ANADOLU VİCDANI Nisan 2011, İstanbul konsept ve yayıma hazırlayan HAKAN ALTINAY, GÖKÇE TÜYLÜOĞLU, ÖZLEM YALÇINKAYA fotoğraflar ATTiLA DURAK, ÇAYAN DEMiREL, GÜNEŞ KARABUDA, HASAN SALTIK VE YAPI KREDi YAYINLARI ARŞiVLERI grafik tasarım ve baskı öncesi hazırlık BURCU KAYALAR © Açık Toplum Vakfı Bu kitabın tüm yayın hakları saklıdır. Tanıtım amacıyla, kaynak gösterilme şartıyla yapılacak kısa alıntılar dışında gerek metin, gerek görsel malzeme hiçbir yolla izin alınmadan çoğaltılamaz, yayımlanamaz, dağıtılamaz. ISBN: 978-605-5659-12-7 Başlarken... Cumhuriyetimizin aşmakta en zorlandığı paylaştığımız birbirinden oldukça farklı görüşlere konulardan birisinin adını artık daha net koyabiliyoruz: sahip kişilere düşüncelerini sorduğumuzda aldığımız Kürt Meselesi. Bu sorunun çözümü doğal olarak yasal cevaplar aynı topraklarda sağduyu, empati ve vicdanın düzenlemeler, yeni uygulamalar gerektiriyor. Ama da inatla boy gösteriyor, sesini yükseltiyor olduğuna hangi değişikliklere niçin gerek olduğunu tartışırken dair inancımızı perçinledi. Kürt sorununu ve daha öncelikle farklı yaşanmışlıkları vicdanımızın nice badireleri aşarak herkesin başının dik olduğu, süzgecinden geçirerek anlamlandırmanın birbirimizi birbirinin neşe ve tasasına duyarlı olduğu bir ülke duyabilmek, ne yapmamız gerektiğine karar vermek olmamızın en önemli ve en güçlü garantisi olduğuna için bir anahtar olduğuna inanıyoruz. inandığımız Anadolu Vicdanı kitabımızın adı konusunda da bizim için esin kaynağı oldu. Bu vicdanın en berrak Elinizdeki mütevazı çalışmanın amacı bu konuyu ifadesini bu çalışmanın sonunda göreceğiniz Necdet düşünürken hafızamızda yer etmiş olay ve olguları İpekyüz ve Cemal Uşşak’ın sözlerinde buluyoruz. bir kez daha düşünmek ve kendi muhasebemize başlamak olarak özetlenebilir. Bu seçkiyi hazırlarken, Birbirimizi duyabilmek ve empati yapabilmek için oluşan farklı dünya görüşlerinden kişilerin düşüncelerine çabalara küçük bir katkıda bulunabilmek üzere hazırlanmış başvurduk ve bu konu konuşulurken en çok gönderme bu çalışmayı sözlerini ve görüşlerini bizimle paylaşarak yapılan ve hafızalarda yer etmiş olanlarını seçmeye zenginleştiren yazarlarımız Sabih Ataç, Ferda Balancar, özen gösterdik. Haydar Ergülen, Bahar Şahin Fırat, Leyla İpekçi, Necdet İpekyüz, Nurcan Kaya, Yaşar Kemal, Bejan Matur, Orhan Dünyada adaletten ümidini kesmiş, birbirinin Miroğlu, Fikri Sağlar, Cemal Uşşak’a ve kitabımızı görsel sağduyusuna, vicdanına asgari güven duymayan açıdan güçlü kılabilmemiz için arşivlerini bize açan bireylerden oluşan toplumlar var. Bu topraklar da Attila Durak, Çayan Demirel, Güneş Karabuda, Hasan derin acılara, incinmiş onurlara, rencide olmuş adalet Saltık ve Yapı Kredi Yayınları’na müteşekkiriz. duygularına ve sönmüş hayatlara ev sahipliği yaptı. Ancak bu kitabın hazırlanması sürecinde fikrimizi 2 Hakan Altınay - Gökçe Tüylüoğlu - Özlem Yalçınkaya 3 Necip Fazıl’ın kaleminden ‘Dersim 1938’ Necip Fazıl Kısakürek Hozat’ın Dolantanır köyünden Veli isminde bir genç, Elazığ Muallim Mektebi’nde okuduktan sonra öğretmen olarak Trakya’ya gönderilmiş, orada evlenmiş, 3 çocuk sahibi olmuş ve tam da Dersim hareketi başlamak üzereyken, karısı ve çocuklarıyla, yaz tatilini geçirmek üzere köyüne gelmiştir. Genç muallimin köyü, erkekli ve kadınlı, çocuklu ve ihtiyarlı doğranırken, kendisi, karısı ve çocukları da aynı âkibete mahkûm edilmiş ve cesetleri yakılmıştır. Mazgirt Tersemek nahiyesinin halkı doğranmakta… Merhamet sahiplerinden biri, birle on yaşı arasında 20 kadar çocuğu alıp bir derenin içine saklanmıştır. Vaziyet birden haber alınıyor. Çocukların öldürülmeleri emri veriliyor. Fakat bu emri yerine getirebilecek kimse zuhur edemiyor. En katı yürekliler bile, böyle müdafaasız masumlara silah kullanamayacaklarını söylemeye mecbur kalıyor. Tecrübe birkaç defa akamete uğruyor ve hayli sıkıntı mevzuu oluyor. Nihayet karanlık suratlı bir adam bulunuyor ve bir dere içinde titreşe titreşe bekleyen 20 masumun işi bitiriliyor. Murat suyunun kandan kıpkızıl aktığını görenler olmuştur. Celal Bayar’ın Başvekil ve Mareşal Fevzi Çakmak’ın Genelkurmay Başkanı bulunduğu 1938 yılında cereyan eden Dersim faciası, bütünleştirilmesini okuyucularımızın hayaline ve istikbâldeki tarihçinin kalemine bıraktığımız birkaç teferruat çizgisi halinde budur! Son Devrin Din Mazlumları, Büyük Doğu Yayınları, 27. basım, 2009, sayfa 170-171 Hasan Saltık kişisel arşivi 4 5 Hasan Saltık kişisel arşivi İlk kez 1945’te yayımlandı Türk muhafazakarlığının en önemli kalemlerinden, şair Necip Fazıl Kısakürek’in ilk baskısı 1969 yılında yapılan Son Devrin Din Mazlumları adlı kitabından alıntıladığımız yukarıdaki bölüm, ilk kez Necip Fazıl’ın yayın yönetmeni olduğu Büyük Doğu dergisinde 1945 yılında yayımlanmıştır. Dersim’de neler oldu? Bölgeye dair izlenim ve önerilerini 1935’te hazırladığı ‘Şark Raporu’nda belirtmiş olan Başbakan İsmet İnönü 18 Haziran 1937’de Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak’ın da katıldığı Bakanlar Kurulu toplantısında Dersim için ‘Islahat Programı’nı açıkladı. Programa göre, Dersim’e yol, köprü, okul, kışla yapılacak, askerlik ve vergi işleri düzene konulacak, ağalık, derebeylik, şeyhlik kökünden kaldırılacak, zorbaların malları devlete geçecek, halka toprak, ziraat aletleri ve tohumluk verilecekti. Bu Islahat Programı’nın hayata geçirilmesi amacıyla Dersim’de ilki İsmet İnönü’nün başbakanlığı döneminde 1937’de, ikincisi ise Celal Bayar’ın başbakanlığı döneminde 1938’de olmak üzere iki askeri harekat düzenlendi. Bu iki askeri harekat sonucunda 50 bin’e yakın sivilin öldüğü tahmin ediliyor. 6 7 Yirminci yüzyılın ortasında taş devri Yaşar Kemal Bir gün, Van’ın Sor köyüne gidiyordum. Sor, kırmızı demektir. Sor köyü Esruk dağının kayalıkları dibindedir. Dağın dibi düzlüktür. Bu düzlüğe, küçücük bir ova da desek olur. Ovadaki taşlar insan boyudur. Yani şaha kalkmış binlerce taş... Taş ormanı. Gittim, gittim, ne köy var, ne bir şey. Epey arandıktan sonradır ki gözüme gübre yığınları ilişti. Bu uçsuz bucaksız kayalıkta gübre yığını pek mühim bir alamettir. Yeşillik nasıl suya işaretse gübre yığını da köye delalet eder. Vara vara vardım ki gübreliğe, her birinin arkasında kuyu gibi toprağa açılan kapılarıyla köyün evleri var. Kuyudan saç baş darmadağınık, tarih kitaplarındaki mağara insanları resimlerinin tıpkısı insanlar çıkıyorlardı. Hayretten donakalmıştım bu durum karşısında. Yirminci yüzyılın ortasında taş devri... İçimden, kendi kendime “Şu Sor köyü olsa olsa doğuda bir iki tanedir. Böylesi de her yerde bulunur” demiştim. Ama sonraları Erzurum’dan Ağrı’sına, Bitlis’inden Siirt’ine, Muş’una kadar bütün doğuyu gördüm. Oradakilerin çoğu da aşağı yukarı Sor köyü gibiydi. Bu köylerden birkaç tanesini olduğu gibi yazdım. “Böyle şeyler de olur mu?” diyenlerin haddi hesabı yoktu. İnanmıyorlardı. Bu yazımı işte onlara ithaf ediyorum. Son doğu seferimde Anduk dağından ancak üç günde ovaya inebildim. Ve üç gece köylerde kaldım. Şiltelerin içine pamuk yerine ot, yaprak basmışlardı. Şilteler sabun yüzü görmemişti. Bütün bu köylülerin hepsi darı yahut arpa ekmeği yiyorlardı. Arpa ekmeği yiyenler hali vakti yerinde olanlardı. Fakirlerin cümlesi cindarıya mum olmuştu. İçlerinde buğday 29 Ağustos 1953 tarihli Cumhuriyet Gazetesi 8 9 ekmeği hiç yememiş çok kimse vardır. Köy deyince sakın bunları toplu bir ev kümesi sanmayın! Her tepenin üstünde bir ev... Bir köyün hududu kilometrelerce tutuyor. Kışın kimsenin kimseden haberi olmuyor. Köydeki kadınların tümünün ayağı yalın. Neden erkekler değil de kadınlar hep yalın? Anlayamadım bunu. Yanan Ormanlarda Elli Gün, YKY Yayınları, 4. Baskı, Şubat 2010, sayfa 49-50. “Hakikati anlamak için Yaşar Kemal’i okumalı...” Yaşar Kemal’in yukarıda bir bölümünü alıntıladığımız, Ağustos 1953’te Cumhuriyet gazetesinde “Doğudan Röportajlar” başlığıyla yayımlanan yazı dizisi, o günlerde kamuoyunda büyük yankı uyandırmıştı. Dönemin önde gelen gazeteci ve yazarlarından Hüseyin Cahit Yalçın’dan alıntıladığımız aşağıdaki bölüm ise “Doğu’da yaşanan sefalet ve mağduriyet” halinin kamuoyunda yarattığı infiali çarpıcı bir dille anlatıyor. “Türk umumi efkarından ve memleketten neler saklandığını görmek, hakikatin ne olduğunu anlamak için Yaşar Kemal’in sade bir kalemle, yalnız realiteyi ifade azmiyle yazdıklarını okumalı. Ortaya konan bu müthiş hakikatler karşısında ne söyleyeceğimi şaşırdım. İçimden taşanları, kalemime gelenleri yazmamak için kendimi zorlayarak susuyorum ve şahsen hiç tanımadığım bu cesur ve dürüst kalem arkadaşımı alnından öpmekle iktifa ediyorum.” Hüseyin Cahit Yalçın, Ulus, 6 Eylül, 1953 51 yıl sonra... “Al Gözüm Seyreyle Güneş Karabuda’nın Yaşar Kemal Fotoğrafları: 1956-2010” YKY, Eylül 2010 10 Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı’nın (UNDP) 2004 yılında açıkladığı İnsani Gelişmişlik Endeksi değerlerine göre Şırnak, Ağrı, Muş, Bitlis ve Bingöl’ün insani gelişmişlik düzeyi, insani gelişmişlik endeksinde en alt sıralarda yer alan Hindistan’ın gerisinde kalıyor. 