘üçüncü taraf’ olma niteliklerinden uzaklaşmaktalar. Bu nedenle piyasa ortamını düzenleyen yasa ve idarî pratikler uzlaştırıcı bir üçüncü taraftan yoksun ancak güçlünün sözünün geçtiği ortamlara dönüşmektedir” (İslamoğlu, 2002: 21-22). 141 Yukarıda küresel bir piyasanın 1980’ler öncesi piyasa toplumundan farklı olarak değişik iktidar biçimlerini içerdiğini belirtmiştik. Bu iktidar ilişkileri kendisini siyaset alanının daraltılmasında gösterir. Bir zamanlar piyasa toplumlarında çeşitli çıkar grupları, işveren ve emekçiler arasında, paylaşımda adaleti sağlama durumunda olan merkezi yönetimin bu işlevi ortadan kaldırılmaktadır. Üstelik müzakere alanına katılan aktörlere de sınırlamalar getirilmektedir. 1980’ler öncesi ekonomi ve siyaset birbirinden ayrılmaz bir bütün olarak görülür ve bütün emekçi sınıflar bunu böyle anlamakta sınıfsal bir çıkar görürlerken, şimdilerde verimlilik ve karların maksimizasyonu adına siyaset ve ekonomi birbirlerinden ayrı kavramlar olarak üretilmeye çalışılmaktadır. Küresel piyasa düzeni içinde yeni bir siyaset ve yeni aktörler yaratılmaya çalışılmakta ve bu da “ekonomide siyasete yer yoktur” gibi bir teze dayandırılmak istenmektedir. Yeni siyaset, yukarıdaki paragrafta belirttiğimiz gibi, verimliliğin arttırılması ve iktisadi büyümenin sağlanması sloganlarıyla yapılmaktadır. 1980’ler öncesi gözetilen sadece verimliliğin artırılması ve iktisadi büyüme değildi. Toplumsal fayda (kamudaki şişkinliğin işsizlik sigortası yerine geçmesi ve yüksek maliyetine rağmen üretim yapılması) gerekçeleriyle, emekçi kesimlerin ulusal gelirden pay alma sürecine katılmaları ön planda tutulurken, bu kesimler aynı zamanda siyasal oluşumun bir parçası ve aktörü durumundaydılar. Bu yeni süreçte verimlilik ve iktisadi büyüme gerekçesiyle bu kesimlerin siyasete katılımları artık önlenmeye çalışıldığı gibi siyasetin bir aktörü olmaktan da dışlanmaya çalışılıyorlar. Yeni düzenin ana hedefi artık sosyal fayda anlayışının da terk edilmesiyle, verimlilik 142 ve iktisadi büyümeye engel olduğu belirtilen ve siyasal olarak nitelenen bu kısıtlamaların ortadan kaldırılmasıdır. Neo-liberal düşüncede, bireylerin verecekleri rasyonel kararlar ve yapacakları iktisadi tercihlerle, üretim ve yatırım açısından irdelendiğinde, bir denge durumuna varılacağı ileri sürülür. (Uzun vadede bütün rasyonel aktörler iş bilir, piyasalarda ücretler adil olarak oluşur, ekmek fiyatlarının, faiz ve kârın düzeylerinin adil olacağı öngörülür.) En önemlisi kurumların oluşumu, siyasal süreçlerden etkilenerek oluşan bir olgu olarak değil, teknik bir sorun olarak görülür. Ekonomi ve hukuk, tekniğe indirgenir. Eğer piyasalar siyasetten arındırılır ve teknik uygulamaların düzenlemesine tabi kılınırsa, piyasa da az çok doğal işleyişine kavuşacaktır. Siyaset, teknisyenin çalışmasını engelleyen başlıca güç olarak görünür. Özel sektörün gelişmesi, ulus-ötesi özel şirketlerle yapacakları ittifaklara bağlanır. Ulusal şirketler, uluslararası sermaye ile eklemlenebildikleri ölçüde başarılı olacaklarıdır. Burada özetlediğimiz neo-liberal politikalar, Türkiye'de Şubat 2001 krizi sonrası uygulanma ortamı bulmuştur. Bu zamana kadar TC hükümetleri küresel piyasa düzenini oluşturmak amacıyla, IMF’ye, gerçekleştireceği reformlarla ilgili bir çok niyet mektubu sundu. Bunların içinde, 18 Ocak 2001 niyet mektubu özel bir yere sahiptir ve özel teşebbüsü teşvik etmeyi temel bir ilke olarak benimsemiştir. Mektup; teknik bir vesika olduğu iddiasını taşımaktadır. Ancak yaptığı düzenlemelerin hepsi siyasal içeriklidir. Mektup 1) ekonomik faaliyetleri canlandırmayı, 2) ekonomiyi durma noktasına getiren krize son vermeyi, 3) yabancı yatırımların miktarının artırılmasını, 4) faiz oranlarının düşürülmesini, 5) bankaların sermayelerinin artırılmasını (sermayelerini artıracak olan bankalara sermaye transferi adı altında 143 kamusal desteklerin sağlanmasını) 6) devlet ihalelerinde şeffaflığın sağlanmasını ve yolsuzluğun önlenmesini ve bunun için de bir ihale yasasının çıkarılmasını, 7) tütün yasası ve 8) şeker yasası gibi yasaların çıkarılmasını öngörmektedir. Esasen bu reform programları, Türkiye'nin küresel piyasa düzenine eklemleşebilmesi için öngörülmüş programlardır. Bu mektup bize yeni dünya düzeninde dışlanan grupların kimler olduğunu da göstermektedir. Kamu çalışanları (işten çıkartılarak veya emekliliğe sevk edilerek sayılarının azaltılması), tarım üreticileri (destekleme alımlarından mahrum bırakılarak), alt ve orta sınıflar (devalüasyon ve yüksek enflasyona maruz bırakılarak) sistemden dışlanmaktadırlar. Mektup bu reform programına direniş gösterecek olan kesimleri aşılması gereken bir engel olarak tanımlamaktadır. (İslamoğlu, 2002) Tütün yasasına, TBMM içinde muhalefet eden pek çok milletvekili olduğu gibi bir çok sivil toplum kuruluşunun bir araya gelmesiyle oluşturulan tütün platformu tarafında da sürdürülmüştür. Tütün Platformu, aralarında yerel üretici dernekleri, satış kooperatifleri, sendikalar, tütün uzmanları ve ziraat mühendisleri odaları olan çok çeşitli gruplardan oluşuyor ama her ne hikmetse sivil toplum kuruluşlarına çok önem verilen yeni iktidar ilişkileri ortamından dışlanıyor. Bu dışlanmanın en çarpıcı göstergesi, Tütün Platformunda yer alan hiçbir sivil toplum kuruluşunun Ocak 2002’de meclisten çıkan Tütün Yasası tarafından oluşturulan Düzenleyici Kurul’da temsil edilmemeleridir. 144 3.3. Avrupa Birliği Sürecinin Demokratikleşmeye Etkisi Bu alt bölümde Avrupa Birliği sürecinin Türkiye’deki etkileri değerlendirilirken bir yandan Avrupa Birliği’ne girmenin birinci koşulu olan Kopenhag Kriterleri ele alınırken öte yandan Türkiye’nin siyasal aktörlerinin bu süreçteki tutumları incelenecektir. 3.3.1. Kopenhag Kriterleri ve Uyum Yasaları Avrupa Birliği 1993 yılında, Birliğe üyelik başvurusu yapacak devletlere, adaylık sürecinde tamamlayacakları koşulları sıralayan, bir kriter grubu oluşturmuştur. “Kopenhag kriterleri” denilen bu setin içinde; siyasi, ekonomik ve üyelik yükümlülüklerini üstlenebilme yeteneği olarak sıralanan üç grup kriter vardır. Siyasi kriterler; aday ülkelerde demokrasiyi, hukukun üstünlüğünü, insan haklarına ve azınlıklara saygıyı ve azınlıkların korunmasını teminat altına alan kurumların istikrarının sağlanması olarak tanımlanmaktadır. Ekonomik kriterler ise; işleyen bir Pazar ekonomisine sahip olunması ve AB içindeki rekabet baskısı ve piyasa güçleri ile rekabet edebilme yeteneğine sahip olunması şeklinde ifade edilmektedir. 11-12 Aralık 1999 Helsinki Zirvesi’nde Türkiye’nin adaylığının kabul edilmesiyle, Avrupa Birliği sürecinde gündeme gelen “Kopenhag Kriterleri”nin sağlanması çabası başladı. Bu çaba toplumu ikiye böldü: Avrupa Birliği’ne evet diyenler ve hayır diyenler. Başka bir biçimde ifade edersek AB’ye katılarak demokratikleşeceğimizi umanlar ile 145 AB’nin taleplerini dayatma olarak görüp karşı çıkanlar, en azından bu taleplerin yerine getirilme sürecini engellemek isteyenler olarak iki kamp ortaya çıktı. Hemen belirtmek gerekir ki, AB’ye girmeye açıktan ve doğrudan itiraz edenlerin sayısı daha azdır. Yapılan kamuoyu araştırmalarının toplumun yüzde 70’inden daha fazlasının çeşitli sebeplerle AB’ye girilmesini istediği defalarca açıklandı. Ancak bu istek girilme umudu açısından daha düşük oranlarda bir beklenti doğuruyordu. Yaygın söylenişiyle “AB Türkiye’yi almaz” şeklindeki bu yargı aynı zamanda AB’ye karşı çıkanların da kullandığı bir argümandır. AB’ye giriş için gerekli kriterlerin sağlanması doğrultusunda yapılması gerekenler, toplumda “dış baskı” olarak görülüyor. Veya ülkede politika belirleme açısından dış dinamiği oluşturuyorlar. Dış dinamikler, hemen her ülke için mevcut. Bunlar, AB gibi bir ulusal-üstü örgüt içerisinde yer alanlar ya da almak isteyenler açısından aynı zamanda zorunlu kurallara dönüşüyor. Bizim açımızdan iki sorun var: biri psikolojik-dışa tepki biçiminde; öteki ise dış ve iç itici güçlerin karşılıklı olarak payı. Her ikisi arasındaki açı nedir? Dış gerçekten yabancı mıdır? Bunu iyi değerlendirmek gerekir. (Kaboğlu) Ülkemiz açısından durum nedir? Ülkemizde 1839 dan bu yana hukuk devleti, demokrasi, insan haklarının ve azınlıkların korunması, piyasa ekonomisinin uygulanması yolunda katedilen anayasal ve siyasal aşamalar, sorunlarımıza karşın önemli bir birikimi de beraberinde getirmiş bulunuyor. Türkiye, Avrupa Konseyi’ne kuruluş yılı 1949’da üye oldu. “Hukukun Üstünlüğü” ve gerçekten demokratik siyasal bir rejim temelinde insan haklarının korunmasını amaçlayan İnsan Hakları 146 Avrupa Sözleşmesi Türkiye tarafından 4 Kasım 1950’de Roma’da imzalandı. Aslında Kopenhag kriterleri ile, anayasal gelişmelerimiz ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu belgesi olarak anayasalar üstü bir değere sahip olan Lozan Antlaşması, büyük ölçüde örtüşmektedir. Ancak hiç kuşku yoktur ki, Kopenhag kriterlerine uyum sağlamak için 1982 Anayasası’nın aşılması gerekmektedir. Eğer 1982 Anayasası’nın hukuk devleti yolunda ülkemizin izlemiş olduğu gelişim çizgisinde önemli bir sapma olduğu kabul edilirse, Kopenhag kriterlerinin gereklerini yerine getirmek Türkiye açısından bir dış dayatma olarak algılanmaz. Kısacası, Kopenhag ilkeleri ülkemize yabancı normlar olarak değil, toplumumuzun doğasına içkin değerler olarak kabul edilmelidir. Böyle bir içselleştirme, zihinlerimizdeki tabuları yıkmak için ilk adımı oluşturabilir. Şu gelişimi de iyi gözlemlemek gerekir: Oluşmakta olan Avrupa, devletler içerisindeki toplulukların farklı özelliklerine saygı öğesine dayandığından, ulusal toplumların farklılığını da haydi haydi kabul etmek durumundadır. Bu bakımdan, devletlerin, kendi ulusal özellikleri çerçevesinde gerekeni yapmak suretiyle üretmeleri durumunda, bunların “dereceleri” konusundaki dış müdahaleyi en az düzeye indirmeleri mümkün olabilir. Kopenhag kriterlerinin beklentilerini gerçekleştirmeye karar vermiş ve bu doğrultuda uyum yasası çıkarmaya başlamış olan Türkiye, bu süreçte neler yapmıştır. “Uyum Yasaları 2001 ve 2004 Anayasa Değişiklikleri” isimli kitabının önsözünde Erdener Yurtcan şunları söylüyor: “Ülkemizde yasama boyutunda hızlı bir süreç yaşıyoruz. Bunları özlenen hukuk reformu hareketi içinde düşünmek istiyorum. Genel bir anlayış, bu hareketi AB’ye girmek için hukukumuzun tümüyle gözden geçirildiği 147 biçiminde özetliyor.” Yasama sürecine bakıldığında bu genel anlayışın doğru olduğu kabul ediliyor. Çünkü “uyum yasaları” olarak adlandırılan yasal düzenlemeler paketler halinde TBMM’nden geçiriliyor. Bazen çok kısa zamanda yeniden değiştiriliyor. Tahmin edileceği gibi AB’nin beklentilerinin karşılanmadığı durumlarda yeni değiştirilmiş yasalar üzerinde bile yeniden düzenleme yapılmak zorunda kalınıyor. Burada çok kısa ve genel olarak bu anayasa değişikliklerinden ve uyum yasalarından söz edilecek ve bu uyum yasalarının çıkarılmasının, demokratikleşmenin tamamlanması sayılıp sayılamayacağı değerlendirilecektir. Yani Kopenhag kriterleri veya AB’ye giriş demokrasinin garantisi midir? Bu soruyla ilgili çok yerinde bir cevap AB’ye giriş demokratikleşmeyi gösterse bile, demokrasi için AB’ye girmenin şart olmadığı yönündedir. Kanıt olarak da AB üyesi olmayan Avrupa demokrasileri gösteriliyor. Yani Türkiye demokrasiyi kurmak için AB’ye girmek zorunda değildir diyebiliriz. Öte yandan Türkiye'nin AB’ye girme zorlaması dışında demokratikleşme yolunda bir girişimde bulunmayacağına dair görüşler de var. Dış dinamik zorlamaz ise Türkiye’de iktidar sahiplerinin asla demokratikleşme için bir girişimde bulunmayacakları yaklaşımı vardır. Bu yaklaşım ve görüşlerin, kendilerini destekleyebilecekleri çeşitli kanıtlar bulmalarını sağlayan olaylar ve olgularla karşılaşıyoruz. Gerçekten çıkarılan ve değiştirilen yasalar ülkemizin demokratikleşmesine, hükümet ve medyasının iddia ettiği kadar katkı sağladı mı? Bunun böyle olup olmadığını yanıtlamak için, yapılan değişikliklere kısaca göz atmak gerekiyor. Burada belirtmemiz gereken AB’nin beklentileri doğrultusunda yasalar çıkarılmış eksik bulunduğu zaman tekrar düzeltilmiş, tamamlanmıştır. Bu bize gösteriyor ki 148 nihayet bu yasa metinleri beklenildiği bir biçimde çıkarılıyor. Ancak, AB sözcüleri, Türkiye’nin yasaları çıkarmasının yeterli olmadığını uygulamanın izlenmesi gerektiğini belirtmişlerdir. AB ile uyum sürecinde, uyum yasaları olarak çıkarılan yasaların tamamı, böyle yasalardır. Öte yandan AB de bu yasaları, şekli bazı düzenlemeleri, “demokratikleşme” için yeterli görmektedir. Bundan sonraki iki alt başlıkta Türkiye'deki siyasal güçlerin, siyasal partilerin ve sivil toplum kuruluşlarının AB’ye giriş sürecine nasıl baktıklarını ele alacağız. 