11 “Çocuklara banyo yaptırın!” Orhan Miroğlu “Sen evladım, ya sen nerelisin?” “Şırnak komutanım,” diyorum ve güçlü bir tekmil veriyorum. Yüzbaşı, tekmilimi beğeniyor: “Aferin evladım,” diyor ve ekliyor: “Çocuklara banyo yaptırın!” Banyonun ne anlama geldiğini biliyorum. Kurdoğlu gözaltı kışlasında kaldığım o birkaç gün içinde, tahliye olup cezaevinden gelenler, banyoyu anlatıp durmuşlardı. Birinci katın ilk hücresinde yapılıyordu banyo. Hücre, içine yatarak uzanıldığında, insanın gövdesini kapatacak kadar lağım sularıyla doldurulmuştu; içinde bazen yüzbaşının özel muameleye tabi tuttuğu kimseler sürekli kalıyor, ama genellikle sadece bu işe yarıyordu. İnsanın genzini yakan kokular yayılıyordu bu hücreden ve bulanık suların üstünde pislik parçaları yüzüyordu. Önce soyunmuş olanlardan başladılar. Tam olarak soyunmamış olanları da soydular. Birkaç dakika içinde giyinik kimse kalmamıştı. Suya yatırmadan önce tutukluları domaltıyor, sağlı sollu duran iki gardiyan, ellerindeki kalas ve coplarla kalçalarına vuruyorlardı. Acıdan dayanamayanlar kaçmaya başlıyor, çırılçıplak tutuklular önde, gardiyanlar peşinde duvardan duvara amansız bir kovalamaca başlıyordu. Ağlayanlar, yalvaranlar, imdat isteyenler, feryat edenleri vardı. Bir yararı olmuyordu tabii hiçbir şeyin. Bu bir hoşgeldin töreniydi ve törenin önceden belirlenmiş ve defalarca uygulanmış kuralları neyse, onlar yapılıyordu. Orhan Miroğlu kişisel arşivi 12 Kovalayarak yakaladıkları tutuklulara karşı daha acımasızdılar. Bu tutuklular direniyor, suyun içine yatmadan, ayaklarını uzatıp işi atlatmaya 13 çalışıyorlardı. Başarısız kalıyorlardı doğal olarak. Sırtlarına kalasla vuruluyordu ve onlar da kafaları dahil, bulanık suyun içinde bir anda görünmez oluyorlardı. Dıjwar, Everest Yayınları, 2010, sayfa 87-88. Bilindiği kadarıyla 3 yılda 33 kişi öldü 1 ve 2 Ağustos 1983 tarihli Tercüman Gazeteleri 14 Diyarbakır 5 no’lu Askeri Cezaevi’nde 1981-83 arasında 33 kişi işkence, ölüm orucu, kendini yakma ve kendini asma yöntemleriyle öldü. 128 kişi sağlıksız yaşam koşulları nedeniyle vereme yakalandı. 12 kişi ise işkence sonucu sakat kaldı. İnsan hakları örgütleri ve araştırmacılar, aynı dönemde bu resmi verilerin dışında yaşanan pek çok işkence sonucu ölüm ve sakatlanma vakası olduğunu ancak 12 Eylül darbe yönetimi tarafından bu olayların gizlendiğini iddia ediyor. 15 ‘Annenizle yasaklı bir dil konuşuyorsunuz’ Bejan Matur Ferhat, 1965 Adıyaman doğumlu. Alevî. Bir yaz gecesi köyünde duyduğu bir Şiwan şarkısı kalbine bir ateş düşürmüş, 88’de üniversiteyi bırakıp dağa çıkmış. “Katıldığım gün öleceğimi biliyordum” diyor, kendisini dağa götüren süreci, duyguları anlatırken. Çocukluğu geliyor aklına “Üvey annem çok yaşlıydı. Hep Kürtçe ağıt yakardı. Bir oğlunu kaybetmişti. Beni bağrına basar Kürtçe ağlardı.” Anne ile özdeşleşen Kürtlüğü, uzun yaz gecelerinde kaçak dinledikleri Erivan radyosundan hayal meyal hatırladığı Molla Mustafa Barzani hikâyeleri tamamlıyor. Annesinin bir gün onu görmek için okula gelişini içi ezilerek anlatıyor: “Çamurlu olduğu için ayakkabılarını çıkarıp girmişti sınıfa. Herkes güldü anneme. Çok utandım. Oysa herkesin annesi aynıydı.” olmak istiyordum. Asker olmak güç demekti. Ama hiç şansım olmadı. Asker köye geldiğinde kral gibi karşılanıyordu. Bizim köye belediye başkanı, bir milletvekili gelmiyordu. Asker ve veteriner gelirdi. Hayvanlar bile daha değerliydi insandan.” Dağın Ardına Bakmak, Zaman, 13.03.2008 İnsanlara bir gerçek, gerçek olarak anlatıldığında... Bir çocuk olarak annesinden utandığı o yılların izini belli ki hiç atamamış üzerinden. Yıllar sonra üniversite yurdundan aylardır haber almadığı annesiyle konuşmak üzere telefon sırasına yazılmış. Annesi köyde telefondan Ferhat’la konuşurken bağlantıyı kuran kadın “Yasaklı bir dil konuşuyorsunuz. Devam ederseniz keserim” demiş. Ferhat, “O an bilemedim ama düşününce, evet dedim yasak dil Kürtçeydi! Kadın tekrar kabini açtı ve ‘Siz yasak bir dil konuşuyorsunuz, keseceğim.’ dedi. Gözlerim doldu. Anneme anlatmaya çalışırken telefon kapandı. Ağlıyordum. Öyle bir zoruma gitti, öyle içim ezildi ki.” Üniversite yıllarında yaşadığı bu çatışmalar ve boşluk duygusu öfkesini daha da görünür kılmış. “O boşluğu doldurmayı vaat eden bir ideoloji, insanı ‘Dağa çıkayım kahraman olayım’ noktasına getirir” diyor. Ve ironik üslubuyla bir çocukluk hayali anlatıyor: “Harp okuluna girmek, astsubay 16 Şair, yazar Bejan Matur’un Mart 2008’de Zaman gazetesinde yayımlanan Dağın Ardına Bakmak adlı yazı dizisinden alıntıladığımız gerçek hikaye kamuoyunda çok olumlu tepkiler almıştı. Matur o günlerde bu yazı dizisiyle ilgili kendisine ulaşan okur tepkileriyle ilgili şöyle diyordu: “İnsanlara bir gerçek, gerçek olarak anlatıldığında o herkese ulaşıyor. Yazı dizisinin meselenin muhatapları tarafından aynı biçimde karşılanması bizleri buna ikna etti. Karamsarlığa yer yoktu. Bu toprakların hamurunda üzeri örtülmüş bir insan var. Ona güvenmek zorundayız.” Kürtlerin hayatına ilk kez 24 Eylül 1925 tarihli Şark Islahat Planı çerçevesinde fiilen giren Kürtçe konuşma yasağı, 12 Eylül yönetimi tarafından 1983’te çıkartılan 2932 sayılı “Türkçe’den Başka Dillerde Yapılacak Yayınlar Hakkında Kanun” ile resmiyet kazandı. Yasanın 3. Maddesi Türkçe dışındaki dillerin “anadil olarak kullanılmasına ve yayılmasına yönelik her türlü faliyette bulunulmasını” yasaklıyordu. 1991’e kadar 8 yıl yürürlükte kalan yasa 1991’de dönemin başbakanı Turgut Özal başkanlığında yapılan Bakanlar Kurulu toplantısı ile yürürlükten kalktı. 17 Geriye kalan! Fikri Sağlar Türkiye’de demokrat olmak zor. Türkiye’de solcu olmak da zor. Türkiye’de Kürt olmak daha da zor!.. Hele demokrat, solcu ve Kürt olmak hepsinden zor!.. Aslında Türkiye’de iki şeyin kıymeti yok… İnsan ve zaman!.. O nedenle temel hak olan “yaşam hakkı,” pek değer taşımıyor… “Derin devlet” istediği yurttaşı “öldürme kararı verebiliyor!” Hatta kararı emniyet güçlerine infaz da ettirebiliyor… Çokça dağ başında, köyde, mezrada ya da sokakta, taksi içinde ölü bulunan insanlar ya oracıkta açılan çukura gömülüyor veya kuyulara atılıyor.. ya da köylerin veya kentlerin kimsesizler mezarına defnediliyor!.. Eskiden televizyonlarda yan yana ayaklarından çekilerek sürüklenmiş görüntüler ibret olsun diye halka gösterilirdi!.. “Şaki” derlerdi bu gençlere… Sonra “terörist” dediler.. Dağdaki “kirli savaşta” askerler de öldüler!.. Önceleri Türkiye’nin batı bölgelerinden gelen gencecik bu askerler, bilmedikleri bir nedenle ve de ellerindeki devlet malı silahla Kürt gençlerinin üzerine yürüdüler!.. Top, makineli, cemse, reo… 17 Şubat 1994 tarihli Milliyet Gazetesi’nden 18 19 Şiddet şiddeti getirdi.. Hedef kayboldu! Hırs, hınç ve kin ayrılığa neden oldu!... Türk Kürt’e, Kürt Türk’e düşman edildi. Oysa amaçları vardı!.. Hani, dostluğu birlikte yaşamak istemişlerdi. Hak, özgürlüklere kavuşmayı beklemişlerdi.. Eşit insan, mutlu yurttaş demişlerdi… Refahın hâkim olduğu ülke de yaşamayı arzu etmişlerdi! Her ölen genç, bin yıllık kardeşlikten de, bir şeyler eksiltti. Ailesi barış istedi ama o bölgede barınamadı!.. Köyünü boşalttı. Doğduğu yerleri bıraktı!.. Mardin’den Mersin’e Ya da Bitlis’ten Bursa’ya göç etti… Yine de bu ülkenin tamamı bizim dedi!.. Yurtseverlik buydu!.. Ayrılmak; dışlanmak, Bölünmek; ötekileşmek demekti!.. Onlar yabancılaşmak değil kucaklaşmak istiyorlardı!.. Kürt’ün türküsü, yemeği ve dostluğu, Türk’ün folkloru ve sevgisi ile birleşmeden zenginleşemiyordu!.. Toprağın kokusu, suyun sesi, geçmişin kültürü yüceltiyordu beraberliklerini!.. Bin yıldır kardeştiler, eş, sevgili aile olmuşlardı! Ama bir türlü büyümüyordu akrabalıkları!… Sanki kara kedi girmişti aralarına.. Kedi “derin devletti.” Hak, özgürlük ve eşitliğe engel olan devletin politikasıydı.. 20 Kürt, alevi, demokrat “Darbe gerekçesi” yapıldı.. Darbe “kimlikleri ezdi!” O derin ilişkili devlet, Farklı Dili, dini, mezhebi Hele hele ırkı, kökeni hiç kabul etmedi!… Kürt de, Alevi de, Solcu da, Demokrat da Mutlak iktidarlarında yok sayıldı!.. Dışlanan çoğunluğun sesi olanlar, faili meçhul cinayetlerin üzerine gidenler, yolsuzluğa geçit vermeyenler, mazlumun yanında duranlar, mağrurun karşısına çıkanlar, tek tek yok edildiler!… Cizre’nin Yeşilyurt köyünde insanlara dışkı yedirdiler!.. Oraya ilk giden kişi olarak o köylülerle konuştuğumda muhtar Memo’nun gözlerini unutamam! Nusaybin Kutlubey Köyü Dohmuk Mezrası’nda yakalanıp karakolda dövülerek öldürülen İbrahim Polat olayına ulaştığımda görüştüğüm eşi İne Polat’ın çektiği acıları tarif etmek mümkün mü?... Yıllar sonra aynı etkiyi yaşarım her vahşettin arkasından!.. Bunları hak ettik mi? İnsan olmak zor!.. İnsanı koruyan, etrafını kollayan, haksızlığı sorgulayan, vahşetten hesap soran, zalime karşı çıkan olmak zor!.... Duygu, yürek ve akıl!.. Bir de iki damla gözyaşı! Galiba insan olmandan geriye kalan bu!..… 21 22 23 Korkular, Cinler, Rüyalar ya da Zorunlu Göç ve Cevapsız Sorular Bahar Şahin Fırat Zorunlu göç evlerinde sohbet “Hoş geldiniz, sefa geldiniz, başımızın üzerinde yeriniz var”la başlar, “ama acımı tazelediniz, yaralarımı deştiniz”le biter. Tazelenen acılar, deşilen yaralar hem istense de geri dönülecek bir sılanın yokluğuna dairdir, hem de can havliyle sığınılan, sığıntı gibi yaşanılan, onurlu ve huzurlu bir yaşamı mümkün kılmayan gurbetin ağırlığına. Büyük kentlerin döküntü, harabe mahallelerindeki tek göz evlerde yoksulluğu, yabancılığı ve köksüzlüğü paylaşarak bir arada yaşayan üç neslin sılaya dair ortak hafızasını oluşturan bilgi, korkudur: “Benim geride bıraktıklarım, korkularım. İnsan hiç korkularına geri döner mi?” diye sorarken evin babası, evin annesi anlatır bir gece sabaha karşı evlerin boşaltılıp, köyün ateşe verilişini; yanan hayvanların sesinin çocuk çığlıklarına karışmasını; erkeklerin hakarete, kadınların tacize uğrayışını; helikopterlerden açılan ateşle ölenlerin kepçelerle toplu mezarlara gömülüşünü… Yaşadıklarını unutmasınlar diye adı Hicret konulan evin kızı büyürken “Mardin çok uzak mı baba? Orada köyümüz var mı? Gidecek miyiz?” diye sorduğunda, baba kızını bir masal anlatır gibi cevaplar: “Kızım, köyde cinler var, köyde evler boş kalmış, içinde cinler yaşıyor. Onun için gidemeyiz”. Ama babanın sorduğu soruyu cevaplamak o kadar da kolay değildir: “Kızımı böyle inandırdım, kendimi nasıl inandırayım? O cinler benim içimde yaşıyor. Kendi içimdeki cinleri nasıl çıkarayım?” 24 Cevapsız sorulara ve sitemlere dedenin de ekleyecekleri vardır: “Biz keyfimizden gelmedik ki buraya. Hizbullah’tan, devletten, koruculardan kaçtık geldik! Dönecek yerimiz mi kaldı? Döndüğümüzde her şey yerinde olacak mı? Tarlam, bağım, bahçem, mezarlıklarım? Rüyamıza az mı girdi köylerimiz? Keşke köylerimiz rüyalarımıza girdiği zaman dönebilseydik. Ama artık rüyalarımızda da göremiyoruz köylerimizi, nasıl dönelim?” O eşikten içeri girip, misafir olduğunuz ailenin tarihine yapılan yolculuğa katıldıktan sonra, anlatılanlar artık sizin de tarihiniz, sorular artık sizin de sorularınız olur, korkular ve cinler sizin de rüyalarınıza girer… s.22-23 fotoğraf: Attila Durak Bir milyon 200 bin kişi yerinden oldu İçişleri Bakanı Beşir Atalay’ın TBMM’deki bir soru önergesine verdiği yanıta göre Mayıs 2008 itibariyle OHAL kapsamında olan illerde 62 bin 448 hane boşaltıldı ve 386 bin 360 kişi yaşadığı yerden ayrılmak zorunda kaldı. Bu resmi veriye karşın sivil toplum örgütleri ve üniversiteler durumun çok daha vahim boyutlarda olduğunu iddia ediyor. Hacettepe Üniversitesi Nüfus Etütleri Enstitüsü’nün 6 Aralık 2006 tarihli “Türkiye’de Göç ve Yerinden Olmuş Nüfus Araştırması”na göre 1985-2005 döneminde OHAL kapsamında olan 14 ilde tahminen 950 bin ile 1 milyon 200 bin arasında kişi yaşadığı yeri terk etmek zorunda kaldı. 25 Mavi Üstüne Siyah Haydar Ergülen Cumartesi mavidir, alçaklık siyah. Mart mavidir, şehir mavidir, tezgahtar kızlar mavidir, ümitleri, düşleri mavidir. Sözleri biraz yorgundur, ama mavidir, bedenleri ağrısa da mavidir. Cumartesi gecesi ateşi bir deyimdir, bir filmin adıdır. Onlar yaşayabilselerdi cumartesi geceleri de mavi olacaktı. Bir cumartesiyi daha özleyecekler, akşamı iple çekeceklerdi. Bir günün sonunda arzu bir kez daha mavi olacaktı. Halk mavidir, düşmanlık siyah. Halkın mavi bir yoksulluğu vardır. İyimser bir yoksulluk. Enflasyondan, geçim zorluğundan, işsizlikten, sağlık kuruluşlarının yetersizliğinden, trafikten şikayet eder ama yine de onlarla yaşayıp gider. Hep düzeleceğini ümit eder, çünkü halkın mavi bir gönlü vardır. Halkı gönlünden yakmasalardı eğer, o iyimserliğiyle yine bir teselli bulur, yaşayıp giderdi. Halkın evine ateş, gözüne yaş düştü, hem de kaçıncı kez. Şimdi öfke siyah bir gözyaşı olarak birikiyor halkın gözünde, şimdi mavinin üstüne acının siyah dumanı toplanıyor. Hayat mavidir, korku siyah. Korku bir karanlık rejimidir, halkı sindirerek terbiye etmeye, baskı altında tutmaya yöneliktir. Solingen’de gurbetçileri, terhis yolundaki 33 askeri, dağlardaki gençleri, Sivas’ta şairleri, sanatçıları, 37 insanı, Başbağlar’da köylüleri, Mavi Çarşı’da 13 canı yakan bu korkudur, içi de karanlıktır, yolu da, sonu da. Hangi dinden, hangi inançtan, hangi düşünceden yana olursanız olun, cinayete karşı, kıyıma karşı aynı tarafta olmak gerekir, insanlığın yanında olmak gerekir. fotoğraflar: Sabah Gazetesi arşivi 26 27 Şiir mavidir, haberler siyah. Hayaller mavidir, gerçekler siyah. Siyah uykulardan, ne zaman uyanacağız, lekesiz, korkusuz, külsüz, dumansız mavi bir sabah çok mu uzak? Siz maviyi yaktınız, halkın gülümsemesini yaktınız, tıpkı ormanları, köyleri, otelleri, tutuşturup yaktığınız gibi, şimdi de hayatı tutuşturup şiiri yaktınız, oysa insan şiirdir, aşktır, kutsaldır. Yazı mavidir, sessizlik siyah. Artık kimsenin susmaya hakkı yok! Ya nereden ve kimden gelirse gelsin, cinayete hep birlikte karşı çıkacağız, ya bu ateşin içinde korkuyla yaşayıp acıyla kavrulacağız. Şimdi karşı koymak mavidir, susmak siyah. Yanık bir vicdanla yaşamaya razı değilsek, ciğerlerimizde hala bir nefes, dilimizde bir söz kaldıysa, mavi üstüne siyah düşmesin diye, yeni yangınlar çıkmasın, halkın gönlü kül olmasın diye, çok söylemek gerekir. Çünkü çarşılar mavidir, halk mavidir, hayat mavidir. Mavinin yanında siyahın hükmü nedir ki? Mavi Çarşı yangınında 13 kişi öldü 15 Temmuz 1999 tarihli Milliyet Gazetesi’nden İstanbul Göztepe’de 13 Mart 1999’da altı katlı, “Mavi Çarşı” giyim mağazasına Abdullah Öcalan’ın Türkiye’ye getirilmesini protesto eden PKK sempatizanı bir grup tarafından atılan molotof kokteylinin neden olduğu yangında 13 kişi öldü, beş kişi yaralandı. İstanbul 11. Ağır Ceza Mahkemesi’nde 7 Mayıs 2007’te karara bağlanan davada Mavi Çarşı’ya attıkları molotof kokteyliyle yangın çıkaran ve 13 kişinin ölümüne neden olmaktan yargılanan dört sanıktan üçü ağırlaştırılmış müebbet, biri de müebbet hapis cezasına çarptırıldı. Yargıtay 9. Ceza Dairesi, 29 Mayıs 2009’da verilen mahkumiyet kararlarını onadı. s.30-31 fotoğraf: Attila Durak 28 29 30 31 Ölüm Buluşmaları Sabih Ataç ‘Daha çok babama işkence yapmışlar. Bana tekme tokat vurdular. Soğuktu, yiyecek azdı. Neyse bizi bıraktılar. Babam incinmiş yoksa o da gelirdi. İlginiz için teşekkür ederim’ sözlerinden çok samimiyetinin, yüzünde oluşturduğu berraklık, sevecenlik beni ve Sedat’ı etkilemişti. On sekiz yaşı, terbiyesi, saygısı kişiliğinde dengeliydi. Okulda başarılı olduğunu bildiğim için üniversiteye hazırlanmasını, okuması gerektiğini, kendisine yakışacağını konuştuk. Kürt gençlerinin üniversite öğrenimini önemsemeleri gerektiği konusundaki uzlaşmayla mutlu olmuştuk. Umutlarını geleceğe doğru saçtığını hissettiren gülüşlerle ayrıldı. Antalya’nın Serik ilçesine çalışmaya gitmişti iş sezonunda. Beraber gittiği demirci ustası ‘çok dikkatli çalıştı. İstekle demirleri büküp bağladı. Dershane için para biriktireceğini söyledi. Her gece, yanında getirdiği üniversiteye hazırlık kitaplarını çalıştı’ diye anlatmıştı. Batman’a döndükten bir müddet sonra, babası ile birlikte yeniden gözaltına almışlardı. Sedat ile birlikte avukatlık sınırlarını aşarak, durumunu nöbetçi emniyet görevlilerine, nöbetçi savcıya ilettik. Yeterli delil olmadığından bir hafta kadar sonra bırakıldı. fotoğraf: Attila Durak 32 Avukatlık bürosunda olanları anlatırken, samimiyetinde değişiklik yoktu, yüzündeki kin ve nefreti saklayamıyordu ‘İlginiz için teşekkür ederim. Ama bana anlatabileceğiniz tek gerçek yok. Size inanmıyorum. Sizin anlattıklarınız hep yalan. Gözümün önünde günlerce babama işkence yaptılar. 