3.3.2. Siyasal Partilerin AB’ne Giriş Süreciyle İlgili Görüşleri Bu alt başlıkta Türkiye’deki bütün partilerin görüşlerini incelemeye olanak ve gerek yoktur. Zira 50 kadar siyasal parti söz konusudur ve bunların yarısından çoğu ya seçimlere katılmamaktadır ya da seçmen tarafından hiç tanınmamaktadır. Burada iktidar partisi, muhalefet partisi bir de sağ ve sol kanattan milliyetçi tutumlarıyla bilinen iki partinin en son seçim beyannamelerine bakılarak, bir değerlendirme yapılacaktır. Bu partiler Adalet ve Kalkınma Partisi, Cumhuriyet Halk Partisi, Milliyetçi Hareket Partisi ve İşçi Partisi’dir. Burada siyasal partilerin 2002 seçimlerindeki beyannamelerinde açıkladıkları siyasal programlarından yararlanmaktayız. Ancak bu seçimlerin siyasetsiz seçimler olduğu yönündeki bir değerlendirme için (Kaya, 2002)’ye bakılabilir. CHP’nin 2002 Seçim Beyannamesinde, “Türkiye’yi; Güçlü, Etkin ve Önder Bir Ülke Yapacağız, Hızla Avrupa Birliği’ne Taşıyacağız” başlığı altında AB ile ilgili 149 görüşlerini ve politikasını belirttiği bir başlık açıyor. Burada CHP’nin ve Türkiye’nin niteliklerini şöyle belirleyen parti, AB’ye girince neler olacağını anlatıyor: Atatürk’ün önderliğinde oluşturulan ve dünyada örneği bulunmayan “Türkiye Modeli”nin gerçekleştirilmesinde temel rolü oynayan bir parti olarak birikim ve sorumluluğumuzun bilincindeyiz. Türkiye’nin Müslüman bir toplum temeli üzerinde laik, demokratik bir Cumhuriyeti kurmuş olması, özellikle 11 Eylül sonrasında ülkemiz için dünyada yönlendirici bir duruma girme tarihsel fırsatını ve sorumluluğunu doğurmuştur. Türkiye, İslam diniyle, laik bir devlet yapısını, çoğulcu demokrasiyi, evrensel anlamda insan haklarını ve piyasa ekonomisini bağdaştıran bir sistemin dünyadaki tek uygulayıcısı olarak, Atlantik’ten Çin’e kadar uzanan coğrafyada birçok ülkeye model oluşturma imkanına sahip yegane ülkedir. Temelleri Kemal Atatürk tarafından atılmış olan Türkiye Modeli, İslam alemi ile Batı dünyasının uyum ve barış içinde yaşamasının tohumlarını içermektedir. Bu nedenle, Türkiye Modeli’nin başarısının ve örnek nitelik kazanmasının bölgede ve dünyada barışın ve istikrarın güç kazanmasına katkı sağlayacağına inanıyoruz. Bu niteliği ile, AB Kriterleri’ni de uygulayarak çağdaş uygarlık düzeyine ulaşacak bir Türkiye, hem Batı hem de Doğu’da özel bir itibar kazanacak ve bu suretle gerek model olma misyonunu gerekse söz konusu iki uygarlık arasında bir kültür ve uzlaşma köprüsü olma hususundaki tarihsel misyonunu çok daha etkili biçimde yerine getirebilecektir. 150 Çağdaş uygarlık değerleri, bilgi, kalkınma ve teknoloji için Avrupa Birliği öncelikli hedefimizdir... CHP’nin öncelikli iddiası; “bireyleri özgür, ekonomisi güçlü, yönetimi saygın, bölgesinde önder, gelişmiş, haklarını her koşulda koruyan” Türkiye’dir. Avrupa Birliği’ne tam üyelik, bu iddianın doğal hedefidir. • Türkiye’nin AB’ye tam üyelik hedefi bir toplumsal değişim projesidir. • Avrupa Birliği’ni eşit koşullarla hedef alarak, AB’nin ekonomik ve siyasal kriterlerini hızla gerçekleştirerek, Türkiye’yi çağdaş uygarlık düzeyine ulaştırmayı amaçlıyoruz. • Avrupa Birliği üyeliği anlaşmalara dayalı bir hakkımızdır. Biz tarihi ve coğrafyası ile Avrupa’nın bir parçasıyız. Türkiye’nin üyesi olduğu AB, Türkiye Modeli ile toplumsal barışına ve siyasal istikrarına güç ve derinlik kazandıracaktır. CHP, AB üyeliği konusuna bu bilinçle yaklaşmaktadır. • Türkiye’nin kimliğine, değerlerine, onuruna sahip çıkarak, Avrupa Birliği içinde yer almanın gerektirdiği gayreti kararlılıkla sürdüreceğiz. • Bu duyarlılıklar çerçevesinde ülkemizi en kısa sürede AB’ye tam üyeliğe taşıyacağız. • Türkiye, üyelik müzakerelerinin açılması aşamasına gelmiştir. Türkiye’nin bu fırsatı kaçırmaması için gerekli öncülüğü yapacağız, kararlılığı ortaya koyacağız. 151 • AB Uyum yasalarının uygulanmasını sağlayacağız. Türkiye’de Avrupa Birliği müktesebatının üstlenilmesine ilişkin Ulusal Programın, yaşama geçirilmesine öncelik vereceğiz. • AB’nin Türkiye’ye yönelik yükümlülüklerini eksiksiz bir biçimde yerine getirmesinin takipçisi olacağız. Avrupa ordusu ile ilgili çalışmalarda Türkiye’nin hak ve çıkarlarının korunmasına özel bir dikkat göstereceğiz. • Gümrük Birliği dönemi için AB’nin taahhüt etmiş olduğu mali yükümlülüklerin bir an önce yerine getirilmesini hedef alacağız. • Topluluk ile tercihli ticaret anlaşması yapmış olan ülkelerin benzer anlaşmaları Türkiye ile de en kısa sürede gerçekleştirmeleri üzerinde önemle duracağız. Doğu Perinçek’in başkanlığındaki İşçi Partisi AB konusunda Türkiye’de en olumsuz tutumu benimseyen partilerden birisidir. 3 Kasım 2002 Seçim Beyannamesi’nden anladığımıza göre bu parti AB’ne katılmayı kültürel değerlerle de uyumlu bulmuyor ve Türk kültürünün tehdit altında olduğunu öne sürüyor. Tarihsel olarak da çok eski bir tarihe gönderme yaparak Avrupa kültürünü Bizans projelerine sahip çıkmakla suçluyor: “Hıristiyan misyoner faaliyetine ve Bizans projelerine izin verilmeyecek. Avrupa Birliği kapısında, milletimiz dinini değiştirmeye zorlanıyor. Misyoner faaliyeti, yurttaşlarımızı ülkesine ve milletine yabancılaştırıyor, casus istasyonları kuruyor. Avrupa Birliği, AKP'li İstanbul ve Zeytinburnu belediyelerinin de ortak olduğu projelere 100 milyon euro ayırarak, Partrikhane'nin yeni mülkler edinmesini sağlıyor ve İstanbul'umuzu Bizanslaştırmak istiyor. Rum vakıflarına ve yabancı 152 kuruluşlara bu olanağı sağlayan AB Uyum Yasaları iptal edilecek, Hıristiyan misyoner faaliyeti yasaklanacaktır.” İşçi Partisi ayrıca, Türkiye’deki bütün partilerin AB’ne yönelimini Abdullah Öcalan’ın PKK’sıyla aynı politikayı savunmak olduğu iddiasıyla her türlü milliyetçi duyarlılığı partisinde toplamaya çalışıyor: “Avrupa Birliği kapısında parçalanmaya ve yoksullaşmaya son. Türkiye, ABD tarafından AB kapısına bağlandı ve denetim altına alındı. Devlet Bahçeli'nin MHP'si, Tayyip Erdoğan'ın AKP'si ve Necmettin Erbakan'ın SP'si dahil, bütün partiler, Abdullah Öcalan'ın PKK'siyle aynı programı savunuyorlar, AB'ye girmekten yanalar. Hepsi milletimizi aldatıyor. Bir tek İşçi Partisi, AB aday üyeliğinden çekilmeyi savunuyor. Türkiye, AB kapısında parçalanmayı, yoksullaşmayı ve köleleşmeyi kabul etmeyecek, aday üyelikten çekilecektir.” MHP’nin AB ile ilgili görüşlerini ele alırken iki döneme birden bakmak gerekiyor. Bunlardan birincisi MHP’nin “uyum yasalarını” çıkaran 57. Hükümette Koalisyon ortağı olduğu 2001 yılı; ikincisi ise aynı koalisyonun içinde olmasına rağmen tek başına iktidara gelince uygulayacağı politikayı anlattığı 2002 “3 Kasım Seçim Beyannamesi” dönemidir. Önce 57. Hükümet Dönemi’ne bakalım. “Bu dönemde dış politika alanında da gelişmeler sağlanmış ve özellikle 40 yıllık bir geçmişi olan Avrupa Birliği - Türkiye ilişkilerinde önemli bir aşamaya gelinmiştir. Ülkemizin üyelik esaslarını belirleyen Katılım Ortaklığı Belgesi’nin AB tarafından kabulünün ardından, bu belgede yer alan hususların üstlenilmesini öngören “Ulusal Program”ın kabul edilmesiyle birlikte, 153 Türkiye tam üyelik konusundaki kararlığını net bir şekilde AB’ne ve uluslararası kamuoyuna ilan etmiştir” denildikten sonra MHP’nin bu sürece katkıları açıklanıyor: “MHP, “Ulusal Program”ın kabulünde ve bu programda öngörülen hukuki ve kurumsal düzenlemelerin gerçekleştirilmesinde önemli katkılar sağlamış ve bu düzenlemelerin yapılmasında milli çıkarlarımızı gözeten bir anlayış içerisinde olmuştur.” Buraya kadar AB konusundaki olumlu tutumunu belirledikten sonra tabanına mesaj vermeye başlıyor : “Ancak, kısa ve orta vadeli öncelikler arasında yer almayan ve bölücü unsurların beklentileri ile büyük ölçüde örtüşen ve AB yönetimi tarafından dayatılan idamın kaldırılması, ana dilde yayın ve öğretim gibi milli birlik ve bütünlüğümüzü tehdit edici düzenlemeler öngören son uyum paketine, milli sorumluluk anlayışımızın bir gereği olarak destek verilmemiştir.” Şimdi de MHP’nin tek başına iktidarında nasıl bir dış politika izleme sözü verdiğini ve bunun içinde AB’ye karşı tutumunu ne şekilde belirlediğini, 2002 Seçim Beyannamesi’nden izleyelim: “Ülkemizin geleneksel siyasi ve ekonomik yönelimleri ışığında büyük önem taşıyan, Avrupa ile siyasi ve ekonomik bütünleşme ve AB üyeliği hedefinin gerçekleşmesi için gereken çaba ve sorumluluğa, günübirlik siyasi mülahazaları aşan milli ve gerçekçi bir bakış açısı ile yaklaşılması ve bunun gereklerinin bu güne kadar olduğu gibi bundan sonra da yerine getirilmesinde kararlı davranılmasını savunan MHP, Türkiye’nin temel siyasi hedeflerinden biri olan Avrupa Birliği üyeliğini desteklemektedir. Türkiye Avrupa Birliği’ne onurlu ve hakkaniyetli bir sürecin sonunda üye olacaktır. Ülkemizin üye olabilmesi için AB’nin de gereken dikkat ve 154 hassasiyeti göstermesi, vazgeçilmez bir siyasi sorumluluktur ve ortaklık ahlakının bir gereğidir.” MHP de kültürel değerler vurgusu yapmadan edemiyor. Çünkü Türk-İslam sentezi yaklaşımının vaktiyle partideki etkililiğini düşünürsek tabanın hassasiyetleri açısından da bu bir zorunluluk oluyor: “Türkiye milli ve manevi değerlerini koruyarak, dini ve kültürel kimliği ile Avrupa Birliği’ne üye olacaktır. AB’nin din ve kültür farklığı temelinde ayrımcılığa dayalı bir siyasi felsefeye sahip olmadığının fiiliyatta gösterilmesi, bu konuda haklı tereddütler doğmasına yol açabilecek davranışlardan kaçınılması temel bir zorunluluktur.” Ayrıca Türkiye’nin dış politikasında hassas noktalar olan iki sorun da buraya bağlıyor. Bunda bir haklılık payı var. Zira AB de bu iki hassas konuda Türkiye’ye çeşitli vesilelerle baskı yapmaktan geri kalmamıştır. “Aynı şekilde, Türkiye’nin AB üyeliği Kıbrıs ve Ege gibi hayati konularda meşru çıkarlarımız ve uluslararası hukuk ve anlaşmalardan doğan haklarımız korunarak sonuçlandırılacaktır.” “Burada temel sorun, Avrupa Birliği’nin Türkiye’yi Avrupa’nın ortak geleceğinin bir parçası olarak görüp, görmediğinde yatmaktadır. Çünkü, Avrupa kamuoyunun ve AB yönetiminin, Türk toplumu ile dayanışma içinde bulunması ve Türkiye’nin üyeliğine hazır olması da hayati öneme sahiptir. Avrupa Birliği’nin de böyle bir anlayış sergilemesi halinde, Türkiye Avrupa Birliği ülkesi olarak ortak “Avrupa Evi”nin içinde hak ettiği yeri alacaktır.” AKP’nin AB ile ilgili politik tutumu diğer partilerinkinden ayrı bir önem kazanmıştır. 