33 ‘Gözümün önünde babama.............’ Kafasını dimdik tutmuş, gözleriyle geleceğin derinliğine dalmıştı. ‘Eğer bu onlara kalırsa, onlar benim......’ sertleşmiş yüzdeki yanaklarından damlalar ardada inmesine rağmen gözleri kurumuyordu. Aradan bir ay kadar bir zaman geçmişti ki, Sason Kozluk arasındaki dağlarda çıkan çatışmada silahlardan çıkan mermiler karşılaştı, karıştı, buluştu, can aldı....... İnsanlar ölmüştü. Ölenler arasında Metin de vardı. Dağa çıkmaya, gerillaya katılmaya karar vermişti. Henüz katılmış ve eline silahı daha almamıştı. Güneş ışınlarının kaynadığı bir temmuz gündüzünü, gölge serinliğine girdiği Raman Dağı’nın eteklerinde can arkadaşlarıyla daldığı sohbette akşam etmişti. Karanlık görüşü iyice kapatıyor iken, karşı dağ eteğindeki yangının ateşi, doğanın imdat çığlığı gibiydi. Üçü ortak ana babadan, biri ortak kaderden dört kardeş, yardım için Sedat’ın arabasına binip giderlerken, toprak yolda hızla dönen araba tekerlekleri o kalleş, o alçak mayınla buluşurken, dünyanın dengesi, daha bozulur oldu, yuvarlak küre yumuldu. Sözcükler, uçuştu, karşılaştı, karıştı, göz parçaları, ten, tırnak parçaları, kafatası, kemik parçalarıyla buluştu, güzel yaşamlar, ölümle kesişti: Hak, onur, özgürlük, barış, kardeşlik demokrasi, insan, Sedat, insan, Salih, insan Sadi, insan, Sıdık... Cenazesine Sedat ile katıldık. Boğazımız düğümlemişti, doyasıya, hıçkıra hıçkıra ağlamak istiyorduk. Sedat çok iyi bir hukukçuydu. Zekasını, bilgisini, emeğini halkına harcamakta son derece cömertti. Emeğin, bilginin, para puldaki hesabını bilmezdi. Korku sis gibi çökerken üstümüze, cesaret yaratmakta hünerliydi. Haktan ve haklı insandan yanaydı. Haksıza diklenmek istese de sözcükleri, davranışları naifti. Bu yüzden ‘sofi’mizdi. Ölüm, Milyonlarca buruk yürek, Yine, Yine ölümle buluştu. Bir yaz sıcağında büroma geldiğinde bıyıklarının altındaki gülümseme, elini tuttuğumda elli derece sıcaktaki buz teni beni ürkmüştü. Tokalaşırken ‘Hayırdır sofi’ dedim. Sol elindeki zarfı uzattı. Beyaz kağıda, gerillaya ait, kesik kol, bacak, kafa yapıştırılmış, altına da ‘sonun böyle olacak’ onun da altına TİT yazılmıştı. Aradan yıllar geçti. 34 35 ‘O bombayı koyanlar şimdi mutlu mudur?’ Ferda Balancar Mizgin Demir, 1991’de Dünya Barış Günü olarak kutlanan 1 Eylül’de ailesinin ikinci çocuğu olarak dünyaya geldi. Ailesi ona Kürtçe’de müjde anlamına gelen Mizgin adını verdi. Mizgin henüz 9 yaşında iken lösemiyle tanıştı. Babası işsizdi, annesi ise ev kadını. Mizgin’in tedavisini LÖSEV üstlendi. 3 yıl süren tedavi döneminde ağır kemoterapinin etkilerine rağmen hayata tutunmayı başardı. 2003’te doktorlar Mizgin’e “Kanseri yendin” müjdesini verdi. Tedavi sonucu dökülen saçları da yeniden çıkmaya başlamıştı. Ne var ki kanseri yenen Mizgin, 12 Eylül 2006’da Diyarbakır Bağlar’da Koşuyolu Parkı’na konulan bir bombanın patlamasıyla yaşamını yitirdi. Aynı patlamada Mizgin’in annesi, teyzesi ve üç kardeşi de hayata veda ettiler. Mizgin`in en küçük kardeşi 6 yaşındaki Barış ise bacağını yitirdi. Patlama sırasında Ankara’da olan baba Mehmet Demir’in cebinde karısı ve dört çocuğunu kaybettiğini öğrendiğinde Diyarbakır’a dönecek parası yoktu. Akrabadan toplanan parayla Diyarbakır’a geldiğinde çocuklarının cenazesi çoktan kalkmıştı bile. Baba Demir, patlamadan sağ kurtulan Barış’a koştu hemen. Onun da yüzde 70 sakat kaldığını öğrendi. Lösemiyi yenen Mizgin patlamaya yenilmişti, Barış ise sakatlanmıştı. Mizgin’in iyileşmesinde başrolü oynayan LÖSEV’in Yönetim Kurulu patlamadan sonra yaptığı açıklamada şöyle diyordu: “Anne ve babasının bir tanesi, miniminnacık bir çocuk dünyaya gelir. Hiçbir günahı yokken çevresindeki kanser yapan etkenler sebebiyle lösemi hastası olur. Doktorlar onu tedavi eder. Tam ölmek üzereyken yaşama bağlanır. Okuluna giderken, oyunlar oynarken bu hayattan koparılır. O bombayı koyanlar şimdi mutlu mudur?” 36 fotoğraflar: Sabah Gazetesi arşivi Failler yakalandı ama… Diyarbakır’ın Bağlar ilçesindeki Koşuyolu Parkı’nda 12 Eylül 2006’da yaşanan korkunç patlama sonucu 7’si çocuk 10 kişi hayatını kaybetti. Saldırıyı gerçekleştiren 3 kişi olaydan kısa süre sonra yakalandı. Eylemi Türk İntikam Tugayı üstlendi. Faillerin yakalanmasına ve olayın üzerinden 5 yıl geçmesine rağmen dava halen sonuçlanmadı. 37 Buluşmaların anadilinde... Leyla İpekçi 70’li yılların ilk yarısı olmalı. Bir yaz günüydü. Mecidiyeköy’de yeşillikler, serin gölgelikler vardı halen. Tek tük arabalar hatırlıyorum. Bir de otobüs durağı. Önünde bilmediğim bir dilde iki oğlan bağırışıyordu. Sekiz dokuz yaşlarında vardılar. Benden birkaç yaş büyük. Avuçlarını açmış, para istiyor gibiydiler. Biz duraktaydık ve yanımızda, otobüs bekleyen ağabeylerden biri “Türkçe konuşun” diye bağırmıştı. Sonra da durakta diğer bekleşenlerle birlikte onları ayıplamışlar, “Kürt bunlar Kürt” diyerek onları neredeyse azarlamışlardı. Kürtçenin bundan kırk yıl sonra dahi hukuk tabirinde ‘bilinmeyen dil’ olarak geçmeye devam edeceğini elbette bilemezdim. Yine o yıllarda, aynı mahalledeki ilkokuluma yürüyerek giderken önünden geçtiğim karşı apartman kapısında bir adam dikilirdi. Yıpranmış siyah ceketli, buruşuk pantolonlu, kafasında siyah kasketiyle... Bizim mahallede yaşayan Karadenizlilere, Balkan göçmenlerine veya azınlıklara pek benzemiyordu. ‘Kürt Kemal’ derlerdi ona. Sabahları kapıda durur, etraftakilerin ihtiyacına göre ‘ne iş olsa’ yapardı. Cam sildiğini, bakkala gidip öte beri taşıdığını, apartman girişlerini sildiğini filan hatırlarım. Bazen dairelerin kapısını çalardı. Ona yiyecek, giyecek verirlerdi. Çocuk aklımla Kürt kelimesi bende ‘garip’, ‘tuhaf’ gibi anlamlara gelmeye başlamıştı. Kendi dedemin de Kürt olduğunu, çocukken Eğin’de onun da lakabının ‘Kürt Kemal’ olduğunu öğrenmeme uzun yıllar vardı. Ta 2009 Türkiyesi’ndeki açılım günlerini beklemem gerekecekti bunun için. fotoğraf: Attila Durak 38 39 İlkokuldan sonra girdiğim Fransız lisesinde Türklerle Ermeniler, Yahudiler ve Rumlar bir aradaydı. Ailesi Adanalı, Diyarbakırlı, Antepli olan birkaç arkadaşımız daha vardı. Ara sıra Kürt olduklarını işitirdik. Ama hepimiz Türk idik. “Türküm doğruyum çalışkanım”ı en gür sesimizle tekrar ederdik sabahları. Yine çok uzun yıllar sonra, 2000’lerde... Antep’te, Diyarbakır’da, Batman’da karşılaşacağım çocukların söze kesin bir dille “Biz T.C. vatandaşıyız abla” diye başlayacakları gibi. Tedirginlik dolu bir tedbircilikle! Daha sonraki yıllarda yine ‘Kürt Nevzat’ lakaplı bir arkadaşımız oldu. Neden Kürt kelimesiyle birikte anılırdı bazı kişiler? Hepsi aynı aileden miydi, hiç kimse sormaz, sorgulamazdı. Bir insanı kökeniyle çağırmak ayrımcılık olmaz mıydı hem? Nevzat ise isminin önündeki bu lakaptan rahatsızlık duymazdı, herkes tarafından böyle çağrılmaktan hoşnut gibiydi. Boğaziçi Üniversitesi’ne başladığım yıl, Kürt kelimesinin yanında PKK adının da söylenmeye başladığını duydum. İlk kanlı eylemini gerçekleştirmişti örgüt. Yıl 1984. Birileri, Kürt olduklarını, ezildiklerini, mağdur olduklarını anlatmanın –son çare- şiddet dolu yolunu bulmuşlardı... Şiddete başvurmayanlar ise demek ki kökenleriyle ‘tanınmak’tan hoşnuttular. Bundan sadece iki yıl önce, 27 Ekim 1982’de, 80 darbesinin mimarı Kenan Evren hazırlanmakta olan yeni anayasa için halkı ikna turnesinde Diyarbakır’daydı: “Devlet bu gibi anarşistlerin ve teröristlerin hakkından gelecektir demiştim ve geldi. Ama yine demiştim ki ‘yeter ki sizler yardımcı olunuz.’ Görüyorsunuz, milletçe el ele verince bütün güçlükleri yenmek nasıl mümkün oluyormuş...” Böyle diyordu. Ama aynı günlerde PKK’nın doğum yeri olarak anılacak Diyarbakır Cezaevi’nde yüzlerce insana yapılan işkenceler sürmekteydi... Benzer ‘ortam olgunlaştırma operasyonları’ bizzat devlet içindeki illegal 40 birimler tarafından kesintisiz bir biçimde tüm 90’lar ve 2000’ler boyunca da devam edecekti. İşin ciddiyetini sosyoloji bölümünden mezun olana dek kavramadım. Ne ben ne de yaşıtlarım. Çok uzun yıllar sonra, Türklerle Kürtlerin katıldığı birkaç günlük bir konferansta, benim dönemimde memleketin batısında öğrenci olan diğer kişilerden de benzer şeyleri duyacaktım: Kürt kelimesi silinmişti toplumsal hafızamızdan. Devletin resmi ideolojisinin dayatmasıyla hepimizde şu önkabul çoktan oluşmuştu. Hepimiz ancak Türk sayıldığımızda eşit vatandaş olabiliyorduk! Türklük kavramı tam da bu yüzden Kemalizm tarafından politize ediliyordu durmadan. Derin devlet eliyle yapılan tüm adaletsizliklerin resmi adresi olarak durmadan arkasına sığınıldı Türklüğün. Ve vatandaşlarını bizzat suça azmettiren nüfuzlu kişiler tarafından siyasi bir malzeme olarak kullanıldı yıllar boyunca. Örnekler o kadar çok ki. Yahudileri Trakya’dan yollamak için onları hedef gösterirken, ‘Türkçe konuş’madıklarının altı çizilmişti. Ermeni, Rum, Yahudi tüm gayrımüslim azınlıkların mallarını 6-7 Eylül’de yağmalayanları provoke edenler de bir çeşit ‘operasyon’ yürüten resmi yetkililerdi. Türk olmayanların dükkanının önceden belirlenmesinde rol oynamışlardı. Gökçeada’da uygulanan ‘eritme planı’yla adayı Rumlardan temizleyen görevliler oraya Türk nüfusu getirtmiş, kimi mahkumları serbest bırakarak Rum halkına karşı suç işlemelerine göz yummuşlardı. Hrant Dink’i taşeronlarına katlettiren, Türklük adına gençlere ölme ve öldürme yemini ettirenler de Türklüğü kendilerine kılıf yapmışlardı. Ordudan irticacı diye atılan inançlılar da, üniversitelerden başörtüsü nedeniyle mahrum bırakılanlar da adaletsizliğe uğruyorlardı. Ama yapılanları meşrulaştırmak için ‘Atatürk ilke ve inkılapları’ gibi mutlaklaştırılmış ideolojilerin ardına gizleniliyordu. Rahip kestiren, gazeteci vurduran kişiler hep Türklüğün 41 Devlet Güneydoğu’da bir savaş olduğunu kabul etmediği için- sakatlanan askerlere ‘harp malülü’ değil, ‘vazife malülü’ denmesi boşuna değildi. Askerlere yaktırılan köylerin kayıtlara sığınak olarak geçmesi de boşuna değildi. Ne savaş vardı! Ne faili meçhuller, ne kayıplar! Hatta ne de suç! Suçlular yargılanmadığı sürece, bazen tüm bir halk, bazen tüm bir kurum ya da kurumlar suçlu telakki edilebiliyordu. ‘Kürt açılımı’nın ilk günlerinde memleketin batısındaki mahallelerde, mesela İstanbul’un göbeğindeki bir semtte “Kürt kapıcı istemem” sözünü hiç yüksünmeden duymaya başlamıştım. Ev sahipleri Kürtlere ev kiralamamak için olmadık gerekçeler ileri sürüyorlardı: “Nedir bu açılım saçmalıkları, eskiden böyle laflar yoktu, hepimiz kardeştik.” Böyle diyorlardı. Ama unutuyorlardı; Kürt kelimesi olmadığı sürece kardeştik! Şu sözleri de daha sık duymaya başlayacaktım: “Kürtler hep böyledir. Kaba ve ilkel. Aşiret kültürü bu. Dedem de oralara gittiğinde anlatırdı, her şeyi devletten bekle, sonra da habire isyan et.” Toplumlardaki her türlü değişimi, dönüşümü imha eden bu ‘taşlaşmış’ söylem, devletin ‘makbul’ vatandaşından yıllarca beklediği yaklaşımdı. Bu algıda ısrar edersek, daha uzun yıllar Kürtlerin mağduriyetini meşrulaştırmamız işten bile değildi. ardına sığınarak adına yaptılar kanlı eylemlerini. Hiçbir zaman da hakkıyla yargılanmadılar. 2009 yılında, yani benim mezuniyetimden tam 20 koca yıl sonra... Üniversiteden yeni mezun olan İzmirli bir öğrenciyi İstanbul’da ağırlıyordum. Beyoğlu’na gitmek istedi. Galatasaray Lisesi önünden geçerken ona “bak burada da kayıp anneleri her cumartesi toplanırlar, ellerinde fotoğraflarla” demiştim. Bana şöyle dedi: “Ne demek kayıp anneleri? Uyduruyorlar mı? Bu zamanda bu teknolojiyle nasıl kaybolmuş ki insanlar!” Sahil şeridinde yaşayanlar Kürt göçmenlere karşı aleni olarak tavır almaya başlamışlardı. Memleketin birçok yerinde emniyet yetkilileri Kürt bölgelerine ait plakalı arabaları durduruyordu sorumsuzca. Üniversitelere yerleştirilen provokatörler belli dönemlerde tetiğe basıp Türk Kürt çatışması çıkartmayı başarıyordu. Yeni tür bir ayrımcılıktı bu. Kürtlerin adı konduktan ve böyle bir sorunun varlığı kabul edildikten sonra başgöstermiş, toplumsal zihinaltımızı esir almayı hedeflemişti. fotoğraf: Attila Durak 42 43 90’lı yıllar boyunca ise savaş baronları kameraların sayısındaki artışa rağmen, haber çeşitliliğine engel olmuşlardı. Savaştan nemalanan kitle ve kurumların güçlenmesine, askeri vesayetin içselleştirilmesine hep birlikte çanak tutulmuştu. Şimdi geri dönüp baktığımda, o dönemde medyada çeşitliliğin artmasıyla, güneydoğuda yaşanan cinayet ve katliamların bu döneme denk gelmesi arasında bir bağlantı kuruyorum. Çünkü bu eşzamanlı bir gelişmeydi. 2000’lerin sonundaki açılım süreciyle birlikte belki siyasi olarak bir adım ileri iki adım geri gidiyorduk, ama en azından ‘bakabilenler’ için hiçbir şey saklı kalamıyordu artık. Bölgeye çeşitli vesilelerle gidip gelirken, bir keresinde, bir ay kadar en ücra bölgelere dek gezme fırsatı buldum. Hayır, bir gazeteci gibi soru sormadım kimseye. Yalnızca hayata karıştım... Uçakla seyahat etmiyordum. Acelem yoktu. 11 ile 14 yaş arasındaki çocuklarla birlikte dolaştım. Onlarla arkadaşlık ettim. Bu çocuklar, evet, taş atma yaşına çoktan erişmişlerdi. Hırsızlık yapmaya, çetelere karışmaya ve şiddet yanlıları tarafından kullanılmaya da başlamışlardı. Boz topraklar, ıssız mezralar, yüksek dağlar arasında kimi kalmak istiyordu. Kimi gitmek. Bazıları için dağdı bu gitmenin istikameti. Bazıları içinse büyük şehir. Hemen hepsinde mahcubiyet vardı. Aileleriyle birlikte maruz kaldıkları haksızlıkları ifade etmelerini engelliyordu bu mahcubiyet. Bazılarında hakarete uğramaktan, itilip kakılmaktan, yanlış anlaşılmaktan kaynaklanan bir bilinç gelişiyordu. Bir genetik miras. Bazılarına ise mazlumiyetin aktarımı giderek bir mağrurluk, bir gurur olarak yansımıştı. Fakat hemen hepsinde çok içselleştirilmiş bir korku vardı: Dönememek korkusuydu onlarda gördüğüm... Dağdaki büyüklerinin gücü sahip oldukları silahtan gelmiyordu. Bu çocukların nezdinde ise asıl kudret, silahlı güçlere karşı meydan okuyabilmekten kaynaklanıyordu. Şiddet tutkusu değildi, şiddetin meşrulaştığı bir aidiyet kavramı bile değildi. Daha ziyade bir varolma 44 imkanıydı bu. 2000’lerin çocukları için şiddet ilk dağa çıkan büyükleri gibi bir ideolojik kılıfa da bürünmeyecek gibiydi... Şiddet, son çare dahi değildi artık. O aşamalar çoktan geçilmişti. Bir ‘varoluş hakikati’ydi artık şiddet. Somut silahların gücünden öte, meydan okumanın gücü. Bu ihtiyaç, tek çare olarak eline silah alıp dağa çıkan gençleri aynı karede donduruyordu. Gelecek nesilleri böyle yetiştirmiştik işte: “Açılım değil, kan istiyoruz” diyenlerle, gördükleri her yabancıya taş atarak var olabilenler birlikte büyümüştü. Biz ‘yetişkinler’ barış yapamazsak, ileride bu kuşakların barış yapmaları pek de kolay olmayacaktı. Artık devletin vatandaşlarından özür dilemesinin zamanı! Tıpkı örgütün yetkili bir isminin “bizden kaynaklanan hatalar oldu, siviller öldü, bunlar için gerekirse özür dileriz” deme aşamasına geldiği gibi. Birbiriyle çatıştırılan kesimlerin karşılıklı olarak silah kullanmaktan vazgeçmesine giden yollardan biri karşılıklı özürden geçiyor. Unutmak değildir özür dilemek. Ama bir daha asla olmaması için elini taşın altına koymaktır. Bir niyet gösterisi. Karşılıklı bağışlamak, geleceği ortak inşa etme çabasını getirir. Geçmişle yüzleşme, ovaya ineceklerin siyasete ve hayata katılımı, anadilde yaşamak ve eğitim almak... Tüm bunların gerçekleşmesi yönünde karşılıklı bir güven ilişkisi oluştukça, ateşkesler yerini barışa bırakacak. Barış; kendi kafesimize çekilip kapandığımızda değil, bizi buluşturan dillerde olacak. Ve o zaman, kırk yıl öncesinin aksine, bir başkasının anadilini anlamaya başlayacağım hiç konuşmadan. Kulaklarım da kalbim de aşina olacak ona. Herkes ancak anadilinde kendini gerçekleştirdiğinde, medeniyetimizin çokkültürlü, çokkimlikli niteliklerinde buluşacağız. Benden ötekine görünmeyen bağlantılar, takılar, tamlamalar, kökler taşıyan, bir bağlaç gibi ötekiyle beni birleştiren tüm anadillerde birlikte çoğalacağız. İnanıyorum. 