2002 Kasım seçimleri sonucunda tek başına iktidara gelen partinin 155 tutumu Türkiye’nin bu süreçteki dış politikası anlamına gelecektir. En başta belirtmek gerekir ki, AKP’nin “İslamcı” bir parti olmadığı genel başkanı tarafından ve diğer parti yöneticileri tarafından her fırsatta tekrarlanıyorsa da bu bir ön yargıyı kırmaya yetmiyor. O ön yargı şudur: Bu partinin kadroları daha önce “dinsel siyaseti ülke gündemine taşımış ve defalarca Anayasa Mahkemesi kararıyla kapatılmış bir parti”nin geleneğinden gelmektedir. Dolayısıyla sözcülerinin açıkça reddetmelerine rağmen bu parti de dinsel değerleri siyasal alandan ayıramayacaktır. Belirtilen nedenlerle de bu partinin AB ile uyumlu bir siyaset yürütemeyeceği düşünülür. Öte yandan yine bu kabule dayanan ama başka bir okuma ile AKP’nin AB’ye diğer bütün partilerden daha yakın olacağı düşünülmektedir. Bunun gerekçesi de şöyle özetlenebilir: dinsel değerlere bağlılığı ve kadroları dolayısıyla “devlet”e yakın olmayan hatta belirli bir gerilim içinde olan bu parti, iktidarını ve geleceğini AB’ye yakınlaşmakla koruyabilir. AKP’nin tutumunu önemli kılan iktidar partisi olma durumu, aynı zamanda, Türkiye’nin tam üyelik sürecinin kaderini de belli yere kadar onun eline veriyor. AKP’nin AB ile ilgili politik tutumunu, hem 3 Kasım 2002 Seçim Beyannamesi’nden, hem hükümet programından, hem de “acil eylem planı” olarak yayınladıkları belgeden izlemek mümkün. Ayrıca iktidar partisi olarak 2002’den itibaren çıkaracakları uyum yasaları ve uygulamalarla da, Türkiye’nin AB’ye girme sürecini olumlu veya olumsuz etkileyeceklerdi. Nitekim görüşlerini alıntılamadan önce belirtilmesi gerekir ki, iki yıllık iktidarları sürecinde uyguladıkları politikaların sonucu olarak, Türkiye’nin “Kopenhag kriterlerini” sağladığı ve 2004 Aralık ayı 156 görüşmelerinde “müzakere tarihi” verilmesi gerektiği görüşü, parti sözcüleri tarafından dile getirilmektedir. Seçim beyannamesinde, “Türkiye’nin gerek coğrafi, gerekse tarihi açıdan Avrupa ile yakın ilişkileri vardır. Avrupa ülkeleriyle ilişkiler Türkiye’nin dış politika gündeminde en üst sıralarda yer almaya bundan sonra da devam edecektir” diyen parti, “Türkiye, Avrupa Birliği ile ilişkilerinde, taahhütlerini ve Birliğin üyelik için öteki aday ülkelerin de yerine getirmesini istediği şartları bir an önce sağlayacak, gündemin yapay sorunlarla meşgul edilmesini önlemeye çalışacaktır” açıklamasıyla, AB konusuna kısaca yer vermiştir. Tayyip Erdoğan’ın başkanlığında kurulan 59. Hükümet Programı’nda ise daha ayrıntılı bir politika açıklandığını görüyoruz: İktidarımız süresince tüm çalışmalarımız, ülkemiz hukukunu evrensel hukuk ilkelerine uygun hale getirmek, temel hak ve özgürlükler rejimini evrensel standartlara çıkarmak, ülkemizi gerçek anlamda bir hukuk devleti yapmak, hukukun üstünlüğünü hakim kılmak ve uluslararası camiada saygın bir yer kazandırmak olacaktır. Seçimlerden başarı ile çıkar çıkmaz, AB turuna çıkmamız ve bu turun neticesinde ülkemizin AB’ye tam üyeliği için Aralık 2004 tarihine müzakere için müzakere tarihi alma başarısı göstermemiz, bu hassasiyetlerimizin tescili olarak ortaya çıkmıştır. İnsan haklarının evrensel düzeye çıkarıldığı ve kullanıldığı, hukukun üstünlüğünün gerçekleştirildiği ve demokrasinin tüm kurum ve kurallarıyla işlediği hukuk sistemini 157 oluşturmak için, iktidarımız süresince gerçekleştireceğimiz temel düzenlemelerden bazıları şunlar olacaktır; • Birtakım hükümleri sürekli değiştirilmek zorunda olan bir anayasa yerine, ülkemizi geleceğe taşıyacak bir anayasa yapmak, çocuklarımızın geleceği adına yerine getirmemiz gereken bir sorumluluktur. Yeni Anayasamız güçlü bir toplumsal meşruiyete sahip, başta AB olmak üzere uluslararası normlara uygun, bireyin hak ve özgürlüklerini üstün tutan, çoğulcu ve katılımcı demokrasiyi esas alan demokratik hukuk devleti anlayışını taşıyacaktır. • Türkiye, Avrupa siyasi değerler sisteminin bir parçasıdır. Avrupa ülkeleriyle ilişkiler Türkiye’nin dış politika gündeminde en üst sıralarda yer almaya bundan sonra da devam edecektir. • Türkiye’nin Avrupa Birliğine tam üyeliği Hükümetimizin hedeflerinin başında gelmektedir. 3 Kasım seçimlerinden başarıyla çıkar çıkmaz, AB konusunda ciddi bir etkinlik ürettik ve 2004 Aralık ayına müzakere için müzakere tarihi alma başarısı Ak Parti hükümeti döneminde başarılmıştır. Hükümetimiz, Kopenhag kriterlerini tam olarak yerine getirme konusunda kararlıdır. Türkiye’nin Avrupa Birliği ailesi içerisinde hak ettiği yeri en kısa zamanda almasının iki tarafa getireceği kazanımların yanı sıra Avrupa kıtasının ötesinde barış, istikrar ve güvenlik yönlerinden olumlu sonuçlar doğuracağı kuşkusuzdur. • Bu çerçevede, TBMM tarafından gerçekleştirilmiş olan uyum yasalarının güçlendirilmesi ve mevzuatımızın temel hak ve özgürlükler açısından bir bütün 158 olarak geliştirilmesi sağlanacaktır. Ayrıca, reformların uygulamaya tam olarak yansıması ve uygulayıcılar tarafından da özümsenmesi konusunda her geçen gün artan bir kararlılık gösterilecektir. 3.3.3. Sivil Toplum Kuruluşlarının Bu Süreçteki Tavrı Sivil toplum kuruluşlarının AB sürecindeki tavrını ele alırken, hem STK’ların “yönetişim çağında” politikaların belirlenmesindeki önemi vurgusu, hem de söz konusu STK’nın hangi toplum kesimini örgütlediği önemli olmaktadır. TÜSİAD’ın AB konusundaki aktif tutumunun, büyük sermayenin temsilcisi olarak, bu bütünleşmeden beklentileriyle bağlantılı olduğu açıktır. TÜSİAD, 1970’li yılların sonunda Sosyal demokrat bir iktidarı gazete ilanları ile düşürmeyi başarmış, yine 12 Eylül döneminde cuntayla hiçbir sorun yaşamamış bir gelenekten gelmektedir. 1990’ların sonunda bu dernek, Türkiye’nin önünün ancak demokrasiyle açılacağını ve bu bağlamda AB’nin bütün önerilerinin kabul edilmesi, bütün beklentilerinin karşılanması konusunda, Türkiye’de hükümete baskı yapmakla yetinmeyip Avrupa başkentlerinde de Türkiye’nin AB’ye alınması kulisleri yapmaktadır. TÜSİAD yönetimi bu süreçte hükümetlerin hassas davranmaları ve AB’nin talep ettiği bütün düzenlemeleri yapmaları gerektiği uyarılarını sayısız basın toplantısıyla kamuoyuna duyurmuştur. (http://www.tusiad.org.tr) TOBB de, Avrupa birliği sürecinde olumlu bir tutum takınmakta, merkez sağ partilerin paralelinde görüşler açıklamaktadır. (http://www.tobb.org.tr) TOBB de aynı TÜSİAD gibi, çok sayıda basın açıklamasının yanı sıra bu konuda çeşitli 159 yayınlar yapmıştır. Bu yayınların bir kısmı akademisyen ve uzmanlara yaptırılan ve AB’yi tanıtan çalışmalar ise de çoğunluğu Türkiye’nin AB’ye girmesinin gerekliliğini açıklayan çalışmalardır. Ankara Ticaret Odası (ATO), “Küçük Esnafın Milliyetçi Örgütü” görüntüsüyle, AB konusunda ve diğer dış politikalar konusunda ikircikli bir tutum sergilemektedir. Bir yandan AB’nin bütün beklentilerinin Türkiye tarafından gerçekleştirildiğini vurgulayıp Türkiye’ye kabul edilebilir bir tarih verilmezse eylem yapacaklarını açıklamakta; öte yandan da AB’ye mahkum değiliz, Türkiye AB’siz de var olmaya devam eder gibi açıklamalar da bulunmaktadır. Bu görüşlere örnek bazı açıklamalar aşağıda belirtilecektir: (http://www.ato.org.tr) “Ankara Ticaret Odası (ATO) Başkanı Sinan Aygün, Avrupa Birliği’nin Türkiye’ye kabul edilebilir bir tarih vermemesi halinde uygulayacakları eylem planını açıkladı.” Buna göre : Konuyla ilgili olarak yaptığı yazılı açıklamada iki aşamadan oluşan planın ilk aşamasında ATO bünyesinde Avrupa Birliği menşeili ülkelerden mal ve hizmet alımının durdurulacağını belirten ATO Başkanı Aygün, kararın protesto edilmesi için Ankara’da bulunan sivil toplum örgütlerinin toplantıya çağrılarak bu örgütlerle ortak hareket edileceğini söyledi. Eylem planında geniş kapsamlı bir "Yerli Malı Kullan" kampanyası başlatılacağını dile getiren Aygün, yılbaşı ve bayram tatilinde Türkiye aleyhine oy kullanan ülkelere gitmeme çağrısı yapacaklarını kaydetti. 160 Türkiye’ye tarih verilememesi halinde Ankara Ticaret Odası Meclisi’nce de kararın protesto edileceğinin altını çizen Aygün, siyasi tepkinin yanında sivil toplum örgütlerinin vereceği tepkinin çok daha büyük önem taşıdığına dikkat çekti. Eylem planının "Hükümetten Beklentiler" başlıklı ikinci aşamasında ise kamu alımlarına esas olmak üzere "Yerli Malı Satınalma Kanunu" çıkarılması ve Gümrük Birliği’nin gözden geçirilmesi isteneceğini vurgulayan Aygün, hükümetten siyasi ilişkilerin askıya alınmasını, hiçbir zirve toplantısına katılınmamasını, 6 ay içerisinde herhangi bir ilerleme olmazsa tam üyelik başvurusunun geri çekilmesini ve nihayet ABD ile serbest ticaret yolunun açılması için bu ülke nezdinde girişimlerde bulunulmasını talep edeceklerini belirtti. ATO Başkanı Sinan Aygün, Avrupa Birliği’nin Türkiye’nin temel kurumları üzerinde tartışma yaratıcı isteklerinin Türk halkını rahatsız ettiğini ve bu isteklerin ardı arkasının kesilmediğini kaydederek şunları söyledi: “6. paket geldi. Bekledik ki bu son olacak. Daha o çıkmadan 7. paketi geldi. Bekledik ki bu son olacak. 8. paket de sırada deniyor. Peki hangisi son olacak? 16, 17, 18 mi?.. 26, 27, 28 mi? Türkiye’nin bağımsızlığının teminatı olan kurumları tartışmaya açılmamalıdır. Bütün kalkanları indirilmiş, tehlikelere açık bir ülke haline gelinmemelidir. “Kılçıksız bir Türkiye” istendiği izlenimi verilmemelidir. “Kılçıksız Türkiye” için, yasaların, değerlerin, kurumların, sinirlerinin alınmasını istiyorlarsa, Türkiye’yi döverek yumuşatmaya çalışıyorlarsa, bu Türk halkını rahatsız eder. Birliğin hiçbir ülkesi Avrupa Birliği’ne girerken böyle zulüm görmedi. Uyum yasaları değil, sanki zulüm yasaları. Şimdi 5 aday ülke daha çıkardılar. Fırsatını 161 bulurlarsa bu ülkeleri bizden önce alırlar. Hükümet ve muhalefet elinden geleni yapmıştır. Türk halkı AB’ni hak etmiştir. Bu hak artık teslim edilmelidir.” (http://www.ato.org.tr) En büyük işçi sendikaları konfederasyonu olan Türk-İş Avrupa Birliğine nasıl bakıyor? Türk-İş 2004 Mayıs ayında üyelerine uyguladığı bir anketin sonuçlarına göre bu konuda görüş oluşturuyor. “AB’ne adaylık sürecinde olan Türkiye’nin yerine getirmesi beklenen AB talepleri ile ilgili olarak çeşitli düzeylerde tartışmalar yapıldığı ve yaklaşım farklılıkları ile karşılaşıldığı bilinen bir gerçektir. Toplumun önemli bir kesimini oluşturan isçilerin adaylık sürecinde AB’ye bakışını belirlemek amacıyla Konfederasyonumuz tarafından bir anket uygulanmıştır. Türk-İş uzmanları Uğraş GÖK ve Hülya UZUNER tarafından uygulanan anket ülkenin değişik bölgelerinde ve farklı iş kollarında çalışan isçileri kapsamaktadır. Anket kapsamındaki isçi sayısı 3 bin olarak belirlenmiştir.” (http://www.turkis.org.tr) Anketi oluşturan sorularla; AB üyeliğinin Türk çalışma hayatına etkileri, AB’nin üyelik için yerine getirilmesi zorunlu olmayan talepleri, Aralık 2004’de Türkiye’ye müzakere tarihi verilmesi ve Türkiye’nin AB üyeliğinin kabul edilmesi konularında Türk-İş topluluğunun bakışının belirlenmesi amaçlanmıştır. Buradan çıkan sonuçlar: AB Üyeliği Çalışma Hayatını Olumlu Etkileyecek. AB, Türkiye’den Haksız İsteklerde Bulunuyor. TÜRK-İŞ topluluğu sosyal gelişme adına Türkiye’nin AB üyeliğini arzulamasına rağmen AB’nin Türkiye’yi zor kararlar almaya zorlayan tutumunu haksız bulmaktadır. AB kendi içinde demokrasiyi henüz 162 yerleştirememiştir; en üst siyasi karar alma organı olan AB Bakanlar Konseyi’nin üyeleri kendi ülkelerinde seçilmiş bakanlardır, ancak pek çok konuda AB adına ve genellikle oy birliği ile tek başına karar almaktadır. Türkiye, AB’ne Diğer Ülkelerle Aynı Koşullar Altında Girmelidir. TÜRK-İŞ topluluğu AB’ye üyelikten yanadır, ancak ne pahasına olursa olsun AB üyeliği taraftarı değildir. AB Artık Türkiye’yi Oyalamaktan Vazgeçmelidir. Avrupa Birliği 2004 Aralık Ayında Türkiye’ye Müzakere Tarihi Vermeli ve İmajını Kurtarmalıdır. Türkiye’nin Üyeliği Konusunda AB Sorumluluk Altındadır. Sonuç: Türk-İş, Avrupa Birliği’ne üyeliğin Türk çalışma hayatına olumlu getirilerinin olacağına inanmakta ve AB’ye üyeliği desteklemektedir. Ancak, AB’nin aşağıdaki konularda adım atması gerektiğini düşünmektedir. • AB üyeliği için zorunlu olmayan engeller çıkartmaktan vazgeçmeli, çalışanlara ve sosyal haklara yönelik reformlara öncelik vermelidir. • Türkiye ile ilgili aldığı kararları gözden geçirmeli ve Türkiye’nin AB üyeliğine aday olduğunu ve er ya da geç tam üye olacağını göz önünde bulundurarak ülkenin hayati derecede önem taşıyan duyarlılıkları ile uğraşmaktan vazgeçmelidir. 163 • 2004 Aralık ayında söz verdiği şekilde derhal ve gecikmeksizin müzakere tarihi vermelidir. 164 4. Bölüm: Durumdan Vazife Çıkarmak Bu bölüm iki alt bölümden oluşuyor. Bunlardan birincisinde Türkiye'nin 1980’den sonra yaşadığı siyasal süreç ele alınıyor. Bu alt bölüm daha çok mevcut durumun analizini yapıyor ve bazı noktaları ön plana çıkarmaya çalışıyor. İkinci alt bölümde ise bu analizden hareketle demokrasi olasılığına değiniliyor ve demokrasi talep edenlerin farklılaşması bağlamında muhafazakar siyasetçilerin önerdikleri demokrasiyi Avrupa Birliği sürecinde genişletmeye çalışan ve daha çok sermayenin temsilcilerinin oluşturduğu sivil toplum kuruluşlarının duruşuyla, emekçilerin sivil toplum örgütlerinin talep ettiği demokrasi karşılaştırılıyor. 4.1. Mevcut Durumun Analizi: Ulaşılan Demokrasi Düzeyi Türkiye’de mevcut haliyle işleyen ve tartışılan demokrasi, bünyesinde barındırdığı bütün zaaflarıyla birlikte yaşadığı tarihsel tecrübelerin, iç ve dış dinamiklerin eseridir. İstikrarsızlığıyla, sık sık kesintiye uğramasıyla, hâlâ tartışılan standartlarıyla sahip olduğumuz demokrasiyi yakından tanımak için, ona damgasını vuran temel dinamiklere bakmamız gerekir. Bu dinamiklerin başında ilk elden söz etmemiz gereken, dış dinamiklerdir. Türkiye, Helsinki Zirvesi’nde aday olduğu AB’ye girebilmek için demokrasi standartlarını yükseltmeye çalışıyor. Meclis arka arkaya demokratikleşme paketleri hazırlayıp yasalaştırmaya girişiyor. Bu paketlerin konusunu, Türkiye'nin kendi devlet düzeni yani “iç meseleleri” oluşturuyor. Mesela 7. paketin ağırlıklı konusu, Millî Güvenlik Kurulu’nun yetkilerinin sınırlandırılması ve Ordu’nun siyaset üzerindeki etkisinin azaltılmasına dair yasal düzenlemelerden meydana geliyor. Kısaca, evimizin içini, özellikle demokrasimizi, Kopenhag Kriterleri olarak belirlenen “Hukukun Üstünlüğü, Demokrasi ve İnsan Hakları” sacayağına uyumlu hale getirmek için, AB’nin telkin ve ısrarlarıyla mesafe almaya çalışıyoruz. Görünen o ki, kendi irademiz ve inisiyatifimizle hareket etsek, bu standartlara ulaşmak için çaba harcamayacağız. Bugün yaşadığımız bu durum, yani demokrasimiz üzerinde yabancı vesayeti, yeni bir olgu değil. 1839 yılından bugüne, demokrasi başlığı altında attığımız ileri adımların büyük bir kısmında bu “dış dinamik”in önemli rol oynadığını görüyoruz. (Türköne, 2003: 210) Türkiye’de siyasetin ve bu bağlamda demokrasinin içinde bulunduğu durumu son genel seçimlerden hareketle ele alabiliriz. 3 Kasım 2002’de yapılan bu seçimlerin özelliği Kaya’nın (2002) saptamasıyla, “siyasetsiz bir süreç” olarak yaşanmıştır. Demokrasinin en temel unsurlarından biri olarak kabul edilen seçimlerin, demokrasi içinde bir anlam kazanmasının serbest seçimler olmasından kaynaklandığı bilinir. Buradaki serbestliğin anlamı farklılaşan ve mücadele eden siyasal programların olmasıdır. Ancak Türkiye’de son seçimlerde siyasetin süreçten dışlanması, uzun bir süredir yürütülen bilinçli bir çaba ile, siyaset yoluyla sorunlara çözüm bulunamayacağı düşüncesinin sonucunda ortaya çıkmıştır. Bu bağlamda Kemal Derviş’in partisiz bakan iken söylediği “ekonomik kararların siyasetin dışında tutulması” sözlerini CHP milletvekili sıfatı ile söylemeye devam etmesi çok açıklayıcıdır. (Kaya, 2002: 173) Türkiye’de ekonomi teknokratı olarak siyasal yaşama dahil olan iki Dünya Bankası uzmanı (Turgut Özal ve Kemal Derviş) tarafından ortaya konulan ve siyaseti 166 kötülemek üzerine inşa edilen bir siyaset ile Türkiye bu noktaya ulaşmıştır. “Daha 24 Ocak Kararlarını Turgut Özal müsteşar olarak yürütürken bu yönde gelişmeler başlamıştı: 1980 Ağustos ayında “ülkenin temel ekonomi politikalarına siyasetçiler karışıyorlar, bu önlenmelidir” diyordu. Sonra 12 Eylül geldi. 12 Eylül, Özal eliyle Türkiye’yi “transforme” etme serüveninin sıçrama tahtası oldu.” (Kaya, 2002: 173) Özal teknokrat olarak ifade ettiği bu siyasal özlemini, 12 Eylül sonrasının siyasal ortamında uygulama fırsatı buldu. Bu dönemde dört eğilimi birleştirdiğini öne sürerek kurduğu ANAP ile tek başına iktidara gelmişti. Özal’ın siyaseti anlamsız gördüğünü ele veren tutumunu, 12 Eylül’ün, ülkeyi demokrasiden uzaklaştıran düzenlemelerine tamamen sahip çıkarak ekonomiye yönelmesinde görüyoruz. O kadar ki, ekonomi siyaset dışı bir alanmış gibi sürekli “ekonominin gerekleri” yapılacaktır yollu açıklamalarını görüyoruz. Özal’ın “alternatifimiz yok” sloganı bir yönüyle bunu söylüyor, diğer yönüyle de güçlü hükümet=siyasal istikrar formülünü simgeliyordu. Böyle başlayan gelişmelerin tarihsel anlamını belirleyebilmek için son 20 yılın kuşbakışı bir değerlendirmesi yararlı olacaktır. (Kaya, 2002: 173) “Bugün Türkiye'de tarihsel egemen blokun yeniden oluşmakta olduğu bir geçiş dönemi devam etmektedir. 1970’li yıllarda çok yönlü (sosyo-ekonomik ve politik) kriz içine giren Türkiye'de kapitalizm kendisini yeniden üretebilmek için yeni bir sermaye birikim modeline yönelmiştir. Aynı zamanda, süreçle birlikte yaşanan yapısal kriz ortamında ortaya çıkan dinsel, etnik, vb. karakterde yeni çatışma alanlarıyla daha da zayıflayan, tehdit altına giren hegemonyayı koruyabilmek için hem yeni siyasal formlara yönelmek, hem de yeni ideolojik arayışlara girmek ihtiyacı doğmuştur.” (Kaya, 2002: 173) 167 Bu dönemde Türkiye’de büyük burjuvazinin sermaye birikimi sağlamak için, çağdaş demokratik ülkelere göre anakronik bir tutumla, geniş emekçi kitlelerinin etkisizleştirilmesi talebi gündeme gelmiştir. Sıklıkla söylediğimiz gibi, 12 Eylül darbesinin en önemli gerekçesi budur. Yine tekrar etme pahasına işveren sendikaları konfederasyonu başkanı “DGM’ler kurulmadan üretim artmaz” formülüyle, demokrasi içinde çalışamayacaklarını açıkça beyan etmiştir. “Darbeyi izleyen Özal döneminde oluşturulan bu “dikensiz gül bahçesinde” Neoliberalizmin öngördüğü politikalarla dış dünya ile eklemlenme hız kazanırken bir yandan belirli sermaye kesimlerine sürekli gelir transferi anlamına gelen çift haneli hatta üç haneli enflasyon ile büyüme, diğer yandan Devletin doğrudan transferleri (otoyol, enerji santralı, telekomünikasyon altyapısı inşası gibi büyük altyapı ihaleleri) ile sermayeye uluslararası rekabet gücü kazandırılmaya çalışılmıştır. 1980’lerin sonuna kadar hükümetlerin arkasında güçlü bir Parlamento desteği de bulunmaktadır.” (Kaya, 2002: 173-174) Bu dönemde bazı konjonktürel faktörlerle birleşen yapısal kriz derinleşmiş ve ülke ekonomik bir çöküntüye maruz kalmıştır. “Esasen, emekçi hareketlerinin güçsüz olduğu dönemlerde yaşanan krizler sırasında sermaye sınıfının kendi iç çelişkileri ve bölünmeleri daha rahatça öne çıkar, mücadele hızlanır, keskinleşir. Nitekim, demokratik bir rejimin gerektirdiği birçok özellikten yoksun olsa da yaygın olan küçük mülkiyet temelinde temsili parlamenter sistemi yıllardır sürdürebilen geniş muhafazakâr koalisyon çatlamış ve sonuçta siyaset sahnesi birbirleriyle rekabet eden sağ siyasi partilerle dolmuştur.” (Kaya, 2002: 174) 1950-1980 yılları arasında sırasıyla DP ve AP birkaç kez tek başına iktidarı kazanan büyük sağ kitle partileri 168 olarak, 1980 sonrasında siyasete giren sağ partiler tarafından, nostalji ile aranır olmalarının yanı sıra özellikle DP tarihine sahip çıkmaya çalışmışlardır. ∗ Tek başına iktidar olan sağ partiler olsa bile bunlar hiçbir seçimde 1980 öncesinde olduğu gibi, %50’yi geçen oy alamamışlardır. Ancak uygulanan seçim sisteminin sonucu olarak tek başına iktidar olanağını kullanmışlardır. Yani sağın bölünmüşlüğü seçmen desteğindeki bu azalmadan da izlenebilir. “Nitekim önceki son üç seçimde (1991,1995,1999) %10 gibi seçim barajına rağmen hiçbir parti çoğunluk sağlayamamıştı. Bu Türkiye'de olumsuzluk nedeni olarak önyargılı bakılan koalisyonlar dönemini başlatmıştır. Türkiye bu dönüşüm sürecinde bir de siyasal tarih açısından ilginç bir anakronizma sergilemektedir (Buna özgün durum diye de bakılabilir). Türkiye'de siyasal yaşam sağ-sol yerine laik-siyasal İslam kutuplaşmasına dayanan bir eksene oturmuştur. ANAP’ın tek başına iktidarının sona ermesiyle DYP ile kurulan koalisyon hükümetlerinde yer alan Sosyal Demokrasi uygulanan politikalara payanda olmaktan öte bir işlev görmemiş, üstelik parsa dağıtmaya dayalı hükümet etme çarkının dişleri içinde kimliği öğütülmüştür. DSP ile birlikte, “sol” kavram olarak tümüyle içeriğinden boşaltılmış olarak hükümetin vitrininde bir etiket mertebesine indirgenmiştir. 1999 seçimlerinde CHP’nin de temsil olanağı bulamaması en ılımlı solu bile Meclis’in dışında bırakmıştır. Sol kimliğin aşınma ve içeriğinin boşaltılma süreci halen Kasım seçimlerindeki CHP’nin performansıyla devam etmektedir.”(Kaya, 2002: 174-175) ∗ 1950-60 yılları arasında iktidarda bulunan DP, 27 Mayıs İhtilali’yle iktidardan uzaklaştırılmıştır. Bu dönemin özellikle demokrasi açısından kapsamlı değerlendirmeleri için bakınız: Akşin (2000), Eroğul (1990) ve Tunçay (1989), Karpat (1996). 