45 ‘Siz buraları bilmezsiniz. Kürtler yerleşti buraya...’ yabancı gelir bir anda. Kelimeler birleşmez. Yan yana, alt alta dizersin mana çıkmaz. Hiç sesin de çıkmaz adres bulunana kadar. Nurcan Kaya 26 yaşına gelirsin o hafta. Hayallerinle, heveslerinle... İlk işin için dilini en iyi konuştuğun ülkeye dönersin. Seni uğurlayan arkadaşlarının daha önce bir kaç kez gördüğün ve çok az bildiğin halde “evin” dedikleri şehre İstanbul’a gece yarısı varırsın. Şehri kar sarmaya başlar sabaha karşı. Kar şehrin bütün seslerini, bütün renklerini örter. Karın altında herkes birbirine benzer. Herkeslere benzersin sen de. Sabah işe başlarsın. “Kalacak yerin var mı?” diye sorarlar. “Yok” dersin. Otel olmaz, üniversitenin yurdu olmaz, bu yaştan sonra olmaz. Ev gerekir sana, “evin” gerekir sana. Lakin İstanbul’da uygun ev bulunup kiralanacak, eşyalar alınacak, yavaş yavaş. O zamana kadar kalacak bir başka ev gereklidir. İnsanlar ve teknoloji koşar yardımına. Bir e-posta gönderilir asistanlara, yüksek lisans öğrencilerine. Seni tarif ederler. İstanbul’a, üniversiteye yeni gelen ....., geçici bir süre paylaşacağı ev arıyor derler. Evinin bir odasını kiralamak isteyen birinden söz edilir ertesi gün. Nerede olduğunu bilmediğin, ama sana “buraya yakındır”, “nezihtir”, ‘uygundur’ denilen Nişantaşı’na elinde adres kâğıdıyla taksiyle gidersin. Yeni hayatının adresine gidersin aynı zamanda. Giderken taksi şoförü kapıları kilitler. Evindeki ikinci gününde şaşırırsın buna, tedirgin olursun. Ne de olsa kadın olduğun, her an tetikte olman gerektiği öğretilmiştir sana. Şoför bey neden kapıları kilitlediniz diye sorarsın. “Siz buraları bilmezsiniz. Kürtler yerleşti buraya, ne pislik arasan burada, valla buralardan geçmeye korkuyoruz” diye yanıtlar seni. Nefesin düğümlenir. Doğru mu işittim diye tereddüt edersin. O iyi bildiğin dilin 46 Kapısına varırsın evinin bir odasını kiralamak isteyen hanım teyzenin. Pek bir nazik, ilgili davranır sana. Evi gezdirir, anlatır bilmen gerekenleri. Ücreti söyler. Seni ikna etmeye çabalar. Sen, peki ben bu gece bir düşüneyim dersin. Ne de olsa tanımadığın insanlarla yaşamaya alışkın değilsin. Yarın sizi arayıp kararımı bildireceğim dersin. Kapıya varmışken elektrikler kesilir. Karın bir oyunu olsa gerek, ya da kaderin. Karanlıkta aşağı yürüyemeyeceğinden biraz daha oturursun. O arada nerelisin diye sorar hanım teyze. Cevap verirsin gülümseyerek. Oysa hanım teyze artık zorla gülümsüyordur. Mana veremezsin. Gece düşünüp taşınıp o evde kendi evini kuruncaya kadar kalmaya karar verirsin. Ertesi gün ararsın hanım teyzeyi. Sürpriz gelişmeleri bildirir sana. İzmir’den bir yeğeni İstanbul’a okumaya gelecektir, mevsimlerden kış, aylardan şubatken. Sokakta yürürken durakalırsın. Kar yağar hala. Ve karın altında üşür bütün insanlar. Nişantaşı’nda da, Diyarbakır’da da... Türkiye’de hala bir ayrımcılık yasası yok Her ayrımcılık, aslında bir insan hakları ihlalidir ve insanlık tarihi kadar uzun bir geçmişe sahiptir. Ancak ayrımcılığın bir terim olarak tanımlanması ve hukuki düzenlemelere konu edilerek yaptırıma bağlanması oldukça yenidir. Türkiye’de ise hâlâ ne ayrımcılığı tanımlayan ve ayrımcılık hukukunu düzenleyen herhangi bir yasa ne de ayrımcılık vakalarını izleyen ve raporlayan bir resmi ya da özel kurum bulunmaktadır. Belki bunu yadırgamamak da gerekir. Çünkü ayrımcılık, insan hakları savunucusu kişilerin ve örgütlerin de gündemine son yıllarda girmiştir. Bu gecikmişliğe rağmen umutlu olabiliriz. Ayrımcılık üzerine yapılan çalışmalar kısa sürede hızla artmış ve hükümet de, “Ayrımcılıkla Mücadele ve Eşitlik Kurumu” kurulması ve ayrımcılıkla ilgili yasal düzenleme yapılması konusunda STK’larla yakın bir çalışma içine girmiştir. Umalım ve dileyelim ki, Türkiye de, uluslararası standartlara uygun bir ayrımcılık kanununa ve kurumuna kısa zamanda kavuşsun. Yılmaz Ensaroğlu, İnsan Hakları Aktivisti, İnsan Hakları İçin Diyalog Dergisi Yayın Yönetmeni 47 ‘Hep 17 yaşında kalacak’ Ferda Balancar toprakla örttü. Kardeşimin tek suçu okula gitmekti. Silahı çantasındaki kitaplarıydı. Kardeşim 17 yaşında öldü, yıllar boyu hep 17 yaşında kalacak” diye yazıyordu. Serap Eser lise son sınıf öğrencisiydi. Üniversite sınavı heyecanı sarmıştı Serap’ı… 8 Kasım 2009 akşamı belediye otobüsüne binmiş dershaneden Küçükçekmece Kanarya Mahallesi’ndeki evine dönüyordu. Otobüs, Serap’ın evinin yakınlarındaki durağa yaklaşırken, arka kapıya yaklaşıp düğmeye bastı. Baba Zübeyir Eser, kızı karanlıkta eve tek başına dönmesin diye onu durakta bekliyordu. Serap tam otobüsten inmek üzereydi ki yüzleri maskeli altı kişinin attığı molotof kokteyllerinin yarattığı alevler içinde kaldı. Serap’a ilk müdahaleyi yapan babası, yanmakta olanın kızı olduğunu, Serap kendisine “Baba” diye seslenince anlayabildi. Olaydan hemen sonra hastaneye kaldırılan Serap’ın sağılığına kavuşacağı açıklanmıştı. Hastanede yaşanan enfeksiyonla birlikte umutlar yeniden tükenmeye başladı. 24 Aralık 2009’da Serap’ı kaybettik. Kızına yeniden can vermek için bacaklarından doku aldıran anne Ayşe Eser, Serap’ını kaybetmenin acısıyla haykırıyordu: “Bensiz hiçbir yere gitmezdi, annesinin parçasını aldı gitti yavrum.” Ayşe Eser, yüreği kızının acısıyla yanmasına rağmen, “Türk, Kürt, Alevi, pek çok komşumuz, ahbabımız var. Canımız gitti, siyaset derdinde mi olacağız? İnşallah başka canlar da yanmaz” diyerek intikam siyaseti güdenlere adeta ders veriyordu. Serap, ağabeyi Ümit Eser’e olaydan hemen sonra kaldırıldığı hastanenin acil servisinde “Üniversite sınavına girecektim. Şimdi ne olacak?” diye sormuştu. Ümit Eser, kardeşinin anısına açtığı serapeser. blogspot.com adlı blogda Serap’ın ölümünden bir ay sonra “Türkiye bu ayıbın üzerini kara 48 500 çocuğumuzu kaybettik Türkiye İnsan Hakları Vakfı ve İnsan Hakları Derneği’nin verilerine göre 1984’den bu yana yaşanan çatışma ortamında 18 yaş ve altı 500 çocuk hayatını kaybetti. Kimi mayına basarak öldü; kimi faili meçhul cinayetlere kurban gitti; kimi de “terörist olma şüphesi”yle güvenlik görevlilerinin silahlarından çıkan kurşunlarla hayatını kaybetti. Hangi nedenle olursa olsun, sonuçta çeyrek asırdır süren çatışma ortamına Türkiye sadece Güneydoğu’dan değil ülkenin dört bir yanından 18 yaşından küçük 500 evladını kurban verdi. 49 ‘Dil yâresi derin olur’ Cemal Uşşak Bundan tam otuz beş yıl öncesi idi. Ülkemizin kelimenin tam anlamıyla kanlı ve kinli yılları idi. “Memleketin tersaneleri yabancı güçler tarafından işgal” edilmemişti ama, birçok üniversite ve iş yeri farklı ideolojik gruplar tarafından kontrol altında tutulmakta, karşı gruba nefes aldırılmamakta idi. Her birimiz, öteki için ya “gomonist”, “Moskof uşağı”, “bölücü”, “faşist” “komprador uşakları” veya “gericiler” idi. Yöneticilerimiz düşmansız yapamazlardı. “Ülkemizin üç yanı denizlerle” ama “dört yanı düşmanlarla çevrili” idi! Yetmezdi bu! İç düşmanlar da olmalıydı. Ve buldular da. Aksi takdirde hegemonyalarını sürdüremezlerdi. Kısacası, basiretli (!) yöneticilerimiz, siyasi, etnik, sosyal veya dini çeşitliliğimizi çatışma ve hatta düşmanlık sebebi göstermekte çok maharetli idiler. Sadece tek kanallı TRT televizyonu vardı ve siyah beyazdı. Bendeniz, içinde bulunduğum camia adına, İstanbul’un Kadıköy semtinde dört adet talebe evine nezaret etmekte idim. Buralarda ülkemizin muhtelif şehirlerinden gelen vatan evlatları kalmakta ve değişik fakültelere devam etmekte idiler. Bir gün bunlardan Göztepe’de olanını ziyaret etmiştim. Arkadaşlarımızdan ikisi, “ev nöbetçisi” olarak mutfakta yemek hazırlamakta idi. Selam verip, hal-hatır sormak üzere yanlarına gittim. fotoğraf: Attila Durak arşivi 50 51 Aralarında derin bir muhabbete dalmışlardı. Ne var ki, kullandıkları dili