169 Kaya’nın yukarıda özetlemeye çalıştığımız analizine bağlı olarak, 2002 seçimlerinde AKP’nin beklenen iktidarı, şöyle saptanıyor: “Bu süreç çerçevesinde kemerleri sıkma politikaları ve siyasal baskılar altında ezilen, aslında solun tabanı olma potansiyeli taşıyan kentlerin varoşlarını dolduranlar için siyasal İslam yeni çekim merkezi olarak yükselmiştir. Bu yükselişin esas etmenlerinden birisi de kuşkusuz sermaye kesimi içinden açık, ciddi bir destek bulabilmesidir. Uluslararası rekabet gücüne ulaşma adına neo-liberal politikalarla özel olarak desteklenen ve hızla büyüyen, esas itibariyle İstanbul merkezli büyük-tekelci-sermaye karşısında sayısal üstünlükle Ticaret ve Sanayi Odalarında yönetimde etkili daha küçük ölçekli, kimi kez Anadolu Kaplanları diye de anılan sermaye kesimi hegemonyayı vermemek için ciddi bir mücadele başlatmıştır. Ayrıca, 28 Şubat süreci siyasal islamın yolunun tıkalı olduğunu gösterince de AKP’ye sistem içinde yol açılmıştır.” (Kaya, 2002: 175) Son seçimler, 20 yıllık geçmişin bir sonucu olarak ortaya çıkmasının yanısıra sürmekte olan bir hegemonik konum mücadelesine de ışık tutuyor: “Türkiye'de iktidar mücadelesinin dinamikleri değişimi tamamına erdirebilecek itici gücü oluşturamamaktadır. Türkiye'de 1970’li yılların sonundan bu yana ‘eski’ kendisini yeniden üretememekte ‘yeni’ ise doğamamaktadır. Başka bir anlatımla, içinde bulunulan koşullarda Türkiye'nin iç dinamikleri siyasetin yeniden yapılanma çabalarını yönlendirebilecek konumda değildir. Hegemonik konum için kıyasıya rekabet içindeki sermayenin değişik kesitleri iç ayrışmayı sağlayacak, yeni iktidar blokunu belirleyecek süreci tamama erdirememektedirler. Bir başka anlatım ile toplumun daha geniş kesitlerini birleştirebilecek bir hegemonik proje gelişememektedir. Bu ortamda siyaset sahnesinin doğrudan aktörleri ülke için 170 herhangi bir toplumsal gelişme perspektifi sunabilme yetilerini yitirmişlerdir. Böyle bir bağlamda öncelikle büyük sermayenin perspektifinde yer alan AB ile bütünleşme, toplumun en geniş kesimlerini kucaklayan, hegemonya içeren bir proje niteliği kazanmaktadır. Özetle Türkiye'nin gelişme doğrultularını dış dinamik yönlendirmektedir.” (Kaya, 2002: 175) Türkiye’de Özal iktidarlarından bu yana, sistemin bir yönetememe krizi içinde olduğu ve buna acil çözüm bulunması gerektiği tartışması gündemdedir. Bu tartışmanın bir yönü, yürütme ve yasamanın kuvvetler ayrılığı ilkesine sıkıca bağlı olduğu sanılan bir başkanlık rejimi önerisiyle şekillendirilirken; diğer yönü daha çok siyasal istikrar arayışı temelinde tek parti iktidarlarını sağlamaya yönelen iki parti sistemi öngören önerilerdir. Nitekim istikrar için “yönetimde istikrar, temsilde adalet” gibi aynı anda kolay gerçekleşemeyecek bir ilke anayasa maddesi haline getirilmiştir. Türkiye gerçeğinde iki partili bir sistemin demokrasi ekseninde sürdürülemeyeceği konusunda Kaya’ya başvurabiliriz: “Türkiye'de mümkün olamayacak başka bir olgu da iki partili bir sistemin demokrasi ekseninde kalarak sürdürülebilmesidir. Toplumsal gelişmelerin dinamikleri toplumu, toplumsal talepleri parçalamakta, farklı yöneltmektedirler. olduklarını Demokrasiden, ‘fark edenler’ sosyolojik bir sisteme zorunluluk yeni haline talepler gelen çoğulculuktan vazgeçmeden taleplerin sistem içinde tutulabilmesi yeni bir koalisyon kültürünün geliştirilmesine ve kaynak parsellenmesinden ortak paydada hükümet edebilme çizgisine erişilmesine bağlıdır. Bu nedenle en acil önlem bu durumun kabullenmesini kaçınılmaz kılacak seçim barajının kaldırılması, en azından %5 sınırının altına çekilmesidir.” (Kaya, 2002: 177) 171 4.2. Mevcut Durum Nasıl Adlandırılabilir: Düşük Yoğunluklu Demokrasi 1980’lerde demokrasiyi tanımlama ideolojik bir çatışma halini almıştır. 1990’lara gelindiğinde ise demokrasi kavramı kalkınmanın yerini almıştır. Demokrasi, komünist parti diktatörlüklerini ve en sağcı askeri rejimleri yıkmıştır. Paradoksal bir şekilde yeni demokrasi dalgası, Üçüncü Dünya ve eski ikinci Dünya’da, “kalkınma”nın başarısızlığı üzerinde yükseliyor. Üçüncü Dünya’nın seçilmiş ve sivil demokrasileri, liberal Batı demokrasisinin kimi tuzaklarını (örneğin periyodik seçimler) biçimsel olarak kurumlaştırmış olmalarına karşın gerçek anlamda otoriter bir geçmişin kemikleşmiş siyasi ve ekonomik yapılarını korumuşlardır. Bu demokrasiler Batı demokrasileri modelinde işler bir yapıyı ne kurmuşlardır, ne de kurmayı hedeflerler. Batı’da da tam katılımcı demokrasi, Üçüncü Dünya’daki kadar olmasa da iç eşitsizlik ve global sermayenin aciliyetleri ve kısıtlamaları tarafından önemli derecede sınırlandırılıyorlar. Üçüncü Dünya’da son zamanlarda ortaya çıkan biçimsel demokrasi kurumları halk katılımını anlamlı bir şekilde genişletemediler. Tek başına biçimsel demokrasinin Üçüncü Dünya toplumlarında sürekli bir atılıma neden olduğu, ya da temel toplumsal ve ekonomik sorunları çözmeye yeterli olduğu varsayımı kanıtlanmamıştır. Elit demokrasisi denilmesi gereken bu yapılanmalar, 172 pratikte zımni askeri diktatörlüklerle birlikte vardırlar. Daha fazla halk katılımı ve daha fazla sosyal adalet sağlamak amaçlı toplumsal reform gündemlerinde yoktur. İnsan hakları ihlalleri fiilen sürmektedir. IMF ve ABD, Üçüncü Dünya’da yeni rejimleri daha kolay manipüle ediyorlar. Ekonomik politikalar anlamlı bir ekonomik büyümeye yol açmaksızın çoğunluğu kemer sıkmaya mahkum ediyor. İlerici hareketlerin bir reform gündemini hayata geçirmesi fiilen olanaksızdır (güçlü yerel ve uluslararası grupların karşı çıkması). Üçüncü Dünya’da ülkelerin farklılıklarına karşın; siyasi gelişmelerin, ulusal sınırları kesen ortak yapısal kaynaklarının bulunduğunu gösteren, önemli benzerlikleri vardır. Bu durumda gelişmenin ana çizgilerini belirlemek için devlet merkezli çözümlemeler yerine dünya ölçeğinde bir ekonomik siyasi çözümleme gereklidir. ABD dış siyasetindeki değişiklik demokrasiye yönelik mevcut atılımı açıklar görünüyor. ABD dış siyasetindeki değişikliğin arkasındaki değişim; globalleşmenin yol açtığı ekonomik ve ideolojik yeniden yapılanma ciddi bir ekonomik ve hegemonik kriz yaratmıştır. Bu krizin sonucunda demokrasiye yönelik mevcut atılım ortaya çıkmıştır. Düşük Yoğunluklu Demokrasi kitabı bu atılıma getirilen eleştirel bir yorumdur. Yeni biçimsel demokrasi ekonomik liberalizasyon ve uluslararasılaşmanın doğal siyasi sonucudur. Pek çok örnekte ise bir önceki dış müdahalenin sonucudur. Bu müdahalecilik ya açık otoriterianizmden dış desteğin çekilmesi ya da düşük yoğunluklu çatışma stratejisidir. (Gills, vd., 1994, 11) 173 ABD’de, Üçüncü Dünya üzerine bilimsel çalışmalar, üç entelektüel ve ideolojik ön yargıya sahiptir. Bu üç önyargıyı ve onlara karşı yükselen itirazları şöyle sıralayabiliriz : (Gills, vd., 1994) Birinci önyargı; “Siyasi demokrasi” toplumsal reform pahasına olsa bile ulaşılması gereken global bir değerdir. İkinci önyargı; Bütün demokrasiler bir ölçüde kapitalisttir; malların üretimi ve bölüşümü devletten çok esas olarak piyasa rekabeti tarafından belirlenir ve önemli ölçüde üretim araçlarının özel mülkiyeti sözkonusudur. Üçüncü önyargı; Üçüncü Dünya’nın ekonomik politik gelişmesinde dışsal faktörler anlamlı bir nedensel rol oynamaz. Birinci ön yargıya karşı yükselen itiraz şudur : Siyasi demokrasi ile toplumsal reformu bütünleştirmeksizin, kendi başına demokrasi uzun vadede aşınabilir. Toplumsal reformsuz biçimsel demokrasi, ekonomik eşitsizliği arttırır ve dolayısıyla toplumdaki eşitsiz erk paylaşımını yoğunlaştırır. Demokratik rejimlerin ilk ve en önemli görevi toplumsal reformdur. İlerici reformların yokluğunda, “demokrasi” terimi anlamlı bir içerikten büyük ölçüde yoksundur. Demokratik kurumların yapısı ve demokratik rejimlerin toplumsal temeli, başından itibaren böylesi reformlar hedefini gözetmelidir. İkinci önyargıya yönelik itiraz : Kapitalizmi demokrasi ile özdeşleştirmek, Üçüncü Dünya konusunda Batılı kimi incelemelerin çok iyi gizlenmiş ideolojik bir 174 önyargısıdır. Bugün, Üçüncü Dünya’da Batı’nın ön ayak olduğu belirli demokrasi biçimleri, bu ülkelerdeki global sermayenin çıkarlarına özel olarak uygundur. Üçüncü önyargıya yöneltilen itiraz : IMF – Dünya Bankası’nın uyum politikalarından, doğrudan askeri, siyasi ve ekonomik dış müdahale (mücadele) biçimlerine kadar uzanan dış faktörler, Üçüncü Dünya’daki sosyopolitik çatışmaların sonucunu belirlemede çoğunlukla tayin edicidirler. Her yerde hazır ve nazır uluslararası bir kapitalist sistemin hakim olduğu bir dünyada, Üçüncü Dünya’daki ulusal politikalar, ulusal yalıtılmışlık içinde yeterince anlaşılamaz. Chomsky'e göre, demokrasi geçmişte olduğu gibi bugün de gücü elinde tutanların kendi iktidarlarını meşrulaştırmak ve halkı hareketsiz ve karar süreçlerinin dışında tutmak için ideolojik araç olarak kullanılmaktadır. Demokratikleşme sürecine eşlik eden bir başka eğilime Samir Amin işaret ediyor: piyasa güçlerinin liberasyon için iki şeyi amaçlayan genelleşmiş bir tür saldırı; 1) özel mülkiyetin mutlak üstünlüğünün ideolojik rehabilitasyonu, 2) toplumsal eşitsizliklerin ve her türden antidevletçiliğin meşrulaştırılması. (Gills, vd., 1994, 13-14) Bu iki eğilimin çakışması çağımızı yoğun bir kafa karışıklığı çağı haline getiriyor. Demokratikleşme, dünya ölçeğindeki piyasa rasyonalitesine boyun eğmenin doğal ve zorunlu bir ürünü olarak değerlendirilir. Bu mantıktan basit bir denklem çıkarılır : kapitalizm = demokrasi, demokrasi = kapitalizm. Bu Üçüncü Dünya’da sürmekte olan demokratikleşme sürecinin esas karakterine işaret eden güçlü bir argümandır. 175 Sosyalist demokrasi ile kapitalist demokrasi arasındaki anlam dikotomisi yakın geçmişte temel niteliktedir. İki anlam meşruluk için yarışmıştır ve kapitalist anlam, global ölçüde hegemonik olarak ortaya çıkmıştır. Bu siyaset biçiminin evrensel olarak geçerli, global ekonomi politiğin merkez devletlerinde olduğu gibi çevre ülkelerinde de uygulanabilir olduğu düşüncesi egemenlik kazanmıştır. Ancak bu düşünce, geçmişte olduğu gibi, aynı tarihsel ve "yapısal" nedenlerle, bugün de kuşkuludur. Global ekonomi politiğin mevcut gerçeklerini yansıtmak ve yerleştirmek için, dünyadaki politik biçimler yeniden yapılandırılıyor. Global kapitalizmin yeni ideolojik gündemi, demokrasi "cihadı"dır. Buna göre dünya artık sosyalist ve kapitalist iki ayrı sistemin yarış alanı olmaktan çıkmıştır. Sadece bir tek dünya, kapitalist dünya vardır. Hegemonik gücü elinde tutanların kavradığı şekliyle, ideal Yeni Dünya Düzeni'nde, bütün devletler "demokratik" olacaklardır. Bununla birlikte, bu kapitalist dünya sisteminin üçüncü dünyayı demokratikleştireceği düşüncesine karşı eleştirel bir tutum takınılabilinir. Bu yeni demokratik görüşün yeni otoriterianizm, baskı ve muhafazakarlığın habercisi olduğu, global sermayeye daha fazla bağımlılığı ve bütünleşmeyi meşrulaştıracağı sonucuna varmanın da eşit derecede geçerli olduğu savunulabilinir. (Gills, vd., 1994, 14) Değişik ülke örnekleri göstermektedir ki otoriter rejimlerin devrilmesi, toplumsal muhalefetin ilk ve en önemli sonucudur. 1988'de Şili'de olduğu gibi, demokratikleşme eğiliminin yolda olduğu bir kaç yalıtık örnek dışında, ABD otoriter rejimlere karşı demokrasi lehinde aktif bir çaba göstermemiştir. Ancak, otoriter 176 rejimler derin ekonomik ve siyasi sorunları çözmede başarısız kalınca, ya da diktatörlük karşıtı halk güçlerinin hızla gelişmesinin sonucu olarak derin bir iç krize gömülünce, ABD saf değiştirmektedir. Pek çok durumda ABD'nin tepkisi, otoriterianizmin kendisini artık sürdüremeyeceğinin ve demokratikleşmenin uzun vadede kaçınılmaz olduğunun ortaya çıkmasına bağlıydı. 1980'lerin başında bir çok üçüncü dünya ülkesinde yıllarca süren askeri yönetimler, "sol"un, emeğin ve diğer halk güçlerinin örgütsel gücünü önemli ölçüde kırmışken; ABD, koşulların demokratik bir açılıma uygun olduğunu kavradı. Carter yönetimi, insan hakları konusunda bazı düzenlemeler yapmayı kabul etti. Bu politika, Başkan Reagan'ın izleyeceği, daha açık bir demokratikleşme politikasının dolaysız öncelidir. “ABD, geniş halk güçlerinin daha radikal değişim taleplerini kırmak için onları seçimlere katabilen ve bununla birlikte askeri seleflerinin anti-reformist geleneklerinin sürekliliğini garanti edebilen istikrarlı, yaşayabilir "demokratik" rejimler istiyordu. Bu demokratikleşme süreci kontrolden çıkar ve "sol" gereğinden fazla toplumsal güç elde ederse, "demokratik yönetilmezlik"e alternatif olarak ordu her zaman hazır bekleyecekti. Böylece, Düşük Yoğunluklu Demokrasi, Üçüncü Dünya'nın önceki "istikrarsız" temsili demokratik sistemleri ile çoğunlukla ABD desteğiyle kurulan ve sürdürülen, 1960 ve 1970'lerin ölmekte olan askeri diktatörlükleri arasında bir "ara konak" olarak tasarlandı” (Gills, vd., 1994, 15). ABD bu demokrasiyi gerçekte Düşük Yoğunluklu Çatışma'nın bir bileşeni olarak tanımlamıştı. Demokrasi bir müdahale aracı olarak kullanıldı. Bu müdahalenin amacı, ilerici reformların ve devrimci değişimlerin önünü almaktı. Hem halk güçlerini hareketsiz bırakmak hem de statükoyu meşrulaştırmak çabası bir aradadır. 177 Böylece otoriterianizm bir yana atılıp gayrımeşrulaştırıldı. Yeni "demokratik" rejim zaman içinde artan bir meşruluk kazanmıştır. Bu rejim geniş halk kitlelerine yeni sıkıntıları dayatan ve ekonomik egemenlikten (hükümranlıktan) ödünler veren ekonomik ve toplumsal "uyum" politikalarını üstlenebilir. Düşük Yoğunluklu Demokrasi sivilleştirilmiş muhafazakar bir rejimin karşılaşabileceğinden daha az halk direnişiyle karşılaşarak ve daha fazla zarara uğramadan, acı hatta daha baskıcı toplumsal ve ekonomik politikalar izleyebilir. Bu nitelik hem bu ülkelerdeki muhafazakar yerel seçkinlerin hem de ABD'nin bakış açısından düşük yoğunluklu demokrasiyi açık otoriterianizmin bir seçeneği haline getirir. (Gills, vd., 1994, 16) 1982’de Ronald Reagan İngiliz Parlamentosunda yaptığı konuşmada, bir “demokrasi cihadı” ilan etti. O tarihten sonra ABD, Üçüncü Dünya’daki belli otoriter yanaşmalarının yerine, “demokratik” halefleri geçirmeyi tercih etti. ABD’nin politikası, kendi çıkar alanında (arka bahçe), çok başarılı oldu. 1989’un sonuna gelindiğinde, çoğu başlangıçta ABD tarafından kurulan ve daha sonra da halka rağmen desteklenen, Latin Amerika diktatörlüklerinin yerini “demokratik” hükümetler almıştı. 1990’a gelindiğinde, Orta Amerika’da; iktidarın, muhafazakâr sivil hükümetlerle bütünsel bir konsolidasyonu gerçekleştirilmişti. Reagan Doktrini, dünyanın herhangi bir yerindeki, devrimci güçlerin daha fazla ilerlemesini engelleyen hatta her türlü müdahale ile, devrimleri tersine çevirmeyi amaçlayan, saldırgan bir dış politika örneğiydi. 178 Düşük yoğunluklu demokrasinin hedefi ekonomik-politik saldırısı IMF tarafından yürütülen, sermayenin daha fazla uluslarötesileşmesi önündeki engelleri kaldırmaktır. Bu esas hedeflerinden birisidir ve tamamlanmıştır. Sürekli borç ödeme yeteneğine sahip ekonomiler, kabaran borç sahibi ülkeler yerine geçirildi. Bu değişiklik IMF politikaları tarafından sağlandı. Öyle ki, Üçüncü dünyanın büyük çoğunluğu bütün on yılı borç ödeyerek geçirdi. Bu gelişmelerin toplumsal ve siyasal sonuçları, büyüyen eşitsizlik ve toplumsal istikrarsızlık, yoksullardan zenginlere servet transferi ve yaşam standartlarında bir gerileme olarak karşımıza çıkmaktadır. “ABD'nin güneyindeki ülkelerde 1980'lerden çıkarılacak ders, o kadar alkışlanan neo liberal iktisat politikasının demokratik kurumları güçlendirmediğidir. IMF'nin kemer sıkma ve liberalizasyon politikaları, ekonomik verimlilik adına gerçekte ekonomik düzensizliği yaygınlaştıran, toplumsal ve siyasi kargaşayı kışkırtan ve dolayısıyla gelecekteki bir "yönetim" krizinin tohumlarını eken ideolojik bir manevraydı” (Gills, vd., 1994, 19). “IMF’nin yapısal uyum programları çerçevesinde toplumsal harcamaları ortadan kaldıran kısıntılardan, Üçüncü Dünya devletlerinin kabarık askeri harcamaları muaf tutuluyor. Üçüncü Dünya devletleri ekonomik hükümranlıktan yoksun bırakılırken, bizzat devlet, özellikle baskı aygıtı, Kuzeyin Güney üzerindeki dolaylı yönetiminin aracı olarak dokunulmadan bırakılır” (Gills, vd., 1994, 28). Doğu Avrupa ve eski Sovyetler Birliği ise çok özel bir kriz/fırsat sorunsalı yaşamaktadır. Kapitalist dünya pazarındaki uluslararası işbölümünde rekabet edebilme ve verimli olma zorunluluğu, komünizm sonrası Doğu Avrupa’nın bir 179 sorunudur. Doğu Avrupa ülkeleri, IMF tarafından önerilen istikrar programı dışında hiçbir ekonomik ve politik seçenek üretememektedirler. Bu yüzden, ekonomik bir rasyonalite olmaksızın, ideolojik zorunluluk olarak bir özelleştirme furyası yaşanmaktadır. Bunun sonucu, yoksullaşma ve eşitsizlikte ortaya çıkacak artışa bağlı, bir toplumsal gerilim olacaktır. Doğu Avrupa rejimlerinin, demokrasiye ulaşmak için gördükleri fiili çözüm, Avrupa Birliği’ne üye olabilmektir. Bu çok çekici yolun maliyetinin ne olacağı ve demokrasiye yol açıp açmayacağı belirsizdir. Demokratik kurumların kurulması ve güçlendirilmesi için ABD, Doğu Avrupa’da çok az şey yapmıştır. Yapılan, daha çok, bölgedeki muhafazakar siyasi güçlerin desteklenmesi ve neo-liberal ekonomik politikaları destekleyenlerin ön plana çıkarılmasıdır. Doğu Avrupa’daki ekonomik, siyasi, toplumsal ve ideolojik kriz, bölgede yeniden dirilen milliyetçilik ve bölgecilik yoluyla yeni bir otoriterianizm doğurmaktadır. Doğu Avrupa ve eski Sovyetler Birliği, Üçüncü Dünya’nın çoğunda olduğu gibi demokrasiye geçişi otoriteriranizmin bir biçiminden başka bir biçimine geçiş olarak yaşamaktadır. Yani komünist rejimlerden, düşük yoğunluklu kapitalist rejime geçiş olarak tanımlanabilecek bir süreç yaşanmaktadır. “Dört ülke (Arjantin, Guatemala, Filipinler ve Güney Kore) üzerinde yapılan incelemeler göstermiştir ki, Batı'da anlaşıldığı şekliyle demokrasi servetin küçük bir elitin elinde aşırı derecede yoğunlaştığı toplumlarla bağdaşmıyor. Yani gelir dağılımının dengesiz olduğu toplumlarda Batı tipi demokrasi işlerlik kazanamıyor. Her dört örnekte de demokrasi, kurulu güç yapısını yeniden üretmez ise onun tehdidi altındadır. Sonuç olarak, ilerici reformlar engellenirken statüko korunur. Seçimlere 180 biçimsel düzeyde katılım demokratikleşmeyle eş anlamlı tutulur. Bu kozmetik demokratikleşme medeni haklarda ve insan haklarında kimi sınırlı değişiklikler doğurur ve değişim yönünde halk hareketlenmesinin gerçekleşebileceği yasal alanı genişletir. Fakat emekçilere, öğrencilere, sola ve insan hakları savunucularına karşı alışılmış baskı ve insan hakları ihlalleri devam eder” (Gills, vd., 1994, 30-31). Düşük Yoğunluklu Demokrasi, iki yönlü kırılganlığa sahip bir siyasal sistemdir. Bir yanda; toplumsal istikrarsızlığın artmasına sebep olacak demokratik düzenlemeler, halk hareketlerine ve düzeni tehdit eden radikal taleplere olanak yaratır. Diğer yanda; ordu, toplum denetiminin azalmasından ve yerleşik çıkarların tehlikeye düşmesinden kuşkulanarak, sistemi göz altında tutar. Ordu, Düşük Yoğunluklu Demokrasi altında izin verilebilir değişimin ölçüsü üzerinde, sessiz bir veto yetkisi kullanır. Sivil siyasetçiler, ordudan gelecek tepkileri dikkatle izlerler. Onun için yeni demokratik düzen, sürekli bir istikrarsızlık tehdidi altındadır. Belirtilen olguların sonucu olarak bu rejimler, kendilerini sürekli, ılımlı ya da merkezci olarak sunarlar. Ancak, eğilimleri açıkça sağdan ve orduyla koalisyondan yanadır. Muhafazakar hükümet, çoğunlukla ordu ve iş dünyasının elitleri, hep birlikte bir blok oluştururlar. Önceki otoriter rejim ile yeni "demokratik" rejim arasındaki farklılık, bu üç hizip arasındaki ilişkilerde yatar. Geçmişte ordu; yönetici koalisyonun denetimini açıkça elinde tutabilirken, demokratik rejimlerde; iş dünyasının yakın desteğine sahip muhafazakar politikacılar, orta sınıfların oy desteğiyle öne geçerler. Elitler arası güç bileşimindeki bu değişiklik, aynı zamanda demokratikleşmenin nedenlerinden biridir; dünyasının elitleri, devletten artan bir özerklik kazanırlar. 181 zira iş Sivil yönetime geçildiği zaman, emek ve diğer halk hareketlerinin içinde hareket ettiği koşullar da değişir. İncelenen dört modelden ulaşılan sonuç "hareketlenme ve yeniden kümelenme" başlıkları altında özetlenebilir. (Gills, vd., 1994, 33) Hareketlenme, seçim alanı dışında örgütsel çalışmanın güçlenmesinden ve genişlemesinden oluşmaktadır. Siyasal açılma ve daha geniş yasal alan, yetkililerin baskıları sürdürmesine rağmen popüler örgütlenmelerin büyümesini kolaylaştırır. Bu örgütlenmeler demokratik ve bağımsız yeni sendikalar olabileceği gibi, çevre, barış, vatandaşlık hakları ve kadın sorunları gibi yeni toplumsal alanlara yayılabilir. Bu popüler örgütlenmelerin büyümesi ve güçlenmesi yeni doğan bir demokratik kültürün işaretidir. İlerici hareketin bu yeniden kümelenme dönemi, genellikle, toplumsal hareketlerin büyümesi ve seçim fırsatları içinde ortaya çıkar. Otoriterianizm altında "muhalefet"; çoğunlukla orta sınıfın, işçi sınıfı, kentli yoksullar ve köylülükle ittifak kurduğu geniş bir güçler koalisyonundan oluşur. Biçimsel demokrasiye geçildiğinde, orta sınıf bu muhalefet blokundan çekilir. Çünkü orta sınıf, biçimsel demokrasiyle yetinir ve siyasal desteğini merkezci ve muhafazakar parti ve politikacılara yöneltir. Bu yeniden kümelenme, yönetici koalisyonun konumunu ve ekonomik gücün bölüşümünü koruyan muhafazakar ekonomik ve toplumsal politikaların izlenmesini güçlendirir. Emekçiler ve diğer halk kesimi üzerindeki baskılar, demokrasi biçimi altında da devam eder. Bu baskılar, halkın seçtiği parlamenterlerin gücünün azaltılması pahasına, güçlendirilmiş bir devlet başkanlığı biçimini alır. Gerçek iktidar ve yönetim yetkisi, devlet başkanında ve bürokrasi tarafından yürütülen ordu ve polis 182 teşkilatı tarafından takviye edilen idari yapıda kalmaya devam eder. Onun için, her reform girişiminin esas alanı yasama meclisi olur. Biçimsel demokrasiye geçiş, ilerici toplumsal hareketleri, siyasi parti