ben anlamamakta idim. Varlığımı hissettirmek için yüksek sesle selam verdim. önce kendi bölgemde Kürtçe konuşmaya özgürlük tanıdım. O ise, sekiz yıl sonra sadece türkü çağırmaya özgürlük verebildi” derdim. Suçüstü yakalanmışçasına geriye dönüp, “Ağabey kusurumuza bakma. Anamızın dilini özlemişiz de, birkaç kelime Kürtçe konuşmak istemiştik. Bir daha konuşmayız” dediler. Özal’ın yaptığı elbette küçümsenemezdi ama yeterli değildi. Anasının dilini konuştuğu için, kendilerini karşımda suçlu hisseden, Bingöllü Mehmed’in ve Halim’in halleri yüreğimi burkmuştu. “Ne demek, bir daha konuşmayız? Ananızın dilini istediğiniz gibi konuşabilirsiniz” dedim. Şaşırmışlardı. “Ama!” dediler, “…Abi bize İstanbul’a geldiğimiz günü tenbihde bulunmuştur. Sakın ha Kürtçe kelime ağzınızdan çıkmayacak!” diye. Sözünü ettikleri, daha büyük bir ağabeyimizdi ve üstelik o da Kürttü. “O, buralara karışamaz. Buraların sorumlusu benim” dedim. Daha sonra kendisiyle konuştuğumda, gençlere zarar gelmesinden endişe ettiği için söz konusu ikazı yaptığını söylemişti. Her vesileyle okuduğumuz Kutsal Kitabımızda, “Dillerin ve renklerin çeşitliliği Allah’ın ayetlerinden bir ayettir (O’nun Yüce Şanının gereğidir)” mealinde bir ayet de vardı ama bu her halde Zulu Kabilesinin veya Patagonya kabilelerinin dili ile ilgili olmalı idi! Sevinçlerini ve gözlerindeki ışıltıyı asla unutamam. Doğulu ve Güneydoğulu arkadaşların konuştukları Kürtçe on-on beş kelimeyi geçmezdi. Ama olsun, ana hasretiyle yanan yüreklerini soğutuyordu ya, yeterdi bu. Onun için, Kürtçeye özgürlük talepleri kulağımıza geldiğinde, damarlarımıza işleyen ulusalcı söylemlerin etkisiyle, “Burası Türkiye kardeşim! Elbette Türkçe konuşacaksın!” yollu itirazlarda bulunduk. Sonra, aynı evde kalan Çayeli’li Süleyman’ı çağırdım. “Süleyman, sen Lazca bilir misin?” dedim. “Biraz bilirim” dedi. “Bundan böyle sen de ananın dilini rahatlıkla konuşabilirsin” dedim. Ana dil ki, öpülesi ellerin sahibi analarımızın şefkat ve sevgi ile ağzımıza koyduğu, ana sütü kadar saf, ana yüreği kadar sahih bir temel hak iken, “Terörle mücadele azmimizi kırar!” safsatasıyla bu hakkı teslim etmedik. İçinde bulunduğum camiada, sık sık “Kürdi caiz” deyimini duyardık ama kimse, Kürtçenin özgürlüğü sorununu açıkça dile getiremezdi. Çünkü bunu yapmak “bölücülerin ekmeğine yağ sürmek !” anlamına gelirdi. Türkçe’nin dışında bir dille eğitim, anayasaya aykırı imiş. Kelaynakların korunması veya damızlık havyan türleri için yasalar çıkaran; nüfuzlu patronun işlerini kolaylaştırmak için, şeker yüklü gemi limandan ayrıldıktan sonra, “Şeker ithal izni” kararnamesini ivedilikle Bakanlar Kurulu’ndan geçirebilen siz, yöneticilerimiz eğer isterseniz bununla ilgili yasaları da değiştirebilirsiniz. Yeter ki isteyin. Daha sonra Özal’lı yıllarla tanıştık. Merhum Turgut Özal, Kürtçe şarkı-türkü yayınlayabilmenin yolunu açtı. Zaman zaman şaka yollu “Ben, sekiz yıl 52 Yıllar yılı; beyazıyla, buğday tenlisiyle esmeriyle Türkler olarak hepimiz, Bulgaristan’daki ırkdaşlarımızın ana dil mücadelesiyle, Batı Trakya’daki dindaşlarımızın müftü seçme özgürlüğüyle ilgilendik; Doğu Türkistan’daki ırkdaşlarımızın dertlerine yandık ama burnumuzun dibindeki vatandaşlarımızın ana dillerini kullanma isteklerini görmezlikten ve duymazlıktan geldik. 53 Tekrar etmekte ve hatta altını kalın çizgi ile çizmekte fayda var: Kürt sorunu önemli ölçüde Kürtçe’nin özgürlüğü sorunudur. Anadil eğitimi; Anadilde eğitim ve Anadil destekli eğitim de bunun üç önemli unsurudur. Şair, gönül yarası anlamında “Dil yâresi derin olur” demiş. Ama bu aynı zamanda, bir topluluğun anasının dilini konuşamamasının ıstırabını da ifade etmiyor mu? Üç evladını kaybetmiş Vanlı Rukiye Ana’nın dediği gibi “dil yâresi” görülenden daha derindir. “Jana min kure. Waxta qo bi Kurdiyatiya xwe hassiyam. Jiyana dilemin hemü derd ü kul u ğemaya.”* (Acım derindir. Kürtlüğümün farkına vardığım zamandan bu yana. Gönlüm hep dert ve gam içindedir.) Başkasını bilemem ama ben kendi payıma tüm Kürt vatandaşlarımızdan özür diliyorum. Sadece özür değil helallik de diliyorum. Herkesten ama özellikle, daha ilkokulda iken teneffüste birkaç kelime Kürtçe konuştuğu için, cetvelin sivri tarafıyla eli kanayıncaya kadar öğretmeninden sopa yiyen Midyat’lı Abdülhakim’den ve “İşkence Merkezi” Diyarbakır Cezaevi’nde bir görüş günü, evladını parmaklıklar arasında görür görmez, Kürtçe olarak, “Layı mın de pır hes dıkkım, dı gay keti va hala?” (Canım evladım, seni çok seviyorum. Sen niye düştün bu hallere?) dediği için jandarma dipçiğini yiyip yere yığılan Hacer Ana’dan. * Her Şey Bitti. Ana’ya Söyleyin. Orhan Miroğlu, Evrensel Basım Yayın, Nisan 2007. İstanbul. 54 55 Ateşin Düştüğü Yer Necdet İpekyüz O yaz Diyarbakır’ın kavurucu sıcaklarından kaçmak istedik. Bunun için de hem tatil hem de Anadolu’yu çocuklara da tanıtmak amacıyla arabayla Karadeniz gezisi planladık. Çocuklara yansıtmak istemiyordum ama Karadeniz’de Kürtlere karşı gittikçe gösterilen olumsuz yaklaşım söylentileri nedeniyle içimde kuşku ve çekinceler oluşmuştu. Ama gitmeyi arzuluyorduk. Son dönemlerde yurtiçi gezilere 21 plakalı Diyarbakır aracıyla gitmek de insanlarda endişe yaratıyordu. Bu düşünceleri içime atıp planımızı uyguladım ve karayoluyla gezimize başladık. Bir taraftan çocuklara Karadeniz’in tarihi ve özellikleri hakkında bilgi verirken çocuklara, orada “Kürtlerin deniz görmüşlerine Laz deniyor” diye söyledim. Diyarbakır’ın giderek az da olsa yok olan ormanları ve bunaltan sıcağından sonra Karadeniz’in iklimi, serinliği ve yeşilliği çocukları hem şaşırtmış hem de mutlu etmişti. Trabzon Maçka’da tarihi ve ünlü bir yapı olan Sümela Manastırı’na giderken Karadeniz’in yıllarca birçok medeniyete ev sahipliği yaptığını anlatıyordum. Gittikleri, gördükleri her yer ve her şey onları meraklandırıyor ve çok mutlu ediyordu. Ancak çocuklar arabayla tırmandıkça yayla evlerini ve çıktığımız yolların zirvesini merak ediyorlardı. fotoğraf: Attila Durak 56 Kızım, “Biliyor musunuz hiç bu bölgede kimlik kontrolünden geçmedik”, oğlum da, “Hiç savaş uçağı sesi de duymadık” diyor. Gülümsüyoruz. Çocukları kırmamak için rastgele bir yayla yoluna giriyorum. Yol boyunca 57 aşağıdan gördüğümüz bulutları artık yukarıdan seyrediyoruz. Bu muhteşem bir duygu... Kendimizi doğanın bu olağanüstü güzelliğine kaptırmış giderken bir an nereye çıkacağız, hangi yoldayız diye endişeye kapıldık. Neyse ki bir süre sonra yol üzerinde ahşaptan birkaç eve rastladık. Odun kesen bir yaşlı amca ve kütüğün üstünde oturmuş yaşlı bir kadın da bir şeylerle uğraşıyordu. Ve durup onlardan yolun nereye gittiğini sorduk. Yaşlı amca soruma yanıt verirken bir taraftan da bizleri süzüyordu. Yolun farklı köylere çıktığını söyledi. “Nereye gidiyorsunuz?” diye sorunca, “Çocuklar yaylaları merak etmişti de, onları yaylaya götürüyorum” dedim Hafif bir tebessümle “Yayla istiyorsanız işte bizim yayla” dedi ve arabadan inip bir Karadeniz çayı içmeye davet etti. Ben, eşim ve çocuklar birbirimize baktık ve Diyarbakırlı olduğumuzu söyledik. O zaman yüzünde oluşan bir tebessümle, “Kürt değilsiniz, hiç Kürtlere benzemiyorsunuz” dedi. O an içim acıdı, yüreğim burkuldu. Neden Kürtler suçlu olarak anılıyor diye içimden geçirdim. Kürt olduğumuzu söyleyince o da toparlamak ve konuyu kesip değiştirmek için, “Ama siz iyisiniz” gibisinden bir şeyler söylemeye çalıştı. Oturduk, sohbet ettik. Bu arada yaşlı teyzenin mısır ekmeği yaptığını fark ettik ve çocuklar “Bizim oralarda da buna benzer tandır ekmeği yapılıyor” dedi. Bu arada ben de onlara Kürtçenin yıllarca yasaklandığını, annemin yaşamının sonuna kadar Türkçe bilmediğini, 12 Eylül sonrası çok sorun yaşandığını, haksızlıklar olduğunu, bölgenin yıllarca sıkıyönetim ve olağanüstü hallerle yönetildiğini anlattım. Diyarbakır cezaevini, gözaltıları, orada yapılanları, bağını, bahçesini, tarlasını, hayvanlarını bırakıp zorunlu göç edenleri, yakılan köyleri, faili meçhul cinayetleri, kayıpları, haksızlıkları anlatmaya çalıştım. Kadınları, çocukları, yoksulluğu anlattım. Hiç kimsenin bölünmek istemediğini, insanların artık şiddet değil, huzur istediğini, Türklere ve Anadolu’da yaşayan hiç kimseye nefretlerinin