kurup seçim yarışına katılıp katılmama ikilemine sokar. Siyasi parti, toplumsal hareketten tamamen farklı bir aygıttır. Bu ikilem, yoğun siyasal tartışmalara, çoğunlukla da bölünmelere yol açar. Yeniden kümelenme ilerledikçe yeni koalisyonlar oluşur. İki geniş kanat ortaya çıkar: biri seçim yarışına yönelimli, diğeri çoğunlukla açık ya da örtük bir yeraltı hareketiyle ittifak halinde parlamento dışına yönelimli. Halk hareketinin bu iki kanadının strateji ve taktikleri önemli ölçüde birbirinden farklıdır. İki kanat içinde ve arasında sürmekte olan ideolojik ayrılıkları arttıran bu farklılıklar, bir güç parçalanmasına hizmet eder. Ne var ki, her iki kanadın da, ulusal ve geniş halk koalisyonları kurması yönünde bir eğilim de ortaya çıkar. Bu nedenle düşük yoğunluklu demokrasi, yeni bir siyasi rekabet biçimine zemin hazırlayan halk güçleri ile elit güçler arasındaki uzun süreli konum savaşında, yeni bir evre olarak nitelenebilir – halk hareketlerinin toplumsal gücünün, muhafazakâr yönetici koalisyonun hakim olduğu statükoya giderek daha fazla meydan okuyacağı bir evre. Ne var ki, ilerici hareketlerin gerçek toplumsal gücü, yine de sınırlı kalır ve devam eden baskıcı devlet gücü tarafından, sınırlandırılır. Böylece zayıf bir konumdan devletle ve elitle karşı karşıya gelmeyi göze almak tehlikelidir. Yeniden kümelenme içinde oluşan koalisyonlardan parlamento dışına yönelimli olan kanat, silahlı mücadeleyi de bir strateji olarak benimseyebilir. Ancak belirtmek gerekir ki, silahlı mücadelenin amacı devlet iktidarını ele geçirmekten çok siyasi 183 görüşmeler sürecinde hükümet karşısında konumunu güçlendirmeye yöneliktir. Yani yönetici elit, yasal siyaset alanını sol için de genişletebilir ve böylece sol partiler de muhafazakarlarla eşit şartlarda rekabet edebilir. Bunu, siyasal eliti, kalıplaşmış siyasal kültürü değiştirmeye zorlamak şeklinde de anlayabiliriz. Sağ esasen her zaman siyasal partiler aracılığıyla çalışmayı tercih eder ve toplumsal hareketlere uzak durur. Düşük yoğunluklu demokrasi sağın bakış açısından idealdir. Çünkü o, ekonomik statükonun korunmasını sağlayan, yani “istikrar” üreten, hakim muhafazakar partilerin iktidara gelmesine olanak tanır. Muhafazakarlar da zaman zaman iktidarın sağladığı oy için rekabet ederler ve bu süreçte, iktidarın avantajlarını kullanmak için rekabet ederler. Ancak onlar her zaman seçimlerde sol partilerden daha avantajlıdırlar; çünkü iş dünyası, devlet ve ekonomik elitle yakın ilişkileri, onları mali açıdan rakiplerinden daha güçlü hale getirir. Muhafazakarların bu hegemonik konumu siyasal katılım etkinliklerinin azalmasına yol açar. Çünkü insanlar, topluma muhafazakarların hakim olduğu koşullarda, seçimin bir şeyi değiştirmediği düşüncesine kapılmaya başladıkça, seçim sandığından uzaklaşırlar. Seçimler zaman içinde, siyasi partilerin halk katılımını sağlamadığı, hatta, elitlerin yönettiği seçim makinalarına dönüştükleri bir süreç olur. Böylece, seçimlere katılım yönündeki coşku, giderek bir düş kırıklığına dönüşür. Buna rağmen, özellikle uzun süren otoriter rejimler sonrası yapılan her yeni seçim, kendi başına yeni rejimin büyük başarısı -darbeye tercih- olarak değerlendirilir. Seçilmiş bir sivil diğerini izlediğinde, demokrasinin tarihi bir zaferi olarak selamlanır. “İncelenmiş dört örnekteki tipik siyasi model, reform sözlerinin verildiği ve baskı derecesinin azaldığı demokrasinin erken liberal bir evresidir. Eski rejimle sorunlar 184 halledilir ve profesyonel politikacılar "normal" siyasi kültürde inisiyatifi ele geçirince, popüler hareketler hareketsizliğe teşvik edilir. "Baskıcı" ikinci evrede, gerçek reform sözlerinin boş olduğu anlaşılır ve rejim, yerli ve yabancı yerleşik elitlerin çıkarlarını koruyan muhafazakar bir ekonomik politika dayatır. Sosyoekonomik reformlardan vazgeçilmekle birlikte, dışarıdan dayatılan yapısal uyum politikaları da alt sınıfların sömürülmesini yoğunlaştırır ve zenginler ile yoksullar arasındaki uçurum genişler. Popüler hareketlere ve emeğe karşı açık baskının düzeyi artar ve bu güçler yönetimi etkilemekten yoksun bırakılır. Orduya ve sağa, onları geçmiş kötü yönetimlerinden aklayan ve rollerini iade eden yeni ödünler verilir” (Gills, vd., 1994, 36). Bu alt bölümde ortaya konulan çözümlemeden hareketle, Türkiye’deki demokratikleşme sürecine bakarsak, bazı benzerlikler saptayabiliriz. Bu benzerliklere bağlı olarak Türkiye’nin içinde bulunduğu durumun, olsa olsa “düşük yoğunluklu demokrasi” olarak adlandırılmasını önerebiliriz. Bu konuda, TÜSİAD tarafından 1997 yılında yayınlanan, “Türkiye’de Demokratikleşme Perspektifleri” başlıklı ve Bülent Tanör tarafından hazırlanan raporla ilgili tartışmalardan yararlanabiliriz. Bu raporun tartışıldığı toplantıda, Mehmet Yetiş tarafından ileri sürülen görüşler, “düşük yoğunluklu demokrasi” kavramıyla destekleniyor. Biz de büyük oranda bu görüşlerden yararlanacağız. Düşük yoğunluklu demokrasi, askeri/otoriter rejim sonrası toplumlardaki sivil yönetimlerin klasik burjuva demokrasisinden oldukça farklı özgül rejimleri olduğunu ileri süren yazarların geliştirdiği bir kavramdır. Buna göre düşük yoğunluklu 185 demokrasi rejimlerinin önemli özelliklerinden birisi bu rejimlerin toplumsal ve ekonomik iyileştirmeyi sağlayamamış olmalarıdır. Geniş emekçi katmanlarının reel yoksullaşmasına yol açan ekonomik programlarla birlikte gündeme gelen bu rejim değişikliklerinin, ideolojik alanda propagandası yapılan ekonomik istikrarı sağlayamadığı görülmüştür. TÜSİAD raporunda belirtilen “demokrasi, ekonomik ve siyasal istikrarın ve gelişmenin en güvenilir dayanağıdır” biçimindeki saptama, düşük yoğunluklu demokrasi ideolojisinin tipik bir iyi niyet ifadesidir. Çünkü, düşük yoğunluklu demokrasi rejimi, istikrarsızlıkla karşılaşılması durumunda, baskıcı, otoriter ya da faşist bir askerî yönetimi de elinin altında bulundurmaktadır. Günümüzde, sözde demokratikleşme ile askerî darbe seçenekleri arasında salınıp duran Türkiye siyasal rejimi, böyle bir durum açısından oldukça açıklayıcı bir örnektir. Kaldı ki, emekçi sınıfların önüne ya düşük yoğunluklu demokrasi, ya şeriat devleti ya da askerî darbe seçenekleri konmuş olması da kendi içinde oldukça anlamlı olmaktadır. (Yetiş vd, 1997: 39) TÜSİAD’ın bu raporu yayınlama girişimi, 1980 darbesi sonrasında, Türkiye’de başlatılan düşük yoğunluklu demokrasi sürecinin yeni bir evresine yönelik bir girişim olarak düşünülebilir. Dünyada 1980’lerin ikinci yarısından başlayarak ve özellikle 1990’larda, askerî yönetimlerin tedrici bir biçimde sivil yönetimlere dönüştürülmesi projesi gündeme girdi. Askerî yönetimlerin ve eski sosyalist ülkelerdeki rejimlerin tasfiyesi, bütün dünyada demokrasi dalgasının genel bir görünümü olarak sunuldu. Muhafazakar/liberal sağ oluşumlar ya da egemen sınıfın başka temsilcileri, özellikle siyasal parti yapılanması alanındaki geleneksel mali, siyasal üstünlüğünden yararlanma yolunu seçer, biçimsel demokratikleşmenin ekonomik ve siyasal istikrarı 186 daha kolay sağlayacağını düşünür. TÜSİAD’ın da aynı doğrultuda düşündüğünü görüyoruz: Demokratikleşme girişimi gerekçelendirilirken özellikle “istikrar”a dikkat çekilmesi bu bağlamda anlamlandırılabilir. Burjuvazi, düşük yoğunluklu demokrasi alanında kimi adımlar atsa bile, sınıfsal muhalefetin temsilcileri karşısında kendi geleneksel temsilcilerinin sahip olduğu eşitsiz olanakların kuşkusuz farkındadır. Ayrıca, sınıf muhalefetinin burjuva partilerini etkisizleştirmesi durumunda, devletin baskı aygıtlarının her halükarda düzeni yeniden sağlayacağına güvenmektedir. (Yetiş vd.,1997: 47-48) SONUÇ İstikrar sağlamak için tasarlanmış olan düşük yoğunluklu demokrasiye, genellikle, ekonomik büyümeyi hedefleyen neo-liberal ekonomik politikalar eşlik eder. Böylece ekonomi, dünya pazarının ve global sermayenin rekabetçi rüzgarına daha fazla açılmış olur ve halkın ekonomik sıkıntısı artar. Kriz yapısal etkileri daha fazla derinleştirir. Kalkınmış bir ekonominin maliyeti olarak düşünülen ekonomik uyum sancıları, geçici kabul edilir. Çoğunluğun geçici ekonomik sıkıntılarının, daha demokratik bir politik kültürün yararıyla dengeleneceği de sanılır. Kısa vadeli siyasi gerilimi azaltma stratejisi olarak, düşük yoğunluklu demokrasiyi uygulamaya koyanlar, ekonomik ve siyasi sorunları çözmedeki yetersizliği dolayısıyla onun uzun vadede kırılgan olduğu gerçeğini gözden kaçırırlar. “Önemli değişimler gibi görünmesine karşın, düşük yoğunluklu demokrasi rejiminde çok az önemli değişim olur. "Aydın" elitin özdeyişi şudur : "İşler ne kadar çok değişirse, onlar da o kadar çok aynı kalırlar". Düşük yoğunluklu demokrasinin etkisi, 187 sınırlı ve dikkatle seçilmiş değişim gündemlerini uygulama yeteneğidir. Elini yakmadan bir düdüklü tencerenin kapağını açma iddiasındadır. Yavaşça ve dikkatle buharın dışarı çıkmasına izin verilirken, bütün tencere biraz soğutulup dokunulabilir hale getirilir. Görünüşte idare edilebilir görünse de, uzun süre öyle kalması olası değildir -kapak çok hızlı açılırsa, içerideki insanın yüzüne patlayabilir. Üçüncü Dünya toplumlarındaki ekonomik ve siyasal koşullar, çoğunlukla boşaltılabilenden daha fazla ‘buhar’ üretir” (Gills, vd., 1994, 38-39). Üçüncü Dünya’nın büyük kesiminde demokrasi olanaksızdır. Çünkü aşırı zenginlik ve yoksulluk; terör; baskı; maddi ve manevi yoksunluk buna engeldir. Bu nedenle bütün dünyada ilerici demokratlar bu koşullara karşı savaşmak zorundadırlar. Yeni dünya düzeninde siyasi iktidar krizi vardır. Fiilen var olan demokrasi modellerine alternatif nedir ? Bir alternatifin ortaya çıkabilmesi için öncelikle yapılması gerekenler vardır. Bunları birkaç grupta toplamak olanaklıdır. İşadamları ve askeri elitin siyasi ve ekonomik gücünü ortadan kaldıracak şekilde toplumsal eşitsizlik ıslah edilmelidir. Genel toplum çıkarlarını daha bağımsız temsil eder duruma getirmek için, siyasi sistem ve adli yapı reorganize edilmelidir. Ekonomik gücün küçük bir elitin elinde yoğunlaşması, demokrasi önünde yapısal bir engel olduğu için, Üçüncü Dünya’da demokrasiyi geliştirmenin tek yolu; biçimsel demokratik kurumların, demokratik içeriğinin köklü reformlarla doldurulmasıdır. Gerçekte bu yapılmadan herhangi bir yerde demokrasi kurulamaz. 188 Ordu, büyüklük ve nüfuz açısından önemli derecede küçültülmeli ve bütünüyle sivil otoriteye bağlı hale getirilmelidir. Emek karşıtı yasalar ve halk kesimlerinin örgütlenmelerini sınırlayan diğer yasalar, yürürlükten kaldırılmalıdır. Özel organların aleyhine temsili organlar güçlendirilerek, iktidarın merkezden bölgelere devredilmesiyle ve insan hakları ile medenî hakları garanti eden bağımsız bir adlî yapı kurularak, yönetim yapıları değiştirilmelidir. Bütün siyasi partilerin seçimlere eşit katılımı garanti edilmelidir. Bu reformlar devleti güçlendirir. Bu güçlenme, devletin toplumsal reformları uygulamasında, güçlü yabancı hükümetler ve IMF gibi uluslararası kuruluşlarla görüşmelerini etkili bir şekilde yapmasında yardımcı olur. Üçüncü Dünya hükümetleri güçsüzdür. Bunun nedenleri; (Gills, vd., 1994, 40) - Çoğunluğun görüşlerini yansıtmamak ve çıkarlarına hizmet etmemektir. Bu nedenle halk desteği ya yoktur ya da çok azdır. - Uluslararası kapitalizm ve özel olarak, başta ABD olmak üzere ileri kapitalist ülke hükümetlerinin müdahalesidir. - Üçüncü Dünya egemen burjuva sınıflarının birlik olmaları uluslararası kapitalizm tarafından engellenmiştir. Mali kaynakların yönetimi, borç ödemeleriyle ve kronik ödemeler dengesi açıklarıyla sınırlıdır. - Yabancı askerî yardıma ve eğitime dayalı ordular hükümetin otoritesini zayıflatır ve çoğunlukla dış müdahalenin bir aracı olurlar. 