olmadığını, sisteme, rejime haksızlıklardan dolayı tepkilerinin olduğunu söyledim. Şaşkın bir şekilde ve sessizce dinlediler. Kurtuluş Savaşı’ndan beri yıllarca birlikte birçok soruna göğüs geren insanların bugün birbirini anlayamayan, neler yaşandığını, neler olduğunu bilemeyen insanlara dönüştüğünü söyledim. Siz bile az önce “hiç Kürtlere benzemiyorsunuz” dediğinizde çok etkilendim ve “Kürtler niye potansiyel suçlu gibi algılanıyor” diye içimden geçirdim, dedim. Yaşlı teyze ve gelini bizi çay içmek ve hazırladıkları yöresel yemekleri tatmak üzere evin içinde kurdukları yer sofrasına davet ettiler. Zahmet oldu dememize rağmen, biz Anadolu insanıyız, konukseveriz dediler. Yaşlı amca onun da “askerlikte Diyarbakır ve Mardin’den arkadaşları olduğunu; onların da mert ve konuksever olduklarını, eve gelen misafirin bir ikram almadan gitmediğini anlattıklarını söyledi. Ahşap kapıdan içeri girdiğimizde duvarda asılı bir yeşil kap içinde Kuran, yanında bir çerçeve içinde bayrak ve bir asker fotoğrafı dikkatimi çekti. Farkında olmadan durakladım. Çerçevenin altında kırmızı bir muska biçiminde madalya asılmıştı. Yaşlı amca bana döndü, “Bu fotoğraftaki oğlum” dedi. “Dört yıl önce oğlum Şırnak’ta arazide mayın patlaması sonucu şehit oldu. İki kızımız var, onlar 58 59 da evli ve İstanbul’da yaşıyorlar. Tek oğlum vardı. O ve üç arkadaşı mayın sonucu şehit oldu. Onun eşi, yani gelinim ve iki torunumla birlikteyiz. Yaz aylarında yaylaya çıkıyoruz, okul döneminde de Maçka’da kalıyoruz”. Ben ve çocuklar üzgün ve şaşkınız... Az önce dışarıda Kürtlerle ilgili yaşananları anlatırken tek mağdurun ve acı çekenin Kürtler olduğunu söylediğimi hatırlayınca, hepimizin bulunduğu yerden baktığını fark edip, yaşlı amca ve teyzenin büyük bir olgunlukla bizi dinlemesine ve itiraz etmemesine şaşkın kalmıştım. Duvarda asılı şehit fotoğrafı, sofrayı hazırlayan gelin ve çocuklarımla bahçede oynayan torunları düşününce mahcubiyetim artmış, yüreğim sızlamıştı. Eşimle üzgün üzgün bakıştık. O odadaki suskun ve sessiz saate göre kısa ama bizlerin duygu yüküne göre çok uzun olan zamanda hepimiz ayakta, olduğumuz yerde durmuşuz. Aynı anda amca bana ve gelin de eşime ayakta beklemememizi söyledi ve amca elini omzuma atıp sofraya oturmamızı istedi. Sesimin titrek haliyle tek diyebildiğim şey, “Çok ama çok üzüldüm” oldu. O duyguyla gözlerim yaşardı ve içimden lanet olsun dedim. Sofraya oturduk ama sessizdik. Yaşlı teyze belki de ortamı yumuşatmak için “Biliyor musunuz, bizim buralarda deniz görmemiş Laz’a Kürt derler” dedi. Bunun üzerine bizim çocuklar, “Yola çıktığımızda babamız da ‘Kürt’ün deniz görmüşüne Laz derler” demişti” karşılığını verdi. Hep birlikte yüzlerimizde tebessüm oluştu, çocuklar gülüştü ve yemeğe başladık. fotoğraf: Attila Durak 60 Yemek sonrası hep birlikte bahçede çay içtik, sohbet ettik. Yaşlı amca, “Yemekten önce dışarıda oturduğumuzda o bölgede yaşananları, olan bitenleri anlatmanı sabırla dinledim, anlamaya çalıştım” dedi. “Niye Kürtlere kötü, suçlu diye önyargım olduğu için de kendimi sorguladım, yine de yüreğim buruktu. Fotoğraf gördükten sonra oğlumu ve akıbetini 61 söyleyince senin sesinin aldığı hali, gözyaşını, eşinin yüzündeki ifadeyi görünce ne kadar önyargılı olduğumuzu anladım. Hepimiz insanız ve Allah’ın kullarıyız. Ateş düştüğü yeri yakar derler ya, aslında bu olaylarla ateş her yere düşüyor ve yakıyor, birileri gönlüne, evine ateş düşenlerin farkında değil ya da umurunda değil. Vicdan sahibiyim ve insanım diyen herkes birbirini anlamalı, hor görmemeli ve zülüm etmemeli. Yüce Yaradan’ımız Allah, yapabileceği halde tüm insanları tek tip yaratmadı, renk, dil, cins farklılığına hoşgörü istedi. Bizi tek tip yapmak isteyen ve farklılıklara öfke nefret yaratmak isteyenler Allah huzurunda ne yapacaklar.” “Bizi bu hale sokanlar utansın” dedi. Yaşadığım deneyimle şunu söyleyebilirim. Hepimize çok iş düşüyor... Türkiye’de topluma baktığımızda her yerde ateş var ve ateş düştüğü yeri yakıyor. Herkes bulunduğu yerden baktığında farklı algı ve görüşler ortaya çıkıyor. Gelgitler yaşanıyor, olaylar bitmediği gibi son 30 yılda olaylarla birlikte toplumsal travmayla büyüyen yeni bir kuşak ayrımcılık ve kutuplaşmayla karşı karşıya... Ateş, Türk, Kürt, Sünni, Alevi ayırımı yapmadan Anadolu da yaşayanların evine düşüyor. Çoğunlukla birbirlerinden haberdar olmadan hep birlikte farklı yerlerde, bölgelerde yanıyorlar. Yeter ki birbirimizi dinleyelim, yaşananları paylaşarak, geçmişle yüzleşerek, acıları ortaklaştırıp barışa, mutluluğa erişebiliriz... 62 63 Sabih Ataç Hukukçu ve iş adamıdır. Uzun yıllar Batman’da serbest avukatlık Nurcan Kaya İnsan hakları –özellikle uluslararası insan hakları ve Avrupa yaptı. Ayrıca İnsan Hakları Derneği Batman Şube başkanlığı ve dört dönem boyunca Birliği hukuku kapsamında azınlık hakları, eşitlik ve ayrımcılık yasağı Batman Baro başkanlığı yapmış olan Sabih Ataç şu anda çeşitli şirketlerde hukuk alanlarında– ve kadına yönelik şiddet konularında uzmanlaşmış bir hukukçudur. koordinatörlüğü ve yönetim kurulu üyeliği görevlerini yürütmektedir. Türkiye’de azınlık hakları ve uluslararası hukuk konusunda yayınlanmış rapor ve makaleleri bulunmaktadır. Ferda Balancar Gazeteci, yazar ve araştırmacıdır. Aktüel, Turkishtime ve Nokta dergilerinde editör, yazı işleri müdürü ve yayın yönetmeni olarak görev Yaşar Kemal Gazeteci, yazar ve romancıdır. Kurucularından olduğu Türkiye yaptı. Ayrıca Star gazetesinde yazı işleri müdürü, Taraf gazetesinde ise politika Yazarlar Sendikası’nın ilk genel başkanıdır ve PEN Yazarlar Derneği üyesidir. servis şefi olarak çalıştı. Necip Fazıl Kısakürek 1904 – 1983 yılları arasında yaşamış şair, romancı, Haydar Ergülen Sosyolog, şair ve yazardır. 1980 sonrası Türk şiirinin önemli hikâyeci, piyes yazarı ve fikir adamıdır. isimlerindendir. Bir süre, Radikal gazetesinde Açık Mektup köşesinde denemeler yazan Ergülen, Star gazetesi’nde yazmaya devam etmektedir. Bejan Matur Gazeteci, şair ve yazardır. Zaman Gazetesi’nde dil, Alevilik, Kürt Sorunu gibi çeşitli konular üzerine yorum yazıları yazmaktadır. Ayrıca Diyarbakır Bahar Şahin Fırat Sosyolog ve akademisyendir. İstanbul Bilgi Üniversitesi Kültür Sanat Vakfı’nın kurucu başkanıdır. Sosyoloji Bölümü’nde araştırma görevlisi olarak çalışmaktadır. Akademik ilgi alanları arasında iç göç, yerinden edilme, zorunlu Kürt göçü, milliyetçilik, etnisite, Orhan Miroğlu Siyasetçi, gazeteci ve yazardır. HADEP, DEHAP ve DTP’de kimlik, kentsel yoksulluk, toplumsal dışla(n)ma, insan hakları, toplumsal şiddet, genel başkan yardımcısı olarak görev yapmıştır. Radikal İki, Ülkede Özgür demokratikleşme konuları önemli yer tutmaktadır. Gündem, Özgür Politika ve BirGün’de köşe yazarı olarak görev aldı. Taraf gazetesinde köşe yazarlığı yapmaya devam etmektedir. Leyla İpekçi Gazeteci, senarist ve yazardır. Çeşitli aylık dergilerde yayıncılık, muhabirlik, yazı işleri müdürlüğü, editörlük ve genel yayın yönetmenliği Fikri Sağlar Siyasetçi ve yazardır. Önce Sosyal Demokrat Halkçı Parti (SHP)’yi görevlerinde bulunmuştur. Radikal ve Zaman gazetelerinde köşe yazarlığı ardından Cumhuriyet Halk Partisi (CHP)’ni 17, 18, 19 ve 20. Dönemlerde İçel yapmış olan Leyla İpekçi şu an Taraf gazetesinde köşe yazarı olarak yazmaya Milletvekili olarak temsîl etmiştir. 49. 50. 52. Hükümetlerde Kültür Bakanlığı devam etmektedir. yapmıştır. Susurluk kazasının ardından kurulan TBMM Susurluk Komisyonunda üyelik yapmıştır. Birgün gazetesinde köşe yazıları yazmaktadır. Necdet İpekyüz Hekim ve insan hakları aktivistidir. 2001-2004 yılları arasında, 64 Diyarbakır Tabip Odası Başkanlığı; 2006-2008 yılları arasında Türk Tabipleri Birliği Cemal Uşşak Yazar ve gazetecidir. 1979-1980 yılları arasında TRT Genel Merkez Konseyi üyeliği yaptı. Halen Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TİHV) Yönetim Müdürlüğü’nde danışman olarak çalıştı. Yazıları, Köprü, Zafer Dergileri; Kurulu üyesi ve Diyarbakır Siyasal ve Sosyal Araştırmalar Enstitüsü (DİSA) Yeni Asya, Yeni Nesil, Zaman ve Bugün gazetelerinde yayınlandı. Halen Yönetim Kurulu başkanıdır. Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı başkan yardımcısı olarak görev yapmaktadır. 65