189 Üçüncü Dünyada demokrasinin bir başka koşulu gerçek bağımsızlığın kazanılmasıdır. Üçüncü Dünyada ve eski sosyalist ülkelerde demokrasi sorunu hem teoride hem pratikte, bir bütün olarak global sistemdeki demokrasi sorunundan ayrı tutulamaz. Herkes bu global sisteme yakalanmış olmanın ikilemi içindedir. Sorun bir tür kopma olanaklı mıdır ya da çok merkezli bir dünya olanaklı mıdır ? (Amin, 1990’dan aktaran Gills, vd., 1994, 41) “Demokrasi açısından global koşullar korkutucudur. Ulusal düzeyde demokrasi, ancak global sermaye kuruluşları aşılabilirse olanaklı olmaya başlayabilir. (...) Er ya da geç, Üçüncü Dünyanın demokrasi çabaları, IMF’nin kemer sıkma planlarına ve Dünya Bankası’nın programlarına uyumlu bir meydan okumayı örgütlemek zorunda kalacaktır” (Gills, vd., 1994, 41). Uyum kaçınılmaz gözükse bile Üçüncü Dünya ülkelerinde ilerici güçler kamu açıklarını kapatmak için sağlık ve eğitim bütçelerini kurban etmek yerine askerî bütçelerin daraltılmasını isteyebilir ve işyerlerinde, topluluklarda ve bölgelerde yerel demokrasiyi inşa ederken, bununla eş zamanlı olarak, yozlaşmış elitist rejimlerin yerine katılımcı demokrasiye bağlı gerçek halkçı hükümetler geçirmek için savaşabilirler. Demokrasi ancak halkın mücadeleleri sonunda kurulabilir. Dünyanın her yerinde mücadele eden kadınlar ve insan hakları savunucuları, yerel halk örgütleri ve çevreci hareketler, günlük ve çoğunlukla sessiz mücadele biçimleri ile önemli bir katkı sağlamaktadırlar. Her yerde, demokratikleşme yönündeki her ilerlemenin merkezini hâlâ emek hareketinin mücadeleleri oluşturuyor. 190 KAYNAKLAR AĞAOĞULLARI, M. Ali (2003) Kent Devletinden İmparatorluğa, Ankara: İmge Kitabevi Yayınları. AHMAD, Feroz (1994) Demokrasi Sürecinde Türkiye, İstanbul: Hil Yayınları. AHMAD, Feroz (1995) Modern Türkiye’nin Oluşumu, İstanbul: Sarmal Yayınları. Adalet ve Kalkınma Partisi internet sitesi. http://www.akparti.org.tr AKŞİN, Sina (2000) “DP’nin Karşı Devrimi”, Radikal 2, 14 Mayıs. AKYILDIZ, Necat (1993) III. Cumhuriyet Rejimi (Cumhurbaşkanı’nın Anayasal Konumu Açısından), İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Basılmamış Doktora Tezi. AMIN, Samir vd.(Ed.)(1994) Düşük Yoğunluklu Demokrasi, İstanbul: Alan Yayıncılık. ATAAY, Faruk (2002) ”Türkiye’de Neo-Liberalizm ve Parlamenter Siyasetin Krizi”, Praksis, Sayı 5, Kış. (199-215) ATAAY, Faruk (2003) ”Tarihsel Süreçte Azgelişmişlik ve Demokrasi”, Praksis, Sayı 10, Yaz-Güz. (135-158) Ankara Ticaret Odası internet sitesi : http://www.ato.org.tr BARBER, Benjamin (1995) Güçlü Demokrasi, İstanbul: Ayrıntı Yayınları. BAYRAMOĞLU, Sonay (2002) “Küreselleşmenin Yeni Siyasal İktidar Modeli: Yönetişim”, Praksis, S. 7. (85-117). BARRY, Norman P. (2003) Modern Siyaset Teorisi, (çev. M. Erdoğan – Y. Şahin), Ankara: Liberte Yayınları. BAŞKAYA, Fikret (1986) Devletçilikten 24 Ocak Kararlarına, Ankara : Birlik Yayınları. BELGE, Murat (1993) 12 Yıl Sonra 12 Eylül, İstanul: Birikim Yayınları. BORATAV, Korkut (1991) 1980’li Yıllarda Türkiye’de Sosyal Sınıflar ve Bölüşüm, İstanbul: Gerçek Yayınları. BEETHAM, D. ve BOYLE, K. (1998) Demokrasinin Temelleri, (çev. V. Bıçak), Ankara: Liberte Yayınları. CHOMSKY, Noam (1994) “Yeni Dünya Düzeninde Demokrasi Mücadelesi”, Düşük Yoğunluklu Demokrasi (Ed. Samir Amin vd.), İstanbul: Alan Yayıncılık. Cumhuriyet Halk Partisi internet sitesi. http://www.chp.org.tr ÇAVDAR, Tevfik (1996) Türkiye’nin Demokrasi Tarihi 1950-1995, Ankara: İmge Yayınları. ÇELİK, Nur Betül (1997) “Radikal Demokrasi, Çoğulcu Demokrasi ve Sol” Mürekkep, S.7. (49-58) DOĞAN, Yalçın (1986) Dar Sokakta Siyaset 1980-1983, İstanbul: Tekin Yayınevi, 5. Basım. DOĞANAY, Ülkü (2003) Demokratik Usuller Üzerine Yeniden Düşünmek, Ankara: İmge Yayınları. ERHAN, Çağrı (2003) “Küreselleşme Döneminin www.stradigma.com/turkce/haziran2003/makale_01.html Tehditleri”, EROĞUL, Cem (1990) Demokrat Parti Tarihi ve İdeolojisi, Ankara: İmge Kitabevi Yayınları. EROĞUL, Cem (1995) “Üçüncü Anayasa Değişikliği”, Mülkiyeliler Birliği Dergisi, cilt. XIX, S. 183. (6-12) GEMALMAZ, Mehmet (1996) “12 Eylül Rejimi”, Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, C. 14, İstanbul: İletişim Yayınları. (974-998) GIDDENS, Anthony (2000) Elimizden Kaçıp Giden Dünya, (çev. Osman Akınhay), İstanbul: Alfa Yayınları. GILLS, B. vd. (1994) “Düşük Yoğunluklu Demokrasi” Düşük Yoğunluklu Demokrasi (Ed. Samir Amin vd.), İstanbul: Alan Yayıncılık. GÖKMEN, Yavuz (1992) Özal Sendromu, Ankara: V Yayınları. 192 GÜLALP, Haldun ( 1987) Gelişme Stratejileri ve Gelişme İdeolojileri, 2.Basım, Ankara: Yurt Yayınları. GÜLER, Birgül A. (2002) “Tekellerin Yeni İktidar Formülü: Yönetişim” 05-01-2002 Evrensel Gazetesi. GÜLER, Birgül A. (2003) “Yönetişim: Tüm İktidar Sermayeye”, Praksis, S.9. (93116) HALE, William (1996) Türkiye’de Ordu ve Siyaset, (çev. Ahmet Fethi), İstanbul: Hil Yayın. HUNTINGTON, Samuel (1993) Üçüncü Dalga, Ankara: TDV Yayınları. İNAN, Nurkut – OZANSOY, Cüneyt (1986) “Yasama Faaliyeti Açısından 12 Eylül”, Yapıt, 14, Ocak-Şubat, Ankara: Dost Yayınları. (3-42) İNSEL, Ahmet (2002) “Olağanlaşan demokrasi ve modern muhafazakarlık”, Birikim, Kasım-Aralık, S.163-164. (21-28) İşçi Partisi internet sitesi. http://www.ip.org.tr İSLAMOĞLU, Huricihan (2002) “Yeni Düzenlemeler ve Ekonomi Politik: IMF Kaynaklı Kurumsal Reformlar ve Tütün Yasası”, Birikim, S. 158. (20-27) KABOĞLU, İbrahim Ö. “Kopenhag Kriterleri Üzerine”, http://www.barobirlik.org.tr/insanhaklari/makaleler/kaboglu_kopenhag.aspx KABOĞLU, İbrahim Ö. (1995) Özgürlükler Hukuku, İstanbul: Afa Yayınları. KAPANİ, Münci (1987) İnsan Haklarının Uluslararası Boyutları, Ankara:Bilgi Yayınevi. KAYA, Raşit (1999a) “Medya, Siyaset, Demokrasi : 75. Yılda Nasıl Bir Yeniden Yapılanma” Bilanço 1923-1998, İstanbul : Tarih Vakfı Yayınları. KAYA, A. Raşit (1999b) “Türkiye’de 1980 Sonrası Medyanın Gelişimi ve İdeoloji Gereksinimi”, TÜRK-İŞ YILLIĞI ’99, 2. cilt. (633-659) KAYA, A. Raşit (2002) “Siyasetsiz Seçimler Üzerine Tartışma Ögeleri”, Doğu Batı, Ankara. Yıl: 6, Sayı: 21. (169-177) 193 KEPENEK, Yakup - YENTÜRK, Nurhan (2001) Türkiye Ekonomisi, 12.Basım, İstanbul: Remzi Kitabevi. KEYDER, Çağlar (2003) Memâlik-i Osmaniye’den Avrupa Birliğine, İstanbul: İletişim Yayınları. KEYMAN E. Fuat (1996) “Nasıl Bir Liberal Demokrasi”, Diyalog 1, Ankara: Türk Demokrasi Vakfı. (93-109) KEYMAN E. Fuat (1999) Türkiye ve Radikal Demokrasi, İstanbul : Bağlam Yayınları. KIŞLALI, Ahmet Taner (1991) Siyasal Sistemler, Ankara: İmge Kitabevi. KONGAR, Emre (1998) 21. Yüzyılda Türkiye, İstanbul : Remzi Kitabevi. 4.Baskı KÖKER, Levent (1996) “Radikal Demokrasi”, Diyalog 1, Ankara: Türk Demokrasi Vakfı. (110-118) KÖKER, Levent (1997) “Çokkültürlülük ve Demokratik Meşruluk Sorunu”, Cumhuriyet, Demokrasi ve Kimlik (Der. Nuri Bilgin), İstanbul: Bağlam Yayınları. (41-50) MACPHERSON, C. B. (1984) Demokrasinin Gerçek Dünyası, (çev. Levent Köker), Ankara: Birey ve Toplum Yayınları. Milliyetçi Hareket Partisi internet sitesi. http://www.mhp.org.tr MUTLU, Erol (1994) İletişim Sözlüğü, Ankara: Ark Yayınevi. ORAN, Baskın (1989) Kenan Evren’in Yazılmamış Anıları, 8.Basım,Ankara: Bilgi Yayınları. ÖZBUDUN, Ergun (1986) Türk Anayasa Hukuku, Ankara: Yetkin Yayınları. ÖZDEMİR, Hikmet (1989) Rejim ve Asker, İstanbul: Afa Yayınları. PARLA, Taha (1991) Türkiye’de Anayasalar, İstanbul: İletişim Yayınları. SABUNCU, Yavuz – ŞEKER, Murat (1996) “Seçimler”, Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, C. 14, İstanbul: İletişim Yayınları. (1142-1168) 194 SABUNCU, Yavuz (1994) Anayasaya Giriş, Ankara: İmaj Yayıncılık –Ders NotuYayın no 12. SOMEL, Cem (2004) “Büyük Ortadoğu Sahtekarlığı”, 06-06-2004 Evrensel Gazetesi SOYAK, Alkan (2003) “Küreselleşme, Yapısal Uyum Programları ve Yoksulluk”, internet sitesi. 9 Ekim. SOYSAL, Mümtaz (1986) Anayasanın Anlamı, İstanbul: Gerçek Yayınevi. SÖNMEZ, Sinan (2002) IMF’nin ve Dünya http://www.zmo.org.tr/etkinlikler/ktts02/22.pdf Bankası’nın Dönüşümü, SUNAR, İlkay (1987) “Dünya’da ve Türkiye’de Demokrasiye Geçiş Sorunları”, Ekonomi ve İdari Bilimler Dergisi 1(1). (87-108) SWINGEWOOD, Alain (1998) Sosyolojik Düşüncenin Kısa Tarihi, Ankara: Bilim ve Sanat Yayınları. ŞENALP, M. Gürsan, vd. (2003) “Küresel Yönetişim ve Sendikalar”, Petrol-İş 2000-2003 Yıllığı. (303-322) TANİLLİ, Server (1987) Nasıl Bir Demokrasi İstiyoruz ?, İstanbul: Amaç Yayıncılık. TANÖR, Bülent (1994) İki Anayasa, İstanbul: Beta Yayınları.3. Baskı. TANÖR, Bülent (1995) “Siyasal Tarih 1980-1995”, Türkiye Tarihi 5 Bugünkü Türkiye 1980-1995, (Yayın Yönetmeni: Sina Akşin), İstanbul: Cem Yayınevi. (23-157) THERBORN, Göran (1989) Sermaye Egemenliği ve Demokrasinin Doğuşu, (çev. Şirin Tekeli), Ankara: V Yayınları. TİMUR, Taner (1996) “İktisadi Kalkınma, Siyasal Rejimler ve Demokrasi Krizi”, Marksizm ve Gelecek, Kış. (21-62) Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği internet sitesi. http://www.tobb.org.tr TUNÇAY, Mete (1989) “Siyasal Tarih 1950-1960”, Türkiye Tarihi 4 Çağdaş Türkiye 1908-1980, (Yay. Yön. Sina Akşin), İstanbul : Cem Yayınevi. (175187) 195 TÜNAY, Muharrem (1995) Siyasal Tarih, Ankara : İmge Kitabevi Yayınları. Türk-İş internet sitesi. http://www.turkis.org.tr TÜRKÖNE, Mümtaz’er (2003) Siyaset, Ankara: Lotus Yayınevi. TÜSİAD internet sitesi. http://www.tusiad.org.tr UYGUN, Oktay (2003) Demokrasinin Tarihsel, Felsefi ve Ahlaki Boyutları, İstanbul: İnkılâp Kitabevi. VERGİN, Nur (2003) Siyasetin Sosyolojisi, İstanbul: Bağlam Yayınları. WALLERSTEIN, Immanuel (2004) “Demokrasi, Kapitalizm ve Dönüşüm”, 21. Yüzyılda Siyaset, (çev. Taylan Doğan – Ender Abadoğlu), İstanbul: Aram Yayıncılık. YAZICI, Serap (1997) Türkiye’de Askeri Müdahalelerin Anayasal Etkileri, Ankara : Yetkin Yayınları. YETİŞ, Mehmet vd. (1997) “TÜSİAD Raporu Üstüne Tartışma”, Marksizm ve Gelecek, Bahar. (30-53) YURTCAN, Erdener (2004) Uyum Yasaları 2001 & 2004 Anayasa Değişiklikleri, İstanbul: Kazancı Kitap. YÜZBAŞIOĞLU, Necmi (1996) “1982 Anayasası”, Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, C. 11, İstanbul: İletişim Yayınları. (28-44) ZABCI, Filiz Çulha (2002) “Dünya Bankası’nın Küresel Pazar İçin Yeni Stratejisi: Yönetişim”, SBF Dergisi, S.57(3). (151-179). ZABCI, Filiz Çulha (2002) Küreselleşmenin Demokrasi Makyajı, Mülkiye, cilt xxıv, sayı 220, Ocak-Şubat. (65-82) ZURCHER, Erik Jan (1995) Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, İstanbul : İletişim Yayınları. 196